|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
er
Kitâb'ının muhkemi (ma'nâsı açık olan âyeti) ile, doğru olan şeriatın ahkâmını sağlam kılan ve yüce hitabı (Kur'ân-ı Kerîm'i) ile dosdoğru olan dînin alemlerini yükselten Allah' (C.C.) a hamd olsun.
Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (S.A.V.) ve âli üzerine ve O'nun kapısının toprağına yüzlerini sürmekle eksikliklerden temizlenip kurtulan Ashabı üzerine olsun.
İrridi; Şüphesiz, idrâk sahipleri katında sabit olan mukaddimelerden [1] ve basiret sahipleri yanında yazılı makbul olan şeylerdendir [2]ki, dünyâ ve âhîrette insanın şerefi ve onun iki âlemde kemâl derecelerine nail olması; ancak İslâmî kesin akidelerle içi (bâtını) temizledikten sonra, dînî sâlih âmellerle de dışı (zahiri) donatmakla olur.
Üstün ve değerli olanın ta'rîfini, beyânını üzerine almış olan ilim; ilimier arasında hâline ihtimam gösterilmek suretiyle seçkinleşmiş bulunan ilimlerin uğraşmaya en uygunu, onların azmetmeye ve gönül vermeye en yaraşır olanıdır.
Bu ilim, temiz ve pâk olan ümmetin âlimlerinin, hâline itinâ gösterdikleri ve doğru dînin büyüklerinin, esâslarını bağlayıp sağlamlaş-tırmakda çaba harcadıkları Fıkıh ilmidir.
Şüphesiz Yüce Allah (C.C.), Peygamberimiz Aleyhisselâmı Nebilerin, Resullerin sonuncusu ve yolların en doğrusunu açıklayıcı kılınca; günlerin olayları sayısız ve o olayların hükümlerini bilmek de kıyamet gününe kadar lâzım gelince, nasslarm [3] zahirleri onları açıklamaya yetmedi. Hattâ o olayların hâline yeten bir yol lâzım geldi. İlâhî hikmet, âlimleriyle beraber bu ümmeti, Peygamberleriyle beraber İsrâiloğullarınm benzen gibi kılmayı gerektirdi [4] de, Yüce Allah (C.C.) bu ümmetin geçmişleri içinde, dağlar gibi âlimler yarattı. Onlar vâ-sıtasıyle şeriatın kaidelerini açıkladı ve kolaylaştırdı. İslâm binasını sağlamlaştırdı ve kıyamet gününe kadar, onlara tâbi olanların felaha kavuşmaları için, ahkâmın güç meselelerini onların görüşleriyle aydınlığa kavuşturdu.
Onların ittifakı kesin bir delildir ve ihtilâfları ise geniş bir rahmettir ki kalbler onların fikirlerinin nurlarıyle aydınlanır ve nefisler onların izlerine tâbi olmakla mutlu olur.
Allah (C.C.) onların derecelerini ve mevkilerini yükseltmeye, namlarım ve mezheblerini sürekli kılmaya, onlar arasından bir zümreyi (Dört İmâmı) seçip görevlendirdi. Çünkü ahkâmın esâsı onların sözleri. üzerine kurulmuştur ve Fukahây-ı İslâm onların Mezheplerine göre fetva verirler.
Yüce Allah (C.C.) onlardan, en büyük imâm ve en ileri himmet sahibi, milletin ve sabit dînin kandili, İmâm Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sabit' (Rh.A.) i seçti. Allâh-u Teâlâ, O'nun Mezhebine sarılan Mücte-hidlerirvçokluğu ve vaz'ettiği cüz'î hükümlerin bolluğu ve meşrebinin tatlılığı sebebiyle O'nu cennetlerin en yüksek odalarına yerleştirsin ve kabri üzerine gufran kovalarını akıtsın.
Şüphesiz, ahkâma âid O'nun ifâde ettiği şeyler, dalgalan birbirine çarpan bir deniz, hattâ sapıklığın karanlığını gidermek için alevli parlak bir kandildir.
İşin başlangıcından ve ömrün evvelinden (yâni gençliğimden) be--ri bu denizden ve O'nun vaz'ettiği esâslardan avuçlamakda, O'na nıen-sûb olanlardan faydalanmakla ve O'na yönelen tâliblere anlatmakla bu ilmin bâblannın ve fasıllarının meselelerini araştırmakda idim.
Hu sırada, isteksiz ve nzâsız olarak, Kadılık belâsına tutuldum. Kadilıkda geçen ömrümü oyalanmak; halkın içine karışmayı, Müslüman olmayan kimselerle konuşmayı da değersiz bir şey sayardım. Hattâ, bunun hâlime uygun olmadığı dâima zihnimde dolaşırdı. Yüce Allah (C.C) dan ömrümün sonunu hayra çıkarmasını istiyordum. Bunun-' la beraber, bu ibtilâ hikmetten hâiî, fayda ve maslahattan uzak da olmadı. Çünkü, ufak tefek vak'a ve olayların hükümlerini araştırmaya ve meselelerin takririnde metinleri açıklamaya sebeb ve vesile oldu. Yine benim, faydalı şeyleri içine alan, fazla şeyleri bırakan bir metin yazmama da sebeb oldu. Bu metin hitabesinde (girişinde) anılan özelliklerle mevsufdur. Bu metinde, en üstün metod ve uslûb ile en güzel şekilde olan fen kitaplarının tertibi ele alınmıştır.
Meşguliyetler arasından fırsatlar yakaladım ve zihin dağınıklığı ile beraber bu fırsatlardan faydalandım. Kitabın tamamlanması yaklaştığı ve sonunu ihtimamla bitirme zamanı geldiği vakit, Yüce Allah (C.C.) beni Kadılık belâsından kurtardı. Çünkü ibtilâ ile murâd hâsıl olduktan sonra, belâdan kurtulmak mümkün olur. Bundan dolayı, benim üzerime iki nimetin; yâni Allah' (C.C.) in metni tamamlama ve belâdan kurtarma ihsan ve in'âmmın şükrü vâcib oldu. Sahibini iki devlete ulaştıran iki nimete şükrederek «Gurer» in şerhine başladım ve Yüce Allah (C.C.) dan onu tamamlamaya beni muvaffak kılmasını ve onu bitirme yolunu selâmetle, benim için kolaylaştırmasını dilerim. Tamamladıktan sonra onu : «Düreru'I-Hukkâm fî Şerhi Gureril-Ahkâm» diye adlandırmaya karar verdim. Şüphesiz, Allah (C.C.) Karîb (yakın) ve Mu-cîb (isteneni veren) dir. O'na güvendim ve O'na dönüp dayandım.
Besmeledeki (bâ) mülâbese (münâsebet ve yakınlık) içindir ve zarf (câr ve mecrûr) müstekardır.
(Ebtediü'I kitabe) yâni «Kitaba başlıyorum» sözünün zamirinden hâldir. Nitekim, (Dehaltü aleyhi bi siyâbi's seferi) «Onun huzuruna sefer elbisesiyle girdim» cümlesinde olduğu gibi.
Veya (bâ) istiâne (yardım dileme) içindir ve zarf lağvdır. Nitekim (Ketebtü bil kalemi) «Kalem ile yazdım.» sözünde olduğu gibi.
Birinciyi seçen, onun ta'zimde en uygun olduğuna bakar. İkinciyi seçen onun, Allah' (C.C.) in adiyle başlatılmadıkça işin tamâm olmadığını, bildirdiğine bakar.[5]
«İsim» lafzının «Allah»a izafesi (eğer izafet tümüyle ihtisas için ise) Allah' (C.C.) 'm bütün adlarını ihtiva eder. Eğer izafet, Yüce Allah' (C.C.) m güzel sıfatlarla muttasıf olan zâtı için konulması itibariyle ihtisas için ise, «Allah» lafzından başkası bir takım mânâlara ve sıfatlara delâlet ettiği için, Allah (C.C.) lafzı tercih edilmiştir.
İsim ile feyizlenmede ve onunla istiânede (yardım istenmesinde), adlandırılan (yâni müsemmâ) için kemâl-i ta'zîm vardır ki bu, ikisinin (yâni Allah (C.C.) ile isim lafızlarının) birleşmesine delâlet etmez. Belki çok kere, izafet ile bu ikisinin birbirinden ayrıldığı ve başkalığı üzere^stîdlâl olunur.
