ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Sual: Selefîlik veya Selefiyye mezhebinin Selef-i salihînle bir ilgisi var mıdır?
CEVAP: Hayır, hiçbir ilgisi yoktur. Selefîlik, Vehhabiliğin kamufle ismidir. (Sözünde sağlamdır) ile(Sözde sağlamdır) ifadeleri birbirine benzese de mânaları çok farklıdır. Önceki (Hep doğru söyler) demek, sonraki ise, (Doğru sözlü değildir, yani sahtekârdır, yalancıdır) demektir. Bu ifadeler birbirinden farklı olduğu gibi Selef-i salihînle, Selefîler ifadeleri de böyle farklıdır. Selef-i salihin, Ehl-i sünnet’tir. Selefiyye’nin ise küfre giren görüşleri vardır.
Eshab-ı kirama ve Tâbiînle Tebe-i tâbiîn zamanındaki müctehid âlimlere, (Selef-i salihîn) denir. Bunların itikadı, (Ehl-i sünnet vel cemaat) itikadıdır. Bu itikattan başka doğru itikat yoktur. İmam-ı Eş’arî ve İmam-ı Matüridî Ehl-i sünnet’in iki imamıdır. Nasıl İmam-ı a'zamla İmam-ı Ebu Yusuf’un ictihadlarında farklılıklar varsa, bu iki zatın ictihadlarında da farklılıklar vardır. Bu farklılıklardan dolayı farklı mezhepleri varmış gibi göstermek çok yanlış olur. Kitaplarda, (İmam-ı Ebu Yusuf'un mezhebi böyledir) ifadeleri geçer. (Bu, onun ictihadı böyledir) demektir. (İmam-ı Matüridî’nin mezhebi böyledir) demek de, (Onun ictihadı böyledir) demektir. İkisi Ehl-i sünnet’ten farklı değildir. İmam-ı Eş’arî amelde Şâfiî, imam-ı Matüridî de Hanefî mezhebindeydi. Farklı ictihadları bundan da kaynaklanmaktadır.
Ehl-i sünnet âlimlerin bildirdiği dört hak mezhep vardır. Şimdi zındıkların uydurduğu, (Muhammed’in mezhebi), (Peygamber mezhebi), (Selefiyye mezhebi) gibi mezheplerin Peygamber efendimizle, Selef-i salihinle hiç alakası yoktur, Ehl-i sünnet’e aykırı sapık yollardır. İsimlerinde Peygamber, Selef gibi güzel kelimelerin olması, o yolların doğru olduğunu göstermez. Bektaşîlik, Hacı Bektaşî hazretlerinin yolundan ayrı olduğu gibi, Selefiyye de, Selef-i salihinin yolundan ayrıdır, insanları aldatmak için böyle bir isim konmuştur. İsimlere aldanmamalıdır.
[Selefiyecilik, vehhabiliğin kamufle adıdır. Türkiye'deki vehhabiler, bu isim altında kendilerini gizlemektedir. Vehhabilik maddesine bakınız.] Diğer bozuk fırkalar ...
Osmanlı Devleti, bir dinî devlet olmasına rağmen, halkın inanç ve amellerine, devletin resmî inanç sistemine aykırı bile olsa müdahale etmezdi. Bir başka deyişle insanların evini ve kafasını takibat altında tutmaz; ancak cemiyet nizamını bozacak bir hâl alırsa, hiç acımazdı. Bu yolda kimsenin gözünün yaşına bakılmamıştır. Şer'î prensipler, zaten bunu icap ettirir.
SELEFİLERİN SELEFLERİ
Günümüzde Vehhâbîlik/Selefiyye diye anılan cereyanın esasları, önceleri Hanbelî mezhebine mensup olan İbni Teymiyye (1328) adlı Harrânlı bir âlimin fikirlerine dayanır. İlim ve dindarlığının çokluğu ile meşhur bu âlim, tasavvuf, kerâmet, şefaat, kabir ziyareti gibi mefhumları, dinde sonradan ortaya çıkmış bid'atlar olarak görüp reddetmişti. Dini, ilk asırdaki saflığına döndürme iddiasıyla ortaya atılmıştı. Ancak Allah'ın cisim olduğunu söyleyen Mücessime ve insana benzerliğini savunan Müşebbihe fırkasını andırır inançları; Sahâbe hakkındaki menfi sözleri; bazı hukukî meselelerde de öncekilerin söz birliğine uymayan, marjinal görüşleri sebebiyle Şam ve Kâhire'de mahkûm olmuştu. O ve talebeleri daha hayatta iken çok şiddetli tenkidlere maruz kalmışlar ve bid'at (sapkınlık), hatta ilhad (dinsizlik) ile itham edilmişlerdi.
XVII. asırda İstanbul'da kopan Kâdızâdeliler hareketi de doktrin olarak İbni Teymiyye'ye ulaşır. Hâdiseyi, Küçük Kâdızâde diye tanınan vâiz Balıkesirli Mehmed Efendi, Halvetî Şeyhi Abdülmecid Sivâsî ile münâzara ederek başlattı. O ve Kâdızâdeliler denilen mensupları, semâ ve devrân gibi tasavvufî ritüellere, pozitif ilimlerin tahsiline, Kur'an-ı kerim, ezan ve mevlidin makamla okunuşuna, cemaatle nafile namaza, kabir ziyaretine, tütün ve kahveye, musafahaya karşı çıkmışlardır. Hazret-i Hızır'ın hayatta olmadığı, Hazret-i Peygamber'in anne ve babasının imansız öldüğü, İbnül-Arabî'nin küfrü, firavunun imanının muteber olmadığı, Yezid'e lânetin cevazını müdafaa etmişlerdir.
Kâdızâde, Birgivî'yi görmedi; talebelerinden biraz okudu. Eserlerini Türkçeye tercüme edecek kadar İbni Teymiyye'ye yakındı. Tarikata girdi; ancak tasavvufu mizacına uygun bulmayarak ayrıldı. Fatih ve Ayasofya kürsüsündeki vaazlarıyla dikkat çekti. Onun dışındaki Kâdızâdelilerin ciddi tahsili yoktu. Sivâsîler diye anılan karşı taraf ile münazaralarında ortaya attıkları fikirler de cehaletlerini ortaya koyuyordu. Ama hemen hepsi cerbezeli kişilerdi.
BARDAĞI TAŞIRAN SON DAMLA
Sultan IV. Murad, denge adına Kâdızâdelilere müsamaha ile yaklaştı. Kâdızâde'nin 1635'de ölümüyle, hareketin 1. perdesi indi. Sultan İbrahim ve Sultan IV. Mehmed zamanında Kâdızâdelilerin başına öncekinin talebesi Üstüvânî Mehmed Efendi geçti. Halk içinde ve devlet kapısında da çok taraftar bulan Kâdızâdeliler, tayin ve azillerde rol oynar hâle geldi. Sivâsîlerin lideri Abdülehad Nuri Efendi'nin yazdığı eserler, Kâdızâdelilere ağır darbe vurdu. Bu sefer ilmî münazaralarda muvaffak olamayan Kâdızâdeliler, uzayan harbler ve Celâlî isyanları sebebiyle bozulan iktisadî ve sosyal şartlardan istifade ederek işi meydana döktüler. Tekkeleri basıp şeyhlere tâcizde bulundular. Dervişlerden ölenler oldu. Kendisi de tarikat ehli olan Şeyhülislâm Bahâî Efendi'yi tehdit edip, devrânın haram olduğuna fetvâ aldılar. Sivâsî tekkesi şeyhine, tekkesini basıp, kendisini ve müridlerini öldüreceklerini, tekkeyi temellerine kadar yıkıp, toprağını denize dökmedikçe, burada namaz kılınmayacağını beyan eden mektup gönderdiler. Şeyh, şeyhülislâma müracaat etti; liderleri Üstüvânî çağrıldı ise de gelmeyip, devlet içindeki nüfuzlu adamlarının himayesine sığındı.
Venedik donanması, Çanakkale Boğazı önlerinde iken halkı isyana tahrik ettiler. Sultan Fatih Câmii'nde Peygamberi öven na't okunmasını menetmek bahanesiyle ayaklandılar. Burada, sokaklara dökülüp, rastladıkları müridleri ölümle tehdit ederek tecdid-i imana zorlamaya; selâtin câmilerinin minarelerini yıkmaya karar verdiler. Bardağı taşıran bu son damla üzerine, sekiz günlük Sadrıâzam Köprülü Mehmed Paşa , ulemâyı toplayıp, Kâdızâdelilerin katline fetvâ aldı. Padişahın fermanıyla Üstüvânî ve avanesi yakalandı; cezaları sürgüne çevrildi (1656). Kâdızâde hareketinin 2. perdesi böylece kapandı.
Nihayet birkaç sene sonra şehzâde hocası Vânî Mehmed Efendi, saraydaki nüfuzundan cesaret alarak Kâdızâde hareketini hortlatmaya teşebbüs etti. Mevlevî tekkelerini kapattırdı; kabir ziyaretini ve tütünü yasaklattı. Karşısına çıkan meşhur mutasavvıf Niyazi Mısrî'yi Limni'ye sürdürmeye muvaffak olduysa da, sonunda kendisi de gözden düşüp Kestel'e sürüldü ki, Kâdızâde hareketinin 3. perdesidir (1683). O zaman yalısının bulunduğu Vaniköy, bunun adını taşır. Kur'an-ı kerim kıssalarını mevzu edinen Arâis, kıymetli bir eseridir. Lügatçı Vankulu başkadır. Damadı Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, Edirne Vak'ası'na yol açarak padişaha tahtını kaybettirmiştir. Mamafih her zaman cemiyette, cehaletlerine bakmayarak, olur olmaza haram diyen, önüne geleni bid'at ve küfre nisbet eden (Şeyh Abdülhakîm Arvasî'nin tabiriyle) ham sofu-kaba yobazlar var olagelmiş; bazıları, dini, bunlara bakarak değerlendirmek yanılgısına düşmüştür.
İmam Mâlik der ki: "Fıkıh öğrenmeyip tasavvuf ile uğraşan zındık olur (dinden çıkar). Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan sapıtır (bid'at sahibi) olur. Her ikisini edinen, hakikate varır."
Osmanlılarda, medrese ve tasavvuf erbabı her zaman iç içedir. İlmiye sınıfının haylisi, tarikata mensup olduğu gibi, Bâtınî ve Hurufîlerden ders alan Osmanlılar, tasavvufun şer'î çerçevede yürümesine hep dikkat ve itina etmiştir. Bu bakımdan Kâdızâdeliler hâdisesi, bir ulema-tekke çatışması değildir. Her zaman her yerde kendisine rastlanan bir gürûhun taassubundan ibarettir. Osmanlı cemiyet ve hükümeti, el birliği ile bu taassubu söndürmeye çalışmıştır. Tarihçi Nâima ve Kâtib Çelebi , o günleri tafsilatlı anlatır. Avrupalıların da alâkasını çeken bu hâdise üzerine çok sayıda çalışma yapılmıştır.
Hangi Kâdızâde
Osmanlılarda Kâdızâde adıyla anılan çok âlim vardır. Kâdızâde Şemsüddîn Ahmed (1580), Ebussuud Efendi'nin talebesi ve Osmanlı şeyhülislâmlarındandır. Matematik âlimi Kâdızâde-i Rûmî (1440) başkadır. Birgivî Vasıyyetnâmesi Şerhi ile Âmentü Şerhi yazarı Kâdızâde Emin (1783) vardır. Kâdızâde Mehmed (1759) ile Yeniçeri ocağının kaldırılmasına fetvâ veren şeyhülislâm Kâdızâde Tâhir Efendi (1838) de başkadır.
22.10.2014
Selefiyecilik nedir
Sual: Selefiyecilik nedir? Selefiye mezhebi diye bir mezhep var mı? CEVAP Selefiyecilik, vehhabiliğin kamufle adıdır.Vehhabiler, bu isim altında kendilerini gizliyorlar. Hatta kendilerine hakiki ehl-i sünnet anlamında Ehl-i sünneti hassa diyorlar.
Selef, önceki demektir. Istılahta Sahabe ve Tabiine Selef veya selef-i salihin denir. Selef-i salihinin yolunda bulunan müslümanlara (Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin nasslarda açık bildirilmemiş olan ahkamdaki ictihadlarını beğenmeyen ve bu manası açıkça anlaşılamayan nassları yanlış tevil ederek, anladıklarını Selef-i salihinin yolu olarak savunan sapıklara Selefiyedenir. Selefin mezhebi vardır, selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. Selefin mezhebi ise ehl-i sünnet vel cemaattir.
Ehl-i sünnet itikadından ayrılan bazı din adamları Selefiye adını verdikleri sapık bir yol tutmuşlardır.
Bunun itikadda mezhep olduğunu söyleyip, kitaplarında yazmışlardır. Halbuki İslamiyet’te Selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bir şey bildirmemişler ve kitaplarında asla yazmamışlardır.
İslamiyet’te Selef-i salihinmezhebi, yani Ehl-i sünnet mezhebivardır. Selef-i salihin; hadis-i şerif ile methedilen, övülen ilk iki asrın müslümanlarıdır. Yani Selef-i salihin, Eshab-ı kiram ve Tabiine verilen isimdir. Bu şerefli insanların itikadına Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi denir. Bu mezhep, iman, inanç mezhebidir. Eshab-ı kiramın ve Tabiin-i i'zamın imanları hep aynı idi, inançları arasında hiçbir fark yoktu.
İmam-ı Gazali hazretleri İlcam-ül-avam kitabında; "Bu kitapta itikad fırkalarından Selef mezhebinin hak olduğunu bildireceğim. Bu mezhepten ayrılanların bid’at sahibi olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshabın ve Tabiinin itikadları demektir..."buyurarak Selef mezhebi demenin, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi demek olduğunu açıkça bildirmiştir.
Mısır'daki Ezher Üniversitesinden mezun üstad ibni Halife AliviAkıdet-üs-selefi vel-halef adlı kitabında şöyle yazmıştır:
"Ebu Zehra Tarih-ül-mezahib-ül islamiyye kitabında yazdığı gibi, hicretin dördüncü asrında, Hanbeli mezhebinden ayrılan bazı kimseler, kendilerine Selefiyin ismini verdiler. Hanbeli mezhebi âlimlerinden Ebu'l-Ferec ibni Cevzi ve diğer âlimler bu selefilerin, Selef-i salihinin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli, mücessime fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Daha sonra yedinci asırda, ibni Teymiye el-Harrani bu fitneyi tekrar alevlendirdi. Kendilerine Selefiye ismini takanlar, ibni Teymiye’yi kendilerine imam bildiler.”
İbni Teymiye, Hanbeli mezhebinde olarak yetişti. Yani Ehl-i sünnet idi. Fakat sonradan kendi aklına uyarak, sapık görüşler ortaya attı. Ehl-i sünnet itikadından ve dolayısı ile Hanbeli mezhebinden ayrılıp uzaklaştı.
Kendi başına ayrı bir yol tutup, tuttuğu bu sapık yolda sürüklenip gitti. Kendine tâbi olanları da saptırdı. Ona tâbi olanlar onun bu yoluna selefiye dediler. Bu hususu derinlemesine araştırıp, incelememiş ve kaynakları iyi anlayamamış olan bazıları Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarındaki "Selef” ve "Selef-i salihin" ifadelerini değiştirerek,Selefiye şeklinde nakletmişler ve yazmışlardır. İtikadda Selefiye diye bir mezhep yoktur. Peygamber efendimizin hadis-i şerifte fırka-i naciyye, kurtuluş fırkası olarak bildirdiği tek bir itikad mezhebi vardır. O da Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir, imam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari bu mezhepte iki itikad imamıdır ve bu mezhebi yaymışlardır.
İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari hazretleri ayrı bir mezhep kurmamışlar, Eshab-ı kiramın, Tabiinin, dört mezhep imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile bildirdikleri iman ve itikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan imam-ı Eşari, imam-ı Şafi hazretlerinin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi ise imam-ı a’zam hazretlerinin talebe zincirindedir.
Ehl-i sünnet itikadının açıklamasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda itikadda doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını izah etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imamın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet itikadını nakletmişlerdir.
Ehl-i sünnetin reisi ise imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleridir. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metotlar koyduğu gibi, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın bildirdiği itikad, iman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, ilm-i kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan imam-ı a’zamın talebesi olan imam-ı Muhammed Şeybani'nin yetiştirdiklerinden, Ebu Bekri Cürcani dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesinden de, Ebu Nasır-ı Iyad, kelam ilminde, Ebu Mensur-i Matüridi'yi yetiştirdi. Ebu Mensur, imam-ı a’zamdan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.
İmam-ı Eşari de, imam-ı Şafii'nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imam, Eshab-ı kiram, Tabiin ve Tebe-i tabiinin bildirdiği itikad ve iman bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi hazretleri, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet vel-cemaattan dışarı çıkmamışlar, ayrı bir mezhep kurmamışlardır. Taşköprüzade şöyle yazmıştır: "Ehl-i sünnet vel cemaatın kelam ilmindeki reisleri iki zattır. Bunlardan biri Hanefi, diğeri Şafii'dir. Hanefi olanı, Ebu Mensur Matüridi, Şafii olanı ise Ebu'l Hasen el-Eşari'dir."
Bazı kitaplarda, Eşariyye mezhebi, Matüridiyye mezhebi diye yazılı ise de, bu kendi çalışmalarına verilen isimdir, ayrı mezhep değildir. Her ikisi de Ehl-i sünnet itikadını anlatmıştır. Aralarında ictihad farkları vardır. Bu ayrılıklar temelde ayrılık olmadığı için, ikisi de Ehl-i sünnettir.
Zebidi de şöyle demiştir: "Ehl-i sünnet vel-cemaat ismi geçince, Eşariler ve Matüridiler kastedilir."
İmanda, itikadda tek mezhep vardır Bu iki imamın ve hocalarının, amelde dört hak mezhep imamlarının ve onlara tâbi olanların; imanda, itikadda tek bir mezhebi vardır. Bu mezhep Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir. Çünkü İslamiyet, bütün insanlara yalnız bir tek imanı ve itikadı emretmektedir. Bu imanın esaslarını ve nasıl itikad edileceğini, bizzat Peygamber efendimiz tebliğ etmiştir. İnsanlara, kendilerini ve her şeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamberimiz, Allahü teâlâya, Onun yarattıklarına ve Onun emir ve yasaklarına imanın nasıl olacağını da bildirmiştir. Muhammed aleyhisselama ve Onun bildirdiklerine, temiz, dürüst ve hakiki bir iman, ancak Onun bildirdiğine tam ve hiç şüphesiz kabul edip inanmakla mümkün olur. Bu hususta çok az, kıl kadar da olsa bir ayrılığın, Ondan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin kendilerini haklı çıkarmak için öne sürecekleri dini, siyasi, beşeri, içtimai, fenni v.s. gibi sebeplerin hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü İslamiyet her ne suret ve sebeple olursa olsun, imanda ve itikadda ayrılığa asla izin vermemekte, yasaklamaktadır.
Eshab-ı kiramın iman ve itikadda hiçbir ayrılıkları olmadı. Eshabdan olmayanlar ve daha sonraki asırlarda gelenler arasında ise zamanla imanda, itikadda bazı ayrılıklar ortaya çıkarıldı ve bid’at fırkalarının sayısı 72’ye ulaştı. Bu ayrılıkları çıkaranların ve bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini benimseyenlerin ileri sürdükleri sebepler çok çeşitli ve herbirine göre farklı olmakla beraber, esas sebepler; "Münafık ve başka dinden olanların çıkardıkları fitneler, Kur’an-ı kerimin müteşabih âyetlerini kendi anlayışlarına göre tevil etmeye kalkışmaları, eski Hind ve Yunan felsefesi ile Mecusi inançlarının İslamiyet’e sokulma çabaları, Eshab-ı kiramın maslahata (huzurun, dirliğin, iyiliğin teminine) ait konulardaki ictihad ayrılıklarını anlayamama ve bunları kendi nefsani arzularına, siyasi maksat ve ihtiraslarına perde veya alet etme, kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan İslamiyet’in henüz yeni müslüman olmuş büyük kitlelerce tam anlaşılmadan birtakım insanların eski din ve inançlarına ait bazı unsurları tamamen terk edememeleri ve bunları İslamiyet’ten sayma yanlışına düşmeleri" şeklinde özetlenebilir.
Ancak, İslam tarihinde görülen 72 sapık fırkanın ortak vasfı; siyasi ve dünyevi menfaat ve saiklerle ortaya çıkmış olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur’an-ı kerimdeki muhkem ve bilhassa müteşabih âyet-i kerimeleri kendi akıllarına göre tefsir yoluna gitmişler, böylece felsefe yaparak ve bu âyetleri, iddiaları istikametinde tevil ederek kendilerine Kur’an-ı kerimden deliller bulduklarını ileri sürmüşlerdir.
Mesela, Kur’an-ı kerimde geçen, Allah’ın eli, yüzü vb. sıfatlarını gösteren ifadeleri, kendi düşüncelerine ve konuşma dilindeki manalarıyla kabul ederek, Allahü teâlâyı zatı ve sıfatlarıyla tecsim eden, yani cisim ve insan şeklinde düşünen bu sapık fırkalar, Kur’an-ı kerimin doğru manası olan murad-ı ilahiyi anlayamamışlar, doğrusunu anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını kabul etmedikleri gibi, ayrıca onlara fikren ve fiilen saldırmışlardır.
İslamiyet’te (Selefiye mezhebi) diye bir şey yoktur Selef-i salihinin yolunda bulunan müslümanlara (Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin nasslarda açık bildirilmemiş olan ahkamdaki ictihadlarını beğenmeyen ve bu manası açıkça anlaşılamayan nassları yanlış tevil ederek, anladıklarını Selef-i salihinin yolu olarak savunan sapıklara Selefiye denir. Bu bid’ati ortaya çıkaranların en meşhuru İbni Teymiye ve vehhabilerdir. Bunlar kendilerinin Eshab-ı kiram yolunda olduğunu savunuyor, Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden yanlış ve bozuk manalar çıkararak, Ehl-i sünnet olan hakiki müslümanları kötülüyorlar.
Hemen söyleyelim ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, Selefiyedenilen bir isim ve Selefiye Mezhebi diye bir yazı yoktur. Bu isimler mezhepsizler tarafından sonradan uydurulmuş ve cahil din adamları tarafından, mezhepsizlerin kitapları Arabiden Türkçeye tercüme edilirken, Türkler arasında da yayılmaya başlamıştır. Bunlara göre: (Eşari ve Matüridi mezhepleri kurulmadan evvel bütün Sünnilerin tâbi oldukları mezhebe Selefiye adı verilmektedir. Bunlar Sahabe ve Tabiinin izinde yürümüşlerdir. Selefiye mezhebi Eshabın, Tabiinin ve Tebe-i tabiinin mezhebidir. Dört büyük imam bu mezhebe mensup idi. Selefiye mezhebini müdafaa için ilk eser, (Fıkh-ul-ekber) ismi ile imam-ı a’zam tarafından yazılmıştır. İmam-ı Gazali, (İlcam-ül avam-anil kelam) eserinde Selefiye mezhebinin esaslarını yedi olarak bildirmektedir. İmam-ı Gazalinin zuhuru ile müteahhirinin ilm-i kelamı başlar. İmam-ı Gazali, önce gelen kelamcıların mezheplerini ve İslam filozoflarının fikirlerini tetkik ettikten sonra, kelam ilminin metotlarında değişiklikler yaptı. Felsefi düşünceleri, red maksadıyla kelama soktu. Razi ve Amidi, kelam ile felsefeyi mecz ederek bir ilim haline koydular. Beydavi ise, kelam ile felsefeyi birbirinden ayrılmaz hâle koydu. Müteahhirinin ilm-i kelamı Selefiye mezhebinin yayılmasına mani oldu. İbni Teymiye ve talebesi İbn-ül-Kayyım-il-cevziyye, Selefiye mezhebini ihyaya çalıştılar. Selefiye mezhebi sonradan ikiye ayrılmıştır: Eski Selefiler, Allah’ın sıfatları ve müteşabih nassları hakkında tafsilata girmemişlerdir. Sonraki Selefiler bunlar hakkında tafsil cihetine ehemmiyet vermişlerdir. İbni Teymiye ve ibni Kayyım Cevziyye gibi sonraki Selefilerde bu hâl açık olarak görülmektedir. Eski ve yeni Selefilerin hepsine birden (Ehl-i sünneti hassa) denir. Ehl-i sünnet kelamcıları bazı nassları tevil etmişlerse de, Selefiye buna muhaliftir. Selefiye, Allah’ın yüzü ve gelmesi, insanların yüzüne ve gelmesine benzemez diyerek müşebbiheden ayrılmıştır) diyorlar. CEVAP
Eşari ve Matüridi mezhepleri sonradan kurulmuş demek doğru değildir. Bu iki büyük imam, Selef-i salihinin bildirdikleri itikad, iman bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. İmam-ı Eşari, imam-ı Şafii’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi de, imam-ı a’zam Ebu Hanife’nin talebeleri zincirinin büyük bir halkasıdır.
İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi, hocalarının itikaddaki müşterek olan mezheplerinden dışarı çıkmamış, mezhep kurmamıştır. Bu ikisinin ve hocalarının ve dört mezhep imamının tek bir itikadı vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemaat ismi ile meşhur olan itikad mezhebidir. Bu fırkada bulunanların itikadları, inanışları, Eshab-ı kiramın ve Tabiinin ve Tebe-i tabiinin inanışlarıdır. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin yazdığı, Fıkh-ul-ekber kitabı, Ehl-i sünnet mezhebini müdafaa etmektedir. Bu kitapta ve imam-ı Gazali hazretlerinin, İlcam-ül-avam-anil-kelam kitabında Selefiye kelimesi yoktur. Bu iki kitap ve Fıkh-ul-ekber kitabının şerhleri arasında Kavl-ül-fasl kitabı, Ehl-i sünnet fırkasını bildirmekte ve bid’at fırkaları ile felsefecilere cevaplar vermektedir.
İmam-ı Gazali hazretleri, İlcam-ül-avam kitabında, (Bu kitapta itikaddaki fırkalardan, Selef mezhebinin hak olduğunu, bildireceğim. Bu mezhepten ayrılanların bid’at sahibi olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshabın ve Tabiinin itikadları demektir. Bu mezhebin esasları yedidir) diyor. Görülüyor ki, İlcam kitabı, Selef mezhebinin yedi esasını yazmaktadır. Buna Selefiyenin yedi esası demek, kitabın yazısını değiştirmek ve imam-ı Gazali hazretlerine iftira etmek olmaktadır.
Ehl-i sünnet kitaplarının hepsinde, mesela, çok kıymetli fıkıh kitabı olan, Dürr-ül-muhtar’ın şahidlik kısmında, Selef ve Halef dedikten sonra; (Selef, Eshab-ı kiramın ve Tabiinin ismidir. Bunlara (Selef-i salihin) de denir. Halef de, Selef-i salihinden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimlerine denir) yazılıdır.
İmam-ı Gazali ve imam-ı Razi ve tefsir âlimlerinin baş tacı olan imam-ı Beydavi hazretleri, hep Selef-i salihin mezhebinde idiler. Bunların zamanında türeyen bid’at fırkaları, ilmi kelama felsefeyi karıştırdılar. Hatta imanlarının esasını felsefe üzerine kurdular. Milel ve Nihalkitabında bu bozuk fırkaların inançları geniş anlatılmaktadır.
Bu üç imam, bu bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet itikadını müdafaa ederken ve onların sapık fikirlerini çürütürken, onların felsefelerine de geniş cevaplar verdiler. Bu cevapları, Ehl-i sünnet mezhebine felsefeyi karıştırmak değildir. Bilakis kelam ilmini, kendisine karıştırılan felsefi düşüncelerden temizlemektir. Beydavi’de ve bunun şerhlerinin en kıymetlisi olan Şeyhzade tefsirinde hiçbir felsefi düşünce, hiçbir felsefi metot yoktur. Bu yüce imamlara felsefe yolunda idiler demek, çok çirkin iftiradır.
Ehl-i sünnet âlimlerine bu iftirayı ilk olarak, İbni Teymiye, Vasıtakitabında yazmıştır. İbni Teymiye’nin ve talebesi İbn-ül-Kayyım-ıl-cevziyye’nin Selefiye mezhebini ihyaya çalıştıklarını söylemek ise, hak yolda olanlar ile bâtıl yola sapmış olanların ayrıldığı mühim bir noktadır. Bu iki şahıstan evvel Selefiye mezhebi, hatta Selefiye kelimesi yok idi ki, bu ikisinin ihyaya çalıştığı söylenilebilsin. Bu ikisinden evvel yalnız ve tek hak itikad olarak (Ehl-i sünnet vel-cemaat) ismi verilmiş olan Selef-i salihinin mezhebi vardı. İbni Teymiye, bu hak mezhebi bozmuş, birçok bid’atler meydana çıkarmıştır. Şimdi mezhepsizlerin, dinde reformcuların, kitaplarının, sözlerinin, yanlış düşüncelerinin kaynağı, hep İbni Teymiye’nin bid’atleridir.
Bunlar, kendilerinin hak yolda olduklarına gençleri inandırmak için, korkunç bir hile ortaya çıkardılar. İbni Teymiye’nin bid’atlerini, yanlış fikirlerini haklı göstererek, gençleri onun yoluna sürüklemek için, Selef-i salihine Selefiye ismini verdiler. Selef-i salihinin halefleri olan İslam âlimlerine felsefe ve bid’at lekelerini bulaştırdılar. Bunları, Selefiye dedikleri uydurma isimden ayrılmakla suçladılar. İbni Teymiye’yi Selefiyeyi yeniden canlandıran bir kahraman, bir müctehid olarak ortaya koydular. Halbuki, Selef-i salihinin halefleri olan Ehl-i sünnet âlimleri, zamanımıza kadar, hatta bugün bile, yazdıkları kitaplarında Selef-i salihinin mezhebi olan (Ehl-i sünnet) itikad bilgilerini savunmuşlar, ibni Teymiye’nin, Şevkani’nin ve benzerlerinin Selef-i salihinin yolundan ayrıldıklarını ve müslümanları felakete ve Cehenneme sürüklediklerini bildirmişlerdir. Et-tevessül-ü-bin-Nebi ve bis-Salihin ve Ulema-ül-müslimin vel-muhalifun ve Şifa-üs-sikam ile bunun ön sözü olan Tathirul-füad min-denisil-itikadkitaplarını okuyanlar, yeni Selefiye denilen bu inanışları ortaya çıkaranların, müslümanları felakete götürdüklerini ve İslam dinini içeriden yıkmakta olduklarını çok iyi anlar.
Son günlerde, bazı ağızlardan Selefiye ismi işitilmeye başlandı. Her müslüman şunu iyi bilmelidir ki, İslamiyet’te Selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. İslamiyet’te yalnız Selef-i salihin mezhebi vardır. Selef-i salihin, hadis-i şerif ile meth ve sena buyurulmuş olan, ilk iki asrın müslümanlarıdır. Üçüncü ve dördüncü asırlarda gelen İslam âlimlerineHalef-i sadıkin denir. Bu şerefli insanların itikadına, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi denir. Bu mezhep, iman, inanış mezhebidir. Selef-i salihinin, yani Eshab-ı kiram ile Tabiin-i izamın imanları hep aynı idi. İnanışları arasında hiç fark yoktu. Şimdi yer yüzünde bulunan müslümanların çoğu, Ehl-i sünnet mezhebindedirler. Yetmişiki sapık bid’at fırkalarının hepsi ikinci asırdan sonra ortaya çıktı. Bunların bir kısmının kurucuları daha önceden yaşamış iseler de, kitaplarının yazılması ve toplu olarak ortaya çıkmaları ve Ehl-i sünnete karşı baş kaldırmaları Tabiin-i izamdan sonra oldu.
Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resulullahtır Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resulullahtır. İman bilgilerini Eshab-ı kiram bu kaynaktan aldılar. Tabiin-i izam da bu bilgilerini, Eshab-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevatür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Yani, bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lazımdır.
Hadis âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet itikadında idiler. Amelde dört mezhebin imamları da bu mezhepte idi. İtikadda mezhebimizin iki imamı olan Matüridi ve Eşari de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Bu her iki imam, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hâl, yollarının ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen yüzbinlerle derin âlim ve veliler, bu iki yüce imamın kitaplarını inceleyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir.
Ehl-i sünnet âlimleri, manaları açık olan nassları, zahirleri üzere almışlardır. Yani, böyle âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere açık olan manaları vermişler, zaruret olmadıkça böyle nassları (tevil) etmemişler, bu manaları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhepsizler ise, yunan felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklitçilerinden işittiklerine uyarak, iman bilgilerinde ve ibadetlerde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.
İmanda parçalanmak, fırkalara ayrılmak yasaktır İmanda parçalanma, gruplara ayrılmak kötüdür, asla caiz değildir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Hidayeti [kurtuluş yolunu] öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp, müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fena olan Cehenneme atarız.) [Nisa 115]
(Hepiniz Allah’ın ipinesımsıkı sarılınız. [İmanda] Fırkalara bölünmeyiniz.) [Al-i İmran 103]
Peygamber efendimiz de, Müslümanlar arasında imanda ve itikadda ayrılıkların felaket olduğunu bildirerek, meşhur olan bir hadis-i şerifinde, (Yahudiler, 71 fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan 70’i Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtuldu. Hıristiyanlar da, 72 fırkaya ayrıldı. 71’i Cehenneme gitti. Benim ümmetim de 73 fırkaya ayrılır. Bunlardan 72’si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur) buyurdu. Eshab-ı kiram, bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshabımın gittiği yolda gidenlerdir) buyurdu. (Tirmizi, İbni Mace)
İbni Teymiye’nin sapık fikirleri vehhabilere kaynak oldu Mezhepsizler kendilerine, Selefiye ismini takmışlar. İbni Teymiye, Selefilerin büyük imamıdır diyorlar. Bu sözleri bir bakımdan doğrudur. Çünkü, ibni Teymiye’den önce (Selefi) ismi yoktu. Selef-i salihin vardı. Bunların itikadları da Ehl-i sünnet mezhebi idi. İbni Teymiye’nin sapık fikirleri vehhabilere ve diğer mezhepsizlere kaynak oldu. İbni Teymiye Hanbeli mezhebinde olarak yetişti. Yani Ehl-i sünnet idi. Fakat ilmi çoğalınca kendi fikirlerini beğenmeye, kendini Ehl-i sünnet âlimlerinden üstün görmeye başladı. İlminin çoğalması, dalaletine, sapıtmasına sebep oldu. Hanbeli olması kalmadı. Çünkü, dört mezhepten birinde olabilmek için, ehl-i sünnet itikadında olmak lazımdır. Ehl-i sünnet itikadında olmayan kimse için Hanbeli mezhebindedir denilemez.
Zamanımızda, ibni Teymiye’yi taklit etmek modası ortaya çıktı. Onun sapık yazılarını savunuyor ve kitaplarını, bilhassa Vasıta kitabını bastırıyorlar. Bu kitap baştan başa onun Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere ve icma-ı müslimine uymayan fikirleri ile doludur. Okuyanlar arasında büyük fitne ve bölücülük uyandırmakta, kardeşi kardeşe düşman etmektedir. Hindistan’da bulunan vehhabiler ve başka İslam memleketlerinde, bunların tuzaklarına düşmüş olan cahil din adamları, ibni Teymiye’yi kendilerine bayrak yapmışlar, ona (Büyük müctehid), (Şeyh-ül-İslam) gibi isimler takıyorlar. Onun sapık fikirlerine, bozuk yazılarına din ve iman diye sarılıyorlar. Müslümanları parçalayan, İslamiyet’i içerden yıkan bu feci akıntıyı durdurmak için Ehl-i sünnet âlimlerinin onu red eden, vesikalarla çürüten kıymetli kitaplarını okumalıdır. Bu kıymetli kitaplar arasında, büyük imam, derin âlim Takıyyüddin-üs-Sübki hazretlerinin, Şifa-üs-sikam fi-ziyareti-hayril-enam kitabı, İbni Teymiye’nin bozuk fikirlerini mahvetmekte, fesatlarını yok etmekte, inatçılığını ortaya koymaktadır. Kötü niyetlerinin, bozuk inanışlarının yayılmasını önlemektedir.
Vehhabilerin ve bazı mezhepsizlerin Şeyh-ül-İslam bilip yolundan gittikleri İbni Teymiye hakkında geniş bilgi Mezhep ve Mezhepsizlik maddesinde, Bazı şahıslar hakkında özet bilgikısmında var.
Yehova Şahitleri ve Selefiyecilerin benzer yönleri Yehova (Yehve), Yahudilerin milli ilahlarıdır. Yehova dini, önce Russel tarikatı, 1931'de Yehova Şahitleri adını aldı. "İsa'nın dünya krallığı başladı" diyerek, devletlerin sonunun yaklaştığını, tarihler vererek ortaya attılar. Bu tarihler, 1914, 1918, 1925 ve 1975'tir. Tabii hepsi de boşa çıktı.
Öteki Hıristiyanlar (İsa üç tanrıdan biridir) derler iken, Yehovacılar için, ilah tek ise de, (İsa, Yehova'nın oğludur) derler. Hazret-i İsa'yı ilahlıktan çıkarmaları diğer Hıristiyanları kızdırmıştır. Milliyet ve vatan sevgisini reddederler ve askerlik yapmaya karşıdırlar. Mevcut rejimlere ayaklanmaları, isyanı teşvik ederler.
Yahudilik dışında bütün dinleri düşman bilirler. Yöneticilerin hemen hepsi Yahudi'dir. Yahudi'lerin 19 kitabını bunlar da mukaddes kabul ederler. 144 bin seçkin Yahudi'nin dünyayı yönlendireceğine, Cennetin dünyada olacağına, Hazret-i İsa'nın dünyadaki Cennette krallık kuracağına, Yehovacıların dışında herkesin ölüp bir daha dirilmeyeceğine ve ölen Yehovacıların dirileceğine ve bir daha ölmeyeceğine inanırlar. Her çocuk günahkâr doğar derler.
Müslümanları aldatmak için, Yehova yerine "Allah" ve diğer İslami terimleri kullanırlar. Şık, süslü giyinmiş güzel kızlarla, tatlı, okşayıcı dillerle cahilleri aldatmaya, Hıristiyan yapmaya çalışırlar. Ele geçirdikleri adreslere broşür, kitap ve kaset gönderirler. E-maillerle, sitelerle zehir kusarlar.
Bunlar, birçok yönden Selefiyecilere (Necdilere) benzerler.
Bazıları şöyledir: 1- Yehovacılar, "İlk Hıristiyanlar gibi, İncillere sarılalım" derler. Selefiyeciler de, "Yalnız Kur'ana sarılalım" derler.
2- Yehovacılar da, selefiyeciler de mezhebe, tarikata karşıdırlar. Selefiyeciler, birçok tasavvuf büyüğüne kâfir derler.
3- Yehovacılar, ilk Hıristiyanların yolunda olduklarını söylerler. Selefiyeciler de aynı mantıkla ilk Müslümanların yolunda olduklarını söylerler. (Selef, ilk Müslümanlar manasına gelir.)
4- Yehovacılar Cehennemi inkâr ederler. Selefiyeciler de, pirleri olan İbni Teymiye gibi Cehennem sonsuz değil derler.
5- Yehovacılar, Allah insan gibi düşünür diyerek "Tanrının düşüncesi" tabirini kullanırlar. Selefiyeciler de, "Kur'ani düşünce, İslam düşüncesi" gibi tabirler kullanırlar. Halbuki İslamiyet’i bir düşünce olarak kabul etmek küfürdür.
6- Yehovacılar da Selefiyeciler de, Allah gökte derler.
7- Yehovacılar ruha inanmaz, "Elektriğe benzeyen kişiliksiz bir kuvvet" derler. Bazı selefiyeciler de meleklere, rüzgar, tabiat kuvvetleri derler.
8- Yehovacılar, doğum günü kutlamazlar. Doğum günü kutlamasına yaratıklara tapınmak derler. Selefiyeciler de doğum günü olan mevlidi bid’at sayar, Peygambere tapmak derler.
9- Yehovacılar, kadere inanmazlar. Selefiyecilerin bir kısmı da kadere inanmaz.
10- İncilleri işlerine geldiği gibi yorumlar, Yehovacı olmayanlara kâfir derler. Selefiyeciler de, Kur'anı işlerine geldiği gibi yorumlarlar. Selefiyeci olmayanlara müşrik derler. İbni Sebe, bir Yahudidir, Hıristiyanlığı bozan Pavlos da Yahudi'dir. Selefiyecilerin Yehovacılara benzemeleri tesadüf değildir. Her bozuk fırkanın altında, bir Yahudi veya İngiliz parmağı vardır. Her taşın altında onlar gizlidir.
Selefilik [Vehhabilik]
Sual: İtikadda tek mezhep, Ehl-i sünnet vel cemaattir. Amelde ise dört hak mezhep vardır. Son zamanlarda, selefiye mezhebi diye bir şey çıkardılar. Selefilik nedir? CEVAP Eshab-ı kirama, tabiine, tebe-i tabiine selef veya selef-i salihin denir. Bunların yoluna Ehl-i sünnet vel-cemaat denir.
Mezhepsizler, selef kelimesini istismar ediyorlar. (Selefiye mezhebi, selefin yoludur) diyorlar. İmam-ı a’zamın, imam-ı Eşari’nin, imam-ı Matüridi’nin yolu selefin yolu değilmiş gibi bir intiba vermeye çalışıyorlar.
Bazı sapıklar da çıkıp, (Peygamberiyye mezhebi) kursa, buna da bu peygamberin yoludur dese itibar edilir mi? İmam-ı Gazali hazretleri, Eshab-ı kiramın yolu olan Ehl-i sünnet itikadını anlatıp, (İşte selefin mezhebi budur) buyuruyor.
İtikadda mezhep tektir. Çünkü itikadda ayrılık olmaz. İtikadda mezhebimiz Ehl-i sünnet vel-cemaattır. Ehl-i sünnet fırkasının meşhur iki imamı vardır. Birincisi imam-ı eşari, ikincisi imam-ı Matüridi’dir. İkisinin ictihadları arasındaki farklılık temelde değildir. Eğer farklılık temelde olsa idi, biri Ehl-i sünnet itikadından ayrı olsaydı, elbette onun itikadı Ehl-i sünnet kabul edilmezdi.
Amele ait bir mezhepte farklı ictihadlara sahip imamlar olabilir. Mesela imam-ı a'zam ile imam-ı Ebu Yusuf’un ictihadı farklı olabilir. Farklı olması, rahmet olup Hanefi mezhebine aykırı olmaz. İmam-ı Eşari ile imam-ı Matüridi arasında iman konusunda temelde ayrılık yoktur. Hatta biri Hanefilerin, diğeri Şafiilerin imamı demek de doğru değildir. İkisi de ehl-i sünnetin imamlarıdır.
İmam-ı Rabbani ve imam-ı Matüridi, Hanefi mezhebine göre amel ettikleri için itikadda Hanefi imamları olarak bilinmektedir. Ebul Hasen-i Eşari de Şafii’ye göre amel ettiği için itikadda Şafii imamı olarak tanınmaktadır. Bir şafii, imam-ı Matüridi gibi inansa veya bir hanefi, imam-ı Eşari gibi inansa Ehl-i sünnet olmaktan çıkmaz. Fakat bir kimse, amele ait bir hükümde ihtiyaçsız kendi mezhebini bırakıp, başka bir mezhebin hükmü ile amel etse mezhepsiz olur. (Hulasat-üt-tahkik)
Hiçbir İslam âlimi, selefiye mezhebi diye bir mezhepten bahsetmemiştir. İbni Teymiyeciler, selefiyiz diyorlar. Selefilik, vehhabiliğin kamufle adıdır. Bazı selefi yazarlar, itikadda hak olan mezhebi üçe ayırıyorlar. Halbuki Tirmizi’nin bildirdiği hadis-i şerifte (Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, yetmiş ikisi Cehenneme gidecektir) buyurulurken, üç fırkaya fırka-i naciyye denir mi, itikadda üç tane hak mezhep olur mu? Fırka-i naciyye denilen kurtuluş fırkası bir tanedir. O da Ehl-i sünnet-vel-cemaattir. Hadis-i şerifle de bildirildiği gibi, diğerleri Cehenneme gidecektir. (Hadika)
İtikadda ve amelde mezhep
Sual: İtikatta ve amelde kaç hak mezhep vardır? CEVAP İtikatta hak fırka tektir. O da, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Bu fırka, amelde, dört hak mezhebe ayrılmıştır. Bunlar, Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli’dir. Her mezhebin içinde müctehidler vardır. Mesela Hanefi mezhebinde, İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed, İmam-ı Züfer gibi. Bunlar Hanefi mezhebinin üsul ve kaidelerine aykırı olmadan farklı ictihadlarda bulundukları için, Hanefi’den farklı bir mezhep sayılmamıştır.
Ehl-i sünnetin iki itikat imamı olan İmam-ı Matüridi ve İmam-ı Eş’aride, Ehl-i sünnete aykırı olmayan farklı bazı ictihadlarda bulunmuşlardır. Bu farklı ictihadları Ehl-i sünnet itikadını zedelemez.
Mezhepsizler itikatta mezhebi üçe ayırıp, yani Matüridi ve Eş’ari diye ayırıp bir de selefiyye diye bir şey çıkarmışlardır. Bu selefiyyenin adından başka, selefi salihin ile hiçbir ilgisi yoktur. Vehhabiler kendilerini bu isim altında gizlemektedirler.
Tevhid ehli
Sual: Bazıları, kendileri için, tevhid ehli diyorlar. Her Müslüman tevhid ehli değil mi? CEVAP Elbette, her Müslüman tevhid ehlidir. Öyle söyleyenler, kendilerine selefi diyen kimselerdir. Selefilik, Vehhabiliğin kamufle edilmiş halidir. Bunlar, kendilerinden olmayana müşrik derler.
Selefiyecilerin gerçek yüzü
[Mezhepsizler isimli kitaptan]
S. Uludağ – F. Kavukçu
İkisinin müşterek yazdığı (Kelam Dersleri) kitabında deniyor ki:
(Hanefi, Maliki ve Şafiilerinin eski mensupları da selefiye mezhebinden idiler. Fakat daha sonra Eşariyye ve Matüridiyye mezhepleri teessüs edince bahis konusu mezhep mensuplarının büyük ekseriyeti Matüridiyye ve Eşariyye mezheplerini benimsediler.) (s. 201) Hiçbir Ehl-i sünnet kitabında selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. Selefin mezhebi vardır, selef-i salihinden olan Eshab-ı kiramın tamamı müctehid idi, herbirinin kendi mezhebi idi. Selefiye mezhebi diye bir mezhep yoktu.
Selefiye ne imiş bakalım:
(Kur’an metoduna uygun olarak eshabın dini inancını aynen muhafaza etmek ve sonradan ortaya çıkan fikir ve bid’atlere iltifat etmemek vazgeçilmez bir prensiptir.) (s. 202) Eşariyye ve Matüridiyye Kur'an metodu değil midir? Bunlar Eshab-ı kiramın inancını muhafaza etmiyorlar mı? Bunlar sonradan çıkan fikir ve bid’atlere iltifat mı ettiler?
Baklayı ağızlarından çıkarıyorlar. Selefilerin kimliklerini de açıklıyorlar:
(İbni Kayyım Cevziyye gibi sonraki selefilerde bu hâl açık olarak görülmektedir. Eski ve yeni selefilerin hepsine birden Ehl-i sünneti hassadenir.) (s.203 ) Demek ki açıkça itiraf ediyorlar ki, selefiye mezhebi İbni Teymiye ve talebelerinin yolu diye. Bir de Ehl-i sünneti amme varmış.
Onun tarifi de şöyle:
(Sünnet üzerinde itina ile durmayan, kuvvetli bir nass bulunmayan ve sahabe ve tabiinden açık bir ittifak bulunmayan meselelere dalan ehli tevhiddir.) Ehl-i sünneti amme denilenler kim? Kim olacak, dört hak mezhep... İbni Teymiyeciler, sünnet üzere hareket etmiş, dört hak mezhep mensupları ise sünnet üzerinde itina ile durmamış. İftira bu kadar olur.
Bir mezhepteki hükümlerin doğru olup olmadığını ancak Allahü teâlâ bilir. Çünkü ictihad ictihadla nakzedilmez kuralı vardır. Fakat Uludağ ve Kavukçu, mezhepsiz ibni Teymiye’nin selefiyesinin doğru olduğunu söylüyorlar. (Bu mezhebin doğruluğunu ispatlayan deliller) adı altında, (Selefiye mezhebinin en doğru, en emin ve en iyi bir mezhep olduğu akli, semi ve nakli delillerle ispat edilmek istenmiştir) dendikten sonra, (Biz selef mezhebinin hak olduğunu iddia ediyoruz) Deniyor. (s. 212, 213)
Vehhabilik hakkında diyorlar ki:
(Vehhabiler, Buhari ve Müslim'de rivayet edilen hadislere dayanarak Sünni ve Şii'ler tarafından hürmet edilen kimselerin kabirleri üzerine bir hatıra olmak üzere inşa edilen sanat ve tarih bakımından büyük değer taşıyan türbe, mescid ve abideleri yıkmışlardır.) Yukarıdaki cümle dinimize aykırıdır. Yapılan hareket ya iyi, ya kötüdür. Dine uygunsa iyidir, değilse kötüdür. Tarih ve sanat değeri dinden üstün bir değer değildir.
Meselenin aslı şudur: Vehhabiler (selefiler) nassları tevil etmezler. Hadis-i şeriflerdeki maksad-ı nebeviyi bilmedikleri için dine aykırı sanarak bunları yıkmışlar. Fakat bu iki zata göre, vehhabiler dine uygun hareket etmişlerse de, sanat değeri büyük olan böyle eserleri yıkmaları uygun olmamıştır.
Son olarak deniyor ki:
(Şevkani üzerinde de vehhabiliğin tesirleri görülür. M. Abduh, Mısır'da vehhabiliğin münevver ve kültürlü bir temsilcisi sayılabilir.) (s, 218) Sicilli mason Abduh acaba niçin münevver ve kültürlü diye övülür? Vehhabinin münevverliği nereden gelir ki? (Şevkani, zeydiler arasında çıkan serbest düşünceli bir âlim) deniyor. Serbest düşünce ne demektir? Yani hiçbir hak mezhebe bağlanmamış mezhepsiz demek midir?
Kitabın çeşitli yerlerinde İslam filozofu tabiri kullanılmaktadır. Filozof kâfir demek anlamına geldiğine göre İslam kâfiri ne demektir? Aynı şekilde İslam düşüncesi tabiri kullanılmaktadır. Düşünce insan mahsulüdür. İslam ise ilahidir. İslam felsefesi demek gibi İslam düşüncesi demek de küfürdür.
Uludağ’dan gelen cevap
Şöyle diyorsunuz: (Hiçbir Ehl-i sünnet kitabında Selef mezhebi diye bir şey yoktur, selef vardır, Selef mezhebi diye bir şey yoktur.) Biz diyoruz ki bu tamamen asılsız bir iddiadır. Hiçbir temele dayanmayan bir iddianın kaynağı bilgisizlikten gelen cesarettir. [Yazarın notu: Uludağ, selefin mezhebini selefiye diye yutturmaya çalışmıştır.]
Bizim üzerinde durduğumuz konu itikadi ve kelami mezheplerdir. Hanefi, Hanbeli, Şafii ve Maliki gibi ameli ve fıkhi mezhepler değildir. Bu iki nevi mezhep bilerek veya bilmeyerek yekdiğerine karıştırılmıştır. Selefiye mezhebinin hak oluşundan, dört hak mezhebin bâtıl ve bid’at olması lazım geleceği gibi akıl ve ilim dışı bir netice çıkarılmıştır. [Yazarın notu: Dört mezhebin itikadları tek olan Ehl-i sünnet vel cemaat değil mi? Dört mezhebin itikadlarına ehl-i sünneti amme dersen, “Sünnet üzerinde itina ile durmayan, kuvvetli bir nass bulunmayan” diye kötülersen, elbette dört mezhebi de kötülemiş olursun.]
Eşari mezhebi haktır demek Hanefi mezhebi hâşâ bid’attir manasına mı gelir? [Yazarın notu: İmam-ı Eşari, Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebinin iki imamından biridir. Yani dört hak mezhebin bağlı olduğu itikaddaki iki imamdan biridir. Bunlar birbirinden ayrılamaz.]
Selefiye için de durum aynıdır. [Yazarın notu: Sen ibni Teymiye ve talebeleri selefiye mezhebinden idi demedin mi? Selefiyeye bağlı olan fıkhi mezhep var mıdır? Selefiye sapıklık ise, ona bağlı olan fıkhi mezhep de sapıktır. Ehl-i sünnet hak ise, ona bağlı olan fıkhi mezhepler de hak olur. İtikad bozuk olursa amelin ne kıymeti olur? Biz itikadi mezheplerden söz ediyoruz, fıkhi mezheplerden değil, mugalatasını kim yutar ki?]
Ben size soruyorum. Selef mezhebi var mıdır yok mudur? [Yazarın notu: Selefin mezhebi var, selefiye mezhebi yoktur, aşağıda genişçe izah edilecektir.]
Varsa bu mezhep yeni mi çıkmıştır veya H. 727 de vefat eden ibni Teymiye tarafından mı çıkarılmıştır? Ondan iki asır kadar evvel yaşamış olan Gazali ve hatta ondan çok daha evvel, Eşari ve Matüridi mezheplerinden bile önce selefiye mezhebi hak mezhep olarak ortada yok mu idi?
Gazali, (Biz selef mezhebinin hak olduğunu iddia ediyoruz veya iddia ettik) diyor. Daha iyi anlayasınız diye Hüccetü'lislam Gazali'nin ifadesini aynen verelim. “Idd'eyna enne'l hak hüve mezhebü's-selef”
Şimdi soruyoruz Gazali'nin sözünü aynen naklettiğimiz için mi iyice açık vermiş olduk? Bu sözü Gazali söyleyince ona Hazret dersiniz biz ondan nakledince Mezhepsiz oluruz demek ha? İnsaf ve izan sahibi olanlar buna ne derler acaba? [Yazarın notu: İsim benzerliğinden demagoji yaptığınız nasıl sırıtıyor. Selefin mezhebi ayrı, selefiye mezhebi ayrıdır. Selefin mezhebi ehl-i sünnet vel-cemaattir, selefiye mezhebi ibni Teymiye’nin yoludur. İleride geniş olarak cevap verilecektir. ]
“Selef mezhebinin hak oluşunun delili” diye başlayarak yukarıdaki cümlenin Gazali'ye ait ifadesi de şöyle: “Ed-delil ala enne'l hak mezhebü's-selef, enne nakizehü bid’atün.” Bu ifadeyi kitabımıza almamız “Dört mezhebe yapılan iftira” oluyor. [Yazarın notu: Aynı nakarat. İmam-ı Gazali hazretleri selefin mezhebi diyor. Selefiye mezhebi demiyor ki. Gözümüzün içine baka baka yutturmaya çalışıyorsunuz.]
Bu sözü söylemek gerçekten dört mezhebe iftira oluyorsa -ki asla böyle bir şey bahis konusu değildir- Bu iftirayı biz mi yoksa Gazali mi yapmış oluyor? Kaldı ki biz hiçbir zaman amel mezheplerinden bahsetmedik. Selefiye mezhebinin doğru olmasından, hak olan dört mezhebin yanlış veya bid’at olması katiyyen gerekmez. Zira biri itikadi, diğeri ameli bir mezheptir. Ayrıca mezhep sahibi imamların herbiri itikad bakımından selef mezhebinde olan ve bu mezhebin hararetli taraftarlığını yapan saygı değer zatlardı.
Gazali hiçbir zaman selef mezhebini batırmaya çalışmamıştır. Aksine onu ihya etmek için çalışmış ve elilcamül-avam isimli eserini bu maksat için yazmıştır. “Selef mezhebi gıda gibidir, herkesin buna ihtiyacı vardır. Kelam ilmi deva gibidir, sadece hastalığa yakalananlar buna muhtaç olur” diyen O büyük imamdır. [Yazarın notu: Elbette selefin mezhebini övecektir. Selefiye diye tek kelime geçti mi? Nasıl iftira bu?]
Hak olan bir mezhebin bir yerde yayılması, hak olan diğer mezhebin aynı yerde yayılmasına engel olursa, bu durum iki mezhepten birinin bid’at olduğu manasına gelmez. Misal: Kuzey Afrika memleketlerinde Maliki mezhebinin yayılması, Hanefi mezhebinin buralarda, Anadolu’da Hanefi mezhebinin yayılması Maliki mezhebinin burada yayılmasına mani oldu, denirse, yanlış bir şey mi söylenmiş olur?
[Yazarın notu: Fıkhi mezheplerin çok olması rahmettir. Ama itikadda iki veya üç mezhep olmaz. İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi ve Ehl-i sünnet kelamının yayılmasının, selef mezhebinin yayılmasına engel olması da böyledir.]
“Bir mezhepteki hükümlerin doğru olduğunu ancak Allahü teâlâ bilir” buyuruyorsunuz. Peki Eşari ve Matüridi mezhebindeki hükümlerin doğru, Selefiye mezhebindeki hükümlerin yanlış olduğunu siz nereden biliyorsunuz? [Yazarın notu: Bu husus genişçe izah edilecektir.]
Görülüyor ki Selefiye mezhebinin en doğru ve en emin yol olduğunu söyleyen biz değil, H. 505 de vefat eden Gazali'dir. Biz Selefiye mezhebini anlatırken sadece Ehl-i sünnet âlimlerinden, özellikle Gazali'den nakiller yaptık, kendiliğimizden hiçbir şey söylemedik. [Yazarın notu: İmam-ı Gazali selefin mezhebi derken siz, selefiye mezhebi diyorsunuz, bu nasıl nakil? Bu nasıl tahrifat?]
Ehl-i sünnetin inancı şudur: İtikad konularında Ehl-i sünnet ve Ehl-i hak olmak üzere üç mezhep vardır: a) Selefiye mezhebi, b) Eşariye mezhebi, c) Matüridiye mezhebi. [Yazarın notu: Ehl-i sünnet olan hiçbir kitapta böyle bir tarif yok. Eşari ve Matüridi ehl-i sünnetin iki imamıdır. Fıkhi mezheplerde de böyle imamlar vardır. Mesela imam-ı Ebu Yusuf, imam-ı Muhammed gibi. İmam-ı Ebu Yusuf’un da, imam-ı Muhammedin de farklı ictihadları vardır, ama bunlar yine Hanefi mezhebindendir. İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi’nin de farklı ictihadları varsa da ikisi de Ehl-i sünnet vel cemaat itikadındandır, selefiye itikadından değildir.]
Bir kimse bunlardan hangi mezhebi benimserse benimsesin -ki bu konuda hür ve muhtardır- hak yolda olur. Selefiye mezhebinde olmak en az Eşari mezhebinde olmak kadar şerefli bir intisaptır. Selefiye mezhebine -ama hakiki manasıyla mensup olmak saliklerine sadece şeref verir. Biz Gazali kadar ileri giderek “En doğru yol selef yoludur” demiyoruz. [Yazarın notu: İmam-ı Gazali hazretleri ileri mi gidiyor? Gerçeği söylüyor. Bütün Ehl-i sünnet müslümanlarının, dört hak mezhebin itikadları selefin itikadıdır, selefiye mezhebi denilen İbni Teymiye’nin yolu değil. Bunu yutturmaya kalkmayın.]
Ama Selefiye mezhebi de Eşari mezhebi kadar doğrudur diyoruz, İşte bizim inancımız budur. Var mıdır bunun gizli kapalı yanı? [Yazarın notu: Selefiye mezhebini selefin mezhebi gibi gösteriyorsunuz. Adamın oyununu işte böyle bozarlar.]
En az 5-6 asır evvel yazılmış olan Ehl-i sünnet âlimlerinin eserlerine dayanarak Selefiye mezhebinin sapık bir mezhep olduğunu bize ispat ederseniz, şimdiden size minnettar kalırız. Son asırdaki çoğu derme çatma olan kitapları önümüze delil diye çıkarmayın. [Yazarın notu: Minnettar kalmanız yetmez, tevbe etmeniz, (ben yanlış yazdım, selefiye mezhebini selefin mezhebi diye yutturmaya çalıştım) derseniz o zaman bir kıymeti olur. Minnettar kalsanız kalmasanız ne değişir. Aşağıda vesikalarla ispat edilecektir.]
Vehhabiler, Kütüb-i sittede rivayet edilen hadislere dayanarak türbeleri yıkmışlardır, dedik. Bununla Vehhabilerin davranışlarının zahiren doğru gibi göründüğünü fakat aslında hatalı ve isabetsiz olduğunu anlatmaya çalıştık. Şimdi yine soruyorum. Kütüb-i sittede bu manayı ifade eden hadisler var mıdır, yok mudur? Bütün muteber Hanefi fıkıh kitaplarının Kitabü'l Kerahiyye bölümünde kabir üzerine yüksek binalar yapmak mekruh sayılmıyor mu? [Yazarın notu: Aşağıda cevap verilecektir.]
Kabir üzerine onbinlerce ve yüzbinlerce lira harcanarak bina yapılmasını İslam’a uygun bulmuyorum. Ama ecdadımızdan bize yadigâr olarak kalan, sanat, tarih ve medeniyet bakımından değeri olan türbelerin yıkılmasını ve yok edilmesini sakıncalı ve zararlı buluyorum. [Yazarın notu: Türbelere İslam âlimleri izin veriyor, sen vermiyorsun. Senin sözün dinde senet midir?]
Vehhabilerin türbeleri yıkmalarını, Rum suresinin 42. âyetine de aykırı buluyorum. Bu âyette müslümanların akıbetinden bahsedilmektedir. [Yazarın notu: Rum suresi 42. âyet-i kerimesi, Müslümanların akıbetinden değil, kâfirlerin akıbetinden ibret almayı emretmektedir. (İmam-ı Kurtubi el Cami'li ahkami'l- Kur'an XIV/41)]
Yunan gavuru da işgal ettiği yerlerdeki cami ve İslam mabetlerini yıkmış ve yakmıştı. Camilere dokunmayıp sadece mezar üzerindeki binaları yıkan Vehhabiler onlarla bir tutulur mu? Elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin: Bugün gerek Arabistan'da gerekse başka yerlerde inşa edilen camilere Yunan kâfiri bir tek kuruş vermezken, bu iş için milyonlar harcayan Vehhabiler ve Suudiler onlarla nasıl bir tutulur? Ankara'daki Kocatepe camiine Suudilerin milyonlar verdiklerini siz unutsanız bile kamuoyu hatırlayacaktır. Demek istiyoruz ki Vehhabiler türbeleri yıkmada ve diğer bazı konularda her ne kadar hatalı ve zararlı bir yol tutmuşlarsa da, bunları İslam mabetlerini yıkan ve yok eden Yunan gavuru gibi görmemek gerekir. Zira Vehhabiler Müslümandırlar, çünkü Ehl-i kıbledir. [Yazarın notu: Vehhabilerin mülhid olduğu aşağıda bildirilecektir.]
Şevkani serbest fikirli bir âlimdir, dedik. Bununla şunu anlattık. Serbest fikirli olduğu için eski mezhebi olan Zeydiyeyi bırakarak selef yolunu tuttu. Bir kimseyi bid’at mezhebinden uzaklaştırarak selef yoluna sevk eden bir düşünce tarzı iyi midir, kötü müdür? Hükmü siz verin. [Yazarın notu: Şevkani’nin vehhabi olduğunu kendisi söylüyor, bir de bu iyi mi kötü mü diye bize soruyor. Serbest fikirli olmak çok kötü. Niye Ehl-i sünnet olmuyor ki?]
Sırası gelmişken söyleyeyim: A. Davudoğlu Hocamızın Sübülü's-selam isimli eserini “Selamet yolları” adıyla Türkçeye tercüme ettiği Emir San'aninin durumu da aynen Şevkani gibidir. Bu eserin Arapça önsözünde müellifin taklide karşı, ictihad ve teceddüt taraftarı bir Selefi olduğu en açık şekilde yazılmıştır. Ayrıca hiçbir mezhebe de bağlı olmadığı belirtilmektedir. [Yazarın notu: Şevkani gibi Sanani’nin de mezhepsiz olduğunu Uludağ itiraf ediyor.]
Birçok âlimleri ve mütercimleri, mezhepsiz diye teşhir ederken bu konu üzerinde durmamanızın sebebini anlamak oldukça zor geliyor bize. [Yazarın notu: Davudoğlu ile görüştük. Bir hata ettim, o da mezhepsiz imiş, bazı yerleri düzelttim diyerek, günahına kefaret olmak üzere, İbni Abidini tercüme etmeye karar verdi. Davudoğlu’nun bir mezhepsizin kitabını tercüme etmesi, o mezhepsizin iyi olmasını gerektirmez. Davudoğlu yazdı diye mezhepsizi mi öveceğiz? Davudoğlu hoca, başka mezhepsizleri de övdü, onu da tenkit ettik. Zor gelen anlamak şimdi kolaylaştı mı?]
Delil diye, “Ehl-i bid’at, ehli küfürden daha tehlikelidir” şeklinde asli kaynağını zikretmeden bir söz ileri sürüyorsunuz. [Yazarın notu: Delili aşağıda bildirilecektir.]
Ehl-i bid’at iki nevidir: Şia, Mutezile ve Hariciler bid’at ehlidir. Ancak bu mezheplerin bazı kolları, mümin, müslim ve muvahhid sayıldığı, bundan dolayı ehl-i kıble deyiminin şümulüne girdiği halde, diğer bazı kollarının İslamiyet’le alakaları yoktur. Ehl-i sünnetin bu konudaki inancı şudur: “Bid’at mezhebinden bile olsa ehl-i kıbleden olan bir şahsa kâfir denemez.” [Yazarın notu: Biz kime kâfir dedik ki? Kâfirden daha tehlikeli dedik, bunu da biz değil imam-ı Rabbani hazretleri bildiriyor. Vesikası aşağıdadır.]
Buhari ve Müslim'in: Bir kimse diğer bir kimseye kâfir der de, o kimse hakikaten kâfir olmaz ise, suçlamayı yapan şahıs kâfir olur” şeklinde Server-i Enbiya'dan naklettikleri hadisi her Müslümanın kulağına küpe yapması gerekir. Tekfir, icabında geri tepen ve sahibini mahveden tehlikeli bir silahtır. Hedefini bulmadığı için sert bir cisme çarpan ve sonra sekerek sahibini öldüren kurşuna benzer. [Yazarın notu: Uludağ bu sözünde samimi mi? Vehhabiler Ehl-i sünnete kâfir diyor. Vehhabiler kâfir olmuyor mu?]
S. Uludağ’a vesikalı cevaplar Bu baskıda sualleri ve cevapları da kısalttık. Uludağ, sorduğumuz suallerin çoğuna cevap vermemiş, tevil ettiğini sandığı hususlara dokunmuştur. Biz ise bütün itham ve iftiralara vesikalı cevap veriyoruz. Cevaplar sıra ile şöyledir: 1- Selefiye, İbni Teymiye’nin yoludur. 2- İbni Teymiye mülhiddir. 3- Edille-i şeriyye dörttür. 4- Kıyas-ı fukahaya uymak şarttır. 5- Akıl hüccet değildir. 6- İctihadla ilgili vesikalar. 7- İtikadda hak olan Ehl-i sünnettir. 8- Dört mezhep haktır. 9- Bir mezhebe uymak şarttır. 10- Yetmişiki bid’at fırkası. 11- Felsefeciler kâfirdir. 12- İbni Rüşd felsefecidir. 13- Ehl-i kıble nedir? 14- Vehhabiler dalalettedir. 15- Türbe yapmak caizdir. 16- Vehhabiler Medine’yi bombaladılar. 17- Ehl-i bid’at, kâfirden daha zararlıdır. 18- Ehl-i sünneti yaymak gerekir.
1- Selefiye, İbni Teymiye’nin yoludur
Sahabe ve Tabiine Selef veya selef-i salihin denir. İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi hazretleri bir mezhep kurmamışlar, Selefin bildirdikleri iman ve itikad bilgilerini şerh etmişler, kısımlara ayırmışlar, kısacası bu bilgileri sistemleştirmişlerdir. İmam-ı Eşari, hocası imam-ı şafi hazretlerinin yolundan, imam-ı Matüridi de imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin yolundan dışarı çıkmamıştır, hocalarının koyduğu usulleri sistemleştirmişlerdir. Gerek imam-ı Eşari, gerek imam-ı Matüridi, gerek dört hak mezhebin imamları ve gerekse bu imamlara tâbi olan bütün müctehidler, selef itikadında idi. Yani, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinde idi. Selefin mezhebi, mezhep-i selef veya selef mezhebi, selefiye mezhebi değil, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir. Selefin mezhebini yani Ehl-i sünneti müdafaa için imam-ı a’zam hazretleri, Fıkh'ul ekberi, imam-ı Gazali hazretleri İlcam-ül avamı yazmıştır. İlcam, mücessime, müşebbihe ve onların yolunda olan bugünkü vehhabiler yani selefiyeciler için yazılmıştır. İmam-ı Gazali hazretleri bu eseriyle kendisinden sonra gelen vehhabilerin kamufle adı olan selefiyecilerin bid’at yolunu çürüterek tek hak ve doğru olan Ehl-i sünnet vel-cemaatin prensiplerini anlatmaktadır.
Şimdi Uludağ'ın tenakuzuna gelelim. Uludağ, Kelam kitabında imam-ı Gazali ve diğer âlimleri zikrederek bunların Selefiye mezhebinin yayılmasını önlediğini bildiriyor. Cevabi yazısında ise onun Selefiye mezhebini müdafaa ettiğini söylüyor. Eğer imam-ı Gazali hazretleri tek doğru ve tek hak mezhebin Selefiye mezhebi olduğunu söyleseydi, elbette bu tek hak yolun müdafaasını yapardı. Selefiye mezhebinin yayılmasını önlediğine göre, bu mezhebin hak ve doğru olduğunu söylememiş, hak ve doğru olan mezhebin, selefin mezhebi olduğunu, yani Tabiin ve Sahabe-i kiramın mezhebi olan Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebi olduğunu söylemiş ve bunu müdafaa etmiştir.
Kelam kitabında İmam-ı Gazali'nin felsefi bahisleri red ve iptal gayesiyle Kelama soktuğu, Razi ile Amidi'nin Kelam ile felsefeyi meczederek bir ilim haline getirdiği ve Beydavi'nin ise Kelam ile felsefeyi birbirinden ayrılmaz hale koyduğu iddia edilmektedir. Bu iddialar bu büyük âlimlere yapılan çok çirkin bir iftiradır. İlmi Kelama felsefeyi karıştıranlar, bid’at fırkalarıdır. Bu âlimler selefin mezhebi olan Ehl-i sünnet vel cemaatı müdafaa ederek felsefecilerin ve bid’at fırkaların sapık fikirlerini çürüttüler. Bu cevaplar ilmi kelama felsefeyi karıştırmak değil, aksine bid’at fırkaları tarafından ilm-i kelama karıştırılan felsefi düşünceleri temizlemektir. Bu yüce âlimlere felsefeci demek kadar çirkin bir iftira olur mu? Bu iftirayı ilk defa İbni TeymiyeVasıta kitabında yapmıştır.
İmam-ı Gazali hazretleri, selefiyenin değil, selef mezhebinin yani Ehl-i sünnet mezhebinin hak olduğunu bunun zıddının bid’at ve dalalet olduğunu bildirmiştir. Elbette Selefin mezhebi olan Ehl-i sünnet mezhebi haktır, bunun gayrisi bid’at ve dalalettir. İmam-ı Gazali hazretleri tek hak olan bu mezhebin yayılmasını nasıl önler? Bu imam-ı Gazali hazretlerine yapılan çirkin bir iftira değil midir? İmam-ı Gazali hazretleri, selefin mezhebini değil, Selefiye sapıklığını çürütmüştür. Yine Uludağ çıkar da ibni Teymiye, imam-ı Gazali hazretlerinden sonra dünyaya geldi derse şaşmayız. Mesele şahıslar değil fikirlerdir. Demek ibni Teymiye’nin sapık fikirleri imam-ı Gazali hazretleri zamanında da varmış ki reddiyeler yazılmıştır.
İmam-ı Gazali hazretlerinin asrında bugün olduğu gibi Ehl-i sünnet itikadını bozmak için felsefeciler bir koldan, mücessime ve müşebbihe fırkaları başka bir koldan hücum etmişler, bu bid’at fırkaları Cenab-ı Hakka birçok isnatlarda bulunmuşlar. İbni Teymiye’nin müdafaa ettiği teşbih ve tecsim fikrini ileri sürmüşlerdi. Hem de bu teşbih ve tecsim fikrini ibni Teymiye ve diğer mezhepsizlerin yaptığı gibi selef-i salihine atfederek yaymaya başlamışlardı. İşte Hüccet-ül İslam imam-ı Gazali bunlara reddiye olarak buyuruyor ki:
(Dalalet fırkaları mücerred zahir-i suret ve müteşabih haberleri alıp sarılmakla Allahü teâlânın zatı ve sıfatı hakkında Cenab-ı Hakkın münezzeh olduğu suret, el ve ayak ve nüzul ve intikal ve arş üzerine istiva ve istikrar ve bunların emsali hallere itikad ediyorlar. Bununla beraber bu itikad ettikleri şeyleri selefi izamın dahi itikad ettiği şeyler olduğunu zannediyorlar. Binaenaleyh o güruh-i mekruh indinde, teşbihi yok etmek için delillerini kâfi derecede bildirerek selefi kiramın da itikadını şerh ve beyan edeyim.) (İlcamül avam)
İmam-ı Eşari ile imam-ı Matüridi, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın yolu olan Ehl-i sünnet yolundadır, bu iki fırka birbirini bid’at ve dalalet ile suçlamamıştır. (Akaid şerhi Kesteli s.18)
İmam-ı a’zam hazretleri buyurdu ki:
Allahü teâlâ sizleri 12 esas üzere ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinde devam etmeye muvaffak kılsın. Bu esaslar üzerinde yürüyen bid’at ehli olmaz. (Vasiyyeti Nukirru)
Kadı Kemaleddin bin Sinan buyuruyor ki:
İmam-ı a'zam, ilm-i kelamda parmakla gösterilirdi. Usul-i dini tedvin edip en muhkem hale getiren itikad imamlarının ilkidir. (İşarat El meram an ibarat el imam)
İmam-ı a'zam hazretlerinin selefiyeden olduğunu söylemek çirkin iftiradır. Taftazani hazretlerinin Akaid şerhinde de Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebinin esasları anlatılmış, selefin yolunun bu olduğu doğru yolun da bu esaslar olduğu bildirilmiş, Selefiye diye bir mezhepten bahsedilmemiştir. Selef yolunun salim bir yol olduğunu söyleyerek bundan Selefiye mezhebinin salim yol olduğunu çıkarmak akıl ve ilim dışı maksatlı bir benzetmedir. Elbette bütün Müslümanlar selef yolundadır. Halef âlimleri de selef yolundadır. Eski âlimlerin selef yolunda olduğunu sonra gelen âlimlerin bu yolu bırakıp Eşari ve Matüridi mezheplerine geçtiğini söylemek iftiradır. İmam-ı a’zamın selef mezhebinde olup da ona tâbi olan müctehidler ve âlimlerin hocalarının ve mezhep imamlarının itikadını bırakmaları kadar akıl ve ilim dışı bir iftira olmaz. İmam-ı Matüridi yeni bir mezhep kurmamış, imam-ı a’zamın bildirdiği esasları sistemleştirmiştir. Hanefi mezhebindeki âlimlerin itikadlarının imam-ı a’zamın itikadından ayrı olduğunu söylemek âlimlere yapılan büyük bir iftiradır.
Hanefi fıkıh ve kelam âlimi olan Abdülhakim Siyalkuti de, (Eşariler itikadda Matüridi gibidir, çünkü birbirlerini suçlamazlar) buyuruyor. Ebil Münteha hazretleri de buyuruyor ki: Kitap ve Sünnete yapışmak ancak Ehl-i sünnet vel cemaat yoluna yapışmakla mümkün olur. Ehl-i sünnet vel cemaat, sahabe-i kiram ve tabi'in yoludur. (Fıkh-ı ekber şerhi s.2)
Akaid-i Adudiye'ye Gelenbevi’nin yaptığı haşiyede, “Eşariyye mezhebi fırka-i naciyyedir. Bunların itikadı, sahabe-i kiramın itikadıdır” denmektedir. Müftiyüssekaleyn Ahmed ibni Kemal Paşa buyuruyor ki: Fahrü'l-İslam Ali Pezdevi, Usul-i fıkh Kitabında buyurur ki, ilim iki kısımdır: a) Tevhid ve sıfat ilmi b) Fıkıh ilmi. İkinci kısımda esas, Kitap ve Sünnete yapışıp, bid’atlerden sakınarak Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebinde bulunmaktır. Ehl-i sünnet vel cemaat, Resulullahın, Eshabının, Tabiinin, yani selef-i salihinin yoludur. İmam-ı a’zam ve diğerleri de bu yolda idiler. (Risale-i Münire)
M. Said Hadimi hazretleri buyurdu ki:
Ehl-i sünnet, imam-ı Matüridi ile imam-ı Eşari'nin yoludur. İhtilafları asılda değildir. İmam-ı Matüridi Hanefi, imam-ı Eşari Şafiidir.(Vasiyyeti Nukirruşerhi s.156)
Sofiyye-i aliyyenin büyüklerinden, zahiri ve batini ilimler hazinesi Ubeydullah-i Ahrar hazretleri buyuruyor ki:
Bütün kerametleri bana verseler, fakat Ehl-i sünnet vel cemaat itikadını vermeseler, kendimi harap bilirim. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri (dertleri, sıkıntıları) verseler, Ehl-i sünnet vel cemaat itikadını ihsan eyleseler hiç üzülmem. (Mektubat-ı Rabbani 1/193)
Ebul Kasım İshak bin Muhammed buyuruyor ki:
Ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı hakkındaki hadis-i şerifin devamı olan “Sivad-ı a'zama tâbi olunuz, ayrılan Cehennemdedir.” Sivad-ı a'zam Ehl-i sünnet vel cemaattir. (Sivad-ı a'zam s.2)
(Ümmetin âlimleri dalalet üzerinde birleşmez) hadis-i şerifini imam-ı Ahmed “Müsned”inde ve imam-ı Taberani “Mu'cem-i Kebir”inde bildiriyor. (Mevahib-i Ledünniyye)
Bütün bu vesikalar, adı geçen iki akaid imamının müşterek mezhepleri olan “Ehl-i sünnet vel cemaat”ın doğru olduğunu sivad-ı a'zamdan (cemaattan) ayrılan Selefiyenin bid’at, dalalet ve bâtıl olduğunu göstermektedir. Uludağ diyor ki: “Selefiye mezhebinin doğru olmasından, hak olan dört mezhebin yanlış veya bid’at olması gerekmez. Zira biri itikadi, diğeri ameli bir mezheptir.”
Uludağ, itikadda mezhebi diğer selefiyeciler gibi üçe ayırmaktadır: Selefiye, Matüridiyye ve Eşariyye diye. Bunlardan Selefiyenin en doğru, zıddının da bid’at olduğu söylenince diğer iki mezhebin yanlış ve bid’at olduğu meydana çıkmaz mı? Dört hak mezhebin bağlandığı bu iki mezhep bid’at olunca ameldeki dört hak mezhep de tamamen bid’at olur. Sonra dört hak mezhebe tamamen ameli ve fıkhi mezhep demek de doğru değildir. Yani bu dört hak mezhep hem amele ait bilgileri ve hem de itikada ait bilgileri bir arada toplamışlardır.
Mutezileye göre doğru çoktur. Halbuki Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebinde doğru bir tanedir. Onun için Matüridiyye ve Eşariyye mezhepleri bir mezhep olarak kabul edilmiş ve ikisine birden Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebi denmiştir.
Uludağ, “Biz Gazali kadar ileri giderek en doğru yol selef yoludur, demiyoruz” diyor. Uludağ bu cümlesi ile, hâşâ imam-ı Gazali hazretlerinin haddi aştığını, ileri gittiğini söylüyor. Her Sünni müslümanın imam-ı Gazali hazretlerinin sahip olduğu itikada sahip olması lazımdır. Elbette en doğru yol, tek kurtuluş yolu “selef yolu”dur. Selefin yoluna en doğru yol demeyen sapıktır. Uludağ, selef yoluna en doğru yol demediğine göre sapıklığını itiraf etmiyor mu?
Vesikaları ile açıkladığımız gibi selef yolu, Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebidir. Ama Uludağ, kelime oyunu yaparak seleften selefiye'nin hak olduğu gibi bir mana çıkarmaya çalışıyor.
Uludağ yazısında, “Ehl-i sünnet âlimlerinin eserlerine dayanarak Selefiye mezhebinin sapık bir mezhep olduğunu bize ispat ederseniz size minnettar kalırız” diye bir taahhütte bulunuyor. Eğer sözünde samimi ise, biz, bize minnettar kalmasını istemiyoruz, sadece tevbe edip sivad-ı a'zama (yani Ehl-i sünnet vel cemaate) sarılmasını istiyoruz. Dinimiz, açık işlenen günahın tevbesinin de açık olmasını emrettiği için, tevbe ettiğini bildirmesi ve herkese duyurması lazımdır.
Hayali ismiyle meşhur Ahmed bin Musa hazretleri buyuruyor ki:
Ehl-i hak, Ehl-i sünnet vel cemaattır. (Şerh-i akaid haşiyesi s.10)
Uludağ, kendi aleyhine delil olan imam-ı Sübki'den de nakil yaparak mütekaddimin ve müteahhirinden selef mezhebine gidenler olduğunu söylüyor. Elbette önceki ve sonraki bütün âlimler selefin yolundadır. Selefin yolunda gitmeyenler sapık veya kâfirdir. İmam-ı Sübki, selefiye demiyor selef diyor. Selef de halef de, selef mezhebinde idi. (Tabakat-üş-Şafiiyye 1/ 66)
Yoksa bunlar selefiye mezhebinde idiler demiyor. Hâşâ İmam-ı Sübki, selefiye'yi müdafaa etse, hiç bu sapık mezhebi ihyaya çalışan ibni Teymiye’ye reddiye yazar mı? İmam-ı Sübki, Erreddü li-İbni Teymiye ve Şifa-üs-sikam fi ziyareti Seyyid-il enam kitaplarında ibni Teymiye’nin sapıttığını kuvvetli delillerle ispatlamıştır. Halef âlimleri selef âlimlerinin yolunu ihyaya çalışmıştır. Uludağ'ın da itiraf ettiği gibi ibni Teymiye ve talebesi ibnül Kayyim de Selefiye'yi ihyaya çalışmıştır. Bütün bu vesikalardan İbni Teymiye’nin ihyaya çalıştığı selefiye, selefin yolu değildir. Çünkü öyle olsaydı, Uludağ'ın şahit gösterdiği imam-ı Sübki gibi âlimler ibni Teymiye’ye reddiye yazmazlardı. İbni Teymiye ve onun yolundan gidip kendilerine selefi denilen sapıklar sivad-ı a'zamdan ayrılıp dalalete yuvarlanmışlardır. Bu sapıklar kendilerine selefi veya selefiye demeyip de selef mezhebindeyiz deseler, hatta Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebindeyiz deseler ne çıkar. Çünkü her sapık, her bid’at fırkası kendi fırkasının Ehl-i sünnet olduğunu, fırka-i naciyye olduğunu bildirmiştir. Hakkı bâtıldan ayıran sivad-ı a'zamdır. Her devirde sivad-ı a'zamdan ayrılan türediler zuhur etmiştir. Şimdi Uludağ ve diğer selefiler, selefiye kelimesini yutturamadık, kitaptan bu kelimeyi çıkarıp biz de Ehl-i sünnet vel cemaattanız deseler ve İbni Teymiye’nin savunduğu sapık yolu savunsalar ne çıkar? Bu sapıklığa selefiye mezhebi değil selef mezhebi dense ne olacak? Mezhepsiz İbni Teymiye, mezhepsizlik zehrini teneke kupa içinde değil de altın kupa içinde sunmak istemiş, selef kelimesinden istifade ederek bu kelimeyi istismar ederek kendi sapık yolunu hak yolmuş gibi göstermeye çalışmıştır.
Müteşabih âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerin tevilinde takınılan tavrı ifade için kullanılan “mezhebüs-selef” tabirini mezhepler tarihi ve kelam ilmi açısından ıstilahi manadaki mezhep şümulü içine sokmak mümkün değildir. Selef-i salihinin daha çok sükut ve tefviz mahiyetindeki bu tutumunu, Eşariyye ve Matüridiyye'nin müşterek itikadi mezhebi Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebi gibi mezhep olma bakımından aynı kategoride mütalaa etmeye imkan yoktur.
Sırf müteşabih âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerin tefviz (ilmi ilahiye havale) veya teviline münhasır kalan bir ictihad farkından başka aralarında herhangi bir fark bulunmayan Ehl-i sünnetin, Selefi ile Halefinin birbirlerinden ayrı mezhepler olarak göstermek çok yanlıştır.
Gerek Selefin ve gerekse Halefin müteşabih lafızlar karşısında tenzih-i Bâri açısından takındıkları tavır, birbirinden farklı sayılmaz. Tenzih-i Bâri noktasından, zahirine hamledilmesi mahzurlu olan bu kabil lafızların anlaşılması hususunda selef, icmali, halef ise tafsili tevil yolunu tercih etmiştir. (El Fetavel Hadisiyye)
İbni Teymiye, her ne kadar müteşabihatın tevilinden imtina konusunda kendisine selefi ve bilhassa imam-ı Ahmed’i örnek aldığını iddia ediyorsa da tarihi gerçekler bunun aksinedir. İbni Kudeme tevili kötülerken, imam-ı Ahmed’in, kurbiyyet, maiyyet ve ihata ifade eden âyet-i kerimeleri ilim ile açıkladığını bildirmektedir. (Zemm'ut-Tevil s. 41)
Bazı mezhepsizler, imam-ı Ahmed’in de selefiyeden olduğunu iddiaya kalkışmışlarsa da, birçok eserlerle bunun aksi ispat edilmiştir. Bu mevzuda ibni Cevzi, imam-ı Ahmed’in mücessime ve müşebbiheye mütemayil olmadığını bildirmektedir. (Def u-Şübhet'it Teşbih s. 6)
Selefiye sapıklığı için imam-ı Gazali hazretlerinin İlcam-ül Avamisimli eserini şahit göstermek çok gülünçtür. Büyük İmam, İlcamı sırf selefilik iddia eden mücessime ve müşebbihe fırkaları için yazmıştır. Bu eserinde tevilin caiz ve gerekli olduğunu bildirerek buyurur ki: Filan belde filan valinin elindedir denilir. Bu cümleden hiç kimse birinci manayı anlamaz. Çünkü bir belde, elin içine alınmaz. O halde burada, isti'are vardır. Valinin eli kesik bile olsa, yine aynı ifade kullanılır.(İlcam-ül Avam an ilm'il kelam s. 4)
Uludağ, selefiye sapıklığı için, Allame Sadüddin-i Taftazani’yi bile şahit göstermeye cüret etmiş. Halbuki o allame diyor ki: Selef yolu en salim olanı, Halef yolu da en faydalı olanıdır. (Şerh-ü Akaid)
Selef-i salihin zamanında sapık fırkalar olmadığı için müteşabih nasslar tevil edilmemiştir. Fakat zamanla selefilik iddia eden mücessime ve müşebbihe gibi bid’at ve dalalet fırkalarının yayılma istidadı belirince, Halef denilen Ehl-i sünnet âlimleri bunların karşısında kayıtsız kalmamıştır. Sıfatı ilahiyye teallük eden müteşabih nassları tevilde aşırı giderek rasyonalist (akılcı) bir tutumla sıfatları inkâra yönelen Mutezile ile müteşabih haberleri olduğu gibi zahirine hamlederek Tenzihi Bari ile telifi mümkün olmayan teşbih yoluna kayanlar arasında orta bir yol takip ederek İslamiyet’in ruhuna tam manasıyla uygun olan Ehl-i sünnet itikadını müdafaa etmeyi zaruri görmüşlerdir.
İmam-ı eşari, önceleri tevile lüzum görmemişse de, sonra Halefin tevile mütemayil tavrını bariz olarak ortaya koymuş, tecsim ve teşbihe kaçan izahları reddetmiştir. (İstihsanu'l Havz fi İlmil kelam)
İmam-ı Eşari’den sonra Bakıllani, imam'ül Haremeyn el-Cüveyni, imam-ı Gazali ve Abdulkerim eş-Şihristani de aynı yolu takip etmiştir. İmam-ı Fahreddin el-Razi de aynı yolu müdafaa edenlerdendir.
İbni Sübki'nin babası Subki-Kebir, Takiyuddin Ali bin Abdülkafi de, İbni Kayyım'ın Nuniyye'sine bir reddiye yazarak seleficilik iddiasındaki Haşeviyyenin (mücessimenin) belini kırmıştır.
2- İbni Teymiye mülhiddir Selefiye'yi ihyaya çalıştığı Uludağ tarafından bildirildiği için ibni Teymiye’nin sapıklığını ispat etmek vacip oldu. Kitabımızın başında [Mezhep ve Mezhepsizlik maddesinde, Bazı şahıslar hakkında özet bilgi kısmında] ibni Teymiye hakkında âlimlerin söyledikleri, onu tekfir ettikleri bildirilmişti. Daha fazla vesika gereksizdir.
3- Edille-i şeriyye dörttür Edille-i şeriyye, Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı fukaha olmak üzere dörttür. (Mecmua-i Zühdiyye, Seyf-ül Ebrar el-meslûl alel füccar)
Fakat Uludağ, Şia’ya göre şer'i delilleri şöyle sıralıyor:
(Kur'an, hadis, icma, akıl. Kıyas delil değil, imamların rivayet ettikleri hadisler esastır. İctihad kapısı açıktır.) (Kelam kitabı, s. 80) Bahsin sonunda diyor ki: Caferiler sünni talakı kabul, bid'i talakı reddederler. Ehl-i kitap kadınları ile evlenmeyi caiz görmezler. Bunun dışında fıkhi konularda sünnilere benzerler.” (s. 81)
Kıyası kabul etmiyor, aklı delil sayıyor, bir de sünnilerle aynı diyor. Kime yutturuyor ki?
Uludağ diyor ki: Zeydiler ictihad kapısının açık olduğuna inandıklarından aralarında müctehidler yetişmiştir. (Kelam Kitabı, s. 76)
Uludağ bunları söylemekle ictihad kapısının açık olduğu ve şer'i delilin de Şiiler gibi olması gerektiğini bildirmek istiyor. Zeydiler ictihad kapısının açık olduğuna inandıkları için müctehidler yetişmiş, ne demek bu? Biz de zeydiler gibi inanırsak müctehid yetiştiririz demek değil mi?
Bir insan imanın altı şartından beşine inansa, birine inanmasa diğer beşine de inanmamış sayılır. Bir kimse yüz tane Ehl-i sünnet kitabı tavsiye etse, bir tane de Abduh gibi mezhepsiz bir masonu tavsiye etse, bir damla idrarın bir bardak suyu kirlettiği gibi, tavsiye işi zararlı olur. Bir bardak bal şerbetini bir damla zehir, içilmez hale getirir.
4- Kıyas-ı fukaha’ya uymak şarttır Kıyas hüccettir. (Seyf-ül Ebrar, Mektubat-ı Rabbani) Herkesin bir müctehidi taklit etmesi lazımdır. (Dürer ve Gurer) Kıyas ve ictihad dinin dört temelinden biridir. (Mektubat-ı Rabbani)
5- Akıl hüccet değildir
Akıl, peygamberlik makamındaki bilgileri anlamaktan acizdir, inanmaktan başka çare yoktur. (İmam-ı Gazali, El Munkızü mined-dalal)
Her şey akıl ile anlaşılabilseydi peygamberler gönderilmezdi.(Mektubat-ı Rabbani 3/ 36)
Akıl göz gibi, din de ışık gibidir. Işıksız cisimler görülmez. Din ışığı olmadan da akıl, hakikati göremez. (Seyyid Abdülhakim Arvasi, S.Ebediyye)
6- İctihadla ilgili vesikalar Uludağ, mezhebe ve kıyas-ı fukaha’ya uymanın öneminden hiç bahsetmiyor. Kur’an-ı kerimde her şey açık olsaydı, hadis-i şeriflere ve ictihada (kıyas-ı fukaha’ya) lüzum kalmazdı. Berika kitabında buyuruluyor ki: Bizler müctehid değiliz, bize “mukallid” denir. Bizim gibi mukallidler için delil, fıkıh âlimlerinin ictihadlarıdır. Bir âyet-i kerime ve hadis-i şerif, bunların sözlerine uymaz görünürse, kendi anladıklarımıza değil, âlimlerin anladıklarına uymamız lazımdır. Bunlar, onları görmemiş veya görmüşler de anlayamamışlar demek caiz değildir. (s. 376)
7- İtikadda hak olan Ehl-i sünnettir Yukarıda imam-ı Matüridi ile imam-ı Eşari hazretlerinin müşterek mezheplerinin Ehl-i sünnet vel cemaat olduğu bildirilmişti. Fetavel haremeyn bi recfi nüdvetil meyn isimli eserde de, Ehl-i sünnet vel cemaatın dışında kalan her fırkanın ehl-i bid’at olduğuna inanmak icmai bir farzdır deniyor.
8- Dört mezhep haktır Tahtavi ismiyle meşhur, Hanefi âlimlerinden Ahmed bin Muhammed bin İsmail, Dürr-ül-muhtar haşiyesinde (zebayıh) kısmında “Dinde fırkalara ayrıldılar” âyet-i kerimesini ve ümmetin 73 fırkaya ayrılacağını bildiren hadis-i şerifi zikretmekte, Kur’an-ı kerimdekiAllah’ın ipinden maksat cemaat, cemaatın da fıkıh ve ilim sahipleri olduğu, fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılanın dalalete düşeceği, Cehenneme gideceği, sivad-ı a'zamın fıkıh âlimlerinin yolu olduğu, Peygamber aleyhisselam ve hülefa-i raşidinin yolunun fıkıh âlimlerinin yolu olduğu, bu yoldan ayrılanların Cehenneme gideceği bildirilmektedir. Fırka-i naciyyenin, Ehl-i sünnet vel cemaat denilen fırka olduğu, Allahü teâlânın tevfîkınin bu fırkada bulunanlara, gazabının ise bu fırkadan ayrılanlara olduğu, bu fırkanın bugün dört mezhepte toplandığını, bu dört hak mezhebin ise Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleri olduğu, bu zamanda bu dört hak mezhepten birine tâbi olmayan kimsenin bid’at sahibi olup Cehenneme gideceği bildirilmektedir.
Bu vesikadan da anlaşılacağı üzere itikad mezhebi üç değil tektir, dört hak mezhepten ayrılan mezhepsizler bid’at ve dalalet ehli olup Cehennemliktir. Yukarıdaki hususlar, imam-ı Münavi, Şah Veliyullah Dehlevi gibi âlimlerce de teyid edilmektedir. (Seyf-ül Ebrar)
El-Mesailül-müntehabatü fir-risaleti vel vesileti isimli eserde dört mezhepten başkasıyla amel etmek caiz değil, bunda icma hasıl olmuştur denmektedir.
El-Besair li-münkir-it-tevessüli bi-ehlil-mekabir kitabında diyor ki:
Bugün her Müslümanın dört mezhepten birinde bulunması vaciptir, dört mezhepten birinde bulunmayan, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur, Ehl-i sünnetten ayrılan da sapık veya kâfir olur.
Sebilün-Necat an bid’ati Ehli zigı ved-dalale isimli eserde şöyle denmektedir:
Vehhabiler, reisleri olan ibni Teymiye’nin talebesi ibn-ül Kayyim'in (i'lamil Muvakkiin) kitabında (kendisinde ictihad şartı bulunmayan kimsenin Kur'andan ve hadisten ahkam çıkarması caiz değildir. İctihad şartı bulunmayan kimsenin, mezheplerden birine uyması vaciptir ve dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir. Çünkü diğerleri müdevven değildir) diyor.
Yusuf-i Nebhani hazretleri, “Herbiri hidayet yıldızı olan Eshab-ı kiramı bile müctehid olmayanın taklit etmesi caiz değildir” buyuruyor.(Huccetullahi alel âlemin)
9- Bir mezhebe uymak şarttır Bu konuda yeterli vesika verdik. Bir de Uludağ'ın büyük âlim, büyük mutasavvuf, müceddid-i elfi sani diye övdüğü imam-ı Rabbani hazretlerinden bir vesika verelim. İmam-ı Rabbani hazretleri Mebde ve mead risalesinin 28. fıkrasında diyor ki: (Mezhepten çıkmak ilhaddır.)
10- Yetmişiki bid’at fırkası Bu konuda da yeterli vesika verdik. Sadece bu konudaki hadis-i şerifi bildirelim: İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: (Tirmizi’nin bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72 si Cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir) buyuruldu. Bu fırkaya Ehl-i sünnet vel-cemaat denir. (c.2, m.67)
11- Felsefeciler kâfirdir İmam-ı Gazali hazretleri, El-Münkızu min-ed dalal isimli eserinde felsefecilerin kâfir olduğunu ispat etmiş, bilhassa bunların inanıp savundukları şu üç konuda küfre düştüklerini göstermiştir:
1-Âlem, Allah gibi ezeli ve ebedidir.
2-Allah cüz'i olan şeyleri bilmez.
3-Bedeni bir haşr yoktur.
İmam-ı Gazali hazretleri, mezkur eserinde Kelam ilminin gayesi, Ehl-i sünnet itikadını bid’at ehlinin teşvişinden korumak olduğunu bildirmiştir.
Hakikat bu iken, Uludağ çıkıyor, İslam âlimlerini felsefeci olarak suçluyor. Mesela Kelam kitabında imam-ı Razi için ”Razi, kelamcı ve filozoftu” diyor. Aynı sayfada hemen iftirasını yapıştırıyor: “Kelamla felsefeyi birbirine kaynaştırmıştı” diyor. Aynı iftira, imam-ı Beydavi için de yapılıyor. “Beydavi kelamla felsefeyi ayrılması güç bir şekilde meczetmiştir” diyor.
12- İbni Rüşd felsefecidir Kelam Kitabının 36. sayfasında ibni Rüşd'ün felsefeci olduğu ve İbni Rüşd'den sonra felsefenin kelamcıların eline geçtiği bildirilmektedir.
İmam-ı Gazali hazretleri El-münkızü min-ed dalal isimli eserinde ibni Sina, Farabi ve onlara uyanları tekfir etmektedir.
