Abdülhamid Han’a düşmanlığın altında yatan sebebler.
Serhat Arvas – 12.01.2016
Birçok kişi karşı çıksa da, Osmanlı düşmanlığının altında yatan ilk sebeb hiç şüphesiz İslam düşmanlığıdır. İman sahibi bir insan Osmanlı’nın hizmetlerini görmezden gelemez. Hem bu topraklarda yaşayıp, hem de Osmanlı’nın bu millet için yaptıklarını görmezden gelmek en büyük nankörlüktür. Osmanlı’yı sadece Harem’den ibaretmiş gibi düşünmek ise en cahil Avrupalıdan daha cahil olmak gibidir. Hürrem Sultan’a demediği bırakmayan bir cahil hastalanınca neden onun yaptırdığı Haseki hastanesine koşar? Osmanlı’ya hakaret eden biri neden susayınca Osmanlı çeşmesinden su içer? Neden Cuma namazını kılmak için Osmanlı eseri camiilere koşar? Bunların hepsi olabilir, suçlamıyoruz. Sadece soruyoruz. Fakat sormamız gereken asıl soru şudur: Neden dört bir yanımızdaki Osmanlı eserlerine bakıp bir kere bile olsa onları hayırla yâd etmezler? Bu son sorunun cevabı kafamızdaki birçok sorunun da kilit noktasıdır aslında… Düşünmeliyiz.
Abdülhamid Han’ın da saymakla bitmeyecek kadar hayır eseri hala gözlerimizin önünde. Ama bugüne değin ona takılan “Kızıl Sultan” lakabı kadar konuşulmadı ne yazık ki… Dile kolay! Tam 33 yıl… Masonların, İngiliz ajanlarının, her türlü fitne ve fesadın, vatan hainlerinin arasında devleti ayakta tutmaya çalışan Cennet mekân Sultan Abdülhamid Han. Altı asırlık bir devletin belki de en zor yıllarında, inandığı hiçbir değerden ödün vermemiş, devleti ayakta tutmak için gece gündüz çabalamış mübarek insan. Peki, Sultan Abdülhamid Han’a düşmanlığın altında yatan sebep neydi?
İngilizler başta olmak üzere tüm dış güçler (İslam düşmanları) ; hakiki şeriat ile yönetilen bir devlet, devletin başında bir Halife, geçmiş ile gelecek nesil arasında bir köprü olan alfabe ve geçmişiyle gurur duyan bir nesil istemiyorlardı. Osmanlı’yı savaşarak yenemeyeceklerini anladıklarında çeşitli planlar yapmaya başladılar. Örneğin İngilizler… Çok ufak yaşlarda, ajan olarak yetiştirmek için aldıkları çocuklara; Kur’an-ı Kerim, Arapça, Osmanlıca, Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelam, Hitabet dersleri ve aynı zamanda giyim kuşam, yemek adabı gibi kültür dersleri de verdiler. Bu çocuklara, büyüdüklerinde (Osmanlı’nın verecekleri tepkileri ölçmek için) çeşitli sorular soruldu. Şeriata uygun cevap verildiği için İngilizlerde planlarını ona göre yaptılar. Artık dışarıdan yıkamadıkları Osmanlı Devleti’ni içeriden yıkmak için icraat vaktiydi. Fakat planlarını altüst eden bir dehayı hesaba katmadılar: Abdülhamid Han…
Abdülhamid Han’ın zekâsı ve taktikleri düşmanlarını bunaltmıştı. Onu yıkmak için çok çeşitli yollara başvurdular. İç ve dış güçler birleşmişti. Bombalı suikast bu birleşmenin göstergelerinden biriydi.
21 Temmuz 1905… Yıldız Camii, Cuma selamlığı. Namaz çıkışı Abdülhamid Han 400 metre ilerideki arabasına doğru yürüyecekti. Suikastçıların arabaya yerleştirdikleri saatli bomba 1 dakika 42 saniyeye ayarlanmıştı. Bu iş için özel olarak Belçika’dan gelen Edward Jorris daha önceki haftalarda da Cuma selamlığına gelmiş, halkın arasına karışıp izlemiş ve Abdülhamid Han’ın namaz çıkışı, camii kapısından arabasına kadar olan mesafenin zamanını belirlemişti. Fakat o gün hiç beklenmedik bir durum gerçekleşti, Şeyhülislâm Cemalettin Efendi Abdülhamid Han’dan bazı konularda bilgi istemişti. İşte bu sohbet esnasında zaman ayarlı bomba patladı. Abdülhamid Han ölümden döndü fakat olayda tam 26 kişi öldü 58 kişi de yaralandı. Ayrıca 17 arabayla 20 at parçalanmıştı. Bu suikastı hazırlayan çete çoğunlukla Ermenilerden oluşmaktaydı. Jorris dışında Rusya’dan gelen Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Hacı Nişan Minasyan, Mıgırdıç Serkis Garibyan, Karabet Ohanesyan, Vahram Sabun Kendiryan, Silviyoriçi, Sari Torkom, Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleriydiler.
