|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
ŞİİRTLER
Evliyanın vasıfları
|
Sual: Evliya nasıl tanınır, vasıfları nelerdir?
CEVAP
Çalışmak farz olduğu için, enbiya ve evliya da çalışır. Mesela Âdem aleyhisselam, çiftçilikle uğraşırdı. Nuh aleyhisselam marangoz, Davud aleyhisselam demirci idi. Evliya-i kiram da çeşitli meslek sahibi idiler. Allahü teâlâ, (Sevdiklerimi [evliyamı] halkın içinde saklarım, herkes tanıyamaz) buyuruyor. Onları tanıyan kimseler az da olsa vardır.
Evliyanın vasıflarından bazıları şöyle bildirilmiştir:
1- Evliyanın kerameti olur. Gaybı yalnız evliya değil, melekler ve hatta Peygamberler bile bilmez. Ancak Allahü teâlâ, dilerse, herhangi bir kuluna da bildirir. Peygamber efendimizin gaybı bildiren çok mucizesi vardır. Evliyanın da gaybı bildiren çok kerametleri görülmüştür.
2- Evliyayı gören kimsenin gönlü ona mail olur. Evliyanın her sözü, her hareketi İslam’a uygundur. Yanında bulunan kimselerin kalblerinde Allah korkusu ve Allah sevgisi hâsıl olur. Başka şeylerden soğur. Evliya, ölü kalbleri diriltir. Kalblerdeki pası temizler. Onun yanında duranın günah işleme arzusu yok olmaya başlar.
3- İtikadında bozukluk olan evliya olamaz. Amelde ve itikadda bid’atin zulmeti, evliyalık nurunun kalbe girmesine mani olur. Kalb, bid’atlerden temizlenmedikçe ve doğru itikad ile süslenmedikçe, hakikat güneşinin ışıkları oraya giremez.
4- Evliya bütün kötü huylardan uzaktır. İyi huylarla süslenmiştir. Kendisine zulmedeni affeder, darılana iyilik ve ihsanda bulunur. Onda mal, mevki ve şöhret hırsı bulunmaz. Övülmeyi sevmez. Yerilmekten korkmaz. Tevazu sahibidir. Kendisini kimseden üstün görmez. Hiç kimseyi aşağılamaz. İlim sahibidir, ihlâsla amel eder. Kimsenin zararını istemez. Herkese merhamet eder, acır. İnsanların saadeti için çalışır. Sözünde durur. Emanete riayet eder. Kimseye hıyanet etmez. Suizan, gıybet ve fitneden kaçar. Haklı olsa da münakaşa etmez. Belalara, sıkıntılara göğüs gerer. Nimetlere şükreder. Ehline danışarak iş yapar. Günah işlemekten ve bilhassa imansız gitmekten çok korkar. Çok istigfar eder.
Kısacası evliya en iyi insan demektir. Muhammed Salim hazretlerine, (Bir kimsenin evliya olduğu nasıl anlaşılır?) dediklerinde, (Tatlı dili, güzel ahlakı, güler yüzü, cömertliği, münakaşa etmemesi, özürleri kabul etmesi ve herkese merhamet etmesi ile bir kimsenin veli olduğu anlaşılır) buyurdu.
Eskiden evliya çok idi
Eskiden Abdülkadir-i Geylani, imam-ı Rabbani ve Ahmed Rıfaihazretleri gibi mürşid-i kâmil olan evliya var idi. Evliya oldukları bazı vasıfları ile bilinirdi. Böyle zatların vasıfları kitaplarda bildirilmiştir. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmuş olana Evliya denir. Başkalarının da kavuşmalarına vasıta olana Mürşid denir. Mürşid-i kâmilin, yani rehberlik eden evliyanın alameti, itikadının düzgün olması ve İslam ahkâmına tam uymasıdır. Sözleri, hareketleri İslam ahkâmına uygun olmayan zat, havada uçsa da, rehber olamaz. Evliya ile konuşmak ve onu görmek, Allahü teâlâyı hatırlamaya sebep olur. Allahü teâlâdan başka her şey kalbe soğuk gelir. Allahü teâlâ, (Evliyam şunlardır ki; ben anılırsam, onlar hatırlanır, onlar hatırlanınca ben anılırım)buyuruyor. Resulullah efendimize, evliyanın alametleri sorulunca,(Onlar görülünce Allah hatırlanır) buyurdu. Bugün yapılacak iş, eskiden yazılmış, İslam âlimlerinin kitaplarını okumaktır.
Mürşidin vasıfları
Eski mürşidlerin vasıflarından birkaçı şöyledir:
1- Lüzumlu akaid ve fıkıh bilgilerine vâkıf idiler. Fıkıh bilmeyen evliya olamaz.
2- Hep güler yüzlü olup, bir anne şefkati ile talebeyi terbiye ederler idi.
3- Hiç bir talebenin parasında gözü olmazdı. (Allah’ın evliyası, cömertlik ve güzel ahlak üzere yaratılmıştır) hadis-i şerifine uygun vasıfta olup, talebelerine elinden gelen yardımı yaparlar idi.
4- Talebelerinin sırlarını gizli tutarlardı. (Seçilmişlerin kalbleri sırların mezarıdır) denirdi.
5- (Üstada da, talebeye de saygılı olun) hadis-i şerifine göre merhametli ve tevazu sahibi idiler.
6- (Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır) mealindeki âyet-i kerime mucibince ilimleri ile büyüklenmezlerdi.
İlmi ile mağrur olanlar, ilimleri az olanlardır. Az bir şey öğrenince her şeyi öğrendiklerini zannederler. Fazla bilgi sahibi olanlar, ilmin sınırsızlığını ve sonuna ulaşmaktan aciz olduklarını bildiklerinden tevazudan ayrılmazlar. Zaten âlim, bilmediklerinin bildiklerinden çok olduğunu bilen zattır.
7- Bilmedikleri olursa, “Bilmiyoruz” demekten çekinmezlerdi.
Peygamber efendimiz de, bütün yaratılmışların en üstünü olduğu halde, (Bilmiyorum, Cebrail aleyhisselama sorayım da öyle cevap vereyim) buyurmuştur. Hazret-i İbni Abbas da (Bilmiyorum diyemeyen helak olmuştur) buyuruyor.
8- Malayani, yani boş konuşmazlardı.
9- Talebeleri de üstün kimselerdi. Her talebe, Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanardı. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın haldeydi. Uykuları kaçar, gözyaşları dinmezdi. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz, her işinde Allah’tan korkar, titrerdi. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınırdı. Her işinde sabreder ve affeder, her geçimsizlikte, sıkıntıda kusuru kendinde görürdü. Her nefeste Allah’ı düşünür, gaflet ile yaşamaz, kimseyle münakaşa etmezdi. Bir kalbi incitmekten korkar, kalbleri Allahü teâlânın evi bilirdi. Eshab-ı kiramın hepsini, “radıyallahü teâlâ anhüm ecmain” diyerek iyi bilir, hepsinin iyi olduğunu söylerdi.
10- İlmiyle amildiler. Yani bildikleriyle amel ederlerdi. Bildiği ile amel etmeyen, kendi görüşünü din gibi ortaya atan ve bölücülük yapanlar kötü âlimlerdir. Kötü âlimler Kur’an-ı kerimde (Kitap yüklü merkebe)benzetilmiştir. (Cuma 5)
Bilin ki, evliyada üç alamet bulunur:
Biri, görenin gönlü, hep ona mail olur.
İkinci alameti sohbetten anlaşılır,
Her ne dese, dinleyen sözüne kail olur.
Üçüncüsü şöyledir, onun cümle azası,
Dinin edepleriyle, her zaman âmil olur.
Evliyayı sevenler ona gönül verenler,
Sayısız nimetlere şüphesiz nail olur.
Basireti açılır, gafleti zail olur.
Üveysilik nedir?
Sual: Üveysilik nedir?
CEVAP
Peygamber efendimiz veya evliyanın ruhları ile terbiye edilene üveysi denir. Kitaplardaki bilgiler şöyle:
Evliyadan birine üveysi olmak için her gün tenha bir yerde iki rekât namaz kılıp, bir Fatiha okuyup, sevaplarını onun mübarek ruhuna göndermeli, bir müddet onun ruhunu düşünmeli. Birkaç gün sonra onun üveysisi olunur. (Dürr-ül-mearif)
Evliyadan birinin üveysisi olmak için tenha bir yerde iki rekât namaz kılıp, sevabını o velinin ruhuna gönderip ruhunu düşünerek beklemelidir. (Makamat-i Mazheriyye)
Üveysi olmak için itikadın düzgün olması ve dinimizin emirlerine uyulması gerekir. Ayrıca, çok sevmek de şarttır. Böyle bir kimse, istediği velinin üveysisi olabilir. Üveysi olan da, o veli tarafından terbiye edilerek yükselir.
İmam-ı Rabbani hazretleri gibi Resulullah efendimizin vârislerinden birine üveysi olan, aynı zamanda Resulullaha da üveysi olmuş olur.
Evliyanın farkı
Sual: Evliya da insan olduğuna göre, diğer insanlardan farkı nedir?
CEVAP
Evliya da insandır; fakat bir veli, evliya olmamış binlerce Müslümandan üstündür. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Hiç bir şey, mislinin, bin katı olamaz. Fakat gerçek mümin, [veli kul, arif-i billah] bin insandan daha iyidir.) [Taberani]
Kur'an-ı kerimde de bu müminlerin yani evliyanın, ariflerin üstün olduğu bildiriliyor:
(Siz gerçekten mümin iseniz, çok üstünsünüz.) [Al-i İmran 139]
Evliya ve mürşid-i kâmil
Sual: Her evliya aynı zamanda mürşid-i kâmil midir?
CEVAP
Her mürşid-i kâmil evliyadır; ama her evliya mürşid-i kâmil değildir, hatta mürşid bile olmayabilir. Mürşid-i kâmil, bütün işleri, İslamiyet’e uygun olan, tasavvuf ilminde uzman Ehl-i sünnet âlimi demektir. Derin âlim yani müctehid olmayan, mürşid-i kâmil olamaz. Başka ilimlerin uzmanlarına kâmil denmez. Mürşid-i kâmil, ictihad derecesinde yüksek âlim olduğu için, hem ilim, hem de marifet sahibidir. Buna,(Zül-cenahayn) denir. Akılla anlaşılan bilgilere (ilim), kalble anlaşılan bilgilere (marifet) ve (irfan) denir.
İnsan çalışmakla evliya olabilir; fakat mürşid-i kâmil farklıdır. Mürşid-i kâmil, hem zahiri ilimlerde, hem de tasavvuf bilgilerinde ihtisas sahibidir. Kâmil ve mükemmildir, yani hem yetişmiştir hem de başkalarını yetiştirebilme kabiliyetine sahip büyük âlimdir.
Bir kimse, kitap okumadan evliya olabilirse de, mürşid olamaz. Mürşidin, müctehid olması ve marifette, (Vilâyet-i hassa-i Muhammediyye) mertebesinde bulunması lazımdır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Mürşid-i kâmilin bakışları, kalb hastalıklarına şifa verir. Onun teveccühü, yani kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler, süpürür.)
Abdulhak-ı Dehlevi hazretleri de buyuruyor ki:
(Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezhep imamlarıdır. Bu dört imam, İslâm dininin dört temel direkleridirler.)
Ulema ve evliya
Sual: Âlimler mi daha üstündür, yoksa tasavvuf yolunda ilerleyen evliya mı?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İlim öğrenen kimse, nefsine uyarak günah işlerse, kendine zarar yaparsa da, onun ilminden faydalananlar olur. Kendini yakarsa da, başkalarının kurtulmasına sebep olur. Tasavvuf yolunda ilerlemeye çalışan kimse, kendini kurtarmakla uğraşır. Başkalarına faydası olmaz. Dinimiz, insanların saadetine çalışanları, kendini kurtarmaya çalışanlardan, daha üstün tutar. Tasavvuf yolunda ilerleyen bir kimse, tasavvufta bildirilen makamlara erer ve sonra insanları davet etmek vazifesiyle şereflendirilirse, İslamiyet'i bildirenlerden, herkesi saadete erdirenlerden olur. İslam âlimleri gibi üstün ve kıymetli olur. Bu, Allahü teâlânın öyle bir nimetidir ki, dilediği seçilmişlere ihsan eder. Onun ihsanı pek büyüktür. (1/48)
Eski mürşidler
Sual: Eskiden Mürşid-i kâmil olan zatlar, müridlerinin hallerinden nasıl haberdar olurdu?
CEVAP
Bazıları, Hazret-i Ömer’in gördüğü şekilde, televizyon ekranındaki gibi net görürlerdi, buna tayy-i mekân denir. Bazıları da, tevilli olarak, yani alametlerini görüp anlarlardı. Bazıları da, hiç görmeden kalblerine ilham olunurdu.
Bid'at ehli evliya olamaz
Sual: Evliya zatların hepsi Ehl-i sünnet miydi? Bid’at ehlinden evliya olamaz mı?
CEVAP
Bid’at ehli, hakiki Müslüman değil ki, evliya olabilsin. Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet idi. Bid’at sahiplerinden hiçbiri, Allahü teâlânın marifetine yaklaşamamıştır. Evliyalık nurları, bunların kalblerine girmemiştir. Amelde ve itikatta olan bid’atin zulmeti, evliyalık nurunun kalbe girmesine mani olur. Kalb, bid’at pisliklerinden temizlenmedikçe ve Ehl-i sünnet itikadıyla süslenmedikçe, hakikat güneşinin ışıkları oraya giremez. O kalb, yakîn nuruyla aydınlanamaz.(Merec-ül-bahreyn)
Allah’ı hatırlatan zat
Sual: (Bir kimse, görülünce veya sohbetine gidilince, eğer dünya sevgisi unutuluyor, âhirete rağbet artıyorsa, o kimse Allah adamıdır) deniyor. Bu söz doğru mudur?
CEVAP
Evet, doğrudur. Birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Evliya görülünce, Allah hatırlanır.) [İbni Mace]
(Evliya o kimselerdir ki, onlar görülünce, Allah hatırlanır.) [İbni Ebi Şeybe, Ebu Nuaym]
(Hak teâlâ, “Ben anılınca evliyam hatırlanır, onlar anılınca, ben hatırlanırım” buyurdu.) [İ. Begavi - Mesabih]
(Öyle zatlar var ki, Allah’ı hatırlamanın anahtarıdır. Onlar görülünce Allah hatırlanır.) [Taberanî]
(Her âlimin sohbetine gitmeyin! Ancak şu beş şeyden sakındırıp, diğer beş şeye davet eden âlimin sohbetine gidin!
1- Şekten, yakîne sevk eden, [Şüpheli inanıştan sakındırıp kesin imana yönlendiren]
2- Kibirden uzaklaştırıp, tevazua yönelten,
3- Nefreti, düşmanlığı bıraktırıp, hayra sevk eden,
4- Riyadan uzaklaştırıp, ihlâsa çeviren,
5- Dünyadan, zühde [tamahtan, tok gözlü olmaya] çağıran.) [Asakir]
Görülünce Allah’ı hatırlatan zatların sohbetine gitmeli, böyle zatları sevenlerle beraber olmaya çalışmalı. Böyle büyük zatlar bulunmazsa, onların kitaplarını okumalı, çünkü (Kitap okumak, sohbetin yarısıdır)buyurulmuştur.
Evliyayı hatırlamak
Sual: Hadis düşmanı biri, (Allahü teâlâ buyurdu ki: Ben zikrolununca Evliyam hatırlanır. Onlar zikrolununca da ben hatırlanırım) mealindeki hadis için, (Bu hadis, Kur'anın tevhid inancına aykırıdır) diyor. Bir hadis, tevhid inancına aykırı olur mu?
