ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Sual: Peygamber efendimizin mucizelerinin en büyüğü nedir? CEVAP Kur’an-ı kerimdir. Bugüne kadar gelen bütün şairler, edebiyatçılar, Kur’an-ı kerimin nazmında ve manasında aciz ve hayran kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İ’cazı ve belagati insan sözüne benzemiyor. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manasındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı Arap şairlerinin şiirlerine benzemiyor.
Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okuması veya dinlemesi, sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır. İşitenlerden kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler bile görülmüştür. Nice azılı İslam düşmanları, Kur’an-ı kerimi dinlemekle, kalbleri yumuşamış, imana gelmişlerdir. İslam düşmanlarından ve muattala, melahide ve karamita denilen müslüman ismini taşıyan zındıklardan Kur’an-ı kerimi değiştirmeye, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de hiçbiri, arzularına kavuşamamıştır.
Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler ve iyi ahlak ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler ve dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak iyilikler ve varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’an-ı kerimde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbabı anlayabilmektedir.
Semavi kitapların hepsinde, Tevrat’ta, Zebur’da ve İncil’de bulunan ilimlerin ve esrarın hepsi Kur’an-ı kerimde bildirilmiştir. Kur’an-ı kerimde mevcut ilimlerin hepsini ancak Allahü teâlâ bilir. Çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir.
Kur’an-ı kerimi okumak çok büyük bir nimettir. Allahü teâlâ, bu nimeti Habibinin ümmetine ihsan etmiştir. Melekler bu nimetten mahrumdurlar. Bunun için, Kur’an-ı kerim okunan yere toplanıp dinlerler. Bütün tefsirler, Kur’an-ı kerimdeki ilimlerden çok azını bildirmektedirler. Kıyamet günü, Peygamber efendimiz minbere çıkıp Kur’an-ı kerim okuyunca, dinleyenler bütün ilimlerini anlayacaklardır.
Mucize olarak onlara Kur’an yetmez mi? Kur’an-ı kerim misli olmayan büyük bir mucizedir. Aşağıda beyan edeceğimiz gibi, içinde en derin ilmi ve fenni bilgiler, bütün dünyada bugüne kadar yapılmış medeni kanunlara numune teşkil edecek ilmi ve hukuki esaslar, eski tarihe ait birçok bilinmeyen malumat, insanlara verilebilecek en büyük ahlak esasları, nasihatler, dünya ve ahiret hakkında en mantıki izahat esasları ve bunlara benzer, o zamana kadar hiçbir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği hususlar vardır. Bunlar, kimsenin söyleyemeyeceği yüksek bir ifade ile beyan edilmiştir.
Peygamber efendimiz ümmi idi. Yani kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç bir şey yazmamıştı. Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki: ([Ey Muhammed “aleyhisselam”! Bu Kur’an-ı kerim sana indirilmeden önce] Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı bâtıla uyanlar şüpheye düşerlerdi.) [Ankebut 48]
[Müşrikler, Kur’an-ı kerimi, başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış derlerdi. Yahudiler de, Onun vasfı Tevrat’ta ümmi olarak bildirilmiştir, bu ise ümmi değil diye şüpheye düşerlerdi.]
Kur’an-ı kerim, Allahü teâlâ tarafından vahiy edilen muazzam bir eserdir. Şimdi bunu tetkik edelim:
Yeni bir peygamber zuhur edince, onun etrafında toplanan halk, ondan mucizeler bekler. Gerek Musa aleyhisselam, gerek İsa aleyhisselam peygamberliklerini ispat etmek için mucizeler göstermek zorunda kaldılar. Hakikatte bu mucizeler, ancak Allahü teâlânın emir ve müsaadesi ve yaratması ile meydana geldi. Bizim gibi insan olan Peygamberler, kendiliklerinden mucize yapamazlar. Mucize, ancak Allahü teâlâ tarafından yaratılır. Peygamberler ancak, Allahü teâlânın yarattığı mucizeleri insanlara gösterirler.
Allahü teâlâ, Peygamber efendimize en büyük mucize olarak (Kur’an-ı kerimi) vahiy etmiştir. Kur’an-ı kerim, mucize olduğu muhakkak olan en büyük kitaptır. Halbuki insanlar, Muhammed aleyhisselamdan, semadan bir kitap indirilmesini veya bir dağı altuna çevirmesini istiyorlardı. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki: (“Ona Rabbinden (başkaca) mucizeler indirilmeli değil miydi?” derler. [Ey habibim] Sen onlara de ki, mucizeler Rabbimin katındadır. [Allahü teâlânın kudreti ve iradesi ile olur. Ne zaman ve nasıl isterse öyle yaratır. Bunları yapmak benim elimde değildir.]Doğrusu ben ancak Onun azabını size tebliğ edici, haber vericiyim. Kur’an gibi bir kitabı sana indirmiş olmamız, onlara[mucize olarak] yetmez mi? Elbette inanan kavim için, onda rahmet ve ibret vardır.) [Ankebut 50,51]
O halde, Muhammed aleyhisselamın en büyük mucizesi, Kur’an-ı kerimdir. (Bu Allah kitabı değildir, onu Muhammed yazmıştır) diyebileceklere karşı da, Allahü teâlâ, yukarıda meal-i şerifini bildirdiğimiz, Ankebut suresinin kırksekizinci âyetinde cevap vermiştir. Böyle şüphelere mahal bırakmamıştır.
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamın ümmi, yani okuma yazma öğrenmemiş olduğunu bildirmiş ve bu sebepten Kur’an-ı kerimin ancak Allahü teâlâ tarafından vahiy edilebileceğinin anlaşılmasını dilemiştir.
Allahü teâlâ, Nisa suresinin 82. âyetinde mealen, (Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı)buyurulmuştur. Allah kelamı olmadığını öğrendiğimiz bugünkü (Kitab-ı mukaddes)de, Tevrat ve İncillerde pek çok ihtilaflar vardır. Bu da, bunların asılları bozularak sonradan, insan eliyle yazılmış olduklarını ispat etmektedir.
Şimdi, Kur’an-ı kerimin büyük bir mucize olduğunu beraber görelim.
Bir kitabın mucize olması için, onun çok belagatli bir lisanla yazılmış olması, kimsenin o zamana kadar bilmediği, duymadığı hakikatleri, hikmetleri ortaya koyması ve eserin hiçbir kimsenin yapamayacağı bir tarzda tertip edilmiş bulunması lazımdır.
Kur’an-ı kerimin lisanının belagati hakkında çok misal verilmiştir. Bu husus, esasen bütün dünya tarafından kabul edilmiştir. Kur’an-ı kerimin belagatini inkâr eden tek insan yoktur.
Kur’an-ı kerimde, o zamana kadar hiç bilinmeyen hususlar zikredilmiş midir? Bunu tetkik edelim:
Bugün dünyamızın nasıl meydana geldiği hakkında büyük ansiklopedilerde ve fen adamlarının kitaplarında şu malumat vardır:
(Milyarlarca sene evvel, bütün kâinat [Evren] bir tek parçadan ibaret idi. Bu tek parçanın ortasında birdenbire büyük bir infilak oldu ve bu tek parça birçok parçalara ayrıldı. Parçaların her biri başka bir cihete doğru gidiyordu. Nihayet, bu parçaların bazıları birbirleriyle birleşerek muhtelif seyyareler [gezegenler] ve ayrı ayrı galeksiler [saman yolları], güneşler ve peykler [aylar] meydana getirdiler. Artık Fezada [uzayda] bu ilk patlamaya karşı bir mukavemet kalmadığından, bu seyyareler ve uydular ve bunların içinde bulundukları galeksiler fezada kendi mahreklerinde [yörüngelerinde] devr etmeye [dönmeye] ve yüzmeye devam ettiler. Dünya, içinde güneşin de bulunduğu bir galeksidir. Kâinatta sayılamayacak kadar çok galeksiler vardır. Kâinat, gittikçe genişleyen bir manzume [sistem]dir. Galeksiler yavaş yavaş dünyadan uzaklaşmaktadır. Çünkü, Kâinat, genişlemektedir. Bir kere, süratleri ziyanın süratine varırsa, artık öteki galeksileri görmemize imkan kalmayacaktır. Şimdiden, daha kuvvetli teleskoplar yapmaya mecburuz. Zira, bir müddet sonra, onları göremiyeceğimizden korkmaktayız) diyorlar.
Kendileri ile görüştüğümüz fen adamlarına, (Bu neticeye ne zaman vasıl oldunuz?) dediğimiz zaman, (Şöyle böyle 50-60 seneden beri, bütün dünya fen adamları bu kanaatlerde birleşmiştir) demektedirler. 50-60 sene, dünya hayatında çok kısa bir fasıladır.
Şimdi hemen bu hususta âyet-i kerimelerde ne buyurulduğuna bakalım: (İnkâr edenler, gökler ve Erd küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?) [Enbiya 30]
(İnkâr edenlere bir delil de, gecedir. Biz, ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de onlar karanlıklara gömülürler. Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner.) [Yasin 37,38]
Demek oluyor ki, Allahü teâlâ, fen adamlarının ancak 50-60 sene evvel meydana çıkarabildikleri dünyanın yaratılışını bundan tam 1400 sene evvel insanlara bildirmiştir.
Şimdi yine fen adamlarına dönelim:
Biyologlar: (Bugün hayatın nasıl meydana geldiğini şöyle açıklıyoruz: Dünyanın ilk havasında amonyak, oksijen ve karbonik asit vardı. Yıldırımların tesirleri ile bunlardan amino-asitler meydana geldi. Milyarlarca sene evvel, ilk defa su içinde protoplazma husule geldi. Bunlardan ilk amibler meydana çıktı. Hayat suda başladı. Sudan karaya çıkan canlılar, havadan amino-asitleri alarak proteinli bünyeler meydana getirdiler. Görüldüğü gibi, bütün canlılar sudan gelmektedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmiştir) diyorlar.
Şimdi, âyet-i kerimelerde ne buyurulduğuna bakalım:
(İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi?)[Enbiya 30]
(İnsanı sudan [meniden] yaratarak erkek ve kadın akrabalar yapan Allah’tır.) [Furkan 54]
(Yerin yetiştirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allahü teâlâ her türlü ayb ve noksandan münezzehdir.) [Yasin 36]
Burada, nebatatı ve hayvanatı tetkik edenlere ve bunların yanında(Bilmedikleri şeyler) buyurarak, insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri, atom enerjisi gibi, yeni kaynakları inceleyen ilim adamlarına imalar, işaretler vardır. Nitekim âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki: (Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisanlarınızın ayrı olması, Onun varlığının âyetlerinden [işaretlerinden]dir. Doğrusu burada âlimler [anlayış sahipleri] için ibret vardır.) [Rum 22]
Demek oluyor ki, (lisan ve renk farklarında) henüz bizim bugün daha bilemediğimiz bazı incelikler vardır. Bunlar zamanla meydana çıkacaktır.
Şimdi, dünyanın sonu hakkındaki malumatımızı tetkik edelim. Fen adamları, (Dünyanın muhakkak sonu gelecektir. Nitekim, kâinatta bazen bir seyyare parçalanıp ortadan kaybolmaktadır. Bizim tetkiklerimize göre, dünyamız, önceden kat’i olarak hesap edemediğimiz bir zaman sonra, muvazenesini kaybederek param parça olacaktır) demektedirler. Halbuki bunu Kur’an-ı kerim bize 1400 sene evvel bildirmiştir. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki: (Yer dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı, yeryüzü ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman.) [Zilzal 1,2]
(Size, [varlığına ve birliğine delalet eden] âyetlerini, mucizelerini gösteren, size gökten rızk indiren Odur. Bu âyetlerden, işaretlerden Allah’a inananlardan başkası ibret almaz.) [Mümin 13]
Buradaki (gökten rızk indiren) tâbiri, çok kereler Musa aleyhisselam ve kavmi, çölde yolunu kaybettiği zaman, gökten inen (Kudret helvası) denilen ve bugün de susuz yerlerde peyda olan Manna adlı şekerli maddeyi işaret olabilir denilmiştir. Halbuki bu açıklama yanlıştır. Tefsir kitaplarında, âyet-i kerimedeki (Size gökten rızk indiren) mealindeki kısım, (Size gökten rızkınızın sebebi yağmur ve gayrilerini [kar, rutubet] indiren Allahü teâlâdır) şeklinde tefsir buyurulmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, bizim rızkımızı hakikaten semadan indirmektedir.
Bunu biraz izah edelim. Bugün, en büyük fen adamları, dünyada albüminlerin, proteinlerin nasıl meydana geldiğini şöyle izah etmektedir: (Yağmurlu günlerde yıldırım ve şimşeklerin tesirleri ile havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot monoksit gazını meydana getirmekte, bu gaz tekrar oksijenle birleşerek, turuncu renkli azot dioksid, diğer taraftan yine yıldırım ve şimşeklerin tesiri ile havadaki rutubet ve azottan, amonyak meydana gelmektedir. Azot dioksid ise, rutubetin tesiriyle nitrik aside dönüşmekte, bu sefer nitrik asit ile amonyak, yine havada bulunan karbonik asitle birleşerek amonyum nitrat ve amonyum karbonat hasıl olmakta, meydana gelen bu tuzlar, yağmurla yer yüzüne inmektedir. Yer yüzünde bu tuzlar toprakta bulunan kalsiyum tuzları ile birleşerek kalsiyum nitratı meydana getirmekte, bu tuz da nebatat [bitkiler] tarafından mass edilerek [emilerek] onların yetişmesine sebep olmaktadır. Bu nebatatı yiyen insanlarda ve hayvanlarda, o maddeler muhtelif proteinlere, [ki bunların arasında albüminler de vardır] tehavvül etmekte ve bu hayvanların etlerini, sütlerini, yumurtalarını yiyen insanları beslemektedir.)
O halde, insanların rızkı, Kur’an-ı kerimde bildirilmiş olduğu gibi, semadan gelmektedir.
Şimdi bir de Musa aleyhisselam zamanında tanrılık iddiasında bulunan Firavun’un, (ibret için) ne olduğuna bakalım: “(Ey Firavun!) Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtaracağız. İşte insanlardan bir çoğu, hakikaten âyetlerimizden gafildirler.” [Yunus 92]
Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen isimdir. Mısır’a hakim olan 26 firavun sülalesi vardı. Her sülalede çeşitli firavunlar asırlarca hükümdarlık etti. Musa aleyhisselam zamanındaki firavun, tanrılık iddiasında bulundu. Kendisine secde etmeyenlere ve Musa aleyhisselama inananlara işkence ve zulümler yaptı. Bu firavun dört yüz sene yaşamış, bir defa baş ağrısı görmemişti. Eğer bir defa başı ağrısaydı, bu saygısızlık hatırına gelmezdi.
Musa aleyhisselam, Mısır’a gelip Firavunu dine davet etti. Firavun kabul etmedi. Yanındaki veziri Hâmân’a sordu. O da; “Musa, büyük sihirbazdır. Bizi aldatıp, memleketimizi elimizden almak istiyor.” dedi. Böylece Firavunun imana gelmesine mani oldu ve iman eden hanımı Âsiye’nin de şehid olmasına sebep oldu.
Musa aleyhisselamın mucizelerine Firavun inanmadı, kâfirlerin suları kan oldu, kurbağa yağdı, cilt hastalıkları oldu. Üç günlük karanlık devam etti. Firavun bu mucizeleri görünce korktu. Musa aleyhisselam ile inananların Mısır’dan gitmesine izin verdi. Sonra Firavun bu iznine pişman oldu. Askerlerle arkasına düştü. Kızıldeniz’in Süveyş kısmında askerleri ile birlikte boğuldu.
Firavunun, Musa aleyhisselama ve ona inanan kimselere karşı yaptığı işler hakkında Bekara, Kasas, Tâhâ, Şuarâ, Tahrim, Gâfir (Mü’min), A’râf, Yunus, Zuhruf, Duhan, İsrâ, Sâffât, Ankebut surelerinde bilgi verilmektedir.
Üç bin seneden fazla bir zaman önce ölen bu Firavunun cesedi, mumyalanmış olarak değil, ibret-i âlem için mumyasız olarak korunmuştur, tam bir ibret vesikası olarak vücudu hiç bozulmamış, etleri çürümemiş ve tüyleri dahi dökülmemiş şekilde ve secde eder vaziyette bulunmuştur. Firavunun bozulmamış bu cesedi şimdi Londra’daki British Museum’da teşhir edilmektedir.
Son olarak, Kur’an-ı kerimin Muhammed aleyhisselamın en büyük mucizesi olduğuna dair, herkesin bildiği bir olayı, bir hakikati burada tekrar hatırlatalım:
Müslümanlığı tercih edenlerin arasında denizaltı araştırmaları ile bütün dünyanın yakından tanıdığı, dünyanın en meşhur denizaltı kâşiflerinden Fransız ilim adamı Kaptan Kusto yer alıyor.
Televizyonda yayınlanan Yaşayan Deniz programı ile okyanusların sırlarını bir bir gözler önüne getiren Kaptan Kusto, İslam dinini tercih etmesine asıl sebep olan vak’anın, Atlas Okyanusu ile Akdeniz sularının birbirine karışmadığını tespit ettikten sonra, bunun 1400 sene önce dünyaya indirilen Kur’an-ı kerimde beyan buyurulduğunu görmesi olduğunu bildirdi.
Kaptan Kusto, İslam dinini tercih etmesine sebep olan hadiseyi şöyle anlattı:
(1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendeb boğazında, Kızıldeniz’in suyu ile Hind Okyanusunun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in sularının birbirine karışıp, karışmadığını tetkik etmeye başladık. Evvela, Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve kesâfeti ile ihtiva ettiği canlıları tespit ettik. Aynı tetkikatı Atlas Okyanusunda tekrarladık. İki su kütlesi binlerce seneden beri Cebelitarık boğazında birleşiyordu. Bu vaziyette, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesâfet gibi unsurların birbirlerine müsavi, hiç olmazsa yakın olması icap ediyordu. Halbuki, her iki denizin en yakın kısımlarında bile deniz suyu kendi hassasını koruyordu. Yani, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına mani oluyordu. Bu hâli anlattığım [İslamiyet'i seçerek müslüman olan] Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslam’ın kudsi kitabı Kur’an-ı kerimin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakikaten bu hâl Kur’an-ı kerimde açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kur’an-ı kerimin (Allahü teâlânın kelamı) olduğuna inandım. Hak din olan İslamiyet’i seçtim.)
Birbirine karışmayan iki denizin bulunduğu hususunda birkaç âyet-i kerime vardır: (Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerinin ki tuzlu ve acı iki denizin arasına bir engel, aşılamaz bir serhat koyan Odur.)[Furkan 53]
(İki deniz, birbirine bitişik iken, [Rabbinizin koyduğu engel ile]birbirine karışmaz.) [Rahman 19, 20]
(....iki deniz arasına perde koyan...) [Neml 61]
(İki denizden biri tatlıdır, harareti keser, içimi kolaydır. Diğeri de tuzludur, boğazı yakar.) [Fatır 12]
Yukarıdaki bilgileri, (Kur’an-ı kerimde bildirilen şeyler, fen bilgilerine uymuyor, Muhammed “aleyhisselam” arkadaşlarıyla kendi yazdı) diyenlere cevap olarak yazıyoruz.
İslam âlimleri, tefsir ilminin mütehassısları, âyet-i kerimeleri, zamanlarındaki fen bilgilerine göre tefsir etmişlerdir. Biz burada, Kur’an-ı kerimin her asırdaki fen bilgilerine uygun olduğu gibi, en yeni keşiflere de muvafık olduğunu göstermek istiyoruz. Her âyet-i kerimenin birçok, hatta sonsuz manası vardır. Çünkü, Allahü teâlânın bütün sıfatları gibi, kelam sıfatı da sonsuzdur. Bu manaların hepsini, ancak Kur’an-ı kerimin sahibi, yani Allahü teâlâ bilir. Bunların çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir. Bu mübarek Peygamberi de, münasip gördüklerini Eshabına haber vermiştir. Yukarıda verdiğimiz malumat, o manalar deryasından birkaç damla olabilir kanaatindeyiz.
Şimdi biz, bütün bu fen adamlarına, (Acaba bu hakikatleri bundan tam 1400 sene evvel, okuma yazma öğrenmemiş olan bir zat düşünebilir miydi?) diye soracak olsak, onlar: (Böyle şey olur mu? Bugün, bu hakikatlere varmak için, insanlar sayısız kitaplar okumuşlar, sayısız tecrübeler yapmışlar ve ancak asırlardan sonra, bu hakikatlere varmışlardır. Bu tecrübeleri yapabilmek için, uzun seneler okumak, muazzam laboratuvarlar kurmak, birçok hassas aletleri hazırlamak ve kullanmak icap eder) diyeceklerdir.
O halde, okuma yazma öğrenmemiş olan ve tamamen cahil bir muhitte yetişen bir zatın, böyle muazzam ilmi hakikatleri kendiliğinden bulup ortaya koyması düşünülebilir mi? Elbette ki düşünülemez. O halde, Kur’an-ı kerimin Muhammed aleyhisselam tarafından yazıldığı iddiasını yapmak hiçbir bakımdan doğru değildir. Bugün, birçok gayretlerden sonra, elde edilen hakikatleri bize 1400 sene evvel bildiren bir kitab, ancak Allahü teâlânın Kitabı olabilir. Böyle muazzam bir kudret, insanlarda olamaz. Ancak Allahü teâlâda vardır. Yukarıdaki hususları dikkat ile okuyan herkes, buna inanacaktır. Buna inanmamak taassup, inatçılık ve cahillik olur. Muhammed aleyhisselam Kur’an-ı kerim surelerini neşr ederken, ancak Allahü teâlânın kendisine vahiy ettiği sözleri nakil ediyor, bunları O da, diğer insanlarla birlikte öğreniyordu.
Resulullah efendimiz hakkında, bütün dünyanın ancak hürmet duyduğunu ve mutaassıp birkaç papazdan başka hiç kimsenin aleyhinde hiçbir söz söylemediğini bir kere daha tekrar edelim. Aşağıda Almanya’da Stuttgart şehrinde 1888 [h.1305] senesinde, neşr edilmiş olan Kürschner ansiklopedisinin (Muhammed ve İslam dini) hakkındaki yazısını beraber okuyalım. Bu yazıyı bir ansiklopediden almamız, bu gibi kitapların, tamamen her hususu yanlış yazamayacaklarına göre, bazı hususları doğru yazmak mecburiyetinde kalmaları sebebi iledir. Bizi burada asıl alakadar eden kısım, Peygamber efendimizin ahlakı ve meziyetleri hakkında kullanılan sözlerdir. Daha bundan yüz sene evvel, İslam dini hakkında hıristiyan ilim adamlarının neler düşündüğünü de bildirdiği için, bu parçayı tamamen tercüme ederek sizlere sunuyoruz:
(Muhammed “aleyhisselam”ın künyesi, Ebülkasım bin Abdullahdır. İslam dininin müessisidir. 20 Nisan 571 tarihinde Mekke’de doğmuştur. Küçük yaşından beri ticaret ile meşgul olmuş, çok seyahatler yapmış, halk ile temas etmiş, her şeyi öğrenmeye heveslenmiştir. Daha genç yaşında, zengin bir tüccardan dul kalmış olan ve işlerini takip için kendisini yanına almış bulunan, Hatice ile evlenmiştir.
610 senesinde, kendisinin Peygamber olduğuna ve Allah tarafından kendisine vahy geldiğine inanmış ve tek Allah mefhumunu, birçok putlara tapan Araplara tebliğ için, büyük bir gayret ile faaliyete geçmiştir. Muhammed “aleyhisselam”, Allah tarafından bu vazifenin kendisine verildiğine bütün kalbi ile inanıyordu. Mekke halkının büyük kısmı kendisinin aleyhinde olduğu, fikirlerini şiddet ile red ettiği, hatta kendisini öldürmek istedikleri halde, mücadelesini, faaliyetini durdurmadı. Nihayet, kendisine karşı çıkanların fazla tazyiki üzerine, 622 senesinde Mekke’den ayrılarak Yesrib [Medine] şehrine gitti. Müslümanlar bu harekete (Hicret) adını verirler ve takvimlerini bu tarihe göre başlatırlar.
