- 29 Haziran 2015 Pazartesi
Her ne kadar Cuımhuriyet Halk Partisi’nin adında Halk varsa da, halk hareketleriyle bağlantılar kurmak için çabalayıp dursa da herhangi bir halk hareketinin ürünü olmadı. Ne var ki, dün de bu gün olduğunca, seçkinleri, toplumda kendilerini ayrıcalıklı sayanları devşirmeyi pek bir güzel başadı!
CHP ilk kurulduğu tarihten, tek parti diktatörlüğünü sürdürdüğü yılların sonuna değin kendini Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin (ARMHC) devamı olarak tanıtmak için çabaladı hep. Ama partiyle Cemiyet arasındaki tek bağlantı Mustafa Kemal’di; nun ölümünden sonra da CHP, “vatanı kurtaran, cumhuriyeti kuran parti” teranesini ağzından düşürmedi.
CHP’nin üstlendiği görev bu topraklarda bağımsız bir Türk Ulus-Devlet kurulmasına öncülük etmekti; o kadar. Cumhuriyet düzeni, ulus-devlet olmanın gerektirdiği yeni siyasi bağlılıklardan ve değişik köken ve kültürlerden gelen insanları tek kimlik altında barındırmak zorunluluğundan ortaya çıktı. Ancak ortada temel bir sorun vardı. AMRHC’de de bu sorun 1918-22 yılları arasında sıkça tartışılmıştı. Bu da, Muhafazakarlarla Modernciler arasında kimi zaman büyük kavgalara neden olan “Ulus” kavramından kaynaklanıyordu. Tarafların anlaştığı tek konu Türklerin etnik bir kimlik, tek dil ve kültür yapısı içinde yaşaması ilkesiydi. Önceleri bu iki farklı görüş Türk ulus-devletinin ekonomik anlamda güçlü, bilim ve teknolojinin bütün araç ve gereçleriyle donatılmış olmasından yanaydı. Ancak sonraki yıllarda, CHP’nin başını çektiği Modernciler, az gelişmişliğin din, gelenek ve tarihe bağlılıktan kaynaklandığını açıkca öne sürmeye başladı. Muhafazakarlarsa geçmişle bütün bağları koparmanın, kökleri olmayan bir toplum yaratacağı kaygısını taşıyorlardı. Yani, Cumhuriyet Halk Fırkası sür-git dile getirdiklerince Cumhuriyeti bir başına kurmamıştı. Moderncilerle Muhafazakarların el ele vermesi, uzlaşması sonucu kuruldu cumhuriyet düzeni. Özetle, CHP Batı türü bir Ulus Devlet çerçevesinde bir modernleşme çizgisine kurumsallaştırmak amacıyla kuruldu!
Muhafazakarlar toplumun temel kimliği ve tarihsel süreklilik duygusunun korunması koşuluyla cumhuriyetin sadık destekçisi olmayı sürdürdü. Derken, 1930’lu yıllarda CHP, kendine özgü bir sınıf oluşturdu. Parti üyeleri ve ayırımcı bürokratlardan oluşan bu “sınıf” kendine özgü bir seçmen kitlesi de oluşturdu. Bu seçmen kitlesinin uzantıları bu gün de varlığını koruyor: “Atatürk’ün Askerleriyiz” deyişiyle sokağa çıkan, benden sonra tufan düşüncesiyle iktidara sarılabilmek için ömür boyu savunduğu her türlü düşünce ve inançtan vaz geçebileceğini son seçimlerde kanıtlayan bir yarı aydın kitlesi bu seçmen. Kısacası daha önce de Cumhuriyet Toplantıları düzenleyenlerle tek parti diktasına omuz verenler arasında çok büyük bir fark yok. Fark 1930’lardaki seçmen klitlesinin bilinçli bir biçimde ideolojik inanç, kişisel çıkar ve Milli Şef’e bağlılıktan kaynaklanmasıdır. Günümüzde CHP’ye oy verenleri sandığa götüren başlıca dürtü anlamsız ve temelsiz bir korkudur. Kadınlar zorunlu olarak kapanacaklarından korkarken erkekler din devleti bağlamında, bu gün var olan ayrıcalıklı konumlarını yitirecekleri kaygısını taşımakta ki bu korkular hepten temelsiz ve anlamsızdır. Dahası bu gün CHP, Mustafa Kemal gibi tarihsel koşullardan çok iyi yararlanmayı bilen, kişisel çekiciliği (karizması) neredeyse eşsiz bir önderden yoksun. Üstelik cumhuriyetin kurulmasına uzanan yolda tarihsel koşullar çok elverişliydi; toplum ulus-devlet yapısına karşı çıkmadıysa da dinsel ve tarihsel bağlantılarının koparılmasına içerledi ve 1950’de bu bağlantıların yeniden kurulabileceğini ima eden Demokrat Parti’yi yürekten destekledi. Çaresizlik içinde CHP yıllarca bocaladı ve 1965’de merkezin solunda, devletçi bir siyasette karar kıldı. Ve partinin 1935’den bu yana temel inancını oluşturan Kemalist milliyetçilikten vaz geçmesi bürokrasideki destekçilerinden kopmasına neden oldu.
CHP çok zor bir dönemde Türkiye’ye rehberlik etmesi amacıyla kurulmuştu. Ancak bu zorluklar ortadan kalkınca partinin varoluş nedeni de sona erdi. Gene de siyasal yaşamını sürdürdü, kendince modern siyasetin bir çerçeveye oturtulması için çabaladı. kamuoyunun desteğini almaya çalışırken gerçek bir toplumsal ve siyasal kimlik kazanamadı. Çeşitli sularda dolandı durdu, başı derde girdikçe, oy alamadıkça hep Mustafa Kemal’in arkasına saklandı. Bu günse hepten dağınık, hepten şaşkın, İktidar olmak için her yol ve yönteme baş vurmaya da hazır. (Meraklısına Not: Kemal Karpat/ Siyasal Düzenin Evrimi’ni okumanızı öneririm.)
Tutucu bir siyasi parti isteyen CHP’ye oy versin!
- 11 Mayıs 2015 Pazartesi
Muhafazakar ya da tutucu parti ne yapar? Algıya göre ömürler boyu avucuna hapsettiğini bırakmaz, sür-git geçmişte yaşar değil mi? Taşüstüne taş koymaz, geçmişle övünür, geleçekle ilgil ne bir söylemi ne de bir eylemi vardır değil mi? Yani bırakın olduğu yerde saymayı, geri geri yürüyerek çağdaşı yakalayacağını sanar bu siyasi kafa! Şimdi de gelin sol olarak tanımlana partilere bir bakalım. Darbesiz, muhtırasız, andıçsız yılların rahatça devrilerek gidebildiği ülkelerde, sol parti emekten yanadır; yoksulun hakkını savunur, toplumcu görüşlere bel bağlar, anamalcılıkla yani kapitalizmle savaşır. Sosyalist partilerin hamuruna su katılmışlarınaysa sosyal demokrat denir kabaca. Sol partiler yapılanmaları ve de inançları doğrultusunda sendikaları, toplumsal özgürlükleri, herkese eşit eğitim-öğretim hakkını savunur; barıştan, emekten yanadırlar. Toplumsal adaletse sosyal demokratların su içtiği pınardır.
CHP bu özelliklerin hiçbirini benimsemez, bunlarla ilgili bir siyasi görüş ortaya koymaz. Dahası solcu bilinenleri değil, yıllar yılı sağda siyaset yapanları partisine buyur eder, böylece seçim kazanacağını sanır! Sol parti askeri darbelerin karşısına dikilir değil mi? CHP’nin kurucu başkanı Mustafa Kemal, üniformalı adamı siyasetin kapısından içeri sokmaz, Meclisin kapılarını yüzüne kapatır. Partinin üçüncü genel başkanı Bülent Ecevit darbeyi, askerin başına buyruk davranışını eleştirir ve hapse atılır. Amma onların mirascısı, kasetle genel başkanlık koltuğuna oturanıysa gün gelir darbe amaçlı kurulduğu öne sürülen örgütlere üye olabilmek için adres sorar! Molotof kokteyli atanlara arka çıkar, ülkenin polisine söver sayar! Yani? Yani günümüz CHP’si ne Atatürk’ün ne de Ecevit’in partisidir artık. Bunu yazın bir kenara!
Anketlere göre, zengin, eğitimli, kentli seçmen CHP’ye oy atıyor. Tutucu, devletçi, seçkin, sözde modern insanların oy verdiği, kapitalizmin kurumu TÜSİAD’ın yoldaşı bir parti solcu olabilir mi? Bakınız, CHP’nin salt seçmeni değil siyasetçileri de seçkin ailelerden gelir. Gülsün Bilgehan Hanımefendi, İnönü’nün torunu olduğu için rahatça milletvekili seçilir. Prof. Dr. Hurşit Güneş Beyefendi’yse nice meziyetinin yanısıra bileğinin gücüyle dış işleri bakan katına çıkan babası rahmetli Turhan Güneş olmasa, siyasetin kapısından içeri bu kadar kolay girebilir miydi? Tek parti diktatörlüğünü kuran ve de ona hizmet veren ailelerin çocukları, torunları TBMM’ye vekil olarak giriyor rahatça CHP kanalından değil mi! Bu mu solculuk? Bu mu sosyal adalet?
“Partililerin yüzünü bile görmediği, seçmenleriyle oturup birkez olsun dertleşmemiş bir kişi, nasıl bir siyasi partinin genel başkan yardımcısı seçilir?” diye partinin il, ilçe örgüt üyeleri aralarında fısıldaıp dursunlar, kime ne? Kime dert? Bırakın halkı birbirlerini dahi tanımayan insanların CHP yönetiminde yer alması için Kemal Beyefendinin kulağına kimler fısıldar acaba, bilen vardır mutlaka. Teknokrat oldukları öne sürülen bir küçük beyefendiler ve de ham’fendiler heyeti nasıl oluşturuldu Atatürk’ün partisi’nde? Halktan yana mıdır bu parti dedin? Üniversitede, 28 Şubat sürecinde, merdiven altında 193 kız öğrenciye “telkin yoluyla” başını açtıran ve de bununla övünen Prof. Dr. Nur Serter hanımefendi mi halkçı; o mu solcu, o mu bu halkı düşünüyor, saygı duyuyor insanların bireysel tercihlerine, inançlarına! Neyse bu kez aday olmayacak. CHP’nin ön aday seçimlerinde aldığı üç avuç oy sonucu 25. sıraya oturunca bastı istifayı ve evine gitti. Yani CHPliler bile sonunda en azından bir gerçeği gördü.
Bakınız,eğer bu seçimlerde tutucu, kendi pişirip kendi yediği tek parti diktatörlük çorbasının hala tadına doymamış, dediğim dedik kestiğim kestik diye düşünen bir siyasi parti arıyorsanız, aman hiç durmayın oyunuzu CHP’ye verin lütfen!
Çok partili demokrasiyi CHP getirdi!’
- 20 Nisan 2015 Pazartesi
Demokrasi sözcüğü ilk dillendirilmeye başladığında, Anadolu “demirkırasi gelecek; dertler bitecek” deyişiyle bu, ne olduğunu henüz tam anlamıyla kestiremediği kavrama yakın durdu. Savaş bitmiş, Amerikan Genelkurmay Başkanı George Marshall’ın soyadını taşıyan Marshall Planı açıklanmıştı Washington’da Haziran 1947’de açıklanan bu planın birbirini tamamlayan üç amacı vardı: Avrupalıların kendilerini toparlamalarına yardımcı olmak, Amerikan sanayii için ihracat pazarlarını geliştirmek ve komünizmin yeşerdiği yoksulluk bataklıklarını kurutmak.
İnönü, ABD’nin siyasal ve askeri desteğiyle Marshall Planı’ndan yararlanmak için, Amerikalıların o yıllarda, çok önem verdiklerini her fırsatta söyledikleri demokrasi ve serbest girişime titizlikle uymanın gereğini kavramıştı. Yani demokrasinin ufukta belirmesinin en önemli nedeni batının yani ABD’nin desteğine duyulan ihtiyaçtı. Yoksa milletin özgürlük isteğiymiş, demokrasiye inançmış, serbest girişime destekmiş... Bunlar işin kenar süsü bile değildi!
İnönü ABD’den gelen işareti almış, henüz savaş bitmeden, 1 Kasım 1944 Yasama Yılı açış nutkunda Türk siyasal düzenin demokratik parlamenter niteliğinden söz etmişti. Daha sonra, 19 Mayıs 1945’de İnönü düzeni daha demokratik kılmak için sözler verdiyse de bunların neler olacağını açıklamadı. Derken Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu meclise sunuldu. Türkiye o tarihte hala küçük çiftçiler ülkesiydi. Toprak sahipliğinin yüzde 99.75’i beş yüz dönümden az küçük çiftliklerden oluşuyordu. Zengin tarımsal bölgelerde en çok elli dönümlük mülk vardı. Yaklaşık 3 milyon köylü ailesini yaşatacak yeterli, ekilebilir toprak devletin mülkündeydi. Söz konusu yasa Mayıs 1945’te meclise sunuldu ve kullanılmayan devlet arazilerini topraksız çiftçiye dağıtmayı amaçlıyordu. Yasanın 17. maddesi yoğun nüfusu olan bölgelerde 200 dönümden fazla toprağa sahip olan çiftçilerin arazilerinin dörtte üçünü kamulaştırmayı öngörüyordu. Ayrıca köylüye de yirmi yıllık faizsiz borç verilecekti.
Bu yasanın tartışılması cumhuriyet tarihinde ilk kez hükümetin çok sert bir biçimde eleştirilmesine neden oldu. Yasaya karşı çıkanlar 17. maddeye yoğunlaşıyor, bunun mülkiyet güvenliğini felce uğrattığı, yatırımlara sekte vuracağı, hükümetin çiftçiye tohum, traktör, pulluk gibi araç gereç sağlamak gibi bir niyeti olmadığından bu yasanın verimsiz tarıma neden olacağını söyledi. Ancak hükümet bunları tartışmadı bile ve “ya bu yasa geçecek ya geçecek” tavrıyla yaklaştı konuya. Adnan Menderes önderliğinde muhalefet de ülkede demokrasinin olmadığını söyledi meclis kürsüsünden. Demokrasi elbette yoktu da, bu gerçek ilk kez sözlü bir tokada dönüşüp hükümetin suratında patlıyordu. O güne kadar İnönü “demokrasinin hem en alası hem de en hası bizde var”, dedikçe Milli Şefin sadık bendeleri onu ayakta alkışlamıştı! Sonunda yasa kabul edildi; hem de oy birliğiyle. İşte bu, CHP’de son yıllara değin egemen olan disiplinin açık bir göstergesiydi. Ancak 7 Haziran’da Menderes, Celal Bayar, Refik Koraltan ve ünlü tarihçi Fuat Köprülü CHP grubuna demokrasinin kurulmasını isteyen ve Dörtlü Takrir diye bilinen önergeyi sundu. Bu önerge savaş sonrasındaki örgütlü siyasal muhalefetin başlangıç simgesi oldu!
