|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
———————
TASAVVUFA DAİR
..
Tasavvufun amacı, “üsve-i hasene” dediğimiz en güzel örnek, ideal insan, biricik önder, mürşid-i ekber Hz. Resulullah (SAV)ın gerçek bir bağlısı olarak Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmaktır. Bilindiği gibi onun sevgisi ve rızası Resulüne uymaktan geçer.
İşte delili: ““(Resulüm! ) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Al-i İmran, 31)
İnsanın nefis, şeytan, dünya, kafir, kötü çevre, cehalet gibi iç ve dış düşmanları vardır. Bunlar insanı Allah yolundan alarak ömrünü israf ile heder etmesini isterler.
Oysa insan, Allah’a ibadet için yaratılmıştır. “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)
İnsanın bedeni nasıl acıkır da ekmek su isterse, ruhu da acıkır. Onun gıdası da iman, ibadet ve taatlardır. “Kalbler ancak Allah’ı zikretmekle yatışır, huzur bulur.”( Ra’d, 28)
Ne var ki insan nefsi, kötülüğü emredicidir. (Nefs-i Emmare)”( Yusuf, 53)
Nefisten daha cahil bir varlık yoktur. Bu yüzden eskiler ona “eçhel-i eşya/ şeylerin en cahili” derlerdi. Çünkü kendi helakine can atmaktadır. Öyleyse onu kötü vasıflarından arındırarak Allah’a kulluk yapmaya yöneltmek ve bunda ciddi ve disiplinli olarak başarılı olmak, dünya ve ahiret için en büyük zafer ve saadettir.
İşte tasavvufun amacı, çeşitli ibadet ve usullerle nefsi tezkiye ve kal¬bi tasfiye ile ahlakı güzelleştirmek, seve seve Allah’a itaat ve O’nun şeriatına teslimiyetle içi dışı nurlandırmaktır. Böylece insanın sonsuz saadete ermesine vesile olmaktır. Bu bakımdan tasavvuf hem ilim, hem de uygulama olarak çok önemlidir.
İslam kalbimiz ve kalıbımızla Allah Teâlâ’ya iman ve teslimiyettir. İman ve rıza kalbin, ibadet ve amel kalıbın işidir. Kalıp, yani bedenle yapılan zahir, yani açık ve görünen amellerin:
Emredilenleri vardır; namaz, oruç, zekat, hac, cihat vs. gibi.
Yasaklananları vardır; içki, kumar, katillik, zina, haram yemek vb. gibi.
Kalb ile ilgili batınî, yani içsel, görünmeyen hükümlerin de;
Emredilenleri vardır; iman, sıdk, ihlas, rıza, huşu, haya, tevekkül vb. gibi.
Yasaklananları vardır; küfür, nifak, kibir, gurur, riya, hased, kin vb. gibi.
Bedenle yapılan emir ve yasaklardan bahseden ilme “fıkıh ilmi” diyoruz. Tasavvufta “zahir ilmi” denilince kastedilen de bu ilimdir.
Kalb ile ilgili emir ve yasaklardan bahseden ilme ise “batın ilmi” anlamına “batın fıkhı”, “ahlak” veya “tasavvuf” diyoruz.
Hatta, bedenle yapılan amellerde bile zahirî olduğu kadar batinî (içe ait, kalbî) hükümler de vardır. Mesela namazı, orucu, haccı yapar¬ken zahirî şart ve rukunlarına uymakla beraber, aynı zamanda huşu ve ihlasla yapmak, riyadan, süm’adan kaçınmak gi¬bi batınî şartlarına uymak da gerekir. Eğer bunlar olmaz ise, ibadet dahi yok hükmündedir. Hat¬ta yok olmakla kalmaz, ayrıca cezayı gerektiren bir suç veya kötülük olur. Mesela riya ile yapılan ameller gibi.
Yüce Allah, ahirette insana malın ve evlatların fayda vermeyeceğini, ancak selim, temiz, doğru kalbin fayda vereceğini söylü¬yor.( Şuara, 88-89.)
Peygamberimiz (sav) de, kalbin vücudun hakimi olduğunu, o iyi olursa, vücudun hepsinin düzeleceğini, o bozuk olursa, vücudun tamamen bozulacağını bildiriyor.( Buhari, İman 39; Müslim, Musakat 107 vd.)
Öyleyse insana düşen, bütün gücüyle gayret ederek kal¬bini kötü ahlaklardan temizleyip iyi ahlaklarla bezemesi, nurlandırmasıdır. Kalb, ancak öyle selim olabilir. Kuşkusuz bunu yapmak da her Müslümana farz-ı ayn’dır. Bu olmaksızın yapı¬lan dış temizliği ise faydasızdır.
Zaten temiz olan Allah, ancak temiz insanların, temiz amellerini kabul eder.( Müslim, Zekat 65; Tirmizi, Tefsir-i Al-i İmran 36, Edeb 41; Darimi, Rikak 9; Ahmed 2/328.)
İslam’ın amacı da bu temizliği gerçekleştirmektir. “İslam, baştan sona güzel ahlaktır.”( Ali Muttakî, Kenzu’l Ummal 3/17 hn: 5225)
Malum, Peygamberimiz (sav) de güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiştir.( Age. 11/320 n: 31969.)
Ne var ki insanların çoğu nefsinin ayıplarını kusurlarını tanımaz. Tanısa bile, onlardan nasıl kurtulacağını bilemez. Bu da bir ilimdir. İşte bu ilmin adına “tasavvuf”, üstadına da “şeyh” veya “mürşid” denir.
Devlet ve toplumun temeli insandır. Onun güzelliği de bireyleri¬nin güzelliğine bağlıdır. İlim, sanat, ticaret, iktisat, hukuk, yönetim, eğitim, medeniyet vs. değerler hep iyi insanın omuzlarında yükselir.
Öyleyse tasavvuf, bireyler olduğu kadar, toplumlar ve devletler için de fevkalade önemlidir. Bugün üstün bir medeniyet davasında olanlar tasavvufu iyi anlamak ve yaşatmak zorundadırlar.
Ya içine karışmış bidat ve yanlışlar mı?
Maalesef şeriat anlayışında olduğu gibi Tasavvuf ve tarikatlarda da zaman içinde bir sürü yanlış tasavvurlar ve davranışlar olmuştur, şimdi de vardır, gelecekte de ihtimal olacaktır. Bu insana ait bir zaaftır.
Bunu önlemenin yolu inkar ve hakaret değil, aslına rücu anlamında tecdittir. Emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münkerdir. Yol gösterici ilmi eleştirilerdir.
Tasavvuf ve tarikatlar ihtiyari kurumlardır. İçinde olmak istemeyen Müslümanlara saygı duyulur. “Ben Tasavvuf ve tarikatlara intisap etmeden de İslam’ı aşkla yaşar ve ahlakımı güzelleştiririm. İhlas ve ihsanı yaşayarak “efdalü’l imana” erişebilirim” diyene, “buyur kardeşim, mücaheden mübarek olsun” deriz. Sorun yok.
Ama aynı saygıyı onlardan da sufilere karşı beklemek İslam kardeşliğinin gerektirdiği bir erdemdir diye düşünüyoruz, öyle değil mi?
Cemal Nar
.
Tevhid örtüsü altına gizlenip Vehhabilik propagandası yapanlar artık “Selefilik” adı altında faaliyet gösteriyorlar. Batıl görüşleri deşifre olup kaçacak yer kalmayınca bukalemun gibi renkten renge giriyorlar.
İngiliz casusun kurdurduğu vehhabiliğin temeli karşısındakini şirkle suçlamak üzerine kurulmuştur. Aynı şekilde bunların da temel özellikleri tarikat ehlini şirkle suçlamalarıdır. Çünkü Ehli Sünnet inancını bozmanın önündeki en büyük engel tarikatlar. Hak Tarikatlar küfre barikat oluyor Elhamdülillah..
Daha önce sizlere bu konuda epey bir malumat vermiştik… Onlardan bazıları:
Bu konudaki reddiyeleri sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. İşte Seyyid Alewi Maliki Hazretlerinin bu konudaki reddiyesi:
Yapılan işlerin asıl fail olan Allah ‘a değil de, fiillerin yaratılmasına birer vesile olan mecazi failiere nispet edilebiliyor olması iyi anlaşılamadığı için, iman ve şirk değerlendirmesinde sıklıkla hataya düşülmektedir.
Mecazi ya da hakiki anlam ayrımını kabul etmeyen bazı insanlara göre, fiilin gerçekleşmesinde vasıta olan kişi için “işi bu kişi yapmıştır” gibi bir şey söylendiği takdirde,
مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَ
“Biz o putlara, ancak bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz”(Zümer 3) ayet-i kerimesinin hükmü gereğince şirke düşülmüş olur.
Böyle bir iddia asla kabul edilemez. Bu ayetin bu şekilde bir delil olduğunu iddia etmek, ayeti bağlarnından kopararak keyfe keder verilen bir manadır.
Şöyle ki, bu ayeti kerime, müşriklerin Allah’tan başka putlan ilah edinip Allah’ın rububiyetinde ortak gördüklerini ve o putlara ibadet ettiklerini açıkça ifade etmektedir. Müşrikler, putları Allah’tan başka rabler kabul edip onlara ibadet ettikleri için müşrik ve kafır olmuşlardır. Yaptıklan bu ibadetin Allah’a yakınlığa vesile olduğunu iddia etmektedirler.
Burada açıklanması gereken önemli bir husus daha vardır. Allah -celle celaluhu’nun bizlere aktardığı müşriklerin sözlerinden -müşriklerin kendi iddialarına göre- şu anlaşılmaktadır: Onlar putlara ibadet ederken aslında istekli değiller ve bu ibadeti yapmayı istemedikleri halde sadece Allah’a yakınlığa sebep olduğu için yapmaktadırlar. Bu ayeti böyle anlamak durumundayız. Zira eğer müşrikler gerçekten bu iddialarında doğru söylüyor olsalardı, doğal olarak Allah -celle celaluhu’yu o putlardan daha büyük görüp putlara değil de Allah’a ibadet etmeleri gerekirdi. Müşrikler bu söylediklerini, şirklerinin üstünü örtebilmek için bir mazaret olarak ileri sürmektedir.
وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَرْجِعُهُم
ْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
“Onların, Allah’tan başka çağırdıklarına sövmeyin ki onlarda bir ilim olmaksızın Allah’a sövmesin. İşte biz böylece her ümmete yapıp ettiklerini süsledik. Sonra rablerine döndürülecekler ve Allah onlara kendi yaptıklarını haber verecektir” (En’am 108) ayeti kerimesi, Müslümanlan onların putlanna sövmekten alı koymuştur.
Abdürezzak, Abd İbni Humeyd, İbni Cerir, İbni Münzir, İbni Eb!
Hatem ve Ebu Şeyh, bu ayetin tefsiri ile alakah Katade -radıyallahu anh’dan şu rivayeti nakl etmişlerdir:
“Müslümanlar kafirlerin putlarına söverler onlar da bunun üzerine
Allah hakkında ileri geri konuşurlardı. Bunun üzerine:
وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍ
“Onların, Allah’tan başka çağırdıklarına sövmeyin…” (Enam 108) ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu ayetin nüzul sebebi bu olaydır. Kur’an, Mekke putperestlerinin tapındığı taşların kusur ve eksikliklerini dillendirmeyi yasaklayarak haram etmiştir. Zira Müslümanların, putların kusurlarını ortaya koyan sözleri, putların menfaat ve zarar verebileceğine gerçekten inanan putperesderin putlara bestedikleri bağlılık duygularını tahrik etmekteydi.
Sinirlenen putperestler Müslümanlara ayni ile mukabele edip her noksanlıktan münezzeh olan alemierin Rabbine noksanlık izafe ederek sövmekteydiler.
Imdi eğer bunlar gerçekten Allah’a yakınlık için ibadet ettikleri iddiasında tutarlı olsaydılar, intikam almak için kendi ilahları olduğunu söyledikleri Allah’a sövmezlerdi. Bu yaptıkları göstermektedir ki Allah’ın onlar nezdindeki değeri, kesinlikle putlarından daha azdır.
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ
“Eğer gökleri ve yeri kim yarattı diye onlara soracak olsan elbette Allah yarattı derler”(Lokman 25) ayet-i kerimesi de bu manayı teyid etmektedir. Yani eğer gerçekten putların değil de Allah ‘ın gerçek yaratıcı olduğuna inanıyor olsalardı sadece Allah’a ibadet ederlerdi. Yada en azından Allah’a olan saygı ve hürmetleri putlardan daha fazla olurdu.
Şimdi soruyoruz: Putları hakkında söylenilenlerden tahrik olup Allah
celle celaluhu’dan intikam almak adına putperesdlerin bu yaptıkları, Allah’ı yüceltip saygı gösteren bir insanın yapabileceği şeyler midir? Elbette ki hayır.
Allah’ın müşrikler nezdindeki değerinin o taşlardan daha değersiz olduğuna delalet eden ayeti kerimeler sadece bunlardan ibaret değildir.
وَجَعَلُواْ لِلّهِ مِمِّا ذَرَأَ مِنَ الْحَرْثِ وَالأَنْعَامِ نَصِيباً فَقَالُواْ هَـذَا لِلّهِ بِزَعْمِهِمْ وَهَـذَا لِشُرَكَآئِنَا فَمَا كَانَ لِشُرَكَآئِهِمْ فَلاَ يَصِل
ُ إِلَى اللّهِ وَمَا كَانَ لِلّهِ فَهُوَ يَصِلُ إِلَى شُرَكَآئِهِمْ سَاء مَا يَحْكُمُونَ
“Tuttular Allah’ın yarattığı ekin ve davarlardan ona hisse ayırdılar ve kendi zanlarınca “Bu Allah’ın, bu da Allah’a ortak koştuğumuz putların” dediler. Ortak koşulan putlar için olanlar Allah tarafına ulaşmaz ama Allah için olanlar putların tarafına ulaşır. Ne kötü hüküm veriyorlar ” (En’am 136)
Eğer Allah’ın onlar nezdindeki değeri putlardan daha az olmamış olsaydı, bu ayeti kerimenin bize hikaye ettiği tercihte asla bulunmazlar ve Allah -celle celaluhu-’nün
سَاء مَا يَحْكُمُونَ
“Ne kötü hüküm veriyorlar” (Enam 136) kavline müstahak olmazlardı.
Ebu Sufyan -radıyallahu anh- ‘ın Müslüman olmadan önce kendi ilahlarının ve ordusunun müminlere ve alemierin rabbi olan Allah’a galip olması için “Hubel aziz olsun” diyerek putları olan Hubel’e dua etmesi, müşriklerin putlara ve Allah -ce lle celaluhu-’ya nasıl bakıp inandıklarını göstermeye yeterli bir misaldir.
Anlattıklarımız iyi anlaşılmalıdır. Zira birçok insan bu noktayı anlayamadıkları için, yanlış çıkarımlar yapmakta ve batıl fikirlerini buna dayandırmaktadırlar.
Allah -celle cetaluhu- Müslümanlara namaz kıtarken Kabe’ye yönelerek -yapılan ibadet Kabe için yapılmadığı halde- ibadet etmelerini ve onu kıble edinmelerini emretmiştir. Hacerü’I-Esved’i öpmek, Allah’a kulluk ve Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’e ittiba için yapılır.
Buna rağmen birisi Kabe ya da Hacerü’l-Esved’c ibadet ettiğini düşünürse, aynı putperestler gibi o da müşrik olur.
Bu durumda vasıta kullanan herkesi müşrik kabul etmek mümkün değildir.
Zira vasıta kullanmak kaçınılmaz bir durumdur. Aksi takdirde her işinde bir vasıta kullanan insanlan müşrik addetmek zorunda kalınz.
Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’e Kur’an, Cebrail -aleyhisselam- vasıtasıyla nazil edilmiştir. Peygamberimiz -sallallahu aleyhive sellem- Sahabeyi kiram -radıyallahu anhum- için en büyük vasıtadır. Sahabe, sıkıntılı zamanlannda onun yanına sığınır, sıkıntılarını ona anlatır, onu Allah’a vesile eder ve ondan dua isterlerdi. Onların bu isteklerinin üstüne Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- asla onlara: “Siz müşrik ve kafir oldunuz. Sıkıntılarımza benden çare aramanız ve benden
bir şey istemeniz caiz değildir. Gidin ve kendi başınıza size benden daha yakın olan Allah’tan isteyin” gibi bir şey dememiştir. Bilakis, onlar adına Allah’tan istekte bulunmuştur.
Bununla beraber elbette ki bütün sahabe kesin olarak şunu bilmekteydiler; gerçekte istenileni verebilecek olan sadece Rezzak olan Allah – celle cellaluhu-’dur. Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- de verdiği şeyleri Allah ‘ın izniyle vermektedir.
إنما أنا قاسم والله معط
“Ben ancak taksim ederim. Gerçekte veren Allah’tır” diyen yine Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in kendisidir.
Öyleyse, herhangi birisi için “o, sıkıntıyı giderdi ve ihtiyacımı gördü” demek, o işin olmasına vesile oldu demektir.
Kim, iki dünyanın en şereflisi, cinlerin ve insanların efendisi, Allah’ın
bütün mahlukatının her anlamda en değeriisi olan yüce Peygamber
-sallallahu aleyhi ve sellem-’e i’tiraz edebilir? O değil midir ‘sahih’ bir rivayette:
من فرج عن مؤمن كربة من كرب الدنيا
“Kim ki mümin kardeşinin dünyada bir sıkıntısını giderirse…” diye buyuran. Mümini, sıkıntıları gideren olarak vasıflanmıştır.
من قضى لأخيه حاجة كنت واقفاً عند ميزانه فإن رجح وإلا شفعت له
“Kim bir kardeşinin ihtiyacını giderirse onun mizanı önünde duracak ve ağır basmasını bekleyeceğim. Ağır gelmese şefaat edeceğim” diye buyuran, müminleri, “ihtiyaçları giderici” olarak tavsif eden O -sallallahu aleyhi ve sellem- değil midir?
Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem- sahih rivayetlerde:
من ستر مسلماً
“Kim bir müminin ayıbını örterse…”
أن لله عز وجل خلقاً يفزع إليهم في الحوائج
“Allah’ın öyle mahlûkatı var ki sıkıntılı anlarda onlara müracaat edilir”
والله في عون العبد ما دام العبد في عون أخيه
“Allah, kardeşine yardım ettiği sürece kulunun yardımındadır”
من أغاث ملهوفاً كتب الله له ثلاثاً وتسعين حسنة
“Kim sıkıntısı olan birisine yardım ederse Allah ona doksan üç hasene yazar” diye buyurmuştur?
Bu rivayetlerde müminler, sıkıntıyı gideren yardım eden, ayıpları gizleyen ve kendisine müracaat edilen kişiler olarak tavsif edilmiştir. Halbuki sıkıntıları gideren, ihtiyaçlan veren, ayıpları örten ve yardım eden gerçekte Allah’tır. işlerin yerine getirilmesinde bir vasıta oldukları için, fiillerin Müminlere nispet edilmesinde bir beis bulunmamaktadır.
İstiğfar eden ve mescitleri imar eden insanlardan dolayı, Allah ‘ın yeryüzünden azabı kaldırdığına, onlar sayesinde diğerlerini rızıklandırdığına, belaları onlar sayesinde defettiğine delalet eden birçok hadisi şerif bulunmaktadır.
Taberani “Kebirde, Beyhaki’de “Sünen’de nakletmiştir: Mani ed Deylemi -radıyallahu anh- Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
لولا عباد لله ركع وصبية رضع وبهائم رتع لصب عليكم العذاب صباً ثم رضّ رضا
“Eğer yeryüzünde Allah’ın rükû eden kulları, süt emen sabiler, otlayan hayvanlar olmasaydı, üzerinize azap yağdırır ve sizi helak ederdi.”
Buhari, Sad İbni Ebi Vakkas -radıyallâhu anh-’ın şöyle rivayet ettiğini nakletmiştir:
هل تنصرون وترزقون إلا بضعفائكم
“Siz ancak aranızdaki zayıflar sayesinde yardım olunuyor ve rızıklandırılıyorsunuz.”
Tirmizi ve Hakim sahih bir senetle Enes -radıyallâhu anh-’dan şöyle nakletmişlerdir:
لعلك ترزق به
“Umulur ki onun sayesinde rızıklandırılırsınız.”
Abdullah İbni Ömer -radıyallâhu anh-’dan naklen Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
إن لله عز وجل خلقاً خلقهم لحوائج الناس يفزع إليهم الناس في حوائجهم أولئك الآمنون من عذاب الله تعالى
“Muhakkak Allah, insanların ihtiyaçları için kendilerine müracaat edecekleri insanlar yaratmıştır. İşte onlar Allah’ın azabından emin olanlardır.”
Cabir bin Abdullah -radıyallâhu anh-’tan rivayetle Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
إن الله ليصلح بصلاح الرجل المسلم ولده وولد ولده وأهل دويرته ودويرات حوله ولا يزالون في حفظ الله عز وجل ما دام فيهم
“Muhakkak Allah, salih bir adamın salihliğinden dolayı çocuğunu ve çocuğunun çocuğunu, beldesini ve çevresindeki beldeleri de salaha erdirir. Ve o aralarında bulunduğu sürece onları muhafaza eder”
İbni Ömer -radıyallâhu anh-’dan naklen Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurmuştur:
إن الله ليدفع بالمسلم الصالح عن مائة أهل بيت من جيرانه بلاء
“Muhakkak ki Allah, bir salih kul vesilesiyle komşularından yüz evden musibet ve belayı def eder”
Sonra da İbni Ömer -radıyallâhu anh- şu ayeti okumuştur:
وَلَوْلاَ دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الأَرْضُ
“Allah’ın insanların bazısını bazısıyla defetmesi olmasaydı elbette yeryüzü fesada uğrardı.” (Bakara 251)
Sevban, ‘merfu’ olarak Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem-’den şu rivayeti yapmıştır:
لا يزال فيكم سبعة بهم تنصرون وبهم تمطرون وبهم ترزقون حتى يأتي أمر الله
“İçinizde daima yedi kişi bulunur ki onlar sayesinde yardım olunur, onlar sayesinde yağmur yağdırılır ve onlar sayesinde rızıklandırılırsınız. Allah’ın emri gelene dek bu böyle sürüp gider”
Ubade bin Samit’ten naklen Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
الأبدال في أمتي ثلاثون بهم ترزقون وبهم تمطرون وبهم تنصرون
“Ümmetimde otuz tane ‘abdal’ vardır. Onlar sayesinde rızıklandırılır, onlar sayesinde yağmur yağdırılır ve onlar sayesinde yardım olunursunuz.”
Katade “Sanıyorum Hasan (Basri?) onlardan biridir” demiştir.
İbni Kesir bu son dört hadisi şerifi tefsirinde
وَلَوْلاَ دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ
“Allah’ın insanların bazısını bazısıyla defetmesi olmasaydı…” (Bakara 251) ayetinin açıklamasını yaparken zikretmiştir. Hadislerin hepsinin toplamı, sahih seviyesine çıkmakla delil olmaya salahiyetli hale gelmiştir.
Enes -radıyallâhu anh-’dan rivayetle Rasulüllah Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
لن تخلو الأرض من أربعين رجلاً مثل خليل الرحمن ، فبهم تسقون وبهم تنصرون ما مات منهم أحد إلا أبدل الله
مكانه آخر
“Yeryüzü, Halilü’r-Rahman Hz. İbrahim gibi kırk kişiden asla boş kalmayacaktır. Onlar sayesinde yağmur yağdırılır ve yardım olunursunuz. Ne zaman onlardan biri vefat etse Allah yerine bir başkasını koyar.”
Tevhid ve iman günü olan mahşerde, arşın açığa çıktığı o günde vasıtayı uzma olan vesilelerin en büyüğü meydana çıkar. O, livaü’l-hamd’ın, makam-ı Mahmud’un ve havz-ı kevser’in sahibi olan, şefaati asla geri çevrilmeyen şefaatçi, ümmetini hüsrana ve üzüntüye düşürmekten sakınan, aldığının karşılığını muhakkak veren, hüsnü zanları boşa çıkarmayan vaatlerin sahibi olan Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-’dir.
O gün, tüm insanlar ona yönelecek ve ondan şefaat dileneceklerdir. O -sallallahu aleyhi ve sellem- de, Allah’ın “ey Muhammed! Şefaat et, kabul edilecektir. İste, Sana verilecektir” hitabıyla vücud bulan, ihsan hırkası ve ikram tacı sayesinde ümmetinin isteklerine karşılık verecektir.
[Seyyid Alevi el Maliki, Mefahim, s.83-90]
www.ihvanlar.net
.
Müdafaada en önemli husus şu: Taberani’nin eserinde adeti olmamasına rağmen sadece tevessüle delil olarak aldığı hadis için “sahihtir” notu düşmesi… Buyrun izleyelim:
[youtube http://www.youtube.com/watch?v=2befKTCsay8?rel=0&w=420&h=315]
.
İngilizler tarafından kurulup şuanda Amerika güdümlü Araplar tarafından desteklenen ve dünyaya vehhabi-selefilik örtüsü altında bozuk inançlar yaymaya çalışılan ajan-misyonerler tarikat ve tasavvuf erbabını şirk ile suçlayıp Müslümanları Allah dostlarına karşı cephe almaya teşvik ediyorlar. Biz de bu konudaki şer’i delilleri sizlere aktarıyoruz. DELİLLERLE TASAVVUF
bölümümüzden okuyabilirsiniz.
Vehhabi=Selefiler Şah-ı Nakşibendi (Kuddise Sirrahu) Hazretlerinin: “Bütün dünya bana tırnağımın üstü gibidir” sözünden yola çıkarak o mubareği ve ona inanları “müşrik” ilan etmişler.
Müslümanları “müşrik” ilan edebilmek bu kadar basit değil değerli kardeşlerimiz. Eğer o kişi müşrik değilse bu iddianın sahibine döner ve iddia eden kişi din sınırları dışına çıkmış olur. Hem de büyük bir iftira günahını yüklenmiş olur. Şimdi bakın cahilane iddiaları nasıl da kendi aleyhlerine dönüyor…
KUR’AN AYETİ İLE SABİTTİR
Neml Suresinde Süleyman Aleyhisselam ve Belkıs’ın durumu anlatılırken yaşanan olay gerçekten de çok dikkat çekicidir. (Bu kişiler eğer Kur’an-ı Kerimi açıp okusaydılar bu hataya düşmeyecekelrdi)
Önce ayetlere bir göz atalım:
Süleyman Aleyhisselam cinler dahil etrafına topladığı saray erkanına sordu:
“Süleyman, “Ey ileri gelenler! Onlar bana teslim olmadan önce hanginiz bana onun (kraliçenin) tahtını getirebilir?” (Neml 38)
Orada bulunan bir cin taifesinden bir şahıs cevap verdi:
“Cinlerden bir ifrit,”Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim” dedi (Neml 39)
Cin taifesinden olan varlığın bu iddiası çok müthiştir ama ondan daha hızlısı da vardır.
“Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm”dedi.” (Neml 40)
Bakınız değerli kardeşlerimiz… “Kitaptan bilgisi olan” bir kişi… Bu melek değil, Peygamber değil, bir insan… Ve diyor ki: “Ben onu göz kapayıp açıncaya kadar sana getiririm”
Peki, getirebiliyor mu?