(Er Rahman Er Rahîm) (Ğadıbe) den gelen (Ğadbânü) ve (Alime) den gelen (Alîm) gibi; (Rahîme) (Rahîm) den mübalağa için bina edilmiş iki isimdir.
Birincisi, yâni Rahman daha mübalağalıdır. Zira lafzın ziyâde olması, mânânın ziyâde olmasına delâlet eder.. Rahman, Allah Te-âlâ'ya mahsûs kılınmıştır. Çünkü O, gâlib sıfatlardan değildir. Zira O, konulusuna göre, Allah Teâlâ'dan başkası hakkında kullanılmasının .cevazını gerektirir. Halbuki böyle değildir. Belki, Rahmân'ın mâ nâsı rahmette son derecesine ulaşan hakîki mün'im (nimet verici) demektir. Rahmân'ın Rahîm ile ta'kîb edilmesi, tamamlamak kabîlinden-dir. Çünkü Rahman nimetlerin büyüklerine ve onların asıllarına delâlet edince, Rahîm onlardan dışarıda kalanları içine almak için zikredilmiştir. Şöyle derler: «Rahman» dünyada bütün kullarına rahmet eden; «Rahîm» ise; âhirette yalnız mü'min kullarına acıyan ma'nâsı-nadır. Yâni «Rahman» daha umûmî; «Rahîm» ise husûsî ma'nâ ifâde eder.
(Elhamdülillâhi) ; «Hamd Allah'a mahsûsdur.»
(Küllü emrin zîbâlin...) e yâni «Şerefli ve önemli olan her işin» başlangıcında Besmele ve hamd zikredilmesi hakkındaki hadislerin hükmüne uyarak, musannif [6] başlangıçta, Besmele ile tahmidi bir arada zikretmiştir.
Çünkü başlangıç, örfe göre, tasnife başlama, zamanından konuya başlamaya kadar uzanır da ona Besmele ve tahmıd ve bu ikisinin benzeri şeyler yakın (beraber) olur.
Bundan dolayı, gerek zarf müstekar olsun veya lağv olsun, kitapların başlangıçlarına, mahzûf yâni «başlarım» fiili takdir edilir. Çünkü bu takdirde, lâfzan ve ma'nen, hadîs-i şerife uymak vardır. «Eblediii — başlarım» fiilinden başkasını takdir etmekde sâdece ma'nen uymak vardır.
Musannif, kitabın söylediğine ve akıl sahiplerinin üzerinde ittifak ettikleri şeye uyaraktan Besmeleyi başta zikretmiştir.
H a m d : İn'âm veya in'âmdan başka olan ihtiyarî lütûfdan dolayı dil ile övmektir.
M e d h : Mutlaka, lütûfdan dolayı dil ile Övmektir. -
Şükr: Söz veya fiil veya itîkâd ile nimete mukabele etmektir.
Şükr, mevridi itibariyle hamd ve medhden daha umûmidir ve mü-tealîakma (âid olduğu şeye) göre de daha özeldir, (Çünkü yalnız nimet karşılığında olur.)[7]
Şükr ile hamd ve medh arasında, bir bakımdan da umumîlik ve özellik farkı vardır. Kitapların başlangıçlarında vâki olan, çok kere nimet karşılığında olur.
(El hamdü) de ki (lâm), cinsin tarifi içindir ve bulunduğu yerin karînesiyle istiğrak üzere[8] hami olunup fertlere inhisarın mevcudiyetini ifâde eder. (Lillâhi) m (lâın)ı onu ifâde etmez. Çünkü bu (lâm) istihkak içindir, [9] hasr için değildir. Bunu, İbn-i Hişâm (Rh.A.), Muğ-ni'1-Lebîb de zikretmiştir.
Tahsis, bulunduğu yerin karinesi ile, (Elhamdü) nün (lâm)'inin istiğrak üzere hamlinden elde edilmiştir.
(Ellezî fekkahe) yâni : «Fakih kılan Allah'a hamfTolsun.» (Fekuhe) : öt üre ile (Fekuhe'r-racülü fekâheten) dendir. Yâni »anladı» demektir.
(El Mücellîne ve'1-Müsallîne fî halbetin) : Mücellî; yarışa giren yarış atlarmdandır. [10] Musallî, mücellîyi takib edendir. Çünkü musallînin başı, mücellînin saleveyni yâni kuyruğun iki tarafı yanındadır. Bu ikisi ile murâd, mümârese ve müzâvelenin çokluğudur.
Halbe : (Hâ) nın fethiyle ve (lâm) m sükûnuyle her taraf dan yarış için toplanan at topluluğudur. Burada halbe ile mizmâr yâni at meydanı kastedilmiştir.
(Hılyeti'l-âlemîne'I-Müttakîyn)
Hılye : Zahiri, sâîih amellerle, bâtını da ilmî'hükümlerle ve nazarî hikmetlerle süslemektir. Yâni kim kendisi için şer'î hükümleri istinbât melekesi ye bu hükümlerin gereğince amel hâsıl oluncaya kadar, bu iki şeyi elde etmeye girişir ve çalışırsa, şüphesiz Yüce Allah (C.C.) onu, amel ile beraber mezkûr hükümleri bilmekten ibaret olan fakîhlik mertebesiyle rızıklandırır. Nitekim bu tarifi, İmânı Fahru'l-İslâm (Rh.A) kabul etmiştir. Biz de bunu, O'nun usûlünün şerhinde yeteri kadar açıkladık.
«Zillet toprağına burun ve alnı sürmekle yâni yalvarıp boyun eğmekle, fıkha yönelen kimse, azgınların mutsuzluklarının pisliklerinden temizlenip pâk olur.»
Burnun (yâni enf'in) Arabca ibaresinde ibtihâle izafesi, münâsebetin en aşağı derecesinden dolayıdır. Şüphesiz, tazarru' için secde hâlinde yere ilk ulaşan burun ve alındır.[11]
«Zillet toprağına»; bu izafet de zikredilen gibidir.
İşte o kimse, mâridlerin (âsîlerin) yâni Yüce Allah' (CC.) a itaatten çıkan azgın ve sapıkların, bedbahtlıklarının pisliklerinden temizlenir.
Nahs (yâni bedbahtlık), sa'd'in (yâni seâdetin) zıddıdır. Nitekim nuhuset, seâdetin zıddı olduğu gibi. Nuhuset (bedbahtlık) ile murâd, kötü fiiller, yeriîen sıfatlar ve bâtıl akidelerdir. Bunların pislikleri (en-câs) ile murâd da bunlardan helak edenlerdir.
Şöyleki, şayet bunlar devam etseler yâni zail olmasalar, insanı Cehennem ateşinde dâim kalmaya vardırırlar.
Salât ve Selâm, İslâm'dan başka dîne yönelmekten kalbini uzak tutan ve temizleyen Efendimiz Muhammed (S.A.V.) üzerine olsun.
Musannif, Yüce Allah' (CC.) m :
«Peygambere salât ediniz ve tam bir teslimiyetle de selâm veriniz.» [12] âyetine uyarak, salât ve selâmın ikisini bir arada zikretmiştir. Yine salât ve selâm, O'nun âline ve hakk-ı mübînin hakîkatlannın dekâikimn âyâtının râyâtını (parlak şeriatının ince hakîkatlarını ve mucize sancaklarını) yükseltmek hususunda cihâd eden Ashabı üzerine olsun.
Hakk-ı mübîn : Şerîat-i Muhammediyye'dir. O şeriatın hakîkatla-n; ameliyyât, itîkâdiyyât ve vicdâniyyât (Bâtınî ahlâk) tan ona nisbet edilen ahkâmdır.
Şeriatın hakîkatlannın dekâiki: Onu ifâde eden tafsili deliller (ki-tab, sünnet, icmâ, kıyas) dir.