27 Nisan 1909… Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesi. Tahttan indirmeye gelenler kimlerdi peki? O isimlere de bir bakalım. Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi, Yahudi Emanuel Karasso ve Arif Hikmet Paşa. Sultana: “Millet seni istemiyor” dediler. “Hangi millet?” diye sordu Abdülhamid Han.
İngilizler, Yahudiler, Ermeni suikastçılar, ittihatçılar ve daha niceleri… Karşılarında ise Abdülhamid Han… İnsan kendi inancına veya ideolojisine göre bir taraf seçip kendini haklı çıkarabilir tabii ki. Peki ya bizim tarafımız? Abdülhamid Han, ne için mücadele verdi ise, hangi yolda çalıştı, çabaladı ise biz Müslümanların da aynı yolda olması gerekmez mi? Hiç şüphesiz bu yol İslam ki, tüm İslam düşmanları Abdülhamid Han’a karşı cephe aldılar. Sırf bu perspektiften bakıldığında bile yolumuzun ne kadar temiz ve doğru olduğunu tereddütsüz bir şekilde görmekteyiz.
Makalemi Cennet mekân Abdülhamid Han’ın kendi sözleri ile bitiriyorum…
“Otuz üç sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hakimim Allah ve beni muhakeme edecek de Resulullah’tır.” Abdülhamid Han (Ayşe Osmanoğlu – “Babam Sultan Abdülhamid” kitabından)
.
Gerçek Osmanlı
Osmanlı padışahları dindar insanlardı, dini muhafaza ettiler, dinin direği idiler. Sultan Abdulhamid hal’ olununcaya kadar muhafaza ettiler.Şeriat Allah ın emridir. Hakim Allah celle celalühu dur. Hükmü de Kur’an dır. Şeriat dünyadan kalktı, hiçbir yerde kalmadı.Cenab-ı Hak Kur’an ı yalnız okumak için değil amel için gönderdi. Amelide padişah yapacaktır. Çünki vekildir, halifedir. Bir müctehiddeki evsaf-ı ilmiyyeyi haiz olacak.
Manzûru Nazârı Pirânı Kiram Seyyid Abdülhakim Arvasi Kuddise Sirruh
.
GERÇEK HAREM
HAREM:
Yabancının girmesine izin verilmeyen ver. Müslümanların evlerinde kadınlara ayrılan kısım. Osmanlı sarayında, padişahın annesinin nezaretinde, sarayın hanım, çocuk ve hizmetçilerinin kaldığı bölüm.
İslamiyet’in tesettür emriyle sistemleşen harem, Müslümanların evlerinin en ferah ve en güzel bölümlerini işgal etmiş, erkekler içinde selamlık kısmı inşa edilmişti. Bütün Müslüman devlet başkanlarının evlerinde bulunan harem, Resulullah efendimiz ve Hulefa-i Raşidin devirlerinden sonra Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ile diğer İslam devletleri ve nihayet Osmanlı saraylarında daha teferruatlı ve teşkilatlı hale geldi. Osmanlılarda padişah haremine “Harem-i Hümayun” adı verilmişti. Osmanlı devletinin gelişmesine paralel olarak, padişahların oturduğu saraylarda büyümüştü. Bursa’da ki mütevazı Osmanlı sarayına karşılık, Edirne’de daha teşkilatlı saraylar yapılmıştı. Fatih’in İstanbul fethinden sonra ise bugünkü Beyazıt’ta üniversitenin bulunduğu sahada bir saray yaptırıldı. Daha sonra bu sarayın yerine Sarayburnu’nda bugünkü Topkapı Sarayı imar edildi. Fetihten sonra harem, Üçüncü Murat’a kadar eski sarayda, Dolmabahçe yapılıncaya kadar da Topkapı Sarayında idi.
Saraylarda padişahın yakınlarının bulunduğu ve günlük hayatlarının geçirdiği kısım olan harem, gayet itinalı bir şekilde inşa, tezyin ve tefriş edilirdi. İki bölümden meydana gelen haremin birinci kısmına bazı görevliler, şehzadelere ders veren hocalar girip çıkabiliyordu. İkinci kısmı sadece kadınlara mahsustu. Buraya padişaha haram olan kadınların giremediği gibi, yabancı hiçbir erkekte giremezdi. O yüzden Osmanlı haremini kimse girip görememiş, sonradan, yazıp söylenenler ise hayal mahsuru uydurmalardan ibaret kalmıştır.
Topkapı Sarayında Harem-i Hümayun’un giriş kapısı, etrafı dolaplarla çevrili olan dolaplı kubbeye açılır, buradan fıskiyeli avlu veya fıskiyeli şadırvan denen dikdörtgen avluya çıkılırdı. Avlunun sağında kule kapısı, solunda ise perde kapısı vardı. Perde kapısından sonra dar bir sokağa benzeyen geçit başlar. İki kısımdan meydana gelen haremin birinci bölümü ve harem ağalarına mahsus hamam ile kızlarağası köşkü burada idi. Daha ileride harem ağalarına mahsus daireler, şehzadeler mektebi, baş muhasip ağa ve baş hazinedar ağa daireleri yer alırdı. Haremağaları dairesi birçok oda ve koğuştan meydana gelirdi.
