|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İSLAMÜSTÜNDÜR.COM
1
ATEİST SİTESİNDEN ...VE CEVABIMIZ !
Bu yazıda, Kuran'da yer alan çelişkilerin bazıları sunularak Kuran'ın geçersizliği kanıtlanacaktır...Öncelikle, Kuran'da çelişki bulmanın, Kuran'ın geçersizliğini kanıtlayacağını kanıtlayalım. Kuran bunu bizzat ve direkt olarak telaffuz eder: "Hâlâ Kur'an'ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı." (4:82)
İŞTE ÖNYARGI, İŞTE ATEİST MANTIĞI BU...! AYET NE DİYOR, ATEİSTİMİZ NE ANLIYOR...NE YANI AYET, KURANDA CELİSKİ VARDIR MI DİYOR...AKSİNE YOKTUR DİYOR...ŞİMDİ GECELİM AYNI AYETLERDEN NASIL İMAN VE KÜFÜR ÖRNEĞİ ÇIKACAĞINA...UNUTMAYIN AYNI KUR'AN, " KURAN MÜMİNİN İMANINI ARTIRIR, KAFİRİNDE KÜFRÜNÜ " DER...HAYDİ İMAN ARTIRMAYA ...!
BAŞLAMADAN ÖNEMLİ BİR NOT : BUNLARI ATEİSTİMİZ ARASTIRMIŞ DEĞİLDİR...DİREK MİSYONERLERDEN KOPYALAMIŞTIR...ŞİMDİ DÖNELİM KONUMUZA :
Bu konuyu hallettiğimize göre çelişkileri sunmaya geçebiliriz.
...Bu yazıda Kuran'ın sadece iç çelişkilerinden söz edilecektir. Bunlar en vahim çelişkilerdir, dış kaynaklara başvurmayı gerektirmeden, Kuran'ın sadece kendi metni ele alınarak Kuran'ı çürütmeye kafi gelmektedirler.Aşağıdaki listenin Kuran'daki iç çelişkilerin tam bir listesi olduğu iddia edilmemektedir, birçokları daha mevcut olabilir.
* Muhammed yalan söylüyorsa veya yanıldıysa bunun cezasını kim çekecektir? 34:50'de Muhammed: “Ben eğer sapmışsam ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete ermişsem bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O hakkıyla işitendir, kuluna çok yakındır." der. Bu sav, Kuran'daki birçok diğer savla çelişmektedir, örneğin "İnkar edenler iman edenlere, “Yolumuza uyun da sizin günahlarınızı yüklenelim” derler. Halbuki onların günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır." (29 :12) Yani Muhammed insanları yanılttıysa, günahı sadece onun boynuna olmayacak, yanılttığı insanlar da günaha girecektir. Muhammed'in iddia ettiği gibi günahı sadece kendi boynuna olmayacaktır. Kuran kendiyle çelişmektedir.
BE ADAM...HERKES "KENDİ GÜNAHI İLE BERABER SAPTIRDIĞI BAŞKA İNSANLARIN DA GÜNAHINI YÜKLENİR " AYETİ VARKEN ...NEREDE CELİŞKİ ARARSIN...!? TABII KI SONUNDA HERKES KENDİ GÜNAHLARI İLE - YANİ KİŞİSEL OLARAK İŞLEDİKLERİ GÜNAHLAR+BAŞKALARINI SAPTIRMALARI İLE OLUŞAN GÜNAHTAN Kİ BU DA KENDİ PAYINA DÜŞEN BÖLÜMÜDÜR ) CEZASINI ÇEKECEK YANİ " KENDİ ALEYHİNE İŞLEDİĞİ GÜNAHLARDAN SONUÇTA SORUMLU OLACAKTIR ! BİR KONU İLE İLGİLİ TÜM AYETLERİ BİR ARAYA TOPLAMADAN YAPILAN SONUCA VARMA ÇALIŞMASININ KLASIK HATALI VERSIYONUNA BIR ORNEK DAHA...ATEIST KAFA İŞTE...! AMA MERAK ETMEYIN, HZ RESUL KIMSEYI ALDATMAMISTIR !
* İblis melek midir, cin midir? 2:34'e göre melektir: "Hani meleklere, “Adem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu." 18:50'ye göre ise cindir: "Hani biz meleklere, “Adem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı." İblis'in melek mi cin mi olduğu çelişkidedir. Zaten saygı ile eğilme emri meleklere verildiyse, ve İblis bir melek değilse, İblis bu emre tabi değildir. İblis'in tabi olmadığı bir emre uymadığı için cezalandırılması da bilahare çelişki teşkil etmektedir.
İBLİS - ESKİ ADI EZAZİL - MELEKLERİN LİDERİ İDİ...YANI İBLİS MELEKLERİN KOMUTANI İDİ...O AYRI BİR KONU...AMA ŞURASI KESİN,İBLİS ATEİSTLER GİBİ KAFASI BASMAYAN BİRİ DEĞİLDİ, ALLAH " EY MELEKLER SECDE EDİN " DENİNCE " EY KANDIRALI İBLİS SENDE ET " DENMEDEN MESAJI ALACAK BİR TİPTİ ..AMA İSYAN ETTİ VE EZAZILLİKTEN, İBLİSLİĞE DÜŞTÜ ...ZATEN ATEİSTLERDEN AKILLI OLDUĞUNA EMİN OLDUGUMUZ BU MELUN DA : " EY RABBİM AMA BANA SECDE ET DEMEDIN KI " DEMEDI ..! İBLİS ANLADI AMA ATEIST ANLAMADI ...SEVİYE... ÜLEN SEYTANI BİLE ÖVDÜRTECEK BU ATEİSTLER SONUNDA BANA ...TÖVBEEE ...!
* Melekler Allah'a karşı gelebilir mi? "Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler büyüklük taslamadan Allah’a boyun eğerler. Üzerlerinde hakim ve üstün olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar." (16:49-50) "Hani meleklere, “Adem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu." (2:34) Bu çelişki, İblis'in bir melek olup olmadığı çelişkisi ile de alakalıdır.
İLK BAŞTA İLK DÜĞMEYİ YANLIŞ İLİKLERSEN DEVAMI DA BÖYLE YANLIŞ GELİR İŞTE... IBLIS MELEK DIIL, ATEIST- PARDON CIN IDI ?
* İlk Müslüman kimdir? Muhammed mi (6:14, 6:163), İbrahim mi (3:67), yoksa İsa mı (3:52, 5:110-111)?
HEH HEEE...ATEIST İŞTE...NE YAPSA YERİDİR...İLK İNSANDAN İTİBAREN GELEN DİNİN ADI İSLAM'DIR...BUNU BİLE BİLMEZ, KUR'AN'DA HATA ARAMAYA ÇALIŞIR...ÜLEN ATEİST! ADEM'İDE , İSA'YIDA, MUSA'YIDA...AYNI İLAH GÖNDERMEDİ Mİ...İNEN EMİR-YASAK ZİNCİRİ HEP AYNI DEĞİL Mİ İDİ...!? ATEİST İŞTE... !DETAY İÇİN TIKLAYINIZ : http://www.islamustundur.com/konular/ilkdin.html
* Cehennem'de insanlar ne yiyecektir? Acı ve kötü kokulu bir dikenli bitki mi (88:6), kanlı irin mi (69:36)? İki ayet de, söz konusu yiyeceklerin Cehennem'deki tek yiyecek olduğunu iddia etmektedirler, birebir çelişmektedirler. Bunlarla bilahare çelişen 37:62-68, cehennemde insanların zakkum ağacının meyvelerini yiyeceğini ve kaynar sudan karışık bir içecek içeceğini iddia etmektedir. Üç yönlü bir çelişki söz konusudur.
GIDINCE GÖRÜCEN DICEM AMA ÖNCE CEVAP: CEHENNEM KAT KATTIR...HER KATIN AYRI CEZA SEKLI VARDIR...HATTA YERI DEĞIL AMA CEHENNEMDE SOĞUK ILE DE CEZA VERILECEĞI KUR'AN'DA BILDIRILIR...ALLAH HEPSINI ATEISTIMIZE NASIP ETSIN ..- HIDAYET BULMAYACAKSA !- NOT : CENNETTE KAT KATTIR, CEHENNEM GIBI...AMA BU ATEISTIMIZI ILGILENDIREN BIR HABER DIIL ... J
* Bir Müslüman'ın kaç annesi vardır? 58:2'ye göre bir ("Onların anaları ancak, kendilerini doğuran kadınlardır."), 33:6'ya göre ise birden fazla ("Onun [Muhammed'in] eşleri de mü’minlerin analarıdır.").
HAY SENIN ANAAAAA..TÖVBE...BUNA CEVAP VERMEYE GEREK VAR MI...SÜT ANNEYİ DE EKLEYELİM DE ATEİSTİMİZ İYİCE TOZUTSUN BARİ...ÜLEN SOLCULAR 80 ÖNCESİ KIZ SOLCULARA- ÖZELLİKLE 60'LI YILLARDA - "BACI " FALAN DERKEN ANALARINI AYNI BABA MI GORMUSTU ...NEYSE , KONU DAĞİLDI ! Bİ NOT : 70 'Lİ YILLARDA BACILAR BİRDEN HEMHALDAŞ OLDU ...BUNA DA ENSEST MI DİYELİM ACABA...NE ALAKA VAR DEMEYIN..ATEIST MANTIK İLE KONUŞUYOZ ...!-
* Meryem'e İsa'nın doğacağı haberini bir melek mi (19:17-19) yoksa birden fazla melek mi (3:42, 3:45) vermiştir?
3:42,3:45 OĞUMDAN ÖNCE MELEKLERİN KONUŞMASI...19:17-19 : CEBRAİL'İN BABASIZ DOĞUM OLAYININ OLMA ANINDAN HEMEN ÖNCEKİ ZİYARETİ...SANKİ BİR İNSANI SADECE BİR KERE MELEK ZİYARET EDEBİLİR DİYE BİR KURAL VAR...!
* Allah'ın bir günü, 1000 yıla mı (22:47, 32:5), 50.000 yıla mı (70:4) eşdeğerdir?
ZAMANIN İZAFİLİĞİ DİYE Bİ Sİ DUYMADI BU ATEİSTLER Dİ Mİ ...NE DİYELİM...UZAYDA İKİ FARKLI YER ARASINDA ZAMAN DA FAKLI İŞLER...AYETLER OKUNURSA İKİ FARKLI YERDEN BAHSEDİLİR...DETAY İÇİN QUANTIM FİZİGİ VE İZAFİYET TEORİSİNE MÜRACAAT: HANI ŞU ATEİSTLERİ ÇİLEDEN ÇIKARAN İKİ FİZİK KURALI ...:) BU KONU SITEMİZDE CİNLER KONUSUNDA DA KISACA İŞLENMİŞTİR.!
* Cennet'te bir bahçe mi (39:73, 41:30, 57:21, 79:41), birden fazla bahçe mi (18:31, 22:23, 35:33, 78:32) vardır?
TEK CENNET Mİ VAR..ÖNCE ONU ARASAN KUR'AN'DA...! ÜFF BAZENDE SABIR TASI CATLIYOR CAHILLIK KARSISINDA...:( BİR ÇOK CENNET- 7 KAT- BİR ÇOK BAHÇE!
* Allah insanları üç sınıfa mı (56:7) yoksa iki sınıfa mı (90:18-19, 99:6-8) ayıracaktır? IKI SINIFA ...AMA BİR KISMI - SAG TARAFINDAN VERİLENLERİN - ÖNDE OLANLARINA HITAP EDİLİR (56:7) 'DA...! BUNLAR TEFSİRLERDE ACIKLANIR...ASHABUL MEYMENE - SAG TARAFTAN ALANLARIN ÖNÜNDE OLANLAR - SABIKUN - ONDE OLANLAR - VARDIR...YANI TEMELDE IKI SINIF VARDIR...SAG VE SOL TARAFTAN KİTAPLARINI ALANLAR...AMA SAĞ TARAF İÇİNDE YER ALIP ONLARDAN DA ÖNDE OLANLAR VAR...BUNLAR SAĞ ELİNDEN KITAP ALANLARIN DA - FAZİLET YÖNÜNDEN ÖNUNDE - OLAN BİR ÜÇÜNCÜ GRUPTUR !
* İnsanın canını tek bir melek mi (32:11), birden fazla melek mi (47:27), yoksa Allah bizzat kendisi mi (39:42) alır?
HER ŞEY ALLAH'TANDIR.AMA VASITA KULLANIR...HATTA KULLARINA CEZA VERMEK İÇİN BİLE ... TABIAT KURALLARINI MIKAIL EMRINE VERIR...CAN ALMA GÖREVİNİ AZRAİL'E..GÜNAH YAZMA İŞLERİNİ K .KATİBİN MELEKLERİNE..AMA HEPSİ ALLAH'A BAĞLIDIR..O'NUN İZNİ OLMADAN ONLAR HİÇ BİR ŞEY YAPAMAZLAR!.CAN ALAN AZRAIL'IN ISE YARDIMCILARI VARDIR 47:27)...
* Allah, Firavun'a bir peygamber mi (7:103, 73:15), iki peygamber mi (10:75) göndermiştir?
ÖNCE MUSA (AS)'I TEK BAŞINA FRAVUN'A GÖNDERİYOR... DAHA SONRALARI MUSA KENDINE YARDIMCI İSTEYİNCE HARUN (AS)'I DA ALLAH GÖREVLENDİRİP MUSA ILE BERABER YENİDEN FRAVUN'A GÖNDERİYOR...YANI ÖNCE BİR SONRA İKİ ! BU OLAY KUR'AN'DA ANLATILIR AMA ATEISTIMIZ OLUR YA , BİRİ OKUMAZ DA ONU KANDIRIRIM MANTIĞI İLE HAREKET ETTİĞİ İÇİN BUNU ANLATAN AYETLERİ GÖRMEMİŞ (!) OLABİLİR..!
* Allah, Ad kavmini bir günde mi (54:19), birden fazla günde mi (41:16, 69:6-7) yok etmiştir?
BİRİNCİ AYET KASIRGANIN BAŞLADIĞI GUNDEN BAHSEDER...DİĞER AYETLER İSE DETAY VERİR.YANİ BİRİNCİ AYETTE FELAKETİN BAŞLADIĞI GÜNDEN BAHSEDİLİR...DEVAMI DİĞER AYETLERDE...ZATEN BİRİNCİ AYETTE ONLARIN HELAK EDİLMESİNDEN BAHSEDİLMEZ, KASIRGANIN BAŞLADIĞINDAN BAHSEDİLİR...GÜNLÜK HAYATTA DA BU KULLANILMAZ MI..." ŞİDDETLİ YAĞMUR BİR NİSAN GÜNÜ BAŞLAMIŞTI...TAM BİR HAFTA SÜRDÜ...!" ..AMA ATEİSTİN NİYETİ BOZUK...SONUÇ MALUM...!
* Allah, gökleri ve yeri altı günde mi (7:54, 10:3, 11:7, 25:59), sekiz günde mi (41:9-12) yaratmıştır?Allah, önce yeryüzünü sonra gökyüzünü mü (2:29), yoksa önce gökyüzünü sonra yeryüzünü mü (79:27-30) yaratmıştır?
CEVABI KURANDA CELISKI YOKTUR ADLI SITEMIZDEKI CALISMADA.!
* Allah, insanı "alak" [kan pıhtısı] dan mı (96:1-2), sudan mı (25:54), çamurdan mı (15:26), topraktan mı (30:20) yaratmıştır? Yoksa hiçbir hammadde kullanmadan, sadece "ol" diyerek mi yaratmıştır (3:47)
ALLAH " OL " DEYİNCE HER İSTEDİĞİ OLUR..AMA ZAMAN KAVRAMI BİZ İNSANLAR İÇİN SÖZ KONUSU OLDUĞU İÇİN BİZE GÖRE O OLMA İŞİ BELLİ SAAT-YIL ASIR ...SÜREBİLİR...ALLAH ZAMAN VE MEKANDAN MUNEZZEHTIR CUNKU ONLARI AD O YARATMIŞTIR...YARATTIĞI İLE KISITLANAMAZ YÜCE YARATAN... ALLAH İLK İNSANI TOPRAK+SU= ÇAMUR'DAN YARATMIŞTIR...SONRAKİ İNSANLAR : MENİ- SU 'DAN YARATILMIŞTIR... BU TABII ANNE KARNINDA MENI IKEN KAN PIHTISI, SONRA ET , SONRA KEMIK ...GIDER KI BU AD KUR'AN'DA TIP ILMINE UYGUN OLARAK ANLATILIR...! YANI YUKARIDAKI KELIMELER ASAMA - KADEMELENDİRME - SIRALAMALARDIR...TABII ANLAYANA, ANLAMAK İSTEYENE...BU KONUYA PARALEL BIR KONU ICIN TIKLAYINIZ :http://www.islamustundur.com/konular/ahiret.html
* İçki Allah'ın bir nimeti olarak sadece iyi midir (16:67), hem iyi hem kötü müdür (2:219), yoksa Şeytan işi olarak sadece kötü müdür (5:90-91)? Üç yönlü bir çelişki söz konusudur.
(16:67) BURADA İÇKİ İYİ DENMEZ KAZMA ATEİSTİM...BAHIS KONUSU OLAN ÜZÜMDÜR..ÜZÜMDEN İYİ RIZIK OLARAK BAHSEDİLİRKEN - HELALINDEN YERSEN YANI - AYNI ZAMANDA İÇKİ OLUNCA KOTULUGUNDEN DE BAHSEDILIR...(2:219) AYETIN DEVAMINDA ZARARI FAYDASINDAN FAZLADIR DENILEREK ASIL MESAJ VERILIR...DIKKAT EDILMESI GEREKEN BURASIDIR...AYET : İÇKİYİ YASAKLAMADA ZİHİNLERİ BUNA HAZIRLAMA AŞAMASIDIR...SİZ ONU IYI OLARAK İÇERSİNİZ AMA ASLINDA KOTU TARAFI COK DAHA FAZLADIR DER AYET...(5:90-91) İSE SON MESAJI VERIR...ASAMA ASAMA İÇKİ YASAKLANMIŞTIR...ÖNCE NAMAZDA İKEN İÇİLMESİ YASAKLANMIŞ , SONRA ZIHINSEL OLARAK BU YASAK BEYINLERE YERLEŞTİRİLMİŞ, EN SONUNDA İSE ASIL HEDEF AÇIKÇA İFADE EDİLİR:İÇKİ ŞEYTANIN PİSLİĞİDİR...!
* 109:1-6'da Muhammed, kafirlerin tapındığı tanrının veya tanrıların Allah'tan farklı olduğunu söylemektedir. Burada kafirler ile kime atıfta bulunulduğu belli değildir -- Ehl-i Kitap (Yahudiler ve Hıristiyanlar) ya da putperestler söz konusu olabilir. Halbuki Kuran, Yahudiler ve Hıristiyanlar'ın da (2:62, 2:139, 3:64, 29:46), putperestlerin de (16:35, 39:3) Allah'a inandığını öğretmektedir. İddiaya göre Putperestler Allah'a ortak koşmakla birlikte Allah'a inanmayı sürdürmektedirler. Muhammed'in iddiası yalanlanmaktadır. ALLAH'IM SEN SABIR VER BU ATEISTLERLE UGRASMAK NE GICIK BIR SEY ....:( TABII KI KAFIRLERIN TANRISI ILE BIZIM KI FARKLI ...ONLAR DA ALLAH'A INANIR AMA SONRA ONA - HASA - BIR SURU SIFAT ISNAT EDERLER...YOK MELEKLER KIZLARI, YOK PUTLAR O'NA YAKINLASTIRACAK BIR VASITA, YOK KURBAN OLARAK ONA ZAYIF - CILIZ VERILEBILIR...TURLU YALAN-IFTIRALAR ONA ISNAT EDILIR..EVET BIR TANRI INANCI VAR TABII AMA ICI KOF, FARKLI VE ŞİRK DOLU.TIPKI BAZI BEYINLER GIBI !
* Kıyamet gününde, şefaat (aracılık) mümkün olacak mıdır (20:109, 34:23, 43:86, 53:26), olmayacak mıdır (2:122-123, 2:254, 6:51, 82:18-19)?
ALLAH'IN IZNI DISINDA SEFAATCI OLMAYACAKTIR...YANI SEFAATCI VARDIR AMA ALLAH KIME IZIN VERIRSE, YOKTUR AMA SADECE ALLAH'IN IZIN VERDIKLERI HARIC...YANI ISTISNALAR HARIC SEFAATCI YOKTUR...BAZI AYETLER GENELI IFADE EDERKEN - YANI SEFAAT OLMAYACAK- BAZISI DA ISTISNALARA PARMAK BASAR - AMA ALLAH'IN IZNI ILE SEFAAT EDECEKLERE - AMAÇ: SEFAATLE KURTULUŞA KANMA, GUVENME ,SEN KENDI İYİLİĞİN İLE CENNETİ HAK ETMEYE CALIŞ , MESAJIDIR...!
* Kötülüklerin kaynağı Allah mıdır (4:78), insanın kendisi midir (4:79) yoksa Şeytan mıdır (38:41)? Özellikle arka arkaya gelen 4:78 ve 4:79'un birbirleri ile birebir çelişmesi dikkat çekicidir. Bu üç yönlü çelişki, günah / kader çelişkisi ile de alakalıdır.
ALLAH'IN IZNI OLMADAN NE OLABILIR KI .O IZIN VERMEDEN YAPRAK BILE KIMILDAMAZ...YANI HER SEY ALLAH IZIN VERIRSE OLUR...AMA ; ALLAH SUNU ISTER : KOTULUK YAPMA,CEZASI VAR DER, ALLAH ISTEMEZ, HARAMDIR DER, IYILIK YAP , CENNET VAR DER...AMA BIRI ILLA BEN CEHENNEME GITMEK ISTIYORUM DER, KOTULUGE YONELIRSE ALLAH ONA O KOTU ISI YAPMA GUCUNDEN MAHRUM BIRAKMAZ - IZIN VERIR - AMA RAZI OLMAZ... O KISIDE KENDI ELI ILE ISLEDIKLERI SONUCU KENDI KENDINE CEHENNEME GIDER! YANI IYILIKLER ALLAH'TANDIR, HAVA, SU, AKIL, IYILIGI TESVIKI ILE INSANLARIN GUZELE YONELMESI ...AMA KOTULUK SADECE BIZIM ELLERIMIZ ILE ISLEDIKLERIMIZIN SONUCUDUR KI , O DA YINE ALLAH-TAN- IZNI ILE OLUR...AMA O IZINI VERIRKEN ASLA ONDAN RAZI OLMAZ...KOTULUK SEYTAN+KOTU NEFIS ISBIRLIGININ SONUCUDUR ! DETAY : KAZA VE KADER BASLIKLI YAZIMIZ ...
* Allah çirkin işlerin yapılmasını emreder mi? 7:28 ("Şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez.") ve 16:90'da ("Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.") Allah'ın çirkin işleri emretmediği öğretilir. Hatta 2:169'da çirkin işleri Şeytan'ın emrettiği belirtilir ("O [Şeytan], size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder."). Ayrıca Allah'ın bir ülkeyi haksız yere helak etmeyeceği öğretilir (6:131). Fakat tüm bu öğretiler 17:16'da yalanlanmaktadır: "Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz." Allah insanlara çirkin işlerin yapılmasını emretmekte, sonra da bunu bahane olarak kullanıp ülkeyi haksız yere helak etmektedir. Çelişki ortadadır.
ALLAH BIR KAVIM HELAKI HAK ETMEK ICIN YARISMADIKTAN, KOTULUK BATAKLIGI ICINDE YUZMEDIKTEN SONRA ONLARI HELAK ETMEK ISTEMEZ...AMA O KAVIM HELAK OLMAK ICIN HER SEYI - ADETA YARISIRCASINA- YAPINCA , ONLARIN BASINA BIR ZALIM IDARECI GETIRTIR...O ZALIMDE ONLARA O HAK ETTIKLERI CEZAYI VERIR.. ALLAH AZMAYANA CEZA VERMEZ, KISACA " BIZ BIR MEMLEKETI HELAK ETMEK ISTEDIGIMIZDE " CUMLESI ; " ARTIK HELAKI HAK EDECEK HER SEYI YAPAN MEMLKETI HELAK ETMEK ISTEDIGIMIZDE " SEKLINDE ANLASILMALIDIR ...!
* Allah adil midir? 39:69'a göre öyledir: "Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır. Kitap (amel defterleri) ortaya konur. Peygamberler ve şahitler getirilir ve haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hüküm verilir." Ama, örneğin 14:4'e göre, Allah insanları keyfine göre sapkınlığa sürüklemektedir: "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir." Bu durum, 4:88, 4:143, 6:125, 7:178, 7:186, 13:27, 13:33, 16:93, 17:97, 35:8, 39:23, 40:33, 42:46, 74:31 ile de desteklenmektedir. İnsanları keyfince saptıran Allah, sonra da bu insanları saptıkları için cezalandırmaktadır, mesela 16:94'te belirtildiği üzere: "Allah yolundan sapmanız sebebiyle kötü azabı tadarsınız. (Ahirette de) sizin için büyük bir azap vardır." veya 72:15'te belirtildiği üzere: "Hak yoldan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır." Allah'ın kendi saptırdığı insanları cezalandırılması adil midir? Sapkınlığın asıl sorumlusu kimdir? Günah / kader çelişkisi burada açıkça ortaya konulmaktadır.
* Allah insanı doğru yola mı iletir (10:35) yoksa keyfine göre istediğini doğru yola, istediğini sapkın yola mı iletir (4:88, 4:143, 6:125, 7:178, 7:186, 13:27, 13:33, 14:4, 16:93, 17:97, 35:8, 39:23, 40:33, 42:46, 74:31)?
BUNUN CEVABI AYNI ZAMANDA HEMEN ÜSTTEKI IDDIANIN CEVABINI DA TAMAMLAMAKTADIR , TIKLAYINIZ LUTFEN : TIKLA
* Melekler dostumuz mudur? 2:107 ve 29:22'ye göre Allah'tan başka dostumuz yoktur, ama 41:31'e göre melekler dünya hayatında da âhirette de dostlarımızdır.
MELEKLERLE ALLAH'I BU KARSI KARSIYA GETIRME MANTIGI DA NE KI...ZATEN MELEKLER ALLAH'IN EMIRLERINI YERINE GETIREN VARLIKLAR DEGIL MI... IMANI NOKTADA, HUKUM VERMEDE ... TEK DESTEK - DOST TABII KI ALLAH'TIR! AMA MELEKLER DE UNUTMAYALIM KI O'NUN EMRINDEDIRLER...YANI EGER BIRININ DOSTU MELEK ISE ASLINDA ASIL DOSTU ALLAH'TIR!
* Herşey Allah'a boyun eğer mi? 30:26'ya göre herşey Allah'a boyun eğer, ama düzinelerce ayet, hem Şeytan'ın (7:11, 15:28-31, 17:61, 18:50, 20:116, 38:71-74) hem de birçok değişik insanın Allah'a boyun etmeyi reddetmesinden, başkaldırmasından sözeder.
YER VE GÖKTE HER ŞEY ALLAH'A ITEAT EDER..GEZEGENLER,AGAÇLAR,SU,HAVA,HAYVANLAR,GÜNEŞ, ..SADECE INSAN VE CIN - SEYTAN'DA CIN IDI UNUTMAYALIM !- "SERBEST " BIRAKILMISTIR, ÖZGÜRDÜR...EGER KENDİ HUR IRADELERI ILE ALLAH'A ITEAT EDERLERSE CENNETE GIDERLER, ETMEZLER ISE CEHENNEME ! YANI HUR IRADE SAHIBI IKI CINS VARLIK CENNET-CEHENNEM ILE MUHATAPTIR, GERISI ZATEN KURULMUS MAKINE-ROBOT GIBI ALLAH'A ITEAT EDERLER! HAA BIR DE INSAN CINSI ICINDE MANTIKLI DUSUNME DUT-YGUSUNU YITIRMIS ATEISTLER VAR ISYANKAR OLANLAR ...AMA ONLAR DA INSAN SIFATLI OLDUKLARI ICIN INSAN GRUBUNDA SAYALIM ONLARI ...!
* Allah, şirki (kendisine ortak koşulmasını) affeder mi (4:153, 25:68-71), affetmez mi (4:48, 4:116)?
ŞİRK ILE OLMEDIKTEN SONRA TABII KI ALLAH GUNAHTAN DONENLERI AFEDER...YANI BIR KERE HATA IŞLEYEN EBEDI CEHENNEMLIK OLSA IDI...O HOO HO ...ZATEN AYETLERDE TEVBE EDENLERDEN, GUNAHTAN DONENLERDEN BAHSEDER...! AYETLERIN MEALLERINI YAZSALAR HER SEY ORTAYA CIKACAK...OKUYAN ANLAYACAK- ATEIST MANTALITEYE SAHIPLER HARIC TABII - AMA SADECE AYET NUMARASINI VER VE NUMARAYA DEVAM ET...YA TUTARSA...:( MÜŞRİK OLARAK ÖLENİ İSE ASLA A ETMEZ!
* "Musâ’nın kavmi onun (Tur’a gitmesinin) ardından, ziynet eşyalarından, böğürmesi olan bir buzağı heykeli (yaparak ilah) edindiler." (7:148) Musa'nın kavmi, Musa Tur'dan dönmeden önce mi (7:149) yoksa döndükten sonra mı (20:91) bu hatalarından vazgeçip tövbe ettiler?
SOZ OLARAK MUSA DONMEDEN BIZ TEVBE ETMEYIZ DIYORLAR AMA O DAHA DONMEDEN PRATIKTE PISMANLIK DUYUYORLAR! AYETIN BASINDA DEDILERKI SOZU DE BUNU DOGRULAR...O DONMEDEN TEVBE ETMEYIZ...AMA BUYUK SOZ SOYLEMISLER KI O DONMEDEN PISMANLIK BASLAMIS!
* Yunus sahile atıldı mı (37:145), atılmadı mı (68:49)?
ATILDI ... (68:49) TA ZATEN ATILMADI DEMIYOR, ALLAH'IN AFFI OLMADAN ATILACAKTI DIYOR..YANI AYETTE ATILMA OLAYI YINE OLACAK ALLAH'IN BAGISLAMASI OLMADAN GERCEKLESECEKTI , DENMEKTE...AMA BAGISLANMA ILE ATILDI ...!
* Namuslu kadınlara zina isnat edenler (evlilik dışı cinsel ilişkide bulunduğu yönünde iftira atanlar) affedilebilir mi (24:4-5), affedilemez mi (24:23)?
CEZASINI CEKIP, TEVBE EDEN AF EDİLİR...AMA CEZASINI CEKMEDEN SU BU SEKILDE KURTULAN ISE AHIRETTE CEZALANDIRILACAKTIR...
* Kıyamet gününde, kafirlere kitapları (günahlarının kayıtları) arka taraflarından mı (84:10), sol taraflarından mı (69:25) verilecektir?
SOL ARKA TARAFLARINDAN DEYINCE DAHA NE DIYEBILECEK ATEISTIMIZ ACABA...SOL ELLERINE AMA ARKADAN... VEYA SOL ARKADAN .. ALINCA GORUCEN ZATEN ...
* Kuran, önceki kitapları doğrulayıcı mıdır (2:97) yoksa düzeltici ve yerine geçici midir (16:101)?
BOZULMADAN ONCEKI HALLERINI DOGRULAYICI, AMA BOZULMUS SU ANKI HALLERININ YERINE GECEN..AMA IKINCI AYETIN ASIL AMACI FARKLI ... ONU BILE ANLAMAMIS...!
* Kuran benzeri bir kitap kesinlikle yazılamaz denmektedir (2:24, 17:88) ama aynı zamanda Tevrat ve Kuran eşdeğer sayılmaktadır (28:49, 46:10)
BUNA CEVAP VERMEYE DEGER MI...! BOZULMAMIS TEVRAT ALLAH'IN KELAMI DEGIL MI..KURAN'I DA O INDIRMEDI MI...BENZERI YAZILAMAZ KAVRAMI ILE KURANDAN SONRA ARTIK YAZILAMAZ DENDIGINI ANLAMIYOR MU BU ATEIST KAFALAR...!YOK YOK ...UMUT YOK BU KAFALARDA...ONYARGI KOTU SEY...!
* Lut'un kavminin Lut'a verdiği cevap nedir? "Lut’un ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış(!)" (7:82, 27:56) "Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah’ın azabını getir bize." (29:29)
YAHU BU RESUL BIR KERE KONUSUP CIKMIS MI ORDAN...DEFALARCA GITMIS, ANLATMIS, DEFALARCA YANIT ALMIS...BIRINDE " DEF OL GIT, DIGERINDE TANRIN AZABI GETIRSIN BIZE...OLMUS CEVAPLAR...VE BASKA NE CEVAPLAR...SADECE KURAN IKI CEVABI BIZLERE ILETIYOR...SIMDI BU MU CELISKI OLUYOR..HANGI KAVIM . BIZ TEK LAF ETTIK TAMAM BASKA BI SI DEMEYIZ DER...KIMI OYLE KARSI CIKAR KIMI BOYLE.. TAKI CEZAYI HAK EDENE DEK !
* İbrahim'in hikayesinin 19:41-49'daki anlatımı, 21:51-59'daki anlatımından oldukça farklıdır. 21'inci surede İbrahim, kavmine putperestlikleri konusunda sert çıkarken, hatta putlarını paramparça ederken, 19'uncu surede İbrahim, babasının tehdidi üzerine putperestlik karşıtı söylemine son vermekte, hatta korkup kaçmaktadır.
BU ADAM BIR KERE BU ISI YAPMAMIS KI...BIZIM PEYGAMBERIMIZI DUSUNUN...BIR KERE MEKKE'DEN CIKTI DIYE 10 SENE GECINCE ORAYI FETHETMEYECEK MI IDI...BU MANTIKLA . MUHAMMED TERKETMISTI MEKKE'YI , ORAYI NASIL ALDIGI RIVAYET EDILEBILIR DESE BIRI ONA NE SIFAT TAKILABILIR: GERI ZEKALI, ATEIST..VEYA HER IKISI ...! 19. AYETTE ISE KOPUP KACMA YOK ...ONLARDAN YUZ CEVIRME , ARTIK BAGLARINI KOPARMA VAR... KORKMA - KACMA YOK, SIRKTEN VE ONLARIN TAPTIKLARINDAN UZAKLASMA VAR ...AYETI MEALEN ALALIMDA ATEIST KAFASIZLIGI ORTAYA CIKSIN...NERDE BU ADA KORKUP KACMA :" 48 "SIZDEN VE ALLAH'TAN BAŞKA TAPTIKLARINIZDAN KOPUP-AYRILIYORUM VE RABBIME DUA EDIYORUM. UMULUR KI, RABBIME DUA ETMEKLE MUTSUZ OLMAYACAĞIM."49 BÖYLELIKLE, ONLARDAN VE ALLAH'TAN BAŞKA TAPTIKLARINDAN KOPUP-AYRILINCA ONA İSHAK'I VE (OĞLU) YAKUB'U ARMAĞAN ETTIK VE HER BIRINI PEYGAMBER KILDIK." AYETIN MEALINI YAZMAYINCA IFTIRALARI GERCEK ZANNEDILEBILINIYOR ...YUKARDA YAZDIK YA ...YA TUTARSA...!
* 21:76'ya göre Nuh'un ailesi tufandan kurtulmuştur, ve 37:77'ye göre Nuh'un nesli devam etmiştir, ama 11:42-43'e göre Nuh'un oğlu tufanda boğulmuştur.
CUNKU KENDINE IMAN ETMEYEN OGLUNU BIZZAT KURAN NUH'UN AILESINDEN SAYMAMISTIR...BU DA KURANDA AYNI AYETIN DEVAMINDA YAZAR...DIKKAT HEMEN DEVAMINDA...! YANI MUTLAKA OKUMUSTUR AMA ...AMAÇ KANDIRMAK...! : 45 NUH, RABBINE SESLENDI. DEDI KI: "RABBIM, ŞÜPHESIZ BENIM OĞLUM AILEMDENDIR VE SENIN VA'DIN DE DOĞRUSU HAKTIR.47 SEN HAKIMLERIN HAKIMISIN."46 DEDI KI: "EY NUH, KESINLIKLE O SENIN AILENDEN DEĞILDIR. ÇÜNKÜ O, SALIH OLMAYAN BIR IŞ49 (YAPMIŞTIR). ÖYLEYSE HAKKINDA BILGIN OLMAYAN ŞEYI BENDEN ISTEME. GERÇEKTEN BEN, CAHILLERDEN OLMAYASIN DIYE SANA ÖĞÜT VERIYORUM."GORMEK ISTEMEYENDEN DAHA KOR KIM VARDIR ...! AİLENİN DEVAMI İSE NESLİ DEVAM ETTİRMİŞTİR.GEMİYİ KİMLE YAPTI ZANNEDIYO ATE ACABA...?!
* Firavun'un Mısırlı sihirbazları Musa'ya iman etti mi (7:103-126, 20:56-73, 26:29-51) yoksa sadece İsrailoğulları kavminin küçük bir bölümü mü Musa'ya iman etti (10:75-83)?
SIHIRBAZLAR IMAN EDER AMA FİRAVUN ONLARI OLDURTUR...ARTIK IMAN ILE GOCMUSLERDIR...IKINCI AYETTE ISE SAG KALANLARDAN BAHSEDILIR...ONLARDA AZ KIMSE OLARAK FRAVUNDAN KAcARLAR...AYET ZATEN BU SAG KALANLARIN BASLARINA GELENLERI ANLATMAKTADIR!
* 10:90'a göre Firavun, boğulmak üzere iken tövbe etmiş ve Allah'a iman etmiştir. 10:91'e göre Firavun hayat boyu isyandaydı, kafirdi. 10:92'ye göre Firavun'un tövbesi kabul olunmuş ve Firavun kurtulmuştur. Firavun'un sadece bedenen değil, ruhen de kurtulduğunu kanıtlamak için 10:103'e başvurabiliriz: "Sonra resûllerimizi ve iman edenleri kurtarırız. (Ey Muhammed!) Aynı şekilde üzerimize bir hak olarak, inananları da kurtaracağız." Ama 4:18'e göre hayat boyu günah içinde yaşayanların son anda ettiği tövbelerin kabul edilmesi mümkün değildir.
10:92 NIN ANLATILANLARLA HIC ILGISI YOK...IMANI KABUL OLMADI VE BEDENI ILE KURTARMAK DERKEN...SUDAN BEDENINI KURTARIP CESEDINI CURUTMEDEN GELECEK NESILLERE IBRET ICIN SAKLAYACAGIZ DENIYOR AYETTE ...ATEIST INGILTERE BRITIS MUZESINI ZIYERET EDEBILIRSE O " KURTULAN BEDENI " GORUR...HANGI MANTIK BU KADAR ANLAMLARI SAPTIRMAYA YONLENDIRIR KENDINI ANLAMAK ZOR- MU ACABA...CEVAP ATEIST MANTIK !-
* Allah'ın kelimeleri tamdır, değişmez. (6:34, 6:115, 10:64) Buna rağmen, Allah'ın bazı kelimeleri eksik, yanlış, veya geçersiz bulunabilir ve "daha hayırlısı ve misli" (daha faydalısı ve çoğu) ile değiştirilebilir. (2:106, 16:101)
BIR AYET " MISLI VEYA DAHA HAYIRLISI " ILE DEGISTIRILEBILIR TAMAM DA...BU EKSIK, YANLIS, GECERSIZ...KAVRAMLARINI ARAYA NASIL NE NERDEN HAREKETLE SOKUYOR BU ATEIST ONU ANLAMADIK...AYETLERDE " BENZER VE DAHA HAYIRLISI " KAVRAMLARI VAR...AMA DIGERLERINI ARAYA SOKUSTURMAK ... DIKKAT LUTFEN , HUKUM DEGISMIYOR, SADECE BENZERI VEYA AYNI DOGRULTUDA DAHA HAYIRLISI GELIYOR...MESELA ICKININ HARAM KILINMASI...HUKUM BELLI . HARAM !...AMA BU TOPLUM ALISTIRILARAK ULASILAN BIR SONUC...ONCE TOPLUM KADEME KADEME YASAKLARLA ALISTIRILIYOR BU YASAGA...ASAMALAR: NAMAZDA IKEN YASAK, ZARARI COK FAZLA, ... VE EN SON TUMDEN YASAK : SEYTANIN BIR PISLIGIDIR ! HUKUM DEGISMIYOR AMA TOPLUM ICIN AMAC KADEMELENDIRILIYOR...!
* Zinanın cezası nedir? 24:2'ye göre zina yapan kadın veya erkeğe yüz değnek vurulmalıdır. 4:15'e göre zina yapan kadına müebbet ev hapsi uygulanmalıdır. 4:16'ya göre zina yapan erkek tövbe edip ıslah olursa hiçbir ceza uygulanmamalıdır.
4:15: ALLAH ZINANIN CEZASINI SIZE BILDIRENE DEK, ZINA EDEN KADıNLARI EVLERINDE HAPSEDIN BUYURUYOR.SONRA ISE CEZA - 4:16. AYETTEDİ EZIYET YANI - BILDIRILIYOR. YUZ DEĞNEK ...OLAY BU KADAR BASIT !
* Günahlardan kim sorumludur? 17:13-15 ve 53:38-42'ye göre herkes sadece kendi günahlarından sorumludur. Ama Kuran, Muhammed zamanında yaşayan Yahudiler'i, binlerce yıl önce başka Yahudiler'in bir buzağı putuna taparak işledikleri günah için suçlamaktadır. (2:92-93)
ISRAIL OGULLARI- YAHUDILER - IRKÇI BIR DINI INANISI SAVUNUYORLARDI...KENDI SOYLERININ USTUNLUGUNU ILERI SIRIYORLARDI...AYET , GECMISTEKI YAPTIKLARINI ONLARA HATIRLATIP SOYLARI ILE OVUNMEMELRI GEREKTIGINI ONLARA HATIRLATIYOR..SIZ SU HATALARI YAPTINIZ HALA IRKINIZ ILE OVUNUP, SIZIN IRKINIZ DISINDA BASKA BIR IRKTAN GELDIGI ICIN PEYGAMBERI KABUL ETMIYORSUNUZ...DIYEREK ONLARI UYARMAKTA VE SOY USTUNLUKLERININ YANLISLIGINI GOZLER ONUNE SERMEKTEDIR...YANI ESKIYI ONLAR HALA SAVUNUYORLAR , AYETTE ESKININ YANLISINI GOZLER ONUNE SERIYOR...!ZATEN YAHUDILERDE..." YAHU BIZI ESKI YAPTIKLARIMIZ ILE NEDEN SUCLUYORSUN " DIYE ITIRAZ ETMIYORLAR...ITIRAZLARI HALA IRKCILIK TEMELINDE " NEDEN BASKA IRKTAN PEYGAMBER" MANTIGI ILE DEVAM EDIYORDU...!
* Yahudiler Cennet'e mi (2:62, 5:69) Cehennem'e mi (3:85) gidecektir? Hıristiyanlar Cennet'e mi (2:62, 5:69) Cehhenem'e mi (3:85, 5:72) gidecektir? 5:69'da Cennet'e layık görülen Hıristiyanlar'ın sadece 3 ayet sonra, 5:72'de, Cehennem'e layık görülmesi özellikle ilginçtir.
ILGINC OLAN YAHUDILIK VE ISEVILIGIN TAHRIF OLMADAN ONCEKILERIN- ASIL YAHUDI VE ISEVILERIN - CENNETE GIDEBILECEKKEN, DAHA SONRA " ISA ALLAH'IN OGLUDUR" DEMELERI GIBI SAPMALARA UGRAYAN, TAHRIF EDILMIS DINLERE UYANLARIN ISE CEHENNEME GIDECEKLERINI TAHMIN EDEMEYEN ATEIST KAFACIKLARDIR...! BOZLUMAMIS TEVRAT VE INCIL'E ZAMANINDA INANANLAR CENNETLIK, SIMDIKI HALLERINE- BOZULMUS HALLERINE INANAN CEHENNEMLIKTIR. DETAY : MISYONERLIK-HIRISTIYANLIK YAZILARIMIZ .
* Kuran'ı kim anlayabilir, kim anlayamaz? Arapça bilen herkes mi anlayabilir? "Kuran gayet açık bir Arapça'dır." (16:103) Sadece Allah mı anlayabilir? "Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir." (3:7) Akıllı insanlar mı anlayabilir? "(Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar." (3:7)
KURANDA MUHKEM AYETLER VARDIR..YANI OKUYAN HEMEN HUKUM VEREBILIR...BIR DE MUTESABIH AYETLER VARDIR KI ONLAR ANCAK ILIM EHLININ ANLAYABILECEGI, DERIN ILIM GEREKTIREN AYETLERDIR...ILIM EHLI ARASTIRIR BU MUTESABIH AYETLERI VE BIR SONUCA VARIRLAR AMA SUNU DEMEYI DE IHMAL ETMEZLER: BIZ BU KADARINI ANLAYABILDIK. ASIL ANLAMLARINI EN IYI ALLAH BILIR...! AYETI RABER OKUYALIM BAKALIM BI CELISKI VAR MI: 3:7 : "O KI, KITABI SANA INDIRDI; ONDAN BIR KISMI MUHKEM (MÂNASI AÇIK,YORUM GÖTÜRMEZ, ŞÜPHEYE YER VERMEZ AÇIKLIKTA) ÂYETLERDIR KI, BUNLAR. KITABIN ANASIDIR. DIĞER BIR KISMI ISE MÜTEŞÂBIH (MÂNASI KAPALI, YORUM ISTEYEN) ÂYETLERDIR. KALBLERINDE EĞRILIK BULUNANLAR, FITNE ÇIKARMAK, (KENDI ÇIARINA UYGUN) YORUMDA BULUNMAK IÇIN KITAB'IN MÜTEŞÂBIH OLANINA UYARLAR. HALBUKI ONUN YORUMUNU ANCAK ALLAH BILIR. İLIMDE DERINLEŞENLER ISE, «ONA INANDIK, HEPSI DE RABBIMIZIN KATINDAN (INDIRILME)DIR» DERLER. (BU HAKIKATLERI) ANCAK AKIL SAHIPLERI DÜŞÜNEBILIR."
* Firavun, İsrailoğulları'nın erkek çocuklarını ne zaman öldürtmüştür? Musa peygamber olup Firavun'a dinini anlatınca mı (40:23-25), yoksa Musa daha çocukken mi (20:38-39)?
YAHU! BİRİNCİ AYET ILE BAHSEDILEN FIRAVUNUN MUSA'YA IMAN EDENLERIN COCUKLARINI OLDURUN KARARINDAN BAHSEDER...(20:38-39) ISE BILDIGIMIZ OLAY ..BELLI TARIHTE TUM DOGANLARI OLDURTMESI FRAVUNUN...BUNU AYIRT EDEMIYOR MU ATEIST BEYIN..HALBUKI AYETLER COK ACIK...!
* Kader ne sıklıkta ve kim tarafından belirlenir? Herşeyin kaderi, yaradılıştan önce Allah tarafından belirlenmiş miydi? (57:22) Evrenin kaderi, her yıl bir kez olmak üzere Kadir Gecesi'nde Allah tarafından mı belirlenir? (44:3, 97:3-4) Her insan kendi kaderini kendi mi belirler? (17:13)
(44:3, 97:3-4)'TE YUKARIDA BAHSEDILEN ANLAM YOK BIR KERE..KURAN KADIR GECESINDE INDIRILMEYE BASLANMISTIR AYETIN MANASI... NE ALAKA...!? (17:13)'TA DA YUKARIDAKI ANLAM HIIIC YOK...NEYSE . KADER KONUSU SITEMIZDE ACIKLANDI, TIKLAYINIZ
* Şarap iyi midir kötü müdür? 2:219'da içki (dolayısıyla şarap) günahı yararından büyük olarak, 5:90'da da Şeytan'ın işi pislik olarak tanımlanmaktadır. Ama 47:15 ve 83:22-25'te Cennet'teki şarap ırmaklarından söz edilmektedir. Şeytan'ın işi pisliğin Cennet'te ne işi vardır?
ICKININ HARAM EDILISI KISACA ACIKLANDI YUKARIDA... Ş-R-P KELIMESI ARAPÇADA İÇMEK ANLAMINA GELIR...TURKÇEDE SARAP DENINCE SADECE SARHOS EDEN O LANET SEY AKLA GELSEDE ARAPCADA " ICILEN SEY " ANLAMINDA KULLANILIR...SÜT, SU, MEYVE SUYU, ...VS...BU KADAR BASIT OLAY...CENNETTE ICILEN SEY OLACAK TABII ...SARAP OLACAK...AMA - TURKCE ANLAMI ILE - SARAP OLMAYACAK...! HAA BI DE ATEISTLER OLMAYACAK CENNETTE ... : =)
* Cinler ve insanlar Allah'a kulluk etmek için mi (51:56), yoksa Cehennem'e gitmek için mi (7:179) yaratılmışlardır? Yaratılış amaçları Cehennem'e gitmek olan cinler ve insanlar, yani kafir olacak şekilde yaratılmış cinler ve insanlar, Allah'a nasıl kulluk edebilirler?
YAHU KULLUK ETMEK AMACI ILE YARATILDI INSAN VE CIN...AMA HUR IRADELI OLDUKLARI ICIN ISTERSE ETMEZDE...ETMEDIMI DE CINLERDE ATEISTLERLE CEHENNEMDE YANARLAR...BU KADAR BASIT !
* Tüm insanlar (en azından geçici bir süre kalmak üzere) Cehennem'e gidecektir. İnananlar bir süre Cehennem'de kaldıktan sonra kurtarılacak, kafirler ise sonsuza dek Cehennem'de bırakılacaktır. Bu kesin olarak hükme bağlanmış bir iştir. (19:71-72) Ama bu sözde kesin hükümle çelişkili olarak, şehitler Cehennem'e hiç uğramadan direk Cennet'e gidecektir. (3:157-158, 3:169, 9:111)
CEHENNEME UGRAMAK ILLA YANMAK ANLAMINDA ALINMAMALI...HER HOLIVUT STUDYOLARINA GIDEN ARTIST OLMAZ DI MI...PARA VERIP GEZEN MILYONLAR VAR...AYNISI ..CENNET EHLIDE " KURTULDUKLARI YERI BIR GORMESI ICIN " CEHENNEMDE BIR GEZDIRILIRLER...AMA YANMALARI ICIN DEGIL, " GORMELERI " ICIN ...IKI KERE SUKRETMELERI ICIN...HEM CENNETI KAZANDIKLARI ICIN, HEM O YERDEN KURTULDUKLARI ICIN..BIR DE ATESTLERE EL SALLAYIP DONMEK ICIN OLABILIR TABII ...! ... (3:157-158, 3:169, 9:111) NUMARALI AYETLERDE ISE DIREK CENNETE GIDECEK DIYE BIR IFADE YOK...SADECE CENNETE GIDECEKLER IFADESI VAR KI O DA YUKARIDAKI AYETLE CELISMIYOR...ATEISTLERE EL SALLAYIP GECECEKLER CENNETE SONRA ...
* 66:8'e göre Allah Müslümanlar'ı utandırmayacaktır. Ama 19:71-72'ye göre Müslümanlar da dahil olmak üzere tüm insanlar (en azından geçici bir süre kalmak üzere) Cehennem'e gidecektir, ve 3:192'ye göre Cehennem'e giden herkes rezil edilecektir, yani Allah tüm Müslümanlar'ı rezil edecektir. Direk bir çelişki sözkonusudur.
3:192 ATESE SOKULANLARDAN BAHSEDER...YANI CEZA CEKENLERDEN...CENNETLIKLER ZATEN ORAYI GORUP CIKACAKLAR...ATESE ATILMAYACAKLARKI...YUKARIDA ACIKLANDI ZATEN DURUM...AMA ATEISTLER REZIL OLCAK...ORASI KESIN...!
* İsa Cehennem'de yanacak mıdır? İsa Allah katına yükselmiştir (4:158) ve Allah'a yakın olanlardandır (3:45), ama Allah'tan başka kulluk edilenler ve onların kulları Cehennemlik'tir (21:98).
MANTIGA BAKAR MISINIZ..YAHU O BIR NEBI..O BIR TEBLIGCI, RESUL...O KIMSEYE " BENI ILAH EDININ " DEMEDI KI...BU DA ZATEN KURANDA ACIKLANIR...ISA VEYA UZEYR ( AS) PEYGAMBERDIRLER..AMA NEMRUT, FIRAVUN...VS VE ONLARA TAPANLAR ISE CEHENNEMLIKTIRLER...AYETIN KASTETTIGI ZUMRE ONLAR...
* Allah'ın bir oğlu olabilir mi (39:4), olamaz mı (6:101)?
BU AYETIN NERESINDE COCUK OLABILIR ANLAMI ... (39:4) : " EĞER ALLAH, ÇOCUK EDINMEK ISTESEYDI, YARATIKLARINDAN DILEDIĞINI ELBETTE SEÇERDI " YANI "ISTEMIYOR, SECMEDI " DEMEK DEGIL MI BU AYETTEN CIKAN ANLAMI ..." O'NUN NASIL BIR ÇOCUĞU OLABILIR?" (6:101) DIYOR ZATEN AYET...!
* Kaç yaratan vardır? 23:14 ve 37:125'e göre, Allah yaratanların en güzelidir. Sözü edilen diğer yaratanlar kimlerdir? Eğer birden çok yaratan sözkonusu ise, 2:54, 6:102, 12:101, 13:16, 14:10, 15:86, 35:1, 35:3, 36:81, 39:46, 39:62, 40:62, 42:11, 56:59, 59:24 gibi birçok ayette, niye Allah'tan tek yaratan olarak sözedilmektedir?
YARATANA SEKIL VERME ANLAMI VARDIR ILK AYETTE. YANI YOKTAN VAR ETME DEGIL. SEKIL VERENLERIN EN GUZELI ALLAH'TIR...ZATEN AYET SEKILDEN SEKILE DONMEDEN BAHSEDER...AMA YOKTAN VAR EDEN SADECE ALLAH'TIR..! BU MANADA YARATMAK İSE SADECE ALLAH'A MAHSUSTUR!
* 33:37'de Müslüman erkeklere, üvey oğullarının boşadıkları eşleri ile evlenme izni verilmiştir. Bu iznin özellikle gelecekte Müslümanlar'a zorluk çıkmaması amacı ile verildiği belirtilmektedir. Ama bu iznin bir anlamı yoktur, çünkü Kuran aynı surenin daha önceki ayetlerinde evlat edinmeyi yasaklamaktadır. (33:4-5) Evlat edinemeyen bir adamın üvey oğlu olamaz, üvey oğlunun boşanmış eşi ile evlenme konusunda zorluk yaşaması da sözkonusu olamaz. 33:37'de verilen iznin sözde verilme sebebi dolayısı ile yalanlanmaktadır.
4-5. AYETLER EVLATLIGI YASAKLAMIYOR...SADECE EVLATLIK =OZ EVLAT GIBI DEGILDIR ANLAMINDA INDIRILMISTIR..."EVLATLIKLARINIZI DA SIZIN (ÖZ) ÇOCUKLARINIZ SAYMADI " DIKKAT OZ COCUK SAYMADI DIYOR AMA YASAK DEMIYOR...ZATEN ISLAM FIKHINDA DA BOYLE BIR SEY YOK...AMA ATEIST CIKARMIS BIR YERDEN BU ANLAMI ISTE...!
* Sadece insanlar mı peygamber olabilir (12:109, 21:7-8, 25:20) yoksa melekler de peygamber olabilir mi (22:75)?
YAHU HZ MERYEM'E ALLAH'IN ELCISI OLARAK KIM GITTI...ELCI DEYINCE ILLA PEYGAMBER MI ANLAMAK LAZIM..PEYGAMBER; VAHIY INDIRILEN VE INSANLARA BU VAHYI ACIKLAYANDIR. MELEK ISE ALIR ALLAH'IN EMRINI, SOZUNU, AYETI HER NEYSE ...O'NUN ELÇISI OLARAK GOTURUR, EMREDILEN YERE ...NEREDE BURADA PEYGAMBERLIK! GÖREVİ AYETİ PEYGAMEBRE GETİRMEK, KADAR. BAKANIN EMRINI GENEL MUDURE İLETEN POSTACI NE KADAR GENEL MUDUR OLABILIR KI...!? ZATEN MELEKLERIN IRADELERI YOKTUR..YANI BILDIGIMIZ ANLAMDA PEYGAMBER OLAMAZLAR!
* Ceninin cinsiyeti, döllenme anında mı (53:45-46) yoksa bir süre geliştikten sonra mı (75:38-39) belirlenir?
(53:45-46) AYETTE CINSIYET BELIRLEMEDEN BAHSETMEZ...RABBIMIZIN YARATTIGI CESITLI SEYLERDEN BAHSEDER...EGER SIRALAMA SOZ KONUSU OLSA IDI O ZAMAN ONCE GULME, SONRA OLDURME, SONRA DISILIK -ERKEKLIK SOZ KONUSU OLMAZDI...AYET MEALI ORTADA : "43 DOĞRUSU, GÜLDÜREN VE AĞLATAN O'DUR,44 DOĞRUSU, ÖLDÜREN VE DIRILTEN DE O'DUR.45 DOĞRUSU, ÇIFTLERI, ERKEK VE DIŞIYI, YARATAN DA O'DUR... (75:38-39) AYETI ISE TIPPA DA UYGUN SIRALAMADAN BAHSEDER...! DETAY SITEMIZDE.
* Bir Müslüman, kafir anne babası ile nasıl geçinmelidir? 31:15'e göre kafir anne babanın inançlarına uyulmamalı, ama onlarla iyi geçinilmelidir. 9:23'e göre ise böyle bir durumda anne baba dost edinilmemelidir, yani onlarla iyi geçinilmemelidir.
23. AYETTE VELI EDINMEMEKTEN BAHSEDILIR. SOYLE DIYELIM. OKULA KAYDOLURKEN BIR VELIYE IHTIYAC VARDIR...SIZDEN SORUMLU OLACAK OLAN, SIZIN HAKKINIZDA SOZ SAHIBI OLACAK OLAN BIRINE...ISTE BUNUN GIBI BIR VELI OLARAK ONLARI KABUL ETMEYIN. CUNKU KAFIR OLAN ANNE BABA IMANI NOKTADA, FARKLI ITIKATTAN OLDUKLARI ICIN VELI, VEKIL, AVUKAT, ...EDINILEMEZLER! AMA ONLARLA TABII KI IYI GECININ. CUNKU ANNE BABA HAKKI ISLAM'DA COK ONEMLIDIR! TAKI SIZI HAK OLAN ISLAM DININDEN DONDURMEYE CALISANA DEK...VEYA SIZI YONETMEYE CALISANA DEK...!
* Kafirler Müslüman olmaya zorlanmalı mıdır (8:38-39, 9:29) zorlanmamalı mıdır (2:256, 3:20, 109:6)?
AYETTE KAFIRLER YENILECEKTIR...ISLAM HAKIM OLACAKTIR DENIYOR...ZORLA MUSLUMAN OLMAK ANLAMI YOK AYETLERDE...BURADA ZORLA MUSLUMAN OLMALARINDAN SOZ EDILMEZ, ISLAM'A DUSMAN OLMAMALARI ISTENIR! ZATEN AYETTE CIZYEDEN BAHSEDILIR..CIZYE MUSLUMANDAN ALINMAZ, OLAMYANDAN ALINIR. ISLAM HUKMU ALTINDA YASAYAN KAFIRLEDEN ALINIR! MUSLUMAN OLMALARI ICIN ZORLANMAZ YANI!
* Hıristiyanlar şefkatli ve merhametli midir (57:27) yoksa zalimler topluluğu mudur (5:51)?
HZ ISA ZAMANINDAKILER SEFKATLI, BOZULMUS OLANA UYAN GUNUMUZDEKILER ISE ZALIM...ISTE HACLI SEFERLERI ISTE IRAK,ISTE BOSNA....AFGANISTAN...BIR DAMLA PETROL BIR DAMLA KAN...!
Netice itibarı ile, bu kadar çok sayıda, önemli konularda, ve çözümü imkansız çelişkilerin varlığı, Kuran'ın geçersizliğini tartışma götürmeyecek biçimde kanıtlamaktadır.
NETICE ITIBARI ILE BU KADAR COK SAYIDA ATMASYON, ONYARGI, IFTIRA VE YALAN-DOLAN, ÖNEMLİ KONULARDA VE KENDI ICINDE BILE CELISKILI CUMLELERIN VARLIGI ATEIZMIN CIKMAZLARINI VE GECERSIZLIGINI TARTISMA GOTURMEYECEK SEKILDE KANITLAMAKTADIR. RUHUNA TEBBET OKUYALIM !
2
SORU - CEVAP
1400 yaşında olmasına rağmen, bugünün ihtiyaçlarına da cevap verdiği ve bilim yanlısı olduğu iddia edilen Kuran'da şu sorularımın cevaplarını bulamadım..
SORULARLA BİLİMİN NE İLGİSİ VAR...? KUR'AN BU DETAYLAR ÜZERİNDE DURSA HACMİ NE OLURDU, O ZAMAN DA BU YAZAR " BU İŞE YARAMAZ BİLGİLERİN KUTSAL OLDUGU İDDİA EDİLEN KİTAPTA NE İŞİ VAR, " DEMEZ Mİ İDİ ...!? AMAÇ ÖĞRENMEK DEĞİL, SORU SORMAK...LAF OLA BERİ GELE...
1)Adem ve Havva hangi tarihte yaratıldılar? Cennete hangi tarihte girdiler? Hangi tarihte cennetten kovuldular?
KUR'AN TARİH KİTABI MI ...EVRENSEL MESAJİ İLE NE ALAKASI VAR BUNLARIN? TARIH IMTIHANINDA MI SORULACAK SANA ?
2) Önce Adem mi yaratıldı, Havva mı? Aralarında ne kadar yaş farkı vardı?
KUR'AN AÇIKLIYOR..BİR ÖZ YARATILIYOR VE BU ÖZDEN ÖNCE ADEM SONRA HAVVA ANNEMİZ YARATILIYOR - KABURGA KEMIGINDEN YARATILMA YOK YANI ...! -YİNE TARİH İSTİYOR... KOMIK ...NEDCEKSE ...!? HADI VRELIM MIATTAN ONCE 123413455624756981345... YANLIŞ MI DESIN ISPAT ET, NASREDDIN HOCA'NIN DUNYANIN MERKEZINI ISARET ETMESI GIBI AMA ISE YARIYOR ))
3) Doğmadıklarına göre Havva ve Adem'in göbekleri var mıydı? (Hani, çamurdan mı, yoksa pıhtıdan mı yaratıldığı tartışma konusu olan ilk insan..) ÇAMURDAN YARATILMA MESELESI SİTEMİZDE DEFALARCA İŞLENDİ AMA GENEL HATLARI İLE " AHIRET,BEDEN-RUH " VE " RUHUN VARLIGI " KONULARINA BAKILABILIR. GOBEKLERİ BÜYÜK İHTİMAL YOKTU. ÇÜNKÜ İLK PROTOTİP İDİLER. DAHA SONRA DOĞUM YOLU İLE COĞALMA BAŞLAYINCA GOBEK VAR OLMAYA BAŞLAMIŞTIR AMA BU SAHSI TAHMINIMIZ !
4) Ya da hayali cennetten kovulmadan önce, cinsel organlari varmiydi? SANA NE..RÖNTGENCİLİK MERAKI MI ...!?
5) Vardı ise ne için vardı? (madem ki cinsellik yasaktı?..) KİM DEMİŞ...TEK YASAK OLAN YASAK MEYVENİN YENİLMESİ İDİ!
6) Ya da Havva'nin göğüsleri varmıydı? (Çocuk emzirmeyecegine göre)? Yoksa bunlar cennetten kovulur kovulmaz mi olustular? YA KOVULACAKLARI BİLİNİYOR İSE -KADER KONUSUNA MURACAAT, ALLAH'IN YAZDIGINI YAPMAYIZ, YAPACAKLARIMIZI ALLAH BILIR ) VE DAHA İLK YARATILMADA BU ŞEKİLDE YARATILMIŞSA...HIC DUSUNEMEMISTIN DI MI BUNU ATEISTIM BENIM ...!
7)Ya da Adem ve Havva'nin hormonlari önceden var mıydı? Vardıysa, (testesteron, östrojen, prolaktin, oksitosin vs.) ne amaçla vardı? SONRAKI HAYATLARI- DUNYA HAYATLARI ICIN - ONCEDEN HAZIR YARATILDILAR!
Havva, adet görüyor muydu? BÜYÜK İHTİMAL CENNETTE HAYIR. AMA FARKLI ORTAM - DÜNYA ORTAMI - BU ÖZELLİĞİ BAŞLATMIŞ OLABİLİR!- NE YANİ MUHTEŞEM EVRENİN DARWİNİZM MANTIĞI İLE ŞANŞ ESERİ OLUŞABİLECEĞİNE İNANIYOR DA ATEİSTİMİZ, ZAMAN FAKTÖRÜNÜ YARATAN RABBİMİZİN ZAMAN İÇİNDE ZAMAN İLE BU ÖZELLİĞİ HAVVA ANNEMİZE KAZANDIRABİLECEĞİNİ Mİ İNKAR EDECEK...:) TÜM EVRENİN TESADÜFEN OLUŞMASI İHTİMALİNİ KABUL EDENLER İÇİN BU ZATEN OLAĞAN BİR DURUM OLUR Dİ Mİ
9) Adem ile Havva'nın kıyafetleri nasıldı? Havva, başörtülü müydü, çarşaflı mı? Yoksa ...? İLK İNSAN AYNI ZAMANDA ALLAH'IN EĞİTİMİNDEN GEÇMİŞ OLAN VE PEYGAMBER OLAN BİR KİŞİ İDİ ...YANİ MAĞARA DEVRİ İŞİ MASAL..EĞİTİCİSİ BELLİ OLAN ADEM ( AS)'IN HAYAT STANDARTLARI DA BELLI BIR SEVIYEDEN BAŞLAMIŞTIR MUTLAKA... MUTLAKA BELLİ SEVİYEDE ÖRTÜLERİ VARDI ..AMA BAŞÖRTÜSÜ EMRİ İLK NE ZAMAN İNZAL OLUNDU BU BİLİNEMEZ! BELKİ İLK İNSAN BELKİ ZAMANLA FARZ KILINAN BİR EMİR İDİ BU!
10)Eğer bunlar yok idiyse, nasıl oldu da birbirlerine cinsel arzu duydular?.. Var idiyse, bu arzudan dolayı neden cezalandırıldılar?
YAW BU ATEIST SALAK MI TAKTI CINSELLIK YUZUNDEN CEZA MESELESINE...CEZA YASAK MEYVEDEN DOLAYI VERILDI ... CINSELLIK DUYGUSUNDAN DEGIL !
10)Cennette yasak olduğu söylenen meyvenin adı neydi? Bu yasak meyve bugün dünyada yasak mı değil mi? Niye?
KUR'AN ADI UZERINDE DURMAZ. ALLAH'IN ACIKLAYAMADIGINI BIZ DE BİLEMEYIZ. ADI BİLİNSE NE OLUR...!? ONEMLİ OLAN OLAY -NEDEN - SONUC ILISKISIDIR. KUR!AN BU NEDENLE ESKIMEZ. KUR'AN'IN ESKIMEZLIGI ADLI YAZIMIZA MURACAAT...!
11)Ensest ilişki, günah mıdır, değil midir? (Adem ve Havva'nın çocukları ensest ilişki ile çoğalmış olmalı.. Yoksa, dünya belli bir nüfusa ulaşıncaya kadar ana ve babalar Allah'ın verdiği bir özel formülle seks yapmadan çocuklarını çamurdan mı yapmaya devam ettiler? HZ ADEM-HAVVA VE COCUKLARI
YAZIMIZA MURACAAT
12)Adem ile Havva ne kadar yaşadılar? Kaç yılında öldüler?
YINE TARIH..ALLAH'TAN ATEIST MANTIGI ILE BIR ILAHI KITAP GELMEMIS...TARIH, ELBISE DESENI, ÖZEL FANTAZI İLE DOLU BIR HAYLI HACIMLI AMA ICI BOS, GUNCEL VE AKTUELITESI OLMAYAN BIR KITAP OLURDU...! TABII K. MUKADDES'E BENZEYEN BIR KITAP OLURDU BOYLECE...ATEISTIN ISTEDIKERI ORADA VARDA ))
DIKKAT LUTFEN ...SORULAN SORULARIN COGU ..CEVABI BILINSE DE GUNUMUZDE PRATIK HAYATI ETKILEYECEK BILGILER DEGIL... O ZAMANDA MUHTEMELEN " YAHU BU BILGILERE NE GEREK VAR, ILAHI KITAP DEDIGIN SOMURUYE ENGEL OLUYOR MU, ADALETSIZLIGI ENGELLIYOR MU, INSAN HAKLARINA NASIL BAKIYOR...? ONEMLI OLAN BUNLAR, BANA NE ILK INSANIN OZEL YASAMINDAN..." DERLERDI KI ELHAMDULILLAH KUTSAL KITABIMIZ KURAN DA ASIL BUNLARI ICINDE BARINDIRIYOR...!
ASIL BEN ATEISTIMIZE BI SORU SORAYIM...NASIL OLURSA SANS ESERI BIR ATOM KENDI KENDINE OLUSUR..O ATOMLARDAN SANS ESERI BASKALARIDA OLUSUR VE SANSA BAKIN BIR ARAYA GELIP ELEMENTLERI , AYNI SEKILDE OLUSAN ELEMENTLER YINE SANS ESERI... , TABI HER SEFERINDE HER BIR EN KUCUK PARCA SANS ESERI OLUSUP SANS ESERI DIGERI ILE BIRLESIP SANS ESERI ORTAYA DEVAM EDEN BIRBIRINI TAMAMLAYAN BIR BUTUNUN PARCALARINI OLUSTURMAKTADIR ... VE SU SANSA BAKIN KI ORTAM DA - OYLE YA OKSIJEN, SU , BESIN ...ZINCIRI DE SANS ESERI HEP TAM KIVAMINDA HAZIR OLUSUP AYRICA ORDA BEKLEMEKTEDIRLER! EVET BU ELEMENTLER SANS ESERİ BAŞKA OLUŞAN ELEMENTLERLE BİRLEŞMEKTE ,ŞARTLAR BUNA MÜSAİT OLMAKTA VE MOLEKULLER OLUŞMAKTADIR..ŞANSA BAKINIZ Kİ BU MOLEKULLER OYLE BOYLE OLUŞAN BAŞKA MOLEKULLERLE BİRLEŞİP AMINO ASITLERI OLUŞTURMAKTADIR...BU SEKILDE SANS ESERİ OLUSAN BASKA AMINOASITLERLE BIRLESEN BU ZINCIR PEPTIT, ONLAR SANS ESERİ AYRICA OLUSAN BASKALARI ILE BIRLESIP POLIPEPTIT, ONLAR SANS ESERI BASKA OLUSANLARLA BIRLESIP PROTEIN, ... ONLAR... HUCRE...ONLAR DOKU, ONLAR ORGAN, ONLAR SISTEM VE SONUCTA TÜMÜ DE ORGANIZMA- CANLIYI OLUSTURMAKTADIR...VE HER BİR EN KUCUK ATOM SANS ESERI OLUSUP HER BIR PARCA SANS ESERİ BİRLESİRKEN AHENK -BUTUN OLUSTURMAKTA, BİRBİRİNİ YOK ETMEDEN BIR UYUM ICINDE BIRLESIRKEN HER PARCA AYNI ZAMANDA CEVRE SARTLARIDA BUNU ENGELLEYECEK BIR KONUMDA OLMAYACAK OZELLIKLERE SAHIP OLMAKTADIR...VE BU ORGANIZMA SANS ESERI HAYATINI DEVAM ETTIRECEK CEVRESEL SARTLARIN TAM ORTASINDA - KI TUM BU SARTLARDA AYRI BIR SANS ESERI OLUSMA ZINCIRININ SONUCUDUR!- BULUNMAKTA VE KENDI GIBI ...UHUUUUU HU ,SANS ESERI OLUSAN BASKA BIR ORGANIZMA ILE UYUM ICINDE UREME OZELLILERINE SAHIP OLUP HAVADAN SUYA, ORADAN TOPRAK, ISIK, YEME, BARINMA...TUM SARTLARIN SANS ESERI TAM OLMASI GEREKTIGI SEKILDE OLUSTUGU BIR ALEMDE DEVAMLI SANSLARI YAVER GIDIP COGALIP ZAMANLA DA FARKLI TURLERE GECEBILMISTIR... BUNA ANCAK MASAL DENEBILIRKEN - HANI UZUUUN FASULYELERE TIRMANIP GOKYUZUNE TIRMANILAN MASALLAR GIBI ... - BUNU BILIMSELLIK ADINA " OLDU " DIYE SAVUNANLAR BANA GELIPTE BIR DE BILIMSELLIKTEN BAHSEDECEKLER VE BENDE ONLARI DINLEYECEGIM , OYLE MI...HADI CANIM ...! HADI CANIMM , BAŞKA KAPIYA, YALLA ATE YALLAAA...
Ayrıca, Muhammed'in kendisinin Allah'ın-varsa eğer- elçisi olduğunu iddia ederek İslamiyet dinini ortaya çıkarması üzerine de şu sorular akla geliyor ALLAH ( CC) VAR...ISPATI SİTEMİZDEKİ ILK IKI KONU
Eger siz Allah-varsa eğer- olsa idiniz:
1) Dünyadaki tüm insanlara hitap edecek bir kitap gönderecek olsanız, sadece Arapça dilini mi kullanırdınız? Yoksa, ne kadar dil varsa o kadar dilde hazırlamış olduğunuz kitapları mı gönderirdiniz?
HEH HEE.KOMIK...BOYLE OLSA IDI HZ. MUHAMMED NE YAPACAKTI BIR BIZANSA BIR AFRIKAYA BIR CINE MI GIDECEKTI ...BI DE DEMEZ MI NE KADAR DIL VARSA DIYE ..YAHU KUCUK KABILE DILLERINI DE SAYSAK BINLERCE DIL VAR BE ADAM...SORUNUN PRATIKTEKI UYGULAMA VEHAMETINI DUSUNEBILIYOR MUSUNUZ...SORUSUNA GORE SORUYU SORANIN ZEKA SEVIYESINI ANLAYINIZ LUTFEN. HA SURASININ ALTINI CIZELIM ...RABBIM HER TOPLULUGA MUTLAKA BIR PEYGAMBER GONDERMISTIR...BU KONUDA SITEMIZDE CESITLI YERLERDE ISLENDI AMA GENEL OZET ICIN TIKLAYINIZ :TEK DIN ISLAMDIR ADLI KONU !
PEKI MANTIKLI OLAN NE :ONCE BIR MERKEZ OLUSTURULUR...ORADAN CEVREYE YAYILMA HAREKETI , İRSAT FAALİYETİ YÜRÜTÜLÜR..TERCÜMELER, ACIKLAYICILAR... YAPILANDA BUDUR ZATEN...
2) Dünyadaki tüm insanlara zaman zaman mesajlar iletmek isteseniz, bir aracı (elçi/peygamber) mi kullanırdınız yoksa doğrudan mı iletirdiniz?
AYNI CEVAP...MERKEZDEN CEVREYE ...ZATEN MESAJDA ULASMISTIR TUM DUNYAYA..AMA HALA INAT ILE INANMAYAN HATTA KARSI CIKAN VARKEN ...SORMAK LAZIM ...SANA O MESAJ GELDI DE SEN DEGISTIN MI ...YANI AMAC YETER KI ARINMAK OLSUN...
SU SORU AKLA GELEBILIR: HER TOPLULUGA NEBI GELMISTIR TAMAM DA YA AZ VEYA TEK 3-4 KISININ YASADIGI YERLER NE OLACAK...ONUN CEVABI SU: BU KISI-LER- SADECE " TEK , BIR OLAN YARATICIYA" INANACAKLAR...YANI AKIL ZATEN YARATANI BULUR AMA BU YARATICININ TEK OLDUGUNU KABUL ETMELI BIREY...ARTI IYI AHLAK YETERLIDIR...ZATEN IBRAHIM ( AS) IN KISSASI KURAN DA BU NEDNELE ANLATILIR...ARAYANIN TEK YARATICIYI BULMASINI ...! TOPLU YASANAN YERLERE ZATEN ILAHI EMIRLER PEYGAMBERLERLE GONDERILMISTIR..AMA AFRIKANIN ORTASINDA YASAYAN INSANLARA FAIZ YASAK DIYE HARAM EMRI GELMEZ TABII ...ORTAM, SEVIYEYE UYGUN EMIR-YASAK ZINCIRI GELIR...ATEISTIMIZIN MANTIGINA GORE HAREKET EDILSE AFRIKADA KI BALTA GIRMEMIS KABILELERIN ICINE DUSECEGI DURUMU DUSUNUN : -HER YERE KENDI DILLERINDE KITAP GELECEK YA !- YAW FAIZ NE, YA KARABORSA, AAA BI DE KIZ COCUKLARINI GOMMEDEN BAHSEDILMIS...BU NE BICIM KITAP ...DAHA BIZDEN HABERI YOK ..." KOMIK OLUYO DI MI ...IYIKI RABBIMIZ - HASA - ATEIST MANTIK ILE HAREKET ETMIYOR...
3) Dünyadaki tüm insanlara en son dini göndermek isteseniz, sadece Arabistan'a bir elçi mi gönderirdiniz, yoksa dünyanın herbir yerine aynı anda aynı şeyleri anlatmak için birden çok elçiler mi gönderirdiniz?
HER YERE ZATEN ELÇI GITMISTIR... O BÖLGENİN ÖZELLİKLERİNE GÖRE İHTİYACI OLAN ILAHI MESAJLAR İLETİLMİŞTİR...!AZ OLAN TOPLULUKLARIN YAPMASI GEREKENLERI YUKARIDA YAZDIK..BİR DE KIYAMET YAKLASTIGI ICIN TUM DUNYAYA SON EVRENSEL MESAJ GONDERILMISTIR ... O DA KISA SUREDE YAYGINLASMISTIR...
YANI RABBIM : PEYGAMBER GONDERMEDIKCE HIC KIMSEYE ZULMETMEYIZ " DERKEN , YANI : KITAPLI PEYGAMBER, KABILELER GONDERILEN UYARICI PEYGAMBER VE KUCUK GRUPLARDAN ISTEDIGI TEK ILAHA INANMA +AHLAK ... KURALLARI TUM EVRENE HITAP ETMEMEKTEMIDIR DE ATEISTIMIZ HALA BILINC ALTINDAKI EZIKLIK ILE KENDINI HAKLI CIKARMAYA CALISMAKTADIR... HAYRET DOGRUSU...!
4) Dünyadaki tüm insanların iyi olmasını ve doğru yolu bulmasını mı isterdiniz? Eğer bu sorunun cevabı "evet" ise, onlara kötülüğü veren şeytana karışmadan, şeytanlığını yapmasına müsaade eder miydiniz? (Tavşana kaç, tazıya tut mu derdiniz?) Şeytanı yok etmez miydiniz? SADECE IYILIK YAPAN VARLIKLAR ZATEN YARATILMISTIR...ONLAR ALLAH'A ASLA ISYAN ETMEZ, GOREVLERINI AYNEN YERINE GETIRIRLER...MELEK, HAYVANLAR, BITKILER, GEZEGENLER...SU , ATES...VS...
BUNUN IKI ISTISNASI VARDIR...CIN VE INSAN ...BUNLAR IKI TERCIH ILE KARSI KARSIYADIR : CENNET - VE IYILILER YOLU :HUMANIZM KONUSU OZELLIKLE OKUNMALIDIR !- VE CEHENNEM YOLU... RABBIM AKIL VERMISTIR, DOGRU YANLISI AYIRAN! KITAP GONDERMISTIR, ACIKLAYICISI OLARAK PEYGAMBER GONDERMISTIR, CENNETE GIRMENIZI ISTERIM , CEHENNEM KOTUDUR DIYE DEFALARCA- 120. 000 PEYGAMBER VE YUZBINLERCE YIL SUREN TEBLIB CALISMALARI ...!- SIZIN CENNETE GITMENIZI ISTERIM DEMISTIR...BUNDAN SONRA ISE TERCIHI SECMEK INSANALARA - VE CINLERE , CINLER ADLI IKI YAZIYA MURACAAT - KALMISTIR! ISTERSE KENDI IRADESI ILE KOTULUK YAPARAK CEHENNEME ISTERSE KOLAYCA - DETAY HUMANIZM ADLI YAZIMIZ- CENNETE GIDER...CENNET YOLUDA HEP INSANALARIN FAYDASINA OLAN ISLERIN YAPILMASI ILE ASILIR- YINE HUMANIZM DOSYASININ ALTINI CIZELIM !-
YANI KISACA :BIR YOL DÜŞÜNELIM YOLUN IKI TARAFINDA BEYAZ VE KIRMIZI IŞIK VEREN SINIR TAŞLARI VARDIR. ELIMIZDE TRAFIK REHBERI ÖNÜMÜZDE KILAVUZ OLAN BIR TRAFIK POLISI VARDIR. AYRICA ALLAH INSANA AKIL DA VERMIŞTIR. ŞIMDI POLIS YOLU GÖSTERIYOR, TRAFIK REHBERI YOL HAKKINDA BILGI VERIYOR SINIR TAŞLARI YOLUN SINIRLARINI ÇIZIYOR AKIL DA DOĞRU YOL BULABILIYORKEN BIR KIŞI BU YOLDA KAZA YAPSA, YOLDAN ÇIKSA UÇURUMA DÜŞSE SUÇ KIMDE OLUR? ŞOFÖRDE MI, KILAVUZ (POLIS) DA MI, REHBER DE MI, SINIR ÇIZGISI TAŞLARINDA MI?
KAZA -KADER KONUMUZDAN ALINMISTIR !-
6) Elçinizi görevlendirirken, kimsenin şahit olarak bulunmadığı bir mağarada mı görevi tebliğ ederdiniz? Sonra da herkesin bu elçiye inanmasını bekler miydiniz?
BİLİM ADAMLARI DENEY YAPARKEN HALKI ETRAFLARINA MI TOPLARLAR YOKSA O EN ÖNEMLİ ASAMA KENDI ORTAMINDA GERCEKLESTIRILDIKTEN SONRA MI SONUC VE DETAY HALKA ACIKLANIR...ONEMLI OLAN MESAJ VE ICERIK ISE SORU MUAFTIR...YOK ILLA MUCIZE BEKLENMEKTE ISE BIR COK MUCIZE GOSTERILMISTIR...AMA O ZAMANDA INANMAK ISTEMEYEN INANMAMISTIR, GUNUMUZDE DE INANMAK ISTEMEYEN INANMAMAKTEDIR...YANI CEBRAIL MAGARA YERINE SEHRIN ORTASINDA ILAHI MESAJI TEBLIG ETSE IDI ATEISTMIZ INANACAK MI IDI...!? BASKA MUCIZLERE GOSTERDIGINDE- DETAYA GIRMIYORUZ- O MEKKELI MUSRIKLER INANDI MI KI BU SEKILDE DE BIR ILK KARSILASMA ANININ HERKESCE GORULMESININ ALTI CIZILMEKTEDIR...NE OLDUGU ORTADA...KORKAN, ÜRKEN BIR NEBI ...BU ANLAR ÖZEL VE İLK ANLAR ...GOREVLENDIRILEN KISININ RUH HALI ONEMLI ...ONCE O KISI BUNU ZIHINSEL OLARAK KABULLENMELI ...BU OZEL DURUM KABULENILDIKTEN SONRA - YANI TEMEL SAGLAM ATILINCA - TEBLIG BASLAR...HER NEBI DE DE BU BOYLE OLMUSTUR ... ONCE INSAN OLAN NEBI, BILINCLENIR SONRA O CELIK IRADE HAZIR OLUNCA ATEISTLERE DE DAHIL, TEBLIĞ BASLAR !
ASIL SUPHECILIK OLAMAZ SIKKINI TERCIH ETMEK DEGILDIR " OLABILIRLIK " SIKKINI TERCIH ETMEKTIR. ASIL SUPHECILIK ONCE KARAR VERIP SONRA NEDEN - MAZERET ARAMAZ.BU SADECE ONYARGININ TEZAHÜRÜDÜR!
INANMAK ISTEMEYEN MUCIZELER GORSE DE INANMAZ - HZ RESUL DONEMINDE BOL BOL ORNEGI GORULDU - ,ZATEN ASIL MUCIZE KUR'AN'DIR...1400 SENEDIR GUNCELLIGINI ASLA KAYBETMEMISTIR... O ASIL MESAJ ATLANIP ARAYA - UNUTMAYALIM DENEYI YAPILAMAYACAK BILIM DALLARINDAN BIRI DE TARIHTIR , ISTANBUL YENIDEN FETHEDILEMEZ, FETHEDILDIGINI GOREN DE KALMAMISTIR, AMA DILDEN DILE , ESERDEN ESERE GUNUMUZE GELMISTIR BU GERCEK UNUN GIBI :- TARIH, KENDI METODUNU KABULENDIRME, KURAN'I OKUMADAN IFTIRA ATMA...CALISMALARI HER ZAMAN OLMUS VE HER DAIM OLACAKTIR...AMA ONLAR TARİHİN TOZLU SAYFALARI ARASINDA KAYBOLMUŞ, KUR'AN HALA CAPCANLI , AKTULE HAYATA HITAP EDER SEKILDE INSANLIGA ISIK TUTMAYA DEVAM ETMEKTEDİR!
3
ATEİZM VE ÇIKMAZLARI
"Ateizm ve Çıkmaz!arı", kapsamı oldukça geniş bir konudur. Bir din ulusu, "Tanrı'ya giden yollar yıldızların sayısı kadar çoktur" der. Ateizme giden yollar, belki bu kadar çok değildir ama burada da bir değil, birden çok yolların bulunduğu bir gerçektir ve bu yolların her biri, başlı başına birer inceleme konusudur. Biz bu incelememizde, ateizme temel olan veya temel olduğu öne sürülen görüşlerden sadece çok önemli olan birkaçı üzerinde duracak ve onların eleştirisini yaparak ana çizgileriyle konunun genel görünümünü ortaya koymaya çalışacağız.Konumuzun başlığında "Ateizm" terimine yer vermemiz, bu terimi dilimizde tam olarak karşılayan ve yaygın bir kullanıma sahip olan bir terimin bulunmayışından ötürüdür. Din literatürümüzde ateizm terimine en yakın terim olarak, 'ilhad" kelimesi kullanılmaktadır. Arapça olan bu kelimeyi, bugün ancak klasik dini yazılarda bulmaktayız. Yine Arapçada kullanılan ve "inanç yolundan sapan" anlamına gelen "zındık", "zaman yönünden dünyanın bir başlangıcı olduğuna inanan" anlamına gelen "dehri" (çoğulu: Dehriyyun) kelimeleri, tıpkı "ilhad" kelimesi gibi, günümüz felsefe yazılarında hemen hiç kullanılmamakta, ayrıca bu son iki terim ateizm terimini tam olarak karşılamamaktadır. Günlük dilde ve halk arasında kullanılan "Allahsız!" sözü, bilindiği gibi, "insafsız, merhametsiz v.b." anlamında ve daha çok bir yergi ifadesi olarak kullanıldığı için, ateizmle doğrudan bir ilgisi yoktur. Basım tarihleri oldukça yeni olan bazı sözlüklerimiz, ateizm terimini, genellikle "tanrıtanımazlık" terimi ile ifade etmektedirler. Sanıyorum iki kelimeden oluşan bıı terimin güçlüğü, "tanımak" fiilinden gelmektedir. Bildiğim kadarıyla, "tanımak" fiilini, "inanmak" fiili yerine pek kullanmamaktayız. Nitekim "Siz Tanrı tanır mısınız?" veya, "Tarıya inanır mısınız ?" yerine, "Tanrıyı tanır mısınız ?" şeklinde bir soru, kulağa oldukça yabancı gelmektedir. Kanaatimce "Tanrıyı tanımama" daha çok, "Tanrıya inanmam" anlamında değil de, "Tanrıya bir tür meydan okuma" anlamında kullanılmaktadır. Ateizm terimi yerine "Tanrıya inanmazlık" sözünü kullanmak belki daha yerinde olur; ancak burada ismin "e" halinin araya girmesi, kelimenin tek terim olarak kullanım kolaylığını ortadan kaldırmaktadır.Batı dillerinin çoğunda, Tanrı hakkında düşünmenin bejli başlı akımları için kullanılan terimler genellikle ya Yunancadaki "theos"dan, ya da Latincedeki "deus"dan türetilmiştir. Bu kelimelerden türetilen "teizm", "ateizm", "panteizm", "henoteizm", "deizm" ve benzeri terimlerin derli-toplu tanımlarını yapmanın kolay bir iş olmadığı hemen her filozof ve ilahiyatçının itiraf ettiği bir noktadır. Söz gelişi, kime ateist diyeceğiz? Felsefe tarihinde, ateistlikle suçlanan birçok büyük düşünür, böyle bir suçu kesinlikle reddetmiştir: Fichte ateistlikle suçlanmış, ancak o, "Bir insanın gerçek anlamda ateist olabilmesi için hiçbir ahlaki ideale sahip olmaması gerektiğini öne sürerek", kendisine yöneltilen suçu kabul etmemiştir. Spinoza'nın Tanrı kavramı, Yahova'dan daha geniş olduğu için, ateistlikle suçlanmıştır 1. Yine yüzyılımızın tanınmış Hıristiyan ilahiyatçılarından biri olan Paul Tillich, Tanrı'yı "varlığın bizzat kendisi" veya "var olan her şeyin gerçek temeli" şeklinde tanımladığı ve O'nu evrenin dışında bulunan tek ve şahsi bir varlık olarak düşünmediği için, ateistlikle. Suçlanmıştır 2. Dahası var: Sokrates, Yunan "popüler" tanrılarını reddettiği ve bir tür monoteizme yöneldiği için, ateistlikle suçlanmıştır. Yine eski Romalılar, kendi Tanrı kavramlarını kabul etmedikleri için, ilk hıristiyanları bile ateistlikle suçlayarak cezalandırmışlardır. 3Bu durumda kimlere ateist dendiğine bakarak, ateizmin ne olduğu konusunda birtakım ipuçları yakalamak mümkünse de terimin çeşitli kullanımlarını içerebilecek bir tanıma ulaşmak mümkün değildir. Tanımlamadaki güçlük, büyük ölçüde, ortada farklı ve çok sayıda tanrı kavramlarının, dolayısıyla buna karşılık çok sayıda. ateistik anlayışların bulunmasından ileri gelmektedir. Orta ve Doğu Asya'da yaygın olan bazı dinler bir yana, tek tanrıcı dinlere mensup kişilerin zihinlerindeki tanrı tasavvurları bile bir ve aynı değildir. Öyle ise nasıl farklı teistik sistemler varsa, aynı şekilde farklı ateistik anlayışların bulunması da tabiidir.Ateizm sözü, genellikle, bir geniş bir de dar anlamda olmak üzere iki ayrı şekilde kullanılmaktadır. Genel anlamda ateist sadece "teist olmayan", başka bir deyişle "Tanrıyı hayatına sokma gereğini duymayan" kişi, şeklinde tanımlanabilir. Bu anlamda kullanılan ateizmdeki olumluluk takısı "a", tıpkı "apolitik" ve "asosyal" kelimelerinde olduğu gibi, nisbeten daha nötr bir durumu ifade eder. Dar anlamda ise ateist, düşünerek ve tartışarak Tanrı'nın var olmadığını öne süren kişidir. Bazen bunlardan, ikincisine "pozitif ateist" birincisine de "negatif ateist" denmektedir. Pozitif ateist, sadece Tanrı'nın varlığına inanmamakla kalmıyor, aynı zamanda O'nun yokluğunu kanıtlamaya çabalıyor 4. Felsefede asıl önemli olan, bu ikinci tür ateisttir. Kaldı ki geniş anlamda veya negatif anlamda ateizmin varlığı da tartışma konusudur. İnsan, apolitik ve asosyal olduğu gibi, kolayca ateist olamaz. Özellikle tek tanrıcı dinler geleneği içinde doğup büyüyen bir insanın, ciddi olarak düşünmeden ve bir takım gerekçelere dayanmadan Tanrı'nın varlığını inkâr etmesi hiç de kolay bir iş değildir. Aslında Tanrı'nın varlığına pek aldırış etmeden hayatlarını sürdüren kişiler için "ateist" sözünü kullanmak doğru değildir.
İmdi, kişi Tanrı'nın varlığına ya inanır ya da inanmaz. İnanma fenomeni ışığında bakıldığında, teiznıle ateizm arasında orta bir yerde bulunmak pek mümkün görünmemektedir. Gerçi felsefe tarihinde teizm ve ateizm terimleri kadar, "agnostisizm" terimi de önemli bir yer tutar. Bilindiği gibi, agnostik, Tanrı'nın varlığı ya da yokluğu hakkında hiçbir şey bilmediğini, dolayısıyla bu konuda hiçbir şey söyleyemeyeceğini öne süren kişidir. Burada dikkatimizin bir ayırıma çekilmesinde yarar vardır: Tanrı'nın varlığına inanmak başka şey, O'nun var olduğunu kanıtlamak ise daha başka şeydir. Tanrı'nın varlığını kanıtlayamamaktan agnostisizmi veya ateizmi çıkarmamız doğru olmaz. Agnostisizmin haklı olabilmesi için, şu iddialardan birinin ya da ötekinin kabul edilmesi gerekir: (a) Tanrı'nın hem var hem de yok olduğunu gösteren birtakım ipuçları vardır; (b) Tanrı'nın var veya yok olduğunu gösteren hiçbir ipucu yoktur. Agnostik birinci iddiayı kabul edemez; çünkü "orta yerde" (yani teizmle ateizm arasında) durabilmesi için, leh ve aleyhteki ipuçlarının tam anlamıyla denkleştirmek zorundadır. Aksi takdirde ya teizme, ya da ateizme kaymadan edemez. 0, ikinci iddiayı da kabul edemez; çünkü Tanrı'nın varlığı veya yokluğu hakkında hiçbir ipucu yoksa agnostisizmin dayanacağı bir temel de yok demektir. Bundan dolayı yalnız teistler değil, ateistlerin de çoğu (Marx ve Engels başta olmak üzre) agnostisizmi tutarlı ve geçerli bulmamaktadırlar.Bu arada şu noktaya da işaret edelim ki, eğer teizmin sınırları çok geniş tutulursa, sadece agnostisizmin değil, ateizmin de imkânsız olduğu öne sürülebilir. Nitekim böyle bir iddia ile ortaya çıkan düşünürler de yok değildir. Söz gelişi, ilk hıristiyan ilahiyatçılarından Anselm, Kutsal Kitab'ın "Mezmurlar" (Psalm 14: 1 /) bölümündeki şu ifadeyi tekrarlamaktadır: "Kalbinde 'Tanrı yoktur' diyen bir aptalın zihninde bile 'kendisinden daha yetkini düşünülemeyen bir Tanrı fikri' vardır." Yine tanınmış hıristiyan ilahiyatçısı, Augustine, bir duasında şöyle der: "Tanrım, sen bizi kendin için yarattın; kalplerimiz Senin varlığında sükûn buluncaya kadar huzursuz olmaya devam edecektir!" Bu demektir ki, insan kendi hayatını er-geç dini bir yoruma tabi tutacak ve birtakım bocalamalar ve kuşkular geçirse bile, sonunda Tanrı'ya varacaktır. Bu görüş açısından hareket edilince, inanç konusunda içine düşülen şüphelerin ve hatta ateizmin bile bir dini değer taşıdığı düşünülebilir, düşünülmüştür de.. Bazıları putperestliğin her türünden arınmış ve arındırılmış bir teizm için ateizmin bir tehlike olması bir yana, yararlı bir araç olduğunu, dolayısıyla onun büyük bir dini anlam ve değer taşıdığını öne sürmüşlerdir. Bu bakımdan birkaç yıl önce Paul Riceur ve A. Maclntyre'ın birlikte yazdıkları bir kitaba "Ateizmin Dini Önemi" (The Religious Significance of Atheism) şeklinde oldukça dikkat çekici bir başlık koydukları görülmektedir. Ateizme dini bir değer atfedenler ateizmin değil, Tanrı karşısında ilgisizliğin teizm için bir tehlike olduğu görüşündedirler. Ateist, olumsuz bir açıdan da olsa, Tanrı ile ilgilenmektedir; dolayısıyla ciddi bir ateist, bir tür mistik bir tavır içinde bulunmaktadır. Bu tavır onu psikolojik olarak duyarlı bir noktaya götürebilir ve ateizm bir tür teizme dönüşebilir.Salt ateizmin çok zor, hatta imkânsız olduğu görüşü yüzyılımızda da birçok savunucu bulabilmiştir. Tanınmış İngiliz düşünürü John Baillie, Solipsist'in içinde bulunduğu durumundan söz ederken şöyle der: "Demeliyiz ki, solipsistler zihinlerinin ucuyla komşularının ve çevrelerindeki dünyanın gerçek varlıklarını inkâr ettikleri halde kalplerinin derinliklerinde onların var olduklarından asla şüphe etmemektedirler. 0 halde ateistler için niçin aynı şeyi düşünmeyelim ?" 5 Baillie'nin düşüncesine göre, ateist, her nekadar Tanrı'nın varlığına inanmadığını açıkça söylemekte ise de, onun varlığının derinliklerinde Tanrı fikri gizlidir.
Günümüz düşünürlerinden J.A.T. Robinson, "Tam anlamıyla çağdaş olan bir insan ateist olmayabilir mi ?" başlığını taşıyan bir yazısında dogmatik, başka bir deyişle düşünülmüş ve tartışılmış bir ateizmin mümkün olmadığını ifade etmektedir. Ona göre, insan ilahi gücün varlığını, içinden gelen bir zorlama ile duymaktadır. Bu duyuş, tabiatın aracılığı ile artistik ve bilimsel bir kanalla, toplumsal ilişkiler yoluyla ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda olan insan kendisini çepeçevre saran bir varlığa ne ad verebileceğini ve onu nasıl tasavvur edebileceğini bilemeyebilir, hatta onun duygu ve düşünce dünyası tam bir karışıklık içine gömülebilir. Buna rağmen o, kendi yolunu açmak ve ilahi sese doğru gitmek gereğini ergeç idrak eder" 6. Görülüyor ki, Robinson bir "iç zorlama" dan söz etmekte ve ateizmi bir tür "kaçış" olarak görmektedir.
Salt ateizmin imkânsız olduğu inancı, öyle sanıyorum ki, iki önemli düşünceden kaynaklanmaktadır: Bunlardan birincisi, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, teizmin sınırlarının çok geniş tutulmasıdır. Söz gelişi Ficlıte, "Tanrı" terimi ile "ahlak kanunu" terimi arasında bir özdeşlik gördüğü için, ahlak kanununa boyun eğen herkesi Tanrı'nın sesine kulak veren kişi olarak kabul etmiştir. İkinci düşünce ise, ateizmle nihilizmin aynı şey olduğu inancıdır. Çevresinde, ateist olduğu halde nihilist ve hatta materyalist olmayan insanların varlığına tanık olan teist, bir bakıma kolay bir çözüm biçimini seçmekte ve ateizmin imkânsızlığını öne sürerek güçlüklerden kurtulmayı denemektedir.Kanaatimce bu, doğru ve geçerli bir çözüm şekli değildir. Ateist olduğunu söyleyen bir insanın öyle olduğunu kabul etmekten başka çıkar yol yoktur. Anlatıldığına göre, David Hume'un, onsekiz kişi ile birlikte Baron D'Holbach'ın evinde ziyafette iken, dogmatik bir ateistin gerçekten bulunup-bulunamayacağından şüphe ettiğini söylemesi üzerine ev sahibi şöyle konuşmuştur: "Azizim Sir, şu anda bu şekilde olan onyedi kişi ile aynı masada oturmaktasınız7." Sanıyorum en doğru yol, ateizm gerçeğini bir yana itmek değil, onu anlamaya ve güçlüklerini görmeye çalışmak olmalıdır.
Ateizm gerçeği, felsefe tarihindeki kökleri çok gerilere, teknik anlamda felsefenin başlangıç günlerine kadar uzanan bir olgudur. Ancak biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, bir değil birçok çeşit ateizm vardır. Antik dönemlerin ateistik fikirleri ile Orta ve Yeniçağların ateistik düşünce ve tutumları arasında önemli farklar bulunmaktadır. Yunan filozofları arasında tanrıların varlığını inkâr edenler çıkmıştır; ancak Yunan halk inanışları teistik bir sistem oluşturmadığı için, orada bugünkü anlamda bir ateizm yoktu. Bugünkü anlamda ateizm, teistik sistemlere bağlı olarak ortaya çıkan bir harekettir. Başka deyişle, ateizm, evreni yaratan ve onun varlığını devam ettiren, özü itibariyle aşkın fakat sonsuz gücü, bilgisi, iradesi ve sairesi ile evren de içkin olan teistik, hatta belki de daha yerinde bir terimle monoteistik tanrı inancına karşı tepki olarak doğan bir düşünce hareketidir. Bu bakımdan düşünce tarihinin geleneksel ateizmi gıdasını büyük ölçüde teizmden, özellikle de Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya çalışan felsefi kanıtlardan almaktadır.Tanrı'nın varlığının aleyhinde öne sürülen klasik tartışmaların başında "kötülük problemi", maddenin ezeliliği, teistik kanıtların yetersizliği, hatta geçersizliğine ilişkin görüşlerle özellikle günümüzde büyük bir önem kazanan bazı sosyolojik ve psikolojik teoriler gelmektedir. Ayrıca Nietzche tarafından önemle savunulan ve ateist varoluşçularca geliştirilen 'ahlaki gerekçelere dayanarak Tanrıyı reddetme' görüşünün de günümüz ateizminde önemli bir yeri vardır. Şimdi kısaca söz konusu bu tartışmalara bir göz atarak onların ateizm için sağlam bir temel oluşturup oluşturmadığı konusuna gelelim.
1. "Kötülük Problemi"
Teizmin aleyhinde kullanılan belki de en eski iddia, dünyadaki kötülüğün reel varlığından kaynaklanan iddiadır. "Eğer her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve mutlak anlamda iyilik sahibi olan bir Tanrı varsa, yeryüzündeki bu kadar kötülük nereden geldi " sorusu düşünce tarihinde yüzlerce kez sorulmuş ve cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Kötülük, şu ya da bu yolla yaşayan her canlının hayatına girdiği için bu soru, düşünürler kadar sıradan insanları da yakından ilgilendirmektedir. David Hume, "Tabii Din Üzerine Dialog" adlı yazısında teizmin kötülük problemine ilişkin çelişkisini şu sözlerle dile getirmektedir:
Tanrı kötülüğü Önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor; o halde O güçsüzdür.
Yoksa gücü yetiyor da Önlemek mi istemiyorsa, o halde O kötü niyetlidir.
Eğer Tanrı hem güçlü hem de kötülüğü ortadan kaldırmak niyetinde ise, bunca kötülük nasıl oldu da var oldu? 8. David Hume, bu çeşit bir akıl yürütme ile özellikle teistik Düzen Kanıtının geçersizliğini göstermeye çalışmaktadır.Bazı teistler, kötülüğün reel varlığını inkâr ederek; bazıları onu insanın olgunlaşması için bir araç şeklinde yorumlayarak; bazıları kötülüğü Tanrı'nın öfke ve uyarısına bağlayarak, bazıları da sınırlı bir tanrı kavramı kabul ederek 9. Hume'un ortaya koyduğu ikilemi çözmeye çalışmışlardır. Ancak birçok felsefe probleminde olduğu gibi, burada da kesin bir sonuca ulaşılmış olduğu söylenemez. Kötülüğün teist için bir problem olduğu doğrudur. Bu problem, özellikle monoteist dinler söz konusu olduğunda çok daha karmaşık bir görünüm kazanmaktadır. Buna rağmen bu problem, ne teizmin geçersizliğini göstermek, ne de ateizmi kurmak gibi bir görevi yerine getirecek güçtedir. Kötülüğün varlığına rağmen insanlık, iyiye doğru ilerleyebilmiş, içinde yaşanabilir bir uygarlık düzeyine ulaşabilmiştir. Ateistik iddiaların çoğu, "dünyada gereğinden fazla kötülüğün bulunduğu" düşüncesi çevresinde dönüp dolaşmaktadır. Her şeyden önce bu "gereğinden fazla" sözü, oldukça üstü kapalı bir sözdür. Ateist, insanlık tarihi boyunca var olageldiğine inandığı büyük felaketleri, doğal afetleri ve saireyi birlikte düşünerek böyle bir yargıya varıyor olsa gerek. Oysa bizim evren hakkındaki bilgimiz oldukça yetersizdir; dolayısıyla topyekûn evrende gereğinden fazla kötülük var mı yok mu, bu konuda bir şey söyleyemeyiz. Kaldı ki, kötülüğün yaygınlaşmasını Tanrı'dan çok insana atfetmek, daha akla yatkın görünmektedir. Özelliklc Tanrı'ya atfedilen doğal kötülükler (deprem, su baskını v.s.) insanın çalışma ve didinmeleri sonucu büyük ölçüde önlenebilir, önlenmiştir de. İnsanla daha doğrudan ilgili olan ahlaki kötülük, bugün tanıdığımız ve bildiğimiz insan yapısı söz konusu olduğu sürece, büsbütün ortadan kalkmayacaktır; ancak burada da büyük ölçüde bir azalma gerçekleştirilebilir. Bir gün bütün dünyamızın kötülükle dolup taşacağına inanmamız için akla yatkın hiçbir neden yoktur.Kısacası, "dünyada kötülük vardır" yargısıyla, "bilgi, irade, güç ve iyilik sahibi bir Tanrı vardır" yargısını hiçbir şekilde karşı karşıya koyup bundan bir ateizm çıkaramayız.Leibniz'in "Theodiciee"si, insanlık tarihinde gergin ve bunalımlı dönemlerinde çok iyimser görünebilir. Fakat bu teodisenin ana iddiasının hala ayakta olduğunu kabul ediyorum. Hiç şüphesiz Tanrı, başka dünyalar da yaratabilirdi. Böyle bir imkan, bu dünyanın, "yaratılması mümkün olan dünyaların en iyisi olduğu" görüşünü savunmamıza engel olmaz. Eğer şu veya bu derecede kötülüğün bulunması, dünyanın "mümkün olan en iyi dünya" olduğu görüşüyle çatışmıyorsa ve hatta böyle bir dünya için belli oranda kötülüğün varlığı kaçınılmaz ise, bu takdirde "dünyada kötülük vardır" ve "dünya mutlak anlamda iyi olan bir yaratıcının yönetimi altındadır" iddiaları mantıken bir arada bulunabilir. Eğer dünyada kötülük var olduğu için kişinin Tanrı'nın varlığına olan inancı sarsılsaydı, başta Peygamber Eyüb olmak üzere Hz. İsa'nın ve Hz. Muhammed'in inançları sarsılırdı.
2. Maddenin Ezeliliği ve Kozmolojik Kanta Yöneltilen Eleştiriler:
Başka önemli bir ateistik iddia da maddenin ezeliliği ve onun her şeyin kaynağı olduğu görüşünden hareketle ateizmi temellendirmeye çalışmaktadır. Bu iddianın iki önemli basamağı vardır. İlk basamakta maddenin ezeliliğinin apaçık olduğu, hatta bunun bilimsel olarak kanıtlandığı ve maddenin, şuur dahil her her şeyin kaynağı oluşturduğu söylenmekte; ikinci basamakta ise, bu görüşün yaratıcı bir Tanrı fikrini imkansız kıldığı öne sürülmektedir. İddiaya göre, yaratıcı Tanrı fikrine yer verirsek, madde miktarının ya da kütle-enerjinin sıfır düzeyde olduğu bir zamanın var olduğu düşüncesini kabul etmemiz gerekir ki, bu, fizik biliminin vardığı sonuçlar açısından mümkün değildir.Maddenin ezeliliği görüşünü temel alan bu iddia, aslında kozmolojik kanıtın ve belli bir yere kadar da teleolojik kanıtın geçersizliğini göstermeye çalışmaktadır. Bilindiği gibi kozmolojik kanıt, dünyadaki varlıkların, var oluş nedenlerini kendi içlerinde taşımadıkları, dolayısıyla kendi varlık alanlarının dışında bir nedene muhtaç oldukları, bu nedenin de kendi kendine yeterli ve başka bir şeye muhtaç olmayan bir varlık olduğu sonucuna varmaktadır. Eğer en Son Neden kendi kendine yeterli olmasaydı başka bir deyişle var oluş nedenini bizzat kendi içinde taşımasaydı, o zaman neden-sonuç zinciri sonsuza değin uzayacaktı ki bu Teolojik bir deyimle "muhal"dir, yani imkânsızdır.Bizim burada ateistik maddeciliği ayrıntılı olarak ele almamız mümkün değildir. Bu konuda öne sürülen bir sürü varsayım, çözüm bekleyen bir yığın problem ve ardı arkası kesilmeyen birçok tartışmalar vardır. Ateistin iddia ettiği gibi, maddenin ezeli olduğu ve şuur dâhil her türlü canlı faaliyetin kaynağı olduğu bilimsel yöntemlerle doğrulanmış değildir. Hatta bir an için maddenin ezeli olduğunu kabul etsek bile, bu, çeşitli şekillerde dile getirilen teistik anlayışların hepsinin geçersizliklerini göstermeye yetmez. Yaratma fiili için bir başlangıç tanımayan ve onun sürekliliğini kabul eden birçok teist vardır. Farabi, Muhammed İkbal, Lotze burada sayabileceğimiz birkaç örnektir. Bilimsel sonuçlar, kozmolojik kanıtın, ya da klasik İslami terminoloji ile "hudus" ve "ibdâ" delillerinin formüle edildikleri dönemlerin ilkel ve zayıf bilimsel anlayışlarının geçersizliklerini, hatta bizzat kozmolojik kanıtın geçersizliğini ortaya koyabilir; ama bunların hiçbirinden "o halde Tanrı yoktur" yargısı çıkarılamaz. Aslında Kant'ın da işaret ettiği gibi, bilimi böyle bir yargıyı vermeye zorlamak onu meşru olmayan bir alana itmek demek olur.
3- Ateizmin Dayandığı Bazı Sosyolojik ve Psikolojik Teoriler:
Günümüzdeki ateistik görüşlerin önemli kaynaklarından biri olan ve Fransız sosyologu Emille Durkheim tarafından geliştirilen "sosyolojik teori"ye göre Tanrı toplumun, bireylerin düşünce ve davranışlarını kontrol altında tutmak için farkına varmadan uydurduğu hayal ürünü bir kavramdır. Yine bu teoriye göre insan, dini bir duyguyla kendisini aşan bir varlık karşısında korku ve ümit içinde beklerken aslında Tanrı adı verilen evrenin ötesindeki bir varlık karşısında değil, kendisini çepeçevre saran toplumun realitesi karşısında durmaktadır. Tanrı fikri toplumun güç ve işlevini gösteren bir simgeden başka bir şey değildir.10Böyle bir teoriden kaynaklanan ateizm, kozmolojik ve teleolojik kanıtlar çevresinde dönüp dolaşan ateistik tartışmalardan daha kolay anlaşılır bir niteliktedir; bundan dolayı da çok daha etkindir. Ancak bu teorinin zayıflığı ortadadır. Şöyle ki:
1. Bu teori, dini şuurun evrenselliğini açıklayamamaktadır. Söz konusu bu şuur, bireyin içinde yaşadığı toplumun çok daha ötesine gitmekte, evrensel nitelikte bağlar ve toplumsal birlikler oluşturmaktadır. Yine bu şuur, bütün insanlığa kapısını açık tutan bir özellik taşımaktadır. Eğer Tanrı, toplumun bir simgesi ise, bütün insanları içine alma zorunluluğu nereden doğuyor? Bir bütün olarak insanlığın "toplum" olduğu söylenemez; çünkü sosyolojik teori, toplum terimini bu anlamda kullanmamaktadır.
2. Sosyolojik teori, bir dinin belli bir toplumda otaya çıktığı sırada dile getirdiği Tanrı kavramı ile toplumsal_ideallerin çok kere çatıştığını görmezlikten gelmektedir. Söz gelişi Kur'an'ın ilk inen sürelerinde ifadesini bulan Tanrı'nın; Mekke toplumunun, özellikle Mekke aristokrasinin ideallerinin yanında değil, karşısında olduğu bilinen bir gerçektir. İlk müslümanların kafalarına ve gönüllerine yerleştirilen dünya görüşü, Mekke toplumunun düşünce ve davranışlarının, dolayısıyla yaptırım gücünün sembolik bir ifadesi olmamış, tam tersine bu etki ve gücü temelinden sarsan bir faktör olmuştur. Eğer Tanrı, kılık değiştirmiş toplum olsaydı, tanrısal güç, her halde kendi kuyusunu bizzat kendisi kazmazdı.Bilimsel bir temele dayandığı öne sürülen ve ifadesini özellikle Freud ve Feurbach yazılarında bulan, günümüzde ateizme önemli ölçüde destek sağlayan "Yansıtma Din Teorisi" (The Projection Theory of Religion) de sosyolojik teorinin karşılaştığı güçlüklere benzeyen güçlükler içinde düşmektir. Freud'a göre Tanrı fikri çocuktaki baba imajının bir yansımasıdır. Tanrı fikrinin kaynağı, insan soyunun, çocukluk döneminde karşı karşıya kaldığı zorluklar karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma mekanizmasıdır. Bundan dolayı din, Freud'un nazarında "nürotik bir kalıntı"dan ibarettir. Feuerbach ise, Tanrı hakkındaki bütün konuşmaları insan hakkında konuşmaya, başka bir deyişle teolojiyi antropolojiye indirgemektedir. İnsan, kendisinde görmek istediği, fakat bir türlü görmeyi başaramadığı nitelikleri hayal bir varlığa yansıtmakta; bunu yaptığı için de kendisini söz konusu bu varlık karşısında küçülterek öz benliğinden soğumakta ve yabancılaşmaktadır. 12Gerek Freud'e göre, gerekse Feuebach'a göre, insanlık büyüyüp olgunlaştıkça hayali varlıkların yardımına ihtiyaç duymayacak yavaş yavaş Tanrı fikrinden kurtulacaktır.Freud'un görüşü teizmin aleyhine kullanılabildiği kadar ateizmin de aleyhine kullanılabilir. Her şeyden önce ateizm, bir olgunluk işareti değildir. Onda da çocukluk döneminde yer alan bir ruh, halinin tekrarı söz konusudur. Babasını kıskanan, ondan korkan, onun buyruklarından memnun olmayan ve hatta onun salt varlığından rahatsız olan çocuk, babasından kurtulmak istemekte, onun var olmamasını arzu etmektedir.Buna dayanarak denebilir ki, ateizm, babanın var olmaması arzusunun bir yansıması, bir projeksiyonudur. Ancak baba imajına o kadar alışmıştır ki, onsuz edememekte, baba, dolayısıyla Tanrı otoritesi yerine bir düşünürün, bir siyasi liderin, bir partinin ve sairenin otoritesini koymaktır.Feuerbach'ın yansıtma teorisine gelince bunun bazı dinler, mesela eski Yunan ve Mısır dinleri için geçerli olduğu kabul edilse bile, her din için geçerli olduğu söylenemez. Büyük harfle yazılan İnsanı bir tarafa bırakıp, sıradan bir insanın, söz gelişi Miladdan sonra 620'lerde Mekke' de yaşayan bir Arabın ideallerinin yansıması ile Kur'an'ın Tanrı kavramı arasındaki ilişkiyi görmek, Feuerbach'ın tezinin zayıflığını görmek için yeterlidir sanıyorum. Neydi bu sıradan insanın idealleri, arayıp da bulamadığı şeyler? Bol servet, çok sayıda erkek çocuk, çok sayıda kadın v.s... Bu ve benzeri arzuların yansıması, olsa olsa muhteşem bir Arap şeyhinin özelliklerini oluştururdu, İslam'ın Tanrı anlayışını değil.Feuerbach, ciddi ve tutarlı çözümlemelerle teizmin tutarsızlığını ve yanlışlığını gösterme yerine, vecize kabilinden birtakım parlak sözlerle metafizik bir problemi psiko-antropolojik bir terminoloji içinde çözmeye çalışmaktadır. 0, bize Tanrı fikrinin bir tür psiko-genesisini sunmaktadır ki, bu, savunulabilir bir ateizm için yeterli değildir. İnsan ya da insan soyu, Feuerbach'ın anlattığı yolla Tanrı fikrine ulaşmış olsa bile bu, böyle bir fikrin ontolojik bir temelden yoksun olduğunu göstermez. İnsanın, Tanrı'nın varlığı fikrine nasıl vardığını açıklamakla ateizm arasında mantıksal bir bağ yoktur.
4. Tanrı'nın Ahlaki Gerekçelerden Dolayı Reddedilmesi:
Özellikle Nietzche ile felsefe sahnesinde ön plana çıkan, Sartre ve Camus gibi ateist var oluşçularca geliştirilen bir başka önemli ateistik görüş de ahlâki bir endişede çıkış noktasını bulmaktadır. Bilindiği gibi Kant, insanın ahlâki otonomisini koruyabilmek için Tanrı'nın ahlâk alanına sokulmasına, yani teolojik ahlâka temelden karşıydı. Ancak o, buna dayanarak Tanrı'nın var olmaması gerektiğini öne sürmüyordu. Tam tersine, o, Tanrı'nın varlığını, ahlâklılığın ve mutluluğun bir arada bulunması demek olan "en yüksek iyi"nin elde edilmesi için zorunlu bir postülat olarak koyuyordu. Kant'ın tanrısı bir Ahlâk Tanrısı idi. İşte Nietzche ve ateist var oluşçuların yıkmak istedikleri Tanrı fikri de buydu. Onların, antolojik, kozmolojik, teleolojik kanıtların Tanrı anlayışı üzerinde hemen hiç durmamış olmaları da bunu göstermektedir. Onlar, Kant'ın çıkış noktasını benimsemekte, ama onun vardığı sonucu ortadan kaldırmak istemekteydiler.Nietzche'ye ve var oluşçuluğun ateist kanadına mensup düşünürlere göre, ya insanın önceden belirlenmiş bir "öz"ü vardır; ya da insan tam anlamıyla karmakarışık bir akıntı içindedir; dolayısıyla özünü kendisi oluşturmak zorundadır. Nietzche, kısır ve sıkıcı akılcı felsefelerin insanın önceden belirlenmiş bir özü olduğu görüşüne dayandıklarını söyler. Yine insan, bu düşünürlere göre, ya kölece bir bağlılık ve bağımlılık içindedir yahut da, Sartre'ın deyimiyle özgürlüğe mahkûmdur. Şimdi eğer Tanrı, yani bir yaratıcı varsa, insanın bir özü de var demektir ve insan, kendi özünü oluşturma imkân ve gücünden yoksundur. Başka bir deyişle eğer Tanrı varsa, özgürlük yok demektir ve insan, kendi özünü oluşturma gücünden yoksundur. Bu imkân ve gücün olabilmesi için, Tanrı'nın olmaması gerekir. Acaba Tanrı'dan bu derece çabuk kurtulmak kolay bir iş midir? Nietzche, Tanrı'nın ölümünün ne büyük ve endişe verici bir olay olduğunun farkındadır. O şöyle der: "Dünyanın bir daha sahip olamayacağı en kutsal ve güçlü varlık hançerlerimizin altında kana boyandı. Bu, insanlığın kaldıramayacağı kadar büyük bir olaydır".13 Buna rağmen Nietzche'ye göre bu, yerine getirilmesi gereken bir işti. Eğer insan gücünün bir değeri olacaksa sonsuzca güce sahip olan bir varlığın olmaması gerekirdi; çünkü sonsuz-olanla sınırlı-olan, en yetkinle, yetkin olmayan, tamla eksik bir ve aynı dünyada barınamazdı. Camus'un deyimiyle. Sisyphus baş kaldırmalı ve her türlü tehlikeyi göze alarak özgürlüğünü ilân etmeliydi.14Ne Nietzche, ne Sartre, ne de Camus ve ne de onlar gibi düşünenler yavaş yol alan, kılı kırk yaran serinkanlı bir düşünür gibi çıkarlar karşımıza. Onların ispat etmeye, hatta ikna etmeye ne vakit ne de sabırları vardı. Onlar, bir haykırış içindedirler; muhatapları ise, ne teolog, ne de filozoftur, sadece bunalım içinde olan insandır.Bu bunalım felsefesi, "Tanrı yoktur" demekten çok "Tanrı var olmamalıdır" diyor. Bunun için gösterdiği gerekçeler ise, aşırılıklarla dopdolu. Öyle ki, bu felsefe bize iki aşırı uçtan birini seçmemizi söylüyor. Oysa böyle bir zorunluluk yoktur. Şöyle ki;
(1) Ya aşırı ve katı bir rasyonalizmi, ya da irrasyonalizmi seçmek zorunda değiliz. İnsanın kurduğu kavramsal yapının suni, zorlanmış ve gelişi güzel yönleri vardır; ama bu yapının bütünüyle kötü ve güvenilmez olduğunu söylemek mümkün değildir.
(2) İnsan söz konusu olunca, niçin katı ve belirlenmiş bir tür "okult öz"le başıboş bir akıntı arasında orta bir yer bulunmasın?
(3) Kölece boyun eğme ile şiddete başvurarak şiddete başvurarak sürekli bir direniş içinde bulunma arasında kalınabilecek hiçbir nokta yok mudur? Sokrates, görüşleriyle içinde yaşadığı toplumun temellerini sarsmış bir insandı; ama aynı insan ölüm cezasından kaçıp kurtulma imkânı bulduğu halde, toplumun yasalarına uymayı -isterseniz buna bir tür muhafazakârlık' da diyebilirsiniz- bir görev bilmişti.Mademki bu aşırılıklardan birini ya da ötekini seçmek zorunda değiliz; "o halde Tanrı'yı öldürmeye de gerek yoktur." Ahlaki yücelişin dinin özü olduğunu söyleyen ve onu hayatın nirengi noktası haline getiren bir varlığı ahlak adına, insanlık adına öldürmek istemek, gerçekten büyük bir bunalım içinde olmanın belirtisi olsa gerektir. 5. Tanrı. Kavramının Anlamsızlığı:
Şimdiye kadar üzerinde durduğumuz çeşitli ateistik görüşlerin ortak bir yanı vardır. 0 da teizmin son derece ciddiye alınmasıdır. Aynı ciddiliği, analitik felsefe geleneğine bağlı ateist düşünürlerde ve özellikle de mantıksal pozitivizmi savunanlarda görmemekteyiz. Bunlardan - bazılarına göre, Tanrı, aleyhinde bile konuşulacak bir konu değildir çünkü Tanrı kavramı derli-toplu bir anlam ifade etmemektedir. Bu görüşte olanların ilk ele aldıkları konu ontolojik kanıt olmuştur. Bu kanıt daha çok düşünce ve dil çerçevesi içinde kaldığından dolayı kavramsal çözümleme için verimli bir alan oluşturmaktadır. Ontolojik kanıtla ilgili tartışmalar şu ana kadar ertelememizin nedeni de budur.Bilindiği gibi Anselm tarafından formüle edilen ve daha sonra akılcı filozoflarca geliştirilen bu kanıt, Tanrı'nın varlığı düşüncesinden O'nun varlığının gerçek ve zorunluluğuna gitmektedir. Kısaca söyleyecek olursak ontolojik kanıtın temel iddiası şudur: Kendisinden daha yetkinini düşünemeyeceğimiz bir varlık kavramı vardır zihnimizde. Bu varlık, ya sadece zihindedir, ya da hem zihinde hem de zihnin dışında vardır. Sadece zihinde var olan, hem zihinde hem de zihnin dışında var olandan daha yetkindir. Tanrı, terimin tanıma gereği, kendisinden daha yetkini düşünülemeyen bir varlık olduğundan O'nun hem zihinde hem de gerçekte var olması zorunludur.Biz burada bu kanıtla ilgili uzun tartışmaları bir yana bırakarak onlardan önemli olduğuna inandığımız sadece bir tekine dokunmakla yetineceğiz.Ateist olduğunu açıkça söyleyen günümüz filozoflarından J.N. Findlay, "zorunlu varlık" kavramını çözümleyerek bir tür "ontolojikateistik kanıt" çıkarmaya çalışmıştır 15. Findlay, "Tanrı vardır" önermesinin zorunlu olamayacağını söyler. Ona göre, "zorunlu varlık" kavramı tıp "yuvarlak kare" kavramı gibi, bir zıtlığı içermektedir. Zorunlu önermelerden hiçbiri "cxistentielle" bir durumu içermez. Zorunluluk, mantıksal çıkarımlar ve dildeki kurallar için söz konusudur. Varlığa ilişkin yargılarımız ise, zorunlu değil mümkündürler. Bu durumda "Tanrı zorunlu olarak vardır." önermesi kendi içinde bir zıtlığa yer vermekte, dolayısıyla anlamsız olmaktadır.Bize öyle geliyor ki, bu tür bir çözümlemeye dayanarak ateistik bir kanıt dile getirmek kolay bir iş değildir. Şöyle "zorunlu varlık" kavramıyla varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, yok edilemeyen, sınırlayıcı herhangi bir şarta bağlı olmayan bir varlığı kastetmektedir. Bu çeşit bir zorunluluğu, mantıksal zorunluluktan ayrı düşünmek gerekir. Hatta Tanrı'nın varlığının zorunlu olması ile bizim Tanrı'nın varlığına ilişkin iddialarımızın zorunlu olup-olmadıkları hususu arasında da bir ayırım yapmak zorundayız. Gerçi bu gün birçok düşünürün "zorunlu" ve "mümkün" terimlerinden hoşlanmadıkları ve onları sadece önermelerle ilgili olarak kullandıkları doğrudur. Buna rağmen hiç kimse bu güne kadar varlığa ilişkin bütün önermelerin, kesinlikle olumsal olduklarını kanıtlayamamıştır. Bu işi, şu anda üzerinde durduğumuz tartışmanın en ciddi anlamda başlatıcısı olan Kant bile başaramamıştır. Çoğunlukla "Tanrı vardır" önermesindeki "varlık" ın konuya bir şey eklemediği, dolayısıyla gerçek bir yüklem olmadığı öne sürülmüştür. Öyle sanıyorum ki, "Tanrı zorunlu olarak vardır." önermesi, varlığın yüklem olamayacağı iddiasının boy hedefi olmamaktadır. Tanrı, "zorunlu olarak vardır", "zorunlu olarak güçlüdür" ve "zorunlu olarak bilendir" şeklindeki önermelerde, "zorunlu varlık", "zorunlu bilme" v.s, birer yüklem olmaktadır.