^-"aekâikın âyâti: İbare, işaret, delâlet ve iktizâdan onun ile istidlal yollandır. [13]
Onun râyâtını (yâni bayraklarını) yükseltmek: İstidlalde bulunanlar için bu yolların izhârı ve onlardan zahir olmayanı istihraca kadir oluncaya kadar müstenbıt (hüküm çıkaran) lar arasında onlann ifşası (yayılması) dır.
Musannifin, (Fekuha ve musallîne ve teyemmemehû) sözünde ve bunun benzerinde, beş çeşit ibâdete (Namaz, Oruç, Zekât, Hac, Cihâd) işaret edildiği ve güzel bir başlangıç (Beraat'ül-İstihlâl) [14] yapıldığı gizli değildir.
Bundan sonra ma'lum olsun ki: [15] şüphesiz Fıkıh ilmi; başında ve sonunda Müslümanların ömürlerini harcamaları gereken yüksek ihtiyaçların en tam olanından ve yüce gayelerin en önemülerindendir.
Fıkıh ilmi, kazanç yeri (yâni dünyâ) nizâmı için ve âhîret kurtuIuşu için ve kıyamet gününde murada nail olmakla kulların felah bulması için bir sebebdir.
«Tenâdâ» nida kökünden olup tefâül bâbındandir. Nida ile adlandırılmıştır. Çünkü kıyamet günü, Cennet Ashabı Cehennem Ashabına seslenir (nida eder), ve Cehennem Ashabı da Cennet Ashabına seslenir.
Fıkhın hizmetçisi olmak için düşünmeye ve onun hakkındaki kitapları ve bâbları mütâleaya, gençliğin evvelinden bir kısmım harcamış idim. (Bu söz, tasnife girişme sebebini açıklamaya dâir ilk izahtır.)
Nihayet, «Mirkâtu'l-Vusûl ilâ ilnıi'1-Usûl» de olduğu gibi, fıkıh hakkında bir metin yazmak aklıma geldi. Ancak zamanın engelleri, met-, nin yazılması işini önledi. Hattâ zamanım, bana yapacağını yaptığı zaman (Bu söz, 872ıde büyük veba sermesinde, O'na isabet eden tâûn hastalığına işarettir ve fiilin zamana isnadı, mecazî isnâd kabîlinden-dir.) Beni şu işe .azmetmeye şevketti : Şanı yüce ve gücü büyük olan Allah (C.C.) eğer beni, O'nun maârif ve ulûm çöllerinde, idrâk ve fe-him sahralarında mesafe katetmeye kadir olacağım şekilde, bu âfetten kurtarırsa, ihsan edilmiş ömrümün kalan kısmını, mendıib bir yol ile, kalbimdeki şu şeyi ortaya koymaya harcıyacağım. Şöyleki : Fıkıh hakkında, sağlam, tertibi hoş bir metin tasnif etmeye ve muhkem, intizâmı güzel, zayıf rivayetlerden salim; metinlerin ıtlâkâtı için fetvalarda, şerhlerde zikredilmiş kayıtlarla ve metinlerde vâki olan müsamahalar, kolaylıklar, devşirip bağlama kabilinden şerif ve lâtif işaretlerle donatılmış; meşhur metinlerin terkettikleri önemli meseleleri muhtevi; bu meşhur metinlerde yazılı olmayan olayların hüküm--lerini dürüp devşiren, fasih edib, yâni Arapça ilminde mahir olup nazmı beğenilen, ve fakîh erîb yâni âkil (aklî) olup mânâ ve hulâsası temiz olan (ki burada, fasîh'in edîb ile ve fakîh'in erib ile ifâde edilmesinin güzelliği gizli değildir.) bir metin tertib edeceğim, diye azmettim.
Yüce Allah, (C.C.) bendeki hastalığı gidermekle bana ihsanda bulununca ve bana şefkat ve merhamet hazînelerinden selâmet elbisesi giydirince, arzu ettiğim işe giriştim, kasdettiğim şeye başladım ve bu husûsda el-Melikü'I-Mennân'dan (Allah' (C.C.) dan) yardım isteyerek imkân ölçüsünde, zikrettiğim özelliklerle metnin vasıflanmasına riâyet ettim.
Bu eseri, Vech-i Kerîm'ine hâlis, yâni rızâsına uygun kılmasını ve onu bitirmeye beni muvaffak eylemesini Yüce Allah' (C.C.) dan niyaz ederek, Allah Teâlâ tamamlamayı benim için kolaylaştırdıktan sonra onu «Gureru'l-Ahkâm» diye adlandırmaya niyet ettim. Şüphesiz ki O, el-Berru'r-Rahîm'dir.
Metni bitirmeye beni muvaffak kılan; bir çok sıkı iş, meşgaleler, bana güçlük veren engeller ve meşguliyetlere tutulmuş iken, onu tamamlamaya manî olan engelleri benden gideren AHah' (C.C.) a hamd olsun. Yüce Allah' {C.C.) in lütfûndan istenen, bu şerhi de tamamlamaya beni muvaffak kılmasıdır. Şüphesiz, eğer benim için kolay olursa, bu, ancak sırf O'nun beni bu engellerden kurtarmasının eserlerindendir.
O'na; fazjîyle duamı kabul etmesini ve kalbimdeki ateşi lütfûnun soğuk su kovaları ile söndürmesini niyaz ederim. Şüphesiz O, dilediği şeye kadirdir ve dilek sahihlerinin dileklerine cevap vermeye en lâyık olandır.[16]Vudû', lügat yönünden temizlik (paklık) nıânâsmdadır. Şer'ân [18]yüzü, kollarla beraber iki elleri ve iki ayakları yıkamak ve başın dörtte birini mesh etmektir.
Farz, Iûgat yönünden kesmek (kat') ve takdir etmek manasınadır Şer'an, kesin delil ile lâzım gelen hükümdür.
Farzın hükmü; Özürsüz onu terk edenin azaba müstehâk olması, inkâr edenin kâfir olmasıdır.
Yine, Onun fevt olması (kaçması) ile cevazı fevt olan şeye de farz denir. Vitr Namazının fevtini hatırlayan kimseye Sabah Namazının cevazının fevt olması gibi.
Birincf^kısma itikadı farz [19], ikinci kısma amelî farz [20] adı verilir. Burada murâd olan, tevatür [21] ile sabit olduğu için itikadı farzdır.
Eğer, abdest âyeti ittifakla Medenîdir. Namaz ise Mekke'de farz olmuştur [22]. Şu halde, âyetin inmesine kadar, namazın abdestsiz olması lâzım gelir diye sorulursa, cevâbında biz deriz ki: Sahîh-i Müslim ve başka yerde Câbir' (R.A.) dan sabit olan hadîs-i şerîfden dolayı namazın abdestsiz olması düşünülemez. [23] Nitekim Câbir (R.A.) abdest alıp iki mestleri üzerine mesh etmişti. Câbir' (R.A.) e;
— Niçin böyle yaptın? denildi. Câbir (R.A.) de;
— Beni mesh eylemekden ne meneder ki, ben Resûlüllah (S.A.V.)'-in mesh eylediğini gördüm, dedi. Câbir' (R.A.) e;
— O ancak Mâide sûresinin nüzulünden önce idi, dediler. Câ-bir (R.A.) de :
— Ben İslâm'a ancak Mâide sûresinin nazil olmasından sonra girdim, cevâbını verdi.
Yine Mecmau'I-Beyân adlı eserde rivayet edilmiştir ki: Resûlüllah (S.A.V.) bu âyet ininceye kadar namaz için abdest almadıkça amellerin hepsinden kaçınırdı. Hattâ sorulan soruya cevâb bile vermezdi.
Şu halde abdestin, vahyi gayri metlüv [24] ile veya eski şeriatlardan alınmış olmakla sabit olması caizdir. Nitekim Resûlullâh (S.A.V.) '-den rivayet edilen şu hadis-i şerif de buna delâlet eder. Resûlullâh (S.A.V.), mübarek yüzü ve ellerini üçer üçer yıkayıp abdest aldıkları zaman, «İşte bu abdest benim abdestimdir ve benden önce gelen Peygamberlerin abdestleridir», [25] buyurdular.