“Süleyman tahtı yanında yerleşmiş halde görünce…” (Neml 40) Allah’a şükrediyor…
Söyler misiniz göz kapayıp açmak ne kadar bir süre alır? Bir saniye tutuyor mu? Diyelim ki bir saniye… Siz bir saniyede bir adım ancak atarsınız ama o kişi uzak bir ülkedeki sultanın tahtını getiriyor…
Şimdi Kur’an ile sabit olan bu ayete göre vehhabi=selefilere sorulan sorular şunlar:
-Bu kişi bir insan olduğuna göre bunu nasıl yapmıştı?
-Peygamber olmadığına göre bu bir keramet değil midir?
-Bir saniye içinde tahta nasıl ulaşmıştır?
-Kilometrelerce uzaklardaki tahtı bir saniye içinde nasıl bulmuştur?
-Bu kişinin dünyayı tırnağının ucu gibi görmesi mümkün değil midir?
Düşünün o zaman navigasyon diye bir şey de yok ki, anında yer tesbiti yapsın ve oraya intikal etsin. Olsa bile bir saniye içinde bunu yapması mümkün değil. Peki nasıl oluyor da o sarayı ve tahtı bulabiliyor?
Bal gibi de dünyayı ve gideceği yeri tırnağı gibi görüyor…
PEYGAMBERİMİZİN ÜMMETİ DAHA MI AŞAĞI!
Süleyman Aleyhisselam’ın ümmeti bunu yapabiliyor da, hepsinin hürmetine yaratıldıkları Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in ümümmetinden neden olmasın? Allahu Teala’nın kitabında sabit olan bir hadise bu gün neden olmasın? Allahu Teala’nın “kitaptan ilme sahip” olan kulları yok mu oldu?
Elbette var…
Ve onlar Allah dostlarıdır…
Allahu Teala düşmanı şeytana bile ne meziyetler vermişken kendi dostuna neden vermiş olmasın ki? Ayet ile sabit olan bu hakikati görmeyen gözleri açmak için daha ne olması lazım?
Bir benzerini büyük halife Hazreti Ömer (Radıyallahu anh) ile yaşayan sahabe hayretlere düşüyordu: Halife Hazreti Ömer (Radıyallahu anh) her Cuma olduğu gibi, o Cuma da Medine’de Mescid-i Nebevi minberinde hutbedeydi. Orada konuşurken, bir ara sözleri arasında şöyle dedi:
“Yâ sâriyetu el-cebele, el-cebele !”
(“Ey Sâriye, dağa, dağa çekil!” Taberî, Tarihü’l-Ümem ve’l-Mülûk, 2:380; Ebû Nuaym, ed-Delâil, 3:210,211; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:370; Süyûtî, Târihü’l-Hulefâ, s.128; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 7:131.)
Mescittekiler soran gözler ve şaşkın ifadeler ile birbirlerine baktılar. Çünkü Sâriye, İran’da devam eden fetihlerde görevli bir komutandı. Hazreti Ömer Sâriye b. Zenim’i, Dâr-ı İbkird ve Fesa bölgesine komutan olarak tayin etmişti. Bu iki yer İran topraklarındaki iki bölgenin adıydı. Şimdi o, Medine’den Sâriye’ye sesleniyor ve ona hemen dağa çekilmesini söylüyordu. Oysa Sâriye ile arasında çok büyük bir uzaklık vardı. Hazreti Ömer hutbede niye böyle demişti? Bu farkında olmadan ağzından kaçan bir söz müydü, yoksa Sâriye’nin durumunu görüp ona bir ikaz da mı bulunmuştu?
Aradan birkaç hafta geçince Medine’ye bir elçi geldi. Elçiyi, komutanı Sâriye Medine’ye göndermişti ve elçinin yanında bir fetihname bulunmaktaydı. Elçi o Cuma günü savaşta olanları anlatınca durum açıklığa kavuştu: Hazreti Ömer’in minberden emir verdiği gün, Sâriye’nin askerleri Sasani Devleti güçleriyle çarpışıyordu. Cuma vaktinde savaş sırasında Sâriye, Hazreti Ömer’in şu sözlerini ve emrini duymuştu
“Ya Sâriyetu, el-cebele, el-cebele!”
Duydukları üzerine şaşırmıştı ama yine de, emredileni yerine getirmek için askerin sırtını yakındaki dağa vermiş ve sonunda zaferi kazanmıştı.
İşte Kur’an-ı Kerimin açık beyanı ve yaşananlar… Hiç şüpheniz olmasın ki, bütün dünyayı tırnağı gibi gören Allah dostları vardır. Çünkü ruh la-mekandır (makansızdır) Bu ise başlı başına ayrı bir konudur.
ALLAH’IN İZNİYLE…
Burada dikkate alınacak husus şudur: Bütün bunlar Allahu Teala’nın izni ile olmaktadır ve Allah dostu, insanların her haline şahittir diye birşey de yoktur. Mevla Teala dilediğine dilediği şeyi göstermektedir. Gözlere perde çeken de odur, gözleri açan da… Bakın mesela yine başka bir ayette ne buyruluyor:
“Hani karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki Allah, olacak bir işi gerçekleştirsin. Bütün işler Allah’a döndürülür.” (Enfal 44)
Yani Allahu Teala dilediğinin gözüne perde çeker çoğu az gösterir, dilediğinden perdeyi kaldırır dünyayı izletir… (Yukarıda geçen iki ayet bu konuda yeterli delildir.)
ŞİRK İFTİRASI KİME DÖNDÜ?
Evet başta dediğimiz gibi bu iftira, sahiplerini buldu… Ama biz onları bile şirkle suçlamıyoruz. Ehli Sünnet çok aklı selim bir yol izler. Onlar bozuk itikatları ile düz yoldan sapmışlar ancak şirk gibi büyük bir iftira atarak kendi aleyhlerine dönmüşlerdir.
Allahu Teala hidayet nasip eylesin.. Kur’an-ı Kerimi ve sünneti nebeviyi bilseler, muhabbet ile dolsaydılar elbette bu hatalara düşmeyeceklerdi. Onlar da ağına düştükleri bir sapığın etkisiyle bu hale gelmişler. Elimizden geldiği kadar kurtuluşları için dua edelim…
www.ihvanlar.net
.
Değerli Gönül Dostları!
Bildiğiniz gibi geçen yıl, Cübbeli Hocamız bir sohbetinde Efendi Hazretleri hakkındaki bir zuhuratta “Ete kemiğe büründüm Mahmud Diye göründüm” denildiğinden bahsetmişti.
Tabi ki, bunu duyan ve işin hakikatine vakıf olmayan kardeşlerimiz halisane bir şekilde işin aslını soruyorlar. Çünkü bazı insanlarda bu yüzden Efendi Hazretlerini haşa “şirke düşmekle” itham ediyorlar.
NEDİR İŞİN ASLI?
Değerli kardeşlerimiz, bu sözü Mahmud Efendi Hazretlerimiz hiçbir zaman kullanmamış olup, bir zuhuratta söylenmiştir. Bu sözü, zuhuratı gören kişi nakletmiştir. Zuhurat, Allah’ı zikreden bir insanın elinde olmadığı halde uyuduğu esnada gördüğü veya işittiği şeydir.
Genel kaide şudur ki, zuhurat, gören kişiyi ve görülen kişiyi bağlar. Yani görülen zuhurattan ne itikadi ve ne de fıkhi bir hüküm çıkmaz, çıkarılamaz. Hata üçüncü şahısları bile ilgilendirmez.
Mesela geçmişte bazı veliler, gördüğü zuhurat üzerine Mehdi Aleyhisselam’ın geleceği zaman için tarih vermişler ancak verilen tarih gelip geçmiş, Mehdi Aleyhisselamın da çıkmadığı görülmüştür.
Dolayısıyla zuhuratta görülen bir şey, duyulan bir ses ancak o kişiyi ve belki sevenlerini ilgilendirir. Bundan itikat ve fıkıh yönünden bir hüküm çıkmaz.
Allah dostları hakkında zuhur eden sözler ise ancak onların değerini bildirmesi, makamının yüceliğini anlatması bakımından önemli olabilir. İtikadi ve ameli bir hüküm çıkmamakla birlikte tevile de açıktır.
www.ihvanlar.net
.
“Muhammed Mustafa… O’na ben güneş diyemem güneş batar…
Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) O’na su diyemem, su durdu mu kokar…
Muhammed Mustafa çok leziz bir yemek diyemem, çünkü yemek durdu mu ekşir…
Muhammed Mustafa’nın müşebbehun bihi (benzeri benzetilebileceği) kimse yoktur.
İmam-ı Rabbanin buyurduğu gibi Muhammed Mustafa eşittir Allah, bir eti bir kemiği var farklı olarak o kadar…”
Değerli Gönül Dostları!
Bayram Hoca’yı herkes bilir tanır. Tam bir mücahiddir, kitap aşığıdır tevhid aşığıdır, zikir ve namaz aşığıdır. Müslümanların tembelliğinden çok şikayetçi olup din, dil, tarih şuur u vermeye çalışan bir hocamızdı.
Bu sözleri elbette ki şaşkınlığa yol açtı. Ve cemaatimizin ileri gelenleri bu konuda Bayram Hocamızı sorguladı.
Bayram Hoca, o anki duygularını ifade ederken maksadını aşan o sözü anlaşıldığı anlamda değil, başka bir şeyi ifade etmek için söylediğini ifade ederek şöyle dedi:
“Allah Celle Celaluhu’nun benzeri, benzetilebilecek hiçbir varlık olmadığı gibi, Muhammed Mustafa’nın müşebbehün bih yoktur, yani manevi yönden benzetilebileceği hiçbir varlık yoktur. Benzetilememe yönünü ifade etmek isterken zahirde küfür olan bir söz söylemiş oldum. Asıl maksadım bu olmadığı halde maksadını aşan bu sözü söyledim.” diyerek hatalı olduğunu söyleyip hatasından dönmüştür.
www.ihvanlar.net
.
Allah dostlarının dualarını almak, istiğfar talep etmek, Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in tavsiye ettiği ve sünnette olan bir uygulamadır.
Vehhabi=Selefiler, kimsenin Allah dostu olamayacağını veli, veliyyullah gibi isimlendirilemeyeceğini iddia ederler. Bu iddialarına cevap vermiştik. BURADAN OKUYABİLİRSİNİZ
Aynı zihniyet yukarıdaki iddialarının gereği olarak bir “Allah dostu” olarak adlandırılan kişilerin ziyaret edilmesini, onlardan dua talep edilmesini, himmet istenmesini de şirk sayarlar. Bu konuda daha önce reddiyeler yapmıştık. Onlara daBURADAN ULAŞABİLİRSİNİZ
İnkârcılar bu konuda kendi heva ve heveslerine göre ilimden uzak bir şekilde yorumladıkları, lugat ve nüzul hakikatlerine ters düşen ayet mealinden başka hiçbir delilleri yoktur. Bizler ise delil üzerine delil getirerek inkârcıları susturuyoruz.
İSTİĞFAR TALEP EDİN DUA İSTEYİN
Resulüllah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisini görmeye gelip, göremeden geri dönen Uveys El-Karani’yi ziyaret için bakın ne buyuruyor:
“Size Yemen’den Üveys denilen bir adam gelecek. Yemen’de bir annesinden başka kimse bırakmıyor. Kendisinde beyazlık vardı. Allah’a dua etti de onu kendisinden giderdi. Yalnız bir dinar veya dirhem yeri kadar kaldı. Ona sizden kim rastlarsa sizin için istiğfar ediversin.” (Müslim, Fadailu’s-sahabe, 223-224)
Yine Üseyr b. Câbir’in Hz. Ömer’den yaptığı rivayette, Peygamberimizin, Uveys için “… Eğer Üveys Allah adına yemin etse Cenab-ı Hak elbette O’nu yemininde doğru çıkarır. Senin için dua etmesine imkan bulursan ondan dua iste.” demiştir. Hz. Ömer de Hz. Üveyse “Benim için istiğfar ediver!” demiş, O da “Ömer için İstiğfarda bulunmuştur. (Müslim, Fadailu’s-sahabe, 225)
Burada önemli olan husus Hazreti Uveys’in bir Allah dostu olmasıdır… O derece bakımından tabiinin en faziletlisidir.
Bu hadis-i Şeriften şu hususlar anlaşılmaktadır:
-Salâh ve takva sahiplerinden duâ ve istiğfar istemek rnüstehaptır. Velevki isteyen daha faziletli olsun. Onların dualarını alabilmek için ziyaret etmek ve istiğfar talep etmek caizdir. Bu hadis ile himmet istemenin, tevessülün de caiz olduğu gayet açık ve net bir şekilde anlaşılmaktadır.
ALLAH İLE KUL ARASINA KİM GİRER DİYENLERE
Bu hadis-i şerifler ayrıca Allahu Teala (Celle Celaluhu) ile kul arasına kim girebilir ki, bir vasıtaya mı ihtiyaç var? diyenlere cevaptır. Evet, kişi Rabbine her zaman ve mekanda münacat edebilir ve lakin duaların ve istiğfarın daha çabuk kabul edilebilmesi için işte böyle vesileler gereklidir.
Düşünün!
Biz rabbimizden öyle gafiliz ki! O’nu zikrederken, namaz kılarken bile aklımız fikrimiz başka şeyler ile meşgul oluyor. Günde kaç defa Rabbimizi zikrediyoruz. Günde kaç defa O’nu hatırlıyoruz. Sünnete, şeriata bağlılığımız ne kadar?
Bir de Enfal suresinde buyrulduğu gibi “Allah’ın adı zikredildiği zaman” kalpleri titreyen, ibadet, zikir, taat, tefekkür ve teslimiyetle nefsini Fecr Suresinde buyrulduğu üzere kendisinden razı olunan “mutmain” derecesine ulaştıran Allah dostları var…
Bir de bu velilerin bizim için dua etmesi, istiğfar talep etmesi var… Hangisi daha etkili olur?
Hem Resulüllah Efendimiz ne buyuruyor:
Bir müslümanın, bir din kardeşine gıyabında yaptığı DUA kabul olunur. Başında vazifeli bir melek vardır. Kardeşine hayır DUA’da bulunduğu vakit, bu melek: ‘AMİN’ der. Ve: ‘Senin için de bir misli olsun’ der.” Müslim-Ebu Davud Tac c 5 s 210
www.ihvanlar.net
Paylaş:
.
Allahu Teala’nın rızasını ve sevgisini kazanabilmek amacıyla tasavvuf yoluna giren mü’minlerde bazen ifrat ve tefritten dolayı insanı yanlışa götürecek inançlar hasıl olabiliyor. Bu yanlışa düşmemek için şuurlanmamız gerekiyor.
Özellikle tarikata yeni giren cahil sofilerin bu zaafından istifade etmeye kalkan vehhabi=selefiler de bir hakikati perdelemek istiyor ve Allah dostlarının gaybı bilemeyeceğini, aksini düşünmenin şirk olduğunu iddia ediyorlar. İddialarının kaynağı ise ilimlerinin yetersizliğine dayanıyor…
GAYBIN ANAHTARI ALLAH KATINDADIR
Öncelikle şunu kesin bir surette bilmeliyiz ki, gaybın anahtarı sadece Allahu Teala’nın katındadır.
Gaybın anahtarları (gizli şifreler) O’nun (Allah’ın) katındadır. Onları O’ndan başka hiç kimse bilemez. Karada ve denizde ne varsa (hepsini) O bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane (tohum), yaş ve kuru ne varsa hepsi mutlaka apaçık bir kitap’ta (Levh-i Mahfûz’da yazılı)dır. (En’âm – 59)
“Gaybı bilen (ancak) O’dur. Gaybı (gizli sırları) kimseye bildirmez. Ancak seçtiği peygamberler bunun dışındadır.” (Cin – 26 – 27)
Allahu Teala bildirmedikten sonra hiçbir Peygamber de bilemez.
Bu konuda Kur’an-ı Kerimde bir çok misal bulunabilir
Allahu Teala’nın Yusuf Aleyhisselam’ın haberini verinceye kadar, Yakub Aleyhisselam’ın onun Mısır’da olduğunu bilememesi…
Süleyman Aleyhisselam cinlere ve rüzgarlara hükmedebildiği halde Hüdhüd kuşunun “Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim” (Neml 22) diyerek Belkıs ve kavminden haber vermesi.
İbrahim Aleyhisselam’ın Lut kavmi için önderilen ziyaretçilerinin melek olduğunu bilmemesi ve onlar için buzağı kesmesi. (Hud 70-81)
Nuh Aleyhisselam’ın “Ben gaybı da bilmem” (Hud 31) diyerek bu hakikati anlatması misal olarak verilebilir.
PEYGAMBERLERİNE BİLDİRİR
Ancak Allahu Teala gaybı Peygamberlerine bildireceğini buyurmuştur:
“Allah size gaybı bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediği seçer.” (Ali İmran 179)
“O, bütün gaybı bilir. Gaybına kimseyi muttali kılmaz; Ancak razı olduğu Peygamber müstesna” (Cin 26, 27)
Bütün bunlardan Allah Teala’nın Peygamberi de olsa bildirilmediği halde gaybı bilemeyeceği, ancak Allahu Teala’nın bildirdiği kadarını bileceği anlaşılmaktadır.
VELİLER GAYBI BİİR Mİ?
Peki, bir Allah dostu gaybı bilir mi? Gelecekten veya görünmeyenden haber verir mi? Bu konuda muhakkak yaşanmış kerametler anlatılır. Ve bu gün bile buna şahit olan insanlar vardır. Peki bu konuda nasıl itikat etmek (düşünmek) gerekir?
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“(Gerçek) mü’minin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden (bö¬lümünden) biridir.” (Buhârî-Müslim-Ebû Dâvûd-Tirmizî-İbni Mâce)
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
“Sizin en doğru rüya göreniniz, sözü en doğru olanınızdır.” (Müslim)
Bu hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere Salih kulların rüyaları Peygamber Efendimizin mucizesinden ümmetine bahşedilen bir damla rahmettir ve ileride gerçekleşecek olayları haber verebilmektedir.
“Nübüvvetten sonra, sadece mübeşşirât kalmıştır”
(Sahâbeler:) Mübeşşirât nedir? diye sordular. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Rüya-yı sâlihâ (gerçek ve güzel) rüyadır” buyurdu. (Buhârî-Müslim-İbni Mâce-Ebû Dâvûd-Tirmizî-Nesâî)
Son peygamber olan Hazreti Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) vefatı ile nübüvvet yani peygamberlik ve vahiy dönemi kapandığından, geriye sadece peygamber¬liğin bir cüzü (bölümü) olan ve “mübeşşirât” denilen gerçek mü’minleri müj¬deleyici güzel ve doğru rüyalar kalmıştır
Herhangi bir Müslüman bile bazen gördüğü rüyanın ertesi gün gerçekleştiğine tanıklık edebilmekte, rüyada yaşadığı hali bir zaman sonra uyanıkken yaşayabilmektedir. Allah dostları ise nefislerini terbiye edip, devamlı surette Allahu Teala’nın zikri ile meşgul olup, gafil olmadıklarından rüya ve zuhuratları (Allah’ı zikretme esnasında gelen geçkinlik hali) bir işaret olabilmektedir.
Dolayısıyla veliyullahın rüya ve zuhurat ile bilinmeyen şeylere ve geleceğe dair bazı olayları haber vermesi doğal bir şeydir. Ancak her ne kadar da olsa bunun vahiy gibi algılanmaması gerekir. Bunlar ilham kabilindendir. Allahu Teala rüya ve zuhurat ile ilham edebilir. Nitekim bal arısına bile Rabbimiz ilham eylemiştir:
“Rabbın bal arısına da şöyle vahyetti: dağlardan ve ağaçlardan ve kuracakları köşklerden göz göz evler edin” (Nahl 68)
Musa Aleyhisselam’ın annesine de ilham yolu ile ne yapması gerektiği bildirilmiştir:
“Hani annene ilham edilmesi gereken şeyleri ilham etmiştik:” (Taha 38)
Bütün bunlardan da şunu anlıyoruz: Allahu Teala Peygamberlerine vahiy ile gaybı bildirdiği gibi, ümmetlerine de rüya ile ilham ederek bazı şeyleri bildirebilmekte, gaybdan haber verebilmektedir.
SAHABE’DEN MİSALİ VAR MI?
Bu konunun sahabe-i kiraramdan da misalleri mevcuttur:
Esbağ İbni Nübate (Radıyallahu anh) şöyle bir nakil yapıyor:
“Biz hazreti Ali (Radıyallahu anh) ile beraber Hazreti Hüseyin (Radıyallahu anh) ın ileride gömüleceği kabrinin yerine geldiğimizde o şöyle buyurdu: “Develerinin çökeceği ve yüklerinin konacağı yer burası! Kanlarının döküleceği yer de şurası! Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in ehli beytinden bir takım gençler bu arsada şehit dileceklerdir. Gök ve yer onlara ağlayacaktır.” (Ebu Nuaym, Delailü’n-nübüvve, No:530, 2/581)
Ebu Bekr-i Sıddık (Radıyallahu anh) ölüm hastalığında hanımı hamile iken, kızı Aişe alidemize:
“Onlar senin iki erkek iki de kız kardeşindir. Allahu Teala’nın kitabına göre kalanı bölüşün” diye vasiyet buyurunca, Aişe (Radıyallahu anha) nın: “Ey babacığım! Eğer öyle olsaydı elbette ben hakkım olmayan şeyi bırakırdım. Benim kız kardeşim ancak Esma’dır, peki diğeri kimdir? Demesi üzerine Ebu Bekr (Radıyallahu anh):
“Harica kızının (kendi hanımı) karnındakini kız görüyorum” buyurdu ve dediği gibi çıktı. (İmam-ı Malik Muvatta, Akdıye: 33 No: 1474, sh. 494, Lalikai, Keramatü evliyaullah, No: 63, sh:117)
Bütün bunlar gösteriyor ki, evliyaullah (Allah dostları), Allahu Teala’nın ilham yolu veya rüya vasıtasıyla “bildirdiği kadarıyla” gaybı bilebilirler.
Bu şekilde inanmak şirk olmaz… Vehhabi=Selefi kafalar her yerde oluğu gibi burada da hata etmektedirler. Bu da Kur’an ve sünnet bütünlüğünden haberleri olmadığındna veya kasıtlı olarak insnaları ifsada sürüklemek istemelerinden kaynaklanmaktadır.
Tekrar altını çizerek söylemeliyiz ki kim olursa olsun ancak ve ancak “Allahu Teala’nın bildirdiği zaman, bildirdiği kadarıyla” bazı şeyleri bilebilirler. Bu konuda aşırıya gitmek de zararlıdır. Özellikle tasavvuf ehli bu konuda şuurlandırılmalıdır.
www.ihvanlar.net
.
Tasavvuf öyle bir daldır, bu tarikat öyle bir yoldur ki, bir devlet reisi de olsa kabul edilir, bir amele, bir köylü olsa da alınır, kimse bu yoldan geri çevrilmez. Herkes kendi kabını derinliği nisbetinde doldurur, teslimiyeti ölçüsünde sırlara vakıf olur.
Eskiden ilim tahsil etmeyeni dervişliğe kabul etmezlermiş. Sonradan fitne zamanın şerrinden sığınmak kolay olsun diye insanları geri çevirmemişler ve her isteyene ders vermişler. Bu nedenle tarikatta her kesimden insana rastlamak mümkündür.
Dolayısıyla “cahil sofilerin” olması da kaçınılmazdır.
Kimisi gerçekten saf niyetinden, kimisi de bilip bilmeden şöyle demektedir:
“Şeyhimiz bizi cübbesinin altında cennete sokacak”
Bu cümlede bir hakikat ve bir yanlış yatmaktadır…
Bunu fırsat bilen tarikat düşmanları da: “şeyhleri onları cübbesinin altında sırattan geçirecekmiş” gibi alaycı ifadeler ile tarikat ehlini şirkle suçlamakta, şeyhe güvenip tembellik yaptıklarını ve batıl bir yolda olduklarını iddia etmektedirler.
Değerli Gönül Dostları!
Mutasavvıf olsun olmasın her Müslümanın ölçüsü ilk olarak şu olmalı: “Ey kızım Fatıma!, Babam Peygamber diye güvenme Rabbine karşı kulluk vazifeni yap, Eğer Allah’tan nefsini satın alamazsan vallahi ben bile senin namına hiçbir şey yapamam…” (Müslim, İman,89, Hadis no:351)
Evet, kişi Allah’u Teala’ya daha yakın olma, O’nun rızasını kazanma yolunda bir mürşide bağlanmalıdır ancak bunu zaten Allah (Celle Celalühü)nün rızasını kazanmak için yaptığı için daha gayretli olmalıdır. “Şeyhimiz bizi muhafaza eder, şeyhimizin cübbesinin altında cennete gideriz” diyerek ibadette gevşeklik, şeriatsızlık yapmak, cihadı terk etmek sadece şeytanın dayattığı sinsi bir oyunudur.
İkinci bir mesele ise bizim son nefesimiz belli olmadığı gibi şeyhimizin son nefesi de belli değildir. İtibar ise son nefesedir. İmanın kurtarılıp kurtarılamayacağı belli değildir.
Üçüncü bir mesele ise bir şeyhe “şefaatine nail olmak için” değil, Allah’u Teala’ya yakınlaşmak ve kavuşmak, Şeriatı daha güzel ve ince yaşamak için intisab edilir. Şefaat yetkisi verilir ise Allaahu Teala’nın izniyle de istifade edilir…
VELİ ŞEFAAT EDER
Şuurlu bir mutasavvıf asla böyle (şeyhim beni kurtarır diyerek ibadeti bırakmak gibi) düşünmez ama her kesimden her türlü insan bu yola girebildiği için belki böyle düşünenler de olabilir.
Ancak şu şekilde düşünülebilir.
Allahu Teala Peygamberlerine, hafızlara, velilere vs. şefaat hakkı verecektir. Şefaat haktır. ŞEFAAT HAKKINDA DETAYLI BİLGİ İÇİN TIKLAYIN
Veliler de şefaat edecektir. “ümmetimden bazıları var ki büyük bir cemaate, bazıları vardır ki bir kabileye, bazıları vadır ki bir guruba, bazıları da vardır ki tek bir kişiye şefaat eder ve cennete girmelerini sağlar.” (Tirmizi, Kıyamet 11)
İmam-ı Rabbani Hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Salih ve hayırlı zatların, Allah’u Teala’nın izni ile kıyamet günü, asiler ve günahkarlar hakkında şefaat etmeleri hak ve gerçektir.” (Mektubat 17. Mektubdan)
Dolayısıyla kişi tâbi olduğu şeyhinin şefaatine nail olmayı arzu eder. Elbette ki, kime şefaat yetkisi verileceği belli değildir ancak bu sadece bir hüsnü zan ve bir temennidir.
CÜBBENİN ALTINDA CENNETE
Zaten kullanılan bu ifadeler de mecazidir.
Mesela biri mecazi olarak “şeyhimizin cübbesi altında cennete gireriz” demiş olabilir. Belki Tasavvuf eserlerinde bile bu gibi ifadeler geçebilir. Bu ifadeden maksat şefaat yetkisi verildiği takdirde, bizler de şefaati hürmetine cennete gireriz. Yani“şefaati altında cennete gireriz” demek olur, böyle kastedilmiştir.
Bunu duyan bir avam yanlış anlayıp başka söyler, diğeri daha da yanlış anlayabilir. Sözler, cümleler ters nakledilebilir. Dolayısıyla dervişlerin itikadı bozulabilir. Tarikat düşmanlarına da gün doğar…
TARİKAT DÜŞMANLARI HEVESLENMESİN
Tarikat düşmanları ise hemen bu sözden yola çıkarak “Tarikatçılar müşrik, tarikatçılar kaypak, Allah’a değil şeyhe güveniyorlar” gibi ifadelerle saldırıyorlar.
