 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
SAÎD NURSÎNİN SULTÂN ABDÜLHAMÎD DÜŞMÂNLIĞI
Bu yazımızda, Saîd Nursî’nin, Sultan AbdülHamîd’e olan düşmânlığını kendi kitâblarından misâller vererek ele alacağız:
“ İstibdâd’dan en fazla zararı biz kürdler gördük.“(1)
“ Zulm edenler pâdişâh da olsalar haydutdur. “(2)
“ İstibdâd pis eliyle…”(3)
“ İstibdâda sille ( tokat ) vuracağım.”(4)
“ 25 sene bir istibdâd-ı mutlak…”(5)
“ Şerî’at ile hiç münâsebeti olmayan o müdhiş istibdâd-ı zâlimâne…”(6)
“ İstibdâd sebebiyle Ermeniler düşmân oldular.” (7)
“ Memleketin se’âdeti ve selâmeti Ermenilerle ittifâk ve dost olmaya bağlıdır.” (8)
“ Meşrûtiyyet hakîkî şerî’atdır.”(9)
“ Meşrûtiyyetin muhâfazasına çalışınız.”(10)
“ Meşrûtiyyeti şer’î delîllerle kabûl etdim.”(11)
“ Seâdetiniz olan meşrûtiyyet.”(12)
“ Meşrûtiyyetin gelmesi içün, milletin yarısı dahî fedâ olsa buna değer.”(13)
“ İttihâd ve Terakkî’den 19 bin altın aldım.”(14)
“ Ben İttihâd ve Terakkî’den ayrılmadım,ba’zîları ayrıldılar, Resneli Niyâzî , Enver Paşa gibi adamlarla şimdi de müttefikim. Lâkin ları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna sapdılar.”(15)
Ayrıca,Saîd Nursî,”İttihâd ve Terakkî’nin şark vilâyetlerindeki şu’belerini bir derece istihsân(güzel görme)ve tebrîk ederim.”der.
Saîd Nursî’ninİttihâdcılarla işbirliği yapdığı.”(16)
Saîd Nursî’nin İttihâdcıların kurduğu“ Teşkîlât-ı Mahsûsa’da çalışdığı ” (17)
“Cumhûriyetçilerden de 150 bin banknot aldığı.”(18)
“ Cumhûriyetçiyim.”(19)
“ Hareket Ordusu’nda bulunduğunu…”(20)
“ Prof. Dr. Şerîf Mardin, Saîd Nursî’nin, Sultân AbdülHamîd’e, mason Cemâleddîn ve mason Muhammed Abdüh’den aldığı ilhâmla karşı geldiğini(21) bu niyyetle, Osmanlıyı yıkmak içün gayret sarf etdiğini dile getirmekdedir. (22)
Saîd Nursî yalnızca Sultân AbdülHamîd’e düşmân değildir, O, Osmanlı Devletini yıkmak için gayret gösterenlerin safında yer almışdır. Osmanlıya düşmân olduğunu gösteren, çok edeb dışı bir yazısını okuyucularımızdan özür dileyerek burada yer veriyoruz:
Kânûnî Sultân Süleymân için diyorki :
“ Hîlâf-ı şerî’at (İslâm dışı) kânûnları Avrupadan getirdiği cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçdın ki yüz senede kuvvetli sular aksa da temizleyemez.”Sikke-i tasdîk-ı gaybî, S.195. 24 sene gibi çok uzun bir zaman şeyhülislâmlıkda bulunan Zembilli Ali Cemâlî efendi’nin Kânûnî Sultân Sûleymân’a söylendiğini iddi’â etdiği bu sözün ne edeben ve ne de sultâna hürmeten söylenmesi mümkin değildir. [Bu sözü bırakın şeyhülislâmın söylemesini alelâde bir insânın söylemesi dahî edebsizlikdir, bu şeyhülislâma ve Kânûnî Sultân Süleymân’a çok ağır bir hakâret ve iftirâdır.] Saîd Nursînin, Kânûnî Sultân Süleymân zamanında Îslâm âlimlerince kânûn hâline getirilen Îslâm hukûku ile son zamanlardaki kânûnları karıştırdığı anlaşılıyor...
Muhammed Abdüh’ün talebesi Reşîd Rızâ’nın (23),Sultân AbdülHamîd hakkındaki ”…Ey Müslimânlar,O müstebid hükümdârı çağırın,kandırın,yâhûd zincire vurun.İslâm hükümdârları içinde AbdülHamîd kadar İslâm’a ihânet eden,fıkıh, akâid ve hadîs kitâblarını yasaklayan ve ortadan kaldıran bir kişi göstermek asla mümkin değildir.” iftirâsı ile, ittihâdcı fetvâemîni Elmalı’lı Muhammed Hamdî Yazır’ın , Sultân AbdülHamîd halli için hazırladığı:”Müslimânların imâmı şerî’at kitâblarını yasaklasa,yakdırsa,devlet hazînesinde isrâf etse,insânları katletse ve zâlim olsa…”ifâdelerinin yer aldığı hâl fetvâsındaki iftirâsının benzerliği fetvânın, ilhâmının nereden kaynaklandığını göstermesi bakımından fevkal’âde dikkât çekicidir.
Saîd Nursîye, hiç kimse, Sultân AbdülHamîd’i tahtdan indirmek isteyenlerle berâber olmadı, onlara yardım etmedi diyemez, çünkü bu târîhî gerçeklere ve Saîd Nursînin i’tirâflarına ters düşer. Saîd Nursî, Sultân AbdülHamîd’e düşmân olan herkesle dost olmuş, onlarla işbirliği yapmış ve maddeten de büyük paralar alarak, ittihâdcılara hizmetinin karşılığını fazlasıyla görmüşdür.
12.asrın Müceddid’i Mevlânâ Hâlid Bağdâdî ise müceddidlere yakışan bir ifâde ile Devlet-i aliyye-i Osmâniyye’ye dü’â etmişdir :”Allâhın yardımı, İstanbul’u ve bütün İslâm beldelerini himâye eden pâdişâha olsun.,,Mektûbât,4.mektûb.”Büyük Sultân, Yüce Hâkân için, Saltanâtın devâmlılığı, dîn düşmânlarının ve bozguncu kâfirlerin, övülmüş devletin sâyesinde silinmesi ve yok olması içün Allâh’a daha fazla dü’â etmemiz gerekir. Mektûbât, 70.mektûb, 12.mektûbunda ise : Emîr sâhiblerine, yardımcılarına dü’â etmeye gayret ediniz, demekde, ” İmâmlara (sultânlara) sövmeyiniz, onların iyilerine dü’â ediniz., gerçekde onların iyileri sizlerin menfe’atinizedir.” Hadîs-i şerîfini(Taberânî,Mu’cemü’l-kebîr.) nakl etmekdedir.
Kendisini müceddid diye iddi’â eden Saîd Nursî ise daha evvelki müceddidlere inanç olarak hep ters düşüyor. Aklı başında olan, inancı doğru her müslimân, kimin sahte kimin de hakîkî müceddid olduğunu bilmekde herhalde sıkıntı çekmiyecekdir.
Allâh’ın Rasûlü Muhammed aleyhisselâm’dan, sultân ile ilgili, birkaç hadîs-i şerîf daha nakl edelim :
“Kim Allâh’ın yeryüzündeki sultânını alçaltırsa, Allâh da onu alçaltır.” Tirmizî [Bu yüzden olacak ki kendi tarafdârları cumhûriyyetçiler bile kendisine eziyyet etmişler ve uzun zaman habshânelerde kalmışdır.]
“Zamanın hâlifesini bilmeden[kabûl etmeyerek, karşı çıkarak ] ölenler câhiliyye dîni üzere ölürler. Halîfe millet içün bir kalkandır. Onun komutasında harb edilir, onunladüşmândan korunulur. Buhârî, Müslim, Ebû Dâvüd, Nesâî.
“Kim bana itâ’at etmişse mutlaka Allâh’a itâ’at etmişdir, kim de bana isyân etmiş ise, mutlaka Allâh’a isyân etmişdir. Kim emîre (sultâna) itâ’at ederse mutlaka bana itâ’at etmiş olur.Kim de emîre isyân ederse mutlaka bana isyân etmiş olur.Buhârî,Müslim,Nesâî.
“Kim itâ’atdan dışarı çıkar ve cemâ’atden ayrılır ve bu hâlde ölürse, câhiliyye dîni üzere ölür.Buhârî, Müslim, İbni Mâce, Nesâî
“Mü’min, kusur bulucu, la’net edici ve terbiyesiz(kaba ve hayâsız) olmaz.Tirmizî
“Müslimânın sövmesi (hakâret etmesi) yoldan sapmadır. Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî
“Sultânlara sövmeyiniz, onların iyilerine dü’â ediniz.”Taberânî, Mu’cemü’l-kebîr
Allâhü te’âlâ Kur’ân-ı Kerîmde ise “ Ey imân edenler, Allâh’a, Rasûl’e, idârecilerinize itâ’at edin.” buyuruyor. Nisâ, 59. âyet-i kerîme
" Ümerâyı (Sültânı,Devlet büyüklerini) hafîfe alanın dünyâsı yıkılır." Abdüllâh bin Mübârek'den,rahmetüllâhi 'aleyh
M. Ekmel Hakkatapan
(1) Târîhçe-i hayât, s. 65
(2) Târîhçe-i hayât, s. 66
(3) Târîhçe-i hayât, s. 66
(4) Târîhçe-i hayât, s. 73
(5) Şu’âlar, 16. şu’â ,s. 610
(6) Volkan Gazetesi, sayı: 83
(7) Âsâr-ı bedî’ıyye, s. 318, Elmas Neşriyyat, 2004, İstanbul
(8) Âsâr-ı bedî’ıyye, s. 318, Elmas Neşriyyat, 2004, İstanbul
(9) Târîhçe-i hayât, s. 65
(10) Târîhçe-i hayât, s. 65
(11) Târîhçe-i hayât, s. 65
(12) Târîhçe-i hayât, s. 72
(13) Münâzarât, s. 10-12, 1329, İstanbul
(14) Şu’âlar, 14. şu’â; Kastamonu lâhikası, s. 55
(15) Şu’âlar, 14. şu’â; Kastamonu lâhikası, s. 55
(16) Kastamonu lâhikası, s. 55; Şerîf Mardin, Türkiye’de Dîn
ve Siyâset, s. 192
(17) Yeni Türk Ans. c. 9, s. 3346, Ötüken Yayınları; Şerîf
Mardin, Saîd Nursî Olayı, s. 129, İletişim Yayınları
(18) Şu’âlar, 14. şu’â
(19) Şu’âlar, 12. şu’â
(20) Lem’alar, 28. lem’a
(21) Prof. Dr. Şerîf Mardin, Türkiye’de Dîn ve Siyâset,s.178,İletişim Yayınları
(22) Prof. Dr. Şerîf Mardin, Türkiye’de Dîn ve Siyâset, s. 34, İletişim yayınları
(23) Reşîd Rızâ ,Muhâverât kitâbında Ehl-i Sünnet’e saldırmakda, selefîliği savunmakdadır. Bu kitâbı, Ahmed Hamdi Akseki 1916’ da, daha sonra da Türkiyede selefîlerin şu andaki öncülerinden prof.Hayreddîn Karaman , neşretmişdir.