Özetle ifade etmek gerekirse, ontolojik kanıtın birçok güçlükleri ve hatta çıkmazları bulunabilir. Ancak ontolojik ateistik bir kanıt bulabilmenin güçlükleri ve çıkmazları kat kat daha fazladır.Findlay'in "Tanrı zorunlu olarak vardır" önermesi hakkında öne sürdüğü çözümlemelere ve itirazlara benzer çözümlemeler mantıksal pozitivizm geleneğini sürdürenlerce hemen bütün teistik yargılar için öne sürülmüştür. İlhamını Viyana Çevresi filozoflarından alan birçok düşünür, dar anlamda ele aldıkları Doğrulama İlkesini teistik önermelere uygulayarak onların anlamsız olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Bu tür bir doğrulama ilkesine göre, bir iddianın doğrulama ilkesine göre, bir iddianın doğru olabilmesi için onun ya tecrübî verilerle, ya da mantık ve matematikte görülen zihinsel bir işlemle doğrulanması gerekir. İmdi "Tanrı vardır" önermesini bu yollardan biri ya da ötekiyle doğrulamak mümkün değildir; öyle ise, bir iddia anlamsızdır.Çağdaş İngiliz filozoflarından A. Flew, doğrulama ilkesinden esinlenerek bir yanlışlama ilkesi formüle etmeye çalışmış ve şöyle demiştir: Teistik iddialar doğrulanamazlar, çünkü onların yanlışlığını gösterecek hiçbir verinin bulunabileceği düşünülemez. Eğer bir iddia hiçbir şeyi inkâr etmiyorsa, yanlışlamıyorsa, doğruladığı bir şey de yok demektir. Öyle ise, "Tanrı dünyayı yarattı" veya "Tanrı insanları sever" ve benzeri iddialar anlamsızdır.16Her şeyden önce böyle bir çözümleme yöntemi ile hareket edilerek ateizmi savunmak mümkün değildir. Çünkü burada teistik iddialar kadar ateistik iddialar da anlamsız olmaktadır. "Tanrı vardır" iddiasıyla "Tanrı yoktur" iddiası aynı mantık statüsü içine girmektedirler. Bu durumda Tanrı'ya inanma veya inanma konusu başka temellere dayanılarak verilecek bir kararın sonucu olacaktır. Kaldı ki dilci filozoflar, özellikle Wittgenstein'in hayatının son döneminde kaleme aldığı yazılarındaki "anlam kuramı"nı geliştiren filozofların da haklı olarak belirttikleri gibi, "anlamlı olma" ile "doğrulanabilme" yi birbirinden ayırmak gerekir. Anlamlı olup da emprik yollarla ya da zihinsel bir işlemle doğrulanamayan bir sürü önerme vardır. Söz gelişi ahlak önermelerinin büyük bir bölümünü, katı doğrulama ilkesi ile doğrulamak mümkün değildir. Her dil biriminin, söz gelişi din dilinin ve ahlak dilinin kendilerine özgü bir mantığı, yani işlev görme biçimi vardır. Bu bakımdan "Tanrı dünyayı yarattı", "Tanrı insanları sever" ve benzeri önermeleri emprik önermeler gibi kabul edip çözümlemeye başlarsak, daha işin başında iken çıkmaza düşeriz.
Sonuç
Gerek klasik teistik kanıtlara, yapılan hücumlar, gerekse teistik iddiaların kavramsal çözümlemelerinde öne sürülen itirazlar, genellikle inancın birtakım kanıtlamalarla ayakta durduğu görüşüne dayanmaktadırlar. 0 kadar ki, bazı iddialı ateistler, Tanrı'nın varlığına ilişkin derli toplu bir kanıtın bulunmayışını ateizm için yeterli görmektedirler. Nitekim Baron D'Holbach , "Tabiat Sistemi" adlı yazısında şöyle demekteydi; Eğer Tanrı var olsaydı, bu derece akıl, bilgi hikmet sahibi varlık, kendisi hakkında bize akıl ve mantık dışı mucizelerle değil, daha doğrudan bilgi ulaştırırdı.11 Benim de şahsen dinleme fırsatı bulduğum bir BBC programında B. Russell'a şöyle bir soru yöneltilmişti: "Eğer öldükten sonra bir öteki dünya var da bu dünyada varlığına inanmadığımız Tanrı, "Bana niçin inanmadın ?" diye sorarsa ne cevap vereceksiniz ?" Russell'n soruya verdiği karşılık şu olmuştu: Tanrım, bana var olduğuna ilişkin niçin doğru dürüst bir kanıt göstermedin?Gerek D'Holbach, gerekse Russell ve onlar gibi düşünen birçok kimse, Tanrı'nın varlığına ilişkin bir tür doğrulanabilir kanıt istemektedirler. Oysa böyle bir kanıt, inanmanın özüne ters düşer. Eğer Tanrı'nın varlığı, herhangi bir emprik ya da soyut objenin varlığı gibi kanıtlanabilseydi dindeki anlamıyla inanma yok olurdu. İnanma, bilerek düşünerek inanma, bir özgürlük, bir seçim ve bir karar verme işidir. Görünmeyene inanmanın, dini deyimiyle "gayba iman"ın önemi ve değeri, buradan gelmektedir. Eğer Tanrı, varlığını önümde duran şu masanın varlığı gibi bana dıştan empoze ettirseydi, eski bir deyimle "Tanrı bi-la hicab Tecelli" etseydi, o zaman tek alternatif inanmak olurdu. Bu ise, insan özgürlüğünün sonu demektir.Hele Tanrı'nın varlığı için emprik ya da akli bir kanıtın bulunmayışını ateizmin yeter nedeni saymak, son derece naiv bir tutum olur. "Suçun kanıtlanmaması, kişinin suçsuzluğunun bir kanıtıdır" hükmü, yalnız mahkemede, o da sadece bir hukuk ilkesi olarak geçerlidir. "Hukuk ilkesi olarak" diyoruz, çünkü suçu kanıtlanmamış bir sürü suçlu bulunabilir ortada. Aslında kanıt yetersizliği, teistten çok, ateistin işini zorlaştırmaktadır; çünkü bir şeyin var olmadığını kanıtlamak, var olduğunu kanıtlamaktan daha güçtür. 'Söz gelişi, ıssız bir adaya giden bir kimse, birkaç ayak izine rastlamakla orada insanın yaşadığı ya da yaşamakta olduğu sonucuna varabilir. "Bu adada hiç kimse yaşamamıştır ve yaşamamaktadır" diyebilmek için, adanın her karış toprağının inceden inceye incelenmesi gerekir. Tanrı'nın varlığına ilişkin kanıtlar, kanaatimizce, teistin ortaya koymak istediği bazı "işaretler" ve "ipuçları"nın ötesinde fazla bir güç taşımamaktadır. 0, bu ipuçları yardımıyla bir yaratıcının var olduğu sonucuna ulaşmakta veyahut bu yolla bir başka kanaldan edinmiş olduğu inancını pekiştirmektedir. Ateistin aynı çizgide yürüyerek "Tanrı yoktur" diyebilmesi için, tabiri yerinde ise bir "kozmik beyin"e sahip olması gerekir. Öte yandan eğer pozitivistlerin iddia ettiği gibi, "Tanrı vardır" önermesi anlamsız ise, "Tanrı yoktur" önermesi de aynı ölçüde ve aynı nedenlerden dolayı anlamsız demektir. Ateistin hücumları teisti inancından vazgeçirecek güçte değildir. Bu hücumlar olsa olsa onu "imancı" (fideist) bir noktaya götürür ki, fideizm, yani "inanıyorum ama kanıtlayamıyorum" görüşü psikolojik hiçbir rahatsızlığa neden olmayan bir durak noktası olabilir.İnanan bir kimse, inancını destekleyecek bir kanıt bulamadığı için, inancından vazgeçmez. İnanmayan bir kimse de teıstık kanıtlar karşısında söyleyecek hiçbir şeyi bulunmasa da inanmayabilir. Ernest Nagel'in "Ateizmin Savunması'.' (The Defence of Atheism) adlı yazısında da işaret ettiği gibi, ateistin, "inanıyorum ve isbat etme gereğini duymuyorum" diyen bir kimseye söyleyecek hiçbir şeyi bulunamaz. 18. Binbir şüphesi olmadığı için, binbir kanıt getirmeyi gereksiz gören "kömürcünün imanı" karşısında ateistin eli ve dili bağlıdır. Özetle söyleyecek olursak, bu yazımızda ateizmi dört görüş açısından incelemeye çalıştık:
(1) Klasik teistik kanıtların eleştirisinden güç alan ateistik görüşler;
(2) Bazı sosyolojik ve psikolojik teorilerden kaynaklanan görüşler;
(3) Ahlaki bir ilgi ve endişeden kalkan görüşler
(4) Bir dizi kavram çözümlemelerinden kalkarak teistik iddiaların anlamsızlığını ortaya koymaya çalışan görüşler.
Unutmamak gerekir ki, bu görüşlerin büyük bir kısmı Batı hıristiyan teizmi geleneği içinde doğmuş ve gelişmiştir. Hıristiyan teizmindeki Baba-Oğul teriminin önemle yer aldığı Üçleme (Teslis) düşüncesiyle Freud'un ateizmi İsa'nın kişiliği üzerine kurulduğu öne sürülen hıristiyan ahlakının "bir de yüzünün öbür yanını çevir" anlayışı ve insanın günahkar olarak dünyaya geldiği görüşü ile Nietzche ve Camus'un "başkaldırı"sı; köleliği ve ırk ayırımını kaldırmanın, yoksulluktan yakınmanın, Tanrı'nın yaratma bilgeliğine ters düştüğünü kabul etmekle Feuerbach, Marx ve Engels'in iddiaları arasındaki ilişkiyi -görmek pek zor bir iş olmasa gerek. Başka türden bir teizm karşısında bütün bu eleştiriler güçlerinin önemli bir bölümünü yitirebilirler.Eğer taklitten, günümüzde çok kullanılan bir deyimle "kültür emperyalizmi"nden kurtulmanın ve otantik bir kişilik ortaya koymanın bir anlam ve değeri varsa, o zaman "Tanrı öldü" yargısı karşısında herkesin şu üç soruya cevap bulması gerekir: Ölen hangi Tanrıdır? Kim öldürdü onu? Ve niçin öldürdü? Eğer ölen, günahın, ümitsizliğin, korku ve dehşetin kaynağı olan bir kavram ise, varsın ölsün. Eğer metafizik, yüzyıllar boyunca kurduğu bir yapıyı, kendi içinden gelen bir çözülme ve nihilizm ile bugün yıkılıyorsa, varsın yıksın. Ama eğer öldürülmek istenen, Tevrat'ın, İncil'in ve Kur'an'ın ortaklaşa kullandıkları bir ifadeyle "İbrahim'in ve İshak'ın Rabbi" ise, buna insanlığın gücü yetmeyecektir.
1-Bk. E. Gilson, God and Philosophy, Yak University Press, 1941, c. 63 vd. 2-P. Tillich, Shaking of the Foundations, New York, 1948, s. 63 vd. 3-Krş., Sidney Hook, The Atheism of Paul Tillich, Religious Experience and Truth, New York U.P., 1961, s. 59. 4-A. Flew, The Presumption of Atheism, New York, 1976,.. 59 vd. 5-Baille, The Sense of the Presence of God, Oxford, 1939, s. 4 vd. Ayrıca bk. aynı yazarın, Our Knowledge of God, Orford, 946, s. 2. 6-J.A. T. Robinson, The New Reformation. London, 1965, s. 117-8. 7-Encyclopedia of Re!igion and Eghcs (Hasting) "Theism" maddesi. 8-D. Hurne, Diologues Concerning Natural Religion, Ed. N. K. Smith, New York, 1947, s.198. 9-Sınırlı bir Tanrı kavramından hareket ederek "kötülük problemi"ni çözmeye gayret edenlerin görüşleri için bk. E.H.Madden, "Evil and the Concept of a Limited God". Phisophical Studies, 18, 1967, 65-70.10-E. Durkheim, The Elementary Forms of Religious Life, London, 1915; Sosyolojik görüşün eleştirisi için bk. J. Hick, Philosophy of Religion, New Jersy, 1965, s. 31 vd.11-Freud, bu görüşlerine, Totem ve Tabu, Bir Yanılmanın Geleceği, Musa ve Monoteizm gibi eserlerinde geniş yer verir. Onun görüşlerinin derli toplu bir eleştirisi için bk. R.S. Lee, Freud and Christianity, London, 1948. özellikle Dokuzuncu Bölüm; ayrıca bk. E. Fromm, Psychoanolyasis and Religion, Yale, U.P., 1950, s. 21 vd. 12-Feuerbach'ın görüşleri için bk. P. Masterson, Atheism a d Alineation, (Plican Books) 13-The Porzable Nietzsche, ed. W.Kaufmann, New York, 1954, s. 95. 14-A. Camuse, The Myth of Sisyphus, İng. çev. J.0. Brien, London, 1955, s. 99. 15-J.N. Findley, "Can God's Existence Be Diepoved", New Essays in Philosophicol Theolgoy, ed. A. Flee ve A. Mac Intyre, London, 1955, s. 47-5616-A. Flew, "Theology ad Fa1sification",New Essays in Philosophical Theology, . 98. 17-Eneyclopedia of Religion and Ethics, "Theism" maddesi. 18-E. Nagel. "The Defence of Atheism", A. Introduction to Philosophy, (ed. P. Edward ve A. Pop. New York, 1965), eserin içinde. (Ankara Ünv. İlahiyat Fak.C.XXIV 1981) Pr. Dr. Mehmet AYDIN
4
TURAN DURSUN'UN PSİKOLOJİK YAPISI-KİTAPLARINDAKİ TAVRI
Turan Dursun Kitaplarındaki Tavrı:
1-Kitaplarında genellikle Türkçesi olan kaynaklardan alıntı yapmıştır.
2-İddia ettikleri şeyler kendi orijinal ürünü değil yıllardır Hıristiyan-Yahudi oryantalistlerin gündemde tutmaya çalıştıkları konulardır. Dursun sadece pazarlamacılık yapmıştır. Zaten bir alıntısında buna yer vererek “Leoni Caetani öyle diyor, araştırılması lazım” diyerek zekice okuyucunun aklını karıştırmak istemiş "ama doğru bir şey yaptığını sanıp, yanlış iş yapan" insanın yaptığını yaparak onlardan faydalandığının da açığını vermiştir.
3-Ayetin ayetle, ayetin hadisle, hadisin ayetle, hadisin hadisle açıklanacağını bilemeyecek kadar usul bilgisinden habersizdir. Haberi Vahid'le, Haberi mütevatir'in farkından habersizdir.
4-Kitaplardaki bir konuyla ilgili, pek çok rivayet arasından, yüzyıllardır âlimlerin (raviler açısından) seçip kabul ettiği doğru olanları değil, işine gelen rivayetleri okuyucuya doğru olarak sunmuştur. Bu da onun ne kadar objektif (!) olduğunu gösterir.
5-Hadislere uydurma rivayetler karıştırıldığını söylemiş ama kendisi o uydurma rivayetleri işine geldiği zaman istediği gibi kullanmıştır.
6-En basit olayları bile alaycı bir üslupla ifade ederek, doğru-yanlış güya kaynak ta göstererek bu konuda hiçbir bilgisi olmayan okuyucuyu istediği gibi yönlendirmeye çalışmıştır.
7-“Bozacının şahidi şıracı” sözünde olduğu gibi İlhan Arsel’le* paslaşmakta birbirlerini kaynak göstermektedir. Bir fetva kitabındaki, “…Tavaif-i nisadan biri talak-ı bain ile zevcinden talik oldukta akil ve baliğ olmayan bir velede veyahut bir sabiye veyahut içi göçmüş bir pire nikah olsa, badehu ondan da talak-ı bain ile talik olsa, önceki zevci ile nikahı caiz olur mu?” Yaşlı erkek anlamına gelen “Pir” kelimesini “Pire” anlayacak kadar ilmi(!) salahiyeti olan kişiyi kavalye kabul ederek dans etmiştir.
HZ. AİŞE'NİN YAŞI VE İFK HADİSESİ
1-Hz. Aişe: Hz. Ebu bekir’in kızı olan Aişe, Peygamberimizin dul olmayan tek eşidir. Hz. Peygamberi Aişe ile çocuk yaşta evlendiğini anlatmaya çalışan Dursun ve yandaşları işlerine gelen rivayetleri almakta ve amaçlarına ulaşmak için makyavelist bir felsefeyle her yolu mubah görmektedirler. Hz. Aişe'nin 9 yaşında olduğunu gösteren bazı rivayetlere Dursun mal bulmuş mağribi gibi saldırmış, yaşının 17-18 yaşında olduğunu gösteren diğer rivayetleri hiç görmemiş ya da ya da anlayamadığı için es geçmiştir. İşin aslı şudur; Hz. Aişe evlendiğinde yaşının kaç olduğu kesin bilinmediği için değişik bir takım rivayetler mevcuttur. Bu o döneme has bir problem değildir. Bırakın 7. yüzyılı daha 20-30 sene öncesine kadar Anadolu'da da aynı problem vardı. Doğan bebeklerin yaşları önemli bir olay öncesi ya da sonrasıyla tayin edilirdi.
1.1-Hz. Aişe’nin ablası Esma yüz yaşına kadar yaşamış, hicretin 73. senesinde ölmüştür. Hz. Esma kardeşi Aişe’den on yaş büyüktü ve Esma hicrette 27 yaşındaydı. Hz. Aişe ablasından 10 yaş küçük olduğuna göre hicrette 17 yaşındaydı (el-Mesudi, Murucu’z-Zeheb,II,309; İbni Asakir, Teracimu’n-Nisa, 9,10,28; et-Tebrizi, el-İkmal, III, 610).
1.2-Ayrıca Hz. Aişe peygamberimizden önce Cübeyr’le nişanlanmış, daha sonra nişan dini nedenlerden dolayı karşı tarafın isteğiyle bozulmuştur. Hz. Peygamber, Hz. Aişe'yle nişanlanmış Hicretin II. yılında iki bayram arası olan Şevval ayında da evlenmiştir. Demek ki evlenecek çağda bir kızdı, daha önce bir başkasıyla nişanlanmış, nişanı bozulmuş, sonra da peygamberimizle evlenmiştir.
1.3- Hz. Aişe şöyle der:“…. Hz. Muhammed (a.s.) Mekke'de iken ve ben de henüz oynayan bir çocuk idim ki “Onların vadeleri, kıyamettir. Kıyamet ne dehşetli, ne acıdır!” (El-Kamer sûresi, ayet: 46) mealindeki ayet inmişti. Bakara ile Nisa sûreleri ise ben O'nun yanında iken nazil olmuştu.”… (Sahîh-i Buharı, cild: 6, sayfa: 100, Te'lîfül-Kur'an babı; İstanbul Devlet matbaası)Hz. Aişe, Kur'an'ın Mekkî ayetlerinden Kamer suresi iniyorken, oynayan bir çocuk olduğunu ifade ediyor ve Kamer sûresinden olan âyetin kendisi sokakta oynayacak yaşta iken indiğini söylüyor yani Kamer suresinin nerede indiğini bilecek kadar büyük. Kur'an-ı Kerîm'in 54. sûresi olan Kamer sûresi, Mekke'de, ilk inen surelerdendir. Yaklaşık Hz. Aişe'nin bahis mevzuu ettiği âyetler, Hz. Muhammed'in peygamberliğin dördüncü senelerinde inmiştir. Hz. Aişe, bu sıralarda oynayan bir kız çocuğu, “ben oynayan bir kız çocuğu idim” dediğine ve o zamanki hal ve olayları ayrıntısıyla hatırladığına göre, mantıken altı-yedi yaşında ya da daha büyük olması ve Hicretten 2–3 yıl önce doğmuş olması gerekir. Hz. Peygamberin, Hicretin ikinci senesinde Hz. Aişe ile evlendiğine göre onun 17–18 yaşında olduğu gün gibi aşikârdır. Turan istemese de.
1.4- İfk hadisesinde sorguya çekilen Hz. Aişe’nin cariyesi Berire, Hz. Aişe için “O evinde hamurunu yoğururken uyuyakalan ve hamurunu kuzuya yediren gencecik bir kadındır.” Diyerek tek kusurunun bu olduğunu ve kendisinin masum olduğunu belirtmiş aynı zamanda Hz. Aişe’nin yaşının ne olduğu konusunda “gencecik bir kadındır” diyerek bilgi vermiştir. Hani 9 yaşında evlenmişti? Kafirler görmek istemese de..
2.1-Ayet şöyledir: “Eşlerinden dilediği (nin nöbetini) geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Bunda senin üzerine bir günah yoktur…” Hz. Aişe'nin sözü: "Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke" (Bkz. Buharî, e's-Sahih, Kitabu't-Tefsîr/33/7, Kitabu'n-Nikâh/29; Diyanet yayınlarından Tecrîd, hadis no: 1721; Müslim, e´s-Sahih, Kitabu'r-Rıdâ'/49, hadis no: 1464; Ibn Mace Sünen, Kitabu'n-Nikâh/57, hadis no: 200; Ahmed İbnHanbel, 6/134-158.)Yapılan tercümeler:“Vallahi Rabbinin, senin arzunu hemen yerine getirdiğini görüyorum." (A Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. 7/ 402)"Rabbin şüphesiz senin dilek ve arzunu geciktirmeden derhal gerçekleştirir." (H. Hatiboğlu Sünen-i Ibn-i Mace Tercümesi ve Şerhi, 5/495.) "Rabbin Teâlâ (kadınlarının değil) ancak senin arzunun tahakkukuna müsâraat ediyor." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, hadis no: 1721, çev. Kamil Miras, Diyanet yayınlarından)TURAN 'ın yaptığı tercüme: “Görüyorum ki, senin Allah'ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Son zamanlarda yetişen en büyük âlimlerden olan Molla Sadreddin YÜKSEL şöyle der: “Hz. Âişe'nin söylediği sözden maksadı şudur: Ben evvelâ mehirsiz olarak kendilerini Peygamber'e hibe eden kadınları kadınlık hissiyle kınıyordum. Sonra baktım ki, Allah c.c. gerçekten Onun arzu ve isteğini —meselâ eşleri arasında nöbet usulünün uygulanmasından muaf tutulmasını— süratle yerine getiriyor. Artık ben de kınamayı bıraktım. Çünkü benim kınamam O'nu da —Peygamberi de— rahatsız edebilirdi.”Ayrıca Molla S.Yüksel şunu da ilave eder: “Hz. Aişe, Hz. Peygamberin(a.s) huzurunda böyle konuştuysa niçin Peygamber (a.s) onu “Tecdidi İman’a” davet etmemiştir? Davet etmesi gerekirdi. Demek ki, Hz. Aişe kesinlikle bu şekilde konuşmamıştır. Ve öyle bir manayı da kast etmemiştir.” (Kur’an dan Cevaplar, S. YÜKSEL, 8-9) Ayrıca Ahzab suresinde “Eşlerinden dilediği (nin nöbetini) geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Bunda senin üzerine bir günah yoktur…” ayetinden çıkan hükümler şunlardır:
1-Eşlerinin arasında nöbet usulünü uygulamak zorunda değilsin.
2-Talak-ı reci ile boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Kaldı ki bu sadece Peygambere has bir durum değildir, Reci talak ile boşanan eşler isterlerse tekrar bir araya gelip evliliklerine devam edebilirler.Bu sure inice Hz. Aişe: “Kanaatim şudur ki, Rabbin senin arzu ve isteğini geciktirmeden hemen (ayeti indirmek suretiyle) yerine getirir.” Diyor.Nerde çarpılmış DURSUN’un dediği “Görüyorum ki, senin Allah'ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Sözü, nerede Hz. Aişe’nin sözleri? Bunu neresinden çıkarıyorsa?Dürüst T. DURSUN’un dürüstlüğü dursun, o çarpıtmalara devam etsin nasılsa okuyucusu anlamayacak ya!
3-Muhammed’in çok karısı vardı 1.2.3.4.5…Böyle gidiyor. Yaşlanmış olan Şevde Bint Zem'a'nın dışında hepsi genç, hepsi güzel. Ve hepsi de cinsel istekli. "Adalet" olsun diye, Muhammed'in bunlarla cinsel birleşmesi "sıra"ya konmuştur. Sevde'nin dışında kimse, sırasını başkasına kaptırmak istemiyor, işte bu böyleyken, "âyet" geliyor; durumu değiştiriyor:Şule Perinçekle yapılan röportajdan anlaşıldığına göre; Küçük yaşlarda sevgilisi Safi den çok şey öğrenen Turan’ın evlendikten sonra da çok Sevgilisi olmuş 1.2.3.4.5….Böyle gidiyor ve Turan’ın karısı da buna hiç ses çıkarmamış, çıkaramamış ya da ses çıkarmış da sesi bize kadar ulaşmadı….
3.2-“Yaşlanmış olan Şevde Bint Zem'a'nın dışında hepsi genç, hepsi güzel” diyen Turan’ın ne denli doğruyu yansıttığını, Hz. Peygamberler evlendiğinde, eşleri ve kendisinin kaç yaşında olduğu konusunda ki doğru bilgi için “Hz. Peygamberin Evlilikleri” makalesine bakınız.
3.3-Peygamberin (a.v) dilediği kadını alma hakkı vardı. Kimi kadınlar kendilerini Peygamber'e armağan ediyordu.Ha evet! Tarkan’ın ya da M. Jackson’ın konserlerindeki gibi herkes üstünü başını da yırtıyordur herhalde? Sanki görmüş gibi kadınların tavrını tarif ediyor, tam havaya girmiş anlaşılan hele bir de kafa dumanlıysa daha ne senaryolar çıkar o kafadan?
4-İFK HADİSESİ: Adını, Kur'an'daki olaya ilişkin âyetlerde (en-Nûr 24/11-22) iki defa geçen (en-Nûr 24/11, 12) ifk kelimesinden alır. İfk "iftira, en kötü ve en çirkin yalan" demektir. İfk, Kur'an'da ayrıca iki yerde (el-Furkân 25/4, Sebe' 34/43) sözlük anlamında geçmektedir. İftiraya yol açan ve hemen hemen bütün kaynaklarca Hz. Aişe'den aynı şekilde nakledilen hadise şöyle gelişmiştir: Resûl-i Ekrem Mustalik (Müreysî) Gazvesi'nden dönerken beraberinde götürdüğü eşi Âişe, konakladıkları bir yerde sabaha karşı tekrar hareket emri verildiğinde tabii ihtiyacını gidermek üzere ordugâhtan uzaklaşır. Geri gelirken boynundaki Yemen (Zafâr) akiği gerdanlığın düşmüş olduğunu fark eder ve kendisini bekleyecekleri düşüncesiyle dönüp aramaya koyulur; ancak karanlıkta onu bulup el yordamıyla tanelerini toplayıncaya kadar çok vakit kaybeder. Konak yerine geldiğinde diğerlerinin hareket ettiğini görür ve yokluğunu anlayınca aramaya çıkacakları inancıyla orada beklemeye başlar; bu arada uyuyakalır. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal es-Sülemî görevi gereği kamp yerini kontrol ederken onu bulur ve devesine bindirip hayvanı yederek orduya yetiştirir; fakat hızlı yürümekle birlikte kendisi yaya olduğu için kafileye ancak kuşluk sıcağında mola verdikleri zaman ulaşabilir.Söz konusu gecikme başlangıçta kötüye yorumlanmamış, hatta kimsenin dikkatini bile çekmemişken, hicretten önce Hazrec kabilesinin reisi olan ve Medine'nin yönetimi kendisine verilmek üzere iken Hz. Peygamber'in gelmesiyle bundan mahrum kalan Abdullah b. Übey b. Selûl'ün başlattığı dedikoduyla birlikte iç huzursuzluklara yol açan önemli bir olay halini almıştır. İslâmiyet'i istemeyerek kabul ettiği için münafıkların reisi diye bilinen Abdullah b. Übey ile adamlarının Resûl-i Ekrem'i ve kayınpederi Hz. Ebû Bekir'i küçük düşürmeye ve aralarını açmaya yönelik sözleri, bazı müminlerin de katılmasıyla (kaynaklar bunlardan Hassan b. Sabit, Mistah b. Üsâse ve Hamne bint Cahş'ın adını vermektedir) kısa zamanda yayılma istidadı göstermişti. Sefer dönüşü rahatızlanarak bir ay kadar yatan Hz. Âişe ise bunu duymamış, sadece bu süre içerisinde daha önceki rahatsızlıklarında gösterdiği ilgiyi göstermeyen Resûlullah'ın odasına seyrek uğramasından bir şeyler olduğunu sezmişti. Hz. Âişe, hastalığının nekahet döneminde bir tesadüfle babasının teyze kızı Ümmü Mistah'tan oğlunun bu dedikoduyu anlattığını duymuş ve üzüntüsünden tekrar hastalanmış, arkasından da Hz. Peygamber'den izin alıp babasının evine gitmişti…..” (İslam Ans. T.D.V. 21/507–509) olay bundan ibarettir.
5.1-Siz bu olayı bir senariste verseniz belki 10 tane film yapar ama bu sadece film olmaktan ileri gitmez. Dursun’un yazdığı senaryo da belki en kötülerinden olurdu.
5.2-“Ali, gerçeği öğrenmek için Aişe'nin cariyesi Berire'nin tanıklığına da başvurulabileceğini söylüyor Muhammed'e. Muhammed bu tanıklığa başvurduğunda, cariye, "hanımı için iyilikten başka bir şey bilmediğini" söylüyor.
Berire, Hz. Aişe’yle sürekli beraberdi, belki de Hz. Peygamberden daha fazla yanında oluyordu. T. Dursun Berire'nin sözünü kabul etmiyor, görmezden geliyor ve hemen geçiştiriyor.
5.3-Hz. Peygamber'in hanımlarından hiçbiri iftirada en ufak bir rol almadıkları gibi, onu tasvip edici en ufak bir söz bile söylemediler. O kadar ki, uğruna kız kardeşi Hamne bint-i Cahş'ın iftirada rol oynadığı Hz. Zeyneb bile rakibesi (Hz. Aişe) hakkında ancak iyi sözler etti. Bizzat Hz. Aişe (r.a) bunu şöyle açıklar: "Hz. Peygamber'in hanımları içinde Zeynep benim en güçlü rakibimdi. Fakat iftira olayıyla ilgili olarak Hz. Peygamber kendisine görüşünü sorduğunda, o şöyle cevap vermişti: "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ederim ki, onda takvadan başka bir şey görmüş değilim." (Mevdudi,Tefhimü'l-Kur'an 3/502)
5.4-Eğer Hz. Peygamber, Hz. Aişe’nin zina yaptığına inansa ve boşasaydı kim ne diyebilir di ki? Kaldı ki Hz. Ali boşamasını söylemiştir, ama Hz. Peygamber vahyi beklemiştir. Yüce Allah'ta onun masum olduğunu kafirlerin dedikodularıyla hareket edilemeyeceğini bildirmiştir.
5.5-Zina yapan kadınla kim beraber olmak ister ki, Hz. Peygamber olsun.
5.6-Bu olayı o zaman gündeme getiren siyasi amaç peşinde koşan, inanç olarak kâfir olan münafıklardı, onlar günümüzde de mevcuttur ve kıyamete kadar da olacaktır.
5.7-Rivayetlerde, söylentileri birkaç kişinin yaydığı ifade olunmaktadır. Bunlar da Abdullan b. Übeyy, Zeyd b. Rifa (muhtemelen Yahudi münafık Rifaa b. Zeyd in oğlu), Mistah b. Üsase, Hassan b. Sabit ve Hamne bint-i Cahş'tı. Bunlardan ilk ikisi münafık, kalan üçü ise yanlış anlama ve zayıflıktan dolayı şerre karışmış müslümanlardı. Şerre az veya çok bulaşmış başka kişilerin adlarına Hadis ve Siyer kitaplarında rastlanmamaktadır.
5.8-O gün ordunun artçısı olan Safvân b. Muattal es-Sülemî'dir. Bir Müslüman'ın, Peygamberin eşine karşı anormal bir duygu taşıdığını hangi akıl kabul edebilir ki? İstanbul Eyyüb semtinde mezarı bulunan Eba eyyul el-Ensari'nin karısı iftira söylentilerinden söz ettiğinde, bu büyük sahabi şöyle demiştir: "Ey Eyyub'un annesi, Aişe'nin yerinde orada sen olsaydın böyle bir şey yapar miydin?" Karısının "Allah'a yemin olsun ki asla yapmazdım." demesi üzerine de şunu söylemiştir: "O halde Aişe senden daha iyi bir kadındır. Bana gelince, Safvan'ın yerinde ben olsaydım, böylesine kötü bir düşünceyi aklımdan bile geçirmezdim. Safvan ise benden daha iyi bir müslümandır.”(Mevdudi,Tefhimü'l-Kur'an 3/503)Böyle bir durumdan vazife çıkaran ayrıca kendisini hoca gibi lanse eden herhangi birisinin ders okuttuğu zamanlarda ki talebelerden birisinin, hocasının karısına sulandığını ya da … var saymalı mıyız…? TIKLAYINIZ.
NUH VE TUFANI
Yazısına; "Nuh"un "tufan" öyküsü de, kendisinin "ne kadar yaşadığına ilişkin açıklama da "akıl ve bilim dışılık" için çarpıcı örneklerdendir. Diye başlayan Dursun, Nuh Peygamberin Kur’an’da 950 sene yaşadığını yazdığını bunun da Tevrat’tan (Tevrat, Tekvin, 9:29) alındığını söylüyor.Hikâye ve istihza tarzıyla kısaca anlattığı Hz. Nuh’un hayatından sonra, “Ve tüm araştırmacılar, Tevrat'taki bu öykünün kaynağının da "SÜMER TUFAN EFSANESİ" olduğunda birleşirler. Tevrat'tan bin yılı aşkın bir zaman öncesinin ürünü olan GILGAMIŞ DESTANI”nın "efsane"deki adının, "Utnapiştim" olduğunu ve İlahiyatçıların da bunu kabul ettiğini söyleyerek, inandırıcı olmak için de 1932 yılına Ankara İlahiyat Fakültesinde yayınlanmış bir “araştırmayı” göstererek, “gerçekten çaplı incelemesinde” diyerek yazısını delillendirir.(!)
Önce Ankara İlahiyat fakültesinin hangi amaçla kurulduğunun erbabına malum olduğunu söyleyip konuya geçelim.
1.1-Kur’an’ı Kerim; Tevrat, Zebur, İncil’i reddetmez onların da İlahi kaynaklı olduğunu, kaynaklarının bir olduğunu ama tahrif edildiklerini söyler. Dolayısıyla onlardaki bazı bilgilerin Kur’an’la benzerlik taşıması normaldir.
Taberi, İbni Kesir, ve Hazin gibi tefsirlerde geçen Hz. Nuh’un yaşı ile ilgili rivayetler, Yahudi kökenli olan insanlardan gelen ve onların dinlerinde olan rivayetlerdir.
1.2-Hz. Peygamberin, Hz. Nuh’la ilgili kıssayı Tevrat’tan aldığını söyleyen T.Dursun, anlaşılan Nuh suresinin Mekke’de indiğinden habersizdir. Okuma yazma bilmeyen Hz. Peygamber’in Tevrat’ı okuması mümkün olmadığı gibi kendisinden Mekke’de bilgi alabileceği bir yahudi de yoktur.
1.3-Günümüzdeki arkeolojik bulguların tamamen doğru olduğunu varsayarak hareket eden Dursun, bu tavrıyla arkeoloji ilminin tamamen önünü kapayarak yeni bir bulguyu kabul etmeyecek bir tavır sergilemiştir.1.4-Tevrat’ta ve Kur’an’da 950 sene yaşadığı bildirilen Nuh Peygamberin, bu kadar yaşayamayacağını söyleyerek de sanki o dönemde yaşamış, olaylara şahit olmuş gibi konuşarak “bilimi, kutsal inek” kabul eden insanın tavrını çizmiştir. Bulunacak bir arkeolojik bulgunun insanlık tarihinin yeniden yazılmasını sağlayacağından habersizdir.
1.5-Eminiz ki, Arapça cümlelerin nasıl tahrif edileceği konusunda uzman olan Dursun, Sümer yazıtlarının tercümelerine de güvenmemiş oturup Sümerceyi öğrenmiş ve yazıtları orijinalinden okuyarak konuya vakıf olmuş, okuyucusuna öyle sunmak istemiştir. Zaten bir dinler tarihi uzmanından da bu beklenir.
1.6-Hatta bununla yetinmemiş, Afrika, Mezopotamya, Amerika, Çin, eski yunan medeniyetlerini en ince ayrıntısına kadar araştırmış, 1985 te bulunan Yonaguni piramitleri ve Taiwan açıklarındaki Hujing su altı kenti hakkında yeterli araştırmaları yapmış ve hatta o bölgeye gidip, dalarak gerekli tüm belgeleri araştırmacılardan önce bulmuş tufan ile bulguları araştırmış sonra okuyucuya sunmak istemiştir.
1.7-Umarız ki, araştırmacıların dediği, "Yaratılış" ve "tufan" gibi tek tanrılı dinlerde de karşılaşılan ilk dinsel anlatılar önce Sümerler ve sonrasında diğer Mezopotamya toplumları tarafından kayıt edildi." Cümlesindeki “kayıt” ile "ilk defa onlar tarafından yazıldı" ifadelerinin farkını kavrayabilecek anlayışa sahiptir.
2.1-Herhalde aşağıda vereceğimiz bulgulardan da haberdardı:
Sir Leonard Wooley isimli amatör bir İngiliz arkeologun Mezopotamya'da yaptığı kazılar sırasında ki ele geçen bulgular, o güne kadar bir efsane gözüyle bakılan Nuh Tufanıyla bağlantılıydı. Batı insanı çok haklı sebeplerden dolayı Kitab-ı Mukaddes'i güvenilir bir kitap olarak saymadığı için bu kitapta anlatılan Tufan olayını da mitolojik bir hikâye olarak değerlendirmekteydi. Ama Wooley'in araştırması bu inancın yanlışlığını ortaya koyuyordu. Özellikle sevinenler Hıristiyan ve Yahudi din adamları oldular. Derhal heyetler oluşturulup çalışmalara başlanıldı.Bu arada dünyanın her tarafında yapılan araştırmalar, Tufanın hemen bütün toplumların efsanelerinde yer aldığını gösterdi. Asya'da 13, Avrupa'da 4, Amerika'da 37, Avustralya ve Okyanusya adalarında ise 9 adet Tufan tespit edilmişti. Bunların en şaşırtıcısı da Hopi kızılderililerine ait olanıydı. Denizden çok uzakta, Kuzey Amerika'nın güney batısında yaşayan Hopilerin destanlarında kabaran suların ülkelerini baştanbaşa kapladığı, dağların tepelerine kadar yükseldiği ve yeryüzündeki canlıları yok ettiği anlatılıyordu. Amerika'nın eski sahiplerinden olan Azteklerin destanlarından ise Tufanın süresi bile veriliyordu. Bütün bunlar, insanlık tarihinin hemen hemen başlarında meydana geldiğini gösterir…
İngiliz arkeolog Sir Leonard Wooley, 1922-1929 yılları arasında, Mezopotamya'nın antik şehirlerinden Ur'da uzun kazılar yaptı. Wooley ve ekibi, büyük başarılar göstererek MÖ. 4. bin yılından kalma kral mezarlarını ortaya çıkardılar. Mezopotamya tarihinin öğrenilmesinde dönüm noktası olan bu çalışmalar sırasında arkeolojik değeri çok yüksek kap, kaçak, miğfer, silah vs. yanında Tufandan önceki kralların listesini ihtiva eden kil tabletler de bulundu. O zamana kadar kral listeleri mitolojik olarak görülüyordu. Tabletlerin bulunmasından sonra, Wooley, vakit kaybetmeden aynı yerde kazılara devam etti. Ne var ki 12 metre daha derine inildiğinde izler tamamen kesilmişti. Tarihi hiç bir bulguya rastlanmıyordu. Bu arada toprağın yapısı incelendiğinde tuhaf bir şeyle karşılaşıldı. Zemin tamamen balçıkla kaplıydı, fakat bu kadar derinlikte saf balçığın ne işi vardı? Üstelik kazı çukurunun dibi, denizden çok uzakta ve nehir seviyesinden de bir kaç metre daha yukarıdaydı. Hiçbir arkeolog tatmin edici cevabı bulamamıştı.
Wooley kazıyı devam ettirdi ve daha aşağılara indi. Derken 3 metreden fazla derinlik tutan balçık tabakası birden bire kesildi. Şimdi normal toprak tabakalarına gelindiği düşünülebilirdi ama hayır, zımpara taşlarına ve kap kaçak gibi eşyalara rastlanılmıştı yeniden. Demek oluyordu ki bu çok eski medeniyetin üzerini 3 metrelik balçık tabakası örtmüş, en üstte de Ur medeniyeti yeşermişti.
Balçığın sebebi ve kapladığı sahayı öğrenebilmek için civar bölgelerde bir dizi kazı daha yapıldı. İlk çukurdan 300 metre uzakta açılan ikinci çukurda da aynı sonuç elde edildi. Wooley, bu sefer de yüksekçe bir tepeyi kazdırdı. Sonuç değişmemişti, Böylece, balçık yığılmasının, ancak çok kuvvetli bir su baskını, yani Tufanın eseri olabileceğine dair rapor hazırlandı ve bütün dünyada heyecanlı yankılar doğdu. Bu arada bazı çevreler su baskınının dar bir çevrede yaşandığını ileri sürmüşlerdi ama yeni kazılar, onların iddiasını iflas ettirdi. Şuruppak kralı Ubartutu zamanında bölgenin bütünüyle korkunç bir felakete uğradığı ve kültür izlerinin tamamıyla gömüldüğü açıkça anlaşılıyordu. Tufanla ilgili olarak Mezopotamya dışında etraflıca bir çalışma yapılmadığından, su baskınının nerelere kadar uzandığını tam olarak bilemiyoruz. Tahmin edilen mıntıka, Basra körfezinin kuzeybatısında, 400 mil uzunluğunda ve 100 mil genişliğinde bir sahadır. Olayın tarihi, MÖ. 4 binden çok önceki yüzyıllardır. Bu tufan bildiğimiz Nuh tufanı değildi elbette. Ama bu bile, geniş çaplı bir su baskınının neler yapabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.
Öte yandan yapılan jeolojik araştırmalar, mahiyeti bilinemeyen sebeplerden dolayı dünyamızın yer yer bir kaç defa suya gömüldüğünü gösteriyor. Miami Üniversitesinden jeokimyacı Jerry Stip'e göre, dünyanın yaşadığı en müthiş su baskını, günümüzden yaklaşık 11.600 sene önce olmuştur. Ancak bütün bu bulgular Nuh aleyhisselam zamanındaki tufana ait midir bilinememektedir. Mezopotamya dışında yapılacak kazıların bizi sonuca daha fazla yaklaştıracağı muhakkaktır. Özellikle Hazret-i Nuh'un inşa ettiği geminin kalıntıları ortaya çıkarılabilirse tufanın ne zaman meydana geldiğini öğrenmemiz mümkün olacaktır...
3.1-Nuh aleyhisselamdan, Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde çokça bahsedilmiştir. Çeşitli vesilelerle Kur'ân-ı Kerîm'de 43 yerde ismi geçer. Zamanında meydana gelen Tufan sebebiyle "İkinci Âdem" diye de anıla gelmiştir. Asıl isminin Yesker olduğu, fakat kavminin kurtuluşu için çok ağladığından, ağlamak manasına gelen "nevh" kökünden türemiş Nuh sıfatının asıl ismine dönüştüğü kayıtlıdır. Bu isim sami kökenlidir. Mezopotamya metinlerinden Gılgamış Destanında bu isim yerine Utnapiştim kullanılmıştır. Gerek Nuh'un ve gerekse Utnapiştim'in sözlük manaları bilinmemektedir. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zî-ud-Sudra'dır. Zî; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir.Nuh aleyhisselamın kavmi içerisinde 950 sene kaldığı bildirilmektedir. Bugünkü yaş ortalamaları gözönüne getirildiğinde akıl almaz bir durumla karşılaşıyoruz. Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Nuh'un dışındaki hiçbir peygamberin ömründen bahsetmez. Hemen ilave edelim ki; Mezopotamya'da bulunan tabletlerde anlatılan Tufan'dan kurtulan insanların önderi Ziussudra adını taşımaktadır ki; uzun ömür sahibi anlamına gelmektedir.
Arkeologların Mezopotamyada buldukları bütün kral listeleri birbirini doğrular mahiyettedir. Arkeoloji literatürüne göre tufandan önceki Sümer krallarına Er sülaleler 1 (ES-1) denilmektedir ki Tufan'a kadar 10 hükümdarın ismini içerir. 1932 yılında Irak'ın Horsabad şehri civarında, arkeologların WB-444 adını verdikleri 20.5 cm. kalınlığında bir tablet daha bulunmuştur. Bu tablete göre Tufan'dan önce tam 10 kral yönetici olmuştur. Bunlardan 7. nin adı Enok olarak verilmiştir ki, kayıtlardan İdris aleyhisselam olduğu tahmin edilmektedir. Eğer böyleyse İdris aleyhisselamdan 3 hükümdar sonra Nuh aleyhisselam göreve başlamış ve onuncu kral zamanında Tufan meydana gelmiştir.Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler başta olmak üzere diğer İslami kaynaklar tarandığında pek çok arkeolojik, antropolojik ve jeolojik bilmece kolaylıkla çözülecek gibi görülmektedir. Tabletlerdeki kayda göre Tufanın 10. Kral zamanında meydana geldiğini belirtmiştik. Bir hadîs-i şerîfte bunu teyid eden bir ifade vardır. Efendimiz, Eshab-ı kiramdan gelen bir soru üzerine; "Âdem aleyhisselam ile Hazret-i Nuh arasında 10 karn (kuşak, asır, dönem...) geçmiştir" buyurmuşlardır. İslam âlimlerinin nakillerine göre ilk peygamberler Âdem, Şit, İdris (a.s) hem peygamber, hem de o zamanki insanların yöneticisiydiler. Tabletlerde de buna benzer bazı ifadelere rastlanmaktadır. Tabletlere göre Tufandan önce gelen hükümdarlar, aynı zamanda birer din adamıdırlar. Maalesef tabletler İslami birikimden yoksun insanlar tarafından deşifre edildiklerinden, pek çok muğlâk ifadenin açıklanmasında zorluk çekilmektedir.Babilonya kayıtlarına göre gemi Nisir dağına, Tevrat'a göre Ararat dağları üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'in buyurduğu şekliyle Cûdî dağına oturmuştur. Kurtuluş anlamına gelen Nisir, Asur topraklarının doğusunda bulunan bir bölgedir ki; Musul şehrinin kuzeyinde yer almaktadır. Yeni bulgularla, Babilonyalıların hangi dağa Nisir adı verdikleri tespit edilebilir. Hahamlarca tahrif edilmiş Tevrat'ta ise Ararat dağları kaydı vardır. Metinler üzerinde çok oynanmış olmasına rağmen bu isimlendirme doğrudur. Zira Ararat, Urartu kelimesinin İbranice transliterasyonudur ve MÖ. 1.000 yıllarında Van bölgesinde hâkim olan Asya menşeli Urartuların yaşadığı topraklar için kullanılmaktadır. Asurlular bu bölgeye Uruadri adını vermişlerdir ki; Ararat ve Urartu kelimelerinin değişik söylenişidir. Manası ise yüksek dağlar ülkesi veya yüksek ülkedir. Arkeolojik verilere ve tahrif edilmiş Tevrat'a göre gemi; Ağrı dağına değil "yüksek ülke"ye, yani Ararat-Uruadri-Urartu bölgesinde bir dağın üzerine oturmuştur. Yine aynı Tevrat'ta geminin, suların (Fırat-Dicle) doğduğu bölgeye yürüdükleri bildirilmektedir. Kısacası eldeki bütün belgeler bizi Ağrı dağından çok daha aşağılara götürmektedir.Cûdî adında iki dağ vardır. Birincisi Cizre yakınlarındaki Cûdî dağıdır. İslam tarihçilerine göre Cizre, Tufandan sonra kurulan ikinci şehirdir. Mu'cemul Buldan; Cûdî dağında Nuh’un (a.s.) mescidinin, Herevi ise evinin bulunduğunu yazmaktadır. Halen Cizre'de, Nuh’a (a.s.) nisbet edilen bir türbe vardır. Anadolu’nun en eski kavimlerinden olan Gutilere ait olan ve halen Londra'da bulunan tabletlerde de Nuh’un (a.s.) mezarının "Rayat" bölgesinde olduğu yazılıdır. Rayat, Dicle nehrinden itibaren, Cizre ovasının Silopi'ye kavuştuğu bölgenin adıdır ki, bu noktada Cûdî dağı bulunmaktadır. Daha eski bir kaynak olan ve MÖ. 250 yıllarında Babilli bir rahip olan Berossus'un yazdığı tufan kayıtlarına göre gemi, Cordiyan dağlarında durmaktadır ve yöre halkı, geminin dışını kaplayan katranı kazıyıp muska şeklinde kullanmaktadır. Berossus'un bahsettiği bölge Van gölünün güneyinde bulunmaktadır. 2 bin metrelik Cûdî, Mezopotamya ile Ararat arasındaki sınır dağdır. Bu dağ, Ağrı gibi kapsamlı bir şekilde araştırılmamıştır. Ancak bu dağda yürütülen araştırmalardan biri sırasında, geminin izlerine rastlandığı öne sürülmüşse de bu keşif ilmi açıdan kesin sonuca bağlanamamıştır. 1949 yılında batılı bir ekip tarafından yapılan araştırmanın sonuçları France Le Soir gazetesinin 31 Ağustos 1949 tarihli sayısında; "Nuh'un gemisini gördük fakat Ağrı'da değil" şeklinde sansasyonel bir başlıkla verilmiştir. Bu yazıya göre geminin boyu 150 metre, genişliği 24 metre, yüksekliği ise 15 metredir. 23 yıl önce de, Cûdî dağında bazı antik tahta parçaları bulunduğu iddia edilmiş, 6 Şubat 1972 tarihli bazı Türk gazeteleri bu keşfi; "Nuh'un gemisinin Cûdî dağında olduğu tespit edildi" başlığıyla vermişlerdir. Keşfi yapan, Alman Devletler Araştırma Enstitüsü ilim adamlarından Friedrich Bender'dir. Bender, Cûdî dağında bulduğu katrana benzer bir madde ile birbirine yapışmış kalın tahta parçalarını Almanya'ya götürerek analiz ettirmiştir. Sonuçta katranımsı maddenin 50 bin, tahta parçalarının ise; 6630 yıllık olduğu açıklanmıştır. İlim adamları bu tarihlemedeki hata payının 300 yılı geçmeyeceğini söylemişlerdir. Bender'in, çalışmaya başlamadan önce Kur'ân-ı Kerîm'i ve Tufanı anlatan Gılgamış destanını incelediği ve geminin Dicle ile Zap suyu arasında karaya oturduğu kanaatine vardığı da bildirilmiştir.Cûdî adını taşıyan ikinci yer ise, Doğu Beyazıt bölgesindeki Cûdî tepesidir. Halen bu tepede gemiye benzeyen bir kütle mevcuttur. Buradan alınan örneklerde, silisleşmiş ağaç kırıntıları ve saf demiroksitten ibaret parçacıklar bulunmuştur. Kütlenin yapısı, etrafındaki topraktan son derece farklıdır ve civarda yapılan jeolojik araştırmalar bu bölgede bir su baskınının meydana geldiğini doğrulamaktadır.Kabul edip etmemek kâfirlerin bileceği bir şeydir.
KUR’AN’IN ASLI YAKILDI MI?
1.-Vahiy nedir? Kur’an Nasıl Toplanmıştır?
VAHİY: Kelime anlamı, imâ, fısıldama, işaret, bir şeyi hızla yapmaktır. Dini anlamda ise Vahiy; Yüce Allah'ın, insanlara ulaştırmak istediği mesajı (emir, yasak, tavsiye, bilgi...), değişik yollarla Peygamberine iletmesine denir. Vahiy kelimesi Kur'ân-ı Kerimde; ilham etmek, içgüdü, emretmek, işaret etmek, fısıldamak anlamlarında da geçmektedir...Peygamberimiz (a.s.), Peygamberliğinin ilk altı ayında sâlih rüyalar görür ve gördükleri aynen çıkardı. "...Mü'minin rüyası, peygamberliğin kırkaltı parçasından biridir.” Buyurmuştur. (Peygamberlik süresi yirmi üç yıldır, altı ayda bu sürenin kırk altı da birini oluşturur.) Cebrâil (a.s.), vahyi Peygamberimize görünmeden getirdiği gibi, asıl şekliyle ya da bir insan şeklinde görünerek getirdiği de olurdu. Miraçta olduğu gibi aracısız olarak doğrudan Yüce Allah tarafından verildiği de olmuştur...Vahiy gelmeye başladığında Peygamberimiz oldukça zor ve dayanılması güç anlar geçirir, “Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz."(Müzzemmil-5) ayetinde olduğu bildirildiği gibi kendisini sıkıntı basardı. Soğuk günlerde bile çok fazla terlerdi, deve üzerinde vahiy geldiğinde, deve buna dayanamaz hemen yere çökerdi. Mekke'de vahyin gelmeye başladığı ilk yıllarda vahiy inerken, Hz. Peygamber sesli olarak inen âyetleri tekrarlardı fakat daha sonra bunu terk etmiştir. Vahyin gelişi anında bilincini kaybetmez, vahiyden hemen sonra, inen âyet ya da sureyi görevlendirdiği vahiy katiplerine yazdırırdı. (Vahiy kâtiplerinin sayısı zaman zaman değişmekle birlikte, yaklaşık kırk kişidir), daha sonra arkadaşlarına okurdu, onlar yazar dileyenlerde hem ezberlerdi. Bir âyet indiğinde, onun hangi surede, hangi âyetten sonra olması gerektiğini belirtir, vahiy katipleri de onu oraya ilave ederlerdi. Vefatından dokuz gün öncesine kadar vahiy indiği için, hayattayken ciltli tek bir kitap haline getirilmemiştir. Hz. Ebu Bekir, halife olduktan sonra bazı bölgelerde dinden dönme (ridde) olayları meydana gelmiş, Yemame savaşında (M.633), 70 hafız şehit olmuştur. Bunun üzerine, Hz. Ömer'in teşvik ve ısrarıyla, Hz. Ebu Bekir, kendisi hafız ve aynı zamanda vahiy kâtibi olan Zeyd bin Sabit başkanlığında bir heyet oluşturmuş, Kur'ânı toplayıp bir kitap haline getirme görevini bu heyete vermiştir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, İbni Kâab Zeyd’e büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Oldukça titiz çalışmalar sonucunda yaklaşık bir yıl sonra Kur'ân-ı Kerim, ciltli bir kitap haline getirilmiştir ama sure sıralarına riayet edilmemiştir.
Ermeniyye bölgesindeki bir savaşta bir araya gelen değişik kabilelerdeki Müslümanların Kur’an’ın kelimelerini değişik şekillerde okudukları haberi üzerine, Hz. Osman’ın emriyle dördü asıl, on iki kişilik bir heyet oluşturulmuş. Hz. Ebu Bekir zamanında yazılan Kur'ân-ı Kerim'e bakılarak çoğaltılmış olan Mushaf, aynı zamanda sure sıraları da Hz. Peygamberin emir buyurduğu gibi düzenlenmiştir. Bu tasnifte ihtilaf edilen kelimelerde Kureyş lehçesine göre yazılmıştır. Bundan sonra Kur’an önemli şehir merkezlerine gönderilmiştir. (H.25/M.646)O dönemde Arap harflerinde nokta ve hareke yoktu, Hz. Muaviye devri Irak valisi Ziyad bin Ebih, Arapçayı bilmeyen Müslümanların, Kur'ân'ı Kerim'i yanlış okumasını önlemek için devrin âlimlerinden Ebu'l Esved Dueli'yi görevlendirmiş. O da kelimelerin sonuna harekeyi belirlemek için nokta koymuştu. Daha sonra Haccac, kâtiplerinden Nasr bin Asım ve Yahya bin Ya’mer’e harflere nokta koymalarını emreder. Harflere ve noktalara bugünkü şeklini veren, Halil bin Ahmet (M.718) olmuştur.Zeyd İbni Said şöyle der:”Kur'ân'ı araştırmağa, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeğe başladım. Tevbe Suresi'nin sonu olan:“Andolsun size kendi içinizden öyle bir elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir. Eğer (inanmaktan) yüz çevirirlerse de ki: 'Allah bana yeter. O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım. O, büyük Arşın sahibidir' âyetini yalnız Ebû Huzeyme el-Ensârî'nin yanında buldum." (Buhârî, Fedâilu'l Kuran, 3, 4 ncü bâblar, Ibn Hanbel, Musned, 1/13; Ebu Dâvûd, Kitâbu'l-Mesâhif, s. 6–7) Zeyd İbni Said ve komisyonda bulunan diğer üyeler güçlü hafız olmalarına rağmen titiz çalışmasından dolayı başka iki şahidin bulunmasını da istemişlerdir. İbni Hacer Askalani “Belki de iki şahitten maksat: Hem ezberlemek hem de yazılı olarak getirmekti.” Der. Ebu Şâme: Zeyd “ Onu Huzeyme’den başkasında bulamadım” demiştir. Yani onu Ebu Huzeyme’den başkasında yazılı olarak bulamadım, demektir.” Der. Doğrusu da budur.Zeyd'in derlediği bu Mushaf, Ebubekir'in yanında kalmış, onun vefatıyla Ömer'e intikal etmiş, onun vefatından sonra da kızı Hafsa'nın eline geçmiştir.Hz. Osman, okuma farklarını ortadan kaldırıp müslümanları bir tek kıraatte birleştirmek amacıyla başka bütün mushafların ve Kur'ân parçalarının yakılmasını emretmiştir. (Beyhekî, es-Sunen, Kitabu's-Salât, 2/42)Hz. Osman'ın, yazdırdığı resmî Mushaf dışındaki mushafların yakılmasını emretmesi, kıraat ihtilâflarını ortadan kaldırmak, müslümanları tek kıraatte birleştirmek, birliği sağlamak içindi. Nitekim Hz. Ali’nin: "Ey insanlar, Osman hakkında aşırı sözler söylemekten, ona 'Mushaflar yakıcısı!' demekten sakının. Vallahi o, mushafları, biz Muhammed'in ashabı önünde yaktı.", "Osman zamanında yönetici ben olsaydım, onun mushaflar hakkında yaptığını ben de yapardım." dediği rivayet edilir.(Kurtubî, 1/54; el-Fethu'r-Rabbânî, 18/34)Nedense Dursun’un Kurtubi’deki bu rivayeti görmek işine gelmemiştir.Hz. Osman'ın, özel mushafları yaktırdığı rivayet edilmektedir ama onun bu emrine uymayıp kendi özel mushaflarını saklayanların bulunduğu da tarihen sabittir. Çünkü Hz. Alî, Abdullah ibn Mes'ud, Übeyy ibn Ka'b'ın özel mushaflarından söz edilmektedir.(Kurtubî, 1/53) (Bu Mushaflara dokunulmamış olmasının nedeni düzgün ve imla kurallarına uygun olarak yazılmış olmalarıdır.)Ebûbekir ibn Dâvûd, özel sahâbî mushaflarındaki farkları Kitâbu'l-Mesâhif’inde toplamıştır. Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Âişe, mushafını görmek üzere gelen bir Iraklıya, özel mushafını göstermiştir.(Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, b. 5, h. 14)Tüm Mushaflar yakıldıysa Hz. Aişe kendi tasnifi olan mushafı nasıl gösterebilmiştir?Hz. Hafsa'ya iade edilmiş olan ana Mushaf da ölünceye dek onun yanında kalmış, Medine valisi olan Mervân ibn el-Hakem, yakmak üzere o nüshayı istemişse de Hz. Hafsa vermemiş, fakat bu mü'minler anasının vefatı üzerine Mervân o Mushafı alıp yakmıştır. (el-Fethu'r-Rabbânî, 18/34)T.Dursun şöyle diyor:Îbn Ömer diyor ki:"Hiçbiriniz, Kur'ân'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki Kur'ân'ın çoğu yok olup gitmiştir. “Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum” desin yalnızca." (Süyûtî, el İtkân,2/32.)Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kurân’la Muhammed'in "vahy kâtipleri"ne yazdırdığı bildirilen Kur'ân'ın aynı olmadığı çok açık biçimde anlatmıyor mu? Kaldı ki îbn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü söylemiştir. Yani Osman döneminde oluşturulan "Mushaf'ın orijinali de yok. O el yazması, dünyanın hiçbir yerinde bulunmuyor." İbni Ömer’İn sözünü alıntı yapan Dursun’a karşı, S. ATEŞ de şöyle diyor:"Konunun içine girmeden önce bu kişinin bol bol yaptığı sinsice bir çarpıtmasına dikkati çekmem gerek:Suyûtî'den aldığı Arapça metinde İbn Ömer'e nisbet edilen sözü, bilerek veya bilmeyerek yanlış çevirmiş. Kendi çevirisine göre îbn Ömer:".......Kur'ân'ın çoğu, yok olup gitmiştir." demiş. Oysa altı çizilen Arapça sözün anlamı öyle değil, farklı. Dursun'un bu metne yaptığı çeviri aslında tamamen yanlıştır. Çünkü yüklemi baştan olumsuz alarak "hiçbiriniz, Kur'ân'ın tümünü aldım demesin" şeklinde çevirmiştir. Oysa yüklem olumsuz değil, vurgulu olarak olumludur. "Biriniz Kur'ân'ın tamamını aldım (elimdedir) diyor," şeklindedir. Devamı "bilemez ki Kur'ân'ın çoğu yok olup gitmiştir" şeklindeki çeviri de yanlıştır.Doğrusu şu: "Tamamını nereden bilecek? Bundan birçok Kur'ân (âyeti) gitmiştir (kaybolmuştur)."Îbn Ömer bu sözüyle, Kur'ân'ın çoğunun kaybolduğunu değil, mevcut Mushaf’tan birçok âyetin gittiğini, yani neshedildiğini anlatmaktadır. Dursun'un çevirisi ile İbn Ömer'in sözü arasında büyük fark var. Çünkü "Kur'ân'ın çoğu" ifadesi başka, "Kur'ân'dan birçok âyet" ifadesi başkadır. Birinde Kur'ân'ın çoğunun kaybolduğu ifade edilirken ikincisinde Kur'ân'dan bazı âyetlerin çıktığı anlatılmış olur. İşte İbn Ömer'in sözü ikinci türdendir." (Gerçek Din Bu, s.124)Basra ve Kufe’de bile görülmeyecek kadar büyük âlim(!) olan Dursun her zaman ki gibi cümleyi yanlış tercüme etmiş, hatta tercümeden öte İbni Ömer’in maksadını anlayamamıştır.
1.2-Kur’an’ı Kerimde bazı ayetler neshedilmiş yani önce Peygambere inmiş daha sonra ise hükmü kaldırılmıştır. Buna niye gerek vardı acaba? Dursun’un iğneli bir üslupla bazı yazılarında yazdığı gibi Allah fikir mi değiştirmişti?İslam’dan anlamayan bir kişinin soracağı böyle basitlikte ki soruya verilecek cevap şudur:Hayır! Yüce Allah fikir değiştirmez, Kur’an bu üslubuyla tedriciliği yani kolaydan, zora doğru eğitimi insanlara öğretmektedir. Aynen Hz. Aişe’nin dediği gibi “…İnsanlar Müslümanlığı kabul ettikten sonra helal ve harama dair ayetler indi. İlk evvel “içki içmeyiniz” tarzında ayet inseydi “içkiyi terk etmeyiz” diyecek yahut ilk evvel “zina etmeyiniz” tarzında ayet inseydi, herkes “zinayı terk etmeyiz” diyecekti…” (Buhari, telifü’l-Kur’an Babı) Günümüz modern eğitiminde de yerini almış olan bu metot, daha o zamanlarda topluma yön veriyordu. Hükmü kalkan o emirlerin büyük bir bölümü yine Yüce Allah’ın emriyle Kur’an’da yer almadı.
2- Resmî Mushaf Dışındaki Mushaflar Neden Yakıldı?
2.1-Özel mushafların yakılmasının temel nedeni, Kur'ân üzerinde bir düşünce ayrılığının doğmasını önlemek idi. Henüz gelişmemiş, noktasız ve harekesiz olan o zamanki Arap yazısı ile tutulan notların, aynen Peygamber'den duyulduğu biçimde okunması da çok zor idi. İşte bundan ötürüdür ki okuma farkları baş göstermişti.
2.2-Kur’an'ı yazan Müslümanlar, anlamını bilmedikleri kelimelerin yanına Peygamberden duydukları anlamları da yazıyorlardı. Bu ileride büyük karışıklıklara neden olacaktı.
2.3-Kişilerin, kendi kendilerine tuttukları notları, evlerinde veya herhangi bir yerde okurken yanılabilmeleri mümkün idi. İşte bu yanılmalardan ötürü bazı kelimelerin okunuşunda farklar doğmuştu. Kimi bir kelimeyi hitap kipiyle okurken, kimi de onu üçüncü şahıs kipiyle okumuştu.Bu farkları ancak uzmanlardan oluşan bir komisyon ortadan kaldırabilirdi. İşte bu iş, ilk olarak Ebubekir zamanında yapıldı. Titiz bir çalışma ile Kur'ân'ın sûreleri derlendi, bir araya getirildi. Fakat sûre denilen bu bölümler, esaslı bir sıraya konmamış, derlenen parçalar, rast gele bir araya getirilip bir cild (Mushaf) halinde bağlanmıştı. Bu Mushaf, özel nüshalardan farklı idi. Çünkü özel nüshaların kiminde sûreler iniş sırasına göre dizilmiş, kiminde böyle bir metot izlenmemişti.Böylece Peygamber'e vahyedilmiş olan bütün Kur'ân âyetlerini ve sûrelerini içeren Mushaf yazılmış oldu. Bu Mushaf çoğaltıldı, biri Başkent Medine'de bırakıldı, ötekiler, eyalet merkezlerine gönderildi.
2.4-Resmî Kur'ân'dan az da olsa farklı birtakım özel Kur'ân nüshaları durdukça Kur'ân üzerindeki ihtilâflar sürüp gider ve hattâ büyürdü. İşte böyle bir ihtilâfı önlemek için özel Mushaflar yakıldı.
2.5-İkinci derlemede meydana gelen Kur'ân nüshasının, diğerinden farkı birinci derlenen Mushaf’ın sûreleri bir sıraya konmamıştı. İşte Osman zamanında kurulmuş olan komisyon, daha titiz ve daha rahat bir çalışma ile Kur'ân'ın tüm âyetlerini ve surelerini derleyip Hz. Peygamber’in işaret ettiği gibi yerli yerince konmuştur.
2.6-Hz. Osman zamanında yapılmış olan derleme, Peygamber'in yazdırdığı Kur'ân'dan farklı olsaydı, Osman'dan sonra halîfe olan Hz. Alî, kendi özel Mushafını resmîleştirir, Osman Mushafını yürürlükten kaldırırdı. Oysa öyle yapmamış, kendi Mushafını muhafaza etmekle beraber resmîleştirmemiş, Osman Mushafını resmî Muhsaf kabul etmiştir. Bu durum da mevcut Mushafın, asıl Kur'ân'a uygunluğunu gösterir.Hz. Âlî Mushafını görmüş olanlar, onun-sûrelerinin iniş sırasına göre düzenlenmiş olmakla beraber-içerikte Osman Mushafının aynı olduğunu söylemektedirler. Sadece sayısı pek az bazı kelime farkları vardır. Bunlar da anlam değişikliği yapmayan sinonim kelimelerdir.
2.7-Resmî Mushaf'tan ayrı olarak meydana getirilmiş olan özel nüshalar yakılmış olmakla beraber, bunlardan bazıları saklanarak sonraki kuşaklara intikal etmiştir. Bunları görenler, bunlarla resmî Mushaf arasındaki farkları tesbit etmişlerdir. İbn Ebî Davud'unKitâbu'l-Mesâhifi, bu farkları belirtmiştir. Bunlar gözden geçirilince resmî Mushaf ile bu özel nüshalar arasında da temelde bir fark olmadığı, sadece ufak tefek bazı kelime farkları bulunduğu, çok az olan bu farkların da bir anlam değişikliği yapmadığı görülür. Bu durum da resmî Mushafın, Peygamber’in okuduğu Kur'ân olduğunu kesin bir biçimde ortaya koyar.
3- Hz Peygamber Devrinde Kaç Hafız vardı
3.1-T.Dursun, Peygamber zamanında en iyi ihtimale göre 7 hafızın olduğunu söylüyor ve bunu bir rivayete dayandırıyor.Hz. Peygamber zamanında sadece 7 hafız varsa Peygamberin vefatından bir yıl sonra yapılan Yemame savaşında nasıl oluyor da 70 sahabe şehid düşüyor? Yirmiüç yıl süren Peygamberlik döneminde ki hafız sayısı 7, Hz. Peygamberin vefatından bir yıl sonra sadece Yemame savaşında 70hafız öyle mi? Bi’ri Maune olayında 70 hafızın şehid düştüğü göz önüne alınırsa 7 rakamının gerçekçi olmadığı anlaşılır.O rivayet muhtemel ki Medine’de bulunan hafızlar için söylenmiştir. Diğer şehirlerdeki hafızlar bu sayıya dahil değildir.
3.2- Mesela, bir sahabe 1-10 arasında ki sureleri ezbere biliyor, bir başkası 5-13, bir diğeri de 10-20…arası sureleri biliyordu. Bunların ortak bildikler sureler hesaba alındığında sadece Medine’de bile aynı sureleri bilen Müslüman sayısının ne kadar çok olduğu ortaya çıkar. Veda haccında yüzbin müslümanın Hz. Peygamberi dinlediği göz önüne alınırsa nasıl bir rakamın ortaya çıkacağı gün gibi aşikârdır.
4.1-Çevre ülke, şehir ve kasabalara dağılan Hz. Peygamberin arkadaşları gittikleri yerde öğrencilerine Kur’anı ve Peygamberin sünnetini öğretmişlerdir. Eğer onların bildikleri, tertip edilen Kur’an’dan farklı olsaydı mutlaka farklılıklar olurdu? Ama Dünyanın neresine gidilirse gidilsin farklılık yoktur.
4.2-“Kur’an’ın aslı yakıldı” diyerek gerçek Kur’an’ın ortada olmadığını iftirasını atanlar, o devir müslümanlarının ezberledikleri surelerin hafızalarının nasıl silindiğini açıklamak durumundadırlar. Demek ki Hz. Peygamberden dinledikleri Kur’an’la aynıydı ki itiraz etmediler.
4.3-O devirde yaşayan Müslümanlar, günümüzde İslam’a, Hz. Peygambere en küçük bir hakarette ayaklanan Müslümanlardan daha mı duyarsızdılar ki Kur’an’ın aslı yakılırken(!) hiçbir itiraz ve tepki göstermeyip sineye çektiler?
4.4-İbni Hacer Askalani’ye göre, Osman diğer nüshaları yakmamış, okunmasını düzeltmiş, düzelmesi mümkün olmayanları toplamış, yanlış okumaya, hatalı okuyuşa meydan vermemek için bozmuş suyla silmiştir. Noktasız “Haraga” kelimesi yakmak anlamına gelir, “Haraga” noktalı olarak yazılırsa yırtmak anlamına gelir. Düzeltilmesi mümkün olmayan sayfaları yırttı attı demektir.
4.5-Kâfirlerin akıl hocalarından olan oryantalistlerden Schwally, Hz. Osman’a isnad olunan bu yakma işini çok şüpheli bulur.
5.1-Dursun, Müslümanlardaki bulunup ta diğer milletlerde olmayan icazet metodundan habersiz anlaşılan. Prof. M. Hamidullah şöyle der:“Kur'an'ın bütün metnini ezberleme alışkanlığı Hz. Peygamber (s.a.) zamanından başlar. Halifeler ve İslâm devlet reisleri daima bu alışkanlığı teşvik etmişlerdir... Başlangıçtan beri müslümanlar bir eseri müellifinin veya icazetli bir talebesinin huzurunda okumayı ve karşılaştırmayı, zamanında gerekli düzeltmeler yapılmış ve tesbit edilmiş metnin rivayeti için yazılı iznini (icazetnamesin) almayı âdet edinmişlerdi. Kur'an'ı ezberden okuyanlar yahut sadece yazılı metni yüzünden okuyanlar da aynı şeyi yaptılar ve bu itiyat günümüze kadar böylece devam etti. Bu işin dikkat çeken yönü şuydu: Her üstad kendisi tarafından verilen icazetnamede talebesinin yalnız okuyuşunun doğruluğunu değil, aynı zamanda kendisinin üstadından işittiği okuyuşa uygun olduğunu açık bir şekilde söyler ve kendi üstadının da üstadından bunu böyle okuduğunu ve talebesine öyle öğrettiğini zikrederek zincir Hz. Peygambere (s.a.) kadar devam ederek götürülür. Bu satırların yazarı Kur'an'ı Medine'de şeyh Hasan eş-Şair'den okudu ve aldığı icazetnamede diğer bilgiler arasında üstadların ve üstadların üstadlarının zinciri nihaî kısımlardaki üstadın aynı zamanda Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbn Mesud, Hz. Übey İbn Kâab ve Hz. Zeyd bin Sabit'den (ki hepsi ashabdandırlar. Allah Cümlesinden razı olsun) okuduğunu kayıt eder. Hafızların sayısı dünyada şimdi yüzbinlerle sayılmaktadır, ve metnin kopyaları (yani Kur'an-ı Kerîm'in aslî nüshaları) dünyanın her tarafında bulunur ve birinin metniyle diğerinin metni arasında kafiyen fark bulunmaz. Bu kayda değer bir noktadır ki, hafızların hafızalarındaki Kur'an ile eldeki Kur'an metni arasında hiç bir ayrılık yoktur. (İslam Giriş, Prof. M. Hamidullah, s.42)
6.1-“İbn Mesud'un "Mushaf'ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nâs sureleri de, Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti, kitabında, Bakara Suresinin Ahzab Süresiyle aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor.” Diyen Dursun’un, 1505 yılında Mısır’da ölen C. Es-Suyuti’nin zamanına kadar İbni Mesud’un mushafının değişmeden nasıl geldiğini açıklaması gerekirdi?
6.2-İmamı Nevevi, Müslim şerhi Şerhi Mühezzeb’te: Bütün Müslümanlar felak-nas ve Fatiha’nın Kur’an’dan olduğunda ittifak ve icma etmişlerdir. Onların Kur’an’dan olduğunu inkar eden kafir olur. İbni Mesud’dan rivayet edilen şey batıldır ve doğru değildir. İbni Hazm, Fahreddi Razi’de bunun bir yalan ve iftira olduğunu söyler.
6.3-Dr. Muhammed İbni Lütfî es-Sabbâğ, "Lemehât fî Ulûmi'l-Kur'ân" adlı kitabında; "Osmanî Mushaflar şimdi nerede?" başlıklı kısımda şöyle diyor.
..Hicri 614 yılında ölen İbni Cübeyr, Seyahatnâme'sinde, Dımışk Câmi'inden söz ederken şunu zikretmiştir.“Mısırdaki yeni maksurenin doğu rüknünde (köşesinde) büyük bir dolap (hazâne) vardır ki içinde Osman'ın mushaflarından bir mushaf bulunmaktadır. O Osman'ın Şam'a gönderdiği mushaftır. Dolap her gün nazmın ardı sıra açılır. İnsanlar ona dokunup öpmekle teberruk ederler. Onu uğurlu sayarlar.” (el-Burhan, 1/235-el-İtkan, 1/60)İbni Faldan el- Ömeri Ö.Hicri 749) de Dımışk’ta bir mushaf görmüştür. Onun Osmani mushaflardan biri olduğunu anlatıp “Onun sol tarafında, müminlerin emir Osman ibni Affan’ın hattıyla “Osmani mushaf” diye yazılı olduğunu söylemiştir. (Mesalikü’l-Ebsar fi memaliki’l-Emsar, 195)İbni Batuta, Şam’daki nüshadan ayrı Basra’da Osmani mushafından bir tane daha gördüğünden bahseder. (Rıhletü İbni Batuta, 1/116)Dr. Abdurrahman eş-Şehbender demiştir ki: Dımışk-ı Şam'da bu Osmânî mushaflardan bir nüsha elde ettim. Maalesef onu, otuz yıl önce Emevî Camiini yakıp kül eden yangında ateş telef etmiş." O, bu sözü, M. 1922 yılının Nisan ayında yazmıştır. (Müzekkirât-ı Abdurrahman eş-Şehbender, s. 34)Üstad el-Kevserî'nin zikrettiğine göre; Şeyh Abdulhakîm el-Efgânî (ö.H. 1326-M.1908), ölümünden önce bu Osmânî Mushaf'ın resmine (yazı ve imlâsına) uygun bir mushaf kopya etmiştir.Kevserî, bu Osmânî Mushaf'ın, Birinci Dünya savaşı sırasında İstanbul'a nakledildiği zannındadır. Efgânî'nin kopya ettiği mushafın ise Dımışk'taki adamlarından birinde mahfuz olduğu zikredilmiştir. (Makâlâtu'l-Kevserî, s. 12)Yine Kevserî, Küfe Mushafının, Humus'ta bulunduğunu ve onun, Birinci Dünya Savaşı sırasında başkent İstanbul'a götürüldüğünü zikretmiş, ancak Humus'ta hangi mescidde bulunduğunu zikretmemiştir.Nitekim Kevserî, Medine'de bulunan Medine mushafının da, Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul'a götürüldüğünü zikretmiştir. ( Makâlâtu'l-Kevserî, s. 12)İstanbul’da “Türk ve İslam Eserleri Müzesinde” şu tarihi mushaflar bulunmaktadır.457 numarada: Hz. Osman imzasını ve hicri 30 yılını içeren Mushafı Şerif.557 numarada: Hz. Ali’nin imzasını içeren Mushafı Şerif.458 numarada: Hz. Ali’nin yazısı olduğu belirtilen Mushafı Şerif.Hz. Ömer’e nisbet edilen ve ceylan derisine yazılmış, tahtaya yapıştırılmış bir Kur’an sayfası. (Ulumu’l-Kur’an,187–190)
7.1- C.es-Suyuti'den işine gelen alıntıyı yapan araştırmacı(!)-gazeteci-yazar T. Dursun işine gelen rivayetleri alıp işine gelmeyen rivayetleri okuyucuya göstermeyerek bu meselede de sınıfta kalmıştır.
Bir mucizedir ki nur-i Kur’ân
Durdukça cihan durur numâyan (Ziya Paşa)
KIZ ÇOCUKLARI ÖLDÜRÜLMEDİ Mİ?
Şimdi gelelim T.Dursun’un, “kız çocuklarının diri diri gömülmemiştir” yalanına.Turan Dursun, İslâm’dan önce Araplar arasında kız çocuklarını diri diri toprağa gömmenin yalan olduğunu iddia ediyor. Bunu Kur'ân ifade ettiğine göre demek ki Kur'ân'ın söylediği, gerçeği yansıtmıyor.Böylece Turan Dursun, bütün tarihçilerin kaydettiği bir gerçeği, dolambaçlı yollara dalarak inkâr ediyor.
1.1-Peki, ama böyle bir şey yok ise Kur'ân neden böyle söylesin?
1.2-Kur'ân bunu söylediği zaman, dinleyenler böyle bir şey yok, diye neden itiraz etmemişler.
1.3-Olmayan bir şeyi söylemesi, Kur'ân'a karşı o zaman inanmış olanların da inancını sarsmaz mıydı?
1.4-Turan Dursun, İslâm öncesi şâirlerden Ferazdak'ın şiirinde de geçen bu olayı nasıl inkâr eder? Dursun, bu olayı anlatan şiiri de kuşkulu görmektedir. Ferazdak'a âit dizelerin "sonradan uydurulmuş olduğu düşünülebilir" diyor. Neye dayanarak? Neden uydurulan bu dizeler yalnız Ferazdak'a dayandırılmış öyleyse? Buna gerek olsaydı, A'şâ'ya da bu mealde şiirler yakıştırılırdı. Neden Ferazdak?Turan, vâide' (kelimesi)nin, çocuğunu toprağa gömen kadın anlamına geldiğinden de şüphelenmektedir. Oysa en güvenilir lügatlerden Lisânu'l-Arab'da kelime: " Vede’b-netehu: “Sağ kızını toprağa gömdü." şeklinde açıklanıyor. "Toprağa gömülmüş kıza sorulduğu zaman, hangi günâhından ötürü öldürüldü, diye!" (Tekvîr: 8-9).Turan'a göre:"Araplarda, hem de "yaygın biçimde" yaşandığı ileri sürülen bu olayların olduğu apaçık yalan. Ne bir baba, ne de bir anne burada ileri sürüleni yapar. Bu tür şeyin olması, insan doğasına aykırı olduğu gibi, hayvanlarda bile görülmez, ilkellerde, "çocukların Tanrılara kurban edildiklerini biliyoruz. Ama Araplar, o sıralarda, "ilkellik" dönemini çoktan gerilerde bırakmışlardı, İslam döneminden daha ileri bir uygarlığa sahiptiler. Bunun tersine, yalanlar uydurulmuş olsa da... Kaldı ki burada söz konusu olan "Tanrı'ya kurban" da değil. Aktarmalarda da bu ileri sürülmüyor. Yani "kız çocuklarının, Tanrılara kurban etmek için diri diri gömüldükleri"nden söz edilmiyor. Böyle bir şey, yani "çocuğu Tanrı'ya kurban etme" de hangi dönemde ve nerede yaşanmış olursa olsun; "çok yaygın" değil, tek tük olurdu. "Tanrı'ya kurban etme" durumu da söz konusu olmayınca, işin mantığı büsbütün ortadan kalkıyor. "Kız çocuklarının yoksulluk için, ya da leke sayıldığı için... diri diri gömüldüklerini" ileri sürmek ve bunu kabul etmek, "annelik, babalık" ne demek; bilmemektir. Ayrıca "insan"ı. insanın doğasını tanımamaktır, insanlar, ileri sürülen türden şeyi yapmış olsalardı, türlerini sürdüremezlerdi."Turan'a göre hiçbir anne baba yüreği bunu yapamaz. Doğru, normal anne baba bunu yapamaz. Ama toplum, bunu yapmayı aile şerefinin korunması için gerekli görürse yapar. Merhamet duygusu fazla gelişmemiş ilkel insanlarda bunun yapılması olağandır.Bu uygulamanın,-bütün Araplar arasında, yaygın biçimde yapıldığını, halkın tümünün bunu hoş gördüğünü kimse iddia edemez elbette.Bu uygulamanın, uygarlık düzeyi ileri aşamalara varmış kabilelerde değil, daha ilkel bedevi kabileler arasında görüldüğü muhakkak. Elbette kabilede her aile böyle yapmıyordu. Ama tek tük de olsa bazı taş yürekliler bunu yapıyorlardı. Abdulaziz Çaviş'in ifadesine göre Kureyş ve Kinde gibi bazı Arap kabilelerinde, kızları diri diri gömmeyi güzel işlerden sayanlar vardı. Nitekim "Defnu'l-benât mine'l-mekrumât: Kızları gömmek, güzel işlerdendir." gibi mesel haline gelmiş sözler de bunu kanıtlamaktadır (Anglikan Kilisesine Cevap, 169).Ancak dediğimiz gibi bunun yaygın bir uygulama olduğunu söylemek hatadır. Öyle olsa toplumda kadın kalmaz, toplum inkıraz bulurdu. Bunu bugün uygulanmakta olan kürtajla karşılaştırabiliriz. Çeşitli nedenlerle kürtaj uygulanmaktadır ama bundan herkesin kürtaj yaptığını sanmak hata olur. Masum yavrunun diri diri toprağa gömülmesi veya çeşitli biçimlerde öldürülmesi, toplumun çoğunluğu tarafından hoş karşılanmıyordu. Bundan dolayı, biz, Hz. Ömer'in, müslüman olmazdan önce kızını toprağa gömmüş olduğu yolundaki rivayetin düzme olduğu kanısındayız.Ne var ki yaygın olmasa da bu âdet toplumda vardı ve bunun temel nedeni de aile şerefini korumak, ya da fakirlik endişesi idi. Onun için Kur'ân, fakirlik korkusuyla bu işi yapanlara: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır." (İsra: 31) buyurmaktadır. Demek ki bu uygulama toplumda vardı ki Kur'ân böyle söylüyor.
2.1-Turan Dursun, hiçbir anne babanın böyle bir şey yapamayacağını, bunun doğaya aykırı olduğunu söylüyor. Söylüyor da günümüzde henüz dünyaya gelmemiş de olsa anne karnında gelişimini tamamlamış, dünyaya gelmek için hazırlanmış binlerce çocuğun, kürtaj yoluyla katledilmekte olduğun yine doğurduğu çocuğu öldürüp çöp bidonlarına atan yahut sağ olarak cami duvarına bırakanlar bulunduğunu hiç düşünmüyor. Bunları yapanlar, yaptıranlar anne baba değil mi? Bunları yapan kürtajcılar insan değil mi?Turan Dursun, 244. sayfada kız çocuğunu diri diri gömme ile ilgili olarak Ebû Dâvud'dan bir hadis meali aktarıyor: "Vâide de, mev'ûde de ateştedir." (Kitâbu's-Sunneh, bâb fî Zerâriyyi'l-muşrikîn, 2/532). Ve şu yargıya varıyor:"Kız çocuğunu diri diri gömen kimsenin cehenneme gitmesini anladık ama o zavallı kız çocuğunun cehennemde işi ne? O niye cezalandırılıyor?" diye sorabilirsiniz." diyor.Dursun, işine yarar bulduğu her rivayeti toplamış ve bile bile bunları katıksız doğru saymıştır. Bir kitapta Hz. Muhammed'e nisbet edilen bir rivayet olsun da, sağlam olsun, çürük olsun ona göre fark etmez. Nasıl olsa okuyanlar hadis uzmanı değillerdir. Kimse bunun çürüklüğünü fark etmeyecektir. Böyle düşünmüş ve amacına da ulaşmıştır.Şunu vurgulayalım ki hadisçiler, hadis derlemek için gezmiş, dolaşmışlar bir senede bağlayabildikleri her hadisi, hatta zinciri kopuk da olsa (mürsel) kesik de olsa (münkta’ı) derleyip kitaplarına yazmışlar. Bunların içinde pek çok zayıf, ağızdan ağıza dolaşırken anlamı değişmiş söz, Peygamber'e bağlanmıştır. Bu rivayetlerin içeriği, Kur'ân ile, Hz. Muhammed'in temel düşünce yapısıyla karşılaştırılmadan, sadece rivayet zinciri yönünden kritik edilip alınmıştır.
2.2-Şimdi Kur'ân-ı Kerîm'de kız çocuklarına yapılan bu zulüm, şiddetle kınanırken: "Toprağa gömülmüş kıza sorulduğu zaman, hangi günâhından ölürü öldürüldü, diye?" ifadesiyle yavrunun masumluğu vurgulanırken; Kur'ân'ın tebliğcisi, Kur'ân'ın, masumluğunu vurguladığı yavrunun cehenneme gideceğini söyler mi? Bunu sağduyu kabul eder mi? Bu Kur'ân'a ve Peygamber’in düşünce yapısına aykırı uydurma rivayetler, nasıl Peygamber sözü olarak değerlendirilir? Hele bunun tam tersini söyleyen rivayetler de varsa? İşte İbn Hanbel'in Müsned'inde, bu rivayetin tam tersini söyleyen bir hadis: “Dedim:- Ey Allah’ın elçisi, kim cennettedir? Peygamber (a.s), peygamberler cennettedir, şehid cennettedir, yeni doğmuş çocuk cennettedir ve mev’ude (canlı olarak gömülmüş kız) cennettedir.” (Müsned, 5/58)Yukarıya aldığımız S. ATEŞ’in makalesine ilave olarak:
3.1-Dursun, Tefsirlerde geçen; “Kız çocukları, "yoksulluk yüzünden diri diri gömülüyordu.", "ailelerine leke sayıldığı için diri diri gömülüyordu.", "meleklere katılsınlar diye diri diri gömülüyordu. Çünkü Melekler de Tanrı'nın kızları diye niteleniyordu." ifadelerine değinmiş, aklınca çelişki bulmuş.Ortada bir olay ve bunun değişik sebeplerinin olabileceğini görmezden gelmiştir. Kürtaj bir vakıadır. Sebebi ise, a-Çocuğa bakamama endişesi olur.b-Gayrimeşru ilişkiden dolayı olur.c-Aileye kabul ettirememekten olur.d-Tecavüzden olur.e-İyi bir eğitim veremeyeceği endişesinden dolayı olur.f-Kocası ya da kendisi istemediğinden olur…Herkes kendi gerekçesini üretir ama Dursun’un gerekçe çelişkisi kendi problemi olarak kalır.
3.2-"Melek" son derece "kutsal bir varlık" görüldüğüne göre, kız çocuğu ailesi için "leke, utanç verici" olamaz. Diyen Turan, değişik kabilelerin değişik gerekçesi olabileceğini aklına bile getirmek istemiyor ya da düşünemiyor.
3.3-Din etnologu(!) da olan ve Tanrılara “darı” ikram ettiren Dursun, "çocukların Tanrı’lara kurban edildikleri"ni biliyoruz, ama "çok yaygın değil, tek tüktü” diyor. M.S.640’lı yıllarda Mısır’da, Nil’e genç kız atılarak, adak yapıldığından haberi de yok.
4.1-“Tefsirler, Ferezdak'ın iki dizesi üzerinde durur. Ne var ki, tefsirlerde bu iki dizi de hep aynı sözcüklerden oluşmuyor, iki dizi de değişik biçimde yer alıyor, diyen Dursun kendisi 2000’e doğru dergisinde yazdığı yazıları kitaplaştırmak için tekrar gözden geçirip, bazı çıkarmalar ve ilaveler yapabiliyor. Bu normalde, 1500 sene öncesine ait olan Ferezdak’ın şiirlerinde aynı kelimelerin olmaması garip öylemi? İlginç, doğrusu?
5.1-Şimdi de Hamdi Yazır merhum’un dediğine bakalım: MEV'ADE: Küçükken diri olarak gömülüp öldürülen kızcağız demektir ki, “V’ed”den müştaktır. Ve'd, aslında evd gibi ağır basmak mânâsıyla alâkadar olup Câhiliyye Arablarının kız çocuklarını diri diri kabre gömmek âdeti şemalarına denilir. Müfessirînin beyan ettikleri veçhiyle Câhiliyye Arabları'nda bu çirkin âdet şayi' idi ve bunu türlü türlü yaparlardı. Kimisi, kızlar yüzünden bir ar gelmek korkusiyle yapar, kimisi, züğürtlük ve besleyememek korkusiyle yapar, kimisi de, Melâike Allah'ın kızlarıdır dediklerinden dolayı kızlarını da Melâikeye ilhak etmek üzere Allah'a daha lâyıktırlar diye yaparlardı. Alûsî'nin beyanına göre bir değil, birçokları zikr etmiştir ki: Bir adamın bir kızı doğduğu vakit, onu öldürmeyip berhayat bırakmak istediği surette ona yünden veya kıldan bir cübbe giydirir badiyede koyun veya deve güttürürdü. Öldürmek istediği takdirde de bırakır altı yaşlarına doğru gelince anasına: “Bunu, temizle, süsle, hısımlarına gezmeye götüreceğim” der. Hâlbuki sahrada bir kuyu kazmıştır onu oraya götürür. «Bak şunun içine» der. Sonra arkasından iter ve üzerine toprağı yığar, kuyuyu arz ile dümdüz edene kadar örterdi. Bir de gebe kadın vakti yaklaştığı zaman bir kuyu kazar, ağrısı tutunca başına gider, kız doğurursa onu, onun içine atar, oğlan doğurursa alıkordu denilmiştir. Kamus şârihi der ki: “Cahiliyyede Arablar, kız evlâdını açlık veya ar gelme korkusunda kabre defn ederlerdi. Bâzıları açlık korkusuyla oğlanı dahi defn ederlerdi “"Toprağa gömülmüş kıza sorulduğu zaman, hangi günâhından ötürü öldürüldü, diye!"” ol babda” nazil oldu.” Mısır müftîsi Abduh, burada şöyle demiştir: “Bak şu kasvete, şu katı yürekliliğe, şu fakr-u âr korkusundan başka bir günahı olmayan ma'sum kızcağızları öldürmek vahşetine ki, Arab'ın kalbine müslümanlık karıştıktan sonra nasıl merhamet ve şefekate mübeddel olmuş, İslâm bu çirkin âdeti temamen mahvetmekle bütün insaniyyete ne büyük bir ni'met olmuştur.”Âlûsî, Bezzar, ve “Künâ”da Hâkim ve “Sünen”'de Beyhakî, Hazret-i Ömer ibn Hattab radıyallahü anh'den rivayet etmişlerdir. Demiştir ki: “Kays ibn Asım-ı Temîmî, Resulullah'a geldi de: “Ben, dedi, Cahiliyye de sekiz kızımı ve'd ettim.” Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem, “Her birinden bir rakabe azâd et” buyurdu. O: “Ben, dedi, deve sahibiyim.” “O halde, buyurdu, her birinden bir bedene hedy et.” “İslâm makeblini keser atar” olmasına nazaran bu emir, tevbenin sıhhatinde vücub için olmayıp nedb için olmak gerektir. Ve bunda ve'din pek büyük cinayet olduğuna ayrıca bir tenbih vardır. Maamafih Arablar, içinde ve'di çirkin görenler de vardi. Ferezdek'in dedesi Sa'saa ibn Nâciyete'l-mücaşî, kavmi Benî Temîm'den mevûdeleri fidye ile kurtarırdı, Ferezdek, şu beytinde;
“Dedem hakkı için ki, çocuklarını gömen vâ'ideleri men'etti.
O suretle gömülecek olanı ihya etti de gömülmez oldular.”
Diye onunla iftihar etmiştir. Taberânî, müşarünileyh Sa'sa'a'dan şöyle rivayet eylemiştir: “Ya Resulâllah! Dedim, ben cahiliyyede bâzı ameller işledim onlarda bir ecir var mıdır? Üçyüz altmış mev'ûdenin hayatını kurtardım. Her birini iki uşera' naka ile iştira ederdim. Bunlarda bana bir ecir var mıdır?” Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem buyurdu ki: “Sana, onun ecri var. Çünkü Allah Teâlâ, sana İslâm'ı in'âm buyurdu” demiştir.Ve'd denilen bu büyük cinayetin hâsılı, evlâdını öldürmekten ibaret olduğu ve bunun en çok sebebi fukaralık ve besleyememek korkusu bulunduğu için Sûre-i En'am'da, "Yoksulluk yüzünden evlâdınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkınızı Biz veririz." (En'âm 6/151) Sûre-i İsra'da "Bir de züğürtlük korkusuyla evlâdlarınızı Öldürmeyin, onlara da rızkı Biz veririz size de, elbette onları öldürmek büyük bir cinayet bulunuyor." İsrâ 17/31) âyetleriyle de defeat ile nehy olunduğu gibi Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem kadınlardan bey'at alırken, "Ve evlâdlarını öldürmeyecekler." (Mümtehine-60/12) evlâdlarını katl etmemek kaydının da tasrih olunduğu Sûre-i Mümtehane'de geçmişti. Bu âyetlere nazaran yalnız gömmek suretiyle değil, her hangi bir suretle olursa olsun evlâdını âmden öldürmek de böyle büyük bir cinayettir. Onun için, “büyük hata” buyurulmuştur. Şu halde iskat-ı cenîn, kasden çocuk düşürmek dahi evlâdını katletmek olduğu için aynî mahiyyette bir katil cinayeti olduğu unutulmamak lâzım gelir. Câhil bedevilerin ve'd vahşetlerini, dinlerken tüyleri ürperen Medenîlerin iskatı cenîn cinayetlerinden yüzleri kızarmamasına da, ne kadar teessüf olunsa azdır. Hattâ azlin bile bir ve'd-i hafi olduğu hakkında bir hadîs-î şerif mervidir. İmam Ahmad, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, İbn Mace, Taberânî ve İbn Merduye, Huzâme bint Vehb'den rivayet etmişlerdir ki, Resulullah sallâllahü aleyhi vesellem Hazretleri'ne azilden sual olundu: “O, ve'd-i hafidir.” buyurdu demiştir. Bundan dolayı azlin de hürmetine kail olanlar olmuşsa da, Fıkıhda kerahet olması tahkîk olunmuştur. Çünkü nesli kesmeğe bir yol, bir sû-i isti'mâldir. Azl, ve'd-i hafî olunca hilkati tebeyyün etmiş cenînlerin iskatı ve yeni doğan yavruların itlafı gerek tesebbüb ve gerek mübaşeret i'tibariyle ve'd-i celîye mübaşeret veya tesebbüb mânâsında, "Evlâdlarınızı öldürmeyin." (İsrâ-17/ 31) nehy-i sarihinin hükmü dahilinde haram bir cinayet olduğunu anlamak kolay olur. Şayan-ı dikkattir ki, burada tezvic-i nüfustan sonra mes'uliyyet vakti ihtar olunurken ve'din ve bigayri hakkın katl-i nüfusun mes'uliyyetindeki ağırlık anlatılmak üzere evvel emirde hâmîsi yok farz edilen mev'ûdenin suali tasrih olunmuş ve bunun evvelâ katile değil, kati olunan ma'sum kızcağaza sorulacağı anlatılarak, "Mev'ûdeye sorulduğu vakit ki hangi günahla katledildi." Tekvir-81/8-9) buyurulmuştur. Cinayetin sebebi doğrudan doğruya cânîye sorulmayıp da davacısı olan masum mev'ûdeye sorulması o ve'di yapan katilin vicdanını sızlatacak ve hamisiz gördüğü mazlumun karşısında mağlûbiyyetini duyuracak ve haksızlığını bütün mânâsiyle tanıtarak hakkın huzurunda hiç bir müdafaaya kadir olamayacak vech ile gayz ve ukubete istihkakını anlatacak şiddetli bir ihtar ve tariz vardır ki, buna, tebkît tâbir olunur. Nitekim Nasârâ muvacehesinde Hazret-i İsa'ya, "Hem Allah buyurduğu vakit: “Ey Meryem'in oğlu İsâ! Sen mi dedin o insanlara; "beni ve anamı Allah'ın yanında iki ilâh edinin" diye?" Maide 5/116) diye sorulması da Nasârâ'ya bu kabîlden bir tariz ile tebkîttir. Bundan başka her türlü amellerin hesabı rü'yet olunacağı da şununla anlatılıyor. (Hamdi Yazır, Hak dini, Kur’an Dili 8/433-436)Yukarıda ki metinden de anlaşılacağı üzere Hamdi Yazır, Ferezdek’in şiirinden hareketle,erkeklerin öldürmediğini değil, kadınların daha çok öldürdüğüne işaret ediyor.Ama bu alanda kafa yormaya gerek yok. Nasıl olsa hepsi bir "yalan" üstüne kurulu. diyen Dursun’un dediği gibi fazla kafa yormaya gerek yok. Nasılsa Dursun’un dediklerinin hepsi “yalan ve saptırma üzerine kurulu”
GARÂNÎK OLAYI VEYA ŞEYTÂN ÂYETLERİ
T. Dursun, Salman Rüşdü'nün ortaya attığı "Şeytan Âyetleri" meselesine de “değinerek” bunların gerçek olduğunu iddia ediyor. Kur’an’ın, yakıldığı söyleyen bir kişinin kalkıp “Şeytan Âyetleri" gerçektir demesi oldukça ilginç bir olaydır. Zaten Turan, Kur’an’a ve İslam’a saldıran kim olursa olsun doğru ya da yanlış onun şiddetli müdafaacısıdır.Hacc Suresi'nin 52. ayetinin, bunu izleyen âyetlerin ve bu âyetlere ilişkin aktarma ve yorumların tanıklığıyla "Şeytan Âyetleri" olayı bir gerçektir. Kaynak, ileri sürüldüğü gibi yalnızca Taberi değildir. Taberi'den 150 yılı aşkın bir zaman önce yaşamış olan îbn Ishak'ın es-Sire’sinde de olay yer alır. (Bkz. Siretü İbn İshak, yay. Muhammed Hamidullah, fıkra: 219.) Bunun yanında bir başka gerçek, laik ve özgür düşünen insan -ki Salman Rüşdü de böyle bir insandır- "din kutsallıklarımın çerçevesine sokulamaz. Bunu yapma yolundaki "din terörü" karşısında korkmadan, yılmadan yeterince savaşım verilmelidir artık.Yukarıdaki cümleler Dursun’a ait buna karşılık verdiği kaynaklar ve kaynaklardaki bilgiler doğru mu, İbni İshak’ın “Sire’si nasıl bir kitap ona bakalım, S. ATEŞ söyle diyor: “Dursun, olayın, İbn İshâk’ın Sîre'sinde yer almasını doğruluğunun kanıtı saymaktadır. Şimdi bu İbn İshak hakkında hadîs bilginlerinin görüşlerini verelim:Dârekutnî gibi büyük hadisçiler, bunun rivayetlerini vâhî, son derece sakat görmüşlerdir. Zehebî: "Sîresini, rivayet zinciri kopuk, tanınmayan, bilinmeyen şeylerle, yalan şiirlerle doldurmasından başka bir günahını bilmiyorum" diyor. Nesâi ve başkaları, İbn İshak için "Sağlam değildir", Dârekutnî: "Sözleri kanıt olamaz", Süleyman et-Teymî, Hişâm ibn Urve: "Yalancıdır", imam Mâlik: "Deccâllerden biridir!",Hammâd ibn Seleme: "Zarurî olmadıkça İbn İshak’tan rivayet etmedim"; Yahya el-Kattân: "Muhammed ibn Ishâk'ın yalancı olduğuna tanıklık ederim." demişlerdir.Kendisine onun yalancı olduğunu nereden bildiği sorulan Yahya, bunu Vüheyb'in söylediğini, ona da Mâlik ibn Enes'in söylemiş olduğunu, ona da Hişâm İbn Urve'nin söylediğini anlatmıştır:İbn İshâk, Hişâm'ın karısı Münzir kızı Fâtıma'dan hadis rivayet etmiş. Oysa Hişâm henüz yedi yaşında iken bu kızla evlenmiş olduğunu, o günden beri karısı Fâtıma'nın, hiçbir erkek yüzü görmediğini anlatmıştır. Böyle iken İbn İshâk, ondan rivayet naklediyor.Hatîb-i Bağdâdî'nin tespitine göre İbn İshâk, gaza (savaş) haberlerini vaktinin şâirlerine gönderir ve onlardan bu olayların temasına uygun şiirler yazmalarını istermiş ki o şiirleri, olaylara eklesin. (Mîzânu'l-İ'tidâl: 3/468-471).Şimdi yalancılığı ile ün yapmış böyle bir adamın kitabında bu olayın anlatılmış olması, doğruluğunu mu gösterir? Kaldı ki İbn İshak’ın Sîre’sinde, şeytân âyetlerinden söz edilmez.Yazar, olayın bir bölümünün, Buhârî'de de yer almış olduğunu söylüyor. Oysa Buhârî'de yer alan, şeytân âyetleri olayı değil, sadece ilk sûrelerden olan Necm Sûresini dinleyen müşriklerin, sûrenin cazibesine kapılıp müslümanlarla birlikte secde etmiş olmalarıdır, işte Buhârî'nin rivayeti:“İçerisinde secde (ayeti) olup indirilen ilk sure Necm suresidir. Rasulullah (a.s) ve arkasında olan herkes secde etti. Ancak secde etmeyen bir kişi vardı o da yerden bir avuç toprak alıp ona secde etti. Daha sonra onu kâfir olduğu halde öldürüldüğünü gördüm.” (Buhârî, Tefsîr, Necm Sûresi: 65/54) (Tercüme tarafımızdan yapıldı R.G.)Olay nedir? Önce bunu kısaca anlatalım:Kavminin kendisinden yüz çevirmesine son derece üzülen Peygamber (s.a.v.), Allah'tan, kendisiyle kavminin arasını uzlaştıracak bir şeyin (vahyin) gelmesini ve böylece kavminin inanmasını çok arzu ediyordu. Bir gün Kureyş’in kalabalık bir meclisinde oturmuştu. O gün Kureyş’in kendisinden uzaklaşmalarına sebeb olacak bir şeyin inmemesini istiyordu. Yüce Allah “Aşağı kayan yıldıza andolsun” sûresini indirdi. Allah'ın Elçisi (s.a.v.) sûreyi okuyup: “Gördünüz mü Lât ve Uzza’yı ve üçüncüsü olan Menat’ı?” âyetine gelince şeytân, onun diline "Şu yüce turnalardır ve onların şefaati umulur” sözlerini attı. Kureyşliler: "Muhammed bundan önce hiç tanrılarımızı hayır ile anmamıştı" dediler. Peygamber okumasına devam edip sûreyi bitirince secde etti, onlar da müslümanlarla birlikte secde ettiler. Akşam olunca Cebrail Peygamber'e geldi: "Sen ne yaptın, benim Allah'tan sana getirmediğim, söylemediğim şeyi insanlara okudun" dedi. Yüce Allah: "Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik ki o, temenni ettiği zaman şeytân onun ümniyyesine (bir düşünce) atmış olmasın..." âyetini indirdi. (Câmi'u'l-beyân: 17/87; Mefîtihul-ğayb: 23/49-50; İbn Kesîr, Tefsir: 3/230.)Olayın ve rivayetin genişçe tahlilini yapan S.ATEŞ şöyle devam ediyor:
1.1-Hac süresindeki bu âyetin, bu olayla ilgili olarak inmesi mümkün değildir. Çünkü Ğarânîk uydurmasının bağlandığı Necm sûresi, Mekke'de inen ilk sûrelerdendir. Oysa Hac Sûresi, Medîne devresinin sonlarına doğru inmiştir. 88. sırada yer alır.
1.2-Bu hadis, Said ibn Cübeyr yoluyla İbn Abbâs'tan, Ebu Ma'şer ve Yezîd ibn Ziyâd yoluyla da Muhammed ibn Ka'b el-Kurazî'den rivayet edilir. Ama Hz. Peygamber'e kadar giden kopuksuz bir senedi yoktur. Bu rivayeti Kelbî de Ebû Salih yoluyla İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Ama Kelbî itimâda şayan görülmez. Sağlam hadîs mecmuaları bu rivayeti almamışlardır. Kadî İyâd, Râzî ve birçok âlim bunun uydurma olduğu kanısındadırlar. Çünkü bunu Peygamber'in masumluğuna, şeriatın korunmuş olma vasfına aykırı görmektedirler.
1.3-Turan Dursun, bu olayın, îbn Hacer Askalânî tarafından doğrulandığını söylüyor ki bu, yanlıştır. îbn Hacer, bu konuda Kirmânî'nin şu sözünü naklediyor: "Bu secde olayının, Peygamber'in okuması sırasında, şeytanın attığı sözler sebebiyle vuku bulduğu şeklinde söylenen söz, ne akıl ne de nakil bakımından doğru değildir." (Fethu'l-Bârî: 8/614)
1.4-Hac Sûresinin: "Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik ki o, temenni ettiği zaman şeytân onun ümniyyesine (bir düşünce) atmış olmasın. Fakat Allah, şeytânın attığını siler, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırır." (Hac: 52)Âyette geçen temenni, bir şeyi arzu etmek demektir ki, felsefede buna ideal denilir. Buna göre şeytân, peygamberin gerçekleştirmeğe çalıştığı ideali, karıştırmak istediği düşüncelerle bozmağa çalışır, demektir. Fakat çoğunluğun kanısına göre temennî, ezberden okumak anlamınadır. Buna göre âyette her peygamber, kendisine gelen vahiyleri okuduğu zaman, mutlaka şeytânın, onun okumasına bozuk düşünceler katmaya çalışacağı, fakat Allah'ın, şeytanın attığı düşünceleri silip, vahy âyetlerini yerleştireceği anlatılmaktadır.
1.5-İbn Hacer, âyetin tefsirinde şeytânın düşünce attığı hakkındaki görüşleri sıralıyor. Bu rivayetlerin hepsinin ya zayıf veya kopuk olduğunu, ancak rivayetlerin çokluğunun, bu olayın bir aslının bulunduğunu kanıtladığını söylüyor. Daha sonra Ebûbekr ibn el-Arabînin ve Kadî îyad'ın, anlatılan bu olayın düzme olduğu hakkındaki görüşlerini veriyor:lbnu'l-Arabî şöyle diyor: "Taberî, asılsız birçok rivayet aktarmıştır. Bunların aslı yoktur..." Kadî lyâd da: "Sağlam hadîsçilerin hiçbiri, bu olayı sağlam, kopuksuz bir zincirle nakletmemiştir. Bu rivayetin aktarıcıları zayıf, rivayetleri karmakarışık, senedi (rivayet zinciri) kopuktur... Bu rivayetin dayandırıldığı tabiînin ve müfessirlerin hiçbiri, rivayet zincirini vermemişler, bunu herhangi bir sahâbîye dayandırmamışlardır. Bu konuda tabiîlere varan rivayet yollarının çoğu zayıftır, çürüktür. Bezzâr, bunun anlatımı doğru olan hiçbir yolu yoktur. Bir tek Ebû bişr'in, Saîd ibn Cübeyr'den rivayeti anılabilir ama o da sahâbilere varmaz. Kelbî ise rivayeti caiz olmayan, çok zayıf (güvensiz) bir kişidir. Şayet bu rivayet doğru olsaydı, müslüman olanların çoğunun dinden dönmeleri gerekirdi." demiştir…İbn Hacer, Dursun'un anlattığı biçimde olayı doğrulamıyor. Sadece doğruluğu varsayılan bu rivayetlerin yorumunu yapıyor.Evet, bu rivayetlerin hepsi çürük olmasına rağmen çoğunluk, bu sûrenin, hattâ başka sûrelerin de okunuşu sırasında şeytânın, daha doğrusu şeytân ruhlu kâfir bir sabotajcının, bildiği bazı sözleri, şiirleri okuyarak Peygamberin sözlerine karıştırmak istemişler, yani onun okuduğu şeyleri etkisiz bırakmak, bozmak, anlaşılmasını önlemek, tevhîd çağrısını sabote etmek istemişlerdir. Bu, günümüzde dahi hatiplerin, konferansçıların konuşması sırasında yapılan olağan şeylerdendir. Hatîb konuşurken, muarızları slogan atarak sataşır, onun moralini bozmak isterler. Hattâ Meclislerde bunun örnekleri çok görülmektedir. (Gerçek Din Bu 1, S.ATEŞ, 212–221)
1.5-Görüldüğü gibi rivayetin elle tutulur hiçbir yanı yoktur. Sağlam raviler tarafından ve kesintisiz olarak rivayet edilmemiştir. Nedense sahih rivayetlere pek aldırış etmeyen Dursun, zayıf, mevzu (uydurma), mürsel rivayetlere balıklama atlamaktadır.
2.1-Tevhid inancını yaymak için ömrü boyunca mücadele eden Hz. Peygamber niye putların ismi geçtiğinde, putlar için secdeye kapansın?
3.1-Ğaranik meselesinde ciddi hiçbir şey, söyleyemeyen Dursun, hızını alamayıp “laik kafa, özgür kafa, özgür düşünür” diyerek, dini inanışa sahip hiç kimseye saygı duyamayacaklarını sinyalini veriyor. Sen ve senin gibilerden saygı beklediğimizi kim söyledi ki? Komünist Rusya’nın, Çin’in ve Kamboçya’daki Kızıl Kmerlerin dine ve dindarlara ne yaptığını gördük. Saygı göstermeyen Dursun, ne ilginçtir ki kendi saygı görmeyi isteyebilmektedir.
4.1- "Nerede bulursanız öldürün!..." Kuran böyle diyor. (Bkz. Bakara, ayet: 191, Nisa: 89, 91 Tevbe: 5.) diyen Dursun, bir önceki ayetin ne olduğunu normal olarak vermiyor. Yoksa insanları nasıl aldatacak? “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara, ayet: 190)
5.1-“Tarih boyunca hep böyle denmiştir. Bir Cemel Olayı'nda 15 bin kişi öldürülmüştür. Çarpışan iki yanda da "Peygamber"in en yakın arkadaştan bulunduğu halde...” diyen Dursun, Cemel vakasının siyasi bir hareket olduğunu bilmiyor. Birinci-İkinci dünya savaşında, Komünizmi ya da değişik rejimleri getirmek için değişik ülkelerde kurulan mahkemelerde öldürülen insanlardan haberi yok anlaşılan (?) Hem ne alakası var Cemel olayının, İslam mı emretti savaşmalarını? Laf ola beri gele...
T. DURSUN'UN SAPTIRMALARINDAN ÖRNEKLER VE DOĞRUSU
Allah Rahmet etsin allame Sadreddin YÜKSEL hoca T. DURSUN’un 2000’e Doğru dergisindeki yazılarının bir kısmına cevap vermişti hiçbir ilave yapmadan aşağıya alıyoruz. Gayemiz; Kuranda "eimmetü'l-küfr" diye tanımlanan, küfür önderlerinin maksatlarını ve metotlarını ortaya koymaktır. (2000'e Doğru) adlı dergi (Aişe ile Hafsa oyunu) başlığı altında yine terbiyesizliğine devam ediyor.Ben şimdi burada evvelâ yalnız o derginin müstehcen parçalarını aktaracağım. Ondan sonra meselenin gerçek veçhesini ortaya koymak için çalışacağım. Şöyle ki:“Peygamber’in çevresinde, Ona güzel kadın bulma yarışı vardır. Eş'as, bu yansı kazanırım ümidi ile Peygamber'e koçar, “bir kız buldum. Mekke civarında bundan daha güzeli yoktur. Ancak sana lâyıktır.” Muhammed, “haydi aldım gitti” der.Bu “Haydi aldım gitti” Peygamber'in ünlü bir sözüdür. Esma getirilir... Eş'as, Esma'yı Hazreti Muhammed'in çadırına götürür... O sırada Hazreti Muhammed ayakta durmaktadır... Bacağını ayırmıştır ve entarisi çadır gibi olmuştur.”
(Kavuşulamayan Küteyle) başlığı altında da şu bölümler yer alıyor: “Peygamber'in bu olaydan sonra hastalandığı rivayet edilir. Peygamber ateşler içinde yanarken Eş'as, yine gelir “ey Peygamber Esma olayı seni çok sarstı. Ben daha güzel bir kadın biliyorum. İstersen onu getiririm” der. Bu güzel kız Eş'as'ın kız kardeşi Küteyle'dir. Peygamber hasta yatağında ünlü sözünü tekrarlar: “Haydi evlendim gitti”... Yine Küteyle genç yaşında Peygamber'in hanımı olur. Bu nedenle artık evlenmeyecektir. Bu durumda Eş'as'm kabilesi çaresiz kalıp Müslümanlıktan çıkar.” Derginin burada Hasreti Peygamber hakkında kullandığı söz ve ifadeler var ya, (hâşâ) en çapkın bir insan ve ölüm döşeğinde bile öyle şeyleri düşünen, unutmayan bir seks adamı hakkında söylenebilir. Başka türlü tasavvur edilemez, İşin en garip tarafı da, bu uygunsuz ifadelerin Buhari, Müslim ve siyer kitaplarından alınmış gibi gösterilmesidir.Şimdi bize düşen ilk vazife, Esma ile Küteyle'nin asıl kıssalarını, Buhari, İmamı Ahmed'in Müsned'i ve Siyer kitaplarından vermek. Sonra bazı incelemelerde —eleştirilerde— bulunmaktır. Verelim ki komünistlerin bu babtaki yalan ve uydurmaları meydana çıksın:“Ebu Üseyd anlatıyor: Nu'man kızı Esma —zifaf maksadıyla —Peygamber'in odasına getirildi. Beraberinde ebesi, dadısı da bulunuyordu. Peygamber “nefsini bana bağışla” diye buyurdu. Esma, “melike bir kadın hiç nefsini avamdan olan birine bağışlar mı” diye cevap verdi." (1) Peygamber, onun asabiyetini yatıştırmak için elini uzatıp başına koymak istediğinde Esma: “Euzu billahi minke” (senden Allah'a sığınırım) dedi. —Bir rivayete göre, bu cümle maksatlı olarak Hazreti Âhe ile Hazreti Hafra tarafından ona öğretilmiştir— Rasûlüllah: “Gerçekten sen yüce bir makama sığındın” dedi.Sonra çıkarken “Ya Eba Üseyd (mehir olarak) ona iki kat beyaz elbise giydir ve götür ailesine teslim et” diye emir verdi.”(2)Şunu da hemen ilâve edeyim ki İbni Sai'd'den gelen bir rivayete göre: Kinde emîri, Hazreti Peygamber'le karabet (akrabalık) tesis etmek için dul kalmış kızı Esma'yı Rasûlü Ekrem'e arz etti. O da muvafakat buyurdu.(3)Sıra şimdi Küteyle'dedir. Onun Peygamber'le evlendirilme şekli, sahih kaynaklar tarafından şöyle anlatılır:“Kays kızı Küteyle, Hadramut adlı bölgede iken kardeşi Es'ad tarafından Peygamber'le evlendiriliyor. Sonra kardeşi onu oradan alıp getirmeğe gidiyor. Fakat daha Medine'ye varmadan Hazreti Peygamber vefat ediyor.Vefatından önce, Küteyle hakkında: “O serbesttir, dilerse kapanıp ümmehatülmü'minin arasına girer, dilerse ayrılıp istediği kimse ile evlenir.” diye vasiyette bulunur. Küteyle, ayrılmayı tercih edip Hadramut’da Ebu Cehl'in oğlu îkrime ile evlenir.” (4)Evet, Esma ile Küteyle'nin kıssalarını sahih kaynaklardan eksiksiz olarak verdikten sonra bir de dönüp derginin o mevzulardaki çirkin, müstehcen, hakaretamiz, terbiye dışı ifadelerine bakalım. O sahih kaynakların neresiyle bağdaşır, neresinde yerleri vardır? Emin olun ki, o kaynaklarla hiç bir münasebeti yoktur. Sadece Peygambere karşı besledikleri düşmanlık hissinden ileri gelmiştir. Yalnız bazı Müslümanları yanıltmak için İslâmi kaynakların adlarını vermeyi de ihmal etmemişlerdir.Dergide saçma bir başlık daha. O baslık altında da Hazreti Peygamber'e karşı savrulan hakaretler... Şimdi ibretle, nefretle maslahat icabı olarak onu yazımıza alalım:“Herise yiyeceksin” Şehveti ne denli talkın olca da bir sınırı vardı. Ve gücünün bir gün sonu gelmişti. İmam'ı Gazali'nin yazdığına göre Peygamberin cinsel organı (Gazali en açık ifadeyi kullanır) artık kalkmaz olmuştu, kaygılanıyordu, konuyu Cebrail'e açtı. Bu şeyin nasıl kaldırılıp sertleştirilebileceğini sordu. Cebrail bu konuda Allah’tan aldığı bilgiyi Muhammed'e iletti: “Herise (aşure gibi bir şey) yiyeceksin.” (Gazali, İhya, Kitabü'n Nikâh c. 2, s. 29)Malumunuz olsun ki yukarıda naklettiğimiz bölümün içinde gecen edeb dışı ifadelerin hiçbirisi İhya il-ulum'da yoktur, geçmemiştir, İmam-ı Gazali'yi onun gibi şeylerden tenzih ederiz. Yalnız Hadis olarak zikrettiği şöyle bir ibare geçiyor:“Cinsi münasebetteki zayıflığımı, güçsüzlüğümü Cebrail'e şikâyet ettim. O da bana herise yememi tavsiye etti.”Onların bu münasebette kullandıkları ifadelerin, cümlelerin İmam'ı Gazali'ninkinden ne kadar farklı olduğunu görüyorsunuz. Anlatmağa, izah etmeğe hacet yok. Evet, İmam'ı Gazali yukarıda geçen Arabça ibareyi hadis olarak nakletmiş ise de nefsilemirde mevzudur (uydurmadır). Aslı yoktur, Hamd olsun çok büyük kabul edilen âlimlerimiz, bunun mevzuluğu hususunda görüş birliği içindeler...(5) Demek burada da komünistler, büyük bir hezimete uğradılar. Hayret! Şu malum yazarların kendi ağızlarından hiç düşürmedikleri, eksiltmedikleri ne kadar da müstehcen kelime ve ifadeleri vardır. Meselâ: kalkmış Zeker'in, Zeker'in öfkesi, kalkmış dikilmiş gibi, kelimeler. Bunları onlar söylemişler, fakat onların yerine bizler utanıyoruz... Hem bunun yanı başında ne kadar da iftira, uydurma ve tahrifleri vardır! Bakın: “zekerin öfkesi giderilmeli” başlığı altında neler konuşuyorlar, ne tahrifatlar yapıyorlar: (...Bu kalkmış zekerin indirilmesi için hiç zaman yitirilmemesi istenir. Nerede ve ne zaman olursa olsun zekerin öfkesi giderilmelidir. Hacda, ihram sırasında bile olsa. O nedenle, Cabir'den aktarılan bir hadise göre, bir hac sırasında Peygamber şu buyruğu verir: “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın!” Cabir diyor ki: “Hacda, biz, zekerlerimizden meni damlaya damlaya Mina'ya yönelmiştik.” (Buhari; Hac, umre, şirket, Müslim; Hac, Nesei, menasik. İbni Mace; menasik. Ahmed bin Hanbel; El müsned.)
Evet, ifadelerin çirkinlikleri gündüz gibi aşikârdır, açıktır, üzerinde durmağa hiç hacet yoktur. Yalnız tahriflere gelince onların üzerinde durmak gerekir. Meselâ, tahriflerden birisi: “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın.” cümlesidir. Bu tahriftir. Çünkü Buhari'de bu mânâya delâlet eden bir İbare mevcut değildir.İsterseniz iddia ettiğimiz tahrifi ilmi bir biçimde ispatlamak için Buhari Şerifden o hadisin orijinal bir kısmını verelim: “Rasûlü Ekrem, Ashabına beyti tavaf; Safa ile Merve arasında da sa'y etmelerini, sonra saçlarını kestirip ihramdan çıkmalarını emreyledi. Rasûlüllah'ın bu emri de, beraberinde boynuna kılade takılmış kurbanı bulunmayan hacılar hakkında idi. Böyle bir kimse ihramdan çıkınca yanında zevcesi varsa onunla cinsî münasebette bulunması helâl olur.” (Et Tecridi's sarih c. 1, s. 106).İşte Buhari'de mevcud olan “yanında zevcesi varsa onunla cinsî münasebette bulunması helâl olur.” cümlesidir. Onların hadis nâmına yazdıkları ise bambaşka şeydir. Evet, Buhari'nin bu hadisinde emir sîgası yoktu ki: “hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın” mânâsı ondan çıkarılmış olsun. Demek onların bu yazdıkları düpedüz tahriftir. Gaye Peygamber hakkında iddia ettikleri aşın cinsîliği —akıllarınca— bununla ispatlamaktır. Hâlbuki Efendimiz burada, sadece şer'î bir hükmü beyan etmek istiyor. O da şöyledir: İhramda iken kişiye yasaklanmış olan şeyler, ihramdan çıktıktan sonra kendisine helâl olur. Meselâ: cinsî münasebet, güzel koku sürünmek gibi...Bu mevzuda Müslim'e de bakalım. Oraya baktığımız da karşımıza şöyle bir cümle çıkıyor:“Umre ihramından çıkın da kadınlarınızla münasebette bulunun.” Fakat bu hadisi şerifi Cabir'den rivayet eden Atâ adındaki zat, “Hazreti Peygamber, kadınlarla ilgili olarak vermiş olduğu emirden vücub değil ancak ibaha mânâsını kastetmiştir. Yani Umre ihramından çıkan bir kimse dilerse hanımı ile cinsî münasebette bulunabilir.” diye konuşmuştur.(6)Binaenaleyh, Müslim'in bu mevzudaki mefhumu Buhari'ninki ile birleşiyor. İkisinin arasındaki fark sadece lafızdadır. Velhasıl, kötü niyetlilerin, o hadisi şerife verdikleri mânâ bir gerçeği tamamen tahrif ve değiştirmekten ibarettir. Yaptıkları bir tahrif de aşağıdaki gibidir: “Cabir diyor ki, o hacda biz, zekerlerimizden meni damlaya damlaya yönelmiştik.”Dergide böyle geçiyor. Fakat gerçekten bu cümle son derece yanlıştır, hilafı hakikattir. Sahabenin söylediği ile hiç alâkası yoktur. Şimdi hadisi şerifin baş tarafını verelim ki, hakikat olduğu gibi anlaşılsın. Bakın:“Cabir'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hazreti Peygamber Sahabeleri ile birlikte hac ihramını bağladılar. Rasûlüllah ile Talha hariç hiç kimsenin beraberinde kesilecek kurban yoktu... (Mekke'ye geldiğimizde) Peygamber, ashabına “Hacc'ı, umre'ye çevirmelerini, tavaf (ve sa'yi) eylemelerini, sonra saçlarını kestirip ihramdan çıkmalarını, yalnız yanında kurban bulunanların ihramlarını muhafaza etmelerini emreyledi.” (Ashab kendi aralarında bu hale taaccüp ederek) “bu ne haldir, nasıl olur, tenasül uzvumuzdan meni damlarken mi Mina'ya, Arafat'a çıkacağız?"(7)Demek istedikleri şey şudur: Hacc'ı umreye çevirmek suretiyle ihramı açmamız, kadınlarımızdan istifade etmemize de yol açabilir. Hacca az bir süre kaldığından ötürü hemen o münasebetin akabinde hac ihramını bağlamak zorundayız. Bağlayıp Arafe'ye çıktığımızda tenasül uzvumuzdan meninin damlaması muhtemeldir. Böyle refahlı bir hal hacc'la nasıl bağdaşır? (8) (Çünkü Hacc zorluktur. R.G.)
Demek sahabeler kendi aralarında bir ihtimalden bahsetmiş oluyorlar. Yoksa bizler, Arefe'ye çıkarken meni bilfiil damlıyordu demek istemiyorlar.Hayret doğrusu. İnanmayanların zekâ ve anlayış kabiliyetleri bu kadar da kıt olabilir mi? Bence bu, kuvvetli ihtimale göre onların kötü niyetlerinden ileri gelmiş bir tahriftir.Malum derginin yazarları, âdet haline getirmişler: Her münasebette Hazreti Âişe'yi Hazreti Peygamberin tüm söylediklerine karşı şüphe ve tereddüt içinde imiş gibi gösterirler. Bu hiç tasavvur edilir mi? İftiraya uğradığı zaman lehinde on tane ayeti kerimenin indirilmesiyle Cenab-ı Hakkın büyük iltifatına mazhar olan Âişe, onun en büyük Peygamberine karşı nasıl böyle davranır. Bu hiç mümkün mü? Bakın ifk hadisesini anlatırlarken ne yazıyorlar: “... Ayetler üzerine, annesi Âişe'ye “kızım Peygambere teşekkür etsene” der. Âişe’nin cevabı şu olur: “Eğer âyetleri Allah indirdi ise Peygamber'e değil Allah'a teşekkür etmem gerekir.” Böyle kaydediyorlar. Hâlbuki bu yalandır. Âişe böyle konuşmamıştır. Tüm hadis kitaplarında geçen orijinal şöyledir:“Ben, hayır kalkmam ve yalnız Allah'a teşekkür ederim dedim.” —Eğer âyetleri Allah indirdi ise bunun neresinde var? Şimdilik, bu kadar ile yetinelim. Eğer ileride yine Peygambere karşı saldırı başlarsa Allah'ın yardımı ile onu da ilmen geri püskürtmeye hazırız.