CEVAP
Sanki hadis-i şerifin tevhid inancı ile Kur'an-ı kerimin tevhid inancı farklı gibi ayrım yapılıyor. Kimi mezhepsizler de, (Bu hadis, Kur'an-ı kerimin ruhuna aykırıdır) diyorlar. Kur'anın ruhu, hadisin ruhundan farklı gibi, ayrı bir yol çıkarıyorlar. Kur'an-ı kerimde, Peygamberlerin yoluyla Allahü teâlânın yolunu ayıranların kötü hâli bildiriliyor:
(Allah ile resullerinin emirlerini birbirinden ayırıp, ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, kâfirdir.) [Nisa 150,151]
Hiçbir hadis-i şerif, elbette tevhid inancına aykırı olamaz. Bu hadis-i şerifi, Ebu Nuaym ve İmam-ı Begavi gibi büyük hadis âlimleri bildiriyor. Yine, bu konudaki iki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Evliya görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır.) [İbni Mace, Hakim-i Tirmizi]
(Gördüğünüzde sizlere Allah'ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran, ilmi ahireti düşünmenize yarayanla beraber olun!) [Ebu Ya'la]
Mürşid-i kâmil yok mu?
Sual: (Bugün evliya, mürşid, dergâh, tarikat yoktur. Bunun için dînî anlamda emîr yoktur) deniyor. Bunlar doğru mu?
CEVAP
(Evliya, mürşid-i kâmil yok) demek, hattâ mürşid olarak bilinen zatlara, mürşid değil demek çok yanlıştır. Dünya evliya zatlardan boş değildir. Belki azdır, ama mutlaka vardır. Yok demek, akıldan veya ilimden noksanlık alametidir. Din kitaplarında birler, üçler, yediler, kırklar, beş yüzler gibi adlandırılan Evliya zatlardan bahsedilir. Ebdal denilen evliya her zaman bulunur. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(40 kişi olan ebdallerin bereketiyle düşmana galip gelir, beladan kurtulursunuz.) [İ. Asakir]
(Yeryüzünde her zaman [ebdallerden] kırk kişi bulunur. Her biri İbrahim aleyhisselam gibi bereketlidir. Bunların bereketiyle yağmur yağar.) [Taberani]
Peygamber efendimiz böyle buyururken hâşâ o nasıl yalanlanabilir?
Evliya zatları herkesin tanıması elbette zordur. Âlimlerimiz, (Allahü teâlâ, rızasını taatte, gazabını günahlarda, orta namazı beş vakit namazda, evliyasını halk arasında, Kadir gecesini Ramazan ayı içinde gizlemiştir) buyuruyor. Zaten ben evliyayım diyen, veli değildir. Evliya zatlar, kendilerini gizler. Bunun için evliyayı tanımak zordur. Piyasada, (Ben evliyayım, ben mürşidim) diyen çok olsa da, bunlara itibar etmemeli.
Üçler, yediler, kırklar gibi adlandırılan Evliya zatlar nasıl inkâr edilir? Bir hadis-i şerif:
(Her asırda salih zatlar vardır. Bunlar 500 kişi olup kırkı ebdaldir.)[Ebu Nuaym]
Ayrıca her asırda gelen, müceddid olan büyük âlim ve evliya zatlar da vardır. Bir hadis-i şerif:
(Allahü teâlâ, her asırda dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.) [Ebu Davud]
Dini bid’atlerden temizleyen müceddid zatları inkâr etmek daha kötüdür. Müceddidlerin çoğu mürşid-i kâmildir. Her zaman Ehl-i sünnet olan, doğru bir taife de [bir grup] bulunur. Bunların başında bir emîr, bir mürşid-i kâmil vardır. Bu taife Kıyamete kadar devam eder. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ümmetimden bir taife [grup], Allah’ın emriyle hak üzere hareket etmekte devam eder.) [Buhari]
Hak üzere olup da mürşidsiz bir taife, bir grup düşünülemez.
Mişkat’taki, (Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar, her zaman bulunur. Onlara karşı çıkanlar, doğru yolda olan bu kimselere zarar veremez.) hadis-i şerifi de gösteriyor ki, (Evliya yok, mürşid-i kâmil yok, emîr yok) diyenler, Kıyamete kadar devam edecek olan doğru gruba asla zarar veremez.
Dinimizin yayılması, eskiden tekkeyle, dergâhla olurdu. Tekke, dergâh yok diye, mürşid yok demek ahmaklıktır. Mürşid, bir tekkede, dergâhta oturan zat değildir.
Mürşid-i kâmil, bütün sözleri, bütün işleri, İslamiyet’e uygun olan, İslâmiyet'i iyi bilen Ehl-i sünnet âlimidir. İnsanların Allahü teâlânın rızasını kazanmalarına vasıta olan zattır. (İ. Ahlakı)
Mürşid-i kâmile kavuşmak, en büyük saadettir. Onu aramak birinci vazifedir. Hakiki Mürşid, kıyamete kadar mevcuddur. Halis olan taliblere kendisini tanıtır. Düşmanlardan, ahmaklardan saklanır.(H.S.Vesikaları)
(Dünyada böyle insan yok) demek ilmî değil, indîdir. Nefis, kimseye tâbi olmak, itaat etmek istemez. Emîrsiz yaşamak ister. (Ben kitaplara uyarak dinimi yaşarım) der. Hâlbuki dinimizde emîrlik çok önemlidir. 2-3 kişi bile bir araya gelse, biri emîr tayin edilir ve o emîre uyulur. Emîrsiz, başıboş dine hizmet olmaz. Bunun için Hazret-i Ali de,(Mutlaka bir emîr tayin edin! Emîrsiz olmak şeytanla beraber olmaktır) buyuruyor.
.
Evliyaya evliya denmez mi?
|
Sual: Selefî biri, (Birine Evliya demek yahut ölmüşse, Merhum veyaRahmetüllahi aleyh demek, gaybdan haber vermek olacağı için şirktir. Mesela Abdülkadir-i Geylanî’ye veya başka birine evliya demek küfür olur) diyor. Bunlar yanlış değil midir?
CEVAP
Elbette yanlış. Birine merhum demekle gaybdan haber verilmiş olmaz. Eshab-ı kiramın tamamı Cennetliktir. Herbirine Radıyallahü anhdenir. Eshab-ı kiramdan on kişinin, isimleri bildirilerek müjdelenmesi onlara ayrı bir ikramdır. Yoksa Sahabenin tamamı Cennetliktir. Kur'an-ı kerimde mealen, (Hepsine hüsnayı [Cenneti] vâdettik) buyuruluyor. (Hadid 10)
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Beni gören müslüman Cehenneme girmez.) [Taberani]
Peygamberler, evliyalar şehidler Cennete gireceği gibi, imanlı ölen her günahkâr Müslüman kesin Cennete girecektir. Onun için ölen Müslümanlara “Merhum” veya “Rahmetüllahi aleyh” denir. Âlimlerin ismi geçince, “Rahmetüllahi aleyh” demekse müstehabdır. (Redd-ül-muhtar)
Müslüman olarak bilinen biri imansız ölse, ama imansız öldüğü bilinmese, ona hüsnüzan edilerek “Rahmetüllahi aleyh” demek caiz olur. Dinimiz zahire bakar. Aksine bir gayrimüslim, Müslüman olup, Müslümanlığını gizlese, kimseye bir şey söylemediği için herkes onu Hristiyan zannetse, imanla ölse, buna Müslüman denmez. Çünkü dinimiz zahire göre hükmeder. Müslüman olarak yaşayıp da imansız ölene de, imansız öldüğü bilinmediği için, “Müslüman” denir. Müslümana, “Merhum” veya “Rahmetüllahi aleyh” demek caiz olur. Bunun için Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsine hüsnüzan etmeli, isimleri geçince, “Rahmetüllahi aleyh” demeli! Müminler, kâfir olarak ölse bile, bilmediğimiz için hepsini iyilikle anmalıyız. Bir hadis-i şerifte,(Ölülerinizin iyiliklerini anın!) buyuruldu. (Tirmizî)
İslam âlimlerini rahmetle anmak gerekir. Günahkâr da olsa, ölen Müslümana iyi demek caizdir. Birkaç hadis-i şerif meali:
(Ölen müminin iyi olduğuna şahitlik edilirse, Allahü teâlâ onun kötü olduğunu bildiği halde, “Müslümanların bu ölü hakkındaki şahitliklerini kabul ettim. Onun kötülüklerini de affettim” buyurur.) [Bezzar]
(Siz kimin iyiliğini söylerseniz Cennet ona vacib olur, kimin de kötülüğünü söylerseniz Cehennem ona vacib olur. Siz yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz.) [Buharî]
(Hangi Müslümanın iyiliğine dört kişi şahitlik ederse, Allahü teâlâ onu Cennete koyar. Üç, hattâ iki kişi şahitlik ederse yine böyledir.) [Buharî]
Seyyid Abdülkadir-i Geylanî hazretleri gibi evliya zatları binlerce âlim, iyilikle anmış, Cennetlik olduğunu söylemiştir. Allahü teâlâ, iki Müslümanın şahitliğini kabul eder de, birçok âlimin, evliyanın ittifakla söylediği sözleri kabul etmez mi?
Dinimiz, görünüşe göre hüküm verir. Bir gayrimüslim de, iman edip Müslüman olarak ölebilir. Hatta Müslüman da olmuş olabilir. Ama çevresinden çekindiği için Müslümanlığını açıklamamış olabilir. Bunlara rağmen, böyle Müslümana merhum, rahmetli demek caiz olmaz.
Veli ne demek?
Genç ateist, bir kelimenin iki veya daha fazla anlamı olacağını bilmediği için veli kelimesine takılmış. Soruyor: Hiç Allah’ın velisi olur mu?
CEVAP
Bilindiği gibi yüz kelimesinin birkaç anlamı vardır. Baba kelimesi de öyle. Mafya babası, Bektaşi babası, Fakir babası, Para babası, Baba adam gibi farklı anlamlarda kullanılır. Harç kelimesinin de kullanıldığı yerlere göre çeşitli anlamları vardır. Mesela Maliye’de harç demek, vergi demektir. İnşaatta yenice su, kum karıştırılmış çimento demektir. Ziraatta gübre karıştırılmış toprak demektir. Mutfakta da harç vardır, köfte harcı, dolma harcı gibi.
Genç bunları bilmediği için, diyor ki: Veli ne demek, koruyan, gözeten demek. Okula başlayan her öğrencinin velisi olur. Öğrenci velisinden sorulur. Allah'ın velisi deyince de Allah'ı koruyan biri anlaşılır. Demek ki sizin Allah’ınızı koruyup gözeten veliler var öyle mi?
CEVAP
Ne kadar cahillik bu. Bir kelimenin birkaç anlamı olur diye yukarıda açıkladık. Veli, ermiş kimse demektir. Veli kelimesinin çoğulu evliyadır. Öğrenci velileri toplandı denilince bu, evliyalar anlaşılmaz. Senin bu yanlışlığın, 1970 lerdeki bir olayı hatırlattı. Belki o zamanlar sen doğmamıştın. Fikir babanız Prof. İlhan Arsel, (Biz üniversitede kapıcılık bile yapamayız) diyerek istifa ettiği zaman, Meydan dergisinde bir yazar, senin yanlışlığına benzer bir yanlışlığını hatırlatmıştı. İlhan Arsel, Ebussüud efendinin bir fetvasını okumuş, senin gibi yanlış anlamış. Genç bir kızın pire verilip verilmesi ile ilgili fetvasındaki pire vermek sözünü anlayamamış. (Görüyorsunuz, Müslümanların Şeyh-ül-İslamı, bir kızı pire ile evlendiriyor) demişti. Halbuki, o kelime pire değil pir idi. Pir ise ihtiyar demektir.
Hakk’a yürüdü demek
Sual: Bir hoca, (Ölen bir Müslüman için Hakk’a yürüdü, Hakk’ın rahmetine kavuştu demek gaybdan haber vermek olur. Onun rahmete kavuştuğu nereden biliniyor ki? Aşere-i mübeşşere hariç, imanla öldüğü bilinmediği için hiç kimseye, merhum, rahmetli denmez) dedi. Âlim ve evliya zatlara da merhum denmez mi?
CEVAP
Hüküm zahire göredir. Müslüman olarak bilinen biri imansız ölse, fakat imansız öldüğü bilinmese, hüsnü zan edilerek ona merhum, rahmetli denir. Aksine bir gayrimüslim, Müslüman olup, Müslümanlığını gizlese, kimse bilmediği için herkes onu Hristiyan zannetse, buna Müslüman denmez, kâfir denir.
Bütün din kitaplarında âlim veya evliya olarak bilinen zatlara, rahmetullahi aleyh denmiştir.
Hakk’a yürümek tabiri, öldü demektir. (İmanlı öldü) demek değildir. Müslüman olarak yaşayan ve kâfirliği bilinmeyen kimse için, (İmanlı öldü) manasında da kullanılabilir.
Kâfirlere ve (Ben de Müslümanım) dediği hâlde İslâmiyet’e açıktan düşmanlık edenlere rahmetli, merhum denmez.
.
İstanbul evliyaları demek
|
Sual: Tasavvuf düşmanı iki Abduhcu yazar, (İstanbul evliyaları demek yanlıştır. Evliya, velinin çoğuludur. Çoğulun çoğulu olmaz) diyor. Türkçe’ye yerleşmiş olan böyle kelimeleri Türklerin kullandığı gibi kullanmakta mahzur var mıdır?
CEVAP
Abduhcu yazarların, Ehl-i sünnet kitaplarına çamur atabilmek için başka bir hata bulamayıp, “Çoğulun çoğulu olmaz” demeleri iki yönden yanlıştır:
Arapça’daki birçok çoğul kelime, Türkçe’ye tekil olarak geçmiştir. Arapça’da galat olsa da Türkçe’de olmaz. Aşağıdaki siyah harfli kelimeler, Arapça’da çoğul olduğu halde, Türkçe’de tekil olarak kullanılır. Birkaç örnek verelim:
Şaki = Eşkıya, şekil = eşkal, veled = evlad, tacir = tüccar, fakir= fukara, rızk = erzak, ihraç = ihracat, ithal= ithalat, sınıf = esnaf, misil= emsal, buud=ebad, ced = ecdad, edat = edevat, heram = ehram,lif = elyaf, şerif = eşraf, sevb = esvab, taraf = etraf, vasıf = evsaf,hayr = hayrat, hulk = ahlak, nefs = nüfus, akıllı = ukala, abdal = budala, varak = evrak, şey = eşya.
Bu kelimelerin çoğulları, asırlardır tekil gibi kullanılmaktadır. Mesela, (Ukala bir eşkıya, bir evladımın ahlakını bozdu) denir; fakat (Akıllı bir şaki, veledimin hulkunu bozdu) denmez.
Çoğullarının çoğulları da şöyle kullanılmaktadır:
(Seçimi kaybedenler, yolsuzluk evraklarını yaktıktan sonra, eşyalarını toplayıp gittiler.)
(Eşkıyalar, evlatlarımın ahlaklarını bozdu.)
(Anarşistlerin eşkalleri belirlendi.)
(Evlatlarınızı iyi yetiştirin.)
(Budalalar çok saf insanlardır.)
(Tüccarların ihracatları çoğaldı.)
(Esnaflar da ithalata başladı.)
(Fukaraların erzakları yetmedi.)
(Emsalleri içinde en üstünü o.)
(Masanın ebatları büyüktü.)
(Ecdatlarımızı hayırla anarız.)
(Aletleri ve edevatları iyi saklayın.)
(Mısır ehramları meşhurdur.)
(Pamuk elyaflarının en iyisi idi.)