O gitti devlet bitti
8 Şubat 2009 01:00
Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesinden sonra yönetim âdeta askerlerden sorulur. O günün güçlü isimlerinden Mahmud Şevket Paşa İstanbul sokaklarında... Biri Yahudi, biri Ermeni, 4 mebus patırtıyla girerler Abdülhamid Hanın odasına... Sözü Arnavut alır. Esat Toptani Paşa... Küstah ve nezaketsiz bir tavırla "Seni" der, "seni millet azletti, haberin ola!" Millet mi? Millet Abdülhamid Hana bayılır halbuki, sınırlarımız dışında da bir destandır o. Hindistan'da, Orta Asya'da, Cenubi Afrika'da, Java'da, Sumatra'da... Hem azl nasıl kelimedir öyle? Bu terim sadece kovulan memurlar için kullanır Osmanlı'da. Ulu Hakan Tiranlı Esat'ın niye öfkeli olduğunu bilir, Draç Beyi olan kardeşi bazı karanlık işlere karışmış, tutuklanıp İstanbul'a yollanmıştır zamanında. Buna rağmen mapushaneden kurtarıp, saraya aldırmıştır ama yaranamaz. Esat Toptani ile de bir şekilde anlaşabilir ama aralarına niye gayrimüslim alırlar? Emmanuel Karasso'nun, Aram Efendinin ne işi vardır burada? Üniformalı olan ikinci şahıs (Gürcü Arif Hikmet Paşa) fetva suretini okumaya başlar: 'İmam-Müslimin olan Zeyd bazı mesail-i mühimme-i şer'iyyeyi Kütüb-i şeriyyeden tayy ü ihraç ve kütüb-i mezkûreyi men ü hark ü ihrak itse...' 'Kütüb-i şerr'iyeyi hark ü ihrak... Yani şerî kitapları yırtıp yakmak! Maazallah... Kimi ne ile suçluyorsun, bahaneye bak! Kitapları bastıran devlettir zaten, evet zaman zaman hatalı baskılar olur ve bunları yakarlar. Ama hürmetle, külünü bile ortada koymaz, öper başlarına koyarlar. Abdülhamid han kederli kederli "Hasbinallah..." çeker, o kadar. MİNAREYİ ÇALAN KILIFINI... Zaten uyduruk fetva alakalı makamdan çıkmaz, fetvâ emîni Haci Nûrî Efendi, Pâdişâh'ın hal'i için bir sebep olmadığını beyân edince Talat Paşa panikler Meclis çatısı altındaki ulemâya baskıya başlar. Nitekim Elmalılı Hamdi Efendi'nin ağzından zikrolunan cümleleri kapar. Sultan bu oldu bittiye şaşmaz. Beklemektedir anlaşılan. İstese tedbirini alabilir pekala... Azıcık evveline gidersek Hassa birlikleri ile Hareket Ordusu denilen başıbozuk güruhu (ki içinde Türk'ten ziyade Rum Yahudi Sırp Bulgar vardır) rahatlıkla dağıtabilir. Olmadı muvakkaten saklanabilir, sükunet sağlanınca ortaya çıkar. Lakin Abdülhamid Han kan dökülmesin diye kılı kırk yarar, saltanatım yüzünden biri incinecek diye ödü kopar. Kaldı ki cebinde kabzasını sıkı sıkıya tuttuğu tabancasını çıkarıp bu dört densizin topuklarına sıksa ve "kapattım gitti, bundan böyle meclis filan yok" dese ne yapabilirler acaba? Ama efendim ihtilalci bunlar, tahkir ederler, alaya alırlar, sürgüne yollarlar... Abdülhamid Hanın umurunda bile değildir, canına kast edilse ne yazar? Amcası Abdülaziz Hana kıyan, biraderini tutup kenara koyan bu kadroya hiç güvenmemiştir zaten, bir de utanmadan evhamlı diyorlar. Heyet o kadar kabadır ki Sultanın oğlu Abdürrahim Efendi'nin (pek küçüktür daha) dudakları bükülür, içli içli ağlamaya başlar. Kara haber tez duyulurmuş, saray hanımları dizlerini dövmeye başlarlar, feryatlar figanlar... Ve geceyarısı tebliğ gelir: "Selanik'e gönderileceksiniz! Derhal!" İstanbul nere, Selanik nire? Halbuki kızları sözlüdür, oğlanların mektebi var. Abdülhamid Han başkâtibe "koltukta gözüm yok" der, "size teminat verebilirim. İstanbul'dan ayrılmasak nasıl olur acaba?" Muhatabı lâubalileşmiştir, lütfedip cevap bile vermez sultana. Selanik yuvaları... İttihatçıların ve Yahudilerin en güçlü oldukları yer orasıdır zira... "Peki" demekten başka ne yapabilir ki? Eşya alacak kadar bile fırsat tanınmaz üzerindekilerle yola çıkarırlar. Arabalar gecenin serininde kapıya dayanır, yollar bomboştur, yer yer askerler dolanmaktadırlar... Sirkeci Garı... İstim tutmuş bir lokomotif. Önlerindeki ve arkalarındaki vagonda silahlı muhafızlar... Suçlu nakli için gözetilen kurallar! Düdükler, buharlar, telaşlı koşturmacalar ve nitekim katarlar kıpırdar. Şimendifer nefes nefese Selanik'e koşar... Tamyol ve hiç durmadan! Abdülhamid han buruktur bu yolu kendisi yaptırmıştır bir zamanlar... Hani yerine geçenlerin ehil olduklarına inanabilse gam yemez ama korkulur ki bu maceracılar devletin başına gaile açarlar. ALLATİNİ PALAS Selanikte onları İtalyan uyruklu bir un tüccarının (Yahudi Giorgio Allatini'ye) evine kapatırlar. Bizimkiler Alâtini köşkü derler ona. Yıllar var ki metruktur, doğramalar per perişan. Köşke gece karanlığında girerler, yatsı ezanları okunmaktadır o an... Hava serincedir, bina belki de boş olduğundan üşütücüdür, hanedan birbirine sokulma ihtiyacı duyar. Isıtma ve aydınlatma sistemi mevcut ise de çalıştırılmaz. Parmak kadar bir mum verirler, o da sadece sultanın odasına... Önlerine karavanadan kalma kurumuş pilav koyarlar. Biraz da yoğurt, lokma ıslatacak kadar. Çatal, kaşık yoktur, bardak yoktur... El yıkamak bile kabil değildir çünkü sular akmaz. Çocuklar açtır, elleriyle yer, yatarlar. Ulu hakanı örümcekli bir odaya tıkar, üzerine kilit vururlar. Garibim yol yorgunudur, uzanma ihtiyacı duyar. Gözüne bir köşeye atılmış ot minder ilişir, ancak elini vurunca bulut bulut toz kalkar. Kafanı koy ve astım ol, ömür boyu tıkan. Sultan kumaşları yırtılmış, yayları çıkmış iki koltuk eskisini ağız ağza bitiştirir, aralarına kıvrılıp uyumaya çabalar. Çarşaf battaniye arama, iyi ki kaput vardır omuzlarında... Pencereler çakılıdır, pancurlar kapalı. Saat kaç, sabah mı akşam mı anlaşılmaz. Aylar sonra merhamete gelirler de çocukların güneş görebilmesi için pancurların aralanmasına müsaade buyururlar. PADİŞAH ÜZERİNDE TALİM Yazın kavurucu sıcaklarında bir iki defa balkon izni çıkar ama dakikalarla sınırlandırılarak... Müfrezenin başında Fethi Okyar vardır. Aile terbiyesi almış bir insandır, sultana kibar davranır, ancak subaylar içinde patavatsızlar ekseriyettedir hâlâ... O gün Ulu Hakan balkon iznini kullanmaktadır ki bir silah patlar, başının üzerindeki sıva dağılır, kumlar üstüne sıçrar, mermi düşer aşağıya. Bakar kovboy edalı bir subay, namluya üfürüp sırıtmakta... Tehdidkâr tavırlar, kin dolu bakışlar... Sultan sakindir, merakla sorar "Bunu neden yaptın?" Mütecaviz cevap bile vermez, taflanların ardına sinip kaçar. Bu adı sanı belli bir topçu yüzbaşısıdır. Onu herkes tanır. Abdülhamid Han bahçıvana seslenir. "Şu mermiyi getirsene bana" Adamcağızın beti benzi atar, affını diler, ağlamaya başlar. Demek ki bir bildiği var. Sultan hadiseyi kolağası Rasim'e anlatır, Rasim Bey çakıllar arasında mermiyi bulur cebine koyar. Ne sorgu ne sual? Şimdi buna delil karartmak diyorlar. Abdülhamid Hanın nasıl soğukkanlı olduğunu dost düşman bilir. Yıldız suikastinde paniklemeyen tek isim odur belki. Kollar bacaklar göğe yükselirken zerre kadar telaş yapmaz. Ölümü düğün gören biri için kurşun ne ki? Bugün olmazsa yarın, bir gün mutlaka... SABIR TAŞI OLSA... Abdülhamid Han sürgünden de tat almasını bilir, çocuklarına dolu dolu vakit ayırabilir. Kızcağızlarıyla dertleşir, oğlancıkların saçlarını okşar. Ah birkaç el aleti olsa da tahtalarla uğraşsa... Ne bileyim sehpa dolap yapsa, sedef kaksa... Bu fevkalade bir meşgaledir, dertlerini unutturur insana. Yeri gelmişken söyleyelim, o kıratta bir marangoz yeryüzünde bulunmaz, sedefkarlık hususunda belki Vasıf Usta yarışabilir onunla. Abdülhamid Han okumaya meraklıdır, ancak kitap gazete kesinlikle yasaktır burada. Bahçıvandan musahibinden duyduğu yarım yamalak haberleri yorumlar, memlekette neler olup bittiğini çözmeye çabalar. Sızan haberlere bakılırsa Yıldız Sarayı yağmalanmıştır. Bırakın perde avize gibi para eden şeyleri, kitaplar ve şehir fotoğrafları (ki muazzam bir arşivdir o) kapanın elinde kalmıştır. Cahil ihtilalciler fotoğrafı netsin? Yırtıp kırpıp Beşiktaş sokaklarına atar, kitapları yakarlar. Halbuki ne emekler ne paralar verilmiştir onlara. Hadi gel de sıkılma. Abdülhamid Han şehzadelik yıllarında ticaretle uğraşmış ve hatırı sayılır bir para kazanmıştır. Servetini daha ziyade Filistin ve Musul'daki arazilerin alımına harcar. Eh tapular elinde olduğuna göre ne Yahudiler Filistin'e sulanabilir, ne de Britanyalılar petrol kaynaklarına musallat olurlar. İttihatçılar şuurlu olarak sultanın mülkünü devletleştirir, Filistin'i göstere göstere Yahudilere satar, Musul'u İngiliz'in önüne koyarlar. Ulu Hakanın elinde birkaç parça mücevher kalmıştır. İsviçre ve Alman Bankalarında bir miktar nakti vardır. İttihatçılar, bunlara da göz koyar. YA PARANI, YA CANINI Bir sabah Muhafız Kumandanı Fethi Bey gelir, hürmetkar tavırlarla bir ihtiyacı olup olmadığını sorar. Sonra sıkılarak girer mevzuya: - Efendim ordu, himmetinize muhtaç. Abdülhamid Han sorar "Burada elim kolum bağlı ordu için ne yapabilirim ki?" -Bankalardaki nukût ve tahvilatınızı bağışlamanız isteniyor. Bu paraları çocuklarının çeyizi ve tahsili için ayırmıştır halbuki. Kaldı ki hisse senedlerinin bir kıymeti yoktur, Hicaz Demiryollarını ve Şirketi Hayriyyeyi desteklenmek için alınmıştır zamanında. Teberrudur bir manada... Hem değerinden satılabilse bile bir bölük donatmaz. Maksat o değil zaten, ayaza çıkarmak, intikam almak! Hani çalıp çarpmayacaklarını bilse saniye durmaz. Gene de hayır demez, kestirip atmaz. "Bunlar evlad ve ayalimindir, onlara sormasam olmaz." Ailesinin verme diyeceğini sanır ama aksine "ver baba" derler, "vaziyet vahimleşmeden ver! Şimdi bunlar parayı bahane ederler, zulümleri artar!" Doğru mu doğru, zabitler söz arasında limandaki zırhlıdan bahsederler, yok köşke yanlışlıkla bir mermi düşseymiş de filan! Çocukların kimyası bozulur, beş yaşındaki Abid Efendinin subay görünce dudakları uçuklar. Abdürrahim Efendi ise sinir nöbetleri geçire geçire sarılık olur, kızların durduk yerde burunları kanar. Refikası zaten çoktan düşmüştür yatağa... Nitekim Mahmut Şevket Paşa'dan bir şifre gelir ki zehir zemberek. Hakaretin bini, bir para. ACABALI SORULAR Abdülhamid Han, "milletin evladı da evladım sayılır" der ve servetini orduya bağışlar. Fethi Bey imzalanan vekaletnameyi cebine koyar. Sonra birden ayaklarına kapanıp ağlamaya başlar "Hakanım benim bu tıynette bir insan olmadığıma inanınız" der "ama..." Omuzlarından tutup kaldırır, şefkatle sırtını sıvazlar. Kimin ne tıynette olduğunu o da bilir pekala. Doyçe Bank memurları işlerine titizdir, vekaletnameyi kusurlu bulurlar. Yanlarına konsolosu da alıp gelir, odayı boşalttırırlar. Sultana bu bağışı hür iradesi ile yapıp yapmadığını sorarlar. Müspet cevap verince para dolu çantaları masaya bırakırlar. Subaylar bunları yangından mal kaçırırcasına kucaklar. Peki bu meblağ askere harcanır mı? O günlerde ortalık toz dumandır... Harcamadılarsa vebali boyunlarına. Hürriyet! Adalet! Müsavatmış! Laf! Duy da inanma! Yalnız şu var ki Abdülhamid Han imzayı atarken aldığı sözle nişanlı kızlarının mahpus hayatından kurtulmalarını sağlar. O hengamede nikahlarını kıydırır ve yuvalarına uğurlar. Evet, şimdilik bu kadar. Bu hamur çok su kaldırır daha... Abdülhamid Han'ın sıkıntılı günler yaşadığı Alâtini Köşkü.