İşte, Anadolu’nun kendine özgü vurgusuyla Demirkırasi ufukta belirmişti.... Belirmişti de ona ulaşmak için daha 60 yıl geçmesi gerekecek, demokrasi kan ve gözyaşı dolu ve belirli aralarla kesilecek, atanmışlar seçilmişleri içlerine sindiremeyecek Jakoben alışkanlıklarından vazgeçmeyeceklerdi. Hala da vazgeçtiklerini söylemek mümkün değil. CHP yıllar yılı bir tür “kamçılı medeniyet” uyguladı bu ülkede adına da cumhuriyet dedi. Ve hala “ülkeye demokrasiyi biz getirdik” diyebilecek kadar da rahat nutuk atabiliyor seçim meydanlarında. Hayret ki ne hayret!!
CHP’de lider fakirliği
- 01 Aralık 2014 Pazartesi
Şöyle bir düşünelim: CHP’nin kurucusu ve ilk genel başkanı Atatürk’ten bu yana kaç Genel Başkanı oldu?
Gerçek anlamda sadece üç; KıIıçdaroğlu’ysa dördüncüsüdür.
Siyasetin çöpe atıldığı asker postalının ülkeye egemen olduğu dönemleri bırakalım dağınık kalsın. Ve tabi 12 Eylül sonrasında, Evren Paşamızın yüksek müsaadeleriyle kurulan Ncdet Calp-Halkçı Parti dönemini saymayalım. Hikmet Çetin ve Altan Öymen’in genel başkanlıklarını da dikkate almayalım. Çünkü bu çok değerli kişilerin genel başkanlık süreçleri, birleşme-istifa-kapatma gibi dönemlerin zorunlu ve yapay değişiklikleridir. Halkta hiç bir karşılığı yoktur, tabandan kabul görmez, kapalı kapılar ardında eş-dost-ahbap ilişkileriyle alınmış kararlardır.
Hikmet Çetin, Altan Öymen, Cevdet Selvi, Murat Karayalçın çok değerli insanlardır ancak kitleleri şahlandıracak, harekete geçirecek, heycanlandıracak lider kimliğine sahip değillerdir. Rahmetli İsmail Cem çok beyefendi bir insandı. Kültürlü, kibar bir beyefendiydi. Ancak halk onu bağrına basmadı.
Gazeteci-yazar Murat Edin, rahmetli Cem’in parti lierliğine soyunduğu dönemde bir seçim gezisini anlatır, “CHP Nasıl Kazanır?” adlı, müthiş tespitlerle dolu kitabında: “İstanbul’un uzak bir semtinde bir kahveye girip ahaliyi “merhabalar” diyerek selamlamış, kendisine yönelik iltifatlara “çok mersi” karşılığını vermişti. Vatandaşın elini sıkarken tavırlarını Türk filmlerinde yanında çalışan işçilere yapmacık tvırlar sergileyen jönlere benzetmiştim. O gün anlamıştım İsmail Cem’den lider olmayacağını.”
“Geleceğin büyük önderi” olarak millete sunulan Kemal Derviş gibi. Derviş ABD’den kurtarıcı olarak getirildi; ekonomide aldığı önlemler kendisinden sonra da yıllarca geçerliliğini korudu ancak ondan bir siyasi parti lideriliğini beklemek hayaldi.
CHP solculuğu dil pelesenki yaptı yıllar yılı. Ama hiç bir genel başkanı “solcu” olmamış, emek yoğun geleneğin anlamını kavramamıştır. CHP ordunun siyaset üzerindek, gölgesinin sürmesini, Türkiye için bir zorunluluk olarak gören düşüncenin devamıdır sadece. Köklerini devlet geleneğinden alan bir siyasi oluşum, halkın isteklerine kuşkuyla yaklaşır. Halka kuşkuyla bakan bir siyasi kadronun da halktan beslenmeyeceği ve halkın içinden gelen yeni liderler yetiştiremeyeceği kesin değil midir?
CHP’nin “değişmez genel başkanı” rahmetli İsmet İnönü devleti kuran kadronun tepesinde , sosyal demokrasiye teğet dahi geçmeksizin siyaseti izledi yıllar yılı. Demokrasiye Batı’nın baskısıyla, zorunlu olarak evet dedi.
CHP geleneğinde gözetilen demokrasi değil cumhuriyettir. Halk değil devlet kollanır. Onun için genel başkan çıkar bolca da lider çıkamaz. Seçim kazanılamaz. Rahmetli Bülent Ecevit’se, CHP geleneğinden uzaklaşıp halka yakın durarak, “Ortanın Solu” kimliğini güç bela CHP’ye giydirmiş, partinin dikkatini devletten halka çevirmeyi becermiş, seçim de kazanmıştır. CHP’nin bu kısır döngüsünü kırdığı için liderdir zaten. Elbette salt seçim kazanmakla lider olunmaz. Geçmişte, “koşullar nedeniyle” (konjonktürel), seçim kazanmış Tansu Çiller, Mesut Yılmaz gibi parti genel başkanı olup lider olamayanları da gördük. Deniz Baykal’sa ne lider olabildi ne de seçim kazandı. Kaset tezgahını beklemeden gitse çok daha iyi olurdu.
Bu gün CHP’nin başında Kemal Kılıçdaroğlu var. İlk seçildiğinde “yeni CHP” demişti ancak CHP’nin geçmişten hiç de farklı olmadığını, partide sadece genel başkanın değiştiğini anlamakta kimse güçlük çekmiyor artık. Halka sırtı dönük bir partiyi halkla kucaklaşan bir partiye dönüştüremediği sürece de hem CHP hem de Türkiye için sadece bir “Genel Başkan” olarak kalacaktır.
(CHP Nasıl Kazanır—Murat Erdin’e teşekkürlerimle)
Muhalefetin dayanılmaz hafifliği
- 10 Kasım 2014 Pazartesi
Rahmetli Turgut Özal’ı ve Anavatan Partisi’ni iktidara taşıyan birçok nedenden belki de en ilginç ve çarpıcı olanı televizyonda yayınlanan ve Halkçı Parti Genel Başkanı rahmetli Necdet Calp’in “Köprüyü sattırmam!” diye bağırmasıyla hafızalara kazınan açık oturumdur. Rahmetli Turgut Özal, dünyadan örnekler verdikten sonra Boğaziçi Köprüsü’nün satılarak elde edilecek gelirle Boğaz’a yeni bir köprü yapılacağını söylemişti. Calp bunu duyar duymaz köprüyü sattırmayacağını haykırdı. Özal, köprünün milletin malı olduğunu, köprü gelirlerine endeksli tahvillerin çıkarılarak bunların satılacağını söylediyse de Calp bütün gece köprüyü sattırmayacağını tekrarladı durdu. Turgut Bay, “Sayın Calp, bakınız, köprü taş taş sökülerek bir yere taşınmayacak. Olduğu yerde duracak, hizmet vermeye devam edecek”, dediyse de Halkçı Parti Genel Başkanı köprüyü sattırmayacağını söyledi; o kadar. Seçmen sandık başına giderken bu açık oturumu konuşuyordu; sonuçta Özal tek başına iktidar oldu.
Rahmetli Turgut Bey’in Gulfstream tipi uçağı alındığında da ortalık birbirine girmişti. Rahmetli ABD Başkanlarına öykünmekten tutun da yetim hakkını yemeye kadar nelerle suçlanmıştı nelerle! Uçak sanki başbakanın özel mülküydü ve görevden ayrıldıktan sonra alıp evine götürecekti! Muhalefet bu uçağı diline doladı. Hele Demirel ki, daha sonraları devletin parasını sağa sola savurmasıyla suçlanınca,“vermişsek biz vermişiz!” diyerek şapkasını sallayarak gidecekti, uçağı da Özal’ı da yerden yere vurdu her fırsatta.
Dünyanın birçok ülkesinde cumhurbaşkanları ya da devlet başkanları saraylarda oturur görevde oldukları sürece. Özel uçakları, onlarca otomobilleri vardır. Ama görevden ayrıldığında kendi arabasına biner evinin yolunu tutar. Cunhurbaşkanı o ülkeyi, o milleti temsil eder muhalefet istese de istemese de beğense de beğenmese de. Saray da, köşk de, uçak da, araba da milletin malıdır, bir sonraki cumhurbaşkanınca kullanılır.
Demokrasiyle yönetilen ülkelerde muhalefetin görevi iktidar olmaktır. İktidar olabilmek için de iktidarın yaptığı her şeyi eleştirebilir elbet ancak eleştirdiği uygulamaların karşısına alternatifler getirmek zorundadır. “Sen tuttun saray yaptın; ben o saraydan içeri adımımı atmam!” gibi ucuz güldürülerden apartma rapliklerle muhalefet yapılmaz. Bunu duyan, “atmazsan atma; bana ne!” der; o kadar. Cumhurbaşkanlığı için Berlusconi’den alınan ve baştan aşağı yenilenen uçağın üzerinde Türkiye Cumhuriyeti yazmasına rağmen, bunu bir kişinin özel mülkü gibi gösterip muhalefet yaparak iktidar olacağını sananlara kargalar bile güler.
Muhalefet salt tepki veren olarak yaşamını sürdürürse iktidar olamaz. Muhalefet yapıcı seçenekler oluşturmak zorundadır. Yani aktif olmak zorundadır reaktif değil. Sadece algı yaratarak da iktidar olmak mümkün değildir. Saray, uçak gibi gündemi en çok iki gün meşgul edebilecek yapay söylemlerle ancak zaman kaybedersiniz. Seçmen ekonomiden sağlığa, dış ilişkilerden ülkedeki huzura kadar uzanan birçok konuda muhalefetin neler düşündüğünü, iktidar olursa neler yapacağını öğrenmek ister. Sadece yapılanlara tepki vererek hiçbir yere varılmaz, seçenek ortaya koyulmadığı sürece.
Ak Parti hükümetleri 12 yılı aşkın bir süredir iktidarda. Neler yaptığına bakarak neler yapacağını da seçmen kestirebiliyor. Muhalefetse iki genel başkan değiştirmesine rağmen, iktidarın uygulamalarına seçenekler üretebilmiş değil. Sorulduğu zaman hala “arkadaşlarımız o konuda çalışıyor”, gibi ciddiyetle uzaktan yakından bağdaşmayacak, basma kalıp cümleler diziliyor önünüze. İnşallah bu “arkadaşlar” fazla mesai alıyordur, ne de olsa 12 yıldır çalışıyorlar!
Yapay “sorunlar” yaratarak, seçmenin ilgisini kısa süre çekebilirsiniz ancak oyunu alabilecek somut, ciddi, salt yıkıcı olmayan eleştirilerle ortaya çıkmazsanız muhalefet olarak yaşantınızı sürdürür günü gelince de “dalya” dersiniz!
CHP’de iktidar savaşları
- 16 Kasım 2013 Cumartesi
CHP’yi izleyenler yakın bir gelecekte partide yeni bir iktidar savaşı yaşanacağını söylüyorlar. CHP her zaman olduğunca, ülkeyi yönetmek için değil genel başkanlık koltuğu için gecesini gündüzüne katacak. Nedense CHP’yi yönetenler enerjilerini hep parti içi iktidar yolunda tüketmiş, biraz da bu yüzden çok partili yaşama geçtik geçeli bir tek seçim olsun kazanamamışlardır. CHP’deki ilk koltuk kavgası Atatürk’ün hastalığının ilerlemesi ve doktorların tedavisinin mümkün olmadığına karar vermesi üzerine başlar. Aslında bu savaş, tek parti yönetimi Türkiyesinde salt partiyi değil cumhurbaşkanlığı katını da ele geçirme çabasıdır.
Mustafa Kemal’in kadrosunun en güçlü iki ismi İsmet İnönü’yle dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya kolları sıvamıştı. Kavganın başladığı günlerde çok karmaşık bir iktidar yapısı vardı. Celal Bayar başbakandı ancak parti içine hemen hiçbir gücü yoktu. Gerek İnönü gerekse de Kaya, bu savaşta istihbarat teşkilatı MAH’ı (Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti) kullanmak istemişlerdi. Ancak MAH bu iktidar savaşına alet olmayacaktı. Bunun üzerine Şükrü Kaya, Teşkilat-ı Mahsusa’daki eski arkadaşlarını devreye soktu. “Hükümetin çelik yumruğu” Kaya, ne pahasına olursa olsun, cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmayı kafasına koymuş, mecliste bir grup bile oluşturmuştu. O günleri, çok yakından izleyen Celal Bayar, “Duyuyorum ki Mecliste aleni gruplaşmalar oluyor. Ben bu durumda aleni ya da kapalı gruplaşmalara karşıyım... Buna rağmen Şükrü Kaya laf dinlemiyor, bildiğini okuyor. İsmet Paşa’ya karşı olanları etafında toplamış, Ali Çetinkaya’da onlara katılmış” notunu düşüyordu anılarına.
Şükrü Kaya, İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinden olmasa da cumhuriyet sonrasındaki acımasız uygulamalarıyla İttihatçıları hiç aratmayacaktı. O günkü dava arkadaşlarına göre “Prusya geleneğine sımsıkı bağlıydı”. İspanya Diktatörü Franco’ya silah satışlarını örgütleyen Ekrem Hamdi König’in içinde olduğu, Kanadalı silah tekellerinin de adının geçtiği uluslararası silah kaçakçılığı davalarında Şükrü Kaya’dan sık sık söz ediliyordu.
Mustafa Kemal, Kaya’yı yakından ve “büyük bir kaygıyla” izliyordu ancak olaylara müdahale edecek gücü kalmamıştır. Gene de iki arkadaşının bir ortak yol bulup anlaşmaları için çabalar. Hele de ordunun bile ikiye ayrıldığını öğrenince çabalarını hepten yoğunlaştırır. “İnönü-Kaya savaşı öylesine kızışmıştı ki, Atataürk her an birinin ölüm haberini bekler” der Kılıç Ali. Hatta Eylül 1938’de İsmet Paşa’nın öldürüldüğü haberi gelince Atatürk, İnönü’nün çocuklarına vasiyetinde eğitimleri için para ayırır, devletten de maaş bağlatır.
İnönü’nün ölüm haberi bir açıdan doğrudur da! Şükrü Kaya’nın yakın dostu, Teşkilat-ı Mahsusa’nın eski üyelerinden Recep Zühtü’nün İnönü’yü öldürmek için çalışmalara başladığını Ankara’da bilmeyen kalmamıştır! İnönü bu olayı sonradan şöyle anlatacaktır:“Teşrinisani (Kasım) günleri, beni İstanbul’a götürmek için Şükrü Kaya ve onun tertibinde ansızın fazla bir gayret belirdi. Bu gayret yakın arkadaşlarımın dikkatini çekti; beni, katiyen bırakmadılar. Şükrü Kaya beni İstanbul’a götüremediği için pek hiddetli idi.”
Atatürk’ün ölümünden sonra Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Fahrettin Altay ve bütün üst düzey generaller hemen Ankara’ya gelir. Altay, İnönü’ye “Paşam karargahta bir karar aldık ve riyaset-i cumhur makamına sizi layık gördük” der.
