BILGI KAYNAKLARI VE BELGELER
Bilim tarihi için bilgi kaynakları ve belgeler:
1. Papirüsler: M. Ö. 3000 yıllarına ait “kamıştan yazı kâğıdı”dır. Birçok papirüsün varlığı düşünüldüğünde “papirüs kitap” olarak nitelendirilebilir. Örnek: Rhint, Moskva, Berlin, Ebers papirüsleri
2. Kil tabletler: M. Ö. 2500 yıllarına ait “kil tabletten yazı kâğıdıdır. ” Birçok kil tabletin varlığı düşünüldüğünde, “kil tablet kitap” olarak nitelendirilebilir. Örnek: Susa, Tell Helman, Plimpor Vatikan kil tabletleri
3. Tahta tabletler: M. Ö. 300 yıllarına ait “tahta kitap”
4. Parşömen kâğıtlar: M. S. 2. yüzyıla ait özel hazırlanmış “deri kâğıtlar”
5. Mağara ve kaya duvarlarına yazılan; yazı, resim ve şekiller (semboller) 6. Arkeolojik kazılar neticesinde elde edilen; çanak, çömlek, süs eşyaları, savaş eşyaları. 7. Madenî paralar (İlk madenî para Lidyalılara aittir. ) 8. Lahitler (Mezarlar) 9. Anıtlar (abideler) ve anıt kitabeler Örnek: Orhun kitabeleri 10. Sifenksler (yaşayan görüntü veya bozuk resimler) 11. Rasathane, şifahane ve tiyatro gibi bilim ve gösteri merkezleri 12. Dinî belgeler. (MEB Fen Bilimleri Tarihi)
.
Eski uygarlıklarda bilimsel gelişmeler
ESKİ UYGARLIKLARDAKİ GELİŞMELER
Günümüzde on yaşında bir çocuk için bile sıradan olan bilgiler, eski çağların insanları için çözülemez bilmecelerdi. İnsanların bilme arzusunu çoğu zaman mitolojiler ve efsaneler karşılıyordu. Bugünkü bildiğimiz anlamda bilimsel çabaya, tarihin bilinen dönemlerinin çok uzun bir kısmında rastlayamıyoruz.
Sümerler’in M. Ö. 3000 yılında teknik bilgiler elde ettiklerine, bunları kendi refahları için kullandıklarına tanık oluyoruz. Sümerler’in yerini alan Babiller de matematikte ve astronomide ilerlemeler kaydettiler. Uzun ve dikkatli gözlemler sonucu başarılı bir takvim oluşturmayı başardılar ve bunu tarımda kullandılar. Güneş’in her gün gökyüzündeki kapıların ayrı birinden girdiğini, ayrı birinden çıktığını söylediler… Babiller’in gökyüzüyle ilgileri astronomi kadar astroloji merkezliydi, gökyüzünü gözleyerek gelecek ile ilgili işaretler elde etmeye çalışıyorlardı. . .
Mısır’da da matematik ile astronomi üzerine önemli gelişmelere rastlıyoruz. . . Eski Çin ve Hint uygarlıklarının da matematik ve astronomi alanlarında başarılı gelişmeler kaydettiklerine tanık olmaktayız. . . Bunlar, günümüzün bilimsel anlayışından farklı olarak, daha çok günlük ihtiyaçlara yönelik çalışmalar olarak gözükmektedir.
Bahsettiğimiz medeniyetler gökyüzü cisimlerinin hareketlerini gözlemlediler; bu cisimler arasında buldukları düzenli ilişkilere dayanarak ileride oluşacak durumları tahmin etmeye, tarımda bunlardan faydalanmaya, astrolojik kehanetlerde bu verileri kullanmaya çalıştılar. Bildiğimiz kadarıyla onlar, günümüz bilimi gibi gözlem verilerini açıklama ihtiyacı duymadılar, teorik temelde gözlemleri değerlendiremediler. Böyle olunca da astronomi biliminde bugünkü anlamda bir ilerleme kaydetmeleri mümkün değildi. Fakat şunu da belirtmeliyiz ki son bulgular, bu medeniyetlerin bilim tarihi kitaplarında aktarılandan daha çok ilerlediklerini, Eski Yunan’daki gelişmenin kökenini oluşturduklarını ortaya koymaktadır. Bu da bizi, bilim tarihini Eski Yunan’dan başlatan alışkanlığın gözden geçirilmesi gerektiği sonucuna götürmektedir.
ARİSTO VE BATLAMYUS’UN DÜNYA MERKEZLİ EVRENİ
Aristo, Dünya’nın sabit merkez olduğunu; bütün gezegenlerin, yıldızların, Güneş’in ve Ay’ın, Dünya’nın çevresinde döndüklerini savunuyordu. O’na göre yıldızların ham maddesi ve Dünya’nın ham maddesi birbirlerinden tamamen farklıydı. Yıldızlar ezeli bir yakıtla yakılmışlardı. Bunlar hem ezeli, hem de ebediydi. Oysa Dünya, kusurlu ve eksikti, yıldızlar gibi mükemmel değildi.
Daha sonra Batlamyus (Ptolemy, 85-165) Aristo’dan aldığı mirası kullanarak, Eudoks’un ve Hipparkus’un görüşlerinden de yararlanarak astronomik bir model ortaya koydu. Bu modele göre Dünya merkezdeydi. O dönemde bilinen beş gezegen Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn ve onlarla beraber Ay ve Güneş, Dünya’nın etrafında dönüyordu. Yıldızlar ise en dışarıdaki en geniş halkadaydılar. Bu Batlamyus’un kullandığı mirasın sahipleri olan Pisagor’un, Platon’un, Aristo’nun beğeneceği bir modeldi; evren dairelerle ve kürelerle tanımlanıyordu.
MÜSLÜMAN DÜNYADA BİLİMİN ALTIN ÇAĞI
Özellikle 8. yüzyılla 13. yüzyılın arasındaki dönem, Müslüman dünyanın bilimde zirvede olduğu dönemdir. Bilim tarihçilerinin birçoğu Batı dünyasında aynı dönemi “Karanlık Çağ” olarak nitelendirirlerken, aynı bilim tarihçileri Müslüman dünyasının bu dönemdeki bilimsel durumunu “Altın Çağ” olarak tarif etmektedirler.
Bu dönemde Müslüman toplumlar, başta Grek mirası olmak üzere, Hint ve İran mirasını kullandılar. Tüm bu medeniyetlerin eserlerini çevirdiler, kendileri de bilimsel araştırma ve gözlemleriyle önemli atılımlar gerçekleştirdiler. Bugünkü anlamda rasathane ilk olarak Meraga’da 1259 yılında kuruldu. Buradaki çalışmalarıyla Nasreddin Tusi, Batlamyusçu evren modelinin eksikliklerini eleştirdi. Harezmi, Bitruci ve Biruni gibi birçok bilgin de astronomiye önemli katkılarda bulundu.
Müslüman toplumların yaptığı çeviriler ve oluşturdukları bilimsel birikim, Arapça’dan diğer dillere yapılan çeviriler aracılığıyla Batı dünyasına geçti. Birçok bilim tarihçisine göre, Batı dünyasının Rönesans’tan bugünkü teknolojik gelişimine kadarki süreç, Müslüman toplumlardaki bu birikimin Batı’ya aktarılması sonucu gerçekleşmiştir. Batı dünyası kendi tarihsel kökeni olarak gördüğü Eski Yunan’la; Platon’la, Aristo’yla ve Batlamyus’la bu çeviriler sonucu tanıştı. Batlamyus’un kitabını Araplar “El-Mecisti” adıyla çevirmişlerdi, orijinal adı “Mathematica” olan bu kitabı Batı dünyası, Arapça’dan çevirdiği için “Almagest” olarak tanıdı.
Türk ve İslam Uygarlığının, Bilim ve Teknolojiye Olan Katkıları
Medeniyet, dünyadaki bütün milletlerin ortak malıdır. Her toplumun bugünkü medeniyet çizgisinde az olsun çok olsun bir payı vardır. Sadece bu pay Avrupalılara ait değildir. Bu medeniyet paydasında Çin, Mısır, Hint, Roma, vb. Medeniyetlerin de bir payı vardır. Medeniyet yarışı uzun koşulu bir bayrak yarışına bezer. Ortaçağda bu bayrağı İslam Medeniyeti almış olup sonra gerileme dönemine girince bu bayrağı Batılılar almıştır. Batı bugünkü seviyesine sadece kendi kendilerine gelmemiştir. Müslüman bilim adamlarından birçok sahada etkilenmişlerdir. Bilim alanındaki keşiflerin birçoğu, 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar uzanan dünya tarihinde, dönemin en ileri uygarlığı olan “İslam Uygarlığı”nın ürünüdür. Akıla ve bilgiye dayanan bu uygarlık, dünyanın bugün sahip olduğu pek çok değere de kaynaklık etmiştir.
Kur’an’da, evrenin yaratılışı ve kâinatın düzeni ile ilgili ayetlerin bildirilmesi, İslam’da akla, bilgiye ve bilgi sahibi olmaya büyük önem verilmesi, doğada Allah’ın varlığının delillerinin görülmesi, evrendeki her nesne ve varlığın birbirine olan uyum ve bağlılığı; Ayrıca toplumsal yaşantının getirdiği ihtiyaçtan kaynaklanan (Oruç, namaz vakitleri için Astronomi vb. ) sebeplerle söz konusu dönemde bilimsel ilerleme Müslümanlarda görülmüştür.
Teknik ilimler, tıp, astronomi, cebir ve kimya gibi birçok alanda önemli neticeler elde eden Müslüman bilim adamları, medeniyet ve kültür sahasında kısa zamanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamışlardır. Buluşlarıyla uygarlığa vesile olan Müslümanlar, ilerlemenin yolunu açmışlardır. Batı’daki Rönesans ve Reform hareketlerine öncüllük etmişlerdir. (Prof. J. Risler “Müslüman astronomistler, matematik alimleri derecesinde Rönesans’ımıza tesir ettiler. ” -E. F. Gautier “ Yalnız Cebir değil, diğer matematik ilimlerini de, Avrupa kültür dairesi, Müslümanlardan almış olduğu gibi, bugünkü Batı matematiği gerçekten İslam matematiğinden başka bir şey değildir. ”) Müslüman bilim adamları öncelikle, bilim evrensel olduğu için – İlim Çin’de dahi olsa gidip alınız. (Hadis) – Batı’da Roma ve Doğu’da başta Çin olmak üzere, diğer devletlerde geliştirilen bilim ve teknolojiyi rehber almışlar ve önemli kaynakları tercüme etmişlerdir. Bu bilgi birikiminin içinden imanî ve teknik anlamda yanlış ve tutarsız olan noktaları çıkartarak, kendilerine fayda sağlayacak duruma getirmişlerdir. İlk adım niteliğindeki çalışmalarının ardından, elde ettikleri bilgileri değerlendirip yorumlayarak bilim ve teknolojiye özgün olarak katkıda bulunmaya başlamışlardır. Beşinci yüzyılın ikinci yarısında doğup gelişen İslamiyet, deneye ve gözleme dayalı bilimin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.
İslam Tarihi’ne baktığımızda, Kuran’la birlikte Ortadoğu coğrafyasına bilimin de girdiğini görürüz. İslam öncesindeki Araplar, türlü batıl inanışa ve hurafeye inanan, evren ve doğa hakkında hiçbir gözlem yapmayan bir toplumdur. Ancak İslam’la birlikte bu toplum medenileşmiş, bilgiye önem verir hale gelmiş ve Kuran’ın emirlerine uyarak evreni ve doğayı gözlemlemeye başlamıştır. Sadece Araplar değil, Türkler, Kuzey Afrikalılar gibi pek çok toplum, İslamiyet’i kabullerinin ardından aydınlanmıştır. Kur’an’da insanlara öğretilen akılcılık ve gözlemcilik, özellikle 9. ve 10. yüzyıllarda büyük bir medeniyetin doğmasına yol açmıştır. Bu dönemde yetişen çok sayıda Müslüman bilim adamı, astronomi, matematik, geometri, tıp gibi bilim dallarında çok önemli keşifler gerçekleştirmiştir. Tıp ve eczacılıkta İbn-i Sina ve Razi gibi alimler, anatomi ve tedavi alanına pek çok yeni bilgi eklerken; tarih ve coğrafya bilimlerinde İbn-i Haldun, İdrisi ve Taberi gibi pek çok İslam âlimi, bilimsel teorilerde önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. Özellikle optik alanında, on birinci yüzyılda İbn-i Heysem, bu bilim dalını tek başına yeniden inşa etmiştir.
*Cabir Bin Hayyan, “’Kimyasal maddeleri, uçucu maddeler, uçucu olmayan maddeler, yanmayan maddeler ve madenler’” olarak dört grupta toplar. Cabir Bin Hayyan’ın bu çalışması, modern kimyanın kurucusu olarak bilinen Lavoisier’e öncülük eder.
*El-Kindi, Einstein‘dan 1100 yıl önce 800 yılında, izafiyet teorisi ile uğraşır. El-Kindi, “’Zaman cismin var olma süresidir, zamanla bilinebilen ve ölçülebilen hız ve yavaşlık da hareketin sonucudur. Zaman, mekân ve hareket birbirinden bağımsız değildir, göğe doğru çıkan bir insan ağacı küçük görür, inen insan ise büyük görür’ der.
*Sabit bin Kurra, astronomi alanındaki ilk büyük yeniliği gerçekleştirmiş Diferansiyel hesabı,Newton’dan önce belirlemiş, Geometriyi aritmetiğe ilk uygulayan kişi olmuştur. Bunlar, gerçekten zamanlarının çok ilerisinde çalışmalardır. Söz konusu çalışmaları ile bilim tarihine adlarını yazdıran Müslüman bilim adamları, çoğunlukla devlet tarafından maddi-manevi destek görmüş, teşvik edilmiş, halk arasında itibar kazanmışlardır.
*Ahmet Fergani, fen bilimlerinde, deneyle sabit olmayan bilgilere itibar edilmemesi gerektiğini söylemiş, enlemler arasındaki mesafeyi hesapladığı gibi, Dünya’nın eksenindeki ekliptik eğimi 23° 27′ ilk defa en doğru şekilde hesapladı.
*El-Battani, trigonometrik bağlantıları bugünkü kullanılan şekliyle formülleştirmiş, 877 yılından 929 yılına kadar sürekli astronomik gözlemler yapar; Tanjant ve Kotanjant’ın tanımını yaparak Sinüs, Tanjant ve Kotanjant’ın sıfırdan doksan dereceye kadar tablosunu hazırlar. J. Risler: “Trigonometrinin gerçek manada mucidi Battani’dir. ”
*Ebubekir er-Razi, cerrahide dikiş malzemesi olarak ilk kez hayvan bağırsağını kullanır; tıp biliminde deney ve gözlemin çok önemli olduğundan bahseder.
*Ebu’l-Vefa trigonometriye “Sekant –Kosekant- tanjant-cotanjant” kavramlarını kazandırır. Gözün görülebilir cisimler doğrultusunda ışınlar yaydığını söyleyen Öklid ve Batlamyus‘a karşı; “’Görülecek cismin şekli, ışık vasıtasıyla gözden girer ve orada mercekler vasıtası ile nakledilir’ diyerek, yaptığı sayısız denemelerle ‘göze gelen uyarıların görme sinirleri ile beyne iletildiğini’ belirtmiştir.
*İbnü-l-Heysem ise optik biliminin öncüsüdür. Roger Bacon ve Kepler onun eserlerinden faydalanmışlar, Galileo onun eserlerinden faydalanarak teleskopu bulmuştur.
*el-Beyruni; Çeşitli maddelerin birbirinden ayırt edilme yollarından birinin, maddelerin özgül ağırlıkları olduğunu söyleyerek, sıcak su ile soğuk su arasındaki özgül ağırlık farkını tespit etmiştir.Galilei‘den 600 yıl önce dünyanın döndüğünü kanıtlamış, Newton‘dan 700 sene önce dünyanın çapını hesaplamıştır. Bu konuda ortaya attığı kanun, Avrupa’da “Beyruni Kuralı” diye bilinir. El-Beyruni, 973 yılında ‘Bilimsel çalışmaların, deneylerle ispat edilmesi gerektiğini ve belgelere dayanmasının zorunlu olduğunu’ söylemiştir.
*İbnu’n-Nefis, 1200′lü yıllarda, Avrupalılardan 300 sene önceden küçük kan dolaşımını keşfeder.
Bütün İslam ülkelerinde matematik, tıp, uzay bilimleri ve daha birçok ilimin okutulduğu eğitim kurumları, rasathaneler; dönemin en gelişmiş teçhizatları ile donatılmış hastaneler, herkese açık kütüphaneler bulunmaktaydı. 794 yılında Bağdat’ta ilk kağıt fabrikası kuruldu. Bağdat, Harran, İstanbul ve Endülüs başta olmak üzere Mısır, Kuzey Afrika ve Doğu Fırat çevresindeki birçok İslam şehrinde, eğitim sistemi ve ilim, söz konusu döneme örnek teşkil edecek düzeyde geliştirilmişti. Müslümanlar, yaşadıkları şehirleri uygarlık merkezleri haline getirmişlerdi. Bunlardan biri olan Kurtuba, hastaneleri, kütüphaneleri ve Orta Avrupa’dan öğrencilerin eğitim görmek üzere geldiği okulları ile Avrupa’nın en modern şehri olarak bilinmekteydi.