Muhammed “aleyhisselam”, Medine’de birçok taraftar buldu. Bir putperestlik dini olan eski Arap dinini tamamen ıslah, onlara Allah’ın bir olduğunu ispat etmek istiyordu. Muhammed “aleyhisselam”ın bildirdiğine göre, hak din olan İbrahim “aleyhisselam”ın dininde bildirdiği esaslar ile, Musa ve İsa’nın “aleyhimesselam” bildirdikleri dinlerin esasları birdi. Fakat sonradan bu dinlerin içerisine bozuk itikadlar, inanışlar karıştırılarak tahrif edilmiş, yahudilik ve hıristiyanlık şeklini almıştı. Muhammed “aleyhisselam”, bütün bu dinlerin birbirinin temadisi, devamı olduğunu ve en temizlenmiş şeklinin ise, ancak İslamiyet olduğunu herkese anlatıyordu.
(İslam) demek, (kendini tamamen teslim etmek) demektir. İslam dininin kitabı, Kur’an-ı kerimdir. Diğer dinlerin kitaplarında yalnız manevi hususlardan bahis olunurken, Kur’an-ı kerimde aynı zamanda, içtimai, iktisadi ve hukuki hükümler de mevcuttur. İnsanlara dünyada neler yapmaları lazım geldiği hakkında, hatta medeni kanun şeklinde olan hükümler çoktur. Aynı zamanda, nasıl ibadet edileceği, nasıl oruç tutulacağı, vücudun nasıl yıkanacağı hakkında emirler bulunduğu gibi, diğer insanlara ve başka dinden olanlara karşı nasıl hüsn-i muamele edileceği hakkında da malumat vardır. Kur’an-ı kerim, müslüman olmayan zalim hükümetlere karşı mücadeleyi emreder. Bütün esası tek Allah’a ibadet etmektir. Dini resimleri, heykelleri men eder. Şarabı ve domuz etini yasaklar. Musa ve İsa’yı da “aleyhimesselam”, Peygamber olarak kabul eder. Fakat, bunların derecelerinin son Peygamber olan Muhammed “aleyhisselam”dan daha aşağı olduğunu bildirmiştir.
İslam dinini kabul edenler ve Onun emirlerine uygun olarak yaşayanların ahirette, içinde dünya zevkleri, nehirler, meyveler, ipekli sedirler bulunan Cennete gideceklerini ve orada kendilerine genç ve güzel huriler verileceğini müjdeler.
Muhammed “aleyhisselam”, gayet güzel huylu, güler yüzlü, kibar tavırlı ve çok dürüst bir zat idi. Daima hiddet ve şiddetten kaçmış, hiçbir zaman zulüm yapmamıştır. Müslümanların daima iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi huy ve sabır ile gidileceğini bildirmiştir. Doğru sözlülüğü, merhameti, fakirlere yardımı, misafirperverliği, şefkati, daima Müslümanlığın esas temelleri olduğunu beyan etmişti. Daima kanaat ile yaşamış, debdebe ve gösterişten kaçınmıştır. Müslümanlar arasında hiçbir sınıf farkı tanımamış, en fakir bir müslümanın bile hatırını saymıştır. Büyük bir zaruret olmayınca, zora başvurmamış, bütün meseleleri tatlılık ile, anlaşma ile, nasihat ve izah ile hal etmeye uğraşmış ve çok kereler bunda muvaffak olmuştur. 630 tarihinde tekrar Mekke’ye dönerek, bu şehri kolayca feth etmiş ve çok kısa zaman içinde, yari vahşi Arapları, dünyanın en medeni insanları hâline getirmiştir.
İslam dini, her birinin hakkını tanımak şartı ile, bir erkeğin dörde kadar kadınla evlenmesine izin vermektedir. Muhammed “aleyhisselam”, 8 Haziran 632 tarihinde vefat etmiştir.) (Kürschner Ansiklopedisi)
Ansiklopedinin bu yazısını okuduğumuz zaman, şu kanaate varıyoruz:
Bunu hazırlayan tarihçi, İslam dininin Allahü teâlânın dini olduğuna tam inanmasa bile, bu dinin mükemmel bir din olduğunu ve tek Allah’a inanmayı emrettiğini, vahşi Arapları medeni yaptığını kabul etmekte, hele Peygamber efendimizden, pek büyük bir meth ve sena ile bahsetmektedir. İşte, ne mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyanın tasdik etmek mecburiyetinde kaldıkları Muhammed aleyhisselama, son derece dürüstlüğü ve sadakati sebebi ile, en büyük düşmanları, azgın kâfirler dahi (Muhammed-ül-emin)[Kendine güvenilir Muhammed] derlerdi. Bu kudsi vazifeyi, her türlü müşkilata rağmen, devam ettirdi.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.) [Enbiya 107]
(De ki, ey insanlar, ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği Resulüyüm.) [Araf 158]
(Rabbinin sana verdiği nimetlerle mecnun değilsin. Senin için bitmeyen, sonsuz mükafat vardır. Elbette sen en büyük ahlak üzeresin.) [Kalem 2-4]
(Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmez.) [Sebe 28]
(Alemlere [Cin ve insanlara ilahi azap ile] korkutucu [uyarıcı] olarak Furkanı [Kur’anı] kuluna [Muhammed aleyhisselama] indiren[Allah’ın şânı] ne yücedir.) [Furkan 1]
(De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemin olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88]
(Muhammed “aleyhisselam”, kendi arzusu ile konuşmaz. [Çünkü O, tevhidi ilan ve şirki yok etmek ve dini yaymak ile emr olunmuştur.]Onun [din işlerinde] konuşması ancak vahiydir.) [Necm 3,4]
(De ki, ben de ancak sizin gibi bir insanım.(Şu var ki) bana İlahınızın sadece tek bir ilah olduğu vahiy olunmuştur. [Zatında benzeri, sıfatlarında şeriki, ortağı yoktur.] Rabbine kavuşmak isteyen bir kimse, amel-i salih, faydalı iş işlesin ve Rabbine kulluk etmekte hiç şerik [ortak] koşmasın.) [Kehf 110]
Bütün bu zikrettiğimiz hususlar, beyan ettiğimiz hakikatler, tertibindeki ilahi nizam, Kur’an-ı kerimin dünyanın en büyük mucizesi olduğunu, inansın inanmasın herkese gösteriyor.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki: (Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]
(Müşrikler istemeseler de, İslam dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resulü Muhammed aleyhisselamı, [sebeb-i hidayet olan] Kur’an ve İslam dini ile birlikte gönderen Allahü teâlâdır.) [Saf 9]
Kur'an-ı kerimin mucize oluşu
Sual: Kur'an-ı kerimin mucize oluşunu açıklar mısınız? CEVAP Peygamber efendimiz, kimseden bir şey öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve geçmişlerden ve etraftakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrat’ta ve İncil’de ve bütün başka kitaplarda yazılı şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hallerinden haber verdi. Her dinden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini huccet ve burhanlar söyleyerek susturdu. En büyük mucize olarak Kur'an-ı kerimi ortaya koydu. Allahü teâlâ, Resulüne buyuruyor ki: (Sen bundan [Kur'an-ı kerim gelmeden] önce bir kitap okumuş ve onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı bâtıl yoldakiler, [Kur'anı başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış] derler ve [Yahudiler de, Onun vasfı Tevratta ümmidir, bu ise ümmi değil diye] şüpheye düşerlerdi.) [Ankebut 48]
1- İcaz ve belagattır. Yani az söz ile pürüzsüz ve kusursuz olarak, çok şey anlatmaktır. Bütün şairler, edebiyatçılar, Kur'an-ı kerimin nazmında ve manasında aciz ve hayran kalmışlar, bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İcazı ve belagati insan sözüne benzemez. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manasındaki güzellik bozulur. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayan bulamamıştır.
2- Harfleri ve kelimeleri, Arap harflerine ve kelimelerine benzediği halde, âyetler, yani sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şiirlerine hiç benzemiyor. Kur'an-ı kerimin yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil mütehassısları bunu pekiyi görmektedir.
Allahü teâlâ, her asırda en az bir kişiyi Peygamber olarak göndermiş, ona çeşitli mucizeler vermiştir. Mesela, Hazret-i Musa zamanında sihir, büyücülük çok ilerlemişti. Hazret-i Musa asasını yere koyup büyük bir ejderha olmuş, sihirbazların ellerindeki aletleri, ipleri yutmuştur.
Hazret-i İsa zamanında tıp çok ileri idi. Hazret-i İsa mucize olarak, körleri iyi etmiş, ölüleri diriltmiştir.
Bizim Peygamberimizin zamanında ise edebi söz ve yazı sanatı çok ileri idi. Yarışmada birinci olan şiir, yazı ve konuşmalar Kâbe duvarına asılırdı. Kur'an-ı kerim gelince bunlar indirilip yerine, gelen âyetler kondu. İnatçı kâfirler hariç herkes Kur'an-ı kerimin Allah’ın kelamı olduğuna inandı.
Kur'an-ı kerimde, (Bu Kur'an, Allah kelamıdır. İnanmıyorsanız, bir âyeti kadar siz de söyleyin! Söyleyemezsiniz) buyuruluyor. Bütün düşmanlar el ele verip, yıllarca uğraştıkları halde onun benzerini bugüne kadar söyleyemediler. Söylemek de mümkün değildir.
3- Bir insan, Kur'an-ı kerimi ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor, usanmıyor. Arzusu, hevesi, sevgisi ve zevki artıyor. Hâlbuki Kur'an-ı kerimin tercümelerinin ve başka şekillerde yazmalarının ve diğer bütün kitapların okunmasında, böyle arzu ve lezzet artması olmuyor. Usanç hâsıl oluyor. Yorulmak başkadır, usanmak başkadır.
4- Geçmiş insanların hallerinden birçok şey Kur'an-ı kerimde bildirilmektedir.
5- İleride olacak şeyleri bildirmektedir. Bunlardan çoğu meydana çıkmış ve çıkmaktadır.
Mesela, Rum suresinin 3. âyetinde mealen, (Rumlar, en yakın bir yerde mağlup oldu. Hâlbuki onlar, bu mağlubiyetten sonra birkaç yıl içinde [on yıla varmadan] galip gelecektir) buyuruldu.
Bu âyet, Rum Kayseri Herakliusun on yıldan az zamanda, İran şahıHusrev Perviz ordusuna galip geleceğini önceden haber vermektedir. Aynen vaki oldu.
NOT: Kur’an Allah kelamı olduğu için değişmedi de, İncil ve diğer kitaplar niye değişti? Bu konuda bilgi için buraya tıklayın.
Kur’an-ı kerim mahluk değildir
Sual: Kur’an-ı kerim neden mahluk değildir? CEVAP Muteber kitaplarda buyuruluyor ki:
(Mutezile diyor ki: "İnsan, ihtiyari, yani istekli hareketlerini kendi yaratır. Allahü teâlâ, kullarına faydalı işler yapmaya mecburdur. İyilere sevap, kötülere azap vermesi gerekir. Allah’ın sıfatları yoktur. Kur'an, harf, kelime ve sestir. Bunlar ise, mahluk, sonradan yaratılmıştır. İnsan iyi, kötü, bütün işlerini kendi yaratır. Allahü teâlâ, kötü şeyleri, günahları yaratır demek, doğru değildir." Mutezilenin bu sözleri yanlıştır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Sizi de işlerinizi de yaratan Allahü teâlâdır.) [Saffat 96]
İş sahibi, işi yaratan değil, bu işi yapandır. İnsan mahluk olduğu gibi, küfrü, imanı, ibadeti ve isyanı da mahluktur.) [Milel ve nihal]
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki,
(İmam-ı a'zam Ebu Hanife ile imam-ı Ebu Yusuf, Kur’an-ı kerim mahluk mu, değil mi diye altı ay konuştuktan sonra sözbirliğine vardılar ve Kur’an-ı kerime mahluk diyenin kâfir olacağını bildirdiler. Kelam-ı nefsiyi gösteren, kelam-ı lafziyi anlatan harfler, kelimeler, sesler, elbette mahluktur, hadistir. Bütün mahluklar içinde, Allahü teâlâya en yakın olan, en kıymetli olan, Kur’an-ı kerimin harfleri ve kelimeleridir. Kelam-ı lafzi ve kelam-ı nefsi ise ezeli ve kadimdir.) [c.3/89]
Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahluktur. Bu harf ve kelimelerin manası, kelam-ı ilahiyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur'an denir. Kelam-ı ilahiyi gösteren manalar da Kur'andır. Bu kelam-ı ilahi olan Kur'an mahluk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezeli ve ebedidir. Kur’an-ı kerim, Allahü teâlânın kelamıdır, mahluk yani, sonradan yaratılmış değildir. Zât-ı ilahinin sıfatıdır. Kur’an-ı kerim, bu kelimelerden, seslerden çıkan manalardır. Kelimeler, sesler, kelam-ı ilahi değildir. İnsanın kelamı da kalbdedir. Sözlerimiz bunu meydana çıkaran tercümandır.
Her dirinin kemali, üstünlüğü, kelam sıfatı iledir. Kelam sıfatı olmazsa, kusurlu olur. Allahü teâlâ da, diri olduğu için, kelam sahibi olması gerekir. Bütün peygamberler, bütün kitaplar, Allahü teâlânın kelam sıfatı vardır, dedi. Musa aleyhisselamın ağaçtan işittiği kelime ve ses, kelam-ı ilahi idi. Hâfızın sesi ise kelam-ı ilahi değildir. Bu sesin sadece manaları, kelam-ı ilahidir. Allahü teâlâ, mahlukların sözünü harfsiz, sessiz işitir. Harfsiz, sessiz olan kendi kelamını, Arabi dil ile indirdi. Kelam-ı ilahide bir değişiklik olmadı.
İnsan çeşitli elbise ile, çeşitli surette görünür, fakat insanda bir değişiklik olmaz. Allahü teâlânın kelamı, mahlukların kelamı gibi, kelime ve sese muhtaç değildir. Fakat bu kelime ve sesler değiştirilirse, kelam-ı ilahi değiştirilmiş, bozulmuş olur. Kur’an-ı kerim, bu kelimelere, bu sese mahsustur. Allahü teâlâ, kelamını bu kelimelere, seslere kendi yerleştirmiştir. (Emali şerhi)
Kur'an-ı kerim Allah kelâmıdır
Bağdat valisi Sırrı paşa (Sırr-ı Furkan) kitabının, İstanbul'da [hicri 1312] de basılan, birinci cild, üçüncü baskısı, yetmişbeşinci sayfasında buyuruyor ki:
Bu kitabımı yazmadan bir sene önce, Diyar-ı Bekr şehrinde, bir Cuma günü, şehrin ileri gelenleri ile oturuyorduk. Arabi dilinde ve din bilgisinde derinliği ile tanınmış olan meşhur Keldani papazı Abdi Yesu da aramızda idi. Misafirim olan Musul valisi Muhammed Reşid paşaya yanımdakileri takdim ederken, Abdi Yesu için de (Arab edebiyatında pek derindir) demiştim. Bunun için belagat üzerinde çok konuşuldu. Sonraları dilden, kavimciliğe geçildi. Bu sırada, vaktiyle, Beyrutlu bir İsevi ile aramızda geçen bir konuşmayı, bunlara anlattım: Herkes kendi kavminin büyükleri ile öğünür. Siz de Arab oğullarısınız. Size sorsalar ki, büyük devlet kurmak, ilim, sanat ve belagat bakımından en büyük adamınız kimdir? Ne cevap verirsiniz, demiştim. Beyrutlu Hıristiyan da, hemen: Muhammed aleyhisselam demeye mecburuz demişti, dedim ve Abdi Yesu’ya dönerek, size sorsaydım, ne derdiniz, dedim.
Abdi Yesu — Evet, büyük devlet kurmak, medeniyete hizmet bakımından, Arabın en büyük, en meşhur adamı Odur derim. Fakat, Muhammed aleyhisselamın, Arabın en fasih konuşanı olduğunu kabul etmem. Çünkü, bunu gösterecek bir eseri yoktur. Kur’anı gösterirseniz, Kur’an Onun sözü değildir diyorsunuz. Kur’anın çok fasih, pek belig olması, Onun fasih ve belig olmasını göstermez. Evet O, belig ve fasih idi. Fakat, Onun gibi, başkaları da vardı. Mesela, Ali’nin sözleri gösteriyor ki, bu da, Onun gibi fasih ve belig idi. İslamiyet'ten önce Ümri-ül Kays ve Kus bin Saide’nin şöhretlerini hepimiz biliyoruz. Hatta, Kus bin Saide’nin hutbesini, Muhammed aleyhisselam da beğenmişti, dedi.
Bu sözü dinleyenler, birbiri ile konuşmaya, bir gürültü sezilmeye başladığından, ayağa kalkıp, şimdilik kimseden yardım istemiyorum. Lütfen rahat olunuz, dedim. Herkes sustu. Şöyle cevap verdim:
Şu anda, din hissimizi, taassubumuzu bir yana bırakıp, ilmi ve ciddi konuşalım! Kur'an-ı kerim için siz ne dersiniz? Kur'an-ı kerim kimin sözüdür? A.Y. — Kur’anı, Muhammed “aleyhisselam” arkadaşları ile yaptı.
S.Paşa — Geçenlerde, valilik emrim okununca, siz Arabca bir dua yapmıştınız. O duayı başkası yazıp size verdi deseler, susar mısınız? A.Y. — Susmam, ben yaptığımı söylerim.
S.P. — Niçin? A.Y. — Çünkü bu duayı ben hazırladım.
S.P. — Hakkınız var. Beş beytli bir gazel yazan kimse bile, bir beytinin çalındığını görse, çalanın cezalanmasını ister. Herkes eseri ile öğünür, değil mi? A.Y. — Evet.
S.P. — Sizin o duanızdan daha güzeli yapılabilir mi? A.Y. — Evet, yapılabilir.
S.P. — Sizin duanızla, Kur'an-ı kerim arasında fesahat, belagat bakımlarından fark var mı? A.Y. — Elbet, hem de pekçok.
S.P. — Arab edibleri ve dost ve düşman ilim adamları uğraşarak, Kur'an-ı kerim gibi söyleyememeleri, Kur’anı yazanlar için büyük bir şeref olmaz mı? A.Y. — Elbet olur.
S.P. — Böyle, yüksek bir eseri, sahibi başkasına bağışlar mı? Muhammed aleyhisselam, (Bu Kur’an, Allah kelamıdır. İnanmıyorsanız, bir âyeti kadar siz de söyleyiniz! Söyleyemezsiniz!) derdi. O kadar düşman oldukları, elele verip uğraştıkları halde söyleyemediler. Kimisi belagati, icazı görür görmez iman etti. Kimisi, insan bunu söyleyemez diyerek, ister istemez tasdik etti. Muhammed aleyhisselam, bunu birkaç kimse ile birlikte yapmış olsaydı, düşmanlar da bir araya gelerek, bunun gibi yapabilirdi. Çünkü, Müslümanlarda olduğu gibi, kâfirler arasında da, kuvvetli edib, fasih kimseler vardı. Sonra, bununla meydan okurken, malı, mülkü, mevkisi ve hükümeti yoktu ki, yardımcılarını bunlarla susturdu denilsin. Kur'an-ı kerim, Tevrat, Zebur ve İncil gibi, topluca meydana konmadı ki, yardımcıları, bu eserlerin böyle kıymetli olacağını önceden düşünememişlerdi, sonradan pişman oldularsa da, iş işten geçmişti denilsin. Kur'an-ı kerim yavaş yavaş yirmiüç senede indi. Her âyet gelince, herkes hayran kalıyordu. Yardımcıları olsaydı, ne kadar sabırlı, fedakâr olsalar da, kendi eserlerinin, böyle şan ve şerefini görüp de, yirmiüç sene seslerini çıkarmaz, susabilirler mi idi? A.Y. — Sözün doğrusu, Kur’anı, Muhammed “aleyhisselam”, yalnız kendi yapmıştır.
S.P. — Kur'an-ı kerimi siz, nasıl buluyorsunuz? A.Y. — Çok fasih, pek belig, hikmet dolu.
S.P. — Demek, bunu yapan hakim olmalı. A.Y. — Evet.
S.P. — Demek ki, Muhammed aleyhisselam hakim idi. A.Y. — Şüphesiz hakim idi.
S.P. — Yalan söyleyen hakim olur mu? A.Y. — Olmaz.
S.P. — Muhammed aleyhisselamın hakim olduğunu söylüyorsunuz ve hakim, doğru söyler diyorsunuz. Zaten, bütün Hıristiyanların, Onun doğru olduğunu bilmesi lazımdır. Çünkü, Mardin köylerinden birinde bulunan “Deyri Zaferan” adındaki büyük kilisede, nasaranın Arabi yazılmış tarihi mukaddes kitabından birinde, (Muhammed aleyhisselama peygamberliğinden evvel herkes, emin olan Muhammed derdi. Çünkü, doğruluğu ile meşhur idi) okumuştum. İşte, o doğru sözlü Muhammed aleyhisselam, bize haber verdi ki, (Kur'an-ı kerim, insan sözü değildir. Allah kelamıdır). Buna ne dersiniz? Hayır inanmam derseniz, Onun hakim olduğuna da inanmamış olursunuz. Hakim idi, sözünde duruyorsanız, Onun sözüne de inanmanız lazım gelir. A.Y. — Doğrusunu istiyorsanız, Muhammed “aleyhisselam” Peygamber idi. Fakat yalnız Arabların Peygamberi idi.
S.P. — Teşekkür ederim. Şüphe bulutları sıyrılıp, hakikat ışıkları parlamaya başladı. Hakim yalan söylemez dediniz. Peygamber hiç yalan söyler mi? O hiç söylemez. Öyle ise, Muhammed aleyhisselamın bütün insanlara, her millete de Peygamber olduğuna inanmanız lazımdır. Çünkü, O bize; (Ben bütün insanların ve Cinnilerin hepsinin Peygamberiyim) diye haber veriyor. Buna ne dersiniz?
Birkaç saniye durduktan sonra, kalkıp gitti ve bir daha yanıma gelmedi.
(Herkese Lazım Olan İman) kitabının (Müslümanlık ve Hıristiyanlık) ve (Kur'an-ı Kerim ve İnciller) ve (İslam Dini ve Diğer Dinler) kısımlarında ve (Cevap Veremedi) kitabında Hıristiyanlık dini üzerinde geniş bilgi vardır.
Kur’an-ı kerim değişmemiştir
Sual: İbni Sebeciler, “Kur’anı ilk üç halife değiştirdi” diyorlar. “Ben bir resulüm” diyen Reşat Halife de, Tevbe suresinin son iki âyeti değişti diyor. Bunlara nasıl cevap verebiliriz? CEVAP Kur’an-ı kerime inanan insan böyle bir iddiada bulunamaz. Çünkü Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini[Kur’anı] değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet] yoktur.) [Enam 115]
(Kur’anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]
(Kulumuza [Resule] indirdiğimizden [Allah’tan geldiğinden] bir şüpheniz varsa, iddianızda doğru iseniz, Allah’tan gayri şahitlerinizi [bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sure meydana getirin! Bunu yapamazsınız, asla yapamayacaksınız da.) [Bekara 23, 24]
(De ki: Bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88] [14 asır geçtiği halde, birçok din düşmanı, hâşâ Allahü teâlâyı yalancı çıkarmak için uğraşmışsa da bunu yapamadılar.]
(Eğer Kur’an, Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı, içinde pek çok tutarsızlık [tenakuz, çelişki] bulunurdu. Bunu düşünemiyor musunuz?) [Nisa 82]
(Kur’anıkendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: O halde Allah’tan gayri çağırabildiklerinizi [yardıma] çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sure getirin.) [Hud 13]
(Eğer o [peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]
(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından[hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42] [Kur’anı Allah indirdiği için, onu bozabilecek birisinin çıkamayacağı açıkça bildiriliyor.]
Kur’an-ı kerim, Resulullah efendimizin en büyük mucizesidir. İçinde bütün dünyada bugüne kadar yapılmış medeni kanunlara örnek teşkil edecek ilmi ve hukuki esaslar, eski tarihe ait birçok bilinmeyen malumat, insanlara verilebilecek en büyük ahlak esasları, nasihatler, dünya ve ahiret hakkında, o zamana kadar hiçbir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği hususlar vardır. Bunlar kimsenin söyleyemeyeceği bir ifade ile beyan edilmiştir. Müşrikler, mucize isteyince de buyuruldu ki: (Kur’an gibi [eşsiz] bir kitabı sana indirmemiz, [mucize olarak]yetmez mi?) [Ankebut 51]
“Bu Allah’ın kitabı değildir” diyebileceklere karşı da, böyle şüphelere yer bırakılmamıştır. Allahü teâlâ, Resulünün böyle bir kitap yazacak kudrette olmadığını ve Kur’anı kendisinin vahiy ettiğini teyit etmektedir. Esasen Resulünün özellikle ümmi, [okuma yazma öğrenmemiş] olmasını ve bu sebepten Kur’anın ancak Allah tarafından vahiy edilebileceğinin anlaşılmasını istemiştir. Bir âyet meali: ([Ey Resulüm, bu Kur’an sana indirilmeden önce] Sen bir kitaptan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı müşrikler, [Kur’anı başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış] derler ve [Yahudiler de, Onun vasfı Tevrat’ta ümmidir, bu ise ümmi değil diye] şüpheye düşerlerdi.) [Ankebut 48]
Bu eşsiz mucize olan Kur’an-ı kerime uyabilmek için, Kur’anın muhatabı olan Peygamber efendimize uymak ve şerefli sözlerini [hadis-i şeriflerini] kabul etmek lazımdır.