Rahmetli Atilla İlhan bu olayı çok güzel yorumlar: “Babıali Baskını ne ise İnönü’nün cumhurbaşkanı olması da odur! Ordu ağırlığını koymuş ve İnönü cumhurbaşkanı olmuştur!”İşte size CHP’nin anlı şanlı tarihinden bir kesit. Her fırsatta arkasına saklandıkları Atatürk ölüm döşeğindeyken bile kişisel hırs ve tutkuları için kıyasıya savaşanlar, dün kasetle ortaya çıkanlar, yarın kimbilir neler icat edeceklerdir partinin dizginlerini bırakmamak için! (Meraklısına Not: MİT ve İstihbarat Örgütleri—İlhan Bahar)
CHP neden kuruldu?
- 19 Ekim 2013 Cumartesi
Her ne kadar Cuımhuriyet Halk Partisi’nin adında Halk varsa da, halk hareketleriyle bağlantılar kurmak için çabalayıp dursa da herhangi bir halk hareketinin ürünü olmadı. Ne var ki, dün de bu gün olduğunca, seçkinleri, toplumda kendilerini ayrıcalıklı sayanları devşirmeyi pek bir güzel başadı!
CHP ilk kurulduğu tarihten, tek parti diktatörlüğünü sürdürdüğü yılların sonuna değin kendini Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin (ARMHC) devamı olarak tanıtmak için çabaladı hep. Ama partiyle Cemiyet arasındaki tek bağlantı Mustafa Kemal’di; nun ölümünden sonra da CHP, “vatanı kurtaran, cumhuriyeti kuran parti” teranesini ağzından düşürmedi.
CHP’nin üstlendiği görev bu topraklarda bağımsız bir Türk Ulus-Devlet kurulmasına öncülük etmekti; o kadar. Cumhuriyet düzeni, ulus-devlet olmanın gerektirdiği yeni siyasi bağlılıklardan ve değişik köken ve kültürlerden gelen insanları tek kimlik altında barındırmak zorunluluğundan ortaya çıktı. Ancak ortada temel bir sorun vardı. AMRHC’de de bu sorun 1918-22 yılları arasında sıkça tartışılmıştı. Bu da, Muhafazakarlarla Modernciler arasında kimi zaman büyük kavgalara neden olan “Ulus” kavramından kaynaklanıyordu. Taraflkarın anlaştığı tek konu Türklerin etnik bir kimlik, tek dil ve kültür yapısı içinde yaşaması ilkesiydi. Önceleri bu iki farklı görüş Türk ulus-devletinin ekonomik anlamda güçlü, bilim ve teknolojinin bütün araç ve gereçleriyle donatılmış olmasından yanaydı. Ancak sonraki yıllarda, CHP’nin başını çektiği Modernciler, az gelişmişliğin din, gelenek ve tarihe bağlılıktan kaynaklandığını açıkca öne sürmeye başladı. Muhafazakarlarsa geçmişle bütün bağları koparmanın, kökleri olmayan bir toplum yaratacağı kaygısını taşıyorlardı. Yani, Cumhuriyet Halk Fırkası sür-git dile getirdiklerince Cumhuriyeti bir başına kurmamıştı. Moderncilerle Muhafazakarların el ele vermesi, uzlaşması sonucu kuruldu cumhuriyet düzeni. Özetle, CHP Batı türü bir Ulus Devlet çerçevesinde bir modernleşme çizgisine kurumsallaştırmak amacıyla kuruldu!
Muhafazakarlar toplumun temel kimliği ve tarihsel süreklilik duygusunun korunması koşuluyla cumhuriyetin sadık destekçisi olmayı sürdürdü. Derken, 1930’lu yıllarda CHP, kendine özgü bir sınıf oluşturdu. Parti üyeleri ve ayırımcı bürokratlardan oluşan bu “sınıf” kendine özgü bir seçmen kitlesi de oluşturdu. Bu seçmen kitlesinin uzantıları bu gün de varlığını koruyor: “Atatürk’ün Askerleriyiz” deyişiyle sokağa çıkan, daha önce de Cumhuriyet Toplantıları düzenleyenlerle tek parti diktasına omuz verenler arasında çok büyük bir fark yok. Fark 1930’lardaki seçmen klitlesinin bilinçli bir biçimde ideolojik inanç, kişisel çıkar ve Milli Şef’e bağlılıktan kaynaklanmasıdır. Günümüzde CHP’ye oy verenleri sandığa götüren tek dürtü anlamsız ve temelsiz bir korkudur. Kadınlar zorunlu olarak kapanacaklarından korkarken erkekler din devleti bağlamında, bu gün var olan ayrıcalıklı konumlarını yitirecekleri kaygısını taşımakta ki bu korkular hepten tgemelsiz ve anlamsızdır. Dahası bu gün CHP, Mustafa Kemal gibi tarihsel koşullardan çok iyi yararlanmayı bilen, kişisel çekiciliği (karizması) neredeyse eşsiz bir önderden yoksun. Üstelik cumhuriyetin kurulmasına uzanan yolda tarihsel koşullar çok elverişliydi; toplum ulus-devlet yapısına karşı çıkmadıysa da dinsel ve tarihsel bağlantılarının koparılmasına içerledi ve 1950’de bu bağlantıların yeniden kurulabileceğini ima eden Dempkrat Parti’yi yürekten destekledi. Çaresizlik içinde CHP yıllarca bocaladı ve 1965’de merkezin solunda, devletçi bir siyasette karar kıldı. Ve partinin 1935’den bu yana temel inancını oluşturan Kemalist milliyetçilikten vaz geçmesi bürokrasideki destekçilerinden kopmasına neden oldu.
CHP çok zor bir dönemde Türkiye’ye rehberlik etmesi amacıyla kurulmuştu. Ancak bu zorluklar ortadan kalkınca partinin varoluş nedeni de sona erdi. Gene de siyasal yaşamını sürdürdü, modern siyasetin bir çerçeveye oturtulması için çabaladı. kamuoyunun desteğini almaya çalışırken gerçek bir toplumsal ve siyasal kimlik kazanamadı. Çeşitli sularda dolandı durdu, başı derde girdikçe, oy alamadıkça hep Mustafa Kemal’in arkasına saklandı... (Metraklısıan Not: Kemal Karpat/ Siyasal Düzenin Evrimi’ni okumanızı öneririm.)
CHP istemese Türkiye’ye demokrasi gelmezdi!”
- 02 Eylül 2013 Pazartesi
Kemal Kılçdaroğlu Beyefendi, Silivri’ya yaptığı kısa ziyaretin ardından seçmece basına “CHP istemese Türkiye’ye asla demokrasi gelmezdi...” gibi bir laf etmiş, tabi Başbakan’ı eleştirdikten sonra! Bu çok ilginç bir iddia. Aslında CHP’ye kalsaydı demokrasi Türkiye’ye teğet bile geçmezdi Kemal Bey! Neden mi?
Geri dönelim, 1945 yılına. Bu 1945 öyle bir yıldır ki, dünya tarihinde yeni bir dönemin başlangıcını belirler. Almanya, İtalya ve Japonya gibi faşist ülkelerin teslim bayrağını çekmesi sonucu dünyanın hem siyasal hem de ekonomik anlamdaki merkezi Avrupa’dan ABD ve Rusya’ya kaydı. Faşizm tarihe karışırken, yeni düşünce biçim ve akımlarını ABD ve Sovyetler belirleyecekti.
Türkiye coğrafi anlamda öyle bir yerdedir ki, olan bitenlerin etkisinden kurtulması mümkün değildir. Atatürk’ün ölümünden hemen önce, 1930’ların son yıllarında CHP her ne kadar tam anlamıyla faşizmi kucaklamamışsa da, yamacına bağdaş kurmuştu. Hele de Atatürk’ün ölümünden sonra Nazi’lerin “Tek Şef,Tek Parti,Tek Devlet” söylemi pek bir hoşuna gitmişti CHP’nin.
Türkiye 1929’da başlayan büyük ekonomik bunalımdan çıkabilmek için Almanya’ya dört elle sarıldı; 1939 yılına gelindiğinde Türkiye Almanya’nın en önemli ticaret ortağıydı ve bu, savaş süresince de devam etti. Ancak 1944 yılında Nazi Almanya’sının savaşı kaybedeceği belli olunca Türkiye köşeye sıkıştı. Ne var ki İnönü’nün, Alman’ların bütün ısrarlarına rağmen savaşa girmemesi, girmek için de o gün Nazi’lerin karşılamayacağı miktarda ekonomik ve askeri yardım istemesi, el altından İngiltere ve Fransa’yla ilişkilerini az çok sürdürebilmesi, Almanya’dan kaçan Yahudi’lere sınırını açması Batı’da olumlu karşılanmıştı. Kısacas ı Almanya yenilirken Türkiye eski siyasetinden çark ederek yüzünü Batı’ya çevirebildi kazasız belasız. Bu siyasi değişikliğin, yani Batı’ya rampalamanın bir olmazsa olmazı vardı: Tek partili düzen değişecek, Milli Şef yaftası yırtılacak! Çok partili bir düzen ve gizli oy açık sayım benimsenecekti. Dahası devletçilik terk edilecek, liberal ekonomiye geçilecek ve bürokrasi özel girişimcinin önünü açacaktı. Nasıl Nazi Almanyası Türkiye’nin siyasi ve ekonomik yapısını belirlemişse, Batı’yla kurulan bu yeni ilişkiler yavaş yavaş Türkiye’ye yeni bir kimlik, yeni bir benlik kazandırmaya başladı.
Türkiye 23 Şubat 1945’de Japonya ve Almanya’ya savaş ilan edince, BM’ye kurucu üye olarak girebilme hakkını kazandı. Halkevleri kuruluşunun 13. yıl dönümünde Başbakan Şükrü Saraçoğlu“...tarihin derin hatalarını birr birer düzeltmek şerefi bize nasip olmuştur,” dedi. Bunun ne anlama geldiğini o gün de bu gün de anlayan çıkmadı Türkiye’de, çünkü hataların hepsini yapan CHP’ydi; Cumhuriyet döneminde o güne değin tek iktidar CHP olmuştu. Ama mesaj gerekli yerlere ulaşmıştı ki, bu demeçten bir hafta sonra gerek ABD gerekse de İngiltere ve Fransa, İnönü’yü kutladı. Talimat yerine getirilmişti. İş adamı Nuri Demirağ 18 Temmuz 1945’de “Milli Kalkınma Partisi”ni kurmak için İç İşleri Bakanlığına baş vurdu ve baş vuru kabul edildi. Bu parti dönemin ilk muhalefet partisidir...
Yani Kılıçdaroğlu Kemal Beyim, demokrasiyi Türkiye’ye CHP değil Batı getirmişltir. Batı, “ demokrasi olmazsa bizden tek kuruş yardım alamazsın, liberal ekoomiye geçmezsen sana hiçbir şirketimiz yatırım yapmaz, BM’ye üye olamazsın” demese Milli Şef iktidarı bırakır mıydı? CHP yıllardır eskittiği o koltukları terk eder miydi? Bunun yanıtını İnönü’nün ünlü lafıyla vereyim bari: Hadi canım sen de!
(Meraklısına not: Türkiye’de çok partili politikanın açıklamalı kronolojisi 1945-1971—Feroz ve Bedia Turgay Ahmad)
.
Batı’nın Ortadoğu politikası değişirken CHP ne yapıyor?
- 22 Ağustos 2013 Perşembe
Mısır’da başlayan Sisi darbesi sonrasında herkes ABD, AB ve BM’den kınayan açıklamalar bekledi. Bırakın kınayan açıklamaları darbe olup olmadığına bile karar veremedi bu kuruluşlar. Güvenilir ve yansız yayıncılığın simgesi olarak bize hep anlatılan BBC bile günlerce “darbe” sözcüğünü ağzına almadı. Gezi olaylarını manşetlere çeken, saatlerce yayınlayan, dergilerine kapak bile yapan batı medyası bu kez pek bir sus pus olmuştu. Halbuki, Gezi’nin ne olduğu birkaç gün içinde anlaşılmıştı herkesçe. Son derece masum çevreci bir eylem gibi başlamıştı. Ne var ki amaç farklıydı. Çevreci, masum eylemin içine marjinal toplulukların ve kışkırtıcı ajanlarla kimilerinin maşaları karışacak, Başbakan’ın istifası istenecek, etmezse bir tür ayaklanma başlatılacak ve halk sokaklara dökülecekti. Tabi bunu ancak Türkiye’yi tanımayan birileri tasarlayabilirdi. Her şeyden önce bu ülkenin tarihinde, eğer işin içine silahlı kuvvetler karışmamışsa, hiçbir zaman darbe olmamıştır, kimse de görevinden ayrılmamıştır birileri bağırıp çağırıyor diye! Yeniçeri kazan kaldırmış, asker sadrazamla işbirliği yapıp padişahı öldürmüş, ordu İstanbul’a girip sultanı tahttan indirmiş ama halk toplu olarak sokağa dökülmemiştir.
***
Mısır’sa yıllarca İngiliz’in sömürgesi olarak yaşamış, başa gelenleri hep Londra atamıştır. Bugün Ortadoğu’da kendine kral ya da sultan diyenler, Osmanlı’nın bir zamanlar yönettiği toprakları petrol şirketlerine peşkeş çekenlerse batının karşısında topuk vuragelmişlerdir ta 1918’den bu yana. İşte bunlar demokrasiyi asla istemezler bu bölgede. Demokrasi eğer başarılı olursa kendi ülkelerine de “bulaşacaktır” çünkü. Halkları yokluk içinde yaşarken milyarları Monte Carlo’dan Las Vegas’a kadar saçan, New York, Los Angeles, Miami, Paris, Londra’da malikaneler satın alan diktatörler elbette bugün Sisi’nin yanında olacaklardır. İşte Suudlar, BAE, Kuveyt kolkoladır Sisi’yle.
Batı’ya gelince 11 Eylül sonrası oluşturulan, Ortadoğu’ya demokrasinin yayılması gerektiği yolundaki düşünceden vazgeçilmektedir büyük bir hızla. Batının değerlerine kuşkulu yaklaşan seçilmişlerle uzlaşmak yerine, onları çöpe atıp Batıya sorgusuz sualsiz boyun eğen diktatörler tercih edilmektedir. Obama demokrasiden yana koyduğu duruştan ikici dönemiyle birlikte vazgeçmeye başlamıştır istemese de. Topal Ördektir (Lame Duck) çünkü Obama artık, yani bir daha seçilemeyecektir; onun için bundan böyle Obama’nın dış politikada pek etkili olması mümkün görünmüyor. Başkan Eisenhower’ın yıllar önce adını Military Industrial Complex (Asker-Sanayi İşbirliği) olarak koyduğu CIA-Pentagon-Silah Sanayi üçlüsü yeni başkan seçilinceye kadar ABD’nin dış politikası üzerinde çok etkili olacaktır. Bunlar ve Mısır’ın Batıyla kol kola girmiş elitleri, İsrail’in milliyetçi kadrolarının ABD’deki uzantıları, Suudilerle BAE’den milyonlar alan Washington’daki lobi şirketleri ABD’nin Ortadoğu’daki dış politikasını yeniden yapılandırıyor. Onun için Sisi dilediğince katliam yapıyor, ABD askeri yardımı keseceğini söylediği saat Suudlar “beş katını veririz” diye çıkıyor ortaya. Hepten danışıklı dövüş!