*El Cezeri, XIII. yüzyılın başında, Diyarbakır Artuklu Sarayı’nda 32 yıl başmühendislik görevi yaptı. El Cezeri, su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama kapları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi, pratik birçok düzeni tasarlayan ve bunların nasıl gerçekleştirileceğini anlatan “Kitab-el Hiyal” adlı kitabın yazarıdır. Cezeri, tarihte sibernetiğin kurucusudur. Sibernetik; haberleşme, denge kurma ve ayarlama bilimidir. İnsanlarda ve makinelerde bilgi alışverişi, kontrolü ve denge durumunu inceler. Bu bilim zamanla gelişerek bilgisayarların ortaya çıkmasına imkan tanımıştır. Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda Fransızlar Descartes ve Pascal‘ı; Almanlar Leibniz‘i, İngilizler de R. Bacon‘ı öne sürseler de, aslında Cezerî bunu ortaya koyan ve ilim dünyasına sunan ilk bilgindir.
*Hazinî, ölçü ve tartı teorilerine yaptığı katkı ile tanınır. Bilime yaptığı diğer bir önemli katkı da yerçekimi hakkındaki görüşleridir. Hazinî, Newton‘dan 500 yıl önce, “her cismi yer kürenin merkezine doğru çeken bir güç” olduğunu söylemiştir. Roger Bacon‘dan yüzyıl önce de, dünyanın merkezine doğru yaklaştıkça, suyun yoğunlaştığı fikrini ortaya atmıştır. Hazinî, kimyasal maddelerin yoğunluk ve özgül ağırlıklarını ölçmek amacıyla icat ettiği hassas terazilerle, kimya bilimine de önemli katkılarda bulundu. Öyle ki, icat ettiği ve “Mizanü’l-Hikme” (Hikmet Terazisi) adını verdiği bu hassas terazi ile yaptığı yoğunluk ve ağırlık ölçümleri, günümüz teknolojisi kullanılarak yapılan ölçümlerden pek farklı değildir.
*Benu Musa kardeşler, Abbasi Halifesi Memun (M. S. 813-833) ve onu izleyen halifeler zamanında, matematiksel bilimlerin gelişmesi yönünde etkin rol oynamış kişilerdi. Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi’nde bulunan eserlerinde (A3474), sihirli kaplar, fıskiyeler, kandiller, bir dansimetre, bir körük ve bir kaldırma düzeninden bahsedilmektedir.
*Hârizmi 9. Yüzyıl’da aritmetik ve cebirle ilgili iki yapıtı, matematik tarihinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir. Harizmi, (780-850) Hint rakamlarına sıfır’ı bularak bu rakam sayesinde bugün kullandığımız rakamları oluşturuyor; ve bu sayede matematikte önemli bir çığır açılmış oluyordu.Logaritmayı ortaya koyan ilk kişidir. Hârizmî’nin cebirle ilgili yapıtı, (El-Cebir) 12. Yüzyıl’da ChesterlıRobert ve Cremonalı Gerard tarafından Latinceye (Al Gebra) tercüme edilmiştir. Yapıtların en ilginç yönlerinden biri, açıların, trigonometrik fonksiyonlarla ifade edildiğini gösteren bir takım tablolar ihtiva etmesidir. Bunların dışında, Hârizmî’nin yön bulmada kullanılan usturlabın biri yapımını ve diğeri de kullanımını anlatan iki eseri daha mevcuttur. Hârizmî, Batlamyus’un Coğrafya adlı yapıtını, ‘Kitâbu Sureti’l-Ard’ (Yer’in Biçimi Hakkında) adıyla Arapça’ya tercüme etmiş ve böylece, Yunanlıların matematiksel coğrafyaya ilişkin bilgilerinin İslâm dünyasına girişinde önemli bir rol oynamıştır.
*Ali Kuşçu, astronomi ve matematik konularında çağının sınırlarını aşacak kadar önemli eğitim ve öğretim çalışmalarında bulunan Ali Kuşçu; Ayasofya Medresesi’nin çalışma programlarını da yeniden düzenlemiştir. 15. yüzyılda yaşayan Ali Kuşçu Ay’ın ilk haritasını çıkarmıştır ve bugün NASA tarafından Ay’da bir bölgeye onun ismi verilmiştir.
*Şerafeddin Sabuncuoğlu Fatih Sultan Mehmet döneminin ünlü doktoru ve tıp bilginidir. ‘Mücerrebname’ adlı eserinde, kendi deney ve gözlemlerine yer vermiştir. Asıl çalışma alanı cerrahlık ve deneysel fizyolojidir. ‘Cerrahiyatü’l-Haniye’ eserinde, cerrahlıkla ilgili çalışmalarına yer vermiş ve yaptığı cerrahi müdahaleleri resimlerle tasvir etmiştir.
*Bursalı Ali Münşi Tıp bilimine yaptığı en önemli katkılardan biri ‘Kınakına’ hakkındaki çalışmasıdır. Burada bu ağacın kabuklarının humma, sıtma gibi hastalıklara iyi gelmesi ile ilgili gözlemlerine yer vermiştir.
Fatih Sultan Mehmet’in Hocası *Akşemseddin , Pasteur’den yaklaşık 400 sene önce yaşayan ve ilk olarak mikropların varlığını keşfeden kişidir.
*Gıyaseddin Cemşid, (1429)Ondalık kesir sistemini bulan, virgülü, aritmetik işlemlerde ilk defa kullanan kişidir.
*Ömer Hayyam, (12. yy. ) Newton’a dayandırılan binom formülünü cebire kazandıran kişidir.
*Ali Bin Abbas, 10. yüzyılda yaşamıştır ve ilk kanser ameliyatını gerçekleştirmiştir.
*Mağribi, bugün Paskal üçgeni olarak bilinen denklemi Paskal’dan 600 yıl önce bulmuştur.
*Sabit Bin Kurra, 9. yüzyılda yaşamış ve Newton’dan asırlar önce diferansiyel hesabını keşfetmiştir.
*İbn-i Sina (980-1037), Anatomik çalışmalar yapan Müslüman Türk bilim adamlarının başında gelir. Daha çok küçük yaşta edebiyat, matematik, geometri, müzik, fizik, doğa bilimleri, felsefe ve mantık öğrenen İbn-i Sina sadece Doğu’da değil Batı’da da ünlenmiştir. En ünlü eseri olan El-Kanun fi’t-Tıb, 12. yüzyılda Latince’ye çevrilerek Avrupa üniversitelerinde 19. yüzyıla kadar temel ders kitabı olarak kabul edilmiş, okutulmuş ve Avrupa’da bu kitap “Tıbbın İncil”i olarak ün yapmıştır. Bundan başka felsefe ve doğa bilimleri üzerine yüzden fazla eser vermiştir. El-Kanun’da söz edilen tıbbi bilgilerin büyük bir bölümü bugün dahi geçerliliğini korumaktadır.
*Ali bin İsa (?-1038)’nın üç ciltlik göz hastalıkları üzerine yazdığı “Tezkiretü’l-Kehhalin fi’l-Ayn ve Emraziha” isimli eserinin birinci cildi tamamen göz anatomisine ayrılmış olup çok değerli bilgiler mevcuttur. Bu eser daha sonraları Latince’ye ve Almanca’ya çevrilmiştir.
*el-Kazvini (1281-1350) ve *İbnü’n-Nefis‘in anatomi üzerine olan çalışmaları modern tıp biliminin temelini atmıştır. Bu bilim adamları daha 13. ve 14. yüzyılda kalp ve akciğerler arasındaki bağlantıları ve atar damarların temiz kan, toplar damarların kirli kan taşıdığını, kanın akciğerlerde temizlendiğini, kalbe dönen temiz kanın beyne ve vücudun diğer organlarına aort tarafından taşındığını göstermiştir.
*Piri Reis, O güne kadar çizilen haritalarda yanılma payları çok olmasına rağmen bugün uydudan çekilen dünyanın haritasını %99’u doğru %1 yanılma payı ile Coğrafya alanında bir baş yapıt olan dünya haritasını çizmiştir.
*İbn-i Haldun, Tarih ve sosyal alanda yaptığı çalışmalar ile ve özellikle “Mukaddime “ adlı esri ile Sosyoloji’nin kurucusu olmuştur. Modern Sosyoloji’nin kurucusu olan A. Comte’a öncüllük etmiştir.
EL-KINDÎ(801-873): Rölativite teorisine öncülük edecek bilgiler ortaya koymuştur.
FARABÎ(870-950): Ses olayının hava titreşimlerinden ibaret olduğunu, titreşimlerin dalga uzunluğuna göre azalıp çoğaldığını tespit etmiştir. Böylece akustik konusunda bilgi vermiş, Aristo fiziğini tenkit etmiştir.
İBN YUNUS SABİT BİN KURRA(821-910 Harran-Bağdat): Zaman tespitiyle ilgili sarkaç bilgilerini ortaya koyarak NEWTON’A öncülük etmiştir. Otomatın(sibernetik) ilk temelini atan kişidir.
KİLİSE VE KOPERNİK İLE BAŞLAYAN SÜREÇ
Batlamyus’un sistemi, ilk ortaya konmasından sonra 1500 yılı aşkın bir süre başta Hristiyan toplumları olmak üzere geniş bir kitle tarafından, astronominin temeli olarak ele alındı. Evet, tamı tamına 1500 yıl! Kilise’nin bu astronomik sistemi doğru kabul etmesinin sonucunda, bu sistem, Hristiyanlığın resmi görüşü olarak kabul edildi. Katolik kilisesi, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edildiği için, Kilise’nin bu konudaki kararına karşı gelmek, Tanrı’ya karşı gelmek olarak değerlendiriliyordu. Böylece Aristo ve Batlamyus’un evren modeli, kendilerinin bile hayalini kuramayacakları kadar geniş bir taraftar kitlesine kavuşmuş oldu. Kendileri aziz, fikirleri kutsal öğretiler oluverdi!
Bu sistemin geçersiz olması sürecini başlatan Kopernik(1473-1543) oldu. O, Dünya yerine, Güneş her şeyin merkezi yapıldığında, bu sistemin, gözlenen evrenle daha uyumlu olacağını ortaya koydu. Bin yılı aşkın süredir geçerli olan Batlamyus sistemine karşı bu itiraz, önceleri Kilise’yi telaşlandırmadı. Fakat sonra bu fikir, Katolik kilisesi tarafından olduğu gibi, Luther ve Calvin tarafından da reddedildi. Onlara göre, Dünya’nın evrenin merkezi olmaması düşünülemezdi!
Eğer bu sistem doğruysa, Kilise ve Kilise’nin aziz olarak ilan ettiği kişiler yanılmış olacaktı. Kilise’nin yanıldığına dair bu ilk ciddi itiraz, laiklikle neticelenen sürecin de ilk sebeplerinden biridir. Kilise’nin bilgisinin ve kararlarının mutlak olduğu fikri sarsılmasaydı, hiç şüphesiz ki laiklik ve sekülerleşme diye adlandırılan süreçler gerçekleşmeyecekti.
Bu sürece ihtiyaç duyulmasının altında, Kilise’nin kutsal ilan ettiği görüşleri (özellikle Aristo’nun görüşlerini) bilime dayatması, kendi kontrolünde olan eğitim sistemini istediği gibi yönlendirmesi vardır. Aristo fiziğinin yanlışlarına tüm Batı dünyasını yüzlerce yıl mahkûm eden, bu fiziği Tanrı’nın vahyi gibi kutsallaştıran sebep, Kilise’nin bilimi kontrol etmesi olmuştur. Bunun ortaya çıkardığı zararlar, laikliğin ve sekülarizmin dayanaklarını oluşturmuştur.
TYCHO BRAHE VE KEPLER
Teleskobun icadından önce bilinen en ciddi gözlemleri Tycho Brahe (1546-1601) gerçekleştirdi. Danimarka kralının desteğini alan Brahe, gökyüzünün haritasını detaylı bir şekilde çıkarmıştı. Bu arada İslam dünyasına dönersek, aynı yıllarda Takiyuddin tarafından (1575’de) İstanbul’da rasathane yapıldığına tanık olmaktayız. Fakat artık Müslüman dünyanın “Altın Çağı” sona ermiştir. Kıskançlıklar bilimsel çabanın önüne geçmiş ve uğursuzlukla suçlanan Takiyuddin’in rasathanesi 1582’de top mermileriyle yıkılmıştır. Müslüman dünyanın, bilimin gelişmesine katkıda bulunacağı süreç artık çok gerilerde kalmıştır.
Batı dünyasında ise Brahe’nin çok önemli gözlemleri Kepler’in (1571-1630) teorisyenliğiyle buluştu. Kepler çok iyi bir matematikçiydi, Brahe’nin gözlemlerini değerlendirerek Kopernik’in sistemindeki eksiklikleri düzeltti. Kopernik, gezegenlerin hareketinin dairesel olduğunu sanıyordu, oysa Kepler, yörüngelerin elips şeklinde olduğunu ortaya koydu. Kepler, bir yandan Kopernik’in sistemini düzeltirken, bir yandan da O’nun, Güneş merkezli sisteminin doğruluğunu onayladı. Tüm bu gelişmeler olurken hala Batlamyus’un sistemi genel kabul görüyordu, hala Kilise’de bir telaş göze çarpmıyordu.
Kepler’in doğa ile ilgili bulduğu matematiksel yasalar, bundan sonra matematiğin bilimlerde alacağı merkezi rolün de habercisiydi. Bu yasalar sadece kuru soyut bilgiler değildir. Uzaya gönderilen uydulardan ve araçlardan, Dünya’mızın Güneş etrafında dolanışından, uzak yıldızlara kadar hep bu matematiksel yasalara tanık olmaktayız.
GALILE İLE ZİRVEYE DOĞRU ADIMLAR
Kepler yeryüzündeki fizik yasalarını gökyüzündeki cisimlere ilk uygulayan kişiydi. “Astronomi fiziğin bir parçasıdır” diyen Kepler’i, bu yüzden ilk astro-fizikçi kabul edenler vardır. Bilimin, Kepler’le zirveye doğru tırmanışı, Galile(1564-1642) ile devam etti. Galile hareket yasalarını keşfetti. Teleskobu onun bulup bulmadığı tartışmalı olmakla beraber, teleskobu kullanarak ilk ciddi yıldız gözlemlerini onun gerçekleştirdiği herkesçe kabul edilmektedir.
Galile, teleskopla yaptığı gözlemleri de değerlendirerek, Batlamyus’un evren modeline ölümcül darbeyi vurdu. Bu sefer Kilise, Galile’ye, Kopernik ve Kepler’e davrandığı kadar yumuşak davranmadı.Kilise, Galile’yi, Engizisyon mahkemesinde yargıladı ve Galile, hayatını kurtarmak için Dünya’nin hareket ettiği ve Güneş’in, evrenin merkezi olduğu fikirlerinden vazgeçtiğini söylemek zorunda kaldı.
Bu olay, din-bilim çatışmasının en ünlü örneği olarak, bu konunun işlendiği eserlerde en başta anlatılır. Oysa Batlamyusçu evren modelini kabul etmeyen bu kişilerin hepsi Tanrı’ya yürekten inanıyorlardı, hem de Kilise’ye bağlıydılar. Onların birçok sözünden Tanrı’ya bağlı olduklarını anlayabiliyoruz. Bu şahısların hiçbirinin Kilise ile çatışmak gibi bir niyetleri yoktu. Fakat bilimsel çabalarıyla vardıkları sonuçlar, Kilise’nin resmi görüşleriyle çatışıyordu. Onlar bu sonuçların, Tanrı’nın varlığıyla ve gücüyle çelişmediğini düşünüyorlardı. Örneğin Galile “Matematik, Tanrı’nın, evreni yazdığı dildir” diyordu. Tanrı’nın yarattığı evrenin de Tanrı’nın bir kitabı olduğunu düşünüyordu, Tanrı’nın kitapları arasında çelişki olamayacağını vurguluyordu. Galile’nin bu görüşleri, Kilise’nin, sarsılan otoritesini kurtarmak için onu hapsetmesini, maddi ve manevi işkenceler yapmasını engellemedi.
Kilise, ilerleyen yıllarda Galile’ye haksızlık ettiğini kabul edecektir. Bu da aslında Kilise’nin, geçmişte, kendi iradesini, Tanrı’nın iradesinin yerine geçirdiğini itiraf etmesi demektir. Galile, Aristo’dan beri gelen anlayışı iyice sarstı. O, Aristo’nun nitel yöntemli fiziği yerine, nicel (sayısal) yöntemleri merkeze koyan fiziği yöntem olarak benimsedi. Doğayı kelimelerle değil, matematiksel kesinlik ve objektiflik çerçevesinde anlamamız gerektiğini ortaya koydu.
ARİSTO VE ATIN DİŞLERİ
İşte Kopernik-Kepler-Galile sürecinin en önemli devrimi budur. Aristo’nun mantığı yerini matematiğe bırakmıştır ve Aristoculuğun, Kilise tarafından kutsallaştırılması sona erdirilmiştir. Artık Aristo fiziğinin ilkeleri tartışılabilir olmuştur ve tüm fizik, matematiksel ve deneysel temelde baştan oluşturulmaya başlanmıştır. Anlatılan bir hikayeye göre Ortaçağ’da biri “Atın kaç dişi var?” diye sormuştur, ona cevap veren kişi ise basit gözlemle cevaplanabilecek bu soruyu “Bakalım Aristo bu konuda ne demiş?” diye, Kilise’nin kutsallaştırdığı Aristo’nun metinlerinden cevaplamaya kalkmıştır.
