|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İtikadi mezhepler ayrılık mı getirdi?
22 Haziran 2018 02:00
Dr. İbrahim Pazan
ibrahimpazan@gmail.com
Peygamber Efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” 20 Nisan 571 tarihinde Mekke-i Mükerreme’de dünyaya geldi. Kırk yaşına gelince, Mekke’nin kuzeyindeki Hira Dağı’nda bulunan mağarada Cebrail “aleyhisselâm” tarafından bütün insanlara ve cinlere peygamber olduğu bildirildi. Üç sene sonra aynı melek sürekli gelmeye başlayarak bütün Kur’ân-ı kerîmi yirmi senede indirdi. Cebrail, kendisine yirmi dört bin kere gelmişti. 8 Haziran 632’de Medine-i Münevvere’de vefat etti. Hicri sene hesabıyla 63, miladi sene hesabıyla 61 yaşında idi
Kendisine peygamber olduğunun bildirildiği 610 yılından vefatına kadar 22 sene boyunca İslam dinini insanlara bizzat tebliğ etti. Vefatından sonra dört halifesi ve onlardan sonra da Peygamber Efendimizin kurduğu İslam devletinin devamı olan Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ve Osmanlılar İslam’ın bayraktarlığını ve dünya Müslümanlarının hamiliğini yaptılar. Bu İslam devletleri zamanında yetişen binlerce İslam âlimi, yüz binlerce kitap yazarak İslam dininin bozulmadan devam etmesini temin ettiler.
İslam dininin gönderilmesi ile diğer bütün semavi kitaplar ve dinler yürürlükten kaldırıldı. Bu kitaplar zaten, daha önce insanlar tarafından tahrif edilmiş ve bozulmuş idi. Nitekim bugün aslı üzere Tevrat ve İncil yoktur. Olsa bile hükümleri yürürlükten kaldırılmış olduğundan geçerli değildir. Muhammed “aleyhisselam”ın gönderilmesi ile peygamberlik de son buldu. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Onun dine davetinden başka diğer davetler kabul olunmaz.
İsa “aleyhisselâm” otuz yaşında peygamber olmuştu. Kendisine sadece on iki havarisi iman etti. Dünyada az kalıp otuz üç yaşında, diri olarak göğe kaldırıldı. İncil ve Hristiyanlık tahrif edilerek kısa zamanda tanınmayacak hâle geldi.
EN BÜYÜK VE GERÇEK MÜFESSİR PEYGAMBERİMİZDİR
Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde 124 binden fazla Eshabı vardı. Cebrail “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîm âyetlerini yirmi sene boyunca peyderpey şu anda okuduğumuz harflerle ve kelimelerle kendisine okumuş, o da mübarek kulakları ile işiterek ezberlemiş ve her vahiyden sonra hemen ashabına okumuştur. Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsirini, hadis-i şerifleri ile Eshabına bildirmiştir. Din âlimlerimiz büyük gayretlerle bu hadis-i şerifleri toplayıp tefsir kitaplarını yazmışlardır. Kur’ân-ı kerîmin gerçek müfessiri Peygamber Efendimiz olduğundan, onun Kur’ân-ı kerîmden anladığının ve anlattığının dışındaki yorumlar geçersizdir.
Mezhep imamı demek, Peygamber Efendimizin Kur’ân-ı kerîmden çıkardığı manaları, bilgileri, Eshab-ı kiramdan ve onları gören ve dinleyen Tabiinden işiterek toplayan, kitaplara geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah’ın Kur’ân-ı kerîme verdiği manaları ve açıklamalarını anlamak isteyen, bir mezhep imamının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup bunlara uyan kimse, o mezhepten olur. Bu ise, Resûlullah’a ve Kur’ân-ı kerîme uymak demektir.
Ehl-i sünnet itikadındaki dört mezhebin imanları, Eshab-ı kiramın ortak olan imanıdır. İmanları arasında esasta hiçbir ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler ve birbirlerinin arkasında namaz kılarlar. İmam-ı A’zam Ebû Hanife ve İmam-ı Malik Tabiîndendir. İmam-ı Şafiî ile İmam-ı Ahmed bin Hanbel Tebe-i tabiindendir. Asr-ı saadete en yakın zamanlarda yaşamış bu büyük insanların yazdıkları kitapları beğenmeyip bozuk asırların bozuk adamlarının kitaplarına güvenenlere çok şaşılır. Sonraki asırlarda, hele 14 asır sonraki günümüz din adamlarının söz ve yazılarına itibar edip etmeme konusundaki ölçü, “kudemâ”nın yazdıkları ve söyledikleridir. Onlara uygunsa kabul edilir, uygun değilse çöpe atılır.
AMELDE VE İTİKATTA MEZHEP İMAMLARIMIZ EHL-İ SÜNNETTİR
Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resûlullah’tır. İman bilgilerini Eshab-ı kiram bu kaynaktan aldılar. Tabiîn de bilgilerini Eshab-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevatür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl bunları anlamaya yardımcı olur. Yani bunları anlamak, doğruluklarını ve kıymetlerini kavramak için akıl lazımdır.
Hadis âlimlerinin hepsi Ehl-i sünnet itikadında idiler. Amelde dört mezhebimizin imamları da bu mezhepte idi. İtikatta mezhebimizin iki imamı olan İmam-ı Mâtürîdî ve Eş’arî de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Her iki imam da hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, Ehl-i sünneti savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuştur. Ancak bu hâl, mezheplerinin birbirine karşı olduğunu göstermez. Onlardan sonra gelen yüz binlerce derin âlim ve veli, bu iki yüce imamın kitaplarını inceleyerek ikisinin de Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir.
SELEFÎLERİN KELİME OYUNU
Selef, Peygamber Efendimizden sonraki ilk iki asırda yaşamış Eshab-ı kiramın ve Tabiînin ismidir. Dinimizin sonraki nesillere aktarılması konusunda asırlar boyunca gelen bütün âlimlerden önce geldikleri için böyle denilmiştir. Bunlara Selef-i salihîn de denir. Halef de Selef-i salihînden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimlerine denir. Mesela 1677’de vefat eden Alâüddîn-i Haskefî meşhur Dürrü’l-Muhtâr kitabında böyle tarif etmektedir. Selef-i salihînin yolunda bulunan Müslümanlara Ehl-i sünnet denir.
Son zamanlarda bazı ağızlardan “Selefiye”, “Selefîlik” gibi kelimeler tekrar işitilmeye başlandı. Hâlbuki İslamiyet’te Selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. İslamiyet’te yukarıda açıklandığı gibi yalnızca Selef-i salihînin mezhebi vardır ki o da Ehl-i sünnet mezhebidir. Selefîlik ise bırakın Selef-i salihîne uymayı, onlardan sonraki iki asrın âlimleri olan Halef-i sadıkîni küçümseyen, sadece kendi fikirlerini beğenerek kendilerini onlardan üstün gören sapkınların yoludur. Selefiye isminin seçilmesi, 1328’de vefat eden İbni Teymiye’nin başlattığı bu sapkın akımı sevimli göstermek, kendilerinin hak yolda olduğunu gençleri inandırmak için bu yolun yolcularının, Selef-i salihîn mübarek isminin arkasına saklanmak amacıyla ortaya koydukları korkunç bir hiledir. Bu konuda gençlerimizin çok uyanık olması lazımdır.
DİNİN BÜYÜK BİR DİREĞİ: İMAM-I A’ZAM
Ehl-i sünnetin dört büyük imamının birincisi İmam-ı A’zam Ebû Hanife, Muhammed “aleyhisselâm”ın parlak dininin büyük bir direğidir. Peygamber Efendimizin vefatından 67 sene sonra, 699 yılında Kûfe şehrinde doğdu. Adı Numan, babasının adı Sabit’tir. İmam-ı A’zam hazretlerinin Hanife adında kızı yoktu. Hanîf, doğru inanan ve İslamiyet’e sarılan kimse demektir. “Ebû Hanife”, hakiki Müslümanların babası demektir. Dedesi Sâsânilerin Huzistan valisi Hürmüzan (öl. 644), Hazret-i Ömer’in elinde Müslüman olmuştu. Eshab-ı kiramdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Sehl bin Sa’d-i Sâ’idî ve Ebu’t-Tufeyl Âmir bin Vâsile zamanlarına yetişmiştir. Tabiînden birçok büyük zatlarla ve İmam-ı Cafer Sadık’la sohbet etti. Çok hadis-i şerif ezberledi. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan zekâsı vardı. Fıkıh ilminde az zamanda eşi, benzeri olmayan bir dereceye yükseldi. Talebesinden büyük müctehid Muhammed Şeybânî, derslerini ve sözlerini kitaplara geçirdi. Din bilgilerinde bin kadar kitap yazmıştır. İmam-ı Şafiî, İmam-ı Muhammed’in talebesidir.
Son Emevî halifesi Mervan bin Muhammed’in (öl. 750) Irak valisi Yezîd bin Ömer bin Hübeyre (öl. 750), kendisine Kûfe Mahkemesi hâkimliğini teklif etti ise de zühd ve takvası da ilmi ve zekâsı gibi son derece fazla olduğundan kabul etmedi. İnsanlık icabı Cenab-ı Hakk’ın kullarının hakkını gözetmekte kusur edeceğinden korktu. Bunun üzerine vali kendisini hapsedip dövdürdü. Başına yüz on kamçı vurdurduğu hâlde yine kabul etmedi. Mübarek başı ve yüzü şişti. Ertesi gün hapisten çıkararak tekrar teklif edip sıkıştırdığında “Danışayım” diyerek izin aldı. Mekke-i Mükerreme’ye gidip beş altı yıl orada kaldı.
Bu defa ikinci Abbâsî halîfesi Ebû Cafer Mensûr (öl. 775) tarafından Bağdat’a çağırıldı. Halife’nin emrettiği temyiz başkanlığını kabul etmediği için zindana atıldı. Her gün on kamçı artırılarak dövüldü. Kamçı sayısı yüz olduğu gün, İmam yıkıldı. Yatarken ağzına zehir akıttılar, şehit oldu. Namazını elli bin kadar kimse kıldı. Güçlükle ikindiye kadar kılındı. Yirmi gün, nice kimseler gelip kabri yanında namazını kıldılar.
Büyük Selçuklu hükümdarlarından Sultan Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Saîd-i Harezmî, Bağdat’taki mezarının üzerine mükemmel bir türbe yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi çok defa tamir ve tezyin ettiler. Bağdat’ın A’zamiyye semtindedir.
Hanefî mezhebi, Osmanlı Devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün dünya yüzünde bulunan Müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin %80’i Hanefi mezhebindedir. Cenab-ı Hak, hükûmet adamlarının teklif ettiği dünya makamlarını elinin tersiyle geri çeviren ve bu sebeple 1251 sene önce hapiste zehirlenerek şehit edilen bu büyük imama, sonsuz hazinelerinden bol bol karşılıklar ihsan etsin
.
.
fgv.org.tr/?p=313
Müçtehid olmayan bir mümin için, dört mezhepten birisini taklid etmek vaciptir. Taklid: Delilini bilmeden ..
Mezheblerin Önemi
MEZHEBE UYMANIN GEREKLİLİĞİ
Müçtehid olmayan bir mümin için, dört mezhepten birisini taklid etmek vaciptir. Taklid: Delilini bilmeden, mezhebi müdevven müçtehid bir imama uymaktır. Özellikle memleketimizde mutlak müçtehid bulunmadığı için her müslüman buna mecburdur. Bu vecibeye riayet etmeyen bir kimse, mezhepsiz ve bid’at ehlidir.
“Eşşeyh Abdulkerim, Nurul İslam adındaki kitabında şöyle diyor: Âmi (içtihad derecesine eremeyen kimse) için, bu mezhep müçtehidlerinden birinin mezhebini taklid etmesi vaciptir. Bunun delili hem Kitap ve hem de Sünnettir. En doğru söylenen Resulullah (s.a.v.)’in, hayırlı olduklarına şehâdet ettiği üç asrın ehlinin icmâı, bazı değersiz muhalifler dışında, onlardan sonra gelenlerin de icmâıdır bu.”
Şah Veliyullah Dehlevi: “Bilmiş olun ki, bu dört mezhepten birisine uymakta büyük yarar ve terketmekte ise büyük zarar vardır…”
Her müslüman bütün dini konulan ayet ve sünnetten çıkaramaz. Hatta Kitap ve Sünnetin tamamını okuyup inceleme imkanına sahip olsa bile, bu konuda ihtisas sahibi olmadığı için, delilden hüküm çıkaramaz, işte müçtehid olmayanların, bu dört mezhepten birisine uymaları mecburidir
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in zamanına daha yakın, kitab ve sünneti bütün özellikleriyle daha iyi bilen, Ashabın görüş ve fetvalarını araştıran, en iyi inceleyen müçtehid İmamların (r.a.e) ve onların devirlerinde yaşayan, ders halkalarına devam etme şerefine nail olan Selef-i sâlihinin fıkhî görüşlerini “taklid olur” diye bırakarak, kitap ve sünnet ıstılahlarından, nasih ve mensuhtan, fıkhî bilgiden yoksun ve hatta selefin eserlerini okumaktan ve anlamaktan aciz kimselerin, yeniliklere kalkışmaları cidden çok garip ve gülünçtür. Reformcular bu tür davranışlarıyla hem kendilerini ve hem de saf müslümanları yüce dinden, şer’i şerîf’in yolundan saptırmaktan başka ne yapabilirler?
Müslümanlar bugün zillet içerisinde yaşıyor ve inançlarının, gereği gibi yaşayamıyorlarsa, bu selefi ve müçtehidleri taklid ettiklerinden dolayı değil, tam tersine onlardan fıkıhlarından uzak kaldıklarından dolayıdır.
Bu yüzden toplumu inançsızlık ve ahlaksızlık bataklığından kurtaracak tek yolun yeniden İslam’a dönüp, selefin eserlerini okuyup anlamak, tatbik imkanlarnı aramak ve bulmakla mümkün olacağını ve İslam fıkhını bilmeden, okumadan, bizzat yaşamadan içtihad ve temyizde bulunamayacağını zamanın müslümanı çok iyi bilmelidir.
MEZHEBE TABİ OLAN; ANCAK KUR’AN, SÜNNET VE İCMA’YA TABİ OLMUŞTUR
Bu dört mezhep imamlarının Kitap, Sünnet ve Ashabın icmâına muhalif düşen görüşlerinden vazgeçtiklerine ettiklerine dair birçok sahih rivayetler mevcuttur. Bunlar “Görüşüm, sahih hadise muhalif düşerse, hadis mezhebimdir. Sahih hadise karşı, sözümü duvara çalın” gibi sözlerle, hükümlerde mutlaka ana kaynaklara bağlılıklarını ifade ederler. Onların bu ifadeleri güvenilir kaynaklarda zikredilmektedir. Hiçbirisi kendisini kanun koyucu olarak görmemiştir. Gerçek kanun koyan, helal ve haramı açıklayan Allah-u Teala’dır. Bu kanunları insanlara tebliğ eden ve açıklayan Allah’ın Resulü (s.a.v.) Efendimizdir. “Sahih hadisi bulduğunuz zaman, sözümü duvara çalın” muhatapları da, bu mezhep imamlarından sonra gelen, olara tâbi, onların metodunu bilen, naklî ve aklî ilimleri bilen ve muttaki, mezhepte müçtehid ilim adamlarıdır. Bunların çoğu, hatta tamamı hadisleri ezberlemiş, mezhep imamlarının delillerini, kuvvet ve zayıflığını bilen, bütün usûl ve furû’u yutmuş, halleri fetvalarından daha temiz ve takva yolunu daima tercih etmiş zatlardır.
(Bununla beraber) Müçtehid olmayan bir kimse(nin), ulemanın görüşünü terkederek, duyduğu bir ayete veya hadise tabi olması caiz değildir. Çünkü, ulemâ o ayeti veya hadisi mutlaka görmüştür. Şayet muhalefet etmişse mutlaka bildiği bir delile dayanmaktadır.
Müslüman bu dört mezhepten birisine tabi olmakla Kitap ve Sünnetin yolundan çıkmış olmaz. Tam tersine bunlardan birisine uyan tam manasıyla Kitap ve Sünnete uymuş olur.
NEDEN MEZHEBLER VAR? BU BÖLÜNMEK DEĞİL MİDİR?
İslam birliği meselesini ileri sürerek mezheblere bağlı olmaya savaş açmış olanlara deriz ki, bir mazhebe bağlı olmak ve bu mezhebi savunmak tefrikaya asla sebep değildir. Mezhebler arasındaki ihtilaflar ise fer’i konularda olmuştur. Bunun aksini ileri sürmek ilmi değildir. Mezhepleri birleştirmeye gayret edenlerin çabası ise yararsızdır. Yüce dine darbedir. Birleştirmek istedikleri konular belli olmamakla beraber, hangi mezhebi hangi mezhebe uyduracaklar?
Herhangi bir mezhep imamının mutlak taklidi yeterlidir. Ancak her halükarda ve bütün konularda taklid ettiği mezhebe bağlı kalması da şart değildir. Mecburiyet hasıl olduğu zaman ve yerlerde, telfîke düşmemek kaydıyla, yani bir tek konuda birkaç mezhebin kolay tarafını seçmemek şartıyla başka bir mezhebi taklid etmesi caizdir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, yüce İslam dinini bir tek mezhebin çerçevesine sıkıştırmak imkansız olduğu kadar, müslümanlar için büyük bir darlık ve sıkıntı doğurur. Yalnız sabah Hanefî, akşam Şafii olmak da ehli sünnetin mezheplerini eğlenceye almak olduğu gibi asla doğru bir hareket de değildir.
Bir müslüman bu dört mezhebi terkederek Kitap ve Sünnetin meal ve tercemelerinden anladığımla amel edip, hüküm çıkarabilirim veya ben de müçtehidim, bununla beraber ehli sünnettenim dese, davası doğru olmaz.
“RESÛLULLAH (S.A.V.) ZAMANINDA MEZHEB VAR MIYDI?” DİYENLERE CEVAP:
Şeyh İzzettin bin Abdüsselam (r.a.), Kitabul Kavaid adındaki eserinin son bölümünde şöyle diyor: “Bid’atın bir kısmı vaciptir. Allah-u Teala’nın kitabını ve Resûlü (s.a.v.)’in sözlerini anlayabilmek için, nahiv ilmini öğrenmek gibi, usulü fıkhı, cerh ve tadil hakkında konuşmak gibi.
Bid’atın bir kısmı da, haramdır. Cebriye, Mürcie, Kaderiye ve Mücesseme mezhepleri gibi. Lakin bu bid’atları red ve ilzâm etmek de vaciptir. Çünkü İslam şeriatını bu bid’atlardan korumak farzı kifayedir.
Bid’atın bir kısmı da mendûptur. Medreseleri ve tekkeleri ihdas etmek gibi. Resulullah (s.a.v.)’in zamanında bulunmayan güzel şeyler, bütün Ramazan boyunca cemaatle teravih namazını kılmak gibi.
Mekruh olan bid’atlar da, Şâfilere göre: Camileri ve Kur’an-ı Kerim’i süslemek gibi. Hanefî mezhebinde ise. bunlar mubahtır.
Mubah olan bid’atlar ise, sofraları zenginleştirmek, lezzetli ve mubah meşrubatları içmek, geniş ve güzel meskenler edinmek, güzel ve helal elbiseleri giymek gibi.
İmam Şâfii (r.a.) buyuruyorlar ki: “Kitap, sünnet, ashap ve icmâya muhalif şeyleri ihdas etmek sapıklıktır. Bunlara muhalif olmayan, hayırlı ve güzel olan şeyleri ihdas etmek ise, kötü bid’at değildir.”
İslam binasının temelini sağlamlaştıran ve Allah-u Teala’nın dinini yücelten her şey vaciptir. Bunun tersi olan her şeyde haram ve günahtır. Mühim olmayan, lakin dine hizmet eden her şey menduptur. Bunun aksi olan şeyler de mekruhtur. Bu iki şık arasında bulunan şeyler de mubahtır.
Bunun aksini iddia edenlere şöyle sorulmalı: Seni eğiten ve sana ders veren hocalar, telif edilen kitaplar, yazılıp biriktirilen fetvalar, İslam âleminde yayınlanan eserlerin hepsi bid’at mıdır? Çünkü bunlar Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in devrinde yoktu. Eğer bunlar bid’at ise o halde, bunlan terketmelisin bizzat böyle bir şeyi yapmamalısın ki, başkasını böyle bir şeyden men etmek hakkına sahip olabilesin.
Hiç birimizin Ebu Hanife, Malik bin Enes, Muhammed bin İdris Şâfıi, Ahmed bin Hanbel (r. aleyhim) ve onların mezheplerinde müçtehid olan ulema gibi Kitap ve Sünneti bilemediğimiz gibi onların mertebelerine de ulaşamayız. Bu yüzden dini konularda, ehli sünnet imamlarından birisinin mezhebine mutlaka tabi olmak zorundayız. Aklımıza veya zayıf rivayetlere uyarak ahkam kesmemeliyiz, helaldir veya haramdır, sünnettir veya bid’adır dememeliyiz, İslam âleminin büyük çoğunluğu ehli sünnet müçtehid ulemasının yolu üzerinde birleşmiş ve mezheplerinin hakkaniyeti üzerinde ittifak etmiştir. Ehli Sünnet’in bu ittifakı icmâdır.
“Her kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere aykırı harekette bulunur ve müminlerin yolundan başkasına uyar giderse, onu, döndüğü sapıklıkta bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme koyarız ki o, ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nisâ s. 115)
(Ehl-i Sünnet Ve Akaidi, Mehmed Çağlayan)
|
XXXXXXXXXXXXXX
İslamiyet’teki mezheplerin farklı oluşunun hikmeti nedir?
Yazar: Alaaddin Başar (Prof.Dr.) 2006-05-01
Çeşitli kesimler tarafından gündeme getirilen konulardan biri de “mezhep” meselesidir. Mezhep meselesi bir taraftan İslam’da bir ayrılık unsuru gibi gösterilmeye çalışılırken, diğer taraftan bir takım demagojilerle saf zihinler bulandırılmak istenmektedir. Meselenin üzerine biraz eğildiğimiz zaman mezheplerin bir ihtiyaçtan doğduğu, hiç bir zaman ihtilaf unsuru olmadığı anlaşılacaktır.
İtikat ve amel diye iki kısımdan meydana gelen İslam dininde, mezhepler, ameli (pratikte yaşanan) kısımları konu edinir. Birden fazla mezhebin meydana gelmesi, nazari prensiplerin mezhep imamlarınca farklı anlaşılmasından ileri gelmiştir. (Mektubat, 449 )
Mesela Hz. Peygamber (asm.) efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. Hz. Ayşe (r.a.) validemiz taşı Peygamber (asm.) efendimizin alnından alarak yere atarlar. Peygamber (asm.) efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. Hanefi mezhebi imamı, İmam Azam Ebu Hanife hazretleri ile Şafii mezhebi imamı, İmam Şafii hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler. İmam-ı Azam hazretleri, “Peygamber (asm.) efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için efendimiz abdest almıştır.” hükmüne varırken; Şafii hazretleri abdestin bozulmasını Hz. Ayşe (ra.) validemizin Peygamber (asm.) efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır. Böylece Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, Şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi her iki hüküm de doğrudur ve haklı bir gerekçeye dayanmaktadır.
Peygamber (asm.) efendimize kadar itikadi noktalarda aynı olan şeriatlar teferruat kısımlarında değişerek gelmiş, hatta bir asırda ayrı ayrı kavimlere ayrı şeriatlar gönderilmiştir. Ancak Peygamber (asm.) efendimizle birlikte daha başka şeriatlara ihtiyaç kalmamış ve onun dini bütün asırlara kafi gelmiştir. Fakat teferruat meselelerde bir takım mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Hak mezheplerin imamları bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmişler ve insanoğlunun bütün ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir. Peygamber (asm.) efendimiz bir mucize olarak bu imamların geleceklerini ve büyük bir vazife yapacaklarını daha bunlar gelmeden haber vermiş ve bu mümtaz şahsiyetler de yapmış oldukları hizmetlerle Resulullah (asm.) efendimizi fiilen tasdik etmişlerdir...
İslam mezhepleri -bir iki cüz’i mesele hariç- hiç bir zaman iç harp ve karışıklıklara yol açmamış ve bu mezheplerin imamları da birbirine daima saygılı olmuşlar, birbirlerini ret ve inkar etmemişlerdir. Ayrıca bir mezhep tesis etmek niyetiyle ortaya iddialı bir şekilde çıkmamışlar, daha sonra bir araya toplanarak bir mezhep haline getirilen içtihatlarını zaman ve ihtiyaç anında ortaya koymuşlardır
Mesela: İmam-ı Azam (H. 80-150) bir hadise ile ilgili olarak fetva verdikleri zaman, “Bu Numan bin Sabit’in (İmam-ı Azam) reyidir. Çıkarabildiğimiz reylerin en güzeli budur. Kim bundan daha güzelini ileri sürerse, doğruya daha yakın olan odur.” derdi.
İmam Malik (Maliki mezhebi kurucusu. H.93-179), “Ben bir beşerim. Bazen hata, bazen de isabet ederim. Bu sebeple benim rey ve içtihadımı inceleyiniz. Kitap veya sünnete uygun bulursanız, kabul ediniz, bulmazsanız reddediniz.” demiştir. (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, 33)
Hanbeli mezhebi kurucusu İmam-ı Hanbeli (H. 164-241) ve İmam-ı Şafii hazretleri (H. 150 - 204) de hiç bir zaman iddialı konuşmamışlar ve meslektaşlarını rencide edici sözler söylememişlerdir. Daha sonra bu büyük insanların rey ve içtihatları talebeleri ve alimler tarafından bir araya getirilerek Müslümanların gönül huzuru içerisinde ibadet yapmaları temin edilmiştir.
Birbirinden farklı gibi görünen mezheplerdeki teferruat meselelerinin hangisini ele alsak, imamların dayandıkları noktaların hak ve hakikat olduğunu görebiliriz. Bu hususta İmam Şarani hazretleri “Mizan” isimli bir eser yazmış, mezhep imamları arasında bir mukayese yaparak hangi hükmü nasıl anladıklarını ortaya koymuştur.
Mezhep imamları İslami meselelerde değil, uygulanış tarzında kendilerine göre haklı sebeplerle ihtilaf etmişlerdir. Mesela abdest alırken başa meshetmekte bütün imamlar ittifak etmişlerdir. Ancak meshin tarzında ve miktarında ihtilaf etmişlerdir.
Abdesti bizlere farz kılan Rabbimizin, “Başınıza meshediniz.” emri “bi ruusikum” ibaresiyle gelmiştir. Dillerin en zengini olan Arapça’da çeşitli kelimelerin başına gelen ‘b’ harfi, bazen “güzelleştirmek”, bazan “bazı” manasını vermek, bazan da “bitiştirmek” manasını vermek için gelir. Abdest ayetinin “ruusiküm” kelimesinin başına gelen ‘b’ harfini mezhep imamlarının her biri ayrı manada anlamışlar ve bundan farklı bir uygulama ortaya çıkmıştır.
Bunun içindir ki İmam-ı Malik hazretleri: “Başa meshederken, başın tamamı meshedilmelidir. Zira buradaki ‘b’ harfi kelimeyi güzelleştirmek için gelmiştir. Kendi başına bir manası yoktur” der.
İmam-ı Ebu Hanife hazretleri ise: “Bu ‘b’ bazı manasına gelen ‘b’dir. Başın bir kısmı meshedilse kafi gelir” der.
İmam-ı Şafii hazretleri ise: “Bu ‘b’ bitişmek manasına gelen ‘b’ dir. Sadece elin başa bitişmesi, birkaç kıla değmesi kifayet eder, mesh tamam olur” der. Hal böyle olunca mezhep imamlarının her birinin hak yolda oldukları, teferruattaki ayrılık gibi görünen hükümlerin bir ihtilaf konusu olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar ve kötü maksatlı olanların iddialarını havada bırakır.
Kaynak:Sorularla İslamiyet
Bir mezhebe uymak şart mıdır?
Soru: Mezhebleri inkâr eden Abduhçu biri, "Peygamber ve Sahâbenin mezhebi var mı? Bir mezheb imâmına ve hadîse uymadan Kur'âna göre amel ederim." diyor. Bir mezhebe uymak lâzım değil mi?
Cevap: Mezheb imâmı demek, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplıyan kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek meydâna çıkaran derin âlimlerdir. Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid ve mezheb imamı idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imâmlarımızdan daha üstün idi. Mezhebleri daha kıymetli idi. Fakat, bunlar kitablara yazılmadığı için,. mezhebleri unutuldu.
(Peygamberin, sahâbenin mezhibi nedir?) demek, (Ordu kumandanı, hangi bölüğün eridir?) veya(Fizik öğrenmeni, hangi sınıfın talebesidir?) demeye benzer. Çünkü sahâbenin her biri bir mezheb imâmı, hattâ mezheb imâmlarının hocaları idi. Resûlullah efendimiz de kâinatin hocası idi.
(Mezhebe, hadîse uymam) demek (Kur'âna uymam) demektir. Zira Hak teâlâ buyurdu ki:
(Resûle itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur.) [Nisâ 80]
(Peygamberin emrine uyun, nehyettiğinden sakının.) [Haşr 7]
(İndirdiğimi insanlara beyân edesin, açıklayasın) [Nahl 44]
Beyân etmek, âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Âlimler de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklıyabilselerdi ve Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, (Sadece sana vahy olunanları teblîğ et.) derdi. Ayrıca beyân etmesini emretmezdi. (Huccetullahi alel'âlemîn)
Sünnet [hadîs-i şerîler], Kur'ân-ı kerîmi, mezheb imâmları da sünneti açıklamışlardır. Âlimler de, mezheb imâmlarının sözlerini açıklamışladır. Hadîs-i şerîfler olmasaydı, namazların kaç rek'at olduğu, nasıl kılınacağı, rükü' ve secdede okunacak tesbîhler, cenâze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisâbı, orucun, haccın farzları, hukûk bilgileri bilinmezdi. Ya'nî hiç bir âlim, bunları Kur'ân-ı kerîmden bulup çıkaramazdı. Bunları peygamber efendidimiz açıklamıştır. Sünneti müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhebler meydana çıkmıştır. Peygamberimiz de bu âlimlere uymamızı emrediyor:
(Kur'ân-ı kerîme tâbi' olmak, hepinize farzdır. Onu terk etmek için hiçbir özür olamaz. Kur'ân-ı kerîmde bulamadığınız işlerde, sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshâbımın sözüne uyunuz.) [Beyhekî]
(Âlimlere tâbi' olun!) [Deylemî]
(Âlimler rehberdir.) [İ. Neccâr]
(Bize yalnız Kur'ândan söyle!) diyen birine, İmrân bin Husayn hazretleri: (Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rek'at olduğunu bulabilir misin?) dedi. Hz. Ömer'e, farzların seferde kaç rek'at kılınacağını Kur'an-ı kerjmde bulamadık dediklerinden, (Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Kur'ân-ı kerîmde bulamadığımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek'at farzları iki rek'at kılardı. Biz de, öyle yaparız.) buyurdu. (Mîzân-ül-kübrâ)
(Mezhebe uymam Kur'ânla amel ederim.) demek, (Kanunlara uymam, yalnız Anayasa'ya göre hareket ederim.) demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasa'da bütün hükümler, bütün cezâlar bildirilmemiştir. Anayasa, kanunlara havâle etmiştir. Kanunlardan başka tüzükler, yönetmenlikler de çıkmıştır. (Anayasa varken, kanına lüzum yok.) demek ne kadar yanlış ise, (Kur'ân varken, mezhebe lüzum yok.) demek, bundan daha yanlıştır. Kur'ân-ı kerîmi hadîs-i şerîfler, hadîs-i şerîfleri de mezheb imâmları açıklamıştır. Kanunlar, Anayasa'nın gösterdiği istikamette hazırlanmış, mezhebler de, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği istikamette teşekkül etmiştir.
Hiç kimse, (Madem, mezheb, kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. Ben de açıklar bir mezheb kurarım.) diyemez. Çünkü bir kimsenin (Mâdem doktor olmak, tıp kitâbı okumaya bağlıdır. Kimyager olmak için de kimya kitabı okumak kâfidir.) diyerek eline aldığı bir tıp ve kimya kitabı ile doktorluk yapmaya,ilâç imâl etmeye kalkışması ne kadar gülünç ise, (Ben de Kur'ândan, hadîsten hüküm çıkarırım) demek daha gülünçtür.
(Ben İslâma göre hareket ederim, mezhebe uymam) demek, (Ben devletin emrine uyarım. Fakat, kanunu, polisi, hâkimi dinlemem.) demeye benzer. Çünkü İslâma uymak demek, dört hak mezhebden birine uymka demektir. İslâm yarı, mezheb ayrı değildir.
Bir müctehidin ictihâd ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshâb-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf ma'rifetlerinde birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepisini, Resûlullahın kalblere işliyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veya çok farlı idi.
Tâbiînin ve Tebe'i tâbi'înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehilerin ve Eshâb-ı kirâmın mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin îmânları Eshâb-ı kirâmın ortak olan îmânıdır. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. Îmânları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerine din kardeşi bilirler. Birbirlerine severler. Birbirlerine uymıyan işlerinde, zarûret olunca, birbirlerini taklîd ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, peygamberimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman, vücûd yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbâdetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar.
Allahü teâlâ dileseydi, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, herşey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsıl olmazdı. Kıyâmete kadar, dünyanın her yerinde, her müslümanın tek bir nizâm olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.
Peygamberimizin yolu, Kur'ân-ı kerîm ile hadîs-i şerîfler ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîka, bir de, İcmâ'-ı ümmet vardır ki, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi'înin sözbirliği olduğu,R.Muhtâr'da yazılıdır. Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihâdları arasında icmâ' hâsıl olursa, bu icmâ'a da inanmak lâzımdır, innamıyan küfre girer. (Mektûbât c.2, m. 36)
İslâm âlimleri yanlış birşey üzerinde ittifakta bulunmazlar. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez.) [İ.Ahmed]
Bu dört vesîkaya Edille-i şer'ıyye denir. Bunların dışında kalan herşey bid'attir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Ümmetim yetimşüç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır.) [İbni Mâce]
Bu ayrılık, usûlde, îmânda olan ayrılıktır. Eshâb-ı kirâmdan sonra, yeni müslüman olanlardan bir kısmının îmânıları bozuldu. Eshâb-ı kirâmın doğru îmânından ayrıldılar. Dalâlet fırkaları meydâne geldi. Bu bozuk fırkalara, bid'at fırları denir. Bunlar, ba'zı nassları te'vîl ederek yanıldıkları için kâfir değildir. Fakat, islâmiyyete zararları, kâfilerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler. Harp ettiler. Çok müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar.
Bid'at fırklarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır. Dört mezheb, birbirlerinin doğru yolda olduğunu söyler ve birbirini severler. Bid'at fırkaları ise, müslümanları parçalamaktadır. Bu dört meshebin birleştirilemiyeceğini, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheblerin birleştirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, islâm dinini kolaylaştırıyor.
Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki:
(Ey îmân edenler! Allah'ın dinine sarılın. Birbirinizden ayrılmayın!) [Âl-i İmrân 100]
Ebüssü'ûd Efendi hazretleri burayı açıklarken, (Ehl-i kitabın parçalandığı gibi parçalanıp da doğru îmândan ayrılmayın! Câhiliyye zamanında birbirleriniz ile dövüştüğünüz gibi bölünmeyin!) buyurdu. Doğru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân olduğunu, Peygamberimiz haber verdi. O hâlde, Ehl-i sünnette birleşerek, kardaş olmaları, birbirini sevmeleri lâzımdır. Müslümanların bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i kerîmeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, birer kardeş olduğumuzu bilip birbirimizi severek, dünyanın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyada râhata, huzûra, âhırette de sonsuz saâdede kavuşuruz. Düşmanlarımızın ve câhillerin ve sömürücelerin, kendi çıkarları için söyledikleri yalanlara aldanıp, bölünmemeye çok dikkat etmeliyiz! (Hadîka s. 696)
Allahü teâlâ ve Resûlü, mü'minlere merhamet ettikleri için, ba'zı işlerin nasıl yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmıyanlar günâha girer, kıymet vermiyenler de kâfir olurdu. Mü'minlerin hâli güç olurdu. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek lâzım olur. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlıyabilenlere, Müctehid denir.
Dört mezhebin hâli, bir şehir halkının hâline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanûnda bulunmazsa, o şehrin eşrâfı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanûnun uygun bir maddesine benzetip yaparlar. Ba'zan uyuşamayıp, ba'zısı devletin maksadı, beldeleri tamîr ve insanların râhatlığıdır der. O işi, re'y ve fikirleri ile, kanûnun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefîlere benzer.
Ba'zıları da, devlet merkezinden gelen me'mûrların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır, derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Ba'zısı ise ifâdeye, yazının gidişine bakıp, o işi yapma yolunu bulur. Bu da, Şâfiîye benzer. Bir kısmı ise, kanûnun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da,Hanbelî mezhebine benzer.
İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanûna uygun olduğunu söyler. Kanûnun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kanûndan ayrılmaları, kanûnu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanûna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işte, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezheb imâmı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar affolur. Hattâ sevâb kazanır.
Dört mezhebden başkasına uymak câiz değildir. Bu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi'înin mezheblerini küçümsemek değildir. Çünkü, Eshâb-ı kirâmın ve başkalarının mezheblerini tam olarak bilmiyoruz. O mezhebleri de bilseydik, onlara uymamız da câiz olurdu. Çünkü, hepsinin mezhebleri doğru idi. Dört mezheb, tam bilindiği ve kitabları her yere yayılmış olduğu için, her müslümanın yalnız bunlardan birine uyması lâzımdır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, (Bir mezhebe tâbi olmıyan mülhid olur.) buyuruyor. (Mebde ve Mead)
Kur'ân-ı kerîmdeki; (Allah'ın ipine sarılın!) emri, (Fıkh âlimlerinin, mezheb imâmlarının bildirdiğine uyun!) demektir. [Tahtâvî (Dürr-ül muhtâr) hâşiyesi, zebâyih kısmı]
Dört mezhebin imâmları ve onları taklîd eden âlimler, her müslümanın dört mezhebden dilediğini taklîdde serbest olduğunu ve bir mezhebden başka mezhebe geçmenin câiz olduğunu ve harac, sıkıntı olduğu zamanlarda, başka mezhebin taklîd edileceğini bildirdiler. Allahü teâlâ, mü'minlerin dört mezhebe ayrılmalarını ve bunun, kulları için fâideli olacağını ezelde takdîr ve irâde buyurdu. Amelde mezheblere ayrılmaktan râzı olduğunu bildirdi. Râzı olmasaydı Resûlü, bu ayrılığın rahmet olduğunu bildirmezdi. İ'tikâdda ayrılmayı yasak ettiği gibi, amelde ayrılmayı da yasak ederdi. (Mîzân)
Resûlullah, Kur'ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, ya'nî kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullahın vârisleri olan mezheb imâmlarımız, hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullaha tâbi' olarak, mücmel olanı açıklamışlardır.
Bilinen dört imâm zamanında, başka mezheb imâmları da vardı. Bunların da mezhebleri vardı. Fakat, bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. (Hadîka)
Ehl-i sünnetin dört mezhebinin îmânları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında hiç fark yoktur. Ayrılıkları yalnız ameldedir. Bu da, müslümanlara bir kolaylıktır. Her müslüman, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklîd eder. Her işini, seçtiği mezhebe göre yapar. Müslümanların, dört mezhebe ayrılmaları, Allahü teâlânın rahmetidir. Bir müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir zahmet, bir meşakkat hâsıl olursa, başka bir mezhebi taklîd ederek, bu işi kolayca yapar.
Günümüzde alim ve hocaefendilere halk tarafından yönlendirilen soruların en önde gelenlerinden biri de mezheplerin nasıl ortaya çıktığı sorusudur.
Mezheb, gidilen yol, benimsenen metod ve görüş demektir. Dinî mânada mezheb ise, müctehid bir âlimin fikir ve görüşlerini benimseyen insanların meydana getirdiği dinî ekollere denir.
Mezhebler arasında esasta hiçbir ayrılık yoktur. Ayrılık, teferruatta, dînin özüne dokunmayan fer'î mes'elelerdedir.
Ayrıca hiçbir müctehid kendi adına bir mezheb kurmak iddiasıyla ortaya çıkmamıştır. Kur'an ve hadîslerden çıkardıkları hükümlerin başkaları tarafından benimsenmesi neticesinde, kendiliğinden o müctehid adına bir mezheb teşekkül etmiştir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, her Müslüman; Kur’an’ın hükümlerini, Resulüllah’ın (sav) hadislerini ve sünnetini, daha sonraki sahabe ve tabiinin görüşlerini ve bunlara ait bütün ilimleri tam manasıyla öğrenip uygulayamayacağına göre bunları bilen bir alime tabi olmak zorundadır. Bu durum fiili bir zorunluluk olup farz veya vacip değildir.ama birini seçmek ve SEÇTİKDEN SONRA ona uymak vacibdir ihtiyaç miktarınca diğer mzheplerden taklid yapılabilir.
Bu zorunluluk, hem kişisel bilgi ihtiyacını gidermek hem de cemaat halinde uygulanması gereken namaz, Hac vb. gibi ibadetlerde, idarede, yargıda ve daha bir çok sosyal alanda bütünlüğü ve birlikteliği koruyabilmekten kaynaklanıyordu.
İşte, alimler içerisinde de öyleleri vardır ki, diğerleri onun görüşüne ve ilminin sağlamlığına tabi olmuşlardır. Yetiştirdiği talebeleri, yazdığı eserleri, nesilden nesile o görüşleri devam ettirdiler. Böylece, o en güvenilir alimin sistemli görüşleri, sağlam hüküm ve prensipleri etrafında, zamanla bir yorum tarz ve tekniği, bir okul, bir ‘mezheb’ oluşmuştur
Peygamberimiz zamanında ‘mezheb’ var mıydı?
Mezhepler ayet ve hadisleri farklı anlamaktan kaynaklandığına göre, Peygamberimizin zamanında mezhep olması düşünülemez.
Çünkü Resulullah (sav) zamanında bir mesele olduğunda, sahabiler Peygamberimize geliyor, soruyordu. Peygamberimiz hüküm veriyor, muhakeme için gelenlerin davalarını neticeye bağlıyordu.
Şayet sorulan şey yeni ve hakkında ayet nazil olmayan bir mesele ise Allah’ın hükmünü bekliyordu. Bu sual üzerine o meselede hükmü ya Allah’ın bildirmesi ile Resulullah (aleyhisselam) veriyordu veya bir ayet iniyor, mesele hakkında hüküm bildiriyordu. Şayet indirilen ayet-i kerime açıklamaya muhtaçsa, Peygamberimiz (sav), o ayeti izah ediyordu.
Resulullah bir meselede ne diyorsa, Sahabiler onu yapıyorlardı.Çünkü bununla ilgili Allah’ın emri kesindi: “Deki; ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.” (1)
Başka bir ayet-i kerime ise şu mealdeydi:
“Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklıyorsa ondan da kaçının…” (2)
Böyle olunca, Asr-ı Saadette her meselede hükmü Allah ve Resulü bildirdiği için, Resulullah hayatta iken farklı mezheplere ihtiyaç yoktu.
Peygamberimizin vefatından sonra İslâm alemi genişledi. İran, Irak, Suriye gibi yerler fethedildi. Hz. Ömer (ra) Zeyd b. Sabit, Abdullah bin Ömer (ra) Medine’de kalırken, pek çok sahabi efendimiz de yeni fethedilen yerlere dağıldı.
Mesela Abdullah bin Mesud (ra) Irak’a; Ebu Mûsa el-Eşari (ra), İmran bin Huseyn (ra) ve Enes Bin Malik (ra) Basra’ya; Ebu’d-Derda (ra), Muaz bin Cebel (ra), Muaz bin Cebel (ra) Muaviye (ra) Ubade bin Samit (ra) Şam’a gitti. Her Sahabi bulunduğu yerde fetva ve ilim öğretme işleri ile meşgul oldular.
Sahabiler, kendilerine sorulan suallerde evvela, Kur’an’a müracaat ediyorlardı. Sualin cevabını Kur’an’da bulamadıklarında hadislere bakıyorlardı. Hadislerde de bulamazlarsa, Kur’an ve hadise dayanarak kendileri içtihad yapıyorlardı.
Çünkü bu sahabiler aynı zamanda Resulullah (sav)’in yanında uzun süre kalmalarından dolayı, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarabilme anlayışına sahiptiler. Yani müçtehit idiler.
Bir yandan Müslümanların dini meselelerine çözüm bulan, fetva veren bu Sahabiler, diğer taraftan dini ilimler sahasında pek çok talebe yetiştirdiler. Böylece Peygamberimizin bırakmış olduğu ilim ve hikmet mirası, Sahabiler yoluyla kendilerinden sonraki nesil olan Tâbiin’e intikal etti.
Sahabilerden ders alan ve kendilerine Tabiin denilen zatlar, çeşitli İslam merkezlerinde bulunuyorlardı.
Mesela Medine’de Salim bin Abdullah bin Ömer, Zühri, Yahya bin Said, Mekke’de Atâ bin Rabah, Kûfe’de İbrahim en-Nehai, Basra’da Hasan el-Basri, Şam’da Mekhul bin Muslim el-Huzelî, Yemen’de Tavus bin Keysan (rahmetullahi aleyhim ecmain) bu zatlardan bir kaçı idi.
Bu imamların her biri kendisinden ders aldığı sahabinin rivayet ettiği hadisleri ve çeşitli meselelerdeki fetvalarını derlediler, bir araya topladılar. Bunlar da kendilerine sorulan suallerin çoğunu evvela Kur’an’da, sonra da hadislerde ararlar, cevabını bulamadıkları meselelerde, kendi içtihatları ile verdiler.
Tabiin imamları da Sahabiler gibi bir yandan Müslümanların suallerini cevaplandırırken, bir yandan da talebe yetiştirmekle meşgul oluyorlardı. Çevrelerinde halkalanan talebelere İslam ilimlerinden ders veriyorlardı. İslam hukukunun temelini kurma, karşılaşılan yeni meseleleri enine boyuna inceleyip hükümlerini açıklama hususunda talebelerine rehberlik ediyorlardı.
Tabiinin yetiştirdiği bu talebelere “Tebe-i Tabiîn” denir ki, meşhur olanları şunlardır:
İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Evzaî, Leys Bin Sa’d, İmam Şafiî, Ahmed bin Hanbel, Süfyan-ı Servi, Süfyan bin Uyeyne (rahmetullahi aleyhim).
Bu zatlardan bazıları, mesela İmam-ı Azam, her ne kadar birkaç sahabiyi görmüşse de ilmi hüviyet itibariyle Tebe-i Tabiinden sayılır.
Tabiin alimleri Sahabilerin fetvalarını topladıkları gibi Tebe-i Tabiin alimleri de Tabiinin fetvalarını topladılar. Ayrıca kendileri de fetva verdiler. Yeni karşılaşılan meselelerde fikri çalışmalarda bulundular ve belli esaslar ortaya koydular.
Tebe-i Tabiin devri, başta tefsir ve hadis olmak üzere bir çok ilmin tahsil edildiği münbit ve bereketli bir zamandı.
Müçtehid derecesinde pek çok imam vardı. İşte fıkhi-ameli mezheplerin teşekkülü Tebe-i Tabiin zamanına rastlar. Gerek sahabilerin, gerekse Tabii’nin temel meselelerinin dışında kalan teferruatla ilgili meselelerde, Kur’an ve Sünnet ışığında yaptıkları içtihatlar neticesinde, aynı konuda farklı fetvalar ortaya çıktı.
Müslümanlar, kendi bölgelerinde yaşayan imamın fetvalarını biliyor, onu tercih ediyor ve onunla amel ediyordu. İşte bu tercih ve taraftarlık, zamanla yerini “gidilen yol” manasına gelen “Mezhepleri” ortaya çıkardı.
Peygamberimizin Asr-ı Saâdetinde sahâbenin bir kısmı devamlı olarak Allah Resûlünün yanında kalıyor, Kur'ân'ı ve hadîsleri ezberliyor, onların mânâlarını iyice kavramaya çalışıyorlardı. Hazret-i Peygamber'in Kur'an'ın hükümlerini nasıl uyguladığını bizzat görüyor, âyetlerin iniş sebeblerini biliyorlardı.
Hz. Peygamber'in vefatından sonra, bu sahâbeler Mekke ve Medine dışına çıktılar, çeşitli İslâm memleketlerine gittiler. Bunlar, gittikleri yerlerde Hicaz'dakinden farklı örf ve âdetlere sâhip insanlarla karşılaştılar. Halk gelip dinî mes'eleleri kendilerine soruyor, onlar da o mes'ele hakkında Kur'an ve Sünnetin hükmünü bildiriyorlardı. Sorulan mes'ele hakkında Kur'an'da ve hadîste hüküm bulamazlarsa, o mes'elede ictihâd edip mes'eleyi açıklığa kavuşturuyorlardı. Sahâbe, gittikleri şehirlerde, hem hâkim, hem müftü, hem vali, hem muallim durumunda idiler. Bulundukları yerde âdeta birer ekol meydana getirmişlerdi. Birbirlerinden çok farklı yerlere dağıldıkları ve farklı örf ve âdetlere sâhip insanlar içinde yaşadıkları; bilgi, zekâ ve kavrayış bakımından da aralarında farklar olduğu için, sorulan mes'eleler karşısında pek tabiî olarak farklı ictihadlar, ayrı görüş ve kanaatlar ortaya çıkabiliyordu.
Bir sahâbînin etrafında toplanan talebeleri, o sahâbînin kendisinden sonra da onun sistemi ve metodu doğrultusunda ictihad yapmaya, kapalı olan mes'eleleri çözmeye, cem'iyette yeni ortaya çıkan durumlara hükümler bulmağa çalıştılar. Bu çalışmalar neticesinde, zamanla fıkhî mezhebler teşekkül etmeye başladı. Bâzı mezhebler kendilerine fazla taraftar bulamadığı için, zaman içinde kaybolurken; bugünkü 4 büyük mezheb umumun teveccühünü kazanarak kuvvet buldu, yaygınlaştı ve günümüze kadar geldi.
Mezhebler Arasında Görüş Ayrılıkları Olması Nereden Kaynaklanmaktadır?
Bu ayrılıklar, çeşitli sebeblerden ileri gelir.
Kur'an'da hüküm ifade eden âyetleri (ki bunlara, nass denir) anlayış, herkes için başka başka olabilir. Zira nassların, usûl-i fıkıhta beyan edildiği üzere, pek çok kısımları vardır: Hafî, mücmel, sarîh, kinâye, mecaz, hakikat, mutlak - mukayyed, hâs - âmm gibi. Bu yüzden müctehidlerin aynı nassı anlayışları farklı farklı olmaktadır.
Ayrıca, hadîslerin de nevileri, çeşitleri vardır. Mütevâtir, meşhûr, haber-i vâhid, mürsel, muttasıl, münkatı' gibi.
Bu hadîsleri delîl olarak kullanma konusunda da müctehidler ihtilâf etmişlerdir. Bunun neticesinde de farklı görüşler ortaya çıkmıştır.Meselâ Hanefîler hadîsler konusunda titiz davranır. Haber-i vâhidi (Tek sahâbenin rivâyet ettiği hadîsi) delil olarak kabûl etmezler. Şâfiîler ise, haber-i vâhidi kabûl eder ve onu Kıyâs'a tercih ederler. Hanefîler mürsel hadîsi alır, Şâfiîler almazlar.
İşte bu gibi delillerdeki ihtilâf ve kabûl edilen delilleri de farklı anlayış, müctehidlerin aynı mes'elede farklı hükümler vermelerine sebeb olmuştur.
Fetva verilen beldenin örf ve âdetleri de, müctehidlerin yaptıkları ictihadlara te'sir etmiştir.
Müctehidler Arasında Görüş Ayrılıkları Olmasının Mahzûru Var mıdır?
Hayır, bil'akis bu ihtilâflar, ümmet için rahmet olmuştur.
Herhangi bir mes'ele hususunda bir mezhebde zorlukla karşılaşınca, zaruret halinde, o mes'ele başka bir mezhebin kolaylık ifade eden hükmü ile halledilme yoluna gidilmiştir. Böylece mezheblerin varlığı ümmet için kolaylık ve genişliğe vesile olmuştur.
"Ümmetimin ihtilâfında rahmet vardır" meâlindeki hadîs-i şerîfin ifade etmek istediği mânâ da bu olsa gerektir.
Mezheblere Ne Lüzum Var? Herkes Kendisi Kur'an'ı ve Hadîsi Okuyup Hüküm Çıkaramaz mı?
Müslüman olan her ferdin, dinî mes'eleleri ve hükümleri doğrudan doğruya Kur'an ve Sünnetlerden öğrenmesi mümkün değildir. Bunu, ancak müctehidlik pâyesine erişmiş, salâhiyetli İslâm âlimleri yapabilir. Geriye kalan Müslüman halka, o büyük din âlimlerinin îzah ve görüşlerini anlamak ve benimsemek, onların yolundan gitmek düşer.İlâçların ham maddesi bitkiler, otlar, madenler vs. olduğu halde, nasıl herkes ondan ilâç yapamıyor, bu iş için ayrıca eczacılık tahsili gerekiyorsa, dinî mes'elelerde temel kaynak Kur'an ve Sünnet olduğu halde, ondan hüküm çıkarmak işini de sıradan her Müslüman yapamaz; ancak müctehidlik seviyesine ulaşmış âlimler yapabilir. Herkesin dinî kaynaklardan hüküm çıkarmağa ilmi, bilgisi, aklı, idrâk seviyesi, basiret ve feraseti yetmez.
Hak Bir Olur. Halbuki 4 Mezhebin de Hak Olduğunu Kabûl Ediyoruz. Bu Nasıl Olur?
Bir su, 5 ayrı mizaçtaki hastaya göre 5 ayrı hüküm alır. Meselâ, birinin hastalığının nev'ine göre ilâçtır. Tıbben ona vaciptir. Diğer birine, hastalığı sebebiyle, zehir gibi zararlıdır. Tıbben ona haramdır. Diğer birine az zarar verir, tıbben ona mekruhtur. Diğer birine zararsız olduğu gibi, faydası da vardır. Tıbben ona sünnettir. Bir diğerine de ne zararlı, ne de faydalıdır. Tıbben ona mübahtır. Hastanın durumuna göre, bunların 5'i de haktır. "Bu ilâç, yalnızca vaciptir" denilemez.
İşte bu misaldeki gibi, İlâhî hükümler de, mezheblere tabi' olanların durumuna göre değişir. Farklı farklı olur. Üstelik herbiri de hak olur. Buna bir misal verelim:
İlâhî hikmetin tensibiyle, İmam Şâfiî'ye ittiba' edenlerin çoğu, köylülük ve bedevîliğe yakındırlar. Bunlar cem'iyet hayatında geri olduklarından, herbiri bizzat dergâh-ı İlâhiyeye kendi derdini söylemek, hususî dileğini bizzat arzetmek mizacındadırlar. Bu yüzden de, imam arkasında Fâtiha'yı tek tek okurlar. Bu hüküm hak ve doğrudur.
İmam-ı A'zam'a ittiba' edenlerin çoğu ise, şehirliliğe ve medeniyete daha yakın, ictimaî hayatı benimsemiş kimselerdir. Bunların nazarında bir cemaat bir şahıs hükmüne girip bir tek adam da umum o cemaat adına, sözcü olarak konuşur; kendileri de onun kalben tasdikcisi olurlar. Bu bakımdan Hanefî mezhebinde imam arkasında tek tek Fâtiha okunmaz. İmam, cemaat adına okur. Cemaat da âmîn diyerek onu tasdik eder. Bu hüküm de, evvelki gibi, hak ve doğrudur.
