|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Zülkarneyn Aleyhisselam
Peygamber veyâ velî. Kur’ân-ı kerîmde kıssası, doğuya ve batıya seferleri zikr edilmiştir. Asıl ismi İskender’dir. Doğuya ve batıya gittiği için İskender-i Zülkarneyn diye anılmıştır. Nûh aleyhisselamın oğlu Yâfes’in soyundandır. Peygamber olup olmadığı açıkça bildirilmedi. Yemen’de yaşamış olan Münzir İskender ile Aristo’nun talebesi olan Makedonyalı İskender’den daha önce yaşadı.
Sâlih bir zât olan Zülkarneyn aleyhisselamı Allahü teâlâ yeryüzündeki insanlara emir ve yasaklarını tebliğ ile vazîfelendirdi. Zülkarneyn aleyhisselam Allahü teâlâya niyazda bulunup; kendisine kuvvet vermesini, insanlar arasında hangi ilim ve adâletle hükmetmesi gerektiğinin bildirilmesini istedi.
Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Sana verdiğim vazîfeyi yapabilmen için kuvvet ihsân ederim. Göğsünü açarım. Herşeye gücün yetecek hâle gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim, kulağını açarım, tâ uzaktakileri işitirsin. Basîretini genişletirim, çok uzakları görür, her şeye nüfûz edersin. Her şeyi sağlam yaparsın. İstediğin herşeyi ihsân ederim. Sana heybet veririm hiç kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiçbir şey sana zarar vermez. Seni kuvvetlendiririm. Hiçbir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm hiçbir şeyden korkmazsın. Aydınlık ve karanlığı emrine verir, onları senin askerin yaparım. Aydınlık senin önünde yol gösterir, karanlık arkandan seni muhâfaza eder.”
Allahü teâlâ hazret-i Zülkarneyn’in emrine bulutları ve başka vâsıtaları verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerine tasarruf hâkimiyeti verdi. Ayrıca beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsân etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca, ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz harp ederken düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse siyah sancağını açar, düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece düşmana kısa zamanda gâlip gelirdi. Her sefere çıkışında önü aydınlık, arkası karanlık olurdu. Çok geçmeden memleketi genişledi. Devleti güçlendi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bütün dünyâya yaymağı azmetti.
Teyzesinin oğlu Hızır aleyhisselamı kendisine vezir, ordusuna kumandan tâyin etti. Allahü teâlânın emriyle müminlerden meydana gelen ordusu ile ilk önce batıya yürüdü. Vardığı yerlerde kâfirleri hak dîne dâvet etti. İnsanlara iyilik ve ihsânlarda bulundu. İnanmayanlarla harp etti. Batıda meskûn (yerleşilmiş) yerlerin sonuna vardı. Artık karalar bitmiş denizler başlamıştı. Oraya vardığı sırada orada bir kavim buldu. Bu kavim kâfir olup vahşî hayvan derisinden elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinirlerdi. Zülkarneyn aleyhisselam bu kavmi, güzel muâmelede bulunarak hak dîne dâvet etti. Kavimden bir kısmı îmânla şereflendi bir kısmı ise îmân etmekten yüz çevirdi. Zülkarneyn aleyhisselam inanmayanların üzerine yürüdü ve onları karanlıkta bıraktı. Onlar karanlıkta ne yapacaklarını bilemediler. Sonunda pişman olup tövbe ettiler ve Allahü teâlânın varlığına, birliğine inandılar.
Zülkarneyn aleyhisselam müminlerden kurduğu ordusu ile uğradığı her yerdeki bütün insanları hak dîne dâvet etti. Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağırdı. Îmân etmeyenler cezâlarını gördüler. Yaya olarak Mekke-i mükerremeye gitti ve haccetti. İbrahim aleyhisselamla görüşüp hayır duasını aldı. Nasîhatlerine kavuştu. Daha sonra doğuya yöneldi. Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki kara parçasına vardı. Zülkarneyn aleyhisselam orada, yer altındaki mahzenlerde yaşayan kavmi hak dîne dâvet etti. Daha sonra kuzeye bir sefer yaptı. İki dağ arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir kavimle karşılaştı. O kavmi de hak dîne dâvet etti. Kavmin pâdişâhı Zülkarneyn aleyhisselamı iyilikle karşıladı ve hediyeler takdim etti. Bütün kavmiyle birlikte hak dîni kabul etti. Zülkarneyn aleyhisselamın iltifatlarına kavuştu. Ye’cüc ve Me’cüc adlı kavimlerin zararından şikâyette bulundu. Zülkarneyn aleyhisselam o kavimle birlikte Ye’cüc ve Me’cüc’ün zararından korunmak için sed yaptılar.