(Ali ağa köyün eşraflarındandır.)
(Yeni esvaplarımızı giyinmiştik.)
(Binaların etraflarına iyi bakın.)
(Malların evsaflarını bildirin.)
(Ne hayratlar yaptırmışlar.)
(Gençlerin ahlakları bozuluyor.)
(Almanların nüfusları azalıyor.)
(Her gün ukalalar türüyor.)
(Evliyalara dil uzatanlar çoğaldı.)
Bu kelimelerin Türkçe olarak böyle çoğul şeklinde söylenmesi yanlış değildir. Böyle yazmakla dini bir hata da işlenmiyor, Mason Abduh gibi, düşük faize helal denmiyor. Abduhcular niye alınıyor ki?
Evladın tekili velettir. Türkçe’de evlat yerine velet dense, hakaret kabul edilir. Tüccarlar yerine tacirler, erzaklar yerine rızklar, nüfus sayımı yerine nefislerin sayımı dense, anlaşılmaz veya tuhaf karşılanır. Şeykelimesinin çoğulu olan eşya tekil olarak kullanılır. Çoğul olarakeşyalar denir. Eşyalar çoğulun çoğuludur.
Galat-ı meşhur olanları da kullanmanın mahzuru olmaz. Mesela akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet olduğu hâlde, halkımız arasında, hafıza, hatır anlamında da kullanılıyor. Mesela hatırıma geldi, hatırımdan çıktı yerine, aklıma geldi, aklımdan çıktı deniyor. Ama galat-ı meşhur olduğu için kullanmakta mahzur olmaz.
Arabide çoğulun da çoğulu olur. Birkaç örnek:
Kavm, çoğulu ekvâm, bunun ki de ekavimdir.
Recül [adam], çoğulu rical ve ricalattır.
Fadıl [faziletli], çoğulu efadıl ve efadilindir.
Kelb [köpek], çoğulu kilab ve ekalibdir.
Atalarımız der ki:
Kilab ürür, kervan yürür.
|
.
Evliyaya dil uzatmak
|
Sual: İbni Arabi hazretlerine dil uzatılıyor. Evliyaya dil uzatmak caiz midir?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri, Mektubat’da buyuruyor ki:
(Büyüklerimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddin-i Arabinin, birçok sözlerinin ehl-i sünnete uymaması, şaşılacak şeydir. Hataları keşfinde, kalbde doğan bilgilerde olduğu için, ictihaddaki hatalar gibi bir şey söylenemez. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnete uymayan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim.
Onun hakkında konuşanlardan bir kısmı haddi aşıyor, bir kısmı büsbütün mahrum kalıyor. Evliyanın büyüklerinden olan M.Arabi hazretleri, keşflerindeki hatalardan dolayı büsbütün reddedilemez. Onun vahdet-i vücud bilgisi, görünüşte, ehl-i sünnet itikadına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır. Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu gösterdim.) [m.266]
(Kıyas ve ictihad, dinin 4 temelinden biridir. Evliyanın ilhamları böyle değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir. Tasavvufçuların, ehl-i sünnete uygun olmayan sözlerine uyulmaz. Fakat, onlara iyi gözle bakarak dil uzatmamalı, şuursuz sözlerinden saymalıdır!) [m.272]
(Şeyh-i ekberi [yani İbni Arabiyi] caiz olmayan bazı bilgileri ile, yine makbuller arasında görüyorum. Evliya arasında bulunuyor. Onu reddeden, beğenmeyen tehlikededir.) [c.3, m.77]
İmam-ı Süyuti hazretleri Tenbih-ul-gabi kitabında İbni Arabi hazretlerinin büyüklüğünü vesikalarla ispat etmektedir.
Ebüssüud efendi hazretleri de ona dil uzatılamıyacağına dair fetva vermiştir.
Abdülgani Nablüsi hazretleri, İbni Arabi gibi büyük bir evliyaya dil uzatanın cahil ve gafil olduğunu, bunların başında İbni Teymiye’nin geldiğini bildirmektedir. (Hadika)
Evliya ile eşkıya kıyas edilmez
Sual: İbni Teymiyeciler, “Felsefecilerin nasslarla çatışan akli delilleri onları tekfirden kurtarmadığı halde, tasavvuf ehlinin nasslarla çatışan keşifleri onları nasıl küfürden kurtarabiliyor” diyerek İbni Arabi hazretleri gibi bazı evliyayı tekfire yelteniyorlar.
Bu mukayese doğru olur mu?
CEVAP
Doğru olmaz. Mukayesenin doğru olması için müşterek benzerliklerin olması lazımdır. Dost ile düşman, mukayese edilmez. Mesela, Allahü teâlâ kâfirler için ölü buyuruyor. Kâfir ile mümin yani ölü ile diri mukayese edilir mi? Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Kâfirler, sağır, dilsiz, kör oldukları için doğru yola gelmezler.)[Bekara 18]
(Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak],gölge ile sıcak [Cennetle Cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz.) [Fatır 19]
Yunan felsefecileri kâfirdir, tasavvuf ehli ise Allahü teâlânın dostu, evliyasıdır. Evliya ile kâfir hiç mukayese edilir mi? Firavun da, "Ben tanrıyım" dedi, Hallac-ı Mansur hazretleri de. Biri kâfirdi biri müslüman. Müslümanınkini tevil etmek gerekir. Namaz kılan ve dinin her emrini yerine getiren bir müslüman bir şey söylemişse, bunun tevilini aramak gerekir.
Yunan felsefecileri, (Kâinat, Allah gibi, ezeli ve ebedidir, Allah cüzi olan şeyleri bilmez, cismani, bedeni bir haşr yoktur) gibi birçok düşünceleri yüzünden kâfir oluyorlar. İslam filozofu denilen kimseler de, böyle düşünüyorsa, onlar da aynı hükme girer. İmam-ı Gazali hazretleri, böyle düşünen din adamlarının da aynı hükme girdiğini (El münkız), (Tehafüt) ve (İlcam)da bildiriyor. Kâinatı ezeli ve ebedi bilen felsefecilerin küfre düştüklerini bildirdikleri için imam-ı Gazali ve imam-ı Rabbani hazretleri gibi Resulullahın vârisleri olan büyük âlimlere felsefeciler tarafından dil uzatılıyor. İbni Rüşd, felsefecileri savunmak için imam-ı Gazali hazretlerini tenkit eden bir kitap bile yazmıştır. Felsefeci ve İbni Teymiyeci bir genç, (El-Gazzalinin uydurma hadisler üzerine bina ettiği bütün hükümler sapıklıktır, bu bakımdan onun eserlerini okuyan sapıtır) demişti.
İmam-ı Gazali hazretlerini sevmeyenlerin daha çok felsefeciler ile İbni Teymiyeciler olduğu görülmektedir. Ne maksatla olursa olsun, o büyük zatı kötülemek asla caiz değildir. Çünkü büyük âlim İbni Hacer-i Mekki hazretleri, (İmam-ı Gazalinin yazılarında kusur bulan, ya hasetçidir veya zındıktır) buyuruyor. (El- i’lam bi-kavâti’il-islam)
İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı Gazali, zamanının hüccet-ül-İslamı ve âlimlerin en üstünü idi. Ona dil uzatan kimse, cahillerin en cahili, fâsıkların en kötüsüdür. (El-Ukud-üd-dürriyye)
Kâtip Çelebi de diyor ki:
Bütün din kitapları yok olsa, İmam-ı Gazalinin kitapları, bu boşluğu doldurabilir, hatta onun İhya kitabı bile kâfi gelir.
Seyyid Abdülhakim efendi hazretleri de, (İmam-ı Gazali’nin İhya kitabı, bütün âlimlerce doğru ve yüksektir. Bir gayrı müslim, severek yapraklarını çevirirse, Müslüman olmakla şereflenir) buyuruyor.
Tefsir, hadis, fıkıh, tarih, ahlak ve tıb hakkında üç yüzden fazla eseri olan İmam-ı Süyuti hazretleri Tenbih-ul-gabi kitabında İbni Arabi’nin büyüklüğünü vesikalarla ispat etmektedir. Cinlere de fetva verenEbüssüud efendi İbni Arabiye dil uzatılamaz diye fetva vermiştir. Fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvufta çok derin âlim olan Abdülgani Nablüsi hazretleri, İbni Arabi gibi büyük bir evliyaya dil uzatanın cahil ve gafil olduğunu, bunların başında İbni Teymiye’nin geldiğini bildirmektedir. (Hadika)
Tefsir, fıkıh, tasavvuf, tarih, nahv ve tıb üzerinde çok kitap yazan, ârifibillah ve kutb-i zaman olan imam-ı Şarani hazretleri buyurur ki:
İbni Teymiye, tasavvufu inkâr eder, evliyaya dil uzatır. Böyle kitapları okumaktan, yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçmalıdır. İbni Teymiye ve onun yolunda giden sapıklar, İbni Arabi hazretlerine kâfir demişlerse de, âlimler, arifler onun büyük bir veli olduğunu bildirmiştir. (Kibrit-i Ahmer, El-yevakit, Tabakat)
Evliya düşmanlığı
Sual: Ekteki makalede, tasavvufa, tarihteki hak tarikatlara saldırılıyor, şefaat inkâr ediliyor. Osmanlıların İslamiyet’i iyi anlayamadığı, bu yüzden Osmanlıyı müslümanların yıktığı bildiriliyor. Bir cevap verir misiniz?
CEVAP
Her makaleye cevap vermeye kalkarsak, esas konuları yazmaya sıra gelmez.
1- Osmanlıyı yıkan ittihatçılardır. Bir savaşta müslümanlar yenilse, kâfirler camileri yıksa, müslümanlar camileri yıktı denir mi? Osmanlılar, yıkılışa mani olamamışlardır. Onların ihmalleri varsa da, yıkan onlar değildir. Kusurlu olanı bizzat fail gibi göstermek doğru değildir. (Osmanlılar İslamiyet’i bilmiyordu) demesi de çok çirkindir. Osmanlı İslamiyet’i bilmiyorsa, o yazar nereden biliyor? Ceddini inkâr eden haramzadedir.
2- Şevahid-ün-nübüvve kitabında, (Evliyanın kerameti, Peygamberlerin mucizelerinin devamıdır. Bunun için evliyadan hasıl olan kerametler de Peygamber efendimizin mucizesidir) buyuruluyor.
Abdülgani Nablüsi hazretleri, Hadika’da (Evliyayı inkâr etmek, dinin herhangi bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Allahü teâlâ, Peygamberlerini ve evliyasını başkalarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları bu zatlara ihsan etmiştir. Maruf-i Kerhi hazretleri, talebelerine, "Dua ederken beni vasıta edin! Çünkü evliya, Resulullahın vârisidir. Vâris olan, vârisi olduğu zatın bütün üstünlüklerine kavuşur) buyuruyor. Fakat nasipsiz yazarın, (Evliya, havada uçsa, denizde yürüse ne yazar? Sanat ve kültürü yoksa ne kıymeti vardır?) demesi çok tuhaftır. Evliya havada uçabiliyorsa, elbette Allah onu çok seviyor demektir. Elbette onun kültürü var demektir. İlimsiz, cahil kimseden evliya olur mu? Evliya, Allah dostu demektir. Allah dostunu ancak kendini beğenmiş ahmaklar, basite indirebilir.
3- Yazar, (Evliya emrettiği için ben yaptım demek çok yanlıştır. Yapılan şey Kur'ana, sünnete uygun olmalıdır) diyor. Yani, (Evliya, Kur'ana, sünnete aykırı emir verir) diyor. Evliyanın sözünü, Kur'ana aykırı değilse yapacakmışız. Evliya o sözün Kur'ana aykırı olduğunu bilmiyorsa, sen nereden bileceksin ey ahmak? Evliya, gerçekten evliya ise, elbette Kur'an-ı kerime, sünnet-i seniyyeye aykırı konuşmaz. Ahmak, evliya ile evliya taslaklarını aynı zannediyor.
4- Nasipsiz yazar, (Allah izin vermeden hiç kimse, hiç kimseye şefaat edemez) âyet-i kerimesini delil göstererek, Peygamberlerin, âlimlerin, evliyanın, şehidlerin şefaatlerini inkâr ediyor. Elbette ancak Allah’ın izni ile şefaat edileceğini bütün İslam âlimleri bildiriyor. Elbette Onun izni olmadan sinek kanadını oynatamaz. Şefaat de Onun izniyle olacaktır. Şefaati inkâr eden ehl-i sünnet olamaz.
5- Allahü teâlâ, (Bana yaklaşmak için, vesile arayınız!) buyuruyor. (Maide 35)
Fakat nasipsiz yazar, (Mürid, vesileyi, aracıyı bırakıp doğrudan doğruya Allah’a bağlanmalı) diyor. Allahü teâlânın emrine mi, yoksa nasipsiz yazarın sözüne mi uyalım?
Yazar, (Hazret-i İsa’yı, Hazret-i Ali’yi çok sevip küfre düşüldüğü gibi, Peygamberi, mürşidi çok sevip aynı akıbete maruz kalmamalı) diyor. Halbuki imanın temeli, Allah’ı, Peygamberi ve Allah dostlarını çok sevmek ve Allah düşmanlarını sevmemektir. Müslümanın, Resulullahı çok sevmesi gerekir. Çünkü Buhari’deki hadis-i şerifte, (Beni ana-babasından, evladından ve herkesten daha çok sevmeyen, mümin olamaz) buyuruldu. Hristiyanlar gibi, bir insana ilah demek onu sevmek midir? Bir kimse, hâşâ Peygamber efendimize ilah dese sevmiş mi olur?
(Bir evliya yerine, doğruca Resulullaha rabıta etmek gerekmez mi?) diyen ahmaklara da rastlanmaktadır. Resulullahın mübarek ruhuna bağlanmak elbette büyük nimettir. Fakat bir veliyi veya kitaplarını bulup, buna rabıta yapmak, Resulullahın mübarek ruhuna bağlanmak içindir. Bir insan, hiç görmediği kimsenin şeklini yalnız işitmekle, onu tanımış olmaz. Bunun için, Resulullaha rabıta yapılmaz. Çünkü, başkasının Resulullah olduğuna inanmak küfür olur. Evliyayı düşünmekte, bu tehlike yoktur. Bir veliyi düşünen, onun mübarek kalbinde Resulullahın mübarek kalbini görür. Böylece, Resulullahı yâd etmiş olur. (Evliya bir gözlük gibidir, Resulullaha bu gözlük ile bakılır) buyurulmaktadır.
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
(Her müslüman, terbiye edici bir üstada muhtaçtır. Üstad onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. Allahü teâlâ, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamber gönderdi. Peygamberden sonra ona vekil olarak evliyayı yarattı.) [Eyyühel-veled]
Veli, Resulullahı iyi tanıdığı için, Onun mübarek kalbinden feyz alır ve bu feyzler, bunun kalbinden, kendisine bağlananların kalblerine akar. Feyz gelen kalb temizlenir. Ahlakı güzel olur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Velinin kalbindeki feyzler, nurlar, güneşin ziyası gibi yayılır. Onu seven müslümanların kalblerine akar. Onların bu feyzleri aldıklarından haberleri olmaz. Kalblerinin temizlendiğini anlarlar. Karpuzun güneş karşısında olgunlaştığı gibi, kemale gelirler. Eshab-ı kiram, Resulullahın sohbetinde, böyle kemale geldi.) [M.260]
Menkıbe anlatmak
Sual: Hep çarpık konuşan biri, (Ey Müslümanlar, size çarpıklıkları anlatıyorum. Hazret-i Ömer’in, İmam-ı a’zamın menkıbelerini, Abdülkadir-i Geylanî’nin veya başka evliya zatların kerametlerini anlatacak zaman değildir) diyor. Kendi sözünde çarpıklık yok mu?