Yeni yönteme göre olaylar tek tek gözlemlerle kaydediliyordu, deneyler ve incelemelerle matematiksel yasalara varılıyordu. Bu yasalarla olaylar açıklanabildiği gibi, gelecek hakkında tahminler de yapılabiliyordu. Kopernik-Kepler-Galile süreci, matematiğin başarılarının anlaşılmasını, kozmolojinin (evren-biliminin) masa başında sadece akıl yürütmekle değil, deney ve gözlemlerle destekli bir şekilde yapılması gerektiği fikrini yerleştirdi.
Daha sonra Rene Descartes (1596-1650), felsefede olduğu gibi, bilimde de matematiksel yöntemin yerleşmesine çalıştı. Uzayın ve maddenin matematiksel temelde ele alınmasında O’nun katkısı büyüktür. Galile’nin fiziği, klasik fiziğin temelini oluşturacaktır, ama Descartes’ın matematiksel yaklaşımının da modern bilime katkıları büyük olacaktır.
DEVLERİN DEVİ NEWTON
Kopernik’in ve Kepler’in gösterdiği Güneş merkezli sistem, Galile’nin gözlemleri ve fiziğe yaklaşımı, evrenin daha iyi anlaşılmasını sağlıyordu. Fakat gezegenleri neyin yörüngede tuttuğu, Dünya’nın altındakilerin neden düşmediği gibi sorular cevaplarını bulamamıştı. İşte tüm bu soruların yerine oturması için bir dev gerekiyordu. O dev de Isaac Newton’du (1642-1726).
Bir çok kişiye göre bilim tarihinin gelmiş geçmiş en önemli kişisi Newton’dur. Onun bu konudaki tek rakibi Einstein’dır. Newton, ağaçtan elmayı düşüren kuvvetin, aynı zamanda Ay’ı Dünya’mıza doğru çektiğini ortaya koydu. Bu yasa sayesinde Dünya’nın altındakiler(!) düşmüyordu, bu yasa sayesinde tüm gezegenler yörüngelerinde hareket ediyordu. Bu “evrensel çekim yasası” idi. Newton bu yasayı matematiksel denklemleriyle ortaya koydu. Yer çekimi, cisimlerin kütlelerinin çarpımı ile doğru orantılı, cisimlerin arasındaki mesafenin karesiyle ise ters orantılıydı.
Newton’un hareket yasaları, hiçbir şeyin doğal halinin durağan olmadığını ortaya koyuyordu. Bu da Batlamyus’un, evrenin çevresindeki yıldızları sabit gören fikrini ortadan kaldırıyordu. Artık Batlamyus’un modeli tamamen terk edilmişti. Kilise, Dünya’nın, Güneş’in çevresinde dönen gezegenlerden biri olduğunu artık kabul ediyordu. Newton, evrensel çekim yasasını, Tanrı’nın evrende işleyen kanunu olarak tarif ediyordu. Bu yasalar yeryüzündeki fizik yasalarının, evrenin tümünde de geçerli olduğunu gösteriyordu. Aristo’nun, yıldızların karakterini ve yeryüzünü farklı gören görüşü, böylece geçerliliğini tamamen yitirdi.
Newton’la beraber insanlık ilk defa detaylı ve sistematik bir kozmoloji bilgisine sahip oldu. Fakat evrenin oluşumunu bilimsel bir şekilde ortaya koyan bir kozmogoni (evren-doğum bilimi) hala mevcut değildi. Newton’dan sonra Kant (1724-1804), daha sonraysa Laplace (1749-1827), Newton’un kanunları çerçevesinde, mekanik yasalarla, gaz bulutlarından gezegenlerin oluşumunu tarif ettiler. Kant’ın ve Laplace’ın çalışmaları, bilimsel olarak ilk ciddi kozmogoni oluşturma çabası olarak nitelendirilebilir.
Bu çalışmalarda yıldızların ve gezegenlerin yerçekimi etkisiyle gaz bulutlarından oluşması tarif ediliyordu, fakat daha öteye gidilemiyordu. Atom-altı parçacıklar, atom ve gaz bulutlarından yıldızların oluşumuna kadar tam detaylı bir şekilde bilimsel bir kozmoloji ve kozmogoni, ilk olarak Big Bang teorisi ile ortaya konacaktır. Einstein-Hubble-Lemaitre, Dünya’nın beklediği bu devlerdir. . .
ESKI MISIRLILAR
Eski Mısırlılar ve Mezopotamyalılardan intikal eden, M. Ö. 3300. yıllarına ait papirüs ve kil tabletlerine göre Sümer ve Babil döneminde; tarla sulama, su kanaları açma, köprü, tapınak, lahit(mezar), piramit ve mancınık yapımında; kaldıraç, makara, çıkrık, eğik düzlem, çark ve palanga kullanmışlardır. İyi bir matematik bilgisi olmadan piramit yapılamaz. Çünkü piramit inşası iç açıların ölçülmesi gerekir. Bununla Arşimet ve Newton fiziğinin temeli atılmıştır. Eski Mısırda simya denince akla değerli madenler gelir. Simya, kurşun ve benzer temel metalleri kullanarak, altın ve gümüş gibi pahalı metallere ve benzerlerine dönüştürme ama cı güden bir uğraştır. Eski Mısırlılar çeşitli alaşımlar yapıyorlardı. Simya eski Mısırlılara ait bir fendir.
M. Ö. 2900-2100 dönemlerinde seramik işlerine önem vermişlerdir. Toprak ve kil çamuruna istenilen şekil verilerek çanak, çömlek, testi gibi ev eşyaları yapılmıştır. Daha sonra ev eşyalarını kapalı fırınlarda pişirmişler, daha sonraki yıllarda kırmızı siyah renge boyayıp sırlama tekniğini öğrenmişlerdir. Kemik ve fildişinden zarif tarak ve kaşıklar yapmışlardır. Yıllar ilerledikçe renkli vazolar, küpeler ve tabaklar yapmışlardır.
M. Ö. 1500 yıllarında, demir cevherinden demir elde etmişlerdir. Bu tekniği Hititlerden(Etiler) öğrendikleri sanılmaktadır. Bakır madeninden ilk kez gerdanlık, bronzdan ayna yapmışlardır.
Cam boncuklar yapmışlardır. Sodyum karbonat ve kuvars parçalarını potada eriterek cam elde etmişlerdir. Kum, malahit ve kireci 900 C0 ısıtarak Mısır mavisi elde edip fayans üzerinde sır olarak kullanmışlardır. Cam eriğine üfleyerek şekil vermişlerdir.
Ödağacı, balmumu, hint yağı, keten tohumu, zeytinyağı, afyon ve kükürtten değişik oranlarda kullanarak ilaçlar yapmışlardır. Küflü ekmek, tuz ve paçavradan penisilin türünde ilaç yapmışlardır.
Sodyum karbonat ve hayvansal yağlardan temizlik amacıyla sabun üretmişlerdir. Cesetlerin bozulmaması için kimyadan yararlanarak mumya yapmışlardır. Üzüm, hurma, arpa ve palmiyeden şarap üretmişlerdir. Darıdan da boza yapmışlardır.
MEZOPOTAMYA
Mezopotamya’da M. Ö. 2500 yıllarında Sümerler tedavi amaçlı bazı kimyasal ilaçlar icat ettikleri bilinmektedir. Mezopotamyalılar petrol hakkında bilgi sahibi idiler. Ziftle tuğlaları yapıştırarak tapınak yapmışlardır. Biranın ilk üretildiği yer de Mezopotamya’dır.
ESKI ÇIN
M. Ö. 3000 yıllarında Çinliler nikel cevherlerini eritip silah ve şamdan yapmışlardır. Çinlilerin seramik yaptıkları, mürekkep ürettikleri, madenleri işlettikleri, barutu kullandıkları bilinmektedir. Eski Çinde pusulaya ait bilgiler vardı. Bu bilgiler Pascal’a öncülük etmiştir. Uçurtma, M. Ö. 1760 yılında Çinliler tarafından icat edildi. M. Ö. 1300 yıllarında tunç yapımında bakır, kalay ve çinko kullanmışlardır. M. Ö. 100 yıllarında geliştirdikleri körük sistemi sayesinde dökme demir üretmişler ve top yapımında kullanmışlardır. M. Ö. 700 yıllarında bakır ve çinko metallerinden pirinç alaşımı yapmışlardır. M. Ö. 600’de porselen yapımında ileri teknik uygulamışlardır. M. Ö. 500 yıllarında ateşi bir silah olarak ilk defa Çinliler kullanmışlardır. M. Ö. 350’de ilk simya kitabı yazılmıştır. M. Ö. 150’de civa biliniyordu. M. Ö. 100’de kağıt yapmışlardır.
HELENİSTİK ÇAĞ’DA BİLİM
İskenderiye’nin Kurulması: Helen birliğini sağlayan Makedonyalı Philip’in öldürülmesinden sonra yerine geçen oğlu Büyük İskender, MÖ. 334-323yılları arasında bilinen Dünya’nın büyük bir kısmını fethederek Avrupa’dan Hindistan’a kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuştu.
Yunan düşüncesi İskender seferleri sırasında Mısır ve Mezopotamya kültürleriyle geniş ölçüde karşılaşma olanağı buldu.
· İskender’in yanına aldığı birçok bilim adamı gittikleri bölgeleri çeşitli yönlerden inceleyerek bilgi topluyor, haritalar çıkarıyordu.
· Bunlar arasında mühendisler, coğrafyacılar ve araştırmacılar vardı.
· Elde edilen sonuçlar Yunanlıların bilimsel yaklaşımlarında köklü bir değişikliğe yol açtı: Metafizik nitelik taşıyan spekülatif bilimden, gözlemsel incelemeye dayanan ampirik bilime geçildi.
· Yeni dönem (tarihte “Helenistik çağ” denen 300 yıllık dönem), modern bilim anlayışına çok daha yakın bir bilimsel yaklaşım içindedir. Kuşkusuz, gerek Hipokratla (Hippocrates) gelişen hekimlik, gerek Aristoteles’in biyoloji alanındaki çalışmaları sağlam ve düzenli gözlemlere dayanıyordu. Ne var ki, tüm bu çalışmalara egemen olan görüş bilimsel olmaktan çok metafiziksel nitelikteydi. Hatta Demokritos’un atomsal teorisini bile yeterince bilimsel saymak güçtür. Yunan düşüncesinin gerçek anlamda bilimsel nitelik kazanması ancak bu yeni dönemde olanak bulmuştur.
· İskender, Mezopotamya’ya girdikten sonra Yunanlılar, Babil astronomi ve matematiğini tüm ayrıntılarıyla öğrenmede gecikmediler. Kendi sistemlerini bırakıp, altmış tabanlı sayı sistemini kabul ettiler; özellikle Babillilerin geliştirdiği cebirsel yöntemleri ilginç buldular. Gökyüzü cisimlerinin Arz’dan dışa doğru nasıl sıralandığınıda Babillilerden öğrendiler. Daha önce Yunanlılar Arz’a en yakın gördükleri Ay’dan sonra Güneş’in, daha sonra gezegenlerin geldiğini sanıyorlardı. Oysa şimdi Ay’dan sonra Merkür’ün, sonra Venüs’ün, sonra Güneş’in, ondan sonra Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenlerinin birbirini izlediğini, en sonunda da sabit yıldızların geldiğini öğrendiler.
GREKLER
Grek bilginleri, Miletos, İonya ve Atina’da bilim merkezleri vardı(lise ve akademia). Thales, Pythagoras, Anaksagoras, Eflatun, Aristo ve Archimidies maddenin atomik yapısı, ışığın niteliği, yanma olayı, ışığın kırılması, mekanik, manyetizma ve cisimlerin sürtünme ile elektriklenmesi hakkında bilgiler ortaya koymuşlardı. İskenderiye’de Demokritos, Philon ve Batlamyos vida, çark, optik ve kozmoloji konusunda görüşler ortaya koymuşlardır. Demir, bakır, altın ocakları işletmişlerdir. Çok sayıda alaşım biliniyordu. Bronzdan el aynası yapmışlardır. Archimidies de dahil hemen hemen tüm Grek bilginleri ilk bilgilerini eski Mısır ve Babil’den almışlardır.
ROMALILAR
Bazı madenleri ilaç yapımında kullanmışlardır. Sabun ve şarap üretiminde ileri idiler. Demir, bakır, altın ocakları işletmişlerdir. Cam yapımında silisyumu kullandılar.
Eski Hintte(5-7. yy. ), önemli bilim adamları yetişmiştir. Ancak ortada ciddi müstakil bir eser yoktur.
Romalılar(?-476), maddi çıkarlarını düşündükleri için Grek döneminden kalma fizik bilgisine hemen hemen hiç katkıda bulunmamışlardır.
Bizanslılar(Doğu Roma İmparatorluğu), Roma İmparatorluğunun yıkılmasından sonra(476) Batı bilim dünyası 800-900 yıllık karanlık bir döneme girmiştir. Onlar da Greklerden kalma bilim ve sanatla yetinmişlerdir.
Eski Türklerde değil Müslüman Türklerde mekanik(hareket bilgisi), akustik(ses bilgisi), optik(ışık bilgisi) konusunda önemli gelişmeler olmuştur.
.