Mezhep nedir ve kaç kısma ayrılır?
Evvela belirtmemiz gerekir ki, mezhebin mahiyeti anlaşılmadıkça önemi ve lüzumu kavranamaz. Mezhep kelimesi, günümüzde dînî bir tâbir olarak kullanılmaktadır. Bu bakından önce mezhep kelimesinin sözlükteki manasını, sonra da terim olarak anlamını tesbit edelim.
Mezhep lügatte, gitmek, tâkip etmek, gidilen yol gibi mânâlara gelir. Genel olarak görüş, doktrin, akım ma’nâlarında da kullanılmıştır. Fakat ıstılahta, yani ilmî bir terim olarak, bir müctehidin, İslâmiyeti temel kaynaklardan anlamak ve anlatmak husûsunda tâkib ettiği usûl ve bu usûle bağlı olarak çıkardığı hükümlere mezhep denir.
Şu halde mezhep, bir müctehidin dînî kaynaklardan çıkardığı hükümlerin hepsidir. Başka bir ifade ile mezhep, müctehid olan bir âlim tarafından, îmânda ve amel (ibâdetler ve işler)de, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için müslümanlara gösterilen yol olmaktadır.
Yahûdîlik ve Hıristiyanlık dinlerinde de mezhepler ortaya çıkmıştır; fakat İslamiyetteki mezhepleri onlarla karıştırmamak lazımdır.
Mezhepler i’tikâdî ve amelî olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. İslâm dîninde, îmân edilecek şeylerde mezheplere ayrılmak yoktur. İslâmiyet, Müslümanlardan, Resûlullah efendimizin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamberimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, O’nun bildirdiği gibi inanmış, i’tikatta (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır.
Peygamberimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı bildirdiler. Onların, Peygamberimizden naklederek bildirdikleri bu îmâna “Ehl-i sünnet i’tikâdı” denilmiştir. Önemle belirtelim ki, Eshâb-ı kirâm bu îmân bilgilerine, kendi düşüncelerini, felsefecilerin sözlerini, nefsâni arzularını, siyâsî görüşlerini ve buna benzer başka şeyleri; aslâ karıştırmadılar.
Eshâb-ı kirâm, hepsinde kemal derecede mevcut bulunan Allahü teâlâyı tenzîh ve takdis etmek, O’nun bildirdiklerini tereddütsüz kabul edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin teviline dalmamak gibi vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhâfaza ettiler. İslâmiyetteki îmân esaslarını soranlara, hatta bütün insanlara, sâf, berrâk ve aslı üzere tebliğ ettiler, bildirdiler.
Eshâb-ı kirâmın Resûlullah’tan naklen bildirdikleri bu tebligatı, hiçbir şey eklemeden ve çıkarmadan kabul edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat fırkası”, bu doğru ve asıl (hakîki) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da “Bid’at fırkaları (dalalet fırkaları) bozuk, sapık yollar” denildi.
İslâmiyet, bütün insanlara yalnız bir tek îmânı ve i’tikâdı emretmektedir. Bu îmânın esaslarını ve nasıl i’tikâd edileceğini bizzat Muhammed aleyhisselâm tebliğ etmiştir. İnsanlara, her şeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamberimiz, O’nun emir ve yasaklarına îmânın nasıl olacağını da bildirmiştir.
Hazret-i Muhammed’e ve O’nun bildirdiklerine temiz, dürüst ve hakîki bir îmân, ancak O’nun bildirdiğini tam ve hiç şüphesiz kabul edip inanmakla mümkün olur. Bu hususta çok az, kıl kadar da olsa bir ayrılığın, O’ndan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin öne sürecekleri dînî, siyâsî, beşerî, içtimâî, fennî ve benzeri sebeplerin, ayrılmalarını haklı gösterecek hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü İslâmiyet, her ne sûret ve sebeple olursa olsun, îmânda ve i’tikâtta ayrılığa aslâ izin vermemekte, tefrikayı yasaklamaktadır.
Eshâb-ı kirâmın îmân ve îtikâtta hiçbir ayrılıkları olmadı. Daha sonraki asırlarda gelenler arasında zamanla îmânda, îtikâtta bâzı ayrılıklar ortaya çıktı ve bid’at fırkalarının sayısı 72’ye ulaştı. Bu ayrılıkları çıkaranların ve bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini benimseyenlerin ileri sürdükleri sebepler çok çeşitlidir. Ama esas sebepler olarak şunları sayabiliriz:
¥ Münâfık ve başka dinden olanların çıkardıkları fitneler.
¥ Kur’ân-ı kerîm’in müteşâbih âyetlerini kendi anlayışlarına göre tevil etmeye kalkışmaları.
¥ Eshâb-ı kirâmın maslahata âit konulardaki ictihad ayrılıklarını anlayamama ve bunları kendi nefsânî arzularına, siyâsî maksat ve ihtiraslarına perde veya âlet etme.
¥ Kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan İslâmiyetin henüz yeni müslüman olmuş büyük kitlelerce tam anlaşılmadan birtakım insanların eski din ve inançlarına âit bâzı unsurları tamâmen terkedememeleri ve bunları İslâmiyetten sayma yanlışına düşmeleri.
Ancak, İslâm târihinde görülen 72 sapık fırkanın ortak vasfı şudur: Siyâsî ve dünyevî menfaat ve saiklerle ortaya çıkmış olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur’ân-ı kerîm’deki gerek muhkem, gerek müteşâbih âyet-i kerîmeleri kendi akıllarına göre tefsir yoluna gitmişler, böylece felsefe yaparak ve bu âyetleri, iddiaları istikâmetinde tevil ederek, yorumlayarak kendilerine Kur’ân-ı kerîmden deliller bulduklarını ileri sürmüşlerdir... İnşaallah bundan sonraki bir-iki makalemizde de bu önemli konu üzerinde durmak istiyoruz.
İslamiyette amelî mezheplerin mahiyeti
İslâmiyet, hayâtın bütün safhalarını içine alan bir dindir. Bir insanın ömrü boyunca yapacağı iş ve hareketlerin İslâm dîninde mutlak sûrette bir hükmü vardır. Çünkü İslâmiyet, müslümanlardan her an ve her işlerinde Allahü teâlânın rızâsı üzere bulunmalarını istemektedir. Bu ise önce, îmânın ve îtikâdın doğruluğu ile olur. Böyle doğru bir îmân ve îtikâda sâhip olan bir müslüman, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat yolundadır.
Ancak sâlih ve kâmil bir müslüman olmak için amelde de, yani her türlü iş ve harekette de Allahü teâlânın rızâsını gözetmek şarttır. Amel; iş, hareket demektir. İslâm dînindeki ibâdetler ve yapılması emr edilen veya yasaklanan işler, davranışlar amel esaslarıdır.
Amelî mezhepler, Ehl-i sünnet olan Müslümanlara, fiil ve işlerinde Allahü teâlânın râzı olduğu usül, yol ve şekli gösterirler.
Biliyoruz ki, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de insanlara îmân etmelerini emretmekte ve inananların da sâlih âmeller işleyerek rızâsını kazanmalarını istemektedir. Eshâb-ı kirâm (İlk Müslümanlar) îmân ettikten sonra, her işlerinde çok büyük bir hassâsiyetle, Allahü teâlânın rızâsını aradılar. Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilen emirleri (farzları) eksiksiz olarak ve hulûs-i kalble yerine getirdiler. Açıkça bildirilen yasaklardan (haramlardan) şiddetle kaçındılar.
Peygamber efendimiz, Kur’ân-ı kerîm’i, hadîs-i şerîfleriyle açıklayarak Allahü teâlânın âyetlerinin doğru anlaşılmasını temin etti. Eshâb-ı kirâm, Kur’ân-ı kerîm’den anlayamadıklarını, Peygamber efendimize gelip sorar, öğrenir ve işlerini ona göre yaparlardı. Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmeyen hususlarda, Peygamber efendimiz nasıl yapıyorsa ve nasıl yapılmasını istiyorsa öylece tatbik ederlerdi.
Bu Resûlullah’a tâbi olmak, Eshâb-ı kirâmda öylesine yüksek bir seviyedeydi ki, Kur’ân-ı kerîm’e ve Resûlullah’ın sünnetine uymayan herhangi bir işi yapmaktan korkarlar, ürperirler ve şiddetle kaçınırlardı. Şâyet karşılarına, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfle açıkça bildirilmeyen bir iş çıkarsa, bu durumda kendileri ictihâd eder, bu işte Allahü teâlânın rızâsını araştırır ve bulduklarına göre amel ederlerdi.
Nitekim Peygamber efendimiz, uzak yerlere vâli ve kâdı (hâkim) olarak gönderdiği Eshâbına, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîfte hükmünü açıkça bulamadıkları herhangi bir mesele hakkında ictihâd etmelerini emir buyururdu.
Muâz bin Cebel’i, Yemen’e vâli olarak gönderirken aralarında geçen şu konuşma, buna en güzel bir misâl teşkil ediyor:
Peygamber efendimiz Muâz bin Cebel’e şöyle buyurdu:
“Ya Muâz! Karşına çıkan bir işte neye göre hüküm vereceksin?”
Muâz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile, yâ Resûlallah!” diye cevâb verdi.
“Ya Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulamazsan?” diye tekrar sorunca: “Resûlullah’ın sünneti ile” diye cevap verdi.
Tekrar: “Ya Resûlullah’ın sünnetinde de açıkça bulamazsan?” diye sorunca, Mûaz (r.a.): “O zaman ictihâd ederim yâ Resûlallah!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamberimiz: “Resûlünün elçisini, kendi râzı olduğunda ve Resûlü râzı olduğunda muvaffak kılan Allah’a hamdolsun” buyurdu.
Ayrıca, vahiyle bildirilmeyen işlerde, bizzat Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm ictihâd ediyorlar, Eshâb-ı kirâmın ictihâdının bazen Resûlullahın ictihâdına uymadığı da oluyordu.
Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler. Onlar din bilgilerini bizzat Resûlullah’tan aldılar. O’nu bizzat görmenin, onun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek mânevî kemallere (olgunluklara, üstünlüklere) erdiler. Nefisleri mutmeinne olup, herbiri ihlâs, edeb, ilim ve irfanda, Eshâbdan olmayan hiçbir âlimin ve evliyânın sâhip olamayacağı üstünlüklere kavuştular. Her birinin hidayet yıldızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin îmânı, îtikâdı birdi. Haklarında nass (âyet ve hadîs) bulunmayan meselelerde ictihâd ettiler. Her biri, amelde mezhep sâhibiydiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hükümler birbirine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitaplara geçirilmediği için mezhepleri unutuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.
İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tâbiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i tâbiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan büyük imâmlar yetişti. Bunlar da amelde mezhep sâhibiydiler ve her birinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhâfaza edildi ve müslümanlar arasında yayıldı.
Yeryüzünde bulunan bütün müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm Mâlik bin Enes’tir. Üçüncüsü İmâm Muhammed bin İdris Şâfiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel’dir.
Ehl-i sünnet îtikâdında olan bu dört imâmdan İmâm-ı A’zam’ın yoluna “Hanefî Mezhebi”, İmâm Mâlik’in yoluna “Mâlikî Mezhebi”, İmâm-ı Şâfiî’nin yoluna “Şâfiî mezhebi”, İmâm Ahmed bin Hanbel’in yoluna da “Hanbelî mezhebi” denilmiştir. Bugün bir müslümanın, Allahü teâlânın rızâsına uygun ibâdet-iş yapabilmesi, ancak bu dört mezhepten birine uyması ile mümkündür.
Her müslümanın, ictihâd yaparak Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaracak büyük bir İslâm âlimi, yâni mutlak müctehid olması hem mümkün değildir, hem de hicrî dördüncü asırdan sonra böyle bir âlim yetişmemiştir. İnşallah bundan sonraki makalemizde de bu konu üzerinde durmak istiyoruz
Eshâb-ı Kirâm’ın büyüklüğü
Edirne’de kadılık yapan Nişancızade Muhammed Efendi (v. 1031/1622) “Mir’ât-i Kâinât” isimli kitabında (s.327) buyuruyor ki: “Akâ’id kitâblarının hepsinde şöyle yazılıdır: Eshâb-ı Kirâm’ın (radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în) hepsini büyük bilmek, hepsine hüsn-i zan etmek, hepsinin sâlih ve âdil olduklarına inanmak, hiçbirine dil uzatmamak, düşmanlık etmemek ve bir kısmını sevdiği için, ötekileri fenâ bilmemek kat’î delîller ile bütün müslümânlara vâcibdir.”
Hadis ve fıkıh alimi İmam Kastalani “Mevâhib-i Ledünniyye” isimli kıymetli eserinde, “Eshâbımın isimlerini işitince, susunuz! Şânlarına yakışmıyan sözleri söylemeyiniz” hadîs-i şerîfini yazmaktadır.
Eshâb-ı Kirâm’ın “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” şânlarına lâyık olmıyan sözleri söylemek, müslümânlara yakışmaz. Onların birbirleriyle muhârebeleri bile kötü sebeblerle, aşağı düşüncelerle değildi. Onların rûhları ve nefisleri, insanların en iyisinin ve yükseğinin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda bulunarak, derslerini ve nasîhatlarını dinliyerek temizlenmiş, nûrlanmış, kalblerinde kin ve geçimsizlik kalmamıştı.
Her biri ictihâd makâmına yükselmiş olduğundan, kendi ictihâdlarına uygun hareket etmeleri lâzım ve vâcib idi. Bazı işlerde ictihâdları ayrılınca birbirlerine uymayıp, kendi ictihâdlarına uymaları doğru yol idi. Onların birbirlerine uymamaları da, uymaları gibi, hak üzere idi; nefsin arzûsu değildi.
Büyük akaid alimlerimizden Allâme Sa’deddîn-i Taftâzânî (rahimehüllah), “Şerh-i Akâid” isimli kıymetli eserinde diyor ki: Eshâb-ı Kirâm’ın (radıyallahü anhüm) aralarındaki muhârebelerin dînî sebepleri vardır. Onlara dil uzatanların sözleri edille-i kat’iyyeye, yanî Kur’ân-ı Kerîme ve Hadîs-i Şerîflere uygun değilse, kâfir olurlar. Uygun ise yine büyük günâha girerler; bid’at sâhibi, yanî sapık olurlar...
Eshâb-ı Kirâm’ın hepsi (radıyallahü anhüm) Ehl-i Cennet’tir. Hiç birisi Cehennem ateşine yaklaşmıyacakdır. Çünkü, hüsnâ yanî Cennet ile müjdelenmişlerdir.
Bazıları, İmâm Alî “radıyallahü anh” efendimizle harb edenlere kâfir diyorlar. Hâlbuki, Sahâbe-i Kirâm’dan bir kısmı, ictihâdlarında çok defa Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) de uymadılar.
Bu ayrılmaları, kabahat sayılmadı. Cebrâîl (aleyhisselâm) geldiği zamân, bunlara birşey denilmedi. O hâlde, İmâm Alînin (radıyallahü anh) ictihâdına uymıyanlara dil uzatılabilir mi? Bunlara kâfir denebilir mi? Hem de, uymıyanlar çok idi ve çoğu, Sahâbe-i Kirâm’ın büyükleri ve Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgilileri ve hattâ Cennet ile müjdelenmişleri idi. Onlara dil uzatılabilir mi? Kâfir denebilir mi? Dîn-i İslâm’ın yarısına yakın emirlerini bizlere ulaştıran onlardır. Onlara kusûrlu denirse, dînin yarısı sarsılır. O büyüklerden hiçbirine, bu dînin büyüklerinden hiçbiri saygısızlıkda bulunmamıştır. Dört mezhebin reîsleri ve Sofiyye-i aliyyenin büyükleri, onları büyük ve yüksek bilmişlerdir.
Kur’ân-ı kerîmden sonra Dîn-i İslâm’ın en doğru kitâbı Sahih-i Buhâri’dir. İşte Buhâri-yi şerîfde, pekçok sahâbînin “radıyallahü teâlâ anh” naklettikleri hadîs-i şerîfler yazılıdır. Eshâb-ı Kirâm (radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în) arasındaki muhârebeler, onların sözlerine bir kusûr getirmem
Bu kitâpta ve diğer bütün hadîs kitâblarında hem Hazret-i Alî’nin, hem de Hazret-i Muâviye’nin (radıyallahü anhümâ) bildirdikleri hadîs-i şerîfler vardır. Harp ettikleri için, sözleri kıymetten düşmemiştir. İmâm Alî (radıyallahü teâlâ anh) ile birlikde harb edenlerin sözleri yazıldığı gibi, Hz. Muâviye’nin (radıyallahü anh) yanındakilerin sözleri de yazılmıştır.
Eğer Hazret-i Muâviye’de (radıyallahü anh) ve onunla berâber olanlarda bir kusûr bulunsaydı, bunların bildirdikleri hadîs-i şerîfler, kitâblara yazılmazdı. Din âlimlerinden hiçbiri, hadîs-i şerîfleri seçerken, İmâm Alî’ye (radıyallahü anh) uyup uymamağı hesâba katmamıştır...
Bu kısa makalemizde netice olarak ifade edelim ki, bütün Eshâb-ı Kirâm’ın temiz hayâtlarını kendimize örnek edinmeliyiz. Onlar gibi olarak, Allahü teâlânın rızâsını kazanmağa çalışmalıyız
Demagoglar "Asr-ı Saadet'te dört mezheb mi vardı?.
...... İtikatta Eş'arilik ve Maturidilik mi vardı?.." diye soruyorlar; yoktu deyince de
."Öyleyse bunlar bid'attir" hükmünü veriyorlar.
.A çok akıllılar, şimdi ben size sorayım: Asr-ı Saadet'te Vehhabilik var mıydı? Size göre o bid'at olmuyor da, Maturidilik niçin ve nasıl oluyor?
Asr-ı Saadet'te elbette fıkıh mezhebi yoktu. Çünkü,23 yılda gönderilmiş, Din-i Mübin-i İslam 23 yılda tamamlanmıştı. Tamamlandıktan kısa süre sonra da Fahr-i Kainat aleyhi ekmelüttahiyyat efendimiz bu dünyaya veda etmişlerdi.Asr-ı Saadet'te Ashab-ı Kiram efendilerimiz dini, imanı, namazı, orucu, zekatı Efendimizden öğreniyorlardı.
.Bilenler bilmeyenlere öğretiyordu.Sonra İslam yayıldıkça yayıldı. Aradan 100 sene geçmeden Tevhid inancı Çin sınırlarından Atlas okyanusuna kadar ulaştı; dilleri başka başka olan nice kavim Müslüman oldu. Bunlara Kur'anın ve Sünnetin, emirlerin ve yasakların, ibadetlerin, dünya ahkamının doğru şekilde anlatılıp yorumlanması gerekti. Tabiin ve Tebe-i Tabiin efendilerimizden derin ilme, irfana, nasibe sahip olanlar geceleri kandil ışığında (varyantlarıyla) milyonca hadisi incelediler, bütün rivayetleri topladılar ve fıkıh sistemlerini kurdular.
Bunların dördü kabul gördü, diğer sistemler yaşamadı.Yine İmamı Eş'ari ve İmamı Maturidi Kur'ana ve Sünnete dayanarak İslam'ın inanç hükümlerini bir araya getirdiler.Böylece zaruret derecesindeki bir ihtiyaç karşısında fıkıh mezhepleri ve inanç mezhepleri meydana geldi
..Fıkıhta dört mezhep, inançta iki ekol arasında esasa, usule, temele ait hiçbir ihtilaf yoktur. Çeşitlilik teferruatla (ayrıntılarla) ilgilidir ve bu çeşitlilik Ümmet için geniş bir rahmet ve zenginliktir.Bu hak ve doğru mezhepler sayesinde Ümmet-i Muhammed bid'atlardan, yanlış yorumlardan kurtulmuş oldu.Sen kalkmışsın bunlara bid'at diyorsun.
.Asr-ı Saadet'te mezhep yokmuş... Sevsinler... Asr-ı Saadet'te sayfaları birbirine bağlı ciltlenmiş bir Mushaf da yoktu. O halde senin mantığına göre o da bid'at midir?
.Dört fıkıh mezhebi Müslümanlar için çok büyük bir nimettir.Onları meydana getiren müctehid imamlarımıza ne kadar teşekkür etsek, ne kadar minnettar olsak azdır.Mezhebe lüzum yokmuş, Kur'an yetermiş... Kur'an elbette yeter ama bir şartla: Onu doğru anlamak ve yorumlamakla..
..Bin küsur seneden beri şu İslam aleminin haline bakınız. Peygamberimizin haber vermiş olduğu üzere bir yığın bozuk fırka zuhur etmiştir. Bunların hepsi de Kur'an diyor ama niçin ve nasıl sapıtmışlar?..Kur'anı doğru anlayamadıkları, Resulullahın yorumuna uygun şekilde yorumlayamadıkları için...Bazı bozuk ve sapık fırkaların fanatikleri bağırıyorlar:Mezhepler bid'attir... Mezhepler sapıklıktır... Hatta çok ileri giden bazıları mezhepler puttur bile diyor.Allaha zaman, mekan, cihat, cisim, insanlar gibi el, yüz, ayak; inmek çıkmak gibi noksan sıfatlar izafe eden şu fırkacıya bakınız. Ehl-i Sünnet mezhepleri bid'attir diye niçin yırtınıyor?.. Çünkü mezhepleri yıkarsa halkın bir kısmı onun bozuk fırkasına dahil olacaktır
..Aklı, firaseti ve vicdanı olan sağduyulu her Müslüman şu hususları kabul etmelidir:
* Dört fıkıh mezhebi doğrudur, haktır.
* Fıkıh çok şerefli, çok yüksek, çok faydalı, çok hayırlı, çok mübarek ve mukaddes bir ilimdir.
* İlimleri ve irfanları Kur'anın inceliklerini doğru ve isabetli şekilde anlamaya ve yorumlamaya müsait olmayan Müslümanlar bu konuda rasih imamların, alimlerin yorum ve açıklamalarını kabul etmeli, kendi re'y ve hevalarıyla yorum yapıp, yanlış hükümler çıkartmamalıdır.
* Her mukallid Müslüman, İslam dinini hak mezheplerden birini taklid suretiyle hayatına uygulamalıdır.
* Bir mezhep bütünüyle uygulanır.
* Telfik-i mezahip, yani mezheplerin hükümlerini ve kolaylıklarını cem etmek dini oyuncak etmek demektir.
* "Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür". (Zahid el-Kevseri)
* "Mezhepsizlik, İslam Şeriatını tehdit eden en tehlikeli bid'attir". (Prof. Said Ramazan el-Buti)
* Hulefa-i Raşidin devrinden sonra Kitab ve Sünnete en uygun İslami uygulama olan Devlet-i Aliye-i Osmaniye zamanında fıkha dayalı bir İslami idare vardı, devletin resmi fıkhı Hanefilikti, diğer üç mezhep de serbestti.
* Fıkıh ilmi olmazsa doğru dürüst abdest alıp doğru dürüst iki rekat namaz kılamayız.
* Mezheplerin yıkılmasını ve ortadan kalkmasını isteyenler bozuk bid'at fırkalarıdır.
* Mezhepsizler, fıkıh mezheplerini ve Ehl-i Sünnet ve Cemaati yıkmak için Sünnete ve hadislere saldırıyorlar.
* Sünnet İslam Şeriatının ikinci temel kaynağıdır: Sünnet Kur'an-ı Azimüşşan'ın doğru yorumu için en lüzumlu bilgi kaynağı ve birikimidir. Kötü niyetli müsteşrikler (doğu bilimciler, oryantalistler), misyonerler, gizli din taşıyan iki kimlikli münafıklar bir yandan, bid'at fırkaları öbür yandan Sünnet'i yıkmaya çalışıyor. Hiçbir Sünni Müslüman bunların oyunlarına gelmemelidir. (Mehmet Şevket Eygi: 09 Nisan 2011)
Kelime olarak mezhep, takip edilen, gidilen yol demektir. Mecazen de şahsî/ferdî (kişisel) görüş, inanç ve doktrin manalarında kullanılmaktadır.
Din açısından ise müctehidin, dinin ayrıntılarına ilişkin, kendine mahsus kural ve yöntemlerle oluşturduğu inanç ve hukuk sistemini ifade eder. Bir başka deyimle; müctehid sıfatını kazanmış bir İslam aliminin, hüküm bakımından kapalı veya kesin olmayan (zannî) ayet ve hadisleri İslam’ın temel esaslarına aykırı olmayacak şekide yorumlayarak getirdiği çözümler topluluğuna mezhep adı verilir. İslâm tarihinde mezhep kelimesi genel olarak itikadî, fıkhî, siyasî görüşlerin hemen hepsi için kullanılmıştır.
Mezhepler tarihi ile meşgul olan alimler, İslâm mezheplerini Peygamberimizden (s.a.v.) rivayet olunan bir hadise göre tasnif etmişlerdir. Bu hadiste Yahudilerin yetmiş bir, Hıristiyanların yetmiş iki fırkaya ayrıldığı, İslâm ümmetinin ise yetmiş üç fırkaya ayrılacağı; cehennemden kurtulacak Müslümanların, Resûlüllah’ı ve ashabının yolunu takip eden fırka –başka bir rivayette de, birlik ve beraberlikten ayrılmayan cemaat- olduğu belirtilmektedir.(1)***
MEZHEPLERİN ÇIKIŞ SEBEPLERİ
İslam dünyasında mezheplerin oluşumunu, ortaya çıkmasını etkileyen pek çok sebep saymak mümkün. Ancak meseleyi uzatmadan şöyle özetleyebiliriz:
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hayatta iken sahabiler arasında herhangi bir ihtilaf söz konusu değildi. Dinden gerek inanç, gerek ibadet ve muamele ve gerekse âdap ve ahlâka dair anlayamadıkları/anlaşamadıkları bir mesele çıkarsa, Resûlüllah’a (s.a.v.) sorarlar, o da açıklardı. Râşit halîfeler döneminde de bu hususlarda herhangi bir sıkıntı olmamıştı. Sahabe ve tâbiîn devirlerinde ise, akaid ve amele dair bir mesele ortaya çıkarsa, hemen güvenilir alimlere müracaat edilir, cevabı alınır, karışıklık çıkmasına fırsat verilmezdi. Ancak daha sonraki devirlerde, kendilerine güvenilir zatların yavaş yavaş azalmaları sebebiyle, Müslüman halkın sıkıntılarını gören bazı alim ve müctehidler, akaid ve fıkıh alanındaki görüşlerini açıklayıp yaymaya başladılar. Nitekim hicrî birinci asrın sonlarından itibaren mezheplerin kurucuları, gerek akaid ve gerekse fıkıh sâhasındaki çalışmalarını yoğunlaştırdılar. Onların bu görüşlerini dinleyen, okuyup yazan insanlar da, bunlara uyarlardı. Böylece bu zatların görüş ve ictihatları, halkın anlayışında bir mezhep olarak yerleşti. Bununla birlikte hemen ifade etmeliyiz ki, bu büyük alim ve imamlardan hiçbirisi, 'Ben bir mezhep kuruyorum, bana uyunuz!' diye, halkı kendi görüşlerine tâbi olmaya çağırmamışlardır. Devlet adamlarının, makam-mevki ve nüfuz sahibi kimselerin davet ya da emirleriyle de bir mezhep kurmaya yeltenmemişlerdir.
Bilindiği üzere insanların anlayış-kavrayış ve idrak seviyeleri farklıdır, istek ve ihtiyaçları çeşitlilidir. Dolayısiyle dinin esasına uygun olmak kayıt ve şartıyla fıkhî ihtilafların/farklılıkların da caiz olması bir kenara, ümmet için bir rahmettir, kolaylıktır. Onun içindir ki Peygamber Efendimiz, müctehid ictihadında isabet ederse iki sevap, iyi niyetle Allah rızası için yaptığı bu ictihadında hata ederse bir sevap alacağını söylemiştir.(2)
Ynt: Itikadi ve Ameli Mezhepler...
İslâm’da ki türlü mezhep vardır:
1. İtikadi Mezhepler: İmanla-inançla ilgili konulardaki görüşler.
2. Ameli Mezhepler: İbadet ve muamelelerle ilgili konulardaki görüşler.
İman esaslarını kabul etme konusunda bir çok görüş ve mezhep vardır. Bunlar da iki gruba ayrılır:
a) Hak Mezhepler veya Ehl-i Sünnet Mezhepleri.
b) Batıl Mezhepler veya Ehl-i Bid’at Mezhepleri.
Ehl-i Hak veya Elh-i Sünnet, dinî yorumlarda Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ve sahabenin (r.anhüm) yolunu takip edip onları örnek alan, sahabe arasında ayrım yapmadan onları bütün olarak seven ve kabul eden mezheplerin adıdır.
Ehl-i bit’at ise, yorumlarını daha ziyade kendi görüş ve fikirlerine dayandıran, ashaptan bazılarını sevgide aşırıya kaçan, bazılarına karşı da nefret duyan mezheplerin adıdır.***
HAK MEZHEPLER (Ehl-i Sünnet Mezhepleri)
İtikatta Ehl-i Sünnet Mezhepleri ikidir:
Mezhebin kurucusu İmam Eş’arî’dir. Basra’da doğmuş, Bağdat’da vefat etmiştir. İmanla ilgili mevzularda ayet ve hadisleri temel almakla birlikle bunların anlaşılmasında akla da yer veren bir mezhep anlayışıdır. Şâfiîler, Malikiler genelde Eş’ari mezhebindendir. Mezhep, Kuzey Afrika, Endonezya ve Hicaz’da yaygındır.
Mezhebin kurucusu, İmam Mâtüridî’dir. Kendisi Türkistan’ın Semerkant şehrinin Mâtürid köyündendir. Mâtüridilik, imanla ilgili mevzularda ayet ve hadisleri temel almakla birlikte dinin anlaşılması konusunda aklı temel kabul etmiş bir mezheptir.
Mâtürîdî akaidinin temelini İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin (rh. 80/699 - 150/767) içtihatları-görüşleri, bilhassa onun Fıkhu’l-ekber isimli eseri teşkil eder.
Mâtürîdîler fıkıhta İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin (rh.) yolunu takip etmiştir. Hanefilerin büyük çoğunluğu Mâtüridî mezhebine bağlıdır.
Mezhep, Türkiye, Balkanlar, Orta Asya, Hindistan, Pakistan’da yaygındır.
Çoğunlukla Türkler fıkıhta Hanefi, itikatta ise Mâtüridi mezhebindendir.
İtikatta bu iki hak mezhebe üçüncü olarak “Selefiye”yi ilave edenler olsa da buna gerek yoktur. Çünkü Ehl-i Sünnet’in tuttuğu, takip ettiği yol zaten selefin yoludur. Kaldı ki sonraları “Selefilik”, selefin yolu ve görüşleri olmaktan çok İbn Teymiye ve Muhammed b. Abdülvahhab’ın mugalatalarını-düşüncelerini yansıtır hale gelmiştir.
Selefîler, ilk olarak Hicri 4. yüzyılda ortaya çıkmışlardır. Bunlar, amelde Hanbelî mezhebine mensuplardı. Görüşlerinin, Selefiye inancını canlandıran ve bu inanca ters düşen görüşlere karşı mücadele eden İmam Ahmed İbn Hanbel´e (rh.) ait olduğunu söylüyorlardı. Ancak Hanbeli mezhebinden olan bazı zatlar; onların bu görüşlerinin, Ahmed İbn Hanbel´e (rh.) ait olduğu hususundaki sözlerine katılmamışlardır.
Selefiye inancı Hicrî 7. yüzyılda tekrar ortaya çıkmış ve bu de¬fa bu görüş, İbn Teymiyye tarafından ihya edilmeye çalışılmıştır. İbn Teymiyye, Müslümanları yoğun bir şekilde bu görüşü kabul etmeye davet etmiş ve kendine göre, zamanının gerektirdiği bazı düşünceleri (!) de Selefiye görüşüne ilave etmiştir.
Daha sonra Selefiye inancı Hicrî 12. yüzyılda Muhammed b. Abdülvahhab tarafından Arap yarımadasında yeniden ortaya çıkarılmıştır. Günümüzde de Vehhabîler, Müslümanları bu Ehl-i Sünnet dışı görüşe davet etmekte ve bu görüşleri şiddetle savunmaktadırlar.
Hanbelî mezhebinde olduklarını iddia eden bu insanlar, bazı çok temel mevzularda Ehl-i Sünnet çizgisinden ayrı görüş ve inançlara sahiptirler. Mesela tevhid inancı yani Allah’ın birliği meselesi, şefaat, tevessül, rabıta, kabir ziyaretleri… gibi hususlarda işi, Sünnîleri tekfire kadar götürmüşlerdir. Bu akım Hicri 4. yüzyılda ortaya çıkmış ve bu görüşü benimseyenler, görüşlerinin, Ahmed İbn Hanbel´e ait olduğunu söylemişlerdir. Ancak Hanbeli mezhebinden olan bazı zatlar bu görüşlerin, Ahmed İbn Hanbel´e ait olduğu hususunda bunlara katılmamışlardır.
Bâtıl Mezhepler (Ehl-i Bit’at Mezhepleri)
Ehl-i bid‘at mezhepleri de ikiye ayrılır:
Küfre düşen bid‘at mezheplerinin temeli, İslam’ın ana esası olan âyet ve hadislerin görüşlerine uymayan, genellikle kişilerin kendi arzu ve hevesleri doğrultusunda uydurdukları iddialardır ki, bunların sayıları çoktur.
Ynt: Itikadi ve Ameli Mezhepler...
Fıkıhtaki (ibadet ve amele dair olan konularda) ihtilaflar, akaitteki ihtilaflar gibi insanı bid‘at ve dalâlete götürmez. Nitekim fıkhî meselelerde ictihatların farklılığı ümmet için rahmat sayılmıştır. Böylece zaman ve mekânlara göre Müslümanlara genişlik-rahatlık ve kolaylıklar sağlanmıştır.
Amelde hak olan dört mezhep sırasiyle şunlardır:
Mezhebin kurucusu İmam-ı A‘zam Ebû Hanîfe’dir (rh.). Hicri 80 (M. 699) yılında Kufe’de doğmuş, 150’de (M. 767) Bağdat’ta vefat etmiştir. Aslen varlıklı bir aileden gelen İmâm-ı A‘zam hazretleri, ilim öğrenme ve öğretmenin yanında ticaretle de meşgul olmuştur. Ticari hayatı, günlük meseleleri iyi bilmesine, ihtiyaçları yakından tanıyıp problemleri kolay ve isabetli çözmesine yardımcı olmuştur.
İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.) ictihatlarında daima insanların ihtiyaçlarını, dinin inanç ve ameldeki maksadını, temel kriterleri dikkate alarak hareket etmiştir. Mezhebin en önemli özelliği, ayet ve hadislerin hükmü ile aklın yorumu arasında makul bir dengenin oluşudur. Dört ana şer‘î delilin yanında örf ve âdet gibi fer’î delilleri, kamu yararını daima göz önünde bulundurmuş, kişi hak ve hürriyetlerinin korunmasını düstur (ilke) edinmiştir.
Kaynaklarda, İmâm-ı Azam’ın (rh.) dört bine yakın talebesinin olduğu ifade edilir. Bunlardan kırk tanesi ictihad yapabilecek seviyeye gelmiştir. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed (İmameyn) rahımehümallah en meşhur iki talebesidir. Ebû Hanîfe (rh.), Ehl-i Irak fıkhının temsilcisidir. Mezhep ekseriyetle Türkiye, Balkanlar, Türkistan, Hindistan, Pakistan’da yaygındır.
Mezhebin kurucusu İmam Malik’tir (rh.). Hicri 93 (M. 711) yılında Medine’de doğmuş, 179 (M. 795) yılında yine Medîne’de vefat etmiştir. Mezhebin en önemli özelliği, İmam Mâlik’in, o günün ilim merkezi durumunda olan Medine halkının uygulamasına büyük ehemmiyet vermesidir. Ona göre, Medinelilerin ameli, mütevatir sünnet (en kuvvetli sünnet) hükmündedir. Mezheb genellikle Mısır ve Kuzey Afrika’da yaygındır. İmam Mâlik, ehl-i hadis veya ehl-i Hicaz fıkhının temsilcisidir.
Mezhebin kurucusu İmam Şâfiî’dir. Hicri 150 tarihinde (M. 767) Filistin’in Gazze şehrinde doğmuş, 204’te (M. 819) de Mısır’da vefat etmiştir (rh.). İmam Mâlik’ten Hicaz fıkhını, Ebû Hanîfe’nin talebesi olan İmam Muhammed’den de Irak fıkhını öğrendi. Mezhebinin en önemli özelliği, âdeta Hanefî ile Mâlikî fıkhının terkibi/sentezi (birleşimi) niteliğinde olmasıdır. Şâfiî mezhebi genellikle Mısır, Suriye, Irak, Horasan’da yaygındır. Ayrıca Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğu bölgelerinde de epeyce mensubu bulunmaktadır.
Mezhebin kurucusu İmam Ahmed b. Hanbel’dir (rh.). Hicri 164’te (M. 780) Bağdat’da doğmuş, 204’te (855) de yine Bağdat’ta vefat etmiştir. İmam Ahmed b. Hanbel ibadet ve muamelat konularında iki ayrı usûl benimsedi. İbadetle ilgili hususlarda ayet ve hadislere çok sıkı sarılmakla birlikte, muamelat(3) konularında (günlük hayatın icapları) bir şeyin haram olduğuna dair ayet ve hadislerde açık bir delil yoksa, onun mubah olduğuna hükmederek daha serbest bir anlayış geliştirdi. Mezheb genellikle Hicaz, Filistin, Mısır gibi ülkelerde yaygındır.
Bu dört hak mezhepten başka daha otuza yakın amelde hak mezhebin olduğu bilinmektedir. Ancak bunların bağlıları kalmadığı için kitaplarda sadece isimleri vardır.
Ynt: Itikadi ve Ameli Mezhepler...
HAK BİR MEZHEBE UYMAK GEREKİR Mİ?
Müctehid olmayan Müslümanlara, müctehidleri taklid eden anlamında mukallid denir. Mukallid durumunda olan her Müslümanın, Hak mezheplerden birine, mutlaka bağlı kalması gerekir. Onun için en emin, en güvenli yol budur.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri buyuruyorlar ki:
“Kitap ve Sünnet’in îcabına göre inanmak (Müslüman olabilmek için) nasıl zarûri ise, müctehid imamların onlardan istinbat ve istihraç ettiği (Kur’an ve hadislerden çıkartıp ortaya koyduğu) hükümlerin gereğince amel etmek de zarûridir. Hâl böyle olunca; helâl-haram, farz-vâcib, sünnet-müstehab gibi hükümleri bilmek de aynı şekilde zarûri olmaktadır.
“Müctehidlere uymak durumunda olan (mukallid) bir kimsenin, Kur’an ve hadisten, müctehidin görüşüne aykırı olarak hükümler çıkartıp alması ve onunla amel etmesi câiz değildir. (Mukallid bir Müslüman için) gereken; kendisinin, tâbi olarak taklid ettiği mezhebinin müctehidi tarafından ihtiyar edilen kavil (seçilip alınan hüküm) ile amel etmeyi tercih etmektir.” (4)
Meselâ, ülkemizde yaşayan Müslümanların çoğunluğu Hanefî mezhebine mensuptur. Bu mezhebe göre namazları cem etme ameli (iki vakti birarada kılmak), sadece hac esnasında tatbik edilir.
O da Arafat’ta cem‘-i takdim yapılarak, öğle vaktinde öğle ile ikindi namazları birleştirilir; önce öğle sonra da ikindi namazı birbiri ardınca kılınır.
Müzdelife’de ise, akşam namazı te’hir edilerek yatsı ile birleştirilir ki, buna da cem‘-i te’hir denir. Bunların dışında –ister hac sırasında, ister haccın hâricinde– hiçbir zaman ve mekânda, şartlar ne olursa olsun, iki vaktin namazını birleştirmek Hanefî mezhebine göre câiz değildir.
Ashâb-ı kirâmdan Abdullah b. Mes‘ûd, Sa‘d b. Vakkas ve Abdullah b. Ömer (r.anhüm) gibi bazılarından da bu görüş rivâyet edilmiştir.
Hasan-ı Basrî, İbn Sîrîn, İbrahim Nehâî, Esved (rahımehümüllah) gibi bir kısım selef-i sâlihîn de bu görüştedir. Bir rivâyette İmâm Mâlik’in (rh.) tercihi de bu yöndedir.
Bu durumda, Hanefî mezhebine mensup olan bir Müslüman’ın, yukarıda belirtilen zaman ve mekânların dışında, hiçbir hâl ve şartı bahane edip iki vaktin namazını bir vakitte birleştirerek kılması câiz olmaz. Diğer meseleler de aynen bunun gibidir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin açıkladığı üzere, mukallid durumundaki Müslümanların, mensubu bulundukları mezhebin görüşlerine göre amel etmeleri şarttır, zarûridir. Şuurlu bir Müslüman, aksi yöndeki iddialara kulak vermez.
Bizim dinimizde, sıradan herkesin kendi kafasına göre âyet ve hadislerden hüküm çıkarma ve keyfine göre amel etme gibi bir saçmalığa yer yoktur.
Hatta, değil İlâhi bir dinde, hiçbir beşerî sistemde bile kanunları her önüne gelenin kendi kafasına göre yorumlaması, ictihad etmesi gibi bir karmaşaya izin verilmez.
Çünkü böyle bir uygulamanın sonucu, toplumda rahatlık ve huzur değil, aksine anarşidir, terördür. Bu da, aklı başında hiçbir fert ve toplumun kabul ve tasvip edebileceği bir durum değildir.
Ayrıca belirtmek gerekirse, dinî meselelerde ihtiyaç yeni ictihadlara değil, tefekküredir; fikir plânında yapılacak çalışmalaradır. Bunlar da hiçbir sûrette kat‘î nasslarda ve hakkında icma‘ bulunan mevzûlarda olmamalıdır. Zira bu noktalarda değil “düşünce üretmek”, hakiki bir müctehidin ictihad etmesi dahi câiz değildir. Meselâ namazın, orucun, zekâtın, haccın farziyeti; onların rükünleri, vakitleri hususunda ictihâda asla yer yoktur. İslâm’ın fıkıh usûlü bunu böyle ortaya koymuştur. Nitekim Mecelle’de de bu husus, “Mevrid-i nassda ictihâda mesağ yoktur” kâidesiyle belirtilmiştir.
Ama üzülerek ifade edelim ki günümüzde, namazda olduğu gibi, haccın, kurbanın da vakitlerinin değiştirilerek yılın 12 ayına yayılabileceği, yani senenin her mevsiminde yapılabileceği icitihâd(!)ında bulunma cür’etini bile gösteren sözde müctehidlere rastlamak mümkün. Hem de isimlerinin önünde kocaman kocaman ünvanlarıyla... Ve bunu da “bilimsellik!” adına yaptıklarını söylüyorlar ki, Allah’tan –şayet kabilse, istidatları varsa– hidâyetlerini istemekten başka ne dileyebiliriz!
Peki, günümüzde bir Müslümanın mutlaka bu dört mezhepten birine bağlı kalması şart mıdır?
Bu sorunun cevabı ve bu husustaki daha pek çok meselenin halli için, dilerseniz Prof. Dr. Faruk Beşer Bey’e kulak verelim. O, “Bir Mezhebe Bağlanma” başlığı altındaki yazısında dikkat çekici şu açıklamalarda bulunmaktadır:
“İslâm’ın asıl kaynağı Kur’ân-ı Kerim ve onun açıklayıcısı olan hadîs-i şeriflerdir. İcma, kıyas ve diğer şer’î deliller de aslında Kur’ân’a tabi olduklarından, aslolan yine Kur’an’dır ve bu anlamda Kur’an İslâm’ın tek ve yegâne kaynağıdır. Her müslüman fert için asıl olan da Kur'ân’a göre yaşamaktır.
“İslâm bütün insanlara ve geldiği andan itibaren bütün zamanlar için gönderilmiştir. Bu süre içinde olacak olanlar sürekli ve sonsuzdur. Oysa, Kur’ân-ı Kerim’in ifade ettiği hükümler; bu hükümlerin esası olan ve bizim telaffuz ettiğimiz kelimeler itibariyle, sınırlıdır. Sınırlı olan hükümler sınırsız olayları anlatamayacağına göre, yenilenen olaylara paralel hüküm üreten bir kaynağın bulunması gerekir ki, bu da içtihat’tır. İçtihat, İslâmî hükmü belli olmayan bir olayın hükmünü Kur’ân’a uygun olarak ortaya koyma çabası olduğuna göre, içtihat yapacak şahsın, esas kaynak olan Kur’ân-ı Kerim’i, onun açıklaması olan sünneti ve bu ikisinin onayladığı icmaı yeterince bilmesi gerekir. Ta ki asıl kaynaklarda belirtilen bir hükümden habersizce ve kendi görüşü ile, asıl olana zıt bir hüküm ortaya koymasın ve olaylar arasındaki ilgiyi görerek isabetli hüküm verebilsin.....
“... Allah Rasûlü (s.a.v.) hayatta iken vahiy devam ettiği için, yeni yeni ortaya çıkan meselelerin hükmünü öğrenmek problem değildi. Rasûlüllah’ın vefatından sonra ve ona yetişen arkadaşlarının (sahabe) varolduğu sürede ortaya çıkan meselelerin hükmü, onlara soruldu ve onların müçtehit olanları, ayetler ve hadisler ışığında görüşlerini açıkladılar. Arkasından onları izleyenler (tâbiûn) geldi. Meseleler de çoğaldıkça çoğaldı. Bu meseleleri de tabiûnun müçtehitleri cevaplandırdılar, bunlar hakkındaki görüşlerini, yani mezheplerini açıkladılar ki, işte İmam Ebû Hanife ve İmam Malik bunlardandır ve o dönemde onlar gibi daha yüzlerce müçtehit vardır. Meselesi olan vatandaş, gidip onlardan herhangi birisine sordu ve davranışını ona göre ayarladı. O dönem bu açıdan çok zengin bir dönem oldu ve bu dönemin müçtehitleri on binlerce meselenin hükmünü tesbit etme başarısını gösterdiler.
“Büyük imamlar olan Ebû Hanîfe, Malik, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel (Allah onlardan razı olsun) hem birçok meziyetleriyle halk tarafından benimsendikleri, hem de daha çok mesele hallettikleri için onların görüşlerine, yani mezheplerine daha çok başvurulur oldu ve onların görüşleri yazılıp tesbit edilebildi. Diğerlerinin görüşleri ya unutulup gitti veya başkalarının ağzından çok sıhhatli olmayan yollarla ve tek tük aktarılabildi. Dolayısı ile içtihat adına en önemli dönem olan o dönemden bize bütünüyle sağlıklı olarak sadece bu ‘Dört İmam’ın ve arkadaşlarının görüşleri aktarılabildi.
“Onlardan sonra da yüzlerce müçtehit gelmiş olmakla beraber, henüz onlar kadar kapsamlı müçtehitler çıkmadığı kabul edilir. Çünkü onlar işin kaynağına yakın idiler, hadislerin sahih olan ve olmayan yollarını tanıyor, kendilerinden önceki sahabenin ittifak ettikleri noktaları iyi biliyorlardı. Sonradan zorunlu olarak ortaya çıkan bir sürü hadis ilmine ihtiyaçları yoktu. Arapça’nın henüz bozulmadığı bir dönemde yaşıyorlardı ve Kur’an’ı anlamak için çok önemli olan Arapça’yı, bir çaba göstermeksizin iyi biliyorlardı. Ve belki de bütün bunlardan ve daha benzeri meziyetlerden ötürü Allah Rasûlü Efendimiz (s.a.v.), onların da ‘hayırlı asır’da bulunduklarını haber vermişti.. Oysa, daha sonra gelen müçtehitlerin sözünü ettiğim konularda ilave ve fazla bilgiye ihtiyaçları oldu. İşleri arttığından ötürü seviyeleri de öncekilere göre küçük kaldı, içtihat etmelerine rağmen onlar kadar kapsamlı olamadılar. Ve o ‘dört imam’ hep zirvede kalmaya, tabir caizse rekoru ellerinde tutmaya devam ettiler.
“Böyle bir özetten sonra başlıkla ilgili soruya dönelim: Madem ki, esas olan Kur’ân-ı Kerim ve onu açıklayan sünnet-i seniyyedir; öyleyse bir müslümanın ille de ‘dört imam’dan birini taklit etmesi ve ‘Kitab’a ve ‘sünnet’e değil de onun görüşlerine uyması şart mıdır? Hatta bu uygun olur mu?
“Böyle bir soruya cevap olarak söyleyeceğimiz ilk şey, onlara uymanın Kitap ve Sünnete uymaktan başka bir şey olduğu izlenimini vermenin, yanılgı ya da yanıltmaca olduğudur. Çünkü onlara uymak ve onları taklit etmek, Kitap ve Sünnet karşısında, onların görüşlerini benimsemek demek değil, Kitap ve Sünnete onların yorumu ve anlayışı ile bağlanmak demektir. Tabi olunan/uyulan, yine Kitap ve Sünnettir. Herkesin Kitap ve Sünneti yeterince bilip kavraması zor (imkansız değil) olduğundan, herhangi bir büyük imamı (müçtehit) taklit etmek, pratik anlamda vacip, yani gerekli görülmüştür.
“Ancak bu gerekliliği, dinî anlamda ‘farz’ görme yanılgısına da dikkat çekmek gerekir. Çünkü bir şeyin farz ya da haram olduğuna hüküm verme hakkı, sadece Allah’a ve Onun kendi adına hüküm koyma yetkisi verdiği Rasûlüne aittir....
“Öyleyse [bir müslümanın] Kitabı ve Sünneti yaşamada bir mezhep imamını rehber edinmesi gereklidir ve bunun dört mezhepten biri olması konusunda da âdeta icma vardır. Çünkü belli bir dönemden bize sıhhatli olarak aktarılan içtihatlar onların içtihatlarıdır. Bu, onların özellikle ibadet ve akide ile ilgili herhangi bir meselede bu dört görüş mecmuasının dışında bir görüşün olamayacağında ittifak yani icma etmeleri anlamına gelir ki, fıkıh usûlünde ‘mürekkep icma’ diye tabir edilir. İcma ise genel kabul gören görüşe göre bağlayıcı bir delildir....
“... Şunu da itiraf etmeliyiz ki, herkesi rehbersiz olarak Kitabı ve Sünneti yorumlama hatasına düşüren sebeplerden biri de, hiçbir mezhebin ve mezhep imamının kabul etmediği ‘mezhep taassubu’ olur....
“Mezheplerin kolay taraflarını araştırmak ve ihtiyaç yokken sırf nefsinin arzusuyla işine gelenleri almak... caiz değildir. Çünkü bu dine değil nefse uymaktır. Delilsiz hareket etmektir. Bizi, kabul edilmeyen toplamacılığa/telfike ve ‘mürekkep icma’ ile caiz olmadığında ittifak edilen sonuçlara götürür....
“[Hâsılı], mezhep, Kur’an’da ve Sünnette bulunup açık olmayan ya da hiç bulunmayan konular hakkında görüş demek olduğuna göre, ‘Dört mezhep de nereden çıktı?’ deyip herkesi güya Kur’ân’a ve Sünnete göndermek, aslında dört değil, dörtyüz milyon mezhep kabul etmek demektir. Çünkü her şey Kur’ân’da açıkça bulunsaydı zaten mesele olmazdı. Bu yüzden, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, meselâ Hanefî mezhebine bağlı yaşamak, Kur’ân’ı ve Sünneti bırakıp Ebû Hanîfe’ye uymak değil, belki Kur’ân’ı ve Sünneti onun anlayışı ile kabullenmek, yani Kur’ân’a ve Sünnete Ebû Hanîfe penceresinden bakmak demektir.”(5)
Ynt: Itikadi ve Ameli Mezhepler... MEZHEPSİZLİK NEREYE GÖTÜRÜR?
Büyük âlim Muhammed Zâhid el-Kevserî rahmetullâhi aleyh, mezhep tanımama, kabul etmeme tehlikesi ile ilgili olarak, “Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür”(6) başlıklı makalesinde bakınız neler söylüyor:
“Mezhepler sağlam temeller üzerine oturtulmuştur... Peki son zamanlarda liderlik sevdasıyla biri ortaya çakır da müctehidlerin ictihadlarının yerine kendi görüşünü ikâme edip, insanları, mezhepleri bırakmaya çağırır; mezheplerin mensuplarını şaşkınlık içerisinde bırakmaktan ve gösteriş budalalığından öte bir esasa dayanmayan kendi imamlığını (müctehidliğini) mezhepsizlik üzerine oturtmaya çalışırsa eğer, siz kendisini böyle bir vesvese ve kuruntuya kaptıran birine ne dersiniz?..
“Böyle birine, ya deli teşhisi konulmamış fakat tımarhâneye götürülmemekle hata edilmiş bir mecnûn dersiniz; yahut da böyle bir adamın delilerin akıllılarından mı, yoksa akıllıların delilerinden mi olduğunu kestiremezsiniz her halde...
“Bir müddetten beri bazılarından buna benzer nâralar duymaya başladık. Ki bunlar, akıllarınca müctehid imamların ictihadlarını ortadan kaldırmaya yönelik olarak şer‘î sâhalarda ictihâda yelteniyorlar... Bu kuruntularına kulak asmadan önce, bana kalırsa, bunların akıllarından bir zorlarının olup olmadığı hususunda bir tıp doktoruna muâyene ettirilmeleri gerekir. Kendilerinde birazcık akıl bulunduğu tesbit edildiği takdirde, bunların, İslâm ümmetini din ve dünya işlerinde parçalamaya yönelik hedefler peşinde koştukları ve üzerlerine İslâm güneşi doğduğundan beri aralarında devam eden uzunca bir kardeşlik döneminden sonra bu ümmeti birbirleriyle didişmeye ve boğazlaşmaya sevk edecek mel‘unca gâyeler güttükleri ve kesinlikle bu dinin düşmanlarından oldukları ortaya çıkar.
“Basîretli ve akl-ı selim sahibi bir Müslüman bu gibi propagandalara kanmaz. Evet, böyle bir Müslüman, tâbiûn devrinden beri bu dînin usûl ve furûunu Efendimiz’den (s.a.v.) tevârüs ettikleri gibi koruyan müctehid imamların etrafından ayrılmaya çağıran bir nâra işittiğinde, yahut kulağına mezheplerden birine yönelik bir böğürtü çalındığında, mutlaka bu meş‘ûm (uğursuz) sesin çıkış yerini aramalı, bu fitne yuvasını muhakkak keşfetmelidir.
“İslâmî ilimleri hakkıyla okuyan samimi bir Müslüman’dan böyle bir ses duyulmaz. Bu ses, olsa olsa İslâmî ilimleri üstünkörü, başlıklar hâlinde ve kendi emellerine hizmet edecek kadar öğrenip, İslâm âlimleri arasında gizlenmiş sahte bir Müslüman’dan duyulabilir. Akl-ı selim sâhibi bir Müslüman, kendisinde mevcut basîret nûruyla araştırdığında, bu nâranın çıkış yerinde, Müslümanlar’ın dertleriyle sadece gösteriş olsun diye dertlenen birine rastlayacaktır. Öte yandan bu adamın, Müslümanlar’ın dert ve sıkıntılarına aldırış etmeyen bir takım kimselerle sarmaş dolaş olduğunu, ancak fazilet güneşinin batış yerinden (Batı’dan) gelen eskiler hâriç, önüne gelen her eskiye düşman kesilen bir kimse olduğunu görecektir.