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
(De ki, “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin!”) [Al-i İmran 31]
(De ki, “Allah’a ve Peygambere itaat edin! Eğer [uymayıp] yüz çevirirlerse, [kâfir olurlar.] Elbette Allah kâfirleri sevmez.) [Al-i İmran 32]
.
Kur’an-ı kerim değiştirilemez
Sual: Tevbe suresinin son iki âyeti fazla diyen, Kur’anın değiştiğini söyleyen kâfir olmaz mı? CEVAP Böyle bir şeyi Müslüman yaparsa kâfir olur, kâfir zaten kâfirdir, tekrar kâfir olmaz. Emirler yasaklar Müslüman içindir.
Önce Kur’an-ı kerimin bugünkü hâle nasıl geldiğini bildirelim: Yemame savaşında, Kur'an-ı kerimi hıfzedenler [ezberleyenler] şehid olup azalmaya başlayınca, Hazret-i Ömer, halife Hazret-i Ebu Bekir’e, Kur'an-ı kerimin yazılıp Mushaf haline gelmesini tavsiye etti. Hazret-i Ebu Bekir de, Resulullahın kâtibi olan Zeyd bin Sabit’e sureleri ayrı ayrı yazdırdı. Sonra, Eshab-ı kiramın ittifakı ile bir heyet tarafından bir mushaf yazıldı. Hazret-i Osman zamanında bu mushaftan, 6 adet daha yazılarak vilayetlere gönderildi. Bugün bütün İslam ülkelerinde mevcut olan Kur'an-ı kerimlerin tertibi ve şekli bu mushafa tam uygundur. O zamandan beri de bir tek harfi değişmemiştir. (Mirat-ı kâinat)
Kur’an-ı kerimin değiştiğini söylemek birkaç yönden küfür olur: 1- Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimi hiç kimsenin değiştiremeyeceğini ve bunu bizzat kendisinin koruyacağını bildiriyor:
(Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini[Kur'anı] değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet] yoktur.) [Enam 115]
(Kur'anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]
(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından[hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42] [Kur’anı Allah indirdiği için, onu bozabilecek birisinin çıkamayacağı açıkça bildiriliyor. Diyelim ki 19 cu, Tevbe suresindeki iki âyeti veya başka âyetleri çıkarıp Tam Kur’an diye bir kitap bastırsa, piyasaya sürülünce, hile meydana çıkar ve hiç itibar görmez.]
Bu üç âyet-i kerimeye rağmen, Kur’an değişti demek çok büyük, çok çirkin bir iftira olur.
2- Kur’an-ı kerimi hâşâ Resulullah değiştirdi diyenler de çıkıyor. Bu, âlemlere rahmet olarak gönderilen son Resul için çok çirkin iftiradır. Üzerinde durmak bile gerekmez. Bir âyet meali (Eğer O [Peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]
Resulullah değiştirdi diyen bu âyeti de inkâr etmiş olur.
3- Daha çok Rafıziler, üç halife ile eshab değiştirdi diyorlar. Üç halife, âyet-i kerimelerle övüldüğü gibi, eshabın tamamı da övülmektedir. Hepsinin Cennetlik olduğunu bildiren bir âyet-i kerime meali: ([Eshab-ı kiramın] hepsine hüsnayı [Cenneti] vaad ettik.) [Hadid 10]
Hepsi Cennetlik olan bu kıymetli insanlara nasıl iftira edilebilir ki?
4- Mucize olması bakımından da değiştirilemez. İki âyet meali şöyledir: (Kulumuza [Peygambere] indirdiğimizden [Allah’tan geldiğinden] bir şüpheniz varsa, iddianızda doğru iseniz, Allah’tan gayri şahitlerinizi [bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sure meydana getirin! Bunu yapamazsınız, asla yapamayacaksınız da.) [Bekara 23, 24]
(De ki: Bu Kur'anın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88] [14 asırdır, din düşmanları, hâşâ Allahü teâlâyı yalancı çıkarmak için uğraşmışsa da yapamadılar. 19 cular da bunu yapamaz.]
Kur’an-ı kerime şerh koymak
Sual: İbni Sebeci, (İbni Abbas anlatır: Ömer, hutbesinde dedi ki: Hepiniz biliyorsunuz ki, Allah recm âyetini gönderdi. Hepimiz bu âyeti ezberledik. Ayrıca, Resulullah recm cezasını tatbik etti, biz de tatbik ettik. Benim endişem şudur: Aradan uzun zaman geçince, bazıları, "Kitabullah’ta recm cezası yoktur” diyerek inkâr edebilir. Eğer insanlar, "Ömer Allahü teâlânın kitabına ilavede bulundu" demeyecek olsalardı, recm âyetini yazardım)mealindeki olayı anlattıktan sonra, “Bak Ömer dedikodudan korkmasa idi, Kur’ana ilaveler yapacakmış. Kur’ana ilave yapabilecek birisi, nasıl Müslüman olur?” diyor. Bu konuya bir açıklık getirir misiniz? CEVAP Bu olay anlatıldığı gibi mi, yoksa değişik mi? Böyle kabul ederek cevap veriyoruz: 1- Hutbede bildirildi dendiğine göre, demek ki eshab-ı kiramın hemen hepsi orada idi. Çünkü Cuma namazı ayrı camilerde değil, tek camide kılınıyordu. İbni Sebecilerin kendisini sevdiklerini söyledikleri İbni Abbas hazretleri bunu rivayet ediyor. O da orada idi. Hazret-i Ali de orada idi. Hiç kimse bu söze itiraz etmediğine göre, olay aynen Hazret-i Ömer’in dediği gibidir. Burada itiraz edilecek bir husus yoktur. İbni Sebeci’nin itiraz etmesi onun art niyetli olduğunu gösterir.
2- Hazret-i Ömer’in recm âyetini yazardım demesi, Kur’ana ilave değildir. Hazret-i Ömer, (Kur'an-ı kerimin sonuna haşiye olarak, dip not olarak durumu izah eden bir açıklama koyabilirdim, ama, bunu istismar edecek olanlar, bak Ömer Kur'ana ilave yaptı derler diye bu açıklamayı koymadım) demek istemiş olabilir. Çünkü Hazret-i Ömer, şu mealdeki âyeti bilmiyor muydu: (Eğer O[Peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]
Âlemlere rahmet olarak gönderdiği Habibine böyle buyuran Allahü teâlâ Hazret-i Ömer’e ne yapmaz ki? Hazret-i Ömer’in böyle bir şeyi düşünmesi bile imkansızdır.
Aynı zihniyetteki kimseler, (Ömer’in böyle bir şerh koyma düşüncesi, Kur’ana gölge düşürmez mi) diye sorabilirler. Hayır asla mahzuru olmazdı. Çünkü Hazret-i Ali, âyetlerin altına Resulullah efendimizin yaptığı açıklamaları koyardı. Hatta bundan dolayı İbni Sebeciler, (Hazret-i Ali’nin Mushaf’ı ayrıdır) derler. Ayrı bir Mushaf yok, açıklamalı Mushaflar vardır. Hazret-i Ali açıklama koyunca suç olmuyor da, Hazret-i Ömer koyarsa niye suç olsun ki?
Hepsi Cennetlik olan eshab-ı kiram yanlış iş yaparsa ortada din mi kalır? Çünkü, Kur’anı da, hadisleri de onlar bildirdiler. Onun için böyle sualleri gündeme getirmek bile yersizdir.
Garplı âlimlerin Kur’an hayranlığı
Sual: Batılı âlimler Kur’an-ı kerim hakkında ne demişlerdir? CEVAP Kur’an-ı kerim hakkında garplı meşhur âlimler, edipler, hayranlıklarını daima izhar etmişlerdir:
Meşhur ediplerden biri olan Alman şairi Goethe, Kur’an-ı kerimin, tam doğru olmayan Almanca bir tercümesini okuduktan sonra, (İçindeki tekrarlardan sıkıntı duydum. Fakat ifadenin azameti, haşmeti karşısında hayran kaldım) demekten kendini men edememiştir.
Bir İngiliz rahibi olan Beoworth-Smith,(Muhammed ve Muhammede bağlı olanlar) isimli eserinde, (Kur’an, üslup temizliği, ilim, felsefe ve hakikat mucizesidir) diye yazmaktadır.
Kur’an-ı kerimi İngilizceye tercüme eden Arberry ise, (Ne zaman ezan dinlesem, o bana çok tesir eder. Akan nağmelerin altında, sanki davula vuruluyormuş gibi bir ses duyarım. Bu vuruş, sanki kalbimin vuruşu gibidir) demektedir.
Marmaduke Pisthali ise, Kur’an-ı kerim için, (En taklit olunmaz bir ahenk, en sağlam bir ifade! İnsanları ağlamaya veya sonsuz muhabbet ve aşka sevk eden bir kudret!) ifadesini kullanmıştır.
Gibbon, (Roma İmparatorluğunun Çökmesi ve Yıkılması) adlı eserinde şunları söylüyor: (Kur’an-ı kerim, Allah’ın birliğini ispat eden en büyük eserdir.)
Bunların yanında birçok garplı filozof, ilim ve siyaset adamları, Kur’an-ı kerimden, büyük bir hürmet, büyük bir takdir, büyük bir hayranlıkla bahs etmektedirler. Fakat bunlar, Kur’an-ı kerimi, Allah kitabı olarak değil, Muhammed aleyhisselamın yazdığı büyük ve kıymetli bir eser olarak kabul etmektedirler. Eğer böyle olmasaydı, bütün bu hayranların müslüman olmaları icap ederdi.
Bakınız, meşhur Fransız şairi Lamartin bile: (Muhammed, bir yalancı Peygamber değildir. Çünkü O, kendisinin Allah tarafından yeni bir dini yaymak için seçildiğine inanıyordu) demektedir.
Bu da, şunu gösterir: Garplı ilim adamları, Muhammed aleyhisselamın yalancı olmadığını, fakat Onun kendi karihasından [zekasından] gelen Kur’an-ı kerimi Allahü teâlânın vahyi zan ettiğini ileri sürüyorlar. Onlara göre Muhammed aleyhisselam, yalan söylemiyordu. Hakikaten kendisini Peygamber zan ediyor ve ağzından çıkan sözlerin, Ona Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inanıyordu.
Halbuki Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Kulumuza [Resule] indirdiğimizden [Allah’tan geldiğinden] bir şüpheniz varsa, iddianızda doğru iseniz, Allah’tan gayri şahitlerinizi [bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sure meydana getirin! Bunu yapamazsınız, asla yapamıyacaksınız da.) [Bekara 23, 24]
(De ki: Bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88]
(Eğer Kur’an, Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı, içinde pek çok tutarsızlık [tenakuz, çelişki] bulunurdu. Bunu düşünemiyor musunuz?) [Nisa 82]
(Kur’anıkendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: O halde Allah’tan gayri çağırabildiklerinizi [yardıma] çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sure getirin.) [Hud 13]
(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından[hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42]
(Müşrikler istemeseler de, İslam dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resulü Muhammed aleyhisselamı, [sebeb-i hidayet olan] Kur’an ve İslam dini ile birlikte gönderen Allahü teâlâdır.) [Saf 9]
(Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]
Kur'an-ı kerimin benzeri
Sual: İsra suresinin 88. âyetinde, (De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemin olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar) deniyor. Amerika’da, Gerçek Furkan adında bir kitap yayınlandığına göre, Kur’andaki ifadenin yanlışlığı meydana çıkmadı mı? CEVAP Herhangi bir kitap yazılabilir; ama benzeri yapılamaz. Benzeri demek, (Onun yerini tutabilecek, aynı vasıflara haiz bir eser) demektir. Bir örnek verelim: Yumurta ikizleri olan ikiz kardeş, birbirinin benzeridir. Birini diğerinden ayırmak zor olur. İkiz kardeşe benzeyen bir robot yapılsa, bu, insan gibi iş yapsa, yürüse, konuşsa, gülüp ağlasa, canı ve diğer özellikleri olmadığı için, ikiz kardeşe benzerliği olmaz. Gözü olsa da, insan gibi göremez; kulağı olsa da, insan gibi işitemez. Yapma olduğu her bakımdan sırıtır. Hatta böyle bir robot, sıradan bir insana bile benzemez. Buna rağmen, sırf kuru inadından dolayı, biz, tam insanın benzerini yaptık demek, ilme ve akla zıt olur. Bu iddiasına, kendi bile inanmaz.
Bunun gibi, Arapça cümleleri kafiyeli ve vezinli olarak yazmakla da, Kur’an-ı kerimin benzeri yapılmış olmaz. Benzeri sayılabilmesi için, aynı icaz ve belagatın bulunması lazımdır. Ancak bu özelliklere sahip bir kitaba, benzeri denebilir. Bugüne kadar, böyle benzeri bir kitap yazılmamıştır, yazılması da mümkün değildir.
İslam âlimleri de buyuruyor ki:
Kur’an-ı kerim, Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğüdür ve insan sözüne benzemez. 1400 yıldan beri, dünyanın her tarafında bütün İslam düşmanları el ele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları halde, Kur’an-ı kerimin bir âyeti gibi söyleyemediler. Şimdi de, bütün güçleri ile çalıştıkları halde söyleyemiyorlar. Hele o zaman Araplarda, şiir, edebiyat, fesahat ve belagat, her şeyden ileri gidip, en güvendikleri başarıları olduğu halde, Kur'an-ı kerim karşısında, bir şey söyleyemediler. Kur'an-ı kerime böyle galebe çalamayınca, çokları insafa gelip Müslüman oldu.
EBUBEKİR BAKIİANİ
Ebû Bekr Bâkıllânî’nin yazmış olduğu, İ’câz-ül-Kur’ân isimli eserinden ba’zı bölümler:
Kur’ân-ı kerîmin mu’cize olması: Âlimler (r.aleyhim) buyurdular ki Kur’ân-ı kerîmin mu’cize olması üç bakımdandır. Birincisi; Kur’ân-ı kerîm gaybdan haber vermektedir. Bu ise insanların gücünün hâricinde bir şeydir. Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ, onun dînini bütün dinlere gâlib kılacağını va’d buyurdu. Âyet-i kerîmede meâlen: “O Allahü teâlâ ki, gerçi müşrikler hoş görmeselerde, İslâmiyeti, bütün dinlere gâlib kılmak için, Resûlünü sırf hidayet olan Kur’ân-ı kerîm ve hak din ile gönderdi” (Tevbe-33). Allahü teâlâ bu va’dini yerine getirdi. Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) ordusunu gazâya gönderirken onlara, Allahü teâlânın kendi dinini mutlaka gâlib ve üstün kılacağını, bu sebeble muharebede mutlaka zaferi elde edeceklerinden emîn olmalarını söylemişti. Hazreti Ömer de halifeliği zamanında böyle yapardı. Hattâ onun ta’yin etmiş olduğu Sa’d bin Ebî Vakkâs ve diğer ordu komutanları da bu husûsa dikkat eder, askerlere bunu anlatırlar, onları muharebeye teşvik eder ve Allahü teâlânın izni ile muvaffak olurlardı. Ömer’in ( radıyallahü anh ) halifeliğinin sonuna kadar, Belh ve Hindistan’a kadar olan yerler fethedildi.
Kur’ân-ı kerîmin mu’cize oluşunun ikinci yönü; Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ümmî idi. Okuyup-yazma durumu yoktu. Geçmiş ümmetlerin, kitâplarından bir şey bilmediği gibi, onlara âit haberleri, onların hayatları ile alakalı olarak da okuyarak veya başkalarının yanına gidip gelerek birşey öğrenmemişti. Bununla birlikte Öyle bir kitap getirdi ki, birçok önemli mes’elelerden, Âdem’in (aleyhisselâm) yaratılışından, Peygamber olarak gönderilişine kadar olan zamandan, Cennetten çıkışından, tövbe etmesinden, onun ve oğullarının durumlarından, Nûh’dan (aleyhisselâm), onunla kavmi arasında cereyan eden hâdiselerden ve Kur’ân-ı kerîmde ismi geçen Peygamberlerden (aleyhimüsselâm), Fir’avn’ın ve daha başkalarının durumlarından ve akıbetlerinden bahsetti. Resûlullah efendimiz, birisinden öğrenerek, kitaplardan okuyarak veya bunları bilen birisinin yanında kalarak öğrenmemiştir. Bunları, sâdece vahy yoluyla, Allahü teâlânın bildirmesiyle biliyordu. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen: “Sen bundan önce (Kur’ân-ı kerîmin inmesinden önce, inen kitaplardan) hiçbir kitap okur değildin ve elinle de onu yazmazdın. (Eğer okur yazar olmuş olsaydın) O vakit müşrikler; (Kur’ân-ı kerîmi başkasından okuyup yazdın ve öğrendin diye) elbette şüphelenirlerdi” (Ankebût-48) “Böylece âyetlerimizi açıklıyoruz ki, suçluların yolu belli olsun” (Enâm-55) buyurdu.
Kur’ân-ı kerîmin mu’cize oluşunun üçüncü yönü: Kur’ân-ı kerîmin benzerini yapmanın, belagatına ve fesahatine erişmenin, beşerin gücünün üstünde olduğudur. Kur’ân-ı kerîmin nazmı (kelimelerin dizisi) Allahü teâlâ tarafındandır. (Arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak, âyetler hâlinde geldi.) Kur’ân-ı kerîmin kendisine has bir nazmı vardır.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zamanındaki insanlar, Kur’ân-ı kerîmin bir benzerini getirmekten âciz kaldılar. Fakat o asırdan sonra gelenler, belki bundan âciz kalmıyabilir denir ise, buna şöyle cevap verilir: Resûlullah’tan ( aleyhisselâm ) sonra gelenlerin fesahati, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) zamanındaki insanların fesahatini aşamamıştı. (O asırda insanlar, fesâhatta açık ve düzgün konuşmada o kadar ileri bir seviyeye ulaşmışlardı ki, birbirlerine bile şiirle cevap verirlerdi.) Hattâ, sonra gelenlerin fesahat ve belagat husûsunda en yüksek dereceleri, ne Resûlullah efendimiz zamanında yaşıyan insanların derecelerine yaklaşabilir, ne de onlara eşit olabilir, Bu husûsta onları aşmaları mümkün değildir. (Edebiyat târihi buna en güzel vesîkadır:) işte bütün bunlardan dolayı Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “(Ey Resûlüm, De ki! Yemîn ederim. Bu Kur’ân’ın benzerini meydana getirmek için, insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirine destek olsalar da yine benzerini getiremezler” (İsrâ-88).
Mu’cizeler, peygamberlerin peygamberlikleri için delîldir. Böyle bir delîl olmasaydı, peygamberliği sahih olan peygamberin gerçekten peygamber olmayıp da, sâdece peygamberlik iddiasında bulunan yalancı kimselerden farkı kalmazdı. Peygamber olan zât, zamanındaki insanlara, bu benim peygamberliğimin delîli der ve insanlar da ondan âciz kalırsa, bumu’cize, peygamberin söylediklerinin doğruluğuna delil olur. Eğer insanlar da onun bir benzerini yapmaktan âciz olmazlar ise, o ileri sürdüğü delîl, onun peygamberliğine ve sözünün doğruluğuna delîl olmaz.
.
islam alimleri ans.
.Ebû Bekr Bâkıllânî’nin yazmış olduğu, İ’câz-ül-Kur’ân isimli eserinden ba’zı bölümler:
Kur’ân-ı kerîmin mu’cize olması: Âlimler (r.aleyhim) buyurdular ki Kur’ân-ı kerîmin mu’cize olması üç bakımdandır. Birincisi; Kur’ân-ı kerîm gaybdan haber vermektedir. Bu ise insanların gücünün hâricinde bir şeydir. Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ, onun dînini bütün dinlere gâlib kılacağını va’d buyurdu. Âyet-i kerîmede meâlen: “O Allahü teâlâ ki, gerçi müşrikler hoş görmeselerde, İslâmiyeti, bütün dinlere gâlib kılmak için, Resûlünü sırf hidayet olan Kur’ân-ı kerîm ve hak din ile gönderdi” (Tevbe-33). Allahü teâlâ bu va’dini yerine getirdi. Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) ordusunu gazâya gönderirken onlara, Allahü teâlânın kendi dinini mutlaka gâlib ve üstün kılacağını, bu sebeble muharebede mutlaka zaferi elde edeceklerinden emîn olmalarını söylemişti. Hazreti Ömer de halifeliği zamanında böyle yapardı. Hattâ onun ta’yin etmiş olduğu Sa’d bin Ebî Vakkâs ve diğer ordu komutanları da bu husûsa dikkat eder, askerlere bunu anlatırlar, onları muharebeye teşvik eder ve Allahü teâlânın izni ile muvaffak olurlardı. Ömer’in ( radıyallahü anh ) halifeliğinin sonuna kadar, Belh ve Hindistan’a kadar olan yerler fethedildi.
Kur’ân-ı kerîmin mu’cize oluşunun ikinci yönü; Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ümmî idi. Okuyup-yazma durumu yoktu. Geçmiş ümmetlerin, kitâplarından bir şey bilmediği gibi, onlara âit haberleri, onların hayatları ile alakalı olarak da okuyarak veya başkalarının yanına gidip gelerek birşey öğrenmemişti. Bununla birlikte Öyle bir kitap getirdi ki, birçok önemli mes’elelerden, Âdem’in (aleyhisselâm) yaratılışından, Peygamber olarak gönderilişine kadar olan zamandan, Cennetten çıkışından, tövbe etmesinden, onun ve oğullarının durumlarından, Nûh’dan (aleyhisselâm), onunla kavmi arasında cereyan eden hâdiselerden ve Kur’ân-ı kerîmde ismi geçen Peygamberlerden (aleyhimüsselâm), Fir’avn’ın ve daha başkalarının durumlarından ve akıbetlerinden bahsetti. Resûlullah efendimiz, birisinden öğrenerek, kitaplardan okuyarak veya bunları bilen birisinin yanında kalarak öğrenmemiştir. Bunları, sâdece vahy yoluyla, Allahü teâlânın bildirmesiyle biliyordu. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen: “Sen bundan önce (Kur’ân-ı kerîmin inmesinden önce, inen kitaplardan) hiçbir kitap okur değildin ve elinle de onu yazmazdın. (Eğer okur yazar olmuş olsaydın) O vakit müşrikler; (Kur’ân-ı kerîmi başkasından okuyup yazdın ve öğrendin diye) elbette şüphelenirlerdi” (Ankebût-48) “Böylece âyetlerimizi açıklıyoruz ki, suçluların yolu belli olsun” (Enâm-55) buyurdu.
Kur’ân-ı kerîmin mu’cize oluşunun üçüncü yönü: Kur’ân-ı kerîmin benzerini yapmanın, belagatına ve fesahatine erişmenin, beşerin gücünün üstünde olduğudur. Kur’ân-ı kerîmin nazmı (kelimelerin dizisi) Allahü teâlâ tarafındandır. (Arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak, âyetler hâlinde geldi.) Kur’ân-ı kerîmin kendisine has bir nazmı vardır.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zamanındaki insanlar, Kur’ân-ı kerîmin bir benzerini getirmekten âciz kaldılar. Fakat o asırdan sonra gelenler, belki bundan âciz kalmıyabilir denir ise, buna şöyle cevap verilir: Resûlullah’tan ( aleyhisselâm ) sonra gelenlerin fesahati, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) zamanındaki insanların fesahatini aşamamıştı. (O asırda insanlar, fesâhatta açık ve düzgün konuşmada o kadar ileri bir seviyeye ulaşmışlardı ki, birbirlerine bile şiirle cevap verirlerdi.) Hattâ, sonra gelenlerin fesahat ve belagat husûsunda en yüksek dereceleri, ne Resûlullah efendimiz zamanında yaşıyan insanların derecelerine yaklaşabilir, ne de onlara eşit olabilir, Bu husûsta onları aşmaları mümkün değildir. (Edebiyat târihi buna en güzel vesîkadır:) işte bütün bunlardan dolayı Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “(Ey Resûlüm, De ki! Yemîn ederim. Bu Kur’ân’ın benzerini meydana getirmek için, insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirine destek olsalar da yine benzerini getiremezler” (İsrâ-88).