BİLİM TARİHİ KRONOLOJİSİ
M. Ö. 4241 Olayların kesin olarak tarihlendiği ilk yıl. Bunu olanaklı kılan Mısır takvimi olmuştur. |
M. Ö. 2630 İmhotep, Mısır Firavunu Coser’e hekimbaşı olur. |
M. Ö. 1000 Çinlilerin gökbilim alanında bildikleriyle ilgili ilk kayıtlar. |
M. Ö. 700 Eski bir Hint tıp metni olan Ayurueda’nın ilk derlenişi. |
M. Ö. 600 Thales, doğada olup bitenler için ussal açıklamalar. Demirin manyetizmasının keşfi. |
M. Ö. 551 Çinli filozof Konfüçyüs doğar |
M. Ö. 500 Pythagoras, evrende sayıların ve uyumun gizemli önemini irdeler. |
M. Ö. 450 480-350 yılları arasında Leucippus ve Democritus’ un atom kavramını ortaya attı. |
M. Ö. 450 Daha sonra büyük bir doktor olacak olan Hippokrates, Kos (İstanköy) adasında doğar. |
M. Ö. 399 Yunanlı filozofların en önemlilerinden Sokrates’in ölümü. |
M. Ö. 387 Filozof Platon, Atina’da Akademia’yı kurar |
M. Ö. 335 Aristoteles, doğa tarihiyle ve evrenin yapısıyla ilgili önemli bilimsel kitaplar kaleme alır. |
M. Ö. 287 Matematikçi ve mucit Arkhimedes doğar. Hidrostatik, kaldıraç |
150 Batlamyos, yıldızlarla gezegenlerin hareketleri hakkındaki Almagest’i yazar. |
161 Yunanlı anatomici Galenos, daha sonra ünlü bir doktor olacağı Roma’ya yerleşir. |
600 Orta Amerika’da Maya uygarlığı gelişir |
750 Cabir bin Hayyan kimya, simya, metaller ve çelik paslanmaması. Atomlarla ilgili çalışmalar. |
765 Bağdat’ta ilk akıl hastanesi açıldı. |
800 Cahız zooloji, ırklar, canlı türleri, antropoloji ve psikoloji konusunda çalışmalar yaptı. |
813 Bağdat’ta gökbilim okulu kuruldu |
820 El-Harizmi cebir çalışmaları yaptı, bugünkü rakamları buldu. Leonardo’ya öncülük. |
829 İlk rasathaneler, Bağdat’taki Şemmâsiye ve Şam’daki Kâsiyün rasathaneleridir. |
830 El-Kindi zaman ve hareket konusunda teoriler geliştirdi. (Rölativiteye öncülük) |
840 Sabit bin Kurra geometriği aritmetiğe uyguladı. Diferansiyel hesapları. İlk anestezi. |
850 Ahmet Fergani bilimsel deneylerin önemini teoremi, dünyanın eğilimini hesapladı. |
859 İlk üniversite Fas’ta Emevîler tarafından kuruldu. (Keyruvan Üniversitesi) |
860 İbn Firnas ilk bilimsel uçma ve dereceli gözlük konularında çalışmalar yaptı |
870 Farabi akustik, musiki, bilimlerin tasnifi, tıp konusunda çalışmalar yaptı |
900 Ebubekir Razi deneysel gözlemler, katarakt, cerrahi. Petrolü damıttı ve naft olarak kullandı. |
950 İbn Yunus astronomi konusunda çalışmalar yaptı. |
960 Ebü’l-Vefa trigonometri-ışık-görme olayı-yoğunluk aleti piknometre icadı-Kopernik’e öncülük |
970 Zehravi tıp, cerrahi ve dişçilik konusunda çalışmalar yaptı. |
980 İbn Miskeveyh Psikoloji, kimya ve tıp konularında çalışmalar yaptı. |
985 İbnü’l-Heysem(Alhazen) optik-görme-ışık. Harekette Newton’a, optikte Bacon’a öncülük. |
990 Biruni Cebir, Geometri ve Coğrafya, özgül ağırlıklar konularında eserler yazdı. |
1000 Ebu’l-Hasan teleskopun tanımını yaptı ve şeklini çizdi. |
1100 Ömer Hayyam binom denklemi sorununu çözdü. |
1010 İbn Sina anatomik çalışmalar yaparak tıbba katkıda bulundu. |
1020 Ali bin İsa gözün anatomisi üzerinde çalışmalar yaptı. |
1088 Avrupa’da ilk üniversite İtalya’da Bologna Üniversitesi kuruldu. |
1100 Paris Üniversitesi kuruldu |
1130 El-Hazini ölçü-tartı konusunda ve hassas teraziler buluşlar yaptı. Yıldızlar ve gezegenler. |
1140 İbn Tufeyle felsefik roman ve tıp, astronomi ve tıp konusunda çalışmalar yaptı. |
1150 Yahya el-Mağribi üçgen teorisini keşfetti. Pascal üçgenine öncülük. |
1160 İbn Rüşd felsefik eserler ve tıp ansiklopedisi yazdı. |
1065 Bugünkü anlamda ilk üniversite Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’dir. |
1167 İngiltere’de Oxford Üniversitesi kuruldu. |
1170 El-Harizmi sıfır rakamını buldu, logaritma ve pusula konusunda buluşlar yaptı. |
1190 Cezeri su saatleri, otomasyon, robotlar, sibernetik ve fıskiyeler konusunda buluşlar yaptı. |
1250 El-Kazvini canlı türleri ve anatomi üzerinde çalışmalar yaptı. |
1253 Matematik ve bilim dersleri veren Robert Grosseteste’in ölümü. |
1255 İbnu’n-Nefis kan dolaşımı hakkında buluşlar yaptı. |
1259 Bugünkü anlamda rasathane ilk olarak Meraga’da kuruldu |
1260 Nasiruddin Tusi trigonometri üzerinde çalışmalar yaptı. |
1264 Aquinolu Thomas, Hıristiyan düşüncesini Aristoteles’in öğretisiyle uzlaştırır. |
1267 Roger Bacon, geleneksel Hıristiyan eğitimine karşı çıkar. |
1269 Cambridge Üniversitesi kuruldu. |
1300 İbnul Münzir hayvanların özellikleri ve tedavisi konusunda eserler yazdı. |
1380 İbn Haldun tarih ve sosyoloji üzerinde çalışmalar yaptı. |
1390 Gıyaseddin Cemşid ondalık kesir sistemini ve virgülü buldu. |
1440 Akşemsettin hastalıklar ve mikroplar konusunda çalışmalar yaptı. |
1450 Ali Kuşçu astronomi konusunda çalışmalar yaptı. |
1452 Mucit ve sanatçı Leonardo da Vinci doğar |
1453 İstanbul’da Fatih Külliyesi(Fatih Camii çevresinde Zeyrek ve Sahn-ı Seman medreseleri) |
1500 Piri Reis coğrafya ve haritacılık üzerinde çalışmalar yaptı. |
1540 Mimar Sinan mimari eserler ortaya koydu. |
1550 Takiyuddin rasathane araçları, ondalık kesirler, optik, renk ve ışık konusunda çalıştı. |
1527 Paracelsus, Basel Üniversitesi’nde profesör olur |
1543 Copernicus; gezegenler Dünya’nın değil Güneş’in etrafında dönüyor. Andreas Vesalius, insan anatomisiyle ilgili bir elkitabı çıkarır. |
1551 Conrad von Gesner, hayvan krallığıyla ilgili dev incelemesini yayımlamaya başlar. |
1572 Tycho Brahe tarafından Avrupa’da teleskopsuz ilk rasathane kuruldu. Kepler yardımcısı. |
1573 Takiyuddin tarafından İstanbul’da ilk rasathane kuruldu. 1580 ‘de yıktırıldı. |
1574 Tycho Brahe, gökyüzünü gözlemek için Hven adasında bir gözlemevi kurar. |
1590 Zacharias Janssen mikroskopu buldu. |
1596 Matematikçi ve filozof Rene Descartes doğar |
1609 Galileo Galilei, teleskopu profesyonelce kullandı. |
1616 William Harvey, kan dolaşımı konusunda dersler verir |
1618 Johannes Kepler, gezegenlerin Güneş’in çevresinde çizdikleri elips biçimindeki yörüngeleri betimleyen yasaları yayımlar. |
1627 Francis Bacon’un, bilimin toplum içindeki rolüyle ilgili olarak Yeni Atlantis’inin yayımlanışı. |
1632 Galileo, lki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog’u yayımlar. |
1640 Katip Çelebi coğrafik ve ansiklopedik eserler yazdı. |
1642 Galileo ölür. Isaac Newton doğar. |
1644 Descartes’ın en önemli bilimsel çalışması Felsefenin İlkeleri’nin yayımlanışı. |
1661 Robert Boyle, “Kuşkucu Kimyager” kitabında, maddenin minik yuvarlardan oluştuğunu ileri sürdü. |
1662 Londra’da Kraliyet Derneği kuruldu. |
1665 Robert Hook mikroskop yardımıyla ayrıntılı çizimler içeren Micrographia’sının yayımlanışı. |
1666 Paris’te, Academie Royale des Science kurulu. |
1675 Hezarfen Ahmet Çelebi uçuş denemeleri yaptı. |
1682 Edmond Halley, kendi adıyla anılacak bir kuyrukluyıldızın yörüngesini çizip betimler. |
1687 Newton’un, evrensel çekim yasalarını formülleştirdiği Principia başlıklı kitabının yayımlanışı. |
1703 Newton, Kraliyet Derneği’nin başkanlığına getirilir ve 1727′de ölümüne dek bu görevde kalır. |
1704 Newton, mercekler ve ışık hakkındaki, Optik başlıklı kitabını yayımlar. John Ray, 17 000 bitkiyi içeren sınıflandırmasını tamamlar |
1705 Francis Hauksbee, vakumlu bir küreyi sürterek anlık, parlak elektrik ışıkları elde eder. |
1729 Stephen Gray, elektriği büyük uzaklıklara iletir |
1745 Elektrik depolayan bir alet olan Leiden şişesinin bulunuşu. |
1748 Georges de Buffon, 36 cilt tutan, doğa tarihi incelemesini tamamlar. |
1752 Benjamin Franklin, yıldırımın elektrikten kaynaklandığını gösterir. |
1753 Carl Linnaeus, yeni, ikiterimli bitki sınıflandırma sistemini yayımlar. |
1756 Joseph Black, kimyasal maddelerin ısıtılmasıyla elde edilebilen “sabit hava”yı bulur. |
1774 Joseph Priestley, oksijen olarak bildiğimiz gazı ayrıştırır ve ona “flojistonlu hava” adını verir. |
1775 Abraham Werner, Freiberg’te bir madencilik okulu kurar ve yavaş yavaş, yerbilimsel değişmeyle ilgili “Neptün” kuramını geliştirir. |
1779 ABD’de ilk üniversite. Pennsylvania Üniversitesi kuruldu. |
1779 Antoine Lavoisier, “flojistonlu hava”nın varlığını kanıtlar, ona “oksijen” adını verir. |
1787 Caroline Herschel, gökbilime yaptığı katkılardan dolayı sarayın takdirini kazanır. |
1789 Lavoisier’nin, 33 elementi sıraladığı ve bu elementlerin adlandırılması ile ilgili modern sistemi sunduğu Kimyasal Adlandırma Yöntemi’nin yayımlanışı. |
1791 Luigi Galvani, kurbağalarla yaptığı elektrik deneylerinin sonuçlarını yayımlar. |
1795 James Hutton’ın kitabı Yer Kuramı, Kitab-ı Mukaddes’te yaradılış konusunda söylenenleri sorgular. Yerbilimsel değişikliklerin, Kitab-ı Mukaddes’te söylenenlerin tersine, milyonlarca yılda meydana geldiğini ileri sürer. |
1796 Edward Jenner, bir çocuğu çiçek hastalığına karşı aşılar. 1799 Alessandro Volta, ilk elektrik bataryasını yapar |
1799 Alessandro Volta, ilk elektrik bataryasını yaptı. |
1808 John Dalton’un kitabı Yeni Kimya Felsefesi Sistemi, atom kuramı hk. yeni fikirler ortaya atar. |
1809 Jean de Lamarck, canlı varlıklardaki değişmeyle ilgili açıklamasını yayımlar. Bu açıklamada, sonradan kazanılmış özelliklerin kalıtsal olarak aktarılabileceğini ileri sürer. |
1819 Fresnel, ışğın hareket yönüne çapraz titreşim dalgaları olduğunu gösterdi. |
1820 Hans Oersted, elektrik akımının pusulanın iğnesi üzerinde manyetik etki yarattığını gösterdi. |
1820 Hans Oersted, elektrik akımının pusulanın iğnesi üzerinde manyetik etki yarattığını gösterir. |
1824 Justus von Liebig, Almanya’da, kendi araştırma laboratuarını kurar. Carnot, termodinamiğin temellerini attı ve termodinamiğin birinci yasasını yayınladı. İlk defa entropiden bahsetti. |
1831 Charles Darwin, HMS Beagle ile yolculuğuna başlar. Michael Faraday, hareketli bir mıknatıstan elektrik akımı elde eder. Henry, ilk elektrik motorunu imal etti. |
1841 Michael Faraday, hareketli bir mıknatıstan elektrik akımı elde etti. |
1842 Doppler, bir kaynaktan çıkan ses dalgalarının frekanslarına ait doppler yasasını buldu. |
1843 Ada Lovelace matematik çalışmasını yayımlar. |
1846 Galile neptün gezegenini keşfetti. |
1847 Helmholtz enerjinin korunumu yasasını ispatladı. |
1848 Joule, kinetik teoride gazların hızlarını tesbit etti. |
1859 Ahmet Cevdet Paşa takvim konusunda çalışmalar yaptı. |
1850 Clausius ve Kelvin termodinamiğin ikinci yasasını buldu. Clausius entropinin formülasyonu. |
1858 Alfred Wallace’ın doğal seçilim hakkındaki elyazmaları Darwin’in eline ulaşır. |
1859 Darwin, evrim kuramlarını içeren, Türlerin Kökeai’ni yayımlar. |
1867 Joseph Lister, antiseptikler kullanılarak mikrop kapmaların azaltılabileceğini gösterir. |
1868 Istanbul’da Rasathane-i Amire diye bir meteoroloji merkezi kuruldu. |
1868 Gregor Mendel, bezelye bitkileriyle yaptığı, modern genetik kuramının temellerini oluşturan araştırmalarını bitirir. |
1869 Dimitriy Mendeleyev, Periyodik Çizelge’yi hazırlar. |
1870 Modern üniversite anlamında Dârül-Fünun olarak düzenlenmiştir |
1871 Darwin, evrim konusundaki ikinci kitabı lnsanıa Türeyişi’ni yayımlar |
1872 James Maxwel, Faraday’ın elektrik kuramlarını sayıya dökmek için cebir denklemleri kullanır. Maxwel, manyetik-elektrik kuvvetleri birleştirerek elektromanyetik kuvvetin denklemlerini çıkardı. |
1882 Robert Koch, kolera virüsünü bulur |
1885 Louis Pasteur, bir dizi aşı yaparak, kuduz bir köpek tarafından ısırılmış bir çocuğun yaşamını kurtarır. |
1886 Heinrich Hertz, radyo dalgalarının varlığını gözler önüne seren araştırmalarına başlar. |
1887 Tesla, ilk AC elektrik motorunu imal etti. Michelson ve Morley ışık hızının( 300. 000km/s ) her yönde aynı olduğunu buldular. |
1888 Sophia Krukovsky, Prix Bordin’i kazanır. Hertz, radyo dalgalarını keşfetti. |
1895 Wilhelm Röntgen, X-ışınlarını bulur. |
1896 Antoine Becquerel, uranyumun radyoaktif olduğunu bulur. |
1897 Thomson elektronu keşfetti. |
1898 P. ve Marie Curie radyoaktifliğin atomik bir olay olduğunu açıkladılar. |
1900 1905 Albert Einstein, Özel Görelilik kuramı da içinde olmak üzere, üç bilimsel yazı yayımlar. Max Planck karacisim ışımasını kuantumlanmış enerji le açıklayarak kuantum kuramının doğuşu |
1904 P. Curie piezo elektriği keşfetti. |
1905 Albert Einstein ‘ın fotoelektrik olayı açıklaması. |
1905 Albert Einstein, Özel Görelilik kuramı ile modern fizik başlamış oldu. |
1906 Nernst, termodinamiğin üçüncü yasasını buldu. |
1910 Thomas Morgan’ın sirkesinekleriyle yaptığı deneyler, Mendel’in kalıtımla ilgili düşüncelerini doğrular. |
1911 Darü’l-Fünun tıp, fen, edebiyat, ilahiyat fakülteleri olarak düzenlenmiştir. |
1911 Marie Curie, radyoaktiflik konusunda yaptığı çalışmalardan dolayı Nobel Ödülü alır; Bu ödülü iki kez alan ilk kişi olur. Ernest Rutherford, atomun merkezinde bir çekirdek olduğunu gösterir. |
1911 Kandilli Rasathanesi kuruldu. |
1911 Darü’l-Fünun tıp, fen, edebiyat, ilahiyat fakülteleri olarak düzenlenmiştir. |
1913 Niels Bohr, hidrojen atomu için yeni bir model önerdi. |
1915 Alfred Wegener, kıta kayması kuramını yayımlar. |
1919 Einstein, Genel Görelilik konusundaki yazısını yayımlar. |
1923 Edwin Hubble, bizimkinin ötesindeki gökadaların varlığını kanıtlar. Arthur Compton, Compton Şaçılması olayını ortaya koydu. Louis de Broglie dalga – parçacık ikiğini genelleştirdi. |
1925 Wolfgang Pauli Dışlama İlkesini ortaya koydu. Max Born Matris mekaniğini Buldu ve kuantum teorisine uyguladı. |
1926 Dirac Kuantum Mekaniğinin teorik yapısını kurdu. Dirac ve Enrico Fermi Fermi-Dirac İstatistiğini açıkladılar ve Katıhal Fiziği doğmuş oldu. |
1927 Georges Lemaître, evrenin sürekli genişlediği düşüncesini ortaya attı. Werner Heisenberg ünlü Belirsizlik İlkesi’ni açıkladı. |
1928 Bugün penisilin dediğimiz bir oluşumun bakterileri öldürmesi Alexander Fleming’in dikkatini çeker. Dirac Antimaddeninde varlığını öngören rölativistik bir kuramını ortaya koydu. |
1929 Hubble, gökadaların birbirlerinden uzaklaştığını gösterdi. Bu da “Büyük Patlama Kuramına” temel oluşturdu. |
1929 Hubble, gökadaların birbirlerinden uzaklaştığını gösterir. Bu da Büyük Patlama kuramına temel oluşturur. |
1930 Tombaugh, Pluton gezegenini keşfetti. |
1932 Carl David Anderson Antimaddeyi keşfetti. Bu ilk parçacık pozitron adı verilen antielektrondu. Chadwick, nötronu buldu. Jansky, yıldızlardan gelen radyo dalgalarını keşfederek radyoastronomiyi başlattı. |
1933 Dârül-Fünun, İstanbul Üniversitesi olarak yeniden düzenlendi. |
1934 Hildeki Yukawa, çekirdek kuvvetlerinin, mezon adı verilen ağır parçacıklarca iletildiği düşüncesini ortaya attı. ( Güçlü nükleer kuvvet ) |
1942 İlk Nükleer reaktör Chicago’da çalışmaya başladı. |
1945 İlk atom bombası Hiroşima üzerinde patlatıldı. |
1948 Hermann Bondi ve Thomas Gold evrenle ilgili Durağan Durum kuramını ortaya attı. Richard Feynman, Jullian Scwinger ve Itiro Tomonaga Kuantum elektrodinamik kuramı geliştirdiler. Gamow, güneşteki nükleer reaksiyonu açıkladı. |
1953 Francis Crick ile James Watson DNA molekülünün yapısını keşfeder. |
1955 Segre ve Chamberlain antiprotonu keşfettiler. |
1960 Maiman, ilk lazer ışığını ürettti. |
1963 Yerbilimsel deneyler Wegener’in düşüncelerini doğrular ve levha tektoniği kuramı yerleşir. |
1964 Robert Wilson ile Arno Penzias uzayda radyo parazitleri saptadılar. Bunların, Büyük Patlama’nın yankısı olduğu düşünüldü. Murray Gell-man madde parçacıklarını oluşturan ve kuark adı verilen temel parçacıklarla ilgili bir model geliştirdi. . |
1965 NASA’nın “Gemini 4″ projesi kapsamında uzaya gönderilen McDivitt ve White adlı astronotlar, uzayda ilk yürüyüşü gerçekleştirdiler. |
1969 Amerikalı Neil Armstrong ve Aldrin aya ayak basan ilk insanlar oldu. Kuarkların varlığı deneysel olarak kanıtlandı. |
1979 Abdusselam gravitasyon, elektromagnetik, zayıf ve kuvvetli etkileşmeler. (Nobel ödülü) BİLİM FELSEFESİBilim felsefesi, bilimin ne olduğunu, bilimsel kuramların özgül yapısını, bilimsel bilgininepistemolojik statüsünü, bilimsel yöntemin (ya da yöntemlerin) anlamını, bilim alanı ve bilimsel bilginin nesnesini, bilimin gelişiminin anlamını, özet olarak bir bütün bilimin konumu, gelişimi ve iç-yapısını değerlendiren, bunu kuramsal düzlemde ortaya koymaya çalışan felsefe bölümüdür.Bilim tarihinden farklı olarak bilim felsefesi bu sözkonusu tarihin kuramsal düzlemde açıklanmasını ve değerlendirilmesini üstlenir. Cemal Yıldırım, bilim felsefesinin amacını “bilimi anlamak” olarak belirtmektedir. Bilim ve Felsefe: Bilim felsefecileri bir bakıma hem felsefe hem de bilim alanında yer alırlar, her iki alana birden hakim olmaya çalışırlar. Özellikle başlangıçta bilim insanları belirli bir felsefi etkinlik içinde de olmuşlardır. Başlangıçta bilimler felsefenin içinde yer almaktadır; filozoflar aynı zamanda çoğu noktada bilim insanlarıydılar, birçok bilimsel alanda bilgi sahibiydiler ve onların sentezleriyle felsefe yapmaktaydılar. Fizik’i ve Metafizik’i yazan Aristotales bunun tipik bir örneğidir. Bilginin gelişimi, özerk dallara ayrılması ve her bölümün kendi içinde cok daha fazla uzmanlık gerektirmesiyle zaman içinde bilimler felsefeden ayrışmaya başladı. Önce doğa bilimleri denilen bilimler, sonra giderek sosyal bilimler ayrışmaya çalışmıştır. Ancak felsefenin bilimle ilişkisi ve bilime yönelik ilgisi süreklidir. Bu süreklilik felsefe ve bilim tarihinde gösterilebilir. Başlangıçta filozofların bilimle ilgilenen kişiler olması ve daha sonra giderek felsefenin bilim üzerine düsünmesi şeklinde bu ilişki süregelmiştir. Yalnızca filozofların bilimle ilişkili insanlar olması dolayısıyla değil, bilimin ne olduğu üzerine üretilen düşüncelerin felsefi niteliği dolayısıyla da böyledir. Bilim felsefesine ait metinlerin çok uzun tarihsel bir geçmişi vardır. Aristotales’ten itibaren bu iz sürülebilir. Ama bilim felsefesi, felsefenin bir alt bölümü olarak özellikle bilimlerin felsefeden ayrışmasının bir sonucu olrak belirginleştiği için modern zamanların ürünüdür. Francis Bacon’ınNovum Organon’u, René Descartes ’ın Metot Üzerine Konuşma’sı, Isaac Newton ’un “Felsefi Akıl Yürütmenin Kuralları” , Henri Poincaré’nin Bilim ve Hipotez’i, bir anlamda bilim felsefesinin öncü klasik metinleri sayılabilir. 20. yüzyıldan itibaren ise bilim felsefesi tamamen özerk ve kapsamlı bir bölüm haline gelir. Pozitivizm, 19. yüzyılın son çeğreğinden itibaren önermeleriyle hem bilimssel bir pratiği temellendiriyor, hem de felsefenin sorunlarını yanıtlıyordu. Soyut bir sistem olarak felsefenin sonu gelmiş varsayılıyordu. Ancak öyle olmadığı düşüncesi giderek yaygınlık kazandı. Bizzat pozitizm denilen bilim düşüncesinin aşırı derecede felsefe içerdiği otrtaya konuldu. Bilimin ya da bilimsel yöntemin ilkeleri sayılan bir düzine kural durmadan değişime uğradı ve yerine yenileri önerildi.Nedensellik ilkesi Belirsizlik ilkesiyle savaşır durumda buldu kendisini. Kuantum fiziği gibi bilimsel gelişmelerin yolaçtığı kuramsal sorunlarla bilim felsefesi özellikle 1960‘lı yıllardan itibaren belirleyici bir güncellik kazanmıştır. Bilime duyulan güvenin sarsıldığı bir dönemde, bilim felsefesi öne çıkmaya başlar. Bunda Karl Popper, Thomas Kuhn, Imre Lakatos, Paul Feyerabend gibi ünlü ve çok etkili bilim felsefecilerinin özgün çalışmaları da belirleyici bir rol oynamıştır.