Dediğimiz gibi belki yanlış düşünen bazı kimseler olabilir. Ancak bu, şefaatin olmadığı manasına gelmez. Yukarıdaki hadis de (Ey kızım Fatıma! Hadisi) şefaatin olmadığına delil teşkil etmez. Yeri gelince aynı kaynaktan gelen hadis-i inkar ederler ama işlerine geldiği için bu hadis-i “şefaatin olmadığına” delil olarak kullanırlar.
Halbuki aynı kaynakta şu hadis-i şerif de rivayet edilmektedir:
“Küçük yaşta ölen çocuğa, “Cennete gir” denilir. Fakat o cennetin kapısında durur, kızgın ve öfkeli bir şekilde beklemeye başlar ve: “Annem ile bbam yanımda olmadıkça girmem” der. O zaman meleklere: “Onun anne babasını da onunla birlikte cennete koyun” denilir. (Müslim, Birr, 154; İbni Mace, Cenaiz, 58; Heysemi, mecmau’z Zevad, nr. 18551)
Küçük yaşta ölen çocuğun bile şefaat edeceği bildirilir…
Şu anlaşılıyor; Bir Müslüman Rabbinin emirlerini, nehiylerini tutmalı, isyan etmemeli ve ahiretteki hali için “korku ve ümit” arasında olmalı. Kendinden emin olmamalı ve lakin Allah’ın rahmetinden ümidini de kesmemelidir.
Zaten şefaat de bu rahmetin bir tecellisidir…
SONUÇ:
Bu vehhabi kafalılara karşı bizlerin daha şuurlu olması, hangi ifade ne için kullanılıyor bunu bilmemiz gerekiyor… Devir ilim devridir değerli kardeşlerimiz. Ehli sünnet kaynaklardan ilme çok önem veriniz… Gerçi vehhabi kafa ilim kabul etmez (işlerine gelmeyene uydurma damgası vurup sıyrılmaya çalışırlar) ama olsun! Siz tebliğ vazifenizi yapmış olursunuz…
www.ihvanlar.net
.
Özellikle internet ortamında ve bazı gazete yazarlarının köşelerinde “Şeyhe, gassal önündeki ölü gibi teslim olmak, gassalın elindeki meyyit gibi olmak” hakkında bilgisizce yapılan yorumlara ve tenkitlere bir cevap vermek gerekiyor.
Tarikat düşmanları “tarikata giren mürit aklını bir kenara koyar, şeyhine öyle teslim olur ki kendi düşünemez” diyerek “Şeyhe, gassal önündeki ölü gibi teslim olmak” deyimini tenkit ederler.
Bazıları da günümüzde bazı “cemaat” adı ile faaliyet yapan gurupların, lider olarak gördükleri birine sorgulamadan itaat etmesini eleştirmek için “Şeyhe, gassal önündeki ölü gibi teslim olmak” ifadesini dile getirip tenkit ederler…
Öncelikle şunu iyi ayırmak gerekiyor. Türkiye’de veya dünyada yüz binlerce gurup, cemaat vardır. Hepsinin kendisine göre bir lideri vardır. Ancak hepsini “Tarikat ve tasavvuf” yolu ile bir kefeye koymak çok yanlıştır. Çünkü kimisi sırf menfaat birlikteliği için kurulmuş guruplardır, kimisi siyasi guruplardır, kimisi insanların faydası için çalışan yardım guruplarıdır. Yani hepsinin alanı farklıdır. Dolayısıyla her birini kendi içinde değerlendirmek gerekir.
GASSAL ÖNÜNDEKİ ÖLÜ GİBİ OLMAK
Gelelim bu meseleye… Gassal bildiğiniz gibi ölü yıkayıcısına verilen isimdir. Teşbihten yani benzetmeden alınacak dersi bilmek için şu cevaplara soru vermemiz gerekiyor: 1-Ölü kimse gassala nasıl teslim olmuştur? 2-Gassal ne yapmaktadır? 3-Ölüye ne gibi tesiri olmaktadır?
1- Ölü, gassala öyle teslim olmuştur ki, gassal onu istediği gibi çevirir, yatırır, kaldırır… Ölü itiraz edemez…
2- Gassal ölüyü yıkamaktadır… Gassalın tek amacı ölünün son yolculuğunda, Allah’ın huzuruna, ebedi aleme uğurlarken temizlenmiş olmasını sağlamaktır.
3- Gassal ölüyü pisliklerden arındırır, ölümün bedenine verdiği ayıp ve kusurları giderir… Ölüyü temiz bir hale getirir…
Ölünün gassala teslim olmasının faydaları işte böylecedir…
Ehli sünnet ve aynı zamanda (olgun ve olgunlaştırıcı) bir şeyh de işte aynı bu gassal gibidir… Böyle bir şeyhe teslim olan kişi Allah Teala’nın izniyle, Peygamberimzin “her hatanın başı” olarak nitelediği dünya sevgisi ve pisliklerinden arınır, nefsin görünen ve görünmeyen kötü huylarını ıslah eder, kalbi masiva denilen Allah’tan gayri her şeyden temizler, Allah’ın rızasını kazanmaya aday olarak ahirete hazırlanır…
TESLİMİYET NEDİR?
Bazıları buradaki teslimiyeti yanlış anlamışlardır… Aslında müridin şeyhine olan teslimiyeti “din” hususundadır.
Daha iyi anlaşılması için bir misal verelim…
Mahmud Efendi Hazretlerimizi Rabbimiz başımızdan eksik etmesin… Ona teslim olduğunuzu, gassala teslim olur gibi teslim olduğunuzu, her dediğini yaptığınızı, tavsiyelerine uyduğunuzu düşünün… Ne olursunuz? Ne olacaksınız, Allah dostu olursunuz…
Çünkü Efendi Hazretleri (Kuddise Sirrahu) ne diyor?
-Allah’ın şeriatını eksiksiz uygula
-Peygambere her türlü şekilde itaat ve ittiba et
-Kafirlere hiçbir şeyinle benzeme, meyletme
-Peygamberin ve ashabının yolundan ayrılma
-Dünya malına bağlanma
-Dünyaya sevgi besleme
-Dünya için çalışman seni ahiretinden alı koymasın, Allah’ı (Celle Celaluhu) unutturmasın
-Haram lokma yeme, helalinden kazan
-Gaflete düşme, Rabbini unutma
-Günde en az 5 bin defa Allah’ı zikret (derse bağlı)
-Farzları eksiksiz yerine getir, namazları cemaatle kıl
-Çarşaf giy, na mahreme gözükme
-Çalgı dinleme
-Oku, ilim tahsil et, alim ol ve okut…
-Nafilelere önem ver, gece namazına kalk
-Gıybet etme, dedikodu etme, kul hakkı yeme
-Zulmedilen ol da zulmetme
-Allah için sev, Allah için kız… vs.. vs…
Bütün bunlar nedir? Bütün bunları yapan ne olur? Teslim olan zarar görür mü? Teslim olmayan fayda bulur mu?
*Bütün bunlar İslam’dır…
*Bunları yapan kişi dini hakkıyla yaşamış olur
*Böyle teslim olanın dünyada ahirette yüzü ak olur
*Teslim olmayan kişiye tarikattan bir fayda hasıl olmaz
DÜNYEVİ İŞLERDE TESLİMİYET
Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: ”Müminin ferasetinden (üstün anlayışından) sakının. Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar.” (Buhari et-Tarihul Kebir, no:1529 7/354)
Bir şeyh müridine bazen dünyalık bir işinde “şunu şöyle yaparsan senin için daha hayırlı olur” diyebilir. Mürit, Allah’ın dostuna güvenerek bu işi yaparsa Allah’ın izniyle faydasını görebilir. En büyük örneklerden birisi İstanbul’un fethidir. Fatih Sultan Mehmed Han, şeyhi Akşemseddin tarafından çocukluğundan itibaren bu yönde eğitilmiş ve O’nun işareti ile harekete geçmitir. Hatta bazı devlet erkanı “bir dervişin sözü ile hareke ediyor” diyerek Fatih Sultan Mehmed’i eleştirmişlerdir. Fethi gerçekleştirecek olan son taarruzun saatini ve yerini de Akşemseddin Hazretlerinin söylemesi oldukça ibretliktir. “İstanbul’un manevi fatihi” denmesinin sebebi de zaten budur.
Evet, mürit şeyhinin zahiri meselelerde tavsiyelerine uyarsa fayda görebilir. Kabul etmezse de dinden çıkmış veya günah işlemiş olmaz…
ŞEYHE İTAAT PEYGAMBERE İTAAT…
Hani bir söz vardır ya “şeyhe itaat Peygambere itaattir, Peygambere itaat ise Allah’a itaattir” diye… Bu da hem inkarcılar ve hem tarikat içinde bulunan cahiller tarafından yanlış anlaşılmaktadır.
Buhari’de geçen bir hadis-i şerife göre “Alimler Peygamberlerin varisleridir.”Buyruluyor. O vârisler Peygamberin yolunu devam ettiren ilmi ile amil olan, insanları hayra teşvik eden alimlerdir.
İşte bu bu söz de yukarıda anlattığımız çerçevede değerlendirilmelidir. Şeyh Efendi dini hususta Allah’a ve resulüne itaati tavsiye ettiği için, dini yaşamayı Peygamberimizin yolunu takip ederek emrettiği için ona itaat peygambere itaat gibidir.
Bakınız misal, Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) din hakkında olmayan herhangi bir hususta sahabelere bir şey emrettiği zaman, sahabeler “bu Allah’ın emri mi yoksa sizin görüşünüz mü” diye sorarlar, Efendimizin “benim görüşüm” buyurması üzerine sahabeler “Şöyle yapsak nasıl olur veya böyle olsa daha uygun olur mu” diyerek görüş beyan ederlerdi.
CAHİLLER OLABİLİR…
Bu söz maalesef tarikatlar içindeki bazı cahiller tarafından da farklı algılanmış olabilir. Mesela Şeyhin gönderdiği bir vekilin yanındaki kişi “vekil asıl gibidir, vekile itaat şeyhe itaat, şeyhe itaat Peygambere itaat, dolayısıyla peygambere itaat Allah’a itaat gibidir” diyerek vekilin sözünün dinlenmesini, aldığı karara itaat edilmesini isteyebiliyor. Bu cahilane bir bakış açısı olup insanı küfre götürebilir ve tehlikeli sonuçlar doğurur.
Vekilin asıl gibi olması, zikir dersi ve irşad görevinde yetkili olduğu içindir. Yani verdiği dersi sanki şeyhinden alıyormuş gibi al, tereddüt etme demektir. Şeyhin etrafında toplandığınız gibi vekilin etrafında da toplanın demektir.
Yoksa her hususta vekile itaat şeyhe itaat, vekile karşı gelmek şeyhe karşı gelmek gibi görülemez ve bu bir silsile ile Allah’a ulaştırılamaz… Bu çok büyük bir yanlıştır ve bu yanlışa düşülmemesi gerekir…
Şuurlu bir mürid bu gibi cahilane düşüncelere kapılmamalı, kapılanları da uyarmalıdır…
İşin aslı budur… Allahu Teala en iyisini bilmektedir…
www.ihvanlar.net
.
Tasavvuf ve tarikat düşmanları “siz Allah’tan korkmuyorsunuz, şeyhten korkuyorsunuz” veya“Allah’tan çok şeyhten korkuyorsunuz” diyorlar… Kendilerince müritleri eleştirme noktası bulmuşlar, zırvalıyorlar…
“Siz Allah’tan korkmuyorsunuz” ifadesine savunma yapmaya bile yok, çünkü bu yola giren insanlar zaten Alalh’a kavuşmak, daha yakın olma, O’nun hususi dostluğunu kazanmak, haram ve helallere azami dikkat gösterebilmek için giriyorlar. Dolayısıyla bu direkt iftira oluyor.
“Allah’tan çok şeyhten korkuyorsunuz, Allah’a şirk koşuyorsunuz” ifadesi ise cahilliğin bir ürünüdür…
ALLAH’TAN BAŞKA ŞEYDEN KORKAN ŞİRK Mİ İŞLEMİŞ OLUYOR?
Bu tarikat ve tasavvuf düşmanlarının cahilliğin zirvesine ulaşmış insanlar olduğunu her zaman ifade ediyoruz. Buradan bir daha tekrar etmekte fayda var.
Korku her insanın kalbine yerleştirilen bir duygudur. Bu konuda Kur’an-ı Kerimde bir çok delil bulabilirsiniz:
Musa Aleyhisselam korktu:
“Korkarak, etrafı gözetleyerek şehirde sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen yine feryat ederek ondan yardım istiyordu. Mûsâ da ona, “Belli ki sen azgın bir kimsesin” dedi.” (Kasas 18)
Kafirlerden korkarsanız:
“Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit kâfirlerin size saldırmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızdan ötürü size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır” (Nisa 101)
Bir tehlikeden korkarsanız:
“Eğer (bir tehlikeden) korkarsanız, namazı yaya olarak veya binek üzerinde kılın…”(Bakara 239)
Görüldüğü üzere bir Peygamberin ve mü’minlerin kafirlere karşı duyduğu can korkularından bahsedilmektedir. Cahillere sormak gerekir “Ayette geçen Müslümanlar kafirlerden korkup Allah’a şirk koşmuş oluyor ise neden namaz kılmaları isteniyor, Musa Aleyhisselam da müşrik oluyor mu?”
KORKU VE SAKINMAK
Allahu Teala Kur’n-ı Keriminde “dini emirleri yerine getirmek hususunda kâfirlerden korkulmamasını” ve aynı hsususta “kafirlerden çekinilmemesini” emretmiştir.
“Bugün kâfirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun.” (Maide 3)
“…Şu halde siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir”(Maide 44)
Görüldüğü üzere iki örnekte de Rabbimiz kafirlerden korkulmamasını, onlardan korkarak ayetlerinin değiştirilmemesini, kendisinden korkulmasını emrediyor.
Bir kimse kâfirlerden korkarak imanından, ibadetinden vazgeçemez. Kâfirlerden korkarak dinine ihanet edemez. Asıl çekinilmesi gereken bu yönü ile Allah’u Tealadır…
İki konu ise birbirine zıttır. Birinde korkarak “Allah’a isyan” diğerinde ise korkarak“Allah’a itaat” vardır.
Mesela bir mürid, dersini yapmakta gevşeklik gösterip de sonra “şeyhim beni görse mehçup olurdum, o halde dersimi yapayım” dese bu şirk olur mu?
Olmaz tabi ki..
Çünkü yukarıda dediğimiz gibi yapılan iş zaten Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan bir iştir. Şeyh ise bir öğretmendir. Bir öğrenci nasıl öğretmeninden çekinirse, hocasının nefesini ensesinde hissederek dersine önem verirse mürit de şeyhine verdiği sözü yerine getirebilmek için çekinebilir.
Şeyhin ne cenneti vardır ne de cehennemi. Ancak mürit ders alırken “ben bu dersi yapacağım, Rabbimi verilen sayı ile zikredeceğim” düşünerek şeyhine manevi bir söz vermiş gibi olur. İşte bu sözün gereği olarak şeyhinden çekinebilir.
Mürit kıldığı namazı zaten Allah için kılmakta, dersinde şeyhini değil Allahu Teala’yı zikretmektedir.
Dolayısıyla burada şeyhinden çekinmesi de sırf Allah içindir… Bu bir nevi dayanışmadır…
Kimse bundan dolayı müridi şirkle suçlayamaz… Kâfirden bile korkmak şirk olmuyor da, şeyhinden çekinerek dersine devam etmesi neden şirk olsun?
ÖMER GÖRMÜYOR Kİ?
Bildiğiniz çok meşhur bir kıssa vardır. Hazreti Ömer (Radıyallahu anh) geceleyin sokakları gezerken bir evden gelen seslere kulak kabartır. Kadın kızından süte su karıştırmasını istemektedir. Kızı şöyle der:
“Müminlerin emiri süte su karıştırmayı yasakladı” Annesi ise şöyle der:
“O şimdi nereden duyacak?” Bunların hepsi takvanın zirvede olduğu, ibadetten ayakların nasır bağladığı dönemde yaşanmış bir olaydır.
Hazreti Ömer’e gelin olma şerefine nail olan hanım ne diyor: “Ömer’in bunu yasakladığını bilmiyor musun?”
Neden önce “Allah bundan razı değildir” demiyor da Hazreti Ömer Radıyallahu anhın yasağından bahsediyor? Veya bu mubareke kadın, hazreti Ömer’den çekindiği için “şirke” mi düşmüştür?
Elbette hayır..
İşte böylece bir mürit de şeyhinden çekindiği için veya bir talebe hocasından çekindiği için bu gibi ithamlara maruz bırakılamaz.
Cahiller azıcık ilim okusa, araştırsa belki bu gibi hatalara düşmeyecekler ama yapacak bir şey yok… Onlar düşünmüyorsa biz ne yapabiliriz ki…
İşte fırsat! Bu cahiller, Mü’minleri şirkle suçladıkları için acil tövbe etmelidirler. Çünkü şirkle suçlanan kişi bundan beri ise suçlayan kişi kâfir olur…
www.ihvanlar.net
.
Vehhabi Selefi sefiller, Ahkaf Suresi 5. ayeti delil göstererek önce şu maddeleri sıralıyor:
(1) ayette şeyler olarak meal edilen kelime “men” kelimesidir. genel manada “şey” kelimesinin çoğulu “eşya”dır. “men” kelimesi ise yalnızca akıllı varlıklar için kullanılabilir ki bu durumda doğru çeviri şey değil “kimse, kişi” olmuş olur.
(2) ayette “bunlar” olarak tercüme edilen kelime “hum” kelimesidir ki o da yalnızca akla sahip olan varlıkları gösterir. “putları değil”.
(3) gafilûn (yani gafiller) kelimesi ise “cemi müzekker salim”dir. yani erkek varlıkların sonlarına eklenerek çoğullaştırmadır ki bu da sadece akıllı varlıklar için kullanılır.
Ve bunlara dayanarak bu ayetin puta tapan müşriklerle ilgili olmadığını, ölülerin hürmetine istemenin şirk olduğunu söylüyorlar…
BU KONUDA NE SÖYLENEBİLİR?
Öncelikle ayet-i kerimenin manasına bakalım: “Kim, Allah’ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapıktır? Oysa onlar, bunların tapınmalarından habersizdirler.” (Ahkaf 5)
Ayet-i Kerimenin zahirinden bile anlaşılacağı üzere üç şey dikkat çekiyor
-Tapınılan şey
-Tapmak
-Cevap verememek
Tapınılan şey bir puttur ve ilah yerine konulan şeydir. Tapanlar ise Allah’ı bırakıp putları ilah edinenlerdir. Cevap veremeyecek olan da bu putlardır.
Şimdi burada siz “ölüler” hakkında bir ayrıntı görebiliyor musunz? Hayır…
Peki, Allah katında değerli olduğu bilinen zatın hürmetine Allah’tan istenilmesine dair bir şey gördünüz mü? Hayır…
Rabbimiz buyuruyor ki, taptığınız bu taşlar veya İsa (Aleyhisselam) gibi putlaştırıp taptığınız insan size cevap veremez… Yani kısacası bunlar İLAH OLAMAZ buyuruyor ve tevhide çağırıyor Rabbimiz.
Bütün bu iddiaları aslında bir önceki ayet çürütüyor. Bakınız Ahkaf Suresi 4. ayet-i kerimede ne buyruluyor:
“De ki: “Allah’ı bırakıp da taptıklarınızı gördünüz mü? Bana gösterin, yeryüzünden neyi yaratmışlardır? Yoksa göklerin yaratılışında onların bir ortaklığı mı var? Eğer doğru söyleyenler iseniz bundan önceki bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı olsun getirin bana!” (Ahkaf 4)
Görüldüğü üzere önce Allah’tan başka tapınılan putları gündeme getiren Rabbimiz sonra onların kendilerine asla cevap veremeyeceğini beyan etmektedir.
Vehhabi selefiler de putlar hakkında inen, Müşrikleri hedef alan ayetleri Müslümanlara ve özellikle tasavvuf ehli için yorumlamaktadır. Halbuki bu yorum Resulüllah’ın, ashabının ve gerçek selef-i salihinin anladığı mana değildir.
ÇÜRÜTÜLMİŞ İDDİALAR
Bu gün Müslümanların İslami ilimlerden uzaklaşmasını fırsat bilerek gündeme getirilen iddialar yıllar önce Ehli Sünnet alimler tarafından zaten cavplandırılmıştır.
İşte Fahreddun-i Razi Hazretlerinin Tefsir-i Kebirinden ayet ile ilgili açıklama:
Bil ki Allah Teâlâ, biraz önce, putlara ibâdet etme iddiasının, o putların yaratmaya, yapmaya, yoktan varetmeye, yok etmeye, fayda sağlamaya ve zarar vermeye asla güçleri bulunmaması açısından, batıl bir görüş olduğunu beyan edince, bunun peşinden bu görüşün bâtıllığına delâlet eden bir başka delili de getirmiştir ki, bu da, o putların, duâ edenlerin duasını işitmeyen, ihtiyaç içinde kıvrananların ihtiyaçlarını bilemeyen birtakım cansız nesneler oluşudur. Hülasa, birinci delil, onlarda hiçbir surette bir ilmin olmadığına bir işarettir. Hiçbir surette bir ilim ve kudret bulunmayınca da, o zaman, aklın bedaheti ile onlara tapmanın yanlış olduğu anlaşılmış olur. O halde, “Allah’ın dışında kendisine Kıyamete kadar cevap vermeyecek kimseye tapmakta olan kimseden daha sapık olanı kimdir?” ifâdesinin başındaki istifham, istifhâm-ı inkari olup, mana şöyledir: “Allah’ı bırakıp da, putlara tapan ve böylece de onları ilah edinip onlara ibâdet edenden, haktan daha uzak ve cehalete de yakın hiçbir kimse yoktur. Çünkü bu putlar, duâ edildiğinde duymazlar. Onların bu dualara, ne şu anda, ne de bu günden sonra, Kıyamete değin cevap vermeleri söz konusu değildir.” Bu ayette, Kıyamet bu işin son noktası kılınmıştır. Çünkü Kıyamet gününde, Cenâb-ı Hakk’ın o putları dirilteceği, böylece de o putlar ile putlara tapanlar arasında karşılıklı bir konuşmanın meydana geleceği, bundan dolayı da Cenâb-ı Hakk’ın bu günü bir sınır, son nokta kıldığı ileri sürülmüştür.
Eğer, “Ayetteki “Halbuki bunlar, onların tapmalarından da habersizdirler” ifadesiyle ne kastedilmiştir? Birer cansız varlık demek olan bu putların “gafil” olmakla vasfedilebilmeleri nasıl düşünülebilir? Yine bu putları, ancak akıllı kimseler hakkında kullanılan (men) ifadeleriyle tavsif etmek nasıl caiz olabilir?” denilirse, biz deriz ki: O putperestler, o putlara tapıp, onları zarar veren fayda sağlayan kimseler yerine koyunca, onlar hakkında, onların duymayan, icabet edemeyen gafil kimseler mertebesine konulduklarının söylenmesi uygun olabilmiştir. Bu cevap aynı zamanda, onlar hakkında lafızlarının nasıl kullanıldıklarına da bir cevaptır. Bu ifade ile, Allah’ın dışında kalan melek, Hz. Isa (as), Uzeyr ve putlar gibi, kendisine tapınılan her şeyin kastedilmiş olduğu, ancak ne var ki, put olmayanların (melek, Hz. İsa, Uzeyr gibi) putlara tağlib edilmiş olmaları da mümkündür. (Yani putlaştırılan ve tapılan melek, isa ve Üzeyr gibi canlıların da kastedilmesi mümkündür)
Ayıca putlar hakkında başka ayetlerde de cemi müzekker sığası ile gelen ifadeler vardır (Ankebut 17’ye bakabilirsiniz)
Zaten meşru olan istiğase ölünün hürmetine Allah’tan istemektir, ölünün yardım etmesini de Allah’u Teala’dan bilmektir ki bu zaten dünyada da canlı bir kişinin yardım etmesi ile aynı şeydir.
ÇARPITMAK VEHHABİ SELEFİLERİN İŞİ
Ayetlere düz düz bakanlar şimdi de sanki deruni ilmi bir bakış açısı ile ayeti ayrıntılı tefsir edasında yorumluyorlarmış gibi ortaya atılıyorlar. Hâlbuki bu adamlar yıllar önce cevapları verilmiş, dürülüp bükülmüş ve çöpe atılmış eski iddiaları gündeme getirmekten başka bir şey yapmıyorlar.
İslami ilimlerden uzak olan bir Müslüman nereden bilsin “cemi” “müzekker” nedir, “men” ne için kullanılır. Bu ayette ne için kullanılmıştır?
Bilmedikleri için de bu sahtekarların oyununa gelebiliyorlar.
Müslümanlar İslami ilimleri tahsil ettiği zaman bu sahtekârlara hareket edecekleri bir saha kalmayacak inşaAllah. Onun için her mahalleye bir erkek ve bir kız medresesi hedefi gerçekleştirilmeli. Arapça kurslarımızın standartları yükseltilerek okullarda okutulan modern Arapça ile de desteklenerek günümüzün ve geleceğin ihtiyacına cevap verecek şekilde talebeler yetiştirilmelidir…
www.ihvanlar.net
.****
TASAVVUFA DAİR
İslâm tarihine damgasını vurmuş isimlere baktığımızda hepsinin tasavvuf ehli olduğunu görürüz.
“Hikmet ve ilim mü’minin yitik malıdır; İlim öğrenmek kadın, erkek her mü’minin üzerine farzdır” hadîsleri mucibince amel eden ecdadımız, hem zahirî hem bâtınî ilimde ilerlemişler, evvela İslâm âlemini, akabinde garb âlemini uyandırıp aydınlatmışlardır.
“Garbı uyandırıp aydınlatan İslâm âlimleri”ne tâbi olan Türk Hakanları ise “çağ açıp çağ kapamışlar”dır. İstanbul’un fethi, Mekke’nin fethinden sonraki ikinci “Feth-i Mübin”dir, bir nevi Mekke’nin fethinin ikinci hicri bin senedeki izdüşümü gibidir. Mekke müşriklerin ana merkezi idi, Şanlı Peygamberimiz (aleyhisselam) muhteşem Sahabi kadrosu ile (radiyallahu anhum) bu mübârek şehri fethetleydi ve Kâbeyi putlardan temizledi.
Sultan II. Mehmed Hân ise mürşidi Ak Şemseddin Hazretlerinin manevî işaretiyle o zamanki küfrün ana merkezi olan Konstantiniyye’yi fethedip, ehl-i salibin Kâbesi mesabesindeki Ayasofya’yı küfür simgelerinden arındırdı ve oraya İslâm mührünü vurdu.
İstanbul’un fethi bütün yönleriyle tasavvufun semeresidir. Allah dostlarına teslim olan, İstanbul’u teslim alır. Ak Şemseddin Hazretlerinin genç padişaha, ordudaki ve divandaki “fetih karşıtı” münafıkların boyunlarını vurması gerektiğini söylemesi ve surların en zayıf yerini ma’nen tespit edip hücumun oradan yapılmasını telkin etmesi kuşatmanın kaderini değiştirmiş ve fetih müyesser olmuştur. Ak Şemseddîn Hazretleri dergâhındaki üç bin sofisiyle beraber bizzat muhasaraya iştirak etmişlerdir.