Mu’cizeler, peygamberlerin peygamberlikleri için delîldir. Böyle bir delîl olmasaydı, peygamberliği sahih olan peygamberin gerçekten peygamber olmayıp da, sâdece peygamberlik iddiasında bulunan yalancı kimselerden farkı kalmazdı. Peygamber olan zât, zamanındaki insanlara, bu benim peygamberliğimin delîli der ve insanlar da ondan âciz kalırsa, bumu’cize, peygamberin söylediklerinin doğruluğuna delil olur. Eğer insanlar da onun bir benzerini yapmaktan âciz olmazlar ise, o ileri sürdüğü delîl, onun peygamberliğine ve sözünün doğruluğuna delîl olmaz.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Habeş Meliki Necaşi’ye gönderdiği mektûp: “Bismillâhirrahmânirrahim; Allahın Resûlü Muhammed’den, Habeş kralı Necaşi’ye selâmette olmanı dilerim. Sana olan ni’metinden dolayı Allahü teâlâya hamd-ü sena ederim. Ki O’ndan başka ilâh yoktur, Melik, Kuddûs, Selâm, Mü’min (emn ve emân veren), Müheymin olan O’dur.
Şehâdet ederim ki, Îsâ bin Meryem, Allahü teâlânın (yarattığı) rûhuve (söylediği) kelimesidir. (Allahü teâlâ) onu, çok temiz, iffetli ve kendisini Allahü teâlâya adamış olan Meryem’in rahmine bıraktı da, Meryem Îsâ’ya hamile kaldı. Nitekim, Allahü teâlâ, Âdem’i de kudretiyle ve üflemesiyle topraktan yaratmıştı.
Ben seni, bir olan, eşi, ortağı bulunmayan Allaha, O’na ibâdet ve tâatta devamlı olmaya, bana tâbi olmağa ve Allahü teâlâdan getirip bildirmiş olduğum şeylere îmân etmeğe da’vet ediyorum.
Çünkü ben, Allahın Resûlüyüm (Peygamberiyim). Senive askerlerini, Allahü teâlâya ibâdet ve tâata da’vet ediyorum.
Ben sana gereken tebligatı yapmış, dünyâ ve âhıret saadetini te’min edecek nasihati vermiş bulunuyorum. Nasihatimi kabûl ediniz.
Allahü teâlânın selâmı, O’nun yolunda gidenlere olsun.”
Allahın Resûlü Muhammed’den, Farsların büyüğü Kisrâ’ya. Doğru yolda gidenlere, Allahü teâlâ ve Resûlüne imân edenlere, Allahtan başka hiçbir ilâh ve ma’bûd (ibâdet edilen) olmadığına, O’nun eşi ve ortağı bulunmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet edenlereselâm olsun. Seni, Allahü teâlâya îmâna da’vet ediyorum. Çünkü ben, kalbleri diri, akılları başlarında olanları uyarmak, kâfirler hakkında da, o azap sözünün gercekleşmesi için, Allahü teâlânın bütün insanlara göndermiş olduğu peygamberiyim.
Öyleyse, müslüman ol, kurtul, Da’vetimden yüz çevirir, kaçınırsan, bütün mecûsilerin günâhı senin boynuna olsun.”
Talha bin Ubeydullah’ın ( radıyallahü anh ) bildirdiği, Resûlullah efendimizin hutbelerinden birisi kısaca şöyledir. “Ey insanlar! ölmeden önce Allahü teâlâya tövbe ediniz. Meşgûliyet gelmeden önce, sâlih ameller yapmaya koşunuz. Allahü teâlâyı çok zikretmek, gizli ve açıktan çok sadaka vermek sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalışınız ki, bu sebeble Allahü teâlâ sizi rızıklandırır, size ecir ve sevâb verir, size yardım eder.”
Ebû Saîd-i Hudrî’nin ( radıyallahü anh ) bildirmiş olduğu hutbede Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle buyurmaktadır “Dikkat ediniz! Dünya tatlı bir yeşilliktir. Dikkat ediniz! Allahü teâlâ sizi dünyâda halifesi kılmıştır. Ve sizin nasıl işler yapmakta olduğunuza bakmaktadır, öyleyse, dünyâdan sakınınız. Kadınlardan çekininiz. Dikkat ediniz! Bir kimsenin, insanlardan korkması, hakkı bildiği zaman onun hakkı söylemesine mâni olmasın.” Resûlullah ( aleyhisselâm ) etrâfta güneşin kırmızılığı kalmayıncaya kadar konuşmalarına devam ettikten sonra, “Dünyânızdan, şu gününüzden kalan azıcık zaman kadar bir müddet kaldı” buyurdular.
Hazreti Ali bir hutbesinde şöyle buyurdu: “Dünyâ, sırtını döndü. Ayrılığı bildirdi. Âhırete yöneldi. Dikkat ediniz! Cenneti istiyenler, Cehennemden kaçanlar kadar uyuyan görmedim. Dikkat ediniz. Sizin hakkınızda en korktuğum şey; hevânıza (nefsin arzu ve isteklerine) uymak ve uzun emeldir.”
Abdullah İbni Mes’ûd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Sözlerin en doğrusu; Allahü teâlânın kitabı Kur’ân-ı kerîm, yapışılacak şeylerin en iyisi; takvâ, sünnetlerin en üstünü; Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnet-i seniyyesi, işlerin en hayırlısı; orta olanları, en kötüsü; sonra ortaya çıkarılan bid’atlerdir. (Dinde olmayıp da sonradan ibâdet olarak ortaya çıkarılan şeylerdir). Az fakat kâfi olan, çok fakat, Allahü teâlâyı ve âhıreti unutturan şeylerden daha hayırlıdır. En iyi zenginlik, rûh zenginliğidir. Kalbe atılan şeylerin en hayırlısı, yakindir, içki, günahların anasıdır. Gençlik, delîlikten bir şu’bedir. Yalancı dil, çok hatâlara ve yanlışlıklara sebeb olur. Mü’minin sövmesi fısktır. Başkasını affeden kimse de affedilir, iyiler arasında yazılır. Se’âdet sahibi kimse, başkasına nasîhatta bulunan kimsedir. İşler, verdikleri neticelere göre kıymet kazanır, işin özü ve hulâsası, neticesidir. En şerefli ölüm, şehidliktir. Belâ ve musibetin ne olduğunu, kimden geldiğini bilen kimse, sabreder. Bunu bilmiyen ise iyi görmez.”
Ömer bin Abdülazîz ( radıyallahü anh ), bir hutbesinde buyurdu ki: “Ey insanlar! Sizler öleceksiniz. Sonra diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Ey insanlar! Kime bir dağın başında veya dibinde bir rızık takdîr edilmişse, mutlaka o rızık ona gelir, öyleyse, iyiyi isteyiniz.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-A’lâm cild-6, sh. 176
2) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 269
3) Tarihi Bağdâd cild-5, sh. 379
4) Tebyin-i kizb-ül-müfteri sh. 217
5) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 169
6) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 109
.
.Kur'ân-ı Kerîmin İfade Gücü 20 HAZİRAN 1994..MEHMET ORUÇ
.İfade yönünden, kelime, harf yönünden Kur'ân-ı kerîmin diğer semavî kitaplardan bir farkı vardır. Tevrât, İncîl ve bütün kitaplar ve sahîfeler, hepsi birden, bir def'ada inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu'cize değildi. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildi. Kur'ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu'cizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzemez. Her şâirin, şiir yazmak, nazım yapmak kâbiliyeti başkadır. Meselâ, Necip Fazıl ve Nâbî'nin şiirlerini iyi bilen usta bir edebiyâtçıya, Necip Fazıl'ın, son yazdığı bir şiirini götürüp, bu, Nâbî'nin şiiridir desek, bu şiiri, hiç işitmemiş olduğu hâlde, okuyunca: "Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî efendinin ve Necip Fazıl'ın, uslubunu iyi bilirim. Bu şiir Nâbî'nin değil, Necip Fazıl'ın" demez mi? Elbette der. Kur'ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de ispat edilmiştir ve her zaman edilebilir. Şöyle ki, bir Arap şairi, bir sahîfede, edebî san'at inceliklerini göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, İslâmdan ve Kur'ândan haberi olmıyan, Arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutturulmuştur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş, - Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki san'at daha yüksek, demiştir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde, - Burası hiçbir söze benzemiyor. Ma'nâ içinde, ma'nâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok, demiştir. Yâni az çok edebiyat bilgisi olan, Kur'ân-ı kerîmin farkını hemen anlar. Bugün piyasada bilhassa, Avrupa'da Kur'ân-ı kerîmin pek çok tercümesi vardır. Bu, hakkıyla yapılabilinir mi? Yapılamaz. Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arapçaya da tercüme edilemez. Sebebi şu: Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. Bir âyetin ma'nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı İlâhî'yi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâli öğrenir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde kullarına saâdet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermiştir. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını, yalnız Muhammed aleyhisselâm anlar. Başka kimse, tâm anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm, ana dili olarak Arabî bildikleri, edîp ve belîğ oldukları hâlde, ba'zı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha sorarlardı. Kur'ân-ı kerîmi anlamak o kadar kolay birşey değildir. Bunun kolay olmadığını şu misalle anlatmaya çalışayım: Hazret-i Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullahın, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'a birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, hazret-i Ömer'i görünce, - Yâ Ömer, Resûlullah efendimiz, dün size birşey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim, dediler. Hazret-i Ömer, şöyle cevap verdi: - Dün, Ebû Bekr, Kur'ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma'nâsını sormuş, Resûlullah, ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım, dedi. Çünkü, hazret-i Ebû Bekr'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hazret-i Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah efendimiz, - Ben, peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmiyecektir. Eğer, benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu, buyurdu. Böyle yüksek olduğu hâlde ve Arabî'yi çok iyi bildiği hâlde, Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünkü, Resûlullah efendimiz, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Hazret-i Ebû Bekr'in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da, hattâ Cebrâîl aleyhisselâm dahî, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı.
.Kur'ân-ı Kerîmi Anlamak Mümkün mü? 21 HAZİRAN 1994
.Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını yalnız Muhammed aleyhisselâm anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden O'dur. Doğru tefsîr kitabı da, O'nun hadîs-i şerîfleridir. Arapça bilen az çok birşeyler anlar, fakat, bu anladığı doğru mu, yanlış mı bu önemli. Zamanımızda, herkes evine bir tefsîr kitabı almak istiyor. Son zamanlarda yazılmış tefsîrleri okuyup buradan dinini öğrenmek istiyor. Bu mümkün değildir. Çünkü, tefsîr kitaplarını da anlıyabilmek için, en az otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, (Tefsîr) ilmidir. Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan ba'zı Arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka ma'nâya, tefsîr ilminde ise daha başka ma'nâya gelmektedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur'ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma'nâlar bildirmektedir. Bu geniş ilimleri bilmiyenlerin, bugünkü Arapçaya göre, yaptıkları Kur'ân tercümeleri, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsından bambaşka birşey oluyor. Yeni yazılan Türkçe tefsîrlerin hepsinde şahsî düşünceler bulunmakta, okuyanlara zararı, faydasından çok olmaktadır. Hele İslâm düşmanlarının, bid'at sahiplerinin, Kur'ânı kerîmin ma'nâsını bozmak için yaptıkları tefsîr ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, birtakım şüpheler, i'tirâzlar hâsıl oluyor. Din düşmanları kasıtlı olarak, dini yıkmak için piyasaya meâller sürmektedirler. Zaten ilk meâli neşreden gayri müslim bir yayınevidir. Dini, tefsîrden öğrenmeye kalkışmak, ilkokul çocuğunun eline, yüksek matematik kitabı koyup buradan matematiği öğren demekten daha abestir. Yalnız Arapça bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arapça bilenleri, din âlimi sanan aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili Arapça olan, Arap edebiyâtını iyi bilen, çok papaz var. Fakat, hiçbirinin İslâmiyetten haberi yok. Meselâ, tıp ilmi kıymetlidir. Fakat bir kimse, eline bir tıp kitabı alıp okuyarak tıbbı öğrendim diyerek, göz ameliyatı yapmaya kalkarsa, hastanın gözünü çıkarmış olur. Böyle bir kimseye, tıp kitabı okuyarak doktorluk yapmak uygun değil demek, tıb ilmine karşı çıkmak değildir. Bunun gibi, bir kimsenin, meâl veya tefsîr okuyarak, dini hükümler çıkarmaya kalkışması çok yanlıştır. Bunu ancak müctehid âlimler yapabilir. Bugün artık böyle müctehid bir âlim de yeryüzünde kalmamıştır. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî ma'nâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din âlimlerinin, müctehidlerin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır. Yâni bugün için bu üç önemli ilmin biraraya getirildiği ilmihal kitabından öğrenmelidir. Bu kitapların hepsi, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru ma'nâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur. Kur'ân-ı kerîmin orijinalinden başkasına Kur'ân-ı kerîm denmez. Kur'ân-ı kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına imkân yoktur. Çünkü bu harflerde, Kur'ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yoktur. Meselâ, Kur'ân-ı kerîmde, üç tane se harfi var. Üç tane ze harfi var. Türkçe'de bunların hepsinin karşılığı bir harftir. Bunun için, ma'nâ bozuluyor. Okunan, Kur'ân olmayıp, ma'nâsız bir ses yığını oluyor. Meselâ, İhlâs sûresinde geçiyor. Ehad yerine ehat denilirse, namaz fâsid oluyor, bozuluyor. Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercümeleri ve latin harfi ile yazılmış, ne olduğu belirsiz kitapları (Türkçe Kur'ân) diye gençliğin önüne sürdükleri, köylere dağıttıkları görülüyor. Bunu yapanların bir kısmı farkında olmadan, cahilliğinden; bir kısmı da ticaret için yapıyor. Bir kısmı da, bu işi esas teşvik edenler, el altından destekliyenler ki, bunlar gizli din düşmanı kimselerdir. Dini bozmak, müslümanlar arasına fitne sokmak için buna destek veriyorlar. Bunlara aldanmamalıdır.
.Kur'ân-ı Kerîm Bilgileri 22 HAZİRAN 1994
.Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, (Benim kitâbım Arabî'dir) diyor. (Muhammed aleyhisselâma, bu Kur'ânı Arabî dil ile indirdim.) buyuruyor. Allahü teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve ma'nâların toplamı Kur'ândır. Böyle olmıyan kitaplara, Kur'ân-ı kerîm denemez. Bu kitaplara Kur'ân diyen müslümanlıktan çıkar. Kâfir olur. Başka dile, hattâ Arabî'ye çevrilirse, Kur'ân açıklaması denir. Ma'nâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur'ân olmaz. Hattâ hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa, Kur'ân denmez. Derme çatma tercümeleri okuyan gençler, Kur'ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzumsuz, faydasız düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur'ândan, islâmdan soğuyup, kâfir olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur'ân tercümelerini sürerek, Öztürkçe Kur'ân okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur'ânı okumayınız, sözlerinin, müslüman yavrularının, şehîd evlâdlarının dinsiz yetişmesini istiyen islâm düşmanlarının yeni bir taktiği, hîlesi olduğu muhakkaktır. Kur'ân-ı kerîmde üç kısım bilgi vardır. Allahü teâlâ bunlardan; Birincisini, hiçbir kuluna bildirmemiştir. İkinci kısım bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmiştir. Bu yüce Peygamberden ve O'nun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse bunları anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısım bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emir buyurmuştur. Bu ilimler de kendi arasında ikiye ayrılır. Bu ilimlerin birincisi, geçmiş insanların hâllerini bildiren kıssalardır. İkincisi, dünyada ve âhırette yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberlerdir. Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ile, tecrübe ile anlaşılamaz. Üçüncü kısım bilgilerin ikincileri, akıl, tecrübe ve Arabî ilimler ile anlaşılabilir. Kur'ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. Bu kısım bilgilerden, mahlûkları inceleyerek, Allahü teâlânın var olduğu ve bir olduğu çıkartılmıştır. Kur'ân-ı kerîmin içindeki bilgilerden ancak bir kısmı bu günkü insanlar tarafından bulunabilmiştir. Halbuki, bu ilmî ve fennî esâslar, 1400 sene evvel Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Meselâ, dünyanın nasıl meydana geldiği hakkındaki modern bilgiler, 50-60 sene öncesine kadar bilinmiyordu. Kur'ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi 30-33. âyet-i kerîmelerinde meâlen, "İnkâr edenler, gökler ve yer küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?" Yâsîn sûresinde meâlen, "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Bunların her biri bir yörüngede yürür." buyuruldu. Cenâb-ı Hak, modern bilgilerin ancak 50-60 sene evvel meydana çıkarabildikleri dünyanın kuruluş prensibini bundan tam 1400 sene evvel insanlara bildirmiştir. Bugün Modern biyologlar, "Bütün canlılar sudan gelmektedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmiştir." demektedirler. Fakat, onların yeni buldukları bu hakîkat, Kur'ân-ı kerîmde 1400 sene evvel açıklanmıştır. Meselâ, "İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi?" (Enbiyâ sûresi: 30) "İnsanı sudan yaratarak soy sop veren Allahtır. " (Fürkân sûresi: 54) "Yerin yetiştirdiklerinden ve kendilerinden ve bilmedikleri bir çok şeylerden çift çift (Ya'nî bol bol) yaratan Allahın ismini üstün tut!" (Yâsîn sûresi: 30) Burada, bitki ve hayvanat bilgilerine, fakat bunların yanında (bilmedikleri şeyler) diye insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri atom enerjisi gibi yeni kaynakları inceleyen ilim adamlarına îmâlar vardır. Nitekim cenâb-ı Hak, Rûm sûresinin 1. ve 4. âyetlerinde meâlen, "Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve dillerinizin ayrı olması, O'nun varlığının delillerindendir. Doğrusu burada bilenler (İlim adamları) için dersler vardır." buyuruyor. Bu sözler bu gün genetik ile uğraşan ilim adamlarına bir işârettir. Demek oluyor ki, (dil ve renk farklarında) henüz bizim bu gün daha bulamadığımız bazı incelikler vardır. Zamanla meydana çıkmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm Okuma Sevabı 23 HAZİRAN 1994 Kur'ân-ı kerîmi okuyup Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun îmân eden, hidâyet üzere olur. Doğru yolda bulunur. Allahü teâlâya kavuşturan doğru yolu bulur. Cehennem azâbından kurtulur. Hatta bunun sevâbı dedelerine, çocuklarına ve torunlarına te'sir eder. Îtikâdı düzgün bir kimse Kur'ân-ı kerîmi okuyup, sâlih müslümanların yazdığı, ilmihâl kitaplarında bildirdiği üzere amel ettiği, ibâdet yaptığı taktirde büyük sevaplara kavuşur. Kur'ân-ı kerîm okuma ve okutmak çok sevaptır. Bununla ilgili sevgili Peygamberimiz buyurdu ki, "Ümmetimin en hayırlısı, Kur'ân-ı kerîmi öğrenen ve öğretendir. " "Hoca çocuğa besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ çocuğun anasının, babasının ve hocasının Cehennem'e girmemesi için senet yazdırır. " "Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi Kur'ân-ı kerîmi mushafa bakarak okumaktır." "Namazda okunan Kur'ân-ı kerîm, namaz dışında okunan Kur'ân-ı kerîmden daha sevaptır. " "Kur'ân-ı kerîm okunan evden arşa kadar nûr yükselir. " Ebû Hüreyre hazretleri buyurdu ki, "Kur'ân-ı kerîm okunan eve, bereket, iyilik gelir. Melekler oraya toplanır. Şeytanlar oradan kaçar. Kur'ân-ı kerîm okunmazsa bunun aksi olur. " Kur'ân-ı kerîmi okumak, mühim sünnettir. Tecvîd ilmine uygun olarak ve hürmet ile okunan Kur'ân-ı kerîmi dinlemek farz-ı kifâyedir. Okuyanlara verilen sevâbların aynısı, dinleyenlere de verilir. Kur'ân-ı kerîmde yüz on dört (114) sûre ve altı bin iki yüz otuz altı (6236) âyet vardır. Halk arasında çok yaygın bir şey var. Herkes âyet sayısını 6666 olarak biliyor. Buradaki farklılıklar, mevcut Kur'ân-ı kerîmin eksik veya fazla olmasından değildir. Bu farklılıklar, büyük bir âyetin bir kaç küçük âyet sayılmasından veya bir kaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yahut sûrelerin evvelindeki Besmelelerin bir veya ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmiştir. Meselâ ba'zı âlimler, sûre başlarındaki besmeleleri sûreden saymışlar. Böyle sayınca, sûre sayısı kadar yâni yüz on dört âyet sayısı artmış oldu. Mushafların başındaki, fihristeki âyet sayıları sayılırsa, 6236 olduğu görülür. Kısacası, âyet sayılarının farklı bildirilmesi, aslında bir değişiklik olduğunu göstermez. Bu sayı farkı şekildedir, asılda değildir. Müslüman olmadığı halde, Kur'ân-ı kerîmin üstünlüğünü kabûl eden, kabûl etmek zorunda kalan batılı bilim adamı çoktur. Meselâ, dünyanın meşhûr ediplerinden olan Goethe (1749-1832), Batı-Doğu Dîvânı adlı eserinde şöyle diyor, "Kur'ânın içinde pek çok tekrarlar vardır. Onu okuduğumuz zaman, bu tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor, fakat biraz sonra bu kitap bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda büyük saygıya götürüyor. " Gaston Kar, "İslâm dîninin kaynağı olan Kur'ânda cihan medeniyetinin dayandığı bütün temeller bulunmaktadır. O kadar ki, bu gün bizim uygarlığımızın Kur'ân'ın bildirdiği temel kurallardan kurulduğunu kabûl etmemiz gerekir." demektedir. İngiliz Râhibi Beowerth-Simith, Muhammed ve Muhammed'e bağlı olanlar adlı eserinde, "Kur'ân üslup temizliği, ilim, felsefe ve hakîkat mûcizesidir." diyor. Prof. Carlyle de, "Kur'ân okundukça onun alelâde, gelişi güzel bir edebî eser olmadığını hemen hissedersiniz. Kur'ân, kalpten gelen ve başka kalplere hemen nüfûz eden bir eserdir. Diğer bütün eserler bu muazzam eser yanında çok sönük kalır. Kur'ân'ın göze çarpan ilk karekteri onun doğru ve mükemmel bir yol gösterici, dürüst bir rehber olmasıdır. İşte bence Kur'ânın en büyük meziyeti budur. Bu meziyet diğer bir çok meziyetlere de yol açmaktadır." diyor