1-Bu söz nasipsizlik, şakilik ve Peygamberi yüce kadrini bilmezlikten söylenmiştir. (el-İrşadü’s-Sari lil Kastalani c.8/126)2-Buhari, Kitabu’t-Talak, et-Tecridü’s-Sarih, c.2 Kitabu’t-Talak s.124, el- Fethu’r-Rabbani c. 22/ 145, es-Siretü’ Halebiye c.3/ 3623-Fethu’l-Bari lil Askalani c.11/275 4-Es siretü'l-halebiye c: 3. s: 362, El-fethurrabbâni c: 22. s: 147.5-Tahricü ma fil ihya mine'l ahbar - Hafız'ül hadîs Zeynüddin Irakî - El-Ehbar'ül mevzu'a - Allame Aliyvülkarî –Mevzuat, îbnül Cevzî, Rafuddesise an ehbari'l herîse - El Hafız ibni Nasırüddin.6-Müslim şerhi li’n-Nevevi, c.5/298 7-Tecridi Sarih, c.1/111
8-İrsadüs sari şerhi Sahihi! Buhari, lil-Kastalani c: 3/258.259. (Günümüz meselelerine KUR’ANDAN CEVAPLAR 21-29)
ALLAH BİLDİ, ANLADI
Çok yerde yerde gösterdik ki T. Dursun, bütüncül muhakeme ve yargıdan yoksun, Arap dilinin temel özelliklerini bilmeyen, garazlı ve çarpıtıcı bir kişiliğe sahiptir. Bu konuda yine dediklerimizi doğrular nitelikte saçmalıklar sunmuştur."Bütüncül muhakemeden yoksundur" diyoruz... öyle olmasaydı, Kur'an'ı bir bütün olarak göz önünde bulundurur, böyle cahilliklere düşmezdi. Onun cahilliğini gösterecek bir iki noktayı burada açıklayacağız
1) Allah'ın evrensel niteliklerini bilmediğini, Kur'an'ın bu evrensel nitelikleri anlatan ayetlerini göz önünde bulundurmadığını, dolayısıyla böyle saplantılara sürüklendiğini göstereceğiz.
2) Arapçada çoğunlukla geniş zaman kipi mazi kipiyle yani geçmiş sığasıyla kullanıldığını örneklerle sunacağız.
A) Allah'ın ilminin bütün zamanlan aştığını bildiren bazı ayetler:“Biliniz ki Allah içinizdeki sırları bilir. Ondan sakının." (Bakara: 235)"O, göklerde ve yerde ne varsa her şeyi bilir.' (Ali İmran: 29)"Göklerde de Ona İbadet edilir, yerde de. Allah açığa vurduğunuzu ve gizlediğinizi bilir. Ne kazandığınızı da bilir." (En'am: 3)Görüldüğü gibi Allah'ın ilmi sonsuzdur. Zaman ve madde (ki zaman, maddenin uzay içindeki hareketinden ibarettir) Allah'ın yaratıkları olduğu için, Allah maddeden de, uzaydan da münezzehtir. Yaratan yaratılanın cinsinden olmaz. Olursa onu zaten yaratamaz.Fakat Allah'ın ilminin iki boyutu var: Madde ve zamanı aşan geçmiş, gelecek ve hal Onun için bir an gibi olan evrensel boyutu yanında bir de maddiyata, zamana bağlı olarak ortaya çıkan diğer bir boyutu var dır.Mesela: Bir incir çekirdeğinin bir hücresi içinde bir milyon sahifelik maddi (genetik) bir bilgi yerleştirilmiştir. Böyle iğne başı gibi küçük bir yerde bu kadar bilgiyi sığdıran, ancak sonsuz, evrensel bir güç ve bilgi olabilir. Demek çekirdeklerdeki genetik bilgiler, ilahi ilmin, madde dünyasındaki örnekleri ve yansımalarıdır.Şimdi: Bu gizli bilgi ortaya çıkıp incir ağacı olarak görününce; yani neyin ne olduğu ayırt edilince, maddi bir bilgi olarak ortaya çıkmış olur.Bitki, insan, hayvan., vs. yaratıklardaki bu maddi bilgiler, ortaya çıkış zamanlarına göre bizim dil kalıplarımızla ifade edilir. Eğer, bu ortaya çıkış ve görünüm, gelecekle ilgili ise gelecek kipi kullanılır. Yok, eğer bu ortaya çıkış, geçmiş ile ilgili ise geçmiş zaman kipi ile ifade edilir.
1. Örnek: "Allah sizin içinizdeki mücahitleri bilmeden Cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Ali lmran: 42)
Yani, özü sağlam mücahit ruhlular ortaya çıkmadan, sağlamlar çürüklerden ayırt edilmeyince, yani önemli cihad işlevi yapılmadan Cennete giremezsiniz.
2. Örnek:"Sizin bilmediğinizi O bildi. Ondan dolayı bir fütuhat kapısı açtı." (Fetih: 27)
Yani; evrensel bilgisinden Peygamberine Hudeybiye barışının hayırlı olacağını bildirmiş: bu evrensel bilgi. Peygamberin kalbinde geçmiş zaman içinde ortaya çıkmış ve geçmiş zaman kipi ile ifade edilmiştir.
B) Arapçanın bir dil mantığı olarak TE'KİD (Pekiştirme) çok kere geniş zaman, geçmiş zaman kipi ile kullanılır. Bunun çok örnekleri var
1) "Biz geçmişleri de bildik (biliyoruz), gelecekleri de bildik (biliyoruz). (Hicr: 27)
2) "(Ya Lut) Sen bildin; (biliyorsun) Senin kızlarında bizim bir hakkımız yok." (Hud: 79)
3) “Siz cahil iken Yusuf a ne yaptığınızı bildiniz mi? (bilmiyor musunuz)”?
4) 'Biz, Yusuf hakkında iyilikten başka bir şey bilmedik (bilmiyoruz). (Yusuf: 51)
İşte: Bakara Sûresi ayet 187, 235'te geçen "Allah bildi" ayetlerinin bizim dilimizdeki karşılığı "Allah biliyor" dur. İnsanlara göre o olayın zamanı geçmiş olduğundan, hem de İlahi ilmin kesinliğini dile getirmek için, "bildi" kelimesi ile ifade edilmiştir.Keşke T. Dursun, bu nitelikleri bilseydi veya sağ kalıp cahilliğini öğrenseydi. "Beda"' (görüş değiştirme) ise, Allah hakkında muhaldir, İslami metinlerde böyle bir görüşü destekleyecek bir bilgi yoktur. Bazı sapık gurupların bu şekildeki iddiaları ise, cahilliklerinden kaynaklanır. Heva ve heveslerine uymak için İslami emirleri kaldırmak istemelerinden dolayıdır.Gariptir ki T. Dursun, Şiilerin kaynaklarını hiç kale almazken burada sapık bir Şii gurup olan Keysanilerin iddialarını malzeme yapmıştır... Görülüyor ki işine geldiği gibi kaynakları malzeme yapıyor."Allah, İstediğini siler, İstediğini sabit bırakır. Ana kitap onun katındadır." (Rad: 39) Ayetinin ise "Beda" ile hiç ilgisi yoktur.Ayetin Anlamı Şudur:
"Evrenin temel yasaları ve planları vardır. Bir ağacın çekirdeğinden çiçek verişine kadar, yüzlerce yasaları, planları var, ağaç büyük bir bütünlük içindedir."
"Evren de, bir ağaç gibi, ilk temel elementlerden, insanın yaradılışına kadar her şey birbirine bakar, birbirini bütünler."
Bu yasalar, planlar, programlar olmakla beraber, Allah onlara bağlı değildir, o planlardan istediğini siler, (zamanı dolduğu için silinir) istediğini de sabit bırakır. Onun sonsuz kudret ve bilgisi olduğu gibi, sonsuz iradesi de var, her an her şeyi yeniden yapabilir.Not: Kur'an meallerinde ve metninde "anladı" kelimesi hiç geçmediği, bulunmadığı halde T. Dursun tarafından, konuyu çarpıtmak için meallere sokulmuştur.
ALLAH GÖRÜŞ DEĞİŞTİRİR Mİ?
"Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından olsaydı onda çok çelişki bulurlardı." (Nisa: 82)
İnsanoğlu devamlı gelişim içindedir. Biyolojik açıdan bebeklik, çocukluk gençlik ve ihtiyarlık gibi bir değişim sürecinden geçtiği gibi sosyal (toplumsal) açıdan da zaman süreci içinde değişim geçirmiştir. Bu değişim kâinattaki diyalektik yapının sonucudur.İnsanoğlu düşünce ve toplumsal yaşam alanında uzun yıllar evvelinden günümüze değin değişimlerle oluşan bir gelişim içindedir. İnsanı olgunluğa, mükemmelliğe ve barışa götüren din de doğal olarak bu değişimlere göre şekillenecektir. Burada unutulmaması gereken şey değişen olguların inanç alanında değil uygulamalar (pratikler) alanında olmasıdır. Mesela her devirde insanlara emredilen ibadet şekillerinde ve sürelerinde farklılık olmuştur. Fakat ibadet (Allah'a yönelme faaliyeti) gerçeğinde bir farklılık olmamıştır. Örneğin, Müslümanlar Peygamberimiz döneminde ilk zamanlar Kudüs'e yönelerek namaz kılıyorlardı. Daha sonra Kabeye yönelmeleri emredildi, önce Kudüs'e sonra Mekke'ye yönelmesi, Hz. Muhammed'e gelen vahiyle ondan önceki vahyin (Musa ve İsa'ya gelen) birbirlerine bağlı olduğuna, ikisi arasında inanç noktasında çelişki bulunmadığına, şekilsel farklılığın önemli olmadığına önemli olanın tek Allah'a inanmak ve O'na yönelmek olduğuna işaret etmekti o devirde özden yoksun olup şekle bakan Yahudilerden bir bir kısmı şekilsel değişikliklere bakarak Hz. Muhammed'i kınıyorlardı. Kur'an buna şöyle cevap veriyor: “Biz ondan daha hayırlısını veya benzerini getirinceye kadar hiçbir ayeti yürürlükten kaldırmaz veya ertelemeyiz." (Bakara: 106) 'Biz bir ayeti (dinsel bir pratiği veya sembolü) bir başka ayetin yerine değiştirdiğimiz zaman sen yalnızca iftira edicisin, dediler. Hayır, onların çoğu (bu inceliği) bilmezler." (Nahl: 101)Allah kendilerine mesaj gönderdiği toplumun yapısına göre bazı hükümleri toplumsal değişime bağlı olarak kaldırabilir, yerine daha uygununu getirebilir. Yani bazı hükümler deyim yerindeyse geçici maddelerdir. Bazıları ise kalıcıdır. (Nasıl ki bebeğin beslenmesindeki bazı kurallar ve yöntemler geçicidir, büyüdüğü zaman bunlar değişir. Yine Allah'ın bir başka kitabı olan kainatta da bazı bitki ve hayvanlar ekolojik denge içindeki yerlerini başka türlere bırakırlar dinazorlar gibi.) İşte insan biyolojisinden tabiata ve ilahi mesajlara kadar her realitede geçerli olan bu kanuna şu ayet işaret etmektedir "Allah dilediğini siler, dilediğini yerleştirir." (Rad: 39)Bu ilahi incelikleri kavrayamayan statik kafalar (T.Dursun gibi) bu değişiklikleri anlamazlar. Anlamadıkları gibi bu inceliği çarpıtıp "görüş değiştiren Tanrı, yazma bos tahtası" gibi yorumlara kalkışırlar.
KUR'AN'DA ÇELİŞKİ VAR MI?
İnsanın elindeki ayna kırıksa aynayı neye karşı tutsa ona kırık görünür. İşte bunun gibi T. Dursun Kur'an'a çelişkilerle dolu olan dünya görüşüyle baktığından Kur'anda çelişki olduğunu zannetmektedir. Şimdi onun çelişki zannettiği ayetlere tevhid ışığının altında birer birer bakalım.1- “Müşriklerden kendileriyle anlaşma imzaladıklarınızdan, anlaşmadan bir şey eksiltmeyenler ve size karşı hiç kimseye yardım etmeyenler başka (yani bunların dışında) Haram aylar çıkınca şirk koşanları nerede bulursanız öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların geçit yerlerini kesip tutun... Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı (güvenlik) talep ederse ona eman tanı (güvenlik ve sığınma hakkı ver.)" (Tevbe: 4-6)"Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları bulduğunuz yerde öldürün ve sizi (yurtlarınızdan) çıkardıktan gibi siz de onları (bu işgal ettikleri yerlerden) çıkarın." (Bakara: 190-191)T. Dursun, "Dinde zorlama yoktur." Bakara: 256 ayetinin yukarıdaki ayetlerle çeliştiğini bu nedenle bu gibi ayetlerin yürürlükten kaldırıldıklarını dolayısıyla da İslamın hoşgörüsüzlük ve savaş dini olduğunu iddia ediyor. Hâlbuki bu ayetler arasında kesinlikle çelişki yoktur. Bunu şöyle bir örnekle anlatalım: Bir komutan askerlerine şu emirleri vermiş olsun:
— Siz insanları barışa davet edin, bu konuda zorlayıcı olmayın.
— Size karşı savaşırlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın, aşırı gitmeyin.
— Eğer sizinle anlaşma yapmak isterlerse onlarla anlaşın.
— Anlaşmaya sadık kalmayıp bozarlarsa onları nerede bulursanız öldürün.
Şimdi düşünelim, bu emirler arasında çelişki var mı? Elbette ki yok. Ama T. Dursun gibi bu emirleri Bektaşi mantığı ile alırsanız sonuç şöyle olur:
— İnsanları barışa davet edin
— Onlarla topyekûn savaşın
— Onları nerede bulursanız öldürün
Görülüyor ki verilen emirlerden yukarıdaki gibi bir seçimde bulunursanız emirler arasında bir çelişki olduğu zannedilir. Ancak her emrin veriliş nedeni zamanı ve şartları dikkate alınırsa, hiçbir çelişki olmadığı görülür. Şimdi bu konudaki Kur'an ayetlerini değerlendirelim:Peygamberimizin hayatını ve Kur'an ayetlerinin iniş sırasını incelediğimizde inkârcılara karşı takınılan tavrı şu safhalar içinde değerlendirmek mümkündür.
a) Davet ve tebliğ safhası
b) Savaş veya anlaşma safhası
c) Anlaşmaya uyulmadığı durumda ültimatom ve topyekun savaş safhası
işte inen ayetlerin hepsi de bu şart ve ortamlar içinde geçerlidirler. Aralarında bir çelişki yoktur.
2) "Sizden sabreden 20 kişi olsa ikiyüzü (düşmanı) yenerler. Sizden sabreden 100 kişi olsa kâfirlerden 1000 kişiyi yenerler." (8:65)
"Şimdi Allah sizden yükü hafifletti sizdeki zaafı gördü. Sizden sabreden 100 kişi olsa 200'ü yenerler. Eğer sizden 1000 kişi olsa Allah'ın izniyle 2000’i yenerler." (8:66)İlk ayette mü'minlerin karşı koyabilecekleri düşman sayısı oranı 1/10 iken ikinci ayette bu oranın 1/2 olduğu görülmektedir. T. Dursun bunun bir çelişki olduğunu söylemektedir. Hâlbuki ayetler sebep sonuç ilişkisi açısından incelendiğinde ayetlerde çelişki olmadığı görülür. Şöyle ki: Önce iki ayette geçen sayıları karşılaştıralım, birinci ayette 20 ve 100, ikinci ayette ise 100 ve 1000 mü'minden bahsedilmektedir. İkinci ayetteki sayı artışından anlıyoruz ki Müslümanlar çoğalmıştır. Müslümanların sayıca artışına karşılık nitelik (güç ve kararlılık vs.) aynı oranda gelişmemiştir. Yani nicelik artmış fakat ortalama nitelik azalmıştır. Bu nedenle ilk ayette Müslümanlarda zaaftan bahsedilmemekte, İkinci ayette ise onlarda zaaf olduğundan söz edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında ilk Müslümanlar güçlü olduklarından dolayı biri on düşmana karşı gelebilirken yeni Müslümanlardan her biri zaaftan dolayı iki düşmana karşı ancak savaşabilirdi. Görülüyor ki ayetler arasında çelişki yoktur. Aksine burada sosyolojik bir kanundan bahsedilmektedir. İddia edildiği gibi haşa Allah bilmediği şeyi öğrenip yanılgı sonucu görüşünü değiştirmiş değildir.Son olarak şunu söyleyebiliriz ki, söz konusu ayetlerin her biri ayrı şartlarda geçerlidir. Müslümanlar birlik içinde kuvvetli bir imana sahiplerse birinci ayetle, bu konuda zaafları varsa ikinci ayetle amel edeceklerdir. Allah'ın sözünde (prensiplerinde, adaletinde ve merhametinde) değişme yoktur. Değişiklik toplumsal değişmeye bağlı olarak pratiklerde olur.
İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİNİ KİM YAKMIŞ?
M.Ö. III. yüzyılda İskenderiye'de kurulmuş olan kütüphane, insanlık tarihinde meydana getirilmiş önemli eserlerden biridir. Eski kaynaklar, burada 900 bin cilt el yazması eserin toplandığını kaydeder.İskenderiye şehri M.Ö. 382 yılında, Makedonyalı Büyük İskender tarafından kurulmuştur. Onun ölümüyle imparatorluğun dağılışı sonunda kumandanlarından Lagus’un oğlu Ptolemaeus’un eline geçti. O da Mısır’da krallığını ilan etti. Mısır’da 300 yıl devam eden bu hanedanın ilk hükümdarı olup, 383 yılında 24 yaşında iken 24 yıl hüküm sürmüştür. Savaşı sevmeyen Ptolemaeus, hiçbir zaman ülkesinin sınırlarını genişletmek hevesine kapılmadı. Bilim ve edebiyata düşkünlüğüyle, Mısırlılar'ın gelenek ve göreneklerini, dinlerini benimseyerek halkın sevgisini kazandı. Eski kanunları, dini törenleri muhafaza etmekle kalmayıp, eski Mısır hükümdarlarının lakabı olan Firavun unvanını aldı ve onları taklit ederek öz kız kardeşiyle evlendi.Bu yeni devletin merkezi İskenderiye şehriydi. Yeni firavun burayı baştanbaşa onarıp, genişleterek o devrin en meşhur başkenti haline getirdi. Burada meydana getirdiği en önemli eser ise müze ve buna bağlı olan kütüphane idi. Kurulması için saray civarında ve güzel bir yer seçildi. Müzede o devirde bilinen bütün ülkelerdeki hayvan ve bitkilerin bir örneği vardı. Ayrıca botanik bahçesi ve bir rasathane bulunuyordu. Otopsi yoluyla insan vücudunun incelenmesi için bir anatomi salonu açılmıştı. Bu bilim sitesinde fizik, kimya, tıp, astronomi, matematik, felsefe, edebiyat ve fizyoloji bilgileri için evler yapılmıştı.Müzenin en önemli bölümü kütüphanesiydi. Kütüphanenin müdürü, bulabileceği her yazılı eseri alma yetkisine sahipti. Mısır’a giren her kitabın buraya götürülmesi mecburiyeti vardı. Kitabın burada bir nüshası çıkarılıp sahibine verilir, kitabın aslı ise kütüphanede kalırdı. Bir taraftan da yurt dışına gönderilen memurlar, başka ülkelerde buldukları kitapları satın alıp, getirirlerdi. Böylece, o zamana kadar birçok bilime ait dağınık halde ve kaybolmaya mahkûm durumda olan eserler emin bir yerde toplanmış oldu.
KÜTÜPHANENİN YIKILIŞI
Genel kanı bu kütüphanenin, çıkan çeşitli fanatik görüşler nedeniyle, antik Pagan tapınakları ve yapıların imhası sırasında Hıristiyanlar tarafından yakıldığı yönündedir. Bu görüşe göre 391 yılında Bizans’ın Mısır Valisi Theophilos, İskenderiye’de Mısır’ın eski din mensuplarına ait Osiris tapınağının yeri olan bir arsayı, kilise inşa edilmesi için Hrıstiyanlar’a verdi. Burada yapılacak kilisenin temel kazıları sırasında üzerinde eski dine ait yazılar bulunan bir taş çıktı. Hıristiyanlar bunu bir alay konusu yaptılar. Bu olay şehirde oldukça kalabalık halde bulunan putperestleri kızdırdı ve sonunda İskenderiye’de dini bir ayaklanma çıktı. İki taraf çarpıştı, insanlar kitle halinde kılıçtan geçirildi. İskenderiye Kütüphanesi’nin olduğu bölge yerle bir edildi. İmparator I. Theodosius, valiye başka büyük şehirlere göre eski dinin İskenderiye’de hala neden bu kadar canlı olarak devam ettiğini sorunca, buna sebep olarak İskenderiye Kütüphanesi’nin eski putperestlik kültürünü devam ettiren kitaplarını ileri sürdü. İmparator, bunun üzerine hepsinin yok edilmesini emretti. İskenderiye Kütüphanesi’ndeki tüm eserler şehrin hamamlarına dağıtılarak yaktırıldı ve böylece insanlık tarihinin bu bilim ve kültür hazinesi yok oldu.Daha önceleri bu kütüphanenin şehrin Müslümanlar tarafından alınmasından kısa bir süre sonra ikinci İslam Halifesi Hz. Ömer’in emriyle Mısır Fatihi Amr İbnül-As tarafından yakılarak yok edildiği ileri sürülmüştür. Genelde bu iddialar Hristiyanların Müslümanlara suçu atmaları olarak kabul görmüştür. Tarihi gerçeklerden habersiz bir takım sürüler şunu der: “Kasıtlı olan bu yanışının sorumlusu Ömer Bin Hattab'dır.. Hatta kitaplar, yakılmadan bir kaç dakika önce, şu konuşmaları işitmişlerdir Ömer Bin Hattab'ın ağzından: Bu kitaplarda, ya Kuran'da olanlar vardır, ya da başka şeyler. Her iki durumda da gereksizler.” 630'lu yıllarda olan bu olay, kan davasına dönüşmüştür adeta…
Burada şunu söylemek gereksizse de insaf ehline belki faydası olur. Hz. Muhammed (s.a.v.) 632 yılında vefat etmiş daha sonra hilafete Hz. Ebu Bekir (r.a.) geçmiş ve hilafet makamında 2 yıl kalmıştır. İkinci halife Hz. Ömer (r.a.) 624 yılında halife olmuştur. Nasıl oluyor da Hz. Ömer halife iken 630 yılında İskenderiye kütüphanesini yakabiliyor.Princeton Üniversitesi Doğu tetkikleri kürsüsü başkanı Prof. Philip K. Hitti şöyle diyor: Halifenin (Hz.Ömer’in) emriyle Amr İbn As'ın altı ay boyunca şehrin çok sayıdaki hamamlarında, ocaklarında İskenderiye Kütüphanesindeki kitapları yaktığına dair anlatılanlar, tamamen hayali ve farazi tatlı HİKÂYELERDEN ibaret olup tarihi gerçeklerle alakası yoktur.Büyük Plotemy Kütüphanesi pek erken bir devirde daha M.Ö. 48 senesinde Julius Sezar tarafından ateşe verilmişti. Yeni İskenderiye Kütüphanesi ise İmparator Teodoius emri üzerine takriben M.S. 389 yılında ikinci defa ve tamamen yok edilmiştir. Bu duruma göre İslam fetihleri esnasında İskenderiye'de önem taşıyan herhangi bir kitaplık mevcut olamazdı ve ayrıca o çağda yaşamış hiçbir tarihçi ne Amr'a ne de Ömer'e bu konuda bir suç atfetmez. (İslam Tarihi C.l Sf. 251)Kütüphanenin Sezar tarafından, İskenderiye'yi kuşattığı sırada yok edildiği görüşü de çeşitli tarihi eserlerde yer almaktadır. Kütüphanenin varlığını 4. yüzyıla kadar sürdürdüğü bilinmektedir. Sezar'ın kuşatmasında sadece bir bölümünün zarar görmüş veya yıkılmış olduğu da düşünülmektedir.İskenderiye Kütüphanesi üstüne araştırmalar yapan Gazi Üniversitesi öğretim görevlisi Tuncer Tuğcu; "Hz. Ömer zamanında, Müslüman olanların sayısı çığ gibi büyümüştü. Hıristiyanlar sayılarının giderek azalması karşısında çaresizliğe düşmüşler ve o dönem İskenderiye"deki putperestleri (paganları) Hıristiyanlaştırıp Müslümanlara karşı kışkırtmışlardır. Aynı dönemde İskenderiye Kütüphanesi"nin başında ünlü kadın matematikçi ve filozof Hypatia bulunuyordu. Paganları kışkırtan Piskopos Cyril (18. yüzyılda aziz ilan edildi), Hypatia"nın Hıristiyan dogmalarına karşı öne sürdüğü savları duyunca şaşkına döndü. İskenderiye Kütüphanesi"nin yakılması dönemin en önemli aydınlarından olan Hypatia"nın açıklamalarından sonra oldu" diyor.İskenderiye Kütüphanesi"ndeki eserler, bu kütüphaneyi kullanan aydınlar ve kütüphane müdiresi Hypatia, Hıristiyanlığın dogmalarına karşı etkin bir savaş veriyorlardı. Kütüphane, Hıristiyan karşıtlarının bir merkezi olmuştu o dönemde. Burada şekillenen fikirlerin Hıristiyan inancına zarar vereceğine inanan azizler ise rahipler aracılığıyla savaş başlattılar.
Hypatia öldürülüyor, suç başkasına atılıyor Tuncer Tuğcu, İskenderiye Kütüphanesi"nin yakıldığı günü şöyle anlatıyor: "414 yılının Lent bayramında, Hypatia"nın konuşmalarından etkilenen halk kütüphanenin önünde toplandı. Piskopos Cyril"in rahipleri bu kalabalıktan rahatsız oldu ve silahlı güçleri çağırdı. İlk Hypatia tutuklandı, eziyet edilerek öldürüldü. Daha sonra İskenderiye Kütüphanesi"ndeki kitaplar toplatıldı ve hamamlarda ateşe verildi. Ve kütüphane alevler arasında sonsuz bir sessizliğe gömüldü. Böylece insanlık tarihinin bu eşsiz bilim ve kültür hazinesi yok oldu, dünyanın eski çağlarına ait pek çok değerli bilgi bir daha elde edilmeyecek şekilde ortadan kalktı."Antik örneği devam ettirme düşünceleri seksenli yılların sonunda, kütüphanenin yeniden inşası için bir uluslararası komitenin kurulmasıyla ön plana çıktı. Planlara göre, binanın eski yerinde 1995 yılına kadar 100 milyon Dolar değerinde bir inşaat yapılacaktı. Ancak ardından gelen dönemde bölgedeki politik ihtilaflar ve temellerin altında eski kral saraylarının olduğunu düşünen arkeologların muhalefeti nedeniyle gecikmeler yaşandı.UNESCO’nun 1987 yılında yaptığı çağrıda sonra 1990 yılındaki Assuan Konferansı’na katılan komisyona bazı Arap ülkeleri ve özel kişiler 65 milyon Dolar yardımda bulundu. Kütüphanenin inşaatına 1995 yılında başlandı ve inşaat 2001 yılında bitirildi. 45 bin metrekarelik kullanım alanına sahip olan yapı toplam 250 milyon Dolara mal oldu.(Bahaettin SAĞLAM-İsmail ACARKAN -Turan Dursun ve Din)- www.sadabat.net (Rıza GÖRÜŞ)
Bernard Lewis de konu hakkındaki makalesinde, kütüphanenin Müslümanlar tarafından yok edildiği hikayesini bizzat Alfred J. Butler, Victor Chauvin, Paul Casanova ve Eugenio Griffin gibi Batılı ilim adamlarının reddettiğini yazmaktadır.( Mostafa El-Abbadi ve Omnia Mounir Fathallah, What Happened to The Ancient Library of Alexandria?, Brill, 2008, sayfa 214)
İSLAMÜSTÜNDÜR.COM
1
ATEİST SİTESİNDEN ...VE CEVABIMIZ !
Bu yazıda, Kuran'da yer alan çelişkilerin bazıları sunularak Kuran'ın geçersizliği kanıtlanacaktır...Öncelikle, Kuran'da çelişki bulmanın, Kuran'ın geçersizliğini kanıtlayacağını kanıtlayalım. Kuran bunu bizzat ve direkt olarak telaffuz eder: "Hâlâ Kur'an'ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı." (4:82)
İŞTE ÖNYARGI, İŞTE ATEİST MANTIĞI BU...! AYET NE DİYOR, ATEİSTİMİZ NE ANLIYOR...NE YANI AYET, KURANDA CELİSKİ VARDIR MI DİYOR...AKSİNE YOKTUR DİYOR...ŞİMDİ GECELİM AYNI AYETLERDEN NASIL İMAN VE KÜFÜR ÖRNEĞİ ÇIKACAĞINA...UNUTMAYIN AYNI KUR'AN, " KURAN MÜMİNİN İMANINI ARTIRIR, KAFİRİNDE KÜFRÜNÜ " DER...HAYDİ İMAN ARTIRMAYA ...!
BAŞLAMADAN ÖNEMLİ BİR NOT : BUNLARI ATEİSTİMİZ ARASTIRMIŞ DEĞİLDİR...DİREK MİSYONERLERDEN KOPYALAMIŞTIR...ŞİMDİ DÖNELİM KONUMUZA :
Bu konuyu hallettiğimize göre çelişkileri sunmaya geçebiliriz.
...Bu yazıda Kuran'ın sadece iç çelişkilerinden söz edilecektir. Bunlar en vahim çelişkilerdir, dış kaynaklara başvurmayı gerektirmeden, Kuran'ın sadece kendi metni ele alınarak Kuran'ı çürütmeye kafi gelmektedirler.Aşağıdaki listenin Kuran'daki iç çelişkilerin tam bir listesi olduğu iddia edilmemektedir, birçokları daha mevcut olabilir.
* Muhammed yalan söylüyorsa veya yanıldıysa bunun cezasını kim çekecektir? 34:50'de Muhammed: “Ben eğer sapmışsam ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete ermişsem bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O hakkıyla işitendir, kuluna çok yakındır." der. Bu sav, Kuran'daki birçok diğer savla çelişmektedir, örneğin "İnkar edenler iman edenlere, “Yolumuza uyun da sizin günahlarınızı yüklenelim” derler. Halbuki onların günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır." (29 :12) Yani Muhammed insanları yanılttıysa, günahı sadece onun boynuna olmayacak, yanılttığı insanlar da günaha girecektir. Muhammed'in iddia ettiği gibi günahı sadece kendi boynuna olmayacaktır. Kuran kendiyle çelişmektedir.
BE ADAM...HERKES "KENDİ GÜNAHI İLE BERABER SAPTIRDIĞI BAŞKA İNSANLARIN DA GÜNAHINI YÜKLENİR " AYETİ VARKEN ...NEREDE CELİŞKİ ARARSIN...!? TABII KI SONUNDA HERKES KENDİ GÜNAHLARI İLE - YANİ KİŞİSEL OLARAK İŞLEDİKLERİ GÜNAHLAR+BAŞKALARINI SAPTIRMALARI İLE OLUŞAN GÜNAHTAN Kİ BU DA KENDİ PAYINA DÜŞEN BÖLÜMÜDÜR ) CEZASINI ÇEKECEK YANİ " KENDİ ALEYHİNE İŞLEDİĞİ GÜNAHLARDAN SONUÇTA SORUMLU OLACAKTIR ! BİR KONU İLE İLGİLİ TÜM AYETLERİ BİR ARAYA TOPLAMADAN YAPILAN SONUCA VARMA ÇALIŞMASININ KLASIK HATALI VERSIYONUNA BIR ORNEK DAHA...ATEIST KAFA İŞTE...! AMA MERAK ETMEYIN, HZ RESUL KIMSEYI ALDATMAMISTIR !
* İblis melek midir, cin midir? 2:34'e göre melektir: "Hani meleklere, “Adem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu." 18:50'ye göre ise cindir: "Hani biz meleklere, “Adem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı." İblis'in melek mi cin mi olduğu çelişkidedir. Zaten saygı ile eğilme emri meleklere verildiyse, ve İblis bir melek değilse, İblis bu emre tabi değildir. İblis'in tabi olmadığı bir emre uymadığı için cezalandırılması da bilahare çelişki teşkil etmektedir.
İBLİS - ESKİ ADI EZAZİL - MELEKLERİN LİDERİ İDİ...YANI İBLİS MELEKLERİN KOMUTANI İDİ...O AYRI BİR KONU...AMA ŞURASI KESİN,İBLİS ATEİSTLER GİBİ KAFASI BASMAYAN BİRİ DEĞİLDİ, ALLAH " EY MELEKLER SECDE EDİN " DENİNCE " EY KANDIRALI İBLİS SENDE ET " DENMEDEN MESAJI ALACAK BİR TİPTİ ..AMA İSYAN ETTİ VE EZAZILLİKTEN, İBLİSLİĞE DÜŞTÜ ...ZATEN ATEİSTLERDEN AKILLI OLDUĞUNA EMİN OLDUGUMUZ BU MELUN DA : " EY RABBİM AMA BANA SECDE ET DEMEDIN KI " DEMEDI ..! İBLİS ANLADI AMA ATEIST ANLAMADI ...SEVİYE... ÜLEN SEYTANI BİLE ÖVDÜRTECEK BU ATEİSTLER SONUNDA BANA ...TÖVBEEE ...!
* Melekler Allah'a karşı gelebilir mi? "Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler büyüklük taslamadan Allah’a boyun eğerler. Üzerlerinde hakim ve üstün olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar." (16:49-50) "Hani meleklere, “Adem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu." (2:34) Bu çelişki, İblis'in bir melek olup olmadığı çelişkisi ile de alakalıdır.
İLK BAŞTA İLK DÜĞMEYİ YANLIŞ İLİKLERSEN DEVAMI DA BÖYLE YANLIŞ GELİR İŞTE... IBLIS MELEK DIIL, ATEIST- PARDON CIN IDI ?
* İlk Müslüman kimdir? Muhammed mi (6:14, 6:163), İbrahim mi (3:67), yoksa İsa mı (3:52, 5:110-111)?
HEH HEEE...ATEIST İŞTE...NE YAPSA YERİDİR...İLK İNSANDAN İTİBAREN GELEN DİNİN ADI İSLAM'DIR...BUNU BİLE BİLMEZ, KUR'AN'DA HATA ARAMAYA ÇALIŞIR...ÜLEN ATEİST! ADEM'İDE , İSA'YIDA, MUSA'YIDA...AYNI İLAH GÖNDERMEDİ Mİ...İNEN EMİR-YASAK ZİNCİRİ HEP AYNI DEĞİL Mİ İDİ...!? ATEİST İŞTE... !DETAY İÇİN TIKLAYINIZ : http://www.islamustundur.com/konular/ilkdin.html
* Cehennem'de insanlar ne yiyecektir? Acı ve kötü kokulu bir dikenli bitki mi (88:6), kanlı irin mi (69:36)? İki ayet de, söz konusu yiyeceklerin Cehennem'deki tek yiyecek olduğunu iddia etmektedirler, birebir çelişmektedirler. Bunlarla bilahare çelişen 37:62-68, cehennemde insanların zakkum ağacının meyvelerini yiyeceğini ve kaynar sudan karışık bir içecek içeceğini iddia etmektedir. Üç yönlü bir çelişki söz konusudur.
GIDINCE GÖRÜCEN DICEM AMA ÖNCE CEVAP: CEHENNEM KAT KATTIR...HER KATIN AYRI CEZA SEKLI VARDIR...HATTA YERI DEĞIL AMA CEHENNEMDE SOĞUK ILE DE CEZA VERILECEĞI KUR'AN'DA BILDIRILIR...ALLAH HEPSINI ATEISTIMIZE NASIP ETSIN ..- HIDAYET BULMAYACAKSA !- NOT : CENNETTE KAT KATTIR, CEHENNEM GIBI...AMA BU ATEISTIMIZI ILGILENDIREN BIR HABER DIIL ... J
* Bir Müslüman'ın kaç annesi vardır? 58:2'ye göre bir ("Onların anaları ancak, kendilerini doğuran kadınlardır."), 33:6'ya göre ise birden fazla ("Onun [Muhammed'in] eşleri de mü’minlerin analarıdır.").
HAY SENIN ANAAAAA..TÖVBE...BUNA CEVAP VERMEYE GEREK VAR MI...SÜT ANNEYİ DE EKLEYELİM DE ATEİSTİMİZ İYİCE TOZUTSUN BARİ...ÜLEN SOLCULAR 80 ÖNCESİ KIZ SOLCULARA- ÖZELLİKLE 60'LI YILLARDA - "BACI " FALAN DERKEN ANALARINI AYNI BABA MI GORMUSTU ...NEYSE , KONU DAĞİLDI ! Bİ NOT : 70 'Lİ YILLARDA BACILAR BİRDEN HEMHALDAŞ OLDU ...BUNA DA ENSEST MI DİYELİM ACABA...NE ALAKA VAR DEMEYIN..ATEIST MANTIK İLE KONUŞUYOZ ...!-
* Meryem'e İsa'nın doğacağı haberini bir melek mi (19:17-19) yoksa birden fazla melek mi (3:42, 3:45) vermiştir?
3:42,3:45 OĞUMDAN ÖNCE MELEKLERİN KONUŞMASI...19:17-19 : CEBRAİL'İN BABASIZ DOĞUM OLAYININ OLMA ANINDAN HEMEN ÖNCEKİ ZİYARETİ...SANKİ BİR İNSANI SADECE BİR KERE MELEK ZİYARET EDEBİLİR DİYE BİR KURAL VAR...!
* Allah'ın bir günü, 1000 yıla mı (22:47, 32:5), 50.000 yıla mı (70:4) eşdeğerdir?
ZAMANIN İZAFİLİĞİ DİYE Bİ Sİ DUYMADI BU ATEİSTLER Dİ Mİ ...NE DİYELİM...UZAYDA İKİ FARKLI YER ARASINDA ZAMAN DA FAKLI İŞLER...AYETLER OKUNURSA İKİ FARKLI YERDEN BAHSEDİLİR...DETAY İÇİN QUANTIM FİZİGİ VE İZAFİYET TEORİSİNE MÜRACAAT: HANI ŞU ATEİSTLERİ ÇİLEDEN ÇIKARAN İKİ FİZİK KURALI ...:) BU KONU SITEMİZDE CİNLER KONUSUNDA DA KISACA İŞLENMİŞTİR.!
* Cennet'te bir bahçe mi (39:73, 41:30, 57:21, 79:41), birden fazla bahçe mi (18:31, 22:23, 35:33, 78:32) vardır?
TEK CENNET Mİ VAR..ÖNCE ONU ARASAN KUR'AN'DA...! ÜFF BAZENDE SABIR TASI CATLIYOR CAHILLIK KARSISINDA...:( BİR ÇOK CENNET- 7 KAT- BİR ÇOK BAHÇE!
* Allah insanları üç sınıfa mı (56:7) yoksa iki sınıfa mı (90:18-19, 99:6-8) ayıracaktır? IKI SINIFA ...AMA BİR KISMI - SAG TARAFINDAN VERİLENLERİN - ÖNDE OLANLARINA HITAP EDİLİR (56:7) 'DA...! BUNLAR TEFSİRLERDE ACIKLANIR...ASHABUL MEYMENE - SAG TARAFTAN ALANLARIN ÖNÜNDE OLANLAR - SABIKUN - ONDE OLANLAR - VARDIR...YANI TEMELDE IKI SINIF VARDIR...SAG VE SOL TARAFTAN KİTAPLARINI ALANLAR...AMA SAĞ TARAF İÇİNDE YER ALIP ONLARDAN DA ÖNDE OLANLAR VAR...BUNLAR SAĞ ELİNDEN KITAP ALANLARIN DA - FAZİLET YÖNÜNDEN ÖNUNDE - OLAN BİR ÜÇÜNCÜ GRUPTUR !
* İnsanın canını tek bir melek mi (32:11), birden fazla melek mi (47:27), yoksa Allah bizzat kendisi mi (39:42) alır?
HER ŞEY ALLAH'TANDIR.AMA VASITA KULLANIR...HATTA KULLARINA CEZA VERMEK İÇİN BİLE ... TABIAT KURALLARINI MIKAIL EMRINE VERIR...CAN ALMA GÖREVİNİ AZRAİL'E..GÜNAH YAZMA İŞLERİNİ K .KATİBİN MELEKLERİNE..AMA HEPSİ ALLAH'A BAĞLIDIR..O'NUN İZNİ OLMADAN ONLAR HİÇ BİR ŞEY YAPAMAZLAR!.CAN ALAN AZRAIL'IN ISE YARDIMCILARI VARDIR 47:27)...
* Allah, Firavun'a bir peygamber mi (7:103, 73:15), iki peygamber mi (10:75) göndermiştir?
ÖNCE MUSA (AS)'I TEK BAŞINA FRAVUN'A GÖNDERİYOR... DAHA SONRALARI MUSA KENDINE YARDIMCI İSTEYİNCE HARUN (AS)'I DA ALLAH GÖREVLENDİRİP MUSA ILE BERABER YENİDEN FRAVUN'A GÖNDERİYOR...YANI ÖNCE BİR SONRA İKİ ! BU OLAY KUR'AN'DA ANLATILIR AMA ATEISTIMIZ OLUR YA , BİRİ OKUMAZ DA ONU KANDIRIRIM MANTIĞI İLE HAREKET ETTİĞİ İÇİN BUNU ANLATAN AYETLERİ GÖRMEMİŞ (!) OLABİLİR..!
* Allah, Ad kavmini bir günde mi (54:19), birden fazla günde mi (41:16, 69:6-7) yok etmiştir?
BİRİNCİ AYET KASIRGANIN BAŞLADIĞI GUNDEN BAHSEDER...DİĞER AYETLER İSE DETAY VERİR.YANİ BİRİNCİ AYETTE FELAKETİN BAŞLADIĞI GÜNDEN BAHSEDİLİR...DEVAMI DİĞER AYETLERDE...ZATEN BİRİNCİ AYETTE ONLARIN HELAK EDİLMESİNDEN BAHSEDİLMEZ, KASIRGANIN BAŞLADIĞINDAN BAHSEDİLİR...GÜNLÜK HAYATTA DA BU KULLANILMAZ MI..." ŞİDDETLİ YAĞMUR BİR NİSAN GÜNÜ BAŞLAMIŞTI...TAM BİR HAFTA SÜRDÜ...!" ..AMA ATEİSTİN NİYETİ BOZUK...SONUÇ MALUM...!
* Allah, gökleri ve yeri altı günde mi (7:54, 10:3, 11:7, 25:59), sekiz günde mi (41:9-12) yaratmıştır?Allah, önce yeryüzünü sonra gökyüzünü mü (2:29), yoksa önce gökyüzünü sonra yeryüzünü mü (79:27-30) yaratmıştır?
CEVABI KURANDA CELISKI YOKTUR ADLI SITEMIZDEKI CALISMADA.!
* Allah, insanı "alak" [kan pıhtısı] dan mı (96:1-2), sudan mı (25:54), çamurdan mı (15:26), topraktan mı (30:20) yaratmıştır? Yoksa hiçbir hammadde kullanmadan, sadece "ol" diyerek mi yaratmıştır (3:47)
ALLAH " OL " DEYİNCE HER İSTEDİĞİ OLUR..AMA ZAMAN KAVRAMI BİZ İNSANLAR İÇİN SÖZ KONUSU OLDUĞU İÇİN BİZE GÖRE O OLMA İŞİ BELLİ SAAT-YIL ASIR ...SÜREBİLİR...ALLAH ZAMAN VE MEKANDAN MUNEZZEHTIR CUNKU ONLARI AD O YARATMIŞTIR...YARATTIĞI İLE KISITLANAMAZ YÜCE YARATAN... ALLAH İLK İNSANI TOPRAK+SU= ÇAMUR'DAN YARATMIŞTIR...SONRAKİ İNSANLAR : MENİ- SU 'DAN YARATILMIŞTIR... BU TABII ANNE KARNINDA MENI IKEN KAN PIHTISI, SONRA ET , SONRA KEMIK ...GIDER KI BU AD KUR'AN'DA TIP ILMINE UYGUN OLARAK ANLATILIR...! YANI YUKARIDAKI KELIMELER ASAMA - KADEMELENDİRME - SIRALAMALARDIR...TABII ANLAYANA, ANLAMAK İSTEYENE...BU KONUYA PARALEL BIR KONU ICIN TIKLAYINIZ :http://www.islamustundur.com/konular/ahiret.html
* İçki Allah'ın bir nimeti olarak sadece iyi midir (16:67), hem iyi hem kötü müdür (2:219), yoksa Şeytan işi olarak sadece kötü müdür (5:90-91)? Üç yönlü bir çelişki söz konusudur.
(16:67) BURADA İÇKİ İYİ DENMEZ KAZMA ATEİSTİM...BAHIS KONUSU OLAN ÜZÜMDÜR..ÜZÜMDEN İYİ RIZIK OLARAK BAHSEDİLİRKEN - HELALINDEN YERSEN YANI - AYNI ZAMANDA İÇKİ OLUNCA KOTULUGUNDEN DE BAHSEDILIR...(2:219) AYETIN DEVAMINDA ZARARI FAYDASINDAN FAZLADIR DENILEREK ASIL MESAJ VERILIR...DIKKAT EDILMESI GEREKEN BURASIDIR...AYET : İÇKİYİ YASAKLAMADA ZİHİNLERİ BUNA HAZIRLAMA AŞAMASIDIR...SİZ ONU IYI OLARAK İÇERSİNİZ AMA ASLINDA KOTU TARAFI COK DAHA FAZLADIR DER AYET...(5:90-91) İSE SON MESAJI VERIR...ASAMA ASAMA İÇKİ YASAKLANMIŞTIR...ÖNCE NAMAZDA İKEN İÇİLMESİ YASAKLANMIŞ , SONRA ZIHINSEL OLARAK BU YASAK BEYINLERE YERLEŞTİRİLMİŞ, EN SONUNDA İSE ASIL HEDEF AÇIKÇA İFADE EDİLİR:İÇKİ ŞEYTANIN PİSLİĞİDİR...!
* 109:1-6'da Muhammed, kafirlerin tapındığı tanrının veya tanrıların Allah'tan farklı olduğunu söylemektedir. Burada kafirler ile kime atıfta bulunulduğu belli değildir -- Ehl-i Kitap (Yahudiler ve Hıristiyanlar) ya da putperestler söz konusu olabilir. Halbuki Kuran, Yahudiler ve Hıristiyanlar'ın da (2:62, 2:139, 3:64, 29:46), putperestlerin de (16:35, 39:3) Allah'a inandığını öğretmektedir. İddiaya göre Putperestler Allah'a ortak koşmakla birlikte Allah'a inanmayı sürdürmektedirler. Muhammed'in iddiası yalanlanmaktadır. ALLAH'IM SEN SABIR VER BU ATEISTLERLE UGRASMAK NE GICIK BIR SEY ....:( TABII KI KAFIRLERIN TANRISI ILE BIZIM KI FARKLI ...ONLAR DA ALLAH'A INANIR AMA SONRA ONA - HASA - BIR SURU SIFAT ISNAT EDERLER...YOK MELEKLER KIZLARI, YOK PUTLAR O'NA YAKINLASTIRACAK BIR VASITA, YOK KURBAN OLARAK ONA ZAYIF - CILIZ VERILEBILIR...TURLU YALAN-IFTIRALAR ONA ISNAT EDILIR..EVET BIR TANRI INANCI VAR TABII AMA ICI KOF, FARKLI VE ŞİRK DOLU.TIPKI BAZI BEYINLER GIBI !
* Kıyamet gününde, şefaat (aracılık) mümkün olacak mıdır (20:109, 34:23, 43:86, 53:26), olmayacak mıdır (2:122-123, 2:254, 6:51, 82:18-19)?
ALLAH'IN IZNI DISINDA SEFAATCI OLMAYACAKTIR...YANI SEFAATCI VARDIR AMA ALLAH KIME IZIN VERIRSE, YOKTUR AMA SADECE ALLAH'IN IZIN VERDIKLERI HARIC...YANI ISTISNALAR HARIC SEFAATCI YOKTUR...BAZI AYETLER GENELI IFADE EDERKEN - YANI SEFAAT OLMAYACAK- BAZISI DA ISTISNALARA PARMAK BASAR - AMA ALLAH'IN IZNI ILE SEFAAT EDECEKLERE - AMAÇ: SEFAATLE KURTULUŞA KANMA, GUVENME ,SEN KENDI İYİLİĞİN İLE CENNETİ HAK ETMEYE CALIŞ , MESAJIDIR...!
* Kötülüklerin kaynağı Allah mıdır (4:78), insanın kendisi midir (4:79) yoksa Şeytan mıdır (38:41)? Özellikle arka arkaya gelen 4:78 ve 4:79'un birbirleri ile birebir çelişmesi dikkat çekicidir. Bu üç yönlü çelişki, günah / kader çelişkisi ile de alakalıdır.
ALLAH'IN IZNI OLMADAN NE OLABILIR KI .O IZIN VERMEDEN YAPRAK BILE KIMILDAMAZ...YANI HER SEY ALLAH IZIN VERIRSE OLUR...AMA ; ALLAH SUNU ISTER : KOTULUK YAPMA,CEZASI VAR DER, ALLAH ISTEMEZ, HARAMDIR DER, IYILIK YAP , CENNET VAR DER...AMA BIRI ILLA BEN CEHENNEME GITMEK ISTIYORUM DER, KOTULUGE YONELIRSE ALLAH ONA O KOTU ISI YAPMA GUCUNDEN MAHRUM BIRAKMAZ - IZIN VERIR - AMA RAZI OLMAZ... O KISIDE KENDI ELI ILE ISLEDIKLERI SONUCU KENDI KENDINE CEHENNEME GIDER! YANI IYILIKLER ALLAH'TANDIR, HAVA, SU, AKIL, IYILIGI TESVIKI ILE INSANLARIN GUZELE YONELMESI ...AMA KOTULUK SADECE BIZIM ELLERIMIZ ILE ISLEDIKLERIMIZIN SONUCUDUR KI , O DA YINE ALLAH-TAN- IZNI ILE OLUR...AMA O IZINI VERIRKEN ASLA ONDAN RAZI OLMAZ...KOTULUK SEYTAN+KOTU NEFIS ISBIRLIGININ SONUCUDUR ! DETAY : KAZA VE KADER BASLIKLI YAZIMIZ ...
* Allah çirkin işlerin yapılmasını emreder mi? 7:28 ("Şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez.") ve 16:90'da ("Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.") Allah'ın çirkin işleri emretmediği öğretilir. Hatta 2:169'da çirkin işleri Şeytan'ın emrettiği belirtilir ("O [Şeytan], size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder."). Ayrıca Allah'ın bir ülkeyi haksız yere helak etmeyeceği öğretilir (6:131). Fakat tüm bu öğretiler 17:16'da yalanlanmaktadır: "Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz." Allah insanlara çirkin işlerin yapılmasını emretmekte, sonra da bunu bahane olarak kullanıp ülkeyi haksız yere helak etmektedir. Çelişki ortadadır.
ALLAH BIR KAVIM HELAKI HAK ETMEK ICIN YARISMADIKTAN, KOTULUK BATAKLIGI ICINDE YUZMEDIKTEN SONRA ONLARI HELAK ETMEK ISTEMEZ...AMA O KAVIM HELAK OLMAK ICIN HER SEYI - ADETA YARISIRCASINA- YAPINCA , ONLARIN BASINA BIR ZALIM IDARECI GETIRTIR...O ZALIMDE ONLARA O HAK ETTIKLERI CEZAYI VERIR.. ALLAH AZMAYANA CEZA VERMEZ, KISACA " BIZ BIR MEMLEKETI HELAK ETMEK ISTEDIGIMIZDE " CUMLESI ; " ARTIK HELAKI HAK EDECEK HER SEYI YAPAN MEMLKETI HELAK ETMEK ISTEDIGIMIZDE " SEKLINDE ANLASILMALIDIR ...!
* Allah adil midir? 39:69'a göre öyledir: "Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır. Kitap (amel defterleri) ortaya konur. Peygamberler ve şahitler getirilir ve haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hüküm verilir." Ama, örneğin 14:4'e göre, Allah insanları keyfine göre sapkınlığa sürüklemektedir: "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir." Bu durum, 4:88, 4:143, 6:125, 7:178, 7:186, 13:27, 13:33, 16:93, 17:97, 35:8, 39:23, 40:33, 42:46, 74:31 ile de desteklenmektedir. İnsanları keyfince saptıran Allah, sonra da bu insanları saptıkları için cezalandırmaktadır, mesela 16:94'te belirtildiği üzere: "Allah yolundan sapmanız sebebiyle kötü azabı tadarsınız. (Ahirette de) sizin için büyük bir azap vardır." veya 72:15'te belirtildiği üzere: "Hak yoldan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır." Allah'ın kendi saptırdığı insanları cezalandırılması adil midir? Sapkınlığın asıl sorumlusu kimdir? Günah / kader çelişkisi burada açıkça ortaya konulmaktadır.
* Allah insanı doğru yola mı iletir (10:35) yoksa keyfine göre istediğini doğru yola, istediğini sapkın yola mı iletir (4:88, 4:143, 6:125, 7:178, 7:186, 13:27, 13:33, 14:4, 16:93, 17:97, 35:8, 39:23, 40:33, 42:46, 74:31)?
BUNUN CEVABI AYNI ZAMANDA HEMEN ÜSTTEKI IDDIANIN CEVABINI DA TAMAMLAMAKTADIR , TIKLAYINIZ LUTFEN : TIKLA
* Melekler dostumuz mudur? 2:107 ve 29:22'ye göre Allah'tan başka dostumuz yoktur, ama 41:31'e göre melekler dünya hayatında da âhirette de dostlarımızdır.
MELEKLERLE ALLAH'I BU KARSI KARSIYA GETIRME MANTIGI DA NE KI...ZATEN MELEKLER ALLAH'IN EMIRLERINI YERINE GETIREN VARLIKLAR DEGIL MI... IMANI NOKTADA, HUKUM VERMEDE ... TEK DESTEK - DOST TABII KI ALLAH'TIR! AMA MELEKLER DE UNUTMAYALIM KI O'NUN EMRINDEDIRLER...YANI EGER BIRININ DOSTU MELEK ISE ASLINDA ASIL DOSTU ALLAH'TIR!
* Herşey Allah'a boyun eğer mi? 30:26'ya göre herşey Allah'a boyun eğer, ama düzinelerce ayet, hem Şeytan'ın (7:11, 15:28-31, 17:61, 18:50, 20:116, 38:71-74) hem de birçok değişik insanın Allah'a boyun etmeyi reddetmesinden, başkaldırmasından sözeder.
YER VE GÖKTE HER ŞEY ALLAH'A ITEAT EDER..GEZEGENLER,AGAÇLAR,SU,HAVA,HAYVANLAR,GÜNEŞ, ..SADECE INSAN VE CIN - SEYTAN'DA CIN IDI UNUTMAYALIM !- "SERBEST " BIRAKILMISTIR, ÖZGÜRDÜR...EGER KENDİ HUR IRADELERI ILE ALLAH'A ITEAT EDERLERSE CENNETE GIDERLER, ETMEZLER ISE CEHENNEME ! YANI HUR IRADE SAHIBI IKI CINS VARLIK CENNET-CEHENNEM ILE MUHATAPTIR, GERISI ZATEN KURULMUS MAKINE-ROBOT GIBI ALLAH'A ITEAT EDERLER! HAA BIR DE INSAN CINSI ICINDE MANTIKLI DUSUNME DUT-YGUSUNU YITIRMIS ATEISTLER VAR ISYANKAR OLANLAR ...AMA ONLAR DA INSAN SIFATLI OLDUKLARI ICIN INSAN GRUBUNDA SAYALIM ONLARI ...!
* Allah, şirki (kendisine ortak koşulmasını) affeder mi (4:153, 25:68-71), affetmez mi (4:48, 4:116)?
ŞİRK ILE OLMEDIKTEN SONRA TABII KI ALLAH GUNAHTAN DONENLERI AFEDER...YANI BIR KERE HATA IŞLEYEN EBEDI CEHENNEMLIK OLSA IDI...O HOO HO ...ZATEN AYETLERDE TEVBE EDENLERDEN, GUNAHTAN DONENLERDEN BAHSEDER...! AYETLERIN MEALLERINI YAZSALAR HER SEY ORTAYA CIKACAK...OKUYAN ANLAYACAK- ATEIST MANTALITEYE SAHIPLER HARIC TABII - AMA SADECE AYET NUMARASINI VER VE NUMARAYA DEVAM ET...YA TUTARSA...:( MÜŞRİK OLARAK ÖLENİ İSE ASLA A ETMEZ!
* "Musâ’nın kavmi onun (Tur’a gitmesinin) ardından, ziynet eşyalarından, böğürmesi olan bir buzağı heykeli (yaparak ilah) edindiler." (7:148) Musa'nın kavmi, Musa Tur'dan dönmeden önce mi (7:149) yoksa döndükten sonra mı (20:91) bu hatalarından vazgeçip tövbe ettiler?
SOZ OLARAK MUSA DONMEDEN BIZ TEVBE ETMEYIZ DIYORLAR AMA O DAHA DONMEDEN PRATIKTE PISMANLIK DUYUYORLAR! AYETIN BASINDA DEDILERKI SOZU DE BUNU DOGRULAR...O DONMEDEN TEVBE ETMEYIZ...AMA BUYUK SOZ SOYLEMISLER KI O DONMEDEN PISMANLIK BASLAMIS!
* Yunus sahile atıldı mı (37:145), atılmadı mı (68:49)?
ATILDI ... (68:49) TA ZATEN ATILMADI DEMIYOR, ALLAH'IN AFFI OLMADAN ATILACAKTI DIYOR..YANI AYETTE ATILMA OLAYI YINE OLACAK ALLAH'IN BAGISLAMASI OLMADAN GERCEKLESECEKTI , DENMEKTE...AMA BAGISLANMA ILE ATILDI ...!
* Namuslu kadınlara zina isnat edenler (evlilik dışı cinsel ilişkide bulunduğu yönünde iftira atanlar) affedilebilir mi (24:4-5), affedilemez mi (24:23)?
CEZASINI CEKIP, TEVBE EDEN AF EDİLİR...AMA CEZASINI CEKMEDEN SU BU SEKILDE KURTULAN ISE AHIRETTE CEZALANDIRILACAKTIR...
* Kıyamet gününde, kafirlere kitapları (günahlarının kayıtları) arka taraflarından mı (84:10), sol taraflarından mı (69:25) verilecektir?
SOL ARKA TARAFLARINDAN DEYINCE DAHA NE DIYEBILECEK ATEISTIMIZ ACABA...SOL ELLERINE AMA ARKADAN... VEYA SOL ARKADAN .. ALINCA GORUCEN ZATEN ...
* Kuran, önceki kitapları doğrulayıcı mıdır (2:97) yoksa düzeltici ve yerine geçici midir (16:101)?
BOZULMADAN ONCEKI HALLERINI DOGRULAYICI, AMA BOZULMUS SU ANKI HALLERININ YERINE GECEN..AMA IKINCI AYETIN ASIL AMACI FARKLI ... ONU BILE ANLAMAMIS...!
* Kuran benzeri bir kitap kesinlikle yazılamaz denmektedir (2:24, 17:88) ama aynı zamanda Tevrat ve Kuran eşdeğer sayılmaktadır (28:49, 46:10)
BUNA CEVAP VERMEYE DEGER MI...! BOZULMAMIS TEVRAT ALLAH'IN KELAMI DEGIL MI..KURAN'I DA O INDIRMEDI MI...BENZERI YAZILAMAZ KAVRAMI ILE KURANDAN SONRA ARTIK YAZILAMAZ DENDIGINI ANLAMIYOR MU BU ATEIST KAFALAR...!YOK YOK ...UMUT YOK BU KAFALARDA...ONYARGI KOTU SEY...!
* Lut'un kavminin Lut'a verdiği cevap nedir? "Lut’un ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış(!)" (7:82, 27:56) "Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah’ın azabını getir bize." (29:29)
YAHU BU RESUL BIR KERE KONUSUP CIKMIS MI ORDAN...DEFALARCA GITMIS, ANLATMIS, DEFALARCA YANIT ALMIS...BIRINDE " DEF OL GIT, DIGERINDE TANRIN AZABI GETIRSIN BIZE...OLMUS CEVAPLAR...VE BASKA NE CEVAPLAR...SADECE KURAN IKI CEVABI BIZLERE ILETIYOR...SIMDI BU MU CELISKI OLUYOR..HANGI KAVIM . BIZ TEK LAF ETTIK TAMAM BASKA BI SI DEMEYIZ DER...KIMI OYLE KARSI CIKAR KIMI BOYLE.. TAKI CEZAYI HAK EDENE DEK !
* İbrahim'in hikayesinin 19:41-49'daki anlatımı, 21:51-59'daki anlatımından oldukça farklıdır. 21'inci surede İbrahim, kavmine putperestlikleri konusunda sert çıkarken, hatta putlarını paramparça ederken, 19'uncu surede İbrahim, babasının tehdidi üzerine putperestlik karşıtı söylemine son vermekte, hatta korkup kaçmaktadır.
BU ADAM BIR KERE BU ISI YAPMAMIS KI...BIZIM PEYGAMBERIMIZI DUSUNUN...BIR KERE MEKKE'DEN CIKTI DIYE 10 SENE GECINCE ORAYI FETHETMEYECEK MI IDI...BU MANTIKLA . MUHAMMED TERKETMISTI MEKKE'YI , ORAYI NASIL ALDIGI RIVAYET EDILEBILIR DESE BIRI ONA NE SIFAT TAKILABILIR: GERI ZEKALI, ATEIST..VEYA HER IKISI ...! 19. AYETTE ISE KOPUP KACMA YOK ...ONLARDAN YUZ CEVIRME , ARTIK BAGLARINI KOPARMA VAR... KORKMA - KACMA YOK, SIRKTEN VE ONLARIN TAPTIKLARINDAN UZAKLASMA VAR ...AYETI MEALEN ALALIMDA ATEIST KAFASIZLIGI ORTAYA CIKSIN...NERDE BU ADA KORKUP KACMA :" 48 "SIZDEN VE ALLAH'TAN BAŞKA TAPTIKLARINIZDAN KOPUP-AYRILIYORUM VE RABBIME DUA EDIYORUM. UMULUR KI, RABBIME DUA ETMEKLE MUTSUZ OLMAYACAĞIM."49 BÖYLELIKLE, ONLARDAN VE ALLAH'TAN BAŞKA TAPTIKLARINDAN KOPUP-AYRILINCA ONA İSHAK'I VE (OĞLU) YAKUB'U ARMAĞAN ETTIK VE HER BIRINI PEYGAMBER KILDIK." AYETIN MEALINI YAZMAYINCA IFTIRALARI GERCEK ZANNEDILEBILINIYOR ...YUKARDA YAZDIK YA ...YA TUTARSA...!
* 21:76'ya göre Nuh'un ailesi tufandan kurtulmuştur, ve 37:77'ye göre Nuh'un nesli devam etmiştir, ama 11:42-43'e göre Nuh'un oğlu tufanda boğulmuştur.
CUNKU KENDINE IMAN ETMEYEN OGLUNU BIZZAT KURAN NUH'UN AILESINDEN SAYMAMISTIR...BU DA KURANDA AYNI AYETIN DEVAMINDA YAZAR...DIKKAT HEMEN DEVAMINDA...! YANI MUTLAKA OKUMUSTUR AMA ...AMAÇ KANDIRMAK...! : 45 NUH, RABBINE SESLENDI. DEDI KI: "RABBIM, ŞÜPHESIZ BENIM OĞLUM AILEMDENDIR VE SENIN VA'DIN DE DOĞRUSU HAKTIR.47 SEN HAKIMLERIN HAKIMISIN."46 DEDI KI: "EY NUH, KESINLIKLE O SENIN AILENDEN DEĞILDIR. ÇÜNKÜ O, SALIH OLMAYAN BIR IŞ49 (YAPMIŞTIR). ÖYLEYSE HAKKINDA BILGIN OLMAYAN ŞEYI BENDEN ISTEME. GERÇEKTEN BEN, CAHILLERDEN OLMAYASIN DIYE SANA ÖĞÜT VERIYORUM."GORMEK ISTEMEYENDEN DAHA KOR KIM VARDIR ...! AİLENİN DEVAMI İSE NESLİ DEVAM ETTİRMİŞTİR.GEMİYİ KİMLE YAPTI ZANNEDIYO ATE ACABA...?!
* Firavun'un Mısırlı sihirbazları Musa'ya iman etti mi (7:103-126, 20:56-73, 26:29-51) yoksa sadece İsrailoğulları kavminin küçük bir bölümü mü Musa'ya iman etti (10:75-83)?
SIHIRBAZLAR IMAN EDER AMA FİRAVUN ONLARI OLDURTUR...ARTIK IMAN ILE GOCMUSLERDIR...IKINCI AYETTE ISE SAG KALANLARDAN BAHSEDILIR...ONLARDA AZ KIMSE OLARAK FRAVUNDAN KAcARLAR...AYET ZATEN BU SAG KALANLARIN BASLARINA GELENLERI ANLATMAKTADIR!
* 10:90'a göre Firavun, boğulmak üzere iken tövbe etmiş ve Allah'a iman etmiştir. 10:91'e göre Firavun hayat boyu isyandaydı, kafirdi. 10:92'ye göre Firavun'un tövbesi kabul olunmuş ve Firavun kurtulmuştur. Firavun'un sadece bedenen değil, ruhen de kurtulduğunu kanıtlamak için 10:103'e başvurabiliriz: "Sonra resûllerimizi ve iman edenleri kurtarırız. (Ey Muhammed!) Aynı şekilde üzerimize bir hak olarak, inananları da kurtaracağız." Ama 4:18'e göre hayat boyu günah içinde yaşayanların son anda ettiği tövbelerin kabul edilmesi mümkün değildir.
10:92 NIN ANLATILANLARLA HIC ILGISI YOK...IMANI KABUL OLMADI VE BEDENI ILE KURTARMAK DERKEN...SUDAN BEDENINI KURTARIP CESEDINI CURUTMEDEN GELECEK NESILLERE IBRET ICIN SAKLAYACAGIZ DENIYOR AYETTE ...ATEIST INGILTERE BRITIS MUZESINI ZIYERET EDEBILIRSE O " KURTULAN BEDENI " GORUR...HANGI MANTIK BU KADAR ANLAMLARI SAPTIRMAYA YONLENDIRIR KENDINI ANLAMAK ZOR- MU ACABA...CEVAP ATEIST MANTIK !-
* Allah'ın kelimeleri tamdır, değişmez. (6:34, 6:115, 10:64) Buna rağmen, Allah'ın bazı kelimeleri eksik, yanlış, veya geçersiz bulunabilir ve "daha hayırlısı ve misli" (daha faydalısı ve çoğu) ile değiştirilebilir. (2:106, 16:101)
BIR AYET " MISLI VEYA DAHA HAYIRLISI " ILE DEGISTIRILEBILIR TAMAM DA...BU EKSIK, YANLIS, GECERSIZ...KAVRAMLARINI ARAYA NASIL NE NERDEN HAREKETLE SOKUYOR BU ATEIST ONU ANLAMADIK...AYETLERDE " BENZER VE DAHA HAYIRLISI " KAVRAMLARI VAR...AMA DIGERLERINI ARAYA SOKUSTURMAK ... DIKKAT LUTFEN , HUKUM DEGISMIYOR, SADECE BENZERI VEYA AYNI DOGRULTUDA DAHA HAYIRLISI GELIYOR...MESELA ICKININ HARAM KILINMASI...HUKUM BELLI . HARAM !...AMA BU TOPLUM ALISTIRILARAK ULASILAN BIR SONUC...ONCE TOPLUM KADEME KADEME YASAKLARLA ALISTIRILIYOR BU YASAGA...ASAMALAR: NAMAZDA IKEN YASAK, ZARARI COK FAZLA, ... VE EN SON TUMDEN YASAK : SEYTANIN BIR PISLIGIDIR ! HUKUM DEGISMIYOR AMA TOPLUM ICIN AMAC KADEMELENDIRILIYOR...!
* Zinanın cezası nedir? 24:2'ye göre zina yapan kadın veya erkeğe yüz değnek vurulmalıdır. 4:15'e göre zina yapan kadına müebbet ev hapsi uygulanmalıdır. 4:16'ya göre zina yapan erkek tövbe edip ıslah olursa hiçbir ceza uygulanmamalıdır.
4:15: ALLAH ZINANIN CEZASINI SIZE BILDIRENE DEK, ZINA EDEN KADıNLARI EVLERINDE HAPSEDIN BUYURUYOR.SONRA ISE CEZA - 4:16. AYETTEDİ EZIYET YANI - BILDIRILIYOR. YUZ DEĞNEK ...OLAY BU KADAR BASIT !
* Günahlardan kim sorumludur? 17:13-15 ve 53:38-42'ye göre herkes sadece kendi günahlarından sorumludur. Ama Kuran, Muhammed zamanında yaşayan Yahudiler'i, binlerce yıl önce başka Yahudiler'in bir buzağı putuna taparak işledikleri günah için suçlamaktadır. (2:92-93)
ISRAIL OGULLARI- YAHUDILER - IRKÇI BIR DINI INANISI SAVUNUYORLARDI...KENDI SOYLERININ USTUNLUGUNU ILERI SIRIYORLARDI...AYET , GECMISTEKI YAPTIKLARINI ONLARA HATIRLATIP SOYLARI ILE OVUNMEMELRI GEREKTIGINI ONLARA HATIRLATIYOR..SIZ SU HATALARI YAPTINIZ HALA IRKINIZ ILE OVUNUP, SIZIN IRKINIZ DISINDA BASKA BIR IRKTAN GELDIGI ICIN PEYGAMBERI KABUL ETMIYORSUNUZ...DIYEREK ONLARI UYARMAKTA VE SOY USTUNLUKLERININ YANLISLIGINI GOZLER ONUNE SERMEKTEDIR...YANI ESKIYI ONLAR HALA SAVUNUYORLAR , AYETTE ESKININ YANLISINI GOZLER ONUNE SERIYOR...!ZATEN YAHUDILERDE..." YAHU BIZI ESKI YAPTIKLARIMIZ ILE NEDEN SUCLUYORSUN " DIYE ITIRAZ ETMIYORLAR...ITIRAZLARI HALA IRKCILIK TEMELINDE " NEDEN BASKA IRKTAN PEYGAMBER" MANTIGI ILE DEVAM EDIYORDU...!
* Yahudiler Cennet'e mi (2:62, 5:69) Cehennem'e mi (3:85) gidecektir? Hıristiyanlar Cennet'e mi (2:62, 5:69) Cehhenem'e mi (3:85, 5:72) gidecektir? 5:69'da Cennet'e layık görülen Hıristiyanlar'ın sadece 3 ayet sonra, 5:72'de, Cehennem'e layık görülmesi özellikle ilginçtir.
ILGINC OLAN YAHUDILIK VE ISEVILIGIN TAHRIF OLMADAN ONCEKILERIN- ASIL YAHUDI VE ISEVILERIN - CENNETE GIDEBILECEKKEN, DAHA SONRA " ISA ALLAH'IN OGLUDUR" DEMELERI GIBI SAPMALARA UGRAYAN, TAHRIF EDILMIS DINLERE UYANLARIN ISE CEHENNEME GIDECEKLERINI TAHMIN EDEMEYEN ATEIST KAFACIKLARDIR...! BOZLUMAMIS TEVRAT VE INCIL'E ZAMANINDA INANANLAR CENNETLIK, SIMDIKI HALLERINE- BOZULMUS HALLERINE INANAN CEHENNEMLIKTIR. DETAY : MISYONERLIK-HIRISTIYANLIK YAZILARIMIZ .
* Kuran'ı kim anlayabilir, kim anlayamaz? Arapça bilen herkes mi anlayabilir? "Kuran gayet açık bir Arapça'dır." (16:103) Sadece Allah mı anlayabilir? "Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir." (3:7) Akıllı insanlar mı anlayabilir? "(Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar." (3:7)
KURANDA MUHKEM AYETLER VARDIR..YANI OKUYAN HEMEN HUKUM VEREBILIR...BIR DE MUTESABIH AYETLER VARDIR KI ONLAR ANCAK ILIM EHLININ ANLAYABILECEGI, DERIN ILIM GEREKTIREN AYETLERDIR...ILIM EHLI ARASTIRIR BU MUTESABIH AYETLERI VE BIR SONUCA VARIRLAR AMA SUNU DEMEYI DE IHMAL ETMEZLER: BIZ BU KADARINI ANLAYABILDIK. ASIL ANLAMLARINI EN IYI ALLAH BILIR...! AYETI RABER OKUYALIM BAKALIM BI CELISKI VAR MI: 3:7 : "O KI, KITABI SANA INDIRDI; ONDAN BIR KISMI MUHKEM (MÂNASI AÇIK,YORUM GÖTÜRMEZ, ŞÜPHEYE YER VERMEZ AÇIKLIKTA) ÂYETLERDIR KI, BUNLAR. KITABIN ANASIDIR. DIĞER BIR KISMI ISE MÜTEŞÂBIH (MÂNASI KAPALI, YORUM ISTEYEN) ÂYETLERDIR. KALBLERINDE EĞRILIK BULUNANLAR, FITNE ÇIKARMAK, (KENDI ÇIARINA UYGUN) YORUMDA BULUNMAK IÇIN KITAB'IN MÜTEŞÂBIH OLANINA UYARLAR. HALBUKI ONUN YORUMUNU ANCAK ALLAH BILIR. İLIMDE DERINLEŞENLER ISE, «ONA INANDIK, HEPSI DE RABBIMIZIN KATINDAN (INDIRILME)DIR» DERLER. (BU HAKIKATLERI) ANCAK AKIL SAHIPLERI DÜŞÜNEBILIR."
* Firavun, İsrailoğulları'nın erkek çocuklarını ne zaman öldürtmüştür? Musa peygamber olup Firavun'a dinini anlatınca mı (40:23-25), yoksa Musa daha çocukken mi (20:38-39)?
YAHU! BİRİNCİ AYET ILE BAHSEDILEN FIRAVUNUN MUSA'YA IMAN EDENLERIN COCUKLARINI OLDURUN KARARINDAN BAHSEDER...(20:38-39) ISE BILDIGIMIZ OLAY ..BELLI TARIHTE TUM DOGANLARI OLDURTMESI FRAVUNUN...BUNU AYIRT EDEMIYOR MU ATEIST BEYIN..HALBUKI AYETLER COK ACIK...!
* Kader ne sıklıkta ve kim tarafından belirlenir? Herşeyin kaderi, yaradılıştan önce Allah tarafından belirlenmiş miydi? (57:22) Evrenin kaderi, her yıl bir kez olmak üzere Kadir Gecesi'nde Allah tarafından mı belirlenir? (44:3, 97:3-4) Her insan kendi kaderini kendi mi belirler? (17:13)
(44:3, 97:3-4)'TE YUKARIDA BAHSEDILEN ANLAM YOK BIR KERE..KURAN KADIR GECESINDE INDIRILMEYE BASLANMISTIR AYETIN MANASI... NE ALAKA...!? (17:13)'TA DA YUKARIDAKI ANLAM HIIIC YOK...NEYSE . KADER KONUSU SITEMIZDE ACIKLANDI, TIKLAYINIZ
* Şarap iyi midir kötü müdür? 2:219'da içki (dolayısıyla şarap) günahı yararından büyük olarak, 5:90'da da Şeytan'ın işi pislik olarak tanımlanmaktadır. Ama 47:15 ve 83:22-25'te Cennet'teki şarap ırmaklarından söz edilmektedir. Şeytan'ın işi pisliğin Cennet'te ne işi vardır?
ICKININ HARAM EDILISI KISACA ACIKLANDI YUKARIDA... Ş-R-P KELIMESI ARAPÇADA İÇMEK ANLAMINA GELIR...TURKÇEDE SARAP DENINCE SADECE SARHOS EDEN O LANET SEY AKLA GELSEDE ARAPCADA " ICILEN SEY " ANLAMINDA KULLANILIR...SÜT, SU, MEYVE SUYU, ...VS...BU KADAR BASIT OLAY...CENNETTE ICILEN SEY OLACAK TABII ...SARAP OLACAK...AMA - TURKCE ANLAMI ILE - SARAP OLMAYACAK...! HAA BI DE ATEISTLER OLMAYACAK CENNETTE ... : =)
* Cinler ve insanlar Allah'a kulluk etmek için mi (51:56), yoksa Cehennem'e gitmek için mi (7:179) yaratılmışlardır? Yaratılış amaçları Cehennem'e gitmek olan cinler ve insanlar, yani kafir olacak şekilde yaratılmış cinler ve insanlar, Allah'a nasıl kulluk edebilirler?
YAHU KULLUK ETMEK AMACI ILE YARATILDI INSAN VE CIN...AMA HUR IRADELI OLDUKLARI ICIN ISTERSE ETMEZDE...ETMEDIMI DE CINLERDE ATEISTLERLE CEHENNEMDE YANARLAR...BU KADAR BASIT !
* Tüm insanlar (en azından geçici bir süre kalmak üzere) Cehennem'e gidecektir. İnananlar bir süre Cehennem'de kaldıktan sonra kurtarılacak, kafirler ise sonsuza dek Cehennem'de bırakılacaktır. Bu kesin olarak hükme bağlanmış bir iştir. (19:71-72) Ama bu sözde kesin hükümle çelişkili olarak, şehitler Cehennem'e hiç uğramadan direk Cennet'e gidecektir. (3:157-158, 3:169, 9:111)
CEHENNEME UGRAMAK ILLA YANMAK ANLAMINDA ALINMAMALI...HER HOLIVUT STUDYOLARINA GIDEN ARTIST OLMAZ DI MI...PARA VERIP GEZEN MILYONLAR VAR...AYNISI ..CENNET EHLIDE " KURTULDUKLARI YERI BIR GORMESI ICIN " CEHENNEMDE BIR GEZDIRILIRLER...AMA YANMALARI ICIN DEGIL, " GORMELERI " ICIN ...IKI KERE SUKRETMELERI ICIN...HEM CENNETI KAZANDIKLARI ICIN, HEM O YERDEN KURTULDUKLARI ICIN..BIR DE ATESTLERE EL SALLAYIP DONMEK ICIN OLABILIR TABII ...! ... (3:157-158, 3:169, 9:111) NUMARALI AYETLERDE ISE DIREK CENNETE GIDECEK DIYE BIR IFADE YOK...SADECE CENNETE GIDECEKLER IFADESI VAR KI O DA YUKARIDAKI AYETLE CELISMIYOR...ATEISTLERE EL SALLAYIP GECECEKLER CENNETE SONRA ...
* 66:8'e göre Allah Müslümanlar'ı utandırmayacaktır. Ama 19:71-72'ye göre Müslümanlar da dahil olmak üzere tüm insanlar (en azından geçici bir süre kalmak üzere) Cehennem'e gidecektir, ve 3:192'ye göre Cehennem'e giden herkes rezil edilecektir, yani Allah tüm Müslümanlar'ı rezil edecektir. Direk bir çelişki sözkonusudur.
3:192 ATESE SOKULANLARDAN BAHSEDER...YANI CEZA CEKENLERDEN...CENNETLIKLER ZATEN ORAYI GORUP CIKACAKLAR...ATESE ATILMAYACAKLARKI...YUKARIDA ACIKLANDI ZATEN DURUM...AMA ATEISTLER REZIL OLCAK...ORASI KESIN...!
* İsa Cehennem'de yanacak mıdır? İsa Allah katına yükselmiştir (4:158) ve Allah'a yakın olanlardandır (3:45), ama Allah'tan başka kulluk edilenler ve onların kulları Cehennemlik'tir (21:98).
MANTIGA BAKAR MISINIZ..YAHU O BIR NEBI..O BIR TEBLIGCI, RESUL...O KIMSEYE " BENI ILAH EDININ " DEMEDI KI...BU DA ZATEN KURANDA ACIKLANIR...ISA VEYA UZEYR ( AS) PEYGAMBERDIRLER..AMA NEMRUT, FIRAVUN...VS VE ONLARA TAPANLAR ISE CEHENNEMLIKTIRLER...AYETIN KASTETTIGI ZUMRE ONLAR...
* Allah'ın bir oğlu olabilir mi (39:4), olamaz mı (6:101)?
BU AYETIN NERESINDE COCUK OLABILIR ANLAMI ... (39:4) : " EĞER ALLAH, ÇOCUK EDINMEK ISTESEYDI, YARATIKLARINDAN DILEDIĞINI ELBETTE SEÇERDI " YANI "ISTEMIYOR, SECMEDI " DEMEK DEGIL MI BU AYETTEN CIKAN ANLAMI ..." O'NUN NASIL BIR ÇOCUĞU OLABILIR?" (6:101) DIYOR ZATEN AYET...!
* Kaç yaratan vardır? 23:14 ve 37:125'e göre, Allah yaratanların en güzelidir. Sözü edilen diğer yaratanlar kimlerdir? Eğer birden çok yaratan sözkonusu ise, 2:54, 6:102, 12:101, 13:16, 14:10, 15:86, 35:1, 35:3, 36:81, 39:46, 39:62, 40:62, 42:11, 56:59, 59:24 gibi birçok ayette, niye Allah'tan tek yaratan olarak sözedilmektedir?
YARATANA SEKIL VERME ANLAMI VARDIR ILK AYETTE. YANI YOKTAN VAR ETME DEGIL. SEKIL VERENLERIN EN GUZELI ALLAH'TIR...ZATEN AYET SEKILDEN SEKILE DONMEDEN BAHSEDER...AMA YOKTAN VAR EDEN SADECE ALLAH'TIR..! BU MANADA YARATMAK İSE SADECE ALLAH'A MAHSUSTUR!
* 33:37'de Müslüman erkeklere, üvey oğullarının boşadıkları eşleri ile evlenme izni verilmiştir. Bu iznin özellikle gelecekte Müslümanlar'a zorluk çıkmaması amacı ile verildiği belirtilmektedir. Ama bu iznin bir anlamı yoktur, çünkü Kuran aynı surenin daha önceki ayetlerinde evlat edinmeyi yasaklamaktadır. (33:4-5) Evlat edinemeyen bir adamın üvey oğlu olamaz, üvey oğlunun boşanmış eşi ile evlenme konusunda zorluk yaşaması da sözkonusu olamaz. 33:37'de verilen iznin sözde verilme sebebi dolayısı ile yalanlanmaktadır.
4-5. AYETLER EVLATLIGI YASAKLAMIYOR...SADECE EVLATLIK =OZ EVLAT GIBI DEGILDIR ANLAMINDA INDIRILMISTIR..."EVLATLIKLARINIZI DA SIZIN (ÖZ) ÇOCUKLARINIZ SAYMADI " DIKKAT OZ COCUK SAYMADI DIYOR AMA YASAK DEMIYOR...ZATEN ISLAM FIKHINDA DA BOYLE BIR SEY YOK...AMA ATEIST CIKARMIS BIR YERDEN BU ANLAMI ISTE...!
* Sadece insanlar mı peygamber olabilir (12:109, 21:7-8, 25:20) yoksa melekler de peygamber olabilir mi (22:75)?
YAHU HZ MERYEM'E ALLAH'IN ELCISI OLARAK KIM GITTI...ELCI DEYINCE ILLA PEYGAMBER MI ANLAMAK LAZIM..PEYGAMBER; VAHIY INDIRILEN VE INSANLARA BU VAHYI ACIKLAYANDIR. MELEK ISE ALIR ALLAH'IN EMRINI, SOZUNU, AYETI HER NEYSE ...O'NUN ELÇISI OLARAK GOTURUR, EMREDILEN YERE ...NEREDE BURADA PEYGAMBERLIK! GÖREVİ AYETİ PEYGAMEBRE GETİRMEK, KADAR. BAKANIN EMRINI GENEL MUDURE İLETEN POSTACI NE KADAR GENEL MUDUR OLABILIR KI...!? ZATEN MELEKLERIN IRADELERI YOKTUR..YANI BILDIGIMIZ ANLAMDA PEYGAMBER OLAMAZLAR!
* Ceninin cinsiyeti, döllenme anında mı (53:45-46) yoksa bir süre geliştikten sonra mı (75:38-39) belirlenir?
(53:45-46) AYETTE CINSIYET BELIRLEMEDEN BAHSETMEZ...RABBIMIZIN YARATTIGI CESITLI SEYLERDEN BAHSEDER...EGER SIRALAMA SOZ KONUSU OLSA IDI O ZAMAN ONCE GULME, SONRA OLDURME, SONRA DISILIK -ERKEKLIK SOZ KONUSU OLMAZDI...AYET MEALI ORTADA : "43 DOĞRUSU, GÜLDÜREN VE AĞLATAN O'DUR,44 DOĞRUSU, ÖLDÜREN VE DIRILTEN DE O'DUR.45 DOĞRUSU, ÇIFTLERI, ERKEK VE DIŞIYI, YARATAN DA O'DUR... (75:38-39) AYETI ISE TIPPA DA UYGUN SIRALAMADAN BAHSEDER...! DETAY SITEMIZDE.
* Bir Müslüman, kafir anne babası ile nasıl geçinmelidir? 31:15'e göre kafir anne babanın inançlarına uyulmamalı, ama onlarla iyi geçinilmelidir. 9:23'e göre ise böyle bir durumda anne baba dost edinilmemelidir, yani onlarla iyi geçinilmemelidir.
23. AYETTE VELI EDINMEMEKTEN BAHSEDILIR. SOYLE DIYELIM. OKULA KAYDOLURKEN BIR VELIYE IHTIYAC VARDIR...SIZDEN SORUMLU OLACAK OLAN, SIZIN HAKKINIZDA SOZ SAHIBI OLACAK OLAN BIRINE...ISTE BUNUN GIBI BIR VELI OLARAK ONLARI KABUL ETMEYIN. CUNKU KAFIR OLAN ANNE BABA IMANI NOKTADA, FARKLI ITIKATTAN OLDUKLARI ICIN VELI, VEKIL, AVUKAT, ...EDINILEMEZLER! AMA ONLARLA TABII KI IYI GECININ. CUNKU ANNE BABA HAKKI ISLAM'DA COK ONEMLIDIR! TAKI SIZI HAK OLAN ISLAM DININDEN DONDURMEYE CALISANA DEK...VEYA SIZI YONETMEYE CALISANA DEK...!
* Kafirler Müslüman olmaya zorlanmalı mıdır (8:38-39, 9:29) zorlanmamalı mıdır (2:256, 3:20, 109:6)?
AYETTE KAFIRLER YENILECEKTIR...ISLAM HAKIM OLACAKTIR DENIYOR...ZORLA MUSLUMAN OLMAK ANLAMI YOK AYETLERDE...BURADA ZORLA MUSLUMAN OLMALARINDAN SOZ EDILMEZ, ISLAM'A DUSMAN OLMAMALARI ISTENIR! ZATEN AYETTE CIZYEDEN BAHSEDILIR..CIZYE MUSLUMANDAN ALINMAZ, OLAMYANDAN ALINIR. ISLAM HUKMU ALTINDA YASAYAN KAFIRLEDEN ALINIR! MUSLUMAN OLMALARI ICIN ZORLANMAZ YANI!
* Hıristiyanlar şefkatli ve merhametli midir (57:27) yoksa zalimler topluluğu mudur (5:51)?
HZ ISA ZAMANINDAKILER SEFKATLI, BOZULMUS OLANA UYAN GUNUMUZDEKILER ISE ZALIM...ISTE HACLI SEFERLERI ISTE IRAK,ISTE BOSNA....AFGANISTAN...BIR DAMLA PETROL BIR DAMLA KAN...!
Netice itibarı ile, bu kadar çok sayıda, önemli konularda, ve çözümü imkansız çelişkilerin varlığı, Kuran'ın geçersizliğini tartışma götürmeyecek biçimde kanıtlamaktadır.
NETICE ITIBARI ILE BU KADAR COK SAYIDA ATMASYON, ONYARGI, IFTIRA VE YALAN-DOLAN, ÖNEMLİ KONULARDA VE KENDI ICINDE BILE CELISKILI CUMLELERIN VARLIGI ATEIZMIN CIKMAZLARINI VE GECERSIZLIGINI TARTISMA GOTURMEYECEK SEKILDE KANITLAMAKTADIR. RUHUNA TEBBET OKUYALIM !
2
SORU - CEVAP
1400 yaşında olmasına rağmen, bugünün ihtiyaçlarına da cevap verdiği ve bilim yanlısı olduğu iddia edilen Kuran'da şu sorularımın cevaplarını bulamadım..
SORULARLA BİLİMİN NE İLGİSİ VAR...? KUR'AN BU DETAYLAR ÜZERİNDE DURSA HACMİ NE OLURDU, O ZAMAN DA BU YAZAR " BU İŞE YARAMAZ BİLGİLERİN KUTSAL OLDUGU İDDİA EDİLEN KİTAPTA NE İŞİ VAR, " DEMEZ Mİ İDİ ...!? AMAÇ ÖĞRENMEK DEĞİL, SORU SORMAK...LAF OLA BERİ GELE...
1)Adem ve Havva hangi tarihte yaratıldılar? Cennete hangi tarihte girdiler? Hangi tarihte cennetten kovuldular?
KUR'AN TARİH KİTABI MI ...EVRENSEL MESAJİ İLE NE ALAKASI VAR BUNLARIN? TARIH IMTIHANINDA MI SORULACAK SANA ?
2) Önce Adem mi yaratıldı, Havva mı? Aralarında ne kadar yaş farkı vardı?
KUR'AN AÇIKLIYOR..BİR ÖZ YARATILIYOR VE BU ÖZDEN ÖNCE ADEM SONRA HAVVA ANNEMİZ YARATILIYOR - KABURGA KEMIGINDEN YARATILMA YOK YANI ...! -YİNE TARİH İSTİYOR... KOMIK ...NEDCEKSE ...!? HADI VRELIM MIATTAN ONCE 123413455624756981345... YANLIŞ MI DESIN ISPAT ET, NASREDDIN HOCA'NIN DUNYANIN MERKEZINI ISARET ETMESI GIBI AMA ISE YARIYOR ))
3) Doğmadıklarına göre Havva ve Adem'in göbekleri var mıydı? (Hani, çamurdan mı, yoksa pıhtıdan mı yaratıldığı tartışma konusu olan ilk insan..) ÇAMURDAN YARATILMA MESELESI SİTEMİZDE DEFALARCA İŞLENDİ AMA GENEL HATLARI İLE " AHIRET,BEDEN-RUH " VE " RUHUN VARLIGI " KONULARINA BAKILABILIR. GOBEKLERİ BÜYÜK İHTİMAL YOKTU. ÇÜNKÜ İLK PROTOTİP İDİLER. DAHA SONRA DOĞUM YOLU İLE COĞALMA BAŞLAYINCA GOBEK VAR OLMAYA BAŞLAMIŞTIR AMA BU SAHSI TAHMINIMIZ !
4) Ya da hayali cennetten kovulmadan önce, cinsel organlari varmiydi? SANA NE..RÖNTGENCİLİK MERAKI MI ...!?
5) Vardı ise ne için vardı? (madem ki cinsellik yasaktı?..) KİM DEMİŞ...TEK YASAK OLAN YASAK MEYVENİN YENİLMESİ İDİ!
6) Ya da Havva'nin göğüsleri varmıydı? (Çocuk emzirmeyecegine göre)? Yoksa bunlar cennetten kovulur kovulmaz mi olustular? YA KOVULACAKLARI BİLİNİYOR İSE -KADER KONUSUNA MURACAAT, ALLAH'IN YAZDIGINI YAPMAYIZ, YAPACAKLARIMIZI ALLAH BILIR ) VE DAHA İLK YARATILMADA BU ŞEKİLDE YARATILMIŞSA...HIC DUSUNEMEMISTIN DI MI BUNU ATEISTIM BENIM ...!
7)Ya da Adem ve Havva'nin hormonlari önceden var mıydı? Vardıysa, (testesteron, östrojen, prolaktin, oksitosin vs.) ne amaçla vardı? SONRAKI HAYATLARI- DUNYA HAYATLARI ICIN - ONCEDEN HAZIR YARATILDILAR!
Havva, adet görüyor muydu? BÜYÜK İHTİMAL CENNETTE HAYIR. AMA FARKLI ORTAM - DÜNYA ORTAMI - BU ÖZELLİĞİ BAŞLATMIŞ OLABİLİR!- NE YANİ MUHTEŞEM EVRENİN DARWİNİZM MANTIĞI İLE ŞANŞ ESERİ OLUŞABİLECEĞİNE İNANIYOR DA ATEİSTİMİZ, ZAMAN FAKTÖRÜNÜ YARATAN RABBİMİZİN ZAMAN İÇİNDE ZAMAN İLE BU ÖZELLİĞİ HAVVA ANNEMİZE KAZANDIRABİLECEĞİNİ Mİ İNKAR EDECEK...:) TÜM EVRENİN TESADÜFEN OLUŞMASI İHTİMALİNİ KABUL EDENLER İÇİN BU ZATEN OLAĞAN BİR DURUM OLUR Dİ Mİ
9) Adem ile Havva'nın kıyafetleri nasıldı? Havva, başörtülü müydü, çarşaflı mı? Yoksa ...? İLK İNSAN AYNI ZAMANDA ALLAH'IN EĞİTİMİNDEN GEÇMİŞ OLAN VE PEYGAMBER OLAN BİR KİŞİ İDİ ...YANİ MAĞARA DEVRİ İŞİ MASAL..EĞİTİCİSİ BELLİ OLAN ADEM ( AS)'IN HAYAT STANDARTLARI DA BELLI BIR SEVIYEDEN BAŞLAMIŞTIR MUTLAKA... MUTLAKA BELLİ SEVİYEDE ÖRTÜLERİ VARDI ..AMA BAŞÖRTÜSÜ EMRİ İLK NE ZAMAN İNZAL OLUNDU BU BİLİNEMEZ! BELKİ İLK İNSAN BELKİ ZAMANLA FARZ KILINAN BİR EMİR İDİ BU!
10)Eğer bunlar yok idiyse, nasıl oldu da birbirlerine cinsel arzu duydular?.. Var idiyse, bu arzudan dolayı neden cezalandırıldılar?
YAW BU ATEIST SALAK MI TAKTI CINSELLIK YUZUNDEN CEZA MESELESINE...CEZA YASAK MEYVEDEN DOLAYI VERILDI ... CINSELLIK DUYGUSUNDAN DEGIL !
10)Cennette yasak olduğu söylenen meyvenin adı neydi? Bu yasak meyve bugün dünyada yasak mı değil mi? Niye?
KUR'AN ADI UZERINDE DURMAZ. ALLAH'IN ACIKLAYAMADIGINI BIZ DE BİLEMEYIZ. ADI BİLİNSE NE OLUR...!? ONEMLİ OLAN OLAY -NEDEN - SONUC ILISKISIDIR. KUR!AN BU NEDENLE ESKIMEZ. KUR'AN'IN ESKIMEZLIGI ADLI YAZIMIZA MURACAAT...!
11)Ensest ilişki, günah mıdır, değil midir? (Adem ve Havva'nın çocukları ensest ilişki ile çoğalmış olmalı.. Yoksa, dünya belli bir nüfusa ulaşıncaya kadar ana ve babalar Allah'ın verdiği bir özel formülle seks yapmadan çocuklarını çamurdan mı yapmaya devam ettiler? HZ ADEM-HAVVA VE COCUKLARI YAZIMIZA MURACAAT
12)Adem ile Havva ne kadar yaşadılar? Kaç yılında öldüler?
YINE TARIH..ALLAH'TAN ATEIST MANTIGI ILE BIR ILAHI KITAP GELMEMIS...TARIH, ELBISE DESENI, ÖZEL FANTAZI İLE DOLU BIR HAYLI HACIMLI AMA ICI BOS, GUNCEL VE AKTUELITESI OLMAYAN BIR KITAP OLURDU...! TABII K. MUKADDES'E BENZEYEN BIR KITAP OLURDU BOYLECE...ATEISTIN ISTEDIKERI ORADA VARDA ))
DIKKAT LUTFEN ...SORULAN SORULARIN COGU ..CEVABI BILINSE DE GUNUMUZDE PRATIK HAYATI ETKILEYECEK BILGILER DEGIL... O ZAMANDA MUHTEMELEN " YAHU BU BILGILERE NE GEREK VAR, ILAHI KITAP DEDIGIN SOMURUYE ENGEL OLUYOR MU, ADALETSIZLIGI ENGELLIYOR MU, INSAN HAKLARINA NASIL BAKIYOR...? ONEMLI OLAN BUNLAR, BANA NE ILK INSANIN OZEL YASAMINDAN..." DERLERDI KI ELHAMDULILLAH KUTSAL KITABIMIZ KURAN DA ASIL BUNLARI ICINDE BARINDIRIYOR...!
ASIL BEN ATEISTIMIZE BI SORU SORAYIM...NASIL OLURSA SANS ESERI BIR ATOM KENDI KENDINE OLUSUR..O ATOMLARDAN SANS ESERI BASKALARIDA OLUSUR VE SANSA BAKIN BIR ARAYA GELIP ELEMENTLERI , AYNI SEKILDE OLUSAN ELEMENTLER YINE SANS ESERI... , TABI HER SEFERINDE HER BIR EN KUCUK PARCA SANS ESERI OLUSUP SANS ESERI DIGERI ILE BIRLESIP SANS ESERI ORTAYA DEVAM EDEN BIRBIRINI TAMAMLAYAN BIR BUTUNUN PARCALARINI OLUSTURMAKTADIR ... VE SU SANSA BAKIN KI ORTAM DA - OYLE YA OKSIJEN, SU , BESIN ...ZINCIRI DE SANS ESERI HEP TAM KIVAMINDA HAZIR OLUSUP AYRICA ORDA BEKLEMEKTEDIRLER! EVET BU ELEMENTLER SANS ESERİ BAŞKA OLUŞAN ELEMENTLERLE BİRLEŞMEKTE ,ŞARTLAR BUNA MÜSAİT OLMAKTA VE MOLEKULLER OLUŞMAKTADIR..ŞANSA BAKINIZ Kİ BU MOLEKULLER OYLE BOYLE OLUŞAN BAŞKA MOLEKULLERLE BİRLEŞİP AMINO ASITLERI OLUŞTURMAKTADIR...BU SEKILDE SANS ESERİ OLUSAN BASKA AMINOASITLERLE BIRLESEN BU ZINCIR PEPTIT, ONLAR SANS ESERİ AYRICA OLUSAN BASKALARI ILE BIRLESIP POLIPEPTIT, ONLAR SANS ESERI BASKA OLUSANLARLA BIRLESIP PROTEIN, ... ONLAR... HUCRE...ONLAR DOKU, ONLAR ORGAN, ONLAR SISTEM VE SONUCTA TÜMÜ DE ORGANIZMA- CANLIYI OLUSTURMAKTADIR...VE HER BİR EN KUCUK ATOM SANS ESERI OLUSUP HER BIR PARCA SANS ESERİ BİRLESİRKEN AHENK -BUTUN OLUSTURMAKTA, BİRBİRİNİ YOK ETMEDEN BIR UYUM ICINDE BIRLESIRKEN HER PARCA AYNI ZAMANDA CEVRE SARTLARIDA BUNU ENGELLEYECEK BIR KONUMDA OLMAYACAK OZELLIKLERE SAHIP OLMAKTADIR...VE BU ORGANIZMA SANS ESERI HAYATINI DEVAM ETTIRECEK CEVRESEL SARTLARIN TAM ORTASINDA - KI TUM BU SARTLARDA AYRI BIR SANS ESERI OLUSMA ZINCIRININ SONUCUDUR!- BULUNMAKTA VE KENDI GIBI ...UHUUUUU HU ,SANS ESERI OLUSAN BASKA BIR ORGANIZMA ILE UYUM ICINDE UREME OZELLILERINE SAHIP OLUP HAVADAN SUYA, ORADAN TOPRAK, ISIK, YEME, BARINMA...TUM SARTLARIN SANS ESERI TAM OLMASI GEREKTIGI SEKILDE OLUSTUGU BIR ALEMDE DEVAMLI SANSLARI YAVER GIDIP COGALIP ZAMANLA DA FARKLI TURLERE GECEBILMISTIR... BUNA ANCAK MASAL DENEBILIRKEN - HANI UZUUUN FASULYELERE TIRMANIP GOKYUZUNE TIRMANILAN MASALLAR GIBI ... - BUNU BILIMSELLIK ADINA " OLDU " DIYE SAVUNANLAR BANA GELIPTE BIR DE BILIMSELLIKTEN BAHSEDECEKLER VE BENDE ONLARI DINLEYECEGIM , OYLE MI...HADI CANIM ...! HADI CANIMM , BAŞKA KAPIYA, YALLA ATE YALLAAA...
Ayrıca, Muhammed'in kendisinin Allah'ın-varsa eğer- elçisi olduğunu iddia ederek İslamiyet dinini ortaya çıkarması üzerine de şu sorular akla geliyor ALLAH ( CC) VAR...ISPATI SİTEMİZDEKİ ILK IKI KONU
Eger siz Allah-varsa eğer- olsa idiniz:
1) Dünyadaki tüm insanlara hitap edecek bir kitap gönderecek olsanız, sadece Arapça dilini mi kullanırdınız? Yoksa, ne kadar dil varsa o kadar dilde hazırlamış olduğunuz kitapları mı gönderirdiniz?
HEH HEE.KOMIK...BOYLE OLSA IDI HZ. MUHAMMED NE YAPACAKTI BIR BIZANSA BIR AFRIKAYA BIR CINE MI GIDECEKTI ...BI DE DEMEZ MI NE KADAR DIL VARSA DIYE ..YAHU KUCUK KABILE DILLERINI DE SAYSAK BINLERCE DIL VAR BE ADAM...SORUNUN PRATIKTEKI UYGULAMA VEHAMETINI DUSUNEBILIYOR MUSUNUZ...SORUSUNA GORE SORUYU SORANIN ZEKA SEVIYESINI ANLAYINIZ LUTFEN. HA SURASININ ALTINI CIZELIM ...RABBIM HER TOPLULUGA MUTLAKA BIR PEYGAMBER GONDERMISTIR...BU KONUDA SITEMIZDE CESITLI YERLERDE ISLENDI AMA GENEL OZET ICIN TIKLAYINIZ :TEK DIN ISLAMDIR ADLI KONU !
PEKI MANTIKLI OLAN NE :ONCE BIR MERKEZ OLUSTURULUR...ORADAN CEVREYE YAYILMA HAREKETI , İRSAT FAALİYETİ YÜRÜTÜLÜR..TERCÜMELER, ACIKLAYICILAR... YAPILANDA BUDUR ZATEN...
2) Dünyadaki tüm insanlara zaman zaman mesajlar iletmek isteseniz, bir aracı (elçi/peygamber) mi kullanırdınız yoksa doğrudan mı iletirdiniz?
AYNI CEVAP...MERKEZDEN CEVREYE ...ZATEN MESAJDA ULASMISTIR TUM DUNYAYA..AMA HALA INAT ILE INANMAYAN HATTA KARSI CIKAN VARKEN ...SORMAK LAZIM ...SANA O MESAJ GELDI DE SEN DEGISTIN MI ...YANI AMAC YETER KI ARINMAK OLSUN...
SU SORU AKLA GELEBILIR: HER TOPLULUGA NEBI GELMISTIR TAMAM DA YA AZ VEYA TEK 3-4 KISININ YASADIGI YERLER NE OLACAK...ONUN CEVABI SU: BU KISI-LER- SADECE " TEK , BIR OLAN YARATICIYA" INANACAKLAR...YANI AKIL ZATEN YARATANI BULUR AMA BU YARATICININ TEK OLDUGUNU KABUL ETMELI BIREY...ARTI IYI AHLAK YETERLIDIR...ZATEN IBRAHIM ( AS) IN KISSASI KURAN DA BU NEDNELE ANLATILIR...ARAYANIN TEK YARATICIYI BULMASINI ...! TOPLU YASANAN YERLERE ZATEN ILAHI EMIRLER PEYGAMBERLERLE GONDERILMISTIR..AMA AFRIKANIN ORTASINDA YASAYAN INSANLARA FAIZ YASAK DIYE HARAM EMRI GELMEZ TABII ...ORTAM, SEVIYEYE UYGUN EMIR-YASAK ZINCIRI GELIR...ATEISTIMIZIN MANTIGINA GORE HAREKET EDILSE AFRIKADA KI BALTA GIRMEMIS KABILELERIN ICINE DUSECEGI DURUMU DUSUNUN : -HER YERE KENDI DILLERINDE KITAP GELECEK YA !- YAW FAIZ NE, YA KARABORSA, AAA BI DE KIZ COCUKLARINI GOMMEDEN BAHSEDILMIS...BU NE BICIM KITAP ...DAHA BIZDEN HABERI YOK ..." KOMIK OLUYO DI MI ...IYIKI RABBIMIZ - HASA - ATEIST MANTIK ILE HAREKET ETMIYOR...
3) Dünyadaki tüm insanlara en son dini göndermek isteseniz, sadece Arabistan'a bir elçi mi gönderirdiniz, yoksa dünyanın herbir yerine aynı anda aynı şeyleri anlatmak için birden çok elçiler mi gönderirdiniz?
HER YERE ZATEN ELÇI GITMISTIR... O BÖLGENİN ÖZELLİKLERİNE GÖRE İHTİYACI OLAN ILAHI MESAJLAR İLETİLMİŞTİR...!AZ OLAN TOPLULUKLARIN YAPMASI GEREKENLERI YUKARIDA YAZDIK..BİR DE KIYAMET YAKLASTIGI ICIN TUM DUNYAYA SON EVRENSEL MESAJ GONDERILMISTIR ... O DA KISA SUREDE YAYGINLASMISTIR...
YANI RABBIM : PEYGAMBER GONDERMEDIKCE HIC KIMSEYE ZULMETMEYIZ " DERKEN , YANI : KITAPLI PEYGAMBER, KABILELER GONDERILEN UYARICI PEYGAMBER VE KUCUK GRUPLARDAN ISTEDIGI TEK ILAHA INANMA +AHLAK ... KURALLARI TUM EVRENE HITAP ETMEMEKTEMIDIR DE ATEISTIMIZ HALA BILINC ALTINDAKI EZIKLIK ILE KENDINI HAKLI CIKARMAYA CALISMAKTADIR... HAYRET DOGRUSU...!
4) Dünyadaki tüm insanların iyi olmasını ve doğru yolu bulmasını mı isterdiniz? Eğer bu sorunun cevabı "evet" ise, onlara kötülüğü veren şeytana karışmadan, şeytanlığını yapmasına müsaade eder miydiniz? (Tavşana kaç, tazıya tut mu derdiniz?) Şeytanı yok etmez miydiniz? SADECE IYILIK YAPAN VARLIKLAR ZATEN YARATILMISTIR...ONLAR ALLAH'A ASLA ISYAN ETMEZ, GOREVLERINI AYNEN YERINE GETIRIRLER...MELEK, HAYVANLAR, BITKILER, GEZEGENLER...SU , ATES...VS...
BUNUN IKI ISTISNASI VARDIR...CIN VE INSAN ...BUNLAR IKI TERCIH ILE KARSI KARSIYADIR : CENNET - VE IYILILER YOLU :HUMANIZM KONUSU OZELLIKLE OKUNMALIDIR !- VE CEHENNEM YOLU... RABBIM AKIL VERMISTIR, DOGRU YANLISI AYIRAN! KITAP GONDERMISTIR, ACIKLAYICISI OLARAK PEYGAMBER GONDERMISTIR, CENNETE GIRMENIZI ISTERIM , CEHENNEM KOTUDUR DIYE DEFALARCA- 120. 000 PEYGAMBER VE YUZBINLERCE YIL SUREN TEBLIB CALISMALARI ...!- SIZIN CENNETE GITMENIZI ISTERIM DEMISTIR...BUNDAN SONRA ISE TERCIHI SECMEK INSANALARA - VE CINLERE , CINLER ADLI IKI YAZIYA MURACAAT - KALMISTIR! ISTERSE KENDI IRADESI ILE KOTULUK YAPARAK CEHENNEME ISTERSE KOLAYCA - DETAY HUMANIZM ADLI YAZIMIZ- CENNETE GIDER...CENNET YOLUDA HEP INSANALARIN FAYDASINA OLAN ISLERIN YAPILMASI ILE ASILIR- YINE HUMANIZM DOSYASININ ALTINI CIZELIM !-
YANI KISACA :BIR YOL DÜŞÜNELIM YOLUN IKI TARAFINDA BEYAZ VE KIRMIZI IŞIK VEREN SINIR TAŞLARI VARDIR. ELIMIZDE TRAFIK REHBERI ÖNÜMÜZDE KILAVUZ OLAN BIR TRAFIK POLISI VARDIR. AYRICA ALLAH INSANA AKIL DA VERMIŞTIR. ŞIMDI POLIS YOLU GÖSTERIYOR, TRAFIK REHBERI YOL HAKKINDA BILGI VERIYOR SINIR TAŞLARI YOLUN SINIRLARINI ÇIZIYOR AKIL DA DOĞRU YOL BULABILIYORKEN BIR KIŞI BU YOLDA KAZA YAPSA, YOLDAN ÇIKSA UÇURUMA DÜŞSE SUÇ KIMDE OLUR? ŞOFÖRDE MI, KILAVUZ (POLIS) DA MI, REHBER DE MI, SINIR ÇIZGISI TAŞLARINDA MI? KAZA -KADER KONUMUZDAN ALINMISTIR !-
6) Elçinizi görevlendirirken, kimsenin şahit olarak bulunmadığı bir mağarada mı görevi tebliğ ederdiniz? Sonra da herkesin bu elçiye inanmasını bekler miydiniz?
BİLİM ADAMLARI DENEY YAPARKEN HALKI ETRAFLARINA MI TOPLARLAR YOKSA O EN ÖNEMLİ ASAMA KENDI ORTAMINDA GERCEKLESTIRILDIKTEN SONRA MI SONUC VE DETAY HALKA ACIKLANIR...ONEMLI OLAN MESAJ VE ICERIK ISE SORU MUAFTIR...YOK ILLA MUCIZE BEKLENMEKTE ISE BIR COK MUCIZE GOSTERILMISTIR...AMA O ZAMANDA INANMAK ISTEMEYEN INANMAMISTIR, GUNUMUZDE DE INANMAK ISTEMEYEN INANMAMAKTEDIR...YANI CEBRAIL MAGARA YERINE SEHRIN ORTASINDA ILAHI MESAJI TEBLIG ETSE IDI ATEISTMIZ INANACAK MI IDI...!? BASKA MUCIZLERE GOSTERDIGINDE- DETAYA GIRMIYORUZ- O MEKKELI MUSRIKLER INANDI MI KI BU SEKILDE DE BIR ILK KARSILASMA ANININ HERKESCE GORULMESININ ALTI CIZILMEKTEDIR...NE OLDUGU ORTADA...KORKAN, ÜRKEN BIR NEBI ...BU ANLAR ÖZEL VE İLK ANLAR ...GOREVLENDIRILEN KISININ RUH HALI ONEMLI ...ONCE O KISI BUNU ZIHINSEL OLARAK KABULLENMELI ...BU OZEL DURUM KABULENILDIKTEN SONRA - YANI TEMEL SAGLAM ATILINCA - TEBLIG BASLAR...HER NEBI DE DE BU BOYLE OLMUSTUR ... ONCE INSAN OLAN NEBI, BILINCLENIR SONRA O CELIK IRADE HAZIR OLUNCA ATEISTLERE DE DAHIL, TEBLIĞ BASLAR !
ASIL SUPHECILIK OLAMAZ SIKKINI TERCIH ETMEK DEGILDIR " OLABILIRLIK " SIKKINI TERCIH ETMEKTIR. ASIL SUPHECILIK ONCE KARAR VERIP SONRA NEDEN - MAZERET ARAMAZ.BU SADECE ONYARGININ TEZAHÜRÜDÜR!
INANMAK ISTEMEYEN MUCIZELER GORSE DE INANMAZ - HZ RESUL DONEMINDE BOL BOL ORNEGI GORULDU - ,ZATEN ASIL MUCIZE KUR'AN'DIR...1400 SENEDIR GUNCELLIGINI ASLA KAYBETMEMISTIR... O ASIL MESAJ ATLANIP ARAYA - UNUTMAYALIM DENEYI YAPILAMAYACAK BILIM DALLARINDAN BIRI DE TARIHTIR , ISTANBUL YENIDEN FETHEDILEMEZ, FETHEDILDIGINI GOREN DE KALMAMISTIR, AMA DILDEN DILE , ESERDEN ESERE GUNUMUZE GELMISTIR BU GERCEK UNUN GIBI :- TARIH, KENDI METODUNU KABULENDIRME, KURAN'I OKUMADAN IFTIRA ATMA...CALISMALARI HER ZAMAN OLMUS VE HER DAIM OLACAKTIR...AMA ONLAR TARİHİN TOZLU SAYFALARI ARASINDA KAYBOLMUŞ, KUR'AN HALA CAPCANLI , AKTULE HAYATA HITAP EDER SEKILDE INSANLIGA ISIK TUTMAYA DEVAM ETMEKTEDİR!
3
ATEİZM VE ÇIKMAZLARI
"Ateizm ve Çıkmaz!arı", kapsamı oldukça geniş bir konudur. Bir din ulusu, "Tanrı'ya giden yollar yıldızların sayısı kadar çoktur" der. Ateizme giden yollar, belki bu kadar çok değildir ama burada da bir değil, birden çok yolların bulunduğu bir gerçektir ve bu yolların her biri, başlı başına birer inceleme konusudur. Biz bu incelememizde, ateizme temel olan veya temel olduğu öne sürülen görüşlerden sadece çok önemli olan birkaçı üzerinde duracak ve onların eleştirisini yaparak ana çizgileriyle konunun genel görünümünü ortaya koymaya çalışacağız.Konumuzun başlığında "Ateizm" terimine yer vermemiz, bu terimi dilimizde tam olarak karşılayan ve yaygın bir kullanıma sahip olan bir terimin bulunmayışından ötürüdür. Din literatürümüzde ateizm terimine en yakın terim olarak, 'ilhad" kelimesi kullanılmaktadır. Arapça olan bu kelimeyi, bugün ancak klasik dini yazılarda bulmaktayız. Yine Arapçada kullanılan ve "inanç yolundan sapan" anlamına gelen "zındık", "zaman yönünden dünyanın bir başlangıcı olduğuna inanan" anlamına gelen "dehri" (çoğulu: Dehriyyun) kelimeleri, tıpkı "ilhad" kelimesi gibi, günümüz felsefe yazılarında hemen hiç kullanılmamakta, ayrıca bu son iki terim ateizm terimini tam olarak karşılamamaktadır. Günlük dilde ve halk arasında kullanılan "Allahsız!" sözü, bilindiği gibi, "insafsız, merhametsiz v.b." anlamında ve daha çok bir yergi ifadesi olarak kullanıldığı için, ateizmle doğrudan bir ilgisi yoktur. Basım tarihleri oldukça yeni olan bazı sözlüklerimiz, ateizm terimini, genellikle "tanrıtanımazlık" terimi ile ifade etmektedirler. Sanıyorum iki kelimeden oluşan bıı terimin güçlüğü, "tanımak" fiilinden gelmektedir. Bildiğim kadarıyla, "tanımak" fiilini, "inanmak" fiili yerine pek kullanmamaktayız. Nitekim "Siz Tanrı tanır mısınız?" veya, "Tarıya inanır mısınız ?" yerine, "Tanrıyı tanır mısınız ?" şeklinde bir soru, kulağa oldukça yabancı gelmektedir. Kanaatimce "Tanrıyı tanımama" daha çok, "Tanrıya inanmam" anlamında değil de, "Tanrıya bir tür meydan okuma" anlamında kullanılmaktadır. Ateizm terimi yerine "Tanrıya inanmazlık" sözünü kullanmak belki daha yerinde olur; ancak burada ismin "e" halinin araya girmesi, kelimenin tek terim olarak kullanım kolaylığını ortadan kaldırmaktadır.Batı dillerinin çoğunda, Tanrı hakkında düşünmenin bejli başlı akımları için kullanılan terimler genellikle ya Yunancadaki "theos"dan, ya da Latincedeki "deus"dan türetilmiştir. Bu kelimelerden türetilen "teizm", "ateizm", "panteizm", "henoteizm", "deizm" ve benzeri terimlerin derli-toplu tanımlarını yapmanın kolay bir iş olmadığı hemen her filozof ve ilahiyatçının itiraf ettiği bir noktadır. Söz gelişi, kime ateist diyeceğiz? Felsefe tarihinde, ateistlikle suçlanan birçok büyük düşünür, böyle bir suçu kesinlikle reddetmiştir: Fichte ateistlikle suçlanmış, ancak o, "Bir insanın gerçek anlamda ateist olabilmesi için hiçbir ahlaki ideale sahip olmaması gerektiğini öne sürerek", kendisine yöneltilen suçu kabul etmemiştir. Spinoza'nın Tanrı kavramı, Yahova'dan daha geniş olduğu için, ateistlikle suçlanmıştır 1. Yine yüzyılımızın tanınmış Hıristiyan ilahiyatçılarından biri olan Paul Tillich, Tanrı'yı "varlığın bizzat kendisi" veya "var olan her şeyin gerçek temeli" şeklinde tanımladığı ve O'nu evrenin dışında bulunan tek ve şahsi bir varlık olarak düşünmediği için, ateistlikle. Suçlanmıştır 2. Dahası var: Sokrates, Yunan "popüler" tanrılarını reddettiği ve bir tür monoteizme yöneldiği için, ateistlikle suçlanmıştır. Yine eski Romalılar, kendi Tanrı kavramlarını kabul etmedikleri için, ilk hıristiyanları bile ateistlikle suçlayarak cezalandırmışlardır. 3Bu durumda kimlere ateist dendiğine bakarak, ateizmin ne olduğu konusunda birtakım ipuçları yakalamak mümkünse de terimin çeşitli kullanımlarını içerebilecek bir tanıma ulaşmak mümkün değildir. Tanımlamadaki güçlük, büyük ölçüde, ortada farklı ve çok sayıda tanrı kavramlarının, dolayısıyla buna karşılık çok sayıda. ateistik anlayışların bulunmasından ileri gelmektedir. Orta ve Doğu Asya'da yaygın olan bazı dinler bir yana, tek tanrıcı dinlere mensup kişilerin zihinlerindeki tanrı tasavvurları bile bir ve aynı değildir. Öyle ise nasıl farklı teistik sistemler varsa, aynı şekilde farklı ateistik anlayışların bulunması da tabiidir.Ateizm sözü, genellikle, bir geniş bir de dar anlamda olmak üzere iki ayrı şekilde kullanılmaktadır. Genel anlamda ateist sadece "teist olmayan", başka bir deyişle "Tanrıyı hayatına sokma gereğini duymayan" kişi, şeklinde tanımlanabilir. Bu anlamda kullanılan ateizmdeki olumluluk takısı "a", tıpkı "apolitik" ve "asosyal" kelimelerinde olduğu gibi, nisbeten daha nötr bir durumu ifade eder. Dar anlamda ise ateist, düşünerek ve tartışarak Tanrı'nın var olmadığını öne süren kişidir. Bazen bunlardan, ikincisine "pozitif ateist" birincisine de "negatif ateist" denmektedir. Pozitif ateist, sadece Tanrı'nın varlığına inanmamakla kalmıyor, aynı zamanda O'nun yokluğunu kanıtlamaya çabalıyor 4. Felsefede asıl önemli olan, bu ikinci tür ateisttir. Kaldı ki geniş anlamda veya negatif anlamda ateizmin varlığı da tartışma konusudur. İnsan, apolitik ve asosyal olduğu gibi, kolayca ateist olamaz. Özellikle tek tanrıcı dinler geleneği içinde doğup büyüyen bir insanın, ciddi olarak düşünmeden ve bir takım gerekçelere dayanmadan Tanrı'nın varlığını inkâr etmesi hiç de kolay bir iş değildir. Aslında Tanrı'nın varlığına pek aldırış etmeden hayatlarını sürdüren kişiler için "ateist" sözünü kullanmak doğru değildir.
İmdi, kişi Tanrı'nın varlığına ya inanır ya da inanmaz. İnanma fenomeni ışığında bakıldığında, teiznıle ateizm arasında orta bir yerde bulunmak pek mümkün görünmemektedir. Gerçi felsefe tarihinde teizm ve ateizm terimleri kadar, "agnostisizm" terimi de önemli bir yer tutar. Bilindiği gibi, agnostik, Tanrı'nın varlığı ya da yokluğu hakkında hiçbir şey bilmediğini, dolayısıyla bu konuda hiçbir şey söyleyemeyeceğini öne süren kişidir. Burada dikkatimizin bir ayırıma çekilmesinde yarar vardır: Tanrı'nın varlığına inanmak başka şey, O'nun var olduğunu kanıtlamak ise daha başka şeydir. Tanrı'nın varlığını kanıtlayamamaktan agnostisizmi veya ateizmi çıkarmamız doğru olmaz. Agnostisizmin haklı olabilmesi için, şu iddialardan birinin ya da ötekinin kabul edilmesi gerekir: (a) Tanrı'nın hem var hem de yok olduğunu gösteren birtakım ipuçları vardır; (b) Tanrı'nın var veya yok olduğunu gösteren hiçbir ipucu yoktur. Agnostik birinci iddiayı kabul edemez; çünkü "orta yerde" (yani teizmle ateizm arasında) durabilmesi için, leh ve aleyhteki ipuçlarının tam anlamıyla denkleştirmek zorundadır. Aksi takdirde ya teizme, ya da ateizme kaymadan edemez. 0, ikinci iddiayı da kabul edemez; çünkü Tanrı'nın varlığı veya yokluğu hakkında hiçbir ipucu yoksa agnostisizmin dayanacağı bir temel de yok demektir. Bundan dolayı yalnız teistler değil, ateistlerin de çoğu (Marx ve Engels başta olmak üzre) agnostisizmi tutarlı ve geçerli bulmamaktadırlar.Bu arada şu noktaya da işaret edelim ki, eğer teizmin sınırları çok geniş tutulursa, sadece agnostisizmin değil, ateizmin de imkânsız olduğu öne sürülebilir. Nitekim böyle bir iddia ile ortaya çıkan düşünürler de yok değildir. Söz gelişi, ilk hıristiyan ilahiyatçılarından Anselm, Kutsal Kitab'ın "Mezmurlar" (Psalm 14: 1 /) bölümündeki şu ifadeyi tekrarlamaktadır: "Kalbinde 'Tanrı yoktur' diyen bir aptalın zihninde bile 'kendisinden daha yetkini düşünülemeyen bir Tanrı fikri' vardır." Yine tanınmış hıristiyan ilahiyatçısı, Augustine, bir duasında şöyle der: "Tanrım, sen bizi kendin için yarattın; kalplerimiz Senin varlığında sükûn buluncaya kadar huzursuz olmaya devam edecektir!" Bu demektir ki, insan kendi hayatını er-geç dini bir yoruma tabi tutacak ve birtakım bocalamalar ve kuşkular geçirse bile, sonunda Tanrı'ya varacaktır. Bu görüş açısından hareket edilince, inanç konusunda içine düşülen şüphelerin ve hatta ateizmin bile bir dini değer taşıdığı düşünülebilir, düşünülmüştür de.. Bazıları putperestliğin her türünden arınmış ve arındırılmış bir teizm için ateizmin bir tehlike olması bir yana, yararlı bir araç olduğunu, dolayısıyla onun büyük bir dini anlam ve değer taşıdığını öne sürmüşlerdir. Bu bakımdan birkaç yıl önce Paul Riceur ve A. Maclntyre'ın birlikte yazdıkları bir kitaba "Ateizmin Dini Önemi" (The Religious Significance of Atheism) şeklinde oldukça dikkat çekici bir başlık koydukları görülmektedir. Ateizme dini bir değer atfedenler ateizmin değil, Tanrı karşısında ilgisizliğin teizm için bir tehlike olduğu görüşündedirler. Ateist, olumsuz bir açıdan da olsa, Tanrı ile ilgilenmektedir; dolayısıyla ciddi bir ateist, bir tür mistik bir tavır içinde bulunmaktadır. Bu tavır onu psikolojik olarak duyarlı bir noktaya götürebilir ve ateizm bir tür teizme dönüşebilir.Salt ateizmin çok zor, hatta imkânsız olduğu görüşü yüzyılımızda da birçok savunucu bulabilmiştir. Tanınmış İngiliz düşünürü John Baillie, Solipsist'in içinde bulunduğu durumundan söz ederken şöyle der: "Demeliyiz ki, solipsistler zihinlerinin ucuyla komşularının ve çevrelerindeki dünyanın gerçek varlıklarını inkâr ettikleri halde kalplerinin derinliklerinde onların var olduklarından asla şüphe etmemektedirler. 0 halde ateistler için niçin aynı şeyi düşünmeyelim ?" 5 Baillie'nin düşüncesine göre, ateist, her nekadar Tanrı'nın varlığına inanmadığını açıkça söylemekte ise de, onun varlığının derinliklerinde Tanrı fikri gizlidir.
Günümüz düşünürlerinden J.A.T. Robinson, "Tam anlamıyla çağdaş olan bir insan ateist olmayabilir mi ?" başlığını taşıyan bir yazısında dogmatik, başka bir deyişle düşünülmüş ve tartışılmış bir ateizmin mümkün olmadığını ifade etmektedir. Ona göre, insan ilahi gücün varlığını, içinden gelen bir zorlama ile duymaktadır. Bu duyuş, tabiatın aracılığı ile artistik ve bilimsel bir kanalla, toplumsal ilişkiler yoluyla ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda olan insan kendisini çepeçevre saran bir varlığa ne ad verebileceğini ve onu nasıl tasavvur edebileceğini bilemeyebilir, hatta onun duygu ve düşünce dünyası tam bir karışıklık içine gömülebilir. Buna rağmen o, kendi yolunu açmak ve ilahi sese doğru gitmek gereğini ergeç idrak eder" 6. Görülüyor ki, Robinson bir "iç zorlama" dan söz etmekte ve ateizmi bir tür "kaçış" olarak görmektedir.
Salt ateizmin imkânsız olduğu inancı, öyle sanıyorum ki, iki önemli düşünceden kaynaklanmaktadır: Bunlardan birincisi, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, teizmin sınırlarının çok geniş tutulmasıdır. Söz gelişi Ficlıte, "Tanrı" terimi ile "ahlak kanunu" terimi arasında bir özdeşlik gördüğü için, ahlak kanununa boyun eğen herkesi Tanrı'nın sesine kulak veren kişi olarak kabul etmiştir. İkinci düşünce ise, ateizmle nihilizmin aynı şey olduğu inancıdır. Çevresinde, ateist olduğu halde nihilist ve hatta materyalist olmayan insanların varlığına tanık olan teist, bir bakıma kolay bir çözüm biçimini seçmekte ve ateizmin imkânsızlığını öne sürerek güçlüklerden kurtulmayı denemektedir.Kanaatimce bu, doğru ve geçerli bir çözüm şekli değildir. Ateist olduğunu söyleyen bir insanın öyle olduğunu kabul etmekten başka çıkar yol yoktur. Anlatıldığına göre, David Hume'un, onsekiz kişi ile birlikte Baron D'Holbach'ın evinde ziyafette iken, dogmatik bir ateistin gerçekten bulunup-bulunamayacağından şüphe ettiğini söylemesi üzerine ev sahibi şöyle konuşmuştur: "Azizim Sir, şu anda bu şekilde olan onyedi kişi ile aynı masada oturmaktasınız7." Sanıyorum en doğru yol, ateizm gerçeğini bir yana itmek değil, onu anlamaya ve güçlüklerini görmeye çalışmak olmalıdır.