.
Dîvâne sen değil bizmişiz
15 Şubat 2009 01:00
II. ABDÜLHAMİD HAN'A SALDIRANLAR ANCAK ÖLÜNCE KIYMET BİLİR! "Pâdişâh, hem zâlim hem deli dedik; /İhtilâle kıyam etmeli dedik; / Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik; / Çalıştık fitnenin intibahına..." Rıza Tevfik Bölükbaşı Abdülhamid Han Abdülhamid Hanın hâl edildikten sonra Selanik'e götürüldüğünü, Allatini adlı bir un tüccarının evine kapatıldığını anlatmış ve bir mim koymuştuk geçen hafta... Koca sultan Allatini kasrında dış dünyadan tecrit edilir, olup bitenden haberi olmaz. Görüşebildiği insanlar da inadına ketumdur, lütfedip tek kelime konuşmazlar. Eh gazete ve dergi de gelmediğine göre... Bak, bak duvar. Bir gün musahibi Ali Muhsin Efendi hatıralarınızı niye yazmıyorsunuz diye sorar. - Hiç düşünmedim, yazdırırlar mı acaba? - Siz anlatın ben yazayım o zaman. - Bak bu olabilir pekala. Bir süre sonra Ali Muhsin Bey görünmez olur, adamcağızı buharlaştırırlar. Merak edip sorar, itikâfa girdi derler. İtikafmış... İşleri güçleri yalan! Meğer hatırat yazdığını anlamış, köşkün mahzenine kapamışlar. Sultan bir gün Komutan Rasim Beyi sıkıştırır. "Naptınız adama?" -Hatıralarınızı yazıyormuş -İyi de ne var bunda? -Yasak! -Peki ben yazsam? Hiç tavsiye etmem gibilerinden bakar, belli ki başını ağrıtırlar. OLACAK İŞ Mİ? Diyelim, seçime gireceksiniz, sizi ezsinler diye karşınızdaki partileri birleştirir misiniz? Ama ittihatçı kafası buna basmaz. Tutar "Kiliseler Kanunu" diye bir ucubeye imza atarlar. Sırp, Sloven, Hırvat, Rum, Romen, Bulgarlar arasında sulh sağlarlar. Daha evvel Balkanlardaki kiliseler ekseri Yunanlıların elindedir, Rumlar postu kiliseye yayar, emlakını göstere göstere kullanılırlar. Bu keyfiyet diğerlerinin canını sıkar. Çıkarılan kanununa göre o havalide çoğunluk kimde ise kilise onların olacak, diğerlerine de en çok iki yıl içinde "devlet eliyle" yeni bir kilise yapılacaktır. O yıllarda İngiliz boyunduruğu altında yaşayan Hindistan'ın 250 milyon nüfusu vardır ama parlamentoda bir tek Hintli mebus bulunmaz. Bizim meşrutiyetimiz ise azınlık panayırıdır, meclise onlar yön verir, istedikleri kanunu çıkarırlar. Balkanlar kısa sürede süt liman olur Sırbı, Karadağlısı, Bulgarı, Yunanı ittifak yapar Rus desteği ile silahlanıp ayaklanırlar. İttihatçıların en iyi bildikleri şey darbeciliktir, iş vatan korumaya geldi mi teklemeye başlarlar. Asırlardır Türk'e yurt olan şehirler birer birer elden çıkar, gün gelir, Selanik önlerine dayanırlar. Bir gece Abdülhamid Hanın kapısı dövülür. "Kalkın gidiyoruz" derler telaşla. - Niye, nereye? - Şehir düştü düşecek, kaçmamız gerek. Kaçmak ha! Tabire bak! BANA BİR TÜFEK VERİN! Abdülhamid Han o eşsiz zekası ile bunların kilise anlaşmazlığını çözdüklerini anlar. Selanik öyle kolay ele geçirilecek bir şehir değildir, 30 bin tam donanımlı askerle korunur, cephaneler doludur. Müstahkem mevziler, tabyalar... Hem havali İstanbul'un kapısı sayılır, savaş burada kabul edilmezse doğuya kayar. Ulu Hakan "ben bir yere gitmiyorum" der, "verin bir tüfek, asker evlatlarımla savaşayım omuz omuza!" Hane halkı da aynı fikirdedir, üstlerine düşeni yapmaya hazırdırlar. Abdülhamid Hanın bir ara benzi sararır, zemin sanki ayağının altından kayar. Şuuru bulanır, acıyla mırıldanmaya başlar "benim buradan ancak cenazem çıkar!" İyi de ona fikrini soran yoktur ki. Beyler itiraz istemez, sadece buyruk yağdırırlar. Onları bir Alman teknesine atar, alel acele Beylerbeyi sarayına yanaşırlar. Boğaz köprüsünden geçerken kuş bakışı gördüğünüz kasrın geniş, ferah, aydınlık odaları da vardır ama sabık sultanı arka tarafta karanlık, rutubetli bir izbeye tıkarlar. İçeride kesif bir küf kokusu... Duvarlar sırılsıklam! MİRASYEDİ GİBİ Sanırım Selanik'i merak ediyorsunuz. Ne yazık ki İttihatçılar koca şehri tek mermi atmadan teslim eder, yöre Müslümanlarını sahipsiz bırakırlar. Yıkılan medreseler, yakılan camiler, kırılan mezar taşları... Ve kanlı katillerin önüne atılan kalabalıklar... Göç, göç, göç! Balkan Müslümanları Anadolu yollarına düşer, akıbeti meçhul bir sefere çıkarlar. İstanbul da eski İstanbul değildir artık, ittihatçılar halkı bezdirmiştir, rüşvet, ihtikar aşikar. Hükümete yakın isimler vagon ticaretinden yükü tutarlar. İstanbul efendileri yok olur, ortalığı arsız görgüsüz harp zenginleri kaplar. "İhtilal çocuklarını yer" derler ya Enverciler çift tarafı kesen ustura olur. Hem Mahmut Şevket Paşa'yı kurşunlar, hem de cinayeti bahane edip muhalifleri ipe yollarlar. Jön Türkler zamanında birbirlerini Abdülhamid Hana jurnallemişlerdir, bu dosyaların ortaya çıkması hiç de hoş olmaz. Sırf bu yüzden kundakçıları mesaiye yollar, Çırağanı, çıra gibi tutuştururlar. Abdülhamid Han görevi devraldığında 300 milyon lira borcumuz vardır. Ulu Hakan bunu 30 milyon liraya düşürmeyi başarır. Ancak ittihatçılar borcu beş yılda 350 milyon liraya çıkarırlar. Hazine tamtakır, kuru bakırdır. Maaşlar ödenemez, namerde el açmak zorunda kalırlar. Yavuz, Midilli bahsine hiç girmiyorum, böyle bir külü bebeler bile yutmaz. Devlet adamı dediğin kırk defa ölçer, bir kere biçer, yoğurdu üflemeye bakar. Halbuki Cihan Harbini hazırlayan sebeplerin hiçbiri bizim meselemiz değildir. Ne sömürgelerimiz vardır, ne de çelik imal ederiz. İnsafsız rekabet, daralan pazar payları bizi hiiiç ama hiç ırgalamaz. Abdülhamid Han savaşa şiddetle karşıdır, zira zafer kazanılsa bile memleket kurur, ordu yıpranır. Kaldı ki İngiltere gibi denizci bir millet varken Almanya'nın yanında durmak akla mantığa sığmaz. İttihatçılar içinde İngiliz ve Fransız yanlıları da az değildir, ancak Enver Paşa baskın çıkar, koca imparatorluğu maceraya atar. Neymiş Efendim Berlin-Bosphorus-Bağdat-Bombay hattı kuracak taa Hindistan'a uzanacaklarmış. Bilahare Bakü, Belgrad, Basra! Ne kadar "B"li şehir varsa selam duracak. Evet müttefikler Çanakkale'de takılır ama bu bize çok pahalıya patlar. Ölen çocuklarımız ekseriyetle yedek subaydır. Ya mimar, mühendis, muallimdir ya hekim, kimyager, baytar... Abdülhamid Hanın otuz küsür yıldır emek verdiği, üzerlerine titrediği nesil heba olur. Sanayi devrimi hayaldir bu saatten sonra. İttihatçilerin iki ortak paydaları vardır. Biiir Osmanlı düşmanlığı, ikiii Mehmetçiği kolay harcamaları... Türkün çocuğuna değer vermez, el kadar sabileri süngü hücumuna kaldırır, mitralyöz üzerine yollarlar. Tiril tiril Yemen kıyafetleri ile karda kışta Allahuekber dağlarına çıkarılanlar ana baba kuzusu değil midir Allah aşkına? İyi de Liman Von Sanders'in umurunda mı? Adamın derdi Rus'u İngiliz'i Anadolu'da oyalamak. Savaş ne kadar uzarsa ve kanlı olursa Almanya'ya o kadar yarar. MEĞER Kİ GEÇMİŞ OLA... İşler sarpa sarınca bazıları Abdülhamid Hanı anlamaya başlar. Mesela Talât Paşa şimşekleri çekmeyi göze alır, Ulu Hakanın kapısını çalar. Doğrusunu isterseniz hürmetkâr davranır. Muharebeler hakkında malumat verir, Payitahtı Konya'ya taşımayı düşündüklerini fısıldar. Ne demek Payitahtı taşımak? Abdülhamid Han nasıl kızar anlatılamaz. "Hayır!" der, "Ben Bizans İmparatoru Kostantin'den daha az haysiyetli değilim!" Öyle ya vatan dediğin canla kanla müdafaa edilir. Selanik'ten çıkmak zorunda kalmıştır ama İstanbul'dan ayrılmayacaktır!.. Koca Sultan sinirden kül kesilir, beti benzi atar. Talat Paşa, "sadece ihtimallerden bahsediyorum" deyip havayı yumuşatır, bizzat eliyle lavanta suyu sunar. Ve dokuz sütuna manşetlik bir cevap "Benim için öyle bir ihtimal yok!.. Asla da olmayacak!" Ziyaretçiler arasına Enver Paşa da katılır. Tavrı askercedir, fevkalade saygılıdır. Mahçuptur, konuşurken, önüne bakar. Sultan bu güçlü ismi yakinen tetkik eder, yeğeni Naciye Sultan'la evlidir, ki bir şekilde akrabadırlar. Evet, gençtir, yakışıklıdır, ağır başlıdır ancak onu biraz hadidülmizâc (öfkeli) ve muhteris bulur, nedense Hüseyin Avni Paşa'yı hatırlatır ona. BA'DE HARAB'ÜL BASRA... Savaşın sadece cephede değil masada da kazanılması gerektiğini bilmeyen bu çocuğun Harbiye Nazırlığı gibi ciddi bir makamı elinde tutması tuhaftır. Haydi bir birliğin başında olsa tamam... Nitekim Çanakkale sarhoşluğu tez biter ve değişik cephelerden mağlubiyet haberleri yağmaya başlar. Zamanla derin fikir ayrılıkları zuhur eder, Talat Paşa ile Enver Paşa arasındaki çekişme ayyuka çıkar. Enver Bey bir gün yine gelir. Savaşın safhalarını kısaca hülâsa edip, düşmanın nasıl güçlü olduğunu anlatır, üstü kapalı da olsa akıl sorar... Hey mübarek bunu yıllar evvel yapsan ya... Basra harap olduktan sonra! Abdülhamid Hanın "şimdi mi anladın" deyip azarlaması gerekir ama o karşısındakini kıramaz. Tecrübelerini paylaşmaya gelince konuşmak boşunadır, zira Enver Paşayı iş yapabilecek kıratta bulmaz. Fırtınaya tutulmuş bir geminin yolcusuna, telsizle süvarilik öğretilir mi? Bir kere istihbarat sağlıklı akmaz, harp ciddi iştir, dedikodular üzerinden hesap yapılmaz. Vah ki vah! Bu acemiler elmalarla armutları toplamaktadırlar. Ulu Hakan "Şevketmeap biraderim bu işleri bizden iyi bilirler" der bahsi kapar. Yine de içine sinmez "münferit sulh aramanın devletin hayrına olacağını" söylemeden yapamaz. Sulh ha! Enver Paşa nasırına basılmış gibi irkilir, itiraz damarı kabarır bir anda. Abdülhamid Han, Talat Paşa'ya bir şeyler anlatılabileceğine inanır ama ona asla! Yapılacak tek şey kalmıştır. Seccadeyi yaymak, Allahü tealaya sığınmak. Makamı âlâ olsun Ulu Hakan 91 yıl önce böylesi bir Şubat günü Cenab-ı Hakkın rahmetine kavuşur. Kurtulur şu deni dünyadan... Eğer zamanında ezip geçtiği üç kuruşluk Yunan'ın Anadolu'yu işgal ettiğini görecek olsa... Nasıl da yıkılırdı ama... İzin vermedim! Hamd ederim! Abdülhamid Han Şazeli Şeyhi Mahmud Ebuşşamat'a azlediliş sebebini bakın nasıl açıklıyor: "....şu mühim meseleyi zat-ı reşadetpenahilerine ve emsali ukulü selim sahiplerine tarihî bir emanet olarak arz ederim ki, ben Hilâfet-i İslâmiyeyi hiçbir sebeple terk etmedim. "Jön Türk" ismiyle mâruf ve meşhur olan İttihat Cemiyeti'nin rüesasının tazyik ve tehdidiyle terke mecbur edildim. Bu ittihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmem için ısrarcıydılar. Bilâhare yüzelli milyon altun İngiliz lirası vereceklerini vaad ettiler. Kendilerine "değil yüzelli milyon, dünya dolusu altun verseniz bu teklifinizi kabul etmem! Ben otuz seneden fazla bir müddetle Ümmet-i Muhammede hizmet ettim. Bütün Müslümanların ve salatin ve Hulefa-i İslâmiyeden aba ve ecdadımın sahifelerini karartmam" diye kat'î cevap verdim. Onlar da hal'imde ittifak ettiler. Ve beni Selanik'e gönderdiler. Devlet-i Osmaniyye ve Alem-i İslâm'a leke sürdürmediğim için olanlar oldu. Bundan dolayı Mevlâ-yı Müteal Hazretlerine hamd ederim." 27 Nisan 1909 Sultan II. Abdülhamid Han cuma selâmlığında. Pişmanlık neye yarar ....Târihler adını andığı zaman; Sana hak verecek ey koca Sultan! Bizdik utanmadan iftira atan; Asrın en siyâsî Pâdişâhına!.. * * * Pâdişâh hem zâlim hem deli dedik; İhtilâle kıyam etmeli dedik; Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik; Çalıştık fitnenin intibahına... * * * Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz; Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz; Sâde deli değil, edebsizmişiz; Tükürdük atalar kıblegâhına!.. Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han? Feryadım varır mı bârigâhına? cümlesi ile başlayan bu şiir hayli uzun, lakin tamamını aktarmak beni aşar. Cesur olmak gerek, en az Filozof Rıza kadar... Nadimlerden biri de Süleyman Nazif'tir: "Padişahım gelmemişken yada biz, İşte geldik senden istimdada biz, Öldürürler başlasak feryada biz, Hasret olduk eski istibdada biz" der, adeta tövbesini açıklar. Ulu Hakan, Rumu, Ermeniyi, Yahudiyi, hatta Masonları ve İttihatçıları bir şekilde çözer, gelgelelim İslam adına çıkan muarızlarını anlayamaz. Acı ama onu en fazla "dost bildikleri" hırpalar.