.Mûcize, Kerâmet ve İstidrâc 4 TEMMUZ 1994 Bunlar birbirine benzer. Fakat, birbirinden çok farklı şeyler. Hepsini teker teker ele almak, teferruatlı olarak, örnekleri ile izah etmek gerekir. Aksi takdirde birbirine karıştırılır, karıştırılınca da inanç yönünden çok tehlikeli olur. Görünüş olarak, bunlar birbirine benzer ise de bu hallerin kimlerde meydana geldiği önemli. Benzerlikleri hepsinde de fevkaladelik oluşudur. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere tabiât kuvvetleri, fizik, kimya, biyoloji kanunları denir. Meselâ, bir yaya kimse, ortalama saatte beş km. yürüyebilir. Diyelim, bu kimse, sporcu idi, hızlı koştu. Hadi olsun, 20 km. Eğer bir kimse, yüz km'yi birkaç dakikada yürüyerek alabiliyorsa, bu normal bir iş değildir. Burada insan gücünün üstünde bir güç var demektir. İnsan, bu güç sayesinde bu işi yapabilmiştir. Ayrıca, bir iş yapmak, birşeyi elde etmek için bu işin sebeplerine yapışılır. Meselâ, buğday elde etmek için tarla sürülür, ekilir, biçilir. Buna "âdet-i ilâhî" yâni "Allahü teâlânın âdeti" denir. Yâni çiftçinin buğday sahibi olabilmesi için, bu işleri yapması lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri Allahü teâlânın âdeti içinde meydana gelmektedir. Ancak Allahü teâlâ sevdiklerine ve seçtiklerine iyilik, ikrâm olmak için âdetini bozarak, bilinen tabiat, fizik kanunlarının dışında sebepsiz şeyler de yaratır. İşte bu fevkalade, tabiat üstü, tabiat kanunlarının üstündeki haller, peygamberlerden zuhur ederse, buna mûcize, evliyâda, veli kimselerde görülürse buna kerâmet ve sâlih mü'minde, müslümanlarda görülürse firâset denir. Bu, tabiat kanunlarının üstündeki haller, kötü kimselerde, hatta kâfirlerde de görülür. Bu âdet dışı şeyler, müslüman olmayanlarda ve bozuk i'tikâtlı kimselerde ortaya çıkarsa, buna da istidrâc denir. Ancak, Allahü teâlâ, mûcize, kerâmet, firâsetten râzıdır, beğenir. Bu halleri onları sevdiği için, onları memnun etmek için vermiştir. Fakat, İstidrâc, sihir, büyü yapanlardan râzı değildir, onları beğenmez. Bu halleri de sevmediği için vermiştir onlara. Müslüman olmayanlarda ve bozuk İ'tikâtlı kötü kimselerde âdet dışı olarak zuhur eden şeyler, onlar için bir ihsân değil, âhıretteki azaplarını çoğaltıcı bir sebeptir. Nasıl ki, mûcize, kerâmet, firâset cenâb-ı Hakkın en çok sevdiği kimselerde görülüyorsa, İstidrâc, büyü, sihir de çok kötü kimselerde, cenâb-ı Hakkın hiç sevmediği kimselerde görülür. Mûcize, peygamberlik verilen kimsenin, doğru söylediğini ispat etmesi çin, Allahü teâlânın âdetini değiştirerek, bozarak, İlâhî kudretle peygamberlerine ihsan ettiği hârikulâde şeylerdir. Bir peygamberin elinde, peygamberliği zamanında peygamberliğini ispatı sebebiyle görülen âdet dışı şeylere ve hâdiselere denir. Diğer insanlar onun benzerini getirmekten âciz oldukları için böyle denmiştir. Mûcize, lügatte "Acze düşüren âciz bırakan hârikulâde hal" mânâlarına gelir. Hârikulâde; âdet olmayan, olağanüstü şeyler demektir. Mûcize ile, Allahın peygamberi olduğunu bildiren kimsenin doğruluğunu ispat etmesi kasdedilmiştir. Peygamberlerin mûcize göstermesi lâzımdır. Her peygamberin sayısız mûcizesi görülmüştür. Her peygamber mûcize göstermiştir. Kur'ân-ı kerîm'de bazı peygamberlerin gösterdiği mûcizeler haber verilmektedir. Meselâ, Nûh aleyhisselâmın gemisinin tufandan kurtulması, Mûsâ aleyhisselâmın asâsının ejderha olup sihirbazların yılanlarını yutması, elinin nûr (ışık) gibi parlaması, Kızıldeniz'in yarılıp Firavun'dan kurtulması, İsa aleyhisselâmın, babasız doğması, ölüleri diriltmesi, âmâların (körlerin) gözünü açması, tıbbın tedâvisini temin edemediği baras hastalarını iyileştirmesi ve diriyken göğe kaldırılması bunlardan bazılarıdır. Allahü teâlâ her peygambere, o zamanda yayılmış olup kıymet verilen şeylere benzer mûcizeler ihsân etmiştir. Son peygamber Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği mûcizeler ise sayılamayacak kadar çoktur. Her peygamberin mûcizesinden O'na da verilmiştir. Bunlardan bin kadarı kitaplarda yazılmıştır. Bu kadar mûcizenin en kıymetlisi, edepli olması ve güzel huyları idi. Kur'ân-ı kerîm'de, O'nun hakkında; "Sen, güzel huylu olarak yaratıldın." buyurulmuştur. Peygamber efendimiz, geçmiş, gelecek bütün insanların en güzel huylusu idi. Mûcize ve Kerâmet Arasındaki Fark 5 TEMMUZ 1994 Mûcize peygamberlerde, kerâmet cenâb-ı Hakkın veli kullarında görülür. Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüğü Kur'ân-ı kerîmdir. Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyatçılar, Kur'ân-ı kerîmin nazmında ve mânâsında âciz ve hayran kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. Îcâzı ve belâgati insan sözüne benzemiyor. Yâni, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve mânasındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelimeler arayanlar, bulamamışlardır. Nazmı Arap şâirlerinin şiirlerine benzemiyor. Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okumak ve işitmenin sıkıntıları giderdiği sayısız tercübelerle anlaşılmıştır. İşitenlerden kalplerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler görülmüştür. Nice azılı İslâm düşmanları, Kur'ân-ı kerîmi dinlemekle kalpleri yumuşamış, îmâna gelmişlerdir. İslâm düşmanlarından Kur'ân-ı kerîmi değiştirmeye, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de, hiçbir, arzularına kavuşamamıştır. Tevrat, İncil ise, insanlar tarafından her zaman değiştirilmiş ve yine değiştirilmektedir. Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler, iyi ahlâk, insanlara üstünlük sağlayan meziyetler, dünya ve âhıret saâdetine kavuşturacak iyilikler, varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler, insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur'ân-ı kerîmde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı mânâları ancak, erbâbı anlayabilmektedir. Semâvî kitapların hepsinde, Tevrat'ta, Zebur'da ve İncil'de bulunan ilimlerin ve esrârın hepsi Kur'ân-ı kerîm'de bildirilmiştir. Bütün tefsîrler, Kur'ân-ı kerîmdeki ilimlerden çok azını bildirmektedirler. Kıyâmet günü, Muhammed aleyhisselâm minbere çıkıp Kur'ân-ı kerîm okuyunca dinleyenler bütün ilimlerini ve sırlarını anlayacaklar. Muhammed aleyhisselâmın meşhur mûcizelerinin en büyüklerinden birisi de, ayın ikiye ayrılmasıdır. Bu mûcize, başka hiçbir peygambere nasip olmamıştır. Muhammed aleyhisselâm elli iki yaşındayken, Mekke'de Kureyş kâfirlerinin elebaşıları yanına gelip; "Peygambersen ayı ikiye ayır." dediler. Muhammed aleyhisselâm, herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabâsının îmân etmelerini çok istiyordu. Ellerini kaldırıp duâ etti. Allahü teâlâ kabûl edip, ayı ikiye böldü. Yarısı dağın üzerinde göründü. Kâfirler; "Muhammed bize sihir yaptı." dediler. Îmân etmediler. Bir gün bir köylüyü îmâna dâvet etti. "Vefât etmiş kızımı diriltirsen îmân ederim. " dedi. Mezarına gittiler. İsmini söyleyerek kızı çağırdı. Kabir içinde ses işitildi. "Dünyaya gelmek ister misin?" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Dünyaya gelmek istemem. Burada babamın evinden daha rahatım. Âhıret, dünyadan daha iyi." sesi işitildi. Köylü bunu duyunca hemen îmâna geldi. Lügatta kerâmet; hârika, yaradılışın ve imkânların üstünde olup, insanda hayranlık uyandıran şey mânâsına gelmektedir. Istılah mânâsı ise, Allahü teâlânın sevgili kullarında meydana gelen âdet dışı, alışılanın üstünde görülen, hârikulâde, tabiat üstü hâl demektir. Doğru bir îtikâda, inanca sahip olan ve her işinde İslâmiyete uyan kimselere Allahü teâlânın âdeti dışında, yâni fizik, kimya ile biyoloji kanunları dışında ikram ve ihsân ettiği şeylere "kerâmet" denir. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ümmetleri içinde bulunan velîlerinde âdet dışı meydana gelen şeyler kerâmettir. Evliyânın kerâmet göstermesi lâzım değildir. Bunlar zaten kerâmet göstermek istemez. Allahü teâlâdan utanırlar. Hatta çokları kendisinden hasıl olan, kerâmetten haberi bile olmaz.
.Mûcizeye, Kerâmete İnanmanın Hükmü 6 TEMMUZ 1994
.Kur'ân-ı kerîmde geçmiş peygamberlerin mûcizeleri uzun uzun anlatılmaktadır. Bunun için, bunları inkâr eden, dolayısıyla Kur'ân-ı kerîmi inkâr etmiş olur, dinden çıkar. Mesela, Peygamber efendimizin meşhur mûcizesi, mirac hadisesinde, bir anda Mekke'den Kudüs'e gittiğine inanmıyan kâfir olur. Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Evliyânın kerâmetine inanmayan Ehl-i sünnetten, Hak yoldan ayrılır. Evliyânın kerâmeti olduğu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile bildirilmiştir. Onun için müslümanlar kerâmete inanır. Gaybı sadece Allahü teâlâ bilir. Evliyânın bu şekilde gaybı bildiğine inanmak küfr olur. Ancak, evliyâlar Allahü teâlânın bildirmesiyle gayıptan haber verebilirler.Evliyânın ba'zı şeyleri bildirmesi bu şekildedir. Evliyâdan, çok kerâmet görülmesi onun çok yüksek derecede olduğunu göstermez. Velîlik, Allah'a yaklaşmak demektir. Velînin kendinde kerâmet hâsıl olduğunu bilmesi lâzım değildir. Allahü teâlâ, bir velînin şekillerini bir anda çeşitli memleketlerde herkese gösterir. Uzak yerlerde şaşılacak şeyleri yaptığı görülür. Halbuki kendisi bunları bilmez. Bilenleri olursa da yabancılara belli etmez. Çünkü kerâmete kıymet vermez. Kısacası, kerâmetin çok görülmesi, onun yüksek bir veli olduğunu göstermez. Hiç kerâmeti görülmeyip de kerâmeti görülen evliyâdan derecesi daha çok olan kimseler de olur. Evliyânın büyüklerinden Abdülhakîm Arvasî hazretlerinin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili, pamuk tüccârı Abdülkâdir bey vardı. Bu zat bizzat yaşadığı hadiseyi şöyle anlatmıştı: Bir yaz günü idi. Abdülhakîm Arvasî hazretleri ile Eyüp câmi-i şerîfinde öğle namazını kıldık. Sonra, hazret-i Hâlid radıyallahü anhın türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yanyana diz üstüne oturduk. "Yanıma sokul, gözlerini kapa!" dedi. Gözlerimi kapayınca, hazret-i Hâlid'i ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallı idi. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. Sonra "Gözünü aç!" dedi. Açtım. İkimiz sanduka yanında oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. "Ne gördün?" dedi. Anlattım. "Ben hayâtta iken kimseye söyleme!" dedi. Bir de evliyâ olmayan müslümanlarda görülen hârikulâde hâller var. Buna da firâset denir. Firaset, peygamberlerin ümmetleri arasında îtikâdı doğru, işleri, ayıp, günâh ve kusurlardan uzak ve ahlâken mazbut, dürüst kimselerin, bilgi, delil ve tecrübelerle elde ettiği yüksek meziyetleri sâyesinde, insanların hâllerini çabuk kavrayıp, isâbetli karar vermesidir. Firâset sâhibi, tevil, zan ve tahmine kaçmadan ilk bakışta işin iç yüzünü sezer ve maksada isâbet ettirir. Firâset, müslümanda bulunan üstün bir meziyettir. Firâset sâhibi olabilmenin ilk şartı, doğru bir îmân sâhibi olmaktır. Sonra haramlardan sakınmak, İslâmiyetin beğenmediği kötü isteklerden uzak durmaktır. Kimin îmânı daha kuvvetli ise, o nisbette firâseti keskin, yâni isâbetli ve doğru olur. Bütün bunlara kavuşulması için, kalbin her an Allahü teâlâyı anmakla meşgul olması, bütün âzâların Peygamberimizin sünnetine uyması ve hep helâl lokma yemeyi aslâ terk etmemesi gerekmektedir. Bir kimse, kalbini her an Allahü teâlâ ile meşgûl edince sırlar kalbine dolar. Böylece o kalbin sâhibi, o sırları gözleriyle görür ve onlardan haberdâr olur. İnsanın kalbi, kötülüklerden temizlenip böyle parladığı sıralarda, başka gönüllerde saklı olan şeyleri de keşfedebilir ve anlar. Nitekim Peygamberimiz; "Mü'minin firâsetinden korkunuz (sakınınız)! Çünkü Allah'ın nûru ile bakar (görür.)" buyurmuşlardır. Bu hadîs-i şerîfte, sâlih müslümanlara verilen firâsetin, Allahü teâlânın bir ihsânı, lütfu olduğu bildirilmektedir. Peygamberlerdeki mûcize ve evliyâdaki kerâmet de böyledir. Allahü teâlânın sevdiği insanlara iyiliği, ikramıdır. Âdetini bozarak, sebepsiz yarattığı şeylerdir. O, her şeyi yaratmaya gücü yetendir.
Kelâm âlimlerinin meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Tayyib bin Muhammed bin Ca’fer’dir. Künyesi Ebû Bekr, lakabı Bâkıllânî el-Eş’arî’dir. 338 (m. 950) senesinde Basra’da doğdu. Doğum târihinde ihtilâf edilmiştir. 403 (m. 1013)’de Bağdad’da vefât etti. Kelâm âlimleri arasında “Kâdı” ünvanı ile meşhûr olmuştur. İlimdeki üstünlüğünden dolayı da “Lisân-ül-ümme” Ümmetin sözcüsü, “Şârim-ül-İslâm” İslâmın keskin kılıcı lakâbları verilmiştir. Bâkıllânî lakabı, Bâkıl kelimesinden bakla v.s. satan ma’nâsında kullanılmıştır.
Bâkıllânî, ilim tahsiline doğduğu yer olan Basra’da başladı. Zamanında Basra’da bulunan meşhûr âlimlerden ilim öğrendi. Kelâm ilmini, i’tikâdda iki mezheb imamından biri olan Ebü’l-Hasen Eş’arî hazretlerinin meşhûr talebelerinden olan İbn-i Mücâhid Tâî’den öğrendi. Ayrıca Ebû İshâk el-İsferânî’den, Ebû Bekr bin Fûrek, Ebü’l-Hasen el-Bâhilî gibi âlimlerden de ders almıştır. Bâkıllâni, Basra’daki tahsilinden sonra Bağdad’a gitmiş, orada hadîs âlimlerinin meşhûrlarından hadîs ilmini öğrenmiştir. Hadîs ilminde ders alıp, hadîs-i şerîf işittiği âlimler, Ebû Bekr bin Mâlik Katiî, Ebû Muhammed bin Masî ve Ebû Ahmed Hüseyn bin Ali Nişâbûrî’dir. Tahsilini tamamlayıp, kelâm ilminde çok iyi yetişdikten sonra kıymetli eserler yazmaya ve Bağdad’da Câmi-i Mensûr’da ders vermeye başlamıştır. Bağdad’daki ders halkası, Irak şehirlerinden ve İslâm dünyâsının her tarafından gelen talebeler ile çok genişlemiş, Bâkıllânî’nin ilimdeki şöhreti yayılıp, hükümdâr ve emirler tarafından da büyük i’tibâr görmüştür. Ayrıca Râfîzilere, Mu’tezileye, Cehmiyeye, Hâricilere karşı reddiyeler yazarak onların sapık fikirlerini çürütüp, Ehl-i sünnet i’tikâdının yayılmasına çok hizmet etti. Geceleri çok ibâdet eder ve ilmî mes’eleler yazar, sabahleyin talebelerine yazdıklarını okutup yeniden gözden geçirirdi.
Bâkıllânî, Büveyhiler zamanında Şîrâz’da Adud-düd-Devle’nin huzûrunda açılan münâzaralarda Eshâb-ı Kirâm düşmanlarına ve Mu’tezileye karşı Ehl-i sünneti savunmak üzere çağırılmıştı. Bu münâzarada muhaliflere karşı o kadar te’sîrli olmuştur ki, mu’tezili olan Adud-düd-devle onu takdîr edip, sevinmiştir. Adud-düd-Devle, onu Bizans’a elçi olarak göndermiştir. Bizans hükümdârı, kendisine meşhûr bir âlimin elçi olarak geldiğini duyunca, onu makamına çağırdı. Yalnız, kendisine müslüman olmadığı için elçinin hürmet etmeyeceğini bildiğinden, bir hile düşündü. Gelen elçinin huzûruna girerken, kendi teb’asının yaptığı gibi yerlere kadar eğilerek girmesini istiyordu. Bunun için, ancak eğilerek geçilebilecek üstü kapalı bir yer yaptırdı.
Bâkıllânî’nin bu dehliz gibi yoldan makâmına getirilmesini emretti. Bâkıllânî’ye, hükümdâr seni huzûruna çağırıyor diyerek, hazırlanan yerden geçirmek istediler. Bâkıllânî bu yeri görünce, öne eğilerek girmedi. Ters dönüp, eğildi ve Bizans hükümdarının odasına arka arka yürüyüp girdi. Girince doğrulup, yönünü hükümdâra döndü. Bu hareketi gören Bizans hükümdârı çok şaşırıp, heybeti ve vekarı karşısında ezildi. Bâkıllânî hazretleri birgün, Bizans hükümdârının sarayında, İmparator meclisinde papazlarla münâzaraya oturmuştu. Papazlar Hazreti Aişe ile ilgili olan ilk hâdisesini konuşmaya başlayınca, Bâkıllânî, Hazreti Meryem’i ve Hazreti Âişe’yi kasd ederek, “Biri kocasız çocuklu, bir kocalı çocuksuz iki mübârek kadının temiz oldukları vahiy ile bildirilmiştir” diyerek karşılık vermiş ve papazları susturmuştur.
Bâkıllânî, İmâm-ı Eş’arî hazretlerinin talebeleri zincirinden olup, İmâm-ı Eş’arî hazretlerinin bildirdiği i’tikâd bilgilerini yaymış, genişçe izah etmiş ve bu husûsta kitaplar yazmıştır. Bu bakımdan, kelâm ilminde önemli bir yeri vardır.
Eserleri: 1. İ’câz-ül-Kur’ân: Bu eserinde Kur’ân-ı kerîmin büyük bir mu’cize olduğu ve icazı üzerinde durmuştur. Bu eserinde Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hulefa-i râşidînin beliğ ve ifâde tarzı yüksek olan mektûplarını ve hutbelerini, eski şâirlerin ve ediblerin meşhûr şiir ve hutbelerinden seçmeler almıştır. Yazma ve basma nüshaları vardır.
2. Temhid-ül-evâîl ve telhîs-üd-delâil
3. Menâkıb-ül-eimme gibi eserleri vardır.
Ebû Bekr Harezmî şöyle demiştir. “Bağdad’da kitap yazan her zât, Bâkıllânî’nin eserlerinden nakiller yapmıştır. Çünkü o herkesin kabûl ettiği, pekçok ilimde büyük bir âlim idi. Ali bin Muhammed Harbî de şöyle demiştir: “Kâdı Ebû Bekr Bâkıllânî, yazdığı eserlerini kısaltmak istedi. Fakat ilminin ve ezberlediği mes’elelerin çokluğu sebebiyle bunu yapması mümkün olmadı. Muhaliflerine karşı bir eser yazmak isteyen her âlim, bunu yazarken muhaliflerinin eserini okumuştur. Bâkıllânî ise, muhaliflerine reddiye yazarken, onların eserlerini gözden geçirmeğe ihtiyâç duymazdı. Çünkü muhaliflerinin fikirlerini gayet iyi biliyordu.”
Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah Beydâvî şöyle anlatmıştır:
“Bir rü’yâ görmüştüm. Rüyamda ders verdiğim mescidime girdim. Mihrâbda bir zât oturuyor, bir başka zât da ondan ders alıyordu. Ona karşı Kur’ân-ı kerîm okuyordu, öylesine güzel okuyordu ki, bu okuyan ve okutan kimdir acaba dedim. Bana denildi ki; mihrâbda oturan, Resûlullahdır ( aleyhisselâm ). Huzûrunda okuyan da Bâkıllânî’dir. Resûlullah ona dinimizi öğretiyor...”
Bâkıllânî vefât edince, cenâze namazını oğlu Hasen kıldırdı. Derb-ül-mecûs denilen yerde defnedildi. Daha sonra kabri buradan Bâb-ı Harb kabristanına nakledildi. Ubeydullah bin Ahmed bin Ali Mukrî şöyle anlatmıştır: “Ebû Ali bin Şâzân ve Ebû Kâsım Ubeydullah bin Ahmed bin Ahmed bin Osman Sayrafi ile birlikte, Ebû Bekr Bâkıllânî’nin kabrini ziyârete gitmiştik. Vefât edeli bir ay kadar olmuştu. Kabrine vardığımızda orada bir Kur’ân-ı kerîm gördüm. Kur’ân-ı kerîmi elime alıp, yâ Rabbî! Ebû Bekr Bâkıllânî’nin hâli bu kabirde nasıldır? Şu Kur’ân-ı kerîmde bana beyân buyur, diye duâ ettim. Sonra Kur’ân-ı kerîmi açtım. Hûd sûresi 28. âyet-i kerîmesi çıktı. Bu âyet-i kerîmede, Nûh aleyhisselâmın, kavmine şöyle dediği bildirilmektedir Meâlen “Ey kavmim! Söyleyin bakayım fikriniz nedir? Eğer ben Rabbimden verilen açık bir burhan(mu’cize) üzerinde isem (Bu benim Peygamber olduğumu doğruluyorsa), bir de Allah bana kendi katından bir Peygamberlik vermiş de, size, onu görecek göz vermemişse, istemediğiniz halde onu size zorla mı kabûl ettireceğiz.”
Ebû Bekr Bâkıllânî’nin yazmış olduğu, İ’câz-ül-Kur’ân isimli eserinden ba’zı bölümler:
Kur’ân-ı kerîmin mu’cize olması: Âlimler (r.aleyhim) buyurdular ki Kur’ân-ı kerîmin mu’cize olması üç bakımdandır. Birincisi; Kur’ân-ı kerîm gaybdan haber vermektedir. Bu ise insanların gücünün hâricinde bir şeydir. Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ, onun dînini bütün dinlere gâlib kılacağını va’d buyurdu. Âyet-i kerîmede meâlen: “O Allahü teâlâ ki, gerçi müşrikler hoş görmeselerde, İslâmiyeti, bütün dinlere gâlib kılmak için, Resûlünü sırf hidayet olan Kur’ân-ı kerîm ve hak din ile gönderdi” (Tevbe-33). Allahü teâlâ bu va’dini yerine getirdi. Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) ordusunu gazâya gönderirken onlara, Allahü teâlânın kendi dinini mutlaka gâlib ve üstün kılacağını, bu sebeble muharebede mutlaka zaferi elde edeceklerinden emîn olmalarını söylemişti. Hazreti Ömer de halifeliği zamanında böyle yapardı. Hattâ onun ta’yin etmiş olduğu Sa’d bin Ebî Vakkâs ve diğer ordu komutanları da bu husûsa dikkat eder, askerlere bunu anlatırlar, onları muharebeye teşvik eder ve Allahü teâlânın izni ile muvaffak olurlardı. Ömer’in ( radıyallahü anh ) halifeliğinin sonuna kadar, Belh ve Hindistan’a kadar olan yerler fethedildi.
Kur’ân-ı kerîmin mu’cize oluşunun ikinci yönü; Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ümmî idi. Okuyup-yazma durumu yoktu. Geçmiş ümmetlerin, kitâplarından bir şey bilmediği gibi, onlara âit haberleri, onların hayatları ile alakalı olarak da okuyarak veya başkalarının yanına gidip gelerek birşey öğrenmemişti. Bununla birlikte Öyle bir kitap getirdi ki, birçok önemli mes’elelerden, Âdem’in (aleyhisselâm) yaratılışından, Peygamber olarak gönderilişine kadar olan zamandan, Cennetten çıkışından, tövbe etmesinden, onun ve oğullarının durumlarından, Nûh’dan (aleyhisselâm), onunla kavmi arasında cereyan eden hâdiselerden ve Kur’ân-ı kerîmde ismi geçen Peygamberlerden (aleyhimüsselâm), Fir’avn’ın ve daha başkalarının durumlarından ve akıbetlerinden bahsetti. Resûlullah efendimiz, birisinden öğrenerek, kitaplardan okuyarak veya bunları bilen birisinin yanında kalarak öğrenmemiştir. Bunları, sâdece vahy yoluyla, Allahü teâlânın bildirmesiyle biliyordu. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen: “Sen bundan önce (Kur’ân-ı kerîmin inmesinden önce, inen kitaplardan) hiçbir kitap okur değildin ve elinle de onu yazmazdın. (Eğer okur yazar olmuş olsaydın) O vakit müşrikler; (Kur’ân-ı kerîmi başkasından okuyup yazdın ve öğrendin diye) elbette şüphelenirlerdi” (Ankebût-48) “Böylece âyetlerimizi açıklıyoruz ki, suçluların yolu belli olsun” (Enâm-55) buyurdu.