Ateizm gerçeği, felsefe tarihindeki kökleri çok gerilere, teknik anlamda felsefenin başlangıç günlerine kadar uzanan bir olgudur. Ancak biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, bir değil birçok çeşit ateizm vardır. Antik dönemlerin ateistik fikirleri ile Orta ve Yeniçağların ateistik düşünce ve tutumları arasında önemli farklar bulunmaktadır. Yunan filozofları arasında tanrıların varlığını inkâr edenler çıkmıştır; ancak Yunan halk inanışları teistik bir sistem oluşturmadığı için, orada bugünkü anlamda bir ateizm yoktu. Bugünkü anlamda ateizm, teistik sistemlere bağlı olarak ortaya çıkan bir harekettir. Başka deyişle, ateizm, evreni yaratan ve onun varlığını devam ettiren, özü itibariyle aşkın fakat sonsuz gücü, bilgisi, iradesi ve sairesi ile evren de içkin olan teistik, hatta belki de daha yerinde bir terimle monoteistik tanrı inancına karşı tepki olarak doğan bir düşünce hareketidir. Bu bakımdan düşünce tarihinin geleneksel ateizmi gıdasını büyük ölçüde teizmden, özellikle de Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya çalışan felsefi kanıtlardan almaktadır.Tanrı'nın varlığının aleyhinde öne sürülen klasik tartışmaların başında "kötülük problemi", maddenin ezeliliği, teistik kanıtların yetersizliği, hatta geçersizliğine ilişkin görüşlerle özellikle günümüzde büyük bir önem kazanan bazı sosyolojik ve psikolojik teoriler gelmektedir. Ayrıca Nietzche tarafından önemle savunulan ve ateist varoluşçularca geliştirilen 'ahlaki gerekçelere dayanarak Tanrıyı reddetme' görüşünün de günümüz ateizminde önemli bir yeri vardır. Şimdi kısaca söz konusu bu tartışmalara bir göz atarak onların ateizm için sağlam bir temel oluşturup oluşturmadığı konusuna gelelim.
1. "Kötülük Problemi"
Teizmin aleyhinde kullanılan belki de en eski iddia, dünyadaki kötülüğün reel varlığından kaynaklanan iddiadır. "Eğer her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve mutlak anlamda iyilik sahibi olan bir Tanrı varsa, yeryüzündeki bu kadar kötülük nereden geldi " sorusu düşünce tarihinde yüzlerce kez sorulmuş ve cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Kötülük, şu ya da bu yolla yaşayan her canlının hayatına girdiği için bu soru, düşünürler kadar sıradan insanları da yakından ilgilendirmektedir. David Hume, "Tabii Din Üzerine Dialog" adlı yazısında teizmin kötülük problemine ilişkin çelişkisini şu sözlerle dile getirmektedir:
Tanrı kötülüğü Önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor; o halde O güçsüzdür.
Yoksa gücü yetiyor da Önlemek mi istemiyorsa, o halde O kötü niyetlidir.
Eğer Tanrı hem güçlü hem de kötülüğü ortadan kaldırmak niyetinde ise, bunca kötülük nasıl oldu da var oldu? 8. David Hume, bu çeşit bir akıl yürütme ile özellikle teistik Düzen Kanıtının geçersizliğini göstermeye çalışmaktadır.Bazı teistler, kötülüğün reel varlığını inkâr ederek; bazıları onu insanın olgunlaşması için bir araç şeklinde yorumlayarak; bazıları kötülüğü Tanrı'nın öfke ve uyarısına bağlayarak, bazıları da sınırlı bir tanrı kavramı kabul ederek 9. Hume'un ortaya koyduğu ikilemi çözmeye çalışmışlardır. Ancak birçok felsefe probleminde olduğu gibi, burada da kesin bir sonuca ulaşılmış olduğu söylenemez. Kötülüğün teist için bir problem olduğu doğrudur. Bu problem, özellikle monoteist dinler söz konusu olduğunda çok daha karmaşık bir görünüm kazanmaktadır. Buna rağmen bu problem, ne teizmin geçersizliğini göstermek, ne de ateizmi kurmak gibi bir görevi yerine getirecek güçtedir. Kötülüğün varlığına rağmen insanlık, iyiye doğru ilerleyebilmiş, içinde yaşanabilir bir uygarlık düzeyine ulaşabilmiştir. Ateistik iddiaların çoğu, "dünyada gereğinden fazla kötülüğün bulunduğu" düşüncesi çevresinde dönüp dolaşmaktadır. Her şeyden önce bu "gereğinden fazla" sözü, oldukça üstü kapalı bir sözdür. Ateist, insanlık tarihi boyunca var olageldiğine inandığı büyük felaketleri, doğal afetleri ve saireyi birlikte düşünerek böyle bir yargıya varıyor olsa gerek. Oysa bizim evren hakkındaki bilgimiz oldukça yetersizdir; dolayısıyla topyekûn evrende gereğinden fazla kötülük var mı yok mu, bu konuda bir şey söyleyemeyiz. Kaldı ki, kötülüğün yaygınlaşmasını Tanrı'dan çok insana atfetmek, daha akla yatkın görünmektedir. Özelliklc Tanrı'ya atfedilen doğal kötülükler (deprem, su baskını v.s.) insanın çalışma ve didinmeleri sonucu büyük ölçüde önlenebilir, önlenmiştir de. İnsanla daha doğrudan ilgili olan ahlaki kötülük, bugün tanıdığımız ve bildiğimiz insan yapısı söz konusu olduğu sürece, büsbütün ortadan kalkmayacaktır; ancak burada da büyük ölçüde bir azalma gerçekleştirilebilir. Bir gün bütün dünyamızın kötülükle dolup taşacağına inanmamız için akla yatkın hiçbir neden yoktur.Kısacası, "dünyada kötülük vardır" yargısıyla, "bilgi, irade, güç ve iyilik sahibi bir Tanrı vardır" yargısını hiçbir şekilde karşı karşıya koyup bundan bir ateizm çıkaramayız.Leibniz'in "Theodiciee"si, insanlık tarihinde gergin ve bunalımlı dönemlerinde çok iyimser görünebilir. Fakat bu teodisenin ana iddiasının hala ayakta olduğunu kabul ediyorum. Hiç şüphesiz Tanrı, başka dünyalar da yaratabilirdi. Böyle bir imkan, bu dünyanın, "yaratılması mümkün olan dünyaların en iyisi olduğu" görüşünü savunmamıza engel olmaz. Eğer şu veya bu derecede kötülüğün bulunması, dünyanın "mümkün olan en iyi dünya" olduğu görüşüyle çatışmıyorsa ve hatta böyle bir dünya için belli oranda kötülüğün varlığı kaçınılmaz ise, bu takdirde "dünyada kötülük vardır" ve "dünya mutlak anlamda iyi olan bir yaratıcının yönetimi altındadır" iddiaları mantıken bir arada bulunabilir. Eğer dünyada kötülük var olduğu için kişinin Tanrı'nın varlığına olan inancı sarsılsaydı, başta Peygamber Eyüb olmak üzere Hz. İsa'nın ve Hz. Muhammed'in inançları sarsılırdı.
2. Maddenin Ezeliliği ve Kozmolojik Kanta Yöneltilen Eleştiriler:
Başka önemli bir ateistik iddia da maddenin ezeliliği ve onun her şeyin kaynağı olduğu görüşünden hareketle ateizmi temellendirmeye çalışmaktadır. Bu iddianın iki önemli basamağı vardır. İlk basamakta maddenin ezeliliğinin apaçık olduğu, hatta bunun bilimsel olarak kanıtlandığı ve maddenin, şuur dahil her her şeyin kaynağı oluşturduğu söylenmekte; ikinci basamakta ise, bu görüşün yaratıcı bir Tanrı fikrini imkansız kıldığı öne sürülmektedir. İddiaya göre, yaratıcı Tanrı fikrine yer verirsek, madde miktarının ya da kütle-enerjinin sıfır düzeyde olduğu bir zamanın var olduğu düşüncesini kabul etmemiz gerekir ki, bu, fizik biliminin vardığı sonuçlar açısından mümkün değildir.Maddenin ezeliliği görüşünü temel alan bu iddia, aslında kozmolojik kanıtın ve belli bir yere kadar da teleolojik kanıtın geçersizliğini göstermeye çalışmaktadır. Bilindiği gibi kozmolojik kanıt, dünyadaki varlıkların, var oluş nedenlerini kendi içlerinde taşımadıkları, dolayısıyla kendi varlık alanlarının dışında bir nedene muhtaç oldukları, bu nedenin de kendi kendine yeterli ve başka bir şeye muhtaç olmayan bir varlık olduğu sonucuna varmaktadır. Eğer en Son Neden kendi kendine yeterli olmasaydı başka bir deyişle var oluş nedenini bizzat kendi içinde taşımasaydı, o zaman neden-sonuç zinciri sonsuza değin uzayacaktı ki bu Teolojik bir deyimle "muhal"dir, yani imkânsızdır.Bizim burada ateistik maddeciliği ayrıntılı olarak ele almamız mümkün değildir. Bu konuda öne sürülen bir sürü varsayım, çözüm bekleyen bir yığın problem ve ardı arkası kesilmeyen birçok tartışmalar vardır. Ateistin iddia ettiği gibi, maddenin ezeli olduğu ve şuur dâhil her türlü canlı faaliyetin kaynağı olduğu bilimsel yöntemlerle doğrulanmış değildir. Hatta bir an için maddenin ezeli olduğunu kabul etsek bile, bu, çeşitli şekillerde dile getirilen teistik anlayışların hepsinin geçersizliklerini göstermeye yetmez. Yaratma fiili için bir başlangıç tanımayan ve onun sürekliliğini kabul eden birçok teist vardır. Farabi, Muhammed İkbal, Lotze burada sayabileceğimiz birkaç örnektir. Bilimsel sonuçlar, kozmolojik kanıtın, ya da klasik İslami terminoloji ile "hudus" ve "ibdâ" delillerinin formüle edildikleri dönemlerin ilkel ve zayıf bilimsel anlayışlarının geçersizliklerini, hatta bizzat kozmolojik kanıtın geçersizliğini ortaya koyabilir; ama bunların hiçbirinden "o halde Tanrı yoktur" yargısı çıkarılamaz. Aslında Kant'ın da işaret ettiği gibi, bilimi böyle bir yargıyı vermeye zorlamak onu meşru olmayan bir alana itmek demek olur.
3- Ateizmin Dayandığı Bazı Sosyolojik ve Psikolojik Teoriler:
Günümüzdeki ateistik görüşlerin önemli kaynaklarından biri olan ve Fransız sosyologu Emille Durkheim tarafından geliştirilen "sosyolojik teori"ye göre Tanrı toplumun, bireylerin düşünce ve davranışlarını kontrol altında tutmak için farkına varmadan uydurduğu hayal ürünü bir kavramdır. Yine bu teoriye göre insan, dini bir duyguyla kendisini aşan bir varlık karşısında korku ve ümit içinde beklerken aslında Tanrı adı verilen evrenin ötesindeki bir varlık karşısında değil, kendisini çepeçevre saran toplumun realitesi karşısında durmaktadır. Tanrı fikri toplumun güç ve işlevini gösteren bir simgeden başka bir şey değildir.10Böyle bir teoriden kaynaklanan ateizm, kozmolojik ve teleolojik kanıtlar çevresinde dönüp dolaşan ateistik tartışmalardan daha kolay anlaşılır bir niteliktedir; bundan dolayı da çok daha etkindir. Ancak bu teorinin zayıflığı ortadadır. Şöyle ki:
1. Bu teori, dini şuurun evrenselliğini açıklayamamaktadır. Söz konusu bu şuur, bireyin içinde yaşadığı toplumun çok daha ötesine gitmekte, evrensel nitelikte bağlar ve toplumsal birlikler oluşturmaktadır. Yine bu şuur, bütün insanlığa kapısını açık tutan bir özellik taşımaktadır. Eğer Tanrı, toplumun bir simgesi ise, bütün insanları içine alma zorunluluğu nereden doğuyor? Bir bütün olarak insanlığın "toplum" olduğu söylenemez; çünkü sosyolojik teori, toplum terimini bu anlamda kullanmamaktadır.
2. Sosyolojik teori, bir dinin belli bir toplumda otaya çıktığı sırada dile getirdiği Tanrı kavramı ile toplumsal_ideallerin çok kere çatıştığını görmezlikten gelmektedir. Söz gelişi Kur'an'ın ilk inen sürelerinde ifadesini bulan Tanrı'nın; Mekke toplumunun, özellikle Mekke aristokrasinin ideallerinin yanında değil, karşısında olduğu bilinen bir gerçektir. İlk müslümanların kafalarına ve gönüllerine yerleştirilen dünya görüşü, Mekke toplumunun düşünce ve davranışlarının, dolayısıyla yaptırım gücünün sembolik bir ifadesi olmamış, tam tersine bu etki ve gücü temelinden sarsan bir faktör olmuştur. Eğer Tanrı, kılık değiştirmiş toplum olsaydı, tanrısal güç, her halde kendi kuyusunu bizzat kendisi kazmazdı.Bilimsel bir temele dayandığı öne sürülen ve ifadesini özellikle Freud ve Feurbach yazılarında bulan, günümüzde ateizme önemli ölçüde destek sağlayan "Yansıtma Din Teorisi" (The Projection Theory of Religion) de sosyolojik teorinin karşılaştığı güçlüklere benzeyen güçlükler içinde düşmektir. Freud'a göre Tanrı fikri çocuktaki baba imajının bir yansımasıdır. Tanrı fikrinin kaynağı, insan soyunun, çocukluk döneminde karşı karşıya kaldığı zorluklar karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma mekanizmasıdır. Bundan dolayı din, Freud'un nazarında "nürotik bir kalıntı"dan ibarettir. Feuerbach ise, Tanrı hakkındaki bütün konuşmaları insan hakkında konuşmaya, başka bir deyişle teolojiyi antropolojiye indirgemektedir. İnsan, kendisinde görmek istediği, fakat bir türlü görmeyi başaramadığı nitelikleri hayal bir varlığa yansıtmakta; bunu yaptığı için de kendisini söz konusu bu varlık karşısında küçülterek öz benliğinden soğumakta ve yabancılaşmaktadır. 12Gerek Freud'e göre, gerekse Feuebach'a göre, insanlık büyüyüp olgunlaştıkça hayali varlıkların yardımına ihtiyaç duymayacak yavaş yavaş Tanrı fikrinden kurtulacaktır.Freud'un görüşü teizmin aleyhine kullanılabildiği kadar ateizmin de aleyhine kullanılabilir. Her şeyden önce ateizm, bir olgunluk işareti değildir. Onda da çocukluk döneminde yer alan bir ruh, halinin tekrarı söz konusudur. Babasını kıskanan, ondan korkan, onun buyruklarından memnun olmayan ve hatta onun salt varlığından rahatsız olan çocuk, babasından kurtulmak istemekte, onun var olmamasını arzu etmektedir.Buna dayanarak denebilir ki, ateizm, babanın var olmaması arzusunun bir yansıması, bir projeksiyonudur. Ancak baba imajına o kadar alışmıştır ki, onsuz edememekte, baba, dolayısıyla Tanrı otoritesi yerine bir düşünürün, bir siyasi liderin, bir partinin ve sairenin otoritesini koymaktır.Feuerbach'ın yansıtma teorisine gelince bunun bazı dinler, mesela eski Yunan ve Mısır dinleri için geçerli olduğu kabul edilse bile, her din için geçerli olduğu söylenemez. Büyük harfle yazılan İnsanı bir tarafa bırakıp, sıradan bir insanın, söz gelişi Miladdan sonra 620'lerde Mekke' de yaşayan bir Arabın ideallerinin yansıması ile Kur'an'ın Tanrı kavramı arasındaki ilişkiyi görmek, Feuerbach'ın tezinin zayıflığını görmek için yeterlidir sanıyorum. Neydi bu sıradan insanın idealleri, arayıp da bulamadığı şeyler? Bol servet, çok sayıda erkek çocuk, çok sayıda kadın v.s... Bu ve benzeri arzuların yansıması, olsa olsa muhteşem bir Arap şeyhinin özelliklerini oluştururdu, İslam'ın Tanrı anlayışını değil.Feuerbach, ciddi ve tutarlı çözümlemelerle teizmin tutarsızlığını ve yanlışlığını gösterme yerine, vecize kabilinden birtakım parlak sözlerle metafizik bir problemi psiko-antropolojik bir terminoloji içinde çözmeye çalışmaktadır. 0, bize Tanrı fikrinin bir tür psiko-genesisini sunmaktadır ki, bu, savunulabilir bir ateizm için yeterli değildir. İnsan ya da insan soyu, Feuerbach'ın anlattığı yolla Tanrı fikrine ulaşmış olsa bile bu, böyle bir fikrin ontolojik bir temelden yoksun olduğunu göstermez. İnsanın, Tanrı'nın varlığı fikrine nasıl vardığını açıklamakla ateizm arasında mantıksal bir bağ yoktur.
4. Tanrı'nın Ahlaki Gerekçelerden Dolayı Reddedilmesi:
Özellikle Nietzche ile felsefe sahnesinde ön plana çıkan, Sartre ve Camus gibi ateist var oluşçularca geliştirilen bir başka önemli ateistik görüş de ahlâki bir endişede çıkış noktasını bulmaktadır. Bilindiği gibi Kant, insanın ahlâki otonomisini koruyabilmek için Tanrı'nın ahlâk alanına sokulmasına, yani teolojik ahlâka temelden karşıydı. Ancak o, buna dayanarak Tanrı'nın var olmaması gerektiğini öne sürmüyordu. Tam tersine, o, Tanrı'nın varlığını, ahlâklılığın ve mutluluğun bir arada bulunması demek olan "en yüksek iyi"nin elde edilmesi için zorunlu bir postülat olarak koyuyordu. Kant'ın tanrısı bir Ahlâk Tanrısı idi. İşte Nietzche ve ateist var oluşçuların yıkmak istedikleri Tanrı fikri de buydu. Onların, antolojik, kozmolojik, teleolojik kanıtların Tanrı anlayışı üzerinde hemen hiç durmamış olmaları da bunu göstermektedir. Onlar, Kant'ın çıkış noktasını benimsemekte, ama onun vardığı sonucu ortadan kaldırmak istemekteydiler.Nietzche'ye ve var oluşçuluğun ateist kanadına mensup düşünürlere göre, ya insanın önceden belirlenmiş bir "öz"ü vardır; ya da insan tam anlamıyla karmakarışık bir akıntı içindedir; dolayısıyla özünü kendisi oluşturmak zorundadır. Nietzche, kısır ve sıkıcı akılcı felsefelerin insanın önceden belirlenmiş bir özü olduğu görüşüne dayandıklarını söyler. Yine insan, bu düşünürlere göre, ya kölece bir bağlılık ve bağımlılık içindedir yahut da, Sartre'ın deyimiyle özgürlüğe mahkûmdur. Şimdi eğer Tanrı, yani bir yaratıcı varsa, insanın bir özü de var demektir ve insan, kendi özünü oluşturma imkân ve gücünden yoksundur. Başka bir deyişle eğer Tanrı varsa, özgürlük yok demektir ve insan, kendi özünü oluşturma gücünden yoksundur. Bu imkân ve gücün olabilmesi için, Tanrı'nın olmaması gerekir. Acaba Tanrı'dan bu derece çabuk kurtulmak kolay bir iş midir? Nietzche, Tanrı'nın ölümünün ne büyük ve endişe verici bir olay olduğunun farkındadır. O şöyle der: "Dünyanın bir daha sahip olamayacağı en kutsal ve güçlü varlık hançerlerimizin altında kana boyandı. Bu, insanlığın kaldıramayacağı kadar büyük bir olaydır".13 Buna rağmen Nietzche'ye göre bu, yerine getirilmesi gereken bir işti. Eğer insan gücünün bir değeri olacaksa sonsuzca güce sahip olan bir varlığın olmaması gerekirdi; çünkü sonsuz-olanla sınırlı-olan, en yetkinle, yetkin olmayan, tamla eksik bir ve aynı dünyada barınamazdı. Camus'un deyimiyle. Sisyphus baş kaldırmalı ve her türlü tehlikeyi göze alarak özgürlüğünü ilân etmeliydi.14Ne Nietzche, ne Sartre, ne de Camus ve ne de onlar gibi düşünenler yavaş yol alan, kılı kırk yaran serinkanlı bir düşünür gibi çıkarlar karşımıza. Onların ispat etmeye, hatta ikna etmeye ne vakit ne de sabırları vardı. Onlar, bir haykırış içindedirler; muhatapları ise, ne teolog, ne de filozoftur, sadece bunalım içinde olan insandır.Bu bunalım felsefesi, "Tanrı yoktur" demekten çok "Tanrı var olmamalıdır" diyor. Bunun için gösterdiği gerekçeler ise, aşırılıklarla dopdolu. Öyle ki, bu felsefe bize iki aşırı uçtan birini seçmemizi söylüyor. Oysa böyle bir zorunluluk yoktur. Şöyle ki;
(1) Ya aşırı ve katı bir rasyonalizmi, ya da irrasyonalizmi seçmek zorunda değiliz. İnsanın kurduğu kavramsal yapının suni, zorlanmış ve gelişi güzel yönleri vardır; ama bu yapının bütünüyle kötü ve güvenilmez olduğunu söylemek mümkün değildir.
(2) İnsan söz konusu olunca, niçin katı ve belirlenmiş bir tür "okult öz"le başıboş bir akıntı arasında orta bir yer bulunmasın?
(3) Kölece boyun eğme ile şiddete başvurarak şiddete başvurarak sürekli bir direniş içinde bulunma arasında kalınabilecek hiçbir nokta yok mudur? Sokrates, görüşleriyle içinde yaşadığı toplumun temellerini sarsmış bir insandı; ama aynı insan ölüm cezasından kaçıp kurtulma imkânı bulduğu halde, toplumun yasalarına uymayı -isterseniz buna bir tür muhafazakârlık' da diyebilirsiniz- bir görev bilmişti.Mademki bu aşırılıklardan birini ya da ötekini seçmek zorunda değiliz; "o halde Tanrı'yı öldürmeye de gerek yoktur." Ahlaki yücelişin dinin özü olduğunu söyleyen ve onu hayatın nirengi noktası haline getiren bir varlığı ahlak adına, insanlık adına öldürmek istemek, gerçekten büyük bir bunalım içinde olmanın belirtisi olsa gerektir. 5. Tanrı. Kavramının Anlamsızlığı:
Şimdiye kadar üzerinde durduğumuz çeşitli ateistik görüşlerin ortak bir yanı vardır. 0 da teizmin son derece ciddiye alınmasıdır. Aynı ciddiliği, analitik felsefe geleneğine bağlı ateist düşünürlerde ve özellikle de mantıksal pozitivizmi savunanlarda görmemekteyiz. Bunlardan - bazılarına göre, Tanrı, aleyhinde bile konuşulacak bir konu değildir çünkü Tanrı kavramı derli-toplu bir anlam ifade etmemektedir. Bu görüşte olanların ilk ele aldıkları konu ontolojik kanıt olmuştur. Bu kanıt daha çok düşünce ve dil çerçevesi içinde kaldığından dolayı kavramsal çözümleme için verimli bir alan oluşturmaktadır. Ontolojik kanıtla ilgili tartışmalar şu ana kadar ertelememizin nedeni de budur.Bilindiği gibi Anselm tarafından formüle edilen ve daha sonra akılcı filozoflarca geliştirilen bu kanıt, Tanrı'nın varlığı düşüncesinden O'nun varlığının gerçek ve zorunluluğuna gitmektedir. Kısaca söyleyecek olursak ontolojik kanıtın temel iddiası şudur: Kendisinden daha yetkinini düşünemeyeceğimiz bir varlık kavramı vardır zihnimizde. Bu varlık, ya sadece zihindedir, ya da hem zihinde hem de zihnin dışında vardır. Sadece zihinde var olan, hem zihinde hem de zihnin dışında var olandan daha yetkindir. Tanrı, terimin tanıma gereği, kendisinden daha yetkini düşünülemeyen bir varlık olduğundan O'nun hem zihinde hem de gerçekte var olması zorunludur.Biz burada bu kanıtla ilgili uzun tartışmaları bir yana bırakarak onlardan önemli olduğuna inandığımız sadece bir tekine dokunmakla yetineceğiz.Ateist olduğunu açıkça söyleyen günümüz filozoflarından J.N. Findlay, "zorunlu varlık" kavramını çözümleyerek bir tür "ontolojikateistik kanıt" çıkarmaya çalışmıştır 15. Findlay, "Tanrı vardır" önermesinin zorunlu olamayacağını söyler. Ona göre, "zorunlu varlık" kavramı tıp "yuvarlak kare" kavramı gibi, bir zıtlığı içermektedir. Zorunlu önermelerden hiçbiri "cxistentielle" bir durumu içermez. Zorunluluk, mantıksal çıkarımlar ve dildeki kurallar için söz konusudur. Varlığa ilişkin yargılarımız ise, zorunlu değil mümkündürler. Bu durumda "Tanrı zorunlu olarak vardır." önermesi kendi içinde bir zıtlığa yer vermekte, dolayısıyla anlamsız olmaktadır.Bize öyle geliyor ki, bu tür bir çözümlemeye dayanarak ateistik bir kanıt dile getirmek kolay bir iş değildir. Şöyle "zorunlu varlık" kavramıyla varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, yok edilemeyen, sınırlayıcı herhangi bir şarta bağlı olmayan bir varlığı kastetmektedir. Bu çeşit bir zorunluluğu, mantıksal zorunluluktan ayrı düşünmek gerekir. Hatta Tanrı'nın varlığının zorunlu olması ile bizim Tanrı'nın varlığına ilişkin iddialarımızın zorunlu olup-olmadıkları hususu arasında da bir ayırım yapmak zorundayız. Gerçi bu gün birçok düşünürün "zorunlu" ve "mümkün" terimlerinden hoşlanmadıkları ve onları sadece önermelerle ilgili olarak kullandıkları doğrudur. Buna rağmen hiç kimse bu güne kadar varlığa ilişkin bütün önermelerin, kesinlikle olumsal olduklarını kanıtlayamamıştır. Bu işi, şu anda üzerinde durduğumuz tartışmanın en ciddi anlamda başlatıcısı olan Kant bile başaramamıştır. Çoğunlukla "Tanrı vardır" önermesindeki "varlık" ın konuya bir şey eklemediği, dolayısıyla gerçek bir yüklem olmadığı öne sürülmüştür. Öyle sanıyorum ki, "Tanrı zorunlu olarak vardır." önermesi, varlığın yüklem olamayacağı iddiasının boy hedefi olmamaktadır. Tanrı, "zorunlu olarak vardır", "zorunlu olarak güçlüdür" ve "zorunlu olarak bilendir" şeklindeki önermelerde, "zorunlu varlık", "zorunlu bilme" v.s, birer yüklem olmaktadır.
Özetle ifade etmek gerekirse, ontolojik kanıtın birçok güçlükleri ve hatta çıkmazları bulunabilir. Ancak ontolojik ateistik bir kanıt bulabilmenin güçlükleri ve çıkmazları kat kat daha fazladır.Findlay'in "Tanrı zorunlu olarak vardır" önermesi hakkında öne sürdüğü çözümlemelere ve itirazlara benzer çözümlemeler mantıksal pozitivizm geleneğini sürdürenlerce hemen bütün teistik yargılar için öne sürülmüştür. İlhamını Viyana Çevresi filozoflarından alan birçok düşünür, dar anlamda ele aldıkları Doğrulama İlkesini teistik önermelere uygulayarak onların anlamsız olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Bu tür bir doğrulama ilkesine göre, bir iddianın doğrulama ilkesine göre, bir iddianın doğru olabilmesi için onun ya tecrübî verilerle, ya da mantık ve matematikte görülen zihinsel bir işlemle doğrulanması gerekir. İmdi "Tanrı vardır" önermesini bu yollardan biri ya da ötekiyle doğrulamak mümkün değildir; öyle ise, bir iddia anlamsızdır.Çağdaş İngiliz filozoflarından A. Flew, doğrulama ilkesinden esinlenerek bir yanlışlama ilkesi formüle etmeye çalışmış ve şöyle demiştir: Teistik iddialar doğrulanamazlar, çünkü onların yanlışlığını gösterecek hiçbir verinin bulunabileceği düşünülemez. Eğer bir iddia hiçbir şeyi inkâr etmiyorsa, yanlışlamıyorsa, doğruladığı bir şey de yok demektir. Öyle ise, "Tanrı dünyayı yarattı" veya "Tanrı insanları sever" ve benzeri iddialar anlamsızdır.16Her şeyden önce böyle bir çözümleme yöntemi ile hareket edilerek ateizmi savunmak mümkün değildir. Çünkü burada teistik iddialar kadar ateistik iddialar da anlamsız olmaktadır. "Tanrı vardır" iddiasıyla "Tanrı yoktur" iddiası aynı mantık statüsü içine girmektedirler. Bu durumda Tanrı'ya inanma veya inanma konusu başka temellere dayanılarak verilecek bir kararın sonucu olacaktır. Kaldı ki dilci filozoflar, özellikle Wittgenstein'in hayatının son döneminde kaleme aldığı yazılarındaki "anlam kuramı"nı geliştiren filozofların da haklı olarak belirttikleri gibi, "anlamlı olma" ile "doğrulanabilme" yi birbirinden ayırmak gerekir. Anlamlı olup da emprik yollarla ya da zihinsel bir işlemle doğrulanamayan bir sürü önerme vardır. Söz gelişi ahlak önermelerinin büyük bir bölümünü, katı doğrulama ilkesi ile doğrulamak mümkün değildir. Her dil biriminin, söz gelişi din dilinin ve ahlak dilinin kendilerine özgü bir mantığı, yani işlev görme biçimi vardır. Bu bakımdan "Tanrı dünyayı yarattı", "Tanrı insanları sever" ve benzeri önermeleri emprik önermeler gibi kabul edip çözümlemeye başlarsak, daha işin başında iken çıkmaza düşeriz.
Sonuç
Gerek klasik teistik kanıtlara, yapılan hücumlar, gerekse teistik iddiaların kavramsal çözümlemelerinde öne sürülen itirazlar, genellikle inancın birtakım kanıtlamalarla ayakta durduğu görüşüne dayanmaktadırlar. 0 kadar ki, bazı iddialı ateistler, Tanrı'nın varlığına ilişkin derli toplu bir kanıtın bulunmayışını ateizm için yeterli görmektedirler. Nitekim Baron D'Holbach , "Tabiat Sistemi" adlı yazısında şöyle demekteydi; Eğer Tanrı var olsaydı, bu derece akıl, bilgi hikmet sahibi varlık, kendisi hakkında bize akıl ve mantık dışı mucizelerle değil, daha doğrudan bilgi ulaştırırdı.11 Benim de şahsen dinleme fırsatı bulduğum bir BBC programında B. Russell'a şöyle bir soru yöneltilmişti: "Eğer öldükten sonra bir öteki dünya var da bu dünyada varlığına inanmadığımız Tanrı, "Bana niçin inanmadın ?" diye sorarsa ne cevap vereceksiniz ?" Russell'n soruya verdiği karşılık şu olmuştu: Tanrım, bana var olduğuna ilişkin niçin doğru dürüst bir kanıt göstermedin?Gerek D'Holbach, gerekse Russell ve onlar gibi düşünen birçok kimse, Tanrı'nın varlığına ilişkin bir tür doğrulanabilir kanıt istemektedirler. Oysa böyle bir kanıt, inanmanın özüne ters düşer. Eğer Tanrı'nın varlığı, herhangi bir emprik ya da soyut objenin varlığı gibi kanıtlanabilseydi dindeki anlamıyla inanma yok olurdu. İnanma, bilerek düşünerek inanma, bir özgürlük, bir seçim ve bir karar verme işidir. Görünmeyene inanmanın, dini deyimiyle "gayba iman"ın önemi ve değeri, buradan gelmektedir. Eğer Tanrı, varlığını önümde duran şu masanın varlığı gibi bana dıştan empoze ettirseydi, eski bir deyimle "Tanrı bi-la hicab Tecelli" etseydi, o zaman tek alternatif inanmak olurdu. Bu ise, insan özgürlüğünün sonu demektir.Hele Tanrı'nın varlığı için emprik ya da akli bir kanıtın bulunmayışını ateizmin yeter nedeni saymak, son derece naiv bir tutum olur. "Suçun kanıtlanmaması, kişinin suçsuzluğunun bir kanıtıdır" hükmü, yalnız mahkemede, o da sadece bir hukuk ilkesi olarak geçerlidir. "Hukuk ilkesi olarak" diyoruz, çünkü suçu kanıtlanmamış bir sürü suçlu bulunabilir ortada. Aslında kanıt yetersizliği, teistten çok, ateistin işini zorlaştırmaktadır; çünkü bir şeyin var olmadığını kanıtlamak, var olduğunu kanıtlamaktan daha güçtür. 'Söz gelişi, ıssız bir adaya giden bir kimse, birkaç ayak izine rastlamakla orada insanın yaşadığı ya da yaşamakta olduğu sonucuna varabilir. "Bu adada hiç kimse yaşamamıştır ve yaşamamaktadır" diyebilmek için, adanın her karış toprağının inceden inceye incelenmesi gerekir. Tanrı'nın varlığına ilişkin kanıtlar, kanaatimizce, teistin ortaya koymak istediği bazı "işaretler" ve "ipuçları"nın ötesinde fazla bir güç taşımamaktadır. 0, bu ipuçları yardımıyla bir yaratıcının var olduğu sonucuna ulaşmakta veyahut bu yolla bir başka kanaldan edinmiş olduğu inancını pekiştirmektedir. Ateistin aynı çizgide yürüyerek "Tanrı yoktur" diyebilmesi için, tabiri yerinde ise bir "kozmik beyin"e sahip olması gerekir. Öte yandan eğer pozitivistlerin iddia ettiği gibi, "Tanrı vardır" önermesi anlamsız ise, "Tanrı yoktur" önermesi de aynı ölçüde ve aynı nedenlerden dolayı anlamsız demektir. Ateistin hücumları teisti inancından vazgeçirecek güçte değildir. Bu hücumlar olsa olsa onu "imancı" (fideist) bir noktaya götürür ki, fideizm, yani "inanıyorum ama kanıtlayamıyorum" görüşü psikolojik hiçbir rahatsızlığa neden olmayan bir durak noktası olabilir.İnanan bir kimse, inancını destekleyecek bir kanıt bulamadığı için, inancından vazgeçmez. İnanmayan bir kimse de teıstık kanıtlar karşısında söyleyecek hiçbir şeyi bulunmasa da inanmayabilir. Ernest Nagel'in "Ateizmin Savunması'.' (The Defence of Atheism) adlı yazısında da işaret ettiği gibi, ateistin, "inanıyorum ve isbat etme gereğini duymuyorum" diyen bir kimseye söyleyecek hiçbir şeyi bulunamaz. 18. Binbir şüphesi olmadığı için, binbir kanıt getirmeyi gereksiz gören "kömürcünün imanı" karşısında ateistin eli ve dili bağlıdır. Özetle söyleyecek olursak, bu yazımızda ateizmi dört görüş açısından incelemeye çalıştık:
(1) Klasik teistik kanıtların eleştirisinden güç alan ateistik görüşler;
(2) Bazı sosyolojik ve psikolojik teorilerden kaynaklanan görüşler;
(3) Ahlaki bir ilgi ve endişeden kalkan görüşler
(4) Bir dizi kavram çözümlemelerinden kalkarak teistik iddiaların anlamsızlığını ortaya koymaya çalışan görüşler.
Unutmamak gerekir ki, bu görüşlerin büyük bir kısmı Batı hıristiyan teizmi geleneği içinde doğmuş ve gelişmiştir. Hıristiyan teizmindeki Baba-Oğul teriminin önemle yer aldığı Üçleme (Teslis) düşüncesiyle Freud'un ateizmi İsa'nın kişiliği üzerine kurulduğu öne sürülen hıristiyan ahlakının "bir de yüzünün öbür yanını çevir" anlayışı ve insanın günahkar olarak dünyaya geldiği görüşü ile Nietzche ve Camus'un "başkaldırı"sı; köleliği ve ırk ayırımını kaldırmanın, yoksulluktan yakınmanın, Tanrı'nın yaratma bilgeliğine ters düştüğünü kabul etmekle Feuerbach, Marx ve Engels'in iddiaları arasındaki ilişkiyi -görmek pek zor bir iş olmasa gerek. Başka türden bir teizm karşısında bütün bu eleştiriler güçlerinin önemli bir bölümünü yitirebilirler.Eğer taklitten, günümüzde çok kullanılan bir deyimle "kültür emperyalizmi"nden kurtulmanın ve otantik bir kişilik ortaya koymanın bir anlam ve değeri varsa, o zaman "Tanrı öldü" yargısı karşısında herkesin şu üç soruya cevap bulması gerekir: Ölen hangi Tanrıdır? Kim öldürdü onu? Ve niçin öldürdü? Eğer ölen, günahın, ümitsizliğin, korku ve dehşetin kaynağı olan bir kavram ise, varsın ölsün. Eğer metafizik, yüzyıllar boyunca kurduğu bir yapıyı, kendi içinden gelen bir çözülme ve nihilizm ile bugün yıkılıyorsa, varsın yıksın. Ama eğer öldürülmek istenen, Tevrat'ın, İncil'in ve Kur'an'ın ortaklaşa kullandıkları bir ifadeyle "İbrahim'in ve İshak'ın Rabbi" ise, buna insanlığın gücü yetmeyecektir.
1-Bk. E. Gilson, God and Philosophy, Yak University Press, 1941, c. 63 vd. 2-P. Tillich, Shaking of the Foundations, New York, 1948, s. 63 vd. 3-Krş., Sidney Hook, The Atheism of Paul Tillich, Religious Experience and Truth, New York U.P., 1961, s. 59. 4-A. Flew, The Presumption of Atheism, New York, 1976,.. 59 vd. 5-Baille, The Sense of the Presence of God, Oxford, 1939, s. 4 vd. Ayrıca bk. aynı yazarın, Our Knowledge of God, Orford, 946, s. 2. 6-J.A. T. Robinson, The New Reformation. London, 1965, s. 117-8. 7-Encyclopedia of Re!igion and Eghcs (Hasting) "Theism" maddesi. 8-D. Hurne, Diologues Concerning Natural Religion, Ed. N. K. Smith, New York, 1947, s.198. 9-Sınırlı bir Tanrı kavramından hareket ederek "kötülük problemi"ni çözmeye gayret edenlerin görüşleri için bk. E.H.Madden, "Evil and the Concept of a Limited God". Phisophical Studies, 18, 1967, 65-70.10-E. Durkheim, The Elementary Forms of Religious Life, London, 1915; Sosyolojik görüşün eleştirisi için bk. J. Hick, Philosophy of Religion, New Jersy, 1965, s. 31 vd.11-Freud, bu görüşlerine, Totem ve Tabu, Bir Yanılmanın Geleceği, Musa ve Monoteizm gibi eserlerinde geniş yer verir. Onun görüşlerinin derli toplu bir eleştirisi için bk. R.S. Lee, Freud and Christianity, London, 1948. özellikle Dokuzuncu Bölüm; ayrıca bk. E. Fromm, Psychoanolyasis and Religion, Yale, U.P., 1950, s. 21 vd. 12-Feuerbach'ın görüşleri için bk. P. Masterson, Atheism a d Alineation, (Plican Books) 13-The Porzable Nietzsche, ed. W.Kaufmann, New York, 1954, s. 95. 14-A. Camuse, The Myth of Sisyphus, İng. çev. J.0. Brien, London, 1955, s. 99. 15-J.N. Findley, "Can God's Existence Be Diepoved", New Essays in Philosophicol Theolgoy, ed. A. Flee ve A. Mac Intyre, London, 1955, s. 47-5616-A. Flew, "Theology ad Fa1sification",New Essays in Philosophical Theology, . 98. 17-Eneyclopedia of Religion and Ethics, "Theism" maddesi. 18-E. Nagel. "The Defence of Atheism", A. Introduction to Philosophy, (ed. P. Edward ve A. Pop. New York, 1965), eserin içinde. (Ankara Ünv. İlahiyat Fak.C.XXIV 1981) Pr. Dr. Mehmet AYDIN
4
TURAN DURSUN'UN PSİKOLOJİK YAPISI-KİTAPLARINDAKİ TAVRI
Turan Dursun Kitaplarındaki Tavrı:
1-Kitaplarında genellikle Türkçesi olan kaynaklardan alıntı yapmıştır.
2-İddia ettikleri şeyler kendi orijinal ürünü değil yıllardır Hıristiyan-Yahudi oryantalistlerin gündemde tutmaya çalıştıkları konulardır. Dursun sadece pazarlamacılık yapmıştır. Zaten bir alıntısında buna yer vererek “Leoni Caetani öyle diyor, araştırılması lazım” diyerek zekice okuyucunun aklını karıştırmak istemiş "ama doğru bir şey yaptığını sanıp, yanlış iş yapan" insanın yaptığını yaparak onlardan faydalandığının da açığını vermiştir.
3-Ayetin ayetle, ayetin hadisle, hadisin ayetle, hadisin hadisle açıklanacağını bilemeyecek kadar usul bilgisinden habersizdir. Haberi Vahid'le, Haberi mütevatir'in farkından habersizdir.
4-Kitaplardaki bir konuyla ilgili, pek çok rivayet arasından, yüzyıllardır âlimlerin (raviler açısından) seçip kabul ettiği doğru olanları değil, işine gelen rivayetleri okuyucuya doğru olarak sunmuştur. Bu da onun ne kadar objektif (!) olduğunu gösterir.
5-Hadislere uydurma rivayetler karıştırıldığını söylemiş ama kendisi o uydurma rivayetleri işine geldiği zaman istediği gibi kullanmıştır.
6-En basit olayları bile alaycı bir üslupla ifade ederek, doğru-yanlış güya kaynak ta göstererek bu konuda hiçbir bilgisi olmayan okuyucuyu istediği gibi yönlendirmeye çalışmıştır.
7-“Bozacının şahidi şıracı” sözünde olduğu gibi İlhan Arsel’le* paslaşmakta birbirlerini kaynak göstermektedir. Bir fetva kitabındaki, “…Tavaif-i nisadan biri talak-ı bain ile zevcinden talik oldukta akil ve baliğ olmayan bir velede veyahut bir sabiye veyahut içi göçmüş bir pire nikah olsa, badehu ondan da talak-ı bain ile talik olsa, önceki zevci ile nikahı caiz olur mu?” Yaşlı erkek anlamına gelen “Pir” kelimesini “Pire” anlayacak kadar ilmi(!) salahiyeti olan kişiyi kavalye kabul ederek dans etmiştir.
HZ. AİŞE'NİN YAŞI VE İFK HADİSESİ
1-Hz. Aişe: Hz. Ebu bekir’in kızı olan Aişe, Peygamberimizin dul olmayan tek eşidir. Hz. Peygamberi Aişe ile çocuk yaşta evlendiğini anlatmaya çalışan Dursun ve yandaşları işlerine gelen rivayetleri almakta ve amaçlarına ulaşmak için makyavelist bir felsefeyle her yolu mubah görmektedirler. Hz. Aişe'nin 9 yaşında olduğunu gösteren bazı rivayetlere Dursun mal bulmuş mağribi gibi saldırmış, yaşının 17-18 yaşında olduğunu gösteren diğer rivayetleri hiç görmemiş ya da ya da anlayamadığı için es geçmiştir. İşin aslı şudur; Hz. Aişe evlendiğinde yaşının kaç olduğu kesin bilinmediği için değişik bir takım rivayetler mevcuttur. Bu o döneme has bir problem değildir. Bırakın 7. yüzyılı daha 20-30 sene öncesine kadar Anadolu'da da aynı problem vardı. Doğan bebeklerin yaşları önemli bir olay öncesi ya da sonrasıyla tayin edilirdi.
1.1-Hz. Aişe’nin ablası Esma yüz yaşına kadar yaşamış, hicretin 73. senesinde ölmüştür. Hz. Esma kardeşi Aişe’den on yaş büyüktü ve Esma hicrette 27 yaşındaydı. Hz. Aişe ablasından 10 yaş küçük olduğuna göre hicrette 17 yaşındaydı (el-Mesudi, Murucu’z-Zeheb,II,309; İbni Asakir, Teracimu’n-Nisa, 9,10,28; et-Tebrizi, el-İkmal, III, 610).
1.2-Ayrıca Hz. Aişe peygamberimizden önce Cübeyr’le nişanlanmış, daha sonra nişan dini nedenlerden dolayı karşı tarafın isteğiyle bozulmuştur. Hz. Peygamber, Hz. Aişe'yle nişanlanmış Hicretin II. yılında iki bayram arası olan Şevval ayında da evlenmiştir. Demek ki evlenecek çağda bir kızdı, daha önce bir başkasıyla nişanlanmış, nişanı bozulmuş, sonra da peygamberimizle evlenmiştir.
1.3- Hz. Aişe şöyle der:“…. Hz. Muhammed (a.s.) Mekke'de iken ve ben de henüz oynayan bir çocuk idim ki “Onların vadeleri, kıyamettir. Kıyamet ne dehşetli, ne acıdır!” (El-Kamer sûresi, ayet: 46) mealindeki ayet inmişti. Bakara ile Nisa sûreleri ise ben O'nun yanında iken nazil olmuştu.”… (Sahîh-i Buharı, cild: 6, sayfa: 100, Te'lîfül-Kur'an babı; İstanbul Devlet matbaası)Hz. Aişe, Kur'an'ın Mekkî ayetlerinden Kamer suresi iniyorken, oynayan bir çocuk olduğunu ifade ediyor ve Kamer sûresinden olan âyetin kendisi sokakta oynayacak yaşta iken indiğini söylüyor yani Kamer suresinin nerede indiğini bilecek kadar büyük. Kur'an-ı Kerîm'in 54. sûresi olan Kamer sûresi, Mekke'de, ilk inen surelerdendir. Yaklaşık Hz. Aişe'nin bahis mevzuu ettiği âyetler, Hz. Muhammed'in peygamberliğin dördüncü senelerinde inmiştir. Hz. Aişe, bu sıralarda oynayan bir kız çocuğu, “ben oynayan bir kız çocuğu idim” dediğine ve o zamanki hal ve olayları ayrıntısıyla hatırladığına göre, mantıken altı-yedi yaşında ya da daha büyük olması ve Hicretten 2–3 yıl önce doğmuş olması gerekir. Hz. Peygamberin, Hicretin ikinci senesinde Hz. Aişe ile evlendiğine göre onun 17–18 yaşında olduğu gün gibi aşikârdır. Turan istemese de.
1.4- İfk hadisesinde sorguya çekilen Hz. Aişe’nin cariyesi Berire, Hz. Aişe için “O evinde hamurunu yoğururken uyuyakalan ve hamurunu kuzuya yediren gencecik bir kadındır.” Diyerek tek kusurunun bu olduğunu ve kendisinin masum olduğunu belirtmiş aynı zamanda Hz. Aişe’nin yaşının ne olduğu konusunda “gencecik bir kadındır” diyerek bilgi vermiştir. Hani 9 yaşında evlenmişti? Kafirler görmek istemese de..
2.1-Ayet şöyledir: “Eşlerinden dilediği (nin nöbetini) geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Bunda senin üzerine bir günah yoktur…” Hz. Aişe'nin sözü: "Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke" (Bkz. Buharî, e's-Sahih, Kitabu't-Tefsîr/33/7, Kitabu'n-Nikâh/29; Diyanet yayınlarından Tecrîd, hadis no: 1721; Müslim, e´s-Sahih, Kitabu'r-Rıdâ'/49, hadis no: 1464; Ibn Mace Sünen, Kitabu'n-Nikâh/57, hadis no: 200; Ahmed İbnHanbel, 6/134-158.)Yapılan tercümeler:“Vallahi Rabbinin, senin arzunu hemen yerine getirdiğini görüyorum." (A Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. 7/ 402)"Rabbin şüphesiz senin dilek ve arzunu geciktirmeden derhal gerçekleştirir." (H. Hatiboğlu Sünen-i Ibn-i Mace Tercümesi ve Şerhi, 5/495.) "Rabbin Teâlâ (kadınlarının değil) ancak senin arzunun tahakkukuna müsâraat ediyor." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, hadis no: 1721, çev. Kamil Miras, Diyanet yayınlarından)TURAN 'ın yaptığı tercüme: “Görüyorum ki, senin Allah'ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Son zamanlarda yetişen en büyük âlimlerden olan Molla Sadreddin YÜKSEL şöyle der: “Hz. Âişe'nin söylediği sözden maksadı şudur: Ben evvelâ mehirsiz olarak kendilerini Peygamber'e hibe eden kadınları kadınlık hissiyle kınıyordum. Sonra baktım ki, Allah c.c. gerçekten Onun arzu ve isteğini —meselâ eşleri arasında nöbet usulünün uygulanmasından muaf tutulmasını— süratle yerine getiriyor. Artık ben de kınamayı bıraktım. Çünkü benim kınamam O'nu da —Peygamberi de— rahatsız edebilirdi.”Ayrıca Molla S.Yüksel şunu da ilave eder: “Hz. Aişe, Hz. Peygamberin(a.s) huzurunda böyle konuştuysa niçin Peygamber (a.s) onu “Tecdidi İman’a” davet etmemiştir? Davet etmesi gerekirdi. Demek ki, Hz. Aişe kesinlikle bu şekilde konuşmamıştır. Ve öyle bir manayı da kast etmemiştir.” (Kur’an dan Cevaplar, S. YÜKSEL, 8-9) Ayrıca Ahzab suresinde “Eşlerinden dilediği (nin nöbetini) geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Bunda senin üzerine bir günah yoktur…” ayetinden çıkan hükümler şunlardır:
1-Eşlerinin arasında nöbet usulünü uygulamak zorunda değilsin.
2-Talak-ı reci ile boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Kaldı ki bu sadece Peygambere has bir durum değildir, Reci talak ile boşanan eşler isterlerse tekrar bir araya gelip evliliklerine devam edebilirler.Bu sure inice Hz. Aişe: “Kanaatim şudur ki, Rabbin senin arzu ve isteğini geciktirmeden hemen (ayeti indirmek suretiyle) yerine getirir.” Diyor.Nerde çarpılmış DURSUN’un dediği “Görüyorum ki, senin Allah'ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Sözü, nerede Hz. Aişe’nin sözleri? Bunu neresinden çıkarıyorsa?Dürüst T. DURSUN’un dürüstlüğü dursun, o çarpıtmalara devam etsin nasılsa okuyucusu anlamayacak ya!
3-Muhammed’in çok karısı vardı 1.2.3.4.5…Böyle gidiyor. Yaşlanmış olan Şevde Bint Zem'a'nın dışında hepsi genç, hepsi güzel. Ve hepsi de cinsel istekli. "Adalet" olsun diye, Muhammed'in bunlarla cinsel birleşmesi "sıra"ya konmuştur. Sevde'nin dışında kimse, sırasını başkasına kaptırmak istemiyor, işte bu böyleyken, "âyet" geliyor; durumu değiştiriyor:Şule Perinçekle yapılan röportajdan anlaşıldığına göre; Küçük yaşlarda sevgilisi Safi den çok şey öğrenen Turan’ın evlendikten sonra da çok Sevgilisi olmuş 1.2.3.4.5….Böyle gidiyor ve Turan’ın karısı da buna hiç ses çıkarmamış, çıkaramamış ya da ses çıkarmış da sesi bize kadar ulaşmadı….
3.2-“Yaşlanmış olan Şevde Bint Zem'a'nın dışında hepsi genç, hepsi güzel” diyen Turan’ın ne denli doğruyu yansıttığını, Hz. Peygamberler evlendiğinde, eşleri ve kendisinin kaç yaşında olduğu konusunda ki doğru bilgi için “Hz. Peygamberin Evlilikleri” makalesine bakınız.
3.3-Peygamberin (a.v) dilediği kadını alma hakkı vardı. Kimi kadınlar kendilerini Peygamber'e armağan ediyordu.Ha evet! Tarkan’ın ya da M. Jackson’ın konserlerindeki gibi herkes üstünü başını da yırtıyordur herhalde? Sanki görmüş gibi kadınların tavrını tarif ediyor, tam havaya girmiş anlaşılan hele bir de kafa dumanlıysa daha ne senaryolar çıkar o kafadan?
4-İFK HADİSESİ: Adını, Kur'an'daki olaya ilişkin âyetlerde (en-Nûr 24/11-22) iki defa geçen (en-Nûr 24/11, 12) ifk kelimesinden alır. İfk "iftira, en kötü ve en çirkin yalan" demektir. İfk, Kur'an'da ayrıca iki yerde (el-Furkân 25/4, Sebe' 34/43) sözlük anlamında geçmektedir. İftiraya yol açan ve hemen hemen bütün kaynaklarca Hz. Aişe'den aynı şekilde nakledilen hadise şöyle gelişmiştir: Resûl-i Ekrem Mustalik (Müreysî) Gazvesi'nden dönerken beraberinde götürdüğü eşi Âişe, konakladıkları bir yerde sabaha karşı tekrar hareket emri verildiğinde tabii ihtiyacını gidermek üzere ordugâhtan uzaklaşır. Geri gelirken boynundaki Yemen (Zafâr) akiği gerdanlığın düşmüş olduğunu fark eder ve kendisini bekleyecekleri düşüncesiyle dönüp aramaya koyulur; ancak karanlıkta onu bulup el yordamıyla tanelerini toplayıncaya kadar çok vakit kaybeder. Konak yerine geldiğinde diğerlerinin hareket ettiğini görür ve yokluğunu anlayınca aramaya çıkacakları inancıyla orada beklemeye başlar; bu arada uyuyakalır. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal es-Sülemî görevi gereği kamp yerini kontrol ederken onu bulur ve devesine bindirip hayvanı yederek orduya yetiştirir; fakat hızlı yürümekle birlikte kendisi yaya olduğu için kafileye ancak kuşluk sıcağında mola verdikleri zaman ulaşabilir.Söz konusu gecikme başlangıçta kötüye yorumlanmamış, hatta kimsenin dikkatini bile çekmemişken, hicretten önce Hazrec kabilesinin reisi olan ve Medine'nin yönetimi kendisine verilmek üzere iken Hz. Peygamber'in gelmesiyle bundan mahrum kalan Abdullah b. Übey b. Selûl'ün başlattığı dedikoduyla birlikte iç huzursuzluklara yol açan önemli bir olay halini almıştır. İslâmiyet'i istemeyerek kabul ettiği için münafıkların reisi diye bilinen Abdullah b. Übey ile adamlarının Resûl-i Ekrem'i ve kayınpederi Hz. Ebû Bekir'i küçük düşürmeye ve aralarını açmaya yönelik sözleri, bazı müminlerin de katılmasıyla (kaynaklar bunlardan Hassan b. Sabit, Mistah b. Üsâse ve Hamne bint Cahş'ın adını vermektedir) kısa zamanda yayılma istidadı göstermişti. Sefer dönüşü rahatızlanarak bir ay kadar yatan Hz. Âişe ise bunu duymamış, sadece bu süre içerisinde daha önceki rahatsızlıklarında gösterdiği ilgiyi göstermeyen Resûlullah'ın odasına seyrek uğramasından bir şeyler olduğunu sezmişti. Hz. Âişe, hastalığının nekahet döneminde bir tesadüfle babasının teyze kızı Ümmü Mistah'tan oğlunun bu dedikoduyu anlattığını duymuş ve üzüntüsünden tekrar hastalanmış, arkasından da Hz. Peygamber'den izin alıp babasının evine gitmişti…..” (İslam Ans. T.D.V. 21/507–509) olay bundan ibarettir.
5.1-Siz bu olayı bir senariste verseniz belki 10 tane film yapar ama bu sadece film olmaktan ileri gitmez. Dursun’un yazdığı senaryo da belki en kötülerinden olurdu.
5.2-“Ali, gerçeği öğrenmek için Aişe'nin cariyesi Berire'nin tanıklığına da başvurulabileceğini söylüyor Muhammed'e. Muhammed bu tanıklığa başvurduğunda, cariye, "hanımı için iyilikten başka bir şey bilmediğini" söylüyor.
Berire, Hz. Aişe’yle sürekli beraberdi, belki de Hz. Peygamberden daha fazla yanında oluyordu. T. Dursun Berire'nin sözünü kabul etmiyor, görmezden geliyor ve hemen geçiştiriyor.
5.3-Hz. Peygamber'in hanımlarından hiçbiri iftirada en ufak bir rol almadıkları gibi, onu tasvip edici en ufak bir söz bile söylemediler. O kadar ki, uğruna kız kardeşi Hamne bint-i Cahş'ın iftirada rol oynadığı Hz. Zeyneb bile rakibesi (Hz. Aişe) hakkında ancak iyi sözler etti. Bizzat Hz. Aişe (r.a) bunu şöyle açıklar: "Hz. Peygamber'in hanımları içinde Zeynep benim en güçlü rakibimdi. Fakat iftira olayıyla ilgili olarak Hz. Peygamber kendisine görüşünü sorduğunda, o şöyle cevap vermişti: "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ederim ki, onda takvadan başka bir şey görmüş değilim." (Mevdudi,Tefhimü'l-Kur'an 3/502)
5.4-Eğer Hz. Peygamber, Hz. Aişe’nin zina yaptığına inansa ve boşasaydı kim ne diyebilir di ki? Kaldı ki Hz. Ali boşamasını söylemiştir, ama Hz. Peygamber vahyi beklemiştir. Yüce Allah'ta onun masum olduğunu kafirlerin dedikodularıyla hareket edilemeyeceğini bildirmiştir.
5.5-Zina yapan kadınla kim beraber olmak ister ki, Hz. Peygamber olsun.
5.6-Bu olayı o zaman gündeme getiren siyasi amaç peşinde koşan, inanç olarak kâfir olan münafıklardı, onlar günümüzde de mevcuttur ve kıyamete kadar da olacaktır.
5.7-Rivayetlerde, söylentileri birkaç kişinin yaydığı ifade olunmaktadır. Bunlar da Abdullan b. Übeyy, Zeyd b. Rifa (muhtemelen Yahudi münafık Rifaa b. Zeyd in oğlu), Mistah b. Üsase, Hassan b. Sabit ve Hamne bint-i Cahş'tı. Bunlardan ilk ikisi münafık, kalan üçü ise yanlış anlama ve zayıflıktan dolayı şerre karışmış müslümanlardı. Şerre az veya çok bulaşmış başka kişilerin adlarına Hadis ve Siyer kitaplarında rastlanmamaktadır.
5.8-O gün ordunun artçısı olan Safvân b. Muattal es-Sülemî'dir. Bir Müslüman'ın, Peygamberin eşine karşı anormal bir duygu taşıdığını hangi akıl kabul edebilir ki? İstanbul Eyyüb semtinde mezarı bulunan Eba eyyul el-Ensari'nin karısı iftira söylentilerinden söz ettiğinde, bu büyük sahabi şöyle demiştir: "Ey Eyyub'un annesi, Aişe'nin yerinde orada sen olsaydın böyle bir şey yapar miydin?" Karısının "Allah'a yemin olsun ki asla yapmazdım." demesi üzerine de şunu söylemiştir: "O halde Aişe senden daha iyi bir kadındır. Bana gelince, Safvan'ın yerinde ben olsaydım, böylesine kötü bir düşünceyi aklımdan bile geçirmezdim. Safvan ise benden daha iyi bir müslümandır.”(Mevdudi,Tefhimü'l-Kur'an 3/503)Böyle bir durumdan vazife çıkaran ayrıca kendisini hoca gibi lanse eden herhangi birisinin ders okuttuğu zamanlarda ki talebelerden birisinin, hocasının karısına sulandığını ya da … var saymalı mıyız…? TIKLAYINIZ.
NUH VE TUFANI
Yazısına; "Nuh"un "tufan" öyküsü de, kendisinin "ne kadar yaşadığına ilişkin açıklama da "akıl ve bilim dışılık" için çarpıcı örneklerdendir. Diye başlayan Dursun, Nuh Peygamberin Kur’an’da 950 sene yaşadığını yazdığını bunun da Tevrat’tan (Tevrat, Tekvin, 9:29) alındığını söylüyor.Hikâye ve istihza tarzıyla kısaca anlattığı Hz. Nuh’un hayatından sonra, “Ve tüm araştırmacılar, Tevrat'taki bu öykünün kaynağının da "SÜMER TUFAN EFSANESİ" olduğunda birleşirler. Tevrat'tan bin yılı aşkın bir zaman öncesinin ürünü olan GILGAMIŞ DESTANI”nın "efsane"deki adının, "Utnapiştim" olduğunu ve İlahiyatçıların da bunu kabul ettiğini söyleyerek, inandırıcı olmak için de 1932 yılına Ankara İlahiyat Fakültesinde yayınlanmış bir “araştırmayı” göstererek, “gerçekten çaplı incelemesinde” diyerek yazısını delillendirir.(!)
Önce Ankara İlahiyat fakültesinin hangi amaçla kurulduğunun erbabına malum olduğunu söyleyip konuya geçelim.
1.1-Kur’an’ı Kerim; Tevrat, Zebur, İncil’i reddetmez onların da İlahi kaynaklı olduğunu, kaynaklarının bir olduğunu ama tahrif edildiklerini söyler. Dolayısıyla onlardaki bazı bilgilerin Kur’an’la benzerlik taşıması normaldir.
Taberi, İbni Kesir, ve Hazin gibi tefsirlerde geçen Hz. Nuh’un yaşı ile ilgili rivayetler, Yahudi kökenli olan insanlardan gelen ve onların dinlerinde olan rivayetlerdir.
1.2-Hz. Peygamberin, Hz. Nuh’la ilgili kıssayı Tevrat’tan aldığını söyleyen T.Dursun, anlaşılan Nuh suresinin Mekke’de indiğinden habersizdir. Okuma yazma bilmeyen Hz. Peygamber’in Tevrat’ı okuması mümkün olmadığı gibi kendisinden Mekke’de bilgi alabileceği bir yahudi de yoktur.
1.3-Günümüzdeki arkeolojik bulguların tamamen doğru olduğunu varsayarak hareket eden Dursun, bu tavrıyla arkeoloji ilminin tamamen önünü kapayarak yeni bir bulguyu kabul etmeyecek bir tavır sergilemiştir.1.4-Tevrat’ta ve Kur’an’da 950 sene yaşadığı bildirilen Nuh Peygamberin, bu kadar yaşayamayacağını söyleyerek de sanki o dönemde yaşamış, olaylara şahit olmuş gibi konuşarak “bilimi, kutsal inek” kabul eden insanın tavrını çizmiştir. Bulunacak bir arkeolojik bulgunun insanlık tarihinin yeniden yazılmasını sağlayacağından habersizdir.
1.5-Eminiz ki, Arapça cümlelerin nasıl tahrif edileceği konusunda uzman olan Dursun, Sümer yazıtlarının tercümelerine de güvenmemiş oturup Sümerceyi öğrenmiş ve yazıtları orijinalinden okuyarak konuya vakıf olmuş, okuyucusuna öyle sunmak istemiştir. Zaten bir dinler tarihi uzmanından da bu beklenir.
1.6-Hatta bununla yetinmemiş, Afrika, Mezopotamya, Amerika, Çin, eski yunan medeniyetlerini en ince ayrıntısına kadar araştırmış, 1985 te bulunan Yonaguni piramitleri ve Taiwan açıklarındaki Hujing su altı kenti hakkında yeterli araştırmaları yapmış ve hatta o bölgeye gidip, dalarak gerekli tüm belgeleri araştırmacılardan önce bulmuş tufan ile bulguları araştırmış sonra okuyucuya sunmak istemiştir.
1.7-Umarız ki, araştırmacıların dediği, "Yaratılış" ve "tufan" gibi tek tanrılı dinlerde de karşılaşılan ilk dinsel anlatılar önce Sümerler ve sonrasında diğer Mezopotamya toplumları tarafından kayıt edildi." Cümlesindeki “kayıt” ile "ilk defa onlar tarafından yazıldı" ifadelerinin farkını kavrayabilecek anlayışa sahiptir.
2.1-Herhalde aşağıda vereceğimiz bulgulardan da haberdardı:
Sir Leonard Wooley isimli amatör bir İngiliz arkeologun Mezopotamya'da yaptığı kazılar sırasında ki ele geçen bulgular, o güne kadar bir efsane gözüyle bakılan Nuh Tufanıyla bağlantılıydı. Batı insanı çok haklı sebeplerden dolayı Kitab-ı Mukaddes'i güvenilir bir kitap olarak saymadığı için bu kitapta anlatılan Tufan olayını da mitolojik bir hikâye olarak değerlendirmekteydi. Ama Wooley'in araştırması bu inancın yanlışlığını ortaya koyuyordu. Özellikle sevinenler Hıristiyan ve Yahudi din adamları oldular. Derhal heyetler oluşturulup çalışmalara başlanıldı.Bu arada dünyanın her tarafında yapılan araştırmalar, Tufanın hemen bütün toplumların efsanelerinde yer aldığını gösterdi. Asya'da 13, Avrupa'da 4, Amerika'da 37, Avustralya ve Okyanusya adalarında ise 9 adet Tufan tespit edilmişti. Bunların en şaşırtıcısı da Hopi kızılderililerine ait olanıydı. Denizden çok uzakta, Kuzey Amerika'nın güney batısında yaşayan Hopilerin destanlarında kabaran suların ülkelerini baştanbaşa kapladığı, dağların tepelerine kadar yükseldiği ve yeryüzündeki canlıları yok ettiği anlatılıyordu. Amerika'nın eski sahiplerinden olan Azteklerin destanlarından ise Tufanın süresi bile veriliyordu. Bütün bunlar, insanlık tarihinin hemen hemen başlarında meydana geldiğini gösterir…
İngiliz arkeolog Sir Leonard Wooley, 1922-1929 yılları arasında, Mezopotamya'nın antik şehirlerinden Ur'da uzun kazılar yaptı. Wooley ve ekibi, büyük başarılar göstererek MÖ. 4. bin yılından kalma kral mezarlarını ortaya çıkardılar. Mezopotamya tarihinin öğrenilmesinde dönüm noktası olan bu çalışmalar sırasında arkeolojik değeri çok yüksek kap, kaçak, miğfer, silah vs. yanında Tufandan önceki kralların listesini ihtiva eden kil tabletler de bulundu. O zamana kadar kral listeleri mitolojik olarak görülüyordu. Tabletlerin bulunmasından sonra, Wooley, vakit kaybetmeden aynı yerde kazılara devam etti. Ne var ki 12 metre daha derine inildiğinde izler tamamen kesilmişti. Tarihi hiç bir bulguya rastlanmıyordu. Bu arada toprağın yapısı incelendiğinde tuhaf bir şeyle karşılaşıldı. Zemin tamamen balçıkla kaplıydı, fakat bu kadar derinlikte saf balçığın ne işi vardı? Üstelik kazı çukurunun dibi, denizden çok uzakta ve nehir seviyesinden de bir kaç metre daha yukarıdaydı. Hiçbir arkeolog tatmin edici cevabı bulamamıştı.
Wooley kazıyı devam ettirdi ve daha aşağılara indi. Derken 3 metreden fazla derinlik tutan balçık tabakası birden bire kesildi. Şimdi normal toprak tabakalarına gelindiği düşünülebilirdi ama hayır, zımpara taşlarına ve kap kaçak gibi eşyalara rastlanılmıştı yeniden. Demek oluyordu ki bu çok eski medeniyetin üzerini 3 metrelik balçık tabakası örtmüş, en üstte de Ur medeniyeti yeşermişti.
Balçığın sebebi ve kapladığı sahayı öğrenebilmek için civar bölgelerde bir dizi kazı daha yapıldı. İlk çukurdan 300 metre uzakta açılan ikinci çukurda da aynı sonuç elde edildi. Wooley, bu sefer de yüksekçe bir tepeyi kazdırdı. Sonuç değişmemişti, Böylece, balçık yığılmasının, ancak çok kuvvetli bir su baskını, yani Tufanın eseri olabileceğine dair rapor hazırlandı ve bütün dünyada heyecanlı yankılar doğdu. Bu arada bazı çevreler su baskınının dar bir çevrede yaşandığını ileri sürmüşlerdi ama yeni kazılar, onların iddiasını iflas ettirdi. Şuruppak kralı Ubartutu zamanında bölgenin bütünüyle korkunç bir felakete uğradığı ve kültür izlerinin tamamıyla gömüldüğü açıkça anlaşılıyordu. Tufanla ilgili olarak Mezopotamya dışında etraflıca bir çalışma yapılmadığından, su baskınının nerelere kadar uzandığını tam olarak bilemiyoruz. Tahmin edilen mıntıka, Basra körfezinin kuzeybatısında, 400 mil uzunluğunda ve 100 mil genişliğinde bir sahadır. Olayın tarihi, MÖ. 4 binden çok önceki yüzyıllardır. Bu tufan bildiğimiz Nuh tufanı değildi elbette. Ama bu bile, geniş çaplı bir su baskınının neler yapabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.
Öte yandan yapılan jeolojik araştırmalar, mahiyeti bilinemeyen sebeplerden dolayı dünyamızın yer yer bir kaç defa suya gömüldüğünü gösteriyor. Miami Üniversitesinden jeokimyacı Jerry Stip'e göre, dünyanın yaşadığı en müthiş su baskını, günümüzden yaklaşık 11.600 sene önce olmuştur. Ancak bütün bu bulgular Nuh aleyhisselam zamanındaki tufana ait midir bilinememektedir. Mezopotamya dışında yapılacak kazıların bizi sonuca daha fazla yaklaştıracağı muhakkaktır. Özellikle Hazret-i Nuh'un inşa ettiği geminin kalıntıları ortaya çıkarılabilirse tufanın ne zaman meydana geldiğini öğrenmemiz mümkün olacaktır...
3.1-Nuh aleyhisselamdan, Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde çokça bahsedilmiştir. Çeşitli vesilelerle Kur'ân-ı Kerîm'de 43 yerde ismi geçer. Zamanında meydana gelen Tufan sebebiyle "İkinci Âdem" diye de anıla gelmiştir. Asıl isminin Yesker olduğu, fakat kavminin kurtuluşu için çok ağladığından, ağlamak manasına gelen "nevh" kökünden türemiş Nuh sıfatının asıl ismine dönüştüğü kayıtlıdır. Bu isim sami kökenlidir. Mezopotamya metinlerinden Gılgamış Destanında bu isim yerine Utnapiştim kullanılmıştır. Gerek Nuh'un ve gerekse Utnapiştim'in sözlük manaları bilinmemektedir. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zî-ud-Sudra'dır. Zî; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir.Nuh aleyhisselamın kavmi içerisinde 950 sene kaldığı bildirilmektedir. Bugünkü yaş ortalamaları gözönüne getirildiğinde akıl almaz bir durumla karşılaşıyoruz. Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Nuh'un dışındaki hiçbir peygamberin ömründen bahsetmez. Hemen ilave edelim ki; Mezopotamya'da bulunan tabletlerde anlatılan Tufan'dan kurtulan insanların önderi Ziussudra adını taşımaktadır ki; uzun ömür sahibi anlamına gelmektedir.
Arkeologların Mezopotamyada buldukları bütün kral listeleri birbirini doğrular mahiyettedir. Arkeoloji literatürüne göre tufandan önceki Sümer krallarına Er sülaleler 1 (ES-1) denilmektedir ki Tufan'a kadar 10 hükümdarın ismini içerir. 1932 yılında Irak'ın Horsabad şehri civarında, arkeologların WB-444 adını verdikleri 20.5 cm. kalınlığında bir tablet daha bulunmuştur. Bu tablete göre Tufan'dan önce tam 10 kral yönetici olmuştur. Bunlardan 7. nin adı Enok olarak verilmiştir ki, kayıtlardan İdris aleyhisselam olduğu tahmin edilmektedir. Eğer böyleyse İdris aleyhisselamdan 3 hükümdar sonra Nuh aleyhisselam göreve başlamış ve onuncu kral zamanında Tufan meydana gelmiştir.Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler başta olmak üzere diğer İslami kaynaklar tarandığında pek çok arkeolojik, antropolojik ve jeolojik bilmece kolaylıkla çözülecek gibi görülmektedir. Tabletlerdeki kayda göre Tufanın 10. Kral zamanında meydana geldiğini belirtmiştik. Bir hadîs-i şerîfte bunu teyid eden bir ifade vardır. Efendimiz, Eshab-ı kiramdan gelen bir soru üzerine; "Âdem aleyhisselam ile Hazret-i Nuh arasında 10 karn (kuşak, asır, dönem...) geçmiştir" buyurmuşlardır. İslam âlimlerinin nakillerine göre ilk peygamberler Âdem, Şit, İdris (a.s) hem peygamber, hem de o zamanki insanların yöneticisiydiler. Tabletlerde de buna benzer bazı ifadelere rastlanmaktadır. Tabletlere göre Tufandan önce gelen hükümdarlar, aynı zamanda birer din adamıdırlar. Maalesef tabletler İslami birikimden yoksun insanlar tarafından deşifre edildiklerinden, pek çok muğlâk ifadenin açıklanmasında zorluk çekilmektedir.Babilonya kayıtlarına göre gemi Nisir dağına, Tevrat'a göre Ararat dağları üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'in buyurduğu şekliyle Cûdî dağına oturmuştur. Kurtuluş anlamına gelen Nisir, Asur topraklarının doğusunda bulunan bir bölgedir ki; Musul şehrinin kuzeyinde yer almaktadır. Yeni bulgularla, Babilonyalıların hangi dağa Nisir adı verdikleri tespit edilebilir. Hahamlarca tahrif edilmiş Tevrat'ta ise Ararat dağları kaydı vardır. Metinler üzerinde çok oynanmış olmasına rağmen bu isimlendirme doğrudur. Zira Ararat, Urartu kelimesinin İbranice transliterasyonudur ve MÖ. 1.000 yıllarında Van bölgesinde hâkim olan Asya menşeli Urartuların yaşadığı topraklar için kullanılmaktadır. Asurlular bu bölgeye Uruadri adını vermişlerdir ki; Ararat ve Urartu kelimelerinin değişik söylenişidir. Manası ise yüksek dağlar ülkesi veya yüksek ülkedir. Arkeolojik verilere ve tahrif edilmiş Tevrat'a göre gemi; Ağrı dağına değil "yüksek ülke"ye, yani Ararat-Uruadri-Urartu bölgesinde bir dağın üzerine oturmuştur. Yine aynı Tevrat'ta geminin, suların (Fırat-Dicle) doğduğu bölgeye yürüdükleri bildirilmektedir. Kısacası eldeki bütün belgeler bizi Ağrı dağından çok daha aşağılara götürmektedir.Cûdî adında iki dağ vardır. Birincisi Cizre yakınlarındaki Cûdî dağıdır. İslam tarihçilerine göre Cizre, Tufandan sonra kurulan ikinci şehirdir. Mu'cemul Buldan; Cûdî dağında Nuh’un (a.s.) mescidinin, Herevi ise evinin bulunduğunu yazmaktadır. Halen Cizre'de, Nuh’a (a.s.) nisbet edilen bir türbe vardır. Anadolu’nun en eski kavimlerinden olan Gutilere ait olan ve halen Londra'da bulunan tabletlerde de Nuh’un (a.s.) mezarının "Rayat" bölgesinde olduğu yazılıdır. Rayat, Dicle nehrinden itibaren, Cizre ovasının Silopi'ye kavuştuğu bölgenin adıdır ki, bu noktada Cûdî dağı bulunmaktadır. Daha eski bir kaynak olan ve MÖ. 250 yıllarında Babilli bir rahip olan Berossus'un yazdığı tufan kayıtlarına göre gemi, Cordiyan dağlarında durmaktadır ve yöre halkı, geminin dışını kaplayan katranı kazıyıp muska şeklinde kullanmaktadır. Berossus'un bahsettiği bölge Van gölünün güneyinde bulunmaktadır. 2 bin metrelik Cûdî, Mezopotamya ile Ararat arasındaki sınır dağdır. Bu dağ, Ağrı gibi kapsamlı bir şekilde araştırılmamıştır. Ancak bu dağda yürütülen araştırmalardan biri sırasında, geminin izlerine rastlandığı öne sürülmüşse de bu keşif ilmi açıdan kesin sonuca bağlanamamıştır. 1949 yılında batılı bir ekip tarafından yapılan araştırmanın sonuçları France Le Soir gazetesinin 31 Ağustos 1949 tarihli sayısında; "Nuh'un gemisini gördük fakat Ağrı'da değil" şeklinde sansasyonel bir başlıkla verilmiştir. Bu yazıya göre geminin boyu 150 metre, genişliği 24 metre, yüksekliği ise 15 metredir. 23 yıl önce de, Cûdî dağında bazı antik tahta parçaları bulunduğu iddia edilmiş, 6 Şubat 1972 tarihli bazı Türk gazeteleri bu keşfi; "Nuh'un gemisinin Cûdî dağında olduğu tespit edildi" başlığıyla vermişlerdir. Keşfi yapan, Alman Devletler Araştırma Enstitüsü ilim adamlarından Friedrich Bender'dir. Bender, Cûdî dağında bulduğu katrana benzer bir madde ile birbirine yapışmış kalın tahta parçalarını Almanya'ya götürerek analiz ettirmiştir. Sonuçta katranımsı maddenin 50 bin, tahta parçalarının ise; 6630 yıllık olduğu açıklanmıştır. İlim adamları bu tarihlemedeki hata payının 300 yılı geçmeyeceğini söylemişlerdir. Bender'in, çalışmaya başlamadan önce Kur'ân-ı Kerîm'i ve Tufanı anlatan Gılgamış destanını incelediği ve geminin Dicle ile Zap suyu arasında karaya oturduğu kanaatine vardığı da bildirilmiştir.Cûdî adını taşıyan ikinci yer ise, Doğu Beyazıt bölgesindeki Cûdî tepesidir. Halen bu tepede gemiye benzeyen bir kütle mevcuttur. Buradan alınan örneklerde, silisleşmiş ağaç kırıntıları ve saf demiroksitten ibaret parçacıklar bulunmuştur. Kütlenin yapısı, etrafındaki topraktan son derece farklıdır ve civarda yapılan jeolojik araştırmalar bu bölgede bir su baskınının meydana geldiğini doğrulamaktadır.Kabul edip etmemek kâfirlerin bileceği bir şeydir.
KUR’AN’IN ASLI YAKILDI MI?
1.-Vahiy nedir? Kur’an Nasıl Toplanmıştır?
VAHİY: Kelime anlamı, imâ, fısıldama, işaret, bir şeyi hızla yapmaktır. Dini anlamda ise Vahiy; Yüce Allah'ın, insanlara ulaştırmak istediği mesajı (emir, yasak, tavsiye, bilgi...), değişik yollarla Peygamberine iletmesine denir. Vahiy kelimesi Kur'ân-ı Kerimde; ilham etmek, içgüdü, emretmek, işaret etmek, fısıldamak anlamlarında da geçmektedir...Peygamberimiz (a.s.), Peygamberliğinin ilk altı ayında sâlih rüyalar görür ve gördükleri aynen çıkardı. "...Mü'minin rüyası, peygamberliğin kırkaltı parçasından biridir.” Buyurmuştur. (Peygamberlik süresi yirmi üç yıldır, altı ayda bu sürenin kırk altı da birini oluşturur.) Cebrâil (a.s.), vahyi Peygamberimize görünmeden getirdiği gibi, asıl şekliyle ya da bir insan şeklinde görünerek getirdiği de olurdu. Miraçta olduğu gibi aracısız olarak doğrudan Yüce Allah tarafından verildiği de olmuştur...Vahiy gelmeye başladığında Peygamberimiz oldukça zor ve dayanılması güç anlar geçirir, “Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz."(Müzzemmil-5) ayetinde olduğu bildirildiği gibi kendisini sıkıntı basardı. Soğuk günlerde bile çok fazla terlerdi, deve üzerinde vahiy geldiğinde, deve buna dayanamaz hemen yere çökerdi. Mekke'de vahyin gelmeye başladığı ilk yıllarda vahiy inerken, Hz. Peygamber sesli olarak inen âyetleri tekrarlardı fakat daha sonra bunu terk etmiştir. Vahyin gelişi anında bilincini kaybetmez, vahiyden hemen sonra, inen âyet ya da sureyi görevlendirdiği vahiy katiplerine yazdırırdı. (Vahiy kâtiplerinin sayısı zaman zaman değişmekle birlikte, yaklaşık kırk kişidir), daha sonra arkadaşlarına okurdu, onlar yazar dileyenlerde hem ezberlerdi. Bir âyet indiğinde, onun hangi surede, hangi âyetten sonra olması gerektiğini belirtir, vahiy katipleri de onu oraya ilave ederlerdi. Vefatından dokuz gün öncesine kadar vahiy indiği için, hayattayken ciltli tek bir kitap haline getirilmemiştir. Hz. Ebu Bekir, halife olduktan sonra bazı bölgelerde dinden dönme (ridde) olayları meydana gelmiş, Yemame savaşında (M.633), 70 hafız şehit olmuştur. Bunun üzerine, Hz. Ömer'in teşvik ve ısrarıyla, Hz. Ebu Bekir, kendisi hafız ve aynı zamanda vahiy kâtibi olan Zeyd bin Sabit başkanlığında bir heyet oluşturmuş, Kur'ânı toplayıp bir kitap haline getirme görevini bu heyete vermiştir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, İbni Kâab Zeyd’e büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Oldukça titiz çalışmalar sonucunda yaklaşık bir yıl sonra Kur'ân-ı Kerim, ciltli bir kitap haline getirilmiştir ama sure sıralarına riayet edilmemiştir.
Ermeniyye bölgesindeki bir savaşta bir araya gelen değişik kabilelerdeki Müslümanların Kur’an’ın kelimelerini değişik şekillerde okudukları haberi üzerine, Hz. Osman’ın emriyle dördü asıl, on iki kişilik bir heyet oluşturulmuş. Hz. Ebu Bekir zamanında yazılan Kur'ân-ı Kerim'e bakılarak çoğaltılmış olan Mushaf, aynı zamanda sure sıraları da Hz. Peygamberin emir buyurduğu gibi düzenlenmiştir. Bu tasnifte ihtilaf edilen kelimelerde Kureyş lehçesine göre yazılmıştır. Bundan sonra Kur’an önemli şehir merkezlerine gönderilmiştir. (H.25/M.646)O dönemde Arap harflerinde nokta ve hareke yoktu, Hz. Muaviye devri Irak valisi Ziyad bin Ebih, Arapçayı bilmeyen Müslümanların, Kur'ân'ı Kerim'i yanlış okumasını önlemek için devrin âlimlerinden Ebu'l Esved Dueli'yi görevlendirmiş. O da kelimelerin sonuna harekeyi belirlemek için nokta koymuştu. Daha sonra Haccac, kâtiplerinden Nasr bin Asım ve Yahya bin Ya’mer’e harflere nokta koymalarını emreder. Harflere ve noktalara bugünkü şeklini veren, Halil bin Ahmet (M.718) olmuştur.Zeyd İbni Said şöyle der:”Kur'ân'ı araştırmağa, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeğe başladım. Tevbe Suresi'nin sonu olan:“Andolsun size kendi içinizden öyle bir elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir. Eğer (inanmaktan) yüz çevirirlerse de ki: 'Allah bana yeter. O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım. O, büyük Arşın sahibidir' âyetini yalnız Ebû Huzeyme el-Ensârî'nin yanında buldum." (Buhârî, Fedâilu'l Kuran, 3, 4 ncü bâblar, Ibn Hanbel, Musned, 1/13; Ebu Dâvûd, Kitâbu'l-Mesâhif, s. 6–7) Zeyd İbni Said ve komisyonda bulunan diğer üyeler güçlü hafız olmalarına rağmen titiz çalışmasından dolayı başka iki şahidin bulunmasını da istemişlerdir. İbni Hacer Askalani “Belki de iki şahitten maksat: Hem ezberlemek hem de yazılı olarak getirmekti.” Der. Ebu Şâme: Zeyd “ Onu Huzeyme’den başkasında bulamadım” demiştir. Yani onu Ebu Huzeyme’den başkasında yazılı olarak bulamadım, demektir.” Der. Doğrusu da budur.Zeyd'in derlediği bu Mushaf, Ebubekir'in yanında kalmış, onun vefatıyla Ömer'e intikal etmiş, onun vefatından sonra da kızı Hafsa'nın eline geçmiştir.Hz. Osman, okuma farklarını ortadan kaldırıp müslümanları bir tek kıraatte birleştirmek amacıyla başka bütün mushafların ve Kur'ân parçalarının yakılmasını emretmiştir. (Beyhekî, es-Sunen, Kitabu's-Salât, 2/42)Hz. Osman'ın, yazdırdığı resmî Mushaf dışındaki mushafların yakılmasını emretmesi, kıraat ihtilâflarını ortadan kaldırmak, müslümanları tek kıraatte birleştirmek, birliği sağlamak içindi. Nitekim Hz. Ali’nin: "Ey insanlar, Osman hakkında aşırı sözler söylemekten, ona 'Mushaflar yakıcısı!' demekten sakının. Vallahi o, mushafları, biz Muhammed'in ashabı önünde yaktı.", "Osman zamanında yönetici ben olsaydım, onun mushaflar hakkında yaptığını ben de yapardım." dediği rivayet edilir.(Kurtubî, 1/54; el-Fethu'r-Rabbânî, 18/34)Nedense Dursun’un Kurtubi’deki bu rivayeti görmek işine gelmemiştir.Hz. Osman'ın, özel mushafları yaktırdığı rivayet edilmektedir ama onun bu emrine uymayıp kendi özel mushaflarını saklayanların bulunduğu da tarihen sabittir. Çünkü Hz. Alî, Abdullah ibn Mes'ud, Übeyy ibn Ka'b'ın özel mushaflarından söz edilmektedir.(Kurtubî, 1/53) (Bu Mushaflara dokunulmamış olmasının nedeni düzgün ve imla kurallarına uygun olarak yazılmış olmalarıdır.)Ebûbekir ibn Dâvûd, özel sahâbî mushaflarındaki farkları Kitâbu'l-Mesâhif’inde toplamıştır. Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Âişe, mushafını görmek üzere gelen bir Iraklıya, özel mushafını göstermiştir.(Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, b. 5, h. 14)Tüm Mushaflar yakıldıysa Hz. Aişe kendi tasnifi olan mushafı nasıl gösterebilmiştir?Hz. Hafsa'ya iade edilmiş olan ana Mushaf da ölünceye dek onun yanında kalmış, Medine valisi olan Mervân ibn el-Hakem, yakmak üzere o nüshayı istemişse de Hz. Hafsa vermemiş, fakat bu mü'minler anasının vefatı üzerine Mervân o Mushafı alıp yakmıştır. (el-Fethu'r-Rabbânî, 18/34)T.Dursun şöyle diyor:Îbn Ömer diyor ki:"Hiçbiriniz, Kur'ân'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki Kur'ân'ın çoğu yok olup gitmiştir. “Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum” desin yalnızca." (Süyûtî, el İtkân,2/32.)Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kurân’la Muhammed'in "vahy kâtipleri"ne yazdırdığı bildirilen Kur'ân'ın aynı olmadığı çok açık biçimde anlatmıyor mu? Kaldı ki îbn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü söylemiştir. Yani Osman döneminde oluşturulan "Mushaf'ın orijinali de yok. O el yazması, dünyanın hiçbir yerinde bulunmuyor." İbni Ömer’İn sözünü alıntı yapan Dursun’a karşı, S. ATEŞ de şöyle diyor:"Konunun içine girmeden önce bu kişinin bol bol yaptığı sinsice bir çarpıtmasına dikkati çekmem gerek:Suyûtî'den aldığı Arapça metinde İbn Ömer'e nisbet edilen sözü, bilerek veya bilmeyerek yanlış çevirmiş. Kendi çevirisine göre îbn Ömer:".......Kur'ân'ın çoğu, yok olup gitmiştir." demiş. Oysa altı çizilen Arapça sözün anlamı öyle değil, farklı. Dursun'un bu metne yaptığı çeviri aslında tamamen yanlıştır. Çünkü yüklemi baştan olumsuz alarak "hiçbiriniz, Kur'ân'ın tümünü aldım demesin" şeklinde çevirmiştir. Oysa yüklem olumsuz değil, vurgulu olarak olumludur. "Biriniz Kur'ân'ın tamamını aldım (elimdedir) diyor," şeklindedir. Devamı "bilemez ki Kur'ân'ın çoğu yok olup gitmiştir" şeklindeki çeviri de yanlıştır.Doğrusu şu: "Tamamını nereden bilecek? Bundan birçok Kur'ân (âyeti) gitmiştir (kaybolmuştur)."Îbn Ömer bu sözüyle, Kur'ân'ın çoğunun kaybolduğunu değil, mevcut Mushaf’tan birçok âyetin gittiğini, yani neshedildiğini anlatmaktadır. Dursun'un çevirisi ile İbn Ömer'in sözü arasında büyük fark var. Çünkü "Kur'ân'ın çoğu" ifadesi başka, "Kur'ân'dan birçok âyet" ifadesi başkadır. Birinde Kur'ân'ın çoğunun kaybolduğu ifade edilirken ikincisinde Kur'ân'dan bazı âyetlerin çıktığı anlatılmış olur. İşte İbn Ömer'in sözü ikinci türdendir." (Gerçek Din Bu, s.124)Basra ve Kufe’de bile görülmeyecek kadar büyük âlim(!) olan Dursun her zaman ki gibi cümleyi yanlış tercüme etmiş, hatta tercümeden öte İbni Ömer’in maksadını anlayamamıştır.
1.2-Kur’an’ı Kerimde bazı ayetler neshedilmiş yani önce Peygambere inmiş daha sonra ise hükmü kaldırılmıştır. Buna niye gerek vardı acaba? Dursun’un iğneli bir üslupla bazı yazılarında yazdığı gibi Allah fikir mi değiştirmişti?İslam’dan anlamayan bir kişinin soracağı böyle basitlikte ki soruya verilecek cevap şudur:Hayır! Yüce Allah fikir değiştirmez, Kur’an bu üslubuyla tedriciliği yani kolaydan, zora doğru eğitimi insanlara öğretmektedir. Aynen Hz. Aişe’nin dediği gibi “…İnsanlar Müslümanlığı kabul ettikten sonra helal ve harama dair ayetler indi. İlk evvel “içki içmeyiniz” tarzında ayet inseydi “içkiyi terk etmeyiz” diyecek yahut ilk evvel “zina etmeyiniz” tarzında ayet inseydi, herkes “zinayı terk etmeyiz” diyecekti…” (Buhari, telifü’l-Kur’an Babı) Günümüz modern eğitiminde de yerini almış olan bu metot, daha o zamanlarda topluma yön veriyordu. Hükmü kalkan o emirlerin büyük bir bölümü yine Yüce Allah’ın emriyle Kur’an’da yer almadı.
2- Resmî Mushaf Dışındaki Mushaflar Neden Yakıldı?
2.1-Özel mushafların yakılmasının temel nedeni, Kur'ân üzerinde bir düşünce ayrılığının doğmasını önlemek idi. Henüz gelişmemiş, noktasız ve harekesiz olan o zamanki Arap yazısı ile tutulan notların, aynen Peygamber'den duyulduğu biçimde okunması da çok zor idi. İşte bundan ötürüdür ki okuma farkları baş göstermişti.
2.2-Kur’an'ı yazan Müslümanlar, anlamını bilmedikleri kelimelerin yanına Peygamberden duydukları anlamları da yazıyorlardı. Bu ileride büyük karışıklıklara neden olacaktı.
2.3-Kişilerin, kendi kendilerine tuttukları notları, evlerinde veya herhangi bir yerde okurken yanılabilmeleri mümkün idi. İşte bu yanılmalardan ötürü bazı kelimelerin okunuşunda farklar doğmuştu. Kimi bir kelimeyi hitap kipiyle okurken, kimi de onu üçüncü şahıs kipiyle okumuştu.Bu farkları ancak uzmanlardan oluşan bir komisyon ortadan kaldırabilirdi. İşte bu iş, ilk olarak Ebubekir zamanında yapıldı. Titiz bir çalışma ile Kur'ân'ın sûreleri derlendi, bir araya getirildi. Fakat sûre denilen bu bölümler, esaslı bir sıraya konmamış, derlenen parçalar, rast gele bir araya getirilip bir cild (Mushaf) halinde bağlanmıştı. Bu Mushaf, özel nüshalardan farklı idi. Çünkü özel nüshaların kiminde sûreler iniş sırasına göre dizilmiş, kiminde böyle bir metot izlenmemişti.Böylece Peygamber'e vahyedilmiş olan bütün Kur'ân âyetlerini ve sûrelerini içeren Mushaf yazılmış oldu. Bu Mushaf çoğaltıldı, biri Başkent Medine'de bırakıldı, ötekiler, eyalet merkezlerine gönderildi.
2.4-Resmî Kur'ân'dan az da olsa farklı birtakım özel Kur'ân nüshaları durdukça Kur'ân üzerindeki ihtilâflar sürüp gider ve hattâ büyürdü. İşte böyle bir ihtilâfı önlemek için özel Mushaflar yakıldı.
2.5-İkinci derlemede meydana gelen Kur'ân nüshasının, diğerinden farkı birinci derlenen Mushaf’ın sûreleri bir sıraya konmamıştı. İşte Osman zamanında kurulmuş olan komisyon, daha titiz ve daha rahat bir çalışma ile Kur'ân'ın tüm âyetlerini ve surelerini derleyip Hz. Peygamber’in işaret ettiği gibi yerli yerince konmuştur.
2.6-Hz. Osman zamanında yapılmış olan derleme, Peygamber'in yazdırdığı Kur'ân'dan farklı olsaydı, Osman'dan sonra halîfe olan Hz. Alî, kendi özel Mushafını resmîleştirir, Osman Mushafını yürürlükten kaldırırdı. Oysa öyle yapmamış, kendi Mushafını muhafaza etmekle beraber resmîleştirmemiş, Osman Mushafını resmî Muhsaf kabul etmiştir. Bu durum da mevcut Mushafın, asıl Kur'ân'a uygunluğunu gösterir.Hz. Âlî Mushafını görmüş olanlar, onun-sûrelerinin iniş sırasına göre düzenlenmiş olmakla beraber-içerikte Osman Mushafının aynı olduğunu söylemektedirler. Sadece sayısı pek az bazı kelime farkları vardır. Bunlar da anlam değişikliği yapmayan sinonim kelimelerdir.
2.7-Resmî Mushaf'tan ayrı olarak meydana getirilmiş olan özel nüshalar yakılmış olmakla beraber, bunlardan bazıları saklanarak sonraki kuşaklara intikal etmiştir. Bunları görenler, bunlarla resmî Mushaf arasındaki farkları tesbit etmişlerdir. İbn Ebî Davud'unKitâbu'l-Mesâhifi, bu farkları belirtmiştir. Bunlar gözden geçirilince resmî Mushaf ile bu özel nüshalar arasında da temelde bir fark olmadığı, sadece ufak tefek bazı kelime farkları bulunduğu, çok az olan bu farkların da bir anlam değişikliği yapmadığı görülür. Bu durum da resmî Mushafın, Peygamber’in okuduğu Kur'ân olduğunu kesin bir biçimde ortaya koyar.
3- Hz Peygamber Devrinde Kaç Hafız vardı
3.1-T.Dursun, Peygamber zamanında en iyi ihtimale göre 7 hafızın olduğunu söylüyor ve bunu bir rivayete dayandırıyor.Hz. Peygamber zamanında sadece 7 hafız varsa Peygamberin vefatından bir yıl sonra yapılan Yemame savaşında nasıl oluyor da 70 sahabe şehid düşüyor? Yirmiüç yıl süren Peygamberlik döneminde ki hafız sayısı 7, Hz. Peygamberin vefatından bir yıl sonra sadece Yemame savaşında 70hafız öyle mi? Bi’ri Maune olayında 70 hafızın şehid düştüğü göz önüne alınırsa 7 rakamının gerçekçi olmadığı anlaşılır.O rivayet muhtemel ki Medine’de bulunan hafızlar için söylenmiştir. Diğer şehirlerdeki hafızlar bu sayıya dahil değildir.
3.2- Mesela, bir sahabe 1-10 arasında ki sureleri ezbere biliyor, bir başkası 5-13, bir diğeri de 10-20…arası sureleri biliyordu. Bunların ortak bildikler sureler hesaba alındığında sadece Medine’de bile aynı sureleri bilen Müslüman sayısının ne kadar çok olduğu ortaya çıkar. Veda haccında yüzbin müslümanın Hz. Peygamberi dinlediği göz önüne alınırsa nasıl bir rakamın ortaya çıkacağı gün gibi aşikârdır.
4.1-Çevre ülke, şehir ve kasabalara dağılan Hz. Peygamberin arkadaşları gittikleri yerde öğrencilerine Kur’anı ve Peygamberin sünnetini öğretmişlerdir. Eğer onların bildikleri, tertip edilen Kur’an’dan farklı olsaydı mutlaka farklılıklar olurdu? Ama Dünyanın neresine gidilirse gidilsin farklılık yoktur.
4.2-“Kur’an’ın aslı yakıldı” diyerek gerçek Kur’an’ın ortada olmadığını iftirasını atanlar, o devir müslümanlarının ezberledikleri surelerin hafızalarının nasıl silindiğini açıklamak durumundadırlar. Demek ki Hz. Peygamberden dinledikleri Kur’an’la aynıydı ki itiraz etmediler.
4.3-O devirde yaşayan Müslümanlar, günümüzde İslam’a, Hz. Peygambere en küçük bir hakarette ayaklanan Müslümanlardan daha mı duyarsızdılar ki Kur’an’ın aslı yakılırken(!) hiçbir itiraz ve tepki göstermeyip sineye çektiler?
4.4-İbni Hacer Askalani’ye göre, Osman diğer nüshaları yakmamış, okunmasını düzeltmiş, düzelmesi mümkün olmayanları toplamış, yanlış okumaya, hatalı okuyuşa meydan vermemek için bozmuş suyla silmiştir. Noktasız “Haraga” kelimesi yakmak anlamına gelir, “Haraga” noktalı olarak yazılırsa yırtmak anlamına gelir. Düzeltilmesi mümkün olmayan sayfaları yırttı attı demektir.
4.5-Kâfirlerin akıl hocalarından olan oryantalistlerden Schwally, Hz. Osman’a isnad olunan bu yakma işini çok şüpheli bulur.
5.1-Dursun, Müslümanlardaki bulunup ta diğer milletlerde olmayan icazet metodundan habersiz anlaşılan. Prof. M. Hamidullah şöyle der:“Kur'an'ın bütün metnini ezberleme alışkanlığı Hz. Peygamber (s.a.) zamanından başlar. Halifeler ve İslâm devlet reisleri daima bu alışkanlığı teşvik etmişlerdir... Başlangıçtan beri müslümanlar bir eseri müellifinin veya icazetli bir talebesinin huzurunda okumayı ve karşılaştırmayı, zamanında gerekli düzeltmeler yapılmış ve tesbit edilmiş metnin rivayeti için yazılı iznini (icazetnamesin) almayı âdet edinmişlerdi. Kur'an'ı ezberden okuyanlar yahut sadece yazılı metni yüzünden okuyanlar da aynı şeyi yaptılar ve bu itiyat günümüze kadar böylece devam etti. Bu işin dikkat çeken yönü şuydu: Her üstad kendisi tarafından verilen icazetnamede talebesinin yalnız okuyuşunun doğruluğunu değil, aynı zamanda kendisinin üstadından işittiği okuyuşa uygun olduğunu açık bir şekilde söyler ve kendi üstadının da üstadından bunu böyle okuduğunu ve talebesine öyle öğrettiğini zikrederek zincir Hz. Peygambere (s.a.) kadar devam ederek götürülür. Bu satırların yazarı Kur'an'ı Medine'de şeyh Hasan eş-Şair'den okudu ve aldığı icazetnamede diğer bilgiler arasında üstadların ve üstadların üstadlarının zinciri nihaî kısımlardaki üstadın aynı zamanda Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbn Mesud, Hz. Übey İbn Kâab ve Hz. Zeyd bin Sabit'den (ki hepsi ashabdandırlar. Allah Cümlesinden razı olsun) okuduğunu kayıt eder. Hafızların sayısı dünyada şimdi yüzbinlerle sayılmaktadır, ve metnin kopyaları (yani Kur'an-ı Kerîm'in aslî nüshaları) dünyanın her tarafında bulunur ve birinin metniyle diğerinin metni arasında kafiyen fark bulunmaz. Bu kayda değer bir noktadır ki, hafızların hafızalarındaki Kur'an ile eldeki Kur'an metni arasında hiç bir ayrılık yoktur. (İslam Giriş, Prof. M. Hamidullah, s.42)
6.1-“İbn Mesud'un "Mushaf'ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nâs sureleri de, Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti, kitabında, Bakara Suresinin Ahzab Süresiyle aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor.” Diyen Dursun’un, 1505 yılında Mısır’da ölen C. Es-Suyuti’nin zamanına kadar İbni Mesud’un mushafının değişmeden nasıl geldiğini açıklaması gerekirdi?
6.2-İmamı Nevevi, Müslim şerhi Şerhi Mühezzeb’te: Bütün Müslümanlar felak-nas ve Fatiha’nın Kur’an’dan olduğunda ittifak ve icma etmişlerdir. Onların Kur’an’dan olduğunu inkar eden kafir olur. İbni Mesud’dan rivayet edilen şey batıldır ve doğru değildir. İbni Hazm, Fahreddi Razi’de bunun bir yalan ve iftira olduğunu söyler.
6.3-Dr. Muhammed İbni Lütfî es-Sabbâğ, "Lemehât fî Ulûmi'l-Kur'ân" adlı kitabında; "Osmanî Mushaflar şimdi nerede?" başlıklı kısımda şöyle diyor.
..Hicri 614 yılında ölen İbni Cübeyr, Seyahatnâme'sinde, Dımışk Câmi'inden söz ederken şunu zikretmiştir.“Mısırdaki yeni maksurenin doğu rüknünde (köşesinde) büyük bir dolap (hazâne) vardır ki içinde Osman'ın mushaflarından bir mushaf bulunmaktadır. O Osman'ın Şam'a gönderdiği mushaftır. Dolap her gün nazmın ardı sıra açılır. İnsanlar ona dokunup öpmekle teberruk ederler. Onu uğurlu sayarlar.” (el-Burhan, 1/235-el-İtkan, 1/60)İbni Faldan el- Ömeri Ö.Hicri 749) de Dımışk’ta bir mushaf görmüştür. Onun Osmani mushaflardan biri olduğunu anlatıp “Onun sol tarafında, müminlerin emir Osman ibni Affan’ın hattıyla “Osmani mushaf” diye yazılı olduğunu söylemiştir. (Mesalikü’l-Ebsar fi memaliki’l-Emsar, 195)İbni Batuta, Şam’daki nüshadan ayrı Basra’da Osmani mushafından bir tane daha gördüğünden bahseder. (Rıhletü İbni Batuta, 1/116)Dr. Abdurrahman eş-Şehbender demiştir ki: Dımışk-ı Şam'da bu Osmânî mushaflardan bir nüsha elde ettim. Maalesef onu, otuz yıl önce Emevî Camiini yakıp kül eden yangında ateş telef etmiş." O, bu sözü, M. 1922 yılının Nisan ayında yazmıştır. (Müzekkirât-ı Abdurrahman eş-Şehbender, s. 34)Üstad el-Kevserî'nin zikrettiğine göre; Şeyh Abdulhakîm el-Efgânî (ö.H. 1326-M.1908), ölümünden önce bu Osmânî Mushaf'ın resmine (yazı ve imlâsına) uygun bir mushaf kopya etmiştir.Kevserî, bu Osmânî Mushaf'ın, Birinci Dünya savaşı sırasında İstanbul'a nakledildiği zannındadır. Efgânî'nin kopya ettiği mushafın ise Dımışk'taki adamlarından birinde mahfuz olduğu zikredilmiştir. (Makâlâtu'l-Kevserî, s. 12)Yine Kevserî, Küfe Mushafının, Humus'ta bulunduğunu ve onun, Birinci Dünya Savaşı sırasında başkent İstanbul'a götürüldüğünü zikretmiş, ancak Humus'ta hangi mescidde bulunduğunu zikretmemiştir.Nitekim Kevserî, Medine'de bulunan Medine mushafının da, Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul'a götürüldüğünü zikretmiştir. ( Makâlâtu'l-Kevserî, s. 12)İstanbul’da “Türk ve İslam Eserleri Müzesinde” şu tarihi mushaflar bulunmaktadır.457 numarada: Hz. Osman imzasını ve hicri 30 yılını içeren Mushafı Şerif.557 numarada: Hz. Ali’nin imzasını içeren Mushafı Şerif.458 numarada: Hz. Ali’nin yazısı olduğu belirtilen Mushafı Şerif.Hz. Ömer’e nisbet edilen ve ceylan derisine yazılmış, tahtaya yapıştırılmış bir Kur’an sayfası. (Ulumu’l-Kur’an,187–190)
7.1- C.es-Suyuti'den işine gelen alıntıyı yapan araştırmacı(!)-gazeteci-yazar T. Dursun işine gelen rivayetleri alıp işine gelmeyen rivayetleri okuyucuya göstermeyerek bu meselede de sınıfta kalmıştır.
Bir mucizedir ki nur-i Kur’ân
Durdukça cihan durur numâyan (Ziya Paşa)
KIZ ÇOCUKLARI ÖLDÜRÜLMEDİ Mİ?
Şimdi gelelim T.Dursun’un, “kız çocuklarının diri diri gömülmemiştir” yalanına.Turan Dursun, İslâm’dan önce Araplar arasında kız çocuklarını diri diri toprağa gömmenin yalan olduğunu iddia ediyor. Bunu Kur'ân ifade ettiğine göre demek ki Kur'ân'ın söylediği, gerçeği yansıtmıyor.Böylece Turan Dursun, bütün tarihçilerin kaydettiği bir gerçeği, dolambaçlı yollara dalarak inkâr ediyor.
1.1-Peki, ama böyle bir şey yok ise Kur'ân neden böyle söylesin?
1.2-Kur'ân bunu söylediği zaman, dinleyenler böyle bir şey yok, diye neden itiraz etmemişler.
1.3-Olmayan bir şeyi söylemesi, Kur'ân'a karşı o zaman inanmış olanların da inancını sarsmaz mıydı?
1.4-Turan Dursun, İslâm öncesi şâirlerden Ferazdak'ın şiirinde de geçen bu olayı nasıl inkâr eder? Dursun, bu olayı anlatan şiiri de kuşkulu görmektedir. Ferazdak'a âit dizelerin "sonradan uydurulmuş olduğu düşünülebilir" diyor. Neye dayanarak? Neden uydurulan bu dizeler yalnız Ferazdak'a dayandırılmış öyleyse? Buna gerek olsaydı, A'şâ'ya da bu mealde şiirler yakıştırılırdı. Neden Ferazdak?Turan, vâide' (kelimesi)nin, çocuğunu toprağa gömen kadın anlamına geldiğinden de şüphelenmektedir. Oysa en güvenilir lügatlerden Lisânu'l-Arab'da kelime: " Vede’b-netehu: “Sağ kızını toprağa gömdü." şeklinde açıklanıyor. "Toprağa gömülmüş kıza sorulduğu zaman, hangi günâhından ötürü öldürüldü, diye!" (Tekvîr: 8-9).Turan'a göre:"Araplarda, hem de "yaygın biçimde" yaşandığı ileri sürülen bu olayların olduğu apaçık yalan. Ne bir baba, ne de bir anne burada ileri sürüleni yapar. Bu tür şeyin olması, insan doğasına aykırı olduğu gibi, hayvanlarda bile görülmez, ilkellerde, "çocukların Tanrılara kurban edildiklerini biliyoruz. Ama Araplar, o sıralarda, "ilkellik" dönemini çoktan gerilerde bırakmışlardı, İslam döneminden daha ileri bir uygarlığa sahiptiler. Bunun tersine, yalanlar uydurulmuş olsa da... Kaldı ki burada söz konusu olan "Tanrı'ya kurban" da değil. Aktarmalarda da bu ileri sürülmüyor. Yani "kız çocuklarının, Tanrılara kurban etmek için diri diri gömüldükleri"nden söz edilmiyor. Böyle bir şey, yani "çocuğu Tanrı'ya kurban etme" de hangi dönemde ve nerede yaşanmış olursa olsun; "çok yaygın" değil, tek tük olurdu. "Tanrı'ya kurban etme" durumu da söz konusu olmayınca, işin mantığı büsbütün ortadan kalkıyor. "Kız çocuklarının yoksulluk için, ya da leke sayıldığı için... diri diri gömüldüklerini" ileri sürmek ve bunu kabul etmek, "annelik, babalık" ne demek; bilmemektir. Ayrıca "insan"ı. insanın doğasını tanımamaktır, insanlar, ileri sürülen türden şeyi yapmış olsalardı, türlerini sürdüremezlerdi."Turan'a göre hiçbir anne baba yüreği bunu yapamaz. Doğru, normal anne baba bunu yapamaz. Ama toplum, bunu yapmayı aile şerefinin korunması için gerekli görürse yapar. Merhamet duygusu fazla gelişmemiş ilkel insanlarda bunun yapılması olağandır.Bu uygulamanın,-bütün Araplar arasında, yaygın biçimde yapıldığını, halkın tümünün bunu hoş gördüğünü kimse iddia edemez elbette.Bu uygulamanın, uygarlık düzeyi ileri aşamalara varmış kabilelerde değil, daha ilkel bedevi kabileler arasında görüldüğü muhakkak. Elbette kabilede her aile böyle yapmıyordu. Ama tek tük de olsa bazı taş yürekliler bunu yapıyorlardı. Abdulaziz Çaviş'in ifadesine göre Kureyş ve Kinde gibi bazı Arap kabilelerinde, kızları diri diri gömmeyi güzel işlerden sayanlar vardı. Nitekim "Defnu'l-benât mine'l-mekrumât: Kızları gömmek, güzel işlerdendir." gibi mesel haline gelmiş sözler de bunu kanıtlamaktadır (Anglikan Kilisesine Cevap, 169).Ancak dediğimiz gibi bunun yaygın bir uygulama olduğunu söylemek hatadır. Öyle olsa toplumda kadın kalmaz, toplum inkıraz bulurdu. Bunu bugün uygulanmakta olan kürtajla karşılaştırabiliriz. Çeşitli nedenlerle kürtaj uygulanmaktadır ama bundan herkesin kürtaj yaptığını sanmak hata olur. Masum yavrunun diri diri toprağa gömülmesi veya çeşitli biçimlerde öldürülmesi, toplumun çoğunluğu tarafından hoş karşılanmıyordu. Bundan dolayı, biz, Hz. Ömer'in, müslüman olmazdan önce kızını toprağa gömmüş olduğu yolundaki rivayetin düzme olduğu kanısındayız.Ne var ki yaygın olmasa da bu âdet toplumda vardı ve bunun temel nedeni de aile şerefini korumak, ya da fakirlik endişesi idi. Onun için Kur'ân, fakirlik korkusuyla bu işi yapanlara: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır." (İsra: 31) buyurmaktadır. Demek ki bu uygulama toplumda vardı ki Kur'ân böyle söylüyor.
2.1-Turan Dursun, hiçbir anne babanın böyle bir şey yapamayacağını, bunun doğaya aykırı olduğunu söylüyor. Söylüyor da günümüzde henüz dünyaya gelmemiş de olsa anne karnında gelişimini tamamlamış, dünyaya gelmek için hazırlanmış binlerce çocuğun, kürtaj yoluyla katledilmekte olduğun yine doğurduğu çocuğu öldürüp çöp bidonlarına atan yahut sağ olarak cami duvarına bırakanlar bulunduğunu hiç düşünmüyor. Bunları yapanlar, yaptıranlar anne baba değil mi? Bunları yapan kürtajcılar insan değil mi?Turan Dursun, 244. sayfada kız çocuğunu diri diri gömme ile ilgili olarak Ebû Dâvud'dan bir hadis meali aktarıyor: "Vâide de, mev'ûde de ateştedir." (Kitâbu's-Sunneh, bâb fî Zerâriyyi'l-muşrikîn, 2/532). Ve şu yargıya varıyor:"Kız çocuğunu diri diri gömen kimsenin cehenneme gitmesini anladık ama o zavallı kız çocuğunun cehennemde işi ne? O niye cezalandırılıyor?" diye sorabilirsiniz." diyor.Dursun, işine yarar bulduğu her rivayeti toplamış ve bile bile bunları katıksız doğru saymıştır. Bir kitapta Hz. Muhammed'e nisbet edilen bir rivayet olsun da, sağlam olsun, çürük olsun ona göre fark etmez. Nasıl olsa okuyanlar hadis uzmanı değillerdir. Kimse bunun çürüklüğünü fark etmeyecektir. Böyle düşünmüş ve amacına da ulaşmıştır.Şunu vurgulayalım ki hadisçiler, hadis derlemek için gezmiş, dolaşmışlar bir senede bağlayabildikleri her hadisi, hatta zinciri kopuk da olsa (mürsel) kesik de olsa (münkta’ı) derleyip kitaplarına yazmışlar. Bunların içinde pek çok zayıf, ağızdan ağıza dolaşırken anlamı değişmiş söz, Peygamber'e bağlanmıştır. Bu rivayetlerin içeriği, Kur'ân ile, Hz. Muhammed'in temel düşünce yapısıyla karşılaştırılmadan, sadece rivayet zinciri yönünden kritik edilip alınmıştır.
2.2-Şimdi Kur'ân-ı Kerîm'de kız çocuklarına yapılan bu zulüm, şiddetle kınanırken: "Toprağa gömülmüş kıza sorulduğu zaman, hangi günâhından ölürü öldürüldü, diye?" ifadesiyle yavrunun masumluğu vurgulanırken; Kur'ân'ın tebliğcisi, Kur'ân'ın, masumluğunu vurguladığı yavrunun cehenneme gideceğini söyler mi? Bunu sağduyu kabul eder mi? Bu Kur'ân'a ve Peygamber’in düşünce yapısına aykırı uydurma rivayetler, nasıl Peygamber sözü olarak değerlendirilir? Hele bunun tam tersini söyleyen rivayetler de varsa? İşte İbn Hanbel'in Müsned'inde, bu rivayetin tam tersini söyleyen bir hadis: “Dedim:- Ey Allah’ın elçisi, kim cennettedir? Peygamber (a.s), peygamberler cennettedir, şehid cennettedir, yeni doğmuş çocuk cennettedir ve mev’ude (canlı olarak gömülmüş kız) cennettedir.” (Müsned, 5/58)Yukarıya aldığımız S. ATEŞ’in makalesine ilave olarak:
3.1-Dursun, Tefsirlerde geçen; “Kız çocukları, "yoksulluk yüzünden diri diri gömülüyordu.", "ailelerine leke sayıldığı için diri diri gömülüyordu.", "meleklere katılsınlar diye diri diri gömülüyordu. Çünkü Melekler de Tanrı'nın kızları diye niteleniyordu." ifadelerine değinmiş, aklınca çelişki bulmuş.Ortada bir olay ve bunun değişik sebeplerinin olabileceğini görmezden gelmiştir. Kürtaj bir vakıadır. Sebebi ise, a-Çocuğa bakamama endişesi olur.b-Gayrimeşru ilişkiden dolayı olur.c-Aileye kabul ettirememekten olur.d-Tecavüzden olur.e-İyi bir eğitim veremeyeceği endişesinden dolayı olur.f-Kocası ya da kendisi istemediğinden olur…Herkes kendi gerekçesini üretir ama Dursun’un gerekçe çelişkisi kendi problemi olarak kalır.
3.2-"Melek" son derece "kutsal bir varlık" görüldüğüne göre, kız çocuğu ailesi için "leke, utanç verici" olamaz. Diyen Turan, değişik kabilelerin değişik gerekçesi olabileceğini aklına bile getirmek istemiyor ya da düşünemiyor.
3.3-Din etnologu(!) da olan ve Tanrılara “darı” ikram ettiren Dursun, "çocukların Tanrı’lara kurban edildikleri"ni biliyoruz, ama "çok yaygın değil, tek tüktü” diyor. M.S.640’lı yıllarda Mısır’da, Nil’e genç kız atılarak, adak yapıldığından haberi de yok.
4.1-“Tefsirler, Ferezdak'ın iki dizesi üzerinde durur. Ne var ki, tefsirlerde bu iki dizi de hep aynı sözcüklerden oluşmuyor, iki dizi de değişik biçimde yer alıyor, diyen Dursun kendisi 2000’e doğru dergisinde yazdığı yazıları kitaplaştırmak için tekrar gözden geçirip, bazı çıkarmalar ve ilaveler yapabiliyor. Bu normalde, 1500 sene öncesine ait olan Ferezdak’ın şiirlerinde aynı kelimelerin olmaması garip öylemi? İlginç, doğrusu?
5.1-Şimdi de Hamdi Yazır merhum’un dediğine bakalım: MEV'ADE: Küçükken diri olarak gömülüp öldürülen kızcağız demektir ki, “V’ed”den müştaktır. Ve'd, aslında evd gibi ağır basmak mânâsıyla alâkadar olup Câhiliyye Arablarının kız çocuklarını diri diri kabre gömmek âdeti şemalarına denilir. Müfessirînin beyan ettikleri veçhiyle Câhiliyye Arabları'nda bu çirkin âdet şayi' idi ve bunu türlü türlü yaparlardı. Kimisi, kızlar yüzünden bir ar gelmek korkusiyle yapar, kimisi, züğürtlük ve besleyememek korkusiyle yapar, kimisi de, Melâike Allah'ın kızlarıdır dediklerinden dolayı kızlarını da Melâikeye ilhak etmek üzere Allah'a daha lâyıktırlar diye yaparlardı. Alûsî'nin beyanına göre bir değil, birçokları zikr etmiştir ki: Bir adamın bir kızı doğduğu vakit, onu öldürmeyip berhayat bırakmak istediği surette ona yünden veya kıldan bir cübbe giydirir badiyede koyun veya deve güttürürdü. Öldürmek istediği takdirde de bırakır altı yaşlarına doğru gelince anasına: “Bunu, temizle, süsle, hısımlarına gezmeye götüreceğim” der. Hâlbuki sahrada bir kuyu kazmıştır onu oraya götürür. «Bak şunun içine» der. Sonra arkasından iter ve üzerine toprağı yığar, kuyuyu arz ile dümdüz edene kadar örterdi. Bir de gebe kadın vakti yaklaştığı zaman bir kuyu kazar, ağrısı tutunca başına gider, kız doğurursa onu, onun içine atar, oğlan doğurursa alıkordu denilmiştir. Kamus şârihi der ki: “Cahiliyyede Arablar, kız evlâdını açlık veya ar gelme korkusunda kabre defn ederlerdi. Bâzıları açlık korkusuyla oğlanı dahi defn ederlerdi “"Toprağa gömülmüş kıza sorulduğu zaman, hangi günâhından ötürü öldürüldü, diye!"” ol babda” nazil oldu.” Mısır müftîsi Abduh, burada şöyle demiştir: “Bak şu kasvete, şu katı yürekliliğe, şu fakr-u âr korkusundan başka bir günahı olmayan ma'sum kızcağızları öldürmek vahşetine ki, Arab'ın kalbine müslümanlık karıştıktan sonra nasıl merhamet ve şefekate mübeddel olmuş, İslâm bu çirkin âdeti temamen mahvetmekle bütün insaniyyete ne büyük bir ni'met olmuştur.”Âlûsî, Bezzar, ve “Künâ”da Hâkim ve “Sünen”'de Beyhakî, Hazret-i Ömer ibn Hattab radıyallahü anh'den rivayet etmişlerdir. Demiştir ki: “Kays ibn Asım-ı Temîmî, Resulullah'a geldi de: “Ben, dedi, Cahiliyye de sekiz kızımı ve'd ettim.” Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem, “Her birinden bir rakabe azâd et” buyurdu. O: “Ben, dedi, deve sahibiyim.” “O halde, buyurdu, her birinden bir bedene hedy et.” “İslâm makeblini keser atar” olmasına nazaran bu emir, tevbenin sıhhatinde vücub için olmayıp nedb için olmak gerektir. Ve bunda ve'din pek büyük cinayet olduğuna ayrıca bir tenbih vardır. Maamafih Arablar, içinde ve'di çirkin görenler de vardi. Ferezdek'in dedesi Sa'saa ibn Nâciyete'l-mücaşî, kavmi Benî Temîm'den mevûdeleri fidye ile kurtarırdı, Ferezdek, şu beytinde;
“Dedem hakkı için ki, çocuklarını gömen vâ'ideleri men'etti.
O suretle gömülecek olanı ihya etti de gömülmez oldular.”
Diye onunla iftihar etmiştir. Taberânî, müşarünileyh Sa'sa'a'dan şöyle rivayet eylemiştir: “Ya Resulâllah! Dedim, ben cahiliyyede bâzı ameller işledim onlarda bir ecir var mıdır? Üçyüz altmış mev'ûdenin hayatını kurtardım. Her birini iki uşera' naka ile iştira ederdim. Bunlarda bana bir ecir var mıdır?” Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem buyurdu ki: “Sana, onun ecri var. Çünkü Allah Teâlâ, sana İslâm'ı in'âm buyurdu” demiştir.Ve'd denilen bu büyük cinayetin hâsılı, evlâdını öldürmekten ibaret olduğu ve bunun en çok sebebi fukaralık ve besleyememek korkusu bulunduğu için Sûre-i En'am'da, "Yoksulluk yüzünden evlâdınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkınızı Biz veririz." (En'âm 6/151) Sûre-i İsra'da "Bir de züğürtlük korkusuyla evlâdlarınızı Öldürmeyin, onlara da rızkı Biz veririz size de, elbette onları öldürmek büyük bir cinayet bulunuyor." İsrâ 17/31) âyetleriyle de defeat ile nehy olunduğu gibi Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem kadınlardan bey'at alırken, "Ve evlâdlarını öldürmeyecekler." (Mümtehine-60/12) evlâdlarını katl etmemek kaydının da tasrih olunduğu Sûre-i Mümtehane'de geçmişti. Bu âyetlere nazaran yalnız gömmek suretiyle değil, her hangi bir suretle olursa olsun evlâdını âmden öldürmek de böyle büyük bir cinayettir. Onun için, “büyük hata” buyurulmuştur. Şu halde iskat-ı cenîn, kasden çocuk düşürmek dahi evlâdını katletmek olduğu için aynî mahiyyette bir katil cinayeti olduğu unutulmamak lâzım gelir. Câhil bedevilerin ve'd vahşetlerini, dinlerken tüyleri ürperen Medenîlerin iskatı cenîn cinayetlerinden yüzleri kızarmamasına da, ne kadar teessüf olunsa azdır. Hattâ azlin bile bir ve'd-i hafi olduğu hakkında bir hadîs-î şerif mervidir. İmam Ahmad, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, İbn Mace, Taberânî ve İbn Merduye, Huzâme bint Vehb'den rivayet etmişlerdir ki, Resulullah sallâllahü aleyhi vesellem Hazretleri'ne azilden sual olundu: “O, ve'd-i hafidir.” buyurdu demiştir. Bundan dolayı azlin de hürmetine kail olanlar olmuşsa da, Fıkıhda kerahet olması tahkîk olunmuştur. Çünkü nesli kesmeğe bir yol, bir sû-i isti'mâldir. Azl, ve'd-i hafî olunca hilkati tebeyyün etmiş cenînlerin iskatı ve yeni doğan yavruların itlafı gerek tesebbüb ve gerek mübaşeret i'tibariyle ve'd-i celîye mübaşeret veya tesebbüb mânâsında, "Evlâdlarınızı öldürmeyin." (İsrâ-17/ 31) nehy-i sarihinin hükmü dahilinde haram bir cinayet olduğunu anlamak kolay olur. Şayan-ı dikkattir ki, burada tezvic-i nüfustan sonra mes'uliyyet vakti ihtar olunurken ve'din ve bigayri hakkın katl-i nüfusun mes'uliyyetindeki ağırlık anlatılmak üzere evvel emirde hâmîsi yok farz edilen mev'ûdenin suali tasrih olunmuş ve bunun evvelâ katile değil, kati olunan ma'sum kızcağaza sorulacağı anlatılarak, "Mev'ûdeye sorulduğu vakit ki hangi günahla katledildi." Tekvir-81/8-9) buyurulmuştur. Cinayetin sebebi doğrudan doğruya cânîye sorulmayıp da davacısı olan masum mev'ûdeye sorulması o ve'di yapan katilin vicdanını sızlatacak ve hamisiz gördüğü mazlumun karşısında mağlûbiyyetini duyuracak ve haksızlığını bütün mânâsiyle tanıtarak hakkın huzurunda hiç bir müdafaaya kadir olamayacak vech ile gayz ve ukubete istihkakını anlatacak şiddetli bir ihtar ve tariz vardır ki, buna, tebkît tâbir olunur. Nitekim Nasârâ muvacehesinde Hazret-i İsa'ya, "Hem Allah buyurduğu vakit: “Ey Meryem'in oğlu İsâ! Sen mi dedin o insanlara; "beni ve anamı Allah'ın yanında iki ilâh edinin" diye?" Maide 5/116) diye sorulması da Nasârâ'ya bu kabîlden bir tariz ile tebkîttir. Bundan başka her türlü amellerin hesabı rü'yet olunacağı da şununla anlatılıyor. (Hamdi Yazır, Hak dini, Kur’an Dili 8/433-436)Yukarıda ki metinden de anlaşılacağı üzere Hamdi Yazır, Ferezdek’in şiirinden hareketle,erkeklerin öldürmediğini değil, kadınların daha çok öldürdüğüne işaret ediyor.Ama bu alanda kafa yormaya gerek yok. Nasıl olsa hepsi bir "yalan" üstüne kurulu. diyen Dursun’un dediği gibi fazla kafa yormaya gerek yok. Nasılsa Dursun’un dediklerinin hepsi “yalan ve saptırma üzerine kurulu”
GARÂNÎK OLAYI VEYA ŞEYTÂN ÂYETLERİ
T. Dursun, Salman Rüşdü'nün ortaya attığı "Şeytan Âyetleri" meselesine de “değinerek” bunların gerçek olduğunu iddia ediyor. Kur’an’ın, yakıldığı söyleyen bir kişinin kalkıp “Şeytan Âyetleri" gerçektir demesi oldukça ilginç bir olaydır. Zaten Turan, Kur’an’a ve İslam’a saldıran kim olursa olsun doğru ya da yanlış onun şiddetli müdafaacısıdır.Hacc Suresi'nin 52. ayetinin, bunu izleyen âyetlerin ve bu âyetlere ilişkin aktarma ve yorumların tanıklığıyla "Şeytan Âyetleri" olayı bir gerçektir. Kaynak, ileri sürüldüğü gibi yalnızca Taberi değildir. Taberi'den 150 yılı aşkın bir zaman önce yaşamış olan îbn Ishak'ın es-Sire’sinde de olay yer alır. (Bkz. Siretü İbn İshak, yay. Muhammed Hamidullah, fıkra: 219.) Bunun yanında bir başka gerçek, laik ve özgür düşünen insan -ki Salman Rüşdü de böyle bir insandır- "din kutsallıklarımın çerçevesine sokulamaz. Bunu yapma yolundaki "din terörü" karşısında korkmadan, yılmadan yeterince savaşım verilmelidir artık.Yukarıdaki cümleler Dursun’a ait buna karşılık verdiği kaynaklar ve kaynaklardaki bilgiler doğru mu, İbni İshak’ın “Sire’si nasıl bir kitap ona bakalım, S. ATEŞ söyle diyor: “Dursun, olayın, İbn İshâk’ın Sîre'sinde yer almasını doğruluğunun kanıtı saymaktadır. Şimdi bu İbn İshak hakkında hadîs bilginlerinin görüşlerini verelim:Dârekutnî gibi büyük hadisçiler, bunun rivayetlerini vâhî, son derece sakat görmüşlerdir. Zehebî: "Sîresini, rivayet zinciri kopuk, tanınmayan, bilinmeyen şeylerle, yalan şiirlerle doldurmasından başka bir günahını bilmiyorum" diyor. Nesâi ve başkaları, İbn İshak için "Sağlam değildir", Dârekutnî: "Sözleri kanıt olamaz", Süleyman et-Teymî, Hişâm ibn Urve: "Yalancıdır", imam Mâlik: "Deccâllerden biridir!",Hammâd ibn Seleme: "Zarurî olmadıkça İbn İshak’tan rivayet etmedim"; Yahya el-Kattân: "Muhammed ibn Ishâk'ın yalancı olduğuna tanıklık ederim." demişlerdir.Kendisine onun yalancı olduğunu nereden bildiği sorulan Yahya, bunu Vüheyb'in söylediğini, ona da Mâlik ibn Enes'in söylemiş olduğunu, ona da Hişâm İbn Urve'nin söylediğini anlatmıştır:İbn İshâk, Hişâm'ın karısı Münzir kızı Fâtıma'dan hadis rivayet etmiş. Oysa Hişâm henüz yedi yaşında iken bu kızla evlenmiş olduğunu, o günden beri karısı Fâtıma'nın, hiçbir erkek yüzü görmediğini anlatmıştır. Böyle iken İbn İshâk, ondan rivayet naklediyor.Hatîb-i Bağdâdî'nin tespitine göre İbn İshâk, gaza (savaş) haberlerini vaktinin şâirlerine gönderir ve onlardan bu olayların temasına uygun şiirler yazmalarını istermiş ki o şiirleri, olaylara eklesin. (Mîzânu'l-İ'tidâl: 3/468-471).Şimdi yalancılığı ile ün yapmış böyle bir adamın kitabında bu olayın anlatılmış olması, doğruluğunu mu gösterir? Kaldı ki İbn İshak’ın Sîre’sinde, şeytân âyetlerinden söz edilmez.Yazar, olayın bir bölümünün, Buhârî'de de yer almış olduğunu söylüyor. Oysa Buhârî'de yer alan, şeytân âyetleri olayı değil, sadece ilk sûrelerden olan Necm Sûresini dinleyen müşriklerin, sûrenin cazibesine kapılıp müslümanlarla birlikte secde etmiş olmalarıdır, işte Buhârî'nin rivayeti:“İçerisinde secde (ayeti) olup indirilen ilk sure Necm suresidir. Rasulullah (a.s) ve arkasında olan herkes secde etti. Ancak secde etmeyen bir kişi vardı o da yerden bir avuç toprak alıp ona secde etti. Daha sonra onu kâfir olduğu halde öldürüldüğünü gördüm.” (Buhârî, Tefsîr, Necm Sûresi: 65/54) (Tercüme tarafımızdan yapıldı R.G.)Olay nedir? Önce bunu kısaca anlatalım:Kavminin kendisinden yüz çevirmesine son derece üzülen Peygamber (s.a.v.), Allah'tan, kendisiyle kavminin arasını uzlaştıracak bir şeyin (vahyin) gelmesini ve böylece kavminin inanmasını çok arzu ediyordu. Bir gün Kureyş’in kalabalık bir meclisinde oturmuştu. O gün Kureyş’in kendisinden uzaklaşmalarına sebeb olacak bir şeyin inmemesini istiyordu. Yüce Allah “Aşağı kayan yıldıza andolsun” sûresini indirdi. Allah'ın Elçisi (s.a.v.) sûreyi okuyup: “Gördünüz mü Lât ve Uzza’yı ve üçüncüsü olan Menat’ı?” âyetine gelince şeytân, onun diline "Şu yüce turnalardır ve onların şefaati umulur” sözlerini attı. Kureyşliler: "Muhammed bundan önce hiç tanrılarımızı hayır ile anmamıştı" dediler. Peygamber okumasına devam edip sûreyi bitirince secde etti, onlar da müslümanlarla birlikte secde ettiler. Akşam olunca Cebrail Peygamber'e geldi: "Sen ne yaptın, benim Allah'tan sana getirmediğim, söylemediğim şeyi insanlara okudun" dedi. Yüce Allah: "Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik ki o, temenni ettiği zaman şeytân onun ümniyyesine (bir düşünce) atmış olmasın..." âyetini indirdi. (Câmi'u'l-beyân: 17/87; Mefîtihul-ğayb: 23/49-50; İbn Kesîr, Tefsir: 3/230.)Olayın ve rivayetin genişçe tahlilini yapan S.ATEŞ şöyle devam ediyor:
1.1-Hac süresindeki bu âyetin, bu olayla ilgili olarak inmesi mümkün değildir. Çünkü Ğarânîk uydurmasının bağlandığı Necm sûresi, Mekke'de inen ilk sûrelerdendir. Oysa Hac Sûresi, Medîne devresinin sonlarına doğru inmiştir. 88. sırada yer alır.