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile
Ehl-i küfri ser-te-ser kahr eylemekdür niyyetüm
Enbiyâ vü evliyâya istinâdum var benüm
Lutf-ı Hak’dandur hemân ümmîd-i feth ü nusretüm
Fâtih Sultan Mehmed Hân Hazretleri bu gazelinde; “Niyyetim, Hakk’ın fazileti ve Allah’ın yücelttiği Velilerin himmetiyle, küfür ehlini baştan sona kahreylemektir. Benim Peygamberlere ve Evliyaullaha istinadım var bu fetih ümidi bana Allah’ın bir lütfudur” diyerek kudretini tasavvuf büyüklerinden aldığını ifade etmiştir. Sırtını hakiki evliyaullaha dayayan mağlub olmaz. Oluyorsa ya imtihandır yahud kendisinde bir sıkıntı vardır.
Yine Hazret-i Fatih, “bendeki bu saadettin sebebi yalnız bu İslâmbol kal’asının alınmasına değil, Ak Şemseddin Hazretleri gibi aziz ve mübarek bir Allah dostunun kendi zamanımda ve benim mürşidim olarak yaşamasınadır” demiştir. Bu sözü Ebu’l Feth Gazi Muhammed Hân’ın Peygamber övgüsüne mazhar olmasına rağmen kibirlenmeyip kendi Mürşidinin hakkını teslim etme güzelliğini gösterir.
Ak Şemseddin – Fâtih ikilisi Osmanlı’da ilk değildir. Osmanlı’nın kuruluşuna baktığımızda Şeyh Edebali Hazretlerini görürüz. Osman Gazi’nin kayınpederi ve mürşidi olan Şeyh Edebali Hazretleri bir Ahi Şeyhidir ve Osmanlı’nın kurulduğu coğrafyada nüfuz sahibi bir kimsedir. Osmanlı mayasını çalan, temelini atan bir nevi devleti kuran, yol gösteren Şeyh Edebali’dir. Bu dahi Osmanlının kuruluşunda tasavvufun oynadığı mühim rolü bize gösterir.
Osman Gazi ümmî bir göçer beyi değildir. Osman Gazi kendi hicri asrının müceddidi bir kudsidir. Silah erbabıdır ama aynı zamanda ilim ehlidir. İlimde derinleşmiş bir devlet adamıdır. Şüphesiz bunda Edebâli dergâhında almış olduğu manevî tedrisatın büyük tesiri vardır. Osmanlı mayasının paklığı ve devletin temelinin sağlamlığı buradan gelmektedir.
Fetih bir ihyadır, İslâm’ın bir inkişâfıdır. Osmanlı kuruluşundan itibaren ilk bir buçuk asır boyunca bunun hazırlığını yapmıştır. Bu fetihin hızı iki asır daha devam ederek Osmanlı’yı Viyana’ya kadar götürmüştür. Fakat Viyana önlerine gelen Osmanlı ordusunda ne Fâtih gibi bir kumandan vardır, ne de Mürşidi Ak Şemseddîn gibi “aziz ve mübârek bir Allah dostu” vardır. Ulubatlı Hasan gibi ganimet için değil i’lâyı kelimatullah için üç hilâlli sancağı burçlara dikme yolunda şehid olan askerler de eskisi kadar yoktur. Ve netice de Viyana’dan dönülmüştür.
Yazımızın başında ifade ettiğimiz gibi tarihimize mâl olmuş kim varsa hepsinin müşterek hususiyeti tasavvuf ehli olmalarıdır. Tarihte bizi kudretli ve Allah indinde kıymetli kılan husus tasavvuf ehli bir millet olmamız ve bu sayede İslâm’ı Resûlî – Kur’ânî çizgide yaşamamız ve yaşatmamızdır. Bizim yapmaya çalıştığımız 21. asır insanına bu hakikati hatırlatmak ve bu hususta idraklerinin açılmasına vesile olmaktır.
Ahmed Yasin Gürkan – Habervaktim
.
Yüce Allah buyuruyor:
Andolsun ki biz Lokman’a: Allah’a şükret diyerek hikmet verdik. Kim (Allah’a) şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, kuşkusuz Allah hiç bir şeye muhtaç değildir, her türlü övgüye layıktır. (Lokman – 12)
Bu âyette şükretmesi için Lokman’a hikmet verildiği ve kim şükrederse gerçekte kendisi için şükrettiği, çünkü yararının kendisine ait olduğu, kim de nankörlük ederse, kuşkusuz Allah’ın hiç kimsenin şükrüne, ibâdetine ihtiyacı olmadığı bildiriliyor.
Hikmet ne demektir?
Dünya hayâtının gerçeğini kavrama, gereksiz yere konuşmama, ilmi ile amel etme ve gerektiği yerde doğru karar verebilme yeteneğine sahip olmaya hikmet ve hikmet sahibine de hâkim denir.
Hz. Lokman’ın peygamber mi, evliya mı olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte Allah’ın sâlih bir kulu olduğu kesindir. Çünkü Kur’an’da adı övgü ile anılmaktadır.
Hz. Lokman’ın oğluna öğütleri!
Yüce Allah buyuruyor:
Lokman oğluna öğüt vererek dedi ki:”Ey yavrucuğum! Allah’a ortak koşma. Çünkü (Allah’a) ortak koşmak en büyük bir zulümdür. (Lokman – 13)
Hz. Lokman öncelikle evrensel simge ve îmanın temel ilkesi olan tevhid (Allah bir) inancı ile başladı ve oğluna: Hiçbir şeyi ilâhlaştırıp Allah’a ortak koşmamasını, çünkü Allah’a ortak koşmanın en büyük bir zulüm ve en büyük bir günah olduğunu vurguladı. Sonra öğütlerine şöyle devam etti.
Yüce Allah (Lokman a.s’ın şöyle dediğini) buyuruyor:
Ey yavrucuğum! Kuşkusuz yaptığın iş (sevap-günah) bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kaya içinde ya göklerde ya da yerin derinliklerinde olsa, Allah onu getirir (mîzanına koyar). Çünkü Allah en gizli işleri görüp bilen ve her şeyden haberdar olandır. (Lokman -16)
Hz. Lokman tevhid inancına bağlı olarak Yüce Allah’ın her şeyi bildiğine ve gördüğüne açıklık getirmek için oğluna: “Eğer sen hardal tanesi kadar (azıcık) bir sevabı ya da bir günahı kayaların (mağaraların) içinde,
göklerde (uzayda) ve yerin derinliklerinde gizlice yapsan da, Allah onu görür,
bilir ve mahşere getirip mîzanına koyar” dedi.
Yüce Allah buyuruyor:
Ey yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükleri engellemeye
çalış ve (bu yolda) başına gelenlere sabret. Çünkü bunlar,
yapılması gereken kesin işlerdir. (Lokman – 17)
Hz. Lokman îmanın temel ilkesinden sonra dinin direği, îmanın alâmeti
ve kişinin dinsel duyarlılığının göstergesi olan namazı, dosdoğru kılmasını ve ardından, Sadece kendini düşünmeyip diğer insanlara da yararlı olması için, “İyiliği emret, kötülükleri engellemeye çalış ve (bu yolda) başına gelenlere sabret” diye, Allah yolunda din için çalışmasını ve bunların yapılması gereken kesin işler (emirler) olduğunu bildirdi.
İnsanları (küçümseyerek) yüzünü yan çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü Allah böbürlenen ve kendini beğenip övünen kimseleri sevmez. (Lokman – 18)
“Ey oğlum! Sakın hiç kimseyi küçük görüp aşağılama. Düşün, seni de onu da yaratan Rabbiniz birdir.” Bu nedenle böbürlenip büyüklük taslayanları
ve kendini beğenip övünenleri Allah sevmediği gibi insanlar da sevmez ve zavallıların toplumdaki saygınlıkları gider. Yürüyüşünde doğal ol, sesini de alçalt, kuşkusuz seslerin en çirkini merkeplerin anırmasıdır. (Lokman – 18 – 19)
Hz. Lokman oğluna, yürüyüşünde doğal olmasını yani ne çok hızlı ve ne de çok yavaş hareket etmeyip yaya trafiğine uymasını, konuşurken de başkalarını rahatsız etmemek için sesinin tonunu alçaltmasını tavsiye ettikten sonra, “Kuşkusuz seslerin en çirkini merkeplerin anırmasıdır” buyurarak, Gereğinden fazla yüksek sesle konuşmanın ve gürültü yapmanın, merkeplerin anırması gibi çirkin ve sağlık açısından da zararlı olduğunu vurguladı.
www.ihvanlar.net – Ahmet Tomor Hocaefendi
.
Efendim; helâl ve haram lokmanın, insanın mânevî istikâmeti üzerinde ne gibi bir tesiri vardır. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Cenâb-ı Hak, insanoğlunu beslenme ihtiyacı ile yaratmış, bu ihtiyacını karşılarken kullanılacak gıdâların da helâl olmasını emir buyurmuştur. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin…” (el-Bakara, 168)
Rasûlullâh –Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem– Efendimiz de şu hadîs-i şerîfleriyle bize helâl ve haram husûsunda ne kadar ihtiyatlı olmamız gerektiğini pek güzel ve veciz bir şekilde beyan buyurmaktadır:
“Şüphesiz helâl bellidir. Haram da bellidir. Fakat bu ikisi arasında (helâl veya haram olduğu açıkça belli olmayan) birtakım şüpheli şeyler vardır ki, pek çok kimse onları bilemez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse, dînini ve haysiyetini korumuş olur. Şüpheli şeylerden sakınmayan bir kimse ise, zamanla harama düşer. Tıpkı sürüsünü başkasına âit bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, sürünün bu araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allâh’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.” (Buhârî, Îmân, 39)
Hiç şüphesiz, haram ve şüpheli şeylerle beslenen bir kimsede ibadet aşkı ve kulluk heyecanı olmaz. Haram ve şüpheli gıdâlardan kalbe ancak kasvet, sıklet ve gaflet sirâyet eder. Temâyüller, nefsânî arzulara göre şekillenmeye başlar. Böylece gönül hantallaşıp duygusuzlaşır, yalnız kendi menfaatini düşünür. Merhamet ve şefkat fukarâsı hâline gelir. Böylesi kalp ve bedenler, baştanbaşa bir kötülük barınağı ve ahlâksızlık yuvasına döner. Neticede İslâm ahlâkı ve yüce fazîletler âdeta unutulur.
Bu hikmete binâen İbrâhim Desûkî -kuddise sirruh- şöyle buyurmuştur:
“Ey kardeşlerim! Haram yediğiniz sürece, hikmet ve mârifet hakkında bir şey elde edeceğinizi zannetmeyin.”
Hâlbuki ağızdan geçen her lokma, helâl olduğu takdirde kişiye feyiz ve mânevî bir zindelik verir. Gönül âlemini inkişâf ettirir. Beden için de sıhhat ve âfiyet vesîlesi olur.
Haram lokmanın, kalbimize yapmış olduğu menfî tesirler hakkında Hak dostlarının pek çok ve mühim ikazları vardır. Meselâ Hazret-i Mevlânâ bu hususta:
“Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmadan doğar. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.” buyurmuş, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de bizleri şöyle ikaz etmiştir:
“Haram yemek kalbi öldürür, helâl yemek ise ihyâ eder. Lokma var seni dünya ile, lokma var seni âhiret ile meşgûl eder. Lokma var, seni Hâlık Teâlâ’ya rağbet ettirir.”
Mahmud Sâmî Ramazanoğlu -kuddise sirruh- da şöyle buyurur:
“Eğer ağza konulan lokma helâl değilse, o kimsenin ihlâslı ve huzurlu olması, mâsivâyı terk edip Hakk’a yönelmesi çok zordur.”
Dolayısıyla helâl ve harama karşı dikkatli olmak, insan hayatının maddî ve mânevî istikâmetine tesir eden en mühim sebeplerden biridir. Ve helâl lokmanın tedâriki için de kazancın helâl olması zarûridir.
Zira şu bir hakikattir ki, para kazanılışındaki mânevî temizlik durumuna göre, lâyık olduğu yere gider; sahibinin irâdesini de kendi gittiği yere doğru istikâmetlendirir. Yani hâkimiyet çoğu zaman paradadır; sahibinde değil…
Şu hâdise bunun tipik bir misâlidir:
Hak dostlarından Ebû Abbas Nihâvendî’ye, ticaretle meşgul olan zengin talebelerinden biri gelerek zekâtını kime vermesinin daha uygun olacağını sorar. O da:
“–Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver!” buyurur.
Üstâdının yanından ayrılan talebe, yolu üzerinde dilenmekte olan bir âmâ görür. Gönlü ona ısınır. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp verir. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ sevinçle hemen oradan ayrılır.
Ertesi gün aynı yerden geçen talebe, bir önceki gün kendisine zekât verdiği âmâyı, pek neşeli bir sûrette başka bir âmâ ile konuşurken görür. Âmâ hem de öylesine neşelidir ki, yanındaki arkadaşı ile aralarındaki konuşma, bu sebeple uzak mesafeden dahî rahatlıkla duyulacak derecede yüksek perdeden gerçekleşmektedir. Talebe de gayr-i ihtiyârî şu cümlelere kulak misâfiri olur:
“–Biliyor musun, dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de hiç vakit kaybetmeden meyhâneye gidip bir güzel demlendim…”
Duyduğu bu ifâdeler talebenin çok canını sıkar. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin huzûruna varır. Hâdiseyi tam arz edecektir ki, Ebû Abbas Hazretleri onun konuşmasına fırsat dahî vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi infâk etmesi için kendisine uzatıp, önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi vermesini tembihler.
Talebe, bir şey diyemeden verilen vazifeyi derhal îfâ etmek üzere oradan ayrılır. Kendisine tembihlendiği gibi, karşısına çıkan ilk kişiye o akçeyi verir. Ancak içini kemiren büyük bir merakla, o şahsı tâkibe koyulur. Adamcağız, biraz ilerideki bir harâbeye girer. Sonra elbisesinin altından ölü bir keklik çıkarıp yere bırakır. Tam oradan ayrılacaktır ki, talebe önüne geçip sorar:
“–Ey yiğit! Allah için doğruyu söyle, bu ne hâldir! Şuraya attığın ölü keklik de neyin nesidir?”
Adamcağız, kendisine akçeyi veren şahsı karşısında görünce heyecandan kekeleyerek şunları söyler:
“–Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk-çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, aslâ yapamayacağım bir işti. Bu ıztırap içinde kıvranırken, senin görmüş olduğun, çürümeye yüz tutmuş o ölü kekliği buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor; «Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!» diye niyâz ediyordum ki, sen karşıma çıkıp o bir akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek, yenilemeyecek durumda olan o kekliği bu mezbeleye bıraktım. Şimdi pazara gidecek ve verdiğin bir akçeyle yiyecek bir şeyler alacağım…”
Bu hâle şaşırıp kalan talebe, derhâl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına gelir. Hazret-i Pîr, yine talebesinin bir şey söylemesine mahal vermeden şöyle buyurur:
“–Evlâdım! Demek ki sen, kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de verdiğin muhtâca dikkat ettiğin hâlde, zekâtın şaraba gitti. Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, benzer şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukâbil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesi de, onun helâlliğinden kaynaklanmaktadır…”
Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Şu yeryüzünde, şu gökyüzünde ne varsa, zerre zerre her şey, kehribar gibi kendi cinsini kendine çekmektedir! Mide ekmeği çeker alır, eritir; ciğerdeki hararet de suyu çeker, sömürür.”
Velhâsıl helâl mal, sahibini helâle sevk eder ve haramlardan korur; haram bir mal da sahibini harâma meylettirir, helâle yöneltmez. Bundan dolayı gönül ehli Hak dostları, kalbî âlemlerinin inkişâfı için şu iki husûsiyete titizlik göstermiş ve şöyle buyurmuşlardır:
“Yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana dikkat edin!..”
Cenâb-ı Hakk’a Peygamber Efendimiz’in niyâzıyla ilticâ ediyoruz:
“Allâh’ım! Bana helâl rızık nasîb ederek haramlardan koru! Lûtfunla beni Sen’den başkasına muhtaç etme!” (Tirmizî, Deavât, 111)
Âmîn…
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi – Genç Dergisi Yıl: 2014 Ay: Nisan Sayı: 91
Paylaş:
.
Şayet saat “tik tak” çalarken bir şeyler söylüyor olsaydı acaba bize ne söylerdi? Bize ne tembih ederdi. Dinle diyanetle alakası olmayanlar bir melodiye, şarkıya benzetebilirler. Bakın Muhammed Zekeriya Kandehlevî “Fazail-i Sadakat” adlı eserinde saatin sesini neye benzetiyor:
Ey Gafil! Çalar saat sana şöyle nida eyledi:
Boş işler ömründen bir saat daha heba eyledi!
Eğer saatin sesi dikkatlice dinlenirse gerçekten “(boş işler ömrü) eksiltti, eksiltti, eksiltti” diye bir ses meydana gelir.
Resulüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Dünya ve ahiretin itaatkâr evlatları vardır. Siz mümkün olduğu kadar dünyanın itaatkar evlatları olmayın. (ahiretin itaatkar evlatları olun) Bu gün amel ve tarlayı ekme günüdür. Bu gün hesap yoktur. Yarın siz ahiret yurdunda olacaksınız. Orada da amel yoktur (o gün hasat zamanı ve mükafat günüdür)” (Mişkat)
Hazreti Selaman-ı Farisi Radıyallahu anh buyurdu ki: “Üç adam vardır ki onlara aklıma geldikçe o kadar hayret ederim ki gülesim gelir;
1-Dünyaya ümitler bağlayan kimsedir ki, çölüm onu takip eder
2- (Allahu Teala’dan) gafil olan kimsedir ki, Allah’u Teala ondan gafil değildir.
3-Ağzını doldurarak (kahkahayla) gülen kimsedir ki, Allahu Teala’nın kendisinden razı olduğundan ya da gazab ettiğinden habersizdir (halbuki ölümü düşünmek öyle bir şeydir ki ondan dolayı hiçbir zaman bu şekilde gülmemek gerekir)
Üç şey de vardır ki, her zaman beni üzmektedir. Hatta ben ağlamaktayım;
1-Dostların ayrılığı (Resulüllah ve Sahabenin ayrılığı)
2- Ölüm düşünecesi
3- Mahşerde Allah’u Teala’nın huzuruna çıkacak olduğumu. Sonra bilmiyorum ki benim hakkımda Cennet kararı mı verilecek Cehennem kararı mı?”
Ebu Muhammed Zahid (Rahmetullahi aleyh) diyor ki:
Ben bir cenazenin arkasından yürüyordum. Davudî Taî Rahmetullahi Aleyh de benimle beraberdi. Kabristana varınca o ayrı bir yere oturdu. Ben de onun yanına oturdum. O şöyle dedi:
Kim Allah’ın azap vaîdinden korkuyorsa onun için uzun sefer (ahiret seferi) kolaydır. Kimin ümidleri uzun olursa onun ameli gevşek olur. Gelecek olan şey (ölüm) yakındır. Kardeşim şu meseleyi anla ki, hangi şey seni Rabbinden ayırıp kendisiyle meşgul ederse, o menhustur (uğursuzdur). Bir şeyi dinle. Dünyada ne kadar insan varsa hepsi kabre gidecektir. O vakit onlar burada bıraktıkları şeye pişman olacaklardır. İleriye görnderdiklerine de sevineceklerdir. Bu ölen kişi hangi şeye pişman olursa o şey üzerine, geride kalan(varisler) döğüşüp kavga ederler ve birbirinin aleyhine davalar açarlar. (İhya)
Fakih Ebulleys Semerkandi Rahmetullahi aleyh buruyor ki: Kim ümitlerini kısa tutarsa, Allahu Teala ona 4 çeşit ikramda bulunur;
1-Kendisine itaat etmesi için ona kuvvet verir. O yakında ölümün geleceğine kesin olarak inandığından amel yapmak için çok gayret eder ve sıkıntılardan etkilenmez.
2-Dünya derdi azalır
3-Az miktardaki rızka razı olur
4-Allah onun kalbini nurlandırır.
Bu yazıda kastedilen mana ölümü çok hatırlamak ve ölümün kendisini her an yakalayacağını bilerek din ve dünya işlerinde doğruluktan ayrılmamak ve dolayısıyla dünya sevgisine dalmamak, ahiret işlerine sarılmaktır… Rabbimiz Cümlemizi bu kullarından eylesin…
www.ihvanlar.net
Paylaş:
.
Tasavvufun insanları pasifize ederek hayattan tecrid ettiği yönündeki iddialar geçmişte olduğu gibi günümüzde de dile getiriliyor. Konuya aşina olanlar için bu temelsiz bir iddia olsa da tasavvufun tastamam hayatın içinde olduğunu hatırlamamızda fayda var.
Tasavvuf mesleğinin insanları hayatın dışına ittiği, yanlış bir tevekkül anlayışı ile tembelliğe ve pasifliğe yönelttiği şeklindeki birtakım iddialar, tarih içinde olduğu gibi günümüzde de dolaşımdadır.
Şüphesiz, konuya ciddi olarak eğilme imkânı bulmuş olanlar bunun ne kadar boş ve temelsiz bir iddia olduğunun farkındadırlar. Ancak yine de meselenin arzu edilen seviyede netleşmiş olması için bu yazıda meseleye biraz yakından bakacağız.
Ancak esas meseleye geçmeden önce bu babda çokça bahis mevzuu yapılan bir rivayet üzerinde durmayı faydalı görüyoruz:
KÜÇÜK CİHAT – BÜYÜK CİHAT HADİSİ
Rivayete göre Efendimiz s.a.v., bir gazadan dönen ashabına, “Hayırlı bir gelişle küçük cihattan büyük cihada geldiniz.” buyurmuş, Sahabe, “Büyük cihat nedir ya Rasulallah?” diye sorunca, “Kulun, (nefsinin) hevasıyla mücahedesidir.”buyurmuştur. Birçok alim bu rivayet hakkında hadis ilmî kriterleri doğrultusunda sadece “zayıftır” ifadesini kullanmıştır. Mesela Beyhakî, Irâkî, Ali
el-Karî, Münâvî ve Aclûnî bunlardandır. (Tahrîcu Ahâdîsi’l-İhyâ, 3/7, 64;el-Esrâru’l-Merfû’a, 211-2; Feyzu’l-Kadîr, 4Ğ511; Keşfu’l-Hafâ, 1/511-2.)
Dolayısıyla Tebük gazvesinden dönüşte varit olduğu belirtilen bu rivayet hakkında “Aslı yoktur.” ifadesini kullanan İbn Teymiyye’nin (Mecmû’l-Fetâvâ, 11Ğ197) bu hükmünün “aşırı” olduğunu söylemek durumundayız. Onun bu hükmünde, rivayetin tasavvufî çevrelerde yaygın olarak kullanılmasının etkili olduğu akla gelmektedir.
Gerek yukarıda adını verdiğim kaynakların, gerekse daha başka ulemanın, bu rivayetin zayıf olduğunu ifade ederken sadece “senedinde zaaf vardır” demekle yetinmiş ve daha ağır bir ifade kullanmamış olması da, İbn Teymiyye’nin bu hükmünün isabetli olmadığını göstermektedir.
Sonuç olarak: Bu rivayetin, biri merfu (Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in sözü), diğeri Tabiûn neslinden İbrahim b. Ebî Able’nin sözü olmak üzere iki şekilde nakledildiği görülmektedir. İbrahim b. Ebî Able’nin sözü olarak sıhhatinde herhangi bir ihtilaf yoktur. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in sözü olarak nakline gelince, senedindeki bazı râvîler sebebiyle zayıf bulunmuş ise de, bu zaaf, rivayeti tamamen “uydurma” veya “asılsız” olarak nitelendirmek için yeterli değildir.
BİRAZ TARİH
Tasavvufun, müntesiplerini hayattan koparması şöyle dursun, hayatın merkezinde yer aldığı ve müntesipleri vasıtasıyla toplumsal dokunun adeta bütün hücrelerine nüfuz ettiği, Tabakat kitaplarının, İslâm Sanat ve Medeniyet Tarihi sahasıyla ilgili eserlerin gözden geçirilmesiyle kolayca ulaşılabilecek bir hakikat iken, tasavvufun bireyi ve toplumu tembelliğe, hayata sırt çevirmeye, atalet ve miskinliğe sevk ettiği iddiası bilgisizlikten değilse, olayı bir “bütün” olarak görememe kusurundan kaynaklanmaktadır.
Özellikle bu topraklarda böyle “miyop” bir anlayışın neşvünema bulması, kendi tarihimize yabancılığımızın ifadesinden başka bir şey değildir. Tarihî ve coğrafî anlamda çok ötelere gitmeye gerek yok. Yaşadığımız toprakların İslâmlaşması süreci hakkında sathî bir araştırma bile bu iddianın yersizliğini göstermeye yeterlidir. Anadolu coğrafyasının İslâm’la ilk tanışmasında olduğu gibi, onun bu topraklarda yerleşip kök salmasında da tasavvufun, tarikatlerin ve gazi dervişlerin rolü görmezden gelinemeyecek kadar aşikârdır.
Hoca Ahmed Yesevî, Necmüddin-i Kübrâ gibi tarikat pirlerinin işaretiyle Anadolu’ya yönelen gazi dervişlerin bu topraklarda başlattığı faaliyet, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde dışarıya tebliğ ve cihat, içeriye muhteşem bir medeniyet olarak yansımıştır. Burada tasavvufun oynadığı vazgeçilmez rolü görmemek mümkün müdür?
ANADOLU’NUN İSLÂMLAŞMASI SÜRECİNDE MUTASAVVIFLAR
Bu topraklarda İslâm’ın yerleşmesinde ve Müslüman bir medeniyetin teşekkül etmesinde birçok tarikatın rolü vardır. İbn Arabî, Mevlâna, Hacı Bektaş, Ahî Evran ve Yunus gibi zatlar tasavvuşa ilgisi olmayanların bile bir çırpıda sayacağı isimlerdir.
Aksiyoner ve mücadeleci tarzıyla dikkat çeken İbn Arabî Hazretleri, devrin Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykavus’un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği cevapta, onun müslümanlara yapacağı en büyük hizmetin, İslâm’ın şanını yüceltmek ve küfre tahakküm etmek olduğunu açıkça ifade etmiştir. (Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, 2/135.)
Türkistan ve Horasan bölgesinden Anadolu’ya yansıyan Hoca Ahmed Yesevî ve Necmüddin-i Kübrâ Hazretleri’nin etkisi, yukarıda da söylediğim gibi “gazi dervişlik”geleneğiyle bu toprakların İslâmlaşmasında inkâr edilmez bir rol oynamıştır.“Abdalân-ı Rum”, “Gâziyân-ı Rum”, “Alperenler”, “Horasan Erenleri”… gibi isimlerle anlatılan zümre, özellikle halk tabakasında “fütuhat” ruhunu işlemek suretiyle, henüz“beylik” merhalesinde bulunan Osmanlı’nın siyasi etki alanını genişletmesinde aktif bir belirleyiciliğe sahip olmuştur. Sayısız isimsiz kahramandan Şeyh Edebali, Turgut Alp, Konur Alp, Akçakoca isimleri bu bağlamda ilk akla gelenlerdir. (İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, 5 vd.; Ekrem Işın, “Osmanlı Döneminde Tasavvufî Hayat”, Osmanlı, 4/453.)