CEVAP
Elbette, esas çarpıklık kendisindedir. O büyük zatların menkıbeleri ilimdir, ibretli, hikmetli olaylardır. Hazret-i Ömer’in hayatını anlatmak, İslamiyet’i anlatmak demektir! İmam-ı a’zamın menkıbeleri, genelde ateistlere verilen ilmî ve mantıkî cevaplardır. Allahü teâlânın varlığını ispat eden çok kıymetli, aklî delillerdir. Evliya menkıbelerini okumak da çok faydalıdır. İnsanın haramlardan kaçarak daha iyi ibadet etmesine yardımcı olur. Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretleri, (Evliya menkıbelerini anlatan Reşehat kitabını okumak, insanın ihlâsını artırır) buyurmuştur. Bunun için İslâm âlimleri, evliya menkıbelerini bildiren birçok kitap yazmıştır. Lüzumsuz olsaydı yazmazlardı. Bunlardan birkaçının isimleri şöyledir:
Hayrat-ül-hisan fi-menakıb-in-Nu’man
Es-sahife fi menakıb-i Ebi Hanife
Kalaid-ül-ukban fi-menakıb-in Numan
Ukud-ül-Mercan fi-menakıb-ı Ebi Hanifet-in-Numan
Menakıb-ül-İmam-il-azam
Menakıb-i Abdülkadir
Menkıbe-i Evliyaiyye fi-ahval-i Ridaiyye
Nefehat-ül-Üns
Kitab-ı Keşf-ül Mahcub
Tezkiret-ül Evliya
Şevahid-ün-nübüvve
Hilye-tül-Evliya
Reşehat ayn-el hayat
Cami’u keramat-il-Evliya
Hadika-tül-Evliya
Berakat - Zübde-tül-makamat
Menakıb-ı çihar yar-i güzin
Dünyaya sitem
Sual: İbni Arabî, Mevlâna gibi evliya zatlara saldıran bir Selefî, son olarak Dürr-ül mearif kitabındaki, (İmam-ı Kuşeyrî rahmetüllahi aleyh, bir gün istinca için taş arıyordu. Bu sırada eline bir yakut geldi. Onu yere atıp, “Ben istinca için taş arıyorum. Sen bana yakut veriyorsun. Yakutun senin olsun, bana lazım değildir” dedi) ifadesinden dolayı İmam-ı Kuşeyrî’ye de saldırmaktadır. Burada İmam-ı Kuşeyrî, bu sözü dünya için mi söylemiş, yoksa hâşâ Allah için mi söylemiştir?
CEVAP
Elbette dünya için söylemiştir. Zaten hemen altında açıklaması vardır. İmam-ı Kuşeyrî, imamlık derecesine yükselmiştir. İmam, müctehid, dinde söz sahibi, âlim zat demektir. Sıradan bir Müslüman bile hâşâ Allahü teâlâya öyle bir şey söyler mi hiç? Dünya malını istemediğini bildirmiştir. Kendimize uygun görmediğimiz bir sözü büyük zatlara nasıl uygun görürüz ki? Evliya zatlar zahid kimselerdir. Zahid, dünyaya rağbet etmez, özenmez, hiç önem vermez. Yakut gibi dünya malını fırlatıp atar.
Selefîler, mecazı bilmedikleri için (Allah'ın eli var, Allah oturur) diyerek Onu mahlûka benzeterek küfre girerler. Mesela Türkçede, (Kahpe felek, kimine kavun yedirir, kimine kelek) diye bir söz vardır. Buradaki felek dünya demektir. Mecaz olarak söylenir. Hâşâ kaderle, Allah ile ilgisi yoktur. İmam-ı Kuşeyrî hazretleri de, (Dünya, üstüme gelme! Her şeyin senin olsun) diyor. Bir hadis-i şerif şöyledir:
(Dünya [dünya malı] bana yaklaşmak istedi. "Benden uzaklaş"dedim. Giderken, "Sen benden kurtuldun ama senden sonrakiler benden kurtulamaz" dedi.) [Bezzar]
Âlimlere ve onların kitaplarına dil uzatmaktan ve Selefîlerin yuvarlandıkları küfür çukuruna düşmekten çok sakınmalıdır.
Dalkavukluk
Sual: Vefat etmiş evliya zatların iyiliklerini anlatan bir arkadaşa yalaka diyorlar. Yalakalık yaşayana yapılmaz mı? Ölen için öyle bir şey söylenir mi?
CEVAP
Yalaka, dalkavuk demektir. Kendisine maddî menfaat [çıkar] sağlayacak olana aşırı saygı ve hayranlık göstererek ona yaranmak isteyen kimse demektir. Yağcı da deniyor. Bunu ölmüş kimseler için söylemek yanlış olur. Ölüden maddî ne çıkar sağlanacak ki? Mesela, İmam-ı a’zam hazretlerinin veya İmam-ı Gazalî hazretlerinin büyüklüğünden bahsedilse, bahsedene dalkavuk denmez. Hattâ mason Abduh veya Reşat Halife gibi kötü kimseleri övene de dalkavuk denmez. Sapık, cahil veya art niyetli denir. Her kelimeyi yerli yerinde kullanmalıdır.
Bir başka husus, ister yaşasın ister vefat etmiş olsun, evliya zatları sevmek, gerekirse onları savunmak her Müslümanın vazifesidir.
Keramet nerede?
Sual: Yunus Emre’ye veya Hacı Bektaş-ı Velî hazretlerine yahut uygunsuz birine ait olduğu da söylenen şu dörtlükte Mekke ve Hac niye kötüleniyor?
Hararet nardadır, sacda değildir,
Keramet baştadır, tacda değildir,
Her ne arar isen, kendinde ara!
Kudüs’te, Mekke’de, Hacda değildir.
CEVAP
Eğer bu dörtlük, uygunsuz birine aitse, doğru anlaşılması için tevile gerek yoktur. Ama Hacı Bektaş-ı Velî hazretleri gibi büyük bir zata aitse şöyle tevil edilebilir:
Kudüs, Mekke kıymetli yerlerdir. Hac, gidebilene farzdır, çok kıymetli bir ibadettir. Fakat imanı olmayan veya bid’at ehli olan kimse, buralara gitse, hac yapsa hiç kıymeti olmaz. Yoksa (Hac ve Mekke kıymetsiz) demek değildir. Bunlar ancak imanlı olana kıymet verir.
(Keramet tacda değildir) sözü de güzeldir. İnsan kıyafetiyle, hırkasıyla, cübbesiyle, başındaki tacıyla, oturduğu tahtıyla değer kazanmaz. Kılık kıyafetle, hattâ tahsille bile insanın kemale ermediği anlatılmaktadır. Nitekim cahil biri, merhum Nasreddin Hoca’ya, okunması zor bir yazı getirir. (Hoca bunu oku!) der. Hoca bakar, (Okuyamadım) der. O kişi, (Başındaki kavuğundan, sarığından utan!) der. Merhum hoca, (Eğer keramet sarıktaysa, buyur sen oku!) diyerek sarığı o kişinin başına geçirir.
Hallac-ı Mansur hazretleri
Sual: Hallac-ı Mansur ve Muhyiddîn-i Arabî gibi zatların yanlış anlaşılan sözlerinden dolayı, bazıları bu zatlardan bahsederken, Selefîler gibi, (Hallac şöyle demiş), (Muhyiddin böyle yazmış)diyorlar. Bu saygısızlık değil mi?
CEVAP
Elbette saygısızlıktır. O zatlar, hatalı keşiflerinden dolayı mazur oldukları için, günaha girmezler. İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Tasavvuf büyüklerinden birkaçı kendilerini hâl ve sekr kapladığı zaman, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uymayan bilgiler, marifetler söylemişlerse de, keşif yoluyla anladıkları için, suçlu sayılmaz ve sorguya çekilmezler. Bunların, ictihadında yanılan müctehidler gibi, yanılmalarına da bir sevab verilir. (1/112)
Kitaplarımızda ve İmam-ı Rabbânî hazretlerinin mektuplarında, bu zatlar anlatılırken, (Hallac-ı Mansur “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”) ve (Şeyh-i ekber Muhyiddin-i Arabî “kuddise sirruh”) diye saygıyla bildirilmektedir. (S. Ebediyye)
İmam-ı Muhammed Mâsum hazretleri de buyuruyor ki: Şeyh-i ekber Muhyiddin-i Arabî hazretleri, hadis ilminde sahib-i isnad ve fıkıh ilminde ictihad makamındaydı. (1/29)
Böyle büyük zatlara saygısızlık yapan, kendi terbiyesizliğini göstermiş olur.
Köpekten aşağı olmak
Sual: Evliya zatlara muhalif biri, büyük zatlardan birini, (Hep aynı şeyleri anlatıyor) diye tenkit edince bir arkadaş, (Hocasını tenkit edene kızmayan, köpekten aşağıdır) sözünü hatırlayıp, (Ahmak herif, haddini bil, büyükleri sevenlerin yanında böyle konuşamazsın) diyor. Sevenlerin yanında nasıl öyle konuşabiliyor ki?
CEVAP
Sinsi hareket edip, söylediklerine bir kılıf bulduğu için, fazla tepki toplamıyor. Eğer o arkadaş tepki vermeseydi, kim bilir daha neler söyleyecekti. Belki bütün silsile büyüklerine iftira ederek, şöyle şöyle hataları vardı diyecekti. Büyüklerimiz şunu anlatırlardı:
Bir gün hazret-i Ömer, bir yere vâli tayin ederek der ki:
— Yarın filan yere gel! Sana, iyi vâlinin nasıl olacağını, başarının yollarını anlatacağım inşallah.
Herkes, acaba ne nasihatler verecek, ne tavsiye edecek diye merak eder. Ertesi gün Eshab-ı kiramın hepsi oraya gelir. Hazret-i Ömer, vâlinin kolundan tutup der ki:
— Eğer başarılı olmak istiyorsan, namazını ta’dil-i erkânla vakti girince kıl! Ramazan-ı şerif ayı gelince orucunu tut! Hac zamanı hacca git! Zekâtını dinin emrine uygun şekilde ver! Kelime-i şehadeti söyleyerek, imanını tazele! Haydi, güle güle, git yoluna, Allahü teâlâ yardımcın olsun!
— Yâ emir-el-müminin, İslam’ın şartının beş olduğunu hepimiz biliyoruz. Biz başka şeyler söyleyeceğinizi, vâlilik hakkında başarılı olmanın yollarını anlatacağınızı zannetmiştik.
— Resulullah efendimiz, İslam’ın şartının beş olduğunu bildirdi. Ben bunu altı yapacak değilim. Bu beş şartı doğru yapan, başarılı olur.
Görüldüğü gibi, dinin esasları bellidir. Anlatılacak şeyler de bellidir.(Hep aynı şeyi anlatıyor) diyerek büyük zatları tenkit etmek, art niyetli olmayı gerektirir. Kitaplarımızda da hep hata aramaya çalışıyor. Böyle sinsice fitne çıkaran ikiyüzlülere, o arkadaş gibi, anında tepki vermeli. Tepki görmeyince, saldırılarını şiddetlendirir. Köpekten aşağı olmamak için böyle kimselere müsamaha göstermemeli. Gençlerin, onların tuzağına düşmelerine de mâni olmalıdır.
..
En çok düşmanı olan kimdir
|
En çok düşmanı olan Allahü teâlâdır! Bir gün Musa aleyhisselam, insanların konuşmalarından bıkmış, (Yâ Rabbi, n'olur bu insanlar benim hakkımda konuşmasın) diye dua etmiş. Allahü teâlâ buyurmuş ki: (Yâ Musa, senin istediğin o şeyi ben, kendim için bile yapmadım. Görmüyor musun, duymuyor musun, benim hakkımda neler konuşuyorlar.)
Peygamber efendimiz Allahü teâlânın habibi idi, âlemlere rahmet idi. İnsanları Cennete davet için, Cehennemden sakındırmak için en acı sıkıntıları çekti. Ona akla hayale gelmeyecek iftiraları yaptılar, hâşâ, sihirbaz dediler, hâşâ, mecnun dediler, hâşâ, şair dediler, hâşâ, hanımı Âişe validemize iftira ettiler, çok eziyet ettiler, yollarına dikenler döşediler. Allah’ın Habibi ile savaştılar. Halbuki O rahmet-i ilahi idi, insanlar yanmasın diye adeta çırpınıyordu. (Bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı) buyuruyordu. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Bir kimse, bir mümin hakkında olmayan bir şey söylerse, iftiraya uğrayan kimse, onu affedinceye kadar, Allahü teâlâ onu Cehennemde bırakır.) [Ebu Davud]
Kur'an-ı kerimde de mealen buyuruluyor ki:
(Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlardır. İşte onlar, yalancıların tâ kendileridir.) [Nahl 105]
İkinci binin müceddidi, hadis-i şerifle müjdelenen imam-ı Rabbani hazretlerine yaptıkları eziyet ve diğer iftiraların yanı sıra ne dediler biliyor musunuz, Serhend cahili dediler, bu isimle de yazılar yazıp dağıttılar.
Resulullahın vârislerinin istisnasız hepsi de aynı eziyet ve sıkıntılarla karşılaşmışlar, çeşitli iftiralara maruz kalmışlardır. Hatta ibni Abidin hazretleri, hocası Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerine yapılan iftiralara dayanamayıp, iftiracılara ve onlara inananlara bir reddiye risâlesi yazdı. Bu risâleye de Sell-ül-Hüsâmü'l-Hindi li-Nusreti Mevlânâ Şeyh Hâlid Nakşibendi ismini verdi.
İmam-ı Gazali hazretleri de iftiralara maruz kalan büyüklerdendir. Felsefeciler ve bid’at ehli olanlar, hâlâ bu büyük imama iftiralarına devam etmektedirler.
Kim Peygamber efendimize çok benzerse o derece, bu sıkıntılar, bu iftiralar başına gelir. Bunlar, bu yolun şânındandır. Eden kendine eder. Allahü teâlâ kimi azaba atmak isterse büyüklerin üstüne salar, yani o insanlar büyüklere dil uzatır. Yaradılışında said olanlar kesinlikle büyüklere dil uzatmazlar. Başka günahları olabilir ama büyüklere dil uzatmazlar.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Şeyh-ul-islam Abdüllah-i Ensari Hirevi, "Yâ Rabbi! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan sana kavuşuyor ve sana kavuşmayan, onları tanımıyor" buyuruyor. Bu büyüklere düşmanlık etmek, sonsuz ölüme sürükleyen bir zehirdir. Onları incitmek, sonsuz felaketlere sebep olur. Allahü teâlâ bu belaya düşmekten korusun! Şeyh-ul-islam yine buyurdu ki, "Yâ Rabbi, Her kimi felakete düşürmek istersen, onu bizim üzerimize atarsın." (1/106)
Peygamberlerden başka herkes günah işler. Allahü teâlâ sevdiği kullarının günahlarının cezasını ahirete bırakmaz. Çünkü günah suçtur. Karşılığı cezadır. Dünyada üç sıkıntı verir:
1- Hastalık verir. Sabrederse affeder. Sebeplere yapışmak ve geleni Allah’tan bilmek lazımdır. Ve ne maksatla geldiğini bilerek şükretmeli.
2- Günahların affı için ikinci yol maddi sıkıntıdır. Borçlu olmaktır. Borçlarını ödemek için çekilen sıkıntılardır. Bu da günahların affına sebeptir.
3- İnsanların yalan ve dedikodu ve iftiralarıyla haksız olarak iftiraya uğramaktır.
Dil uzatılırsa
Sual: Herhangi bir İslâm âlimine veya herhangi bir sahabiye dil uzatılsa, biz de sussak günaha girer miyiz?