İbni Rüşd, ibni Sina ve Farabi’ye uymuş mu, uymamış mı? Uyduğu, imam-ı Gazali’yi tenkit bile ettiği sabit değil mi? İmam-ı Gazali ise bunlara ve bunlara uyan herkesi tekfir ettiği bilindiğine göre artık “imam-ı Gazali ibni Rüşd'ü nasıl tekfir edebilir ki” demek demagojiden başka bir şey değildir.
İbni Rüşd'ün küfrü bilinirken ve hatta, İslam’da mürşid ve irşad faaliyeti isimli kitabında ibni Rüşd'ü İslam’ın ilahiyatına inanmayan bir kimse olarak bildiren Uludağ, neden ibni Rüşd'ü imam-ı Gazali’ye ve bize karşı müdafaa etmeye kalkmıştır? (Kelam, s.45)
13- Ehl-i kıble nedir Uludağ, vehhabilerin ehl-i kıble olduğunu ve ehl-i kıbleyi de çok sevdiğini söylüyor. Vehhabilerin dalaletlerini ispat etmeden önce ehl-i kıblenin ne olduğunu ve vehhabileri sevmenin küfrü gerektirdiğini vesikalarla bildirelim. Bir fıkıh ve kelam âlimi olan Şihristani (Ebul Feth Muhammed bin Abdülkerim) buyuruyor ki:
Birinci vesika: “İmam-ı a’zam ve imam-ı Şafii ehl-i kıble olana kâfir denmez buyurdular. Bu sözün manası, Ehl-i kıble olan, günah işlemekle kâfir olmaz demektir. 72 fırka âlimleri ve bunlara uyanlar Ehl-i kıbledir. Fakat zaruri olan ve icma ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihad caiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmayan, sözbirliği ile kâfir olur. (Milel-nihal tercümesi s. 69)
İkinci vesika: Fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvufta derin bir âlim olan Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki: Bid’at sahibi olanların, yani Ehl-i sünnetten ayrılmış olan yetmişiki fırkanın hepsi Ehl-i kıble oldukları, her ibadeti yaptıkları halde adil değildirler. Çünkü ya mülhid olarak imanları gitmiştir veya bid’at sahibidirler ki bu da en büyük günahtır. (Hadika s. 139)
Üçüncü vesika: İbni Abidin (Seyyid Muhammed Emin bin Ömer bin Abdülaziz) buyuruyor ki: Hadis-i şerifte (La ilahe illallah ehline kâfir demeyiniz. Bunlara kâfir diyenin kendisi kâfir olur) buyuruldu. Bu hadis-i şerifteki “La ilahe illallah” ehlinden maksat, Ehl-i kıble olan kimsedir. Böyle kimse icma ile ve zaruri olarak bildirilmemiş inanılacak şeylerde Ehl-i sünnetin doğru yolundan ayrılınca veya başka bir büyük günah işleyince kâfir olmaz demektir. Fakat Ehl-i sünnetten ayrılan kimse icma ile zaruri olarak öğrenilen din bilgilerinden birine inanmazsa buna Ehl-i kıble denmez, o kâfirdir. (s. 377)
Dördüncü vesika: Uludağ ve diğer selefilerce de büyük bir âlim olarak bilinen imam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Cehenneme girecekleri bildirilmiş olan 72 Bid’at Fırkası, Ehl-i kıble oldukları için tekfir edilmez. Fakat bunların dinde inanması zaruri olan hususlara inanmayanları ve Ahkam-ı şeriyyeden her Müslümanın işittiği bildiği şeyleri reddedenleri kâfir olur. (Mekt. 3/ 38)
Beşinci vesika: İmam-ı Sübki, imam-ı Tahavi’nin el Adide isimli eserinde “Ehl-i kıble tekfir edilmez” sözü için diyor ki: “Bizim kıblemize dönerek namaz kılan herkes ehl-i kıble sayılmaz. Baksana kâfir oldukları icma ile sabit olan münafıklar da kıblemize dönüp namaz kılmaktadır. (Tabakatü'ş-Şafii)
Bu vesikalardan anlaşıldığına göre Ehl-i kıble demek, icma ile ve zaruri olarak bilinen din bilgilerinin hepsine inanan Müslüman kimse demektir. Böyle kimse sapık inanışı ile kâfir olmaz. Değil Ehl-i sünnet itikadındaki Müslümana, böyle sapık bir Müslümana dahi kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Zaten Uludağ da, Karaman gibi, tekfiri geri tepmeli topa benzetmiştir. Sapık bir Müslümanı tekfir eden kâfir olduğuna göre, acaba mezhepsiz ibni Teymiye, Şeyh-i Ekber Arabi hazretleri gibi evliyaya kâfir demekle kendisi kâfir olmamış mıdır? Uludağ'ın kendisi de itiraf ettiği gibi vehhabiler, Ehl-i sünnet Müslümanlarına müşrik, kâfir demektedirler, acaba kendileri kâfir olmuyor mu? Bu tekfir topunun, İbni Teymiye mezhepsizine, vehhabilere ve kendilerine selefi denilen sapıklara bir zararı dokunmuyor mu? Küfre rıza küfürdür. Müslümanlara müşrik diyen vehhabileri, Ehl-i kıble diyerek sevmek imandan mı, yoksa dalaletten mi ileri gelmektedir?
Vehhabileri, Ehl-i kıble olarak yani bid’at fırkalarından biri olarak kabul edelim. Bu takdirde Uludağ'ın Ehl-i kıbleyi (Bid’at ehlini) sevmesinin felaketini vesikalandıralım.
Birinci vesika:
Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri, Gunye’de şu hadis-i şerifi nakletmektedir: (Bid’at ehli ile güler yüzle veya onu sevindirecek bir hâl ile görüşen kimse, Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselama indirdiğini [Kur’an-ı kerimi] istihfaf etmiş olur.) [Hatib] Bilindiği gibi Kur’an-ı kerimi istihfaf etmek, hafife almak küfürdür.
İkinci vesika: Gunye’de deniyor ki: “Tasavvuf büyüklerinden Fudayl bin lyad buyuruyor ki, “Bid’at ehlini sevenlerin ibadetlerini, Allahü teâlâ kabul etmez, kalblerinden imanlarını çıkarır. Allahü teâlâ bid’at sahibine kızanın bütün günahlarını mağfiret eder ümidindeyim.”
Üçüncü vesika:
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Bid’at sahibine kıymet veren İslamiyet’i yıkmaya yardım etmiş olur.(Mekt. 1/ 165)
Dördüncü vesika:
Müftiyüs-Sekaleyn Ahmed İbni Kemal Paşa şu hadis-i şerifi nakletmektedir: (Bid’at ehline ihanet eden, en büyük korku günü emniyette bulunur.) [Risale-i Münire]
Beşinci vesika:
Bu vesikadaki hadis-i şeriflerden ikisi, bid’at ehlini sevenlerin hâlini ve bid’at ehline buğzedenlere verilecek mükafatları bildirmektedir. Ayrıca bid’at ehline sevgi besleyenin kalbinden iman nurunun çıkacağı da bildirilmiştir. (Seyf-ül Ebrar, s. 24-25)
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Bid'at sahibine hürmet eden, İslamiyet’i yıkmaya yardım etmiş olur.) [Taberani]
(Kim bid'at ehlinden buğz ederek yüz çevirirse, Allahü teâlâ onun kalbini korkulardan emin kılar ve imanla doldurur. Bid'at ehline sert muamele edeni de, en büyük korku gününde emin kılar. Bid'at ehlini hakir ve zelil göreni de, Cennette yüz derece yükseltir. Bid'at ehline selam veren veya onu sevindirici şeyle karşılayan, Kur’an-ı kerimi küçümsemiş olur.) [Hatib]
Bu vesikalardan anlaşıldığına göre, vehhabiler, ehl-i kıbleye dahil bir bid’at fırkası kabul edilse bile hadis-i şeriflere inanan kimsenin derhal tevbe etmesi lazımdır.
14- Vehhabiler dalalettedir Selefiler, Vehhabiliğe sünni mezhep diyorlar. Uludağ ise bir dergide vehhabileri şöyle tenkit ediyor: Kâfir veya sapık demeyi aklımızdan geçirmediğimiz vehhabiler, İslam’ın teceddüd, tekamül ve inkişaf seyrini anlayamadıkları için yanlış bir yol tutmuşlardır. (Nesil Dergisi c.1, s.11)
Uludağ, bu ifadesiyle vehhabilerin sapık bile olmadıklarını yani bid’at fırkaları içine bile girmediklerini söylüyor. Nesil'in 2. cilt ve 2 sayılı dergisinde ise, ibni Teymiye’nin görüşlerinin cebren tatbikat sahasına konulmasından Vehhabiliğin doğduğunu, Vehhabilerin, Şu elimdeki değneğin faydası var, fakat Resulullahın faydası yok diyerek kabri şeriflerini ziyaret eden Sünni Müslümanlara zulüm ve işkence ettiklerini, ölülerin ruhundan yardım ve şefaat isteyen kimselerin öldürülmesi gerektiğini, zira müşrik olduklarını belirterek bu öldürme işini kısmen gerçekleştirdiklerini, Abduh ve Abduhcu cereyanın geniş ölçüde ibni Teymiye ve vehhabileri takip ettiğini yazmaktadır.
Müslümanları tekfir edenin kendisinin kâfir olacağını bizzat Uludağ nakletmişti. Acaba bu tekfir topu, ibni Teymiye’ye, Vehhabilere ve mezhepsizlere tesir etmiyor mu?
Suudi Arabistan'ın Vehhabi Kralı tarafından 1349 (m.1930) tarihinde Vehhabi âlimlerince kurulan bir komisyon nezaretinde basılanKitabü's-Sünne isimli hezeyanname küfürle doludur. Vehhabi âlimleri (!) bu kitapta güya tevhid inancını savunarak Allahü teâlânın Tevrat’ı yazarken sırtını bir kayaya dayadığını, Kürsi üzerinde oturup dört parmak kadar boşluk kaldığını ve daha buna benzer birçok teşbih ve tecsim fikrini bizzat kendi adamları bildirmektedir. Bu Kitaba cevap olmak üzere Ebu Hamid b. Merzuk, Beraetül Eşariyyin isimli eserini kaleme almış, vehhabilerin küfürlerini ispat etmiştir.
Seyf-ül Ebrarda vehhabiler hakkında geniş malumat verilmekte, ibni Teymiye’nin vehhabilerin önderi olduğu, Onun şeyh-ül-İslam değil, dalalet ve günah şeyhi (önderi) olduğu, vehhabiliği aslında bunun çıkardığı, nihayet M. bin Abdulvehhabın bu sapık yolu daha fazla canlandırdığı, Vehhabilerin lideri ibni Suud’un da mülhid olduğu bildirilmektedir.
Vehhabilerin mülhid olduğunu bildiren vesikalardan bazıları da şunlardır:
(Minhatül-Vehbiyye-fireddi-alel vehhabiyye), (Tarihi vehhabiyan), (Ahmed Cevdet Paşa'nın tarihi 7. cildinde)
Vehhabiler, Ehl-i sünnete müşrik dedikleri için mülhid oluyorlar.
Teşbih ve tecsim inançları yüzünden mülhid oluyorlar.
Ehl-i sünnetin yayılmasına mani oldukları için mülhid oluyorlar, kısacası çok katmerli mülhid oluyorlar. İşte bu sebeplerden dolayı İbni Abidin, 3. cildinde bagileri anlatırken Vehhabilerin mülhid olduğunu bildirmiştir. Aynı sebepler yüzünden Muhammed Zihni Efendi, Nimet-i islam kitabında nikah bahsinde, evlenilmesi haram olan kadınları sayarken Hıristiyan ve Yahudi kitaplı kâfirleriyle evlenilebileceğini; fakat Batıniyye, İbahiyye ve Vehhabiyye gibi zındıklarla evlenilemeyeceğini, bildirmektedir. Nimet-i İslam kitabı Ehl-i sünnet Müslümanlarınca muteber bir kitap olduğu gibi, mezhepsizlerin avukatlığını yapmış olan yaygaracı Ahmet Gürtaş bile bu kitabın çok kıymetli, hatta “Şaheser” olduğunu Mezhepsizlik Yaygarasında bildirmişti.
Acaba bu vesikalar karşısında S. Uludağ, hâlâ vehhabileri Ehl-i kıble oldukları için sevdiğini söyleyebilecek mi? “Sapık olduklarını dahi aklımdan geçirmem” diyebilecek mi?
Medine’yi bombaladılar: Vehhabiler, Ehl-i sünnet Müslümanları “müşrik” [yani kâfir] bildikleri için yapmadıkları zulüm ve işkence kalmamıştır. Taif'deki Müslümanlara çok işkence yapmışlar, kadınları ve çocukları barbarca öldürdükleri Ahmet bin Zeyni Dahlan'ınHulasat-ül kelam Kitabında ve Eyyüp Sabri Paşa'nın Tarih-i vehhabiyyan kitabında uzun yazılmıştır. Yine Seyyid Zeyni Dahlan'ınEl-fütuhat-ül İslamiyye isimli eserinin “Fitnet-ül vehhabiyye” başlığı altında vehhabilerin bozuk itikadlarını ve Müslümanlara yaptıkları zulüm ve işkenceler anlatılmaktadır. Bu kitaplarda özetle deniyor ki:
“Vehhabiler Taif kalesine saldırıp, kadın-erkek, çoluk-çocuk demeyip öldürdüler. Beşiktekileri bile parçaladılar. Dere gibi sokaklardan kanlar aktı. Evleri basıp her şeyi yağma ettiler. Şehitleri günlerce (16 gün) hayvanların ve kuşların yemesi için bir tepeye bıraktılar. Vehhabiler, kütüphane, tekke ve evlerden ne kadar, Kur’an-ı kerim, tefsir, hadis ve din kitabı varsa hepsini parçalayıp yerlere attılar. Kur’an-ı kerim ve din kitaplarının altın işlemeli meşin ciltlerinden çarıklar yapıp kirli ayaklarına giydiler. Meşin ciltler üzerinde âyet-i kerimeler bulunmaktaydı. Yerler hep bu mübarek kitapların yaprakları ile doluydu. Sabah uyandıkları vakit bu yaprakların yok olduğunu gördüler. Bu zulümlerden sonra Eshab-ı kiramın, evliyanın ve âlimlerin kabirlerini, türbelerini yıktılar. Abdülaziz bin Suud 1926’da Peygamber aleyhisselamın mübarek türbesini de bombaladı.”
Feth-ül Mecid ve Keşf'üş şübühat isimli vehhabi kitaplarında, vehhabi olmayanların kanları ve malları helal diye yazdığı için, inançlarının gereği yukarıdaki zulümleri yaptılar.
15- Türbe yapmak caizdir Ehl-i sünnete göre kabir üzerine süs için, öğünmek için türbe yapmak haramdır. Unutulmamak için olursa mekruhtur. Meyyiti hırsızdan, hayvandan korumak için yapılırsa caizdir. İşte vesikaları:
Birinci vesika:
Abdülgani Nablüsi hazretleri, Keşfün-nur an eshab-il kubur isimli eserinde diyor ki:
“Âlimlerin, velilerin kabirleri üzerine türbe yapmak cahillerin hakaretlerinden korumak içindir.”
İkinci ve üçüncü vesika:
Hanefi Fıkıh âlimi Ebul Kasım-ı Semerkandi Cami-ul Fetava isimli eserinde, imam-ı Süyuti, Tenvirde, “Kabir üzerine kubbe yapmak mekruh değildir” diyorlar.
Dördüncü vesika:
Meşhur fıkıh âlimi Halebi İbrahim, Halebi-yi kebir’in sonunda, âlimlerin, büyüklerin kabirlerini korumak için türbe yapmak caizdir“ diyor.
Beşinci ve altıncı vesika:
İmam-ı Şarani, Mizan-ül Kübra’nın ve İbni Abidin Ukud-üd-dürriyye’nin sonunda kabirleri korumak için türbe yapmanın caiz olduğunu bildirmişlerdir.
Uludağ’ın türbeye mekruhtur diyerek karşı çıkması, sadece vehhabileri haklı göstermekle kalmaz, Eshab-ı kirama ve icma'ya karşı gelmiş de olur. Çünkü, türbe mekruh olsaydı Eshab-ı kiram, Peygamber aleyhisselamı bir oda içine defnederler miydi? Hücre-i saadetten sonra ilk yapılan türbe mübarek zevcelerinin (validelerimizin) kabirlerinin üzerlerine yapılan kubbedir.
Hücre-i saadetin Mescid-i Nebevi içinde bulunması Hulefa-i Raşidin zamanında olmadı mı? Hicri 17. senesinde Hazret-i Ömer, Eshab-ı kiramın sözbirliği ile mezkur mescidi genişletmedi mi? Yine Eshab-ı kiramla istişare ederek Hazret-i Osman mezkur mescidi genişletmedi mi?
Ondört asırdır bu kadar mezhep imamları, âlimler gelmiş geçmiş hiç kimse türbelere bir şey dememiş, Uludağ nasıl oluyor da mekruh diyor hayret etmemek imkansız. Yoksa büyük âlimler Kütüb-i sittedeki hadis-i şerifleri bilmiyorlar mıydı? Yalnız Uludağ ve vehhabiler mi biliyordu? Uludağ enteresan adam, türbenin yapılmasını uygun bulmuyor, fakat yapıldıktan sonra yıkılmasını doğru bulmuyor. Bunu da âyete istinat ettiriyor. Vehhabiler o âyeti bilemeyecek kadar cahiller mi?
Mezkur âyet-i kerimenin manası Uludağ'ın aleyhine delildir. İmam-ı Kurtubi'nin Cami'ul-ahkam isimli tefsirinde mezkur âyet-i kerimenin, dünyevi kudretlerine güvenen kâfirlerin akıbetlerinin ne olduğunu görmeyi, onların yıkılan saray ve tahtlarından geri kalan harabeleri görerek ibret almayı emrettiği bildirilmektedir. Uludağ ise müminlere ait eserlerin Vehhabilerce yıkılıp ibret alınması gibi tam ters bir mana çıkarıyor. Yarın da bir mezhepsiz çıkıp, bu âyet, eski kavimlerin yaptığı eserlerin yıkılmasını men ettiğini, bu bakımdan (hâşâ) İbrahim aleyhisselamın putları kırmasının, Peygamber aleyhisselamın Kâbe'yi putlardan temizlemesinin mezkur âyete aykırı olduğunu iddia edebilir. Mezhepsizlerden her şey beklenir.
16- Ehl-i bid’at, kâfirden zararlıdır Uludağ’ın da büyük bir âlim olarak bildiği imam-ı Rabbani hazretleri, Ehl-i bid’at ile konuşmanın, kâfirle arkadaşlık etmekten daha kötü olduğunu, 72 çeşit bid’at ehli bulunduğunu, bunların içinde en kötüsünün Eshab-ı kirama düşmanlık edenler olduklarını bildirmektedir. (c.1, 54. Mektup)
17- Ehl-i sünneti yaymak gerekir Uludağ, neden ehl-i bid’at ile mücadeleye geniş yer verildiğini soruyor. Birincisi bid’at ehlinin dine olan zararı kâfirinkinden daha fazla olduğu için, ikincisi de lanete müstahak dilsiz bir şeytan olmamak için. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Ortalık karışır, yalanlar yazılır, âdetler ibadetlere karıştırılır ve Eshabıma dil uzatılırsa, doğruyu bilenler herkese bildirsin! Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların laneti, doğruyu bilip de, gücü yettiği halde bildirmeyene olsun! Allahü teâlâ, böyle âlimlerin, ne farzlarını, ne de başka ibadetlerini kabul etmez.) [Ebu Nuaym]
(Bid’atler zuhur edip, Eshabıma kötü söz söylendiği zaman, doğruyu bilen, herkese söylesin! Söylemeyen âlime Allahü teâlâ lanet eder.) [Deylemi]
Not: Yukarıda, Uludağ’a cevaplar kısmında geçen mezkur eserlerden vesikaların orijinal fotokopileri “Mezhepsizler” kitabında vardır.
Selef-i salihîn ve Selefîlik
Sual: Selefîlik veya Selefiyye mezhebinin Selef-i salihînle bir ilgisi var mıdır? CEVAP Hayır, hiçbir ilgisi yoktur. Selefîlik, Vehhabiliğin kamufle ismidir.(Sözünde sağlamdır) ile (Sözde sağlamdır) ifadeleri birbirine benzese de mânaları çok farklıdır. Önceki (Hep doğru söyler) demek, sonraki ise, (Doğru sözlü değildir, yani sahtekârdır, yalancıdır) demektir. (Sözünde doğrudur) ve (Sözde doğrudur) ifadeleri de böyledir. (Birine boyun bükmek) ile (Birinin boynunu bükmek) ifadeleri birbirinden farklı olduğu gibi Selef-i salihînle, Selefîler ifadeleri de böyle farklıdır. Selef-i salihin, Ehl-i sünnet’tir. Selefiyye’nin ise küfre giren görüşleri vardır.
Eshab-ı kirama ve Tâbiînle Tebe-i tâbiîn zamanındaki müctehid âlimlere, (Selef-i salihîn) denir. Bunların itikadı, (Ehl-i sünnet vel cemaat) itikadıdır. Bu itikattan başka doğru itikat yoktur. İmam-ı Eş’arî ve İmam-ı Matüridî Ehl-i sünnet’in iki imamıdır. Nasıl İmam-ı a'zamla İmam-ı Ebu Yusuf’un ictihadlarında farklılıklar varsa, bu iki zatın ictihadlarında da farklılıklar vardır. Bu farklılıklardan dolayı farklı mezhepleri varmış gibi göstermek çok yanlış olur. Kitaplarda, (İmam-ı Ebu Yusuf'un mezhebi böyledir) ifadeleri geçer. (Bu, onun ictihadı böyledir) demektir. (İmam-ı Matüridî’nin mezhebi böyledir) demek de, (Onun ictihadı böyledir) demektir. İkisi Ehl-i sünnet’ten farklı değildir. İmam-ı Eş’arî amelde Şâfiî, imam-ı Matüridî de Hanefî mezhebindeydi. Farklı ictihadları bundan da kaynaklanmaktadır.
Ehl-i sünnet âlimlerin bildirdiği dört hak mezhep vardır. Şimdi zındıkların uydurduğu, (Muhammed’in mezhebi), (Peygamber mezhebi), (Selefiyye mezhebi) gibi mezheplerin Peygamber efendimizle, Selef-i salihinle hiç alakası yoktur, Ehl-i sünnet’e aykırı sapık yollardır. İsimlerinde Peygamber, Selef gibi güzel kelimelerin olması, o yolların doğru olduğunu göstermez. Bektaşîlik, Hacı Bektaşî hazretlerinin yolundan ayrı olduğu gibi, Selefiyye de, Selef-i salihinin yolundan ayrıdır, insanları aldatmak için böyle bir isim konmuştur. İsimlere aldanmamalıdır.
Selefiyeciler kör ve sağır mı?
Sual: Selefiyiz diyenler, (Sen ölülere işittiremezsin) âyetini delil getirerek, Resulullah ölüdür, işitmez, şefaat ya Resulallah demek şirktir diyorlar. Ruhun ölmediği, şehitlere ölü denmeyeceği, onların diri oldukları, Allah’ın onları rızıklandırdığı, yiyip içtikleri Kur’anda apaçık yazılı iken, şehitlerden üstün olan Peygamberimizi nasıl ölü kabul ediyorlar? Nasıl o işitmez diyebiliyorlar? CEVAP İngiliz Casusunun itiraflarına göre, selefiyeciler [vehhabiler] dinimizi İngilizlerden öğrenmiştir. İngilizlerin kurdurduğu dinde böyle iddiaların olması yadırganmamalıdır.
(Sen ölülere işittiremezsin) demek, (Sen kâfirleri imana kavuşturamazsın) demektir. Bunun gibi, kinaye, mecaz ifade eden birçok âyet vardır. Bazıları şöyledir: (Kâfirler sağır, dilsiz ve kör oldukları için, akledemezler, düşünemezler.) [Bekara 171] (Kâfirler sağır, dilsiz ve kör değildir. Hakkı işitmedikleri için sağır, doğruyu söylemedikleri için dilsiz, gerçeği görmedikleri için kör, denilerek hidayete kavuşmadıkları bildirilmiştir.) (Beydavi)
(Kâfirler, sağır, dilsiz, kör oldukları için doğru yola gelmezler.Yahut, onların hâli, karanlıkta, gök gürlemesi ve şimşek arasında gökten boşanan sağanağa tutulup, yıldırımlardan ölüm korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkayana benzer. Allah, kâfirleri [ilim ve kudretiyle] çepeçevre kuşatmıştır.) [Bekara18, 19] (Kâfirler, burada da sağır, dilsiz ve körler ile karanlıkta korku içinde yaşayanlara benzetilmiştir.)
(Bu dünyada kör olan, ahirette de kördür.) [İsra 72] (Bu âyette de, yaşayan ve ölen kâfirlere kör deniyor. Yoksa dünyadaki körler ahirette kör olmayacaktır.)
(Bir bela gelmez zannettiler de, kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tevbelerini kabul etti. Fakat çoğu yine kör ve sağır oldu. Allah onların yaptıklarını görmektedir.) [Maide 71] (Kâfirlerin küfrü, kör ve sağır kesilmekle ifade ediliyor.)
(Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatılınca, onlara karşı kör ve sağır davranmazlar.) [Furkan 73] (Tevbe eden müminler, kör ve sağır davranmazlar, yani hakkı işiterek ve doğruyu görerek hakka bağlanırlar.) (Celaleyn)
(İşte bu kâfirler, Allah'ın lanetlediği, sağır ve kör ettiği kimselerdir.) [Muhammed 23]
(Hakkı işitmedikleri için sağır, gerçeği görmedikleri için kör denmekte ve böyle inatçı kâfirler lanetlenmektedir. Yoksa normal sakat olan kör ve sağır kimse lanetlenmez.)
(Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklarda kalan sağır ve dilsizlerdir.) [Enam 39] (Kâfirlerin küfür karanlığında kaldıkları, hakkı işitmedikleri ve söylemedikleri bildiriliyor.) (Şeyhzade)
(De ki: Ben sizi ancak vahiy [Kur’an] ile uyarıyorum. Ama, sağırlar [kâfirler], bu çağrıyı duymazlar.) [Enbiya 45] (Bu âyette de kâfirlerin sağır oldukları hakkı işitmedikleri, yani kabul etmedikleri açıklanıyor.) (Hazin)
(Rabbiniz size basiret [kalb gözü, idrak kabiliyeti] vermiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de kör olursa zararı kendinedir.) [Enam 104] (Hakkı görmemeye körlük deniyor.)
(Onu [Nuh’u] yalanladılar. Biz de onu ve gemidekileri kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları ise, suda boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idi.) [Araf 64] (Kâfirler, hakkı görmedikleri için, kör deniyor.) ([Kâfirler] yeryüzünde dolaşmadılar mı? [helak edilen yerleri, o yerlerin harabelerini görüp ibret almadılar mı?] Eğer [ibretle]dolaşsalardı elbette düşünecek kalbleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözleri değil, göğüslerindeki kalbleri kördür.) [Hac 46](Kâfirlerin gözleri değil, göğüslerindeki kalblerinin kör olduğu, yani kâfirlerin gözleri değil, basiretlerinin kör olduğu bildiriliyor. Öteki âyetleri de açıklamış oluyor. Yukarıdaki âyetlerde onlar kör, sağır ve dilsiz deniyordu. Bu âyette ise kör demek, maddi gözün olmadığı, kalblerinin kör olduğu yani kâfir oldukları bildiriliyor. O halde kör denilince baş gözü anlaşılmadığı gibi, ölü veya kabirdekiler denilince de, mezardaki ölü anlaşılmaz.)
(Bu iki zümrenin [kâfir ve müminin] durumu, körle sağır ve görenle işiten gibidir. Bunların hâli hiç eşit olur mu? Hâlâ ibret almıyor musunuz?) [Hud 24] (Bu âyette de kâfirlerin kör ve sağır oldukları, yani hakkı göremeyip işitmedikleri bildiriliyor.)
(Sağırlara işittiremez, körleri ve sapıkları doğru yola eriştiremezsin.) [Zuhruf 40] (Sen işittiremezsin demek, sen hakkı kabul ettiremezsin demektir.) (Beydavi)
(Savaşta öldürülenleri siz değil, Allah öldürdü. Attığın zaman sen değil, Allah attı.) [Enfal 17]
Savaşta mücahitler düşmanı öldürüyor, Allahü teâlâ, ben öldürdüm diyor, Resulullah kum atıyor, sen atmadın ben attım buyuruyor. Aşağıda da kabirdekilere sen değil, ben işittiririm buyuruyor. (Sen, ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da daveti duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin; ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin.) [Neml 80, 81 Rum 52,53] (Burada diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölüleri [kâfirleri]imana kavuşturamazsın) deniyor. (Ölülere, sağırlara işittiremezsin) ifadesinden sonra, (Sen ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) buyuruluyor. Kâfirlerin işitmeyeceği, yani hakkı kabul etmeyeceği, ancak iman edeceklerin işitecekleri, yani kabul edecekleri açıkça bildirilmektedir. Eğer gerçekten kabirdekilerden maksat ölü olsa idi, ölü de işitmeseydi iman edenlere işittirebilirsin ifadesi yersiz ve yanlış olurdu ve kâfir ölü işitmez, mümin ölü işitir anlamı çıkardı. Halbuki Buhari’deki hadis-i şerifte (Kâfir ölü de işitir) buyuruluyor.
(Bir şeyi çok sevmek insanı kör ve sağır eder.) [İbni Mace] (Bu hadis-i şerifte de, baş gözü kör olur, kulağı sağır olur demek değildir. Gerçekleri göremez, doğru nasihatleri duyamaz demektir.)
Bu kadar vesikadan sonra, Resulullah efendimize hâlâ (O ölüdür işitmez, şefaat ya Resulallah demek şirktir) diyenlere yazıklar olsun.
Selef-i salihîn ve Selefîlik
Sual: Selefîlik veya Selefiyye mezhebinin Selef-i salihînle bir ilgisi var mıdır? CEVAP Hayır, hiçbir ilgisi yoktur. Selefîlik, Vehhabiliğin kamufle ismidir.(Sözünde sağlamdır) ile (Sözde sağlamdır) ifadeleri birbirine benzese de mânaları çok farklıdır. Önceki (Hep doğru söyler) demek, sonraki ise, (Doğru sözlü değildir, yani sahtekârdır, yalancıdır) demektir. (Sözünde doğrudur) ve (Sözde doğrudur) ifadeleri de böyledir. (Birine boyun bükmek) ile (Birinin boynunu bükmek) ifadeleri birbirinden farklı olduğu gibi Selef-i salihînle, Selefîler ifadeleri de böyle farklıdır. Selef-i salihin, Ehl-i sünnet’tir. Selefiyye’nin ise küfre giren görüşleri vardır.
Eshab-ı kirama ve Tâbiînle Tebe-i tâbiîn zamanındaki müctehid âlimlere, (Selef-i salihîn) denir. Bunların itikadı, (Ehl-i sünnet vel cemaat) itikadıdır. Bu itikattan başka doğru itikat yoktur. İmam-ı Eş’arî ve İmam-ı Matüridî Ehl-i sünnet’in iki imamıdır. Nasıl İmam-ı a'zamla İmam-ı Ebu Yusuf’un ictihadlarında farklılıklar varsa, bu iki zatın ictihadlarında da farklılıklar vardır. Bu farklılıklardan dolayı farklı mezhepleri varmış gibi göstermek çok yanlış olur. Kitaplarda, (İmam-ı Ebu Yusuf'un mezhebi böyledir) ifadeleri geçer. (Bu, onun ictihadı böyledir) demektir. (İmam-ı Matüridî’nin mezhebi böyledir) demek de, (Onun ictihadı böyledir) demektir. İkisi Ehl-i sünnet’ten farklı değildir. İmam-ı Eş’arî amelde Şâfiî, imam-ı Matüridî de Hanefî mezhebindeydi. Farklı ictihadları bundan da kaynaklanmaktadır.
Ehl-i sünnet âlimlerin bildirdiği dört hak mezhep vardır. Şimdi zındıkların uydurduğu, (Muhammed’in mezhebi), (Peygamber mezhebi), (Selefiyye mezhebi) gibi mezheplerin Peygamber efendimizle, Selef-i salihinle hiç alakası yoktur, Ehl-i sünnet’e aykırı sapık yollardır. İsimlerinde Peygamber, Selef gibi güzel kelimelerin olması, o yolların doğru olduğunu göstermez. Bektaşîlik, Hacı Bektaşî hazretlerinin yolundan ayrı olduğu gibi, Selefiyye de, Selef-i salihinin yolundan ayrıdır, insanları aldatmak için böyle bir isim konmuştur. İsimlere aldanmamalıdır.
İslamiyet’te ilk itikad ayrılıkları
Sual: İslamiyet’te ilk itikad ayrılıkları nasıl başladı? CEVAP İslamiyet’te ilk itikad ayrılıkları, Hazret-i Osman'ın şehit edilmesi hadisesinden sonra, Abdullah ibni Sebe adındaki münafık olan bir Yahudinin ortaya çıkması ile başlamıştır. Müslümanların saf ve berrak imanlarını bozmak gayesiyle itikaddaki birlik ve beraberliklerini parçalamak için çıkarılan ilk fitne hareketi budur.
İbni Sebe, Hazret-i Ali'nin halifelik meselesini bahane ederek, müslümanları bölmek gayretine düştü. Kendisine taraftar toplamak ve onlara görüşlerini kabul ettirmek için, (Hazret-i Ali'nin Peygamber olduğundan, Allahü teâlânın ona hulul ettiğine) varıncaya kadar pek çok şeyler uydurdu. Bir kısım insanları aldattı. İbni Sebe’ye aldananların içinde siyasi hırs ve gayret ile hareket edenler çoktu. Böylece Hazret-i Ali taraftarıyız diyerek, İslam dinine bozuk inançlar karıştırdılar. Zamanla başka konularda da Ehl-i sünnetten ayrılıp, kendi içlerinde çeşitli kollara bölündüler.
Hazret-i Ali'nin hilafeti, hakem tayini yoluyla Hazret-i Muaviye'ye bırakmasını beğenmeyip, Hazret-i Ali'ye ve Hazret-i Muaviye'ye karşı çıkıp ayrılanlara Harici ismi verildi.
Haricilerden bir kısmı Kur’an-ı kerimin bazı bölümlerini kabul etmezler. Bir kısmı da sapıklıklarında, yeni bir peygamber geleceğine inanacak kadar ileri gitmişlerdir.
Bozuk fırkalardan biri olan Mutezile ise, Hasan-ı Basri hazretlerinin derslerinde bulunan Vasıl bin Ata tarafından ortaya çıkarılmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimi ve veli bir zat olan Hasan-ı Basri, (Büyük günah işleyen ne mümindir ne de kâfirdir) diyerek Ehl-i sünnetten ayrılan Vasıl bin Ata için, (İ'tezele anna Vasıl), yani (Vasıl bizden ayrıldı) buyurmuştu. Buradaki i’tezele=ayrıldı kelimesinden dolayı Vasıl'a ve onun yolunu tutanlara (Mutezile) ismi verilmiştir.
Ayrıca Mürcie, Kaderiyye, İbahiye, Mücessime, Cebriyye gibi birçok bozuk fırkalar, İslam tarihi boyunca çeşitli yerlerde ortaya çıkmış, kendi içlerinde de sayılamayacak kadar çok kollara ayrılarak bir müddet yaşayıp, sonra unutulup gitmişlerdir.
Ancak son asırlarda zuhur eden Vehhabilik, bilhassa Arabistan'da yayılmış ve bugün de, çeşitli İslam ülkelerindeki müslümanların arasında yayılması için çalışılmaktadır. [Selefiyecilik, vehhabiliğin kamufle adıdır. Türkiye’deki vehhabiler, bu isim altında kendilerini gizlemektedir. Vehhabilik maddesine bakınız.]
Diğer bozuk fırkalar tarih içinde kaybolup gitmişlerdir. Ehl-i sünnet vel-cemaatin mevcudu her devirde çok olmuştur. İslamiyet; iman, itikad, amel ve ahlak esasları olarak Ehl-i sünnet âlimleri tarafından her asırda, aslı üzere müdafaa ve muhafaza edilerek, bugüne ulaştırılmıştır. Bugün dünyadaki müslümanların yarıdan çoğu, Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadı üzeredirler.
Resulullahı anmak ibadettir
Sual: Mevlid ne demektir,mevlid okumaya bazıları bid’at diyor, doğru mu? CEVAP Mevlid, doğum zamanı demektir. Mevlid gecesi, Rebiul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki gecedir. Peygamber efendimizin doğum günü, bütün Müslümanların bayramıdır.
Resulullah efendimiz dünyaya gelince, amcası Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe, (Kardeşin Abdullah’ın oğlu oldu) diyerek kendisine müjde getirince, sevinmişti. (Ona süt vermek şartı ile, seni azat ettim) demişti. Bunun için, Ebu Leheb’in, her mevlid gecesinde, azabı biraz hafiflemektedir. Mevlid gecesi sevinen, o geceye kıymet veren müminlerin pek çok sevap kazanacağı buradan da anlaşılmaktadır. Hâfız Muhammed ibni Cezeri Şafii diyor ki: (Ebu Leheb rüyada görülüp, ne halde olduğu sorulduğunda, çok azap çekiyorum. Ancak, her yıl, Rebiul-evvel ayının 12. geceleri, azabım hafifliyor. Resulullah dünyaya gelince, müjde veren cariyemi sevincimden azat etmiştim. Bunun için, bu gecelerde azabım hafifliyor) dedi. Ebu Leheb gibi azgın bir kâfirin azabı hafifleyince, O yüce Peygamberin ümmetinden olan bir mümin, Onun doğduğu gece sevinir, malını uygun yerlere dağıtır, ziyafet verir, böylece, Peygamberine olan sevgisini gösterirse, Allahü teâlâ onu Cennetine sokar.) [M. Nasihat]
Resulullah efendimiz, mevlid gecelerinde eshab-ı kirama ziyafet verir, dünyayı teşrifindeki ve çocukluk zamanındaki şeyleri anlatırdı. Hazret-i Ebu Bekir de, halife iken, eshab-ı kiramı toplar, Resulullah efendimizin dünyayı teşrifindeki olağanüstü hâlleri konuşurlardı. Bu gece, Resulullahın doğum zamanında görülen hâlleri, mucizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevaptır. Bugün veya ertesi gün oruç tutmakta mahzur yoktur. Tutulması iyi olur, sevap olur.
İslam âlimleri mevlid gecesine çok önem vermişlerdir. Hazret-i Mevlana, (Mevlid okunan yerden belalar gider) buyurmuştur. Mevlid gecesi, Kadir gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Hatta, Mevlid gecesinin Kadir gecesinden de kıymetli olduğunu bildiren âlimler de vardır.
(Allahü teâlâ bir kimseye söz ve yazı sanatı ihsan ederse, Resulullahı övsün, düşmanlarını kötülesin) hadis-i şerifine uyularak, asırlardır mevlid kitapları yazılmış ve okunmuştur. Resulullah efendimizi öven çeşitli mevlid kasideleri vardır. Meşhur olan ve Türkiye’de her zaman okunan Mevlid kasidesini Süleyman Çelebi, 15. asırda yazmıştır. Bu kasidenin asr-ı saadetten sonra yazılması, bid’at olmasını gerektirmez. Çünkü Resulullah efendimizi övmek ibadettir. Her zaman Onu övücü kasideler, yazılar yazılabilir. Onları da okumak bid’at değil, sevap olur. Mevlid-i şerif okumak, Resulullah efendimizin dünyaya gelişini, miracını ve hayatını anlatmak, Onu hatırlamak, Onu övmek demektir. Her müminin Resulullah efendimizi çok sevmesi gerekir. Bu da zaten imanın gereğidir. Çok sevmek kâmil mümin olmanın da alametidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Beni ana-baba, evlat ve herkesten daha çok sevmeyen, mümin olamaz.) [Buhari]
(Peygamberleri anmak, hatırlamak ibadettir.) [Deylemi] (Bu ibadeti, şiir olarak söylemek daha tesirli olur. Resulullah efendimizin şairleri, camide, Resulullahı öven ve kâfirleri kahreden şiirler okurlardı.)
(Bir şeyi çok seven, elbette onu çok anar.) [Deylemi] (Resulullahı seven de Onu çok anar.)
Vehhabiler, mezhepsizler selefi denilenler,Resulullah efendimizi öven ve ondan şefaat isteyen Müslümanlara müşrik damgasını basıyorlar. Bunu açıkça söyleyemedikleri için, mevlide bid’at diyorlar. Resulullah’ı övmek bid’at olmaz. Bu övgüden ancak Allahü teâlâyı sevmeyen rahatsız olur, çünkü Allahü teâlâ onu övmektedir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Resulüm biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik)buyurmaktadır. (Enbiya 107)
(Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.) [Sebe 28]
(Senin için bitmeyen, sonsuz ecir vardır. Elbette sen, en büyük ahlak üzeresin.) [Kalem 3-4]
Rabbin sana [çok nimet] verecek, sen de razı olacaksın!) [Duha 5]
(Allah ve melekleri, Nebiye salevat getiriyor, iman edenler, siz de salevat getirin.) [Ahzab 56]
Erkek kadın karışık olmadan, çalgı, müzik ve başka haram karıştırmadan Allah rızası için okumak, salevat-ı şerife getirmek, tatlı şeyler yedirip içirmek, hayrat ve hasenat yapmak, böylece o gecenin şükrünü yerine getirmek müstehabdır. (Ni’met-ül kübrâ, Hadika, M. Nasihat)
Resulullah efendimizi çok övmek, mahlûkların en üstünde olduğunu söylemek, Allahü teâlânın, sevgili Peygamberine verdiği üstünlükleri saymak ve Ondan şefaat istemek, büyük ibadettir. Buna karşı koymak, koyu bir cahillik, pek çirkin bir inattır. Resulullahı övmek, anmak lazım geldiğine delil olarak, Ahzab suresinin (Allah ve melekleri, Nebiye salevat getiriyor, iman edenler, siz de salevat getirin) mealindeki 56.âyet-i kerimesi yetmez mi?
Sual: Mübarek geceleri kutlamaya, Mevlid okumaya karşı olanlar diyor ki:
(İbni Âbidin, “ibadet telakki ederek minarelerden mevlid okuyarak, hastalarının şifaya kavuşması ve kayıplarının bulunması için adarlar. Halbuki mevlid okutmak müzik ve eğlenceden başka bir şey değildir” diyor. Görüldüğü gibi mevlid okumak kötü bir bid’attir.) Mevlid okutmak bid’at midir? CEVAP Böyle bir yazının aslı yoktur, tamamen uydurmadır. Bunu Resulullaha olan düşmanlıklarından dolayı yapıyorlar. Peygamber efendimizi övmekten ancak başka dinlerde olanlar rahatsız olur. İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
(Yatırın üzerindeki kandilde veya minarede yakılmak için yağ adamak bâtıldır. Nitekim kadınların Seyyid Abdülkadir için adadıkları yağ, minarenin doğu tarafında yakılır. Bundan daha çirkini de, mevlidlere şarkı, oyun gibi şeyler katarak minarelerde okutmayı adayıp bunun sevabını Peygamber efendimize hediye ederler.)
O günkü mevlidlerde de, bugünkü bazı mevlidlerde olduğu gibi teganni ve uygunsuz şeyler de var imiş. Dikkat edilirse mevlide oyun gibi şeyler karıştırılıyor deniyor, mevlidin kendisi kötülenmiyor. Mevlidi oyun eğlence haline getiriyorlar deniyor. Bir kimse Kur’an-ı kerimi de öyle teganni ile okursa, oyun ve eğlence arasında okursa elbette caiz olmaz. Böyle okumak caiz değil demek, Kur’an okumak caiz demek değildir anlamına gelmez ki. Kasten bunu çarpıtıyorlar.
Mevlid okumak ibadettir. Çünkü Peygamber efendimizi övmek ibadettir. Bu ibadeti, şiir olarak söylemek daha tesirli olur. Resulullah efendimizin şairleri vardı, camide, Resulullahı övücü ve kâfirleri kahredici şiirler okurlardı. Camide şiir okumaya, Resulullahı övmeye bid’at demek çok yanlıştır. Şiir okumayı âdet haline getirmek uygun olmaz. Kandillerde okunmasının mahzuru olmaz. Mevlidlere bid’at ve günah olan şeyler karıştırmak caiz olmaz. Mesela para ile mevlid okumak caiz olmaz. Bunu bahane ederek mevlidin bizzat kendisine hücum etmek yanlıştır.
Hatırlatma: Bazı Hıristiyan fırkaları, doğum günü kutlamazlar. Doğum günü kutlamasına yaratıklara tapınmak derler. Selefiyeciler de doğum günü olan mevlidi bid’at sayar, Peygambere tapmak derler. Bunların, Hıristiyanlarla bu benzer inanışlarında bir sebep olması gerekir.
Mevlide günah karıştırmak
Sual: İmam-ı Rabbani hazretlerinin, (Mevlid okutmak, mevlid cemiyetleri tertip etmek ve ilahi okuyup dinlemek uygun değildir) dediği doğru mudur? CEVAP Hayır. Nağmeli okunmasını, dine aykırı teganni yapılarak, şarkı söyler gibi okunmasını, yani günah işlenerek yapılmasını uygun görmüyor. Mesela günümüzde olduğu gibi, çalgı aletleriyle ve kadın erkek karışık mevlid okutmak da doğru değildir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kur'an-ı kerimi, kasideleri [ilahileri] ve mevlidi güzel sesle okumak caizdir. Haram olan, nağme yapmak, yani sesi musiki perdelerine uydurmaktır ki, harfler değişmekte, mana bozulmaktadır. Bunları, nağme yapmadan ve Allah rızası için okumak şartıyla güzel sesle okumak caizdir, fakat dinlerini kayırmayanlar, bu şartları gözetmeyeceklerinden, buna da müsaade etmemek, bu fakire daha uygun geliyor. (3/72)
Allahü teâlâ mekandan münezzehtir
Selefi bir gencin bazı sualleri var. Bu genç diyor ki: Mülk suresinin, (Göktekinin sizi yere geçirmesinden, taş yağmuruna tutmasından emin mi oldunuz?) mealindeki 16. ve 17. âyetleri, Allah’ın gökte olduğuna kesin delildir. Bunun için Allah mekandan münezzeh demek yanlıştır.
CEVAP: Bizi yere geçirecek, taş yağmuruna tutabilecek olan elbette Allah’tır. Ancak burada gökteki ifadesinden oradakinin Allah olduğunu söylemek yanlış olur. Mesela (Boğaz Köprüsü Demirel’in, Fatih Köprüsü ise Özal’ın eseridir) cümlesinden, bu köprüleri bizzat yapanların Demirel ve Özal olduğu anlaşılmaz. Başkaları yapmıştır, ama bunlar yaptırdığı için onlara nispet edilmiştir. Canları alan da Allahü teâlâdır. Fakat Azrail aleyhisselam vasıtası ile aldırır. Bize taş yağdıracak olan da Allah’tır. Fakat bunu bir melek vasıtası ile yapar. Bunun için gökteki denmiştir. Yani gökteki görevli melek demektir. İmam-ı Beydavi de, (Sizi yere batıracak veya sizi taş yağmuruna tutacak olan Allah’ın bu âlemin tedbirine vekil ettiği melekten emin misiniz?) diye açıklıyor.
Genç diyor ki: Taha suresinin (Rahman, Arş’a istiva etmiştir) mealindeki 5. âyeti de açıkça Allah’ın Arş’ta oturduğunu göstermektedir. Onda değişiklik olmaz. Hep orada oturur. Selef âlimleri bu âyeti tevil etmemiş, aynen kabul etmiştir. Tevil etmek Kur’ana aykırıdır.
CEVAP: Asıl tevil eden sensin. İstivaya, oturmak anlamı vermek tevildir. Selef âlimleri, (İstiva vardır, keyfiyetini bilemeyiz) buyurmuşlardır. Allah’a oturur demek, onu mahluka, insana benzetmek olur. O hiçbir şeye benzetilemez. Kur’an-ı kerimde, (Onun benzeri hiçbir şey yoktur) buyuruluyor. (Şura 11) [Görüldüğü gibi, onu bir şeye benzetmek bu âyete aykırı bir tevil olur.]
Yine Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Allah Arş’a istiva edendir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.) [Hadid 4]
(Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır.) [Bekara115]
(Allah her şeyi kuşatmıştır.) [Nisa 126]
(Allah göklerin ve yerin nurudur.) [Nur 35]
Eğer bu âyetler tevil edilmezse, Allah hem Arş’ta, hem de her yerde olduğu anlaşılır. Onun için halef âlimler, cahillerin yanlış anlamaması için tevil etmek zorunda kalmışlardır
Genç diyor ki: (Allah göktedir, Allah yer semasına inip kulların amelini seyreder) hadislerine ne diyeceksiniz? Bu hadisler açıkça Allah’ın gökte olduğunu göstermiyor mu?
CEVAP: Yukarıdaki sözlerinle bu, tezat [çelişki] içindedir. Allah Arş’ta ise gökte olmaz. Sonra gök bir tane değildir. Kur’an-ı kerimde göklerin yedi kat olduğu bildirilir. Birinci kat, ikinci katın yanında nokta kadardır. İkinci kat, üçüncü katın yanında da böyledir. Her kat böyledir. En üstünde Arş vardır.
Ehl-i sünnet âlimleri, istivayı, Allah Arş’a hükmeder diye açıklamışlardır. Peki Allah, Arş’ın hakimi de göklerin ve yerin hakimi değil midir. Hepsine hükmetmez mi? Niye sadece Arş’a istiva etti denmiştir de, göklere de istiva etti denmemiştir? Bunu bir örnekle açıklarsak kolay anlaşılır: Türkiye başbakandan sorulur demek, İstanbul, İzmir sorulmaz demek değildir. İstanbul valinin elinde denince, ayrıca Beşiktaş ve Fatih’i de söylemek gerekmez. Arş da, yer ve göklerden büyük olduğu için sadece Arş denmiştir. Ancak yine cahiller yanlış anlamasın diye hepsi de bildirilerek şöyle buyurulmuştur: (Göklerin, yerin ve Arş’ın Rabbi olan Allah onların vasıflandırdıklarından münezzehtir.) [Zuhruf 82]
Müteşabih âyetleri tevil etmek
Selefi gencin suallerini cevaplandırmaya bugün de devam ediyoruz. Selefi genç diyor ki: Allah Arş’ta istiva etmiştir, hep orada oturmaktadır, onda hiç değişiklik olmaz. Âyetler tevil edilmez aynen anlaşıldığı gibi söylenir.
CEVAP: Gencin Allah’ta değişiklik olmaz demesi doğrudur. Ama bu onun oturma görüşünün yanlış olduğunu gösterir. Hâşâ Allah Arş’ta oturuyorsa, onda değişiklik olmayacağına göre hep orada oturuyor demektir. Ama birçok âyetin zahir manalarına göre, Allah’ın yerde, gökte ve kâinatın dışında olduğu da anlaşılıyor. Böyle olunca, Arş’ta olmadığı da anlaşılıyor. Şu âyetlere bakalım:
(O, göklerde ve yerde tek Allah’tır.) [En’am 3]
(O gökte ilahtır, yerde ilahtır. [veya gökteki ilah da, yerdeki ilah da Odur.]) [Zuhruf 84]
Bu âyetlerden, hâşâ Allah’ın hem yerde ve hem de gökte olduğu anlaşılabilir. Böyle inanmak ise küfürdür.
(O her şeyi kuşatmıştır.) [Fussilet 54]
Bu âyetten de hâşâ, Allah’ın, kâinatın dışında olup her şeyi kuşattığı anlaşılıyor. Bu da küfürdür.
(Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde ışık bulunan bir kandile benzer. O ışık bir cam fanus içindedir, fanus ise, inciye benzer parlak bir yıldız gibidir. Doğuya da batıya da nispet edilmeyen mübarek ağacın zeytininden çıkan yağ ile tutuşturulur. Bu yağ ateş değmese de ışık verecek aydınlıktadır. Bu nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara böyle temsiller getirir. O, her şeyi bilir.) [Nur 35]
Bu âyette de hâşâ Allah’ın bir nur olduğu gökleri de yeri de aydınlattığı anlaşılıyor. Bir selefi de (Allah nur olduğuna göre, her yeri aydınlatıyor ve her yerdedir) demişti. Böyle bilmek de küfürdür.
Bu âyetler tefsirlerde açıklanmıştır. Açıklamasız âyetleri okumak bu bakımdan da çok yanlış olur.
Bu âyetler, gencin dediği gibi tevil etmeden, açıklamadan olduğu gibi anlaşılırsa, hâşâ Allah’ın hem yerde, hem gökte, hem Arş’ta, hem kâinatın dışında hem bir nur, bir ışık olduğu da anlaşılır. Gencin Arş’ta devamlı duruyor demesi bu âyetlere zıttır. Arş yaratılmadan önce hâşâ Allah nerede duruyordu? Oturmak, yorgunluk ve âcizlik değil midir? Hâşâ Allah âciz denir mi?
Müteşabih âyetler tevil edilmez, keyfiyetini Allah bilir denir. Yanlış anlaşılmaması için mana verilecekse görülen manası verilmez. Şu âyetlere de bakalım:
(Kıyamet günü yeryüzü Allah’ın avucunda olur, gökler de sağ eliyle dürülür.) [Zümer 67]
(Allah’ın eli onların elleri üzerindedir.) [Fetih 10]
Şura suresinin 11. âyetinde (O hiçbir şeye benzemez) buyuruluyor. Hâşâ Allah’ın avucu ve eli denince insana benzetilmiş olur. O hiçbir şeye benzemez âyetine göre onu insana benzeten, Arş’ta insan gibi oturuyor diyen kâfir olur.
(İsa, Allah’ın resulü ve Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir Ruhtur.) [Nisa 171]
Bu âyetlerden de, hâşâ Hz. İsa’nın ve Hz. Âdem’in Allah’ın ruhundan bir parça olduğu ve Allah’ın da insan gibi ruhu olduğu anlaşılabilir. Onun için Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde müteşabih âyetlerin keyfiyetini bilmeyiz demelidir.
Kur’anda yedi şey bildirilir
Abdülaziz bin Baz tarafından yazılan “Akidet-üs-sahiha” adlı kitap “Doğru İnanç” ismi verilerek Türkçeye tercüme edilerek her yere dağıtılmaktadır. Bu kitapta, İstiva, Yed, Vech gibi müteşabih kelimelere, oturmak, el yüz gibi manalar vererek -hâşâ- Allahü teâlâyı cisim olarak bildiriyor. Müşebbihe fırkası gibi inanıyor. (Üstadımız ibni Teymiye de böyle söyledi) diyerek onun da Müşebbiheden olduğunu gizlemeye lüzum görmüyor. İbni Baz, âmâ [kör] bir zat idi. Bir ehl-i sünnet olan zatla ilmi münazara yapıyor. (Âyetleri tevil etmemek, olduğu gibi inanmak lazımdır) diye iddia edince, Sünni zat, artık taşı gediğine koyar: (İsra suresinin 72. âyetinde, (Bu dünyada kör olan, ahirette de kördür) buyuruluyor. O halde, sen ahirette kör olarak haşrolacaksın) der. İbni Baz cevap veremeyip hemen çıkıp gider. Bu âyette de kâfirlere kör deniyor. Yoksa dünyadaki körler ahirette kör olmayacaktır. Dünyada iman etmeyerek kör olan ve kör olarak ölen kimse, ahirette de kör [kâfir] olarak cehenneme gidecektir demektir.
Kur’an-ı kerimde manası açık olan âyetlere Muhkem âyetler, manası açık olmayan, tefsire, izaha muhtaç olanlara Müteşabih âyetler adı verilir. Müteşabih olanlara açık manalarını vermek akla ve dine uygun olmazsa, uygun mana vermek, yani tevil etmek gerekir. Açık manalarını vermek günah olur. Âyetler gibi hadis-i şerifler de, muhkem ve müteşabih diye ikiye ayrılır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kur’anda yedi şey bildirilir: Yasak, emir, helal, haram, muhkem, müteşabih ve misaller. Helali helal, haramı haram bilin, emredilenleri yapın, yasak edilenlerden sakının! Misal ve hikaye olanlardan ibret alın! Muhkem olanlara uyun! Müteşabih olanlara inanın!) [Hakim]
Allah’ın sıfatlarına zıt olarak müteşabih âyet ve hadisleri tevil asla caiz olmaz. Bir âyet meali:
(Müteşabih âyetleri, kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak için, kendilerine göre yorumlamaya çalışırlar. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir.) [Al-i imran 7]
Müteşabih bir âyet olan istiva kelimesini oturdu diye yanlış tevil ederek insanlara benzetenlerin kalblerinde eğrilik olduğunu bu âyet-i kerime açıkça bildirmektedir. Allah’ı Arşa ve oturmaya muhtaç sanmak küfürdür. Allah her türlü noksandan münezzehtir. (Yunus 10)
(Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak], gölge ile sıcak [cennetle cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22, Beydavi]
Bu âyette, kâfire kör, mümine gören, cennete gölge deniyor. Resulullah kabirdekilere ne söyleyecek de işittirecek? Hâşâ bu abes, boş söz olmaz mı? Kabirdekileri niye hidayete kavuşturmaya uğraşsın ki? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın) [vazifen kâfirleri hidayete kavuşturmak değil, sadece tebliğdir] buyuruluyor. Kabirdekilerden maksat, yaşayan inatçı kâfirlerdir. (Beydavi)
Gerçekten kabirdekilerden maksat ölü olsa idi, ölü de işitmeseydi iman edenlere işittirebilirsin ifadesi yanlış olur ve kâfir ölü işitmez, mümin ölü işitir anlamı da çıkardı. Halbuki Buhari’deki hadis-i şerifte kâfir ölü de işitir buyuruluyor. Selefiler, ibni Teymiye’nin yolunda iseler de, bu konuda ona da uymuyorlar. Çünkü ibni Teymiye diyor ki: Bedir’de çukurdaki kâfirlerin işitmelerini bildiren hadis-i şerif meşhurdur. Zaruri inanılması lazım gelen bilgilerdendir. [İnanmamak küfürdür.] (Kitab-ül-intisar-fil-imam-ı Ahmed)
16 Aralık 2008 Salı
Hizbullah kime denir?
Sual: Kur’an-ı kerimde geçen Hizbullah, ne demektir? CEVAP: Hizbullah, Mücadele suresinde Eshab-ı kiram için kullanılmış çok önemli bir tabirdir. Maide suresindeyse, Allah’ı, Resulünü ve müminleri dost edinenler için kullanılmıştır. İkisi de aynı anlamdadır. (Allah dostu, Allah taraftarı, Allah’ın fırkası, Allah’ın dinine yardım edenler, Allah için çalışanlar) gibi anlamlara gelir.
Mücadele suresindeki o âyet-i kerimenin meali şöyledir:
(Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa, Allah’a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini, onları sevdiğini görmezsin. Onlar öyle zatlar ki, Allah kalblerine imanı [mermere kazınır gibi] yazmış ve onları kendinden bir ruhla, bir kuvvetle desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan Cennetlere sokacak, orada sonsuz kalacaklardır. Allah onlardan razıdır, onlar da Ondan razıdır. İşte onlar Allah’ın hizbidir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Allah’ın hizbidir.) [Mücadele 22]
Eshab-ı kiram, Müslüman olmayan en yakınlarını bile sevmemişler, onlara Allah için düşman olmuşlardır. Harbde, en yakınlarıyla savaşmışlardır. Mesela, Uhud Savaşında, Ebu Ubeyde bin Cerrah, babası Cerrah‘ı, Musab bin Umeyr kardeşi Ubeyd bin Umeyr‘i öldürdü. Ömer bin Hattab, dayısı As bin Hişâm bin Mugıyre‘yi öldürdü. Ali bin Ebi Talib de, amca çocuklarını öldürdü. Resulullah izin verseydi, Ebu Bekir Sıddık da kendi oğlunu öldürecekti. Radıyallahü anhüm=Hepsinden Allahü teala razı olsun. (Hazin)
Ne büyük saadet bu! Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramı Hizbullah olarak övüyor, üstelik onlardan razı olduğunu bildiriyor. Allahü teâlânın sıfatları ebedidir, sonsuzdur. Eshab-ı kiramdan razı olması da sonsuzdur. Artık bir daha sözünden dönmez, hep razıdır.
Yine hepsinin istisnasız Cennetlik olduğu da şöyle bildiriliyor:
(Hepsine de, Cenneti söz verdim.) [Nisa 95, Hadid 10]
Böyle övülen Cennetlik zatları tenkit etmek, ne kadar çok yanlış olur. Allah dostlarını dost bilmek, imanın esaslarındandır. Allah’ın dostları ve Cennetlik olan Eshab-ı kiramı sevmeyenlerin, imanlarının ne durumda olduğunu, bu âyet-i kerimeler açıkça göstermektedir.
05 Temmuz 2007 Perşembe
Mümine mümin, kâfire kâfir demek
Sual: Selefiyiz diyen bazı gençler, (Bir kimseye evliya, merhum, rahmetli, rahmetullahi aleyh gibi sözler söylemek şirktir. Çünkü bu gaybdan haber vermektir. Gaybı ise ancak Allah bilir. Bu bakımdan, Abdülkadir-i Geylani, Cafer-i Sadık veya benzeri zatlara evliya diyen, kâfir olur) diyorlar. Asırlardır, Müslümanlar ölülerine merhum diyorlar. Her asırdaki bu insanlar, kâfir mi idi?
CEVAP: Bir gayrimüslim, Müslüman olup, Müslümanlığını gizlese, kimseye bir şey söylemediği için herkes onu gâvur zannetse, buna Müslüman denmez. Çünkü dinimiz, zahire göre hüküm verilmesini emreder. Bu kimsenin, imanlı öldüğü bilinmediği için, ona gayrimüslim denir. Aksine Müslüman olarak bilinen biri, imansız ölse, ama imansız öldüğü bilinmese, ona kâfir denmez. Müslüman olarak yaşayıp da, imansız öldüğü bilinmediği için, buna da Müslüman denir. Bu bakımdan mümin olarak yaşayan kimseler, imansız ölse bile, imansız öldüğü bilinmediği için, hepsi iyilikle anılır. Birkaç hadis-i şerif meali:
(Ölülerinizi iyilikle anın. Eğer Cennetlikse, kötü söylemekle günahkâr olursunuz. Cehennemlik ise, zaten içinde bulunduğu hâl kâfi gelir.) [Nesai]
(Ölen bir müminin iyi olduğuna şahitlik edilirse, Allahü teâlâ onun kötü olduğunu bildiği halde, “Müslümanların, bu ölü hakkındaki şahitliklerini kabul ettim. Onun kötülüklerini de affettim” buyurur.) [İ. Ahmed, Bezzar]
(Siz kime iyi derseniz, Cennet ona vacib olur, kime de kötü derseniz, ona da Cehennem vacib olur. Siz, yeryüzünde, Allah’ın şahitlerisiniz.) [Buhari]
(Hangi Müslümanın iyiliğine, dört kişi şahitlik ederse, Allahü teâlâ onu Cennete koyar. Üç, hatta iki kişi şahitlik ederse, yine böyledir.) [Buhari]
Bir Müslüman, kâfir olarak ölebilir. Onun kâfir olarak veya iman ile öleceği bilinmediği halde, ona kâfir denmez. Buna kâfir demek, küfür olur. Bir hadis-i şerif meali:
(Mümine kâfir diyenin, kendisi kâfir olur.) [Buhari]
Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki:
Bir Müslümanın bir işinde veya sözünde 99 küfür ihtimali olsa, bir iman ihtimali olsa, buna kâfir denmez. Müslümana hüsnü zan edilir, onun hayırlı ve salih olduğuna inanmak, ibadet olur. (Berika)
Evliya, şehid, hatta imanlı ölen her günahkâr Müslüman da, sonunda muhakkak Cennete girecektir. Onun için ölen Müslümanlara merhum demek müstehabdır. (Redd-ül Muhtar)
Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerini ve diğer evliya-yı kiramı binlerce âlim, iyilikle anmış, Cennetlik olduğunu söylemişlerdir. Allahü teâlâ iki Müslümanın şahitliğini kabul eder de, asırlardır gelen milyarlarca Müslümanın, binlerce âlimin, evliyanın ittifakla söylediği sözleri, kabul etmez mi?
Dinimiz, görünüşe göre hüküm verir. Bir gayrimüslim de, iman edip Müslüman olarak ölebilir. Hatta Müslüman da olmuş olabilir. Ama çevresinden çekindiği için, Müslümanlığını açıklamamış olabilir. Buna rağmen, Müslüman olduğu bilinmediği için, böyle Müslümana merhum, yani rahmetli denmez.
20 Haziran 2004 Pazar
Hak veya bâtılı taklit
Selefi bir genç diyor ki: “Biz, mezheplere değil, Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılmalıyız. Mezhepleri kuranlar da insandır, Ebu Hanife de insandır onların hatalarına uyamayız. Sözlerini Kur’an ve sünnet süzgecinden geçirmeliyiz. Mezhep imamlarından ve müctehidlerden Kur’an ve sünnete uygun olanı alırız, uymayanı atarız. Bir mezhebe değil, sahih kavle uyarız. Taklit haramdır. İşte bu yol İslam fıkhıdır.” Bu gencin görüşü uygun mudur?
CEVAP: Uygun değildir. İmam-ı a’zam Kur’an ve Sünneti bilmiyor muydu? O ictihadlarını Kur’an süzgecinden geçirmedi mi? Ne diye İmam-ı a’zamın Kur’andan anladığı ölçü olmuyor da, gencin anladığı ölçü olabiliyor? Herkes kendi anladığını dinde ölçü kabul ettiği için sayısız gruplar meydana çıkmıştır. Halbuki Kur’anın (Bilmiyorsanız âlimlere sorun) emrine uyup, mezhep imamları gibi âlimlerin yoluna uyulsa idi bugünkü perişan durum ortaya çıkmazdı.
Belki, (O zaman dört mezhep niye çıktı, bu ayrılık değil mi) diye sorulabilir. Farklı ictihad rahmettir. Allahü teâlânın, kendi gönderdiği dinlerde de rahmet olsun diye amele ait hükümlerde farklılıklar vardı. Hz. Âdem’in ahkamı ile, Hz. Musa’nın ahkamı, Hz. Musa ile Hz. İsa’nın ahkamı farklıdır. Dört hak mezhep de böyledir, itikatta aynı, amelde ise rahmet olduğu için farklıdır. Peki gencin dediği gibi mezhep imamları hata etmez mi? Onlar peygamber mi? Hâşâ böyle bir şey söyleyen yoktur. Onlar hata etse de, hatalarına sevab alırlar. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Müctehid, ictihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır.) [Buhari]
İmam-ı Şa’rani hazretleri buyuruyor ki: Her müctehid, kendi ictihadı ile hareket eder. Başka bir müctehide uyması caiz değildir. Bir âlim, ictihad derecesine yükselince, kendi ictihadına uyması gerekir. İmam-ı Ahmed’in, âlim, müctehid talebeleri için, (İmamlarınızın aldıkları kaynaktan alın, taklitçilikte kalmayın) sözü bunu göstermektedir. Yoksa müctehid olmayanların dört hak mezhepten birisine uymaları gerekir. (Mizan-ül-kübra)
İbni Kayyım bile diyor ki: İctihad şartı bulunmayanın, Kur’an ve hadisten ahkam çıkarması caiz olmaz. Bir mezhebe uyması şarttır. (İlam-ül Mukiin)
Önemli bir mecelle kaidesi: İctihad ictihadla nakzedilmez. Yani bir müctehid, öteki müctehide, ben senin ictihadlarını Kur’an ve sünnet süzgecinden geçirdim, senin şu ictihadın hatalıdır demez. Dese bile geçerli olmaz. Bu bakımdan, bu gencin, (Hak Mezheplerde de hata olur, onları Kur’an ve sünnet süzgecinden geçirmek lazımdır) sözü yanlıştır. Bu genç, müctehid olsa bile sözü kendisi için geçerlidir, kendi görüşü, mezhep imamlarının ictihadlarının yanlış olduğunu göstermez. Hâşâ taklit haram olsa, Allah ve resulü (Âlimlere sorun) buyurur mu?
Kötüyü, yanlışı ve batılı taklit, ne kadar zararlı ise, iyiyi, doğruyu ve hakkı taklit de o kadar faydalıdır. Bir kimsenin bütün ilimlerde üstat, bütün işlerde uzman olması mümkün mü?
Doktorlar ilaç imal etmez. Kimyagerlerce hazırlanan ilaçları tavsiye ederler. Hastalar da, doktorlara itimat ederek onların tavsiyesine uyarak ilaçları kullanırlar. Herkesin, hem kimyager, hem doktor, hem mühendis gibi ihtisas isteyen her mesleğin erbabı olması düşünülebilir mi? O halde, bir kimse, bir işte uzman olsa da, ihtisası dışındaki başka bir işin uzmanına uyması gerekir. Bir saate, bir radyoya ihtiyacı olan kimse, “Taklit geriliktir. Hiç kimsenin yaptığı bir şeyi kullanmam” diyemez.
08 Ağustos 2005 Pazartesi
Amel imandan ayrıdır
Sual: Mısırlı bir yazarın (Biz Müslüman mıyız) isimli bir kitabını okudum. Kitabın adı tuhafıma gitmişti. Kitapta büyük günah işleyenlerin Müslüman olmadıklarını bildiriyor. Dinimizde büyük günah işleyen kâfir mi olur?
CEVAP: 30 sene önce, bir dergide, bu kitabın ismi için bir fiske yazılmıştı. (Biz Müslüman mıyız diyorsunuz, sizi bilmeyiz, ama Elhamdülillah biz Müslümanız) denmişti.
Müslüman, imanından, Müslümanlığından şüphe etmemelidir. Günah ayrı, kâfirlik ayrıdır.
Mısırlı yazarlar genelde, Selefiye itikadında mezhepsiz kimselerdir. Ameli imandan parça bilirler ve günah işleyen Müslümanlara kâfir derler. Özel olarak şu hadis-i şerifi delil olarak alırlar:
Halbuki İslam âlimleri, bu hadis-i şerifi açıklarken, kâmil mümin değildir diye açıklamışlar. İmanı parlak değildir, kuvvetli değildir diye açıklamışlardır. Çünkü başka bir hadis-i şerifin meali şöyledir:
(Cibril aleyhisselam, “Allah’a şirk koşmadan ölen Cennete girecektir” dedi. Ben “hırsızlık yapsa, zina etse de mi?” dedim evet dedi. Üç kere sordum. Sonra evet şarap içse de dedi.) [Buhari, Tirmizi]
Demek ki, zina eden, içki içen ve hırsızlık eden de, sonunda Cennete gidecektir. Çünkü Ehl-i sünnet itikadında amel imandan parça değildir. Günah işleyen kâfir olsaydı, dünyada Müslüman kalmazdı. Bu iddia sahipleri de Müslüman olamazdı. Masum olmak, yani günah işlememek peygamberlere mahsustur.
İNKİŞAF DERGİSİ YZILARI
Mustafa ÖZCAN
Selefilik de, Melametilik gibi üçüncü devresini yaşıyor. En yumuşak devresi de bu son devresi sayılabilir. Bununla birlikte, henüz ikinci devresi de piyasadan tam olarak silinmiş değil. İç içe ve mütedahil daireler şeklinde yaşamaya devam ediyorlar. İkinci devre Selefiliğin devamları şu anda Suudi Arabistan gibi bölge rejimlerini rahatsız ediyor. Bununla birlikte, Suudi Arabistan İçişleri Bakanı Nayif bu bağlamda aşırılıkla alakalı kendi selefilerinden ziyade ‘dehil’ yani ithal İhvan-ı Müslimin hareketini suçluyordu. Bunun ötesinde, Selefilik en sert ve haşin devresini Osmanlılarla birlikte yaşadı.
İmparatorluğun yakın sınırları içinde olsaydı Kadizadeler gibi inkirazı kolay olurdu. Onlar bidatı, İslam’ın en gözde kavramı yaptılar. Hayatın eksenini bu kavram tayin etti. Bu kavram, yapılması gerekenlerden ziyade yapılmaması gerekenlere işaret ediyordu. Onunla fıkıh ters dönmüştü. İbahe alanı daralmış, yasaklar alanı alabildiğince artmıştı. Necmeddin Tufi’nin ‘la darare vela dirar’ hadisinden mutlak maslahatçılık kavramını ve doktrinini türetmesi gibi Selefiler de ‘küllü bidatin dalale’ hadisinden yola çıkarak dalaletin sınırlarını genişlettikçe genişletmişler, ibahenin veya hürriyetin sınırlarını da daralttıkça daraltmışlardı. Bunun sonucu başkaları açısından ortamı neredeyse yaşanılmaz hale getirmişlerdi.
Şimdi Hicaz’a gittiğinizde faraza bir camiye uğrasanız hatipten ilk ve son dinleyeceğiniz şey bidat kavramı olacaktır. İmam bildiğini okuyor. Bildiği de bidattan başkası değil. Dolayısıyla bu anlayış hayatı kısırlaştırdıkça kısırlaştırmış ve manevi neşve ve zevk atmosferini de azaltmıştır. Abdulkerim Suruş ve Vahidüddin Han gibilerin bahsettiği ifrat ve tefrit arasında şeriatın bast ve kabzı veya med ve cezri gibi bidatın kapsadığı alan da genişletildikçe genişletilmiştir. Bunun sonucu muhakeme daralmış ve dini hayat çok dar bir alanda yaşanmaya başlanmıştır.
Aslında, bu bir indirgemeciliktir. İslam, bidatlarla mücadeleye indirgendi. Her indirgeme de mahiyeti daraltan bir husustur. İndirgeme hayatın çeşitliliği ve renkliliğini yok etmedir. İslam’da buna benzer uzun boylu ikinci bir fitne daha görülmedi. Paskal’ın bir kitap okuyup İslam’la alakalı bütün tasavvurlarını bu kitap üzerine bina etmesi gibi Selefilerin bütün dünyaları da bidatla mücadele olmuş ve bu da dini neşe ve neşveyi kurutmuştur. Geriye kuru bir din anlayışı kalmıştır.
Selefiliğin birinci aşaması Hanbelilik üzerine İbni Teymiyye ve talebelerinin aşısıdır. İkinci dönemi ise Muhammed Bin Abdulvehhab’la başlayan dönemdir. Bu dönem bidat kavramı etrafında Hanbeliliğin ‘yenilenmesi’ dönemidir. Ahmed Bin Hanbel ile başlayan bu mezhep kimi zaman İbni Küllab kimi zaman da Muhasibi ve Taberi gibi alim ve sufilerle sürtüşmüştür. Bunun ötesinde, Bağdat’ta Şafiilerle Hanbeliler arasında belli aralıklarla fitne dönemlerine rastlanmıştır. Taberi, İbni Hanbel’i fakih değil, muhaddis olarak kabul etmişti. Bunu bir sataşma kabul eden Hanbeliler Taberi’nin cenazesinin defnine bile zor izin vermişlerdi. Halbuki, eserî olan Ahmed Bin Hanbel gerçekten de fakih olmaktan ziyade hadise yatkın bir anlayış tarzına sahiptir. Kendisi de bunu ifade etmekten çekinmez. Bizzat Şafii’ye fıkıhta kendi ufuklarını açtığını söylemiştir. Fıkıh tababet ise hadis ilmi de eczacılıktır. Birbirlerini tamamlayan iki alandır. Gazali de Ahmed Bin Hanbel’e derin saygı beslemekle birlikte tevil konusunda tevessü etmemesini biraz yadırgar. Mutezile’nin vartalarından birisi tevil veya aklı suistimal etmek ise Hanbeliliğin zellelerinden birisi de tevilsizlik veya aklı atıl duruma düşürmektir. Ancak akıl ile nakil iyi bir kıvamda mayalandığında semeredar olabilir.
Erken dönem Selefiliğin başı addedilen İbni Teymiyye ilim ehli bir aileden gelmektedir. Maarifin bütün alanlarına uzanmış ve ihtilaflı her alanda boy göstermiştir. Bununla birlikte, içlerinde Zahid el Kevseri’nin de bulunduğu dört önemli ilim adamı ondan fenai nar’a dair sözler nakletmişlerdir. Bu fenai nar meselesi İbni Teymiyye de çok açık olmasa bile talebesi İbni’l Kayyım da barizdir. Bunun da ötesinde İbni Battuta ondan Cami-i Emevi’de nüzül hadisini şerhederken tecsime varan teşbih ifadeleri nakletmiştir. Bununla birlikte İbni Battuta’nın sözlerini reddedenler de olmuştur. En tartışmalı hususlardan birisi de İbni Arabi gibi gnostik eğilimli bazı sufilerin tekfiridir. Bununla birlikte bir İbni Teymiyye uzmanı olan Moritanyalı Muhammed Muhtar eş Şankiti, İmamı Eşari’den nakledildiği üzere ondan da ölüm döşeğinde ehl-i kıbleyi tekfir etmekten tebrie eden sözlerin nakledildiğini ifade etmektedir. Ehl-i kıbleden kimsenin tekfir edilemeyeceğini söylemiştir. Abdeste devam eden bir kişi hadislere göre müminin zümresindendir. Evet, Ahmed Bin Hanbel ile İbni’l Küllab veya ekolünün Muhasibi gibilerle sürtüşmesi olduğu gibi İbni Teymiyye’nin de İbni Arabi gibiler ile sürtüşmesi olmuştur.
Yeni kavramların kullanılması hususunda taraflar anlaşamamıştır. Hanbeli ekol yeni kavramların ihdasını dinde bidat olarak görmüştür (Şankiti, el Alem, muhad el fikr es selefi, 18/01/2006). Elbette biz de uzlaşma zemininin bulunmasının iyi olacağı kanaatindeyiz.
Esasen tarihi seyir içinde Hanbeliliğin Selefilik ekolüne dönüşmesi hatalıdır. Veya bu ismi kullanması geniş bir kültürel mirası müsadere ve başkalarının hakkını kendine devretmektir. Daha doğrusu, Muhammed Bin Abdulvehhab’ın açmış olduğu çığır gerçekte ne Hanbelilik ne de Selefiliktir. Zaten Hanbeli uleması da zamanında ona çeşitli reddiyeler yazmışlardır. Başta kardeşi Süleyman B. Abdulvehhab onun Hanbeliliği temsil etmediğini ifade etmiştir.
Selef esasen ilk üç asrın ortak adıdır. Bu üç asırda sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin yaşamıştır. Selef döneminde tek bir anlayış, tek bir ekolden söz edilemez. Dört mezhep ve Evzailik gibi mezhepler de bu dönemin ürünleri arasındadır. Öyleyse kim selefidir kim değildir? Bundan dolayı, ancak müttefekun aleyh konularda bir selef ortak görüşünden bahsedilebilir. Aksi taktirde, selefe nispet edilebilecek ortak bir görüş yoktur. Sözgelimi, Ahmed Bin Hanbel ümmetin selefinden sayılsa da onun içtihadları selefi salihini bağlamaz. Kendi görüşüdür. Diğerleriyle ittifak ettiği nisbette selef görüşü addolunabilir. Aksi taktirde, onun görüşlerini selefin görüşleri olarak takdim etmek hem hatalı hem de muhataralıdır.
İmam-ı Malik edille-i şeriyye arasında Medine halkının ve ahalisinin amellerini de saymıştır. Onların geleneğini delil mertebesine yükseltmiştir ama bu anlayış kabul görmemiştir. Kaldı ki İmam-ı Malik’in bu görüşü yüzyıllar sonrasında Selef adına seleficilik yapmaktan elbette çok daha tutarlı idi.
M. Said Ramazan el Buti bu nokta-i nazardan yapay selefilik cereyanına karşı çıkar. Vakıada da böyle bir durum yoktur. Bu kavram hem zamani hem de mekani boyuttan yanlıştır. Fıkıh nokta-i nazarından Selefilik anlayışı yanlış olduğu gibi ahlak nokta-i nazarından da yanlıştır. Zira birileri haksız bir şekilde selefi kendilerine maletmekte ve bu kavram etrafında tekel oluşturmaktadır. Bu itibarla, Buti’nin dediği gibi Selefilik cereyanı merduttur. Tekelcilik, inhisarcılık ve dışlama getirir. Olmayanı olana dahil eder. Selefilerde de bu bir sosyal gerçek ve vakıadır. Selefilik adıyla bütün farklı fikirleri ve mezhepleri müsadere ederler.
Islahcı ve daha modern selefilik çizgisi İhvan ve onun çağdaş temsilcilerinden Yusuf el Karadavi gibiler tarafından sürdürülmektedir. Bu Selefi çizgi tasavvufun özüne yabancı değildir. Hatta Said Havva ile açılım kazanan Suriye damarı klasik tasavvuf çizgisine daha da yakın ve yatkındır. Bu çizginin kimi zaman Şah Veliyyullah Dehlevi gibi kavşak isimlerle buluştuğu noktalar olduğu gibi ayrılan noktaları da vardır.
Şah Veliyyullah Dehlevi hem klasik tasavvuf çizgisinin hem de Selefilerin referans isimlerinden birisidir. İkinci ve üçüncü devre Selefiliğin buluşma noktalarından birisi her devirde içtihadın luzumuna kail olmalarıdır. Bu içtihad meselesinin sulandırılması anlamına gelebileceği gibi bazı mezheplerde olduğu gibi fıkhi ataleti izale amacını da taşıyabilir. Dördünü yüzyıldan itibaren içtihad kapısının kapatılması ve mutlak müçtehid sıfatına haiz kimsenin bulunmayışının temel nedeni dini hayat ve ilmi hayattaki inhitat veya gerilemedir.
İki zıt anlayışı temsil eden birinde tecrit, diğerinde haşeviye anlayışının egemen olduğu Şia ve Selefilik namındaki bu iki ekolün ikisi de her devirde bir müçtehidin luzumuna inanmaktadırlar. Bununla birlikte, her iki ekolde de içtihad kapısı açık olmakla birlikte yetiştirdikleri müçtehidlerin yed-i tulası ancak diğer mezheplerin mukallitlerinin seviyesine ulaşmıştır. Bu da içtihaddan ziyade Müslümanların genel çizgisinin belirleyici olduğunu göstermektedir. Yani içtihad hamle aracı değildir. Sağlıklı toplum içtihattan değil, içtihad sağlıklı toplumdan doğar. İki tarafta da içtihad kapısının açık olmasına rağmen ne Şiiler ne de Selefiler dini veya dünyevi hayatta genel çizgiyi aşabilmişler ve hamleye neden olabilecek açılımlar getirebilmişlerdir. Demek ki mesele içtihad kapısının açık veya kapalı olmasından ziyade İslam ümmetinin genel inhitatıyla ilgili bir meseledir.
Hama’nın üstadı Şeyh Muhammed Hamid de şefkat ve rahmetten dolayı dördüncü asırdan itibaren mutlak içtihad kapısının kapandığını söyleyenler arasındadır. Bununla birlikte, Suyuti gibi bihakkın alim bazı şahsiyetler mutlak içtihad iddia etmişler ancak bu anlayış nedeniyle önleri kesilmiş ve karşılaştıkları karşı cereyan ve polemikler nedeniyle açmak istedikleri çığır akim kalmıştır. Akranlarının muhalefetiyle karşılaşmışlardır. Suyuti kadar olmasa bile o çizgiye yakın alimlerden birisi de Şah Veliyyullah Dehlevi’dir. İçtihad ile taklit arasındaki mesafeyi kısaltmak istemiştir. Günümüzde ise hem şer’i şerifle ilgili gerekli donanım yetersizliği hem de çeşitlenen ve genişleyen dünyanın ahvaline muttali olma noktasında kişi cehdini aşan içtihad ehliyeti göz önüne alınarak toplu içtihad (ictihad el cemai) dan bahsedilmektedir.
Günümüzde ibadet konularında yeni içtihadlara gerek yoktur. İbadet meselesi tevkifi olduğundan dolayı bu alanda ihtiyaçlara ve dolayasıyla yeni arayışlara luzum yoktur. Ancak Katolik Kilisesi çevresinde kimilerinin kadını papaz yapmak istemeleri gibi son sıralarda ülkemizde de kadınlardan imam olması noktasında çatlak sesler giderek artıyor. Bunlar toplumun bir ihtiyacı ve hatta telebi olmayıp belki bazı şahısların fantastik talepleridir. Muamelat alanında ise yeni fetvalara ihtiyaç vardır.
Özellikle fıkıh alanında Selefiler herkesi içtihad etmeye çağırıyorlar. Oysaki bugün Arabistan’da liseyi bitirmemiş kişiler bile kültür kifayetsizliğinden basının dilinden bile anlayamıyorlar. Bu durumda klasik metinleri özümseyip ve çağdaş meseleleri de kavrayarak nasıl içtihad yapacaklar? Bu mümkün olmayanı istemektir. Nazari akli konusunda bile Gazali gibiler yine avama şefkaten İlcamu’l avam an ilmi’l Kelam kitaplarında bundan da avamı muaf tutmuşlardır. Zaten dinimizin mahiyetini anlatan en güzel vecizelerden birisi şudur : Et-ta’zimu lillah ve’ş-şefkatu lihalkillah. Yani dinin temeli iki şeyden ibarettir: Kullara şefkat ve Allah’ı tazim.
Bazı akl-ı evvel Selefilerin en büyük yanlışlarından birisi dini tek görüş altında toplama gayretkeşliğidir. Çeşitliliği yok ederek bütün görüşleri tek bir görüşe irca etmek istiyorlar. Oysaki birleştirme adı altında her eklektik derleme mezhepleri birleştirmek bir tarafa yeni bir mezhep olarak ortaya çıkacaktır. Bundan dolayı yanlışlarından arındırılmış yeni bir mezhep arayışı ütopyadır.
Bugün İslam dünyasının en temel meselelerinden birisi Şiilik ve Selefilik ile münasebetlerdir. Selefilik meselesinin de tarihi yanlışlarından arındırılarak tesaffi etmesinin yani durulmasının vakti gelip geçmiştir. Bu anlamda, Selefilik günümüzde büyük bir çalkalanma içindedir. Bugün Şarku’l Avsat gazetesinde yazan Hasan Şebekçi veya Muşar ez-Zaydi gibiler Selefiliğin bu katı çizgisinin arındırılmasını ve Hanbeli özüyle yeniden buluşmasını ona geri dönmesini istemektedirler. Bu durumda, Selefilik eski muhitleriyle de kendiliğinden barışmış olacaktır. Bu gibi zevat artık katı Selefilik çizgisinin bırakılmasını istiyorlar ( Hasan Şebekçi, Zikra ve Vaki, Şarku’l Avsat, 15/9/20005).
Selefilik devrini tamamlamıştır ve Hanbeliliğe geri dönerek makul sınırlarına yeniden avdet etmelidir. Bu taktirde, İslam alemi için kilitlerden biri olmaktan çıkacak anahtar konumuna yükselecektir. Maalesef bugün bölgede bazı ideolojiler veya müfrit görüş veya mezhepler Müslümanların birliğinin önünde aşılmaz bariyerler oluşturuyorlar. Onların artık kilit yerine anahtar olmalarının vakti gelmiştir.
Bir Selefi ile taklit ve mezhepler üzerine (1)
İhsan ŞENOCAK
Müslümanlar farklı kültürlerle olan ilk karşılaşmalarında -müktesabatı geniş alimler vasıtasıyla- farklılaşmadan var olmayı başardılar. Başka milletlerin medeni birikimlerini özposa ayırımına tabi tuttular. İlmen ve siyaseten güçlü olmaları yüreklerine güven aşıladı.
İslam düşünce tarihinde değişenler ya da “hakikat”in müşrik kültürler esas alınarak değiştirilmesini talep edenler de vardı. Fakat Sünnet ve Cemaat alimlerinin bereketli çalışmaları onları etkisiz hale getirdi. Yunan İlahiyatına ait malumatı olduğu gibi kopyalayıp İslami inanış sistemine uygulayan “Meşşai” ekolu Gazali gibi muazzam bir zekanın eleştirilerine verecek cevap bulamadı. Bulduysa da (İbn Rüşd’ün Gazali’nin Tehafüt’üne1 yaptığı eleştirileri ihtiva eden çalışması gibi) inandırıcı olamadı.İslami mirasın Modern zamanda Batı Medeniyetiyle karşılaşması ise Müslümanların aleyhine gelişti. Çünkü yeni dönemde İslam coğrafyası istila edilen-yenilen-ezilen insanların yurduydu. Bu psikoloji genç insanların sahih geleneği sorgulamasına ve hatta ondan kopmasına zemin hazırladı. Galip gelen Batı gibi olmak isteyenler onun değer yargılarını benimsemenin bütün sıkıntılara çare olacağını düşündü.
Müstemleke Ülkelerin Cesareti Yitik Aydınları
Sefaleti çağıran belki de Alem-i İslam’ın başına musallat eden tek nedenin İslam-i ruhtan kopma olduğunu fark edemeyenler sağlam iradeli Sünnet ve Cemaat alimlerinin Müslümanlara İslam’a dönmeyi yegane kurtuluş yolu olarak göstermelerini müstehzi ifadelerle karşıladılar.
Müstemleke ülkelerin cesareti yitik aydınları geleneği temsil eden ulemanın İslami eğitim veren fakültelerden tecrit edilmesini modernitenin zaferi, mukallit fakihlerinse hezimeti kabul ettiklerinden hezimete uğrayanların içtihatlarından oluşan sahih geleneği dikkate almayı zaman israfı olarak telakki ettiler. Bu yüzden “Kur’an’a göre İslam”, “Gerçek İslam”, “Kur’an’da Kadın”, “Kur’an’da Zekat” gibi başlıklar altında yaptıkları yeni çalışmalarla klasik İslami anlayış usulünü ve o usul çerçevesinde telif edilen eserleri reddettiler. Bir anlamda her şeyi yeni baştan ele aldılar. İmam-ı Azam gibi muazzam zekalarının içtihatlarına şüphe ile yaklaşanlar Batının anlayış usulunün etkisiyle bütün hükümleri Kur’an ve Sünnet’ten istinbat(!) ettiler.
Fukaha Hangi Sorunu Çözümsüz Bıraktı?!
Müstakil anlamda içtihat yapma yerine müçtehit imamların içtihat usullerinden hareketle ta’lil, tahric ve tercih gibi fıkhi dirayet isteyen çalışmalara imza atan Serahsi ve Mergınani gibi allameler İslam toplumun her hangi bir sorununu mezhepleri taklit ederek çözümsüz mü bıraktılar?! Ya da toplumsal hayata ilgisiz mi kaldılar?! Yaşadıkları devirde vuku bulan ve onlar tarafından cevaplanamayan tek bir mesele gösterilebilir mi? Bu nokta da kim onlar hakkında menfi bir kanaatte bulanabilir? Tarihi hakikatler bütün bu sualleri allameler lehine
cevaplamaktadır. Batı Medeniyeti karşısındaki yenilginin sorumluluğunu Müçtehit İmamları taklit eden ve avamı da onları taklit etmeye teşvik eden fakihlere çıkaranlar bilmelidirler ki; Müslümanların ilmen ve siyaseten en güçlü idareye sahip olduğu yıllar Ebu Hanife’yi taklit eden Fakihlerin Şeyhu’l-İslam olduğu zamanlara (Devlet-i Aliye’nin yükseliş devri) tekabül etmektedir. O halde Batı karşısındaki yenilginin gerçek nedeni müçtehit imamları taklit etmek değil, onların içtihatlarını gereği gibi anlayıp-yaşamamak yani fıkhı devre dışı bırakarak dünyevileşmektir.
Yargısız İnfaz
Taklit devri fakihlerinin telifatını sırf müçtehit imamların içtihat usullerini benimsemelerinden dolayı “gereksiz malumat, hurafe, israiliyyat, bidat…” gibi menfi anlam taşıyan kavramlarla nitelemek ise en basit ifadeyle yargısız infazdır.
Mukallit fakihlerin bir kısmını müçtehit kabul eden ve bu yüzden müçtehit imamları taklit etmelerine bir anlam veremeyen selefilere; Fetvalarıyla meşhur olan müçtehit sahabi İbn Mes’ud’un Hz. Ömer’in, Ebû Musa el-Eş’ari’nin (ö. 44/665) Hz. Ali’nin, Zeyd b. Sabit’in de Ubey b. Ka’b’ın (ö. 21/642) içtihadıyla, kendi görüşünü terk ettiğini2 hatırlatmayı bir vazife telakki ederiz. Bu nevi bir bilgi akışına, başta Allah Resulu olmak üzere kimse itiraz etmemiştir.
Selefi Tavrın Nesebi
Taklidin var oluşuna itiraz eden ve mukallitleri “atalar geleneğini izleyen müşrikler”le eş değer kabul eden muarızlar listesinde meşreb ve şahıs olarak şu isimler öne çıkmaktadır: Mutezile’nin Bağdat ekolü, İmamiye’nin önemli bir bölümü, Zahiriler ve bu mezhebi eserleriyle günümüze taşıyan İbn Hazm (ö.456/1064).3 Taklidi reddedenlerin istisnasız her görüşünü taklit ettikleri İbn Teymiye (ö. 728), talebesi İbn Kayyım (ö. 751) ve Zeydi Şevkani’de (ö. 1250) avamın müçtehidi taklit etmesini delili olmayan bir ameliye kabul etmektedir.
Çağımızda bu anlayışın en etkin bağlıları selefi etiketiyle yazıp-çizenlerdir: “Ben Ezher’in çatısı altında taklidin kendilerine haram olduğu nice müçtehitler görüyorum” diyen Şeyh Meraği’den, Moritanya’lı “Şenkiti’ye (ö. 1393), Hanefi ya da Şafi olmak Muhammedi olmaya engeldir.” diyen Hocendi’den Suud’un allamesi Abdulaziz b. Abdillah bin Baz’a, Şeyh Nasırüddin’den “Ehl-i Hadis” bağlılarına kadar yığınla insan taklidin haram olduğunu iddia etmektedir.4
Bu anlayışın en etkin savunucularından İbn Hazm, usûlü fıkha dair kaleme aldığı “el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm”5 adlı eserinde konuyu özel bir başlık altında -neredeyse bir cilde ulaşacak bir boyutta- ele almış ve taklidin hem itikadi hem de fıkhi manada caiz olmadığını savunmuştur. Ona göre bütün insanlar karşılaştıkları problemleri çözebilmek için içtihat yapmaya ve içtihatlarının gereği gibi amel etmeye mecburdur.6
İbn Hazm, hadiseyle alakalı temel düşüncesini şu şekilde ifade etmektedir:
“İlkinden sonuncusuna kadar bütün dinlerde taklit haramdır. Tevhit, nübüvvet, kader, iman, va’d, vai’d, üstünlük, bütün ibadet ve hükümler bu kapsamdadır. Bundan dolayıdır ki, Allah Resulü’nün dışında, delil olmaksızın bir başka-sının görüşünü alıp ona göre hareket etmek haramdır.” 7
Üslubunun sertliğinden dolayı kalemi kılıca benzetilen8 İbn Hazm, taklidi kabul eden Sünnet ve Cemaat alimlerini ağır bir dille tenkit eder. Ona göre, bir mezhebe bağlanan mukallit, Kur’an’ın ayetlerini ve Hz. Resullah’ın (s.a.v.) sünnetini, bağlı bulunduğu mezhebin imamına arz ederek değerlendirir. Eğer Allah ve Rasulü’nün ifadeleri, taklit ettiği imamın görüşüyle örtüşürse, mukallit bunları kabul eder. Aksi halde, -imamın görüşü ile amel ederek- Allah ve Rasulü’nün hükümlerini terk eder.9
KONUŞMA
Mutezile’den Ehl-i Hadis’e, İbn Hazm’dan Hocendi’ye uzanan retçi çizgide yer alan ve bu yer alışını temellendirebilmek için söz konusu şahıs ve anlayışların usul ve delillerini sıkı sıkıya taklit eden bir “selefi” ile taklit ve mezhepler üzerine yaptığımız bir konuşmanın (belki de münazaranın) metnini kapsamlı bir tasarrufla arz ediyorum:
Selefi: Adınız?
Hanefi: ….
Hanefi: Ya sizin ki?
Selefi: İbn Teymiye.
Hanefi: Al, benimki de İbn Hacer-i Mekki.
Selefi: Meşrebin?
Hanefi: Mahza Sünnet ve Cemaat anlayışı… Adınızı bildirişteki taassuptan menhecinizin ne olduğu aşikar. Bu durumda sorunuzu size iade etmem söz israfı olur. Dilerseniz asıl mevzumuza gelelim.
Selefi: Size göre taklit nedir?
Hanefi: “Delillerini bilmeden bir müctehidin görüşüyle amel etmek”tir.
Hz Resulullah (s.a.v.) olursa meşru kabul edilir. Aksi bir ameliye kör taklit olur ki bu da müşriklerin atalarını taklit etmeleriyle ayniyet arz eder.
Selefi: Söylediğiniz anlamda bir taklit ancak, taklit edilen Hz Resulullah (s.a.v.) olursa meşru kabul edilir. Aksi bir ameliye kör taklit olur ki bu da müşriklerin atalarını taklit etmeleriyle ayniyet arz eder.
Tashihe Muhtaç İfadeler
Hanefi: Öncelikle şu noktayı tashih edeyim ki; Allah Resulü’nün (s.a.v.) söyledikleriyle amel etmek ya da yaptıklarını hayatımıza taşımak taklit değil ittiba/iktidadır. Çünkü taklit; ” Delilini bilmeden bir müçtehidin görüşüyle amel etmektir.” Oysa Allah Resulu’nun bizzat kendisi delildir. Delile delil aramak ise mantıksız bir ameliyedir.
Selefi; Söylediğinizi bir an doğru kabul edelim. Bu durumda -Sünnet ve Cemaat alimlerine göre- kimler taklit edilebilir?
Hanefi: Sünnet ve Cemaat alimlerinin içtihat için gerek Ayrıca varlığını ispat etmeye çalıştığın taklit İslam’ın ilk asırlarında mevcut değildi. Dolayısıyla isbata yönelik bütün gayretlerin gerçekte nafile bir ameliye gibi görünüyor. Bu bağlamda Üstadım İbn Hazm şunları söylemektedir:
“Sahabe, tabiin ve tabiinin takipçilerinin yaşadıkları asırlar İslam’ın altın devirleriydi. Bu devirlerde hiç kimse, kendinden önce yaşayan bir alimi bütün görüşleriyle taklit edilir bir konumda görmezdi. Taklit, dördüncü kuşak tarafından başlatıldı. Fakat, Hz. Peygamber’in sünnetini okuyup-yaşayanlar, Kur’an fıkhına vakıf olanlar, sayıları az da olsa, hiç kimseyi taklit etmediler. Onlar, sahabe ve onu takip eden diğer iki kuşağın izinde yürüdüler. Onlar, her asırda varolacak Hakk’ın temsilcileridirler.”10
Hakikat
Hanefi: İlk cümlenizdeki “neden taklit” sorusunun cevabı saadet asrında mevcuttur. Şöyle ki; Eğer Kur’an’ın hükümleri sıradan insanların anlayacağı derecede açık olsaydı Allah Teala’nın Hz Resulullah’ı mübeyyin (açıklayıcı) sıfatıyla göndermesi anlamsız olurdu. Fakat O (s.a.v.) Kur’an’ın mübeyyinidir. Bu da gösteriyor ki Kur’an anlaşılabilmek için bir açıklayıcıya muhtaçtır.