Bize gelince, sanırım Ergenekon, Balyoz gibi davaların önemini çok daha iyi kavramamız gerekiyor artık. Eğer bu yapılanmalar açığa çıkmamış olsaydı bir Sisi’yi biz de görebilirdik. Hükümet ve Tayyip Bey bunun bilincinde ve askerle ilişkilerini, geçmiş iktidarlara oranla çok daha akılcı ve ciddi bir biçimde sürdürüyor. Ama Kemal Kılıçdaroğlu ve partisi, ne yazık ki, hala anlamıyor nasıl bir tehlikenin köşesinden döndüğümüzü! Demokrasi düşmanlarının Türkiye’yi bir tehdit olarak gördüğü gerçeğini de çok iyi saptamış Tayyip Bey ama ya Kemal Bey ve arkadaşları? Anladıklarını sanmıyorum çünkü hala Ergenekon’un adresini sormazlardı “gidip üye olmak için” eğer gerçekleri kavrayabilmiş olsalardı.
Cumhuriyetin Hazin Partisi (CHP)
- 06 Haziran 2013 Perşembe
Mustafa Kemal’in kurduğu, İsmet İnönü’nün uzun yıllar Milli Şef olarak başında oturduğu parti bugün evrilerek devrilerek ya da tepetaklak giderek, Cumhuriyetin Hazin Partisi’ne dönüştü ve ülkeyi sorumlu, ciddi, sözü dinlenir, iktidara seçenek oluşturabilecek bir ana muhalefet partisinden yoksun bıraktı! Yakın bir gelecekte halkın oylarıyla iktidara gelme olasılığı, araştırma şirketlerine, anketçilere, toplum bilimcilerine göre sıfır olan siyasi parti! Türkiye’deki her darbenin rantını yiyen, 1939-42 arasında faşizmle kucak kucağa oturan, Refik Saydam hükümeti sırasında bakanlıklarda kimi memurların birbirini, “Heil Hitler!” diye selamladığı, varlık vergisinin, tabutlukların mucidi siyasi parti! Taksim Gezi Parkı’nda herkesi kahreden nice olaylar yaşanmış ama CHP “Başbakan özür dilesin!” den öte hiçbir şey söylemiyor çünkü Taksim’de ne olduğunu bilmiyor bile!!
Şimdi, Taksim Gezisi olaylarının başlangıcında polisin akıllara ziyan hatalarını, İçişleri Bakanlığının güvenlik güçlerini sakinleştirmede gecikmesinin üzerinde durmuyorum çünkü Başbakan Vekili Bülent Arınç konuyla ilgili “polisimizin aşırı tedbir alması haklı olarak tepki görmüştür” dedikten sonra inatlaşılmayacağını ekledi ve ilk gün için de özür diledi. Artık polis kenara çekildi; ancak terör eylemlerine, vur-kaça soyunanlar olursa devreye girecek. Ve sanırım bundan böyle hükümet sözcüleri, Arınç’ın yumuşak üslubunu kullanacak toplumsal sorunlarla ilgili olarak.
Şimdi önemli olan CHP’nin Hazin Parti’den, örneğin rahmetli Ecevit’in Halk Partisi’ne yeniden dönüp dönemeyeceğidir. Bence çok zor. Önce Kılıçdaroğlu Kemal Bey, ayağına gelen bir topu ağlara takıp oyunu bir iki puan arttırabilecekken, bunu bile beceremedi! Daha kötüsü, kimse Kılıçdaroğlu’nu ciddiye bile almadı; hiç kimsenin en küçük bir beklentisi bile yoktu da ondan!
***
Bakınız, Kemal Bey’de akıllara ziyan bir Tayyip Bey sendromu var. Gezi Parkı olaylarını irdeleyeceği, neyin nasıl başladığını, nerelere taşındığını sıkı bir incelemeden sonra değerlendirerek anlatması gerekirken, “Başbakan özür dilesin!” diyor başka da bir şey demiyor. Tayyip Bey’in özür dileyip dilememesi Kılıçdaroğlu’nun işi değil ki! Diler, dilemez; bu salt Başbakanı bağlar. Millet de ona göre sandıkta kararını verir. Kılıçdaroğlu’nun anlayamadığı elinde telefon, kucağında bilgisayarlarla, teknolojik devrimi dolu dolu yaşamış, yeni bir kuşağın yani “Z” kuşağının artık ülke yönetimine ve Türkiye’nin aydınlık yarınlarına sahip çıkmaya hazırlandıkları gerçeğidir. Bunu anlamak istemeyenler, sür-git yanılgılara düşeceklerdir bundan böyle. Bunların büyük bir çoğunluğu teknolojiyi tümüyle benimsemiş, en az iki dil bilen, dünyayı gezen, inançlı insanlardır. Örneğin Tayyip Bey özür dilesin diye tutturmazlar ama kendi özgürlük sınırlarının ihlaline de izin vermezler. Şiddet değildir seçtikleri yol ki, bu onları 70’li yılların gençliğinden ayıran en büyük özelliktir. Oturarak, konuşarak, dertlerini anlatıp onlara çözüm isteyerek değişimin gerçekleşmesini isterler; kavgasız gürültüsüz. Her şeyi sorgulayan, hiçbir şeye kolay kolay inanmayan, gardırop Atatürkçülüğüne de din sömürücülerine de itibar etmeyen kuşaklar geliyor ki, bunlar güçlü bir iktidar kadar güçlü bir muhalefet de istiyorlar.
Ne var ki, Kemal beyefendinin yönetiminde CHP, güçlü bir ana muhalefet partisi olamayacaktır. Çünkü, ta demokrasiye adım attığımız 50’li yıllardan bu yana, sadece başbakana odaklanmış, Menderes’e, Demirel’e, Özal’a bugün de Erdoğan’a sövüp sayarak siyaset yapabileceğini, halkın oylarını devşirebileceğini sanmış bir muhalefet anlayışının son halkasıdır. Geçmişte sandıktan çıkamayınca askeri kışkırtarak darbeler düzenlemiş Cumhuriyet Hazin Partisi, bir kez daha sil baştan yapıp yeni bir yönetimle yoluna devam etmek zorundadır. Zaten gerek yerel gerekse de genel seçimlerden ikinci hatta üçüncü parti olarak çıktıktan sonra, yıkıcı değil yapıcı bir muhalefeti benimsemiş kadrolarla yoluna devam etmek zorunda kalacaktır..
CHP’nin Kürt Sorunu’na yaklaşımı
- 09 Mayıs 2013 Perşembe
Erzincan Kürt Merkezi olursa Kürdistan’ın kurulmasından korkarım” İsmet İnönü.
Ben henüz CHP’nin Kürtlerle ilgili düşüncelerini ya da açılım süreciyle ilgili görüşlerini bilmiyorum. Aslında bilen olduğunu da sanmıyorum. Çünkü CHP, parti olarak yap-boz oyununa benziyor. Parçalar kimi zaman ayrılıyor, kimi zaman yanlış birleşiyor. Yani her parçadan ayrı bir ses çıkıyor. Özetle, sür-git üniter devleti savunan bir parti... Üniter değil! Kendini solcu olarak tanımlayanlarla“biz ulusalcıyız” diyenlerin bir çatı altında barınması kolay olmadığından, Kürtlerle ilgili girişimler gündeme gelince, uyumsuz bir orkestra gibi, her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Gülseren Onançhanımefendinin “Tabanımızın yüzde 64’ü açılım sürecini destekliyor” sözü bile kimilerince nefret, kimilerince umursamazlık kimlerince de hoşgörüyle karşılanmıştı. Yani parti içi uyumsuzluk CHP’nin elle tutulur bir Güneydoğu siyaseti olmasının önündeki en büyük engellerden biri belki de başlıcası. Ancak bir de CHP’nin geçmişinden gelen tortular var ki, sağlıklı düşünmesini engelliyor. Buyrun size örnekler:
İsmet Paşa’nın ünlü Kürt Raporu’nu okuduğunuz zaman CHP’nin dünüyle bugünü arasında pek de büyük bir değişiklik olmadığını görüyorsunuz. Raporda, İsmet Paşa sürekli gel-gitler yaşıyor. Doğu’da tutunabilmemiz için Elazığ şart derken, Diyarbakır’ın kuvvetli bir Türk merkezi olmasından söz ediyor. Ancak önce Halkevine yoğunlaşıyor, belediyeden Halkevinin aldığı otuz kırk bin liranın üstüne CHP’nin de 20 bin lira verebileceğini söylüyor. Diyarbakır’da imarın şart olduğunu vurguluyor ama arsa spekülasyonundan çekindiği için her şeyin gizlice yapılmasını tembih ediyor. Binalar yıkılacak, yeni imar planları hazırlanacak ama bunu kimse duymayacak! Raporun bu bölümünün sonunda, Diyarbakır’da görkemli devlet dairelerinin yapılmasını buyuruyor: “Burayı Genel Müfettişlik yapmak lazımdır. Bugünkü durum, devletin kudret ve siyasetinden uzaktır. ...Diyarbakır’dan Mardin’e ve Siverek-Urfa’ya olan yolları, emniyet noktai nazarından karakollanmak icap eder.” Sorun görkemli binalar, karayollarına karakollar kurarak giderilecektir yani!
Dönemin “Apo”su, Abdurrahman Mihi Suriye’de kalıyor, zaman zaman sınırdan Türkiye’ye sızıyor. Mardin’de de İnönü’yü ilgilendiren tek konu gene asayiş. Mihi’nin sınırdan sızmasını engellemek için alınacak önlemler: “Haydut Nisan ortasında şimale geçmiş, bir soygun yapmış sonra izi kaybolmuş. Mardin ve Siirt vilayetleri, ciddi bir habere dayanmaksızın, bol jandarma müfrezeleriyle (Mihi’yi) takip ediyor.” Yani halkın ekonomik durumundan, kentin ihtiyacı olan yol, su, elektrik, okul, hastane gibi konulardan hiç söz yok. Ona göre Mardin’in iki eksiği var: “Bu eksiklerden biri muhabere ve devriye vasıtasıdır. Motosiklet hatta zırhlı otomobilin devriye için lazım olduğu ve hudut üzerinde daha fazla karakol yapımı... İkinci eksikse muhtelif askeri kıtalar ve teşkilat arasında işbirliği...”
Van’a gelince bu kent için ‘Doğu’da cumhuriyetin önemli bir temeli olacak’ diyor ama nasıl olacağından söz etmiyor pek. Ağrı’da dikkatini çeken tek şey süvari fırkasının heybeti! Yani önlemler hep asayişle ilgili.
Bu raporun ardından Umumi Müfettiş Abidin Özmen yollanıyor bölgeye. Müfettişin üzerinde durduğu en önemli nokta, bölgede Kürtçülük faaliyetinin arttığı. Buna karşı önlemler de Türkçülüğü aşılayacak öğretmenlerin gönderilmesi bölgeye. “Veteriner ve ziraatçilerin de Türkçe propaganda yapmalarının” sağlanmasını istiyor Özmen. Ha bu arada Kürt kızlarla evlenecek Türklere de ayrıcalıklar öneriyor, örneğin onlara bedava arazi verilmesini istiyor. Bu arada Kürtçe konuşmak kesinlikle yasak! Kürtçe konuşan memura o saat para cezası kesilecek.
“Kürtlüğün kaldırılması için yola ihtiyaç vardır... Yolların yapılması bu bölgenin anavatana bağlanmasını sağlayacaktır... Bu yolları askere alınan Kürtlere amele taburlarında çalıştırarak yaptırmak, bu esnada da Türkçe öğretmek, kabul edilmez bir fikir değildir...”
İnönü ve Abidin Özmen raporlarını okuduğunuz zaman, bugünlere neden ve nasıl geldiğimizi anlamak mümkün. CHP’nin neden gel-gitler yaşadığını anlamak nasıl mümkünse.
(Meraklısına Not: İsmet Paşa’nın Kürt Raporu—Saygı Öztürk.)
Tek partiye göre ilericilik ve gericilik
- 09 Mart 2013 Cumartesi
Türkiye’de, Tek Parti döneminde,ilericilik ve gericilik, genelde laikliğin benimsenip benimsenmemesine bağlanmıştı. Müslüman, dindar olduğunu söyleyen, namaz kılan, camiye giden o saat gerici damgasını yer, merdiven altına süpürülür; “benim dinle minle, namazla niyazla işim olmaz” diyense ilerici olarak omuzlara alınırdı. Aslında gericiliğin dinle ilişkilendirilmesi, Tanzimat sonrası Osmanlı bürokrasisinin marifetidir. Hele de 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet sonrasında İttihatçı tayfası, elinde sabit kalem, ucunu tükürükleye tükürükleyegerici listeleri hazırlar.
Biraz geriye dönelim, Tanzimat sonrasının ilk askeri darbesinde Abdülaziz Han’ı tahttan indirenlerden Eşekçi Ahmed’in oğlu Serasker Hüseyin Avni Paşa kısa bir dönem ilericiliğin simgesidir. Tıpkı uzun yıllar sonra Serasker (Genelkurmay Başkanı) Kenan Evren’in ilerici ilan edileceği gibi. Güler misin ağlar mısın! Hüseyin Avni, deyim yerindeyse tam bir kaltabandır. Sarayda Arz-ı Niyaz Kalfa’yla işi pişirir, Padişah’ın gözdesi Çerkes Güzeli Şemsi Cihan’a göz koyar, cuma selamlığında, kupasının içinde bekleyen Abdülaziz Han’ın eşlerinden bir kadına efendiye < span class="text15">“sıyır şu yaşmağını da gül yüzünü görelim” der, ardından rütbeleri sökülüp Isparta’ya defedilirse de adamsızlıktan bir yıl sonra gene serasker olur hatta sadrazamlık katına bile çıkar. Bu adam ilericidir işte. Çünkü Abdülaziz Han’ı batıcılığa yüz çevirdiği ve alaturkalığıbenimseyip ney çaldığı, Abdülmecid Han’ın opera salonu diye yaptırdığı mekanda fasıl heyeti kurdurup müzik dinlediği için tahttan indirdiğini söyler! Sadrazam Ali Paşa’ysa batıdan salt sanayi ve teknolojinin Osmanlı mülküne getirilmesini amaçladığı için gericidir! Tıpkı Hariciye Nazırı Keçecizade Fuad Paşa gibi!
***
CHP’nin tek parti dönemine gidelim gene. Gericilik ve ilericiliğin ekonomik faaliyetler açısından ele alınması gereken bir kavram olması gerekirken, CHP bunu halka çarpıtarak anlatmış, kravat takıp şapka giyen, şalvarını çıkarıp bacağına pantolon çeken ilerici olduğunu sanmıştır. Bu ilericilik ve gericilik karmaşasını ardında, bürokrasi-tek parti kodamanları-yeni yeni filizlenen burjuvazi halkı bir güzel soymuştur! Ne zaman bu gericilik ve ilericilik kavramlarının ekonomik bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini, batıdan alınması gerekenin kılık kıyafet değil sanayi ve teknoloji olduğunu söyleyen çıkmışsa, “irtica hortluyor” zırvasıyla darbeye başvurulmuştur.