Zülkarneyn aleyhisselam bir seferi esnâsında hiçbir dünyâ malı ve serveti olmayan, rızıklarını sebzeden temin eden bir kavme rastladı. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, her gün mezarını temizler ve ibâdetlerini burada yaparlardı. Zülkarneyn aleyhisselam o kavmin hükümdarıyla da görüştü. Hükümdar kendilerinin dünyâya önem vermediklerini, âhireti hatırlamak için de ibâdetlerini mezarlarda yaptıklarını anlattı.
Zülkarneyn aleyhisselam Allahü teâlânın yardımıyla, doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri feth edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayma vazîfesini tamamladıktan sonra, askerine izin verdi. Kendisi Medîne ile Şam arasında Dûmet’-ül-Cendel denilen yerde insanlardan ayrıldı. Yalnız Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul oldu.
Vefât etmeden önce yakınlarına “Ben vefat edince usûlüne uygun yıkayıp kefenleyin. Sonra tabuta koyun. Yalnız kollarım dışarda sarkık kalsın. Hazînelerimi de katırlara yükleyin” diye vâsiyette bulundu. Söyledikleri aynen yapıldı. Az bir zaman sonra da vefat etti. Mekke’ye veya Mekke civârındaki Tehâme Dağlarında bir yere defn edildi.
İskender-i Zülkarneyn böyle vâsiyyet etmekle “Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Hizmetçilerim emrimden çıkmadı. Dünyâyı baştan başa tuttum. Sayısız hazînelerim vardı. Fakat bütün bu dünyâ nîmetleri kalıcı değildir. Gördüğünüz gibi mezâra eller boş gidiliyor. Dünyâ malı dünyâda kalıyor. Sizler âhirette de faydalı olacak işler yapın.” demek istedi.
Zülkarneyn aleyhisselam beyaz-kırmızı benizli, orta boylu idi. Güzel ahlâk sâhibi, Hakka teslimiyeti tam, halkına karşı mütevâzi, alçak gönüllü ve adâlet sâhibi idi. Gazâ ve cihâda çıkmakta, beldeleri tâmirde çok gayretli idi. Dünyâ malına rağbet etmez, elinin emeği, alnının teri ile geçinirdi. Bunun için zenbil örer kendine, çoluk çocuğuna bu paradan harcar, artanını fakirlere sadaka verirdi. Ye’cüc ve Me’cüc kavminin zararlarına mâni olmak için sed yapmıştı.
Seddi rivâyetlere göre Asya’nın doğusundaki mümin Türklerin ricâsı üzerine inşâ etmişti. İki dağ arasına taş ve demirden yapılmış olan bu sed bugünkü Çin Seddinden başkadır.
Kur’ân-ı kerîmin Kehf sûresi 83-98. ayet-i kerimelerinde Zülkarneyn aleyhisselamla ilgili haberler verilmektedir. Peygamber efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem de buyurdu ki:
İsmini duyduğunuz kimselerden yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mümin ikisi kâfir idi. Mümin olan ikisi Zülkarneyn ile Süleyman (aleyhisselam) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdî mâlik olacaktır.
İskender-i Zülkarneyn
|
Sual: İskender’e niçin Zülkarneyn denmiştir?
CEVAP
Hazret-i Zülkarneynin de Lokman aleyhisselam gibi peygamber veya veli olduğunda ihtilaf edilmiştir. Peygamber olup olmadığını bilmemiz gerekmez. Doğu ve Batıya hakim olduğu için kendisine Zülkarneyndendiği söylenmektedir. Başka rivayetler de vardır.
Allahü teâlâ, Hazret-i Zülkarneyne, dilleri ayrı olan birkaç kabileyi dine davet etmesi için nur ile zulmeti, (Aydınlıkla karanlığı) emrine verdiğini, kabilelerin de böylece kendisine tâbi olacağını bildirir. Bu sayede dünyaya hakim olur.
Üç İskender vardır:
Birinci İskender, Makedonya kralı Filipin oğlu. Miladdan önce yaşadı, 33 yaşında öldü
İkinci İskender, Yemen hükümdarıdır. Çin’e kadar gitmiştir.
Üçüncü İskender, Kur'an-ı kerimde Zülkarneyn adı ile bildirilen mübarek zattır. Yafes soyundan olup Hızır aleyhisselamın teyzesinin oğludur. Diğer iki İskender’den önce yaşamıştır. Yecüc ve Mecücdenilen kavmi, iki dağ arasına hapsetti. Yüz metre yükseklikte taş ve demirden bir setle dağı kuşattı. Çin seddi başkadır.