.
.ABDÜLHAMİD HAN’DA KUSUR ARAMAK
Bu başlığı yazarken bile acaba haddimizi aştık mı dedim kendi kendime…
Aslına bakarsınız bu yazıyı yazmaya mecbur kaldım diyebilirim…
Çevremizi, arkadaşlarımızı üzen bir olay meydana geldi, birkaç gün önce sosyal medyada Abdülhamid Han hakkında şu sözler paylaşıldı:
“Elinde güç olduğu halde kullanmadı, devleti eşkıyalara teslim ederek hataya düştü, o gün bugündür Alem-i İslam’dan kan ve gözyaşı eksik olmadı…” diyerek eleştiride bulundular.
Bu sözleri sarf edenlerle bu sözlere karşı çıkanlar arasında tartışmalar birkaç gündür devam etmekte.
Şimdi isterseniz “ Cennet Mekan Abdülhamid Han”ı büyüklerimizden tanıyalım ve hakkında önce birkaç bilgi verelim..
Esseyyid Fehim Arvasi hazretleri (Kuddise Sirruh) : “Dini İslam Abdülhamid Han-ı sani ile kaimdir” buyurmuşlar.
Esseyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri (Kuddise Sirruh) : “Padişahlar hacca gitmede ma’zurdurlar. Her sene bedel gönderirler ki bu kimseye emir’ül hac derler Sultan Hamid merhum her sene hüccacın yüzde beşini memleketlerine badi hevâ olarak gönderirdi. Yol masraflarını iaşelerini ve bütün ihtiyaçlarını te’min ederdi. Demek eski padışahlar hep böyle imiş. Surre emini ile her sene on dört deve yükü altunu Hazine-i Hassa (35)dan gönderirlerdi.” “Osmanlı padışahları dindar insanlardı, dini muhafaza ettiler, dinin direği idiler. Sultan Abdulhamid hal’ olununcaya kadar muhafaza ettiler.” buyurmuşlardır…
Peki hal edildiği gün elinde, engelleyecek bir güç var mıydı? Yani durdurabilir miydi? Kaynaklar bu konuda neler söylüyorlar, bir de bu açıdan bir göz atalım. Öncelikle şunu söyleyebilirim ki, tahttan indirildiğinde sandığımız gibi, ya da bize anlatılanlar gibi yanında güçlü bir birlik yoktu. 33 sene mücadele ettiği iç ve dış düşmanlar devletin altını oymuş, bombaları yerleştirmiş, fitilide ateşlemişti..
Tahttan indirildiği gün neler oldu? O gün yanında bulunan öz kızı Ayşe Osmanoğlu anlatıyor:
“Şiddetli top sesleri sarayın duvarlarına aksedip camları sarsarken kalbimde duyduğum ızdırapla gözlerimden yaşlar boşandı. İlk sözlerim, Cenab-ı Hakk’a yalvararak, “Allah’ım! Babama acı. Hayatını bağışla!” diye dua etmek oldu. Taht, taç, bunlar hep boş şeylerdi. Şimdi bize yalnız onun hayatını korumak, ölümden, ecel-i kazadan muhafaza olunması için dua etmek, Rabbimizden yardım beklemek kalıyordu. Sığınağımız Allah’tı. Küçük yaşlardan beri sarayın eskilerinden dinlediğimiz Sultan Aziz’in hal’i ve katli, bu müthiç felaket, dimağlarımızda yer etmişti. Şimdi bizim başımıza da aynı halin gelmesi ihtimali vardı. Bu korkulu düşünce ile harap ve perişan titriyor, gözlerimden yaşlar boşanıyor, hıçkırıyordum.
Sarayın her yerinden feryatlar yükseliyor, ah ve enin sesleri arasında –Allah, Efendimize acısın- nida ve duaları işitiliyordu.”
Görüldüğü üzere, ne sıkıntılar, ne acılar yaşanmış…
Peki o gün sarayda kimler vardı? Daha doğrusu kimler kalmıştı? Yine aynı kitaptan devam edelim:
“Saray büyük bir korku ve hakiki bir karanlık içindeydi. Elektiriklerle havagazları sönmüş, sular bile kesilmişti. Gece bekçileri, sadık zannettiğimiz Arnavut kapıcılar, hademe ağalar, bahçıvanlar, tablakarlar, hatta haremağaları bile, çoktan çıkıp gitmişlerdi. Koca sarayda kadınlardan başka kimseler kalmamıştı. Sinir buhranları geçiren, korku ve dehşetten bayılan kadınlar görülüyordu. Etrafımız abluka içindeydi. Arada silahlar atılıyor, sarayın bahçesine kurşunlar düşüyordu. Bu sesler bizi iliklerimize kadar titretiyordu” (sy:144-147)
Daha detaylı okumak isteyenler “Ayşe Osmanoğlu – Babam Sultan Abdülhamid” adlı kitaptan okuyabilirler.. Devamında yiyecek bulmakta bile güçlük çektikleri, o gün biraz ekmek bulup suya batırarak yediklerini de anlatıyor..
Yani sırf eleştirmek veya kıyas yapmak için (Sosyal medyada) o yazıları yazanların bütün çabaları ve eleştirileri ilk ağızdan çürümüş oluyor. Abdülhamid Han’ın 33 yıllık mücadelesi ve hayatı, hatta daha öncesine gidersek şehzadelik dönemi, her babayiğidin kaldırabileceği bir hayat ve mücadele değildir. Vatanı eşkıyaya teslim etti demek aslında biraz da 33 yıllık mücadelesini görmemektir. Devleti vermek bir yana şöyle dursun, o; devleti malıyla canıyla savunmuş mübarek bir insan değil midir? En büyük düşmanlarının bile saygı kelimeleri ile andığı sultan, Abdülhamid Han değil midir? Biz bir yandan kendi ülkemizde ki muhteşem rezalet isimli dizi filmi bile ekranlardan kaldıramamışken, Fransa’da Peygamber Efendimiz’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) hakaret içeren tiyatro oyununu durdurtmuş, yoksa bunun savaş sebebi olacağını söylemiş insan Abdülhamid Han değil midir?
Durun dostlar durun, adı anıldığı zaman şöyle derin bir nefes aldığımız, bir yandan da hüzünlendiğimiz, bazen gözyaşlarımızı tutamayıp ağladığımız, bizden bir asır önce yaşamış fakat düşmanlarının gölgesinde bile olsak sevgimizi kalbimizde gururla taşıdığımız insandır: Cennet Mekan Abdülhamid Han…
Büyüklerimizden duyduk ve işittik ki, rahmetli olana dek vatanını, milletini düşünmüş, mücadeleyi elden bırakmamış mübarek bir insandır…
Bizler Abdülhamid Han’da kusur aramak yerine, önce kendi kusurlarımıza bakalım, Osmanlı sultanlarının hata ettikleri az görülmüştür, çünkü onlar doğru yolda yaşamış, doğru yolda yürümüşlerdir. Kötü niyetle attıkları bir adım görülmemiştir…
İftira atmaktan veya haksız eleştirilerden ve yalan yanlış bilgilerden Allah’a sığınırım…
Allah-ü Teala bütün Osmanlı Sultanlarından razı olsun…
Allah-ü Teala cennette o mübarek sultanlarla buluşmayı nasib etsin…
Allah’a emanet olun…
Serhat Arvas – 03.08.2016
..
Yabancı Seyyahların gözünden OSMANLI -1-
- Askerlerin sessizliği, heykel gibi duruşları hayran olunmayacak gibi değil.
(1573 Fresne-Canaye)
- Ordugahta mükemmel bir temizlik vardı. Bizim askerlerimiz ders almalılar.
(1615 Pietro Della Vale)
- Sefer alayı davulların sesine göre düzen içerisinde gidiyordu. Flütler ve obualar ve zafer şarkıları ile. Paşa ve subaylar ilerliyorlardı.
(1658 m DE Hayes)
- Silahları çok parlak olup insanın gözlerini kamaştırıyordu. Yeniçerilerin bakışlarındaki keskinlik, duruşlarındaki azamet onların savaştaki başarısını önceden haber veriyordu.
(1669 Guillatiere)
.Yabancı seyyahların gözünden OSMANLI -2-
-Osmanlı halkında,çocuklar arasında küfürleşme ve yumruklaşma görülmez. Bunlar İslam terbiyesiyle ıslah edildikleri için kendi aralarında sakin sakin oynayıp eğlenirler.
(Fransız Gezgin Dr. A.Brayer)
-Osmanlı bugün;Dünyanın geri kalan bütün devletlerinin toplam gücü üzerinde kudrete sahiptir.
(Rene Herpin,Apologie,Cenevre 1629)
-Osmanlı başarısının iki sebebi;devlet teşkilatında mükemmellik ve askeri teknikteki üstünlük idi.
(Henri Pirenne, Historie del'Europe)
Yabancı seyyahların gözünden OSMANLI -3-
-Yazın İstanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum.Fakat şunu da itiraf etmeliyim ki, bu dindarane hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler.
(Comte de Marsigli)
-Osmanlı şefkati hayvanlara bile şamildir.Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar. Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür.Birçokları da sırf azat etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Osmanlı'ya bir gün yaptığı işin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: 'Allah'ın rızasını tahsile yarar."