Eğer, abdest bu yol ile sabit olunca âyetin nüzulüne fayda nedir? denilirse, cevâbında deriz ki : Âyetin nüzulünde fayda; abdest emrini sabit ve mukarrer kılmaktır. Çünkü abdest müstakil bir ibâdet olmayıp da namaza tâbi olunca, vahy zamanından müddetin uzamasıyle ve nakledenlerin de günden güne azalmasıyle, Ümmet-i Muhammed'in abdest işine önem vermeyip, şartlarına ve rükünlerine riâyette gevşeklik göstermeleri muhtemeldir. Mütevâtir nass [26] ile sabit olan onun gibi değildir. O, her zamanda ve her lisanda bakîdir. Yine onun hakkında vahyi metlüv vârid olunca aynı rahmet (bizzat rahmet) olan ulemânın ihtilâfı hâsıl olur. Bu meselenin bu şekilde açıklanması yalnız benim yaptığım bîr iştir.
1- Abdestte yüzü bir defa yıkamak farzdır. Çünkü âyette (Fağsilû) emri tekrara delâlet etmez.
Yüz, ekseriyetle saç biten yerler arasında kalan kısımdır. Bu, ekseriyetle (gâliben) kaydı, iki zülüfleri yüzün tarifinden çıkarır. İki zülüf, cephenin iki yanıdır ki saç onlardan sarkar. Şüphesiz bu iki zülfü abdestte yıkamak vâcib değildir, Çünkü saç biten yer (menbit-i şa'r) ile murâd, ekseriyetle saçın bittiği yerdir. İster saç bitsin, isterse bitmesin. Yâni yüz, ekseriya saçın bittiği yer ile çenenin en altı ve iki kulakların arasıdır. Bu söz ile uzunluk ve genişliğine göre yüzün tarifi tamam olmuş olur.
Musannifin, «abdestha farzı yüzü yıkamaktır.» sözünden sonra bu ta'rîf, sakalı olan abdest alıcı (mütevaddf) üzerine; sakal başının, bıyığın, kaş ve çene altına varıncaya kadar sakalın altlarını yıkamak vâcib [27] olmasını gerektirir. Halbuki bunların altlarının yıkanmasının vâcib olmamasıyle Fıkıh Kitapları doludur. Bu sebeble, mu-
sannif bunun defini murâd edip (vel izâr) (yâni sakal başı...) demiştir. Sakalın izan, sakalın iki yanlarıdır. Bunlar binek hayvanının iki izârından istiare [28] olundular. Bu ikisi, binek hayvanının iki yanları üzerinde olan (gemden) bir şeydir.
Izar, onun ötesinde kalan yerin hükmünü düşürmez. îzârm arkasında kalan yer, izâr (sakal başı) ile iki kulakların arasında olan beyazdır ki buna ânz adı verilir. Sakal başının arkasında kalan yerin hükmü, yıkanmasının vâcib olmasıdır. Çünkü sakal başı (izâr) o hükmü düşürmez. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.
Bilâkis izâr, altında olan şeyin hükmünü (ki o yıkamanın vucûbudur) ieâra nakleder. Böylece izârm yıkanması vâcib olur. Nitekim bıyık ile kaş da altlarında olanın hükmünü kendilerine nakl ederler ve bıyık ile kaşı yıkamak vâcib olur. Fakat altlarına suyun ulaştırılması vâcib olmaz.
Sakal da, altında olan şeyin hükmünü, derinin yüzünde, ona bitişen kısma nakleder. Bu, İmâm A'zam' (Rh.A.) dan gelen rivayetlerin en zahiridir [29]. Muhît ve Bedâyi' sahipleri de bunu seçtiler. Mi'râc'-üd-Dirâye'de de, esah (en sıhhatli) kavi budur, denmiştir. Fetâvâyı Za-hiriyyede, «Bununla fetva verilmiştir» denmiştir.
Veya sakal, altında olanın hükmünü -ki o yıkamanın vucûbudur-deri yüzüne bitişen sakala nakletmez. Bilâkis deriye mülâki olanın mes-hine tebdil eder. Kâdîhân (Rh.A.) demiştir ki: Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den gelen iki rivayetin en meşhurunda, deriyi örten şeyin meshi farz-dır. Bu, muhtar olan (tercih edilen) esah kavidir.
Veya sakal, altında olanın hükmünü deriye bitişenin (mülâkinin) dörtte birini meshe tebdil eder. Bu, Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den İmam Hasan' (Rh.A.) in rivayetidir.
«Muhît»' te, yüzün ta'rifinden sonra, eğer abdest alan tüysüz (em-red) ise, yüzün hepsini yıkar, eğer abdest alan sakallı ise, sakalın altında olanı yıkaması vâcib olmaz, denmiştir. İmâm Şafiî (Rh.A.), eğer hafif sakallı ise vâcib olur, demiştir.
Bıyık ve kaşın altlarına suyu ulaştırmak vâcib değildir. İmâm Şafiî (Rh.A.), vâcib olur, demiştir. Sahîh olan bizim sözümüzdür. Çünkü farz olan yer, engel ile örtülmüş ve gizlenmiştir. Ona karşıdan bakanın altını göremiyeceği bir hal almıştır. Binâenaleyh ondan farz düşer ve başın derisi gibi onu perdeliy^ne tehavvül eder.
Bundan sonra, «El-Muhît» te denmiştir ki: Sakal başı (izâr) ile kulak arasında olan beyazın, İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed'-(Rh.A.) e göre, yıkanması vâcibdir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, vâcib değildir. Sakal başının yeri böyle değildir. Çünkü o, üzerinde biten kıl ile örtülüdür. Böyle olunca izârın yerine kâim olur.
2- Yine abdestin farzı, iki elleri teker teker yıkamaktır. El-Kâfî ve başkasında zikredildiği üzere, iki elleri yıkamanın keyfiyeti, sol eliyle çanağı alıp sağ eli üzerine üç kere dökmektir. Ondan sonra çanağı sağ eli ile alıp yine böyle sol eline dökmektir.
Eğer çanak büyük olup ve büyük ile beraber küçük çanak da olursa, iki eli yıkama keyfiyeti yine yazıldığı şekildedir. Eğer çanak büyük olup küçük çanak bulunmazsa, sol elinin parmaklarını yumarak çanağa sokup sağ elinin avucu üzerine dökmektir ve parmakları birbirleriyle, temizleninceye kadar ovmaktır. Ondan sonra sağ elini çanağa sokup sol eli yıkamaktır.
Bunun şekli, Tâc'uş-Şerîa şerhinde zikredilen şu sözlerdir: Şüphesiz iki elin veya iki ayağın birinden diğerine yaşlığın nakli abdestte caiz değildir. Fakat gusülde ise caizdir. Çünkü abdestin azası hakîkaten ve örfen muhtelifdir. Hakîkaten muhtelif olması açıktır, açıklamaya ihtiyâç yoktur. Örfen muhtelif olması ise şudur: Çünkü abdest uzuvları bir defada yıkanmaz ve bir hitâb altında dâhil olduğuna bakılınca hükmen bir tek uzuvdur. Böyle olunca ihtilâf-ı haTcikî, ittihâd-ı hükmî ile beraber çatışmış, örfle hakiki ihtilâf tercih edilmiş olur. Gusl bunun gibi değildir. Çünkü onda bütün uzuvlar hükmen ve örfen [30] müttehiddir. Şu halde örfle olan ittihâd-ı hükmî tercih edilmiştir. Bununla şu sözün fesadı meydana çıkar ki, iki avucun her biri üzerine kuvvetle suyu dökmeye hacet yoktur. Çünkü iki avucun yıkanması sağ elin avucu üzerine dökülen su ile mümkündür. Nitekim âdet budur. Zira onda avamın âdetini şeriatın örfüne tercih vardır. Artık, sen gerisini düşün!
YSne abdestin farzı, iki kolu dirsekleriyle beraber bir kere yıkamaktır. Çünkü (Fağsîlû) yâni «yıkayınız» emri
tekrara delâlet etmez. Dirsek (mirfâk) : Pazu ile kolun kemiklerinin kavuştuğu yerdir.