TASAVVUF VE TOPLUMSAL HAYAT
Tasavvuf ehlinin, toplumun sadece ruhî ve ahlâkî eğitimine katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda, yeri geldiğinde düşmanla savaşa da Şilî olarak katıldığını gösteren pek çok örnek vardır.
Burada örnek olarak zikredeceğimiz isimlerden birçoğu, sınır boylarında bulunan “ribat”larda yaşamış, bir yandan mücahitleri cesaretlendirerek savaşa hazırlarken, bir yandan da onların ruhî hayatlarının inkişafına gayret göstermişlerdir.
Hâtem el-Asamm: Katıldığı bir seferde, bir dağ üzerinde nöbet tutarken hayatını kaybetmiştir.
Seriyy es-Sekatî: “Ey iman edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebat gösterin…” (Âl-i İmran, 200) ayetini tefsir sadedinde, “Savaş anında sebat ve istikamet üzere olmakla sabredin” dediği ve İmam Ahmed b. Hanbel tarafından cihattan dönerken övüldüğü nakledilmiştir.
Cüneyd el-Bağdâdî’nin şöyle dediği anlatılır: “Bir gün bir gazveye çıkmıştık. Ordu komutanı bana nafaka kabilinden bir şeyler göndermişti. Bunu hoş görmedim ve ihtiyaç sahibi gazilere dağıttım.”
Ebu’l-Abbas et-Taberî: Tartus’ta mücahitlere vaaz ediyordu. Allah Tealâ’nın celâlinden, azamet ve kudretinden bahsederken baygın düştü ve hayatını kaybetti.
Züheyr b. ŞŞu’be el-Mervezî’nin şöyle dediği nakledilmiştir: “Canım et çektiğinde, Bizans ülkesine girinceye kadar yemem. Ne zaman ki onlardan ganimet elde ederiz, eti o ganimetlerden yerim.”
Ali b. el-Hüseyin: İslâm ülkesini Haçlılar’dan temizlemeye halkı teşvikte büyük rolü bulunan bu sûfînin ribatına toplanan insanların, oraya bir “kışla” görüntüsü verdiği kaynakların naklettiği bir husustur.
“Şam Aslanı” lakaplı Abdullah el-Yuninî, tarihçiler tarafından “Heybetli, kahraman, sürekli zikir ve cihatla meşgul olan bir şeyhti. Keşif ehliydi. Ne kadar kalabalık olursa olsun düşmanla savaşmaktan çekinmezdi” ifadeleriyle anlatılmıştır.
Ebu’l-Abbas el-Kudsî: Keramet sahibi bir zat olduğu ve Kudüs’e geldiğinde öküz üzerinde savaştığı için kendisine “Ebû Sevr” lakabı verildiği nakledilmiştir.
Hasan b. Yusuf el-Mekzun: Kaynaklarda, bin kişilik müridanıyla Haçlı savaşına katıldığı zikredilmiştir.
Abdurrahman el-Celculî: Haçlı savaşlarından birinde Dimaşk (Şam) girişinde şehit olmuştur.
Haccâc el-Fendulavî: “Allah müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.” ayetini okuduktan sonra müritleriyle birlikte yaya olarak Haçlı savaşına katılmış ve şehit olmuştur.
Yahya b. Yusuf es-Sarsarî: Moğollar Bağdat’ı istila ettiğinde asasıyla 12 düşman askerini öldürdükten sonra şehit düşmüştür.
(Cenab-ı Hak cümlesinin yüce sırrını mübarek kılsın.)
Bu örneklerin çoğunu “çok bilinen” isimlerin teşkil etmediğini biliyorum. Bu bakımdan bu örnekleri burada kesip, “çok bilinen” isimlerden de birkaç örnek verelim:
Necmeddin-i Kübrâ: “Kübreviyye” tarikatının kurucusudur. Sadece tasavvuf sahasında değil, hadis ve tefsir gibi “zahirî ilimler”de de “yed-itula” sahibi idi.
Moğollar Horasan’a girdiğinde Cengiz Han ona Harezm’i yerle bir edeceğini bildirmiş ve orayı terk etmesini söylemişti. Şeyh ise bunu reddetti, müritlerini toplayarak Moğollar’ın karşısına dikildi. Elindeki uzun kargıyla savaşa fiilen iştirak etti ve vücuduna saplanan bir okla şehit oldu.
İzzuddîn b. Abdisselam: Tasavvuf hırkasını, “Avârifu’l-Ma’ârif” yazarı Şihâbuddîn es-Sühreverdî’den giydi. Zahir Baybars’ın Moğol saldırısını durdurup geri püskürttüğü ve Moğollar’ı büyük bir hezimete uğrattığı Ayn-Calut savaşının fetvasını o vermiştir.
İslâm ordusunun Haçlılar’la Mısır’da giriştiği bir savaşta gösterdiği keramet, Tâcuddîn es-Sübkî’nin Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye’sinde anlatılmıştır.
Muvaffakuddîn b. Kudâme: Hanbelî mezhebinin büyük alimlerindendir. 61 yaşında iken Bağdat’a geldi; Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri’nin yanına gitti ve o vefat edene kadar yanından ayrılmadı. Burada “Kadirî” tarikatına girdiğini, yine bir sûfî alim olan İbnu’l-Mulakkın’ın, Kadirî hırkası nın kendisine, Ebû Bekr el-Hanbelî, Ebû İshak el-Vâsıtî ve Muvaffakuddîn b. Kudâme silsilesiyle Abdülkadir-i Geylanî’ den geldiğini söylemesinden anlıyoruz.
Keşif ve keramet sahibi olduğu söylenen İbn Kudâme’nin, düşmanla savaşırken omzundan yara aldığı kaynaklar tarafından nakledilmiştir. Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz ile tevessüle cevaz verenlerden olduğunu da burada bir not olarak düşelim.
Nevevî: Şeyh Yasin el-Merrâkeşî (Merrâkuşî)’ye tabi olduğu ve onun edebiyle edeplendiği zikredilen İmam en-Nevevî, Zâhir Baybars’ı Moğollar’la savaşması için defaatle teşvik etmiştir.
(Allah Tealâ cümlesinin yüce sırrını mübarek kılsın.)
CİHAT, TEBLİĞ VE İRŞAD
Cihad’ın mana ve maksadında mündemiç olan “İslâm’ın kitlelere ulaştırılması”görevi, temelde bir “tebliğ ve davet” işidir. Tasavvuf ehlinin, tarih boyunca gezgin sûfîler, ribatlar ve tekkeler vasıtasıyla bu bağlamda icra ettiği fonksiyon ise inkâr edilemeyecek boyuttadır.
Dışarıya yönelik olarak bu faaliyetleri yürüten tasavvuf ehlinin, içeride de toplumun irşadına dönük çalışmalar yaptığını ayrıca belirtmeye gerek yoktur.
Öte yandan, yukarıda da geçtiği gibi, tasavvuf ehlinin, düşman tasallutu karşısında cihada, gerek fiilen savaşmak, gerekse halkı teşvik etmek suretiyle iştirak etmekten geri durmadığı hakikatine gözlerimizi kapatmamızın imkanı yoktur.
Mağrib’de kurulan Murabitûn ve Muvahhidûn devletlerinin temellerinde, tıpkı Osmanlı gibi tasavvuf şeyhlerinin harcını görmek şaşırtıcı olmadığı gibi, aynı tesbiti Eyyubîler, Memlûklular, kısmen Babürlüler ve daha birçok devlet hakkında tekrarlamak da yanlış değildir…
Aynı şekilde İslâm dünyasının dört bir yanında geçtiğimiz yüzyılda ve öncesinde verilen kurtuluş savaşlarında tasavvuf ehlinin oynadığı aktif rolü görmemek için tarihe ve gerçeğe karşı kör olmak gerekir.
Hint alt kıtası (İmam-ı Rabbanî ve Şah Veliyyullah çizgisinin vârisi Deoband/Diyubend ekolünden gelen sûfî alimler), Kuzey Afrika (Libya’da Senusiyye hareketi, Cezayir’de Emir Abdülkadir ve Muhammed Haddâd, Sudan’da Muhammed Ahmed el-Mehdi, Mısır’da Ahmed el-Arabî, Mağrib’de Muhammed b. Abdülkerim el-Hattâb…) ve elbette Anadolu bu tesbitin canlı şahitleridir. Kafkasya’da Şeyh Şamil ve bugün Şlistin’de adını “İzzeddin el-Kassâm Tugayları” vasıtasıyla tanıdığımız şehid İzzeddin el-Kassâm da öyle…
İTHAMIN KAYNAĞI
Tasavvuf ehli hakkında ileri sürülen cihada iştirak etmeme, pasif bir şekilde yaşama iddiasının, mesela “savaştan geri durup, ilim işleriyle ilgilenme” tarzında muhaddisler, fakihler, müfessirler, kelamcılar vb. için aynı yoğunluk ve boyutta ileri sürülmediği dikkat çekmektedir. Oysa bu saydığım sahalarda etkin olmuşulemanın tamamının cihada fiilen iştirak ettiğini söylemek mümkün değildir. Durum böyle diye bu ulemanın da hayattan koptuğunu ve insanları da peşinden sürükleyerek pasifize ettiğini mi söylemek gerekir?
O halde burada şu soru önem kazanıyor: Bu iddia niçin özellikle tasavvuf ehli hakkında ileri sürülmektedir?
Bize göre bunun tek bir cevabı vardır: Önyargı.
“Hayata katılma”nın en somut ve keskin göstergesi olan “cihad”a fiilen iştirak edip etmeme durumu, hangi meslek ve meşrebe mensup olursa olsun herhangi bir İslâm büyüğünün yaşadığı döneme, özel ve genel şartlara ve hizmet etme tarzına bağlı olarak elbette değişecektir.
Öyleyse bu noktada ileri sürülebilecek örneklerden yola çıkarak “Tasavvuf insanı hayattan koparıyor” gibi korkunç bir genellemeye ulaşmak büyük bir yanılgı ve hata olur.
İMAM ŞA’RÂNÎ K.S.’NİN AHDİ
Bu yazıyı teberrüken İmam eşŞa’rânî’nin konu hakkındaki sözleriyle bitirelim:
“Rasulullah s.a.v.’e, gazilere ikramda bulunacağımıza, onlara nakdî yardımda bulunamayanlarımızın ise yiyecek yardımı yapacağına yahut onların aileleriyle ilgileneceğimize dair söz verdik.
Rasulullah s.a.v.’e, mücahitlerin bulunduğu herhangi bir savaş bölgesine girersek, orada kaldığımız müddetçe gece bekçiliği yapacağımıza (nöbet tutacağımıza) söz verdik. Rasulullah s.a.v.’e, yataklarımızda değil, Allah uğrunda savaşırken şehit olarak ölmeyi dileyeceğimize ve Allah yolunda savaşmayı nefslerimize kabul ettirmekten gaŞl kalmayacağımıza dair söz verdik. Bunu bilfiil gerçekleştiremesek dahi, salih bir niyet sahibi olmamız, Rabbimiz’in bize ecir vermesini sağlayacaktır.
Rasulullah s.a.v.’e, cihat etmemiz mümkün olmazsa, bize şehadeti ve uhrevi sevabı sağlayacak işleri yapacağımıza dair söz verdik.”
OSMANLI VE TASAVVUF
Osmanlı’nın “beylik”ten “devlet” e, oradan da “cihan devleti”ne geçiş süreçlerinin her birinde tasavvufun ve muhtelif meşreplerden tasavvuf ehlinin inkârı mümkün olmayan etkisi/katkısı vardır.
Özellikle “kuruluş” aşamasında tasavvufî kollardan kimi, Moğol istilalarından ve iç karışıklıklardan bunalan halk kitlelerine moral destek ve ruhi sükûn sağlayarak aralarında güçlü rabıtalar oluşturan
birer sığınak olmuş, kimi de insanları aynı ideal etrafında birleştirerek fütuhata, merkezî otoritenin tesisine ve müesseseleşmeye katkıda bulunmuştur.
Bir başka şekilde söylersek, binanın kurulması ve yükselmesi Horasan erenleri vasıtasıyla, nakış nakış işlenerek estetik bir görünüm kazanması da Mevlâna hareketi ile olmuştur.
Tasavvufun toplumda icra ettiği fonksiyon “tek boyutlu” olmamıştır. Gazi dervişliğin ayrı, Ahîliğin ayrı, Mevlevîliğin ayrı fonksiyon icra etmiş olması bu bakımdan son derece tabiidir.
Osmanlılar’da devlet-tasavvuf münasebeti, Osman Bey’den itibaren adeta sistematik bir yapı arz etmiştir. Osman Bey’in bir tasavvuf şeyhi olan Edebali ile; Orhan Gazi’nin Ahî Hasan, Davud-u Kayserî, Abdal Murad, Abdal Musa, Geyikli Baba ile; Murad Hüdavendigâr’ın -bir “ahî” olan- Sinanüddin Yusuf Paşa ile; Yıldırım Bayezid’in (aynı zamanda damadı olan) Emir Buharî ile; II. Murad’ın Hacı Bayram Veli ile; Fatih’in Akşemseddin ile; III. Murad’ın Şeyh Şaban Efendi ile; Kanunî’nin Şeyh Ebu Saîd Efendi ve Baba Haydarî-i Semerkandî ile … ilişkisi Osmanlı’ya vücut veren yapının “ilmiye” (ulema), “seyŞye” (askerler) ve “kalemiye” (bürokrasi) yanında dördüncü bir ayağa daha dayandığını gösterir ki, o da “irşadiye” diyebileceğimiz tasavvuf ehlidir.
Ebubekir Sifil – Semerkand Dergisi
.
Aklı başında olan kimsenin, nefsin azgın arzularını açlıkla sindirmesi gerekir. Çünkü Allah’ın (Celle celaluhu) düşmanını (nefsin azgın arzularını) ancak açlık gemleyebilir.
Nefsin azgın arzuları, yemek ve içmek şeytanın vasıtalarıdır. Nitekim Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:
“Şeytan, insan vücudunda kan damarları yolu ile dolaşır, Binanaleyh siz onun dolaşım yolunu açlıkla daraltınız. Kıyamet günü, insanların Allah’a en yakın olanı, en uzun müddet aç ve susuz kalanıdır.”
İnsanoğlu hesabına en büyük tehlike kaynağı, midenin doyumsuz arzularıdır. Hazreti Adem (Aleyhisselam) ile Havva’nın huzur ve istikrar yurdundan (cennetten) çıkarılarak horluk ve yokluk diyarına (dünyaya) gönderilmelerinin sebebi odur.
Bilindiği gibi bir ağaç meyvesinden yemek, kendilerine Allah tarafından yasaklandığı halde azgın arzularına yenilerek sözkonusu ağacın meyvesinden yediler de çırılçıplak kalıverdiler.
Tahkike göre, mide, aşırı arzuların kaynağıdır. Hikmet ehlinden biri der ki, “nefsinin kontrolu altına giren kimse, onun azgın arzularından hoşlanmaya mahkûm olmuş, onun yanılmalar zindanında tutuklanmış ve kalbini faydalı şeylerden mahrunr etmiş olur. Vücud azaları toprağını azgın arzularla sulayanlar, kalblerinde pişmanlık ağacı dikmiş olurlar.”
Ulu Allah (Celle Celaluhu) canlıları üç türlü yaratmıştır: Melekleri akıllı ve fakat azgın isteksiz yaratmıştır. Hayvanları azgın isteklerle donatmış fakat onların yapısına akıl katmamıştır.
İnsanoğlunu ise akıl ve arzuları birarada yapısına katarak yaratmıştır. Buna göre aklını azgın arzularının kontrolüne veren kimse hayvanlardan aşağıdır, bunun tersine azgın arzularını aklının kontrolü altında tutan kimse de meleklerden üstündür.
—HİKÂYE—
İbrahim Havvas (rahimehullahu) anlatıyor: Bir gün Likâm dağında idim. Bir nar ağacı gördüm, canım çekti, ondan bir nar kopararak yardım, ekşiymiş, elimden attım ve yoluma devam ettim. Az ileride birini gördüm, yere serilmiş ve üzerine arılar üşüşmüştü.
Adama selâm verince “aleykümselâm, ya İbrahim” diye cevap verdi. “Beni nereden tanıyorsun” diye sordum. “Allah’ı tanıyanlara hiç bir şey saklı değildir” karşılığını verdi. Ona “anlaşılan Allah ile münasebetin var, şu arılardan seni kurtarmasını O’ndan istesene” diye takıldım.
Bana şu cevabı verdi, “ben de senin Allah ile münasebetin olduğunu sanıyordum. Asıl kendin, nar düşkünlüğünden seni kurtarmasını istesene! Nar düşkünlüğünün acısını insan ahirette çeker, oysa arı sokmasının acısı dünyadadır. Öte yandan arı sokması vücudu incittiği halde azgın arzular, iğnelerini kalbe batırırlar.”
Bana ağır, fakat faydalı bir ders veren adamı kendi halinde bırakarak yoluma devam ettim.” .
Nefsin aşırı arzuları padişahları köle yaptığı gibi sabır da köleleri pa dişahlığa yükseltir. Hazreti Yusuf (Aleyhisselam) sabrı sayesinde Mısır meliki oldu. Buna karşılık Züleyha, nefsinin azgın arzusu yüzünden, Hazreti Yusuf’a (Aleyhisselam) karşı duyduğu aşkı gemleyemediği için zavallı, düşkün, yoksul, yaşlı ve gözlerinden mahrum bir duruma düştü.
Ebul Hasan Errazi’nin (rehimehullahu) anlattığına göre, ölümünden iki yıl sonra babasını rüyasında görür, üzerinde katrandan bir elbise vardır. Ona sorar,“babacığım, niye seni cehennemliklerin kılığı içinde görüyorum.”
Babası “yavrum, nefsim beni cehenneme sürükledi! Sakın nefsine aldanma” der.
Şairin biri bu konuda şöyle der:
Başıma dört belâ sarıldı.
Sapıklığım ve iradesizliğim yüzünden düştüm pençelerine:
Şeytan, dünya, nefsim ve sonu olmayan arzular. ‘
Hepsi de düşmanım, acaba kurtuluş nasıl?
İhtiras ve kuruntuların karanlığında
Nefsimin beni sonu olmayan arzulara çağırdığını görüyorum.»
. .
Hatem’ül Asam (rehimehullahu) der ki, “nefsim ayakbağım, ilmim silâhım günahım hayal kırıklığım ve şeytan da düşmanımdır. Nefsimin arzusuna, hiç bir zaman, uymam.”
Ehli marifetten bir zatın şöyle, dediği nakledilir: Cihad üç türlüdür. Birincisi kâfirlerle savaşmaktır ki, bu zahirî cihad’dır. Ulu Allah’ın “Allah yolunda cihad edenler…” âyeti celilesinde, cihadın bu çeşidine işaret edilmiştir (20).
İkinci çeşit cihad ilimle ve inandırıcı deliller ile batılın taraftarlarına karşı verilen cihaddır. “En iyi usulle onlara karşı koy” âyeti kerimesi, bu çeşit cihada işaret eder. (21)
Üçüncü çeşit cihad, kötülüğü emreden nefse karşı verilen cihaddır. Bunun hakkında Allah şöyle buyurur:
“Bizim uğrumuzda cihad edenlere yollarımızı gösteririz” (22).
Peygamber’imiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de bu konuda şöyle buyurur: “En faziletli cihad, nefse karşı verilen cihaddır.”
Nitekim sahabîler (Allah onlardan razı olsun) kâfirlere karşı verilen bir savaştan dönünce “küçük cihaddan büyük cihada döndük” derlerdi.
Nefse, şeytana ve azgın isteklere karşı verilen cihada «büyük cihad» ismini vermelerinin sebebi şudur: Nefse ve azgın arzulara karşı verilen cihad aralıksızdır, oysa kâfire karşı arasıra savaş verilir. Öte yandan cephe savaşçısı düşmanını görür, fakat şeytan görünmez, görünür düşmana karşı cihad vermek, görünmez düşmanla cihad etmekten daha kolaydır.
Bir de şeytana karşı savaşırken onun, senin nefsinde bir destekçisi vardır, bu destekçi nefsin azgın arzularıdır, oysa ki kâfirlerle yapılan savaşta onların senin nefsinde öyle bir yardımcıları yoktur, bu yüzden şeytana karşı verilen cihad daha çetindir.
Yine savaşta kâfir öidürürsen zafer ve ganimet elde edersin, kâfir seni öldürürse şehitlik rütbesi ile cennet kazanırsın. Halbuki şeytanı öldüremezsin, ama eğer o seni öldürecek olursa Allah’ın cezasına çarpılırsın.
Nitekim derler ki: “Savaşta atını elinden kaçıran kimse düşmanın eline düşer, buna karşılık imanını yitiren kimse Allah’ın gazabına uğrar, böyle bir şeyden Allah’a sığınırız!…”
Diğer yandan, kâfirlerin eline esir düşen kimsenin elleri boynuna bağlanmaz, ayaklarına pranga vurulmaz, aç ve çıplak bırakılmaz. Oysa Allah’ın öfkesine muhatap olan kimsenin yüzü kara olur, elleri boynuna kelepçelenir, ayakları ateşten prangalara vurulur, yediği ateş, giydiği ateş ve içtiği ateş olur.
_______________________________
(20) Kur’an-ı Kerim/Maide Suresi, 54
(21) Kur’an-ı Kerim/Nah! Sûresi, 125
.
Zahiri ilimleri tahsil eden alimlerin tarikata karşı çıktıklarına tarih boyunca rastlarız. İlimde derinleşen alimler farkı çabucak anlayıp kuru bir ilmin kurtuluşa çare olamadığını görerek tasavvuf yoluna girmişlerdir. İşte onlardan iki tanesi de İmam-ı Şafi ve Hanbeli Mezhebinin İmamı, Ahmed b. Hanbel’dir.
[youtube http://www.youtube.com/watch?v=VX_CXIwyTbA?rel=0&w=420&h=315]
.
Tefsir, kelam gibi zahiri ilimlerle uğraşanların tasavvufa düşman oldukları veya aralında bir ihtilaf olduğu zannedilir. Ve sanki tarihte hep böyle bir mücadele varmış gibi zannedilir. Hâlbuki zahiri âlimlerden ilimde derinleşenlerin birçoğu aynı zamanda derin bir mutasavvıftır. Tarikat ehlidir. İşte onların en meşhurlarından seçmeler:
1- “Tabi’un’dan olan (Sahabeyi görme şerefine eren) Hasan-ı Basri (Radıyallahu anh) bir zühd ve tasavvuf büyüğü olmasının yanında, aynı zamanda bir mezhep imamıdır. Yani hadis ve fıkıh ilimleri sahasında mutlak müctehid seviyesindedir. Kendisi aynı zamanda tefsir ilminin de büyük imamlarındandır.
2- Daha sonraki nesilden Süfyan-ı Sevri’nin durumu da aynıdır.
3- Tasavvuf büyüklerinden Fudayl bin Iyaz ve Davud-u Tai, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin talebelerindendir.
Bir mecliste adamın birisi “Ebu hanife hata etmiş” deyince, orada bulunan ünlü muhaddis Veki bini Cerrah şöyle demiştir: “Kıyastaki mahareti ile Ebu Yusuf ve Züfer, hadis ezber kabiliyetleriyle Yahya ibni Ebi Zaide, Hafs ibni Gıyas, Hibban ve Mendel, lügat ve Arapçadaki ilmiyle kasım ibni Ma’n, zühd ve veralarıyla Davud et-Tai ve Fudayl ibni ıyaz onun yanında bulunuyorken Ebu Hanife hata yapmaya nasıl muktedir olabilir?” (Hatib-i Bağdadi, Tarihu Bağdad: 14/247)
Bu nakil açıkça göstermektedir ki, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin meclisinde sadece kuru ve farazi bir fıkıh tedris edilmemektedir. Aksine bu mecliste fıkıh, hadis, zühd, vera’ ve takva ehli kimseler iç içe bulunmaktadır ve ilim, bütün bu veçheelriyle tam ve kamil manada öğrenilip öğretilmektedir.
4- Yine zühd ve takva ehlinin büyüklerinden Abdullah ibni Mubarek (Radıyallahu anh) da İmam-ı Azam ebu Hanife’nin talebelerindendir.
5- Ünlü hadis imamı Süfyan ibni Uyeyne (Radıyallahu anh) de tasavvuf ehlinin ileri gelenlerindendir. (Bkz.Kelabazi, et-T’arruf, 23)
6- Özellikle hadis, Fıkıh ve Tefsir sahalarında, sadece bilgi sahibi olmakla kalmamış, aynı zamanda eser de yazmış olan hicri 3. Ve 4. Asır tasavvuf büyükleri arasında şu isimleri sayabiliriz:
Ebu Muhammed Abdullah ibni Muhammed, Ebu Abdillah Ahmed ibni Asım er-Razi, Ebu Bekir Muhammed ibni Ömer ibni Fadl el-Verrak et-Tirmizi, Ebu Osman Said ibni İsmail er-Razi, Ebu Abdillah Muhammed ibni Ali et-Tirmizi, Ebu Abdillah Muhammed ibni Fadl el-Belhi, Ebu Ali el-Cürcani, Ebu’l Kasım ibni İshak ibni Muhammed Hakim es-Semerkandi (Radıyallahu anhum) (Kelabazi a.g.e. 29-31)
7- İhya-i Ulumiddin adlı eseriyle İslam dünyasında haklı şöhret kazamış bulunan İmam-ı Gazali, aynı zamanda büyük bir Fıkıh ve Usul-i Fıkıh alimi olan İmam-ı Gazali tasavvuf büyüklerindendir.
8- Ünlü hadis ve fıkıh alimlerinden hanefi mezhebine mensup Cemaleddin Ez-Zeylai (İmam-ı Merğinnani’nin el-Hidayesi ile Zemahşeri’nin Keşşaf’ındaki hadislerin tahririne dair yazdığı Nasbu’r-Raye ve Tahricu’l Ahadis ve’lAsar isimli eserleriyle meşhurdur.)
Şafii mezhebine mensup Muasır ve arkadaşı el-Iraki (İmam-ı Gazali’nin İhya’sının hadislerini tahriç etmiştir) ve Takiyüddin İbni Daki-ki’l-İyd de Mutasavvıftırlar.
9- Hadis ilminde kaynak olan Nevadiru’l Usul adlı eserin sahibi hakim-i Tirmizi de mutasavvıflardandır.
10- Yine hanefi mezhebine mensup ünlü fıkıh ve hadis alimi Kemaleddin bni Humam da ehli tasavvufturç
11- Hadis hafızlarının son halkası diye anılan ve ilim denildiğinde akla gelen bütün sahalarda verdiği eserlerin miktarını yüzlerce cildi bulan Celaleddin es-Suyuti ve talebesi el-Mizanu’l-Kübra isimli fıkıh eserinin sahibi İmam-ı şarani de Ehli tasavvuftur.
12- Zahiri ve Batıni ilimleri birleştiren İmam-ı Rabbani, Molla Cami, Seyalükuti de ilim ve tasavvuf kanatlarıyla ilerleyen mutasavvıftırlar.
13- Osmanlı’nın son dönemine denk gelen 4 mezhebin müftüsü Ali Haydar el-Ehıshevi de tasavvuf yolunun büyüklerindendir.
Burada sadece misal olması için zikrettiğimiz bu isimler, tarih boyunca Şer’i ilimler ile tasavvuf arasında herhangi bir çelişki olmadığının en sadık şahididirler.