Kur’ân-ı kerîmin mu’cize oluşunun üçüncü yönü: Kur’ân-ı kerîmin benzerini yapmanın, belagatına ve fesahatine erişmenin, beşerin gücünün üstünde olduğudur. Kur’ân-ı kerîmin nazmı (kelimelerin dizisi) Allahü teâlâ tarafındandır. (Arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak, âyetler hâlinde geldi.) Kur’ân-ı kerîmin kendisine has bir nazmı vardır.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zamanındaki insanlar, Kur’ân-ı kerîmin bir benzerini getirmekten âciz kaldılar. Fakat o asırdan sonra gelenler, belki bundan âciz kalmıyabilir denir ise, buna şöyle cevap verilir: Resûlullah’tan ( aleyhisselâm ) sonra gelenlerin fesahati, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) zamanındaki insanların fesahatini aşamamıştı. (O asırda insanlar, fesâhatta açık ve düzgün konuşmada o kadar ileri bir seviyeye ulaşmışlardı ki, birbirlerine bile şiirle cevap verirlerdi.) Hattâ, sonra gelenlerin fesahat ve belagat husûsunda en yüksek dereceleri, ne Resûlullah efendimiz zamanında yaşıyan insanların derecelerine yaklaşabilir, ne de onlara eşit olabilir, Bu husûsta onları aşmaları mümkün değildir. (Edebiyat târihi buna en güzel vesîkadır:) işte bütün bunlardan dolayı Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “(Ey Resûlüm, De ki! Yemîn ederim. Bu Kur’ân’ın benzerini meydana getirmek için, insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirine destek olsalar da yine benzerini getiremezler” (İsrâ-88).
Mu’cizeler, peygamberlerin peygamberlikleri için delîldir. Böyle bir delîl olmasaydı, peygamberliği sahih olan peygamberin gerçekten peygamber olmayıp da, sâdece peygamberlik iddiasında bulunan yalancı kimselerden farkı kalmazdı. Peygamber olan zât, zamanındaki insanlara, bu benim peygamberliğimin delîli der ve insanlar da ondan âciz kalırsa, bumu’cize, peygamberin söylediklerinin doğruluğuna delil olur. Eğer insanlar da onun bir benzerini yapmaktan âciz olmazlar ise, o ileri sürdüğü delîl, onun peygamberliğine ve sözünün doğruluğuna delîl olmaz.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Habeş Meliki Necaşi’ye gönderdiği mektûp: “Bismillâhirrahmânirrahim; Allahın Resûlü Muhammed’den, Habeş kralı Necaşi’ye selâmette olmanı dilerim. Sana olan ni’metinden dolayı Allahü teâlâya hamd-ü sena ederim. Ki O’ndan başka ilâh yoktur, Melik, Kuddûs, Selâm, Mü’min (emn ve emân veren), Müheymin olan O’dur.
Şehâdet ederim ki, Îsâ bin Meryem, Allahü teâlânın (yarattığı) rûhuve (söylediği) kelimesidir. (Allahü teâlâ) onu, çok temiz, iffetli ve kendisini Allahü teâlâya adamış olan Meryem’in rahmine bıraktı da, Meryem Îsâ’ya hamile kaldı. Nitekim, Allahü teâlâ, Âdem’i de kudretiyle ve üflemesiyle topraktan yaratmıştı.
Ben seni, bir olan, eşi, ortağı bulunmayan Allaha, O’na ibâdet ve tâatta devamlı olmaya, bana tâbi olmağa ve Allahü teâlâdan getirip bildirmiş olduğum şeylere îmân etmeğe da’vet ediyorum.
Çünkü ben, Allahın Resûlüyüm (Peygamberiyim). Senive askerlerini, Allahü teâlâya ibâdet ve tâata da’vet ediyorum.
Ben sana gereken tebligatı yapmış, dünyâ ve âhıret saadetini te’min edecek nasihati vermiş bulunuyorum. Nasihatimi kabûl ediniz.
Allahü teâlânın selâmı, O’nun yolunda gidenlere olsun.”
Allahın Resûlü Muhammed’den, Farsların büyüğü Kisrâ’ya. Doğru yolda gidenlere, Allahü teâlâ ve Resûlüne imân edenlere, Allahtan başka hiçbir ilâh ve ma’bûd (ibâdet edilen) olmadığına, O’nun eşi ve ortağı bulunmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet edenlereselâm olsun. Seni, Allahü teâlâya îmâna da’vet ediyorum. Çünkü ben, kalbleri diri, akılları başlarında olanları uyarmak, kâfirler hakkında da, o azap sözünün gercekleşmesi için, Allahü teâlânın bütün insanlara göndermiş olduğu peygamberiyim.
Öyleyse, müslüman ol, kurtul, Da’vetimden yüz çevirir, kaçınırsan, bütün mecûsilerin günâhı senin boynuna olsun.”
Talha bin Ubeydullah’ın ( radıyallahü anh ) bildirdiği, Resûlullah efendimizin hutbelerinden birisi kısaca şöyledir. “Ey insanlar! ölmeden önce Allahü teâlâya tövbe ediniz. Meşgûliyet gelmeden önce, sâlih ameller yapmaya koşunuz. Allahü teâlâyı çok zikretmek, gizli ve açıktan çok sadaka vermek sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalışınız ki, bu sebeble Allahü teâlâ sizi rızıklandırır, size ecir ve sevâb verir, size yardım eder.”
Ebû Saîd-i Hudrî’nin ( radıyallahü anh ) bildirmiş olduğu hutbede Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle buyurmaktadır “Dikkat ediniz! Dünya tatlı bir yeşilliktir. Dikkat ediniz! Allahü teâlâ sizi dünyâda halifesi kılmıştır. Ve sizin nasıl işler yapmakta olduğunuza bakmaktadır, öyleyse, dünyâdan sakınınız. Kadınlardan çekininiz. Dikkat ediniz! Bir kimsenin, insanlardan korkması, hakkı bildiği zaman onun hakkı söylemesine mâni olmasın.” Resûlullah ( aleyhisselâm ) etrâfta güneşin kırmızılığı kalmayıncaya kadar konuşmalarına devam ettikten sonra, “Dünyânızdan, şu gününüzden kalan azıcık zaman kadar bir müddet kaldı” buyurdular.
Hazreti Ali bir hutbesinde şöyle buyurdu: “Dünyâ, sırtını döndü. Ayrılığı bildirdi. Âhırete yöneldi. Dikkat ediniz! Cenneti istiyenler, Cehennemden kaçanlar kadar uyuyan görmedim. Dikkat ediniz. Sizin hakkınızda en korktuğum şey; hevânıza (nefsin arzu ve isteklerine) uymak ve uzun emeldir.”
Abdullah İbni Mes’ûd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Sözlerin en doğrusu; Allahü teâlânın kitabı Kur’ân-ı kerîm, yapışılacak şeylerin en iyisi; takvâ, sünnetlerin en üstünü; Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnet-i seniyyesi, işlerin en hayırlısı; orta olanları, en kötüsü; sonra ortaya çıkarılan bid’atlerdir. (Dinde olmayıp da sonradan ibâdet olarak ortaya çıkarılan şeylerdir). Az fakat kâfi olan, çok fakat, Allahü teâlâyı ve âhıreti unutturan şeylerden daha hayırlıdır. En iyi zenginlik, rûh zenginliğidir. Kalbe atılan şeylerin en hayırlısı, yakindir, içki, günahların anasıdır. Gençlik, delîlikten bir şu’bedir. Yalancı dil, çok hatâlara ve yanlışlıklara sebeb olur. Mü’minin sövmesi fısktır. Başkasını affeden kimse de affedilir, iyiler arasında yazılır. Se’âdet sahibi kimse, başkasına nasîhatta bulunan kimsedir. İşler, verdikleri neticelere göre kıymet kazanır, işin özü ve hulâsası, neticesidir. En şerefli ölüm, şehidliktir. Belâ ve musibetin ne olduğunu, kimden geldiğini bilen kimse, sabreder. Bunu bilmiyen ise iyi görmez.”
Ömer bin Abdülazîz ( radıyallahü anh ), bir hutbesinde buyurdu ki: “Ey insanlar! Sizler öleceksiniz. Sonra diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Ey insanlar! Kime bir dağın başında veya dibinde bir rızık takdîr edilmişse, mutlaka o rızık ona gelir, öyleyse, iyiyi isteyiniz.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-A’lâm cild-6, sh. 176
2) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 269
3) Tarihi Bağdâd cild-5, sh. 379
4) Tebyin-i kizb-ül-müfteri sh. 217
5) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 169
6) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 109
Kur'an mucizeleri nelerdir; örnekler verir misiniz?
Soran : kadir_kati
Tarih: 15.07.2006 - 23:17 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Kur'an-ı Kerim'in her ayeti birer mucizedir. Bu bakımdan Kur'an'daki bütün mucizeleri burada anlatmak mümkün değildir. Bazıları şöyledir:
1. “Allah O’dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti.”(Ra’d, 13/2) ayeti, göklerin dağlar sayesinde ayakta duruyor hurafesini ortadan kaldırmıştır.
2. Kur’an-ı Kerim'de evrenin yaratılışı şöyle açıklanır. “O gökleri ve yeri yoktan var edendir.”(En’am, 6/101) Bu ayet şimdiki ilim dünyasının ulaştığı son nokta olan -tüm evrenin zaman ve mekân boyutlarıyla bir sıfırdan, büyük bir patlamayla ortaya çıktığı- gerçeğini 1.400 sene evvel haber vermiştir.
3. Kâinatın daima genişlediği gerçeği artık ilim ve bilim dünyasının kabul ettiği bir ilmi buluştur. Buna Kur’an şu ayetiyle işaret etmektedir:
“Biz göğü büyük bir kudretle bina ettik. Ve şüphesiz biz onu genişleticiyiz.”(Zariyat, 51/47)
4. XX. asrın bir buluşu da her yıldız ve gök cisimlerin bir yörüngede durduğu gerçeğidir. Bu duruma Kur’an şua ayetle işaret ediyor:
“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor.”(Enbiya, 21/33)
5. Güneşin sabit olarak durduğu zannedilirdi. Oysa Kur’an güneşin sabit değil aksine daima hareket eden ve belirli bir hızla ilerleyen bir gök cismi olduğunu söylüyordu. Ve asırlar sonra da ilim onu tasdik edecekti. Şöyle ki:
“Güneş de kendisi için tespit edilen bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan bilenin takdiridir.” (Yasin, 36/38)
Kur'an'daki Jeolojik Mucizeler:
Karaların Azalması:
Yüce Allah on dört asır önce indirdiği Kur'an-i Kerim’de kendi yaratışıyla ilgili bazı sırları haber vermektedir. Bu sırlar hem Kur'an’ın Allah sözü olduğunu kanıtlamakta hem de doğa bilimlerindeki gelişmenin önünü açmaktadır.
“Onlar görmüyorlar mi ki, gerçekten biz arza geliyor ve onu çevresinden eksiltiyoruz...” (Ra'd, 13/41)
“... Fakat şimdi, bizim gerçekten yere gelip onu etrafından eksiltmekte olduğumuzu görmüyorlar mi?..” (Enbiya, 21/44)
Küresel ısınmayla birlikte kutuplardaki buz tabakaları erimekte ve okyanuslardaki deniz suyu seviyesi yükselmektedir. Artan su miktarı da daha fazla karayı kaplamaktadır. Deniz kıyıları sular altında kaldıkça, yeryüzünün toplam yüz ölçümü veya kara miktarı da azalmaktadır. (Dr. Mazhar U. Kazi, 130 Evident Miracles in the Qur'an, Crescent Publishing House, New York, USA, 1998, s. 115) Âyetlerde geçen "onu çevresinden eksiltiyoruz", "etrafından eksiltmekte olduğumuz" ifadelerinin de, deniz kıyılarının sularla kaplanmasına işaret ediyor olması muhtemeldir.
New York Times gazetesinde bu konu ile ilgili yer alan bir haber şöyledir:
Geçen yüzyıl boyunca, yeryüzünün ortalama yüzey ısısı bir fahrenheit kadar yükseldi, ısınma oranı da son çeyrek yüzyılda artış gösterdi. Bilim adamları, 1950 ve 1960'ların denizaltı verilerini 1990'ların gözlemleri ile karsılaştırdılar ve Kuzey Kutbu havzasındaki buz tabakasının % 45 oranında inceldiğini ispatladılar. Uydu görüntüleri, bölgeyi kaplayan buzların boyutlarının geçtigimiz yıllarda önemli ölçüde azaldığını göstermektedir. (New York Times, August 19, 2000)
XX. yüzyıl sonlarında elde edilen bulgular, Enbiya suresi'nin 44. ve Rad suresi'nin 41. ayetlerindeki hikmetleri anlamamıza yardımcı olmuştur.
Kıtaların Sürüklenmesi
Yer kabuğu kendisinden daha yoğun olan manto tabakası zeminde âdeta yüzer gibi hareket etmektedir. Ilk olarak XX. yüzyılın başlarında Alfred Wegener isimli Alman bir bilim adamı, yeryüzündeki kıtaların dünyanın ilk dönemlerinde bir arada bulunduklarını, daha sonra farklı yönlerde sürüklenerek birbirlerinden ayrılıp uzaklaştıklarını keşfetmiştir.
Yeryüzündeki kara parçaları yaklaşık 500.000.000 yıl önce birbirlerine bağlılardı ve "Pangaea" ismi verilen bu büyük kara parçası Güney Kutbu'nda bulunuyordu.Yaklaşık 180.000.000 yıl önce Pangaea ikiye ayrıldı. Farklı yönlere sürüklenen bu iki dev kıtanın birincisinden Afrika, Avustralya, Antarktika ve Hindistan; ikincisinden ise, Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya’nın Hindistan dışındaki kısımları oluştu.
Kıtasal hareketin yılda 1 ile 5 cm civarında olduğu hesaplanmıştır. Tabakalar bu şekilde hareket ettikçe Dünya coğrafyasında değişiklikler meydana gelir. Örneğin, Atlantik Okyanusu her sene biraz daha genişlemektedir . (Carolyn Sheets, Robert Gardner,Samuel F. Howe, General Science, Allyn and Bacon Inc.Newton, Massachusetts, 1985, s. 305)
Allah dağların hareketini ayette "sürüklenme" olarak bildirmiştir. Bilim adamlarının bugün bu hareket için kullandıkları İngilizce terim de "continental drift" yani "kıtasal sürüklenme"dir.
“Dağları görürsün de donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler...”(Neml, 27/88)
Yerin Yedi Katmandan Oluşması:
Allah’ın Kur'an'da yeryüzü ile ilgili bilgilerden biri, yeryüzünün, yedi kat olan gökyüzüne benzerliğidir:
“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı…”(Talak, 65/12)
Rabbimiz asırlar önce yerin ve göğün yedişer kat olduğunu bildirmiştir. Asırlar sonra uzun jeolojik araştırmalar sonucunda varılan netice de aynı olmuştur. Bilim adamlarının sıraladığı bu katmanlar şöyledir: Hidrosfer, Litosfer, Astenosfer, Üst manto, Alt Manto, Dış Çekirdek ve Iç Çekirdek:
Hidrosfer okyanus ve denizlerin en üst kısmı ile bunlardan etkilenen karaların kıyılarıdır. Litosfer, Dünya’nın en üst katmanını oluşturan katı kaya tabakadır. Diğer katmanlarla kıyaslandığında oldukça ince, daha soğuk ve daha katıdır; bu bakımdan yeryüzünde kabuk görevi görür.
Litosferin altında Astenosfer katmanı bulunur. Bu katman yüksek ısı ve basınca maruz kaldığında yumuşayıp eriyebilen, sıcak, yarı-katı maddelerden oluşmuştur. Katı Litosfer tabakasının, yavaşça hareket eden Astenosfer tabakası üzerinde yüzdüğü ya da hareket ettiği düşünülmektedir. Bu katmanın altında yüksek sıcaklıkta, yarı-katı kayalardan oluşan yaklaşık 2.900 km kalınlığında manto denilen bir tabaka vardır. Kabuktan daha fazla demir, magnezyum ve kalsiyum içeren manto daha sıcak ve yoğundur; çünkü Dünya’nın içindeki ısı ve basınç derinlikle birlikte artar.
Dünya’nın merkezinde de neredeyse mantonun iki katı yoğunlukta olan çekirdek yer alır. Bu yoğunluğun sebebi içeriğinde kayalardan çok metaller (demir-nikelalasimi) bulunmasıdır. Dünya’nın çekirdeği ise iki ayrı parçadan oluşur: Biri 2.200 km kalınlığında olan sıvı dış çekirdek, diğeri de 1.250 km kalınlığındaki katı bir iç çekirdek. Dünya döndükçe sıvı dış çekirdek Dünya’nın manyetik alanını oluşturur.
Her şeyden önemlisi, XX. yüzyıldaki teknoloji ile tespit edilebilen bu bilimsel gerçeklerin Kur'an'da yerelması, Kur'an’ın çok sayıdaki mucizesinden sadece birkaçıdır.
Yarılan Yeryüzü:
”Dönüşlü olan göğe and olsun. Yarılan yere de.”(Tarık, 86/11-12)
Yukarıdaki ayette geçen Arapça "sada" kelimesi Türkçe'de "çatlama, yarılma, ayrılma" anlamlarına gelmektedir. Allah’ın yerin yarılması üzerine yemin etmesi, başka bir Kur'an mucizesidir.
1945-1946 yıllarında, bilim adamları mineral kaynaklarını araştırmak için ilk kez deniz ve okyanusların diplerine indiler. Araştırmaların da dikkati çeken en önemli noktalardan biri Dünya’nın kırıklı yapısı oldu. Dünya’nın dış yüzeyindeki kayalık tabaka; kuzey-güney ve doğu-batı doğrultulu olup, on binlerce kilometre uzunluğunda çok sayıda geniş çatlak(fay) ile yarılmıştı. Yeryüzünün bu kırıklı yapısı sayesinde, önemli miktarda ısı dışarı atılır ve erimiş kayaların büyük bir kısmı okyanuslardaki tepeleri oluşturur. Eğer yeryüzünün, kabuğundan yüksek miktarda ısının dışarı çıkmasına olanak veren bu yapısı olmasaydı Dünya üzerinde hayat imkansız olurdu. Çünkü bu durumda yer kabuğunun altından çıkış noktası bulamayan ısı, çok büyük miktarlarda olumsuz nükleer etki meydana getirecekti.
Kur'an'ın dilsel lengüistik açıdan mucizevi yönü nedir?
Soran : kobra
Tarih: 15.03.2017 - 09:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Ben Müslüman'ım İslam öğrenimi almış birisiyim Üniversitede..
- Tecrübeli bir tartışmacıyım.. Fakat bunun cevabını bilmiyorum.
- Mesela Kafirun suresini (lengüistik bakımdan) mucizevi yapan nedir?
- Bu imanımız için de çok önemli bir sorudur.
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Kur’an’ın mucizevi belagatini gösteren en önemli bir gösterge, “Kur’an’ın Nazmı / Nazm-ı Maani” nazariyesidir.
Bu nazariye, "Bir ifadeyi nahiv ve beyan ilminin kurallarına göre dizmek, kullanılan kelimeler arasında ince münasebetler gözetmek suretiyle meydana getirilen söz örgüsü" olarak tarif edilebilir. (bk. Muhâkemat, s. 86-88)
- Kur’an’ın her bir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. (Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i manevîye kalb ve bir şecere-i maneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.)
İşte insanın sözlerinde, Kur'an’ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, ayetler bulunabilir. Fakat Kur'an’da, çok münasebat gözetilerek bir tarz ile yerleştirildiği yerde; bir ilm-i muhit lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin. (bk. Mektubat, s. 187)
- Bu nazım nazariyesinde, Kur’an’ın “lengüistik” açıdan da mucizevi yönünü görmek mümkündür. Bu nazariyede harika bir “nazm-ı maani” yanında, mucizevi bir “nazm-ı mebani” de söz konusudur.
Bu iki nazmın uyum içinde, birbirini destekler şekilde omuz omuza vermesi nispetinde ifadenin belagat mertebesi güçlenir.
- Bu açıdan bakıldığında denilebilir ki, belagat: Nazm-ı mebaniyi ihtiva eden bir nazm-ı maanidir. Yani, seçkin lafızlar içinde yer alan mümtaz manaları barındıran bir ifade tarzıdır.
Kur’an’ın en büyük i’caz yönü onun belagatidir.Belagat ise, mukteza-yı hale mutabakattır. Bu ise, ifade tarzında tercih edilen kelimelerin uygun seçimiyle mümkündür. Uygun kelimelerin seçimi ise, ifade sahibinin -arzu ettiği şekilde meramına uygun- sözcükleri bulabilecek kelime hazinesine sahip olmasıyla mümkündür.
Bu noktadan bakıldığı zaman Kur’an’ın belagatin zirvesinde olmasının sırrı daha iyi anlaşılır. Zira, Allah sonsuz ilim, hikmet ve kudretiyle, meramını ifade edecek her türlü kelime hazinesine sahiptir. Kur’an’da ıtnab, îcaz gibi farklı üslupların bulunması bu hakikatin bir göstergesidir.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu tespitleri, bu hakikati seslendirmektedir:
“Evet (nazm-ı mebanide) lafza zînet verilmeli (kullanılan kelimeler edebi yönden süslü, cazibeli olmalıdır), fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla (fakat nazm-ı maani / seslendirilmek istenen mananın tabiatı bu ziynetli lafızlara yabancı olmaması gerekir).
Ve suret-i manaya haşmet vermeli (manaya giydirilen lafızlar temsil, teşbih, mecaz, istiare, kinâye nevinden olan nakışlarla dokumak suretiyle, o mananın haşmetini yansıtacak şekilde olmalıdır), fakat mealin iznini almak şartıyla (ancak, lafızların asıl göstermesi gereken mananın hüviyetine yabancı olmamalıdır).
Ve üslûba parlaklık vermeli (kullanılan ifade tarzına parlaklık verilmelidir), fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla (fakat, bu ifade tarzının sevk edildiği gaye ve maksadın da bu tür bir ifadeyle örtüşmelidir)..
Ve teşbihe revnak vermeli (Teşbih ve benzeri edebi sanatlarla ilgili ifade tarzına cazibe kazandırılmalıdır), fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla (Fakat, anlatılmak istenen asıl konu göz ardı edilmemelidir).
Ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli (kullanılan ifade tarzıyla, muhatabın hayali canlandırılmalı ve şaşaalı bir şekilde harekete geçirilmelidir.), fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdad etmek şartıyla gerektir (fakat, hayali harekete geçirirken, hakikati incitmemeli, hayali hakikatin sırtına yük etmemelidir. Bilakis, hayali canlandıran bu ifade tarzı, hakikati gösteren bir misal olmalı ve ondan destek almalıdır).” (bk. Muhakemat, s. 88)
Bu kısa girişten sonra, Kur’an’ın bir i’caz parıltısı olan lengüistik konusunu birkaç örnekle açıklayabiliriz:
a) Vereceğimiz ayette yer alan kelimelerden her biri, açıkça seslendirilmeyen bazı gerçekleri lengüistik tema içerisinde ayetin muhtevasına dahil etmişlerdir.
“و مما رزقناهم ينفقون Kendilerine verdiğimiz şeylerden Allah yolundaharcarlar.”(Bakara, 2/3)
Bu cümlede yer alan kelimeler ve cümlenin kendi düzeni; zekât ve diğer sadaka çeşitlerini ihtiva eden "infâk" in makbul olmasının şartlarını nazara verecek şekildedir:
Sadakaya muhtaç olmayacak şekilde sadaka vermek gerekir. Ayette geçen ve "bir bölümü" ifade eden "مما" lafzındaki "من" kelimesi bu şartı ifade ediyor. Makbul bir sadaka, Ali'den alınıp Veli'ye verilen cinsten olmayıp, kişinin bizzat kendi malından olması gerekir. Ayette geçen "رزقناهم" lâfzı bu şartı gösteriyor.
Sadakanın üçüncü şartı, minnet etmemektir. Bütün malların asıl sahibinin Allah olduğunu gösteren "رزقناهم" daki, çoğul birinci şahıs için kullanılan "نا" zamiridir. Yüce Allah bu ayetin bu işareti ile manen buyuruyor ki: "Ben size rızık veriyorum. Benim malımdan benim kullarıma bir şeyler verirken, minnet etmeye hakkınız yoktur."
Sadakanın bir diğer şartı da sadakayı kötü yerlerde değil iyi ve gerekli ihtiyaç yerlerinde kullanan kimselere verilmesidir.