Şehzadeler mektebinde padişahın çocukları, yeğenleri ve amcaoğulları eğitim görürlerdi. Burada ders görenler küçük yaştakiler olup, yetişkinlere hocaları dairelerine giderek özel ders verirlerdi.
Şehzadeler mektebi geçildikten sonra ileride sağda bulunan kuşhane kapısından girilince, harem ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi. Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip çıkarlardı. Buranın sağ tarafında uzun bir koridor olup, buraya altın yol denilirdi. Burası Hırka-i Saadet dairesine kadar uzanırdı. Ortadaki kapı Valide Sultan taşlığına açılırdı. Solda cariyeler dairesine ait olan üçüncü bir kapı daha vardı. Bu alana harem ağalarının nöbet yeri denilirdi. Burada harem ağaları sırayla nöbet tutarlardı. Harem-i Hümayun ağalarının en büyüğü “kızlar ağası” da denilen “darüssaade ağası” idi. (Bkz. Darüssaade Ağası). Haremin dış ile ilgisini bunlar sağlardı. Bu bölümden sonra haremin ikinci bölümü başlardı. Harem-i Hümayunun bu iç kesiminde sırasıyla, çeşmeli sofa denilen yer, hünkâr sofası, hünkâr hamamı, valide sultan dairesi, asmabahçe ve daha birkaç tane padişah odası yer alırdı. Harem-i Hümayun’da ayrıca birkaç tane de mescit vardı.
Harem-i Hümayunda padişah, padişah zevceleri, çocukları, hanedan üyelerinden bazı akrabaları yanında yüzlerce görevli yaşamaktaydı.
Osmanlı hareminin en yüksek makamı valide sultanlıktı. Dolayısıyla haremin fahri başı padişahın annesiydi. Haremde hünkâr sofasından sonra en geniş daire de valide sultanınkiydi. Valide Sultan’ın geniş bir cariye(hizmetçi) kadrosu vardı. Haremi, hazinedar usta vasıtasıyla idare ederdi. Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve cariyeler kendisinden çekinirler ve sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı.
Haremde valide sultandan sonra söz sahibi kadın efendiydi. Osmanlı padişahlarının hanımlarına kadın, kadın efendi denilirdi. Padişahın ilk hanımına baş kadın denilirdi. Başkadın diğerlerine göre üstündü. Dairesinde hizmet eden cariyeler ve kalfaları diğerlerinden fazla olurdu. Padişahın hanımlarına 16. yüzyıldan itibaren haseki de denilmeye başlanmıştır.
Başlangıcından itibaren padişahların evlilikleri hususiyet arz eder. İlk Osmanlı padişahları, 16. asır başlarına kadar, etrafındaki Anadolu beylerinin, Bizans İmparatorunun, Sırp ve Bulgar Krallarının kızları ile evlendiler. Bunlarla evlenmeleri hissi olmayıp, akrabalık yoluyla kuvvetlenmek veya miras yoluyla toprak elde etmek gibi siyasi maksatlıydı. Nitekim Germiyanoğullarından Yıldırım Bayezid Han’a gelin gelen Devlet Hatun’la bu beylik topraklarından bir kısmı da çeyiz olarak verilmişti. Yıldırım’ın ve İkinci Murad’ın Sırp prensesi olan zevceleri meşhurdur. Bunların Sırbistan’daki Osmanlı Siyasetinin desteklenmesi hususunda büyük rolleri olmuştur. Hatta Fatih Sultan Mehmet Han, validem diye hitap ettiği Sırplı üvey annesinden Balkanlardaki siyasi meselelerde çok faydalanmıştır.
Bununla beraber 16. yüzyıl ortalarına kadar padişahların bu hanımları yanında cariyelerden de zevceleri vardı. Ancak Kanuni’den itibaren etrafta padişahların evleneceği hükümdar ve krallık aileleri kalmadığı veya lüzum görülmediğinden, bazı istisnaları dışında artık daimi olarak cariyelerle evlenme usulü devam etti. İslam hukukuna göre hür kadınlarla olan evlilikteki tahdid, cariyelerle evlilikte konulmamıştır. Buna rağmen padişahların cariyelerle evliliği de hep belirli sayıdadır. Söylendiği gibi padişahın yüzlerce cariye ile evlilik yaptığı doğru değildir. Hatta 16. yüzyıl sonlarına kadar ömürleri seferlerde geçen padişahların, normal hayatlarını yaşayabildikleri pek söylenemez.