KARL POPPERKarl Popper (d. 28 Temmuz 1902 – ö. 17 Eylül 1994) Avusturya kökenli İngiliz felsefeci. Bilim felsefesine önemli katkılarda bulunmuştur. Bilim Felsefesi Yanlışlanabilirlik ilkesi, Popper’in bilim kuramının temelidir. Onun bilimsel yöntem görüşü, “bütün sistemleri zorlu bir sınamadan geçirerek, sonunda nispeten elverişli” sistemi seçmek amacıyla, her kuramı yanlışlamaya tabi tutmaya dayanır. Çünkü Popper’e göre, tümevarım ilkesinin geçersizliği nedeniyle, kuramlar hiçbir zaman deneysel olarak doğrulanamaz. Ama yanlışlanabilir. O halde, bir teorinin bilimsel olabilmesi için yanlışlanabilir olması gereklidir. Popper, Einstein’ın görecelik kuramı, Marx’ın tarih anlayışı, Freud’un psikanaliz kuramı ve Alfred Adler’in bireysel psikoloji kuramlarına ilgi duydu. Özellikle Einstein’ın kuramının ileri sürdüğü bir yaklaşım (güneşin yakınından geçen ışık ışınları, güneşin yerçekimi alanının etkisine girerek eğilmeye uğrarlar) 1919’da güneş tutulmasının olması sırasında doğrulanması Popper’i etkiledi. Popper’i etkileyen kuramın öndeyişinin doğru çıkması değildi. Ön-deyinin doğru çıkmaması halinde, yanlışlanmış olacak olan kuram derhal reddedilecekti. Önemli olan kuramın yanlışlanmaya açık biçimde formüle edilmesiydi. Popper, diğer kuramların (Marx, Freud, Adler) sahiplerinin hangi koşullarda kuramlarından vazgeçeceklerini belirtmediklerine dikkat çekti. Doğrulayıcıları çok olan fakat yanlışlayıcıları belirsiz olan bu kuramlar ona göre bilimsel olmayan kuramlardı. Popper, hangi kuram olursa olsun belli koşullarda deneysel destek bulmanın kolay olduğunu; bilimselliğin ampirik destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu belirlemeyi esas aldı. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir. En iyi kuram “zamana bağlı olarak yanlışlanabilir, çürütülebilir olan kuramdır” demiştir Karl Popper. Toplum Bilimleri: Popper’e göre yöntembilim kuralları hem doğa bilimlerine hem detoplumbilimlerine uygulanabilir. Popper bütün bilimlerin temelde aynı tür olaylarla ilgili olduğu anlamında, tek bir bilimden hiç söz etmemiştir. Buna karşılık görece soyut bir düzeyde kalınması koşuluyla, tüm bilimlerde aynı yöntembilimin uygulanabilirliğine inanır. Ona göre, toplumsal olayların doğal olaylardan daha karmaşık olduğu tezi her zaman geçerli değildir Popper’in tarih bilimi üzerine de özel bazı görüşleri vardır: Ona göre, olayların peş peşe gelişi hakkındaki bilimsel açıklamalar, eğilimler ve ön-deyiler kanun değildir. Eğer mutlaka bir şey denecekse bir yönelimdir. Yönelim ise kanunun aksine genel olarak bilimsel ön-deyilere dayanak olarak kullanılamaz. Popper’in gösterdiği gerekçeler şunlardır: 1. Beşeri tarihin akışı, beşeri bilginin artışından şiddetli bir şekilde etkilenir. 2. Akli veya bilimsel metotlarla, bilimsel bilgimizin gelecekteki artışını önceden haber veremeyiz. 3. Bu sebeple, beşeri tarihin gelecekteki akış yönünü önceden haber veremeyiz. 4. Bu demektir ki, teorik bir tarihin yani teorik fiziğe tekabul eden bir tarihi sosyal bilimin imkanını reddetmemiz gerekir. Tarihsel ön-deyi için temel görevi yapacak herhangi bir bilimsel tarihsel gelişme teorisi olamaz. 5. Bundan dolayı tarihselci metodların ana hedefi yanlış kavranmıştır; ve böylece tarihselcilik çökmektedir. Bu durumda, Popper’e göre, örneğin kuramsal fizik gibi bir kuramsal tarih disiplini olamaz. Tarih gösteriyor ki, sosyal realite tamamen farklıdır. Tarihsel gelişmenin akışı, ne kadar mükemmel olursa olsun, teorik inşalarla asla şekillendirilemez. Çünkü eğer bu tür yeni bir bilimsel sosyal takvim yapılmış olsaydı ve başkaları tarafından da bilinir hale gelseydi (böyle bir şeyin uzun süre gizli tutulması mümkün olmazdı; çünkü ilke olarak, herhangi bir kimse tarafından yeniden keşfedilebilirdi), bu durum hiç şüphesiz bu etkinin öndeyilerini altüst edecek eylemlere sebep olacaktı. Mesela, hisse senetlerinin fiyatlarının üç gün yükselip daha sonra düşeceğinin öngörüldüğünü farz edelim. Açıktır ki, piyasayla ilgili herkes elindeki senetleri üçüncü gün satacak ve böylece fiyatların o günden düşmesine yol açarak, söz konusu öndeyiyi yanlışlayacaktı. Kısacası, kesin ve ayrıntılı bir sosyal olaylar takvimi fikri kendi kendisiyle çelişkilidir ve bu sebeple kesin ve ayrıntılı bilimsel öndeyiler imkansızdır. O halde tarih nasıl yazılır? Önce tarihe belirli bir bakış açısından bakmaya karar verilir; sonra da tarihteki bu görüş açısından geçerli olaylar betimlenir. Popper, bu bakış açısına, tarih anlayışı adını verir ve bir tarih anlayışına sahip olmaksızın tarih yazılamayacağını savunur. Bir tarih anlayışına sahip olmadıklarını söyleyenler de, bunun bilincinde olmasalar bile, böyle bir anlayışa sahiptirler. Tarih anlayışları sınanamaz ve dolayısıyla, doğru ya da yanlış oldukları söylenemez.
PAUL FEYERABENDBilgi anarşisti Paul Feyerabend: Paul Karl Feyerabend (d. 13 Ocak 1924, Viyana – ö. 11 Şubat 1994), Avusturyalı filozof ve bilim felsefecisi. Karl Popper‘ın öğrencisidir, ancak daha sonra tamamen Popper’a karşıt bir kuramsal konumda düşüncelerini temellendirmiştir. 20. yüzyıl felsefesinde ve özellikle bilim felsefesi alanında Karl Popper, Thomas Kuhn ile birlikte en önemli ücüncü isimdir. Kuhn’un görelikçi kuramına yakın ancak bilimin hem teorik hem de toplumsal statüsüne dair radikal bir kuramsal reddiye konumuna sahiptir. “Anarşist bilgi kuramının” en önemli isimlerinden biridir. Biyografisi: Paul Feyerabend, 1946 yılında Viyana’da Tarih, Sosyoloji,Fizik, Astronomi veMatematik okumaya başladı. Viyana Çevresi grubuna ait filozof ve bilim felsefecisi Victor Kraft‘ın yanında felsefe doktora sınavını verdikten sonra, British Consul‘dan burs kazandı veLondra‘ya gitti. Burada, Ludwig Wittgenstein‘ın yanında asistan olarak çalışmaya başlamayı istiyordu. Bu zaman içinde Wittgenstein’ın ölmesi sonucunda Feyerabend, Karl Popper’ın yanında göreve başlamaya karar verdi. Feyerabend ve Popper arasındaki sevgi-nefret ilişkisi böylece temellendi. Feyerabend’in çoğu eseri, esas bakımdan açık ya da örtük olarak hocası Popper’ın eleştirisini içermektedir. 1955 ve 1990 yılları arasında Berkeley, Hamburg, Auckland,Kassel, New Haven, Londra, Berlin gibi birçok yerde bulundu, aynı zaman içinde Berkeley ve Zürih’teki Teknik Üniversite’de profesörlük yaptı. 1990′da her ikisinden birden emekliye ayrıldı. Feyerabend, Thomas Kuhn ile birlikte esas olarak sosyolojik bilgi yönelimli görelikçi bilim felsefesinin savunucularından birisidir. Yalnız Kuhn’dan daha farklı olarak Feyerabend, mantıksal tutarlılık bakımından teorik iddialarını daha fazla sonuna kadar götürmekte ısrar eder ve bu nedenle daha fazla tartışmalı bir konumda bulunur. Feyerabend’in Bilim felsefesindeki yeri: Feyerabend’in bilim felsefesindeki düşünceleri 1968′lerden sonra farklı bir gelişim göstermeye başlar. Feyerabend hocası Popper’ın eleştirel akılcılığını ve bu temelde bilimi temellendirme gişimini kabul edilmez bulur. Akılcılığın bilim felsefesinden arındırılmasına yönelir, çünkü Feyerabend’e göre rasyonalizm, öncelikle ve esas olarak “yasa ve düzen” rasyonalizmidir. Dolayısıyla o bilim felsefesinde görece bir bilim anlayışını savunur. Bu bakımdan Feyerabend’in çalışması, bilim felsefesi alanında, bilinen bir Anarşizmkuramı ya da felsefi bir Dadaizm olarak anlaşılır. Feyerabend, bilimin ortodoks dogmatizminekarşı ya da başka bir deyişle bilimin ortodoks dogmatik tarzda anlaşılışına karşı isyan eder. Feyerabend, “Akla Veda” diyen öncü isimlerden biridir. Aklı tek ve bütünsel bir nitelik, onun yönteminin de tek bir yol izlediği fikri Feyerabend’in karşısına aldığı bir görüştür. Bunun yanı sıra bilimsel kuramlara ve yönteme tanınan ayrıcalığa da itiraz eder. En önemli metinlerinden birinin adı “Yönteme Hayır”dır. Bilimsel kuramlar tarihsel olarak görelidirler ve bilgi bakımından diğer kaynaklardan üstün ya da ayrıcalıklı bir konuma sahip olamazlar. Feyerabend’in geç dönem yazıları, bir anlamda, Popper’in eleştirel rasyonalizminin geçersizliğini göstermek üzerine kuruludur.Ahmet İnam, Feyerabend’in bilime yönelik anarşist girişimini şöyle değerlendiriyor; Bilim düşmanlığı savunulmuyor burada: Bilimin sınırlan, yeri yurdu, ortaya konuyor, tartışılıyor. Bilimde yaratıcı olabilmiş, bilime katkıda bulunmuş Batılı insan için anarşizmin bir anlamı var: Zincirlerinden kurtulmaya çalışıyor. Kör bilimciliğin tehlikelerini görüyor. Feyerabend, deyim yerindeyse, bilimi ‘ti’ye alıyor, yer yer bir kara mizah yapıyor bilim üstüne. Buna hakkı var: Bilimi tanıyor, bilim tarihi üstünde ayrıntılı, kapsamlı çalışmalar yapmış, son gelişmeleri üstüne yabana atılmayacak görüşler ileri sürmüş. . . Feyerabend’in en keskin ifadesi olan “Her şey uyar” (Anything goes) sözü, onun bilimi, din ya da sanat ile aynı noktada ya da onlarla birlikte, mümkün olan bilgi olanaklarından biri olarak ele almasının bir sonucu şeklinde ortaya çıkar. Bilim, din, sanat bunların her biri bilgi edinmenin farklı yollarıdır, birbirlerinden daha üstün ya da öncelikli ya da ayrıcalıklı değillerdir. Gerçekliğe ulaşmanın farklı yollarıdır bunlar. Birbirleriyle ölçülebilir ya da kıyaslanabilir değillerdir. Tek bir yönteme indirgenemezler. Buradan Feyerabend ve Kuhn “Eş-ölçülemezlik” sorununa gelirler. Bu kavram özellikle Kuhn’a ait görünmektedir; yalnız Kuhn bu meseleyi bilim içi farklı kuramların eş-ölcülemezliği bağlamında değerlendirirken, Feyarabend daha ileri giderek bilimin kendisinin öteki bilgi kaynaklarıyla eş-ölçülemezliği meselesi olarak ele almıştır. Feyerabend’den Alıntılar: “O zamanlar, hatta daha da yenilerde, çağcıl bilimin yükselişiyle yirminci yüzyıldaki gözden geçirilişi sırasında, Bayan Us, araştırmanın güzel, yardımsever ancak zaman zaman fazlasıyla koruyucu olabilen tanrıçasıydı. Bugün onun felsefi koruyucuları (ya da pezevenkleri mi demeliyim?) Bu tanrıçayı ‘olgun’, yani geveze fakat dişleri dökülmüş bir kadına çevirdiler. ” Bilgi Üzerine Üç Söyleşi’nin kapak arkasından; “Düşünceler, tıpkı kelebekler gibi, yalnızca varolmakla kalmaz; gelişir, başka düşüncelerle ilişkiye girer, etkide bulunurlar. Platon düşüncelerle yaşam arasındaki uçurumun söyleşiyle aşılabileceğini düşünmüştü – kendisince, geçmiş olayların yüzeysel bir anlatımı olan yazılı söyleşiyle değil değişik ortamlardan gelen kişiler arasında gerçek, sözlü bir alışverişle. Söyleşinin denemeden daha esinleyici olduğuna ben de katılıyorum. Savlar, uslamlamalar üretebilir. Savların, uslamlamaların işin içinde olmayanlar ya da başka bir okuldan uzmanlar üzerindeki etkilerini gösterebilir, bir denemenin ya da kitabın gizlemeye çalıştığı açık uçları ortaya serer, en önemlisi yaşamımızın en sağlam olduğuna inandığımız parçalarının kuruntuluğunu tanıtlayabilir. Sakıncalı yanı, bütün bunların yaşayan kişilerin, gözlerimizin önündeki eylemlerine değil, kağıt üzerinde yapılması. Yine bir tür arıtkan etkinliğe katılmaya çağrılıyoruz. Yine, “salt” bilgi de içinde olmak üzere, yaşamlarımızı gerçekten biçimleyen düşünce, algı, duygu arasındaki savaşlardan çok uzağız. . ” Kitapları: Yönteme Hayır, Türkçesi: Ahmet İnam, Paradigma yayınları,Haziran-Ağustos,1987 Akla Veda, Ayrıntı yayınları Anarşizm Üzerine Tezler, Öteki yayınevi. Özgür Bir Toplumda Bilim, çeviren; Ahmet Kardam, Ayrıntı yayınları, 1999. Bilgi Üzerine Üç Söyleşi,çeviren. Cemal Güzel,Levent Kavas, Metis yayınları, 1997. Vakit Öldürmek, Nedim Çatlı, Ayrinti yayınları, 1997.