CEVAP
Eshab-ı kiramın her biri ve herhangi bir İslam âlimi hepimizin üstadıdır. Onlara dil uzatılınca üzülmemiz gerekir. Üzülmemek çok çirkin bir iştir. İmanın esası olan hubbi fillah ve buğdi fillaha zıttır. Şeyh-ul İslam Abdullah-ı Ensari hazretleri buyuruyor ki: (Bir kimse, üstadını üzer de, o da bu kişiye karşı kalben kızmaz ise, köpekten aşağı olur.)
Mümkünse böyle kimselere gerekli cevabı vermeli, değilse, kalben onu sevmemelidir.
.
Dünyada evliya vardır
|
Sual: Seadet-i Ebediyye’de, hicrî 14. asrın yarısından sonra, dünyanın hiçbir yerinde Veli görülemediği bildirilip, (Hiçbir İslam ülkesinde tasavvuf âlimi yok gibidir) yazıyor. Yani, şu anda dünyada Evliya yok mu deniyor?
CEVAP
Hayır, yoktur denmiyor, yok gibidir deniyor. Abdülgani Nablüsihazretleri buyuruyor ki:
Evliyayı inkâr etmek, dinin herhangi bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Allahü teâlâ, Enbiyasını ve Evliyasını başkalarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği, keramet ve mucize gibi harikaları, bu zatlara ihsan etmiştir. (Hadika)
Dünyada elbette evliya bulunur. Din kitaplarında birler, üçler, yediler, kırklar, beş yüzler gibi adlandırılan Evliya vardır. Ebdal denilen evliya her zaman bulunur. Üç hadis-i şerif meali şöyledir:
(40 kişi olan ebdallerin bereketiyle düşmana galip gelir, beladan kurtulursunuz.) [İ. Asakir]
(Her asırda salihler bulunur. Bunlar beş yüz kişi olup kırkı ebdaldir.) [Ebu Nuaym]
(Yeryüzünde her zaman [ebdallerden] kırk kişi bulunur. Her biri İbrahim aleyhisselam gibi bereketlidir. Bunların bereketiyle yağmur yağar.) [Taberani]
Bu evliya zatları herkesin tanıması elbette zordur. Zaten ben evliyayım diyen veli değildir. Evliya, kendini gizler. Bunun için evliyayı tanımak zordur. Bugün açıkça ben evliyayım diyen sahtekârlar çoktur. Hatta bazı kimseler, (Bizim hocamız hatem-ül evliyadır, son velidir. Artık başka veli gelmez) diyorlar. Bunlarınki de yanlıştır.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki:
(Bu zamanda, beş vakit namazını kılan, haramlardan sakınan umumi evliya sınıfına dâhil olur. Bir de hususi evliyalık vardır. Bu, tasavvuf yolunda ilerleyenlere Rabbimizin ihsan ettiği derecelerdir. İşte, bu zamanda böyle evliya yok gibidir.)
Hakiki mürşid olan evliya, kıyamete kadar mevcuttur. İlim ve ihlâs sahibi olan taliplere, kendisini tanıtır. Düşmanlardan, ahmaklardan saklanır. Kötü kimseler, kıymetli şeylerin sahtelerini, taklitlerini piyasaya sürerek, insanları aldatır. Böylece, kötü yoldan, menfaat sağlarlar. Bu kimseler, yalanlarla, istidrac göstererek, keramet diye, cahilleri aldatırlar. Müslümanlar için en büyük felaket, bunların tuzaklarına düşmektir. Kendilerinin, dinden, imandan, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından haberleri yoktur. Sözleri ile küfür yayarlar. Hareketleriyle haram işlerler. Cahilleri avlamakla geçinirler. (H. S. Vesikaları)
Eshab-ı kiram ve Tâbiini izam zamanlarında, Evliya çoktu. Herkes bunları ziyaret ederek bereketlenir, dualarını alırlardı. Ahir zaman yaklaştıkça, küfür alametleri, bid’atler çoğaldı. Ulema ve evliya azaldı. Son zamanlarda, hiç görünmez oldu. (F. Bilgiler)
(Görünmez oldular) demek, yok demek değil, herkes göremez, az kişi bilir demektir. Maalesef, (Görülemiyor, yok gibidir) ifadelerini göstererek, (Bakın, tasavvuf ve evliya düşmanlığı yapılıyor.) diyenler çıkıyor. Bu yanlış ve iftiradır. S. Ebediyye, tamamen tasavvuf büyüklerinin, Ehl-i sünnet âlimlerinin ve Evliyaların kitaplarından tercüme olup, onların sözleridir. Hepsi, o mübarek insanların kitaplarından nakildir. Tasavvufa ve Evliyaya düşmanlık iddiası, çok çirkindir.
Bir şeyin sahtesinden kaçın demek, iyisinden de kaçın demek değildir. (Hakiki tereyağı alın, hileli, karışık olanını almayın) demek, tereyağına hakaret olur mu? Bilakis tereyağının önemi bildirilmiş olur. Her şeyin, sahtesi de, hakikisi de vardır.
Son evliya mı?
Sual: Bazıları, ( Bizim hocamız son veli idi, artık bundan sonra evliya da, mürşid de gelmez) diyorlar. Böyle söylemek, evliyanın kökünü kurutmak anlamına gelmez mi?
CEVAP
Bütün dünyada başka hiç veli olmadığını söylemek yanlıştır. Kıyamet kopacağı zaman, evliya değil bir tane mümin bile kalmayacaktır. Günümüzde de evliya zatlar azaldı, görünemez oldular, ama hiç kalmadı denmez. Her asırda üçler, yediler, kırklar gibi evliya zatlar bulunur.
Ayrıca her asırda bir, dini kuvvetlendiren, bid’atleri yok eden müceddid zatlar gelir. Bin senede bir gelen müceddidler de vardır. İki hadis-i şerif şöyledir:
(Her yüz yılda bir müceddid gelir, dini kuvvetlendirir.) [Buharî]
(Dünya ebdaller sayesinde ayakta durur. Allahü teâlânın yardımı onların bereketiyle gelir.) [Taberani]
Bu hadis-i şerifleri inkâr etmek tehlikelidir. Tevile yeltenmek de caiz olmaz.
Hazret-i Mehdi de evliya zattır. O da gelecektir. Geldi geçti diyenlere itibar etmemeli.
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki:
Kutb-ül-ebdal veya kutb-i medar her zaman bulunur. Şimdi de vardır. Resulullah efendimiz zamanında da vardı. Bunlara, kutb-ül-aktab da denir; bunları kimse tanımaz. Hatta bazen, kendileri bile kendilerini bilmez. Kutb-i irşad ise, kayyum-i âlemdir. Herkese rüşd ve iman, bunun vasıtasıyla gelir. İslamiyet’i korur. Din-i İslam başıboş kalmaz. Din düşmanları pervasızca, dini yıkmaya, değiştirmeye saldıramaz. (3/3)
Kutb-i ebdal yani kutb-i medar âlemde, dünyada her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine vasıta olur. Kutb-i irşad ise, âlemin irşadı ve hidayeti için feyzlerin gelmesine vasıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, kutb-i ebdalin feyzleriyle olur. İman sahibi olmak, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmek ise, kutb-i irşadın feyzleriyle olur. Her zamanda, her asırda kutb-i ebdal bulunur. Hiçbir zaman, bunsuz olamaz, çünkü âlem bununla nizam bulur. Bunlardan biri ölünce, onun yerine başkası tayin edilir; fakat Kutb-i irşadın her zaman bulunması lazım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem imandan ve hidayetten büsbütün mahrum kalır. (Mearif-i ledünniyye)
.XXXXXXXXXXXXX
SADABATNET
TASAVVUF-TARİKATLAR |
|
EVLİYANIN ÖZELLİKLERİ |
ALLAH ADAMLARININ ÖZELLİKLERİ
SEYYİD ABDÜLHAKİM ARVASİ -KS-
AŞK:
Allah’ı tam bir muhabbetle sevmek, O'ndan başka her şeyden yüz çevirmek aşk adını alır. İmâm-ı Rabbânî; "Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk ve muhabbet adını takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalpte olur ve kıymetlidir. Gerçek aşk, Allah’ı ve O'nun sevdiklerini sevmektir." buyurmuştur.
İbrâhim Hakkı Erzurumî de; "Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir. Aşk, insanın kalbinde bir ateş olup, kalpte Allah sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan uzaktır." demiştir.
TAKVÂ :
Velîlerin hepsi takvâ sâhibiydiler. Takvâ sakınmak, Allah’dan korkarak, haramlardan, yasaklardan, günâhlardan sakınmaktır. Harama düşmemek için, haram veya helâl olduğu belli olmayan şüpheli şeylerden sakınmaya verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ takvânın mânâsı altına girer.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "Allah, o takvâ sâhiblerini sever." (Âl-i İmrân sûresi: 76) Rasûlullah efendimiz; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle." duâsını çok söylerdi. Ebû Saîd Muhammed Hâdimî Berîka'sında bu hadîs-i şerîfi açıklarken, duâda geçen ilimden maksat faydalı ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise, yumuşaklık demektir. Âfiyetten murâd, dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır demektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır." demiştir. Bundan sonra da şu açıklamayı yapmıştır: "Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Bir insan, mubah, yâni dînin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, mubahları aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir."
VERÂ :
Helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınarak helâle, harama dikkat etmeye verâ denir. Künûz-ul-Hakâyık'ta geçen hadîs-i şerîflerde; "Hiçbir şey verâ gibi olamaz." ve "Dîninizin direği verâdır." buyrulmuştur. Ebû Hüreyre hazretleri, kıyâmet günü, Allah'ın huzûrunda kıymetli olanların verâ ve zühd sâhipleri olduklarını beyân etmiştir.
İmâm-ı Rabbânî, bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz deyip bunları şöyle saymıştır: 1-Gıybet etmemeli, 2-mümine sû-i zân etmemeli, 3-kimseyi kötü bilmemeli, 4-kimse ile alay etmemeli, 5-yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı, 6-doğru söylemeli, 7-kendini beğenmemek için, Allah'ın, kendisine yaptığı ihsânları, nîmetlerini düşünmeli, malını helâl yere harc edip, haramlara vermemeli, 8-nefsi, keyfi için mevki-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli, 9-beş vakit namazı, vaktinde kılmayı birinci vazîfe bilmeli, 10-Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı.
Hasan-i Basrî hazretleri, zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır demiştir.
ZÜHD :
Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak, dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmak mânâsına gelen zühd hakkında, Hâris el-Muhâsibî şunları söylemektedir: "Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allah'ın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeyi temin eder."
El-Câmiu's-Sagîr'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulmuştur: "Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir, dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir." Berîka'da geçen bir hadîste ise; "Dünyâda zâhid olanı, Allah sever. İnsanlarda bulunanlarda zâhid olanı, insanlar sever." buyrulmuştur. Muhammed Hâdimî; "Zahid âlimin iki rekat namazı, zâhid olmayanın ömrü boyunca kıldığı namazdan hayırlıdır." demiş, Lokman Hakîm de; "Ey oğlum! Yakîn ve sabrı sanat edin. Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zâhid ve mücâhid olursun." buyurmuştur.
İHLAS:
Hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, dünyâ faydalarını düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak demek olan ihlâs hakkında, Mektûbât'taki bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: "İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allah, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder." Hilyetü'l-Evliyâ'da kaydedildiğine göre, Rasûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel'i, Yemen'e vâli gönderirken şöyle buyurmuşlardır: "İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir."
Seyyid Emîr Külâl; "İhlâssız amel, sahte para gibidir, kabûl edilmez." demiş; Sehl-i Tüsterî'ye; "İnsanın nefsine en çok ağır gelen şey nedir?" diye sorduklarında, "İhlâstır." cevâbını vermiş; "Zîra ihlasta nefsin nasîbi yâni payı yoktur." diye bir açıklamada da bulunmuştur. İmâm-ı Rabbânî ise, ihlâs ile uzun yılların amelinin, işinin, kısa zamanda ele geçeceğini açıklamıştır.
MARİFET:
Gönülle bilmek, Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilmek mârifet diye isimlendirilir. Muhammed Ma'sûm Fârûkî, insanın izzetinin, îmân ve mârifet ile olduğunu, mal ve mevki ile olmadığını belirtmiştir. Ahmed bin Hadraveyh; "Mârifetin hakîkati, Allah’ı kalb ile sevmek, dil ile anmak ve Allah’dan başka her şeyden ümîdini kesmektir." demiştir. Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî, mârifet ve Allah’a yakın olma hâlinin, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçeceğini ifâde etmiştir. Ebü'l-Hasan bin Sâî ise; "Mârifet, her durumda kulun, Allah'ın verdiği nîmetlere şükretmede âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesi ile ele geçer." demiştir.
Allah’ı kalp ve rûhla tanıyıp bilmeye mârifetullah da derler. Sülûk-ül-Ulemâ adlı eserde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak mârifetullaha sâhib olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, mârifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez." buyrulmuştur. Muhammed Mâsûm, bu dünyâda en kıymetli şeyin mârifetullaha kavuşmak olduğunu belirtmiş, İmâm-ı Rabbânî kalbinde hardâl tânesi kadar dünyâ muhabbeti bulunan kimsenin mârifetullaha kavuşamayacağını ifâde etmiştir.
Hâdimî hazretleri; "Mârifetullah bilgileri, keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâmiyet) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allah'ın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzum olmazdı." demiştir.
İLİM:
Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak, öğrenmek, cehlin zıddı mânâlarına geldiği gibi, okumak, görmek, dinlemek veya cenâb-ı Hakk'ın ihsânı ile elde edilen mâlumât ve bilgi anlamında da kullanılan ilim çok çeşitli kısımlara ayrılmaktadır. Amele dâir ilimlerden biri olan ilm-i ahlâk, fazîlet ilmi olup, buna kavuşma ve bu fazîleti giderecek şeylerden sakınma yollarını bildirir. Kalp ve rûh bakımından insanı olgunlaştıran ilim ve ameller, tasavvuf, ahlâk mânâsına da gelir. İnsanın görünmeyen ve âlem-i emirden olan kalp, sır, rûh gibi latîfelerini konu alan ilme, kısaca gönül yâni kalp ve rûhla ilgili ilme ilm-i bâtın denilir.
Deylemî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; "İlm-i bâtın, Allah'ın sırlarından bir sırdır. O'nun hükümlerinden bir hükümdür. Dilediği kulunun kalbine verir." buyrulmuştur. Şihâbüddîn Sühreverdî; "İlm-i bâtın ile kulun, Allah’a yakınlığı artar. Bu ilim, Allah adamı denen velîlerin ve tâlibleri O'na kavuşturan, doğru yolu kuvvetlendiren ve insanlara doğru yolu gösteren âlimlerin sohbetlerinde kazanılır. Bu âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." demiştir.
Genel olarak ilim, ilm-i husûlî ve ilm-i hudûrî diye ikiye ayrılabilir. İlm-i husûlî, Ehl-i sünnet (Rasûlullah efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin sohbetlerinde ve derslerinde bulunularak, çalışılarak elde edilen ilimdir. İlm-i hudûrî ise, çalışmadan Allah'ın ihsân etmesiyle kazanılan ilim, vehbî ilim demektir ki bu ilme ilm-i lüdünnî de denilir.
Hâce Ubeydullah Ahrâr ise : "İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir, buna "kesbî" denir. İlm-i ledün ise, Allah'ın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir, buna "vehbî" de denir." buyurmuştur.