Sefahete sarf edenlere sadaka vermek makbul değildir. İşte bu şarta "ينفقون" lâfzı işaret ediyor. Beşinci şart sadakayı Allah namına vermektir. Bunu, "رزقناهم" lâfzı ifade ediyor. Bu işaretin lisanı ile Allah buyuruyor ki : "Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz"
Demek ki bu ayet, zenginlerin mal sahibi değil sadece birer veznedar olduklarını onlara hatırlatıyor.
Ayrıca "ما" kelimesi sadakanın maldan olduğu gibi, ilim, zekâ, akıl, güç ve nasihat gibi şeylerden de verilebileceğini gösteriyor. (bk. Sözler, s. 387-388)
b) Kullanılan kelimelerin varlıktaki realiteyle örtüşmesi, hakikatli bir i’cazdan haber verir.
Mesela;
“Güneşi bir ziya (ışık), Ayı bir nur yapan ve yılların sayısını ve hesabınızı bilesiniz diye Aya menziller takdir eden Odur.” (Yunus, 10/5),
"Gökte burçlar kılan, orada parlak bir lâmba(ışıklı) ve aydınlatıcı (Nurlu) bir ay yaratan Allah, yücedir."(Furkan, 25/61)
mealindeki ayetlerde olduğu gibi, Kur'an'da, Güneş’in ışığı için "ziya" ve bu anlama gelen "sirac" gibi sözcüklerin, Ay için ise "nur" ve bu kökten gelen "münir" gibi kelimelerin kullanılması dikkat çekicidir.
Bu kelimeler, insanlara değişik ipuçları vermiş, eğitim ve kültür seviyeleri farklı olan kesimlerin Kur'an ayetlerinden istifade imkânlarını arttırmıştır. Sonuçta aynı ayetten farklı manalar çıkartılmıştır ki hepsi de doğrudur. Mesela;
Alelâde bir insan, bu ayetten, Güneş ve Ay’ın her ikisinin de yeryüzüne ışık gönderdiğini anlar.
Bir Arap filoloğu ise ayette geçen “ziya” ve "sirac" kelimelerinin işaretiyle, Güneş’te ışıkla birlikte ısındırma özelliğinin de var olduğu manasını çıkartır.
Bir astronomi âliminin bu sözcüklerden elde ettiği ipucu, Güneş’in bizzat ışığın kaynağı, Ay’ın ise ışığını dışarıdan almakta olduğu hakikatidir. Çünkü Arapçada ışığın kaynağı olan şeyler için"ziya / muzi" tabiri, ışığını dışarıdan alanlar için de "nur / münir" tabiri kullanılır. Meselâ:
Aydınlık bir oda için "ğurfetün müzîetün" denilmez, aksine" münîretün" denilir. Çünkü odanın ışığı dış kaynaklıdır. Buna karşılık bir ateş közü için de "kabesün münîr" denilmez, aksine "müzî"denilir. Çünkü ateşteki ışık, kendisine aittir.
İşte Kur'an-ı Hakîm'in Kur'an'da Ay için "nur-münir," Güneş için "ziya-siraç" tabiri kullanması, bu ince farkı belirtmek içindir. (bk. Niyazi Beki, Rahman suresi 5. ayetin tefsiri)
c) Bir ayetin ifadesinde yer alan kelimelerden her birinin, ayetin sevk edildiği maksada hizmet etmesi, lengüistik / dilbilim açısından bir mucize parıltısıdır.
Mealini vereceğimiz şu ayet buna bir örnek olabilir:
"Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından ufak bir esinti dokunsa, şüphesiz ‘Eyvah bize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz.’ diyecekler.”(Enbiyâ, 21/46)
Kur'an, bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için, en azının tesir derecesini en şiddetli bir tarzda ifade etmiştir. Şöyle ki:
“ولئن مستهم نفحة من عذاب ربك Onlara, Rabbinin azabından ufak bir esinti dokunsa” cümlesinde yer alan altı kelimenin her birisi "azlığı" ifade etmekle, Kur'an'ın "az bir azap ile çok korkutma" maksadına hizmet etmişlerdir.
İlk kelime lâfzı "faraza, eğer" anlamında olup, şek ifade eder. Şek ifade etmekle de "azlığı" gösterir.
İkinci kelime "مس" fiilidir. Bu kelimenin anlamı "hafif dokunmak"tır. Yine azlığı ifade eder.
Üçüncü kelime "نفحة" lafzıdır. Bu kelime üç yönden "azlığı" ifade ediyor.
a. Anlamı bir kokucuk olduğu için azlığı ifade eder.
b. Sarf ilmi açısından kelimenin yapısı, "ism-i merre" dir. "Biricik" anlamında olup "azlığı" gösteriyor.
c.Kelimenin sonundaki "tenvin", tenkir ve taklil içindir. O da "azlığı" ifade ediyor.
Dördüncü kelime,"tab'iz"i, yani: bir şeyin bir parçasını, az bir kısmını ifade eden "من" lafzıdır.
Beşinci kelime "عذاب" lafzıdır. "Nekâl" ve "ikâb"a nisbeten hafif bir cezadır. Azlığı gösteriyor.
Altıncı kelime "ربك" lafzıdır. Allah'ın Cebbar, Kahhâr, Müntakim isimleri yerine, şefkati gösteren bu kelimenin gelmesi "azlığı" ifade etmek içindir. Bu kayıtların işaretleri çerçevesinde ayetin meali, şöyle verilebilir:
"(Resulüm!) Eğer o inkârcılara, senin şefkatli Rabbinin azabının ufak bir parçasından, görünmeyecek kadar küçük bir kokucuk / esinti, bir defaya mahsus, faraza azıcık dokunu verse; zalimler mahvolduk, diyecekler."
Bediüzzaman'ın kendi ifadesiyle: "âyette geçen kelimelerin her birisi, âyetin asıl maksadına kuvvet veriyor" (bk. Muhâkemat, 93-94; Sözler, s. 386-87)
d) Bir tek kelimenin lengüistik bakımından ayetin maksadına destek olması, bir i’caz parıltısıdır.
Meali verilecek şu ayette bir i’caz nüktesi olarak bu inceliği görmek mümkündür:
“İnkâr edenler, Göklerle yer bitişik bir hâlde iken Bizim onları birbirinden kopardığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi, yine de inanmazlar mı?”(Enbiya, 21/30)
Bu ayette meal olarak yer alan “Göklerle yer bitişik bir hâlde iken...”ifadesindeki “bitişik” kelimesinin ayetteki Arapça aslı “ratk”tır.
Normal bir Arapça ifadede bir ismi meful manasında bir mastar olan bu kelime yerine, “metrukateyn” şeklinde bir ismi meful tesniyesi kullanılırdı. Çünkü, burada “ratk = bitişik” sözcüğü, gökler ile yer gibi iki varlık için zikredilmiştir.
Ancak ayette Arapça dil bilgisi bakımından “iki bitişik” anlamına gelen “metrukateyn” değil de yalnız “bitişik” manasına gelen “ratk”kelimesi tercih edilmiştir. Çünkü, ayette anlatılmak istenen şey, gökler ile yerküresinin ilk defa tek bir cevher, tek bir kozmik çorba, tek bir kevni hamur olduğunun vurgulanmasıdır.
İkiliği ortadan kaldıran, homojen bir yapıyı en güzel ifade eden “ratk”kelimesi, bu makamda mucizevi bir konuma sahiptir.
e) Sorunun merkezinde yer alan Kâfirûn suresinin tahliline gelince;
Tahlil lengüistik /dilbilim açısından yapıldığı için, surenin Arapça olan asıl metnini yazmakta fayda vardır.
قُلْ يا أَيُّهَا الْكافِرُونَ (1) لا أَعْبُدُ ما تَعْبُدُونَ (2) وَلا أَنْتُمْ عابِدُونَ ما أَعْبُدُ (3) وَلا أَنا عابِدٌ ما عَبَدْتُّمْ (4)
3)Ve Siz de benim kulluk ettiğime tapacak değilsiniz.
4)Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.
5)Ve siz de benim kulluk ettiğime tapacak kimseler değilsiniz.
6)Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.
1) Surenin ilk ayeti “kul = de ki” kelimesiyle başlamıştır. Bunun bir kaç belagat inceliğini şöyle arzedebiliriz:
a) Suredeki muhataplar kâfirlerdir. Kul = de ki emri ise, Hz. Muhammed (asm)’in Allah’tan emir alan bir peygamber olduğuna delalet eder.
İşin hemen başında muhatap olan kâfirlere Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini ders vermek, güzel bir iltifat, merhametli bir irşad ve mukteza-yı hâle mutabakat eden bir belagattir.
b) Bu surede muhatap olan belli kâfirlerdir. Rivayete göre, Velid b. Muğire, As b. Vail, Esved b. Abdulmuttalib ve Ümeyye b. Halef adındaki müşrikler, Hz. Peygamber (asm)'e, “Gel sen bizim putlarımıza ibadet et, biz de senin Rabbine ibadet edelim. Eğer senin dinin daha hayırlı ise, biz bu hayırdan da hazzımız almış oluruz. Yok eğer bizim dinimiz daha hayırlı ise sen de ondan nasibini almış olursun” şeklinde bir teklifte bulundular. Bunun üzerine bu sure nazil oldu. (bk. Kurtubi, ilgili yer)
İşte Allah’ın bu küstah kâfirlere doğrudan hitap etmemesi, “kul = de ki:” şeklinde peygamberi vasıtasıyla onlara hitap etmesi, Hz. Peygamber (asm)'in Allah katındaki değerine, onlarında değersizliğine işarettir. Bu ise Allah dostlarının saygın yerlerine, düşmanlarının da hakir konumlarına bakar.
Aynı ayette yer alan “ya eyyuhe’l-kâfirun” cümlesi de dil-bilim açısından çok harikadır. Şöyle ki:
a) “Ey kâfirler!” anlamındaki “ya eyyuhe’l-kâfirun” cümlesi bir nida/çağrı cümlesidir. Nida harfi olan hemze yakın için, “eya-heya” harfleri uzak için; “ya” harfi ise hem yakın hem uzak için kullanılır.
Bu ayette kâfirler için “ya” edatının kullanılması çok harika düşmüştür. Çünkü, söz konusu kâfirler, fiziki mekân itibariyle, Hz. Peygamber (asm)'in bulunduğu aynı yerde oldukları için ona yakın; imanla kazanılan manevi dostluk bakımından ise ona çok uzaktırlar. “ya” edatının bu makamda zikredilmesi, muhatap olan kâfirlerin bu iki vaziyetine de işaret etmektedir.
b) Kâfirlerin hem uzak hem yakın olmalarına işaret edilmesinin şöyle bir esprisi de vardır:
Kâfirler manevi değerleri / daha doğrusu değersizlikleri itibariyle Allah’tan çok uzaktırlar. Ancak onların hakettikleri cezayı vermek için Allah ilim ve kudretiyle onlara çok yakındır.
c) Az önce de ifade ettiğimiz üzere, bu surede muhatap olan kâfirler belli bazı şahıslardır. “el-Kâfirun” kelimesinin başında yer alan “el” takısı, ahd-i harici anlamıyla mâhud/bilinen bazı kimselere işaret etmek içindir. Çünkü, surede “kâfirlerin” bundan sonra da iman etmeyeceklerine işaret edilmiştir.
Bütün kâfirlerin bu gaybi habere dahil olmaları, ne din imtihanı ne adalet ne de realite bakımından mümkündür.
İşte burada zikredilen “el” takısı, böyle yanlış bir vehmi ortadan kaldırmaya yöneliktir.
d) Bir isim olan “el-Kâfirûn” kelimesinin “ellezine keferû” şeklindeki bir fiil cümlesine tercih edilmesi, muhatap olan kâfirlerin eskiden beri bu küfürlerinde devam ettikleri ve bundan sonra da küfürlerinde sebat edeceklerine işarettir. (bk. Alusi, ilgili yer)
Bu kelime, bu değişmez yönüyle, sonraki ayetlerde gelen “bunların iman etmeyeceklerine” dair hükmün doğruluğuna ışık tutan bir projektör gibidir.
a) Ayetin başında bulunan “Lâ” edatı, nefy-i istikbal içindir. Başında bulunduğu “A’budu” muzari/gelecek fiilini olumsuzlaştırır.
b) “Mâ” edatı bir ism-i mevsuldur. Daha çok akılsız nesneler için kullanılır. Bunun tercih edilmesi, müşriklerin taptıkları batıl mabutlarının cansız ve akılsız olduklarına işaret etmek içindir.
c) “Ta’budûn” fiili, hal ve istikbal zamanlarını içine alan geniş bir kalıptır. Buna göre bu iki ayetin kısa açıklamalı mealleri şöyledir:
“Resulüm! De ki: Ey küfürlerinde sebat eden inkârcılar! (Siz birbirimizin dinine girip birbirimizin mabuduna tapmayı teklif ediyorsunuz, öyle mi?) Şunu iyi bilin ki, Ben sizin tapmakta olduğunuz ve tapacağınız batıl mabutlarınıza asla tapmam.”
a)Vav atıf edatıdır. Lâ, bir isim cümlesinin başında yer almış bir nefy edatıdır. Âbidûn ismi fail cemidir. Bu kelime de isim olması hasebiyle, söz konusu kâfirlerin ne şimdiki zamanda ne de gelecek zamanda Allah’a iman edip ibadet etmeyeceklerine işaret etmektedir.
b)Mâ A’budu: Benim taptığım, ibadet ettiğim Mabud, manasına gelir. Ancak Allah için kullanıldığı halde, “akıllılar için kullanılan men” değil de “akılsızlar için kullanılan ma”nın tercih edilmesi, birkaç belagat nüktesi içindir:
Birincisi: Batıl mabudlar için kullanılan “mâ” hakiki Mabud için de kullanılması, bir müşakele sanatıdır. Görünürde aynı şey ifade etmelerine rağmen gerçekte farklı şeylere bakar. Örneğin, burada Allah için kullanıldığı zaman akıllı varlıklar için kullanılan “men” anlamına gelir.
İkincisi: Manevi bir müşakeleye işarettir. Batıl da olsa Arapçada tapınaklar için mabud kelimesi kullanılır. Madem Mâbud kelimesi, hem Allah için hem putlar için kullanılabilir. Bu ortak kavram için ortak bir edat olan “ma”nın kullanılması güzel bir inceliği gösterir.
Üçüncüsü:“Mâ”nın iki kullanım ciheti vardır; biri akılsızlar, biri de akıllılar için kullanılır. Sadece akıllılar için kullanılan “men” edatı değil de iki manaya gelen "ma" edatının kullanılması, putların ve şirkin akıldan son derece uzak bir şey olduğuna işaret etmeye yöneliktir. Çünkü müşrikler de biliyorlar ki, “akıllı varlık” için kullanılan “men” kelimesinin putlar için kullanılamaz. Öyleyse bu taptıklarının gerçekten akılsız olduğunu idrak ederler.
4) Bu ayette Hz. Peygamber (asm) için ismi fail olan “âbid” kelimesi kullanılmıştır. Fiil kalıbı yerine ismin tercih edilmesi, Hz. Muhammed (asm)’in dininde kararsız olmadığına, geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu hak din üzerinde tam kararlı ve sabit-kadem olduğuna işret etmeye yöneliktir.
Kâfirler için daha önce muzari fiil kullanılırken burada mazi fiili kullanılmıştır. Âdeta ayette şu mesaj veriliyor. Peygamberin şimdiye kadar gördüğü dininizin ne mal olduğunu çok iyi bilir. Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da asla bu batıl dininize girmez.
5) “Ve siz de benim kulluk ettiğime tapacak kimseler değilsiniz.” mealindeki ayette de Kâfirler için ismi fail cemi olan “âbidune” kelimesi tercih edilmiş ve bununla söz konusu inkârcıların hayatları boyunca küfrü terk etmeyeceklerine işaret edilmiştir.
6) “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” mealindeki ayetten şu mesajları anlamak mümkündür:
a) Siz ey mahut olan (bilinen) kâfirler, size haber veriyorum ki, siz bundan sonra da asla iman etmeyeceksiniz, İslam dinine girmeyeceksiniz. Sizin dininiz sizinle birlikte kabre girecektir. Ve ben de asla sizin dininize girmeyeceğim.
Aslında bu bir meydan okumadır. Çünkü, eğer o muhatap olan kâfirlerden bir tek kişi bile yalandan da olsa “iman ettim” deseydi, İslam doğmadan biterdi.
b) Herkes bağlı bulunduğu dininin karşılığını görür. Siz dininizin karşılığını, ben de dinimin karşılığını görürüm. Bu ayrıca kâfirler için ciddi bir uyarıdır.
Kur'an-ı Kerim'in belagat alimlerinin de kabul ettiği üstün edebiyatından, eşsiz sözlü anlatım sanatından, taklit edilemeyen üslubundan detaylı bir şekilde bahseder misiniz?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 07.02.2011 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Önce şunu belirtelim ki, belagat, belli kriterlere sahip olan bir ilimdir. Her ilmin zevki özel bir uzmanlık alanı olduğu gibi, belagatın anlaşılması da bir ihtisasa bağlıdır. Bu sebeple denilebilir ki, belagat işin erbabı olan edipler tarafından hissedilen bir zevk-i edebîdir. Bu konuda mahareti olmayanların bu zevke varmaları söz konusu olmayacağına göre, Kur’an’ın eşsiz belagatını anlaması da mümkün değildir.
Kur’an, Arapların kullandığı kelimelerin aynısını kullanmıştır. Ancak onun üslubundaki halavet, tatlılık ve zevk başkasının sözlerinde görülmüyor. Bu husus, İbn Muğire, Utbe gibi müşrik Araplar tarafından da seslendirilmiştir. Bu durum açıkça gösteriyor ki, Kur’an’ın üstünlüğünü gösteren kelimelerin kendisi değil, o kelimelerin Kur’an’ın ifadesinde kazandıkları güzellik ve mükemmelliktir.
Bilindiği üzere, bir sözün güzelliği, mükemmelliği ve yüksekliği dört unsura bağlıdır:
a. Mütekellim / Söz sahibi,
b. Muhatap,
c. Maksat,
d. Makam.
Çünkü bir sözün kimin tarafından söylendiği, kime söylendiği, niçin söylendiği ve hangi makamda söylendiğine bakılarak hakkında doğru karar verilebilir. Bu çerçevede Kur'an'ın durumuna bakıldığı zaman onun eşsizliği kendiliğinden ortaya çıkar. Buna göre;
1. Kur’an’ın sahibi Allah’tır. Allah’ın diğer sıfatları gibi, kelam sıfatı da sonsuzdur: Kur’an onun sonsuz ilim, hikmet ve kudretini yansıtan bir kitabıdır. Bir sözün üstünlüğü, söz sahibinin ifade kudretiyle ölçülür. Hatip olarak bilinenlerin meziyeti, diğerlerinden daha fazla kelime hazinesine sahip olmaları, istedikleri sözcükleri bulabilmeleri, dolayısıyla meramlarını kolaylıkla ifade edebilmelerinden kaynaklanır. Bu sebeple, Allah’ın sözlerinin başkasıyla kıyaslanamayacağı sonucuna varmak çok kolay olsa gerektir.
Kur’an’ın zaman ve mekân üstü bir konuma sahip olması, aynı ifadede farklı muhataplara ders vermesi, kıyamete kadar gelen bütün insanları tatmin edecek bir tazeliğe sahip bulunmasının sırrı budur.
Mesela; bedevî bir Arap “Fesda’ bima tü’mer” ayetini işittiği vakit hemen secdeye kapanmış, ona “Sen Müslüman mı oldun?” diye sorduklarında “Hayır! Ben sadece bu ayetin belagatına secde ettim.”demiştir.
İslam alimleri bu ayetin çok yüksek bir belagata sahip olduğu konusunda hemfikirdir. Hatta bazılarına göre, bu ayetin ifadesindeki belagat tonlaması Kur’an’da en zirvede olan bir miyara sahiptir...
Ayetin ilk kelimesi “Fasde’ ”dır. Bu kelime aslında “Açıktan tebliğ et, ortaya çık” manasına gelir. Fakat “belliğ = tebliğ et” veya “uhruc = artık dışarıya çık”, yahut “izhar = ortaya çık” kelimeleri yerine “Isda’” kelimesinin tercih edilmesinin elbette bir çok hikmeti vardır. Bu hikmet ve inceliklerden birkaç tanesini şöyle sırlayabiliriz:
a. Bu kelimenin kök harfleri olan “S-D-A” fiili, parçalamak, yarmak manasına gelir. “İnsadaa’z-zücace” demekle, bardağın yarıldığını ve dolayısıyla içinde bulunan meşrubatın (su mu, ayran mı?) ne olduğunun anlaşıldığını belirtmiş oluruz. Buna göre ayetin Efendimiz (asm)'e hitaben verdiği mesaj şöyle olur:
“Resulüm! -Bütün herkes tarafından açıkça görülmesi için- Allah’ın Cebrail vasıtasıyla kalbine koyduğu hakikatlerin üzerindeki gizlilik perdesini yırt at. Kalp şişesini yar ki, içinde bulunan maddî-manevî hayatın iksiri ağzından akıversin!”
b. Kelimenin bu manasına göre ayeti şöyle de anlamak mümkündür:
“Bazılarının kalbi buna dayanamayıp çatlayıverse bile buna aldırma, Allah’ın sana vahiy ettiği hakikatlerden ne varsa hepsini açıkça tebliğ et!”
c. “S-D-A”nın kök harflerinden türeyen “Suda’” kelimesi "baş ağrısı" manasına gelir. Kelimenin bu etimolojik yönü nazara alındığında ayetin manası şöyle olur:
“Emrolunduğun şeyi açıkça ilan et, hakikatleri -muarızlarının kafalarını çatlatırcasına- haykır, tebliğ et; şirke bulaşmışların menfi tavırlarına aldırma!”
d. Ayetin ikinci kelimesi olan “Tu’mer” fiili, muzari sığasının geniş zaman kipidir. Bu da ifadeye geniş bir kapsam kazandırmaktadır. Buna göre, ayetin manası “Emrolunduğun ve emrolunacağın her şeyi mutlaka tebliğ et!” şeklindedir. (Geniş bilgi için, Niyazi Beki’nin “Fe’sda..” adlı makalesine bakılabilir)
Mesela; İhlas suresi, otuz altı İhlas suresini içine alacak şekildedir.(bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz). Bu tarz bir üslup beşer üstüdür.
2. Kur’an’ın ilk muhatabı Hz. Muhammed (asv)’dir. Kur’an’da yer alan yirmi dokuz surenin başındaki “Elif-lam-mim” gibi şifreli harfler, onun akıl ve zekâsına uygun birer incelik göstermektedir. Sonra kıyamete kadar gelen bütün insanlara hitap etmektedir. Aynı sözünden her kesim kendine uygun bir manayı bulup istifade etmektedir. Mesela,
“Gökte burçlar kılan, orada parlak bir lamba ve aydınlatıcı bir ay yaratan Allah yücedir.” (Furkan, 25/61)
mealindeki ayette farklı kesimler farklı manalar anlamışlardır:
Örneğin; avam bir kimse, bu âyetten, güneş ve ayın her ikisinin de yeryüzüne ışık gönderdiğini anlar. Bir Arap filoluğu ise, âyette geçen "sirac" kelimesinin işaretiyle güneşte ışık ile birlikte ısındırma özelliğinin de var olduğunu anlar. Bir astronomi bilgini ise, bu tabirlerden güneşin ışığın bizzat kaynağı, ayın ise, ışığını dışarıdan almakta olduğunu anlar. Çünkü, Arapça’da ışığın kaynağı olan şeyler için "ziya / muzî" tabiri, ışığını dışarıdan alanlar için de "nur / münîr" tabirini kullanırlar.
Meselâ, aydınlık bir oda için "Ğurfetün müzîetün" denilmez, aksine "Ğufretün münîretün" denilir. Çünkü odanın ışığı dış kaynaklıdır. Buna karşılık bir ateş közü için "kabesün münîr" denilmez, aksine "müzî" denilir. Çünkü, ateşteki ışık kendisinindir. İşte Kur'an-ı Hakim'in Kur'an'da ay için "nur-münîr", güneş için "ziya-siraç" tabiri kullanması bu ince farkı belirtmek içindir.
İşte bu ifadeler, mevcut realitelere bağlı olarak -bir iki kelimeyle- öyle hakikatlerden doğru olarak haber vermiş ki, her kesimden muhatapları derslerini almışlardır. Bu ise mukteza-yı hale mutabakattan ibaret olan belagatın -taklit kabul etmez- zirve noktasıdır.