Bunlardan başka padişahlar, tanınmış ve asil bir ailenin kızıyla evlenme imkânları olduğu halde, bazı mahzurlarından dolayı bu evliliği tercih etmemişlerdir. Padişahın annesi veya zevcesi tarafından İstanbul’da veya taşrada akrabasının bulunması mahzurluydu. Zamanla ana tarafından akrabalar saraya dolacak, şahsi veya siyasi birtakım isteklerde bulunacaklar, arzuları yerine getirilmeyenler, padişah ile akrabalığına güvenerek birtakım entrikalara teşebbüs edecekler, neticede o devir Avrupa devletlerinde olduğu gibi, kanlı hadiseler yüzünden devlet güvenliği sarsılabilecekti.
Padişahların haremdeki diğer aile fertleri şunlardır:
Sultanlar:
Osmanlıların ilk devirlerinde padişah kızlarına Selçuklularda olduğu gibi “hatun” deniliyordu. Fatih devrinden sonra sultan denildi. Osmanlı padişahları kızlarına daha çok; Ayşe, Hatice, Fatma, Esma, Emine gibi isimler veriyorlardı. Erkek evlada sultan tabiri isimden önce söylendiği halde, kızlarda isimden sonra söyleniyordu. Ayşe Sultan, Fatma sultan gibi. Sultan tabiri yalnız olarak söylendiğinde de kız evlat anlaşılmaktaydı.
Sultanlar doğar doğmaz kendilerine bir daire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve cariyeler verilirdi. Çocuğun eğitimi ile kendi anneleri, dadı ve kalfaları uğraşırdı. Sultanlar okuma çağına gelince, derse merasimle başlarlardı. Ekseriyetle merasimlere padişahlar da katılır ve “Besmele”yi bizzat kendisi çektirirdi. Bundan sonra hususi hocalar tarafından okutulurlardı. Sultanların Kur’an-ı Kerimi doğru okumaları hususunda titizlikle durulurdu. Sultanlara Kur’an-ı Kerimden sonra lüzumlu din ve dünya bilgileri de öğretilirdi. (Bkz. Sultan)
Şehzadeler:
Osmanlı hanedanının erkek çocuklarına şehzade denilirdi. 5–6 yaşına geldiklerinde kendilerine hoca tayin edilerek törenle derse başlarlardı. İlk dersi şeyhülislam verirdi. Sonra hususi hocalar okuturdu. ( Bkz. Şehzade)
Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi Cilt 8 / Sayfa 302–303–304
.
Napolyon, Fatih Sultan Mehmed Han için ne dedi?
Adı dünya tarihindeki büyük kumandanlar arasında anılan Napolyon Bonapart’a, Saint Helena adasında hapis bulunduğu sırada “Kimler büyük adamdır?” diye sormaları üzerine Bonapart Fatih Sultan Mehmed’den bahsederek:
“Büyüklükte ben onun çırağı bile olamam. ‘Niçin?’ derseniz, bana pek acı gelen bir gerçeği açıklamam icap eder ki o da şudur; Ben kılıçla fethettiğim yerleri, hayatta iken geri vermiş bir bedbahtım. O ise, fethettiği yerleri nesilden nesile intikal ettirmenin sırrına ermiş bir bahtiyardır” diyerek bir hakikati ortaya koymuştur.
Kaynak: Hilmi Yücebaş, Fatih Sultan Mehmed, Memleket Yay., İst.1981, s.31
.
Yavuz Sultan Selim Han’dan Şah İsmail’e
Yavuz Sultan Selim Han, Anadolu’da yıllarca yaptığı Şiilik propagandası ile Osmanlı ülkesini parçalama gayesini güden Şah İsmail’e karşı harekete geçerken, kendisine de şu mektubu gönderdi:
“Bilesin ve anlayasın ki, ilahi hükümlerden yüz çevirenlerin, Allahü teâlânın dinini yıkmaya çalışanların bu hareketlerine bütün Müslümanların, adaletperver hükümdarların kudretleri nisbetinde mani olmaları farzdır. Sen ki Müslümanların memleketlerine saldır dın, şefkat ve utanmayı bir tarafa bırakarak zulüm kapılarını açtın. Günahsız Müslümanları incittin. Fitne ve fesadı gaye edindin. Nefsinin kötü arzularına ve fıtratındaki bozukluk lara uyarak Din-i İslam’ın emirlerini değiştirmeye kalktın.
Haramlara helal diyerek nice Müslümanları ifsad ettin. Mescitleri, türbeleri ve mezarları yıktın. Alimleri ve Peygamberimiz “Sallallahü aleyhi ve sellem” Efendimizin neslinden gelen mübarek seyyidleri öldürdün. Kur’ân-ı Kerimi hela çukurlarına attın. Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’e söverek hakaret ettin. Bu saydıklarım senin kötü hallerinden sadece birkaçıdır.
Dillerde dolaşan bunlar ve bunlara benzer diğer hareketlerinden dolayı âlimlerim kesin delillere dayanarak, senin kafirliğine fetva verdiler. Bu durum karşısında Allahü Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek ve zulüm görenlere yardım etmek için, merasimlerde giydiğim padişahlık elbiselerimi çıkardım. Zırhımı giyip kılıcımı kuşandım. Atıma binerek Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim. Maksadım, Allahü Teâlânın inayetiyle senin Şahlığını yok etmek ve bu suretle âcizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır.