THOMAS SAMUEL KUHNThomas Samuel Kuhn (d. 18 Temmuz 1922 – ö. 17 Haziran 1996) ABD’li filozof ve bilim tarihçisidir. Kuhn’un en önemli yapıtı “The Structure of Scientific Revolutions” adlı kitabıdır. HAYATI: Thomas Samuel Kuhn 1922 senesinde Cincinnati´de bir musevi ailenin cocuğu olarak dünyaya gelir. Babası mühendis olarak çalisir. 1940´da babasının da okuduğu Harvard Üniversitesi´nde fizik okur. Üniversite döneminde ayrıca felsefe ve edebiyat dersleri alır ve öğrenciler tarafindan yayımlanan Harvard Crimson gazetesinde yazarlık yapar. Lisans sonrası 1943´de Harvard´da bulunan bir radyo araştırma laboratuvarında calışır. Orada, Ingiltere´de ve Fransa´da radar teknisyeni olarak calışır. Ikinci dünya savaşından sonra Harvard´a döner. Master´ı aldıktan sonra 1949 senesinde sonrakı Nobel ödüllüsü Jophn H. van Vleck´in yanında doktorasını tamamlar. O zamanlar asıl korucusu Harvard´in Rektörü James B. Conant´dır. Conan Kuhn´u bir fizikci için çok sıradışı olan Harvard Crimson´daki çalışmaları ve bir edebiyat-felsefe külübüne katılmasından dolayı protejesi olarak seçmiştir. Conant´in isteği üzerine Kuhn, henüz doktorasını tamamlamadan önce bir bilim tarihi kursu vermiş. Bu verdiği kurs kendisini o kadar etkiler ki, bunun ardından bir fizikci olmaktan vazgeçer ve bir tarihci ve felsefeci olmaya karar verir. Yine Conant´in önerisi üzerine Kuhn Harvard´daki Society of Fellows birimine üye olur. Orada bilim tarihi ile ilgilenir, asıl ilgisi ancak her zaman bunun felsefeye olan etkisi olmuştur. Kuhn 1956´da Berkeley Üniversitesi´nde bilim felsefesi ve tarihi dalında yardımcı profesör olarak başlar, ve bir kaç sene sonra full profesörlüğü kabul eder. Berkeley´de Bilimsel Devrimlerin Yapisi adlı eserini yazar. Bu kitap, kendisi onun için „Essay“ der, aslında International Encyclopedia of Unified Science ansiklopedisinin bir paçrası olarak tasarlanmştı. Kuhn´un çıkış noktası o zamanlar henüz pek tanınmayan ve Ludwik Fleck tarafından yazılan ve Kuhn´un kendi görüşlerinin coğunu içinde barındıran Entstehung und Entwicklung einer wissenschaftlichen Tatsache adlı eserdir 1964´ten 1979´a kadar Princeton Üniversitesi´nde öğretim üyesidir. Sonra MIT Massachusetts Institute of Technology, Cambridge MA)´ye geçer ve burada 1991´de emekliliğe ayrılana kadar kalır. Kuhn International Academy of Science´ın kurucularından. Bu çok etkilediği kurum tarafından Thomas Kuhn Award ödülü verilmekte. Thomas Samuel Kuhn 1996´da 73 yaşında kanser yüzünden vefat eder. Kuhn’un bilimsellik görüşünde iki önemli kavram vardır. Bunlar paradigma ve bunalım kavramlarıdır. Kuhn’un felsefe etkinliği üç aşamalıdır. İlki normal (olağan bilim etkinliği) ikincisi olağan üstü bilim etkinliği ve sonuncusu bunalımdır. Olağan bilim, bir paradigma var olduğu zamanki dönemdir. Paradigma iki yanlıdır. İlk olarak yeni gelenek başlatır. Eski geleneğe inananları kendine bağlar. Diğeri ise örnek sorunlar ve çözümler sunmasıdır. Gelecek nesillere yeni soru ve sorunlar bırakacak kadar geniş uçludur. Büyük başarıyı temsil eden,ilişkin olduğu alanda nesneyi başarılı olarak açıklayabilen, bilimsel gelişmelere açık olan, gelecek kuşaklara çözülecek problem bırakan yapıtlar paradigma oluştururlar. Doğa yasalarını andıran ona sığmayan birtakım sanılardan oluşan çerçevelere paradigma denir. Bir bilim topluluğunda bir paradigma oldugunu düşünelim. Bu bir süre iş görür. Bir süre sonra bir yerde kuramla olgu arasında uyuşmazlık çıkar. Bunu ele almak bunalıma yol acar. Paradigmanın çözemeyeceği bir durum olduğunda bunalım derinleşir. Bu paradigmanın işe yaramadığını gösterir. Yeni paradigmaya yemin hazırlar. Yalnız, aykırı tek bir örnekten ötürü paradigma yanlıslandı diye kenara bırakılamaz. Paradigmanın güvenli olmadığı durumlarda,yeni açıklayamadığı bir şey olduğu durumlarda bunalım yaratmak gerekir. Eski paradigmaya inanan bilginler kopsun diye yapılır bu. Böylece olağan üstü bilim etkinliği dönemi gelir. Bu yeni paradigma ortaya çıkana dek sürer. Olağan üstü bilim etkinliği iki paradigma arasındaki bir geçiş dönemidir. Bu geçiş birikimsel değil, devrimseldir. Kuhn bilimin bu işleyisini bilim tarhine bakarak bildiğini söyler. Bilimin iki türlü boyutu vardır: SOSYOLOJİK BOYUT: Bilgi saf toplumda yaşamaz. Mutlaka çevre etkisi vardır. Topluluk onları belirler. Bu nedenle birtakım paradigmalar olmak zorundadır. PSİKOLOJİK BOYUT: Yeni paradigma oluştururken ki durumdur. Eski paradigmadan yeni paradigmaya bağlanmak zordur. Kuhn bunu din değiştirmeye benzetir. KUHN’LA GELEN TUTUM DEĞİŞİKLİKLERİ: Bilim tarihini hesaba kattı. Geçmişte bilimsel başarılar ortaya koyarken bilginler nasıl yol izledi? Bilim tarihine bakarız ve “nesnellik ve saf deneyci tutumun” olmadığını görürüz. Sosyolojik boyutu hesaba kattı. Önceden bilginler yalıtık varlıklarmış gibi davranıyorlardı. Buluş bağlamı sırasında bilgin tüm kabulerden bağımsız olmalı gibi bir düşünce vardı. Psikolojik boyutu hesaba kattı. Bilginler yeni paradigmayı kabul ettirebilmek için us dışı yöntem (ikna etme) kullanırlar. Eski paradigmayla iş gören toplumlar kendi inançlarını sürdürmekte israrlı olurlar.
WERNER HEISENBERGKarl Werner Heisenberg, 5 Aralık 1901 Würzburg‘da doğdu, 1 Şubat 1976 Münih‘te öldü. Kendi ismiyle anılan Belirsizlik İlkesi‘ni bulan Alman fizikçi, atom yapısı bilgisine katkılarından dolayı 1932 yılında fizik dalında Nobel Ödülü’ne layık görüldü. Münih Üniversitesi’nde Arnold Sommerfeld ile beraber araştırmalar yaptı. Daha sonra Max Born, David Hilbert ve Niels Bohr gibi meşhur fizikçilerle çalıştı. 1941 yılında atom bombasıyapımında Almanya‘ya destek olması için Bohr’u ikna etmeye çalıştı, ancak ahlaki nedenler yüzünden Bohr teklifi redetti. Heisenberg (1925‘te) ve Erwin Schrödinger (1926‘da) çok yakın zamanlarda birbirlerinden bağımsız olarak atomun kuvantum (dalga) mekaniğini farklı olarak, fakat matematik yönünden eşit şekilde formüllendirdiler. Bu teoriler 1928 senesinde İngiliz teori fizikçisi Paul Dirac tarafından genişletilip geliştirildi. 1927‘de Leipzig Üniversitesi fizik profesörlüğüne tayin edildi. Aynı yıl meşhur belirsizlik prensibini ortaya koydu. 1941 senesinde şimdiki Max Planck Enstitüsü‘nün müdürü olan Heisenberg, 1958‘de, atomun içindeki temel parçacıkların yapısını izah eden, birleşik şaha teorisinin formülünü ortaya koydu. Heisenberg, hiçbir fizik bilgininin açıklama yapamadığı bir konuyu da aydınlattı. Bu konu, atom çekirdek yapısına ait olup; Mezon Alan Teorisi olarak isimlendirilmiştir. Mezon Alan Teorisi: Atom çekirdeğinde protonlar ile nötronlar bulunur. Protonlar artı (+) yüklü olduğundan bir arada bulunamazlar. İşte bunun nasıl mümkün olduğunu açıklar Mezon Alan Teorisi. Heisenberg’in Belirsizlik Prensibi: Bir elektronun yerini tespit edebilmek için dalga boyu kısa olan ışınlara ihtiyaç vardır. Bu ışınlar da enerji paketlerinden (fotonlardan) ibaret olduğundan, elektrona çarparak onun yerini değiştirirler (Compton Olayı). Elektrona çarparak onu etkilememesi içinfotonları çok küçük ve dalga boyu uzun olan ışınların kullanılması gerekir. Bu suretle elektronun hareketinde önemli bir değişme olmayacaktır. Fakat uzun dalgalı ışınlar kuvvetli bir görüntü sağlamadığından, ancak çok belirsiz bir görüntü elde edilir. Şu halde, bir elemanın yerini tespit etmek mümkün değildir. Genel ifadeyle; birbirine bağlı iki büyüklük aynı anda, yüksek duyarlılıkla ölçülemez (birinin ölçülmesindeki duyarlılık arttıkça diğerinin ölçülmesindeki duyarlılık azalır). Enerji-zaman, açısal konum-açısal momentum, konum- momentum bu fiziksel büyüklükler olup, bu iki büyüklüğün ölçüm hatalarının çarpımı Planck sabitine büyükeşittir. 1956 senesinde İstanbul’a gelip konferanslar veren Heisenberg, bir konferansında sözlerini şöyle bitirmiştir: “Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifade edilebileceğini anlattım. Şimdi aklımıza haklı olarak, şu soru gelmektedir: Bu muazzam kudreti, küçücük yere kim ve nasıl koydu?”[1] Popüler Kültürde Heisenberg: Heisenberg’in hocası Bohr ile II. Dünya Savaşı sırasındaideolojik fikir ayrılığına düşmesi ve Heisenberg’in Bohr’u 1941 yılında Kopenhag‘da ziyaretinde aralarında geçen konuşma bir çok spekülasyona neden olmuş ve herhangi bir resmi kaydı olmadığı için aydınlatılamamıştır. İngiliz yazar Michael Frayn‘ın 1998 sahnelenenKopenhag adlı oyunu bu görüşmeyi anlatmaktadır.
RENÉ DESCARTESRené Descartes (Röne Dekart okunur) (31 Mart 1596-11 Şubat 1650) Fransız matematikç i, bilimadamı ve filozof. Batı düşüncesinin son yüzyıllardaki en önemli düşünürlerinden biri. Hayatı: 1596 yılında La Haye (şimdi Descartes), Touraine, Fransa‘da doğan ünlü düşünür, eğitimini Anjou‘da bulunan bir Cizvit kolejinde gördü. Sağlık bakımından zayıf olan Descartes, özellikle çocukluğunda sık sık hastalıklarla boğuştu. 1616 yılında Poitiers Üniversitesindenhukuk diplomasını aldı. Gençlik yıllarında çeşitli dönemlerde orduda hizmette bulundu. Bu hizmetlerin dışında Avrupa’nın birçok ülkesine yolculuklar yapıp, çeşitli şehirlerde yaşadıktan sonra 1628 yılında Fransa’ya geri döndü ve felsefe ve optik üzerine değişik deneyler yaptı. Aynı yılHollanda‘ya yerleşti. Hayatı boyunca geç kalkma alışkanlığı oldu. 1649 yılında, zamanın İsveç Kraliçesi Christina’nın davetiyle Stokholm‘a yerleşti ve burada kraliçeye dersler vermeye başladı. Kraliçenin isteğiyle,filozofun uyanık olmaya alışık olmadığı kadar erken bir saat olan, sabah beşte yapılan dersler ve ülkenin soğuk iklimi yüzünden Descartes, İsveç’e gelişinin birkaç ay ardından 11 Şubat 1650′de zatüreden dolayı yaşamını yitirdi. Descartes bilime ve matematiğe önemli katkılarda bulunmuştur. Optikte yansımanın temel kanununu bulmuştur; geliş açısı gidiş açısına eşittir. Matematiğe olan en büyük katkısı ise analitik geometri üzerine olmuştur. Cebirin geometriye uygulanması üzerine çalışmıştır. Kartezyen Geometri ifadesini ortaya atmıştır. Eğrileri onları üreten denklemlere göre sınıflandırmıştır. Alfabenin son harflerini bilinmeyen çokluklar için, ilk harflerini de bilinen çokluklar için kullanmıştır. Descartes’ın felsefe tarihindeki önemi, kilise odaklı orta çağ felsefesini içinde bulunduğu darboğazdan çıkarıp Yeni Çağ‘a taşımasından kaynaklanmaktadır. Descartes’ın çalışmaları “Akılcılık” akımının doğmasına yol açmıştır. Başta Spinoza ve Leibniz olmak üzere eserleri pek çok önemli filozofu etkilemiştir. Filozofun görüşleri, başta “Düşünüyorum öyleyse varım” (Cogito ergo sum) çıkarımı olmak üzere, günümüzde de halen pek çok eserde alıntı olarak bulunabilmektedir. “Kesin olan bir şey var. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek. Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmek ise var olmaktır. Öyleyse var olduğum şüphesizdir. Düşünüyorum, o halde varım. İlk bilgim bu sağlam bilgidir. Şimdi bütün öteki bilgileri bu bilgiden çıkarabilirim. “ Düşünceleri kendinden sonraki bütün filozofları etkilemiştir. 17 ve 18. yüzyıllarda Descartes’ın etkisi kolayca görülebilir. Locke, Hume, Leibniz ve Kant; Descartes’ın düşüncesine yanıt vermeye çalışmışlardır. Bu bakımdan modern felsefenin babası sayılmaktadır.