(Bunlar Müslüman ve Türk düşmanı Avukat Guer'in sözleridir)
-Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır.
(Elisee Recus- 1880'ler)
Yabancı seyyahların gözünden OSMANLI -4-
-''Yemeklerden önce ve yemekten sonra ellerini yıkamak Osmanlılar arasında o kadar umumi bir âdet hükmünü almıştır ki, insanların el yıkamalarına vesile olmak üzere Allah’ın gıdaları yaratmış olduğundan adeta bir darb-ı mesel şeklinde bahsederIer." (Ricaut-Histofre de I'etat present de l'Empire ottoman (6701 Paris.)
-“Mutfakları çok temizdir, mutfak takımları da güzellik ve parlaklık itibariyle eşsizdir; gerek sofra takımları, gerek yemekleri azami nispette tertemizdir."
''Osmanlı toplumunda sofradan kalkılır kalkılmaz mutlaka ellerle ağızlar yıkanır. Önünüze sıcak suyla sabun getirilir, büyüklerin konaklarında ya güI suyu veyahut güzel kokulu başka bir su da ikram edilir. Bunlarla da mendilinizin bir ucunu ıslatırsınız." (J.B Tavernier-Nouvelle relation de I'interiur du serrail du Grand-Seigneur-1678. Amsterdam)
-"Osmanlılar çok yaşarlar ve az hasta olurlar .Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiç birini bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Osmanlıların bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık hamama gitmeleri ve yiyip içmedeki itidalleridir. Çünkü az yemek yerler, Hıristiyanlar gibi karma karışık şeyler yemezler, umumiyet itibariyle içki âlemleri yapmazlar ve daima idman yaparlar."
(M. de Thevenot-Relation d'un voyage fait an Levant-1665, Paris. Sayfa 148)
Resim: The Grand Bazaar in Istanbul, 'John Varley II', 19th Century (Kapalıçarşı, İstanbul, 19. Yüzyıl)
Yabancı seyyahların gözünden OSMANLI -5-
-"Osmanlılar, Avrupa'da ekseriyetle tesadüf edildiği gibi insanların yemek yedikleri veyahut yıkanıp temizlendikten sonra tekrar yiyecekleri kaplarda köpeklerin de yemek yemesine müsaade etmezler. Frenklerin bu hali sık sık tecviz etmelerinden dolayı onlardan (Köpekler!) diye bahsederler. Çünkü Avrupa'da çok defa sofraya köpeklerin de kullanmış oldukları kaplarla yemek getirilir."
“Ev iaşesine gelince, senede bir ölçek pirinçle bir kaç çömlek erimiş yağ ve bir kaç türlü kuru yemiş kalabalıkça bir ailenin belli başlı erzakıdır. Bütün Şarklıların gürbüz ve kuvvetli insanlar olmasının bence yegane sebebi işte bu kanaatkârlıklarıdır ."
''Osmanlılar umumiyet itibariyle boylu boslu, güzel yapılı adamlardır. Hıristiyan Avrupa'nın tek bir şehrinde bile bütün Osmanlı devletinden daha çok sakat ve biçimsiz adama tesadüf edilir. Fazla olarak Osmanlılar güçlü-kuvvetli oldukları için pek çok yaşarlar. Herhalde bunun en tabii sebebi gayet sıhhi ve iyi gıdalar kullanmalarında ve mideyi bozmak suretiyle ciğerlere, kalbe ve dimağa ekseriya zarar veren lezzetli yemeklere önem vermemelerinde aranmalıdır. İşte bundan dolayı Osmanlılar nadiren hasta olurlar. Bizlerin daima tutulduğumuz taş, kum, damla vesaire gibi hastalıklar onlarda hemen hiç görülmez. Bu sıhhi vaziyetlerini bir taraftan yiyip içmedeki kanaatkârlıklarına, bir taraftan da israfa kaçmamak şartıyla hamamda yıkanıp temizlenme âdetlerine borçludurlar. Kadınları da aynı vaziyettedir. Boylarıyla yürüyüşlerinin ihtişamı erkeklerinkinden aşağı değildir. Uzun fistanlarının da bu ihtişamda büyük bir tesiri vardır." (Comielle Le Bruyn -Voyages de Cornielle Le Bruyn par Ia Moscovie, en Perse et aux indes orientales., 1332, La Haye.)
.
OSMANLI'YI ANLAMAK
Kuruluş sürecinden yıkılışına kadar, asırlardır, düşmanı korkudan titreten, şu an dünyanın herhangi bir ülkesinde, hangi üniversiteye giderseniz gidin, hakkında çeşitli araştırmalar yapılan, hatta kürsüler kurulan, bütçeler ayrılan, birçok makale ve kitap yazılan çok büyük bir devlet: Devlet-i Aliyye… Sadece toprakları fethederek değil, bıraktıkları sanat eserleri ile de gönülleri feth eden sultanlar… Peki, biz Osmanlı’yı ne kadar anlayabiliyoruz. Tarihçiler Osmanlı’yı ne kadar doğru anlatabiliyorlar?
Osmanlı’yı anlamanın ilk adımı devletin hangi kurallarla ayakta kaldığını öğrenmek ve hangi sistemle yönettiğini bilmektir. Daha sonra dinini, kültürünü derinlemesine incelemek, öğrenmek gerekir. Tarihçi İslam’ı anlamadıysa cihad etmeyi nasıl anlatabilir? Örneğin Osmanlı tarihine baktığımızda seferlerin hep Batı üzerine yapıldığını görürüz. Bunun sebebi Batı topraklarının çok değerli olması mı? Bazı tarihçiler çok daha basitleştirip “Osmanlı’nın topraklarına toprak katma politikası” olduğunu söylüyor. Ne kadar basit ve ucuz bir düşünce. Hadis-i Şerif’lerin izinde önce İstanbul daha sonra Roma’nın fethi tüm sultanların planları arasındaydı. Aslında devletin attığı her adım İslam yolundaydı. Seferler, Allah yolunda cihad etmek için. Sanat eserlerine baktığımızda ise her biri aynı zamanda yarar sağlayan; camiiler Müslümanların ibadet etmesi için, çeşmeler su ihtiyacı için, köprüler rahat geçiş için, hanlar karın doyurmak ve konaklamak için, hastaneler, kütüphaneler, daha neler neler…
İslam’ı anlamadan Osmanlı’yı anlatmaya kalkınca ortaya çok vahim bir tablo çıkıyor. Ders kitaplarından, piyasada çok satan kitaplara; dizi filmlerden, sinemaya kadar her gün ayrı bir karalama, her gün ayrı bir iftira ile karşılaşıyoruz. Dizi filmlerle yaşayan bir toplum olduk ve kitap okumadan, araştırmadan hüküm verebiliyoruz. Harem’i soruyorsun, neredeyse eğlence mekânı diyecek. Harem nedir ve Harem’de kimler yaşar bilmiyorlar ama yorum yapabiliyorlar. Sadece saraya ait bir bölüm değil ki bu. Müslümanların evleri iki kısıma ayrılır: Haremlik, selamlık. Harem nedir? Müslümanların evlerinde kadınlara ayrılan kısımdır. Osmanlı sarayında ise, padişahın annesinin nezaretinde, sarayın hanımlarının, çocuk ve hizmetçilerinin kaldığı bölümdür. Yabancıların girmesine izin verilmez. Avrupa’dan gelen elçiler ve seyyahlar sarayın her kısmını görerek ayrıntıları ile yazdılar ama Harem’e alınmadıkları için orayı da hayal ettikleri şekilde anlattılar. İçeride; kendi saraylarındaki gibi balolar, eğlenceler yapılıyor sandılar. Şimdi bir düşünelim, en iyi eğitimleri alan, aklı başında, hayatını kitap okuyarak ve ibadet ederek tüketen bir insan zamanını boş işlerle geçirebilir mi? Üstelik bu insanlar beş vakit namaz vaktini kaçırmaz ve çoğunlukla cemaat olarak kılarlardı. Harem böyle bir yer idi. Dolaştığınızda duvarlara bir bakın, eğlence mekânı olmadığını anlarsınız. Duvarlarda ayetler yazılı, gösterişten uzak ve sadelik hâkim. O kadar büyük bir mekânda hayatın ne kadar boş ve geçici olduğunu hissediyorsunuz gezerken.
Osmanlı’yı anlatmadan önce anlamak gerek. Maalesef bir tarihçinin kitaplara gömülerek gece gündüz okuması, unvan üstüne unvan alması, profesör olması Osmanlı’yı anlamasına yetmiyor. Tarihçilerin okudukları her kaynak doğru mu? Örneğin tarihçi Dukas, “Fatih Sultan Mehmed Han, esirleri kazığa oturttu” diyor. Yalan. Açıp bakalım arşivlerimizi, hangi kaynakta bir sultan, insanlık dışı bir muamele ile herhangi birini katletmiş. Demek ki tarafsız bir eser yazamamış Dukas. Bu kroniklere ne kadar güvenilir? Tabii ki eserin tamamını değerlendirip, diğer bütün kaynaklarla karşılaştırılarak doğruya varılmalı. Doğru olan budur. Ama kendi arşivlerine sırtını dönen, onlar tarafsız kalamadı, doğruyu yazamadılar diyerek Avrupa’nın arşivlerine sığınan tarihçilerimiz de var.
İnsanları Osmanlı’dan, kendi geçmişinden, benliğinden uzaklaştırmak için çeşitli planlar yapıldı. Osmanlı’ya düşman olduğunu açık açık itiraf eden adamlar Osmanlı Tarihi kitapları yazdılar. Cennet mekân sultanların her birine çeşitli lakaplar takıp iftira ettiler. Karalama kampanyası ve tarihi gerçekleri çarpıtma bugün de dizi filmler ile devam etmekte. Hayatında tarih kitabı okumamış adam dizilerden tarih öğrendiğini sanıyor. Topkapı Sarayı’na giren çıkan tüm yiyecek ve içecekler not alınmış, belgelenmiş. Saraya giren içki yok. Atılan iftiralarda bahçelerde âlem yapıldığına kadar ileri gidilmiş. El-insaf!
Osmanlı’yı anlamayan adam veli’ye deli der, şerbet içene içkici der, cihad edene toprak sevdalısı der, hareme eğlence mekânı der. İslam’ı anlamadan Osmanlı’yı anlatmaya kalkan, ya yoldan çıkar, ya da gün gelir hatasını görüp tövbe eder…
Serhat Arvas - 30.12.2015 / Tarihvekimlik.com
.
XXXXXXXXXXXXXX
Abdülhamid Han’a neden düşmanlar?
Abdülhamid Han’a düşmanlığın altında yatan sebebler.
Serhat Arvas – 12.01.2016

Birçok kişi karşı çıksa da, Osmanlı düşmanlığının altında yatan ilk sebeb hiç şüphesiz İslam düşmanlığıdır. İman sahibi bir insan Osmanlı’nın hizmetlerini görmezden gelemez. Hem bu topraklarda yaşayıp, hem de Osmanlı’nın bu millet için yaptıklarını görmezden gelmek en büyük nankörlüktür. Osmanlı’yı sadece Harem’den ibaretmiş gibi düşünmek ise en cahil Avrupalıdan daha cahil olmak gibidir. Hürrem Sultan’a demediği bırakmayan bir cahil hastalanınca neden onun yaptırdığı Haseki hastanesine koşar? Osmanlı’ya hakaret eden biri neden susayınca Osmanlı çeşmesinden su içer? Neden Cuma namazını kılmak için Osmanlı eseri camiilere koşar? Bunların hepsi olabilir, suçlamıyoruz. Sadece soruyoruz. Fakat sormamız gereken asıl soru şudur: Neden dört bir yanımızdaki Osmanlı eserlerine bakıp bir kere bile olsa onları hayırla yâd etmezler? Bu son sorunun cevabı kafamızdaki birçok sorunun da kilit noktasıdır aslında… Düşünmeliyiz.
Abdülhamid Han’ın da saymakla bitmeyecek kadar hayır eseri hala gözlerimizin önünde. Ama bugüne değin ona takılan “Kızıl Sultan” lakabı kadar konuşulmadı ne yazık ki… Dile kolay! Tam 33 yıl… Masonların, İngiliz ajanlarının, her türlü fitne ve fesadın, vatan hainlerinin arasında devleti ayakta tutmaya çalışan Cennet mekân Sultan Abdülhamid Han. Altı asırlık bir devletin belki de en zor yıllarında, inandığı hiçbir değerden ödün vermemiş, devleti ayakta tutmak için gece gündüz çabalamış mübarek insan. Peki, Sultan Abdülhamid Han’a düşmanlığın altında yatan sebep neydi?