Ancak kılıçtan önce sana, Sünnet-i Seniyye icabı Sünnî itikadını teklif ederim. Eğer yaptıklarından pişman olup, cân-ü gönülden istiğfar eder ve aldığın kaleleri geri verirsen, tarafımızdan, dostluktan başka bir şey görmezsin. Fakat kötü hallerine devam ettiğin takdirde, zulümlerinle simsiyah yaptığın yerleri nura kavuşturmak ve elinden almak üzere Allahü Teâlâ’nın izniyle yakında geleceğim. Takdir ne ise öyle olacaktır.”
“YAVUZ SULTAN SELİM HAN”
.
Fatih Sultan Mehmed Han’a büyük iftira! (‘Kardeş katli kanunu’ sahte çıktı)
Tarihçi Cezmi Yurtsever, Osmanlı’nın devlet anayasası sayılan Kanunname-i Ali Osman belgesi üzerinde araştırmalar yaptığını belirterek, “Tarih kitaplarında Fatih’in kardeş katli maddesinin yer almasına kaynak gösterilen kanun defteri 1614 yılında devlet katipler başı Bosnalı Hüseyin Bedayi Efendi tarafından Osmanlı Devlet Arşivi’nde bulunan asıl örnekten kopyalanmış.” dedi.
Yurtsever, “Adı geçen Kanunname-i Ali Osman defterinin kopyalanan örneğinin o dönem Osmanlı’nın sürekli savaştığı Avusturya istihbaratı tarafından kaçırılarak Viyana’ya götürüldüğü bilgilerine ulaştım. Fatih Sultan Mehmet’in yazdırdığı iddia edilen Kanunname-i Ali Osman üç bölümden meydana gelmiyor ve tamamı 13 sayfalık bir defter. Kanun defterinin inandırıcı olması için baş kısmına da “Bu kanunname atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur. Soyumdan gelenler nesilden nesile uygulayalar” sözleri yazılmış. Osmanlı Devlet Kanunu’nun ikinci bölümünde padişahların kardeşini öldürmesi kararı “ evladımdan her kimseye saltanat müyesser ola (devletin başına geçerse) karındaşların (kardeşlerini) nizamı alem için (devletin yaşaması için) katletmek (öldürmek) münasipdir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir (uygun görmüştür), Onunla amil olalar (uygulayalar)” olarak yazılmış.” ifadesini kullandı.
KANUN FATİH’TEN SONRA HAZIRLANDI
Fatih Sultan Mehmet’in kardeş katlini emr eden sözlerinin yazılı olduğu Osmanlı Devlet Kanunname belgesini yazanların defterin asıl örneğinin Osmanlı Arşivi’nde bulunduğunu söylediklerine dikkat çeken Yurtsever, ”Hüseyin Bedayi Efendi’de devlet arşivinden kopyaladığını söylüyor. Kopyalanmış örneğinin Avusturya’da bulunduğu defterin baş kısmında Osmanlı devlet yönetiminde söz sahibi olan Divanı Hümayun’da görev alanlar sıralamasında Başvezir’den sonra Şeyhulislam gösterilmiş. Bu bilgiler yanlış. Osmanlı Bakanlar Kurulu’nda Şeyhulislamlar görev almazdı. Hükümetin aldığı kararların dine uygunluğu hakkında görüş bildirirdi.” diye konuştu.
Yurtsever şu açıklamalarda bulundu: “Fatih’e ait gösterilen Osmanlı Devlet Anayasası defterinin asıl örneği Osmanlı Arşivindeki 200 milyon belge içerisinde yer almıyor. Ayrıca Fatih’in ölümünden 143 yıl sonra kopyası yayınlanan defterde yazılı olan “kardeş katli” ile ilgili maddeyi dayanak gösteren hiçbir padişah karar belgesi de yok. Özellikle Osmanlı Arşivi’nde bulunan Mühimme Defterleri’ndeki binlerce ferman kayıtlarında da yer almıyor. Gerçekte Fatih’in yazdırmadığı bir Osmanlı Devlet Kanunu defteri kendisinden sonra düzmece olarak hazırlandı. Ve sahte kanun defteri Avusturya İstihbarat Arşivi’nde Osmanlıyı ve Fatih’i suçlamak için propoganda aracı olarak kullanıldı. Fatih adına yazılan sahte Kanunname-i Ali Osman Defterinin çevirisini, bilimsel eleştiri dosyasını http://
Osmanlı’nın Hicaz’da “Deniz Suyunu Arıtma Tesisleri”
Osmanlı’nın Hicaz’da Deniz Suyunu Arıtma Tesisleri
Hicaz, Osmanlı Devleti idaresine girdikten sonra vilâyet haline getirilmiştir. Bu vilayet Mekke, Medine ve Cidde sancaklarından oluşmaktaydı. Hicaz’daki bu teşkilat, küçük değişikliklerle Osmanlı Devleti’nin buradaki idaresinin sona ermesine kadar devam etti (1919).