3- Yine abdestin farzı, iki ayaklan topuklanyle beraber yıkamaktır. [31]
Topuk (kâ'b) : Ayağın iki tarafından incik kemiğine [32] bitişen yüksek kemiktir. İmâm Hişâm' (Rh.A.) m tmâm Muhammed' (Rh.A.) den rivayet ettiği: «Kâ'b na'lin üzerine bağlanan na'lin tasması yanında ayağın ortasında olan mafsal kemiğidir» değildir. Çünkü o mafsal, kolda olan dirsek gibi, her bir ayakta bir kemiktir. Halbuki âyet-i kerîmede (kâ'b) tesniye (iki olarak) zikredilmiştir. Şu halde, burada murâd'm, bizim zikrettiğimiz olduğu belli olmuştur. Eğer böyle olmasa tesniyeye meyletmekde fayda görülmezdi. Eğer âyet-i kerîmede, cem'in cemi' ile mukabelesi, efrâd-ı cem'den her biri üzerine bir kolun ve bir ayağın yıkanmasının vâcib olmasını gerektirir denirse, cevâbında biz deriz ki: Nass-ı kerîmin delaletiyle diğerlerinin yıkanmasının sabit olması caizdir. Veya diğerlerinin yıkanması, tevatür ile nakledilen Resûlüllah' (S.A.V.) m fiili ile caiz olur, icmâ' ile olmaz. Çünkü fiil Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) in zamanında sabittir. İcmâ' [33] ise Re-sûl-i Ekrem' (S.A.V.) in. zamanından sonradır.
Eğer denilirse ki: Cer (esre) ile (Ercüliküm) okunması nasb (üstün) ile okunması gibi, mütevâtirdir. İki kıraatin arasını bulmanın iktizâsı, ya yıkamak ile mesh'in arasında muhayyer kılmaktır. Nitekim bazısı bunu kabul etmiştir. Veya nasbla okunmasını, ayağın çıplak olan hâline ve cer (esre) ile okunmasını mestli olan hâline hami etmektir. Nitekim bazısı bunu kabul etmiştir. Cevâbında biz deriz ki; cer ile okumanın zahiri bil' icmâ terk edilmiştir. Çünkü meshi kabul eden, onu kâ'beyne mugayyâ kılmadı. [34] (nihayetle sınırlandırmadı) Şüphesiz meşhur hadîsler [35], yıkamanın vucûbuna ve terketmenin de azaba sebeb olacağına delâlet etmiştir. Şu halde yıkamak, fukahânın çoğunun kabul ettikleri gibi daha uygun olduğu abdestle maksûd olan temizliğin elde edilmesine de daha uygun olmuştur. Yıkamakda bulunan fayda sebebiyle de ihtiyata, meshden daha yakın olmuştur. Şu halde meshden yıkamaya dönmek aletta'yin lâzımdır. İmdi cer ile okumak, cerr-i bi'1-civâr (yâni yakınlık sebebiyle cer) [36] olmuştur. Nitekim [37] âyet-i kerîmesinde ve şâirin (Cuhru dabbin haribin veya haribün) ve «zurahmin mahremin» sözünde olduğu gibi. Bu cerr-i civâ-rînin Kur'ân-ı Kerîm'de ve şâirlerin şiirinde benzeri çoktur. Ma'nâ itibariyle bu kelime yıkanan uzuv üzerine atfedilmiştir.
Cerr şeklinin faydası; Uygun olanın suyu iki ayakların üzerine dökmeyi kasd edip meshe benzer hafîf yıkamak ile yıkama olduğuna dâir bir uyarmadır. Cerr-i civârî iltibas 41e beraber gelmez, burada işe mültebistir, dendiğinde biz deriz ki, gayenin (ilel Kâ'beyni) sözüyle getirilmesi iltibası (karışmayı) kaldırır. Nitekim biz böylece zikrettik. Bu hususun böyle bilinmesi gerekir.
Abdest uzuvlarında hâsıl olan kir, sinek veya pireden çıkan şey, kına bitkisinin rengi - (kınanın maddesi ise çamur gibi olduğu için mânı olur.) - gerek abdest olsun, gerek gusl olsun, temizliğe manî olmazlar. Nitekim dişlerin aralığında kalan yemek de manî olmaz. Çünkü bunlar suyun girmesini engellemezler.
Suyun girmesini engellemek ve engellememekdeki ihtilâfa binâen, hamur ve çamur gibi olan şeylerde ihtilâf edilmiştir.
Yüzük halkasının altındaki yere suyun ulaşması için, sıkı olan yüzük, parmaklardan çıkarılır veya hareket ettirilir.
4 - Yine ab d estin farzı, yeni su veya bir uzvun yıkanmasından arta kalan su ile, - tmâm A'zam' (Rh.A.) dan Tahâvî (Rh.A.) ve Kerhî' (Rh.A.) nin rivayetinde - başın dörtte birini bir kere mesh etmektir.
Veya İmâm A'zam' (Rh.A.) dan Hişâm' (Rh.A.) m rivayetinde, el parmaklarının üçü miktarı mesh etmektir. [38]
Uzvun meshinden arta kalan su ile mesh caiz değildir. Ancak uzvun meshinden arta kalan su, elden damla damla dökülürse, mesh caiz olur. O damlayan su bir uzuvdan alınmış ise, o uzuv gerek mes-hedilmiş olsun ve gerek yıkanmış olsun, onunla mesh caiz değildir.
Başı tıraş etmekle mesh iade edilmez. Nitekim abdestten sonra kaşı tıraş etmekle ve bıyığı kırkmakla ve tırnak kesmekle de tekrar yıkamak gerekmediği gibi. [39]
.
Abdestin sünneti; nevîlerinin farklılığı ile beraber yapılması hâlinde mükâfatlandırılan ve terki hâlinde kınanılan şeydir. Müstehâb ise, yapılması hâlinde mükâfatlandırılıp terki hâlinde kınanılmayan şeydir.
1- Niyetle başlamaktır. Yâni abdeste kalb ile kasd (niyyet) etmektir. Veya abdestin başlangıcında, hadesin giderilmesine ve emre sarılmasına kasd etmektir.
2- Abdestten önce Besmele çekmektir. Yani: (Bismillâhilazim velhamdülillâhi ala dînil İslâmi) demektir. Her ne kadar Hidâye'de, esah olan kavi Besmelenin müstehâb olmasıdır, denmiş ise de, bu Besmelenin, sünnet olması tercih edilmiştir. [40] Çünkü sünnet olması, Kudûrî'nin, Tahâvî'nin ve Kâfî sahibinin tercihleridir. İhtiyaten, istincâdan yâni pislikden temizlenmeden önce ve ondan sonra niyetle ve Besmele ile başlamaktır. Çünkü bazı Meşâyihe göre, Besmele çekmek istincâdan sonradır. İmdi en ihtiyatlı olan, ikisini birden yapmaktır. Fakat avretin açılması hâlinde değil.
3- Abdest alan kimsenin, gerek uykudan uyanmış olsun, gerekse olmasın, iki elleri bileklere kadar yıkamakla başlamasıdır. Bu iki eli yıkamak, iki dirsekler ile beraber olursa farz yerine gelmiş olup iadesi lâzım gelmez.
4- Mis vâki anmaktır. Sivâk, misvâklanılan ağaç mânâsına gelir. Masdar mânâsına'da gelir. Burada murâd, masdar mânâsıdır. Sivâ-km isti'mâlini (kullanılmasını) takdire hacet yoktur.
Misvak sağ elle kullanılır. Çünkü tevarüs yoluyla bize nakledilen, sağ elle kullanmaktır. Abdest alan, misvakı dilediği gibi yâni, ya üst, ya alt dişlerinden^ ya sağ tarafından veya sol tarafından başlayıp boyuna veya enine, veya hem boyuna hem enine dilediği gibi kullanır. Misvak bulunmadığı vakitte, parmaklarla oğar. Bunun hükmü misvâkda geçen hüküm gibidir.
5 - Ağzı yıkamaktır. Yâni suyu ağzının tamamına ulaştırmaktır.
6- Burnu yıkamaktır. Yâni suyu burnun yumuşak yerine ulaştırmaktır. Kullanılmamış sular ile yıkamaktır. Şafiî (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.