Cenab-ı Peygamber Efendimiz’in yirmi üç yıllık risalet hayatı baştan sona Kur’an’ı açıklamaya hasredilmiştir. O bazen İslami bir meselenin izahını saatlerle ifade edilecek kadar uzun yapardı. Nitekim Medine’ye gelen “Sakif” kabilesine günlerce İslam’ı anlattı. Bu yetmedi giderken de yanlarında Muğire b. Şu’be ve Ebu Sufyan b. Harb’i muallim olarak gönderdi.
Efendimiz’in (s.a.v.) bu uygulaması Kur’an’ın “bir açıklayıcı” olmaksızın anlaşılabileceği iddiasını tekzip etmektedir.
Sakif kabilesini temsil eden heyetle birlikte gönderilen iki sahabi gittikleri yerde öğretmen olacaklar/içtihat edecekler avamda onları taklit edecekti. Aksi takdirde gönderilmelerinin bir anlamı olmazdı. Bütün bunlar Kur’an’ın ancak açıklayıcılar vasıtasıyla manalarının keşfedilebileceğini ispat etmektedir.
İbn Hazm’ın taklitle ilgili iddiasına gelince; Eğer bu iddia doğru Sahabe asrında avam nasıl fetvâ ve içtihatta şöhrete ulaşanları taklit etmişse sonraki dönemlerde de aynı anlayışla hareket etmiş ve çağdaşları olan büyük müçtehitleri taklit etmiştir. Bu hakikati anlayamamanın tek nedeni vardır ki o da kör taklittir.
Taklidin Yoğun Olduğu
Devir: Saadet Asr-ı
Selefi: Ashabın birbirini taklit ettiğini söylüyorsunuz. Halbuki onlarda şunlar mukallit şunlar ise müçtehittir diye bir ayırım mevcut değildir. Söyledikleriniz sırf iddiadır. Bunlara şahit getirmenizin ise mümkünatı yoktur.
Hanefi: Saadet Asrında taklit öylesine yoğundur ki; avamın müçtehidi taklit etmesi şöyle dursun müçtehit olanlar bile birbirlerini taklit etmiştir. Bundan başka çıkar yolları da yoktu. Aksi takdirde İslam’ı anlama ve yaşamaları güçleşirdi. Çünkü müçtehitlerin sayıları oldukça sınırlıydı (8 ya da 10). Buna mukabil ashabın genel toplamıyla alakalı 60 ile 140 bin arasında çeşitli rakamlar telaffuz edilmektedir. Bunların sadece 30 bini Medine’de ikamet etmekteydi. Geriye kalanlar ise farklı bölgelere dağılmışlardı. On binlerle ifade edilen bunca insanın her hadisede Hz Resullah’ı görerek Ona ittiba etmesi mümkün değildir. Zira içlerinde Efendimizi sadece bir defa görebilen sahabi çoktur. Bu yüzden Sevgililer Sevgilisi Hz. Ali ile Muaz b. Cebel’i Yemen’e diğer müçtehit sahabileri de farklı bölgelere gönderdi. Müçtehit sahabilerin -yöre halkı tarafından- söylediklerinin kabul edilmesi saadet asrında taklidin cari olduğunu göstermektedir.
Taklit Vaciptir
Selefi: Siz bu ifadelerle taklidi teşvik ediyorsunuz. Halbuki bütün bunlar ahad haberdir. Yani zannidirler. Taklidi yeren ayetler ise Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. Yani en azından vurutları katidir. Katiyet ifade eden deliller bağlamında şu ayetleri zikredebiliriz:
“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiği zaman “Hayır” Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” 12
“Biz babalarımızı bir din üzere bulduk, biz de onların izlerine uyarız.” 13
Bu ayetler, Yüce Allah’ın hükümlerini terk edip atalarının geleneğine uyanları yermektedir. Mukallitlerde bu kapsamda değerlendirilir. Çünkü onlara bir problemin çözümü için Allah’ın ayetleri ya da Hz. Peygamber’in sünneti önerildiğinde – Kur’an’ın bağlayıcılığını, hadislerin sahihliği ve otoritesini bildikleri halde- sadece mezheplerine muhalefet gerekçesiyle Kur’an’ın ilahî hükmünü ve Peygam-berin sünnetini kabul etmeye yanaşmazlar.14 Bunun içindir ki, Kur’an’ın zemmettiği taklidin caiz olması, temel referansları Kur’an ve Sünnet olan fıkhın genel kabulleriyle çelişir.15 Diğer taraftan Kur’an, “(Ey Muhammed) dinleyip de, sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidayet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.”16 ayetiyle de taklidi reddedip tefekkür ve araştırmaya yönelenleri övmektedir.
Hanefi: Ben taklidi teşvik etmiyorum. Sadece manzaraya ait fotağrafı gösteriyorum. Eğer buna teşvik diyorsanız. Bu kelime vakıayı ifade etmede yetersiz kalır. Müsaade ederseniz ifadenizi, avamın mukallidi taklit etmesi gereklidir şeklinde tashih edeyim. Çünkü Sünnet ve Cemaat Alimleri avamın müçtehidi taklit etmesini teşvik etmiyor bizzat vacip olduğunu söylüyorlar.
Ashabın avam kadrosuna dahil olanlarının müçtehitleri taklit ettiğini gösteren rivayetleri ahad olmasından dolayı reddetmeniz ise makul gerekçelerden yoksundur. Çünkü ulema ahad haberle amel etmenin vacip olduğu hususunda fikir birliği içerisindedir.17
Ahad Haber
Ahad haber, “zan” ifade etmesine rağmen, müçtehit için nasıl bağlayıcı oluyorsa, ona dayanan bir içtihatta mukallit için aynı derecede bağlayıcıdır. Ayrıca Haberi ahad niteliğindeki bir rivayetin ibadetle ilgili konularda bağlayıcı olduğu bizzat Hz. Resulullah’ın sünnetiyle sabittir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) tek bir kişinin sözlerinin “zan” ifade ettiğini bilmesine rağmen yine de çeşitli bölgelere ibadet vb. konulardaki hükümleri öğretmeleri için tek tek öğreticiler göndermiş ve bölge halklarının gönderilen öğretici/sahabiyi taklit etmelerini taleb etmişti. Allah Resulunün bu talebi Haber-i ahadın bağlayıcı olduğuna işaret etmektedir.18 Hakikat bu minval üzere iken sizin “zan”nı gerekçe göstererek taklidin terk edilmesini iddia etmeniz anlamsız bir kaygıdır.
Ayetlerin
Yanlış İzahı
Taklidin haram olduğuna delil olarak getirdiğin söz konusu ayetler, nuzûl sebepleri, tarihi, tabiî ve sosyo-kültürel bağlamları dikkate alınarak değerlendirildiğinde, davanızın lehine değil aleyhine delildir. Çünkü ayetlerde yerilen taklit İslam öncesi kadim geleneğe ait atalar diniyle alakalıdır.19
Müctehit İmamlar
Bu ayetleri Ebu Hanife (ya da Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel) gibi müçtehitleri taklit eden Müslümanlar aleyhine delil olarak kullanmanız cehaletten değilse ihanetten mütevellittir. Çünkü bu bakış açısı zımnen de olsa Ebu Hanife ya da diğer müçtehit imamların (haşa) Kur’an’dan daha farklı bir kitaplarının olduğuna ve insanları ona çağırdıklarına işaret etmektedir.
Tabakat kitapları -takvalarını tartıştığınız- müçtehit imamların Kur’an ve Sünnet’e bütün varlıklarıyla nasıl bağlı olduklarının tanıklarıyla doludur. (Konuşmanın akışını bozmaması için örnek olarak sadece bir tanesinden bahsedeyim.) İbn Hacer, Ebu Hanife’nin hayatıyla ilgili kaleme aldığı “Hayratu’l-Hısan” adlı eserinde İmam’ın züht ve takvasına dair şunları nakleder: Sabahlara kadar uyumadan namaz kılardı, Bağdat’ta kaybolan koyunun etinden yememek için -çok sevmesine rağmen- yedi yıl ağzına koyun eti koymadı, Allah Resul’ünün “fayda sağlayan her borç faizdir.” hadisine muhatap olmamak için güneşin kavurucu sıcağında bekledi fakat borç verdiği adamın evinin gölgesine yaklaşmadı. Allah’ın Kur’an’ın’da “Belhum edal” diye nitelediği müşriklere uymayla Ebu Hanife Hazretlerini taklit etmeyi eşdeğer kabul edip ikisi içinde haram hükmünü vermek hakikaten esef verici bir durumdur.
Atalar Dini
Ebu Hanife’nin ictihatlarını taklit etmeyi Kur’an’ın yerdiği “atalar dini”ne uymakla özdeştirilmek her şeyden önce ömrünü o anlayışı reddetmeye adayan İmam’a haksızlıktır. O, Hz. Resulullah’tan gelen bütün sahih rivayetleri baş tacı yapmıştır. Öyle ki Efendimiz-’den rivayet edilen hadislerle içtihatları çeliş-tiğinde “Hadis sahih oldu-ğunda biliniz ki benim mezhebim odur.” diyerek kesin tavrını koymuştur. Bu yüzden Ebu Hanife ya da diğer müçtehit imamları taklit etmekle müşrik atalara uymayı aynı katagoride kabul etmek bir müslümana yöneltilebilecek en büyük iftiradır. Hadise karşısında söy-lenebilecek en güzel söz, Haricilerin “Hüküm yalnız Allah’ındır.” Ayetiyle istidlal edip Hz. Ali’ye karşı gelmeleri sürecinde Halife’nin; “İfade doğru fakat onunla batıl bir anlam hedeflenmektedir.” tesbitinden öte birşey olamaz.
Zümer süresi (39/18) ile de istidlal etmeniz de doğru değildir. Çünkü mukallit Kur’an’dan istinbat edilen sözler içinden en güzele uyunca neticede uymuş olduğu bu sözü taklit etmiş olur. Bu durumda söylenenler içinde en güzele tabi olmak da bir taklittir. En güzelin tesbiti içtihatla olur. Avamda söz konusu içtihadı taklit eder. Bu ayet lehinize değil aleyhinize bir delildir. Çünkü burada en güzelin taklit edilmesi istenmektedir.
Kanaatimce sizin asıl öğrenmeniz gereken mesele mukallidin güzel ya da en güzel içtihat sahibinin kim olduğunu nasıl tespit etmesidir. Ayrıca Fadıl/daha üstün müçtehit varken Mefdul/üstün müçtehidi taklit etmenin caiz olup-olmaması ile alakalı hükümleri de etraflıca bilmeniz gerekir.
Müctehit Nasıl Bilinir?
Bir metni doğru okuyup-anlamaktan aciz, usul ve furu’ fukarası adamlar anlaşılan senin zihnini de iğdiş etmişler. “Ben tez hazırladığım konuda mutlak müçtehidim” ifadeleriyle seni sahih gelenekten koparmışlar. Bu durumda sana müçtehidin kim olduğunu ve nasıl tesbit edilebileceğini anlatmam gerekir. Mesele üzerinde ihtilaf eden alimler, farklı bakış açılarından hareketle şu esasları belirlemişlerdir:
l Mukallit, müçtehidin fetvâ vermeye ehil olduğunu, ona fetvâ sorma hususunda ittifak eden insanları görerek anlar.20 Çünkü, insanların müçtehide yönelmesi, aynı zamanda onun ilim ve takva sahibi olduğuna işaret eder. Bu yüzden, -Gazzali, Âmidi ve İbn Hacib gibi fakihlerin de belirttiği gibi- yaşadığı toplum tarafından bilinmeyen müçtehitlerden fetvâsıyla amel edilmez. Zira, bu durumdaki bir müçtehidin kim olduğu, içtihat ehliyetine gerçekte sahip olup-olmadığı meçhuldür.21
l Beydâvi başta olmak üzere bir grup muhakkik fakihe göre, mukallit farklı konularda müçtehidi imtihan eder, ona bir takım sorular yöneltir. Eğer müçtehit olduğunu iddia eden kişi, verdiği cevaplarda isabet ederse mukallit, onun müçtehit olduğuna hükmeder.22
lBir grup Şafii alime göre ise, kişinin müçtehit olduğu, insanlar arasında müçtehit kimliğinin şöhret bulmasıyla bilinir.23
l Ebû İshak Şirâzi’ye göre ise; mukallit bir fakihin ictihat eden kişinin fıkıh bilgisi ve emanetinden haber vermesi müçtehit olduğunun kanıtlanması için yeterlidir. Çünkü; müçtehidin kim olduğunu tespit etmek habere dayanır.24 Haberde de ise tek kişinin şahadeti yeterlidir.
Bütün bu görüşler içinde kanaatimizce en doğru olanı, Şirazi’nin yaklaşımıdır. Çünkü avama mensup bir mukallit, müçtehidin ilmini ölçemez. Bu yüzden mukallit fakihlerin beyanını dikkate almalıdır.
Selefi: Deliller içerisinde hangisini daha kuvvetli bulursam onunla amel ediyorum. Müçtehide ihtiyacım olmadığından söylediklerin benimle alakalı değil. İstersen tekrar taklidin haram olduğuna işaret eden ayetlere dönelim. “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasul’e götürün (onların talimatına göre halledin)”25 ayeti, anlaşmazlık durumunda Kur’an ve Sünnet dışında bir başka otoriteye başvurmanın uygun olmadığını ifade etmektedir. Taklitte müracaat edilen makam ise ne Kur’an ne de Sünnettir.”26 Bu yüzden Ebu Hanife, İmam Malik ya da diğer müçtehitler meselelerin çözüm merkezi kabul edilip taklit edilemezler.
Sözde Red Amelde Taklit
Hanefi: Satın alınan bir malı görme muhayyerliği, şart muhayyerliği vb. hususlarda nasıl amel ettiğini sorduğumda, cevap olarak Ebu Hanife’nin ictihatlarını söyledin. Bildiğim kadarıyla ticaretle de ilgileniyorsun. Taklidi reddeden bir selefi olarak niçin yaptığın akitlerin meşruiyetiyle alakalı delilleri araştırmadın? Taklide karşı çıkıyorsun fakat Ebu Hanife’yi hükümde taklit ediyorsun. Halbu ki senin tenkit ettiğin fakihler müçtehit imamları delilde taklit ediyorlar. Zeylai’nin Nasbu’r-Rayesi, Tahanevi’nin İ’lau’s-Sunen’i Ebu Hanife’nin yaptığı ictihatların delili olan hadislerle doludur. Yani Hidaye okuyan bir medrese talebesi bile senin üstatlarından daha fazla hadis bilir. Fakat onlar bütün bunların yanında bir de hadlerini bilirler. Sense hem cahilsin hem de cahil olduğunu bilmiyorsun. Bu yüzden taklit ettiğin müçtehitleri ümmetin taklit etmesinin haram olduğunu iddia ediyorsun.
Aklın ilminle müsavi olmadığından sözlerin havada kalıyor. Ayetleri davama delil getireyim derken kabulü gayri mümkün tevillere gidiyorsun. Yukarıdaki ifadelerin sahibi olmanız hasebiyle gerçekten sizden şunu öğrenmek istiyorum; herhangi bir problemin çözümü için Kur’an ve Sünnet’i iyi bilen bir alime başvurmak, o meseleyi Allah ve Rasulü’nün hükümleri doğrultusunda halletmek değilmidir?! Sonra Kur’an ve Sünnet açıklayıcılar olmaksızın anlaşılsay dı Allah Resulü Necran’a Yemen’e ya da diğer bölgelere sadece Kur’an’ı gönderirdi. Fakat öyle yapmadı. Bu bölgelere Hz. Ali gibi Muaz b. Cebel gibi müçtehit sahabileri gönderdi. Kur’an’ın müfessirlerle gönderilmesi Onun ancak açıklayıcılarla anlaşılabileceğini göstermektedir.
Kur’an ve Sünnet’in müfessirler olmadan anlaşılabileceğini iddia etmek insanlara kapasitelerinin üzerinde bir sorumluluk yükleyecektir. Avam böylesine ağır bir yükün altından kalkamaz. Bunun içindir ki, istidlal ettiğin ayet taklidin haram oluşunun değil, bizzat gerekliliğinin delilidir.27 Çünkü anlaşmamazlık durumunda meseleyi Kur’an ve Sünnet’e arz edip neticelendirmek ancak müctehitlerin yapabileceği bir ameliyedir. Karşılaştığı bir problemin cevabını ilmihal kitabından dahi bulup almada güçlük çeken insanları direkt olarak Kur’an’la amel etmeye davet etmek Allah Resulünün (s.a.v.) uygulamasına muhalifdir.
Eğer bu yaklaşımınız doğru olsaydı, herhangi bir problemin çözümünü Buhâri ve Müslim gibi hadis mecmualarında araştırmak da yanlış bir tavır sayılırdı.
Selefi: Peki şu ayete ne diyeceksiniz: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp hahamlarını; (hırıstiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rablar edindiler. Halbuki hepsine de, tek Allah’a kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı”28 Ayette bahsi geçen bu iki millet, gerçekten alimlerine ibadet etmiyor, sadece onların helal gördüğünü helal, haram saydığını haram kabul ediyorlardı. Ebû Hanife, İmam Malik ve Şafi’yi taklit edenlerin konumu da tıpkı bunlar gibidir. Çünkü onların haram gördükleri, yalnız imamlarından haram olduğu nakledilen, helal gördükleri de yalnız imamlarından helal olduğu rivayet edilen meselelerdir.29
Örneğin Hanefiler, köpeğin satışından elde edilen parayı Ebû Hanife’nin içtihadıyla amel ederek, -Hz. Peygamber’in (s.a.v.) haram olduğunu bildiren hadisine rağmen- helal kabul etmişlerdir. Bu kabulleriyle Allah Resulünün (s.a.v.) köpeğin satışından kazanılan paranın caiz olmadığını bildiren hadisini reddetmişlerdir.30
Müctehit İmamların
Sünnet Anlayışları
Hanefi: Müçtehitleri taklit etmeyle dinlerini tahrif eden Yahudi ve Hıristiyan bilginlere uymayı eşdeğer kabul etmek ve ayetin kapsamını mukallitlerle birlikte müçtehitleri de kapsayacak şekilde genişletmek doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü taklit, tarihi olguların da teyit ettiği gibi sahabeden günümüze kadar devam edegelen kadim bir gelenektir.31 Diğer taraftan, taklit noktasında müçtehitlerle “ahbar” ve “ruhban” arasında da bir bağlantı yoktur. Çünkü, Yahudi ve Hristiyanlar bilginlerini helal ve haram kılmada tek otorite olarak kabul ediyorlardı. Fakat mukallitler müçtehitleri böyle değerlendirmiyorlar. Bilakis, onların sözlerine, Allah ve Rasulü’nün ifadelerindeki kapalılıklara açıklık getirip onları anlaşılır kıldıklarından değer veriyorlar.32 Ayrıca bütün müçtehit imamlar sözlerinin ancak Allah ve Resulünün sözüne muvafık olması durumunda bir önem kazanacağını aksi takdirde duvara çalınmayı hak ettiğini ilan etmektedir. Malik b. Enes, müçtehit de olsa kimsenin masum olmadığını ifade ederken şunları söylemektedir: “Allah Resulü dışında ki herkesin sözü kabul ya da reddedilebilir.”33 Bakış açıları İmam Malik’le ayniyet arz eden Ebû Hanife de; “hadis sahih olduğunda bilin ki benim mezhebim odur.”34 buyurmaktadır. Ebû Yusuf, İmam Malik’le karşılaştığında ona, bir ölçü birimi olan “sa’ğ”ın miktarı, vakıf konusu ve bir de taze sebzenin öşrü hakkında ne bildiğini sorar. İmam Malik bu konulara ışık tutan hadisleri tadat edince Ebû Yusuf, şöyle der: “Ey Ebû Abdullah (İmam Malik)! Senin, hadislere dayanan görüşüne döndüm, benim gördüğüm bu delilleri, hocam Ebû Hanife de görmüş olsaydı, tıpkı benim önceki görüşümden döndüğüm gibi, o da görüşünden dönerdi.”35
Görüldüğü gibi müçtehit imamlar, içtihat ettikleri konuyla ilgili daha sonra farklı bir hadis-i şerife rastladıklarında, hemen görüşlerinden vazgeçer ve hadise göre fetvâ verirlerdi. Hadise rağmen bir hüküm belirtmişseler, ya o hadis kendilerine ulaşmamış, yahut da onun senet veya metninde bir problem görmüşlerdir. Aksi takdirde, kendi görüşlerinden ya da bağlı bulundukları müçtehitlerin (müntesip müçtehit olanlar) görüşlerinden dönmüşlerdir. Bu hususta Şafii şunları söylemektedir:
“Benim görüşümün zıddına sahih bir hadis bulduğunuzda alın görüşümü duvara çalın. Yol üzerine terkedilmiş (amel edilmeyen) bir hadis gördüğünüzde bilin ki benim görüşüm, o hadistir.”36
Aynı şekilde Ahmed b. Hanbel de insanlara mutlak doğru olarak yalnız Kur’an ve Sünneti kabul etmeyi tavsiye etmektedir: “Ne beni ne Malik’i ne de Evzai’yi olduğu gibi taklit edin. Onlar hükümleri nereden aldılar ve nasıl çıkardılarsa siz de aynı yolu takip edin.”37
Müçtehit imamları Kur’an ve Sünnet’i hevalarına göre tefsir eden kişiler olarak kabul etmek sonrada bu kabul üzerine onları taklit etmenin caiz olmadığı görüşünü ikame etmek her yönüyle tashihe muhtaç bir düşüncedir.
Ebû Hanife’nin köpeğin satılmasına ilişkin görüşüne gelince, iddia edildiği gibi bu içtihadın hadis inkarıyla hiçbir şekilde ilişkisi yoktur. Hanefilerin bu konudaki yaklaşımı, onların hadisleri anlama ve değerlendirmedeki metodolojileriyle alakalıdır. Nitekim, Hanefiler, bu hadisin Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği başka bir hadisle tahsis edildiğini içtihat ve araştırmanının vacip olduğuna, bunların karşıtı taklidin ise caiz olmadığına delalet etmektedir.
Hanefi: İstidlal ettiğiniz bu hadis konuştuğumuz konuya delil olabilecek bir özellikte değildir. Çünkü mesele, fikhî hükümler noktasındaki taklitle alakalıdır. Halbuki istidlal ettiğiniz hadiste geçen “ilim” kelimesinden maksat, ne içtihatta ne de taklitte aranmayan zorunlu (yakin) bilgidir.40
Hanefi, Maliki Gibi Nisbeler
Ümmeti Böler mi?
Selefi: Müslümanlar müçtehit imamlara nisbet edilerek farklı isimlerle anılıyorlar. Böyle bir nisbet yek vücut olması gereken ümmetin bölünmesine yol açıyor. Halbuki Efendimiz (s.a.v.) zamanında “Sahabi” olmadan gayri bir nisbe yoktu.
Gerekli olduğunu söylediğin taklit Müslümanları farklılaştırmaktadır. Farklı müçtehitler farklı nisbeler, farklı hükümler bütün bunlar nasıl izah edilebilir. Hadise, Kur’an’ın şu ayetiyle ne kadar da örtüşmektedir: “Dinlerini parça parça edip, gruplara ayrılanlar varya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.”41
Hanefi: Efendimiz (s.a.v.) zamanında “sahabi” olmadan öte bir nisbe yoktu; bu doğrudur. Fakat bununla istidlal etmeniz yanlıştır. Çünkü saadet asrında yaşayanlar Efendimiz’e arkadaş olarak nisbelerin en üstününe ulaşmışlardır. En üstünü terk edip başka bir nisbe ya da adla anılmak mükemmeli basit muşahhasla değiştirmek anlamına gelir.
Sahabe içerisinde abitler, zahitler hatta Hasan Basri’nin Müçtehit imamların farklı bölgelerde ikamet etmeleri birbirlerinden istifade etmelerine engel olmadı: Ebu Hanife, Hz Ali ve İbn Mesud’un irfanla doldurduğu şehir; Küfe’de yaşamasına rağmen ben oldum demedi İmam Malik’in kitaplarını mutalaa ettti. İmam Malik’te Hicret yurdu; Medine’nin müctehidi olmasını gurur vesilesi yapmaksızın, Medine’ye her gelişinde Ebu Hanife’yi buldu ve meseleleri ona arz etti. Öyle ki İmam Malik’in yanında Ebu Hanife’ye ait altı bin fetva vardı.
Mezhepler arasında usulde ihtilaf yoktur. Furu’da ise ittifak edilen hususlar ihtilaf edilenlerden daha çoktur. Fıkhi meselelerin üçte ikisi mezhepler arasında ayniyet arz eder. Geri kalan üçte bir ise belli bir mezhepte takva dairesinde ele alınırken başka bir mezhepte fetva dairesinde değerlendirilmektedir. Yani hadiseye bir mezhep ihtiyatla bakarken başka bir mezhep kolaylık ekseninde yaklaşmaktadır. Farklı isimler altında muazzam bir birliktelik vardır.
Müçtehit imamların farklı bölgelerde ikamet etmeleri birbirlerinden istifade etmelerine engel olmadı: Ebu Hanife, Hz Ali ve İbn Mesud’un irfanla doldurduğu şehir; Küfe’de yaşamasına rağmen ben oldum demedi İmam Malik’in kitaplarını mutalaa ettti. İmam Malik’te Hicret yurdu; Medine’nin müctehidi olmasını gurur vesilesi yapmaksızın, Yusuf, İmam Muhammed ve Şafi’ye talebelik yaptı.
Müctehit imamlar birbirlerinin eserlerini dikkatle okudular. Gençler, yaşca büyük olanların ders halkalarına oturdu. Yeri geldiğinde de hiç yüksünmeden büyük olanın azametini ifade ettiler. İmam Malik Ebu Hanife için; “Ben öyle bir adam gördüm ki, eğer şu odun direğin altın olduğunu iddia etse muhakkak ki onun altın olduğuna dair delilleri ikame edebilir.” Şafii ise; “Fakihler Ebu Hanife’nin çoluk çocuğu mesabesindedir.” buyurmaktadır.
Bütün bu ilişkiler müçtehit imamların bir aile olduklarını, birbirlerinden istifade ettiklerini göstermektedir. Hakikat bu minval üzere iken mezhepler birbirine karşıdır, nevinden mesnetsiz ifadeler sarf etmek, ezbere konuşmaktan öte bir anlam taşımaz.
Yahudi ve Hristiyanların dinlerini parça parça edip gruplara ayrılmalarını “Hanefi”, “Maliki” ya da”Şafii” olmakla eş değer kabul etmeniz ise “kıyas meal farık”tır. Çünkü -yukarıda da izah edildiği gibi- mezheplerin görüşleri büyük oranda aynıdır. Dört mezhepte Allah Resulunun “Ma ene aleyhi ve ashabi/Ben ve ashabımın üzerinde olduğu yol” ifadelerinde kendini bulan Sünnet ve Cemaat anlayışı üzerine bina edilmiştir. Her bir mezhebin müntesibi diğerinin arkasında namaz kılar, mezhepler arası geçişi meşru kabul ederler. Çünkü özde tamamı Kur’an ve Sünnetten neşet etmiştir.
Selefi: Taklidin meşru olması halinde Ömer b. Hattab (r.a.) (ö. 23/644), Ali b.Ebi Talib (r.a.) (ö. 40/661), İbn Mesud (r.a.) ve diğer fakih sahabilerin taklit edilme hususunda sonraki dönem müçtehitlerinden daha üstün bir konuma sahip olmaları gerekir. Bir başka deyişle, eğer taklit caiz olsaydı, elbetteki bu fakih sahabilerden her biri, kendilerine uyulmaya müçtehit imamlardan daha layık olacaklardı.42
Hanefi: Konuşmanın akışı içerisinde defalarca Saadet Asrındaki müçtehitlerin sayıca sınırlı olduğunu, ashabın çoğunluğunun onları taklit ettiğini ve müçtehit sahabilerin de samimi bir şekilde içtihatlarını mukallitlere bildirdiklerini kaynaklarıyla arz ettim.43 Bütün bunlardan sonra hala müçtehit sahabilerin avam tarafından taklit edilmediklerini iddia ediyorsanız malumatınızın tarihi gerçeklerle örtüşmediğini söylemeden öte size ne diyebilirim ki?!
Niçin Aynı Ayetten
Farklı Hükümler Çıkar?
Selefi: Bir önceki fasılda mezhepler arasında muazzam bir birlikteliğin mevcudiyetinden bahsettiniz. Bütün mezheplerin Kur’an ve Sünnetten neşet ettiğini söylediniz. Peki şu örneklere ne diyeceksiniz: Abdest alınırken başa mesh edilmesi hadisesinde her mezhep farklı bir hüküm beyan ediyor. Yine “Lamestumu’n-nisa/kadınlarla cinsel ilişkiye girdiğiniz zaman” ayeti Hanefilerle Şafiler arasında derin ihtilafların nedeni… Zannediyorum bu örneklerin “esasta birliktelik” adına söylediklerinizle bağdaşmadığını kabul ediyorsunuzdur?Hanefi: İfadelerinde bir reddediş var. Birilerinin oyununa gelip Sahih Geleneği reddetmenin hazzını yaşıyorsun. Kendine göre açıklar tesbit edip saldırıyorsun. Ne var ki zayıf gördüğün hususlar muhkem kaleler gibi sağlam esaslar üzerine ikame edilmiştir. Fakat hükümlerin delillerden nasıl istinbat edildiğini bilmeyişin seni yanıltmaktadır. Bu yanılgı neticesinde mezhepleri farklı doğruları olan oluşumlar olarak değerlendiriyorsun. Yani azizim yine sevinemeyeceksin. Çünkü Maide süresinin 6. ayetinde emredilen “mesh” ile alakalı mezheplerin farklı hükümler vermesi Kur’an-ı Kerim’in anlam zenginliğinden kaynaklanmaktadır. “Başınızı meshedin.” Ayetindeki “bi ruisikum” kelimesinin başında yer alan “ba” harfi cerri Ebu Hanife’ye göre “İlsak/yapıştırma, dokundurma” anlamındadır. Mesh aleti eldir. Alet olan el miktarı kadar bir bölgeyi mesh etmek gerekir. Elde başın dörte birine tekabul eder. Gördüğün gibi Ebu Hanife’nin ictihadı Kur’an’a dayanmaktadır.
Şafi’ye göre “ba” harfi cerri teb’iz/bölümlere ayırma” anlamındadır. Buna göre kişinin başının üç tane tüyüne mesh etmesi yeterlidir. İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise “ba” zaittir. Dolayısıyla mükellefin başının tamamını mesh etmesi gerekir.
“Lamestümü’n-Nisa” ayeti ile alakalı mütalalarınız da hadiseyi gereği gibi ifade etmekten acizdir. Taşların yerli yerine oturması için öncelikli fakihlerin bu konudaki içtihatlarını hatırlamamız gerekmektedir.
Fukaha kadına el ya da diğer duyu organları ile dokunan kişinin abdestinin bozulup-bozulmaması noktasında farklı görüşler beyan etmiştir. Bu doğrudur. Nitekim Şafilere göre erkek ve kadın arasında perde ya da örtü gibi engelleyici nesneler olmaksızın dokunma gerçekleşirse bundan lezzet alınsın ya da alınmasın ittifakla dokunanın bir rivayete göre de dokunulanın abdesti bozulur. Kadını öpmekte ona dokunmak gibidir.44
Ahmet b. Hanbel kadına dokunma ve öpmenin mahiyetine bakar; Erkeğin kadına şehvetle dokunması ya da onu öpmesi abdesti bozar, dokunma şefkatle olursa bozmaz diyor. İmam Malik öpme ile mutlak olarak abdestin bozulacağını söylerken dokunmanın şehvete yönelik olmasını şart koşar. Hanefilere göre ise hiçbir şekilde kadını öpme ya da ona dokunma abdesti bozmaz.45
Bu konuda birden fazla görüşün oluşmasının arka planında dokunma anlamına gelen “Lems” kelimesinin Arap dilinde “müşterek” lafız olması yatmaktadır. Usul ilmine göre Kur’an ya da Sünnet’te yer alan bir lafız, sözlük anlamıyla ıstılah anlamı arasında müşterek olursa ıstılah anlamına göre anlaşılması gerekir. Eğer lafız iki ya da daha çok sözlük anlamı arasında müşterek olursa bu takdirde müçtehit tarafından bir takım deliller kullanılarak lafzın tek bir anlama indirgenmesi sağlanır. Müşterek bir lafız iki ya da daha çok kaç anlama geliyorsa, lafızdan anlamların hepsini almak doğru değildir.46 Çünkü böyle bir ameliye karışıklığa sebep olur. Burada müşterek lafzın ikinci boyutu vardır. Yani “lems” lafzındaki “iştirak” (müştereklik) sözlük anlamları arasındadır. Müçtehitlerin bir bölümü “lems” kelimenin elle dokunma anlamını içerdiğini söylerken Hanefiler “lems”in cinsel ilişkiden kinaye olduğunu ileri sürmektedirler. Buna göre abdest ayetindeki “lamese”den maksat kadınlara dokunmak değil, onlarla cinsel ilişkiye girmektir. Yani Hanefi fakihlere göre ayetteki müşterek lafız cinsel ilişki, diğer meşhur üç mezhep imamına göre ise dokunma anlamındadır.47
Üzerinde konuştuğumuz abdest meselesi dahil mezhebler arasında ihtilafa medar olan bütün hususlarda telfike düşmeme şartıyla Selefi: Hem avamın müçtehidi taklit etmesinin gerekliliğinden bahse-diyor hem de bir nevi taklit olan telfikin haram olmasından söz ediyorsun. Bu bir tezat değil midir? Hanefi: Telfik yapılarak ulaşılan hüküm eğer hiçbir mezhepte mevcut değilse bu durumda mukallit içtihat yapmış olur. İçtihat için gerekli malumata sahip olmayan kişinin içtihat yapması ise haramdır. mukallitlerin farklı mezheblerin içtihatlarından istifade etmeleri caizdir. Eğer aralarında usulde bir ihtilaf olsaydı şüphesiz bu caiz olmazdı. Hadiseyi daha anlaşılır bir hale getirmek için müşterek bir lafız olan “lems” kelimesinden hareketle bir örnek verelim: Şafii mezhebine bağlı bir mukallit, şehvet amacı ile olmayan bir dokunma ile abdestin bozulmayacağını söyleyen İmam Malik’i, Onun abdest için ön gördüğü başın tamamını mesh etme, tertip ve uzuvları peşi sıra ara vermeden yıkama gibi vaciplere riayet ederek48 taklit etse, caiz-midir? El-Cevap caizdir. Yani bu durumdaki bir Şafii, abdestin bozulmaması noktasında İmam Maliki taklit edebilir.
Telfik Niçin Haram?
Selefi: Hem avamın müçtehidi taklit etmesinin gerekliliğinden bahsediyor hem de bir nevi taklit olan telfikin haram olmasından söz ediyorsun. Bu bir tezat değil midir?
Hanefi: Telfik yapılarak ulaşılan hüküm eğer hiçbir mezhepte mevcut değilse bu durumda mukallit içtihat yapmış olur. İçtihat için gerekli malumata sahip olmayan kişinin içtihat yapması ise haramdır.
Hadiseyi şöyle bir örnekle izah edeyim: Abdest alan kişi vücudundan kan aktığında, “kanın akması abdeste engel değildir” diyen İmam Şafi’yi, kadına dokunduğunda ise; “kadına dokunmayla abdest bozulmaz” diyen Ebu Hanife’yi taklit ederek hükümde telfik yapsa, böyle bir ameliye caiz değildir. Çünkü hem kanın akması hem de kadına dokunma ile abdestin bozulmayacağını söyleyen hiç bir müçtehit olmadığından ortaya çıkan yeni hüküm bir içtihat olur. Sahibi de içtihada ehil olmadığından harama irtikap etmiş addedilir. Görüldüğü gibi tezat, teflikle taklit arasındaki münasebette değil, doğru bilgi ile senin arandadır.
Selefi: Müçtehit imamların mesh ile alakalı hükümlerde ya da diğerlerinde farklı içtihatlara ulaşmalarının arka planında ilmi hakikatlerin olduğunu anladım. Fakat şunu merak ediyorum: Serahsi gibi bazı “muhakkik” fakihler müçtehit imamların aynı konularda farklı içtihatlara ulaşmalarına etki eden başka amillerden de bahsediyorlar, siz bu söylenenleri ilmi buluyor musunuz?
İnsan Hayatının
Mükemmel Okunuşu: İctihat
Hanefi: Müçtehitler her hangi bir konuda hüküm verirken nassın müsaade ettiği ölçüde insanların maslahatını dikkate almışlardır. Bunun içindir ki İmam Şafii Mısır’a gittikten sonra halkın ihtiyaçlarını dikkate alarak bazı fetvalarında değişikliğe gitmiştir.
Hadiseyi bir örnek bağlamında izah edersek şunları söyleyebiliriz: Nisa 4/43′de teyemmümü gerektiren haller bahsinde zikredilen ve kadına dokunma anlamına gelen “lamese” kelimesini Ebu Hanife’nin cinsel ilişki, İmam Şafii’nin ise kadına dokunma anlamında algılamalarına ayet lafzının yanı sıra yaşadıkları çevrenin coğrafi ve sosyo-kültürel şartlarıda etki etmiştir. Genellikle kırsal bölgelerde yaşayan insanlara hitap eden İmam Şafii’nin “lamese” kelimesini kadına dokunma anlamında algılaması insanlara artı bir meşakkat getirmediği gibi onları kadınlarla halvet olup kötü yollara düşmekten de alıkoymaktadır.
Dağlarda ya da geniş arazilerde yaşayan insanların abdestli hallerinde birbirlerine değmeleri mümkün değildir. Hadisenin bu boyutu kolaylığı temin eder. Ayrıca nüfüs yoğunluğu itibariyle sayıları az olan insanların yaşadıkları geniş arazilerde (kadın-erkek) birbirlerine yaklaşmaları/dokunmaları şehevi duyguların tetiklenmesine sebep olur. Bu açıdan da içtihat koruyucu bir anlam içermektedir.
Şehir kültürünün hakim olduğu bir ortamda yaşayan Ebu Hanife’nin ise “lamese” kelimesini cinsel ilişki anlamında alması, fukahanın fıkhi meseleleri tasavvur ederken maslahatı ne derece dikkate aldıklarını göstermektedir. Medeni (şehirli) insanlara hitap eden Ebu Hanife, muhataplarının dar mekanlarda/caddelerde izdiham halinde yaşadıklarına tanık olduğundan kadına dokunmayla abdestin bozulmayacağını söylemiştir. Aksi takdirde camiye gitmek için insan yoğunluğu olan bir caddeden geçmek zorunda olan ve bu geçiş esnasında gayri ihtiyari olarak bir kadına dokunan (ya da tavaf esnasında kadına değen) herkes yeniden abdest almak zorunda kalacaktı.
Aynı bakış açısını diğer ihtilaflı meselelere de teşmil edebilirsin.
Selefi: Nasıl yani?
Hanefi: Mesela imamın arkasında cemaatin “fatiha” yı okuyup-okumaması hadisesi… Ebu Hanife’nin okumama, Şafi’ninse okuma yönünde içtihat etmelerine ayet ve hadislerin49 yanı sıra insanların sosyo-kültürel durumu da etki etmiştir. Şöyle ki, Hanefiler şehirlerde toplumsal bilincin egemen olduğu bölgelerde yaşadıklarından sorunlarını cemaat şuuru içerisinde çözmeye çalışırlar. Bir hadise karşısında tek tek konuşma yerine sözcüler /mümessiller/dernekler vasıtasıyla sorunlarını arz ederler. Şafilerse genellikle köylerde ikamet ettiklerinden sıkıntılarını ferden ferda arz etme yolunu tercih ederler. Ancak böyle tatmin olabilirler. Namaz da, bütün sorunları çözen Allah Teala’ya halleri arz ediştir, münacattır. Ebu Hanife’ye göre imam bütün cemaat adına Allah Teala’ya münacaatta bulunur. Cemaat bunu yeterli bulur. Fakat İmam Şafii aralarında yaşadığı insanların halet-i ruhiyelerini dikkate alarak ayrı ayrı fatiha okumayı, ferden ferda münacatta bulunmayı uygun görür. Tabi ki müçtehitler bütün bu açılımları nassların müsaade ettiği sınırlar çerçevesinde yaparlar.
Selefi: Bu söylediklerin müçtehitlerin bir takım ferdi ve ictimai kriterleri dikkate alarak Kur’an’ın hakikatini değiştirdiklerine işaret etmektedir. Böyle bir yaklaşımın neresine fıkıh diyebiliyorsun?
Hanefi: Söylenenleri anlamamakta ısrar ediyorsun. Ben müçtehitlerin içtihat ederken Kur’an ve Sünneti mutlak anlamda bağlayıcı kabul ettiklerini, maslahatı ise sadece Kur’an ve Sünnet’in müsaade ettiği meşru ölçüler dahilinde dikkate aldıklarını söyledim. Aksi bir maslahat şer’i dilin ifadesiyle; “maslahat-ı mülga”dır ki ona hiçbir müçtehit itibar etmemiştir.
Muhammed Bakır ve Ebû Hanife
Müçtehit imamların maslahatı dikkate alarak içtihatta bulunmalarını Kur’ani ifadeleri değiştirmek olarak telakki etmek zati alileriniz adına ciddi bir bilgi fukaralığına işaret etmektedir. Fakat fukaralıkta yalnız değilsin, kadim zamanlara değin dostların var. Çünkü müçtehit imamlar hakkında bu nevi ifadeler sarf eden ne ilk ne de son kahramansın! Örneğin Ebu Hanife hakkında benzer ithamları gündeme getirenlerin nesebi ta Muhammed Bakır’a (r.a.) (ö. 114/732) (Aslında Muhammed Bakır burada masumdur. Çünkü Onun sorgusu, Ebu Hanife’yi tanımamasından kaynaklanmaktaydı.) uzanır. İki imam arasında ki konuşma eğer dikkatle dinlersen senin için de “efradını cami’ ağyarını mani’” bir cevap olacaktır:
“Muhammed Bakır’a, Ebû Hanife’nin taabbudi hükümler üzerine kıyas yaparak İslam’ın özüne muhalif bir tavır içinde olduğu anlatılır. Bir gün Muhammed Bakır Medine’de Ebû Hanife ile karşılaşır ve ona, “sen kıyasla amel ederek dedem Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetine muhalefet ediyorsun öyle mi, diye sorar?”
-Ebû Hanife; “bu ithamdan Allah’a sığınırım. Sen konuşmana dikkat et ki; ben de sana karşı üslubuma dikkat edeyim. Çünkü Allah Resulunün (s.a.v.) ashabına üstünlüğü gibi, seninde diğer insanlara üstünlüğün var…”
Bu ifadeler üzerine Ebû Hanife, Muhammed Bakır’a; “Sana üç tane soru soracağım bana cevap ver” der. Verdiğim cevaplar aklı mı dinin emrine yoksa dini mi aklın tasarrufuna teslim ettiğimi kanıtlayacaktır.
-Erkek mi yoksa kadın mı daha güçsüzdür?
-Kadın.
-Mirasta erkeğin payı ne kadar kadının ki ne kadardır?
-Kadının payı erkeğinkinin yarısı kadardır.
-Eğer bu konuda kıyasla hüküm verseydim erkeğe kadının payının yarısını verirdim. Çünkü kadın daha güçsüzdür.
- Namaz mı oruç mu daha üstündür?
- Namaz.
- Eğer kıyasla hüküm verseydim, bu konudaki nassa muhalefet eder hayızlı bir kadına orucu değil namazı kaza etmesini emrederdim.
- İdrar mı yoksa meni mi daha pistir?
- İdrar.
-Eğer kıyasla hükmetseydim, gusül abdestinin, meninin çıkmasından dolayı değil de idrarın çıkmasından dolayı gerektiğini söylerdim.”
Karşılıklı bu soru cevap faslından sonra Muhammed Bakır, Ebû Hanife’yi alnından öperek kutlar.50
Ebu Hanife ile Muham-med Bakır arasında cereyan eden konuşmada da görüldüğü gibi müçtehit imamlar Kur’an ve Sünnet’i tartışmasız mutlak ölçü kabul etmişlerdir. Hayata göre bir İslam değil İslam’a göre bir hayatın mücadelesi içerisinde yer almışlardır. Onların içtihatlarında akıl, peşinden gidilen değil, İslam’ın peşi sıra gidendir.
Hadise Rağmen Taklit Mümkün Mü?
Selefi: Mukallit fakihlerin hadise rağmen bağlı bulundukları mezhep imamlarının görüşlerini tercih etmeleri ve bunu “Mecamiu’l-Hakaik” müellifi Hadimi gibilerin “akval-i fukaha nususa müreccehtir.” şeklinde bir kaide çerçevesinde sunmaları sizce ne kadar İslami’dir?
Hanefi: Mukallit fakihler hadisle, taklit ettikleri müçtehitlerin içtihatlarının çeliştiği durumlarda taklidi terk edip hadisle amel etmişlerdir. Nitekim Hanefilerden Kasani, “Bedaiu’s-Senai” de hacamat yaptıran kişi, orucum bozuldu zannıyla yiyip-içse ona keffaret gerekir mi51 meselesini tahlil ederken fukahanın hadisin zahiriyle amel etmesinin vacip olduğunu söylemektedir.
Hadimi’nin “Fakihlerin içtihatları nasslara tercih edilir” sözü ise avam için geçerlidir. Avam, hadisle müçtehidin içtihadının bir birine muvafık olmadığını gördüğünde yine müçtehidi taklit etmeye devam eder. Çünkü O, şer’i nassların ve hadis-i nebevilerin manalarını, tevillerini, rivayet edilen hadislerin sıhhat derecelerini, neshle ilgili olup-olmadıklarını bilemez. Muhtemeldir ki ictihatla çelişen hadisler haddi zatında sahih hadis değillerdir. Zayıf ya da mevzudurlar. Ya da zahir anlamları kast edilmemektedir, müevveldirler. Belki aynı hususta onlardan senedi daha sağlam olan bir hadisle tearuzları söz konusudur. Bu yüzden o hadislerle amel edilmemiştir. Avam ile avam hükmünde olanların bunları bilmeleri mümkün olmadığından onlar için her halukarda en uygun olan bir müçtehidi taklit etmektir.
İstismar Edilen Mektup
Selefi: Söylediklerinizin önemli bir bölümü hakikati yansıtmamaktadır. Buna delil olarak şu hadiseyi nakletmem yeterli olur kanaatindeyim: İmamü’l-Harameyn’in (ö.478/1085) babası Abdullah b. Yusuf el-Cüveyni (ö.438/1046) “el-Muhıt” adında bir fıkıh kitabı yazmaya başlar, eseri kaleme alırken de sahih hadislere bağlı kalmaya özen gösterir. Kitabın ilk üç bölümünün müsveddelerini tamamladığında onları tahlil ve tashih etmesi için hadis alimi Beyhagi’ye (ö.458/1066) gönderir. Ne var ki Beyhagi hadislerle istidlal edip İmam Şafii’ye muhalefet eden Cüveyni’yi bu kitabı tamamlamaktan vazgeçirir.
Hanefi: Hadiselere Bektaşi mantığıyla yaklaşıyorsunuz. Halbuki ilmin ahlakı her şeyden önce sadakat ister. Eğer sizde ilme karşı bir sadakat olsaydı hadiseyi bir bütün halinde naklederdiniz.
Selefi: Nasıl yani?
Hanefi: Sizinde iyi bildiğiniz gibi Beyhagi, Cüveyni’nin müsveddelerini okuduktan sonra Ona uzun bir mektup yazar. Mektubunda Cüveyni’nin hatalarına işaret eden Beyhagi: “İmam Şafii’nin terk ettiği yani amel etmediği, delil olarak kullanmadığı hadislerin gizli kusurlarının olduğunu…” bir bir isbat eder. Bu mektubu kendi için rehber kabul eden Cüveyni de İmam Şafi’yi taklide devam eder ve eserini tamamlamaktan vazgeçer.52
Söz konusu olayda bir hadis allamesi olan Beyhagi, Cüveyni’nin hadislerini tahlil ediyor ve hadisle ilgili kriterleri de dikkate alarak ona bir takım tavsiyelerde bulunuyor. Bu, sahasında uzman olan her alimden beklenen tabii bir tavırdır. Hadiseyi farklı mütalalara malzeme yapmak doğrusu anlaşılır gibi değildir.
İctihat Duruşması
Selefi: Siz -bu cevabınızla- mukallit alimlerin taklit devrinde yaşayan müçtehit fakihleri içtihat yapmaktan alıkoymadıklarını söylemeye çalışsanız da tarih bunun zıddı örneklerin mahşeri gibidir. Örneğin Osmanlı Devletindeki yetkili alimlerin mutaassıp Hanefilerden oluşması bir çok müçtehidin içtihat yapmasına mani olmuştur. Hadiseyi doğru tahlil edebilmeniz için farklı boyutları dikkate almanız bir zorunluluktur.
Hanefi: İddianızın hilaf-ı hakikat olması, taklit hadisesini ideolojik kaygılarla ele aldığınızı göstermektedir.
Duruşuna dair bir değerlendirme yapmak gerekirse şunlar söylenebilir: Başkalarında aradığın bu yüzden de bulma bahtiyarlığına eremediğin; meseleleri çok yönlü tahlil etme özelliği, itiraf edeyim ki sende tek bir şubesi ile dahi mevcut değildir. Bu yüzden ekmek ve sudan ziyade, bende olmasını istediğin şeye muhtaçsın.
Devlet-i Aliyye’nin alimlerini yargılamadan evvel tabakat-ı fukaha kitaplarına baksaydın söylediklerinin gerçeği yansıtmadığını görecektin. Zira söz ve davranışlarıyla bağlı bulundukları mezhebin fetvalarını ictihadlarıyla aşan fakihler tenkit edildiklerinde, kendilerinin müçtehit, yaptıkları işinde içtihat olduğunu söyleyince mukallit alimler tarafından saygıyla karşılanmışlardır. Konuyla alakalı olarak Taşköprüzade (ö.960/1553) Şakaik’in de şöyle bir olay nakletmektedir: Sinan Paşa (ö.891/1486) Şeyh İbn el-Vefa’nın (ö.896/1491) müritlerindendi. İbn el-Vefa Hanefi olduğu halde namazda besmeleyi açıktan okurdu. Müfti’l-Enam Molla Gürani (ö.893/1488) İstanbul ulemasını bir gün camiye topladı, maksadı İbn el-Vefa’yı mezhebe muhalif olan amelden alıkoymaktı. Meclise Sinan Paşa da geldi, toplantının sebebini öğrendikten sonra, Molla Gürani ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:
- Beklediğiniz zat gelince “Ben ictihat ettim ve ictihadım besmeleyi açıktan okumamı gerektirdi” derse ne cevap vereceksiniz.
-O müctehid midir?
- Evet! Kur’an-ı Kerim’in tefsirini bütün incelikleriyle bilir, Kütüb-i Sitte ezberindedir ayrıca ictihadın şartlarını, usül ve kaidelerini de bilmektedir.
- Sen buna şehadet edermisin?
- Evet!
- Kalkın arkadaşlar, böyle şahidi olan birisine itiraz edilemez.53
Müntesip müçtehitlerin ictihad yolundaki asil yürüyüşleri taklit devrinde de devam etmiştir. Toplumsal baskının onları yıldırdığı iddiası, her biri bir cesaret ve onur abi-desi54 olan o güzel insanlara saygısızlıktır.
Cürcani’nin Fetvası
Selefi: Konuşmanın ilk fasıllarında dört mezhepten herhangi birini taklit etmenin caiz olduğunu söylemiştiniz. Madem bunlar bahsettiğiniz özelliklerden dolayı taklit edilmeye daha layıktır, niçin fakihler insanların kendi mezheplerinden başka mezheplere geçişlerine mani olmaya çalışmışlardır?
Hanefi: Nasıl yani?
Selefi: Nasıllığı aşikar. Bir örnekle izah edeyim: “Ebû Bekir el-Curcani (ö. 522/1128) zamanında, Hanefi mukallitlerden birisi, Şafii bir adamın kızı ile evlenmek istemiş, kayınpeder olacak adam Hanefi mezhebini taklit eden damat adayına, ancak Şafii mezhebine geçmesi koşulu ile kızını verebileceğini aksi takdirde bunun imkansız olduğunu söylemiş, bunun üzerine Hanefi olan damat mezhep değiştirerek kızla evlenmiş. Şafii bir kadınla evlenebilmek için, mezhep değiştiren bu adamın durumu el-Curcani’ye sorulduğunda Cürcani adamın günahkar olduğunu söylemiştir. Madem dört mezhep haktır niçin birinden ötekine geçen günahkar kabul edilmektedir?
Hanefi: Hadiseyi doğru teşhis edemediğinizden yanlış yargılara varıyorsunuz. Cürcani’nin günah dediği mezhep değiştirmek değil, kadına ulaşmak için dini bir meseleyi basite indirgemektir. Bu nevi bir mezhep değiştirme dini meselelerin kutsallığını ihlal eder. Naklettiğiniz hadiseyle alakalı Allame İbn Abidin, Cüveyni adına şunları söylemektedir “Damadın nikahı sahihtir. Fakat, mezhep değiştirirken günaha girmiş olmasından endişe ederim. Çünkü; mezhebini küçük gördü, bir kadın uğruna onu terk etti. Eğer kadınla evlenmek için değil de, yaptığı bir içtihat neticesinde mezhep değiştirseydi bu hareketi takdir edilir, Allah katında da sevap kazanırdı.”55 Görüldüğü gibi karşı çıkılan mezhep değiştirme değil, değişmenin şeklidir. İçtihat neticesinde mezhep değiştirene ise günah değil sevap müjdelenmektedir.
Mezhep değiştiren Alimler
Selefi: Eğer mezhep değiştirmek alimler nezdinde yanlış mütalalara vesile olmasaydı İslam tarihinde mezhep değiştiren bir çok alim olurdu. Fakat tabakat kitaplarında bu tür bilgilere ulaşmak imkansızdır. İmkansızlık ise yokluktan kaynaklanmaktır.
Hanefi: Okumadığınız meseleri reddetme hakkını size kim veriyor? Sonra nereden iddia ediyorsunuz alimlerin mezhep değiştirmediğini? Bu nevi bilgileri “Bin Baz’ın, Useymin’in” kitaplarında bulamazsın. Eğer merakın, öğrenme aşkından kaynaklanıyorsa işte buyur mezhep değiştiren allamelerden bir kaçı:
Maliki mezhebinin önde gelen fakihlerinden Abdulaziz b. İmran el-Huza’i (ö.234/848), İmam Şafii Bağdat’a gidince mezhep değiştirerek Şafii olmuştur.
Ebû Cafer Tahavi (ö.321/933), önce Şafii mezhebine mensuptu, hayatının ilerleyen yıllarında mezhep değiştirerek Hanefi olmuştur. Meşhur muhaddis Hatib el-Bağdadi (ö.463/1070) Hanbeli iken, mezhep değiştirip Şafi mezhebine; Âmidi, Hanbeli mezhebinden Şafii mezhebine geçmiştir. Nahiv alimi Muhammed b. Dahhan’ın (ö. 612/1215) bu konudaki durumu ise ilginçtir. Çünkü o Hanbeli iken Şafii olmuş, halife oğluna nahiv öğretecek bir alim isteyince de Hanefi mezhebine geçmiştir. Nizamiye medresesindeki nahiv kürsüsü boşalınca, orada ders okutabilmenin bir şartı da Şafii olmak olduğundan tekrar Şafii mezhebine geçmiştir.56
Yukarıda adını verdiğimiz fakihler, bağlı bulundukları mezhepler içerisinde ilmi kariyere sahip kişilerdi.
İmam Suyûti (ö. 911/1505), kendinden önceki alimlerin; Maliki mezhebine mensup bir mukallidin, Hanefi ya da Şafii oluşuna, sonra Hanbeli mezhebine geçişine, ardından tekrar Maliki mezhebine dönüşüne tepki göstermediklerini söylemektedir. Suyûti’ye göre onlar, bir mezhepten diğerine geçen kişiyi sadece mezhepleri oyuncak haline getirmesi durumunda eleştirmişlerdir.57 şekilde tadat etmek mümkündür:
lMukallit iki ya da daha fazla mezhebin hükümlerini icmaya aykırı şekilde bir araya getirip telfik yapmamalıdır.58
l Mukallit, taklit edeceği müçtehidin ilmi açıdan üstünlüğüne inanmalıdır.59
l Mukallidin özellikle ruhsatlarda taklit edeceği müçtehitlerin dini durumlarını yakından bilip/tanıması gerekir. 60
l Mezhep değiştirme kısmen olmamalıdır. Buna göre, bir tek konuyla sınırlı olmamak şartıyla bir Hanefi, Şafii mezhebine geçebilir. Örneğin, Hanefi mezhebine bağlı bir mukallidin vücudundan çıkan kan akar ve mukallit Şafii mezhebine uyarak bu kanı yıkamadan namaz kılarsa, kıldığı namaz bâtıl olur. Her ne kadar İmam Şafi, kanın abdesti bozmadığını söylese de, namazdan önce yıkanmasının vacip olduğunu söylemektedir.61
l Mukallit, devlet başkanları nezdinde itibar görmek, bürokraside yüksek bir konuma gelmek gibi dünyevi kaygılarla mezhep değiştirmemelidir. Böyle yapan kimselerin durumu, sevdiği kadınla evlenebilmek için hicret eden ve bu yüzden Allah Resulü (s.a.v.) tarafından yerilen adama benzer.62 Fukaha, dünyevi çıkarlara dayalı bu tür mezhepler arası geçişi tasvip etmemiştir.63 Hatta, bazı Ha-nefi fakihler böyle birisinin ta’zir cezası alması gerektiğini de söylemiştir.
l Geçmek istediği mezhebi bağlı bulunduğu mezhepten anlama açısından daha kolay bulan bir mukallidin de mezhebini değiştirmesi gerektiği, hatta önceki mezhebinde ısrar etmesinin haram olduğu belirtilmiştir. Çünkü; mukallidin anladığı bir mezhebe bağlanması, bilgisiz bir şekilde önceki mezhebine devam etmesinden daha hayırlıdır.65
Hanefilerce meselede müçtehit kabul edilen İmam Tahavi (ö.321/933) Şafii mezhebinden Hanefi mezhebine geçmiştir. Tahavi, dayısı ve İmam Şafii’nin talebesi olan Müzeni’nin fıkıh derslerine katılır ancak konuları tam kavrayamadığından sık sık Ebû Hanife’nin kitaplarına müracaat ederdi. Tahavi’nin bu tavrında rahatsızlık duyan dayısı Müzeni, bir gün ona “Allah’a yemin olsun ki; senden hiçbir şey olmaz” der. Bu ifadeden alınan Tahavi Hanefi mezhebine geçerek orada fakih olur ve zamanla değerli eserler kaleme alır. Hatta bazı konularda da Ebû Hanife’ye muhalefet eder. Kendisine yöneltilen zor soruları çözdüğünde ise: “Allah (cc) dayıma merhamet etsin, eğer yaşamış olsaydı yaptığı yemininden dolayı kendisine kefaret gerekecekti” derdi.66
l Mukallidin, mezhebini dini ve dünyevi hiçbir gaye olmaksızın değiştirmesi de caizdir. Fakat, dini ve dünyevi gayelere bağlı olmaksızın mezhep değiştiren kişi fakih olursa, bu durumda onun mezhep değiştirmesi mekruh olur.67 Çünkü; önceki mezhebini terk eden fakihin yeni mezhebini öğrenmesi uzun zaman ister. Halbuki fakih, yeni bir mezheple ilgilenip zamanını harcamak yerine bildikleri ile amel etmelidir.68
Mutlak anlamda mezhepler arası geçişi yasaklayan fakihler, tesbit ettikleri bu şartlarla mezheplerin, insanlar tarafından istismar edilmesine mani olmuşlardır.69 Yoksa bağlı bulundukları mezhebi diğerlerinden daha üstün gördüklerinden böyle bir yaklaşım içinde olmuş değillerdir.
Selefi: Müctehitler hatadan masum değillerdir. Avamı onları taklit etmeye çağırmak bir anlamda hataya yönlendirmektir. Çünkü taklit edilen müctehidin ictihadında isabet edip-etmediği kesin değildir. Allah Teala’nın Müslümanlara bu durumdaki kişileri taklit etmelerini emretmesi ise söz konusu olamaz.
Hanefi: Mukallit, içtihat edecek seviyede bir ilme sahip olmadığından onun hataya düşme ihtimali, müçtehidin hataya düşme ihtimalinden çok daha yüksektir. Sonra müctehidin hata etmesi avamla aynı değildir. Müctehit hataya düşse bile sevap kazanır. Ayrıca fıkıh kitapları tedvin edilirken aynı konudaki farklı fetvalardan hangisinin daha muteber olduğu “tercih” dirayetine sahip alimler tarafından belirtilmiştir. Fakat bunun anlaşılabilmesi için “fetva usulü” ilminin bilinmesi gerekir. Avam bu ilimden mahrum olduğundan “hükmü” direkt olarak bütün görüşleri içeren fıkıh kitaplarından değil de onları okuyup anlayabilen fakihlerden (Nakılu’l-Fetva) ya da fetva kitaplarından öğrenmelidir. Fukaha, mukallidin en doğru ictihatla amel etmesi için bütün imkanları hazırlamıştır. Bu yüzden, onun için en güvenilir yol, bir müçtehidi taklit etmektir.
Ayrıca, Kur’an ve Sünnet’in açıklanmaya muhtaç, “zahir”, “nas”, “hafi”, “müşkil” vb. özelliklere sahip kapalı ifadelerine içtihadla açıklık kazandırmanın ciddi anlamda bir fıkıh melekesine sahip olmayı gerektirdiği unutulmamalıdır. İçtihadın şartları ve nasıl yapılacağını bilmesi şöyle dursun, içtihat olgusunun ne demek olduğunu dahi tam kavrayamayan avamı, içtihadla sorumlu tutmak ve taklidi tercihlerinden dolayı müşriklerle aynı kategoride değerlendirmek öyle vahim bir durumdur ki; cehalet kelimesi onun büyüklüğünü ifade etmede son derece küçük kalır.
……
Daha neler ve neler konuşuldu. Fakat buradan sonrası yerin azizliğine uğradı. Noktalarla geçiştirdiğimiz bölümleri belki ilerde kitap çapında bir çalışmanın içerisinde okuyacaksınız. Fakat merakınızı gidermek için konuşmanın son cümlelerini arz ediyorum:
Selefi: Zihnen yoruldum. Tükendim desem daha doğru olur. Sünnet ve Cemaat alimlerinin eserlerini okumayışım beni onlara karşı mağrur etmişti. Fakat bu konuşma, onlarsız İslam’ı anlamanın nafile bir gayret olduğunu bana gösterdi. İçimden adım İbn Teymiye değil de Ebu Hanife ya da Muhammed b. İdris Şafi’dir demek geçiyor.
Anladım ki tek doğru anlayış usulü Sünnet ve Cemaat alimlerine aittir. Allah Teala onlardan razı olsun.
Hanefi: Amin.
Dipnotlar:
1-Bkz. Ebu Velid Muhammed b. Ahmed İbn Rüşd, Tehafutu’t-Tehafut, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2003.
2-Ebû Abdillah Muhammed b. Ebi Bekr b. Eyyub İbn Kayyım el-Cevziyye, İ’lamu’l-Muvakkiin an Rabbi’l-Alemin, (tah. Muhammed Mu’tasımbillah el-Bağdadi), Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1996, II, 180.
3- Seyfuddin Ebü’l-Hasan b. Ebi Ali b. Muhammed Âmidi, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, t.y, III, 170.
4-Bkz. M. Mani’ b. Hammad el-Cuheni, el-Mevsuatu’l-Muyessere fi el-Edyan-i ve’l-Mezahib-i ve’l-Ahzab-i ve’l-Muasıra, Daru’n-Nedveti’l Alimiyye, Riyad, 2003, I, 139-157.
5-Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd İbn Hazm, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty, I-VIII.
6-İbn Hazm, a.g.e., VI, 241.
7-İbn Hazm, a.g.e., VI, 307.
8-İbn Hazm, a.g.e., (bkz. Yazarın Biyografisi) I, 3.
15-Muhammed İbrahim Hafnâvî, Tabsirü’n-Nüceba bi Hakikati’l-İctihad ve’t- Taklîd ve’t-Telfik ve’l-İftâ, Darü’l-Hadis, Kahire, 1995, s.207.
16-Kur’an, Zümer(39), 17-18.
17-Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl es-Serahsi, Usûl, (tah. Ebû’l-Vefa el-Afgâni), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, I, 329; Muhammed b. Ali Şevkânî, İrşâdü’l-Fuhûl, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty, s.49; Zeydan, el-Vecîz, s.171.
18-Bûtî, a.g.e., s.72.
19-Bkz. Fahruddin Muhammed b. Ömer Râzi, et-Tefsiru’l-Kebîr, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, XIV, 297.
20-Şevkâni, İrşâd, s.400.
21-Şevkâni, İrşâd, s.400.
22-Şevkâni, İrşâd, s.400.
23-Şevkâni, İrşâd, s.400.
24-Şevkâni, İrşâd, s.400.
25-Kur’an, Nisa(4): 59.
26-Yusuf Kârdâvi, Fetâvâ Muâsırâ, Daru Uli’n-Nühâ, Beyrut, ty, II, 116.
27-Karşılaştırma için bkz. Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakîm, (Menar), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, V, 179.
34-Muhammed İbrahim Ahmed Ali, el-Mezheb inde’l-Hanefiyye, Mekke, ty, s.74.
35-Kârdâvi, a.g.e., II, 113.
36-Kârdâvi, a.g.e., II, 113.
37-İbn Kayyım, a.g.e., II, 178.
38-Nureddin Ebü’l-Hasan b. Muhammed Ali el-Kâri, Feth-u Bâbi’l-İnaye bi Şerhi’n-Nukâye, Daru’l-Erkam, Beyrut, 1997, III, 48.
39-İbn Mace, 1/Mukaddime, 17 (I, 81, H.no: 224).
40-Vehbe Zuhaylî, Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, II, 1157.
41-Kur’an, En’am(6): 159.
42-İbn Hazm, a.g.e., VI, 244.
43-Bûtî, a.g.e., s.66.
44-Ebu İshak ibrahim b. Ali b.Yusuf Firuzabadi Şirazi, el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmami’ş-Şafii, Beyrut, 1995, I, 51; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, Beyrut, 2000, I, 44-45; Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Muhammed İbn Kudâme, el-Mugni ala Muhtasarı’l-Hıraki, (tah. Muhammed Ali Şahin), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1994, I, 153-154.
45-İbn.Rüşd, el-Bidaye, I, 45; İbn Kudame, a.g.e., I, 153-154; Serahsi, el-Mebsût, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1986, 67-68.
46-Abdulvahhab Hallâf, İlmu Usûli’l-Fıkh, Lübnan, 1942, s. 144.
47-İbn Rüşd,el-Bidaye, I, 45; İbn Kudame, a.g.e., I, 153-154; Serahsi, el-Mebsut, 67-68.
48-İbn Kudame, a.g.e., I, 110-l18; İbn Rüşd, el-Bidaye, I, 20; Hafnavi, a.g.e., s. 217.
49-Karşılıklı deliller için bkz. Ali el-Kâri, a.g.e., I.
50-Hafızu’d-Din b. Muhammed el-Kerderi, Menâkib-u Ebi Hanife, Daru’l-Kitabi’l-Arabi Beyrut, 1981, II, 221-222.
51-Alauddin Ebu Bekir b. Mesud Kasani, Bedaiu’s-Senai, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, II, 622.
52-Abdu’l-Vahhab b. Ali İbn Sübki, Tabakâtü’ş-Şafi’iyyeti’l-Kübrâ, Mısır, 1967, V, 77-90.
53-Ahmed Isamüddin Taşköprülüzade, eş-Şagaiku’n-Nümaniyye, İstanbul, ty., s. 73; Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s. 296.
54-Karaman, a.g.e., s. 298.
55-Muhammed Emin İbn Abidin, Reddül-Muhtar ala’d-Dürri’l-Muhtar, Daru’l-Fikr, 1979, IV, 80.
56-Abdulvahhab b. Ahmed b. Ali Şa’rani, , el-Mîzanu’l-Kübrâ, Daru’l-Kutubi’l- İlmiyye, Beyrut, 1998, I, 50; Hafnâvî, a.g.e., s.240-241.
57-Şa’rânî, a.g.e., I, 50.
58-Şa’rânî, a.g.e., I, 49; Hafnâvî, a.g.e., s.239.
59-Şa’rânî, a.g.e., I, 49; Hafnâvî, a.g.e., s.240.
60-Şa’rânî, a.g.e., I, 49; Hafnâvî, a.g.e., s.240.
61-Şa’rânî, a.g.e., I, 50.
62-İbn Mes’ud diyor ki: Bizim zamanımızda Umm Kays isimli bir kadınla nişanlanan bir adam vardı, kadın ona evlenmek için hicret etmeyi şart koşunca kadınla evlenebilmek için hicret etmişti.Bu yüzden biz ona Umm Kays için hicret eden adam derdik. Şihabuddin Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali b. El-Askalâni İbn Hacer, Fethu’l-Bâri bi Şerhi Sahihi’l-Buhâri, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1998, I, 13; Ebû Tayyib Muhammed Şemsu’l-Hak Azimâbâdi, Avnu’l-Ma’bud Şerhu Süneni Ebi Davud, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, VI, 298-299; Nevevi, a.g.e., VII, 48.
63-Şa’rânî, a.g.e., I, 52; Hafnâvî, a.g.e., s.243.
64-İbn Abidin, Reddül-Muhtar, IV, 80.
65-Şa’rânî, a.g.e., s.53.
66-Abdulâli Muhammed b. Nizameddin Muhammed Leknevi, el-Fevâidü’l-Behiyye fî Terâcimi’l-Hanefiyye, Daru’l-Erkam, Beyrut, 1998, s.59-60.
4 Şubat 2010Selefîlik nedir? Soru: İ'tikâdda tek mezheb, Ehl-i sünnet vel cemâ'attir. … Son zamanlarda, selefiyye mezhebi diye bir şey çıkardılar. Selefîlik nedir?
Soru: İ'tikâdda tek mezheb, Ehl-i sünnet vel cemâ'attir. Amelde ise dört hak mezheb vardır. Son zamanlarda, selefiyye mezhebi diye bir şey çıkardılar. Selefîlik nedir? Cevap: Eshâb-ı kirâma, tâbi'îne, tebe-i tâbi'îne selef veya selef-i sâlihîn denir. Bunların yoluna "Ehl-i sünnet vel-cemâ'at" denir.
Mezhebsizler, selef kelimesini istismar ediyorlar. (Selefiyye mezhebi, selefin yoludur) diyorlar. İmâm-ı a'zâmın, İmâm-ı Eş'ârînin, İmâm-ı Mâtüridînin yolu selefin yolu değilmiş gibi bir intiba vermeye çalışıyorlar.
Ba'zı sapıklar da çıkıp, (Peygamberiyye mezhebi) kursa, buna da bu peygamberin yoludur dese i'tibâr edilir mi? İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın yolu olan Ehl-i sünnet i'tikâdını anlatıp, (İşte selefin mezhebi budur) buyuruyor.
İ'tikâdda mezheb tektir. Çünkü i'tikâdda ayrılık olmaz. İ'tikâdda mezhebimiz Ehl-i sünnet vel- cemâ'attır. Ehl-i sünnet fırkasının meşhûr iki imâmı vardır. Birincisiİmâm-ı Eşârî, ikincisi İmâm-ı Mâtüridî'dir. İkisinin ictihâdları arasındaki farklılık temelde değildir. Eğer farklılık temelde olsa idi, birisi Ehl-i sünnet i'tikâdından ayrı olsaydı, elbette onun i'tikâdı Ehl-i sünnet kabûl edilmezdi. Amele âit bir mezhebde farklı ictihâdlara sahip imâmlar olabilir. Meselâ İmâm-ı a'zâm ile İmâm-ı Ebû Yusuf'un ictihâdı farklı olabilir. Farklı olması, rahmet olup Hanefî mezhebine aykırı olmaz. İmâm-ı Eş'ârî ile İmâm-ı Mâtüridî arasında îmân konusunda temelde ayrılık yoktur. Hattâ biri Hanefîlerin, diğeri şâfi'îlerin imâmı demek de doğru değildir. İkisi de ehl-i sünnetin imâmlarıdır. İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Mâtüridî,hanefî mezhebine göre amel ettikleri için i'tikâdda Hanefî imâmları olarak bilinmektedir. Ebûl Hasen-i Eş'ârî de Şâfi'îye göre amel ettiği için i'tikâdda Şâfi'î imâmı olarak tanınmaktadır. Bir şâfi'î, İmâm-ı Mâtüridî gibi inansa veya bir Hanefî,İmâm-ı Eş'ârî gibi inansa Ehl-i sünnet olmaktan çıkmaz. Fakat bir kimse, amele âit bir hükümde ihtiyâçsız kendi mezhebini bırakıp, başka bir mezhebin hükmü ile amel etse mezhebsiz olur. (Hulâsat-üt-tahkîk)
Hiçbir İslâm âlimi, selefiyye mezhebi diye bir mezhebden bahsetmemiştir. Türkiye'de ilk defa emekli postacı denilen bir sapık, bu sapıklığı ortaya çıkarmıştır. İbni Teymiyyeciler, selefîyiz diyorlar. Selefîlik, vehhâbiliğin başka adıdır. Emekli postacı, selefiyye mezhebinde olduğu için Elhamdülillah diyor. Bu postacının yolundan giden ba'zı selefî yazarlar, i'tikâdda hak olan mezhebi üçe ayırıyorlar. Hâlbuki Tirmizî'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte (Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, yetmiş ikisi Cehenneme gidecektir) buyurulurken, üç fırkaya fırka-i naciye denir mi, i'tikâdda üç tane hak mezheb olur mu? Fırka-i naciye denilen kurtuluş fırkası bir tanedir. O da Ehl-i sünnet-vel-cemâ'attir. Hadîs-i şerîfle de bildirildiği gibi, diğerleri Cehenneme gidecektir. (Hadîka)
Günümüzde mezhebsiz bir prof. bir kitap yazıyor. O zihniyetteki başka bir prof. da, mezhebsizlik üzerine yazılar yazıyor. Kaynak olarak da mezhebsiz bir profu gösteriyor. Din konusunda günümüzdeki profların yazısı hüccet olur mu? İslâm âlimlerinden nakletmiyorsa yazılarının hiç kıymeti olmaz. Meselâ mezhebsiz bir yazar, Mi'râcı inkâr edici bir yazı yazıyor. Sahîh hadîse mevzû diyor. (İnanmazsanız falanca profesörün şu kitabına bakabilirsiniz) diyor. Kendisi senet olmadığı gibi, kaynak olarak gösterdiği mezhepsiz de senet değildir.
Her gazetede, ba'zı yazarlar, bilmese de dinden bahseder. Bizim gazetede de dinden bahseden yazarlar vardır. Onların mu'teber nakle dayanmayan din hakkındaki yazıları kendi görüşleri olur. O yazılar, bizi de, gazetemizi bağlamaz.
Bir mezhebde bulunan müslüman, diğer üç mezhebdeki müslümanları kardeş bilir. Onları incitmez. Birbirlerini severler, yardım ederler. Allahü teâlâ, müslümanların îmânda birleşmelerini, emrediyor. Böyle inanmaya, Ehl-i sünnet denir. Bütün müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi inanmaları lâzımdır. Sonradan çıkan Selefiyye veya mezhebsizlik inanışlarının bozuk olduğunu bildiren mu'teber kitaplar çoktur.
Amelde mezheblerin bir olmayıp, çok olmasının, lüzûmlu, fâideli olduğu, akıl ile de kolay anlaşılmaktadır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşayanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutuplara yakın yerlerde yaşayanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Dağda yaşanlara, bir mezheb kolay iken denizcilere, bu mezheb güç oluyor. Bir hastaya bir mezheb kolay iken, başka hasta için, başka mezheb kolay oluyor. Tarlada çalışanlarla, fabrikada çalışanlar için de, bu ayrılış görülmekdedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklîd ediyor veya bu mezhebe tamamen geçiyor. Mezhebsizlerin istedikleri gibi, tek bir mezheb olsaydı ve herkes tek bir mezhebe uymaya zorlansaydı, bu hâl çok güç, hattâ imkânsız olurdu. (Hadîka)
SELEFİLİK. Selef kelimesinden, daha sonraları, İslâm düşünce ve teşri tarihinde hiç rastlanmamış olan yeni bir ıstılah türetilmiştir: Selefiyye (selefilik).
SELEFİLİK İTİKADİ BİR MEZHEB MİDİR?
Nazariyede doğru kabul edilebilir gibi görünen, fakat pratikte yanlış neticelere sebeb olan hükümlere "Paradoks" denilir. Bu hal, insan aklının kendi kendine kurduğu bir tuzaktır. Muhakkak ki her mü`min; Resûl-i Ekrem (sav) ve Ashabının takip ettiği yolu (yani Asr-ı Saadeti) esas kabul eder. Ehl-i Sünnet ve`l cemaate mensup olabilmenin ilk şartı budur. Son yıllarda "Selefilik" adı altında; herhangi bir usule bağlanmayı ve müctehid imamlara tabi olmayı hakir gören bir akım teşekkül etmiştir. Daha ziyadesloganlarla ve suçlayıcı mantıkla yürüyen bu akımın, selefi salihin ile bir alakası yoktur. Bazen hak bir söz ile batıl murad edilebilir. Nitekim hariciler; "Hakem Hadisesini" bahane ederek ve "Hüküm ancak Allahû Teâla (cc)`ya aittir" diyerek, Hz. Ali (ra)`yi küfre düşmekle suçlamışlardır. Bunu duyan Hz. Ali (ra): "- Hak bir söz!.. Ancak bununla batıl murad edilmekte" demiş ve üzüntüsünü beyan etmiştir.
İslâm teşri tarihinde; "Selefilik" diye bir mezhep ve usûl mevcut değildir. Selef-i Sali-hin`e muhabbet noktasında her mü`min samimidir. Bazı kimselerin "-Biz selefiyiz" diyerek, diğer mü`minleri "Selef-i Salihin`e muhalefetle" suçlamaları iftiradan ibarettir.
Son yıllarda yayınlanan bazı eserlerde; itikadi mezhepler tasnif edilirken "Selefilik, Eş`arilik ve Maturidilik" seklinde ifade edilmektedir. İmam-ı Eş`ari`nin ve İmam-ı Maturidi`nin "Selef-i Salihin`e" bağlı olmadığını ima eden bu tasnif, son yüzyılda ortaya çıkmıştır. Aşağıda giriş bölümünün tercümesini bulacağınız S. Ramazan El Buti`nin "Es Selefiyye" isimli eseri, bu konudaki güzel bir araştırmadır.
SELEF KELİMESİ (1)
Selef kelimesi lügat manası itibariyle, nisbi bir mana taşımaktadır. Birbirini takibeden zaman dilimlerinden her birisi, kendisinden sonra gelen zamanlara göre selef (geçmiş)tir. Daha önceki zaman dilimleri itibariyle ise halef (gelecek)tir.
Ancak bu kelime, zamanla bundan çok farklı ıstılahi bir mana kazanmış ve hep bu yeni manasıyla kullanılır olmuştur. "İslâm ümmetinin ilk üç asırlık dönemi" diye tarif edilebilecek olan bu yeni mana, ifadesini İslâm tarihinin en şerefli ve en çok itibara layık nesillerinden bahseden şu hadis-i şerifte bulmaktadır:
Buhari ve Müslim, Abdullah b. Mesud (ra)`dan Rasülûllah (sav)`ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "İnsanların en hayırlısı benim asrım (daki Ashabım)dır. Sonra, onlara yakın olanlar (Tabiin)dir. Sonra da onlara yakın olanlar (Etba-ı Tabiin)dir. Sonra bir takım kavimler gelir ki, onlardan birinin şehadeti (ihtirasla) yemininin, yemini de şehadetinin önüne geçer." (2)
Fakat Rasülûllah (sav)`ın genel olarak derecelendirdiği bu hayırlı nesillerden maksat acaba, bu sıfatı taşımayan kimseler de bulunmakla birlikte, o dönemde yaşayan müslümanların geneli mi, yoksa bir tek istisna bile olmadan Ümmetin bütün fertleri midir?
Bu mevzuda cumhur ulemanın görüşü şudur: Hz. Peygamber (sav)`in selef için tesbit ettiği, insanların en hayırlıları olma özelliği, İslâm`a bağlılık ve yaşantı noktasındaki farklılıklarına rağmen, bütün fertler için geçerlidir. İbn Abdil Berr (h. 363-463) ise, bu özelliğin müslümanların geneline (îlk üç asırda) ait olduğunu, daha sonraki nesiller içerisinde selef asrı müslümanların pek çoğundan daha faziletli insanlar bulunabileceğini ifade etmiştir. (3)
Şüphesiz o insanlara bu şerefi kazandıran, daha sonraki nesilleri nübüvvet kaynağına ve risalet öğretilerine ulaştıran zincirin ilk halkalarını temsil ediyor olmalarıdır.
Birinci halka: İslâm`ın temel prensip ve inanç esaslarını bizzat Allah Rasülû (sav)`nden alan, dinin ahkâm ve adabını her türlü şüphe ve bid`at tehlikesinden uzak olarak zihinlere ve dillerine nakşetmiş olan ve kendilerine sahabe denilen öncü grubtur.
İkinci halka: Tabiin neslini temsil eder. Ashabın, Rasüllûllah (sav)`i bizzat görüp onun nasihatlarına muhatap olmak suretiyle elde ettiği aydınlık yolu takip etmeleri yönüyle, tabiin müslümanlarını da nübüvvet nuru ışıtmakta idi.
Üçüncü halka ise: Fitnelerden arınmış İslâm fıtratının ve fikir duruluğunun yok olmaya yüz tuttuğu bir devrenin müslümanlarını, etba-ı Tabiin`i temsil eder. Artık bu dönemin sonuna doğru bid`atlar hızla ortaya çıkmaya başlar. Üç kutlu asrın aydınlık yolundan ayrılan sapık fırkalar birbirini izler ve her bir fırka, sırat-ı müstakimden ayırdığı sokağın başına geçip insanları oraya çağırır. Ama hiçbirisi şu ilahi düsturu çiğnediğini düşünmemektedir:
"Şüphesiz bu (Kur`an veya İslâm) benim dosdoğru yolumdur. (Sırat-ı Müstakim). (Başka) yollara (sapıklık, bid`at ve şüphelere) uymayın. Zira o (başka) yol sizi Allah`ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız için Allah size bunları emretti." (Enam 154.)
Günümüze kadar devam edecek olan heva, bid`at ve sapıklık rüzgarları artık esmeye başlamıştır. Nitekim, müslümanlar Enes b. Malik (ra)`a Haccac`ın zulmünden şikayet ettikleri zaman şöyle demişti:
"Sabrediniz! Çünkü bundan sonra üzerinize gelecek zaman, muhakkak bundan daha şerli olacaktır. Ve bu fenalık (siz ölüp de) Rabbinize kavuşuncaya kadar (asırlarca) böyle sürüp gidecektir. Ben bu sözü Peygamberimiz (sav)`den işittim." (4) Öyleyse daha sonra yaşayan müslümanlar ne yapmalıydı?
SELEFE BAĞLILIK
Fikir ve davranışları itibariyle bir çok üstünlüklere sahib olan altın nesil kendilerine tabi olunması gereken insanlardır. Ama tabi oluş herşeyden önce, bir samimiyet ve sevgi ister. Selefe tabi olmak onların şeri tashih ve ikmal ederek muhafaza etmektir. Sonra üzerinde ittifak edilmiş olan itikad, ibadet ve ahlak prensiplerine bağlı kalarak bu ittifaka değer vermeyen kimselere de itibar eetmemektir. Bu konuda Resulullah (sav) Efendimizin bizlere bir vasiyyeti vardır: "Şüphesiz İsrailoğulları yetmişiki millete ayrılmıştı. Benim Ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır.Biri hariç tamamı cehennemdedir." O müstesna topluluk kimdir Ya Resulullah? sorusuna ise şöyle cevap vermişdi: "Benim ve Ashabımın yolunda olanlar (Ehl-i Sünnet ve`l-Cemaat)dır." (5)
"Kur`an ve sünnete sımsıkı sarılmak" diye kısaca ifade edilebilecek olan bu talimata hakkıyla uyabilmek, selef-i salihinin metodlarına bağlı kalmadan mümkün olmayacaktır. Burada gaye, zaman itibariyle bizden bir süre önce yaşamış olan bir gurup insanı, bunlar bizim atalarımızdır diye, taklid etmek değildir. Onlar, Allah kelamının manalarına vakıf olma ve nebevi sünneti anlama hususunda ümmetin önde gelenleri oldukları için bu böyledir. Zira, yaratılışları itibariyle Arap dinini en iyi anlama kabiliyetine sahib idiler. Arapça`yı ve İslâm`ı sonradan öğrenmenin sebeb olabileceği birtakım problemleri yoktu. Yine onlar, Rasülûllah (sav)`in hayatıyla içiçe yaşadıkları için, onu en güzel şekilde yorumlayıp daha sonraki nesillere aktarmışlardır. Yaşayış itibariyle Peygamber Efendimiz (sav)`in hayatına en yakın, fıtratları, en temiz, bütün bid`at, yapmacık ve gösterişlerden en uzak, dolayısıyla itimad edilmeye en layık olan yine onlardı.
Öyle anlaşılıyor ki, fikir ayrılıkları ve münakaşalar ortaya çıktığı, özellikle birçok müslümanın Arapça`nın temel mantığını yitirmesiyle dildeki fesahat ve belagat bozulmaya yüz tuttuğu zamanlardan bu örnek neslin eğiliminden geçmek gerekmektedir.
"Selefe bağlılık" manasına gelecek olan bu tedrisat, bazı cüzi meselelere saplanıp kalmak ya da onların cümlelerine, ifadelerine harfiyyen ve körükörüne sarılmakla olmayacaktır. Zaten onları kendi seleflerine karşı tavırlarında da böyle bir uygulamaya rastlamak kabil değildir. Yapılması gereken, nassların (ayet ve hadislerin) tefsir ve te`vili için koydukları prensipler ile ictihad usûllerinde onlara müracaat etmektir.
Üzerinde durulması gereken önemli bir husus da şudur. Bu kaide ve prensiplere bağlı kalmak, daha sonra yaşayacak müslümanların bütünü için geçerlidir. Yoksa sadece herhangi bir devirde yaşamış veya belli özellikleri taşıyan bir grup bundan sorumludur, demek son derece anlamsızdır. Zamanları ve mekanları ne kadar farklı olursa olsun, bütün müslümanlar bu ortak paydada birleşmek zorundadırlar.
Bu mevzuda altın nesle yakın olanların bir üstünlüğünden bahsedebilir ki biz de bu yönüyle onları örnek almak durumundayız. Altın neslin takipçileri, devraldıkları ilim ve kültür mirasının ne kadar önemli olduğunun farkına varmış ve altın neslin koymuş olduğu kaide ve usulleri daha sonra geleneklerin de hizmetine sunmak için tedvin etmişlerdir. Bu meziyetleri de daha sonra kazanacakları başarıların ana sebebi olmuştur.
SELEFİLİK
Selef kelimesinden, daha sonraları, İslâm düşünce ve teşri tarihinde hiç rastlanmamış olan yeni bir ıstılah türetilmiştir: Selefiyye (selefilik). Yapılan hata buradadır. Adeta bu kelimeyi, müslümanlardan belli bir grubun özel ismi yapıyoruz ve onlar da bu isimden hareketle kendilerine has bir düşünce yapısı ve buna bağlı olarak bir takım ayırdedici özellikler kazanıveriyorlar. Böylece de, sürekli münakaşa ederek müslümanları üzen ve çoklukları ile -sanki- iftihar eden müslüman fırkalardan birisi oluyorlar. Öyle bir fırka ki, fikir ve arzuları, kendilerine has karakter ve ölçüleriyle diğer müslümanlardan farklı bir yapı arzediyor..
İşaret ettiğimiz manasıyla böyle bir ıstılah türetmek, bırakın onlara bağlılığı, selef-i salihinin ve onları izleyen halefin bu ümmete tanıtmadığı bir bid`attır, desek herhalde mübalağa etmiş olmayız. Zira Selef bu kelimeye kesinlikle, belli bir grubu veya fikri oluşumu diğerlerinden ayıracak böyle bir mana vermemiştir. Ayrıca selef kendi inanç ve davranış ölçülerini müstakil bir düşünce, fikir ve şahsiyete sahip bir grubun tekeline de vermiş değildir. Aksine selef ile daha sonra yaşayan bütün nesiller arasında en ileri derecede bir etkileşim, ilim, kültür ve metod alışverişi vardır. Tabi ki bahsettiğimiz ölçüler dahilinde. Yine hiç düşünülmemiştir ki bir grup müslüman çıkıp (selefe bağlılık adına) bir takım engeller ortaya koyacak ve bu engeller yüzünden sözü geçen etkileşim ve diyalog kesilecek sonuçta da müslüman nesiller, fikir, tasavvur ve hedefleri tamamen farklı iki ayrı parçaya ayrılacak.
"Selefe bağlılık" başlığı altındaki açıklamalar gözönünde tutulduğu zaman görülecektir ki, "selefilik nedir?" ya da "selefi olmak ne gibi esaslara bağlı kalmayı gerektirir?" sorularına verilecek iki cevap vardır.
Birinci cevap: Selefilik, selefin sürekli bağlı kaldığı adetler, yaşayış biçim ve sözlere, hiçbirşey eksiltip eklemeden, harfiyyen uymaktır.
Tahlil: Unutulmamalıdır ki; onlar, kendi söz ve fiillerini böylesine dokunulmaz konum da görmemişlerdir. Bu hakkı sadece Allah`ın kitabı ve Allah Rasulü (sav)`nün sahih sünnetine layık görmüşler ve bu naslara, çıkarılan hükümlerin illetlerinin değerlendirilmesi, hayattaki değişim ve yenileme, sürekli en doğruya ulaşma ideali ışığında sımsıkı yapışmışlardı. Bunu yaparken mutlak otorite olarak kabul ettikleriKur`an ve Hadis naslarının çizdiği sınırları ihlal etmediği sürece, bölgeden bölgeye, nesilden nesile meydana gelen bütün değişim ve yenilikleri dikkate aldıklarını görüyoruz.
Nebi (sav) ve ashabının Mekke`de iken sahih oldukları ve uygulayageldikleri birtakım örf-adetleri var idi. Oysa Medine`ye hicretten sonra, daha önce bilmedikleri yeni uygulamalarla karşılaşacaklardı. Bu ise bölge halkı ile aralarındaki etkileşim ve dayanışmanın tabi sonucu idi. İşte müslümanlar da bunları gayet normal karşılayarak yeni hayata adapte oldular. Bu mevzuda aşağıdaki olaylar örnek olarak verilebilir.
• Mekke`de bulundukları sürece müslümanlar dikişli elbiseyi tanımadılar. Ama Medine`ye yerleşip çevre kabile ve bölgelerle ilişkiler başlayınca, pahalı İran ve Yemen kumaşlarından dokunmuş elbiseler giydiklerini görüyoruz...
• Rasülûllah (sav) gerek Mekke`de gerekse Medine döneminin ilk yıllarında yüzük kullanmamıştı. Ancak kendisine, kralların mühürsüz mektupları okumadığı söylenince gümüş bir yüzük yaptırıp üzerine mühür olarak Muhammed`ün-Rasülûllah cümlesini kazdırmıştır. (6)
• Rasülûllah (sav), Cuma hutbelerini, 7-8 yıl boyunca bir hurma kütüğüne dayanarak irad eyledi. Buhari`nin Cabir (ra)`den rivayetine göre, Ensar`dan bir kadın gelerek marangoz bir oğlu olduğunu ve hutbeler için güzel bir minber yaptırabileceğini söylemişti. Rasülûllah (sav) bunu kabul etmiş olmalı ki karşı koymamış ve artık hutbeleri o minberden vermiştir.
• Müslümanlar Mekke ortamında okuma-yazma ile gerektiği gibi ilgilenememişlerdi. Allah Rasulü (sav) Medine`ye hicretten hemen sonra ashabını sürekli ilme ve eğitime teşvik etmişti.
• Sahabe devri boyunca, satın alma ya da kiralama usulü ile, Mina topraklarında bina yapmak serbest iken Ömer b. Abdülaziz (ra), sayıları gittikçe artan hacıların daha rahat hareket etmelerini sağlayabilmek için mina çevresinde bina yapmayı yasaklamıştı..
• Sahabe özellikle itikad konularında, Kur`an ve sünnete mutlak bir teslimiyet ile her türlü tartışmadan şiddetle kaçınırdı. Hatta bir kimse kafasındaki şüpheleri gidermek için bu mevzuda uzun münazaralar yapacak olsa hemen onu azarlayıp bid`atçılıkla itham ederlerdi. Ama ne zaman ki tabiin asrı başladı, bir yandan ilim meclisleri çoğalırken öteyandan sahabe sayısı azaldı, fetihlerin genişlemesiyle fırklı dinlerin mensupları (hristiyan, yahudi, zerdüşt, mani) İslâm`a girdiler ve zihinlerindeki pek çok şüphe ve batıl inancı da beraberlerinde getirdiler, artık bu tür münakaşa ve münazaralar kaçınılmaz hale geldi. Çünkü onların itikadi ve fikri problemlerini çözmek ve bunun için de ilmi mantıki izahlar yapmak gerekiyordu. Aslında sahabenin ileri gelenlerinden bazıları, mesela Hz. Ali (ra), Abdullah b. Abbas (ra), kaza-kader, cebr-i ihtiyar gibi bazı mevzularda, şüphelerini gündeme getiren müslümanları sapıklıktan korumak için bazı mantiki izahlar ve münazalar yapmışlardı. Ama içlerinde Hasan-ı Basri, Ömer b. Abdülaziz, Ata b. Rebah, Süleyman b. Yesar, Tavus b. Keysan gibi ilim otoritelerinin de bulunduğu tabiin nesli ulemasının girdiği kıyasıya mücadeleler ve şiddetli tartışmalar bunun çok ötesindeydi. Mesela Beyhaki`nin "Kitabu`1-Esmâ ve Sıfat"adlı eseri incelendiğinde, bu türden sahabenin şiddetle kaçındığı pek çok meseleler ve münakaşalar görülebilir...
Bütün bu sayılanlar selef-i salihinin örnek hayatında meydana gelmiş olan ve normal karşılanması gereken değişim ve yenilenmeye dair bazı örneklerdir. Dikkat edilirse, bu tür örnekler birinci hicri asrın sonlarına doğru yani altın neslin ilk görülmeye başlanmıştır.Öyle anlaşılıyor ki, selefiliği, bütün bu örnekleri gözardı ederek, kurukuruya bir taklid olarak tanımlamak, kendisini selef pratiğine uydurmak isteyenler için son derece anlamsız ve değersiz olacaktır.
İkinci cevap: Selefilik, nasların tefsiri, hüküm istinbatı ve ictihad için gerekli olan kaideleri belirleyebilmek için onların ortaya koyduğu usûlleri öğrenip, uygulamaktır. . .
Tahlil: Tabi ki böylesine bir selef bağlılığı, kitap ve sünneti en doğru şekilde anlamak ve değişmezlik özelliğine sahip şer`i hükümlerle, zaman ve mekana göre değişebilenleri titizlikle ayırabilmek gibi güzel bir neticeye götürecektir. Ancak önemli olan böyle bir selef bağlılığı ile seleflik adı altında ekolleşme arasında ne derece bir irtibat olduğunu tesbit etmektir.
Bütün ilim adamları ve araştırmacılar tarafından kabul edilmiştir ki, bahsedilen bu usûl ve metodlara bağlılık herhangi bir dönemde belli bir müslüman grubun mümeyyiz vasfı olmamıştır. Zaten selef asrının (h. 2. asır) ortalarına kadar bu tür usûl ve metodlar tedvin edilmiş değildi. O zamanlar nasları iyi anlamak ve kavrayış sahibi olmak, yaratılış ve dil yapısı itibariyle Arap mantığına sahip olmaya bağlı idi. İşte her ne kadar selefiyye ekolü fikri ve ruhi temellerini bu dönemde buluyor idiyse de tabiin asrında ortaya çıkan rey ve hadis ekolleri de bütün farklılıklarına rağmen selef asrının özünü temsil etmektedirler. Tabiin dönemi, rey ve hadis ekolleri arasındaki pek çok fikri ve içtihadı münakaşalara sahne olmuştu.
Neticede, başlarında İmam Şafii`nin bulunduğu, devrin uleması, arap lügatini olgunlaştırmak ve anlayıp en güzel şekilde kullanma prensiplerini ortaya koymak suretiyle ve aynı zamanda dildeki safiyet ve tabiliklerini kaybetmemiş olan cahiliye arapları ile ilk dönem müslümanlarına da müracaat ederek, nasların tefsiri ve ictihadda kullanılacak olan prensipleri tesbit etmişlerdi. Bu tesbit, bütün müslümanların aynı ölçüde faydalanabileceği daha doğrusu faydalanması gereken bir kıstas ortaya çıkarmıştı. Bu kıstas, nasların otoritesine boyun eğen ictihad anlayışı ile onları kendi istek ve arzularına göre yorumlamak isteyen şahsi görüşleri birbirinden ayıracaktır. Bu genel-geçer kıstas, o gün bugündür bütün müslümanların anlama ve kavrama kabiliyetlerini şekillendirmiştir. Bu hususta kimsenin imtiyaz hakkı yoktur. Şeri ilimlerde araştırma yapan herhangi bir müslüman, bu kaideleri dikkate almayacak olursa dini hafife almış kabul edilir. Belki de bu yaptığı, bir sapma alameti olarak gösterilir.