1.2-Bu hadis, Said ibn Cübeyr yoluyla İbn Abbâs'tan, Ebu Ma'şer ve Yezîd ibn Ziyâd yoluyla da Muhammed ibn Ka'b el-Kurazî'den rivayet edilir. Ama Hz. Peygamber'e kadar giden kopuksuz bir senedi yoktur. Bu rivayeti Kelbî de Ebû Salih yoluyla İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Ama Kelbî itimâda şayan görülmez. Sağlam hadîs mecmuaları bu rivayeti almamışlardır. Kadî İyâd, Râzî ve birçok âlim bunun uydurma olduğu kanısındadırlar. Çünkü bunu Peygamber'in masumluğuna, şeriatın korunmuş olma vasfına aykırı görmektedirler.
1.3-Turan Dursun, bu olayın, îbn Hacer Askalânî tarafından doğrulandığını söylüyor ki bu, yanlıştır. îbn Hacer, bu konuda Kirmânî'nin şu sözünü naklediyor: "Bu secde olayının, Peygamber'in okuması sırasında, şeytanın attığı sözler sebebiyle vuku bulduğu şeklinde söylenen söz, ne akıl ne de nakil bakımından doğru değildir." (Fethu'l-Bârî: 8/614)
1.4-Hac Sûresinin: "Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik ki o, temenni ettiği zaman şeytân onun ümniyyesine (bir düşünce) atmış olmasın. Fakat Allah, şeytânın attığını siler, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırır." (Hac: 52)Âyette geçen temenni, bir şeyi arzu etmek demektir ki, felsefede buna ideal denilir. Buna göre şeytân, peygamberin gerçekleştirmeğe çalıştığı ideali, karıştırmak istediği düşüncelerle bozmağa çalışır, demektir. Fakat çoğunluğun kanısına göre temennî, ezberden okumak anlamınadır. Buna göre âyette her peygamber, kendisine gelen vahiyleri okuduğu zaman, mutlaka şeytânın, onun okumasına bozuk düşünceler katmaya çalışacağı, fakat Allah'ın, şeytanın attığı düşünceleri silip, vahy âyetlerini yerleştireceği anlatılmaktadır.
1.5-İbn Hacer, âyetin tefsirinde şeytânın düşünce attığı hakkındaki görüşleri sıralıyor. Bu rivayetlerin hepsinin ya zayıf veya kopuk olduğunu, ancak rivayetlerin çokluğunun, bu olayın bir aslının bulunduğunu kanıtladığını söylüyor. Daha sonra Ebûbekr ibn el-Arabînin ve Kadî îyad'ın, anlatılan bu olayın düzme olduğu hakkındaki görüşlerini veriyor:lbnu'l-Arabî şöyle diyor: "Taberî, asılsız birçok rivayet aktarmıştır. Bunların aslı yoktur..." Kadî lyâd da: "Sağlam hadîsçilerin hiçbiri, bu olayı sağlam, kopuksuz bir zincirle nakletmemiştir. Bu rivayetin aktarıcıları zayıf, rivayetleri karmakarışık, senedi (rivayet zinciri) kopuktur... Bu rivayetin dayandırıldığı tabiînin ve müfessirlerin hiçbiri, rivayet zincirini vermemişler, bunu herhangi bir sahâbîye dayandırmamışlardır. Bu konuda tabiîlere varan rivayet yollarının çoğu zayıftır, çürüktür. Bezzâr, bunun anlatımı doğru olan hiçbir yolu yoktur. Bir tek Ebû bişr'in, Saîd ibn Cübeyr'den rivayeti anılabilir ama o da sahâbilere varmaz. Kelbî ise rivayeti caiz olmayan, çok zayıf (güvensiz) bir kişidir. Şayet bu rivayet doğru olsaydı, müslüman olanların çoğunun dinden dönmeleri gerekirdi." demiştir…İbn Hacer, Dursun'un anlattığı biçimde olayı doğrulamıyor. Sadece doğruluğu varsayılan bu rivayetlerin yorumunu yapıyor.Evet, bu rivayetlerin hepsi çürük olmasına rağmen çoğunluk, bu sûrenin, hattâ başka sûrelerin de okunuşu sırasında şeytânın, daha doğrusu şeytân ruhlu kâfir bir sabotajcının, bildiği bazı sözleri, şiirleri okuyarak Peygamberin sözlerine karıştırmak istemişler, yani onun okuduğu şeyleri etkisiz bırakmak, bozmak, anlaşılmasını önlemek, tevhîd çağrısını sabote etmek istemişlerdir. Bu, günümüzde dahi hatiplerin, konferansçıların konuşması sırasında yapılan olağan şeylerdendir. Hatîb konuşurken, muarızları slogan atarak sataşır, onun moralini bozmak isterler. Hattâ Meclislerde bunun örnekleri çok görülmektedir. (Gerçek Din Bu 1, S.ATEŞ, 212–221)
1.5-Görüldüğü gibi rivayetin elle tutulur hiçbir yanı yoktur. Sağlam raviler tarafından ve kesintisiz olarak rivayet edilmemiştir. Nedense sahih rivayetlere pek aldırış etmeyen Dursun, zayıf, mevzu (uydurma), mürsel rivayetlere balıklama atlamaktadır.
2.1-Tevhid inancını yaymak için ömrü boyunca mücadele eden Hz. Peygamber niye putların ismi geçtiğinde, putlar için secdeye kapansın?
3.1-Ğaranik meselesinde ciddi hiçbir şey, söyleyemeyen Dursun, hızını alamayıp “laik kafa, özgür kafa, özgür düşünür” diyerek, dini inanışa sahip hiç kimseye saygı duyamayacaklarını sinyalini veriyor. Sen ve senin gibilerden saygı beklediğimizi kim söyledi ki? Komünist Rusya’nın, Çin’in ve Kamboçya’daki Kızıl Kmerlerin dine ve dindarlara ne yaptığını gördük. Saygı göstermeyen Dursun, ne ilginçtir ki kendi saygı görmeyi isteyebilmektedir.
4.1- "Nerede bulursanız öldürün!..." Kuran böyle diyor. (Bkz. Bakara, ayet: 191, Nisa: 89, 91 Tevbe: 5.) diyen Dursun, bir önceki ayetin ne olduğunu normal olarak vermiyor. Yoksa insanları nasıl aldatacak? “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara, ayet: 190)
5.1-“Tarih boyunca hep böyle denmiştir. Bir Cemel Olayı'nda 15 bin kişi öldürülmüştür. Çarpışan iki yanda da "Peygamber"in en yakın arkadaştan bulunduğu halde...” diyen Dursun, Cemel vakasının siyasi bir hareket olduğunu bilmiyor. Birinci-İkinci dünya savaşında, Komünizmi ya da değişik rejimleri getirmek için değişik ülkelerde kurulan mahkemelerde öldürülen insanlardan haberi yok anlaşılan (?) Hem ne alakası var Cemel olayının, İslam mı emretti savaşmalarını? Laf ola beri gele...
T. DURSUN'UN SAPTIRMALARINDAN ÖRNEKLER VE DOĞRUSU
Allah Rahmet etsin allame Sadreddin YÜKSEL hoca T. DURSUN’un 2000’e Doğru dergisindeki yazılarının bir kısmına cevap vermişti hiçbir ilave yapmadan aşağıya alıyoruz. Gayemiz; Kuranda "eimmetü'l-küfr" diye tanımlanan, küfür önderlerinin maksatlarını ve metotlarını ortaya koymaktır. (2000'e Doğru) adlı dergi (Aişe ile Hafsa oyunu) başlığı altında yine terbiyesizliğine devam ediyor.Ben şimdi burada evvelâ yalnız o derginin müstehcen parçalarını aktaracağım. Ondan sonra meselenin gerçek veçhesini ortaya koymak için çalışacağım. Şöyle ki:“Peygamber’in çevresinde, Ona güzel kadın bulma yarışı vardır. Eş'as, bu yansı kazanırım ümidi ile Peygamber'e koçar, “bir kız buldum. Mekke civarında bundan daha güzeli yoktur. Ancak sana lâyıktır.” Muhammed, “haydi aldım gitti” der.Bu “Haydi aldım gitti” Peygamber'in ünlü bir sözüdür. Esma getirilir... Eş'as, Esma'yı Hazreti Muhammed'in çadırına götürür... O sırada Hazreti Muhammed ayakta durmaktadır... Bacağını ayırmıştır ve entarisi çadır gibi olmuştur.”
(Kavuşulamayan Küteyle) başlığı altında da şu bölümler yer alıyor: “Peygamber'in bu olaydan sonra hastalandığı rivayet edilir. Peygamber ateşler içinde yanarken Eş'as, yine gelir “ey Peygamber Esma olayı seni çok sarstı. Ben daha güzel bir kadın biliyorum. İstersen onu getiririm” der. Bu güzel kız Eş'as'ın kız kardeşi Küteyle'dir. Peygamber hasta yatağında ünlü sözünü tekrarlar: “Haydi evlendim gitti”... Yine Küteyle genç yaşında Peygamber'in hanımı olur. Bu nedenle artık evlenmeyecektir. Bu durumda Eş'as'm kabilesi çaresiz kalıp Müslümanlıktan çıkar.” Derginin burada Hasreti Peygamber hakkında kullandığı söz ve ifadeler var ya, (hâşâ) en çapkın bir insan ve ölüm döşeğinde bile öyle şeyleri düşünen, unutmayan bir seks adamı hakkında söylenebilir. Başka türlü tasavvur edilemez, İşin en garip tarafı da, bu uygunsuz ifadelerin Buhari, Müslim ve siyer kitaplarından alınmış gibi gösterilmesidir.Şimdi bize düşen ilk vazife, Esma ile Küteyle'nin asıl kıssalarını, Buhari, İmamı Ahmed'in Müsned'i ve Siyer kitaplarından vermek. Sonra bazı incelemelerde —eleştirilerde— bulunmaktır. Verelim ki komünistlerin bu babtaki yalan ve uydurmaları meydana çıksın:“Ebu Üseyd anlatıyor: Nu'man kızı Esma —zifaf maksadıyla —Peygamber'in odasına getirildi. Beraberinde ebesi, dadısı da bulunuyordu. Peygamber “nefsini bana bağışla” diye buyurdu. Esma, “melike bir kadın hiç nefsini avamdan olan birine bağışlar mı” diye cevap verdi." (1) Peygamber, onun asabiyetini yatıştırmak için elini uzatıp başına koymak istediğinde Esma: “Euzu billahi minke” (senden Allah'a sığınırım) dedi. —Bir rivayete göre, bu cümle maksatlı olarak Hazreti Âhe ile Hazreti Hafra tarafından ona öğretilmiştir— Rasûlüllah: “Gerçekten sen yüce bir makama sığındın” dedi.Sonra çıkarken “Ya Eba Üseyd (mehir olarak) ona iki kat beyaz elbise giydir ve götür ailesine teslim et” diye emir verdi.”(2)Şunu da hemen ilâve edeyim ki İbni Sai'd'den gelen bir rivayete göre: Kinde emîri, Hazreti Peygamber'le karabet (akrabalık) tesis etmek için dul kalmış kızı Esma'yı Rasûlü Ekrem'e arz etti. O da muvafakat buyurdu.(3)Sıra şimdi Küteyle'dedir. Onun Peygamber'le evlendirilme şekli, sahih kaynaklar tarafından şöyle anlatılır:“Kays kızı Küteyle, Hadramut adlı bölgede iken kardeşi Es'ad tarafından Peygamber'le evlendiriliyor. Sonra kardeşi onu oradan alıp getirmeğe gidiyor. Fakat daha Medine'ye varmadan Hazreti Peygamber vefat ediyor.Vefatından önce, Küteyle hakkında: “O serbesttir, dilerse kapanıp ümmehatülmü'minin arasına girer, dilerse ayrılıp istediği kimse ile evlenir.” diye vasiyette bulunur. Küteyle, ayrılmayı tercih edip Hadramut’da Ebu Cehl'in oğlu îkrime ile evlenir.” (4)Evet, Esma ile Küteyle'nin kıssalarını sahih kaynaklardan eksiksiz olarak verdikten sonra bir de dönüp derginin o mevzulardaki çirkin, müstehcen, hakaretamiz, terbiye dışı ifadelerine bakalım. O sahih kaynakların neresiyle bağdaşır, neresinde yerleri vardır? Emin olun ki, o kaynaklarla hiç bir münasebeti yoktur. Sadece Peygambere karşı besledikleri düşmanlık hissinden ileri gelmiştir. Yalnız bazı Müslümanları yanıltmak için İslâmi kaynakların adlarını vermeyi de ihmal etmemişlerdir.Dergide saçma bir başlık daha. O baslık altında da Hazreti Peygamber'e karşı savrulan hakaretler... Şimdi ibretle, nefretle maslahat icabı olarak onu yazımıza alalım:“Herise yiyeceksin” Şehveti ne denli talkın olca da bir sınırı vardı. Ve gücünün bir gün sonu gelmişti. İmam'ı Gazali'nin yazdığına göre Peygamberin cinsel organı (Gazali en açık ifadeyi kullanır) artık kalkmaz olmuştu, kaygılanıyordu, konuyu Cebrail'e açtı. Bu şeyin nasıl kaldırılıp sertleştirilebileceğini sordu. Cebrail bu konuda Allah’tan aldığı bilgiyi Muhammed'e iletti: “Herise (aşure gibi bir şey) yiyeceksin.” (Gazali, İhya, Kitabü'n Nikâh c. 2, s. 29)Malumunuz olsun ki yukarıda naklettiğimiz bölümün içinde gecen edeb dışı ifadelerin hiçbirisi İhya il-ulum'da yoktur, geçmemiştir, İmam-ı Gazali'yi onun gibi şeylerden tenzih ederiz. Yalnız Hadis olarak zikrettiği şöyle bir ibare geçiyor:“Cinsi münasebetteki zayıflığımı, güçsüzlüğümü Cebrail'e şikâyet ettim. O da bana herise yememi tavsiye etti.”Onların bu münasebette kullandıkları ifadelerin, cümlelerin İmam'ı Gazali'ninkinden ne kadar farklı olduğunu görüyorsunuz. Anlatmağa, izah etmeğe hacet yok. Evet, İmam'ı Gazali yukarıda geçen Arabça ibareyi hadis olarak nakletmiş ise de nefsilemirde mevzudur (uydurmadır). Aslı yoktur, Hamd olsun çok büyük kabul edilen âlimlerimiz, bunun mevzuluğu hususunda görüş birliği içindeler...(5) Demek burada da komünistler, büyük bir hezimete uğradılar. Hayret! Şu malum yazarların kendi ağızlarından hiç düşürmedikleri, eksiltmedikleri ne kadar da müstehcen kelime ve ifadeleri vardır. Meselâ: kalkmış Zeker'in, Zeker'in öfkesi, kalkmış dikilmiş gibi, kelimeler. Bunları onlar söylemişler, fakat onların yerine bizler utanıyoruz... Hem bunun yanı başında ne kadar da iftira, uydurma ve tahrifleri vardır! Bakın: “zekerin öfkesi giderilmeli” başlığı altında neler konuşuyorlar, ne tahrifatlar yapıyorlar: (...Bu kalkmış zekerin indirilmesi için hiç zaman yitirilmemesi istenir. Nerede ve ne zaman olursa olsun zekerin öfkesi giderilmelidir. Hacda, ihram sırasında bile olsa. O nedenle, Cabir'den aktarılan bir hadise göre, bir hac sırasında Peygamber şu buyruğu verir: “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın!” Cabir diyor ki: “Hacda, biz, zekerlerimizden meni damlaya damlaya Mina'ya yönelmiştik.” (Buhari; Hac, umre, şirket, Müslim; Hac, Nesei, menasik. İbni Mace; menasik. Ahmed bin Hanbel; El müsned.)
Evet, ifadelerin çirkinlikleri gündüz gibi aşikârdır, açıktır, üzerinde durmağa hiç hacet yoktur. Yalnız tahriflere gelince onların üzerinde durmak gerekir. Meselâ, tahriflerden birisi: “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın.” cümlesidir. Bu tahriftir. Çünkü Buhari'de bu mânâya delâlet eden bir İbare mevcut değildir.İsterseniz iddia ettiğimiz tahrifi ilmi bir biçimde ispatlamak için Buhari Şerifden o hadisin orijinal bir kısmını verelim: “Rasûlü Ekrem, Ashabına beyti tavaf; Safa ile Merve arasında da sa'y etmelerini, sonra saçlarını kestirip ihramdan çıkmalarını emreyledi. Rasûlüllah'ın bu emri de, beraberinde boynuna kılade takılmış kurbanı bulunmayan hacılar hakkında idi. Böyle bir kimse ihramdan çıkınca yanında zevcesi varsa onunla cinsî münasebette bulunması helâl olur.” (Et Tecridi's sarih c. 1, s. 106).İşte Buhari'de mevcud olan “yanında zevcesi varsa onunla cinsî münasebette bulunması helâl olur.” cümlesidir. Onların hadis nâmına yazdıkları ise bambaşka şeydir. Evet, Buhari'nin bu hadisinde emir sîgası yoktu ki: “hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın” mânâsı ondan çıkarılmış olsun. Demek onların bu yazdıkları düpedüz tahriftir. Gaye Peygamber hakkında iddia ettikleri aşın cinsîliği —akıllarınca— bununla ispatlamaktır. Hâlbuki Efendimiz burada, sadece şer'î bir hükmü beyan etmek istiyor. O da şöyledir: İhramda iken kişiye yasaklanmış olan şeyler, ihramdan çıktıktan sonra kendisine helâl olur. Meselâ: cinsî münasebet, güzel koku sürünmek gibi...Bu mevzuda Müslim'e de bakalım. Oraya baktığımız da karşımıza şöyle bir cümle çıkıyor:“Umre ihramından çıkın da kadınlarınızla münasebette bulunun.” Fakat bu hadisi şerifi Cabir'den rivayet eden Atâ adındaki zat, “Hazreti Peygamber, kadınlarla ilgili olarak vermiş olduğu emirden vücub değil ancak ibaha mânâsını kastetmiştir. Yani Umre ihramından çıkan bir kimse dilerse hanımı ile cinsî münasebette bulunabilir.” diye konuşmuştur.(6)Binaenaleyh, Müslim'in bu mevzudaki mefhumu Buhari'ninki ile birleşiyor. İkisinin arasındaki fark sadece lafızdadır. Velhasıl, kötü niyetlilerin, o hadisi şerife verdikleri mânâ bir gerçeği tamamen tahrif ve değiştirmekten ibarettir. Yaptıkları bir tahrif de aşağıdaki gibidir: “Cabir diyor ki, o hacda biz, zekerlerimizden meni damlaya damlaya yönelmiştik.”Dergide böyle geçiyor. Fakat gerçekten bu cümle son derece yanlıştır, hilafı hakikattir. Sahabenin söylediği ile hiç alâkası yoktur. Şimdi hadisi şerifin baş tarafını verelim ki, hakikat olduğu gibi anlaşılsın. Bakın:“Cabir'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hazreti Peygamber Sahabeleri ile birlikte hac ihramını bağladılar. Rasûlüllah ile Talha hariç hiç kimsenin beraberinde kesilecek kurban yoktu... (Mekke'ye geldiğimizde) Peygamber, ashabına “Hacc'ı, umre'ye çevirmelerini, tavaf (ve sa'yi) eylemelerini, sonra saçlarını kestirip ihramdan çıkmalarını, yalnız yanında kurban bulunanların ihramlarını muhafaza etmelerini emreyledi.” (Ashab kendi aralarında bu hale taaccüp ederek) “bu ne haldir, nasıl olur, tenasül uzvumuzdan meni damlarken mi Mina'ya, Arafat'a çıkacağız?"(7)Demek istedikleri şey şudur: Hacc'ı umreye çevirmek suretiyle ihramı açmamız, kadınlarımızdan istifade etmemize de yol açabilir. Hacca az bir süre kaldığından ötürü hemen o münasebetin akabinde hac ihramını bağlamak zorundayız. Bağlayıp Arafe'ye çıktığımızda tenasül uzvumuzdan meninin damlaması muhtemeldir. Böyle refahlı bir hal hacc'la nasıl bağdaşır? (8) (Çünkü Hacc zorluktur. R.G.)
Demek sahabeler kendi aralarında bir ihtimalden bahsetmiş oluyorlar. Yoksa bizler, Arefe'ye çıkarken meni bilfiil damlıyordu demek istemiyorlar.Hayret doğrusu. İnanmayanların zekâ ve anlayış kabiliyetleri bu kadar da kıt olabilir mi? Bence bu, kuvvetli ihtimale göre onların kötü niyetlerinden ileri gelmiş bir tahriftir.Malum derginin yazarları, âdet haline getirmişler: Her münasebette Hazreti Âişe'yi Hazreti Peygamberin tüm söylediklerine karşı şüphe ve tereddüt içinde imiş gibi gösterirler. Bu hiç tasavvur edilir mi? İftiraya uğradığı zaman lehinde on tane ayeti kerimenin indirilmesiyle Cenab-ı Hakkın büyük iltifatına mazhar olan Âişe, onun en büyük Peygamberine karşı nasıl böyle davranır. Bu hiç mümkün mü? Bakın ifk hadisesini anlatırlarken ne yazıyorlar: “... Ayetler üzerine, annesi Âişe'ye “kızım Peygambere teşekkür etsene” der. Âişe’nin cevabı şu olur: “Eğer âyetleri Allah indirdi ise Peygamber'e değil Allah'a teşekkür etmem gerekir.” Böyle kaydediyorlar. Hâlbuki bu yalandır. Âişe böyle konuşmamıştır. Tüm hadis kitaplarında geçen orijinal şöyledir:“Ben, hayır kalkmam ve yalnız Allah'a teşekkür ederim dedim.” —Eğer âyetleri Allah indirdi ise bunun neresinde var? Şimdilik, bu kadar ile yetinelim. Eğer ileride yine Peygambere karşı saldırı başlarsa Allah'ın yardımı ile onu da ilmen geri püskürtmeye hazırız.
1-Bu söz nasipsizlik, şakilik ve Peygamberi yüce kadrini bilmezlikten söylenmiştir. (el-İrşadü’s-Sari lil Kastalani c.8/126)2-Buhari, Kitabu’t-Talak, et-Tecridü’s-Sarih, c.2 Kitabu’t-Talak s.124, el- Fethu’r-Rabbani c. 22/ 145, es-Siretü’ Halebiye c.3/ 3623-Fethu’l-Bari lil Askalani c.11/275 4-Es siretü'l-halebiye c: 3. s: 362, El-fethurrabbâni c: 22. s: 147.5-Tahricü ma fil ihya mine'l ahbar - Hafız'ül hadîs Zeynüddin Irakî - El-Ehbar'ül mevzu'a - Allame Aliyvülkarî –Mevzuat, îbnül Cevzî, Rafuddesise an ehbari'l herîse - El Hafız ibni Nasırüddin.6-Müslim şerhi li’n-Nevevi, c.5/298 7-Tecridi Sarih, c.1/111
8-İrsadüs sari şerhi Sahihi! Buhari, lil-Kastalani c: 3/258.259. (Günümüz meselelerine KUR’ANDAN CEVAPLAR 21-29)
ALLAH BİLDİ, ANLADI
Çok yerde yerde gösterdik ki T. Dursun, bütüncül muhakeme ve yargıdan yoksun, Arap dilinin temel özelliklerini bilmeyen, garazlı ve çarpıtıcı bir kişiliğe sahiptir. Bu konuda yine dediklerimizi doğrular nitelikte saçmalıklar sunmuştur."Bütüncül muhakemeden yoksundur" diyoruz... öyle olmasaydı, Kur'an'ı bir bütün olarak göz önünde bulundurur, böyle cahilliklere düşmezdi. Onun cahilliğini gösterecek bir iki noktayı burada açıklayacağız
1) Allah'ın evrensel niteliklerini bilmediğini, Kur'an'ın bu evrensel nitelikleri anlatan ayetlerini göz önünde bulundurmadığını, dolayısıyla böyle saplantılara sürüklendiğini göstereceğiz.
2) Arapçada çoğunlukla geniş zaman kipi mazi kipiyle yani geçmiş sığasıyla kullanıldığını örneklerle sunacağız.
A) Allah'ın ilminin bütün zamanlan aştığını bildiren bazı ayetler:“Biliniz ki Allah içinizdeki sırları bilir. Ondan sakının." (Bakara: 235)"O, göklerde ve yerde ne varsa her şeyi bilir.' (Ali İmran: 29)"Göklerde de Ona İbadet edilir, yerde de. Allah açığa vurduğunuzu ve gizlediğinizi bilir. Ne kazandığınızı da bilir." (En'am: 3)Görüldüğü gibi Allah'ın ilmi sonsuzdur. Zaman ve madde (ki zaman, maddenin uzay içindeki hareketinden ibarettir) Allah'ın yaratıkları olduğu için, Allah maddeden de, uzaydan da münezzehtir. Yaratan yaratılanın cinsinden olmaz. Olursa onu zaten yaratamaz.Fakat Allah'ın ilminin iki boyutu var: Madde ve zamanı aşan geçmiş, gelecek ve hal Onun için bir an gibi olan evrensel boyutu yanında bir de maddiyata, zamana bağlı olarak ortaya çıkan diğer bir boyutu var dır.Mesela: Bir incir çekirdeğinin bir hücresi içinde bir milyon sahifelik maddi (genetik) bir bilgi yerleştirilmiştir. Böyle iğne başı gibi küçük bir yerde bu kadar bilgiyi sığdıran, ancak sonsuz, evrensel bir güç ve bilgi olabilir. Demek çekirdeklerdeki genetik bilgiler, ilahi ilmin, madde dünyasındaki örnekleri ve yansımalarıdır.Şimdi: Bu gizli bilgi ortaya çıkıp incir ağacı olarak görününce; yani neyin ne olduğu ayırt edilince, maddi bir bilgi olarak ortaya çıkmış olur.Bitki, insan, hayvan., vs. yaratıklardaki bu maddi bilgiler, ortaya çıkış zamanlarına göre bizim dil kalıplarımızla ifade edilir. Eğer, bu ortaya çıkış ve görünüm, gelecekle ilgili ise gelecek kipi kullanılır. Yok, eğer bu ortaya çıkış, geçmiş ile ilgili ise geçmiş zaman kipi ile ifade edilir.
1. Örnek: "Allah sizin içinizdeki mücahitleri bilmeden Cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Ali lmran: 42)
Yani, özü sağlam mücahit ruhlular ortaya çıkmadan, sağlamlar çürüklerden ayırt edilmeyince, yani önemli cihad işlevi yapılmadan Cennete giremezsiniz.
2. Örnek:"Sizin bilmediğinizi O bildi. Ondan dolayı bir fütuhat kapısı açtı." (Fetih: 27)
Yani; evrensel bilgisinden Peygamberine Hudeybiye barışının hayırlı olacağını bildirmiş: bu evrensel bilgi. Peygamberin kalbinde geçmiş zaman içinde ortaya çıkmış ve geçmiş zaman kipi ile ifade edilmiştir.
B) Arapçanın bir dil mantığı olarak TE'KİD (Pekiştirme) çok kere geniş zaman, geçmiş zaman kipi ile kullanılır. Bunun çok örnekleri var
1) "Biz geçmişleri de bildik (biliyoruz), gelecekleri de bildik (biliyoruz). (Hicr: 27)
2) "(Ya Lut) Sen bildin; (biliyorsun) Senin kızlarında bizim bir hakkımız yok." (Hud: 79)
3) “Siz cahil iken Yusuf a ne yaptığınızı bildiniz mi? (bilmiyor musunuz)”?
4) 'Biz, Yusuf hakkında iyilikten başka bir şey bilmedik (bilmiyoruz). (Yusuf: 51)
İşte: Bakara Sûresi ayet 187, 235'te geçen "Allah bildi" ayetlerinin bizim dilimizdeki karşılığı "Allah biliyor" dur. İnsanlara göre o olayın zamanı geçmiş olduğundan, hem de İlahi ilmin kesinliğini dile getirmek için, "bildi" kelimesi ile ifade edilmiştir.Keşke T. Dursun, bu nitelikleri bilseydi veya sağ kalıp cahilliğini öğrenseydi. "Beda"' (görüş değiştirme) ise, Allah hakkında muhaldir, İslami metinlerde böyle bir görüşü destekleyecek bir bilgi yoktur. Bazı sapık gurupların bu şekildeki iddiaları ise, cahilliklerinden kaynaklanır. Heva ve heveslerine uymak için İslami emirleri kaldırmak istemelerinden dolayıdır.Gariptir ki T. Dursun, Şiilerin kaynaklarını hiç kale almazken burada sapık bir Şii gurup olan Keysanilerin iddialarını malzeme yapmıştır... Görülüyor ki işine geldiği gibi kaynakları malzeme yapıyor."Allah, İstediğini siler, İstediğini sabit bırakır. Ana kitap onun katındadır." (Rad: 39) Ayetinin ise "Beda" ile hiç ilgisi yoktur.Ayetin Anlamı Şudur:
"Evrenin temel yasaları ve planları vardır. Bir ağacın çekirdeğinden çiçek verişine kadar, yüzlerce yasaları, planları var, ağaç büyük bir bütünlük içindedir."
"Evren de, bir ağaç gibi, ilk temel elementlerden, insanın yaradılışına kadar her şey birbirine bakar, birbirini bütünler."
Bu yasalar, planlar, programlar olmakla beraber, Allah onlara bağlı değildir, o planlardan istediğini siler, (zamanı dolduğu için silinir) istediğini de sabit bırakır. Onun sonsuz kudret ve bilgisi olduğu gibi, sonsuz iradesi de var, her an her şeyi yeniden yapabilir.Not: Kur'an meallerinde ve metninde "anladı" kelimesi hiç geçmediği, bulunmadığı halde T. Dursun tarafından, konuyu çarpıtmak için meallere sokulmuştur.
ALLAH GÖRÜŞ DEĞİŞTİRİR Mİ?
"Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından olsaydı onda çok çelişki bulurlardı." (Nisa: 82)
İnsanoğlu devamlı gelişim içindedir. Biyolojik açıdan bebeklik, çocukluk gençlik ve ihtiyarlık gibi bir değişim sürecinden geçtiği gibi sosyal (toplumsal) açıdan da zaman süreci içinde değişim geçirmiştir. Bu değişim kâinattaki diyalektik yapının sonucudur.İnsanoğlu düşünce ve toplumsal yaşam alanında uzun yıllar evvelinden günümüze değin değişimlerle oluşan bir gelişim içindedir. İnsanı olgunluğa, mükemmelliğe ve barışa götüren din de doğal olarak bu değişimlere göre şekillenecektir. Burada unutulmaması gereken şey değişen olguların inanç alanında değil uygulamalar (pratikler) alanında olmasıdır. Mesela her devirde insanlara emredilen ibadet şekillerinde ve sürelerinde farklılık olmuştur. Fakat ibadet (Allah'a yönelme faaliyeti) gerçeğinde bir farklılık olmamıştır. Örneğin, Müslümanlar Peygamberimiz döneminde ilk zamanlar Kudüs'e yönelerek namaz kılıyorlardı. Daha sonra Kabeye yönelmeleri emredildi, önce Kudüs'e sonra Mekke'ye yönelmesi, Hz. Muhammed'e gelen vahiyle ondan önceki vahyin (Musa ve İsa'ya gelen) birbirlerine bağlı olduğuna, ikisi arasında inanç noktasında çelişki bulunmadığına, şekilsel farklılığın önemli olmadığına önemli olanın tek Allah'a inanmak ve O'na yönelmek olduğuna işaret etmekti o devirde özden yoksun olup şekle bakan Yahudilerden bir bir kısmı şekilsel değişikliklere bakarak Hz. Muhammed'i kınıyorlardı. Kur'an buna şöyle cevap veriyor: “Biz ondan daha hayırlısını veya benzerini getirinceye kadar hiçbir ayeti yürürlükten kaldırmaz veya ertelemeyiz." (Bakara: 106) 'Biz bir ayeti (dinsel bir pratiği veya sembolü) bir başka ayetin yerine değiştirdiğimiz zaman sen yalnızca iftira edicisin, dediler. Hayır, onların çoğu (bu inceliği) bilmezler." (Nahl: 101)Allah kendilerine mesaj gönderdiği toplumun yapısına göre bazı hükümleri toplumsal değişime bağlı olarak kaldırabilir, yerine daha uygununu getirebilir. Yani bazı hükümler deyim yerindeyse geçici maddelerdir. Bazıları ise kalıcıdır. (Nasıl ki bebeğin beslenmesindeki bazı kurallar ve yöntemler geçicidir, büyüdüğü zaman bunlar değişir. Yine Allah'ın bir başka kitabı olan kainatta da bazı bitki ve hayvanlar ekolojik denge içindeki yerlerini başka türlere bırakırlar dinazorlar gibi.) İşte insan biyolojisinden tabiata ve ilahi mesajlara kadar her realitede geçerli olan bu kanuna şu ayet işaret etmektedir "Allah dilediğini siler, dilediğini yerleştirir." (Rad: 39)Bu ilahi incelikleri kavrayamayan statik kafalar (T.Dursun gibi) bu değişiklikleri anlamazlar. Anlamadıkları gibi bu inceliği çarpıtıp "görüş değiştiren Tanrı, yazma bos tahtası" gibi yorumlara kalkışırlar.
KUR'AN'DA ÇELİŞKİ VAR MI?
İnsanın elindeki ayna kırıksa aynayı neye karşı tutsa ona kırık görünür. İşte bunun gibi T. Dursun Kur'an'a çelişkilerle dolu olan dünya görüşüyle baktığından Kur'anda çelişki olduğunu zannetmektedir. Şimdi onun çelişki zannettiği ayetlere tevhid ışığının altında birer birer bakalım.1- “Müşriklerden kendileriyle anlaşma imzaladıklarınızdan, anlaşmadan bir şey eksiltmeyenler ve size karşı hiç kimseye yardım etmeyenler başka (yani bunların dışında) Haram aylar çıkınca şirk koşanları nerede bulursanız öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların geçit yerlerini kesip tutun... Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı (güvenlik) talep ederse ona eman tanı (güvenlik ve sığınma hakkı ver.)" (Tevbe: 4-6)"Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları bulduğunuz yerde öldürün ve sizi (yurtlarınızdan) çıkardıktan gibi siz de onları (bu işgal ettikleri yerlerden) çıkarın." (Bakara: 190-191)T. Dursun, "Dinde zorlama yoktur." Bakara: 256 ayetinin yukarıdaki ayetlerle çeliştiğini bu nedenle bu gibi ayetlerin yürürlükten kaldırıldıklarını dolayısıyla da İslamın hoşgörüsüzlük ve savaş dini olduğunu iddia ediyor. Hâlbuki bu ayetler arasında kesinlikle çelişki yoktur. Bunu şöyle bir örnekle anlatalım: Bir komutan askerlerine şu emirleri vermiş olsun:
— Siz insanları barışa davet edin, bu konuda zorlayıcı olmayın.
— Size karşı savaşırlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın, aşırı gitmeyin.
— Eğer sizinle anlaşma yapmak isterlerse onlarla anlaşın.
— Anlaşmaya sadık kalmayıp bozarlarsa onları nerede bulursanız öldürün.
Şimdi düşünelim, bu emirler arasında çelişki var mı? Elbette ki yok. Ama T. Dursun gibi bu emirleri Bektaşi mantığı ile alırsanız sonuç şöyle olur:
— İnsanları barışa davet edin
— Onlarla topyekûn savaşın
— Onları nerede bulursanız öldürün
Görülüyor ki verilen emirlerden yukarıdaki gibi bir seçimde bulunursanız emirler arasında bir çelişki olduğu zannedilir. Ancak her emrin veriliş nedeni zamanı ve şartları dikkate alınırsa, hiçbir çelişki olmadığı görülür. Şimdi bu konudaki Kur'an ayetlerini değerlendirelim:Peygamberimizin hayatını ve Kur'an ayetlerinin iniş sırasını incelediğimizde inkârcılara karşı takınılan tavrı şu safhalar içinde değerlendirmek mümkündür.
a) Davet ve tebliğ safhası
b) Savaş veya anlaşma safhası
c) Anlaşmaya uyulmadığı durumda ültimatom ve topyekun savaş safhası
işte inen ayetlerin hepsi de bu şart ve ortamlar içinde geçerlidirler. Aralarında bir çelişki yoktur.
2) "Sizden sabreden 20 kişi olsa ikiyüzü (düşmanı) yenerler. Sizden sabreden 100 kişi olsa kâfirlerden 1000 kişiyi yenerler." (8:65)
"Şimdi Allah sizden yükü hafifletti sizdeki zaafı gördü. Sizden sabreden 100 kişi olsa 200'ü yenerler. Eğer sizden 1000 kişi olsa Allah'ın izniyle 2000’i yenerler." (8:66)İlk ayette mü'minlerin karşı koyabilecekleri düşman sayısı oranı 1/10 iken ikinci ayette bu oranın 1/2 olduğu görülmektedir. T. Dursun bunun bir çelişki olduğunu söylemektedir. Hâlbuki ayetler sebep sonuç ilişkisi açısından incelendiğinde ayetlerde çelişki olmadığı görülür. Şöyle ki: Önce iki ayette geçen sayıları karşılaştıralım, birinci ayette 20 ve 100, ikinci ayette ise 100 ve 1000 mü'minden bahsedilmektedir. İkinci ayetteki sayı artışından anlıyoruz ki Müslümanlar çoğalmıştır. Müslümanların sayıca artışına karşılık nitelik (güç ve kararlılık vs.) aynı oranda gelişmemiştir. Yani nicelik artmış fakat ortalama nitelik azalmıştır. Bu nedenle ilk ayette Müslümanlarda zaaftan bahsedilmemekte, İkinci ayette ise onlarda zaaf olduğundan söz edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında ilk Müslümanlar güçlü olduklarından dolayı biri on düşmana karşı gelebilirken yeni Müslümanlardan her biri zaaftan dolayı iki düşmana karşı ancak savaşabilirdi. Görülüyor ki ayetler arasında çelişki yoktur. Aksine burada sosyolojik bir kanundan bahsedilmektedir. İddia edildiği gibi haşa Allah bilmediği şeyi öğrenip yanılgı sonucu görüşünü değiştirmiş değildir.Son olarak şunu söyleyebiliriz ki, söz konusu ayetlerin her biri ayrı şartlarda geçerlidir. Müslümanlar birlik içinde kuvvetli bir imana sahiplerse birinci ayetle, bu konuda zaafları varsa ikinci ayetle amel edeceklerdir. Allah'ın sözünde (prensiplerinde, adaletinde ve merhametinde) değişme yoktur. Değişiklik toplumsal değişmeye bağlı olarak pratiklerde olur.
İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİNİ KİM YAKMIŞ?
M.Ö. III. yüzyılda İskenderiye'de kurulmuş olan kütüphane, insanlık tarihinde meydana getirilmiş önemli eserlerden biridir. Eski kaynaklar, burada 900 bin cilt el yazması eserin toplandığını kaydeder.İskenderiye şehri M.Ö. 382 yılında, Makedonyalı Büyük İskender tarafından kurulmuştur. Onun ölümüyle imparatorluğun dağılışı sonunda kumandanlarından Lagus’un oğlu Ptolemaeus’un eline geçti. O da Mısır’da krallığını ilan etti. Mısır’da 300 yıl devam eden bu hanedanın ilk hükümdarı olup, 383 yılında 24 yaşında iken 24 yıl hüküm sürmüştür. Savaşı sevmeyen Ptolemaeus, hiçbir zaman ülkesinin sınırlarını genişletmek hevesine kapılmadı. Bilim ve edebiyata düşkünlüğüyle, Mısırlılar'ın gelenek ve göreneklerini, dinlerini benimseyerek halkın sevgisini kazandı. Eski kanunları, dini törenleri muhafaza etmekle kalmayıp, eski Mısır hükümdarlarının lakabı olan Firavun unvanını aldı ve onları taklit ederek öz kız kardeşiyle evlendi.Bu yeni devletin merkezi İskenderiye şehriydi. Yeni firavun burayı baştanbaşa onarıp, genişleterek o devrin en meşhur başkenti haline getirdi. Burada meydana getirdiği en önemli eser ise müze ve buna bağlı olan kütüphane idi. Kurulması için saray civarında ve güzel bir yer seçildi. Müzede o devirde bilinen bütün ülkelerdeki hayvan ve bitkilerin bir örneği vardı. Ayrıca botanik bahçesi ve bir rasathane bulunuyordu. Otopsi yoluyla insan vücudunun incelenmesi için bir anatomi salonu açılmıştı. Bu bilim sitesinde fizik, kimya, tıp, astronomi, matematik, felsefe, edebiyat ve fizyoloji bilgileri için evler yapılmıştı.Müzenin en önemli bölümü kütüphanesiydi. Kütüphanenin müdürü, bulabileceği her yazılı eseri alma yetkisine sahipti. Mısır’a giren her kitabın buraya götürülmesi mecburiyeti vardı. Kitabın burada bir nüshası çıkarılıp sahibine verilir, kitabın aslı ise kütüphanede kalırdı. Bir taraftan da yurt dışına gönderilen memurlar, başka ülkelerde buldukları kitapları satın alıp, getirirlerdi. Böylece, o zamana kadar birçok bilime ait dağınık halde ve kaybolmaya mahkûm durumda olan eserler emin bir yerde toplanmış oldu.
KÜTÜPHANENİN YIKILIŞI
Genel kanı bu kütüphanenin, çıkan çeşitli fanatik görüşler nedeniyle, antik Pagan tapınakları ve yapıların imhası sırasında Hıristiyanlar tarafından yakıldığı yönündedir. Bu görüşe göre 391 yılında Bizans’ın Mısır Valisi Theophilos, İskenderiye’de Mısır’ın eski din mensuplarına ait Osiris tapınağının yeri olan bir arsayı, kilise inşa edilmesi için Hrıstiyanlar’a verdi. Burada yapılacak kilisenin temel kazıları sırasında üzerinde eski dine ait yazılar bulunan bir taş çıktı. Hıristiyanlar bunu bir alay konusu yaptılar. Bu olay şehirde oldukça kalabalık halde bulunan putperestleri kızdırdı ve sonunda İskenderiye’de dini bir ayaklanma çıktı. İki taraf çarpıştı, insanlar kitle halinde kılıçtan geçirildi. İskenderiye Kütüphanesi’nin olduğu bölge yerle bir edildi. İmparator I. Theodosius, valiye başka büyük şehirlere göre eski dinin İskenderiye’de hala neden bu kadar canlı olarak devam ettiğini sorunca, buna sebep olarak İskenderiye Kütüphanesi’nin eski putperestlik kültürünü devam ettiren kitaplarını ileri sürdü. İmparator, bunun üzerine hepsinin yok edilmesini emretti. İskenderiye Kütüphanesi’ndeki tüm eserler şehrin hamamlarına dağıtılarak yaktırıldı ve böylece insanlık tarihinin bu bilim ve kültür hazinesi yok oldu.Daha önceleri bu kütüphanenin şehrin Müslümanlar tarafından alınmasından kısa bir süre sonra ikinci İslam Halifesi Hz. Ömer’in emriyle Mısır Fatihi Amr İbnül-As tarafından yakılarak yok edildiği ileri sürülmüştür. Genelde bu iddialar Hristiyanların Müslümanlara suçu atmaları olarak kabul görmüştür. Tarihi gerçeklerden habersiz bir takım sürüler şunu der: “Kasıtlı olan bu yanışının sorumlusu Ömer Bin Hattab'dır.. Hatta kitaplar, yakılmadan bir kaç dakika önce, şu konuşmaları işitmişlerdir Ömer Bin Hattab'ın ağzından: Bu kitaplarda, ya Kuran'da olanlar vardır, ya da başka şeyler. Her iki durumda da gereksizler.” 630'lu yıllarda olan bu olay, kan davasına dönüşmüştür adeta…
Burada şunu söylemek gereksizse de insaf ehline belki faydası olur. Hz. Muhammed (s.a.v.) 632 yılında vefat etmiş daha sonra hilafete Hz. Ebu Bekir (r.a.) geçmiş ve hilafet makamında 2 yıl kalmıştır. İkinci halife Hz. Ömer (r.a.) 624 yılında halife olmuştur. Nasıl oluyor da Hz. Ömer halife iken 630 yılında İskenderiye kütüphanesini yakabiliyor.Princeton Üniversitesi Doğu tetkikleri kürsüsü başkanı Prof. Philip K. Hitti şöyle diyor: Halifenin (Hz.Ömer’in) emriyle Amr İbn As'ın altı ay boyunca şehrin çok sayıdaki hamamlarında, ocaklarında İskenderiye Kütüphanesindeki kitapları yaktığına dair anlatılanlar, tamamen hayali ve farazi tatlı HİKÂYELERDEN ibaret olup tarihi gerçeklerle alakası yoktur.Büyük Plotemy Kütüphanesi pek erken bir devirde daha M.Ö. 48 senesinde Julius Sezar tarafından ateşe verilmişti. Yeni İskenderiye Kütüphanesi ise İmparator Teodoius emri üzerine takriben M.S. 389 yılında ikinci defa ve tamamen yok edilmiştir. Bu duruma göre İslam fetihleri esnasında İskenderiye'de önem taşıyan herhangi bir kitaplık mevcut olamazdı ve ayrıca o çağda yaşamış hiçbir tarihçi ne Amr'a ne de Ömer'e bu konuda bir suç atfetmez. (İslam Tarihi C.l Sf. 251)Kütüphanenin Sezar tarafından, İskenderiye'yi kuşattığı sırada yok edildiği görüşü de çeşitli tarihi eserlerde yer almaktadır. Kütüphanenin varlığını 4. yüzyıla kadar sürdürdüğü bilinmektedir. Sezar'ın kuşatmasında sadece bir bölümünün zarar görmüş veya yıkılmış olduğu da düşünülmektedir.İskenderiye Kütüphanesi üstüne araştırmalar yapan Gazi Üniversitesi öğretim görevlisi Tuncer Tuğcu; "Hz. Ömer zamanında, Müslüman olanların sayısı çığ gibi büyümüştü. Hıristiyanlar sayılarının giderek azalması karşısında çaresizliğe düşmüşler ve o dönem İskenderiye"deki putperestleri (paganları) Hıristiyanlaştırıp Müslümanlara karşı kışkırtmışlardır. Aynı dönemde İskenderiye Kütüphanesi"nin başında ünlü kadın matematikçi ve filozof Hypatia bulunuyordu. Paganları kışkırtan Piskopos Cyril (18. yüzyılda aziz ilan edildi), Hypatia"nın Hıristiyan dogmalarına karşı öne sürdüğü savları duyunca şaşkına döndü. İskenderiye Kütüphanesi"nin yakılması dönemin en önemli aydınlarından olan Hypatia"nın açıklamalarından sonra oldu" diyor.İskenderiye Kütüphanesi"ndeki eserler, bu kütüphaneyi kullanan aydınlar ve kütüphane müdiresi Hypatia, Hıristiyanlığın dogmalarına karşı etkin bir savaş veriyorlardı. Kütüphane, Hıristiyan karşıtlarının bir merkezi olmuştu o dönemde. Burada şekillenen fikirlerin Hıristiyan inancına zarar vereceğine inanan azizler ise rahipler aracılığıyla savaş başlattılar.
Hypatia öldürülüyor, suç başkasına atılıyor Tuncer Tuğcu, İskenderiye Kütüphanesi"nin yakıldığı günü şöyle anlatıyor: "414 yılının Lent bayramında, Hypatia"nın konuşmalarından etkilenen halk kütüphanenin önünde toplandı. Piskopos Cyril"in rahipleri bu kalabalıktan rahatsız oldu ve silahlı güçleri çağırdı. İlk Hypatia tutuklandı, eziyet edilerek öldürüldü. Daha sonra İskenderiye Kütüphanesi"ndeki kitaplar toplatıldı ve hamamlarda ateşe verildi. Ve kütüphane alevler arasında sonsuz bir sessizliğe gömüldü. Böylece insanlık tarihinin bu eşsiz bilim ve kültür hazinesi yok oldu, dünyanın eski çağlarına ait pek çok değerli bilgi bir daha elde edilmeyecek şekilde ortadan kalktı."Antik örneği devam ettirme düşünceleri seksenli yılların sonunda, kütüphanenin yeniden inşası için bir uluslararası komitenin kurulmasıyla ön plana çıktı. Planlara göre, binanın eski yerinde 1995 yılına kadar 100 milyon Dolar değerinde bir inşaat yapılacaktı. Ancak ardından gelen dönemde bölgedeki politik ihtilaflar ve temellerin altında eski kral saraylarının olduğunu düşünen arkeologların muhalefeti nedeniyle gecikmeler yaşandı.UNESCO’nun 1987 yılında yaptığı çağrıda sonra 1990 yılındaki Assuan Konferansı’na katılan komisyona bazı Arap ülkeleri ve özel kişiler 65 milyon Dolar yardımda bulundu. Kütüphanenin inşaatına 1995 yılında başlandı ve inşaat 2001 yılında bitirildi. 45 bin metrekarelik kullanım alanına sahip olan yapı toplam 250 milyon Dolara mal oldu.(Bahaettin SAĞLAM-İsmail ACARKAN -Turan Dursun ve Din)- www.sadabat.net (Rıza GÖRÜŞ)
Bernard Lewis de konu hakkındaki makalesinde, kütüphanenin Müslümanlar tarafından yok edildiği hikayesini bizzat Alfred J. Butler, Victor Chauvin, Paul Casanova ve Eugenio Griffin gibi Batılı ilim adamlarının reddettiğini yazmaktadır.( Mostafa El-Abbadi ve Omnia Mounir Fathallah, What Happened to The Ancient Library of Alexandria?, Brill, 2008, sayfa 214)
I. YAZININ TENKİDİ
A. Kaynakların Değerlendirilmesi:
Adı geçen yazıda bir bölüm, “İslâmcı düşünürlerin kaynaklar hakkındaki görüşleri ve değerlendirmelerine” ayrılmış ve bu zevatın, sözde “kaynakların güvenilirliğini” doğruladıkları ifade edilmiş, kaynaklardaki hangi konu işleneceği ve bu konu ile ilgili bilgilerin doğru olup olmadığı sorulmamış, yalnızca “genel olarak” bu kaynaklara güvenilip güvenilemeyeceği hususunda bilgi alınmıştır.
“Meşhur altı hadîs kitabı (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizî, İbn Mâce), Muvatta’, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i, Gazzâlî’nin İhyâ’sı, İbn Sa’d, İbn Hişâm, İbn Hallikân ve Taberî’nin Târih kitapları; Râzi, Kurtubî, İbn Kesîr ve Sâbûnî’nin Tefsir’lerinden ibâret olan” bu kaynakların güvenilir olup olmadıkları kendilerinden sorulan zevât, meseleye genel açıdan baktıkları için müsbet cevap vermişlerdir.
Bir balya malın içinde birkaç adet bozuk parça bulunur ve bunların bozuk olduğu da balyanın üzerinde yazılmış olursa, işten anlayan kişiye, “bu balyadaki mallara güvenebilir miyim?” şeklinde bir soru sorulduğu zaman, onun vereceği cevap “evet”tir. Yukarıda sayılan hadîs kitaplarının bir kısmı, bazı zayıf, gerçeğe nisbetle değişik, hattâ bazıları uydurma haberleri de ihtivâ etmektedir; ancak bu işin uzmanları onları tesbit etmiş ve yerinde işaretlemişlerdir.“Târih ve tefsir kitaplarında yazılı olanların tamamına güvenilir, ne yazılmış ise doğrudur” diyecek bir tane İslâm âlimi bulmak mümkün değildir. Bu kitaplar umûmî vasıfları itibarıyla değerlendirilir ve bu mânâda güvenilir olup olmadıkları ifade edilebilir. Belli konulara ait haber ve yorum sözkonusu olunca “ancak incelenerek, ilmî metodlar uygulanarak” doğru olup olmadıklarına karar verilir.Gazzâlî’nin İhyâ isimli eseri tarih, hadîs ve tefsir kitabı değildir. Bütün yönleriyle İslâm’ı anlatmak ve gereken yerlerde yorumlamak üzere kaleme alınmış, ilhâm ve ictihad mahsulü bir kitaptır. Bu eserde geçen hadîslerin güvenilir olup olmadıkları konusunda hadîs âlimleri, onlarca yılı kaplayan çalışmalar yapmış ve doğruyu yanlıştan, güvenilir olanı böyle olmayandan ayırmışlar, bu çalışmalar da İhyâ ile birlikte neşredilmiştir. Bugün her ilgilinin elinde bulunan İhyâ nüshalarının her sayfasının altında, metinde geçen hadîslerin sahih olanları ile böyle olmayanları, hatta aslı olmayanları tesbit edilmiştir.
Şu halde kaynakların değerlendirilmesi konusunda hile ve saptırma sözkonusudur.
B. Üslûp:
Laik Türkiye Cumhuriyetinde kişiler bir dine inanmak mecburiyetinde değildirler; dileyen mümin, dileyen münkir olabilir. Ancak hiçbir kimsenin bir mümini inancından dolayı kınamaya, onun imanı ve dini kanaatlarıyla alay etmeye, tahkir ve tazyifte bulunmaya hakkı yoktur. Nüfusunun yüzde doksanından fazlası müslüman olan bir ülkede, kitle iletişim vasıtalarında hizmet veren şahısların, vicdanî kanâatlere saygı göstermeleri, bu saygıyı üslûplarında da ortaya koymaları beklenir. Eskiler “üslûb-i beyân aynıyle insandır” derler; yani kişinin üslûbuna bakarak nasıl bir insan olduğunu anlamak mümkündür.İnanan kişileri rencide etmek, 1 milyar insanın aşk ve sevgilerinin hedefi olan bir değere böylesine âdî bir üslûp içinde dil uzatmak medenî bir kişinin davranışı olamaz. Gerçekleri saptırmak, insanlara tuzak kurmak, doğruyu yanlışa, yaşı kuruya katmak, işine geleni görüp, işine gelmeyenden yan çizmek… ilmî trafsızlık ile bağdaşmadığı gibi, adı geçen yazının başında yer alan “hiçbir yorum yapmaksızın ve orijinal anlatıma bağlı kalarak” vaadlerine de ters düşer. Aşağıdaki satırlarda işte bu “eylemlerin” örneklerini göreceğiz.
C. Temas Edilen Konular:
1. Hz. Âişe’nin “görüyorum ki senin Allah’ın yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor” demesi:
Yazıya göre Hz. Âişe, bazı kadınların kendilerini Hz. Peygamber’e (sav) armağan etmelerine kızıyor ve kıskançlık duygusu içinde “dünyada ne kadınlar varmış, hiç kadın da kendini peygambere armağan eder miymiş?” diyor, bu söz üzerine -âdetâ onu susturmak için- bunun caiz olduğunu bildiren âyet iniyor. Sonra yine Hz. Âişe’nin sırasını koruma konusundaki titizliği ve bunu başkalarına kaptırma endişesi karşısında, Hz. Peygamber’i (sav) sıra konusunda serbest bırakan âyet iniyor ve bunun üzerine Hz. Âişe yukarıdaki sözü söylüyor!
Burada sözler ve âyet meâlleri, “Kur’ân âyetlerinin, Hz. Peygamber’in (sav) arzularını tatmin etmek üzere indiği, yahut Hz. Peygamber (sav), çevresini susturmak ve arzularını gerçekleştirmek için sözler söyleyip bunları âyet diye takdim ettiği” mânâsı çıkacak şekilde sıralanmış, satır aralarına sokuşturulan kelime ve cümlelerle -meselâ “ne var ki âyet hemen iniyordu”- okuyucu bu menfî mânâya yönlendirilmiştir.Yanlışlara ve saptırmalara işaret etmeden önce ilgili iki âyetin meâlini verelim:
“…Bir de peygamber kendisi ile evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere bağışlayan2 mü’min kadını -diğer mü’minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere- helâl kıldık… Ta ki sana zorluk olmasın; Allah bağışlayandır, merhamet edendir.”3
“Onların dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. Boşadığın hanımlardan arzu ettiğini, tekrar yanına almanda senin üzerine bir günah yoktur. Böyle yapman onların gözlerinin aydın olmasına (sevinmelerine), üzülmemelerine ve hepsinin senin verdiklerine razı olmalarına daha uygundur…”4
Dergide verilen meâller doğru değildi. Birinci âyette geçen “Ta ki sana zorluk olmasın” kısmı Hz. Peygamber’e (sav) verilen özel izinlerle ilgilidir. “…onların da üzerine neyi farz kıldığımızı bildirdik” şeklindeki tercüme yanlıştır; âyette “bildirdik” değil, “bildik, biliriz” meâlinde bir kelime vardır. İkinci âyetin meâlinde “…bu onların gözlerinin aydın olmasından, tasalanmamalarını hepsine verdiğin şeylere razı olmanı daha iyi temin eder” şeklinde dergide yer alan mânâsız sözlerin, âyetin meâli ile ilgisi yoktur; doğrusu yukarıda yazdığımız gibidir.
Hz. Âişe’nin her iki sözü de kıskançlıktan kaynaklanan sözlerdir; ancak kıskançlık tabiî bir duygu olduğu ve sevgiye de dayandığı için Hz. Peygamber (sav) onu mazûr görmüştür. Hemen işaret edelim ki Hz. Âişe’nin söylediği ve Peygamberimiz’in (sav) de mazur gördüğü sözler dergide saptırılmış, kasten yanlış çevrilmiştir. Verilen kaynaklara baktığımız zaman Hz. Âişe’nin “dünyada ne kadınlar varmış!” gibi bir sözüne rastlamadık. Kendisi şöyle diyor: “Kendini Hz. Peygamber’e (sav) bağışlayan (mehir istemeden onunla evlenmeye razı olan) kadınları kıskanırdım ve kadın kendini armağan eder mi, bir kadın, kenidisini bir erkeğe bağışlarken utanmaz mı? derdim.” Bu sözler, kocasını kıskanan bir kadının rahatça söyleyebileceği sözlerdir.
“Senin Allah’ın, yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor” sözü ise Hz. Âişe’nin ağzından asla çıkmamıştır. O’nun söylediği sözün kelime kelime tercümesi şudur: “Rabbin, senin arzunu hemen yerine getiriyor” Bu da kıskançlık yüzünden söylenmiş bir sözdür; ancak dergideki edep dışı sözle bunun bir alâkası yoktur.
Allah Teâlâ’nın, Peygamberi (sav) için gerçekleştirdiği arzular, daha doğrusu O’na (sav) bahşettiği bazı özel izinler ve kolaylıklar doğrudan cinsî istek ve doyum ile ilgili olmayıp, taşıdığı ağır yükle alâkalıdır. O (sav), birçok kadını nikâhı altında tutarken veya yeniden evlenirken de çoğu kez cinsî arzu dışında maksatları gerçekleştirmeye, yüklendiği vazifeyi yerine getirmeye yönelmiştir.Bu hususu aşağıda O’nun (sav) niçin birden fazla evlendiğini ve dörtten fazla eşini boşamadığını açıklarken göreceğiz.
Peygamberimiz’in (sav) arzularını gerçekleştirdiği ileri sürülen âyetlerden birincisinde Hz. Peygamber’e (sav), mehir istemeden kendisi ile evlenmek isteyen kadınlar ile evlenebileceği bildirilmiştir. Bu hükmün, bütün mü’minler için geçerli olan hüküm ile büyük bir farkı yoktur; çünkü diğer müslümanlar da peşin ödemeden bir mehir üzerinde anlaşarak bir kadınla evlenebilirler ve kadın, evlendikten sonra rızası ile bu mehri kocasına bağışlayabilir.
İkinci âyette söz konusu edilen “kadınlar arasında adâlete riâyet” konusu da dergideki yazıda hedefinden saptırılmıştır. Bir kere müfessirler, adâlet ile ilgili kısmın mânâsında birleşmiş değillerdir; bazılarına göre “dilediğini geride bırakır, dilediğini de yanına alırsın” cümlesi, eşlerinden dilediğini boşaması, dilediğini nikâhı altında tutması ile ilgilidir. “Kadınların yanında geceleme konusunda serbestlik verildiği” yorumunu benimseyen müfessirler de vardır. Ancak Hz. Peygamber’in (sav) bu konuda ömrünün sonuna kadar genellikle adâlete riâyet ettiği bilinmektedir.
Adâlet konusunda (kasm) önemli olan, kişilerin mükellef tutulduğu husûs, kadınların yanında gecelemeyi sıraya koymak, bu konuda adâlete riâyet etmektir. Yanında kalınan kadınla birleşme mecburiyeti hiçbir kimse için sözkonusu değildir; ayrıca eşit sevme yükümlülüğü de yoktur; çünkü sevgi yükümlülükle olmaz. Hz. Âişe “ne yapıp etmiş herkesten çok sıra ve ayrıcalık almayı başarmıştı” cümlesi dayanaksızdır. Bunun doğrusunu Müslim’in Sahih’inden öğreniyoruz. Şöyle ki; Hz. Peygamber’in (sav) eşlerinden Sevde yaşlanınca kendi sırasını, rızası ile Hz. Âişe’ye vermiş, bu sebeple Peygamberimiz (sav) ona iki gece ayırmıştır.5
2. Hz. Âişe ile altı yaşında evlenmesi:
Dergide, mûteber hadîs kitaplarına dayanılarak Hz. Âişe’nin, Resûl-i Ekrem (sav) ile evlenmesi anlatılmış, bu kaynaklarda bulunmayan bazı kelimeler tercümeye eklenerek maksada hizmet edilmiştir. Dergideki hadîs tercümesinde “Hiçbir şeyden korkmadım. Ama ansızın karşılaştığım Peygamber’den (sav) çok korktum…” cümlesi vardır. Metinde bu tercümeye tekabül eden kısmın doğru tercümesi ise şöyledir: “Kuşluk vakti Resûlullah’ı karşımda buluvermem dışında beni hiçbir şey heyecanlandırmadı”. Burada geçen “rava’” kelimesi, tehlikeli bir şeyden korkmaktan ziyade “ürkütmek, heyecanlandırmak” mânâsına gelmektedir.
3. Zeyneb ile evlenmesi:
Dergide Hz. Peygamber’in (sav), halasının kızı Zeyneb b. Cahş ile evlenmesi tam bir aşk romanına çevrilmiş, uydurma tasvirler yapılmış, Resûlullah’ın (sav) kalbi okunmuşçasına ahkâm kesilmiştir. Bu cümleden olarak “…Zeyneb yorgunluktan ve terden pembeleşmiş yüzü ve yarı çıplak haliyle son derece çekicidir. Peygamber, Zeyneb’in güzelliği karşısında coşkuya kapılır ve şu sözleri söylemekten kendisini alamaz: ‘Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım, gönlümü çeviriverdin…’ Zeyd, karısını yitireceği önsezisi ile Peygamber’e koşar, ‘Zeyneb’i sevdinse hemen boşayayım sen al’ der, Muhammed’in karşılığı ‘O nasıl söz, karını boşama, Allah’tan kork’ olur… Peygamber gerçekten seviyordu Zeyneb’i, ama… insanlardan çekiniyordu… gizlediği… Zeyneb’e vurulmasından başka birşey değildi…” denilmektedir.
“Hiç yorum yapılmaksızın ve orijinal anlatıma bağlı kalarak” aktardıklarını iddiâ ettikleri bu satırları, atıf yaptıkları kaynaklardan bir de biz aktaralım:
Ahzâb sûresi’nin 37. âyeti bu hâdise ile ilgilidir: “Allah’ın nimet verdiği ve senin de kendisine lûtufta bulunduğun kimseye eşini yanında tut, Allah’tan kork’ diyorsun. Halbuki Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun. Oysa asıl korkulamaya lâyık olan Allah’tır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (onlarla evlenme konusunda) mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri daima yerine getirilmiştir.”
Müteakip âyetlerde de Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi yapmanın peygamberlere de vebal olmayacağı, Resûlullah’ın (sav), hiçbir erkeğin babası (bu arada Zeyneb’in eski kocası Zeyd’in de babası) olmadığı… bildirilmektedir.
Bilindiği üzere Hz. Hatîce, Resûlullah’a (sav) Zeyd isimli bir köle hediye etmişti. Peygamberimiz (sav) sonradan bu zatı hürriyete kavuşturarak evlatlık aldı (o zaman evlât edinmek serbest idi), sonra İslâm’ın getirdiği “insanların birbirine eşit olduğu” fikir ve inancını pekiştirmek için bu eski köleyi, kendi halasının kızı (asil bir aileye mensup bulunan) Zeyneb b. Cahş ile evlendirdi. Bu evlilik bir inkılâb mahiyetinde idi. Zeyneb önce bu evliliğe karşı çıktı ise de Peygamberimiz’in (sav) ısrarı üzerine kabul etti. Ancak bu evlilik yürümedi, taraflar sık sık birbirinden şikâyet ediyorlardı, Hz. Peygamber (sav) de kendilerine öğüt vererek sabretmelerini istiyordu. Sonunda bu işin yürümeyeceğini anladı ve Zeyd’e eşini boşaması konusunda izin verdi. Zeyneb Zeyd’den boşandıktan sonra, ikinci bir inkılâb hükmünü gerçekleştirmek ve bu arada Zeyneb’in vaktiyle kendisini kırmayarak eski köle Zeyd ile evlenme fedâkârlığını mükâfatlandırmak üzere onunla evlendi. Bu ikinci inkılâb da “evlatlığın gerçekte evlât olmadığını ve onun boşadığı eşi ile babalığın evlenmesinde bir sakınca bulunmadığını” ortaya koyarak bir cahiliyet inancını daha yıkmaktı. Bu olayda, mahut derginin istismar ettiği ve yanlış aktardığı cümleyi, vâkıa ile birlikte İbn Sa’d’ın Tabakat’ından aktaralım: “Hz. Peygamber (sav) bir gün Zeyd’i bulmak üzere evine gitmişti, Zeyd’in karısı Zeyneb ev kıyafeti ile (tam giyimli değil iken) kalktı, Resûlullah (sav) onu görünce arkasını döndü, Zeyneb ‘Zeyd evde yok, buyurun Ya Resûlullâh (sav)’ dedi ise de Hz. Peygamber (sav) girmedi. Zeyneb O’nun girmediğini görünce çabucak giyindi, örtündü ve dışarı fırladı ve -bu hali- Resûlullah’ın (sav) hoşuna gitti, sonra bir şeyler mırıldanarak dönüp gitti, söylediklerinden yalnızca şu anlaşılıyordu: “Büyük Allah’ım seni tenzih ederim, kalbleri evirip çeviren Allah’ım seni tenzih ederim!” Sonra Zeyd eve gelir, Zeyneb ona olayı anlatır, Zeyd ‘niçin buyur etmedin!’ diye çıkışır ve hemen Resûlullah’a (sav) gider, evde bulunup O’nu (sav) ağırlayamadığı için hayıflanır, Zeyneb’i beğeniyorsa alması için hemen boşayabileceğini söyler, Resûlullah reddeder. Bu teklif defalarca tekrarlanır, sonunda Allah Resûlü (sav) boşamaya izin verir, kadın iddetini bekledikten sonra da onunla evlenir.7
Bu âyet meâlleri ve tarihî rivâyetlerden sonra derginin tahrif ve saptırmalarını şöylece sıralamak mümkündür:
a) Bu nakiller içinde Peygamberimiz’in (sav) Zeyneb’i sevdiğine ait bir ifade yoktur. Esasen Zeyneb, O’nun (sav) halasının kızıdır, kendisini eskiden beri tanımaktadır ve Zeyd’e onu kendisi almıştır (onları Hz. Peygamber (sav) evlendirmiştir). İlk defa görüp yıldırım aşkına tutulmak için hiçbir sebep mevcut değildir.
b) Geri dönerken söylediği sözün gerçek karşılığı yukarıda verdiğimiz gibidir, burada “gönlümü çeviriverdin” şeklinde bir ifade mevcut değildir. Doğru tercümesini yukarıda verdiğimiz cümle ise İslâm âlimleri tarafından şöyle anlaşılmıştır: “Allahım! Gönüllere hükmeden sensin, nasıl oluyor da Zeyd, böyle bir kadınla geçinemiyor ve mutlu olamıyor!”8
c) Hz. Peygamber’in (sav) gizlediği ve Allah’ın açıklayacağım deyip, âyette açıkladığı husûs ayan beyan ortadadır; bu da -dergide iddiâ edildiği gibi- bir aşk hikâyesi değil, “evlâtlık eşleri ile evlenmenin caiz olduğunu fiilen göstermek üzere Allah’ın, boşanacak olan Zeyneb ile Resûlü’nün (sav) evlenmesini takdir etmesi ve bunu da Resûlü’ne (sav) bildirmiş bulunmasıdır.” Cahiliye devrinde bu evlilik yasak olduğu için Hz. Peygamber (sav), bunu açıklamanın zamanı konusunda tereddüt göstermiş, bunun üzerine Allah Teâlâ vahiy göndererek hükmü açıklamıştır.
d) Âyette ve sahih hadîslerde bir aşk hikâyesinden bahsedilmediğine göre bunu uydurmak veya uyduranlardan nakletmek kötü maksada dayalı bir davranıştır. Dâvûd Peygamber (a.s) hakkında uydurulan ve Tevrat’tan nakledilen hikâye de çirkin bir iftiradır.
4. Hafsa’nın sırasında Mâriye ile yatması:
Derginin düzmecesine göre Hz. Ömer’in kızı ve Peygamber’in (sav) eşi Hafsa, ana-babasını ziyarete gider, Peygamber (sav) onunla birleşmeye hazırlanmıştır, kadının gittiğini cariye Marya gelip haber verir. O, cinsel birleşmeye tam hazırlanmıştır, Marya’yı da çok sevmektedir, güzel cariyeyi Hafsa’nın yatağına çeker ve birleşir. Tam o sırada Hafsa döner, Peygamber (sav) ona biraz beklemesini söyler, Marya ile birleşmesi bittikten sonra Hafsa’ya döner, tam konuşacakken Hafsa kıskançlık hiddeti içinde “Bu ne biçim şey! Bir köle kadını, benim günümde, benim yatağımda yapıyorsun” der. Peygamber de onu yatıştırmak için hemen “VAllahi billahi bir daha onunla yatmayacağım” der, hem de Hafsa’ya, babasının birgün halîfe olacağını haber verir. Bunun üzerine Tahrim sûresinin ilk âyeti iner…
Hâdisenin aslında hiçbir çirkinlik ve dine, ahlâka aykırılık bulunmadığı halde, derginin yukarıya aldığımız anlatımı ile olay son derecede çirkinleşmiştir. Derginin kullandığını iddiâ ettiği kaynaklara göre olayın aslı ve derginin saptırmaları, uydurmaları şöyledir:
a) Hz. Hafsa, ana-babasını ziyaret için Peygamberimizden (sav) bizzat izin alıp gitmiştir. Câriyesi Mâriye’ye haber gönderip onu çağıran da Peygamberimizdir (sav) (Birisine hazırlanıp, diğeri ile yatma gibi bir olay yoktur).
b) Mâriye, Peygamberimiz’e (sav) Mısır devlet başkanı tarafından hediye edilmiş bir cariyedir ve bu cariyeden İbrâhim isimli bir oğlu olmuştur. Hz. Peygamber’in (sav) de, diğer müminlerin de cariyeleri ile karı-koca hayatı yaşamaları serbesttir, cariye için yapılan akit, nikâh akdi yerine geçmektedir.
c) Hafsa döndüğü zaman odasına girmemiş, dışarıda Marya’nın çıkmasını beklemiştir; sonraki konuşmalar Mariye’nın çıkıp gitmesinden sonra ikisi arasında geçmiştir.9
d) Hafsa’nın kıskançlık duygusuna kapılması ve Hz. Peygamber’e (sav) karşı “kendisini küçük düşürdüğünden şikâyet etmesi” normaldir. Resûlullah (sav) eşine sevgi, eşinin babasına saygı duyduğu için onu teselli etmek istemiş, bunun için de hem “onu kendime haram kıldım, bir daha beraber olmayacağım” demiş, hem de Hafsa’ya, bir gün babasının halîfe olacağını bildirmiş, ancak bunu kimseye söylememesini istemiştir. Peygamber (sav) de olsa, hiçbir kimse Allah’ın helâl kıldığını haram edemeyeceği için -bunu müslümanların böyle bilmeleri gerektiği için- ilgili âyet gelmiş ve gerekli açıklamayı yapmıştır. Bu arada Hafsa, eşinin sırrını saklamadığı için Kur’ân, onu da ikaz etmiştir:
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”10
5. Cüveyriye ile evlenmesi:
Derginin düzmecesi:
“Tutsaklar arasında… nefes kesen bir kız. Âişe, bunu Peygamber görür de yine bir âyet gelir diye kaygılanır ve kızı çadırın yanından uzaklaştırır. Ne var ki korktuğu başına gelir, Peygamber kızı görür, “vahiy geldi, Cebrail bu kızı bana nikâhladı” der. Buhârî’nin anlattığına göre bu akıllı kız, Peygamber akrabasının tutsak olamayacağını söyler ve kabilesinden yediyüz kişiyi âzâd ettirir.
Doğrusu:
a) Bu olay ne bu şekilde, ne de başka şekilde Buhârî’nin işaret edilen yerinde yoktur.11 Burada yalnızca Cüveyriye’nin kabilesine baskın yapıldığı, birçok esir arasında Cüveyriye’nin de bulunduğu yazılıdır.
b) Güvenilir kaynaklara göre olay şöyle cereyan etmiştir: Cüveyriye Benî-Mustalık kabilesinin reisinin kızıdır. Bu kabile müslümanlar aleyhine düşmanla birleşmiş ve savaşmıştır. Bir fırsatı düşünce, bir İslâm müfrezesi baskın düzenleyerek kabileyi yenmiş ve savaşçıları öldürmüş, geri kalanları esir almıştır. Hz. Peygamber (sav) esirleri savaşçılara paylaştırmış, Cüveyriye de iki gâzîye düşmüştür. Bunlar cariye üzerinde ortaklık istedikleri için satıp parasını paylaşmaya karar vermişlerdir. Cüveyriye bunun üzerine Hz. Peygamber’in (sav) huzuruna çıkmış, müslüman olduğunu bildirmiş ve ondan yardım istemiştir. Peygamberimiz (sav) de ricasını kabul ederek ona evlenme teklif etmiş, Cüveyriye bunu sevinçle kabul etmiştir. Haber yayılınca müslümanlar, Hz. Peygamber’e (sav) akraba sayılan insanların esir olarak kalmalarını istememiş hepsini serbest bırakmışlardır. Bunun üzerine gerek serbest kalan esirler ve gerekse kaçaklar gelip müslüman olmuşlardır.12
6. Safiyye ile evlenmesi:
Derginin düzmecesi:
“…Safiyye’nin güzelliği Peygamber’in yakınlarının dilinden düşmüyordu. O, ancak Peygamber’e lâyık olabilirdi. Safiyye tutsaklar arasında idi. Dihye adında bir genç onu aldı. Hadîslere göre Peygamber onları çağırtır ve der ki: Bu kadını Cebrâil bana nikâhladı, sen git başkasını al. Dihye de üzgün ayrılır, ‘bu sırada sanki Uhud dağı üzerime çökmüştü’ diye anlatır.”13
Doğrusu:
Bu kısım için verilen kaynaklara baktığımızda ne “Cebrâil’in nikâhlamasından, ne Dihye’nin üzerine Uhud dağının çöktüğünden, ne de Safiyye’nin güzelliğine vurulmaktan söz ediliyor! Buhârî’de yalnızca Hayber savaşından sonra bir yahûdî liderin kızı olan Safiyye’nin, esirlerin taksiminde Dihye’ye düştüğü, sonra Resûlullah’a (sav) geçtiği ve O’nun (sav) da Safiyye’yi âzâd ederek -bu âzâd bedelini mehir sayarak- onunla evlendiği” kaydedilmiştir.14 Müslim’in Sahih’inde olay bir parça daha aydınlanıyor: Hayber fethedilince esirler bir araya toplanmıştı. Dihye, Resûlullah’a (sav) gelerek bir câriye istedi. Resûlullah (sav) “bak, dilediğini al” dedi, o da Safiyye’yi beğenip aldı, bu sırada birisi Resûlullah’a (sav) gelerek “bu, Kurayza ve Nadîr yahudilerinin başkanı olan Huyeyy’in kızıdır, bunu cariye olarak ona vermeniz uygun değildir; kendinizin alması daha uygundur” dedi. Peygamberimiz (sav) bunun üzerine Dihye ile Safiyye’yi çağırdı, Dihye’ye “bir başka cariye al” dedi, Safiyye’yi ise hürriyetine kavuşturdu ve sonra evlilik teklifinde bulundu, o da kabul edince kendisine nikâhladı.15
Görüldüğü üzere, Safiyye’nin alınması, diğer birçok izdivaçlarında olduğu gibi, yeniden bir topluluğun gönlünü almak, onlara şeref bahşetmek ve müslümanlar adına kazanmak hikmetine bağlıdır. Böyle olmasaydı önceden onu eş veya cariye olarak alması için hiçbir engel mevcut değildi ve bu sebeple de alabilirdi. Dihye ise onu henüz seçmiş bulunuyordu, aralarında bir gönül veya vücut ilişkisi sözkonusu olmamıştı.16
7. Esmâ ve Kuteyle:
Derginin uydurmalarına, yahut uyduranlarından naklettiğine göre Eş’as isimli birisi Peygamberimiz’e (sav) çok güzel bir dul kadından bahsetmiş ve bunu almasını teklif etmiştir, Peygamber (sav) “aldım gitti” demiştir, Eş’as kadını getirince Hafsa ve Âişe kıskançlığa düşerek kadına “zifafa girdiğin zaman Peygamber’e (sav) ’senden Allah’a sığınırım’ de, O, bundan çok hoşlanır” demişlerdir, kadın da bunu deyince Peygamber (sav) onu terketmiştir. Bunun üzerine Eş’as kendi kız kardeşi Kuteyle’yi teklif etmiştir, Peygamber (sav) yine ‘aldım gitti’ demiştir, kız getirilirken Peygamber (sav) ölmüş, kız da başkasıyla evlenebilmek için dinden dönmüştür, kabilesi de aynı yolu takip etmişlerdir.”
Doğrusu:
Buhârî ve Müslim’de böyle bir hikâye yoktur. İbn Sa’d’in Tabakat’ında her iki olay da çeşitli şekillerde rivâyet edilmiştir, rivâyetler arasında farklar vardır, olay hakkında kesin bilgi yoktur. Yine de rivâyetler içinde “aldım gitti” gibi hafif ifadeler mevcut değildir. Ayrıca hayatının son günlerini yaşayan Resûlullah’ın (sav) bu konularla uğraşmaya vakti de yoktur. Eş’as’ın ısrarı, Esmâ’nın da bir prenses olduğunu ve Peygamberimiz’i çok istediğini söylemesi üzerine getirmesine izin vermiştir. İbn Sa’d’in eserinde Kuteyle ile asla evlenmediği rivâyeti de mevcuttur. Bu son evlenme olayında da o bölge ahâlisini bu vâsıta ile İslâm’a kazanma niyeti açıkça görülmektedir.17
8. Âişe’nin kaybolan kolyesi ve Safvân:
Benî-Mustalık savaşından dönerken Hz. Âişe, bir konaklama yerinde tuvâlet ihtiyacı için birlikten uzak bir yere gider, orada farkında olmadan kolyesini düşürür, dönünce bunu farkeder ve aramaya gider, o aramada iken hareket emri verilir, kadınlar deve üzerine konan kapalı odacıklarda seyâhat ettikleri ve Hz. Peygamber’in (sav) eşlerinin artık perde arkasından konuşup görüşmeleri emri de gelmiş bulunduğu için onun devesini çekenler, kendisini mahfede zannederler ve çekip giderler, Hz. Âişe döndüğü zaman birliği bulamaz, düşünür ve “en iyisi konaklama yerinde beklemektir, arayınca beni burada bulurlar” diyerek orada bekler. Sonra askerî birliğin artçılarından Safvân gelir, Hz. Âişe’yi orada bekler bulur, devesini çöktürüp bindirir ve bundan sonraki konaklama yerinde birliğe yetişirler. İslâm’ın ve Hz. Peygamber’in (sav) düşmanı, münafıkların başı Abdullah b. Übeyy bu olayı kullanarak büyük bir iftira kampanyası başlatır, bazı şahısları da tesiri altına alır ve Hz. Âişe’nin iffetine iftira atarlar. Hz. Peygamber (sav) uzun ve ince bir araştırma yapar, sonunda Hz. Âişe’nin ve Safvân’ın masum olduklarına, iftiraya uğradıklarına kani olur. Bu sırada Nûr sûresinin 11. ve müteakip on âyeti iner ve hem iftira edenlerin maskelerini indirir, hem de önemli hükümler getirir. Bütün mûteber kaynakların tafsilâtıyla ihtiva ettiği bu olayı, mahut dergi, çerçeve içinde özetledikten sonra, baş münafık İbn Ubeyy ve yandaşları ile ağız birliği ederek şu zehirleri kusmaktadır:
“Safvan Âişe’yi, Âişe Safvân’ı tanıyorlardı… Gecenin önemli bir bölümünde birlikte kalan Âişe ile Safvân, bu birlikteliği daha önce planlamış olamazlar mıydı? Çünkü Safvân’ın arkadan geldiğini herkes gibi Âişe de biliyordu. Âişe isteseydi kolyeyi aramaya giderken haber verebilirdi…”
Dergi, bu ifadelerle, iki bin yılına doğru hâlâ eski iftiracı ve münâfıkların peşinden gidenlerin bulunduğunu ortaya koymaktadır. İddiâlara gelince:
a) Güvenilir kaynaklara göre ve orijinal anlatıma uygun olarak olayları verdiğini iddiâ eden yazara soruyoruz: Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’den daha güvenilir bir kaynak, Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinden daha mevsuk bir başka hadîs kitabı var mıdır? Bu kaynaklarda, yukarıda tekrarlanan iftiralar bulunmadığına göre ve Hz. Âişe’nin iffetli bir müminler annesi olduğu tasdik edildiği halde, yukarıdaki anlatım mızrağı hangi çuvala sığacaktır? Hangi güvenilir kaynakta bu iftiralara yer verilmiştir?
b) Gerek Müslim18 ve gerekse Buhârî19 Sahih’lerinde hâdiseyi bütün tafsilatıyla vermişlerdir. Buradan anlaşıldığına göre Hz. Âişe sabaha karşı tuvalet için gitmiştir. Zâten Hz. Peygamber (sav) bu zamanlarda hareket emri verirlerdi. Hz. Âişe’nin gerdanlığı aramak üzere gitmesi ve bulması da ortalığın ağarmakta olduğunu gösterir. Buhârî’de Safvân’ın tan yeri ağardıktan sonra oraya geldiği açıkça ifade edilmiştir. İkinci konaklama yerinde hemen arkalarından yetiştikleri de yine bütün rivâyetlerde kaydedilmektedir. Bütün bunlar güvenilir kaynaklarda yer aldığına göre “gecenin önemli bir bölümünü birlikte geçirdiler” sözü, baş münafıkın baş iftirasına benzemiyor mu?
c) Hz. Âişe’nin kolyeyi aramak üzere gittiğini haber vermemesinin makul sebepleri vardır: Hemen gidip dönecektir, Peygamber (sav) hanımlarının perde arkasından olmaksızın başkalarıyle konuşmaları yasaktır, insanlar birşeylerini kaybedince hemen söylemez, önce arayıp bulmaya çalışırlar…
9. Cebrâil’den cinsel kudret ilâcı:
Derginin belki en çirkin ve en desteksiz düzmecesi örneğini şu satırlarında buluyor: “…Peygamber’in cinsel gücünün bir gün sonu gelmişti. İmam Gazzâlî’nin yazdığına göre, Peygamber’in cinsel organı (Gazzâlî en açık ifadeyi kullanır) artık kalkmaz olmuştu. Kaygılanıyordu, konuyu Cebrâîl’e açtı. Bu şeyin nasıl kaldırılıp sertleştirilebileceğini sordu. Cebrâil bu konuda Allah’tan aldığı bilgiyi Muhammed’e iletti: Herîse (aşûre gibi bir şey) yiyeceksin.”20
Bu katmerli düzmecenin katlarını açalım:
a) Gazzâlî’nin İhyâ’sı güvenilir bir hadîs kitabı değildir. Kitabın içindeki hadîsler, sonradan hadîs uzmanlarınca incelenmiş ve asılsız olanlar ile mûteber olanlar ayrılmış, kitabın her sayfasının altında dipnotu şeklinde yazılmıştır. Derginin hadîs diye naklettiği söz ve olayın rivâyet yönünden güvenilir olmadığı, zayıf, asılsız ve uydurma olduğu, aynı sayfanın altında, 6 numaralı dipnotunda açıklanmıştır. Hem “tarafsızlık” ve “bilimsellik” örtüsüne bürünmek, hem de bu açıklamayı görmezlikten gelmek en azından göz boyamadır. Böyle bir olay ve böyle bir hadîs yoktur.
b) Gazzâlî bu söze ve dergide yer verilen diğer zevâtın bu konudaki sözlerine şu başlık altında yer vermiştir: “Evliliğin beş faydası vardır: Çocuk sahibi olmak, cinsî doyum, ev idaresi, ailenin genişlemesi, onların bakım ve eğitimlerini sağlama yoluyla nefis terbiyesi.” Bu faydalardan biri olarak kişinin eşi ile aile hayatını yaşamasını açıklarken Gazzâlî, her zaman ibâdet yapılamayacağını, birşeyi devamlı yapmanın rûhî sıkıntılara yol açacağını, insanların ruh yapılarına göre eğlencelerinin olduğunu, akar suya bakmak, kırda dolaşmak gibi yollarla ruhunu dinlendirenler olduğu gibi eşleriyle beraber olarak da aynı sonucu elde edenlerin bulunduğunu kaydetmiştir. İşte bu çerçeve içinde derginin hadîs diye ileri sürdüğü söz ve olayı da kaydetmiştir. Ancak “bazı rivâyetlerde geldiğine göre”, “eğer bu haber doğru ise” demek suretiyle kendisinin de de hadîsin sıhhatinden şüphede olduğuna işaret etmiştir. (s. 31). Bütün bu hususları belirtmemek bilimsellikle(!) bağdaşmaz.
c) Uydurma olduğu halde bu haberi bir de biz, doğru olarak tercüme edelim ve derginin yaptığı saptırmanın, tahrîfin ve düzmecenin boyutlarını görelim: “Cebrâîl’e, cinsî temas konusundaki zayıflığımdan şikâyet ettim, o da bana herîseyi tavsiye etti.” Evet, bu uydurma sözün de tamamı kelimesi kelimesine bundan ibârettir. Buna göre:
aa) “Peygamber’in cinsel organı artık kalkmaz olmuştu” sözü derginin uydurmasıdır.
ab) “Gazzâlî en açık ifadeyi kullanır” sözü, o şeyi yazı boyunca ağzından düşürmeyen yazarın uydurmasıdır.
ac) “Bu şeyin nasıl kaldırılıp sertleştirilebileceğini sordu” sözü yazarın katmerli yalanlarındandır.
ad) “Cebrâîl, Allah’tan aldığı bilgiyi Muhammed’e iletti” sözü yazarın uydurmasıdır.
Sonuç olarak böyle bir hadîs yoktur. Derginin yazarı, uydurma hadîsle de yetinememiş, birkaç cümle de kendisi uydurarak yalancılar safına katılmıştır.
10. “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın”:
Derginin mahut yazıyı hazırlayan yazarına göre “kalkmış zekerin indirilmesi için hiç zaman yitirilmemesi istenir. Nerede ve ne zaman olursa olsun zekerin öfkesi giderilmelidir. Bir hadîse göre bir hacc esnasında Peygamber şu buyruğu verir: “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın…”
Bu sözleri okuyan kimse, “insanın cinsel duygusu harekete geçince haccda bile olsa ihramdan çıkıp eşi ile yatmalıdır, Hz. Peygamber (sav) böyle emretmiştir” mânâ ve hükmünü çıkaracak ve yanılacaktır. Çünkü ihramın belli bir yeri ve müddeti vardır ve bu müddet içinde ihramdan çıkıp eşi ile yatmak yasaktır, bunun dinî cezası bile vardır. Yazının altında gösterdiği kaynakları yazar da okusa ve ilim namusuna sadık kalarak okuduğunu doğru aktarsa idi hâdisenin şundan ibâret olduğu anlaşılacaktı: Peygamberimiz (sav) yalnızca hacc etmeyi niyet ederek gelen ashâbının, uzun zaman ihram içinde ve ihram yasaklarını yaşayarak vakit geçirmelerini önlemek üzere -zamanı geldiği, müddeti dolduğu için- ihramdan çıkmalarını ve isterlerse eşleri ile de yatabileceklerini, sonra Arafât’a çıkılacağı zaman yeniden ihrama gireceklerini bildirmiştir. Müslim’in Sahîh’inde, hadîsi Câbir’den nakleden Atâ, bu emrin mâhiyetini, yukarıda gördüğümüz şekilde istismar edilmesin diye, nasıl da güzel açıklamıştır: “Peygamberimiz (sav) bu emri ile ashâba, ille de karılarınızla yatın demedi, yalnızca bunun helâl olduğunu onlara bildirdi”21
II. HZ. PEYGAMBER VE KADINLAR
Burada, Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz’in kadına verdiği değeri, kadınlarla ilgili ıslâhatını, niçin birden fazla evlendiğini özet halinde sunmaya çalışacağız.
İslâm’dan önce kadınların birçok insanî haktan mahrum bulunduğu ve eşya gibi kullanıldığı bilinmektedir. İslâm kadını yüceltmiş, özelliklerine bağlı farklar dışında erkeğe eşit kılmış, aile ve toplum hayatı içinde yerini almasını sağlamıştır. Kadın istemediği bir kimse ile zorla evlendirilemez, istemezse -evlenirken şart koşmak suretiyle- kocasının ikinci bir kadınla evlenmesine mâni olabilir, gerektiğinde camiye giderek ibadet eder, öğrenim görür (bunlardan onu kimse mahrum bırakamaz), evin geçimi kocaya ve erkek yakınlarına ait olduğu için geçim tasası yoktur, ev işlerini gücü yettiği kadar yapar, kocası ve çocuklarından başkasına hizmet etmeye mecbur değildir, mirasta erkek kardeşinin aldığının yarısı kadar pay alır;- detaylı açıklama İslam'da kadın hakları adlı dosyamızda - fakat kendisi cihadla (askerlikle) yükümlü olmadığı, evin masraflarına ve evlenme masraflarına katılmadığı için aldığı yanında kalır, sonunda erkek kardeşinin aldığına eşit hale gelir, seçme (bey’at) ve danışmaya katılma hakkı vardır, toplum içinde kendi özellikleriyle bağdaşacak görevler alır ve hizmete katılır…
Peygamberimiz (sav) bütün evlilik hayatında eşlerinden birine bir fiske vurmamış, hakaret etmemiş, sevgi ve saygı göstermiş, ev işlerinde -gerektiğinde- onlara yardım etmiş, müslümanlara “kadınlar hakkında daima iyi davranmalarını, onları kendi akıllarınca düzeltmeye kalkmamalarını, maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin etmelerini tavsiye etmiş”, “iyileriniz, kadınlarınıza karşı iyi olanlarınızdır” buyurmuştur.
İslâm’da boşama hakkı prensip olarak erkekte bulunmakla beraber, akit esnasında veya daha sonra bu hakkı kadının da alması mümkündür. Ayrıca geçimsizlik, erkeğin yetersizliği, bazı hastalıklar, kayıplık vb. sebeplerle hâkim veya hakeme başvurmak suretiyle kadına da, evlilik hayatını sona erdirme hakkı verilmiştir.
Sevgili Peygamberimiz (sav) kadınları (eşlerini) severdi, “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi (üç şeyi severim): Kadın, güzel koku ve namaz; ama benim gönlüm namazdadır” buyurmuştur. O eşlerini sever, onları mutlu etmeye çalışırdı, ancak sabahlara kadar da namaz kılar, günlerce -bazen iftar etmeden- oruç tutar, başta peygamberlik, toplumun liderliği ve devlet başkanlığı olmak üzere yüklendiği birçok görevi mükemmel bir şekilde yütürdü. Peygamberimizin (sav) niçin birden fazla kadınla evlendiğini anlamak isteyenler önce şu gerçekleri bilmelidirler: Kendisi yirmi beş yaşında iken, kırk yaşında dul bir kadın olan Hz. Hatice ile evlenmiş ve yirmi beş yıl yalnızca bu eşi ile mutlu bir hayat yaşamışlardır. Kırk yaşından sonra Kureyş büyükleri, İslâm dâvasından vazgeçmesi pahasına kendisine başkanlık, kadın (kızlarını) ve servet teklif ettikleri zaman “Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz, ya uğrunda ölmeden, yahut da hedefime varmadan bu dâvadan dönmem” demiştir. Hz. Hatice’den sonra, kendisi elli üç yaşlarında iken evlendiği ikinci kadın ise elli yaşında dul ve kimsesiz bir kadın olan Sevde idi. Bütün bunları iz’an ve insaf ile düşünen kimse, ister müslüman olsun, ister gayrimüslim, Peygamberimiz’in (sav) birden fazla kadınla evlenmesine, cinsî tatmin dışında sebepler aramak durumundadır. Biz bu sebepleri şu maddeler içinde görüyoruz:
a) Birden fazla kadınla evliliği Hz. Peygamber (sav) getirmemiştir. İslâm geldiği zaman dünyanın birçok yerinde ve bu arada Arabistan’da erkekler birden fazla kadınla evli idiler. İslâm zaman içinde bir yandan kadına çeşitli haklar verip onun durumunu iyileştirmiş, diğer yandan zarûrî haller dışında tek kadınla evlenmeyi tavsiye etmiş, gerektiğinde birden fazla kadınla evlenmeyi ise yeterlik ve adâlet şartlarına bağlamıştır. Bütün bu ıslâhatın tamamlandığı zamanlarda, Peygamberimiz (sav) de -aşağıda sıralanacak sebeplerle- birden fazla eşe sahipti, O’nun (sav) boşadığı kadınlar da mü’minlerin anneleri olmakta devam edecekleri için başkasıyla evlenemezler,
b) Kadınlarından bir kısmı ile evlenmesi onların İslâm uğrunda çektikleri meşakkatlere karşı bir mükâfatlandırma mahiyetindedir. Ümmü Seleme, Ümmü Habîbe, Sevde gibi eşleriyle bu yüzden evlenmiştir. Bu hanımlar dinlerini koruma uğrunda Habeşistan’a göç etmişler, orada eşlerini de kaybederek dul kalmışlardı.
c) Birkaç eşiyle evlenme sebebi, onların kabilelerini İslâm’a kazanmak, aradaki düşmanlık duygularını dostluğa çevirmektir; Safiyye, Cüveyriye gibi hanımları ile bu yüzden evlenmiştir.
d) Ebû Bekir, Ömer gibi en büyük dostları ve yardımcıları kızlarını O’na (sav) teklif etmişler, kendileri de bunu uygun buldukları için Âişe ve Hafsa ile evlenmiş ve dostlarının arzularını yerine getirmişlerdir.
e) Resûlullah’ın (sav) en önemli görevi İslâm’ı ümmetine doğru bir şekilde aktarmak, öğretmek, yaşatmak ve gelecek nesillere intikalini sağlamaktı; ümmetin yarısı kadındı, onların da İslâm’ı ve bu arada aile hayatı ile ilgili ahkâmı bilmeleri gerekiyordu; birden fazla kadın, bir kadından daha çok bilgi edinme ve aktarma kaynağı demekti ve Allah Resûlü (sav) bundan da istifade etti, bugün elimizde bulunan birçok hadîsin ilk râvîleri O’nun (sav) sevgili eşleridir.
Eğer Peygamberimiz (sav) isteseydi yüzlerce kadınla evlenebilirdi, bunlarla sırf cinsî tatmin için evlense idi, birçoğu yaşlı dul kadınlarla değil, daima güzel ve çekici kızlarla evlenirdi. (Hz. Âişe’den başka kızla evlenmemiştir). O’nunla (sav) evlenmeye can atanların, nikâhı altında kalmak için her fedâkârlığa razı olanların ruh halini anlamak için O’na (sav), kafasını “cinsel dürtü” ile bozmuş insanların gözüyle değil, ümmetin gözüyle bakmak gerekir; ümmetine göre, O (sav), Allah sevgilisi, günahkârların şefâatçisi, eşsiz ve üstün örnek; insan, cin ve peygamberlerin Efendisi, kâinatın yaratılış sebebi, dışı insanlar ile, içi daima Allah ile meşgul, dünyanın en büyük dininin Peygamber’i ve Allah’ın insanlığa son elçisidir. Bugün dünyada yaşayan bir milyar müslümanın her gün kendisini, iman ve sevgi ile selâmladığı, dünya ve âhirette şefâatini dilediği yegâne kâmil insandır.
III. PEYGAMBERİMİZİN GÜNLÜK VE AİLE HAYATI
A. Günlük Hayatı:
Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz sabah namazını kıldıktan sonra seccadenin üstüne uzanır, güneş doğuncaya kadar istirahat eder, sonra uzaktan yakından kendisini görmeye gelenleri kabul etmeye başlardı. Gelenler halka şeklinde etrafında toplanırlardı, O, çevresindekilere vaaz eder, öğütler verir, sorularını cevaplandırır, hattâ gördükleri rüyâları tabir ederdi. Bazen arkadaşlarına kendi rüyâlarını anlatırdı. Hem okul, hem meclis, hem de sohbet yeri olan mescitteki bu oturumlarda herşey konuşulurdu. Bir yandan cahiliyye devri konuşulur, bu devre ait şiirler okunur, öte yandan yeni İslâm devlet ve toplumunun sosyal, ekonomik, siyâsî meseleleri müzâkere edilir, ganîmet ve zekât dağıtılır, gelir ve gider durumu görüşülürdü.
Genellikle bu faaliyet kuşluk zamanına kadar sürerdi. Kuşluk vakti gelince (güneşin doğmasından bir iki saat sonra) Peygamberimiz (sav) dört, yahut sekiz rek’at kuşluk (duhâ) namazı kılar, sonra evine gelir, ev işleriyle meşgul olur, elbise ve ayakkabıları tamir eder, hayvanlarını sağardı.
İkindi namazından sonra eşlerini teker teker ziyaret eder, hal ve hatırlarını sorar, geceyi ise -genellikle- sırayla birinin yanında geçirirdi. Peygamberimiz’in (sav) evi, herbirini bir eşine tahsis ettiği, kerpiçten yapılmış, üstü hurma dallarıyle örtülmüş basit odacıklardan ibaretti. Geceyi geçireceği eve diğer eşleri de gelir, Peygamberimiz (sav) yatsı namazından dönünceye kadar aralarında görüşüp konuşurlardı. O (sav), namazdan dönünce herbiri kendi odasına çekilirdi; Resûlullah (sav) Efendimiz, yatsı namazından sonra oturup konuşmayı, vakit geçirmeyi sevmezdi. Yatmadan önce “İsrâ, Zümer, Hadîd, Haşr, Teğâbun, Cum’a” sûrelerinden birini okur, sonra dûasını yapar ve sağ tarafı üzerine yatar, sağ elini, sağ yanağının altına koyardı. Yatağı ya deri, ya hasır, yahut da basit bir yataktı.
Allah’ın ve ümmetin Sevgilisi Peygamberimiz Efendimiz (sav) gecenin yarısı, yahut üçte ikisi geçince uyanır, yastığına yakın bir yerde bulundurduğu misvakı (belli bir ağaçtan yapılmış bir nevi fırça) ile dişlerini ovar, sonra kalkar, abdest alarak -bütün ömrünce devam ettiği- gece namazını kılardı.22 Bu namaz on bir rek’attı, uzun zaman ayakta durduğu için ayaklarının şiştiği olurdu. Önceleri sekiz rek’atta bir oturduğu, sonra on bire tamamladığı halde, yaşlanınca iki rek’atta bir oturarak kılardı. Gece ibâdetini edâ edince bir süre daha yatağında uyur, sonra Bilâl sabah ezanını okurken uyanır, abdest alır, sabah namazının sünnetini odasında kılar ve cemâatle farzı edâ etmek üzere mescide giderdi.
B. Aile Hayatı:
İnsânî duygular, siyâsî ve sosyal sebeplerle hayatını birleştirdiği eşleri, O’nun (sav) sâde hayatına ayak uydurmak zorunda idiler. Bu sebeple bazen hayatlarından şikâyetçi olur, bazen de birbirlerini kıskanırlardı; fakat Resûl-i Ekrem (sav) bir gün bile onlardan şikâyetçi olmamış ve kendilerine karşı sertlik göstermemiştir.
Eşleri arasında en çok Hz. Hatice’yi severdi; kendisi yirmi beş, o ise kırk yaşlarında iken evlenmişlerdi, buna rağmen yirmi beş yıl, yalnız Hatice ile iffetli ve mutlu bir hayat yaşamış, çok yaygın bir âdet olmasına rağmen onun üzerine ikinci bir kadınla evlenmemişti. Sevgili eşinin vefâtından sonra da onu hiçbir zaman unutmamıştı. En küçük bir hatıra ona olan sevgisini tazeler, sevgi ve rahmetle anmasına vesile olurdu. Hz. Hatice’nin vefatından sonra idi; bir gün kızkardeşi Hâle, Efendimiz’i (sav) ziyarete gelmiş, huzuruna girmek için izin istemişti. Sesi, Hz. Hatice’nin sesine benzediği için Peygamberimiz (sav) heyecanlanmış ve “bu gelen muhakkak Hâle’dir” demişti. Yanında bulunan Âişe bu durumdan üzülmüş, “ölen bir kadını böylesine hatırlamanın ne mânâsı var, Allah sana daha iyi zevceler verdi” demişti. Resûlullah’ın (sav) cevabı şöyle oldu: “Hayır, gerçek senin dediğin gibi değildir; herkes bana inanmadığı zaman bana inanan o idi, herkes Allah’a ortak koşarken o müslümanlığı kabul etmişti, benim hiçbir yardımcım yok iken o bana yardım ediyordu!”
Resûl-i zîşân Efendimiz (sav) Hz. Hatice’den sonra en çok Hz. Âişe’yi severdi; ancak bu sevginin yönlendiricisi ne çekicilik idi, ne de cinsî arzû! Çünkü Sâfiyye, Âişe’den daha güzeldi, güzellikte ondan geri kalmayan başka eşleri de vardı. Bu sevginin sebebi, Hz. Âişe’nin kabiliyeti, zekâsı, İslâm’ı anlama, yorumlama ve aktarmadaki başarısı idi. Peygamberimiz (sav) “Bir kadın dört şeyi için seçilir: Malı, güzelliği, soyu ve dindarlığı; siz kadının dindar olanını tercih ediniz” buyurmuşlardır. Kendileri de tercihlerinde bunu dikkate almışlardır. Hz. Âişe ictihad kafasına sahip, görüp işittiğini iyi kavrayan, kavradığını iyi yorumlayan bir kadındı. Ashâb ile dînî konular üzerine girdiği tartışmaların çoğunda kendisi haklı çıkmıştır (Bu konuda Zerkeşî’nin müstakil bir eseri vardır).
Efendimizin (sav) eşleri arasında arasıra meydana gelen sürtüşmeler kalıcı olmaz. Muhterem Eşlerinin, eğitimi sayesinde temizlenmiş gönülleri, kötü duygulara kısa zamanda galip gelir, dostlukları avdet ederdi. Her gün bir araya gelip yatsı sonuna kadar Peygamberimizi (sav), sırası gelenin odasında beklemeleri de bunu göstermektedir. Hz. Âişe’nin, münafıklar tarafından ortaya atılan bir iftira ile suçlandığı sırada -meşhûr deyişimizle kuması olan- Zeyneb’in onun lehinde şahitlik etmesi bu dostluğun bir başka delilidir.
Hz. Âişe, Sevgili Eşine (sav) karşı beslediği aşırı muhabbet sebebiyle sık sık kıskançlık duygusuna kapılır, bazen bunu yenemeyerek sert çıkışlar yapardı. Böyle bir davranışının üzerine babası Ebû Bekir gelmiş, onu azarlamak istemiş, fakat Peygamberimiz (sav) bunu önlemişti. Ebû Bekir kalkıp gitti, bir süre sonra tekrar uğradığında karı-kocanın barıştıklarını, sevgi içinde sohbet ettiklerini görmüş ve “demin kavganıza katıldık, şimdi de barışınıza katılalım” demişti.
Tarih boyunca birçok büyük insan, yüce hedeflere erişebilmek için dünya menfaatlerine, rahat ve huzura arkasını dönmüş, büyük çileler çekmişlerdir. Bu sıkıntılı ve çileli hayatı, sevdiklerine yaşatmamak için bunların çoğu bekâr kalmayı tercih etmiş, kadın ve çocuk sevgisinden mahrum yaşamışlardır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav) bu konuda emsalsiz bir örnektir; O (sav), hem çilelerin en büyüğünü yaşamış, hem evlenip çoluk çocuk sahibi olmuş, hem de -çoğu servet ve refâh ortamında yetişmiş- eşleri ile çocuklarına, diğer müslümanların altında bir refah yaşatmıştır. Fetihler İslâm toplumuna servet akıtmaya başlayınca, eşleri bundan pay istemişler, O (sav), buna karşı çıkarak “ya ben, yahut da dünya zineti ve zevkleri” demişti. Eşsiz eğitiminin tesiri iledir ki hepsi O’nu (sav) tercih etmiş, birer kat elbiselerini ve kerpiçten odaları içinde birer gönül sultânı olarak yaşamışlardı. Olayı Kur’ân âyetlerinden takip edelim: “Ey Peygamber, eşlerine şöyle de: Eğer dünya(nın parlak) hayatını ve güzelliklerini istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle (gönül hoşluğu) ile serbest bırakayım. Eğer Allah’ı, peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız bilin ki, Allah içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”23 Resûl-i Ekrem (sav) bu zühd hayatını yaşarken zorlanmıyordu. Çünkü insanlara maddî varlığın ve zevklerin bahşettiği huzur ve mutluluğu O (sav), sevdiği Rabbi ile, bir an kesintiye uğramadan devam eden beraberlikte buluyor, “bu kadar açlık ve susuzluğa nasıl dayandığını” soranlara “O beni yedirip, içiriyor” cevabını veriyordu. Bu ruh halini ve kemâlini, yirmi üç yıllık eğitimcilik hayatında, başta ailesi ve yakınları olmak üzere ashâbına da aktarmaya çalışmış ve büyük ölçüde başarılı olmuştur. Sevgili Peygamberimiz (sav) dünya menfaat ve zevklerine hor bakan hayatı ile, kendisinden sonra gelecek olan devletlilere de örnek olmak istemiştir.
Örnek İnsan, Yüce Peygamber (sav) ev idaresi ile bizzat meşgul olmaz, eline geçeni, evine gelmeden son kuruşuna ve parçasına kadar ümmete dağıtırdı. Kendisi ve âilesi, Hayber civarındaki küçük arâziden elde edilen gelir ile geçinirlerdi. Evin idaresini Hz. Bilâl yürütürdü, bir gün kendisine Hz. Peyamber’in (sav) âilesinin nasıl geçindiğini sordular. Bilâl şöyle anlattı: “Resûlullah’ın (sav) evinin idaresini ben yürütüyordum. Kendileri çok sâde ve yoksulca bir hayat sürerlerdi. Bununla beraber hiçbir misafiri çevirmez, onlara bazen bizzat hizmet ederdi. Eve bir yoksul gelir de yardım isterse olanı verirdi, evde birşey bulunmazsa beni gönderir, ödünç buldurur ve yoksulu yine boş çevirmezdi.”
C. Çocuklar ve Çocukları:
1. Çocuklar:
Resûl-i Ekrem (sav) ümmetini, evlenip çocuk sahibi olmaya ve çoğalmaya teşvik etmiş, çocukları sevmiş ve herkesin sevmesini istemiştir. Kendileri deve üzerinde bir yerden gelirken çocukları görürse onları devesine alır ve sevindirirdi. Çocukları sevdiği için rastladığı yerde selâm verir, böylece hem onları sevindirir, hem de eğitirdi.Bir gün Hâlid b. Sa’îd isimli sahâbî, yanına aldığı küçük kızı ile beraber Peygamberimiz’i (sav) ziyarete gelmişti. Kız Habeşistan’da dünyaya geldiği için ona, Habeş dili ile “güzel kız” diye hitap etmiş, onu yanına almış, kızın kendisi ile oynamasına ve bu arada, iki kürek kemiği arasındaki “peygamberlik mührü” ile oynamasına izin vermişti. Bilâhare kendisine bir yerden, etrafı işlemeli kumaş parçaları hediye edilmiş, bunu kime vereceğini bir müddet düşündükten ve yanındakilere sorduktan sonra, Hâlid’in bu küçük kızını çağırtarak kumaşları ona vermişti. Bir başka gün yoksul bir kadın, iki çocuğu ile beraber Hz. Âişe’ye gelir, Âişe bunlara verecek başka bir şey bulamadığı için bir tek hurma verir, kadın da bu hurmayı iki parçaya böler ve çocuklarına verir. Misafirler ayrıldıktan sonra Resûlullah (sav) Hz. Âişe’nin yanına gelince Âişe olayı kendilerine anlatır, Efendimiz (sav) şu cevabı verir: “Allah kimlere çocukları sevdirir, onlar da hakkıyle severlerse ateşten kurtulurlar.” Çocukluğunu Hz. Peygamber’in (sav) yanında geçiren Hz. Enes, Resûlullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Uzunca kılmak üzere bir namaza durduğum zaman, bir çocuğun ağladığını duyarsam, namazımı kısaltırım; çünkü çocuğun ağlaması anneyi üzer.”O’nun (sav) çocuklara karşı sevgisi ve merhameti, yalnızca müslüman çocuklarına ait değildir. Bir savaşta, iki birlik arasında kalan birkaç çocuk ölmüştü. Sonradan Resûlullah (sav) durumu haber aldı ve son derece üzüldü. Ashâb O’nun (sav) bu derecede üzüldüğünü görünce “Ey Allah’ın Resûlü (sav)! Niçin bu kadar üzülüyorsunuz, onlar nihayet kâfir çocukları değil mi?” dediler ve şu cevabı aldılar: “Bu çocuklar, Allah’a ortak koşan kâfirlerin çocukları da olsalar sizden daha iyidirler; dikkat ediniz, çocukları öldürmeyiniz, asla çocukları öldürmeyiniz! Her insan, Allah’ın insan nev’ine verdiği özellikler (fıtrat) ile doğmaktadır!”Efendimiz (sav) elindeki meyvaları en küçük çocuklara verir, onları sever, okşar ve öperdi. Bir gün yine çocukları severken bir bedevî gelmiş, “siz çocukları böyle sever misiniz, benim on torunum var, daha bir tanesini kucağıma alıp sevmedim” demişti. Resûl-i Ekrem (sav): “O halde Allah seni, şefkat duygusundan mahrum etmiş” buyurdu.Kâinâtın Öğünç Vesilesi (sav), Mekke’den Medine’ye ulaştığı sırada ensâr kızları -diğer kalabalık içinde- karşılamaya çıkmış, şarkı ve marşlar okumuşlardı. Peygamberimiz (sav) bu çocukları okşadı ve onlara sordu: “Beni sever misiniz?” hepsi birden “evet” diye bağırdılar; O (sav), “ben de sizi, hepinizi seviyorum” dedi.
2. Çocukları:
Peygamberimiz’in (sav) -ittifak edilen haberlere göre- altı çocuğu olmuştur. Bunlardan ikisi (Kâsım ve İbrâhim) erkek, dördü ise (Zeyneb, Rukayye, Ümmü Külsûm ve Fâtıma) kızdır. Bu çocuklardan beşi Hz. Hatîce’den, İbrâhim ise Mâriye’den doğmuştur. Allah’ın takdiri ve nice hikmetleri yüzünden olmalı ki, çocuklarından erkek olanlar küçük yaşlarında vefat etmişler, kendisinden sonraya kalan tek çocuğu Hz. Fâtıma da, Sevgili Babasından altı ay kadar sonra O’na (sav) kavuşmuştur.
Efendimizin (sav) oğlu İbrâhîm son nefeslerini solurken gönderilen haber üzerine Peygamberimiz (sav) yetişmiş, çocuğu kucağına almış ve üzüntüsünden ağlamıştı. Yanlarında bulunan Abdurrahman b. Avf “Ey Allah’ın Resûlü, ne yapıyorsunuz, siz de mi ağlıyorsunuz?” deyince şu cevabı vermişlerdi: “Gönül üzülür, göz yaş döker, ancak -bu sırada dilini göstererek- şu, Allah’ın razı olmadığı bir kelime söylemez, Ey İbrâhîm, ölümünden dolayı çok üzgünüm!” Hz. Fâtıma, onbeş yaşlarında iken kendisinden beş altı yaş büyük olan Hz. Ali ile evlenmiştir. Onu daha önce Ebû Bekir ve Ömer de istemişler, Resûl-i Ekrem (sav) kendilerine müsbet veya menfî bir cevap vermemişti, bu sırada Hz. Alî de isteyince ona verdi. Mü’minlerin “Fâtıma Anamız” diye en az kendi anaları kadar sevdikleri bu büyük kadının çeyizi “bir yatak, bir yatak çarşafı, iki el değirmeni (un ve bulgur için) ve bir su tulumundan ibaret idi.
Resûlullah’ın (sav) çok sevdiği bu iki aziz varlık mutlu, fakat yoksul bir hayat geçirdiler… Aile hayatında kaçınılmaz olan kırgınlıklar olursa Sevgili Babaları (sav) hemen gelir, onları barıştırır, neşe ve mutluluklarını görünce mesut olarak ayrılırdı. Birgün böyle bir barışma dönüşünde kendisine sevincinin sebebini sormuşlardı, “en çok sevdiğim iki kişiyi barıştırdım” cevabını verdi.
Allah Sevgilisi’nin (sav) bu ölçüde sevdiği kızı unu kendi eliyle öğütür, bu yüzden elleri yaralanırdı, evinin suyunu taşır, bu yüzden göksü yara olurdu, evini barkını süpürür, toz toprak içinde kalırdı, ekmek ve yemeğini kendi pişirir, dumana boğulurdu. Bu hal müslümanlar fakir iken böyle olduğu gibi, servete kavuştuktan sonra da böyle devam etmiştir. Bir gün karı koca aralarında dertleştiler; Hz. Alî su taşımaktan göğsünün yara olduğunu söyler, eşi de un öğütmekten elinin yaralandığını dile getirir, Hz. Alî “babana bugünlerde birçok esir geldi, gidip bir tane hizmetçi istesen” der, eşi de bunu uygun görüp babasına gelir. Babası (sav) “hayır ola kızım, bir isteğin mi var?” diye sorunca utanır, isteğini söyleyemez ve “babacığım sizi görmek ve selâm vermek için geldim” diyerek evine döner. Bu defa Hz. Alî de yanına katılır, birlikte tekrar gelirler ve durumlarını arzederek bir hizmetçi isterler. Yüce Peygamber (sav) onlara “Suffe ehli ve diğer yoksullar sizden daha muhtaç, size veremem” der, çaresiz dönerler. Resûl-i Ekrem (sav) işlerini bitirince, gönüllerini almak üzere evlerine gelir, bu sırada yatmışlardır. Üzerlerinde kısa bir yorgan vardır, başlarına çekseler ayakları, ayaklarına çekseler başları açıkta kalır, Sevgili Babaları’nı görünce fırlarlar, O (sav), “sakın kalkmayın” der, gelip yanlarına oturur ve şöyle buyurur: “Size, hakkınızda, sizin benden istediğinizden daha hayırlı olacak bir şey (bilgi) vermeye geldim, bunu bana Cebrâîl öğretti, yatacağınız zaman otuz üç kere sübhânellah, otuz üç kere elhamdülillah, otuz dört defa da Allahuekber deyiniz”. Evet hizmetçi çalıştırmanın birçok maddî ve mânevî sorumlulukları vardı. Bir Peygamber kızına bunları taşımak ve belki de üzerinde kul hakkı bulunarak Rabbine kavuşmaktan çok, çileli hayatın içinde pişmek, bitip tükenmez dünya işleri arasında devamlı Allah’ı anmak ve ebedî hayatta Babası’nın (sav) meclisine lâyık olmaya çalışmak yakışırdı.
Peygamber hanesinde hâkim olan sade hayat, O’nun çocuklarının evlerinde de görülmeli idi. Nitekim Hz. Fâtıma’ya kocası bir altın gerdanlık hediye etmişti. Peygamberimiz (sav) bunu görünce -doğrudan kendisine bir şey söylemeyip- Hz. Âişe’ye: “Herkesin, Peygamber’in kızı Fatma’nın boynunda alevden bir halka gördük” demelerini kabul eder misiniz?” demiş, Hz. Fâtıma bunu duyunca derhal gerdanlığı sattırmıştı. Onlar Peygamber hanımları, peygamber çocukları idi, diğer müslümanlardan farklı olmalı idiler; ancak bu fark, başkalarından daha zengin, daha müreffeh olmak şeklinde değil, başkaları açlıktan karınlarına bir taş bağlarken onlar iki taş bağlamak, başkaları doymadan doymamak, başkaları zînetler içinde dolaşırken onlar sade yaşamak suretinde gerçekleşecekti.
O’nun (sav) engin sevgi gölgesinin, torunlarının üzerine düşmemesi düşünülemezdi. Onları sık sık görür, sever, gönüllerini alır, gerektiği zaman avuturdu. Kızı Zeyneb’den olma torunu Ümâme küçüktü, Peygamberimiz’in (sav) yanında bulunuyordu, Sevgili Dede çocuğu bir şeyler ile oyalayıp namaza durmuştu, başını secdeye koyunca çocuk koşarak geldi ve sırtına bindi, merhamet ve şefkat kaynağı Yüce Peygamber (sav), namazının geri kalan kısmını çocukla tamamladı, kalktıkça düşmesin diye onu bir eliyle omuzunda tutuyor, secde ettikçe bırakıyordu.
Bir gün elinde bir gerdanlık olduğu halde eve geldi ve “bunu, içinizde en çok sevdiğime vereceğim” dedi, evdekiler “her halde Ebû Bekr’in kızına (Âişe’ye) verecek” dediler, torunu Ümâme’yi çağırttı, gerdanlığı eliyle onun boynuna bağladı, çocuğun gözleri ağrıyordu, mübârek elleriyle onları da sildi.
Asırlar boyu milyarlarca insanın gönlünde taht kuran Yüce Peygamber’in (sav) sâde ve mütevâzı görünüşü içinde insana ürperti, hayret ve gıpta duygularını birlikte yaşatan aile hayatından çizgiler sunmaya çalıştık. Görülen odur ki kişi dururken Peygamber, has kul, büyük ve kâmil insan, milyarların sevgilisi olamıyor!*
1. Tercüman gazetesi ve Girişim dergisinde yayımlanmıştır. Yıl: 1987. 2. Bunun mânâsı “mehir istemeden onunla evlenmeye razı olan kadınlar”dır. 3. Ahzâb: 33/50. 4. Ahzâb: 33/51. 5. Müslim, Sahih, 1463. 6. İslâm Peygamberi, c. II, s. 18; Mevlânâ Şiblî’ye göre Hz. Âişe, Peygamberimiz (sav) ile evlendiği zaman on sekiz yaşında idi; Asr-ı Sa’âdet, İst. 1928, c. II, s. 997. 7. Tabakât, c. VIII, s. 101 vd.; Prof. Hamîdullah, age., c. II, s. 20 vd. 8. Prof. Hamîdullah, age., c. II, s. 20 vd. 9. Taberî, c. 28, s. 91. 10. Tahrîm: 66/1. 11. Itk, 13. 12. Muhabbar, s. 88-89; Prof. Hamîdullah, age., c. 2, s. 22. 13. Buhârî, Meğâzî, 38; Hucurât, 11; Talâk, 1. 14. Meğâzî, 38. 15. Müslim, Nikâh, 84. 16. Ayrıca bkz. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, c. 2, s. 24. 17. Tabakât, c. 8, s. 148. 18. Müslim, Tevbe, 56. 19. Buhârî, Tefsîru sureti’n-Nûr, 6. 20. Gazzâlî, İhyâ, c. 2, s. 28. 21. Müslim, Hacc, 141. 22. Müzzemmil: 73/20. 23. Ahzâb: 33/28-29. * Peygamberimiz’in (sav) âile hayatını yazarken başvurduğumuz kaynaklar: Kur’ân-ı Kerîm, meşhur altı hadîs kitabı (el-Kütüb’s-sitte), İbn Sa’d, Tabakat (8. cilt), Prof. M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I-II, Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Sa’âdet, II, A. Azzâm, Resûl-i Ekrem’in (sav) Örnek Ahlâkı… Yazan - Derleyen :Tuğra
SÂBİLİK - ORUÇ
İslam’a ve müslümanlara her fırsatta saldırmayı kendisine şiar edinen T. Dursun şöyle başlıyor yazısına:
1-Sâbiler’in ismi Kur’anı Kerimde üç yerde geçmekte ancak inanç ve ibadetlerinden söz edilmemektedir.“..İbrahim Peygamber, yıldızı görür, yıldıza , “Tanrım” der; Ay’ı görür, Ay’a “Tanrım” der. Güneş’i görür, Güneş’e “Tanrım” der. Bu gökcisimlerinden Güneş’i daha büyük ve daha parlak görünce, “İşte Tanrım budur, bu daha büyüktür” diye konuşur. Ne var ki, “Tanrı” dedikleri batınca, onlara “Tanrı” demekten vazgeçer. İbrahim Peygamber önce yıldızdan, sonra Ay’dan en sonunda da Güneş’ten vazgeçer. Kur’an’ın En’am Suresi’nin 76, 77 ve 78. Ayetleri böyle anlatır, İbrahim Peygamber’in “asıl Tanrı”ya dönüşünü…
Hz. İbrahim’in “Tanrı” arayışını Kur’an ayetlerinden aktararak vermektedir. Sonunda da “Güneş’ten vazgeçer. Kur’an’ın En’am Suresi’nin 76, 77 ve 78. Ayetleri böyle anlatır, İbrahim Peygamber’in “asıl Tanrı”ya dönüşünü.” Diye bitirir. Aklınca Hz. İbrahim’in Yıldızları ve Güneşi Tanrı olarak kabul eden Sabii’lerden etkilendiği imajını vermek istemekte ve buna zemin hazırlamaktadır. Ancak En’am suresinin 78. ayetinin anlamını vermemekte kısa bir cümleyle geçirmekte okuyucuya dürüst olduğunu(!)göstermek içinde sadece 78. ayet numarasını vermektedir. İsteyen okuyucu oraya baksın der gibilerden ama kaç tane okuyucusu açıp Kur’ana bakacaktır ki? Kendisini zamanın en büyük alimi olarak lanse etmiştir ya. Ama nedense ayetlerin devamı ve sonucu olan “Ben, her dinden geçip yalnız hakka eğilerek yüzümü o gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim." dedi.” 79. Ayet numarasını vermemiştir. Hadi onu görmemiştir diyelim… Biz aşağıda Kuranı Kerim de Hz. İbrahim’in Tanrı değil ama “Rab” arayışının ayetlerinin tercümesi vererek okuyucuların yardımcı olalım.76.Üzerini gece kaplayınca bir yıldız gördü: "Bu imiş Rabbim!" dedi. Batıverince de: "Ben böyle batanları sevmem." dedi.77.Ay'ı doğarken görünce: "Bu imiş Rabbim!" dedi. Batınca da: "Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsaydı, muhakkak ki, şu şaşkın topluluktan biri olacakmışım." dedi.78.Güneşi doğmak üzere görünce: "Bu imiş Rabbim, bu hepsinden büyük!" dedi. O da batınca: "Ey kavmim, haberiniz olsun, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağım! 79.Ben, her dinden geçip yalnız hakka eğilerek yüzümü o gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim." dedi. Ayetlerden de anlaşılacağı gibi Hz. İbrahim’in Rabbini araması, gerçek yaratıcıyı bulmasıyla son bulmuştur.