Hazret-i Zülkarneyne soruldu ki:
- Babanı mı, yoksa hocanı mı daha çok seviyorsun?
Buyurdu ki:
- Hocamı daha çok seviyorum. Çünkü babam dünyaya gelmeme vesile olmuştur. Fakat hocam ebedi saadetime sebeptir.
Ölürken (Cihanı avucumun içine aldığım halde şimdi eli boş gidiyorum) buyurdu.
Dünya kimseye kalmamıştır. Ahirette herkes amelinin karşılığını göreceğine göre, salih amel işlemeye gayret etmelidir!
|
“(Ey peygamber!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir anı okuyacağım. Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda (amacına ulaşabileceği) bir yol verdik.’”[1]
Bu soruyla gayba ilişkin soruların sonuncusuna gelmiş bulunuyoruz. Zülkarneyn’in kimliğine ilişkin bu soru, ilk etapta gaybi bir soru olarak görülmeyebilir. Nitekim Zülkarneyn geçmişte yaşamış tarihsel bir kişiliktir. Fakat tarihin derinliklerinde kalmış olan nice olay ve eserler daha sonra yaşayanlar için birer gayb durumundadır. Bunları izafî gayb kategorisinde ele alabileceğimiz gibi, bir daha bilinmesi insan için hiçbir zaman söz konusu değilse bunlar mutlak gayb kategorisinde bile değerlendirebilir. Biraz sonra göreceğimiz gibi bu soruyu Hz. Peygamber’e soranlar da, onun normal koşullar altında cevaplandırması mümkün olmayan bu soruyu, onun gayb bilgisine ne kadar sahip olduğunu anlamak ve bu şekilde test etmek üzere yöneltmişlerdir.
Zülkarneyn hakkında sorulan bu soru, Kehf suresinde geçmektedir. “Kehf sözlükte “büyük ve geniş mağara” anlamına gelir Bu surede, Zülkarneyn kıssası dışında iki önemli kıssa daha anlatılmaktadır. Sure, “Ashab-ı Kehf kıssasıyla başladığından bu adı almıştır. Bundan sonra “Hz. Musa ve Hızır” hakkında bir kıssa anlatılır. Son olarak ise Zülkarneyn olayı gelir. Sadece Zülkarneyn kıssasının başında “Sana soruyorlar. De ki:” kalıbının bulunması, bunun toplumsal bir talep üzerine geldiğin göstermektedir. Diğerleri toplumsal bir talep olmaksızın gelmiştir. Nitekim Ashab-ı Kehf kıssasının başında yer alan bir ifade de bu görüşü desteklemektedir: “Yoksa sen Kehf ve Rakim sahiplerinin bizim şaşılacak ayetlerimizden bir ayet olduğunu mu sandın?”[2]
Tüm bu ilginç kıssaların yer aldığı Kehf suresi, Mekke döneminin üçüncü aşamasında gelmiştir. Bu aşamada Müslümanlar ile müşrikler arasındaki ilişkiler kaba güç kullanmayı gerektirecek kadar bozulmuştur. İkinci aşamadaki alay ve tehditler, işkence, ekonomik baskı ve kaba kuvvete yerini bırakmıştır. Öyle ki Müslümanların bir kısmı ilk hicret yurdu olan Habeşistan’a göç etmeye başlamışlardır. Geride kalanlar ise muhasara altına alınmıştır. Fakat bu surede anlatılan kıssalar, henüz göç olmadan Müslümanlara psikolojik destek vermek üzere gelmişe benzemektedir. Özellikle Ashab-ı Kehf (Mağarada Uyuyanlar) hikâyesi, geçmişte inananlara nasıl baskılar yapıldığına bir örnek olarak alıntılanmaktadır.
Zülkarneyn ile ilgili anlatılan hikâye başka bir amaç taşımaktadır. Zülkarneyn aslında Arapların zihnini meşgul eden bir konu değildir. Rivayetlere göre bu konudaki soru, müşriklerin Medine’de yaşayan Yahudi hahamlara danıştıktan sonra sormuş oldukları bir sorudur. Rivayete göre müşrikler Hz. Peygambere karşı zorlu sorular sormak ve onu zor durumda bırakmak üzere Medine’ye iki kişilik bir heyet göndermişlerdir. Heyet, Hz. Peygamber’in özelliklerini anlattıktan sonra Yahudi hahamlardan bilgi almışlardır. Hahamlar ise “Ona üç soru sorunuz, eğer cevap verirse peygamberdir; veremezse değildir” şeklinde bir soru paketiyle onları geri göndermişlerdir. Bu sorular şunlardan ibaretti: 1- Mağarada uyuyanlar kimlerdir? 2- Zülkarneyn hakkında ne biliyorsun? 3- Hızır’ın gerçek hikâyesi nedir? Eğer bu rivayet doğru kabul edilirse o zaman Kehf suresinde geçen üç kıssanın da müşriklerin talebi üzerine geldiği kabul edilebilir. Fakat biraz önce de söylediğimiz gibi Kur’an’daki anlatım tarzı, Zülkarneyn kıssası hariç diğerleri hakkında bize bu izlenimi vermemektedir.