Demek oluyor ki bu usûl ve kaidelere bağlı kalan bir kimse, Kur`an ve sünnete sımsıkı sarılma talimatına hakkıyla uymuş ve Allah Resulü (sav)`nün "benim ve ashabımın yolu" diye tabir ederek iştirak edilmesini emir buyurduğu cemaatin bir ferdi olmuş oluyor.
Selef döneminde veya daha sonra yaşamış olması hatta selefilerce kabul edilip edilmemesi sonucu etkileniyor.
Usullere bağlılık ne kazandırır?
Selef metodunda içtihadı ilgilendiren meselelerin özel bir yeri vardır. Ulema herkes tarafından çözülemeyen bu tür konularda farklı görüşler ileri sürmüş ve çoğu kez ittifaka varmak mümkün olmamıştır. İşte böyle hassas bir noktada bu usullere riayet etmek, bütün farklı görüş sahiplerini Ehl-i Sünnet vel cemaat sınırları içinde tutan bir güvence dolayısıyla bir müsamaha ortamı oluşturmaktadır. Bir kimsenin kendi görüşünü doğru kabul etmesi en tabi hakkıdır. Ama doğru olmayan, farklı anlayış sahiplerini yanlış yolda olmak (sapıklık)`la itham etmesidir. Zira faklı yorumlara açık olan ve böylece ittifaka ulaşmayı engelleyen bu tür kapalı meselelerde tabii olarak farklı ictihadlar ortaya çıkacaktır. Herhalde kendi fikrini doğru kabul etme hakkını başkalarından esirgemek bencillik ve fikri bir zulüm olur. Şu kadarı var ki bir müctehid diğer müctehidin hatalı gördüğü noktalarını gösterebilir. Ama hatalı bile olsa bir müctehidin gerekli samimiyet ve şartları yerine getirdiği sürece en az bir mükafat alacağını ve onun böylesine hayırlı bir işle uğraştığını aklından çıkarmamalıdır.
(1) Altbaşlıklar bölümü mütercime aittir.
(2) Tecrid-i Sarih tere. ve şerhi c.8, s.66. "Yani bu üç asır halkından sonra gelecek olan bazı insanlar,
dini ve ahlaki kaidelere bağlı kalmayıp bu meselelere önem vermeyecek."
(3) bu mevzuda bkz.: Fethu`1-Barî Şerh-i Sahih-il Buharı 4/7.
(4) Buharî Kitabu`l-Fiten 6. bab.
(5) Tirmizi`deki bu lafız her ne kadar zayıf kabul ediliyorsa da diğer üç kitapta sahih rivayetle gelen
farklı lafızlar vardır.
(6) Tecrid-i Sarih tere. ve şerhi c. 12, shf. 58. ( Misak Mecmuası, sayı:20. Sh:26-31)A. AZİZ
ŞTE CEREN KENAR'IN BUGÜNKÜ O YAZISI
''SELEFÎLER = TERÖRİSTLER'' ALGISI
Selefîlik; isimlerini çok duyuyoruz. Mısır'daki seçim başarıları, Suriye'deki varlıkları bazı kesimleri endişelere gark ediyor. Amerika'da Boston maratonunda gerçekleşen meşum saldırının zanlısı olarak gösterilen kardeşlerin bazı Selefî şeyhlerden etkilendiği ortaya çıkıyor. Elbette Boston saldırısı üzerine yorum yapacak bilgi henüz yok. Fakat bu vesile ile isimleri sıkça zikredilen ancak çoğuzaman şablonlara sıkıştırılan Selefîler üzerinde düşünmenin tam sırası. Batımedyası çoğu zaman Selefi sıfatını kullanırken aslında El-Kaide yaftasını imaediyor ve Selefîler eşittir teröristler gibi bir algı oluşuyor.
KİMDİR BU SELEFÎLER
Senelerdir siyasileşmekten kaçınan, dünyanın pek çok yerinde barışçı yollar izleyen Selefîleri de hümanize etmeden önce sormamız gereken bazı sorular var. Kimdir Selefîler? Ne isterler, ne düşünürler? Selefîliğin 21. yy'ın en hızlı yayılanIslami gruplarından biri olmasının sebepleri nedir? Selefîlerin homojen ve yekpare bir grup olmadığının altını çizerek başlamak lazım. Farklı ülkelerde, farklı sosyo-ekonomik gruplardan oluşan ve siyaset yapma biçimi açısından çeşitlilik arzeden bir akımdan bahsediyoruz.
Mısır'da Selefîler parti siyaseti yaparak demokratik sisteme angaje olmuş durumdalar. Müslüman Kardeşler daha çok şehirli orta sınıf temelli bir hareket iken Mısır'daki Selefîler daha çok şehirli alt sınıflardan destek bulmaktadır. Lübnan'da ise şehirli orta sınıf Sünniler arasında popüler bir akım hâline geliyor Selefîlik. Lübnan'ın en popüler Selefî şeyhlerinden Assir, Peygamberin doğum gününü kutlamak için kayak tatiline gidiyor (evet, yanlış okumadınız). Batı'daysa epey prestijli üniversitelerden mezun ve aynı üniversitelerin öğrencilerine hitap eden, anadilleri İngilizce olan ve hararetli hutbeleri ile meşhur Selefi şeyhlere rastlamak mümkün. Selefîliğin temelleri Bu çeşitlilik Selefîlerin ortak noktaları olmadığı anlamına gelmiyor.
İSLAM'IN GERÇEK VE ÖZ HALİ
Selefîlik modern bir Islami akım. İsminden mütevellit, İslam'ın ilk günlerine vekuruluş dönemine dönmeyi vazeden bir hareket. Selefîlere göre İslam'ın gerçek ve öz hâli, ancak ve ancak Peygamberin ve onu takip eden ilk kuşakların yaşadığı dönemde bulunabilir.
''PROTESTANLIĞA BENZİYOR''
Bu dönemden sonra İslam; gelenek, yanlış yorum ve hurafelerle "kirlenmiştir". Dolayısıyla Selefîlerin hedefinde sadece İslam-dışı gruplar değil, aynı zamanda islam'ı yanlış yorumladıkları iddia edilen islamiçi gruplar da vardır. Sufiler ve Şiiler kâfir olarak görülmekte, gelenekçi İslamcılar ve ulema ise ağır eleştirilere hedefolmaktadır. (Bu anlamda tekke ve zaviyelerin kapatılmasının epey "Selef?' bir icraat olduğunu da ironi ile not düşmekte fayda var.) Bazı uzmanlar, Selefîliği Batı kamuoyuna anlaşılır kılmak için şöyle bir analoji kurarlar: Sufizm veya İslam'ın gelenekçi yorumları ritüel zengini Katolikliğe tekabül ederken, Selefîlik sıkı kitabi yorumu esas alması ve geleneği reddi ile Protestanlığa benzemektedir.
MUHAMMED ABDUH'UN GÖRÜŞLERİ
Bu bir anlamda açıklayıcı bir şablon sunmaktadır. Şöyle ki, Selefîlik de Protestanlık gibi dinde bir reform çabasıdır. Nasıl Protestanlık içinde dogmatik ve ılımlı ekoller varsa ve günümüzde Hıristiyanlığın en muhafazakâr yorumlarından olan Amişler Protestansa, Selefîlik içinde de benzer bir ayrışma vardır. Başka bir Selefîlik mümkün! Bu bağlamda, 19. yy'ın önemli reformistlerinden olan Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afgani, pekâlâ Selefîliğin kurucu babaları olarak görülebilir.Abduh'a göre İslam'ın geri kalmasının sebeplerinden en önemlisi, gelenekçiulemanın yanlış yorumlarıdır. Kur'an gelenekten azade yeniden okunmalı vedeğerlendirilmelidir.
Selefîlik içi farklılaşma tam da bu yeniden okumanın biçimi üzerinde ayrışmaktadır. Abduh Kuran'ın yeniden okunmasının akıl ışığında olması ve çağın gerekliliklerinin hesaba katılarak yapılması gerektiğini savunur. Abduh'a göre taklit ulemanın yöntemidir ve taklide karşı icdihat kapısı açılmalıdır. İctihad, İslam âlimlerinin yorum hakkını daha geniş kullanabileceği bir hüküm verme yoludur. Bu metot liberal veya ılımlı diyebileceğimiz yorumları mümkün kılmaktadır.
ŞU ANKİ SELEFİLİK..
Öyle ki, Müslümanların yaşadıkları toplum ile ters düşmemeleri gerektiği savıyla, Abduh şapka giymenin caiz olabileceği yönünde fetva vermiştir. Abduh'un Osmanlıentelijansiyası içinde sadece Mehmet Akif gibi İslamcılar arasında değil, Ziya Gökalp ve Abdullah Cevdet gibi sekülerler arasında da teveccüh bulması bu anlamda sürpriz değildir. Ancak son otuz yıldır popüler olan ve Suudi Arabistan'ın yayılmacı siyaseti ile taraftar bulan Selefî yorum, Abduh'un Selefîliğinden farklıdır..
Daha çok bir Kelam ilmi terimi olarak kullanilan bu kelime, Selef'in mezhebi ve görüsü anlamina gelir. Akaid konu ve meselelerinde nass (Kur'an-i Kerim ve Hadis) da varid olan hususlari mütesabih olanlar da dahil olmak üzere, oldugu gibi kabul edip, tesbih ve tecsime (benzetme ve cisimlendirme) düsmemekle birlikte, te'vile (yoruma) de basvurmayan Ehl-i Sünnet-i Hassa'ya selefiyye denmistir. Bunlar, Hz. Peygamber ile Sahabenin akaid (inanç) hususlarinda takib ettikleri yolu oldugu gibi izleyenler diye bilinir.
Tâbiîn mezhep imamlari, önde gelen fakihler ve muhaddisler Selefiyye içinde kabul edilirler. Hicrî dördüncü yüzyilda Es'arî ve Maturidî tarafindan Ehl-i Sünnet Kelâm ilmi kuruluncaya kadar yasamis olan bütün Ehl-i Sünnet âlimleri Selefin görüslerini paylasmislardir.
Selefiyye, ayrica, bir görüs (mezhep) halinde hicri IV. yüzyilda ortaya çikmis ve Hanbelî mezhebi mensuplari tarafindan ortaya atilip savunulmus bir görüsü de ifade eden bir terimdir. Bu anlamiyla Selefiyye mezhebi, Selefin akidesini canlandirmayi hedef edinir. Söz konusu mezhep VII. hicrî asirda kuvvetlenmis, özellikle Ibn Teymiye tarafindan bu mezhebe yeni fikirler ilave edilmistir.
Selefiyye, metod olarak nakle ve nassa kesin olarak bagliligi kendilerine gaye edinmisler, tartismayi gerektirecek ve çözümü zor olan mesele ve konular ile ugrasmamislardir. Âyetlerde ve Sünnette bulunan her seye, meselâ; habere ait sifatlara ve mütesabihat dahil tartisma götürebilecek konulara teslimiyetle iman etmislerdir; tesbihten kaçindiklari gibi te'vile (yorum)'de gitmemislerdir.
Selefiyye, Islâm'a, Yunan düsüncesinin tesiriyle sonradan sokuldugunu kabul ettikleri mantik akil metodlarini, Sahabe ve Tâbiînin bunlari bilmedigini ve kullanmadigini ileri sürerek benimsemezler. Bu sebeple, Mutezile mezhebi ve diger mezheplerin aksine, mantikî münakasa (cedel) ve akil yürütme metodunu kullanmayip; akidenin esaslarini sadece Kitap (Kur'an) ve Sünnetten hareketle tesbit ve tayin etmenin gerekliligini savunmuslardir. Yani, inanç esaslarinin kaynagi nass'lar oldugu gibi; bunlarin delilleri de oradan çikarilmalidir. Bu sebeple Selef mezhebi, Kur'an ve Sünnette yani nass'ta Allah'in sifatlari ve fiilleri ile ilgili hususlari, mecazi manasina bakmaksizin, oldugu gibi kabul ederler; onlari te'vil ve yoruma gerek duymazlar.
Selefiyye, sadece kendilerinin takib ettikleri yolun Kur'an yolu ve metodu oldugunu kabul eder. Onlara göre Kur'an'da Islâm dinine ve Allah'in yoluna davetin metodu gösterilmistir:" Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel ögütle davet et; onlarla, en güzel tarz hangisi ise onunla mücadele et" (en-Nahl, 16/125).
Görüldügü gibi, âyette, irsad için; hikmet, güzel ögüt ve cedel olmak üzere üç derece bulunmaktadir. Hikmet; düsüncede ve fiilde hakikate ulasmak demek olup, hakki arayan iyi niyetli kimselere uygulanir. Dogruyu kabul eden, fakat nefsinin arzularina uyanlara güzel nasihat ve bunlarin hiç birine sahip olmayanlara ise, durumuna göre cedel metodu uygulanacaktir (Bekir Topaloglu, Kelam Ilmi (Giris), Istanbul 1987, s. 87 vd.).
Mu'tezile ekolünün akaid konularindaki aklî yorum ve izahlarina karsi çikan ve özellikle nass'daki mütesabih (farkli anlayis ve yoruma müsait) ifadelerin te'viline siddetle muhalefet eden Selef âlimlerinin akaid sistemlerini su yedi temel prensip karakterize etmektedir:
1- Takdis: Cenab-i Allah'i sanina uygun düsmeyen seylerden tenzih etmek.
2- Tasdik: Kur'an-i Kerim ve hadislerde Allah'in isim ve sifatlari hakkinda nasil bir ifade kullanilmis ve ne söylenmisse, onlari oldugu gibi kabul etmek; yani, Allah'i bizzat kendisinin ve peygamberinin tanittigi gibi bilip tasdik etmek.
3- Aczini itiraf etmek: Bilhassa nass'ta geçen mütesabih ifadeler konusunda tevil ve yorum yapmadan, bu konuda aczini kabul etmek.
4- Sükût (susmak): Yine nass'ta geçen mütesabih ifadeleri anlamayanlarin, bunlar hakkinda soru sormayip susmalari.
5- Imsak (uzak tutma): Mütesabih ifadeler üzerinde yorum ve te'vilden kendini alikoymak.
6- Keff: Mütesabih olan hususlarla zihnen bile mesgul olmamak.
7- Ma'rifet ehlini teslim: Mütesabihe giren konulari bilmesi mümkün olan Hz. Peygamber, Sahabe, evliya ve mütehassis âlimlerin söylediklerini kabul ve tasdik etmek (Ismail Hakki Izmirli, Yeni Ilmi Kelam, Istanbul 1339/1341, I, s. 98 v.d.; Neset Çagatay - I. Agah Çubukçu, Islâm Mezhepleri Tarihi, Ankara 1976, s. 191).
Dördüncü hicrî yüzyildan sonra Selef inancini özellikle Hanbelî mezhebine bagli olan ulema devam ettirmistir. Selefiyenin müteahhirinini yani sonraki dönem temsilcilerini Ibn Teymiye (751/1350), Ibnül-Vezir (840/1436) ve Sevkânî (1250/1834) gibi alimler teskil eder.
Son derece muhafazakâr bir özellik gösteren Selef akidesi, halk tabakasi (avam) için en sade ve güvenilir bir yol olarak kabul edilmistir. Ancak çesitli felsefe ve kültürleri tanimis olanlar için, Selefin bu metodu yeterli görülmemis; bunlar için Ehl-i Sünnet kelamcilarinin metodu daha uygun bir yol olarak gösterilmistir.
Selefiyye mezhebi müstakil ve birlikli bir mezheptir. Ancak, konu ve meseleleri kisa (icmali) ve genis, teferruatla ele almalari bakimindan iki kisma ayrilabilir. Önceki, yani ilk dönem (Mütekaddimîn) Selefiye, icmal ile yetindikleri halde; daha sonraki (Müteahhirûn) Selefiye, tafsile önem vermistir. Selefiye mezhebine dair ilk bilinen eser Imam Ebu Hanife'nin Fikh-i Ekber'idir. Tafsile itina edenlerin basinda Ibn Teymiye bulunur. Selefiye mezhebine mensup olanlarin hepsi Ehl-i Sünnettendir (Ismail Hakki Izmirli, a.g.e., I, s. 105 v.d.).
Necip TAYLAN
SELEF VE SELEFILIK
EBUBEKIR SIFIL
Tarih içinde izine rastlanmadigi halde, günümüzde birçok firka ve fikir akimi dikkat çekmektedir. Modernistler, Reformistler, Ehl-i Kur'an (Kur'aniyyun, Mealciler) ve Islâm'in saf haline dönme iddiasinda bulunan Selefîler bunlardan baslicalaridir.
Günümüzde ilmin zayiflamasi ve dogru ile yanlisin birbirine karistirilmis olmasi sebebiyle bu tür akimlar, bazi iyi niyetli müslümanlarin aldanmasina, yanlis yollara sapmasina vesile olmaktadir.
Bu yazi, son dönemlerde ortaya çikan akimlardan biri olan Selefîligi kisaca tanitmak ve yanlisliklarini ortaya koymak maksadiyla kaleme alinmistir. Bu akimin görüsleri, temsilcileri ve onlarin tenkidi, hakkinda müstakil kitaplar yazilacak kadar ayrintili ve önemlidir. Biz burada sadece konuyu ana hatlari ile ele alacak ve kisa degerlendirmeler yapacagiz.
Selef kime denir?
Hz. Peygamber s.a.v.'in “En hayirli nesil benim dönemimde yasayanlardir. Sonra onlari izleyenler, sonra onlarin ardindan gelenlerdir.” (1) seklindeki hadisinde “en hayirli nesiller” olduklari haber verilen ilk üç kusaga Selef denir.
Bu ilk üç kusak, sirasiyla Sahabe, Tabiun ve Tebe-i Tabiîn'dir . Bunlar imanda, ilimde ve amelde bütün müslümanlar için örnek nesillerdir.
Sahabe kusagi, Hz . Peygamber s.a.v.'in vefatindan sonra Islâm'in biricik temsilcileri olarak yasamis, gerek Hicaz bölgesinde, gerekse fethedilen yeni bölgelerde Islâm'i hakkiyla teblig etmis, ögrenciler yetistirmislerdir. Kur'an'i, hadis-i serifleri ve Islâmî uygulamalari bütün müslümanlar Sahabe kanaliyla ögrenmistir. Bu sebeple Sahabe'nin Islâm ilim tarihinde oldugu kadar, iman, amel, edep, zühd, vera, takva ve ahlâkta da müstesna bir mevkii vardir.
Onlardan sonra gelen kusaga Tabiun denir. Bu kusak da Sahabe'nin dizinin dibinde yetismis, imani, ilmi ve ameli onlardan almistir. Bu kusaga Tabiun (izleyenler, tabi olanlar) denmesinin sebebi, Sahabe'ye uymakta gösterdikleri titizlik, ciddiyet ve özendir.
Sahabe'nin önemi, Kur'an'da hayirla yad edilmis olmalari, Hz . Peygamber s.a.v.'in yasantisinin ilk ve en önemli temsilcileri olmalari hasebiyle Islâm'i en dogru sekilde anlayip yasamanin kistasi olmalari... gibi hususlardan kaynaklanmaktadir. Tabiun'un önemi ise temelde su iki noktaya dayanmaktadir:
1. Islâm'i, Sahabe kusagindan, yani en dogru sekilde anlayip yasamis olan kusaktan ögrenmis olmalari.
2. Sahabe zamaninda rastlanmayan, sonradan karsilasilmis yabanci birçok fikir akimi, kültür ve inanç sekliyle ilk defa onlarin muhatap olmasi.
Basta felsefî akimlar ve Mu'tezile , Cebriye, Mürcie gibi bid'at firkalar olmak üzere pek çok kültür, inanç ve cereyan ilk defa Tabiun döneminde Islâm toplumuna girmis ve önemli fikrî ve akidevî sarsintilara sebebiyet vermistir.
Iste Tabiun nesline mensup büyük alimler, bu akimlarla mücadele ederek Sahabe'den devralinan sahih Islâm anlayisinin zedelenmeden yasamasina ve gelecek nesillere aktarilmasina sebep olmus ve çok büyük hizmette bulunmuslardir. Dolayisiyla Islâm'in özüne yabanci her türlü cereyan karsisinda nasil bir tavir takinacagimizi, Tabiun neslini örnek alarak tesbit etmekteyiz.
Tabiun dönemi, ayni zamanda fikhî mezheplerin temellerinin atildigi ve müstakil mezheplerin ortaya çiktigi dönem olarak da dikkat çeker. Bu dönemde yasamis olan Hasan-i Basrî , Süfyan -i Sevrî , Ibrahim en- Nehaî , Sa'bî ... gibi pek çok büyük alim, birer müçtehid olarak, müstakil mezhep sahibi idiler. Hanefî mezhebinin imami Ebû Hanîfe de bu kusaga mensuptu. (Allah hepsinden razi olsun)
Tabiun'dan sonra gelerek onlara ögrencilik etmis olan kusaga da Tebe-i Tabiîn veya Etbau't-Tabiîn (Tabiun neslini izleyenler) denir. Bu dönem de ilmî ihtisaslasmanin ya sandigi, hadis-i seriflerin yaygin olarak müstakil kitaplarda toplandigi, itikadî ve fikhî mezheplerin iyice yerlesip müesseselestigi bir zaman dilimidir.
Kisaca tanittigimiz bu üç nesil, gerek Kur'an ve Sünnet'te övgüye mahzar olmalari, gerekse sahih Islâm anlayisinin bize kadar kesintisiz olarak gelmesinde kilit rol üstlenmistir. Bu sebeple, daha sonraki asirlarda devamli olarak merkezî bir yer tutmus ve adeta dogru-yanlis ayriminin ölçüsü olarak algilanmistir.
Tarih boyunca Islâm toplumlarinda ne zaman bir sarsilma, gevseme ve bozulma görülmüsse, bu üç neslin temsil ettigi Islâm anlayisina dönüs gayretleri sayesinde toparlanma olmus ve dogru çizgi muhafaza edilmistir.
Bu sebeple “Selef-i Salihîn”, Islâm Ümmeti için vazgeçilmez bir nirengi noktasi ve ölçü olmustur.
Selefîlik nedir?
Selefilik, Islâm'i, yukarida tanittigimiz Selef-i Salihîn'in anlayip yasadigi gibi anlayip yasama iddiasinin vücut verdigi bir akimdir. Ilk defa Misir'da Cemaleddin Efganî ve ögrencisi Muhammed Abduh tarafindan baslatilan “ Islâmî islah” hareketi, daha sonra Selefîlik adiyla anilan zümrenin dogmasina kaynaklik etmistir.
Asagi yukari ayni dönemde bugünkü Suudi Arabistan'in sinirlari içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çikan ve Misir'daki hareket ile benzer söylemleri dillendiren Muhammed b. Abdilvehhab'in yürüttügü “ Vahhabîlik ” hareketine de daha sonra Selefîlik denmistir.
Bu iki hareket arasinda temelde önemli farkliliklar bulunmamakla birlikte, söz konusu iki akim su noktalarda birbirlerinden ayrilir:
1. Itikadî sahada Vahhabîler Kelâm mezheplerini kabul etmezler. Ehl-i Sünnet'in iki büyük kelâm alimi Ebu Mansur el-Maturidî ve Ebu'l-Hasan el-Es'arî Vahhabîler'e göre, saf Islâm akidesini kelamî deliller kullanmak ve akli nakle (ayet ve hadislere) hakem kilmak suretiyle bulandirmislardir. Özellikle mütesabih (2) ayet ve hadislerin Allah Tealâ'nin sanina ve yüceligine uygun olarak tevil edilmesine siddetle itiraz eden Vahhabîler, tasavvufa da ayni siddetle karsi çikarlar.
Efganî-Abduh çizgisi ise itikadî sahada kelâm alimlerinin kullandigi metoda temelde itiraz etmez; Felsefe, mantik ve kelâm gibi ilimleri reddetmez ve mütesabih ayet ve hadislerin, Allah Tealâ ile mahlukat arasinda benzerlik kurulmamasi için tevil edilmesi taraftaridir.
2. Vahhabîler, fikhî mezhep olarak Ibn Teymiyye ve ögrencisi Ibnu'l -Kayyim'in çizgisini izler. Diger mezhepleri ise istihsan, istislah, mesalih-i mürsele ... gibi delillere yer verdikleri için bid'atçilikle itham ederler.
Efganî-Abduh çizgisi ise genel olarak bir tek mezhebe mensubiyeti reddederek, bütün fikhî mezhepleri birlestirme egilimindedir.
Aralarindaki ihtilaflari kisaca zikrettigimiz bu iki cereyan, zaman içinde birbirine yaklasarak “Selefî” diye anilmislardir. Ortaya çikis döneminden günümüze dogru ilerledikçe, Selefîlik akiminin içine baska görüsler de katilmistir. Dolayisiyla “ Selefîlik ” dendigi zaman akla her ferdinin ayni sekilde düsündügü homojen bir gruptan ziyade, asagida zikredecegimiz görüsleri benimseyen kozmopolit bir kitle gelmektedir.
Selefîlerin görüsleri
Mütesabih ayet ve hadislerle ilgili görüsleri:
Selefîligin en bariz vasiflarindan birisi, mütesabih ayet ve hadisleri lugat anlamini esas alarak oldugu gibi kabul etmek seklinde kendisini göstermektedir.
Buna göre Kur'an'da ve hadislerde Allah Tealâ hakkinda zikredilen “el, yüz, gelme, oturma, inme, Ars'a istiva etme, gazaplanma, gülme...” gibi sifatlar, mahlukat hakkinda ne ifade ederse, Selefîler'e göre Allah Tealâ hakkinda da ayni seyi ifade eder.
Oysa Kur'an'da yer alan pek çok ayet, Allah Tealâ'nin bu gibi sifatlarini mahlukatin sifatlarina benzetmenin dogru olmadigini ortaya koymaktadir.
Her ilim dalinda, o sahanin mütehassislarinin söylediklerine itibar edilecegi açiktir. Bu gerçekten hareketle tefsir sahasinda müfessirler, hadis sahasinda muhaddisler , fikih sahasinda fukaha ve akaid sahasinda kelâm/akaid alimleri ne demisse ona itibar edilir. Ömrünü fikih ilminin meselelerine vakfetmis bir kimsenin akaid alaninda söyledikleri, bir akaid aliminin söyledikleri gibi degerlendirilmez. Yahut yillarini tefsir alaninda çalisarak geçirmis bir alimin, hadis ilminin derinlik ve inceliklerini bir hadis alimi kadar bilmesi beklenmemelidir.
Tasavvuf hakkindaki görüsleri:
Islâm dünyasinin bazi yerlerinde tasavvuf adi altinda sergilenen birtakim yanlis anlayi s, Selefîler'in tasavvufun özüne düsmanlik beslemesine gerekçe teskil etmistir. Oysa Ehl -i Sünnet ve'l -Cemaat'ten asla ayri düsünülemeyecek olan gerçek tasavvuf, Batinîlik, Hurûfîlik gibi sapik cereyanlardan uzaktir. Ehl-i Sünnet çizginin muhafazasinda ve yayilmasinda son derece büyük katkilari bulunan gerçek tasavvuf ehli, müslümanlarin kalbî ve ruhî hayatinin inkisafinda, ahlâkin güzellestirilmesinde ve erdemli fertlerin yetismesinde Sahabe döneminden itibaren izlenen yolu izlemis ve tamamen onlara uymustur. Gerek itikadî, gerekse amelî sahada gerçek tasavvuf büyüklerinin eserleri ve görüsleri ortadadir.
Taklid hakkindaki görüsleri:
Bir kisim Selefîler, fikhî meselelerde herhangi bir müçtehid imamin taklid edilmesine de siddetle karsi çikarak, bunun da kisiyi sirke ve küfre götürecegini iddia ederler. Bu iddialarini ispat için de birtakim ayet ve hadisleri delil olarak öne sürerler.
Oysa bu ayet ve hadislere yakindan bakildiginda taklidin haramligi iddiasina uygun hale getirmek için zorlama yoluyla tevil edildikleri görülür. Tipki tevessül konusunda oldugu gibi, taklidin haramligi konusunda da bu ümmetin tatbikati Selefîler'in iddialarinin geçersiz oldugunu gösteren en büyük delildir.
Hadis alimleri arasinda ittifakla dile getirilen bir husus vardir: Hadislerin sahih, hasen veya zayif oldugu konusunda hadis alimleri tarafindan verilen hükümler, onlarin kendi içtihadlarinin sonucudur. Dolayisiyla onlardan sonra gelen ve onlarin kitaplarinda yer alan hadisleri delil kabul edenler, onlarin bu hadislerin sihhati konusundaki içtihadlarini taklid etmis olmaktadirlar.
Bugün bizlerin, bizden bin ikiyüz, bin üçyüz sene önce yasamis hadis ravilerinin ahvalini ve durumlarini bilmemizin bir tek yolu vardir. O da hadis alimlerinin bu konudaki görüslerini bize nakleden kitaplara basvurmaktir. Su halde bizim, herhangi bir hadisin güvenilir olup olmadigi yolundaki degerlendirmemiz, tamamen hadis alimlerinin içtihadina dayanmaktadir ve bu da tamamiyla bir “taklid”dir. Her hususta Selef'e tabi olduklarini iddia eden Selefîler dahi bu konuda hadis alimlerini taklid eden birer “mukallid”dir.
Eger herhangi bir alimin bir görüsünü, delilini bilmeden kabul etmek demek olan taklid haramsa, bu harami Selefîler de islemektedir. Eger hadis alimlerinin hadislerin sihhati-zaafi konusundaki kanaatlerini taklid etmek caiz ise, müçtehid imamlarin fikhî konulardaki içtihadlarini taklid etmek niçin haram olsun?
Kiyas konusundaki görüsleri:
Günümüzde Selefîler olarak anilan grup içinde, kiyasin ser'î bir delil sayilamayacagini, çünkü kiyasin, “Allah'in dininde sahsi görüs ile hüküm vermek” oldugunu söyleyenler mevcuttur.
Oysa fikih usulü kitaplarinda ayrintili bir sekilde açiklandigi gibi, gerek Kur'an ayetleri, gerekse hadisler, vakia olarak sinirlidir ve insanligin karsilastigi her olayin hükmünün, ayetlerde ve hadislerde zikredilmis olmasi mümkün degildir. Kur'an ve Sünnet konusunda biraz malumati olan herkes bu noktayi kabul ve itiraf eder.
Su halde hükmü Kur'an ve Sünnet'te zikredilmeyen olaylar hakkinda yapilabilecek iki seçenek var. Ya bu olaylar hakkinda Islâm'in herhangi bir hükmünün ve açiklamasinin olmadigini söylemek, ya da karsilastigimiz olayin bizzat kendisi olmasa da, benzeri hakkinda Kur'an ve Sünnet'te yer alan bir hükmü, aralarindaki benzerlik dolayisiyla yeni olaya da tatbik etmek.
Bu seçeneklerden ilkinin dogru oldugunu söylemek, Islâm'in evrensel oldugunu, bütün zaman ve mekânlarin problemlerine çözüm getirme özelligini haiz bulundugunu inkâr etmek demektir.
Kiyas'i inkâr eden Ibn Hazm , bu iddiasi sebebiyle, birakalim bir “Islâm alimi”ni, akli basinda siradan bir kimsenin bile gülüp geçecegi seyler söylemistir. Mesela Kur'an ve Sünnet'de domuz etinin haram oldugu zikredilmistir. Ama domuzun yaginin haram olduguna dair ne Kur'an'da , ne de Sünnet'te herhangi bir hüküm yoktur. Sirf bu gerekçeyle Ibn Hazm, domuzun yaginin haram olmadigini söylemistir.
Iste kiyasin reddedilmesi sonucunda varilacak komik nokta budur.
Ehl-i Sünnet ne diyor?
Her ne kadar Selefîler, yukarida özetlemeye çalistigimiz görüslerinde Selef-i Salihîn'i örnek aldiklarini söylüyorsa da, bunun sadece bir iddia oldugunu söylemek durumundayiz. Esasinda mesela Imam-i Azam Ebu Hanife Hazretleri de Selef'tendir ve onun gerek itikadî, gerekse fikhî görüslerini benimsemek, gerçek Selefîliktir. Bu söyledigimiz diger büyük imamlar için de söz konusudur.
Ebu'l-Muzaffer el-Isferâînî , Ehl -i Sünnet ve'l-Cemaat'in itikadî çizgisini ortaya koyan özellikleri zikrettikten sonra söyle der:
“ Bilmis ol ki, Firka-i Naciye'nin (kurtulusa eren grubun) akaidinin özellikleri olarak zikrettigimiz bütün bu hususlar, imanin sihhati babinda bilinmesi gereken hususlardir. (...)
“ Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in itikadi olarak zikrettigimiz hususlarin hiç birisi hakkinda Safi'î ile Ebu Hanîfe; (Allah her ikisine de rahmet eylesin) arasinda herhangi bir ihtilaf yoktur. Sadece bu iki imam degil, Malik, Evzaî , Davud ez-Zahirî, Zührî , Leys b. Sa'd , Ahmed b. Hanbel , Süfyan es-Sevrî , Süfyân b. Uyeyne , Yahya b. Maîn , Ishak b. Rahuye , Muhammed b. Ishak el-Hanzalî , Muhammed b. Eslem et-Tûsî , Yahya b. Yahya en-Nisaburî , Hüseyin b. Fadl el-Becelî , Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Züfer b. Hüzeyl, Ebu Sevr ve Hicaz, Sam, Irak imamlari, Horasan ve Maveraunnehir imamlari gibi Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis'in tümü ile onlardan önce yasamis olan Sahabe, Tabiun ve Etbau't-Tabiîn de bütün bu konularda görüs birligi içindedir. Bu iki firka ( Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis) arasinda bütün bu konularda herhangi bir ihtilaf bulunmadigini tahkik etmek isteyenler, Ebu Hanîfe'nin Kelâm sahasinda yazdigi Kitabu'l-Âlim (ve'l-Müte'allim)'e, el-Fikhu'l-Ekber'e (...) ve Osman el-Bettî'ye yazdigi (...) el-Vasiyye'sine baksin. Keza Safiî'nin yazdigi eserlere baksin. Bu ikisinin mezhebi arasinda herhangi bir farklilik bulamayacaktir.
“Bütün bu imamlardan, burada zikrettigimiz hususlar ile çelisik olarak nakledilen görüslerin tümü, bid'atçilerin, kendi mezheplerini güzel ve dogru göstermek için uydurdugu yalanlardir. (...) Bu kimseler, Ehl-i Sünnet'in kiliçlarindan korktuklari için kendi habis akidelerini ihtiva eden sözleri Ebu Hanîfe'ye nisbet etmis ve onun arkasina gizlenmislerdir....” (et-Tabsîr fi'd-Dîn, s. 113-114)
Bu ifadeler bize sunu göstermektedir: Selefîler'in “Selef” anlayisi ile gerçek Selef arasinda büyük farklilik var. Dolayisiyla adina Selefîlik denen akim, her ne kadar Selef'in anlayis ve uygulamalarini esas aldigini söylüyorsa da, aslinda Selef'in anlayis ve uygulamalariyla bagdastirilmasi hayli zor olan fikirler benimsemistir. Onlarin reddedici, dislayici, kati ve tekelci anlayisi, ne “Ehl-i Sünnet-i Hâssa” dedigimiz Selef'te, ne de “ Ehl-i Sünnet-i Âmme” dedigimiz Halef'te görülür.
1 Basta Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis alimi tarafindan rivayet edilmistir.
2 “Allah Teala'nin eli, yüzü, gelmesi, gülmesi, gazaplanmasi , Ars'a istiva etmesi...” gibi ilk bakista mahlukata ait özellikler ile benzerlik arz eden, ancak mahiyet olarak farkli olan hususlarin zikredildigi ayet ve hadisler.
Tarih boyunca haklarında çok şey yazılıp çizilen bir grup Selefiler.
Nice akademik çalışmalar yapılmış, nice kitaplar yazılmış Selefilik üzerinde. Bu defa Amerika'da hapishanelere gönüllü olarak giden ve oradaki Müslümanların dini ihtiyaçlarını karşılama, onlara yardımcı olma, destek verme amacını güden bazı kişilerin oralarda karşılaştıkları Selefilerden hareketle sordukları bir soruya cevap vereceğim. Türkiye'deki okuyucuları hangi ölçüde alakadar eder bu yazacaklarım bilmiyorum ama en azından bildiklerini tekrar hatırlama ihtimalini değerlendirebilirler.
Yazımın başlığına "Keşke Selefiler Selefi olsaydı!" dedim; çünkü Selefiliğin sözlük ve ıstılahi manası bana bunu dedirtiyor. Özellikle Selefi doktrinini ortaya koyan erken dönem ulemanın düşüncelerine baktığımızda keşke kelimesi bile yetersiz kalır. Buraya kadar yazdığım satırlardan iki hususu çok net bir şekilde çıkartmış olmanız lazım. Bir; bir doktrin, bir düşünce, bir ekol ve bir hayat tarzı olarak Selefilik teorik manada ürkülecek korkulacak bir şey değil. İki; ama tarihi süreç içinde Selefilik erken dönemlerin safi zemininden başka bir zemine kaymış veya kaydırılmış-kaydırılmış sözünü bir kenara not edin; yazının sonunda bir cümle ile bile olsa bir hususa temas edeceğim- ve zahirilikle Selefilik arasında ne fark, var sorusunu sorduracak ölçüde mahiyet-i aslisinden uzaklaşmıştır.
Şimdi bu iki noktayı açalım. Önce; Selefilik neden korkulacak bir şey değildir, sorusunun cevabını arayalım. Selefilik, kitap ve sünnet çerçevesinde hüküm verme, sahabe ve tabiin'in yolundan gitme demektir. Müslüman devletlerin topraklarının genişlemesi, farklı coğrafyalarda farklı kültürlerle karşılaşılması sonucu özden uzaklaşmaların yaşandığı dönemde ortaya atılan ve kelimenin tam anlamıyla 'öze dönüş' diye tarif edebileceğimiz bir yola isim olan Selefiliğe hayır diyecek sanırım hiç kimse yoktur.
Pekâlâ, Kur'an ve sünnet ekseninde hüküm verme, sahabe ve tabiin'e tabii olma nasıl olacak? Elbette; usul ilminin ortaya koyduğu ilke ve prensiplerle. O zaman, bir mezhep, meşrep değil de ana bünyeyi ifade eder manada kullandığımız ehl-i sünnetten ne farkı var bu yaklaşımın? El-cevap; hiç bir farkı yok; zaten farkı olmadığı için keşke Selefiler Selefi olsa dedim. Nitekim, bu düşünceyi ortaya atan ve uygulayan Cafer b. Sadık'tan İ. Şafii'ye, Ahmed b. Hanbel'e kadar herkese "Selefi" denmesinin ve daha sonraki dönemlerde "Selefin yoluna dönüş" derken hep bu zatların isimlerinin verilmesinin sebebi de bu.
Fakat; yukarıda 'iki' diyerek ifade etmeye çalıştığımız tarihi süreçte iş çığırından çıkmış; ilim cehlin eline düşünce kalem de cahilin eline geçmiş ve kalem gözyaşlarını mürekkep şeklinde kâğıtlara dökerek öyle bir feryat etmiş ki aradan geçen 14 asra rağmen biz o gözyaşlarını okuyor; okumak ne kelime Amerika'da bile yaşıyoruz.
Ne olmuş? Usulden uzaklaşılmış. Ayet ve hadislerin zahiri manaları ile fetvalar verilmeye başlanmış ki zahirilikle Selefiliğin kesiştiği yer de zaten burasıdır. Dini muhafaza edeceğiz düşüncesiyle Efendimiz (sas) döneminde olmayan her şey bid'at ilan edilmiş. Ayet ve hadisler sebeb-i nüzul ve vürud'dan bağımsız ele alınarak yorumlanmış ve muhalefet edenler şirkle itham edilmiş. İktidarın desteğini aldıkları dönemlerde kendi düşünceleri istikametinde çoğunluğu teşkil eden sessiz kitleye rağmen toplumsal çapta icraatta bulunmuşlar, gayri meşruşiddet uygulamaya kadar gidilmiş. Nitekim 1979 Kâbe baskınını gerçekleştiren Cüheyman el-Uteybi ve cemaati de Selefi değil miydi?
Bir kenara not edin dediğim hususa gelince; 19. asırda Osmanlı'nın yıkılışı öncesi yeni dünya düzenini "böl-parçala-yut" ya da "parçala ve yönet" mantığı üzerine kuran ve başarılı olan dünya, Selefilerin yeniden zuhurunda acaba ne kadar pay sahibiydi? Yoksa şimdi kader adalet ediyor da, bizzat verdikleri desteklerle güçlenen akım, daha aşırı bir raddeye gidip radikalizme dayelik yapıyor olmasın.
Sizin Kur'an'dan ders almadığınız aşikâr... Üzerine bastığınız toprakların bir cilvesi mi ya da o toprakların sefih tihniyetinin size sirayet etmiş olduğu mu bilinmez ancak ihtiras, dünyalık arzu ve emeller için kardeşlerinin canına kasteden bir zihniyetin temsilcisi oldunuz...
06 Temmuz 2013 Cumartesi - 04:01
Yazıma başlarken şu hususu belirtmek isterim ki samimi olarak Selef-i Salihinin yolunu sürdüren kendilerini “Selefi” diye adlandıran kardeşlerimi tenzih ederek ve onların affına sığınarak yazdıklarımı bir kardeşlerinin “yürek yanması ve yeter artık çığlığı!” olarak kabul etmeleri dileğiyle… Yazıyı hazırlarken saat 23.30, Kahire Adeviyye Meydanındaki coşku ve direniş; darbecilere, darbe meraklılarına, İslam düşmanlarına ve dünya küfrüne verilen güzel bir mesaj… İnşallah bu direnişin gerçek zaferi getirmesini Yüce Rabbimizden dileyerek…
Konu Müslümanlar olunca Allah Resulu’nun 1400 yıl önceden ifade ettiği gibi “Küfür tek millettir.” Hadisinin ışığında tekrar tekrar “Sadakte ya Resulullah” diyoruz. Küfür; inkâr, red, örtmek, nankörlük anlamlarına gelmektedir. Herkes bu itikadi durumdan alçaklığına ve ihanetine göre bir anlam kazanmaktadır.
ABD, AB, AP, NATO olayı darbe olarak nitelendirmediği gibi olayla ilgili en erken bir vakitte demokrasiye geçişin hızlanmasını temenni etmeleri ne yaman çelişki değil mi? Mursi ve İhvan darbe ile gelmişti de halk onları uzaklaştırarak demokrasi (!) getiriyordu. Tahrif daima kelimeler ve anlamları üzerinden başlar.
“ Ey inananlar! Siz sizden olmayanları dost edinmeyin” ayeti, Allah Resulu’nun “ Kişi sevdiğiyle beraberdir.” Hadisi; Hz. Ali’nin “Arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” Sözü ve daha birçok uyarı, halkı Müslüman ancak kendileri halklarına ve inançlarına hain “Suud, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Satılmış Abbas ve 2008 Furkan Savaşına ancak gözyaşı ile destek olan Zelil Arap Birliği”nin bu olay üzerine sergiledikleri tavır bizleri yanıltmadı. Her zaman ki saflarında; “ihanet ve zillet” tarafında yer aldılar.
Bu ülkelerin yöneticilerinin durduğu yeri anlamak bir noktaya kadar mümkün ancak kendilerini “Selefi” olarak adlandıran “Nur Partisi”ni anlamak mümkün değil. Kendilerini Asr-ı Saadete ve onun güzide sahabesine dayandıranların durdukları yere bakıldığında; Allah’tan utanmayan bu zavallı Müslüman müsveddelerinin uzattıkları sözüm ona Peygamber sünneti sakallarını, yarından tezi yok sinekkaydı tıraş etmeleri, başlarına iffetli bacılarımızın tesettürünü, altlarına da etek giymeleri belki İslam nezdinde olmasa da insanlık nezdinde “korkmak bir mazeret” diye bu tavırları (Sisi’nin darbe açıklamasındaki duruşları) mazur görülecektir.
Sizler, biz Müslümanlara, “ Küfür, cihad, şahadet, Büyük Şeytan” edebiyatı yapanlar; ne zamandan beri Selef-i Salihinin yolunda olmak, Müslümanlara karşı küfre yardakçı ve yalaka olmaktır? Ne zamandan beri sahabe anlaşamadığı diğer bir kardeşine karşı İslam düşmanlarıyla işbirliği yapıp onları alaşağı ettikten sonra yerlerine gayri müslimleri iktidara taşımıştır. Selefilik, ne zamandan beri ABD ve İsrail’le aynı mekânda saf tutmanın adı olmuştur?
Ey Sisi’ye, onun şahsında onun efendilerine uşak olan Selefiliği sakal bırakmak ve şekilden ibaret gören çakma, Çin imalatı sahte Selefiler! Allah’ın ayetlerini Suud ve BAE’ye ne kadar bedel karşılığında feda ettiniz?
Siz, Müslümanların pak ve mukaddes kan ve terleri üzerinden ABD, İsrail ve onun işbirlikçileriyle hangi pazarlıkları yaptınız?
Siz ey Selefi Müslümanların yüz karası çakmalar! Şam Bölgesinin kutsallığı ve önemi üzerine güzelleme ve koçaklama dizenler! Oralarda Cihad Allah’ın bir emri de sizin desteklediğiniz darbe ve onun uşaklarının ilk icraatı; Müslümanların pak kanını akıtmak ve Refah Sınır Kapısını kapatarak Gazzeli kardeşlerimizi açlık ve ölümle terbiye etmek, sizin ve Cihad anlayışınızın hangi ilkesini oluşturmaktadır?
Hani sizin Şam Bölgesinin kutsallığı üzerine edebiyatınız nerede? Hani sizin için Filistin toprağının kutsallığı? Gözünüz aydın “darbenizin” ertesi günü ilk ziyaretçiniz İsrail güvenlik ekibinden dostlarınız pardon düşmanlarınız oldu.
Sizler İnsanlara,“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez…” hadisini tekrarlar ve teorisini öğreten değil midiniz? Bize Hz. Hüseyin, İmam Azam’ın, Ahmed bin Hanbel’in zalime ve zulmün idaresine başkaldırısından dem vuran ikiyüzlüler! Hangi nass size bu zilleti emretti?
Sizin Kur’an’dan ders almadığınız aşikâr… Üzerine bastığınız toprakların bir cilvesi mi ya da o toprakların sefih tihniyetinin size sirayet etmiş olduğu mu bilinmez ancak ihtiras, dünyalık arzu ve emeller için kardeşlerinin canına kasteden bir zihniyetin temsilcisi oldunuz… Hani O zihniyet ki binlerce yıl önce “bir Yusuf’a” kastetti, siz ise bugün “yüz binlerce Yusuf’a”kastediyor onlara kuyuları ve makberleri reva görüyorsunuz.
Evet, size biçilen rolü tamamladığınız düşüncesiyle liderlerinizden Partiniz Genel Sekreteri Celal Merre yaptığı yazılı açıklamada, “Darbenin bir numarası Genelkurmay Başkanı Sisi'nin açıklamalarını Mısır'ı kaostan kurtarmak için diğer kesimlerle beraber onayladığını, birçok kesimin uzlaşma çabalarına cevap verilmemesiyle beraber Mısır'ın yaşadığı durumlar sebebiyle bu kararı aldığını Erken cumhurbaşkanlığı seçimleri uygulaması durumunu biz yapmadık, onu başkaları yaptı. Biz Mısır'ın emniyeti ve kan dökülmemesi için hareket ettik." Diyerek günah çıkarmaya çalışmıştır. Üzülmesin gelişine destek verdiği Adli Mansur ona “günah çıkarmanın” ne kadar basit ve ucuz olduğunu öğretecektir.
Allah sizleri ıslah etsin ve tekrar kendi ipi etrafında bir araya gelmeyi bizlere nasip eylesin…(AHMEDSAİDİ)
EDİTÖR NOTU: Selefilerin önde gelen davetçilerinden Muhammed Hassan, Muhammed Hüseyin Yakub ve Ebu İshal El Huveyni'den ordu darbeyi destekleyen tv konuşması yapmalarını istemiş, reddetmişler. Rabiatu'l Adeviye'de Mursi'yi destekliyorlar.Ayrıca Selefilerin CB adayı Hazım Salah Ebu İsmail gözaltına alındı darbeye karşı çıktığı ve Mursi'yi desteklediği için..
Selefiler hakkında bilgi verir misiniz? Şu andaki Selefiliğin kurucusu kimdir? İmamı Azam'a hakaret ediyorlar, mezhep imamlarını kabul etmiyorlar...
Kullanıcı:
Sorularlaislamiyet.com
| Tarih:
Sa, 04/10/2011 - 00:00
Değerli kardeşimiz;
Sözlük anlamı itibariyle, önceden yaşayan, daha önce gelen anlamında olan Selefkelimesi, İslam literatüründe, kavram olarak İslam’ın ilk dönemlerinde yaşayan, kendilerine göre metotları ve görüşleri olan ilim adamlarıdır. Daha sonra yaşadığı halde aynı metotları benimseyen ve aynı görüşleri paylaşan âlimlere de Selefiyyedenmektedir. İlk dönem Selef âlimlerini diğerlerinden ayırmak için onlaramütekaddimun selef (ilk dönem selef), diğerlerine de müteahhirun selefdenmektedir.
Ehl-i Sünnet olarak bilinen gurupta yer alan alimler de, Selef ve halef olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İtikatta Eş’arî mezhebinin kurulmasından önceki alimlereSelef, daha sonra gelenlere ise Halef adı verilmiştir.
Aralarındaki en belirgin fark şudur: Selef alimleri, metafizik âlemle ilgili nasların/Kur’an ve hadis metinlerinin yorumlanmasını doğru bulmamaktadır. Onları olduğu gibi kabul edip hakikatini Allah’a havale ederler. Akılla bu konularda hüküm koymanın gerçeği karşılamayacağını savunurlar.
Halef alimlerinin ise, Ebu’l-Hasan el-Eşarî’den itibaren başladığını söyleyebiliriz. Bu zat kelamcı olduğu için, halef âlimlerinin teşkil ettiği ilk gruplar daha çok kelamcı olanlardı. Bunlara göre, eski zaman insanlarında var olan saf ve temiz duygular ve de teslimiyet duyguları yıprandığı için, özellikle filozof ve batıl gruplardaki kimselerin ortaya attıkları yanlış düşüncelerine cevap vermek için onların silahını kullanmak, akla karşı aklı çıkarmak ve müteşabih olan nasları akla yaklaştırmak için, yorumlama metodunu kullanmanın gerekli olduğunu savunurlar.
Ancak günümüzde var olan ve Vehhabilik denilen bir akım da Selefilikiddiasındadır. İki yüz yıllık bir maziye sahip olan bu akımın kurucusu Abdulvahhab isminde bir zat olduğu için bunlara Vehhabi adı verilmiştir. Bunlar da Müslümandır. Ancak, zaman ve zemini nazara almadıkları için bir çok yanlışlara giriyor ve onlardan bazıları -bizzat Seleften olan- İmam-ı Azam, İmam Malik ve İmam Şafinin mezheplerini de doğru bulmuyorlar. Rastgele Müslümanları şirkle itham ediyorlar. İmam Ahmed’in ve İbn Teymiye’nin bazı görüşlerini kendilerine uygun buldukları için, bunları kendilerine imam olarak kabul ediyor ve Hanbeli mezhebine bağlı olduklarını iddia ederken, diğer yandan herhangi bir mezhebe bağlı olmanın doğru olmadığını ileri sürmektedirler.
Biz, Müslüman olan bu insanları asla tekfir etmeyiz. Fakat gördüğümüz yanlışlarını ilmi olarak düzeltmeye çalışacağız. Çünkü biz, muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yoktur.
Akademik Ortadoğu dergisinin 14. sayısında, Türkiye’de daha çok ilahiyat fakültelerinde kısmen ele alınan selefi hareketin siyasi boyutlarını ele alan bir yazı yayımlandı. Birol Akgün ve Gökhan Bozbaş tarafından kaleme alınan “Arap Dünyasında Siyasi Selefizm ve Mısır Örneği” başlıklı alabildiğine yoğun ve kapsamlı yazı Arap dünyasındaki toplumsal hareketleri anlamak bakımından son derece önemli
Asım Öz/ Dünya Bülteni - Kültür Servisi
Selefilik meselesi gerek Türkiye'de gerekse dünyada İslâmi hareketlere ilişkin değerlendirmelerin merkezinde yer alan konuların başında gelir. Medyanın da etkisiyle çoğu zaman olumsuz bir şekilde ele alınan Selefiler Ortadoğu'da yaşanmakta olan değişim sürecinde Müslüman Kardeşler hareketiyle birlikte öne çıkan ikinci aktör oldu. Selefi grupların partileşerek siyasal sisteme dahil olmaları konusunda Batı dünyasının bakışı açısının genellikle olumsuz olduğunun görülmesi aynı zamanda Selefiler konusundaki yerleşik algının kemikleşmesini de sağladı. Oysa içinde yaşadıkları ülkelerdeki mevcut siyasi yapıları İslam dışı gören ve bundan dolayı var olan sistem içinde aktif siyaset yapmayı "haram" telakki eden bu hareketlerin hangi saiklerle partileştikleri üzerinde durulması, toplumsal hareketlerin evrimini veya yaşadıkları değişimi siyasi olanı ihmal etmeksizin dikkate almak bakımından daha kuşatıcı analizleri mümkün kılabilirdi.
ARAP DÜNYASINDA SİYASİ SELEFİZM
Tunus, Mısır ve Libya gibi ülkelerde Selefi yapıların siyasi parti kurarak seçimlere katılmaları, Yemen ve Suriye'de var olan rejimlere karşı direniş safhasında yer almaları, İslamî değerleri aşağılayan kültürel göstergelere karşında tepki göstermeleri onları siyasi bir aktör olarak gündemin ilk sıralarına yerleştirdi. Batı tarafından Arap dünyasındaki "aşırı muhafazakâr İslâmcılar" olarak etiketlenen Selefi hareketlerin siyaset, sosyoloji ve uluslar arası ilişkiler açısından yeterince incelenmediği fakat fazla miktarda kanaatlerin serdedildiğini biliyoruz. Akademik Ortadoğu dergisinde, Türkiye'de daha çok ilahiyat fakültelerinde kısmen ele alınan selefi hareketin siyasi boyutlarını ele alan bir yazı yayımlandı. Birol Akgün ve Gökhan Bozbaş tarafından kaleme alınan "Arap Dünyasında Siyasi Selefizm ve Mısır Örneği" başlıklı alabildiğine yoğun ve kapsamlı yazı Arap dünyasındaki toplumsal hareketleri anlamak bakımından son derece önemli. İlmi Selefilikten, cihadi Selefiliğe, siyaset karşıtlığından siyasi aktörlüğe uzanan boyutlarıyla bu meseleyi sistematikleştirmenin güçlükleri hatırlandığında yazının değeri daha iyi anlaşılacaktır. Öte yandan İslâmcılığın Ortadoğu serencamına dair geliştirilen tezlerin özet ve yoğun bir sunumu olarak da okunabilir bu yazı. Özellikle Türkiye'deki mevcut düşünce ortamı dikkate alındığında kavramsallaştırma konusunda bile çok kolay anlaşılabilir bir olgu olmadığını söyleyebiliriz Selefi anlayışın.
Yazıda önce Selefi anlayışın nasıl oluştuğu, önemli temsilcilerinin kim/ler olduğu, Vehhâbilikle aralarındaki farkların neler olduğu, Selefi anlayıştan kısmen kopan Müslüman Kardeşler ile aralarındaki görüş ayrılıkları veya paralelleşmeleri üzerinde durulmaktadır. Bilindiği üzere Selefi hareket genel olarak Müslümanların ilk üç kuşağının sahip olduğu dini telakkiye dönüşü savunmaktadır. Bu bağlamda konu ele alınırken öncelikle sömürgecilikle belirginleşen modern zamanlar üzerinde durulması gerekmektedir. Çünkü Müslüman dünyanın modern zamanlarda yaşadığı sıkıntılar "Yeni Selefilik" olarak adlandırılan bir anlayışın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Fakat bu dönemde ortaya çıkan isimlerin görüşlerini değerlendirirken birtakım konularda Selefilik içinde değerlendirilmesi hususunda sıkıntılar yaşandığından dolayı bu isimlerin yaklaşımları "Modernist dönem" alt başlığı altında yapılmaktadır. Ne var ki, bu dönem isimlerinin ele alınmasında bile klasik Selefilikle, tafsil devri veya Müslüman toplumda ortaya çıkan siyasi ve sosyal yozlaşmaya tepki mahiyetinde olan Vehhabi hareketi çoğu durumda "belirleyici" olmaktadır. Modern dönemin öne çıkan isimleri arasında yer alan Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza hurafe karşıtlığı yanında kaynaklara dönüşü savunmuş fakat siyasi düzlemde ümmet perspektifini canlı tutmak için çaba sarf etmişlerdir. Elbette her üç ismin hayatında farklı anlayışların öne çıktığı da görülmüştür. Gene üç ismin bazı yazılarında ümmet ve kavim kavramlarının birbirinin karşıtı olarak kullanılmadığını gösteren örnekler bulunmaktadır.
Yazarlar, Selefi hareket veya anlayışın Müslümanların kültürel tarihinde yaşanan karşılaşmalarla ilişkili olduğunu ifade ediyor. Yunan kültürü ile karşılaşma safhasında ortaya çıkan Selefi anlayış, İbn Teymiye döneminde Moğol istilasına cevap üretmek durumunda kalmıştır. İslam dünyasının sömürgeleştirilmeye çalışıldığı on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan Afganî ve Abduh bir başka karşılaşmaya tanıklık etmiştir. Son yirmi yılda özellikle 1991 sonrasında ABD öncülüğündeki batılı güçlerin Irak'a dönük askeri operasyonlar yapmış olması ile Selefi anlayış yeniden gündeme gelmiş ve küreselleşme sürecinin araçları olan iletişim devrimiyle hız kazanmıştır. Dolayısıyla Selefiliği gerek Müslüman toplumlar içindeki marazlar gerekse sömürgecilik, işgal gibi dış hareketlere karşı verilen ortak bir tepki olarak da düşünmek mümkün.
Selefi anlayışın farklı tarihlerde tekrar ederek ortaya çıkmasını yaygınlaşmasını anlamak bakımından şu ifadeler dikkatle okunmalıdır: "Selefi düşünce ve hareketleri daha çok İslam toplumlarının, özellikle de Arap halklarının, dış dünyadan gelen doğrudan gelen saldırılar karşısında veya güçlü kültürlerle karşılaşma anlarında kendi İslami hayat tarzlarını ve kimliklerini korumak için geliştirdikleri reflektif bir dini ve siyasi tavır olarak görmek mümkündür. Buradaki temel amaç, tehdit olarak görülen güçle doğrudan yüzleşmek yerine kendini içe kapatarak varlığını, kimliğini ve geleneğini olduğu gibi korumaktır. Bu çerçevede Selefilik özünde şiddet içermeyen bir dini akımdır. Ancak içine kapandığı ortamın dahi korkulan güç tarafından açıkça tehdit edilmeye başlaması durumunda bu tür kapalı grupların varlıklarını koruma adına düşmanına karşı nihilist şiddete başvurmaları tarih boyunca farklı dini/kültürel geleneklerde de görülen bir durumdur."
SELEFİLİK VE VEHHÂBİLİK
Yirminci yüzyılda kendilerini Muvahhidun olarak tanımlayan fakat muhaliflerince Vehhâbi olarak adlandırılan Muhammed b. Abdülvehhab kaynaklı hareket daha çok Suudi yönetimiyle ilişkileri çerçevesinde gündeme gelmiştir. Oldukça bereketli tartışmalara sebep olan Vehhâbilik tartışması hem ıslahat boyutu hem de siyasi boyutundan dolayı "resmi ideoloji" işlevi görmüştür. Bu süreçte Vehhâbilerin Arap dünyası dışına ulaşan dini ve siyasi düşünceleri karşısında Osmanlı yönetiminin verdiği cevaplar sadece askeri olmamıştır. Vehhâbiliğin reddine dönük kaleme alınan risaleler bu 'ideolojik savaşın' bir göstergesidir. Dolayısıyla meseleyi zihniyet düzleminde ele aldığımızda Türkiye'de 1960 sonrasında gündeme gelen pejoratif olduğu kadar soğuk savaş diline uygun "vehhâbi" ifadesinin bu yıllardan beslendiğini ve günümüze kadar devam ettiğini söylemek mümkün olmaktadır.
1920'li yılların ortalarından itibaren Vehhâbilikle modern selefi akımın bir araya gelişiyle yeniden ihya hareketinin hız kazandığını belirten makale yazarları Vehhâbi alimlerin öğretilerinin Müslüman dünyanın değişik bölgelerine yayılmaya başlaması konusunu ele alırken değişen uluslar arası konjonktürün mutlaka dikkate alınması gerektiğini ifade ediyorlar. Bu dönemde her ikisi de aynı veya benzer kaynaktan beslenen Vehhâbi ve Selefî ulemanın yolları kesişmiştir. Sözgelimi Reşid Rıza Menar dergisinde Vehhaâbiler hakkında olumlu değerlendirmelerde bulunmuştur. İbn Suud ise Müslüman dünyada giderek yaygın bir okur kitlesine ulaşan Menar dergisinde kendi reklamını yapma fırsatını yakalamıştır: "Bu dönemde İslâm'ın olmazsa olmazı olan halifelik makamı, yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti tarafından kaldırılmış ve İslam ümmeti bir nevi başsız kalmıştır. Bunun yanında Türkiye'de kurulmuş olan laik rejimin İslâmî yaşantıya ve kurumlara karşı takındığı tavır ve aynı doğrultuda Arap dünyasının diğer bölgelerinde yaşanmakta olan benzer eğilimler, modernist Selefi düşünürleri ve çevrelerinin tüm dikkatlerini kendisi de yeni kurulmakta olan ve dönemin tek İslâm devleti olduğu iddiasında bulunan Suûdî Arabistan'a yöneltmiştir."
İşte tam bu noktada akla şu sorular gelmektedir: Selefi düşünürler Vehhâbilik akımını dolayısıyla Suudi Arabistan yönetimini kayıtsızca desteklemişler midir? Ya da Selefilik Suûd politikalarının başka memleketlere yayılmasına aracı mı olmuştur? Devrin uluslar arası siyasi aktörleri bu konuda nasıl bir tavır geliştirmişlerdir? Yazarlar son soru hakkında herhangi bir şey söylemeseler de Selefi düşünürlerin Suud yönetimini kayıtsızca desteklemek olmadığının altını çizerek şu yorumu yapıyorlar: "Onların gayesi Suûdi Arabistan'ı Batılı güçler tarafından sömürülen Müslüman alemi içerisinde tek İslâm devleti olarak yüceltmek iken, Suûdi Arabistan yönetimi de izlediği politikalarında içerideki Vehhâbi ulemaya ve Arap milliyetçilerine mukâyeseyle dış dünyayı tanıyan özellikle modernist Selefî aydınların kullandıkları argümanlardan azamî derecede faydalanmıştır. Burada, asırlardır mezhep kavgaları ile uğraşan Müslümanların ilke olarak orijinale( sahih kaynaklara) ulaşma veya dönme duygusunun da hareketin yayılmasındaki etkisi unutulmamalıdır. İslâm âleminde etkin olmak isteyen Suûdî Arabistan için, içerisinde Vehhâbilik gibi toleranssız ve lokal nitelikteki düşünce yapısına göre daha evrensel bir dil kullanan bu tür aydınların düşünceleri kendi dış politikaları için daha uygun bulunmuştur. Böylelikle Suûdî yönetimi, dış siyasette bu düşünürlerin çizgisinde izlediği daha hoşgörülü politikalara karşın, iç siyasette her türlü resim, heykel ve tütün yasağı gibi uygulamalarla Vehhâbi öğretilerini takip etmeye çalışmış; böylece iki tarafın da gönlünü almaya gayret etmiştir."
1954 yılında Mısır'da Müslüman Kardeşlerin her türlü faaliyetinin yasaklanmış olması hareket mensuplarının Katar, Ürdün, Suriye, Kuveyt ve çoğunlukla da Suûdi Arabistan'a göçünün ortaya çıkardığı sonuçlar düşünsel ve siyasal gelişmeleri anlamak bakımından son derece önemlidir. Suûdi Arabistan'a yerleşen Müslüman Kardeşler hareketi mensupları üzerinde Vehhâbî bir etki oluşmuştur. Buna mukabil, bu ülkedeki Vehhâbi tekelin kırılmasına neden olmuştur. Mısır'da ise Müslüman Kardeşlerin eğitim alanında bıraktığı boşluğu Selefîler doldurmuştur. Nâsır, Müslüman Kardeşlere dönük sindirme politikalarını meşrulaştırırken Selefilerden mümkün mertebe yararlanmıştır. Kuşkusuz bunda Selefilerin iktidara karşı pasif bir duruş sergilemeleri etkili olmuştur.
Mısır'da yaşan deneyimler özellikle de 1967 İsrail yenilgisi sonrasında Suûdî Arabistan'ın Selefî düşünce mensubu yazarların eserlerinin başka dillere tercüme edilmesi yönündeki gayretleri Vehhâbilikle Selefiliğin birbirinin yerine ikame edilmesi sonucunu ortaya çıkarmıştır. Diğer taraftan, doksanlı yıllarda Vehhâbi alimlerden İbn Baz'ın ülkenin siyasi menfaatleri gerekçesiyle, Suudi Arabistan'da Müslüman olmayan askerlerin konuşlandırılmasına cevaz veren fetvasının akabinde bugün cihatçılar olarak bilinen Vehhâbi/Selefi grup ortaya çıkmıştır. Siyasi tavır konusundaki benzer gelişmeler Mısır'da da yaşanmıştır. Enver Sedat döneminin açık kapı politikası Müslüman Kardeşleri güçlendirirken aynı zamanda Selefilerle var olan ayrımları da derinleştirmiştir. Özellikle doksanlı yıllarda Müslüman Kardeşlerin "yeniden İslâmi Mısır" sloganı ile seçimlere katılmasının ardından Hüsnü Mübarek, Nâsır döneminde olduğu gibi Selefî pasifist eğilimli İslâmî akımların önünü açmıştır. İktidar karşısında koşulsuz itaati salık veren, seçimlere katılmayı reddeden İskenderiye kaynaklı Ensar es-Sünne cemaatinin hareket ve etki alanlarının genişlemesine göz yumulması bu çerçevede hatırlanabilir.
MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE SELEFİLİK İLİŞKİSİ
Uluslar arası bir karakter kazanan ve sömürgecilik dönemi akabinde pek çok Müslüman toplumda taraftar bulan Müslüman Kardeşler hareketinin Selefilikle ilişkisi makalede ele alınan konulardan bir diğeri. Hasan el-Benna'nın kurduğu hareket kimi araştırmacılar tarafından "neo-Selefilik" olarak adlandırılmıştır. Bu adlandırmada, Bennâ'nın Abduh'un içtihat vurgusunu, Reşit Rıza'nın muhafazakârlığını ve Afgânî'nin siyasi aktivizmini benimsediği şeklindeki çıkarımlar etkili olmuştur. Ne var ki bu benzerlikler, Müslüman Kardeşler hareketini Selefi çizgide değerlendirmek için yeterli değildir. Her iki yapı yahut anlayış arasında ciddi farklılıklar bulunmaktadır: " Birincisi, Bennâ, mezheplere ve İslâm'da var olan diğer birçok farklı anlayış ve fırkaya karşı değildi. Hâlbuki klâsik Selefî anlayış mezhepçiliği reddetmekte idi. İkincisi ise; ilk dönem Müslüman Kardeşler'in farklı fikir ve ideolojilere de açık olması ve geleneksel Selefî anlayışta var olan,Kur'an ve Sünnet dışındaki her türlü dini kaynağın reddine yönelik anlayışın taraftarı olmamaları idi. Nitekim Müslüman Kardeşler Kur'an'ın, lafzî yorumundan ziyade, aklî yorumunun da mümkün olduğunu söylemekte idiler."
Yazının ikinci bölümü Mısır özelinde Selefilerin Ortadoğu'da yaşanan değişim sürecine dönük yaklaşımları ile Mısır özelinde hangi düşüncelerle siyasi hayata dahil oldukları konuları işleniyor. Bunun yanında kurulan Selefi partiler özelinde, Selefilerin kendi aralarındaki yöntemsel farklılıklar ve siyaset biçimleri analiz edilmektedir. Siyasete "uzak" duran Selefilerin En-Nûr, İnşâ ve İnkişaf, El- Fâdıla, El-Asâla ve El-Vatan partilerini kurarak aktif siyasete katılmaları bir yandan canlılık olarak görülebilir. Ne var ki, mesele sadece parti sayısıyla ele alınamayacak kadar karmaşıktır. Sözgelimi Müslüman Kardeşlerin merkeze yaklaştıkça yoksullardan kopması, yoksul tabanın bir kısmının Selefi anlayışa doğru kayması sürecinde etkili olmuştur. Modern durum konusunda yeterli tecrübelerinin bulunmaması Selefi hareketin her önemli dönemeç karşısında kendi içinde bölünmesini de beraberinde getirmiştir. Bu bölünmeler sonrasında kendilerini ispat adına kullandıkları sert muhalefet dili bazı açılardan Müslüman Kardeşler hareketini de "zayıflatmaktadır." Bu anlamda yazının başlığında "siyasi" sözcüğünün kullanılması anlamlıdır. Önümüzdeki dönemde Selefi partilerin sergileyecekleri tavırlar aynı zamanda Müslüman dünyadaki değişim sürecinin nabzını tutmak bakımından dikkatle takip edilmelidir.
Ben yazının Selefi hareketin geçirmiş olduğu tarihsel gelişim, bu gelişim sürecinde yaşamış oldukları kırılmalar ve farklılaşmalar noktasında siyasi sürecin öncelikli belirleyiciliğini ortaya koymuş olmasını önemli buluyorum. Yani sadece teknik bilgiler sunmuyor yazı, yaşananları bağlamsallaştırıyor. Özetlemeye çalıştığım bu bakış açısının Türkiye'deki bazı gelişmeleri farklılaşmalar ve kırılmalar için de katkı sunabileceğini düşünüyorum. Diğer taraftan çöküş, tükeniş ve dağılmacı kabullenişlerin eşlik ettiği Türkiye İslâmcılığının 1967 sonrasında yaşanan karşılaşma süreçlerinden hangi noktalarda etkilendiği de sorunsallaştırılması gereken bir konu olarak önümüzde durmaktadır.
Yatağından ayrılan nehir suyu gibi, vahyin aydınlık yolundan uzaklaşan insan zihni de saf halini kaybeder. İdeolojiler mahşerine dönüşen zihnin, hakikati yanlışlardan ayıklayabilmesi, vahyi bozulmamış bir akılla okuması ile mümkündür.Peygamberler farklı renk, dil ve iklimlerin egemen olduğu zihinleri yanlışlardan ayıklayıp hakikat etrafında yek vucût olmaya çağırdılar.
Her peygamber ümmetini Allah a ve ahiret gününe iman etmeye davet etmiştir. En son Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) farklı düşünceleri İslam etrafında bir araya getirip mümin zihinleri ideolojik ihtilattan kurtarmıştır.
İnsanlık tarihi Hz. Adem den Efendimiz e (sallallahu aleyhi ve sellem) doğru tarandığında görülecektir ki esasta aynı şeyleri söyleyen peygamberler ömürlerini zihinleri yanlışlardan arındırmaya yani bâtılı geçersiz kılmaya adamışlardır.
İslam ın ilk yılları yanlışların silinip, farklı düşüncelerin tevhit edilmesinin örnekleriyle doludur. Değişik kabulleri, algıları, istekleri olan kabileler mümin kimliği altında tek renge bürünmüşlerdir.
İslam ın evrensel bir din olması bazı ameli meselelerin gri tonda kalmasına yol açmıştır. Bu durum farklı zaman ve mekanlarda yaşayan insanların hayatlarına kolaylıklar getirdiği gibi tevhid in de zorlama olmaksızın kabulünü temin etmiştir. Te vil ve tefsir e açık olan nasslar insanlık aleminin tek düze olmasına engel olmuşlardır. Ameli noktada sahabeden yapılan farklı rivayetler de bu noktada önem arz etmektedirler. Bir konuda sahabenin ihtilaf etmesi sonraki kuşaklar için rahmet olarak kendini göstermiştir.
Ameli bir konuda sahabenin ihtilaf etmesinden haz duyan Ömer b. Abdulaziz gerekçesini şu şekilde açıklamaktadır: Eğer onlardan rivayet edilen tek bir görüş olsaydı bu durumda insanlar darda kalırlardı. [1]
İmanla hakikati yek vucût halinde özümseyen zihinlerin ameli konularda ihtilaf etmeleri, sonraki dönem müçtehitlerine alternatif çözümler üretme ya da farklı tercihlerde bulunma imkanı sağlamıştır. Bu yüzdendir ki Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetinin ihtilafını rahmet olarak değerlendirmiştir.
Burada altı çizilmesi gereken bir konu vardır ki, o da sahabe ihtilafının ameli konularla sınırlı olmasıdır. Eğer sahabenin ihtilafı konuyla alakalı mevcut bir nassa vakıf olamamaktan kaynaklanıyorsa, nassın sabit olmasıyla düşüncelerini ayet ya da hadis etrafında derhal tevhit etmişlerdir. Nitekim Allah Resulü nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ahirete irtihali üzerine bir grup sahabi O nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ölmediğini, Allah Teala nın İsa (aleyhisselam) gibi O nu da katına yükselttiğini dillendirdiklerinde, Hz. Ebu Bekir (Ey Muhammed!) Şüphesiz sen öleceksin ve şüphesiz onlar da öleceklerdir. [2] ayetini okuyup, kim Muhammed e ibadet ediyorsa bilsin ki O ölmüştür. Kim de Muhammed in Rabbine ibadet ediyorsa yine bilsin ki O diridir ve asla ölmeyecektir. hitabında bulununca ihtilaf ortadan kalkmış ve istisnasız herkes Efendimiz in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatını kabul etmiştir.[3] Yine Sakîfe Ehli , devlet başkanlığı konusunu tartışırken ensardan bir grup, muhacirlere; sizden bir, bizden de bir emir olsun teklifinde bulunmuştu. Fakat devlet başkanın Kureyş ten olması gerektiğini bildiren hadis gündeme getirildiğinde ensar, Allah ve Resulü ne (sallallahu aleyhi ve sellem) itaat edip, gayri bütün görüşleri devre dışı bırakmıştı.[4]
Sahabe asrının sonlarına doğru ihtilaflar kelâmî alana da kaymış kader ve sıfatlar ekseninde cereyan eden tartışmalar bir çok meşrebin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Nev zuhûr fırkalara karşı usûl-u dinde ihtilaf etmeyen topluluğun adı ise ehl-i sünnet ve l-cemaat mezhebidir. Fırka-i Naciye olarak ta bilinen bu oluşumun ihtilafı fıkhî alanla sınırlı kamıştır.[5]
İtikadî İhtilafların Arkaplanı
Farklı kültür ve dinlere mensup şahıs ve toplumların İslam a girmeleri, beraberinde yeni sorunlar getirmiştir. Bunlardan en önemlisi farklı din müntesiplerinin ihtida etmelerine rağmen zihinlerindeki eski dinlerine ait bakiyeleri silememeleridir. Bu durum İslam ın gerçeklerini önceki akidelerinin ışığı altında değerlendirmelerine yol açmıştır.
İslam a girme noktasında samimi olan fakat eski görüşlerinden kurtulamayan bu grubun yanı sıra bir başka oluşum daha vardır ki onlar, görünüşte Müslüman, gerçekte ise İslam düşmanıdırlar. İçlerinde haramı helal, helali de haram gösteren 4 bin hadis uyduracak kadar ileri giden zındıklar da vardır. Bu grup Müslümanlar arasındaki itikadî ihtilafın oluşmasında son derece etkili olmuştur.
İranlılar, uluslararası arenada ciddiye almadıkları, kabile hayatı yaşadıklarından dolayı da devlet gözüyle bakmadıkları Araplar karşısında gün gelip saltanatlarını kaybedince, itibarlarını geri alabilmek için onlar arasına fitne tohumları ekip, sonu gelmez itikadî ayrılıklara zemin hazırlamışlardır.
Yunan ve Roma filozoflarına ait felsefi metinlerin tercüme edilmesi de ihtilafların oluşmasında etkili olmuştur. Nassları Kur an ve Sünnet ten neşet eden düşünce sistemi ile (usul) yorumlayan kelamcıların yerine, felsefi ekollerin düşünce sistemlerini esas alan mütefekkirler zuhur etmiştir. Bu ekolün en güçlü temsilcileri mutezilî kelamcılar arasından çıkmıştır.
Mutezile, ideolojik saplantılara teslim olunca Allah Teala nın sıfatlarını ispat ya da nefy gibi insan aklının sınırlarını zorlayan sorunlara dalmıştır. Bu bapta incelenen her bir konu beraberinde yeni ihtilaflar getirmiştir. İhtilafların gündemde kalması daha büyük ihtilafların doğuşuna zemin hazırlamıştır.
Allah Teala nın müminlerin imanlarını sınamak için indirdiği müteşabih ayetler, zamanla ilim adamları arasında ihtilaf sebebi olmuştur. Selef, müteşabih ayetlerin anlamını Allah Teala ya havale ederken, Haşviyye onlardan hareketle Cenab-ı Hakk a cisimlere mahsus özellikler isnat etmiştir.
Kelamcıların Zuhuru
Sahabe devrinden uzaklaştıkça hem ihtilafın derinliğinde, hem de konularında artış görülmüştür. Sıfatlar ve müteşabihatı te vil etmeksizin anlamlarını Allah Teala ya havale eden selef akidesi, bu cereyanları cevaplama noktasında yetersiz kalmıştır.
Selef akidesinin içe kapanması, buna mukabil akla aşırı önem veren Mu tezile nin etkin hale gelmesi muvazeneyi sarsacak bir konuma geldiğinde, nassa bağlı kalma şartıyla aklı da kullanan fakat bunu yaparken Ehl-i Sünnet in belirlediği sınırların dışına taşmayan kelamcılar ortaya çıkmıştır. Irak ta kırk yaşına kadar mutezili olarak yaşayan ihve-i selase/üç kardeş meselesinden dolayı da hocası Ebu Ali el-Cübbai ile tartışıp Mutezile den ayrılan Ebu l-Hasan el-Eş ari (v. 324/936) ve Maveraunnehir bölgesinde yüksek ilgi ve alaka gören Ebu Mansur el-Maturidi nin (333/944) çalışmaları muvazenenin yeniden tesis edilmesinde hayati öneme sahiptir.
Ehl-i Sünnet kelamı olarak isimlendirilen bu yeni cereyan, Mutezile başta olmak üzere bidat ehli fırkaların güçlerini etkisiz hale getirmiş, selefîn temsil ettiği akideyi ise hem muhafaza etmiş hem de neşretmiştir. Bu yüzdendir ki Cüveyni selef ve halef alimlerinin benimsedikleri tefviz ve te vil sistemlerinin Allah Teala yı tenzih etmeleri ve yaratılmışlara benzetmemeleri itibariyle aynı olduklarını söylemektedir.[6]
Maturidiyye ve Eş ariyye mezhebine müntesib kelamcılarının telif ettiği eser ve yetiştirdikleri talebeler zamanla sıfatların bir kısmını reddeden ve Allah Teala yı yaratılmışlara benzeten bidat fırkalarının inkıraza müncer olmalarına yol açmıştır.
Hicri sekizinci asırda yaşayan İbn Teymiyye nin (v. 728/1328) ehl-i sünnet kelamına karşı yönelttiği eleştirileri ve selef akidesi başlığı altında Haşviyye ile örtüşen görüşleri eski ihtilafların tekrar canlanmasına yol açtığı gibi, günümüzde selefîyye olarak isimlendiren ve söz konusu yaklaşımın müdafaasını yapan bir hareketin doğmasına da yol açmıştır.
Selef
Halef kelimesinin zıddı olan selef , önceden yaşayan büyükler ve akrabalar anlamına gelmektedir.[7] Buna göre her yaşayan insanın bir selefî vardır. Halef olan, bir gün mutlaka selef olacaktır. Fakat kelime, ıstılahta belli bir dönemle sınırlandırılmaktadır. Hadisin delalet ettiği anlama göre selef ten Allah Resulün den (sallallahu aleyhi ve sellem) itibaren yaşayan üç kuşak anlaşılmaktadır. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları üstünlükleri itibariyle kıymetlendirirken şöyle buyurmuştur: İnsanların en hayırlısı benim asrımdaki[8] ashabımdır. Sonra onlara yakın olan tabiundur. Sonra da onlara tabi olan etba-u tabiindir. Bunların ardından bir takım kavimler gelir ki, onlardan birinin şehadeti yemininin, yemini de şehadetinin önüne geçer. [9]
Allah Resulü nün (sallallahu aleyhi ve sellem) nübüvvetin kaynağına yakın olmalarından dolayı lehlerinde şahadette bulunduğu selefîn, ilk tabakasında yer alan sahabe İslam akidesini direkt olarak Efendimiz den (sallallahu aleyhi ve sellem) almış, ikinci tabakada yer alan tabiun Resulullah ı gören sahabeden dinlemiş, son tabakada yer alan etba-u tabiin ise tabiundan öğrenmiştir. Üçüncü kuşaktan sonra bidat ve dalalet yaygınlık kazanmış, inanç ve fikirdeki safiyet bozulmuştur. Enes b. Malik in, Haccac-ı Zalim in zulmünden şikayet eden Kûfe halkına Bundan sonra gelecek zaman muhakkak bundan daha fena olacaktır. Ve bu kötülük siz ölüp Rabbinize gidinceye kadar (asırlarca) devam edecektir. [10] hadisini hatırlatarak sabır tavsiye etmesi de bu hükmü desteklemektedir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) yarını, dününden daha fena olacak insanlığa, selefîn, kendisine en yakın halkası olan ashabın yolunu izlemeyi vasiyyet etmiştir: Benim sünnetime ve raşid halifelerin sünnetine sarılın. [11], Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer e uyun, Ammar ın rehberliğinde yol alın, İbn Mesud un rivayet ettiğini de kabul edin. [12] Ashabım yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız uyun, sizi doğru yola erdirir. [13]
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) yakın bir gelecekte ümmetinin 72 fırkaya ayrılan İsrailoğulları gibi, 73 fırkaya ayrılacağını içlerinde ise sadece ashabıyla birlikte kendisinin üzerinde olduğu ehli sünnet ve l-cemaat yolunu benimseyeceklerin kurtulacağını söylemektedir.[14]
Efendimiz in (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetinden, selefîn ilk halkası olan ashaba uymalarını istemesi zaman itibariyle önce olduklarından değil, Kur an ın inişine, Cebrail in gelişine şahit olduklarından yani Kitab ve Sünnet i diğer kuşaklardan daha iyi bildiklerinden dolayıdır. Selefîn diğer iki halkasını teşkil eden tabiun ve tebe-u tabiin de ilmin menbaı olan Allah Resulü ne sonraki kuşaklara nisbetle daha yakındır. Yaşadıkları dönemde Arap dili saf haliyle korunduğundan selikaları daha güçlüdür. Bu durum din ve istikamet noktasında imam olmalarına yol açmıştır.
İslam ı doğru bir şekilde anlamak için gerekli olan selefe ittiba, sınırsız olmayacağı gibi kelimeleri bir takım kalıplara hapsetmek şeklinde de olmamalıdır. Selefe ittibanın çerçevesi; nassları tefsir ve te vil ederken başvurdukları prensiplerle, içtihat yaparken dikkate aldıkları kriterleri benimsemek olarak anlaşılmalıdır.[15] Zira selef, tek bir içtihat usulü benimsememiştir. Tabiun kuşağından Said b. Müseyyeb hadis merkezli fıkhî bir yaklaşımı tercih ederken, Kûfe de İbrahim en-Nahai içtihat merkezli fıkhî bir ameliye içerisinde olmuştur. Bu durumda kendilerinin selefî olduğunu iddia eden grup içtihat ederken hangi fıkıh mektebinin usulünü takip edecektir !
Eğer selefe ittiba etmek onların söz, fiil ve adetlerini ilave, eksiltme ve değiştirme yapmaksızın özümsemek şeklinde anlaşılacaksa bu, selefîn kabulleriyle çelişen bir durumdur. Zira onlar kendi söz, fil ve uygulamalarına sonsuza kadar baki kalacak kutsi unsurlar olarak bakmamışlardır. Nitekim sahabenin Mekke deki örf ve adetiyle Medine deki örfü arasında ciddi derecede farklılıklar vardır. Mekke de bir çoğu dikişli elbiseyi tanımazken, Medine de dikişli elbiseler giymişlerdir.[16]
Tabiun dönemi fakihleri de sahabe asrında söz konusu olmayan bir çok meselede içtihat etmişlerdir. Yeni sorunları, yeni içtihatlarla çözmüşlerdir. Bu durum müçtehit imamlar devrinde zirveye çıkmış, içtihadın fazlalığından dolayı bu döneme fıkhın altın çağı denmiştir.
Sonraki dönem alimleri avamın, ilk kuşakta yer alan selefe doğrudan ittiba yerine onların rivayet ve içtihatlarını tedvin ve tahlil ederek fıkha altın devrini yaşatan müçtehit imamları taklit etmeyi daha uygun görmüşlerdir.[17] Çünkü müçtehit imamların içtihatları mezhep disiplini çerçevesinde tertip, tahkik ve ta lil edildiğinden farklı görüşler arasında tercihte bulunmayı kolaylaştırmaktadır. Aynı sistemin sahabe ya da tabiun içtihadı için geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir.
Selefiyye
İslam ın ilk asırlarında selef denilince Allah Resulü ne (sallallahu aleyhi ve sellem) yakınlıklarına göre derecelendirilen üç kuşak anlaşılırken, daha sonra kelime bu ilk anlamından alınıp belli bir mezhebin adı olarak kullanılmıştır.
Bugün selefiyye dinilince şer i hükümleri çıkarma noktasında sadece Kitap ve Sünnet e başvuran, onlar dışındaki hükümleri geçersiz kabul eden oluşum anlaşılmaktadır.
Selefiyye, sahip olduğu nisbesiyle ümmet içerisinde farklı olduklarını ihsas ederken, aidiyet iddiasında bulunduğu selef alimlerinden hiç birisi onlar gibi kendilerini sonraki dönem Müslümanlardan ayırt edici bir tavır içerisinde olmamıştır. Zira onlar selef kelimesini halefin zıddı olarak kabul etmişlerdir.
Düşünce ve meyilleri ile cemaat-ı kübra dan ayrılan, hatta mizaç ve ahlaki kriterleri itibariyle de farklılık gösteren[18] bu yeni oluşumun selef-i salihinin devamı olduğunu söylemek ilmi verilerle çelişmektedir. Zira varlığını, bid´at olarak nitelediği söz ve fiilleri yok etmek üzerine bina eden bu yeni mezhebin bizzat kendisi bid´attır.
Selefilerin mezhepleri devre dışı bırakarak selefe ulaşma gayretleri ise hem sahih senet sistemine engel teşkil etmekte, hem de onların oluşmasını gerekli kılan unsurlara karşı Müslümanları savunmasız bir konuma getirmektedir.
Selefiler kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları; Cebrail risaleti Ali den kaydırıp Muhammed e verdi diyen ve bu yüzden Cebrail e söven [19] Gulat-ı şia ile eşdeğer görmekte ve onların adı olan ehl-i zeyğ [20] kelimesini Maturidi ve Eşariler için de kullanmaktadır.
Selefin Akidesi
Sıfatlar ve müteşabihatı zahiri anlamda anlayan selefiyyenin itikadi görüşleri ile selef-i salihinin itikadı arasında ciddi farklılıklar vardır. Nitekim selef, müteşabihat noktasında konuşmayı uygun görmezken, selefiler Allah Teala ya el , yüz gibi insana ait uzuvları isnat etmişlerdir.
İmam-ı Gazzali (v. 505/1111) nassların zahirine bakarak Allah Teala ya el, ayak gibi uzuv, nüzul, intikal ve arş üzerine oturmak gibi hâdis varlıklara ait fiilleri isnat eden Haşviyye nin selef itikadı üzerine oldukları iddiasını çürütmek ve selef akidesinin esaslarını ortaya koymak için kaleme aldığı İlcamu l-avam an İlmi l-Kelam adlı eserinde 7 ilkeden bahsetmektedir:[21]
Takdis: Allah Teala yı cisimlere ait özelliklere sahip olmak gibi şanına yaraşmayan hususiyetlerden tenzih etmek.
Tasdik: İsim ve sıfatlardan, Allah Teala nın şanına uygun anlamların kastedildiğini, Efendimiz in (sallallahu aleyhi ve sellem) Cenab-ı Hakk ı vasfederken de yanılmadığını kabul edip, öylece iman etmek.[22]
Aczi itiraf: Nasslarda bildirilen müteşabihattan kastedilen ilahi muradı bilmenin, kul olarak kendi idrak sınırını aştığını itiraf etmek.
Susmak: Müteşabihatın anlamının ne olduğunu sorma ve bu konuda fikri tartışmalara dalmanın bidat olduğunu kabul etmek.
İmsak: Müteşabihat hakkında yorum yapmak, onları başka bir dile tercüme etmek, ilave ya da eksiltmede bulunmak, birleştirme ve ayrışmaya tabi tutmak da caiz değildir. Müteşabihat ancak mevcut sîgalarıyla telaffuz edilebilirler.
Keff: Müteşabihat ile kalben meşgul olmamak, haklarında fikir yürütmemek.
Ehline havale etmek: Avam, yetersiz olduğundan dolayı anlamaktan aciz kaldığı müteşabihatı, Allah Resulü nün (sallallahu aleyhi ve sellem), peygamber, alim ve velilerin bildiğine kanaat getirir.[23]
İmam-ı Gazzali söz konusu eserinde müteşabihat bağlamında değerlendirilen ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiğini de örneklerle izah eder. Müteşabihattan olan el kelimesinin iki anlamının olduğunu et, kemik ve sinirden müteşekkil uzuv anlamına geldiği gibi, idare, güç, kuvvet gibi anlamlarda da kullanıldığını söyler. Bölge emirin idaresi altındadır./el-beldetu fi yedi l-emîr cümlesinde yed/el kelimesinin gerçek anlamında kullanılmadığına dikkat çeken Gazzali, Kur an ve Sünnet teki her el kelimesinden de et, kan ve kemikten oluşan bir uzvun kasdedilip sonra da bunun Allah Teala ya isnat edilmesinin muhal olduğunu söyler. Gazzali ye göre Allah Teala nın uzuvlardan müteşekkil bir varlık olduğunu tasavvur etmek puta tapıcılıkla eş değerdir. Zira uzuvlardan oluşan cisim mahluktur. Mahluk olan bir varlığa ibadet etmek de küfürdür.[24]
Sıfatlar ve müteşabihat ile alakalı nassları zahir anlamlarında alan ve Allah Teala nın el ya da yüz gibi uzuvlarının olduğunu söyleyen selefiyye ile haşviyye arasında ciddi benzerlikler vardır. Selefiyyenin Allah Azze ve Celle yi insanlara benzemekten tenzih etmesine gelince onu Haşviyye de yapmıştır.
Selefiyye nin Kurucusu
Selefiler amel ve akidede düşüncelerinin Ahmed b. Hanbel ile İbn Teymiyye ye dayandığını söylemektedirler.[25]
Ahmed b. Hanbel in müteşabihat noktasında tefviz sistemini benimsemesi yani hiçbir yorum yapmadan manayı Allah Teala ya havale etmesi göstermektedir ki, medresenin kurucusu olarak adının geçmesi meşruiyet kaygısı ile kurgulanmış bir söylemin ürünüdür.
Tanımlanan anlamda selefiyye nin kurucusu İbn Teymiyye dir. Yaşadığı dönemde büyük bir şöhrete kavuşan İbn Teymiyye, Takiyyuddin es-Sübki, İbn Cehbel gibi alimlerin görüşlerini tenkit etmeleri üzerine itibar kaybına uğramış, İbn Kayyım el-Cevziyye (v. 751/1350), İbnu l-Vezir (v. 840/1436) ve Şevkani nin (1250/1834) gayretleriyle ancak unutulmaktan kurtulabilmiştir.
Bu isimlerden hiç birisi İbn Teymiyye nin temsil ettiği selefiyyenin geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesinde etkili olamamıştır. Arabistan çöllerinde Muhammed b. Abdilvahhab (ö. 1787) ortaya çıkınca selefiliğin rengiyle birlikte toplum nezdindeki itibarı da değişmiştir.
Muhammed b. Abdilvahhab İbn Teymiyye nin eserlerini okudu, inceledi ve düşüncelerini teoriden pratiğe taşıdı.[26] Aslında O İbn Teymiyye nin görüşlerine bir şey ilave etmedi. Sadece görüşlerini daha radikal bir forma dönüştürdü. Muhammed b. Abdulvahhab ın mutaassıb bir profil çizmesinde çöl ikliminde yetişmesi de etkili oldu.
Muhammed b. Abdulvahhab ın başlattığı yeni İbn Teymiyyecilik hareketi kısa zamanda hısımı olan Muhammed b. Suud un da delaletiyle siyasi bir boyut kazanarak[27] Suud Devleti nin kurulmasını temin etti.
Muhammed b. Abdilvahhab ın selefiliğe radikal bir kimlik kazandırması hareketinin selefiyye yerine Vahhabilik/Vehhabiyye diye şöhret bulmasına zemin hazırlamıştır.
Sıfat ve müteşabihatı zahiri anlamlarında anlayan vehhabiyye , tevessül ve kabir ziyareti gibi konularda da genel kabule aykırı yorum ve uygulama içerisinde olmuştur. Bunun bir yansıması olarak içerisinde 10 bin sahabi kabrinin bulunduğu Cennetu l-Baki mezarlığını yerle bir etmişlerdir. Yine içerisinde kabir bulunan mescitleri de yıkmışlardır. Bu hareketlerinden dolayı bazı yazarlar tarafından mabet yıkanlar olarak nitelendirilmişlerdir.[28]
Bidatın sınırlarını genişleterek ibadetle bağlantısı olmayan şeyleri de onun kapsamına almışlardır. Ravza ya örtü koymayı bidat olarak telakki ettiklerinden can sıkacak derecede eski püskü olan örtülerin değiştirilmesine uzun yıllar- engel olmuşlardır.
Vahhabiler ameli noktada da aşırılığa gitmişler; sigarayı haram kabul ettikleri gibi, içenleri de müşrik gibi değerlendirmişlerdir. Bu cihetle günah işleyenleri tekfir eden haricilere benzemektedirler.[29] İlk yıllarda kahve türü içecekleri de haram görmekte idiler. Ne var ki daha sonra bu görüşlerinde müsamahakar olmuşlardır.
Günümüzdeki haliyle selefiyye, selef-i salihinin devamı olmaktan ziyade Haşviyye ile Hariciliğin bileşkesi gibi görünmektedir. Her ne kadar düşüncelerini benimsemeyenleri ehl-i zeyğ olarak isimlendirseler de Ehl-i Sünnet tarafından -namazı Mekke-i Mükerreme de inşa edilen Kabe ye doğru kılmayı gerekli gören her müslüman gibi- İslam milletinin [30] bir parçası olarak kabul edilmektedirler.
[1] Muhammed Ebu Zehre, Tarihu l-Mezahibi l-İslamiyy, Beyrut, t.y., s. 12.
[2] Kur an, Zümer(39): 30.
[3] Abdulkahir b. Tahir el-Bağdadi, el-Fark-u beyne l-Firak, Beyrut, 1994, s. 19.
[4] Ebu İshak Muhammed İbrahim b. Musa eş-Şatibi, el-İ tisam, Beyrut, 1997, II, 589; Ayrıca bkz. el-Bağdadi, a.g.e., s. 21.
[5] el-Bağdadi, a.g.e., s. 21.
[6] Kevseri, el-Esma ve s-Sıfat, (d. not: 1), s. 377.
[7] Mecduddin Muhammed el-Fîrûzâbâdi, el-Kamûsu l-Muhît, Beyrut, 2003, 820.
[8] Hadisi şerifte geçen karn kelimesinin ne kadarlık bir zaman dilimini kapsadığı noktasında ihtilaf vardır. Yaş itibariyle bir birine yakın insanları kapsadığını söyleyenler olduğu gibi yirmiden yüz yirmi yıla kadar olan bir zamanı içerdiğini söyleyenler de olmuştur. Bkz. Bedrüddin el-Ayni, Umdetü l-Kari, XIII, 203.
[9] Buhari, Şehadat/52, 9, H. no: 2652.
[10] Buhari, Fiten/96, 6, H. no: 6657.
[11] Tirmizî, İlim, H. no: 2685; Darimi, Mukaddime, H. no: 95.
[12] Tirmizi, Menakib, H. no: 3663; İbn Mace, Mukaddime, H. no: 97; Ahmed, Müsned, V, 382.
[13] İsmail b. Muhammed b. Abdilhadi Acluni, Keşfu l-Hafâ ve Müzilu l-İlbas amma İştehere mine l-Ehâdisi ala Elsineti n-Nas, Daru l-Kutubi l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 118.
[14] Hakim, İlim, I, 82.
[15] Bkz. Said Ramazan el-Buti, es-Selefîyye Merheletün Zemeniyyetün Mubareketün La Mezhebun İslamiyyün, Dımeşk, 1996, s. 12.
[16] Bkz. el-Buti, a.g.e., s. 15-16.
[17] Müçtehit imamlar sahabenin rivayetlerini esas aldığından onları taklit eden avam dolaylı yoldan sahabeye de ittiba etmiş olmaktadır.
[18] el-Buti, a.g.e., s. 13.
[19] Abdulmuni m el-Hafna, Mevsuatu l-Fıraki ve l-Camaat, 2005, s. 127
[20] el-Hafna, a.g.e., s. 405.
[21] Ebu Hamid Muhammed el-Gazzali, İlcamu l-Avam an İlmi l-Kelam, ( Mecmûat-u Resaili l-İmami l-Gazzali içerisinde), Beyrut, 19994, s. 41
Soru: İ'tikâdda tek mezheb, Ehl-i sünnet vel cemâ'attir. Amelde ise dört hak mezheb vardır. Son zamanlarda, selefiyye mezhebi diye bir şey çıkardılar. Selefîlik nedir?
Cevap: Eshâb-ı kirâma, tâbi'îne, tebe-i tâbi'îne selef veya selef-i sâlihîn denir. Bunların yoluna "Ehl-i sünnet vel-cemâ'at" denir.
Mezhebsizler, selef kelimesini istismar ediyorlar. (Selefiyye mezhebi, selefin yoludur) diyorlar. İmâm-ı a'zâmın, İmâm-ı Eş'ârînin, İmâm-ı Mâtüridînin yolu selefin yolu değilmiş gibi bir intiba vermeye çalışıyorlar.