İmâm İbn-i Mâce'nin Sünen'inde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlim, Çin'de de olsa onu alınız. Zirâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır." buyrulmuştur. Ed-Dürrü'l-Muhtâr'daki hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur: "Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevaptır." Berîka'da geçen bir hadîs-i şerîfte, Rasûlullah efendimiz; "İlmi ile amel edene, Allah, bilmediklerini bildirir." buyurmuştur.
Abdülhak-ı Dehlevî Merec-ül-Bahreyn isimli kıymetli kitabında, Ahmed Zerrûk'dan alarak diyor ki: "İmâm-ı Mâlik; "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan (bid'at sâhibi) yâni sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır." buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tasavvufun zevkini alan, kâmil insan olur. Tasavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkıh âliminin mezhebinde idi. Tasavvufçunun mezhebi yoktur demek, mezheblerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demektir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî'nin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî, Hanefî idi. Haris-i Muhâsibî, Şâfiî idi (kaddesAllah esrârehüm)."
Ebü'l-Esved ed-Düelî; "Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükmederler." demiş, Lokman Hâkim de oğluna şunu söylemiştir: "Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım." Ayrıca; "Dervişler, fakir ve yoksullar ilim sâyesinde sultanlar sofrasında otururlar." buyurmuştur. Bir de Abdülhak-ı Dehlevî, "İnsanın göğsünü genişleten şeylerden biri ilimdir." demiştir.
LEDÜNNİ İLİM :
İlm-i ledün veya ledünnî ilim, Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. Allah, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Orada, kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular." (Kehf sûresi: 65)
Hem Sa'lebî'nin hem de İmâm-ı Rabbânî'nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allah'ın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; "İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır." buyurmuştur.
Senâullah-ı Dehlevî bu ilim hakkında şöyle demektedir: "Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve herkesi ilgilendirir. Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden üstündür."
Seyyid Abdülhakîm Arvasi ise, şunları ifâde etmektedir: "Emîr Sultan hazretleri, ledünnî ilme sâhipti. Bu ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının sayısını bilir."
YAKÎN :
Şek ve şüpheden uzak olan doğru, sağlam, sarsılmayan şüphe ve tereddüt bulunmayan îtikâda, îmâna yakîn adı verilir. Râmûzu'l-Ehadîs'teki bir hadîs-i şerîfte; "Âgâh olunuz ki, insana dünyâda yakîn ve âfiyetten (rûhen sağlam ve günâhlardan uzak olmaktan) daha hayırlı bir şey verilmemiştir. Öyle ise Allah'tan o ikisini isteyin." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî; "Yakîn ihsân edilen birinin kerâmetlere, hârikalara ihtiyâcı olmaz. Bütün bu kerametler, zât-ı ilahînin zikrinden ve kalbin bu zikir ile zînetlenmesinden aşağı kalır." demiştir. Hazret-i Ali ise; "Îmân ağaç gibi olup, kökü yakîn, dalı takvâ, nûru hayâ, meyvesi cömertliktir." buyurmuştur.
MAİYYET:
Sözlükte berâberlik, beraber olma demek olan maiyyet, tasavvufta Allah ile beraber olma, O'na kavuşma yolu mânâsında kullanılır. Muhammed Bâkî-billah; "Maiyyet yolu, cezbe (Allah'ın çekmesi) yollarından biridir. Maiyyet yolundan Allah’a kavuşmak nasîb olursa, vâsıta, aracı olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile berâberdir." hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir." demiştir. İmâm-ı Rabbânî ise; "Yüksek hocamın, lutfederek, acıyarak mübârek gönlünü, bu fakire çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), maiyyet, ihâta (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mârifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı." demiştir.
SEYR U SÜLÛK:
Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerlemeye seyr ve sülûk denilir. İmâm-ı Rabbânî; "Seyr ve sülûkdan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir." demiş, bu çirkin sıfatların başında nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmak geldiğini ifâde etmiştir. Seyrin çeşitli kısımları vardır. Seyr-i âfâkî, seyr-i enfüsî, seyr-i fillah, seyr-i fil-eşyâ, seyr-i ilallah, seyr-i anillahi billah, seyr-i murâdî gibi. Muhammed Bâkî-billah, seyr-i enfüsîden (insanın kendinde yaptığı yolculuktan) önce olan şeylerin yâni ilerlemelerin hepsinin seyr-i âfâkî olduğunu, seyr-i âfâkîde ele geçen şeylerin bir hiç mesâbesinde olduğunu belirtmiştir.
Ebû Saîd-i Harrâz; "Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme), insanı, matlûbdan (aranılandan) uzaklaştırır, seyr-i enfüsî ise, insanı, matlûba kavuşturur." demiştir. Seyr-i enfüsî, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesidir. Abdülkâdir-i Geylânî, "Seyr-i enfüsîde, insanı, Allah'ın sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için, evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok olur. O halde, seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır." buyurmuştur.
Allah'ın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme, Allah'ın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fâni olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak) seyr-i fillah diye isimlendirilir. Hace Ubeydullah-ı Ahrâr; "Allah’a kavuşmakta, zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah gerekir." demiştir.
Allah’a doğru olan yolda ilerlemek mânevî ilimde durmadan yükselmek, seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme)yi de içine alan tasavvuf yolculuğuna seyr-i ilallah denilmektedir.
Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî; "Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allah'ın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allah'ın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz." demiştir. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî; "Tasavvuf yoluna girip ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeye bağlıdır." buyurmuştur. Seyr-i murâd (murâdların, seçilmişlerin Allah'ın lutf ve ihsânı ile çekilerek kavuştukları yol) ile ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlığın) yüksek derecelerine kavuşturulan bu rehberin bakışları, kalp hastalıklarına (kalbin Allah’dan başka şeylere tutulmasına) şifâdır. Onun teveccühü yâni sevgisine kavuşmak, mânevî hastalıkları giderir.
Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra, daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması, Seyr-i fil-eşyâ diye isimlendirilir. Muhammed Bakî-billâh; "Seyr-i fil-eşyâ, davet makamını elde etmek içindir. Davet makâmı, peygamberlere mahsûstur." demiştir.
KURB:
Yakınlık, yakın olmak demektir ki, Abdülganî Nablüsî; "Allah’a farzlarla hâsıl olan kurb, nâfilelerle hâsıl olandan elbette kat kat daha çoktur. Fakat kurbu, takvâ sâhiplerinin (haramlardan nefret eden, haram işlemekten kaçınanların) ihlâs ile yaptıkları farzlar hâsıl eder." demiştir. İmâm-ı Rabbânî, kurb ve visâl (kavuşma) lezzetinin Cennet nîmetlerinin lezzetinden ziyâde olduğu gibi, bu'd ve hırmân (uzaklık ve mahrumluk) azâbının da Cehennem azâbından beter olduğunu ifâde etmiş, Muhammed Mâsûm Serhendî ise, farzların kurb hâsıl etmesi için, nâfile ibâdetleri de yapmanın şart olduğunu belirtmiştir.
Allah’a yakın olmak, vilâyet yâni velî olmak kurb-i ilâhî terimiyle de ifâde olunur ki, Abdullah-ı Ensârî bunun; Allah’dan başka her şeyi unutmak olan fenâdan sonra, Allah tarafından, evliyâsına ihsân olunacağını beyân etmiştir. Kurb-i nübüvvet ve kurb-i velâyet olmak üzere iki türlü kurb vardır. Kurb-i nübüvvet, nübüvvet kemâlâtına, olgunluklarına kavuşma, nübüvvet yolu ile Hakk'a erme demektir. İmâm-ı Rabbânî'nin belirttiğine göre, kurb-i nübüvvet, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve bunların arkadaşı olan sahâbîleri Allah’a bu yoldan kavuşmuşlardır.
Allah’dan gelen feyz ve bereketlere, arada vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma, kurb-i velâyet adını alır. Yine İmâm-ı Rabbânî'nin ifâdesine göre, bir velînin kurb-i velâyet yolunda ilerleyerek, kurb-i nübüvvet yoluna kavuşması, yâni her iki yoldan feyz alması câizdir.
Bir de kurb-i ebdân tâbiri vardır ki, bedenlerin birbirine yakın olması, yakın bulunmak demektir. Kurb-i ebdânın, kalplerin birleşmesinde büyük tesiri vardır. Bunun içindir ki, Rasûlullah efendimizin sohbetinde bulunmayan hiç bir velî, bir sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Kârânî o kadar şânı yüksek olduğu hâlde, Rasûlullah efendimizi hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın derecesine yetişemedi. Büyük İslâm âlimi Abdullah bin Mübârek hazretlerinden; "Hazret-i Muaviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?" diye soruldu. Cevap olarak; "Hazret-i Muâviye, Rasûlullah efendimizin yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha yüksektir." buyurdu. İmâm-ı Rabbânî; "Büyüklerden istifâde edebilmek için kurb-i ebdân istemeli, bunun için çalışmalı. Nîmetlerin tamam olması, bedenlerin yakın olması iledir. Kurb-i ebdân olunamazsa, yakınlık sebeplerini elden bırakmamalıdır." buyurmuştur.
CEM’İYYET:
Sözlükte toplum, topluluk, toparlanma, toplanma demek olan cemiyyet, hep bir olanı müşahede (eserlerini görmek) ile meşgûl olup, kendinden dahi habersiz olma hâli yâni kısaca rûhunu ve kalbini toplayıp, Allah’dan başkası ile olmama hâlidir. İmâm-ı Rabbânî, cemâatle kılınan beş vakit namaz ve devâmlı Allah’ı zikretmenin cemiyyete sebeb olacağını beyân etmektedir.
HUZUR:
Allah’dan başka hiçbir şeyin kalpte bulunmaması, berâberlik, birlikte olma, hâzır bulunmaya huzur da denir. Muhammed Mâsûm Fârûkî, huzur, gafletten kurtulmaktan ibârettir demiş, ayrıca huzurlu ve uyanık olan kalbin namazda, uykuda ve vilâyette aynı olduğunu, huzur ve uyanıklığın kalbin melekesi olup onun gerekli sıfatları olduğunu, hiç bir zaman ayrılık kabûl etmediğini ifâde etmiştir.
TEVECCÜH:
Teveccüh, tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeplerinden önemli olanlarındandır. Bu, bir velînin, Allah'ın izni ile nazar etmek (bakmak) yâhut başka yollarla talebesinin veya sevdiğinin yâhut başka birinin kalbindeki, mâsivâ (Allah’dan başka her şey) ve dünyâ sevgisini, günâh lekelerini temizleyip, yerine feyz, mârifet, ilim ve hikmetle yâni mânevî ilimler, iyilikler, bereketler ve faydalarla doldurması, yüksek derecelere kavuşturması demektir. Muhammed Mâsûm; "Pîrin (tasavvuf büyüğünün) teveccühünü, zulmet ve keder dağlarını, her ne sûretle ortaya çıkarsa çıksınlar, sadık talebeden kaldırıp, uzaklaştırır." demiştir. Ubeydullah-ı Ahrâr'ın oğlu Hâce Muhammed Yahyâ; "Tasarruf sâhipleri üç kısımdır. Bir kısmı, Allah'ın izni ile her istedikleri zamanda, diledikleri kimsenin kalbine tasarruf ederek, onu tasavvufta en yüksek derece olan fenâ makamına eriştirir. Bazısı, Allah'ın emri olmadan tasarruf etmez. Emir olunan kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise, kendilerine bir sıfat (hâl) geldiği zaman kalplere tasarruf ederler." demiştir.
İmâm-ı Rabbânî; "Tasavvuf yolunda çok yüksekleri aramalı, ele geçenlere bağlanıp kalmamalıdır. Verâların verâsını yâni ötelerin ötesini aramalıdır. Böyle bir istek, böyle çok çalışmak ancak vazîfe alınan büyüğün teveccühü ile elde edilebilir. Onun teveccühü de müridin (talebenin) ona olan sevgisi, bağlılığı kadar olur." demiştir.
Teveccüh, bir de, bir kimsenin, hayatta veya vefât etmiş, kabirde olan bir velîden feyz alabilmek, ondan mânevî olarak istifâde etmek, faydalanmak için, kalbini ona bağlaması, hâtırına hiçbir şey getirmeyip, yalnız onu düşünmesi mânâsında kullanılır. Abdullah-ı Dehlevî, bu konuda şunları söylemektedir: "Bâtındaki yâni kalbindeki nisbetin (bağlılığın) artmasına çalış. Allah ism-i şerîfini, bâzan da kelîme-i tehlîli (Lâ ilâhe illallah'ı) çok zikrederek (söyleyerek), bâzan salevât okuyarak, Kur'ân-ı kerîm okuyarak, Allah’a yaklaşmaya çalış. Bu çalışmalarda gevşeklik olursa, bu fakirin rûhâniyetine teveccüh ediniz. Yâhut Mirzâ Mazhâr-ı Cânân'ın kabrine gidiniz, ona teveccüh ediniz, çok terakkî edilir, ilerleme ve yükselme olur. Ondan hâsıl olan fayda, bir diğerinin faydasından daha çoktur."
HİMMET:
Lügatte kasd, irâde, kuvvetli istek, arzu gibi mânalara gelen himmet, ıstılahta Allah'ın velî kullarından bir zatın kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allah’dan dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması demektir. Ubeydullah-ı Ahrâr; "Allah'ın isimleri ile münâsebeti olan bir zât, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurur ve bu şeye himmet eder, kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez; yalnız o işin yapılmasını isterse, Allah da o işi yaratır. Allah'ın âdeti böyledir." demiştir.
MAHBÛBİYYET :
Mahbûbiyyet, sevilen olmak, mahbûb olmaklık, sevilmeklik demektir. İmâm-ı Rabbânî; "Rasûlullah efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (âşık olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır. Bu, Allah'ın çok sevdiklerine mahsustur ve lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır." demektedir. Abdülhak-ı Dehlevî ise, âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz saâdete kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek bütün varlıkların en üstününe (Hazret-i Muhammed'e) uymakla olur. Bunun için O'na uymakla mahbûbiyyet makâmına erişirler. O'nun yolunda bulunmakla, Allah'ın zâtının tecellîsine kavuşurlar demiştir.
TEMESSUL:
Allah, meleklere, cinne çeşitli şekiller alabilme kuvveti verdiği gibi, çok sevdiği kullarının ruhlarına da, bu kuvveti vermektedir. Başka bedene ihtiyâç yoktur, rûhlar da, görülecek şekiller alabilmektedir. İşittiklerimiz ve okuduklarımıza göre, evliyâdan birçoğu, bir anda çeşitli yerlerde görülmüş, birbirine uymayan işler yapmışlardır. Burada latîfeleri, insan şekline girmekte, başka başka bedenler halini almaktadır. Bunun gibi, meselâ Hindistan'da oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir velîyi, hacılar Kâbe'de görüp konuştuklarını, başkaları da, meselâ aynı günde İstanbul'da, bir kısım kimseler de, bu velî ile yine o gün, Bağdad'da görüştüklerini söylemişlerdir. Bu da, o velînin latîfelerinin muhtelif şekiller almasıdır. Bâzan o velînin bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere, yanılıyorsunuz, o zaman, evimdeydim, o memleketlere gitmemiştim, o şehirleri bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum der. Yine bunlar gibi, güç halde bulunan kimseler, korku ve tehlikelerden kurtulmak için, ölü veya diri olan bâzı evliyâdan yardım istemişlerdir.
O büyüklerin, kendi şekillerinde olarak, hemen orada bulunduklarını ve imdâdlarına yetiştiklerini görmüşlerdir. Bu velinin yaptığı yardımlardan bâzan haberleri olmakta, bâzan da olmamaktadır. Bu hâl, bilhâssa muhârebelerde görülmüştür. Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin rûhları ve latîfeleridir. Latîfeleri bâzan, bu âlem-i şehâdette, bâzan da âlem-i misalde şekil almaktadır. Nitekim Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gecede, binlerce kimse rüyâda görüp istifâde etmektedir. Bu gördükleri, hep O'nun latîfelerinin ve sıfatlarının âlem-i misâldeki şekilleridir. Yine bunlar gibi, sâlikler, mürşidlerinin âlem-i misâldeki sûretlerinden istifâde ederler ve bu yolla müşkillerini çözerler.