Yorumcular Zülkarneyn’in kim olduğu konusunda görüş farklılığına düşmüşlerdir. Kur’an, olayı yer ve zaman vermeden anlatıyor. Kur’an’daki tüm kıssaların ortak noktası budur. Çünkü Kur’an’ın kıssa anlatmaktan maksadı, tarihi bilgiler vermek ya da tarihin herhangi bir olayına ve kesitine ışık tutmak değildir. Bu kıssalar, Kur’an’ın yerleştirmek istediği inanç ve mesajlarda sadece malzeme olarak kullanılmaktadır.
Kur’an’da üç yerde geçen Zülkarneyn, kelime olarak sahip, malik manasına gelen “zu” ile, boynuz, perçem, tepe, zaman, güneş kursunun kenarı, seyyid, reis, sağnak, muasır, küçük dağ, nesil gibi farklı anlamlara gelen “karn” kelimesinden gelen “karnayn”dan teşekkül etmekte ve anlamı da bu ikinci kelime ile kastedilen şeye göre değişmektedir. Bütün bunların yanında Kur’an’daki kullanılışı dikkate alınırsa, vaktiyle arzın şark ve garbına hakim olmuş cihangir anlamına geldiği görülür. Zülkarneyn’in kim olduğu ve ne zaman yaşadığı hakkında zamanla farklı görüşler ileri sürülmüştür (İslâm Ansiklopedisi, 1.997: 13/650). Geleneksel yorumcuların çoğunluğu Zükarneyn’in genellikle Büyük İskender olduğu konusunda ortak bir fikre sahiptirler, fakat çağdaş bazı yorumcular bu görüşü çeşitli açılardan tartışmaya açmışlardır. Mevdûdî’ye göre Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn’in özellikleri Büyük İskender’le uyuşmamaktadır. Onun yerine ileri sürülen İran İmparatoru Kisra Haris’in (Hüsrev veya Sayrıs) Zülkarneyn’in profiline daha fazla uyduğuna kanaat getirmektedir (1986: 3/174-175).
Grek kralı İskender’in putperest olduğuna dikkat çeken Seyyid Kutup, Zülkarneyn’in kesinlikle o olmadığını vurgulamaktadır. Mevdûdî’den farklı olarak Seyyid Kutup bir başka tarihsel kişiliği alternatif olarak öne sürmektedir. Büyük astronomi bilgini Ebu Reyhan El-Biruni’nin bir eserine atıfta bulunarak bu kişinin Himyer krallarından İfrikaş oğlu Ebu Bekir olabileceğine dikkat çeker. Çünkü geleneğe göre isimlerinin başına mutlaka “Zi” eki getirirlerdi. Ona bu adın verilmesine sebep, güneşin iki ucuna varmış olmasıdır (9/462). Yani Zülkarneyn dünyanın doğu ve batısında ulaşılabilen en son sınıra varmış ve bu ülkeleri fethetmiştir. Ancak Seyyid Kutup da bu konuda kesin bir şey söylenemeyeceğini ve Kur’an kıssalarının kendi maksatlarına uygun olarak alınması gerektiği hususunda ısrar eder. Zira ona göre tarihi araştırmalarla, ne Kur’an test edilebilir ne de geçmişin derinliklerinde kalmış olan olaylar ve kişiler aydınlatılabilir. Tarih ilmi yeni doğmuş bir bilim dalıdır ve bunun imkanlarıyla artık bizim için gayb hükmünde olan meseleler çözümlenemez.
Muhammed Esed, kadim Orta Doğu kültüründe “boynuz” imajının taşıdığı kudret ve iktidar çağrışımlarına atıfta bulunarak, Zülkarneyn’in tarihi ve menkıbevi bir şahsiyet olmaktan ziyade temsili bir anlam ifade ettiğini söylemektedir. Buna göre Zülkarneyn, “İki Boynuzlu Adam” anlamında iki güç ve iktidar kaynağını, yani, hükümdar kudreti ve itibarını ve Allah’a inanmanın kazandırdığı manevi/ruhani gücü ifade etmektedir (1996: C.2. 602). Zülkarneyn’e yönelik bu tür bir yaklaşım biçimi, onu tarihsel bir kişilik olmaktan çıkarıyor ve evrensel bir anlama kavuşturuyor. Şüphesiz ki bu yorum, Kur’an’ın tarihselliği ve evrenselliği açısından önemli bir noktadır.