Bab-ı Ali’nin aydın kalemleri gerek korku belasına gerekse de servet peşinde, Milli Şef’in akşam yemeklerini Oda Orkestrası eşliğinde yemesine alkış tutarken, milletin açlıktan kırıldığını, yokluğun gırtlak boyu olduğunu ağıza almamış, almaya yeltenen birkaç kişi çıkmışsa da mahpus damını boylamıştır. Daha sonraları, Kemal Tahir’den Necip Fazıl’a uzanan kallavi listeler hazırlanmış, bu insanların kimine komünist kimine gerici damgası vurulup zindanlarda çürümeye terk edilmiştir.
İsmail Beşikçi Doğu Anadolu’nun Düzeni adlı yapıtında “ilericiliğin” hangi koşullarda ve nasıl korunduğunu pek güzel anlatır: “Hasankale yakınlarında bir köyde, tek parti döneminde, köyün ileri gelenleriyle fakir aileler arasında kavga çıkar. Fakir aileler haklıdır bu kavgada ve karşı tarafı hükümete şikayet için yola çıkarlar. Karşı taraf yollarını keser: ‘Bizi şikayet ederseniz biz de bunlar Atatürk’e sövdüler, biz de bu sövgülere dayanamadık bunları dövdük diyeceğiz’ buyururlar. Bunun üzerine başlarına gelecekleri kestiren yoksul köylüler şikayetten vazgeçer!”
Ya işte böyle. Hala ilerici ve gericiyi dine, namaza, sakala, türbana bağlayanlarımız var. Ülkenin kalkınması, ticarette, sanayide, bilimde yükselmesi için ter dökeninin inançlı olması onu gerici yapıyor! Yerinde saymayı, darbelere alkış tutmayı, taş taş üstüne koyana kara çalmayı marifet sayan ilerici oluyor! Ben sana daha ne söyleyeyim cancağızım!
(Meraklısına Not: Yalnız bana sövün; ölmüşlerimi rahat bırakın lütfen.)
Süheyl Batum’dan inciler-The Economist’ten seçme saçmalar!
- 10 Haziran 2013 Pazartesi
Önce bir dönem, cikletten çıkarak CHP Genel Sekreterliğine oturmuş, İhtilal yapıp ha babam de babam seçim kazandığından, Tayyip Bey ve arkadaşlarını mahpus damına atmadığından kelli, TSK’ya “kağıttan kaplan” diyen, demesiyle de oturduğu kattan tepetaklak aşağı indirilen, Süleyman Demirel’le Hüsamettin Cindoruk’un nurtopu gibi yavrusu Süheyl Batum,siz beni bilmezsiniz; ben bu AK İtlere hadlerini bildiririm ki, breh breh breh! “Tosuncuklar, AK İtler bir daha ellerinde sopa, adam dövmeye nah çıkar!” demez mi ta Eskişehir’den. Ha yanlış anlaşılmasın; kimsenin ona bir şey sorduğu falan yok. Zaten CHP’de herhangi bir konuyla ilgili soru sorulacaklar arasında son sırayı tutmakta bizim muhabir arkadaşlara göre!
Anayasa Profesörümüzden söz edelim az-biraz. Yani Süheyl Batum beyefendiden! Rüstem Batum değil oğlum; o televizyonda sohbet ederdi insanlarla! Bu Süheyl bu... Süheyl! Allah Allah! Nerde kalmıştık? Ha evet, bu üslub-u şahane, Süheyl Batum efendimizin. Hani Tayyip Bey’in sert üslubu var ya, Gezi Parkı olaylarının başlamasına neden olan, sabık genel sekreterinkinin yanında şefkat, sevgi ve de muhabbet dolu kalır mı kalmaz mı? Laf aramızda una bulanmış Batumzade Süheyl Efendi, yakın siyasi tarihimizin deyimler sınavından da sıfır çeker. Adam hem “tosuncuk” hem de “AK İtler” olmaz emmi! Tosuncuk dediğin ta 1970’li yıllarda, Ülkücülere, solcuların ve sol basının verdiği addı. AK itlerinse ne ya da kim olduğunu bilmiyorum; belki kimi AK Parti il ve ilçe kuruluşlarında sevabına beslenen sokak köpekleri olabilir. Ha bu köpekler ellerine nasıl sopa alıp da adam dövmeye çıkmışlar onu açıklamak Süheyl kardeşe düşer. Aslında Süheyl’den niye söz ettik? Hatırı kalmasın diye; garibim kalkmış Eskişehir’imizden postal gibi bir laf etmiş, biz de onu yorumlamazsak bakarsın bozulur mozulur, serde Galatasaray’lılık da var. Ama o liseli, bizim liseliliğimizse babamız ve Kemal Tahir Ağabeyimizle sınırlı Allah’ıma şükür; bizim işimiz kulübümüzle ki orda Süheyl Batum’un esamesi okunmaz, gene Rabbime şükür.
Süheyl’i unutalım gelelim İngiliz’in The Economist adlı dergisine ki, kapağına foto shop’tan yararlanarak III: Selim’in resmini Tayyip Bey’i basmış ve de “Demokrat mı Sultan mı?” diye sormuş. Allahım sen benim aklıma mukayyet ol! Economist, Erdoğan’a, orta sınıf demokrat” diyor ki, bu “middle class democrat” deyimi 2005 Nobel Ödülü kazanmış, dünyaca ünlü İngiliz oyu yazarı Harold Pinter’in, başta Margaret Thatcher olmak üzere ta Disraeli’ye kadar uzanan nice başbakan için kullandığı bir yakıştırmadır. Kötü bir yakıştırmada değildir, Lordlara karşı kimi başbakanların, halkın hakkını hukukunu koruduğu anlamına gelir, ama burada Economist “ikinci sınıf demokrat” olarak nitelendiriyor aklınca. Sonra da diyor ki, gezi parkı olayları “İslam’la demokrasinin bir arada yürüyemeyeceğinin en güzel kanıtı!” Ancak hemen ardından etkisiz muhalefet karşısında gene seçileceğini söylüyor Tayyip beyin. Bunun ardından kendi kendini tekzip ediyor; “sorun İslam’da değil Erdoğan’da! “ diyor. “İstanbul ve İzmir burjuvazisini küçümsüyor. Partisinin İslam kökleri birçok kişiyi Atatürk’ün laik devletinin İslamlaşacağı endişesine yönlendiriyor. Alkol satışını sınırlayan yasa bu kaygıyı arttırdı...kurallara göre 2015’TE Başbakanlıktan ayrılması gerekecek; ama o bu kuralları hiçe sayabilir...Thatcher’den, De Gaulle’den usanan halk Erdoğan’dan da usanmaya başlamıştır...Eğer istifa eder yerini Gül’e bırakırsa her şey rayına oturabilir.”
Ben, “ The Economist’in” genel yayın yönetmeni olsam bunu yazan her kimse kapının önüne koyarım. O kadar yanlış var ki yazıda, hangi birini sayacaksın? Örneğin kurallara göre Tayyip beyin, 2015’te Başbakanlıktan ayrılması gerekir, demekte. Hangi kurallar bunlar? Kim sınırlamış üç kereyle seçilmeyi? TBMM mi? Halk mı referandumla? Siyasi Partiler Yasası mı? Yo, Tayyip beyin kendisi önermiş parti de kabul etmiş. Margaret Thatcher ve DeGaulle benzetmeleri de hepten saçma sapan! Thatcher’de “kelle vergisi” (poll tax) diye bir ucube vergi getirmeye çalıştığı ve halkın büyük tepkisiyle karşılaştığı için görevinden ayrılmak zorunda kalmıştı. De Gaulle’ün meselesiyse Cezayir’le ilgiliydi! Yani sapla samanı birbirine karıtırmış, sürekli saçmalamış bu sözüm ona saygınlığıyla tanınan dergi. Hatırlarsınız son seçim öncesi CHP’nin ezici zaferini (!) taşımıştı birinci sayfasına. Alkole girmiyorum hiç, çünkü alkol satışına en büyük kısıtlamaları getiren ülke İngiltere’dir, ABD’den sonra! Ha bu arada, Başbakan dünyanın hangi demokrasisinde istifa edip görevini Cumhurbaşkanına devretmiş ki, Tayyip bey bunu yapsın? Ve de niye?
Şimdi insanı eleştirenler bu kadar saçmalarsa, muhalefet bu kadar tapon olursa, yapıcı eleştiriler de kaynar gider. Eleştiri de demokrasilerin olmazsa olmazıdır. Ama yapıcı, akıllı, ne dediğini bilen, bilgili, kültürlü, çıkarı ve önyargısı olmayan insan bulabilirseniz tabi!
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
CHP, ‘Yeni CHP’ olabilir mi
Deniz Baykal’ın gayrı ahlaki bir operasyonla CHP liderliğinden ıskat edilmesinden sonra, toplumun değişik kesimleri, farklı amaçlarla olsa da büyük bir heyecanla CHP’nin sosyal demokrat bir parti olup olmadığı, değilse sosyal demokrat bir partiye dönüşme potansiyeli taşıyıp taşımadığı başta olmak üzere pek çok konuda akıl yürütüyor, teoriler geliştiriyor, tahminlerde bulunuyor. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Böyle bir dönüşümün gerçekleşmesine kişisel olarak çok sevinirim. AKP’nin, sözüm meclisten dışarı, ‘köpeksiz köyde sopasız dolaşmasını’ ancak bu engeller. Ama bunu çok zor görüyorum. Çünkü bana göre kurumlar canlı organizmalar gibidir. Onların da DNA’ları, nöronları, bellekleri, gelenekleri, davranış kalıpları, refleksleri, korkuları özetle ‘kişilikleri’ ve ‘karakterleri’ vardır. Bazen ölüm veya istifa gibi nedenlerle, bazen kurumun amaçlarına hizmet etmedikleri için yöneticiler değişir, farklı görüşte, farklı tarzda insanlar yönetime gelir ama o kurumun yapısında, rotasında kaydadeğer bir değişiklik meydana gelmez. Çünkü bu tür köklü kurumlarda öylesine güçlü bir torna vardır ki, o kişileri partiye uygun hale getirinceye kadar, deyim yerindeyse, keser, biçer, yontar, perdahlar. Nitekim arkasında büyük bir halk desteği olan Bülent Ecevit bile CHP’yi değiştiremeyeceğini anlayınca kendi partisini kurmuştu. Bugün müesses nizamın savunucusu Deniz Baykal bile CHP’nin başına geçtiğinde solcu, devrimci bir akademisyendi. Ama Baykal, CHP’nin kimliğini değiştiremedi, CHP onu değiştirdi. Erdal İnönü ve Altan Öymen gibi iyi niyetli kişilerin başlarına gelenleri hepimiz izledik. Kemal Kılıçdaroğlu’nun dünkü kurultaydaki konuşması da kadim retoriğe teslim olabileceğini düşündürdü.
Bu hafta CHP’nin nasıl bir kurumsal kimliğe sahip olduğunu anlatmaya çalışacağım. Sayfanın boyutları yüzünden yazıyı 1923-1946 arasıyla ve sadece partiyle ilgili olaylarla sınırlamak zorunda kaldım. Bu tarihçe, neden CHP’nin başına ‘iyi niyetli’, ‘halkçı’, ‘alçak gönüllü’, ‘sıcak’, ‘Gandi gibi’ bir lider getirerek, ‘Yeni CHP’ yaratmanın zor olduğunu düşündüğümü anlatabilir diye düşünüyorum.
A-RMH Grubu kuruluyor
CHP’nin nüvesini, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’ne katılan milletvekilleri arasından bizzat Mustafa Kemal’in kurduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk (A-RMH) Grubu oluşturmuştu. Bu grubun ezici çoğunluğunu eski düzenden devralınan asker ve sivil bürokratlar oluşturuyordu. Grupta işçi, emekçi ve köylü kitlelerinin temsilcileri yoktu. Kısacası işin içinde sosyal demokrasinin kaynağı olan emekçi sınıflar yoktu. Zaten Kemalist devrimin bu sınıflara ihtiyacı yoktu, modernleşmenin tepeden aşağıya olacağı düşünülüyordu.
Mustafa Kemal, sert eleştirilere rağmen grubun başkanlığını üstlenmiş, grubun 10 Mayıs 1921’de yapılan ilk oturumun sekreterliğini ise ilerde Mustafa Kemal’in amansız düşmanı olacak ve bunun bedelini hayatıyla ödeyecek olan Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit yapmıştı. Bu grup, daha sonra Birinci Grup adıyla anıldı. Bazı kaynaklara göre 133, bazılarına göre 202 üyesi olan Birinci Grup, bünyesindeki ordu komutanlarının da etkisiyle kâğıt üzerinde 437 üyesi olan ancak en fazla 365 kişinin katıldığı Meclis’i başından itibaren kontrol etti. Temmuz 1922’de Mustafa Kemal’in grubuna alınmayanlar, Erzurum milletvekilleri Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve eski Meclis-i Mebusan Reisi Celalettin Arif Bey’le, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in etrafında ‘İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu’ adıyla toplanmaya başladılar. Bazı kaynaklara göre 63, bazı kaynaklara göre 90 kişiden oluşan bu gruba da sonradan, ‘İkinci Grup’ dendi.
Halk mı millet mi
İkinci Grubun kurulması üzerine, Birinci Grup biraz daha kurumsallaşmaya çalıştı ve 16 Temmuz 1922’de iç tüzük tadil edildi. Ama ortada hâlâ bir parti (fırka) yoktu. 6 Aralık 1922’de Mustafa Kemal Ankaralı gazetecilere, barış sağlanınca halkçılığa dayanan ve Halk Fırkası (HF) adını taşıyacak bir siyasal parti kurma kararında olduğunu açıkladığında başta Trabzon ve Erzurum olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerinden itirazlar geldi. Çünkü 4-10 Eylül 1919 tarihli Sivas Kongresi’nde “Müdafaa-i Hukuklar her nevi fırka cereyanlarının üstünde olup bakidir ve devam edip gidecektir” kararı alınmıştı. Mustafa Kemal’in bu grupları HF’ye dönüştürme çalışması açıkça bu kararın ihlaliydi.Ama Mustafa Kemal’in kararlı olduğu anlaşılınca itirazlar başka noktalara kaydırıldı. Örneğin kurulacak partinin adındaki ‘halk’ sözcüğü başlangıçta solculuğu ima ettiği için pek beğenilmemiş, ancak Mustafa Kemal ‘halk’ derken milleti, ‘imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle’ olarak kastettiğini kesin bir dille açıklayınca tartışma bitmişti.
Mustafa Kemal HF konusunu, 7 Şubat 1923’te Balıkesir’de Zağanos Paşa Camii’nin minberinden verdiği hutbeden sonra cemaatin sorularını cevaplarken tekrar açtı. Yeni devletin geleceği için endişeleri olduğunu, bu yüzden bazılarının önerdiği gibi köşesine çekilerek dinlenmeyi doğru bulmadığını, kurmayı düşündüğü ‘Halk Fırkası’nın halka “siyasi terbiye verecek bir mektep olacağını” anlattı.