7- Ağzı ve burnu yıkamada mübalağa etmektir. Ağzı yıkamakta mübalağa, suyu boğazın başlangıcına kadar ulaştırmaktır. Burnu yıkamakta mübalağa ise, burnun yumuşak yerine suyun geçmesidir. Hulâsa'da böyle zikredilmiştir.
Ancak, eğer abdest alan oruçlu olursa, orucu bozulmak ihtimâli olduğu için mübalağa yapmaz.
8- Sakalı hilâllamakdır. Bu sakalı hilâllama (tahlil), sakal ile beraber yüzü üç kere yıkadıktan sonra, elin parmaklarını sakalın altından üstüne doğru sokmaktır.
9- Parmaklan hilâllamakdır. Yâni iki elinin ve iki ayağının parmaklarını üçer kere yıkadıktan sonra hilâllamakdır. İki ellerde hi-lâllamanın keyfiyeti, ikisinin parmaklannı birbirine kenetlemektir. İki ayakta hilâllamanın (tahlilin) keyfiyeti; sol elinin küçük parmağı ile sağ ayağının altından ve küçük parmağından başlayıp sıra ile sol ayağının küçük parmağında hilâllemeyi bitirmektir.
10- Abdest uzuvlarını üçer defa yıkamaktır.
11- Başının hepsini bir kere mesh etmektir. Bunun yapılışı şöyledir : İki elinin ayalarını ve parmaklarım başın önü üzerine koyup, başın tamamını kaplayacak şekilde kafasına (ense) varıncaya kadar çekmektir. Sonra iki kulakları, kullanılmamış su ile mesh etmektir. Çünkü başı bir tek su ile kaplamak, ancak bu yol ile olur.
Fukahâdan bazısının; isti'malden kaçınarak iki avuç içini boş bırakır, demesi fayda sağlamaz. Çünkü ellerin ayalarını koymak ve çekmek lâzımdır. Eğer su, ilk koyuş ile müsta'mel (yâni kullanılmış) olursa, ikinci koyuş ile de müsta'mel olur. Geeiktirilnıesi fayda vermez. Nitekim Zeylaî (Rh.A.) de böyle demiştir.
Ben derim ki: Fukahâ, suyun uzuvda kaldığı müddetçe müsta'mel olmadığında da ittifak etmişlerdir.
12- İki kulakların iç taraflarım baştan artan su ile şehâdet parmaklan dışarılarını da baş parmaklan ile mesh etmektir.
13- Abdest âyetinde belirtilen tertibe riâyet etmektir.
14- Vilâ da abdestin sünnetidir. Vilâ : Vâv'ın kesriyle uzuvları birbiri ardınca yıkamak demektir. Öyleki: Mutedil bir havada, ilk yıkanan uzuv, abdest tamamlanmadan önce kurumamalıdır. [41]
.
..........
1- Sağ tarafdan başlamaktır.
2- Boynunu mesh etmek, hulkûmu ise mesh etmemektir. Hul-kûm çene altında olan çıkıntıdır (gırtlaktır). Çünkü hulkûmun meshi bid'attır. [43] Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir. [44]
.Musannif, abdestin edeblerinden bazıları demiştir. Çünkü abdestin, mufassal kitaplarda zikredilmiş daha nice edebleri vardır.
Abdestin edebleri şunlardır:
1- Abdest alırken kıbleye yönelmek.
2- Abdest uzuvlarım oğmak.
3 - Küçük parmağını kulaklarının deliklerine sokmak.
4- Özürlü olmayan kimsenin, abdesti vakitten önce almasıdır.
Çünkü özürlünün vakitten önce aldığı abdest, İmâm Züfer' (Rh.A.) e göre, vaktin girmesiyle bozulur. Şu halde, özürlü için evlâ olan, bundan kaçınmaktır.
5- Abdest alan kimsenin, parmağındaki geniş yüzüğü hareket ettirmesidir.
6- Başkasından, abdest için yardım istememektir. [45]
7- Abdest alırken dünya'kelâmı konuşmamaktır. [46]
8- Kullanılmış sudan sakınmak için, abdest alırken yüksek bir yerde oturmaktır.
9- Kalbindeki niyetle dilindeki niyeti bir arada yapmaktır.
10- er bir uzvun yıkanması sırasında
(Bismillâhilazim velhamdülillâhi alâ dînil İslâm) demektir. Nitekim daha önce geçmişti.
11- Her uzvun yıkanması sırasında şu me'sûr (selefden nakledilen makbul) duaları okumaktır: Mazmaza sırasında : [47]
«Allahümme eınnî.alâ tilâvetil Kur'âni ve zikrikc ve şükrike ve hüsn-i ıbâdetike.»
İstinşâk sırasında : [48]
«Allahümme erihnî râyihate'lcenneti ve'r-züknî mih neîmihâ.» Yüzü yıkama sırasında:
«Allahümme İbeyyu vechî binûrike yevme tebyezzu vücûhün ve tes-veddü vücûh.»
Sağ eli (kolu ) yıkarken :
«Allahümme a'tınî kitabî biyemin! ve hâsibnî hısâbcn yesîra.» Sol eli (kolu) yıkarken :
«Allâhümme lâ tu'tınî kitabî bişimâlî velâ min verâi zahri.» Başı mesh ederken :
«Allâhümme ezıllenî tahte zilli arşike yevme lâ zille illâ zıllük.» İki kulağı mesh ederken :
«AUâhümmec'alnî * minellezîne yestemiûnel kavle feyettebiûne ah-seneh.»
Boynu mesh ederken :
«Allâhümme a'tik unukî (yahut rakabetî) mine'n-nâri.» İki ayakları yıkamada:
«Allâhümme sebbit kademeyye ale's-sirâtı yevme tezillu fîhi'I-ak-dâm.»
Abdestten sonra Nebi aleyhissalâtu ve's-selâm için salevât duasını okumaktır.
Şu duayı da okumalıdır:
«Allâhümme'c-alnî mine'ttevvâbîne vec'alnî minel mütetahhlrîn.»
12- Abdestten sonra, abdest suyundan arta kalan sudan kıbleye yönelerek bir miktar içmektir.
Vâv'm fethıyle ( v e d.û ') abdest alman suya derler. Fukahâ, «Ayakta su içmek caiz değildir. Ancak abdestten sonra fazla kalan su ve zemzem suyu için caizdir» demişlerdir. [49]
.
.1- Abdestli olan kimseden pislik (neces) çıkması abdesti bozar.
Cîm'in fethiyle (neces), ayn-ı necasettir. Cîm'in kesriyle (n e -c i s) ise, pâk olmayan şeye denir.
2- Pisliğin, abdestte veya guslde kendisine temizleme hükmü Iâ-hık (dahil) olan yere çıkmasıdır. Pislik çıkması sözü, iki yoldan (yâni önden ve arkadan) ve bu ikisinden başka yerden pisliğin çıkmasını kapsar. Nitekim Muhît'de; çıknıafnın haddi, içeriden dışarıya intikâldir, denmiştir. Bu intikâl ise, pisliğin yerinden akmasıyle bilinir. Bu durumda çıkmak, akıntı yerine kullanılmıştır. Eğer pislik, iki yolun (sebîley-nin) başı üzerinde görünürse, hüküm bunun tersinedir. Çünkü o, her ne kadar akmasa da, abdesti bozar. Çünkü iki yolun başı, pisliğin yeri değildir. Pislik (necaset); ancak yerinden iki yolun başına intikâl ile bulunur. İntikâl, görünme ile bilinir. Bu durumda, görünme çıkma yerine geçer.
Akmanın haddi, yükselip yaranın başından aşağı inmesidir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) böyle açıklamıştır. Çünkü kan yaranın başından aşağı kaymadıkca yerinden intikâl etmiş olmaz. Zira, yaranın yukarısından kana müvâzî olan şey onun yeridir. Bundan, iki yoldan başkasından çıkmanın, akmanın aynı olduğu malum olur ve Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.) nın «İlâ mâ yutahharu» sözü sale'ye değil harace'ye taalluk etmesi icâbeder.» sözünün zayıf olduğu meydana çıkar. Çünkü ab-destli kimse kan aldırsa ye çok kan çıkıp yaranın başına bulaşmadan aksa, bize göre, abdest şüphesiz bozulur. Bununla beraber kan, temizlemenin hükmü İâhik olan yere akmamıştır. Bilâkis temizlemenin hükmü lâhık olan yere çıkıp ondan sonra akmıştır. Çünkü kanın temizleme hükmü lâhık olan yere akması bu şekilde mevcut olur. Her ne kadar o yere akmak bulunmadı ise de. Artık gerisini sen düşün!