3. Bir ifadenin gücü yaptığı etkisiyle ölçülür. Maksadına en uygun ifadelerle yürüyen bir üslup en belagatlı olan üsluptur. Allah’ın sonsuz kudretini de ihtiva eden Allah’ın kelamı olan Kur’an’ın ifadeleri bu açıdan da kıyas kabul etmez. Çünkü bir sözün arkasında, onun sahibinin şahsiyeti, ilim ve kudreti vardır. Demek ki sözü söyleyenin durumuna göre bir ifadenin gücü ve ulviyeti kendini gösterir. İşte Kur'an, Allah'ın sözü olduğu için, emir ve yasaklarla ilgili ifadeleri sonsuz ilim ve kudreti haiz olup, maddî elektrik gibi tesir eder ve karşı konulamaz. Mesela,
"Ey yer suyunu yut! ve ey gök (suyunu) tut." (Hûd,11/44)
mealindeki âyetin ifadesinde sonsuz bir irade ve kudretin ihtişamı görünmektedir. Hâlbuki aynı sözü bir insan söylese gülünç duruma düşer. Yine,
"Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye 'İsteyerek veya istemeyerek, gelin!' dedi. İkisi de; 'İsteyerek geldik.' dediler."(Fussilet, 41/11)
mealindeki âyetin kâinata boyun eğdiren ifadesinin ulviyeti, haşmet ve ciddiyeti, insanların "Ey yer, dur; ey gök, yarıl ve ey kıyamet, artık kopmalısın" gibi, cansızlara hitaben söyleyecekleri hezeyanları ile kıyaslanabilir mi? Bir temenniden öteye geçmeyen fuzûlî bir kimsenin yersiz emir ifadeleri nerede!.. Gerçek bir âmirin, emrindekilere verdiği ciddi bir emir nerede!..(bk. Sözler, 452-453; el-Mesneviyyu'l-Arabî, 756-157)
"Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından ufak bir esinti dokunsa, şüphesiz'Eyvah bize! Gerçekten biz zâlim kimselermişiz.' diyecekler.”(Enbiyâ, 21/46)
mealindeki âyette yer alan bütün kelimeler ayetin maksadına hizmet edecek şekilde seçilmiştir. Kur'an, bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için, en azının tesir derecesini en şiddetli bir tarzda ifade etmiştir.
ولئن مستهم نفحة من عذاب ربك(Onlara, Rabbinin azabından ufak bir esinti dokunsa) cümlesinde yer alan altı kelimenin her birisi "azlığı" ifade etmekle, Kur'an'ın "az bir azap ile çok korkutma" maksadına hizmet etmişlerdir. İlk kelime lâfzı "faraza, eğer" anlamında olup, şek ifade eder. Şek ifade etmekle de "azlığı" gösterir. İkinci kelime "مس" fiilidir. Bu kelimenin anlamı "hafif dokunmak"tır. Yine azlığı ifade eder.
Üçüncü kelime"نفحة" lafzıdır. Bu kelime üç yönden "azlığı" ifade ediyor.
a. Anlamı bir kokucuk olduğu için azlığı ifade eder. b. Sarf ilmi açısından kelimenin yapısı,"ism-i merre"dir. "Biricik" anlamında olup "azlığı" gösteriyor. c. Kelimenin sonundaki "tenvin", tenkir ve taklil içindir. O da "azlığı" ifade ediyor.
Dördüncü kelime,"tab'iz"i, yani: bir şeyin bir parçasını, az bir kısmını ifade eden"من"lafzıdır.
Beşinci kelime "عذاب" lafzıdır. "Nekâl" ve "ikâb"a nisbeten hafif bir cezadır. Azlığı gösteriyor.
Altıncı kelime"ربك" lafzıdır. Allah'ın Cebbar, Kahhâr, Müntakim isimleri yerine, şefkati gösteren bu kelimenin gelmesi "azlığı" ifade etmek içindir. Bu kayıtların işaretleri çerçevesinde âyetin meali, şöyle verilebilir:
"Resulüm! Eğer o inkârcılara, senin şefkatli Rabbinin azabının ufak bir parçasından, görünmeyecek kadar küçük bir kokucuk, bir defaya mahsus, faraza azıcık dokunu verse; zâlimler mahvolduk, diyecekler."
Bediüzzaman'ın kendi ifadesiyle:"Ayette geçen kelimelerin her birisi, âyetin asıl maksadına kuvvet veriyor." (Muhâkemat, s. 93-94; Sözler, s. 386-387).
4. Üslubun makamı çok çeşitlidir. Örnek olarak, îcaz makamıyla ilgili bir-iki misalle yetineceğiz:
Bir konuyu alışılmışın dışında çok veciz ifadelerle anlatmak demek olan îcâz (veciz söz), itnabın (uzun söz) tam karşıtıdır. İcâz sanatı iki şekilde yapılır: Biri, az sözle çok mânâ ifade etmektir ki, buna "îcâz-ı kasr" denilir. İkincisi, hazfedilenlere delâlet eden bir ipucunun bulunduğu bir ifadeden bir ya da birkaç kelime veya cümleyi hazfetmekle yapılır. Buna "îcâz-ı hazf" denilir. (el-Belâğatü'l-Vâdıha, 240-242; Sekkâkî, 150)İtnap ise, belli bir faydayı mülahaza ederek, herhangi bir maksadı alışılagelmiş ibareden daha uzun bir ibare ile ifade etme sanatıdır. [a.g.e., 250; İcaz ve İtnabın tarifi için ayrıca bk. Sekkâkî, 150; es-Suyûti, İtmamu'd-dirâye (Miftah ile birlikte), 149-150]
Bu her iki ifade sitili de edebi sanat üslûbunda güzel kabul edilir. Şüphesiz Kur'an'ın îcâzı kadar itnabı da güzeldir. Çünkü öyle konular ve öyle muhataplar var ki, îcâz yapmak, konunun anlaşılmamasına gayret etmek demek olur. Ancak îcâzın gerekli olduğu yerde de Kur'an'ın ifade tarzı bir mucizedir. Öyle ki, insanların tartışmasız en edîbi olan Hz. Peygamber (asv)'in sözleri bile Kur'an'ın ifadelerine yetişmemektedir.
Meselâ cennetin güzelliğini tasvir eden Hz. Peygamber (asm)'in "Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın gönlünden geçmediği (hayal ve hatırına gelmediği kadar güzel) şeyler vardır." mânâsına gelen:"فيها ما لا عين رأت ولا أذن سمعت ولا خطر على قلب بشر" ifadesiyle, Kur'an'ın "Orada canın istediği ve gözlerin lezzet aldığı her şey var."(Zuhruf, 43/21) meâlindeki"و فيها ما تشتهيه الانفس وتلذ الاعين" âyetinin ifadesi arasında gerek harf ve kelime sayısı açısından, gerekse kapsam genişliği açısından olsun çok fark vardır. (Kurtubî, I/77; hadis için ayrıca bk. Buhâri, Tevhid, 35; Tefsir ,1; Müslim, İman, 312).
Kur'an okumada adab; usul ve sünnet nelerdir?
Soran : MESELEM1
Tarih: 30.07.2015 - 04:13 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Nelere dikkat edilmelidir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Günlük hayatımız içinde en güzel anlarımızın birisini yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîmi okumakla geçiririz. Hemen çoğumuzun Kur'ân okumak için ayırdığı belli bir zaman dilimi vardır. Kur'ân-ı Kerîmi okumaya başlamadan önce hem maddi dünyamızda, hem de iç âlemimizde birtakım hazırlıklar yaparız. Kur'ân'ın kudsiyetine layık bir hal ve edep içinde bulunmaya çalışırız.
Kur'ân okurken başta âyet ve hadisler olmak üzere, İslâm âlimlerinin tespit ettiği bir takım âdâp vardır. Bu âdâba riâyet ettiğimiz nisbette o nur deryasından istifademiz daha fazla olacaktır.
Bu âdâptan bir kısmı şöyledir:
1. Kur'ân okumaya başlamadan önce derlenip toparlanmalıdır. Kur’ân okuyan kimse Kâinatın Sahibinin yüce kelâmını okuduğunu, Ona yalvarıp yakardığını, Ona dua ve niyazda bulunduğunu, bir derece Onunla konuştuğunun şuûru içinde olduğunu hatırlamalıdır.
2. Kur’ân-ı Kerîm yüzünden okunacaksa abdestli olmalıdır. Çünkü abdestsiz olarak Kur’ân’a dokunmak caiz değildir. Fakat abdestsiz olarak Mushafa dokunmadan okunabildiği gibi, ezbere de okunabilir. Bu arada varsa misvakla, değilse diş fırçası ile ağız ve dişler temizlenmelidir. (bk. Ebu Nüaym, Hilyetü'l-Evliya, 1/79)
3. İmkân varsa Kur'ân'ı mukaddes mekânlarda okumalıdır. Yeryüzünün en mübarek ve şerefli yerleri ise cami ve mescitlerdir. Çünkü mescitler tam bir ibadet merkezidir. Mü'min orada bulunduğu müddetçe -niyet ederse- itikâfta sayılır. Diğer taraftan mescitler her türlü ibadet için seçkin ve sâkin yerlerdir.
4. Kur'ân okurken kıbleye dönmek müstehaptır. Çünkü sevabı en çok olan oturuş kıbleye yönelerek oturuş şeklidir. Kıbleye yönelen kimse başını önüne eğer, tam bir vakar ve huşu içinde bulunur. Bu hal en güzelidir.
5. Bir âyet dahi olsa Kur'ân okumaya başlarken Eûzü-Besmele söylenir. Nahl Sûresinin 98. âyet-i kerîmesinde meâlen,
“Kur'ân okunduğu zaman rahmetten kovulmuş olan şeytanın şerrinden Allah'a sığının.”
buyurulmuştur. Bunun için gerek namaz içinde olsun, gerekse namaz dışında olsun Kur'ân okumadan önce Eûzü-Besmele çekmek müstehaptır.
6. Kur'ân-ı Kerîm bir kalb ve gönül rahatlığı içinde huşû ile okunmalıdır. Okurken âyetlerin mânâ ve muhtevasını düşünmelidir. Bunun için de fırsat buldukça Kur'ân'ın mânâsını anlamaya çalışmalı ki, istifade ve hissemiz fazla olsun. Rabbimiz de Kur'ân'ın bu şekilde okunmasını emretmektedir:
“Sana indirdiğimiz şu kitap çok mübarektir. Akıl sahipleri onun âyetlerini düşünsünler, ondan öğüt alsınlar.” (Sâd, 38/29)
Kur'ân okumayı büyük bir zevk haline getiren âlimler, Kur'ân'ın her âyetini düşünerek, ondan ibret ve dersler çıkararak okurlardı. Bu zatlar aynı zamanda bir sünneti de yerine getiriyorlardı.
Hz. Ebû Zer'in rivâyetine göre Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gece sabaha kadar şu âyet-i kerîmeyi tekrar etti:
“Ey Rabbim, eğer sen onları azabına çarptırırsan, onlar senin kullarındır. Şâyet bağışlarsan, muhakkak sen hükmü her şeye gâlip, her şeyi hikmetle yapansın.”(Maide, 5/118)
Ashab-ı kiramdan bazı zatlar, kendilerine tesir eden âyetleri sık sık tekrarlar, saatlerce üzerinde düşünürlerdi. Bu hususta Elmalılı Hamdi Yazır şöyle der:
“Ehl-i Kur'ân, Kur'ân'ı bir eğlence gibi okumaz. Elfâzını (kelimelerini), maânisini (mânâlarını), ahkâmını (hükümlerini) cidden gözete gözete dikkatli, saygılı ve devamlı bir sûrette ve bilmediklerini, anlamadıklarını ehlinden sora sora, hüsn-ü niyetle, temiz kalb, temiz ağızla okurlar. Gelişi güzel, baştankara bir eğlence gibi okumazlar. Şarkı, gazel, roman, hikâye yerine koyamazlar. Kemâl-i hürmet ve edeple okurlar.”
7. Kur'ân-ı Kerîmi okuyan kimse kendisini Kur'ân'a tam bir muhatap olarak görmelidir. Anlayarak, anladıklarını düşünerek okumaya başladığı için de, her emir ve nehyin doğrudan kendisini ilgilendirdiğini bilmelidir.
Sahabe-i Kiramdan Hz. İkrime, Kur'ân'ı öyle bir şuûr içinde okurdu ki, “Bu benim Rabbimin kelâmıdır, bu benim Rabbimin kelâmıdır” der, Rabbine muhatap olmanın hazzını yaşardı.
8. Kur'ân okurken geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin başından geçenlerden ibret almalıdır. Peygamberlerin türlü sıkıntı ve meşakkatler karşısında gösterdikleri o fevkalâde sabır ve metaneti örnek alarak dersler çıkarmalıdır.
9. Kur'ân'ı tertil üzere okumalıdır.
Tertil, Kur'ân'ı açık açık, tane tane, harflerin çıkış yerine ve tecvid kàidelerine uyarak, aceleye getirmeden okumaktır. En güzel okuma şekli, dinleyen birisinin okunan Kur'ân'ın harflerini sayabilecek şekilde okumasıdır. Bu husustaki âyetlerin meâli şöyledir:
“Kur'ân'ı tertil ile oku.”(Müzzemmil, 73/4)
“Onu biz Kur'ân olarak âyetlere ayırdık ki, insanlara dura dura okuyasın. Biz onu yavaş yavaş indirdik.”(İsrâ, 17/106)
“Kendilerine kitap verdiğimiz ehliyetli kimseler, onu, tilâvetinin hakkını vererek okurlar.” (Bakara, 2/121)
Resulullahın (a.s.m.) mümtaz Sahabileri de bu hususta dikkat gösterirdi.
İbni Abbas şöyle der:
“Benim için bir sûreyi tertil üzere okumak, Kur'ân'ı hatmetmekten daha efdaldir.”
Abdullah bin Mes'ud'a bir kişi gelerek Kur'ân'ı çok hızlı okuduğunu söyler. Bunun üzerine İbni Mes'ud ona şöyle der:
“Şiir okur gibi hızlı mı okuyorsun? Şüphesiz ki birtakım kimseler Kur'ân'ı okuyacaklar da, gırtlaklarından aşağıya geçemeyecektir. Lâkin tertil ile, düşüne düşüne okunup da kalbe girdiği ve oraya yerleştiği zaman fayda verir.”
10. Kur'ân okurken mümkün olduğu kadar ağlamalı. Ağlanamazsa bile ağlar gibi bir hale girmelidir. Bu vasıftaki mü'minleri Kur'ân şöyle anlatır:
“Kur'ân onlara okunduğu zaman yüzleri üzeri secdeye kapanıp ağlarlar. Ve bu Kur'ân'ı işitmek onların kalb yumuşaklığını arttırır.” (İsra, 17/109)
Çünkü Kur'ân-ı Kerîmi bizzat Resul-i Ekremden (a.s.m.) dinler gibi, Hz. Cebrail’den işitir gibi, hatta Cenâb-ı Haktan duyar gibi bir hal, bir ürperti içinde okuyan mü'min, bu tatlı ve ağlamaklı duruma girmiş olacaktır.
Bu mânevî hâle ve zevke eren bahtiyarlardan Cafer bin Muhammed es-Sâdık şöyle anlatır:
“Ben önceleri Kur'ân'ı okurdum. Fakat bir tat alamazdım. Sonra onu Resulullahın (a.s.m.) Sahabilerine okuduğunu duyarcasına okumaya başladım. Sonunda bunun üzerinde bir dereceye çıktım. Kur'ân'ı Cebrail'den Resulullaha (a.s.m.) vahyi telkin ediyorken dinlercesine okudum. Sonra öyle bir hal geldi ki, Kur'ân'ı, onu konuşandan, Cenâb-ı Haktan işitir gibi okudum. Tadını ve lezzetini o zaman buldum. Artık onsuz duramaz oldum.”
Müstesna bir Kur'ân ehli olan Hz. Osman ise şöyle der: “Eğer kalbler mânevî kirlerden temiz olsaydı, Kur'ân'ın okunmasına doyum olmazdı.”
Bu okuyuş, kelâmdan Mütekellime gitmektir ki, Kur'ân okumanın en yüksek derecesi ve üst makamıdır.
Kur'ân'ı hazin bir sesle, yani sesini fazla çıkarmadan okumak insanı bu hale yaklaştırır.
11. Kur'ân okurken bir rahmet âyeti geldiği zaman Allah'ın rahmetine el açmalı; azap âyeti geçince de Allah'a sığınmalıdır. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih eden âyetler gelince de “Sübhânallah, Celle Celâlühü” gibi ifadelerle Cenâb-ı Hakkı tenzih ve takdis etmelidir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Kur'ân okurken bu şekilde hareket ederdi.
12. Yer ve zaman müsaitse Kur'ân'ı çok sessiz bir şekilde okumamalıdır. Bunun yanında bağırıp çağırarak okumak da Kur'ân'ın nezahetine uygun düşmez. Hz. Âişe Vâlidemiz bu şekilde okuyanları ikaz eder, bunlara engel olmaya çalışırdı.
13.Kur'ân okuyan kimse çok ciddi bir işle meşguldür. Bunun için ciddiyeti bozan davranışlardan uzak durmalı, lüzumsuz hareketler yapmamalı, bir ihtiyaç yokken eliyle, ayağıyla, ağzıyla, burnuyla oynamamalı, sağa sola sallanıp durmamalıdır.
14. Kur’ân okunurken gülmek, lüzumsuz şeylerle uğraşmak ve dikkat çekici şeylere bakmak da Kur’ân’ın nezahetine uygun değildir. Kur’ân okunurken lüzumsuz işleri terk edip huşû ile dinlemek, sünnettir.
15.Kur'ân okurken esnemesi gelen insan okumayı kesmeli, esneme geçtikten sonra kaldığı yerden başlamalıdır. Çünkü esnemek rehavetten gelir, bu da şeytandandır. Tabiîn âlimlerinden Müfessir İmam Mücahid bu hususta şöyle der:
“Kur'ân okurken esnersen, esnemen geçinceye kadar Kur'ân'a hürmet için okumayı kes.”
16. Kur'ân okumak için mümkünse sâkin bir vakti seçmelidir. Yorgun argın bir vaziyette okunan Kur'ân'dan fazla zevk alınmaz. Bunun için erken vakitte, bilhassa sabah namazından sonra okunması tavsiye edilmektedir. Bu vakit hakkında Peygamberimiz (a.s.m.)'in hususi bir duası da bulunmaktadır:
“Allah'ım, ümmetim için erken vakitleri mübarek kıl.”(Tirmizî, Büyû: 6)
17.Kur'ân-ı Kerîm oturarak okunursa daha istifadeli olur. Bunun için ihtiyaç yoksa ayakta okumamalıdır.
18. Kur'ân okurken gürültüden uzak bulunmaya çalışmalıdır. Hiçbir ihtiyaç yokken Kur'ân okumayı kesip konuşmamalıdır. Konuşmak gerekir veya bir şeye cevap vermek icap ederse, âyeti ve sûreyi tamamladıktan sonra konuşmalıdır.
Abdullah bin Ömer (r.a.) Kur'ân okumayı bitirmeden önce kimseyle konuşmaz, kimseye de cevap vermezdi. (el-İtkan Tercümesi, 1:260)
19. Kur'ân okurken aksıran kimsenin “Elhamdülillah” demesi veya bir kimsenin aksırdıktan sonra “Elhamdülillah” demesi üzerine, Kur’ân okuyanın ona “Yerhamükâllah” demesi müstehaptır. Çünkü aksırmak Rahmânîdir. Böylece Allah'a hamd etmiş ve şükretmiş olur.
21. Kur'ân okumakta olan bir kimseden bir şey istenirse, istenilen şeye işaret etmek şeklinde cevap vermek mümkünse de okumayı kesmeden de işaret edilebilir. Eğer isteyenin gönlü kırılacak, yanlış anlamaya meydan verilecekse, bu durumda okuma kesilerek cevap verilebilir.
22. Kur'ân okuyan bir kimsenin yanına ilimce, yaşça ve makamca büyük bir zat gelir veya anne babası gibi hürmette kusur etmemesi gereken birisi içeri girerse, onlara hürmet ve ikram için ayağa kalkmasında bir mahzur yoktur. Bu hareket bir İslâm âdâbıdır, onların gönlünü hoş eden bir davranıştır.
23. Okumayı kesmek veya tamamlamak gerektiğinde Cenâb-ı Hakkın yüce kelâmını tasdik mânâsında, “Sadakallâhü'l-azîm (Yüce Allah doğru söyledi)” denmeli; “Ve belleğa Resûlühü'l-Kerîm (Şerefli Resulü de onu tebliğ etti)” sözü ile de Peygamberimiz (a.s.m.)'in tebliğinin hak olduğuna şehâdette bulunmalı ve sonunda da dua ederek Fâtiha okunmalıdır.
24.Kur'ân okuması bittikten sonra Mushaf'ı açık bulundurmamalı, üzerine bir şey koymamalı, yüksekçe bir yere bırakmalıdır. Elinde bulundurduğu müddetçe de göbeğinden aşağı tutmamalıdır.
25.İmkân varsa Kur'ân'ı her gün en az bir kere açıp bakmalıdır. Çünkü Kur'ân okunmasa bile, kapağını açıp yazılarına bakmak dahi bir ibadettir. Bu davranış, insanın Kur'ân'la olan yakınlığını arttırır.
Bu hususu Peygamberimiz (a.s.m.) de teşvik etmektedir. Bir seferinde sahabe-i kirama şöyle buyurdular: “Gözlerinize ibadetten nasibini veriniz.”
Sahabiler sordular: “Gözlerin ibadetten nasibi nasıl olur, yâ Resulallah?”
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) cevap verdi: “Mushafa bakmak, içindekileri düşünmek ve inceliklerinden ibret almaktır.”
Bir başka hadiste de “Ümmetimin en faziletli ibadeti, yüzüne bakarak Kur'ân okumasıdır.” buyururlar. (Tefsîrü'l-Kurtûbî, 1:28)
26.Secde âyetlerine rastlayınca ya okunur okunmaz veya okumayı tamamlayınca secdeye varmalıdır. Bu secdeler vaciptir. Okuyanın da, dinleyenin de secde etmesi gerekir. Kur'ân'ın meâli okunduğunda da, onun secde âyetinin tercümesi olduğu bilinirse yine secde etmek vaciptir.
27. Kur'ân okurken sonlara doğru yaklaşınca Duhâ Sûresinden Nâs Sûresine kadar bütün sûreler arasında tekbir getirilmelidir. Daha sonra da hatim tamamlandığında hatim duâsı yapılmalıdır.
28. Her gün Kur’an’dan bir miktarın okunmasının âdet haline getirilmesi, ezberlenen yerlerin unutulmaması için sıkça tekrarlanması tavsiye edilmiştir. Bu nedenle, Kur’ân her zaman ve uygun olan her yerde okunur ve okunmalıdır. Özellikle, Arefe, Cuma, Pazartesi, Perşembe, Ramazanın son on günü, Zilhiccenin ilk günü ve Ramazan ayında daha çok okunmalıdır.
29. Kur’an’ı hakkıyla okuyabilmek için dilin, aklın ve kalbin iş birliği içinde olması gerekir. Buna göre dil okumalı, akıl okunanları tercüme etmeli, kalp de bunlardan gereken dersleri almalıdır. (İhyâ, I, 339)
Kaynaklar:
- Zerkeşi, el-Bürhan fî ulumi'l-Kur'an, Lübnan: Daru İhyai'l-kütübi'l-arabiyye, 1957, c. 1.
- Ez-Zebidi, İthafu's-saadeti'l-müttekîn bişerhi ihyâi ulumi'd-din, Beyrut: Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1989, c. 5.
- İsmail Karaçam, Kur'an-ı Kerim'in Faziletleri ve Okuma Kaideleri, İstanbul: İfav Yayınları, 2002.
- İmam-ı Nevevi, et-Tibyân fî edêbi hameleti'l-Kur'an, Beyrut, 1996.
- Gazali, İhyau ulumi'd-din, Beyrut: Daru'l-Ma'rife, c. 1.
- İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercümesi, Akçağ Yayınları.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin." ( Âl-i İmran, 3/31)
mealindeki âyetin tefsirinde şu görüşlere yer verilmiştir:
"Bu âyette i’câzlı bir îcaz vardır. Çünkü, çok cümleler bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: Allah (c.c)'a imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seversiniz öyleyse, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Bunun da Allah'ın sevdiği zâta benzemekle göstereceksiniz. Ona benzemek ise, ona itaat etmektir. Ne vakit ona tabi olursanız, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah'ı seviyorsunuz, ta ki, Allah da sizi sevsin. İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız kısa bir meâlidir." (Lem'alar, 51).