“İmam Ebû İshak el-İsferâyinî’nin buyurduğu gibi, ‘Bu işin önü safsata, sonu zındıklıktır...’
“Bu meş‘um dâvet, yalnızca dinsizliğe uzanan bir köprüdür. Böyle bir dâvetin istilâ ettiği diğer ülkeler, küfür bataklığına saplanarak mahv olmuşlardır.
“Mü’min, parmağını bir delikten iki kere ısırttırmaz...
“Akıllı o kimsedir ki, başkasının uğradığı musîbetlerden ders alır.
“Doğruyu Allah söyler (ve söyletir), doğru yolu gösteren de odur.”
1) Tirmizî, Sünen, İman, 18; Ebû Dâvud, Sünen, Sünnet, 1; İbn Mâce, Sünen, Fiten, 17; Dârimîmî, Sünen, Siyer, 75.
2) Buhârî, Sahîh, İ‘tisâm, 21; Müslim, Sahîh, Akdiye, 6;
3) Muamelat: Muameleler, işlemler demektir. Fıkıhta fert ve aile hukuku, aynî haklar, mîras, ticaret, borçlar ve iş hukukuyla ilgili konular.
5) Prof. Dr. Faruk Beşer, Sorular ve Cevaplarla Günlük Hayatımız, Bilge Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 15-21
6) Said Ramazan el-Bûtî, Mezhepsizlik İslâm Şerîatını Tehdit Eden En Tehlikeli Bid‘attir
Mezhepler nasıl ortaya çıktı?
Mezheplerin nasıl ortaya çıktığını anlatmadan önce içtihad ve müçtehidin ne olduğunu izah etmek mecburiyeti vardır. Çünkü mezhepler müçtehidlerin içtihatlarıyla ortaya çıkmıştır.
İslâm'da asıl olan Kur’ân ve sünnettir. “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin” (Hucurat, 1) âyeti ve benzerlerinden yola çıkarak İslâm âlimleri Mecelle’deki “Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur.” (yani herhangi bir konuda âyet veya hadis varsa o konuda içtihada izin yoktur.) kaidesini benimsemişler ve bir konuda âyet veya hadis varken içtihad yapmayı dalalet/sapıklık olarak kabul etmişlerdir.
Karşılaşılan bir meselenin açık hükmü Kur’ân ve sünnette yoksa ne olacak?
Elcevap: Konunun uzmanı olan (yani müçtehid olan) âlimler Kur’ân ve sünnete müracaat ederek, benzer olaylardan ve ortak özelliklerden yola çıkarak, içtihad yapacaklar ve konuyu hükme bağlayacaklardır.
İçtihad, lügatte “bir şeye ulaşmak için kişinin bütün gücünü harcaması” demektir. Fıkıh ilminde ise içtihad; müçtehid olan âlimin, “Kur’ân ve sünnette açık hükmü olmayan bir meselenin hükmünü, Kur’ân ve sünnetten çıkarmak için bütün gücünü sarf etmesi” demektir. Çoğu zaman içtihad deyince kıyas akla gelir. Kıyas da şöyle tarif edilmiştir: Hakkında nass [âyet veya hadis] bulunmayanın bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet [sebep] dolayısıyla hakkında nass [âyet veya hadis] bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır .
İçtihadın İslâm dinince makbul olduğuna dair, Kur’ân ve sünnetten pek çok delil vardır. En meşhurlarından bir rivâyet şöyledir:
Resûlullah (sav) sahâbelerden Muaz'ı Yemen'e göndermek istediği zaman ona şöyle sordu: "Önüne bir dava gelirse nasıl hüküm vereceksin?"
Muaz: “Allah'ın kitabıyla hüküm vereceğim.” dedi. Peygamberimiz "Allah'ın kitabında (bir hüküm) bulamazsan?” diye sordu. Muaz “Resûlullah'ın sünnetiyle...” dedi. Peygamberimiz yine “Ya Resûlullah'ın sünnetinde ve Allah'ın kitabında da (bir hüküm) bulamazsan (ne yapacaksın)?" buyurdu. Muaz “Kendi görüşümle içtihad ederim, (hüküm vermekten) geri dönmem.” dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (sav) (Muaz'ın) göğsüne vurarak "Allah Resûlü'nün elçisini Allah Resûlü'nün arzusuna (muvafık hareket etmeye) muvaffak kılan Allah'a hamd olsun" dedi. (Ebu Davud, Tirmizi)
Bu hadisten de anlaşılacağı gibi Kur’ân ve sünnette açık hükmü olmayan bir meselede, yine Kur’ân ve sünnete müracaat ederek hüküm çıkarmayı peygamberimiz teşvik etmektedir.
Hz. Muaz’ın bu sözleri içtihaddaki usulü de ortaya koyar mahiyettedir. Peygamberimizden sonra bütün sahâbe ve tabiin bu tarzda içtihad etmişlerdir.
İşte içtihad açık hükmü Kur’ân ve sünnette olmayan bu ve benzeri durumlarda, yine Kur’ân ve sünnete müracaat ederek ve ortak özellikler bularak, Kur’ân ve sünnette hükmü bulunmayan meseleyi, hükmü bulunan bir meseleye kıyas ederek, o meseleyi çözüme kavuşturmaktır.
Tabiat ilimlerinde bilim adamları tabiatta zaten var olan kanunları bulurlar. Yok olan bir şeyi bulmazlar. Örneğin yer çekimi kanunu bulunmadan önce de vardı. Bilim adamının yaptığı yalnızca, onun farkına varmak ve onu açığa çıkarmaktır. Müçtehid âlimler de, Kur’ân ve sünnette var olan fakat gizli olan hükümleri bulur ve ortaya çıkarırlar. Bilim adamları Allah'ın kudret sıfatından gelen kainat kitabının, müçtehid âlimlerde Allah'ın kelam sıfatından gelen kitabının (Kur’ân’ın) gizli nüktelerini ortaya çıkarırlar.
Bazılarının zannettiği şekilde İçtihad, müçtehid olan âlimin, disiplinsiz, gelişi güzel bir görüş ortaya koyması değildir. İçtihad, bir disiplin altında, belli kurallar doğrultusunda, Kur’ân ve sünnetten gizli olan hükümleri çıkarmaktır. Fıkıh usulü ilmi tamamen bu kurallardan bahseden bir ilimdir.
Her işte o konunun uzmanı olan kimselere müracaat edilir. Hastalıklarda doktora, inşaatta mühendislere müracaat edildiği gibi, dini konularda da bu işin uzmanı olan müçtehid âlimlere müracaat etme zarureti vardır. İçtihad yapmak da basit bir olay değildir. Uzmanlık ister. İçtihad yapacak müçtehid âlimin 8 konuda uzman olması gerekir. Bu alanlarda uzman olmayanlar (hastalıkta doktora itimad edilip onun söylediği kabul edildiği gibi) müçtehid âlimlerin sözlerini kabul edip ona göre hareket etmek zorundadırlar. Bunlar da kısaca şunlardır:
2. Kur’ân ilmine sahip olmak.
4. Üzerinde icma veya görüş ayrılığı olan konuları bilmek.
6. Hükümlerin amaçlarını bilmek.
7. Doğru bir anlayış ve takdir gücüne sahip olmak.
8. İyi niyetli ve sağlam inanç sahibi olmak.
İçtihad ve müçtehid hakkındaki anlattıklarımız konuyu merak edenler için oldukça kısa izahlardır. Bu konularda İslâm tarihinde usulü fıkıh adıyla ciltlerle kitaplar yazılmıştır. Merak edenler bu kitaplara müracaat edebilirler.
Bir mezhebe tabi olmayı emreden ayetler-3
http://www.fetva.org/Genel/Mezhepler.htm
Mezhep; Müçtehidini ızamın edille-i şeriyyden istinbat ve istihraç ettiği hükümlerden ibaret olup mükallitlerin müçtehitlere tabi olmasından meydana gelir. Bu bir zarurettir. Hak mezheplerin bugün dört olması mezheplerin dörtle sınırlı olması demek değildir. Nitekim önceki asırlarda mezheplerin adedi daha çok idi. Meselâ Davudu Zahiri, Sufyanı Sevri ve İbn-i Leyla gibi müçtehidi mutlak olan müçtehidlerin mezhepleri mensubu kalmadığından yok olmuştur.
Davudu Zahiri’nin mezhebi beşinci asırda münkariz olmuştur. İmâm-ı Şarani “İmâm-ı Azam’ın mezhebini tedvin edilen ilk mezhep olduğu gibi inkiraz (yok olma) cihetinden de son mezhep olacaktır. Ehli keşif de bunu söylemiştir” dedi.[1] Ebu Hanife Numan bin Sabit Muhammed Mustafa (sav)in Kur’an-ı Kerim’den sonra en büyük mucizelerden biridir. Evliya-i Kiramdan müşahede meydanında at oynatan ve mücahede de sebat ile vasıflanan İbrahim bin Edhem, Şakiki Belhi, Marufu Kerhi, Ebu Yezid Bestâmi, Fudayl bin Iyaz, Davudu Tai, Ebu hamid El-leffaf, Halef bin Eyyup, Abdullah bin Mübarek, Ebu Bekr Verrak ve diğer pek çok zevat Ebu Hanife’nin mezhebine tabi olmuşlardır. (İmâm-ı Rabbani Hz.leri de onun mezhebine tabi olmuştur). Bütün bu zevat onu medih ne senada bulunmuş, faziletini ikrar etmişlerdir. Onların itimat ettiklerine muhalefet eden bir şahıs merdud ve bidatçıdır.[2] Dört mezhepten her birinin müntesipleri kendi mezheplerin daha doğru, daha isabetli, sünnete ve maslahata daha muvafık ve daha elverişli olduğuna inanır. Aksi halde o mezhebi seçmelerinin hikmeti kalmaz. Lakin bununla diğer mezheplerin kadrini azaltmak da akıllardan geçmez. Dört mezhebin dördüne de hürmet ederler. Bu hürmet ehli sünnetin şiarıdır.[3] Bir mezhebi taklit eden kişi “Müntesip olduğum mezhep doğrudur ancak hatalıda olabilir. Diğer mezhepler hatalıdır ancak doğru olabilir” şeklinde düşünüp inanmalıdır.[4]
Ammi (fıkıh ilmini bilmeyen, halktan olan kişi)’nin mezhebi yoktur:
Ammi olan kimse için mezhep yoktur. Onun mezhebi kendisine fetva verecek müftünün mezhebidir. Çünkü mezhep nazar ve istidlal sahibi kimse için veya o mezhebin furuuna (fıkhına ait) kitabı okuyup imâmının fetvalarını ve sözlerini öğrenen kimse için mevzu bahis olabilir. Yoksa sadece ben Hanefi’yim, Şafii’yim demekle Hanefi veya Şafii olmuş olmaz.[5] Yani yaşadığı beldede fetva sorup dinini öğreneceği ulemenın ve ammenin tabi olduğu mezhebe tabi olur demektir. Yoksa önüne kim çıkarsa Hanefi, Şafii, Maliki tefrik etmeden ona fetva sorar ve öylece amel eder demek değildir.
İncemeseleler.com editörlerimizden Muallim_abi askerde kendi aralarında sapık fikirler yürüten vehhabi askerlere kulak misafiri olur ve sonunda tahammül edemeyip aralarına karışır ve yine askeri sistemden bir örnekler güzel bir cevap verir.
Askerlik yaptığım şu sıralarda, daha acemi birliğinde iken MEZHEPSİZ zihniyetli, vehhabi taraftarı birkaç kişi ile çeşitli münazaralarım olmuştu.. Büyükler "kişi bilmediğinin düşmanıdır" derler.. Onlar der de, söz doğru olmaz mı..
Eserleri okumadan, kulaktan duyma bilgilerle kesilen ahkamlar.. Örneğin, İbni Teymiyyeisimli habis insanın İbn-i Arabi Hazretlerine "kafir" dediğini bilirdim, okumuştum, ama bir müslümanın bu sapığa uyup büyüklere bu derece dil uzatabileceği pek aklıma yatmazdı..
Acemi birliğinde bulunan bazı vehhabilerin, daha tanımadan etmeden bu büyüklere dil uzattıklarını ve bilmedikleri halde sınıflandırdıklarını görünce cehaletin ne kadar fena birşey olduğunu anladım.. İbn-i Arabi (k.s.) Hazretleri (haşa) kafirmiş.. İmam-ı Gazali az biraz iyiymiş.. İmam-ı Rabbani Hazretleri iyi ve büyük alimmiş.. Biz Şeyh-i Ekber dediğimiz için, biz de kafir oluyormuşuz..
Bu saydığım zevatın kaç kitabını okudunuz sorusuna verilen cevap koccaman bir "hiç" şeklinde.. O halde çok büyük alim olduğu kabul edilen İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bile, İbn-i Arabi Hazretlerine Şeyh-i Ekber dediğini cahil nereden bilecek?
İlk sorduğumda şafii olduklarını belirtip, sonra güneşin dünyaua olan açısına göre mezhep değiştiren, kah hanbeli, kah hanefi olan insanlar..
Ve yine kesilen ahkam.. Neymiş? SAHİH olan hadislere uyulur, alimlere uyulmazmış.. Fıkh kitaplarına uymak yanlışmış..
UFAK MÜNAZARA
İşte böyle bir vaaz esnasında girmiştim salona.. Orada bulunan türklere, sahih hadise uymanın önemini anlatıp, fıkh kitaplarına uymanın yanlış olduğunu açıklıyordu vatandaş.. Zayıf hadislere itibarın fenalığını anlatıyordu.. Biraz kulak müsafiri oldum.. Sonra şöyle dedim:
- Yani fıkh kitabında yazan ile, sahih hadiste yazan birbirine uymazsa, biz sahih hadise uyacağız öyle mi?
- Tabii.. Resulullah'ın sahih hadisine uyulur, alimlerin sözünün kıymeti yoktur.. Onlar dinde ahkam kesemez..
- İyi de sahih hadisi nereden bileceğiz?
- Sen Kütübi Sitteyi, Buhari'yi bilir misin?
- Duydum..
- İşte onda hep hadisler sahihtir..
- Müslim de var..
- Evet o da hep sahih..
- Ama Buhari'nin bazı hadisleri, Müslim'e göre sahih değildir.. Veya tam tersidir.. Veya aynı kitapta birbirine zıt hüküm içeren iki ayrı hadis bulunur..
- Olmaz öyle şey..
- Bilmediğin için olmaz diyorsun.. Sana bir soru soracağım, madem fıkh kitaplarında bazen sahih hadis terkedilip, zayıf hadis ile amel edilmiş ve bu sana göre yanlış.. Buyur bir misal ile ele alalım..
- Buyur..
- Şu salonda kaç kişiyiz.. 50 kişi varız.. Şimdi kapı açılsa ve komutan "SOYUNUN" diye emir verse.. Hepimiz soyunur bekleriz.. Bu emri toplam 50 kişi duymuştur.. Komutan kapıyı kapattı gitti.. Diğer kapı açıldı ve doktor 45 kişiyi muayenehaneye aldı.. Salonda 5 kişi kaldı.. Komutan o ara yine geldi ve "GİYİNİN" emrini verdi.. Şimdi bizim bölük olarak çıplak mı gezmemiz gerekir, yoksa üstümüzü giyinip gezmemiz mi?
- Giyinmemiz gerekir, zira emir var..
- İyi de bu emri 5 kişi duydu, 45 kişi soyunun emrine uydu.. Şimdi teker teker bizim binaya gitsek ve ordan sorsalar.. Komutan ne dedi deseler.. 50 kişi SOYUNUN dedi diyecek, 5 kişi TEKRAR GİYİNİN dedi diyecek.. 50 kişinin haberi, 5 kişinin haberinden hem kuvvetli ve hem de sahih değilmidir?
- Öyledir ama, komutan emir vermiştir.. Herkesi kapsar..
- Resulullah Efendimiz (s.a.v.) bir emri neshettiği vakit, bu da herkesi kapsamaz mı? Bu durumda bazen ZAYIF haberin, SAHİH haberi neshetmesi mümkün olmaz mı?
- ....
- Buna nasih-mensuh ilmi derler.. Detayı çoktur, ancak bu ilimleri okumadan sırf hadis bilgisi ile ahkam kesilmez.. Sonra içkiyi içip namaza yaklaşmamaya da cevaz çıkar..
- Olur mu yav, içki haramdır..
- Ayette içki içmenin caiz, bu halde iken namaza yaklaşmanın yasak olduğu yazıyor..
- Sonra ama haram olduğu bildirilmiş..
- Neden sonrasına bakıyorsun? Ayet ayet ilerleyelim, her ayetin kendi hükmünü alalım..
- Olur mu öyle şey? Toplamına bakmak lazım..
- Bak ayetlerde bunu düşünüyorsun da, hadislerde neden düşünmüyorsun? Sahih bir hadis görürsem uyarım hemen diyorsun.. Hiç demiyorsun ki, acaba bundan başka bir hadis var mıdır konu ile alakalı.. Acaba bu hükm değişmiş midir.. Senin SAHİH HADİSE UYARIMdemen, sapık insanın İÇKİYİ İÇERİM, NAMAZA YAKLAŞMAM demesinden farksız.. At gözlüğü ve cehalet ile ilerlemekten ibaret.. Ayeti kerimede bilmediklerimizi alimlerden sormamız emredildi.. Bir insanın doktora başvurmadan eczaneden hap alması tehlikelidir.. Muhaddisler eczanede satış elemanı gibidir, fakihler olmadan o ilacları kullanamaz ve veremezler.. Bu hususta İbni Haceri Mekki hazretlerinin Ameş'ten rivayeti vardır.. Fıkh kitaplarında her hüküm delilleri ile vesikalandırılmış, hangi haberin fıkhi olarak ne manaya geldiği bildirilmiştir.. Sahih hadis demek, (mutlak manada) kendisi ile amel edilen hadis demek değildir; sahih hadis demek, aktaran muhaddis imamın usulüne göre ravi silsilesi sağlam hadis demektir.. Umummu hususmu, nasih mi mensuh mu olduğuna bakılmadan.. Yoksa neshedilmiş bir hadis, isterse muttefekun aleyh olsun, yine amel zincirine eklenmez.. Hz. Zübeyr'e ipek giyme izni verildi.. Hususi olan bu izin ümmet için delil olmaz.. Hz. Arfece'ye altın burun izni verildi, bu da delil olmaz.. Haberin sıhhati başkadır, amel edilebilirliği başkadır.. Bunu da alimler ancak açıklar..
Topics: ehli sünnet, hanefi mezhebi, islamda mezhep vardır, islamda mezhepler, kuranda mezhep, kuranda mezhep ile ilgili ayetler, kuranda mezhep var mıdır, mezhep, mezhep farklılıkları, mezhepler, mezhepler hakkında bilgi, mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır
Yazan: Abdullah Bekir Hoca
Elhamdulillâhi Rabbil âlemin Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihi ecmeîn.
SORU 1: MEZHEP NEDİR ?
Mezhep kelimesinin sözlük anlamı, gidilen yol demektir.Dini alanda kullanımı ise, içtihat ehli İslam alimlerinin Allah’ın gönderdiği son din İslamı Müslümanların daha iyi ve kolay anlayabilmeleri ve uygulamaları için Kur’an, Sünnet ve Eshabın İcmasına dayalı olarak yaptıkları çalışmalara ehli sünnet mezhepleri denir. Yani ehli sünnet mezhepleri ; Kur’an, Sünnet, İcma-i Ümmet(eshabın icması) ve Kıyas-ı fukahadan oluşur. Bu 4 delilden birini reddedenler ise, ehl-i sünnet sayılamaz.
SORU 2: MEZHEP DÜŞMANLARI KİMLERDİR?
Hak mezheplerin aleyhinde bulunanlar üçe ayrılır:
Birincileri; hiç bir şeyden haberi olmayan halktan kimselerdir. Bunlar nefislerinin arzularına tabi olup, dinde kolaylık ve kaçamak arayan cahil kimselerdir.
İkincileri: Bunlar mezhepsizliğin savunucu hocalarıdır. Bunlar kendilerine en doğruyu bilen görüntüsü verebilmek için herkesi, Kur’an hariç her şeyi eleştiren maşa konumunda olan piyonlardır. Bunlar trafikte ters yola giren sürücü gibidir. Bunlar kendisinin ters yolda olduğunu görmeyip, karşıdan gelen herkesin ters yola girdiğini sanan ayyaş sürücülere benzer.
Üçüncü kategoride olan mezhep düşmanları ise, bunlar hiç bir zaman açığa çıkmazlar. Bunlar hep piyonlarını kullanırlar. Bunlar İslam’a açıktan zarar vermek isteyipte, başarılı olamayanların arkalarındaki virüsleridir.
SORU 3: MEZHEPSİZLERİN AMACI VE HEDEFİ NEDİR?
PİYON KONUMUNDAKİ SAVUNMACILARIN ÇALIŞMALARI ÜÇ AŞAMADIR:
Birinci turdaki hedefleri tasavvuf ve evliyaları kötülemek, İslam alimleri ve onların eserlerini karalamak, mezheplerin peygamber efendimiz zamanında olmadığı propagandasını yapmak ve hadisi şeriflerin içinde uydurma hadis olduğu yalanını yaymak..
Bunlara “hadislerin uydurma olduğuna dair eliniz de ki kaynak ve kanıt nedir?” diye sorulacak olursa; “Kur’an” diyemeyecekler. O halde “hadis” de diyemeyecekler. Gizledikleri kaynaklar; ya Bazı Ehl-i Sünnet düşmanı Şii alimlerinden alıntıdır veya, hazreti Ali’nin “Bunlar kâfirdir” diye fetva verdiği hadisleri inkar eden Harici Mezhebi kaynaklarıdır. Öyle ya.. bu adamlar sahabe değil ki bizzat hadis uydurma olayını gözleri ile görmüş olsunlar.
Çok esef verici…
Birinci tur çalışmalarında başarılı olduklarında ikinci tura geçeceklerdir. İkinci turda ise, sahabeler kötülenecek ve onların sanıldığı gibi güvenilir kimseler olmadıkları anlatılacak ve Kur’an’ın da bazı ayetlerinin değiştirildiğini ortaya atacaklardır.
Bu yılanlar son darbelerin de ise, Kur’an’ın Allah kelamı olmadığını kusmalarıdır.
NOT: “Siz bütün bunları nereden biliyorsunuz?” denilerse, Hoca’nın şu kıssası bu sorunun cevabı olacaktır.
Merhum Nasreddin Hoca’ya bir papaz Hocayı sıkıştırmak maksadıyla şöyle bir soru sorar:
“Benim eşeğin kuyruğunda ne kadar kıl var?” der. Hoca:
“Senin sakalındaki kıllar kadar.” der. Papaz:
“Nereden biliyorsun?” deyince, Hoca:
“İnanmıyorsan cımbızla bir senin sakalından bir benim eşeğin kuyruğundan kıl alalım.” der ve; “eğer denk gelmezse kabul etme.” der. Cımbızla sakalının tek tek yolunacağını anlayan papaz, Hocanın cevabını makul bulmaktan başka çaresi kalmaz. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Baraj patlarsa barajın üstündeki köyler değil, alt tarafındaki evler sele maruz kalacaktır. Bunları görebilmek için keşfin açık olması gerekmez. Akıl-ı Selim ve tecrübe ile bakmak yeterlidir.
MEZHEPSİZLERİN ZEHİRLİ KUSMUKLARI:
Bu piyonlar üstatlarının Hedeflerini gerçekleştirmek için bir takım ev ödevleri yaparlar. Bunları halkın içeriğine vakıf olmadıkları ilgi çekici sorulardan seçerler.
SORU 4: “Müslümanlar mezheplerle uğraşmaktansa doğrudan kaynağını Kur’an’dan alıp dilediği şekilde amel etmeleri daha doğru olmaz mı? “
CEVAP: Bunların bu şekilde söylemeleri: “İnsanlar hastalandığında doktora gitmesin, herkes kendi kendisinin doktoru olsun ve eczaneye bizzat kendileri gitsin, orada hastalığına uygun gördüğü ilacı kendisi alsın.” demek anlamına gelir ki, bu da en büyük fitnedir… Zira bu işin sonunda Müslümanlar tam bir kargaşa ortamına düşecek ve herkes“Benim mealim doğrudur buna göre amel edilmesi doğrudur” vehmine kapılarak Müslümanlar felakete düşürülecektir. İşte o ortam oluştuğunda mezhepsizlerin arkasındaki İslam’ın gizli düşmanları, ikinci tur hedeflerine varmış olacaklardır.
Kur’an ile ilgili hiç bir ilme vakıf olmayan bir okur yazar Müslüman, mezhep imamlarının çıkardıkları hükümleri yansıtan ilmihaller olmasaydı ibadetlerini neye göre ve nasıl yapabilecekti?
Bir kaç misal verelim; Kur’an namazı emrediyor fakat kaç rekat olduğunu açık olarak belirtmiyor. Kur’an’a göre vakit namazları ve Cenaze Namazı kaç rekat ve nasıl kılınacaktı?
SORU 5: KUR’AN’DA MEZHEP VAR MIDIR?
CEVAP: Her şeyi Kur’an’da görmek isteyen bid’atçıların sorularından birisi de şudur;
“Kur’an’da MEZHEP var mıdır, bu ümmeti niçin parçalayıp mezheplere bölüyorsunuz?”
Kur’an-ı Kerim’de iki mezhep(yol) belirtilmiştir. Birisi dalalet yoluna sapanların mezhebi(yolu), diğeri ise sırat-ı müstekîm olan Peygamberlerin mezhebidir( yolu). Bu Fatiha Suresi’nde de geçmektedir.
SORU 6: Mezhep karşıtı bir kimse şöyle bir soru sormaktadır: “Enam Suresi 114′te, “Allah size kitabı detaylandırılmış bir halde indirmişken Allah’ın dışında bir hakem mi arayayım?” İşte siz hakem arıyorsunuz. Kur’an detaylı anlatılmış ama siz hala yanlışta ictihat edebilecek alimlerin arkasına geçiyorsunuz. Bize “Mealci“diyerek, birde güya bir şey yapmış gibi dinden çıkıyorsunuz.”
CEVAP: Mezhebsizler, Enam suresindeki bu ayete yanlış mana vererek mezheblerin gereği olmadığını iddia etmekteler. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
-“ Kim Kur’an hakkında kendi görüşüne göre söz söylerse isabet etse de hata etmiş olur.” (Ebû Davud)
Kur’an’ın gerek lafzı üzerine ve gerekse lafzın ifade ettiği mana üzerine aklına dayanarak beyanda, yorumda bulunmak Rasulullah (s.a.v.) tarafından yasaklanmış bulunmaktadır. Vardığı yorumda isabet etse bile şer’î bir ruhsatı olmadığı için hatalı bir iş yapmış olmaktadır. İmam Gazalî şöyle der:
-“ Şeriat koruyucusunun (Allah) elfazını Batınîlerin yaptığı gibi zahirinden hareketle daha önce (Selef’in) zihnine inmemiş meselelere yorumlamaya kalkmak büyük felaketlerden biridir. Zira Kur’an-ı Kerim’i anlama işinde-bizzat şeriat koruyucusundan (Hz. Peygamber) yapılan nakle dayanmadan ve öyle yapılmasında zaruret olduğunu gösteren aklî bir delil bulunmadan- sırf zahire göre hareket edip yorum yapmak haramdır.”
SORU 7: PEYGAMBER EFENDİMİZİN ZAMANINDA MEZHEP VAR MIYDI. ?
CEVAP: Peygamber (s.a.v.) Efendimizin mezhebi vardı. Zira Kur’an Efendimizin mezhebini Yasin Suresinde şu ayetle ifade etmiştir. “İnneke leminelmurselîn” “Alâ sırâtın müstekîm.”Mealen: “(Ey Muhammed) şüphesiz, sen gönderdiğimiz rasullerdensin ve sen en doğru mezhep üzerindesin. ” Mezhebin Kur’an’daki karşılığı “sırât”tır. Sıratın anlamı ise yol demektir. “Müstekîm” ise, dosdoğru demektir. Bu iki kelime birleştirilince; “dosdoğru yol” anlamı çıkmaktadır. Bundan da şu ifade çıkmaktadır; “(Ey Rasulüm) şüphesiz sen, en doğru mezhep üzerindesin.”
Allahu Teala Kur’an’da (Âl-i İmran -31) ayette buyuruyor ki, mealen:
-“Ey Rasulüm de ki, Eğer Allah’ı seviyorsanız geliniz bana uyunuz ki, Allah’ta sizi sevsin günahlarınızı bağışlasın. Allah affedicidir, Allah merhametlidir.”
Bu ayetlerin manası gereğince Rasulullah’ın mezhebine, yani sırat-ı müstekîme, yani; Ehl-i Sünnet Mezhebine uymak, her müslümana farz oluyor.
Kur’an Peygamber (s.a.v.) Efendimize nazil olmuş ve sadece O’na açıklanmıştır. Eğer ki, Allahu Teala Kur’an’ı bütün kullarının anlayacağı kadar açık kılsaydı Rasulüne; O’nu insanlara açıklamasını emreder miydi? Nitekim ilgili âyette Allahü Teâlâ buyuruyor ki, mealen:
-“ İnsanlara açıkla diye Kur’an’ı sana indirdik.” (Nahl 44)
Rasulullah’ın dini mevzulardaki sözleri, Kur’an’ın açıklamaları olan hadis-i şeriflerdir. Hz.Ali(r.a.), Peygamber(s.a.v.) Efendimizin hadisi şeriflerini yok sayan Harici sapıklarının küfürlerine fetva vermiştir. Şimdilerde hadisi şerifleri kabul etmeyen bazı sözde din adamları bu kategorinin neresindeler acaba? Bu ve benzeri durumların münkiri olan bu adamlar itirazlarına gösterecekleri bir tek hadisi şerif dahi yoktur. Niye yoktur? Çünkü bu kibirli ve eksik bilgili zevatlar hadisleri inkar ederler de onun için. Allahu Teala bir hususta ihtilafa düşüldüğünde onu Allah ve Rasulüne götürmemizi buyurmaktadır. Nitekim, Kur’an’da-“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan (!) emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta ihtilafa düşerseniz -Allaha ve Ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah ve Rasulüne götürün. Bu hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha hayırlıdır.” (Nisa Suresi 59.)
Allahu Teala bir hususta ihtilafa düşüldüğünde onu Allah’a ve Rasulüne götürmemizi buyurmaktadır. Pekala, Peygamber(s.a.v.) Efendimiz dünya hayatında olmadığına göre bir meselenin çözümü nasıl Peygamberimize götürülecektir? Bir mesele Kur’an’da açıkça belirtilmemişse, Kur’an’daki; “O meseleyi Peygambere götürünüz“ ifadesinden maksat, Rasulullahın hadisi şerifleri değil midir? Ehli sünnet uleması çözümü hadisi şeriflerde bulurlarken, neden bu hadis münkirleri kendi kısır akıllarına göre ayetlere anlam verip bilgisizliğin karanlığında hem kendileri, hem beraberlerinde bulunanları bu karanlığa çekmeye çalışmaktadırlar? Müctehid alimlerde bu sırat-ı müstekîme en doğru bir halde nasıl tabii olunacağı üzerinde ictihat etmişler ve mü’minleri en doğru yola çağırmışlardır. Bu alimler “benim çağırdığım sırat-ı müstekımın adı hanefi mezhebi olsun, şafi mezhebi olsun” dememişler. O isimleri, o zamanda yaşayan müslümanlar kullanageldikleri için, zamanla o alimlerin çalışmaları isimlerle adlanmışlardır.
Ehli sünnetin anlamı ise, Peygamber(s.a.v.) Efendimizin yolu demektir. Zira sünnetin anlamı da yol demektir. Ehli Sünnet mezhebinde olan Müslümanlar bugün, Kur’an’da adı “sırât-ı müstekîm” olarak geçen ehli sünnet yolunda dört isim adı altında amel etmektedirler. Mezhep imamları Müslümanları bölmemişler bilakis, inançta tek hak mezhep olan Ehl-i Sünnet Yolunda birleştirmişlerdir. Amelde bazı farklılıklar ise, Rasûlullah’ın zaman zaman yaptığı amel boyutundaki farklılıklardır. Mezhep imamlarının kendilerinin uydurdukları hiç bir amel ve itikat yoktur. Bu mezheplerde Kur’an ve sünnete dayanmayan hiçbir mesele yoktur. Tek delil Kur’an değildir. Âlimler için delil dörttür: Bunlar, Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı fukaha’dır. Birini inkâr eden mezhepsiz olur. Ehl-i sünnet âlimleri, dört mezhepten başkasıyla amel etmenin caiz olmadığını ittifakla bildirmişler ve bunda icma hâsıl olmuştur. (El-Mesail-ül-müntehabatü fir-risaleti vel vesileti).
KIYAS-I FUKAHA: İslâm dînindeki hükümlerin dört kaynağından biridir. Lügatte “bir şeyi takdir etmek, ölçmek, karşılaştırmak ve iki şey arasında benzerlikleri tesbit etmek” anlamındadır. Kıyas; dînî hükümlerin delillerinden biridir. İslâmiyette bir mesele hakkında hüküm vermek için, önce Kur’ân-ı kerîmde delil aranır. Bulunamazsa, Peygamber efendimizin sözlerinde ve işlerinde aranır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bulunamazsa Eshâb-ı kirâmın icmâsı anlamında olan, söz birliğine bakılır. Bu üç kaynakta, hüküm vermek için bir delil bulunamazsa, müctehid olan bir âlimin kıyas yoluyla elde ettiği hüküm alınır. Buna “re’y” veya “ictihad” denir. Kıyas, fıkıh ve mantık ilminde, meselelerin hükümlerini bildirmeye yarayan bir yoldur, vâsıtadır.
İslâmiyeti iyi bilen, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilecek dereceye yükselen din âlimlerine “müctehid” denir. Fıkıh ilmi ile uğraşan müctehidlere “fakih” denir. Çoğulu “Fukahâ”dır. Hukûkî bir tâbir (deyim) olan kıyas, fukahânın Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümleridir. Bunun için “Kıyas-ı fukahâ” da denilmiştir.
Kıyasın, terminolojisinde, çeşitli târifleri yapılmıştır. Bunlardan bâzıları şöyledir:
“Kıyas, İslâmiyetin kaynaklarından ve dînî meseleleri hükme bağlama vâsıtalarından birisidir.”
“Kıyas, hakkında âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunan hükmü tahlil ederek, benzer bir şeyin hükmünü elde etmektir.”
Buradaki açıklamadan da anlaşıldığı üzere, hiç bir müçtehit alim kendi aklına dayanarak bir hükme varmamıştır.
Bu, mezhepsizliğin maşalarına sorarız:
“Sizler, abdest, namaz ve oruç kelimeleri “Kur’an’da geçmiyor” diye abdesti, namazı ve orucu yok mu sayıyorsunuz?” Yok sayamayacaksınız çünkü, Kur’an-ı Kerim’de abdest kelimesinin ifadesi “vudu’ “, namaz kelimesinin ifadesi”salât”tır, orucun ki ise “savm“dır.
Ya Cenaze Namazına bu kimseler ne cevap verebilecekler? Onun kaç rekat olduğunu ve nasıl kılındığını Kur’an’da bulabilecekler mi? Veya Cuma Namazının farzının kaç rekat olduğunu, beş vakit namazın hangi vakitlerde kaçar rekat kılınacağını Kur’an’da bulabilecekler mi? Tabi ki hayır.
Mezhebsizler bu soruların ma’kul bir cevabını veremeyince hemen çark edip şöyle cevap vermeye kalkarlar ve;
“Bu gibi durumlarda Rasulullah’ın hadislerine bakarız.” derler. Onlara; “Her şey Kur’an da varken mezheblere neden gerek duyalım?” sözleri sözlerini hatırlattıktan sonra şöyle sorarız; “Hani sizler Kur’an’dan başkasına gerek duymadığınızı söylüyordunuz? Niçin çark ettiniz?
Bu kimselerin sözleri birbiri ile çelişince, kendi kendilerinin iddialarını çürütmüş oluyorlar. Evet herşey Kur’an’da var ama onu ne siz, ne de sizin gibiler göremez. Onu ancak; Allahu Teala Peygamber Efendimize açıklanmıştır.
SORU 8: KUR’AN MÜFESSİRİ OLMAK İÇİN NE GEREKİR?:
CEVAP: Kur’an’ı tefsir edebilmek için;
1- ARAPÇA; Kureyiş lehçesi üzere mükemmel bir Arapça bilmek.
2-BEDİ’ (hayret verici güzellikte olan),
3-BEYAN gibi edebiyat
4-TEFSİR; usulü tefsir
5-HADİS; ilmi
6-FIKIH ilmi
7-NÂSİH(hükümsüz bırakan), MENSUH(hükmü kaldırılmış) gibi şeriata, Kur’an’a müteallik on beş kadar ilim bilmek gerekmektedir. (Kütüb-ü Sitte)
En’am Suresi 114 ayeti kerimenin Tıbyan Tefsiri’nde meali şöyledir:
-”(De ki, Ey Muhammed! Sizinle aramızdaki davayı hal için,) Allahu Tealadan başka hakem mi isterim, ki O size içinde hak ile batıl , hiç bir şüpheye yer bırakılmaksızın, ayırdedilerek açıklanan Kur’an’ı indirmiştir.”
Görüldüğü gibi bu ayetin nüzül sebebi, Peygamber Efendimizle, müşrikler arasında geçen bir meseledir. En’am Suresi, 114. ayette geçen”mufassala” kelimesinin manası, bunların anladığını gibi değildir. Buradaki “iyice açıklanmış” kelamının muhatabı ne mezhebsizler, ne de ümmet-ü Muhammed’tir. Onun muhatabı Rasulullah’tır. Yani; Allahu Teala, Kur’an’daki İlahî Kelamının içindeki murad-ı ilahisini Peygamber Efendimize iyice açıklamış ve O’da eshabına gerektiği kadar açıklamada bulunmuştur.
Kur’an, mezhebsizlerin anladığı gibi Rasulullahın Eshaba açıklamsı olmadan, ümmetin anlayacağı şekilde açıklanmış olsaydı, Eshab Rasulullah’a Kur’an’dan anlamadıkları ayetleri sorarlar mıydı? “Elif Lâm Mîm” veya; “ Tâ Hâ” gibi ayetlerin manaları bizlere açılmış olmaz mıydı? Bu meal yazarları bunu dahi anlamaktan yana ne kadar cahil oldukları bariz açıktırki, işte o ayet hakkındaki yorumları:
“Bakınız, bu ayette Kur’an kendi kendini iyice açıkladığını söylüyor, böyle olduğu halde ne diye mezhebelere bağlı kalıyorsunuz. Dininizi doğrudan Kur’an’dan öğrenmeniz gerekmiyor mu?” diyerek, bazı cahilleri kandırmaya çalışıyorlar.
Mealcinin bir başka sorusu:
SORU 9: İşte siz hakem arıyorsunuz. Kur’an detaylı anlatılmış ama siz hala yanlışta ictihat edebilecek(Mezheb İmamları gibi) alimlerin arkasına geçiyorsunuz. Bize “mealci” deyip birde güya birşey yapmış gibi dinden çıkıyorsunuz. Meal olmasa biz dini nasıl anlıyacaz söylermisiniz?”
CEVAP: Allahu Teala buyuruyor ki:”
-”(De ki, Ey Muhammed! Sizinle aramızdaki davayı hal için,) Allahu Tealadan başka hakem mi isterim, ki O size içinde hak ile batıl , hiç bir şüpheye yer bırakılmaksızın, ayırdedilerek açıklanan Kur’an’ı indirmiştir.” (En’am/114)
Mezhepsiz yazar, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ile, müşrikler hakkında söz eden üstteki ayetin anlamını çarpıtarak yanlış mana vermekte olduğu görülmektedir. İçi nefret ve kin dolu şu talihsiz ifadeye bakınız;
“İşte siz hakem arıyorsunuz. Kur’an detaylı anlatılmış ama siz hala yanlışta ictihat edebilecek alimlerin arkasına geçiyorsunuz. Bize “Mealci “diyerek, birde güya birşey yapmış gibi dinden çıkıyorsunuz.” diyerek, ehl-i sünnet mezhebindeki Müslümanları tekfir etmektedir.
Bunlara şöyle sorulur:
-”1400 yıldır müslümanlar dinlerini meallerden mi öğrendiler? Anadoludaki bir ümmi müslüman Arapça bir Kur’an’dan dinini nasıl öğrenebilir? Arada Rasulullah’ın ve Eshabın ve Müctehid alimlerin açıklamaları olmadan bunları nasıl anlayabilir? “YÂ SÎN” hitabından siz ne anlayabildiniz? Elif Lâm Mîm”den sizin mezhebsiz meal yazarları ne anlamıştır?
Bize kaçtığımızı söylüyorsunuz. Bilakis biz kaçmıyor, sizler bastığınız yeri görmeden adım atıyorsunuz. Bu işin içinde inkar uçurumundan aşağı yuvarlanmakta var unutmayınız! Madem Kur’an bu kadar açıktı, madem meal okumakla Kur’an’ın anlaşılacağını iddia ediyorsunuz, o halde siz meal okudunuzda niçin “Tâ Hâ”nın sırrına ulaşamadınız? İlmihalleri okumadan cenaze namazını nasıl öğrendiniz? Yoksa Kur’an’da cenaze namazını bulamadığınız için cenaze namazı kılmıyor musunuz?
SORU 10: Mezhebler olmasa ne olurdu?
CEVAP: Mezhebler olmasaydı müslümanların sayıları kadar mezheb olurdu . Herkes Kur’andan kendi aklı ve ilmine göre anladığının en doğru olduğunu sanır ve müslümanlar tam bir kaosa ve büyük bir fitneye düşmekten asla kurtulamazlardı. Okuma yazması olmayan ümmiler ile ilmi az olanlar asla işin içinden çıkamazlar, kendilerinden biraz daha fazla bilen yarım hocalara tabii olurlardı. Bu durum ise, “Yarım doktor candan, yarım hoca imandan eder” atasözünü tam olarak gerçekleştirirdi. Bu da mezhebsizlerin arayıpta bulamadığı bir ortam demektir ki, işte o zaman islam alemi diye bir medeniyet kalmaz, yok olup giderdi. Bu da Hırıstiyan ve yahudilerin bayramı demektir.
Bir Müslüman dünya ve ahiret kurtuluşunu istiyorsa, dinini ehl-i sünnet alimlerinin Kur’an ve Sahih hadis-i şeriflere dayalı olan ilmihallerinden öğrenmeli ve öğretmelidir. Aksi takdirde diğer yollar cehenneme açılan birer dalalet çukurudur…
SORU 11: Peygamber efendimiz zamanında mezheb yoktu, bu mezhebler sonradan çıktığına göre bid’at olmaz mı?
CEVAP: Yukarıda açıklandığı üzere sonradan çıkan bir mezhep yoktur. Sadece Rasulullahın yolunda içtihat eden alimlerin içtihatlarına çalışmalarına değişik isimler verilmiştir o kadar. Allahu Teala buyurduki:
- “Rasulüm de ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun, Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın ” (Âl-i İmran, 31 )
- “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi size yasak ettiyse ondan sakının” (Haşr, 7)
Yukardaki ayeti kerimeden anlaşılan mana gereğince gerek Eshab, gerekse Tabiin devrindeki ve daha sonraki müctehid alimler Kur’an’a, Rasulullah Efendimizin tabii olduğu gibi tabii olmuşlar ve O’nun anladığı gibi anlamışlardır. İşte bu anlayış ve tabii olmaya halk değişik isimler adı altında şu mezheb, bu mezheb diye isimler vermişlerdir.
Mezhebler Kur’an ve hadis-i şeriflere dayanır. Peygamber efendimizin dini yaşama biçimini müçtehid alimlerimiz içtihat ederek açığa çıkarmışlar ve yazılı metinler haline getirmişlerdir. O zamanda yaşayan müslüman halk bunlara Hanefi, Şafi gibi isimler verdikleri için bu isimlerle anıla gelmiştir. Asla bid’at değildir.
SORU 12: “Kur’an var, Hadisler var. Bunlara rağmen mezheblere gerek var mıdır? Mü’minlerden arabça bilenler Kur’an’ın bizzat kendisinden, arabça bilmeyenlerde meallerinden dinlerini öğrenemezler mi?”
CEVAB: Bu soruları soran yukarıdaki şu sözleri ile çelişkiye düşmektedir; “Her şey Kur’an da varken mezheblere neden gerek duyalım?” demekle, hadisi şeriflere gerek olmadığını ifade etmektedir. Aynı zamanda; “Kur’an var Hadis var mezheplere ne gerek var?” sorusu; “Eczane var, hastane var, eczacıya ve doktora ne gerek vardır?” demek gibidir, veya; “Okul var, kitab var, o halde öğretmene ne gerek vardır?” demek gibi bir şeydir.
Aslında bunlar mezhepleri de anlamış değil. Zira Kur’an’a ve hadislere ve Eshab-ı kiramın Rasulullah’tan aldıkları ilmin meyvesi olan icmaya dayanmayan bir mezhep zaten yoktur ve olamaz da. Kur’an ve Hadis-i Şeriflerden hüküm çıkarabilecek ictihat derecesinde bir alim olmak için İmam-ı Gazali gibi ilmi, Süfyan-ı Sevri Hazretleri gibi takvası olması gerekir. Her arabça bilen müctehid olabilseydi, Ebu Cehiller Ebu Lehebler imansız kalırmıydı? Hangi okuma yazması olan birisi tıp fakültesini okumadan, sadece tıp kitablarını okuyarak kalb ve beyin ameliyatı yapabiliyor?
Bugün mü’minleri dinlerini öğrenmek için sadece meal okumaya yönlendiren bazı din görevlileri, aslında o müslümanların ayaklarını farkında olmadan cehenneme kaydırıyorlar. İmam-ı Şafii Hazretleri:
“Bizler yalnız Kur’an-ı Kerim’den dinimizi öğrenmeye çalışsa idik, beş vakit namazın nasıl kılınıcağını dahi bulamazdık. Zira Allahu Teala Kur’an’da beş vakit namazı emrediyor, ama nasıl kılnacağının deteaylarınından açıkça bahsetmiyor. İşte bu durumda Peygamber efendimizin hadislerinde aradıklarımızı bulabiliyoruz.”
SORU:13: Mezhebsizler, İmam-ı Azam ile İmam-ı Buhari arasında bir çatışma olduğundan söz ediyor. Bu nedir?
CEVAP: İmam-ı Azam ve İmam-ı Buhari konusuna gelince, Bu iki büyük alim arasında herhangi bir şey yoktur. Zira, bunlar muasır değiller, yani; aynı zamanda yaşamamışlardır. İmam-ı Burari hazretleri onun vefatından sonra dünyaya gelmiştir. İmam-ı buhari Hazrertleri de müçtehid olduğu için İmam-ı azamın içtihadına uymayan yerler olması gayet tabiidir. İmam-ı Buhari her ne kadar çok büyük bir muhaddis, yani; hadis alimi ise de, İmam-ı Azam hazretleri O’nun karşısında daha büyük bir muhaddis ve O’nda olmayan mutlak müctehitlik özelliğine sahibtir. O hadisleri tetkik etmiş ve kitab haline getirmiş, İmam-ı Azam ise dört mezhebin imamlarını yetiştirmiş mutlak bir müctehittir.
SORU 14: Ehl-i Sünnet Mezhebi Kategori olarak kaça ayrılmaktadır? Niçin Dört Mezhep?
CEVAP : Ehl-i Sünnet mezhebi iki kategoriye ayrılır:
1-İtikatta Mezhep; Maturidiyye, Eş’ariyye
2- Amelde Mezhep: Hanefi Mezhebi, Şafi Mezhebi, Hanbeli ve Maliki mezhepleridir.
İTİKATTA MEZHEP: Maturidiyye ile Eş’ariyye mezhepleri arasında bir iki küçük ayrıntıdan başka fark olmadığı için Ehl-i Sünnet, itikatta tek mezheb olarak kabul edilmiştir.
AMELDE MEZHEPLER: Amelde ehli sünnet mezhepleri tabiin devrinde Hz. Ali’nin yetiştirdiği büyük alim ve veli Hasan-ı Basri ile başlamış olup, tebei tabiin devrine kadar sayıları yüzü aşmıştır. Ancak, bunlara tabi olanların sayıları azalarak günümüze sadece dört ehli sünnet mezhebi ulaşabilmiştir. Eğer ki bu mezheplere tabi olanlar devam etseydi bugün ehli sünnet mezhepleri dört değil , onlarca olacaktı.
SORU 15: İçtihat kapısı kapalı mıdır, günümüzde yeni ehli sünnet mezhepleri olamaz mı?
CEVAP: İçtihat kapısı kapalı değil ancak, içtihat şartlarını taşıyan alimler olmadığı için yeni ehli sünnet mezhepleri oluşmamıştır. Yeni bir mezhebe de gerek yoktur. Zira dört mezhebin müctehid alimleri her meselenin hükmünü çıkarmışlardır. Arayan aradığını bu mezheplerin içinde aramalı, dışında değil.
Allahu Teala onların çalışmalarına bol ecirler versin ve cennetlerdeki makamlarını âli eylesin. Onlar mum ışığında, el emeği, göz nuru akıtarak, binlerce yanlış mezheplerin ve büyük bir fitne ve kargaşanın ortaya çıkmasına engel olarak çok büyük bir hizmet vermişlerdir.
İslam alimlerinin üstünü, evliyanın önderlerinden, şeriatin savunucusu, kerametlerin mazharı ikinci binin müceddidi İmama-ı Rabbani Ahmedi Faruki Serhendi(kaddesallahu sirrahul-akdes) hazretleri Mektubatlarında şöyle buyurdu:
«Kıyas ve ictihad, şeriatın dört temelinden biridir. Buna uymakla emrolunduk. İlham, yalnız sahibi için delildir, hüccettir. Başkaları için senet değildir. İctihad ise her müslüman için senettir. Bunun için müctehid olan âlimlere uymak lâzımdır. Dinîn temel bilgilerini bu âlimlerin bildirdiklerine uygun olarak öğrenmelidir.» (C. I Mektûb 272)
Okuduğunu sanıpta okuduğunu anlamasına mezhep karşıtlığı perde olan kimselere atfen diyoruz ki;
Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de müminleri ayrılmamaya, sımsıkı birlikte olmaya çağırır:
- “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmran-102)
- “Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına ve Rasulüne tabi olarak) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın.” (Âl-i İmran-103)
- İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır. (Âl-i İmran-104)
Ayette murad olunan birliği ulemadan İmam-ı Sübkî şöyle açıklar; “Asıllarla ilgili konularda ihtilaf şüphesiz dalalettir ve bu Kur’an’ında işaret ettiği gibi her fesadın sebebidir.” der.
Ulemadan İmam Hattabi ise ayrılık hususunu şöyle izah eder: “Ahkamla (amelle) ilgili çeşitli manalara gelebilen esasa dair olmayan konulardaki ihtilaf ise, Allah bu ihtilafı alimler için bir rahmet ve ikram kılmıştır. “Ümmetimin (alimlerinin) ihtilafı rahmettir” hadisinde kastedilen de budur.” der. (İmam Nevevi, Şerhi Müslim, c, 11, s, 92,) Keza bu konuda bazı alimlerde hadisi şerifteki; “ümmetim” lafzıyla kastedilenin bütün ümmet olmayıp, müctehid alimlerin ihtilafı olduğunu söylemişlerdir.” (Abdurrauf El-Münavi, Feyzül Kadir Şerhi Camiüssagir, c, 1, s )
Mezheplerin farklı olmaları asli konularda değil, teferruattaki konulardadır. Bu tür bir farklılık ise, mezhepsizlerin anladıkları gibi parçalanmak değil, bilakis rahmet olmuştur. Peygamber (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz bir hadislerinde buyurdular ki:
-”İnsanlarla akli seviyelerine göre konuşmakla emrolunduk.” (Buhari Edep)
-”İnsanlarla anlayacakları şekilde konuşun. Siz Allah’ın ve Peygamberinin yalanlanmasını ister misiniz?” (Buhari- İlim)
Bu hadisi şeriflerden anlaşılan odur ki, herkesin anlayış düzeyi farklıdır. İnsanların mizaçları da farklıdır. Bu farklılığın elbette sebebi hikmetleri de vardır. Ancak, zihinleri tek tiplilik felsefesi ile bulanmış kimseler istiyorlar ki; mezhepler kalksın da Müslümanlar tek tip olsun. Bu bir hile ve yalandır aslında. Zira Müslümanların mezhepsiz kalmalarını isteyenler, Müslüman kimliği altında, Müslümanları parçalamak isteyen sinsi din düşmanlarıdır. Tabi ki, bu sözümüz bunlara piyonluk yapanlara atıf değildir.. Zira bu piyonların, bu maşaların içinde; kendilerini iyi niyetli addedenler de vardır. Bunlar bu art niyetli sinsi İslam düşmanlarına alet olduklarının farkında değildir. Bu piyonların akıl hocalarının maksadı, Müslümanlara mezhepleri terk ettirip, bölük pörçük yapmak ve fitnenin en büyüğünü çıkarıp müslümaları yok etmektir… Bu tek tiplilik felsefesi ise, bu sinsi İslam düşmanlarının bir alt gurubu olan piyonların, sosyalizmden kalma bir saplantısıdır. Zira o demir perde ülkeler de bir zamanlar insanları tek tip yapmak için insanlara az zulüm etmediler. Din de tek tipçilere, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şu hadisi şerifleri en mükemmel bir cevaptır:
-“ Ümmetimin (alimlerinin) ihtilafı rahmettir.” (Hadis-i Nevevi, Müslim)
Alimlerin ihtilafını cahillerin ihtilafı gibi nefsani sananlar asla bu gerçeği anlayamaz. Kendisini aklı başında, tüm ehli sünnet camia (Hanefi, Şafi, Hanbeli, Maliki) mensuplarını anlayışsız sanan bu kimseler kendilerini ne sanıyorlar acaba? Bunlar kendilerini, İmamı Azam, İmamı Şafi, İmamı Ahmet Hanbeli ve İmamı Maliki’den daha mı alim ve takva sanıyorlar? Zira bu mezhepleri onlar kurdular, bu haksız ve densiz suçlamalarda onlara atıftır.
Bu kimselere denilir ki:
Kur’an mealinden insanlar dinlerini nasıl öğrenecek? Birbirini tutmayan Kur’an mealleri ne kadar doğru tercüme edilmiştir? Herkesin müçtehid alim olabilmesi mümkün mü? Zira okuma yazmayı bilmeyen ümmiler hiç de az değil. Okuduğunu anlayamayanları da hesaba katarsak bu Müslümanların hali ne olacak? Bunların Müslümanlara ; “Dininizi Kur’an’dan öğrenin” demeleri, hastalara; “Doktora gitmeyin, işte orada tıp kitabı var, alın okuyun ve kendi kendinizin doktor olup kendi kendinizi tedavi edin” demekten başka ne anlama geliyor? Herkesin doktor olması mümkün değilken, her Müslümanın içtihat derecesinde alim olması nasıl mümkün olacaktır?
Bu kimselere sorulur ki:
1400 küsur yıldır İslam alimleri hep yanıldı da, sizler mi doğruyu keşfettiniz? Bunlar (hâşa) onlardan daha mı iyi Müslümandır?
1400 yıldır hak mezheplerden kimse rahatsız olmadığı halde, bu hususta hiç bir anlaşmazlığın dahi vukuu bulmamasına karşın, bunlar niçin hak mezheplerden rahatsız oluyorlar?
Maksatları bağcı dövmek mi?
Allahu Teala Kur’an’da Rasulüne tabi olmamızı emrederken, bunlar akıllarına ve hevai nefislerine tabi olmaktalar. Bunların dinden anladıkları bu mudur?