Akla gelen her türlü şer’i limde derinleşen bu gibi âlimlerin, ilimlerinin manevi yükselişte yeterli olmadığını anlayarak tasavvufa yönelmesi ve bir Allah dostunun elinden tutması, kendini müctehid zanneden reformistlere ve bu reformistlerin inkar çukuruna sürüklediği insanlara birer ibret olmalıdır.
.
Tasavvuf yolunun yolcusu bizler, evliyadan değil aslında Allah’u Teala’dan yardım dileniliriz. Bu işlerin Allah’ın takdirinde olduğunu, Allah izin vermez ise kimsenin yardım edemeyeceğini biliriz.
Bu nedenle evliyanın ahirete intikal etmiş olanı da, yaşayanı da farksızdır. Eğer Allah dilemez ise hiçbir yardımları söz konusu olamaz. Allah’u Teala izin verirse kimse de mani olamaz.
Şöyle bir misal akılda kalıcıdır: Ektiğin ürün topraktan çıkar ama veren Allah’tır, yağmur buluttan gelir ama yağdıran Allah’tır. Yardım evliyadan gelir ise onu da yardıma gönderen Allah’tır…
EVLİYA’YI “RAB” MAKAMINA YÜKSELTEN İNKARCILAR
İnkarcıların haline gülsek mi ağlasak mı diye düşünüyoruz bazen. Bunlar“Evliyadan himmet istemeyi” inkar ederler. Bizlerin evliyaya taptığımızı, şirke düştüğümüzü iddia ederler ama başımıza bir musibet geldiği zaman: “haydi şeyhine dua et de seni kurtarsın”, “haydi şeyhin sana yardım etsin” derler.
Aslında inkar etmek isterken kendileri “Allah” makamına yükseltir şeyhleri.
Bu kişilere biraz Peygamberler tarihi okumalarını tavsiye ediyoruz. Yusuf ve Yakup Aleyhisselam iki Peygamber oldukları halde duaları belli bir zamana tehir edilmedi mi? Yıllarca kavuşmanın hasretini çekmediler mi? Neden anında kavuşmadılar?
Demek ki bir hikmeti vardı ve öyle de oldu.
Peygamberimiz zor durumda kaldığı zaman da kafirler derlerdi ki: “hadi Rabbin seni bu durumdan kurtarsın” Hatta bazen “Ne oldu Rabbin seni terk mi etti” demişlerdi.
Yüzlerce misal verebilirsiniz. Demek ki, dua edeceğiz, himmet isteyeceğiz, medet Ya gavs da diyeceğiz ama neticeyi verecek olanın da, Gavsı sebep kılanın da sadece ve sadece Allah olduğunu bileceğiz.
Her tasavvuf yolcusu bilir ki, Allah dilemez ise şeyhimiz de elini kıpırdatamaz. O da bir kuldur. Bunu en iyi de o Allah dostu olan veli zatın kendisi bilir.
Biz biliyoruz da tarikat düşmanları bilmiyor olsa gerek. Böyle söylemlerle cahilliklerini ortaya koymuş oluyorlar. Allah akıl fikir versin diyoruz.
www.ismailaga.info
Paylaş:
.
Mürşid dediğimiz velilik makamını kazanan Allah dostları, İslam tarihine yön veren tarikat önderleridir. İslam, onlarla kendini bidatlerden ayırır ve yaşantı noktasında kemale erer.
Hak tarikatların olmazsa olmazı, silsilesi Resulüllah Efendimiz’e ulaşan bir şeyhidir. Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır. Dolayısıyla şeyhi olmayan bir yolun muhafaza edilmesi imkânsızdır.
O SENİ RESULÜLLAH’A ULAŞTIRIR
Mürşid, bizi ilk basamakta Resulüllah’a ulaştırmakla görevlidir. Cebrail Aleyhisselam’ın Peygamberimizi Allah’a ulaştırdığı gibi.
Müridin görevi ise şeyhine ittiba etmek (tabi olmak)tır. İttibanın en güzel yolu taklittir. Yani Mürşid-i kamilin hayatını izlemeye almak ve kendini ona göre şekillendirmek.
Çünkü o mürşit, Efendimizin sünnetini eksiksizce tatbik etmektedir. Giyinişiyle, oturuşuyla, konuşmasıyla, yatışıyla, abdestiyle, namazıyla, haramlardan kaçışıyla, helallere imtisaliyle Resulüllah Efendimiz’in aynası olur. Sen de onda Resulüllah Efendimiz’i görür gibi olursun.
MAKSAT İSLAMI YAŞAMAK
Biz Resulüllah Efendimizin hayatını tam manasıyla bilmeyebiliriz. O’na nasıl uyacağımız konusunda tereddütlerimiz olabilir. İşte bu noktada devreye Mürşid-i kamil girer.
O mürşidin verdiği görevler, emirler asla şeriata ve sünnete muhalif olmaz. O, Allah’ın ve Resulünün razı olmadığı bir şeye asla rıza gösteremez.
Böyle bir mürşidin taklit edilmesi seni Resulüllah’a ulaştıracağı için bir gereklilik arz etmektedir. Çünkü o yaşayan bir örnek olmuştur. Bildiğiniz üzere “Hal (yaşayış) ile vaaz, kal (söylemek) ile vaazdan daha tesirlidir”
Zaten eğer bir Mürşid sünneti tatbik noktasında noksan ise, Kendi heva ve hevesine uymuş ise ona ittiba etmek, peşinden gitmek cahilliktir.
İTTİBADA ÖLÇÜ NEDİR?
Müridlerin bulunduğu Hak yoldan istifade etmeleri o yolun önderliğini yapan mürşitlere ittiba etmesi, uyması, sözünü dinlemesi ile mümkün oluyorsa, şeyhine ittiba etmeyen bir mürit mahrum oluyorsa peki, mürşidin her hali taklit edilmeli midir? Veya Mürşidin her dediği yapılmalı mıdır? Bunda ölçü nedir?
İttibada dikkat edilecek bazı noktalar vardır. Bunlardan en önemlisi mürşidin özel halidir.
Özel halden kasıt; sağlık problemleri, yaş ilerlemesinden doğan neticeler, manevi hallerdir.
Şeyh Efendi sağlık nedeni ile belki oturarak namaz kılmak zorundadır. Sen şeyhe ittiba edeyim diyerek namazını oturarak kılamazsın.
“Efendi Hazretleri gözlük takmıyor, bende takmam” E kardeşim o zaman önünü nasıl göreceksin. Birisi her zaman senin elinden mi tutacak? Bu da olmaz.
Şeyhin giyindiği kumaştan giyinmek, onun tesbih taşı cinsinden tesbih kullanmak, arabası gibi araba almak… Bunlar sevginin eseri olan hal ve hareketlerdir ancak ittibaya girmez.
Ya da: “Efendi Hazretleri günlük hayatında hiç Arapça konuşmuyor, bende konuşmam” demek cahilliktir çünkü arpça eğer geliştirilmek isteniyorsa pratik yapılması şarttır. Pratik yapmak için de illa Suriye’ye gitmeye gerek yok. Kendi aramızda da yapabiliriz bunu.
Yani şeyh efendiye uymaktaki ölçü şeriat ve sünnet olmalıdır. Şeyhin nafile namazları kılıyor sende kıl, şeyhin az konuşuyor, konuştuğu zaman Hakkı konuşuyor boş konuşmuyor, sende boş konuşma. Şeyhin gıybet etmiyor sende etme. Şeyhin gece namazı kılıyor, sende kıl. Şeyhin na mahreme bakmıyor, sende bakma…. Gördüğünüz gibi mürşid hareketleriyle de Resulullah Efendimizin aynası oluyor.
İşte bu nedenle Mahmud Efendi Hazretleri “3 sünneti terk ettiğimi görürseniz bana uymayın” buyurmuştur.
Allah cümlemizi şeyhine olması gerektiği gibi ittiba edenlerden eylesin.
www.ismailaga.info
Paylaş:
.
Rüyalar bazen hayatta tesiri altında kaldığımız olayların izlerini taşısa da çoğunlukla çok sırlı olaylardır. Çünkü insanın hiçbir tesiri olmadan meydana gelmektedir.
Yavuz Sultan selim Han Mısır seferine sarayda görülen bir rüya ile çıkmış ve fetihlerle Kutsal Emanetler dâhil birçok hayra vesile olmuştur.
Peki, şeyhimizi rüyamızda görmemiz ne manaya gelir?
Hakiki mürşidlerin en büyük özellikleri tasarruflarıdır. Onların etki alanı çok büyüktür. Bu sebeple onların rüyada görülmelerinin hikmetleri vardır.
Mesela Efendi Hazretlerini ele alalım. Bir çoğumuz onu rüyamızda defalarca görmüşüzdür. Rüyamızda yanındayızdır, huzurundayızdır veya o meclisteyizdir. Kalktığımızda içimizde bir ferahlık ve huzur hissederiz. Hatta bir coşku vermiştir ruh âlemimize ve ibadet, zikir hevesi gelmiştir.
Bu hal rabıta da kolaylık olur çünkü rüyanın tesiri bazen çok uzun sürebilir.
O hissedilen huzur gerçekten de bambaşka bir şeydir.
Adıyaman’da bulunan Abdülbaki Hazretleri’de bir çok müridini rüyasında çağırmıştır. Hiç bilmediği tanımadığı halde rüyasında görüp ona bağlananlar mevcuttur.
Ankara’da bulunana meşhur Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri‘nin, sonradan İstanbul’un manevi Fatihi olacak Akşemseddin Hazretleri‘ni rüyasından zincirle çektiği de çok meşhur bir hadisedir.
Bir Allah dostunu rüyada görmenin böyle hikmetleri olsada gözden kaçmaması gereken önemli bir husus var. Müridin şeyhini rüyasında görmesi bu yönüyle bir rahmettir fakat devamlı rüyasında görmesi onun tembelliğinden ve gevşekliğinden kaynaklanabilir. Yani derslerini tamamlamayan, eksik yapan, ibadetlerde ve istikamette işi sıkı tutmayan bir mürit şeyhini rüyasında gördüğü zaman, kendine bir bakmalı, yanlış yaptığı şeyleri düzeltmeli, eksikliklerini tamamlamalı, tembelliğe bir son vererek haline çeki düzen vermesi icab eder.
Şu halde maksat hasıl olmuştur ama bu kerih görülen bir durumdur. Çünkü şeyhin devamlı rüyadan feyiz vermesi beklenemez, taşıma suyu ile değirmen dönmez. Müridin kendini bir an önce düzeltmesi gerekir.
ŞEYHİN İLTİFATI
Şeyhin, yolun başındaki bir müride iltifat etmesi de o mürit açısından kaygı vericidir. Çünkü eğer şeyh ilgileniyorsa sende bir eksiklik gördüğü ve senin elinden tutmaya çalıştığı için ilgileniyordur. Tam tersi eğer iltifat etmiyorsa bu sana olan güveninden ve senin bu yola olan muhabbetinden haberdar olduğu içindir.
Netice olarak şeyhimizi rüyamızda görebiliriz. Hatta bazı mesajlarda alabiliriz. Bu, kendimize güvenmemizi değil tam aksine toparlanmamızı gerektiren bir durumdur.
ŞEYTAN ŞEYHİN SURETİNE GİREBİLİR Mİ?
Tarihte böyle bir vakıa olmuş değildir. Yani Nakşibendî tarikatının büyüklerinde böyle bir rivayet yoktur. Tam aksine kâmil bir mürşidin (Fenafirresul ve Fenafillah olan bir mürşidin) şeytan suretine giremez. Çünkü onun nuru ve makamı buna müsaade etmez.
Resulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurur: “Beni rüyada gören, gerçekten beni görmüştür, çünkü şeytan benim suretime giremez.” (Buhari, Tabir 2, 10; Müslim, Rüya 10, (2266); Muvatta, Rüya 1, (2, 956)
Şeytan, Resulüllah’ın suretine giremediği gibi O’nda fani olan bir Allah dostunun da suretine giremez. Çünkü bir hadisi kudsi de:
“Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum.”(Buhârî, Rikak 38.)
AbdulKadir Geylani Hazretlerinin müridinin başına gelenler bu konuda bize bilgi verir. O çarşıda rastladığı müride sorar: “Hayırdır sohbetlere niçin gelmezsin.” Mürit kendinden gayet emin bir şekilde: “Ben bütün makamları tamamladım, öyle ki her gece cennetlerde gezmekteyim” der. Büyük veli: “O cennetleri bir daha görünce ‘Bismillahi ya AbdulKadir Geylani’ de.” Buyurur. Derviş o gece rüyasında aynı şekilde cennet dediği yerleri görünce bu söz aklına gelir ve ‘Bismillahi ya AbdulKadir Geylani’ der. Bunun üzerine o cennet sandığı yerler mezbelelik haline döner. Meğer şeytanın bir oyunuymuş ve dervişi aldatmaktaymış.
Kıssanın konumuzla alakalı kısmı ‘Bismillahi ya AbdulKadir Geylani’ dir. Bir Allah dostunun isminin zikredilmesi bile rüyanın hakikatine ulaştırıyor ve şeytanın etkisini bertaraf ediyorsa, o velinin suretine şeytan girebilir mi? Anlaşılıyor ki, şeytan, hekiki bir mürşidin suretine giremez.
Sonuç olarak şeyhi rüyada görmek çok güzeldir, huzur verir, rabıtada kolaylık olur. Ancak yukarda zikredildiği gibi bu, bizim tembelliğimiz ve eksikliğimizin de bir alameti olabilir. Yapılacak tek şey süratle derslerimize ve sünnetlere yapışmaktır.
www.ismailaga.info
.
Allahu Teâlâ,
“Erkek olsun, kadın olsun, mü’minleri yapmadıkları bir günahla incitenler, büyük bir iftira ve apaçık bir günahı yüklenmiş olurlar.”
“Mü’minlere kanatlarını indir, tevazu ve şefkat göster.” , buyurmuştur.
Buhâri’nin Enes ve Ebû Hureyre (radıyallahu anhuma) dan rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Allahu Teâlâ buyurdu ki: “Benim dostlarımdan birisine ihanet eden bana karşı savaş açmış olur. Ben yapmasını dilediğim hiç bir şey hakkında -mü’min kulumu ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi- tereddüt etmedim. Kulum bunda ölümü hoşlanmıyordu. Ben de kuluma acı gelen şeyi sekmiyordum. Aynı zamanda ölüm de onun için muhakkaktır. Mü’min kulum, dünyada zahidlik kadar hiç bir şey ile bana yaklaşamaz (Bana en çok, dünyadan yüz çevirmekle yaklaşır). Üzerine farz kaldığım şeyler kadar hiç bir şeyle bana ibadet edemez.”
Diğer bir rivayette Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Allahu Teâlâ buyurmuştur: Her kim sevdiğim kuluma düşmanlık ederse, Ben de ona harb ilân ederim. Kulum, kendisine farz kıldığım ibadetleri yerine getirmekten daha sevimli bir şey ile bana yaklaşamaz. Her zaman kulum Bana nafile ibadetleri iie yaklaşmak ister. Nihayet Ben ona muhabbet ederim. Artık Ben kulumu sevince onun İşitir kuiağı, görür gözü, tutar eli, yürür ayağı mesabesinde olurum. Dili ile de her ne isterse muhakkak onları veririm. Bana sığınmak isîeyinde muhakkak kulumu siyanet ederim.”
Sahih hadîsde şöyle vârid olmuştur:
“Ebû Sufyân; Selmân, Süheyp ve Bilâl’dan ibaret olan Ashâb’dan bir cemaat üzerine çıkageldi. Müslümanlar Ebû Sufyân’ı murad ederek:
“Allah’ın kılınçları, Allah’ın düşmanı üzerine gereği gibi işlemedi,” dediler. Ebû Bekir radıyallahu anh:
“Kureyş’in şeyhi ve seyyidine karşı böyle mi söylersiniz?” dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir (Radıyallahu anh) Peygamberimize gelerek durumu haber verdi. Resül-i Ekrem:
“Ya Ebâ Bekir, ihtimal onları gücendirdin. Eğer onları gücendirmiş isen, Rabbını da gücendirmiş oldun,” buyurması üzerine Ebû Bekir (Radıyallahu anh) onların yanına gelerek:
“Ey kardeşler! Ebû Sufyan yüzünden sizleri gücendirdim,” deyince, onlar:
“Hayır, üzülmedik, Allah seni affetsin kardeş,” dediler.
Bütün yoksullara ve özellikle Ashâb’dan iman edenlerin yoksul olanlarına karşı gösterilen hürmet ve saygının en büyüğü şudur: Müşriklerin ileri gelenleri Peygamberimize gelerek:
“Ey Muhammed, bu fakirlerle bir arada oturamıyoruz, bunları etrafından uzaklaştırırsan biz de sana iman ederiz. Bu suretle şerefli İnsanlar ve kabile reisleri sana iman eder,” dediklerinde, Allahu Teâlâ,
“Sabah akşam Rablerinin rızasını isteyerek Ona yalvaranları sakın kovma.” buyurmuş ve müşriklerin tekliflerini reddetmiştir. Aynı zamanda yoksullara, sırf yoksulluklarından sebep hakaret etmenin doğru olamayacağı bildirilmiştir! Müşriklerin, yoksulların uzaklaştırılmalarından ümitlerini kesince:
“Öyle ise bir gün bize ve bir gün onlara olsun,” dediler. Bunun üzerine yinen Allahu Teâlâ;
“Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma.”, buyurmakla yoksullara büyük değer vermiştir. Yâni, öyle sırf dünyaya önem verenlere heves edip de yoksulları etrafından sakın uzaklaştırma, demektir Allahu Teâlâ devamla,
“De ki: “Gerçek Rabbinizdendir.” Dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.” buyurdu ve sonra da zengin ile yoksulu darb-ı mesel ederek şöyle buyurdu:
“Onlara iki adamı misal olarak göster: Birine iki üzüm bağı verip, etrafını hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiştik. Her iki bahçe de ürünlerini vermişlerdi, hiç bir şeyi eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık. Onun gelirleri de vardı. Bu yüzden arkadaşı ile konuşurken “Ben malca senden zengin, nüfuzca da senden daha itibarlıyım” dedi. Kendisine böylece yazık ederek bahçesine giderken “Bu bahçenin batacağını hiç zannetmem. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürül ürsem, and olsun ki orada bundan daha iyisini bulurum.” dedi. Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona “Seni topraktan sonra nutfeden yaratanı, sonunda da seni insan kılığına koyanı mı inkar ediyorsun? İşte O, benim Rabbim olan Allah’tır. Rabbime kimseyi ortak koşmam. Bahçene girdiğin zaman -her ne kadar beni kendinden mal ve nüfuzca daha az buluyorsan da- “Allah da ne dilemiş ya, kuvvet ancak Allah’a mahsustur” demen gerekmez mi? Rabbim, senin bahçenden daha iyisini bana verebilir ve seninkinin Üzerine gökten bir felâket gönderir de bahçen yerle bir olur. Yahud suyu çekilir bir daha da bulamazsın.” dedi.
Nitekim ürünleri yokedildi. Bağın altüst olmuş çardakları karşısında, sarfettiği emeğe içi yanarak ellerini oğuşturup “Keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım” diyordu. Ona, Allah’tan başka yardım edebilecek adamları da yoktu; kendi kendini de kurtaramadı. İşte burada kudret ve hakimiyet, varlığı gerçek olan Allah’ındır. Mükâfatlandırma bakımından hayırlı olan da sonuçlandırma yönünden hayırlı olan da O’dur. Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat ı Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır, ama sonunda rüzgârın savuracağı çerçöpe döner. Allah, her şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır.” (el-Kehf: 18/32-45)
Bütün bunlar, yoksulların ve özellikle ilk Müslüman olan Ashabı Kirâm’ın yoksullarının şereflerini ve saygı değer kimseler olduklarını gösterir. İşte bunun içindir ki bizzat Resûl-i Ekrem onlara ve özellikle kendisiyle hicret edenlerin yoksulları olan Ashâb-ı Suffa’ya hürmet ederdi.
Bunlar, Medine mescidinin sofasında otururlar, gelen fakirler bunlara katılırdı. Böylece çoğaldılar. Bunlar, son derece yoksul ve hiç bir şeyleri olmayan kimselerdi. Sabrederlerdi. Onları bu hale sevkeden, mâsivadan ilgisini keserek Allah’a bağlananlara, Allahu Teâlâ’nın vereceği büyük mükâfatlara inanıp bağlanmaları idi. İşte bunun için O’nun kapısından kovulmadı ve orada kalmaya, dostlar arasında övünmeye hak kazandılar. Çünkü evleri mescidler, aradıkları Allah, yemekleri açlık, insanlar uykuya yattıkları gece uykusuzlukları gıdaları, ihtiyaç ver yoksulluk şiarları, meskenet ve çaba elbiseleri idi. Onların yoksullukları genel anlamda olan, herkesin Allah’a muhtaç olmasında umumî bir fakirlik değildi, zira bütün yaratıkların niteliği budur. Nitekim Allahu Teâlâ,
“Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız.” [Fatır: 35/15], buyurmakla bunu murad etmiştir. Bunların yoksulluğu ise özeldir. Allah’ın veli, dost ve ahbablannm şi’arı olan yoksulluktur. Bu da kalblerinin başkala¬rından boşalıp bütün tutum ve davranışlarında O’nun müşahedesiyle kalblerini doldurmaktır. Allahu Teâlâ’nın lutf u keremi olarak onları sevdiğimiz için bizi de onlarla hasretmesini kendisinden dileriz.
Tembih: Allah’ın velilerine eziyet ve onlara düşmanlığın büyük günah olduğunu birçokları tasrih etmiş olduğu gibi, bu kadar şiddetli vaîdler de bunu açıkça ifade etmektedir. Zira Allahu Teâlâ’nın savaş ilân etmesi, yalnız ribâ yiyenlerle O’nun velilerine karşı cephe alanlar hakkındadır. Ajlahu Teâlâ’nın husûmet ettiği kimsenin iflah olmayacağı meydandadır. Hatta iflah olmak şöyle dursun, bu gibilerin küfür halinde olmaları mukadderdir. Allah, lütuf ve keremiyle bizleri korusun. Sonra Zerkeşî’nin de -Hadimi de buna işaret ederek- şöyle dediğini gördüm: Zerkeşî bu hadis üzerinde düşündü ve ribâ hakkında Allahu Teâlâ’nın,
“Böyle yapmazsanız, bunun Allah’a ve peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.” [el-Bakara: 2/279], âyet-i celilesi üzerinde düşündü ve “Bunların ikisi birdir.” dedi”.
Hanefilerin “Fetvâ-i Bedi’iyye” adlı Kitabında “Bir kimse âlim ile alay etse karısı boş olur.” diye yazılıdır. Çünkü ona göre âlimi istihfaf irtidattır. İmamlardan biri olan Hafız el-İmam İbn Asâkir diyor ki:
“Kardeşim, Allah seni ve beni hayır yoluna hidâyet etsin. Bilmiş ol ki, âlimlerin eti zehirlidir. Onların kusurlarını araştırıp açıklayanlara karşı Aîlahu Teala’nın adeti malumdur. Kjm ki âlimlerin ku¬sur ve ayıblarını diline, dolarsa, Allahu Teâlâ, ölmeden o kusur ile onu ibtilâ eder. Nitekim âyet-i celile’de.
“Allah’ın buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya can can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” buyurulmuştur.
www.ismailaga.info
El-Ahzab: 33/58.
El-Hicr: 15/88.
Sahihu’l-Buhari.
Sahihu’l-Buhari, Kitabu’l-İstizân.
Sahihu Müslim, 4/3947.
el-En’am: 6/52.
el-Kehf: 18/28.
el-Kehf: 18/29.
el-Kehf: 18/32-45.
Fatır: 35/15.
el-Bakara: 2/279.
en-Nûr: 24/63.
İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm’da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar” dan alıntılanmıştır
.
Dileyen, isteyen, arzulayan, irâde ve istek sâhibi olan kimse.
Dilemek, istemek, arzulamak, talep etmek, emretmek, tercih etmek, iki zıttın birini gönüllü olarak seçmek anlamında Arapça “E-râ-de” kökünden türetilmiş bir kelime.
“Birşeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü’,
“Kişinin yine kendisinin seçtiği hedeflere doğru tavır ve davranışlarını tâyin etme kabiliyeti”
“Düşüncenin ortaya koyduğu gayeye doğru eğitme hareketi’,
“Kalbin Hakk Sübhânehu ve Teâlâyı talep etmeye azmetmesi’,
“Âdet üzere yapılan şeyi terketmek” şeklinde tanımlanan iradenin if’âl bâbında ism-i fâilidir.
Mürîd: Tasavvufta; irâdesi olmayan, şahsî irâde ve dünyevî alakalarından sıyrılarak Cenâb-ı Hakk’ın ve mürşîdinin irâdesine -yıkayıcı elindeki ölü gibi- kayıtsız şartsız teslim olan, bir mürşîde intisab ile tarikata girmiş kişi, seyr-i sülüka kendi isteğiyle giren ve mürşîdine kararlı ve azimli bir irâde ile bağlılık gösteren derviş, müntesib ve mensûb gibi manâlarda kullanılan bir tasavvuf terimi.
Genellikle; “Tâlib, mürîd, sâlik, sâir, tâir, vâsıl ve kutup” şeklinde yedi derece olarak sınıflandırılan tasavvutî hıyerarşinin ikincisini ifade eder. Hâl sâhibi bir mürşîdin rehberliğinde katedilen ve “seyr-i sülûk”* denilen mânevî terbiye ve ma’rifet tahsili yoluna girmeden önce onlara karşı bir beğeni ve sempati duyan “mühîb” ya da “tâlib”durumunda bulunan kimselerin, sevgilerindeki samimiyet, isteklerindeki sadâkât ve kararlılık, irâde ve alâkalarından sıyrılmadaki bağlılıkları şeyhleri tarafından düzenlenen istihare ile tesbit edildikten sonra, uygun görülenlerin intisabları kabul edilir ve göre zikir telkini (Allah’ı hatırlamaları, kalp ve dil ile zikretmeleri) yapılır. Özel bir merâsimi olmayan be telkinle bir mürşîd elinde sülûka giren dervişe “mürîd” adı verilir.
Tasavvuf yoluna yeni girenlerin hâline de mürîd denmiştir. Çünkü kalbi ve gönlü ile Allah Teâla’yı istemeye azmetmiş kişilerin ilk hâli ancak böyle bir irâde ve kasdın varlığı ile ortaya çıkar. Gönüllü böyle bir irâdesi olmayan kimsenin bu işe yönelmesi mümkün değildir. Marifet yolunu tutanlar için ilk yapılması gereken bu olduğundan böylelerinin irâdesi, her işin başında varlığı zarûrî olan kasd, azm ve niyete benzetilmiştir. “Âdet ve alışkanlık üzere yapılanı terk ederek, her işi şuurlu ve bilerek yerine getirmek” şeklinde de tanımlanan bu tür bir irâde, “mürîd” kelimesinin lügat manâsına uygunluk göstermektedir.
Böylesine keskin ve kararlı bir irâdesi olmayana mürîd denilemeyeceği gibi, kendi istek ve alışkanlıklarından kurtulamayan kimseye de mürîd denemez. Kendisine mürîd denen kişi, zâhirinde çeşitli mücâhede ve mücâdele özellikleri, batınında da muhtelif sıkıntı belirtileri gösterir. Rahatı, yatağı ve uykuyu terketmiş, taat ve ibadet yolunu tutmuştur. Kötülüklere bulaşmamak için çırpınır, iyi huyları elde etmek için didinir. Bu uğurda her türlü güçlüklere katlanır, yorgunluklara göğüs gerer, zorlukları zevk haline getirir, korkularla kucaklaşır, şekillerden uzaklaşır, özü yakalamaya çalışır.