Kur’an, müşriklerin sorusuna binaen Zülkarneyn’in kişiliği ve yaptığı işler hakkında genel bir görünüm sunmaktadır. O, doğuya, batıya ve kuzeye doğru fetihler yapmış kudretli bir fatihti. Doğu’dan geldikleri sanılan Ye’cüc ve Me’cuc halkına karşı büyük bir duvar inşa etmiş ve adını tarihe bu duvarla kazdırmış bir kişiydi. Bu halk, rivayetlere göre Tatarlar, Moğollar, Hunlar ya da İskitler’dir. Çin duvarlarıyla bu duvarın alakası bulunmamaktadır. Ayrıca o, Allah’a inanan ve adil bir kral olmalıdır. Tüm bu özellikler, onu tarihteki diğer emsallerinden farklı ve daha büyük kılmış olmalıdır. Tüm büyük tarihi şahsiyetler gibi Zülkarneyn de halk arasında abartıla abartıla efsanevi bir kişilik haline getirilmiştir. Bu efsane, Hz. Peygamber döneminde de -özellikle Ehl-i Kitap arasında- yaşıyordu. Bu nedenle Hz. Peygamber’e bu soru sorulmuş olmalıdır.
Bu sorudan ve bu soruya verilen cevaptan çıkarılması gereken sonuç şudur: Zülkarneyn, tarihsel bir kişilik olmakla birlikte neticede sembolleşmiş bir kişiliktir. Onun şahsında, yeryüzünde fetihler yapan, ama bu fetihleri yaparken ün ve şöhret kazanmak için değil, zayıf halkları baskı ve zulümlerden kurtarmak için yapan adil bir yönetici simgeleştirilmektedir. Tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde Mekke aristokratları başta olmak üzere tüm yöneticilere bir mesaj verilmektedir. Dolayısıyla bu mesaj tüm zamanlara verilmiş bir mesajdır, ister soruya bu yönüyle bakalım, isterse bu soruyu, bizim için artık gayb haline gelmiş olan tarihsel gerçekleri aydınlatmak amacıyla aktarılan bir hikâye olarak bakalım, bu soru ve içerdiği cevaplar tarihi aşmaktadır. Daha doğru bir deyimle tarihsel bir olaydan evrensel bir ilke çıkarsanmaktadır. İşin tarihi dekoru, günümüzde işlevsel değildir. Zaten Kur’an, işin tarihi yönüyle ilgilenmemektedir. Zülkarneyn’in Büyük İskender mi, yoksa bir başkası mı olduğu önemli değildir. Nitekim Kur’an, ne bu kıssada ne de diğerlerinde özel yer, tarih ve kişi adları vermeden konuşmaktadır. Öyleyse Kur’an’ın anlattığı kıssalar hakkında, modern anlamda bir tarihçilik yapmak bize yeni bir bilgi kazandırmaz. Bizim için önemli olan bu kıssaların ana fikri ve verdiği evrensel, zaman ve mekanı aşan derslerdir. Konuya bu perspektiften baktığımız zaman Kur’an’ın somut tarihsel olaylarda bile bize nasıl zamanı aşan mesajlar ve ilkeler verdiğini görebiliriz.
Muhammed Esed’in yaptığı yorum da konuyu evrensel bir çerçevede ele almamızı mümkün kılacak niteliktedir. Buna göre iktidarın iki yüzü vardır. Bir yüzü güç ve kudreti temsil etmektedir. Güç ve kudret, tek başına iktidara meşruiyet kazandırmaz. Hatta tek başına güç ve kudret yanlış kullanıldığı zaman iktidar, baskı ve despotizme dönüşür. İktidarı, manipülasyon ve istismardan kurtaracak ve ona meşruiyet sağlayacak olan şey, iktidarın manevi yönüdür. Yani iktidar, ancak adalet ve hukukla meşruiyet kazanır. Bu anlamda Zülkarneyn, meşru otoritenin simgeleşmiş bir ifade biçimi olup, insanlık buna her zaman ihtiyaç duymaktadır.[3]
[1] Kehf: 18/83.
[2] Kehf: 18/9.
[3] Kadir Canatan, Kur’an’da Hz. Peygambere Sorulan 13 Soru, Beyan Yayınları, İstanbul, 2005: 55-60.
|
|
Bugün 602 ziyaretçi (822 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|