Bu mezhep münkirlerinin kimileri imanın şartlarından kaderi inkar ediyor, kimileri şefaati inkar ediyor, kimileri de Allah’ın, geleceği bilemeyeceğini söyleyerek dinden çıkıyor ve insanları da arkalarından cehenneme çekmek istiyorlar. Bu mudur bu sapkınların birliğe beraberliğe çağrıları? Kendi aralarında dahi, yüzlerce mezhebe bölünüp tek mezhep olamazken, bir de kalkıp inançta tek yol olan ehli sünneti mezhebini eleştirmeye kalkıyorlar.
Bunların maksatları (Müslümanları Kur’an’da birleştirmek adı altında) Müslümanları parçalayıp, yok etmek değil de nedir?
Cevaplarımız bu soruların içindedir. Anlamak isteyene…
SORU 16: Mezhepsizlerin piyonlarının iddia ettiği gibi, mezhepler sebebiyle mezhepler arasında tarih boyunca bir çok çatışmalar ve kan dökmeler olmuş mudur?
CEVAP: İslam da asla mezhep çatışmaları olmamıştır. TARİH BOYUNCA DA BÖYLE BİR VAKA MEVCUT DEĞİLDİR. Mezhepsizliğin piyonları bazı siyasi savaşları mezhep çatışmaları olarak göstermeye çalışmaktadır. Mesela Yavuz Sultan Selim Han hazretleri hiç bir aleviyi, alevi olduğu için öldürtmemiştir. Zira Şah İsmail’in askerlerinin içinde alevi olduğu kadar Yavuz Sultan Selim’in askerleri içinde de alevi Türkmen askerleri vardı.
Şayet Yavuz Sultan Selim Han alevileri katletseydi, bugün Anadolu ‘da bir tek alevi yaşıyor olmazdı. Tokat ve Sivas yörelerindeki dağlara ve ormanlar sığındıkları doğru değildir. Zira o bölgenin bir insanı diyorum ki, oralarda aranıp ta bulunulmayacak bir yer yoktur.
SONUÇ OLARAK; “Müslümanları mezheplere bölüyorsunuz” diye eleştiren ve dört hak mezhebe tahammül edemeyen MEALCİLER, yüzlerce Meal Mezhebi kurmaya çalıştıklarının farkındalar mı acaba?
Cenâb-ı Hak, hepimizi müctehid İmâmlar vasıtası ile Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize uyan bahtiyar kullarından eylesin. Selef-i sâlihin düşmanı selefiyecilerden, ehl-i sünneti kâfir bilen vehhâbilerden, telfık yaparak hak mezhepleri ortadan kaldırmak isteyen mezhepsizlerden, kendilerini dîne değil de, dîni kendilerine uydurmak isteyen reformculardan, müctehid İmâmları beğenmeyip, kendi kafalarına göre ictihad yapmak isteyen naylon müctehidlerden, eshâb-ı kirâma saldıran rafızî meşrepli mezhepsiz tufeylîlerden muhafaza buyursun. Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak, sevdiklerini dost, sevmediklerini de düşman olarak tanıtsın. Âmin.
Yazan: Abdullah Bekir Hoca
MORE GÜNCEL YAZILAR POSTS
|
|
|
|
Yazan: Abdullah Bekir
Bismillâhirrâhmânirrahîm
SORU 1:
Bazıları“Bu ümmeti niçin parçalayıp mezheplere bölüyorsunuz mezhepsiz de Müslümanlık olur ?” diyorlar.
Mezhep İmamları Gerçekten Bunların İddia Ettikleri Gibi Mezhepçilik Yaparak Müslümanları Böldüler mi?
MEZHEPÇİLİK FİTNE MİDİR?
CEVAP:
Bir kimse ister bir mezhebe tabi olsun veya hiç birine tabi olmasın, ister bir mezhebe inansın veya hiç birine inanmasın o kimse namaza başlarken ellerini kulaklarına götürerek veya ellerini kaldırmadan “ALLAHU EKBER” diye namaza başlıyorsa o kimsenin de bir mezhebi var demektir.
Mezhepçilik ile bir mezhebe mensup olmayı birbirine karıştırmamak lazım. Yanlış ve sapkın bir mezhep de olsa bir mezhebe inanmak mezhepçilikdeğildir. Kaldı ki dört sahih mezhepten birisine inanıp ona göre amel etmek hiçbir ahvalde mezhepçilik değildir.
Mezhepçilik demek, kendi mezhebinde olmayanları baskı ile, silah zoru ile kendi mezhebini kabule zorlamaktır. Bu sebeple mezhepsizlik kadar mezhepçilik de bir fitnedir.
KİMLER MEZHEPÇİLİK YAPMAKTADIR ?
Mezhepçiliği geçmişte, Hariciye, Mutezile, Cebriye ve Batıniye gibi sapık mezhepler yapıyordu.. Şah İsmail ile birlikte ise İran, Şia mezhepçiliğini yapmaya başlamıştır. İran mezhepçiliği, Azarbaycan’da yaşayan milyonlarca sünni Türkmeni zorla şia mezhebine sokmuştur. Kabul etmeyenleri ise katletmiştir. Çünkü Azerbaycan, Uzun Hasan zamanında sünni bir Türkmen devleti idi.
İslam alemi bunlara rağmen 1800’lü yıllara kadar İran hariç, birlik ve beraberlik içinde idi. Bazen Avrupalıların gazına gelen beşinci mezhep İran, arada yanlış hareket etse de onun icabına bakılıyordu.
İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Maliki, İmam-ı Hanbeli hazretleri ve onların değerli halifeleri hakkında (Allah onların kabirlerini cennet bahçeleri kılsın), mezhepleri çıkararak bu ümmeti bölüp parçaladı diyebilecek kadar alçalan kimseler ya münafıktır, ya da kapkara cahildir.
İslam tarihinde gerçek anlamda hiç bir mezhep çatışması olmamıştır. Müslüman padişahlar arasındaki savaşları mezhep çatışması olarak göstermeye çalışanlar ise art niyetli kafirlerin piyonlarıdır..
Müslümanların yüzde 90’ı bir mezhebe mensup olmasına karşın 1400 yıl boyunca asla bir ehli sünnet mezhebi mensubu diğerine mezhebinden dolayı sataşmamış onunla savaşmamıştır. Ehli sünnet mensupları tarih boyunca ehli sünnet olmayanlara asla zulüm etmemiş aynı mahallede yan yana barış ve huzur içinde yaşamışlardır. Öyle olsaydı İslam aleminin doğusuna hakim olan sünni Müslüman Selçuklular ve daha sonra gelen Sünni Müslüman Timur oğulları, orta ve batısına hakim olan Sünni Müslüman Osman oğulları diğer mezhepleri ve diğer din mensuplarını yok ederlerdi.
Günümüzde, İran’ın şia mezhepçiliği, Suudların vehhabi mezhepçiliği, içimizdeki mealci selefiyeci sapıklar, dinde reformcular, ehli sünnete mensup samimi Müslümanlara küfür ve şirk isnat ederek mezhepçilik yapıp fitne ve fesat çıkarmaktadırlar. DEAŞ, HİZBULLAH ve EL-KAİDE gibi sapıklar bu tür mezhepsizlik mezheplerinden türemişlerdir.
Bir gün Ebu Cehil, Peygamberimize(aleyhissalatü vesselam) “Sen ne kadar çirkinsin ey Muhammed” der. Peygamberimiz de ona; “Doğru söyledin” buyurmuşlar. Bir süre sonra Ebu Bekir(r.a.) çıkagelmiş. “Anam babam sana feda olsun ey Allahın Rasulü. Sen ne kadar güzelsin” demiş. Rasulullah(s.a.v.), ona da; “Doğru söyledin ya Sıddık ” buyurmuşlar. Yanında bulunanlar: “Ey Allah’ın Rasulü her ikisine de ‘doğru söylediniz’ dediniz. Bunu bize açıklar mısınız?” derler. Rasulullah: “Biz aynayız. herkes bizde kendi manevi durumunu görür.” buyurdular.
Dalalet ehli selefiyeci ve dinde reformcu sapıklar, Peygamberimizin itikadını yansıtan ehli sünnet inancına baktıklarında kendi bozuk itikatlarına uymadığını görürler. O vakit ehli sünnet itikadının rengine bürünmüş müminleri anlayamayıp şirk ve küfür içinde sanırlar. Halbuki, o gördükleri bariz kendi iç alemlerinin küfür ve şirk itikatlarının görüntüsüdür…
Günümüzde bazı örgütler çıkıp kendi mezhepleri adına cinayetler işliyorlar. Bunların savunduğu mezhep her ne olursa olsun, bunların yaptıkları cinayettir kendileri de katildir.. Bunlar kendilerini Allah’ın askeri sanıyorlar ama; bunlar aslında şeytanın askerleridir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz :
-” Ümmetimin âlimleri arasındaki ayrılık rahmettir.” ve “Ümmetimin âlimleri asla yanlış üzerinde ittifak etmezler.” buyurdular.
En büyük müçtehid Peygamber Efendimizdir. Eshab-ı Kiramın her biri birer müçtehid idi. Bir çoğunun içtihadı birbiri ile aynı olmakla beraber bazılarının içtihadları kısmen de olsa farklı idi. Rasulullah(salat ve selam üzerine olsun) onlara “siz ne yapıyorsunuz?” demedi. Hatta Rasulullah (s.a.v), bir çok kez bazı konularda Hz. Ömer’in (r.a.) içtihatlarını doğru buldular. Eshaptan sonraki devirlerde başka milletlerden de Müslüman olanlar çoğalınca ve içtihat derecesinde âlimler de azalınca, müçtehid olmayan Müslümanların müçtehid olan alimlere tabi olmaları elzem oldu. Bu sebepledir ki Tabiin devrinde 100’ün üzerinde hak mezhep ortaya çıktı. Bu hak mezhepler yıllar içinde daha çok rağbet edilen diğer hak mezheplere yerini bırakarak günümüze ancak Hanefi, Şafi, Maliki ve Hanbeli mezhepleri ulaşabildi… Daha sonraki yıllarda mezhep kuracak kadar içtihat ehli âlimler de olmadığı için yeni bir mezheb kurulmadı.
Şu da biline ki, farz veya haram olduğu Kur’an ve sünnetle kesin olarak belirlenmiş mevzularda içtihat yapılamaz. Misal: İçkinin, domuzun, kumarın haram oluşu, orucun, namazın ve haccın farz oluşu gibi.. Dört hak mezhebin aralarındaki ayrılık da Kur’an ve Sünnetle haram veya farz olduğu kesin olarak belirlenmemiş mevzulardan ibarettir. Kur’an’da Mezhep Var mıdır? Niçin Dört Mezhep?
SORU 2: KUR’AN’DA MEZHEP VAR MIDIR ve MEZHEP NEDİR..?
CEVAP: Mezhep kelimesi; Arapça’nın ‘zehebe’ (gitti) mâzi fiilinden türetilmiş Arapça kökenli bir kelimedir. Eki, Türkçe dil bilgisine uymamakla birlikte halk arasında mezhebe ‘gidişet’ denildiği yörelerde vardır. Sözlükteki anlamı gidilen, takip edilen yol demektir. Kur’an’da geçen sırât(yol) kelimesiyle eş anlamlıdır. Mezhep kelimesinin dini alandaki anlamı ise, müçtehit âlimlerin Kur’an, Sünnet ve Eshabın İcmasına dayalı olarak yaptıkları çalışmaların bütününü kapsayan yol demektir.
Peygamber efendimizin yolu Kur’an’da “Alâ sırâtın mustekîm(Ey Rasulüm), şüphesiz sen en doğru yol(mezhep) üzerindesin)” (Yasin-4) ayeti ile anılmış, sahabeler ve daha sonra gelen tabiin âlimlerince ise Ehl-i Sünnet mezhebi olarak yad edilmiştir. Peygamber Efendimizin yolu Kur’an’da “sırat-ı müstekîm(en doğru yol)“ olarak anılan ehli sünnet mezhebi, kendi içinde ve özünde hiçbir değişikliğe uğramadan değişik isimlerle (Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli gibi) anılmış olup, bunların hepsi itikatta tek mezheptir.
Mezhep kelimesinin eş anlamlısı Fatiha Suresinde biri, sapkınların mezhebi (veleddâllîn) ve diğeri doğru yolda olanların mezhebi olan (sırât-el mustekîm) olarak anılmaktadır. Bak Fatiha Suresi ayetler:
– ” İhdines-Sırâtal-müstekîme” mealen; (Ey Rabbimiz)İlet bizi en doğru mezhebe (Rasûlullah’ın itikat ettiği ve uyguladığı islam yoluna). ” Sıratallezîne en’amte aleyhim” mealen; (ve ilet bizi kendilerine ni’met verdiklerinin mezhebine (Rasulullah’ın ve güzide eshabının yoluna). (Fatiha S.- 6)
– ” Ğayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn” mealen; (Gazaba uğrayanlarınkine ve sapkınların mezhebine (yoluna) değil.) ﴾Fatiha- 7﴿
Kur’an’da zikredilen “sırat-ı müstekîm ” olan doğru mezhep, ehli sünnet mezhebidir. Eğri mezhepler hakkında bilgi edinmek için şu alttaki yazının üzerini tıklayabilirsiniz;
Mezhepler
Ehl-i Sünnet Mezhebi; Kur’an, Sünnet, İcma-i Ümmet(eshabın icması) ve Kıyas-ı fukahadan oluşur. Bu 4 delilden birini reddedenler ise, ehl-i sünnet mezhebinden sayılamaz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Ehl-i Sünnet mezhebi hakkında şöyle buyurdular:
–“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, biri müstesna geri kalanları cehennemlik olacaklardır.”
Bunu duyan Eshab-ı Kiram (Allah Onlardan Razı olsun) sorarlar:
–“Ey Allah’ın Rasulü bunlardan, kurtulacak olanlar hangisidir?”
Peygamberimiz (s.a.v.):
–“Benim ve eshabımın yolunda gidenlerdir.” diye cevap verirler. (Kaynak: İbn-i Mace, Tirmizi , Ebu Davud)
Bu yolun dışında kalan mezheplerin kimi sapkın olup, sapkınlıkta fazla ileri gitmeyen bazı Müslüman mezheplerdir. Kimi ise sapkınlıkta ileri gidip küfre düşmüş olan mezheplerdir. Bazıları da kendilerini mezhepsiz sayıp, dalalet mezhepleri ile değil de ehli sünnet mezhebine karşı amansız bir mücadele vermektedirler. Onlar da Mezhepsizlik Mezhebindendir.
KAYNAĞI KUR’AN ve SÜNNET OLAN HAK MEZHEPLERİ BEĞENMEMEK KUR’AN VE SÜNNET CAHİLLİĞİDİR
Kaynağı Kur’an ve sünnet olmayan mezhep, hak mezhebi değil dalalet mezhebidir. Hak Mezhepler; Kur’an ve sünnetin ehil olan(müçtehid) alimler tarafından yapılan uygulanış biçimidir. Mezhepler arasındaki farklar, kesin olan farz ve haramlarda değildir… Kaynağı Kur’an ve sünnet olan hak mezhepleri inkar eden aslında Kur’an ve sünnete cahil olan sapkın kimselerdir.
SORU 3: PEYGAMBER EFENDİMİZİN ZAMANINDA MEZHEP VAR MIYDI?
CEVAP: Peygamber (s.a.v.) Efendimizin mezhebi Kur’an-ı Kerimde geçen “sırât-ı mustekîm” idi. Zira Kur’an Efendimizin mezhebini Yasin Suresinde şu ayetle ifade etmiştir:
-“İnneke leminel-murselîn” “Alâ sırâtın müstekîm.”, mealen: “(Ey Muhammed) şüphesiz, sen gönderdiğimiz rasullerdensin ve sen en doğru mezhep (sırât) üzeresin.” Mezhebin Kur’an’daki karşılığı “sırât”tır. Sıratın anlamı ise yol demektir. “Müstekîm” ise, dosdoğru demektir. Bu iki kelime birleştirilince; “dosdoğru yol” anlamı çıkmaktadır. Bundan da şu ifade çıkmaktadır;
–“(Ey Rasulüm) şüphesiz sen, en doğru mezhep üzerindesin.”
Allahu Teala Kur’an’da (Âl-i İmran -31) ayette buyuruyor ki, mealen:
–“Ey Rasulüm de ki, Eğer Allah’ı seviyorsanız geliniz bana uyunuz ki, Allah’ta sizi sevsin günahlarınızı bağışlasın. Allah affedicidir, Allah merhametlidir.”
Bu ayetlerin manası gereğince Rasulullah’ın mezhebi (yolu) sırat-ı müstekîme, yani; Ehl-i Sünnet Mezhebine uymak, her müslümana farz olmaktadır. Hadisi şerifleri inkâr edenler bilsinler ki, “hadis yoktur” ifadeleriyle şu ayeti de inkâr etmiş olurlar, mealen:
–“ İnsanlara açıkla diye Kur’an’ı sana indirdik.” (Nahl 44)
Allahu Tealanın Peygamberine; “Kur’anı insanlara açıkla” emri gereğince Rasulullah’ın sözleri, Kur’an’ın açıklamaları olan hadis-i şeriflerdir. Kim ki “hadis yoktur “diyor ve “bize Kur’an yeter hadislere gerek yok” diyorsa, Hazreti Ali’nin (r.a.) fetvasına göre o kimseler küfre girmiştir. Hadis-i şerifleri kabul etmeyen bazı sözde naylon din adamları bu kategorinin içine girdiklerini bilmelidir. Allahu Teala bir hususta ihtilafa düşüldüğünde onu Allah ve Rasulüne götürmemizi buyurmaktadır. Kur’an’da, mealen:
–“ Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta ihtilafa düşerseniz Allah’a ve Ahirete gerçekten inanıyorsanız onu, Allah ve Rasulüne götürün. Bu hem güzeldir ve hem de netice bakımından daha hayırlıdır.” (Nisa Suresi 59.)
Peygamber(s.a.v.) Efendimiz dünya hayatında olmadığına göre bir meselenin çözümü nasıl Peygamberimize götürülecektir? Bir mesele Kur’an’da açıkça belirtilmemişse, Kur’an’ın; “O meseleyi Peygambere götürünüz“ ifadesinden kast edilen mana, Rasulullahın hadisi şerifleri değil midir? Ehli sünnet uleması çözümü hadisi şeriflerde bulurken, neden bu hadis münkirleri kendi kısır akıllarına göre ayetlere anlam verip bilgisizliğin karanlığına davetiye çıkarmaktadırlar?.. Müctehid alimler de bu sırat-ı müstekîme en doğru bir halde nasıl tabii olunacağı üzerinde ictihat etmişler ve mü’minlere o en doğru yolu vaaz etmişlerdir. Bu büyük alimler “benim çağırdığım yolun(sırat-ı müstekımın) adı hanefi mezhebi olsun, şafi mezhebi olsun”dememişlerdir. O isimleri, o zamanda ve daha sonra yaşayan müslümanlar kullanageldikleri için, zamanla o alimlerin çalışmalarına o tür isimler verilmiştir.
Ehli Sünnet Mezhebinin anlamı; Peygamber(s.a.v.) Efendimizin yolu demektir. Zira sünnetin anlamı da yol demektir. Mezhep imamları Müslümanları bölmemişler bilakis, inançta tek hak mezhep olan Ehl-i Sünnet Yolunda birleştirmişlerdir. Amelde bazı farklılıklar ise, Rasûlullah’ın zaman zaman yaptığı amel boyutundaki farklılıklardır. Mezhep imamlarının kendilerinin uydurdukları hiç bir amel ve itikat yoktur. Bu mezhepler de Kur’an ve sünnete dayanmayan hiçbir mesele yoktur. Din de delil Kur’an ve Sünnettir ama onların açılımları olan icma ve kıyası fukahayı yok sayarsanız dolaylı yoldan bu inkarcılık Kur’an ve Sünnete gider.. Onun içindir ki şer’i deliller 4’tür. Bunlar: Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı fukaha’dır. Birini inkâr eden mezhepsiz olur. Ehl-i sünnet âlimleri, dört mezhepten başkasıyla amel etmenin caiz olmadığını ittifakla bildirmişler ve bunda icma hâsıl olmuştur. (El-Mesail-ül-müntehabatü fir-risaleti vel vesileti).
MEZHEP İMAMLARI
HANEFİ MEZHEBİ
EBU HANİFE(r.a.) Peygamberimizin vefatından 67 yıl sonra dünyaya gelmiş bazı sahabeleri görmüş tabiinin büyük alimlerindendir.
-
(699-767)
Ebu Hanife(r.a.), üstün zekâsı, ilmî şahsiyeti, örnek ve mücadele dolu hayatı ile tanınan büyük bir İslam âlimidir. Bu özelliklerinin yanı sıra fıkıh bilgisi ve birçok konuda pratik çözümler sunmasından dolayı ona “Büyük İmam“ anlamına gelen İmam Azam lakabı verilmiştir. Kûfe şehrinde doğan Ebu Hanife(r.a.) Irak’ın ünlü âlimlerinden ders aldı. Küçük yaşta Kur’an’ı ezberleyerek hafız oldu. Arapça, Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Edebiyat gibi birçok ilmi öğrendi. Hocası Hammad bin Ebu Süleyman’ın vefatı üzerine onun yerine geçti ve ders vermeye başladı. Kısa sürede ünü tüm ilim çevrelerinde yayıldı. Ticaretle de uğraşan Ebu Hanife, ömrünün büyük bir kısmını ilim öğrenmek ve öğrenci yetiştirmekle geçirdi. Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi müc*tehid düzeyinde birçok talebe yetiştirdi.
İmam Azam Ebu Hanife(r.a.) fıkhî meseleleri öğrencileriyle tartışarak birlikte hüküm verirdi. Ayrıca olması muhtemel olaylar üzerinde de düşünerek çözümler üretirlerdi. Bütün bu tartışmalar sonucunda ortaya çıkan görüşler, Ebu Hanife’nin öğrencileri tarafından yazıya geçirilmiştir. Onun Kur’an-ı Kerim’den ve Peygamberimizin hadislerinden yola çıkarak geliştirdiği ekole Hanefi mezhebi adı verilmiştir. Hanefilik başta Türkiye ve Balkanlar olmak üzere İslam dünyasının pek çok yerinde yaygınlaşmıştır.
İmam Azam Ebu Hanife(r.a.), bir konuda hüküm vermek ve amel etmek için Allah’ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Hz. Peygamberin güvenilir âlimlerce bilinen ve meşhur olan sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam sahabeden dilediğim kimsenin reyini alırım. Fakat diğer âlimlere gelince bir ilim adamı olarak ben de onlar gibi içtihat ederim, derdi.
MALİKİ MEZHEBİ
İmamı Malik
İmam Mâlik, Medine’de doğmuştur. Onun doğum tarihi hakkında, Hicrî 90’dan 98’e kadar değişen farklı rivayetler vardır. Ancak, yaygınlıkla kabul edileni 93 (711-712) tarihinde doğmuş olduğudur (Ömer Rıza Kehhale, Mu’cemü’l-Müellifîn, Beyrut (t.y.), VIII, 168; ayrıca bk. Suyutî, rezyinü’l-memalik, 7)..
İmam Mâlik’in ailesi aslen Yemenli olup, dedesi Zû Asbah kabilesine mensup olan Mâlik b. Ebu Amir el-Asbahî, Yemen valisinden gördüğü zulüm üzerine Medine’ye gelip yerleşmiştir. Annesi de, yine Yemenli Ezd kabilesinden, Aliye binti Şüreyk el-Ezdî’dir.
İmam Mâlik’in dedesi Medine’ye yerleştikten sonra, Kureyşe mensup Benû Teym b. Murra kabilesi ile hısımlık kurarak, bu kabile mensuplarıyla dostluk (velâ) akdetmiş ve gerektiğinde onlardan yardım görmüştür.
İmam Mâlik’in ailesi, Medine’ye yerleştikten sonra ilimle meşgul olmuş, özellikle hadisleri toplamaya ve Ashab’ın fetvalarını öğrenmeye büyük önem vermişlerdi. Dedesi Mâlik b. Ebu Amir, Tâbiînin büyüklerinden olup, Hz. Ömer (r.a), Osman (r.a), Talha (r.a) ve Aişe (r.anh)’dan hadis rivayet etmiştir.
ŞAFİİ MEZHEBİ
İmam Şafii`nin hayatı,
HANBELİ MEZHEBİ
SORU 4: MEZHEPSİZLERİN AMACI VE HEDEFİ NEDİR?
CEVAP: İslam dünyasının ileri gitmesini istemeyen ve çıkarlarının önüne engel saydıkları ehli sünneti yok etmek isteyen iç ve dış düşmanlar ehli sünnet velcemaat kalesini yıkarak, amaçlarına daha kolay varabilmek için suyu bulandırmaya çalışmaktalar. İlk hedefleri tasavvuf ve evliyaları kötülemek, İslam alimleri ve onların eserlerini karalamak, mezheplerin Peygamber efendimiz zamanında olmadığı propagandasını yapmak ve hadisi şeriflerin Peygamber Efendimizden 250-300 yıl sonra yazıldığı yalanını yayarak Müslümanların hadisler hakkındaki güveni sarsmaktır. Bu münafıklara; “hadislerin uydurma olduğuna dair elinizdeki kaynak ve kanıt nedir?” diye sorulduğunda sahih bir kaynak gösteremezler. Gizledikleri sahte kaynakları ise; Ehl-i Sünnet yolu düşmanı Mutezile ve Harici Mezhebi kalıntılarından alıntıdır. Öyle ya.. bu adamlar sahabe değil ki bizzat hadis uydurma olayını gözleri ile görmüş olsunlar. Bu münafıklar birinci aşama çalışmalarında başarılı olduklarında ikinci aşamaya geçeceklerdir ki şu durumda da geçmiş bulunmaktalar. İkinci aşamada ise, sahabeler kötülenecek ve onların sanıldığı gibi güvenilir kimseler olmadıkları anlatılacak ve Kur’an’ın da bazı ayetlerinin değiştirildiğini ortaya atacaklardır. Bu gün bunları kısmen de olsa yapmaktalar. Bu yılanların asıl hedefleri, Kur’an’ın Allah kelamı olmadığı küfrünü kusmalarıdır. İslamı yaşayan insanı İslamdan koparmak onlar için çok pahalıdır. Onun içindir ki bunların öncelikli hedefleri İslamdan soğutmak, sonra kolayca lokma yapmaktır. Kur’an’da Mezhep Var mıdır? Niçin Dört Mezhep?
SORU 5: EHL-İ SÜNNET MEZHEBİ DÜŞMANLIĞI YAPANLAR KİMLERDİR?
CEVAP: Kur’an ve Sünnet yolu olan ehl-i sünnetin aleyhinde çalışanlar kimlerdir:
Birincileri; hiç bir şeyden haberi olmayan halktan kimselerdir. Bunlar nefislerinin arzularına tabi olup, dinde kolaylık ve kaçamak arayan cahil kimselerdir.
İkincileri: Bunlar mezhepsizliğin savunucu hocalarıdır. Bunlar kendilerine en doğruyu bilen görüntüsü verebilmek için herkesi, Kur’an hariç her şeyi eleştiren, Kur’an’a ise bilerek yanlış anlam veren, işlerine gelmediği yerde Hadisi şerifleri inkâr eden maşa konumunda olan piyonlardır. Bunlar trafikte ters yola giren sürücü gibidir. Bunlar kendisinin ters yolda olduğunu görmeyip, karşıdan gelen herkesin ters yola girdiğini sanan ayyaş sürücülere benzer.
Üçüncü kategoride olan mezhep karşıtları ise, bunlar hiç bir zaman açığa çıkmazlar. Bunlar hep piyonlarını kullanırlar. Bunlar İslam’a açıktan zarar vermek isteyipte, başarılı olamayanların arkalarındaki virüsleridir. Bunların İslama düşmanlığı daima gizli kalmıştır.
SORU 6: “Müslümanlar mezheplerle uğraşmaktansa doğrudan kaynağını Kur’an’dan alıp dilediği şekilde amel etmeleri daha doğru olmaz mı? “
CEVAP: Bunların bu şekilde söylemeleri: “İnsanlar hastalandığında doktora gitmesin, herkes kendi kendisinin doktoru olsun ve eczaneye bizzat kendileri gitsin, orada hastalığına uygun gördüğü ilacı kendisi alsın.” demek anlamına gelir ki, bu da, en büyük fitnedir… Zira bu işin sonunda Müslümanlar tam bir kargaşa ortamına düşer ve herkes “Benim mealim doğrudur buna göre amel edilmesi doğrudur” vehmine kapılarak felakete gider. İşte o ortam oluştuğunda mezhepsizlerin arkasındaki İslam’ın gizli düşmanları, ikinci aşamadaki hedeflerine varmış olacaklardır. Kur’an ile ilgili hiç bir ilme vakıf olmayan bir okur yazar Müslüman, mezhep imamlarının çıkardıkları hükümleri yansıtan ilmihaller olmasaydı ibadetlerini neye göre ve nasıl yapabilecekti? Kur’an namazı emrediyor fakat kaç rekat olduğunu açık olarak belirtmiyor. Kur’an’a göre vakit namazları ve Cenaze Namazı kaç rekat ve nasıl kılınacaktı? Rasul-i Ekrem(sa.v.):
– “Kur’an-ı kerimi kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur” buyurdu. (Deylemî) Bu hadisi şerife göre, hadislere ve eshabın görüşlerine başvurmadan Kur’an’dan hüküm çıkarmaya çalışan naylon ilahiyatçı prof.ların durumu ne olur?
SORU 7: S.K. isimli bir sapkın şöyle bir soru sormaktadır: “İşte siz hakem arıyorsunuz. Kur’an detaylı anlatılmış ama siz hala yanlışta ictihat edebilecek alimlerin arkasına geçiyorsunuz. Bir de bize “Mealci” diyorsunuz.”
CEVAP: Mezhepsiz şahıs hangi ilmine dayanarak müçtehit alimlerin yanlış yaptığını iddia ediyor? Bunların mesnetsiz suçlamalarına sadece çamur atmak denir . Mezhepsizler, En’âm suresindeki bu ayete yanlış mana vererek mezheblerin gereği olmadığını iddia etmekteler. En’am Suresi 114. ayeti kerimenin Tıbyan Tefsiri’nde meali şöyledir:
-“(De ki, Ey Muhammed! Sizinle aramızdaki davayı hal için,) Allahu Tealadan başka hakem mi isterim, ki O size içinde hak ile batıl , hiç bir şüpheye yer bırakılmaksızın, ayırt edilerek açıklanan Kur’an’ı indirmiştir.” (Enam-114) Bu ayetin nüzul sebebi, Peygamber Efendimizle, müşrikler arasında geçen bir meseledir. En’am Suresi, 114. ayette geçen”mufassala” (iyice açıklanmış) kelimesinin manası, bunların anladığı gibi değildir. Buradaki “iyice açıklanmış” kelamının muhatabı ne mezhebsizler, ne de ümmet-ü Muhammed’tir. Onun muhatabı Rasulullah’tır. Yani; Allahu Teala, Kur’an’daki İlahî Kelamının içindeki murad-ı ilahisini Peygamber Efendimize iyice açıklamış ve O’da eshabına gerektiği kadar açıklamada bulunmuştur. O açıklamalara da “hadisi şerif” denilmektedir. Mealcilerin iddia ettikleri gibi Peygamber Efendimizin açıklaması olmadan Kur’an ümmetin anlayacağı şekilde açıklanmış olarak nüzul olsaydı, Allahü Teâlâ şöyle buyurur muydu? mealen:
–“ (Ey Muhammed) İnsanlara açıkla diye Kur’an’ı sana indirdik.” (Nahl 44)
Bu mealci cahiller bu ayeti ya okumadılar, ya da okuyup anlamazlıktan geldiler ki, Kur’an’ın kendi kendini açıkladığını ve ne hadislere, ne de müçtehit alimlerin içtihatlarına gerek olmadığını savunmaktadırlar. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
-“ Kim Kur’an hakkında kendi görüşüne göre söz söylerse isabet etse de hata etmiş olur.” (Ebû Davud)
Kur’an’ın gerek lafzı üzerine ve gerekse lafzın ifade ettiği mana üzerine aklına dayanarak beyanda, yorumda bulunmak Rasulullah (s.a.v.) tarafından yasaklanmış bulunmaktadır. Vardığı yorumda isabet etse bile şer’î bir ruhsatı olmadığı için hatalı bir iş yapmış olmaktadır. İmam Gazalî şöyle der:
-“ Şeriat koruyucusunun (Allah) elfazını Batınîlerin yaptığı gibi zahirinden hareketle daha önce (Selef’in) zihnine inmemiş meselelere yorumlamaya kalkmak büyük felaketlerden biridir. Zira Kur’an-ı Kerim’i anlama işinde-bizzat şeriat koruyucusundan (Hz. Peygamber) yapılan nakle dayanmadan ve öyle yapılmasında zaruret olduğunu gösteren aklî bir delil bulunmadan- sırf zahire göre hareket edip yorum yapmak haramdır.”
SORU 8: KUR’AN’I ANLAYABİLMEK İÇİN GEREKLİ OLAN İLİMLER NELERDİR?
CEVAP: Kur’an’ı anlayıp tefsir edebilmek için şu ilimlere ihtiyaç vardır;
1- ARAPÇA; Kureyiş lehçesi üzere mükemmel bir Arapça bilmek.
2-BEDİ’ (hayret verici güzellikte olan),
3-BEYAN gibi edebiyat .
4-TEFSİR; usulü tefsir,
5-HADİS; ilmi,
6-FIKIH ilmi,
7-NÂSİH(hükümsüz bırakan),
8-MENSUH(hükmü kaldırılmış) gibi şeriata, Kur’an’a müteallik on beş kadar ilim bilmek gerekmektedir. (Kütüb-ü Sitte)
NOT: Bazı İlahiyatçı hocalar eski alimlerin Kur’an mealini ve tefsirini okumaya karşı olduklarını sadece kendi yazdıkları kitapların okunmasını istediklerini söylüyorlar. Bu kesinlikle doğru değildir. Hiç bir Ehli Sünnet alimi tefsir ve meal okunmasına karşı olmamıştır. O alimler; ehil(müçtehid) olmayan kimselerin Kur’an’dan kendi aklına ve ilmine göre itikadî ve amelî hükümler çıkarılmasının uygun olmadığı görüşünü savunmuşlardır. Müslüman Allah’ın kitabını elbette okumalıdır. Zira onda nice hikmetler vardır. Tabi onu anlamak için de alt yapı lazımdır. Yani, Kur’an’da ki uzay ile ilgili ayetlerin işaretlerini anlayabilmek için o konuda yeterli alt yapı bilgiye sahip olmak lazım. Bunun gibi hiç bir kimse de içtihat sahibi bir alim olmadan Kur’an ve Sünnetlerden hüküm çıkarmaya kalkışmamalıdır. Böyle bir şeye teşebbüs eden kimse kasabın beyin ameliyatı yapmaya teşebbüsünden daha tehlikelidir.
SORU 9: MEZHEPLER OLMASAYDI DURUM NE OLURDU?
CEVAP: Mezhebler olmasaydı müslümanların sayıları kadar mezheb olurdu. Herkes Kur’andan kendi aklı ve ilmine göre anladığının en doğru olduğunu sanır ve müslümanlar tam bir kaosa ve büyük bir fitneye düşmekten asla kurtulamazlardı. Okuma yazması olmayan ümmiler ile ilmi az olanlar asla işin içinden çıkamazlar, kendilerinden biraz daha fazla bilen yarım hocalara tabii olurlardı. Bu durum ise, “Yarım doktor candan, yarım hoca imandan eder” atasözünü tam olarak gerçekleştirirdi. Bu da mezhebsizlerin arayıpta bulamadığı bir ortam demektir ki, işte o zaman islam alemi diye bir medeniyet kalmaz, yok olup giderdi. Bu da Hırıstiyan ve yahudilerin bayramı demektir.
Bir Müslüman dünya ve ahiret kurtuluşunu istiyorsa, dinini ehl-i sünnet alimlerinin Kur’an ve Sahih hadis-i şeriflere dayalı olan ilmihallerinden öğrenmeli ve öğretmelidir. Aksi takdirde diğer yollar cehenneme açılan birer dalalet çukurudur…
SORU 10: Peygamber efendimiz zamanında mezheb yoktu, bu mezhebler sonradan çıktığına göre bid’at olmaz mı?
CEVAP: Yukarıda açıklandığı üzere sonradan çıkan bir mezhep yoktur. Sadece Rasulullahın yolunda içtihat eden alimlerin içtihatlarına çalışmalarına değişik isimler verilmiştir o kadar. Allahu Teala buyurdu ki:
– “Rasulüm de ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun, Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın ” (Âl-i İmran, 31 )
– “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi size yasak ettiyse ondan sakının” (Haşr, 7)
Yukardaki ayeti kerimeden anlaşılan mana gereğince gerek Eshab, gerekse Tabiin devrindeki ve daha sonraki müctehid alimler Kur’an’a, Rasulullah Efendimizin tabii olduğu gibi tabii olmuşlar ve O’nun anladığı gibi anlamışlardır. İşte bu anlayış ve tabii olmaya halk değişik isimler adı altında şu mezheb, bu mezheb diye isimler vermişlerdir. Mezhebler Kur’an ve hadis-i şeriflere dayanır. Peygamber efendimizin dini yaşama biçimini müçtehid alimlerimiz içtihat ederek açığa çıkarmışlar ve yazılı metinler haline getirmişlerdir. O zamanda yaşayan Müslüman halk bunlara Hanefi, Şafi gibi isimler verdikleri için bu isimlerle anıla gelmiştir. Asla bid’at değildir.
SORU 11: “Kur’an var, Hadisler var. Bunlara rağmen mezheblere gerek var mıdır? Mü’minlerden Arabça bilenler Kur’an’ın bizzat kendisinden, arabça bilmeyenlerde meallerinden dinlerini öğrenemezler mi?”
CEVAB: Bu soruları soran yukarıdaki şu sözleri ile çelişkiye düşmektedir; “Her şey Kur’an da varken mezheblere neden gerek duyalım?” demekle, hadisi şeriflere gerek olmadığını ifade etmektedir. Aynı zamanda; “Kur’an var Hadis var mezheplere ne gerek var?” sorusu; “Eczane var, hastane var, eczacıya ve doktora ne gerek vardır?” demek gibidir, veya; “Okul var, kitab var, o halde öğretmene ne gerek vardır?” demek gibi bir şeydir. Aslında bunlar mezhepleri de anlamış değil. Zira Kur’an’a ve hadislere ve Eshabı kiramın Rasulullah’tan aldıkları ilmin meyvesi olan icmaya dayanmayan bir mezhep zaten yoktur ve olamaz da. Kur’an ve Hadis-i Şeriflerden hüküm çıkarabilecek ictihat derecesinde bir alim olmak için İmam-ı Gazali gibi ilmi, Süfyan-ı Sevri Hazretleri gibi takvası olması gerekir. Her arabça bilen müctehid olabilseydi, Ebu Cehiller Ebu Lehebler imansız kalırmıydı? Hangi okuma yazması olan birisi tıp fakültesini okumadan, sadece tıp kitablarını okuyarak kalb ve beyin ameliyatı yapabiliyor? Bugün mü’minleri dinlerini öğrenmek için sadece meal okumaya yönlendiren bazı din görevlileri, aslında o müslümanların ayaklarını farkında olmadan cehenneme kaydırıyorlar. İmam-ı Şafii Hazretleri: “Bizler yalnız Kur’an-ı Kerim’den dinimizi öğrenmeye çalışsa idik, beş vakit namazın nasıl kılınıcağını dahi bulamazdık. Zira Allahu Teala Kur’an’da beş vakit namazı emrediyor, ama nasıl kılnacağının deteaylarınından açıkça bahsetmiyor. İşte bu durumda Peygamber efendimizin hadislerinde aradıklarımızı bulabiliyoruz.” Kur’an’da Mezhep Var mıdır? Niçin Dört Mezhep?
PEYGAMBER EFENDİMİZ(salât ve selam olsun ona), İÇTİHAT DERECESİNDEKİ EHL-İ SÜNNET ALİMLERİNE UYMAMIZI EMRETMEKTEDİR:
– “Benden sonra peygamber gelmeyecek, alimler gelecek, halifeler gelecek, onlara tabi olan bana tabi olur, onlara asi olan bana asi olur.” (Sahih-i Buhari 11.c.181 shf.)
SORU:12: Mezhebsizler, İmam-ı Azam ile İmam-ı Buhari arasında bir çatışma olduğundan söz ediyor. Bu nedir?
CEVAP: İmam-ı Azam ve İmam-ı Buhari konusuna gelince, Bu iki büyük alim arasında herhangi bir şey yoktur. Zira, bunlar muasır değiller, yani; aynı zamanda yaşamamışlardır. İmam-ı Buhari hazretleri onun vefatından sonra dünyaya gelmiştir. İmam-ı Buhari Hazrertleri de müçtehid olduğu için İmam-ı azamın içtihadına uymayan yerler olması gayet tabiidir.
SORU 13: Niçin 4 Mehep? Hz. Ömer, Hz. Ali, İmam-ı Cafer Sadık hazretleri, Muhammed Bakır hazretleri, Musa Kazım hazretleri gibi büyüklerin mezheplerine niçin uyulmuyor? Bunların da birer mezhebi yok muydu?
CEVAP : Evet onların da birer içtihadı vardı ve her biri bir müçtehitti. Ancak onların toplanmış bir mezhepleri yoktu. Onun için bu mübarek zatların mezhebine uyan kalmamıştır. Musa Kazım ve dedesi Muhammed Bakır’ın tedvin edilmiş mezhepleri olmadığı gibi, diğer Sünni âlimlerin de mezhepleri tedvin edilmiş değildi. Mesela imam-ı Sevri de büyük bir âlimdir, ama mezhebi tedvin edilmediği için onun mezhebine uyulmamıştır. Hazret-i Ali’nin, Hazret-i Ömer’in de mezhepleri vardı, ama tedvin edilmediği için bir sistem halinde olmadığındn onların mezheplerine uyamıyoruz. Hak mezheplerin dört mezheple sınırlandırılmış olması bundandır. Peki, imam-ı Cafer hazretlerinin mezhebi tedvin edilse idi, Müslümanlar İmam-ı A’zamın hocasının mezhebini inkâr edebilirler miydi? Bu hiç mümkün olabilir miydi? Ehl-i beyti sevmeyen Sünni olamaz. Çünkü Resulullahı seven onun akrabalarını da, torunlarını da arkadaşlarını da, hanımlarını da sever.
Ehl-i Sünnet mezhebi iki kategoriye ayrılır:
A- İTİKATTA MEZHEP: Maturidiyye ile Eş’ariyye mezhepleri arasında bir iki küçük ayrıntıdan başka fark olmadığı için Ehl-i Sünnet, itikatta tek mezheb olarak kabul edilmiştir.
B- AMELDE MEZHEPLER: Amelde ehli sünnet mezhepleri tabiin devrinde Hz. Ali’nin yetiştirdiği büyük alim ve veli Hasan-ı Basri ile başlamış olup, tebei tabiin devrine kadar sayıları yüzü aşmıştır. Ancak, bunlara tabi olanların sayıları azalarak günümüze sadece dört ehli sünnet mezhebi ulaşabilmiştir. Eğer ki bu mezheplere tabi olanlar devam etseydi bugün ehli sünnet mezhepleri dört değil , onlarca olacaktı.
SORU 14: İçtihat kapısı kapalı mıdır, günümüzde yeni ehli sünnet mezhepleri olamaz mı?
CEVAP: İçtihat kapısı kapalı değil ancak, içtihat şartlarını taşıyan alimler olmadığı için yeni ehli sünnet mezhepleri oluşmamıştır. Yeni bir mezhebe de gerek yoktur. Zira dört mezhebin müctehid alimleri her meselenin hükmünü çıkarmışlardır. Arayan aradığını bu mezheplerin içinde aramalı, dışında değil. Allahu Teala onların çalışmalarına bol ecirler versin ve cennetlerdeki makamlarını âli eylesin. Onlar mum ışığında, el emeği, göz nuru akıtarak, binlerce yanlış mezheplerin ve büyük bir fitne ve kargaşanın ortaya çıkmasına engel olarak çok büyük bir hizmet vermişlerdir. İslam alimlerinin üstünü, evliyanın önderlerinden, şeriatin savunucusu, kerametlerin mazharı ikinci binin müceddidi İmama-ı Rabbani Ahmedi Faruki Serhendi(kaddesallahu sirrahul-akdes) hazretleri Mektubatlarında şöyle buyurdu:
«Kıyas ve ictihad, şeriatın dört temelinden biridir. Buna uymakla emrolunduk. İlham, yalnız sahibi için delildir, hüccettir. Başkaları için senet değildir. İctihad ise her müslüman için senettir. Bunun için müctehid olan âlimlere uymak lâzımdır. Dinîn temel bilgilerini bu âlimlerin bildirdiklerine uygun olarak öğrenmelidir.» (C. I Mektûb 272)
SORU 15: Mezhepsizler ve onların ülkemizdeki maşalarının iddia ettiği gibi, mezhepler sebebiyle mezhepler arasında tarih boyunca bir çok çatışmalar ve kan dökmeler olmuş mudur?
CEVAP: Tarihi iyi bilenler bilir bilmeyenler bilsin ki, İslam’da asla mezhep çatışmaları olmamıştır. TARİH BOYUNCA DA BÖYLE BİR VAKA MEVCUT DEĞİLDİR. Mezhepsizliğin piyonları bazı siyasi savaşları mezhep çatışmaları olarak göstermeye çalışmaktadır. Mesela Yavuz Sultan Selim Han hazretleri hiç bir aleviyi, alevi olduğu için öldürtmemiştir. Zira Şah İsmail’in askerlerinin içinde alevi olduğu kadar Yavuz Sultan Selim’in askerleri içinde de alevi Türkmen askerleri vardı. Şayet Yavuz Sultan Selim Han alevileri katletseydi, bugün Anadolu ‘da bir tek alevi yaşıyor olmazdı. Alevilerin Yavuz’un korkusundan Tokat ve Sivas yörelerindeki dağlara ve ormanlara sığındıkları doğru değildir.
KUR’AN’DAN AYET MEALLERİ:
– “Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.”(Ahzab Sûresi, 33/36)
– “Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle râzı olup uymadıkça iman etmiş olmazlar.”(Nisa Sûresi, 4/65)
– “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhâfız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin.”(Nisa, 4/80)
– “Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.”(Haşir Sûresi, 59/7)
– “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/31)
Bu ve benzer manadaki âyetler Peygamber (S.A.V) Efendimizin görevininin sadece Kur’ân’ı insanlara getirmekle sınırlı olmadığını belirtmektedir.
SORU 16: Hadislerin Peygamber Efendimizden 300 yıl sonra yazıldığı doğru mudur?
CEVAP: Hadisi Şeriflerin Yazılışı ile ilgili Doğru Kaynak:
Peygamber Efendimiz Kur’an ilk nazil olduğunda, âyetlerle karışmaması için;
-“Kur’an’dan başka benden bir şey yazan onu imha etsin” buyurmuştu.
Daha sonra Efendimiz(s.a.v.), Kur’an-ı Kerimi ezberleyenlerin çoğalması sebebi ile hadis-i şeriflerin de yazılmasını emir buyurdular. Abdullah bin Amr bin As, her hadisi yazar, Resulullah efendimiz buna mani olmazdı. Hatta bazıları:
-“Sen her şeyi yazıyorsun. Ama Rasulullah’da insandır. Öfkeli iken de söz söyler.” dediler. Abdullah bin Amr bin As bu durumu Resulullaha arz edince, mübarek parmağını ağzına götürüp:
-“Yaz! Allah’a yemin ederim ki, bu ağızdan hak sözden başkası çıkmaz.”buyurdu. (Ebu Davud, Hakim)
Şu âyet-i kerime de aynı mealdedir:
-“O, kendisine vahyedilenden başkasını söylemez.” (Necm 3,4)
1400 yıldır bu kadar devasa alimler bu konuları bilmiyorlardı da şimdi kolaycılık yapıp İslamı içten yıkmaya çalışan bir kaç sözde prof. mu gerçeği onlardan daha iyi görüyorlar? Mealci piyonların arkasına takılanların ulaşacağı yer ancak, cehennemdir.
SONUÇ OLARAK; Biz kesinlikle Kur’an’ın meal ve tefsirinin okunmasına karşı değiliz. Karşı olduğumuz bir kimsenin Kur’an’dan kendi aklına göre anlam çıkarıp hüküm vermesidir.
Mealcilere soruyoruz: “1400 yıldır müslümanlar dinlerini meallerden mi öğrendiler?” “Rasulullah’ın, Eshabın ve Müctehid alimlerin açıklamaları olmadan birbirine uymayan Kur’an meallerine rağmen ümmi bir Müslüman sırf mealden dinini nasıl öğrenebilir?” Madem Kur’an herkesin anlayacağı kadar açıksa, niçin “Tâ Hâ”, “Yâ Sîn” ve “Elif Lâm Mîm’in” ve diğer “HURÛFUL MUKATTA‘a’nın sırrını bilemezsiniz? 1400 küsur yıldır İslam alimleri hep yanıldı da, sizler mi doğruyu keşfettiniz? Bunlar (hâşa) onlardan daha mı iyi Müslümandır? 1400 yıldır hak mezheplerden kimse rahatsız olmadığı halde, bu hususta hiç bir anlaşmazlığın dahi vukuu bulmamasına karşın, bunlar niçin hak mezheplerden rahatsız oluyorlar?”
“Maksatları bağcı dövmek mi?” Bu, mezhepsizliğin maşalarına sorarız: “Sizler, abdest, namaz ve oruç kelimeleri “Kur’an’da geçmiyor” diye abdesti, namazı ve orucu yok mu sayıyorsunuz?” Yok sayamayacaksınız çünkü, Kur’an-ı Kerim’de abdest kelimesinin ifadesi “vudu’dur “, namaz kelimesinin ifadesi”salât”tır, orucun ki ise “savm“dır. ” “Ya Cenaze Namazına bu kimseler ne cevap verebilecekler?” ” Onun kaç rekat olduğunu ve nasıl kılındığını Kur’an’da bulabilecekler mi? ” “Veya Cuma Namazının farzının kaç rekat olduğunu, beş vakit namazın hangi vakitlerde kaçar rekat kılınacağını Kur’an’da bulabilecekler mi?” Tabi ki hayır. ” Mezhebsizler bu soruların ma’kul bir cevabını veremeyince hemen çark edip şöyle cevap vermeye kalkarlar ve; –“Bu gibi durumlarda Rasulullah’ın hadislerine bakarız.” derler. Onlara; –“Her şey Kur’an da varken mezheblere neden gerek duyalım?” sözleri sözlerini hatırlattıktan sonra şöyle sorarız; “Hani sizler Kur’an’dan başkasına gerek duymadığınızı hadisi şeriflere inanmadığınızı söylüyordunuz? Niçin çark ettiniz? ” Bu kimselerin sözleri birbiri ile çelişince, kendi kendilerinin iddialarını çürütmüş oluyorlar. Evet her şey Kur’an’da var ama onu ne siz, ne de sizin gibiler göremez. Onu ancak; Allahu Teala Peygamber Efendimize açıklanmıştır. Allahu Teala Kur’an’da Rasulüne tabi olmamızı emrederken, bunlar akıllarına ve hevai nefislerine tabi olmaktalar. Bunların dinden anladıkları bu mudur? Bu mezhep münkirlerinin kimileri imanın şartlarından kaderi inkar ediyor, kimileri şefaati inkar ediyor, kimileri de Allah’ın, geleceği bilemeyeceğini söyleyerek dinden çıkıyor ve insanları da arkalarından cehenneme çekmek istiyorlar. Bu mudur bu sapkınların birliğe beraberliğe çağrıları? Kendi aralarında dahi, yüzlerce mezhebe bölünüp tek mezhep olamazken, bir de kalkıp inançta tek yol olan ehli sünneti mezhebini eleştirmeye kalkıyorlar. Bunların maksatları (Müslümanları Kur’an’da birleştirmek adı altında) Müslümanları parçalayıp, yok etmek değil de nedir? Kur’an’da Mezhep Var mıdır? Niçin Dört Mezhep?
Cevaplarımız bu soruların içindedir. Anlamak isteyene… “Müslümanları mezheplere bölüyorsunuz” diye eleştiren ve dört hak mezhebe tahammül edemeyen MEALCİLER, yüzlerce Meal Mezhebi kurmaya çalıştıklarının farkındalar mı acaba?
Cenâb-ı Hak, hepimizi müctehid İmâmlar vasıtası ile Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize uyan bahtiyar kullarından eylesin. Selef-i sâlihin düşmanı selefiyecilerden, ehl-i sünneti kâfir bilen vehhâbilerden, telfık yaparak hak mezhepleri ortadan kaldırmak isteyen mezhepsizlerden, kendilerini dîne değil de, dîni kendilerine uydurmak isteyen reformculardan, müctehid İmâmları beğenmeyip, kendi kafalarına göre ictihad yapmak isteyen naylon müctehidlerden, eshâb-ı kirâma saldıran rafızî meşrepli mezhepsiz tufeylîlerden muhafaza buyursun. Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak, sevdiklerini dost, sevmediklerini de düşman olarak tanıtsın. Âmin. Herkese hidayet Allahu Tealadandır.
BAZI SAPIK MEZHEPLER
Mezhepler | İslam Dergisi
S A P I K M E Z H E P L E R :
1-BİDATÇILAR MEZHEBİ: “Mizan yoktur, o adalettir. Büyük günah işleyenler sonsuza dek cehennemde kalacaklardır, farzları yapmak imandandır terk eden(inkar etmediği halde) kafirdir diyenler, fakat birini terk ederse kafir olur, içki içerken, zina ederken, o kimse kafir olur.” diyenler bid’atçı sapıklardan olur.
2-CEHMİYYE MEZHEBİ: “Allah’ın özel yeri, mekanı vardır, O arştadır” dedikleri için küfre girmişlerdir.
3–CEBRİYE MEZHEBİ:” Kulun(irade) kudreti, kazanması ve etkisi yoktur. O cansız bir varlık (robot) gibidir.” diyen Cebriye Mezhebi inancında olanlarda küfür ehlidir.
4-DEHRİYYE MEZHEBİ: Bunlar Allah’ın varlığına inanmayan ateistlerdir. Çok eski çağlardan beri varlıkları bilinir.
5- KADERİYE MEZHEBİ: “Şer Allah’ın yaratması değildir, kul yaptığının yaratıcısıdır.” dedikleri için küfre girmişlerdir.
6– KESSANİYE MEZHEBİ : “Allah’ın yanılıp pişman olabileceğine inandıkları için küfre girmişlerdir.
7- RAFİZA MEZHEBİ: Reenkarnasyonculuğa inanırlar. Allah’ın birliğini ve ilahlığını kabul edip “Allah kadim değildir, diri değildir, mahluktur ve şekillenmiştir.” derler ve putperest Hindu ve Budistlerden etkilendikleri için ölen kimselerin ruhu başka cesetlere geçerek dünyaya tekrar tekrar geleceğine inanan kafirlerdir. Şii Mezhebinden sapmış Rafizalar da sapık bid’atçılardır. Rafizilerden Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e küfredip lanetleyenler kafirdir. “Hz. Ali bizim ibadetlerimizi yaptı, bizim ibadet yapmamıza gerek yoktur” diyen rafiziler de küfre girmiştir. Hz. Ali( r.a.), Hazreti Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den (Allah her üçünden de razı olsun) üstündür.” diyenler Bid’atçı sapıklardır.