2-“İbrahim Peygamber’i Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar paylaşamaz. Ali İmran Suresi, O’nun için “hanif” ve “müslim”di der. İbn Nedim’in ünlü “El Fihrist” adlı eserinde “Hanifler” şöyle tanıtılır: “Hanifler, İbrahimci (el İbrahimmiye) Sabiilerin ta kendileridir.(s.32)”
İslam’ın, Yüce Allah tarafından gönderilen dinlerin bir devamı olduğu, Âdem’den (a.s) beri gönderilen peygamberlerin hep birbirini desteklediğini ilkokul mezunu bir çocuk bile bilirken, "İbrahim’i(a.s) üç dinin mensuplarının paylaşamadığını" söylemesi abesle iştigaldir. Ayrıca Kur’an’ı Kerim, İbrahim’in (a.s) gerçek kimliğini şu ayetle ortaya koymuştur. “İbrahim, ne yahudi ne de hıristiyandı; ancak o, lekesiz bir müslümandı ve Allah'a ortak koşanlardan da olmamıştı.”(Âli İmran 67).
3-Abdest, namaz, cenaze namazı, fıtr bayramı, kurban, hac, Kabe’nin kutsallığı gibi inançların hepsi, yıldızlara ve Güneşe tapan Sabiilik’te var.Allah, Rahman, Kur’an, Furkan, kitab, melek, insan, Adem, Havva, nebi, salat, alem hep Süranca’dır.
1-Bir dildeki kavramların bir diğer dile geçmesi, bir dilin bir başka dilden kavramlarıyla aynı olması yadırganacak bir durum mu ki? Kur'anı Kerimde yabancı kelime olup olmadığı konusunda Kurtubi tefsirinden yaptığımız alıntı umarız faydalı olur.Kur´ân-ı Kerim´de arapların anlatım üslubuna göre dizilmemiş söz dizisinin olmadığı, bununla birlikte Kur´ân-ı Kerim´de İsrail, Cibril, İmran, Nuh ve Lut gibi arap dili ile konuşmayan kimselere ait özel isimlerin bulunduğu hususunda imamlar arasında görüş ayrılığı yoktur... "kasvere" Habeşçedir.el-Ğassak, Türkçede kokuşmuş ve soğuk anlamındadır. el-Kıstas rumca’da mizan, terazi demektir.Siccil, farsçada taşlı çamur anlamındadır. Tur, dağ anlamındadır. el-Yemm, süryanice deniz anlamındadır. et-Tennur ise acemcede yeryüzü anlamındadır.İbn Atiyye der ki: Bütün bu kelimelerin gerçek durumu şudur. Bunlar asıl itibariyle arapça değildir. Fakat araplar bu kelimeleri kullanmış ve arapçalaştırmışlardır. O bakımdan bu kelimeler arapçadırlar. Kur´ân-ı Kerim’in dilleriyle nazil olduğu Arab-ı aribenin ticaretlerle Kureyşlilerin Şam ve Yemen tarafına yaptığı yolculuklarıyla Müsafir b. Ebu Amr’ın Şam´a, Ömer b. el-Hattab’ın, Amr b. el-As’ın, Umare b. el-Velid’in Habeşistan’a yolculuk yapmalarında görüldüğü şekilde, diğer dillerin bazı kelimelerinin karıştığı da sözkonusu olmuştur.Dil konusunda sözleri belge mahiyetinde olan el-A’şa´nın Hire’ye yaptığı yolculuk ve oranın hıristiyanlarıyla sohbeti de bu türdendir. İşte bütün bunlar aracılığıyla arapçaya, arapça olmayan birtakım kelimeler de karışmıştır. Bunların bir kısmının harfleri azaltılarak değiştirilmiş, arapça olmayan kelimelerin ağır söylenişleri hafifletilmiş ve araplar bu kelimeleri şiirlerinde, karşılıklı konuşmalarında kullanmaya başlamış, nihayet bu kelimeler sahih arapça kelimeler gibi kullanılır olmuş, bunlarla birtakım hususlar açıklanır olmuştur. İşte bu noktada Kur’ân-ı Kerim de bu gibi kelimeleri kullanmıştır.Kaynak olarak sâbiîlerin dilini ve dinini alan yazar, acaba sâbiî dilinin bir başka dilden ve dinden etkilenip o dildeki kelimeleri ve dini kavramları alabileceğini nedense hiç düşünmemiştir. 2-Allah: Şu bir gerçektir ki Araplar Allah lafzını kullanıyor ve biliyorlardı. Dil bilginleri bu ismin türemiş (müştak) midir, yoksa zat-ı bari’nin özel ismi olmak üzere mi konulmuştur hususunda da farklı görüşlere sahiptir. İmamı Şafiî, Ebu’l-Meali, el-Hattabi, el-Ğazzali, el-Mufaddal, el-Halil, Sibeveyh gibi birçok arap dil bilgini ve İslam âliminin “Allah ismi, özel isimdir türememiştir” sözünü bir kenara bıraksak bile, türemiş bir isim olduğunu kabul eden dil âlimleri lah-elihe-lahe-velehe kelimelerinden türemiş olabileceklerini söylemiş ve bunu delillendirmeye çalışmışlardır ama hiçbir âlim bunun Arapça olmadığını iddia etmemiştir. T. Dursun da âlim olmadığına göre onun sözünün ne değeri olur ki? 3-Rahman: İnsanların cumhuru (çoğunluğu) "er-Rahmân" lafzının mübalağa ifade etmek üzere "rahmet" kökünden türemiş ve mebni bir kelime olduğunu kabul etmektedir. Manası ise, eşsiz olan rahmet sahibi demektir. İbnu´l-Enbârî´nin "ez-Zâhir" adlı eserinde zikrettiğine göre el-Müberred "er-Rahmân"ın İbranice bir isim olduğunu, Ebu İshak ez-Zeccac "Meani´l-Kur´ân" da: Ahmed b. Yahya dedi ki: "er-Rahîm" arapça ve "er-Rahmân" İbranicedir. Fakat bu kabul edilmeyen bir görüştür. 15 asırlık İslam tarihinde bu kelimenin Arapça olmadığını söyleyen iki kişi çıkmıştır ve onlarda dikkat edilirse bu kelimenin kökenin İbranice olduğunu iddia etmişlerdir. 4-Melek: Sâbiîlerin tapındıkları yüce varlığa verdikleri bir isim olan Malka d Nhura terimindeki “malka”, T. DURSUN’u şaşırtmış, melek kelimesinin Mandence’den geldiğini sanmış olsa gerek. 5-Kurban:Sâbiîlerce kutsal öğretilerin deri üzerine yazılması yasaklanmıştır. Zira her ne kadar Sâbiîler bazı ayinlerinde zaman zaman çeşitli hayvanları kurban etseler de onlarca genel bir kural olarak hayat yıkmak anlamına gelen öldürmenin doğru olmadığına inanılır. Bu nedenle öldürülen hayvanların derilerini dini metinler için kullanmayı hoş karşılamamaktadır.Sâbiîlerde kurban ayrı bir ibadet şekli olmaktan ziyade rit yemeklerinin bir parçası olarak kabul edilir. Kesilecekse koç ya da güvercin kurban edilir. Koyun kurbanına izin verilmez. Masigta töreninde kurban edilen güvercin tören bitiminde kutsal ekmeklerle birlikte kült kulübesine gömülür. Sâbiîlerde sığır ve tavuk gibi diğer hayvanların kurban edilmesi ise hoş karşılanmaz.Kurban töreninde rahibin hazır bulunması gerekir. Kesilirken dikkat edilecek hususlar 1-Demir bir bıçağın kullanılması 2-Kurban kesilirken rahibin elinde yaklaşık 15 cm uzunluğunda bir değneğin bulunması 3-Kurban öncesi rahibin bıçak ve değnekle nehirde vaftiz olması 4-Kesim sırasında rahibin Kuzeye doğru dönmesi 5-Kesim sonrası rahip elinde tuttuğu değneği nehre atması.Şimdi İslam'da ki kurbanla, Sâbiîlikte kurbanın ne alakası var diye sormak lazım. 6-Nebi:Sâbiî kutsal kitaplarında peygamber kelimesine karşılık olarak nbiha terimi kullanılır.Sâbiî metinlerinde iki grup peygamberin varlığından bahsedilir. Sâbiîlerce iyi olarak kabul edilmeyen İbrahim, Musa ve İsa tarihi şahsiyetlerin oluşturduğu ilk grup nbiha d kadba (sahte peygamber veya sahteliğin peygamberi) olarak adlandırılır. nbiha d kuşta (gerçek peygamber veya doğrulun peygamberi) olarak adlandırılan ikinci temsilcisi ve eğiticisi olarak Yüce Tanrı tarafından görevlendirilen Şit ve Yahya gibi kişiler bulunmaktadır. İslam'daki nebi kelimesinin sâbiîlikteki nbiha kelimesinden geldiğini iddia eden DURSUN'a şunu sormak isterdik acaba Türkçedeki malak kelimesi de sâbiîlikte olduğunu iddia ettiği melek kelimesinden mi gelmiştir. Ön bilgi olarak şunu verelim onlarda melek inancı yok.Diğer kelime yapıları üzerinde durmayı gereksiz görerek sözü uzatmak istemiyor, verdiğimiz örnekler DURSUN’un ilmi kariyerini gözler önüne sermeye yeter diye düşünüyoruz.“Hac, Kabe’nin kutsallığı inançların hepsi, yıldızlara ve Güneşe tapan Sabiilik’te var” diyen yazar, Kabe’nin Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yapıldığını ve bunun Kur’anda da ifade edildiğini nedense göz ardı etmektedir.
4-Ramazan ayında Müslümanların tuttuğu oruç da Sabiilik’ten geliyor. Müslümanlıkta, “farz” oruçlar bir aydır. Bu ay da kimi zaman 29, kimi zaman 30 gün çeker. Sabiilik’te de aynen böyle. Ibn Nedim, “El Fihrist” adlı eserinde, Sabiilik’teki farz orucunun 8 Mart’ta başladığını belirtiyor. Bunun dışında 9 Aralık’ta başlayan 9 günlük bir oruç ta var. Ayrıca, 8 Şubat’ta başlayan 7 günlük bir oruca çok önem veriyorlar. 16 ve 17 günlük “nafile” oruçlara da değiniliyor.Öyle ya sâbiîlikte oruç var Müslümanlıktaki oruç ta oradan gelmiştir. “E hristiyanlıkta ve Yahudilikte de oruç var onlardan gelmiştir" demesi daha mantıklı olmaz mıydı? Hem Yahudilik, sâbiîlikten daha önce gelmiştir. Nitekim Yüce Allah: “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.” (Bakara 183) Oruç Hz. Âdem’den beri ola gelen bir ibadettir.Yazar “el-fihrist”teki sâbiîlikle ilgili bir bilgiyi alarak istediği gibi evirip çevireceğini sanıyor. Sâbiîlik’te 9 Aralık’ta başlayan ve 9 gün devam eden bir oruç varmış, bu İslam da yok şimdi ne yapacağız. Hz. Peygamberin (s.a.v) tuttuğu ve tavsiye ettiği Pazartesi, Perşembe orucu var, her kameri ayın 13–14–15 inde tuttuğu oruç var, aşure orucu var receb ve şaban aylarında tavsiye edilen oruçlar var ama sâbiîlikteki 9 günlük, 7 günlük, 16–17 günlük oruç yok ne olacak şimdi Turan’ın teorisi suya düştü.Şimdi de sâbiîlik'teki orucun nasıl bir ibadet olduğunu görelim: "Sâbiî geleneğinde oruç önemli bir yere sahip değildir. sâbiîlikte oruç, diğer dinlerin bazılarında yer alan yeme-içme ve cinsi münasebetten uzak durmak şeklindeki oruçtan farklı olarak günah ve kötülüklerden uzak durmak şeklinde değerlendirilir." Ginza'da inananlar günah şer ve kötü fiil ve davranışlardan kaçınmak tarzındaki oruca davet edilirler...
5-Namazlarında, Kabe’ye, El Beyt’ül Haram’a dönerler. Mekke’ye ve Kâbe’ye saygı gösterirler.”
Sâbiîlikte, yalnızca dua etmekten ibaret olan namaz İslam’daki namazdan oldukça farklıdır. Şekil olarak İslam’daki namazla hiçbir ilişkisi yoktur. Dua sâbiîlerin bütün yaşantılarına baştan sona hakim olan bir unsurdur. (Sâbiîler-son gnostikler-Şinasi Gündüz, s.159)Kâbe’ye sadece sâbiîler değil müşrik Araplar da saygı gösteriyordu. Hatta biz günah işlediğimiz elbiselerle Kâbe’yi tavaf etmeyiz diyor ve çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Şimdi Hz. Peygamberin Kâbe’ye saygıyı müşriklerden aldığını söylese daha mantıklı olmaz mıydı?
6-“Bilindiği gibi, Kabe bir Güneş tapınağı olarak yapılıp kullanılmıştı.”…”İslam’ın yapısını oluşturan inanç ve ibadet biçimlerinin tümüne yakını “güneşe tapma” ağırlıklı Sabiilik’ten kaynaklandı.”
Yazar acaba Kâbe’nin güneş tapınağı olarak yapıldığı ve kullanıldığı bilgisine nereden ulaşabiliyor. Tarihin hangi döneminde güneş tapınağı olarak kullanılmış acaba, kimin tarafından ne için yapılmış? Cahil olup ta her konuda bir şeyler söyleme zorunluluğu hissetmek oldukça zor olsa gerek burada yazar “sâbiîliğin güneşe tapınma ağırlıklı olduğunu söylüyor.” Sâbiîlik konusunda Türkiye de otorite olan ve onların kaynak kitaplarını okuyabilecek derecede dillerine vakıf olan Doç Dr. Şinasi Gündüz, Sâbiîlerin inanç sistemlerinin gnostik din anlayışının bütün özelliklerini taşıdığını söyler ve şöyle devam eder: “Gnostik bir dualizm esasına dayalı olan teoloji, demiurg inancı, ruh tasavvuru, kutsal gizli bilgi (gnosis) ve kurtarıcı (redeemer) doktriniyle Sâbiîlik derli toplu tipik bir gnostik geleneği sergiler.” (Sâbiîler-son gnostikler-Şinasi Gündüz, s.64) "Sâbiîler yıldızlara tapıyorlardı. Yıldızların içinde de en başta, Ay ve Güneş sayılıyordu" diyen özellikle de güneşe taptığını söyleyen Turan’ın peşinden gidenlere şu örneği de verelim ki kılavuzlarını değiştirsinler. “İçinde bulunduğumuz yüzyılın ilk yarısında Iraklı yazar Abdurrezzak el-Hasanî, Sâbiîlerin kim oldukları nerede yaşadıkları, inanç ve ibadetleri hakkında bir çalışma yayınladı. Bu çalışmasında Sâbiîlerin yıldızların uluhiyetine inanan bir topluluk olduğunu ve yıldız ve gezegenlere tapınmanın Sâbiîlerin temel ibadet şekilleri arasında bulunduğunu iddia etti. Bu çalışmanın yayınlanması, Irak’ta yaşayan ve Arap komşularınca Sâbiî olarak isimlendirilen topluluk içinde büyük huzursuzlukların yayılmasına neden oldu. Zira bu itham, yani Sâbiîlerin yıldız ve gezegenlere tapanlar olduğu iddiası, Sâbiîler için dinlerinin temel inanç esaslarına zıt, kabul edilemez ağır bir suçlamaydı. Bunun üzerine Sâbiî toplumu bu Arap yazar aleyhine mahkemede dava açtı. İçlerinde bir de Ganzibra’nın (baş rahip) bulunduğu bir grup, yanlarına kutsal kitapları Ginza Rabba, Qolasta ve diğerlerini alarak mahkemeye gittiler. Mahkemede, Sâbiî teolojisinde yıldız ve gezegen kültünün kesinlikle reddedildiği ve yıldızlara ve gezegenlere tapanların lanetlendiği ifadeler, bu kutsal kitaplardan Arapçaya tercüme edilerek, yazarın iddiaları aleyhine delil olarak sunuldu ve yazar aleyhine tazminat davası açıldı.” (Abdurrezzak el-Hasanî, es-Sâbi'ûn fî Hâdirihim ve Mâdîhim, Sayda (1955). ss.7-8. Krş. Drower, E.S., The Mandaeans of Iraq and Iran, Oxford (1937), ss.xvii vd.; Şinasi Gündüz, Kur’an’daki Sâbiîlerin Kimliği Üzerine Bir Tahlil ve Değerlendirme, Türkiye I. Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu (24-25 Eylül 1992), Samsun 1992, ss. 43-81)
7-İslam öncesinin Mekke’sinde, “putataparlar” diye adlandırılan bir topluluğun ibadetleri arasında “oruç” da vardı. Bunu, Buhari’nin yer verdiği bir hadiste de açıkça görüyoruz: “Aişe anlatıyor: Islam öncesinde Kureyş, Aşure gününde oruç tutardı..”(Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’s Savm/1.)Burada sorulması gereken şu: ”Putlara taptıkları” söylenen insanlar, “oruç” tutarlarken “hangi Tanrı” için tutuyorlardı?
Müşrik kelimesinin, kafir-ateist kelimesiyle aynı olduğunu düşünen büyük araştırmacı-gazeteci yazar burada da çuvallamışMekkeli müşriklerin, Allah’ın varlığını kabul etmediklerini sanmış ya da işine öyle geldiği için bilmemezlikten gelmiş. Araplar Allah’ı biliyordu bunun en basit örneği Hz. Peygamberin babasının isminin Abdullah (Allah’ın kulu) olmasıdır. Ancak şefaat edecekler düşüncesiyle putlara taparak Allah’a şirk koşuyorlardı. Yani araplar tanrıya inanıyordu. Bu kısa bilgiyi, imam-hatipte okuyan herhangi bir öğrenciye sorsaydı öğrenir, Arapların kime ibadet ettikleri konusundaki cehaletini de gidermiş olurdu. "hangi tanrı için tutuyorlardı?" sorusunun cevabı,yaptıkları ibadetleri yaratıcı olduğuna inandıkları ilaha yapıyorlardı.
8-“Namaz gibi oruç da “Güneş”e ayarlı”…“Tabii, gecenin ve gündüzün aylarca sürdüğü yerler, kutuplar hesaba katılmamış.” Diyor.
“Zırva tevil kabul etmez” demişler ama ne yaparsınız. 15 asır önce gelen bir peygamber namaz ve oruç vakitlerini dijital saate göre mi ayarlayacaktı. İslam'da namaz, hac ve oruç vakitleri, modern toplumlardan en gelişmemiş toplumlara kadar her zaman ve mekanda geçerli olan her yerden görülebilen güneş ve aya göre tayin edilmiştir. “kutuplar hesaba katılmamış” diyerek aklınca ofsayttan gol atıyor, kendisi için bir hayli geç ama peşinden gidenlere “deccal hadisini” ve ondan çıkan hükümleri okumalarını tavsiye ederiz, normal şartlara uymayan bölgelerde namaz ve orucun nasıl olması gerektiğini öğrenirler belki.
9-Muhammed, 570 veya 571’de doğdu, 632’de öldü. 40 yaşında da “Tanrı ile insanlar arasında aracılık” görevini aldığını açıkladı. 61-62 yıllık yaşamı ve 21-22 yıllık “Tanrı’nın özel sözcülüğü” içinde topu topu 8 islam ramazanı var.Muhammed, 53 ya da 54 yaşında oruç buyruğunu aldığını söylemiş, 632 yılının ramazan ayına varmadan ölmüştür. İlk ramazanı Hicri 1 ramazan 2 (Miladi 26 Şubat 624), son ramazanı da Hicri 8 ramazan 9 (Miladi 12 Aralık 631) olup, günleri kısa olan kış aylarına rastlamıştır. Eğer, uzun yaz günlerinde de oruç tutturacak kadar tecrübesi olsa idi, muhtemelen, orucun katı kurallarını biraz daha yumuşatır, insanı sıcak yaz günlerinde uzun saatler boyu aç ve susuz bırakacak kadar sağlıksız bir adet koymazdı dinine..
Kendini zeki sanan yazar, Hz. Muhammed’in az oruç tuttuğu ve bunun da zaten kış günlerinde olduğunu söyleyerek, kendisinin yiyip içtiğini, orucun zorluklarını da müslümanların çektiğini ifade ediyor ve yalan yanlış bilgilerle dolu olan yazısını sona erdirmiş.Hem yazar nereden bilecek ki: Günde bir öğün yiyen Hz. Peygamber(s.a.) için oruç tutmak bir nimet çünkü oruçluyken günde iki öğün, iftar ve sahur da yemek yiyecek? Haftanın her pazartesi ve perşembe günü oruç tuttuğunu? Receb ve şaban aylarında çok fazla oruç tuttuğunu? Her ayın 13-14-15 inde oruç tuttuğu? Muharrem ayında üç gün oruç tuttuğunu?Günde ikinci öğün yemek yiyen eşi Hz Aişe’ye “Bir günde iki öğün yemek mi yiyorsun diye sitem ettiğini?.” Bazı günler de açlıktan diğer sahabeler gibi karnına taş bağladığını? Hz. Aişe’nin “aylarca evimizde ocak yanmazdı dediğini?” Eşi Hz. Aişe'nin karanlık çökünce yatsıdan sonra hemen uyuduklarını söylediğinde, "kandilde yağınız yok muydu? Diyen hanım sahabeye “yağımız olsaydı onu yakmaz, yerdik” dediğini.
Kaynaklar:1-Kurtubi,Abdullah Muhammed İbn Ahmed Ibn Ebî Bekr İbn Farh el-Kurtubî 2-İslam ve Bilim, Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr, s.10 3-Sâbiîler-son gnostikler- Doç. Dr.Şinasi Gündüz.
Rıza GÖRÜŞ
|
xxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxx
A) ATEİZM NEDİR?
1. Ateizmin Tanımı
2. Ateizmin Çeşitleri
a. Mutlak Ateizm
b. Teorik Ateizm
c. Pratik Ateizm
d. İlgisizlerin Ateizmi
e. İdeolojik (Materyalist) Ateizm
3. Ateizm Teriminin Yanlış Kullanımı
4. Ateizmin Tarihçesi
B) MUTLAK ATEİZMİN İMKÂNSIZLIĞI
Tanrı Kavramının Yaygınlığı
C) TEORİK ATEİZMİN TUTARSIZLIĞI
1. Ateizmin İddiaları
2. Bilimsellik ve Tanrı İnancı
3. Rasyonellik ve Tanrı İnancı
4. Mantıksallık ve Tanrı İnancı
5. Ahlâkî Özgürlük ve Tanrı İnancı
D) ATEİZMİN ÇÜRÜTÜLMESİ
1. Kanıt Problemi
2. Tanrı'nın Varlığının Delilleri
a. Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)
b. Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)
c. Nizam ve Gaye Delili (Teleolojik Kanıt)
Kötülük Problemi ve Ateizm
d. Psikolojik Delil (Dinî Tecrübe Kanıtı)
e. Ahlâk Delili
E) ÇAĞIMIZDAKİ ATEİST GÖRÜŞLERİN ÇIKMAZLARI
1. Modern Ön Yargılar
1. Comte'un Pozitivizmi
2. Feuerbach'ın Antropolojik Ateizmi
3. Karl Marx'ın Sosyopolitik Ateizmi
4. Freud'ün Psikanalitik Ateizmi
5. Nietzche ve Sartre'ın Varoluşçu Ateizmi
F) İDEOLOJİK ATEİZM
1. Bilimsel (Materyalist) Ateizm Dayatması
2. Bilimsel Ateizm Çarpıtması ve İslâmın Evrenselliği
G) ATEİZM VE İSLÂM GERÇEĞİ
1. İslâmiyet'in Ateizme Bakışı
2. Ateizmin İslâm'a Yaklaşımı
3. Ateizm Karşısında İslâm
SONSÖZ
KAYNAKÇA
Ana Sayfa
Kapak
e-mail
ATEİZM ELEŞTİRİSİ
Giriş
Tanrı nın varlığına inanma ya da inanmama konusu insanlık tarihinin en eski ve en tartışmalı problemlerinden birisidir. Hemen hemen herkes bir şekilde bu konuyla ilgilenmiş ve kendince bir kanaate ulaşmıştır. Günümüzde de bu konu bütün çekiciliği ve hareketliliği ile karşımızda durmaktadır.
Düşünce tarihinde konuyla ilgili olarak birbirine karşıt iki gelenek oluşmuştur. Bunlardan birincisi ve en yaygın olanı teizmdir. Diğeri ise birincisine oranla pek fazla kabul görmeyen ancak bazı çevrelerde etkili olan ateizmdir. Teizm Tanrı nın var olduğunu savunan ve bu Tanrı nın da aşkınlık, yaratıcılık, kişilik, iyilik, ezelîlik, ebedîlik v.b. gibi sıfatları olduğunu iddia eden felsefî ekolün adıdır. Bu ekol, kaynak itibariyle ilâhî olan ve evrenin Tanrı tarafından yaratıldığına inanan üç büyük dinin, yani Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet in Tanrı kavramını da felsefî bir üslûpla dile getiren ve savunan bir anlayıştır. Ateizm ise başta ilâhî olmak üzere bütün Tanrı kavramlarını reddeden bunun yanında evrenin de yaratılmadığına inanan felsefî ekoldür.
Söz konusu ekoller arasında çok ciddi tartışmalar olmuş, bu amaçla ciltler dolusu kitaplar yazılmıştır. Gerek teistler ve gerekse ateistler birbirlerini eleştirmek ve iddialarını çürütmek için çaba sarfetmişlerdir. Yapılan bu tartışmaların da genelde teorik ve pratik olmak üzere iki boyutu bulunmaktadır. Teorik tartışmaların özünde felsefî konular bulunmaktadır. Pratik tartışmalarda ise daha ziyade ideolojik amaçların ön plana çıktığı görülmektedir.
Tanrı´nın varlığına inananlarla inanmayanlar arasındaki tartışmaların özünde insanların niçin inandığı ya da inanmadığı gibi konular yer almamaktadır. Zaten bu ve benzeri konularda kimsenin kimseyi sorgulamaya ya da yargılamaya hakkı yoktur. Çünkü herkes olumlu ya da olumsuz olsun kendi inancıyla başbaşadır. Bu durum her iki taraf için de söz konusudur. Dolayısıyla gündeme gelen ve tartışılan şey belirli bir inancın kabulü olmayıp söz konusu inancın arkasında yatan gerekçeler ve fikrî alt yapılardır.
Tanrı ya inanan insanlar başta kendi hayatları olmak üzere topyekün evrenin varlığıyla ilgili olarak sistemli açıklamalar ortaya koymuşlardır. İnançlarıyla ilgili olarak da teorik açıdan mantıklı, tutarlı, rasyonel ve ahlâkî gerekçeler ileri sürmüşlerdir. Ateistler ise her ne kadar ortaya sistemli bir düşünce koyamamış ve insan varlığı ile ilgili kapsamlı bir bakış açısı getirememişseler de Tanrı´yla alâkalı birtakım tezler ileri sürmüşler ve dinî inançlar hakkında bazı iddialarda bulunmuşlardır. Bunlar içerisinde dikkate alınabilecek felsefî eleştiriler bulunduğu gibi, bünyesinde pek çok tutarsızlığı içeren ideolojik varsayımlarda yer almaktadır.
Ateistler ortaya tutarlı fikirler koyup insanları ikna etmeye çalışmak yerine, genelde tepkisel davranmış ve sadece karşı tarafın iddialarını eleştirme yoluna gitmişlerdir. Özellikle yüzyılımızda bu tepkiler pratikte yıkıcı tavra dönüşmüş ve hiçbir kural tanımamıştır. Eleştirilerin çoğunda da karşıdan istenen ölçütler alabildiğince ihlâl edilmiş, akıl dışı ve ön yargılı tavırlar sergilenmiştir.
"Ateizm ve Eleştirisi" başlığını taşıyan bu eserde ateizm çeşitli yönleriyle ele alınarak tartışılmıştır. Çalışmanın başında problem takdim edildikten sonra, konunun çeşitli boyutlarına değinilmiş ve ateizmin iddialarının yanlışlığına işaret edilmiştir. Problemin politik boyutu ele alınmış, ideolojik saplantılarla dîni inançlar arasındaki karşıtlıklar üzerinde durulmuştur. Bu çalışmada çoğu ateist olmak üzere pek çok düşünürün eserinden istifade edilmiştir. Ayrıca "Çağdaş İngiliz Felsefesinde Ateizm Problemi" başlıklı yayımlanmamış doktora tezimden de yararlanılmıştır.
Bu eserin hazırlanmasında yardımlarını esirgemeyen başta Prof. Dr. Mehmet S. Aydın olmak üzere değerli hocalarıma ve arkadaşlarıma, TDV İslâm Araştırmaları Merkezi yöneticilerine ve yayımlanmasını sağlayan TC Diyanet İşleri Başkanlığı Dinî Yayınlar Daire Başkanlığına teşekkür eder, çalışmanın konuyla ilgilenen herkese yararlı olmasını ümit ederim.
Dr. Aydın Topaloğlu Üsküdar 1998
Ateizm Nedir?
Ateizm terimi öncelikle felsefî bir kavram olup Tanrı inancı karşısında tepkisel bir düşünceyi dile getiren dünya görüşünün ismidir. Tarihte çok yaygın olmasa da eski dönemlerden itibaren günümüze kadar var olan ve bazı filozoflarca da dile getirilen önemli bir problemdir. Yüzyılımızın ilk yarısında da tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar yaygınlaşan ve kendine taraftar bulan bir düşünce akımıdır. Günümüzde ise eski gücünden uzaklaşan ve fikrî dayanaklarını da tek tek yitiren ideolojik bir tavırdır.
Ateizm kelimesi Yunanca da Tanrı anlamına gelen Theos tan türemiştir. Bu kelimeden de Tanrı inancına sahip olmak ya da Tanrı´ya inanmak anlamına gelen theism anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de İngilizce theism kelimesinin başına "a" ön takısının eklenmiş hali olup Türkçe de tanrıtanımazlık anlamına gelmektedir.(1) Bu eserde konu işlenirken tanrıtanımazlık ya da inançsızlık terimleri kullanılmakla birlikte dilimizde yaygınlık kazandığı için ateizm kelimesinin aynen kullanılması tercih edilmiştir.
Ateizm kavramı felsefî bir bakış açısını ifade etmenin yanında günlük dilde de belli bir yaşam tarzını ve davranış biçimini dile getirmektedir. Nitekim günlük dilde de benzeri bir düşünüşü dile getiren ya da ima eden kelimeler bulunmaktadır. Meselâ kültürümüzdeki "inançsız" veya "inkârcı" gibi kelimeler de bu terimin karşılığında kullanılmaktadır. Ayrıca bu kelime dinî literatürümüzdeki kâfir, müşrik, zındık ve özellikle mülhid gibi sözcüklerle de ifade edilebilmektedir.(2)Bu da problemin pratik boyutunun olduğunu ve sıradan insanların dahi böyle bir düşünüş ve inanış biçimine karşı yabancı olmadıklarını ortaya koymaktadır.
Felsefî bir problem olarak ateizmin tanımlanması bu terimin anlaşılması kadar kolay değildir. Bunun çeşitli gerekçeleri bulunmaktadır. Bunların arasında da ortada pek çok Tanrı kavramının, din anlayışının ve Tanrı inancıyla ilgili felsefî yaklaşımın bulunmasıdır. Buna karşın birbirinden farklı olan ateistik akımlar da mevcuttur. Dolayısıyla ortada net bir ateizm tanımından veya teizm biçiminden söz etmek mümkün olmayacaktır.
Ateizmin bir kavram olarak tanımlanması ve anlaşılması öncelikle ilâhî dinlerin Tanrı inancının ne olduğunun bilinmesiyle mümkün olacaktır. Çünkü ilâhî olmayan herhangi bir inancı (putperestliği, totemizmi, paganizmi vb.) ya da dinî (Budizmi, Şintoizmi, Afrika daki kabile inançlarını vb.) reddetmek mutlaka ateizm anlamına gelmeyecektir. Yine ateizmin tanımlanması için ilâhî dinlerde Tanrı inancıyla ilgili olarak peygamberlik ve âhiret inanışlarının da göz önünde bulundurulması gerekecektir. Bunun sebebi de ateizmin gerek kavram ve gerekse bir düşünce olarak söz konusu inançlara olan bağımlılığıdır. Çünkü böyle bir inanç olmasaydı zaten ateizm de olmayacaktı.
Bilindiği gibi dünya üzerinde birden fazla Tanrı anlayışı bulunmaktadır. Hatta ilâhî dinlerin yanında, aynı mezhebin veya ekolün dahi kendi içerisinde farklı yorumlara sahip olduğu görülmektedir. Bu noktadan bakıldığında her türlü Tanrı inancının veya dinin tam olarak ilâhî dinleri yansıtmadığı (bir anlamda teizm olmadığı) anlaşılmaktadır. Bu durumda dünya üzerinde tek tip bir dinî inançtan bahsetmek mümkün değildir.
Aynı şekilde ateizmi de geniş anlamda inançsızlık olarak ele alırsak yine dünyada tek çeşit bir inançsızlığın olmadığını görürüz. En azından şekil, yöntem, gerekçe ve amaç itibariyle bazı inançsızlıkların birbirinden farklı olduğunu tesbit edeceğiz. Dolayısıyla inançsızlık denilince hemen akla ateizm gelmemelidir. Meselâ insanların çoğu inanç sahibi ve bir dine mensup olmasına rağmen öteki dinleri reddetmektedirler. Diğerleri de aynı şekilde davranmakta, sadece kendi anlayışlarını savunarak karşısındaki inanışları yanlışlamaya çalışmaktadırlar. Bu duruma en bâriz bir şekilde Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet arasında karşılaşılmaktadır.
Hıristiyanlar İslâmiyet i (İslâm´ın ortaya koyduğu Allah kavramını) ve Hz. Muhammed i reddederken, müslümanlar da hıristiyanların teslîs, enkarnasyon ve aslî suç gibi inanışlarını reddetmekte ve Hz. İsa nın sadece bir peygamber ve bir insan olduğunu belirtmektedirler. Buna karşın yahudiler Tanrı nın İsrâiloğul-ları nı mümtaz kıldığını ve dolayısıyla kendi Tanrıları olduğunu söylerken, müslümanlar Tanrı nın bütün insanları eşit yarattığını, rengi, dili ve kültürü ne olursa olsun herkesi kucakladığını yani O nun evrensel olduğunu ifade etmişlerdir. Görüldüğü gibi kaynak itibariyle aynı Tanrı ya inandıkları halde dahi söz konusu dinlerin mensupları kendi aralarında ayrılmakta ve birbirlerinin Tanrı yorumunu kabul etmemektedirler.
Felsefe tarihinde dindar olmadığı halde Tanrı inancına sahip olan düşünürler de bulunmaktadır. Buna karşın günümüzde çok sık rastlandığı gibi özellikle Batı dünyasında görünüşte dindar olduğu halde gerçekte Tanrı ya inanmayan pek çok kişi vardır. Bu durum gerek teizmin ve gerekse ateizmin tanımlanmasında birtakım güçlüklerin bulunduğunu göstermektedir.
Dünyanın bazı bölgelerinde ateizmin ideolojik hale getirilmesi de tanım konusunda ayrı bir sıkıntı doğurmuştur. Meselâ özünde materyalist ve sosyalist olan politik yapılanmalarda ateizm insanlara kabul edilmesi gereken bir yaşam biçimi olarak sunulmuştur. Burada da ateizmin ideolojilerden bağımsız olarak kendi başına anlaşılma zorluğu bulunmaktadır.
Ateizm temelde Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi üç büyük ilâhî dinin Tanrı anlayışını kendine hedef olarak seçmektedir. Yorum farkları bir tarafa bırakılırsa, bu dinlere göre Tanrı, özünde ezelî ve ebedî olan, irade ve kişilik sahibi, aşkın bir varlıktır. Varlığı için hiçbir sebebe gereksinim duymayan bu varlık, maddî değildir ve görünen âlemin de ötesindedir. Nesneleri yoktan varkılmaya muktedir olan bu varlığın gücü de Tanrı olmak bakımından her şeyi yapmaya muktedirdir. Ayrıca yaratmış olduğu evreni ve içerisindeki varlıkları da şekillendirmekte, düzenlemekte ve işleyiş yasalarını belirlemektedir. Bir anlamda bu yasalar sayesinde onların varlıklarını devam ettirmelerine imkân tanımak-tadır.(3) Bu tanım çerçevesinde, Tanrı´nın varlığına inanan ve bu inancını da ifade eden kişiye mümin denmektedir. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist denmektedir. Yani bir anlamda ateist, ilâhî dinlerin ifade ettiği biçimde, varlığının öncesi veya sonrası bulunmayan, aşkın olan, evreni yaratan ve yasalarını belirleyen, irade ve kişilik sahibi olan, her şeyi yapma, bilme ve görme kudretinde bulunan, insanların hayrını dileyen ve onlara hayatı bahşeden bir varlığa inanmayan kişidir. Diğer bir deyişle ateist hem düşünce seviyesinde hem de günlük yaşantısında söz konusu Tanrı nın varlığını reddeden bununla birlikte peygamberi ve âhiret inançlarını da kabul etmeyen kişidir.
Dinler tarafından Tanrı´ya atfedilen nitelikler bazan çevreden çevreye değişebilmektedir. Özellikle yahudi ve hıristiyan düşünürlerin bir kısmı bu temel niteliklere sadık kalmakla birlikte, bazan kendi dışındakilerinin (müslümanlar) kabul edemeyeceği bir biçimde O nu yorumlamaktadırlar. Meselâ yahudilerin Tanrı´yı sadece İsrâiloğulları na ait millî bir Tanrı biçiminde görmelerine, hıristiyanların da Tanrı´yı bir yandan Baba (Father) olarak tasvir etmelerine diğer yandan onu oğul İsa biçiminde dünya´ya gelmiş olarak yorumlamalarına müslümanlar karşı çıkmışlardır.
Müslümanların söz konusu anlayışlara karşı çıkma gerekçeleri arasında her iki geleneğin özünden koptuğu, aslını değiştirdiği, akıl ve mantık dışına çıkıldığı gibi hususlar bulunmaktadır. Bir ateist her şeye rağmen bu dinlere ve Tanrı anlayışlarına açıkça karşı çıkmakta genelde de farklılıklarını düşünmeden her üçünü birden inkâr etmektedir.
Batı dünyasında ortaya çıkan felsefî ateizmin her ne kadar aşkın bir varlığa ya da yaratıcıya karşı tepki olarak ortaya çıktığı düşünülse de insanların inançsızlığa doğru sürüklenmesinde hıristiyanlığın kendine özgü yorumlarının ve kilise öğretilerinin de büyük rolü olmuştur. Nitekim İslâmiyet´in hıristiyanlıkla ilgili karşı çıktığı pek çok unsurun içerisinde bunlar bulunmaktadır. Ateistler açısından eleştiri konusu olan ve belki de dinden kopma sebebi olan bu inançların büyük bir kısmı müslümanlar tarafından da reddedilmiştir.(4)
Ateizmin Çeşitleri
a.Mutlak Ateizm
Bazı ateistlere göre "ateizm" Tanrı yı reddetmekten öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu tür bir ateizm mutlak ateizm olarak tanımlanmış ve taraftarlarına da mutlak ateist denmiştir.(5) Bu anlayışı savunanların arasında Baron D Holbach (1723-1789) ve Charles Bradlaugh gibi düşünürlerbulunmaktadır.
Mutlak ateizm ile ilgili pek çok tartışma yapılmıştır. İnsanların doğuştan inançsız oldukları iddiası yalanlanmış ve bazıları inkâr etse dahi hemen hemen bütün insanların zihin ve gönlünde bir yaratıcı fikrinin bulunduğu belirtilmiştir. Ayrıca mutlu ve sağlıklı günlerinde Tanrı yı inkâr eden ateistin sıkıntılı zamanlarında ona sığınması mutlak ateizmin imkânsızlığına dair bir örnek olarak ileri sürülmüştür. Bu tartışmalarla ilgili detaylı bilgi çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde verilecektir.
b. Teorik Ateizm
Ateizm birinci yaklaşımdan biraz farklı olarak "Tanrı´nın varlığını reddetmek" şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten ateizm biçimi de budur. Yani düşünerek tartışarak zihnî bir çabayla Tanrı nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır. Teorik ateizm de denen bu anlayış doğrultusunda dindarların iddiaları ve Tanrı´nın varlığı lehinde getirdikleri kanıtlar eleştiri konusu olmuş, bu süreçte Tanrı´nın varlığını çürütmeye yönelik karşı tezler ileri sürülmüştür.
Teorik ateizmde Tanrı´nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mûcize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve âhiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir ateizmde sadece teistik Tanrı kavramı hedef alınmamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer ekoller de reddedilmiştir.
Ateizmin Tanrı nın varlığının reddedilmesi şeklinde tanımlanması daha ziyade dindarlar tarafından yapılmıştır. Çünkü onlar açısından ateizm dine karşı bir tepkidir.(6) Dindarlara göre Tanrı zaten vardır. O´nun varlığı şüphesiz bir şekilde kabul edilmiştir. Yokluğunu düşünmek mümkün değildir. Durum böyle olunca varlığında kuşku bulunmayan Tanrı yı ateistler bilinçli olarak reddetmişlerdir.
Tanrı´nın varlığına inanan ve ateizmi yukarıdaki şekilde tanımlayanlara göre ateist niçin inanmadığını açıklamak ve temellendirmek durumundadır. Aksi takdirde o doğmatik bir tavırla, gerekçesiz yere Tanrı nın varlığını inkâr etmiş olacaktır. Kaldı ki ateizm lehine ileri sürülen gerekçelerin pek çoğu da inanan insanlara göre bir reaksiyonun ürünü olup içerisinde birtakım çelişkiler ve tutarsızlıkları barındırmak-tadır.
Her şeye rağmen ateistler de Tanrı yı reddetmekle kalmamış elbetteki birtakım gerekçeler ileri sürmüştür. Bunların yanında da inanan insanların Tanrı nın varlığı lehinde dile getirdiği kanıtları eleştirmeye çalışmışlardır. Böylece düşünce tarihinde çok ciddi ve renkli tartışmalar ortaya konmuştur. Bu gerekçelerin önemli bir kısımını da çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde ele almaya çalışacağız.
Ancak görünen o ki bu tartışmalarda ateistler sadece savunma ve karşı tarafın tezlerini yalanlama durumunda kalmıştır. Yani tartışmalarda kendilerine özgü güçlü tezler ileri sürememişlerdir. Teistlerin ellerinde ise inanmalarını gerektiren pek çok kanıt bulunmaktadır. Bunun yanında bir insanın çevresinde bulunan ve tecrübe ettiği günlük yaşantıya ait bilgiler de Tanrı inancına götürmektedir. Dolayısıyla eldeki kanıtlara bakıldığında ve ön yargısız olunduğunda Tanrı nın varlığını reddetmenin iyice zorlaştığı hatta imkânsız hale geldiği görülmektedir.
Elbetteki Tanrı nın varlığıyla ilgili söz konusu kanıtlara bazı eleştiriler getirmek mümkün olmuştur. Ancak kanıtların eleştirilmesi ya da onların zayıf noktalarına işaret edilmesiyle o kanıtların ana fikrinin çürütülebilmesi arasında büyük farklar bulunmaktadır.
c. Pratik Ateizm
Ateizm yukarıdaki tanımlardan biraz farklı olarak bazan da "sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı´yı günlük yaşama sokmamak" biçiminde tanımlanmıştır. Buna da pratik ateizm adı verilmiştir. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, Tanrı´sız bir dünya ve Tanrı´sız bir yaşam kurmayı istemektedir. Bunun yanında Tanrı yla alâkalı olarak en ufak bir şey düşünmemekte, kendini dinden, ibadetlerden ve bunlarla ilgili törenlerden de uzak tutmaya çalışmaktadır. Pratik ateizm anlayışında Tanrı´nın teorik tartışmalarla reddedilmesi ikinci planda kalmaktadır.(7)
Pratik ateistler aktif ve pasif olmak üzere kendi aralarında ikiye ayrılmışlardır. Pasif olanlar Tanrı nın varlığını reddetmekle birlikte, dinî inançlarla veya dindarlarla bir problemi bulunmayan, buna karşın kendi dünyalarında yaşayan ve içlerine kapanan kişilerdir.
Aktif olanlar ise gerek zihinlerinde ve gerekse günlük yaşantılarında Tanrı inancını reddeden bunun yanında çevresinde Tanrı yı hatırlatan her türlü fikir, sembol ve davranışa karşı savaş açan kişilerdir. Bu tür ateistler dindarlarla da her zaman mücadele etmeyi ve insanları dinsizleştirmeyi kendilerine amaç edinmişlerdir. Bu yüzden bu kişilere bazan militan ya da eylemci ateistler de denmektedir. Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F. Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır.(8) Söz konusu filozoflar teorik açıdan Tanrı inancını çürütmeye çalışmakla kalmamış ayrıca pratik olarak inançsız bir toplumun hayalini de kurmuşlardır.
Pratik olarak bir insanın inançsız olması ya da dinsiz yaşamaya çalışması oldukça zordur. Ancak yüzyılımızda ateizm bir inanç problemi olmaktan çıkarılmış, yıkıcı ve ahlâk dışı ideolojilerin aleti haline getirilmiştir. Yani bir anlamda insanlar kendilerini ya da bir başkasını, içi boş birtakım ilkeler uğruna dinsiz yaşamaya ya da moral değerleri terketmeye zorlamıştır. Böylelikle pratik ateizmin yaşama geçirilmesine imkân ve zemin hazırlanmıştır. Dolayısıyla pratik ateizm bir zorlamanın ve bir ideolojinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Gerçi bu zorlamanın arkasında kilisenin ve insan sevgisinden uzak olan bazı din anlayışlarının insanlar üzerindeki akıl almaz dayatmaları bulunsa da sonuç itibariyle kendileri daha büyük bir yanlışa düşmüş ve insan doğasına aykırı gelen davranışlar sergilemişlerdir.
Bu tür bir ateizme kapılan insanların büyük çoğunluğu yalnız kaldıklarında ya da bir şekilde yıkıcı ideolojilerin etkisinden kurtulduklarında daha sakin ve mantıklı düşünmeye başlamışlardır. Vicdanlarından gelen sese kulak vererek bazı anlamsız saplantılara ve kaçışlara son vermişlerdir. Hayata farklı bir şekilde bakmaya başlamış, evreni, yaşamı, doğayı ve canlılar dünyasını bir başka gözle seyretmeye koyulmuşlardır.
d. İlgisizlerin Ateizmi
Bir kısım düşünürler Tanrı´nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan bu konulara uzak durmayı tercih etmiştir. Her iki hususun da eşit derecede anlamsız bir iş olduğunu öne sürerek konuya ilgisiz kalmayı yeğlemişlerdir. Bu tür ateistlere göre insan, sadece var olanla yetinmeli görünen âlemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır. Tanrı nın varlığını iddia edenler de yokluğunu kanıtlamaya çalışanlar da yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü her ikisi de fizikî âlemin dışına ait tartışmalara girmiş ve boş şeyler konuşmuşlardır. Bu düşüncede olanlar kendilerini klasik anlamda ateist olarak adlandırmaktan da kaçınmışlardır. Ancak kendilerini ateist olarak görmemelerine rağmen bu kişilerin teist olduğunu söylemek de zordur. Dolayısıyla Tanrı nın varlığına ilgisiz kalmaları bir anlamda onu reddetmek gibi olacaktır. Çünkü onu kabul edilecek ya da inanılacak bir varlık olarak görmemektedirler. Yüzyılımızın ilk yarısında özellikle Avrupa da çok etkili olan mantıkçı pozitivizm ekolü bu tür bir anlayışın güçlenmesinde büyük rol oynamıştır.(9)
Ancak bu anlayışın sığlığı ve yetersizliği hemen göze çarpmaktadır. İnsanın doğasında düşünme ve akletme gücü vardır. Bu güçler de kendini sadece fizikî âlemle sınırlı görmemekte, daha da ileriye giderek varlığın öncesini, mevcut halini ve sonrasını düşünmektedir. Yine bu güçler sayesinde İnsan varlık âleminin sadece maddî olmadığına, yaşamın da o kadar basit ve anlamsız görünmediğine kanaat getirmektedir. İnsanların pek çoğu birtakım derin düşüncelere dalmakta ve kendi varlığıyla ilgili değerlendirmelerde bulunmaktadırlar.
İmdi bütün bunları göz ardı etmek ve neredeyse insanları en hayatî konulara karşı ilgisiz kalmaya çağırmak gülünç olacaktır. Zaten bunun gerek teoride ve gerekse pratikte imkânsız olacağı da muhakkaktır. Bir kısım insanların günlük yaşamın uğraşılarına dalarak ömrünü tüketmesi ve bazı değerlere karşı uzak kalarak dinî inançlara karşı ilgisizleşmesi, kayıtsız bir şekilde yaşaması, onların şanssızlığı olacaktır. Ancak bu durum başkalarını da aynı şekilde hareket etmeye sevkedemeyeceği gibi kimseyi de varlık üzerinde düşünmekten alıkoyamayacaktır.
e. İdeolojik (Materyalist) Ateizm
Özünde felsefî bir problem olan ateizm bazan da ideolojik bir ilke olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin in (1870-1924) görüşlerinden hareketle kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eski Sovyetler Birliği nde ve hâlâ bazı ülkelerde ateizm Marxist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve ilmi ateizm adıyla takdim edilmiştir.
Materyalizmin mutlak doğru olarak kabul edildiği komünizmle yönetilen ülkelerde ateizmin bilimsel (materyalist) temellere dayandığı söylenmiş, dinin de toplumsal (içtimaî) bir hadise olarak görüldüğü ifade edilmiştir. Bu yönüyle de ilmî ateizm kendini Batı´daki (felsefî) ateizmden ayrı görmüş, onları (yani Marxist ve materyalist olmayanları) burjuva ateizmi diye nitelemiş, kavramlarını ve üslûbunu eleştirmiştir. Bu çerçevede toplumdaki bütün dinî inançlar, kurumlar, ibadetler, törenler, alışkanlıklar, âdet ve gelenekler şiddetle reddedilmiş ve yasaklanmıştır.(10)
Tahmin edilebileceği gibi ilmî ateizm, dini içeriden değilde dışarıdan yıkmaya çalışmış ve bunu yaparken de onu birtakım kalıplara sokarak indirgemeci yaklaşımlarla izaha kalkmış ve ideolojik bir tavır içerisinde karalamıştır. Dolayısıyla bilim ve felsefe adına ideolojik ve politik amaçlar hedeflenmiştir. Ancak sonuç itibariyle ilmî ateizm de her türlü ideolojik desteğe rağmen insanın sorgulamasından kurtulamamış ve ciddi biçimde tenkide uğramıştır. Nitekim bu eleştiriyi yapanlar da bu tür bir ateizmi yıllarca yaşayan ve kendilerine propaganda edilenler olmuştur. Çalışmanın sonlarına doğru ilmî ateizmle ilgili geniş bilgi verilerek olumsuzlukları sergilenmeye çalışılacaktır.
Buraya kadar ana hatlarıyla özetlediğimiz gibi ateizm çeşitli biçimlerde anlaşılmış ve tanımlanmıştır. Kısaca inançsızlık ya da tanrıtanımazlık olarak ifade edilen ateizm, bazan zihinde Tanrı fikrinin bulunmaması (mutlak ateizm), bazan Tanrı nın varlığının bilinçli bir biçimde reddedilmesi (teorik ateizm), bazan Tanrı yokmuş gibi yaşam sürülmesi (pratik ateizm), bazan Tanrı nın varlığı tartışmalarına ilgisiz kalınması (ilgisizlerin ateizmi), bazan da ideolojik (materyalist) bir kabul biçiminde (ilmî ateizm) ortaya çıkmıştır.
Bu tanımların her birine inananlar tarafından çok ciddi eleştiriler getirilmiştir. Özellikle felsefî boyutta ateistlerin düşünceleri sorgulanmış ve fikirleri çürütülmüştür. Söz gelişi bir insanın tamamen inançsız olamayacağı ileri sürülmüş, Tanrı nın varlığını reddetmenin o kadar kolay olmadığı belirtilmiştir. Dini reddeden kişilere ortaya ne koydukları ve bir insanın nereye kadar Tanrı ya ilgisiz kalabileceği sorusu yöneltilmiştir. Bir insanın kendini ateist olarak görmesi mümkün olabilecektir. Ancak aynı derecede o kişinin ateizmini temellendirmesi ve herkesin kabul edebileceği ikna edici açıklamalar getirmesi kolay olmayacaktır.
Elbetteki bütün bu tartışmalar Tanrı nın varlığına inansın ya da inanmasın onu bir inanç problemi olarak gören kişiler için anlamlı olmuştur. Aksi takdirde, daha önce ifade edildiği gibi, ateizmi kendine bir ideoloji ya da inkârcı bir akım olarak seçen kişiler için bu tartışmaların hiçbir önemi bulunmayacaktır. Çünkü böyle bir kişi kendi kanaati dışındaki her şeyi daha işin başında reddedecek ve karşı tarafla fikir alışverişini düşünmeyecektir. Ancak dünya kurulduğu günden beri din karşıtı pek çok ideolojinin gelip geçtiği görülürken dinin (tevhid inancı) var olduğu ve sonsuza kadar da böyle gideceği muhakkaktır.
Ateizm Teriminin Hatalı Kullanımı
Ateizm terimi çeşitli nedenlerden dolayı farklı kavramlarla karıştırılmış ya da yanlış kullanılmıştır. Bunun en büyük nedeni de ekollerin veya kişilerin kendilerini net bir biçimde ortaya koymamaları ya da bazı kişilerin bunlar hakkındaki bilgisizliğidir. Ateizmin bir ekol olarak kendisiyle sık sık karıştırıldığı anlayışlar arasında deizm, panteizm veya agnostisizm gibi felsefî akımlar olduğu gibi bazı dinî anlayışlar da bulunmaktadır.
Bir insanın ateist olup olmadığı öylesine karar verilecek bir durum değildir. Önce ateizmin ne olduğunun bilinmesi gereklidir. Daha sonra bir insanın kendini ateist olarak görüp görmediği araştırılmalıdır. Ayrıca o kişinin ya da benimsediği fikrin ateizmle olan ilişkisi de iyice irdelenmelidir. Bütün bunlardan sonra terimin kullanımıyla ilgili sağlıklı bir sonuca varmak mümkün olacaktır.
Ateizm teriminin yanlış kullanılmasındaki en büyük etmen zaman içerisinde bu terimin bir başkasını itham biçiminde kullanılmış olmasıdır. Bazı kişilerin ateist olmadığı halde çeşitli gerekçelerle inançsız olarak suçlanmaları söz konusu olmuştur. Böyle bir probleme özellikle Ortaçağ Avrupası nda sıkça rastlanmıştır. O dönemde pek çok kişi kilise tarafından dışlanmış ve inkârcılıkla suçlanarak cezalandırılmıştır. Bunlar arasında da pek çok bilim adamı yer almaktadır. Ancak bu durum her din için de söz konusu olmamıştır. Buna karşın bazı kişiler de inanç kavramının sınırlarını geniş tutarak, dışarıda kimseyi bırakmamış, ateist olduğunu iddia eden kişileri dahi inançlı görmeye ve göstermeye çalışmıştır.
Ateist ithamının bazı teorik ve pratik gerekçeleri bulunabilmektedir. Bunların arasında Tanrı hakkında farklı yorumlara sahip olmak, geleneksel anlayıştan kopmak, mevcut yerel inançlara aykırı şeyleri dile getirmek, ya da toplumun mevcut değer ve ilkelerine ters düşmek gibi etmenler bulunabilmektedir. Bu konuda tarihte Sokrat ve eski Mısır krallarından Akhenatan gibi iki önemli örnek bulunmaktadır. Bu kişiler, içerisinde yaşadıkları toplumun dünyevî Tanrılarını (paganlar), mevcut dinî sembollerini ve ilgili figürlerini benimsemediği için ateist olmakla itham edilmiş ve yargılanarak öldürülmüşlerdir.(11)
İlk hıristiyanlar ve yine ilk müslümanlar da mevcut toplumun kutsal varlıklarını (put) reddetmelerinden dolayı ateist olarak suçlanmışlardır. Bu kişiler atalarının dininden ayrılmakla ve inançsız olmakla itham edilmişler ve şiddetli bir şekilde toplumun sahip olduğu eski alışkanlıkları kabullenmeye zorlanmışlardır. Bu suçlamalardan sonra onlar da kendilerini bağlı bulundukları toplumun tapınaklarından, kabile törenlerinden ve put diye adlandırdıkları heykellerden uzak tutmuş, bir süre sosyal hayattan çekilmek zorunda kalmışlardır.(12) Bu suçlamalara karşın onlar putları inkâr etmekle birlikte her şeyin ötesinde olan yaratıcı, gerçek Tanrı ya inandıklarını belirtmişlerdir.
İlk müslümanlar da Kâbe de bulunan putların kutsallığını reddetmiş, onları tapılmaya lâyık varlıklar olarak görmemişlerdir. Ayrıca toplumda yaygın olan sihir, büyü ve falcılık gibi bâtıl inançları da kabul etmemişlerdir. Bu durum karşısında kendi yaptıkları putlara tapan ve onlara kurban kesen Mekkeli müşrikler, müslüman olan kişileri gelenekten ayrılmakla suçlamış ve rahat bırakmamışlardır. Putperestler uzun bir süre tek Tanrı inancını benimsemekte zorlanmış, Tanrı ya ortak koşma (Tanrı dan başka kutsal varlıkların bulunduğunu kabullenme) alışkanlıklarından vazgeçmemişler-dir.
Görüldüğü gibi bir kişinin ateist olarak itham edilmesi çevreden çevreye değişmiş, bazan inananlar bazan da inanmayanlar bu ithamla karşılaşmış ve sıkıntı çekmişlerdir. Yüzyılımızda özellikle inançsızlığın ideoloji olarak yaygınlaştığı ve hâkim olduğu yerlerde yukarıdaki durumun tam tersi söz konusu olmuştur. Geçmişte olanların tersine inançlı olmak sorun olmuş ve pek çok insan Tanrı ya inandığı ya da öyle gösterildiği için zor durumda kalmıştır.
XIX. yüzyılın sonlarından XX. yüzyılın son çeyreğine kadar uzanan bir dönemde ateizm bazı ideolojiler tarafından fikrî bir problem olmaktan çıkarılıp politik bir mesele haline getirilmiştir. Bu durumda gerçekten ateist olmadığı halde bazı insanlar sadece mensup oldukları ideolojiye bakılarak ateist olarak tanımlanmış ya da propaganda amacıyla bilinçli bir biçimde öyle gösterilmeye çalışılmıştır. Özellikle Marxizm in hâkim olduğu yerlerde binlerce insan bu durumla karşı karşıya kalmıştır.
Kapitalizme karşı mücadele eden sosyalistler ateizmi ve dinsizliği, mücadelelerinin bir parçası olarak görmüşler, devrim gerçekleştirdikleri yerlerde de kitleleri dinsizliğe yöneltmişlerdir. Dolayısıyla bu hareketlerin içerisinde yer alan, ancak herhangi bir dine inanan (yahudi, hıristiyan veya müslüman) binlerce insan yapay istatistiklerle ateist olarak gösterilmiştir. Bu kişilere gerçekte ne oldukları, ne düşündükleri ve neye inandıkları sorulmamıştır. Yine bunların yalnız başlarına kaldıklarında, ideolojilerden bağımsız bir şekilde verecekleri kararları de dikkate alınmamıştır.
Sonuçta, fikrî bir çabayla Tanrı inancını reddetmeyen kişilerin ateist oldukları iddiası ciddi bir tartışma konusudur. Çünkü Tanrı inancının kabulü veya reddi özgür bir ortamda yapılacak kişisel bir tercihle alâkalı şeydir.
Ateizm terimi bazan yanlış kullanılırken bazan da diğer ekollerle de karıştırılmıştır. Meselâ ateizmin sınırlarının geniş tutulması sonucu panteist düşünürlerin yanında, bazan agnostik (bilinemezci) ve deist (Tanrı ya inanan ancak vahyi reddeden) düşünürler de inançsız olarak değerlendirilmiştir. Halbuki bunlar birbirlerinden oldukça farklıdır. Yanlış anlamalara meydan vermemek için söz konusu ekollerle ilgili kısaca bilgi vermeyi ve ateizmle olan ilişkilerini açıklamayı yararlı görmekteyim:
Ateizmle bazan karıştırılan deizm, varlığı akılla bilinen bir Tanrı anlayışı olarak tanımlanmıştır. XVII. ve XVIII. yüzyıllardan itibaren de Avrupada evrenin ötesinde var olan bir Tanrı´yı kabul etmek, ancak bunun yanında vahye ve peygamberliğe karşı çıkmak olarak bilinmeye başlanmıştır. Bizim kültürümüzde de bu ve benzeri düşünceler bir şekilde savunulmuş ve taraftar bulmuştur.
Latince Tanrı anlamına gelen "deus" kökünden geldiği için, başlangıçta ateizmin karşıtı olarak kullanılan bu isim daha sonraları, Hıristiyanlığa bir tepki olarak kendini göstermiş, Tanrı inancını korumakla birlikte, kilisenin tutumuna duyulan şiddetli tepki yüzünden vahiy, peygamberlik ve mûcize gibi dinî değerlere karşı çıkmanın sembolü olmuştur.(13) Evrenin ötesinde bulunan, bununla birlikte yaşama ve dünyaya müdahale etmeyen Tanrı anlayışı ile deizm, geleneksel dine (kilise ve ruhbanlığa) ters düşmesine rağmen ateizm olarak değerlendirilmemiştir. Çünkü kendileri şöyle ya da böyle bir Tanrı inancına sahip olmuş ve ateizmi kabullenmemişlerdir.
Panteizm ise Tanrı-evren özdeşliğini ileri sürmüş Tanrı nın evrenden ayrı olarak zâtî varlığını reddetmiştir.(14) Panteizme göre Tanrı evrenin aşkın nedeni değildir. Zaten Tanrı yla evren arasında teizmde olduğu gibi yaratıcı ve evren ilişkisi de söz konusu değildir. Bu görüşleriyle panteistler gerek Batı´da ve gerekse Doğu´da olsun bazı kişiler tarafından ateizmle itham edilmişlerdir.
İslâm tasavvufunda da bazı mistik düşünürler için panteist terimi kullanılmıştır. Panteistleri ateist görme eğilimi bazan bu kişiler için de söz konusu olmuş ve bunların inançlarına kuşkuyla bakılmıştır. Ancak her şeye rağmen Tanrı inancını reddetmedikleri için panteistleri ateist olarak görmek doğru olmayacaktır.(15) Çünkü onlar Tanrı nın varlığını inkâr etmemekte sadece mahiyetini farklı yorumlamaktadırlar.
Bazı düşünürler ise ne Tanrı inancını ne de inançsızlığı kabul etmişlerdir. Kendilerini inanmakla inanmamak arasında, orta bir yerde gören ve agnostik (bilinemezci) olarak tanımlayan bu düşünürler, Tanrı´nın varlığı hakkında da olumlu ya da olumsuz bir hüküm vermekten kaçınmışlardır.(16) Ancak bu kişilere yanlış da olsa genellikle ateist denmiştir.
Agnostiklere göre Tanrı´nın varlığı meselesi insan aklının ötesinde bir konudur. O halde böyle bir varlık hakkında konuşmak veya hüküm vermek de imkânsızdır. Dolayısıyla agnostikler Tanrı inancı karşısında tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir. Ancak onların bu tarafsızlığı bazan ateizm olarak da değerlendirilmiştir. Her ne kadar bazı agnostiklerin tavırları ve yaşamları onların ateist olduğu izlenimini vermekteyse de bir kısmı kendilerinin felsefî açıdan ateist olmadığını ifade etmiştir. Meselâ ateist olarak bilinen ünlü düşünürlerden Bertrand Russell (1872-1970) felsefî açıdan kendini agnostik olarak tanımlamıştır. Çünkü ona göre her şeye rağmen elimizde Tanrı´nın yokluğunu kanıtlayacak yeterli bir delil mevcut değildir.(17)
Görüldüğü gibi agnostisizmle ateizm birbirinden farklı ekollerdir. Dinî reddetmeleri her ikisinin de aynı çizgide olduğunu göstermez. Agnostikler Tanrı inancını reddetmenin yanında ateizmi de eşit derecede reddetmiştir. Her ne kadar din karşısındaki kararsız ve tarafsız tutumları nedeniyle gizli ateist olmakla suçlanmışlarsa da onlar bu suçlamalara karşı çıkmışlardır. Zaten kendileri de ateistlerden farklı olduklarını söylemişlerdir.(18)
Tarihte Ateizm
Ateizmin tarihi Tanrı inancı kadar olmasa da çok gerilere kadar gitmektedir. Ancak tarihi çok eskilere giden bu ateizm biçimi bizim bugünkü anlamda anladığımız dinî inançların eleştirisi gibi değildir. Çünkü ateizm öncelikle Tanrı inancına karşı bir tür tepkidir. Dolayısıyla ateizmin Tanrı inancının bulunduğu ve bu inancın dile getirildiği yerde ortaya çıkma ihtimali daha yüksektir.
İster geniş anlamda herhangi bir Tanrı anlayışına karşı inançsızlık olarak düşünülsün, isterse felsefî anlamda "teizmin reddi" olarak alınsın, ateizmin tarihçesini düşünce tarihinde ana hatlarıyla İlkçağ (Antik dönem), Yeniçağ ve modern dönem olmak üzere üç safhada ele almak mümkündür. Bu tasnifin yanında kutsal kitaplardan ve peygamberlerin sözlerinden aldığımız bilgilere göre çok eski dönemlerden itibaren bir kısım insanların inançsız olduklarını ve dinle mücadele ettiklerini de öğrenmekteyiz. Bu insanlar Tanrı inancına şiddetle karşı çıkmış, çoğunluğu ahlâksızlıkta ileriye gitmiş, peygamberlerin uyarılarını da kabul etmemişlerdir.
Ateizmin geniş anlamda inançsızlık olarak görüldüğü İlkçağ da Epikuroscular, şüpheciler ve Atinalı sofistler ilk göze çarpanlar olmuştur. Yine bu dönemde Epikuros (m.ö. 341-270), Lucretius (m.ö. 94-55 ) ve Democritus´un (m.ö. 460-370) fikirleriyle oluşan Yunan atomculuğu ya da klasik materyalizm de inançsızlıkta önemli bir rol oynamıştır. Bilindiği gibi materyalizm maddenin yaratılmadığını, düşünceden önce geldiğini ve hiçbir şeyin yoktan var olmadığını iddia etmiştir. Bunun yanında doğa üstü bir gücün (Tanrı) varlığını da reddetmiştir.(19) Materyalizm günümüze kadar çeşitli biçimlerde de olsa devam etmiş ve etkisini sürdürmüştür.
Bazı çevrelerce düşünce tarihinde ateizmin Tanrı inancından önce geldiği ve Antikçağ daki bütün düşünürlerin de inançsız olduğu ileri sürülmüştür. Özellikle materyalist ateistlerin ileri sürmüş olduğu bu var sayımlar gerçeği yansıtmamaktadır. Materyalizmin tarihi elbetteki çok gerilere gitmektedir. Nitekim yukarıda isimleri anılan filozoflar bunlar arasında en meşhur olanlarıdır. Ancak tarihteki her filozof materyalist olmadığı gibi materyalist olanların sayısı da bütün filozoflar göz önünde bulundurulduğunda çok sınırlı kalmaktadır. Kaldı ki geçmişte veya günümüzde ateist olduğu halde kendini materyalist görmeyen pek çok kişi bulunmaktadır.
Materyalizmi Antik dönemin ateizmi olarak kabul edebiliriz. Ancak ifade edildiği gibi Antik dönemde materyalist olmayan ve dolayısıyla kendilerine ateist denilemeyecek düşünürler de bulunmaktadır. Kaldı ki tabiatla ilgili çalışma-larda bulunan herkesi ateist görmek de mümkün değildir. Sokrat (m.ö.470-399) öncesi dönemde yetişen ve günümüze kıyasla bazı çevrelerce gerçek filozof olarak nitelenen Xenophanes, Heraklitos, Empedokles ve Anaxagoras gibi düşünürlerin fikirlerindeTanrı kavramıyla paralellik arzeden pek çok nokta bulunmaktadır.(20) Bu filozofların düşüncelerine baktığımızda maddî dünyanın ötesinde var kabul ettikleri ve kendisiyle bütün varlığı açıkladıkları soyut bir kavrama da rastlamaktayız. Dolayısıyla tabiatla ilgili çalışmalarda bulundukları için Antik dönemi bütünüyle ateist görmek ve bu yanlış tesbiti de ideolojik amaçlar uğruna çeşitli şekillerde tekrarlamak yanlış olacaktır.
Ortaçağ da monoteizmin (tek tanrıcılık) ağırlığını hissettirmesinden dolayı açıkça bir inançsızlık görülmemiştir. Her ne kadar bu dönemde hıristiyan dünyasında kiliseye ve kilise öğretilerine karşı içten içe bir tepki ve nefret oluşmuşsa da bunlar gizlilikten kurtulamamış ve baskılardan dolayı açığa çıkamamıştır. Vanini (1585-1619) ve Bruno (1548-1600) gibi kiliseye aykırı konuşan kişiler de bu dönemde yargılanmışlardır. Zaten Aydınlanma dönemiyle birlikte ortaya çıkan ve modern dönemde iyice belirginleşen din düşmanlığının temelinde de Ortaçağ da kilisenin Tanrı adına yapmış olduğu insanlık dışı uygulamaların büyük rolü olmuştur.
İslâm dünyasında da ateizm bugünkü anladığımız anlamda pek yaygın ve etkili olamamıştır. Bununla birlikte ateizm denilince İslam tarihinde akla iki isim gelmektedir: Yahya b. İshak er-Râvendî (H. 205-245) ve Ebû Bekir Muhammed ibn Zekeriyya er-Râzî (865-932). Bu düşünürler vahiy, peygamberlik ve mucize gibi dinî inançları eleştirmiş ve geleneğe aykırı şeyler söylemişlerdir. Ravendi hakkında elde kesin bilgiler olmamakla birlikte ona nisbet edilen fikirlere bakıldığında tabiatçı ve maddeci olduğu, ilâhî hikmeti reddettiği ve Kur an a inanmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bu ve benzeri görüşlerin Ravendi den ziyade hocası olan Ebû İsa el-Varrak a ait olduğu, onun ateist olmadığı buna karşın deizmi benimsediği ifade edilmiştir.(21)
Ateist olarak meşhur olan Râzi İslâm dünyasında Tabiat Felsefesinin kurucusu sayılmaktadır. Ancak O nun ateist (mülhid) olarak bilinmesine rağmen felsefî sisteminde Tanrı ya yer verdiği ve onu beş ezelî ilkeden biri olarak gördüğü-diğer ilkeler Ruh, Madde, Mekân, ve Zaman-bilinmektedir.
Ravendi gibi Razi nin de kesin olarak ateist olup olmadığıyla ilgili elde kesin bilgiler bulunmamaktadır. Ancak dinî kurumlarla özellikle peygamberlik kavramıyla mücadele ettikleri açıktır. İslâm dünyasında bu düşünürlerin yanı sıra zaman zaman ateistlerle aynı çizgiye konan, dehrî ve zındık diye adlandırılan kişiler de olmuştur.(22)
Ortaçağ da felsefî anlamda ateizmin yaygın olmayışının iki temel gerekçesi bulunmaktadır. Bunların birincisi yukarıda da kısaca ifade edildiği gibi kilisenin baskısıdır. İkincisi ve en önemli nedeni ise ateizmin ortaya çıkabileceği fikrî bir boşluğun bulunmamış olmasıdır. Ortaçağ´da dinî düşünce zirvede olmuş ve çok çeşitli düşünürlerce de dile getirilip mantıklı bir biçimde temellendirilmiştir. Dolayısıyla o dönemde sadece baskılardan dolayı değil, güçlü düşünce ekollerinin bulunmasından dolayı da ateistlerin fikrî düzeyde azınlıkta kaldıkları görülmüştür.
Bazı kişiler hiçbir şekilde materyalist bir düşünceye sahip olmayan İbn Sînâ (980-1037), Fârâbî (870-950), Harizmî (ö. 847), Bîrûnî, İbn Rüşd (1126-1198) gibi filozofların fikirlerini, bunların tıp, coğrafya, kimya gibi pozitif bilimlerle ilgili çalışmalarını kasıtlı olarak dinin aleyhindeymiş gibi göstermeye çalışmışlardır. Halbuki bu ve benzeri düşünürler bırakınız dine düşman olmayı, aksine onun felsefî temellerini ortaya koymaya çalışan kişiler olmuşlardır. Bir anlamda bunlar İslâm kültürünü yaymak ve güzel bir medeniyet kurmuş olmak için olanca güçleriyle çalışmışlardır. Söz konusu filozoflar için felsefenin genel amacı iddiaların aksine dinsizlik değil, Tanrı nın bilgisine ulaşmak ve O nun varlığını ispatlamaktır. Onları diğer âlimlerden (teologlar, hukukçular, mistikler v.s.) ayıran fikirlerinin bulunması, dinden uzaklaşmalarının kanıtı değil bilakis İslâm kültüründeki çok sesliliğin, fikrî müsamahanın ve pozitif bilimlere verilen önemin ispatıdır. Gerek dinî bilimlerle, gerekse pozitif bilim dallarıyla ilgilenen müslümanlar, yaptıkları çalışmaların dinin bir emri olduğunu ifade etmişlerdir. Bu durum da geçmişte olduğu gibi günümüzde de pek çok düşünürün bilimle din arasında karşıtlık düşünmediğini açıklığa kavuşturmaktadır.
XVII. yüzyılda gerçekleşen Rönesans la birlikte yeni bir anlayış ortaya çıkmıştır. Akılcılığın hâkim olduğu bu yeni dönemde bazı çevrelerde sadece doğal bilimlerin değil dinî hakikatlerin de akılla temellendirilebileceği kanaati yaygınlaşmıştır. Ancak bu kanaaatin yayılması uzun sürmemiş, akılla metafiziğin kurulabileceği inancına ciddi eleştiriler getirilmiştir. Bu eleştiriler çoğunlukla maddecilerden kaynaklandığı gibi, dinde akıldan ziyade inanca önem veren bazı dindar insanlardan da gelmiştir. XVIII. yüzyılla birlikte Aydınlanma dönemi başlamış bu çerçevede metafiziğe karşı sistemli bir şüphecilik oluşmuştur.
Modern dönemde bazı çevreler geçmişte görülen kilisenin keyfî yorum ve uygulamalarını ateizme ve materyalizme basamak olarak kullanmış, dine ve Tanrı inancına karşı olan nefreti körüklemişlerdir. Ancak fikrî düzeyde sadece felsefî bir tercih konusu olan ateizmin modern dönemde politikaya âlet edilmesi ve bazı ideolojilere temel kılınması da insanlığı ayrı bir felâkete sürüklemiş, bilgisizlikten kaynaklanan dinî bağnazlığın yol açtığı felâketlerden daha büyük acılara ve ıstıraplara zemin hazırlamıştır.
Ateizm XIX. yüzyıldan itibaren yeni bir karakter kazanmıştır. Bazı çevrelerce bilimsel çalışmalar dinin aleyhinde görülmüş, pozitif bilimlerdeki çeşitli araştırmalar ve var sayımlar dinî inançların çürütülmesi amacıyla kullanılmaya çalışılmıştır. Ayrıca modern dönemde Batı´da insan özgürlüğü ile Tanrı iradesi (Kilise doktrinleri) arasında derin bir uçurum oluşmuş ve insanlar kendilerini bu ikilem içerisinde bulmuşlardır. Bu dönemde Tanrı problemi, ateistlerce insanın özüne yabancılaşması ve özgürlüğünü kaybetmesi açısından da temel bir mesele olarak gözükmüş-tür.(23)
Schopenhauer (1788-1860), Auguste Comte (1798-1857), Feuerbach (1804-1872), Marx (1818-1883), Nietzsche (1844-1900), Freud (1856-1939), Sartre (1905-1980) ve Ayer (1910-1989) gibi filozoflar modern dönemde ateizmin öncüleri olmuştur. Bu dönemde genelde bütün dinler, özelde ise Hıristiyanlık çeşitli biçimlerde eleştirilip reddedilmiştir.
Modern dönemde materyalizm çeşitli biçimlerde savunulmaya devam etmiştir. Materyalizmin iddiaları özellikle Marxist çevrelerde yenilenmiş ve bilimsel ateizm adı altında savunulmuştur. Yine bu dönemde Comte un pozitivizmi ve diğer pozitivist akımlar da inançsızlık adına etkin bir rol oynamıştır. Bu akımların en etkili silahı da pozitif bilimler (doğrusu bilimsel var sayımlar) olmuştur. Şöyle ki:
XVIII. yüzyılın sonlarıyla XIX. yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli gerekçelerle bilim ile din arasında bir karşıtlık kurulmuş ve bilim adına bu sözde karşıtlık her fırsatta yenilenmiştir. Bilimin mutlaklığına inanan dolayısıyla bilimden hareketle dini eleştiren ve reddeden ateist düşünürler çağımızda kendilerince bilim dışı olan her türlü inancın, değerin ve yaklaşımın da artık bir kenara bırakılmasını istemişlerdir.
Günümüzde dini reddedenlerce ileri sürülen ve birer var sayım niteliğinde olan bazı iddialar sanki doğrulanmış genel geçer yasalarmış gibi kabul edilmiştir. Hatta bazı çevrelerde bu iddialar, birer ideoloji dogması haline getirilmiş, tartışıl-masına ve eleştirilmesine dahi fırsat verilmemiştir. Tanrı inancı ve din olgusu yanlış (yapay) olarak kabul edilmiş, bu inancı anlamak yerine, sadece onun niçin ve nasıl var olduğuna dair açıklama girişimlerine başvurulmuştur. İndirgemeci bir tutumla bu inançlar pozitivist bir ilke veya ön kabulden hareketle izah edilmeye çalışılmıştır.
Modern dönemde bilimi esas alıp dini reddeden düşünürler, evreni bilimsel bir biçimde ele alma, inceleme ve yorumlamayı hedeflemişler ve dünyada olup biten her şeyin de pozitif bilimle açıklanması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bunun yanında da dinin böyle bir düşüncenin karşısında yer aldığı yalanını yaymaya çalışmışlardır.
Dinin pozitif bilime karşı çıktığını söyleyenler, insanların gözünü boyamak için evren ve yaşamla ilgili vahiy kaynaklı açıklamaları bilinçli olarak çarpıtmışlardır. Hatta onların gündeme getirilmesini, savunulmasını bilim çevrelerinde tartışılmasını dahi yasaklamışlardır.
Konunun daha iyi anlaşılması için bazı düşünürlerin iddialarını aktarmakta yarar görüyorum. Ancak çalışmanın ilerleyen bölümlerinde söz konusu fikirleri daha detaylı olarak ele alıp tartışacağımız için, burada onları özetlemekle yetineceğiz.
Modern dönemde Auguste Comte evrimci bir yaklaşımla üç hal yasası denilen bir yöntemi kullanmış, tarihi kendine göre teolojik, metafizik ve pozitivist olmak üzere üç döneme ayırarak insanlığın gelişimini izah etmek istemiştir. İnsanlığın bugünkü halini de bu tarihi evrimin bir sonucu olarak görmüştür. Comte a göre İnsan son dönemde bilim sayesinde olgunluğa ermiş olacak ve dini bir kenara bıraka-caktır. Ancak Comte daha kendi yaşamında fikirleriyle çelişmiş ve tutarsız davranışlar sergilemiştir.
Bugün geçerliliği olmayan bu tesbit ne yazık ki bazı çevrelerde hâlâ ciddiye alınmakta ve sorgulanmadan kabul edilmektedir. Halbuki Tanrı inancının bütün gücüyle ayakta olması ve her şeye rağmen dünyanın pek çok yerinde dinî inançların yaşamlarını devam ettirmeleri Comte un fikirlerinin yanlış olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
İnsan var olduğu ilk günde dahi şu anda sahip olduğu bütün nitelikleriyle birlikte donatılmış ve kendine bütün yetenekleri verilmiştir. Dolayısıyla varlığının ilk yıllarında o, basit bir canlı varlık ya da hayvanımsı bir yaratık değildir. Böyle olmadığı da Tanrı ya inansın veya inanmasın pek çok bilim adamının ifade ettiği şeydir.
Durum böyle olunca bazı pozitivistlerin ortaya çıkıp da insanın doğası başlangıçta böyle idi, daha sonra şöyle gelişti ve günümüzde ise bu hali aldı demeleri gülünç olacaktır. İnsan var olduğu (yaratıldığı) ilk günden itibaren insandır. Baştan beri düşünme, hareket etme ve beslenme gücüne sahiptir. Elbetteki o günden itibaren de kendini ve evreni varkılan bir yaratıcıyı aramıştır. Tanrı nın muazzam gücü karşısında ona hayranlık duymuş ve şükretmiştir. Bu inanç ve hayranlık bütün karşıt düşüncelere rağmen bugün de devam etmektedir. Gelecekte de böyle olacaktır.
Evrim düşüncesine sahip olanların iddia ettiği gibi zamanla değişen (gelişen) şey insanın doğası ve inancı olmayıp dünya ile ilgili olan tecrübe ve bilgisidir. Nitekim bunun sonu da yoktur. Hergün ortaya yeni bir şey çıkmakta ve her an yeni şeyler icat edilmektedir. Ancak değişen şeylerin yanında kalıcı olan değerler de vardır. Bunların arasında da etik (ahlâkî), estetik ve dinî değerler bulunmaktadır. Ayrıca bunlar insan doğasının ayrılmaz vasıflarıdır da. Sonuçta insanı ve Tanrı inancını düne veya bugüne göre değerlendirmek ya da ileride başka türlü olacağını söylemek başarısızlığa mahkûm olacak bir durumdur.
Modern dönemin en ünlü ateistleri arasında Feuerbach ve Marx bulunmaktadır. Tanrı inancını antropolojik bir yaklaşımla açıklamaya çalışan Feuerbach The Essence of Christianity adlı eserinde ateizmi gerçek bir hümanizm olarak tanımlamış, Tanrı kavramının da insan aklının kendi doğasını dışarıya yansıtması sonucu oluştuğunu söylemiştir. Ona göre İnsanın Tanrı´nın varlığına inanması, bir anlamda kendi benliğini yalanlaması, özüne yabancılaşması ve fakirleşmesi olacaktır.(24) Feuerbach´ın fikirleri yaşadığı dönemde oldukça etkili olmuş başta Marx ve Freud olmak üzere pek çok düşünürü derinden etkilemiştir.
Marx ise XIX. yüzyıl Avrupasında, burjuvazi ve kapitalizmin egemen olduğu toplumda dinin rolünü ele almıştır. Marx´a göre böyle bir toplumda din (kilise) insanı etkisiz hale getirerek uyuşturmuştur. Dolayısıyla Marx a göre sosyalizm kurulmalı,(25) bu sayede sosyal ve politik açıdan insanların özgürlüğü sağlanmalı, dolayısıyla din duygusu-nun oluştuğu kaynaklar da kurutulmalıdır.(26) Marx ın fikirleri de yüzyılımızda derin etkiler uyandırmış pek çok insanı peşinden sürüklemiştir. Ancak ekonomik ve sosyal yapının değişmesiyle birlikte Marx ın fikirlerinin de pratikte fazla bir ağırlığı kalmamıştır.
Modern dönemde ateizmin bir diğer öncüsü Freud ise, insandaki Tanrı inancını psikolojik tahlillerle açıklamaya çalışmış, din duygusunu insanlığın en eski, en güçlü ve en kaçınılmaz arzusu olarak değerlendirmiştir. Bu duyguyu da çocuksu bir yanılgı (hayal) olarak ifade etmiştir. The Future of an İllusion adlı eserinde de Tanrı inancını, çocuktaki baba imajının yüceltilmiş bir yansıması olarak ileri sürmüştür.(27)
Diğer bir ateist Nietzche ise inançsızlığa farklı bir temel oluşturmuş özellikle Hıristiyanlığın Tanrı anlayışını şiddetle reddetmiştir. Tanrı inancını içeren bütün gelenek ve değerlere şüpheci bir yaklaşım sergileyen Nietzche, Tanrı´yı (İsa) inanılmaya değer bir varlık olarak bulmamıştır. Dramatik bir üslûpla "Tanrı (İsa) öldü. O´nu biz öldürdük" diyen Nietzche bu sözüyle Tanrı kavramının ve bu kavram üzerine kurulan inançların bütünüyle bir kenara bırakılmasını arzulamış ve Tanrı´sız bir hayatı amaçlamıştır.(28)
Modern dönemin en ünlü ateistlerinden biri de J. P. Sartre olmuştur. İnsanın özgürlüğe mahkûm olduğunu iddia eden Sartre, Tanrı fikrinin insanın kendini tanrılaştırma ve kendini Tanrı olarak görme arzusunun bir sonucu olduğunu iddia etmiştir. Sartre´a göre varlığı özünden önce gelen tek varlık insandır. Bu insan var olduktan sonra özünü, doğasını ve değerlerini oluşturmakta ve kendini öylece tanımlamaktadır. Dolayısıyla Sartre a göre insanın özgürlüğü açısından Tanrı var olmamalıdır. Tanrı olmadığı için de herhangi bir mutlak değerden söz edilmeyeceğini söyleyen Sartre(29) Var oluşçuluk akımının da önemli ateist filozoflarından biri olmuştur.
Batılı düşünürler Hıristiyan dünyasının krizleriyle ortaya çıkan ve Batı kültürü için çözüm olabilecek iddialarda bulunmuşlardır. Buna karşın müslümanların yaşadığı bir ortamda aynı sorunların ve aynı görüşlerin ortaya çıkma ihtimali oldukça zayıftır. Dolayısıyla bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Ancak burada üzücü olan şey Batı için önemli ve anlamlı olan bu düşüncelerin diğer kültürlere de aynen yansıtılması ve kabul ettirilmeye çalışılmasıdır. Halbuki her kültürün kendine has özelliklerinin yanı sıra, kendine özgü hayat anlayışı ve kendini diğer kültürlerden ayıran iç dinamikleri vardır.
Yukarıda adlarını andığım düşünürler yüzyılımızda insanlar üzerinde büyük izler bırakmış ve ateizmin öncüleri olmuşlardır. Fikirleri çok ciddi eleştirilere uğramıştır. Bunların düşüncelerinin günümüzde de devam ettiğini ya da güçlü olduğunu söylemek çok zor olacaktır. Günümüz insanı geçmişe oranla çok farklı bilgilere sahiptir. Dolayısıyla pek çok şeyi geride bırakmıştır. Yine insanlık doğruluğundan şüphe duyulmayan pek çok iddianın yanlış çıktığını tecrübe etmiş, kendi hayrına olduğu söylenen inkârcı ve yıkıcı ideolojilerin de neye mal olduğunu yakinen tecrübe etmiştir.
İnsanlık var olduğu sürece düşünce ve inançlardaki çeşitlilik de devam edecektir. Gelecekteki bu inançsızlık geleceğin kendi şartlarında ve kendi tartışmaları içerisinde yeniden şekillenerek varlığını sürdürecektir. Ancak görünen o ki yakın geçmişte olduğu gibi gelecekte de ateizmin, yanında bilim ve hümanizm silâhını bulması mümkün olmayacaktır. Çünkü her iki alanda da insan çok ciddi suistimallere mâruz kalmış ve çok acı hâtıraları yaşamıştır.
Tanrı Kavramının Yaygınlığı
Mutlak ateist sadece Tanrı´nın varlığını reddetmekle kalmayıp zihninde hiçbir surette Tanrı kavramı olmadığını söyleyen kişidir. Ancak bunun mümkün olmadığına ilişkin güçlü tezler ileri sürülmüş ve ciddi tartışmalar yapılmıştır. Bu tartışmalar esnasında bazı düşünürler her ne olursa olsun ateizmin imkânsızlığından bahsetmiş, bir kısım düşünürler ise bunun aksini savunmuşlardır. Ateizmin mümkün olmadığını söyleyenlerin ellerindeki kanıtlara bakıldığında diğerlerine nazarandaha inandırıcı ve ikna edici olduğu görülür.
Mutlak ateizmle ilgili ateistlerin fikirlerine bakıldığında pek çok şeyin genelleme olduğu ve zorlama yorumlara başvurulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bunların pek çoğu tepkisel düşünceler olmaktan öteye gidememiştir. Görünen o ki bir insanın gerek teorik ve gerekse pratik açıdan sonsuza kadar ateist olması mümkün değildir. İnsanın aklı, kalbi, hissi ve ahlâkî melekeleri, kısaca doğası kendini her zaman Tanrı ya götürmekte buna karşın inançsızlığın da önünü tıkamaktadır.
Kabul etsin veya etmesin bütün insanların zihninde Tanrı kavramı vardır. Bu kavram, değişik kültür ve dinlerde farklı biçim almakta ve farklı niteliklere bürünebilmektedir. Bunlardan hangisinin daha anlaşılır (kabul edilebilir) olduğu ya da olmadığı bir tarafa, bütün insanlarda böyle bir fikrin bulunması daha işin başında mutlak ateizm iddialarını boşa çıkartmaktadır.
Tanrı ya inanmadığını söyleyen insanlar zihinlerindeki bu kavrama Tanrı ismini vermek istememektedirler. Ateistlerin büyük bir çoğunluğu Tanrı nın var olmadığını söylemekle birlikte kesinlikle evrende bir kaos bulunduğunu ya da kâinatın düzensiz bir kütle yığını olduğunu iddia etmemişlerdir. Dolayısıyla onlar da evrende hâkim olan (ya da görünen düzenin arkasında yer alan) gizli bir gücün, sebebin, enerjinin, kozmik bilincin bulunduğunu belirtmektedirler. Sonuçta Tanrı yı kabul etmeseler dahi görünen mevcut durum ve düzen karşısında Tanrılık işlevi gören bir ilkenin, gücün veya açıklamanın arayışı içerisinde bulunmuşlardır.
Özellikle materyalist olan ateistler teorik olarak aşkın bir Tanrı fikrini reddetmekle birlikte, içkin bir tanrı kavramını benimsemişlerdir. Yani onlar bir anlamda doğanın (kâinatın) kendini Tanrı olarak görmüşlerdir. Doğaya sonsuzluk, sınırsızlık, yaratıcılık, ezelîlik ve ebedîlik gibi nitelikler atfetmekle bir şekilde onu kutsallaştırmışlardır. Bu da onların dinden farklı da olsa bir Tanrı kavramına sahip olduklarını ortaya koymaktadır.
Sonuç itibariyle ateistlerin zihinlerinde ve bilinç altlarında ki Tanrı arayışına engel olmaları mümkün değildir. Teizmin Tanrı kavramını reddetseler de aşkın olmayan (maddi olan) bir varlığa Tanrı gözüyle bakmaktadırlar. Dikkatli incelendiğinde ateistlerin zihinlerindeki kavramlarla dinin Tanrı kavramı arasındaki bazı niteliklerin benzer olduğu gözden kaçmayacaktır.
Dine ve dindarlara tepki duyarak inançsızlığı tercih eden insanların büyük bir kısmı, aslında içi aşk ve sevgi dolu bir gücün varlığını kabul ettiklerini itiraf etmektedirler. Bu insanların büyük bir kısmı, gerek Batı´da gerekse Doğu´da olsun, kendilerine sunulan geleneksel din anlayışını yeterince insancıl bulmamış ve ondan nefret ettiklerini söylemişlerdir.
Din adına yapılan savaşlar (mezhep çatışmaları, haçlı seferleri), zulümler, aforozlar, cehennemle korkutmalar vb. tarihte olduğu kadar bugün de pek çok kişiyi dinden uzaklaştırmakta ve onların başka arayışlara yönelmelerine sebep olmaktadır. Burada görülen bir gerçek de şudur: İnsan bazan kendi ihtiraslarını, tutkularını, kinini, nefretini ya da ümit ve hayallerini, din kisvesi altında icra etmektedir. Ancak bu da dinin (İslâmın) öyle olduğu ya da benzeri olumsuzlukları onayladığı anlamına gelmez.
Gördüğü şiddet ve olumsuzluklar yüzünden dini terkeden bazı insanların yağmurdan kaçarken doluya tutuldukları görülmektedir. Meselâ hasta insanların ölümüyle Tanrı yı suçlayan ateist bir ideolojinin üyesi, kendi ilkeleri uğruna, çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek demeden milyonlarca insanın acımasızca öldürülmesi ve sıkıntı çekmesine karşı sessiz kalmıştır. Daha üzücü olanı ise bazı ideologların mutlu bir gelecek için bunların gerekli olduğunu söyleyecek kadar ruhsuzlaşmış olmalarıdır. Halbuki insan karşısındakinden bir şey isterken kendisinin nerede olduğunu iyi bilmeli ve ona göre davranmalıdır.
Dinden soğuyan veya soğutulan insanlar bazan kapılmış oldukları ideolojinin de etkisiyle inançsızlığa doğru kaymaktadırlar. İnançsızlaştıktan sonra dile getirdiği fikirler ise aslında bu kişinin kendi fikirleri olmayıp, eline tutuşturulan ve gerçek olduğu kendine söylenen (enjekte edilen) ideolojik iddialardır. Nitekim bunların büyük bir kısmı dini reddederken veya dindarları kötülükle itham ederken daima hayalindeki ütopik tiplemelere karşı tepki göstermişlerdir. Görmüş oldukları olumsuzlukları zihinlerinde büyütüp canavarlaştırarak onların bir an önce terkedilmesi gereken birer öcü olduğunu düşünmektedirler.
Ateistlerin büyük bir çoğunluğu Tanrı ya inanan annesinin, babasının, dedesinin, ninesinin veya sevdiği bir yakının inancını ve davranışını sevimli bulmakta, haklı olarak onları aklamakta ve sık sık onların kişiliğine saygı duyduğunu dile getirmektedir. Hatta herkesin onlar gibi olmasını istemektedirler. Bu da ateizmin büyük oranda ütopik ve hayalî gerekçeler üzerine inşa olunduğunu göstermektedir. Dolayısıyla söz konusu örnekler mutlak ateizmin olamayacağına dair güzel bir göstergedir.
Din herhangi bir politik ideoloji (ya da mezhep) haline getirildiğinde doğal olarak bu ideolojinin veya mezhebin karşısında yer alan kişiler kendilerini dinsiz olarak görmektedirler. Ancak bu kişilerin büyük bir kısmı da tahmin edilebileceği gibi mutlak ateist değildir. Aşkın bir güce ve sevgiye inandıklarını söyleyen bu kişilerin çoğunluğu ideolojik olmayan bir dine ve bireysel dindarlığa inanmaktadırlar. Hatta yalnızlıklarında veya çocuklarıyla baş başa kaldıklarında kalplerindeki Tanrı sevgisinin sıcaklığını hissettiklerini söylemektedirler.
Mutlak ateizmin olamayacağını gösteren diğer bir kanıtta şudur. İnsan içerisinde yaşadığı tecrübeler karşısında mantıkî bir kuralı keşfetmiştir. O da her şeyin bir sebebinin bulunduğu ve hiçbir şeyin sebepsiz olamayacağı ilkesidir. Günlük yaşamda edindiği bu tecrübe, insanı eninde sonunda dünyanın ötesine götürmekte ve evrenin varlığını düşünmesine neden olmaktadır. Bu inkâr edilemeyecek bir durumdur. Evrenin varlığını düşünen ve onun nasıl var olduğunu hayal etmeye başlayan bir insanın da aklına Tanrı yı getirmemesi ve böyle bir seçeneği düşünmemesi imkânsızdır. Bir insanın "Evrenin nasıl var olduğunu düşünmüyorum", Zihnimde Tanrı kavramı yoktur ya da Tanrı fikri aklıma hiç gelmiyor demesi inandırıcı değildir.
Mutlak inançsızlığın imkânsız oluşunu sadece teistler değil, geleneksel dinlere inanmayan ve bu anlamda dindar olmayan düşünürler dahi ifade etmişlerdir. Bunların arasında D. Hume (1711-1776), İ. Kant (1724-1804) ve Voltaire (1694-1778) gibi filozoflar da bulunmaktadır. Hatta bunların bir kısmı felsefe tarihinde dinî inanca karşı getirmiş oldukları amansız eleştirilerle tanınmışlardır. Ancak bu kişilerin geleneksel dinî anlayışları veya yorumları eleştirmeleriyle, kendilerinin de ifade ettikleri gibi, yüce bir gücün varlığını kabul etmelerini birbirinden ayırmak gerekmektedir.
David Hume, dini ve mûcize gibi kavramları şiddetle eleştirmesine rağmen mutlak ateizme inanmamıştır: "Evrendeki gaye ve düzen en dikkatsiz ve en geri zekâlı bir insanın dahi her yerde dikkatini çekecek açıklıktadır... Bütün ilimler bizi farkına varmadan ilk yaratıcının varlığını kabule götürmektedir"(30)
Voltaire de yazmış olduğu felsefe sözlüğünün ateizm maddesinde, Sokrat ve İtalyan filozofu Vanini (1583-1619) gibi düşünürlerin bu konuda asılsız ithamlarla haksızlığa uğratılarak öldürülmelerini kınamış, mutlak ateizme ise ihtimal vermemiştir. Voltaire ateizmi din adamlarının taassubuna ve Tanrı´yı kötü göstermelerine bağlayarakinsan zihninde yaratıcı bir üstün varlık fikrinin daima yer aldığını belirtmiştir.(31)
Hume, Voltaire ve Kant gibi filozoflar sonuç itibariyle mutlak ateizme imkân tanımayıp, bir şekilde Tanrı nın varlığına işaret ediyorlarsa, onlardan daha sistemli olmayan ve ortaya ciddi düşünce koymayan bir kısım ateistlerin tekrar düşüncelerini gözden geçirmeleri ve daha ihtiyatlı davranmaları gerekmektedir
Teistik Tanrı anlayışını reddettiği halde aynı zamanda ateizmi de kabul etmeyen düşünürlerin varlığı şaşırtıcı olmamalıdır. Onların bu durumu gizli bir ateizm olarakta değerlendirilmemelidir. Ülkemizde de bu ve benzeri yaklaşımları görmek mümkündür. Meselâ eserlerinde geleneksel din anlayışını ve bu anlamda dindarlık biçimini şiddetle eleştiren Cemil Sena da ateizmi kabul etmemiş, onu umutların, aklın ve vicdanın tüm dayanaklarının çökmesi ve yıkılması olarak tanımlamıştır. Geleneksel Tanrı inancına sahip olmayan buna karşılık bireysel, pragmatik ve ahlâkî boyutu ağır basan bir dindarlığı savunan Sena, seküler yaşam biçimini de tanrıtanımazlıktan ayırmıştır. Sena´ya göre Tanrı´sız bir ruh tüm yaşam dayanaklarını ve tinsel varlığının bilincini yitirmiş bir robottur.(32)
Ateizmi imkânsız gören düşünürler, Tanrı nın varlığı konusunda insanlığın fikir birliği içerisinde olduğunu iddia etmişler, inançsızlığın ise yanılgı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Doğrusu binlerce yıldır milyarlarca insanın birbirinden farklı zaman ve mekânlarda dahi olsa Tanrı ya inanmaları bizlere bir mesaj vermektedir.
Bütün insanlar gerek içgüdüsel ve gerekse zihinsel açıdan Tanrı inancına doğuştan yatkındırlar.(33) Nitekim İslâm peygamberi de her insanın doğduğunda fıtrat üzerine (Allah a inanmaya yatkın) doğduğunu daha sonra ailesi ya da çevresince yönlendirildiğini ifade etmiştir.(34) Kendini herhangi bir şekilde inançsızlığa şartlamayan ve ideolojilere kanmayan bir insanın doğuştan getirmiş olduğu bu eğilimi muhafaza edeceği muhakkaktır. Dinî hayata bir süre uzak kalsa bile, o kişi eninde sonunda kâinat üzerinde derin düşüncelere dalacak, niçin ve nasıl var olduğunu sorgulayacaktır. Çocukluğundan getirdiği safiyetini, iyiye ve güzele yönelik muhakemesini kaybetmemiş ise, görünen her şeyin ötesinde bir yaratıcının varolduğunu düşünecek, Onsuz bir hayatın olamayacağını bilecektir.
İnancın fıtrî olduğunu belirten bazı düşünürler ateistlerin mutlu ve sağlıklı günlerinde Tanrı´yı yalanladıklarını, sıkıntılı ve acılı günlerinde ise Tanrı nın gücünü itiraf ettiklerini belirtmişlerdir. Ateistler, bu düşünürlerce, Tanrı´nın varlığına kasten karşı çıkan, kör ve sağır kimseler olarak tanımlanmıştır. Onlara göre doğadaki en küçük canlının varlığı dahi inançsızların tezlerini çürütmeye yeterlidir.(35)
Tanrı ya inanmak için insanın önünde sayısız gerekçeler bulunmakta buna karşın yalanlamak için ise insanın gözünü dış dünyaya kapaması ve kalbinin sesine de kulak tıkaması gerekmektedir. İnsanın zihnî bir şartlanmışlık içine girmeden tabii olarak Tanrı yı inkâr etmesi mümkün değildir.
Kur ân-ı Kerîm daha ziyade putperestlik ve Tanrı ya ortak koşma problemiyle ilgilenmiş bunun yanında ateistlerin tezlerini çürüten kanıtları da dile getirmiş, cevapsız bir konu bırakmamıştır. Her fırsatta insanın dikkatini doğaya, insanın kendi nefsine ve topyekün yaratılışa çekmiş, bütün bunların rüya olmadığını, gerçek olduğunu vurgulamıştır. İnsanın aklını kullanmasını ve kâinat karşısında gözlerini açmasını tavsiye etmiştir.
Buraya kadar görüldüğü gibi inançsızlık doğuştan olmayıp daha sonra dine karşı oluşan tepkilerle birlikte ortaya çıkmış bir durumdur. İnançsızlığın ortaya çıkmasında yani birtakım insanların ortaya çıkıp Tanrı ya inanmıyorum demelerinin temelinde elbette birtakım gerekçeler bulunmaktadır. Bu gerekçelerin bir kısmı ilmî var sayımlar olabildiği gibi bir kısmı da sosyolojik ya da psikolojik tesbitler olabilmektedir.Bu gerekçelerin önemli bir kısmına çalışmamızın değişik bölümlerinde yer verilecek ve tartışılacaktır.
Ateizmin yapay kabul edilmesi birtakım düşünürlerin iddialarının da ciddiye alınmayacağı anlamına gelmez. Amacı ve üslûbu ne olursa olsun Tanrı inancına karşı dile getirilen herhangi bir iddiadan insanların uzak durmasına gerek yoktur. Hatta onların üzerinde düşünülmesi de gerekir. Yeter ki bu iddiaların fikrî bir değeri olsun ve tartışması yapılabilsin.
Yapılan açıklamalardan anlaşıldığı gibi insanın zihninde Tanrı fikrinin bulunmaması imkânsızdır. Dolayısıyla bir ateistin Zihnimde böyle bir fikir yok diyerek Tanrı inancını reddetmesi inandırıcı değildir. Bu durumda geriye ateistler için Tanrı yı bilinçli olarak reddetme seçeneği kalmaktadır. Zaten ateist denildiğinde de böyle bir insan akla gelmektedir.
Issız bir adada yalnız başına kalmış bir insanın dahi, şayet sağlıklı bir yapıya sahipse, en azından zihninde yüce bir yaratıcıyı düşüneceği kesindir. Böyle bir kişinin aklî muhakemesiyle Tanrı ya gitmesi zor olmayacaktır. Varacağı bu Tanrı kavramı belki peygamberlerin bütün niteliklerini haber verdiği Tanrı gibi olmayacaktır. Ancak en azından O nun aşkınlık, sonsuzluk, yaratıcılık, kudret, ezelîyet ve ebedîyet gibi niteliklerini o kişi yakalayabilecektir.
Bir an için yalnız yaşayan bir insanın Tanrı yı düşünemediğini var saysak bile yine o kişiye ateist denmesi doğru olmayacaktır. Çünkü o kişi ilâhî dinlerin Tanrı anlayışıyla henüz karşılaşmamıştır. En azından kendine hiçbir kimse bu konuda bilgi vermemiştir. Kaldı ki o kişiye Tanrı hakkında ne düşündüğü de sorulmamıştır. Dolayısıyla o kişiye ateist denemez. Hem insan bilgi ve fikrinin olmadığı bir konuda niçin olumsuz bir tavra girsin. Böyle bir kişi belki Tanrı hakında bir şeyler duyduğunda, duydukları şeylere ilgi duyacaktır. Büyük bir ihtimalle de inanacaktır. Çünkü bu kişiye Tanrı anlatılırken her halde bir masal kahramanından ya da hayalî varlıklardan bahsedilmeyecektir. Kendine âlemin yaratıcısından söz edilecektir. Dolayısıyla olumsuz cevap vermesiihtimal dışıdır.
Bir insanın doğası itibariyle mutlak ateist olamayacağı böylelikle anlaşılmıştır. Tanrı ya inanmayan kişiler ise mutlak ateist olmayıp çeşitli gerekçelerle O nu bilinçli olarak reddedenlerdir. Daha önce ifade edildiği gibi Tanrı nın reddedilmesinin arkasında birtakım teorik ve pratik gerekçeler bulunabilmektedır. Aslında bu gerekçeler kendi başına orijinal fikirler olmayıp çoğunlukla inanan insanların düşüncelerine yöneltilmiş itirazlardır. Gelecek bölümlerde görüleceği gibi bu gerekçeler de cevapsız kalmamış, ciddi bir şekilde sorgulanmış, yanlışlıklarına işâret edilmiş ve çürütülmüştür.
Ateizmin İddiaları Nelerdir ?
Ateizmi iyi anlamak ve ona ikna edici cevaplar verebilmek için iddialarının neler olduğuna öncelikle bakmak gerekmektedir. Böylelikle ateistlerin Tanrı inancı hakkında neler düşündüğünü görmüş ve hangi noktadan hareketle dine karşı çıktıklarını anlamış olacağız. Doğrusu ateistlerin Tanrı inancı hakkında neler söyleyebileceklerini tahmin etmek zor olmayacaktır. Zaten ateizmin tanımı verilirken az çok bu iddialara değinilmişti. Ancak bu iddiaları daha detaylı bir şekilde ele alarak tahlil etmek ve tartışmak yararlı olacaktır.
Ateistler, dini içeriden ve dışarıdan olmak üzere genelde iki şekilde eleştirmeye çalışmışlardır. Dışarıdan yapılan eleştirilerde, birinci bölümde de görüldüğü gibi, pozitivizm esas alınmış ve dinî inancın doğası üzerinde durulmuştur. Bu çerçevede din sosyal, psikolojik ya da antropolojik bir fenomen olarak kabul edilmiş, şu veya bu gerekçelerle sonradan ortaya çıkmıştır biçiminde birtakım dar ve gülünç görüşlerle izah edilmeye çalışılmıştır.
İkinci olarak ise din, ateistlerce içeriden eleştirilmeye çalışılmıştır. Buna göre ateist dinî inancın mahiyetini göz önünde bulundurmuş, Tanrı kavramını ve bu kavramla ilgili dindar insanların ifadelerini kendine esas almış ve onlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunu yaparken birtakım çelişki ya da tutarsızlıklarla karşılaştığını iddia ederek Tanrı inancını çürüttüğünü sanmıştır. Ancak ateistin Tanrı kavramını anlamakta yetersiz kaldığı ve ön yargılarından bir türlü kurtulamadığı görülmektedir. Öyle ki karşı tarafı tutarsız olmakla itham eden ateistin kendisi çelişik ifadeler kullanmıştır.
Ateistler çoğunlukla dini anlamakta zorlanmışlardır. Dini olduğu gibi anlamayan ve dindar insanın ne hissettiğini bilmeyen ateistler bu durumda dinî inançları çarpıtmaya çalışmışlardır. Aksi takdirde ellerinde pek fazla malzeme bulunmayan ve orijinal bir iddiaları olmayan ateistlerin yapabilecekleri fazla bir şey de yoktur.
Bizleri Tanrı nın varlığına götüren evrenin gerçekliğinden kimse şüphe etmez. İçerdiği bütün varlıklarla Tanrı nın varlığı lehinde güçlü bir kanıt olan evreni (gerek teorik ve gerekse pratik açıdan) yaratıcısız olarak düşünmek te imkânsızdır. İnsanın aklına böyle bir şey gelse bile bunun gerçekleşebileceğini zannetmek ihtimal dışıdır. Nitekim ateistlerin birtakım anlamsız ve belirsiz terimlerle açıklama getirmeye çalıştıkları ve tıkandıkları görülmektedir.
Teorik açıdan güçlü olamayan ateistin bütün kozu şu veya bu şekilde inanan insanın yaşam biçimini, dünya görüşünü, varlık âlemiyle ilgili düşüncelerini ve kanaatlerini eleştirmekten ibaret kalacaktır. Yani aktif olan, elinde tezi, iddiası ve kanıtı bulunan teisttir. Elinde iddiası, kanıtı ve orijinal düşüncesi bulunmayan ise ateistin kendisidir. O nun yapabileceği tek şey sonuç itibariyle ya reddetmek ya da susmak olacaktır. Nitekim gerçek ateist, ateist olduğunu dahi açıklama gereğini duymayan bununla birlikte iç dünyasında problemin sıkıntısını hisseden kişidir. Ne yazık ki günümüz ateistlerinin büyük bir kısmı günlük ideolojilerin yapay ilkeleriyle dinden kopan kişiler olmuştur.
İnanmadığı halde Tanrı nın varlığının çürütülmesinin imkânsız olduğunu anlayan ve bunu itiraf eden Bertrand Russell gibi düşünürler bulunsa da çoğu ateist aynı olgunluğu gösterememiş, her şeye rağmen ideolojik saplantılar uğruna fikirlerinden ve ön yargılarından vazgeçmemişlerdir.
İslâm´a göre Tanrı nın varlığının yanı sıra içerisinde Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed in bulunduğu bütün peygamberlere ve âhiret hayatına iman etmek temel inanç esaslarıdır. İslâmiyet te dili, dini, ırkı, mezhebi ve toplumdaki sosyal statüsü ne olursa olsun herhangi bir insanın tam olarak mü min sayılabilmesi için her üç konuda da tereddütsüz bir şekilde inanç sahibi olması yeterlidir. İnanan insanları ateistlerden ayıran temel nitelik de onların bu esasları benimsemeleridir.
Ateistlerin temel özellikleri ise söz konusu inanç esaslarını reddetmiş olmalarıdır. Tahmin edilebileceği gibi günümüzde dini reddeden bir kişi bu ilkeler etrafında eleştirilerini sıralamakta ve itirazlarını dile getirmektedir. Buradan hareketle ateistlerin iddialarını genel olarak üç grupta ele almak mümkündür:
1. Tanrı nın varlığıyla ilgili olarak ileri sürülen itirazlar.
2. Peygamberlerle ilgili olarak dile getirilen tenkitler.
3. Âhiret hayatıyla ilgili itirazlar.
Bir ateist Tanrı yı reddettiği zaman doğal olarak peygamberleri ve âhiret hayatını da inkâr etmiş olmaktadır. Dolayısıyla birine inanarak diğerlerine inanmazlık etmesi ihtimal dahilinde değildir. Ancak bazı insanların Tanrı ya inandığı halde peygamberlere veya âhiret hayatına ilgi duymadığı ya da inanmadığı görülmektedir. Yine aynı şekilde bazı filozofların da Tanrı nın varlığını reddettiği halde sonsuzluğa ya da ruhun ölümsüzlüğüne inanmış olduğu bilinmektedir.
Ancak bütün bunlara rağmen bir insana mümin denebilmesi için Tanrı inancı esas olmak üzere her üç konuya da inanması gerekmektedir. Aynı şekilde bir insanın ateist olmasının ölçüsü de kısaca Tanrı inancı başta olmak üzere her üç inancı açıkça reddetmesidir.
Bir insanın Tanrı nın varlığına inanmasına rağmen peygamber ve âhiret inancından habersiz olarak yaşamış olması onun ateist olduğu anlamına gelmez. Böyle bir insan mümindir. Ancak bu duruma rağmen Tanrı ya inanan bir insanın da (şayet daha sonra bilgilenmiş ise) bu inancının gereği olarak peygamberlerin varlığına inanması ve onların mesajlarını kabul etmesi gerekecektir.
Daha önce de ifade edildiği gibi ateistlerin temel itirazları Tanrı nın varlığıyla ilgili olmuştur. Filozof olsun veya olmasın pek çok ateist bu konu da birtakım iddialarda bulunmuştur. Öncelikle Tanrı nın var olmadığını ileri sürmüş, varlığıyla ilgili getirilen kanıtları da reddetmişlerdir. Bunu yaparken de daha önce görüldüğü gibi çeşitli gerekçelere dayanarak itirazlar ortaya koymuşlardır.
Bu teorilerin bir kısmı felsefî olduğu gibi, psikolojik, sosyolojik ve antropolojik olanları da vardır. İleride ayrıntılı olarak ele alacağımız bu teorilerle ateistler Tanrı inancını çürütmeye çalışmışlardır. Ancak bunda başarılı olamadıkları gibi kendi içlerinde de tutarsızdırlar. Ne var ki bu teorilerin bazı çevrelerce birer ideolojik dogma halinde savunulması onlara günümüze kadar yaşama imkânı tanımıştır. Öyle ki dindar insanlar dinle ilgili bir konuda tartışma ve konuşmaya açık iken, ateizmini ideoloji olarak savunanlar fikirlerinin tartışılmasını ve sorgulanmasını kesinlikle kabul etmemiş-lerdir. Bu tavırlarını da temelsiz ve asılsız ithamlarla örtmeye çalışmış, kaçamak cevaplarla konuyu geçiştirme yoluna gitmişlerdir.
Ateistlerin Tanrı nın varlığıyla ilgili olarak yüzyılımızda dile getirmiş oldukları en temel iddialardan biri, Tanrı inancının bilimsel olmadığıyla ilgili fikirleridir. Bilimsel çalışmaların Tanrı inancını bertaraf ettiğini düşünen bazı ateistler inanan insanları bilim dışı olmakla suçlamışlardır. Bu kişiler Tanrı nın varlığının bilimsel olarak ispatlanamayaca-ğını, duyumlarla algılanmasının ve tecrübe edilmesinin de mümkün olmadığını dile getirmişlerdir.
Ateistler Tanrı yı reddetmenin yanında doğal olarak evrenin ve canlılar dünyasının oluşumuyla ilgili açıklamalar da getirmek durumunda kalmışlardır. Dolayısıyla evrenin kendi başına var olduğunu, yani yaratılmadığını, kendi iç yasaları çerçevesinde bugünlere geldiğini, dışarıdan bir müdaheleyle de (Tanrı nın iradesiyle) şekillenmediğini iddia etmişlerdir.
Tanrı nın varlığını kabul etmeyen ateistler doğal olarak peygamberlere ve onların Tanrı dan vahiy aldıklarına da inanmamışlardır. Onlara göre Tanrı nın bir insanı görevlendirmesi ya da o kişinin Tanrı dan mesaj alması mümkün değildir. Bu süreçte anlatılan olayların onlara göre gerçek olması da mümkün değildir.
Peygamberliği ve vahyi reddetme günümüzde olduğu gibi bizzat peygamberlerin kendi dönemlerinde de görülmüştür. Peygamberler özellikle putperestliğe ve paganizme karşı savaş açtıkları ilk günlerde şiddetli itirazlarla karşılaşmışlar ve geleneği yıkmakla suçlanmışlardır. Bu itirazların temelinde de peygamberlere karşı inançsızlık olduğu gibi eski alışkanlıkların terkedilmesine ve yeni şeylerin kabulüne karşı bir isyan duygusu yatmaktadır.
Ateistler için bir kişinin elçilik (peygamberlik) iddiasında bulunması, Tanrı dan melek vasıtasıyla mesaj getirmesi ve ölümden sonraki yaşamdan bahsetmesi kabul edilemez bir durumdur. Onların toplumsal hayatta iyilikleri anlatarak ahlâksızlığa karşı direnmeleri, adaleti sağlamak için uğraşmaları, haksızlığa karşı gelmeleri, insanların eşit olduğunu söylemeleri ve dürüst bir yaşam sergilemeleri de aynı derecede tepkiyle karşılaşmış ve reddedilmiştir.
Peygamberlere inananların sayısı çoğunlukta olmasına rağmen bazı insanlar ısrarla mücadele etmiş ve onlara kötülük yapmaya çalışmışlardır. Bu kişiler Peygamber´in getirdiği mesajları çeşitli gerekçelerle reddetmiş ve onları dinlemekten kaçınmışlardır. Peygamberlere olan karşı çıkmanın altında dinle ilgili bazı teorik itirazların yanında, psikolojik, sosyolojik, hatta ekonomik etmenler de bulunmaktadır. Yine bu karşı çıkmada kişisel ve kültürel özelliklerin dahi ön plana çıktığı görülmüştür.
Hz. Peygamber e inanan ve İslâm´a ilk giren kişilerin arasında ayrımcılığa uğrayarak ezilen ve haksız muamele gören zayıfların, kölelerin, kadınların ve yoksul insanların çoğunlukta olması ilginçtir. Buna karşın peygambere ilk karşı çıkanların ise zenginlerin, kabile reislerinin, putlardan, hurafelerden ve büyücülükten kazanç elde edenlerin bulunması da dikkat çekicidir.
Ateistler âhiret yaşamına da inanmamışlardır. Öldükten sonra tekrar dirilmeye, dünyada yapılan işlerin hesabının verilmesine ve orada bir yaşamın olduğuna da karşı çıkmışlardır. Âhiret hayatıyla ilgili olarak Kur ân-ı Kerîm de anlatılan haberleri de reddetmiş, müminlerin bu durumlara yönelik inançlarını, beklentilerini ve hareketlerini de kabul etmemişlerdir.
Kur ân da anlatıldığına göre Hz. Peygambere ve âhirete inanmayan bir kişi günümüzün ateistlerini aratmayacak bir ustalıkla eline ölmüş insanların kemiklerini alıp onları ufalamış un haline getirdikten sonra bu kemiklerin tekrar nasıl dirileceğini sormuştur. Bunun üzerine Kur ân da o kişiyi bu dünyâ da nasıl var olduğunu unutmakla suçlamıştır. İkincisine oranla birincinin daha zor olduğunu ifade etmiş ve o kişiyi de düşüncesizlikle itham etmiştir (Yâsîn 77-79).
Yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi yaşamın sadece bu dünyada olduğunu zanneden ve ileride yaptıkları kötü işlerin hesabını vermek istemeyen insanlar ahirete de inanmamış ve bedenlerin ölmesiyle birlikte her şeyin biteceğine kanaat getirmişlerdir. Bunun böyle olmadığını gerek Kur ân ve gerekse Hz. Peygamber çeşitli defalar dile getirmiş ve insanları uyarmıştır.
Buraya kadar ana hatlarıyla vermeye çalıştığımız iddialarla ilgili olarak ateistler çeşitli gerekçeler ileri sürmüşlerdir. Ancak bu gerekçeler ileride göreceğimiz gibi tatmin edici olmaktan uzaktır. Meselâ Tanrı nın var olmadığını ileri sürerken iddiaları lehinde güçlü kanıtlar getirmekten yoksundurlar. Henüz ispatlanmayan bilimsel var sayımların dışında yaptıkları tek şey daha önce de ifade edildiği gibi Tanrı nın varlığına inanan insanların tezlerinin yanlış olduğunu söylemeye, onları çürütmeye ya da eleştirmeye çalışmaktan ibaret olmuştur. Bunu yaparken de bilimsellik, rasyonellik, mantıksallık ve ahlâkî özgürlük gibi birtakım ilmî ve felsefî kavramları kullanmış ve kendi lehlerine bir durum ortaya koymaya çalışmışlardır. Ancak bu süreçte ateistlerin ne kadar sübjektif ve ne kadar yanıltıcı oldukları da gözden kaçmamaktadır.
Bilimsellik ve Tanrı İnancı
Bilim, zaman ve mekân dünyasında yer alan nesnelerin yapısını inceleyen, olgu ve olayların yasalarını, bunun yanında işleyiş biçimlerini araştıran faaliyetin adıdır. Din (İslâmiyet) ise özünde tek Tanrı inancını savunan, kendine özgü inanç, ibadet, ahlâk ve muamelat ilkeleri bulunan bir sistemdir. Bilim tecrübeyi de esas alarak tek tek örneklerden hareketle bir ilkeye doğru gitmeye ve dünyamızın sırlarını çözmeye çalışır. Din ise gerek bireysel ve gerekse toplumsal açıdan insana bir değerler alanı çizmekte ve varlığımızla ilgili bir bakış açısı (vizyon) sunmaktadır. Bilim bir anlamda maddî dünyamızı, din ise mânevî dünyamızı aydınlatmak-tadır.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşıldığı gibi bilim ve din insanın sahip olduğu en önemli kutsal değerlerindendir. Her ikisi de insan için su ve ekmek kadar önemlidir. İhmali halinde ise insan hayatında büyük yaralara yol açabilecek sonuçlara neden olacaklardır.
Bilim ve din, gerek saha ve gerekse amaç itibariyle birbirine karşıt olgular değildir. Çünkü her ikisinin de uğraşı alanı birbirinden farklıdır. Bilimin fenomen dünyamızla ilgili olduğunu ve bu sahada araştırmalar yaptığını düşünürsek bu faaliyetin bir anlamda dinin de lehine olacağı açıktır. Çünkü din bu evrenin ve içindekilerinin Tanrı nın bir yaratığı olduğunu, orada belirli yasalar bulunduğunu ve her şeyin bir düzen içerisinde var kılındığını ifade etmiştir. Bilim de sonuç itibariyle evrenin yasalarını ve işleyiş biçimini ortaya koyacağına göre, yani kaostan ziyade, bir düzeni keşfedeceğine göre dinin bu sonuçtan rahatsız olacağını düşünmek yanlış olacaktır.
Ne var ki tarihin bazı dönemlerinde alanları ve konuları belli olan bu sahalar birbirine karıştırılmış ve yapay bir çatışma ortamının doğmasına sebep olunmuştur. Doğrusu bunda her iki kesimin ideolojik davranan kişilerinin suçu vardır. Ancak din adına bilime karşı çıkanların sayısı ile bilim adına dine karşı çıkanların oranı arasında büyük uçurumlar bulunmaktadır.
Dini doğal yapısından çıkarıp onu bir doğma yığını haline getiren ve insanların yaşamına müdahale eden kilise, ne yazık ki Ortaçağ´da bilim düşmanlığının da öncülüğünü yapmıştır. Bu dönemde Batı da pek çok bilim adamının mağdur olduğu bilinmektedir. Ancak bilimin elde ettiği gelişmelerle din (kilise öğretileri) adına önüne konan, gerçekte ise dinle ilgisi olmayan engelleri aşması zor olmamıştır.
Kiliseye karşı başarı elde eden bilim, bir süre sonra kendi mecrasından çıkarılmış ve söz sahibi olmadığı alanlarla ilgili iddialarda bulunmasına zemin hazırlanmıştır. Bu da insanlık adına yapılan bir diğer yanlış olmuş ve yanlışa yanlışla cevap verilmiştir. Dolayısıyla bir çatışma ortamı doğmuştur.
Yukarıdaki yapay çatışmayı fırsat bilen ateistler boş durmamış, dinle ilgili eleştirilerinde bilimin henüz doğrulanmamış verilerinden yararlanma ve onun adına konuşma yoluna gitmişlerdir. Özellikle Tanrı inancına karşı bilim silahını kullanan ateistler (materyalistler) bilimin mutlak doğru olduğunu ve onun dışında kalan şeylerin de yanlış olduğunu göstermeye çalışmışlardır. En azından dinin ve Tanrı inancının bilim ötesi olduğunu görememiş, bu konudaki çabalarının da boşa çıkacağını tahmin etmemişlerdir. Ateistler günlük yaşamlarında herhangi bir nesneyi inceler gibi Tanrı yla ilgili iddiaları masaya yatırmak ve onu pozitif bilimin konusu yapmak istemişlerdir. Dolayısıyla her iki konu arasındaki mahiyet farkını anlayamadıklarından yanılmışlardır.
Ateistler bilimin elde ettiği nisbî ilerlemelerle kısa bir süre için de olsa gururlanmışlar, ancak bilimsel çalışmaların dünyamızın ötesine taşmasıyla birlikte astronomideki başarılar karşısında acziyet ve yanılgılarını anlamışlardır. Binlerce yıllık bir geçmişi olan gezegenlerin, galaksilerin, sayısız yıldızların varlığı nereden kaynaklanıyordu Kaldı ki birtakım şeyleri anlamak için doğrusu uzaya gitmeye de gerek yoktu. Meselâ atom çekirdeğinin yapısı da bizlere bir fikir vermekteydi. Küçük bir âlem görünümündeki kendi varlığımız da böyledir. Dolayısıyla dünyamızın anlaşılmasını sağlayan ve bir anlamda nesnelerin sırrını çözen pozitif bilim, yüzyılımızın son çeyreğinde kendi olağan çizgisine gelmiş, dinî konularla ilgili olarak bilim adamlarının tarafsız bir tutum içerisine girmesine neden olmuştur. Bazı bilim adamlarının Tanrı inancının aleyhindeki görüşleri ise sübjektif yargılardan öteye geçmemiştir. Bilim ve din ilişkisine böylece değindikten sonra(36) bilim karşısında Tanrı nın varlığı konusunun ne şekil bir problem olduğuna geçebiliriz.