IMRE LAKATOSİmre Lakatos (9 Kasım, 1922 – 2 Şubat, 1974), bilimsel gelişmeye ilişkin araştırma programlarıyla ün kazanmış olan çağdaş bilim felsefecisi. Lakatos, aynı zamanda klasik bilim anlayışına yönelik itirazlarıyla tanınmıştır. Düşünceleri: Pozitivist bilim ideali ve anlayışının eleştirisini yapan Lakatos’a göre, bilimde nihai doğrulama ve nihai yanlışlama yoktur. Bilim yanılabilir, hataya düşebilir. Bilimde kesin doğrularla, kesin yanlışların olamayacağını söyleyen Lakatos’a göre, bilimde hakikati garanti edecek, doğruluğu teminat altına alacak, genel-geçer, evrensel ve rasyonel yöntemler yoktur. Bundan dolayı, bilimin kesin ve değişmez bir yöntemi olamaz. Bu bakımdan Paul Feyerabend‘i etkilemiştir; onun Yönteme Hayır adlı ünlü kitabının Lakatos ile yazışmalarının bir ürünü olduğu bilinmekltedir. Karl Popper, Thomas Kuhn ve Feyerabend arasında meydan gelmiş olan bilimin niteliğine, geçerliliğine, yöntemine, kuramsal statüsüne dair tartışmalarda kendine özgü bir yol izlemiştir. Bu yolda Lakatos bilimin rasyonel bir şekilde ilerlediğini kanıtlamaya çalışır. Hem Popper hem de Kuhn karşıtı önermeleri sözkonusu olmakla birlikte Lakatos, daha çok bunlar arasında bir tür sentez arayışında bir bilim felsefecisi olarak görünmüştür. Bilim felsefesindeki yeri: Popper’ın öğrencisi olmakla birlikte onun yanlışlanabilirlik ilkesiyletemellendiridiği bilim anlayışını eleştirmiştir. Onun düşüncelerinin özgünlüğü Popper ile Kuhn arasındaki tartışmalarda bir tüz sentez arayışıyla hareket etmiştir. Biliminin anomalilerle her zaman bir arada bulunduğunu ileri sürmüş, belirli bir teorinin doğrulanma ya da yanlışlanmasının belirli bir anda olanaklı omadığını savlamıştır. Bilimsel bir teori bu belirli anomalileri zaten ad hocvarsayımlarla kanıtlamaya çalışır, ki bu nedenle belirli bir teoriyi reddedebilmek sanıldığı kadar kolay değildir. Belirli bir teorinin diğer ya da önceki teoriden daha geçerli olması, bu yeni ya da farklı teorinin daha fazla şeyi açıklayabiliyor olmasıyla ilgilidir ona göre. Bu yaklaşım biçimi teoriler arasında bir süreklilik ilişkisi kurar. Buna göre, çelişiyor göründüklerinde bile, teorilerin belirli bir şekilde birbirlerini kapsamaları sözkonusudur. Bir tür birikimci bir bilgi anlayışı ortaya konulmaktadır Lakatos tarafından, ancak Kuhn’un bu birikim olanağını geçersiz ilan eden varsayımlarına bir açıklama getirilmemektedir. Öte yandan Lakatos bilimsel gözlemin nesnel bir şekilde yapılmasını öngörerek, bir anlamda ampirist bilgi anlayışlarına olanak verir. Bu da sert eleştirilere maruz kalan pozitivizm ve ampirizm konularında kesin olmayan bir önerme olarak görünür. “Realist rasyonalizm“: Rasyonalizm ve empirizm konularında da Lakotes’in sentez arayışında olduğu, ve bu noktada eleştiriyor olsa da Popper’a Kuhn’dan daha yakın durduğu söylenebilir. Lakatos bu anlamda, Popper’ın kimi görüşleriyle kendi temel savları arasında çelişmekle eleştirmiş olan Popperci çevreye dahil edilebilir. Onun girişimleri Kuhn’un varsayımlarını en önemli oldukları noktada yadsımaya yönelik olarak görünmektedir. Birikimci bilgi anlayışıyla Kuhn’un paradigmakavramına da itiraz etmiştir Lakatos. Feyerabend daha sonra Lakatos’ın önermelerini farklı noktalardan eleştirecek, Kuhncu görelikciliği uç noktalara taşıyacaktır. Lakatos’ın aksine Feyerabend bilimdeki teorilerin birbirlerini yadsıyarak ortaya çıktıklarını öne sürer. Feyerabend onun rasyonalist eksenli düşüncelerini “realist rasyonalizm” olarak eleştirir. HENRI POINCARÉHenri Poincaré 29 Nisan 1854 Nans‘de doğdu, 17 Temmuz 1912 Paris‘de öldü. Fransız matematikçi ve fizikçi. 1881 yılında ölümüne dek Sorbonne Üniversitesi’nde profesörlük görevinde bulundu. Poincaré, her yıl çok değişik konularda çok parlak dersler vermiştir; bunlar arasında, potansiyel kuramı, ışık, elektrik, ısının iletilmesi, elektromagnetizma, hidrodinamik, gök mekaniği, termodinamikgibi matematiksel fizik konuları ile olasılık teorsisi gibi matematik konuları bulunmaktadır. Poincaré vermiş olduğu derslerin yanı sıra, yazmış olduğu çok sayıdaki yapıtla da etkili olmuştur. Türkçe’ye de çevrilen “Bilimin Değeri” ve “Bilim ve Varsayım” gibi bilim felsefesiyle ilgili kitapları bunlardan sadece birkaçıdır. Ayrıca otomorfik ve Fuchs fonksiyonları, diferansiyel denklemler,topoloji ve matematiğin temelleri hakkında makaleler yayımlamış, diferansiyel denklemlerin çözümü için genel bir yöntem bulmuştur. Matematiğin temelleriyle ilgili olarak, matematiksel düşünmenin gerçek aracının matematiksel indüksiyon olduğunu düşünmüş ve bu yöntemin sezgisel olarak daha basit bir yönteme indirgenebileceğine ihtimal vermemiştir. Newton, matematik astronomiye çok sayıda problem getirmişti. Euler, Lagrange ve Laplacebu alanda çok ileri adımlar attılar. Bu matematikçiler ulaşılmaz devler gibi görülüyorlardı. Cauchy, karmaşık fonksiyonlar kuramını geliştirince, Poincaré’ye bir silah depo kalmıştı. İşte bu kuvvetli silahlarla gök mekaniği Poincaré gibi dev bir matematikçiyi bulmuştu. Böylece, matematik astronomi son şeklini Poincaré ile buldu. Bu alandaki en büyük başarısını 1889 yılında üç cisim problemiyle elde etti. İsveç Kralı II. Oscar, n cisim problemini yarışmaya sundu. Poincaré bu n cisim problemini çözemedi. Fakat, Weierstrass, Hermite ve Mittag-Leffler’in de bulunduğu jüri, dinamiktekidiferansiyel denklemlerin genel tartışması ve üç cisim problemi üzerindeki denemesi nedeniyle bu ödül Poincaré’ye verildi. 2500 kronluk ödülü Poincaré aldı ve Fransa da İsveç Kralından aşağı kalmamak için ona Fransızların büyük bir rütbesini verdi. Poincaré gök mekaniği ile de ilgilenmiş, özellikle Üç Cisim Problemi üzerinde durmuştur. Bu alanla ilgili olan ıraksak serileri incelemiş, Asimptot Açılımları Kuramını geliştirmiş, yörüngelerin düzenliliği ve gök cisimlerinin biçimleri gibi konularla ilgilenmiştir. Aynı konular Laplace‘ın da ilgi alanı içine girmektedir; ancak Poincaré her yönüyle özgündür. Görelilik, kozmogoni, olasılık vetopolojiyle ilgili modern kuramların hepsi Poincaré’nin araştırmalarından oldukça etkilenmiştir.
NEDENSELLIKNedensellik, genel olarak nedensellik ilkesi olarak bilinen ve olay ve olguların birbirine belirli bir şekilde bağlı olması, her şeyin bir nedeni olması ya da her şeyin bir nedene bağlanarak açıklanabilir olması ya da belli nedenlerin belirli sonuçları yaratacağı, aynı nedenlerin aynı koşullarda aynı sonuçları vereceği iddiasını içeren felsefe terimi. Tanım: Aynı neden aynı sonuca yol açtığına göre neden–sonuç bağlantısı kesin ve değişmezdir. Bu anlamda evrendeki tüm olay ve oluşlar, kesin, değişmez ve öngörülebilirdir. Diğer bir anlatımla evren, gözlemcinin ya da deney yapanın iradesinden bağımsızdır. Aynı genellik içinde, belli bir olguyu bilmek onun nedenini bilmek olarak anlaşılır ve bu bakımdan “Neden? sorusu” bilimin temel sorusu olarak görülür. 20. yüzyılın başlarına kadar bilimin temel yasası olarak Nedensellik ilkesi öne sürülmüştür. Kuantum fiziğiyle birlikte bilimin ilkesi olarak nedensellik tartışmalı bir konuma gelmiştir ve bu tartışma hem bilim kuramcıları hem de felsefeciler tarafından değerlendirilmeye devam edilmektedir. Felsefe tarihi boyunca nedensellik tartışılagelen bir konu olmuştur. Epistemoloji, ontoloji,metafizik alanlarında nedensellik ilkesi üzerine çok geniş bir tartışma tarihi bulunmaktadır. Nedensellik-belirsizlik, nedensellik-özgür irade, nedensellik-olumsallık, nedensellik-belirlenimsizlik, nedensellik- raslantısallık vb. konu başlıkları felsefe tarihi içindeki bazı tartışılagelen konu başlıklarını göstermektedir. Felsefi bir kavram ve eğilim olarak determinizmnedensellik ilkesi üzerinde temellenir. Gerekircilik: Gerekircilik, evrendeki tüm olay ve süreçlerin nesnel gerçeklik olduğunu kabul eden bir yaklaşım olarak, nedensellik ilkesi üzerine kurulu bir felsefi yaklaşım biçimidir. Buradaki nesnel gerçeklik, tüm olay ve süreçlerin nesnel yasalarca belirlendiği anlamındadır. Son tahlilde nesnel gerçeklik, neden – sonuç ilişkisine dayanır, her sonuç bir nedene dayanır ve her sonuç başka bir sonucun nedenidir. Dünyaya gerekirciliğin bakış açısıyla bakmak, farklı yorumlarla ortaya çıkmıştır. Bu görüş temelinde insan iradesi ve özgürlüğünün yok sayılması da, insan iradesine çok geniş bir özgürlük alanı açılması da sözkonusu olabilmektedir. Nedensellik ilkesi ve gerekircilik hem metafiziğin hem de bilimsel düşüncenin içinde temel rol oynayan kavramlardan başlıcalarıdır. Bilimsel düşünce açısından nedensellik insana, nesnel dünyanın bilinebilir ve olanaklar çerçevesinde değiştirilebilir olduğunu göstermiştir. Herhangi bir olayda neden – sonuç ilişkisi biliniyorsa, nedenin değiştirilmesiyle sonuç da değişecektir. Bilimsel gelişmenin temelinde yatan en önemli öncüllerden biridir bu bakış açısı. Dinsel nedensellik: İnanç gerekirciliğinde (ilkel şekli ihmal edilirse) dünyadaki her şeyin bir gayesi olduğuna ve ilahi bir kudret dahilinde belirlenen bir sonun mevcut olduğuna inanılır. Bu nedenselliğin ve gerekirciliğin ilkel şeklini Saint-Augustin ile Dante, çağdaş biçimini ise Hegelsavunmuştur. Bu çeşit düşüncelerle determinizm temellendirilmiştir bir anlamda. “Neden?” sorusu bilimsel düşünmenin gelişiminde etkili olmuş ve tarih boyunca ele alınışı değişimlere uğramıştır. Belirli gelişmelerin sonrasında ise neden sorusundan nedensellik kavramına geçildiği görülür. Özellikle Newton’un bulguladığı bilimsel gelişmeler ve doğa bilimlerinin o dönemdeki ilerlemesi sonucunda nedensellik kavramının öne çıktığı söylenebilir. Nedensellik bir şeyin nedenini bilmek, ve bu da, bir şey meydana gelmişse ondan önce başka bir şey meydana gelmiştir düşüncesine sahip olmak anlamına geliyordu ve böylece, buradan da gelecegin kestirilebilir/bilinebilir bir şey olduğu fikrine varılıyordu. Eğer bir olayın geçmişteki nedeni biliniyorsa gelecekteki sonucuda bilinebilir olarak ele alınıyordu. newton fiziğinde, blirli bir anda eğer bir sistemin durumu biliniyorsa gelecekteki durumunun da ne olacağı tespit edilebilir olarak alınır. Nedensellik bu anlamda bir neden-sonuç ilişkisi olarak anlaşılmaktadır. Werner Heisenberg ve benzer kuantum fizikcilerinin itirazı tam da bu noktaya ilişkindir;çünkü belirli durumlarda (atom altı dünyada) bir şeyin konumunu ve hızını aynı anda bilmenin olanaklı olmadığı, bunun çeşitli olasılıksal hesaplara bağlı olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. Böylece nedensellik ilkesinden giderek belirsizlik, olasılıksallık, rastlantısallık gibi kavramlara yönelim sozkonusu olmuştur. Bilimde nedensellik: İlk Çağlardan 20. yüzyıl başlarına kadar gelişerek ve derinleşerek gelmiş olan bilin düşüncesinde ve bilim teorisinde geçerli olan nedensellik anlayışı ya da nedensellik kavramının kavranılışı, ünlü bilim insanı Albert Einstein‘ın popüler sözü “Tanrı zar atmaz” değişinde ifadesini bulur. Herşeyin birbirine bağıntılılığı, her gelişmenin ya da sonucun bir önceki olayın ya da etkinin ürünü olduğu düşüncesi, geriye doğru gidildikçce sonsuz bir neden-sonuç ilişkisinin varolduğu düşüncesi bu bağlamda değerlendirilir. Bu düşünceye göre bilimin temel sorusu, Neden? sorusudur. Ayrıca, benzer nedenlerin benzer koşullarda aynı sonucu vereceği önermesi de nedensellik ilkesinin temel önermelerinden biridir. Francis Bacon, doğa bilimlerindeki gelişmelerle nedensellik ilkesinin açık bir şekilde bilimin temeli olarak kanıtlandığını öne sürmüştür. Özellikle fizik bilimi uzun yıllar nedensellik ilkesi altında tanımlanmış ve değerlendirilmiştir. Kuantum fiziginin gelişiminden itibaren ise, bilimin bütün ilkelerinin yanı sıra en çok tartışılan ilkesi nedensellik ilkesi olmuştur. Bilim felsefesi 20. yüzyılda bilimin niteliği üzerine önemli tartışmalar kaydetmiştir ve bilinen anlamda nedensellik ilkesinin eleştirisi yaygın bir eğilim olarak şekillenmiştir. Bilim kuramcıları ve bilim felsefecileri kaos, olumsallık, belirsizlik, belirlenimsizlik, olasılık, raslantı gibi kavram ve kategoriler aracılığıyla bilimsel nedensellik fikrini karşılaştırmakta, farklı yollar aramaktadırlar. Belirsizlik ilkesi, nedensellik ilkesi karşısında giderek öne çıkmış ve güçlenmiştir. . Özellikle pozitivizmde nedensellik kavramına belirleyici bir önem ve yer verildiği görülür. Bu anlayışta nedensellik ilkesiyle, geçmiş olayları bilerek bugünü görecegimiz ve hatta geleceği bilecegimiz ileri sürülür. Bu yaklaşım günümüzde çok az destek görmektedir. Einstein’in Kuantum fizikcilerine itiraz etmek için öne sürdüğü “tanrı zar atmaz” sözüne rağmen olasılık ve raslantı kavramlarının bilimsel düşüncede giderek güçlendiği söylenebilir. Eistein’ın bu görüşüne karşı “tanrı’nın ne yapacağını bilemeyiz” cevabı verilmiştir. Her olayın maddi veya manevi birtakım nedenlerin zorunlu sonucu olduğunu kabul eden felsefi görüş determinizm olarak adlandırılır. Determinizm bütün olayların, hiç kimsenin değiştiremeyeceği bir şekilde, doğaüstü bir güç tarafından saptanmış olduğunu kabul eden fatalizme (sabit kadercilik) karşı çıkar. Determinizme göre insan kaderini kendisi yaratır, fakat evrensel yasalar çerçevesinde. Her olayın maddi ve manevi bazı nedenlerin sonucu olması kuralı ise nedensellik kuralı olarak adlandırılır. Nedensellik kuralı rastlantı diye bir şeyin olmadığını ortaya koyar.
BELIRSIZLIK ILKESINicem fiziğinde Heisenberg’in Belirsizlik İlkesine göre, bir parçacığın etmeni ve konumu aynı anda tam doğrulukla ölçülemez (etmenin değişimi = kütle değişimi x hız değişimi). Belirsizlik ilkesini 1927 yılında Werner Heisenberg buldu. Belirsizlik ilkesini daha da genellenmiş olarak anlatmak istersek şunları söyleyebiliriz. Kökleşik fizikten ayrı olarak Nicem fiziğinde her fiziksel niceliğe denk gelen bir reel sayı değil, bir işletmen vardır. Bu işletmenler kökleşik mekanikten ayrı olarak sayısal değerler ile değil matrisler ile temsil edilir. Dolayısyla, nicem mekaniğinde ölçülen fiziksel niceliğin ölçüm sırası önemlidir. Herhangi iki fiziksel niceliği (örneğin: konum ve etmen) ele alalım. Eğer bu fiziksel niceliklere denk gelen iki isletmenler yer değiştiremiyorsa bu iki niceliğin (örneğin: etmen ve konum) aynı anda ölçülmesi olanaksızdır. Bu durumda kesin sonuçlardan değil, bir ortalama değer yakınlarında dalgalanan değerlerden sözedebiliriz. Genel bakış: Bir parçacığın konumu ne denli doğrulukla ölçülürse (yani konumunun belirsizliği ne denli küçük olursa), buna karşılık etmeninin belirsizliği aynı oranda büyük olur. Tersine, etmendeki belirsizlik küçüldükçe, aynı oranda konumunun belirsizliği büyür. Ancak bu belirsizlik deneysel ölçümlerden değil doğrudan matematikten elde edilmiştir. Fourier analizinde x ve k uzayları arasındaki dönüşümler ele alınırsa eşitsizliğinden yola çıkılarak De Broglie-Einstein denklemlerinden etmen ile ilgili anlatım yerine konulursa elde edilir. Burada Δx, x konumunda ki belirsizliği, Δpx ise x yönündeki etmendeki belirsizliği temsil eder. Görüldüğü üzere birbirine dik eksenlerde herhangi bir belirsizlik yoktur, diğer bir deyişle y yönündeki konumla x yönündeki etmen aynı anda sonsuz duyarlılıkla elde edilebilinir. Belirsizlik ilkesi enerji ve zaman ilişkisi için de geçerlidir. Belirsizlik ilkesinin daha iyi anlaşılması için benzer bir örnek: Bir elektromanyetik dalganın sıklığını (titreşim sayısını) Âölçmek için belli bir süre beklemek gerek. Yani dalganın sıklıgını belli bir anda ölçmek olanaksızdır. Bekleme süresi uzadıkça zaman belirsizleşir. Titreşim sayısı ve enerji nicelği az Dalga boyu uzun Bekleme süresi uzun Belirsizlik büyük Titreşim sayısı ve enerji nicelği çok Dalga boyu kısa Bekleme süresi kısa Belirsizlik küçük Enerji niceliği ne denli azsa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi uzar ve ölçülen zaman belirsizleşir. Tersine; Enerji niceliği ne denli çoksa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi azalır ve ölçülen zamanın belirsizliği azalır. Bu da determinizm ele verir. Big Bang ve Evrimposted in KADER |
BİNG BANG(BÜYÜK PATLAMA)1922 yılında Alexander Friedmann, Einstein’ın formüllerinin evrenin genişlemesini gerektirdiğini ortaya koydu. Edwin Hubble, 1929 yılında, Mount Wilson Gözlemevi’nde, devrin en gelişmiş teleskopuyla tüm galaksilerin birbirinden uzaklaştıklarını gözlemledi. Hubble, evrenin genişlemesini trafik radarına yakalanmaya neden Doppler etkisini kullanarak keşfetti. Buna göre, ses veya ışık kaynağı gözlemciye yaklaşıyorsa dalga boyu küçülür ve biz ışık maviye kaymıştır deriz, uzaklaşıyorsa dalga boyu büyür ve bu kez de kırmızıya kaydığından söz ederiz. Hublle tüm galaksilerin kırmızıya kaydığını gözleyerek, bütün galaksilerin birbirlerinden uzaklaştığını; kısaca evrenin genişlediğini, gözlemsel temelde ortaya koydu. 1948 yılında Gamow ve arkadaşları, Big Bang’ın başlangıcındaki yüksek ışımalaı çok sıcak ortamın kalıntısının (fosilinin) bugün bile evrende olması gerektiğini iddia ettiler. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson bu öngörüyü, “kozmik fon radyasyonu(aranan fosil)”nu bulup Nobel Ödülü’nü kazandılar. Bu durum, ‘modern kozmolojinin doğumu’ olarak kabul edilir. 1989’de uzaya fırlatılan COBE uydusundan 1992’de kozmik fon radyasyonu ve bu radyasyonda gezegenlerin oluşması için gerekli dalgalanmalar tespit edildi. Stephen Hawking, bunu yüzyılın en büyük buluşu olarak görür. Bu teoriyle, evrenin %25’inin helyum, %73’ünün hidrojen olduğu anlaşılmıştır.