Ba'zı sapıklar da çıkıp, (Peygamberiyye mezhebi) kursa, buna da bu peygamberin yoludur dese i'tibâr edilir mi? İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın yolu olan Ehl-i sünnet i'tikâdını anlatıp, (İşte selefin mezhebi budur) buyuruyor.
İ'tikâdda mezheb tektir. Çünkü i'tikâdda ayrılık olmaz. İ'tikâdda mezhebimiz Ehl-i sünnet vel- cemâ'attır. Ehl-i sünnet fırkasının meşhûr iki imâmı vardır. Birincisiİmâm-ı Eşârî, ikincisi İmâm-ı Mâtüridî'dir. İkisinin ictihâdları arasındaki farklılık temelde değildir. Eğer farklılık temelde olsa idi, birisi Ehl-i sünnet i'tikâdından ayrı olsaydı, elbette onun i'tikâdı Ehl-i sünnet kabûl edilmezdi. Amele âit bir mezhebde farklı ictihâdlara sahip imâmlar olabilir. Meselâ İmâm-ı a'zâm ile İmâm-ı Ebû Yusuf'un ictihâdı farklı olabilir. Farklı olması, rahmet olup Hanefî mezhebine aykırı olmaz. İmâm-ı Eş'ârî ile İmâm-ı Mâtüridî arasında îmân konusunda temelde ayrılık yoktur. Hattâ biri Hanefîlerin, diğeri şâfi'îlerin imâmı demek de doğru değildir. İkisi de ehl-i sünnetin imâmlarıdır. İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Mâtüridî, hanefî mezhebine göre amel ettikleri için i'tikâdda Hanefî imâmları olarak bilinmektedir. Ebûl Hasen-i Eş'ârî de Şâfi'îye göre amel ettiği için i'tikâdda Şâfi'î imâmı olarak tanınmaktadır. Bir şâfi'î, İmâm-ı Mâtüridî gibi inansa veya bir Hanefî, İmâm-ı Eş'ârî gibi inansa Ehl-i sünnet olmaktan çıkmaz. Fakat bir kimse, amele âit bir hükümde ihtiyâçsız kendi mezhebini bırakıp, başka bir mezhebin hükmü ile amel etse mezhebsiz olur. (Hulâsat-üt-tahkîk)
Hiçbir İslâm âlimi, selefiyye mezhebi diye bir mezhebden bahsetmemiştir. Türkiye'de ilk defa emekli postacı denilen bir sapık, bu sapıklığı ortaya çıkarmıştır. İbni Teymiyyeciler, selefîyiz diyorlar. Selefîlik, vehhâbiliğin başka adıdır. Emekli postacı, selefiyye mezhebinde olduğu için Elhamdülillah diyor. Bu postacının yolundan giden ba'zı selefî yazarlar, i'tikâdda hak olan mezhebi üçe ayırıyorlar. Hâlbuki Tirmizî'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte (Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, yetmiş ikisi Cehenneme gidecektir) buyurulurken, üç fırkaya fırka-i naciye denir mi, i'tikâdda üç tane hak mezheb olur mu? Fırka-i naciye denilen kurtuluş fırkası bir tanedir. O da Ehl-i sünnet-vel-cemâ'attir. Hadîs-i şerîfle de bildirildiği gibi, diğerleri Cehenneme gidecektir. (Hadîka)
Günümüzde mezhebsiz bir prof. bir kitap yazıyor. O zihniyetteki başka bir prof. da, mezhebsizlik üzerine yazılar yazıyor. Kaynak olarak da mezhebsiz bir profu gösteriyor. Din konusunda günümüzdeki profların yazısı hüccet olur mu? İslâm âlimlerinden nakletmiyorsa yazılarının hiç kıymeti olmaz. Meselâ mezhebsiz bir yazar, Mi'râcı inkâr edici bir yazı yazıyor. Sahîh hadîse mevzû diyor. (İnanmazsanız falanca profesörün şu kitabına bakabilirsiniz) diyor. Kendisi senet olmadığı gibi, kaynak olarak gösterdiği mezhepsiz de senet değildir.
Her gazetede, ba'zı yazarlar, bilmese de dinden bahseder. Bizim gazetede de dinden bahseden yazarlar vardır. Onların mu'teber nakle dayanmayan din hakkındaki yazıları kendi görüşleri olur. O yazılar, bizi de, gazetemizi bağlamaz.
Bir mezhebde bulunan müslüman, diğer üç mezhebdeki müslümanları kardeş bilir. Onları incitmez. Birbirlerini severler, yardım ederler. Allahü teâlâ, müslümanların îmânda birleşmelerini, emrediyor. Böyle inanmaya, Ehl-i sünnet denir. Bütün müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi inanmaları lâzımdır. Sonradan çıkan Selefiyye veya mezhebsizlik inanışlarının bozuk olduğunu bildiren mu'teber kitaplar çoktur.
Amelde mezheblerin bir olmayıp, çok olmasının, lüzûmlu, fâideli olduğu, akıl ile de kolay anlaşılmaktadır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşayanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutuplara yakın yerlerde yaşayanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Dağda yaşanlara, bir mezheb kolay iken denizcilere, bu mezheb güç oluyor. Bir hastaya bir mezheb kolay iken, başka hasta için, başka mezheb kolay oluyor. Tarlada çalışanlarla, fabrikada çalışanlar için de, bu ayrılış görülmekdedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklîd ediyor veya bu mezhebe tamamen geçiyor. Mezhebsizlerin istedikleri gibi, tek bir mezheb olsaydı ve herkes tek bir mezhebe uymaya zorlansaydı, bu hâl çok güç, hattâ imkânsız olurdu. (Hadîka)
SAİD RAMAZAN. EL-BÛTÎ VE. SELEFÎLİK (1). Dr. Seyfi Say. Yakın zamanda
SAİD RAMAZAN EL-BÛTÎ VE SELEFÎLİK (1)
SAİD RAMAZAN
EL-BÛTÎ VE
SELEFÎLİK (1)
Dr. Seyfi Say
Yakın zamanda Şam’da bir camiye yapılan saldırı sonucunu hayatını kaybeden Said Ramazan el-Bûtî’nin âlim bir şahsiyet olduğundan şüphe edilemez. Eserleri bunun şahididir.
Onun ülkemizde, özellikle mezhepsizlikle mücadele ettiklerini öne sürenler tarafından takdirle ve sitayişle anıldığı da biliniyor.
Bunun yanı sıra, onun, Selefî olduklarını söyleyenlerle de kavgalı olduğu ve bu yüzden özellikle Vehhabîlik karşıtları tarafından referans gösterildiği malum.
Ancak, Said Ramazan el-Bûtî’yi mezhepsizlik ve Selefîlik karşıtlığından dolayı övenlerin, merhum âlimi okumamış bulundukları ya da okumuşlarsa bile, konuya seçici algı ile yaklaştıkları için onu doğru anlamadıkları bir gerçek.
Doğal olarak, el-Bûtî bir âlim olduğu için Selefîliğe yönelik eleştirilerini “usûl” çerçevesinde, bir başka deyişle ilmî esaslarıgözeterek yapmaya çalışmaktadır. Sözde Ehl-i Sünnet’i müdafaa gayreti adı altında el-Bûtî gibi âlimlere referansta bulunanlar ise, usûlden habersiz oldukları için, gerçekte Selefîler kadar el-Bûtî’ye de uzak bulunmaktadırlar.
el-Bûtî Selefîler’in hatalarına karşı çıkarken, bunlar, söz konusu topluluğun doğrularını da hedef almaktadırlar.
Mesela bunların, mezhepsizlik konusundaki uyarılarıyla bilinen el-Bûtî’nin Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh gibi isimlerle ilgili şu ifadelerini kabullenebilmeleri mümkün değildir:
Herhalde bu mezhebin (Selefiyye’nin) doğuşu, İngiltere’nin Mısır’ı işgali sırasında Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh’un dinî ıslah hareketini başlattıkları ve bayraktarlığını yaptıkları sırada ortaya çıkmıştır. Bu mezhebin ortaya çıkmasındaki asıl sebep, o günkü Mısır’ın karşı karşıya bulunduğu gerçeklere dayanmaktadır. Ezher ve âlimlerinin bulunduğu bir ortamda ve ülkenin tümünde ciddi ilmî bir hareketliliğin varlığına rağmen yine de bu oluşum ortaya çıkmıştır. Çünkü Ezher ve âlimleri ülkede yaygın halde bulunan birçok hurafe ve bid’atten ülkeyi koruyamadığı gibi, aksine bu hurafe odaklarının onların çevresindetüremesi, tasavvuf ve birçok sufi tarikatlarının himayesinde dinle ilgisi olmayan şekiller ve aldatmalarla, haramı helâllaştırmayaftalarıyla hurafe ve bid’atlerin yaygınlaşma sürecine girdiği görülmüştür. Ezher’in içerisinde ilmî gelişmeler yerini donuklaşmışşekilciliğe bırakmış, gerçek hayatla alâkası olmayan sloganik bir tarzda ve miras kalan fikirler doğrultusunda hareket eden bir yapı mevcuttu.... Bu durum karşısında insanlar iki gruba ayrılmış; bir kısmı tamamen Batı medeniyetine entegre olarak bu geri kalmışlıktan kurtulabilecekleri görüşünü ileri sürerek İslâmî düşüncelerde bir yenileşmenin gereğini savunmuş, diğer bir kesim ise Müslümanların yeniden gerçek İslâm’a yönelmesi gereğini belirterek, İslâm’ı bütünhurafe, bid’at ve evhamlardan uzaklaştırmayı, birçok Ezher şeyhinin donuklaştırdığı İslâmî ilimleri günlük hayatın ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda geliştirmeyi ve yabancılarla beraber yaşama yolunu açma düşüncesini taşımışlardır. Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh her ikisi de bu ikinci kesimin düşüncesini taşımış ve bu ıslah hareketinin bayraktarlığını sadakat ve ciddiyetleüstlenmişlerdir. Her ıslah hareketinin mana ve hakikatini belgeleyen muayyen bir şiârının bulunması kaçınılmazdır. Ta ki insanlar onun cazibesini fark etsin. İşte bu ıslah hareketinin öncülerinin bayraklaştırdıkları şiâr “Selefiyye” idi. Bu şiârın gayesi İslâm’ın saf ve temiz berraklığına bulaştırılmaya çalıştıkları bid’at ve hurafe kirlerinden, onu hayat safhalarından uzaklaştırma çabalarından uzaklaştırıp tekrar İslâm ilk dönemlerindeki selef-i salihînin İslâm’ı anlama ve yorumlama hakikatine kavuşturma gayretidir....
Böylece izah ettiğimiz sebeplerden dolayı bu asırda “Selefiyye” ismi ortaya çıkmış ve ilk olarak bu ismi zikredenler dinî ıslah hareketinin öncüleriMuhammed Abduh, Cemaleddin Afganî, Reşid Rıza, Abdurrahman Kevakibî ve diğerleri olmuştur. Ancak bu isim o zaman diliminde onu bayraklaştıran ve ona davet edenlerce günümüzde bazı insanların söylediği gibi bir mezhep olarak kullanılmamaktaydı. Sadece bir davetin adresi, bir yolun tarifi vehurafe ve bid’atlerden insanları kurtararak selefin yüceldiğidosdoğru İslâm yolunu tarif eden bir tabirdi. (Said Ramazan el-Bûtî,Selefiye: İslâmî bir Ekol/Mezheb Değil Zamansal Bir Aşamadır, çev. Vecihi Sönmez, İstanbul: Ehli Sünnet ve Cemaat Y., 2009, s. 200-202.)
Bu satırları mesela bir Hayrettin Karaman yazsa, işiteceği yaftalar malumdur: Reformist, Afganici, mezhepsiz, müctehit taslağı, İslam Protestanlığı savunucusu vs.
Bunları yazan, mezhepsizleri ve Selefîleri eleştiren el-Bûtî.. Ancak, İslâmî bilgi düzeyi Kur’an kursu seviyesinde olan bir holigandeğil, bir âlim olduğu için, eleştirdiği insanların doğrularını dile getirmekten de çekinmiyor. Ve yukarıdaki ifadelerinin ardından şu uyarıyı yapıyor:
Bu ıslah hareketi Selefiyye şiârını kendisine adres olarak kabullenmekle beraber bir taraftan kendilerini selefe yakınlaştırma zaviyesinden meseleye bakarken diğer taraftan da birtakım hurafe, bid’at ve hilelere saparak selefin yolundan uzaklaşmıştır. (s. 202)
el-Bûtî, bu noktada örnek olarak sadece Muhammed Abduh’unbazı fetvalarını ve mucize anlayışını örnek gösteriyor. Ancak, yine de, Muhammed Abduh’un “ilk dönemi”ni saygıyla ve takdirle anma gereği duyarak şunları söylüyor:
Ancak şunu belirtelim ki, bu görüşler Muhammed Abduh’un sürgünden sonra dönüş zamanlarında öne sürdüğü görüşleridir ve daha çok onun öğrencileri Reşid Rıza ve diğerleri tarafından dillendirilerek yaygınlaştırılmıştır. Yoksa Muhammed Abduh’un ilk ıslah hareketini başlattığı dönemlerdeki görüşleri olmadığı gibi o dönemde çok büyük fedakârlıklar yaparak İslâm karşıtı düşüncelere bayrak açmış, hurafe, bid’at ve sapık düşüncelere karşı durmuştur. (s. 202, dn. 159.)
el-Bûtî gibi âlimlerle birtakım bilgisiz holiganlar arasındaki fark, âlimlerin Muhammed Abduh gibi isimlere muhalefet ederken, “Düşmanımın düşmanı dostumdur” gibi cahilane bir asabiyetle yanlış kesimlere destek vermeye yeltenmemeleridir.
Selefîlik, tasavvuf ve Protestanlaşma tehlikesi (1)
Medeniyet, (yeri geldikçe vurguladığım gibi), kısaca, bütünlük fikri'dir: Yaratıcı, kâinât ve insan'dan oluşan hakîkat tasavvurunun ontolojik hiyerarşik düzeninin yerli yerince, tersyüz edilmeden kavranması, idrak ve ifade edilebilmesi çabasıdır.
Bu anlamda, Türkçeye son derece yanlış bir şekilde "medeniyet" ya da uyduruk bir şekilde "uygarlık" olarak tercüme ettiğimiz sivilizasyon ise, modern / seküler algılama biçiminin hem ürünü, hem de yeniden ifade edicisi ve üreticisi, şiddete dayalı ve her bakımdan şiddet üreten bir "söylemsel pratik"tir.
Sivilizasyon, medeniyet gibi bütünlük -dolayısıyla denge ve düzen- fikrine dayanmaz; aksine, çatışma (Tanrı ile insan, ruh ile beden, türlü ırklar, etnisiteler ve entiteler arasında irtibatsızlık ve çatışma), düzensizlik ve dengesizlik (ifrat ile tefrit yani iki uç arasında gidip gelme), kısacası hakîkatin parçalı olarak, atomize edilerek algılanması, daha da kötüsü, "parça"nın, "bütün" katına yükseltilmesi (dolayısıyla "insan"ın, "akl"ın, "tabiat"ın, arzuların, hazların, fetişlerin) mutlaklaştırılması, kutsanması yani putlaştırılması fikrine dayanır.
O yüzden, "Batı medeniyeti" ifadesi yanlıştır. Batı, medeniyet olamaz; hiçbir zaman da olamamıştır.
Bütün dünya ölçeğinde Batılı, dolayısıyla parçalı, parçayı tanrılaştırıcı, -dolayısıyla indirgemeci, dolayısıyla hakîkat fikrinden yoksun- dolayısıyla varlığa ve hakîkate temelden saldıran agresif, tahakkümcü seküler / kapitalist Batı sivilizasyonunun kavramları, algılama ve varoluş biçimleri hâkim olduğu, hâkim kılındığı için, küresel bir medeniyet buhranıyla karşı karşıyadır insanlık. Bu küresel medeniyet buhranından Çinliler de, Hintliler de, Ruslar da, Avrupalılar da ve tabiî müslümanlar da nasiplerine düşeni alıyorlar kaçınılmaz olarak.
Batı sivilizasyonu, felsefî olarak İkinci Sanayi Devrimi'yle birlikte tarihinin en büyük krizini yaşamaya başlamıştır: Ancak "araçlar" (bilim, teknoloji ve askerî güç üreten bütün vasıtalar) üzerinde eşi görülmemiş bir hâkimiyet gerçekleştirmeyi başardığı için, Batı sivilizasyonunun yaşadığı felsefî bunalım, ayartıcı ve estetize edici yöntemlerle (özellikle de medyatik ayartmayla birlikte) gizleniyor, perdeleniyor ve dolayısıyla erteleniyor. Baudrillard, bu durumu, "aşırı bir şekilde şişmiş bir balon"a benzetiyor ve "bu balonun patlamasının ân meselesi" olduğunu söylüyordu.
Batı sivilizasyonunun, geri dönüşü imkânsız bir felsefî / zihnî krizin eşiğine sürüklendiğini özellikle Nietzsche görmüş ve "Batı uygarlığının bize söyleyebileceği tek yeni şey, yeni bir şey söyleyemeyeceği gerçeğidir" demişti. Ardından Heidegger-sonrasında ortaya çıkan bütün büyük düşünürler, bu felsefî krize dikkat çekmişler, önce Tanrı'nın, ardından hakîkatin, insanın ve tabiatın yok ediliş sürecine yoğunlaştırmışlardı dikkatlerini.
Özetle, Batı sivilizasyonu, bizzat kendisi felsefî bir krizle karşı karşıyadır; bütün küre ölçeğine yayıldığı için de, bütün insanlığı büyük bir felsefî krizin, genelde ise medeniyet buhranının eşiğine fırlatmıştır.
İşte tam bu noktada, Batı sivilizasyonun bütün insanlığa yaşattığı bunalımı kavramamızı, anlamlandırabilmemizi ve aşabilmemizi mümkün kılabilecek zihnî / felsefî derinliğe ve enstrümanlara yalnızca İslâm'ın sahip olduğunu, İslâm'ın önünün kesilmeMesi hâlinde Batı sivilizasyonunun zaaflarının, yükselen bir İslâmî medeniyet dalgası ile kolaylıkla deşifre edilebileceğini, bütün bu sürecin, İslâm dünyasının, bir yandan köklü bir medeniyet sıçraması gerçekleştirmeye, öte yandan da bu sıçramanın tabiî sonucu olarak Batı sivilizasyonunun haksız, hukuksuz ve agresif küresel hâkimiyetine önce entelektüel düzlemde, sonra da kaçınılmaz olarak siyasî, iktisadî ve kültürel düzlemde İslâm dünyasının hem itiraz edebileceğini, hem de adaletin, hakkaniyetin, ahlâkın, estetiğin hayata geçirilmesini mümkün kılacak, bütünlük fikrine dayalı bir medeniyet sıçramasının yalnızca İslâm dünyasından gelebileceğini gördüğü için, Batılılar, dışarıdan İslâm'ı tehdit olarak konumlandırma, içerden ise, sekülerleştirmek demek olan Protestanlaştırma projesini hayata geçirmekten başka seçenekleri olmadığına karar verdiler.
Cuma günkü yazıda selefîlik ve tasavvufun bu Protestanlaştırma sürecinde ne tür bir "katkı" sunmasının düşünüldüğünü göstermeye çalışacağım.
Selefîlik, tasavvuf ve Protestanlaşma tehlikesi (2)
Tarihi, karşılaştırmalı olarak okumak, hem tarihi, hem de günümüzü daha sağlıklı anlama ve anlamlandırma imkânları sunabilir önümüze.
Batı dünyasının yaşadığı en temel sorun, ontolojik güvensizlik sorunudur: İslâm dünyasının temel sorunu ise epistemolojik güvensizlik sorunu.
Batı'daki ontolojik güvensizlik sorunu, modernlikle birlikte Tanrı fikrinin yitirilmesi ve insanın Tanrı katına yükseltilmesinden kaynaklanan derinlikli bir yön ve anlam, varlık ve hakîkat bunalımının adıdır. Bu bunalım, epistemolojik güvenlik alanlarının genişletilmesiyle örtülmeye çalışıldı.
Epistemolojik güvenlik alanlarının genişletilmesi, temel varoluş, hakîkat ve anlam sorunlarını bastıracak, unutturacak kadar -önce modernlik sürecinde- doğa, bilim, teknoloji gibi güç üreten araçları kontrol ederek hayatı ve insanı kontrol ve kolonize etme biçimlerine sahip olma çabasıdır. Postmodern süreçte, bu çaba, yerini, örtük kontrol ve kolonizasyon girişimlerine terketti: Bu kez dış dünya değil, insanın iç dünyası, arzuları, hazları, içgüdüleri ayartıcı ve baştan çıkarıcı estetize yöntemlerle kontrol ve kolonize ediliyor.
Postmodern süreçte, medya, müzik ve eğlence endüstrisi, insanları hayattan kaçıran niteliksiz ve korunaksız sığınaklara, din-dışı tapınak alanlarına dönüştü.
İslâm dünyasında ontolojik güvensizlik sorunu yaşanmadı; İslâm'ın algılanması ve uygulanması meselesi etrafında yoğunlaşan epistemolojik bir bunalım, kaos ve belirsizlik yaşanıyor.
Batı'da omurga ve ruh çökerken, İslâm dünyasında İslâmî bünye sakatlandı, dil çözüldü.
En temel meselemiz, bu İslâmî bünyeyi yeniden sıhhatine kavuşturacak, hayata yeniden ruh üfleyecek İslâmî bir dilin geliştirilmesini mümkün kılacak zihnî bir silkinme iradesi ortaya koyabilmektir.
Batı'dan gelen modern meydan okuma, entelektüel bir derinleşme ve özgürleşme pratiği üretmedi. Aksine başka medeniyetlerin, dinlerin ve felsefelerin kendi entelektüel dinamizmlerini yok etmekle sonuçlandı: Sözgelişi, Aydınlanma devrimleri, bütün dünyaya tek tip / seküler bir insan, dünya ve Tanrı algısını evrensel algı olarak dayattı.
Batı dünyasının geliştirdiği bu saldırı, sömürgecilik ve emperyalizm tecrübeleriyle birlikte fiîlî bir saldırıya ve yıkıma dönüştü. Sonuçta dünyanın bütün coğrafyaları sömürgeleştirildi; doğal kaynakları ise Batılılar tarafından kontrol altına alındı.
İşte Batı'dan gelen ve insanlık tarihinin akışını durduran bu saldırıya, İslâm dünyasında iki tür tepki geliştirildi.
Birinci tepki, selefîlik reaksiyonu; ikinci tepki ise sufizm atraksiyonu şeklinde tezahür etti. Selefîlik, İslâm'ı dünyevî bir ideolojiye indirgeyen reaksiyoner, savunmacı ve yenilgi psikolojisine dayanan bir tepkiydi: Aksiyon ve fikre dayalı bir cevap üretme biçimi olmadığı için, modernliği yeniden üretmekle ve pekiştirmekle sonuçlandı.
Klasik selefîlik, bir reaksiyon hareketi olmaktan çok, her alanda kıblenin karartılmasına karşı geliştirilen sıhhatli bir arınma hareketiydi. Klasik temsilcisi İbn Teymiye olan bu hareket, sonunda, Gazâlî-Râzî geleneği çerçevesinde teşekkül eden, İslâm düşüncesini, antik Grek, Helenistik, Pers ve Hint "düşünce" geleneklerinin etkilerinden kurtarıp ilim, irfan ve hikmet sütunları üzerinde yükselen özgün İslâm düşünce geleneğinin oluşmasında gözardı edilemeyecek roller üstlenmişti.
Modern selefîlik, Kemal Ersözlü'nün tanımlamasıyla "selefsiz selefîlik"tir; İslâm düşünce geleneğiyle derin ilişki ve irtibat içinde olmaktan uzaktır; aksine modern, reaksiyoner ve algı biçimlerimizi ideolojikleştirici ve kötürümleştirici bir harekettir. Sonuçta bu hareketin, İslâm'ın derûnî idrak ve marifet dünyasını ıskalaması, İslâm'ı aydınlanmacı rasyonalist, sığ bir ideolojiye indirgemesi, İslâm'ın kozmolojik tasavvurunu kolaylıkla kozmografik alana hapsetmesi, kaçınılmaz olarak İslâm'ı Protestanlaştırma projesine su taşımasıyla sonuçlandı. Dünün radikal hareketlerinin bugünün postmodern söylemlerine mal bulmuş mağribi gibi sarılmalarının nedenleri burada gizli. Kaldı ki, bu hiç de şaşırtıcı değil. Çünkü bu hareket İslâm'ı bir dönem "terakkici", bir dönem "sosyalist", bir dönem "liberal" söylemlere eklemlemekten başka bir şey yapamadı; yapamazdı da zaten.
Modern selefîliğin Protestanlaştırıcı rolü, şimdi sufizm'e biçilmeye çalışılıyor. Selefîlik reaksiyona dayanıyordu; tasavvuf ise türlü atraksiyonlara malzeme / meze yapılıyor. Sufizm meselesini de Pazartesi günkü yazıda müzakere edelim...
Selefîlik, tasavvuf ve Protestanlaşma tehlikesi (3)
Selefîlik ile sûfilik, müslüman hayat-dünyasının ve İslâm düşünce geleneğinin biri dışa açılan / zahirî, diğeri içe yönelen / batınî iki zıt kutbunu temsil eder. Her ne kadar burada "iki zıt kutup" ifadesini kullanıyor olsam da, selefîlik ile sûfilik, iki farklı ufkun sütunlarıdır aslında.
İşte bu nedenledir ki, selefî sûfiler de, sûfî selefîler de vardır ve hiç de azımsanmayacak miktardadır. Sahici selefîlikle sahih sûfîliği bağdaştıran âlimlerin başında İbn Teymiyye gelir.
Selefîlik, müslümanın dış dünyasını kirlerden arındırmakta, sûfilik ise iç dünyasını nurlandırmakta belirleyici roller oynar.
Selefîlik, düşünce, sanat ve benzeri hayal, hikmet ve marifet alanlarının dünyasından uzaktır. Oysa bu dünyalara açılan sonsuz ve doyumsuz kapıların anahtarı tasavvufta gizlidir.
Selefîlik, müslüman hayatının buhran geçirdiği, fesada uğradığı zamanlarda; sûfîlik ise daha çok İslâm düşüncesinin bunalımlarla karşı karşıya kaldığı dönemlerde, Müslümanlara münferit ve müşterek düzlemlerde yönlerini, aslî özelliklerini hatırlatırlar.
Bu söylediklerimiz, modern selefîlikle, postmodern sufizm için geçerli değildir. Modern selefîliğin kendisi bir kriz durumunun adıdır çünkü. Aynı şey postmodern sûfizm için de söylenebilir. Nasıl ki, modern selefîlik, "Kur'ân İslâm'ı" gibi Lutherci, rasyonalist, peygambersiz İslâm algılarından, kolaylıkla provoke olabilen türlü şiddet örgütlerine kadar pek çok uçuk-kaçık oluşumun dölyatağı olmuşsa; aynı şekilde postmodern sûfizm olarak adlandırdığım fenomen de, tasavvufun derûnî dünyasını delik deşik ederek new age'vârî ve İslâm'dan koparılan bir egzersiz, bir trans, bir transandantal meditasyon, bir yoga hareketinin kaynağına dönüşebilir.
O yüzden, tasavvuftan ziyade, postmodern duyarlıklar tarafından kolaylıkla kavranabilir ve yutulabilir bir sûfizm hareketinden sözediyorum.
Gerçekten de Batı'da, özellikle de Amerika'da İslâm'dan bağları kopartılan bir sufizm hareketi yeşertilmeye çalışılıyor. Buna teşne kişilerin, grupların olduğunu ben bizzat gördüm Batı'da.
Sufizm hareketiyle Taoizm, Hinduizm ve Budizm'in başına gelenler tasavvufun da başına gelirse, tasavvuf da tıpkı bu doğu hikmet gelenekleri gibi içi boşaltılarak bir "kişisel gelişim" sapmasına sos yapılabilir. Ve bu sos, Batı'dan bize, çok daha kolay, cazip ve hızla ambalajlanarak postalanabilir ve yalattırılabilir. Elbette ki, Budizm, Hinduizm ve Taoizm, fıkıh gibi güçlü ve köklü bir korunaklı sığınağa ve kontrol kaynağına sahip değiller. Tasavvuf, fıkıh gibi muhkem bir kaynağın denetimine her daim açık olan şeriat-tarikat-hakikat yolculuğunu eksene almak durumunda olduğu için, doğu dinlerinin başına gelenler İslâm'ın başına gelmeyebilir diye düşünebiliriz.
Ama böyle düşünmekle büyük bir yanılgıya düşeceğimizi hatırlatmak isterim. Postmodern izafileşmenin, haz ve hız tutkusunun, kırılgan ve uçucu duyarlıkların ve kimlik biçimlerinin hayatın her alanına hızla sirayet ettiği bir zaman diliminde, tasavvufa gösterilen ilginin artması son derece doğal. Ama bu ilginin arkasından tasavvufu postmodern söylemler ve duyarlıklar üzerinden dönüştürmek de aslâ yabana atılmaması gereken bir ihtimal.
Bir bütün olarak insanın kişiliğinin terbiye ve tezkiye işiyle hemhâl olan tasavvufun bir süre sonra diğer doğu gelenekleri gibi salt iç arınma, kişisel gelişim egzersizlerine dönüştürülmesinin önünü alamayabiliriz. (Bu, bu mesele etrafında geçen yıl Kayseri'de bir dost meclisinde konu edindiğimiz ve özellikle Dursun Çiçek kardeşimin dikkat çektiği, benim o zaman biraz daha iyimser baktığım bir tehlike. Ama şimdi yanıldığımı, Dursun Çiçek kardeşimin daha haklı olduğunu gözlemliyorum).
Tasavvufun bir bütün olarak idrak edilip tatbik edilebilmesi müslüman hayatının tam olarak hâkim olduğu bir vasatta mümkün olabilir. Gayr-ı İslâmî ortamlarda tasavvuf ancak zihnî bir ameliye olarak işleyebilir. Tasavvuf bir hâl hâli olduğu için, gayr-ı İslâmî bir vasat, tasavvufun ruhunu olduğu kadar, dayandığı dinin ruhunu da yitirmesine neden olabilir.
İslâm'ın iki temel hayat ve düşünce kaynağının hem birbirine düşman edileceği, hem de seküler hayata ve dünyaya eklemlenerek içeriksizleştirileceği, ruhu çalınarak kuşa çevrileceği çok tehlikeli bir protestanlaşma sorununun eşiğine doğru sürükleniyoruz. O yüzden, müteyakkız olmak zorundayız vesselâm.
İngilizler, Arapları, “Hilafet sizin olacak…” vaadiyle, Osmanlı aleyhine hareket etmeye ikna ettiler… Şerif Hüseyin, Osmanlı'nın behemehâl yıkılacağına ikna edildikten sonra, hilafeti üstlenmek amacıyla seve seve İngilizlerin safında yer aldı ve Osmanlı askerlerini arkadan vurmayı göze aldı.
Gerçi kısazamanda aldatıldıklarını anladılar ama hakikaten hilafet de sahipsiz kalmıştı. Osmanlı yıkılmış; koca İslam âleminin şirazesi dağılmış; her bir topluluğu bir yere savrulmuş ve başıboş kitleler haline gelmişti. Orada burada kurulan devletlerin hiçbiri o vazifeyi üstlenme kabiliyetinde değildi… Fakat her şeye rağmen, Şerif Hüseyin ailesi, daha sonra da onların yerine Arabistan'da kurulan Suudi devleti, teoride olmasa bile pratikte, birçok Müslüman halkın yardımına koştu, kendince çare olmaya çalıştı.
Türkiye'nin laiklik sevdasıyla, İslam dünyasıyla arasına kalın duvarlar ördüğü ve hakikaten Müslümanlara karşı bigâne kaldığı dönemlerde, Arabistan ümmetin birçok ıstırabına yetişmeye çalıştı. Osmanlıların Uzak Asya'da yaptırdığı ve sonraki yıllarda yıkılmaya yüz tutmuş birçok camiyi de Arabistan onartmıştır. Şimdi ne alaka diyeceksiniz, bu başlık altında bu konu…
Efendim Almanya'daki İslami faaliyetlerden söz edip de Arabistan'ı hatırlamamak vefasızlık olurdu. Zira uzun süre, yani Türkiye'nin, laikliğini, dışarıdaki dindaşlarına sahip çıkmaya mani gördüğü 1970'li, 80'li yıllarda, Almanya'da, oradaki vatandaşlarımızın dini hizmetlerini görmekle görevlendirilen T.C. memurlarına Arabistan maaş vermiştir. Hem de yıllarca…
Hatırlarsanız, bir zamanlar Türkiye'nin gündeminde bir ‘Rabıta' vardı bir de ARAMCO…. Solculara göre her taşın altından onlar çıkıyordu. Şimdilerde geriye dönüp baktığımda ‘Allah razı olsun' o rabıtadan deme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü İslamın Avrupa'da kök salmasına, hayat bulmasına vesile odular.
90'lı yılların ortasında okuduğum bir yazısında bir Fransız sosyolog, Türkler in Avrupa'ya alınmasını ciddi bir şekilde eleştiriyordu. Bunu yapmakla Avrupa'nın kurşunu kendi ayağına sıktığını söylüyordu. Çünkü Türkler gelmeden önce de Avrupa'da Müslümanlar varmış ama onlar ne cami istemişler ne de mescit. Türkler gelince her yerde pıtrak gibi mescitler yapmışlar ve cami inşa faaliyetleri başlatmışlar.
İşte o camilerin ilki Almanya'da yapılmış; hem de ülkücüler tarafından... Ülkücüler öncülük yapmışlar yapmasına ama o camide imamlık yapanlara bile Arabistan maaşlarını vermiş. Tabii Uğur Mumcu'ya göre o dönemde Almanya'da Müslümanların dini ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan tüm faaliyetler Gladio'nun gölgesinde ARAMCO ve Rabıta faaliyetleriydi…
Önceleri, Almanya'daki hizmetleri yürütme işi, Milli Eğitim Bakanlığı'nın uhdesinde idi. Bu hizmetler sonradan Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilmiş. Diyanet Teşkilatı (DİTİP) başlangıçta her biri kendi başına hareket eden ve birbiriyle irtibat kurmamaya özen gösteren cemaatleri yakınlaştırmaya çalışmış. Fakat tam da başarabilmiş değil; eskisi kadar sıkıntılı olmasa da her cami bugün de ayrı bir cemaat gibi hareket ediyor ama artık cemaatler arası bir yakınlaşma da fark ediliyor. . Aynı dinin mensupları oldukları bilinci yerleşiyor. Eskiden birbirinden alışveriş bile yapmadıkları anlatılan cemiyetler/cemaatler, şu sıralar birlikte fuarlar düzenliyorlar, önemli günlerde bir araya geliyorlar. Bu iyiye işaret ve gidişat da iyi yönde…
Diyanet mensuplarının da yavaş yavaş daha kucaklayıcı olmaya başladığı ifade ediliyor.
Ancak Avrupa'da yaşayan Müslümanlar için bu ayrışmaların farklı bir tehlikesi var. Bilinçli veya bilinçsiz bu ayrışmaların, giderek Hıristiyanlıktaki kilise ayrışmalarına benzediği görülüyor.
Malum Hıristiyanlıkta mezhep farklılıkları kiliselerin de ayrışmasına ve her bir mensubun yalnızca kendi kilisesinde ibadet etmesine sebep oluyor. Bu, onlar için yadırganmıyor fakat İslamın tabiatı böyle bir ayrışmayı kaldıramaz. Çünkü İslamdaki mezhep farklılığı ibadet mekânının da ayrışmasına neden olmaz. Farklılık hangi düzeyde olursa olsun, ibadet alanları daima birdir ve beraberdir. Pekala bir Sünni, Şiilere ait bir ibadethanede namaz kılabilir. Bu Şiiler için de geçerlidir… Cami hiçbir ayırım gözetmeksizin tüm Müslümanların ibadet yeridir ve aynı kıbleye yönelme mekânıdır.
Konumuza dönecek olursak… Almanya Müslüman cemaatleri her yerde güzel güzel camiler yaptırmışlar. İşin ilginç yanı artık Almanlar da İslama ilgi duyuyor ve şurada burada İslamı seçen Almanların sayısı her gün biraz daha artıyor.
Bu durum tabii ki Alman devletinin de dikkatinden kaçmıyor. Zaten nüfusunu bir türlü arttıramayan Almanya kendi açısından bir de yeni bir dinin yaygınlaşması problemi ile uğraşmak istemiyor. O yüzden de normal İslami faaliyetlere fazla bir yasak getirmiyor ama daha tehlikelisini yapıyor. Cemaatler arasında ‘selefiliğin' hızla yayılmasına önayak oluyor. Anlatılanlara bakılırsa Almanya'da bu işin öncülüğünü İslamiyeti kabul etmiş iki Alman yapıyormuş.
Yapıyormuş diyorum, çünkü onlarla görüşmedim, bu tespitleri, bana konuyu aktaranlardan dinledim. “Hocam tehlikeli bir gidişat var. Burada selefilik hızla yayılıyor. Geçmiş hiçbir alimi beğenmiyorlar, İmam Azam'dan İmam Rabbani'ye, alimlerden mutasavvıflara kadar herkese dil uzatıyorlar ve onları şirk koşmakla suçluyorlar. Birtakım ayetleri ezberlemişler, herkesi o ayetlerle değerlendirip hemen müşrik kâfir diye niteliyorlar, ne yapalım?”
Çoğu genç olan bu selefilerin referans noktası da Arabistan uleması ve uygulamaları… Ve onlardan ciddi bir destek gördükleri de söyleniyor. Arabistan tabii ki halifelik davası gütmüyor ama krallar kendilerine “Hadimü'l-Haremeyn” denmesinden çok hoşlanıyorlar. Hadimü'l-Haremeyn ifadesini ilk defa Yavuz Sultan Selim hilafeti devraldığında kullanmıştı. Tabii ki Arabistan'ın kendi arzu ettiği tipte bir dindar var etme çabasını yadırgayamayız. Ama şu selefilik meselesi, benim kanaatimce sonradan, Vehhabiliğin de başını çok ağrıtacak. Çünkü fıtri değil ve bir ihtiyaçtan doğmuyor. Aksine, güçlü desteklerle ona pazar açılıyor ve ihtiyaç yaratılıyor…
Farklı mezheplerin varlığı elbette kaçınılmazdır. Her daim yeni içtihatlar, ayrışan fikirler olabilir. Ama bir fikrin, bir mezhebin diğer her fikri ve mezhebi yanlış, kendisini doğru kabul etmesi uç bir yaklaşım. Esasında sadece şu tutum dahi onların aşırılıklarının/ yani çizgiden taşmışlıklarının delilidir. Ama ne onlar çizgiden taştıklarını biliyorlar, ne de alelade insanlar onların söylediklerinden zihinlerini ve kalplerini koruyabiliyorlar.
Bu noktada hem cemaatlerin kanaat önderlerine, hem de Diyanet İşleri'ne büyük iş düşüyor.
Zira korkarım ki önümüzdeki dönemde Sünni dünyanın çatışma konuları bu selefilik vesofilik olacak. Bu gelişmelerin durup dururken ortaya çıktığını söylemek pek makul görünmüyor. İslam dünyasının tırmanışa geçtiği ve yeniden kimlik arayışına girdiği; Avrupa' ikinci/üçüncü nesil Müslüman nüfusunun farklı alanlarda görünmeye başladığı şu dönemde, yeni çatışmalar yaratacak bu gelişmeleri masum göremeyiz.
Batılı devletler hakikaten çok uzun süreçli stratejiler ve projeksiyonlar yapabiliyorlar.
Daha önceki bir yazımda, İslam dünyasında İsrail destekli yeni bir heterodoks (Şii, Alevi vs) düşünce hareketinin geliştirilmekte olduğu, hatta Sünni şehirlerin varoşlarında, esasında dinle ilişkileri de kalmamış Şii gruplardan gettolar yaratıldığını ifade etmiştim. Batı bir taraftan güya İran ile kapışırken diğer yandan da asıl tehlikeli bulduğu Sünni bloku kendi içinde çatışmaya sürüklüyor. Diyanetin bunu görmesi ve cidden sadra şifa bir çare üretmesi gerekiyor.
Bu mesele hiç de hafife alınacak bir şey değil. Türkiye'nin devletiyle milletiyle yeniden bir ve bütün olmaya başladığı şu dönemlerde, dışarıda millet adına görev yapan din adamlarımızın daha bir bilinçli, dikkatli ve hassas olmaları gerekmektedir. Diyanet de ‘derdi olan', davası/yarası olan insanlar bulup görevlendirmeli.
Almanya'da hakikaten takdire şayan, gayretli ve hamiyetli imamlar/din hizmetlileri var. Fakat sıkıntıları da var. Bu noktada özellikle din ataşesi ve konsolos seçimine önem verilmeli ve hamiyetperver, fedakâr insanlardan tercih edilmesi gerekmektedir.
Dışişleri ile Diyanetin mutlaka işbirliği yapmaları gerekiyor. Eski monşer kafalarla bu iş yürümez. Zira siyaseti vesayet altında tutan kafa yapısı Diyanet teşkilatını herhalde boş bırakmayacaktı. Hem de bırakmamıştır. Diyanet adına görev yapanlar maaşlı memurlar. Dolayısıyla da rahat hareket edemiyorlar. Dinin ve milletin menfaatini gözeteceklerine, kurumsal kimliğe ve amirin dünya görüşüne ayarlıyorlar davranışlarını…
İleride İslamiyet ile şerefleneceği haber verilen Almanya için de orada yaşayan Müslümanlar için de tehlikeli bir fitne olmaya aday görünen ‘Selefilik' ve onun, iman, Kur'an ve Sünnet konusunda eksiği bulunan Müslümanlar üzerinde yıkıcı tesirlerini bertaraf edecek bir Rahmani usul ve yöntemin geliştirilmesi şart.
Diyanet, uzun süre Risale-i Nur'a karşı ‘müstenkif' davrandı. Oysa İslam'ın, çağın insanlarına tanıtılması ve vicdanı aydınlanmış günümüz insanlarına aktarılabilmesinin en eslem yollarından biri belki de en birincisi olmaya layıktır. Çünkü her meselesini akla ispat etmekle birlikte tasavvufu da içinde barındırmaktadır…
Bence Diyanet Rejimin baskısından kaynaklanan Risale-i Nur karşıtlığına, daha doğrusu korkusuna son vermeli ve Müslümanları İslam birliği altında bir araya getirmeye en layık (Çünkü Risale-i Nur Tasavvufun Medrese'de gelişmiş ve büyümüş bir meyvesidir) şu hizmeti kendi uhdesine almalıdır. O zaman şu selefilik vs gibi ulema-ı su' tarafından maksatlı şekilde kullanılmaya başlanmış meslekler, halktan itibar görmez.
Bu yapılmazsa yakın bir gelecekte, İslam dünyası yeni ve tahrip kabiliyeti yüksek çatışmalara gebe görünüyor: Sünniler içinde Sofi - Selefi çatışması, Müslümanlar arasında Selefi - Şii çatışma…
(tüm hakki Islam ümmetine vakfedilmistir, dileyen alinti yapabilir)
Bismillahirrahmanirrahim/Rahman Rahim Allah'in ismiyle
Hamd, ancak ALLAH içindir. O’na hamdeder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. ALLAH kimi hidayete erdirirse onu saptıracak, kimi de saptırırsa onu hidayete erdirecek yoktur.
ALLAH’tan başka ibadete layık ilah olmadığına şehadet ederim. O, tektir ve ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Rasulü’dür.
“Ey iman edenler! ALLAH’tan sakınılması gerektiği şekilde sakının ve ancak müslümanlar olarak ölün.”
(Al-i İmran: 3/102)
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz ALLAH’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisa: 4/1)
“Ey iman edenler! ALLAH’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki ALLAH işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim ALLAH’a ve Rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab: 33/70-71)
Muhakkak ki, sözlerin en doğrusu ALLAH’ın Kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed’in (sallAllahu aleyhi ve sellem)'in yoludur. İşlerin en kötüsü ise sonradan uydurulanlardır. Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bidat, her bidat sapıklık ve her sapıklık da ateştedir.” (Bu Hutbetul hace ismiyle meşhur olan Allah Resulunden sahih olarak nakledilen bir açılış duasıdır.)
Bundan sonra,
gördügünüz eser kisa bir zaman önce vefat eden muasir selef alimlerinden Seyh Mukbil (rahimehUllah)'in talebelerinden olan Ebu'l Hasen el-Akdar tarafindan kaleme alinmistir. Selefiyye hakkindaki ön yargilari ve iftiralari gün isigina cikarir. Eser orta capli bir risaledir, lakin ismini yazmayan bir kardes tarafindan kisaltilip almancaya tercüme edilmistir, bizde aynen türkceye tercüme ettik ve bazi yerlere cift kare paprantezli ilaveler ekledik, inseAllah türkce konusan müslümanlara faydali olur. Hadislerin kaynaklari ve dereceleri tercümede oldukca kisa verilmis oldugundan, biz de yerlerinden arastirip, biraz genisletmeye calistik. Vakit kisa ve görevler fazla oldugundan eserin hakkini belki veremedik, ama inseAllah yinede meyvesini verir. Sahit olduk ki, makaleden alintilar yapilip azericeye uyarlanmis ve daha bir cok sitelerde kisim kisim yayinlanmis ve adeta bu konuda bir kaynak olmus, elhamduli(A)llah bi nimetihi ala tetimmussalihat...
Ebu Talha AbdulKerim Cobanoglu
Bismillahirrahmanirrahim/Rahman ve Rahim Allah'in ismiyle
'Selefiyye' ve 'Selefi' tabirleri hakkında bir çok şübhe ve yanlış anlaşılma etrafta yaygındır. Hatta bir kısmı samimi insanlar tarafından (şu ana kadar yaptıkları kötü tecrübelerden dolayı) ortaya atılır. Bir kısmıda insan şeytanlarından gelir, hak/gerçek daveti yıpratmak ve yıkmak için kendi kurguladıkları hikayeleri ve hayalleri/paranoyaları ile (bu yolda) bir çok gayret sarfederler.
1."Selefiyye" tabiri bir bid'attir
'Selefiyye' kelimesi Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem) ve Sahabe (radiyAllahu anhum) zamanında kullanılmamıþtır. O devirde ki müslümanlar İslamı doğru anladıkları/algıladıkları için 'Selefiyye' gibi bir tabire ihtiyaçlari yoktu. Ama fitne devri başladıgında ve fırkalar/gruplar çoğaldığında ümmetin alimleri hakka tabii olanlar ile (heva ve heveslerine tabii olup bid'at ve) hataya düşenleri ayırmaları gerekliydi. Bu sebebe binaen 'Ehli Hadis' ve 'Selef' gibi tabirler kullanılmaya başlandı. Ebu Hanife (vefatı:150 hicri) der ki: "Rivayetlere ve selefin yoluna sıkı sıkı bağlanın ve yeni icad edilen şeylerden kaçının, çünkü bunlarýn hepsi bid'attır." (Suyuti tarafından 'Sevn'el-Muntek ve'l-Kelam isimli eserin 32.sahifesinde nakledilmiştir.İmam Ebu Hanife'nin bunu söylemeye sevkeden su olaydir: Bir kisi Ebu Hanife'ye söyle bir soru sorar:" Insanlarin arazlar ve cisimler hakkinda sonradan ortaya koydukları kelam hakkında ne dersiniz?" Ebu Hanife'nin cevabi sudur: "Bunlar felsefecilerin görüşleridir. Rivayetlere ve selefin yoluna sıkı sıkı bağlanın ve yeni icad edilen şeylerden kaçının, çünkü bunların hepsi bid'attır" Bknz:Zemm'ul-Kelam, el-Herevi)
Bunun için 'Selefiyye' (Selefiler) sahih rivayetlerden anlaşıldığı gibi Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem) ve sahabenin (radiyAllahu anhum) yolu olan gerçek İslamı benimsediklerinden dolayı kendilerini bütün İslami fırkalardan/gruplardan soyutlarlar/ayırırlar.
Bu (mes'eleye) ilaveten 'selef' kelimesi Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem) tarafından bizzat kullanılmıştır. ('selef' kelimesi lugatte öncü olan, önde olan veya önceden geçip giden manalarına gelmektedir. Mutercim) O (sallAllahu aleyhi ve sellem) (kızı) Fatima (radiyAllahu anha)' ya şöyle buyurur: "Nime's selef ene leki...('Ben senin için ne güzel bir selefim...) (Sahih bir hadistir.Muslim tarıfından nakledilmiştir. Hadis No:2450.)
(Yine) İmam Muslim (rahimehuAllah) tarıfından "Sahih" kitabının mukaddimesinde (16. sahife) Abdullah ibn Mubarek (rahimehuAllah, vefatı 181h.) 'ın şu sözü nakledilir: "...bütün insanların önünde şöyle demesi adetiydi: 'Amr bin Sabit'in (rivayet ettiği) hadislere itibar etmeyin, çünkü o selefe hakaret ederdi'."
Şeyh Salih bin Fevzan der ki: "Sadece selefin mezhebini/metodunu takib etmekten başka bir manaya gelmeyen bu anlayış (yani selefiyye/selefilik) nasıl bir bid'at olabilir? Bilakis selefin mezhebi kitab ve sünnette uyulması vacib olan hak ve hidayettir." (El-Beyan, 156. sahife) Binaenaleyh kendini selefe -veya diğer tabirle selefiyye'ye nisbet etmek bid'at değildir. Tam aksine her müslüman kendini (sünnet) menhecine/metoduna ve selef akidesine nisbet etmek mecburiyetindedir. (Her müslüman kendisini bid'atçı ve sapık fırkalardan soyutlaması gerekir. Mutercim) Şöyle de denilebilinir: Şayet 'Selefiyye/Selefilik' tabiri bir bid'at ise 'ehli sünnet ve'l-cemaat' tabiride bir bid'attır. [[Çünkü bu tabirde Allah Resulu sallAllahu aleyhi ve sellemden sonra kullanılmaya başlandı. ]] Oysa 'ehli sünnet ve'l-cemaat' tabirinin manası (ve ne anlama geldiği) bütün teferruatıyla bilinmektedir. Maalesef 'ehli sünnet ve'l-cemaat' tabiri hakkı/gerçek İslam'ı ayırmak için yetmemektedir (artık). [[Bunun sebebide hemen hemen bütün sapık fırkaların/grupların kendini ehli sünnete nisbet etmeleridir.]]
2.Allah bizlere müslüman ismini vermiştir. Neden kendimizi selef'e nizbet etmek zorundayız?
Şeyh el-Albani [[rahimehuAllah. Bir kaç yıl önce vefat eden Şeyh Muhammed NasirudDiin el-Albani zamanımızın en büyük muhaddisiydi. Muhaddis el-Asr/Asrın muhaddisi diye anılırdı. Günümüzdeki hadis ve sünnet çalışmalarının hemen hemen hepsine katkısı vardır. İslam aleminin en meşhur 'Namaz Hocası' kitabı olan 'Sıfatu salat'un-Nebi' şeyhin hayatının eseridir. Allah'a hamdolsun türkçe olarak tercüme edilip bir kaç kez basilmistir]] bu konuyu 'Ene Selefi...' isimli (ders/sohbet) kasetinde güzel bir şekilde açıklamıştır. Burada bir pasaj aktaralım:
Şeyh el-Albani: "Şayet sana: 'Mezhebin nedir?' diye sorulursa cevabın nasıl olur?"
Sorucu [[anlaşılan o ki bu zat mezkur ders kasetinde şeyhe konuyla alakalı sorular
sorar.]] :" Ben bir müslümanım."
Şeyh el-Albani: " Bu yeterli değildir."
Sorucu: "Allah (subhanehu ve teala) bize 'müslüman' ismini vermiştir." Ve şu ayeti okur: " O (Allahu subhanehu ve teala) bundan önce (ki kitablarında da) bu (Kur'an'da) da size 'müslümanlar' ismini verdi..." (Hac Suresi, 78. ayet)
Şeyh el-Albani: "Bu cevab (İslam'ın) ilk devrinde, çeşitli fırkaların/grupların ortaya çıkmadığı ve yayılmadığı zamanda yaşadığımızda verilseydi doğru olurdu. Günümüzde ise bu gruplardan bir müslümana-ki onların akidesiyle/inancıyla bizimkisi farklıdır-sorarsak, cevabı (senin verdiğin) cevaptan daha değişik bir şey olmayacaktır. Hepsi: rafizi şiileri, hariciler, nusayri alevileri- diyecekler ki: '...ben bir müslümanım'. Binaenaleyh böyle demek artık günümüzde kifayet etmemektedir/yeterli gelmemektedir." [[Allahu subhanehu ve teala Şeyh el-Albani'ye rahmet etsin, burada en sapık grupları zikretmiştir-dolayısıyla onlar bile '...ben bir müslümanım!' demektedirler oysa rafizi şiileri Kur'an'ın (haşa) tahrif edildiğine, sahabenin bir kaçı müstesna kafir ve munafık olduğuna inanırlar. Haricilerin günümüzde ki fikir torunları müslümanları kafir görerek kanlarını ve mallarını helal görürler. Nusayrı alevileri ise tamamen farklı bir dine inanırlar. ]]
Sorucu: "Ben Kur'an ve sünnete göre (amel eden) bir müslümanım."
Şeyh el-Albani:" Bu da yeterli değildir."
Sorucu:" Neden?"
Şeyh el-Albani:" Bu adı geçen fırkalardan her hangi birinin şöyle dediğini gösterebilirmisin:'...ben Kur'an ve sünnete uymayan bir müslümanım!' Doğrusu:' ...ben Kur'an ve sünnete uymuyorum!' kim der?" Sonra Şeyh el-Albani Kur'an ve sünnete uymanın ancak selefi salihin anlayışı üzere olması gerektiğini beyan eder. [[Pasajın bu kısmı 6.bölümde devam eder.]]
Sorucu:" O zaman ben Kur'an ve sünneti selefi salihinin anlayışı üzere takib eden bir müslümanım."
Şeyh el-Albani:" Şayet birisi sana mezhebini sorsa cevabın böylemi olacak?"
Sorucu:" Evet."
Şeyh el-Albani:" O zaman bu tarifi biraz kısaltıp-ki en iyi deyimler kısa,yeterli ve anlatılmak istenileni anlaşılır kılanlarıdır- şöyle desek daha hoş olmazmı:"...ben bir selefiyim!" [[Bu tabir bazı ülkelerde maalesef-selefi olmadıkları halde bazı bid'atcilar tarafından kullanıldığı için suç sayılabilinir. Ama bizim için önemli olan bu tabirin ne manaya geldiğini bilmektir: Allah azze ve celle tarafından gönderilen İslam'ın sahih/doğru anlayışı! Muhtemelen bid'atcilarin da bu ismi kullanması gerçek yüzleriyle ortaya çıktıklarında peşlerinden gidecek insan bulamama kaygısıdır. ]]
'Müslüman' veya 'sünni' gibi tabirler bütün fırkalar/gruplar tarafından kullanıldığı için günümüzde kafi gelmemektedir. Şeyh el-Albani bununlar hakikati sapıklıktan ayırt etme önemliğine-ki akide(inanç) ve menhecin (metodun) temelidir- parmak basmıştır. Her ikiside (akide ve menhec yani) anlayışlarını veya isimlerini kurucularından alan çeşitli fırkaların/grupların aksine selefi sahin(in anlayışı) eksenlidir.
3."Selefi" tabiri kendi kendini tezkiye (temize çıkarma, övme) etmektir
Buna cevab, Suudi Arabistan eski genel müftüsü Şeyh Allame AbdulAziz ibn Baz(rahimehuAllah) tarafından (konuyla alakalı) bir sorudan sonra verilir:" Siz kendini 'selefi' veya 'eseri' diye isimlendiren/tanımlayan bir kişi hakkında ne derseniz? Bu kendi kendini tezkiye etme manasına gelmezmi?" O şöyle cevab verir:" Eğer (bu isimlendirmesinde/tanımlamasında) samimiyse, (yani hakikaten) bir 'selefi' veya bir 'eseri' ise, buna karşı söylenebilecek bir şey yoktur. Buna benzer bir şekilde selefimizde şöyle derdi:' Falanca selefidir' veya 'filanca eseridir'. Bu tezkiye gereklidir, hatta zaruridir." (Hakk'el-Muslim isimli ders kasetinden)
Şeyh Salih bin Fevzan'a şöyle soruldu:" Bir kişi kendi kendini 'selefi' diye nitelendirse, yeni bir fırkamı/grupmu oluşturmuştur?" Şöyle cevab verir: "Hakikaten doğru söylüyor ve kendisini Selefiyye/Selefilik ile özdeşliyorsa buna itiraz edilecek bir şey yoktur. Ama sadece bu kuru bir iddia olup, başka bir menhec/metod üzereyse, kendisini selefiyye' ye mensub olduğunu söylemeye hakkı yoktur." (El-Ecvibu el-Mufidah, 16.sahife)
Bir kişinin kendisin selefe nisbet etmeyi övünme/kibirlenme olduğunu iddia edip, insanları bundan alıkoyanlara gelince, bunların fitneleri bize gizli kalmış değildir. Şeyhulİslam İbn Teymiyye (rahimehuAllah) bu iddiayı yüzyıllar önce çürütmüş ve kendisini selefe nisbet edenlerin herkez tarafından kabul edilmesinin gerekli olduğunu beyan etmiştir. Hatta, selef akidesinin ve menhecinin haktan başka bir şey olmadığı için, bu konuda icma olduğunu vurgulamıştır.
(Yanlış ve sapık iddialarda) bulunanların, kendi yanlışları (ve sapıklıkları) ortaya çıkacağı için, kendini selefe nisbet etmeyi sevmemeleri kimseyi şaşırtmasın. [[Şöyle hoş bir deyim vardır:" Zalim zulmunun farkındadır ve bir gün zulmu ortaya çıkacagı için tir tir titremektedir..." Bu sapıklar zulümlerinin farkındadır, ve bir gün insanları alıkoydukları hak ortaya çıkacagı için tüm bid'atçıların selefiyyeyi cephe aldıklarını görürsün.Kendi aralarında bölük pörçük oldukları halde selefe karşı kitablarında, makalelerinde ve internet sitelerinde nasıl ittifak kurduklarına bir dikkat et. ]]
4. Selefiyye bölünme sebebidir
Şayet Selefiyye bu ümmetin selefinin Kur'an ve sünneti anladığı gibi anlamanın yoluysa, ve Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduysa:"...ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka haric hepsi ateştedir." (Sahabe radıyAllahu anhum:)"O (kurtulan fırka) hangisidir?" (diye sorunca O sallAllahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: " Benim ve ashabımın (bulunduğu yol/anlayış) üzere olanlar." [[Hadisi Tirmizi nakletmiş ve el-Albani sahih olduğunu söylemiştir. ]]
Ve bölünmek/parçalanmak doğru anlayışı terketmekten dolayı ortaya çıkıyorsa Selefiyye bölünmenin ve gruplaşmanın aksine birleşmenin/ittifak etmenin yolundan başka bir şey değildir. Şeyh Salih el-Fevzan'ın dediği gibi:" Selefiyye fırka-i naciyyedir (kurtuluş fırkasıdır) ve onlar (gerçek) Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'tır. Onlar hizibler (fırkalar/gruplar) diye isimlendirilen günümüzdeki cemaatlardan bir cemaat değildir.
Selefiyye Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem)'i, sahabeler (radıyAllahu anhum)'u ve selef mezhebini takib eden bir topluluktur. (Binaenaleyh) Günümüzdeki cemaatlerin hiç birinden değildirler. ("Tahzir min'el-Bid'ah" isimli ders kasetinden.)
Bundan dolayı Selefiyye Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem)'in ümmetine gecesi gündüz gibi olan,apaydınlık ve apaçık mirasıdır, ve bundan ayrılan helak olmuştur. Oysa diğer gruplarda) ayrılıklar ve ihtilaflar başgösterecek ve ateş/cehennem vaadedilen taifelerden olacaklardır. [[Yukarıdaki 73 fırka hadisi mucibince.]]
Selefiyye Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem)'e ve sahabesine dönüş çağrısıdır, ve hiç bir zaman tefrikacılık/ayrıcılık olarak nitelendirilemez.
5. Selefiler sadece kendilerinin doğru yolda olduğunu düşünürler
Burda şu farkı gözönünde bulundurmak lazım: kendini selefin yoluna nisbet etmek ve kendini selefin yoluna nisbet eden kişi. Kesin diyebiliriz ki kendini genelde ve detayda, akidede ve menhecte, usulde ve furuda selef yoluna nisbet etmek hakkın ta kendisidir. Bunu sapıtmışların dışında kimse inkar edemez. Kendini selefin yoluna nisbet eden kişiye gelince, bu (nisbet ediş) prensip olarak doğrudur, ve buna aykırı davranmakta yanlış ve sapıklıktır. Bu genel olarak akide, menhec ve usuluddin için geçerlidir, çünkü selefin akidesi, menheci ve usulü bütün devirlerde aynı olmuştur. Bu konularda (selef) icma halindedir. Bunun için kendini selefe nisbet eden ve bunu amele/pratiğe dönüştüren, ilimde ve amelde bunları takib eden, bunların yolundan giden bir 'selefi' tamamiyle haktadır inşeAllah. (Bu kişi) selefin yolunu anahatlarıyla bilir, ve bu yolun hak olduğunu kavrar, ama belki kendine bazı hassas noktalar gizli kalmış olabilir. Ama her halukarda bu yolu kendine rehber olarak görmesi ve buna aykırı davranmanın sapıklık olduğunu bilmesi doğru yolda olduğunun delilidir. Veya selefin yolunu genelde ve detayda, akide, menhec, usul ve furu mes'elelerinde bilir. Binaenaleyh bu metoda sımsıkı tutunduğu ve bununla amel ettiği müddetçe yaptıklarının hemen hemen hepsi doğru olacaktır.Bütün bunlar öğrenmesindeki samimiyete ve ilmini arttırmasındaki ve bununla amel etmesindeki gayrete bağlıdır. Ama kalkıp bir kişi her mes'elede doğru olduğunu iddia ederse hata etmiştir, çünkü her mes'eleyi bütün teferruatıyla bilemez, çünkü geçmişteki imamların (hata yapmadan) ulaşamadığı bir mertebeye onlardan sonrakilerde ulaşamayacaktır. [[Bunu itiraf eden sadece selefiyyedir. Bid'açı taifeler imamlarının hata yaptığını kabul etmez. Tam aksine Allah'tan ilham aldıklarını iddia edip, bu yolla sapıklıklarını meşrulaştırırlar. Mutercim]] Bu sebebe binaen bir selefinin ikinci planda olan mes'elelerde hata etmesi mümkündür. Ama bundan dolayı akidesi ve menheci yanlış değildir, çünkü genel olarak konuşmak gerekirse o yinede 72 bid'atçı ve sapık fırkalardan ayıran bir şeye tutunduğu için (bu taifelerden) olmayacaktır.
6. Selefiler kibirli ve kötü ahlaklıdırlar
Bu çok ciddi husustur ve dikkatli bir mutaalaya ihtiyacı vardır. Kötü ahlak genellikle bir kişinin tavrının, karakterinin ve şahsiyetinin kötü terbiye edilmiş oluşunun bir sonucudur/göstergesidir. Bu kötü ahlak illada (bu tür kişilerin) aslının, yani haktan başka bir şey olmayan selef akide ve menhecinin yansıması olmayabilir. Bir kişinin ahlakını düzeltmesi gerekebilir ve onunlada ancak hikmetle ve güzel sözle munazara edilmesi gerekir (çünkü bu sünnettir) ve buda onun daveti/doğruyu kabul etmesini kolaylaştırır. Ama bu doğru,geçerli ve tek kurtuluş yolu olan selef yolunu ve buna kendini nisbet etmeyi reddetmek için bir bahane değildir. Bianenealyh bazı selefilerin kötü tavırları ile Kur'an ve sünnet kaynaklı ilme mebni olan/bina edilen menheci ayırt etmemiz lazımdır. Kaldı ki bunu (yani kötü ahlaklı olmayı) her müslüman için-yanlış bir menhec ve sapık bir akide üzere olması hiç bir şey farketmez- söylememiz mümkündür. Bunlar arasında da kötü tutumlu ve tavırlı olanları vardır. Bir menhec ve akide ama Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem)'e, sahabelere (radıyAllahu anhum) ve selefe uygunluğuyla ölçülür, tabiilerinin kötü tutumlarıyla değil. Gelecek kısım bunu daha teferruatlı açıklayacaktır:
Kibir/kötü davranışlar bazılarında mühim bir rol oynayabilir ve bununlada azarlanmaları/tenkit edilmeleri gerekir. Ama bazı hallerdede (bir selefinin) hakka sevgisi ve hakka yakini kibir olarak algınabilinir. Muhatabları bunu kibir sanır. Genelde kibir, kendini selefi akideye ve menhece nisbet edenin ortaya koyduğu doğruyu/gerçeği kabul etmeyen kişinin tarafındadır. Bunun ekseriyetle böyle olduğunu unutmamak gerekir. Bu kesinlikle unutulmamalıdır, çünkü çoğu zaman bu böyle olmuştur. Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem)'in dediği gibi:" ...kibir, hakkı inkar etmek/çiğnemek ve insanları hakirr/küçük görmektir." [[Sahih bir hadistir. Muslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Buhari Edeb'te nakletmiştir. Mutercim]] Binaenaleyh '...çoğu selefiler kibirlidirler!' (demekten) Allah'a sığınırız. Gerçekte kibirli olanlar, kibirlerinden dolayı hakkı kabul etmeyenler, sonra da kalkıp bununla selefileri suçlayanlardır. Her madalyonun iki yüzü vardır. Farz edelim bir selefi başka bir kişiyi doğru olduğuna emin olduğu bir mes'elede hakka davet ediyor. Belki o katıdır, haklı olduğunu israr eder ve bundan dolayı kibirle itham edilir, ama bunun tek sebebi onun hakka/gerçeğe olan sevgisidir ve diğerinin (yani onu kibirle itham edenin) dikkafalılığıdır Biz deriz ki, bu davranış doğru ve yerinde değildir, ama onu bu duruma sokan sadece (hakkı savunmadaki) aşırı gayretidir. (Bu hale o) ya nasıl davranacağını bilememekten veya kötü terbiye edilmiş oluşundan dolayı düşer. Bütün bu (hatalarını) düzeltmesi kendisine bağlıdır, çünkü hakka davet ettiği kişi, ona takdim ettiği (hakkı kendisinin) tarz ve usulünden dolayı reddedebilir. Bazı durumlarda kibire benzer haller görülebilinir, lakin bu sadece mevzubahis olna kişiyle alakalıdır, kendini nisbet ettiği akide ve menhec ile değil. Vakiada/Realitede çoğu bid'atçı sufi mülhidleri kibirlidirler, bunun (sebebiyse) ateşten kurtulduklarına kesin gözle bakmalarıdır/inançlarıdır. Bunlar tabi olanlarından aşırı derecede bir bağlılık isterler, ve kendilerinin insanlardan üstün olduğunu vehm/hayal ederler. Bu (dediklerimizi) bütün tarikat ve buna benzer fırkalara genelleştirebilirdik. Kibir her yerde görülebilinir, kişinin akide ve menhecine dair ne lehte, ne aleyhte kesin bir burhandır/delildir. Akide ve menhecin kendisine bakılır ve selefin anlayışına (ne derece) ölüp biçilir. Bununla bağlıntılı olarak Şeyh el-Albani ve sorucunun arasında geçen munazaraya dönebiliriz:
Sorucu:" Tamam. Sana hak veriyorum ve diyorum ki: Evet (kısaltılmış bir tabir olan 'selefi' kelimesini kabul ediyorum). Ama daha hala aynı kanaattayım: şayet birisi seni selefi olduğunu duysa, kafasında daha önceleri yaptığı katı ve kötü tecrübeler geçer, bütün bunlar bazen selefilerde görülen hallerdir."
Şeyh el-Albani:" Farzedim ki dediklerin doğru. Şayet '...ben bir müslümanım!' dediğin zaman falanın falancanın aklına bir rafızi-şiası, bir dürzü veya bir ismaili gelemezmi?"
Sorucu:" Olabilir. Ama ben en azından şu ayete uymuş oldum: 'O bundan önce ve bunda da size müslümanlar ismini verdi...' ( Hac Suresi, 78. ayet)
Seyh el-Albani:" Hayir kardesim, sen bu ayete uymadin, cünkü bu ayet Islam'in dogru seklini kastediyor. Ve sen, insanlarin anlayisina hitab etmen gerekir. Herhangi bir kisi, senin bu ayetin kasdettigi tarzda bir müslüman olduguna anlayabilecekmi acaba? Diger dediklerin ise bazen yerinde, bazen degildir. Katilik hakkinda dedigin mesela (bazen) bir kiside olabilir, ama ilim ve inancla baglantili olan menhecin göstergesi degildir. Eger bir siii, dürzü, harici, sufi veya bir mutezili hakkinda konusacak olursak, dediklerinin hepsi onlarda da bulunabilir/görülebilinir. Ama simdi bu munazaramizin konusu degildir. Biz bir kisinin mezhebini aciklayan ve Allah'i nasil ta'zim ettigi sekli gösteren bir isim tahlil ediyoruz. Bütün sahabeler (radiyAllahu anhum) müslüman degilmi?"
Sorucu:" Tabiki." [[Sia zindiklarina göre sahabenin hemen hemen hepsi kafir ve munafiktir. Bu inanislarinin bir ruknudur/temelidir. Ama takiyye icabi bunu müslümanlardan gizlerler. Elhamdulilllah selefiyye/ehli sünnet sahabenin hepsine hakkiyla hürmet etmistir. Allah kendilerinden razi olsun. Bu konu ile alakali olarak bknz:"Ehli sünnetin sahabe hakkinda inanci." Seyh AbdulMuhsin el-Abbad. ]]
Seyh el-Albani:" Hal böyle iken aralarinda hirsizlik yapan, zina eden vardi, ama bu durum onlardan hicbirisinin: '...ben müslüman degilim.' demesine musaade etmiyordu, o bir müslüman ve Allah'a iman etmis bir mü'min'di ve secilmis yolu takib ediyordu. Bazen hatasiz olmadigi icin bu yola aykiri kareket edebiliyordu. bu sebebe binaen biz, Allah'in bereketi üzerine olsun akidemizi, düsüncemizi, hayatimizdaki hareket noktamizi, Allah'a ibadet ettigimiz dini (anlayisimizi) ifade edecek bir kelime üzerine konusuyoruz. Kati olan falancaya veya yumusak huylu filancanin durumuna gelince bu tamamen apayri bir mes'eledir. Dilerim ki, senin bu özlü/veciz kelime [["selefi" kelimesi yani. ]] hakkinda düsünüp tasinman ve 'müslüman' kelimesini/tabirini böyle evirip cevirmemen. Emin olabilirsin k, sahiden kimse ne demek istedigini hic bir zaman anlamayacaktir." [[Seyh el-Albani'nin ve muhatabinin sözlerin burada bitti. ]]
InseAllah bununla niyetimiz ve bahsimizin basinda zikrettigimiz gerekli olan farkli olma/ayrilma acikliga kavusmustur.
7. Selefilerde, digerlerine nazaran takva eksikligi vardir
Bu da, selef tarafindan daha önceleri red edilmis/cevabi verilmis gercegi yansitmayan bir iddiadir. (Asagida bu iddiayi red eden seleften bazi sözler:)
Ibn Abbas (radiyAllahu anhum, vefati:68h.) der ki:" Alah nezdinde en cok nefret edilen seyler bid'atlardir." (Sünen'i-Kübra 4/316, Imam Beyhaki)
Ibn ömer (radiyAllahu anhum, vefati:84h.) der ki:" Her bid'at sapikliktir, insanlar bunlari güzel görsede." (el-Ibane, 1/327-328, Ibn Batta; Serhi usul'ul itikad'u-ehl'i-Sünneh, 1/86)
Sufyan es-Sevri (rahimehUllah, vefati:181h.) der ki:" Bid'at iblise günahtan daha sevgilidir, cünkü günahtan tevbe edilir, ama bid'attan tevbe edilmez." (el-Hilye, 7/26, Ebu Nuaym; Serh'us-Sünneh, 1/216, el-Bagavi)
Imam Safii (rahimehUllah, vefati:204h.) der ki:" (Kisinin) Allah'in huzuruna sirk haric bütün günahlarla cikmasi, inancindaki bir bid'atla gelmesinden daha iyidir." (el-Itikad, sahife:158, Imam Beyhaki)
Leys ibn Sa'd (rahimehUllah, vefati:175h.) der ki:"Ehli hevadan (ehli bid'attan yani) bir kisiyi suyun üzerinde yürürken görsem dahi, ondan yine hic bir sey kabul etmezdim." (el-Emru bi'l-Ittiba ve nehi'an-Ibtida, Imam Suyuti)
Yunus ibn Ubeyd (rahimehUllah) ogluna der ki:" Sana zina etmeyi, hirsizligi ve icki icmeyi yasakliyorum. Ama yinede bu günahlarla Allah'in huzurunda durman, Amr bin Ubeyd ve hempalarinin (yani mute'zilecilerin) görüsleriyle huzuruna gelmenden iyidir." (el-Ibane, 2/466, Ibn Batta el-Ukberi) [[Imam Malik Amr bin Ubeyd hakkinda söyle der: "Allah Amr bin Ubeyd'e lanet etsin. Cünkü o kelamdan bid'at olan bu isi uydurdu. Sayet kelam bir ilim olsaydi, Sahabe ve tabiiun cesitli ahkam ve ser'i mes'eleler hakkinda konustuklari gibi ona dairde bir seyler söylerlerdi." Imam Malik'in sözü burda bitti. Kelamci zevata itham olunur. Rivayet icin bknz: Zemm'ul-Kelam, el-Herevi. ]]
Said bin Cubeyr (rahimehUllah) der ki:" Bana oglumun sünnet ehli ve günahkar olan bir berdusla arkadaslik yapmasi, (kendini) takvali (sanan) ve (bid'atcilara) teslim olmus bir ehli bid'at yandasi ile takilmasindan daha sevgilidir." (el-Ibane, 1/89, Ibn Batta el-Ukberi)
Imam Berbehari (rahimehUllah, vefati:329h.) der ki:" Sayet görüsleri ve davranislari kötü, berbat, günahkar ve asi, ama sünnet ehli olan birisini görürsen onunla arkadas ol ve onunla otur, cünkü sana zarari dokunmaz. Sayet (bid'at) ibadetlerine düskün, aza kanaat eden ve sürekli husu icinde, ama bir ehli bid'at yandasi olan birini görürsen, onunla sakin oturma, söylediklerini dinleme, onunla beraber yürüme, cünkü onun yoluna riza göstermeyecegine ve helaka dogru sürüklenmeyecegine emin degilim." (Serh'us-Sünneh, 149., Imam Berbehari)
(Imam'us-Sünneh) Imam Ahmed bin Hanbel (rahimehUllah,vefati:241h.) (Ehli Sünnetin bu büyük imami hakkinda yine ehli sünnet büyüklerinden Ebu Hatim er-Razi derki:" Kim Ahmed bin Hanbel'i seviyorsa, bilinsin ki o sünneti seviyordur." [[Bilinsin ki bu satirlari yazan da Ahmed bin Hanbel'i seviyor. ]] der ki:" Büyük günah islemis olan ehli sünnet tabiilerinin mezarlari bahceler gibidir. Ehli bid'at yandaslarinin mezarlari ise oyuk ve bostur. Ehli sünnetin günahkarlari Allah'in dostlaridir, itidal üzere ve dindar olan ehli bid'at (taraftarlari) ise Allah'in düsmanlaridir." (Tabakat'ul-Hanabile, 1/184)
Ey sünnet ehli! Salih selefimizin bize miras olarak ne vasiyyet ettigine ve bizi nasil ikaz ettigine/uyardigini bir düsün. Sayet akide ve menhecte ki bid'at bölünmenin/parcalanmanin ve ihtilafin sebebiyse, cehennem vaadedilen firkalarin ortaya cikmasina sebeb oluyorsa, seytanin bid'ati nasil süsledigini, hidayet ve nur gibi gösterdigini düsününce, bozuk fikirleriyle ehli bid'at hempalari, ehli sünnetin günahkar bir berdusundan daha tehlikeli ve zararlidirlar.
(Allah'in izni ile 13.zilkade 1425'te, Islam belderinden bir beldede tercume bitmistir.)
Kaynak:"11. Eylül Isiginda Islam'i Müdafaa" isimle eserden muhtasar olarak
Arap Baharı yeni bir Selefilik akımı doğurdu veya doğmasına neden oldu veya kirvelik yaptı. Daha önceSelefiyyetü’l ilmiyye olarak anılan ve Elbani ve Ali Halebi çizgisindeki Selefilikle birlikte bir de Afgan cihadıyla birlikte Cihadcı Selefi akımı türemiş ve zuhur etmiştir. Daha önce siyasete mesafeli bakan İlmi Selefilik akımının bir kısım unsurları Arap baharı ile birlikte ‘Siyasi Selefiler’ haline geldiler. Tarz ve sıfat olarak Selefilik iki anlayışı benimsiyordu. Birinci anlayış, İktidara ve şiddete mesafeli duran akımdı. Bu anlayışın bir uzantısı olarak, bazen iktidarları ulu’l emr olarak tebcil ediyor bazen de tekfir ediyordu. İlmi Selefilik akımı daha ziyade irşat metodunu benimsiyor ve siyasete ve şiddete mesafeli duruyordu. İkinci akım veya anlayış ise Cihadcı Selefilik olarak anılıyor ve bu akım bazen tekfirciliğe meylediyor veya mal ediliyordu. Bu akımın belli başlı liderleri arasında Zerkavi’nin hocası Ebu Muhammed Makdisi ve Ebu Katede Filistini bulunuyor. Bu akım ile Nasirüddin Elbani’nin temsil ettiği ana akım arasında zamanla farklılıklar oluşmuştur. Hatta Ebu Katede Filistini, Nasirüddin Elbani’yi hadis kritiğinde eleştirdiği gibi aynı zamanda onu Mürcie akımına da nispet etmiştir. Bu akım amelin nominalliğine/itibariliğine inanmıştır. Elbani’nin halefi Ali Halebi de gösterileri bidat saymasına rağmen Suriye meselesinin gösteri meselesini aştığını ve Nuseyrilerin İbni Teymiyye’nin fetvasına göre İslam dışı sayıldıklarını savunmuştur. Arap Baharının doğurduğu üçüncü Selefilik akımı ise Siyasi Selefilik akımıdır ve Arap Baharının ürünüdür. Arap Baharı ile birlikte apolitik olan bazı selefiler yeni dönemde politize olmuşlardır. O kadar ki, Mısır’da sürpriz yaparak seçimlerin ikincisi gelmişlerdir.
*
Nasirüddin Elbani’nin halifesi Ali Halebi Ürdün’de yayınlanan Gad gazetesine yaptığı değerlendirmede neredeyse bütün İslami hareketleri dalalete nispet etmiştir. Ürdün’de yayınlanan Es-Sebil gazetesindeki makalesinde Ömer Ayasire, Ali Halebi’nin şeyhi Elbani’nin yolundan da ayrıldığını ve cümleyi dalalete nispet ettiğini ileri sürmektedir. Ayasire, Ali Halebi’nin tutarsızlıklarına temas ederek; Libya devrimi sırasında Kaddafi’ye arka çıkan şeyhin Suriye’de ayıktığını ve Suriye halkına destek verdiğini hatırlatıyor. Ayasire yine de Ali Halebi’nin Suriye ile alakalı tavrının müstakil olmadığını aksine Selefilerin 'siyasi kıblesi' olan Suudi Arabistan’a ayarlı olduğunu ileri sürüyor. Daha önce oy kullanmaya karşı çıkan bu kesimin şimdi buna da cevaz verdiğini ve dolayısıyla kendi temellerini kendilerinin yıktığını savunmaktadır. Siyasi katılıma karşı çıkmasına rağmen siyasi irade bu yönde tecelli edince fetvaları da buna göre şekillenmektedir. Belki de bunun temel nedeni Mısır ve Arap baharı ile birlikte Selefi anlayışın yeniden kabuk değiştirmesidir. Ayasire, Ali Halebi’den rüştüne ve bilincine geri dönmesini ve siyasi katılım ve ortaklığa götüren siyasi partilere de cevaz vermesini istemektedir. Bilindiği gibi, Müslüman Kardeşlerin ilk parti kurduğu ülkelerden birisi Ürdün idi. Ayasire’nin belki de düşünülmesi gereken en önemli tespiti, bu gibi hareketlerin seküler kesimlerle uğraşmak yerine bütün mesaisini ve enerjisini emsali ve benzeri hareketlere uğraşmaya teksif etmesi ve harcamasıdır.
*
Muhammed Said Ramazan el Buti, Selefilik teriminin tarihte olmadığını ve böyle bir isim kullanmanın da tarihi gerçeklere pek uygun düşmeyeceğini söylemiştir. Selef, yaşanmış ve geçmiş bir dönemin adıdır. Tekrar kopyalamak mümkün değildir. Selef toptan bir mezhep etrafında toplanmayan belki içinde birçok mezhep barındıran bir kuşaktır. Ebu Hanife, Şafii, İmam Malik ve Ahmed bin Hanbel gibi. Lakin selefiler Selef'i, bir yöntem olarak anlıyorlar. Mutezile tevilde keyfiliğe kaçarken Selefilik ise tam zıddına tevile kapılarını kapatmıştır. Bununla birlikte selef asrında günümüzdeki Selefilik anlayışına benzeyen ve andıran dini grup veya gruplar var mıydı? Evet, gerek Mutezile gerekse Ehl-i Sünnet uleması (Ehl-i hadis hilafına tevile ve kıyasa daha açık olan) günümüzdeki Selefiliğe tekabül eden bir akımdan bahsetmektedirler. Bunlar bir kısım ehl-i hadistir. Lakin ehl-i tahkik olmayan hadisciler. Cahız ve İmam Gazali gibiler bunlara Nabita veya Haşeviye taifesi demiştir. Şiilerin de kendi Haşevileri vardır ve bunlara Ahbariler denilmektedir. Bununla birlikte Haşeviye bir ismi aşan bir sıfattır ve birçok anlayışa intibak edebilir.
Mutezile bir isimdir ve Hasan el Basri, Vasıl Bin Ata’nın bazı görüşler nedeniyle kendilerinden ayrılmasını ve uzak durmasını i’tizal olarak nitelemiştir. Bundan dolayı bu fırka Mutezile olarak meşhur olmuştur. Lakin kimilerine göre sıfatları ve onun dışında kaderi, tatil etmeleri nedeniyle kendilerine muattıla denmiştir. Esasında muattıla her seviyeye uygun bir sıfattır. Zira iman veya İslam’ın bazı rükünlerini tatil eden ve geçersiz kılan her akıma muattıla sıfatı verilebilir. Lakin genel anlamda bu sıfat Mutezileye verilmiştir. Şia ise genel anlamda üç ana akım etrafında şekillenmektedir. Bu ana akımların uyduları veya tabileri de vardır. Zeydiyye, Rafiza ve Batiniye. Özellikle de Oniki İmam Şiiliğine, Rafızılık denmiştir. Bunun nedeni sahabiler ve hulafa hakkındaki retçi tutumlarıdır. Genelde başka sıfatları benimseseler de Mutezile ve Rafıza yine de bu isim veya sıfatlarlarla anılmaya sıcak bakmışlar veya pek karşı çıkmamışlardır. Ehl-i Sünnet de genel olarak Şia ve Mutezile arasında ‘Amme’ sıfatıyla anılmaktadır. Burada Amme, (Eh-i sünnet ve’l) cemaati karşılayabilir. Bununla birlikte, Eh-i Sünnet bunu övünce çevirmiş ve kendilerine Sevad-ı a’zam( en büyük topluluk) sıfatı koymuşlardır. Ötekiler onu kuru kalabalık olarak görmeye çalışmışlardır ve bundan dolayı Amme demişlerdir. Lakin yine de Amme diye aşağılamalarına karşın çoğunluk hakkında kompleksten kurtulamamışlardır. Çünkü ümmeti temsil eden çoğunluktur.
İlk devre Selefiler ise Haşeviye olarak anılmıştır. Ebu Osman Cahız kitaplarında Haşeviye’den söz eder. Gazali de. Gazali Eh-i Sünnet temsilcisi olmasına rağmen peki Haşeviye diye kimi veya kimleri kasteder? Tevile karşı çıkan Ehl-i hadisi kastettiği aşikardır. Bediüzzaman bu kesimi dinde hassas muhakeme-i akliyede noksan olarak tanımlar. Bediüzzaman bu tanım karşılığında Haşeviye diye bir isim kullanmaz. Lakin herkesin Haşeviye’den anladığı da bu manadır. Naslar veya merviyat konusunda aklı kullanmayan ve kullanmayı da reddeden akımlara ve topluluklara Haşeviye denmiştir.
Yazar: Mustafa ÖZCAN
http://www.risalehaber.com/ sitesinden 07.07.2013 tarihinde yazdırılmıştır.
Sual: Selefiler niçin evliyalığa, kısaca tasavvufa karşıdır?
CEVAP
Marmara İlahiyat Fakültesi profesörlerinden H.Kamil Yılmaz özetle diyor ki: İbnül-Cevzi ile başlayan Selefilik hareketi, İbni Receb Hanbeli, İbnül-Kayyim el-Cevziyye ve İbni Teymiyye ile devam etmiş ve nihayet Muhammed b.Abdülvehhab ile yeni bir ekol halini almıştır.
Bu ekol artık tasavvuf karşıtı olmayı, kendi yollarının bariz bir vasfı gibi kabullenmiş ve nihayet Suud ailesinin resmi mezhebi haline gelince, “Selefilik” adı, yerini “Vehhabilik”e bırakmıştır.
Bugün İslâm dünyasının muhtelif yörelerinde tasavvuf karşıtı akımların arkasında, siyasi ve mali güç olarak bu düşüncenin bulunduğu görülmektedir.
Önceleri Selefilik adıyla ortaya çıkan, bugün de pek çok yerde kendini bu adla takdim eden, ama daha çok “Vehhabilik” adıyla anılan tasavvuf karşıtı cereyanın en önemli eksikliği, tasavvufa yönelttiği tenkitler değildir. Çünkü tasavvuf çevrelerinde onların tenkitlerini haklı çıkaracak birtakım uygulamaların bulunduğu muhakkaktır.
Belki yanlışlık bu tür hataların genelleme ile bütün tasavvuf çevrelerine teşmil edilerek, bu müesseseleri yok saymak ve İslâm dışı göstermektir. Aslında yapılan iş, maksadını aşan bir davranıştır. Karşı tarafı anlama kaygısı taşımadan üstüne varmadır. Pek çok mütefekkir ve mutasavvıfın büyük derdi anlaşılamamaktır. Nitekim kendisini idam etmek üzere toplanan kalabalığa karşı Hallacın şu duâsı bu gerçeği yansıtmaktadır: “Allahım, Senin kulların, Sana olan yakınlıklarından ve dinlerine bağlılıklarından, beni öldürmek için toplandılar. Onları bağışla! Çünkü Sen, bana gösterdiğin sırları onlara da göstermiş olsaydın, hakkımda böyle düşünmezlerdi. Şayet onlardan gizlediklerini benden de gizlemiş olsaydın, ben de böyle sözler söylemezdim.” (Altınoluk)
Asırlardır müslümanlar rebiu’l-evvel ayında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidini ihya eder. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim, naat-şiir okur, oruç tutar, tasliyede bulunur; mali durumu yerinde olanlar, eşraf ve fukara ayırımı gözetmeden ziyafet verir, hediye dağıtır.
Karşıt olarak nitelediği ameliyeleri bidat, şirk, dalalet, küfür gibi olumsuz anlam taşıyan kavramları kullanarak “gayr-i meşru” ilan eden çağdaş selefiliğin bidat kavramı ile olumsuz anlam yüklediği, dolayısıyla da uzak durulması gereken bir dalalet olarak gördüğü konulardan biri de, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğumu çerçevesinde yapılan “mevlid” kutlamasıdır.
Yakın dönemde yaşayan selefi düşünceye mensup pek çok yazar mevlidin bidat olduğunu iddia eden makaleler/reddiyeler kaleme almıştır. Mevlid etrafında yapılan tartışmalar çağdaş selefiliğin, var oluşunu inkarı üzerine bina ettiği “tevessül” gibi konuları dahi geride bırakmıştır. Bazı İslam ülkelerinde halk arasında “kandil geceleri” olarak bilinen, bereketli zamanlar öncesinde hutbelerde cemaate sakınılması gereken şeyler babında, mevlidi ihya da anlatılır ve mutlaka o günde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü anacak/anlayacak ihtifallerden uzak durulması gerektiği söylenir. Çağdaş selefi düşünceyi benimseyen yazar ve vaizlerin idaresindeki gazete ve kürsülerde de rebiulevvel ayı yaklaştığında ağırlıklı olarak mevlidin zararları işlenir. Bazı dergiler de mevlidin ne derece şeni bir bidat olduğunu savunan makaleler neşreder. Bütün bunlara gerekçe olarak selefin mevlidi ihya etmemesi ve mevlid çerçevesinde yapılan ihtifallerde İslami esaslara riayet edilmemesi gösterilir.
Bu durum bilgi kirliğinin yanında saf Müslüman zihinlerde soru işaretleri de oluşturmuştur. Dergimiz merkezini arayan ya da mail gönderen pek çok okur mevlid etrafında yapılan tartışmaların nasıl anlaşılması gerektiğini ve konu ile alakalı İslam’ın fasl edici hükmünü ortaya koyan bir makale yazılmasını talep ettiler.
İslam’ın mevlid hakkındaki hükmünü tesbit gayesiyle kaleme alınan bu makalede öncelikle mevlidin bidat olduğunu iddia edenler ve aksini söyleyenlerin görüş ve delilleri tahlil edilecek sonra tercihte bulunulacaktır.
MEVLİD
İslam’ın esasları “halidî” özelliğe sahiptir. Halidîlik, halefin selefle; iman, fikir ve amelde birlikteliğini sağlar. Bu yüzden insanlar peygamberlere ulaşma, peygamberler de birbirlerini tanıma iradesi içerisinde olmuşlardır. Nitekim Allah Teala Resul-i Ekrem’e hitaben: “Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz.” buyurmaktadır. Nasıl Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kalbi peygamber haberleriyle mesrur oluyorsa, Müslümanların gönül dünyası da O’nun siretini anlatan eserler ve O’nu anma çerçevesinde akdedilen ihtifallerle ferahnak olur.
Ulema mevlidle yaşanan ruhi değişimi kalıcı ve O’nun siretini sürekli okunur kılmak amacıyla mevlidle alakalı çok sayıda eser kaleme almıştır. Hafız İbn Nasıruddin ed-Dımeşkî bu eserlerin bir kısmını üç ciltten oluşan: “Camiu’l-Asâr fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muhtâr” adlı kitabında bir araya getirmiştir.
Allah Resulü’nün Viladeti
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün hesap-kitap bilmeyen, okur-yazar olmayan, meşhur hadiseler dışında tarih tutmayan ümmî bir toplumda dünyaya gelmesi doğum tarihiyle alakalı farklı rivayetlerin oluşmasına neden olmuştur.
Cumhur, Efendimiz’in “fîl hadisesi”nin olduğu yılın rebiu’l-evvel ayının pazartesi günü dünyaya geldiği hususunda ittifak etmiştir. Fakat viladetin söz konusu ayın dokuz, on ya da on ikinci günlerinden hangisine tekabül ettiğinde ihtilaf vardır. İbn Dihye rebiu’l-evvelin dokuzuncu günü dünyaya geldiğini, tarihçilerin de bu noktada fikir birliği içerisinde oldukların belirtmektedir. Mahmud Paşa da matematiksel araştırmalarla doğum gününün hicri dokuz rebiu’l-evvel (yirmi nisan 571) tarihine muvafık olduğunu söylemektedir. Doğum günün ihtilaflı olmasından dolayı bazı bölgelerde ihtifallerin başlangıç tarihleri senelere göre değişiklik arz etmiştir. Nitekim mevlidle alakalı ihtifali ilk olarak başlatan Erbil’in idarecisi Muzafferuddin de kutlamaları bir yıl rebiu’l-evvelin sekizinci, diğer yıl ise on ikinci günün gecesinde yapar, böylelikle iki rivayetle de amel etmiş olurdu. Mevlidin İçeriği
Mevlid; Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyayı teşrifi, çocukluğu, risaleti, mucizeleri, ahlakı, evsafı yanında O’na iktida edebilmek için gerekli olan meseleleri ihtiva eder.
Nitekim Abdullah b. Ravaha, Ka’b. Züheyr, Hassan b. Sabit gibi şair sahabiler de O’nun bu yönlerini anlatır, O’na tazimde bulunurlardı. İnşad edilen şiirler, dinleyiciler üzerinde azim tesirler uyandırır, sahabenin Allah Resulü’ne ittibaı güç kazanırdı.
Sonraki yüzyıllarda gelen müellif ve şairler de mevlid ihtifallerinde mevcut geleneği devam ettirdiler. O’nu anlatan ürünlerini O’na yaklaşma ve şefaatini kazanma vesilesi olarak gördüler. Maddi imkanı yerinde olanlar Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğum gününde insanlara ikramda bulundular. O’nunla sevinenler, hediyelerle insanları sevindirirler.
Mevlidin Bidat Olduğunu Söyleyenler
Çağdaş selefiliğin mevlidle ilgili kanaatinin oluşmasında önemli etkisi bulunan Ebû Hafs el-Fâkihânî, Abdulaziz b. Baz, Ebû Bekir el-Cezâirî gibi selefi yazarlar mevlidin bidat olduğunu iddia etmektedirler.
Çağdaş selefilik, bidat olarak gördüğü mevlide ilk olarak Fatimiler tarafından ihdas edilmesi, bayram olarak algılanması ve ihtifallerde İslami esaslara uyulmaması gibi nedenlerden dolayı karşı çıktığını söylemektedir.
İbn Teymiyye
Çağdaş selefiliğin en güçlü referanslarından olan İbn Teymiyye’nin mevlid ile alakalı tesbit ve görüşü muasır takipçilerine göre daha mutedildir. İbn Teymiyye, mevlidle alakalı şöyle demektedir: Bazı insanlar mevlidi ya Hz. İsa’nın doğumunu kutlama noktasında Hrıstiyanlara benzemek ya da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne duydukları sevgi ve O’nu yüceltmek gayesiyle ihdas etmişlerdir. Yemin olsun ki mevlidi sevgi ve ictihatlarından dolayı yapanları Allah mükafatlandıracaktır.
Yukarıdaki ifadeleri söyleyen İbn Teymiyye, bidat olarak gördüğü mevlidi ihya edenleri ilahi ecir almalarına rağmen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emrine uyma noktasında gevşeklik göstermekle itham eder. Ona göre mevlidi ihya edenler Mushaf’ı süsleyip de okumayan ya da okuyup ona tabi olmayan kişilere benzemektedir.
İbn Teymiyye mevlidi ihya edenlerin bu ameliyelerinden dolayı sevap kazanmalarını Ahmed b. Hanbel (rahimehullah)’den naklettiği bir fetva ile delillendirir. Ahmed b. Hanbel’e bazı devlet adamlarının Mushaf’ı süslemek için bin dinar harcadıkları sorulduğunda, kendi mezhebinde Mushaf’ı süslemek mekruh olmasına rağmen devlet adamlarının uygulamasına karşı çıkılmamasını söyler. İbn Teymiyye, Ahmed b. Hanbel’in; Kur’an’ın tezyinine harcanmayan fonun gece sohbetlerini havi kitaplara ya da şiir ve felsefe eserlerine sarfedilmesini önlemek gayesiyle böyle bir fetva verdiğini ifade eder. Görüldüğü gibi, İbn Teymiyye mevlidi çağdaş selefiler gibi bütünüyle gayri meşru ilan etmeyip garip gerekçelerle amel-i salih kapsamında değerlendirmiştir.
Mevlid Bidat İlişkisi
Bidat; öncesi olmayan, sonradan ortaya çıkan şey demektir. Buna göre Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabın yapmadığı, onlar tarafından bilinmeyen daha sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ameliyeler bidat kapsamına girer.
Istılahta bidat, kendisinden uzak durulması gereken dalalet olarak tarif edilir. Tarifin bu şekilde yapılmasının arka planında şu hadisler vardır: “Kim bu bizim dinimizde onda olmayan bir şeyi ihdas ederse o batıldır.”, “Her bidat delalettir.”
Bidatla ilgili şeri hüküm tesbit edilirken kelimenin lügat anlamı esas alınırsa hayatın tabi akışı inkar edilmiş olur. Çünkü dünyada sürekli bir değişim yaşanmaktadır. Hayat sürekli yenilenmektedir. Bu ilahi bir kanundur. Saadet asrında da olaylar ve onlara bağlı olarak verilen hükümler değişmiştir. Bu dinin temel inanç esaslarına aykırı olmadığı gibi; bizzat dinin, müctehitlerden talebidir.
İslam “Dinde asıl olan mubahlıktır.” kaidesini vaz ederek değişim alanına giren konuları nasslara aykırı olmama şartıyla meşru addeder.
Tarih boyu hiçbir alim de bidati lügat anlamında kullanıp bu çerçevede hüküm vermemiştir. Nitekim Şatibî bidati şu şekilde tarif etmektedir: “Dinde uydurulan, şeriata benzeyen bir yoldur. Ona tabi olmakla şeri disiplinde amaçlanan şey kastedilir.” Buna göre bir şeyin bidat olabilmesi için onu icad eden ya da icra edenin bidati dinin içinde bir unsur olarak görmesi gerekir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ondan sakındırmasının nedeni de bu tür bir algılamadan kaynaklanmaktadır. Bidatla ilgili yukarıda anlamı verilen hadiste geçen “men ahdese fî emrina haza…” ifadesinde ki “fî emrina haza” dan maksat da “din”dir.
Dinin sahibi Allah Teala’dır. Onda insanın artırma ya da eksiltme hakkı olamaz. Bidatı icad eden ise Allah’ın dinine onda olmayan unsurları dahil etmektedir. Bu yüzden bidat kesin bir dille reddedilmiştir.
Bidat Sünnet-i Hasene İlişkisi
Bidatın ıstılah tarifi esas alındığında insanın dini ya da dünyevi bir gaye ya da maslahata dönük ortaya attığı fakat dinin aslından ya da hükümlerinden biri olarak addetmediği fiil ve tasarrufların bidat olmadığı görülmektedir. Bu tür fiiller, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ifade ettiği şekilde ya: “sünnetün hasenetün/güzel bir çığır” ya da “sünnetün seyyietün/kötü bir yol” olarak isimlendirilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Müslim’in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: “Kim İslam’da güzel bir çığır (sünneten haseneten) açar da, kendisinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye bu çığırla amel edenlerin ecri kadar sevap yazılır, hiç birinin ecrinden de bir şey eksilmez. Kim de İslam’da kötü bir yol açar (sünnetün seyyietün) kendinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye açtığı bu yolla amel edenlerin günahı kadar yazılır, hiçbirinin günahından da bir şey eksilmez.