Tanrı nın varlığı meselesi, bilimsel bir konu olmaktan ziyade inançla ilgili bir durumdur. Bunda şaşılacak bir durum olmadığı gibi, Tanrı nın zâtının mahiyeti göz önünde bulundurulduğunda, bunun böyle olması gerektiği de kendiliğinden anlaşılacaktır. Bilimde objeler vardır ve bu objeler zaman ve mekân dünyamızda var olan, beş duyumuzla algılanabilen, tecrübe edilebilen nesnelerdir. Tanrı böyle midir O, önümüzde duran ve duyumlarımızla kavrayabileceğimiz herhangi bir varlık mıdır Gerek bizim tarafımızdan, gerekse bilimsel araç ve gereçlerle test edilebilecek bir nesne olabilir mi Olsaydı böyle bir varlığa Tanrı diyebilir miydik
Din insana inanmaya ve tapmaya lâyık olan şeyin sadece Tanrı olduğunu söylemektedir. Bu ne demektir Tanrı olmayan şeye, yani etrafımızdaki nesnelere, kişilere, figürlere veya sembollere tapmamamız gerekmektedir. Çünkü mahiyet itibariyle bizden bir farkı olmayan, herhangi bir maddî varlığın kutsal ve tapılmaya lâyık olamayacağı açıktır. Böyle bir varlığın, kişinin ya da nesnenin, Tanrılık iddiası bulunsa bile insanın o varlığın Tanrı olamayacağına karar vermesi zor olmayacaktır.
Sonuç itibariyle pozitif bilimin Tanrı yı test edebilecek yetkiye sahip olmadığı görüldüğü gibi, O nun (Tanrı) bazı kişilerce bilimsel bir şekilde ispatlanması arzusu da anlamsız olacaktır. Ayrıca bu noktada ateistlerin Tanrı nerede veya Tanrı yı gösterebilir misiniz gibi soruları da çocuksu kalmaktadır. Çünkü Tanrı yı zaman ve mekân dünyasında herhangi bir obje gibi arama işlemi, dinin özüne uymadığı gibi bilimsel bir araştırmanın da kapsamını çoktan aşmaktadır. Yukardaki sorular karşısında bazı insanların Tanrı yı içimizde veya etrafımızdaki herhangi bir varlık gibi düşünmeleri, algılamaya ve anlatmaya çalışmaları da bu durumda boşuna olacaktır.
Tanrı, mahiyeti itibariyle aşkın olup dünyevî bir varlık değildir. Daha önce ifade edildiği gibi O evrenin bir parçası da değildir. Ancak bu durum Tanrı yla evren arasında hiçbir ilişkinin bulunmadığı anlamına da gelmemelidir. Aşkın bir varlık olan Tanrı, evrende mahiyetiyle değil, nitelikleriyle, kurmuş olduğu düzenle, belirlemiş olduğu yasalarla, gücüyle, güzelliğiyle, merhametiyle, yaratıcılığıyla bulunmaktadır. Nitekim düşünebilen ve görebilen gözler de bunun farkındadır. Tanrı bizlere, bahçemizdeki birçiçekte, uçan kuşun cıvıltısında, tebessüm eden çocuğun gözlerinde, ormanların yeşilliğinde, rengârenk balıkların ve sayısız canlılın yaşadığı denizlerde ve geceleri ışıl ışıl parlayan gökyüzündeki manzarada varlığını hissettirmektedir.
İslâmiyet Tanrı nın varlığının ve ona olan inancın bir gayp (fizik ötesi) problemi olduğunu belirtmiştir. Din Tanrı vardır derken onun dünyamızın bir köşesindeki, herhangi bir varlık gibi var olduğunu iddia etmemiştir. Dolayısıyla din pozitif anlamda test edilebilecek bilimsel bir iddiada bulunmamıştır. Bu nedenle bizzat Tanrı nın varlığının pozitif bilimlerle araştırılması ya da çürütülmesi hayal olmaktadır. Çünkü pozitif bilimin sınırları bellidir. O sınır da bizim içerisinde bulunduğumuz ve tecrübe ettiğimiz fenomenler dünyasıdır.
Bu noktadaki tartışma bilimin Tanrı inancının lehinde mi ya da aleyhinde mi olduğu tartışmasıdır. Durum böyle olunca tamamen bir inanç problemi olan Tanrı nın varlığı hakkındaki sözde bilimsel çürütmeler de ideolojik var sayımlardan öteye geçmeyecektir. Elbetteki birtakım ideolojiler Tanrısız olabilir. Ancak bilimi ve bilimsel var sayımları birtakım ideolojik saplantıların hizmetine vermemek gerekir. Yüzyılımızın son çeyreğinde görüldüğü gibi bilim er ya da geç kendisiyle ilgili yönlendirmelerin ve şartlandırmaların üstesinden gelecek, kendisi adına Tanrı inancı aleyhinde anlamsız söz söyleyenleri de yalanlayacaktır.
Bilim olgular dünyasını ve dünyamızla ilgili hususları açıklığa kavuşturmaktadır. İnançsızlığın bilgisizlikten ve düşüncesizlikten kaynaklandığını söyleyen din de bilimsel çalışmalar ve keşiflerden en fazla sevinecek ve kendi adına pay çıkaracak olandır. Çünkü dine göre görülen ve tecrübe edilen dünya, görünmeyen ve tecrübe edilemeyen bir âlemin ve yaratıcının işaretçisidir. Dolayısıyla bütün ilmî çalışmalar insanı Tanrı ya götürecek ve daima O nu hatırlata-caktır.
Sonuç olarak Tanrı inancı hakkında konuşurken bilimin nereye tekabül ettiğini iyi düşünmek ve ona göre konuşmak gerekmektedir. Bu noktada bilimsel olmanın ya da olmamanın ne olduğu iyi kavranmalı, inançla bilim arasındaki mahiyet farkı da daima göz önünde bulundurulmalıdır.
Ne yazık ki Hıristiyan dünyada bu durum bazan gözden kaçırılmıştır. Tanrı nın (Teslis inancındaki Baba) oğul İsa kılığında dünyaya geldiğini, acı çektiğini ve çarmıha gerildiğini öğreten kiliseye karşı ateistler de bilimsel eleştirilerde bulunmuş, bu ve benzeri iddiaların kanıtlanmasını istemişlerdir. Sonuçta Batı daki kilise öğretileri sayesinde ateizmin güçlenmesine imkân tanınmıştır. Ancak İslâmi-yet te böyle iddialar söz konusu olmamış dolayısıyla benzeri itirazlara maruz kalınmamıştır. Çünkü İslâmiyetin olgular dünyasıyla ilgili akılla ve bilimle çelişen ilkeleri mevcut değildir. Zaman zaman ortaya çıkan çatışmalar da İslâm dan değil, bazı müslümanların kültürel veya örfi alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır. Ancak İslâmiyet herhangi bir milletin, toplumun ya da grubun kültürel alışkanlıklarıyla özdeş değildir. Dolayısıyla müslüman olsa da bilim karşısında olumsuz bir tutum sergileyen kişinin hareketi sadece kendisini ve yaşadığı toplumun değerlerini bağlamaktadır.
Kuraklık zamanında Tanrı ya dua eden bir insan, bir ateist kadar yağmurun hangi şartlarda oluştuğunu ve ne şekilde yağdığını bilmektedir. Aynı şekilde o kişi deprem, sel ve yangın gibi doğal olaylar karşısında nasıl davranacağının ve hangi tedbirleri alacağının farkındadır. Dolayısıyla Tanrı ya inanan bir insanla inanmayan bir insan arasında günümüzde doğal olayların oluşumu hakkında bilimsel bir ayrılık bulunmamaktadır. Bulunması da gerekmemektedir. Çünkü her ikisi de aynı dünyada yaşamakta ve ortak şartlarda bulunmaktadır. Aralarındaki fark ise bu olayları yorumlamada, üzerimizdeki etkilerini farklı değerlendirmede ve duygulanımlarda ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla aralarında inanç, duygu ve yorum farkı bulunan kişilerin artık birbirlerini bilim konusunda yargılamaları hiç de doğru olmayacaktır.(37)
Görünen o ki günümüzde Tanrı nın varlığına inanan ve inanmayan insanlar, bilimin mahiyeti ve sınırları hakkında tarihte olmadığı kadar bir fikir birliği içerisindedirler. En azından onlar yaşanılan dünyada cereyan eden olaylar konusunda sebep-sonuç ilişkisi açısından pek de farklı düşünmezler. Sadece pozitif bilimi ilgilendiren konularda değil pek çok sosyal hadiseyle ilgili olarak da inananla inanmayan arasında ortak değerler ve buluşma noktaları mevcuttur. Dolayısıyla onları aynı dünyada yaşayan ancak birbirine zıt olan çok farklı yaratıklar gibi düşünmemek gerekmektedir. Elbetteki ateistle Tanrı ya inanan kişinin duyguları ve bazı olaylar karşısındaki tepkileri farklı olabilmektedir. Bu nedenle dünyaya da farklı gözle baktıkları görülmektedir. Ancak bilimin ve evrensel değerlerin onları ortak bir noktada buluşturduğu da artık bilinen bir husustur. Dolayısıyla bu konudaki karşılıklı ithamların sona erdirilmesi gerekmektedir. Tartışma yapılacaksa bu her iki alanın kendi sınırları içinde kalmalıdır. Birini ötekiyle ya da diğerini bir başkasıyla yargılayacak olursak bu bir anlamda bugüne kadar yapılagelen yanlışlığın devam ettirilmesi olacaktır. Bununla da bir yere varılamayacağı muhakkaktır.
Rasyonellik ve Tanrı İnancı
Tanrı inancıyla bilim arasında olumsuz bir ilişki kuran ateistler rasyonalite konusunda da benzeri tutumu sergilemişler inananları mâkul (rasyonel) ve mantıklı olmamakla itham etmişlerdir. Sanki mâkul ve mantıklı olmanın temel şartı inançsız olmak veya dini reddetmekmiş gibi bu kavramı kendi lehlerine kullanmışlardır. Aslında böyle bir ithamla yüzyıllardır ateistlerin kendileri karşılaşmış ve bu ithamın ağırlığını üzerlerinde hissetmişlerdir. Zaten söz konusu suçlamada tepkisel bir tavrın sonucu ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki bu davranışa yıkıcı ideolojiler arasında sık sık rastlanmaktadır.
Tanrı inancının aklî temelinin bulunup bulunamayacağı felsefî bir tartışma konusudur. Ancak bu tartışmanın neticesinde zorunlu olarak Tanrı nın varlığının kabulü veya reddi gündeme gelmemektedir. Sadece inancın akli temelinin olup olamayacağıyla ilgili fikrî muhakemeler yapılmaktadır. Meselâ Kant gibi bu konuda olumsuz sonuca varanlar dahi ateizme varmamış sadece inançla akıl arasındaki ilişkinin mahiyetine dikkat çekmişlerdir. Dolayısıyla inancın akıl üzerine kurulamayacağı yargısıyla-ki pek çok dindar insan dahi bu şekilde düşünmektedir-Tanrı inancının akıl dışı (irrasyonel) olduğu suçlaması birbirinden farklı şeylerdir. Burada eleştirdiğimiz konu da ikinci durumdur. Yani bazı ateistlerin Tanrı inancını eleştirirken olumsuz iddialarının arasına rasyonalite kavramını sıkıştırmalarıdır.
Tanrı inancını rasyonel bulmayan bir tavrın kendisi de doğrusu rasyonel olmayacaktır. Çünkü rasyonel kabul edilmeyen herhangi bir kavram hakkındaki hükümlerin (çıkarsamaların) bütünü de rasyonel olmamak riskiyle karşı karşıyadır. Bu durumda ateistlerin kendileri de, kendi ilkelerine göre, akıl dışı bir tutum sergilemiş olacaklardır.
Tanrı inancı başta olmak üzere hemen hemen her konuda bir insanın rasyonel olması mümkündür. Sonucun olumlu ya da olumsuz olması o kadar da önemli değildir. Tanrı ya inanan bir kişi inancını aklî muhâkemeler neticesinde savunabiliyorsa, bu tutumunda da kendi içerisinde tutarlı, kapsamlı, mantıklı ve sistemli ise onun rasyonel olduğunda şüphe yoktur. Aynı şekilde bir insanın da benzeri bir tavırla inançsızlığa varmaya çalışması ihtimal dışı değildir. Dolayısıyla rasyonel olmak, doğmatik olmanın karşıtı olarak bütün insanlara özgü bir tavır olmalıdır. Herhangi bir insanın tekelinde bulunan bir kimlik olarak düşünülmemelidir.
Doğrusu ortada tek bir akıl anlayışı bulunmamaktadır. Farklı düşünürlere göre farklı rasyonalite tanımları mevcuttur. Böyle olunca bazı ateistlerin inancın akıl dışı olduğuyla ilgili tezleri de iyice anlamsızlaşmaktadır. Meselâ özünde materyalist olan ve maddeyi esas aldığı için aklı her türlü bilginin kaynağı olarak görmeyen bazı ateistler din konusu gündeme gelince nedense tutum değiştirmekte ve akıl silahına sarılarak dini eleştirmeye çalışmaktadırlar. Kimilerine göre akılla Tanrı ya gidilmesi mümkün değil iken bir başkasına göre de bundan daha aklî bir davranış görülmemiştir.
Ancak her şeye rağmen akılsızlık ve mantıksızlık suçlaması her iki tarafın da kullanmaması gereken bir şeydir. Yani Tanrı nın varlığına inanınca akıllı, inanmayınca akılsız olunacak veya tersine onun varlığını reddedince rasyonel, kabul edince de doğmatik olunacak gibi bir kabul, insanın kendi kendini (doğasını) inkâr etmesi ve aklî muhakemesini de tartışılır duruma getirmesiyle sonuçlanacaktır.
Bir insanın Tanrı nın varlığını, uzun düşüncelerden ve muhakemelerden sonra, aklen zaruri görmesinden daha doğal ne olabilir Yine bir insanın aynı konuda farklı düşünmesi, en azından farklı muhakemelerde bulunması da teorik açıdan ihtimal dışı değildir. Dolayısıyla bilimsellik konusunda olduğu gibi rasyonel olmak durumunda da bir tarafın mutlak üstünlüğü söz konusu olamaz. Tabii ki bu durum bilimin ve aklın, insanı inançsızlıktan ziyade Tanrı nın varlığına götürdüğü gerçeğini de değiştirmez. Kaldı ki aklen Tanrı nın varlığının kanıtlanamayacağı kabulü dahi zorunlu olarak ateizmle sonuçlanmaz. Nitekim nazari akılla Tanrı nın ispatının imkânsız olduğuna inanan Kant dahi yukarıda ifade edildiği gibi ateist olmamış aksine Tanrı ya giden başka bir yol arayışında bulunmuştur.
Mâkul ve mantıklı olmanın ne olduğu herkesçe bilinmektedir. Felsefede bunların ne anlama geldiği de âşikârdır.(38) Kaldı ki filozofların mâkul ve mantıklı oldukla-rını ya da onların bu konulara önem verdiğini düşünmek hiç zor değildir. Bu açıdan yaklaşıldığında rasyonel olduğundan şüphe edilmeyen, mantıkî bir düzen içerisinde düşüncelerini ifade eden pek çok filozofun Tanrı nın varlığına inandığı sürpriz olmayacaktır. İnanmayanların büyük bir çoğunluğu da inanmakla inanmamak arasında mütereddit olan ve bu ikilemden ıstırap duyan kişilerdir. Dolayısıyla akıl, felsefe ve bilimsel düşüncenin Tanrı yı reddettiği gibi iddialar sadece gerçekle bağdaşmayan birer ideolojik varsayımdır. Filozofların sıradan ve geleneksel dindarlar olmadığı doğrudur. Ancak onların çoğunluğunun da ateistler gibi Tanrısız bir dünya düşlemediği ve dinsiz yaşamı kurmayı amaçlamadığı ayrı bir gerçektir.
Rasyonel olmayı yani aklîliği teknik bir terim olarak akılcılık (rationalism) anlamında alsak dahi yine durumun değişmediğini göreceğiz. Felsefî bir ekol olarak akılcılığın önde gelen düşünürleri Descartes, Spinoza ve Leibnitz gibi filozoflar bırakınız reddetmeyi, bir şekilde Tanrı nın varlığını kanıtlamak için çaba sarfetmişlerdir.(39) Dolayısıyla ateistlerin bu konularda inanan insanlara yöneltmiş olduğu ithamlar hiç de gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü bu tür itham ve düşünceler ideolojik amaçlı olup ciddiye alınabilecek şeyler değillerdir.
Bazı dindarlar tarafından da aklın Tanrı nın varlığını bilemeyeceği iddia edilmiştir. Hatta Tanrı nın varlığına inandığı halde pek çok insanın akıl konusundaki mütereddit ifadelerine rastlanmaktadır. Ancak bu yaklaşım bizleri o kişilerin inançları konusunda yanıltmamalıdır. Onların kastettikleri şey, aklın inancı reddettiği gibi bir iddia değildir. Aksine aklın bu konuda yetersiz kaldığı, sınırlı olduğu ve her şeyi bilemeyeceğiyle ilgili tezlerdir. Dolayısıyla bu bakış açısını diğerlerinden ayırmak gerekmektedir.
Mantıksallık ve Tanrı İnancı
Tanrı nın varlığını birtakım iddialarla dışarıdan çürütmeye çalışan ateistler sonuçta amaçlanan hedefe ulaşamayınca, Tanrı sözcüğüyle ilgili mantıksal tahlillere (kavramsal çözümlemelere) girmişlerdir. Öncelikle Tanrı kavramının sözde bir kavram olduğunu ve gerçekliğinin bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Yine bu kavramın insan zihni tarafından üretildiğini, temelinde de insanın sebebini bilemediği olaylar karşısındaki ümit ve korkularının yattığını belirtmişlerdir. Önceki bölümde işaret edildiği gibi ateistlerin Tanrı inancını rasyonel bulmaması konuya ön yargılı yaklaşmalarının, hatta yanıltıcı ve yıkıcı bir üslûp kullanmalarının sonucu idi. Tanrı inancının mantıkî bulunmaması da benzeri bir tavrın sonucu olup tamamen ateistlerin ideolojik şartlanmalarıyla ilgilidir.
Aşkın bir Tanrı kavramını mantıkî açıdan sorgulamakla dinlerin Tanrı inançlarını eleştirme işi birbirinden ayrı şeylerdir. Birinci durumda evrensel olan yaratıcı Tanrı kavramı için herhangi bir risk bulunmamaktadır. Ancak ikinci durumda dinî yorumların bir yere kadar eleştirilebilmesi mümkün olabilmektedir. Nitekim bundan en zararlı çıkan da Hıristiyanlık dini olmuştur. Ancak Hıristiyanlığın çelişkileri, bünyesindeki paradoksları kısacası bütün problemleri kendini bağlar. Bunların başka bir din için genellenmesi söz konusu olmamalıdır.
Mantıkî olmak zorunluluğu bünyesinde paradoks barındıran sistemlerin bir problemidir. Nitekim hıristiyanların çoğunluğu teslîs, vaftiz, enkarnasyon, aslî suç ve çarmıh gibi konularda mantıklı bir açıklama getirmenin zorluğunun farkındadırlar. Bu nedenle hıristiyan dünyasında mantık ile inanç arasında bir çatışmanın ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Ancak bu çatışmanın İslâm da da olduğunu söylemek onu tanımamak ve bilmemekle eşdeğerde olacaktır. Çünkü İslâm dininde Tanrı inancıyla ilgili olarak teslis e veya enkarnasyona benzer bir paradoks mevcut değildir. Bu durum ateist olmasına rağmen bazı Batılı düşünürlerin dahi ifade ettiği bir gerçektir. Dolayısıyla paradoksların (mantıksal çelişkilerin) olmadığı bir inanç sistemini mantıki olmamakla itham etmek yersiz ve asılsız bir iddia olacaktır.
Her şeye rağmen Tanrı ya inanmayan insanlar olabilir. Çünkü O na inanıp inanmamak işi iradeyle ilgilidir ve bu konuda da herkes özgürdür. Ancak inanmayanların, İslamiyet teki Allah inancında anlaşılması güç olan ya da mantık dışı bir noktaya rastlamaları da mümkün değildir. Böyle bir iddiada bulunmaları da ihtimal dışıdır. Bu itibarla Hıristiyanlığın kendine özgü inançları yüzünden ortaya çıkan inanç-mantık çatışması İslâmiyet için geçerli olmayacaktır.
İslâm dünyasında Tanrı inancının mantıkî açıdan eleştirisini yapamayan ve bu noktada Hıristiyanlık için gündeme getirilen eleştirileri tekrarlayan bazı ateistler strateji değiştirerek psikolojik terimlere sığınmışlardır. Bir anlamda Tanrı inancının temelinde yattığını iddia ettikleri konuları gündeme getirmişlerdir. Yukarıda ifade edildiği gibi, bunlar da korku ve ümit gibi insanın ruh haliyle ilgili durumlardır.
Kaldı ki etik (ahlâkî), estetik ve dinî değerleri korku ya da ümit gibi psikolojik tecrübelerle izah etmek modern bir insanın yapamayacağı ilkel bir davranış olsa gerektir. Çünkü bu tür şeyler zaman üstü olan ve bütün zamanlara olduğu kadar bütün insanlara hitap eden değerlerdir. Aksi olsaydı şu anda hayranlıkla gezdiğimiz, izlediğimiz, seyrettiğimiz, dinlediğimiz ya da okuyarak heyecanlandığımız tarihi eserler olmazdı.
Sözkonusu itirazlar doğrusu yüzyıllardır tekrarlanan ve her fırsatta inananların karşısına konan çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar da içi boş, düşüncelerdir. Şayet insan birtakım ümit ve korkulardan dolayı Tanrı fikrini üretmişse, yine aynı insanın benzeri gerekçelerle inançsızlığı ürettiğini söylemek da mümkündür. Bu durumda inançsızlık olgusu da yapaylık suçlamasıyla karşı karşıya olacaktır. Kaldı ki böyle bir yaklaşımın inanç meselesini ciddi olarak kavrayamadığı ve temel etmenlerini bilmediği de anlaşılmaktadır.
Doğal olaylar karşısındaki insanın tavrı, ümit ve korkuları, dinden ziyade temelde bilimle alâkalı olan şeylerdir. Tabiatta Tanrı ya inansın veya inanmasın hemen hemen herkesin bir şekilde etkilendiği ya da duygulandığı hadiseler cereyan etmektedir. Her iki taraf da bazı olaylar karşısında sevinmekte veya korkuya kapılmaktadır. Ancak bütün bunlar bu tür olayların sonuçlarıyla alâkalı şeylerdir. Dolayısıyla böyle bir problem insanın üstesinde gelmesi gereken ortak problemidir.
Doğada cereyan eden ve insanları birtakım hurafe, saplantı ve bâtıl inançlara sevkeden olaylar bilimin çözmesi gereken konulardır. Zaten bu tür şeylerle bilim kadar İslâmiyet de savaşmaktadır. Hurafeler, dinin getirmeye çalıştığı ve her fırsatta yinelediği tek Tanrı inancını zedelemekte, insan zihninin kirlenmesine yol açmaktadır. Bunlar kimi zaman pagan, kimi zaman totem, kimi zaman da gizli kudrete sahip olduğu var sayılan kutsallaştırılmış varlıklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilimin geri olduğu dönemlerde yaygın olan bu tür olaylar ne yazık ki günümüzde dünyanın değişik yerlerinde hâlâ devam etmektedir.
Bazı ateistler insanlık tarihi hakkında konuşurken dünyanın geri ve gizli kalmış yörelerinde yaşayan insanları (kabileleri) ölçü almaktadırlar. Bu insanların değerlerini bir şekilde tarihe de yansıtmakta ve inanç dünyasını bu şekilde tasvir etmeye çalışmaktadırlar. Elbetteki bu tür çalışmaların insanlık tarihine ışık tutacağı âşikârdır. Ancak bunun yanında kasıtlı olarak yanlış bir tavır sergilenmiştir. O da şudur: Onlar (bazı ateistler) bilim ve medeniyette ilerlediği halde milyarlarca insanın inancını, kültürünü ve dinî değerlerini (monoteistik geleneği) bilimsel(!) veri olarak dikkate almamış tarihe de bu açıdan bakmamışlardır. Burada bilimin, özellikle antropolojik çalışmaların ideolojilere kurban edildiğini, bilimsel çalışmalarda ne kadar taraflı ve seçici davranıldığını görmek mümkün olmaktadır.
Sıradan bir insan ciltler dolusu kitapları okumaya gerek duymadan kendi muhakemesi ve mantığıyla çevresine bakar bakmaz Tanrı nın varlığına hükmedecek yeterliktedir. Hatta bu kanaatine ulaşması için belki felsefî veya teolojik kanıtlara ihtiyaç duyması da gerekmeyecektir. Şayet kendini, içindeki doğal eğilime karşı çıkmaya zorlamaz ve reddetmek için özel bir gayret sarfetmez ise o kişi Tanrı ya olan sevgi ve hayranlığını da gizleyemeyecektir. Bu doğal eğilim ve sarsılmaz kanaati insanın günlük yaşamına ve diğer varlıklarla ilişkisine de yansıyacaktır. Dünyanın her yerinde böyle bir durumla karşılaşmak mümkündür. Nitekim tarih boyunca da böyle olmuştur. Bütün bunları bir çırpıda yapay addetmek insanın kendi doğasıyla çatışması ve kendi kendini yalanlamasıyla eş değerde olacaktır.
Her şey bir tarafa, insan niçin pozitivistlerin iddia ettiği gibi gerçekte var olmayan bir şeyi kanıtlamaya ve ona inanmaya çalışsın Kaldı ki var olmayan bir şeyin insanın aklına gelmesi (içine doğması) ve zihninde yer işgal etmesi mantıken mümkün müdür Bir an için böyle bir şey mümkün olsa bile (yani bir şeyin hayalî olarak düşünülmesi imkân dışı olmasa bile) bunun Tanrı ya tekabül etmesi mümkün müdür
İnsan sıradan bir varlık gibi Tanrı yı zihninde oluşturamaz. Sadece onun varlığını ve büyüklüğünü idrak eder. Kaldı ki gerçek olmayan bir şeyin binlerce yıldan beri milyonlarca insan tarafından benimsenmesi, zihin ve kalplerde yer alması, biraz şaşırtıcı olmayacak mıdır Çok sayıda insanın yanılması veya yanlış olan bir konuda asırlarca ısrarlı olması düşünülebilir mi
Tanrı nın varlığı konusunda ellerindeki iddiaların birer birer sonuçsuz kaldığını gören ateistler son bir hamle daha yaparak, her halukârda O nun bilinemeyeceğini, tanımlanamayacağını ve hakkında konuşulamayacağını söylemek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla inananları Tanrı kavramı hakkında tutarsızlıkla, çelişkiye düşmekle, bazan da bilgisizlikle itham etmişlerdir. Ancak ateistlerin bu tür iddiaları da felsefî polemiklerin ötesine geçmemiş, inanan insanlar üzerinde ise hiçbir etkide bulunmamıştır. Kaldı ki bu itirazlar yine felsefî açıdan çok ciddi itirazlara uğramış ve çürütülmüştür.
Ateistlerin iddia ettiği gibi Tanrı ya inanan kişiler O nun ne olduğu konusunda hiç bilgisiz değillerdir. Mahiyeti itibariyle Tanrı nın tarafımızdan tam olarak kavranamayışı, O nun hakkında bilgisiz olacağımız veya hiçbir şey konuşamayacağımız anlamına gelmemektedir. Elbette Tanrı ile insan arasındaki bilgi türü, insanın eşiyle, çocuğuyla, arabasıyla, çevresiyle veya beraber olduğu iş arkadaşlarıyla olan bilgisi gibi olmayacaktır. İkinci durumda insanın muhatabı yine kendisi gibi olan, bildiği şartlarda yaşayan ve çeşitli şekillerde tecrübe ettiği bir varlıktır. Birinci durumda ise insanın muhatabı kendine benzemeyen, çevresindeki herhangi bir nesne gibi olmayan bir Yüce Zat tır. Dolayısıyla inanan kişi bunun farkındadır ve bu şuur çerçevesinde düşünmekte, ibadetini yapmakta ve duygularını dile getirmektedir.
Tanrı nın mahiyet itibariyle insan tarafından düşünülmesi esnasında zihinde birtakım sıkıntıların doğma ihtimali vardır. Ancak mantıklı ve mâkul bir insanın neyin nasıl olması gerektiğini iyi kavraması gerekmektedir. Hele bu düşündüğü varlık Tanrı olunca O nun nasıl olabileceğini veya ne olmadığını (olmaması gerektiğini) iyice muhakeme etmesi gerekir. Kaldı ki inanan herkes Tanrı nın bütün mükemmellikleri, güzellikleri ve yetkinlikleri zatında bulundur-duğunu, buna karşın bütün noksanlıklardan ve kusurlardan uzak olduğunu gayet iyi bilmektedir. Aklen, mantıken ve dinen de böyle olması gerektiğinin farkındadır. Zaten başka türlü bir Tanrılık durumunun olması da mümkün değildir. Durum böyle olunca insan zihninde Tanrı kavramıyla ilgili olarak herhangi bir karışıklığa ya da kuşkuya yer kalmayacaktır. Ateistlerden gelen itirazlarda anlamsız ve boş sözler olarak bir kenara atılacaktır.
Tanrı nın varlığı daha önce ifade edildiği gibi her şeyden önce bir inanç konusudur. Bir bilgi problemi değildir. Bu açıdan bakıldığında O nun mahiyetiyle ilgili bilgi eksikliğimizi inanç olgusunu cazip kılan unsurlar olarak görmek mümkündür. Burada anormal olan şey inanan insana Tanrı hakkında sorular sorarken, ondan sanki kendi dünyamızda yaşayan herhangi bir varlıktan söz etmesini veya o şekilde konuşmasını beklemek olacaktır. Bu da o kişiye yapılan ayrı bir haksızlıktır. Zaten o kişi böyle yaptığı takdirde (yani Tanrı yı mahiyet itibariyle bir nesneye benzettiğinde) Tanrı, Tanrı olmaktan çıkacaktır. Ayrıca niçin böyle yaptığını soracak olan ilk kişi de yine ateistin kendisi olacaktır.
Hıristiyan dünyasında ateizmin kolayca yerleşmesinin temelinde kilisenin katı tutumu yanında, insanlara sunduğu Tanrı imajının Baba ve Oğul gibi insan figürleriyle açıklanması yatmaktadır. Bu yüzden onlara mantıken cevap veremeyecekleri sorular sorulmuş, birtakım psikolojik tahlillerle inançlarının alt yapıları kolayca ortaya çıkarılmıştır. Halbuki ilâhî dinlerin özünü oluşturan (özellikle İslâm dininde ön plana çıkan) aşkın Tanrı inancı her türlü şeklin ve simgenin ötesinde bulunan, anlaşılması kolay bir yaratıcı kavramı üzerine kuruludur. Bu noktada ateistlere yalanlama konusunda fazla bir şans kalmamaktadır.
Şüphesiz Tanrı hakkında konuşmak ya da fikir yürütmek sıradan bir iş değildir. Nitekim Tanrı da insanların karşılaşmış olduğu bu güçlüğün farkındadır. Bu gerekçeden dolayı olsa gerek göndermiş olduğu Kur ân da insana konuştuğu dille hitap etmiş, bunun yanında bol bol sembolik ifadelere yer vermiş ve anlamayı kolaylaştıracak benzetmelerde bulunmuştur.
İnsanın Tanrı hakkında düşüncelere dalarken bilgi dağarcığındaki kavramları kullanması ve O nun mahiyetiyle ilgili birtakım benzetmelerde bulunması kaçınılmazdır. Ancak insanın dikkat etmesi gereken bir durum vardır. O da böyle yapmakla Tanrı nın gerçekten öyle olduğunu düşünmenin doğru olmayacağıdır.
Tanrı nın insan zihni tarafından tam mânasıyla bilinmesi demek O´nun insan tarafından özümsenmesiyle aynı anlama gelecektir. Bir insanın günlük yaşamında kulandığı kalem, kitap, daktilo, radyo, televizyon, bilgisayar gibi eşyaları bilmesi ve etraflıca onların sırlarına vâkıf olması mümkündür. Ancak Tanrı kavramı bir insanın sınırlı olan zihnine sığmayacak kadar geniş olup, ihata edilecek kadar da küçük değildir. İnsan henüz kendi dünyasının bilgisine vâkıf olamadığı gibi yüzyıllardır seyrettiği halde gökyüzünün ihtişamını ve yıldızlar âleminin esrarengizliğini kavrayacak güçte de değildir. Kaldı ki âlemin yaratıcısını bilebilsin.
İnsandaki Tanrı bilgisi, sınırlarıyla beraber bir şeyi ihata anlamında, çok küçüktür. Ancak fizik ötesi bir varlığı bilme anlamında bizim onunla ilgili düşüncemiz ve bu çerçevede oluşan muazzam duygu ve tefekkürümüz azımsanmayacak kadar büyüktür. Şayet Tanrı yı şekli ve şemâili olan herhangi bir nesne gibi görme arzumuzu (yanılgımızı) bir tarafa bırakır, en azından O nun bizim gibi olmadığını düşünür ve bunu kabullenebilirsek, zihnimizdeki pek çok zorluğu aşmamız mümkün olur. Doğrusu ateistlerin de artık müminlerin böyle maddî bir varlığa inanmadıklarını anlamaları ve onlardan böyle bir varlıkla ilgili kanıt beklememeleri gerekmektedir. Aksi takdirde beklentileri boşa çıkacaktır. Sonucun böyle olması ne inanan insanların aleyhine bir durumdur ne de Tanrı nın varlığıyla ilgili bir zaafiyettir. İnsanlar Tanrı ya inanmaya devam edeceği gibi, Tanrı da sonsuz bir şekilde varlığına devam edecektir. Ateistlerin inkâr etmesi ya da O nun tarafımızca tam olarak kavranamayışı, Tanrı nın varlığı hakkında ki durumu değiştirmeyecektir.
Ahlâkî Özgürlük ve Tanrı İnancı
Ateistler bilimsellik, rasyonellik ve mantıksallık konularında olduğu gibi özgürlük konusunda da birtakım çarpıtmalarda bulunmuşlardır. Bu amaçla aslı olmayan ve kesinlikle dinle (İslâmla) bağdaşmayan düşünceler ortaya atmışlardır.
Bilindiği gibi dindar insanlar Tanrı inancıyla ahlâklı olmak arasında çok ciddi bir bağ görmüş ve her iki konuyu birbirinden ayrı düşünmemişlerdir. Onlar Tanrı ya inanan bir insanın aynı zamanda ahlâklı olduğunu (ya da olması gerektiğini) ileri sürmüş, buna karşın inanmayan bir insanın da yüce bir otoriteyi kabul etmediği için hareketlerinde sorumsuz olduğunu ve ahlâksızlıkla karşı karşıya bulundu-ğunu iddia etmişlerdir.
Bu durum karşısında ateistler sessiz kalmamış ve kendilerini savunmuşlardır. Kısaca onlar Tanrı inancı ile ahlâk arasında zorunlu bir ilişki görmemiş ve ahlâkın dinden bağımsız olduğunu iddia etmişlerdir. Ateistlerin bazıları (bir kısım filozoflar) doğal olarak ahlâklı olmaya karşı çıkmadıklarını belirtmiş, karşı çıktıkları şeyin ise ahlâk konusuna Tanrı inancının karıştırılması olduğunu söylemişlerdir. Diğer bir kısmı ise ideolojik davranarak hiçbir ahlâkî ilke tanımadığını belirtmiştir. Bu kişiler dindar insanların tutum ve davranışlarını da sorgulamış onların günlük hareketlerini kendilerince materyalist açıdan yorumlamaya çalışmışlardır.
Çoğunluğu filozof olan ve teorik açıdan Tanrı inancını inkâr eden düşünürler, sonuç itibariyle yukarıda ifade edildiği gibi ahlâklı olunabileceğini savunmuş ve bunun uğraşısını vermişlerdir. Dolayısıyla bunlardan dolayı ateistleri bütünüyle ahlâksız olarak düşünmek doğru olmayacaktır. Zaten Tanrı insanı yaratırken onu ahlâkî bir varlık olarak yaratmıştır. Doğasına ahlâkî duyguyu ve ahlâkî sorumluluğu aşılamıştır. Bir insan Tanrı nın varlığını inkâr etse dahi kendi doğasını inkâr (tahrip) etmedikçe bir yere kadar ahlâklı kalacağı muhakkaktır.
Ancak yukarıdaki grubun yanında ahlâkî olsun veya olmasın toplumdaki bütün değerlere karşı çıkan ateistler de görülmüştür. Bunlar daha ziyade ideolojik amaçlarla ateist olmuş olan kişiler olup birtakım yıkıcı akımların etkisinde kalarak her türlü değeri ayaklar altına almaya çalışan kişilerdir. Bir anlamda Tanrı ya inanmıyorsak her şeyi yapmak serbesttir diye düşünen ve sorumsuzca yaşayan kişilerdir. Bu kişiler günlük yaşamlarında pek çok anormallik, tuhaflık, dengesizlik ve yanlış davranış sergilemişlerdir. Bunun yanında Tanrı inancını kötülemiş, dinî ahlâk anlayışına, dindar insanlara hakaret derecesinde iftiralarda, itham ve isnatlarda bulunmuşlardır.
Ahlâklı olmak bireyin ve toplumun vazgeçilmez temel şartlarından biridir. Ahlâk, birlikte yaşasın veya yaşamasın bütün fertlerin uyması ve koruması gereken bir değerdir. İnsan için ahlâklı olmanın garantisi öncelikle kendi doğası ve aklı ise de sonuç itibariyle pratikte dinî bir yaşamdır. Din (İslâmiyet) en basit ahlâkî davranışın ardında dahi insana övgüler yağdırmış, en küçük bir yanlışın karşısında ise onu hemen uyarmış ve düzeltme yollarını göstermiştir. Ahlâkî eylemleri dinden bir parça gibi kabul etmiş ve onları inançla yan yana koymuştur. Hatta dindar olmanın önkoşulu olarak düşüncede ve davranışta temizliği kabul etmiş, kişilerin Tanrı ya inanmakla birlikte her türlü kötülükten arınmalarını ve uzak durmalarını tavsiye etmiştir.
Ahlâk sadece bireysel yaşamda değil toplumun ve günlük yaşamın bütün safhalarında var olması gereken bir değerdir. Ailede, arkadaşlıkta, komşulukta, iş hayatında, ticârette, okulda, fabrikada vb. de olması gereken bir fazilettir. İnsanın çevresine yararlı olabildiği oranda değer kazandığını söyleyen İslâmiyet yine onun çevresine içi sevgi dolu bir sözünü, tebessümünü ve selâmını iyilik olarakgörmüş ve bütün bunları sevap kazandıran (o kişiyi Tanrı katında değerli kılan) eylemler olarak değerlendirmiştir.
Din (İslâmiyet) insanın en küçük bir canlı birime, mesela bir karıncaya dahi zarar vermemesi gerektiğini belirtmiş, gelen gidenlerin ayağına batmaması için yoldaki zararlı bir şeyin (diken vb.) kenara atılmasını da fazilet kabul etmiştir. Susuzluğundan dolayı çölde ölmek üzere olan bir hayvana su vermeyi cennete girme gerekçesi olarak görmüş, anne babaya saygıyı taat olarak değerlendirmiş, çocukları sevmeyi merhamet örneği olarak görmüştür. Çok zor şartlarda dahi olsa insanın çevresini yeşillendirmesini (elindeki bir fidanı dikmesini) ondan talep etmiş, komşu ilişkilerini akrabalık derecesine çıkartıp birbirlerine saygılı ve yardımcı olmalarını tavsiye etmiş, çalışanın hakkının vaktinde ödenmesini emretmiştir. Dili, dini ve rengi ne olursa olsun bütün insanlara, türü ne olursa olsun bütün canlı varlıklara ve yine niteliğine bakılmaksızın bütün doğal kaynaklara sevgi, saygı, merhamet ve tasarrufla muameleyi önermiştir.
Dünyaya böyle bir gözle bakan ve çevresine bu değerlerle yaklaşan bir insanın ne kadar erdemli olduğunu anlatmaya gerek yoktur. Zaten dinin bütün gayesi de ahlâklı ve erdemli bir insan oluşturmak ve saygın bir toplumun koşullarını hazırlamaktır. Durum böyle olduğu halde bazı psikolojik gerekçelerden dolayı ateistler tarafından dinî ahlâkın eleştirilmesi ise anlaşılacak bir durum değildir.
Tanrı inancının birey üzerinde ahlâklı bir yaşam için önemli bir faktör olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Dolayısıyla insanın gerek Tanrı´nın sevgisini kazanması ve gerekse emirlerine uyarak erdemli ve faziletli bir yaşam sürmeyi istemesinden daha doğal ne olabilir. Dolayısıyla dinî ahlâk anlayışını eleştirirken dindarları anlamsız ve içi boş birtakım kavramlarla itham etmek ne ahlâkla ne de bilimsellikle bağdaşır. Kaldı ki dini reddeden bu kişilerin anlamsız eleştirileri yanında günlük yaşamda insanların mutluluğu ve huzuru için ahlâk adına ne yaptıkları ve ortaya ne koydukları da henüz bilinmemektedir. Dahası dinsizliği önemseyen toplumlarda ya da vicdanında inancı bir kenara bırakan kişilerin yaşamında niçin intihar, sapıklık, cinnet gibi bozuklukların, ya da trajik ve dramatik durumların daha çok ortaya çıktığı izah edilememiştir.
Dini reddettiği halde bazı filozoflar ateizmin çıkmazlarını görmüş ve sorgulamışlardır. Meselâ bunlardan biri olan Gaskin ateizmin de birtakım olumsuzlukları olduğunu söylemiş bu çerçevede özeleştirilerde bulunmuştur. Ona göre yüzyılımızda Tanrı´nın ahlâkî bir otorite olarak reddedilmiş olması da beklenildiği gibi her şeyi çözmemiştir.
Gaskin e göre seküler ahlâka sahip olan ve pek çok ahlâkî yükümlülüğü kaldırarak yerine yeni bir şey koymayan modern toplumlar tutarsızlık içinde bulunmuşlardır. Doğrusu Gaskin´e göre ahlâkî otoritenin yıkılması diye bir şey de söz konusu değildir. Çünkü ona göre ahlâk sahasında Tanrı otoritesini reddedenler, Tanrı yerine metafiziksel görünümlü olan yeni otoriteler koymuşlardır. Meselâ Marxistler proletaryayı emredici ve varlığı kaçınılmaz kutsal bir otorite gibi görmüşlerdir. Yine XX. yüzyıl toplumlarındaki tek partili yönetimlerde parti egemenliği sadece insan davranışlarını etkileyen kaba bir güç olarak kullanılmamış, ayrıca emredilen şeylerin etkili olmasını sağlamak için de bu partinin ilkeleri bir tür metafiziksel güç olarak ileri sürülmüştür.(40) Gaskin´e göre ateizm adı altında "iyi ve kötü" gibi kavramlar kaybolmuştur. Moral değerler zayıflamış, bunun sonucu olarak insan iyi ve kötü kavramlarından uzaklaşmıştır. Modern dönemde moral kavramların sadece birtakım sosyal ve insanî ihtiyaçlara göre sınırlandığını belirten Gaskin´e göre evrensel ve ezelî olan pek çok şey de gözden kaçmış, ahlâk adı altında sadece toplumdaki sosyal haklar, proleter istekler, kişisel ilişkiler ve günlük ihtiyaçlar konuşulmaya başlanmıştır.
Yine Gaskin´e göre XX. yüzyılda işlenen en büyük hatalardan birisi de, insanın bir taraftan tarihte görülmemiş, akla hayale gelmeyen yıkım ve kötülüklere karşı hoşgörülü davranması, diğer yandan da sosyal yaşamdaki ayrıntılarla önemle uğraşmış olmasıdır. Meselâ Batı´da yaramaz bir okul çocuğunun alacağı cezanın dahi günlerce problem yapıldığını belirten Gaskin, buna karşılık dünyanın değişik yerlerinde cereyan eden katliamların, suçsuz yere ölen veya öldürülen binlerce insanın durumunun görmezlikten gelindiğini de ifade etmiştir. Doğrusu Gaskin in bu tesbitine katılmamak mümkün değildir. İnsanın her şey pahasına güçlü olmaya çalışması ve dolayısıyla başkalarını görmezlikten gelmesi kabul edilecek bir durum değildir.
Yüzyılımızda materyalizm ve pozitivizmden kaynaklanan ahlâkî çöküntü çok pahalıya mal olmuştur. Bu çöküntünün boyutları her alanda hissedilmiş ve ağır faturalar ödenmiştir. Batı daki ahlâkî sorumsuzluk ve vurdumduymazlıkları yüzünden Dünyanın değişik bölgelerindeki binlerce mâsum insan, hayvan ve doğal kaynakların göz göre göre yok olup gittiği ortadadır. Bütün bunların karşısında sadece kendi menfaatlerini koruyan ve kollayan modern devletlerin dünyanın fakir yörelerinde ya da geri kalmış bölgelerinde cereyaneden karışıklıklara, katliamlara, etnik kıyıma, istilâya, hastalıklara, açlığa ve susuzluğa karşı harekete geçmemeleri, karşılaşmış olduğumuz ahlâkî çöküntünün başka bir boyutunu gözler önüne sermektedir.
Çağımızda seküler ve dinsiz ahlâk anlayışının yol açtığı diğer bir çıkmaz da bireysel seviyede olmuştur. Geleneği ve geleneksel değerleri yıkma pahasına toplumlarda pek çok tahribat yapılmış, geçmiş kötülenmiş ve birtakım içi boş hayalî sözcüklerle toplumu oluşturan bireyler, aile, çevre, kültür ve mensup oldukları dinlerinden koparılmıştır. Ferdiyetçilik, özgürlük, ilericilik ve çağdaşlık adına bu kişilerin beyni yıkanmış, bu uğurda pek çok insanın zihni bulandırılmış, dinî ve ahlâkî değerler karalanmış ve kasıtlı olarak kötü gösterilmiştir.
Bireyler kendilerini sadece yiyip içen, robot gibi çalışan, fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçları için yaşayan sorumsuz birer canlı durumunda görmüştür. Çevresinden ve dininden koptuktan sonra üzerinde ahlâkî bir otorite görmeyen pek çok genç insan bir anda kendini kötü alışkanlıkların içerisinde bulmuş, içerisinden çıkamadığı ve bir türlü terkedemediği sapkınlıkların ve tutkuların esiri olmuştur. Bunun neticesinde de ortaya pek çok facia ve dramatik manzara çıkmıştır.
Yüzyılımızın sonuna doğru yaşanan acı tecrübelerden sonra pek çok toplum, bünyesinde dinî inancın ve moral değerlerin eksikliğini hissetmiş ve bunun telâfisi için çalışmıştır. Öncelikle ailevî değerlere önem vermiş, alkol, kumar, fuhuş ve uyuşturucuya karşı ciddi önlemler almaya başlamıştır. Bu süreçte eğitimde dine ve dinî kurumlara büyük görevler verilmiş ve faaliyetleri desteklenmiştir. Dünyanın değişik bölgelerindeki materyalist ve pozitivist eğitim sistemi de tekrar gözden geçirilmiş benzeri yanlışlıklara düşülmemesi için önemli tedbirler alınmıştır. Bu olumlu gelişmenin yaygınlaşması ve kalıcı olması insanlık adına güzel bir kazanç olacaktır.
Kanıt Problemi
Tanrı nın varlığına inanan insanlar inançlarını destekleyen kanıtlar ileri sürmüş ve ateistlerin bu konudaki iddialarını boşa çıkarmışlardır. Ateistler de Tanrı nın varlığı lehinde ileri sürülen kanıtları reddetmiş ve kendi düşünce-lerinden vazgeçmemişlerdir. Ancak bunu yaparken de sadece eleştiri getirmiş, kötülüklerin varlığı gibi bir iki konu hariç kendi iddiaları lehinde orijinal bir fikir ileri sürmemişlerdir. Kaldı ki Tanrı nın varlığı için ileri sürülen ve bir anlamda ateizmi yanlışlayan kanıtların eleştirilebilmesi de onların çürütülmesi ya da içeriğinin yanlışlığı anlamına gelmemektedir.
Ateistlerin düşündüğü gibi Tanrı nın varlığını reddetmek o kadar basit bir konu değildir. Reddetmek için pek çok teorik riskin ve mantıksızlığın göze alınması gerekecektir. Çünkü lehlerinde birçok kanıt olmasına rağmen inananlar eleştirilebiliyorsa, ellerinde somut hiçbir kanıt bulunmayan ateistleri tenkit etmek daha kolay ve sıradan bir iş olacaktır. Bu yüzden Tanrı nın varlığını reddetmenin, kabul etmekten daha zor olduğu işin başında açıkça ortaya çıkmaktadır. Sadece kâinat Tanrı nın varlığına doğrudan bir kanıttır. Dolayısıyla Tanrı yı inkâr etmeye ve bunun için gerekçeler uydurmaya çalışmak bir nehri tersine akıtmak kadar imkân-sızdır.
Tanrı nın varlığını iddia edenler birtakım kanıtlar ileri sürmüş bizleri düşündüren ve aklımıza yatan fikirler ortaya koymuşlardır. Herhangi bir ön yargı, saplantı ya da ideolojik bir kabulle konuyu geçiştirmemişlerdir. Meselâ önümüzde duran âlemin kendi başına var olamayacağını iddia etmiş, bir yaratıcıya ve düzenleyiciye gereksinim olduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla teistlerin ellerinde herkesçe anlaşılır ve kabul edilebilir deliller bulunmaktadır. Bu somut deliller üzerinde hiç kimse onlara niçin böyle düşünüyorsunuz da diyemez. Çünkü insan aklının ve mantığının vardığı sonuç budur. Aklın düşünmesini ya da varlığımızla ilgili muhakeme yapmasını da engellemek mümkün değildir.
Ateistlerin yaptığı iş inananların tezlerini eleştirmekten veya reddetmekten ibarettir. Yapmış oldukları eleştiriler ise mü minlerin kanaatlerini yanlış çıkarmaya yetmemektedir. Sadece onların dile getirdiği kanıtların teorik açıdan karşıtını dile getirmekten ibarettir. Ancak bir şeyin teorik açıdan karşıtını düşünmek o şeyin pratikte de öyle olabileceği anlamına gelmez. Zaten bir insan inanmak istemezse kendine göre birtakım gerekçeler bulmakta gecikmeyecektir. Dolayısıyla ateistin Tanrı nın varlığını yalanlaması sadece kendini bağlayan bir durumdur. Bu sonuç da inanan insanın muhakemesine ve kanaatine en küçük bir olumsuzluk getirmeyecektir.
Aslında bazı teistler açısından ateistin itirazlarını ya da Tanrı kavramıyla ilgili olumsuz düşüncelerini dikkate almamak da mümkündür. Çünkü bir şeyle ilgili itirazlar öncelikle o şeyin varlığının kabulüyle birlikte anlamlı olacaktır. Bu ateistler için de söz konusudur. Sonuçta onlara göre ateistlerin Tanrı nın varlığını kabul etmeden dışarıdan konuşmaları ve Tanrı kavramıyla ilgili eleştiri getirmeleri başlı başına bir tutarsızlık olacaktır.
Tanrı nın varlığı sadece kanıt meselesi olmayıp sonuçta bir iman konusudur. İman da yüce bir varlığa, bir yaratıcıya inanmak, ona aklen, zihnen ve kalben bağlanmaktır. İnsanla yaratıcısı arasında içi aşk ve sevgi dolu bir bağ oluşturmaktır. Bu da düşünce gerektiren, cesaret isteyen ve bir şekilde adım atılarak mesafe alınan bir şeydir. Dolayısıyla Tanrı inancı ve bu inançla ilgili muhakemeler ateistlerin eleştirilerinde görüldüğü gibi birtakım basit mantık oyunlarının ve fikrî saplantıların ötesinde bulunmaktadır. Bu konu, insanın yaşamı, var oluşu, duygusu, şuuru ve benliğiyle ilgili bir problemdir.
Tanrı nın varlığının kanıtlanması konusunda İslâm ile diğer dinî inançlar arasında bâriz farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar da tartışmalara yansımaktadır. Meselâ bir Hıristiyan için teslisi ya da enkarnasyonu anlamak ve başkalarına anlatmak o kadar kolay olmayacaktır. Aynı şekilde o kişinin ateiste karşı ikna edici cevaplar vermesi de zordur. Dolayısıyla onun yapabileceği tek şey bu konunun inanç meselesi olduğunu söylemek ve tartışmaya girmemektir.
Tanrı nın varlığı sonuç itibariyle inanç konusa da olsa bir müslüman inancını rahatlıkla anlayabilmekte ve anlatabilmektedir. Onun hakkında muhakemeler yürütebil-mekte ve kanıtlar bulabilmektedir. Bir anlamda dış dünya ile inandığı kavram arasında uyumlu bir karşılık kurabil-mektedir. Sonuçta da yaratıcı ve yaratılan ilişkisini ve bundan kaynaklanan bir dünya görüşünü zihninde kolayca şekillendirebilmektedir.
Şimdi ateistlerin iddialarını boşa çıkaran ve Tanrı nın varlığını ispatlamak amacıyla inananların dile getirdiği kanıtlara göz atabiliriz. Ele alacağımız kanıtların pek çoğu filozoflar tarafından uzun uzadıya tartışılan ve hâlâ da üzerinde konuşulan konulardır. Kanıtları ele almadan önce bunların ortaya konuş gayesiyle ilgili birkaç hususa değinmekte fayda vardır. Bunları şeylece sıralayabiliriz: Öncelikle Tanrı nın varlığı lehinde ileri sürülen kanıtların temelde felsefî olması sıradan bir insanın da benzeri sonuçlara varamayacağı ya da aynı şeyleri düşünemeyeceği anlamına gelmez. Her insanın kendi iç dünyasında derin düşüncelere daldığı ve çevresine bakarak birtakım fikirler yürüttüğü göz önünde bulundurulursa benzeri delillerin çoğu kişi tarafından paylaşıldığı da görülecektir.
Tanrı inancı konusunda önceki bölümlerde de ifade edildiği gibi insanlar (inananlar) büyük oranda aklî bir tutum içerisindedirler. Bu onların temelsiz konuşmadıklarına ve söz konusu alanda doğmatik bir tavır sergilemediklerine işarettir. Kısacası müminler Tanrı inancını rasyonel yönü bulunan bir inanç olarak ortaya koymaktadırlar.(41)
Tanrı inancının rasyonel olmasıyla Tanrı nın varlığının akılla bilinebileceği iddiası aynı şeyler değildir. Dolayısıyla inancın rasyonel boyutundan bahsederken onun tamamiyle aklî olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü müminler için Tanrı nın varlığı meselesi kanıtlanmaya gerek duyulmayan bir durumdur. İleri sürülen ispatlar ise bu inancın kabulden sonra açıklanması ve izah edilmesi olayıdır. Müminlerin çoğu yaratıcıya inanmak için öncelikle bir kanıt bulma arayışında değildir. Çünkü onlar yaratıcının varlığından şüphe etmezler. İçlerinden gelen sese ve tecrübe ettikleri âlemin çağrısına kulak verirler.
Akıl insanı her konuda düşünmeye sevkeder. Özellikle yaşam ve evren üzerinde derin fikirlere dalmasına yol açar. Bu süreçte insanın Tanrı inancı güçlenir ve kendi iç dünyasında tatminkâr olmasını sağlar. Dolayısıyla akıl Tanrı inancını temellendirir, böyle bir inancın hurafe, uydurma ya da yapay olmadığına karar verir. İnancın mantıkî açıdan tatminkâr dayanaklarını ortaya kor. Bu dayanaklar da her şeyden önce aklın, mantığın ve insan düşüncesinin ortaya koyduğu ve olmazsa olmaz dediği şeylerdir. Çünkü Tanrı nın varlığı sonuç itibariyle iman konusu da olsa böyle bir inancın ya da bu inanca temel olan dayanakların elbetteki bir açıklaması olacaktır. Akıl da insana böyle bir açıklama imkânı sağlamaktadır.
Tanrı nın varlığını kanıtlamakla amaçlanan diğer bir konu inanan insanların bilinçli ve kararlı olmalarını temin etmektir. Çünkü bir şeye sadece inanmak, fikrî açıdan rahatlığı garantilemez. Dolayısıyla inanan kişiler gerek kendi içlerinde gerekse başkalarının zihinlerinde doğabilecek şüpheleri gidermek amacını da gütmüşlerdir. Meselâ Tanrı ya inanan bir insanın aklına bazan istemediği ve arzulamadığı düşünceler gelebilir. Nitekim gelmektedir de. Ancak Tanrı inancı da zihinde oluşan herhangi bir vesveseyle ya da sorgulamayla yok olacak kadar temelsiz bir konu değildir. Hz. Peygamber dahi bu konuda problemi bulunduğunu söyleyen bir insana hoşgörüyle yaklaşmış ve endişeye gerek olmadığını vurgulamıştır. Hatta o kişinin zihninde oluşan kuşkuları imanın güçlenmesine işâret olarak değerlendirmiştir.(42)
İnsanların bazı zamanlarda istemedikleri halde karışık düşüncelere daldıkları ve onlara saplanıp kaldıkları görülmektedir. Doğrusu bunda anormal görülecek bir durum bulunmamaktadır. Teorik olarak insan zihninin sınırsız sayıda fikir üretmesi ve düşüncelere dalması mümkündür. Ancak bilinmesi gereken durum zihnen tartışılan şeylerin, hatta akla gelen bazı saçma fikirlerin inanca bir zarar vermediğidir. Çünkü Tanrı inancı vesveseyle ya da anlamsız bir iki saçma fikirle yok olacak kadar basit bir şey değildir. Dolayısıyla ortada endişelenecek bir şey olmadığı gibi insanın bu tür düşüncelere düşme korkusuna da gerek yoktur. Yapılması gereken şey anlamsız fikirlerin üzerine giderek onları test etmek ve yanlışta olsa iddialarını tartışmaktır.
İnsanda Tanrı nın aklen ve mantıken var olması gerektiği kanaatinden daha güçlü bir düşünce olamaz. Gözlerimizi kamaştıran âlem karşısında O nun varlığını reddetmek mümkün değildir. Her şeye rağmen insanın önüne inançsızlık dahi çıksa onu fazla büyütmemek ve problem etmemek gerekir. İnsan aklı bazı dalgalanmalardan sonra doğruda karar kılacak ve şüpheyle yaşanamayacağını anlayacak güçtedir. Yeterki şartlandırılmasın. Bunu yaparken de (inançsızlığı sorgularken) dış dünyada görülen her şey yaratıcının lehine kanıtlık yapacaktır.
Kanıt konusunda diğer bir hatırlatma da bulunursak şunları söyleyebiliriz: Öyle görünüyor ki ateistlerin büyük bir kısmı ileri sürülen kanıtları ciddi bir şekilde düşünmeden karar vermiştir. Felsefî çevrelerin dışındaki ateistlerin büyük çoğunluğu ideolojik, psikolojik, sosyolojik ve birtakım pratik gerekçelerden dolayı bir anda kendini dinsiz bir ortamda bulmuş ve Tanrı ya karşı olumsuz bir tavır takınmıştır. Ateist bir atmosferde, kendini inançsız bulan bazı kişiler olanca gayretleriyle bu anlamsız ve sonuçsuz işin savunmasına girişmiş, dogmatik ideolojileri uğruna güçlü kanıtları görmemeye çalışmışlardır
İnançsızlığın sonsuza kadar gitmesi mümkün değildir. Her şeye rağmen ateist bir insanın edindiği tecrübelerle tekrar düşünmesi ve Tanrı konusunu tekrar gözden geçirmesi mümkündür. Zihnindeki yapay problemleri çözmesi ve birtakım ideolojileri aşması onun için zor olmayacaktır. İnsan hayatının her safhası böyle bir gelişme için kaçırılmamış fırsattır. Yaşamının bir kesitinde bazı gerekçelerle ateizmi tercih eden bir insanın ilerleyen yıllarda karşılaştığı daha güçlü gerekçelerle bu tercihini değiştirmesi hiç de zor değildir. Nitekim bu olgunluğu gösteren pek çok kişi vardır.
Tanrı, insanlardan kendine iman etmelerini isterken, onlara her türlü imkân ve avantajı sağlamış önlerine değişik seçenekler koymuştur. Bu nedenle düşünen ve gerçekçi olan bir insanı, bütün yollar Tanrı ya götürmektedir. Dolayısıyla Tanrı inancı insanların önünde bir bilmece ya da şans oyunu gibi durmamaktadır. Zaten Tanrı insanları karışık ve karmaşık bir problem karşısında bırakmamış, onları akıl, kalp ve vicdan gibi özelliklerle donatmış önlerine de, kendi varlığına işaret olarak muhteşem kâinatı sermiştir. Bundan sonrası insanlara kalmaktadır.
Tanrı´nın Varlığının Delilleri
Tanrı nın varlığını kanıtlayan ve ateistlerin iddialarını boşa çıkaran deliller sırasıyla şunlardır:
a. Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)
b. Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)
c. Nizam ve Gâye Delili (Teleolojik Kanıt)
d. Psikolojik Delil (Dinî Tecrübe Kanıtı)
e. Ahlâk Delili
Bu delillerin ortaya koyduğu iddialar bütünüyle ateizmi imkânsız kılmakta ve dayanaklarını yok etmektedir. Bir insanın bu kanıtları öğrendikten sonra ateist olması mümkün değildir. Her şeye rağmen o kişi hâlâ ateizmine devam ediyorsa onda fikirden ziyade ideolojinin ağır bastığı görülecektir.
Daha önce ifade edildiği gibi, bu kanıtlar felsefî eserlerin konusu olmakla birlikte, herkesin düşünebileceği, hatta zorlanmadan daha güzel bir şekilde ifade edeceği aklî muhakemelerdir. Nitekim filozof olmadığı halde değişik branştan pek çok bilim adamının bu kanıtlarla ilgili ilginç düşünceleri bulunmaktadır. Bu da Tanrı nın varlığının herkesin anlayabileceği bir şekilde açık ve seçik bir konu olduğunu ortaya koymaktadır.(43)
Şimdi bu kanıtları sırasıyla ele alabiliriz.
a.Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)
Zaman zaman kendi varlığımızla ya da çevremizle ilgili düşüncelere dalarız. Özellikle yalnız kaldığımızda, kendi hayatımızı düşündüğümüzde, ya da bir gece vakti gökyüzünü seyrettiğimizde içimizde bazı duyguların oluştuğunu hissederiz. Bu süreçte zihnimizin derinliklerinde bir konunun varlığını farkeder ve bir süre sonra da onun üzerinde yoğunlaşırız. Bu konu çevremizdeki hiçbir şeyin plansız, sebepsiz ve boşuna olamayacağı fikridir.
Kâinat karşısında içimizde oluşan hayranlık duygusu bizleri hiçbir şeyin boşuna yaratılmamış olacağı düşüncesinden bir adım daha öteye götürerek, her şeyin arkasında bulunan bir varlık fikrine de götürür. İçimizdeki bir ses aynı zamanda bizlere bu varlığın sıradan bir varlık olamayacağını fısıldamaktadır. Çünkü karşımızda göz kamaştıran bir âlem durmaktadır. Bu âlem de bütün güzellikleriyle bizlere yüce bir varlığı haber vermektedir. O mükemmel varlık da Tanrı nın kendisidir.
Her şeyin kendisiyle hayat bulmuş olduğu bir varlık fikrinin içimizde doğduğunu müşahade ederken diğer yandan böyle bir varlığın zorunlu olarak var olması gerektiğini iyice anlamaya başlarız. İşte bazan farkında olarak bazan da şuursuz bir şekilde içimizde hissettiğimiz bu yüce varlık fikrî Tanrı nın varlığının en büyük kanıtıdır. Buna da ontolojik kanıt (44) (varlık delili) adı verilmektedir.
Ontolojik kanıt gerek Batı dünyasında ve gerekse İslâm dünyasında önemsenen ve ateistlere karşı dile getirilen bir delildir. Her iki dünyada da çeşitli düşünürlerce Tanrı´nın, en mükemmel varlık olduğu ve varlığının bir nedeni bulunmadığı ifade edilmiştir. Bu kanıtı dile getirenlerden St. Anselm (1033-1109) Tanrı yı, kendisinden daha mükemmeli kavranamayan varlık olarak tanımlamış ve Tanrı nın varlığını inkâr edenlerin zihninde dahi bu fikrin olduğunu iddia etmiştir. O, sadece zihinde var olan mükemmel varlık kavramının düşünülemeyeceğini belirtmiş ayrıca bu kavramın zihinde olduğu kadar dış dünyada da var olduğunu iddia etmiştir.(45)
Bu kanıtı dile getiren en önemli kişilerden biri de ünlü filozof Descartes tır (1596-1650). Descartes a göre bizler zihnimizde en yüce derecede yetkinliğe sahip bir varlık fikrini taşımaktayız. Bu varlık da Tanrı nın kendisidir. Tanrı kavramı insan zihnindeki matematik bir kavram kadar açık ve seçiktir. Descartes a göre Tanrı nın yokluğunu düşünmek mümkün değildir. Çünkü Tanrı nın var olması Tanrı kavramının ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla O, hem zihni-mizde yer almakta hem de gerçek olarak var olmaktadır.(46)
Descartes e göre zihnimizdeki en mükemmel varlık fikrinin bulunması Tanrı nın varlığının bir ispatıdır. Çünkü kendi doğa ve çevremizden böyle bir fikre ulaşmamız mümkün değildir. Tabiat bir yönüyle eksiktir. Çünkü o maddîdir. Dolayısıyla eksik bir kaynaktan mükemmellik kavramı çıkmaz. Olsa olsa bu kavram, mükemmel varlığın kendisinden kaynaklanmıştır. Sonuçta Tanrı, Descartes a göre kalplerimize kendi mührünü basmış ve en yetkin varlık kavramını içimize yerleştirmiştir.(47)
Ontolojik kanıta ateistler çeşitli şekillerde itiraz etmişlerdir. Ancak onların bu itirazları kanıtın gücünü zayıflatamamıştır. Çünkü söz konusu eleştiriler inanan insanların aklî muhakemelerini tartışmaktan ibaret kalmıştır. Ancak teorik olarak bir fikri tartışmak ya da karşıtını dile getirmek realitede de o şeyin doğruluğunu çürütmez. Meselâ annesiz ve babasız bir çocuğun olabileceği insanın aklına bir fikir olarak gelebilir. Ancak Tanrı nın dilemesi dışında bunun böyle olmasının mümkün olmadığını herkes bilir. Yine âlemin de bir yaratıcı olmadan var olabileceğini ve bugünkü durumuna gelebileceğini düşünmek bir fikir olarak akla gelebilir. Ancak bunun pratikte böyle olabileceğini düşünmek imkânsızdır. Bunun gibi Tanrı nın da var olmadığını bazıları bir fikir olarak düşünebilir. Ancak bu kanaat bir fikirden ibaret kalır, kalmaya da mahkûmdur. Çünkü pratikte O nsuz bir var oluş ve yaşam mümkün değildir.
Kendi varlığımızı ve içerisinde yaşadığımız âlemin gerçekliğini inkâr edemeyeceğimize göre yaratıcıyı da inkâr etmemiz mümkün değildir. Kaldı ki Tanrı var olmasaydı bizler de var olmayacaktık. Var olsaydık bile zihnimizde Tanrı kavramı olmayacaktı. İnansın veya inanmasın herkesin zihninde bu kavramın yer aldığı ortadadır. Dolayısıyla var olmayan bir şeyin zihnimizde yer alması mümkün değildir. Ayrıca Tanrı gibi bir varlığı reddetmek, o varlığın zihnimizde atılması veya yok olması anlamına da gelmeyecektir. Var olmayan bir şeyin içimizde doğması ve bizlerin de onu düşünmesi imkânsızdır. O halde Tanrı var ki bizler de o kavrama sahibiz ve hakkında şöyle ya da böyle tartışmaktayız.
Tanrı kavramının doğuştan gelmediği, zihnimize sonradan girdiği bir an için düşünülse bile evrenin varlığından ve kendi yaşamımızdan edindiğimiz tecrübelerden hareketle böyle bir fikrin bizden oluşması muhakkaktır. Dolayısıyla insanın iç dünyasının sesine kulak vermeden ve doğadan da ders almadan Tanrı´nın var olmadığını iddia etmesi mantıksız ve sağlıksız bir karar olacaktır.
İnsanın kendi doğasında var olan Tanrı kavramını söküp atması kolay değildir. Böyle bir kavram gerçekten temelsiz ve asılsız olsaydı insanlık tarafından asırlar öncesinden itibaren terkedilmesi, unutulması ve bugün de üzerinde durulmaması gerekecekti. Ancak bu konuda başarısız kalındığına ve Tanrı ya inananların sayısı arttığına göre aşkın ve mükemmel olan yaratıcı Tanrı inancını reddetmenin ya da insanları böyle bir inançtan vazgeçirmeye çalışmanın anlamsız ve sonuçsuz kalmaya mahkûm olacağı kesindir.
Ontolojik kanıt bir anlamda mutlak ateizmin de olamayacağını kanıtlamaktadır. Daha önceki bölümlerde görüldüğü gibi tabiatında Tanrı fikrî bulunmayan bir insanın varlığı mümkün değildir. Şu veya bu şekilde herkesin zihninde böyle bir kavram vardır. Olmasa bile aklı, mantığı, kalbi ve vicdanı o kavrama doğru götürecektir. Nitekim bunları mutlak ateizmin imkânsızlığı bölümünde detaylı bir şekilde ele almış ve açıklamıştık. Dolayısıyla âlem kanıtına geçebiliriz.
b. Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)
Ontolojik kanıtın yanında Tanrı nın varlığını ispatlayan ve ateistleri çok zor durumda bırakan bir delil de kozmolojik kanıttır. Bu kanıt dünyamızın da içinde bulunduğu, her an tecrübe ettiğimiz âlemden (kozmos) hareketle bizleri Tanrı nın varlığına götürmektedir.
Evrenin varlığı insanın üzerinde uzun uzadıya düşüncelere daldığı konuların başında gelir. Yıldızları, gezegenleri, güneş sistemleri, galaksileri, canlılar âlemi ve bilemediğimiz daha birçok yönüyle kâinat insanın karşısında durmaktadır. Kâinatın varlığı, oluşumu, değişimi, en küçük varlık biriminden (atom) tutun da en büyük galaksilere kadar her şeyin bir hareketlilik içerisinde bulunması insanın dikkatini çekmiş ve onu araştırmaya sevketmiştir. Kozmolojik kanıt evrenin varlığından yola çıkarak yaratıcının varlığına gitmekte ve bizlere olup biten her şeyin arkasında bir Tanrı nın bulunması gerektiğini söylemektedir.
Bu kanıt üzerinde sadece felsefeciler veya teologlar durmamıştır. Diğer insanlar da her fırsatta bu âlemin Tanrı nın varlığına işaret ettiğini dile getirmişlerdir. Zaten yaratıcı Kur ân da bu çeşit konular üzerinde önemle durmuş ve çarpıcı örnekler vermiştir: Kur ân-ı Kerim de müteaddit defalar, insanların seyahat etmeleri, gözlerini gökyüzüne çevirmeleri, doğayı seyretmeleri, canlılar âlemine bakmaları, âlemin işleyişini izlemeleri kısacası her şeyin nasıl olup bittiğine dikkat kesilmeleri istenmekte ve bu konuda onlar düşünmeye davet edilmektedir. İslâm düşünürleri de bu nedenle kozmolojik kanıta eserlerinde büyük yer vermiş ve Tanrı´nın varlığını bu yolla kanıtlamaya çalışmışlardır.
Kozmolojik kanıtın temel iddiası şudur: Evrenin gerçekten var olduğu görülmektedir. Yani evrenin varlığı hayal veya rüya değildir. Ancak evren kendi başına var olamaz bir nesneler yığınıdır. Sonradan var olmuştur. Evreni varkılan ve ona hayat veren de Tanrı dır. Evrenin ezelden beri var olduğunu düşünmek imkânsızdır. Çünkü âleme baktığımızda sonuçta onun maddî bir varlık olduğunu ve kendi kendine var olma gücüne sahip olmadığı görülmektedir. Bu durumda onu yaratan bir gücün varlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu güç de Tanrı dır.
Varlıklar kendi kendilerine var olma gücüne sahip değildir. Ayrıca bu varlıklar, var olmalarını da kendileri gibi bir varlığa borçlu olamazlar. Bu durumda da evren dahil bütün sonlu varlıklar varolmalarını kendileri dışındaki bir varlığa (Tanrı ya) borçludurlar. Dolayısıyla âleme ve bizlere hayat veren bir varlığın mevcudiyeti kaçınılmaz olmaktadır. Bu varlık Tanrı dır. Evrenin var olması da, zorunlu varlığın yani Tanrı nın varlığının kanıtıdır.
Kozmolojik kanıt ikinci olarak evrendeki hareket ve değişmenin nedenini araştırarak Tanrı ya varmaktadır. Bilindiği gibi evrendeki nesneler hareket halinde olup, sürekli bir değişim ve oluşum içerisindedirler. Atom çekirdeğinden gök cisimlerinin işleyişine kadar bu hareketlilik gözlenmektedir. Ancak nesnelerin hareketliliği ve değişik biçimler almaları kendiliğinden oluşamaz. Bunların böyle olması da imkânsızdır. Bu güç, yani hareket edebilme ve değişme gücü, kendilerine hareketin ve değişmenin ötesinde olan bir yüce varlık tarafından verilmiştir. Dolayısıyla evrendeki hareketin ve değişmenin arkasında, onlara bu gücü veren bir Tanrı dır.
Hareketin ve değişmenin olmadığı bir yaşam düşünülemez. Her şeyin statik ve durağan olduğu bir dünyada var oluş imkânsızdır. Kısa bir süre dahi olsa bizler dünyanın dönmediğini, gece ve gündüzün olmadığını, mevsimlerin gidip gelmediğini, bulutların hareket etmediğini, nehirlerin akmadığını veya vücudumuzdaki atardamarların ya da kalbimizin çalışmadığını düşünmek dahi mümkün değildir. Yaşamı var kılan Tanrı bizlere en uygun şartlarda ve ortamda hayat imkânını sunmuş, gerek kendi vücudumuzu ve gerekse çevremizi bu yaşama hizmet için mükemmel bir şekilde düzenlemiştir. Doğrusu Tanrı sadece hareketin ve değişmenin arkasında değil, var olan güzelliğin ve intizamın arkasında da vardır.
Kozmolojik kanıt üçüncü olarak evrenin sonlu olmasından hareketle sonsuz olan bir varlığa işaret etmektedir. Bir nesnenin sonlu olması demek, o nesnenin zaman ve mekân dünyasında belli bir süreç içerisinde, var olması ve tekrar yok olmasıdır. Herhangi bir zaman dilimi içerisinde var olan ve bir süre sonra yokluğa mahkûm olan nesneler gerçek varlıklarını kendileri dışındaki bir varlığa borçludurlar. Dolayısıyla nesneler dünyası içerisinde bulunmayan, onlar gibi belli bir zaman diliminde var olup-yok olmayacak aşkın ve sonsuz bir varlığa gereksinim vardır. Bu varlık ta Tanrı dır.(48)
Dünyadaki herhangi bir varlığın sebebi başka bir varlık olabilecektir. Bir şeyin varlığına sebep olan o varlığın da yine kendisinden önce başka bir sebebi bulunacaktır. Bu durumun bir süre böylece devam edip gitmesi mümkündür. Ancak bu kuralın sonsuza kadar devam etmesi imkânsızdır. Çünkü bir süre önce var olmayan ve varolduktan sonra da ölümüyle birlikte yok olan varlıkların sonsuza kadar birbirinin nedeni olması hem aklen hem de mantıken mümkün değildir.
Çevremize dikkatlice baktığımızda kendi hayatımız dahil olmak üzere pek çok şeyin zamana tâbi olduğunu, çeşitli evrelerden geçtikten sonra değiştiğini, eskidiğini, yaşlandığını ve kaybolduğunu görmekteyiz. Ancak bütün bunlar olurken bir yandan da her şeyin ötesinde değişmeyen, yok olmayan bir gücün varlığının gerekli olduğunu düşünürüz. Çünkü her şeyin sonlu olduğunu bir an için düşünsek bile bunun nereye kadar gideceğini kestirmemiz güç olacaktır. O zaman bu değişen ve sonlu olan âlemin nasıl var olduğunu ve hayatiyetini nasıl devam ettirdiğini sormamız gerekecektir. Sonuçta her şeyin arkasında bulunan ve doğası itibariyle yok olup giden varlıklara benzemeyen bir varlığı düşünmemiz gerekmektedir.
Tanrı zaman ve mekânla sınırlı olmayan bir varlıktır. O sürekli hareket halinde olan ve değişen evrenin yaratıcısıdır. Dolayısıyla sonlu olan bir evren, bu özelliği nedeniyle bizlere sonlu olmayan, ezelî ve ebedî olan bir varlığı, Tanrı yı hatırlatmaktadır.
Bir kısım insanlar, yaratıcı özelliği bulunmayan buna karşın kendileri gibi ölümlü olan varlıkları (hatta bazan konuşmaktan ve iş yapmaktan âciz olan cansız varlıkları) sanki olağan üstü bir güce sahiplermiş gibi kutsamış, buna karşın gerçek yaratıcıyı unutmuşlardır. Kur ân ise her fırsatta bizlere âlemin yaratılmış ve sonlu olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca eski milletlerden bir kısım insanların bazı sonlu varlıkları kendilerine Tanrı edindiklerini ancak bunun çok gülünç ve beyhude olduğunu da ifade etmiştir. Kur ân bu konuya Hz. İbrâhim in şahsında güzel bir örnek vermektedir.
Hz. İbrâhim, başta babası olmak üzere pek çok kişinin putlara ve gök cisimlerine tapmalarını bir türlü içine sindirememiş ve onlara şiddetli tepki göstermiştir. O içerisinde yaşadığı toplumun inancına katılmamış, sırasıyla, gece ortaya çıkıp parlayan ancak gündüz kaybolan yıldızların, zamanı geldiğinde parlayan bir süre sonra kaybolan ayın, ya da şafak vakti doğan ancak akşam vakti batan güneşin hiçbir zaman Tanrı olamayacağını düşünmüş, gerçekten tapılmaya lâyık olan tek varlığın ise sadece Tanrı olduğuna kanaat getirmiştir (Enâm 75-79).
Hz. İbrâhim in bu muhakemesi asırlarca insanlara güzel bir örnek olmuş ve onlara yol göstermiştir. Tanrı ya inanan bir insanın zihnî berraklığını ve çok eski asırlarda dahi olmasına rağmen pozitif ilme olan yatkınlığını sergileyen bu tutum, günümüzde de bizler için övünülecek bir durum ortaya koymuştur. Böyle bir anlayışın, hurafelerin ve bâtıl inançların ne kadar uzağında olduğu da unutulmamalıdır. Çağımızdaki bilimsel ilerlemelere rağmen bazı çevrelerin, gökyüzü cisimlerini müşahadeye ve araştırmaya açık ilmî bir obje olarak değilde, ruhanî ve gizemsi bir varlık olarak kabul etmeleri ya da onlardan birtakım menfaatlar ummaları, İbrâhim Peygamber´in ne kadar anlamlı bir düşünce sergilediğini açıkça ortaya koymaktadır.
Hz. İbrâhim in muhakemesinde önemli olan unsurlardan biri de âlemin ve âlemin içerisinde Tanrılaştırılan şeylerin zayıf ve ölümlü olmaları gerçeğidir. Yani kendi başlarına dahi var olamayan bir varlığın tapılmaya lâyık olmadığıdır. Dolayısıyla gerçek yaratıcı dururken bu ve benzeri nesnelere tapmanın izah edilecek bir tarafı bulunmamaktadır
Hz. İbrâhim in bu akıl yürütmesi birçok gerçeği daha ortaya koymaktadır. Birincisi ateistlerin iddia ettiği gibi Tanrı inancı ya da Tanrı kavramı doğal olaylar karşısındaki korkudan ve şaşkınlıktan kaynaklanmamıştır. Meselâ Hz. İbrâhim ve onun gibi düşünen insanlar (monoteist-tektanrıcılar) tek tanrıya tapmış, şekli ne olursa olsun herhangi bir nesneden korkmamış, tam tersine onların korkulacak ve tapılacak birer varlık olmadıklarına hükmetmişlerdir.
İkinci olarak bu örnek ateistlerin gerek insan ve gerekse inanç hakkındaki evrimle ilgili görüşlerini de yıkmıştır. Ateistlere göre İnsan gerek fiziksel olarak ve gerekse düşünsel olarak basit bir yapıdan daha karmaşık bir yapıya doğru ilerlemiş ve günden güne de olgunlaşmıştır. İlk yıllarında çok tanrıcı olan ve putlara tapan insan daha sonra tek Tanrı inancına yönelmiştir vs.
İbrâhim Peygamber´in de gösterdiği gibi aşkın bir Tanrı inancı insanlığın ilk gününden beri vardır. Bir kısım insanlar daha sonra fikir değiştirmiş ve dinden uzaklaşmışlardır. Belki bazıları da putperestliğe ve paganizme yönelmiştir. Ancak bu durum tarih boyunca tek Tanrı inancının önemini, üstünlüğünü ve yaygınlığını gölgeleyecek bir şey değildir.
Tanrı, evreni yaratmakla kalmamış işleyiş ve kanunlarını da belirlemiştir. Bu da açık ve seçik bir şekilde tarafımızdan müşahade edilmektedir. Meselâ bizlere sıradan gelen veya belki de hiç dikkatimizi çekmeyen yer çekimi kanunu, gezegenlerin yörüngelerinde düzenli olarak dönmeleri, suyun kaldırma gücü, nefes almamıza imkân tanıyan atmosferin yapısı, kuşların uçabilmelerine olanak tanıyan hava ortamı, ateşin ısıtma ve yakma özelliği ya da toprağın bizlere ürün verme gücü olmasaydı halimiz ne olurdu Bunlarsız bir yaşam düşünülebilir miydi Yine kendi bedenimizdeki uzuvların görevlerini bir an için yerine getirmediklerini düşünelim. Meselâ göz görmez, kalp çalışmaz, mide sindirmez, ya da sinir sistemi bozulursa dahası aklımızı kaybedersek ne gibi durumlarla karşılaşabileceğimizi tahmin edebiliyor muyuz Halbuki bütün bunların hiç aksamadan devam ettiğini ve her şeyin kendine verilen görevleri yerine getirdiğini açıkça müşahade etmekteyiz. Bu durum bizlere kâinatı yaratan, yaşam için gerekli koşulları oluşturan, iradî bir varlığın yüceliğini haber vermektedir.
Yüzyılımızda görülen bilimsel ilerlemeler, yeni buluşlar ve uzay çalışmalarında elde edilen yeni keşifler de bir anlamda kozmolojik kanıtı desteklemektedir. Çünkü gelinen bilimsel seviyeler bizlere âlemde tesadüfün olamayacağını, aksine her şeyin planlı ve programlı olarak düzenlendiğini göstermektedir. Kısacası bir gücün her şeyi planladığını, yasalarını en ince ayrıntısına kadar belirlediğini kanıtlamak-tadır. İnsanın da bu düzeni görmesi ve bundan ders alarak o yüce gücün varlığı karşısında hayranlık duyması kaçınılmazdır.
Sonuç itibariyle evrenin varlığından hareketle Tanrı´nın varlığının kanıtlanma girişimleri de ateistlerce eleştiriye uğramıştır. Ancak ateistlerin bu konuda dindarların iddialarını çürütebilecek alternatif bir görüş ileri sürmeleri de kolay olmayacaktır. Evrenin varlığı, içeriği ve yasaları, amacı, materyalistlerin yaptığı gibi sadece maddî nedenlerle açıklanacak kadar basit bir yapı arzetmemektedir. Dolayısıyla evrendeki olaylar karşısında insanda Tanrı fikrinin doğması kadar tabii bir şey olamaz. Aslında böyle içgüdüsel bir düşünceyi ya da hayranlığı frenlemenin ya da saptırmanın yanlış olacağı da âşikârdır. İnsanın kendine karşı yaptığı en büyük hata da kanatimizce kâinat karşısında kendini Tanrı ya götüren ve O nu düşündüren duygularını bastırması ve yok saymasıdır.
Günümüzde İnsan bilimsel ilerlemeler sağlamış ve günlük yaşamını daha düzenli hale getirmiştir. Geçmişte yaşayanlara kıyasla pek çok konuda daha iyi bir yere gelmiş ve teknik açıdan dünyaya hâkim olmaya başlamıştır. XX. yüzyılın başında bu ilerlemeler pozitivizmin etkisiyle insanın dinden uzaklaşmasına ve kendi kendine yeter olduğuna dair bir yanılgıya düşmesine yol açmıştır. Bu süreç insanın dünyanın dışına çıkıp aya ayak basmasına ve bir anda her şeyin üstesinden gelebileceği inancına kapılmasına kadar devam etmiştir. Ancak evrenin keşfi anlamında bir pencere olan uzay çalışmaları ve aya gidiş, dinden uzaklaşan ve kendini büyük gören İnsana (evrenin büyüklüğü karşısında) küçüklüğünü hatırlatmış ve daha temkinli davranmasını öğretmiştir. İnsan da içerisinde yaşadığı dünyanın her şey olmadığını görmüş binlerce yıldızı ve galaksiyi barındıran evrenin muhteşem büyüklüğü karşısında dünyasının bir nokta kadar küçük olduğunu müşahade etmiştir. Kaldı ki küçük dünyamızda dahi bizlere hâlâ sır olan pek çok şey bulunmaktadır. İnsan böyle muazzam bir manzara karşısında "şans" ve "raslantı" gibi kavramları tekrar gözden geçirme ihtiyacını hissetmiş artık böyle bir açıklama yapmanın anlamsız olacağını görmeye başlamıştır. Nitekim insana kâinatta rastlantıların olmadığını öğreten buna karşın nesneler dünyasında bir düzenin bulunduğunu gösteren de yine bilimsel çalışmalar olmuştur.
Kozmolojik kanıttan sonra bizleri Tanrı nın varlığına götüren diğer bir düşünce de evrende görmüş olduğumuz, düzeni, intizamı, estetiği ve amaçlılığı ön plana çıkaran teleolojik kanıttır.
Kozmolojik kanıt bizlere bir anlamda kozmostan ve dünyamızın dış görünümünden hareketle Tanrı nın varlığını düşündürüyordu. Teleolojik kanıt ise daha ziyade kâinatın iç yapısından, orada görülen intizamdan ve güzelliklerden hareketle bizleri Tanrı nın varlığına götürmektedir.
c. Nizam ve Gaye Delili (Teleolojik Kanıt)
Buraya kadar görmüş olduğumuz deliller anlaşılır olup daha ziyade aklî muhakemeyi gerektiren ispat şekilleri idi. Nizam ve gaye delili ise ağırlıklı olarak duyguya ve göze hitap etmektedir. Bu yönüyle daha fazla insanın dikkatini çekebilecek bir yapıdadır. Hatta ateistlerin üzerinde dahi etkili olabilecek ve onları kolaylıkla ikna edebilecek bir kanıttır. Zaten bu kanıtın iddialarını reddeden bir ateistin başka bir vesileyle inanma ihtimali çok zayıftır. Bu noktadan sonra hâlâ reddetmeye devam eden bir insanın önünde de yığınla ideolojik saplantılar, var sayımlar ve psikolojik ön yargılar var demektir.
Teleolojik kanıt da denilen bu ispat şekline göre âlemde bir düzen vardır. Tanrı nın varlığına inansın veya inanmasın hemen hemen herkes bu düzenin farkındadır. Kâinattaki bu düzenin varlığında da kim olursa olsun şüphe duymamaktadır. Meselâ dünyamız başta olmak üzere bütün gök cisimleri, yıldızlar ve gezegenler bir düzen içerisinde hareket etmekte ve kendi yörüngelerinde dönmektedirler.
İnsan başta olmak üzere bütün canlılar âlemi de bir düzen içerisinde var olmakta ve yaşamlarını devam ettirmektedirler. Dünyamızdaki bütün doğal olaylar belli bir düzen ve intizam içerisinde oluşmakta, gelişmekte ve devam etmektedir. Yeryüzünde, denizlerde ve atmosferde bir düzenin varlığı müşahede edilmekte, canlı varlıkların da yine belirli yasalar çerçevesinde hiçbir aksama olmadan yüzdükleri, yürüdükleri ya da uçabildikleri görülmektedir. Düşünebilen herkesin rahatlıkla gördüğü bu düzen bizlere her şeyin arkasındaki bir düzenleyicinin varlığını haber vermektedir.
Dünyanın değişik kültürlerinde yetişen insanlar çeşitli şekillerde bu düzeni ve estetiği dile getirmekte, onunla ilgili felsefî, edebî veya dinî eserler yazmaktadır. İnsan benzer duygular içerisinde yaşadığı dünyayı algılamış ve içi aşk dolu kitaplar kaleme almıştır. Bir şairin şiiriyle, ressamın resmiyle ya da mimarın eseriyle duygulanan İnsan, Tanrı nın sanatı karşısında da heyecanını gizlememiş ve daima hayranlığını ifade etmiştir. Daha önce de ifade edildiği gibi birçok ateist dahi karşılaşmış olduğu bu heyecanla inkârdan vazgeçmiş ve Tanrı nın varlığına kanaat getirmiştir. Yine âlemdeki mecut intizam ve estetikten hareketle pek çok filozof da mutlak ateizmin mümkün olmadığı düşüncesine ulaşmıştır.
Teleolojik kanıtın önemle üzerinde durduğu konu evrendeki düzen, intizam, canlı ve cansız varlıklarda görülen gaye ve amaçlılıktır. Aralarında Kindî (v. 866) , Farabî (v. 950), İbn Sînâ (v. 1037), Gazzâlî (V. 1111) ve İbn Rüşd (1126- 1198) gibi müslüman düşünürlerle, R. Tennant (1866-1957) ve W. Paley (1743-1805) gibi Hıristiyan düşünürlerin bulunduğu pek çok kişi bu kanıtı iki şekilde ele almış ve Tanrı´nın varlığını ispatlamaya çalışmışlardır:
Filozoflar bu kanıt çerçevesinde birinci olarak evrendeki gaye ve nizamdan yola çıkmış ve Tanrı´nın varlığına ulaşmışlardır. Bazan da Tanrı´nın varlığından ve niteliklerinden hareket ederek evrendeki düzen, gaye ve güzelliği açıklama yoluna gitmişlerdir. Yani onlar her fırsatta ya âlemin nizamından ve intizamından bahsederek Tanrı nın varlığına gitmiş ya da Tanrı´nın inâyetini, adaletini, cömertliğini ve güzelliğini anlatırken sözü evrenin yapısına getirmiş ve görüşlerini bu yolla açıklamaya çalışmışlardır.(49)
Meselâ Kindî âlemdeki varlıklarda bir düzen, âhenk, irtibat, güzellik ve amaç bulunduğunu dile getirmiştir.(50) Kindî ye göre evrenin mükemmel yapısı, düzeni, parçalarının birbiriyle olan ahenkli irtibatı, her şeyin iyiyi koruyacak, kötüyü yok edecek tarzda düzenlenmesi, ilim sahibi bir düzenleyicinin varlığının en iyi işaretidir.
Fârâbî ve İbn Sina da eserlerinde evrenin düzenine ve güzelliğine işaret etmişlerdir. Fârâbî ye göre Tanrı, âlemin düzenleyicisidir. Evren de bu ilâhî düzenin eseri olarak vardır. Bu nizamda da ilâhî adalet tecelli ettiği için orada adaletsizlik söz konusu değildir. Yine Gazzâlî´ye göre Tanrı evrende hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmamıştır.İnsan vücudundaki azaların birbirine bağımlı ve uyumlu olması gibi evrendeki her şeyde bir uyum ve ahenk söz konusudur. Dolayısıyla önemli olan şey evrene ibretle bakmak ve bütün varlıklardaki hikmeti görmektir.(51)
İslâm düşünürleri arasında teleolojik kanıta en fazla önem veren İbn Rüşd olmuştur. İbn Rüşd ilk olarak "inâyet kavramını öne çıkartmış, bütün varlıkların insan için uygun bir tarzda düzenlendiğini ve bu düzenin de irade sahibi bir varlığın eseri olduğunu belirtmiştir. Evrendeki uygunluğun da kendi başına ve tesadüfen olamayacağını iddia etmiştir. İkinci olarak "ihtira" kavramından söz etmiş, insanlar, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar başta olmak üzere evrende var olan her şeyin yaratıldığını ve bütün bunların bir yaratıcıya ihtiyacı bulunduğunu ifade etmiştir.(52)
William Paley ve F. R. Tennant gibi Batı daki Hıristiyan düşünürler de teleolojik kanıtı ele almış ve bu yolla Tanrı´nın varlığını ispatlamaya çalışmışlardır:
W. Paley e göre yerde bulduğumuz bir saat, yine rastlantı sonucu yerde karşılaştığımız herhangi bir taş parçasının durumundan farklıdır. Çünkü saatin parçacıklardan oluştuğunu ve her bir parçacığın da dikkatle işlenip bir düzen içerisinde bir araya getirildiğini görürüz. Bu da bizlere evrenin durumunu göstermektedir. Evren de tıpkı bir saat gibi akıl ve irade sahibi bir varlık tarafından tertip edilmiş ve düzenlenmiştir.(53) Yine Paley e göre insan gözü saat örneğini en güzel bir biçimde doğrulamaktadır. Görme organı olan gözün değişik parçaları karmaşık bir yapı içerisinde insanın görmesine olanak tanıyacak bir biçimde tertip edilmiştir. Gözün bu düzeni bizlere akıl ve irade sahibi bir varlığı haber vermektedir.(54)
Paley in gerek saat örneği ve gerekse insan gözüyle ilgili verdiği örnek herkesin bildiği şeyler olmakla birlikte gerçekten çok önemli ve etkileyici şeylerdir. Gözün yanında insan vücudundaki beyin ve kalp olmak üzere diğer uzuvların işleyişi de ders ve ibret alınması gereken örnekler-dendir. Ne var ki İnsan elde ettiği nimet ve güzelliklerin değerini zamanla unutmakta ve kozmik güzelliklerin sıradan bir şey olduğunu düşünebilmektedir.
Başka hiçbir şeye gerek duymadan insan vücudu üzerinde düşünülmesi dahi bizleri Tanrı nın varlığına götürebilecek bir kanıttır. Sadece fiziksel ya da biyolojik yapısıyla değil kalbi, ahlâkî ve vicdani yönüyle, estetiği ve uzuvların yerli yerinde oluşuyla da insan yaratıcının varlığına işarettir. Düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, hayal gücü olan, sevebilen, hisseden ve duygulanabilen yapısıyla insan yaratıcının en büyük eseridir. .
F. R. Tennant da adaptasyon kavramını öne çıkartmış canlı ve cansız varlıklarda görülen âhenge dikkat çekmiştir:
O na göre karşımızda, kaos halinde olan ve kendi başına başı boş bir evren bulunmamaktadır. Çünkü evren, veya kozmos şöyle ya da böyle anlaşılır bir durumdadır. Yani evrenin kendine göre belirli yasaları, işleyiş kuralları ve özellikleri vardır. Bunu anlamak o kadar da zor değildir.
Gaye ve nizam delili bu kadar güçlü olmasına rağmen bazı çevrelerden tepkiyle karşılaşmış ve eleştirilmiştir. Bu eleştirilerden bazıları doğrudan teleolojik kanıtın iddialarına yöneltildiği gibi bazıları da bilimsel çalışmaların kasıtlı olarak dinî inançlarla karşı karşıya getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bazı filozoflar âlemdeki düzen ve güzelliği kabul etmekle birlikte bunun arkasında Tanrı nın değil de doğanın bulunduğunu belirtmiş, bazıları ise âlemde kötülüklerin de bulunduğunu ileri sürerek Tanrı nın varlığını reddetmeye çalışmışlardır.
Teleolojik kanıta yapılan ve bilimsel olduğu iddia edilen itirazların başında C. R. Darwin in (1809-1882) fikirleri bulunmaktadır. Darwin in biyoloji ilmiyle ilgili çalışmaları bir kısım insanlar tarafından dinin yaratılış inancına karşı sanki bir alternatif görüşmüş gibi kabullenilmiş bu yolla teleolojik kanıtın sarsılacağı ve yıkılacağı varsayılmıştır. Ancak bu düşünce uzun sürmemiş, iddiaların aksine Darwin´in ateist olmadığı(55) ve eserlerinde de insanın evriminden bahsetmediği görülmüştür. Ancak Darwin in ölümünden sonra bilimsel var sayım niteliğinde olan fikirleri bazı arkadaşlarınca geliştirilmiş ve ideolojik olarak dinin aleyhinde kullanılmıştır.
Darwin e göre bugünkü canlı yapılar doğal bir süreç içerisinde basit bir organizmadan gelmişlerdir. Canlı hücreler de nesilden nesile genetik değişime uğramaktadırlar. O na göre değişmenin arkasında da birtakım doğal gereksinimler yatmaktadır. Canlı varlık bu değişim sürecinde yaşam mücadelesi vermekte, çevresine uyum sağlamaya ve dolayısıyla ayakta kalmaya çalışmaktadır. Ne var ki bu süreç içerisinde güçlü canlıların yaşamlarını devam ettirebilme şansları, diğerlerine nazaran daha fazla olmaktadır. Buna karşılık çevreye adapte olamayan, uyum gösteremeyen zayıf canlılar ise yok olup gitmektedir.(56)
Darwin in bu görüşü bazılarınca dinin yaratma anlayışını sarsıntıya uğratmıştır. Ancak Darwin´in canlıların oluşumuyla ilgili bilimsel çalışmalar yapması ve birtakım teoriler ileri sürmesiyle dinin yaratma, düzen ve intizam anlayışı zorunlu olarak birbiriyle çatışma durumunda değildir. Henüz canlı bir hücrenin kendi kendine oluştuğu iddiası doğrulanamadığı gibi doğada her zaman güçlü-zayıf mücadelesi de görülmemiştir.
İnsan fiziksel ve biyolojik yönü bulunan bir varlık olmanın yanında, ayrıca duygu, düşünce ve inanç yönlerine de sahip bir varlıktır. Dolayısıyla biyolojik açıklamalar yapmaya çalışan Darwin teorisi insanı ve diğer canlıları tamamen açıklamaktan yoksundur. İnsanı bütün yönleriyle açıklayamayan Darwin teorisi yaşamı da izah etmekten uzaktır. Bizler sadece birer biyolojik canlı varlık mıyız Bütün bu varlıklar niçin vardır Her şey bir tesadüf müdür Niçin doğar, büyür, yaşlanır ve ölürüz , Çocuklarımızı niçin eğitmeye ve yetiştirmeye çalışırız. Büyükleri niçin saymaya ve hoşnut tutmaya çabalarız. Niçin birbirimizin yardımına koşar, fedakârlık eder, özveride bulunuruz . Niçin ekmeğimizi, dertlerimizi, sırlarımızı ve imkânlarımızı paylaşır, erdemli olmaya gayret gösteririz . Bütün bu sorular Darwinizmin penceresinden bakıldığında cevapsız kalmaktadır.
Darwinizmde dinle problemli olan bir diğer önemli nokta da bu anlayışa göre nihaî anlamda amaçsız ve gayesiz bir hayat anlayışının kabul edilmiş olmasıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi dine göre insan amaçsız bir şekilde yaratılmış değildir. Sadece insanın değil topyekün bir şekilde âlemin yaratılmasının da amacı ve hikmeti bulunmaktadır. Şayet kâinatın içerisindeki varlıklar amaçsız ve gayesiz bir şekilde, tamamen biyolojik sâiklerle var olmuş olsalardı biz hiçbir zaman düzenden, estetikten ve sevgiden bahsedemeyecek, planlı ve programlı bir yaşam da göremeyecektik.
Darwinizmin yanı sıra nizam ve gaye deliline karşı geliştirilen bir diğer itiraz da kötülüklerin varlığından kaynaklanmıştır. Üzerinde durmamız gereken bu itiraza göre Evren pek çok olumsuz durumları içermektedir. Çevremizde dağınıklık ve kaos mevcut olup sayısız kötülükler yaşanmaktadır. Dolayısıyla kötülükler ile dinî görüşlerin arasında çelişkiler bulunmaktadır Bu ve benzeri düşüncelerin gerçeği yansıtmadığı ve abartılı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Evrendeki düzen ve intizamdan, canlılar dünyasındaki güzellik, estetik ve merhametten Tanrı nın varlığına gidemeyen ve gidilmesini de eleştiren bazı insanların olumsuz manzaralar karşısında alelacele dini yalanlamaya çalışmaları kabul edilebilir bir durum değildir. Kaldıki bu tutum onların zayıflıklarına ve tutarsızlıklarına işarettir.
d. Psikolojik Delil (Dinî Tecrübe Kanıtı)
İnsanın ahlâkî ve psikolojik yapıları Tanrı nın varlığı için önemli kanıtlardır. İnsan sadece fiziksel ve biyolojik fonksiyonları bulunan bir varlık değildir. Yine o sadece beyni bulunan bilgisayar gibi bir makine de değildir. Yaratıcı ona aklın ve beş duyunun yanında düşünce, tasvir, rüya, tahayyül, sezgi, ilham vb. birtakım özellikler de vermiştir. Bunun yanında o kalp, gönül, vicdan vb. gibi mânevî güçlerle donatılmıştır. İnsan bu güçler sayesinde aşk, sevgi, iyilik, acıma, şefkat veya ülfet gibi iç zenginliklere sahip olmuştur. Sahip olunan bu zenginlikler de insana yüce bir güç tarafından verilmiştir. Aksi takdirde insanın böyle bir zenginliğe sahip olması mümkün değildir.
Sadece insanlarda değil, bütün canlılarda var olan aşk ve sevginin, sadakat ve vefa duygusunun arkasında (kaynağında) Tanrı nın sevgisi yatmaktadır. Zaten aşk ve sevgi dolu olan Tanrı, insanın karakterine bu hasletleri işlemiştir. İnsanın bunları başka yerden (doğadan) alması mümkün değildir.
İçimizdeki ulvî ve ahlâkî duyguların da bir kaynağı olmalıdır. Bu kaynak da Tanrı nın bizzat kendisidir. Meselâ canlı varlıklardaki anne şefkatinin karşısında duygulanmayan bir kişi düşünülemez. Böyle bir şefkatin karşısında Tanrı yı hatırlamayan bir kişinin de vicdanından söz edilemez. Ne yazık ki insan Tanrı nın kendine verdiği bu güzel hasletleri bazan unutmakta, ihmal etmekte ya da yerlerine kin ve nefreti koymaktadır. Mevcut aşk ve sevgi düzenini bozarak bir başkasına karşı insafsızca muamele de bulunabilmektedir. Ancak her şeye rağmen bu noktada dahi birçok insan kendini bırakmamakta, yaşama küsmemekte, inancını yitirmemekte ve ayakta kalabilmektedir. Bütün bunların kaynağında da Tanrı inancının yattığı muhakkaktır.
İnsanı Tanrı nın varlığına götüren bir diğer kanıt da yaşamış olduğu psikolojik durumlardır. Bu durumların büyük çoğunluğu da temelde mistik olan dinî tecrübelerdir. Dinî tecrübeler pek çok insan için din açısından hayatî derecede önemli görülmektedir. Bu kişiler için din sadece aklî bir faaliyet olmayıp yaşanması gereken derunî bir tecrübedir de. Bu tecrübeler sayesinde insan inancını pekiştirmekte ve Tanrı nın varlığından emin olmaktadır.
Ancak dinî tecrübe kanıtı psikolojik boyutu olan ve sübjektif yönü ağır basan bir kanıttır. Bir anlamda kişiye özgü olup dışarıdan test imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu kanıt sayesinde bir başkasına Tanrı nın varlığını ispatlama imkânı bulunmamaktadır. Ancak aynı şekilde bir başkasının da bu tecrübeyi yalanlama şansı yoktur. Çünkü bir insanın dışarıdan böyle bir olayın geçmediğini iddia etmesi için o tecrübeyi yaşayan insanın iç dünyasına vâkıf olması gerekmektedir. Böyle bir durum henüz söz konusu değildir. Dolayısıyla burada tecrübeyi yaşayan kişinin ifadesi önemli olmaktadır. Milyonlarca insan böyle bir tecrübeyi yaşadığını, sezerek, hissederek, etkilenerek Tanrı nın varlığına şâhid olduklarını iddia etmektedirler. Dolayısıyla dikkate alınmaları kaçınılmazdır.
Buraya kadar görülen kanıtların özünde Tanrı inancının akla ve mantığa uygunluğu yatmaktadır. Ancak görüldüğü gibi inanmak da sadece zihnî bir faaliyet değildir. Aklî yönüyle birlikte dinin psikolojik boyutu da bulunmaktadır. Zaten duygu yönü bulunmayan bir inançtan da söz edilemez. Öyle olsaydı o inanç sadece teorik bir kabul olarak kalırdı. Halbuki pek çok insan kendi iç dünyasında birtakım duyguları yaşamakta, zaman zaman da bunlardan etkilenmektedirler. Bazan da bir olay karşısında, bir şok anında, mutlu veya mutsuz bir zamanında Tanrı nın varlığını hissettiklerini hatta onunla beraber olduklarını söylemektedir-ler. İnsanlar yaşamış oldukları bu tecrübelerle Tanrı nın varlığından emin olmakta, onu benliklerinde, şuurlarında ve kalplerinde hissetmekte, huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamaktadırlar. Yine bu kişilerin büyük bir çoğunluğu günlük yaşamın meşguliyetinden kendini arındırmakta, hırslarına ve tutkularına engel olmaya çalışmaktadırlar. Dünyevî menfaatler için insanlarla mücadele etmemeye, kalp kırmamaya, kimseyi ezmemeye gayret göstermekte, tevazuu kendilerine ilke edinerek kibirden ve kabalıktan da uzak durmaktadırlar. Bu yönleriyle dinî tecrübe kanıtına ve dolayısıyla inancın psikolojik yönüne ağırlık veren kişiler diğer insanlardan ayrılmakta ve kendilerine özgü bir yaşam biçimine girmekte-dirler.
Pek çok ortak yönü bulunmasına rağmen dinî tecrübe kavramı Batı da ve İslâm dünyasında aynı şeyleri ifade etmemiştir. Bu kavram Batı da, insanların Tanrı (İsa), Hz. Meryem, diğer aziz ve azizelerle, uyanık veya uykuda (rüyada) iken karşılaşmak, onlarla konuşmak ve birlikte olmaktır. Hıristiyan dünyasında çoğunlukla insanların dindarlığı da bu şekilde başlamaktadır. İslâm dünyasında ise, dinî tecrübe kavramı, inancın kalple yaşanan ve insana mutluluk veren duygu boyutu anlamına gelmektedir. Yani dinin aşkla ve sevgiyle yaşanması olayıdır. Tanrı nın yüce bir varlık ve yüce bir yaratıcı olarak düşünülmesi, var olan her şeye de muhabbetle ve onun eseri gözüyle bakılması demektir. Bu durumu yaşantılarında gerçekleştiren ve yazdıkları şiirlerle en güzel örneklerini verenlerin arasında Yûnus Emre, Mevlâna (ö.1273) ve Ahmed Yesevî (1083-1166)(61) gibi ünlü düşünürler bulunmaktadır. Dolayısıyla dinî tecrübe insanın inandığı şeyle derunî bir hal içerisine girip o işten ve inandığı varlığın dostluğundan zevk almasıdır.
Başta Gazzâlî olmak üzere İslâm düşünürleri genelde imanın taklît, ilim ve zevk olmak üzere üç boyutu bulunduğundan bahsederler. Bunlara göre inanç esaslarının daha işin başında iken kabul edilmesine taklît denmektedir. İlim ise bu inançlarla ilgili bazı delillere ulaşmak, bilerek ve şuurunda olarak Tanrı ya inanmaktır. Zevk ise inancın sadece bilgi düzeyinde kalmayıp yaşanması, ondan zevk alınması durumudur. Özellikle sûfîler bu son noktayı kendilerine hedef kabul etmiş ve insanları da o yöne gitmeleri için teşvik etmişlerdir. Batı dünyasında Bergson (1859-1941) başta olmak üzere pek çok düşünür inancın duygu yönüne büyük önem vermiş, bu konuda aklın yetersiz kaldığını söyleyerek kalbin ve derunî yaşamın öneminden bahsetmişlerdir.(62)
Ateistlerin dinî tecrübe konusunda söyleyecekleri fazla bir şey bulunmamaktadır. Doğrusu bu noktada eleştiri getirmeleri de zordur. Çünkü bir insanın içinde olup bitenleri dışarıdan tahmin etmek ve neler cereyan ettiğini konuşmak mümkün değildir. Onların yapabilecekleri tek şey böyle bir tecrübeyi yaşayanları dinlemek ve onları anlamaya çalışmaktır. Ya da olumsuz bir tavır sergileyerek her şeyi baştan reddetmekten ibaret olacaktır. Ne yazık ki çoğunlukla da böyle olmuştur.
Ancak yüzyılımızda Tanrı ya inanmasa da dinî tecrübeyi yaşayan insanı anlamaya çalışan ve onun neler hissettiğini öğrenmek isteyen düşünürler de çıkmıştır. Bu kişiler için önemli olan şey tecrübe olarak anlatılan şeylerin doğru olup olmadıkları değil, inancın o insanların üzerindeki etkileri ve icra ettiği fonksiyonlarıdır. Bu açıdan bakıldığında Tanrı inancının kişinin derunî yaşamında nasıl bir rol oynadığını görmek ve anlamak daha kolay olacaktır.
e. Ahlâk Delili
Rasyonel ve psikolojik yönleriyle Tanrı nın varlığına giden insan, bir başka yönüyle de aynı neticeye varabilmiş ve bu inancını ispatlayabilmiştir. O yön de insanın ahlâkî bir varlık olmasıdır. Bu özelliği sayesinde insan iyilik güzellik , doğruluk , adalet ve hakkaniyet gibi kavramlara sahip olmuş, pratikte de bunları tesis etmeye çalışmıştır.
Bütün yetenek ve vasıflarıyla Tanrı nın varlığına gitmeye muktedir olan insanın ahlâkî yönüyle bundan uzak kalması düşünülemezdi. İçimizdeki vicdan, merhamet, sadakat, şefkat, vefa ve acıma duygusu da diğerleriyle birlikte Tanrı nın kalbimize yerleştirdiği ve doğamıza nakşettiği işaretler olmuştur. Yeri ve zamanı geldiğinde bu değerler uğruna insanların varlığını, canını ve malını dahi tehlikeye atması, pek çok şeyden vazgeçmesi ondaki Tanrı inancının gösterge-sidir.
İnsan sadece biyolojik ihtiyaçları için yaşamaz. Yani hayat sadece yemek ve içmekten ibaret değildir. Tam tersine biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçların karşılanması insan için amaç olmayıp birer araçtır. Bunlar birtakım ulvî amaçlara ulaşabilmesi için insana yardımcı olan ve ayakta tutan şeylerdir. Doğrusu insan gibi bir varlığın da sadece yemek ve içmek gibi bir amaçla varolmuş olması düşünülemez. Öyle olsaydı ortada çözülmesi gereken çok ciddi mantıkî problemler olurdu. Nitekim ormanda yaşayan ve günlük ihtiyaçlarını karşılayarak hayatını devam ettiren ve günü geldiğinde ortadan kaybolan canlı varlıkların durumunda bir anormallik görmemekteyiz. Hatta onların yaşamlarında dahi (kendi şartlarında) ahlâkî bir düzenin varlığını görmekte en zor zamanlarında dahi hemcinslerine sadakatte kusur işlemediklerini müşahade etmekteyiz. Dolayısıyla insandaki ahlâkî değerlerin varlığı o değerlerin bir kaynağı olarak Tanrı nın varlığına büyük bir işarettir.(63)
Bir kısım düşünürler insanın ahlâkî yapısından hareketle Tanrı nın varlığına giderken O´nu aynı zamanda ahlâkî yaşamın garantisi olarak görmüşlerdir. Meselâ ünlü Alman düşünürü Kant insanın mutlu olması gereken bir varlık olduğunu bunun da ahlâklı olmakla elde edilebileceğini söylemiştir. Kant a göre böyle olduğu takdirde insanoğlu ulaşabildiği en yüksek iyiyi de elde etmiş olacaktır. Ancak Kant a göre mevcut şartlarda (maddi dünyada) ahlâkla mutluluğun bir araya gelmesi çok zordur. İçerisinde yaşadığımız dünya ve fizikî çevrede pek çok engeller bulunmaktadır. Dolayısıyla bunun mevcut dünyamızda gerçekleşmesi imkânsızdır.
Kant a göre insanın ahlâklı olarak mutluluğu yakalayabil-mesi ve mükemmel bir varlık olması için iki unsur gerekmektedir. Birincisi onun ölümsüz olması lâzımdır. Çünkü insanın şu anki yaşamı çok kısadır ve sorunlarla doludur. Sonuçta insan sonsuz bir yaşama sahip olmalıdır. İkincisi ve en önemlisi ise bunları kendine sağlayacak yüce bir gücün varlığı gerekmektedir. Bütün bunları düşünmenin yolu da evreni ahlâk kanunlarına göre idare eden mutlak bir varlığın tasavvurundan geçecektir.
Yine Kant a göre ahlâkî ilkeler sadece ilke olarak kalmamalıdır. Onlar pratiğe dökülerek uygulanmalıdır. Bu ilkeler yaşama geçirildiği takdirde anlamlı olacaklardır. Bunun garantisi de ölümsüzlüğü bize kazandıracak olan Tanrı nın varlığıdır. Görüldüğü gibi rasyonel ve geleneksel kanıtları eleştiren ve inancın akılla temellendirilemeyeceğini söyleyen Kant sonuçta başka bir yolla (ahlâk kanıtıyla) Tanrı´ya gitmiş ve O´nun varlığının gerekliliğine işaret etmiştir.(64)
Kötülük Problemi ve Ateizm
Kötülüklerin varlığı bazan dünyanın güzel olmadığını göstermek için bazan da Tanrı nın var olmadığını ispatlamak için kullanılmıştır. Genelde hayatı sıkıntıyla geçen kişilerin ileri sürdüğü bu itiraz bazı dönemlerde çok etkili olmuş ve birçok insanın zihnini meşgul etmiştir. Ancak Tanrı nın varlığına inanan insanların da bir yere kadar kabul ettiği bu problemin ateizme bir gerekçe olarak gösterilmesi mümkün değildir. Meydana gelen kötü olaylar, ateist olsun veya olmasınhemen hemen herkesin mustarip olduğu ve istemediği olaylardır. Âlemde gerek doğal olaylar açısından ve gerekse insanlar arasındaki ilişkilerde bazan düzen bozulmakta ve arzu edilmeyen acı olaylar yaşanmaktadır. Bunların arasında da öncelikle deprem, yangın, sel, hastalık, savaş, zulüm ve haksızlık gibi olaylar gelmektedir.
Kötülüklerin bir kısmı tabiatla ilgili olup bizim dışımızda gelişmektedir. Kaldı ki biz bunların niçin ve nasıl oluştuğunu da hâlâ tam manasıyla bilmemekteyiz. Ancak alınan tedbirlerle bu felâketlerin zararları da en aza indirgenebilmektedir. Dolayısıyla insanın hazırlıklı olduğu takdirde büyük oranda bunlardan kaçınabilmesi mümkündür. Kötülüklerin bir kısmı ise doğrudan insanla ilgili olan hatta insanın bizzat kendinin rol oynadığı olaylardır. Dolayısıyla bunlardan Tanrı nın yokluğunun çıkartılması mümkün değildir.
Karşılaşılan kötülüklerin çoğunluğunun insan unsurundan kaynaklandığı görülmektedir. İnsan Tanrı tarafından yaratılırken ona akıl ve irade verilmiştir. Kendine iyinin ve kötünün ne olduğu öğretilmiş ve ahlâklı olması tavsiye edilmiştir. Ancak bütün bunlara rağmen gerek doğaya ve gerekse bütün canlılara (dil, din ve ırk farkı gözetmeksizin) en büyük kötülüğü yapan yine insanın kendisi olmuştur. Hemcinsini öldüren, ona zulmeden, malını çalan, çocuklarını aç bırakan, bir diğerinin kalbini yaralayan insandan başkası değildir. Dolayısıyla karşılaştığımız kötülüklerin çoğunda birinci derecede insanın kendisi rol oynamaktadır. Bunu göz ardı etmemek gerekmektedir. İslâm a göre canlılara en çok zulmeden ve kötülük yapan kişilerin âhiret gününde en ağır cezalara çarptırılacak olmaları da bunun kanıtıdır.
Tanrı nın kendine vermiş olduğu doğayı güzelce paylaşmak ve herkesin istifadesine sunmak yerine onu tahrip eden ve yaşanmaz kılan da yine insanın kendi olmuştur. Bunları görmek için olağan üstü bir yeteneğe sahip olmaya gerek yoktur. Dolayısıyla bütün bunlar karşısında kötülüklerin altında yatan etmenleri daha iyi görebilmemiz ve olayları olduğu şekliyle değerlendirmemiz gerekmektedir. Sonuç itibariyle kötülükler karşısında sorgulanması gereken öncelikle insanın kendisidir. Bazı ateistlerin yaptığı gibi olup bitenden Tanrı yı sorumlu tutmak insanın kendi sorumsuzluğunun bir örneğidir.
Tanrı´nın varlığına inananlar, insan faktörünün yanında, âlemde cereyan eden kötülüklerin varlığıyla, Tanrı anlayışını uzlaştıran birtakım tezler de ileri sürmüşlerdir. Bu tezlerin en başta geleni, tahmin edilebileceği gibi, iyinin daha çok kötünün ise daha az olduğu görüşüdür. Yani bir anlamda âlemde kötülüğün hâkim olmadığı aksine dünyanın iyiliklerle dolu olduğu inancıdır. Bu iyilikler insanın yaratılışından (doğuşundan) itibaren başlamakta gökyüzündeki gezegenlerin işleyişine kadar devam etmektedir. Denizin altındaki varlıklardan, gökyüzünde uçan kuşlara kadar uzanmaktadır. Kötülükler ise bazı gerekçelerle bu düzenin aksaması, duraklaması veya kesilmesidir. Dolayısıyla kötülüklerin kendi başına bir varlığı bulunmamaktadır.
İnsan güzel bir şekilde yaratılmış ona pek çok zenginlik verilmiş ayrıca doğasına merhamet, şefkat, iyilik, sevgi ve aşk gibi hasletler işlenmiştir. Dolayısıyla O yaratılışından kötü bir varlık değildir. Bir çocuğun çevresinden etkilenmeden önce yalan söylememesi, hırsızlık yapmaması, doğruyu konuşması, kötü söz söylememesi gibi hususlar, bunun en güzel kanıtıdır.
Başlangıçta tertemiz olan denizleri ve atmosferi kirleten insanın kendisi olmuştur. Ormanları yok eden ve yakan, doğaya zenginlik katan binbir çeşit hayvanı çeşitli gerekçelerle katleden ve ortadan kaldıran, bütün canlıların yaşamına olanak tanıyan atmosferi kirleten, yaşam için kaçınılmaz olan birtakım âlet ve gereci, teknolojiyi, kasıtlı olarak canlıların zararına kullanan, bırakınız savunmasız zavallı hayvancıkları, kendi neslini dahi acımasızca yok eden yine insanın kendisi olmuştur.
Bütün bu olup bitenlerden sonra ateistlerin günah keçisi araması gülünç olacaktır. Kaldı ki bu bozgunculuğun bir bedelinin olmamasını ya da eninde sonunda hesap gününün gelmeyeceğini düşünmek zor olacaktır. Yaşam ne bir tiyatro oyunu ne de bir rüyadır. Çekilen acı ve ıstıraplarda dramatik bir filmin parçaları değildir. Dolayısıyla varlığımız ve topyekün yaşamın kendisi, ciddiye alınması ve ilerde hesabının verileceğinin düşünülmesi gereken bir gerçektir.
Tanrı varlığını ve güzelliğini, bir çocuğun tebessümün-den, bir akvaryumun rengarenkliliğinden, uçan bir kuşun cıvıltısından, bir çiçeğin kokusundan ya da dolunayın göz kamaştıran parlaklılığından hissettirmektedir. Dolayısıyla topyekün bir şekilde bakıldığında âlemdeki düzen ve intizamı görmemek mümkün değildir. Bütün bunların karşısında karamsar olmak, âlemde bir kaosun varlığından söz etmek her şeyden önce insanın kendi aklına karşı yapacağı bir saygısızlık olacaktır. Zaten bu kadarını göremeyen bir insanın Tanrı ya inanmasını beklemek de yersiz olacaktır.
Kötülüklerin varlığıyla ilgili diğer bir teze göre ise kötülükler iyiliğin elde edilmesi, bilinmesi ve takdiri için var kılınmıştır. Doğrusu her şeyin tamamen iyi olduğu bir dünyada, iyiliğin iyi olarak bilinmesi ve kıymetinin anlaşılması, mümkün olmayacaktır. Ayrıca yardım severlik, şefkat, sempati, kahramanlık, affetme duygusu ve faziletli olmak gibi hasletler kendi başlarına ortaya çıkabilecek durumlar değildir. Zaman zaman görülen acılar ve ıstıraplar da bu tür hasletlerin oluşması için zemin hazırlamaktadırlar.(57)
Yukarıda ifade edildiği gibi kötülüklerin oluşmasında insanların büyük rolü vardır. Bunun nedeni de insanın özgür irade sahibi olması ve bu iradesini zaman zaman kötüye kullanma ihtimalinin bulunmasıdır. Tanrı insana .i.özgür irade vermiş olup bu iradenin kullanımına da müdahale etmemektedir. Gerçi insana özgür irade verilirken ona iyiliği ve güzelliği araması tavsiye edilmiş buna karşın kötülükten iradesiyle kaçınması tavsiye edilmiştir. Ancak iyiyi elde etmesi için kendine özgür irade verilen insanın bu süreçte yanlış karar verme ihtimali de vardır. Çünkü insanın özgürce davranması doğal olarak hata yapma ve kötülüğe neden olma ihtimalini de içermektedir.(58)
İnsan bazan hata yapmakta ve birtakım olumsuz olaylara neden olmaktadır. Dolayısıyla Tanrı nın insanlara zulmettiği ve kasten onların başına kötülükler verdiği inancı yanlıştır. İslâmiyet e göre Tanrı öç almayı bekleyen ve insanların acı çekmesinden zevk alan bir varlık değildir. Öç almak, acı çektirmek ya da insanların mağduriyetinden zevk almak kâinatın yaratıcısının işi değildir. Bu tür şeyler olsa olsa gözü dönmüş, hırslı, kana susayan, çocukları öldürecek kadar vahşileşen zalimlerin işi olabilir. Tanrı, daima iyiliği istemektedir. Öyle olsaydı bizleri ve kâinatı yaratmazdı. Yine O kötülüklerin de bir an önce iyiye dönüştürülmesini ve insanların mutlu olmalarını dilemektedir. Acı çeksin veya çekmesin bütün insanlar Tanrı´nın kullarıdır. Var olmalarının temelinde de kötülük ve acı değil, iyilik ve sevgi bulunmak-tadır.
Sonuçta dünyada karşılaşılan fizikî kötülüklere karşı insan çalışıp tedbirini almalı, moral kötülüklere karşı da faziletli ve erdemli bir kişiliğe sahip olarak iyiliği hâkim kılmak için uğraşmalıdır. Zaten İslâm a göre insanın Tanrı katındaki değeri de iyilikler uğrundaki gayretleri ve kötülüğü berteraf etmedeki çabalarıyla açığa çıkacaktır.
Kötülüklerin varlığını ateizme gerekçe olarak kabul etmeyen teistler onları dinle uzlaştırma ya da izah etme yoluna gitmişlerdir. Bunlara göre çekilen acı ve ıstıraplar hiç de anlamsız değildir. Tam tersine bunlar din için hayâti bir önem taşımaktadır. Meselâ gerçek ve samimi olan inançlar trajedi karşısında açığa çıkmaktadır. Böyle zamanlarda insanlar yaşamın ağırlığını ve ciddiyetini hissetmekte ve tembelliği bir kenara bırakarak davranışlarına çeki düzen vermektedirler. Doğrusu sıkıntılı anlarda inançların kontrol edildiği ve ölçüldüğü bilinmektedir.(59)
Bazı dindarlara göre inançta samimiyet çok önemlidir. İnsanların Tanrı´ya olan inançlarında içten olup olmadıkları normal zamanlarda bilinmemektedir. Böyle zamanlarda insanlar durumlarının farkına varmakta ve seviyelerini ölçmektedirler. Ancak bu durum en azından İslâmiyet´e göre Tanrı´nın sevgisini kazanmanın yolunun belâlardan, acılardan ve trajik durumlardan geçtiği anlamına gelmez. Tanrı inancı böyle durumlarda elbetteki insanlara yardımcı olmakta, onların dayanmalarına ve ayakta durmalarına olanak sağlamaktadır. Ancak acı ve ıstıraplar karşısında böyle bir direnmenin Tanrı´nın katındaki değeriyle, O´nun sevgisini kazanmak için hiçbir gerekçe yokken acı çekmeye çalışmanın ya da tehlikelere atılmanın ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir. İslâm peygamberi en küçük bir canlıya dahi eziyeti yasaklamış ve onların öldürülmelerinden rahatsız olmuşken, insanın dinî gerekçelerle acı çekmesine veya çektirilmesine nasıl izin verebilir
Kötülüklerin varlığı konusunda karşımıza kader meselesi de çıkmaktadır. Ancak bu konu çoğu zaman yanlış anlaşılmış veya anlatılmıştır. Tarihin bazı dönemlerinde Tanrı´nın varlığına inanan bazı insanlar acı ve ıstırapla karşılaştıklarında ümitsizliğe kapılarak bu dünyanın geçiçi olduğunu düşünmüş ve sadece cennette mutluluğun elde edilebileceğine kanaat getirmişlerdir. Dolayısıyla bu tür insanlar bazan kötülüklerle mücadelede pasif kalmış ve kendi kabuklarına çekilmiş, olup bitenlere de seyirci kalarak yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Halbuki din (İslâmiyet) ve Tanrı inancı, inanan insanların kötülükler karşısında yılmalarını, miskinleşmelerini, güçsüzleşmelerini, hastalıklı bir biçimde yaşamalarını, başkalarına bağımlı olmalarını, dünyadan el etek çekmelerini yasaklamıştır.
Karşılaştığımız kötü olaylar kendi şartlarında değerlendirilmeli ve öylece yorumlanmalıdır. Aslında bu gibi olaylar Tanrı´nın varlığını, var olması gerektiğini bir kat daha güçlendirmekte ve evrenin Tanrı´sız olamayacağı düşüncesini de pekiştirmektedir. Daha önce ifade edildiği gibi kötülüklerin ortaya çıkışı belirli bir düzenin bozulmasından veya aksamasından kaynaklanmaktadır. Ancak Tanrı olmasaydı zaten belirli bir düzenden, iyilikten veya güzellikten de söz edilemeyecekti. Böyle bir durumda da kötülük diye bir problem olmayacaktı. Sonuç olarak herkes için üzücü olan kötülüklerin varlığından hareketle inançsızlığa düşmek yerine evrene ve hayatımıza hâkim olan iyilikler ve güzelliklerden hareket ederek Tanrı´nın varlığına gitmek daha akılcı olacaktır.(60)
Modern Ön Yargılar
Modern dönemin ateist düşünürleri dini bir fenomen olarak ele almış indirgemeci bir yaklaşımla onu tanımlamaya çalışmışlardır. Özünde inançlar kümesi olan dini, bilimsel bir obje gibi ele alarak tek bir ilkeden hareketle izah etme yoluna gitmişlerdir. Doğal olarak Tanrı inancını da şuradan veya buradan kaynaklanmıştır diyerek reddetmişlerdir. Ancak bunu yaparken de pek çok şeyi gözden kaçırmışlardır. Çünkü daha işin başında onlar inancın mahiyetini yanlış anlamışlardır. Çoğunlukla dar bir çerçeve çizerek dini de o çerçeveye oturtmaya çalışmışlardır. Halbuki tek bir ilkenin ya da dar bir çerçevenin dini ve Tanrı inancını bütün boyutlarıyla izah etmesi mümkün değildir.