MÜRİD VE MURAD
Mürid; dileyen, kastedilen, murad ise kast edilendir. Bunu şuna benzetebiliriz. Bazen bir karınca topluluğu görürüz. Onlarca karınca, ağızlarındaki bir parça ekmekle hedefe ulaşabilmek için çabalamaktadır. Siz acıdığınız bir karıncayı tutarak 2 saat içinde ulaşacağı yere bir anda ulaştırabilirsiniz. Halbuki karıncanın size verecek bir şeyi yoktur. Sizin de karıncadan beklediğiniz bir menfaat yoktur. Tamamen sizin merhametinizden kaynaklanan bir olaydır bu. İşte onlarca karıncanın içinden seçtiğiniz karınca “murad” oluyor.
Allahu Teala’da kulları arasından bazılarını seçer ve onların az bir gayreti ile büyük mertebelere ulaşmasını diler. Bu, Allah’In o kula bir rahmeti ve nimetidir. O’nun da imtihanı büyüktür. Zira bu nimetin kıymetini bilmek gerekir.
Dolayısıyla herkes “mürid” olabilir ancak herkes “murad” olamaz.
www.ismailaga.info
.
Ankara medreselerinde yetişen İsmail Ankaravi Hazretleri, Minhacul Fukara ‘Fakirlerin Yolu’ adlı eserinde tesavvuf yoluna ilk giren ve tarikat ehli olan kimselere çok önemli tavsiyelerde bulunuyor:
Evvela hayırlı bir işe yönelen kimsenin şer’i şerife göre, halis bir niyetle başlaması lazımdır. Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:
”Ameller niyetlere göredir. Her (yapılan) iş, niyetine göredir. Kim Allah ve Resulü için hicret ederse onun hicreti Allah ve Resulünedir. Kim dünya ve ondan kendisine isabet edecek dünyalığa veya evlenmek üzere bir kadına hicret ederse, onun hicreti bütün bunlardır.”
Ey kardeşim! Şunu iyi bil ki; bir işin Salih bir amel olması için o işe halis bir niyetle ve büyük bir azimle girmek gerekir. Salike olan ise, yapmış olduğu ibadet ve hizmette, dünyevi hislere ait garaz, kin ve nefsaniyetin paslarından kalbini temizleyip pırıl pırıl olmasıdır. Zira takdir edilen ve hüsn-ü kabul gören hizmet ve itaat, ancak hüsn-ü niyetle elde edilir. Kimin niyeti ne ise, akıbeti ona göre olur.
Hicret iki kısımdır. Birincisi, hicreti suri, ikincisi hicret-i manevidir.
Hicret-i Suri; bir kimsenin Allah’ın rızasına kavuşmak ve Resulullah Efendimize ittiba etmek için vatanından ayrılmasıdır.
Hicret-i Manevi ise: bir kimsenin günah ve Allah’a isyandan hicret ederek kaçınmasıdır.
Halkın salike yapmış olduğu övgüler ve aleyhine olan yergiler, onun nazarında bir olmalıdır. Aksi takdirde kâmil imana ermiş olamaz.
Salikin, bu yolun daha ilk başlarında İbrahim Edhem hazretlerinin meşrebinden olmaya hassasiyet göstermesi lazımdır. Sahip olduğu tacı tahtı terk eyleyip fakirliği tercih etmesi ve halkın iltifatı münasebetiyle gururunun kabarmasından kalkması onun (İbrahim Edhem) onun en takdire şayan yönüdür.
Salike evveli emirde lazım olan şeylerden bir tanesi de hamuşluk yani suskunluktur. Salik olan kimse, her aklına geleni söylememekle dilini malayaniden korumuş olur. Nitekim bir hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Kişinin dinini güzelleştirmesi, malayaniyi terk etmesiyle olur.”
Malayani demek kişinin kendine farz ve vacip olmayan sözleri söylemesi demektir. Ve kuru yere lakırdı etmektir. Bu lakırdıların ne öğretici bir yanı vardır, ne de öğrenilmeye değer bir faydası vardır. Dini ve dünyevi hiçbir kıymeti yoktur. Aksine malayaninin umumisi şerdir ve kötülük doğurur. Mü’min olanların bu gibi şeyleri terk etmesi gerekir. Resulullah Efendimiz.
“Kim Allah ve Resulüne inanıyorsa ya hayır konuşsun ya da sussun.” Görünen ve görünmeyen afetlerden kurtuluşun tek yolu hamuşluk (suskunluk) cihetine yönelmektir. Resulullah Efendimiz bir hadisi şeriflerinde de şöyle buyurdular:
“Kim susarsa kurtuluşa erer.”
Dervişlere lazım ve vacip olan edep kaidelerinden bir tanesi de “Bütün oyunlar”haramdır fetvasına binaen satranç ve tavla gibi oyunları oynamamasıdır. Çoğu kimseler Şafii mezhebine göre satrancın mübah olduğunu ileri sürse bile, bu tip oyunlar seyr-i sülüku aksatan ve dervişin süluke ait terbiye kaidelerini ifa etmesinde ciddi zorluklar ve engeller ortaya çıkaran boş işlerdir. Avama mübah olan şeyler tarikat ehline haramdır.
Dervişin uyması gereken adab-ı erkândan birisi de yüksek sesle kahkaha atmaması ve hatta gülmemesidir. Şayet gerekiyorsa, tebessümle iktifa etmelidir. Nitekim Hazreti Mevlana, gülmeyi kerih görüp, gülmemeyi överek şöyle buyurmuşlardır:
“Hakkın emrine göre çok ağlayınız,
Baş büryan olunca gülmenin yeri mi olur?”
Salik olan kimsenin gönlü dertli ve ciğeri parça parça olmuşçasına bir (halet-i ruhiyesi) olmalıdır ve o seher vaktinde uyanmalı, sabahın erken vakitlerinde tevbe istiğfar etmelidir. Hazreti Mevlana diğer bir beyitte şöyle buyurdular.
“Gece az uyuyanlardan ol,
Seher vakti istiğfar edici ol.”
Yani uyumayıp da az uykuyla iktifa edenlerden ol. Ve seher vakti istiğfar edenlerden ol.
Ey kardeşim, şunu iyi bil ki; seher vakti uyanık olmanın ne kadar hayırlı olduğunu anlatmaya imkân olmadığı gibi, onun sırlarının ve faydasının da nihayet, yoktur. Uyku mübtelasının, o vakitlerde uyuyor olmasının zararı ise sayılamayacak kadar çoktur. Avarifte şöyle buyrulmuştur:
“Allah seher vakti uyanık olanların kalplerine doğar. Ve onların kalplerine nur saçar. İşte gafillerin kalpleri, onların nurlarından nurlanırlar.”
Tarikimizin en önemli şartı geceyi cife (murdar) hale getirmemek ve gündüzü de neşesiz ve manasız hale sokmamaktır. Gecelerin üçte birini Allah’a niyaz ve tazarru ile geçirmek gerekir. Ve gecenin zevkini evliyanın bulması gibi bulmak ve tatmak lazımdır.
Ey kardeşim! Erbab-ı aşıkın kârı uyanık olmaktır. Allah’a ait muhabbetiyle uykuya her yönüyle mani olmaktır. Onun için:
“Kalbi muhabbetle dolu olan bir kişi nasıl uyur ki?
Âşık olan kimseye her türlü uyku haramdır.” demişlerdir.
Meşayıhtan bazıları ise şu güzel sözü buyurmuşlardır:
“Aşığın uykusu gark olmuş kimselerin uykusu gibidir. Yemesi, hasta kimselerin yemesi gibi, konuşmaları ise gam ehlinin konuşması gibidir.”
Bu manaya muvafık olarak Hazreti Mevlana Mesnevi’sinde anlatmış olduğu “mescid-i mihman keş” adlı hikayesinde, aşık olan mihman hakkında şöyle buyuruyor:
“Mescitte, suya gark olmuş adam nasıl uyursa öyle uyudu.
Gam denizine batmış âşıkların uykusu daima kuş ve balık uykusudur.”
.
Salik (Allah yolcusu), tövbe ile intisap ederek yeni bir hayata başladığından, eski alışkanlıklarını terk edecek ve kendisini kulluk zeminine çekecektir.
İntisap (bağlanmak), insan hayatında önemli bir karardır. Bu yüzden bu kararı vererek kendisine yeni bir hayat standardı getirmiş olan salik, hem Allahu Teala ile olan ilişkilerinde hem mürşidi ile ilişkilerinde, hem de çevresindeki insanlarla ilişkilerinde daha dikkatli olmalıdır.
Yeni hayata geçiş sürecini sağlıklı bir biçimde tamamlamalıdır. Bu dönemde mürşidi ve ihvanı (tasavvuf kardeşi) ile sık sık görüşmesi yararlı olur. Terk ettiği dünyevi şeylere dönüp bakmamalıdır. Kendisine tarif edilen belli bir düzen dâhilinde varsa kaza namazlarını kılmalı, oruçları varsa tutmalı, Kur’an okumalı ve infakta bulunmalıdır.
İlk heyecan insan hayatında önemlidir. Tasavvuf ve tarikata intisabın ilk heyecanını yaşayan insanlar, bunu kıymeti bilmeli fakat hemen büyük makamlara erecekmiş gibi, bir hevese kapılmamalıdır. Çünkü şeytan ve nefis, insanı böyle zamanlarda bu tür duygularla yanıltabilir. Kendi durumunu başkalarıyla kıyaslama durumuna da düşmemelidir.
Seyer-i süluke (Allah yolunda ilerleme -tasavvuf-) girmiş mürid ve saliklerin kendi iç dünyalarında dikkat etmesi gerekli olan bir takım edepleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Allahu Teala ve kulları ile ilişkilerinde nefsi doğruluk üzere olmak.
2. Kalbini günah kirlerinden tövbe ile arıtmak.
3. Sükût ve az konuşma yolunu tutmak.
4. İnsanların kusur ve ayıplarını görmemek ve araştırmamak.
5. Dünya sevgisini ve buna bağlı olarak mal, makam ve lider olma sevdasını terk etmek.
6. Seyr-i Sülukte ilerledikçe kendini yolun başında görmek.
7. Kötü arkadaşlardan uzaklaşmak.
8. Kendisine bir kusur izafe edildiğinde kendini savunmaktan kaçınmak.
9. Günde en az üç kere nefsini hesaba çekip amellerini tartmak.
10. Büyüklenmeyi ve kendi başına hareket etmeyi terk etmek.
11. Her namaz öncesi Batıni afetlerden kurtulmak için kalbine yoğunlaşmak.
12. Nefse muhalefeti terk etmemek.
Yeni başlayan bir mürit heyecanını yok edecek, hevesini kıracak bazı olaylar ile karşılaşabilir. Bunların üstesinden Allah’a sığınarak gelmelidir. Bu etkenler karşısında pes etmek yerine gayretini artırmalı, şeytan ve nefis düşmanlarının kalp kalesine sızabileceği açık kapı bırakmamalıdır.
.
Kendine tabii olunan, amelleri taklit, emirleri tatbik edilen kâmil mürşidler şu hadisi şerifte anlatılan kimselerdir;
Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) dan rivayet edilen bir hadisi şerifte Allahu Teala şöyle buyurmuştur:
”Her kim benim veli bir kuluma düşmanlık ederse, muhakkak ben ona harp açarım.
Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden (başka) benim için daha sevimli bir amel ve ibadetle bana yaklaşmamıştır.
Kulum bana nafile (ibadet) lerle yaklaşmaya devam eder; nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi, artık ben onun işiten kulağı, gören gözü, şiddetle kavradığı eli ve yürüyen ayağı olurum.
Eğer benden bir şey dilerse ona verir, bana sığınırsa muhakkak onu himaye ederim.”(Buhari Rikak: 38, no:6137,5/2384)
Fahruddin-i Razi (Rahimehullah) ”Tefsir-i Kebir’de, kerameti ispat ederken demiştir ki:
”Allahu Teala’nın Cemal nuru, kul için bir kulak olunca, o kul yakını işittiği gibi uzağı da işitir.
Bu nur ona bir göz olunca, yakını gördüğü gibi uzağı da görür ve yine bu nur bir kul için el olunca; zora, kolaya, yakındakine, uzaktakine, her şeye gücü yeter.”(Razi, Tefsiri Kebir 21/89-91)
Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) ın:
”Şüphesiz Allah’ın yeryüzünde gözleri vardır.”(Hâkim-i Tirmizi, Nevaridül usul, 1/270) sözünün fetvasınca da bu dostlar, Allahu Teala’nın gözleri konumundadır ki, kendilerine rabıta edenleri (yönelenleri) mahrum etmezler.
Ayrıca bu zatlar, Ebu Sa’id el-Hudri (Radıyallahu Anh) den rivayet edilen:
”Müminin ferasetinden (üstün anlayışından) sakının. Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar.”(Buhari et-Tarihul Kebir, no:1529 7/354) hadisi şerifinin mazharıdırlar.
Dolayısıyla Allahu Teala’nın nuruyla baktıklarından, kendilerine hiçbir şey Allahu Teala’nın bildirmesiyle gizli kalmaz. Böylece de kendilerine rabıta yapıp, himmet isteyenlerin kalplerini Allahu Teala’nın nuruyla doldururlar.
Nitekim ”Risale-i Behaiyye” de beyan edildiği üzere; ariflerin sohbetleri feyiz ve iras ettiği gibi, nazar (teveccüh ve bakış) ları da feyiz verir. Zira onların nazarları Hak Teala’nın nazarından teferru’ etmiştir. Hatta geride zikredilen: ”Ben onun gören gözü olurum.” Hadis-i kudsisinden dolayı, bu zatların bakışı, aynı Nazar-ı Hak’tır. Mevla Teala, diğer bütün mahlûkata bu zatlar ile birlikte nazar edip rahmet ve himaye eder.
Nakledildiğine göre; Necmeddin-i Kübra (Kuddise Sirrahu) Hazretlerine bir hal olurdu ki, o hal ile bir köpeğe nazar etseydi, o köpekte, o Aziz’in berekatıyla zuhur eden yüce halleri görenler hayrete düşerlerdi.
Yine nakledildiğine göre, Seyyid Ahmed Bedevi Hazretleri, yüce velayet ve ruhani kudretlerinden dolayı, kendisinden istifaza (feyiz almaya) gelen bir saliki, bir nazar-ı âlileri ile velilik makamına ulaştırıp, hilafet (halifelik) verirdi. (Ahmet Mahmud Ünlü, Tarikat-ı Aliyyede Rabıta-ı Celiyye)
Tüm bu yazılanlardan anlıyoruz ki, kâmil bir mürşidin nazarı çok kuvvetlidir. Ayrıca Allah’ın izniyle uzak onlara yakın, karanlıklar aydınlık, gizli şeyler aşikardır. Çünkü onlar Allah’ın dostlarıdır. Allah, nefisten sonraki en büyük düşmanı olan şeytana bile nice harikulade haller vermişken, dostlarına bunları çok görmek insafsızlık olacaktır.
www.ismailaga.info
.
Hocanın gerçek adı Nasreddin’dir.Daha sonra ‘hoca’ lakabını almıştır.
Babası Abdullah Efendi
Annesi Sıdıka hanımdır.
Babası köyde imam olup vefatından sonra bu görevi hoca yürütmeye devam etmiş, daha sonra molla Mehmet aadında birine bırakarak Akşehire gitmiştir.
Hoca ilk tahsilini babasından okuma yazma öğrenek yapmıştır.Daha sonra Arapça ve Farsça’yı öğrenen Nasreddin hoca, Sivrihisar ve Konya medreselerinde ilim tahsil etmiştir.Ayrıca hoca, fıkıh ilmini tahsil etmiş ve Kuranı ezberlemiş kuvvetli bir hafızdır.
Nükteli sözleri, zarif latifeleri ve hikmetli fıkraları ile şöhreti tüm dünyaya yayılan Nareddin Hocanın kişiliğini tanımak çok önemlidir.Hayatın yoksulluklarını üler yüzle karşılayan hoca Nasreddin, insanların bencil yönünü taşlarken merhametsiz, toplumun değersiz ve yanlış inançlarını alaya alırken de tavizsiz dir.Çünkü onun amacı halıyı yırtmak değil, silkelemektir.İnsanların nefsi heva ve heveslerini bir mürşid-i kamil olarak terbiye etmektir.
Nasreddin Hoca bazı fıkralarında olduğu gibi saf ve basit bir görünüm arzetmesine rağmen o, Kuran’ı hıfzetmiş, bir kaç kelam ve fıkıh kitabı okumuş, hatta hayatının bazı dönemlerinde bizzat kendiside müderrislik yapmış bir hocadır.Alında sadece ilim için büyük bir hürmet beslediği söylenemez.Nasreddin Hocanın sufilik yönüde vardır.Bir takım zahiri ilimler öğrenerek kendisini alim zannedenlerden değildir.Bir gün karısının çocuğunu uyutamadığını görünce, fıkıh meselelerini içeren Kudüri kitabını açarak yüksek sesle okumaya başlar.Hayretle bu hareketin sebebini soran karısına ”Camide bu kitabın okunduğu zaman mollaların uyuduğuna bakılırsa çocuğa afyon gibi tesir eder” der.
Dini görevi sebebiyle sık sık kudretli kişilerle de karşı karşıya gelen Nasreddin hoca’nın bunlarla mücadelelerinde huy ve karakterinde bir şey değişmediğini görüyoruz.Ne makam sahiplerinin makamlarıi ne zenginlerin varlıkları onun gözünü kamaştırmaz.
Nasreddin Hocanın Seyyid Mahmud Hayrani’ye intisab ettiği ve Hoca pir Ebi, Hoca Cihan, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Akşehirli Bilgin Sinaneddin vb. sufilerle aynı coğrafyada yaşadığıve onlarla temaslar kurduğu, şeriata bağlı hatta şeriat hadimi olduğu öteden beri bilinen bir gerçektir.
Nasreddin hocanın fıkraları, insanları kahkalara boğan ve sırf güldürmek maksadıyla söylenmiş sözler değildir.Aksine dinleyen ve gülen kişileri biraz sonra düşünmeye sevkeden birer hikmet pırıltısıdır.Hoca halkın cehaletinden kaynaklanan olayları ve yanlışları mizah yoluyla yerme ve düzeltme işlevini yapmıştır.
Asrın 20. asrın Yunus Emresi olarak belirtilen İsmail Emre sohbetlerinde sık sık Nasreddin Hoca’nın latifelerine yer vermiş, onun büyük bir mutasavvıf olduğunu ve latifelerin tasavvufi hakikat ile tasavvufi ahlakı telkin ettiğini söylemiştir.
Bu görüş aslında Nasreddin Hoca fıkralarını, taklitlerinden ayırmak için şaşmaz mihenktir.Emre’ye göre Nasreddin Hoca, hem isnat hemde istinat merkezi olmuştur. Arifler, mutasavvıflar kendi sözlerini tesir etsin diye Hoca’ya atfetmiştir.Hoca’ya bazende müstehcen fıkralar isnat edilmiştir ki, bunlar asla Hoca’nın değildir, uydurmadır, iftiradır.
Remzi Oğuz Arık, İsmail Emre’nin Nasreddin Hoca’nın fıkralarına getirdiği tasavvufi yorumu ilk etapta bir iddia olarak zannetmişse de aldığı cevaplarla hayretini gizleyememiştir.Söz konusu bu durum şöyle cereyan etmiştir.Remzi Oğuz Arık ile İsmail Emre, Adana’da Dr. İhsan Önal’ın delaletleriyle ilk tanışmalarında bu mevzu üzerine konuşulurken, Remzi Oğuz, Emre’ye ”Madem Nasreddin Hoca fıkralarının tasavvufi bir mana taşıdığını iddia ediyorsunuz, ben size bir fıkra anlatayım, siz bunu tasavvufa tatbik edin” diyerek şu fıkrayı anlatır:
Nasreddin Hoca’nın bir evi varmış.Hoca bir gün evine diyor ki: ”Sen artık adamakıllı eskidin, neredeyse yıkalacaksın.Gel seninle bir anlaşma yapalım.Sen bana ne zaman yıkılacağını söyle, bende senin altında kalmayayım.” Ev de ”peki”diyor.Aradan epey zaman geçiyor.Bir gün ev yıkılıyor.Bereket versin ki Hoca evde değilmiş.Akşam hoca eve geliyor; bakıyor ki ev yıkılmış, ona:”Hani sen bana ne zaman yıkılacağını haber verecektin?” diyor.Ev de, ”Ben sana çok söyledim ama, sen anlamadın.Bir gün duvarım çatladı, bir gün sıvalarım döküldü, bir gün tuğlam düştü.Bunlar hep sana benim yıkılacağımı haber veriyordu.Bizim dilimiz böyledir.” diyor.
Emre’de fıkrayı şöyle şerh ediyor: ”Evi insan vücuduna benzetsek olmaz mı? Evin yıkılması da ölüm olsun. Duvarın çatlaması, sıvaların dökülmesi, tuğlaların düşmesi de hastalanmamıza, saçlarımızın, dişlerimizin dökülmesine benzetilmez mi?” Emre bu izahı yaparken hikmeti ilahi Remzi Oğuz, ağrayan dişine aspirin istiyor. Bunun üzerine İsmail Emre: ”İşte bakın ev, size bir tuğlasının düşmek üzere olduğunu haber veriyor.” deyince bu izah ve bu örnek Remzi Oğuz’un hoşuna gidiyor. Daha sonra Emre, latifenin gerçek anlamını: ‘‘Bu vücud binası, bir gün nasıl olsa ölüm zelzelesiyle yıkılacaktır. İş, bu ev yıkılmadan ‘ölümden evvel ölerek’ ebedi eve ’emin beldeye’ yani bir kamil insanın gönlüne göç etmektir.” şeklinde tamamlıyor.
İnsan hayatı, aydınlanmaya götüren deneme ve yanılmalardan geçerek anlam kazanır.Bizler de bu yolla, aydınlanmanın gerçek kaynağına yaklaştığımız sürece ve ölçüde mutluluk yolunda yol kat edebiliriz.Nasreddin Hoca’nın ”evinde kaybettiği yüzüğünü, dışarısı içeriden daha aydınlık” diyerek kapı önünde aramsının hikaye edildiği nüktesinde olduğu gibi, aydınlanmayı gerçek dışı kaynaklada arayan bir kimsenin çelişkisine dikkat çekilmektedir.
HOCANIN BAZI LATİFELERİNDE İŞLENEN TASAVVUFİ KONULAR VE ŞERHLERİ
Latife
Nasreddin Hoca’ya:”Her saba halkın kimi o yana, kimi bu yana gider, sebebi nedir?” Diye sromuşlar.Hoca:”Eğer hepsi aynı yöne gitseler, dünyanın dengesi bozulur, devrilirdi” cevabını vermiş.
Şerh
Hocamız Cenab-ı Hakkın Kuran’da ki:”Onlardan kimisi kendine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır.İşte büyük fazilet budur.”(Fatır 32) – ”Dünya hayatında onların geçimlerini biz paylaştırdık.Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık.Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.”(Zuhruf) ayetlerine işaretle insanların farklı farklı alanlarda çalıştığını, değişik duygu ve düşüncelere sahip olduğunu ve Hakk’a ulaşmak için farklı metodlar, yollar takip ettiklerini ifade etmektedir.Hocamız bu latifesi ile aynı zamanda tarikatlara işaret etmektedir.Çünkü Allah’ ulaştıran yollar çoktur.Ancak herkesin yapısı aynı değildir.Mesela Kadiri tarikatında nefis ile mücadele ön planda olurken, nakşibendi tarikatında nefis ikinci planda tutulmaktadır.Dolayısı ile insanların aynı yolada olmaları beklenemez.
<>
Latife
Nasreddin Hoca’nın iki karısı varmış.Bir gün birini bir kenara çekip kendisine mavi bir boncuk vermiş.”Al bunu sakla sakın ortağına bir şey söyleme” demiş.Bir başka zamanda ötekine de bir mavi boncuk verip aynı şeyi söylemiş.Bir gün kadınlar, Nasreddin Hocanın hangisini daha çok sevdiği hususunda bahse ve münakaşaya girmişler.Anlaşamayınca, meseleyi Nasreddin Hoca’ya sormuşlar.”Hangimizi daha çok seviyorsun?” Hoca ikisine de manalı manalı bakarak:”Mavi boncuk kimdeyse onu” demiş.
Şerh
Hoca, aile hayatında bile sergilemiş olduğu örnek yaşantısı ile bizlere nice ders ve öğüt vermektedir.Tasavvufta şeyhin saliklere olan mesafesi aynıdır.Ancak saliklerin aklında bazen ”şeyhimiz acaba hangimize daha çok yöneliyor” sorusu geçebilir.Belki bir başkasına dah çok iltifat ettiğini görerek yanılabilir.Ancak latife de olduğu gibi el vermek mavi bir boncuktur ve herkim de bu boncuk varsa şeyhin ona olan ilgisinde bir eksiklik yoktur, herkes bu konuda eşittir.Yeterki onda şeyhine karşı bir eksiklik olmasın…
<>
Latife
Bir gün ahibbasından birisi, Hoca’ya rica eder:
-Senin ifaden düzgündür, bize bir mektub yazıver.Hoca sorar:
-Mektub nereye gidecek?
-Bağdat’a
-Bu garip başım Bağdat’ı da mı görecek?
-Neden Bağdata gitmen icab ediyor?
-Bunu bilmeyecek ne var? Benim yazım gayet fenadır.Ancak ben okuyabilirim.Yazdığım mektubu yine ben okumalıyım ki münderecatı anlaşılsın.
Şerh
Nasreddin hoca bu latifesi ile Mürşid-i Kamilin gerekliliğini anlatmıştır.Hakikat, kitaplardan okumakla anlaşılsaydı, mürşide lüzum ve gerek kalmazdı.Bir okul talebesi okumayı öğrenmiştir ama, lise kitaplarını okuyup anlayabilir mi? Öğrenmek için mutlaka hocaya ihtiyacı vardır.Nasreddin hoca:”Ancak ben izah etmeliyim ki anlasınlar” demiştir.Yani tasavvuf, kitap okumaya, metin ezberlemeye dayanmaz.Akli sitidlal ile de ilgili değildir.Yani nazari değil tecrübidir.Bu özelliğinden dolayı ”tasavvuf, kal (söz) ilmi değil hal ilmidir” denmiştir. ”Tatmayan bilmez” sözü de buna işaret etmektedir.Yani bir kimse tasavvufi eserleri okuyarak sufi yada şeyh olmaz.Halbuki bir kimse tefsir ilimlerini okuyarak müfessir olabalir.
Tasavvuf ilminin bir mürşid nezaretinde talim edilmesi zorunluluğu, onun kitablardan öğrenilmesini imkansız kılmıştır.İnsan, mürebbiesinin karşısına geçecek, onun gözünden, sevgisinden gıda alacak ki istifade edebilsin.
Mürid, mürşidinin ruhaniyetine muhabbet yoluyla teveccüh edince mürşidin ruhaniyeti onun batınında feyz tesiri gösterir.Bu feyz, beşeri zaaf ve sıfatları izale ederek mürid, tedricen şeyhinin boyasına boyanır.Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbi beraberlik, şahsiyet transferi ve aynileşmeyi doğurur.Yani mürid nefsinin kötü huylarından kurtularak şeyhinin iyi ve güzel vasıflarıyla donanır.