8- HARİCİ MEZHEBİ: Bize Kur’an yeter” deyip hadisi şerifleri inkar ettikleri için Hz. Ali bunların küfrüne fetva vermiştir. Bu sebeple Hz. Ali’yi ve Hz. Osman’ı bunlar şehid etmiştir. Ayrıca Hz. Osman, Hz. Ali, Hz.Talha, Hz.Zübeyir, Hz. Aişe ve bazı sahabeleri kafir saymaları sebebiyle İslamdan çıkmışlardır..
9- YEZİDİLER: İran tarafından zuhur edecek bir peygamberin Muhammed (s.a.v.) ümmetini ortadan kaldırmasını bekledikleri için bunlar da kafirdir.
10- NECCARİYE MEZHEBİ : Allah’ın sıfatlarını inkar etmeleri ve; ”Kur’an-ı Kerim yazıldığı zaman cisim, okunduğu zaman da arazdır(araz: başkasına bağlı olarak yer tutan, kendi halinde olamayan; renkler, tatlar kokular gibi) .” demelerinden dolayı kafir olmuşlardır.(Ayınlar: cevherler, maddeler, atomlar.)
11- ŞEYTANİYE MEZHEBİ: Allah ancak dileyip takdir ettiği, yani yarattığı zaman bilir. Ondan önce bir şey bilmez diyen, Şeytaniye Yolu inancında olanlar da kafirdir.
12- MUTEZİLE MEZHEBİ: “Allah ne görür, ne de görülür” diyen ve; “Allah’ın özel yeri, mekanı vardır, O arştadır” dedikleri ve; “Kul kendi kaderini yaratır” diyen Mûtezile Mezhebinden bir gurup da dinden çıkmıştır.
13- MÜRCİE MEZHEBİ: “Mümin ve kafirleri Allah’a bırakırız. Mü’min cennetlik, kafir cehennemliktir diyemeyiz. Dünya ve ahiret Allah’ındır, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır. İbadetler farz değil, fazilettir.”diye inanan veya söyleyenler kafirdir. “Mü’minler günahkarlar ile dost olamaz.” diyenler de, bid’atçı sapıklardır.
14- MÜCESSİME, “Allah’ın özel yeri, mekanı vardır, O arştadır” dedikleri için küfre girmişlerdir.
15- KERAMİYE MEZHEBİ: “Allah’ın özel yeri, mekanı vardır, O arştadır” dedikleri için küfre girmişlerdir.
16- Müşebbihe Mezhebi: Allahı mahluklara benzetenler de kafirdir.
17- MUATTİLE MEZHEBİ: Rubûbiyyeti inkar ettikleri için küfre girmişlerdir.
18- VESENİYE MEZHEBİ: Vahdaniyeti (Allahu Teala’nın Zatında ve sıfatlarında ve işlerinde ortağı olmamasıdır.) inkar ederler.
19- İttihadiye Yolu: Allah’tan başkasına ibadet edilebileceğini iddia ederler .
20-Hululiyye Mezhebi: Allah’ın büyük saydıkları bazı kimselere içine girdiğine inanırlar. Allah ile birlikte başka ilahlara ibadet etmenin doğru olduğunu kabul eden bu kimselerde kafirdir.
21- DİSANİ, MANİ, SABİLER Mezhebi: Hayrı bir ilah, şerri başka bir ilahın yarattğına inandıkları ve aynı görüşe sahip oldukları için bunlarda kafirdir.
22- KARAMİTİLER ve BATINIİLER Mezhebi: Tenasuha (reenkarnasyona) inandıkları ve Hululü (haşa Allah’ın bir insanın içine girmesine inananmayı) kabul ettikleri için kafirdir. Allah’ın birliğini ve ilahlığını kabul edip “Allah kadim değildir, diri değildir, mahluktur ve şekillenmiştir.” diye inandıkları için kafir olmuşlardır.
23- Cenahiler ve Hişamilerde : Allah’ın birliğini ve ilahlığını kabul edip “Allah kadim değildir, diri değildir, mahluktur ve şekillenmiştir.” diye inanandıkları için kafirdir.
24- Hıristiyan ve Yahudiler: Allah’ın oğlunun var olduğunu, veya arkadaşı, veya hanımının var olduğunu kabul ettikleri, ve Allah’ı bir şeyden doğmuş veya oluşmuş kabul ettikleri için bunlarda kafirdir.
25- TABİATÇILAR (Doğa Yarattı Diyenler): Evrenin kendi kendine yaratıldığını kabul eden Tabiatçılar, iki ilah var olduğunu kabul eden filozoflar, ezelde Allah ile bir başka ilah olduğunu, evrenin (kainatın) sanatkarı ve düznleyicisi başka bir ilah olduğunu kabul edenler de kafirdir.
26- DOĞA’ya İMAN EDENLER: Varlıkların yaratılmasında doğanın (tabiatın) da etkisi var diyen tabiatçılar da kafirdir.
27- SAPIK MUTASAVVIFLAR: “Allah ile oturup konuşulur, O’nun yanına çıkılır, Allah bazı veli ve mürşidlere hulul eder (içine girer), dolaysı ile mürşide itaat eden, Allah’a itaat etmiş olmuş olur.” diyen bazı mutasavvıflar, hırıstiyan ve yahudiler ve Batıni Mezehebi’ndekiler de kafirdir.
28- SAPIK FELSEFECİLER MEZHEBİ: Kainatın kadim, yani yaratılmamış olduğunu söyleyen bazı felsefeciler de kafirdir.
29- İBAHİYE MEZHEBİ: Allah’ın varlığına ve birliğine inanan, peygamberlerin hak olduğunu kabul edip, onların getirdiği şeyler de yalan olabileceğini iddia eden filozoflarla, bazı sapık mutasavvıflar ve İbahiye Mezhebi’ndekiler de kafirdir.
30- Şia Mezhebi: Kuran’da Aişe(r.anha) annemizin iffetli olduğu ayetle belirtilmesine rağmen Şia’dan bir çok kimse ona iftira atarak küfre girmekteler. Ayrıca Şia’da zinanın adı müta nikahıdır. Şia, Aşerei mübeşşereden olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a lanet ederek hak yoldan sapmış bulunmaktadır..
Dalalet Mezhepleri ise, ehli sünnetin dışına çıkmış olup ya sapıtmışlardır veya küfre girmişlerdir.
31- Vehhabilik Mezhebi: Ehli sünneti reddedip sapık din adamı İbn-i Teymiyyeden etkilenen Osmanlıyı parçalamak isteyen kafir İngilizlerin kurdurduğu selefiyeci sapıklardır.
32– Kadyanilik
33– Dinde Reformculuk Mezhebi
34– Bahailik
35– Dinler Arası Diyalogculuk Mezhebi
Bunlar buraya yazdıklarımız. Buraya yazılmayanlar da mevcuttur.
NOT: Sitemiz yazılarından Dinler Arası Diyalog isimli yazımızı okumak için alttaki adresi
T I K L A Y I N I Z : http://www.islamdergisi.com/genel/dinler-arasi-diyalog-nedir/
D İ K K A T ! Islam Dergisinde yayınlanan makaleleri İslam’ı yaymak amacıyla, her türlü elektronik ortamda ve kagit/baski uzerinde, kâr elde etmemek ve kaynak belirtmek şartıyla telif ödemeksizin yayınlayabilir, dağıtabilir ve kullanabilirsiniz.
|
Bugün 238 ziyaretçi (293 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
İngilizlerin Suud Oğullarına kurdurduğu Hak Mezheplerini inkar eden,”Vehhabilik” diye tanınan bir Mezheb(yol) ve bunların Türkiye’deki uzantıları olan Mealciler, Hak mezhepleri inkar ederek gölge varlıklarını ortaya çıkarmaya çalışmaktalar.
Bu karanlık adamlar, Kur’an-ı Kerim’i yalnız kendileri biliyor ve okuyor görüntüsünü vermeye çalışarak mezheplere tabi olan samimi Müslümanları bilgisizlikle suçlamaya kalkışmaktalar. Hatta İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Ahmed Bin Hanbel, İmam-ı Maliki Hazretleri hakkında mesnetsiz ve desteksiz göndermeler yaparak müminlerin saf gönüllerini bulandırmaya çalışmaktalar. Zira, “Kurt dumanlı havayı sever” sözünü söyleyenler boşuna söylememiş olsalar gerek.
Öyle bir taktik geliştirmeye çalışmaktalar ki, sanki o yüce alimler bir şey bilmiyorlarmış da, bunlar araştırıp doğruları bulduklarını zihinlere kazımaya çalışmaktalar. Kendi akıllarına göre Kur’an’a mana vererek, 1400 yıldır Kur’an ve Sünnet yolundan ayrılmayan, bu hususta en ufak bir taviz dahi vermeyen bu devasa alimleri; “Mezhepçilik yaparak müslümanlar arasında ayrılık yaptılar.” diye suçlamak gafletinde bulunmaktalar.
İmam-ı Azam Hazretleri ki sahabelerden bir çoğu ile muhatab olmuş bir ilim okyanusu iken, bunlar hangi ilme ve senede dayanarak, bu büyük alimlere çamur atmaya kalkışmaktalar?
Bu, ilim ve anlayış fukaraları, Kur’an’ın ayetlerini İslam Alimlerinin okumadığını sanmak ahmaklığına batacak kadar gafildirler.
Mademki her şeyi Kur’an’da görmek istiyorlarsa, namaz ve oruç kelimeleri “Kur’an’da görülmedi” diye namazı ve orucu yok mu sayacaklar?
Nasıl ki Kur’an-ı Kerim’de namazın ifadesi salat, orucun ifadesi savm olarak geçiyorsa, mezhebin ifadesi de Kur’an’da sırât(yol) olarak geçmektedir. Sırâtın en doğrusu da “sırât-ı müstekîm”dır. Allahu Teala Kur’an’da buyuruyor ki;”(Rasulüm) Muhakkak ki, sen en doğru yoldasın.” (Yâ Sîn Suresi./4) İşte bu ayeti kerimeye göre Rasulullah’ın yolunun yani mezhebinin sır’ât-ı müstekîm olduğunu bu ayet belirlemiş oluyor. O’nun yolu ise, ehl-i sünnet yolunun(mezhebinin)ta kendisidir. Yine Fatiha suresinde beş vakit namazlarımızda; “ihdines-sırâtal-müstekîm” (Rabbimiz bizi en dğru yol olan Rasulünün yolu Ehli sünnet yolu olan sırat-ı müstekîme erdir”) diye okumuyor muyuz? Zira O Rasulun (selam ve salat O’na olsun)kendisi Sahih-i Buhari’de ki bir hadislerinde: “Kurtuluşa erenler Benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir.” diye buyurmaktadır.
Allahu Teala Kur’an’da buyuruyor ki, mealen: “Ey Rasulüm de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız geliniz bana uyunuz ki, Allah’ta sizi sevsin günahlarınızı bağışlasın. Allah affedicidir, Allah merhametlidir.” (Âl-i İmran /31)
Bu ayetlere ve bu ayetlerin manalarına benzer manada ki diğer ayetlere göre de, Rasulullah’a uymak farz olduğuna göre, Rasulullah’ın mezhebi, yani sırat-ı müstekîma uymak hepimize farz oluyor.
Müctehid alimler de, bu en doğru yola nasıl tabii olunur, bunun içtihadını yaparak halkı en doğru yola çağırmışlar. Bu alimler “benim çağırdığım sırat-ı müstekımın adı Hanefilik olsun” dememişler. Onu, o zamanda yaşayan halk ifade etmişler ve öyle anıla gelmişlerdir.
İtikatta tek olan Ehl-i Sünnet Yolu(Mezhebi) devam edegelmiş, amelde ise yüzün üzerindeki farklı ictihatlardan günümüze sadece 4 mezheb kalmıştır.
Rasulün yolu olan itikatta Ehl-i Sünnet Yolu (Sırat-ı Müstekîm), yani mezhebi, amelde ise 4 mezheb günümüze dek gelebilmiştir. Allah, bu hak mezheblerin günümüze kadar ulaşmasına vesile olan müslümanların mekanlarını cennet kılsın. Allahu teala, o müctehid ve mukallid alimlerimizin bu çalışmalarına bol ecirler versin. Bu Hak mezhebleri anlayamayanlara da, hidayet versin.
HAK MEZHEBLERE İTİRAZ EDEN KUR’AN MEALLERİ İLE AMEL EDEN BİR ŞAHSIN YORUMUNA ATFEN DİYORUZ Kİ;
-”Siz, Hak Mezheplerini inkar etmekle İmam-ı Azam ve diğer hak mezheplerinin kurucularını değil, Onların; Kur’an ve Hadisi Şeriflere dayanarak kurduğu mezheplerin temellerini oluşturan binlerce ayet ve hadisleri yok sayarak kâfir olduğunuzun farkında mısınız?
Yoksa siz, İslam İlmihallerinin kaynağının Kur’an ve Hadisi şerifler olduğunu bilmiyor musunuz?
Mealci şahıs diyor ki:
- “Mezhebler 100 yıl sonra yazıldı” Bu sözünüz dahi bir yalan ve iftiradır… Zira ilk mezhep Hasan-ı Basri tarafından kurulmuştur ki O, Hz. Ali’nin yetiştirdiği en büyük alimlerdendir. Fakat sizin vehhabi mezhebiniz ise 1300 yıl sonra yazıldı. Eğer ki ölçünüz zaman ise, şu durumda, Rasulullah’ın vefatından 30-40 yıl sonra yazılan ve eshabı gören alimlerin yazdığı mezhebe mi itibar edilir, yoksa 1300 yıl sonra Hak Mezhepleri inkâr eden İngiliz uşaklarının kurdurduğu mezhepsizlik mezheplerine mi itibar edilir?
İmam-ı Rabbani Hazretleri şöyle dedi diye yorumunuz da, O büyük alime yer vermektesiniz. Bu ne kadar bilgisizlik ki, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Hanefi mezhebine mensub olduğundan bile haberiniz yok.
Müslümanları hak mezheblerden uzaklaştıran hoca müsveddelerine yazıklar olsun. Bu tür kimselere de Allahu Teala hidayet nasib eylesin.
Erdem isimli okuyucuya cevap:
Sayın Erdem Bey, siz hadislerin 200 yıl sonra yazıldığını söylemekle hadis tarihi konusunda ne kadar ilgisiz olduğunuzu isbat etmiş oluyorsunuz. Hadisler Rasulullah’ın devrinden itibaren yazılmıştır. Bir kısmı daha sonraları yazılmıştır. Biraz İslam tarihi, biraz da Kütüb-ü Sitte okumanızı tavsiye ederim. Mezhebler; konusunda desteksiz atmaktasınız. Kur’an’a dayanmayan mezheb şeytanın mezhebidir. Bu konuda biraz kitab okumanızı tavsiye ederim.
Ve diyorsunuz ki;
“Vehhabilik mezhebide nedir bana ingiliz kralının kurduğu mezhepten bahsediyorsun.”
Burada soruyuda siz cevabınızı da siz vermişsiniz. Vehhabilik, dört hak mezhebi yok sayan bir mezheptir.
Ve diyorsunuzki;
“şimdi imamı gazaliyi tanırmısın bilmem bana onun hangi mezhepten olduğunu açıklarmısın?”
Açıklıyoruz;
İmam-ı Gazali’yi okuduğunuzu söylüyorsunuz, ama O’nun İhya-ü Ulumiddin’inden haberiniz yok. Zira, o eser tam bir şafii fıkhı ve kendiside şafii mezhebindedir.
Ve diyorsunuz ki;
“İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:14.7.2012 taihli yorumunuzda; “Kur’an-ı kerimin tefsiri, Resulullahtan işitildiği gibi yapılabilir. “Kur’an-ı kerimi, kendi görüşüne, anlayışına göre tefsir eden kâfir olur” hadis-i şerifi, bunu bildirmektedir. (1/234)” Daha sonraki yorumunuzda aynı konuyu şöyle izah ediyorsunuz:
“ayetlere mana vermek kafir eder diyende imamı rabbani hazretleridir. araştır bakalım yalanmı söylemişim iftiramı atmışım en evvela kuranı oku. yoksa kuranda sünnete bak orada yoksa vicdanına danış diyor peygamber efendimiz. yok eğer şüphe edersen o işi bırak diyor peygamberimiz.”
Açıklıyoruz.
“İmam-ı Rabbani hazretleri Kur’an-ı Kerimin tefsiri ancak Rasulullahtan işitildiği gibi yapılabilir. “Kur’an-ı Kerim’i kendi görüşüne göre tefsir eden, kafir olur.” hadisi şerifi ile bunu bildirmektedir. Te’vil ise böyle değildir. Kur’an-ı Kerime ve hadisi şeriflere uygun olmak şartı ile, her alim anladığı gibi te’vil yapabilir.” (1.cilt 234. mektub)
Bizim bu yazıdan ve bu hadisten haberimiz olmadığını mı ima ediyorsunuz? Sizin bu yorumlarınız yazılmadan çok önceden, Sitemizde de o hadis mevcuttu. 173 sahifelik sitemizdeki yazıları okusaydınız böyle ön yargılı olmazdınız.
Diyorsunuzki;
“Ve en önemli nokta mealci diyorsun mealci!!!! meal neyin mealiydi baktınmı? hiç sen kuranı kerimi baştan sona kadar okudunmu hiç?
Cevap:
Bana “siz kur’an’ı hiç baştan başa okudunuz mu?” diyorsunuz. Doğrusu sizin bu ahvalinizin ne kadar ön yargılı ve acımasız olduğunu anladım. “Tereciye tere satmak” deyimi vardır Türkçe’de, meğer ne kadar yerinde söylenmiş bir sözmüş…
Mealci hitabımıza çok içerlediğinizi anlamaktayım. İnşaallah yanılmışımdır. “Mealci demek” Hak olan 4 mezhebten birine tabi olmayan, ama; o mezheblere karşı çıkan vehhabi mezhebli suudi destekli alim müsveddelerinin yazdığı, birbirini tutmayan yüzlerce kur’an meallerinden birine tabi olan kimselere mealci denilir. Meal demek; Kur’an demek değildir. Meal; Her arabça bilen şahsın Kur’andan kendi anladığını söylemesine veya yazmasına denilir. O, 4 ünlemle neyi ima ettinse, onların size ait olduğunu ifade ederek Allahu Tealadan size hidayet diliyorum.
Allah’ın ancak küfür ve şirk ehlini affetmeceğini siz biliyorsunuz. Allahın rahmetinden ve affından ümit kesmek ise ehl-i küfrün sıfatıdır. Kaza namazları bir güne bir gün olarak kılınırsa hiçbir sıkıntı olmaz.
Allahu Teala El-Karia suresinde;”Ve men sekulet mevâzînuh. Ve huve îşetir-râdıyeh. Ve men haffet mevâzînuh. Ve ummühû haviyeh. Ve mâ edrâke mâ hiyeh. Nârun hâviyeh.” mealen: “Kimin sevapları günahlarından ağır gelirse, Allah o kimseyi cennetine alacaktır. Kimin de sevapları günahlarından hafif gelirse, o haviyededir. Nedir o haviye? O iyice kızdırılmış cehennem ateşidir.”buyurmaktadır. Bu ayeti Peygamberimiz, şu mealdeki bir hadis-i şerifle izah etmektedir. “Kıyamet günü ameller tartılacaktır. Kimin bir sevabı(günahından) eksik gelirse, ona bir sevap bulması söylenecektir.” İyiliklerin kötülükleri sileceğini kuran haber vermektedir . Buna dair hadisi şeriflerde vardır.
Peygamberimizin Muâz’a Tavsiyesi
372. Muaz bin Cebel Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu (r.a.) rivayet ediyor:
“Ya Resûlallah bana nasihat et” dedim. Şöyle buyurdu:
“Nerede olursan ol ALLAH’tan kork. Kötülüğün arkasından iyilik yap ki onu silsin. İnsanlara da güzel ahlakla muamelede bulun.”Tirmizî, Birr: 55; Darimi Rikak: 47. İmam Taberâni,
“Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri giderir. Bu, güzelce düşününenler için bir öğüttür.” Hud 114
Şeytan müslümanı şu düşüncelerle kandırmak ve sapıtmak ister: “Ya hep , ya hiç” der. “Mükemmel bir müslüman olamayacaksan bırak önününü koyver gitsin”der. Hiç birimiz uğraşsakta mükemmel bir müslüman olamayız. Şeytan bunu bildiği için kulu bu yoldan azdırıyor. Halbuki bir müslüman şöyle düşünseydi:”Sermayenin ne kadarını kurtarırsam o benim için bir kazançtır. Bütünü elde edemeyen çeyrekten de mahrum olmamalıdır” düşüncesinde olup elinden geldiğince kulluk görevini yapmış olsa idi, Allahın o kimsenin yapamadıklarınıda affedeceğine dair Huzeyftül Yemaniden rivayet edilen sahih bir hadisin müjdesine erecekti.
Hadisler konusunda o belirttiğiniz sayılar elbette abartmadır. Kul üzerine düşen vazifesini yapmalıdır. O konularla uğraşmak akıllı bir müminin yapacağı şey midir?
Akıllı bir müslüman sermayesinin ne kadarını kurtarırsa onun için en büyük kazançtır. Bu sermayenin en temeli imandır. Sonra haramlardan kaçış ve farzları elden geldiğince yapmaktır. Daha sonra sünnetlere yönelmektir. Allahu Teala hangi günahla cehenneme atar, biz bunu bilemeyiz. Onun için haramlardan kaçmak lazımdır. Farzlarıda aksatmamak lazımdır.
Mezhepsizler, konuyu başka noktalara çekerek mevzuyu bulandırmaya çalışıyorlar. Oysa ki bu konu tüm açıklığıyla Kur’an’da geçmektedir. Evet, İslam’da mezhep vardır; O da Allah ve Resulunun izinden giden Ehl-i Sünnet (Hanefi, Maliki, Hanbeli ve Şafii) mezhebidir.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ulu-l emre itaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa 59)
Bu ayette geçen “sizden olan ulu-l emre itaat edin” tabiriyle alimler vurgulanmaktadır. Yüzlerce alim bu görüşü benimsemiş ve bu konuda ittifak etmiştir. Ayetin devamında yer alan “herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün” kısmı da kıyasa delildir. Kur’an ve hadislerde hükmü açıkça bildirilmeyen meselelere kıyas ederek hüküm çıkarılması gerekir. Bu da içtihadı gerektirir. Hz. Muhammed’den sonraki dönemlerde içtihadı müçtehidler, yani “ulu’l emr” yapar.
Nitekim Peygamberimiz bazı dünya işlerinde kendi görüşünü ortaya koymuştur. Resulullah bazı konularda kendileri içtihad ederdi. Resulullah’tan sonra ashab devrinde de ashaptan biri, bir mesele hakkında çözüm bulamadığında onu bilen birine danışırdı. Ashab döneminde de içtihad vardı. Zamanla İslam coğrafyası genişlemiş, ashab sayısı azalmış ve yeni meseleler de artmıştır. Tabiin devrine gelindiğinde ise farklı görüşleri tek bir çatı (ehl-i sünnet) altında birleştirmek için Resulullah’ın hadisleri toplanmış, tasnif ve tahlil edilmiştir. İşte Tabiin dönemi alimlerinden biri de İmam-ı Azam’dır. İmam Malik, İmam Şafiî ve Ahmed bin Hanbel gibi alimler de Tabiin dönemi alimlerinin yetiştirdiği Tebe-i Tabiin alimleridir. Bu alimler ufak tefek görüş farklılıklarına sahip olsa da temelde aynı çatı altında (ehli sünnet) birleşmiştir. Bu dönem alimlerinin içtihadlarına uymak da her Müslüman’ın vazifesi olmalıdır.
Nitekim Hz. Muhammed bir hadisinde der ki: “İnsanların en hayırlısı benim asrım(daki ashabım)dır. Sonra onlara yakın olan (Tabiîn)lerdir. Sonra da onlara yakın olan (Tebe-i Tabiîn)lerdir” (Buhar, Fedailü Ashabi’n Nebiyy, 1; Müslim, Fedailü’l-Ashap, 210-214; Ebû Dâvud, Sünne, 9; Tirmizî, Fiten, 45).
Sizler bu büyük alimleri ve içtihatlarını inkar ederek gerçekten çok büyük bir yanlış içerisindesiniz. Allah, ıslah etsin.
(Belki de şu yazdıklarımıza okumadan cevap yazıyorsunuz. Anlayarak okusaydınız, ne kadar büyük bir yanlış içerisinde olduğunuzu anlardınız.)
İmam-ı Buhari ile İmam-ı Azam bir kere aynı devirde yaşamamışlardır. İmam-ı Azam ondan daha önce yaşamış ve vefaat etmiştir. Buhari hazretlerinin onu eleştirmesi ise içtihat meselesidir. Bazı sözleri de o zamanın insanları uydurmuştur. Birinden duyduğunu abartarak bir başkasına aktarmak suretiyle olmuştur. Bu büyük imama itimadı olmayan onun içtihadını ele alır. Şurası Kur’ana veya sahih hadislere uymuyor diyebilir. Bunlar bizi bağlamaz. Biz, ehl-i sünnet cemaatı olarak İmam-ı Azam ve diğer mezheb imamlarının içtihatlarının Kur’an’a ve Sünnete, kemali ile uyduğunu görmekteyiz. Onların da içtihat hataları olmuştur. Onların bu hatalarına da sevap verildiğini siz de kabul etmektesiniz.
Bu Kur’anı mezhepsizler okuyor da biz bayrak mı sallıyoruz? Allah’a sonsuz şükürler olsun ki, bizler araştırmalarda ve ilimde onlardan daha ilerideyiz. Ancak bizim onlardan farkımız, onlar gibi hakikate kapalı değiliz. Onlar gibi bu büyüklerin mümkiri de değiliz. Sizin o büyüklerin ilimini azımsamaya hakkınız yoktur. Onlara karşı daha saygılı olmanızı tavsiye ederim. Bir kaç ayet meali ezberlemekle kendini alimler alimi sananlardan olmayınız. Eğer ilminiz kemal olsaydı şu sözleri sarf etmezdiniz:” şimdi kime güvenicez bu sözler doğruysa doğru değildir. İNŞAALLAH bizim gibi tartışmışlardır kızdıklarında söylemişlerdir.” diyorsunuz. Bizim kime güvendiğimizden yana bir sıkıntımız yok. Görülüyor ki bu konuda bocalıyorsunuz.
Günümüzün insanları kaç saatini ilme harcıyor? Hele bu din ilmi ise? Bir de o büyük alimlerin medreselere kapanıp o bilgilerin hepsini ezberlediklerini düşünün. Onların 20 yılı, bizim 60 yılımıza sığmaz. Zira onlar geceli gündüzlü ilimle yatıp ilimle kalkan kimselerdi. O çağlarda günah ortamıda çok az idi. Şimdi, şeytanlar evleri işgal etmiş durumda.
Süfyanı Sevri Hazretlerinin İmam-ı Azam hakkında söyledikleri sanılan sözler de uydurmadır. Zira o insanın hayatını bilseydiniz, böyle sözleri söyleyeceğine ihtimal vermezdiniz. O İmam ki devletin kendisine sunduğu şeyhul islamlık makamını kabul etmeyip, kırbaçlanarak vefat etmiş bir azizdir. Ona büyük haksızlık ediyorsunuz. Cihan imparatorlukları kuran büyük ecdadımız Selçuklu ve Osmanlı 1000 yıldır İslam’ın hadimliğini İmam-ı Azam gibi dehalardan esinlenerek yapmışlardır.
Bırakın şu mezhepsizlerin ve reformcuların lakırdılarını. Onlar öyle kimseler ki ilmi ile amel etmeyen iki yüzlülerdir. Bu millet onların nesine güvenecek? İslam Büyüklerine sataşarak isimlerini duyurmaya, meşhur olmaya çalışmaktadırlar. Tek amaçları dünyalıktır.
Muhterem Abdullah kardeşim, Allahu Teala dünya ve ahiretinizi güzel eylesin. Size tavsiyem, bir İslam İlmihali alıp baştan sona kadar anlayarak okumanızı ve bu arada eğer Kur’an’ı Kerimi yüzünden okumasını bilmiyorsanız öğrenmenizi ve ardından tecvitli okumayı öğrenmenizi tavsiye ederim. Ayrıca Peygamber Efendimizin hayatını ve diğer peygamberlerin hayatlarını okumanız çok güzel olur.
İlmihallerden size tavsiyem; “Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali veya Sadeti Ebediye Tam İlmihal’i okuyabilirsiniz. Fıkıh konusunda daha kapsamlı bir ilme erişmek için İbrahim Halebi hazretlerinin Mültaka’sını(2 cilt) okumanızı öneririm. Bunlardan sonra Peygamber Efendimizin Hadis kitablarından seçmeler olan Riyazus-Salihin’i(3 cilt)okumanız iyi olur. Bunlardan sonra Elmalı Hamdi’nin Kur’an Tefsirini okuyabilirsiniz.
Şunlardan da bir ağabey olarak çok sakınmanızı tavsiye ederim; Dinini doğrudan Kur’an’dan öğrenmelisin”diyen mezhepsizlerden, Dinde reformculardan… Bu hususta sitemizdeki diğer yazıları okuyabilirsiniz. Örnek; Ehli Sünnet Mezhebi, Elfazı Küfür konularındaki yazılarımız gibi…
Aklınıza takılan her sorunuzu her zaman yazabilirsiniz.
Sizin için Allahu Tealadan hakkınızda daha hayırlısını dilerim. Zira, kıyamet günü ameller tartıldığında alimin mürekkebinin şehidin kanından ağır geleceğini Peygamber Efendimiz haber vermişlerdir. Şehitlik nasib olmasada ehli sünnet bilgilerini öğrenip Allah rızası için doğruların öğrenilmesine vesile olmanızda az sevap sayılmaz.
Vesselam.
Sayın Busenur Hanımefendi, Kur’an’da mezhep vardır.
Mezhebin Kur’an’da ki ifadesi ise; ”sırât” olarak geçmektedir. Sırâtların en doğrusu da “sırat-ı müstekîm”dır.
Allahu Teala Kur’an’da, Rasulüne buyurdu ki:
-“(Rasulüm)Muhakkak ki, sen en doğru yoldasın.” (Yâ Sîn-4) Rasululullah’ın yolu, yani mezhebi ise ehl-i sünnet yoludur. Allahu Teala Kur’an’da (Âl-i İmran -31) ayette buyuruyor ki, mealen:
-“Ey Rasulüm de ki, Eğer Allah’ı seviyorsanız geliniz bana uyunuz ki, Allah’ta sizi sevsin günahlarınızı bağışlasın. Allah affedicidir, Allah merhametlidir.”
Bu ayetlerin manası gereğince Rasulullah’ın mezhebine, yani sırat-ı müstekîme, yani; Ehl-i Sünnet Mezhebine uymak, her müslümana farz oluyor.
Sayın Busenur Hanımefendi, ilgili yazı baştan sona dek acele edilmeden okunursa, yanlış bir şeyin yazılmadığını sizlerin de takdir edeceğini umarız.
Mezhep demek; Kur’an ve sünnetin dışında emredilen veya yasak edilen uyduruk bir din anlayışı asla değildir. Bilakis Ehli Sünnet Mezhepleri (Hanefi, Şafi, Maliki ve Hanbeli), Kur’an ve sünnete tam mutabıktır. Her konu Kur’an veya sahih hadislerden nakledilmiştir. Size Hanefi Fıkıh kitabı Mülteka’yı okumanızı tavsiye ederiz.
Vesselam.
Muhterem Erol Bey, bize şu mealde bir yöneltiyorsunuz:
“Yoğun çalışmam sebebi ile vakit namazlarını birleştirmeyi Şafii ve Maliki mezhebinde daha kolay gördüm(yanılıyorsam düzeltin)
Ben Hanefi Mezhebine uyan biri olarak mezhepler arasındaki uygulama kolaylığından yararlanabilir miyim?
Bunun dinen bir sakıncası var mı?
Muhterem Erol Bey mezhepler arasındaki kolaylıkları cımbızlamaya Telfik denir. Telfik ise caiz değildir. Zira telfik nefsin isteğidir. Ancak; zaruret hasıl olduğunda ulema, diğer mezheplerdeki kolaylıklardan yararlanmanın caiz olacağını bildirmiştir. Vesselam.
NAMAZLARI CEM ETMEK:
Şafi Mezhebi’nde; yolculukta ve yağmurda caizdir.
Hanbeli Mezhebi’nde; yolculukta, hastalıkta, mal ve can tehlikesi olduğu durumlarda caizdir.
Maliki Mezhebi’nde; yolculukta, yağmurda çamurda, hastalıkta caizdir.
Hanefi Mezhebi’nde; sadece Hacıların Müzdelifede ve Arafatta cem etmeleri caizdir.
Hanefi Mezhebinde olanlar, yolculukta Şafi mezhebini, asker, doktor, öğrenci, işçi, memur gibi işlerinden ayrılmaları mümkün olmayanlar da Hanbeli Mezhebinin şartlarını gözeterek (abdest alırken o mezhebin şartları ve abdesti o mezhebe göre bozan durumlar) yukarıda bahsedilen vakitlerde namazlarını cem edebilirler. (El-Fıkh-u alel-mezahib-il-erbea)
Kur’an’da genel olarak iki sırâttan (mezhepten) söz edilir. Birincisi Sırat-ı müstekîm olan Rasulullah’ın ve O’na tabii olanların yolu olan ehli sünnet yolu (mezhebi), diğeri ise tüm azıp sapmışların yolunu kapsayan sıratı müstekımın dışındaki dalalet yollarıdır. Bunlar dalalet Mezhepleridir.
Başlangıçta Hz. Ali’nin yetiştirdiği büyük alimlerden Hasanı Basri’nin mezhebi ile birlikte 100′ün üzerinde sıratı müstekım mezhebi olan ehli sünnet mezhebi vardı. Bunlar kesin haramlarda ve kesin farzlarda ittifak halindedirler. Bunlardan sadece günümüze dördü ulaşabilmiştir. Bu dört mezhepten başka mezhepler olamaz mı?
Olabilir ancak; ehil olmaları şartıyle… Günümüzde yeni bir hak mezhebi kuracak kapasitede bir alim henüz yoktur. Ancak olmayacak da değildir. Zira, geleceği haber verilen Mehdi, mezhepleri birleştirecek nitelikte yeni bir ehli sünnet mezhebi kuracağı sağlam haberlerde bildirilmiştir.
Buradaki insanlara ne anlatılsa boş. Beyinleri ne denli yıkanmış onu görmeleri çok zor.
Yazılarınızı baştan sona inceledim. Bekir Bey ısrarla Kuran da bahsedilen mezhep iki tanedir diyip sonra lafı diğer mezheplere getirmekte. Kişilere verdiği cevapların hepsi bu şekilde.
Beyler kendinize gelin. Bunun alimlikle falan alakası yok. Kuran-ı kerim Peygamber efendimize indirilmiştir. Tabikide onun yolu olacaktır. Tabiki bizler onu takip edeceğiz. Ama siz Peygamber efendimizi kullanıp diğerleri meşru saymaya çalışıyorsunuz. İslamda mezhep,ayrımcılık yoktur. Hepimiz Allah’ın kuluyuz. Efendimiz Peygamberimiz. Başka yollara gerek yok.Tamam düşünürlere,alimlere saygı duyuyorum ancak aklı ve duyguları yerinde olan heleki Peygamber efendimizi tanıma şerefine erişmiş insanlar bu dini bölmek istememişlerdir. İsteyenlerin Peygamberimizi yeteri kadar anladığını sanmıyorum.
Lütfen dinimizi kitabımızdan ve Peygamberimizin kitabımızı nasıl yaşadığı ile öğrenelim. Başka yollara gerek olsaydı Rabbim bize o yollarıda sunardı zaten.”
Volkan Bey, siz kendinizi akl-ı selim, ehl-i sünnete mensup milyarlarca Müslümanı beyni yıkanmış kimselere benzetmekle büyük bir haksızlık yapmış olmuyor musunuz? “Bizim yazılarımız hakkında: “Bunun alimlikle bir alakası yoktur” itirafını yapıyorsunuz. Biz kendimizi alim olarak tanıtmadık ki. Biz sadece ehli sünnet yolunun hadimi olmaya namzetiz o kadar. Bizim için bu büyük bir rütbedir Allah erdirirse. Yazılarımızın inandırıcılığı için Peygamber Efendimizi kullandığımızı söylüyorsunuz. Bu benim şahsi bir meselem değil ki böyle bir iş yapmış olayım. Bundan bir çıkar da elde etmiş değilim ki böyle bir iddianız sizi haklı göstersin.
Size tavsiyem objektif olmanız ve önyargıyı bırakarak muhakeme yapmanızdır.
Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de müminleri ayrılmamaya, sımsıkı birlikte olmaya çağırmaktadır:
- “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmran-102)
- “Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına ve Rasulüne tabi olarak) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın.” (Âl-i İmran-103)
- İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır. (Âl-i İmran-104)
Ayette murad olunan birliği ulemadan İmam-ı Sübkî şöyle açıklar; “Asıllarla ilgili konularda ihtilaf şüphesiz dalalettir ve bu Kur’an’ında işaret ettiği gibi her fesadın sebebidir.” der.
Ulemadan İmam Hattabi ise ayrılık hususunu şöyle izah eder: “Ahkamla (amelle) ilgili çeşitli manalara gelebilen esasa dair olmayan konulardaki ihtilaf ise, Allah bu ihtilafı alimler için bir rahmet ve ikram kılmıştır. “Ümmetimin (alimlerinin) ihtilafı rahmettir” hadisinde kastedilen de budur.” der. (İmam Nevevi, Şerhi Müslim, c, 11, s, 92,)
Keza bu konuda bazı alimlerde hadisi şerifteki; “ümmetim” lafzıyla kastedilenin bütün ümmet olmayıp, müctehid alimlerin ihtilafı olduğunu söylemişlerdir.” (Abdurrauf El-Münavi, Feyzül Kadir Şerhi Camiüssagir, c, 1, s )
Mezheplerin farklı olmaları asli konularda değil, teferruattaki konulardadır. Bu tür bir farklılık ise, mezhepsizlerin anladıkları gibi parçalanmak değil, bilakis rahmet olmuştur.
H U L A S A :
1400 küsur yıldır İslam alimleri hep yanıldı da, mealciler mi doğruyu keşfetti?
1400 yıldır hak mezheplerden kimse rahatsız olmadığı halde, bu hususta hiç bir anlaşmazlığın dahi vukuu bulmamasına karşın, bunlar niçin hak mezheplerden rahatsız oluyorlar?
Allahu Teala Kur’an’da Rasulüne tabi olmamızı emrederken, bunlar akıllarına ve hevai nefislerine tabi olmaktalar. Bunların dinden anladıkları bu mudur?
Bu mezhep münkirlerinin kimileri imanın şartlarından kaderi inkar ediyor, kimileri şefaati inkar ediyor, kimileri de Allah’ın, geleceği bilemeyeceğini söyleyerek kâfir oluyor ve insanları da arkalarından cehenneme çekmek istiyorlar. Bu mudur bu sapkınların birliğe beraberliğe çağrıları?
Kendi aralarında dahi, yüzlerce mezhebe bölünüp tek mezhep olamazken, bir de kalkıp inançta tek yol olan ehli sünnet mezhebini eleştirmeye kalkarak güya Müslümanlara yol göstermeye kalkıyorlar. Kör, köre nasıl rehber olabilir?
Bunların maksatları Müslümanları Kur’an’da birleştirmek adı altında Müslümanları parçalayıp, İslamiyeti yok etmek değil de nedir?
“Müslümanları mezheplere bölüyorsunuz” diye eleştiride bulunup dört hak mezhebe tahammül edemeyen mezhepsizler, yüzlerce meal mezhebi kurmaya çalıştıklarının farkındalar mı acaba?
Cevaplarımız bu soruların içindedir.
Sayın Ertuğrul Bey, İngilizlerin Ehli Sünneti yok etmek ve İslam alemini parçalamak maksadı ile Suud Oğullarına kurdurduğu mezhepsizlik mezhebine “VEHHABİLİK” denir. Bunların Türkiye’deki uzantılarına “Mealciler” denir. Dört Hak Mezhebin gereksiz olduğunu iddia eden bu bozuk zihniyet, binlerce birbirine muhalif mealcilik mezhebi kurmaya çalışmaktalar. Amaçları İslamı içten yıkmaktır. Bu karanlık kimseler, hadisi şerifleri inkar ederek ve Kur’an-ı Kerim’e yanlış manalar vererek kendileri gibi olmayan Müslümanlara müşrik veya kafir demektedirler. Kabe imamları da Vehhabidir. Güzel Kuran okumak insanı kurtarmaz akaid bozuksa.
Cemaatlerin bir çoğu para peşinde koşan, zekat, öşür ve kurban derilerinden topladıkları paraları yerine ulaştırmayan kimselerdir. Zekat ve öşür ile cami dahi yaptırılamazken bu sefih kimseler, fakirin hakkı olan zekat ve öşürle yurt yaptırıp ticaret yapmaktalar ve para üstüne paralar kazanmaktalar. Hiç bir kimseye de en küçük bir yardımda bulunmamaktadırlar…
Bazı cemaatlerde vardır ki hırıstiyanların da Müslüman olmadan cennete gideceğini söyleyecek kadar cahil ve sapıktır. Tarikatların ve şeyhlerin de bir çoğu sahtedir. Bu sahte şeyhler, hem cahil hem de hain kimselerdir. Müritlerini maddi olarak sömürürler ve onları rant kapısı olarak görürler. Gerçek şeyh ve tarikat azdan azdır. Gerçek şeyh ve tarikatı bulduğunuz da ise, kendini kıdemli ve teslimiyetli sufi gibi gösterip sufilerin arasına sızmış cahil kimseler sizi şeyhe tapmaya kadar götürebilir. Asıl tehlikenin büyüğü bunlardır.
Siz evvela Ömer Nasuhu Bilmen’in ilmihalini veya Saadeti Ebediye İlmihalini alın okuyun ona göre amel edin ve cami cemaati olunuz. Sakın bunları öğrenmeden bir tarikate girmeyin. Girdiğiniz Tarikatin ehli sünnete uygun olup olmadığını bilmeniz için ehli sünnet itikadini bilmeniz gerekir. Sitemiz de bu konuda yeteri kadar bilgi vardır. Bize de her zaman sorabilirsiniz. İlgili yazı başlığını “ARA” butonuna yazdığınız da ilgili yazıya ulaşabilirsiniz. Size yardımcı olabildiğimiz için Allah’a sonsuz şükürler olsun.
Sayın Ertuğrul Bey. Yazılarımızı okuyup takdir etmeniz bizi memnun etti. Takdirlerinize teşekkür ettim. Allahu Teala her birimizi ehli sünnetin ışığında yazılan eserlerden yaralanan kullarından eylesin. Sorularınızın cevabına gelince, birinci sorunuz:
S-1 : “Örneğin cem veya abdest gibi konularda işine geldiğini seçen adam (zaruret dışında yani keyfi) küfre düşmüş mü olur?”
CEVAP: Namazlarda cem veya abdest konularında veya fıkhın diğer konularında, zaruretsiz olarak dört mezhebin kolaylıklarını seçmek işlemine telfik denir. Bu işleri yapanlara ise MÜLFİK denir. Telfik yapmak bir kimseyi küfre düşürmez ama; kerhattir. Yani dinen kınanılmış bir durumdur.
S-2 : “İkinci sorum, “Ben mezhepsizim” diyen insan küfre düşer mi?”
CEVAP: “Ben mezhepsizim ” diyen küfre girmez ancak ehl-i dalaletten olur. Yani ona “dinde sapık” veya “bid’at ehli denir” Küfrü gerektiren bir söz ve işte bulunmadığı sürece Müslümandır. Bir çok ameli Allah katında kabul edilmez. Zira o kimse, Kur’an ve sünnete göre değil de akılına göre hareket etmiştir.
S-3 : Bir insanın ömründe mezhep değiştirme hakkı 3 kez olur diye duymuştum bu doğru mudur? Eğer doğruysa bunun aşılmasının dinen hükmü nedir ?
CEVAP: Mezhep değiştirme işi keyfi olamaz. “Bir insan ömründe 3 kez mezhep değiştirebilir” sözü de asılsızdır. Zaruret hasıl olduğunda mezhep değiştirilmeden önce, mezhepleri taklit etme yoluna gidilmelidir. Eğer bu durum iktifa etmiyorsa o zaman zaruretten dolayı mezhep değiştirilebilir.
Allah’a emanet olunuz . Vesselam.
***********
.XXXXXXXXXXX
SAHABİLERİN İÇTİHATLARINDA İHTİLAF SEBEPLERİ ŞÖYLE ÖZETLENEBİLİR:
SAHABE ARAINDAKİ BU İHTİLAFLARIN AZ OLMASININ SEBEBİ
-----------------------------------
| Cemiyet halinde yaşamak hayatın devamı için bir zorunluluktur. Çünkü “İnsan, yaratılışı gereği medenidir.”1
-----------------------------------
****
---------------------
.........................
Ebubekir Sifil İle Mezhebsizlik Fitnesi Üzerine
Gülistan: Kıymetli hocam, bazı kimselerin “Mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır? Mezhepler niçin vardır? Ya da “Mezhebler olmasaydı ne olurdu?” sorularına muhatap oluyoruz. Bu soru nasıl cevaplandırılmalıdır?
Ebubekir Sifil: Bismillâhirrahmânirrahîm. Aslına bakarsanız, yaygın olarak bilinen anlamda mezhepler için ‘ortaya çıkma’ tabirini kullanmak doğru değildir. Zira biz bu tabirle, önceden mevcut olmayan bir şeyin, belli bir dönemden sonra varlık sahnesine çıkmasını anlatırız.
Sahabe Döneminde İçtihad
Oysa Sahabe döneminden itibaren, Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarma ehliyetine sahip her alimin bir mezhebi vardı. Efendimiz (sav)'in söz, davranış ve fiilleri bizzat delil olduğu için O hayattayken tabii olarak O'na danışılmış, hüküm sorulmuş, direktif alınmıştır. Dolayısıyla "Hz. Peygamber (sav)in mezhebi neydi?" gibi bir soru, sahibinin cehaletini ortaya koymaktan başka bir anlam ifade etmez.
Hatta Hz. Mu'âz (ra)'ı Yemen'e gönderirken "Önüne bir dava geldiğinde ne ile hükmedeceksin?" diye sorduğunda Hz. Mu'âz (ra), önce Kur'an'a bakacağını, aradığı hükmü orada bulamazsa Sünnet'e itikal edeceğini, orada da bulamazsa içtihad edeceğini söylemiş, Efendimiz (sav) de onun bu hareket tarzını onaylamış, hatta ona böyle bir muvaffakiyet nasip buyurduğu için Allah Teala'ya hamd etmiştir. Bu olay bize, Efendimiz (sav) henüz hayattayken bile alim sahabîlerin kendi mezheplerinin oluşmaya başladığını göstermektedir.
Efendimiz (sav) terk-i dünya ettikten sonra, Sahabe'nin ileri gelenleri içtihad edip fetva vermeye devam ettiler. Sahabe arasında fetvalarının çokluğuyla tanınan yedi kişi bulunduğu belirtilmiştir: Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes'ûd, Hz. Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer (Allah hepsinden razı olsun).
Bu demek değildir ki Sahabe arasında onlardan başka müçtehid yoktu. Aksine Hz. Ebû Bekr, Hz. Osman, Übeyy b. Ka'b, Ebû Musa el-Eş'arî… (r.anhum) gibi alim sahabîler de içtihad edip fetva veriyordu. Ancak ilk grupta yer alanların fetvaları, ikinci gruptakilerin fetvalarına oranla daha büyük bir yekün oluşturmuştur.
Bir de sınırlı sayıda fetva vermiş olanlar vardır. Onların sayısı daha fazladır. Fetvaları bize kadar intikal etmiş bulunan sahabîlerin toplam sayısı 130 kadardır.
Bütün bunlar şunu gösteriyor: Sahabe arasında içtihad edip fetva verenler bulunduğuna göre, onların her birinin, içtihad edip fetva verdikleri hususlarda kendilerine ait mezhepleri vardı. Her ne kadar Usul'üyle füru’uyla müesses hale gelmemiş olsa da, -ortada bir içtihad faaliyeti bulunduğuna göre- buradaki ‘mezhep’ vakıasını görmezden gelmek mümkün değildir.
Tabiûn ve Tebe-i Tabiûn Dönemleri
Tabiun zamanına geldiğimizde, içtihad faaliyetinin artarak devam ettiğini görürüz. Ortaya yeni meselelerin çıkması, bilhassa Irak ekolünün benimseyip uygulamaya koyduğu "farazî fıkıh" sistemi, hadislerin derlenmesi… gibi birtakım faktörler sebebiyle, Tabiun dönemi, içtihad faaliyeti bakımından Sahabe dönemine kıyasla daha bir zenginlik arz etmektedir. Medine'de ünlü "Yedi Fakih" (Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed, Ebû Bekr b. Abdirrahmân, Ubeydullah b. Abdillah, Süleymân b. Yesâr, Hârice b. Zeyd b. Sâbit); Mekke'de Atâ b. Ebî Rabâh, Mücâhid, İkrime; Basra'da el-Hasenu'l-Basrî, İbn Sîrîn, Katâde; Kûfe'de İbrahim en-Neha'î, Alkame b. Kays, Şurayh b. el-Hâris, Mesrûk b. el-Ecda'… gibi her biri alim sahabîler elinde yetişmiş ünlü fakihler, bu dönemde içtihad faaliyetini yoğun bir şekilde devam ettirmiş, fetva verip talebe yetiştirmişlerdir.
Onlardan sonra aralarında Dört Mezhep imamının da bulunduğu kuşak gelir. Bunlar da Tabiun'un alimlerinin elinde yetişmiş, Sahabe ve Tabiun'un fıkhının üzerine kendi müktesebatlarını da ekleyerek, günümüze kadar varlığını devam ettiren mezheplerin kurucuları olma payesine ulaşmışlardır.
İçtihad faaliyeti Sahabe kuşağından itibaren hoca-talebe ilişkisi içinde mezhep imamlarına kadar kesintisiz biçimde sürüp geldiğine göre, "mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır?" sorusunu doğru kabul ettiğimizde, cevap "Sahabe döneminden itibaren" şeklinde olmalıdır.
Ancak, Sahabe ve Tabiun fakihlerinin içtihad usulleri ve çözüme bağladıkları fer'î meseleler, detaylarıyla kitaplarda kaydedilmek suretiyle, müesses bir şekilde nesilden nesile aktarılma imkânı bulamadığı için ‘mezhep’ olgusu genellikle Dört Mezhep imamı ve onların dönemi ile başlatılır.
Şu halde sorunun ilk kısmını şöyle toparlayabiliriz: ‘Mezheb’i, içtihad faaliyetinin oluşturduğu vakıası nazara alındığında, mezhep olgusu sahabe döneminden beri mevcuttur. ‘Mezhep’ dendiğinde Usul'ü tam anlamıyla ortaya konmuş, fer'î alanda Fıkıh bablarının tümünü ihtiva eden içtihadları temayüz ve bize kadar intikal etmiş bir sistemi anlayacaksak, evet ‘mezhep’ hadisesi Dört Mezhep imamı ile başlatılabilir.
Sorunun ikinci kısmına, yani "Mezhepler niçin vardır?" sorusuna gelince, buna kısaca şöyle cevap verilebilir: Birincisi, Nass’lardan kaynaklanan sebeplerden, İkincisi de hakkında nass (ayet ve hadis, temel alınacak delil) bulunmayan meselelerde nasıl hareket edileceği konusundaki anlayış farkından dolayı.
Kur’an ve Sünnet Farklı Yorumlanmaya Müsaittir
Birçok nassın farklı anlaşılmaya müsait yapıda olması dolayısıyla her bir müçtehid, ayet ve hadisten farklı bir şey anlamıştır. Burada genellikle verilen örneği tekrar edecek olursak, Kur'an'da boşanmış kadınların beklemesi gereken iddet süresi, "üç kur’" olarak ifade edilmiştir (el-Bakara; 228).
Ulema, buradaki " kur’" kelimesinin hem "hayız", hem de "temizlik" dönemi hakkında kullanılan "müşterek" bir kelime olduğunu belirtmiştir. Kelimenin yapısındaki bu durum sebebiyle Sahabe döneminden itibaren bu ayetin ne ifade ettiği konusunda ihtilaf vaki olmuştur. Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd vb. sahabîler (Allah hepsinden razı olsun) bu kelimenin "hayız"ı anlattığını söylerken, Hz. Aişe validemiz, İbn Ömer, Zeyd b. Sâbit ve daha başkaları da (Allah hepsinden razı olsun) "temizlik dönemi"ni anlattığını söylemişlerdir.
Burada, sanki Yüce Allah, mü'minlerin içtihadda ihtilaf etmesini murad etmiştir. Zira bu ayette böyle müşterek bir kelime yer alırken, mesela aynı surede, iki ayet yukarıda şöyle buyrulmuştur: "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için ancak dört ay (bekleme hakkı) vardır." Dikkat edilirse burada, "ay" kelimesi geçmektedir ve bu kelimenin neyi anlattığı konusunda Araplar arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah dileseydi, iki ayet sonrasında yer alan "kur’" kelimesi yerine de "ay" kelimesi yer alabilirdi. Ancak durum görüldüğü gibidir.
Aynı durum hadisler için de geçerlidir. Kimi durumlarda, aynı hadisi delil olarak kullandıkları halde, Müçtehid İmamlar'ın, söz konusu hadisin neyi anlattığı konusunda ihtilaf ettiklerini, yani aynı hadisten farklı sonuçlar çıkardığını görürüz. (Muhammed Avvâme hocanın, “İmamların Fıkhî İhtilaflarında Hadislerin Rolü” isimiyle dilimize çevrilen muhtasar çalışması, konuyla ilgilenenler için güzel bir derlemedir.)
Bir de hadislerin kabul şartlarındaki görüş ayrılıklarını buraya eklememiz gerekir. Bu bağlamda, ravilerde aranan şartların mezhepten mezhebe değişmesi de önemli bir ihtilaf sebebidir. Yani bir imamın/mezhebin sahih kabul ettiği bir rivayeti, bir diğerinin sahih kabul etmemesi sonucu ortaya çıkan ihtilaflar vardır. Kimsenin herhangi bir imama "Sen niye bu şartı koydun da şu şartı koymadın?" gibi bir soru sormaya hakkı ve haddi olmadığına göre, bu noktadan kaynaklanan ihtilaflar bulunması da son derece tabiidir.
Dolayısıyla herhangi bir mesele hakkında ayet veya hadis bulunması, o meselede ihtilaf edilmemesini tek başına sağlamaz. Ya da şöyle diyelim: Bir meselede ayet ve hadis var diye o meselede içtihad farklılığı olmaz, demenin hiçbir ilmî kıymeti ve pratik karşılığı yoktur.
Kur’an ve Sünnet’te Yer Almayan Meselelerin Çözümü
Hakkında Kur'an ve Sünnet'te hüküm bulunmayan hususlarda ne şekilde hareket edileceği konusuna gelince. Müçtehid İmamlar'ın mezheplerini birbirinden farklı kılan önemli unsurlardan birisidir. Özellikle "tali deliller" dediğimiz İstihsan, İstıslah, Mesalih-i Mürsele, Sedd-i Zerayi', Medine Ehli'nin uygulaması… gibi unsurların bir kısmının bir kısım imamlar tarafından benimsenmemesi sonucu farklı içtihadların ortaya çıktığını görüyoruz. Mesela İmam eş-Şâfi'î, Hanefîler ve hatta Malikîler tarafından benimsenen "İstihsan"ı kabul etmemiş, Hanefîler, Şâfi'îler ve Hanbelîler Medine Ehli'nin uygulamasının delil teşkil etmeyeceğini söyleyerek İmam Mâlik'ten ayrılmışlar, Hanefîler mürsel hadisi delil kabul ederken İmam eş-Şâfi'î, Sa'îd b. el-Müseyyeb'in müselleri hariç, diğerlerini reddetmiştir… Örnekleri uzatmak mümkün. (Bu konu hakkında Mustafa Sa'îd el-Hınn'ın, dilimize “İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları” adıyla çevrilen kapsamlı çalışması son derece aydınlatıcı ve tavsiyeye şayandır.)