Modern dönemde felsefeci, dini sadece teorik bir problem olarak ele almış tartışmaya çalışmış, psikolog onu sadece duyguyla alâkalı bir şey olarak görmüş birtakım tahlillere girişmiş, sosyolog ise onu toplumsal bir olay gibi düşünmüş fonksiyonunu yorumlamaya çalışmıştır. Yine ekonomistler de dini, iktisadî bir yaşamın gölgesinde görmeye çalışmış, antropolog ise neredeyse onu dünyanın geri kalmış yörelerindeki (ilkel) insanların davranışlarında aramaya koyulmuştur. Çağımızın başında bu ve bunun gibi dar çerçeve içerisinde din tanımlanmaya ve güya çürütülmeye çalışılmış ancak sığ kalındığının farkına varılmamıştır. Ne yazık ki modern dönemdeki ateistlerin hemen hemen çoğunda bu sıkıntılar görülmüştür. Nitekim pek çok insan bu durumun farkına varmış daha sonra fikirlerinde değişiklik yapmıştır.
Elbetteki yukarıda sözü edilen hatalı davranışın karşısında çok güçlü itirazlar yükselmiş ve yapılan yanlışlıklar dile getirilmiştir. Batı dünyası kendi bünyesindeki zaaflar nedeniyle güçlü ateistlerin ortaya çıkışına sebebiyet vermişse de her şeye rağmen onlara karşı esaslı cevaplar vermek gücünü göstermiştir. Nitekim XX. yüzyılın başında rüzgâr gibi esen ve ortalığı kasıp kavuran pozitivist hareket asrımızın ikinci yarısında hızını kaybetmiş ve pek çok ateist için tatlı bir nostaljiye dönüşmüştür. Bir anlamda pozitivizmi ve ateizmi doğuran Batı elde ettiği tecrübeler sayesinde onları dizginlemeyi de bilmiştir. Batı da dizginlenen pozitivizm ve bu bölümde bizimde ele alacağımız fikirler ne yazık ki dünyanın gelişmekte olan ya da az gelişmiş bölgelerinde hâlâ yaşamını sürdürmeye devam etmektedir. Bunun nedenlerinden biri de Batı´da sadece bilimsel bir var sayım olan ve rahatlıkla eleştirilebilen fikirlerin bu bölgelerde birer ideoloji haline gelmesi ve insanlara (sorgulanmasına da fırsat verilmeden) empoze edilmeye çalışılmış olmasıdır.
Modern dönemde ateistlerden gelen eleştiriler karşısında bir gerçek daha ortaya çıkmış bulunmaktadır. O da gerek dinin ve gerekse insan yaşamının bir teoriyle ya da bir tek açıklamayla izah edilemeyecek kadar basit ve dar olmadığıdır. Yani insanın ve inancın kompleks bir yapı arzettiğidir. Bu özellikleri dikkate almadan yapılacak her türlü açıklama eksik kalacaktır. Nitekim bu hatayı işleyen teoriler de zamanla tarih sahnesinden silinmeye mahkûm olmuşlardır.
İnsanı ve din fenomenini bütün olarak ele almayan, onu parçacı bir tutumla değerlendiren sadece ateistler olmamıştır. Bazı dindarlar ve mezhepler arasında da benzeri tutum ve davranışlar görülmektedir. Onlar da inanmalarına rağmen dini kendi noktalarından hareketle bazan dar bir şekilde tarif etmişlerdir. "Din budur" diye ortaya koydukları şeyler bazan inanan insanların tepkisini dahi almıştır. Onların bu yanlış tutumu da ateistleri daha büyük bir yanlışa sürüklemiş, o kişilerde söz konusu tariflerin çürütülmesiyle dinin de yok edilebileceği duygusunu ortaya çıkartmıştır. Halbuki din ne o kişinin tarifine sığacak kadar dardır. Ne de ateistin, o kişinin görüşünü eleştirmesiyle yok olacak kadar basit ve sıradan bir şeydir. Dolayısıyla modern dönem ateizmini değerlendirirken bu noktanın kesinlikle gözden kaçırılmaması gerekmektedir.
Bu girişten sonra çeşitli açılardan dini eleştiren ve çağımızda oldukça etkili olan ateist düşünürleri ele almakta yarar görmekteyiz. Bu düşünürler sırasıyla Comte, Feuerbach, Marx, Freud, Nietzche ve Sartre´dır. Doğrusu yüzyılımızda ateist denilince hemen akla gelen kişiler de bunlardır. Ancak bu düşünürlerin fikirleri yanında, yaşamları dahi bir bütünlük arzetmeyip karmaşık bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemlerinde ya da ömürlerinin son yıllarında nasıl bir kişiliğe ve yaşama sahip oldukları daima göz önünde bulundurulmalıdır. Yine çevrelerinin, aldıkları eğitimlerin, gördüklerinin ya da tecrübe ettikleri şeylerin fikirleri üzerinde çok önemli olduğu da unutulmamalıdır.
Çünkü sonuç itibariyle onlar da bizim gibi insanlardır. Her insan gibi onların da güçlü ya da zayıf yönleri olabilmekte, olaylar karşısında etkilenen ya da tepki veren bünyeleri bulunabilmektedir. Dolayısıyla onların fikirlerini ve var sayımlarını kişiliklerinden ve çevrelerinden bağımsız olarak genel geçer birer hakikatmiş gibi savunmanın bir anlamı olmayacaktır. Kaldı ki onları peşinen reddetmekte anlamsız bir tavırdır. Önemli olan şey ön yargılardan arınmış bir şekilde, aklın gösterdiği doğrular çerçevesinde ve insanlık tecrübesini de göz önünde bulundurarak bu kişilerin düşüncelerini değerlendirmektir. Nitekim kendileri de bu süreci yaşamış, inişli çıkışlı bir grafik izlemiş ve taraftarları da zaman zaman öz eleştiri de bulunmuşlardır.
Kendini ateist gören insanların çoğunluğu inançsızlıklarını bu düşünürlerin fikirleriyle desteklemeye ve temellendirmeye çalışmışlardır. Yine pek çok ateist dinle ilgili eleştirisini bu kişilerin fikirlerinden hareketle ortaya koymaya gayret göstermiştir. İşin daha çarpıcı olan yönü bu düşünürlerin dünyasından olmayan ve aynı kültürde yaşamayan kişilerin dahi onların fikirlerini sahiplenmesi ve savunmasıdır. Halbuki kendine hitap eden bir şey bulunmadığı gibi kendi kültüründe de o düşünürlerin takılacağı bir problem bulunmamaktadır. Durum böyle olunca eleştiri yapamadan ya tamamen kabullenmek ya da peşinen reddetmekle karşı karşıya kalınacaktır. Dolayısıyla ateizm konusunda öncelikle bu düşünürlerin tanınması ve fikirlerinin bilinmesi gerekmektedir. Elbetteki dünyadaki ilk ateistler bunlar değildir, sonuncusu da olmayacaklardır. Ancak günümüz dünyasında kitleler üzerinde en çok etkili olan ve ateizmi teoriden çıkartıp pratik yaşama dönüştürenlerin bu kişiler olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla büyük bir önemi haizdirler.
Ateistler sayesinde Batı dünyasındaki dinî inançlar (hıristiyanlık-kilise öğretileri) büyük yara almış ve kendi kabuğuna çekilmek zorunda kalmıştır. Ancak bugün aynı şeyin devam ettiği söylenemez. Bırakınız İslâm dünyasını, bugün Batı dünyasında insanların çoğunlukla bir şekilde dine inandıkları, en azından karşı çıkmadıkları görülmektedir. Hatta bireysel olarak ateist olan kişilerin dahi bazan kültürel açıdan dine (hıristiyanlık) sahip çıktığı ya da politik gerekçelerle o dinin menfaatlerini savunduğu bilinmektedir.
Batı dünyasında bazı ateistlerin de kendi içlerinde ne kadar tutarlı olup olmadıkları ayrı bir tartışma konusu olmaktadır. Ancak burada önemli olan bir konu da şudur. Ülkemizde ya da gelişmekte olan diğer bölgelerde bazı çevrelerce Batı dünyasının dinsiz olduğu ve Tanrı ya inanmadığı söylenmektedir. Bunu söyleyenlerin arasında da birbirinden farklı iki kesim bulunmaktadır. Birincisi Batılı olmayı amaçlayan, kendi kültüründen ve dininden uzaklaşan hatta kendi insanından utanan ve değişim isteyen kişilerdir. Bunlar kısaca Batı da cereyan eden reform ve Rönesans hareketlerinin, dinsizlikle sonuçlandığını ve bizlerinde gelişmesi için bu yolu takip etmemiz gerektiğini söylemeye çalışmaktadırlar. Ancak bu kişilerin kendi dinsizliklerini yaymak için Batı yı öyle takdim etmek istedikleri gözden kaçmamaktadır. İkincisi ise kendisinden başka herkesi din dışı kabul eden katı muhafazakâr (gelenekselci) kişilerdir. Bunlarda kendi zaaflarını ve problemlerini unutturmak için hedef saptırmakta ve ayırım yapmadan eleştiri oklarını karşı tarafa göndermektedirler. Her iki kesimin de yanıltıcı oldukları aşikardır. Dolayısıyla Tanrı inancı ile ilgili tartışmalarda bu durumun gözden kaçırılmaması gerekmektedir.
Comte´un Pozitivizmi
Son asırlarda ateizme kapı aralayan ve bu nedenle din için en büyük tehlike oluşturan akımlardan birisi pozitivizm olmuştur. Bu akım pek çok insanın dinden kopmasına neden olduğu gibi taraftarlarını da dinle mücadele etmeye teşvik etmiştir. Nitekim bu zihniyeti benimseyen kişiler çoğunlukla inandıkları şeylerin doğru olup olmadığına bakmaksızın, insanlara pozitivizmi telkin etmiş (bir anlamda bilim adına dinsizliği önermiş) dinî inançları da ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.
Bu akımın uzun bir süre insanlar üzerinde çok etkili olduğu açıktır. Ancak etkisi ve gücü sadece şartlanmış ve bir şekilde dinden uzaklaşmış insanların ötesine geçmemiştir. Bütün iddiaların aksine günümüzde dinin ve Tanrı inancının bulunması, eskiden olduğunun aksine daha güçlü bir şekilde yaşaması bu akımın gündemden düştüğü, tarihteki yerini almaya yüz tuttuğunu göstermektedir. Çünkü bir fikrin değeri o fikrin tutarlı ve doğru olup olmadığıyla yakından alâkalıdır. Halbuki pozitivizmin dinle ilgili iddiaları yanlışlanmış, inançsızlıkla ilgili beklentileri de boşa çıkmıştır.
Pozitivizm sözcüğü sadece bir ekol olarak felsefede değil, bilim, sanat, edebiyat ve hukukta da belirli bir düşünce biçimini ifade etmek için kullanılmıştır.(65) Bu kavram bilimi tek geçerli bir bilgi türü olarak gören aynı zamanda mevcut olguları deney yoluyla bilinebilen ve üzerinde inceleme yapılabilecek tek obje olarak kabul eden bir anlayışın ismidir. Pozitivizm terimini ilk defa kullanan da Saint Simon (1760-1825) olmuştur. Saint Simon ve arkadaşları toplumu yeniden yapılandırmak için metafiziğin dışarıda kalacağı bilimsel bir bilgi ve bilimsel bir yöntem arayışına girmişlerdir.
Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857), Simon un fikirlerini devam ettirmiş, bilimde deneye önem vermiş, deneyle elde edilemeyen bilgileri de (metafiziği ve teolojiyi) hayal mahsulü olarak görmüştür. Comte evrimci bir yaklaşımla insan zihninin de üç aşamadan geçtiğini ve zaman içerisinde olgunlaştığını belirtmiştir. İnsanlık tarihini teolojik, metafiziksel ve pozitivist olmak üzere sırasıyla üç döneme ayırmıştır:
Comte´a göre birinci dönem olan teolojik evrede, insanlık doğada cereyan eden hadiseleri Tanrı ve ruh gibi doğa üstü nedenlerle açıklamıştır. İkinci dönem olan metafiziksel evrede ise insanlık doğada olup biten şeylerin arkasında Tanrı gibi doğa üstü güçler aramak yerine doğanın kendine yönelmiş olayların nedenlerini soyut bir biçimde de olsa yine doğada aramıştır. Hayal yerine aklını kullanmış, cevher ve arazlardan bahsetmeye başlamıştır. Üçüncü dönem olan pozitif evrede ise, Comte´a göre, insanlık teolojiyi ve metafiziksel muhakemeleri bir kenara bırakmış, deneyle doğayı anlamaya çalışmıştır. Olayların arkasındaki sebepler için doğa üstü ya da metafiziksel gerekçeler aramak yerine gözlemde bulunarak ya da deney yaparak dünyanın kanunlarını keşfetmeye koyulmuştur. Comte´a göre yetişkin insanın yapacağı ve pozitif (fiziksel) bilimin takip ettiği yol budur. Yine bu evre Tanrı inancının ortadan kalkacağı bir dönem olacaktır.(66)
Görüldüğü gibi Comte üç hal yasasıyla aynı zamanda bir tarih felsefesi kurmuş, insanlığın gelişimini de tarihi evrimin bir sonucu olarak görmüştür. Ancak Comte un yanılmış olduğu ortadadır. Pek çok düşünür gibi O da içinde yaşadığı kültürdeki dinî krizleri, sosyal çalkantıları, kilisenin nüfuzunu kaybetmesini ve bilim karşısındaki yenilgisini polemik konusu yapmış, dinin ya da yaratıcı Tanrı fikrinin yok olacağını ümit etmiştir. Ne var ki aklı ve bilimi ön plana çıkardığını zanneden bu kişiler hayal dünyasında yaşamış ve duygularının esiri olmuşlardır. Her insan gibi bir süre sonra yüce yaratıcının koyduğu yasalar çerçevesinde ömürlerini tamamlamış ve ölüp gitmişlerdir. Ancak kâinatın ve canlılar dünyasının bütün ihtişamı ve güzelliği ile ayakta olduğu, doğan her çocuğun da yine bütün mâsumiyetiyle beraber Tanrı ya yönelmeye devam ettiği herkesin mâlumudur.
Yukarıda ifade edildiği gibi Comte´un fikirleri bazı çevrelerde etkili olmuş ancak çok ciddi eleştirilerle de karşılaşmıştır. Bu eleştirilere göre Comte´un fikirlerinin tarihen ne kadar doğru olup olmadığı bir tarafa, dünyanın ve insanlığın mevcut durumu dahi onun yanlışlığını ortaya koymuştur. Nitekim günümüzde din olgusu ve Tanrı inancı bütün çeşitliliği ve zenginliği ile yaşamını sürdürmekte ve milyarlarca insan inanmaya devam etmektedir. Ortadan kalkacağını söylediği din (Hıristiyanlık-Katoliklik) hâlâ hayatiyetini ve faaliyetlerini sürdürmektedir. Dolayısıyla günümüze kadar yaşamış olsaydı gördüğü manzara karşısında Comte´un dahi hayal kırıklığına uğrayacağı muhakkak idi. Aslında dinin ortadan kalkacağını söyleyen Comte daha kendi hayatında, bu düşüncesine aykırı şeyler yapmış ömrünün sonlarına doğru bir tür insanlık dini kurmayı denemiştir.
Comte bütün tutarsızlıklarına rağmen kendinde insanlık tarihini üç evreye ayırma hakkını görmüş ve bu tarihleri de insanlığın olgunlaşma seyri olarak ifade etmiştir. İnsanı ilk var olduğu günde olgun bir varlık olarak görmemiş, olgunlaşmasını da dinden uzaklaşmasına bağlamıştır. Ancak yüzyılımızdaki pek çok ateisti de etkileyen bu düşüncelerin ne kadar gerçeğe aykırı olduğu daha ilk bakışta anlaşılacaktır. Nitekim yüzyılımızda dinden uzaklaşan ya da bir şekilde onunla savaşan toplulukların ne duruma geldikleri ve neler yapabildikleri, dünyamızı ne şekilde cehenneme çevirdikleri gayet iyi bilinmektedir.
Comte teolojik, metafizik ve pozitivist evreler dediği şeylerin insanlığın ortak tecrübesi olduğunu görememiştir. Nitekim tarih kitaplarında belirtildiği gibi çok eski yıllarda dahi yüksek medeniyetler kurulmuş, bilimsel çalışmalar, felsefî eserler ortaya konmuştur. Bunların bir kısmı günümüze kadar gelebilmiş çoğunluğu ise maalesef kaybolup gitmiştir. Ancak ortada bir gerçek vardır. O da insanın yaratıldığı ilk günden beri şu anda bizlerin de sahip olduğu yeteneklere, özelliklere ve düşünce gücüne sahip olduğudur. Aynı şekilde bizden binlerce yıl sonra dünyaya gelecek olanların da bizden farklı olmayacağıdır. Böyle olmasaydı tarihi, tarihî eserleri, ziyaret edildiği eski tapınakları, sarayları, anıtları, piramitleri, arkeolojik kalıntıları, okuduğumuz yazıtları, kitâbeleri bulamayacaktık. Ayrıca insanlığın elde ettiği bilimsel seviyenin de temellerini yıkmış olacaktık. Çünkü yüzyılların birikimi olmasaydı son iki asırda hızlanan ve gittikçe ilerleyen bilimsel ilerlemeler de görülmeyecekti. Birazcık arkeoloji kültürü olan ve medeniyet tarihi okuyan bir kimse her halde Comte un söz konusu iddiaları karşısında şaşkınlığını gizleyemeyecektir.
Feuerbach´ın Antropolojik Ateizmi
Modern dönemde özellikle XIX. yüzyılda Comte un pozitivist görüşleri yanında Tanrı inancı için bir diğer tehlike de antropolojiden, sosyolojiden ve psikolojiden hareketle ileri sürülen fikirler olmuştur. Bu fikirlerin bir kısmı oldukça etkili olmuş diğer bir kısmı ise doğrudan dini hedeflemediği için sadece insanlar üzerinde inançla ilgili bir şüphe uyandırma işlevini yerine getirmiştir.
Bu fikirlerden en etkilisi ve özellikle hıristiyan dünyası için büyük tehlike oluşturanı Feuerbach (1804-1872) adlı maddeci düşünürün görüşleri olmuştur.
Feuerbach yaşamının ilk yıllarında Tanrı ya inandığı halde daha sonraları Hıristiyanlığı eleştirerek dinden kopmuş bir filozoftur. Kilisenin Tanrı kavramına şiddetle karşı çıkmış buna karşın düşüncesinde insana büyük yer vermiştir. Büyük bir ihtimalle de Hıristiyanlığın Tanrı imajının etkisinde kalarak Tanrı kavramıyla insan doğası arasında bir ilişki kurmuş ve bu ilişkinin sonucu olarak insan zihnindeki Tanrı kavramının yapaylığından söz etmiştir.
Feuerbach´a göre Tanrı kavramı insanın kendi doğasını dışarıya yansıtması sonucu oluşmuştur. O´na göre insanın Tanrı´nın varlığına inanması, bir anlamda kendi benliğini yalanlaması, özüne yabancılaşması ve fakirleşmesi anlamına gelecektir. Çünkü bu durumda insan kendi değerlerini bir başkasına vermektedir. Feuerbach´a göre esas olan insanın kendisi ve kendi varlığıdır.(67)
Feuerbach´ın aksine pek çok filozof Tanrı inancının insanın doğasında bulunduğunu ve bunu doğuştan getirdiğini iddia etmiştir. Meselâ Descartes (1596-1650) insanın özünde mükemmel bir Tanrı fikrinin bulunduğunu ve doğuştan getirdiği bu fikrin insanın doğasına Tanrı tarafından yerleştirildiğini söylemişti. İnsanda yerleşik olan bu fikir ona göre Tanrı´nın var olduğuna dair en güzel bir işaret idi. Feuerbach ise insanda Tanrı inancının doğuştan geldiğini kabul etmemiş ve Tanrı kavramının insanın zihninde sonradan oluştuğunu ileri sürmüştür.
Bilindiği gibi kilise, Tanrı dan söz ederken O nu baba, oğul ve kutsal ruh biçiminde ifade etmiş, İsa yı da müslümanların inandığı gibi peygamber (bir insan) olarak değil de, insanlaşmış (bedenleşmiş) bir Tanrı olarak dile getirmiştir. İşte bu noktada Feuerbach gibi Batı da yetişen ateistlerin büyük bir kısmı Tanrı kavramı ile insan doğası arasında doğrudan bir ilişki kurmuş ve bu ilişkiyi çeşitli şekillerde yorumlayarak dinî inançları sarsmayı düşünmüşlerdir. Meselâ Feuerbach baba ve oğul gibi insan figürleriyle sembolize edilen Tanrı kavramını yine insanın (hıristiyanlar) kendilerinin ortaya çıkardığını iddia etmiştir. Bir şekilde o enkarnasyonu (bedenleşmiş Tanrı) hedeflemiş ve onu yıkmaya çalışmıştır. Dolayısıyla onun eleştirileri doğrudan kilise öğretilerini ilgilendirmektedir. Kilise öğretilerinin yıkılması da belki kilise için hüzünlü olabilecektir. Ancak bu sonuç kilise dışındaki milyonlarca insanın içtenlikle bağlandığı ve her an onun yüceliğini düşündüğü yaratıcı Tanrı kavramına olumsuz bir durum getirme gücünde değildir.
Feuerbach´ın fikirleri hıristiyan bir dünyada ateistler için anlamlı olabilir. Ancak aynı tenkitlerin dünyanın diğer bölgelerinde de benzeri etkiyi göstermesi zor olacaktır. Meselâ Feuerbach´a göre insan kendi niteliklerini Tanrı´ya atfederek bir anlamda kendi varlığını yüceltiyordu. Belki İsa nın tanrılaştırılmasında bu eleştirinin gerçeklik payı bulunabilirdi. Ancak İslâm dinine baktığımızda Tanrı´nın nitelikleriyle, insanın özellikleri arasında bir uçurum bulunmaktadır.
İslâm a göre insanî olan her şey ilâhî olanın dışında kalmakta, ilâhî olan her şey de insanın çok uzağında bulunmaktadır. Zaten ilâhî olan bir şeyin insanlaştırılması veya insanî olan şeyin ilâhlaştırılması da mümkün değildir. Her şey yerli yerindedir. Görüldüğü gibi İslâm dininde Tanrı (Yaratıcı) ile insan (yaratıklar) arasındaki çizgi oldukça kalın ve belirgindir. Başka dinlerde ya da kültürlerde olduğu gibi yarı ilâhî veya yarı insanî olan bir kişiden ya da nesneden de söz edilmez. Nitekim Hz. Muhammed dahi kendinin herkes gibi bir insan olduğunu, onlar gibi yiyip içtiğini, yatıp kalktığını, geçimini sağlamak için çalıştığını, bazan sevindiğini bazan da hüzünlendiğini kısacası acı ve tatlı yönleriyle yaşamın içinde olduğunu ifade etmiş, peygamberliğinden dolayı insanların kendisinden çekinmelerini ve korkmalarını da uygun bulmamıştır. Elbetteki O´na müslümanlar tarafından övgüler düzülmüş ve methiyeler yazılmıştır. Ancak bütün bunlar da O´nun Tanrı katındaki değerine ve insanlar için güzel bir örnek olarak değerli şahsiyetine işaret etmekten başka bir şey değildir. Dolayısıyla İslâm dininde ne Tanrılaştırılmış varlıklar, ne günahsız azizler, ne ruhban sınıfı ve ne de kilise gibi tanrısal kurumlar mevcuttur.
İslâm dinine göre insan Tanrı´yı kendi biçiminde göremez, O nu kendisi gibi düşünemez. Çünkü insan biçiminde olan veya nitelikleri insana benzeyen bir varlık Tanrı olamaz. Yine aynı müslüman kişi kendini de tanrılaştıramaz. Bir insan olarak o ne olduğunun farkındadır. Diğer bir deyişle o Tanrı yı insanlaştırmadığı gibi insanı da kutsallaştırma teşebbüsünde bulunmaz. Dolayısıyla Tanrı´nın insan düşüncesi tarafından ortaya konduğu biçimindeki bir itiraz İslâm dinini bağlamaz. Hıristiyanların Tanrı yı tanımlarken O nu baba ve oğul gibi terimlerle adlandırmaları Feuerbach a böyle bir eleştiri imkânını tanımış olabilir. Ancak bu eleştiriler İslâm dini için bir anlam ifade etmemektedir.
Doğadaki paganlara, figürlere, sembollere, tabulara, fetişlere tapınma ve bazı insanlarda kutsallık görme eğiliminin İslâm dininde şiddetli tepkiyle karşılaştığı âşikârdır. Nitekim bu tür eğilimlerin bazan inkârcılıkla eş anlamlı tutulması da böyle bir dinin yaşandığı toplumlarda antropolojik (insan biçimli) Tanrı anlayışının ortaya çıkamayacağını göstermektedir. Kaldı ki hıristiyanların ortaya koymuş olduğu Tanrı imajı sadece ateistlerin değil müslümanların ve yahudilerin de tepkisini almaktadır. Dolayısıyla Batı dünyasında hıristiyanlığın ve kilise öğretilerinin eleştirilmesi etraflıca incelenmeli bunlar başka kültürlere (meselâ İslâm dünyasına) taşınırken âzami derecede dikkatli olunmalıdır. Aksi takdirde kilisenin günahını onun gibi düşünmeyen bir başka sisteme çıkartmak haksızlık olacaktır.
Aslında modern dönemde ateizm konusu ele alınırken bütünüyle hıristiyanlık ve hıristiyanlığa duyulan tepkiler işlenmelidir. Çünkü bizim de burada fikirlerini ele aldığımız meşhur düşünürler batı dünyasında ortaya çıkmış ve bir şekilde kilise bağnazlığını yaşamış olan Batı kültürünün problemlerini tartışmışlardır. Dolayısıyla bu noktanın da daima hatırlanması gerekecektir.
Feuerbach ın hıristiyanlığa yönelttiği eleştiriler diğer ateistlere de ilham kaynağı olmuş onların çalışmalarına ivme kazandırmıştır. Bunların başında da Karl Marx gelmektedir. Marx ın dinle ilgili olumsuz fikirleri sadece teoride kalmamış ideolojik bir devrim hareketine dönüşmüş bu süreçte de binlerce insanın yaşamını etkilemiştir. Aslında Marx ın doğrudan dinle problemi olan bir filozof olup olmadığı da tartışmalıdır. Çünkü bir yönüyle o toplumu yeniden yapılandırmayı düşünen bir sosyolog ya da ekonomik görüşleri olan bir devrimcidir. Dolayısıyla onun karmaşık kişiliği unutulmamalıdır.
Karl Marx´ın Sosyopolitik Ateizmi
Burada Marx ın bütün fikirlerinin ele alınma imkânı yoktur. Kaldı ki onun görüşlerini bir tek açıdan ele almak yerine Marxizm adı altında bir dünya görüşü olarak kabul etmek daha doğru olur. Bu durumda dinle ilgili eleştirilerinin yanında tarih, toplum ve ekonomi anlayışının da mutlaka göz önünde bulundurulması gerekir. Dolayısıyla Marx ın din eleştirisi O nun dünya görüşünün bir parçası olarak önem kazanmaktadır. Bir anlamda ateist olmak Marxist olmanın getirdiği ve gerektirdiği bir durum olmaktadır.
Marx ın dünya görüşü sanayileşmeyle birlikte Batı da görülen toplumsal çarpıklıklara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Kısacası Batı nın kendi bünyesinde oluşturduğu kapitalist sisteme karşı bir reaksiyondur. Dolayısıyla Marx ı anlamak için son iki asırdaki Batı toplumunun yapısı iyice gözden geçirilmeli ve onun görüşleri de bu çerçevede değerlendirilmeye tâbî tutulmalıdır.
Marx, pozitivizmi kuran Comte gibi toplumsal yapıyla ilgilenmiş, gördüğü problemler karşısında siyasî ve ekonomik yapıyı yeniden düzenlemek istemiştir. Toplumlarda üretim araç ve gereçlerini ellerinde bulunduranların (burjuva), çalışanları (işçiler-proleterya) daima ezdiğini tesbit etmiş, eşitliğin ve adaletsizliğin ortadan kaldırılması için bu duruma bir son verilmesi gerektiğini söylemiştir. Bunun en kısa yolu da şekli ne olursa olsun bir işçi iktidarıyla gerçekleşecektir. Bunun içinde Marksistlere göre şiddet dahil her şey yapılmalıdır.
Marx a göre üretim gücünün burjuvazinin elinden alınması göründüğü kadar kolay değildir. Çünkü onların ellerinde çok güçlü silahlar bulunmaktadır. Bunlardan birisi de dindir (Hıristiyanlık). Dolayısıyla toplumda insanların ezilmesi ve sömürülmesi için bir araç olarak kullanılan dinin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Çünkü din bir tür uyuşturucu görevini yapmaktadır.(68) Din ortadan kaldırılırken de, insana en yüce değerin kendisi olduğu öğretilmeli ve böylece özgürlüğe kavuşması sağlanmalıdır.
Marx dine uyuşturucu rolü verirken, insanlık tecrübesini bir tek teoriyle izah etmeye kalkışmış insanın bütün ideallerini, kişiliğini, inancını, davranışlarını, karakterini onun maddî yapısına indirgemiştir. Tarihe de bu gözle bakmış ve olup biten her şeyin arkasında da maddî (ekonomik) gerekçeleri aramıştır. Zaten ona göre tarih bütünüyle sınıf ve çıkar çatışmalarıyla doludur.
İfade ettiğimiz gerekçelerden dolayı din Marxizm tarafından şiddetli bir şekilde eleştirilmiş ve her fırsatta çürütülmeye çalışılmıştır. Hatta bu eleştiriler ve saldırılar felsefî düzeyde kalmamış, ideolojik alana çekilerek dinle savaşma yolunu gidilmiştir. Yani bir anlamda her yol denenerek dinsizliğin yayılmasına gayret gösterilmiştir. Bu süreçte de materyalist düşünürlerin fikirleri ön plana çıkarılmış ve maddecilik hâkim kılınmak istenmiştir. Ancak bu gayretlere rağmen başarılı olunamamış ve Marxizm kalıcı olamamıştır. Birtakım politik başarılar elde edilmiş ancak bireylerin vicdanında ve gönlünde Tanrı inancı sökülüp atılamamıştır.
Marx´ın görüşleri bazı ülkelerde ideolojik olarak savunulmuş toplumsal yaşama geçirilmek istenmiş ve politik bir propaganda aracı haline gelmiştir. Engels ve Lenin´in görüşleriyle birlikte Marx´ın fikirleri kendine ateizmi ve materyalizmi ilke kabul eden sosyalizmin temel ilham kaynağı olmuştur. Sosyalizmin hâkim olduğu pek çok yerde de ateizm "bilimsel ateizm" adıyla idelolojik bir kabul haline gelmiş ve insanlara dayatılmıştır. Çalışmamızın son bölümlerinde bu konuya genişçe yer ayıracağız.
Marx ın ateizm anlayışına proleteryen ateizm de denmek-tedir. Çünkü Marxizme göre Tanrı nın varlığını iddia etmek burjuvayı gözetmek ve onlar için çalışmak anlamına gelecektir. Tanrı nın yok olduğunu söylemek ise Proletarya tarafında yer almak ve onların lehinde çalışmak olacaktır.(69)
Görüldüğü gibi Marxizm de insanlığın ya da insanlık tarihinin bir tek teoriyle açıklanabilecek kadar sığ olmadığı açıktır. Ne var ki Marxizm bazı doğruları dile getirmekle birlikte insan için faciayla sonuçlanan pek çok duruma sebebiyet vermiş, unutulmaz acıların yaşanmasına neden olmuştur.
Marxizm in neyi getirdiği ve neyi götürdüğü daima tartışma konusu olmuştur. Ayrıca neyi ön plana çıkardığı ve neyi ihmal ettiği de devamlı surette tartışılagelmiştir. Elbette bu konulara kişilerin yaklaşımı farklı olmuş ve farklı fikirler ileri sürülmüştür. Ancak eskiden Marxist olan ve Marxizm in yayılması için ömrünü harcayan düşünürlerin yaşanan onca tecrübeden sonra söylemiş oldukları şeyler bizim için daha önem arzetmektedir. Nitekim bunların büyük çoğunluğu da Marxizm in darlığından, insan unsurunu ihmal ettiğinden, tarihe yanlış baktığından ve dini yanlış anladığından söz etmiştir. Zaten gelinen nokta da bu eleştirilerin ne kadar haklı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu değerlendirmelere ilâve olarak şunları söylemekte yarar görmekteyim.
Dini ve Tanrı inancını ortadan kaldırmayı hedefleyen Marxizm in kendisi de zaman içerisinde bir din haline gelmiş, taraftarlarınca kutsallaştırılıp yayılmaya çalışılmıştır. Nitekim Marxist ideoloji ve bu ideolojinin önde gelenleri de tanrılaştırılmıştır. İnsanlar da kutsallaştırılan değerlere karşı boyun eğmeye zorlanmıştır. Bir din haline gelen Marxizm tıpkı diğer dinler gibi kurallar ve yaptırımlar koymuştur. Marxist dünya görüşü ve bu çerçevede ileri sürülen dinsizlik, sorgulanmasına dahi izin verilmeden fetiş (put) durumuna getirilmiştir. Aykırı görüşlere karşı gerek toplum ve gerekse birey üzerinde yargılama ve koğuşturma uygulanmıştır. Kişinin doğal hakkı olan inanç ve mülkiyet özgürlüğü, özgürlük adına insanların elinden alınmıştır.
Marxizm´in toplumsal yapıyı burjuva ve proletarya gibi ayırıma tâbi tutması belki kapitalist toplumlar için doğru olabilecektir. Ancak ideal bir İslâm toplumunun kapitalist bir toplum olmayacağı herkesin mâlumudur. Kaldı ki bu ayırım insanlık tecrübesine de uygun değildir. Marx ın iddiasının aksine bütün toplumlarda benzeri yapılanma görülmemiştir. Yani bünyelerinde sınıf çatışması olmayan, böyle bir oluşuma imkân tanımayan, gerek toplumun ve gerekse bireyin hakkının korunduğu (müslüman) topluluklar da olmuştur.
Marxizm den önce de insanlık var olmuş, ezilenler hakları korunmuş ve sömürüye karşı çıkılmıştır. Ayrıca binlerce yıllık insanlık tarihinde Marxizm yok iken ezilen, mağdur olan ve bir şekilde ıstırap çeken insanların yardımına en başta din koşmuş burjuvaya (!), zalimlere, krallara ve sultanlara karşı onların haklarını savunmuş acılarını dindirmiştir. Günümüzün olağan üstü zor şartlarında dahi pek çok insan için din bir moral ve motivasyon kaynağı olmaya devam etmektedir.
Marx dini (Hırıstiyanlık) burjuvaziye hizmet ediyor olarak görmüş ve bu görüşünü de genellemiş idi. Doğrusu Marxizm´in bu tesbitini doğru çıkartacak bazı unsurlara XIX. ve XX. yüzyıl Batı toplumunda rastlanmış olabilir. Belki kiliseyle idareci sınıfın birlikte çalışması Marx ı böyle bir noktaya getirmiş olabilir. Ancak her zaman ifade edildiği gibi Batı ve Batı kültürü insanlık için genel geçer bir örnek değildir. Dolayısıyla onların belirli dönemlerindeki toplumsal ve kültürel yapılarını ve bu süreçte karşılaştıkları buhran ve sıkıntılarını evrensel olarak kabul etmek de mümkün değildir.
Halbuki din (İslâmiyet) daha ilk gününden itibaren haksızlığa ve adaletsizliğe uğrayanların yanında yer almış, küçümsenen, ezilen, horlanan ve bir şekilde ayrımcılığa mâruz kalan insanların can simidi olmuştur. Bu durum Peygamber in şahsında açıkça görüldüğü gibi ilerleyen yıllarda onun mirasçıları olan âlimlerin (özellikle hukukçular) tutumlarında da müşahede edilmiştir. İslâm hukuk tarihi, yöneticilerle (devlet adamları) fukahanın (hukukçular) tartışmalarıyla doludur. İstisnaları bulunsa da pek çok din âlimi çeşitli gerekçelerle devlet yönetiminde görev almayı reddetmiş, idarecilerin yanında bulunmamış, hapse atılmak (hatta kırbaçlanmak) pahasına dahi olsa yönetimin keyfî uygulamalarına onay vermemiştir. Onlar en zor anlarda dahi bireyin haklarını savunmuş, hukuku devletin bir gücü olarak değil, toplumun ve bireyin mutluluğu için idareye karşı bir kalkan olarak görmüşlerdir. İdareciler ve gücü elinde bulunduranlar ise dinî değerlerden dolayı kendilerine çekidüzen vermiş, halka karşı yumuşak davranmış ve onların haklarını gözetmişlerdir. Sonuç itibariyle Batı da kilise ve ruhbanlık devletle beraber halkın üzerinde hâkim bir unsur olurken, İslâm dünyasında âlim ve hukukçular yönetime karşı, halkın ve bireyin yanında yer almış, onların sığınağı olmuştur. Dolayısıyla aradaki farkı iyi görmek ve ona göre konuşmak gerekmektedir.
Marx ın tarih anlayışında da çok ciddi kusurlar bulunmaktadır. Bu ekolden etkilenen kişiler İslâm tarihi için de bu bakış açısını genellenmiş ve koskoca bir geçmişi karalamışlardır. İslâm tarihinde cereyan eden olayları kendi şartları içerisinde anlamak ve anlatmak yerine, dışarıdan bir yaklaşımla kendi gözlükleriyle görmeye çalışmış ve bu çerçevede sübjektif değerlendirmelerde bulunmuşlardır. İslâm tarihinde görülen ve başta Peygamber´in kişiliğinde ortaya çıkan erdemli ve bilge tutumlar görmezlikten gelinmiştir. Günlük yaşamdaki en basit ilişkiler, insanlar arasındaki olağan problemler, kişilerin alışkanlıkları, karakterleri ve inançları Marxist bir açıdan değerlendirilmiş, yaşamın tabii akışı içerisinde cereyan eden her şey Marxizm´in tarih anlayışına sığdırılmaya çalışılmıştır. İslâm tarihi özellikle Hz. Peygamber dönemi bilinçli bir biçimde göz ardı edilmiş buna karşın daha sonraki zamanlarda nadiren de olsa insan unsurundan dolayı ortaya çıkan ve günümüzde de karşılaşılan olumsuzluklar, çatışmalar ve bağnazlıklar abartılmış ve koskoca bir medeniyet karalanmaya çalışılmıştır.
Marxist tarih anlayışıyla hareket edenler İslâmiyet´in Tanrı inancını, peygamber anlayışını, insan sevgisini, Kutsal Kitabı olan Kur´an-ı Kerim´i bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde çarpıtarak karalamaya çalışmışlardır. Dinin sadece sosyal bir hadise olduğu kabulünden hareketle-ki bunun ne kadar yanlış olduğu ortadadır-İslâmiyet de materyalist ve pozitivist bir yaklaşımla tanımlanmaya çalışılmış, evrenselliği, aşkınlığı (vahiy boyutu) ve ahlak anlayışı gölgelenmiş, putperestliğe ve zulme karşıtlığı, eşitliğin ve adaletin yanında yer alışı ise görmezlikten gelinmiştir.
Hz. Peygamber´in insanlara yönelik bilgece tavsiyeleri ve haysiyetli yaşamı; zenginliğin ve şöhretin her şey olmadığına dair uyarıları; ırkçılık ve kabilecilikle ilgili yasaklamaları; köleliğe ve cinsiyet ayırımına şiddetli itirazı, haksızlık yapacak kişinin kızı dahi olsa cezalandıracağı gibi ilkeleri bir tarafa bırakılmış, yokolması için mücadele ettiği birtakım kötü niteliklerle haksız ve saygısız bir biçimde itham edilmiştir. Hz. Peygambere bunlar yapılırken geçmişte veya günümüzde dünyanın değişik bölgelerinde zaman zaman aralarında çocukların, kadınların, yaşlıların ve hasta insanların bulunduğu binlerce insanın ölümüne, aç kalmasına, yurtlarından sürülmesine ve acı çekmesine neden olan kişiler kahraman olarak ilân edilmiş, ideolojik nedenlerle, göklere çıkarılmıştır.
İslâmiyet diğer dinler gibi bünyesinde birtakım inanç konularını içermektedir. Bunlara inanmak veya inanmamak insanların tasarrufunda olan bir iştir. Bu noktada zorlama, baskı ve dayatma gibi yöntemler İslâm´a göre zaten insanın ve inancın doğasına aykırıdır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi yüzyılımızda görülen ve kendine bilimsellik atfedilen birtakım ideolojiler İslâmiyet´in Tanrı, peygamber ve ahiret inancını çarpıtmış, değişik bir şekilde açıklama hakkını kendilerinde görmüşlerdir. O´nu dünyanın bazı yörelerinde görülen animist, totemist ve fetişist inançlarla bir tutmuş hatta Batı´da dejenere olmuş dinî kurumlarla kıyaslamaktan kaçınmamışlardır. Bütün bunlar yapılan şeylerin bilimle, ahlâkla, felsefeyle ve objektiflikle bağdaşmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Marx ın fikirleri asrımızda büyük yankı uyandırmış pek çok insanın duygu dünyasını altüst etmiştir. Özellikle gelişmekte olan ya da geri kalmış bölgelerde maddî sıkıntılar içerisinde yaşayan pek çok insana cazip gelmiş onları tatlı hayallere sevketmiştir. Ancak Marx ın görüşleri pek çok fikir gibi doğrusu ve yanlışıyla günümüzde etkinliğini ve cazibezisini yitirmiştir. Arkasında yılgınlık, hayal kırıklığı, üzüntü, hatta gözyaşı bırakarak kendi kabuğuna çekilmiştir.
Marx ın yanında dine karşı amansız eleştiriler yönelten düşünürlerden birisi de Freud dur. Onunla birlikte ateizm hızını artırmış ve Batı´da yaygınlaşmıştır. Freud la birlikte tartışmalar psikoloji sahasında yoğunlaşmış insanın ruhî yapısıyla Tanrı inancı arasındaki ilişkiler masaya yatırılmıştır. Batı dünyasında dine (Hıristiyanlık) karşı itiraz noktaları çoğalmış ve saldırılar şiddetlenmiştir.
Dr. Aydin TOPALOGLU
Freud´ün Psikanalitik Ateizmi
Modern dönemde başta Freud olmak üzere bazı ruh bilimciler insanın psikolojik yapısından hareketle Tanrı inancını çürütmeye çalışmışlardır. Aslında psikoloji ilminin Tanrı inancını çürütme ya da yanlışlama gibi bir görevinin bulunmaması gerekirdi. Ne varki söz konusu bilim adamları bu bilim dalının yöntemlerini kullanarak Tanrı inancını yok etmeyi düşünmüşler ve bilim adına ideolojik bir tavır sergilemişlerdir.(70)
Freud ve onun gibi düşünenler her ne kadar insanın ruhî yapısıyla ilgili birtakım yararlı tesbitler de bulunmuşlarsa da Tanrı inancı konusunda ön yargılı davranmış ve hatalı sonuçlara varmışlardır. Söz konusu bilim adamları tarafsız bir şekilde hasta insanların ruhî yapılarını tahlil etmek ve onlara yardımcı olmak yerine sahalarının dışına çıkarak dinî konularda birtakım yanlış hükümlere varmışlardır. Daha ilginç olanı ise bu yanlış hükümlerini sağlıklı olmayan insanların psikolojik durumları üzerine bina etmiş olmalarıdır.
Hastaları üzerinde ortaya çıkan psikolojik rahatsızlıkları araştıran Freud, bu rahatsızlıkların kaynağında toplumun, mevcut kanunların, ailenin ve dinin baskısı olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre kişinin arzu ve istekleri bu baskılar sonucunda bastırılmış ve şuur altına itilmiştir. Şuur altına itilen ve tatmin edilmeyen bu arzu ve istekler de insan bünyesinde birtakım rahatsızlıklara yol açmış ve onları anormal davranışlara sevketmiştir.
Freud Tanrı inancının temelini çocukla babası arasında yaşanan psikolojik ilişkide aramıştır. O na göre çocuktaki korunma duygusu, yaşamı boyunca devam etmiş karşılaşılan zorluklar da böyle bir korunma ihtiyacını çocuğun zihnine yerleştirmiştir. Dolayısıyla Tanrı fikri insanın, çocukluk döneminde karşı karşıya kalmış olduğu zorluk ve felâketler karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma sisteminden kaynaklanmıştır.(71) Yani insanın çocukluk devresinde yaşamış olduğu birtakım korkuları, tedirginlikleri ve suçluluk duygusu Tanrı inancının ortaya çıkmasında önemli etmenler olmuştur.
Görüldüğü gibi bizim bu çalışmada üzerinde önemle durduğumuz ve her fırsatta yinelediğimiz yaratıcı Tanrı kavramı ile Freud ün ortaya koyduğu Tanrı kavramı arasında büyük uçurumlar bulunmaktadır. Yani Freud bir anlamda dindarların zihnindeki Tanrı yı anlamak ve onun kişi üzerindeki yansımalarını tahlil etmek yerine, Yunan mitolojisini, ilkel kabile inançlarını, sağlıksız çevrede büyüyen ve ruhî bunalım geçiren hastaların zihin yapılarını ölçü almış ve onları genellemiştir. Buradan hareketle de bilim adına Tanrı inancının sırrını çözdüğünü zannetmiştir. Ancak Freud´ün çok ciddi bir şekilde yanıldığı görülmektedir.
Bir insan olarak Freud´ün kokain bağımlısı olmanın yanında, duygusal ve bunalımlı bir kişiliğe sahip olması(72) fikirlerinin doğruluğu hakkında da çevresindekileri ciddi tereddütlere sevketmiştir. Ünlü filozof ve psikologların da içerisinde bulunduğu pek çok kişinin onu eleştirmesi, yine bunun yanında milyonlarca zeki ve sağlıklı insanın hâlâ Tanrı´nın varlığına inanması ve inanmaya da devam etmesi konunun o kadar basit olmadığını göstermektedir.
Freud´ün Tanrı´ya inanma ile çocukluk devresi arasında kurmuş olduğu ilişkinin tersine çevrilmesi ve ateizmin aleyhinde kullanılması da mümkündür. Meselâ inançsızlık da insanın çocukluğunda getirmiş olduğu bir ruh halinin tekrarı olarak görülebilir. Çünkü bir çocuğun babasını kıskanması, ondan korkması, babasının baskısına dayanamadığı için bir an önce ondan kurtulmaya çalışması da şuur altında Tanrı yı (otorite) reddetmeye, inançsızlığa götürebilir. Doğrusu aile içi problemlerden dolayı sıkıntılı çocukluk devresi geçirenlerin sinirlenmeye, isyankârlığa, suç işlemeye ve inançsızlığa daha yakın oldukları açıkça görülmektedir.
Freud dinle ilgili değerlendirmelerinde totem, tabu ve fetiş gibi kavramları gündeme getirmiştir. Ancak bu tür kavramlar Afrika´daki bazı yerel inançlar için söz konusu olup ilâhî dinle (İslâmiyet) ilgili değillerdir. Meselâ totem, ilkel kabilelerde kutsal sayılan kişi, hayvan, ağaç gibi nesnelere verilen addır. Tabu ise kutsal sayılan nesnelerde var olduğu düşünülen dokunulmazlıktır ki dokunulduğunda zarar verecek bir şeydir. Fetiş ise doğa üstü güce sahip olduğu düşünülen ve tapınılan put anlamına gelmektedir.
Halbuki İslâmiyet daha ilk günlerinde kendine en büyük hedef olarak putperestliği, ilkel inançları, hurafeciliği ve büyücülüğü seçmiş ve olanca gücüyle bunların hâkim olduğu Arap geleneğini yıkmaya çalışmıştır. Kısaca Tanrı dan başka hiçbir şeyin kutsal olamayacağını ve tapılmaya lâyık olmadığını belirtmiş ve her fırsatta kutsal sayılan putların güçsüzlüğünden ve aczinden bahsetmiştir. Aslında bu İslâmiyet´in insanlığa sunmuş olduğu bir tür aydınlanma ve modernleşme hareketi anlamına da gelmektedir. Bir şekilde bilimsel zihniyetin temelini kurmaktır. Pozitif bilime yapılmış ve yapılabilecek en büyük katkı olmuştur. Nitekim ilk müslümanların kısa bir sürede başarılı olmalarının ve bir medeniyet kurmalarının temelinde de Kur ân ın sağlamış olduğu bu zihnî berraklık yatmaktadır. Bütün bunlar ortada iken hâlâ bazı ateistlerin İslâmiyet´in Tanrı inancıyla ilkel inançlar arasında ilişki kurması bilgisizlikten başka ne olabilir .
Bazı ateist ruh bilimciler inancın psikolojik yapısını incelerken birtakım doğruları da saptırmışlardır. Meselâ Tanrı inancını insanların mutluluğu ile izah etmişler güya inancın onları avuttuğunu düşünmüşlerdir. Ancak canı pahasına dahi olsa Tanrı inancından vazgeçmeyen kişileri görmezlikten gelmişlerdir. İnsanlar Tanrı kavramını zihinlerinin bir köşesinde süs eşyası gibi tutarak zaman zaman zevk almak ya da canları sıkıldığında onu dertlerine ortak etmek için bulundurmazlar. Yine Tanrı inancı insanların mutlu günlerinde unutacakları, dertli günlerinde ise birtakım gösterişsel törenlerine âlet edecekleri bir olgu da değildir. Tanrı´nın varlığına inanan kişi, inancını yaşamı boyunca hissetmekte ve yaşam biçimini o inanca göre şekillendirmek-tedir. Hayata da öyle bakmaktadır. Böyle bir inanç da bünyesinde hem sevgiyi, tutkuyu, heyecanı ve hem de birtakım riskleri ve tedirginlikleri barındırmaktadır.
Ateistlerin iddia ettiği gibi insanlar sadece mutlu olmak için Tanrı ya inanıyor değillerdir. Çünkü Tanrı´ya sadece psikolojik açıdan mutlu olmak için inanılmaz. Tanrı inancı bünyesinde pratik ve pragmatik amaçlar gütmemelidir. Mutluluk ve iç huzuru elbetteki Tanrı inancının insanlara sağlamış olduğu en büyük avantajlardan birisidir. Ayrıca ortada bir gerçek durmaktadır. Tanrı inancı olan kişilerin ruh yapıları diğerlerine göre daha sağlıklı ve daha istikrarlıdır. Yaşanan gerginliklere karşı psikolojik dirençleri güçlü olduğu için yıkılmamaktadırlar. Tanrı inancı, yaşamının sevinçli ve kederli bütün dönemlerinde insanı ayakta tutmakta ve insanın dengesini kaybetmesine engel olmaktadır. Onun erdemli bir yaşam sürmesine zemin hazırlamakta yaşlılık ve hastalık gibi dönemlerinde, ölüm korkusu karşısında ona destek çıkmaktadır. Dolayısıyla böyle bir inanç kişinin bunalıma düşmesine, kendini yalnız hissetmesine, çılgınlık yapmasına, çevresiyle uyumsuzluğa düşmesine, yersiz korkulara kapılmasına ve ilkel saplantılara düşmesine izin vermemek-tedir. Ruh bilimciler inancın bu yönünü görmekte gecikmemişler ve Tanrı inancının insan üzerindeki psikolojik etkilerini dile getirmişlerdir.
Dr. Aydin TOPALOGLU
Nietzche ve Sartre?ın Varoluşçu Ateizmi
Modern dönemde ateizmin yayılmasında ve taraftar bulmasında rol oynayan iki önemli düşünür daha vardır. Bunlar Nietzche ve Sartre dır. Kendi kültürlerine karşı isyankâr bir ruh yapısına sahip olan bu düşünürler birtakım duygusal, moral ve varoluşsal gerekçelerle Tanrı yı reddetmiş, geleneksel (dinî ve ahlâkî) bütün değerleri yıkarak insanın özgürlüğüne dikkat çekmeye çalışmışlardır.
Söz konusu düşünürler özellikle hıristiyanlığın Tanrı anlayışına ve bu anlayış üzerine kurulan ahlâkî yapıya karşı amansız bir mücadele vermiş ve inançsız yaşamayı ilke edinmişlerdir. Bu düşünürlere göre hıristiyan ahlâkı da insanı küçültmüş ve özgürlüğünü kaybettirmiştir. Her iki düşünürü de bunalımlı bir dünyanın ortaya çıkardığı bunalımlı insanlar olarak nitelemek mümkündür.(73)
Tanrı öldü O nu biz öldürdük diyen Nietzsche bu ifadesiyle Tanrısız bir yaşam istediğini açığa vurmuştur. Tanrı nın ölmesi de ona göre insan zihnindeki Tanrı kavramının yok edilmesi ve çıkarılıp atılması anlamına gelmektedir.(74) Bu durumda insan, Nietzsche´ye göre, özgürlüğünü ve onurunu yeniden kazanacak ve kendi özünü yine kendisi belirlemiş olacaktır.
Nietzche den büyük çapta etkilenen Sartre da insanın özgürlüğü için Tanrı nın yok olması gerektiğini öne sürmüştür. Ona göre Tanrı varsa özgürlük yok demektir. Bu durumda insan kendi özünü oluşturma imkân ve gücünden yoksun kalacaktır. Ona göre Tanrı var olmadığı için herhangi bir mutlak değerden de bahsedilemez. Dolayısıyla insan kendi değerlerini ve kendi dünya görüşünü yine kendisi yaratmak durumundadır. Dolayısıyla O dünyada kendi başına olup, yalnız kalmıştır.(75) Bu nedenle o özgürlüğe mahkûmdur. Özgürlük içerisinde de kendi özünü oluşturmak ve belirlemek zorundadır.
Gerek Nietzsche ve gerekse Sartre´ın fikirleri sadece Batı da değil dünyanın değişik yerlerinde büyük bir heyecan uyandırmıştır. Pek çok düşünüre cazip gelmiş ümitsizliğe, karamsarlığa ve bunalıma düşmüş insanların tesellisi olmuştur. Ancak her iki düşünürün iddiaları Tanrı´nın varlığını çürütmekten ziyade onun ahlâkî açıdan var olmaması gerektiği gibi bir ön kabulle yola çıkılarak ileri sürülmüş haykırma ya da şikâyet türü şeylerdir. Muhatapları da hıristiyanlığın baskısından bunalmış, sıkıntıya düşmüş ve arayış içerisindeki insanlar olmuştur.(76) Ortaya koydukları şeyler de sıradan insanların benimseyebileceği düşünceler olmaktan ziyade, uçlarda gezen ve aykırı davranan kişilerin hoşuna gidecek olan düşüncelerdir.
Ayrıca Nietzsche ve Sartre´ın düşüncelerini doğrudan İslâmiyet e yöneltilmiş bir eleştiri olarak da düşünmemek gerekir. Çünkü her iki düşünürün de reddettiği Tanrı İslâmiyet´in Tanrı sı değildir. Görünen o ki bu düşünürler daha ziyade hıristiyanlık la hesaplaşmaktadırlar.Bu kişiler Tanrı´nın (İsa) trajik bir biçimde çarmıha gerildiği, insanların günahkâr doğduğu ve kiliseye gidip vaftiz olmadıkça aklanamadığı, insanların günah işlediğinde (Ortaçağ´da görüldüğü gibi) acımasızca ateşe atıldığı, ölümden sonra da cehennemle korkutulduğu bir kültürde yetişmişlerdir. Yıllar süren din savaşlarının ve kilise baskısının altında ezilen bir toplumun fikrî özgürlüğünü seslendirmişlerdir.(77) Dolayısıyla böyle düşünürleri kendi şartları içerisinde anlamak ve değerlendirmek gerekmektedir. Projelerini ve ideallerini de evrensel bir norm olarak düşünmemek gerekmektedir.
Söz konusu düşünürlerin fikirleri önemli olmakla birlikte onları dine (İslâmiyet) karşı geliştirilmiş teorik itirazlar olarak görmek mümkün değildir. Bu kişilerin gözünde Tanrı, Tanrı olmaktan çıkmış başka bir hüviyete bürünmüştür. Dolayısıyla ne bu kişileri ikna etmek ne de zihinlerindeki kavramları kabullenmek mümkündür. Yapılabilecek en iyi şey onları kendi hallerine bırakmak ve zaman içerisinde yanılmış olduklarını görmeyi beklemek olacaktır. Bu kişiler ahlâk (özgürlük) ve erdemlilik adına Tanrı yı inkâr etmişlerdir. Halbuki İslâmiyet e göre Tanrı inancıyla birlikte ahlâklı ve erdemli olmanın yolları sonuna kadar açılmıştır.
Gerek Kur ân a ve gerekse Peygamber´in yaşamına bakıldığında insanlara daima ahlâklı, rasyonel ve kişilikli bir şahsiyete sahip olmalarının tavsiye edildiği görülecektir. Nitekim Tanrı insanı böyle bir yetenekte yaratmış ve ahlâklı olma imkânlarını önümüze sunmuştur. Hangi şartta olursa olsun erdemli yaşamanın ön koşulu bulunmamaktadır. Yani dini, dili, ırkı, sosyal statüsü, maddî durumu, sağlığı, huzuru, ne olursa olsun herkesin uyması gereken birtakım insanî ve ahlâkî normlar bulunmaktadır. İnsan olumsuz şartlarda dahi bu özelliğini korumalıdır. Dinin istediği budur. Dolayısıyla ateistlerin iddiasının aksine dinin (İslâmiyet) ahlâk konusunda olumsuz bir rolü bulunmamaktadır. Dini bu durumla itham etmekte dinî bilgisizliğin ve ideolojik bir tavrın sonucudur.
İster Batı da olsun ister Doğu da Tanrı´ya inandığı halde bazı insanların ahlâka aykırı tavır sergilemeleri o kişilerin eksikliğidir. Bu durumdan Tanrı yı sorumlu tutmak mümkün değildir. Ahlâksızlığın kol gezdiği bir toplum yaşamına veya insanların zararına olan şeylere Tanrı´nın onay vermesi mümkün değildir. Dolayısıyla bazı ekonomik ve sosyal sıkıntılardan dolayı insanların ahlâksız olmaları veya içine düştükleri sıkıntıdan kurtulmak için Tanrı yı reddetmeleri anlaşılır değildir. Bu noktada ateistlerin ileri sürdüğü özgürlük ideali de sorumsuzluk, kuralsızlık, dağınıklık ve kaos istemiyle eş anlamlı olacaktır.
İnsanın çoğu zaman duygusal bir varlık olduğu âşikârdır. Bu duygusallığın inanç, ahlâk ve bilim konularına da yansıdığı ve dolayısıyla yanıltıcı olabileceği gözden kaçırılmamalıdır. Bu yüzden birtakım hissi gerekçeler üzerine inançsızlığı inşa etmek, kişilerden ve bazı kurumlardan dolayı Tanrı inancına karşı çıkmak doğru olmayacaktır. Kaldı ki böyle bir tavır insana mutluluk kazandırmayacak, mevcut problemlerini de çözmeyecektir. Nitekim inançsızlığın yaygın olduğu yerlerde insanların gerek ruhen ve gerekse sosyal açıdan mutlu olduklarını söylemek zordur. Kaldı ki o insanların pek çoğu da artık inançsızlıkla ilgili hayal kırıklığını ve ümitsizliğini gizlememektedir. Nitekim kendilerini inkârcı ideolojinin etkisinden kurtaranların pek çoğu Tanrı sevgisinin ön plana çıktığı yeni bir yaşam biçimine yönelmiş ve dünyaya daha değişik bakmaya başlamışlardır.
İslâm peygamberi görevinin birinci derecede ahlâkı kemale erdirmek olduğunu belirtmiştir.(78) İnsanları Tanrı inancına çağırırken onlara ön koşul olarak moral değerlere bağlılığı, iyi bir insan olmayı ve kötü alışkanlıkların bırakılmasını telkin etmiştir. Bütün bunlara rağmen bazı insanların din adı altında uygunsuz davranışlarına, ikiyüzlü, menfaatperest, ya da çıkar dolu eylemlerine rastlanmaktadır. Elbetteki bunlar o insanların kişisel zaaflarıyla ilgilidir. Dolayısıyla insan unsurundan kaynaklanan olumsuzlukların Tanrı dan kaynaklandığını düşünmek ve dini eleştirmek büyük bir haksızlıktır.
Dr. Aydin TOPALOGLU
Bilimsel (Materyalist) Ateizm Dayatması
Özünde felsefî bir problem olan ateizm çağımızda ideolojik bir kabul olarak görülmüş ve bazı siyasî (Komünist) partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Özellikle Sovyetler Birliği döneminde Marxist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve bilimsel ateizm adıyla takdim edilip, eğitim ve öğretimde zorunlu bir ders olarak okutulmuştur. Bütün insanların ateist olması amaçlanmış, hatta bu da yeterli görülmeyerek, herkesin aktif olarak dinî inançlarla mücadele etmesi gerektiği belirtilmiştir.
Materyalizmin mutlak doğru olarak kabul edildiği bu ülkelerde ateizmin bilimsel (materyalistik) temellere dayandığı söylenmiş, toplumsal bir hadise olarak görülen dinin de ortadan kalkması için yoğun mücadele verilmiştir. Bu çerçevede bütün dinî inançlar, kurumlar, ibadetler, törenler, alışkanlıklar, âdet ve gelenekler şiddetle reddedilmiş ve yasaklanmıştır. Bu yönüyle kendini Batı daki ateizmden ayırmış, onları burjuva ateizmi diye nitelemiş, kavramlarını ve üslûbunu eleştirmiştir.
Bilimsel ateizm kendini idealizmin karşıtı olan materyalist bir dünya görüşü olarak takdim etmiştir. Bunun yanında kendini teorik ve pratik açılardan inançsızlığı yaymanın yöntemi, yani bir anlamda ateistik eğitim sistemi olarak görmüştür.
Daha önce ifade edildiği gibi materyalizm maddenin tek gerçek varlık olduğunu ileri sürmüş ve onun dışında ki Tanrı, ruh, metafizik gibi gerçeklikleri reddetmiştir. Sahip olduğumuz bilinç, düşünce, algı gibi özelliklerin maddenin birer tezahürü olduğunu ileri sürmüş, mânevî bir alanın varlığını tanımamıştır. Özellikle Marx ın ve Engels in öncülüğünü yaptığı diyalektik materyalizm evrenin kendi başına var olduğunu, bir yaratıcısı bulunmadığını, Tanrı ya ya da insan zihnine bağımlı olmadığını vurgulamış, şuurun da maddeden sonra geldiğini ileri sürmüştür.(79)
Bilimsel ateizm yukarıda özetlenen ilkelerinden dolayı kendini bütün dinî düşünce, duygu ve davranışların bir eleştirisi olarak görmüştür. Ayrıca kendinde din olgusunu açıklama, çürütme ve ortadan kaldırma hakkını bulmuş ve bunu da insanlara dikte ettirmeye çalışmıştır. Dinin kaynağının toplumdaki sosyal ve ekonomik yapı olduğunu belirtmiş, onu kültür, ahlâk, hukuk, politika, estetik gibi sosyal şuur (kavrayış) biçimlerinden biri olarak değerlendirmiştir.
Tanrısız bir dünya görüşüne sahip olan ve bilimsel ateizmin temeli olan materyalizm idealizmle olan kavgasını genellemiş, bütüncül bir yaklaşımla kendi ilkelerinin doğru, başta idealizm olmak üzere metafiziğe yer veren diğer görüşlerin yanlış olduğunu iddia etmiştir. Bu süreçte de doğal olarak kendi yanlışlarını veya başkalarının doğrularını görebilme objektifliğini yitirmiştir. Yaşamda ve insanlık tarihinde olup biten her şeyi de kendi gözlüğüyle görmeye çalışmış, olup bitenleri materyalist bir anlayışla yorumlamaya çalışmıştır.
Maddenin varlığını ezelî gören ve var olan her şeyin ondan kaynaklandığını iddia eden materyalizme elbetteki büyük eleştiriler yöneltilmiştir. Tarih boyunca çok ciddi tenkitlerle karşılaşmış, açıklamakta zorluk çektiği pek çok soruya muhatap kalmıştır. Meselâ şekilsiz bir maddeden bugünkü evrenin nasıl meydana geldiğini izah edememiş, insanın yaşamıyla, psikolojisiyle, inançlarıyla, etik değerleriyle, düşünce gücü ve arzularıyla ilgili olarak sistemli bir felsefe üretememiştir. Evrenin ve insan yaşamının varlığıyla ilgili büyük çıkmazlara düşmüş, belirsizlik içerisinde kendini bulmuştur.(80)
Maddenin nasıl ortaya çıktığı, insanı ne şekilde oluşturduğu, nasıl canlandırdığı ve düşünce sahibi ahlâkî bir varlık kıldığı, hâlâ materyalizm tarafından cevaplandırılmış değildir. Bu konuda ileri sürülen ve bilimsellik atfedilen var sayımlarda tatminkâr değildir. Her türlü laboratuar şartlarında dahi canlı bir hücrenin kendiliğinden oluşamaması, oluşmasının imkânsız oluşu, materyalizmin daha işin başında tıkanmasına yol açmış, materyalist düşünürleri varlıkla ilgili zorlama türünden açıklamalara sevketmiştir.
İnsan düşünce ve zekâsının maddeye indirgenmesi de materyalizmin diğer bir çıkmazı olmuştur. Ayrıca beynin işlevinin ve kişinin ruhsal yapısının olduğu kadar, insanın inançlarıyla, ahlâkî değerlerinin de artık sadece maddî yapıyla açıklanamayacağı herkesçe kabul edilen bir durum olmuştur.
Bilimsel ateizm kendine Marx, Lenin ve Engels in görüşlerini esas almış onların dinle ilgili temelsiz, suçlayıcı ve yıkıcı fikirlerini yaymaya çalışmıştır. Bu çerçevede ön yargılı ve haksız yakıştırmalarda bulunmuş ve ideolojik bir tutum sergilemiştir. Bir yandan dini tenkit ederken kaba davranmayı, boş konuşmayı ve dindarların duygularını tahkir etmeyi hoş görmeyen bilimsel ateizmin taraftarları, diğer yandan da yakışıksız ifadelerle dinin sahte ve hayalî olduğunu, gerçek dünyayla bir ilgisinin bulunmadığını belirterek gerçek yüzlerini ortaya koymuşlardır. Bunun yanında daha da ileriye giderek dinin cahillik, çaresizlik, evrenin kanunlarını bilmezlik, efsane ve temelsiz inançlar olduğunu iddia etmiş, toplumsal gelişmenin, medeniyetin ve kişisel özgürlüğün düşmanı olduğu yalanını yaymaya çalışmıştır.
Aklı, mantığı ve vicdanı olan sağlıklı herhangi bir insanın söyleyemeyeceği bu tür şeyler ne yazık ki yıllarca bilim adına propaganda edilmiş, okullarda ezberletilmiş ve halk yığınlarına zorla kabul ettirilmiştir. Birçok okumuş insan tarafından da bu var sayımlar körü körüne taklit edilmiş ve ideolojik amaçlar uğruna doğruluğu düşünülmeden savu-nulmuştur.
Dr. Aydin TOPALOGLU
Bilimsel Ateizm Çarpıtması ve İslâmın Evrenselliği
Bilimsel (materyalist) ateizm İslâmiyet le ilgili temelsiz pek çok fikir beyan etmiş ve tarihî olayları bilimsellik adına çarpıtmıştır. Bütün olumsuzluklarına rağmen Marxist dünya görüşünü aklamak ve haklı çıkarmak için Peygamberlerin dile getirdiği ve Hz. Muhammed´in de insanlara aktardığı tevhid (tek Tanrı) anlayışı karalanmış, kurulan medeniyetler de birtakım saçma açıklamalarla kötü gösterilmeye çalışılmıştır.
Materyalist ateistler İslâmiyet i, merkezinde tevhid inancının bulunduğu ilâhî bir din olarak anlamamış onu birtakım maddî gerekçelerle açıklamaya çalışmışlardır. Öncelikle İslâmiyet´in ortaya çıkmasında ve yayılmasında Arap kabileleri arasındaki sosyal ve ekonomik münasebetleri öne çıkarmışlardır. İslâm dininin inançlarını açıklarken de Mekke toplumunun yapısını, bölgenin coğrafî özelliklerini ve iklim şartlarını gündeme getirmişlerdir. Daha kötüsü bunları yaparken, İslâmiyet´in yıkmaya çalıştığı eski putperest toplumun sömürü, kölelik, mal hırsı, kabilecilik, büyücülük, kan davası, fetişizm gibi alışkanlıklarını İslâm´a mal etmeye çalışmışlardır. Ne yazık ki bu tavır günümüzde de benzeri çevrelerce sürdürülmektedir.
İslâmiyet´i bazı ülke, millet, toplum, grup ya da kişinin şahsında değerlendirerek onların kendilerine has olan özelliklerine indirgemekte ve haksız yere itham etmeye çalışmaktadırlar. İslâmiyet´in gerçek modeli Peygamber olduğu halde O´nun tavır, söz ve fiillerini dikkate almamakta, buna karşın tarihte cereyan eden ve hiçbir zaman Peygamber´in onaylamayacağı siyasî, coğrafî ve ticârî kavgaları İslãmın kendisi olarak takdim etmeye çalışmaktadırlar.
Marxist ateistler Hz. Muhammed in haber verdiği şeyleri anlamak istememişlerdir. Ona birtakım iftiralarda bulunarak, onun çevresinden ve eski dinlerden etkilendiğini iddia etmişlerdir. Bununla da kalmamışlar İslâmiyet´in gelişmeye, düşünceye ve tartışmaya karşı olduğu yalanını yaymışlar ve her fırsatta sıradan inançların arkasında dahi çarpıtılacak bir unsur aramışlardır.
Aslında bilimsel (materyalist) ateizmin dini kavrayışı ve tek Tanrı inancını yorumlayışı pek çok bilimsel hatayı içermektedir. Bırakınız dini çürütmeyi ve iddialarını yanlışlamayı, onu anlamakta ve tasvir etmekte dahi büyük zaafiyetler göstermiştir. Bunun böyle olması da doğaldır. Çünkü onlar kendi gözlükleriyle olaylara bakmış, gördüklerini hatta görünmediği halde din adına hayal ettikleri ve görmek istedikleri şeyleri insanlara göstermeye çalışmışlardır. Kısacası onların din dediği şey din olmadığı gibi İslâm dedikleri şey de gerçek İslâmiyet değildir.
Meselâ ateistler, İslâm dininin çerçevesini Mekke toplumunun sosyal ve ekonomik yapısının belirlediğini iddia etmişlerdir. Onlar Tanrı varlığına inanmadıkları için İslâmiyet´in ilâhî kaynaklı olamayacağını ve Mekke toplumunun bu dini ortaya çıkardığını dile getirmişlerdir. Halbuki Hz. Peygamber´e baktığımızda O´nun şahsiyetinde Mekke toplumunun ve o toplumda yaşayan sıradan bir insanın önceliklerinin belirleyici olmadığını görmekteyiz. Yine İslâmiyet´in ilkeleri de Mekke toplumunun düşünceleri ve hayalleri olmak yerine, onların mevcut değerlerini alt üst eden kökünden kazıyan inançlar olmuştur. Dolayısıyla birazcık tarih bilgisi dahi Marxistler´in iddialarının ne kadar yanlış ve ön yargılı olduğunu ortaya koyacaktır. Ancak Marxistler´in tarihe kendi gözlükleriyle baktıklarını bildiğimiz için de bunun kolayca kabul edilebileceğini zannetmiyoruz.
Hz. Peygamber kendine kırk yaşında vahiy gelinceye kadar mütevazi bir yaşam sürmüş, o dönemdeki insanların hayalini kurdukları aristokratların (birçok câriye ve devesi bulunan zengin kabile liderlerinin) yaşamına özenmemiş, yaşamının büyük bir bölümünü tek bir kadınla geçirmiş, paganizme iltifat etmemiş, büyücülüğe inanmamış ve çevresindeki kadınlara, yaşlılara, kız çocuklarına ve kölelere (hizmetçilere) kötü muamele edilmesine karşı çıkmıştır. Şimdi o dönemdeki ekonomik yapının belirleyici olduğunu bir an için doğru kabul etsek bile bunun ortaya çıkmadığını, tersine Hz. Peygamber´in her türlü rahatlığı, lüksü ve zenginliği reddetme pahasına dahi olsa zorluklara katlanarak mesajını devam ettirdiğini görmekteyiz.
Hz. Peygamber´in çevresinden ve eski dinlerden etkilendiği de söylenmiştir. Elbetteki Kur ân da önceki peygamberlerin haber verdiği dinî ve ahlâkî değerler yer almaktadır. Ancak bu durum Hz. Peygamber´in mesajlarını Tanrı dan değilde çevresindeki kültürden almış olduğunu göstermez. Gerek Kur ân a ve gerekse Hz. Peygamber´in düşüncelerine baktığımızda o dönemde hâkim olan inançlardan bir eser görmemekteyiz. Meselâ Hz.Peygamber´in çevresinde putperestlik vardı. Halbuki iddiaların aksine o putperestliğe karşı mücadele etmişti. Görüştüğü kimseler arasında hıristiyanlar ve yahudiler de vardı. Ancak o hıristiyanların teslis (üçleme) anlayışıyla, ruhbanlıkla, İsa yı Tanrı nın oğlu olarak görmeleriyle ve enkarnasyonla ciddi bir şekilde ihtilâfa düşmüş ve onları kabul etmemişti. Yine Hz. Peygamber yahudilerin o günkü mevcut Tanrı anlayışlarını da reddetmiş idi. Halbuki ateistlere göre Peygamber´in onlardan etkilenmesi gerekirdi. Ancak böyle bir etkilenme doğru olmuş olsaydı, Hz. Peygamber´in sözlerinde de mevcut inançların (teslîs, enkarnasyon, vaftiz, aslî suç vb.) izlerinin bulunması gerekecekti. Ancak Hz.Peygamber Tanrı dan bahsetmesine rağmen karşılaşmış olduğu hıristiyanların yorumlarını benimsememiş aslına uymadığı gerekçesiyle onları reddetmiştir. Sonuçta böyle bir şeyin olmadığı ve Hz. Peygamber´in de kendi kafasından herhangi bir şeyi uydurmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır.
Yine ateistlere göre İslâm dini Hz. Peygamber´in içerisinde yetiştiği toplumun yapısıyla ilgili idi. Ancak Kur ân a ve Hz. Peygamber´in sözlerine baktığımızda bunun böyle olmadığını görmekteyiz. Onlar İslâmiyet´in sonradan ortaya çıkmış bir din olmadığını ve bir geleneğin devamı olduğunu belirtmişlerdir. Bu da tevhidi (monoteist) bir gelenek olup Hz. Âdem´den Hz. Muhammed e kadar bütün peygamberlerin insanlara anlattığı tek Tanrılı dinin ta kendisidir.
Hz. Mûsâ, Hz. İsa veya Hz. Muhammed başta olma üzere tarihteki hiçbir peygamber kendi başına yeni bir din getirmemiş veya böyle bir iddia da bulunmamıştır. Hepsi de tek Tanrı nın varlığını insanlara haber veren ve ondan başka tapılacak, kutsanacak ya da ilâhlaştırılacak herhangi bir varlığın bulunmadığını öğreten dinin elçileri olmuşlardır. Yine bu peygamberlerin hiçbirisi de insanlardan kendilerini kutsamalarını veya kendilerine tapınmalarını istememiş gerçek Tanrı nın sadece yaratıcı Allah olduğunu öğretmişlerdir. Durum böyle olunca evrende niçin birden fazla din (yahudilik, hıristiyanlık, İslâmiyet) var gibi sorular ya da acaba hangisi doğru ya da yanlış gibi düşünceler de kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır.
Ne var ki bu tevhidî gelenek bazan ilgili peygamberlerin adıyla zikredilmiş ve bir diğeri gelinceye kadar onların ismiyle anılmaya başlanmış veya zaman içerisinde bir peygamberin ismiyle anılmakla birlikte insanlar tarafından özünden koparılmış ve geleneğin biraz dışına çıkarıldığı için farklı bir din olarak gözükmüştür. Özünde bir olan fakat günümüzde inanç esasları farklı yorumlanan bütün ilâhî dinler kaynak itibariyle bir olup aynı Tanrı nın göndermiş olduğu dinlerdir. Bu dinlerin en sonuncusu da tek Tanrı anlayışını günümüze kadar en iyi şekilde muhafaza eden İslâmiyet olmuştur.
İslâmiyet kendini diğer peygamberlerin anlattıklarından ayrı görmemiş, Hz. Âdem ve Hz. İbrâhim den beri gelen tevhidî geleneğe sahip çıktığını ve bu noktada diğerleriyle aynı olduğunu ifade etmiştir. İslâmiyet´in hıristiyanlık´la ihtilâflı olmasının nedeni ise hıristiyanların İsa yı tanrılaştırmaları ve tevhidî geleneğe aykırı davranmaları olmuştur.
İslâmiyet´le diğer dinler arasındaki benzerliklerin nedeni, yukarıda ifade edildiği gibi, hepsinin aynı Tanrı nın ve aynı geleneğin bir uzantısı olmasıdır. Her üçünün arasındaki ortak özellikler de temelde aynı Tanrı tarafından gönderilen üç ayrı peygamberin haber vermiş olduğu benzeri inançlar sayesinde olmuştur. Peygamberler kendilerini aynı halkanın devamı olarak görmüş ve birbirlerini destekleyici şeyler söylemişlerdir. Ancak tarih içerisinde taraftarları ihtilâfa düşmüş ve birbirinden ayrılmış olsa da bütün peygamberler kendi aralarında bir birlik olduğunu ve aynı Tanrı nın habercisi olduklarını belirtmişlerdir. Bu açıdan Hz. Muhammed de peygamberler dizisinin en son halkasını oluşturmuş ve tabiatıyla bütün insanları inançsızları, putperestleri, milli Tanrı anlayışına sahip yahudilerle teslîse inanan hıristiyanları, tek Tanrı inancına çağırmıştır. Bu durumda kendisinden önceki peygamberlerin mesajlarını tekrarlamaktan, putperestliği, ahlâksızlığı, şirki ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmasın-dan daha tabii ne olabilir.
Tanrı inancının temel kaynağını yukarıdaki gibi tek Tanrı (monoteist) geleneği ile beraber anlarsak bu durumda peygamberlerin içerisinde yetişmiş olduğu sosyal yapının ve ekonomik koşulların ikinci planda kaldığını daha rahat görürüz. Mevcut sosyal yapının peygamberleri ortaya çıkarması ve onları etkilemesi bir tarafa, peygamberler o toplumu yeniden yapılandırmak ve değiştirmek için gelmiş-lerdir.
Peygamberlerin içerisinden çıktığı toplumların pek çoğunun ahlâksızlıkta, küfürde, zulümde ve sapıklıkta aşırı gidenler olduğunu görmekteyiz. Doğrusu peygamberlerin geliş nedenleri de bu tür olumsuz durumların ortadan kaldırılması ve insanlara yol gösterilmesidir. Bütün peygam-berler ikna yoluyla insanları, şirkten, putperestlikten, paganizmden, sapıklıktan ve kötü alışkanlıklardan vazgeçirmeye çalışmış, onları Tanrı´ya inanmaya, sevgiye ve güzelliğe davet etmişlerdir. Onlar kendi zamanlarında bile pek çok engel, iftira ve inkârla karşılaşmış, yaşamlarını tehlikeye sokacak çirkin saldırılara mâruz kalmışlardır. Dolayısıyla bu insanların çağrılarının ve verdikleri mesajların altında aklî, ahlâkî ve bilimsel etmenleri görmek yerine, ideolojik saplantı ve ön yargıların gerekçelerini bulmaya çalışmak doğru olmayacaktır. Gerçeği yansıtmayan ve tarihi gerçeklerden uzak olan içi boş slogan laflarla İslâmiyet´i izah etmek de insanlığa ve bilimselliğe sığmayacaktır.
Her şeye rağmen Tanrı ya ve onun elçilerine inanmamak insanın kendi vereceği bir karardır. Ancak bir insanın Tanrı ya inanmaması ve dini reddetmesi ona inanmadığı şey hakkında tutarsız, saçma sapan şeyler söyleme hakkını vermediği gibi hakaret ve küfür hakkını hiç vermez. Yine bir şeyin fikrî olarak çürütülmesiyle, o şeyin ideolojik olarak karalanması da birbirinden farklı şeylerdir. Ne yazık ki pek çok materyalist ikincisini yapmış ve kendi ilkeleriyle çelişerek, yanılgıya düşmüşlerdir.
Sosyalizmi kendine yaşam biçimi olarak kabul eden Marxist ateizm düşman olarak gördüğü kapitalist sistemi eleştirirken feodal yapı, burjuva hâkimiyeti, emeğin sömürülmesi gibi kavramları ve kendince birtakım sloganları kullanmıştır. İlkelerini haklı çıkarmak için de karşı tarafı şiddetli bir şekilde kötülemiştir. Bunun doğru ya da yanlış olduğu bir tarafa konuyla ilgili göze çarpan bir nokta bulunmaktadır. O da şudur: Bu ideolojik tartışmanın ve çatışmanın sınırları her iki anlayışla sınırlı kalmamış din de bu tartışmadan önemli ölçüde nasibini almıştır. Batı da hıristiyanlık Doğu´da İslâmiyet olumsuz bir şekilde bu çatışmalardan etkilenmiştir.
Marxist ateistler kapitalizme karşı yönelttikleri eleştirilerin benzerini İslâm´a da yöneltmişlerdir. Sanki İslâmiyet kapitalist bir sistemi öngörüyormuş ya da toplum yapısı içerisinde hıristiyanlığın konumundaymış gibi. Halbuki İslâmiyet ne XIX. yüzyıl Avrupa toplumunun inandığı hıristiyanlık´tır ne de Batı kültürünün ortaya çıkardığı kapitalizmdir. Yine İslâm sosyalizm de değildir. Öyle olması da mümkün değildir. Dolayısıyla Marxist ateistlerin İslâm dinine ve o dinin oluşturduğu medeniyete kendi pencerelerinden bakmaları ve orada kendi önyargılarını görmeleri yanlış olmuştur.
Marxist ateizm insanlara en doğal hakları olan düşünce (inanç), mülkiyet ve teşebbüs özgürlüğünü tanımamış buna karşın dinin özgürlüğe, gelişmeye ve sosyal huzura engel olduğu yalanını ileri sürmüşlerdir. Nitekim bu tutarsız iddialar günümüzde de benzeri çevrelerce sık sık tekrarlanmaktadır. Aslında bu konunun tartışılması dahi söz konusu iddiaların ciddiye alındığı anlamına gelecektir. Ancak şunları söylemekte de yarar vardır: Materyalist ya da Marxist bir ateizm anlayışında insanların özgürlüğüne önem verildiği doğrudur. Ancak bu özgürlüğün de sadece materyalist bir ateist olma özgürlüğü (ya da zorunluluğu) olduğu açıkça ortadadır. Materyalist bir ateizmin hâkim olduğu yerlerde insanların bırakınız dinsizliği reddetmeyi, ateizmi eleştirme özgürlükleri dahi bulunmamaktadır. Hatta böyle yerlerde Marxist olmayan bir ateiste dahi itibar edilmemektedir. Dolayısıyla materyalist bir ortamda, diğer bir deyişle bilimsel ateizmin hâkim olduğu yerlerde, Tanrı ya inanma, O´na tapınma, inancını ifade etme, dinî törenlere katılma, yaşamını dinî değerlere göre şekillendirme ya da günlük hayatda dinî motiflere yer verme gibi özgürlüklerin bulunmasını beklemek de hayal olacaktır.
Özgürlüğü ön plana çıkaran bilimsel ateizmin hâkim olduğu ortamlarda insanın en doğal hakkı olan aile mahremiyetine dahi saygı duyulmamış, kişinin istediği ismi kullanmasına, arzu ettiği biçimde giyinmesine ve istediği şekilde çocuklarını eğitmesine dahi müdahale edilmiştir. İnsanlara özgürlüğü vaad eden Marxist ateistler ataları müslüman olan toplumların değerlerine iyi gözle bakmamış, her fırsatta, onların tarihî, millî ve kültürel kimliklerinden soyutlanmasına çalışmışlardır. Öyle ki, aile toplantılarında, nikâh, evlilik, doğum, cenaze gibi törenlerde dahi dinî motiflere yer verilmesine tahammül edememişlerdir. Ancak ne kadar hazindir ki bu tür insanlar her türlü çelişkilerine rağmen özgürlükten bahsedebilmiş ve bunu da toplumun mutluluğu için yaptıklarını söylemişlerdir. Elbetteki böyle katı bir ateizm denemesi her türlü dayatmaya ve zorlamaya rağmen devam edememiş günümüzde de gücünü yitirmiştir. Tabii ki bu durum birtakım çevrelerce (bazı Marxist ateistler) bir türlü kabullenilmemiş ve teorik olarak hâlâ böyle bir dünya görüşünün geçerli olduğu savunulabilmiştir. Acaba yanlış mı yaptık ya da Bu iş böyle gitmez diyen entellektüel Marxistler dahi Ortaçağ´daki kilisenin tutumuna benzer bir şekilde kendi çevrelerinden afaroz edilmişlerdir.
Toplumsal ahlâkı ve kültürel değerleri ayaklar altına alan kapitalist sistemin gücü devam ettikçe elbetteki sosyalizmin teorisyenleri de boş durmayacaktır. Ne yazık ki çağımızda toplumların büyük çoğunluğu her türlü olumsuzluklarına rağmen her iki ekonomik sistemden birini tercih etmek durumunda kalmışlardır. Her iki sistem de birbirinin panzehiri olmaya devam edecektir. Buna benzer bir ikilem de düşünce tarihinde görülmüş orada da idealizm ve materyalizm karşıtlığı oluşmuştur. Ancak şu bir gerçek ki yüce bir değer olarak din (İslâmiyet), kapitalizm ve sosyalizm gibi dünya sistemlerin ya da idealizm ve materyalizm gibi fikrî karşıtlıkların ötesindedir. Din ne bu akımların muhatabıdır, ne de herhangi bir tarafın olumsuzluklarını savunacak veya bir diğeri adına ötekini eleştirecek konumdadır. Dinin kendine özgü hayat anlayışı ve yine kendine özgü değerleri mevcuttur.
Dr. Aydin TOPALOGLU
İslâmiyet?in Ateizme Bakışı
Buraya kadar görüldüğü gibi ateistler çeşitli gerekçelerle Tanrı nın varlığını reddetmiş ve her türlü dinî inanca karşı çıkmışlardır. Elbetteki İslâmiyet de ilâhî bir din olarak böyle bir tutum karşısında sessiz kalmamış, insanları yaratıcının varlığına inanmaya çağırmış, onlara her fırsatta inançsızlığın, paganizmin ve putperestliğin beyhude olduğunu anlatmıştır.
Daha önce de ifade edildiği gibi ortada bir tek ateizm anlayışı bulunmamaktadır. Dolayısıyla İslâmiyet´e karşı ateistlerin reaksiyonları da farklı olmaktadır. Bazı ateistler sadece teorik açıdan Tanrı inancını reddetmiş buna karşın inanan bir insanla tartışmaya girmemiştir. Bir kısmı ise reddetmekle birlikte teorik ve pratik açıdan dini eleştirmiş ve her fırsatta inançlarla mücadele etmiştir. İslâmiyet´in bu iki yaklaşımla çok ciddi ihtilâfı olmakla birlikte sonuç itibariyle onları iknaya çalıştığı ikna olmazlarsa kendi kanaatleriyle başbaşa bıraktığı da bir gerçektir. Ancak üçüncü bir yaklaşım daha vardır. O da ateizm adı altında bütün dinî ve ahlâkî değerlere savaş açan, toplumdaki Tanrı inancını ve bu inancı hatırlatan her şeyi yok etmeye çalışan bunun için de gerektiğinde zora başvuran politik ve ideolojik tavırlardır. Nitekim bu tür ateistler değişik kılıflarla da olsa tarih boyunca var olmuş, inançsız ve ahlâksız bir yapı kurmak için olanca güçleriyle Tanrı inancıyla ve Tanrı ya inananlarla mücadele etmişlerdir.
İslâmiyet´in tepki gösterdiği, kınadığı ve kendisiyle mücadeleyi zorunlu gördüğü ateistik anlayış bu üçüncü yaklaşımdır. Bu tür (ideolojik) ateistler sadece inandığı için insanları mağdur etmeyi, yurtlarından sürmeyi, haklarını kısıtlamayı, gerektiğinde öldürmeyi göze almış, kanlarını dökmüş, canlarına ve mallarına kastetmiş, iffetlerine dil uzatmıştır. İnanan insanların bireysel hak ve özgürlüklerini ellerinden almış günlük yaşamlarında, eğitimlerinde ve eğlencelerinde dinî ve ahlâkî değerlere yer verilmesine karşı çıkmış, kısacası özel yaşamlarına dahi müdahale etmişlerdir. Ne yazık ki bu tür bir inkârcılık zaman zaman zulüm, işkence, baskı ve tecavüzle özdeşleşmiştir. Özellikle peygamberlerin ve ilk müslümanların mâruz kaldığı bu tür tavırlara günümüz dünyasında da sık sık rastlanmaktadır. Ateist olmasına rağmen bazı insanların (filozoflar) dahi şiddetle karşı çıktığı bu tür tutumlara İslâm da gereken tepkiyi göstermiştir. Hatta onları inançsız olmaktan ziyade gayri insanî ve gayri ahlâkî tutum ve davranışları yüzünden eleştirmiş, bir an önce bu alışkanlıklarına son vermelerini tavsiye etmiştir. Kur ân da da bu durumun sayısız örnekleri mevcuttur.
Kur ân a ve Hz. Peygamber´in yaşamına bakıldığında öncelikli amacın insanlar arasında tevhid inancının tesisi olduğu görülecektir. Ancak bunun da insanlara dayatma biçiminde sunulmadığı ve isteğe bağlı olarak ortaya konduğu açıktır. Nitekim bu konuda gerek Kur ân ve gerekse peygamber tamamen iknâî bir yöntemi tercih etmiş ve onları kâinatın ihtişamını anlatarak Tanrı ya çağırmışlardır. Durum böyle olunca İslâm dininde inanç özgürlüğünün çok geniş bir biçimde görüleceği kesindir. Ancak bununla birlikte İslâmiyet´in tâviz vermediği ve kesinlikle rızâ göstermediği konular da bulunmaktadır. Bunlardan biri putperestliktir. Yani ne olduğu belli olmayan birtakım nesnelerin kutsal sayılması ve onlara ilâhlık atfedilmesi dolayısıyla insan onurunun ayaklar altına alınmasıdır. Bir diğeri de insanlar arasında görülen zulüm, katliam, soykırım, tecavüz, işkence, haksızlık, ayrımcılık ve sömürü gibi insanlık dışı fiillerdir. Şimdi İslâm´ın önem verdiği öncelikli konular bunlar olunca, onun ateizmle ilişkisi de kolaylıkla anlaşılacaktır.
Yukarıda ifade edildiği gibi ateizm sadece bir inanç konusu olarak kalıp gayri insanî ve gayri ahlâkî tavırlara bürünmez ise fikrî plandaki mücadelenin ötesinde İslâm´ın onunla pratikte çatışması söz konusu olmayacaktır. Hele günümüz şartlarında inansın ya da inanmasın pek çok farklı insanın birlikte yaşadığı toplumlarda karşılıklı anlayışın ve hoşgörünün varlığı kaçınılmazdır. Ancak yüzyılımızda görüldüğü gibi ateizm bazan ideolojik bir tavır alır, bir bakış açısı olmaktan öteye geçerek insanlık dışı uygulamalara basamak olursa İslâmiyet´in ona sessiz kalması düşünülemez. Dolayısıyla bu önemli noktayı gözden kaçırmamak gerekmektedir.
Kur ân sadece inançsızlardan ya da gayri müslimlerden değil, müslüman olan herhangi bir insandan gelebilecek benzeri tutum ve davranışlara da şiddetle karşı çıkmış her yerde adaletin, eşitliğin, erdemin ve sevginin yaygınlaşmasını talep etmiştir. Zaten onu anlamlı kılan, farklı dilde, dinde, renkte ve coğrafyadaki binlerce insanın, özellikle ezilmiş, sömürülmüş, yurtlarından sürülmüş, hor görülmüş ve haksızlığa uğramış kişilerin gönlünde yer almasını sağlayan şey de İslâm´ın bu evrensel değerleri olmuştur.
İslâmiyet gerek Kur ân-ı Kerim ve gerekse Hz. Peygamber aracılığı ile Tanrı nın varlığını gösterir pek çok kanıt ileri sürmüş ve bunlarla ilgili çeşitli örnekler sunmuştur. Nitekim burada ele alınan kanıtların hepsi çeşitli şekillerde de olsa kutsal kitaplarda zikredilmiştir. Özellikle âlem (kozmolojik) deliliyle, gaye ve nizam (teleolojik) deliline sıkça başvurulmuş, bir anlamda insanın kâinat üzerinde düşünmesi amaçlanmıştır. Evrende olup bitenlerle ilgili örnekler sergilenmiş bütün bunların nasıl var olduğuyla ilgili olarak insanların tefekküre dalması ve ibret alması istenmiştir.
İslâmiyet e ateistlerden gelen eleştirilere Kur´an da cevaplar vardır. Hz. Peygamber de inanmayanlarla diyalogu kesmemiş onlarla konuşmaya ve tartışmaya devam etmiştir. Onlara özellikle Tanrı nın varlığı konusu başta olmak üzere yaşamın, evrenin, varlığımızın ve bütün kâinatın gerçek olduğunu ve çevremizdeki hiçbir şeyin de tesadüf olmadığını anlatmaya çalışmıştır. Yine İslâmiyet insanın ölümlü bir varlık olduğunu, ancak iyilikleri, erdemi ve inancıyla Tanrı katında ölümsüzlüğü hak edebileceğini belirtmiş bunun içinde iman ve ahlâkın üzerinde önemle durmuştur.
Dr. Aydin TOPALOGLU
Ateizmin İslâm?a Yaklaşımı
İslâmiyet´in inançsızlara karşı olan tutumu yanında bir de ateistlerin İslâm´a karşı tutumları vardır. Burada da genelde iki yaklaşım söz konusu olmuştur. Birincisi tamamen felsefî kaygılardan hareketle ortaya konan ve düşünce ürünü olan eleştirilerdir. Bu tür eleştirilerde belli bir seviye ve entelektüel bir tavır görülmektedir. Bu eleştiriler tamamen düşünce seviyesinde kalmakta pratikte yıkıcılığa ve ahlâksızlığa dönüşmemektedir. Çünkü bu tür ateistlerde din veya Tanrı inancı tamamıyla teorik bir tartışma konusu olup dünyaya bakış açısıyla ilgili zihnî bir problemin unsurlarıdır. Buna karşın günlük yaşamda, ahlâk ve estetik gibi konularda çatışma mevzuu değildir.
Ateizmin ikinci yaklaşımında ise birincisinden oldukça farklı olan ideolojik eleştiriler ön plana çıkmıştır. Bu eleştirilerin temelinde de teorik kaygılardan ziyade ideolojik ön yargılar ve saplantılar görülmektedir. Öyle ki bu çerçevede fikirler dile getirilirken, özellikle üslûp açısından, inanan insanları incitici ve onlara hakaret edici öğelere sıkça rastlanmaktadır. Şüphesiz ki İslâmiyet in bunlara karşı sessiz kalması beklenemez. Hatta meşru ölçüler içerisinde bunlarla mücadele etmesi de kaçınılmazdır.
Yukardaki iki yaklaşımın dışında bir de dinle (İslamla) barışık olan ancak inançlarını kabul etmeyen ateistler vardır. Bunların bir kısmı İslâmiyeti içerisinde yaşadıkları kültürün bir parçası olarak görmüş bu nedenle saygı duyduklarını ifade etmişlerdir. Bir kısmı da inanmasa bile İslâmiyet in Tanrı inancını inanmaya ve kabul etmeye yakın bulmuş, bunun yanında Hz. Muhammed e olan sempatisini de gizlememiştir.
İslâmı, kültürün bir parçası olarak gören ve inanmadığı halde dindarlardan rahatsız olmayan ateistler sosyal ilişkilerinde ve iş hayatlarında da çevresiyle barışık bir tutum içerisinde bulunmuşlardır. Hiçbir zaman da karşısındakiyle mücadele etmeyi ya da onlara müdahaleyi aklından geçirmemiştir.
Bazı ateistler de dinler arasında mukayese yapmış ve inanmasalar da İslâm ın diğerlerinden farklı olduğunu itiraf etmişlerdir. Bu duruma Batı kültüründe oldukça sık rastlanmaktadır. Hıristiyanlığın paradokslarından, dramatik hikayelerinden ve kilisenin hiç de insancıl olmayan tarihi geçmişinden bunalan bazı kişiler çareyi ya ateizmde ya da başka bir inanca geçmekte görmektedirler. Bu nokta da İslâmiyet kilisenin kutsal şarabı karşısında bardaktaki içme suyu kadar saf görünmektedir. Ne var ki o kişilere temiz suyu bulanık gösteren içerden (Kilise bağnazlığı) ve dışardan (ideolojik propagandalar) pek çok unsur bulunmak-tadır.
Dr. Aydin TOPALOGLU
Ateizm Karşısında İslâm
Ateistlerin çarpıtmalarına rağmen İslâmiyet bütün sadeliği ve yeniliğiyle beraber apaçık ortadadır. Kendisine ateistlerce (özellikle materyalistler) atfedilen olumsuz niteliklerin çok uzağında, çağımız insanına bir umut olma özelliğini muhafaza etmektedir.
İnsanlığa hitap eden din (İslâmiyet) ateistlerin düşündüğünün aksine ne bir ideoloji, ne sadece ekonomik ve politik bir yapı, ne de felsefî bir dünya görüşüdür. O evreni ve canlıları kucaklayan, bütün insanları insan olmak bakımından hoşgörüyle karşılayan, onları dili, rengi, kültürü, sosyal statüsü, ekonomik durumu, cinsiyeti, nesebi ya da geçmişiyle yargılamayan tek Tanrı inancını savunan, putperestliği yıkan ve yeryüzünde adaleti amaçlayan engin bir inanç sistemi ve hayat düzenidir. Büyüklüğü ve kucaklayıcılığı içerisinde yaşamın her alanıyla ilgili olarak bizlere temel ilkeler sunan, hayatî konularda çözüm yolları öneren evrensel bir değerler sistemidir.
Canlılara şefkatle yaklaşılmasını isteyen, insanlar arasında iyiliği ve dürüstlüğü tavsiye eden ve maddi âlemin geçici olduğunu düşündüren bir yaşam tarzıdır. Bu anlamda İslâmiyet herhangi bir teorisyenin zihnine sığacak kadar dar olmadığı gibi, bütün varlığa, tarihe, toplumsal yapıya ve insanlığa idelojilerin yaptığı gibi tek bir ilkeyle yaklaşacak kadar da sığ bir bakış değildir.
Sosyal alanda toplum ve fert dengesini gözeten İslâmiyet, hem ferdin hem de toplumun haklarını koruyan, toplumsal düzenin yanında bireysel hakların da savunucusu olan ilâhî bir dindir. İslâm birtakım ideolojiler gibi toplumla fert arasında uçurum oluşmasına imkân tanımamış, birini diğerine feda etmemiştir. Hukukta adalet ve eşitlik ilkesini esas almış bütün insanların bunlara her koşulda riayet etmelerini tavsiye etmiştir.
İslâmiyet çalışmayı, ticareti, dürüst yollarla para kazanmayı teşvik etmiş, aldatmayı, yalanı, sömürüyü ve borçluyu ezmeyi ise şiddetle yasaklamıştır. Bilimde araştırmayı ve tecrübeyi teşvik etmiş, hurafelerin, bâtıl inançların ve kâhinliğin şiddetle karşısında yer almıştır. Yönetimde danışmaya ve seçime önem vermiş, idarecileri de halkın hizmetçisi olarak görmüştür. Halkına zulmeden yöneticilere, krallara, sultanlara, diktatörlere lânet okumuş, onları müşfik ve merhametli olmaya çağırmış yönetimde yaşlı, yoksul, kimsesiz ve zayıfların kollanmasını tavsiye etmiştir.
İslâmiyet her türlü egoizmi ve ırkçılığı reddetmiş, bu amaçla öldürmeyi ve zulmetmeyi reddetmiş, bir başkasının canına, malına, ailesine, inancına ve özel yaşamına müdahale edilmesini de yasaklamıştır. Müslümanlara, müslüman olmayanların inançlarına da saygı göstermelerini ve kesinlikle bir başkasının inancına kötü söz söylememesini tavsiye etmiş, kimseye de inanç konusunda baskı yapılmamasını öğütlemiştir.
İslâmiyet günlük ibadetin temiz olan her yerde yapılabileceğini belirtmiş, bu iş için herhangi bir mekân şartını koşmamıştır. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi belli şekil ve zamanlarda yapılması zorunlu olan ibadetlerde dahi insan vücudunun ve psikolojisinin yapısını göz önünde bulundurmuş, hastalık, bilgisizlik, tehlikelidurum, çocukluk, yaşlılık, unutkanlık vb. durumlarda kimseyi sorumlu tutmamıştır.
İslâmiyet inancın kul (insan) ile Tanrı arasındaki bir mesele olduğunu belirtmiş bu konuda olumlu ya da olumsuz dış müdahaleyi yasaklamıştır. Âlimlere büyük önem vermesine rağmen, onlar dahil olmak üzere kimsenin Tanrı adına söz söyleyemeyeceğini ve insanlara dayatma yapamayacağını ifade etmiş, hıristiyanlıkta görüldüğü gibi ruhban sınıfına da (klerikal yapılanma) imkân tanımamıştır.
İslâm ibadetlerde dahi insanla Tanrı arasına kimsenin giremeyeceğini belirtmiş, insanlar arasında hiçbir kimsenin bir diğerini cennete ya da cehenneme gönderme yetkisinin bulunmadığını ifade etmiştir. Din âlimi dahi olsa kimsenin din adına affetme ya da ceza verme durumunda olmadığını söylemiştir.
İslâmiyet ibadetlere büyük önem vermekle birlikte insanların bunların eksikliğinden dolayı ümitsizliğe ya da karamsarlığa kapılmalarını da iyi görmemiş bir an önce bu tür insanların kendilerini toparlamalarını tavsiye etmiştir. İslâmiyet çeşitli gerekçelerden dolayı alkol, uyuşturucu ve kumar gibi alışkanlıklara kapılanların da kendilerini bırakıp, dinden uzaklaşmamalarını istemiş, zor olsa bile bu tür alışkanlıkların tedrîcen sona erdirilmesi gerektiğini hatırlatmıştır. İslâmiyet ümitsizliği de yasaklamıştır. Geçmişi ve yaptıkları ne olursa olsun bir insanın Tanrı ya dönebileceğini ve yaşamın her safhasının da bu iş için güzel bir fırsat olduğunu ifade etmiştir.
Görüldüğü gibi İslâmiyet gerek bireysel, gerek toplumsal ve gerekse evrensel açılardan mutluluğun temini yönünde ilkeler ortaya koymuş, niçin var olunduğu ve nereye gidileceğine dair getirmiş olduğu açıklamalarla insanlara bir vizyon sunmuştur.
Ateizmin ise insanlara bir vizyon sunması ve varlık alemiyle ilgili tatmin edici açıklamalar getirmesi bugüne kadar mümkün olmamıştır. Sadece niçin var olduğumuzla alâkalı olarak değil ayrıca nasıl var olduğumuz ve nereye gideceğimizle ilgili olarak da ateizmin sunacağı bir şey bulunmamaktadır. Doğrusu ateizmden böyle bir izah beklemenin de anlamı yoktur. Çünkü kendisi reaksiyoner bir tavırdır. Sistemli ve ahenkli bir dünya görüşü ortaya koymak yerine dine ve Tanrı inancına karşı eleştirel bir tutum takınmakla yetinmiştir. Ortaya yeni bir şey koyamadığı gibi insanların ufkunu açacak, onlara ümit verecek ve geleceği aydınlatacak bir sistem de sunmamıştır.
Yukarıdaki durum ideolojik ateizm için de söz konusudur. Orada dahi her türlü dayatmaya ve fikrî doğmatizme rağmen tıkanma olmuş ve insanların yeni arayışlara girdiği gözlenmiştir. Hâlâ bir kısım insanların teorik olarak ideolojik ateizmden vazgeçmemiş oldukları gözlense de sonuç itibariyle onların da özeleştiri de bulundukları bilinmektedir.
Her şeye rağmen İslâmiyet bütün sadeleği ve çekiciliği ile insanlığın önünde durmaktadır. Geleneğin ve değişik kültürlerin her türlü olumsuzluğuna rağmen İslâmiyet´in öz kaynakları (Kur´an ve Hz. Peygamber´in dinle ilgili sözleri) bizlere tarihi kaynaklarca ulaştırılmıştır. Görünen o ki geleneğin bizlere sunduğu İslâmla kaynakların bizlere anlattığı İslâm arasında da azımsanmayacak ve küçümsenmeyecek farklılıklar bulunmaktadır.
Özünde barış, kardeşlik, erdemlilik, temizlik, insan severlik ve hoşgörü olan İslâm ne yazık ki günümüzde, olduğundan farklı bir şekilde sunulmuştur. Bütün insanlığa hitap ettiği halde özellikle Ortadoğudaki bazı toplumların gelenek ve kültürleriyle özdeşleştirilen İslâm, kendine en fazla ihtiyaç duyulduğu bir asırda kenarda kalmış ve modernitenin ihtiyaç duyduğu manevi boşluğu doldurmasına müsade edilmemiştir. Bilgisiz ve kaba insanlar yüzünden de bazı çevrelerce kendisinden nefret edilen ve uzaklaşılan İslâm dini her türlü hurafeden, paganizmden, fetişizmden, büyücülükten, miskinlikten ve bilim düşmanlığından uzak olduğu halde gerici bir din gibi takdim edilmiş ve karalanmıştır.
Geleneğin (özellikle son bir buçuk iki asırdır) bizlere sunduğu İslâm karşısında bazı ateistlerin itirazları da doğrusu anlamsız değildir. Her halükârda onların da insan unsurundan kaynaklanan birtakım olumsuzlukları görmeleri ve dinden uzaklaşmaları ihtimal dahilindedir. Nitekim günümüzde de böyle olaylara sıkça rastlanmaktadır. Ancak bunun sorumlusu ne dindir (İslâmdır), ne yaşamı bizlere bahşeden Tanrı, ne de "Birbirinizi sevin. Sevmedikçe iman etmiş olmazsınız..." diyen Hz. Peygamber´dir.(81)
Dr. Aydin TOPALOGLU
Sonsöz
Tanrı nın varlığı meselesi insanlığın ortak bir problemidir. Dini, dili, ırkı, rengi, coğrafyası ve kültürü ne olursa olsun hemen hemen bütün insanların bir şekilde ilgilendiği ve üzerinde durduğu bir konudur. Reddedenlerin dahi zihinlerinden bir türlü çıkaramadıkları ve hakkında fikir yürüttükleri önemli bir konudur.
İnsanların büyük bir kısmı Tanrı nın varlığına inanmış ve varlığıyla ilgili çok güçlü kanıtlar ileri sürmüşlerdir. Bazı insanlar ise böyle bir varlığa inanmamış ve lehinde getirilen kanıtları da reddetmişlerdir. Bu problem söz konusu taraflar arasında çok ciddi tartışmalara neden olmuş ve uzun münakaşalara yol açmıştır. Sadece felsefe ve teoloji kitaplarında değil, ayrıca edebî eserlerde, yazılan romanlarda ve şiirlerde de bu konuya genişçe yer verilmiştir.
Tanrı nın varlığına inananlar bu inancın felsefî, ilmî, teolojik, mistik ve moral temelleri olduğunu ifade etmiş ve bunları da tek tek açıklamışlardır. Ateizme yol açan gerekçelerin ise hiçbir bilimsel, rasyonel ve etik değeri bulunmadığını ifade etmişlerdir.
İnsanı Tanrı ya götüren yolların sayısı oldukça fazladır. İnançsızlığa götüren yolların sayısı ise mâkul, mantıklı ve vicdanlı olunduğu takdirde yok denecek kadar azdır. Olanların temelinde ise bizâtihî ateizmin kendi gücü değil, din adına sergilenen bilgisizlik, tutarsızlık, iki yüzlülük ve gayri insani tavırlar yatmaktadır.
Bir insanın ateist olması teorik açıdan mümkün olmakla birlikte, gerçekleşmesi çok zor olan bir durumdur. Buradaki zorluktan kasıt da basit bir muhakeme neticesinde, bir insanın kendisini ateist olarak görmesi değildir. Çünkü ateizm sadece sözel bir tercihin sonucu olarak ortaya çıkacak bir durum değildir. Kastedilen şey ateizm adına göze alınan felsefî ve mantıkî tutarsızlıklarla, moral, varoluşsal ve psikolojik çıkmazlardır.
XX. yüzyılda ateizm adına ortaya pek çok şey konmuş, konuşulmuş, yazılmış ve çizilmiştir. Elbette bunların içerisinde çok ciddi problemleri gündeme getiren ve tartışan değerli fikirler bulunmaktadır. Nitekim bunlara herhangi bir felsefe (özellikle din felsefesi) eserinde rastlamak ve onları keyifle okumak mümkündür. Ancak yüzyılımızda ateizm adına yapılan şeylerin çoğunluğu ne yazık ki tutarlı ve insaflı fikrî tartışmalar olmak yerine, birer ateizm retoriği haline gelen ideolojik söylemler olmuştur. Yakından bakıldığında ortaya çıkan şeylerin daha ziyade ideolojik bilim, ideolojik felsefe ve ideolojik ateizm olduğu görülmüştür. Bu söylemlerin temelinde de pozitivist ya da materyalist esintiler bulunmaktadır. Ancak bu çalışmada görüldüğü gibi Tanrı nın varlığı meselesi herhangi bir ideolojinin dar çerçevesine sığmayacak kadar geniş olan ve insan hayatının bütün yönlerini kucaklayan hayatî bir problemdir.
Bir insanın Tanrı nın varlığını reddetmesi esasen o kişinin kendi iradesine ve aklî muhakemesine bağlı olan bir şeydir. Nitekim böyle davranan pek çok insan da görülmüştür. Ancak bir insanın mutlak surette inançsız olması veya hiçbir surette aklına Tanrı nın varlığını getirmemesi mümkün değildir. Bunun imkânsızlığıyla ilgili pek çok kanıt bulunmaktadır. Geleneksel dinlerin Tanrı anlayışlarını reddeden pek çok kişide dahi benzeri kavramlara rastlan-maktadır. İnançsız olduğunu söyleyenlerin büyük bir kısmında da, materyalistler dahil olmak üzere, zihinlerinde Tanrı işlevini yerine getiren ancak mahiyet itibariyle farklı olan değerler görülmektedir. Dolayısıyla mutlak bir ateizmden sözetmek imkânsızdır.
Günümüze kadar teorik açıdan Tanrı nın varlığını eleştirmek amacıyla pek çok itiraz dile getirilmiştir. Özellikle çağımızda bu itirazlara bilimsellik, rasyonellik ve mantıksallık süsü verilmiştir. Ancak burada da ifade edildiği gibi bu nitelikler inansın ya da inanmasın kimsenin tekelinde bulunmayan durumlardır. Ayrıca bağımsız olarak düşünüldüğünde bir şeyin bilimsel, rasyonel ya da mantıksal olmasıyla o şeyin öyle olmadığı konusuyla ilgili elde genel geçer kesin ölçütler de bulunmamaktadır. Çünkü bu terimler elastikî olduğundan değişik biçimlerde de kullanılmaları mümkündür. Dolayısıyla bu kavramların ateizm adına kullanılması tamamıyla yanıltıcı ve çarpıtıcı bir durum olup birtakım zayıf iddiaları güçlü kılmaya ve ayakta tutmaya yönelik beyhude çabalardır.
Ateistler bütün uğraşılarına rağmen Tanrı nın varlığı aleyhinde güçlü kanıtlar ortaya koyamamışlardır. Buna karşın Tanrı nın varlığı konusunda pek çok kanıt ileri sürülmüştür. Bu kanıtlar da ateistlerin Tanrı yoktur şeklindeki iddialarını tek tek çürütmektedir. Bunlar arasında da varlık (ontolojik), âlem (kozmolojik), nizam ve gaye (teleolojik), mistik tecrübe ve ahlâk kanıtları bulunmaktadır. Aslında kimileri için bu kanıtların dile getirilmesine dahi gerek yoktur. Çünkü Tanrı nın varlığı insan için kanıtlanmaya gereksinim duymayacak kadar açık ve seçik bir konudur. Dolayısıyla ateistin inkârı şaşılacak bir şeydir.
Ateistlerin kanıtları eleştirmekten başka bir seçenekleri olmamıştır. Bunun yanında kendi bakış açılarını destekler ikna edici görüşler de ortaya koyamamışlardır. Koymaları da mümkün gözükmemektedir. Doğrusu teorik açıdan kanıtları eleştirmek de zorunlu olarak ateizm anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla bu kanıtların fikrî eleştirisinin inançsızlıkla sonuçlanmayacağı ortadadır. Kaldı ki bu eleştirileri yapanların çoğunluğu da ateist değildir. Ateistler sadece yapılan felsefî eleştirileri kendi çıkarları için kullanmaktadır. Tanrı ya inandığı halde kanıtların birini ya da bazılarını beğenmeyen veya muhtevasına karşı çıkan düşünürler de olmuştur. Bunlar da herhangi bir kanıtın özünü ve ana fikrini çürütmeyip sadece mantığı üzerindeki tartışmalardan öteye geçememektedir.
Felsefî tartışmalarda kendine güçlü bir zemin bulamayan ateizm kendine çağımızdaki bazı bilimsel var sayımların içerisinde yer aramaya çalışmıştır. Henüz kanıtlanamayan ve kanıtlanması da mümkün olmayan bu teorilerin etkisi ve gücü ise günümüzde oldukça zayıflamış, yaygınlığı da sona ermiştir. Bunların arasında Comte un pozitivist; Feuerbach ın antropolojik; Marx ın sosyopolitik; Freud ün psikanalitik ve Nietzche ile Sartre ın varoluşçu ateizmi bulunmaktadır. Bu teorilerle ilgili sayısız çalışma yapılmış lehinde ve aleyhinde de bir o kadar görüş ortaya konmuştur.
Yukarıdaki teorileri ortaya atanlar ya da onların sempatizanları düşüncelerini genellemiş ve onları her şartta geçerli doğrularmış gibi savunmuşlardır. İddialarını yanlışlayan sayısız örnekler bulunduğu halde fikirlerinden vazgeçmemişlerdir. Sonuç itibariyle dini ve Tanrı inancını anlamakta yetersiz kalmış ve kendi bakış açılarına göre onları yorumlamışlardır.
Doğrusu burada kısmen değinilen söz konusu teorilerin doğru yönlerinin bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Bütün fikirlerde olduğu gibi bu düşünürlerin fikirlerinde de kendi koşullarıyla ilgili az ya da çok doğruluk payları bulunmaktadır. Elbette ciddiye alınabilecek ve üzerinde düşünülmesi gerekecek unsurlar olacaktır. Ancak bunun yanında yanlışlarının da görülmesi ve aynı dürüstlükle ifade edilmesi gerekmektedir. Ne yazık ki bazı çevrelerde bu dürüstlüğün gösterilmediği, hatta ideolojik kaygılardan ötürü bunların kutsallaştırıldığı da bilinmektedir.
Söz konusu teoriler genelde hıristiyanlığın ve bu dinin oluşturduğu Batı kültürünün neden olduğu tepkisel hareketlerdir. XX. yüzyılın ilk yarısında dünyanın her tarafını etkileyen bu hareketler aslında Batı kültürünün kendi iç hesaplaşmasıdır. Bu kültürün çeşitli vasıtalarla yaygınlaşma-sıyla birlikte bu var sayımlar da bir dönem geniş kabul görmüştür. Ancak bugün için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla onları savunurken ya da eleştirirken bu noktanın unutulmaması gerekmektedir.
Felsefî tartışmaların yanında ateizm bazan ideolojik biçimlere sokulmuş ve bazı sosyalist yönetimlerin resmî politikası haline getirilmiştir. Bilindiği gibi Marx, Lenin ve Engels in fikirlerinden hareketle sosyalist ülkelerde bilinçli bir din karşıtlığı politikası izlenmiştir. Kendine materyalizmi temel alan bu anlayış, dini toplumsal bir olay olarak görmüş ve ortadan kaldırılması için gereken neyse onun yapılmasına karar vermiştir. Marxist ve materyalist esaslar üzerine kurulduğu için de kendini bilimsel ateizm olarak adlandıran bu yaklaşım günümüzde büyük oranda zayıfla-mışsa da bazı yerlerde yönetimlerin gücüyle hayatiyetini devam ettirmektedir.
Özünde teorik bir problem olan ve tamamıyla insanın kendi iradesini ve vicdanını ilgilendiren ateizm ideolojik bir düşünce haline getirilince felsefî özelliğini kaybetmiş ve politik bir malzeme haline dönüşmüştür. Dünyaya ideolojik bir gözle bakan anlayışlar insanlık tarihi başta olmak üzere toplum hayatını ve dinî inancı elbetteki kendi ön kabullerine göre yorumlamışlardır. Dine ve Tanrı inancına yaklaşırken gördüklerini değil de görmek istediklerine önem vermişlerdir. Zihinlerindeki ilkeleri ve ön kabulleri doğrulamak ve kanıtlamak için her türlü yolu ve propaganda aracını denemişler bunda kısmen de başarılı olmuşlardır. Ancak bu tür tavırların kalıcı olmadığını görmek mümkündür.
Ateizmi ilke edinen ideolojiler kiliseyi aratmayacak derecede doğmatik, statik ve dayatmacı tavır sergilemişlerdir. Dolayısıyla dinle ilgili eleştirilerinde karşı tarafa teistlere cevap verme ya da yanlış anlamayı düzeltme şansı vermemişlerdir. Bu ideolojilerin etkisinde kalan insanların da kendilerine öğretilen ve gerçek olduğu söylenen şeylerin dışına çıkmalarını beklemek aşırı bir iyimserlik olacaktır.
Kendilerini ilmî, felsefî ve özgür düşünceli diye tanımlayan ideolojiler insanlık tarihinin en doğma, en katı ve en yasakçı ekolleri haline gelmişlerdir. Bireylerin yaşamlarına, düşüncelerine, inançlarına, kısacası özgürlükle-rine dahi ipotek koymuşlardır. Din dahil olmak üzere karşısındaki kurumları ya da fikrî akımları birer ideoloji olarak görme yanlışlığına düşmüşlerdir. Halbuki din ne bir ideoloji ne ekonomik bir sistem ne de felsefî bir ekoldür. Böyle olmadığı gibi herhangi bir ideolojinin ya da ekolün muhatabı da değildir.
İdeolojileri fikrî açıdan çürütmeye çalışmak bir tarafa onları eleştirmek dahi çok zordur. Çünkü bu ideolojiler XX. yüzyılın çağdaş dinleri haline getirilmiştir. Bu yüzden onların iddialarına cevap vermek sanıldığı kadar kolay değildir. Kendi içlerinde dahi en küçük yoruma ya da yeniden uyarlamaya karşı şiddetli tepki göstermektedirler. İddialarına karşılık ne denirse densin veya ne anlatılırsa anlatılsın onlar kabul etmeyeceklerdir. Çünkü onların kendi doğruları vardır, ve bu doğrular hiçbir surette tartışılacak ya da eleştirilebilecek şeyler değildir.
İster felsefî anlamda isterse ideolojik biçimde ateizmin gelecekte de devam etmesi ihtimal dahilindedir. Ancak kesin olan bir şey varsa o da yakın geçmişte olduğu gibi gelecekte de ateizmin bilimsellik, rasyonellik ya da özgürlük kılıfına bürünemeyeceğidir. İnsan ateizmden bağımsız olarak bilimin, rasyonalitenin ya da özgürlüğün ne olduğunu acı tecrübeler sonucunda öğrenmiş durumdadır. Büyük bir ihtimalle de bugüne kadar elde ettiği birikim ve kazanımını bir kenara bırakmayacak ve benzeri aldatmacalara kanmayacaktır.
Dr. Aydin TOPALOGLU
Kaynakça
Affifi, A. E., Muhyiddin İbnu´l-Arabî´nin Tasavvuf Felsefesi, çev. Mehmet Dağ, Ankara 1975.
Akgün, Mehmet, Materyalizmin Türkiye ye Girişi ve İlk Etkileri, Ankara 1988.
Alston, William P., Teleological Argument for the Existence of God , The Encyclopedia of Philosophy, ed. Paul Edwards, London 1972.
Aydın, Hüseyin, Metafizikçi Olarak Nietzsche, Bursa 1984.
Aydın, Mehmet, "Allah´ın Varlığına İnanmanın Aklîliği" İslamî Araştırmalar, II, Ekim 1986.
Din Felsefesi, İzmir 1987.
Kant ta ve Çağdaş İngiliz Felsefesinde Tanrı-Ahlâk İlişkisi, Ankara 1991.
Ayer, A. J., Language, Truth and logic, London 1990.
Bedevî, Abdurrahman, Min Tarihi l İlhâd fi l-İslâm, Beyrut 1980.
Berman, David, A History of Atheism in Britain, London 1988.
Bernard, Lıghtman, The Origins of Agnosticism, Victorian Unbelief and The Limits of Knowledge, London 1987.
Bolay, Süleyman Hayri, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara 1996.
Buckley, Michael J., At The Origins of Modern Atheism, USA. 1987.
Buhârî, Muhammed b. İsmâil el-, Sahihu l-Buhârî, I-VIII, İstanbul 1981.
Collins, James, God İn Modern Philosophy, London 1960.
Cottingham, John, The Rationalists, Oxford 1988.
Debray-Rıtzen, Pierre, Freud Skolastiği, çev. A. Fikret Gökdemir-A. Çetin Ertürk, Ankara 1991.
Descartes, A Discourse on Method, London 1949.
Duralı, Teoman, Biyoloji Felsefesi, Ankara, 1992.
Edwards, P., Atheism ,The Encyclopedia of Philosophy, ed. Paul Edwards, New York 1972.
Edwards, Paul, Common Consent Arguments for the Existence of God The Encyclopedia of Philosophy, ed. Paul Edwards, New York 1972.
Feuerbach, Ludwig, The Essence of Christianity, ing. çev. Marian Evans, London 1843.
Flew A, Divıne Omnipotence and Humen Freedom , New Essays in Philosophical Theology, ed. Antony Flew ve Alasdair MacIntyre, London 1958.
God, Freedom and İmmortalıty, New York 1984.
Freud, Sigmund, Psikanalize Giriş, Çev. Günsel Koptagel-İlal, İstanbul 1984.
The Future of an İllusion, İng. çev. W.D. Roson-Scott, London 1934.
Totem and Taboo, London 1983.
Gaskin, J.C.A., The Quest for Eternıty, UK 1984, s. 71-3.
Geach, Peter, "The Meaning of God , Religion and Philosophy, ed. Martin Warner, Cambridge 1922.
Gilson, Etienne Ateizmin Çıkmazı, çev. Veysel Uysal, İstanbul 1991.
Goudge, T. A. "Charles Robert Darwin , The Encyclopedia of Philosophy, ed. Paul Edwards, London 1972.
Gürsoy, Kenan, J. P. Sartre Ateizminin Doğurduğu Problemler, Ankara 1987.
Hick, John , Philosophy of Religion, USA 1963.
Hook, Sidney, From Hegel to Marx, USA 1962.
Hume, David, Dialogues Concerning Natural Religion, ed. R.H.Popkin, USA 1988.
Küng, Hans Does God Exist , London 1991.
Lange, Friedrich Albert, Materyalizmin tarihi ve Günümüzdeki Anlamının Eleştirisi, Çev. Ahmet Arslan, İzmir, 1982.
MacIntyre, Alasdair, Pantheism , The Encyclopedia of Philosophy, ed. Paul Edwards, New York 1972.
Sigmund Freud , The Encyclopedia of Philosophy, ed. Paul Edwards, New York 1972.
Mackie, J.L., Evil and Omnipotence , The Problem of Evil, Ed. Marılyn McCord Adams-Robert Merrıhew Adams, Oxford 1990.
The Miracle of Theism, Oxford 1982.
Magee, Bryan,Yeni Düşün Adamları, ed. Mete Tunçay, Ankara 1985.
Mâlik b. Enes, el-Muvatta I-II, İstanbul 1981.
Masterson, Patrick, Atheism and Alienation, London 1971.
McPherson, Thomas, Religion as The Inexpressıble , New Essays in Philosophical Theology, ed.Antony Flew- Alasdair MacIntyre, London 1955.
Mossner, Ernest Campell, Deism , The Encyclopedia of Philosophy, ed. Paul Edwards, New York 1972.
Müslim, Ebu l-Huseyn Müslim b. Sahihu Müslim, I-III, İstanbul 1981.
Nielsen, Kai, Philosophy and Atheism, New York 1985.
Owen, H.P., "Theism", The Encyclopedia of Philosophy, ed. Paul Edwards, New York 1972.
Paley, William, ´Natural Theology´, The Existence of God, ed. John Hick, New York 1973.
Passmore, J., A Hundred Years of Philosophy, UK 1975.
Russell, Bertrand, "Am I Atheist or an Agnostic", Bertrand Russell On God and Religion, ed. Seckel Al, New York 1986.
Sartre, Jean-Paul, Existentialism and Human Emotions, İng. çev. B. Frechtman, New York 1957.
Sena, Cemil,Tanrı Anlayışı, İstanbul 1978.
Smith, George, Atheism The Case Against God, New York 1989.
St. Anselm, Proslogion , Philosophers on Religion, ed. Patrick Sherry, London 1987.
Sutherland, Stewert, Atheism and The Rejection of God, Oxford 1977.
Taylan, Necip İslâm Düşüncesinde Din Felsefeleri, İstanbul 1994.
Topaloğlu, Aydın, Çağdaş İngiliz Felsefesinde Ateizm Problemi, (basılmamış doktora tezi) 9 Eylül Uni. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 1996.
Topaloğlu, Bekir Allah mad., T.D.V. İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1989.
Tucker, Robert, Philosophy and Myth in Karl Marx, London 1971.
Ural, Şafak, Pozitivist Felsefe, İstanbul 1986
Voltaire, Philosophical Dictionary, İng. çev. ve ed. Theodore Besterman, UK 1971.
Wisdom, John, Gods , Logic and Language, ed. A.G.N. Flew, Oxford 1951.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 129 ziyaretçi (286 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 984 ziyaretçi (1820 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|