İnsana ait fiiller ve tasarrufların bidat kavramı dışında kalanları, ilahi emir ve yasaklarla çatışırsa haram ve mekruh gibi muhtelif başlıklar altında toplanırlar. Bu tür mevzuların sonradan ortaya çıkmalarıyla önceden var olmaları arasında bir fark yoktur.
Eğer mevlid şeri hükümlere ne karşı ne de muvafık bir konumda değilse bu durumda ihtiva ettiği hükümlerin sonuçlarına bakılır. İslam’ın riayet etmeyi gerekli kıldığı “zaruraâ-ı hamse” başlığı altında toplanan “din, hayat, akıl, nesil, mal” gibi hususlardan birinin gerçekleşmesini temin ediyorsa bu, “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Bu da kendi içerisinde maslahatı gerçekleştirme sürecinde kendisine duyulan ihtiyaç nisbetinde mendub, vacip gibi isimler alır. Eğer bu beş husustan birini yıkmaya ya da zarar vermeye matuf olursa bu durumda “sünnetün seyyietun” başlığı altına girer. Kötülüğü de, zararı nisbetinde farklılık arz eder. Bazen mekruh bazen de haram olur. Eğer her tür zararlardan uzaksa mübah addedilir.
Buna göre bidati ikiye ayırıp birine “seyyie/kötü” diğerine ise “hasene/iyi” demek İslami kabullerle çelişir. Çünkü bidat peygamber dilinde “dalalettir.” Ayrıca bidat dinde artışı ya da ona yeni şeyler izafe etmeyi gerektirir. Bazı alimlerin “bidat-ı hasene” şeklindeki ifadeleri ise mecazi anlamdadır. Onlar gerçekte bununla “es-sünnetu’l-hasene”yi kastetmektedirler.
Müslümanların belli münasebetler çerçevesinde idrak ettikleri hicri yılbaşı, İsra-Miraç, Mekke’nin Fethi, Bedir Gazvesi, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidi gibi ihtifaller “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Çünkü bunlar netice itibariyle maslahattırlar. Bu ihtifallerdeki anma ve anlama ameliyeleri ile müminlerin yürekleri yeniden var olur. Kur’an-ı Kerim okuma, ayetleri tefekkür, tezekkür gibi şarinin zamana bağlı olmaksızın emrettiği ameliyeler daha yoğun bir şekilde yapılır.
Mevlid ve ona benzeyen ihtifaller dinin özüne dahil birer unsur olarak algılanmadığından bidat kapsamına da girmezler. Çünkü adettirler. Adet dinin esasına dahil olmadığından terki durumunda bir şey gerekmez. Dinin esasını teşkil eden unsurlardan biri terk edildiğinde ise mükellefler günahkar olur.
Tarihi Arkaplan
Çağdaş selefilik, mevlidin tarihi arka planını reddedilmesinin nedenleri arasında zikreder. Onların iddiasına göre mevlid, Fatimi Devleti’ne dayanır. İlk mevlid ihtifali hicri 362 yılında Kahire’ye gelen el-Muizlidinillah tarafından ramazan ayında okutulan altı mevlidle icra edilmiştir. El-Muizlidillah söz konusu mevlidleri Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve mevcut halife için okutmuştur. İlerleyen yıllarda Fatimiler mevlidlerde çeşitli etkinlikler düzenler, mevlid sahibi için hutbeler irat ederlerdi.
Suyutî mevlidi ilk olarak ihdas edenin Fatimiler değil Erbil hükümdarı Muzaffer (Ebû Said) olduğunu söylemektedir. Suyutî mevlidlerde yanında büyük alim ve sufileri de bulunduran Muzaffer’le alakalı Ebu’l-Hattab İbn Dihye’nin “et-Tenvîr fî Mevlidi’l-Beşîri’n-Nezîr” adını koyduğu bir kitap telif ettiğini de zikreder.
Babasının vefatından sonra h. 563 yılında devlet başkanı olan Muzaffer’in mevlid ihtifali ile alakalı değerlendirmelerde bulunan İbn Hallikân yapılanları vasf etmenin güç olduğunu söyler. Çevre illerden toplanan fakih, sufî, vaiz ve karilerden oluşan geniş halk kitlesi muharrem ayından rebiu’l-evvelin ilk günlerine kadar Erbil’e akın ederlerdi. Her yıl tekrar eden bu uygulamanın sonunda insanlara hediyeler de verilirdi.
Deliller
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarihteki büyük dini hadiselerle yaşadığı zamanı irtibatlandırır, hadiselerin muayyen tarihleri geldiğinde de meseleyi canlı bir şekilde tezekkür ederdi. Medine’ye hicret ettiğinde Aşura günü Yahudilerin oruç tuttuklarını görünce sebebini sormuş; “Bu Allah Teala’nın Firavun’u boğup Musa’yı kurtardığı gündür. Allah’a şükür olarak oruç tutmaktayız.” cevabını alınca, “Biz Musa’ya sizden daha yakınız.” deyip kendi oruç tutmuş, ashabına da tutmalarını emretmiştir.
Bilindiği üzere, kulun Allah’a şükrü, secde, oruç, sadaka, Kur’an-ı Kerim okumak gibi çeşitli ibadetlerle olur. Yahudiler Hz. Musa’nın kurtulması ve Firavun’un boğulması nimetini onlara ihsan eden Allah’a oruç tutarak fiili şükürde bulunmuşlardır. Müslümanlar da onlar için en büyük nimet olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidini çeşitli ibadetlerle Allah’a şükrederek ihya etmektedirler. Bazı alimler, mevlidin Hz. Musa ile ilgili hadiseye uygunluk arz etmesi için Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün viladetinin tesbit edilmesi ve şükrün özellikle o gün izhar edilmesi gerekir, demektedir. Fakat şükrün ifasını gerektiren ibadetler için bir gün söz konusu olmadığından mevlidi de gün ile sınırlamak doğru olmaz.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) pazartesi günü tuttuğu orucun gerekçesini açıklarken: “Bugün dünya geldim.” demiştir. Buna göre Mevlid-i Nebi’yi ilk ihya eden, o gün oruç tutarak Allah Teala’ya şükreden Resul-i Ekrem’dir.
Günümüzde Müslümanların mevlid ihtifalleri şekil açısından kısmi farklılıklar arz etse de Aşure ve pazartesi günleri Efendimiz’in tuttuğu oruçların gayesi ile tamamen örtüşmektedir. Zira hepsi ilahi rızayı celbetmek için îfa edilmektedir.
Kur’an-ı Kerim Müslümanlara İslam’ın ulvi değerleriyle meşru ölçüler çerçevesinde sevinmeyi tavsiye etmektedir: “De ki: ‘Allah’ın lütuf ve rahmetiyle; yalnız bunlarla sevinsinler.’” Allah Teala müminlere “rahmet”le sevinmelerini emretmektedir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şu ayetin delalet ettiği gibi bizzat rahmettir: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” Nitekim İbn Abbas “rahmet” kelimesini Muhammed Mustafa olarak tefsir etmiştir. Müminler Allah Resulü’nün varlığıyla her dem mesrur olur. Fakat doğduğu ay ve gün sürur daha yoğun bir şekilde yaşanır.
Mevlid İslam coğrafyasında uygulanan alimlerin güzel gördüğü, halkın benimsediği bir gelenektir. “Müslümanların güzel telakki ettiği Allah katında güzel, çirkin addettikleri ise çirkindir.”
Her pazartesi Ebu Leheb’in azabı Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğum müjdesi kendinse verildiğinde cariyesi Süveybe’yi azad etmesinden dolayı hafifler. Muhammed b. Nasıruddin ed-Dimeşki şöyle demektedir:
Kur’an’ın elleri kurusun diye zemmettiği ebedi cehennemlik o kafir;
Ahmed’in doğumuna sevindi diye pazartesi günleri daha az azab görür.
Ömür boyu Ahmed’le sevinen ve muvahhit olarak ölenin hali ise bir düşün nasıl olur.
Hadis’i şerife göre Süveybe’yi azad ettiğinden dolayı Ebû Leheb’in azabı hafifleyecekse viladetle sevinen Müslümanların sevap kazanmaları evleviyetle mümkündür.
Suyutî, “mevlid ihtifallerinin esasını teşkil eden, toplanıp Kur’an-ı Kerim okumak, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya gelmesi ve doğumu ile yeryüzünde meydana gelen harikuladeliklerle ilgili rivayetleri nakletmek ve sonrasında hazırlanan sofralarda ikram edilen yemekleri yiyip dağılmak, program sahibinin sevap kazanmasını sağlayan hayırlı ameliyeler cümlesindendir.” demektedir. Çünkü mevlidin gayesi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne ta’zimde bulunmak ve doğumu sebebiyle oluşan mutluluğu açığa vurmaktır.
Mevlidin Muayyen Zamanı
Mevlid her zaman ihya edilebilir. Her ne kadar muayyen bir zamanı olsa da Allah Resulü’nü anlamak için bir araya gelenler ya da ferdi olarak mevlidi ihya edenler mecur olacaktır. Çünkü mevlit bir ibadet olmadığından vakit dışında da akdedilebilir. Kişinin mecur olmasında esas, niyyettir. Bu durum düğün yemeğine davet edilen, fakat gününden önce tören yerine giden misafire benzer. Nasıl ki tören alanına erken giden konuk ev sahabi tarafından hüsnü kabul görüyorsa, ihtifal sahipleri de mevlidin sahibi tarafından makbul olur.
Sonuç
İslam eşyayı doğru okumayı emreder. Kabe’yi tavaf etmek, Safa-Merve’de sa’y etmek, şeytanı taşlamak belli mekanlarda akdedilen ve uzun bir tarihi geçmişi olan ibadetlerdir. Her biri bir anda defaatle yapılır. Tekrar, ibadetlerin gayelerini idrak etmeye katkıda bulunur. Kabe etrafında döndükçe ya da Safa Merve arasında sa’y ettikçe “hakikat” daha yakından tanınır ve mesaj daha net kavranır. Çünkü insan bir şeyi tanıyabildiği ölçüde tasavvur eder. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) de mevlid ile daha yakından tanınacaktır. Fakat bu günde yapılanları Kur’an-ı Kerim, naat, şemail, şiir okumak, oruç tutmak, sadaka vermek gibi hayrî hizmetlerle sınırlı tutmak gerekir.
Mevlid çerçevesinde yapılan gayri İslamî etkinlikleri gerekçe gösterip mevlidi inkar etmek ise, yılın diğer günlerinde işlenen haram ya da mekruhlardan dolayı yıl boyu yapılan amel-i salihlere sınırlama getirmek gibidir. Bu yüzden mücerred olarak mevlidin meşru olup olmadığını tartışmak akla ziyan bir ameliyedir.
Vahhabilik (ve Selefilik) Ehlisünnet tarafından teyit edilmiş midir?
Diyorlar ki: Vahabilerin inançları, Ehli sünnet uleması ve büyükleri tarafından teyit edilmiştir ve İslam öğretileriyle hiçbir çakışması bulunmamaktadır. Gerçekten bu doğru mudur? Ehli sünnet uleması vahhabileri onaylamakta mıdır?
Cevap
Hiç kuşku yok ki iddia etmek çok kolay ve rahat bir iştir, ancak onun için delil getirmek, dağı yerinden oynatmaktan daha zordur. Vahabilerin inançları nasıl Ehli sünnet uleması tarafından teyit edilmiş olabilir ki?! Halbuki bu mezhep, sekizinci yüzyılın başlarında İbn Teymiye (ö: 728) tarafından icat edilmiştir. Zira dört mezhep uleması, onun inançlarının İslam’dan uzak ve payeden yoksun olduğuna dair tanıklıkta bulunmuşlardır. Bundan dolayı dönemin hükümeti onu hapse atmış ve zindanda yaşamını yitirmiştir. Eğer onun inançları ulema tarafından teyit edilmiştiyse, böyle bir yazgıyla karşılaşmazdı. Şam ve Mısır’da onunla münazaralar yapılmış ve hepsi onun delalet ve sapkınlığını tasrih etmişlerdir.[1]
Şimdi tüm Ehli sünnetin muhalefet ettiği onların inançlarından önemlilerini burada zikrediyoruz:
1. O, Allah’ı ağaçtan yapılmış tahta oturan bir cisim olarak bilmektedir. Ancak tahtı kendisinden az daha küçüktür. Ağırlığından dolayı deve mahfeli gibi ses çıkartmaktadır.
2. Ona göre Kıyamet günü, ateş sona erecek.
3. Ona göre Hz. Peygamberi ziyarete gitmek haramdır. Halbuki tüm İslam uleması, bu ziyareti müstahap olarak bilmektedir.
Ona göre Peygamber ve evliyaların kabir ziyaretleri caiz değildir, bilakis ona göre Hz. Peygamberi (s.a.a) ziyaret etmek, kabir ziyaretiyle eşdeğerdir. Eğer bir iki defa gerçekleşirse İslam’ın sonu gelir. Örneğin: “Selam olsun Müslümanların ehli diyarına”
4. O, Hz. Peygamberin (s.a.a) eser ve izlerine teberrük etmeği haram bilmektedir. Halbuki Peygamberin sahabeleri, tabiin ve tüm Müslümanlar, Peygambere ait eserlerden teberrük etmektedirler.
5. O, evliyaların kabirlerinin üzerine gölgelik, kubbeli türbe yapılmasını şirk bilmekte ve böyle yerlerin yıkılmasını tevhidi izhar etmek olarak saymaktadır.
6. Sevabının ilahi evliyalara gitmesi amacıyla yapılan her türlü adağı haram bilmektedir.
7. O, şefaati kabul etmesine rağmen Hz. Peygamberden (s.a.a) şefaat talep etmeği şirk ve haram bilmektedir.
8. İlahi evliyaların azamet ve paklıklarına işaret eden onlara yapılan yeminleri haram bilmektedir. Halbuki Allah Teala, Hz. Peygamberin (s.a.a) canına and içmiştir: لَعَمْرُكَ إِنَّهُمْ لَفِي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ
“(Resûlüm!) ömrüne andolsun ki, onlar, sarhoşlukları içinde kör sersemdiler. (Hicr, 72)”
9. Kendilerinden başka tüm Müslümanları müşrik bilmektedirler. Bundan dolayı Muhammed Bin Abdulvahhab, Necd ve Hicaz’da güç elde ettikten sonra çevredeki Müslümanlara karşı cidal etmiş ve onlarla savaşmayı sürdürmüştür. Ve gerçekte Vahhabi hükümeti, Müslümanların yıkıntıları üzerine kurulmuştur.
10. Hz. Peygamberin (s.a.a) doğum gününü kutlamayı bidat saymaktadırlar. Halbuki bu tür şenlikler, Hz. Resulullah’a bir çeşit muhabbet göstergesidir. Kur’an-ı Kerim, peygamberlere sevgi gösterisinde bulunmayı emretmiş ve onları sevmek İslam’ın ilmi ve inançsal ilkelerinden biridir.
Vahhabilerin şu ana kadar Ehli sünnet uleması tarafından kabul edilmemelerinin en açık delili, çoğunluğu Ehli sünnet uleması tarafından binin üzerinde onları reddeden kitaplar yazmalardır.[2]
Genel olarak Vahhabi inancı üç şey üzerine bina edilmiştir:
1. Yahudilik inancındaki Allah’ın sıfatlarında cismiyet ve teşbihin yaygınlaştırılması
2. Enbiya ve evliyaların makamlarını sıradan insanların makamına indirgemek. Onlar öldükten sonra varlık ve vücutları son bulmaktadır düşüncesi.
3. Vahhabilerin kazmaları sonucu ortadan kaldırılan İslam tarihi eserlerinin yok edilmesi. Onların yerine İslam öncesi kavimlere ve şirke bulaşmış Arap kültürlerine ait şirk içerikli eserlerin yaygınlaştırılması.
Bu batıl akait, Müslümanlar arasında ihtilafları beraberinde getirmiştir. Onlar hata ve yanlışlıklarını örtmek için “selefi” sözcüğünü kendileri için seçmiş ve bizler ilk Müslümanların takipçileriyiz demeye başlamışlardır. Halbuki ilk Müslümanlar, bunların inanç ve akaitlerinin tam tersini yerine getirmekteydiler. Zaten bundan dolayı İslam’ın yayılması sağlanmıştır.
Onlar cahil insanlar gibi, kendi monarşi düşünceleri kibrine kapılarak İbn Teymiye ve onun mektebinin öğrencisi olan Muhammed bin Abdulvahhab’la övünmektedirler ve asla bilimsel bir toplantıda ahlak konularını ele alarak başkalarının da onların delillerini dinlemelerine izin vermemektedirler. Şayet iki gruba bölünmüş Müslümanlar bu şekilde onarılabilir. Müslümanlar istişare ve birlik içinde birbirlerinin ilimlerinden yararlanmalıdır. Bu aynı zamanda İslam’ın emridir de.
Anlatılanlar ışığında, Vahhabilerin Sünni ve Şia Müslümanlarından oluşan büyük bir Müslüman toplumu arasında oldukça marjinal bir grup olduğu anlaşılmaktadır. Terörizm, zorbalık ve petrol paralarıyla inançlarını Müslümanlar arasında yaymaktadırlar. Onların iki ithamları bulunmakta ve her ikisini de Müslümanlara karşı kullanmaktadırlar. Yani başkalarına “şirk” ve “bidat” yaftası. Halbuki gayri Müslimlere, gerçek müşriklere ve Müslümanlar arasında ahlaki ve ilmi sapkınlıklar oluşturanlara (batının ahlaki fesat ve irtidat kültürünün organizatörlerine) karşı olmadıkları gibi rahatlıkla onlarla işbirliği yaparak birlikte olabilmektedirler.
Selefiyye, Selefi-i Sâlihînin (Eshâbı kirâm, Tabiîn, Tebe-i tabiînin) yolunda olduklarını iddia ettikleri hâlde, onların yolundan ayrılan bozuk îtikadlı kimselerdir.
Hicrî dördüncü asırda Hanbeli mezhebinden dolayısıyla Ehl-i sünnetden ayrılıp, kendilerine selefiyye veya selefî denilen bâzı kimseler, müteşâbih nassların (ma'nâsı kapalı âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerin) sırf zâhirinde (görünen), konuşma dilindeki mânâlarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış mânâlar verdiler. Bu sebeble teşbih ve tecsîm (Allahü teâlâyı mahlûklarına benzetme) gibi bozuk bir inanışın içerisine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için de Selef-i Sâlihînin yolunda oldukalarını söyleyerek, kendilerine Selefî adını verdiler. Hanbeli mezhebinde olan Ebü'l Ferec îbnü'l- Cevzî ve başka âlimler; bu selefiyyecilerin, Selef-i sâlihinin yolunda olmadıklarını, bid'at ehli mücessime (Allahü teâlânın cisim olduğunu söyleyenlerin ) firkasından oldukarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Yedinci asırda İbni Teymiyye (v.1328/728), bu fitneyi tekrar alevlendirdi. Talebesi olan İbn-i Kayyım el- Cevziyye (v.1350/751), hocasının bozuk yolunu devam ettirdi. Hicrî on ikinci asırda selefîlik fitnesi, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından vahhabilik adıyla tekrar ortaya çıkarıldı. Onun ve İbn-i Teymiyyenin yolundakiler tarafından devâm ettirildi. Bu bozuk yol bilahere Cemaleddin Efgani ve Abduhun talebeleri ve sevenleri tarafından devam ettirildi. Günümüzde İslam memleketlerinde vehhabilik ve mezhepsizlik adıyle devam etmektedir.
Görülüyor ki, İslâmiyyette selefiyye mezhebi diye bir şey yoktur. Tek doğru îtikâd ve selef-i sâlihînin yolu olan Ehl-i sünnet vel-cemâat yolu ve bunun Mâturîdiyye ve Eş'ariyye diye iki kolu vardır. Müslimânlar günümüze kadar îtikatta Ehl-i sünnetin bu iki kolundan birinde olarak gelmişlerdir.
SELEFÎLİK
Selefîlerin Bozuk Görüşleri
l- Selefiler, i'tikadda Ehl-i sünnet mezhebinden başka selefiyye adıyla ayrı bir mezhebden bahsederler.
Her müslimân şunu iyi bilmelidir ki, islâmiyyetde (Selefiyye mezhebi) diye birşey yokdur. İslâmiyyetde yalnız (Selef-i sâlihîn) mezhebi vardır. Selefiler ve mezhepsizler tarafından uydurulmuş bir kelimedir. Selef-i sâlihîn, hadîs-i şerif ile medh ve senâ buyurulmuş olan, ilk iki asrın müslimânlarıdır. Üçüncü ve dördüncü asrlarda gelen islâm âlimlerine (Halef-i sâdıkîn) denir. Bu şerefli insanların i'tikâdına, (Ehl-i sünnet vel-cemâ'at mezhebi) denir Bu mezheb, îmân, inanış mezhebidir. Selef-i sâlihînin, ya'nî Eshâb-ı kiram ile Tâbi’în-i i'zâmın îmânları hep aynı idi. İnanışları arasında hiç fark yokdu. Şimdi yer yüzünde bulunan müslimânlann çoğu, Ehl-i sünnet mezhebindedirler.
2- Selefiler, Ehl-î sünnetin iki kolu olan Eşariyye ve Maturiyyeden önce bütün sünnilerin Selefiyye mezhebine tabi olduklarını, Eşari ve Maturiyye mezhebinin sonradan çıktığını söylerler.
Halbuki Resulüllahın ortaya koyduğu İtikada Ehl-i sünnet itikadı denir. Eshab-ı kiram Ehl-i sünnet itikadını Resulullah'tan aldılar. Tabi’în-i izâm da bu bilgileri Eshab-ı kiram'dan öğrendiler. Bu büyüklere (Selefi salihin) denir. Daha sonra gelenler de Ehl-i sünnet îtikadını bu büyüklerden öğrendi. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bize nakl yolu ile geldi. İmam-ı Eşari ve Maturidi hazretleri Selefi salihinin bildirdikleri bu bilgileri açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği şekilde yazmışlardır. Bu sebeble bu iki imam ile Selefi salihinin bildirdikleri iman bilgileri aynıdır.
3- Selefiler, îmam-ı Gazâli'nin, Fahreddin Razı, Kâdî Beydâvî hazretlerinin felsefeyi, kel'am ilmine soktuğunu, Ehl-i sünnetten ayrılan İbni Teymiyye’nin selefiyye mezhebini yeniden ortaya çıkardığını söylemektedirler.
Halbuki bu üç imam (Gazâli'nin, Fahreddin Râzî, Kâdî Beydâvî hazretleri) bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet itikadını müdâfaa ederken ve onların sapık fikirlerini çürütürken onların felsefelerine de geniş cevaplar verdiler. Bu cevapları Ehl-i sünnet mezhebine felsefeyi karıştırmak değildir. Bilâkis kelâm ilmini kendisine karıştırılan felsefî düşüncelerden temizlemektir.
Beydâvîde ve bunun şerhlerinin en kıymetlisi olan (Şeyhzâde) tefsîrinde hiçbir felsefî düşünce, hiçbir felsefî metod yokdur. Bu yüce imâmlara felsefe yolunda idiler demek, çok çirkin iftirâdır. Ehi-i sünnet âlimlerine bu iftirayı ilk olarak, İbni Teymiyye, (Vâsıta) kitabında yazmışdır. İbni Teymiyyenin ve talebesi İbn-ül-Kayyım-ıl-cevziyyenin Selefiyye mezhebini ihyâya, yeniden ortaya çıkarmaya çalışdıklarını söylemek ise, tamamen yanlıştır. Bu iki şahısdan evvel Selefiyye mezhebi, hattâ Selefiyye kelimesi yok idi ki, bu ikisinin ihyâya çalışdığı söylenilebilsin. Bu ikisinden evvel yalnız ve tek hak i'tikâd olarak Ehl-i sünnet vel-cemâ'at mezhebi vardı, İbni Teymiyye, bu hak mezhebi bozmuş, birçok bid'atlar meydâna çıkarmışdır. [Seâdet-i ebediyye / 463]
4- Selefiler, bir mezhebe bağlanmayı kabul etmezler. Halbuki Ehl-i sünnet ailmleri müctehid olmayan müslümanların dört mezhepten birine bağlanmasının vacip olduğunu bildirmektedirler.
Osmanlı şeyhüslamlarından Mustafa Sabri Efendi: "Mezhebsizlik dinsizlik üzerine kurulan köprüdür" buyurmaktadır.
5- Selefiler, İslamiyyeti sadece kendilerinin doğru anladığını, önceki alimlerin kendileri gibi anlayamadığını söylemektedirler. Hep kendilerini beğenirler. Halbuki bize İslamiyyeti doğru olarak nakl edenler asırlardan beri gelmiş geçmiş olan Ehl-i Sünnet âlimleridir. Selefiler o büyüklerin yolundan ayrılıp saptıkları için böyle söylemektedirler.
6- Selefiler, Ehl-i sünnetden ayrılmış olan İbni Teymiyyeyi kendilerine imam, rehber kabul ederler. İbni Teymiyyenin sapık fikirleri vehabilere ve diğer mehsepsizlere kaynak olmuştur. İbni Teymiyye daha önce Ehl-i sünnet mezhebinde yani Ehl-i sünnet idi. Fakat ilmi çoğalıp fetva makamına yükselince kendini Ehl-i sünnet alimlerinden üstün görmeye başladı. İlmi'nin çoğalması dalaletine, sapıtmasına sebeb oldu. Daha önce Hanbelî mezhebinde iken sapıtması sebebi ile hanbelî olması kalmadı. Ehl-i sünnet itikadından ayrıldı. Ehl-i sünnet itikadında olmayan kimse Hanbelî mezhebindedir denemez.
Şimdi mezhebsizlerin, dinde reformcuların kitâblannın, sözlerinin, yanlış düşüncelerinin kaynağı, hep İbni Teymiyyenin bid'atleri, bozuk fikirleridir. Bunlar, kendilerinin hak yolda olduklarına gençleri inandırmak için, korkunç bir hîle ortaya çıkardılar. İbni Teymiyyenin bid'atlerini, yanlış fikrlerini haklı göstererek, gençleri onun yoluna sürüklemek için, Selef-i sâlihîne Selefiyye ismini verdiler. Selef-i sâlihînin halefleri olan ya'nî sonra gelen islâm âlimlerine felsefe ve bid'at lekelerini bulaşdırdılar. Bunları, Selefiyye dedikleri uydurma isimden ayrılmakla suçladılar. İbni Teymiyyeyi, Selefiyyeyi yeniden canlandıran bir kahraman, bir müctehid olarak ortaya koydular. Hâlbuki, Selef-i sâlihînin halefleri olan, sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în", zemânımıza kadar, hattâ bugün bile, yazdıkları kitâblarında Selef-i sâlihînin mezhebi olan (Ehl-i Sünnet) i'tikâd bilgilerini savunmuşlar, İbni Teymiyye'nin, Şevkânî'nin ve benzerlerinin Selef-i sâlihînin yolundan ayrıldıklarını ve müslimânları felâkete ve Cehenneme sürüklediklerini bildirmişlerdir.
7- Selefîler, tasavvufa ve tasavvuf büyüklerine karşıdırlar. Nitekim İbni Teymiyye tasavvuf büyüklerine çirkin kelimelerle dil uzatmıştır.
Halbuki büyük âlim Abdulganî Nablusî hazretleri bu tasavvuf büyüklerinin isimlerini yazarak birer veli olduklarını ve bunlara dil uzatanların gafil ve cahîl olduklarını söylemektedir.
8- Selefiler, kabir ziyaretine karşıdırlar. Halbuki dört mezhebin alimleri sünnet olduğunu bildirmektedir.
Hülâsa: Selef-i salihînin "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în" yolunda bulunan müslimânlara (Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Nass)larda (âyet-i kerîme ve hâdîs-i şeriflerde) açık bildirilmemiş olan ahkâmdaki ictihâdlarını beğenmeyen ve bu şübheli (ma'nâsı kapalı) nassları yanlış te'vî! ederek, anladıklarını Selef-i sâlihînin yolu olarak savunan sapıklara (Silfiyye) veya (Selefiyye) denir. Silfiyye bid'atini ortaya çıkaranların en meşhuru İbni Teymiyye ve vehhâbîlerdir. Bunlar kendilerinin Eshâb-ı kirâm yolunda olduğunu savunuyor, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şeriflerden yanlış ve bozuk ma'nâlar çıkararak, Ehl-i sünnet olan hakîkî müslimânları kötülüyorlar.] [Se'âdet-ebediyye / 383]
BİR DİN ADAMININ DOĞRU YOLDA OLUP OLMADIĞI NASIL ANLAŞILIR
Bir din adamı, hangi asırda bulunursa bulunsun, Resûlullâhın "sallallâhü aleyhi ve sellem" ve Esbabının "radıyallahü anhüm" bildirdiklerine uymazsa, sözleri, işleri ve itikadı bunların bildirdiklerine uygun olmazsa ve nefsine, düşüncelerine uyarak şeriatin dışına taşarsa ve aklına uyarak şeriatın inceliklerine karşı gelir, anlıyamadığı bilgilerde dört mezhebin dışına taşarsa, bu kimsenin kötü din adamı olduğu anlaşılır. Allahü teâlâ bunun kalbini mühürlemişdir. Gözleri hak yolu göremez. Kulakları doğru sözü işitemez. Buna, kıyametde büyük azab vardır, Allahü teâlâ, bunu sevmez. Bunlar, kendilerini doğru yolda sanır. Yapdıklarını beğenirler. Halbuki, bunlar şeytanın yolundadırlar. Bunlardan aklını toparlayıp doğruya dönebilen çok azdır. Bunların her sözü tatlı olur. Yaldızlı olur. Faideli görünür. Halbuki, düşündükleri, beğendikleri şeyler hep kötüdür. Ahmakları aldatarak kötü yola, felakete sürüklerler. Sözleri, kar yığınları gibi parlak, lekesiz görünür. Fekat, hakikat güneşi karşısında eriyip giderler. Allahü teâlânın kalblerini karartdığı ve mühürlediği bu kötü din adamlarına (Bidat ehli), yani mezhebsiz din adamı denir. Bunlar, itikadları ve amelleri, Kurân-ı Kerim’e ve Hadîs-i şeriflere ve icmaı ümmete uymıyan kimselerdir. Bunlar doğru yoldan sapmış olup, müslimanları da felakete sürüklemekdedirler. Bunlara uyanlar, Cehenneme gideceklerdir. Selef-i salihin zemanında ve sonra gelen din adamları arasında böyle bozuk olanlar çok vardı. Müslimanlar arasında bunların bulunması, insanın bir uzvunun kangren [veya kanser] olmasına benzer. Bu yarayı yok etmedikçe, sağlam kısmlar da felaketden kurtulamaz. Bunlar, bulaşıcı hastalık mikrobu taşıyan hastalar gibidir. Bunlara yaklaşanlar zarar görür. Bunların zararına yakalanmamak için yanlarına yaklaşmamak lazımdır. [Seâdet-i ebediyye / 496]
Ehlisünnet itikadını öğrenmedikten sonra, Islamiyetin doğuşundan bu yana dalalete sapmış bozuk fırkalardan bazıları hakkında kısaca bilgi verelim:
Selef-i salihin ilk devir müslümanların yani Eshabı Kiram, Tabiin, Tebe-i Tabiinin yolunda olduklarını iddia ettikleri halde, onların yolundan ayrılmış olan bozuk kimselerdir.
Selef-i Salihin, ehlisünnet ve’l cemaat itikadında idi. Selef-i Salihin müteşabih (yani manası kapalı olan) nassları (yani ayet-i kerime ve hadisi şerifleri) fazla açıklamaya lüzum görmemiş, ilmi haliyle havale etme yolunu tutmuşlardı.
Hicri 4. Asırda Hanbeli mezhebinden, dolayısıyla ehlisünnetten ayrılan bazı kimseler, müteşabih nasslara sırf zahirine (görünen), konuşma dilindeki manalarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış manalar vermişlerdir. Örneğin Kuranı Kerimde Allahu Teala hakkında buyurulan „yed“ ve „vech“ kelimelerine lügat ve konuşma dilindeki manaları olan „el“ ve „yüz“ manalarını vermişlerdir. Böylece Allahu Tealayı yarattıklarına benzetme ve cisimleştirme gibi bozuk bir inanışın içine düşmüşlerdir.
Kendi sözlerine inandırabilmek içinde „Biz Selef-i Salihinin yolundayız“ demişlerdir. Halbuki Selef-i Salihin ile, bunların tuttuğu yol birbirine tamamen zıttır.
Ehlisünnet alimleri, müslümanlar arasında „selefilik“ iddiasında bulunan mücessime ve müşebbihe gibi bidat fırkalarının ve bu fırkalarda bulunan sapık inanışlı kimselerin yayılmaya başladığını görünce bunlar karşısında kayıtsız kalmayı doğru bulmamışlar, müteşabih nassları Islam esaslarına, Islamın ruhuna uygun olarak tevil etmiş, yorumlamıştır. Ayni örnekten yola çıkılacak olursak, örneğin Allahu Teala hakkındaki „yed“ sözünü kudret, „vech“ sözünü de zat diye izah etmişlerdir.
Selef mezhebi başka, Selefiyye sapıklığı başkadır. 1) Selefiyye adıyla bir mezhep yoktur. Kendilerine selefi diyenlerin en önemli yanlışları dört hak mezhepten birine uyulmasını istememeleridir.
Son yıllarda özellikle Türkiye, Afrika, Asya ve Avrupada bu inanışa sahip kimseler sıkca görülmektedir. Ehlisünnet itikadını tam olarak bilmeyen saf ve cahil müslümanlar da maalesef bunlara takılmaktadır.
_____________________________
1) Imam Gazali hz.leri Ilcam-ul Avam isimli eserinde, selef mezhebini, yani Ehlüsünnet ve’l cemaat yolunu anlatmış, bugün kendilerine selefi denilen sapıkların bozuk görüşlerini, bu sapıklığın yayılmasını önlemiştir.
Selefîlik İslam düşünce tarihinde önemli bir akımdır. Akıl-nakil ilişkisi çerçevesinde oluşmuş iki köklü ekolden biri selefîliktir. Selef kelimesi, şimdikine nazaran daha önce yaşamış, gelip geçmiş önceki kuşakları ifade eder. Selefin zıddı 'halef'tir. Halef, sonra gelen, bir kimsenin ardılı demektir. İslam düşünce tarihinde 'selefiye' adı geçmişte ve günümüzde kullanılmakla beraber, aslında bu isimde muayyen bir mezhep yoktur. Nasıl ki 're'yciler' adında muayyen bir mezhep olmayıp, re'yci mezhepler varsa, selefiye (selefîlik) de, bir mezhepten daha genel olarak bir yöntem, yaklaşım tarzı ve anlayıştır. Selefiye, Kur'an ve hadisle birlikte, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn nesillerinin söz ve davranışlarını kudsiyet mertebesinde benimseyen; nassı ve nakli dinî bir dokunulmazlık (masuniyet) seviyesine yükselten, nakli yüce ve mübarek bir bilgi kaynağı olarak yüceltip, mutlak surette hâkim sayan, nassa itiraz ve muhalefet etmeyi, tenkid ve tevil yapmayı kesinlikle kabul etmeyen anlayıştır. Daha da daraltılmış bir ifadeyle, sahabe ve tâbiîn mezhebi üzerinde bulunduğunu ileri süren fakîh ve hadisçilerin yoluna selefiye denmektedir. İslam düşünce geleneğinde, 'ehl-i sünnet' 'hâssa' ve 'âmme' (özel ve genel) diye ikiye ayrılagelmiştir. Maturîdiyye ve Eş'ariyye mezhepleri 'ehl-i sünnet-i âmme' sayılmaktadır. Bu iki mezhebin, hakkında meşhur bir nass (ayet ve hadis) bulunmayan, sahabe ve tâbiînin üzerinde ittifak ettikleri açıkça bilinmeyen bazı kelamî meselelere daldıkları kabul edilmektedir. Bu iki mezhep, bazı hatalar yapmış olsa da yine tevhid ehli sayılmışlardır. Ehl-i sünnet-i hâssa olarak ise, selefiye ekolü kastedilmektedir. Çünkü selefiyenin, hakkında meşhur bir nass olmayan, sahabe ve tabiînin de ittifak etmişliği bilinmeyen meselelere dalmayıp, sünnetin kemali üzere hareket eden tevhid ehli bir zümre olduğu kabul edilmiştir. Ehli sünneti hâssaya zamanla selefiye yerine Hanbelî mezhebi de denmiştir. Selefiyeye eseriye, ehli hadis, sıfatiye ve isbâtiye gibi isimler de verilmiştir. Selefîlik hicri üçüncü yüzyılın başlarında teşekkül etmeye başlamış ve bazı aşamalardan geçmiştir. Selefîliğin ilk aşamasına 'eski selefîler' (mütekaddimûn) denmektedir. 'İcmal devri' de denilen bu ilk dönem, Mutezile, Mürcie, Şia ve Haricilerin dışında kalan, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn yolunu benimseyen, bid'at saydıkları Cehmiye, Mutezile ve Kaderiye'nin yeni yorumlarını toptan (icmalen) reddeden hadisçi ve fukahânın benimsediği mezheptir. 'Eski selefîler' kendi içinde iki gruba ayrılmaktadır. İlki, henüz Eş'arî ve Maturîdî mezhepleri zuhur etmeden önceki selefîler olup, bu dönemde ehli sünnetin tamamına 'selef mezhebi' denmekteydi. Eş'arî ve Maturîdî mezhepleri teşekkül ettikten sonra, onlardan ayrışan sünnîlere selef adı verilmişti ki, bu da, 'icmal devri'nin ikinci dönemi sayılmaktadır. Mamer b. Raşid (ö.770), Evzaî (ö.774), Sufyan es-Sevrî (ö.778), Malik b. Enes (ö.795), Sufyan b. Uyeyne (ö.814), önde gelen bazı selefî âlimlerdir. Hanefî, Şafî ve Malikî mezheplerinin ilk âlimleri de selefden sayılmışlardır. Fakat bilhassa Ebu Hanife belki sözcük anlamıyla 'selef' sayılsa da, 'selefî' olmadığı kesindir. Kuşkusuz selefiye denince akla, selefiyenin îtikaddaki imamı olarak bilinen, Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed İbni Hanbel (ö.241/855) gelir. Musned türünde bir hadis kitabı tedvin etmiş olan İbni Hanbel, Bağdat'ta yaşamış, Kur'an'ı hıfzetmiş, hadis rivayeti ve fıkıh alanında tedrisat yapmıştır. Abbasî hükümdarları tarafından, "Kur'an mahlûktur" görüşünü kabul etmeye zorlanmış, kabul etmediği için işkenceler görmüş, öğrenci okutmaktan, halkın arasında bulunmaktan men edilmiştir. Kısacası, fikirlerinin çilesini çekmiş bir insandır. Ahmed İbni Hanbel Kitap ve sünneti delil olarak alır, sahabenin icmaını kabul eder, kıyasa ise hemen hemen hiç başvurmazdı. İtikadî konularda akla yer vermezdi. Çünkü aklın dalalete sevk edebileceğine inanırdı. Ona göre Allah'ın sıfatları konusunda tartışmaya girmek doğru değildi. Selefiyenin ikinci dönemi, 'sonraki selefîler' (müteahhirûn) olup, bu döneme tafsil devri de denmektedir. İbni Teymiyye (ö.1328) tarafından başlatılıp, öğrencisi İbni Kayyım el-Cevziyye (ö.1350) tarafından sürdürülen hareket, geniş ölçüde eski selefîleri takip etmiştir. İbni Teymiyye Ahmed b. Hanbel'den beş asır kadar sonra yaşamış, onun sıkı bir takipçisidir. Öncekilerin, dalmayı uygun bulmadıkları için icmalen zikrettikleri konular bunlar tarafından tafsilatlı olarak işlenmiş, böylece selefîlik sistemleşmiştir. Ne var ki, bu sonraki selefîliğin hızını, güçlenen sünnî kelam ve tasavvuf hareketi kesmiştir. Bugün Vahhabîlik olarak bilinen akımın kurucusu Muhammed b. Abdülvehhab (ö.1792), İbni Hanbel-İbni Teymiyye çizgisinin bir devamıdır. Ne var ki, Muhammed b. Abdülvehhab, İbni Teymiyye'nin ictihad canlılığını almamış, tutuk bir İbni Teymiyyecilikle yetinmiş, basit bir selefî hareket olarak kalmıştır. Muasır bir düşünürün deyimiyle, İbni Teymiyye'yi ezberlemiş fakat ezberini bir adım ileriye götürememiştir. Yine de Vahhabîlik, Senusîlik gibi bazı hareketleri etkilemiştir Selefiyenin üçüncü dönemi, yeni selefiye hareketidir. Mısır'da Kavalalı M. Ali Paşa, İstanbul'da Tanzimat Fermanı ile başlayan batı tesirleriyle uyanan bazı Müslümanlar, geleneksel kelam ve tasavvuf ekollerinin Müslümanların derdine derman olamayacağı düşüncesinden hareketle yeni bir selefiye anlayışı geliştirmişlerdir. Cemaleddin Afganî (ö.1897), Muhammed Abduh (ö.1905), Reşid Rızâ (1935), Muhammed İkbal (ö.1938) Mustafa Meraği, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Mevdudî, Nedevî, Mustafa Sibai, Muhammed Ebu Zehra, Yusuf Kardavî gibi düşünür ve âlimler 'yeni selefiye'den sayılmaktadır. Mehmed Akif, Kâmil Miras ve Ahmed Naim mutedil selefiyenin Türkiye'den birkaç temsilcisidir. Yeni selefîler akla, ilme ve teknik gelişmelere çok önem verirler. Önceki selefîleri aşan bazı yorumları vardır. Reşid Rızâ bunun en tipik örneğidir. Yeni selefîler, muhalifleri tarafından mezhepsiz, modernist, din tahripçisi gibi ithamlara maruz kalmışlardır. Hemen her düşünce akımı gibi, selefîlik de yekpâre bir düşünce ekolü değildir. Sadece tasavvufa ya da sadece kelama yakın selefîler bulunduğu gibi, her ikisine de yakın ya da her ikisine de uzak selefîler bulunmaktadır. Selefiye Kur'an'ı 'olduğu gibi' alma, tevil ve tefsire girişmeme taraftarıdır. Koyu bir selefî için, "Allah öyle diyorsa öyledir!" Bu açıdan selefiye ile zahirîleri birbirinden ayırmak müşkildir. Selefiyenin Peygamber'e ilişkin tutumu tam bir taklit anlayışıdır. Rivayete göre Ahmed b. Hanbel, Kur'an'ın yaratılmışlığı tartışmasında takibata uğradığı sırada bir yerde üç gün gizlenir ve aranmaya devam ettiği halde üçüncü günün sonunda ortaya çıkar. Sebebi ise, Rasûlullah'ın hicret esnasında gizlendiği mağarada üç gün kalmış olmasıdır! İbni Hanbel'in ölünceye kadar karpuz yemediği rivayet edilir. Çünkü rivayetler ona, Rasûlullah'ın karpuzu nasıl yediğini bildirmemiştir! Aslında Ahmed İbni Hanbel, selefi bu şekilde takdis etmekte yalnız değildir. Rivayetler doğru ise, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, İbni Hanbel'e esin kaynağı olmuştur. Abdullah b. Ömer'in, bir yerden geçerken devesinden inip def-i hacette bulunur gibi yaptığı, bir başka yerde devesini birkaç kere döndürdüğü rivayet edilir. Sebebi bellidir: Rasûlullah (sav) da o yerlerde aynı hareketleri yapmıştır! Selefiyenin en belirgin özelliği, nassları ve nakli kutsallaştırmasıdır. Selefiye müteşabihat konusunda Kur'an ayetlerini tefsir ve tevil etmeye şiddetle karşı çıkar. Hiç kimse aklına dayanarak Kur'an'ı yorumlayamaz der. Adından da anlaşılacağı üzere, gerek Kur'an'ı ve gerekse sünneti anlamak için başvurulacak merci, selef, yani ilk üç nesildir. Dinde sahabenin örnek alınması esastır. Çünkü kalbi en temiz, ilmi derin, hidayet açısından en güvenilir, yapmacıklıktan uzak, ahlak bakımından en sağlam kişiler sahabe neslidir. Allah, dinini tesis etmek için, Rasûlü ile birlikte bu insanları seçmiştir. Onlara benzemeye çalışmak ve izlerini adım adım takip etmek gerekir. Onların yolundan azıcık sağa ya da sola sapmak insanı dalalete düşürür. Ayet ve hadislerin manası, sahabenin anladığı kadardır. Sahabe nasslardan ne anlamışsa İslam odur. Bunun dışında re'y, kıyas, tevil, tefsir, icma ve ilham gibi yöntemler dinden değildir. İmam Şafi'nin, "ilim, kâle haddesenâ (bize felan nakletti) ile başlayan sözlerdir. Geriye kalanlar şeytanın vesvesesidir" dediği rivayet edilir. Onlar ilmi, "nass ve naklin dışında kalan şeyleri bilmemek" diye tarif etmişlerdir. Kısacası selefiyeye göre Peygamber'in sünneti Nuh'un gemisidir; ashab ise hidayet yıldızları olup, gemiye bindikten sonra, selamet sahiline inmek için bu yıldızların rehberliğinden yararlanmak şarttır. Bu bağlamda "ashabım gökteki yıldızlar gibidir…", ya da "en hayırlı nesil benim zamanımda yaşayanlardır…" gibi hadislerin ne kadar büyük bir işlev gördüğü kolaylıkla anlaşılmaktadır. Selefiye nazarında tâbiîn ve tebe-i tâbiîn sahabe ile aynı değerdedir. Çünkü İslam'ı en doğru, en iyi, en güzel şekilde anlayan ve anladığını en uygun biçimde yaşayan, bu ilk üç nesildir. Sonrakilerden hiç kimse İslam'ı onlar kadar mükemmel anlayamaz. Onların anlayış ve yaşamları tenkit edilemez. Demek ki, yapılacak şey, ilk üç neslin beyan ve uygulamalarını aynen muhafaza etmek, onlara aykırı görüş ve davranışlardan kaçınmaktır. Selefiyenin "isnad dindir" sözü, ilk üç nesilden gelen rivayetler dışında ilim kabul etmedikleri anlamına gelmektedir. İmam Zührî'nin, "hadis erkektir, onu ancak erkekler sever; dişiler ondan hoşlanmazlar" sözü, isnadın nasıl da 'din' sayıldığını açıklayıcıdır. İbni Teymiyye, filozofların, kelamcıların ve Eş'arî, Maturîdî gibi ehli sünnet imamların metotlarını özetledikten sonra, selefin akla itimat etmeyip, itikadî delilleri sadece Kur'an'dan almayı savunduğunu, zira aklın insanı saptırabileceğini ileri sürer. Ona göre esas olan nakildir. Akıl, idrak ve tasdik edicidir. Kurtuluşun yolu akıl değil, faydalı ilim ve salih ameldir. Felsefe ve kelamın akli metotlarıyla Allah hakkında bilgi sahibi olunamaz. İtikadî ve diğer meseleleri hakkıyla anlamanın yolu, Kur'an ve sünnettir. Kur'an ne hüküm koymuşsa, sünnet nasıl açıklamışsa, olduğu gibi kabul etmek gerekir, asla reddedilemez. Aksi takdirde İslam inancından çıkılmış olunur. Selefiye, ilk nesilleri ve onlardan gelen nakilleri kutsallaştırırken, aklı da o oranda küçümser. Bu, elbette aklı hiç kullanmadıkları anlamına gelmemektedir. Lakin onlara göre akıl ayet, hadis ve ilk üç nesilden gelen rivayetler hakkında tasarrufta bulunamaz. Kur'an'ı açıklamak ve yorum çıkarmakta aklın hiç katkısı yok değildir, ancak bu katkı, metinlerin işaretleri ölçüsünde ve haberlerin, aklı desteklemeleri nisbetindedir. Aklın vazifesi sadece nakli anlamaktan ibarettir. Akıl Kur'an'ın delillerini ancak izah edebilir. Akıl hâkim değil, şahittir; bozan, reddeden değil, destekleyendir. Akla düşen inanmak, boyun eğmek, nakille bilinen şeyleri akla yaklaştırmak ve nakille çelişmekten kurtarmaktır. Akıl ve istidlal yöntemine dayanarak nakil tefsir ve tevil edilemez. Akıl naklin ardından yürür ve destekler, ama hiçbir zaman tek başına delil olamaz. Selefiyeye göre aklî metotlar İslam'dan sonra icad edilen, sahabe ve tabiînin bilmedikleri bir usûldür. İtikadî meseleleri anlamak için aklî prensiplerin zaruri olduklarını iddia etmek, selefin bu meseleleri ve delillerini hakkıyla bilmediklerini iddia etmek anlamına gelir. Selefiye, nakli yüceltip, aklı dışlayınca, akla dayanarak görüş belirtme anlamındaki re'yi de yerden yere vurmuştur. Çünkü re'y aklî bir edimdir; oysa nassları anlamada re'ye başvurulamaz. Meşhur hadis âlimi Şa'bî'nin, re'y ve kıyas gibi yöntemlere tepkisi ünlüdür. Şa'bî'nin, Re'ycileri kastederek, "Şunlar sana Muhammed'in ashabından bir şey haber verirlerse onu kabul et, kendi re'y ve görüşlerine dayanarak bir şey söylerlerse, onu götür helâya at ve üzerine de işe" dediği bildirilir. Şa'bî, bir meselenin çözümünü kıyas ve akla göre bulma çabasına olan tepkisini gösterirken, oldukça müstehcen sözler sarfetmiştir. Ahmed b. Hanbel, zayıf hadisi re'ye tercih ederdi. Oğlu Abdullah'ın babasından naklettiğine göre, hukuki problemlerin, re'y ve kıyası iyi bilen birine değil, hadis usul bilgisi yetersiz bile olsa bir hadisçiye sorulması gerektiğine inanmaktaydı. Hadis dururken re'y ve kıyasla hüküm vermek, selefiyenin asla kabul edemeyeceği bir yöntemdir. Bu sebebe binaen, re'y ehlinden olan Ebu Hanife selefiyenin şiddetli hücumuna maruz kalmış, ilmi bilmeyen, insanları dalalete düşüren biri olarak görülmüştür. Eserine 'ehli sünnet' kitlelerce, Kur'an'dan sonra en sahih kaynak payesi verilmiş olan Buharî, "halkdan biri" tabiri ile atıfta bulunduğu Ebu Hanife'nin adını anmaya bile layık görmemiş ve kendisinden bir tek hadis dahi rivayet etmemiştir. Selefiye, büyük oranda re'y ve istidlâle dayanan kelam ilmine hücum etmiş, kelam bilmeyi cehalet, bilmemeyi ilim saymıştır. Hatta kelamla uğraşmayı zındıklık sayanlar olmuştur. Ahmed b. Hanbel'in, kelam âlimlerini (aklı yücelttikleri için) zındık saydığı bilinmektedir. İmam Şafi'nin de kelam günahını, Allah katında şirkten sonra en ağır günah saydığı ileri sürülmektedir. Selefiyenin en azından, kelamî nazariyelerin bir işe yaramayacağı, varsayım türünden bu kîl ü kâl ile bir yere varılamayacağı görüşünde olduğunda kuşku yoktur. İbni Teymiyye'ye göre kelamcılar ne İslam'a yardımcı olmuşlar, ne de İslam düşmanlarını hezimete uğratmışlardır. Selefîler, yollarının Kur'an ve sünnet yolu olduğu inancını taşıdıkları için, itikadî meseleleri yalnızca Kur'an'dan ve sünnetten almaya çalışmışlar, itikadda Kur'an'dan başka delil arama çabasına girmemişler, halkın Kur'an'ın delilleriyle yetinmeleri uğrunda da büyük çaba sarf etmişlerdir. Onlara göre Kur'an'ın genel tutumu, Allah'ı yüceltme uğrunda aşırılığa gidip tafsilata dalmamak, Allah'ın vücudu (varlığı)na, dünyevî veya semavî cisimler ile delil getirip, tafsilata dalmamaktır. Tartışma doğuran çözümsüz meselelerle uğraşmamak gerekir. Kur'an'ın açıkladığı çerçevede, aklî ve naklî delillerle iman esaslarını ispat eylemek yeterlidir. Selefiye ile diğer kelam mezhepleri arasında en fazla cedelleşme Allah'ın sıfatları üzerinde yaşanmıştır. Selefiye, Allah'ın sıfatlarını 'Kur'an ve sünnette zikredildiği gibi', zahirine göre almakta, tevil veya tefsire girişmemektedir. Dolayısıyla Allah'a sevgi, gazap, kızma, çağırma, konuşma, bulutların gölgesiyle insanlara inme ve arş üzerinde istîvâ etme gibi sıfatları isnad etmektedirler. Onlara göre Allah'ın eli ve yüzü vardır ve bu hususta tevil yapılamaz. 'El' keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatıdır. Fakat diğer sıfatlarda olduğu gibi, el sıfatının da künhünü idrak edemeyiz. Tafsilatına girmeden, mücmel olarak Allah'ın eli sıfatını tasdik ederiz. Allah'ın eli, aslı itibariyle malum, vasfı itibariyle müteşâbihtir. Vasfın keyfiyeti (nasıllığı) bilinemez. İmam Malik'in, "istiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür, ondan soru sormak bid'attır" sözü, sıfatlara ilişkin selefî tutumu özetleyicidir. Selefe göre Allah'ın sıfatları, yaratılmışların sıfatlarına benzemez. Dolayısıyla O'nun sıfatlarının keyfiyeti tayin olunamaz, tevil ve tahrif edilemez. Allah'ın şanına yakışmayan teşbih ve temsil (benzetme ve örneklendirme)ler toptan reddedilir. Hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar gibi sıfatlar nasıl ki Allah'ın zatî sıfatlarından ise, vech, yed, ayn gibi sıfatlar da O'nun zatî sıfatlarındandır. Yaratma, diriltme, öldürme, rızık verme ve affetme nasıl Allah'ın dileme ve kudretinin taalluk ettiği fiili sıfatlarından ise, istivâ, nüzul ve gelmek gibi sıfatlar da O'nun fiilî sıfatlarıdır. Selefiye nasslar üzerinde tevil yapmayı bir nevi dini değiştirme ve tahrif sayar. Kur'an ve sünnette belirtilen esaslara, akıl ve reye müracaat etmeksizin, tevile başvurmaksızın, olduğu gibi inanırlar. Müteşâbih ayetlerin tevilini Allah'a havale ederler. İlimde rüsûh sahibi olanlar, onlara iman eder, hepsinin Allah'dan olduğuna teslim olurlar, ama ayetleri tevil etmezler. (3/Al-i İmran, 7). Selefiye, nassları hiç tefsir etmiyor değildir, lakin onların tevil ve tefsiri lafzî ve zahirî bir tefsir olup, bir nassı başka bir nass ile tevil ve tefsir etmekten ibarettir. İbni Hanbel "üç şeyin (megâzî, melâhim ve tefsir) İslam'da yeri yoktur" derken, re'y esasına göre yapılan tefsiri kastetmekteydi. Selefiye yolunun şu yedi esasa dayandığı belirtilmektedir: 1.Takdis: Allah'ı, O'nun azametine layık olmayan sıfatlardan tenzih etmek. 2.Tasdik: Allah'ın, Kur'an'da ve sünnet-i seniyyede varid olan isimleri ve sıfatlarının, Allah'ın kemaline layık bir anlamı olduğuna kanaat getirmek. Allah, kendisini ve Peygamber (a.s) Allah'ı nasıl vasfetmiş ise, murad edilen anlamın velev ki künhünü kavrayamasa bile, öylece iman etmek. 3.Aczin itirafı: İnsan, müteşabih konularda murad olunan ilahî maksada tam olarak ulaşamaz. 4.Sükût: Cahil kişi, müteşabih meselelerden soru sormamalı, âlim de cevap vermemelidir. Avam müteşabih meselelerden sorarsa men edilir. Mesela Rasûlullah (sav) kader meselesine dalanları bundan men etmiştir. Hz. Ömer, "Rahman arşa istiva etti" ayetinin manasını soran kimseyi sürgün etmiş, Kur'an'ın mahlûk olup olmadığını soran kimseyi de bundan sakındırmıştır. 5.İmsak: Kur'an nasslarını, zahirî anlamlarının dışında başka manalara tevil etmekten kaçınmak gerekir. Allah'ın eli 'kudret' ile açıklanamaz. 6.Kalbin bozulmasına sebebiyet vermemek için, tartışmaktan men olunan işleri kalpten de tefekkür etmemek gerekir. 7.Peygamber (a.s) ve sahabe, derinlikli konulara dalmıyorlardıysa bu, o konulara vakıf olmadıkları anlamına gelmemektedir. Selefiyenin bu ilkelerinin genel özelliğini şöyle özetleyebiliriz: onlar, Allah'ın zatı hakkında ilme dayanmaksızın ve hak olmayan bir söz söylemeyi sakıncalı bulmuşlar; ilmî bir delile dayanmaksızın, hele de hak ortaya çıktığı halde lüzumsuz yere cedel yapmaya devam etmeyi kerih görmüşlerdir. Onlar, dinde tefrika ve ayrılık çıkarmaktan dinin men ettiğine inanmışlardır. Doğrusunu söylemek gerekirse selefiye, Allah'ın ilim, kuvvet, rahmet, kelam ve istivası yoktur diyen muattıla ve "ilmi benim ilmim gibidir, kuvveti benim kuvvetim gibidir" görüşünde olan müşebbihe gibi fırkaların metodunu benimsememiştir. Kendilerinin, Allah'ın sıfatlarını, yaratılanların sıfatlarına benzeten müşebbiheye, Allah'ı cisimleştiren mücessimeye, ya da Allah'ın sıfatlarını iptal eden muattılaya benzetilmesine tepki göstermiş ve anılan akımları reddetmiştir. Fakat yine de bu tepkisi selefiyeyi, mücessime ve müşebbiheye benzemekten kurtarmamıştır. Bazı ilk dönem selefîleri de bu gerekçeyle eleştirilmişlerdir. Çünkü selefiyenin mesela Allahu Teala'ya parmakla işaret etmenin cevazına inanması, bu eleştirileri haklı kılmıştır. "Allah cevher değildir, cisim değildir; âlemin içinde değildir, dışında da değildir; âleme bitişik değildir, ayrı da değildir; önde-arkada, sağda-solda, aşağıda-üstte değildir…" diyen kelamcıya, "aslında Allah yok diyeceksin de dilin varmıyor!" tepkisini göstermek bir selefîye cazip geliyordu. Lakin kendi yorumlarının teşbih ve tecsim anlamına geldiği uyarılarını, 'selefîce' reddediyorlardı. Selefiyenin, tecsim ve teşbihe varan yorumları, bizzat ekolün kendi içinden eleştiriler almıştır. Bu eleştiriyi yapanlardan biri olan İbnül Cevzî, selefî âlimlerin görüşlerine katlanamamış, bunların Ahmed İbni Hanbel ve selefin görüşleri olmadığını savunmak, bu görüşlerin mezhebi lekelediğini ileri sürmek zorunda kalmıştır. Mesela, "Allah Âdem'i kendi sûretinde yarattı" (Buharî, Müslim, İbni Hanbel) hadisine binaen Allah'ın şekli, yüzü, ağzı, dili, dişleri, yüzünün nuru, iki eli, parmağı, avuçları, küçük parmağı, başparmağı, göğsü, baldırı, bacağı* ve iki ayağı bulunduğunu iddia eden selefîleri İbnül Cevzî, Allah'ı yaratılmışlara benzettikleri için şiddetle eleştirmiştir. İbnül Cevzî'ye göre, Ahmed b. Hanbel kamçılanırken bile kendisine, öncekilerin (selefin) söylemediği bir sözü söyletemeyeceklerini haykırmış ve de söylememiştir. İbnül Cevzî, 'selefîliğin' sınırlarını zorlayan bir noktaya geliyor ve diyor ki, "Temel esaslar kendisiyle ispat edilen akıl ihmal edilmemelidir." İbnül Cevzi'nin eleştirilerini, yine bir Hanbelî âlimi olan ve "Hanbelî mezhebinin, denizlerin suyuyla bile temizlenemeyecek kadar kirletildiği" tespitini yapan Ebu Ya'lâ sürdürmüştür. Kabul etmek gerekir ki selefîler, ulemanın geneline aykırı olarak, tevhid akîdesinin gerektirdiği bazı hususlarda çok titiz davranmışlardır. Bunların başında, Allah'dan bir şey isterken, ölmüş bazı kulların vesîle (aracı) yapılması (istimdât) inanışı gelmektedir. Selefîler istimdâtın vahdaniyete ters düştüğünü, adeta haykırarak söylerler. Selefiyeye göre Allah'dan başkasından yardım dilemek haramdır. Peygamber bile kendisinden yardım dilemeyi men etmiştir. İbni Teymiyye, ölülere veya dirilere dua ederek yalvarmanın, Allaha ortak koşmak olacağını en yüksek tonda seslendirmiş bir selefiye âlimidir. Ona göre, yaratılan birini vesîle edinmek, Allah'ın inzal etmediği bir bid'attır. Kim Allah'a ibadet (kulluk) hususunda bir şahsı veya herhangi bir şeyi Allah'a aracı yaparsa, o kimse Allaha şirk koşmuş olur. Onun, Allah'ın tek olduğuna inanmasının bir anlamı yoktur. Mekke Arapları, yerin ve göğün yaratıcısının Allah olduğunu kabul ettikleri halde, Allah'a şirk koşuyorlardı. (31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38). Selefiyeye göre, Peygamber'in kabrine yönelerek ziyaret etmek, kabri etrafında ibadet etmek, herhangi bir Peygamber veya velinin kabrine yönelerek dua etmek, vahdaniyete aykırıdır. Selef de böyle inanmaktaydı. Aynı şekilde gerek Peygamber'in, gerekse 'salih kulların' kabirlerini, hayır ve uğur bekleyerek ziyaret etmek caiz değildir. Selefîler tasavvufa sıcak bakmazlar. Kimi selefîlere göre İslam açısından en zararlı iki zümreden birincisi kelamcılarsa, ikincisi de sûfîlerdir. Ancak bütün selefîlerin tasavvufa aynı şekilde bakmadıkları da bir gerçektir. İbni Teymiyye gibi bazı selefîler, meselenin daha ziyade akidevî (ideolojik) yönüyle alakadar olurken, kimileri daha ziyade sûfî çevrelerde yayılan bid'at ve hurafelere yoğunlaşmışlardır. Bazı sûfîlerin yazdığı tasavvufî tefsir kitapları, bazı selefîler (mesela İbni Salah) tarafından küfür olarak nitelenmiştir. Sûfiyeyi en çok tenkid edenlerden birisi İbni Teymiyye'dir. İbni Teymiyye'nin bilhassa Hallac ve İbni Arabî gibi teorisyenleri eleştirisi meşhurdur. O, İbni Arabî'nin vahdet-i vücud teorisini, Yahudilerin, Hristiyanların, Mecusilerin ve hatta putperestlerin bile savunmadığı, ancak Karmatîlerde görülebilen Firavunî bir teori olarak görür. 'Enel hak' nazariyesini ve vahdet-i vücudu hulûl ve ilhad hareketi, hatta İslam karşıtı cereyanlar olarak değerlendirir. Selefiyenin ekseriyeti sûfiyeyi daha çok, kabir ziyareti, şeyhlerin/evliyanın ruhlarından yardım dilemek, sema, toplu zikir, evrad, ezkar ve musikî gibi konularda tenkit etmiştir. Toplu halde vecd içinde okunan ilahilere selefîler "şeytanın Kur'an'ı" nazarıyla bakmışlardır. Şeyhlere olan aşırı bağlılığın, insanların dine ve nassa bağlılıklarına engel olduğunu savunmuşlardır. Sûfîlerin zühd anlayışı selefiyenin tenkidine uğramış olmakla beraber, ilk dönem zâhidlerini nisbeten anlayışla karşılamış oldukları da bir gerçektir. Bunda selefiyenin ilk imamlarının zühd fikrine ve zâhidâne bir yaşama fazla uzak olmamalarının etkisinin olduğu muhakkaktır. Nitekim Ahmed İbni Hanbel'in de zühdle ilgili bir kitabı bulunmaktadır. Selefiye, İslam âleminin geri kalmasının sebebi olarak, inziva, dünyayı terk ve tekke hayatını işaret etmiştir. Selefiyenin tasavvuf eleştirisini, köktenci bir reddiye olmayıp, daha ziyade ıslaha yönelik bir tutum olarak görebiliriz. Sûfîlerin bazı âdetlerini bid'at ve hurafe olarak görüp, karşı çıkmak elbette bir 'tasavvuf eleştirisi'dir. Fakat bir de tasavvufu, doktrin olarak Din'in temel ilkeleriyle çatıştığı gerekçesiyle eleştirmek, daha doğrusu reddetmek vardır. Selefilerinki daha ziyade birinci türdendir ve bu, seçmeci, ılımlı ve uzlaşmacı bir eleştiridir. Örnek verecek olursak, 'evliyâ'nın ruhlarından istimdat, kabir ziyareti, sema gibi pratiklere tepki duyulması, bunların sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn neslinde -gelenekte- bulunmamış olmasıdır! Eğer gelenekte var olsaydı, muhtemelen usûlleri gereği bunları 'anlamaya' çalışacaklardı. İbni Teymiyye'nin sûfîleri, hele de vahdet-i vücûd felsefesini eleştirisi çok önemli olmakla beraber, tasavvufun kökten reddi sayılamaz. Çünkü her şeyden önce bir selefî olarak onun hareket noktası, vahdet-i vücud gibi felsefi teorilerin, ilk üç nesilde görülmemiş olmasıdır. Fakat yine de İbni Teymiyye'nin tasavvufu tenkidi küçümsenecek ve görmezden gelinecek cinsten değildir. Muhyiddin İbni Arabî ve Hallacı Mansur şahsında vahdet-i vücûda yönelttiği eleştiriler oldukça cesur ve tamamen isabetlidir. Selefiye oldum olası 'bid'atlara' şiddetle karşı çıkmıştır. Gerek Peygamber ve gerekse ilk üç nesil tarafından her şey en güzel bir şekilde söylendiğine ve icra edildiğine göre, Kur'an ve sünnette bulunmayan, sahabenin hayatında rastlanmayan şeyler bid'at sayılır. Her bid'at dalalet, her dalalet de cehennemliktir. Selefiye, bid'atın hasene ve seyyie gibi çeşitlendirilmesini kabul etmez. Said b. Cübeyr'e (ö.714) atfedilen bir görüşe göre, "Bedir savaşında bulunan sahabenin bilmediği şey dinden değildir." İmam Malik ise, "Maide suresinin 3. ayeti nazil olduğu gün dinden olmayan şey bugün de dinden değildir" demiştir. Kemâle erdirilmiş İslam'a yeni bir fikir getirmek, yeni bir tefsir yapmak kabul edilemez. İslam'a yeni bir şey ilave etmek de, ondan bir şey çıkartmak da ona eksiklik atfetmektir. Demek ki en doğru söz söylenmiş, en güzel amel işlenmiş, bitmiştir. Geçmişte ideal toplum oluşmuştur. Yenisi kurulmak istenirse, kesinlikle o ilki esas alınacaktır. Tarihte Vahhabîler ve benzeri farklı selefî zümreler oluşmuş, bazen bid'at tepkileri onları bağnazlık derecesinde tepkisel hareketlere sürüklemiştir. Selefiye, diğer dinî zümreler gibi, kendi seleflerinden gelen görüşleri kutsayıp dondurmak yerine, hiç değilse İbni Teymiyye ayarında ictihad müessesesini işletebilseydi, belki daha iyi bir konumda olabilirdi. Osmanlı devletinde 17. yüzyılda, Birgivî Mehmed Efendi’nin çizgisini sürdüren Kadızade'nin (ö.1635) Sivasî Mehmed Efendi'ye tepki gösterirken ulaştığı 'ilmî seviye', donmuş bir selefîliğin tipik bir örneğini teşkil eder. Kadızadeliler'in söylemlerinin özünü, kahve ve tütünün haram olduğu; ezanı ve Kur'an'ı güzel sesle (tegannî ile) okumanın caiz olmadığı; resmin haram olduğu; bazı din büyüklerine 'radıyallahu anh' denmesinin bid'at olduğu gibi tartışmalar oluşturuyordu. Hatta Kadızadeliler, camilerin "Peygamber zamanında olmayan bid'at" minarelerini yıkmaya bile teşebbüs etmişlerdi. Bağnazlık derecesindeki bu 'selefî' tutum, yakın zamana kadar bir şekilde varlığını sürdürmüştür. Bundan birkaç on yıl kadar öncesinde, Türkiye'de hoparlörden Kur'an ve ezan okumanın caiz olup olmadığı, en 'zevkli' tartışmalardan biriydi. Din'in amaçsız bir nakilciliğe indirgenmesi, Kur'an ayetlerinin tamamen zahirine göre yorumlanması, hadislerin ise sanki Peygamber eleştiriliyormuş zehabına kapılarak herhangi bir tenkid süzgecinden geçirilmemesi, traji-komik dini yorumlara sebebiyet verecektir. Peygamber zamanında mevcut olmadığı için minareyi yıkmayı düşünenler, Peygamber zamanında olmayan, motorlu taşıtlar ve savaş araç-gereçlerinin yerine, Peygamber zamanında var olan ve hatta Kur'an'da bizzat zikredilen atlar ve develer beslemeyi öneriyorlar. Kısacası, bid'atın ne olduğu iyi tespit edilemezse, din adına hayatı dondurmak işten bile değildir. Din'in en ideal biçimde ilk üç nesil tarafından yaşandığını iddia etmek, büyük çelişkilere yol açabilir. Her şeyden önce, ilk üç neslin İslam'ı yaşama biçimini bize 'nakil' haber vermektedir. Fakat naklin sahih şekilde geldiğinden yüzde yüz nasıl emin olabiliriz? Yani isnadı nasıl 'din' sayabiliriz? Din'in aslının Kur'an'da bulunduğunu, onun en ideal yaşanmış örneğinin Rasûlullah'ın sünnetinde mevcut olduğunu iddia etmek en doğru bir tezdir. Fakat Kur'an'ı ve sünneti anlamak için de, Allah'ın verdiği akıl nimetinden istifade etmek şarttır. Aksi takdirde çelişkilerden kurtulmak mümkün değildir. Örneğin günümüz Suudî Arabistan Vahhabîleri, Peygamber'in ve sahabenin ilahlaştırılmaması adına, onların türbe ve mezarlarını yıkmayı, hacerül esvede hacıları yaklaştırmamayı dinî bir görev bilirken, Kabe'nin etrafını kraliyet sarayları ve batılılara ait devasa otellerle işgal etmekte, Kabe'yi adeta kuşatma altına almakta bir beis görmemektedirler. Buradaki ikiyüzlülük, "selefe bağlı kalmak"la açıklanamaz. Öte yandan, 'selefîlik/Vahhabîlik', ilk üç neslin İslam anlayışına bağlı kalmak adına, birtakım tarihî eserleri yok ederek şehirleri, özgeçmişi betondan öncesine uzanmayan modern hapishaneler seviyesine düşürme anlamına gelmemelidir. Selefiyenin, nihayetinde Allah'ı tesbih ve tenzih etmenin en iyi yolunun yine Kur'an olduğu, Kur'an'dan şaşmamak gerektiği, Kur'an'dan başka bütün yolların (kelam-felsefe-tasavvuf v.d) çıkmaz yol olduğu mealindeki tutumu fevkalade önemlidir. Bir selefiye âliminin (İbni Kayyım), "Bütün kelamî yolları ve felsefî ekolleri araştırdım. Hastaya şifa dertliye deva olacak bir şey bulamadım. Hakk'a giden yolların en doğrusu Kur'an yoludur…" sözleri, geçmişte, hâlde ve gelecekte ihtiyacımız olan yegâne reçetedir. Fakat unutmamalı ki, selefiye Kur'an'ı yegâne kurtuluş yolu gibi gösterirken, aklı o oranda küçümsemekte, akla güvenilemeyeceğini, aklın insanı saptırabileceğini savunmaktadır. Aklı, rasyonalistlerin yaptığı gibi, hakikatin ölçüsü olarak almak da mümkün değildir, selefiyenin yaptığı gibi, nakli yüceltip aklı değersizleştirmek de mümkün değildir. Nakli ancak akıl tartar, nasslar akılla anlaşılır. Aklı olmayanın dini de yoktur. Ebu Hanife türü bir 'akılcılık' rasyonalizm değildir ve insanı dalalete düşürmesi için bir sebep de yoktur. Aklı küçümseyip, nakli yücelttiğimiz zaman, Kur'an'la çelişen yığınlarca rivayeti, sırf 'nakildir' diye masuniyetini muhafaza etmek ve onları dinde önemli bir mevkie yerleştirmek gerekecektir. 'İlk üç nesil' klişesi altında sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiînin kutsanması mutlak surette yanlıştır. Her şeyden önce ne sahabe ne de diğer halkalar, yekpare bir kuşak değildir. Onlar da insandı ve her insan zümresi gibi, anlayış ve kavrayışları, zekâ, akıl ve hafıza düzeyleri farklı farklıydı. Sahabe denilen o ilk kuşağın hepsinin bir tek kalıba sokulması, insan fıtratına aykırıdır. Zaten kimi sahabelerin bilinen şöhreti ile kimilerinin adının bile bilinmeyişi bunun bir göstergesidir. Peygamber (a.s) etrafında kenetlenmiş o ilk Müslüman neslin yerine göre Kur'an'da açıkça Allah'ın övgüsünü hak etmiş olmaları, onların tamamının bir bütün halinde algılanıp, her dedikleri ve yaptıklarının kutsal olduğu anlamına gelmez. Allah Müslümanlara, ilk üç nesli değil, Peygamberi üsvetün hasene olarak göstermiştir. Bununla, ilk üç nesil içinde bulunan pek çok müslümanın örnek hayatının bulunduğu gerçeği yadsınmış olmaz. Şu var ki, ilke bellidir: üsvetün hasene Rasûlullah (sav)'dir. Başka bir şahsın güzel örnek olup olmadığının ölçüsü de yine, Rasûlullah'ın hayatıdır. Geçmişte İbni Teymiyye benzeri birçok örnekten hareketle, selefîliğin İslam düşmanlarına karşı müdahanesiz bir duruşu temsil ettiğini söyleyebiliriz. Fakat her şeye rağmen, İslam'ın bir bütün halinde, gerçekten de o ilk nesil, yani sahabe içinden birçok müslümanın anladığı gibi doğru anlaşılması gerektiğini kabul etmeliyiz. Biz Müslümanları şimdi ve gelecekte çelişkilerden kurtaracak olan, Kur'an'ı, Allah'ın verdiği değer ölçeğinde bir akılla okumak, akılla vahyin arasını ayırmamaktır. Akletmeyi ve tefekkürü vurgulayan ayetler Kur'an'ın yaklaşık olarak altıda birini teşkil etmektedir. Dünya siyasetini iyi takip etmek, figüran değil, oyun kurucu bir irade olabilmek için, aklın eşliğinde vahiyden ve sünnet-i Rasûlullah'dan sapmamak gerekir. Aksi takdirde dünya siyasetine yön veren kâfir güçlerin nesnesi olmak sıradan bir iştir. Günümüzde İslam karşıtı batılı devletler, bilhassa 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren, hem halkı Müslüman olan ülkeleri bir biçimde terörize etmekte, hem de oralarda savunmaya geçen insanların yaptığına 'selefî İslam, cihadçı İslam' gibi isimler takmaktadır. 'Cihadçı İslam' tanımlamasında aslında hiçbir sakınca yoktur, çünkü bu, malumu ilam etmekten başka bir şey değildir. Zira İslam zaten cihadçıdır. Yeter ki cihad gerçek cihad olsun. Şu var ki, batılıların bu isimlendirmesinde şöyle bir 'gizli' nifak bulunmaktadır: Sözde uzlaşmasız, 'dik duruşlu' ama ne idüğü bilinmeyen birtakım eylemci gruplar 'radikal', 'selefî' olarak anılarak, İslam'ın bizzat kendisini şaibeli hale getirmek, İslam'ı bağnazlık ve terör dini olarak kirletmek istemektedirler. Çünkü sözünü ettiğimiz ve "ne idüğü bilinmeyen" dediğimiz (sanal veya gerçek) örgütler, mesela 'darul harp fıkhı' gibi bazı kavramlara yaslanarak, birtakım haramları helalleştirmekte veya en azından, hiç beklenmedik bir zamanda, mücadele ettikleri devletlerle bazı uzlaşma oyunlarına girişebilmektedirler. Böylece bir taşla birkaç kuş vurulabilmektedir. İslam, illa ki 'selefî', 'ehli sünnet', 'şia' gibi kategorilere göre anlaşılmak zorunda değildir. Bu düşünsel kategoriler ciddi olgularsa da, İslam'ı anlamanın yegâne yolları değildir. İslam'ı anlamanın yegâne yolu, Kur'an ve sünnettir. 'Selef' olarak anılan ilk üç nesil Müslümanlar bizim kardeşlerimizdir. Biz Müslümanların, mü'min seleflerimizle, sevgi, velayet, şükran ve hayırla anmak dışında hiçbir problemimiz olamaz. Onların bıraktığı her türlü güzel mirastan faydalanırız. Lakin onların şahsında ve adlarına, İslam'ın dondurulması, kendilerinin de istediği bir şey değildi. Selefin sırf bizden şu kadar asır önce yaratılmış olması, bizleri onlardan değersiz kılmaz. Hucurât suresinin 13. ayeti kıyamete kadar bakî kalacaktır ve bu süre zarfında herhangi bir müslümanın, ilim, ahlak ve salih amel açısından ilk üç neslin seviyesini yakalama, hatta geçebilme imkânı vardır.
* Nitekim Kalem suresinin 42. ayetindeki "bacak" (es-Sâk) kelimesi, hadislerde "Allah'ın bacağı"na dönüşmüş ve Buharî ve Müslim gibi hadis mecmualarında, kıyamet gününde "Allah'ın, bacağını açacağı" haberlerini işleyen rivayetlere konu olmuştur.
Haksöz Dergisi - Sayı: 154/155 - Ocak/Şubat 04
Kavramlar
Selefilik Nedir, Terörün Kaynağı Olabilir mi?
Giriş
11 Eylül'de New York'taki ikiz kulelere ve Pentagon binasına yapılan saldırıların ardından İslâm'ın Selefî yorumu günah keçisi ilan edildi. İstanbul'da yapılan saldırıların ardından Türkiye'de bu konudaki tartışmalar daha da yoğunlaştı. Ancak Selefîlik-terör ilişkisi üzerine yapılan yorumlar, bu akımın klasik kabul edilebilecek metinleri üzerinden değil, kendisini Selefî olarak tanımlayan ya da Selefî oldukları ileri sürülen kişi veya gruplar bağlamında yapıldı.
Bu yazıda Selefîliğin tanımına ve fikrî yönüne genel hatlarıyla değindikten sonra bu akımın klasik döneminden bir örneği olan İbnu Teymiyye'yi ve son üç yüz yıllık zaman süreci içinde ön plana çıkan Selefî önder Abdu'l-Vahhab'ı değerlendirmeye çalışacağız. Sonra da kısaca Selefîlik'in bugünkü yansımalarına değinmeye çalışacağız.
A. Selef ve Selefîliğin Tanımı
Selef, bir kimsenin kendisinden önceki ataları ve akrabaları anlamındadır (Firuzâbâdî, 1995: 738; Râzî, 1997: IX, 638). Daha çok bir kelâm ilmi terimi olarak kullanılan bu kelime, selefin mezhebi ve görüşü anlamına gelir. İtikat alimleri tarafından "selef" lafzı mutlak olarak kullanıldığı takdirde ashab yahut ashab ve tabiîn, yahut ashab, tabiîn ve onlara uyan; imamlıkları, faziletleri, sünnete uyuşları hususunda da ümmetin ittifak ettiği kimseler kastedilir. Bundan dolayı ilk nesle "selef-i salihin" denilmiştir.
Akaid konu ve meselelerinde nasta varid olan hususları müteşabih olanlar da dahil olmak üzere, olduğu gibi kabul edip, teşbih ve tecsime (benzetme ve cisimlendirme hatasına) düşmemekle birlikte, tevile de başvurmamak bu ekolün özelliğidir.1 Aslında Selefî denilince itikat konusundaki bu yaklaşım sahipleri anlaşılır. Yani çıkış itibarıyla selefî tavır kesinlikle siyasî değildir. Bunlar, Hz. Peygamber ile sahabenin inanç hususlarında takip ettikleri yolu olduğu gibi izleyenler diye bilinir. Tâbiîn mezhep imamları, önde gelen fakihler ve muhaddisler, selefiye içinde kabul edilirler. Hicrî dördüncü yüzyılda Eşarî ve Maturidî tarafından Ehl-i Sünnet kelâm ilmi kuruluncaya kadar yaşamış olan bütün Ehl-i Sünnet alimleri selefin görüşlerini paylaşmışlardır.
Selefîlik, bir mezhep halinde hicri IV. yüzyılda ortaya çıkmış ve Hanbelî mezhebi mensupları tarafın-dan ortaya atılıp savunulmuş bir görüşü de ifade eder. İmam Hanbel inanç konularında Selefîliğe öncülük et-miştir. Dârimî, Beyhakî, İbnu'l-Cevzî, İbnu Teymiyye, İbnu Kayyım onun görüşlerini benimseyen meşhur alimlerden bazılarıdır. (Yavuz, 1989: II, 86).
Selefîler, metot olarak nakle ve nassa kesin olarak bağlılığı kendilerine gaye edinmiş, tartışmayı gerektirecek ve çözümü zor olan mesele ve konular ile uğraşmamışlardır. Âyetlerde ve sünnette bulunan tartışma götürebilecek konulara teslimiyetle iman etmişler ve teşbihten kaçındıkları gibi tevile de gitmemişlerdir.
Selefîler, akıl ve mantık metotlarını; İslâm'a, Yunan düşüncesinin tesiriyle sonradan sokulduğunu, sahabe ve tâbiînin bunları bilmediğini ve kullanmadığını ileri sürerek benimsemezler. Bu sebeple, Mutezile mezhebi ve diğer mezheplerin aksine, mantıkî tartışma (cedel) ve akıl yürütme metodunu kullanmayıp; akidenin esaslarını sadece Kur'an ve sünnetten hareketle tespit ve tayin etmenin gerekliliğini savunmuşlardır. Yani, inanç esaslarının kaynağı naslar olmalıdır, bunların delilleri de oradan çıkarılmalıdır. Bu sebeple selef mezhebi, Kur'an ve sünnette yani nasta Allah'ın sıfatları ve fiilleri ile ilgili hususları, mecazi2 manasına bakmaksızın, olduğu gibi kabul ederler. Bu nedenle selef akidesi, halk tabakası için en sade ve güvenilir bir yol olarak kabul edilmiştir. Ancak çeşitli felsefe ve kültürleri tanımış olanlar için, selefin bu metodu yeterli görülmemiştir.
Selefîliğin merkezi kavramlarından birisi de içtihattır. İçtihat vurgusu Selefîlerin carî mezhep otoritesini taklitçi bir tarzda tanımamaları anlamına da gelmektedir. Onlara göre İslâm, ehliyetli ulemanın taklide sapmasına elvermez. Onlara göre taklit, ancak içtihatta bulunamayacak ortalama birikimi olan Müslümanlar için söz konusudur. İçtihat, taklitle çelişmekte ve resmî ulemanın geleneksel otoritesiyle çatışmaktadır (Commins, 1993: 99-100). Onlara göre bazı Müslümanların İslâmî kabul ettiği taklit ve mezhepçilik, akıl dışı ve gayrı İslâmîdir. Akıl ve ilerleme konusundaki anlayışlarına paralel olarak Selefîler, ilahî metinde dinî içtihatlara kaynak olabilecek aklî prensiplerin var olduğunu savunmaktadırlar. Onlara göre, "Fıkıhtaki, aklın hakimiyeti prensibinin icabı, Kitap'tan içtihada dayanak olacak kesin delillerin bulup çıkarılması gerekir. Kitap'ta her meseleye ilişkin kesin hükümler bulunması her zaman mümkün olmadığından, İslâm hukukunda kişisel görüşlerin (zan) değerlendirilmesine yarayan akla dayalı yöntemler vardır. İşte İçtihat bu tür durumlarda yargıya varmak için aklın kullanılması yoludur." (Commins, 1993: 154). Yine Selefîlere göre, "İçtihat İslâm'ın akla uygun yanına işaret etmektedir. Ulemanın görevi ilahî hükümlere muhatap olmak ve şeriatın genel prensiplerinden sosyal hayata yön verecek özel kaideler üretmektir. Dört mezhebe dayalı fıkhın yerini içtihat alacak, Müslümanların birliğinin önündeki engeller kalkacaktır." (Commins, 1993: 286).
B. İbnu Teymiyye
İbnu Teymiyye'nin (ö. 728/1328) yaşadığı dönemde İslam dünyasını yağmalayan Moğolların başında Gazan Mahmut Han3 vardı. İbnu Teymiyye onun siyaseten Müslüman olduğunu söylüyordu. Ordusunda Müslüman savaşçıların olması, İbnu Teymiyye'nin yaşadığı bölgede Moğol işgaline karşı direnişe teşvik etmesinde zorluk çıkarıyordu. Ama o: "Başımın üstünde mushaf, Moğolların safında savaşırken görürseniz, beni öldürün."4 diyerek işgale karşı direnişe çağırmaya devam etti (Ebu Zehra, 1987: 14). Dönemindeki siyasi gelişmeleri, ittifakları iyi takip eden İbnu Teymiyye, Şia'nın bir kısmını da Moğollara destek verdikleri için karşısına aldı.5 Eşarî'nin bazı görüşlerine karşı çıktığı için hapse atıldı (Ebu Zehra, 1987: 163).
İbnu Teymiyye, mücahit olmasının yanında iyi bir alimdi. Tasavvuf erbabına ağır eleştiriler yöneltti. Ama onun muhalefeti, teorik tasavvufa yönelikti. Yoksa onun zühd hayatına bakışı olumsuz değildi. Bu nedenle mesela Cüneyd-i Bağdadi'ye dair değerlendirmeleri müspetti. İbnu'l-Arabi'yi de başlangıçta beğeniyordu. Ancak onun yazdığı Fususu'l-Hikem adlı eserini okuduktan sonra kanaati değişti ve özellikle o eser bağlamında ağır eleştirilerde bulundu. Mevlevilerin "sema" törenlerini de sert bir şekilde tenkide tabi tuttu. Sema adını alan ve dini musikiyle iç içe olan meclisleri, mutlaka uzak durulması gereken bir bidat olarak gördü. Sema yapanları Kabe'de el çırpan, ıslık çalan müşriklere (Enfal 8/35) benzetti.
İbnu Teymiyye, hadis konusunda alimlerin yanlış yapmalarını kabul ediyor ve onların birtakım gerekçelerle yanlış anlamalarında bir kasıt aramamak gerektiğini söylüyordu. Ona göre imamların görüşleri üç şekilde sahih hadise aykırı olabilir ve onlar bu konuda mazur kabul edilebilirdi:
Sözü Rasulullah (s)'ın söylediğine inanmaması (Ebu Hanife'nin Ebu Hureyre'nin naklettiği "Kabınıza köpek gelince yedi defa yıkayın" şeklindeki sözü sahih kabul etmeyerek kendisinin üç defa yıkaması).
Bu sözle söz konusu meseleyi kastetmiş olduğuna inanmaması (Hz. Peygamber (s)'in, "Zekât vermeyenin malının yarısını alırım." demesini bazı fukahanın miktar olarak değil de tehdit olarak algılaması).
Bu hükmün mensuh olduğuna inanması (Kabir ziyaretlerinin veya kurban etlerinin üç günden fazla bekletilmesinin önce men edilmesi sonra da serbest bırakıldığına inanması, ancak yasak ve mubah görme gerekçesine dikkat etmemesi).
İbnu Teymiyye içtihat yapacak kimse ile ilgili şartları ağırlaştırmaya karşıdır: "Birisi çıkıp da bütün hadisleri bilmeyen müçtehit olamaz demesin. Dersek bir tane bile müçtehit bulamayız. Alim, ancak çoğunu bilebilir." (Karaman, 2000: 39; Ebu Zehra, 1987: 212).
Görüldüğü gibi İbnu Teymiyye'nin ıslahatçı çabaları hem siyasal hem de sosyal alanı kapsamaktadır. İslâmî ilimlerde sahip olduğu derinlik ve görüşlerini sağlam temellere oturtma çabası onun etkisini günümüze taşımıştır.
C. Abdu'l-Vahhab: Selefî Akımın Çağdaş Öncüsü
Abdu'l-Vahhab (1703-1792) Arabistan'da doğdu. İbnu Teymiyye'nin fıkha ve itikada dair kitaplarını okuyup özümsedi. Onun ve bağlılarının çabaları sonucu İbnu Teymiyye'nin görüşleri Arabistan'da büyük sayıda taraftar buldu (Ebu Zehra, 1987: 465-466). Abdu'l-Vahhab, insanları Kitap ve sünnet temelli hakikatlere yöneltti. Onun için bazen "Hâricîdir." bazen de, "İcmayı bırakıp mutlak içtihat sahibi olduğunu iddia ediyor, kendisinden önceki alimler ve fakihleri önemsemiyor." diyorlardı. Abdu'l-Vahhab'ın bağlıları, bir aşağılama ifadesi olarak kullanıldığından kendilerini asla Vahhabi olarak nitelemiyor, Allah'ı birleyenler anlamında Muvahhidun (Commins, 1993: 44) yada Selefî olarak tanımlıyorlardı.6 Bu akım Batı Afrika'dan Hindistan'a kadar mevcut ıslahat hareketlerinde etkili olmuştur (Commins, 1993: 43). Hanbelîliği benimsemekle beraber Abdu'l-Vahhab tek mezheplilikte ısrarlı değildi. Ona göre, vakıa, diğer mezheplerin daha sağlam öğütler verdiği durumlar olmaktaydı ve söz konusu durumlarda öteki mezheplerin öğüdüne uymakta tereddüt gösterilmemesi gerekiyordu (Commins, 1993: 45).
Vahhabîlere göre III. Halife Hz. Osman, İslâmiyet'in yönetim biçimini halifelikten krallığa tebdil etmişti, yani meşru otoriteden gayri meşru otoriteye. Bu tartışmalı konu, Osmanlı yönetiminin son 30 yılında Suriye'de Araplarla Türkler arasındaki gündemin ana maddesiydi (Commins, 1993: 46). Vahhabîlerin Irak'ta Müslümanlara karşı giriştikleri hareketler, Haricî fanatizmin hortlamış hali damgasını yemelerine yol açtı7 ve İslâm aleminin büyük kısmında isimlerine gölge düşmesi ile sonuçlandı (Commins, 1993: 47). Halbuki Abdu'l-Vahhab Allah'ın dinini ilan, insanları Allah'ı birlemeye davet, dine katılan hurafe8 ve bidatleri9 reddetmek ve yine insanları hakka tabi olmaya mecbur etmek, batıldan men etmek, marufu emretmek ve münkerden alıkoymak için kıyam etmişti.
O, akidede selefin yolu üzereydi. Allah'a, isimlerine, sıfatlarına, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, ahiret gününe, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine inanan birisiydi. O, tevhid üzere Allah'a inanmada, ibadeti Allah'a has kılmada ve zatına yakışır şekilde O'nun isimlerine ve sıfatlarına inanmada İslâm imamlarının yolu üzereydi. Allah'ın sıfatlarını iptal etmez, O'nu yarattıklarına benzetmezdi. İman hususunda selefin düşündüğü gibi düşünüyordu: "İman söz ve amelden müteşekkildir, artar ve eksilir, Allah'a itaatle artar, O'na karşı gelmekle azalır." diyordu.10 Bu konularda bir mezhep veya bir ekole bağlı da kalmamış, sahabe ve onlara hakkıyla tâbi olan selefin yolundan gitmişti.
Abdu'l-Vahhab ve yardımcıları hakka davet ediyorlar, bunun yanında hak bildiklerini mecbur da tutuyorlardı. Kabirlere bina yapmayı ve onları mescit edinmeyi, doğum günleri anmalarını, tasavvuf gruplarının çıkardığı bir takım asılsız şeyleri, bidat ve hurafeleri reddetmesi ve iyiliği emretmesi ve güç kullanarak ona uymaya mecbur etmesi (Bâz, 2000) ona düşmanlığın nedenleriydi.
Abdu'l-Vahhab, hem bâtıl inançlarla mücadele etmiş, bunu yaparken de iyiliği emir kötülüğü nehiy anlayışını pratiğe geçirerek İslâm coğrafyasının büyük bölümünü etkilemiştir denebilir.
D. Selefiliğin Aktüel Yansımaları
Tabii ki Selefî tavrı salt verdiğimiz örneklerle sınırlamak mümkün değildir. Zira bu akımın bağlısı olduğunu söyleyenler, diğer ekol sahipleri örneğinde görüldüğü gibi Kur'an'ı ve sünneti tek bir tarzda anlamamışlar, birkaç esas üzerinde ittifak etseler de farklı anlayış ve tavırlar göstermişlerdir.
Sözgelimi, kendilerini Selefî diye isimlendiren bazı kimseler dini, dindarların hayatlarında ortaya çıkan bir olgu olarak görmektedirler ve iyi niyetle o tarihe karşı taassup göstermekte, asıl amacın şekilde değil özde olduğunu unutmaktadırlar. Bunlar selefi taklit ederler ama metotları ya da usulleri bakımından değil, şekil bakımından. Sahabe ve tabiîn bilginlerini fıkıhta imamlar olarak görürler ama içtihat ve cihat gibi dini yaşantı biçimlerinde değil, onların söz ve fiillerini harfi harfine taklide eğilim gösterirler. Dini kurallara tabi olmayı gerekli görürler ama Allah'a götüren yol üzerinde ilerleme anlamında değil, aksine öncekilerin durduğu noktada durma anlamında (Turabi, 1997: 148). Bu tür kimselerin geçmişteki tatbik şekillerinin farklı bir realitede uygulanması halinde şeriatın temel maksatlarına aykırı ve diğer hükümleriyle çatışan sonuçların doğacağını idrak edebilmeleri için tarih ile bugünü karşılaştırma imkânları da yoktur. Bunlar tarihin devinimi hakkında tam bir gaflet içindedirler. Dinin, ruhî değerlerle realitenin şartlarının birbiriyle etkileşmesinden ibaret olduğunu hatırlamazlar.
Bunlardan bazıları daha da ileri giderek bağnaz bir tutumla İslâmî dönemde, atalarından gördükleri örf ve adetlerden başkasına tâbi olmayı reddeden cahiliye yanlılarına benzerler ve yeniyi, daha evvel hiç duymadıkları için reddederler. Bunlar, geçmişin şekillerini aşmanın dini değiştirme ve selef-i salihin ile alay etme anlamına geldiğine inanır ve mevcut dinî hayattaki eksikleri ıslah etmenin eskiye dönmekle ve bütün yapıp ettiklerinde eskilere tabi olmakla mümkün olacağına inanırlar (Turabi, 1997: 151-152). Sanki dinî ilerleme, geçmiştekilerin birikimleriyle donup kalmış, içtihat hürriyeti onlardan sonra neshedilmiş, sanki din, o ezelî açılımına rağmen geçmişin belli bir zaman ve mekânına hapsedilmiştir (Turabi, 1997: 152).
E. Selefîliği Nasıl Anlamalı?
Selefiliğin daha çok Allah'ın sıfatlarını yorumlamayı ya da bu konuya yoğunlaşmayı tercih etmediklerini, daha ziyade dinin toplum için ne ifade ettiğini/etmesi gerektiğini ortaya koymaya ve iyi bir Müslümanın örnekliğini sergilemeye çalıştıklarını söyleyebiliriz.
Halbuki din bir takım teoriler, korunmuş söylemler ve soyut bildirilerden ibaret değildir. Aksine dinin, belli bir realitede yaşayan ve ona etki yapan canlı hükümler olarak algılanması gerekir. İşte bu etki ve amaç, yükümlülüğün her zaman ve mekânda gözetilen kalıcı cevheridir (Turabi, 1997: 149). Zaten bir kısım Selefîler, fer'îyetçi ve taklitçi olmaktan ziyade usulcüdürler. İdeal itikadî esaslara ve asıl şeriata sarılırlar. Yeni yöntemlerle şeriatı araştırmaya çalışırlar. Zaman aşımına uğrayan ve bazen hatalı olan tarihî şekiller ve görüşler onları bundan alıkoymaz (Turabi, 1997: 148). Onların özgünlüğü, asılları kültür olarak kavramış olmalarından değil, aksine ilk dönem gibi o asıllarla hem aklen hem de amelen reaksiyona girmiş olmalarından gelmektedir.
Selefin tarihi ne kadar şerî asılların bir uzantısı olursa olsun asla o asılları örtecek derecede bir reaksiyonla yüceltilmemelidir. Çünkü geleneği miras alan nesiller zaman bakımından birbirinden uzaklaştıkça, geleneğe olan tarihsel müdahaleler gittikçe ilk asıllardan uzaklaşmaya sebep olur (Turabi, 1997: 149). Dolayısıyla bu asıl kaynakların sürekli hatırda tutulması, sonradan ortaya çıkan bidatlerin ayıklanması ve asıl olan sünnetin yaşaması için tarihin yeniden doğruluk ölçülerine vurulmasının tek güvencesidir.
F. Selefîlik Terör Üretir mi?
Bu akımla ilgili güncel olan yanlış anlama ise hem Müslümanların hem de Müslüman olmayanların bir kısmına aittir. O da "Selefîliğin terör ürettiği" şeklindedir. Bu yakıştırmanın temeli özellikle, son birkaç yılda değişik ülkelerde meydana gelen bombalı saldırıları yaptığı ileri sürülen kimselerle ilgilidir. Bu saldırılarda ön plana çık(arıl)an unsur sivillerin de hayatını kaybetmesidir. Dönem dönem cihat ettiğini söyleyen kişi, grup veya devletlerin tümünün Selefî olmadığı açıktır. Sözgelimi Taliban Hanefîdir. Ancak Selefî terör tanımı içine Taliban hareketi de sokulmakta, fakat "Hanefîlik terör üretir!" denilmemektedir. Yine bir zamanlar Afgan cihadı sırasında basında "Afgan mücahidi" diye yer alan zatlar, şimdi terörist olarak yaftalanmaktadır. Selefîlik deyince ilk akla gelen Suudi Arabistan'da yönetimle arası iyi olan Selefîler kadar arası açık olanlar da vardır. Durum böyleyken salt Selefîliği suçlamak haksızlıktır. Bu, bir fikre mensup kişi veya grupların şartların değişmesine göre kahraman veya hain olarak görüldüğünü imlemektedir.