Sorunun "Mezhepler olmasaydı ne olurdu?" diyen üçüncü kısmına gelince, bunun yanlış bir soru olduğunu söylemeliyim. Zira yukarıdan beri yapılan izahatın şu noktayı ortaya koymuş olması gerekir: Mezheplerin varlığı eşyanın tabiatındandır. Zira farklı anlaşılmaya müsait nasslar ve farklı anlayış biçimleri var oldukça, farklı mezheplerin var olması kadar normal ve hatta "kaçınılmaz" bir şey olamaz. Eğer nasslar farklı anlaşılmaya müsait olmasaydı ve herkesin anlayışı aynı olsaydı, işte o zaman mezheplerin varlığı anormal olurdu.
Burada şunu da söylemek mümkün: Evet bu zorunlu durum, Ümmet-i Muhammed'e bir "rahmet" olarak yansımıştır; bu doğrudur. Ama unutmayalım ki, bu bir "sonuç"tur. Yani mezhepler "Ümmet'e kolaylık olsun diye" özellikle oluşturulmuş değildir. Onların zorunlu varlığı, Ümmet'e kolaylık ve rahmet olarak yansımıştır…
Gülistan: Mezhepsizlik fikrinin kaynağı nedir? Bir mezhebe uymak zorunlu mudur? Muhakkik alimlerden Zahid Kevseri Hazretlerinin “Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür” sözünü açıklar mısınız?
Ebubekir Sifil: Aslına bakarsanız "Mezhepsizlik" diye bir şey yoktur. Mevcut mezheplerden birisini benimsemeyenlerin dahi bir mezhepleri olmak zorundadır ki bu, ya yeni ve müstakil bir mezheptir, ya da mevcut mezheplerin içtihadlarından meydana getirilen karma bir oluşumdur. Zira, birinci sorunun cevabını verirken mezhep olgusunun niçin "zorunlu" olduğunu belirtmiştik.
Mezhepsizlik Nedir?
O halde "mezhepsizlik" diye ifade edilen şey nedir? Bu sorunun en kestirme cevabı şudur: Mevcut mezheplerden birisiyle ameli kabul etmeyip, yeni bir oluşuma gitmek mezhepsizlik olarak ifade edilmektedir. Buradaki "yeni oluşum" eğer yeni ve müstakil bir mezhebi anlatıyorsa, söylenecek bir şey yoktur.
Bugün kendisini müstakil bir mezhep kuracak yetkinlikte, yani "mutlak müçtehid" olarak gören birileri varsa, tabii ki yeni bir mezhep tesis edebilirler. Ancak bunun bugün mümkün olmadığı ortadadır. Zira "yeni içtihad" çağrısı yaklaşık iki buçuk asırdır dile getiriliyor; buna rağmen ortaya yeni bir Usul-i Fıkıh konmuş değil! Usul-i Fıkıh olmadan mezhep olur mu? Mezhep dediğiniz yapı, Usul-i Fıkıh sistemi üzerine kurulur. Bu yoksa, o da yoktur.
Dolayısıyla geriye ikinci şık kalıyor: Mevcut mezheplerin içtihadlarından elde edilen "karma" bir mezhep. Bunun caiz olmadığını ise muhakkik alemler açıkça belirtmişlerdir.
Mezhepsizlik fikrinin kaynağı konusunda söylenebilecekler de iki başlık altında toplanabilir:
1. Doğrudan Kur'an ve Sünnet'le amel etme iddiası.
2. Mevcut mezheplerin içtihadlarının yetersiz/eskimiş olduğu ve yeni içtihadlar yapılması gerektiği düşüncesi.
Birinci düşünceyi benimseyenler, tamamen dinî endişelerle hareket ederler. Onlara göre mezhep imamlarının taklid edilmesi, kişiyi şirke kadar götüren gayri meşru bir tutumdur. Müslümanlar başkalarını taklid etmekle değil, Kur'an ve Sünnet'le amel etmekle mükelleftir.
Ne kadar iyi niyetle dile getirilirse getirilsin, bu düşüncenin, ayakları yere basan bir yaklaşımın ürünü olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira herkesin müçtehid olmasını istemek, herkesin doktor ya da avukat olmasını istemek kadar, hatta ondan daha fazla abestir, "uçuk"tur! Tarih içinde İbn Hazm, bilahare de eş-Şevkânî tarafından dillendirilen "taklidin haramlığı" iddiası, günümü de de kendisine "Selefî" diyen bazı kardeşlerimiz tarafından tekrar edilmektedir.
İkinci yaklaşım ise dinin modernizasyonu/reformizasyonu düşüncesini savunanlar tarafından dile getirilmektedir. Onlara göre "Din" ile "Fıkıh" birbirinden ayrı şeylerdir. "Din", değişmezler sahasını oluştururken "Fıkıh" çerçevesine giren hususlar değişime tabidir; zaman ve zemine göre değişiklik gösterir.
Bu düşüncelerin her ikisi de "Fıkıh" sistemini, bilhassa Usul ve Kavaid sahalarını tam anlamıyla kavrayamamanın ya da dikkate almamanın ürünüdür. Zira Usul ve Kavaid'e hakkıyla işlerlik kazandırıldığında, Müslümanlar'ın çözemeyeceği, içinden çıkamayacağı mesele yoktur.
Bu saikle hareket edenlerin genellikle, "genellikle" diyorum, çünkü hepsini aynı kefede değerlendirmek doğru değildir, ideolojik bir zeminde, İslam'ı bir yerlere, bir şeylere uydurma çabasıyla hareket ettiği görülüyor. Ana dilde ibadet gibi, miras paylaşımı ve çok eşlilik gibi modern çağın değer yargılarına uymayan bütün ahkâmın red ve ilgasını hedefleyen bu yaklaşımın temsilcileri, genellikle dinin rasyonelleştirilmesi zemininde hareket eder; hadislerin reddi ya da en azından "hafife alınması", Kur'an ayetlerinin yorumunda keyfîlik… gibi tavırlarla dikkat çeker.
Allame Zâhid el-Kevserî merhumun "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür" sözü, Makâlât adlı eserinde yer alan bir makalenin başlığıdır. Gerçekten son derece hikmetli bir sözdür. Ne ifade ettiğine gelince, aşağıdaki adreslerde konuyla ilgili detaylı bilgi bulunmaktadır:
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=dergi&no=21
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=dergi&no=89
Özeti şudur; Mezheplerin reddi, onların üzerine oturduğu "Kur'an ve Sünnet telakkisinin" reddi anlamına gelmektedir ya da son tahlilde yolu oraya çıkmaktadır. Bu da sonuçta Kur'an ve Sünnet'in "delil", yani "yol gösterici, rehber" olmaktan çıkarılıp, çağa göre, insanların heva ve heveslerine göre yorumlanabilen nesneler haline dönüştürülmek istenmesiyle olmaktadır. Bir müslümanın Kur'an ve Sünnet'i bu konumda görmesi mümkün değildir. Zira bu iki kaynak çağa, ya da şunun bunun hevasına göre yorumlanmaz; onlara ittiba eder, tabi olur kurtulursunuz. Mesele bundan ibarettir!
Gülistan: Dört hak mezhep” nasıl belirlenmiştir? Bunların dışındaki mezheplerin konumunu izah edermisiniz.
Ebubekir Sifil: "Dört hak mezhep" tabiri, birinci sorunun cevabını verirken de işaret ettiğim gibi, bir çok mezhep içinden sadece dördünün usul'üyle, kaynakları ve ilkeleriyle bize kadar intikal etmesi sonucu, yani tarihî realitelerin sonucu olarak ortaya çıkmış bir tabirdir.
Ehl-i Sünnet çizgi içinde bu dördünden başka bu söylediğim çerçevede bize intikal etmiş başka bir mezhep yoktur. Bu cümleden olarak mesela Süfyan es-Sevrî'nin ya da el-Leys b. Sa'd'ın mezhebi de usul, kavaid, füruat ve kaynaklarıyla müesses olarak bize kadar sağlam bir şekilde gelmiş olsaydı, o zaman "Beş hak mezhep" ya da "Altı hak mezhep" tabirini kullanacaktık. Ama takdir-i ilahi, bu mezhepler içinden sadece dördünün yaşaması şeklinde tecelli etmiştir.
Ehl-i Sünnet çizgide bunların dışında ve bunların seviyesinde başka bir mezhebî oluşum yüzyıllardır mevcut olmamıştır. Şia'da ya da başka bid'at fırkalar bünyesinde bu türlü oluşumlar mevcut olabilir/olmuştur. Ama bunlar, kaynakları, Kur'an ve Sünnet anlayışları bakımından Ehl-i Sünnet'le farklılık arz ettiği için konu dışıdır.
Gizli Bid’at Ehli
Burada bir noktaya dikkat çekmeden geçmek eksiklik olacaktır; Ehl-i Sünnet bir toplumda yaşadığı halde, Ehl-i Sünnet'e aykırı itikadî bir çizgi benimseyen, fer'î alanda da birtakım yeni içtihadlarda bulunan, ama bütün bunları "yeni içtihad yapıyorum" ya da "Ehl-i Sünnet'i beğenmiyorum/yetersiz veya yanlış buluyorum" demeden yapan bazı kişilerin bulunduğuna bilhassa dikkat etmelidir.
Bunlar sizinle benimle aynı ortamları paylaşan, bizlerin okuduğu gazetelerde/dergilerde yazı yazan insanlardır. "Müslümanların mağduriyeti", "Filistin ve Çeçenistan sorunu", "Başörtüsü meselesi" gibi birtakım hassasiyetlerimizi de paylaşır, hatta sahiplenirler. Ama öte yandan gerek itikadî, gerek Fıkhî sahada tarih içinde var olmuş hiçbir İslamî oluşumun söylemediği şeyler söyler, fetvalar verirler. Ama nedense bunların varlığı kimseyi rahatsız etmez! İnsanımızın bu noktaya çok dikkat etmesi lazım.
Hak mezheplerin dışındakiler "bid'at" oluşumlardır. Kaynakları okuma biçimleri ve hüküm çıkartma tarzları Ehl-i Sünnet ile örtüşmez. Yani "Din tasavvurları" farklıdır. Dolayısıyla hemen yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım kimse ve kesimler de dahil olmak üzere, bu tarz yönelişlerin sahip ve temsilcilerinin söylemlerine -ne kadar süslü, cazip ve içten olursa olsun- aldanmamak durumundayız.
Gülistan: Fıkıhta değişen hayata ve zamana göre dört mezhep çizgisinin dışına çıkılması uygun mudur? Bu uygunluk aranmadan bu tür bir çıkış yapılsa sonuçları sizce ne olur ?
Ebubekir Sifil: Dört Mezheb'in usulleri iyi incelenirse görülecektir ki, hayatımızı İslamî kılmak için bu usuller fazlasıyla yeterlidir. Yeter ki bihakkın anlaşılsın ve işletilsin. Elbette mezheplerin içtihadları içinde, örfe dayanılarak verilmiş birtakım hükümler, örfün değişmesiyle değişecektir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken başlıca iki husus vardır:
1. Değişmesi gerektiği düşünülen hüküm, örfe binaen verilmiş olacaktır. Bundan emin olunmalıdır.
2. Onun yerine getirilecek hükmün dayanağını teşkil edecek olan yeni örfün de Edille-i Şer'iyye esasında sahih/muteber örf olması elzemdir.
Bu sadece bir örnektir ve konu üzerinde şüphesiz daha uzun boylu şeyler söylenebilir / söylenmelidir. Ancak bu söyleşi çerçevesinde tekraren vurgulamış olalım ki, Dört Mezheb'in ulemasının tesbit ettiği Usul ve Kavaid çerçevesinde çözüme kavuşturulamayacak problem yoktur.
Dört Mezheb'in dışına çıkılacak olursa ne olur? Usul-i Fıkıh ile İtikad arasında kopmaz bir ilişki vardır. Yani siz, Usul'de Ehl-i Sünnet, füruda Mu'tezilî ya da Modernist olamazsınız. Zira Mu'tezile'nin ve Modernizm'in kaynak/delil anlayışı, genel "Din" anlayışının dışında ve onunla irtibatsız değildir. Dolayısıyla Mu'tezile'nin fer'î çözümlerini benimsediğinizde Usul'ünü benimsemiş, dolayısıyla Din tasavvurunu paylaşmış olursunuz.
Günümüzde bu nokta çoğu zaman gözden kaçırılıyor. Dikkat etmek gerekir.
Bir mezhebe uymak şart mıdır?
Soru: Mezhebleri inkâr eden Abduhçu biri, "Peygamber ve Sahâbenin mezhebi var mı? Bir mezheb imâmına ve hadîse uymadan Kur'âna göre amel ederim." diyor. Bir mezhebe uymak lâzım değil mi?
Cevap: Mezheb imâmı demek, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplıyan kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek meydâna çıkaran derin âlimlerdir. Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid ve mezheb imamı idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imâmlarımızdan daha üstün idi. Mezhebleri daha kıymetli idi. Fakat, bunlar kitablara yazılmadığı için,. mezhebleri unutuldu.
(Peygamberin, sahâbenin mezhibi nedir?) demek, (Ordu kumandanı, hangi bölüğün eridir?) veya(Fizik öğrenmeni, hangi sınıfın talebesidir?) demeye benzer. Çünkü sahâbenin her biri bir mezheb imâmı, hattâ mezheb imâmlarının hocaları idi. Resûlullah efendimiz de kâinatin hocası idi.
Sünnete Uymanın Önemi
(Mezhebe, hadîse uymam) demek (Kur'âna uymam) demektir. Zira Hak teâlâ buyurdu ki:
(Resûle itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur.) [Nisâ 80]
(Peygamberin emrine uyun, nehyettiğinden sakının.) [Haşr 7]
(İndirdiğimi insanlara beyân edesin, açıklayasın) [Nahl 44]
Beyân etmek, âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Âlimler de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklıyabilselerdi ve Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, (Sadece sana vahy olunanları teblîğ et.) derdi. Ayrıca beyân etmesini emretmezdi. (Huccetullahi alel'âlemîn)
Sünnet [hadîs-i şerîler], Kur'ân-ı kerîmi, mezheb imâmları da sünneti açıklamışlardır. Âlimler de, mezheb imâmlarının sözlerini açıklamışladır. Hadîs-i şerîfler olmasaydı, namazların kaç rek'at olduğu, nasıl kılınacağı, rükü' ve secdede okunacak tesbîhler, cenâze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisâbı, orucun, haccın farzları, hukûk bilgileri bilinmezdi. Ya'nî hiç bir âlim, bunları Kur'ân-ı kerîmden bulup çıkaramazdı. Bunları peygamber efendidimiz açıklamıştır. Sünneti müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhebler meydana çıkmıştır. Peygamberimiz de bu âlimlere uymamızı emrediyor:
(Kur'ân-ı kerîme tâbi' olmak, hepinize farzdır. Onu terk etmek için hiçbir özür olamaz. Kur'ân-ı kerîmde bulamadığınız işlerde, sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshâbımın sözüne uyunuz.) [Beyhekî]
(Âlimlere tâbi' olun!) [Deylemî]
(Âlimler rehberdir.) [İ. Neccâr]
(Bize yalnız Kur'ândan söyle!) diyen birine, İmrân bin Husayn hazretleri: (Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rek'at olduğunu bulabilir misin?) dedi. Hz. Ömer'e, farzların seferde kaç rek'at kılınacağını Kur'an-ı kerjmde bulamadık dediklerinden, (Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Kur'ân-ı kerîmde bulamadığımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek'at farzları iki rek'at kılardı. Biz de, öyle yaparız.) buyurdu. (Mîzân-ül-kübrâ)
(Mezhebe uymam Kur'ânla amel ederim.) demek, (Kanunlara uymam, yalnız Anayasa'ya göre hareket ederim.) demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasa'da bütün hükümler, bütün cezâlar bildirilmemiştir. Anayasa, kanunlara havâle etmiştir. Kanunlardan başka tüzükler, yönetmenlikler de çıkmıştır. (Anayasa varken, kanına lüzum yok.) demek ne kadar yanlış ise, (Kur'ân varken, mezhebe lüzum yok.) demek, bundan daha yanlıştır. Kur'ân-ı kerîmi hadîs-i şerîfler, hadîs-i şerîfleri de mezheb imâmları açıklamıştır. Kanunlar, Anayasa'nın gösterdiği istikamette hazırlanmış, mezhebler de, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği istikamette teşekkül etmiştir.
Hiç kimse, (Madem, mezheb, kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. Ben de açıklar bir mezheb kurarım.) diyemez. Çünkü bir kimsenin (Mâdem doktor olmak, tıp kitâbı okumaya bağlıdır. Kimyager olmak için de kimya kitabı okumak kâfidir.) diyerek eline aldığı bir tıp ve kimya kitabı ile doktorluk yapmaya,ilâç imâl etmeye kalkışması ne kadar gülünç ise, (Ben de Kur'ândan, hadîsten hüküm çıkarırım) demek daha gülünçtür.
(Ben İslâma göre hareket ederim, mezhebe uymam) demek, (Ben devletin emrine uyarım. Fakat, kanunu, polisi, hâkimi dinlemem.) demeye benzer. Çünkü İslâma uymak demek, dört hak mezhebden birine uymka demektir. İslâm yarı, mezheb ayrı değildir.
Mezheplerin lüzumu
Bir müctehidin ictihâd ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshâb-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf ma'rifetlerinde birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepisini, Resûlullahın kalblere işliyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veya çok farlı idi.
Tâbiînin ve Tebe'i tâbi'înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehilerin ve Eshâb-ı kirâmın mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin îmânları Eshâb-ı kirâmın ortak olan îmânıdır. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. Îmânları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerine din kardeşi bilirler. Birbirlerine severler. Birbirlerine uymıyan işlerinde, zarûret olunca, birbirlerini taklîd ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, peygamberimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman, vücûd yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbâdetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar.
Allahü teâlâ dileseydi, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, herşey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsıl olmazdı. Kıyâmete kadar, dünyanın her yerinde, her müslümanın tek bir nizâm olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.
Peygamberimizin yolu, Kur'ân-ı kerîm ile hadîs-i şerîfler ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîka, bir de, İcmâ'-ı ümmet vardır ki, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi'înin sözbirliği olduğu,R.Muhtâr'da yazılıdır. Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihâdları arasında icmâ' hâsıl olursa, bu icmâ'a da inanmak lâzımdır, innamıyan küfre girer. (Mektûbât c.2, m. 36)
İslâm âlimleri yanlış birşey üzerinde ittifakta bulunmazlar. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez.) [İ.Ahmed]
Bu dört vesîkaya Edille-i şer'ıyye denir. Bunların dışında kalan herşey bid'attir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Ümmetim yetimşüç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır.) [İbni Mâce]
Bu ayrılık, usûlde, îmânda olan ayrılıktır. Eshâb-ı kirâmdan sonra, yeni müslüman olanlardan bir kısmının îmânıları bozuldu. Eshâb-ı kirâmın doğru îmânından ayrıldılar. Dalâlet fırkaları meydâne geldi. Bu bozuk fırkalara, bid'at fırları denir. Bunlar, ba'zı nassları te'vîl ederek yanıldıkları için kâfir değildir. Fakat, islâmiyyete zararları, kâfilerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler. Harp ettiler. Çok müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar.
Bid'at fırklarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır. Dört mezheb, birbirlerinin doğru yolda olduğunu söyler ve birbirini severler. Bid'at fırkaları ise, müslümanları parçalamaktadır. Bu dört meshebin birleştirilemiyeceğini, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheblerin birleştirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, islâm dinini kolaylaştırıyor.
Doğru yol nedir?
Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki:
(Ey îmân edenler! Allah'ın dinine sarılın. Birbirinizden ayrılmayın!) [Âl-i İmrân 100]
Ebüssü'ûd Efendi hazretleri burayı açıklarken, (Ehl-i kitabın parçalandığı gibi parçalanıp da doğru îmândan ayrılmayın! Câhiliyye zamanında birbirleriniz ile dövüştüğünüz gibi bölünmeyin!) buyurdu. Doğru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân olduğunu, Peygamberimiz haber verdi. O hâlde, Ehl-i sünnette birleşerek, kardaş olmaları, birbirini sevmeleri lâzımdır. Müslümanların bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i kerîmeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, birer kardeş olduğumuzu bilip birbirimizi severek, dünyanın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyada râhata, huzûra, âhırette de sonsuz saâdede kavuşuruz. Düşmanlarımızın ve câhillerin ve sömürücelerin, kendi çıkarları için söyledikleri yalanlara aldanıp, bölünmemeye çok dikkat etmeliyiz! (Hadîka s. 696)
Mezheb ve rahmet
Allahü teâlâ ve Resûlü, mü'minlere merhamet ettikleri için, ba'zı işlerin nasıl yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmıyanlar günâha girer, kıymet vermiyenler de kâfir olurdu. Mü'minlerin hâli güç olurdu. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek lâzım olur. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlıyabilenlere, Müctehid denir.
Dört mezhebin hâli, bir şehir halkının hâline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanûnda bulunmazsa, o şehrin eşrâfı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanûnun uygun bir maddesine benzetip yaparlar. Ba'zan uyuşamayıp, ba'zısı devletin maksadı, beldeleri tamîr ve insanların râhatlığıdır der. O işi, re'y ve fikirleri ile, kanûnun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefîlere benzer.
Ba'zıları da, devlet merkezinden gelen me'mûrların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır, derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Ba'zısı ise ifâdeye, yazının gidişine bakıp, o işi yapma yolunu bulur. Bu da, Şâfiîye benzer. Bir kısmı ise, kanûnun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da,Hanbelî mezhebine benzer.
Dört doğru yol
İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanûna uygun olduğunu söyler. Kanûnun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kanûndan ayrılmaları, kanûnu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanûna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işte, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezheb imâmı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar affolur. Hattâ sevâb kazanır.
Dört mezhebden başkasına uymak câiz değildir. Bu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi'înin mezheblerini küçümsemek değildir. Çünkü, Eshâb-ı kirâmın ve başkalarının mezheblerini tam olarak bilmiyoruz. O mezhebleri de bilseydik, onlara uymamız da câiz olurdu. Çünkü, hepsinin mezhebleri doğru idi. Dört mezheb, tam bilindiği ve kitabları her yere yayılmış olduğu için, her müslümanın yalnız bunlardan birine uyması lâzımdır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, (Bir mezhebe tâbi olmıyan mülhid olur.) buyuruyor. (Mebde ve Mead)
Kur'ân-ı kerîmdeki; (Allah'ın ipine sarılın!) emri, (Fıkh âlimlerinin, mezheb imâmlarının bildirdiğine uyun!) demektir. [Tahtâvî (Dürr-ül muhtâr) hâşiyesi, zebâyih kısmı]
Mezheb değiştirmek
Dört mezhebin imâmları ve onları taklîd eden âlimler, her müslümanın dört mezhebden dilediğini taklîdde serbest olduğunu ve bir mezhebden başka mezhebe geçmenin câiz olduğunu ve harac, sıkıntı olduğu zamanlarda, başka mezhebin taklîd edileceğini bildirdiler. Allahü teâlâ, mü'minlerin dört mezhebe ayrılmalarını ve bunun, kulları için fâideli olacağını ezelde takdîr ve irâde buyurdu. Amelde mezheblere ayrılmaktan râzı olduğunu bildirdi. Râzı olmasaydı Resûlü, bu ayrılığın rahmet olduğunu bildirmezdi. İ'tikâdda ayrılmayı yasak ettiği gibi, amelde ayrılmayı da yasak ederdi. (Mîzân)
Resûlullah, Kur'ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, ya'nî kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullahın vârisleri olan mezheb imâmlarımız, hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullaha tâbi' olarak, mücmel olanı açıklamışlardır.
Bilinen dört imâm zamanında, başka mezheb imâmları da vardı. Bunların da mezhebleri vardı. Fakat, bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. (Hadîka)
Ehl-i sünnetin dört mezhebinin îmânları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında hiç fark yoktur. Ayrılıkları yalnız ameldedir. Bu da, müslümanlara bir kolaylıktır. Her müslüman, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklîd eder. Her işini, seçtiği mezhebe göre yapar. Müslümanların, dört mezhebe ayrılmaları, Allahü teâlânın rahmetidir. Bir müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir zahmet, bir meşakkat hâsıl olursa, başka bir mezhebi taklîd ederek, bu işi kolayca yapar.
Mezhebin Lüzumuna Dair
Demagoglar "Asr-ı Saadet'te dört mezheb mi vardı?.. İtikatta Eş'arilik ve Maturidilik mi vardı?.." diye soruyorlar; yoktu deyince de "Öyleyse bunlar bid'attir" hükmünü veriyorlar.
A çok akıllılar, şimdi ben size sorayım: Asr-ı Saadet'te Vehhabilik var mıydı? Size göre o bid'at olmuyor da, Maturidilik niçin ve nasıl oluyor?
Asr-ı Saadet'te elbette fıkıh mezhebi yoktu. Çünkü, Kur'an ceste ceste 23 yılda gönderilmiş, Din-i Mübin-i İslam 23 yılda tamamlanmıştı. Tamamlandıktan kısa süre sonra da Fahr-i Kainat aleyhi ekmelüttahiyyat efendimiz bu dünyaya veda etmişlerdi.
Asr-ı Saadet'te Ashab-ı Kiram efendilerimiz dini, imanı, namazı, orucu, zekatı Efendimizden öğreniyorlardı. Bilenler bilmeyenlere öğretiyordu.
Sonra İslam yayıldıkça yayıldı. Aradan 100 sene geçmeden Tevhid inancı Çin sınırlarından Atlas okyanusuna kadar ulaştı; dilleri başka başka olan nice kavim Müslüman oldu. Bunlara Kur'anın ve Sünnetin, emirlerin ve yasakların, ibadetlerin, dünya ahkamının doğru şekilde anlatılıp yorumlanması gerekti. Tabiin ve Tebe-i Tabiin efendilerimizden derin ilme, irfana, nasibe sahip olanlar geceleri kandil ışığında (varyantlarıyla) milyonca hadisi incelediler, bütün rivayetleri topladılar ve fıkıh sistemlerini kurdular. Bunların dördü kabul gördü, diğer sistemler yaşamadı.
Yine İmamı Eş'ari ve İmamı Maturidi Kur'ana ve Sünnete dayanarak İslam'ın inanç hükümlerini bir araya getirdiler.
Böylece zaruret derecesindeki bir ihtiyaç karşısında fıkıh mezhepleri ve inanç mezhepleri meydana geldi.
Fıkıhta dört mezhep, inançta iki ekol arasında esasa, usule, temele ait hiçbir ihtilaf yoktur. Çeşitlilik teferruatla (ayrıntılarla) ilgilidir ve bu çeşitlilik Ümmet için geniş bir rahmet ve zenginliktir.
Bu hak ve doğru mezhepler sayesinde Ümmet-i Muhammed bid'atlardan, yanlış yorumlardan kurtulmuş oldu.
Sen kalkmışsın bunlara bid'at diyorsun.
Asr-ı Saadet'te mezhep yokmuş... Sevsinler... Asr-ı Saadet'te sayfaları birbirine bağlı ciltlenmiş bir Mushaf da yoktu. O halde senin mantığına göre o da bid'at midir?
Dört fıkıh mezhebi Müslümanlar için çok büyük bir nimettir.
Onları meydana getiren müctehid imamlarımıza ne kadar teşekkür etsek, ne kadar minnettar olsak azdır.
Mezhebe lüzum yokmuş, Kur'an yetermiş... Kur'an elbette yeter ama bir şartla: Onu doğru anlamak ve yorumlamakla...
Bin küsur seneden beri şu İslam aleminin haline bakınız. Peygamberimizin haber vermiş olduğu üzere bir yığın bozuk fırka zuhur etmiştir. Bunların hepsi de Kur'an diyor ama niçin ve nasıl sapıtmışlar?..
Kur'anı doğru anlayamadıkları, Resulullahın yorumuna uygun şekilde yorumlayamadıkları için...
Bazı bozuk ve sapık fırkaların fanatikleri bağırıyorlar:
Mezhepler bid'attir... Mezhepler sapıklıktır... Hatta çok ileri giden bazıları mezhepler puttur bile diyor.
Allaha zaman, mekan, cihat, cisim, insanlar gibi el, yüz, ayak; inmek çıkmak gibi noksan sıfatlar izafe eden şu fırkacıya bakınız. Ehl-i Sünnet mezhepleri bid'attir diye niçin yırtınıyor?.. Çünkü mezhepleri yıkarsa halkın bir kısmı onun bozuk fırkasına dahil olacaktır.
Aklı, firaseti ve vicdanı olan sağduyulu her Müslüman şu hususları kabul etmelidir:
* Eş'ari ve Maturidi itikad ekolleri doğrudur, haktır.
* Dört fıkıh mezhebi doğrudur, haktır.
* Fıkıh çok şerefli, çok yüksek, çok faydalı, çok hayırlı, çok mübarek ve mukaddes bir ilimdir.
* İlimleri ve irfanları Kur'anın inceliklerini doğru ve isabetli şekilde anlamaya ve yorumlamaya müsait olmayan Müslümanlar bu konuda rasih imamların, alimlerin yorum ve açıklamalarını kabul etmeli, kendi re'y ve hevalarıyla yorum yapıp, yanlış hükümler çıkartmamalıdır.
* Her mukallid Müslüman, İslam dinini hak mezheplerden birini taklid suretiyle hayatına uygulamalıdır.
* Bir mezhep bütünüyle uygulanır.
* Telfik-i mezahip, yani mezheplerin hükümlerini ve kolaylıklarını cem etmek dini oyuncak etmek demektir.
* "Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür". (Zahid el-Kevseri)
* "Mezhepsizlik, İslam Şeriatını tehdit eden en tehlikeli bid'attir". (Prof. Said Ramazan el-Buti)
* Hulefa-i Raşidin devrinden sonra Kitab ve Sünnete en uygun İslami uygulama olan Devlet-i Aliye-i Osmaniye zamanında fıkha dayalı bir İslami idare vardı, devletin resmi fıkhı Hanefilikti, diğer üç mezhep de serbestti.
* Fıkıh ilmi olmazsa doğru dürüst abdest alıp doğru dürüst iki rekat namaz kılamayız.
* Mezheplerin yıkılmasını ve ortadan kalkmasını isteyenler bozuk bid'at fırkalarıdır.
* Mezhepsizler, fıkıh mezheplerini ve Ehl-i Sünnet ve Cemaati yıkmak için Sünnete ve hadislere saldırıyorlar.
* Sünnet İslam Şeriatının ikinci temel kaynağıdır: Sünnet Kur'an-ı Azimüşşan'ın doğru yorumu için en lüzumlu bilgi kaynağı ve birikimidir. Kötü niyetli müsteşrikler (doğu bilimciler, oryantalistler), misyonerler, gizli din taşıyan iki kimlikli münafıklar bir yandan, bid'at fırkaları öbür yandan Sünnet'i yıkmaya çalışıyor. Hiçbir Sünni Müslüman bunların oyunlarına gelmemelidir.
*(İkinci yazı)
İnternet Medyası Doğruları mı Yazıyor?
İnternet medyası büyük bir güç müdür?.. Bundan hiç şüphe edilmemelidir. Büyük değil dev güçtür... İnternet medyası yüzde yüz doğruları mı söyler? Hayır... Bence yüzde 49 doğru söyler, yüzde 51 yalan... İnternet medyasında dezenformasyon yapılıyor mu?.. Yoğun şekilde yapılıyor... Halk bunlara inanıyor mu? İnanan da çok, inanmayan da çok... Her hal ü karda internet medyası yapacağını yapıyor.
İnternet medyasında neler var, neler yoktur:
Doğru veya yalan olduğu kesin olmayan dehşetli bilgiler, belgeler ve ifşaat.
Fabrike (üretilmiş) yalanlar, iftiralar, dosyalar.
Yığınları yönlendirmek için kasıtlı yayınlar.
Yüzde yüz gerçek olan bilgiler ve dosyalar da vardır ama internette yalan ile doğruyu ayırt etmek çok zordur ve herkesin becerebileceği bir iş değildir.
Önemli bir soru:
İnternette, Müslüman görünerek Müslümanları yönlendirmek, motive etmek isteyenler var mıdır?.. Vardır ve pek çoktur.
İslam dinini bozmak, tahrif etmek isteyen reformcular, bid'atçiler, dinde değişim ve yenilik isteyenler, Fazlurrahmancılar, BOP'çular, mezhepsizler, telfik-i mezahib taraftarları ve diğer fırkalar internetten yararlanarak fitne ve fesat tohumları ekiyor mu?.. Bol bol ekiyor.
Bir Müslümanın internet karşısındaki tutumu ne olmalıdır:
Birinci kural: Her şeye hemen körü körüne inanmayacaksın?
İkinci kural: İnternet yayınındaki niyeti araştıracak, sezmeye çalışacaksın.
Üçüncü kural: Takma isimle ve rümuzla e-mail gönderenlerin bir kısmının ahmak ve zır cahil, bir kısmının ajan olabileceğini hatırından hiç çıkartmayacaksın.
Dördüncü kural: İsim ve hüviyet belirtmeden küfür ve hakaret eden, kova kova pislik döken kimselere inanmayacaksın.
Beşinci kural: Bir Siyonistin, bir Haçlının, bir münafığın kendini Müslüman olarak göstererek e-mail gönderebileceği ihtimalinin büyük olduğunu bileceksin.
Altıncı kural: Üsluba bakacaksın. Edepli, terbiyeli, adaletli, insaflı, mantıklı ise kaale alacaksın, değilse reddedeceksin.
Yedinci kural: Gerekçesiz suçlamalara önem vermeyeceksin.
Sekizinci kural: Gerekçe, delil, belge, şahit gösterilmişse bunların doğru ve adil olup olmadığını inceleyeceksin.
Müslümanlar internetten, e-mail mesajlarından yararlanmalı mı?.. Elbette... Lakin bazı prensiplere uyarak:
Yalan yok... İftira yok... İnsanların gizli ayıplarını araştırmak yok... Gıybet yok... Sadece bir rivayet olan şeyi kesin bir gerçekmiş gibi göstermek yok... Adalete riayet edilecek... İnsaflı olunacak... Mantıklı olunacak... Sadece savcılık taslanmayacak, aynı zamanda avukatlık yapılacak... Cellatlık yapılmayacak...
En önemlisi: Açık isim verilecek.
Bugünkü haliyle internet medyasının bir kısmı ahlak, adalet ve insaf ilkelerini ayaklar altına almıştır.
Dikkat: M. Kemal Paşa ile ilgili tarihi inceleme ve araştırmalarda bazı bilgiler yüzde yüz doğru olsa da bunların yayınlanması suçtur. Çünkü Paşa'yı koruma Kanunu yürürlüktedir.
İslam dini, kesin Kur'an ayetiyle tecessüsü yani insanların özel hayatını, gizli sırlarını ve ayıplarını araştırmayı ve faş etmeyi yasak ve haram kılmıştır.
İslam dini, zina yaptığı Şeriatın ölçülerine göre kesinleşmemiş bir kadına fahişe veya zaniye diyene seksen şahi sopa vurur ki, bunları yiyen bazen kalıbını orada bırakır... (Kadının gayr-i meşru cinsel münasebetini dört şahidin gözleriyle görmesi gerekir. Kadın ile erkeğin aynı yatağı paylaşması zina suçunun isbatı için yeterli değildir.)
İnternetteki e-mailler mürüvvetli, insaflı ve efendice bir üslupla kaleme alınmalıdır.
Vecize: Bana herhangi bir e-mail yaz, senin ne mal olduğunu anlayayım ve söyleyeyim.
Tefsir yerine tesvir, Diyanet yerine Dinayet, acizane yerine acizhane, şefkat yerine şevkat yazanların tenkitlerinin ağırlığı olmaz.
Adamcağız ismimi Şevki yazarak bana sövüp sayıyor... Gülüp geçiyorum. İsmimi bile yanlış yazanın tenkidinin kıymeti yoktur.
Hülasa-i kelam:
İnternet medyası büyük bir güçtür. E-mail yazarak hizmet edebilirsiniz. Lakin ille de ciddiyet, vakar, adalet, insaf, hikmet, nezaket, medeniyet, görgü ve edep..
Fıkıh ve Mezhep Zarurîdir
Birinci FIKIH, İslam ümmetinin bin küsur yıl boyunca yapmış olduğu en büyük ilim hizmetidir.
Fıkıh Kur'an, Sünnet'ten ve icmâ-i ümmetten çıkartılmış hükümlerin tamamına verilen isimdir.
Müslüman bir toplumun dünya hayatında iyi, doğru, güzel, haysiyetli, dengeli bir şekilde yaşaması için fıkıh gereklidir, fıkha uymak gereklidir.
Ehl-i Sünnet aleminde bin küsur yıl boyunca 15-20 kadar mutlak müctehid çıkmıştır.
Zamanımızda müctehidlik taslayanlar gerçek müctehid değildir.
Bunların dördünün fıkıh mezhepleri (ekolleri) kayıt altına alınmış ve Müslümanların yüzde sekseninden fazlası tarafından hükümleri hayata uygulanmıştır.
Fıkıh ilmi ve mezhepleri olmadan Kur'an ve Sünnet hayata doğru olarak uygulanamaz.
Mezhepsizlik ve fıkıhsızlık İslam Şeriatını tehdit eden en büyük tehlike ve bid'attir.
Mezheplerin hükümlerini karmakarışık şekilde uygulamak dini oyuncak etmek, dinle alay etmektir.
Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür.
Dört mezheb usûlde, temellerde, esasta bir ve beraberdir.
Sadece teferruata (ayrıntılara) ait hükümlerde ve ictihadlarda bazı çeşitlilik vardır ki, bu çeşitlilik Müslümanlar için geniş bir rahmettir.
Reformcular açıkça ve gizlice Sünnete saldırıyor. Sünnet yıkılırsa fıkıh da yıkılır. Fıkıh yıkılırsa İslam aleminde kaos ve anarşi başlar.
Fıkıh ilmi bir bahr-i bipâyandır.
Cahil ve mukallid Müslümanlar kendi kafalarına ve kendi re'y ve hevalarına göre Kur'andan ve Sünnetten hüküm çıkartamaz.
Kur'anı yorumlamak için icazetli din alimi, icazetli fakih ve icazetli müfessir olmak gerekir.
Onlar da mukaddes kitabımızı re'y ve heva ile yorumlayamaz.
Kur'anı re'y ve heva ile yorumlamak büyük günahtır. Küfre kadar gidebilir.
Ehl-i Sünnet fıkhına ve mezheplerine muhalif olanlar, onları yıkmaya çalışanlar bid'at fırkalarının ajanlarıdır. Ehl-i Sünnet yıkılsın ki, o bid'at fırkaları revaç bulsun, taraftar kazansın, hâkim olsun.
Ehl-i Sünnet Kur'anın ve Sünnetin doğru yorumudur.
Ehl-i Sünnet dışı fırkaların ve mezheplerin, Ehl-i Sünnete ters düşen hükümlerinin bir teki bile doğru değildir. Ehl-i Sünnet yüzde yüz doğrudur, haklıdır.
Ehl-i Sünnet, hadîste geçen Fırka-i Nâciyedir.
Ehl-i Sünnet hadîste geçen Sevad-ı Âzamdır.
Osmanlı devleti ve Hilafeti Ehl-i Sünnet inancı ve fıkhı üzerineydi.
Osmanlı İslam devletine hıyanet eden bid'atçilerin yaptıklarını biliyoruz ve görüyoruz.
"İslam'ın yanında iki hak ibrahimî din vardır, bunların mensupları da ehl-i necat ve ehl-i Cennettir" bozuk inancı Ehl-i Sünnete aykırıdır.
Böyle bir inanca sahip kimselerin ardında namaz kılınmaz.
İslam'da cihad farizası yoktur diyenler Ehl-i Sünnet dışına çıkmıştır.
Ehl-i sÜnnete göre kafirler dost ve veli edinilmez. Edenler bid'atçidir.
Şefaati inkar edenler Ehl-i Sünnet dışıdır.
Kaderi inkar edenler de öyle.
Ehl-i Sünnette beş vakit namazı üç vakitte cem ederek kılmak yoktur. Böyle yapanlar Ehl-i Sünnet sınırları dışına çıkmıştır.
Ehl-i Sünnetin zaruriyat-ı diniye olarak kabul ettiği İslamî kurum, değer ve hükümler Kıyamet'e kadar bakidir, yürürlüktedir. Bunlara aykırı ictihad yapılamaz.
İslam Allah katında tek hak, makbul, geçerli dindir.
Resulullah Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) hadîslerinin yeni tasnifleri yapılabilir ama hadîsler asla ve asla AB normlarına, Feminizm ideolojisine, Batı medeniyeti kriterlerine, Kemalizme göre göre değerlendirilip ayıklanamaz.
Ehl-i Sünnet İslamlığında zina kebairdendir (büyük günahlardandır). Şeriat zina suçunu işleyenlere ağır cezalar verir. Zinanın suç ve günah olduğunu inkar edenler Ehl-i Sünnet'ten ve İslam'dan çıkmış olur.
İslam sekülarizmi kabul etmez.
İslam'da din ve dünya ayırımı yoktur.
Bu devirde mutlak müctehid yoktur.
Dinde reform yapılamaz.
Dinde değişim yapılamaz.
Dinde yenilik yapılamaz.
Ilımlı, light İslam olmaz; ılımlı Müslüman olabilir.
İslam'ın temel hükümleri, zaruriyat-ı diniye evrenseldir, değiştirilemez.
Bütün doğru inançların, iyi amellerin, güzel şeylerin kaynağı Şeriattır.
Osmanlı devleti maddî ve mânevî gücünü Ehl-i Sünnetten ve Şeriat-ı Garra-i Ahmediyyeden almıştır.
Ehl-i Sünnet İslamlığında taqiyye yoktur.
Ehl-i Sünnet İslamlığında din ilimlerini para kazanmak ve zengin olmak niyetiyle öğrenmek haramdır.
Ehl-i Sünnet İslamlığında Allah ile olan bütün işlerde ihlas, yaratıklarla olan muamelerde adalet esastır.
Ehl-i Sünnet İslamlığına göre bütün mü'minler tek bir Ümmet oluşturur.
Ehl-i Sünnet Müslümanında kuvvetli bir ümmet şuurunu vardır.
Olgun bir Ehl-i sünnet Müslümanı hizip, fırka, grup, cemaat, klik, tarikat asabiyetine saplanmaz.
Ehl-i Sünnet Müslümanlığında, Ümmetin başında âlim, fâzıl, ehil, layık, muktedir bir İmam-ı Kebir bulunması ve bütün mü'minlerin bu zata biat ve itaat etmeleri temel şartı vardır.
Ehl-i Sünnet Müslümanlığında, mü'minlerin Allah katında dereceleri taqvalarına göredir.
Taqva, ilim, irfan, fazilet, ahlak ölçüsünü bırakıp cemaat veya hizip mensubiyetini öne alanlar korkunç bir bid'at içindedir.
Bütün Sünnî Müslümanlar, en uygun ve etkili şekilde Ehl-i Sünneti korumak, güçlendirmek, yaymakla mükelleftir.
Ehl-i Sünnete hizmet etmek Kur'ana, Sünnete, Şeriata hizmettir.
Bu hizmet mutlaka ihlasla yapılmalıdır.
Allah ihlassız hizmetleri kabul etmez.
(Sahih-i Müslim'deki 1905 numaralı hadîse bakınız.)
Cenab-ı Hak cümlemizi ihlaslı, akıllı, firasetli, âdil, dengeli, gerçekten hizmet eden kullarından eylesin. Âmin.
* (İkinci yazı)
Açık Saçık Liseli Kız
Pek genç bir kız... On sekizinden küçük... Sevgilisi ile birlikte çekilmiş fotoğrafını gördüm. Kıyafeti açık saçıktı pek dekolteydi... Elbisesi göğüslerinden tutturulmuştu, askı falan yoktu. Affedersiniz memelerinin bir kısmı görülüyordu. Kız makyajlıydı. Pek şuh ve işveli şekilde gülüyordu... El tırnakları ojeliydi (Takmaymış)... Bu kız geceleri tek başına sokağa çıkıyor ve yabancı erkek arkadaş(lar)ının evine gidiyormuş...
Sonra kızın başına çok fena şeyler gelmiş, sevgilisi tarafından feci ve vahşi şekilde öldürülmüş.
Bu kız bir lise öğrencisiymiş.
Millî eğitimimiz çok ilerledi.
Çok uygar ve çağdaş bir toplum olduk.
Baksanıza liseli küçük (reşid olmayan) bazı kızlar ne kadar açıldı saçıldı uygarlaştı.
On dört yaşında böyle açık saçık uygar özgür nice kız o kadar olgunlaştı ki, 18'inde gösteriyor.
Bazı liseli kız öğrenciler mini etek giyiyor.
Laik rejim okullarda karma eğitimi yaygın hale getirdi.
Kızların ayrı, erkek çocukların ayrı sıralarda oturmalarına bile izin verilmiyor. Kaynaşsınlar isteniyor.
Laik, karma, Kemalist, çağdaş, uygar eğitim sistemi gençliği, yeni nesilleri yaman şekilde yetiştiriyor.
Bundan birkaç yıl önce bir firma bir lisede cinsellik konferansı verdirmiş, konferanstan sonra öğrencilere bedava prezervatif dağıtmıştı.
Doğrusu çok ilerledik.
Öyle ilerledik, çağdaş uygarlık düzeyine öyle bir fırladık ki, kız ve oğlan çocukları eskisine nispetle bir iki yıl önce bülûğa ermeye başladırlar.
Açık konuşmak istemiyorum:
Tanıdığınız, samimî olduğunuz jinekolog, psikolog ve psikiyatri uzmanları varsa onlarla konuşun. Size çok acayip şeyler anlatacaklardır. Kürtaj mürtaj ensest mensest ve saire...
Zaten artık zina da suç değil.
Atatürk'ü geçtik. Onun zamanında zina suçtu.
Ah ne ilerledik ne ilerledik.
Hak Mezhepler Niçin Lazımdır?
Peygamberimizin (Salat ve selam olsun sona) sağlığında Ashab dini, imanı, işlemekle ilgili hükümleri ve bilgileri bizzat ondan öğreniyorlardı. Öğrenenler, henüz bilmeyenlere öğretiyorlardı.
Efendimizin vefatından sonra İslam dünyası hızla genişledi, kısa zamanda Atlas Okyanusu ile Çin sınırlarına dayandı.
Peygamberimiz zamanında Kur'an tek bir kitap (Mushaf) halinde toplanmamıştı. Bu iş Hz. Ebubekir zamanında yapıldı, Hz. Osman Mushaf nüshalarını çoğalttırdı, vilayetlere gönderdi. Böylece Kur'anın nazmı/metni korunmuş oldu.
Başta İbn Sebe' olmak üzere münafıklar, yalancıktan ihtida etmişler İslam'a bozmak istiyordu. Ortaya, Tevhid'e ve sahih akaide aykırı batıl ve bid'at inançlar ve görüşler atılmıştı. İşte bu devirde zuhur eden müctehid imamlar Kur'andan, Sünnetten ve icmâ i ümmetten çıkardıkları fıkıh hükümlerini sistemleştirdiler. Bu konuda dört fıkıh mezhebi yayıldı, diğerleri devam etmedi.
Fıkıh mezhepleri ile Kur'anın ve Sünnetin işlemeye, muamelata, hukuka ait hükümleri bir araya getirilmiş, sistemleştirilmiş ve korunmuş oldu.
İtikad bozukluklarını ortadan kaldırmak üzere İmamı Eş'arî ve İmamı Mâturidî sahih İslam akaidini ortaya koydular, Kur'ana ve Sünnete aykırı bâtıl ve bid'at inanç ve görüşleri ayıklayıp reddettiler.
Dört fıkıh mezhebi ve iki akaid ekolü usûlde (asıllarda), temelde, esasta birdir. Bunların mensupları birbirlerini sapıklıkla ve esasta yanılmış olmakla suçlamazlar.
Kan çıkmakla, yahut bir erkeğin eli kadına değmekle abdest bozulur mu, bozulmaz mı gibi farklı, çeşitli görüşler esasa ait değildir, teferruattır, dinde Rahmanî bir zenginlik ve genişliktir.
Vehhabîler, mezhepsizler, Selefîler, reformcular "Asr-ı Saadette mezhep mi vardı?" deyip duruyorlar.
Ehl-i Sünnetin başı, imamı, rehberi, mürşidi Resul-i Kibriya Efendimizdir.
Ehl-i Sünnetin pişivası ve muktedası Ashab, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîndir, yani Selef-i Sâlihîndir.
Ehl-i Sünnet demek İslam'ın Kur'anın, Sünnetin Peygamber Efendimizin öğretilerine, metoduna, talimatına uygun yorumudur.
Peygamber ile Ehl-i Sünnet İslamlığı arasında hiçbir kopukluk yoktur. Pakistanlı bir yazarın "İslamın üç kuşağından sonra gerçek İslam'ın temel öğretileri unutuldu" iddiası iftiradır.
İmamı Eş'arî ve İmamı Mâturidî; dört fıkıh ekolünün kurucuları müctehid imamlar (Ebu Hanife, İmamı Mâlik, İmamı Şafiî, İmam Ahmed ibn Hanbel) Kur'ana, Sünnete, Selef-i Sâlihîn inanç, yorum ve uygulamalarına aykırı tek bir hüküm getirmemişlerdir.
Bu altı büyük imamın temsil ettiği Ehl-i Sünnet Müslümanlığı, kopuksuz bir şekilde Resulullah Efendimize ulaşır.
Asr-ı Saadette mezhep mi vardı diyenlere deriz ki:
Asr-ı Saadet'te tek bir kitap halinde Kur'an var mıydı?
Kur'anın tek bir Mushaf halinde toplanmasına da mı bid'at diyeceksiniz?
Ayetlerin Mushaf haline getirilmesi Kur'anı bir araya getirmiş ve korumuştur.
Fıkıh mezhepleri de Kur'anın hükümlerini, Sünnetin ve Selef-i Sâlihîn uygulama ve icmâının ışığında zabt, tanzim ve derlemiştir.
Asr-ı Saadette mezhep mi vardır diyenler ya cahillikten, yahut kasıtlı olarak yanılıyor ve yanıltıyorlar.
Asr-ı Saadette Ramazan'a mahsus gece namazı vardı ama ona teravih denmiyordu. Geçen Ramazan ayında bazı aykırılar İslam'da teravih yoktur diye bağırıp çağırdılar ama Diyanet fetva heyeti onların ağzının payını verdi.
İslam dini 23 yılda tamamlanmıştır. Kur'anın son ayeti Efendimizin vefatından kısa bir müddet önce inmiştir. Asr-ı Sadette fıkıh ilmi vardı ama onun sağlığında bugünkü şekilde tedvin edilecek vakit yoktu.
Dört fıkıh mezhebinin dördü de esasta, usulde, temelde birdir.
İhtilaflar ayrıntılara aittir ve hadîslerin yorumuyla ilgilidir.
Hülasa-i kelam:
Ehl-i Sünnetin iki akaid ekolü ve dört fıkıh mezhebi haktır.
Dört fıkıh mezhebinin üzerinde ittifak ettikleri konulara aykırı ictihad yapılamaz.
İmamı Eş'arîye ve İmamı Mâturidîye bağlanan, İslam'ı dört fıkıh mezhebinden birine göre hayata uygulayan Müslümanlar Resulullah Efendimize, Kur'ana, Sünnete kopuksuz bir şekilde bağlanmış olurlar.
Asr-ı Saadette mezhep mi vardı sözü safsatadan, mantıksızlıktan, basiretsizlikten ileri gelen bir insafsızlıktır.
Asr-ı Saadette Mushaf da yoktu, o da mı bid'attir?
Fıkıh mezhepleri olmadan Müslümanlar İslam'ın hükümlerini hayata nasıl uygulayacaklar?
Reformcuların hazırladıkları Kur'an tercüme, meal ve tefsirlerinden mi?
Yağma yok!
* (İkinci yazı)
Ahlaksızlıkta Büyük İlerleme Var
Atatürk zamanında bu derecede ahlaksız ve edepsizlik yoktu, "ahlak-ı umumiyeye" aykırı sözler, yazılar, fiiller, davranışlar işlendiği takdirde suç sayılırdı ve takibat yapılırdı.
İsmet Paşa zamanında da suçtu... Celal Bayar devrinde, Cemal Gürsel devrinde, Kenan Evren devrinde de yapılmazdı, suç ve ayıp sayılırdı.
Zamanımızda artık temel hürriyetlerden biri olarak görülüyor.
Nedir bu?.. Otobüste, tramvayda, trende, sokakta, parkta, herkesin arasında kamusal alanda birbirine şehvetle sarılmak ve öpüşmek...
Geçen sene bir otobüs şoförü böyle yapan biri erkek biri kız iki gence ayıptır herkesin arasında yapmayın dediği için kavga çıkmış ve bütün Selanik basını zavallı şoföre saldırmıştı.
Türkiye halkının çoğunluğu İslam dinine mensuptur ve bu din böyle sokak öpüşmelerine, seks taşkınlıklarına iyi bakmaz.
Bu gibi hafiflikler gayr-i Müslim ülkelerde yapılabilir ama bizde yapılmamalıdır.
Sanırım sokakta, otobüste öpüşenlerin bir kısmı bunu provokasyon (kışkırtma) için yapıyor.
Ahlak konusunda toplumumuzda büyük bir çöküş, yabancılaşma ve değişim görülüyor.
Fuhuş eskiden de vardı ama zamanımızda çok yaygın ve yoğun hale gelmiştir.
Yeni Ceza Kanununda zinanın artık suç sayılmaması korkunç bir yenilik ve inkılaptır.
Şimdi öyle mi bilmiyorum, bir ara okullarda kız ve erkek öğrencilerin ayrı sıralarda değil, aynı sıralarda oturmasını mecburî kılmışlardı.
Toplumu dejenere etmek için şehvetten, fuhuştan, cinsel serbestlikten medet umanlar var.
Bazı liselerde ve üniversitelerde öğrencilere bedava prezervatif dağıtıldığını unutmadık.
Bir kısım medya pornolaştı.
Bazı tv'lerde rezil diziler oynatılıyor, sevişme sahnelerinin gerçek olup olmadığı, arada yastık olup olmadığı basında tartışılıyor.
TC başlıklı vesikalarla serbest, yasal, resmî polis korumalı, vergili fuhuş devam ediyor.
Devlet yasal fuhuştan KDV ve gelir vergisi alıyor ve bütçesine koyuyor.
Uluslararası kadın hakları sözleşmelerine imza koymuş ve kadın vatandaşlarına fahişelik izni vermeyeği taahhüdünde bulunmuş Türkiye bu vaadini çiğnemeye devam ediyor.
Kadın hakları savunucuları bu rezaletlere seyirci kalıyor.
Dindar bir kadın avukatın başörtüsüyle mahkeme salonuna girmesine izin vermeyen Kemalistler, kadınlara genelevlerde sermayelik yapmaları için izin ve vesika verilmesini protesto etmiyor.