VELİNİN "HAL" SAHİBİ OLUŞU VE ONLARDAN İSTİFADE OLUNMASI İLE İLGİLİ KONULAR:
Muhammed Mâsûm Serhendî, Mektûbât'ında (2. cild, 140. mektub) diyor ki: "Hadîs-i kudsîde; "Bir velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında, en sevdiğim, ona farz ettiğim şeydir. Nâfile ibâdet yaparak, bana yaklaşan kulumu çok severim. Çok sevdiğim kulumun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. İstediğini elbette veririm. Bana sığındığı zaman, elbette korurum." buyruldu. Farzlarla hâsıl olan kurb, yâni Allah’a yaklaşmak, nâfilelerle hasıl olandan, elbette daha çoktur. Fakat, takva sâhiplerinin ihlâs ile yaptığı farzlar kurb hâsıl eder.
(Takvâ, haramlardan nefret etmek, haram işlemeyi hâtıra bile getirmemektir. Allah’a yaklaşmak, O'nun rızâsına , sevgisine kavuşmak demektir.) Takvâ ve ihlâs elde etmek için de, tasavvuf ehlinin bildirdiği vazîfeleri yapmak lâzımdır. Farzların kurb hâsıl etmesi için, bu nâfile vazîfeleri yapmak şarttır. Nâfile ibâdetleri yapmaya "Sülûk" denir. Sülûk vâsıtası ile, insanda "Fenâ" hâsıl olarak, Allah’dan başka her şeyin sevgisi kalbinden silinir. Sonra "Bekâ" hâsıl olarak, Allah'ın sevgisi, kalbine yerleşir. Her şeyi Allah için sever. Her işi Allah için yapar. Böyle insana "Velî" denir.
Ancak bunun yaptığı farzlar kurb hâsıl eder. Takvâ hâsıl etmek için iki yol vardır: Birincisi, Ehl-i sünnet îtikâdını ve ibâdetlerin şartlarını ve haramları öğrenip, haram işlememek için kendini zorlayarak, ibadetleri yapmaktır. Bunları öğrenmek ve yapmak senelerce sürer. İkinci yol, sülûk vazifeleridir. Bu yol ile takvâ az zamanda hâsıl olur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, hep bu yoldan takvâya kavuştular. Bir "Mürşid"i, "Rehber"i tanıyıp, sohbetinde bulunan, yâni yanında edeb ile, severek oturan yâhut uzaktan râbıta yapan, yâni yüzünü hayâline getirerek edeb ile bakan kimsenin kalbine, mürşidin kalbinden feyz gelir.
Yâni kalbinde fenâ ve bekâ hâsıl olur. Bir "Mürşid" tanımayınca, birinci yolda çalışmak îcâb eder. Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretleri; "Bütün feyzlere, bütün nîmetlere, üstâdlarıma olan sevgim sebebi ile kavuştum. Kusurlu ibâdetlerimiz, bizi Allah’a yaklaştırmaya sebeb olabilir mi?" buyurdu. İbâdetin, insanı, Allah’a yaklaştırabilmesi için, ihlâs ile yapılması lâzımdır. İhlâs da, ancak âriflerden feyz almakla hâsıl olur. Künûzu'd-Dekâik'daki hadîs-i şerîfte; "Her şeyin menbâı vardır. İhlâsın, takvânın menbâı, kaynağı, âriflerin kalpleridir." buyruldu. Velî olmak için, yâni Allah’a yakın olmak, yâni O'nun sevgisine kavuşmak için, farzları yapmak lâzımdır. Farzların birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmektir. Bundan sonra, haramlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri yapmak ve evliyâyı sevmektir. Sevdiği velîden feyz gelerek kalbi temizlenir. Muhakkak velî olur.
Senâullah-ı Pânî-pütî'nin yazdığı Tefsîr-i Mazharî'de Cin sûresinin 26. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde Allah'ın, gaybdan bildiği şeylerin bâzılarını Peygamberlerinden dilediğine bildirdiğini açıklarken; "Allah, evliyâsına vâsıtasız da bildirir. Hazret-i Ömer'e, Sâriye'yi gösterdi. Mûsâ aleyhisselâmın annesine, oğlunu denize koymasını, yine geri göndereceğini ve nebi yapacağını bildirdiğini haber veriyor. Havârîlere vahiy gibi bildirdiğini ve hazret-i Meryem'e; "Hurma kütüğünü salla, tâze hurma olacak. Onları ye." dediğini haber veriyor. Bunlar peygamber değildi. Velî idiler." buyruluyor. Akâid kitaplarında, evliyânın kerametlerinden bir kısmı yazılmıştır.
Abdülganî Nablüsî'nin, El-Hadîkat-ün-Nediyye fî Şerh-it-Tarîkat-il-Muhammediyye (c.2, s.126) isimli kıymetli kitabında açıkladığına göre: "Rasûlullah ile, Eshâb-ı kirâm ile ve Tâbiîn ile, bunlar öldükten sonra da, Allah’a tevessül etmek, yâni bunların hürmeti için, dilekte bulunmak câiz ve meşrûdur. Tevessül etmek, şefâatini istemektir. Ehl-i sünnet âlimleri, bunun câiz olduğunu bildirdiler. Mûtezile fırkası ise buna inanmadı. Tevessül edenin duâsının kabûl olması, tevessül olunanın kerâmeti olur. Yani, öldükten sonra kerâmet göstermesi olur. Bid'at sâhibi, sapık olanlar buna inanmadılar.
İmâm Abdürraûf el-Münâvî El-Câmiu's-Sagîr şerhi olan Feyz-ul-Kadîr'inde bu câhillere cevap vermektedir. İmâm-ı Sübkî de buyuruyor ki: "Rasûlullah ile tevessül etmek, yâni istiğase etmek, O'ndan şefâat istemektir. Bu ise güzel bir şeydir. Önceki ve sonraki İslâm âlimlerinden hiçbiri buna karşı bir şey dememişlerdir. Yalnız İbn-i Teymiyye, bunu inkâr etmiştir. Böylece doğru yoldan ayrılmıştır. Kendisinden önce gelen âlimlerden hiçbirisinin söylemediği bir bid'at çıkarmış, bu bid'ati ile müslümanların diline düşmüştür. Resûlullah'ın ismi ile kasem ederek, yâni Rasûlullah hakkı için diyerek, Allah’dan bir şey istemenin câiz olduğunu, İbn-i Abdüsselâm uzun bildirmektedir. Resûlullah'ın vârisi olan evliyâ ile de kasem câiz olduğunu, Ma'rûf-i Kerhî bildirmekte ve bu husus Kuşeyrî Risâlesi'nde yazılmaktadır."
Yine Hadîka'da (s.151) deniliyor ki: Herhangi bir müctehidin câiz olur dediği bir şeyi yapana mâni olmamalıdır. çünkü dört mezhebden birini taklid etmek câizdir. Bunun için, kabir ziyâret edenlere, evliyânın mezarları ile teberrük edenlere, hastası iyi olmak için veya gâib olan şeyin bulunması için bunlara nezir yapanlara mâni olmamalıdır. Adak yaparken, evliyâya adak demek mecâz olup, türbeye hizmet edenlere adak demektir. Fakire zekât verirken, ödünç verdiğini söylemek gibidir ve böyle söylemenin câiz olduğu bildirilmiştir. Burada söze değil, mânâya bakılır. Bunun gibi, fakire verilen hediye, sadaka olur.
Zengine verilen sadaka da hediye olur. İbn-i Hacer-i Heytemî, evliyânın kabirlerine nezir yapılırken, onun çocuklarına veya talebesine, yâhut orada bulunan fakirlere sadaka olması gibi başka bir kurbet, yâni başka bir hayır niyet edilirse, bu nezrin sahîh olacağına fetvâ vermiştir. Böyle nezirlerin, niyet edilen kimselere verilmesi lâzım olur. Şimdi türbelere yapılan nezirlerin hepsinde böyle niyet edilmektedir. Velîye nezr sözünden bunu anlamak lâzımdır. Geçmiş evliyâya dil uzatmak, onlara câhil demek, sözlerinden dinimize uymayan mânâlar çıkarmak, öldükten sonra da kerâmet gösterdiklerine inanmamak ve ölünce velîlikleri biter sanmak ve onların kabirleri ile bereketlenenlere mâni olmak, müslümanlara sû-i zan, zulmetmek, mallarını gasb etmek gibi, hased, iftira ve yalan söylemek ve gıybet etmek gibi haramdır.
Tarihde olduğu gibi günümüzde de birçok insanın, gayrımüslimin İslam'a , Allah yoluna girmesine vesîle olan, İslâm'a büyük hizmetler yapmağa devam eden velîlerin kıymetlerini bilip hiçbirine dil uzatmamalıdır. Çünkü bir velinin velayetini inkâr eden veliyi Allah nezdindeki derecesinden uzaklaştırmaz ancak kendisini ilahi zevklerden mahrûm bırakır. "Allah, o takvâ sâhiblerini sever." ( Âl-i İmrân/ 76 )
.
XXXXXXXXX
Velilik Vasıfaları ve Erzurum Velileri
Prof. Dr. Sıtkı Aras
Cumhuriyet devrimizin önde gelen şairlerinden Faruk Nafiz Çamlıbel, Erzurum ve Erzurum'un insanı hakkında şöyle enteresan bir kanaat taşırdı: “Anadolu şehirlerinin garip bir hususiyetleri vardır. En büyüğünü, en mükemmelini altı saat içinde anlamak kabildir. Bununla beraber, Erzurum'u iki üç günde gezmek mümkün olduysa da, anlamak kabil olamadı. Erzurumlular, ihtiva etmiş oldukları manâyı, sükutlarıyla en iyi şekilde ifade eden kimselerdir.”
Kolay veya güç anlaşılabilme, basitlik ve giriftlikle ilgilidir. Birinci vasfa sahip olanlar, elbette daha kolay anlaşılabilmektedirler. Meselâ, on binlerce ferde sahip olan bir karınca kolonisinde sadece birisinin incelenmesi diğerlerinin bütünü hakkında bir kanaat verir. Eşref-i mahlûkat olan insan ise böyle değildir. İnsanlar, fizikî olarak çok önemli müşterekler taşısalar da, her insan ayrı ve başlı başına bir âlemdir. Dünya insanları içerisinde Anadolu insanı, Anadolu'da da Erzurum insanı daha başlı başına bir âlemdir. Dolayısıyla da Faruk Nafiz'e diğer şehirlerde olduğu gibi kısa süre içerisinde tanınabilme imkânı vermemişlerdir.
Sosyologlar, Erzurum'da dadaş (aksiyoncu), hanedan (misafirperver, yardımsever), nüktedan ve velî (gönül adamı) olmak üzere dört tip insan olduğunu ileri sürerler. Yine onlara göre, bu tiplerden birincilerin varlığı, Erzurum'un geçiş, yani birçok cihangir orduların uğrak yeri olmasından, ikincilerin varlığı İpek Yolu üzerinde bulunmasından, üçüncülerin Erzurum'da kış mevsiminin uzun sürmesinden, dördüncülerin yani velîlerin ise, bu şehrimizin alperenlere, babalara, dervişlere ilk kapı olmasından kaynaklanmaktadır.
İslamî inanç sisteminde, yaratılan her şey güzeldir ve hiçbir şey sebepsiz yaratılmamıştır, yaratılmaz da. Her varlığın yaradılışının pek çok hikmetleri vardır. Hâdiseler ya bizzat veya neticesi itibariyle güzeldir. Bu yüzdendir ki, büyük Yunusumuz:
Nazar eyle ileri,
Pazar eyle götürü;
Yaratılanı hoş gör
Yaratandan ötürü!
der.
Menkıbelerde anlatılandan çok, kastedilen manâya bakılır ve bakılmalıdır. Bir prensip olarak insanlar, tüm diğer yaratıklardan üstündürler. Peygamberler ise, bütün insanlardan üstündür ve Hz. Musa (a.s.), peygamberler içinde 5 büyük rasûlden biridir. Varlığın efendisi, Peygamber Efendimizdir (s.a.s.). Genel kabule göre, Peygamberleri dört büyük melâike, Hulefa-i Raşidîn, Aşere-i Mübeşşere, Bedir'e katılanlar ve diğer sahabeler takip etmektedir. Daha sonra, toplum olarak Tabiîn efendilerimiz gelir. Fert olarak ise, sonraki asırlarda, Hz. Mehdî gibi, Tâbiîn'i geçenler bulunabilir. Büyüklük sıralamasında peygamberlerden sonra gelen insanlar için genellikle velî tabiri kullanılır. Bunlar içinde asfiyâ denilen ilim ve velâyet erbabının ayrı yeri bulunmaktadır.
Velî, “Allah'ın sevgili kulu” anlamına gelmektedir. Cenab-ı Allah, kısmen bilebildiğimiz kısmen bilemeyeceğimiz bazı sebeplerle kulları içinde bazılarına hususî mükâfat bahşeder. Bunların bazıları hakkında halkın hüsnüzannı olup, öyleleri velî tanınsa ve belki pek çoğu öyle olsa da, Cenab-ı Allah (c.c.), halkın içinde velî kullarını ekseriyetle gizler. Dolayısıyla, dış görünüşüne, sosyal statüsüne vb. bakarak değer vermediği avam insanlar arasında büyük velîler bulunabilir. Bu hususta Hızır aleyhisselâma atfen şöyle bir menkıbe anlatılır. Hz. Hızır, bir gün bir camide namazında tadil-i erkâna riayet etmeyen pejmürde kılıklı birisini ikaz etmek ister. Tepki olarak, o şahıstan “Beni kızdırma! Hızır'ın aramızda olduğunu söylerim.” cevabını alır (Hemen belirtelim ki, bu da bir menkıbedir. Çünkü, halk arasında meczup bilinen veya gerçekten standart değerlendirmelere göre öyle diyebileceğimiz velileri istisna edecek olursak -ki, naklettiğimiz menkıbedeki şahıs bunlardan birisi olabilir- tadil-i erkân namaz için esastır ve Şeriat harici velâyet mümkün değildir). Hızır aleyhisselâma, “Sana yalnız Beni seven velî kullarım bildirildi, Benim sevdiklerimse bende gizlidirler.” hitabı gelir. Yüksek maden mühendisi muhterem bir arkadaş anlatmıştı: “Bir gün Sultan Ahmet'te namaz kılarken devrimizde velî olup olmadığını aklımdan geçirdim. Selâmdan sonra, sağımda duran hırpani kılıklı bir zat kulağıma eğilerek, bulunduğumuz safta üç tane olduğunu söyledi.” Erzurum'da meşhur Eşo'nun Kore harbinde defalarca görüldüğü ileri sürülmektedir.
Velîliğin bazı şartları konusunda âlimlerimiz hem fikirdirler. Bunlar nezaket, edep, tevazu, takva, halka hizmet, dünya malına itibar etmeme, sabır v.s.dir. Hattâ halkımız, kerameti de velîliğin bir vasfı kabul etmiş ve öyle itikad etmiştir. “Alimin yanında diline, velînin yanında kalbine sahip ol!” meşhur sözdür. Burada, bu vasıfların ilk üçünde öne çıkan ve Erzurum'da velî olarak tanınmakta olan bazı muhterem zatlardan söz etmek istiyoruz.