Osmanlı Devleti ve mahallî idareler, Hicaz’da mülkî ve askerî teşkilâtlanmanın icabı olarak bütün tarihi boyunca ve bilhassa son yüzyılda çok büyük çalışmalar yaptı. Hem devlet idaresi için hem de halk ve hacılar için sayılamayacak kadar çok bina ve müessese yapıldı. Çok geniş bir hizmet sahasında olmak üzere posta ve telgraf idareleri kuruldu. Kızıldeniz limanlarının hepsinde gümrük idareleri oluşturuldu.
Osmanlı Devleti’nin son ve büyük hizmeti olan ve Medine’ye kadar ulaşan Hicaz Demiryolu’nun açılmasından (1908) sonra bölge İstanbul ile doğrudan bağlantılı bir merkez haline geldi. Cidde vali kaymakamlığı unvanı mutasarrıflığa dönüştürüldü. Hicaz’a ayrı bir ehemmiyet veren Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında zaptiye ve jandarma alayları kuruldu. Gerek yerli halkın gerekse hac zamanlarında gelenlerin su sıkıntısı çekmemesi için çeşitli tedbirler alındı. Bu sebeple su şebekesi ve kamu sağlığı ile şehir içi ulaşımının sağlanması için sürekli yatırım yapılıyordu. Yeniden düzenlenen suyolları ve çeşmeler faaliyete geçirildi. Zemzemle ilgili çalışmalar yapıldı. Mekke’nin en önemli su kaynağı olan Ayn-ı Zübeyde’ye 1524-1530 yılları arasında eklenen Ayn-ı Hanîn kanallarıyla Mekke ve Arafat bol suya kavuşturuldu. Mekke’nin su işleriyle ilgili son çalışma, Ayn-ı Zübeyde ve ona ilâve edilen Ayn-ı Za’ferân kanallarının tamiratı da dahil olmak üzere 5 Haziran 1883’te 82.168 altın harcanarak gerçekleştirildi.
Osmanlı devrinde yağmur suları ve sel yataklarının yolları değiştirilerek Kabe ve Mescid-i Harâm’a gelebilecek zararlar en aza indirildi.
Mekke, Osmanlı idaresine girdikten sonra miras alınan fizikî plana sadık kalınarak Harem-i Şerif merkezli olarak inşa edilen sosyal ve kültürel binalarla yeni bir çehre kazandı.
Osmanlı döneminde Mekke’yi korumak için surlara ilâve olarak Ecyâd (1781-1783), Fülfül (1800-1801) ve Hind (1806) kaleleri inşa edildi (Ecyad Kalesi, 2001’de yıktırılmıştır.). Mekke her bakımdan canlı, nüfus ve fizikî açıdan Osmanlı medeniyetinin unsurlarının bir merkezi haline getirilmeye çalışıldı. Şehirde padişahlar, hanedan mensupları ve diğer ileri gelenler tarafından idarî binalar, mescidler, medreseler, tekkeler, zaviyeler, ribâtlar, misafirhaneler, imaretler, karantinalar, hastahaneler, sıhhiye idareleri ve sebiller yaptırıldı.
Evliya Çelebi’ye göre 1083’te (1672) Mekke’de iki umumi hamam bulunuyordu. İlk devirlerden itibaren dârüşşifâların yanında hastahaneler de mevcuttu. Başta Peygamberimiz (s.a.v.)’in doğduğu ev olmak üzere İslâm’ın ilk döneminden kalan mekânların tamir ve bakımları yapılarak muhafaza edildi. 1860’ta yapımına başlanan Mecidiye Hükümet Konağı, Sultan İkinci Abdülhamid zamanında bitirildi. Daha sonra Safa Tepesi civarında polis noktası, kışla, gasilhane, revir, karakol, misafirhane ve postahane gibi binalarla Mekke’nin sivil ve resmî hizmet yapılaşması tamamlandı.
19. yüzyılın ikinci yarısında safha safha fakat istikrarlı bir şekilde uygulanan faaliyetler sonunda Hicaz’da merkezî hükümetin ağırlığı giderek arttı. Fakat İttihat ve Terakki’nin Osmanlı Devleti’ni sürüklediği yıkıcı hâdiseler ve bilhassa Birinci Dünya Savaşı sonrasında Hicaz bölgesinde yaklaşık dört asır devam eden Osmanlı hâkimiyeti 10 Ocak 1919’da fiilen sona ermiş oldu.
<p>Hicaz’ın Su İhtiyacı</p>Çok eski asırlardan beri dünyanın hangi tarafında bir medeniyet eseri meydana getirilmiş ise orada su temini için pek çok çalışmalar ve büyük masraflar yapıldığı görülmüştür.
Nitekim, insanın hayatî ihtiyaçlarının başında su birinci sırada yer alır. Su bulunmayan yerde insanın yaşayamayacağı çok açıktır. Suyun hayatî ehemmiyetini anlamak için ne ilim ve fenne ne de yüksek bir zekâya ihtiyaç vardır.