Yine Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın; «İbareyi hasene (yâni güzel ibare) şöyle demekle olur : İki yoldan veya iki yoldan başkasından çıkan pislik, temizleme hükmü lâhık olan yere varmaktır, eğer pis ise akar»
sözünün zayıflığı açıktır. Çünkü bu sözün temeli, dışarı çıkmanın, akmaya aykırı olmasıdır. Bu durumda onun fesadı belli olmuştur. Çünkü «dışarı çıktı» sözünden sonra, «aktı» sözü fazla ve gereksiz olur. Şu halde, ibareyi hasene Yüce Allah' (C.C.) in yardımı ile bizim seçtiği-mizdir.
«Pisliğin çıkması» sözü, şundan ayırdetmedir: Şayet abdestliye bir iğne batsa ve kan yaranın başı üzerine yükselip fakat akmasa, ab-desti bozmaz. Çünkü o, dökülüp akıtılmamış olduğu için pis değildir. Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın (İlâ mâ yutahharu) sözü şu hususlardan korunmak içindir.
a - Sidik zekerin kamışına, ulaşsa da meydana çıkmasa abdesti bozmaz.
b- Yine ,abdestlinin gözünde kabarcık, yâni çıban olsa ve kanı gözünün diğer tarafına ulaşsa abdesti bozmaz. Yine kan burnun yumuşağından yukarısına aksa, abdesti bozmaz. Ama burunun yumuşak yerine aksa abdesti bozuctfdur. Çünkü istinşâk (burna su çekmek) cenabette farzdır.
3- Yelin veya kurdun veya küçük taşın arkadan çıkması abdesti bozar. Musannifin yeli zikretmesinin sebebi şudur: Çünkü yel arkadan çıkar, halbuki pis değildir. Bununla beraber o, pisliğe komşu olmakla abdesti bozucudur. Kurdu ve küçük taşı zikretmesinin sebebi şudur ; Çünkü onlar ile beraber olan pislik, her ne kadar az ise de, ön ve arka yolda (sebîleynde) hadestir.
4 - Yelin önden ve zekerden çıkanı abdesti bozmaz. Çünkü o pisliğin yerinden çıkîmaz.
5- Yaradan çıkan kurd abdesti bozmaz. Çünkü yaradan çıkan kurdun üzerinde olan pislik az bir şeydir. Bu ise, ön ve arka yollardan başkasında hades değildir.
6 - Yaradan düşen et parçası da abdesti bozmaz.
7- Ağız dolusu safra kusmak abdesti bozucudur. Ağız dolmak, güçlükle tutmaktır. Hattâ, eğer güçlükle tutmasa çıkıverirdi. Bir kavide, «Ağızın dolması, konuşmaktan menetmesidir» denmiştir.
8 - Ağız dolusu aiâk kusmak da abdesti bozar. Alâk, lügat yönünden, donmuş kana derler. Fakat burada murâd, sevdadır. [51] Bundan dolayı, onda ağızın dolmasına itibâr edilmiştir.
9- Ağız dolusu, yemek veya su kusmak da abdesti bozar.
Musannifin buna itibâr etmesi; Hidâye'de söylenen şu sözden dolayıdır. Orada : şüphesiz hurûc yâni iki yoldan başkasından pisliğin çıkması temizleme hükmü lâhık olan yere akmakla tahakkuk eder. Kusmakda ise ağzın dolmasıyla gerçekleşir, deyip ondan sonra : Ağzın dolması, zabtı ancak güçlükle olur bir halde olmasıdır. Çünkü zahiren çıkmış olur. O hâlde çıkmış sayılmıştır, denmiştir,
Hidâye'nin; «Çünkü o, zahiren çıkar, o halde, çıkmış sayılır.» sözüne itiraz edilmiştir. Şu bakımdan ki; gâlib olan zahiri tahakkuk etmiş gibi kılmak ancak zaptedilmeyen şeyde olur. Seferin güçlük yerine geçmesi gibi. Veya üzerine ıttıla hâsıl olmayan şeyde olur. Erkeğin uzvunu kadının uzvu içine girdirmesinin inzal (boşalma) yerine geçmesi gibi. Fakat zahir hulunan munzabıtta, gâlib olan zahir tahakkuk etmiş gibi kılınmaz. Nitekim bizim bahsimizde olduğu gibi. Çünkü kusmuğun ağızdan çıkmasını görmek güç olmaz. Şu halde ağız dolusunu, dışarı çıkmak (hurûc) yerine nasıl koyar? Bilhassa, kusma ağız dolusu olup ondan sonra güçlükle dışarı çıkmaktan menedilmesi suretinde çıkmaması katidir. Ona nasıl bozar hükmü verilir? Kusmuk ağız dolusundan az, fakat ağızdan çıkarsa, çıkmak yüzde yüz malumdur. Bozulmadığını söylemek illeti nakzdır.
Ben derim ki: Bunun esâsı (Liennehû) nun zamirini kusma (kay') lafzına râci kılmasıdır. Halbuki öyle değildir. Bilâkis zamir, pisliğe (necese) râcidir. (Liennehû); (Ve bi mil'H femî fil kay' i) sözü için delildir. İmdi mânâ şudur : Pisliğin çıkması kusmada ağız dolusu ile tahakkuk eder. Çünkü bu takdirde neces (pislik) zahiren çıkar. Zira bu kusma ancak midenin dibindendir. Bu durumda zahir olan şudur: Kusmak pisliğe uğramıştır, (onunla birlikde bulunmuştur.) Az kusmak ise bunun hilafıdır. Çünkü o, midenin' yukarısındandır. Şu halde necese (pisliğe) uğramamıştır. Bu hususun böylece bilinmesi gerekir. Zira Hidâye sarihleri bu hususun halline girişmemişlerdir. Halbuki bu hususun halli gerekir.
10- Zikredilen şeylerin, kusmada ağız dolusu olması, abdesti bozucu olduğu gibi, kan (dem) kusmak da abdesti bozucudur. Lâkin onun, sıvı olduğu için pisliği meydanda olduğundan, ağız dolusu olması şartı yoktur. İrin kusmak da abdesti bozucudur.
Her ne kadar, kan ve irin tükürük ile karışık olsalar da, abdesti bozucudurlar. Fakat kan ve irin tükürüğe gâlib olurlarsa veya eşit olurlarsa abdesti bozarlar. Eğer tükürük onlara gâlib olursa abdesti bozmazlar.
11- Balgam kusmak, abdesti mutlak surette bozmaz. Yâni o balgam, gerek başdan-insin ve gerek mideden çıksın, gerek ağız dolusu olsun ve gerekse olmasın abdesti bozmaz. Çünkü kayganlığı olduğu için pislik onun içine giremez. Ancak İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a gÖ-re, karından çıkıp ağız dolusu olan balgam, pisliğe yakınlığı sebebiyle, pislendiği için abdesti bozar. [52]
Eğer balgam, yesmekle karışık olursa, galibe itibar edilir ve kusmak ağız dolusu olursa abdesti bozar. Eğer balgam yemeğe gâlib (daha çok) olursa bozmaz. Ancak, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, ağız dolusu olursa bozar.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, ayrı yerlerde olan kusmalar birbirine eklenir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre ise, kusmanın ayrı ayrı olan sebebi toplanır. Yâni abdestli kimse, toplandığı takdirde ağız dolusu olacak şekilde ayrı ayrı kussa, abdesti bozulur.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.),1 yerin (meclisin) birliğine itibâr eder. Bu durumda eğer kusma, bir yerde ağız dolusu hâsıl olursa, her ne kadar gaseyan (bulantı, kusma sebebi) çeşitli olsa da, ona göre, abdesti bozar. İmâm Muhammed (Rh.A.), sebebin bir olmasına itibâr eder. O da gaseyandır. Eğer ağız dolusu hâsıl olursa, her ne kadar ayrı ayrı olsa da, ona göre abdesti bozar.