Ülkemizde söz hürriyeti olmasına rağmen Müslüman kesim de seks azgınlıklarını, fuhşu, zinanın korunmasını, TC'li o...k vesikalarını yeterli ve etkili şekilde protesto etmiyor.
Pek yakın bir zamanda genelevler imparatoriçesi bir madama resmî törenlerle vergi rekortmeni beratı ve ödülü verilmesi kepazeliği tarihimizde kara bir leke olarak yer alacaktır.
Müstehcen yayınlar tam gaz devam ediyor.
Birileri, müstehcenlikte, seks serbestliğinde AB standartlarına erişmek için var gücüyle çalışıyor.
Sodom ve Gomore...
Bu gidiş nereye?
Nurlu ufuklara mı, karanlık bir geleceğe mi koşuyoruz?
Tek tip Müslüman Olmaz
Bazı sektler tek tip Müslüman yetiştirmek için çırpınıyor. Böyle bir şey İslam'ın ruhuna aykırıdır.
İslam dini çeşitlilik realitesini kabul eder.
Peygamberimiz "Ümmetimin çeşitliliği geniş bir rahmettir" buyurmuşlardır.
Müslümanların, çeşitlilik içinde sarsılmaz bir birlik oluşturmaları gerekir.
Tek tip Müslüman yetiştirmeye uğraşan nice sekt var ki, Ümmeti bölüyor da farkında değil.
Abbasî Halifesi Harunürreşid İmamı Mâlik hazretlerine "Bütün Müslümanları Mâlikî yapmak istiyorum" dediğinde büyük İmam bunu kabul etmemiştir.
İnsanların hepsini bir tek kan grubunda toplamak mümkün müdür? Elbette değildir.
Dört hak mezheb olmasında nice hikmetler, kolaylıklar, rahmetler vardır.
Müslümanlar arasında (olumlu) meşreb farklıları hep olagelecektir.
Asr-ı Saadet'te Resûl-i Kibriya Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) zamanında da meşreb farklılakları vardır. Ebu Zer Gıfârî ile Abdurrahman ibn Avf'ın meşrebleri başkaydı. İkisi de muhteremdi, ikisi de büyük mü'mindi. (Allah onlardan razı olsun)
Gerçek tasavvuf tarikatlarının hepsi "Tarikat-ı Muhammediyedir", isimlerinin değişik olması meşreblerindendir. Usûlde, esasta, temellerde hep birdir.
Hangi mezhepten, tarikattan, cemaatten, meşrebten olursa olsun bütün Müslümanların müşterek değerleri vardır. Bunlar kabul edilirse, çeşitlilik içinde birlik hasıl olur.
Bu değerler hangileridir? Sayayım:
1. Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim. Bütün Müslümanların, Kitabullahın doğru yorumu üzerinde birleşmeleri gerekir.
2. Resulullahın Sünneti.
3. Sahih itikad.
4. Fıkıh.
5. Şeriat.
6. İslam ahlakı.
7. İmamet/Hilafet.
8. Ümmet.
9. Adalet.
10. Ehl-i Sünnet ve Cemaat.
11. Sevad-ı Âzam.
Şu veya bu meşrebe sahip olmak bir nasip meselesidir. Kur'ana, Sünnete, Şeriata, İslam ahlakına, zaruriyat-ı diniyeye aykırı tarafları olmamak şartıyla Müslümanın birinin (A) tarikatından, diğerinin (B) tarikatından olmasında beis yoktur.
İslam'da üstünlük şu veya bu mezhebe, tarikata, cemaate mensup olmakla değil, taqva ile ölçülür.
Bütün tarikatların, cemaatlerin, grupların ana vazifesi, müntesiplerini (bağlılarını) yukarıda sayılan 11 ana prensibin dairesinde yetiştirmek, bulundurmak, terbiye etmek, olgun Müslüman yapmaktır..
Hangi cemaat tashih-i itikad konusunda daha hassas, daha şuurlu ise o konuda o üstündür.
Dinde bid'at çıkartan, Kur'anı ve Sünneti re'y ve heva ile yorumlayan bütün cemaatler bozuktur.
Bağlılarına beş vakit namazı emr etmeyen ve dosdoğru -kıldırtamayan bütün cemaatlerde bozukluk vardır.
Müslümanların zekatlarını Kur'ana, Sünnete, fıkha, Şeriata aykırı olarak toplayan ve aykırı olarak sarf eden bütün cemaatler vahim bir yanılgı ve günah içindedir.
Müsbet çeşitliliği kabul etmemek, ufuk darlığındandır.
Cemaatler, tarikatlar içinde elbette bir disiplin olacaktır ama öteki meşreblere asla rakip ve düşman olarak bakılmayacaktır.
On dokuzuncu asırda hem Mevlevî, hem Nakşî hilafet ve icazetine sahip şeyhler bulunmuştur.
Yine bundan yüz küsur yıl önce İstanbul Çarşamba Murad Molla Nakşibendî tekkesinde haftanın muayyen günlerinde Mesnevî-i şerif okunurmuş.
Yakın tarihimizde Çin diktatörü Mao, ülkesindeki bütün halkı tornadan çıkmış gibi tek tipe, tek kalıba, tek elbise içine sokmak istemişti ve elindeki korkunç imkanlara ve çok sayıda insanı ezmesine ve öldürmesine rağmen başarılı olmamıştı.
Çeşitli meşreblere mensup Ehl-i Sünnet Müslümanları birlikte sevgi ve saygı duyguları içinde hizmet edebilmelidir.
Sohbet edebilmelidir.
Namaz vakti geldiğinde, içlerinden en ehil olanını imam yapıp cemaatle namaz kılabilmelidir.
Birinin Nakşî, diğerinin Kadirî olması,
Birinin Risale-i Nur talebesi olması,
Birinin herhangi bir tarikata veya cemaate bağlı olmaması gibi farklılıklar, çeşitlilikler normal görülmelidir.
Onların müşterek/ortak bağı İslam ve iman kardeşliğidir.
Müslümanların meşreb, cemaat, tarikat yüzünden kavga etmeleri, birbirlerine düşman olmaları haramdır.
Ölçü şudur:
(Eğer Kur'ana, Sünnete, Şeriata, İslam ahlakına uygunsa) "Benim tarikatim, cemaatim çok iyidir" denilebilir ama öteki cemaat ve tarikatlar aleyhinde tek söz edilemez. Onların da iyi olduğu kabul edilir.
Hiçbir cemaatin ve tarikatin, başındaki zatı erbab haline getirmeye, putlaştırmaya hakkı yoktur.
Hiçbir şeyh ve başkan mâsum (günahsız) ve hatâsız değildir.
Şeyhlerin, başkanların günahsız olduğuna inanmak korkunç bir bid'attir ve kişiyi dinden çıkartabilir.
İsmet sıfatı sadece Peygamberlere (aleyhimüsselam) aittir.
Tasavvuf ve tarikat düşmanlığı, Vehhabîlerin ve neo-selefîlerin aşırılıklarındandır.
Birtakım cahillerin, sahte şeyhlerin, sahte müridlerin sözleri ve hareketleri yüzünden gerçek tarikatlar kötülenemez. Böyle bir şey haksızlık olur, adaletsizlik olur.
Gerçek tarikat büyükleri, İslam'ı hayata en iyi uygulamış kimselerdir.
Kendilerinden başka herkese kafir ve müşrik diyenler, mü'minleri tekfir ettikleri için kendileri kafir olur.
Tarikatlardaki zikirlerin ve merasimlerin fetvası ve ruhsatı verilmiştir.
Bunları kabul etmeyen etmez ve yapmaz ama fetva ve ruhsat ile yapanlara da dil uzatmaz.
Sahih/doğru, makbul, geçerli bir imana sahip olan herkes, (aralarında meşreb ve mezhep farklılıkları da olsa) kardeştir. Bu kardeşlik Allah tarafından kurulmuştur.
Bu kardeşliği bozanlar, zedeleyenler, kopartanlar, kardeşlerin arasını açanlar, kendi meşrebinden olmayanları rakip, hattâ maazallah düşman gibi görenler günahkardır, merduttur.
Türkiyede tek tarikatin, tek cemaatin hakim olması için çalışanlar boş bir hayal peşinde koşuyorlar.
Salih mü'min kardeşlerini bırakıp da kâfirleri dost ve veli edinenler sapıktır.
Meşreb olabilir ama meşrebçilik yapılamaz.
Genel davet dine, imana, Kur'ana, namaza, Şeriata, iyi ahlakadır.
Cemaatlere ve tarikatlara genel davet yapılamaz.
Can ciğer kardeş gibi olan iki Müslümanın birinin Nakşî, diğerinin Rufaî olmasını tabiî karşılamak gerekir.
Nasip meselesi...
Bütün Ehl-i Sünnet Müslümanlarının ehliyetli, liyakatli, âdil, âlim, idareci, liderlik sıfatlarına sahip, fedakâr, faziletli, ahlaklı, feragat sahibi bir zatı başlarına İmam-ı Kebir veya Halife-i Müslimîn olarak seçmeleri gerekir.
Bu zatın da elbette bir meşrebi olacaktır ama kendisi her meşrebten, her mezhebten Müslümanların reisi olarak vazife görecek, meşrebler arasında ayırım yapmayacaktır.
Şu hususu da belirtmekte fayda görmekteyim:
İslam ahlakında meşreb, cemaat, tarikat reklamı yapılmaz.
Bendeniz çok muhterem zevata, büyük ulemayla yetiştim. Onların tasavvufî intisapları vardı ama gizli tutar, söylemezlerdi.
Mezhepleri, meşrebleri, tarikatları, cemaatleri din ile özdeşleştirmek, din gibi benimsemek yanlış olsa gerek.
Üstünlük takva iledir. Kim daha takvalı ise Allah katında onun derecesi yüksektir.
Takva kalpte olan bir cevherdir. Dıştan onu şu ölçülerle sezebiliriz:
İlmi olan ve ilmiyle amel eden.
Beş vakit namazı cemaatle kılan.
Kur'ana ve Sünnete uyan.
Ahlakı ve karakteri yüksek olan.
Kendisinde ihlas alametleri bulunan.
Nefsiyle büyük cihad eden.
Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan.
Büyüklere hürmetli, küçüklere şefkatli ve merhametli olan.
Mütevazı olan.
Zühd ve kanaat ile yaşayan.
Ucu Resullerin Seyidine ulaşan bir silsileye sahip olan.
İcazetli olan.
Gıybet ve tecessüs etmeyen, diğer lisan afetlerinden uzak duran.
Parayı sevmeyen.
Cenab-ı Hak biz mü'minleri ve Müslümanları kardeş kılmış, aramızda düşmanlığı, parçalanıp bölünmeyi, birbirimizle çekişmeyi haram ve yasak kılmıştır.
Cümlemizi ıslah buyursun. Âmin.
14.04.2012
Hangi Âlimlere ve Fakihlere Tâbi Olmalı?
Ulema ve fukahanın türleri, sınıfları, tabakatı, rütbeleri vardır. İyi alimler, kötü alimler... Gerçek alimler, sahte alimler...
İyi alimlerin özelliklere nelerdir?
(1) Sahih bir icazetleri vardır. Bu icazet onları sağlam bir silsile ile Resullerin Seyyidi Efendimize (Salat ve selam olsun ona) ulaştırır ve bağlar.
(2) Onlar ihlaslı alimlerdir. İlmi Allah rızası için okumuşlar, yine Allah rızası için okutmuşlar, Allah rızası için sahih din kitapları yazmışlardır.
(3) Onlar Şeriat'a ve Sünnet'e uyarlar.
(4) Din ilimlerini ve fıkhı zengin olmaya, dünya serveti edinmeye, voli vurmaya, köşeyi dönmeye, zenginleşmeye âlet etmezler. Geçimlerini sağlamak için ücret ve maaş alabilirler ama din yoluyla zengin olmak niyetini beslemezler.
(5) İlmî hizmetlerinin ücretini yaratıklardan değil, Yaratan'dan isterler; dünyada değil, ahirette isterler.
(6) Kur'an-ı Kerimi ve hadîsleri re'y ve heva ile yorumlamazlar.
(7) Hanefî ulema ve fukahası yedi tabakadan hangisinde olduğunu bilir ve ona göre hizmet verir.
(8) Para, telif ücreti, dünya malı, makam ve mevki, ün, alkış için dünya büyüklerine yağ çekmez, yalakalık yapmaz, vakarını muhafaza eder.
(9) Mutlak müctehid seviyesinde olmayanlar kesinlikle ictihad yapmazlar.
(10) Allah'ın âyetlerini ucuza yahut pahalıya satmazlar.
(11) Onlar Resulullah Efendimize mânen biatlıdır ve onun emrinden, Sünnetinden dışarıya çıkmazlar.
(12) Hapse atılmayı, kırbaçlanmayı, hattâ ölümü göze alırlar ama kafir zalimlerin, kezzabların, deccalların, Ekber Şah'ların Kur'ana, Sünnete, Şeriata zıt isteklerine boyun eğmezler.
(13) İlim ve irfanları ile gururlanmazlar.
(14) Lisan ve yazı ile emr-i mâruf ve nehy-i münker yaparlar.
(15) Halkı müjdeler ve uyarırlar.
(16) Halka örnek olurlar.
(17) Müslümanların zekat, sadaka ve mallarına göz dikip onları zimmetlerine geçirmezler.
(18) Hak bir tarikata veya hak bir cemaate mensup olabilirler ama asla tarikatçilik ve cemaatçilik yapmazlar, sekter asabiyete kapılmazlar.
(19) Onlar Ümmet şuuruna sahiptir, Müslümanları bölmezler, parçalamazlar, birlik ve beraberliği sağlamak için gayret gösterirler.
(20) Halka nasihat ederler.
(21) Sahih itikad için çalışırlar, inanç konusundaki bid'atleri tenkit ederler.
(22) Beş vakit namaz ve cemaat için çalışırlar.
(23) Dolaylı şekilde bile olsa Tağut'a hizmet etmezler.
(24) Bütün halkın hidayeti için çalışıp çabalarlar.
(25) Kesinlikle lükse, israfa, sefahate kapılmazlar, Kur'ana ve Sünnete uygun mütevazı bir hayat sürerler.
(26) İlimleri ne kadar kuvvetli olursa olsun, mâneviyat konusunda bir mürşid-i kâmile intisab eder yahut muhib olurlar.
(27) Allah'tan çok korkarlar.
(28) Görme kabiliyeti olanlar onlardaki nur hâlelerini görür.
(29) Kur'an ve Sünnetteki müteşabihatı, Tevhid ve Tenzih akidesine aykırı bir şekilde te'vil etmezler.
(30) Ne kadar çok ibadet ve hizmet etseler de, hayırlı amelleriyle ve hizmetleriyle değil, Allahın lütuf ve keremi ile kurtulacaklarını ve ebedî saadete nail olacaklarını bilirler.
Böyle hayırlı alimlerin vce fakihlerin mükafatı Allah'ın yüce rızasına nail olmak, Ümmet-i Muhammed'in dualarını kazanmaktır.
Ne mutlu onlara.
Kötü alimlere gelince:
Onlar dünyaya, dünya mallarına, paraya, zenginliğe, yüksek te'lif ücretlerine meftun ve yöneliktir.
Tefsir yazarlar, para için.
Hadîs külliyatı hazırlarlar, para için.
Fıkıh ve başka din kitapları yazarlar, para için.
Akılları fikirleri yüklü te'lif ücretleridir.
Onlar Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in sınırları dışına çıkıp, kendi re'y ve hevalarıyla bozuk ictihadlar yapar, bozuk fetvalar verir, böylece hem dall, hem mudil olurlar.
Zamanlarındaki Ekber Şah'lara yağcılık, yalakalık, dalkavukluk yaparlar.
Zalimlerden korktukları kadar Allahtan korkmazlar.
Namaza ve cemaate önem vermezler. Bazısı büsbütün târik-i salattır.
Doğru dürüst fetva verecek ilim ve ehliyetleri olmadığı halde, mutlak müctehidlik taslar, naylon ictihadlar yapar, mevrid-i nassa aykırı bâtıl fetvalar verirler.
İslamı, Kur'anı, Sünneti, Şeriatı gereği gibi müdafaa etmezler.
Onlar gurur ve kibir küpüdür.
Din yıkılır, Ümmet sarsılırken onlar kendi menfaatlerini, kendi ikballerini, kendi zevk u sefalarını düşünür.
Onlar Süfyanlara, Deccallara, Tağuta, Kezzabîne bazen bilerek, bazen bilmeyerek hizmet eder.
Vah böyle kötü alimlere...
Aklı ve firaseti olan Müslümanlar sâlih, kâmil, ehil, icazetli, râsih, taqvalı, ihlaslı, yüksek ahlaklı, faziletli gerçek alimlere ve fakihlere tâbi olsun.
Ulema-i sû'dan bucak bucak kaçmak gerek.
* (İkinci yazı)
Demokrasi Sihirli Değnek Değildir
SADECE demokrasi kesinlikle yeterli değildir. Demokrasinin yanında bilgelik olmazsa işler düzelmez, ülke iyi idare edilmez.
Sadece bilgelik mi?.. Hayır, onun yanında, sandıktan çıkmayan başka değerler ve kurumların da olması gerekir.
Bir ülkede eğitim iyi değilse demokrasi de iyi olmaz.
Halkın ahlak ve karakteri iyi ve sağlam olmazsa o ülkeye iyilik hakim olmaz.
Van depremzedelerine yardım gönderilmiş, bir vatandaşa nevresim kaplı bir battaniye verilmiş, nevresimin içinden bir zarf çıkmış, zarfın içinde 5 bin TL varmış, bunu bulan felaketezede vatandaş sahibini aramış ve parayı ona ulaştırmış... Ne güzel değil mi? Lakin madalyonun arka tarafından vahşice yağmalanan çadırlar ve diğer yardım malzemesi var.
Bir halk, yararına ve zararına olan şeyleri bilmiyorsa, demokrasi orada fazla bir işe yaramaz.
Demokrasi var ama medya iyi değil, yine işler düzelmez.
Demakrasi var ama yiyicilik, kokuşma, rüşvet, alavere dalavere, haram yeme, gayr-i meşru komisyonlar, rezaletler gırla gidiyor. Ne yapsın fukara demokrasi böyle bir ortam içinde.
Hem demokrasi var, hem de onun yanında resmî vesayet ideolojisi, durum yine fena demektir.
İyiler korkak, pısırık, etkisiz; kötüler gözükara, cesur mu cesur... Böyle bir ülkede sabah olmaz.
Demokrasi bir din değildir.
Demokrasi mutlak ve evrensel bir değer değildir.
Halkı Müslüman olan bir ülkede ancak bir İslam demokrasisi olabilir. Müslüman ülkede İslam'a zıt, İslam'a düşman demokrasi olmaz.
Müslüman halkın büyük kısmı İslam'ı iyi bilmiyorsa ve hükümlerini hayata uygulamıyorsa orada dirlik, düzen, huzur, barış olmaz.
Sosyalizmin 360 çeşidi olduğu gibi demokrasinin de bir sürü türü vardır.
Türkiye'nin uluslararası temizlik ve şeffaflık notu, 10 üzerinden en az 7 olmadıkça işler yoluna girmeyecektir.
Böyle bir şey birilerinin işine hiç gelmez.
Bundan birkaç yıl önce Yunanistan'ın durumu pek parlak görünüyordu. Avrupa Birliği'ne girmiş, yardım ve destek paraları akıyor, her yer güllük gülistanlık, öğleden sonra herkes yatıp dinleniyor, geceleri keyif çatılıyor; içki, zevk u sefa, gel keyfim gel, sosyal yardımlar, primler, avantalar... Yunan demokrasisi... Sonra ne oldu? Şimdiki hallerine bakınız.
Demokrasinin yanına sandıktan çıkmayan değer ve kurumları koymazsanız geleceğe güvenle bakamazsınız.
İyi bir eğitim sistemi...
İyi bir medya...
Korunan, geliştirilen, ayakta tutulan millî kimlik...
Yaşatılan millî kültür...
Yazılı şehir ve medeniyet zihniyeti...
Bilgelik...
Yüksek ahlak ve fazilet...
Ülke idaresinde söz sahibi olan ve kendilerine danışılan bilge ve âqil insanlar...
Adalet...
Demokrasi var ama, binalar çürük yapılıyor ve ilk depremde bunların bir kısmı çöküyor. Yapan müteahhitlere gereken ceza verilemiyor... Nasıl bir demokrasidir bu? Sakın berbat ve b....n bir demokrasi olmasın...
Demokrasi var ama hapishaneler tıklım tıklım dolu; halkın yüzde ellisi birbiriyle nizalı; dev adalet sarayları inşa ediliyor; halka bozuk gıda maddeleri ve meşrubat tükettiriliyor; Müslümanlara domuz eti yediriliyor; ilaç sanayi devleşmiş, tıb ve tedavi yaman bir sektör olmuş; ahlak tepetaklak... Demokrasi kutlu olsun!
Adam karısını aşığı ile yatakta yakalıyor. Polise müracaat ediyor. Cevap: Yeni Ceza Kanunu'nda zina suç değildir, biz bir şey yapamayız, kendin başının çaresine bak... Al sana demokrasi!...
Herif on beş sene içinde büyük bir kara para zengini olmuş. Ona kimsecikler "Nereden buldun?" diye soramıyor.
Demokrasi her şeyi düzelten, ıslah eden sihirli bir değnek değildir.
Hangi Âlimlere ve Fakihlere Tâbi Olmalı?
Âlet ilimlerini ve 'âli ilimleri öğrenmiş, din âlimi ve fakih olmuş ama öğrendiği ilimlerin, edindiği bilgilerin, hayata mutlaka geçirilmesi, uygulanması gerekenlerini yerine getirmiyor, yaşamıyor... Böyle bir âlimi sakın kendine rehber ve mürşid edinme.
Yine âlim olmuş ama ilmini dünyalık edinmeğe, zengin olmaya âlet ediyor, Allahın ayetlerini ucuza veya pahalıya satıyor... Bunun da peşine düşme.
Âlim ve fakih olmuş ama Ehl-i Sünnete aykırı inanç, görüş ve fikirlere sahip... Ondan bucak bucak kaç.
Âlim ve fakih olmuş ama din konusunda bid'atçi... Sakın onun tuzaklarına düşme.
Âlim ve fakih olmuş ama Ashab-ı Kiramın bir kısmını reddediyor, onlara dil uzatıyor... Ondan vebadan kaçar gibi kaç.
Âlim ve fakih olmuş ama Allah'ı kemal sıfatlarla sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh bilmiyor; O'nu zamanla, mekânla, cihetle kayıtlıyor, O'na cisim ve şekil isnad ediyor, O'nu yaratıklardan bir şeye benzetiyor Böylesine inanırsan küfre düşebilirsin. Kaç kaç kaç.
Bildiklerini Allah rızası için öğretmeyen; âyetleri, hadîsleri, fıkhı, mukaddesatı paraya ve maddî menfaate âlet ve tahvil eden âlim taslağından uzaklaş.
Lüks, israf, tebzir, gösteriş, gurur, kibir içinde yaşayan, halktan para toplayan, bunların bir kısmını zimmetlerine geçirenler sahte âlimlerdir.
Zalimlere yağcılık yapan, fâsıkları şakşaklayan âlimler bir vâdidedir, sen başka bir vâdide ol.
Tabakat-ı fukahanın en alt derece ve rütbesi olan müftülük makamında olduğu halde müctehidlik taslayanlara mağrur ve mütekebbirlere sırtını çevir, onları dinleme.
Mutlak müctehid bile olsa hiçbir âlim, Kur'anı ve Sünneti kendi re'yi ve hevası ile yorumlayamaz. Öyle yapanları gözün görmesin. Uzaklaş uzaklaş uzaklaş.
Peki hangi alimlere tabi olmalısın? Onların sıfatlarını sayıyorum:
* İlimleriyle âmil olacaklar, yâni bilgilerini hayata uygulayacaklar.
* İlmi Allah rızası için öğrenmiş ve yine Allah rızası için öğretir olacaklar.
* Muhlis (ihlaslı) olacaklar,
* Muttaki (takvalı) olacaklar.
* Müteverri (veralı) olacaklar, şüpheli şeylerden kaçınacaklar.
* Zalimleri ve fasıkları övmeyecekler, zaruret olmadıkça onların huzurlarına gitmeyecekler.
* Allahın ayetlerini, Peygamberin (Salat ve selam olsun ona) hadîslerini ucuza veya pahalıya satmayacaklar.
* Kur'ana, Sünnete, Şeriata, Ehl-i Sünnet akaidine ve fıkhına hizmet yolunda icabında canlarını bile fedaya hazır olacaklar.
* Ücret ve mükafatlarını mahlukattan değil, Haliq Tealadan bekleyecekler.
* Dünyada değil, âhirette mükafatlandırılmalarını ve ücretlendirilmelerini isteyecekler.
* Selef-i Sâlihîn yolundan kıl kadar ayrılmayacaklar.
* Dinde reform, dinde yenilik, dinde değişiklik taraftarı olmayacaklar.
* Masonluk, Dr. Moon dini gibi İslam dışı sektlere mensup olmayacaklar, onlarla işbirliği yapmayacaklar, onlardan para almayacaklar.
* Haysiyetli ve vakarlı olacaklar.
*Âmirîne bi'l-mâruf ve nâhine 'âni'l-münker olacaklar.
* Resulullah Efendimize (Salat ve selam olsun ona) biatli, rabıtalı ve onunla irtibatlı olacaklar.
Böyle gerçek âlimlere tâbi olan, onları mürşid ve rehber edinenler Mevlâyı bulur.
Sahte ve bid'atçi âlimlere tâbi olanlar, onları kılavuz edinenler de belâlarını bulur.
Kılavuzu karga olanın...
* (İkinci yazı)
Bizim Camiler, Minareler, Şerefeler, Hoparlörler...
Bizim minare sizin minareden daha yüksek...
Ya öyle mi?.. Ama bizim minare üç şerefeli, sizinki iki...
Bizim caminin kubbesinin üzerindeki alem altın yaldızlı pırıl pırıl ışıldıyor güneşin altında, göz kamaştırıyor...
O ne ki... Bizim caminin hoparlörleri 130 desibel ezan okuyor, cihanı çın çın çınlatıyor.
Bizim cami alttan ısıtmalı, sizinki öyle mi ya...
Bizim caminin klimaları en lüksünden...
Ama bizim caminin ışıkları lazerli...
Lazer nedir ki, bizimkinde ültrafeniks şualar var...
Bizim caminin şadırvanından kışın sıcak, yazın soğutulmuş su akıyor...
Bizim caminin muslukları elini uzatınca akar, kapatınca kesilir...
Bizim camide kapalı devre dijital kamera sistemli koruma var...
Hah hah hah!... Bizim koruma sizinkinden daha sofistik...
Bizim cami... Sizin cami... O cami... Bu cami... Şu cami...
Yaylamsı bir yerde küçük torun:
-Deda deda ezan okuniya...
-Sus velet, o bizim ezan değul, komşu mahalle camiinin ezanidur.
Kubbeli camiler... Uzun minareler... Şerefeler şerefeler şerefeler... Halılar, mermerler, yaldızlar... Şadırvanlar... Camiin WC'leri... Men women one lira...
Güneşin doğmasına bir saat var... Şehrin binlerce camiinin hoparlörlerinden aşırı yüksek sesle ezan okunmaya başlar... Yer gök inler...Civardaki evlerin camları zangır zangır titrer... Çocuk uyanır ağlamaya başlar... Yakındaki otelde kalan bir turist yataktan düşer...
Ezan biter, Eyüb Sultan ve bir iki cami dışındaki öteki binlerce camiye birkaç ihtiyardan başka cemaat gelmez... Camilerde sabah vaktinde liseli ve üniversiteli bir genç bulamazsınız...
Dindar, radikal, İslamcı gençlik ve halk ya yataklarında leş gibi yatar, yahut namazı gece kıyafetiyle, uyku sersemliğiyle alelacele kılar ve tekrar tumba yatağa girer...
Nerede kalmıştık?
Bizim caminin minareleri...
Bizim caminin kubbesi...
Bizim caminin hoparlörleri...
Bizim caminin klimaları...
Bizim caminin halıları...
Bizim caminin mermerleri...
Bizim cami mi büyük sizin cami mi büyük?
Sarı Hafız güzel Kur'an okuyor... Öyleyse camiye gelip dinlesene...
Camiler, minareler, yaldızlar, hoparlörler, klimalar, kaloriferler, soğuk su cihazları, cami kapısındaki ayakkabı poşetleri, sıcak günlerde fıldır fıldır dönen vantilatörler, İslamda millî birlik ve beraberliğe dair hutbeler, 19 Mayıs'ta M. Kemal'e yapılan dualar...
Ah hele şu sabah vakitlerinde camilerimizin hali...
Ah ah ah!...
Eyvah!..
XXXXXXXXXXXXXXXX
http://imamiazamra.com/mezheblere-neden-ihtiyac-duyuyoruz/mezhebin-onemi/
KUR’AN VE SÜNNET’TEN HÜKÜM ÇIKARAMAYAN KİMSE NE YAPAR?
Müçtehid olmayan bir mümin için, dört mezhepten birisini taklid etmek vaciptir. Taklid: Delilini bilmeden, mezhebi müdevven müçtehid bir imama uymaktır. Özellikle memleketimizde mutlak müçtehid bulunmadığı için her müslüman buna mecburdur. Bu vecibeye riayet etmeyen bir kimse, mezhepsiz ve bid’at ehlidir.
“Eşşeyh Abdulkerim, Nurul İslam adındaki kitabında şöyle diyor: Âmi (içtihad derecesine eremeyen kimse) için, bu mezhep müçtehidlerinden birinin mezhebini taklid etmesi vaciptir. Bunun delili hem Kitap ve hem de Sünnettir. En doğru söylenen Resulullah (s.a.v.)’in, hayırlı olduklarına şehâdet ettiği üç asrın ehlinin icmâı, bazı değersiz muhalifler dışında, onlardan sonra gelenlerin de icmâıdır bu.”
Şah Veliyullah Dehlevi: “Bilmiş olun ki, bu dört mezhepten birisine uymakta büyük yarar ve terketmekte ise büyük zarar vardır…”
Her müslüman bütün dini konulan ayet ve sünnetten çıkaramaz. Hatta Kitap ve Sünnetin tamamını okuyup inceleme imkanına sahip olsa bile, bu konuda ihtisas sahibi olmadığı için, delilden hüküm çıkaramaz, işte müçtehid olmayanların, bu dört mezhepten birisine uymaları mecburidir
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in zamanına daha yakın, kitab ve sünneti bütün özellikleriyle daha iyi bilen, Ashabın görüş ve fetvalarını araştıran, en iyi inceleyen müçtehid İmamların (r.a.e) ve onların devirlerinde yaşayan, ders halkalarına devam etme şerefine nail olan Selef-i sâlihinin fıkhî görüşlerini “taklid olur” diye bırakarak, kitap ve sünnet ıstılahlarından, nasih ve mensuhtan, fıkhî bilgiden yoksun ve hatta selefin eserlerini okumaktan ve anlamaktan aciz kimselerin, yeniliklere kalkışmaları cidden çok garip ve gülünçtür. Reformcular bu tür davranışlarıyla hem kendilerini ve hem de saf müslümanları yüce dinden, şer’i şerîf’in yolundan saptırmaktan başka ne yapabilirler?
Müslümanlar bugün zillet içerisinde yaşıyor ve inançlarının, gereği gibi yaşayamıyorlarsa, bu selefi ve müçtehidleri taklid ettiklerinden dolayı değil, tam tersine onlardan fıkıhlarından uzak kaldıklarından dolayıdır.
Bu yüzden toplumu inançsızlık ve ahlaksızlık bataklığından kurtaracak tek yolun yeniden İslam’a dönüp, selefin eserlerini okuyup anlamak, tatbik imkanlarnı aramak ve bulmakla mümkün olacağını ve İslam fıkhını bilmeden, okumadan, bizzat yaşamadan içtihad ve temyizde bulunamayacağını zamanın müslümanı çok iyi bilmelidir.
MEZHEBE TABİ OLAN; ANCAK KUR’AN, SÜNNET
VE İCMA’YA TABİ OLMUŞTUR
Bu dört mezhep imamlarının Kitap, Sünnet ve Ashabın icmâına muhalif düşen görüşlerinden vazgeçtiklerine ettiklerine dair birçok sahih rivayetler mevcuttur. Bunlar “Görüşüm, sahih hadise muhalif düşerse, hadis mezhebimdir. Sahih hadise karşı, sözümü duvara çalın” gibi sözlerle, hükümlerde mutlaka ana kaynaklara bağlılıklarını ifade ederler. Onların bu ifadeleri güvenilir kaynaklarda zikredilmektedir. Hiçbirisi kendisini kanun koyucu olarak görmemiştir. Gerçek kanun koyan, helal ve haramı açıklayan Allah-u Teala’dır. Bu kanunları insanlara tebliğ eden ve açıklayan Allah’ın Resulü (s.a.v.) Efendimizdir. “Sahih hadisi bulduğunuz zaman, sözümü duvara çalın” muhatapları da, bu mezhep imamlarından sonra gelen, olara tâbi, onların metodunu bilen, naklî ve aklî ilimleri bilen ve muttaki, mezhepte müçtehid ilim adamlarıdır. Bunların çoğu, hatta tamamı hadisleri ezberlemiş, mezhep imamlarının delillerini, kuvvet ve zayıflığını bilen, bütün usûl ve furû’u yutmuş, halleri fetvalarından daha temiz ve takva yolunu daima tercih etmiş zatlardır.
(Bununla beraber) Müçtehid olmayan bir kimse(nin), ulemanın görüşünü terkederek, duyduğu bir ayete veya hadise tabi olması caiz değildir. Çünkü, ulemâ o ayeti veya hadisi mutlaka görmüştür. Şayet muhalefet etmişse mutlaka bildiği bir delile dayanmaktadır.
Müslüman bu dört mezhepten birisine tabi olmakla Kitap ve Sünnetin yolundan çıkmış olmaz. Tam tersine bunlardan birisine uyan tam manasıyla Kitap ve Sünnete uymuş olur.
NEDEN MEZHEBLER VAR? BU BÖLÜNMEK DEĞİL MİDİR?
İslam birliği meselesini ileri sürerek mezheblere bağlı olmaya savaş açmış olanlara deriz ki, bir mazhebe bağlı olmak ve bu mezhebi savunmak tefrikaya asla sebep değildir. Mezhebler arasındaki ihtilaflar ise fer’i konularda olmuştur. Bunun aksini ileri sürmek ilmi değildir. Mezhepleri birleştirmeye gayret edenlerin çabası ise yararsızdır. Yüce dine darbedir. Birleştirmek istedikleri konular belli olmamakla beraber, hangi mezhebi hangi mezhebe uyduracaklar?
Herhangi bir mezhep imamının mutlak taklidi yeterlidir. Ancak her halükarda ve bütün konularda taklid ettiği mezhebe bağlı kalması da şart değildir. Mecburiyet hasıl olduğu zaman ve yerlerde, telfîke düşmemek kaydıyla, yani bir tek konuda birkaç mezhebin kolay tarafını seçmemek şartıyla başka bir mezhebi taklid etmesi caizdir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, yüce İslam dinini bir tek mezhebin çerçevesine sıkıştırmak imkansız olduğu kadar, müslümanlar için büyük bir darlık ve sıkıntı doğurur. Yalnız sabah Hanefî, akşam Şafii olmak da ehli sünnetin mezheplerini eğlenceye almak olduğu gibi asla doğru bir hareket de değildir.
Bir müslüman bu dört mezhebi terkederek Kitap ve Sünnetin meal ve tercemelerinden anladığımla amel edip, hüküm çıkarabilirim veya ben de müçtehidim, bununla beraber ehli sünnettenim dese, davası doğru olmaz.
“RESÛLULLAH (S.A.V.) ZAMANINDA MEZHEB VAR MIYDI?” SORUSUNUN CEVABI:
Şeyh İzzettin bin Abdüsselam (r.a.), Kitabul Kavaid adındaki eserinin son bölümünde şöyle diyor: “Bid’atın bir kısmı vaciptir. Allah-u Teala’nın kitabını ve Resûlü (s.a.v.)’in sözlerini anlayabilmek için, nahiv ilmini öğrenmek gibi, usulü fıkhı, cerh ve tadil hakkında konuşmak gibi.
Bid’atın bir kısmı da, haramdır. Cebriye, Mürcie, Kaderiye ve Mücesseme mezhepleri gibi. Lakin bu bid’atları red ve ilzâm etmek de vaciptir. Çünkü İslam şeriatını bu bid’atlardan korumak farzı kifayedir.
Bid’atın bir kısmı da mendûptur. Medreseleri ve tekkeleri ihdas etmek gibi. Resulullah (s.a.v.)’in zamanında bulunmayan güzel şeyler, bütün Ramazan boyunca cemaatle teravih namazını kılmak gibi.
Mekruh olan bid’atlar da, Şâfilere göre: Camileri ve Kur’an-ı Kerim’i süslemek gibi. Hanefî mezhebinde ise. bunlar mubahtır.
Mubah olan bid’atlar ise, sofraları zenginleştirmek, lezzetli ve mubah meşrubatları içmek, geniş ve güzel meskenler edinmek, güzel ve helal elbiseleri giymek gibi.
İmam Şâfii (r.a.) buyuruyorlar ki: “Kitap, sünnet, ashap ve icmâya muhalif şeyleri ihdas etmek sapıklıktır. Bunlara muhalif olmayan, hayırlı ve güzel olan şeyleri ihdas etmek ise, kötü bid’at değildir.”
İslam binasının temelini sağlamlaştıran ve Allah-u Teala’nın dinini yücelten her şey vaciptir. Bunun tersi olan her şeyde haram ve günahtır. Mühim olmayan, lakin dine hizmet eden her şey menduptur. Bunun aksi olan şeyler de mekruhtur. Bu iki şık arasında bulunan şeyler de mubahtır.
Bunun aksini iddia edenlere şöyle sorulmalı: Seni eğiten ve sana ders veren hocalar, telif edilen kitaplar, yazılıp biriktirilen fetvalar, İslam âleminde yayınlanan eserlerin hepsi bid’at mıdır? Çünkü bunlar Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in devrinde yoktu. Eğer bunlar bid’at ise o halde, bunlan terketmelisin bizzat böyle bir şeyi yapmamalısın ki, başkasını böyle bir şeyden men etmek hakkına sahip olabilesin.
Hiç birimizin Ebu Hanife, Malik bin Enes, Muhammed bin İdris Şâfıi, Ahmed bin Hanbel (r. aleyhim) ve onların mezheplerinde müçtehid olan ulema gibi Kitap ve Sünneti bilemediğimiz gibi onların mertebelerine de ulaşamayız. Bu yüzden dini konularda, ehli sünnet imamlarından birisinin mezhebine mutlaka tabi olmak zorundayız. Aklımıza veya zayıf rivayetlere uyarak ahkam kesmemeliyiz, helaldir veya haramdır, sünnettir veya bid’adır dememeliyiz, İslam âleminin büyük çoğunluğu ehli sünnet müçtehid ulemasının yolu üzerinde birleşmiş ve mezheplerinin hakkaniyeti üzerinde ittifak etmiştir. Ehli Sünnet’in bu ittifakı icmâdır.
“Her kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere aykırı harekette bulunur ve müminlerin yolundan başkasına uyar giderse, onu, döndüğü sapıklıkta bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme koyarız ki o, ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nisâ s. 115)
(Ehl-i Sünnet Ve Akaidi, Mehmed Çağlayan)
.NEDEN FARKLI MEZHEPLER VARDIR
NEDEN FARKLI MEZHEBLER VAR?
İbnu Haldun Mukaddime adındaki kitabının yedinci faslında özetle şöyle diyor: “Şer’i delillerden hüküm çıkarılan fıkıh ilminde müçtehidler arasında ihtilaf vaki olmuştur. Bunun sebebi ise, idrak güçlerinin ve bakış açılarının farklılığından doğmuştur. Bunun olması da gayet normaldir, lüzumludur. Fıkıhta bulunan bu ihtilaf İslam aleminde yayılmıştır. Taklid etmek isteyen kimse, istediği kimseyi taklid etme hakkına sahiptir. Dört mezhep İmamlarının bulundukları derece ve taşıdıkları şahsi ve ilmi yeteneklerinden dolayı halkın hüsnü zannını kazanmış oldular. Bu dört mezhep İslam dininin temeli oldu.”
İNANÇ ESASLARINDA EHL-İ SÜNNET MÜTTEFİKTİR
Bu dört imamdan sonra, bid’alar ve nefsi emmareye uymalar çoğalıp, kuvvetlendi. Fitne ateşi bütün İslam alemini sardı, müslümanların saf ve temiz akideleri bozulmaya başladı, işte bu zamanda dört mezhebe mensup ilim adamları harekete geçip salih selefin kitap ve sünnetten aldıkları ve yaşadıkları akideyi müdafa edip bu uğurda ciddi mücadeleler verdiler. Bu mücadele, Ebu’l Hasan El Eş’ari ve Ebul Mansur el Maturidi’nln (Allah ikisinden de razı olsun) ortaya çıkmalarına kadar devam etti. Ebul Hasan El Eş’ari Şafii mezhebine, Ebu Mansur el Maturidi de Hanefi mezhebine mensup idi. Bu iki İmam Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in sünnetini ve Ashabın (r.a.) yolunu en güzel bir şekilde müdafa ettiler ve bid’acılan perişan vaziyete düşürdüler. Bu iki zat, İslam Alimleri arasında büyük bir sevgi ve itimad kazandılar. İtikadi konulara ait bu iki mezhebe de Eş’ari ve Ma-
turidi mezhebi adı verildi, İslam ilim adamları örfünde bunlara Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat adı verilmiş olup, Mutezile ve diğer bid’acı ve dalalette bulunan mezheplerden ayrılmış oldular. Hadis ve tasavvuf alimleri de Eş’ari ve Maturidi mezheplerine muhalif olmadıkları için onlar da ehli sünnet vel cemaat camiasına girmiş oldular.”
İbn Subki (r.a.), İbnu Hacib’in akide şerhinde şöyle diyor: “Bil ki, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’ın tamamı, vacip, caiz ve muhal olan konularda bir tek itikad üzerine ittifak etmişlerdir. Her ne kadar bunlar bu hakikatlere giden yollar, kaideler ve nedenler üzerinde ihtilaf etmiş olsalar bile.
Bu iki akide imamı Eş’ari ve Maturldi (Allah ikisinden de razı olsun) kendiliklerinden hiç bir görüşü ortaya atmamışlardır. Onların izah ve açıklamaları yalnız selefi salihinin hassasiyetle üzerinde durdukları ve hakkaniyetini tesbit ettikleri Ashabı Kiram’ın (r.a.e.) yolu ve fetvaları olmuştur.
Yukarıda da söylediğimiz gibi Ehl-i Sünnet arasında itikadi meseleler hakkında ihtilaf yoktur. Bir kaç meselede ihtilaf var olarak görülüyor ise de, bunlar da tamamen lafzidir (söylenişle alakalıdır), mahiyeti ve tesiri yoktur.
İSLAM NAKİL DİNİDİR
İlimde ve takvada şöhret kazanmış, içtihadın bütün şartlarına haiz, istihraç ettikleri bütün konuların delil ve kaynaklarını belirtmiş ve güvenilir kitaplarda zabt ve cem etmiş ve bu durum bütün selef ulemasınca da tevsik edilmiş ehli sünnetin bu dört mezheb imamının birisine uymak elbette lüzumlu ve faydalıdır. Şeriatı bilmek İçin selefe itimad etmek konusunda ümmet ittifak etmiştir. Bu konuda tâbiin ashaba (r.a.e.)’ itimad etmiş, tebe-i tâbiin de tâbiine güvenmiş böylelikle her tabaka kendisinden evvelki tabakaya itimad edegelmiştir. (r.a.e.)Akıl da bunun güzel bir yol olduğunu kabul eder, Çünkü şeriat nakilslz ve istinbatsız bilinmez. Dinde nakil esastır. Her tabaka kendisinden evvelki tabakadan kesintisiz bir biçimde alırsa işte o zaman nakil doğru olabilir.
Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Büyük cumhura uyunuz.” Buyuruyor. Bu dört mezhepten başka diğer mezhepler yok oldu, büyük çoğunluk bu dört mezheptedir. Bunlardan ayrılmak büyük çoğunluktan ayrılmak demektir.”
(Ehli Sünnet Ve Akaidi; Mehmed Çağlayan S.51-53)
Kuran ve Hadis-i Şerîfler varken Mezheb İmamlarına Neden Başvuruyoruz?
Bu dört mezhep imamlarının (tek amacı Kur’ân ve Sünnet’i açıklamak olduğu için) Kitap, Sünnet ve Ashabın icmaına (daha uygun bir delil bulduklarında ilk bildirdikleri görüşten) döndüklerine dair birçok sahih rivâyetler mevcuttur. Bunlar “Görüşüm, sahih hadîse muhalif düşerse, hadîs mezhebimdir. Sahih hadîse karşı, sözümü duvara çalın.” gibi sözlerle, hükümlerde mutlaka ana kaynaklara bağlılıklarını ifade ederler. Onların bu ifadeleri güvenilir kaynaklarda zikredilmektedir. Hiçbirisi kendisini herhangi bir kanun koyucu olarak görmemiştir. Gerçek kanun koyan, helal ve haramı açıklayan Allah-u Teala’dır. Bu kanunları insanlara tebliğ eden ve açıklayan Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) Efendimizdir. Mezheb imamları da, kendilerinden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir vukufiyetle Kur’ân ve Sünnet’i açıkladıkları için onlara tâbi oluruz. Nitekim İmam-ı A’zam’dan sonra kimseye 4000 kişiden ders almak, İmam Ahmed b. Hanbel’den sonra kimseye de 1 milyon hadîs ezberlemek nasîb olmamıştır.
“Sahih hadîsi bulduğunuz zaman, sözümü duvara çalın.” sözünün muhatapları da, bu mezhep imamlarından sonra gelen, onlara tâbi olma metodunu bilen, menkul ve makul ilimlere tam olarak hâkim ve muttaki, “Mezhepte müçtehid” ilim adamlarıdır. Bunların çoğu, hatta tamamı hadîsleri ezberlemiş, mezhep imamlarının delillerini, kuvvet ve zayıflığını bilen, bütün usul ve furu’u yutmuş, halleri fetvalarından daha temiz ve takva yolunu daima tercih etmiş zatlardır.[1]
Hâfız ve Fakîh İmâm Nevevî şöyle demiştir:
Muhaddis Huzeyme (r.h)’a “Şâfiî’nin, kitâblarına koymadığı sahîh bir sünnet var mıdır?” diye soruldu da, o, hayır, yoktur, dedi. Buna rağmen, -(her şeyi) kuşatmak beşere imkânsız olduğundan- Şâfiî (rahimehullâh), (kendi kavline muhalif bir şekilde) sâbit olan sahîh hadîsle amel edilmesini söyledi.
Ebû Amr (Hâfız İbn-i Salâh rahimehullâh) söyle dedi: İmâm Şâfiî’nin dediği sözün zâhiri ile amel etmek öyle kolay değildir. Her fakîhe hüccet gördüğü hadîsle müstakil olarak amel etmesi câiz değildir…”[2] Bu, ancak mezhebde içtihâd rütbesi olan kimse hakkındadır.
Hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilir miyiz? Hadîs-i şerîflerden ne şekilde istifade edebiliriz?
Müçtehid olmayan bir kimsenin, (İslâmî ilimleri çok iyi bir şekilde tahsil etmiş olsa bile)mezheb imamlarının görüşünü terkederek, duyduğu bir âyete veya hadîse tâbi olması câiz değildir. Çünkü,âlimler o âyeti veya hadîsi mutlaka görmüştür. Şâyet (görünüşte) muhalefet etmişse mutlaka bildiği bir delile dayanmaktadır. ” Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun. “ (Nahl s. 43) Keza, ” …Halbuki onu, Resûl’e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi… ” (Nisa 83)[6]
Hadîs-i şerîflerin okunması, ezberlenmesi, hüküm çıkarmaya kalkmamak şartıyla tavsiye edilen bir husustur. Bunun için de daha çok amellerin faziletini anlatan, helal harama dâir hüküm içermeyen teşvik-terğib hadîslerini okuyup onlardan istifade etmeye çalışmak gerekir.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: “Şarap içen kimseye sopa ile vurun.” ve sonra dördüncü defa “Eğer tekrar içerse, onu öldürün.” Hadîs-i şerîfin açık mealine göre amel edildiği takdirde, dördüncü defa şarap içenin öldürülmesi lazım gelir. Halbuki böyle karar vermek büyük bir hatadır. Çünkü, dördüncü kez içki içenin öldürülmesi uygulaması, Islâm’ın ilk yıllarında idi. Sonra nesh edildi. Rasûlullâh (s.a.v.)’e dördüncü kez içmiş birisi getirildiğinde Rasûlullâh (s.a.v.) ona sopa cezâsı uygulamış, kendisini öldürmemiştir. Zührî, Kabîsa b. Züeyb vâsıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’den buna benzer bir nakilde bulunmuştur. Tirmizî şöyle devâm eder: Daha sonraları içki içene ölüm cezâsı kaldırılmıştır.[7]
Her ilim erbabının bildiği gibi, Mut’a (zamanlı nikâh akdine) cevaz veren sahih hadîsler vardır. Bu hadîs-i şerîfleri gören ve hükmünün kaldırıldığından haberdar olmayan bir kimsenin bu hadîslere dayanarak nikah yapması veya fetva vermesi büyük bir hata olacağı gibi ayrıca günahtır. Zira bu hadîsleri nesheden ve mut’a nikahını yasaklayan hadîsler de vardır.[1]
“Halife Me’mun, mut’a nikahına cevaz veren hadîsleri görünce, tellalları çıkartarak, mut’a nikahının câiz olduğunu ilan etmişti. Lakin bunu duyan Kadı Yahya bin Eksem hemen halifeye giderek: Sen zinâyı helal ediyorsun, diyerek o hadîsin neshedildiğini (yürürlükten kaldırıldığını) bildirdi. Halife daha evvel bu hadîsin mensuh bir hadîs olduğunu bilmediği için, bunun üzerine yeniden tellalları vasıtasıyla, mut’a nikâhının haram olduğunu halka ilan etti.” [2]
Neden belli bir mezhebe bağlı olmalıyız?
Yüce İslâm dinini bir tek mezhebin çerçevesine sıkıştırmak imkânsız olduğu kadar, Müslümanlar için büyük bir darlık ve sıkıntı doğurur. Yalnız, sabah Hanefî, akşam Şafii olmak da ehl-i sünnetin mezheplerini eğlenceye almak olduğu gibi asla doğru bir hareket de değildir.
Bir Müslümanın bu dört mezhebi terkederek Kitap ve Sünnet’in meal ve tercemelerinden anladığımla amel edip, hüküm çıkarabilirim veya ben de müçtehidim, bununla beraber ehli sünnettenim dese, davası doğru olmaz.
Yine ayrıca telfik, yani mezhebleri birleştirmek haramdır.
Telfik; iki ya da daha fazla mezhebin birbirine zıt hükümlerini, bir meselede ya da fıkhi bir konuda bir araya getirerek iki ya da daha fazla müçtehidin görüşünden yeni bir hüküm icat etmektir. Böyle bir ameliye içerisinde olan bir mukallit hiçbir müçtehidin istinbat etmediği bir hükmü söylemiş olduğundan bir anlamda içtihat etmiş olur. İçtihada ehil olmayanın içtihat etmesi ise haramdır.
Kasım b. Kutlubuğa , İbn Hacer Heytemi, Remli, Ömer b. Nüceym ve İbn Abidin’in de aralarında bulunduğu çok sayıda muhakkik fakih telfikin mutlak olarak haram sayıldığını, bu noktada söz birliğinin var olduğunu söylemektedir. Onlara göre, telfikin önünün açılmasıyla büyük günahlara meşruiyet kazandırılır. Böyle bir ameliye fıkhın kısmen ya da tamamen bozulmasına sebebiyet verir, haramların mübaha dönüşmesine yol açar.
Örneğin, bekâr bir kadınla, gayri meşru bir şekilde birleşmek isteyen kişi telfik yaparak İmam-ı Âzam Ebû İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin nikahta veliyi zorunlu görmemesinden hareketle velisiz, İmam Malik’in şahitleri şart koşmamasını taklit ederek şahitsiz bir nikah akdetse, akdi bâtıl olur. Çünkü yeni icat edilen bu hüküm, yapılmak istenen zinâ için takdir edilen bir meşruiyet kılıfıdır. Ve şeri’ hiçbir dayanağı yoktur.[4]
Nebi (s.a.v.) zamanında mezhebler var mıydı?
Bilindiği gibi askerî rütbe sisteminde Genel Kurmay Başkanı veya, kuvvet komutanları ve generaller için; tabur, tümen, birlik vs. gibi tasniflerden bahsedilemez. Bu yüksek rütbeli kimseler bu tür tasniflerin dışında ve üstündedir. Bununla birlikte bahsedilen tabur ve tümende yer alan kimselerin adı geçen komutanlardan bağımsız olduğu da düşünülemez.
Ashab-ı Kiram’ın tamamı müctehid idiler. Yine de aralarında daha fakih olan sorular sorarak onların görüşlerinden de istifade etmişlerdir.
Allah-u Teala’nın kitabını ve Rasûlü (s.a.v.)’in sözlerini anlayabilmek için, ismen bulunmayan birçok ilimler sonradan ortaya çıkmıştır. Nahiv ilmini öğrenmek gibi, usul-ü fıkhı, cerh ve tadil hakkında konuşmak gibi.
Nebi (s.a.v.) zamanında günümüzdeki gibi kitaplar medreseler ve tekkeler de bulunmuyordu. Bu tip güzel, faydalı, gerekli ve özü itibariyle Nebi (s.a.v.) zamanında bulunduğu hâlde sonradan ismi konup müesseseleşmiş birçok şey vardır ki bunlardan biri de mezheblerdir.
İmam Eşşafii (r.a.) buyuruyorlar ki: “Kitap, sünnet, ashap ve icmaya muhalif şeyleri ihdas etmek sapıklıktır. Bunlara muhalif olmayan, hayırlı ve güzel olan şeyleri ihdas etmek ise, kötü bid’at değildir.[5]
[1] Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi
[2]İmâm Nevevî, ‘el-Mecmû’, [Mektebetü’l-İrşâd] (1/104-105)
[4] Muhammed İbrahim Hafnâvî, Tabsirü’n-Nüceba bi Hakikati’l-İctihad ve’t-Taklîd ve’t-Telfik ve’l-İftâ, Darü’l-Hadîs, Kahire, 282.
[5] Şeyh İzzettin bin Abdüsselam, Kitabul Kavaid
[6] Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi
[7] Eşref Ali et-Tehânevî, Hadîslerle Hanefi Fıkhı, Misvak Neşriyat c.10 s.289
Bu tasnifi 9. Osmanlı Şeyhülislamı, Müftiü’s – Sakaleyn Ahmed Şemsüddin İbn Kemal (k.s.a.), diğer bir adıyla Şeyhülislam Kemalpaşazâde yapmıştır.
1.MÜÇTEHİD-I MUTLAK (Dinde Müctehid)
Usûl ve şer’i mes’elelerde asla baska bir müctehidi taklid etmeyip mutlak olarak ictihad sahibi müctehidlerdir. Usûl ve kaideleri hazırlayarak naslardan hükümlerini çıkaran âlimlerdir. Bunlar mezheb sahipleri, mezheb kurucuları olan zatlardır.
2.MÜÇTEHİD FI’L-MEZHEB (Bir mezhebde müctehid olanlar)
Doğrudan doğruya naslardan (şer’i delillerden) hüküm çıkarma yetkisine sahip ve kadir olduğu halde böyle yapmayıp bağlı bulunduğu mezheb İmamının ictihad yoluna uyarak onun usûl ve kaidelerine tabi olan müctehidlerdir.