Dokuz Umde bildirgesi
1 Mart 1923 günü, İkinci Grubun liderlerinden Hüseyin Avni Bey, 272 oydan 148’ini alarak Birinci Reis Vekilliğine seçildiğinde o güne kadar küçümsenmeye çalışılan İkinci Grubun siyasi gücü herkesi şaşırtmıştı. 27 martta İkinci Grubun diğer liderlerinden Ali Şükrü Bey’in ortadan kaybolması birilerinin bu durumdan rahatsız olduğunu düşündürüyordu. Nitekim Ali Şükrü Bey’i arama çalışmaları sürerken, Mustafa Kemal’in Birinci Meclis’in amacını gerçekleştirdiğini belirten konuşmasından sonra Meclis seçimlere gitmek üzere kendini feshetmişti.
2 nisanda ölüsü bulunan Ali Şükrü Bey’i Mustafa Kemal’in Muhafız Birliği komutanı Giresunlu Topal Osman’ın öldürdüğü anlaşılmıştı. Çatışma sonucu yaralı ele geçirilen Topal Osman’ın başı kesik bedeni Ulus Meydanı’nda sallanırken, Geçici Seçim Kanunu’nda bazı düzenlemeler yapıldı. Bir hafta sonra Mustafa Kemal, A-RMH Cemiyeti Başkanı sıfatıyla, Meclis’teki A-RMH Grubunun HF’ye dönüştürüleceğini belirten ‘Dokuz Umde’ bildirgesini açıkladı.
Halk Fırkası resmen kuruluyor
Muhaliflerden arınmış İkinci Meclis 11 Ağustos 1923’te açıldıktan iki gün sonra Meclis Başkanlığı’na yine Mustafa Kemal seçilmişti. Aynı gün Lozan görüşmeleri sırasında Baş Delege İsmet İnönü ile sürekli çekişen Rauf (Orbay) Bey başbakanlıktan istifa etmiş, yerine Fethi (Okyar) başbakan olmuştu. 23 ağustosta Lozan Barış Antlaşması TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girdikten sonra sıra HF’ye resmiyet kazandırmaya gelmişti. Fırkanın resmen kuruluşu 11 Eylül 1923, Dâhiliye Vekaleti tarafından tescili 23 Ekim 1923’te yapıldığı halde, İzmir’in geri alınışının tarihine denk getirmek için kuruluş tarihi 9 Eylül 1923 olarak kabul edilecekti.
Dikkat edilirse kurulan partinin adında ‘cumhuriyet’ ibaresi yoktu. Halk Fırkası’na ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’ denmesi, HF’den dışlanan muhaliflerin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) adıyla bir parti kuracakları haberlerinin yayılmasıyla gündeme gelmiş, TpCF’nin kurulmasından bir hafta önce, yani 10 Kasım 1924’te fırkanın adı Cumhuriyet Halk Fırkası yapılmıştı. Haziran 1925’te Şeyh Said İsyanı’nın ardından TpCF kapatıldıktan sonra ‘cumhuriyet’ ibaresi CHP’nin malı olmuştu.
1927’deki Büyük Kongre
Ortada bir muhalefet partisi olmadığı için seçimden söz etmek yeterince garipken, 26 Haziran 1927’de TBMM seçimlere gitmek üzere tatile girmeden önce parti tüzüğünde bir değişiklik yapılarak milletvekili adaylarını belirleme işi, Fırka Divanı’ndan alınarak parti genel başkanına verildi. Böylece, milletvekillerinin eskisi gibi Mustafa Kemal’e bağlılığı garanti edildi. Çatlak ses çıkaranların yeni bir tasfiyeye tabi tutulduğu seçimlerin ardından, 1923 tarihli parti tüzüğünün açık hükmüne rağmen, her sene yapılması gerekirken ve dört yıldır toplanmayan ‘Büyük Kongre’ toplandı. 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında yapılan kongrede, CHP’nin ‘aslında 1919’da Sivas Kongresi’nde kurulduğu’ tezi ortaya atılarak, Parti’nin tarihi ile Milli Mücadele’nin tarihi birleştirilmiş oldu.
Mustafa Kemal, altı gün boyunca günde altışar saatten toplam 36,5 saatte okuduğu Nutuk ile geçmişin kendine göre siyasi muhasebesini yapıp ‘tek adamlığını’ ilan ettikten sonra, 1930’daki 99 günlük Serbest Fırka olayı hariç tutulursa, ülkenin ‘Tek Adam’ ve ‘Tek Parti’ tarafından muhalefetsiz, dolayısıyla denetimsiz şekilde yönetilmesine başlandı.
1931 III. Kurultayı
10 Mayıs 1931’de toplanan III. Kurultay’da (Öztürkçe akımı yüzünden artık ‘kurultay’ deniyordu), Mustafa Kemal CHF’nin ‘Ebedî Genel Başkanı’ ilan edildi. Kemalizm partinin resmî ideolojisi oldu ve Altı Ok (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık) ilkesi kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti halkının sınıfsız bir kitle olduğu ilan edildi ve partiye sınıf kavgasına mahal vermeyecek şekilde toplumsal katmanların uyumunu sağlayacak kanunlar çıkarma görevi verildi. Ardından partinin kuruluş misyonuna uygun olarak, Halkevleri, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi, İskân Kanunu, Soyadı Kanunu gibi uygulamalarla ‘Batılı anlamda modern bir ulus-devlet’ inşasına hız verildi.
9-16 Mayıs 1935’te toplanan CHF IV. Büyük Kurultayı’nda CHF adı CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) oldu. Katı bir devletçilik politikası izleneceği ilan edildi. 1936’da CHP Genel Başkan Vekili ve Başvekil İsmet İnönü’nün parti teşkilatına yazdığı bir tamime göre, dâhiliye vekili, parti genel sekreteri olurken, valiler bulundukları vilayetlerde parti başkanlığına atanmışlardı. Bölge müfettişleri hem parti teşkilatının hem de devlet işlerinin denetleyicisi idi. Recep Peker durumu şöyle özetlemişti: “Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir, parti devletle birlikte çalışır.”
Parti ve devletin tek elde birleşmesini yürürlükteki Memurin Kanunu ile çelişkili gören Hilmi Uran, konuyu İzmit’te karşılaştığı Mustafa Kemal’e anlattığında şu cevabı almıştı: “Ben bu maddede değiştirilecek bir şey görmüyorum. Çünkü burada memurların siyasi cemiyetlere girmemesinden maksat, onların benim partimden başka bir partiye intisap edememesi demektir. Bu bakımdan bu madde hatta faydalıdır ve katiyen değiştirilmemelidir.”
Ama bu tedbirlerle de yetinilmeyecek, 13 Şubat 1937’de yapılan anayasa değişikliği ile CHP’nin Altı İlkesi’nin anayasaya konularak parti-devlet bütünleşmesi iyice sağlama alınacaktı. Ancak klasik totaliter ülkelerdekinin tersine, devlet partileşmemiş, parti devletleşmişti.
Ebedî Şef’ten Milli Şef’e
Mustafa Kemal Atatürk 10 Kasım 1938’de öldüğünde Başbakan Celal Bayar durumu telgrafla üç yere bildirmişti. Bunlardan biri Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, ikincisi Hükümet, üçüncüsü ise İsmet İnönü idi. Devleti idare şeklinden dış politikaya, ekonomi politikalarından siyasi üsluba uzanan geniş bir yelpazede Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı Atatürk’le derin bir anlaşmazlığa düştüğü için, Atatürk tarafından 25 Ekim 1937’de başbakanlıktan ayrılarak yerini Celal Bayar’a terk etmek zorunda bırakılan İsmet İnönü’nün kaderi, bu telgraftan sonra değişecekti.
Anayasa’ya göre cumhurbaşkanı vekili olan Abdülhalik Renda, Meclis’i yeni cumhurbaşkanı seçimi için 11 kasım günü toplantıya çağırmıştı. Yeni cumhurbaşkanının kim olacağı konusu doğal olarak herkesi meşgul ediyordu. En güçlü adaylar Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa, Başbakan Celal Bayar ve ‘İkinci Adam’ İsmet İnönü idi. Aslında, İsmet İnönü’nün listede olması oldukça garipti çünkü Atatürk’le düştüğü derin görüş ayrılıklarından dolayı, başbakanlıktan istifaya zorlandığı 25 Ekim 1937 tarihinden beri adeta inzivaya çekilmiş gibi yaşıyordu. Atatürk’le ilişkileri neredeyse kesilmişti. Öyle ki, ölüm döşeğinde bile kendisini ziyaret etmemişti. Öldüğü gün de Ankara’daydı. Ancak, daha 10 kasım günü, ikametgâhı olan Pembe Köşk, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa’nın askerleri tarafından güvenlik çemberine alındığında, İnönü’nün kısa süreli ama derin inziva hayatının sona ermesinin yakın olduğunu herkes hissetmişti.
Ordunun desteği
Aslında İnönü’nün geleceğine ilişkin ilk işareti, ölümünden kısa süre önce Atatürk, vasiyetnamesi ile vermişti. Vasiyetnamede İsmet İnönü’nün iki çocuğunun eğitimi için gereken yardımın yapılması isteniyordu. İktidar hırsı olmadığı bilinen Fevzi Paşa’nın bu işareti bir emir telakki ettiği anlaşılıyor. Fevzi Paşa’nın desteği ordunun desteği demekti. Ordunun İnönü’ye teveccühünün ne anlama geldiğini gayet iyi bilen Başbakan Celal Bayar CHP Grubu’nu serbest bıraktı ve gizli oylamada, İnönü neredeyse oybirliği ile cumhurbaşkanı adayı olarak seçildi. Neredeyse diyorum çünkü sadece Yusuf Hikmet Bayur, oyunu Celal Bayar’a vermişti. Böyle güçlü biçimde adaylığının ifade edilmesi, cumhurbaşkanı seçilmesinin de garanti olduğunu gösteriyordu. Nitekim oylamaya katılan 348 üyenin kendisini oybirliğiyle cumhurbaşkanı seçmesiyle Türkiye yeni bir döneme girdi.
‘Değişmez Genel Başkan’
13 Kasım 1938 tarihli Bugün gazetesinin başyazarı Ali Naci Karacan ilk kez İnönü’den ‘Milli Şef’ diye bahsederken, Cumhuriyet gazetesi ‘İkinci Atatürk’ümüz’ diye takdim etmişti. 14 kasımda Cumhuriyetyazarı Nadir Nadi Atatürk’ten ‘Ebedî Şef’ olarak bahsetti. Ancak, İnönü’nün resmen ‘Milli Şef’ olmasına biraz daha zaman vardı.
İlk adım, Celal Bayar’ın çağrısı ile 26 Aralık 1938 tarihinde toplanan CHP Olağanüstü Kurultayı’nda atıldı. Kurultayda Genel Sekreter Şükrü Kaya’nın yerine getirilen Refik Saydam’ın önerisiyle parti tüzüğünün bazı maddeleri değiştirildi. Bunlardan 2. Madde daha önce “Partinin Değişmez Genel Başkanı, onu kuran Kemal Atatürk’tür” şeklinde iken, yeni maddede “Partinin Banisi ve Ebedî Başkanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin müessisi olan Kemal Atatürk’tür” deniyordu. 3. Madde ile şu takviye yapıldı: “Partinin Değişmez Genel Başkanı İsmet İnönü’dür.” Partiye her zaman istenen nitelikte başkan bulmak zor olduğu ileri sürülerek, 4. Madde’de Partinin Değişmez Genel Başkanının sadece ölüm, görev yapamayacak kadar ağır hastalık ve istifa hallerinde boşalacağı, bu durumlarda, parti üyesi birinin yeni ‘Değişmez Genel Başkan’ olarak seçileceği belirtiliyordu.
“Şef ısıtır, aydınlatır”
Görüldüğü gibi Parti Tüzüğü’nde yapılan değişiklikte ‘Milli Şef’ ibaresi geçmiyordu. Bu ibare ilk kez Recep Peker’in 1934-1935 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nde verdiği İnkılâp Tarihi derslerinde ortaya çıkmıştı. Recep Peker daha sonra ders notları halinde topladığı bu konuşmalardan birinde ‘Şef’ tarifini şöyle yapmıştı: “Siyasal parti hayatında bilhassa üzerinde durulmaya layık başlıca bir unsur Şef’tir. Şef, bir siyasi partinin bütün ana düşüncelerini, iradesini, yapış kuvvetini ve şerefini temsil eder. Şef, kendi ruhunda beslediği heyecan ve hararetle partisini ve muhitini ısıtır, aydınlatır...”
Altı Ok ve Svastika
‘Ebedî Şef’ veya ‘Milli Şef’ kavramlarının Mussolini İtalyası’ndaki ‘Il Duce’ ve Nazi Almanyası’ndaki ‘Führer’, Franko İspanyası’ndaki ‘Caudillo’ kavramları ile akraba olduğu açık. Nitekim CHP’nin kolu gibi çalışan Halkevleri İtalya, Almanya ve Macaristan’daki faşist gençlik örgütlenmelerinden esinlenerek kurulmuştu. İsmail Hakkı Tonguç’un Gazi Terbiye Enstitüsü resim-iş atölyesinde Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde göğüslerde taşınacak ‘Altı Ok’u çizdirişi ile (bazı kaynaklara göre Altı Ok’u İhap Hulusi hazırlamıştır) Almanya’da Svastika’nın (Gamalı Haç) Nazi simgesi olması neredeyse eşzamanlı gerçekleşmişti. Türkiye’deki Tek Parti Rejimi’nin kitleleri harekete geçirmek ya da disiplin altına almak için İtalya’daki Kara Gömlekliler veya Almanya’daki SS’ler ve SA’lar gibi paramiliter örgütlere ihtiyaç duymamasının temel nedeni, Mustafa Kemal’in ‘aydın despotizmi’nin toplumsal tabanının Avrupa’dakilerden çok daha geniş olmasıydı.
Ancak şunu da unutmamak gerekir: İki dünya savaşı arasındaki 30 yılda dünyada ciddi bir demokrasi krizi yaşanmış, 1920’lerde dünya yüzünde 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken bu sayı 1938’de 17’ye düşmüş, 1944’te ise tüm dünyadaki 64 ülkenin ancak 12’si anayasal bir demokrasi ile yönetilir olmuştu. Türkiye’de ise, otoriter rejimlere son derece uygun tarihsel, toplumsal ve siyasal bir ortam olduğu için, bu faşistleşme sürecine çabuk uyum sağlamıştı.
Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt o yıllardaki durumu şöyle özetler: “Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer, taban halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki, bizde buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir.”
CHP Doğu’da yok
1939 seçimlerinin ardından toplanan V. Kurultay’a Tunceli, Ağrı, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Urfa, Siirt’ten delege katılamadı, çünkü CHP’nin bu illerde örgütlenmesi yoktu. (Partinin örgütlü olduğu Hatay’dan da katılım olmamıştı.) Kurultay’da Valilerin CHP Başkanı olması uygulamasına son verildi ancak eskisi gibi Parti’ye yardımcı olmaları isteniyordu. Kurultay’ın bir başka ilginç kararı da, görüş beyan etme hakkı olmayan ve grup kararı doğrultusunda oy kullanmak zorunda olan 21 kişilik Müstakil Grup adlı bir heyet oluşturmak suretiyle güya parti içi demokrasinin mekanizmalarının oluşturulmasıydı. Eli kolu bağlı bu grubun işe yaramadığını söylemeye herhalde gerek yok!