Olayın bir başka yönü ise İslâm ile alakalı olmayanların "selefî terör" söylemidir. Mesela gittiği her yere "demokrasi ve özgürlük" götürdüğünü söyleyen Nagasaki ve Hiroşima malullü ABD ne üretmektedir? Nasıl ABD'nin Afganistan'da binlerce, Irak'ta on binlerce sivili öldürmesinden yola çıkarak, "Demokrasi terör üretir!" ve 11 Eylül'ün ardından "Teröre karşı mücadelemiz yeni bir Haçlı seferidir." türü sözler sarf eden Bush Evanjelist Hıristiyan diye, "Evanjelizm terör üretir!" denilemeyecekse; "Selefîlik terör üretir." de denemez. Her eylemi, tarihî bağlamı nedenleri ve referansları açısından ele almak gerekir. Selefîlik diğer mezhepler gibi dinî bir bakış açısı olup hatadan münezzeh değildir. Her akıma mensup olan insan veya insan grupları zaman zaman şiddete meyledebilir. Mühim olan ortaya koydukları şiddet eylemlerinin haklı gerekçeleri olup olmadığı ve özelde Müslümanlara genelde insanlığa karşı bir suç içerip içermediğidir. Ancak günümüzde bir akımın terör kaynağı olup olmaması maalesef ABD ekseninde belirlenmektedir.11
Sonuç
Hayatın bazı suretleri sadece bir araçtan ibarettir. Bu yüzden yaşanan realite içinde bâtılı taşıması mümkün bir aracın, maddî çevrenin veya sosyal örfün değişmesi sebebiyle yeni dönemde özünde bir değişiklik meydana gelmesi ve dolayısıyla hakikatin aracı olması pekala mümkündür. Ancak çağımızda yeni şartların zuhuru Allah'ın imtihan vesilelerini geliştirme kanununa uygun olarak yeni imtihan araçları içermektedir. Bu noktadan bakıldığında eski dinî yaşam biçimlerini, çağdaş imtihan vesilelerine cevap verecek tarzda değiştirilmesi gerektiğini anlarız. Burada fıkhî bakımdan en doğru olan tavır şunu idrak etmemizdir: Dindarlık, sabit hakikat ideali ile değişken realitenin şartlarını birleştirmedir. Hakikat, sabit olduğu için şartların değişmesine rağmen aynı şekilde ortaya çıkabilir de, şartların değişmesi, her yeni durumda yaşamasını temin için hakikati yeni bir tabirle ifade etmeyi gerektirebilir de. Burada esas alınması gereken orta yol şudur: Her zaman geçerli olan sonsuz hikmeti korumak ve çağdaş dönemde söz konusu hikmete yeni bir yorum getirme konusunda dengeli bir tutum takınmaktır.
Kişi eskinin üzerinde donuklaşıp kalır da yeni imtihan şartları içinde hakikatin sürekli yenilenmekte olan gereğini kaçırırsa bu bir gerilemedir, ancak ilim ve bilgi sahibi olduktan sonra sapıtır da Allah'a sırtını dönerek ökçeleri üzerine gerisin geri giderse bu da aynı şekilde bir gerileme ve hakikatten uzaklaşmadır.
Selefî İslâm'ın her dönemi ancak kendi reel çevresine irtibatıyla bir anlam ifade eder. Çağdaş realitede de dinî gerekler bu şekilde bir değer kazanır. Dolayısıyla İslâm bir şekilde tarihin diğer dönemlerini bağlayıcı bir delildir. Sonraki devirlerde oluşan İslâmî biçimler ise sadece bir ibret ve ders alınacak noktalardır. Bütün yönleriyle geçmişteki birikime bakmanın temel amacı da bugünkü İslâmî şekli tayin etmektir.
Dipnotlar:
1- Selefiler lafza önem verdikleri ve Allah'ı Kur'an'ın anlattığı şekilde düşündükleri için muhaliflerince antropomorfist olarak vasıflandırılırlar. http://www.thewahhabimyth.com/free-download.htm, 10/12/'03.
2- Yakın dönem selefîlerinden Suriyeli Kâsımî'ye göre Kur'an'da mecaz yoktur ve dilin hakikat ve mecaz diye ikiye ayrılması sonradan ortaya çıkmış olup selef böyle bir şey söylememiştir (Kâsımî, 1990: 213). Çünkü hakikat karinesiz, mutlak olarak delâlet eden lafız; mecaz ise karine ile delâlet eden lafızdır (Kâsımî, 1990: 215).
3- Gazan Mahmut Han'ın danışmanının Alau'd-Devle isimli bir sufînin olması ilginçtir. Gazan Mahmut Han'ın torunu hükümdar Hülagu Han'ın danışmanı da yine bir Müslüman filozof olan Nasr ed-din Tusi'dir. Her ikisinin pozisyonu, çağdaş yazarlardan S. Hüseyin Nasr ve Fazlurrahman'ınkine benzemektedir. Zira Nasr'ın İran şahı, Fazlurrahman'ın da Pakistan'da Eyüp Han döneminde elde ettikleri devlet tecrübeleri var. Bahsi geçen ilk iki şahıs devlet deneyimlerini Moğolların, sonrakiler de Batı'nın hizmetine sundular.
4- Bu sözleri, Sıffin savaşında Hz. Ali'nin rakibi Muaviye'nin savaşta mızraklara Kur'an sahifeleri taktırıp Hz. Ali taraftarları arasında kargaşa çıkarmaya çalışmasına dair rivayete bir göndermedir.
5- İbnu Teymiye'nin Şia'ya olan eleştirileri salt siyasi tutarsızlıklarıyla ilgili değildir. Onların din anlayışlarına da ağır eleştiriler yöneltir.
7- Tabi bu saldırılar Abdu'l-Vahhab'ın arasının iyi olduğu Suud Kralı Muhammed b. Suud'un emri, yani Abdu'l-Vahhab'ın meşru gördüğü otoritenin izniyle mi oluyordu yoksa kendi kararıyla mı oluyordu önemlidir. Çünkü devlet otoritesi olmaksızın güç kullanarak iyiliği emir, fesada yol açabilir.
8- Selefîler Hz. Peygamber (s)'e atfedilen pek çok mucizevî hikâyenin Kitap'ta yer almadığına, dolayısıyla giderek artan inanmazlar güruhu karşısında dini iyice itibardan düşüren dal ve budaklar olduğu kanaatindedir (Commins, 1993: 93).
9- Selefilerin bidat karşıtı oluşları yanlış anlaşılmış, dinde ekleme veya çıkarma yapmaya muhalefetleri onların Batı'daki Hıristiyanlık-Bilim çatışmasının İslâm dünyasındaki paraleli olarak anlaşılmalarına neden olmuştur bkz. http://www.thewahhabimyth.com/free-download.htm 10/12/'03.
10- İmanın artması ve eksilmesi konusunda bkz. (Sülün, 2000).
11- Sözgelimi Irak'ta çoğunluğu oluşturan Şiilerin işgal karşısındaki sessiz bekleyişleri de Şiiliğin terör ile ilişkili olduğu söylemini ertelemede önemli bir role sahiptir. ABD Dışişleri Bakanı Powell'in New York Times'ta yayınlanan bir yazısına göre, "ABD 2004 yılında İran'a özgürlük ve demokrasi getirecektir." (Yeni Şafak, 2 Ocak 2004, s. 11). Bunu, "Yakında medyada, 'Şiiliğin terör ürettiği" şeklinde manşetler görmeye başlayacağız." şeklinde okuyabiliriz.
Kaynakça
- Bâz, Abdulazîz b. Abdillah b. "Muhammed b. Abdilvehhâb", (çev: Enbiya Yıldırım), Uludağ Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Dergisi, C. 9, S. 9, 2000.
- Kâsımî, Muhammed Cemâlu'd-Din, Tefsir İlminin Temel Meseleleri, İz Yay., İst., 1990.
- Commins, David Dean, Osmanlı Suriyesi'nde Islahat Hareketleri, (çev: Selahattin Ayaz), Yöneliş Yay., İst., 1993.
- Ebu Zehra, Muhammed, Ahmed İbnu Teymiyye, (çev: Osman Keskioğlu), Hilal Yay., İst., 1987.
- Firuzâbâdî, Muhammed b. Yakub, el-Kamusu'l-Muhît, Daru'l-Fikr, Beyrut, 1995.
- Karaman, Hayrettin, Dört Risale, İz Yayınları, İst., 2000.
- Kureyşî, Ali, Malik b. Nebi'ye Göre Toplumsal Değişim, (çev: Mustafa Altunkaya), Ekin Yay., İst., 2002.
Nureddin Yıldız kendi sitesindeki bir yazısında "Ehli sünnet Alimleri ibni teymiyeyi neden tenkid ediyor, İbni Teymiye’ye Nasıl Bir Gözle Bakmalıyız?" diye soran bir okuruna şu cevabı veriyor;
“Zikrettiğiniz sözlerin önemli bir bölümü sözü edilen kitaplarda olmayan şeylerdir. Ümmet’in bölünmüşlüğünden zevk alanların yaygaraları ile meşgul olamayız...(Teymiye)Rahat bozan herkes gibi tenkit edilmiştir...Sözünü ettiğiniz (ehli sünnet alimleri)isimler,onu tenkit ettikleri gibi onları da tenkit edenler olmuştur. Kimsenin(ehli sünnet alimlerinin) sözü âyet değil, hadis değil…O anlatılanları ben neden onun kitaplarında görmedim acaba?...Ben İbni Teymiye’den böyle etkilendim." (kaynak)
Görüldüğü Nurettin Yıldıza göre Ehli Sünnet âlimlerinin hepsi birleşmiş ibni Teymiyeye iftira atıyorlarmış! Teymiye Ehli Sünnet âlimlerinin rahatlarını bozmuş! Ehli Sünnet alimleri yaygara yapan, ümmetin bölünmüşlüğünden zevk alanlarmış! Ehli sünnet âlimlerinin sözü ayet-hadis değil yani kendi hevalarından konuşuyorlarmış! Ehli Sünnet âlimlerini de tenkid edenler varmış (onları tenkid etmeye çalışanlar da kendisi gibi vehhabi kafalılar)Teymiyenin kitaplarında İslama aykırı yazılar yokmuş!
İftira, yalan ne arasanız mevcut, kafaya bak kafaya, Ümmetin bir dünya Alimlerini elinin tersiyle itip teymiye’nin eteklerine yapışan kafa! İslam tarihi ibni teymiye’ye yapılan sayısız reddiyeler ile doludur, onlardan bir örnekte Ebubekir Sifil Hoca’dan:
Bid'atçılar, Eş'âri ile diğer İslam âlimlerinin kitaplarına, sayılamayacak kadar çok şeyleri gizlice ilave etmişlerdir. Mesela: İmam İbn Cerir et-Taberi'nin İsrâ/79. ayete yaptığı tefsir yerine kapalı bir ifade kullanarak ondan tecsim anlaşılan bir tabiri sokmuşlardır. Hindistan'da basılmış İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'âri'nin El-İbane adlı eserine, teşbihi [Allahü teâlâyı mahlûkata benzetmeyi] ifade eden şeyleri (1); Kurtubi'nin En'am/18. ayetine yaptığı tefsire ilave yapıp ondan teşbih anlaşılan tabirleri dercetmişlerdir. Mezkur tefsiri mütalaa eden kimse, ibarede çelişki olduğunu anlayacaktır. Teymiyyeciler de, Alusi'nin tefsirine çok şeyler ilave etmişlerdir. Hele kendini meşhur selefi diye lakaplandıran Münir Ağa'nın tabettiği tefsirde... Kendisi birçok kitap tabetmiş ve kitaplarda birçok fâsid yorumlarda bulunmuştur. Alusi'nin tefsirine gizlice soktuğu en önemli ibaresi, Maide/35. ayetin tefsirindedir. Orada söylediği uzun sözü mütalaa eden sonun evvelini nakzettiğini [çeliştiğini] anlar. Teşbih inancını, Seyyid Abdülkadir Geylâni'nin Gunye adlı eserine de gizlice sokmuşlardır.
Ulemanın eserlerinden sözlerini silip, tahrif etmişlerdir. Bu hususta Tacü's-Sübki Tabakat kitabının cerh ve ta'dil kaidesinin altında, Basralı Ahmed b. Salih'in hal tercümesi bahsinde şöyle der: (...) Zamanımızdaki bazı Mücessime taifelerinin durumları o safhaya varmışdır ki, Nevevi'nin Sahih-i Müslim'e yazdığı şerhdeki müteşabih hadisler hakkındaki ibaresini şerhten çıkarıp yazmamışlardır. Zira, Nevevi'nin akidesi Eş'âriye akidesidir. Demek ki, bu kâtip Nevevi'nin inancından hoşlanmayıp müellifin dediğini yazmayı hazmedememiştir. Bence bu, büyük günahlardandır. Çünkü bu durum, şeriatı tahrif etmek, İslam alimlerinin eserlerine ve halkın ellerindeki İslami kitaplara karşı bir itimatsızlıktır ve itimatsızlık kapısını açmaktır. Allahü teâlâ böyle yapanı kötüleyip utandırsın! Öyle yapan kimsenin, Nevevi'nin şerhini yazmaya ve şerhin de ona ihtiyacı yoktu. Burada Tacü's-Sübki'nin dedikleri sona erdi.
Ben de şunu derim ki: Alimlerin eserlerinden sözlerini silme bayrağını bu zamanda elinde tutan kimse Mecelletü'l-Menar'ın sahibidir. Yaptığı hataların bazıları şunlardır: Hocalarımızın hocası olan Muhaddis Falih ez-Zahiri, nakil eylediği (Encehu'l-mesai fi sıfati-yi's-sâmi' ve'l-vâi) adlı eserinin Ahkâmü'l-Mesâcid bahsinde, daha kitabı basılmadan önce, Muğni b. Kudametü'l-Hanbeli'den, ölen ve hayatta kalan evliyâ ve salih zatlardan tevessülün mübah olduğuna dair "İslamiyetin her dört mezheb sahipleri ittifak etmişlerdir" diye nakletmiştir. Bu (el-Menar) kitabını tabedince kitapta yazılı bu nakli yazmayıp içinden çıkardı. Ulemanın kelâmını tahrif etmesi, onlara iftira edip yermesi, kendi arzusuna ve İbni Teymiyyecilerin arzularına uygun olmayan meseleleri ve hadisleri kendi mecellesinde ve yorumlarında tahrif etmesi sayılamayacak kadar çoktur...
[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, s.97-98.]
Dipnot (1) Bu konuda E. Sifil şu tespiti yapmış: "Geçmiş alimlerin birer emanet olarak bizlere bıraktığı eserleri üzerinde kafamıza göre oynamalar yapmak kelimenin tam anlamıyla bir "hıyanet"tir ve bu hıyaneti kim ne maksatla işlemiş olursa olsun, bunu mazur görmek ve göstermek mümkün değildir...Yine benzeri bir tahrif, İmam el-Eş'ârî'nin "el-İbâne"sinde yapılmıştır. Bu eserin dört ayrı yazma nüshası karşılaştırılarak yapılan Dâru'l-Ensâra baskısında Allahü Teâlâ'nın Arş'a istivası meselesinde tenzih akidesine tam anlamıyla uygun tarzdaki bir paragraf, diğer baskılarda görülmemektedir." islamkalesi.wordpress
Ehl-i Sünnet ve'l Cemâat mezhebi de itikâdî olarak üçe; a-Sel
6 . SELEFİLİK :
Belli başlı özellikler: 1. Aklı reddeder 2. Ayet ve hadisleri olduğu gibi kabul eder.
3. İmanda artma ve eksilme olur.
4. İbadetler imanın bir parçasıdır.
5. Kur´an-ı Kerîm, Allah´ın kelamıdır ve mahluk değildir.
6. Kadere, hayır ve şerriyle iman etmek, Allah´ın kudret ve iradecinin herşeyi kapsadığına, Allah´ın, kulları ve onlardaki bütün güçleri yarattığına ve kulun, kendi kudret´ve iradesiyle dilediğini yaptığına inanmaktır.
Allah Tealâ, yarattığı varlıkları, emrettiği hükümleri ve yasakladığı hususları mutlaka güzel bir hikmete göre yapmıştır.
7. Şefaati reddederler.
Şu hadisi delil gösterirler:
«Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi Allah´dan satın alın. Çünkü Allah´a karşı benim size hiçbir faydam dokunamaz. Ey Abdi Me-|naf oğulları! Benim, Allah katında sizlere herhangi bir faydam dokunmaz. Ey Abdulmuttalib´iıı oğlu Abbas! Allah´ın huzurunda sana bir faydam dokunmaz. Ey Safiye! (Resulullah´ın halası) Allah katında sana bir faydam olmaz. Ey Fatime! (Resuîullah´ın kızı) Malımdan dilediğini benden iste. Fakat, Allah´a karşı sana bir faydam olmaz.» [(Buharı Kitab el-Vesaya bab; 11/ Müslim, Kitab el-tman, bab; 351/Neseî, Kitab el-Vesaya bab, 6/Darimî, Kitab el-Rıkak bab; 23/Müsnedi İmam Ahmed c. 2, sh. 350)
8. Namazın kazası olmaz .Çünkü namaz kılmayan kafirdir.geçen geçmiştir.Kişi namaza başladığında yeniden müslüman olmuştur.
10. Selefiler, tüm Müslümanlar gibi vahdaniyeti ( Alllah’ın birliği ,eşi ve benzeri olmayışı ), İslâmın esası kabul ederler.Fakat neyin vahdaniyete ters düştüğü konularında farklı düşünürler.Örneğin:
Rablerine intikal eden (ölen) bazı kullar vasıta, yapılarak Allah´dan birşey dilemenin, vahdaniyete ters düştüğünü iddia ederler.
11. Teberrük (bereket alınması için) veya takdis için peygamberlerin ve salih kulların kabirlerini ziyaret etmeyi yasaklarlar.Peygamber Efendimizin kabri olan Ravza-i Mutahhara´ya karşı yönelerek onu ziyaret etmenin ve Ravza-i Mutahhara´nm etrafında ibadet etmenin, herhangi bir peygamber veya velinin kabrine yönelerek dua etmenin, vahdaniyete ters düştüğünü söylerler.
12. Kur´an veya sünnette zikredilen, Allah Tealâ´nın her sıfatını veya her yaptığını olduğu gibi zahiren kabul ederler. Zahirini bırakıp te´vil veya tefsirde bulunmazlar.
Selefîler, Allah´a «Sevgi» «gazap» «kızma» «çağırma» «konuşma» «bulutların gölgesiyle insanlara inme» «Arş üzerinde istikrar etme» gibi sıfatları isnad ederler. Eli ve yüzünün bulunduğunu söylerler. Bu hususta herhangi bir te´vile ihtiyaç duymazlar. Ancak, Allah Tealâ´ya nisbet edilen bu hususların, yaratılanlara asla benzemediğini söylerler. «Allah´ın eli, yüzü, inmesi, yaratılanların eline, yüzüne ve inmesine benzemez. Allah, bu benzerlikten çok uzaktır.» derler.
13. Allahın semada olduğunu söylerler
Tarihi Süreci:
Selefîler, Hicri 4. yüzyılda ortaya çıkmışlardı. Bunlar, Hanbelî mezhebine mensup insanlardı. Bunlar, bütün görüşlerinin, Selefiye inancını canlandıran ve bu inanca ters düşen görüşlere karşı savaşan İmam Ahmed İbn-i Hanbel´e ait olduğunu iddia ederler.
Selefiye inancı Hicrî 7. yüzyılda tekrar ortaya çıkmış ve bu defa bu görüş, Şeyhül İslâm İbn-i Teymiyye tarafından ihya edilmiştir. İbn-i Teymiyye, insanları yoğun bir şekilde bu görüşü kabullenmeye davet etmiş ve zamanının gerektirdiği bazı görüşleri de Selefiye görüşüne ilave etmiştir. İbn-i Teymiyye den sonra bu okulu takip eden birçok ünlü alim olmuştur; İbn Kesir gibi.
Daha sonra Selefiye inancı Hicrî 12. yüzyılda Muhammed b. Abdülvahhab tarafından Arap yarımadasında yeniden ortaya çıkarılmıştır. Günümüzde de Vahhabîler, bu görüşe davet etmekte ve bir kısım İslâm âlimleri de aynı görüşleri şiddetle savunmaktadırlar.
İnanç meselelerinin, sahabe-i kiram ve tabiin zamanında, anlaşıldığı şekilde anlaşılmasını istediklerini ileri sürmüşlerdir.
İtikadı meseleleri yalnızca Kur´an-ı Kerim den ve Resulullah´ın sünnetinden almaya çalışmışlar, itikadın hem temel meselelerini, hem de bu meseleleri ispatlayan delilleri, Kur´an´dan almaya girişmişler, âlimlerin, Kuran´ın delillerinden başka delillere baş vurmalarım engellemeye çalışmışlardır.
İtikadı meseleleri, dini hükümleri ve bunlarla ilgili bütün mevzuları kısaca veya etraflıca bilmenin tek yolu, Kur´an-ı Kerim ve Peygamberimizin, onu açıklayan sünnetidir, Kur´an ve sünnet yolunu takibetmektir. Kur´an ne hüküm koymuş, sünnet nasıl izah etmişse, olduğu gibi kabul edilir, asla reddedilmez. Bunları kabul etmemek, İslâm inancından çıkmak olur.
Akla itikadi konularda verilen değer ve akıl bazlı bir metodolojinin itikadi yorumlama ve kararlar için kullanılması hususunda, Selefilik Mutezile'nin tam zıddı konumda bulunan bir itikat mezhebidir. Selefiliğe göre nakillerin zahir (görünen, sözlük veya terim anlamı) ele alınır ve hiçbir nas tevil edilmez. Takdis, tasdik, aczini itiraf etmek, süküt, imsak, keff ve marifetini ehlini teslim Selefliğin başlıca esaslarıdır.
İbn Teymiye genel anlamda Hanbeli mezhebini takip etmiştir. Hanbeli mezhebini takip etmesinin en büyük nedeni Kitap ve Sünnete bağlılığıdır. Fakat bazı konularda diğer mezheplerin görüşlerini de benimsemiştir. Yine bazı konularda dört imamın görüşlerinin dışında kalan özgün düşünce ve görüşleri de vardır. Bunlardan en ünlü ve önemlilerinden biri de boşanmanın yemin olarak kullanılması konusundaki görüşüdür; boşanmanın yemin olarak kullanılmasını doğru bulmamış, çoğunlukla bu yemini eden kişinin eşini boşamak gibi bir niyeti olmadığını belirtmiş ve bu nedenle boşanma yemin konusu yapılmasının boşanmaya yol açmayacağını söylemiştir.
İbn Teymiyye ye göre Allah ın kitabı, Resulü nün sünneti, sahabe, tabiun ve müçtehit imamların eserleri direkt ya da dolaylı olarak Cenab-ı Hakk ın her şeyin üstünde olduğunu anlatmaktadır. Şu ayetler O nun (celle celaluhu) mekansal olarak arş ve semanın üzerinde olduğunu göstermektedirler: “Güzel sözler ancak O na yükselir.” “Ey İsa! Şüphesiz seni kabz edecek ve kendime yükselteceğim. “, “Göktekinin sizi yere geçirivermeyeceğinden emin mi oldunuz “, Fakat Allah Onu (İsa yı) kendisine yükseltmiştir. “, “Rahman, Arş a istiva etmiştir.”
İbn Teymiyye, Rabbimiz, gecenin üçte biri kaldığında her gece dünya semasına inerek buyurur ki “Bana kim dua eder ki, duasına icabet edeyim. Kim bir şey ister ki, ona dilediğini vereyim. Kim de affını talep eder ki, onu mağfiret edeyim.” mealindeki hadisin de açık bir şekilde Cenab-ı Hakk ın semada bulunduğunu ifade ettiğini söyler.
Selefi salihinden hiç kimsenin Allah Teala nın semada olduğuna itiraz etmediğini, ne Kur an-ı Kerim, ne Sünnet, ne sahabe, ne tabiun ve ne de sonraki dönemlerde yaşayan müçtehit imamların bu gerçeğe aykırı direkt ya da dolaylı tek bir ifadelerinin olmadığını söyleyen İbn Teymiyye, onların Allah Teala nın (mekansal olarak) semada, arşta ve her yerde olduğunu kabul ettiklerini iddia eder.
Şam camiinin minberinden inerken “Allah gökten yere, benim indiğim gibi iner” demiştir.
Eleştiriler:
İbn Teymiyye nin bu beyanı selefe ait tefsirler içerisinde en güvenilir olduğunu söylediği Taberi nin nakilleri ile çelişmektedir. Nitekim Taberi, -İbn Teymiyye nin sıfatlarla alakalı ayetlerin en önemlisi olarak gördüğü- ayetü l-kürsi deki “O nun -celle celalühü- kürsüsü (ilmi) bütün yerleri ve gökleri kaplayıp kuşatmıştır.” kısmını tefsir ederken İbn Abbas a -radiyallahu anhuma- isnat ettiği bir rivayette kürsü kelimesinin ilim olarak te vil edildiğini nakletmektedir. Halbuki İbn Teymiyye kürsü kelimesini haşa- Allah Teala nın üzerinde oturduğu bir mekan olarak anlamaktadır.
7.VEHHABİLİK:
Kendilerine muvahhidun (tevhidciler) derler ve Hanbelî mezhebini İbn Teymiye yorumuna uygun biçimde sürdürdüklerini söylerler.İtikatta Teymiyyeci, amelde Hanbeli olduklarını idda ederler. Bu nedenle Selefilikle hemen hemen aynıdırlar.
Vehhabilik bir inanç hareketi olarak baslamakla birlikte, kisa zamanda siyasî bir nitelik kazandi. Arap yarimadasinda etkinlik kurarak devlet durumuna geldi. günümüzde, suudi arabistan'in resmî mezhebi durumundadir.
Muhammed bin Abdülvehhab'in (d. 1703 uyeyne - ö.1787 deriye, riyad) düsünceleri çevresinde olusan dinî, siyasî hareketttir.
Başlıca özellikleri: 1. Din’de akıl’a yer vermemek
2. Mükaşefeyi (kalp gözü ile görme’yi), dolayısıyla tasavvufu reddetmek
3. Tevhid’i, ‘ameli tevhid’ olarak almaktadırlar. Allah kalble, dille ve davranislarla birlenmelidir.Kur'an ve sünnet'in dışında emir ve yasak tanımamak, Hz. Muhammed'in döneminde bulunmayan seyleri ve tevessülü terkederek Allah'i birlemek gerekir.Bu tevhide ameli tevhid denir. Herhangi bir hüküm koyucu tanimak, Allah'tan baskasindan yardim dilemek, peygamber için bile olsa, Allah disindaki bir varlik için kurban kesmek, adakta bulunmak kisiyi küfre düsürür, can ve mal dokunulmazligini ortadan kaldirir.
4. Kur'an ve sünnet'te olmayan her sey bid'attir.“Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünnetinde bulunmayan bir şeyi (bid’at) ortaya koyan kimse mel'undur ve ortaya koyduğu şey de reddedilir.” Nitekim “Sahîh hadîslere göre Resûlullah (s.a.s.) da, ‘Her yenilik bid’attir ve her bid’at sapıklıktır’demiştir.
5. Şirk meselesi:
Mevlit toplantilari düzenlemek, bu toplantilarda mevlit okumak,nazar boncugu takmak, muska takinmak, agaç, tas vb. seyleri kutsal saymak, bir hastalik ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb. için boncuk, ip, hamayi gibi seyler takinmak, sihir, büyü, yildiz fali gibi seylere inanmaz, iyi kisilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardim dilemek ,riya için namaz kilmak, sofuluk etmek, iyi insan gibi görünerek çikar saglamak şirktir.
Mezarlarda yapilan ibadetler sirktir. Sevap umarak Hz. Muhammed'in kabrini ziyaret bile sirke neden olabilir. Şirke neden olmamalari için, mezar ziyaretleri, türbe yapimi kesin olarak yasaklanmalidir. Ölülere niyaz, tevessül, falcilara, müneacimlere inanmak, hz. peygamber'in anisini yüceltmek, hirka-i serif, sakal-i serif ziyaretleri yapmak, allah'tan baskasina ibadet etmek, şirk koşmaktir.
Makam ile ezan okumak, Ramazan, Cuma ve kandil gecelerinde, ezandan önce veya sonra tesbîh çekmek ve dua etmek de bid’attir.
Camilerin süslenmesi kubbe ve minare yapılması, Hz. Peygamber zamanında olmadığı için bîd’attır. Ayrıca namazların yalnız kılınması da yasaklanmıştır. Beş vakit namazın cemaatle kılınması farzdır. “Namazı terk eden kimse kâfirdir ve onlar hakkında dinden çıkmış (mürted) hükmü verilir.” Namazın cemaatle kılınması mecburîdir. “Meşru bir özrü olmaksızın cemaatle namaz kılmayıp münferiden namaz kılanların Ehl-i Sünnet ve'1-Cemâat'ten hariç Şiîlere teşbih olunması, şiddetle kötülenmesi ve suçlanması” ve cami imamlarının, namazların sonunda cemaatın teker teker yoklamasını yapıp ihmalde bulunanlara, üçüncü defa tekerrürü halinde ta'zîr cezasının verilmesi,
Tevessül ( ölmüşlerin bizim için dua etmelerini dilemek, bir şeyi aracı kılmak ) veistigase ( ölü veya diriden yardım dilemek) sapıklık ve şirktir.
6. Cami ve mescidlerin süslenmesi, minare yapılmasi bidattir.
7. Amel imandan bir parçadır, azalır ve artar, bir farzı yapmayan kafir olur .
Amelin imanın bir göstergesi olduğu görüşü ile Hariciler ve Selefilerle aynı görüştedirler.Bu nedenle farzları terk edenleri kafir sayarlar.Kanları helaldir derler. 8. Allah-u Teâlâ hazretlerinin mekanı , cismi, ciheti, eli, ayağı, yüzü vardır.
9. İcma ve kıyas gibi fıkhi kaynakları reddetmişlerdir.
10- Müslümanlığı ameli tevhid inancına göre yerine getirmeyenlere harp ilan edilir ve bu gibilerin kestikleri kurbanlar yenmez.
Kur’ân ve Sünnet’in dışındaki her yeni şeyi Bid’at saydıkları ve bid’atlere kapılmış olanlarla savaşmanın Kur’ân-ı Kerim’in, “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz” (Al-i İmrân, 110) âyetine göre zarurî olduğuna inandıkları için, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara karşı Haricîler ve günümüzde yaşayan kolu İbâdiyye gibi, kılıç kullanmaktan çekinmemişlerdir 11. Zekat vergidir. Hükümetin vergi almadığı kazançlardan da zekat alınmalıdır. 12. Sigara ve nargile içenlere, içki içenlere olduğu gibi kırk değnek cezası gerekir. 13. Alllahtan başka hiç kimseden şefaat dilenmeyeceğini söylerler.Bu anlamda şefaati reddetmez ,Allahtan başka kimseden şefaat dilenmesini reddederler.Şefaat dilenecekse Allahtan dilenir derler."Allahım, onu bana şefaatçi kıl" şeklinde duayı kabul ederler .Delil olarak : "Allah’la beraber kimseyi çağırmayın...” (Cin, 18). 14. Vesileyi redederler. (Vesile , kendisiyle başkasına yaklaşılan şey anlamına gelir.ör:şeyh) 15. İbn Abdilvehhâb’a göre, ictihâd kapısı her zaman ve herkese açıktır. Başkalarını taklîd etmek dinden çıkmaktır. Vehhâbîler ictihâd kapısını herkese açmış ve bir mezhebe bağlanıp ictihâd kapısını kapalı tutmanın felâket ve taassub getirdiğini söylemiştir.
Muhyiddin İbn Arabî hazretleri için “Şeyh-i Ekfer” (En kâfir şeyh) derler.Vehhabîlerin ve zihniyetlerinin hakim olduğu yerlerde İbn Arabî’yi yüceltmek, açıkça sevmek yasaktır.
Uygulanmada dikkat çekenler :
1) Namazda ayakların arası açıktır.
2) Elleri göğüs hizasinda bağlanır
4) Teravih namazını 8 rekat kılarlar.
5) Namazda tekbir göğüs hizasından yapılır.
6) Sigara içmeyi haram saymışlar ve bu hususta çok titiz davranmışlardır.
7) Namazın cemaatla kılınması farzdır ve her müslüman beş vakit namazda camiye gelmek zorundadır.
Kıymetli ziyaretçilerimiz, yeni bir söyleşimizi daha hizmetinize sunuyoruz. Değerli âlimlerimizden Muhammed Salih Ekinci Hocaefendi ile yaptığımız bu dördüncü mülakat oluyor. Cuma günü hocamızın nazarından geçen bu mülakatımız bu gün istifadenize arz ediliyor.
Hocaefendi ile, hakkında olur olmaz herkesin bir şeyler söylediği selef akidesinin ne olduğundan, Selefilik yorumlarına, İbn-i Teymiyye ekolünden, Vehhabilik akımına kadar birçok meseleyi konuştuk. İfrat ve tefritten uzak bir bakışına sahip olan Seyda Salih Efendi konulara vukufiyetiyle her zaman olduğu gibi ufkumuzu açtı. Cenab-ı Hak kendilerinden hoşnud ve razı olsun. Saygılarımla. Salih Okur/cevaplar.org
-Selef mezhebi nedir? "Ben selef mezhebindenim" diyen insanlarla karşılaşıyoruz. Selefilik ne demektir? Bunları açıklamanızı rica ediyoruz.
-Aslında bu sual, sorulacak bir sual değildir. Çünkü Selef, selef-i salihindir. Selef-i Salihinin de mezhepleri bellidir. "Selef" kelimesinin asıl manasına baktığımızda böyle bir soru, tuhaf bir sorudur.
Ama hal-i hazır durum itibarıyla insanların gruplaşması ve bazı insanların "biz selef mezhebindeniz" diye iddia etmesi bu soruyu sormayı zaruret haline getirmiştir. Çünkü ahval karışmıştır. Herkes selef mezhebinden olduğunu iddia etmektedir. Bunların hangisi doğrudur, hangisi doğru değildir? Bu mesele, böyle bir soruyu karşımıza çıkarmaktadır. Yoksa böyle bir soru abestir.
Cevaba geçmeden önce şunu açıklamak istiyorum ki, geçen sene "Ebul Hasan Eş'ari akidesi" hakkında Mısır'daki Ezher Üniversitesi, Uluslarası âlimleri buluşturan bir toplantı tertip etmişti. İslam âleminden yaklaşık 300 tane âlim toplantıya davet edilmişti. Bizi de konuşmacı olarak davet etmişler ve konu olarak şunu tensip etmişlerdi; "Akidetü'l İmam Eş'ari eyne hiye min Akaid-i Selef"(İmam Eş'ari'nin akidesi Selef Akidesinin neresindedir?)
Zaten toplantının mihveri bu mevzu idi. Diğer mevzular bunun etrafında idiler. Onlar bizden bir yazı istemişlerdi. Cenab-ı Hak muvaffak etti, bir kitap hazırladık. Hatta bu onların da tuhafına gitti. Şeyh'ül Ezher dedi ki, "Biz bir bahis istedik. O bize bir kitap getirdi." Elhamdülillah o kitap da çok makbule geçti, çok takdir edildi.
Kitabın öncelikli konusu selef akidesinin ne olduğu idi. Zira bu husus bilinmeden İmam Eş'ari'nin akidesinin ne olduğu da anlaşılmazdı. Onun için kitapta etraflıca Selef akidesinin ne olduğunu açıkladık.
Selef akidesini asıl kaynaklardan aldık. Selefi ve selef akidesini temsil edenler kimlerdir? Üç Kurundaki(Asr-ı saadetle beraber üç asırdaki) Ehl-i Sünnetin büyük âlimleri, büyük müçtehidleridir. Tabii en başta Sahabe-i Kiram geliyor. Sonra tabiin, sonra Tebe-i tabiin..En belirgin olarak dört imam(Ebu Hanife, Şafii, Malik ve Ahmed bin Hanbel) ve dört imamın akidesini yazan insanlar geliyor. Bu zatlar selef akidesini temsil ediyorlar ve onların yazdıkları da selef akidesini temsil eden kitaplar sayılıyor.
Bundan dolayı, selef akidesinin ne olduğunu tespit etmemiz için İmam Ebu Hanife'nin Fıkh'ul Ekber'inden alıntı yaptık. Tabii İmam Ebu Hanife'nin Fıkh-ı Ekber'ini bizzat kendisinin mi yazdığı yoksa sonradan mı yazıldığı tartışmalı bir husustur. Ama alaküllihal sonradan yazılmış ise de, İmam Ebu Hanife'nin akidesinin doğru olarak orada yazılı olduğu herkesin kabul ettiği bir meseledir. Bizim için de önemli olan odur.
Sonra İmam Ahmed bin Hanbel'in görüşlerini kendi eserlerinden aldık. Er Red alel Cehmiyye ve özellikle akaidle alakalı yazdığı bir eseri var, ondan malumat aldık. Bir de Hanefi âlimi İmam Tahavi'nin Akidetü Tahaviye adlı eseri var. Tahaviye, bütün Ehl-i Sünnetin kabul ettiği bir kitaptır. Ondan da aldık. Kendisi bu kitabın başında bu kitapta yazdığı akidenin İmam Ebu Hanife ve İmameyn(İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) akidesi olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bu zatların ise selef akidesi imamlarının önde gelenlerinden olduğu herkesin malumudur.
Sonra İmam Ebu Hasan Eş'ari'den de aldık. Ve onun akidesinin ne olduğunu kitaplarından topladık. İmam Ebul Hasan Eş'ari'den aldığımız yerlerle, selefi salihinin yukarıda bahsettiğimiz yerlerdeki görüşlerini karşılaştırdık.
Böylece hem selef akidesinin ne olduğunu tespit ettik. Hem de İmam Eşari'nin akidesinin selef akidesinin neresinde olduğu bu kitabımızda tamamıyla tespit edildi. Bu kitapta şöyle bir karar verdik –ki itiraz eden de olmadı-İmam Ebul Hasan Eş'ari'nin akidesi tamamen selef akidesinin kendisidir. Bir muhalefet yoktur.
Ama burada şöyle önemli bir nokta var; İnsanlar öyle zannediyorlar ki, selef âlimleri akideyle ilgili tüm meselelerde müttefik idiler. Bak, "akide" demiyorum. "Akideyle ilgili meseleler" diyorum. Selef, akidede bir idiler. Ama akidenin aslına taalluk etmeyen birçok meselede ihtilaf etmişlerdir.
Peki, "selef akidesi" nedir? Bu zatların ittifak ettiği ana meselelerdir. Ama ihtilaf ettikleri meselelere biz "selef akidesi" demiyoruz, "selefin mezhepleri veya görüşleri" diyoruz. Mesela meşhur "tevil" meselesi. "Selef te'vil etmemiştir, halef tevil etmiştir" deniyor. Bu yanlış bir sözdür. Selefin çoğu te'vil etmemiştir. Ama seleften sahabeden başlayıp İmam Ahmed bin Hanbel'e gelinceye kadar birçokları nassları tevil etmiştir. İmam Ahmed bin Hanbel'in kendisi dahi bir kısım meseleleri tevil etmiştir. Yanitefvid(müteşabih nassları te'vil etmeme) selefin cumhurunun mezhebi olduğu gibi, te'vil de seleften bir gurubun mezhebidir. Her ikisi de akidenin ana meseleleri içinde değildir. Bu, selef arasında ihtilaflı, fer'i bir meseledir.
Bir de istidlal(delil getirme) konusu vardır. Selef, akidede ihtilaf etmemişlerdir. Ama akide üzerinde istidlal etme konusunda ihtilaf etmişlerdir. Çünkü Ehl-i Sünnet olan selef iki gurup idi;
1-Ehl-i eser
2-Ehl-i nazar
Birincisi, tamamen nakillere bağlı, yani akli delillere önem vermeyen, bahusus kelam ilminden huzursuz olan, insanları ondan tenfir ettiren bir guruptu. Bunlara ehl-i eser denilir.
-Ehl-i hadis de deniliyor değil mi?
-Evet, Ehl-i hadis de deniliyor.
Ehl-i nazar ise, ehl-i bid'at fırkalara ve gayr-i müslimlere karşı mücadele eden guruptur. Ehl-i eser o fırkalara karşı pek fazla mücadele vermemiştir ve verememiştir. Ehl-i nazar gurubu ise, Ehl-i Sünnet akidesini hem akli hem de nakli delillerle ispatlamışlar, öte yandan da ehl-i bidat fırkalara ve gayr-i müslimlere cevaplar yazmışlar, onların hücumlarını def etmişler, reddiyeler yazmışlar ve bu husustaki ihtisaslarıyla üstünlük kazanmışlardı.
Ehl-i hadis akide üzerine delil getirirken genelde nasslarla iktifa etmişler ve "Bu böyledir. Zira Cenab-ı Hak böyle demiştir. Peygamber (aleyhisalatu vesselam) şöyle demiştir" demekle yetinmişlerdir.
Ehl-i nazar ise, nakli deliller yanında akli deliller üzerinde durmuşlar ve onlardan deliller getirmişlerdir. Bazı meselelerde felsefi delillere de yer vermişlerdir. Bunun sebebi, karşılarındaki insanların felsefe ile uğraşmasaydı. Onlar felsefeyi İslam'a karşı kullanıyorlardı. Felsefeyi kullanarak müminlerin akidesine şüpheler getiriyorlardı. Onun için Ehl-i Nazar dediğimiz gurup da felsefe ile meşgul olmaya, felsefenin istidlal metod ve üsluplarını öğrenmeye mecbur olmuşlar, onların delilleri nevinden deliller getirerek yine onlara cevap vermişlerdir. Böyle yapmasalar onları ilzam edemezlerdi. Böylece onlar felsefeye girmeyi kendilerini mecbur bilmişlerdir.
Bak, burada ihtilaf nerede oldu? İstidlal konusunda oldu. Ehl-i hadis nüsus(nasslar; ayet ve hadis) ile iktifa ediyor veya icma ile iktifa ediyordu. Çünkü akidenin kaynağı Kitaptır, Sünnettir, İcma'dır. Başka yoktur. Bu meselede Kıyas diye bir şey yoktur, Maslahat diye bir şey yoktur. Veya Mesalih-i Mürsele diye bir şey yoktur. Sadece Kitap, Sünnet vardır. İcma varsa da, zayıftır. Asıl olan ise Kitaptır.
Niçin " Akide konusunda asıl olan Kitaptır" diyoruz? Çünkü Cenab-ı Hak İslam akidesini tamamen Kur'an-ı Kerim'de açıklamıştır. Hem çok tekrarlamış, hem de akli delillerle birlikte beyan etmiştir. Kur'an-ı Kerim akideyi beyan ederken akli delillerle birlikte, karşı tarafı tamamen tatmin edecek, kafasını ikna edecek, rahatlatacak delillerle birlikte beyan etmiştir. Böylece akidenin yüzde doksan dokuzunu Cenab-ı Hak beyan etmiştir. Bundan dolayı esas olan Kitaptır.
Sünnet de delildir. Hatta haber-i vahid de akidede delildir. Kelamcıların meşhur bir sözü vardır ki kitaplarında dolaşıyor; "haber-i vahid akidede delil değildir" derler. Bu söz yanlış anlaşılıyor. Zannediliyor ki haber-i vahid'in akidede hiçbir değeri yoktur. Hâlbuki mütekellimler bu sözle bunu kastetmemişlerdir.
Peki, neyi kastetmişlerdir? Kastettikleri şudur; haber-i vahid zanni olduğundan dolayı, yakini ifade etmediğinden dolayı kesin bir delil değildir. Yani ona muhalefet edenin, kabul etmeyenin kâfir olduğu delil gibi bir delil değildir.
Ama delildir. Nasıl delildir? Yecibu itikadu muktedahu; İktiza ettiği şeye inanmak vaciptir. İnanmayan insan günahkâr, bidatçi oluyor. Yani delildir, ama muhalefeti küfrü gerektiren bir delil, bir hüccet değildir.
-Mesela şöyle diyor bazıları; "Mehdi ile ilgili haberler haber-i ahad olduğundan, Mehdi'nin çıkacağına inanmak vacip değildir."
- Vaciptir. Delilleri kuvvetlidir. Ama bir insan Mehdi'nin çıkacağına inanmasa kâfir olmaz. Yoksa bazı Profesörlerin zannettiği gibi hiçbir değeri olmayan bir mesele demek değildir.
Hâlbuki Kelamcılar birçok yerde haber-i vahid ile istidlal ediyorlar. Bahusus ölümden sonraki âlemle alakalı meselelerde ve başka meselelerde haber-i vahidi çok kullanıyorlar. Hiçbir değeri olmasa neden kullansınlar?
-Mesela Kabir azabına dair rivayetler gibi..
-Tabii tabii.. Çok kullanıyorlar. Ki, Taftezani açıkça Şerh-ül Makasıd'da bu durumu dile getiriyor ve haber-i vahid için "Haber-i vahid sahih olduktan, muarızı olmadıktan sonra ona inanmayan günahkâr olur" diyor.
Nasıl ki akidede Kitap delildir, haber-i mütevatir delildir, öyle de sabit olduktan sonra haber-i vahid de akidede delildir, ama zanni bir delildir. Yani onu kabul etmeyen bidatçı ve fasık olur.
Selef-i Salihin akidelerine baktığımız zaman bunu açıkça beyan ediyorlar. Hususan Ebul Hasan el Eşari her kitabında bunu açıklamıştır. "Nerede sünnet-i sahih varsa biz onu delil kabul ediyoruz. Ona göre inanıyoruz" diyor. İbane'nin Mukaddimesinde, Makalat-ı İslamiyyin'de, Ehl-i Sünnetin akidesini beyan ederken bunu açıklıyor. Bunu birçok kitaplarında hem de tekrarlayarak söylüyor.
Ama her hüccetin değeri hüccetin kuvveti ne kadarsa o kadar oluyor. Hücceti katiyse o kati delil oluyor: Kitap ve mütevatir haber gibi. Bunu inkâr eden kâfir oluyor. Mütevatirin de iki kısmı vardır:
Birincisi tevatürü'l-esânid ile geliyor. Genelde ilmi ıstılahlarda söylendiğinde o kastedilir. Tevatürü'l-esanidin ise herkes mütevatir olduğunu bilmiyor. Bunu büyük muhaddisler bilir. Biz ise filan hadis mütevatirdir sözünü taklit ederek söylüyoruz.. Hatta her muhaddis de bunu yapamaz. Niçin? Çünküİbn Hacer el-Askalânî'nin dediği gibi "وذلك نشأ من قلة اطلاعهم على كثرة الأسانيد ومعرفة الرجال وصفاتهم
"Bazı büyük muhaddisler de o kadar vakıf olamamışlar. Yani bu tevatürü'l-esanid meselesi halkın veya her alimin bileceği bir şey değildir. Yani çok büyük muhaddisler bunu tespit ederler, onların haricindeki insanlar ise hep bu konuda mukallittirler. Bundan dolayı bizim kanaatimiz şudur ki, tevatürü'l-esenîdle sabit olan hadislerin muktazalarını inkâr etmek küfürdür demiyoruz bidattir diyoruz. Çünkü biz de tevatür sabit değildir, biz mukallidiz. Evvelki İslam alimleri bu tekfir meselesinde çok titiz davranmışlar, tekfir etmemeye çalışmışlar.
İkinci mütevatir ise tevâtüru't-tabakât yoluyla gelmiştir. Yani Kur'an-ı Kerim nasıl bize ulaşmıştır, kesindir biz tartışmıyoruz, hüccet olduğunu hiç kimse tartışmıyor, çünkü bize tevâtüru't-tabakât yoluyla ulaşmıştır.
Nasıl ki Kur'an-ı Kerim bu yolla bize ulaşmışsa, zaruriyyât-ı diniyyenin tümü bu yolla bize ulaşmıştır. Kitapla veya da sünnetle tafsilatlı müstakil deliller ayrıdır, bu delil ise kitaptan daha kuvvetlidir, sünnetten daha kuvvetlidir, sünnet-i mütevatirden de daha kuvvetlidir. Çünkü Kuran-ı Kerim'in kendisi bu yolla sabit olmuştur. Bu aynı Kur'an-ı Kerim'in sabit olduğu yoldan İslam zaruriyyatları ve birçok ahkâmı –ki sünnet-i amelîde derler veya datevâtüru't-tabakât veya tevâtüru'l 'âmme " denilir- bu yolla sabit olmuştur. Bundan dolayı bu yolla sabit olan şeylerin inkârı küfürdür diyoruz.
Tevatürül esanid yoluyla gelen hükümlerin inkârı küfürdür demiyoruz ama tabakât yoluyla sabit olan hükümlerin inkârı küfürdür diyoruz. Nasıl Kur'an-ı Kerim'in inkârı küfürdür, aynı bu da Kur'an-ı Kerim'in sabit olduğu yoldan sabit olmuştur. Aynı onun gibi. Çünkü kesin bu durumun dinden olduğunu biliyoruz.
Bazı insanlar çıkıyorlar Kur'an-ı Kerim'de namaz beş vakit olarak yoktur. Tamam, açıkça yoktur ama Kur'an-ı Kerim'in bize sabit olduğu aynı yoldan namazın da beş vakit olduğu sabit olmuştur. Siz bunu inkar ederseniz o zaman Kur'an-ı Kerim'i de inkar etmiş olursunuz; çünkü ikisi de aynı yoldan sabit olmuştur.
Eğer haber-i ahad ise o zanni bir delil oluyor ve onu kabul eden kâfir olmuyor. Zira onda inkâr eden hatayı ravilere nispet ediyor. Peygambere nispet etmiyor. Bundan dolayı onu tekfir edemiyoruz.
Ama haber-i ahadi hadis olarak kabul ederse, Rasulullah'ın(aleyhisalatu vesselam) sözü olduğunu kabul ettiği halde inkâr ederse kâfir oluyor. Yani o hadisi bir muarızı olmadan veya tevili olmadan inkâr ederse kâfir oluyor. Ama bir muarızdan veya bir tevilden dolayı kabul etmiyorsa bid'a ehlinden oluyor. Ama ilmi bir muarız varsa ve ondan dolayı kabul etmiyorsa teb'di edilmez.(bidat ehli olmakla suçlanmaz)
Ama tevil meselesine gelince, selef bu hadisi hiç tevil etmeden zahirine göre kabul ettiği halde o kalkıp muarızı olmadığı tevil ile kabul etmiyorsa bidata giriyor.
Şimdi meselemize dönersek, Selef akidede müttefiktirler. Ama bazı itikadi meselelerde ihtilaf etmişler. İkincisi de istidlal(akidevi meseleler üzerine delil getirme) metodunda ihtilaf etmişlerdir.
Ehl-i Hadis akli delilleri önemsememişler, sadece şer'i delillerle iktifa etmişler. Akli deliller getirmişlerse de, zaruri olduğu zaman ve çok zayıf bir şekilde getirmişlerdir. Ama öbür taraf ise, hem nakli deliller, hem de nakli deliller getirmişler ve akli delillere ehemmiyet vermişler. Bahusus kelami ve felsefi delillere çok ehemmiyet vermişlerdir. Ehl-i hadis, kelama ve felsefeye girmeyi bidat saymışlar. Ehl-i nazar ise bunu zaruri görmüşlerdir. " böyle olmasa biz Felsefecileri, Mutezileleri red edemiyoruz. Çünkü ancak onların dili ile onları red edebiliriz" demişlerdir.
Hususan gayr-i müslimleri akli delillerle mağlup edebilirsiniz? Nakli delillerle nasıl red edeceksiniz? Adam İslam'ı kabul etmiyor. Onu nasıl nasslarla red edeceksiniz veya nasslarla onu ilzam edeceksiniz?
Böylece iki taraf arasında ihtilaf olmuştur. Ama İslam kaynağı, akide kaynağı ayrıdır, akide ayrıdır, akide ile ilgili bazı meseleler ayrıdır, akide üzerine delil getirme ayrıdır. Bu dört meseleyi birbirinden ayırt etmemiz lazım.
1-Akide kaynağı Kitaptır, sünnettir, icmadır. Başka yoktur. Sünnet de mütevatir olsun, ahad olsun sahih olmak, muarızı olmamak kaydıyla delildir.
2-Selef akidede müttefiktir.
3-Akideye dair bazı meselelerde ise ihtilaf etmişlerdir. Bunlar ise akidenin aslına dair meseleler değildir.
4-İstidlal konusunda yöntemleri ayrıdır.
Bu ayrımı yaptığımız zaman çok meseleler çözülüyor. Çok ihtilaflar ortadan kalkıyor.
Bir de Ehl-i Sünnet'in gurupları olarak üç meşhur gurup vardır;
1-Ehl-i Hadis
2-Eş'ariler
3- Maturidiler
Bunların akideleri birdir. Akide konusunda ihtilafları yoktur. Yani akidenin aslında ihtilafları yoktur. Ama akideyle ilgili bazı meselelerde aralarında ihtilaf vardır. Bunlar akidenin özü değil, akide ilgili bazı içtihadi meselelerdir.
Ama şimdi piyasada "ben selef akidesindenim, selefiyim" diyen birçok insan vardır. Hâlbuki selef mezhebini temsil edenler yukarıda saydığımız üç guruptur.
Bir de dördüncü bir mezhep ortada görünüyor; İbn-i Teymiyye'nin mezhebi. O da özel bir mezheptir. Nasıl Eş'ari ve Maturidilerin mütekâmil ve özel bir mezhebi vardır. İbn-i Teymiyye'nin de mütekâmil ve özel bir mezhebi vardır.
Tabii bu mezheb de asıl meselelerde selef akidesine, Eş'ari ve Maturidilere ve ehl-i hadise muhalif değildir. Ama birçok meselelerde Eş'ari ve Maturidilere muhalefet ettiği, ehl-i hadise de muhalefet etmiştir.
İbn-i Teymiyye'nin âdeti şudur; kendine göre doğru gördüğü her meseleyi selefe atfediyor, Ahmed İbn-i Hanbel'e atfediyor. Kendi görüşüdür, ama selef mezhebi gibi gösteriyor, Ahmed bin Hanbel'e aitmiş gibi gösteriyor. Hâlbuki bu atıfların bazılarının yanlış olduğunu İmam Eş'ari ile alakalı kitabımızda tespit ettik.
Mesela onun mezhebinde bel kemiği mesabesinde olan "Allahu Teâlâ yekûnu mahallen lil havadisi" "Hâdis olan, sonradan yaratılan şeyler Cenab-ı Hakk'ın zatına kaim oluyor."
Hâlbuki selef böyle bir şey söylememiştir. Bilakis bu görüşü red etmişlerdir. Zaten ilk selef döneminde böyle bir mesele hiç yoktu. Ehl-i Sünnet'e göre Cenab-ı Hakk'ın tüm sıfatları kadimdir. Zatına yeni bir şey kaim olmaz. İbn-i Teymiye mezhebi ise olur diyor. Bir de bu hususu selefe nispet ediyor. Bu doğru değildir. Bu görüş Selef'in küçük bir gurubunun akidesidir.
Ehl-i hadisin çoğu akidenin inceliklerini bilmezlerdi. Zahirini biliyor, ince meselelere inmiyorlardı. İşte onlardan küçük bir gurup yukarıda bahsettiğimiz görüşe inanmışlardı. İbn-i Teymiyye onlara tabi olmuştur. Bir de Kerramiyye mezhebine tabi olmuştur.
Bu akide İbn-i Teymiyye akidesinin temelidir. Bunu da bazen selefe, bazen bazı selefe, bazen ehl-i hadis'e, bazen ehl-i hadisten bir fırkaya nispet ediyor ki, nispetinde çelişki(ıstırap) vardır. Alaküllihal Kerramiyye mezhebine tabi olmuştur.
İkinci mesele: İbn-i Teymiyye diyor ki Kelamullahi kadimün nev hâdisun efrad; Allahu Teâlâ'nın kelamı nev'en kadimdir, efradları hâdistir. Bu sözü ise Seleften hiçbir zat söylememiştir. Bilakis selef imamları ittifaken "Kelamullah kadimdir. Her şekilde kadimdir. Nasıl olsa da kadimdir" demişlerdir. İmam Ahmed bin Hanbel zaten açıkça söylüyor; "Keyfe tasarrafe fehüve kadimin" "Nasıl olursa olsun, kelamullah kadimdir" diyor, şiddetle Kelamullah'ın kadim olduğunu söylüyor.
Bahusus böyle bir sözü onun devrinde biri söylese belki de Ahmed bin Hanbel onu tekfir ederdi. En azından tebdi ederdi.(Bidatçılıkla suçlardı) İbn-i Teymiyye'nin bu görüşü, selefe muhalif bir görüştür.
Üçüncü mesele; "Âlem kadimdir" diyor. Bu da selefin görüşüne aykırıdır. Selef müttefiktir ki, âlem hâdistir.
İbn-i Teymiyye'nin selefe muhalefet ettiği en önemli üç mesele bunlardır. Ki bunlar akidede çok önemli meselelerdir. İbn-i Teymiyye bütün bu meselelerde selefe muhalefet etmektedir.
Bir de tevil meselesi vardır. İbn-i Teymiyye ekolü tevili kabul etmiyorlar. Hâlbuki tevil selefin mezhebinden birisidir. Bunu âlimler açıkça beyan ediyorlar.
Tevil meselesinin aslı bidat değildir. Yalnız, tevil iki çeşittir;
Tevil fil cümle
Tevil fil müfred.
Mutezilelerin tevilleri tevil fil müfreddir. Selefin tevilleri ise, Tevil fil cümledir. Yani kelamın tümündedir. Aynı zamanda tamamen Arapça diline uyuyor, ayetin siyakına, akışına uyuyor. Mutezilelerin tevilleri ise uymuyor.
Bundan dolayı, seleften birçoğu (İmam Ahmed gibi, Ebu Hanife gibi) Mutezilelerin te'villerini red etmişler, ama kendileri bazı meseleleri tevil etmişlerdir. İbn-i Abbas'ın bazı tevilleri gibi.
İmam Ahmed de tevil etmiştir. O meselelerden birisi şudur; Mutezileler ona dediler ki "Cenab-ı Hak Kur'an'da;
"Rablarından kendilerine gelen her yeni ihtarı mutlak eğlenerek dinliyorlar"(Enbiya: 21:2)
"Bak Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim için muhdes demiştir. Siz niçin kadimdir diyorsunuz? İmam Ahmed cevaben; "Nuzülü muhdestir, inmesi muhdestir, kendisi muhdes değildir" dedi.
Demek dinde tevil vardır. Ama yanlış tevil var, doğru tevil var. Şartları yerinde ise o sahih tevil olur. Şartları yerinde değil ise sahih bir tevil olmuyor.
En önemli şartlar nedir? Tamamen Arapçaya muvafık olması ve mevzuya tamamen uygun olmasıdır.
-İbn-i Abbas'ın "Ben, cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsin diye yarattım" (Zariyat, 51/56) ayetindeki "Liyâ'büdûn; bana ibadet etsinler" ibaresini, "Liyârifûn; beni bilsinler" şeklinde tevil etmesi gibi..
-Evet, bu bir misaldir.
İbn-i Teymiye'nin önemli hilaflarından birisi de tevili tamamen red etmesidir. Bu doğru değildir. Tevil de selefin mezheplerinden bir tanesidir.
Seyda, peki şimdi ben selefiyim diyen insanlara ne diyeceksiniz?
-Alaküllihal şimdi "ben selefiyim" diyen insanlar, İbn-i Teymiyye'ye tâbiinsanlardır. Tabii İbn-i Teymiyye müteahhirin âlimlerdendir.
Müteahhirin âlimlerinden pek çoğu nassları Mutezilelere göre te'vil etmişlerdir. Yaptıkları tevilleri Mutezilelerden almışlardır. O da hatadır. Ki bu teviller onların kitaplarında, bahusus tefsir kitaplarında yaygındır.
Maturidi- Eş'ari müteahhirin âlimlerin birçoğu diyoruz. Ama bir kısmı da tevil yapmışlar ama selef gibi tevil cümletül kelam yapmışlardır.
-Tamamında…
-Tamamında..İstiare-i temsiliye veya mecaz-ı mürekkep olanları tevil etmişlerdir ki, bu caiz olan tevillerdendir..
-Mesela İmam-ı Gazali'nin tevilleri böyle midir?
- İmam Gazali'nin yaptığı bazı teviller tevil fil müfred'dir. Ama bazı eserlerinde de tevili benimsememektedir. Dediğimiz gibi müteahhirin, bu tevil biçimini Mutezilelerden almışlardır. Yani sonra gelen Eşari ve Maturidi âlimleri mezheplerini Mutezile'ye biraz yaklaştırmışlardır. Bu bir vakıadır.
Yani İbn-i Teymiyye'nin hatalarından bahsedip diğerlerine susmak insaf değildir.
-Daha sonra çıkan âlimler arasında Selef akidesine yakın olanlar var mıdır?
-Mesela Şah Veliyullah Dehlevi vardır. Onun akide ile bir risalesi vardır. Orada diyor ki; "Biz burada önceki Ehl-i Sünnetin akidesini açıklayacağız." Demek ki sonrakiler içinde bir bulanıklık vardır.
-Ama bu onları Ehl-i Sünnet'ten çıkarmaz.
-Tabii tabii..Çıkarmaz. Genel konularda müttefiktirler.
-Yani benim anladığım kadarıyla, şimdiki Selefilerin dediklerinin hülasası şu; Müteahhirin Eş'ari ve Maturidiler Selef akidesinden uzaklaşmışken, İbn-i Teymiyye ekolü tekrar selef akidesine dönüşün sembolü olmuş..Bunu demek istiyorlar…
- Ama durum öyle değildir..Demin de dediğimiz gibi İbn-i Teymiyye'nin de akideyle ilgili dördüncü bir mezhebi vardır. Doğru, selefe muvafakat ettiği çok meseleler vardır. Ama bahsettiğimiz gibi selefe muhalefet ettiği bir kısım meseleler de vardır. Onun akidede kendisine has, mütekâmil bir mezhebi vardır. Tamamen düzenlenmemiş, tedvin edilmemiştir. Kitaplarında dağınık bir haldedir. Ve bazı meselelerde selefe muhalefet etmiştir. Ama kendisi bahsettiği meseleleri hep selefe ve İmam Ahmed bin Hanbel'e atfediyor ki, bu tabii yanlıştır.
-Siz daha önce bir sohbetimizde Vehhabi meselesinin zuhuruna ve tamimine kadar İbn-i Teymiyye'nin eserlerinin İslam dünyasında pek rağbet bulmadığını söylemiştiniz? Bunun sebebi nedir?
-Tabii… Çünkü Ehl-i Sünnetin cumhuruna muhalefet etmiştir. Ehl-i Sünnetin akidesinin üzerine oturduğu birçok meselede o, cumhura muhalefet etmiştir. Bu muhalefetten dolayı da kitaplarına rağbet olmamıştır. Tek tük insanlar kitaplarını okumuşlardır. Yani İbn-i Teymiyye mehcur kalmıştır. Genel olarak ne fikirleri ne kitapları İslam medreselerine girmemiştir.
-Bunda üslubunun da payı olsa gerek değil mi?
-Tabii..tabii..Hem muhalefet vardır, hem de üslubu serttir. Bundan dolayı İslam âlimlerinin çoğu onu benimsememişlerdir.
-İbn-i Teymiyye'nin tekfir ettiği kimseler var mı?
-Bazı mutasavvıfları tekfir, bazılarını tenkid, bazılarını ise kabul ve takdir ediyor.
-Tasavvufa tamamen karşı olduğunu iddia edenlere ne dersiniz?
- İbn-i Teymiyye'nin kendisi sofi idi. Gerçek tasavvufu kabul ediyordu. MeselaŞeyh Abdülkadir Geylani'yi çok seven bir insan idi. Hatta Geylani hazretlerinin bazı risalelerini şerh etmiştir.
İbn-i Teymiyye, müteşerri sofilerden bahsederken Şeyh Abdülkadir Geylani'yi Şeyh Ahmed Rufai'yi ve benzerlerini örnek gösteriyor. Hatta diyor ki; "Şeyh Abdülkadir Geylani'nin kerametleri bize tevatür yoluyla ulaşmıştır."
Tabii İbn-i Teymiyye'ye göre mutasavvıflar iki kısma ayırıyor;
1-Evliya ür Rahman
2-Evliya üş Şeytan
Evliya ür Rahman; Risale-i Kuşeyri'de bahsedilen mutasavvıflar gibileri ki, İbn-i Teymiyye bunları kabul ediyor.
Evliyaüş Şeytan; Bunlar da Tasavvufu felsefeleştirenlerdir ki, İbn-i Teymiyye bunlara karşı çıkıyor. Bunların başında Hallac-ı Mansur geliyor. SonraMuhyiddin-i Arabî geliyor.
-Peki, Muhammed bin Abdülvehhab'ın yaptığı nedir?
-Daha önce dediğimiz gibi İbn-i Teymiyye'nin kendine özel akidede bir mezhebi vardır. Muhammed bin Abdülvehhab böyle bir mezhep kuracak durumda değil idi. Ancak onun yaptığı şey İbn-i Teymiyye'nin kitaplarını ve fikirlerini piyasaya sürmek ve yaymaktan ibaretti.
İbn-i Teymiyye'nin kitaplarını okumuştur. İbn-i Teymiyye'nin kitapları çok cazip, çekici kitaplardır. Yararlı tarafları vardır. Biz diyoruz ki; İbn-i Teymiyye'nin kitapları âlimlerce okunması zaruri kitaplardandır. Ama âlim olmayan kişilerin onları okuması zararlıdır. Çünkü ilmi kuvvetli olmayan kişiler okuyunca ona kapılıyor ve içinde bulunan her şeyi kabul ediyor. İbn-i Abdülvehhab da okuyunca her şeyini kabul etmiştir.
Vehhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab çok büyük bir âlim değildi. Bunu derken "âlim değildi" de demiyoruz. Âlimdi. Çıkışının sebebi ve hedefi de doğruydu.
Onun çıktığı yer olan Necid'de ve o zamanlar İslam âleminin çoğunda çok bidatler ve hurafeler, şirkin mazharları, yani şirki andıran şeyler çok yayılmıştı. O da asıl olarak bunlara karşı çıkmıştır. Niyeti doğru idi.
Ama çok derin bir âlim olmadığından ve sağlam bir tasavvuf üzerine davet sunmadığından dolayı hem düşüncede, hem de davet ve tatbikatta itidali muhafaza edemedi.
Düşünce olarak, İbn-i Teymiyye'nin görüşlerini tamamen kabul etmiştir. Bu görüşlerin salim olanını olmayanından ayırt edebilecek bir durumda değildi.
Bir de davette hikmetle hareket edemedi. Davette metod nedir? Başta insan hareketleriyle örnek olacaktır. Usve-i Hasene olacaktır. Tebliğin metodlarını tamamen bilecek ve ortaya koyacaktır. Kur'an-ı Kerim'de;
"(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap. " (en-Nahl, 16/125) buyrulmuştur.
Ama o ise, işin başında şiddetle başlamıştır. Bu gibi sebeplerden dolayı daveti zamanında ve zamanından sonra da fazla randımanlı olmadı. İslam âleminin içinde hüsnü kabule mazhar olmadı. Ancak Necid'in bazı bölgelerinde mahsur kaldı. Hatta mesela Hicaz'a, Yemen'e, Irak'a yayılmadı.
Ancak seksen sene öncesi Al-i Suud ailesi, Muhammed bin Abdülvehhab'ın torunları olan Al-i Şeyh ile anlaştılar. Zaten daha önce de Vehhabiliği yaymak için Muhammed bin Abdülvehhab, Al-i Suud ailesi ile anlaşmış ve şiddetle işe başlamış, çok mal ve can telefine sebeb olmuşlar, ama muvaffak olamamışlardı. Kendi fikirlerinde olmayanları mümin kabul etmeyerek malları ve canlarını helal görmüşlerdi. Bundan dolayı da fikirleri kabul görmemişti.
Tabii daha sonra Arabistan'da Suud devleti kurulunca, devlet imkânları ile bu görüşler yayılma fırsatı buldu. Ama yine de genel olarak makbul değildir. Yani yayılmamıştır diyemeyiz, her tarafta küçüklü büyüklü bazı gurupları vardır, bunu siz daha iyi biliyorsunuz.
Genel olarak baktığımızda ilmi olmayan bazı dindar gençler veya derin bir ilmi olmayan bazı hocalar veya hamasi bazı insanlar Muhammed Bin Abdülvehhab'ın fikirlerine tâbi oluyorlar. Yoksa oturmuş, derin âlimler ise çok nadir olarak bu fikirlerden etkilenebiliyorlar.
Şimdi konuyla alakalı başka bir hususa değinmek istiyorum. Muhammed bin Abdülvehhab'ın çıktığı aynı asırda İslam dünyasın başka bir yerinden, Hindistan'da bir âlim çıkmıştır; Şah Veliyullah Dehlevi. İkisi de hemen hemen aynı yaştadır. Muhammed bin Abdülvehhab zannediyorum Hicri 1114'te dünyaya gelmiştir, Şah Veliyullah ise Hicri 1115'te..
İkisi de aynı problemleri yaşamışlardır; aşırılıklar, hurafeler, şirkin mazharları..Ve bu durumdan rahatsız olmuşlardır. İkisi de ilimde belli bir mevkie geldikten sonra bunlara karşı mücadele vermeye başlamışlardır. Nasıl Muhammed bin Abdülvehhab Necid bölgesinde bu mücadeleyi başlatmıştır. Şah Veliyullah Dehlevi de Hindistan altkıtasında aynı şekil ve hedefte mücadelesini başlatmıştır.
Ama Şah Veliyullah Dehlevi'nin daveti ise, çok yararlı olmuştur, çok da büyük faideler ve meyveler vermiştir. Sebeb ne? Metod farkı vardır. Bir de şahsiyet ve ilim farkı vardır.
Şah Veliyullah Dehlevi çok büyük bir âlimdir. Hatta İslami ilimlerde imamet seviyesine gelen bir zattır.
İkinci olarak, Şah Veliyullah tasavvufun edebini, ahlakını almıştır. Davetini sağlam tasavvuf üzerine bina etmiştir
Üçüncüsü, kendisi büyük bir müceddid idi. Her konuda tecdid yapmıştır. Mesela medrese sistemini tecdid etmiştir. Hindistan medreselerine hadis ilmini o sokmuştur. Ondan sonra hadis ilminde Hind yarımadasında yüzlerce kitap yazılmıştır. Başka İslam ülkelerinde hemen hemen çok zayıflamış olan hadis ilmi onun bereketiyle, orada yayılmış ve güçlenmiştir.
Bir de tasavvufu tecdidetmiştir. Daveti tecdid etmiştir.
Böylece derin ve geniş bir tecdid yapmıştır. Tabii tecdidi zamanında bütün dünyaya yayılmamıştır. Ama Hindistan yarımadasına tamamen yayılmıştır. Bazı etkileri dışarıya da taşmıştır, ama bu fazla değildir.
-Toplumda gördüğümüz yanlışlıklara müdahale nasıl olmalıdır?
-Yanlışları gördüğünde İslam âliminin görevi yeri geldikçe hakikatleri beyan etmek, aşırılıkları aşırılık olarak, bidatları bidat olarak, hurafeleri de hurafe olarak beyan etmektir. Kimseyi muhatap etmeden, kimsenin ismini zikretmeden, kimseyi hasım etmeden, husumet şekline sokmadan… Bunu yaparken de sadece Allah için yapmalıdır.
Birçok insanlar vardır, çok iyi Müslümandır. Hatta maneviyatları da kuvvetlidir. Kalben Allah'a bağlılığı, Allah'a olan sevgisi ve hafvı güçlü kimselerdir. Ama ilim seviyesi kuvvetli olmadığından dolayı ameli hayatında bazı bidatlar vardır. Şimdi biz bu insanlarla hasım mı olalım? Bu olmaz. Bilakis onu seveceğiz. Elimizden geldiği zaman onu ikaz edeceğiz. Çünkü husumetkötülükten başka bir şey getirmez. Husumet, insanın davasını anlatmasına engeldir, söylediği hakikatlerin da kabul edilmemesine sebeb olur. Bilakis karşı taraf sizin haklı olarak söylediğiniz şeyleri çürütmeye çalışır. Bundan sakınacak ve hikmet ve güzel öğütle Rabbimizin yoluna çağıracağız inşallah..
-Efendim vermiş olduğunuz bilgiler için çok teşekkür ederim. Allah sizden razı olsun.
Arap Baharı rüzgârıyla önce Libya, ardından Suriye ve Mali’de gün yüzüne çıktılar. Kendilerini ‘Selefî’ olarak adlandırsalar da eylem ve tarzlarıyla geleneksel akımdan ayrışıyorlar. Temeli bulanık, hedefi meçhul, neticesi İslam’a dokunan gölge savaşçılara mercek tuttuk.
Kuzey Afrika ile Ortadoğu’da yüzyıllık baskıcı rejimleri yaprak gibi savuran Arap Baharı, fırsatlar kadar yeni ‘tehditler’ doğurdu. Devlet otoritesinin zayıflamasıyla oluşan kargaşa ortamından faydalanarak ‘derin’ uykularından uyanan yeni aktörler sahnede yer kapma mücadelesine girişti. Önce Mısır, ardından Libya ve Suriye’de gün yüzüne çıkan ‘Selefîler’ bu yeni aktörlerin önde gelenlerinden. En son Mali’de (Mart 2012) ortaya çıkan Selefîler, yönetim boşluğundan faydalanıp kısa zamanda neredeyse ülkenin yarısını silah zoruyla zapt etti. Başkent Bamako’ya yöneldiklerinde BM destekli Fransız askeriyle karşılaştılar. İlk raundu Batı destekli Fransa askerleri kazansa da bölgede devam eden hafif çatışmalar Selefîlerin silaha sarılmak için uygun ortamı beklediğini hissettiriyor…
Selefîler, aynı tehditkâr tavırlarını Libya, Mısır ve Suriye’de de koruyor. Libya’da, Kaddafi rejimine karşı savaşırken elde ettikleri silahları seçimle gelen yeni hükümetin isteğine rağmen bırakmaya yanaşmıyorlar. Hatta yer yer yeni siyasete silahla yön vermeye çalışıyorlar. Mısırlı Selefîler de Hüsnü Mübarek sonrası için ittifak kurdukları iktidardaki ‘Müslüman Kardeşler’le sorun yaşamaya başladı. Yeni anayasadan rahatsızlar. İskenderiye gibi güçlü oldukları bölgelerde karşıt gruplarla silahlı çatışmaya girmekten çekinmedikleri görülüyor. Selefî Vatan Partisi altında birleşen Mısırlı Selefîler, Müslüman Kardeşler’den çıkan Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi açıktan hedefe koyuyor. Suriye’deki Selefîler acımasız savaş tarzlarıyla taşındı gündeme. Muhalif kanada sonradan eklenmelerine rağmen cephede sınır-usul tanımadan, başına buyruk hareket etmeleriyle (boğaz kesme gibi) öne çıktı. Daha bugünden muhaliflerin çatı konseyinin (Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu) kontrolüne girmeyen Selefîler yarının Suriye’sinde rol kapma arzusunda olduklarının mesajını veriyor. İsyan dalgasının vurduğu Tunus, Yemen, Cezayir cephesinden de benzer mesajlar geliyor son günlerde…
Üç yıl gibi kısa sürede Suriye’den Mali’ye kadar uzanan bu yeni ve gizemli Selefî eksen Batı başkentlerinin de gündeminde. Prestijli düşünce kuruluşları, Arap Baharı rüzgârıyla yelkenlerini doldurup sahada hızla ilerleyen bu grubun motivasyon, hedef ve zaaflarını irdeliyor. Beşşar Esed sonrasında Suriye’deki Selefîlerin ülkeye yerleşmesi hesap edildiğinde yakın gelecekte Türkiye’nin bu ‘gölge savaşçılarla’ sorun yaşayabileceği öngörülüyor. ‘İslam adına’ savaştığını iddia eden Selefîleri uzmanlarla konuştuk.
Yeniden filizlendi
‘Selefîye’ veya ‘Selefî’ aslında yeni bir hareket değil. Hicrî 3. yüzyıl başlarında beliren Selefîliğin ana kaidesini, Kur’an ve sünnette belirtilen esaslara, akıl, rey ve hiçbir tevile başvurmadan, olduğu gibi inanmak oluşturuyor. İlk dönem İslam hayatını yaşamaya azmeden Selefîler, İmam Ebû Hanife başta olmak üzere mezhep imamlarının ortaya koyduğu tüm hükümleri reddediyor, yoruma karşı duruyor. Evzaî, Süfyan es-Sevri ve Süfyan ibn Uyeyne gibi erken dönem hadis ve riyazet ehlinin başını çektiği akım, gelişen kelâm ve tasavvufun karşısında fazla ömürlü olmadı. İnananlar sorgulamanın ibadeti derinleştirdiğini fark etti. Hicrî 7. yüzyılda İbn Teymiyye ile talebesi İbn Kayyim el-Cevziyye Selefîliği yeniden diriltmeye çalışsa da pek başarılı olamadı. Yüzyıllar sonra Arap Yarımadası’nda biraz da dönüşerek yeniden filizlendi. Muhammed ibn Abdülvehhab adına izafeten Vehhabîlik diyerek Selefîliği yeniden diriltti. Arabistan’da kök salan hareket Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın önderliğinde Mısır’a geçti. Mısır’da Arabistan Selefîliği hayli değişti, hareket ‘Yeni Selefîyye’ diye anıldı. Bu yüzyıldaki İslamî hareketlere damgasını vuran Cemaleddin Afganî, Muhammed İkbal ve Türkiye’de belli ölçülerde Mehmed Akif Ersoy da Yeni Selefîliğe taraftar oldu. Özellikle İhvanü’l-Müslimîn Hareketi (Müslüman Kardeşler) ile Pakistan’daki Ebû’l-Alâ el-Mevdûdî’nin katkısıyla İslam âleminin zihin, düşünce altyapısı Yeni Selefîlik’ten etkilendi.
20. yüzyılın başında Batı dünyasının ezici üstünlüğüne son vermek isteyen İslam âleminde çeşitli ‘kurtuluş’ hareketleri oluştu. Selefîye de bu hareketlerden biriydi. Milliyetçilik veya modernizm hareketlerinden farklı olarak daha dâhilî, İslamî olmasından dolayı kabul de gördü. Bu dönemde Selefîler Müslümanların öz İslam’a dönerek Batı’yı alt edebileceklerini savunuyordu. Mısır’daki Müslüman Kardeşler (İhvan) Hareketi’nin kurucusu Hasan el-Bennâ bu akıma yön veren Selefî önderlerden biriydi. 1939’da Hasan el-Benna’nın ‘Selefî çağrı, Sünni yol, Sufi hakikat, siyasî teşkilât, atletik cemiyet, bilgi ve kültür birliği, ekonomik işbirliği ve sosyal fikir’ şeklinde tarif ettiği İhvan, gerek Mısır’ın iç siyasi gerekse İsrail-Mısır gerilimi ile İsrail-Filistin sorunundan etkilendi, ilk dönem Selefîlerin bid’at gördüğü siyasete bulaştı. İsrail’in Ortadoğu coğrafyasında varlığını genişletmesi antisiyonist İhvan’ın siyasileşmesinde büyük rol oynadı. Aynı dönemde Selefîliğin Pakistan coğrafyasındaki kalesi konumunda olan Cemaat-ı İslamî de benzer hâricî müdahalelere tepki olarak siyasileşti. Cemaat-ı İslamî, programını İslamî ilimler alanında bu yüzyılın yetiştirdiği mümtaz şahsiyetlerden Ebu’l-Alâ el-Mevdudînin öğretisi üzerine kursa da, önce Hind-Müslüman savaşları, ardından ABD’nin Afganistan işgalinden etkilenerek siyasileşti ve sertleşti. Bu dönemde hâricî düşmanlarla savaşmak, arzu edilen ‘şeriat devletine’ uzanan bir yol olarak görüldü. Hâlbuki Mevdudî, İslam’da ahlak, iman, hukuk ve siyaseti birbirinden ayırmadan, sosyal yapıda iman, ahlak ve kültür sahalarında bir inkılap gerçekleşmedikçe gerçek İslam devletinin kurulamayacağı fikrini savunuyordu.
İhvan yolunu ayırdı
İhvan’ın kurucu lideri Hasan el-Bennâ Şubat 1949’da ‘hükümetin göz yumduğu’ bir suikast sonucu Kahire’de şehit düşünce hareket silahı da mücadelenin bir gereği olarak görmeye başladı. Aynı paralelde Keşmir’de artan Hind baskı ve şiddeti karşısında Cemaat-ı İslamî de silaha sarılan gruplara ses çıkaramadı. Yeni Selefîler 1950’lerde erken dönem Selefîlerin bid’at gördüğü silah ve siyaseti enstrüman olarak kullanmaya başladı…
Ancak Suriye-Mali ekseninde ortaya çıkan ve kendilerini ‘Selefî’ diye tanımlayan savaşçılar, ne ilk dönem Selefîye ile ne de İhvan çerçevesinde güçlenen Yeni Selefîye akımlarıyla örtüşüyor. Cephede her türlü yolu mubah gören bu gruplar söylem bakımından Yeni Selefîlik’ten beslense de icraatları bakımından çok farklı olduklarını ortaya koyuyor. El-Kaide ile yakın işbirliği içinde olan, onların taktikleri ile asimetrik savaşan bu ‘radikal’ Selefîlerin öncelikleri silah ve savaş. Arap Baharı rüzgârı ile girdikleri Mısır, Libya, Mali gibi İslam ülkelerinde, kendileri gibi olamayan hükümet veya örgütleri hedefe koyup yok etmek için savaşıyorlar. Bu doğrultuda, yer yer Müslümanlara kurşun sıkmaktan (Suriye ve Mali’de olduğu gibi) geri durmuyorlar. İslamî hareketler üzerine çalışan uzmanlar Selefî söylemiyle ‘katı şeriat devleti’ni tesis amacıyla savaşan bu radikal grupları ‘Selefîye’den ayrı tutuyor.
Mısır’dan yeni dönen Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Ortadoğu uzmanı Osman Bahadır Dinçer, ilginç bir noktaya temas ediyor. Mısır Selefîliğinin kalesi konumundaki İhvan’ın seçimler öncesinde Selefîlerle ittifak kursa da radikalizme kayan bu gruplarla siyaset zemininde çalışamayacaklarını anlayarak yolarını ayırdığını söylüyor: “Mısır, Libya ve Mali’de beliren radikal Selefîleri kökü 3. yüzyıla dayanan Selefî anlayışıyla bir tutmak mümkün değil. Kendi aralarında birçok gruba ayrıldıkları da unutulmamalı. Arap Baharı’yla oluşan kargaşa ortamından faydalanarak kendinden söz ettiren radikal yapı dünya gündemine otursa da aslında epey azınlıkta. İçlerinde ‘cihat’ için samimi savaşan, cahil savaşçılar olsa da lider kadrosunun bilerek veya bilmeyerek dış güçlerin tesiri altında olduğunu görüyorum. Cihat diye savaştıklarını söylüyorlar ama eylemleri ‘düşmanlarının’, küresel güçlerin işine yarıyor! Hem İran’ın çok işine yarıyor hem İsrail’in… Bu yeni yapıyı üstü örtülü destekleyerek (silah-para) yönlendirdiklerini düşünüyorum.”
İran, İsrail ve Arabistan kullanıyor
Mali’de El-Kaide eylemcileriyle birlikte Bamako hükümetine karşı savaşan radikal Selefîler, bölgenin eski sömürgecisi Fransa’ya arka bahçesine geri dönüş bahanesi sağladı. Kuzeyden güneye doğru ilerlerken önlerine çıkan tarihî cami, türbe ve el yazmalarını (özellikle tarihî kent Timbuktu’da) tahrip etmekten geri durmayan radikal Selefîler, Müslüman bölge halkına da kurşun sıkmaktan sakınmadı. Önce Fransa ardından da ABD radikal Selefî tehdidini bahane ederek girdi yer altı kaynakları zengini Sahra Altı Afrika’ya…
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Akif Okur, ‘radikal, dönüşmüş Selefî’ akımını erken İslam döneminde ortaya çıkan ‘Hâricî’ dalgaya benzetiyor. Radikal yapının dünya ile birlikte İslam âleminin içinde bulunduğu kriz ortamından faydalanarak tepkisel eylemler düzenlediğini öne sürüyor: “Meşruiyet normlarının, doğrudan kontrolü sağlayan mekanizmalarla beraber aşındığı bir dönemdeyiz. Doğan boşluk, değişik tepki hareketleri üretiyor. Selefîlik, bunun örneklerinden biri. Tepkici olduğu için hem zihniyet planında hem de uygulamalarında çok katı refleksler üretiyor. Tarih bu tür hareketleri, medeniyet kurucu unsurlar olarak görmüyor. Yaşadıklarımız da tarihî tecrübeyi teyit eder nitelikte.”
Mali’de yaşananlardan hareketle ‘El-Kaide’ye benzettiği radikal Selefîlerin eylemleriyle Fransızların müdahalesini kolaylaştırdığını anlatıyor. “İslam’a dayandırdıkları uygulamalar, kontrol ettikleri bölgelerde ahaliyi rahatsız ettiği için de Fransız ordusu yerel halkın ciddi tepkisiyle karşılaşmadı.” Dinçer gibi Okur da, Afrika ve Ortadoğu’yu istikrarsızlaştıran Selefîler’in İran ile İsrail’i mutlu ettiğini vurguluyor: “Söz konusu ‘tepkici’ Selefîlik her iki ülkeye farklı bağlamlarda fayda sağlıyor. Hem değişik kriz bölgelerinde stratejik anlamda İran ve İsrail’in çıkarlarıyla ters düşmeyen adımlar atıyorlar hem de mensubiyetlerini yıpratarak Ortadoğu’daki ‘fikirler savaşı’nda bu ülkelerin ellerini güçlendiriyorlar. Sünnilik deyince akla ilk önce Selefîliğin geldiğini düşünün. İran ve İsrail politikalarını eleştirirken dayanacağınız ahlaki zeminin hayli inceldiğini göreceksiniz.”
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Danışmanı Doç. Dr. Mehmet Şahin, rejim isyanlarını Suriye gibi ön cephelerde karşılamaya çalışan İran’ın Selefîlerden etkin yararlandığını doğruluyor. Listeye Arabistan’ı da ekliyor: “18. asırda Suudî Arabistan’da ortaya çıkan Vehhabîlik bir bakıma İbn Teymiyye Selefîliğine dayanır. Elbette Yeni Selefî akımla arasında büyük benzerlikler var. Suud rejimi bu bağ üzerinden hareketle, ortaya çıkan radikal Selefîleri destekliyor. Çünkü onlar üzerinden sınır ötesinde, Afrika’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada varlık gösteriyor.”
İslamî hareketler uzmanı Fuad Ferhavi, Afrika’ya sirayet eden yeni radikal yapının bölgeden kolayca temizlenebileceğini düşünmüyor. Faslı Ferhavi, sahaya ağır silah ve yüklü parayla giren yabancı savaşçıların yerel örgütleri etkilediğini vurguluyor. Mali gibi çoğu Afrika ülkesinde bugün varlık gösteren Selifîlerin geçmişte ilim ve hayır işleriyle uğraştıklarını, silahlı çatışmaya giren yeni yapının bir kısmının dışarıdan geldiğini, bir kısmının da bölgede yaşanan çatışmalardan etkilenerek tavır değiştirdiğini belirtiyor. “1990’larda Cezayir ülke içindeki silahlı örgütlere karşı ciddi operasyonlara girişti. Orada barınamayan eylemcilerden bir bölümü Mali’ye geçti. Ancak aradan geçen 20 yılda eyleme girişmediler, sessizce beklediler. Arap Baharı vesilesiyle bölgeye gelen yabancı savaşçılar bu uyuyan hücreleri de uyandırdı. Aynı yabancı savaşçılar bölgede eski İslamî örgütleri de (Ensar El-Din, İslamî Mağrip El-Kaide, Batı Afrika Birlik ve Cihad) etkiledi. Bazı örgütlerden savaşçı da devşirdiler. Zira ellerinde ağır silah, para var.”
El Kaide’nin yerine geçecekler
Gelinen noktada, radikal Selefîler, özünde yeni Selefîlerden miras ‘Batı karşısında zayıf düşen İslam âlemini yeniden ayağa kaldırma’ söylemiyle hareket etse de sonuç itibarıyla İslam âlemini zayıflatıp Batı dünyasını kuvvetlendiriyor. Bunun yanında Batı’da yayılan İslam karşıtlığını (İslamofobi) besliyor. İslam ve medeniyetini düşman kabul eden gruplar karalama kampanyalarında Selefîlerin şiddet görüntülerini bolca kullanıyor. Bu sayede İslam dünyasını hedef alan müdahaleler daha kolay meşrulaştırılabiliyor. Ayrıca, bölgedeki otoriter ama Batıcı yönetimlerin, yöneticilerin itibarı artırılıyor. Kısaca bir taşla çok sayıda kuş vuruluyor…
Doç. Dr. Mehmet Şahin, Selefîlerin Arap Baharı sonrasında sahada daha aktif olacağını öngörüyor. Küresel güçlerin Üsame Bin Ladin’in öldürülmesinden sonra zayıflama seyrine giren El-Kaide’nin yerine radikal Selefî grupları ön plana taşımaya çalıştığını aktarıyor: “El-Kaide küresel güçlerin Asya’ya, Ortadoğu’ya girmesine zemin oluşturdu, bu durumu meşrulaştırdı. Şimdi zayıflayan El-Kaide yerine Selefîleri çıkardılar. Yeni ‘düşmanları’ üzerinden Afrika’ya girdiler bile…”
Şahin, Selefîlerin asıl Arap Baharı sonrasında daha da etkinleşeceklerine işaret ediyor. Dış güçlerin de etkisiyle patlak verecek Şii-Sünni savaşında Sünni tarafın ana silahlı grubu olacaklarını savunuyor. “Nasıl El-Kaide bir markaydı, küresel bir networktu, radikal Selefî yapı da öyle olacak. Mali’deki savaşçı ile Suriye’deki bu derin network üzerinden yönetilecek, beslenecek ve silahlandırılacak. Afrika’da, Ortadoğu’da asimetrik saldırılar düzenleyecekler. Ne yazık ki bu en çok da İslam dünyasını vuracak.”
Ali Ünal: Müslümanları, İslam’ı yaralayan tezgâh…
Selefîlik konusunu iyi bilen isimlerden biri İslamî hareketler uzmanı, Zaman gazetesi yazarı Ali Ünal. İslam, İslamî düşünce ve hareketler üzerine 30’dan fazla esere imza atan Ünal, Arapça, İngilizce ve Fransızca biliyor. Yeni Selefîlere dair ‘Neo-Selefîyye temelinde İslamcılık’ adlı makalesi ise bu alanda bir ilk niteliğinde. Ünal, İslam ve Müslümanlara karşı oyuncular değişse de hep aynı oyunun oynandığını söylüyor.
-‘Radikal Selefî’ler ne ölçüde Selefî?
‘Radikal Selefî’ dediğiniz grup, elbette önceki Selefîlerle aynı noktada durmakta. Fakat bunlar daha çok ABD sayesinde gündeme geliyor. Nasıl dünya El-Kaide’yi ABD vasıtasıyla tanımışsa, bu en yeni Selefîleri de dünyaya tanıtan ABD oldu. Bu bakımdan bunlara ciddi itikadî, ilmî, manevî temelleri olan bir hareket olarak mı bakmalı, yoksa El-Kaide türü bir örgüt olarak mı bakmalı, bu, incelemeye değer bir mevzu.
-Silaha sarılma noktaları ne?
Mısır merkezli Selefî İhvanü’l-Müslimîn hareketi zamanla kendi içinden yeni hareketler çıkardı. El-Cihad ve’t-Tekfîr bunlardan biriydi. İsrail devletinin kurulmasının ardından, Filistin’e yerleşen Takıyyüddin Nebhani tarafından 1953 yılında kurulan Hizbü’t-Tahrir de El-Cihad ve’t-Tekfir’e benzer. Bunlar, hareket ve tavırlarında daha sert ve ‘aşırı’ idi. Son zamanda gün yüzüne çıkan, ABD tarafından dünyaya tanıtılan Selefîler, bunlara yakın olabilirler. Fakat, bu grupların birer akımdan ziyade birer örgüt gibi oldukları görülüyor. ABD’nin bunları dünyaya tanıtması da ciddi olarak araştırılmalı.
-İslam’ı nasıl etkiliyorlar?
31 Mart (13 Nisan) 1909’da Osmanlı Devleti’nde meydana gelen hadiseden bu yana hep aynı oyun oynanıyor. 31 Mart ayaklanması Abdülhamid’i götürdü. Ayaklananların çoğu samimiydi, niyetleri halisti. Fakat Hz. Bediüzzaman’ın tespitiyle ‘planlar serilmişti’, planları yapanlar başkaydı. Netice, ayaklananların, niyet ve gayelerinin aleyhinde gelişti. Şeyh Said Ayaklanması, Menemen Ayaklanması, hep aynı tür hadiseler. Müslüman kitlelere mal edilebilecek ayaklanmalar kışkırtılmakta, sonra İslam ve İslam hassasiyetli kesimler, bu mezbahada kurban edilmekte. Türkiye’deki darbelerde de aynı yöntem uygulandı; 1993’le başlayan süreç de aynı yöntemi takip etti. El-Kaide gibi, Selefîler de, aynı yöntemle İslam’a, İslam hassasiyetli kesimlere ve Müslüman ülkelere hem de İslam üzerinden operasyonlar yapma örgütleri gibi gözüküyor. Bu tezgâhta hep Müslümanlar, hep İslam yaralanıyor.
-İran denklemin neresinde?
Yeni Selefî denklemlerini bilmiyorum. Ancak İran’ın hem mezhebî açıdan hem ulus devlet misyonu açısından temel karşıtı, rakibi Sünni Müslüman ülkelerdir. Safevîlerle başlayan Şii İran tarihi, bunun en bariz göstergesi. Humeyni ile başlayan devrim de, bunun önüne geçemedi. Humeyni, İslam’ı Şiiliğe alet eden değil, Şiiliği İslam olan, yani samimi bir Müslüman’dı. Fakat, daha o hayattayken, İran yönetimi 1982 yılında Suriye’de Hafız Esed’in Hama’da 30 bin Müslüman’ı katletmesine destek verdi. Dolayısıyla İran’ın tarihî tavrının hiç değişmediğini görüyoruz. Devrimden sonra da Pakistan’da Ziyaül-Hak karşısında Butto’yu desteklediler. Afgan cihadında Afganistan’daki Şii grupları örgütleyip destekleyen de Tahran’dı.
XXXXXXX ŞENOCAKKOM
Selefilik Neyin Devamı
Yatağından ayrılan nehir suyu gibi, vahyin aydınlık yolundan uzaklaşan insan zihni de saf halini kaybeder. İdeolojiler mahşerine dönüşen zihnin, hakikati yanlışlardan ayıklayabilmesi, vahyi bozulmamış bir akılla okuması ile mümkündür.
resim1Peygamberler farklı renk, dil ve iklimlerin egemen olduğu zihinleri yanlışlardan ayıklayıp “hakikat” etrafında yek vucût olmaya çağırdılar.
Her peygamber ümmetini Allah’a ve ahiret gününe iman etmeye davet etmiştir. En son Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) farklı düşünceleri İslam etrafında bir araya getirip mümin zihinleri ideolojik ihtilattan kurtarmıştır.
İnsanlık tarihi Hz. Adem’den Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) doğru tarandığında görülecektir ki esasta aynı şeyleri söyleyen peygamberler ömürlerini zihinleri yanlışlardan arındırmaya yani bâtılı geçersiz kılmaya adamışlardır.
İslam’ın ilk yılları yanlışların silinip, farklı düşüncelerin tevhit edilmesinin örnekleriyle doludur. Değişik kabulleri, algıları, istekleri olan kabileler mümin kimliği altında tek renge bürünmüşlerdir.
İslam’ın evrensel bir din olması bazı ameli meselelerin gri tonda kalmasına yol açmıştır. Bu durum farklı zaman ve mekanlarda yaşayan insanların hayatlarına kolaylıklar getirdiği gibi “tevhid”in de zorlama olmaksızın kabulünü temin etmiştir. “Te’vil” ve “tefsir”e açık olan nasslar insanlık aleminin tek düze olmasına engel olmuşlardır. Ameli noktada sahabeden yapılan farklı rivayetler de bu noktada önem arz etmektedirler. Bir konuda sahabenin ihtilaf etmesi sonraki kuşaklar için “rahmet” olarak kendini göstermiştir.
Ameli bir konuda sahabenin ihtilaf etmesinden haz duyan Ömer b. Abdulaziz gerekçesini şu şekilde açıklamaktadır: “Eğer onlardan rivayet edilen tek bir görüş olsaydı bu durumda insanlar darda kalırlardı.”[1]
İmanla hakikati yek vucût halinde özümseyen zihinlerin ameli konularda ihtilaf etmeleri, sonraki dönem müçtehitlerine alternatif çözümler üretme ya da farklı tercihlerde bulunma imkanı sağlamıştır. Bu yüzdendir ki Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetinin ihtilafını rahmet olarak değerlendirmiştir.