İngilizler başta olmak üzere tüm dış güçler (İslam düşmanları) ; hakiki şeriat ile yönetilen bir devlet, devletin başında bir Halife, geçmiş ile gelecek nesil arasında bir köprü olan alfabe ve geçmişiyle gurur duyan bir nesil istemiyorlardı. Osmanlı’yı savaşarak yenemeyeceklerini anladıklarında çeşitli planlar yapmaya başladılar. Örneğin İngilizler… Çok ufak yaşlarda, ajan olarak yetiştirmek için aldıkları çocuklara; Kur’an-ı Kerim, Arapça, Osmanlıca, Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelam, Hitabet dersleri ve aynı zamanda giyim kuşam, yemek adabı gibi kültür dersleri de verdiler. Bu çocuklara, büyüdüklerinde (Osmanlı’nın verecekleri tepkileri ölçmek için) çeşitli sorular soruldu. Şeriata uygun cevap verildiği için İngilizlerde planlarını ona göre yaptılar. Artık dışarıdan yıkamadıkları Osmanlı Devleti’ni içeriden yıkmak için icraat vaktiydi. Fakat planlarını altüst eden bir dehayı hesaba katmadılar: Abdülhamid Han…
Abdülhamid Han’ın zekâsı ve taktikleri düşmanlarını bunaltmıştı. Onu yıkmak için çok çeşitli yollara başvurdular. İç ve dış güçler birleşmişti. Bombalı suikast bu birleşmenin göstergelerinden biriydi.
21 Temmuz 1905… Yıldız Camii, Cuma selamlığı. Namaz çıkışı Abdülhamid Han 400 metre ilerideki arabasına doğru yürüyecekti. Suikastçıların arabaya yerleştirdikleri saatli bomba 1 dakika 42 saniyeye ayarlanmıştı. Bu iş için özel olarak Belçika’dan gelen Edward Jorris daha önceki haftalarda da Cuma selamlığına gelmiş, halkın arasına karışıp izlemiş ve Abdülhamid Han’ın namaz çıkışı, camii kapısından arabasına kadar olan mesafenin zamanını belirlemişti. Fakat o gün hiç beklenmedik bir durum gerçekleşti, Şeyhülislâm Cemalettin Efendi Abdülhamid Han’dan bazı konularda bilgi istemişti. İşte bu sohbet esnasında zaman ayarlı bomba patladı. Abdülhamid Han ölümden döndü fakat olayda tam 26 kişi öldü 58 kişi de yaralandı. Ayrıca 17 arabayla 20 at parçalanmıştı. Bu suikastı hazırlayan çete çoğunlukla Ermenilerden oluşmaktaydı. Jorris dışında Rusya’dan gelen Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Hacı Nişan Minasyan, Mıgırdıç Serkis Garibyan, Karabet Ohanesyan, Vahram Sabun Kendiryan, Silviyoriçi, Sari Torkom, Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleriydiler.
27 Nisan 1909… Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesi. Tahttan indirmeye gelenler kimlerdi peki? O isimlere de bir bakalım. Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi, Yahudi Emanuel Karasso ve Arif Hikmet Paşa. Sultana: “Millet seni istemiyor” dediler. “Hangi millet?” diye sordu Abdülhamid Han.
İngilizler, Yahudiler, Ermeni suikastçılar, ittihatçılar ve daha niceleri… Karşılarında ise Abdülhamid Han… İnsan kendi inancına veya ideolojisine göre bir taraf seçip kendini haklı çıkarabilir tabii ki. Peki ya bizim tarafımız? Abdülhamid Han, ne için mücadele verdi ise, hangi yolda çalıştı, çabaladı ise biz Müslümanların da aynı yolda olması gerekmez mi? Hiç şüphesiz bu yol İslam ki, tüm İslam düşmanları Abdülhamid Han’a karşı cephe aldılar. Sırf bu perspektiften bakıldığında bile yolumuzun ne kadar temiz ve doğru olduğunu tereddütsüz bir şekilde görmekteyiz.
Makalemi Cennet mekân Abdülhamid Han’ın kendi sözleri ile bitiriyorum…
“Otuz üç sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hakimim Allah ve beni muhakeme edecek de Resulullah’tır.” Abdülhamid Han (Ayşe Osmanoğlu – “Babam Sultan Abdülhamid” kitabından)
.
Gerçek Osmanlı
Osmanlı padışahları dindar insanlardı, dini muhafaza ettiler, dinin direği idiler. Sultan Abdulhamid hal’ olununcaya kadar muhafaza ettiler.Şeriat Allah ın emridir. Hakim Allah celle celalühu dur. Hükmü de Kur’an dır. Şeriat dünyadan kalktı, hiçbir yerde kalmadı.Cenab-ı Hak Kur’an ı yalnız okumak için değil amel için gönderdi. Amelide padişah yapacaktır. Çünki vekildir, halifedir. Bir müctehiddeki evsaf-ı ilmiyyeyi haiz olacak.
Manzûru Nazârı Pirânı Kiram Seyyid Abdülhakim Arvasi Kuddise Sirruh

.
GERÇEK HAREM
HAREM:
Yabancının girmesine izin verilmeyen ver. Müslümanların evlerinde kadınlara ayrılan kısım. Osmanlı sarayında, padişahın annesinin nezaretinde, sarayın hanım, çocuk ve hizmetçilerinin kaldığı bölüm.
İslamiyet’in tesettür emriyle sistemleşen harem, Müslümanların evlerinin en ferah ve en güzel bölümlerini işgal etmiş, erkekler içinde selamlık kısmı inşa edilmişti. Bütün Müslüman devlet başkanlarının evlerinde bulunan harem, Resulullah efendimiz ve Hulefa-i Raşidin devirlerinden sonra Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ile diğer İslam devletleri ve nihayet Osmanlı saraylarında daha teferruatlı ve teşkilatlı hale geldi. Osmanlılarda padişah haremine “Harem-i Hümayun” adı verilmişti. Osmanlı devletinin gelişmesine paralel olarak, padişahların oturduğu saraylarda büyümüştü. Bursa’da ki mütevazı Osmanlı sarayına karşılık, Edirne’de daha teşkilatlı saraylar yapılmıştı. Fatih’in İstanbul fethinden sonra ise bugünkü Beyazıt’ta üniversitenin bulunduğu sahada bir saray yaptırıldı. Daha sonra bu sarayın yerine Sarayburnu’nda bugünkü Topkapı Sarayı imar edildi. Fetihten sonra harem, Üçüncü Murat’a kadar eski sarayda, Dolmabahçe yapılıncaya kadar da Topkapı Sarayında idi.
Saraylarda padişahın yakınlarının bulunduğu ve günlük hayatlarının geçirdiği kısım olan harem, gayet itinalı bir şekilde inşa, tezyin ve tefriş edilirdi. İki bölümden meydana gelen haremin birinci kısmına bazı görevliler, şehzadelere ders veren hocalar girip çıkabiliyordu. İkinci kısmı sadece kadınlara mahsustu. Buraya padişaha haram olan kadınların giremediği gibi, yabancı hiçbir erkekte giremezdi. O yüzden Osmanlı haremini kimse girip görememiş, sonradan, yazıp söylenenler ise hayal mahsuru uydurmalardan ibaret kalmıştır.
Topkapı Sarayında Harem-i Hümayun’un giriş kapısı, etrafı dolaplarla çevrili olan dolaplı kubbeye açılır, buradan fıskiyeli avlu veya fıskiyeli şadırvan denen dikdörtgen avluya çıkılırdı. Avlunun sağında kule kapısı, solunda ise perde kapısı vardı. Perde kapısından sonra dar bir sokağa benzeyen geçit başlar. İki kısımdan meydana gelen haremin birinci bölümü ve harem ağalarına mahsus hamam ile kızlarağası köşkü burada idi. Daha ileride harem ağalarına mahsus daireler, şehzadeler mektebi, baş muhasip ağa ve baş hazinedar ağa daireleri yer alırdı. Haremağaları dairesi birçok oda ve koğuştan meydana gelirdi.
Şehzadeler mektebinde padişahın çocukları, yeğenleri ve amcaoğulları eğitim görürlerdi. Burada ders görenler küçük yaştakiler olup, yetişkinlere hocaları dairelerine giderek özel ders verirlerdi.
Şehzadeler mektebi geçildikten sonra ileride sağda bulunan kuşhane kapısından girilince, harem ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi. Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip çıkarlardı. Buranın sağ tarafında uzun bir koridor olup, buraya altın yol denilirdi. Burası Hırka-i Saadet dairesine kadar uzanırdı. Ortadaki kapı Valide Sultan taşlığına açılırdı. Solda cariyeler dairesine ait olan üçüncü bir kapı daha vardı. Bu alana harem ağalarının nöbet yeri denilirdi. Burada harem ağaları sırayla nöbet tutarlardı. Harem-i Hümayun ağalarının en büyüğü “kızlar ağası” da denilen “darüssaade ağası” idi. (Bkz. Darüssaade Ağası). Haremin dış ile ilgisini bunlar sağlardı. Bu bölümden sonra haremin ikinci bölümü başlardı. Harem-i Hümayunun bu iç kesiminde sırasıyla, çeşmeli sofa denilen yer, hünkâr sofası, hünkâr hamamı, valide sultan dairesi, asmabahçe ve daha birkaç tane padişah odası yer alırdı. Harem-i Hümayun’da ayrıca birkaç tane de mescit vardı.
Harem-i Hümayunda padişah, padişah zevceleri, çocukları, hanedan üyelerinden bazı akrabaları yanında yüzlerce görevli yaşamaktaydı.
Osmanlı hareminin en yüksek makamı valide sultanlıktı. Dolayısıyla haremin fahri başı padişahın annesiydi. Haremde hünkâr sofasından sonra en geniş daire de valide sultanınkiydi. Valide Sultan’ın geniş bir cariye(hizmetçi) kadrosu vardı. Haremi, hazinedar usta vasıtasıyla idare ederdi. Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve cariyeler kendisinden çekinirler ve sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı.
Haremde valide sultandan sonra söz sahibi kadın efendiydi. Osmanlı padişahlarının hanımlarına kadın, kadın efendi denilirdi. Padişahın ilk hanımına baş kadın denilirdi. Başkadın diğerlerine göre üstündü. Dairesinde hizmet eden cariyeler ve kalfaları diğerlerinden fazla olurdu. Padişahın hanımlarına 16. yüzyıldan itibaren haseki de denilmeye başlanmıştır.
Başlangıcından itibaren padişahların evlilikleri hususiyet arz eder. İlk Osmanlı padişahları, 16. asır başlarına kadar, etrafındaki Anadolu beylerinin, Bizans İmparatorunun, Sırp ve Bulgar Krallarının kızları ile evlendiler. Bunlarla evlenmeleri hissi olmayıp, akrabalık yoluyla kuvvetlenmek veya miras yoluyla toprak elde etmek gibi siyasi maksatlıydı. Nitekim Germiyanoğullarından Yıldırım Bayezid Han’a gelin gelen Devlet Hatun’la bu beylik topraklarından bir kısmı da çeyiz olarak verilmişti. Yıldırım’ın ve İkinci Murad’ın Sırp prensesi olan zevceleri meşhurdur. Bunların Sırbistan’daki Osmanlı Siyasetinin desteklenmesi hususunda büyük rolleri olmuştur. Hatta Fatih Sultan Mehmet Han, validem diye hitap ettiği Sırplı üvey annesinden Balkanlardaki siyasi meselelerde çok faydalanmıştır.
Bununla beraber 16. yüzyıl ortalarına kadar padişahların bu hanımları yanında cariyelerden de zevceleri vardı. Ancak Kanuni’den itibaren etrafta padişahların evleneceği hükümdar ve krallık aileleri kalmadığı veya lüzum görülmediğinden, bazı istisnaları dışında artık daimi olarak cariyelerle evlenme usulü devam etti. İslam hukukuna göre hür kadınlarla olan evlilikteki tahdid, cariyelerle evlilikte konulmamıştır. Buna rağmen padişahların cariyelerle evliliği de hep belirli sayıdadır. Söylendiği gibi padişahın yüzlerce cariye ile evlilik yaptığı doğru değildir. Hatta 16. yüzyıl sonlarına kadar ömürleri seferlerde geçen padişahların, normal hayatlarını yaşayabildikleri pek söylenemez.