EVRİM TEORİSİUzun bir zaman içerisinde canlıların mutasyonlar ve doğal seleksiyonlar sonucu değişerek yerlerini yeni canlılara bırakmasına evrim denir. Bu konuda çalışan ilk bilim adamları Lamarck ve Darwin’dir.Lamarck’a Göre: Kullanılan yapı ve organlar gelişir. Kullanılmayan ise körelir ve yok olurlar. Lamarck, zürafaların kısa boylu olduğunu ancak sürekli ağaç dallarına uzamaları nedeniyle boylarının zamanla uzadığını savunmuştur. Darwin’e Göre: Ortama uyum sağlayan canlılar doğal seleksiyonu kazanırlar. Darwin, hem kısa hem de uzun boylu zürafaların olduğunu ancak uzun boyluların daha iyi beslendikleri için hayatta kaldıklarını savunmuştur. Canlı türlerinden uzun bir zaman süreci içerisinde kalıtsal yönden farklılaşarak ortam koşullarına uyum sağlayan yeni türlerin oluştuğunu savunur. Şimdi bu teze göre kendi kendinizle çelişiyorsunuz. Zira hem canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia edeceksiniz, hem de yaşayan türler arasından ortama ayak uyduranların kalacağını savunacaksınız. Yani mevcut türlerden elemeye yol açar, yeni bir tür yaratmaz. Mutasyon kromozom sayısındaki artma, azalma ya da bozulmalardır. Yani zararlıdır. Bu nedenle yeni ve sağlıklı türler ortaya çıkarması mümkün değildir. Doğal seleksiyon ya da mutasyonla yeni canlıların oluşması imkânsızdır. Evrim teorisini zora sokan en önemli göstergeler şunlardır: 1. Biyologlar, canlılığın son derece kompleks yapılardan oluştuğunu keşfettiler. Proteinlerin, DNA ve hücrenin indirgenemez kompleksliğe sahip olduğu, iddia edildiği gibi tesadüfen oluşmalarının imkânsız olduğu anlaşıldı. Bu imkânsızlıklar matematiksel olarak da hesaplandı. 2. Evrimin mekanizmaları olarak öne sürülen doğal seleksiyon ve mutasyonların canlıları evrimleştirici güçleri olmadığı anlaşıldı. Doğal seleksiyon canlılara yeni bir genetik bilgi katmıyor, mutasyonlar ise genetik bilgiyi sadece tahrip ediyorlardı. 3. Fosil kayıtlarında türlerin birbirlerinden evrimleştiklerinin delili sayılacak olan “ara geçiş formlarına” rastlanmadı. Canlı türleri fosil kayıtlarında aniden ve kendilerine özgün eksiksiz yapılarıyla ortaya çıkıyorlar ve fosil kayıtlarından kaybolana kadar hiçbir değişikliğe uğramıyorlardı.
MUTASYONGen, DNA ve kromozomların yapısında meydana gelen kalıtsal değişmelere denir. (Kromozom sayısındaki artma, azalma ya da yapısındaki bozulmalar). Mutasyona neden olan her türlü etkene ‘’mutajen’’ denir. Mutajenler: Radyasyon, x ışınları, kimyasal maddeler, sıcaklık ve ortamın asit-bazlığı olabilir. Örnek: Kanser, gelişme bozuklukları, altıparmaklılık, yapışık ikizlilik, eksik organlı çocuklar, vb…
DOĞAL SELEKSİYON(AYIKLANMA)Canlıları yaşama şansını çevre belirler. İçinde yaşanılan çevreye uyum sağlayabilen canlılar o ortamda yaşayabilir. Uyum sağlayamayanlar ise yok olurlar. Böylece canlı sayısı dengelenmiş olur. Canlı sayısını sabitlemek için işleyen bu doğal mekanizmaya doğal seleksiyon yani ayıklanma denir. Örnek: Buna en güzel örnek 19. yüzyılda İngiltere’de yaşayan güve kelebekleridir. Açık renkli kanatlara sahipti bunlar. Sanayileşme sonucunda ağaç kabuklarının koyu renk almasıyla kuşlar tarafından daha kolay avlanır oldular. Böylece kanatları koyu renk olan güve kelebekleri yaşamlarını sürdürürken, açık renkli kanatları olan güve kelebekleri ise yok olup gittiler.
ARA GEÇİŞ FORMU EKSİKLİĞİARA TÜR EKSİKLİĞİ: Eğer dünyamızda gerçekten bir evrim süreci yaşanmış, yani canlı türleri tek bir ortak atadan kademeli olarak türemiş olsalardı, bunun kanıtlarını en açık olarak fosil kayıtlarında görebilirdik. Ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé, bu konuda şunları söyler: Doğa bilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar… Sadece paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir. Bunun nedenini anlamak için, evrim teorisinin temel iddiasını kısaca gözden geçirmek gerekecektir: Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir; önceden tesadüfen var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Bu bilimdışı iddiaya göre, bitkiler, havyanlar, mantarlar, bakteriler hep aynı kaynaktan gelmişlerdir. Hayvanların 100′e yakın farklı filumu (yani yumuşakçalar, eklembacaklılar, solucanlar, süngerler gibi temel kategorileri) hep tek bir ortak atadan türemiştir. Teoriye göre bu gibi omurgasız canlılar zamanla (ve tesadüfen) omurga kazanarak balıklara, balıklar amfibiyenlere, onlar sürüngenlere, sürüngenlerin bir kısmı kuşlara, bir kısmı ise memelilere dönüşmüştür. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız “ara tür”ün oluşmuş ve yaşamış olması gerekir. Sözgelimi, geçmişte balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı amfibiyen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı amfibiyen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Örneğin bir sürüngenin ön ayakları her jenerasyonda bir parça daha kuşkanadına benzemelidir. Yüzlerce jenerasyon boyunca bu türün ne tam ön ayakları ne de tam kanatları olacak, yani bu canlı sakat ve kusurlu olarak yaşayacaktır. Evrimcilerin geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik canlılara “ara geçiş formu” adı verilir. Yaşayan veya soyu tükenmiş tüm türler arasındaki ara ve geçiş bağlantılarının sayısı inanılmaz derecede büyük olmalıdır. Darwin kitabının başka bölümlerinde de aynı gerçeği dile getirmiştir: Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır. . . Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir. Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının “Teorinin Zorlukları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı: “Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz. . . Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. ” Fosil kayıtlarında milyarlarca yıl önce yaşamış olan bakterilerin dahi fosilleri korunmuştur. Buna rağmen, hayali ara geçiş formlarına ait tek bir tane bile fosilin bulunamamış olması dikkat çekicidir. Karıncalardan bakterilere, kuşlardan çiçekli bitkilere kadar birçok canlı türünün fosilleri mevcuttur. Soyu tükenmiş canlıların dahi fosilleri o kadar kusursuzca korunmuştur ki, günümüzde görmediğimiz bu canlıların nasıl bir yapıya sahip olduklarını anlamamız mümkün olabilmektedir. Bu kadar zengin fosil kaynaklarının içinde, bir tane dahi ara geçiş formu bulunmamaktadır.
KAMBRİYEN PATLAMASIDünyanın yaşı 4,5 milyar yıldır. Darwinci Evrim Teorisi’nin en genel anlatımına göre başta tek hücreli bir canlı oluşmuş, canlılar önce türlere, sonra cinslere, sonra familyalara, sonra takımlara, sonra sınıflara, sonra filumlara ayrılmışlardır. Yüz milyonlarca yıl süren bu ayrışmadaki safhalar hep yavaş yavaş aşılmıştır. Oysa Kambriyen patlaması ve Ediacara Faunası evrimci beklentilerle en zıt olguları oluşturmaktadır. Fosil kayıtları, Kambriyen öncesi dönemde(Prekambriyen 3 milyar yıl) sadece bakterilerin ve mavi-yeşil alglerin hüküm sürdüğünü söylemektedir. Oysa Kambriyen dönemine gelindiğinde (bundan 530 milyon yıl kadar önce), bir sürü birbirinden farklı çok hücreli canlı, aniden, fosil kayıtlarında kendini gösterir. İçinde sınıf, takım, familya, cins ve türü barındıran filumların yarısından fazlası bu dönemde ortaya çıkmıştır. 20 bin gözlü ‘trilobit’ de 5 gözlü ‘opabinia’ da hep bu dönemde, aniden fosil kayıtlarında gözükmüşlerdir. Darwincilerin fosillerden bekledikleri, fosillerin ‘aşağıdan-yukarıya’ bir evrimi göstermesiydi. Buna göre, türler ancak yüz milyonlarca yıl içerisinde sınıflara ve filumlara ayrılmalıydı. Oysa fosil bulgular, Kambriyen’de, bir anda, filumların ortaya çıktığını göstermiştir. Bu da ‘aşağısı’ olmadan ‘yukarı’nın ortaya çıkmış olmasıdır ki evrimci beklentilere tamamen zıttır. Kambriyen Patlaması’nın 10 milyon yıl kadar sürdüğü tespit edilmiştir. Bu 10 milyon yıldan önce 40 milyon yıl Ediacara Faunası ortaya çıkmıştır. Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası Evrimci Teorinin başına şu sorunları açmıştır. 1)Çok hücreli canlılık aniden ortaya çıkmıştır. 2)Çok büyük bir çeşitlilik aniden ortaya çıkmıştır. 3)Evrimci ‘aşağıdan-yukarı’ beklentinin aksine birçok filumum aniden ortaya çıkmıştır. EVRİM TEORİSİ OLMADAN BİLİM OLMAZ MI? Bir veterinerin kuşun kanadı kırılırsa uygulayacağı tedavinin veya bir doktorun, insanın kalp bölgesinde yapacağı ameliyatın, bu teoriye inanmasından veya inanmamasından kaynaklanan bir farklılığı olmayacaktır.
EVRİM TEORİSİ VE SAHTEKÂRLIKLARa)Piltdown adamı: 1912 yılında Londra Tabiat Tarihi Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile Charles Dawson bir çene ile kafatası fosili ve kabaca yontulmuş taş aletler bulduklarını açıkladılar. İngiltere’de Piltdown yakınında bulunan bu fosilin çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve kafatasının ise insanınkine çok benzediği söylendi. Bu fosilin, 500 bin yıl önceki bir canlıya ait olduğu savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir metot çene kemiğinin toprakta ancak birkaç yıl kaldığı, kafatasının ise birkaç bin yıllık olduğu öğrenildi. Kemiklere eski görüntüsü verebilmesi için boyayıcı maddelerle işleme tabi tutulmuştur. ayrıca dişler çene kemiğine uysun diye zımparalanmıştır. Maymun çenesi ise insan kafatası bir araya getirilerek bu sahtekârlık yapılmıştır. Bu sahtekârlık 40 yıl boyunca bilim çevrelerince evrim teorisi için en önemli kanıtlardan biri olarak anlatılmış ve ders kitaplarında okutulmuştur. b)Haeckel’in embriyo çizimleri: Darwin’in çağdaşı ve arkadaşı Alman biyolog Ernst Haeckel’in embriyonun geçirdiği aşamalarla ilgili yanıltıcı bilgiler içeren çizimlerinde bu sahtekârlık hâlâ ders kitaplarında okutulmaktadır. Haeckel’in sahte çizimlerinde çeşitli canlılara ait embriyo resimleri yanyana konulmuş ve bunlar arasında benzerlikler varmış havası verilmeye çalışılmıştır. ayrıca Haeckel, balık ve insan embriyolarını birbirine benzetebilmek için, bu embriyoların resimlerine bazı eklemeler yapmış, bazı kısımları ise çıkarmıştır. Stephen Jay Gould, Michael Richardson ve Thomas Kuhn gibi ünlü embriyologlar ve evrimciler de bunu kınamışlardır. Bu, paradigmaların bilime yön vermesine en canlı örnektir. c)Nebraska adamı: 1922 yılında ünlü fosilbilimci Henry Fairfield Osborn Nebraska’da bir diş fosili buldu. Konunun uzmanları, bu dişin insan ve şempanze arasında ara bir türün dişi olduğunu söylediler. Ardından Nebraska adamının özellikleriyle ilgili detaylı anlatımlar yayımladılar. Daha sonra bu dişin bir domuz dişi olduğu anlaşıldı. Bundan önce ise birçok antropolog, Nebraska adamının nasıl yaşadığı ile ilgili hikâyeler türetmişlerdi. Tüm bunlar din adına veya ideoloji adına, nasıl dogmatik önyargılı yaklaşımlar veya sahtekârlıklar yapılabiliyorsa, aynı şeyin ‘bilim’ adına da yapıldığını, ‘bilim’in bazılarının zannettiği gibi her zaman objektif olan, önyargılardan uzak bir faaliyet olamadığını, söz konusu örnekler göstermektedir. Dinde, Tanrı’nın ödülü olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin maaş veya takdir gibi ödülleri vardır; dinde, dini cemaatin dışlaması veya kabulü önemli olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin dışlaması ve kabulü önemlidir; dinin tartışmasız önkabulleri olduğu gibi, bilimin de tartışmasız önkabulleri vardır. Nitekim Kuhn, abartılı da olsa, bütün bilimsel çalışmalar paradigmaya bağlı olduklarından objektif olmayan ve olamayacak olan uğraşalr olarak tarif etmektedir. Örneğin canlıların ‘soy ağacı’ gibi gözlemsel ve deneysel verilere dayanmayan hayali şemalar, alternatif görüşler göz önüne alınmadan yapılmıştır. Bu ise, ‘apriori inanç’la değerlendirildiğini ortaya koymaktadır. Ders kitaplarında tek taraflı bilgi yerine alternatif görüşler de verilmelidir. “Canlıların kökenine dair elimizdeki bilimsel bilgiler yetersizdir. ” “Gelişmiş mikroskoplar kendiliğinden türemenin mümkün olmadığını ortaya koymuştur. ” “Big Bang Teorisi ortaya konmadan önce Demokritos, Epikuros, Lucretius gibi ateist atomculardan, Aristoteles gibi kendisinden sonraki dönemin en etkin bir filozofuna ve moderne dönemin materyalist filozoflarına kadar birçok kişi evrenin bu haliyle sonsuzdan beri var olduğunu ve sonsuza dek de var olacağını savunuyorlardı. Oysa tek tanrılı dinlerin mensupları evrenin sonradan yaratıldığını, bir başlangıcı olduğunu savunuyorlardı. ” “20. yüzyıla hâkim olan Newton fiziğiyle birlikte 1916 yılında Einstein bile “sonsuz ve durağan(sabit) evren modeli”ni savunuyordu. Daha sonra bu görüşünü Einstein, hayatının en büyük hatası olarak görür. “Bilim pek çok ideolojiden yalnızca biridir ve din devletten artık nasıl ayrıysa, bilim de devletten öyle ayrılmalıdır. ” Paul Feyerabend (Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kur’an, DİB, s. 214-216) This entry was posted on Pazartesi, Ağustos 4th, 2008 at 02:51 and is filed under KADER. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.
There are currently 3 responses to “Big Bang ve Evrim”Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think. |
posted on Ağustos 30th, 2010 at 02:06
posted on Ağustos 30th, 2010 at 02:07