12- Kusmuk ve kusmuğun benzerinden hades [53] olmayan şey pislik değildir. O hades olmayan şey, ya kusmuktur, nitekim bilirsin ki, kusmuğun azı midenin yukarısından çıkar ve midenin yukarısı necaset yeri değildir, veya o p.is olmayan şey kandır. Kanın azı mes-fûh (akıtılmış) olmamakla âyet-i kerîme ile haram kılınmamıştır. Şu halde pis de olmaz. Amma, mesfûh olmayan kanın insanda haram olması, etinin haram olmasına binâendir. Öyleyse pis olmasını gerektir-, mez. Çünkü bu haram olma, insanın kerameti (kıymeti) içindir. Yoksa pis (necîs) [54] olduğu için değildir. Öyleyse, insanda mesfûh olan kan, haram kılınmış olmasıyle beraber, aslen temizdir.
13- Abdestlinin şuur gücünü yokeden uyku da zikredilenler gibi, abdesti bozar. Bu uyku, oturağı yerden ayrılmış şekilde uyumaktır. Bu da yanı üstüne yatıp uyumak yâni iki yanının birini yer üzerine koyarak uyumak veya iki oturağı (kaba eti)nm birisi üzere uyumak, veya kafası üzere yattığı halde uyumak, veya yüzü üzere kapanıp uyumaktır.
Şüphesiz şuur gücü yok olduğu zaman âdeten, uyuyan kimse kendisinden çıkan bir şeyin farkına varmaz. Âdet ile sabit olan şey ise, teyakkun (kesin bilgi) gibidir.
Ayakta veya oturma hâlinde ya da rükû veya secde hâlinde karnını iki uyluğundan kaldırıp, pazularım iki yanlarından uzaklaştırıp uyuşa, bu şekillerde olan uyku, eğer şuur gücü gitmezse, mutlaka abdesti bozmaz. İmâm Şafiî (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.
Velev ki bir kimse namazda kasden uyumuş olsun. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) bunu benimsememiştir.
Uyuyan abdestli kimsenin dayandığı şey alınınca düşerse, onun uykusunda ihtilâf edilmiştir. Hidâfe sahibi, abdesti bozan şeyleri sayarken : «Abdestli kimse bir şeye dayanarak uyur da, o şey alınınca düşerse, o uyku onun abdestini bozar.» demiştir.
Hidâye sarihleri; «Bu mesele İmâm Tahâvî' (Rh.A.) nin ihtiyar eylediği şeylerdendir, Mebsût'un rivayetinin aslından değildir,» demişlerdir.
Muhît'de «Eğer o şeye dayanıp uyuyan kimsenin oturağı yer üzerine yerleşmiş değil ise, hades vâki olur. Eğer yer üzerine yerleşmiş ise, hades vâki olmaz. Esah olan söz budur» denmiştir.
Yine Muhît'de «Eğer abdestli olan, ayakta olduğu halde veya oturduğu halde uyurken düşse, eğer düşmezden veya düşerken veya düştüğü anda uyanırsa abdesti bozulmaz. Uyurken düşüp karar kıldıktan sonra uyanırsa, abdesti bozulur. Eğer abdestli, bir çıplak hayvan üzerinde uyuyorsa, eğer hayvan yokuş yukan ve düz yerde giderken uyumuş ise hades vâki olmaz. Yokuş aşağı yerde giderken uyumuş ise hadesdir,» denmiştir, ,
14- Bayılmak.ve yürümede sallantı meydana getiren sarhoşluk abdesti bozar.
15- Delirmek de abdesti bozar.
Bayılmak ve sarhoşluğun abdesti bozucu olmalarına sebeb, bunlar ile şuur gücünün yok olmasıdır. Delirmenin abdesti bozmasının sebebi, başkasından hadesi ayırdedejnediğinden dolayıdır.
16- Baliğ olup namaz için aldığı abdest (mübaşereti vudû') ile uyanık olarak kâmil bir namaz kılan kimsenin kahkahası abdesti bozar.
Kahkaha : Sahibinin ve yanında bulunan kimsenin işittiğidir.
Dıhk (gülmek) ise : Ancak kendisinin işittiğidir. Bu, abdesti bozmaz, ancak namazı bozar.
Tebessüm (gülümsemek) ikisini de bozmaz.
Namaz için aldığı abdest (mübâşeret-i vudû') demek, gusül (boy abdesti) sırasında alman abdeatten ayırdetmek içindir. Çünkü bu abdest, kahkaha ile bozulmaz. Kâmil namaz ile murâd, rükû ve sücûd" sahibi olan namazdır. Çünkü bu konuda vârid olan nass, Resûlüllah' (S.A.V.) in şu sözüdür: . '
«Haberiniz olsun ki, sizden biriniz kahkaha ile gülerse, abdesti ve namazı iade etsin.» [55] Bu, mutlak olarak namaz hakkında vârid olmuştur. Şu halde onun üzerine hasrolunmuştur.
Kahkahadan başkası, yâni gülmek ve tebessüm abdesti bozmaz. Sabî'nin, uyuyanın, gusletmiş olanın kahkahası ve namazın dışındaki kahkaha abdesti bozmaz. Cenaze Namazında ve tilâvet secdesinde kahkaha ile gülmek, her ne kadar Cenaze Namazı ile tilâvet secdesini if-sâd ederse de abdesti bozmaz.
Kâmil najmazda olan kahkaha, her ne kadar teşehhüdden sonra ve selâmdan Önce olsa da abdesti bozar. Çünkü bu takdirde kahkaha, namaz içinde olmuş olur. Ancak, eğer musallî kahkahayı kasden yapmış olursa bozmaz, Zira bu surette kahkaha, kendi sun'iyle (fiiliyle) namazdan çıkış olur. Nasıl olursa olsun, şüphesiz namaz kendi sun'u ile çıkmakla [56] tamâm olur. Bunun açıklaması yakında gelecektir.
Şayet İmâm namazdan ka&den kahkaha ile çıksa, İmâjma uyan kimsenin kahkahası abdestini bozmaz. Çünkü imâmın kendi sun'iyle çıkması, imâma uyan kimse için de kendi sun'iyle çıkmak sayılır. Yok, eğer o imâma uyan kimse mesbûk (sonradan uyan) olursa, onun kahkahası abdestini bozar. Çünkü bu takdirde onun kahkahası kendi namazı esnasında olur.
17- Mübâşeret-i fahişe de abdesti bozar. Mübâşeret-i fahişe : Erkek ile kadın çıplak oldukları halde, erkeğin zekeri kabarıp kadının tercine dokunmasıdır. Bu takdirde, erkeğin ve kadının ikisinin de abdest-leri bozulur.
Erkeğin, kendi zekerine ve kadına dokunması abdesti bozmaz. Çünkü zekere dokunmak (mess) ve kadına dokunmak, bize göre, abdesti bozucu değildir. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, abdesti bozucudur.
18 - Abdestlinin bedeninde bir kabarcık deşilip su veya suya benzer san su veya kan aksa, onun abdesti bozulur.
Eğer su akmayıp yaranın başına yükselse de o yükselen su gideril-se -öylekî, şayet o su giderilmeyîp bırakılsa akacaktır- o kimsenin abdesti bozulmuş olur. Eğer terk olunduğu zaman akmazsa, bozulmuş olmaz,
19- Abdestlinin kulağından irin çıksa, eğer ağrı ile çıktıysa onun abdesti bozulur. Çünkü yaradan çıkmıştır. Eğer ağrısız çıktıysa bozulmaz.
20- Abdestlinin gözünde ağrı veya zayıflık olsa, (Ameş : mîm'in fethiyle, çok vakit, gözün yaşı akmasıyle beraber görme zayıflığına derler — Eğer o gözden yaş çıkarsa abdesti bozar. O yaşın çıkması devamlı olursa, o kimse özür sahibi olur. Bunun açıklaması ileride gelecektir. Nitekim gözde garb (gözyaşı kanalı) denen bir damar vardırki gözü sulandırır ve asla kesilmez. [57]
.
|
Bugün 59 ziyaretçi (63 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|