Mekke-i Mükerreme’de rastlanan bazı izler de çok eski zamanlarda Hicaz bölgesinde su ihtiyacının giderilmesi için pek çok çalışmalar yapıldığını gösteriyor.
İslam’ın zuhurundan sonra bu maksat için hayli mesai sarf edilmiştir. İslâm eserlerinden olan Ayn-ı Zübeyde suyunun Mekke-i Mükerreme için temin ettiği faydalar pek büyük ise de bilhassa Osmanlı’nın son asrına girildiğinde ve hususiyle hac mevsiminde bütün ihtiyaçları karşılayamıyordu. Esasen Hicaz bölgesinin her tarafında suya ihtiyaç vardı. Cidde şehrinde su ihtiyacı her yerden daha fazla idi.
Hicaz’ın Osmanlı idaresine geçmesinden itibaren buraların su ihtiyacı için çok çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar, mevcut su yollarının tamir ve bakımları, yeni su kuyularının açılması, su sarnıçlarının tesis edilmesi, yakın veya uzak yerlerden su getirtilmesi ve son olarak da deniz suyunun arıtılması şeklinde olmuştur.
<p>Deniz Suyunu Arıtma Tesisleri Kuruluyor</p>Hicaz’ın su ihtiyacı, bilhassa hac mevsiminde hacıların sayılarının artması ile günden güne daha da sıkıntılı bir hal almıştır. Son zamanlarda dünyanın dört bir tarafından gelen hacıların su ihtiyacı gün be gün artmakta idi. Bunun yanında mevcut su kaynakları ise yeterli gelmiyordu. Bir taraftan Ayn-ı Zübeyde suyunun borularının daha genişleriyle değiştirilmesi sağlanmış, diğer taraftan da yeni menba sularının şehirlere getirilmesi sağlanmıştı. Ayn-ı Hanîn ve Ayn-ı Za’ferân suları da şehirlere sevk ediliyordu. Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, Cidde ve Mekke’ye kadar götürülen Ayn-ı Hamîdî suyu da bu ihtiyacı büyük ölçüde karşılamıştı. Devlet su konusunda son olarak yeni bir icadı devreye soktu ki bu da su arıtma cihazlarıydı.
Dünyada deniz suyunun arıtılarak kullanılması 1850’li yıllardan itibaren başlamıştır. Osmanlı coğrafyasında bu şekilde su temini ihtiyacı en çok Hicaz bölgesi için gerekli idi. İlk çalışma 26 Receb 1311 (2 Şubat 1894) tarihinde yapılmış ve Cidde’de deniz suyunu arıtmak için bir istasyon kurulmuştur. Fakat bu istasyon ihtiyacı karşılayamaz hale gelmiş ve yeni tesisler için birçok yeni çalışma yapılmıştır. Osmanlı Devleti Hicaz Sıhhiye İdaresi tarafından yeniden getirtilen ve Cidde ve Yenbu’da kurulan su arıtma cihazlarının o zamanki kapasiteleri günde yüz ilâ yüz elli ton arasında idi. Deniz suyunun içinden elektrik akımı geçirilerek, suyun damıtılması ile tatlı su elde ediliyordu.
Özcan F.Koçoğlu
(Yedikıta Dergisi, 35.Sayı, Temmuz 2011)
Kaynaklar: BOA, İ.HUS 143-1324-Ca084; DH.MKT. 841-6; Y.A.HUS, 294/41; BEO, 571/42805; BEO, 577/43207; BEO, 577/43260; DH.MKT, 2157/6; DH.MKT, 2273/46; DH.MKT, 2308, 95; MV, 99/44; DH.MKT, 2351/106; İ..HUS, 120/1322/C-54; Hicaz’da Teşkilât ve Islahat-ı Sıhhiye ve 1329 Senesi Hacc-ı Şerîfi, Kasım İzzeddin, İstanbul 1328; Hicaz’da Teşkilât ve Islahat-ı Sıhhiye ve 1330 Senesi Hacc-ı Şerîfi, Senevî Rapor, Kasım İzzeddin, İstanbul 1330; Islahat-ı Sıhhiye-i Hicaziye Hakkında Beyannâme, İstanbul 1329; Kıt’a-i Hicaziyece İttihazı Lâzım Gelen Tedâbir-i Sıhhiye ve Tanzifiyeyi Müzakereye Memur Olan Komisyon Tarafından Tadilen Kaleme Alınıp fî 24 Teşrin-i Evvel Sene 1311 Tarihinde Mün’akid Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyede Kıraat Olunan Raporun Sûret-i Mütercemesidir, İstanbul 1311.