Bunlardan başka padişahlar, tanınmış ve asil bir ailenin kızıyla evlenme imkânları olduğu halde, bazı mahzurlarından dolayı bu evliliği tercih etmemişlerdir. Padişahın annesi veya zevcesi tarafından İstanbul’da veya taşrada akrabasının bulunması mahzurluydu. Zamanla ana tarafından akrabalar saraya dolacak, şahsi veya siyasi birtakım isteklerde bulunacaklar, arzuları yerine getirilmeyenler, padişah ile akrabalığına güvenerek birtakım entrikalara teşebbüs edecekler, neticede o devir Avrupa devletlerinde olduğu gibi, kanlı hadiseler yüzünden devlet güvenliği sarsılabilecekti.
Padişahların haremdeki diğer aile fertleri şunlardır:
Sultanlar:
Osmanlıların ilk devirlerinde padişah kızlarına Selçuklularda olduğu gibi “hatun” deniliyordu. Fatih devrinden sonra sultan denildi. Osmanlı padişahları kızlarına daha çok; Ayşe, Hatice, Fatma, Esma, Emine gibi isimler veriyorlardı. Erkek evlada sultan tabiri isimden önce söylendiği halde, kızlarda isimden sonra söyleniyordu. Ayşe Sultan, Fatma sultan gibi. Sultan tabiri yalnız olarak söylendiğinde de kız evlat anlaşılmaktaydı.
Sultanlar doğar doğmaz kendilerine bir daire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve cariyeler verilirdi. Çocuğun eğitimi ile kendi anneleri, dadı ve kalfaları uğraşırdı. Sultanlar okuma çağına gelince, derse merasimle başlarlardı. Ekseriyetle merasimlere padişahlar da katılır ve “Besmele”yi bizzat kendisi çektirirdi. Bundan sonra hususi hocalar tarafından okutulurlardı. Sultanların Kur’an-ı Kerimi doğru okumaları hususunda titizlikle durulurdu. Sultanlara Kur’an-ı Kerimden sonra lüzumlu din ve dünya bilgileri de öğretilirdi. (Bkz. Sultan)
Şehzadeler:
Osmanlı hanedanının erkek çocuklarına şehzade denilirdi. 5–6 yaşına geldiklerinde kendilerine hoca tayin edilerek törenle derse başlarlardı. İlk dersi şeyhülislam verirdi. Sonra hususi hocalar okuturdu. ( Bkz. Şehzade)
Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi Cilt 8 / Sayfa 302–303–304
.
Napolyon, Fatih Sultan Mehmed Han için ne dedi?
Adı dünya tarihindeki büyük kumandanlar arasında anılan Napolyon Bonapart’a, Saint Helena adasında hapis bulunduğu sırada “Kimler büyük adamdır?” diye sormaları üzerine Bonapart Fatih Sultan Mehmed’den bahsederek:
“Büyüklükte ben onun çırağı bile olamam. ‘Niçin?’ derseniz, bana pek acı gelen bir gerçeği açıklamam icap eder ki o da şudur; Ben kılıçla fethettiğim yerleri, hayatta iken geri vermiş bir bedbahtım. O ise, fethettiği yerleri nesilden nesile intikal ettirmenin sırrına ermiş bir bahtiyardır” diyerek bir hakikati ortaya koymuştur.
Kaynak: Hilmi Yücebaş, Fatih Sultan Mehmed, Memleket Yay., İst.1981, s.31
.
Yavuz Sultan Selim Han’dan Şah İsmail’e
Yavuz Sultan Selim Han, Anadolu’da yıllarca yaptığı Şiilik propagandası ile Osmanlı ülkesini parçalama gayesini güden Şah İsmail’e karşı harekete geçerken, kendisine de şu mektubu gönderdi:
“Bilesin ve anlayasın ki, ilahi hükümlerden yüz çevirenlerin, Allahü teâlânın dinini yıkmaya çalışanların bu hareketlerine bütün Müslümanların, adaletperver hükümdarların kudretleri nisbetinde mani olmaları farzdır. Sen ki Müslümanların memleketlerine saldır dın, şefkat ve utanmayı bir tarafa bırakarak zulüm kapılarını açtın. Günahsız Müslümanları incittin. Fitne ve fesadı gaye edindin. Nefsinin kötü arzularına ve fıtratındaki bozukluk lara uyarak Din-i İslam’ın emirlerini değiştirmeye kalktın.
Haramlara helal diyerek nice Müslümanları ifsad ettin. Mescitleri, türbeleri ve mezarları yıktın. Alimleri ve Peygamberimiz “Sallallahü aleyhi ve sellem” Efendimizin neslinden gelen mübarek seyyidleri öldürdün. Kur’ân-ı Kerimi hela çukurlarına attın. Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’e söverek hakaret ettin. Bu saydıklarım senin kötü hallerinden sadece birkaçıdır.
Dillerde dolaşan bunlar ve bunlara benzer diğer hareketlerinden dolayı âlimlerim kesin delillere dayanarak, senin kafirliğine fetva verdiler. Bu durum karşısında Allahü Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek ve zulüm görenlere yardım etmek için, merasimlerde giydiğim padişahlık elbiselerimi çıkardım. Zırhımı giyip kılıcımı kuşandım. Atıma binerek Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim. Maksadım, Allahü Teâlânın inayetiyle senin Şahlığını yok etmek ve bu suretle âcizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır.
Ancak kılıçtan önce sana, Sünnet-i Seniyye icabı Sünnî itikadını teklif ederim. Eğer yaptıklarından pişman olup, cân-ü gönülden istiğfar eder ve aldığın kaleleri geri verirsen, tarafımızdan, dostluktan başka bir şey görmezsin. Fakat kötü hallerine devam ettiğin takdirde, zulümlerinle simsiyah yaptığın yerleri nura kavuşturmak ve elinden almak üzere Allahü Teâlâ’nın izniyle yakında geleceğim. Takdir ne ise öyle olacaktır.”
“YAVUZ SULTAN SELİM HAN”
.
Fatih Sultan Mehmed Han’a büyük iftira! (‘Kardeş katli kanunu’ sahte çıktı)
Tarihçi Cezmi Yurtsever, Osmanlı’nın devlet anayasası sayılan Kanunname-i Ali Osman belgesi üzerinde araştırmalar yaptığını belirterek, “Tarih kitaplarında Fatih’in kardeş katli maddesinin yer almasına kaynak gösterilen kanun defteri 1614 yılında devlet katipler başı Bosnalı Hüseyin Bedayi Efendi tarafından Osmanlı Devlet Arşivi’nde bulunan asıl örnekten kopyalanmış.” dedi.
Yurtsever, “Adı geçen Kanunname-i Ali Osman defterinin kopyalanan örneğinin o dönem Osmanlı’nın sürekli savaştığı Avusturya istihbaratı tarafından kaçırılarak Viyana’ya götürüldüğü bilgilerine ulaştım. Fatih Sultan Mehmet’in yazdırdığı iddia edilen Kanunname-i Ali Osman üç bölümden meydana gelmiyor ve tamamı 13 sayfalık bir defter. Kanun defterinin inandırıcı olması için baş kısmına da “Bu kanunname atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur. Soyumdan gelenler nesilden nesile uygulayalar” sözleri yazılmış. Osmanlı Devlet Kanunu’nun ikinci bölümünde padişahların kardeşini öldürmesi kararı “ evladımdan her kimseye saltanat müyesser ola (devletin başına geçerse) karındaşların (kardeşlerini) nizamı alem için (devletin yaşaması için) katletmek (öldürmek) münasipdir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir (uygun görmüştür), Onunla amil olalar (uygulayalar)” olarak yazılmış.” ifadesini kullandı.
KANUN FATİH’TEN SONRA HAZIRLANDI
Fatih Sultan Mehmet’in kardeş katlini emr eden sözlerinin yazılı olduğu Osmanlı Devlet Kanunname belgesini yazanların defterin asıl örneğinin Osmanlı Arşivi’nde bulunduğunu söylediklerine dikkat çeken Yurtsever, ”Hüseyin Bedayi Efendi’de devlet arşivinden kopyaladığını söylüyor. Kopyalanmış örneğinin Avusturya’da bulunduğu defterin baş kısmında Osmanlı devlet yönetiminde söz sahibi olan Divanı Hümayun’da görev alanlar sıralamasında Başvezir’den sonra Şeyhulislam gösterilmiş. Bu bilgiler yanlış. Osmanlı Bakanlar Kurulu’nda Şeyhulislamlar görev almazdı. Hükümetin aldığı kararların dine uygunluğu hakkında görüş bildirirdi.” diye konuştu.
Yurtsever şu açıklamalarda bulundu: “Fatih’e ait gösterilen Osmanlı Devlet Anayasası defterinin asıl örneği Osmanlı Arşivindeki 200 milyon belge içerisinde yer almıyor. Ayrıca Fatih’in ölümünden 143 yıl sonra kopyası yayınlanan defterde yazılı olan “kardeş katli” ile ilgili maddeyi dayanak gösteren hiçbir padişah karar belgesi de yok. Özellikle Osmanlı Arşivi’nde bulunan Mühimme Defterleri’ndeki binlerce ferman kayıtlarında da yer almıyor. Gerçekte Fatih’in yazdırmadığı bir Osmanlı Devlet Kanunu defteri kendisinden sonra düzmece olarak hazırlandı. Ve sahte kanun defteri Avusturya İstihbarat Arşivi’nde Osmanlıyı ve Fatih’i suçlamak için propoganda aracı olarak kullanıldı. Fatih adına yazılan sahte Kanunname-i Ali Osman Defterinin çevirisini, bilimsel eleştiri dosyasını http://cezmyurtsever-osmanldevleti.blogspot.com/ internet sitesinden yayınlayarak dünyayı bilgilendiriyorum. Bu bilgiler ışığında Osmanlı ve dünya tarihi yeniden yazılmalıdır. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’e 500 yıldan beri atılan bir iftira söz konusudur.“
Osmanlı’nın Hicaz’da “Deniz Suyunu Arıtma Tesisleri”
Osmanlı’nın Hicaz’da Deniz Suyunu Arıtma Tesisleri
Hicaz, Osmanlı Devleti idaresine girdikten sonra vilâyet haline getirilmiştir. Bu vilayet Mekke, Medine ve Cidde sancaklarından oluşmaktaydı. Hicaz’daki bu teşkilat, küçük değişikliklerle Osmanlı Devleti’nin buradaki idaresinin sona ermesine kadar devam etti (1919).
Osmanlı Devleti ve mahallî idareler, Hicaz’da mülkî ve askerî teşkilâtlanmanın icabı olarak bütün tarihi boyunca ve bilhassa son yüzyılda çok büyük çalışmalar yaptı. Hem devlet idaresi için hem de halk ve hacılar için sayılamayacak kadar çok bina ve müessese yapıldı. Çok geniş bir hizmet sahasında olmak üzere posta ve telgraf idareleri kuruldu. Kızıldeniz limanlarının hepsinde gümrük idareleri oluşturuldu.
Osmanlı Devleti’nin son ve büyük hizmeti olan ve Medine’ye kadar ulaşan Hicaz Demiryolu’nun açılmasından (1908) sonra bölge İstanbul ile doğrudan bağlantılı bir merkez haline geldi. Cidde vali kaymakamlığı unvanı mutasarrıflığa dönüştürüldü. Hicaz’a ayrı bir ehemmiyet veren Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında zaptiye ve jandarma alayları kuruldu. Gerek yerli halkın gerekse hac zamanlarında gelenlerin su sıkıntısı çekmemesi için çeşitli tedbirler alındı. Bu sebeple su şebekesi ve kamu sağlığı ile şehir içi ulaşımının sağlanması için sürekli yatırım yapılıyordu. Yeniden düzenlenen suyolları ve çeşmeler faaliyete geçirildi. Zemzemle ilgili çalışmalar yapıldı. Mekke’nin en önemli su kaynağı olan Ayn-ı Zübeyde’ye 1524-1530 yılları arasında eklenen Ayn-ı Hanîn kanallarıyla Mekke ve Arafat bol suya kavuşturuldu. Mekke’nin su işleriyle ilgili son çalışma, Ayn-ı Zübeyde ve ona ilâve edilen Ayn-ı Za’ferân kanallarının tamiratı da dahil olmak üzere 5 Haziran 1883’te 82.168 altın harcanarak gerçekleştirildi.
Osmanlı devrinde yağmur suları ve sel yataklarının yolları değiştirilerek Kabe ve Mescid-i Harâm’a gelebilecek zararlar en aza indirildi.
Mekke, Osmanlı idaresine girdikten sonra miras alınan fizikî plana sadık kalınarak Harem-i Şerif merkezli olarak inşa edilen sosyal ve kültürel binalarla yeni bir çehre kazandı.