Nezaket
İnsanlığın sertaçlığını tayin eden İslâm, hedeflediği insan tipinde nezaketi en başta gelen prensip edinmiştir. Normal şartlar dahilinde nezaket sınırlarını aşmanın İslâm'da yeri yoktur. İslâmî yaşayışın altın levhaları arasında nezaketin zirvesini Hazret-i Hasan ve Hüseyin efendilerimizin bir davranışlarında görürüz. Her iki kardeş de çocuk denilecek yaştadırlar. Birisinin hatalı abdest almasına şahit olurlar. Şifahî olarak ikaz etmelerine yüksek nezaketleri elvermez. Derler ki: “Amca, şimdi biz abdest alacağız, hatalı olup olmadığımız hususunda bizleri uyar.” Ve gerçek abdest alınış şeklini sergilerler. Adamcağız, meseleyi anlayarak tövbe eder. Erzurum velilerinde de benzeri tablolara çokça rastlanmaktadır. Bunlardan birkaç tanesi şöyledir:
Hacı Haşıl Hazretleri (1860–1910), şeyhinin oğlu olup, kendileri gibi âlim, fazıl bir zat olan Hacı Halim Efendi'nin devamlı arkasını kıbleye dönüp oturmasından rahatsız olmaktadırlar. Bu hareket tarzı avam için fazla nakıs olmayan bir tavırdır. Ancak, taze yağmış olan karın üzerindeki bir sigara dumanı lekesinin dahi sırıtması misali, bir velide göze batmaktadır. Hacı Haşıl Hazretleri bunu hoş görmemekte, fakat direk ikaz etmeğe de nezaketi el vermemektedir. Bir gün kıbleyi gösteren bir pusula gönderir ve bundan ibret almasının gerektiğini söyler. Kimse, bir demir parçasıyla ibret almanın irtibatını anlayamaz. Ancak, Hacı Halim Efendi pusulayı görür görmez vaziyeti anlar. Çünkü güney istikameti gösteren ibre, devamlı sırtını dönüp oturduğu yöne işaret etmektedir.
Büyük Efe hazretlerinin (Alvar imamı Muhammed Lütfü Efendi 1865-1955), torunlarından çok hürmet duyduğum merhum Sadi Efendi henüz çocuktur. Sabahları kimselerin olmadıkları zamanlarda Efe'ye bazı âyetler veya dualar okumaktadır. Ancak bazı yanlışları vardır. Efe Hazretlerinin yüksek nezaketleri, bu kendilerinden en az altmış yaş daha küçük olan öz torununu ikaz edebilme derecesinden bile incedir ve Sadi Efendi'nin bu hatalarının düzeltilmesini halifelerinden Hacı Salih (Sezgin) Efendiye havale eder.
Vehbi Efendi (1875–1947), büyük bir çevrecidir. Yolda, sokakta, caddede gördüğü kâğıt parçalarını toplayarak duvar kovuklarına sokar, moloz taşları yollardan kaldırır, çöpleri temizler, sigaranın da büyük düşmanıdır. Zaten sigara için âlimlerimizden merhum Ruhi Özcan Bey, aynen şunları söylemiştir: “Bir maddenin haram olmasının üç şart vardır; çevreye, keseye ve vücuda zararlı vermesi. Sigara, bu üç şartı da taşımaktadır. Dolayısıyla, zamanında İslâm âlimleri bunu gereğince tanımadıkları için, (bazıları) caiz fetvası basmışlardır.”
Vehbi Efendi de aynı kanaattedir. Dolayısıyla sigarayı çevresindeki bütün gençlere yasak eder. Halen hayatta olan müridleri Vehbi Efendi'ye bu yönden de dua edip minnettar olduklarını söylemektedirler. Kendisiyle yaşıt olup, sigara kullanan müridleri ise, onun huzurunda iken sigara içmek için sık sık meclisten kalkıp, dışarı çıkarlardı. Bu durum, Efendi hazretlerini rahatsız eder ve der ki: “Oğul, Ahmet, Ali, Mustafa, hele bir şeytanın yüzüne üfleyin”. Böylece, dışarı çıkma zahmetine katlanmadan yanında içmelerine müsaade ettiği imasında bulunurlar. Efendi hazretlerinin nezaketi bu idi.
Bir köye içme suyu getirilmektedir. Önlerine bir kaya çıkar. Köyün tüm delikanlıları toplanıp, yerinden oynatamazlar. Vehbi Efendi gelerek, “Hele durun, siz ilmini bilmirsiz!” deyip, bastonunu dayayarak (buna sihirli baston da denilmektedir) kayayı yerinden söker. Büyük velîmizin dillerine “beceremiyorsunuz, gücünüz yetmiyor” gibi cümleler yakışmamaktadır.
Vehbi Efendi'in Meto Hoca isimli bir arkadaşı vardır. Velî ruhlu birisidir. Ancak giyimine kuşamına fazla riayet etmemektedir. Bir gün Efendi hazretleri., arkadaşının elbiselerinin çok kirlenmiş olduğunu müşahede ederler. Bunu onun yüzüne karşı söylemeğe nezaketi el vermemektedir. Bir yolculuklarında bir vesile ihdas olmuştur. Karşılarına Aras Nehri çıkar. O zamanlar köprüler oldukça mahduttur. Suyu yaya geçeceklerdir. Efendi, bu fırsatı değerlendirir ve der ki: “Meto ikimiz de ıslanmayalım. Ben şişmanım sen beni taşıyamazsın. Dolayısıyla sırtıma bin seni karşı kıyıya taşıyayım.” Tüm itirazlarına rağmen Efendi hazretleri arkadaşını sırtına alır. Tam orta noktaya gelmişlerdir ki Efe, “Gözlerim karardı” der ve arkadaşını boydan boya suya uzatır. Mecburen hocamız hem kendi yıkanır, hem de elbiseleri yıkanmış olur.
Edep
Edep, terbiye ve haya manâlarını da ihtiva eder. Bununla nezaket arasında nüans vardır. Nezaket daha ziyade dışa dönüktür. Başkalarının bir hatasını düzeltmeye yöneliktir. Yani bir aktiflik mevzubahistir. Edep ise içe yöneliktir. Daha çok kendi hal ve hareketini düzenlemekle ilgilidir.
Bir zamanlar işyerlerinin en görkemli köşelerini o güzelim hatlarla nakş edilmiş “Edep Yâ Hû” tabloları süslerdi. Yine bu hususta, ismini hatırlayamayacağım bir divan şairinin şöyle bir beyti vardır:
Ehl-i diller arasında aradım, kıldım talep
Her hüner makbul imiş; illâ edep illâ edep!”
Bunun devamı mıdır yoksa anonim bir dörtlük müdür, şu kıta da edep konusunda söylenmiş güzel sözlerdendir:
Edep bir taç imiş nûr-ı Huda'dan;
Giy o tâcı, emin ol her belâdan.
Edepledir kemal-i âdem,
Edepledir nizam-ı âlem.
Bazı yerlerde yukarıdaki ilk beytin devamı olarak söylenen bir başka beyit de şöyledir:
Edep ehli keremden hâlî olmaz
Edepsiz okuyanlar âlim olmaz”
Efendimiz (s.a.s.), her bakımdan bir edep timsali idi. O, “Rabbim beni terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” buyurur.
Sahabe efendilerimizden Hz. Osman'da da (r.a.) edep zirvedeydi. İmam-ı Azam Hazretleri, orada kâğıt fabrikası var diye Şam'a doğru ayaklarını hiç uzatmamışlardır. Üstad Necip Fazıl şeyhleri olan büyük velî için, “Günlerce yanında kaldım, ilerlemiş yaşlarına rağmen bir defa bile abdest bozmak için cemaatten ayrılmalarını cemaate fark ettirmediler.” demektedir.
Talebeleri, Bediüzzaman Hazretlerinin bir defa mahkemede savcının idam cezası talep etmesi anı haricinde ömründe hiç ayak ayak üstüne atmamış olduğunu anlatırlar.
Aynı tavırları Erzurum velilerinde de görüyoruz.
Hacı Haşıl Hazretleri, şeyhlerinin türbeleri bulunan Hasankale'ye doğru katiyetle ayaklarını uzatmamışlardır. Fethullah Gülen Hoca Efendi, hayatından bir kesitini şu tablo halinde sunmaktadırlar: “(Erzurum'da medresede okurken) bir ara kaldığımız yerdeki oda çok dardı. Yatmak istediğimde baktım, ayağımı arkadaşlardan birine doğru uzatmam gerekiyor; saygısızlık olur düşüncesiyle uzatmadım. Diğer tarafta kitaplarımız vardı; onlara doğru da ayaklarımı uzatmam mümkün değildi. Beri taraf kıbleye denk geliyordu. Ayağımı uzatabileceğim tek yön de Korucuk köyünü gösterdiğinden, bu defa, babam köyde olabilir ve ona saygısızlık etmiş olurum endişesiyle, o tarafa da ayağımı uzatamadım. Birkaç gece bu şekilde hiç uyumadan oturdum. Hayatımda bir defa olsun babama doğru, yani onun doğduğu ve şu anda medfun bulunduğu Korucuk'a doğru ayağımı uzatıp yatmadım. Benim anne-babama karşı saygı anlayışım budur.”
Vehbi Efendi'nin; “Oğul, bende hiçbir şey olmadığını çok iyi biliyorum. Fakat millet farklı düşünüyor. Bunun hakkını vermeğe ve halka örnek olmaya mecburum” diyerek her zaman diz üstü oturduğunu anlatırlar. Aynı şekilde yetmiş yaşını aşmış olan Sadık Efendi'nin (1885–1960) saatlerce camide kalmasına rağmen bir defa dahi diz üstü dışındaki oturuş şekline şahit olunamamıştır. Yine, Hacı Salih Efendi vefat ettiklerinde yatağa yatırırlar ve yanında bulunan bir yakını, “İlk defa ayağını uzatarak yatıyor” der.
Bir gün Pasinler ilçesinden Efendi hazretlerine ziyaretçiler gelir. Bunlar tekkeden ayrılırken der ki: “Ola oğul, Müftü Efendi'ye (meşhur Kâmil Efendi) selâm söyleyin. Kusuruma bakmasın, yaşlandım. Yaya ziyaretine gelemiyorum. Faytonla da bir âlimin kapısına gelmeye edebim el vermiyor.”
Anadolu'da yaşlıların ve büyük sayılan kimselerin elleri öpülmektedir. Erzurum'da da bu âdete riayet edilmektedir. Dolayısıyla Efendi hazretleri de bu el öptürme merasiminden kurtulamaz. Bir gün merhum Hacı Salih Sezgin efendiye der ki; “Ola, oğul Salih, ziyaretime gelenler elimi öpme yerine beni iyi bir dövseler çok daha az müteessir olurum.”
Büyük âlimimiz Sabık Efendi'nin (1890–1967) bir talebesi anlatmaktadırlar: “Yıllarca Efendi'nin öğrencisi oldum. Sigara içtiklerini bilmiyordum. Bir defasında odalarına girdim, yalnızdılar. Ancak, havada sigara dumanı dolaşıyordu. Mübarek elleriyle farkında olmayayım diye dumanları dağıtmaya çalıştıklarına şahit oldum.”
Edep anlayışımıza katiyetle uymayan fakat bize dışarıdan sirayet etmiş rahatsız edici âdetlerden birisi, hademeyi veya hizmetçiyi zile basarak çağırmaktır. Yakından tanıyanlar anlatmaktadırlar ki, büyük alimimiz ve kıymetli hemşerimiz Ö. Nasuhi Bilmen hocaefendi, uzun İstanbul müftülüğü boyunca ve Diyanet İşleri Başkanı iken bir defa bile böyle yapmamıştır.
Tevazu
Anadolu'da en makbul sayılan ve en fazla kullanılan dualardan birisi “Su gibi aziz olasın!” temennisidir. Bilindiği gibi, fizikte su temel bir maddedir. Tüm cisimlerin yoğunluk, donma, erime noktaları ona göre ayarlanmaktadır. Edebiyatçıların üzerine en çok şiir yazmış olduğu nesnelerden biridir. Bu güne kadar Resûl-i Ekrem Efendimiz için yazılan en başarılı nat-ı şerifin, Fuzulî'nin Su Kasidesi olduğu kabul edilir. Üstad Necip Fazıl, su ile insan münasebetini şu beytinde dile getirir:
Kâinatta ne varsa suda yaşadı önce;
Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce.
Kur’ân'da her şeyin sudan yaratıldığı ifade buyurulur (Enbiya, 21: 30).
Ehl-i Tasavvufa göre suyun azizliği, ona yüksek payeyi kazandıran özelliği, temizleyici oluşu, devamlılık arz edişi ve yerde aşağıya doğru akışı, yani tevazuudur.
Evet, zilletle karıştırmamak şartıyla tevazu İslamiyet'te en fazla arzulanan vasıflardandır. Mevlâna hazretlerinin şu tavrı hep anlatılır: “Bir gün bir papaza rastlar. Selâmlaşırlar. Muhatabı başını eğer, kendileri de eğer. Saatlerce böyle kalırlar. Nihayet papaz başını kaldırdıktan sonra doğrulur. Sebebini soranlara “Tevazuda da önde olmamız lâzım” şeklinde buyururlar. Burada kutb-u cihanımızı zirvelerde dolaştıran bu tevazu ne kadar makbulse, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin esirken bile düşman komutanının önünde selâm durmaması, izzet ve vakar adına en az o tevazu ölçüsünde büyük ve makbul bir harekettir.
Velilikte tevazu önemli vasıflardandır ve Erzurum evliyaları buna hep riayet etmişlerdir. Hattâ Erzurum medreselerinde kapıların alçak inşa edilmiş olmasını, bu ilim yuvalarına eğilerek girmeği sağlayabilmeye bağlarlar. Yine Hacı Haşıl Hazretlerinin tekkesinin kapısının çok küçük olmasının sebebi de bu gerekçede düğümlemektedir.
Vehbi Efendi'nin çok iyi bir şair olmalarına rağmen şiir yazmamalarını, ağabeyleri, büyük velimiz Efe Hazretlerine karşı tevazu göstermiş olmalarına bağlamaktadırlar. Bu hususta Mehmet Şahin Bey, Londra'da yayınlanan bir dergide yer alan “Who is Muslim” başlıklı ve Vehbi Efendi'yi konu edinen güzel yazılarında şunları söylemektedirler. “O aynı zamanda çok iyi bir şair idi; ancak ağabeyleri alınır diye ya şiir yazmıyor veya okunmasına, neşredilmesine müsaade etmiyorlardı.” Vefatları üzerine ağabeyleri olan Büyük Efemiz güzel bir mersiye yazmış ve tevazuları hakkında şunları söylemişlerdi:
Yüzü yerde, eli hizmette idi;
Bu hizmeti eda-yı himmet idi
Ederdi iftihar çulpuş gezerdi,
Tevazu bahrına düşüp yüzerdi.
Büyük tevazu sahiplerinden birisi de, Erzurum'un son devirlerde yetiştirmiş olduğu en büyük âlimlerden Maksut Efendi (1986-1943) hocamızdır. Meşhur Yetim Hoca'nın halefi, onun kurmuş olduğu medresenin baş müderrisi olmasına rağmen marabaları, hizmetkârları ile birlikte tarlada, harmanda çalışıp onlarla birlikte yiyip içerdi. Efe hazretlerinin onun hakkında yazmış oldukları uzun ve güzel şiirde tevazuları şu şekilde tasvir edilmektedir.
Cevher-i dîlde pak idi;
Ehli tevazu hak idi;
Ümmet için gamnâk idi;
Maksut efendi hocamız.
Rabbimiz, cümlesinin ruhunu şâd eylesin. Âmîn
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 542 ziyaretçi (730 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|