MÜHENDİSHÂNE-İ BERR-İ HÜMÂYÛN
MÜHENDİSHÂNE-İ BERR-İ HÜMÂYÛN
Topçu ve istihkâm subayı yetiştiren okul. Osmanlı Devleti yükselme devrinden sonra, bilhassa başta 1683 Viyana bozgunu olmak üzere, birbirini tâkib eden mağlûbiyetlerle karşılaştı. Bu durum, askerî sahada yeni bilgilerle mücehhez bir orduya sâhib olma zaruretini doğurdu. Bu sebeple orduda ilk defa modern bilgilerle tâlim ve terbiye, 1728’de sultan üçüncü Ahmed zamanında hunbaracı (topçu) sınıfında başladı. Sonra 1734’de sultan birinci Mahmûd, Üsküdar’da bir Mühendishâne (Mühendis mektebi) açtı. Mühendishâne 1759’da Kâğıthane’de Karaağaç’a nakledildi. 1784’de birinci Abdülhamîd zamanında Mühendishâne-i Bahr-i hümâyûn ve Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn olmak üzere ikiye ayrıldı. Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn, topçu ve istihkâm subayı, askerî mühendis yetiştirmeye devam etti. 1793’de Kasımpaşa’dan Eyyûb’deki Bahariye Sarayı’na, sonra Hasköy’e daha sonra Maçka’ya taşındı. 1796’da üçüncü Selim zamanında Mühendishâne’ye kırk talebe alındı. Cebir, trigonometri (ilm-i müsellesât), mekanik, atıcılık (fenn-i remy), hey’et (astronomi), harb târihi, hendese, coğrafya ve istihkâmcılık, okunan dersler arasındaydı.
Mühendishâne, yüksek matematik okutan tek mekteb olduğundan ve asker arasında yüksek matematik okuyanlara Erkân-ı Harb denildiğinden, Mühendishâne’nin ilk me’zunları, sultan İkinci Mahmûd zamanında kurulan Asâkir-i Mensûre-i Muhammediyye ordusunda, Erkân-ı Harblik (kurmaylık) vazifesine tâyin edildiler.
Mühendishânenin başında nâzır denilen bir yetkili bulunmakla beraber, esas sevk ve idareyi baş hoca adındaki vazîfeli yapardı. Baş hoca, baş mühendis ve mühendishânenin en bilgili ve lisan bilen subayı idi. Talebenin tâlim ve terbiyesi (eğitim-öğretim) ve idaresi ile meşgul olurdu. Mühendishâne’de başhocalık yapanlar arasında en meşhuru İshak Efendi’dir. Fen ilimlerinde mütehassıs, lisan bilen bu zâtın koyduğu fennî ıstılahlardan bâzısı, dilimizde hâlâ kullanılmaktadır (Bkz. İshâk Efendi). 1830 senesinde sultan üçüncü Selîm’e Mühendishâne’nin ıslâhı hususunda bir lâyiha (rapor) vermiştir.
Mühendishâne’nin (mektebin) iki kat üzerine dört dershanesi, hocalara mahsus odaları, kütübhânesi ve matbaası vardı.
1834 (H. 1250)’de Harbiye mektebi açıldığında Harbiye’ye ve Mühendishâne’ye hoca, askerî fabrikalara teknik eleman yetiştirmek üzere Mühendishâne hocalarından iki zabit (subay) ile on talebe tahsil için Avrupa’ya gönderildi. Dönenler orada öğrendiklerini öğretmeye ve tatbîke başladılar.
Avrupa’da tahsîlini tamamlayıp dönen tophane nâzırı Bekir Paşa’nın teklîfi ile bir nizâmnâme çıkarıldı. Buna göre, 64 senelik Mühendishâne, topçu ve mîmar yâni İstihkâm mektebine çevrildi. Mevcut mekteb idâdî kabul edilip, ayrıca dört senelik Harbiye ve mîmâr sınıfları açıldı ve binaya ilâveler yapılarak, Avrupa askerî mekteblerindeki gibi fen dersleri okutulmaya başlandı.
Yine mektebin hoca ihtiyâcını gidermek için çeşitli târihlerde Avrupa’nın muhtelif merkezlerine pek çok zabit (subay) gönderildi. Bununla beraber topçu mektebini daha da geliştirmek için Avrupa’dan mütehassıslar getirildi.
1864’de bütün askerî idâdilerin Galatasaray’da birleştirilmesi karârı üzerine, topçu mektebi de Galatasaray’a nakledildi. Ancak 1867’de Galatasaray’daki idâdî-i umûmî, Kuleli kışlasına kaldırılarak Galatasaray’da sivil mâhiyette ve Mekteb-ı sultanî adı ile umûmî bir idâdî açıldı.
1871’de ise, harbiye öğrencileri, tatbîkâtlı tâlim yaparak mesleklerinde yetişebilmeleri için Harbiye mektebine nakledildiler. 1878’de Harbiye’deki topçu ve istihkâm sınıflar tekrar Harbiye’den ayrılıp mekteblerine döndüler.
Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn, Yüksek Mühendis mektebi adıyla kurulup, 1944’de İstanbul Teknik Üniversitesi adını alan okulun çekirdeğini teşkil etmiştir.
Kaynaklar:
1) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 602
2) Türkiye’de Maârif Târihi; cild-2, sh. 273.
3) Mir’ât-ı Mühendishâne; sh. 18
4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 482
5) Târih-i Cevdet; cild-3, sh. 85