Osmanlı döneminde Mekke’yi korumak için surlara ilâve olarak Ecyâd (1781-1783), Fülfül (1800-1801) ve Hind (1806) kaleleri inşa edildi (Ecyad Kalesi, 2001’de yıktırılmıştır.). Mekke her bakımdan canlı, nüfus ve fizikî açıdan Osmanlı medeniyetinin unsurlarının bir merkezi haline getirilmeye çalışıldı. Şehirde padişahlar, hanedan mensupları ve diğer ileri gelenler tarafından idarî binalar, mescidler, medreseler, tekkeler, zaviyeler, ribâtlar, misafirhaneler, imaretler, karantinalar, hastahaneler, sıhhiye idareleri ve sebiller yaptırıldı.
Evliya Çelebi’ye göre 1083’te (1672) Mekke’de iki umumi hamam bulunuyordu. İlk devirlerden itibaren dârüşşifâların yanında hastahaneler de mevcuttu. Başta Peygamberimiz (s.a.v.)’in doğduğu ev olmak üzere İslâm’ın ilk döneminden kalan mekânların tamir ve bakımları yapılarak muhafaza edildi. 1860’ta yapımına başlanan Mecidiye Hükümet Konağı, Sultan İkinci Abdülhamid zamanında bitirildi. Daha sonra Safa Tepesi civarında polis noktası, kışla, gasilhane, revir, karakol, misafirhane ve postahane gibi binalarla Mekke’nin sivil ve resmî hizmet yapılaşması tamamlandı.
19. yüzyılın ikinci yarısında safha safha fakat istikrarlı bir şekilde uygulanan faaliyetler sonunda Hicaz’da merkezî hükümetin ağırlığı giderek arttı. Fakat İttihat ve Terakki’nin Osmanlı Devleti’ni sürüklediği yıkıcı hâdiseler ve bilhassa Birinci Dünya Savaşı sonrasında Hicaz bölgesinde yaklaşık dört asır devam eden Osmanlı hâkimiyeti 10 Ocak 1919’da fiilen sona ermiş oldu.
<p>Hicaz’ın Su İhtiyacı</p>Çok eski asırlardan beri dünyanın hangi tarafında bir medeniyet eseri meydana getirilmiş ise orada su temini için pek çok çalışmalar ve büyük masraflar yapıldığı görülmüştür.
Nitekim, insanın hayatî ihtiyaçlarının başında su birinci sırada yer alır. Su bulunmayan yerde insanın yaşayamayacağı çok açıktır. Suyun hayatî ehemmiyetini anlamak için ne ilim ve fenne ne de yüksek bir zekâya ihtiyaç vardır.
Mekke-i Mükerreme’de rastlanan bazı izler de çok eski zamanlarda Hicaz bölgesinde su ihtiyacının giderilmesi için pek çok çalışmalar yapıldığını gösteriyor.
İslam’ın zuhurundan sonra bu maksat için hayli mesai sarf edilmiştir. İslâm eserlerinden olan Ayn-ı Zübeyde suyunun Mekke-i Mükerreme için temin ettiği faydalar pek büyük ise de bilhassa Osmanlı’nın son asrına girildiğinde ve hususiyle hac mevsiminde bütün ihtiyaçları karşılayamıyordu. Esasen Hicaz bölgesinin her tarafında suya ihtiyaç vardı. Cidde şehrinde su ihtiyacı her yerden daha fazla idi.
Hicaz’ın Osmanlı idaresine geçmesinden itibaren buraların su ihtiyacı için çok çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar, mevcut su yollarının tamir ve bakımları, yeni su kuyularının açılması, su sarnıçlarının tesis edilmesi, yakın veya uzak yerlerden su getirtilmesi ve son olarak da deniz suyunun arıtılması şeklinde olmuştur.
<p>Deniz Suyunu Arıtma Tesisleri Kuruluyor</p>Hicaz’ın su ihtiyacı, bilhassa hac mevsiminde hacıların sayılarının artması ile günden güne daha da sıkıntılı bir hal almıştır. Son zamanlarda dünyanın dört bir tarafından gelen hacıların su ihtiyacı gün be gün artmakta idi. Bunun yanında mevcut su kaynakları ise yeterli gelmiyordu. Bir taraftan Ayn-ı Zübeyde suyunun borularının daha genişleriyle değiştirilmesi sağlanmış, diğer taraftan da yeni menba sularının şehirlere getirilmesi sağlanmıştı. Ayn-ı Hanîn ve Ayn-ı Za’ferân suları da şehirlere sevk ediliyordu. Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, Cidde ve Mekke’ye kadar götürülen Ayn-ı Hamîdî suyu da bu ihtiyacı büyük ölçüde karşılamıştı. Devlet su konusunda son olarak yeni bir icadı devreye soktu ki bu da su arıtma cihazlarıydı.
Dünyada deniz suyunun arıtılarak kullanılması 1850’li yıllardan itibaren başlamıştır. Osmanlı coğrafyasında bu şekilde su temini ihtiyacı en çok Hicaz bölgesi için gerekli idi. İlk çalışma 26 Receb 1311 (2 Şubat 1894) tarihinde yapılmış ve Cidde’de deniz suyunu arıtmak için bir istasyon kurulmuştur. Fakat bu istasyon ihtiyacı karşılayamaz hale gelmiş ve yeni tesisler için birçok yeni çalışma yapılmıştır. Osmanlı Devleti Hicaz Sıhhiye İdaresi tarafından yeniden getirtilen ve Cidde ve Yenbu’da kurulan su arıtma cihazlarının o zamanki kapasiteleri günde yüz ilâ yüz elli ton arasında idi. Deniz suyunun içinden elektrik akımı geçirilerek, suyun damıtılması ile tatlı su elde ediliyordu.
Özcan F.Koçoğlu
(Yedikıta Dergisi, 35.Sayı, Temmuz 2011)
Kaynaklar: BOA, İ.HUS 143-1324-Ca084; DH.MKT. 841-6; Y.A.HUS, 294/41; BEO, 571/42805; BEO, 577/43207; BEO, 577/43260; DH.MKT, 2157/6; DH.MKT, 2273/46; DH.MKT, 2308, 95; MV, 99/44; DH.MKT, 2351/106; İ..HUS, 120/1322/C-54; Hicaz’da Teşkilât ve Islahat-ı Sıhhiye ve 1329 Senesi Hacc-ı Şerîfi, Kasım İzzeddin, İstanbul 1328; Hicaz’da Teşkilât ve Islahat-ı Sıhhiye ve 1330 Senesi Hacc-ı Şerîfi, Senevî Rapor, Kasım İzzeddin, İstanbul 1330; Islahat-ı Sıhhiye-i Hicaziye Hakkında Beyannâme, İstanbul 1329; Kıt’a-i Hicaziyece İttihazı Lâzım Gelen Tedâbir-i Sıhhiye ve Tanzifiyeyi Müzakereye Memur Olan Komisyon Tarafından Tadilen Kaleme Alınıp fî 24 Teşrin-i Evvel Sene 1311 Tarihinde Mün’akid Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyede Kıraat Olunan Raporun Sûret-i Mütercemesidir, İstanbul 1311.

MÜHENDİSHÂNE-İ BERR-İ HÜMÂYÛN
MÜHENDİSHÂNE-İ BERR-İ HÜMÂYÛN
Topçu ve istihkâm subayı yetiştiren okul. Osmanlı Devleti yükselme devrinden sonra, bilhassa başta 1683 Viyana bozgunu olmak üzere, birbirini tâkib eden mağlûbiyetlerle karşılaştı. Bu durum, askerî sahada yeni bilgilerle mücehhez bir orduya sâhib olma zaruretini doğurdu. Bu sebeple orduda ilk defa modern bilgilerle tâlim ve terbiye, 1728’de sultan üçüncü Ahmed zamanında hunbaracı (topçu) sınıfında başladı. Sonra 1734’de sultan birinci Mahmûd, Üsküdar’da bir Mühendishâne (Mühendis mektebi) açtı. Mühendishâne 1759’da Kâğıthane’de Karaağaç’a nakledildi. 1784’de birinci Abdülhamîd zamanında Mühendishâne-i Bahr-i hümâyûn ve Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn olmak üzere ikiye ayrıldı. Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn, topçu ve istihkâm subayı, askerî mühendis yetiştirmeye devam etti. 1793’de Kasımpaşa’dan Eyyûb’deki Bahariye Sarayı’na, sonra Hasköy’e daha sonra Maçka’ya taşındı. 1796’da üçüncü Selim zamanında Mühendishâne’ye kırk talebe alındı. Cebir, trigonometri (ilm-i müsellesât), mekanik, atıcılık (fenn-i remy), hey’et (astronomi), harb târihi, hendese, coğrafya ve istihkâmcılık, okunan dersler arasındaydı.
Mühendishâne, yüksek matematik okutan tek mekteb olduğundan ve asker arasında yüksek matematik okuyanlara Erkân-ı Harb denildiğinden, Mühendishâne’nin ilk me’zunları, sultan İkinci Mahmûd zamanında kurulan Asâkir-i Mensûre-i Muhammediyye ordusunda, Erkân-ı Harblik (kurmaylık) vazifesine tâyin edildiler.
Mühendishânenin başında nâzır denilen bir yetkili bulunmakla beraber, esas sevk ve idareyi baş hoca adındaki vazîfeli yapardı. Baş hoca, baş mühendis ve mühendishânenin en bilgili ve lisan bilen subayı idi. Talebenin tâlim ve terbiyesi (eğitim-öğretim) ve idaresi ile meşgul olurdu. Mühendishâne’de başhocalık yapanlar arasında en meşhuru İshak Efendi’dir. Fen ilimlerinde mütehassıs, lisan bilen bu zâtın koyduğu fennî ıstılahlardan bâzısı, dilimizde hâlâ kullanılmaktadır (Bkz. İshâk Efendi). 1830 senesinde sultan üçüncü Selîm’e Mühendishâne’nin ıslâhı hususunda bir lâyiha (rapor) vermiştir.
Mühendishâne’nin (mektebin) iki kat üzerine dört dershanesi, hocalara mahsus odaları, kütübhânesi ve matbaası vardı.
1834 (H. 1250)’de Harbiye mektebi açıldığında Harbiye’ye ve Mühendishâne’ye hoca, askerî fabrikalara teknik eleman yetiştirmek üzere Mühendishâne hocalarından iki zabit (subay) ile on talebe tahsil için Avrupa’ya gönderildi. Dönenler orada öğrendiklerini öğretmeye ve tatbîke başladılar.
Avrupa’da tahsîlini tamamlayıp dönen tophane nâzırı Bekir Paşa’nın teklîfi ile bir nizâmnâme çıkarıldı. Buna göre, 64 senelik Mühendishâne, topçu ve mîmar yâni İstihkâm mektebine çevrildi. Mevcut mekteb idâdî kabul edilip, ayrıca dört senelik Harbiye ve mîmâr sınıfları açıldı ve binaya ilâveler yapılarak, Avrupa askerî mekteblerindeki gibi fen dersleri okutulmaya başlandı.
Yine mektebin hoca ihtiyâcını gidermek için çeşitli târihlerde Avrupa’nın muhtelif merkezlerine pek çok zabit (subay) gönderildi. Bununla beraber topçu mektebini daha da geliştirmek için Avrupa’dan mütehassıslar getirildi.
1864’de bütün askerî idâdilerin Galatasaray’da birleştirilmesi karârı üzerine, topçu mektebi de Galatasaray’a nakledildi. Ancak 1867’de Galatasaray’daki idâdî-i umûmî, Kuleli kışlasına kaldırılarak Galatasaray’da sivil mâhiyette ve Mekteb-ı sultanî adı ile umûmî bir idâdî açıldı.
1871’de ise, harbiye öğrencileri, tatbîkâtlı tâlim yaparak mesleklerinde yetişebilmeleri için Harbiye mektebine nakledildiler. 1878’de Harbiye’deki topçu ve istihkâm sınıflar tekrar Harbiye’den ayrılıp mekteblerine döndüler.
Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn, Yüksek Mühendis mektebi adıyla kurulup, 1944’de İstanbul Teknik Üniversitesi adını alan okulun çekirdeğini teşkil etmiştir.
Kaynaklar:
1) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 602
2) Türkiye’de Maârif Târihi; cild-2, sh. 273.
3) Mir’ât-ı Mühendishâne; sh. 18
4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 482
5) Târih-i Cevdet; cild-3, sh. 85

|
Bugün 311 ziyaretçi (1935 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|