<>
Latife
Yedi kör bir nehrin kenarına gelmişler; karşı tarafa geçmek istiyorlar, fakat nehrin geçit yerini bilmiyorlar, göremiyorlar.Orada beklerken ayak seslerinden anlıyorlar ki bir adam suyun öbür yakasından kendilerine doğru geliyor.Soruyorlar:”Sen kimsin?” Adam:”Ben Nasreddin Hocayım” diyor. Körler:”Madem sen suyun geçidini biliyorsun bizi de geçir, sana para verelim.” diyorlar.Hoca onlara:”Olur, adam başına iki mangır alırım” diyor.Körler razı oluyorlar.Hoca onlara:”Gözü bir parça ışık gören elimden tutsun” diyor.Körler Hocanın dediği gibi yapıyorlar.Hoca önde, körler arkada, el ele nehrin ortasını bulunca, sondan iki körün ayakları kayıyor, suya gidiyorlar.Arkadaşları feryadı basıyor:”Aman iki arkadaşımız suya giti!” Nasreddin Hoca dönüyor bunlara:”Ne bağırıyorsunuz be!” diyor ”İki kör suya gittiyse dört mangır eksik verin.”
Şerh
Bu alem de hiç durmadan akan zaman nehri içinden geçen bir geçittir.Bizler Allah’a ulaşan yolu bilmiyoruz.Yolu bilmediğimiz için bir kör ile aynı değeri taşıyoruz.Kör gremediği için bulamaz, biz ise bilmediğimiz için bulamıyoruz.Eğer biz de bir Allah adamının yani mürşid-i kamilin elinden tutmaz isek bu geçidi geçemeyiz.Geçidi geçemeyenlerin kıymeti de iki mangır değerindedir.
Kısaca Nasreddin Hoca, insanların hakikate ulaşma yyönünden kör olduklarını bu sebeple de Hakka ulaşmak için bu yolun büyüklerine, mürşitlerine ihtiyaç olduğunu ve bunlara intisab edilmesi gerektiğinie işaret etmektedir.
<>
Latife
Akşehir çocukları, ceplerine birer yumurta alarak Nasreddin Hoca’yı da yakalayıp zorla hamama götürürler.Soyunurlar, yıkanırlar.Hoca göbek taşında yatarken evvelden anlaştıkları üzere içlerinden biri der ki:
-Çocuklar’ Gelin bir oyun oynayalım.Oyunda kazanamayan hamamın parasını geri versin, olmaz mı?
-Nasıl bir oyun?
-Herkes bir yumurta yumurtlasın.Yumurtlamayan, hepsinin hamam parasını versin.Nasıl?
Çocuklar hep bir ağızdan bağırırlar:
-Oluuur.
Nasreddin Hoca da kendileriyle beraber geldiği için ona sorarlar:
-Bu işe sen ne dersin?
Konuşmanın başından beri onları dikkatle dinleyen Hoca, sesini çıkartmamış.Onun sükutunu ikrar telakki eden çocuklar, birer birer gıdaklamaya başlarlar, peştemallarının arasına evvelce sakladıkları yumurtaları çıkarıp Hoca’ya gösterirler.
Bunun üzerine Hoca ayağa kalkar, ellerini, kollarını çırpıp sallayarak horoz gibi öter:
-Öörü’ ööööö!
Çocuklar bu ummadıkları hareket karşısında şaşırırlar:
-Ne yapıyorsunuz efendim amca?
-Ne yapacağım oğlum bu kadar tavuğa elbette bir horoz lazım…
Şerh
Tasavvuf yolunun salikleri masivadan sıyrılarak nefs terbiyesi hamamına girdiklerinde içlerinde onları hak ve hakikata ulaştıracak olgun bir yol gösterici, kamil bir mürşid bulunması gerekir ve salikler de bu kamil insanın kimya gibi tesirli nefesinin etkisiyle huzura ulaşmadıkça, kendi kendine latif şeyler, gerçekler, ledün ilmi ve sevgisi hasıl olmaz.
Sonuç olarak Nasreddin Hocamızın ilmi yönü kadar tasavvuf yönüde vardır.Kendisi Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim’e intisab ederek manevi yolda nasblenmiş bir insandır.Latifelerinde de nefs, nefs terbiyesi, fakr, mürşid, mürşidi kamilin gerekliliği, şeriat-tarikat-hakikat-marifet, rabıta, tevessül, erbain, irşad, zikir, sabır, kanaat, tevekkül, ihlas gibi tasavufi konular işlenmiştir.
…………………
Daha geniş malumat içn yazımızı alıntıladığımız Dr. Selami Şimşek’in Buhara yayınlarından çıkan Nasreddin Hoca ve Tasavvuf adlı eserine bakabilirsiniz…
www.ismailaga.info
.
Tarikat ve tasavvuf erbabı ince eleyip sık dokurlar.Dikenli yollarda yürümek için gösterilen gayretin daha fazlasını şeriatta gösterirler.
Kadınlara tasavvuf dersi vermek ve onlar ile ilgilenmekte böyle bir hassasiyet ister.Kadınlara tarikat dersi vermeninde üç yolu vardır:
Tarikat dersini şeyh efendi yerine vekil tayin ettiği kimselerde verebilir.Onlarda bu kurallara harfiyyen uyması lazımdır.
1-Tarikat dersi alacak hanım, şeyhin mahremi ise şeyh onu yalnız olarak yanına alıp ona ders verebilir.
Mahrem ne demektir? kendisi ile nikah yapması caiz olmayan.
2-Eğer ders alacak hanım, şeyhin namahremi ise mürşidin onu bir mahremi ile çağırması lazımdır.
3-Eğer ders alacak olan hanımın mahremi yoksa, öyle bir imkanı bulunmuyorsa bu durumda o hanım perde arkasında oturur.
Ders alacak olan kadının mahremi yoksa bir perde arkasında ve çerşafı ile mesture bir şekilde olmalıdır.Ancak şeyh efendinin bir mahremi yanında olmalıdır.Yani katiyyen ve asla bir mekanda yalnız bulunmamalıdırlar.
Şeyh Efendi fitneden kaçınmalıdır.”kimse bana su-i zan etmez” düşüncesine kapılmamalıdır.
Efendi Hazretlerimiz buyuruyorlar ki:
Eğer biz bu edepleri gözetse idik cihangir olurduk.Çare yok bu edepleri yapmaya dönelim.Mevla’nın şeriatını tatbikte ona bir noksanlık getirmekten titir titrememiz lazımdır.Entarinin bir kolunu dikmesek olmaz değil mi? İşte şeriatta böyledir, tamamlık bütünlük ister.
Ey cemaat! şeriat ne incedir, nefis de ne zalimdir.Ya Rabbi! Nefsimizi sen hayırla yola al. Amin!…
Mehmet Talu hocamız anlatıyor:”Bir gün otobüse bindim gidiyorum.Yanıma bir adam oturdu.Adamın bağlı olduğu bir şeyh varmış.Karısını onun yanına bırakmış.Meğerse her gün bir kadın hizmetini görüyormuş.”
Tövbe tövbe..! Böyle bir şey olurmu? Bre cahil, bre gafil.. Şeyh denilen adam muhtemelen bir sahtekar.Çünkü tasavvuf zaten şeriatı yaşamak içindir.Şeriatsız tasavvuf olmaz.Dolayısıyla böyle şeriatsızlığı yapanında gerçek bir şeyh olamayacağı muhakkaktır.
Kadınlar ilim ve tarikat sohbeti için toplanabilirler ancak hatme hace yapmaları, halaka kurmaları caiz değildir.
Şeriat ne emrediyorsa o en güzeldir, en duğrudur, en mükemmeldir.
Paylaş:
.
Allah dostlarından feyiz alabilmek üç şeye bağlıdır.
Birincisi: İhlas
İkincisi: Edeptir.
Çünkü Allah dostlarından feyiz elde etmek ancak onların kalplerinden alınabilir.
Böyle olduğu halde bir mürid ki, onun kalbi ihlas elbisesinden soyulmuş, ya da Allah dostları hakkında edebe zıt hareketi varsa, bu durumda o müride, o zatların feyizle dolu iç alemleri meyletmez.
Üçüncüsü: Allah dostlarına muhabbet etmek ve onları örnek kabul etmektir.
Çünkü muhabbet, feyzin çokluğuna ve son derecede artmasına sebeptir.
Şu halde bir müritte söylenen üç şey; ihlas, edep ve muhabbet ne kadar çok bulunursa, hiç şüphe yok ki elde edilecek feyzinin de o kadar artacağı kesin ve tam bilinen bir şeydir.
Feyz elde edebilmenin birinci şartı, kamil mürşide muhabbet beslemek ve onu örnek kabul etmektir.Ayrıca bu sevginin yapmacık ve zorlama olmaksızın, doğruluk yani gayri samimi olmaması ve gösterişten uzak, yakin yani şüpheden uzak olarak bulunması gerekir.
Çünkü muhabbet, müridin iç aleminden mürşidin içine akan, manevi bir nehir gibidir.Onun sayesinde devamlı olarak feyiz alma imkanını elde bulundurur.Bu manevi nehrin genişliği, müritteki muhabbetin az veya çokluğuna bağlıdır.
Bazen muhabbetin coşması anında o manevi nehir, deniz gibi olup müridin kalbi, mürşidin tarafına teveccüh eder.Hatta bu muhabbetin çokluğu sebebiyle kalbini şeyhine yönelten mürid, şeyhinde fani olup, mürşidinin bütün halleri bir anda müridin kalbine aksetmiş olur.
Tasavvufi terbiyede önemli yer tutan muhabbet, diğer iki emri yani edep ve ihlas sahibi olmayıda gerekli kılar.Çünkü seven bir kimse, sevdiğine karşı edebe riayet ve ihlasa (samimi olmaya) sürat edegelmiştir.Seven kişilerin, sevdiğine karşı yaptığı fedakarlık bunun bariz bir delilidir.
”Bir şeyi sevmen, kör ve sağır eder”
Buna göre seven kişi, sevdiğinde kusur göremez ki, aksi takdirde sevgisinde samimi olmadığını gösterir ve böylece kendisinden ihlas ve yakin yok olur.
Hak dostuna bağlayıcı özelliği olan bu maddelerin bir kişide mevcud olması, onun feyiz almasına sebeptir.Evliyaullah’a bağlı olmasada bu muhabbet ve sevgi sebebiyle feyiz elde eder.
Yeterki samimi ve saf bir niyet ile beraber olsun.
www.ismailaga.info
.
Ruhaniyet için perde, uzaklık, yakınlık, madde ve müddet yoktur.Bundan dolayı mürşidin ruhaniyetinin hazır olması müridin kalbinin hazır olmasıyla beraberdir.Çünkü ruhaniyet, lemh-i basardan (mahiyeti anlaşılmayan bir anlık bakıştan) daha süratlidir.Bilakis, müritten uyanıklık ve uyku halinde mürşidin ruhaniyeti asla kesilmez.
Mürşid, maksud (istenilen Allah’a kavuşmay)a vesile olduğu için, mürid mürşidini unutmamaya gayret etmelidir.
Öncelikle genel anlamda uyulması gereken üç edep vardır:
Birincisi:Abdestli olmak
İkincisi:Bütün günahlardan,kusurlardan ve gafletten(nefsin
arzusuna uymaktan) on yahut onbeş kere istiğfar etmek.
Üçüncüsü:Fatiha ve ihlas-ı şerif okuyup,mürşidin ruhaniyetine hediye etmektir.Sayılan bu üç şey (mürşidin huzuruna) yürümeye başlamadan öncedir.
(Bu vazifeleri,mürşidini ziyaret etmek üzere henüz yola çıkmadan önce yapmalı,) yürüme esnasında ise,feyiz almak için kalbini mürşidin kalbine tamamen (birliktelik sağlayak) bağlamalıdır.Lakin kibirlenmekten, kendisini beğenip üstün görmekten uzak tutup, bu rabtı (ilgiyi) ihlas ve muhabbet şekli üzere son dece yalvarma ve inkisar (kırgı ve üzgün olma hali) ile olmalıdır.
Rabıtaya devam, kalpte zikri meydana getirir, zikir ise huzur temin eder.Onun için sadık müritlerin en mühim vazifesi huzur halini buluncaya kadar sıdk-ı sadakatle rabıtaya devam etmektir.
MÜRŞİD HUZURUNDA EDEB
Mürşidin huzuru camii ve mahalle gibi geniş bir kapsama alanı dahilindedir.
Feyzin gelişi, müridin huzurunda bulunma edebine dikkat etmeye bağlanmışdır.Mürşidin huzurunda bulunma edebi, ya zahir (bedeni olarak yapılan edeb) hasebiyledir (sebebiyledir), ya batın (iç alemiyle yapılan edep) hasebiyledir.
ZAHİRİ; BEDENLE YAPILACAK EDEB
* Mürid, mürşidin yüzüne bakmayarak, (mürşidin karşısında) boynunu eğip şöyle durmalı ki: Sanki kendisi, sahibi olan efendisinden kaçmış ve daha sonra yakalanıp geri getirilmiş bir köle gibi tevazu ile durmalıdır.Boynu bükük ve kusurunu itiraf eden bir kişi gibi olmalı ve daima huşu, huzur, saygılı ve hürmetkar olmaya dikkat etmelidir.
* Mürşidi emretmediği müddetçe oturmamalıdır.
* Dini bir ihtyiaç yahut tasavvufta bir müşkülü (problemi) yahut da mürşide ait bir iş olmadıkça kendiliğinden yani konuşması emredilmeden konuşmaya başlamamalıdır.
* Mürşidin huzurunda bulunanlar ile konuşmamalıdır.Mürid olan kimse her ne kadar yaşlı bile olsa bundan kaçınmalıdır.
* Aşık olan kimse, aşık olduğu kimseden başkasına ihtiyaç duymadan nasıl duruyorsa, öyle durup, mecliste olanlarla asla ilgilenmemeli yani yüz çevirip bakmamalıdır.Çünkü müridin mürşide olan aşkı gerçekte Mevla Teala’ya olduğundan, mürşide tazim ve aşık olmak, gerçekte Mevla’ya dır.
* Ve yine suskun ve gözleri kapalı olarak durup şeyhinden fayiz almak için (kalpten) yalvarma ile beraber şeyhin kalbine yönelici olmalıdır.
* Mürşidini Rasulullah Efenidmiz’in vekili ve hüküm vermede, tasarrufta sultan saymalıdır.Ve mürşide karşı yaptığı muamelesini Rasulullah’a yahut sultana yapacağı muamele gibi bilmelidir.
”Alimler Peygamberlerin varisleridir” Hikmet ehline göre buradaki alimlerden kasıt zahir alimler olmayıp, ilmin gereğiyle amel eden Arif-i billah (fenafillah derecesine ulaşmış Allah’ın dostları) olan alimlerdir.
BATINI; RUHEN YAPILACAK EDEB
* Mürid, mürşidin karşısına çıktığında müridin kalbi gafil ve kalbinde çeşitli düşünceler veya mürşidi imtihan etmek veya itiraz etmek veyahut nefisnden meyilsizlik ve şeyhi hoş görmeme olmamalıdır.Çünk bu sayılanların hepsi mürşidin kalbinin müritten nefret etmesini ve mürşidin nazarından düşmesini ve kalbinden çıkmasını icap ettirir.Çünkü her bir müridin, mürşid kalbinde karargahı yani bir yeri vardır.
* ”Yedinci kat semadan yerin altına düşmek, kalp erbabının yani mürşitlerin kalbinden düşmekten hayırlıdır” denildi.Ehlullah’ın nazarından düşmek, Hakk’ın nazarından düşmek olduğundan bu hal helak olma sebebidir.
Bu hususta İbrahim Hakkı Bursevi Hazretleri şöyle buyururlar:
”Kalbe giren kişi, Kabe’ye giren kimseden daha üstündür.Bu sebeptendir ki, salih kullara ve Allah dostlarına: ‘Bizi gönülden çıkarmayınız’ derler ve manevi yardım o kimselere ulaşır.”
* Mürşidin feyzinin güneş ışığının her tarafı kapladığı gibi, ufku doldurup kapattığına ve müride gelmesinin ise, müridin talebine bağlı olduğuna kesin olarak inanmalıdır.Her ne kadar kendi eksikliğinden feyzin geldiğini anlamasada böyle inanmalıdır.Çünkü feyzin gelmesini idrak etmek anlamak şart değildir.
* Dünya ehlinin maslahat hasebiyle yani iş icabı ve dünya işlerinden bahsedenlerin mürşidin huzurunda blunmaları, feyzin gelmesine zarar vermez.
* Mürid, mürşidinin karşısında oturmayı uzatmamalıdır.
* Mürşidin batınından gafil olup, zahiri ile meşgul olmamalıdır.Çünkü mürşidin dışı; zahir ehli içindir.
* Ve ”mürşidim başka kimseye nazar ettiğinden ve onunla konuştuğundan benden gafildir.Ben bu halde ondan nasıl feyz alabilirim” şeklindeki bir düşünceyi aklına getirmemelidir.Çünkü bu düşünce, mürşide olan itikadın azlığından meydana gelir.
Mürşid o haldedir ki; Halk ile meşgul olması onu Hakk’tan gafil etmez, Hak ile meşgul olurkende halktan gaif yani habersiz değildir.
* Mürid şeyhin halini öyle ayrı tutmalıdır ki:”Eğer şeyhim olmasa, yeryüzünde beni Rabbime ulaştıracak başka bir şeyh yoktur.” diye düşünmelidir.
* Mürşidinden son derece korku hali üzere olup, yardımını ümit ve çok arzu etme halinden uzak olmamalıdır.
* Bir mürid, mutluluğunun şeyhinin kendisinden razı olmasına, şekavetinin ise mürşidinin kendisini kovmasında olduğuna kesin olarak inanmalıdır.
* Mürşidin karşısında ve olmadığı yerde nefsin istek ve arzularına uymak suretiyle şiddet ve helakinden kaçınmak ve uyanıklık yani çok dikkatli üzere olmak lazımdır.Çünkü Allah dostları kalp casuslarıdır.Kalbin sırlarına Allah’ın izin verdiği ölçü ve sınırda vakıfdırlar.
* Mürid, mürşidin kendisine tebessümle gülmesine ve güzel iltifatına aldanmamalıdır.
* Mürid, mürşidin kendisine iltifat etmesini beklememelidir.Çünkü müride iltifat etmesi onu yabancı saymasındandır.Ayrıca mürşidin azarlaması, müridi imtihan içindir.
* Mürid, mürşidiyle beraber yemek yemesin, elbisesini giymesin, ona ait olan kaseden su içmesin, bineğine binmesin, mürşidin mekanına oturmasın.Eğer bunlardan birini yapmasını mürşidi emrettiyse yapsın.
* Mürid, mürşidin her halini taklid etmesin.
* Mürid, mürşidin kovmasını ve azarlamasını çirkin görmeyip bilakis bir lutuf olarak görmelidir.
* Mürşidi vefat ettikten sonra hanımı ile evlenmemelidir.
* Eğer mürşidin hizmetinde bulunan bir kimse ise, mürşidden önce uyumamalıdır.Evin helasına giderken helaya yakın oturmamalıdır.
* Mürşidinden sır gizlememeli, ne sorsa, sorduğu şey işlemiş olduğu bir günahıda olsa söylemeli.
* Kalbine ait olan ve kurtulamadığı düşüncelerini vakit kaybetmeden şeyhine söylemeli, gizlememeli.
Kaynak Eser:Risale-i Halidiyye Tercümesi
Burda yazılanlar her derviş için geçerlidir.Yani tasavvuf yolları çoktur.Herkes bu edepleri kendi yolunda tatbik etmelidir.
Öncelikle şunu belirtmekte yarar var;
Bir tüccarın yaptığı ticarete verdiği ehemmiyeti, önemi ve değeri müslüman bireyler olarak bizler dinimize ve ahiretimize vermeliyiz.Dünyanın bir köprü olduğunu, varılacak olan asıl istikametin ahiret yurdu olduğunu unutmamalıyız.
Dünya, Efendimiz’in haber verdiği fitne zamana o kadar hızlı bir şekilde ilerliyor ki; içerisinde bulunduğumuz durumu tahlil ve analiz dahi edemiyoruz.Kimisi muharref dinleri hak gösterme çabasına girerken diğeri sünnetleri inkar ediyor.Birisi haramları helal sayarken bir diğeri kalpçilik oyunu ile kendini kendırıyor.İslam reformize edilmeye çalışılıyor, sisteme uygun hale getirilmek isteniyor.
Bu arada olan; islamın özünü ve aslını yaşamak, içi ile dışı ile peygamberine benzemek isteyen saf müslümana oluyor.Ya hakları gasp ediliyor, ya hakarete uğruyor veya en azı itici bakışlardan kurtulamıyor…
Bu tesbitlerden sonra ”ben içimi ve dışımı Resulullah Efendimiz’e benzetmek istiyorum, cübbe giymek sarık sarmak ve sakal bırakmak istiyorum ama ağır geliyor veya ağır gelmesinden korkuyorum, nasıl yapabilirim?” diyen kardeşlerimize bazı tavsiyelerimiz olacak.
Şu bilinmelidir bu kıyafete bazı insanların düşmanlık yaptığı gibi içimizde bulunan ve 70 şeytandan daha şerli olan nefsimizde bu sünnetlere şiddetle karşı çıkmaktadır.
Mesela; şapka takarsın nefsin hoşuna gider ama aynı kafaya takke takarsın nefsin hoşuna gitmez.Kışın uzun ve kalın palto giyersin ama arkası ortadan yırtıktır ve bu nefsinin hoşuna gider.Ama aynı paltoyu erkasını diktirip cübbe niyetine giyseniz nefisinizin hoşuna gitmez.Sakalını yarım yamalak kesip acaip bir şekilde olmak hoşuna giderken, aynı sakalın sünnet üzere olması çok ağız gelir zalim nefsimize….
Bu sebeple nefsimizin de bu gibi sünnetleri benimsemesi gerekir.Bununda bir yolu vardır şöyleki;
İçimize gelen bir istekle heme sakal bırakırsanız veya cübbe giyerseniz bu size ağır gelebilir ve nefsinizin ağır muhalefeti ile karşılaşabilirsiniz.Bu muhalefetin sonucunda pes edebilir ve sünnetten çekinebilirsiniz.Efendimiz’in sünnetini yapmaktan çekindiğiniz veya haya ettiğiniz içinde bir azara müstehak olabilirsiniz.Onun için ilk kaide acele etmemektir.
SAKAL BIRAKMAK İÇİN
Biliyorsunuz sakalın bir karış olması sünnettir.Sakalı tıraş etmek ise haramdır.Öncelikle haramdan kurtulmak için sakalınızı asla jilet veya usturaya vurmayın.Makine ile kısaltın.Sonra sonra yavaş yavaş numara yükseltin.Makina ile bire vuruyorsanız bir müddet sonra rakamı arttırın.Sakalınızın etrafının düzenli olmasına dikkat edin.Allah’ın izniyle hem siz sakalı benimsemiş olursunuz, hem etrafınızdakiler benimsemiş olur.Böylece etrafınızdan gelecek ani ve yıpratıcı tepkilerden de kurtulursunuz.
CÜBBE VE SARIK
İmam-ı Gazali hazretleri cübbesiz kılanan namazı edepsizlik olarak sayıyorlar.Biz de bu edebe riayet etmek istiyoruz o halde;
Cübbe ve sarığa geçmeden önce kardeşlerimiz renkli ve güzel bir takke alsınlar.İş yeri müsait olmuyorsa (bir yerde çalışıyorsa) işten çıktıktan sonra takkelerini taksınlar, dışarıda ve evde takkeli olmaya dikkat etsinler.Peygamber Efendimiz başı açık gezmemiş, bizde böylece ittiba etmiş oluyoruz.
Daha sonra bir cübbe alsınlar ve sadece namazlarda giysinler.Cübbe tek renk ve koyu olsun.(Mesela lacivert veya kahverengi) Alınan cübbe omuzlara ve vücuda tam oturmalı.
Cübbe çok uzun olmamalı.Dizleri biraz veya bir karış geçmesi kafidir.
Cübbe ile camide ve cemaat ile kılınan namazlara bir müddet devam etsinler.Ancak camiden çıkarken cübbeyi çıkartsınlar.Sonra yatsı namazlarından sonra eve giderken cübbeyi çıkarmasınlar.Sabah namaza gelirken ve giderken de cübbeli olsunlar.Böylece yavaş yavaş Allah’ın izni ile alışır ve benimserler.
Bu arada mümkünse pantolonlarını biraz daha bol giyinsinler.
Sarığı zaten dışarıda takmamız yasak, camilerde ve evde serbest.
Cübbeyi nefsimize sindirdikten sonra 1.5 – 2 metre kadar bir sarık alalım.Sarığımızı da evimizde ve camide saralım.
Sarık sararken arkadan bırakmıyoruz ve düzgün sarılmasınada dikkat ediyoruz.Aynanın karşısında denemeleri yapalım.Cemaate sarığı çirkin göstermekten sakınalım.Üzerimizin temiz ve düzenli olmasına dikkat edelim.
Bunları yaparken eski halimizi hatırlayıp şimdiki halimize şükredelim.Yapmayan veya yapamayanları asla ve asla küçük görmeyelim.
Cami imamı ile eğer tanış değilsek tanışalım, bizden büyük ise elini öpelim.Cemaat ile musahafalaşalım.
Şimdi cübbeyi giydiniz ve sarığıda sardınız.Sizi bekleyen süprizlerede hazır olmalısınız.
Mesela camiyi kendi özel mülkü gören sünnet düşmanı bir imama rastlarsanız imamın hakaretine uğrayabilirsiniz.Gazete haberlerinden okuyoruz; kaymakam sarıkla namaz kılınmasını yasaklamış…Al sana bir örnek işte.O camide bulunan bir sarıklının halini düşünün ya çıkaracak yada girmeyecek! (ne rezillik!)
Diğer bir süprizde hürmet görmenizdir.Şöyle ki; artık sizle işi olan ”buyur hacı abi” veya ”hoca” diyecektir.İmam belki namaz kıldırmaya davet edecektir.Bunlarda nefsimize hoş gelir ama güzel şeylerdir ve kıyafetimizin verdiği heybetin bir eseridir.
Her halukarda biz bunu Allah rızası için yapıyoruz, hem içimizi hemde dışımızı temiz tutuyoruz.
Dış görünüşle iş bitmez diyenler bu kıyafetleri giyemez, böyle gezemezler.Bu onlara çok ağır gelir.Herkes gibi görünmek onların prensiplerindendir.Ama giyenede karışırlar ve ”kalp temiz olmadıktan sonra” diyerek cübbe giymek ile kalbin kirli olmasını eşleştirirler.Daha önce dedğimiz gibi bunlar görünüş ile Resulullah’a benzemekten bahsedince işi hemen kalbe getirirler.Konudan sıyrılmanın kısa yoludur bu!
Kimse kimsenin kalbini bilemez.
Her yönü ile kafirlere benzeyip hemde kalbinin tertemiz olduğunu da kimse iddia edemez.
Dışı ile, hal ve hareketleri ile kafirlere benzemek, onlara muhabbet beslemek ve onlara muhalefet etmemek zaten kalbin çürümüş olmasının, hak ile batılı ayıramamanın bir alametidir.Allah cümlemizi muhafaza eylesin!
Allah (celle celaluhu) sünneti yaşamak isteyen ve bu önemli adımları atan kardeşlerimize yardım eylesin. Amin!
.
|
Bugün 316 ziyaretçi (391 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|