Savaşın Almanya’nın yenilgisiyle sonlanmasından sonra Batı’yla yakınlaşma politikalarının bir parçası olarak ‘Çok Partili Dönem’e geçildi. Ama CHP ağırlıklı olarak rejimin muhafazası için ideoloji üretmekle meşgul oldu. Halkın değil devletin partisi oldu. Siyaset üreten değil ideoloji üreten bir parti oldu. Kadro partisi değil ‘Tek Adam’ partisi oldu. ‘Parti için demokrasi’ CHP’ye yabancı bir kavram oldu. Kemal Kılıçdaroğlu aşısı bu durumu değiştirebilecek mi hep birlikte göreceğiz.
Özet Kaynakça: Mete Tunçay, Türkiye’de Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007; Hakkı Uyar, Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, 1999; “Tek Partili Hayat”, Dosya, Toplumsal Tarih Dergisi, S. 106, Ekim 2002, s. 40-70.
.23-5-10.
Atatürk'ün kız kardeşini CHP dışlamış, DP sahip çıkmıştı
24.06.2012 - Bu Yazı 2506 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Yakın tarihin restorasyonu, daha doğru bir deyimle sağlığına kavuşturulması şart. Ne kadar yıldırmaya ve susturmaya çalışırlarsa çalışsınlar bu olacak.
Er veya geç. Zira "Biz sussak hakikat susmayacak..." Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Hanım 1956 Ocak'ına kadar sağdı. Bir kukla muamelesi yaptıkları bu kadıncağızın en büyük kabahati, dindar olması ve Tek Parti yönetimine, hele hele İsmetizm'e boyun eğmemesiydi.
Geçen hafta da yazdığım gibi, Serbest Cumhuriyet Fırkası'na, yani abisinin Fethi Okyar'a kurdurduğu partiye girdikten sonra (dikkat! 1930 yazındayız) Atatürk'ün yürüttüğü din politikasını açıkça eleştiren de Makbule Hanım'dı (Falih Rıfkı gibi bir muhalifi yazmasa ben de sizin gibi inanmayacaktım).
Makbule Hanım, İsmet İnönü'yü Serbest Fırka'yı kapattırmasından beri sevmezdi. Zaten cumhurbaşkanlığı döneminde de araları pek iyi değildi. Atatürk'ün bütün çevresi gibi itilip kakılmıştı. Ta ki Celal Bayar Çankaya'ya çıkana kadar... Pek bilinmez ama Bayar, Makbule Hanım'la yakından ilgilenmiş, evine her gün Köşk'ten yemek ve çiçek göndertmişti. Hatta Makbule Hanım'ı hastanede kendi yattığı lüks odaya yatırıp her türlü ihtiyacını karşıladığını biliyoruz. Ayrıca kendisine vatani hizmet tertibinden 1000 lira maaş bağlayan da ağabeyinin kurduğu CHP değil, Demokrat Parti olmuştur. İnönistlerin Makbule Hanım hakkında tek kelime etmeye yüzü olmamalı bence. Zira Atatürk'ün kız kardeşi bakın ne demiş 1952 Kasım'ında: "Meğer İsmet Paşa, daha fırka doğarken ölümünü tacil edecek (çabuklaştıracak) bütün tertibatı almış bulunuyormuş... Günün birinde baktım ki, İsmet Paşa'nın Serbest Fırka kılığına sokturmuş olduğu hamalları, şunları bunları kamyonlara doldurarak bizim tarafımızda nümayişlere sevk ediliyor. Bunlar Serbest Fırka lehinde ayaklanmış gibi gösterilerek "İşte bakın... Bu fırka başımıza gaileler açacak" deniyordu. Bunu o anda ağabeyim bile bilmiyordu. Ancak Samsun Belediye Reisi öldükten sonra bu sır meydana çıktı. Fakat iş işten geçmişti."
Atatürk'e hediye edilen Eğridir'deki Can Adası'nın Makbule Hanım'a miras kaldığı ve onun da adayı bir şirkete sattığı haberi (Cumhuriyet, 16 Kasım 1971).
***
Makbule Atadan'ın, ağabeyi Atatürk'ün millete bağışladığı çiftliklerden hakkı olan parseli geri almak için açtığı dava Cumhuriyet'e böyle yansımış.
Makbule Hanım o gün öyle şeyler anlatmış ki Kandemir'e, siyasî tarihçilerimizin bunları mutlaka bulup okuması lazım. İsmet Paşa ve etrafındaki ekibin muhalefete düşman olduklarını bu söyleşi kadar netlikle aktaran metin zor bulunur. Neyse, biz okumaya devam edelim Makbule Hanım'ın anlattıklarını: "Serbest Fırka feshedildiği sırada Çankaya'da bulunuyordum. Ağabeyimle otururken İsmet Paşa geldi. Sinirli görünüyordu. Bana pür-hiddet "Hanımefendi, siz demişsiniz ki, Serbest Fırka'ya ben ağabeyim emir verdi de girdim" deyince ağabeyimin (yani Atatürk'ün) renginin attığını gördüm."
Demek ki İsmet Paşa'nın Atatürk'e hücum etme şekli buymuş. Öğrenmiş olduk. Rengini bile attırabiliyormuş onun. Başka? Bir de şu cümleleri okuyun derim: "İsmet Paşa'nın başbakanlığı devam ederken ahbaplarım, yakın dostlarım, ağız birliği etmişcesine 'Atatürk memleketi kurtardı. Sonra cumhurbaşkanlığına çekildi. İsmet Paşa hükümeti oldu bu' diye şikâyetlerde bulunurlardı. Ben de bunu kendisine söyledim. Hiç unutmam, 'Başbakanlığa geçmek için cumhurbaşkanlığından çekilmek istedim. Fakat bu görevi kime teklif ettimse bir türlü kabul ettiremedim' demişti."
Buna karşılık Atatürk'ün "kızı" mı yoksa "eşi" mi olduğu bir türlü aydınlatılamayan Afet İnan'dan hiç mi hiç hazetmediğini de anlıyoruz Makbule Hanım'ın. Biraz şifreli ama okunmaya değer bir parçadır aşağıdaki:
"Afet'e Darülaceze'den 4-5 yaşında bir çocuk vermişlerdi. Bu bacaksız hepimizin sigaralarını yakarken ağabeyimin Foks ismindeki köpeğine de kibrit çakar, hayvancağızı ürkütürdü. Bu hali dikkatle seyreden ağabeyim 'Bu köpek bu kızdan çok temizdir, anladınız mı?' diye etrafındakilerin yüzüne bakardı. Ben onun o manalı bakışıyla ne demek istediğini anlardım... Siz de anladınız mı ne demek istediğini?"
Anlamadık Makbule Hanım anlamadık ama anlar gibi olduk. Belki bir Atatürk uzmanı çıkar da anlatır ne demek istediğini. Ben kaynaklarıyla Makbule Hanım hakkında bulduklarımı aktarıyorum. İsteyen bunlardan ne mana çıkartıyorsa çıkartsın.
Bu arada Atatürk'ün serveti konusunda bilmediğimiz neler varmış neler! İşte her biri gündeme bomba gibi düşecek haber başlıkları:
-20 Mart 1930'da Atatürk'e Eğridir'e gelişinde bir hektarlık ada hediye edilmiş! Adı Can Adası. Fakat Atatürk bunu millete bağışlamamış, Makbule Hanım'a miras bırakmış. Makbule Hanım ne yapmış peki? O da özel bir şirkete satmış. (Ben ilerici "Cumhuriyet" gazetesinin yalancısıyım. Merak eden 16 Kasım 1971 tarihli nüshasına baksın.)
-"Atatürk'ün kız kardeşi Hazine aleyhine dava açtı." "Cumhuriyet"in 25 Aralık 1954 tarihli ilk sayfasında çıkan bu habere göre Makbule Hanım, ağabeyinin Hazine'ye bağışladığını bildiğimiz Orman Çiftliği'nin tahminen 100 bin m²'lik kısmının kendisine ait olduğu iddiasıyla dava açmış. Nasıl olmuşsa olmuş, bir parselin tapusu Hazine'ye intikal etmemiş. İşte yukarıda kendisine bir ada miras kalan Makbule Hanım, bu parsele de göz koymuş. Değeri, 1954 fiyatlarıyla tam 1 milyon liraymış.
-'Bu kadar da olmaz' demediyseniz henüz, şimdi diyeceğinizden eminim, zira aynı gazetenin ertesi günkü nüshasında Orman Çiftliği'ne 10 kişinin daha dava açtığını okuyoruz. Haber aynen şöyle devam ediyor: "Öğrendiğimize göre Orman Çiftliği ve dolayısıyla Hazine aleyhine açılan davaların adedi gün geçtikçe fazlalaşmaktadır. Halen 10 kadar davada davacılar çiftliğin takriben (yaklaşık) yarısından fazlasının kendilerine veraset suretiyle intikali lazım geldiğini ve arazinin, çiftliğin kuruluşu sırasında NORMAL BİR SATIŞLA ALINMADIĞINI iddia etmektedirler. Hatta (sıkı durun şimdi) açılan davalardan biri, davacılar tarafından kazanılmış, Temyiz (Yargıtay) de tasdik etmiştir." Gazete, Hazine'nin kaybettiği arazinin yerini de söyleyerek değerinin tam 7 milyon lirayı bulduğunu ekliyor.
1954'te açılan bu iki dava bize Atatürk Orman Çiftliği'nin satın alınma şeklinde de bit yenikleri olduğunu göstermiyorsa neyi gösteriyor değerli a dostlar? Millet 1950'den sonra uyanmış, hakkını geri almaya çalışıyor. Hazine'ye bağışlandığı için geri verilmeyeceğini zannedenler de fena halde yanılmış oluyor. Atatürk'ün kız kardeşi dahil olmak üzere mağdurların ancak DP döneminde mahkemelere başvuruyor olması da yeterince anlamlı değil midir? Çünkü 1950 yılı siyasetin ve hukukun restorasyonuydu. 2000'li yıllar ise tarihin ve darbeciliğin restorasyonuna sahne olacaktır. Tarihin mülkiyeti yeniden milletin üzerine geçinceye kadar devam edecek davamız. Böyle biline!.
.
Laik CHP, ABD gemisini mahya ile karşılamıştı
22.07.2012 - Bu Yazı 1730 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Mahya İstanbul'la o kadar derinden özdeşleşmiştir ki, başka şehirlerde son yıllara kadar minareler arasına gerilen ışıklı yazıları göremezdiniz.
Mesela ben Bursa'da geçen çocukluğumda hiç mahya gördüğümü hatırlamıyorum. Lakin Ramazan'ın geldiğini önce ışıl ışıl mahyalarından anlar İstanbullu.
Perşembe gecesi yarısı kapalı Haliç Köprüsü'nde şehrin lacivert semasına asılan bu ışıktan yazıları görünce arşivimdeki fersude bir fotoğraf canlandı hafızamda. İster inanın, ister inanmayın, 1946'da laik olduğunu her fırsatta tekrarlayan Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi İstanbul'a bir "Hoşgeldiniz" mahyası astırmıştı. Ancak ilginç olan, bu mahyanın hangi dilde yazıldığı ve kime hitap ettiğiydi.
Hazır Kemal Kılıçdaroğlu da CHP'nin "Laik, Aydınlanmacı ve Atatürk'ün partisi" olduğunu söylemişken, bu partinin-kendileri açısından- günah galerisinin kapısını aralayalım istedim.
CHP'nin ABD ile dostluğu
Atatürk dönemi de dahil olmak üzere CHP'nin 1960'ların ortalarına kadar Amerika'ya karşı olmadığı gün gibi açıktır. Günün birinde ayrıca yazmak istediğim 9 Nisan 1923'te TBMM'de onaylanan Chester Projesi gibi şimdiki anlayışta bayağı "Amerikancı" ve ülke topraklarını peşkeş çekiyor diye nitelendirilebilecek ekonomik taahhütlerin altına da girilmişti vaktiyle. Proje için gereken yasal düzenlemeyi yaptığımız halde biz değil, Amerikan tarafının bundan vazgeçmesi ilginçtir.
İkinci Dünya Savaşı bitmiş, Türkiye, ABD'nin başını çektiği Hür Dünya tarafını seçtiğini ve Komünist bloka karşı olduğunu San Francisco Konferansı'na katılmakla göstermişti (Nisan 1945). İyi de bu 'Amerikancılık' anlamına gelir mi? diye soracaklara zamanın CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'nün 25 Şubat 1960'ta Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı bir konuşmadan ibretlik birkaç satır nakletmek istiyorum.
Diyor ki İnönü: "Birleşik Amerika NATO'dan evvel yardımcımız, NATO içinde müttefikimiz, CENTO içinde ittifakın teşvikçisi ve bunlardan başka iktisadî, malî alanda kuvvetli desteğimiz olmuştur. Siyasi partilerin hiçbirinde Amerika (ile) münasebetleri kıymetli tutmayan bir telakki (anlayış) yoktur."
Hadi Paşa'nın şu sözünü de aktarayım da içimde kalmasın: "CHP bu yeni münasebetlerin 15 sene evvelki kurucusu ve 15 seneden beri sadık taraftarıdır. (...) Samimi olarak müşahedemiz odur ki, Amerika Devleti, Amerikan halkı ve Amerika kültür âlemi Türkiye'nin iyiliğini istemekte ve dostluğu milletten millete olarak benimsemektedirler."
Bunlar zabıtlara geçen resmi konuşmalar. Buna rağmen siz hâlâ Amerikancılık denilince Celal Bayar ve Adnan Menderes'ten başkası aklına gelmeyenlere inanmaya devam edin isterseniz.
Cumhurbaşkanı İnönü, ABD savaş gemisi Missouri'nin gelişine o kadar büyük önem vermişti ki, bizzat Amiral Hewitt ve Başkan Truman'ın özel temsilcisini verdiği bir davetle ağırlamıştı.
Welcome Missouri
Bu sımsıcak dostluk ortamını bir hayli ısıtan olay, 1946 Nisan'ında gerçekleşir. Gazeteler günler öncesinden Missouri adlı ABD savaş gemisinin Cebelitarık'tan geçip İstanbul'a gelmekte olduğunun haberleriyle dolup taşar. Amerikalılar sözde 1,5 yıl önce ölen ama savaş sırasında Türkiye'ye getirilemeyen eski ABD Büyükelçimiz Münir Ertegün'ün kemiklerini getirmektedirler. Bunun tamamen bir bahaneden ibaret olduğu, bir süredir Türkiye'ye sarkmakta olan Sovyetler Birliği'ne gözdağı vermek ve bizi ABD koruma şemsiyesi altına almak için geldiği 5 Nisan 1946'yı takip eden günlerdeki şaşaadan ortaya çıkacaktır.