3.MÜÇTEHİD Fİ’L-MES’ELE (Muayyen bir meselede müctehid olanlar)
Mensubu bulunduğu fıkhî mezhebde hükmü bulunmayan mes’eleler hakkında ictihad etmeğe muktedir olan zata denir. Bunlar mezheb kurucusu İmama muhalefet edemezler.
4.ASHÂB-I TAHRİC (Tahric yapan fakihler)
Bağlı bulundukları mezhebde hükmü bulunmayan, sonradan meydana gelmiş mes’elelerin hükümlerini o mezhebin usûl ve kâidelerine göre bulup çıkarırlar, fakat kendileri ictihad edemezler.
5.TERCÎH YAPABILEN MÜÇTEHİDLER
Bir mezhebteki çeşitli ve birbiriyle çelişkili kavillerden, rivayetlerden birini deliline bakarak diğerlerine tercih etmeye muktedir olan ve “bu kavil sahihtir” diyebilen fakih kimselerdir.
6.TEMYİZ YAPABILEN FAKÎHLER
Bağlı bulunduğu mezhepteki zahir olan rivayetlerle nadir olan rivayetlerin arasını tefrik etmeğe ve kuvvetli olan kavillerle zayıf olan kavillerin arasını temyiz etmeye muktedîr olan fakihlerdir.
7.SADECE TAKLÎD YAPABILEN ZATLAR
İçtihad, tahric, tercihe selâhiyet sahibi olmayıp sadece kendi mezhebinin hükümleri ile mes’elelerin ve rivayetlerinin büyük bir kısmını hıfz etmiş ve bunları eserlerine dercetmiş zatlardır.
MÜCTEHİD’DE BULUNMASI GEREKLI ŞARTLAR
1- Arapçayı bilmek: Usûl-ı fıkıh bilginleri, bir müctehid için arap dilini bilmenin zaruri olusu üzerinde ittifak etmislerdir.
2- Kur’an İlmine Sahip Olmak: Zira Kur’an, İslâm şeriatının direği, Allah’ın kıyâmete kadar baki olan kitabı ve bu şeriatın kaynağıdır.
3- Sünneti Bilmek: Bu şart üzerinde de ittifak edilmiştir. Sünnetin nasih ve mensuhunu, âmm ve hâss’ını, mutlak ve mukayyedini, tahsis edilmiş olanlarını bilmesi gerektiği gibi hadislerin rivayet yollarını, senedlerini, ravilerin kuvvet dereceleriyle birlikte hal ve yaşayışlarını da bilmesi gerekir.
4- Üzerinde icmâ ve ihtilaf edilen konuları bilmek.
5- Kıyas’ı bilmek (bütün şekil ve metodlarıyla).
6- Hükümlerin amaçlarını bilmek.
7- Doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahib olmak.
8- İyi niyetli ve sağlam itikad sahibi olmak.
İzah
İmam Gazalî bu hususta şöyle söylemektedir: «Müctehidin, Arapların konuşmalarını anlayacak ve kelimeleri kullanmadaki geleneklerini bilecek kadar Arapçaya vâkıf olması şarttır. Çünkü müctehidin sarih bir ifadeyi, kelimelerin zahiri ve mücmel mânâlarını, hakikat ve mecazlarını, umumi ve hususîlik gösteren yönlerini, kesin ve kapalı ifadelerini, mutlak ve mukayyed oluşlarını, nass ve muhtevalarını, doğru ve yanlış olanlarını bilmesi gerekir. Bu vasıflar, ancak Arap dilinde ictihad derecesine ulaşmış kimselerde bulunabilir.»
Şer’î hükümleri bilme yollarını, bu hükümlerin kısımlarını, isbat yollarını, delalet şekillerini, şartlarını, mertebelerini, delillerin çatışmsı durumunda çatışmanın nasıl giderileceğini, ahkama dair âyet ve hadîslerin delalet ve sübut bakımından durumlarını, nâsih ve mensûh olanları ve üzerinde icma ve ihtilâf edilmiş olan meseleleri bilmesi, ayrıca teklif ifade eden hükümlere ait bütün hadîs-i şerîflerin lafız ve mânalarını, nâsih ve mensuhlarını rivâyet yollarını, râvilerin derece ve hallerini, adalet ve hadîsi hıfz etme (zabt) gibi vasıflarını bilmesi gerekir.
Bütün bunların ötesinde, ledünnî (kesbî değil vehbî olan) ilme sahip olması gerekir ki bu bu da Allah(c.c.) vergisidir. ( Eski İst. Müf. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, Laikliğin Yetiştirdiği Fitne: Naylon Müctehidler)
Günümüzde müctehid yetişmesi için uygun şartlar var mıdır?
Şam bölgesinin en büyük âlimi İbni Ebi’d-dem: “Zamanımızın ilim adamlarında bu şartların bulunması zordur.”
Şeyh Keffal (r.a.) diyor ki: “Fetva iki kısımdır: Biri bütün ictihad şartlarına haiz kimsedir ki, bu bulunmaz, ikinci kısım da, mezhep imamlarından birisine intisap eder, mesela, Şâfii’ye intisap etmek gibi, onun mezhebini bilir ve onun usulüne hiçbir şekilde ters düşmeyecek bir şekilde mahir olur. Ondan bir şey sorulduğunda, mezhep imamının o konu hakkındaki nassını bilir ise, onunla cevap verir. Eğer imamın o konu hakkında bir nassını bilmiyorsa, imamının metodunu takip ederek ve mezhebinin kaideleri üzerine ictihad yaparak fetva verir. Bu kısım ilim adamlan da kırmızı yakuttan daha az bulunur.”
İmamı Gazali, İhya’nın Taksimatül Münazaraat bölümünde şöyle demektedir: “İçtihad mertebesine ermeyenler ise -ki çağımızın bütün ilim adamlan böyledir- tabi olduğu mezhebin fetvasını nakil ederek cevap verir. Mensubu bulunduğu mezhebin fetvasının delilini zayıf görse bile, onu terk etmez.”
Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler: Münavi’nin Şerhul Kebir’ine, İbnu Kasım’ın Cem’ul Cevami üzerindeki haşiyesine, İbni Hacer’in Feteva’sına, diğer usulü fıkıh kitaplarına bakabilirler. (İsmail en-Nebhâni, Huccetullahi ale alemin, sh: 774-775)
ihvanlar
Mezhepsizlere ve Mezhepsizliğe REDDİYE – Mezhepsizlik Dinsizliğe Götürür
MEZHEPSİZLİK DİNSİZLİĞE NASIL GÖTÜRÜR?
Kovulmuş Şeytan’ın şerrinden Allah(c.c.)’a sığınırım. Rahman ve Rahim Olan Allah(c.c.)’ın Adı ile…
Allâh-u Te’âlâ’ ya hamd, Habibi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’ e, sünnet ve cemaat îtikadının ilk mümessilleri olan âl-i ashaba salat-u selam olsun.
Ehline malum olduğu üzere El- Kevseri hazretleri Makâlât’ında bu başlığı taşıyan bir makale kaleme almıştır. Bu konu daha sonraları, bu hezeyana düşenlerin sayısının da artmasıyla, oldukça konuşulur olmuştur. Burada musannif hazretlerinin mezhepsizlik ve dinsizlikten kastettiği manaları incelemek gerektiği açıktır.
El-Kevseri (rh.a.)’ in mezhepsizlikten kastettiği mana hem hiçbir mezhebi tanımama hem de mezheplerin hükümlerinden derleme bir mezhep oluşturma olarak anlaşılabilir. Zira bunların arasında söyleniş olarak fark olsa da aslında iki durumda birbirine tıpa tıp uymaktadır. Yani dememiz o dur ki, usullerin hiçbirini tanımamakla, derleme usüller oluşturmak aslında usulsüzlüktür, dolayısıyla iki durum da metotsuzluk bakımından aynıdır.
Bu metotsuzluğun sonucu ortaya çıkan dinsizlik kavramı ise bir ateistlik olgusu olmayıp aslı itibariyle dinler arasında fark gözetmemeye eş değerdir. Musannifin zikrettiği bu sözü, bu şekilde anlayıp bizler de mezhepsizlik kavramının nasıl dinsizliğe götürdüğünü irdeliyelim. Ama bundan önce mezhep kavramını kavramaya ve sapık görüşlerin bu konudaki tutumlarına biraz değinelim.
Bütün peygamberlerin getirdikleri dinlerin inanç sistemleri aynı olmasıyla beraber şeriatlarında bazı farklılıklar vardır. Bu duruma benzer bir şekilde mezhepler arasında da ayrı ayrı hükümler vardır ve bu durum oldukça normaldir ve meşrudur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) “Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmet (vesîlesi) dir” buyuruyorlar. Böylece Efendimiz (s.a.v.)’in getirdiği şeriat, müçtehid imamların ihtilaflarıyla hadis-i şerifteki rahmet boyutuna ulaşmıştır. Ayrıca Efendimiz (s.a.v.):
“Benim şeriatım üç yüz altmış yol üzere gelmiştir. Bir kişi bu yollardan birine girecek olsa kurtulur.” buyurmaktadır. Böylece önceleri mezheplerin sayısı çok olmasına rağmen tâbîleri azalarak nihayetinde 4 mezhep oluşmuş ve bu yollar insanlığa her daim istikamet üzere yol aldırarak Yüce Mevla’nın rızasına ulaştırmıştır. Ayrıca mezheplerin oluşumundan önce Efendimiz (s.a.v.)’in ihtilafı haber vermesi ve mezheplerin daha sonra oluşumu da gören gözler için apaçık bir mucizedir.
Mezhep, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, dinî bir hüküm koymanın, içtihadda bulunup fetvâ vermenin naslara dayanan bir kuralı ve sistemidir. Dolayısıyla yenilikçi kafaların burada kaçırdığı nokta müctehidin ictihâdının, ‘ben bu âyeti veya hadîsi, şu şu ayetler veya hadîsler veya şu şu dil incelikleri istikâmetinde şöyle anlıyorum; şu âyet, şu hadîs, şu ma’nâları ifâde eder; şu ma’nâya gelmez; hakkında nass bulunmayan şu mes’eleyi, illet beraberliği sebebiyle, hakkında nass bulunan şu mes’eleye benzetiyor, hükmünü şu âyetin, yâhud şu hadîsin hükmü altında görüyorum; şu mes’elenin hakkında şöyle bir icmâ’ vardır; şu âyet veya şu hadîsin derinliklerinde şu ma’nâlar da mevcûddur’ şeklinde olduğudur(Hüseyin Avni Hoca, Guraba Mecmuası); yani bugün bir takım acınası hallerde bulunan ve kendilerini dev aynasında görüp aslında aynadaki yansımanın bile 1435 yıllık bilgi birikimiyle oluştuğunu gözden kaçıran beyinsizlerin yaptığı gibi hevaya göre yorum yapmak yani metotsuz ve kuralsız hüküm vermek olmadığıdır.
Ne yazık ki ne oldum delisi olan bu tür alimcikler, münafıkların ve kafirlerin ekmeğine yağ sürmeğe devam etmektedirler. Ayrıca bu alimcik tiplemesiyle karşımıza çıkan zır cahiller, kendilerini hiçbir boy aynasına da sığdıramamakta ve asırlardır gelen bilgi birikimimizi hiçe sayarak imamlarımıza laf atmaktadır. Halbuki kendilerini müçtehid olarak gören bu safsata uzmanları, bırakın hafızlığı, laptopsuz kaldığında konuşacak bir şey bile bulamamaktadırlar. Her şeye bir tık kadar yakın olan bu aşağılık karakterliler, bu imkanlara rağmen (örnek aldığı sözde üstadları da dahil olmak üzere) bir usül kitabı yazmayı bırakın, imamların içtihadlarına laf atarak, adeta şahsiyetli ulemamızın kırıntılarıyla beslenmektedirler. Kendilerine zaten böyle bir şeyi yakıştırarak ilim yaptığını zannetmeleri, aslında karakterlerinin ne kadar da çok esfeli safiline benzediğini ortaya koymaktadır.
Asırladır tüm İslam âleminde kitapları okutulan, fetvâları kabul gören ve müslümanların daima baştâcı ettiği mezheb imamları başta olmak üzere, pek çok hakîki İslâm âliminin aleyhinde fütursuzca konuşurlar. Ama Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza gibi, daha dünkü ve tartışmalı isimlerden övgüyle söz ederler.
Nerelerde dolaştığını bilmeyen bu çakal takımını uyarmak için Ali Eren Hocamızın guraba mecmuasında buyurduğu üzere, Efendimiz (s.a.v.):
“İnsanların hayırlısı benim asrım (da yaşamış bulunanlar) dır.”
“Halkın hayırlısı benim asrım(da yaşamış bulunanlar)dır. Sonra onları takiben gelen, daha sonra onların peşinde olanlardır.” hadis-i şeriflerini buyurarak aslında bu karakter yoksunlarının ne derece yanlış bir yol üzerinde olduğunu asırlar öncesinden ortaya koymuştur. Ya Muhammed (s.a.v.) sen olmasaydın biz ne yapardık!
Hepimizin de bildiği gibi gece içinde gündüz olmayacağı gibi cahillikle dine bağlılık da bir arada bulunamaz. O zaman vicdan sahipleri kendileri cevaplasınlar:
Hep beraber bilmekteyiz ki sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin döneminde, ilim daha üstün ve dine bağlılık daha fazlaydı. Dolayısıyla en hayırlı asır bizzat bu asırlardı. Zaten bu asırları hayırlı yapan asrın kendisi değil asrın içinde yaşayan nadide büyüklerimizdi. O zaman burada iki türlü düşünmek zorundayız. Ya tövbe haşa Efendimiz (s.a.v) bu asırların üstünlüğünü söyleyerek bizi kandırdı ya da bu, nadide alimlerimize çatan beyinsizler Efendimiz (s.a.v.)’ in sözlerine itiraz etmektedirler. Hepimizin aklına gelen cevap şüphesiz bellidir. Allah (c.c.) istikameti kaybetmiş olanlara tez hidayetler nasip etsin!
Hepimizin bildiği gibi edille-i şeriyyemiz; Kur’an, Sünnet, İcma, Kıyas-ı fukaha olmak üzere dörttür. Bu reformist tayfanın bilinçli ve bilinçsiz (bilinçli yaptıkları durumunu düşünmek bile istemiyoruz) edille-i şeriyyemize saldırarak hizmetlerini yaptığı, nihai amaçlarına ulaşmak isteyen gizli çevrelerin, aslında işin bu boyutunun yani, mezhepsizliğin müslümanları dinsizliğe götüreceğinin farkında olmaları da biz Müslümanların değerlerimizle ne kadar ilişkili olduğumuzu göstermesi bakımından iyi bir turnusol kağıdı olmuştur. Mevzu bahis durumun onlar farkında ama biz dünyalık telaşeler peşinde, az bir pahaya dinimizi satmaktayız. Rabbimiz (c.c.) hepimize tez uyanmayı nasip eylesin.
Değerli müslümanlar, bu çevrelerin edille-i şeriyyemizi yıkıp dolayısıyla mezhepleri atıl duruma getirmek istediğini ve nihai amacın dinsizlik olduğunu dile getirdik. Fakat bu işleyiş nasıldır ve ne şekilde aşamalanmıştır? Dilerseniz bu sorunun cevabını da Ebubekir Sifil Hocamızın Beyan Dergisi’nde bu konuyla ilgili çıkan ve bizim de yararlandığımız makalesini taban alarak açıklayalım.
Bu çevreler sırayla ve planlı olarak edille-i şeriyyemize saldırmışlardır. Buna göre bu yol belli bir amaca hizmet etmektedir. İslami sacayaklarını sırasıyla çürütmeye dayanan bu çalışma nihai amacına da az da olsa ulaşmıştır. Kıyas hakkında ileri geri konuşan bu çevreler, kıyasın içini boşaltmaya çalışmışlardır. Genel bir kıyas metodunun varlığındansa istedikleri şekilde, nasların tek tek ele alınmasını gereğini vurgulamışlardır. Halbuki yukarıda da dile getirdiğimiz gibi müçtehidler bu konulara, bir bütünden (ayetler hadisler ışığında) bir metod çıkartarak bakmışlardır. Biz burada konunun derinliklerine girmekten kaçınacağız. Bu şekilde bu çevreler dinimizin sacayaklarından birini yıkmaya çalışmışlardır.
İkinci olarak da bu hain çevreler gözlerini icma kavramına dikmişlerdir. İcma, Sahabe’nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış ve fer’î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. İlgili çevreler aslında icma’ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmanın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle bir şeyin kabul edilemeyeceği gibi safsatalarla bu sacayağına da saldırmışlardır. Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen “ümmet” kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler. Bu sayede “insanlık dini” kavramını,“tüm insanlar kardeştir yalanlarını” istedikleri gibi yutturmaya çalıştılar.
Üçüncü aşamada sünnet olgusunu yıkmaya veya güvenleri sarsarak hadisler üzerinde şüphe oluşturmaya böylece zihinlerdeki algıları bozmaya çalıştılar. Çünkü mezhep imamlarının içtihadlarının büyük bir kısmı bittabi şeriatı getiren Hz.Muhammed Mustafa(s.a.v.)’ nın sünnetine dayanmaktadır. Bugünkü bilimsel (sözde) ve rasyonalist beyinlerine yatmadığı gerekçesiyle hadisleri çelişik diye yaftaladılar, bilimle bağdaşmıyor diye mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri uydurma olarak nitelendirdiler. Halbuki gözden kaçırdıkları nokta, bu kendini bilimsel zanneden beyinsiz takımı daha 40 sene öncesine kadar uzaya çıkılacağı söylense inanmaz geçerlerdi. Bu kafaya göre, şu an dünya çok ileri olduğu için tövbe haşa Efendimiz (s.a.v.)’in sünneti geri kalmış bir pozisyonda olsa gerek. İşte metot kabul etmedikleri daha doğrusu metotsuz oldukları için meseleleri bütün yönleriyle ele almadan “Kur’an’a aykırı hadis olmaz!” diye mütevatir dahi olsa hadisleri anlamadan sahihliğinin söz konusu olamayacağını dillendirdiler. Aslında 4’üncü aşamanın yani Kur’an aşamasının belkemiği de sünnettir. Zira, siz, bir ilahi kitap düşünün, bu kitabı getiren Peygamber (s.a.v.)’ den daha iyi bu kitabı kim tefsir edebilir, kim en iyi yaşayabilir, kim en iyi açıklayabilir?
İşte değerli Müslümanlar! Sünnet olgusunu da yıktıklarından, nihai amaç olan Kur’an’ın anlaşılmasında istedikleri gibi at koşturabileceklerdi. Nitekim bu düşünme özürlüler, yahudi-hristiyanı cennete mi sokmadılar, Kur’an açıktır herkes hüküm çıkarabilir mi demediler, Allah (c.c.) ‘ın kitabına aracısız ulaşalım mı demediler, fikir hürriyeti kavramınımı ortaya atmadılar? Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı. Oysa Kur’an’ın doğru anlaşılması ve tefsiri için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur’an’dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır. Nitekim, Kur’an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din! Din’de Mezheb’in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir.
Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah (c.c.)’ın dini hakkında söylediği her söz ve ileri sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir. Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir “kör gidiş”i ifade etmektedir.
İşte sevgili Müslümanlar merhale merhale, durumun mezheplerden buraya yani dinsizliğe getirildiği çok net bir şekilde anlaşılmıştır. Zira bunu anlamamak için art niyetli olmak gerekir. İşte merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî hazretlerinin bu sözünün nasılda haklı olduğu böylece ortaya çıkmış oldu. Allah(c.c.) bize tekrardan O’nun gibi alimler yetiştirmeyi nasip etsin. Selametle.
.
Mezhepler bidat midir? Peygamberimizin neden mezhebi yoktu!
Mezhep sözlük anlamı olarak” gitmek, izlemek, gidilen yol” demektir. Terim anlamı olarak ise, dinin aslî (inanç) veya fer’î (ibadet-muamelat) hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin (müctehid) ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem manasına gelmektedir.
Mezheplerin, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz döneminde olmaması gayet doğaldır. Efendimiz (S.A.V.) hayatta iken sahabeler arasında herhangi bir ihtilaf yoktu. Dinin usul ve füruunda sahabelerden bazısının anlamadığı bir mesele çıkarsa, Hz. Peygamber (S.A.V.)’e sorar, O da açıklardı.
Fakat Efendimiz (S.A.V.)’in vefatından ve bilhassa Hz.Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinden sonra çıkan ihtilaf ve fitnelerle birlikte ilk siyasi ve bidat mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu siyasi mezhepler dini kisveye bürünmüşlerdi.
Şunu belirtelim ki akaidde ihtilaf zararlıdır. Akaidde ihtilaf, bid’at ve sapıklığa götürür. Sapıklık da büyüdüğü zaman küfre kadar iletir. Akaidde ihtilaf, İslam ümmetinin birliğini bozar, dinde tefrika doğurur. Bu sebeple, sahabe ve bunlara güzellikle tabi olan selef âlimleri akaidde ihtilafı haram saymışlar ve buna asla cevaz vermemişlerdir. Çünkü ümmetin birlik ve dayanışmasını aynı iman esasları etrafında ittifak etmek sağlar. Kamil imanın müminleri birbirleriyle birleştirdiği kadar başka hiç bir şey birleştiremez.
Fıkıhtaki ihtilaflar, itikattaki ihtilaflar gibi bid’at ve delâlete götürmez. İtikadî ile amelî hükümdeki ihtilaf arasında büyük fark vardır. İslâm dininin akaidinde kesin delilsiz ihtilaf haram, bid’at ve dalalet sayılırken fıkhi meselelerde içtihadların farklılığı rahmet sayılmıştır. Böylece zaman ve mekânlara göre ümmete geniş imkânlar sağlanmış olur.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Muaz İbn Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken ona sordu. “Ne ile hükmedeceksin?” O da “Allah’ın kitabıyla” “-Onda bulamazsan.” Muaz: “Rasulullah’ın sünnetiyle hükmederim” dedi- “Bunların her ikisinde de bulamazsan ne yaparsın.” diye sorunca, Muaz: “O zaman re’yimle (görüşümle) içtihad ederim.” dedi. Rasulullah bu cevaptan memnun kalarak “Rasulünün elçisini, resulünün razı olacağı bir şeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun ” dedi.1 Böylece Rasulullah Kitap ve Sünnet’te hükmü bulunmayan meseleler hakkında ictihad etmesine izin verdi. Fakih sahabiler de Muaz b. Cebel’in yolunu takip ettiler.
Abdullah (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Müslümanların güzel gördüğü birşey, ALLAH katında da güzeldir”2 buyurmuştur.
Bu sebeple müslümanların dini varlıklarını temsil eden bütün müçtehitlerin bir mesele hakkında aynı görüş ve kanaatta bulunmaları, o mesele hakkında şer’an muteber bir delildir, bir hüccettir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, müctehidin içtihadında isabet ederse, iki sevap, iyi niyetle Allah rızası için yaptığı içtihadında hata ederse, bir sevap alacağını ifade etmiştir.3
Mezheplerin Kuruluşu
Hicri 1. yüzyılın sonlarından itibaren mezheplerin kurucuları, akaid ve fıkıhtaki görüşlerini beyan ederler, meselelerin hükümlerini açıklarlardı. Bunlardan okuyanlar ve yazanlar, sözlerini ve içtihadlarını duyan insanlar, bunların görüş ve açıklamalarına uyarlardı. Böylece bu zatların görüş ve içtihadları halkın anlayışlarında bir mezhep olarak yerleşip kalmıştır. Mezhep sahibi olan bu büyük âlim ve imamlar hiç bir zaman, biz bir mezhep kuruyoruz, bize uyunuz, diye halkı görüşlerine uymaya çağırmazlardı. Hükümdar, emir gibi kimselerin davet ve emriyle de bir mezhep kurmaya yeltenmemişlerdi.
Mezheplerin ortaya çıkışına neden olan sebepler olarak şunlar zikredilebilir:
İnsanların anlayış-zeka seviyelerin farklı olması; insanların arzu ve isteklerinin uyuşmaması; metod ve ölçülerin farklı olması, mesela mutezile aklı esas almış, ehlisünnet ise nakli esas alırken aklı destekleyici olarak görmüştür. Kuranda muhkem ve müteşahih ayetlerin bulunması, Müteşabih nasların belirlenmesi ve bunların tefsir ve te’villerinin ihtilafa yol açması; hadislerin, zabt edilme ve senedi konusunda konulan şartlar sebebiyle sahih, hasen ve zayıf kısımlarına ayrılması, zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği gibi meselelerin ihtilafa yol açması; Arapça’nin belagat ve gramerinin tüm incelikleriyle bilinememesi; hilafet çekişmeleri, ırkçılığın gelişmesi, fethedilen yeni yerlerde yeni kültürlerle karşılaşılması, örf ve adetlerin değişiklik göstermesi gibi nedenler mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır.
Mezhepler Bidat midir?
Bugün mezhepleri bidat olarak değerlendirmek doğru değildir. Bidat; bazı kimselerin dinde olmayan bir şeyi sonradan ortaya atıp bunu şer’î imiş gibi göstermeleri ve bununla Allah’a ibadeti kastetmeleridir.
“Asr-ı Saadet’te mezhep yoktu, binaenaleyh bid’attir” diyenler yanılgı içindedir. Asr-ı Saadet’te Mushaf (Kitap şeklinde Kur’ân) da yoktu. Mushafa da mı bid’at diyeceğiz? Mushaf Kitabullah’ın metninin, İlâhî nazmın tamamını bir araya getirmiştir; fıkıh mezhepleri de Kur’ân’ın ve Sünnetin hükümlerini bir araya getirmiştir. Hiçbir kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki kendi kafasından bir hüküm koyabilsin.
Mezhepler rahmettir
Bugün dört büyük mezhep, müslümanlar hakkında bir ilahi rahmettir. Bunlar dört temel delilden dini hükümleri çıkarmış, müslümanlara takip edecekleri yolu açıkça göstermişlerdir. Artık bunlardan her hangisinin mezhebine uyan bir Müslüman hak bir mezhebe intisap etmiş, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in yolunda bulunmuş olur.
Bu pek muhterem müçtehitlerin hepsi de dini meselelerin esasında ittifak etmişlerdir. Aralarında bir ayrılık yoktur. Ancak ikinci derecede bulunan bir kısım fer’î (ayrıntılı) meselelerde ihtilaf etmişlerdir. Fakat güzelce incelenirse görülür ki, bunların birçoğu da görünüşte bir ihtilaftan başka şey değildir. Çünkü bu meselelerin birçoğunda bu mübarek zatlardan biri, bir azimet ve takva yolunu, diğeri de bir ruhsat ve müsaade yolunu tercih etmiş, bu şekilde ümmet-i merhumenin önünde geniş bir rahmet sahası açık bulunmuştur. İşte Abdullah ibn-i Abbas (R.A.) den rivayet edilen Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin: “Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir.”4 hadis-i şerifi ile buna işaret buyrulmuştur.
Dinimizin bir ilâhî yönü, bir de insanların anladığı ve uyguladığı yönü vardır. Mezhep, bunlardan ikincisine karşılık gelmektedir. Dolayısıyla mezhep, bir veya birkaç meselede kendine has bir anlayış geliştirip başkalarına muhalefet eden kimsenin oluşturduğu basit bir olgu olmayıp İslâm’ı benimseyen bir zümrenin bütün fikir ve amel tarzları ile töre, âdet ve geleneklerinin bütününü ifade eder.
Bir Mezhebe Tabi Olmak Zorunluluk mudur?
Dinin temel kaynaklarından hüküm çıkarmaya gücü yetmeyen kimselerin bu işin ehli olan müçtehid kimselere tabi olması, Allah Teâlâ’nın kesin bir emridir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “…Eğer bilmiyorsanız, ehl-i zikre, bilenlere sorun.”5
Ayet-i Kerimede geçen “ehl-i zikir”den maksat âlimlerdir. Bu emirden de anlaşılmaktadır ki: Müminler, bilmediklerini bilenlere sormakla mükelleftirler. Bu nedenle herkes tabi olduğu mezhebe göre hareket etmeli ve bundan sorumlu olacağını bilmelidir.
Evet… Düşünmeli ki, müslümanlıkta ibadetlere, muamelelere ve diğer konulara âit ne kadar çok meseleler vardır. Bunların hükümlerini, Kur’an-ı Mübin ile hadis-i şeriflerden ve ümmetin icmâından bulup meydana çıkarmak öyle her müslüman için kolay birşey değildir. Bu pek büyük bir ihtisas işidir.
İşte bu yüksek müctehidler, bu vazifeyi sadece Hak Teâlâ’nın rızası için yapmış, müslümanlara lazım olan bütün meseleleri açıkça bildirmiş, her asırda milyonlarca ehli islama rehber olmuşlardır.
dipnot
(1) Ebû Dâvud; Akzıye:11; No:3592; 2/327; Tirmizi; Ahkam:3; No:1332; 3/62; Nesâî; Kuzat:11; No:5334; 8/230; A. b. Hanbel; 5/230
(2) Hakim, el-Müstedrek: 3/78, A,b.Hanbel, 1/379, Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, 9/112
(3) Buhari, el-İ’tisam, 21; Müslim, el-Akdıye, 6
(4) Deylemi, Firdevs; No:6497; 4/160; Ebû Nuaym, Hılyetü’l-Evliya;7/119
(5) Nahl Sûresi:43
.
Lise kitabında mezheb sayısı 5’e çıktı
Daha önce sizlere bazı gavurların itiraflarını aktarmıştık. Bu müsteşriklerin ortak gayelerinin İslam dinini tahrif etmek, Müslümanları boşluğa düşürmek olduğunu görmüştük. Bunun için de yapmak istedikleri en önemli şeyin “Farklı şeyler ortaya atarak Müslümanların kafalarını karıştırmak, Peygamberimiz ve ashabından bize ulaşan geleneksel İslam’ı bozmak” olduğunu öğrenmiştik.
Evet, bu gayelerini seri imalat ile piyasaya sürdükleri hoca kılıklı insanlar ile yapmaya çalışıyorlar. Ancak bu yeterli olmuyor…
İşte çocuklarımızdan başlamak istiyorlar…
MEZHEP SAYISI 5’E ÇIKARTILDI
Bu gün günümüzde Ehli Sünnet dünyasında kabul gören ve hak olan 4 ameli mezhep vardır. İmam-ı Azam (rahmetullahi aleyh) özellikle dinde söz sahibidir ve hükümlerin ekserisini o çıkartmış diğer mezhep imamlarına da yolu o göstermiştir.
Ameli yani fıkha taalluk eden meseleler İmam-ı Azam (r.a)’dan sonra sistemleşmiştir. Ondan önce sistematik bir şekilde bu konuların işlendiği ve yazıldığı söylenemez.
Bu şekilde fıkhi konuları sistemleştiren mezheplerden günümüze kadar 4 tanesi ulaşmıştır.
Ancak 11. sınıf ders kitaplarında bu mezhepler 5’e çıkartılıyor. Ve Şia’ya Caferiye maskesi geçiriliyor. Bunu meşrulaştırmak için de Cafer-i Sadık (Radıyallahu anh) alet ediliyor.
Bu son sayfada görüldüğü üzere önce Cafer-i Sadık r.a adı ile itikadi bir mezhep varmış gibi gösterilip sonra Şia’nın görüşüne yer veriliyor. Böylelikle “Caferiye” adı ile şiaya meske yapılıyor. Sapık şia inancı böylelikle burnumuzun dibine kadar girmiş oluyor.
Mezheplerin 5 sayılması ve şia propagandası dinini yeni yeni öğrenmeye başlayan okul çocuklarının aklını karıştırıyor.
Kafirlerin emelleri de büyük ölçüde bu şekilde gerçekleştirilmiş oluyor. Bunun Milli Eğitim kitaplarında olması ise bizleri kara kara düşündürüyor. Bundan öncede dinler arası diyalog ihanetine yer verilmişti.
—DERS KİTABINDA İSLAMİ KIYAFET DÜŞMANLIĞI
—DERS KİTAPLARINDA İSLAM DÜŞMANLIĞI
–LİSE DERS KİTABINDA DİNLER ARASI DİYALOG
www.ihvanlar.net
Mezhep bi’at mi? – Prof. Dr. Orhan Çeker
Özellikle bazı heyecanlı tipler sık sık “Mezhebler bid’attir, sonradan ortaya çıkmış türedi kurumlardır. Resulullah (a.s) zamanında yoktu” şarkısını söylerler. Bu söyleme göre sahabe toplumunda herkes kendisi Kitab ve Sünnetten hüküm çıkarıyor, kimse kimseyi taklid etmiyor. Dolayısıyla imam da, onu takip eden de yoktu. Yani tüm sahabe müctehid idi. Bu söylemleri özellikle ilahiyat fakültelerinde hatta hazırlık sınıflarında çokça dile getirirler ve her talebenin bizzat ictihad etmesini vurgularlar. Bu yaldızlı sinsi sözler genç kesime çok da hoş geliyor. Kıraat ve ilmihal öğretimi seviyesindeki genç bunları duyunca heyecanla kendisini müctehid görmeye başlıyor. Durumu sahabe toplumuna götürerek bu söylem ne derece doğruymuş test edelim:
Yukarıdaki iddiaya göre on binlerce hatta yüzbinleri aşkın sahabenin tamamı müctehid idi, içlerinde hiç mukallid yoktu. Halbuki bu iddianın sahabe toplumuna uyan hiçbir tarafı yoktur. Herşeyden önce ALLAH Hz. Adem’den bu yana tüm ferdleri müctehid olan bir toplum yaratmamıştır. Tüm ferdleri aynı derecede olan bir toplum eşyanın tabiatına terstir. Bunu belirttikten sonra gelelim sahabe toplumundaki duruma: Sahabe toplumunun nüfusu ne kadardı? Veda hutbesini baz alarak bir tahminde bulunalım: Veda hutbesinde bulunanlar için 100 ila 140 bin tahminleri vardır. Merhum Muhammed Hamidullah’ın nakline göre Veda haccına katılmayanlar katılanlardan daha fazlaydı. Buna göre nüfusu 250 ila 300 bin arasında tahmin edelim. Peki bu nüfusun ne kadarı ictihad etmiştir? Kaynaklar sahabe fukahasını ilk elde 7 kişi olarak sayar: Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Aişe, 3 Abdullah (İbn Mes’ûd,İbn Abbas,İbn Ömer) ve Zeyd b. Sabit. Ömründe tek ictihad bile olsa tüm ictihadda bulunan sahabe sayısı 20 tanesi hanımlardan olmak üzere 162’dir. Geri tarafı bu müctehidleri taklid etmişlerdir. Bu rakamlara göre sahabe toplumunda ictihad eden sahabe oranı yuvarlak hesap 1750 kişide 1 kişidir. Hatta adı geçen 7 kişiyi esas alırsak 40 binde 1 kişi civarında olur. Büyük çoğunluk teşkil eden sahabe bu az sayıdaki sahabe fakihlerinden soruyor ve onların dedikleriyle amel ediyorlardı. Demek ki sahabe toplumunda da imam/müctehid ve mukallid, ictihad ve çok büyük oranda taklid varmış.
Kimileri de “Ben şu kadar bin hadis biliyorum, kendim ictihad ederim” diyor. Bu kişiler şunu bilsinler ki hadis bilmek başka, ictihad etmek başka şeydir. Sahabenin hadiste 1 numarası Hz. Ebu Hureyre’dir ama Ebu Hureyre fıkıhta sonlarda yer alır. Hz. Ömer’den çok az hadis gelmiştir ama Hz. Ömer fıkıhta 1 numara arasındadır. İddia doğru olsaydı Ebu Hureyre fıkıhta da 1 numara olur, Hz. Ömer ise fıkıhta 1 numara olmazdı. Veda hutbesinde Peygamber Ef. (a.s) “Burada olanlar, olmayanlara (bu sözleri) duyursun. Muhtemeldir ki burada olmayanlar, olanlardan daha iyi anlamış olabilir” buyurmuştur. Bu söz çok açık ifade ediyor ki hadis ravisi hadisin ahkam yönünü müctehid kadar anlamamış olabilir. Öyleyse çok hadis bilmek çok ictihad etmeyi gerektirmemektedir. Buna sahabe toplumu şahiddir.
Şunu da ekleyelim: Sahabe hadisçileri (ravileri), sahabe fakihlerinin yaklaşık 10 katı daha fazladır. Yani sahabe toplumunda 1 fakihe karşı 10 hadisçi vardır. Bütün bunlar, sahabe toplumunda büyük oranda taklidin olduğunu hem de çok hadis bilmenin ictihad edebilmek olmadığını çok açık ifade etmektedir.
Son olarak: İctihad ve cihad İslam’ı ne kadar korudu ise taklid de o kadar korumuştur. Bilgisi olmayanın, İslam hakkında konuşmaması, bilene tabi olması İslam’ın fitnelerden korunması konusunda zarurettir. Alimlere ve mezheplere her kim düşmanlık yapıyorsa bilin ki onlar İslam’ı bozmak isteyenlere zemin hazırlıyorlar. Dua ve selam ile.
Vahdet Gazetesi
=> Sen de ücretsiz bir internet sitesi kurmak ister misin? O zaman burayı tıkla! <=
=> Sen de ücretsiz bir internet sitesi kurmak ister misin? O zaman burayı tıkla! <=
Mezhep nedir, İslâm’daki yeri nedir?
Mezhep, Kur’ân dili Arapça’da Z-H-B kökünden türetilmiş; “gidilen yol” anlamında bir mefhumdur. İslâmiyeti, yani, Kur’ân ve Sünnet-i Seniye’yi, “mekân, imkân ve şartlara” göre yaşamaktır. Bu ne demektir?
Mezhepler, müçtehid imamların kendi kafalarına göre düzenledikleri bir yol değildir. “Ahkâm-ı İlâhiye, mezheblere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir; hem, hak olarak değişir ve her birisi de hak olur, maslahat olur.”1
Meselâ, Kur’ân’da mealen, “O’na varmaya gücü yetenlerin Kâbe’yi tavaf etmesi, Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Her kim bu hakkı tanımaz ve haccı inkâr ederse, doğrusu Allah bütün âlemlerden müstağnidir, kimsenin ibadetine ihtiyacı yoktur.”2 buyurulur.
Acaba, Hacca kimler, hangi zaman periyotlarında gidecek? Herkes mi; her sene mi, ömürde bir defa mı? “Kara yoluyla mı, deniz yoluyla mı, hava yoluyla mı?” gitmek gerekir?
Hastayı tedavi etme yetkisi doktorun, evin planını çizme yetkisi mimarın, inşaat mühendisinindir. Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’yi yorumlama yetkisi müçtehid ve müceddidlerindir.
Bununla ilgili âyetlerden bazısının meali şöyledir: “Onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinlik ve istikamet sahibi olanlar ise biz buna inandık, hepsi Rabbimizin katından indirilmiştir.”3 o gizli hakikatleri te’vil ile izhâr eder, açıklar.
“Bilenlerle bilmeyenler bir değildir.”4
İşte, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye uzman olarak müçtehidler, Kur’ân ve Sünnete dayanarak, yani, aşağıda meallerini vereceğimiz âyetleri de nazara alarak; durum tesbiti yapmışlar; “mekân, imkân ve şartlara” göre farklı hükümler çıkarmışlardır: “Allah insana kaldıramayacağı yükü yüklemez”5
“Onun için gücünüz yettiğince Allah’a karşı gelmekten sakının”6
Bunları dikkate alan mezhep imamlarına göre; fakir değil; zengin olan zekât verecek, hacca gidecektir. Her sene meselesine, Hanefi, Şafii, Maliki “Ömürde bir defa”, Hanbeli’ye göre, Harem-i Şerif sınırları içinde oturanlar “Her sene!” hükmünü çıkarmıştır. Zira, Haremi Şerif sınırlarında oturmak bir nimettir ve bu nimetin şükrü her sene ziyaret edilerek eda edilecektir. Ve onlar için de bir zorluk yoktur.
İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheblere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir; hem, hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur.” 7
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,1999, s. 443. 2- Âl-i İmran Sûresi, 97. buyurulur. 3- Al-i İmrân Sûresi, 7. o gizli hakikatleri te’vil ile izhâr eder, açıklarlar. 4- Zümer Sûresi, 9. 5- Bakara Sûresi, 2/286. 6- Tegabun Sûresi, 64/16. 7- Bediüzzaman, Sözler, s. 447.
.
Cemaatlerden sonra sıra mezheplere mi geldi?
“Mezhepçilik fitnesi İslâm dünyasının içinde şu anda bizi ciddî mânâda yaralıyor… Bu çatışma niye? Bu çarpışma niye? Bizim bu mezheplerin üstünde bir dinimiz var; İslâm... İslâm’dan başka bir şey tanımıyoruz.”1
Bu ve benzeri fasit yaklaşımların en yüksek makamlardan seslendirilmesi esef verici, tehlikeli ve cidden vahimdir. “Çatışma”dan kaçalım derken, “mezhepsizlik kaosuna” yol açar. “İslâm’dan başka bir şey tanımıyoruz” demek; Ehl-i Sünnet vel-Cemaat’i de İslâmdışı görmek ve göstermektir.
Müslümanların yanlışları, hataları, kusurlarına bakarak İslâmiyetten çıkamayacağınız gibi; mezhepler arası çatışma, hata ve kusurlara bakarak da Ehl-i Sünnet vel-Cemaat’ten de çıkamazsınız.
Güya çatışmaları bahane ederek, “İslâm’dan başka bir şey tanımıyoruz” demek; dört (hak mezhepler on iki idi; dördü, insanlığın ihtiyaçlarını karşıladı, diğerlerinin etbaı kalmadı) mezhepten kurtulup, insanlar adedince mezhebe, çatışmaya, kaosa çanak tutmaktır.
Aslında mezhep çatışmaları, bizatihi mezhebin kendisinden kaynaklanmaz. Zira, kimi zaman aynı mezhep, aynı tarikat, aynı ekol, aynı grup, hatta aynı parti, hatta aynı aile fertleri arasında çatışmaların çıkması başka sebepler, saikler rol oynadığını göstermiyor mu?
Mezhep çatışmaları, ekseriyetle “cehalet, taassup, garaz, millî intikam duyguları, iktidar/çıkar, dahili ve harici manipulasyonlardan” kaynaklanır.
Buyurun, aynı mezhep, aynı partiden olduğunuz halde, bir camianın önderi için, “Duâ ve emirlerinizi bekliyorum! Beraber yürüdük biz bu yollarda! İste, ne istersen vereyim! Gel artık, bitsin bu hasret!” derken…
O da, “Mezardan adam kaldırıp sana destek olurken…” ne oldu da, “Kimse başkasının günahını yüklenmez” hakikatini dinlemeden; masum, mazlûm, haklı-haksız, suçlu-suçsuz ayırt etmeden, “Paralelci, hain, örgüt lideri, virüs, yalancı peygamber, sahte veli, vampir, çete, taşeron, ajan, haşhaşi, casus, maşa, terörist, ininize gireceğim!” diye çatışıyorsunuz!
Demek ki, çatışmanın sebebi, mezhep değil; “iktidar, güç, çıkar ve harici cereyanların, ifsat komitelerinin” manipülasyonlarıdır!
Hani, “Bu çatışma niye? Bu çarpışma niye? Bizim bu mezheplerin üstünde bir dinimiz var; İslâm... İslâm’dan başka bir şey tanımıyoruz.” diyorsunuz!
Bu saldırma, yıldırma, sindirme ve “çatışma niye?
Cemaatlerden sonra sıra mezheplere mi geldi?
Dipnot:
1- İmam Hatip Gençlik Buluşması konuşmasından / Yeni Asya/28 Nisan 2016.
Bir mezhebe uymak şart mıdır?
Soru: Mezhebleri inkâr eden Abduhçu biri, "Peygamber ve Sahâbenin mezhebi var mı? Bir mezheb imâmına ve hadîse uymadan Kur'âna göre amel ederim." diyor. Bir mezhebe uymak lâzım değil mi?
Cevap: Mezheb imâmı demek, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplıyan kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek meydâna çıkaran derin âlimlerdir. Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid ve mezheb imamı idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imâmlarımızdan daha üstün idi. Mezhebleri daha kıymetli idi. Fakat, bunlar kitablara yazılmadığı için,. mezhebleri unutuldu.
(Peygamberin, sahâbenin mezhibi nedir?) demek, (Ordu kumandanı, hangi bölüğün eridir?) veya(Fizik öğrenmeni, hangi sınıfın talebesidir?) demeye benzer. Çünkü sahâbenin her biri bir mezheb imâmı, hattâ mezheb imâmlarının hocaları idi. Resûlullah efendimiz de kâinatin hocası idi.
Sünnete Uymanın Önemi
(Mezhebe, hadîse uymam) demek (Kur'âna uymam) demektir. Zira Hak teâlâ buyurdu ki:
(Resûle itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur.) [Nisâ 80]
(Peygamberin emrine uyun, nehyettiğinden sakının.) [Haşr 7]
(İndirdiğimi insanlara beyân edesin, açıklayasın) [Nahl 44]
Beyân etmek, âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Âlimler de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklıyabilselerdi ve Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, (Sadece sana vahy olunanları teblîğ et.) derdi. Ayrıca beyân etmesini emretmezdi. (Huccetullahi alel'âlemîn)
Sünnet [hadîs-i şerîler], Kur'ân-ı kerîmi, mezheb imâmları da sünneti açıklamışlardır. Âlimler de, mezheb imâmlarının sözlerini açıklamışladır. Hadîs-i şerîfler olmasaydı, namazların kaç rek'at olduğu, nasıl kılınacağı, rükü' ve secdede okunacak tesbîhler, cenâze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisâbı, orucun, haccın farzları, hukûk bilgileri bilinmezdi. Ya'nî hiç bir âlim, bunları Kur'ân-ı kerîmden bulup çıkaramazdı. Bunları peygamber efendidimiz açıklamıştır. Sünneti müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhebler meydana çıkmıştır. Peygamberimiz de bu âlimlere uymamızı emrediyor:
(Kur'ân-ı kerîme tâbi' olmak, hepinize farzdır. Onu terk etmek için hiçbir özür olamaz. Kur'ân-ı kerîmde bulamadığınız işlerde, sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshâbımın sözüne uyunuz.)[Beyhekî]
(Âlimlere tâbi' olun!) [Deylemî]
(Âlimler rehberdir.) [İ. Neccâr]
(Bize yalnız Kur'ândan söyle!) diyen birine, İmrân bin Husayn hazretleri: (Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rek'at olduğunu bulabilir misin?) dedi. Hz. Ömer'e, farzların seferde kaç rek'at kılınacağını Kur'an-ı kerjmde bulamadık dediklerinden, (Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Kur'ân-ı kerîmde bulamadığımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek'at farzları iki rek'at kılardı. Biz de, öyle yaparız.) buyurdu. (Mîzân-ül-kübrâ)
(Mezhebe uymam Kur'ânla amel ederim.) demek, (Kanunlara uymam, yalnız Anayasa'ya göre hareket ederim.) demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasa'da bütün hükümler, bütün cezâlar bildirilmemiştir. Anayasa, kanunlara havâle etmiştir. Kanunlardan başka tüzükler, yönetmenlikler de çıkmıştır. (Anayasa varken, kanına lüzum yok.) demek ne kadar yanlış ise, (Kur'ân varken, mezhebe lüzum yok.) demek, bundan daha yanlıştır. Kur'ân-ı kerîmi hadîs-i şerîfler, hadîs-i şerîfleri de mezheb imâmları açıklamıştır. Kanunlar, Anayasa'nın gösterdiği istikamette hazırlanmış, mezhebler de, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği istikamette teşekkül etmiştir.
Hiç kimse, (Madem, mezheb, kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. Ben de açıklar bir mezheb kurarım.) diyemez. Çünkü bir kimsenin (Mâdem doktor olmak, tıp kitâbı okumaya bağlıdır. Kimyager olmak için de kimya kitabı okumak kâfidir.) diyerek eline aldığı bir tıp ve kimya kitabı ile doktorluk yapmaya,ilâç imâl etmeye kalkışması ne kadar gülünç ise, (Ben de Kur'ândan, hadîsten hüküm çıkarırım) demek daha gülünçtür.
(Ben İslâma göre hareket ederim, mezhebe uymam) demek, (Ben devletin emrine uyarım. Fakat, kanunu, polisi, hâkimi dinlemem.) demeye benzer. Çünkü İslâma uymak demek, dört hak mezhebden birine uymka demektir. İslâm yarı, mezheb ayrı değildir.
Mezheplerin lüzumu
Bir müctehidin ictihâd ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshâb-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf ma'rifetlerinde birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepisini, Resûlullahın kalblere işliyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veya çok farlı idi.
Tâbiînin ve Tebe'i tâbi'înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehilerin ve Eshâb-ı kirâmın mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin îmânları Eshâb-ı kirâmın ortak olan îmânıdır. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. Îmânları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerine din kardeşi bilirler. Birbirlerine severler. Birbirlerine uymıyan işlerinde, zarûret olunca, birbirlerini taklîd ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, peygamberimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman, vücûd yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbâdetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar.
Allahü teâlâ dileseydi, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, herşey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsıl olmazdı. Kıyâmete kadar, dünyanın her yerinde, her müslümanın tek bir nizâm olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.
Peygamberimizin yolu, Kur'ân-ı kerîm ile hadîs-i şerîfler ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîka, bir de, İcmâ'-ı ümmet vardır ki, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi'înin sözbirliği olduğu, R.Muhtâr'da yazılıdır. Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihâdları arasında icmâ' hâsıl olursa, bu icmâ'a da inanmak lâzımdır, innamıyan küfre girer. (Mektûbât c.2, m. 36)
İslâm âlimleri yanlış birşey üzerinde ittifakta bulunmazlar. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez.) [İ.Ahmed]
Bu dört vesîkaya Edille-i şer'ıyye denir. Bunların dışında kalan herşey bid'attir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:(Ümmetim yetimşüç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır.) [İbni Mâce]
Bu ayrılık, usûlde, îmânda olan ayrılıktır. Eshâb-ı kirâmdan sonra, yeni müslüman olanlardan bir kısmının îmânıları bozuldu. Eshâb-ı kirâmın doğru îmânından ayrıldılar. Dalâlet fırkaları meydâne geldi. Bu bozuk fırkalara, bid'at fırları denir. Bunlar, ba'zı nassları te'vîl ederek yanıldıkları için kâfir değildir. Fakat, islâmiyyete zararları, kâfilerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler. Harp ettiler. Çok müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar.
Bid'at fırklarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır. Dört mezheb, birbirlerinin doğru yolda olduğunu söyler ve birbirini severler. Bid'at fırkaları ise, müslümanları parçalamaktadır. Bu dört meshebin birleştirilemiyeceğini, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheblerin birleştirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, islâm dinini kolaylaştırıyor.
Doğru yol nedir?
Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki:
(Ey îmân edenler! Allah'ın dinine sarılın. Birbirinizden ayrılmayın!) [Âl-i İmrân 100]
Ebüssü'ûd Efendi hazretleri burayı açıklarken, (Ehl-i kitabın parçalandığı gibi parçalanıp da doğru îmândan ayrılmayın! Câhiliyye zamanında birbirleriniz ile dövüştüğünüz gibi bölünmeyin!) buyurdu. Doğru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân olduğunu, Peygamberimiz haber verdi. O hâlde, Ehl-i sünnette birleşerek, kardaş olmaları, birbirini sevmeleri lâzımdır. Müslümanların bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i kerîmeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, birer kardeş olduğumuzu bilip birbirimizi severek, dünyanın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyada râhata, huzûra, âhırette de sonsuz saâdede kavuşuruz. Düşmanlarımızın ve câhillerin ve sömürücelerin, kendi çıkarları için söyledikleri yalanlara aldanıp, bölünmemeye çok dikkat etmeliyiz! (Hadîka s. 696)
Mezheb ve rahmet
Allahü teâlâ ve Resûlü, mü'minlere merhamet ettikleri için, ba'zı işlerin nasıl yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmıyanlar günâha girer, kıymet vermiyenler de kâfir olurdu. Mü'minlerin hâli güç olurdu. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek lâzım olur. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlıyabilenlere, Müctehid denir.
Dört mezhebin hâli, bir şehir halkının hâline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanûnda bulunmazsa, o şehrin eşrâfı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanûnun uygun bir maddesine benzetip yaparlar. Ba'zan uyuşamayıp, ba'zısı devletin maksadı, beldeleri tamîr ve insanların râhatlığıdır der. O işi, re'y ve fikirleri ile, kanûnun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefîlere benzer.
Ba'zıları da, devlet merkezinden gelen me'mûrların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır, derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Ba'zısı ise ifâdeye, yazının gidişine bakıp, o işi yapma yolunu bulur. Bu da, Şâfiîye benzer. Bir kısmı ise, kanûnun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer.
Dört doğru yol
İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanûna uygun olduğunu söyler. Kanûnun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kanûndan ayrılmaları, kanûnu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanûna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işte, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezheb imâmı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar affolur. Hattâ sevâb kazanır.
Dört mezhebden başkasına uymak câiz değildir. Bu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi'înin mezheblerini küçümsemek değildir. Çünkü, Eshâb-ı kirâmın ve başkalarının mezheblerini tam olarak bilmiyoruz. O mezhebleri de bilseydik, onlara uymamız da câiz olurdu. Çünkü, hepsinin mezhebleri doğru idi. Dört mezheb, tam bilindiği ve kitabları her yere yayılmış olduğu için, her müslümanın yalnız bunlardan birine uyması lâzımdır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, (Bir mezhebe tâbi olmıyan mülhid olur.) buyuruyor. (Mebde ve Mead)
Kur'ân-ı kerîmdeki; (Allah'ın ipine sarılın!) emri, (Fıkh âlimlerinin, mezheb imâmlarının bildirdiğine uyun!) demektir. [Tahtâvî (Dürr-ül muhtâr) hâşiyesi, zebâyih kısmı]
Mezheb değiştirmek
Dört mezhebin imâmları ve onları taklîd eden âlimler, her müslümanın dört mezhebden dilediğini taklîdde serbest olduğunu ve bir mezhebden başka mezhebe geçmenin câiz olduğunu ve harac, sıkıntı olduğu zamanlarda, başka mezhebin taklîd edileceğini bildirdiler. Allahü teâlâ, mü'minlerin dört mezhebe ayrılmalarını ve bunun, kulları için fâideli olacağını ezelde takdîr ve irâde buyurdu. Amelde mezheblere ayrılmaktan râzı olduğunu bildirdi. Râzı olmasaydı Resûlü, bu ayrılığın rahmet olduğunu bildirmezdi. İ'tikâdda ayrılmayı yasak ettiği gibi, amelde ayrılmayı da yasak ederdi. (Mîzân)
Resûlullah, Kur'ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, ya'nî kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullahın vârisleri olan mezheb imâmlarımız, hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullaha tâbi' olarak, mücmel olanı açıklamışlardır.
Bilinen dört imâm zamanında, başka mezheb imâmları da vardı. Bunların da mezhebleri vardı. Fakat, bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. (Hadîka)
Ehl-i sünnetin dört mezhebinin îmânları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında hiç fark yoktur. Ayrılıkları yalnız ameldedir. Bu da, müslümanlara bir kolaylıktır. Her müslüman, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklîd eder. Her işini, seçtiği mezhebe göre yapar. Müslümanların, dört mezhebe ayrılmaları, Allahü teâlânın rahmetidir. Bir müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir zahmet, bir meşakkat hâsıl olursa, başka bir mezhebi taklîd ederek, bu işi kolayca yapar.
Alıntı:Medineweb