Şimdilerde Amerikan karşıtı olduğunu iddia eden CHP'liler bile Missouri'nin gelişinin o yıllarda ne yaman bir coşkuyla kutlandığını hatırlayacaklardır. Mesela Altan Öymen anılarında o günlerin İstanbul'undaki hazırlıkları şöyle aktarıyor:
"Amerikan denizcilerinin iyi şeyler görmesi isteniyordu. Dolmabahçe rıhtımından Taksim'e ve Beyoğlu'na giden yollardaki kötü görüntüler yok ediliyordu. O sırada genelevlerin bulunduğu Abanoz Sokağı da içten ve dıştan badana ediliyordu."
Ayrıca Missouri markalı bir sigara çıkarılmış, hakkında şiirler yazılmış, hatta Ankara'nın en iyi lokantalarından biri adını Washington Lokantası olarak değiştirmiştir. ("Bir Dönem, Bir Çocuk", Doğan: 2002, s. 515 vd.)
Üstelik Cumhurbaşkanı İnönü ve savaş kaçağı iken nasılsa başbakan yapılan Şükrü Saraçoğlu ile birlikte göğsüne İstiklal Madalyası'nı takarak ABD'li generallerle boy boy pozlar vermekte herhangi bir sakınca görmemişti. Anlayacağınız CHP, Amerikalı denizcileri 'büyük üniforması'nı giyerek ağırlamakla meşguldü.
İngilizce mahya
İstanbul'da 4 keyifli gün geçiren Amerikalı denizciler, Missouri'yi günde 2 saat süreyle meraklı ziyaretçilere açıyorlardı. Halk bir tür ilk turist kafilesi sayabileceğimiz 'Coni'leri görmek ve kendilerine bir şeyler satmak için seferber olmuştu. Dükkânların kapısına "Welcome" yazılması, o zamana kadar Rus Salatası diye bilinen soğuk yiyeceğin isminin Amerikan salatası olarak değiştirilmesi, Beyoğlu'nda bulunan "Rus Çorapevi" tabelasındaki ilk harfin silinerek "Us Çorapevi"ne dönüştürülmesi gibi operasyonlar da kimi tepeden inme emirle, kimi de gönüllü olarak gerçekleştiriliyordu.
Tabii "Welcome" levhaları yalnız genelev, pavyon, bar gibi eğlence yerlerinin kapılarına değil, Kızkulesi'ne de asılmıştı. Ancak bir "Welcome" yazısı vardı ki, hepsini fersah fersah aşıyor ve CHP iktidarının laiklik söyleminin nasıl da kabukta kaldığını, hiçbir samimiyeti bulunmadığını en çarpıcı bir şekilde gösteriyordu. Bu, Missouri zırhlısının önünde demirlediği Dolmabahçe Camii'nin minareleri arasına asılan "Welcome" mahyasıydı.
Burada yayınladığımız "Welcome" yazılı mahya fotoğrafını aziz dostum İsmail Kara da yıllardır arıyor ve bulamadığını söylüyordu. Mübarek Ramazan vesilesiyle 66 yıl önceki bu İngilizce mahyayı yayınlayarak hem laikliğin bizzat CHP tarafından ne kadar ciddiye alındığını görmenizi, hem de Ramazan'ınıza "Hoş geldi, safa getirdi" demenin bir yolunu bulmak istedim.
Bu yazıdan sonra CHP'li belediyeler camilere İngilizce mahya astırmaya kalkarlarsa şaşmayın. (Laf arasında İzmir'e pek yakışırdı!)
Ne de olsa mirasları laiklik değil mi? İzindeyiz efendim! İzindeyiz!.
CHP’nin parti kapattıran demokrasi anlayışı
17.03.2013 - Bu Yazı 2581 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
1930 Ağustos’u Türkiye Cumhuriyeti ufuklarında bir fecr-i kâzip (yalancı şafak) gibi doğuyordu.
5 yıllık Tek Parti yönetimi üst yapı devrimleri ile övünürken, devrimlerin baş döndürücü hızı ve başarısız ekonomi politikaları yüzünden halk zor günler yaşıyor, hatta açlık tehlikesine uğrayanların haberleri basında yer bulabiliyordu. Zaten “tekâlif-i milliye” kanunu halkın elindeki mal varlığını cebren almış, malının yüzde 40’ı Milli Mücadele’ye hibe edilmişti. Buna aşarın yerine konulan ağır vergilerin yükü eklendiğinde üretici ve köylünün sırtındaki kambur iyice büyümüştü. Fethi Okyar, hatıralarında bu durumu Gazi’ye şöyle aktardığını yazar:
“Hariçten malî ve iktisadî vaziyetimiz pek fena görülüyor. Vergiler artırılmıştır, girişimciler ancak geçimini sağlamak ve vergisini verebilmek için çalışmaktadır. Kimsede sermaye kalmamıştır. Parasızlık, fakr u zaruret yüz göstermiştir.”
Bunun üzerine Gazi Paşa’nın teklifi ile bir muhalefet partisi kurmakla görevlendirilen Fethi Bey, tarafsızlık noktasında bir tereddüt yaşar. Gazi’ye tarafsız kalıp kalamayacağından emin olmak istediğini söyler. O da tarafsız kalacağını beyan eder. Fethi Bey ısrar eder; yalnız tarafsız kalmayacak, aynı zamanda iki partiye de eşit muamele ve yardımda bulunacaktır. Gazi bunu da kabul eder, hatta kuruluş için gerekli parayı bizzat verir Fethi Bey’e. Ardından 40-50 milletvekili ile işe başlamasının iyi olacağını, hatta kızkardeşi Makbule Hanım’ı da partisine kurucu üye yapacağını vaat eder.
Lakin işler farklı gelişir. 40-50 milletvekili ile yönetilebilir bir muhalefet olarak tasarlanan Serbest Cumhuriyet Fırkası, beklenmeyen bir performans gösterince, hele ki İzmir mitingine 50 bin kişi katılıp Fethi Bey’in önüne çıkarak “Kurtar bizi” feryatlarını basınca işin rengi aniden değişir. Yerel seçimlerde de Serbest Fırka’nın hatırı sayılır bir miktarda oy alacağı belli olunca baskılar, işkenceler, hatta halkın oy kullanma hakkına müdahaleler birbirini takip eder. Tekkelerin önlerinin süpürülmeye başlandığına, feslerin kalıplandığına vs. ilişkin malum irtica silahlarının kılıfından çıktığına da tanık olunur. Bir de ciddi bir oy alması, iktidarın alarm zillerini çaldıracak ve sonuçta kapatılması için düğmeye basılacaktır.
Bizzat Fethi Bey’in kendisinden intikal eden bir dosyadan seçtiğimiz alttaki belge, sürecin en can alıcı noktasını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Fethi Bey’e gönderilen bu mektupta CHP yönetiminden şikâyetler sıralanıyor.
Nihayet partiyi kurmak için en yakın arkadaşını “ıstıraplı bir işe” sürükleyen Gazi, başında bulunduğu CHP’yi korumak için devreye girecek ve başta verdiği tarafsızlık sözünün tersini yaparak Serbest Fırka’yı kapatacaktır. Böylece ağustos ayında hükümetin icraatından şikâyet raporuyla süreci başlatan Fethi Bey, 17 Kasım 1930 günü fesih kararıyla bu (liberal) düşe son verecektir.
İşte üç aylık demokrasi deneyiminin iç yüzünü anlatan ve ilk kez yayımladığımız belgenin tarihî zemini budur.
Bizzat Fethi Bey’in kendisinden intikal eden bir dosyadan seçtiğimiz belgenin ışığında bu sürecin en can alıcı noktasını, Mersin’den yükselen feryat bütün çıplaklığıyla ortaya koyacaktır.
Fethi Bey’e gönderilen mektupta CHP yönetiminden şikâyetler şöyle sıralanıyor:
“13 Ekim 1930 tarihinde güç hal ile seçime katılabildik. Bütün zabıta kuvvetinin partimize oy verecek seçmenleri dayak, tekme, sille, tokatla engellediğine Mersin gayrimüslimleri hayrette kalmışlardır.”
Yöneticilerinin zorla istifa ettirildiğinden bahseden belgede Bedii Efendi adlı bir üyenin de gece emniyete çağrılarak ölünceye kadar darp edildiği ve başkalarına da tüfek dipçiği ile vurularak ve ayaklarıyla öldüresiye darp ve işkence edildiğinden söz edilmektedir. Ardından şu ifadelere yer verilmektedir:
“Feryatlarına koşan mahalle halkı ve ortaokul müdürü Ramiz Bey’in rica ve istirhamını kabul etmeyen polisler, onu tüfek dipçiği ile silah çekerek kovalamışlardır Onlara sahip çıkanlar da dayaklardan ve tekmelerden nasibini almaktadır. Daha da trajikomiği, seçmenlerin sandıklara yaklaşmasının yasaklanmasıdır. Öyle ki, belirlenen kişiler sandıkların bulunduğu belediye binasının yakınından dahi geçememektedirler. Seçmen olsun olmasın herkes dayakla ve doğruca emniyete götürülerek tutuklanmakta ve orada da sebepsiz yere işkenceye tâbi tutulmaktadır.
Bunun üzerine kadın ve erkeklerden oluşan bir grup, savcılığa başvurup oylarını Serbest Fırka’ya kullanamadıklarından şikâyet etmiş ama Vali Faik Bey onları, “Sizi daha denize döktüreceğim ve sürdüreceğim” diye tehdit etmiş ve buna herkes şahit olmuştur. Daha da ilginç olan nokta, Musevi vatandaşlara özel bir pusula gönderilerek oylarını CHP’ye vermedikleri takdirde sınırdışıedileceklerine dair uyarı yapılmış olmasıdır.
İlk kez burada yayımladığımız belge, demokrasi anlayışının ve halkın iradesine tahammülsüzlüğün 1930 yılında ulaştığı noktayı net olarak göstermektedir. Tabii bunlara Biga’dan gelen bir mektupta Serbest Fırka’ya oy vereceklerin bir meydanda toplanıp tecrit edildikleri ve oy vermelerine izin verilmediği bilgisi eklenince manzara aşağı yukarı aydınlanıyor.
Fethi Bey’in hatıralarında geçen Atatürk’ün bir sözü her şeyi anlatmaya yetiyor zaten: “Gerçekte bugünkü yönetim şeklimiz lafzen Cumhuriyetse de, Cumhuriyet’ten ziyade ‘dictature’e benzemektedir.”
İşte CHP’nin Çanakkale rezaletinin belgeleri
Geçtiğimiz Pazar günü (5 Ağustos 2007) Zaman’ın Pazar Keyfi ekinde kaleme aldığım “CHP gençliğinin Çanakkale şehitleri rezaleti” başlıklı yazı, başta haber7.com ve moralhaber.net olmak üzere pek çok internet sitesinde alıntılandı ve gördüğüm kadarıyla bu sayede epeyce geniş bir okur kitlesine ulaştı. Ne var ki, yazının metninde sözü edilen resim gazetede teknik bir sebeple yayınlanamamış, internet sitesinde ise zaten köşe yazılarına resim konulmadığı için metindeki o ifade havada kalmıştı. Üstelik bazı okurlarım yazımı herhangi bir belge göstermeden yazdığım için de kınıyorlardı beni.
Aslında elimde bir değil, dört resim var. Üstüne üstlük devrin şöhretli kadın şairlerinden Şükûfe Nihal’in Kadeş rezaleti üzerine kaleme alınmış özel şiirini de bulmuştum. Bu görsel malzemeyi nerede değerlendirebilirim? diye düşünürken, ‘Neden internet olmasın?’ diye geçti içimden ve onları sizlerle paylaşmaya karar verdim. Maksadım, hem bu ilginç konuyu bir şekilde devam ettirmek, hem de benden belge isteyenlere bir tür cevap vermektir.
Fotoğraflar, Millî Yol dergisinin 30 Mart 1962 tarihli 10. sayısındaki dosyadan alınmıştır. Dergi, Kadeş rezaleti konusuyla yakından ilgilenmiş ve sonraki sayılarından bir kaçını okur tepkilerine ayırmıştır. Şükûfe Nihal’in şiiri ise Hilâl dergisinin Nisan 1962 tarihli 26. sayısında çıkmıştır. Yalnız şiir ilk olarak burada mı yayınlandı, yoksa bir alıntı mıydı? Bunu şimdilik tespit etme imkânımız olmadı.
Yayınlayacağımız ilk fotoğraf, Kadeş gemisinde dans eden bir çifti gösteriyor.
Çiftin gözleri, o devrin basın ahlak anlayışı gereğince bantlanmış.
Alt yazıda şöyle deniliyor: “Ça ça ça: Çanakkale’ye inince, şehitlik yerine Truva harabelerine koşacak damı ve kavalyesi pek neş’eli bir dans esnasında.”
İkinci fotoğraf, vapurda kurulan bir çilingir sofrasının başındaki acıkmış gençleri göstermekte. Soldan ikinci ve sağdan üçüncü şahıslar içki şişelerini başlarına dikmişler.
Soldan birinci şahıs ise kadehini doldurmayı tercih ediyor. Alt yazıda şunlar yazılı: “Vur patlasın, çal oynasın: Şarap şişeleri açılmış, çakırkeyif gençler, herkesin gözünden uzak olduklarını sanarak sanki bir turistik geziye çıkmışlar.”
Fotoğraflarımızın üçüncüsü, Çanakkale yolcusu bir ‘çifti’ gösteriyor. Erkek öğrenci, içkinin etkisiyle olacak, yorgun düşmüş ve sevgilisinin dizine uzanmış.
“Samimi bir sahne” diyor alt yazı ve devam ediyor: “İçkinin verdiği mahmurluğu kız arkadaşının kucağında gidermeye çalışan bir öğrenci. Biraz sonra Çanakkale şehitlerinin hâtırası önünde eğilecek vücutlar, şimdi pek tatlı (!) bir istirahate çekilmiş.”
Dördüncü olarak bu resimlerin yer aldığı Millî Yol dergisinin orta sayfasındaki haberin fotokopisini sunuyoruz.
Son olarak sunacağımız belge ise o devrin milliyetçi-mukaddesatçı çevrelerini derinden sarsan bu ‘vahim’ olayın duyulmasının hemen ardından Cumhuriyet döneminin ilk kadın şairlerinden Şükufe Nihal’in kaleme aldığı şiir.
Göreceğiniz gibi bu şiire derin bir hayal kırıklığı ve üzüntü hakim. Bu da Kadeş rezaletinin o günlerin siyasi ve edebi kamuoyunda uyandırdığı derin teessürün bir yansıması olarak dosyamıza eklenmiştir.
Belki Kadeş rezaletinin bir faydasından söz edebiliriz: O da ertesi yıldan, yani 1963’den başlayarak milliyetçi-mukaddesatçı gençlerin içlerinde bir Çanakkale ateşinin yakılmasına vesile olmasıdır.
İşte belgeler! Bakalım bunların karşısında ne diyecekler?
Yakın tarihimizin aydınlatılması için çıktığımız bu yolculukta kimbilir daha ne sürprizler çıkacak karşımıza.
.
.