Burada altı çizilmesi gereken bir konu vardır ki, o da sahabe ihtilafının ameli konularla sınırlı olmasıdır. Eğer sahabenin ihtilafı konuyla alakalı mevcut bir nassa vakıf olamamaktan kaynaklanıyorsa, nassın sabit olmasıyla düşüncelerini ayet ya da hadis etrafında derhal tevhit etmişlerdir. Nitekim Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ahirete irtihali üzerine bir grup sahabi O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ölmediğini, Allah Teala’nın İsa (aleyhisselam) gibi O’nu da katına yükselttiğini dillendirdiklerinde, Hz. Ebu Bekir “(Ey Muhammed!) Şüphesiz sen öleceksin ve şüphesiz onlar da öleceklerdir.”[2] ayetini okuyup, “kim Muhammed’e ibadet ediyorsa bilsin ki O ölmüştür. Kim de Muhammed’in Rabbine ibadet ediyorsa yine bilsin ki O diridir ve asla ölmeyecektir.” hitabında bulununca ihtilaf ortadan kalkmış ve istisnasız herkes Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatını kabul etmiştir.[3] Yine “Sakîfe Ehli”, devlet başkanlığı konusunu tartışırken ensardan bir grup, muhacirlere; “sizden bir, bizden de bir emir” olsun teklifinde bulunmuştu. Fakat devlet başkanın “Kureyş”ten olması gerektiğini bildiren hadis gündeme getirildiğinde ensar, Allah ve Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) itaat edip, gayri bütün görüşleri devre dışı bırakmıştı.[4]
Sahabe asrının sonlarına doğru ihtilaflar kelâmî alana da kaymış kader ve sıfatlar ekseninde cereyan eden tartışmalar bir çok meşrebin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Nev zuhûr fırkalara karşı usûl-u dinde ihtilaf etmeyen topluluğun adı ise “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mezhebidir. “Fırka-i Naciye” olarak ta bilinen bu oluşumun ihtilafı fıkhî alanla sınırlı kamıştır.[5]
İtikadî İhtilafların Arkaplanı
Farklı kültür ve dinlere mensup şahıs ve toplumların İslam’a girmeleri, beraberinde yeni sorunlar getirmiştir. Bunlardan en önemlisi farklı din müntesiplerinin ihtida etmelerine rağmen zihinlerindeki eski dinlerine ait bakiyeleri silememeleridir. Bu durum İslam’ın gerçeklerini önceki akidelerinin ışığı altında değerlendirmelerine yol açmıştır.
İslam’a girme noktasında samimi olan fakat eski görüşlerinden kurtulamayan bu grubun yanı sıra bir başka oluşum daha vardır ki onlar, görünüşte Müslüman, gerçekte ise İslam düşmanıdırlar. İçlerinde haramı helal, helali de haram gösteren 4 bin hadis uyduracak kadar ileri giden zındıklar da vardır. Bu grup Müslümanlar arasındaki itikadî ihtilafın oluşmasında son derece etkili olmuştur.
İranlılar, uluslararası arenada ciddiye almadıkları, kabile hayatı yaşadıklarından dolayı da devlet gözüyle bakmadıkları Araplar karşısında gün gelip saltanatlarını kaybedince, itibarlarını geri alabilmek için onlar arasına fitne tohumları ekip, sonu gelmez itikadî ayrılıklara zemin hazırlamışlardır.
Yunan ve Roma filozoflarına ait felsefi metinlerin tercüme edilmesi de ihtilafların oluşmasında etkili olmuştur. Nassları Kur’an ve Sünnet’ten neşet eden düşünce sistemi ile (usul) yorumlayan kelamcıların yerine, felsefi ekollerin düşünce sistemlerini esas alan mütefekkirler zuhur etmiştir. Bu ekolün en güçlü temsilcileri mutezilî kelamcılar arasından çıkmıştır.
Mutezile, ideolojik saplantılara teslim olunca Allah Teala’nın sıfatlarını ispat ya da nefy gibi insan aklının sınırlarını zorlayan sorunlara dalmıştır. Bu bapta incelenen her bir konu beraberinde yeni ihtilaflar getirmiştir. İhtilafların gündemde kalması daha büyük ihtilafların doğuşuna zemin hazırlamıştır.
Allah Teala’nın müminlerin imanlarını sınamak için indirdiği “müteşabih” ayetler, zamanla ilim adamları arasında ihtilaf sebebi olmuştur. Selef, müteşabih ayetlerin anlamını Allah Teala’ya havale ederken, Haşviyye onlardan hareketle Cenab-ı Hakk’a cisimlere mahsus özellikler isnat etmiştir.
Kelamcıların Zuhuru
Sahabe devrinden uzaklaştıkça hem ihtilafın derinliğinde, hem de konularında artış görülmüştür. Sıfatlar ve müteşabihatı te’vil etmeksizin anlamlarını Allah Teala’ya havale eden selef akidesi, bu cereyanları cevaplama noktasında yetersiz kalmıştır.
Selef akidesinin içe kapanması, buna mukabil akla aşırı önem veren Mu’tezile’nin etkin hale gelmesi muvazeneyi sarsacak bir konuma geldiğinde, nassa bağlı kalma şartıyla aklı da kullanan fakat bunu yaparken Ehl-i Sünnet’in belirlediği sınırların dışına taşmayan kelamcılar ortaya çıkmıştır. Irak’ta kırk yaşına kadar mutezili olarak yaşayan “ihve-i selase/üç kardeş” meselesinden dolayı da hocası Ebu Ali el-Cübbai ile tartışıp Mutezile’den ayrılan Ebu’l-Hasan el-Eş’ari (v. 324/936) ve Maveraunnehir bölgesinde yüksek ilgi ve alaka gören Ebu Mansur el-Maturidi’nin (333/944) çalışmaları muvazenenin yeniden tesis edilmesinde hayati öneme sahiptir.
Ehl-i Sünnet kelamı olarak isimlendirilen bu yeni cereyan, Mutezile başta olmak üzere bidat ehli fırkaların güçlerini etkisiz hale getirmiş, selefîn temsil ettiği akideyi ise hem muhafaza etmiş hem de neşretmiştir. Bu yüzdendir ki Cüveyni selef ve halef alimlerinin benimsedikleri “tefviz” ve “te’vil” sistemlerinin Allah Teala’yı tenzih etmeleri ve yaratılmışlara benzetmemeleri itibariyle aynı olduklarını söylemektedir.[6]
Maturidiyye ve Eş’ariyye mezhebine müntesib kelamcılarının telif ettiği eser ve yetiştirdikleri talebeler zamanla sıfatların bir kısmını reddeden ve Allah Teala’yı yaratılmışlara benzeten bidat fırkalarının inkıraza müncer olmalarına yol açmıştır.
Hicri sekizinci asırda yaşayan İbn Teymiyye’nin (v. 728/1328) “ehl-i sünnet kelamına” karşı yönelttiği eleştirileri ve “selef akidesi” başlığı altında “Haşviyye” ile örtüşen görüşleri eski ihtilafların tekrar canlanmasına yol açtığı gibi, günümüzde “selefîyye” olarak isimlendiren ve söz konusu yaklaşımın müdafaasını yapan bir hareketin doğmasına da yol açmıştır.
Selef
“Halef” kelimesinin zıddı olan “selef”, önceden yaşayan büyükler ve akrabalar anlamına gelmektedir.[7] Buna göre her yaşayan insanın bir selefî vardır. “Halef” olan, bir gün mutlaka “selef” olacaktır. Fakat kelime, ıstılahta belli bir dönemle sınırlandırılmaktadır. Hadisin delalet ettiği anlama göre “selef”ten Allah Resulün’den (sallallahu aleyhi ve sellem) itibaren yaşayan üç kuşak anlaşılmaktadır. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları üstünlükleri itibariyle kıymetlendirirken şöyle buyurmuştur: “İnsanların en hayırlısı benim asrımdaki[8] ashabımdır. Sonra onlara yakın olan tabiundur. Sonra da onlara tabi olan etba-u tabiindir. Bunların ardından bir takım kavimler gelir ki, onlardan birinin şehadeti yemininin, yemini de şehadetinin önüne geçer.”[9]
resim2
Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) nübüvvetin kaynağına yakın olmalarından dolayı lehlerinde şahadette bulunduğu selefîn, ilk tabakasında yer alan sahabe İslam akidesini direkt olarak Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) almış, ikinci tabakada yer alan tabiun Resulullah’ı gören sahabeden dinlemiş, son tabakada yer alan etba-u tabiin ise tabiundan öğrenmiştir. Üçüncü kuşaktan sonra bidat ve dalalet yaygınlık kazanmış, inanç ve fikirdeki safiyet bozulmuştur. Enes b. Malik’in, Haccac-ı Zalim’in zulmünden şikayet eden Kûfe halkına “Bundan sonra gelecek zaman muhakkak bundan daha fena olacaktır. Ve bu kötülük siz ölüp Rabbinize gidinceye kadar (asırlarca) devam edecektir.”[10] hadisini hatırlatarak sabır tavsiye etmesi de bu hükmü desteklemektedir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) yarını, dününden daha fena olacak insanlığa, selefîn, kendisine en yakın halkası olan ashabın yolunu izlemeyi vasiyyet etmiştir: “Benim sünnetime ve raşid halifelerin sünnetine sarılın.”[11], ”Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’e uyun, Ammar’ın rehberliğinde yol alın, İbn Mesud’un rivayet ettiğini de kabul edin.’[12] “Ashabım yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız uyun, sizi doğru yola erdirir.”[13]
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) yakın bir gelecekte ümmetinin 72 fırkaya ayrılan İsrailoğulları gibi, 73 fırkaya ayrılacağını içlerinde ise sadece “ashabıyla birlikte kendisinin üzerinde olduğu” ehli sünnet ve’l-cemaat yolunu benimseyeceklerin kurtulacağını söylemektedir.[14]
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetinden, selefîn ilk halkası olan ashaba uymalarını istemesi zaman itibariyle önce olduklarından değil, Kur’an’ın inişine, Cebrail’in gelişine şahit olduklarından yani Kitab ve Sünnet’i diğer kuşaklardan daha iyi bildiklerinden dolayıdır. Selefîn diğer iki halkasını teşkil eden tabiun ve tebe-u tabiin de ilmin menbaı olan Allah Resulü’ne sonraki kuşaklara nisbetle daha yakındır. Yaşadıkları dönemde Arap dili saf haliyle korunduğundan selikaları daha güçlüdür. Bu durum din ve istikamet noktasında imam olmalarına yol açmıştır.
İslam’ı doğru bir şekilde anlamak için gerekli olan selefe ittiba, sınırsız olmayacağı gibi kelimeleri bir takım kalıplara hapsetmek şeklinde de olmamalıdır. Selefe ittibanın çerçevesi; nassları tefsir ve te’vil ederken başvurdukları prensiplerle, içtihat yaparken dikkate aldıkları kriterleri benimsemek olarak anlaşılmalıdır.[15] Zira selef, tek bir içtihat usulü benimsememiştir. Tabiun kuşağından Said b. Müseyyeb “hadis merkezli” fıkhî bir yaklaşımı tercih ederken, Kûfe’de İbrahim en-Nahai “içtihat merkezli” fıkhî bir ameliye içerisinde olmuştur. Bu durumda kendilerinin selefî olduğunu iddia eden grup içtihat ederken hangi fıkıh mektebinin usulünü takip edecektir?!
Eğer selefe ittiba etmek onların söz, fiil ve adetlerini ilave, eksiltme ve değiştirme yapmaksızın özümsemek şeklinde anlaşılacaksa bu, selefîn kabulleriyle çelişen bir durumdur. Zira onlar kendi söz, fil ve uygulamalarına sonsuza kadar baki kalacak kutsi unsurlar olarak bakmamışlardır. Nitekim sahabenin Mekke’deki örf ve adetiyle Medine’deki örfü arasında ciddi derecede farklılıklar vardır. Mekke’de bir çoğu dikişli elbiseyi tanımazken, Medine’de dikişli elbiseler giymişlerdir.[16]
Tabiun dönemi fakihleri de sahabe asrında söz konusu olmayan bir çok meselede içtihat etmişlerdir. Yeni sorunları, yeni içtihatlarla çözmüşlerdir. Bu durum müçtehit imamlar devrinde zirveye çıkmış, içtihadın fazlalığından dolayı bu döneme fıkhın altın çağı denmiştir.
Sonraki dönem alimleri avamın, ilk kuşakta yer alan selefe doğrudan ittiba yerine onların rivayet ve içtihatlarını tedvin ve tahlil ederek fıkha altın devrini yaşatan müçtehit imamları taklit etmeyi daha uygun görmüşlerdir.[17] Çünkü müçtehit imamların içtihatları mezhep disiplini çerçevesinde tertip, tahkik ve ta’lil edildiğinden farklı görüşler arasında tercihte bulunmayı kolaylaştırmaktadır. Aynı sistemin sahabe ya da tabiun içtihadı için geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir.
Selefiyye
İslam’ın ilk asırlarında selef denilince Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) yakınlıklarına göre derecelendirilen üç kuşak anlaşılırken, daha sonra kelime bu ilk anlamından alınıp belli bir mezhebin adı olarak kullanılmıştır.
Bugün selefiyye dinilince “şer’i hükümleri çıkarma noktasında sadece Kitap ve Sünnet’e başvuran, onlar dışındaki hükümleri geçersiz kabul eden oluşum” anlaşılmaktadır.
Selefiyye, sahip olduğu nisbesiyle ümmet içerisinde farklı olduklarını ihsas ederken, aidiyet iddiasında bulunduğu selef alimlerinden hiç birisi onlar gibi kendilerini sonraki dönem Müslümanlardan ayırt edici bir tavır içerisinde olmamıştır. Zira onlar selef kelimesini halefin zıddı olarak kabul etmişlerdir.
Düşünce ve meyilleri ile “cemaat-ı kübra”dan ayrılan, hatta mizaç ve ahlaki kriterleri itibariyle de farklılık gösteren[18] bu yeni oluşumun selef-i salihinin devamı olduğunu söylemek ilmi verilerle çelişmektedir. Zira varlığını, bid’at olarak nitelediği söz ve fiilleri yok etmek üzerine bina eden bu yeni mezhebin bizzat kendisi bid’attır.
Selefilerin mezhepleri devre dışı bırakarak selefe ulaşma gayretleri ise hem sahih senet sistemine engel teşkil etmekte, hem de onların oluşmasını gerekli kılan unsurlara karşı Müslümanları savunmasız bir konuma getirmektedir.
Selefiler kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları; “Cebrail risaleti Ali’den kaydırıp Muhammed’e verdi” diyen ve bu yüzden “Cebrail’e söven”[19] “Gulat-ı şia” ile eşdeğer görmekte ve onların adı olan “ehl-i zeyğ”[20] kelimesini Maturidi ve Eşariler için de kullanmaktadır.
Selefin Akidesi
Sıfatlar ve müteşabihatı zahiri anlamda anlayan selefiyyenin itikadi görüşleri ile selef-i salihinin itikadı arasında ciddi farklılıklar vardır. Nitekim selef, müteşabihat noktasında konuşmayı uygun görmezken, selefiler Allah Teala’ya “el”, yüz” gibi insana ait uzuvları isnat etmişlerdir.
İmam-ı Gazzali (v. 505/1111) nassların zahirine bakarak Allah Teala’ya el, ayak gibi uzuv, nüzul, intikal ve arş üzerine oturmak gibi hâdis varlıklara ait fiilleri isnat eden Haşviyye’nin “selef itikadı üzerine oldukları” iddiasını çürütmek ve selef akidesinin esaslarını ortaya koymak için kaleme aldığı “İlcamu’l-avam an İlmi’l-Kelam” adlı eserinde 7 ilkeden bahsetmektedir:[21]
Takdis: Allah Teala’yı “cisimlere ait özelliklere sahip olmak” gibi şanına yaraşmayan hususiyetlerden tenzih etmek.
Tasdik: İsim ve sıfatlardan, Allah Teala’nın şanına uygun anlamların kastedildiğini, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Cenab-ı Hakk’ı vasfederken de yanılmadığını kabul edip, öylece iman etmek.[22]
Aczi itiraf: Nasslarda bildirilen müteşabihattan kastedilen ilahi muradı bilmenin, kul olarak kendi idrak sınırını aştığını itiraf etmek.
Susmak: Müteşabihatın anlamının ne olduğunu sorma ve bu konuda fikri tartışmalara dalmanın bidat olduğunu kabul etmek.
İmsak: Müteşabihat hakkında yorum yapmak, onları başka bir dile tercüme etmek, ilave ya da eksiltmede bulunmak, birleştirme ve ayrışmaya tabi tutmak da caiz değildir. Müteşabihat ancak mevcut sîgalarıyla telaffuz edilebilirler.
Keff: Müteşabihat ile kalben meşgul olmamak, haklarında fikir yürütmemek.
Ehline havale etmek: Avam, yetersiz olduğundan dolayı anlamaktan aciz kaldığı müteşabihatı, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), peygamber, alim ve velilerin bildiğine kanaat getirir.[23]
İmam-ı Gazzali söz konusu eserinde müteşabihat bağlamında değerlendirilen ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiğini de örneklerle izah eder. Müteşabihattan olan “el” kelimesinin iki anlamının olduğunu et, kemik ve sinirden müteşekkil uzuv anlamına geldiği gibi, “idare, güç, kuvvet” gibi anlamlarda da kullanıldığını söyler. “Bölge emirin idaresi altındadır./el-beldetu fi yedi’l-emîr” cümlesinde “yed/el” kelimesinin gerçek anlamında kullanılmadığına dikkat çeken Gazzali, Kur’an ve Sünnet’teki her “el” kelimesinden de “et, kan ve kemikten” oluşan bir uzvun kasdedilip sonra da bunun Allah Teala’ya isnat edilmesinin muhal olduğunu söyler. Gazzali’ye göre Allah Teala’nın uzuvlardan müteşekkil bir varlık olduğunu tasavvur etmek puta tapıcılıkla eş değerdir. Zira uzuvlardan oluşan cisim mahluktur. Mahluk olan bir varlığa ibadet etmek de küfürdür.[24]
Sıfatlar ve müteşabihat ile alakalı nassları zahir anlamlarında alan ve Allah Teala’nın “el” ya da “yüz” gibi uzuvlarının olduğunu söyleyen selefiyye ile haşviyye arasında ciddi benzerlikler vardır. Selefiyyenin Allah Azze ve Celle’yi insanlara benzemekten tenzih etmesine gelince onu Haşviyye’de yapmıştır.
Selefiyye’nin Kurucusu
Selefiler amel ve akidede düşüncelerinin Ahmed b. Hanbel ile İbn Teymiyye’ye dayandığını söylemektedirler.[25]
Ahmed b. Hanbel’in müteşabihat noktasında “tefviz” sistemini benimsemesi yani hiçbir yorum yapmadan manayı Allah Teala’ya havale etmesi göstermektedir ki, medresenin kurucusu olarak adının geçmesi meşruiyet kaygısı ile kurgulanmış bir söylemin ürünüdür.
Tanımlanan anlamda selefiyye’nin kurucusu İbn Teymiyye’dir. Yaşadığı dönemde büyük bir şöhrete kavuşan İbn Teymiyye, Takiyyuddin es-Sübki, İbn Cehbel gibi alimlerin görüşlerini tenkit etmeleri üzerine itibar kaybına uğramış, İbn Kayyım el-Cevziyye (v. 751/1350), İbnu’l-Vezir (v. 840/1436) ve Şevkani’nin (1250/1834) gayretleriyle ancak unutulmaktan kurtulabilmiştir.
Bu isimlerden hiç birisi İbn Teymiyye’nin temsil ettiği selefiyyenin geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesinde etkili olamamıştır. Arabistan çöllerinde Muhammed b. Abdilvahhab (ö. 1787) ortaya çıkınca selefiliğin rengiyle birlikte toplum nezdindeki itibarı da değişmiştir.
Muhammed b. Abdilvahhab İbn Teymiyye’nin eserlerini okudu, inceledi ve düşüncelerini teoriden pratiğe taşıdı.[26] Aslında O İbn Teymiyye’nin görüşlerine bir şey ilave etmedi. Sadece görüşlerini daha radikal bir forma dönüştürdü. Muhammed b. Abdulvahhab’ın mutaassıb bir profil çizmesinde çöl ikliminde yetişmesi de etkili oldu.
Muhammed b. Abdulvahhab’ın başlattığı yeni İbn Teymiyyecilik hareketi kısa zamanda hısımı olan Muhammed b. Suud’un da delaletiyle siyasi bir boyut kazanarak[27] Suud Devleti’nin kurulmasını temin etti.
Muhammed b. Abdilvahhab’ın selefiliğe radikal bir kimlik kazandırması hareketinin selefiyye yerine “Vahhabilik/Vehhabiyye” diye şöhret bulmasına zemin hazırlamıştır.
Sıfat ve müteşabihatı zahiri anlamlarında anlayan “vehhabiyye”, tevessül ve kabir ziyareti gibi konularda da genel kabule aykırı yorum ve uygulama içerisinde olmuştur. Bunun bir yansıması olarak içerisinde 10 bin sahabi kabrinin bulunduğu Cennetu’l-Baki mezarlığını yerle bir etmişlerdir. Yine içerisinde kabir bulunan mescitleri de yıkmışlardır. Bu hareketlerinden dolayı bazı yazarlar tarafından “mabet yıkanlar” olarak nitelendirilmişlerdir.[28]
Bidatın sınırlarını genişleterek ibadetle bağlantısı olmayan şeyleri de onun kapsamına almışlardır. Ravza’ya örtü koymayı bidat olarak telakki ettiklerinden can sıkacak derecede eski püskü olan örtülerin değiştirilmesine –uzun yıllar- engel olmuşlardır.
Vahhabiler ameli noktada da aşırılığa gitmişler; sigarayı haram kabul ettikleri gibi, içenleri de müşrik gibi değerlendirmişlerdir. Bu cihetle günah işleyenleri tekfir eden haricilere benzemektedirler.[29] İlk yıllarda kahve türü içecekleri de haram görmekte idiler. Ne var ki daha sonra bu görüşlerinde müsamahakar olmuşlardır.
Günümüzdeki haliyle selefiyye, selef-i salihinin devamı olmaktan ziyade Haşviyye ile Hariciliğin bileşkesi gibi görünmektedir. Her ne kadar düşüncelerini benimsemeyenleri “ehl-i zeyğ” olarak isimlendirseler de Ehl-i Sünnet tarafından -namazı Mekke-i Mükerreme’de inşa edilen Kabe’ye doğru kılmayı gerekli gören her müslüman gibi- “İslam milletinin”[30] bir parçası olarak kabul edilmektedirler.
Dipnotlar:
[1] Muhammed Ebu Zehre, Tarihu’l-Mezahibi’l-İslamiyy, Beyrut, t.y., s. 12.
[2] Kur’an, Zümer(39): 30.
[3] Abdulkahir b. Tahir el-Bağdadi, el-Fark-u beyne’l-Firak, Beyrut, 1994, s. 19.
[4] Ebu İshak Muhammed İbrahim b. Musa eş-Şatibi, el-İ’tisam, Beyrut, 1997, II, 589; Ayrıca bkz. el-Bağdadi, a.g.e., s. 21.
[5] el-Bağdadi, a.g.e., s. 21.
[6] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 1), s. 377.
[7] Mecduddin Muhammed el-Fîrûzâbâdi, el-Kamûsu’l-Muhît, Beyrut, 2003, 820.
[8] Hadisi şerifte geçen “karn” kelimesinin ne kadarlık bir zaman dilimini kapsadığı noktasında ihtilaf vardır. Yaş itibariyle bir birine yakın insanları kapsadığını söyleyenler olduğu gibi yirmiden yüz yirmi yıla kadar olan bir zamanı içerdiğini söyleyenler de olmuştur. Bkz. Bedrüddin el-Ayni, Umdetü’l-Kari, XIII, 203.
[9] Buhari, Şehadat/52, 9, H. no: 2652.
[10] Buhari, Fiten/96, 6, H. no: 6657.
[11] Tirmizî, İlim, H. no: 2685; Darimi, Mukaddime, H. no: 95.
[12] Tirmizi, Menakib, H. no: 3663; İbn Mace, Mukaddime, H. no: 97; Ahmed, Müsned, V, 382.
[13] İsmail b. Muhammed b. Abdilhadi Acluni, Keşfu’l-Hafâ ve Müzilu’l-İlbas amma İştehere mine’l-Ehâdisi ala Elsineti’n-Nas, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 118.
[14] Hakim, İlim, I, 82.
[15] Bkz. Said Ramazan el-Buti, es-Selefîyye Merheletün Zemeniyyetün Mubareketün La Mezhebun İslamiyyün, Dımeşk, 1996, s. 12.
[16] Bkz. el-Buti, a.g.e., s. 15-16.
[17] Müçtehit imamlar sahabenin rivayetlerini esas aldığından onları taklit eden avam dolaylı yoldan sahabeye de ittiba etmiş olmaktadır.
[18] el-Buti, a.g.e., s. 13.
[19] Abdulmuni’m el-Hafna, Mevsuatu’l-Fıraki ve’l-Camaat, 2005, s. 127
[20] el-Hafna, a.g.e., s. 405.
[21] Ebu Hamid Muhammed el-Gazzali, İlcamu’l-Avam an İlmi’l-Kelam, ( Mecmûat-u Resaili’l-İmami’l-Gazzali içerisinde), Beyrut, 19994, s. 41
[22] el-Gazzali, a.g.e., s. 45.
[23] el-Gazzali, a.g.e., s. 42.
[24] el-Gazzali, a.g.e., s. 43.
[25] el-Hafna, a.g.e., s. 403.
[26] Ebû Zehre, a.g.e., s. 212.
[27] Ebû Zehre, a.g.e., s. 212.
[28] Ebû Zehre, a.g.e., s. 213.
[29] Ebû Zehre, a.g.e., s. 212.
[30] el-Bağdadi, a.g.e., s. 18.
.
Çağdaş Selefilik ve kutlu Doğum Tarafından af21606311381145 - 19 Ekim 2014 25037 0
PAYLAŞ Facebook Twitter
m. nebev
Asırlardır müslümanlar rebiu’l-evvel ayında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidini ihya eder. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim, naat-şiir okur, oruç tutar, tasliyede bulunur; mali durumu yerinde olanlar, eşraf ve fukara ayırımı gözetmeden ziyafet verir, hediye dağıtır.
Karşıt olarak nitelediği ameliyeleri bidat, şirk, dalalet, küfür gibi olumsuz anlam taşıyan kavramları kullanarak “gayr-i meşru” ilan eden çağdaş selefiliğin bidat kavramı ile olumsuz anlam yüklediği, dolayısıyla da uzak durulması gereken bir dalalet olarak gördüğü konulardan biri de, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğumu çerçevesinde yapılan “mevlid” kutlamasıdır.
Yakın dönemde yaşayan selefi düşünceye mensup pek çok yazar mevlidin bidat olduğunu iddia eden makaleler/reddiyeler kaleme almıştır.[1] Mevlid etrafında yapılan tartışmalar çağdaş selefiliğin, var oluşunu inkarı üzerine bina ettiği “tevessül” gibi konuları dahi geride bırakmıştır. Bazı İslam ülkelerinde halk arasında “kandil geceleri” olarak bilinen, bereketli zamanlar öncesinde hutbelerde cemaate sakınılması gereken şeyler babında, mevlidi ihya da anlatılır ve mutlaka o günde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü anacak/anlayacak ihtifallerden uzak durulması gerektiği söylenir. Çağdaş selefi düşünceyi benimseyen yazar ve vaizlerin idaresindeki gazete ve kürsülerde de rebiulevvel ayı yaklaştığında ağırlıklı olarak mevlidin zararları işlenir. Bazı dergiler de mevlidin ne derece şeni bir bidat olduğunu savunan makaleler neşreder. Bütün bunlara gerekçe olarak selefin mevlidi ihya etmemesi ve mevlid çerçevesinde yapılan ihtifallerde İslami esaslara riayet edilmemesi gösterilir.
Bu durum bilgi kirliğinin yanında saf Müslüman zihinlerde soru işaretleri de oluşturmuştur. Dergimiz merkezini arayan ya da mail gönderen pek çok okur mevlid etrafında yapılan tartışmaların nasıl anlaşılması gerektiğini ve konu ile alakalı İslam’ın fasl edici hükmünü ortaya koyan bir makale yazılmasını talep ettiler.
İslam’ın mevlid hakkındaki hükmünü tesbit gayesiyle kaleme alınan bu makalede öncelikle mevlidin bidat olduğunu iddia edenler ve aksini söyleyenlerin görüş ve delilleri tahlil edilecek sonra tercihte bulunulacaktır.
MEVLİD
İslam’ın esasları “halidî” özelliğe sahiptir. Halidîlik, halefin selefle; iman, fikir ve amelde birlikteliğini sağlar. Bu yüzden insanlar peygamberlere ulaşma, peygamberler de birbirlerini tanıma iradesi içerisinde olmuşlardır. Nitekim Allah Teala Resul-i Ekrem’e hitaben: “Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz.”[2] buyurmaktadır. Nasıl Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kalbi peygamber haberleriyle mesrur oluyorsa, Müslümanların gönül dünyası da O’nun siretini anlatan eserler ve O’nu anma çerçevesinde akdedilen ihtifallerle ferahnak olur.
Ulema mevlidle yaşanan ruhi değişimi kalıcı ve O’nun siretini sürekli okunur kılmak amacıyla mevlidle alakalı çok sayıda eser kaleme almıştır. Hafız İbn Nasıruddin ed-Dımeşkî bu eserlerin bir kısmını üç ciltten oluşan: “Camiu’l-Asâr fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muhtâr” adlı kitabında bir araya getirmiştir.[4]
Allah Resulü’nün Viladeti
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün hesap-kitap bilmeyen, okur-yazar olmayan, meşhur hadiseler dışında tarih tutmayan ümmî bir toplumda dünyaya gelmesi doğum tarihiyle alakalı farklı rivayetlerin oluşmasına neden olmuştur.
Cumhur, Efendimiz’in “fîl hadisesi”nin olduğu yılın rebiu’l-evvel ayının pazartesi günü dünyaya geldiği hususunda ittifak etmiştir. Fakat viladetin söz konusu ayın dokuz, on ya da on ikinci günlerinden hangisine tekabül ettiğinde ihtilaf vardır. İbn Dihye rebiu’l-evvelin dokuzuncu günü dünyaya geldiğini, tarihçilerin de bu noktada fikir birliği içerisinde oldukların belirtmektedir. Mahmud Paşa da matematiksel araştırmalarla doğum gününün hicri dokuz rebiu’l-evvel (yirmi nisan 571) tarihine muvafık olduğunu söylemektedir.[4]
Doğum günün ihtilaflı olmasından dolayı bazı bölgelerde ihtifallerin başlangıç tarihleri senelere göre değişiklik arz etmiştir. Nitekim mevlidle alakalı ihtifali ilk olarak başlatan Erbil’in idarecisi Muzafferuddin de kutlamaları bir yıl rebiu’l-evvelin sekizinci, diğer yıl ise on ikinci günün gecesinde yapar, böylelikle iki rivayetle de amel etmiş olurdu[5].
Mevlidin İçeriği
Mevlid; Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyayı teşrifi, çocukluğu, risaleti, mucizeleri, ahlakı, evsafı yanında O’na iktida edebilmek için gerekli olan meseleleri ihtiva eder.
Nitekim Abdullah b. Ravaha, Ka’b. Züheyr, Hassan b. Sabit gibi şair sahabiler de O’nun bu yönlerini anlatır, O’na tazimde bulunurlardı. İnşad edilen şiirler, dinleyiciler üzerinde azim tesirler uyandırır, sahabenin Allah Resulü’ne ittibaı güç kazanırdı.
Sonraki yüzyıllarda gelen müellif ve şairler de mevlid ihtifallerinde mevcut geleneği devam ettirdiler. O’nu anlatan ürünlerini O’na yaklaşma ve şefaatini kazanma vesilesi olarak gördüler. Maddi imkanı yerinde olanlar Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğum gününde insanlara ikramda bulundular. O’nunla sevinenler, hediyelerle insanları sevindirirler.
Mevlidin Bidat Olduğunu Söyleyenler
Çağdaş selefiliğin mevlidle ilgili kanaatinin oluşmasında önemli etkisi bulunan Ebû Hafs el-Fâkihânî, Abdulaziz b. Baz, Ebû Bekir el-Cezâirî gibi selefi yazarlar mevlidin bidat olduğunu iddia etmektedirler.
Çağdaş selefilik, bidat olarak gördüğü mevlide ilk olarak Fatimiler tarafından ihdas edilmesi, bayram olarak algılanması ve ihtifallerde İslami esaslara uyulmaması gibi nedenlerden dolayı karşı çıktığını söylemektedir.
İbn Teymiyyeselefilik.
Çağdaş selefiliğin en güçlü referanslarından olan İbn Teymiyye’nin mevlid ile alakalı tesbit ve görüşü muasır takipçilerine göre daha mutedildir. İbn Teymiyye, mevlidle alakalı şöyle demektedir: Bazı insanlar mevlidi ya Hz. İsa’nın doğumunu kutlama noktasında Hrıstiyanlara benzemek ya da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne duydukları sevgi ve O’nu yüceltmek gayesiyle ihdas etmişlerdir. Yemin olsun ki mevlidi sevgi ve ictihatlarından dolayı yapanları Allah mükafatlandıracaktır.
Yukarıdaki ifadeleri söyleyen İbn Teymiyye, bidat olarak gördüğü mevlidi ihya edenleri ilahi ecir almalarına rağmen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emrine uyma noktasında gevşeklik göstermekle itham eder. Ona göre mevlidi ihya edenler Mushaf’ı süsleyip de okumayan ya da okuyup ona tabi olmayan kişilere benzemektedir.
İbn Teymiyye mevlidi ihya edenlerin bu ameliyelerinden dolayı sevap kazanmalarını Ahmed b. Hanbel (rahimehullah)’den naklettiği bir fetva ile delillendirir. Ahmed b. Hanbel’e bazı devlet adamlarının Mushaf’ı süslemek için bin dinar harcadıkları sorulduğunda, kendi mezhebinde Mushaf’ı süslemek mekruh olmasına rağmen devlet adamlarının uygulamasına karşı çıkılmamasını söyler. İbn Teymiyye, Ahmed b. Hanbel’in; Kur’an’ın tezyinine harcanmayan fonun gece sohbetlerini havi kitaplara ya da şiir ve felsefe eserlerine sarfedilmesini önlemek gayesiyle böyle bir fetva verdiğini ifade eder. [6]Görüldüğü gibi, İbn Teymiyye mevlidi çağdaş selefiler gibi bütünüyle gayri meşru ilan etmeyip garip gerekçelerle amel-i salih kapsamında değerlendirmiştir.
Mevlid Bidat İlişkisi
Bidat; öncesi olmayan, sonradan ortaya çıkan şey demektir. Buna göre Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabın yapmadığı, onlar tarafından bilinmeyen daha sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ameliyeler bidat kapsamına girer.
Istılahta bidat, kendisinden uzak durulması gereken dalalet olarak tarif edilir. Tarifin bu şekilde yapılmasının arka planında şu hadisler vardır: “Kim bu bizim dinimizde onda olmayan bir şeyi ihdas ederse o batıldır.”[7] , “Her bidat delalettir.”[8]
Bidatla ilgili şeri hüküm tesbit edilirken kelimenin lügat anlamı esas alınırsa hayatın tabi akışı inkar edilmiş olur. Çünkü dünyada sürekli bir değişim yaşanmaktadır. Hayat sürekli yenilenmektedir. Bu ilahi bir kanundur. Saadet asrında da olaylar ve onlara bağlı olarak verilen hükümler değişmiştir. Bu dinin temel inanç esaslarına aykırı olmadığı gibi; bizzat dinin, müctehitlerden talebidir.
İslam “Dinde asıl olan mubahlıktır.” kaidesini vaz ederek değişim alanına giren konuları nasslara aykırı olmama şartıyla meşru addeder.
Tarih boyu hiçbir alim de bidati lügat anlamında kullanıp bu çerçevede hüküm vermemiştir. Nitekim Şatibî bidati şu şekilde tarif etmektedir: “Dinde uydurulan, şeriata benzeyen bir yoldur. Ona tabi olmakla şeri disiplinde amaçlanan şey kastedilir.” [9] Buna göre bir şeyin bidat olabilmesi için onu icad eden ya da icra edenin bidati dinin içinde bir unsur olarak görmesi gerekir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ondan sakındırmasının nedeni de bu tür bir algılamadan kaynaklanmaktadır. Bidatla ilgili yukarıda anlamı verilen hadiste geçen “men ahdese fî emrina haza…” ifadesinde ki “fî emrina haza” dan maksat da “din”dir[10].
Dinin sahibi Allah Teala’dır. Onda insanın artırma ya da eksiltme hakkı olamaz. Bidatı icad eden ise Allah’ın dinine onda olmayan unsurları dahil etmektedir. Bu yüzden bidat kesin bir dille reddedilmiştir.
Bidat Sünnet-i Hasene İlişkisi
Bidatın ıstılah tarifi esas alındığında insanın dini ya da dünyevi bir gaye ya da maslahata dönük ortaya attığı fakat dinin aslından ya da hükümlerinden biri olarak addetmediği fiil ve tasarrufların bidat olmadığı görülmektedir. Bu tür fiiller, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ifade ettiği şekilde ya: “sünnetün hasenetün/güzel bir çığır” ya da “sünnetün seyyietün/kötü bir yol” olarak isimlendirilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Müslim’in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: “Kim İslam’da güzel bir çığır (sünneten haseneten) açar da, kendisinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye bu çığırla amel edenlerin ecri kadar sevap yazılır, hiç birinin ecrinden de bir şey eksilmez. Kim de İslam’da kötü bir yol açar (sünnetün seyyietün) kendinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye açtığı bu yolla amel edenlerin günahı kadar yazılır, hiçbirinin günahından da bir şey eksilmez[11].
İnsana ait fiiller ve tasarrufların bidat kavramı dışında kalanları, ilahi emir ve yasaklarla çatışırsa haram ve mekruh gibi muhtelif başlıklar altında toplanırlar. Bu tür mevzuların sonradan ortaya çıkmalarıyla önceden var olmaları arasında bir fark yoktur.
Eğer mevlid şeri hükümlere ne karşı ne de muvafık bir konumda değilse bu durumda ihtiva ettiği hükümlerin sonuçlarına bakılır. İslam’ın riayet etmeyi gerekli kıldığı “zaruraâ-ı hamse” başlığı altında toplanan “din, hayat, akıl, nesil, mal” gibi hususlardan birinin gerçekleşmesini temin ediyorsa bu, “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Bu da kendi içerisinde maslahatı gerçekleştirme sürecinde kendisine duyulan ihtiyaç nisbetinde mendub, vacip gibi isimler alır. Eğer bu beş husustan birini yıkmaya ya da zarar vermeye matuf olursa bu durumda “sünnetün seyyietun” başlığı altına girer. Kötülüğü de, zararı nisbetinde farklılık arz eder. Bazen mekruh bazen de haram olur. Eğer her tür zararlardan uzaksa mübah addedilir.
Buna göre bidati ikiye ayırıp birine “seyyie/kötü” diğerine ise “hasene/iyi” demek İslami kabullerle çelişir. Çünkü bidat peygamber dilinde “dalalettir.” Ayrıca bidat dinde artışı ya da ona yeni şeyler izafe etmeyi gerektirir. Bazı alimlerin “bidat-ı hasene” şeklindeki ifadeleri ise mecazi anlamdadır. Onlar gerçekte bununla “es-sünnetu’l-hasene” yi kastetmektedirler[12].
Müslümanların belli münasebetler çerçevesinde idrak ettikleri hicri yılbaşı, İsra-Miraç, Mekke’nin Fethi, Bedir Gazvesi, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidi gibi ihtifaller “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Çünkü bunlar netice itibariyle maslahattırlar. Bu ihtifallerdeki anma ve anlama ameliyeleri ile müminlerin yürekleri yeniden var olur. Kur’an-ı Kerim okuma, ayetleri tefekkür, tezekkür gibi şarinin zamana bağlı olmaksızın emrettiği ameliyeler daha yoğun bir şekilde yapılır.
Mevlid ve ona benzeyen ihtifaller dinin özüne dahil birer unsur olarak algılanmadığından bidat kapsamına da girmezler. Çünkü adettirler. Adet dinin esasına dahil olmadığından terki durumunda bir şey gerekmez. Dinin esasını teşkil eden unsurlardan biri terk edildiğinde ise mükellefler günahkar olur.
Tarihi Arkaplan
Çağdaş selefilik, mevlidin tarihi arka planını reddedilmesinin nedenleri arasında zikreder. Onların iddiasına göre mevlid, Fatimi Devleti’ne dayanır. İlk mevlid ihtifali hicri 362 yılında Kahire’ye gelen el-Muizlidinillah tarafından ramazan ayında okutulan altı mevlidle icra edilmiştir. El-Muizlidillah söz konusu mevlidleri Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve mevcut halife için okutmuştur. İlerleyen yıllarda Fatimiler mevlidlerde çeşitli etkinlikler düzenler, mevlid sahibi için hutbeler irat ederlerdi.
Suyutî mevlidi ilk olarak ihdas edenin Fatimiler değil Erbil hükümdarı Muzaffer (Ebû Said) olduğunu söylemektedir. Suyutî mevlidlerde yanında büyük alim ve sufileri de bulunduran Muzaffer’le alakalı Ebu’l-Hattab İbn Dihye’nin “et-Tenvîr fî Mevlidi’l-Beşîri’n-Nezîr” adını koyduğu bir kitap telif ettiğini de zikreder[13].
Babasının vefatından sonra h. 563 yılında devlet başkanı olan Muzaffer’in mevlid ihtifali ile alakalı değerlendirmelerde bulunan İbn Hallikân yapılanları vasf etmenin güç olduğunu söyler. Çevre illerden toplanan fakih, sufî, vaiz ve karilerden oluşan geniş halk kitlesi muharrem ayından rebiu’l-evvelin ilk günlerine kadar Erbil’e akın ederlerdi. Her yıl tekrar eden bu uygulamanın sonunda insanlara hediyeler de verilirdi[14].
Deliller
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarihteki büyük dini hadiselerle yaşadığı zamanı irtibatlandırır, hadiselerin muayyen tarihleri geldiğinde de meseleyi canlı bir şekilde tezekkür ederdi. Medine’ye hicret ettiğinde Aşura günü Yahudilerin oruç tuttuklarını görünce sebebini sormuş; “Bu Allah Teala’nın Firavun’u boğup Musa’yı kurtardığı gündür. Allah’a şükür olarak oruç tutmaktayız.” cevabını alınca, “Biz Musa’ya sizden daha yakınız.” deyip kendi oruç tutmuş, ashabına da tutmalarını emretmiştir[15].
Bilindiği üzere, kulun Allah’a şükrü, secde, oruç, sadaka, Kur’an-ı Kerim okumak gibi çeşitli ibadetlerle olur.[16] Yahudiler Hz. Musa’nın kurtulması ve Firavun’un boğulması nimetini onlara ihsan eden Allah’a oruç tutarak fiili şükürde bulunmuşlardır. Müslümanlar da onlar için en büyük nimet olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidini çeşitli ibadetlerle Allah’a şükrederek ihya etmektedirler. Bazı alimler, mevlidin Hz. Musa ile ilgili hadiseye uygunluk arz etmesi için Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün viladetinin tesbit edilmesi ve şükrün özellikle o gün izhar edilmesi gerekir, demektedir. Fakat şükrün ifasını gerektiren ibadetler için bir gün söz konusu olmadığından mevlidi de gün ile sınırlamak doğru olmaz.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) pazartesi günü tuttuğu orucun gerekçesini açıklarken: “Bugün dünya geldim.[17]” demiştir. Buna göre Mevlid-i Nebi’yi ilk ihya eden, o gün oruç tutarak Allah Teala’ya şükreden Resul-i Ekrem’dir.
Günümüzde Müslümanların mevlid ihtifalleri şekil açısından kısmi farklılıklar arz etse de Aşure ve pazartesi günleri Efendimiz’in tuttuğu oruçların gayesi ile tamamen örtüşmektedir. Zira hepsi ilahi rızayı celbetmek için îfa edilmektedir.
Kur’an-ı Kerim Müslümanlara İslam’ın ulvi değerleriyle meşru ölçüler çerçevesinde sevinmeyi tavsiye etmektedir: “De ki: ‘Allah’ın lütuf ve rahmetiyle; yalnız bunlarla sevinsinler.[18]’” Allah Teala müminlere “rahmet”le sevinmelerini emretmektedir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şu ayetin delalet ettiği gibi bizzat rahmettir: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” Nitekim İbn Abbas “rahmet” kelimesini Muhammed Mustafa olarak tefsir etmiştir.[19] Müminler Allah Resulü’nün varlığıyla her dem mesrur olur. Fakat doğduğu ay ve gün sürur daha yoğun bir şekilde yaşanır.
Mevlid İslam coğrafyasında uygulanan alimlerin güzel gördüğü, halkın benimsediği bir gelenektir. “Müslümanların güzel telakki ettiği Allah katında güzel, çirkin addettikleri ise çirkindir.[20]”
Her pazartesi Ebu Leheb’in azabı Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğum müjdesi kendinse verildiğinde cariyesi Süveybe’yi azad etmesinden dolayı hafifler. Muhammed b. Nasıruddin ed-Dimeşki şöyle demektedir:
[21]Kur’an’ın elleri kurusun diye zemmettiği ebedi cehennemlik o kafir;
Ahmed’in doğumuna sevindi diye pazartesi günleri daha az azab görür.
Ömür boyu Ahmed’le sevinen ve muvahhit olarak ölenin hali ise bir düşün nasıl olur.
Hadis’i şerife göre Süveybe’yi azad ettiğinden dolayı Ebû Leheb’in azabı hafifleyecekse viladetle sevinen Müslümanların sevap kazanmaları evleviyetle mümkündür.
Suyutî, “mevlid ihtifallerinin esasını teşkil eden, toplanıp Kur’an-ı Kerim okumak, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya gelmesi ve doğumu ile yeryüzünde meydana gelen harikuladeliklerle ilgili rivayetleri nakletmek ve sonrasında hazırlanan sofralarda ikram edilen yemekleri yiyip dağılmak, program sahibinin sevap kazanmasını sağlayan hayırlı ameliyeler cümlesindendir.” demektedir. Çünkü mevlidin gayesi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne ta’zimde bulunmak ve doğumu sebebiyle oluşan mutluluğu açığa vurmaktır.[22]
Mevlidin Muayyen Zamanı
Mevlid her zaman ihya edilebilir. Her ne kadar muayyen bir zamanı olsa da Allah Resulü’nü anlamak için bir araya gelenler ya da ferdi olarak mevlidi ihya edenler mecur olacaktır. Çünkü mevlit bir ibadet olmadığından vakit dışında da akdedilebilir. Kişinin mecur olmasında esas, niyyettir. Bu durum düğün yemeğine davet edilen, fakat gününden önce tören yerine giden misafire benzer. Nasıl ki tören alanına erken giden konuk ev sahabi tarafından hüsnü kabul görüyorsa, ihtifal sahipleri de mevlidin sahibi tarafından makbul olur.
Sonuç
İslam eşyayı doğru okumayı emreder. Kabe’yi tavaf etmek, Safa-Merve’de sa’y etmek, şeytanı taşlamak belli mekanlarda akdedilen ve uzun bir tarihi geçmişi olan ibadetlerdir. Her biri bir anda defaatle yapılır. Tekrar, ibadetlerin gayelerini idrak etmeye katkıda bulunur. Kabe etrafında döndükçe ya da Safa Merve arasında sa’y ettikçe “hakikat” daha yakından tanınır ve mesaj daha net kavranır. Çünkü insan bir şeyi tanıyabildiği ölçüde tasavvur eder. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) de mevlid ile daha yakından tanınacaktır. Fakat bu günde yapılanları Kur’an-ı Kerim, naat, şemail, şiir okumak, oruç tutmak, sadaka vermek gibi hayrî hizmetlerle sınırlı tutmak gerekir.
Mevlid çerçevesinde yapılan gayri İslamî etkinlikleri gerekçe gösterip mevlidi inkar etmek ise, yılın diğer günlerinde işlenen haram ya da mekruhlardan dolayı yıl boyu yapılan amel-i salihlere sınırlama getirmek gibidir. Bu yüzden mücerred olarak mevlidin meşru olup olmadığını tartışmak akla ziyan bir ameliyedir.
Dipnotlar:
[1] Komisyon, Resâil fî Hükmi’l-İhtifâl bi’l-Mevlid, (İki cild halinde tab’ edilen eserde 7 risale vardır.) Riyad, 1997.
[2] Hud(11): 120.
[3] Muhammed Zahid Kevserî, Makâlâtu’l-Kevserî, Kahire, ty., s. 365.
[4] Kevserî, a.g.e., s. 363-69.
[5] Kevserî, a.g.e., s. 364.
[6] Ahmed İbn Teymiyye, İktidau’s-Sıratı’l-Mustakîm, Riyad, 2003, s. 404-407.
[7] Müslim, Akdiye, 8.
[8] Müslim, Cumua, 13.
[9] Ebû İshak İbrahim eş-Şâtıbî, el-İ’tisam, Beyrut, 1997, I, 24.
[10] Benzeri değerlendirmeler için bkz. Said Ramazan el-Butî, “Leyse Küllü cedidin Bida”, s. 150.
[20] İbn Mesud’a ait mevkuf hadis için bkz. Hakîm, Müstedrek, III, 78, h. NO: 4465.
[21] Muhammed b. Alevî, Menhecü’s-Selef fî Fehmi’n-Nusus beyne’n-Nadar-i ve’t-Tatbîk, y.y., 1419, s. 390.
[22] Muhammed Bahît el-Mutîî, Ahsanu’l-Kelam, Kahire, 1939, 48.
İbn Teymiyye’nin İtikadi Görüşleri
Tarafından af21606311381145 - 19 Ekim 2014 7408 1
İslam düşünce tarihinde leh ve aleyhinde en fazla konuşulan isimlerin başında Takiyyuddin İbn Teymiyye (v. 728/1328) gelmektedir. 661/1263 yılında Harran’da doğan İbn Teymiyye, Hanbeli mezhebinin güçlü alimlerini içerisinde barındıran bir aileye mensuptur. Dedesi Mecdüddin İbn Teymiyye pek çok alanda eser veren bir alimdir. Babası Abdulhalim’de, Harran yöresinde etkin olan bir Hanbeli fakihidir.
Moğolların Bağdat’ı işgal etmeleri ve Bağdat merkezli saldırılarını Harran’a kadar genişletmeleri üzerine İbn Teymiyye ailesi 667/1269 yılında Dımaşk’a göç eder. Babası başta olmak üzere bir çok hocadan ders okuyan İbn Teymiyye, 683’te Sükkeriyye Darulhadisine hoca olarak atanır. Bir yıl sonra da Emeviyye Camii’nde tefsir dersleri vermeye başlar.
Kısa zamanda şöhreti Dımaşk başta olmak üzere mücavir şehirlere de yayılan İbn Teymiyye VIII/XIV. yüzyılın başlarından itibaren kendisini ilmi ve fikri tartışmaların içerisinde bulur. Ehl-i Sünnet’in itikadi mezheplerine özellikle de Eş’ariliğe sert tenkitler yöneltir. Sıfatlar ve müteşabihat meselesinde selef-i salihinin usulünü benimsediğini iddia ederek ayet ve hadisleri zahiri anlamlarında anlar. Verdiği fetvalarla da bir çok konuda mezhepler arası icmaya muhalefet eder.
Mevcut İslami disiplinlerin hemen tamamına itirazları olan İbn Teymiyye en sert eleştirilerini tasavvufa yöneltir. İbn Arabi’yi ve onun görüşlerini benimseyen mutasavvıfları açıkça tekfir eder.
Çeşitli devlet adamları ve kadıların katıldığı meclislerde çok defa muhakeme edilen İbn Teymiyye Kahire’de dört kâdi’l-kudât’ın katıldığı bir mahkemede Allah Teala’yı insan suretinde algılama cürmünden dolayı Kahire kalesine hapsedilir. Ehl-i Sünnet akidesine muhalif görüşlerinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı farklı zamanlarda defaatle yargılanıp hapisle cezalandırılır.
İbn Battuta, İbn Hacer el-Heytemi, Takiyyuddin es-Sübki, Tacüddin es-Sübki, Kemaleddin İbnü’z-Zemlekâni, Şihabuddin İbn Cehbel ve Ebu Hayyan gibi muasırı olan alimler tarafından görüşleri tenkit edilen İbn Teymiyye, hakkında yazılan reddiyelerin de etkisiyle –zamanla- ilk yıllardaki itibarını kaybeder. Osmanlı’nın son dönemlerinde Hicaz’da ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvahhab’ın başlattığı hareket, İbn Teymiyye’nin fikirlerinin yeniden canlanmasına zemin hazırlar. İbn Abdulvahhab’a nisbetle Vehhabilik olarak tanınan ve zamanla siyasi bir boyut kazanan hareket Suudi Arabistan Krallığı’nın kurulmasında da etkili olur.
Kendisini selefiyye olarak tanımlayan “vehhabilik” hareketi zamanla Suudi Arabistan başta olmak üzere İslam coğrafyasının önemli bir bölümünde nüfuz elde eder.
Selefilere/vahhabilere göre içtihatlarıyla İslami ilimlerin gelişmesine katkıda bulunan bir müçtehit olan İbn Teymiyye, İmam Subki başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip bir çok alime göre ise asırlar sonra teşbih ve tecsim akidesini canlandıran bir Haşevi’dir.
İslam düşünce tarihinde derin izler bırakan, günümüz İslami anlayışları üzerinde de belirgin etkinliği olan İbn Teymiyye’nin itikadi görüşleri sürekli tartışılır olmuştur. İslami anlayış ve yaşayışlarını onun belirlediği esas ve verdiği fetvalar üzerine bina edenler, Ona dayanarak Maturidi ve Eşari mezhebine müntesib Müslümanları “ehl-i zeyğ” olarak nitelemekten çekinmemişlerdir. Bu durum, İbn Teymiyye’nin itikadi görüşlerini ve tevhit anlayışını tahlil etmeyi gerekli kılmıştır.
İslam’da Tevhit Tasavvuru
Bölünmeyi kabul etmeyen varlıklara “tek” denir. Allah Teala da zât, sıfat ve fiillerinde “tek”tir. İslam dini, O’nun bir olduğunu kabul etme esası üzerine ibtina etmiştir. Mümini, kafir ya da müşrikten ayran temel özellik O’nun birliğini kabul etmesi yani muvahhit olmasıdır.
Müminler yalnız Allah Teala’ya ibadet ederek ubudiyette, eşi ve benzeri olmadığını ikrar ederek de zatında O’nun tek olduğuna iman ederler. Rabb’ı, Rabb, insanı da insan olarak algılarlar.
Cenab-ı Hakkı’ın eşi ve benzerinin olmaması, yaratılmışlar gibi belli bir mekanda bulunmaması, yönlerle ifade edilmemesi gibi hassasiyetler zâtındaki vahdaniyetin esasını teşkil eder.
Ehl-i Kıblenin Kırılma Noktası: Sıfatlar
İslam’ın temelini oluşturan ibadetleri kabul etme noktasında birbirlerine yakın duran “ehl-i kıble”, Allah Teala’nın zatı ile alakalı meselelerde aynı yakın duruşu gösterememiştir.
İslam’ın erken asırlarında başlayan müteşabihat ve Allah Teala’nın sıfatları ile alakalı tartışmalar kısa zamanda mezhepleşerek kurumsal bir statü kazanmış ve günümüze kadar devam etmiştir.
Zaman zaman “tekfir” ifadelerinin de duyulduğu tartışma sürecinde genellikle taraflar birbirlerini dalalet ve bidat ehli olmakla itham etmişlerdir.
İbn Teymiyye’nin Mezhebi
Ehl-i Sünnet akidesini benimseyen kelam alimlerinin üstün gayretleri sonucu canlılığını yitiren kelami münakaşalar, İbn Teymiyye’nin Allah Teala’nın zatıyla alakalı serdettiği görüşlerin etkisiyle yeniden alevlenmiştir.
Kendisi gibi inanmayan/düşünmeyen fırka mensuplarını “ehl-i zeyğ” olarak isimlendiren İbn Teymiyye, Allah Teala’nın zatı ile alakalı meselelerde batini, sufi (İbn Arabi çevresi), mu’tezili, eşari kelamcıları ve filozofları sert ifadelerle tenkit etmiştir.
İbn Teymiyye’ye göre, tevhit akidesini Kur’an ve Sünnet’te var olduğu şekilde anlayanlar yalnız selef alimleridir. Bu yüzden imani meselelerde de onların görüşleri benimsenmelidir. “Selefin, Cenab-ı Hakk’a, Onun kendisini tavsif ettiği şekilde iman ettiğini” söyleyen İbn Teymiyye, isim ve sıfatlar noktasında şu ayetlerin selefi akidenin temelini oluşturduğunu ifade eder: “Allah kendisinden başka ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur.”[1], “De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samet’tir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.). Ondan çocuk olmamıştır. Kendisi de doğmamıştır. Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”[2]” [3]
Ayet ve hadislerin Allah Teala’nın zât ve sıfatları ile alakalı ayrıntılı bilgiler verdiklerini, ayrıca temsili/teşbihi de reddettiklerini söyleyen İbn Teymiyye, savunduğu akidenin Peygamberlerden tevarüs ettiğini belirtir.[4]
Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını reddeden mu’tezile ile, Ona cismiyet isnat eden mücessime arasında orta yolu benimsediğini iddia eden İbn Teymiyye, mezhebini “münezzihe/tenzih eden” olarak isimlendirir. Seleften tevarüs ettiğini iddia ettiği “Münezzihe” meşrebinin çerçevesini çizerken de şunları söyler: “Selefin itikatta mezhebi, sıfatları reddetme ile Allah Teala’yı insanlara benzetme arasındaki orta yoldur. Onlar, Cenab-ı Hakk’ın zatını yaratılmışlara benzetmedikleri gibi, sıfatlarını da onların sıfatlarına benzetmemişlerdir.[5]
Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını inkar edenlerle, onları yaratılmışların sıfatlarına benzeten mücessime ve müşebbihe meşrebi müntesiplerini “Allah’ın ayetlerini tahrif etmekle” itham eden İbn Teymiyye, eserlerinde Cenab-ı Hakk’a mekan isnat ederek inkar ettiği tecsim akidesini savunmuştur.
resim7
İbn Teymiyye’nin Uç Görüşleri
Eserlerinde açık bir şekilde müşebbihenin etkisi hissedilen İbn Teymiyye’ye göre Allah’ın kitabı, Resulü’nün sünneti, sahabe, tabiun ve müçtehit imamların eserleri direkt ya da dolaylı olarak Cenab-ı Hakk’ın her şeyin üstünde olduğunu anlatmaktadır. Şu ayetler O’nun (celle celaluhu) mekansal olarak arş ve semanın üzerinde olduğunu göstermektedirler: “Güzel sözler ancak O’na yükselir.”[6], “Ey İsa! Şüphesiz seni kabz edecek ve kendime yükselteceğim.”[7], “Göktekinin sizi yere geçirivermeyeceğinden emin mi oldunuz?”[8], “Fakat Allah Onu (İsa’yı) kendisine yükseltmiştir.”[9], “Rahman, Arş’a istiva etmiştir.”[10]
İbn Teymiyye, “Rabbimiz, gecenin üçte biri kaldığında (keyfiyeti bize meçhul bir halde) her gece dünya semasına inerek buyurur ki ‘Bana kim dua eder ki, duasına icabet edeyim. Kim bir şey ister ki, ona dilediğini vereyim. Kim de affını talep eder ki, onu mağfiret edeyim.”[11] mealindeki hadisin de açık bir şekilde Cenab-ı Hakk’ın semada bulunduğunu ifade ettiğini söyler.[12]
Selefi salihinden hiç kimsenin Allah Teala’nın semada olduğuna itiraz etmediğini, ne Kur’an-ı Kerim, ne Sünnet, ne sahabe, ne tabiun ve ne de sonraki dönemlerde yaşayan müçtehit imamların bu gerçeğe aykırı direkt ya da dolaylı tek bir ifadelerinin olmadığını söyleyen İbn Teymiyye, onların Allah Teala’nın (mekansal olarak) semada, arşta ve her yerde olduğunu kabul ettiklerini iddia eder.[13]
Selefin Allah Teala’yı Kur’an ve Sünnet’in ifade ettiği şekilde vasıflandırdığını, bu noktada bir değişiklik ya da inkar içerisinde olmadıklarını, sıfatların keyfiyetini açıklama ya da onları insanların sıfatlarına benzetme yoluna da sapmadıklarını söyleyen İbn Teymiyye (te’vil yoluyla) sıfatların bir kısmını inkar edenlerin Allah Teala’yı hakkıyla bilemediklerini dolayısıyla da şu ayetin muhatabı olduklarını iddia eder[14]: “Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler.”[15]
Allah Teala’nın yüzü, eli ve gözü olduğunu iddia eden İbn Teymiyye[16] bu anlayışı, O’nun insana benzetilmesi (teşbih) şeklinde telakki eden Ehl-i Sünnet kelamcılarını Cenab-ı Hakk’ın ezeli sıfatlarını reddeden “muattıla” ile aynı görüşü benimsemekle itham eder.[17]
Allah Teala’yı yaratılmışlara benzetmekten tenzih edebilmek için müteşabih ayetleri te’vil eden kelamcıları Yahudilerden daha tehlikeli gören İbn Teymiyye[18] savunduğu fikirlerin sahabe, tabiun, hadis hafızları ve Ahmed b. Hanbel’e ait olduğunu söyler.[19]
Müşebbihe ve mücessimeyi “ehl-i zeyğ” olmakla itham eden İbn Teymiyye, Allah Teala’nın semada arş üzerinde oturduğunu söyleyerek Ehl-i Sünnet kelamcılarından ayrılır ve tenkit ettiği mücessime ile aynı akideyi paylaşır.
İbn Teymiyye’nin Allah Teala’ya isnat ettiği el ve yüz gibi uzuvların keyfiyetlerinin insanlar tarafından bilinmediklerini söylemesi, kendisini teşbihten kurtarmaz. Zira müşebbihe ekolüne müntesip olanlar da Cenab-ı Hakk’a isnat ettikleri uzuvların keyfiyetlerini bilmediklerini söylemektedirler.
Müteşabih ayetleri zahiri anlamlarında tefsir eden İbn Teymiyye’nin benimsediği tefsir usulünün seleften tevarüs ettiğini söylemesi de iddiadan öte bir anlam ifade etmemektedir. Zira Malik b. Enes, Mukatil b. Süleyman, Davud b. Ali el-Isfehani ve Ahmed b. Hanbel’in de aralarında yer aldığı selef alimleri Allah Teala’nın yaratılmışlardan hiçbir şeye benzemediğini söylemektedirler. Aşağıdaki açıklama İbn Teymiyye’nin görüşlerine ittiba ettiğini söylediği selef alimlerinin teşbih noktasında ne derece tavizsiz olduklarını göstermektedir: “Bir kişi ‘Ey İblis! Ellerimle (kudretimle) yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoyuyordu?”[20] ayetini okurken elini hareket ettirse ve bu hareketiyle Allah Teala’nın elinin olduğunu ima etse, o adamın elini kesmek gerekir.”[21]
Selef, Allah Teala’nın kudretine işaret eden “el” kelimesinin okunduğu sırada karinin parmaklarını oynatmasını dahi doğru kabul etmezken, Cenab-ı Hak’a el, ayak gibi uzuvlar isnat eden İbn Teymiyye’nin Onlarla aynı esasları kabul ettiğini söylemesi güvenilirliğini yaralamaktadır.
Müfessirler ve İbn Teymiyye
Müteşabihat ve sıfatlarla alakalı görüşünün selefe ait olduğunda ısrar eden İbn Teymiyye, okuduğu yüzden fazla tefsirin hiçbirisinde sahabenin sıfatlarla ilgili ayet ve hadisleri zahiri anlamlarının dışında bir mana ile te’vil ettiklerini görmediğini söyler.[22]
İbn Teymiyye’nin bu beyanı selefe ait tefsirler içerisinde en güvenilir olduğunu söylediği Taberi’nin nakilleri ile çelişmektedir.[23] Nitekim Taberi, -İbn Teymiyye’nin sıfatlarla alakalı ayetlerin en önemlisi olarak gördüğü- “ayetü’l-kürsi”deki “O’nun -celle celalühü- kürsüsü (ilmi) bütün yerleri ve gökleri kaplayıp kuşatmıştır.”[24] kısmını tefsir ederken İbn Abbas’a -radiyallahu anhuma- isnat ettiği bir rivayette kürsü kelimesinin “ilim” olarak te’vil edildiğini nakletmektedir.[25] Halbuki İbn Teymiyye “kürsü” kelimesini –haşa- Allah Teala’nın üzerinde oturduğu bir mekan olarak anlamaktadır.
“Tercümanü’l-Kur’an” diye şöhret bulan İbn Abbas’ın müteşabihattan olan “kürsü” kelimesini, “ilim” olarak te’vil etmesi, İbn Teymiyye’nin ilk dönem müfessirleri ile alakalı genellemesinin gerçeğe aykırı olduğunu göstermektedir.
Firavun Örneği
Allah Tela’nın “yüce/el-Aliyy”[26] olmasını mekansal olarak semada bulunmak şeklinde anlayan İbn Teymiyye, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen Firavun’a ait şu sözü iddiasına delil olarak kullanır: “Firavun dedi ki: ‘Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap, belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın ilahını görürüm(!) Çünkü ben, Onun yalancı olduğuna inanıyorum.’ Böylece Firavun’a yaptığı iş kötü gösterildi ve doğru yoldan saptırıldı.”[27]
İbn Teymiyye’nin ayetten Firavun’un Allah Teala’nın –haşa- göklerde olduğunu Musa –aleyhisselam-dan öğrendiği sonucunu çıkarması gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Çünkü ne ayet ne de hadislerde buna işaret eden bir kanıt vardır. Muhal farz, Musa -aleyhisselam- böyle bir şey söylemiş olsa dahi Onu yalancı olarak gören[28] Firavun’un, Hz. Musa’nın sözüne itimat etmesi düşünülemez. Ayrıca Firavun Musa –aleyhisselam-ın sözüne göre amel etseydi öncelikli olarak Allah Teala’ya iman etmiş olurdu.
Nüzul Hadisi
Allah Teala’nın semada karar kıldığını savunan İbn Teymiyye’nin delil olarak kullandığı “nüzul hadisi” hakkında Buhari Şarihi Ayni şunları söylemektedir: “Bu hadis ile alakalı dört farklı kanaat oluşmuştur. Bir grup, bu hadise dayanarak Allah Teala’ya yön isnat etmiş, Mu’tezile bu bapta rivayet edilen hadisleri inkar etmiş, başka bir grup tahrif sayılabilecek ölçüde te’villerde bulunmuş, meşhur dört mezhep imamının da aralarında yer aldığı cumhur ise hadisi kabul etmekle beraber şerh ederken Cenab-ı Hakk’ı kullara benzemekten tenzih etmiştir.
Ehl-i Sünnet kelamcıları Allah Teala’yı, “yüksek bir yerden daha alçak bir yere intikal etmek”[29] anlamına gelen “nüzul” kelimesinin zahiri anlamıyla ilişkilendirmekten sakınmışlardır. Zira hareket, durmak ve intikal gibi fiiller bir yerden ayrılıp başka bir yerde bulunmak anlamına gelir.[30] İnsanlarda görülen ve bir yerde olunduğu bir anda başka bir yerde olamamayı gerektiren bu durumların Cenab-ı Hakk’a isnat edilmesi Kur’an ve Sünnet’e aykırıdır. Zira ayetler Onun insanlara benzemesini açıkça nefyetmiştir: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.”[31], “Allah Samed’dir.(Her şey Ona muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.)”[32] Buna göre “nüzul” kelimesine zahir anlamı verildiğinde hadis, Kur’an-ı Kerim’le çelişecektir. Sahih bir hadis için böyle bir durum söz konusu olmayacağına göre “nüzul” kelimesi mecaz anlam çerçevesinde anlaşılmalıdır.
Şarih Ayni, “nüzul” kelimesinin zahir ve mecaz olarak 5 farklı anlamının olduğunu, Kur’an-ı Kerim ve Arap dilinde hepsinin de kullanıldığını ancak hadis bağlamında düşünüldüğünde en uygun anlamın “Allah Teala’nın rahmetini kullarına yöneltmesi”[33] şeklinde olacağını söylemektedir.[34]
Ayrıca hadisin zahir anlamda anlaşılması coğrafi gerçeklerle de çelişmektedir. Çünkü bir bölgede zaman, gecenin son üçte birine ulaştığında başka bir yerde gündüz vaktidir. Bütün yeryüzü için düşünüldüğünde “gecenin son üçte birleri” 24 saati kaplamaktadır. Bu durumda, “istiva” ve “semada bulunma” kelimelerini zahir anlamlarında kabul eden İbn Teymiyye’nin, Allah Teala’ya hangi zamanı tahsis ettiği problemi ortaya çıkmaktadır. Ayet ve hadislerde bir tahsis söz konusu olmadığına göre, bunu yapacak kişi İbn Teymiyye olacaktır. Sınırlı kudrete sahip olan insanın, Allah Teala’yı belli bir zamanla sınırlaması, sınırsız gücün üzerinde tasarruf iddia etmesi anlamına gelecektir. Bu ise, tevhit akidesi açısından bakıldığında tehlikeli bir durumdur.
Mecaz ve Hakikat Telakkisi
İbn Teymiyye, müteşabihatı mecazi anlamlarıyla tefsir eden Ehl-i Sünnet kelamcılarını sert bir üslupla tenkit etmesine rağmen, Kur’an-ı Kerim ve hadislerde adı geçen cennet nimetlerinin tamamını “mecazi” kabul eder.
“Sadece ben yaparsam olur.” anlayışının hakim olduğu bu yaklaşımı daha yakın bir planda anlayabilmek için İbn Teymiyye’nin “mecaz” ile alakalı ifadelerine göz gezdirmek gerekir: “İbn Abbas radiyallahu anhuma ‘Cennette olan nimetlerin dünyada sadece adlarının olduğunu’ söylemektedir. Allah Teala cennette şarap, süt, su, ipek, altın, gümüş ve diğer nimetlerin olacağını haber vermektedir. Bunların, dünyadaki karşılıkları ile bir takım benzerlikleri olmakla beraber büyük farklılıkları da vardır.” Nitekim cennette kendilerine nimet verilenler “Bu tıpkı daha önce dünyada iken bize verilen rızık gibidir” dediklerinde “Bu rızık onlara dünyadakine benzer olarak verilmiştir.”[35] denilecektir. Cennet nimetleri dünyadakilere benzeseler de onların aynıları değillerdir. Tıpkı belli açılardan bazı unsurlar birbirlerini çağrıştırdıkları gibi bazı nimetlerin isimleri de birbirlerine benzemektedirler.”[36]
Sonraki dönem alimleri tarafından kaleme alınan tefsirlere bakıldığında Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatlarından bahseden ayetlerin mecazi anlamları çerçevesinde anlaşıldıkları görülmektedir. Buna göre “istiva” kelimesine kurulmak, galebe çalmak, güç sahibi olmak, “vech”e zat, “el”e güç, kuvvet, “gelmeye” Allah Teala’nın emrinin gelmesi, “semada/üstte olmaya” derece ve mekan itibariyle yüksekte bulunmak gibi anlamlar verilmiştir.
Mecaz, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında o derece önemsenmiştir ki ulema, “Eğer mecaz, Kur’an-ı Kerimden gitmiş olsaydı, Onun güzellik ve i’cazının yarısı da kaybolurdu.” demiştir.[37]
Sıfatlar ve müteşabihatın, zahiri anlamları çerçevesinde anlaşılmalarında ısrar eden İbn Teymiyye, aksi bir anlama usulüne (mecazi) dair ne sahabe ne de tabiundan nakledilen bir rivayet olmadığını, akılla bu işi yapmaya kalkışmanın ise onu, nasslar üzerinde bir otorite olarak kabul etmek anlamına geleceğini söyler.[38]
Müteşabihatı mecazi manada anlamayı aklın nasslar üzerinde hakimiyet kurması olarak algılayan İbn Teymiyye, cennet nimetlerini kıymetlendirme babında İbn Abbas’tan yaptığı rivayeti ise aklıyla Ahiret Hayatı’nın belli bir konusuna tahsis etmekten geri durmaz. Halbuki Allah Teala’nın sıfatları, cennet nimetleri gibi “semiyyat” bahsine dahildirler, dolayısıyla her ikisi de aynı usul çerçevesinde anlaşılmalıdırlar. Ayrıca sahabe, sıfatlar hususunda sessiz kalmış, müteşabihata mecazi mana verilmeyeceğine dair de bir kanaat belirtmemiştir. Onlar müteşabih ayetlerin anlamlarını Allah Teala’ya havale etmişlerdir. İbn Teymiyye gibi müteşabihatı zahir anlamlarında alıp Cenab-ı Hakk’a cihet isnat etme yoluna sapmamışlardır.
Tefvîz Ve Te’vil Sistemi
Selef, “Şari’nin kelamından neyi kastettiğinin kullara gizli olması” anlamına gelen “müteşabihat”ı anlarken iman ve tasdikle yetinmeyi yeterli görmüş, keyfiyeti beyan etmekten uzak durmuştur.[39] Nitekim İmam Malik kendisine “Rahman, Arş’a istiva etmiştir.”[40] ayetindeki “isteva” kelimesinin tefsirini soran kişiye, “İstiva malumdur. Keyfiyeti ise bilinmemektedir. Bu konuda soru sormak bidattır. Zannederim ki sen kötü niyetli bir adamsın.” dedikten sonra çevresindekilere “Onu yanımdan çıkarın”[41] diye emretmiştir. İmam Malik, mücessime meşrebinden olduğunu düşündüğü kişiye “istiva” kelimesinin Arap dilinde hangi anlamlara geldiğinin bilindiğini, fakat Allah Teala’nın ayetten neyi kastettiğinin meçhul olduğunu, bu noktada sorular sormanın ise sapık akidelere bilgi toplama anlamına geleceğini ihsas etmiştir.
İmam Malik örneğinde de görüldüğü gibi selef, müteşabih ayetlerin manalarını Allah Teala’ya havale etmek anlamına gelen “tefvîz” usulünü kullanmıştır.[42] Bunu yaparken ayetlere, insanın uzuv ve hareketlerinin karşılığı olan zahir anlamları vermekten şiddetle kaçınmışlardır. Onlar, yaşadıkları dönemin fikri ve itikadi yapısı gereği müteşabih ayetlerle alakalı derin tefsirlere de girmemişlerdir.
Farklı ideoloji ve meşreplerin ortaya attığı şüpheler karşısında müslümanların müstakim kalabilmeleri için sonraki dönem alimleri sıfatlar ve müteşabihat ile alakalı rivayetleri Arap dili ve edebiyatının müsaade ettiği anlam ve kurallar çerçevesinde “te’vil” ederek murad-ı ilahiyi ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. Onların yaşanan fikri tartışmalar ve İslam’a yöneltilen eleştiriler karşısında böyle bir yolu benimsemeleri zorunluluk arz etmiştir.
İmamu’l-Haremeyn, meslekleri her ne kadar farklı görünse de selef ve halef alimlerinin “tefvîz” ve “te’vil” sistemlerinin, Allah Teala’yı tenzih etmeleri ve yaratılmışlara benzetmemeleri itibariyle aynı olduklarını söylemektedir.[43]
“Tefvîz” ve “te’vil” mesleklerinin her ikisini de reddeden, buna mukabil müteşabihatı zahiri anlamları çerçevesinde anlayan İbn Teymiyye, sözde selefe hakikatte ise mücessimeye yakın durmaktadır. Onun, cennet nimetlerini “mecazi”, müteşabihatı ise “zahiri” manalarıyla tefsir etmesi kendi anlayış usulü açısından bakıldığında çelişkilerle doludur. İddiasını desteklemek için kullandığı Kur’ani deliller ise selef tarafından “tefvîz” halef tarafından “te’vil” sistemiyle anlaşılmıştır.
resim8
Teşbihin Tanıkları
İbn Teymiyye’nin, tecsim akidesini zaman zaman konuşmalarına taşıdığı, minber ve kürsülerde savunduğu bilinmektedir. Çağının tanıklarından İbn Battuta, Ebu Hayyan ve İbn Cehbel’in şahadetleri bu noktada önem arz etmektedir.
İbn Battuta’nın seyahat ettiği ülkelerdeki gözlem ve hatıralarını anlattığı “Tuhfetu’n-nuzzar fî ğaraibi’l-emsar” adlı eseri, İbn Teymiyye ve Onun tecsim akidesi ile alakalı ilginç bilgiler vermektedir:
Dımaşk şehrinde çeşitli konularda konuşan fakat aklından zoru olduğu anlaşılan Hanbeli fakihlerinin ileri gelenlerinden Takıyyuddin İbn Teymiyye adında biri vardı. Halka vaaz verir, insanlarda Ona karşı ileri derecede saygı gösterirlerdi.
İbn Teymiyye, yaptığı bir konuşmadan dolayı fakihlerin tepkisini çekmişti. el-Meliku’n-Nasır’ın huzuruna çıkarılıp, kadılar tarafından sorgulandı ve hapse atıldı. Yıllarca hapiste kaldı. Bu müddet içerisinde 40 ciltten oluşan ve adını “el-Bahru’l-muhit” koyduğu bir tefsir kaleme aldı. Annesinin ricası üzerine sultan Onu serbest bıraktı.
İbn Teymiyye, Dımaşk de bulunduğum sırada –önceden- tutuklanmasına sebep olan ifadeleri tekrar etti: Cuma günü cemaat olarak hazır bulunduğum camide, insanlara vaaz ve nasihatta bulunurken minberin merdiveninden bir basamak aşağıya inerek “muhakkak ki Allah Teala benim buradan indiğim gibi dünya semasına inmektedir.” şeklinde bir cümle sarfetti. Maliki fakihi İbn Zehra söylediklerine karşı çıktı. Cemaatte ayağa kalkıp sarığı başından düşünceye kadar ona dayak attı. Neticede bir daha tutuklandı ve hapsedildiği kalede ölünceye kadar tutuklu kaldı.[44]
İbn Teymiyye’yi ta’dil eden biyografi yazarlarının reddettiği bu ifadeyi, farklı vurgularla müfessir Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît” ve “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirlerinde nakletmektedir. Ebu Hayyan bir çok yerde Onun tecsimi çağrıştıran ifadelerini tenkit etmektedir. Ne var ki elimizdeki matbu nüshalarda bu tenkitlerin bir çoğundan tek bir harf bulmak mümkün değildir. Çünkü baskı sürecinde her iki eserden de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşleri çıkartılmıştır. İbn Teymiyye’nin açıkça Allah Tealaya cisim isnat ettiğini söyleyen Zahid Kevseri[45] bu noktada şunları söylemektedir: “Ebu Hayyan, ‘O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.’[46] ayetini tefsir ederken muasırı olan İbn Teymiyye’nin “Kitabu’l-Arş” adlı -kendi el yazısıyla kaleme aldığı- eserinde şu ifadeleri okuduğunu nakletmektedir: ‘Allah Teala kürsüde oturmaktadır. Yanı başında boşalttığı yerde ise Onunla birlikte Hz. Peygamber oturmaktadır.” Elyazması nüshalarda var olan bu ifadeler kitabın musahhihi tarafından matbu nüshalara alınmamıştır. Musahhih, Kevseri’ye, din düşmanlarının hadiseden nemalanmamaları için böyle bir tercihte bulunduğunu söylemiştir. [47]
Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît”in muhtasarı olan “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirinde de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini tenkit etmektedir. Kitabı tahkik eden Bûran ed-Dannavî ve Hidyan ed-Dannâvî İbn Teymiyye’ye isnat edilen tecsimle alakalı bölümü tefsirden çıkartmışlardır.[48]
İmam es-Sübki (v. 756) “es-Seyfu’s-sakîl fî’r-reddi alâ İbn-i zefîl” adlı eserinde, Ebû Hayyan’ın belli bir dönem kendisinden övgüyle bahsettiği İbn Teymiyye’yi “Kitabu’l-Arş” adlı eserini okuduktan sonra ölünceye kadar lanetlediğini yazmaktadır.[49]
Şafii ulemasından Şihabuddin İbn Cehbel de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini reddeden bir risale kaleme almıştır.[50] İbn Cehbel eserinin sonunda “İbn Teymiyye’nin sapıklık ve inadının derecelerini açıklamak için tahrif ve fesadından kaynaklanan açıklamalarını bekliyoruz.”[51] demesine rağmen İbn Teymiyye Onun bu meydan okumasına cevap ver(e)memiştir.
Teşbihin Anlamı
Bir varlık için “oturdu-kalktı, indi-çıktı, geldi-gitti” gibi fiilleri kullanmak onu bir cisim olarak kabul etmek anlamına gelmektedir. Çünkü bu fiiller bir halden başka bir hale intikali gerektirmektedirler. Bu durum, varlıkların zât ve fiillerinin hâdis oldukları anlamında da gelir. Zira intikalden önce yoktu, sonra oldu. “Hâdis” olan varlıklar için söz konusu olan bu durumu “yaratılmışlara benzemeyen” Cenab-ı Hakk için geçerli kabul etmek açıkça Onu yarattıklarına benzetmek (teşbih) anlamına gelmektedir. “Vacibu’l-vucud” olan Cenab-ı Hakk, hâdis olan varlıklar için geçerli olan bu sıfatlardan münezzehtir. Çünkü varlık itibariyle farklılık arz eden şeylerin sıfatları da farklılık arz etmektedir. Nitekim “alim” ve “cahil” sıfatları insanlar için geçerli iken farklı bir varlık olan “taş” için geçerli değildir. Taş için “alim” ya da “cahil” denmez. Çünkü taşın kabiliyeti bu sıfatları kabul etmez. Aynı şekilde eve “işiten” ya da “sağır”, yeryüzüne “konuşan” ya da “dilsiz”, semaya da “evli” ya da “dul” denmez.
İbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi, Allah Teala “arş” ya da “sema” da gerçekten duruyorsa bu durumda, “bu ikisini yaratmadan önce nerede ikamet ediyordu?!” problemi ortaya çıkmaktadır. Bu problem ise beraberinde hâdis varlıkların özelliği olan “intikal” sorununu getirecektir.
Ayrıca Cenab-ı Hakk’ın sema ile münasebetinden bahseden ayetler, Onun mekansal olarak her şeyin üzerinde olduğu anlamında anlaşılırsa bu durumda verilen manalar, “Halbuki O Allah göklerde ve yerdedir.”[52] ayeti ile çelişecektir. Çünkü yer, göklerin altındadır. Bu durumda mekansal üstünlük ortadan kalkacaktır. O’nun her iki yerde de bulunması kabul edilirse, “üst”e “üst” “alt”a da “alt” denmesinin bir anlamı kalmayacaktır. Çünkü üst, alta, altta üste nisbetle bu isimleri almıştır.
Sonuç
İslam düşünce tarihinde hakkında en çok söz söylenen isimlerden birisi olan Harranlı İbn Teymiyye, Eşariler başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip kelamcılara sert eleştireler de bulunmuş, ulemanın hazır bulunduğu muhakemelerde sorgulanıp teşbih akidesinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı defaatle cezalandırılmıştır.
Müteşabihatı tefsir ederken ayetlere zahiri anlamlarını veren, semada yerleşme, bir yere oturma, hareket etme gibi insanlara ait fiilleri Allah Teala’ya isnat eden İbn Teymiyye, Sünnet ve Cemaat Akidesini benimseyen alimler tarafından tenkit edilmiş, görüşleri hakkında çok sayıda reddiye kaleme alınmıştır.
Geçmişte Takıyyudin es-Subki, İbn Cehbel, İbn Hacer el-Heytemi, İmam Şa’rani, yakın dönemde Zahid Kevseri, Yusuf en-Nebhani, günümüzde ise Muhammed Ebu Zehre ve Said Ramazan el-Buti gibi muhakkik alimler tarafından tenkit edilen İbn Teymiyye, uzun bir aradan sonra Muhammed b. Abdulvahhab’ın faliyetleri ile tekrar ön plana çıkmış, günümüzde ise selefiyye adı altında İslam coğrafyasında etkin bir konuma gelmiştir.
Muhakkak ki her şeyin en doğrusunu bilen Allah Teala’dır.
Dipnotlar:
[1] Kur’an, Bakara(2): 255.
[2] Kur’an, İhlas(112): 1-4.
[3] Ebu’l-Abbas Takiyyuddin b. Abdilhalim İbn Teymiyye, er-Risaletü’t-Tedmüriyye, Kahire, 1954, s. 7.
[4] İbn Teymiyye, et-Tedmüriyye, s. 7.
[5] İbn Teymiyye, el-Akidetu’l-Hameviyyetü’l-Kübra, Kahire, 1952, s. 249.
[12] İbn Teymiyye, Mecmu’u’l-Fetava, Beyrut, ty., V, 416.
[13] İbn Teymiyye, el-Akidetu’l-Hameviyyetü’l-Kübra, 419.
[14] İbn Teymiyye, et-Tefsiru’l-Kebir, Beyrut, ty., I, 270.
[15] Kur’an, Zümer(39): 67.
[16] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, Beyrut, 2002, VI, 656.
[17] Saib Abdulhamid, İbn Teymiyye Hayatuhu ve Akaiduhu, Beyrut, ty., s. 120.
[18] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, VI, 647.
[19] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, VI, 655.
[20] Kur’an, Sad, (38): 75.
[21] Muhammed b. Abdilkerim eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut, 1992, I, 92.
[22] Abdulhamid, a.g.e., s. 121.
[23] İbn Teymiyye’ye Kur’an ve Sünnet’e uygun tefsirlerin hangileri olduğu sorulduğunda “sağlam rivayet zinciriyle selefin sözlerini nakleden, içerisinde bidat olmayan Mukatil b. Bekir ve Kelbi gibi itham edilen şahısların rivayetlerine de yer vermeyen, en sahih tefsir İbn Cerir et-Taberi’nin ‘Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an’ adlı esiridir.” Demektedir. Bkz. İbn Teymiyye, Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir, Beyrut, 1997, s. 110.
[24] Kur’an, Bakara(2): 255.
[25] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an, Beyrut, 2005, III, 11.
[26] Kur’an, Bakara(2): 255.
[27] Kur’an, Mü’min(40): 36-37.
[28] Kur’an, Mü’min(40): 37.
[29] Muhammed b. Ömer ez-Zemahşeri, Esasü’l-Belağa, Beyrut, 1998, s. 822.
[30] Bedruddin Ahmed el-Ayni, Umdetü’l-Kari, Beyrut, Beyrut, 2001, VII, 291.
[31] Kur’an, Şura(42): 11.
[32] Kur’an, İhlas(112): 2.
[33] Ayni, a.g.e., VII, 291.
[34] Nüzul kelimesinin anlamları: “Gökten tertemiz bir su indirdik.” (Kur’an, Furkan(25): 48) ayetinde intikal, “Onu Cebrail indirmiştir.” (Kur’an, Şuara(26): 193) ayetinde bildirmek, “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim.” (Kur’an, En’am(6): 93) ayetinde söz söylemek, “falanca üstün ahlakla dünyasına yöneldi.” ifadesinde bir şeye yönelmek/yöneltmek, “falanca oğulları başımıza geçinceye kadar hayır ve adalet üzere idik.” cümlesinde idare etmek anlamında kullanılmaktadır. Dilciler tarafında bilinen bu anlamlar içerisinde Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatlarına en uygun olanı “rahmetini kullarına yöneltmesidir.” Bkz. Ayni, a.g.e., VII, 291.
[35] Kur’an, Bakara(2): 25.
[36] İbn Teymiyye, el-İklil fi’l-Müteşabih ve’t-Te’vil, Kahire, 1367, s. 12.
[37] Halit Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-tefsir ve Kavaiduhu, Beyrut, 2003, s. 287.
[38] Muhammed Ebu Zehre, İbn-u Teymiyye, Kahire, 2000, s. 218.
[39] İmam Malik’in sözü için bkz. Ebubekir Ahmed b. Huseyn el-Beyhaki, Kitabu’l-Esma-i ve’s-Sıfat, (ta’lik. ve tahk. Muhammed Zahid Kevseri), Kahire, t.y., s. 298.
[40] Kur’an, Taha(20): 5.
[41] Muhammed Abdulazim ez-Zürkani, Menahilu’l-İrfan, Beyrut, 2001, II, 231.
[42] Bu yüzden onlara “mufevvida” denir.
[43] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 1), s. 377.
[44] Muhammed b. Abdillah b. Muhammed İbn Battuta, Tuhfetu’n-Nuzzar fî Ğaraibi’l-Emsar (Rıhlet-u İbn Battuta), Beyrut, 2004, s. 88.
[45] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 2), s. 286.
[46] Kur’an, Bakara(2): 255.
[47] Muhammed Zahid el-Kevseri, es-Seyfu’s-Sakîl fî’r-Rreddi alâ İbn-i Zefîl, (el-Akidet-u ve ilm’l-kelam min a’mali’l-imam Muhammed Zahid el-Kevseri içerisinde), (d. not: 1), Beyrut, 2004.
[48] Bkz. Abdulhamid, a.g.e., (d. not: 1), s. 125.
[49] Takıyyuddin es-Sübki, a.g.e., s. 477-478.
[50] Bkz. Tacüddin Abdulvahhab b. Ali es-Subki, Tabakatu’ş-Şafiiyyeti’l-Kübra, t.y., IX, 35-91.
[51] Tacüddin es-Sübki, a.g.e., IX, 91.
[52] Kur’an, En’am(60): 3.
.
İbn Teymiyye’nin İlim Adamı Kimliği ve Güvebilirliği – İbn Arabi Müdafaası
Tarafından af21606311381145 - 19 Ekim 2014 2432 0
PAYLAŞ Facebook Twitter
Alim, “alamet” ve “alem” kelimeleri ile aynı kökten türemiştir. Alamet insanlara çöllerde yönlerini gösteren işaret, iki araziyi birbirinden ayıran gösterge; alem ise dağ ve bayrak gibi anlamlara gelir.[1] Alim, alamet/gösterge gibi insanlara yönlerini gösterir, helal ve haram sisteminin sınırlarını çizer, bayrak gibi de durulması gereken yeri işaret eder. Dağ anlamına gelen alem kelimesi teşbih yoluyla alimler için de kullanılır. Nasıl alem/dağ yeryüzünün hareket ve temayülüne engel oluyorsa ümmetin arasında ki alimler de onların sapma ve inatlarına mani olurlar.[2]
resim14İnsanların hedeflerine ulaşabilmeleri için alemlerin ne anlam ifade ettiklerini bilmeleri gerekir. Aksi bir durum yönlerini kaybetmelerine, yakınlaştıklarını zannettikleri anda uzaklaşmalarına yol açabilir. Onlara rehberlik eden alimlerin bilinirlikleri de en az alemler kadar önemlidir. Zira Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem) kötü niyetli alimlerin insanları saptıracaklarını ifade etmektedir. Bu yüzden usul-ü fetva kitaplarında bir alimin fetvası ile amel etmenin şartları sayılırken kimlik bilgilerinin bilinmesi de zikredilmektedir. Nitekim adı meşhur olmasına rağmen biyografisi meçhul kalan “Molla Miskin”in fetvalarıyla amel edilmemiştir.
Alim, sözleriyle olduğu kadar ameliyle de insanlara rehberlik etmelidir. Onu filozof ya da ideologtan ayıran temel özellik söylediklerini yaşamasıdır. Kendine mübah gördüğünü başkasına mübah, kendi için helal addettiğini başkası için de helal kabul eder.
Alim, ilmi ilahi bir emanet olarak telakki eder. Batıl tevillerden uzak durur. İnsanların yanlış bilgilendirilmeleri söz konusu olduğunda azimetle amel ederek sahih bilginin tahrif edilmesine engel olur.
Alimin ilme sadık kalmasının farklı tezahürleri vardır. En belirgin olanları ise bildikleri ile amel etmesi, tahriften uzak durması, yanlış olduğuna inandığı meseleleri tashihi ve ihlal edilen bir hakkı müdafaa etmesidir.
İslam tarihinde alimler arasında akdedilen münazaralara ve karşılıklı kaleme alınan reddiyelere bakıldığında ilme sadakatin tezahürleri belirgin bir şekilde hissedilir. Onlar muhataplarının neyi, nasıl, niçin ve hangi şartlar altında söylediklerini önemsemiş ve tenkit ettikleri şahısların ifadelerini sözün söylendiği bağlamı esas alarak değerlendirmişlerdir. Farklı bir meşrebe müntesip olsa dahi muhatabının söz ya da metnini değiştirmeden nakletmeye özen göstermişlerdir.
İlim esas itibariyle “mevhibe-i rahmani” olduğundan büyük alimler basit kabul edilebilecek meseleleri bazen bilemeyebilirler. Bu durumda kitaplara sehven yanlış bilgiler derc edilmişse tenkit ve münazaralar “zuhul” ya da “sebk-ı kalem” olan bu tür ifadelerin ayıklanmasına imkan verir. Bu yüzdendir ki ilmi geleneğimiz münazaraları hakikatin ortaya çıkmasına fırsat hazırlayan sebepler olarak değerlendirmiştir.
Her asırdaki birkaç tenkit ve münazara istisna edilirse bu tür ameliyeler ilim dünyası için müsbet neticelerle sonuçlanmıştır. İstisnalara gelince, bunların bir kısmı zındıklara diğer bir kısmı ise müslüman alimlere aittir. İslam tarihinde meydana gelen fikri ya da içtimai krizlerin oluşum safhalarında etkin olarak yer alan zındıklar müslüman kimliği altında özellikle nüfuz sahibi alimlerin metinlerini tahrif etmiş sonrada onlar üzerine tekfir içerikli reddiyeler yaz(dır)mışlardır. Böyle bir usul benimsemelerinin arka planında, insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel ölüm hastalığında iken yastığının altına hileyle sapık akidevi görüşleri ihtiva eden bir metin koymuşlardır. Eğer yetişmiş talebeleri Onun sağlam akidesini bilmemiş olsalardı yastık altında buldukları metinle pekala yanlış bir yol benimseyip günaha saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebu Hanife’yi ret ve tekfir eden bir kitap uydurup Ebu Bekir el-Hayyad’a sunmuşlardır. Eseri mutalaa eden el-Hayyad Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama kaleme alıp Ona göndermiştir. Fîruzâbâdi, el-Hayyad’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni günaha sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o düşmanlara ait olan bir iftiradır. Ben Ebu Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi O’nu anlatan bir ciltlik eser de telif ettim.” Zındıklar İmam Gazali’nin “İhya”sına da bazı meseleler eklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde ettiği bir İhya nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rani “el-Bahru’l-Mevrud” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını söylemektedir.[3]
Zındıklar tarafından eserleri üzerinde en fazla tahrifat yapılan müelliflerin başında İbn Arabi gelmektedir. Fütuhat-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem başta olmak üzere bir çok eserine zındıklar tarafından ilaveler yapılmıştır. Konu ile alakalı İmam Şa’rani şöyle bir hadise nakletmektedir. Yahya b. Muhammed el-Mağribi ile karşılaşınca Ona “Fütuhat”taki Ehl-i Sünnet akidesine uymayan bazı konuları sordum. El-Mağribi İbn Arabi’nin Konya’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı metinle karşılaştırdığı bir nüshayı çıkardı; Fütuhat’ı ihtisar ederken gördüğüm ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin hiç birisi el-Mağribi’nin nüshasında yoktu.[4]
İbn Arabi üzerine yapılan tenkitlerin bir çoğu ya tahkik edilmeyen bu tür nüshalar esas alınarak kaleme alınmış ya da tasavvuf karşıtlarının hezeyanları doğrultusunda telif edilmiştir. Her iki usul de alim kelimesini gerçek anlam örgüsünden uzaklaştırmaktadır.
Bu makalede bir çok muasır alim tarafından “imam” kabul edilen ve mezhepler arası icmaya aykırı konularda görüşleri tercih edilen İbn Teymiyye’nin, İbn Arabi tenkidinde benimsediği yaklaşımı ve “alim” kelimesine liyakat derecesini tahlil edeceğiz. Makale İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken en fazla tekrar ettiği üç konu üzerinde yoğunlaşacaktır.
Hatemü’l-evliya
İddia
İbn Teymiyye eserlerinde hatemü’l-evliya (velilerin sonuncusu)-hatemü’l-enbiya (nebilerin sonuncusu) bahsini işlerken şunları söylemektedir: Hatalı bir topluluk son nebinin diğer bütün nebilerden daha üstün olduğuna bakarak son velinin de bütün velilerden üstün olduğunu iddia etmektedir. İslam’ın erken asırlarında kullanılmayan “son veli” kavramı ilk defa Muhammed b. Ali el-Hakim et-Tirmizi tarafından telaffuz edilmiştir. Daha sonra bir gurup sufi Allah Teala’yı bilme noktasında son velinin son peygamberden daha üstün olduğunu iddia etmiştir. Şeriat’a, akla, bütün nebi ve velilere muhalefet eden bu iddiayı İbn Arabi “Fütuhat” ve “Fusus”ta savunmuştur.[5]
Bu anlayışı benimseyen insanların küfrü, Yahudi ve Hristiyanların hatta Arap müşriklerin küfründen daha ileri derecedir.[6]
Gerçek
“Hatemü’l-evliya”yı “hatemü’l-enbiya”dan daha üstün görmekle itham edilen İbn Arabi, atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta nebi ve veli kavramları ile alakalı şunları söylemektedir: Allah Teala her cinsten bir çeşidi, her çeşitten de bir şahsı seçmiştir. Buna göre insanlar arasından müminleri, müminlerden evliyaları, evliyalardan enbiyaları, enbiyalardan da resulleri seçmiş sonrada onların bir kısmını diğerlerinden daha üstün kılmıştır.[7]
İbn Arabi’ye ait olan bu ifadeler açıkça Peygamberlerin velilerden üstün olduklarını belirtmektedir.
İbn Arabi velilerin yetersiz, peygamberlerin ise kamil insanlar olduklarını anlatırken şöyle demektedir: “Sufiler haber verdikleri makam ve halleri bizzat yaşamayı şart koşarlar. Bu noktada ne bizim, ne dışımızdakilerin, ne de peygamber olmayan kişilerin bir tecrübesi vardır. Ulaşmadığımız bir makam ya da tecrübe etmediğimiz bir hal hakkında ne ben ne de benim dışımda Allah Teala’nın kendilerine şeriat verdiği peygamberlerden başka birisi konuşabilir. Bu hususta konuşmak haramdır.[8]
Fütuhat’ın ilgili bölümlerinde sürekli peygamberlerin üstünlüklerine vurgu yapan İbn Arabi bir başka yerde şöyle der: “Bir gün, içerisinde sufilerin de yer aldığı bir mecliste hazır bulundum. Birbirlerine ‘Musa –aleyhisselam- hangi makamda Rabbini görmeyi istemişti.’ diye soruyorlardı. Birisi şevk makamında iken görmeyi istediğini söyledi. Onların bu tür konuşmaları üzerine şöyle dedim: ‘Böyle yapmayın! Yolun aslı şudur; velilerin ulaştıkları en son nokta nebilerin başlangıç noktalarıdır. Veli, şeriat sahibi peygamberlerin hallerinden hiç birisini yaşamamıştır. Bu yüzden biz ancak yaşadıklarımızı anlatabiliriz. Resul ve nebi değiliz dolayısıyla Musa aleyhisselamın hangi makamda iken Allah Teala’yı görmek istediğini bilemeyiz.’”[9]
İbn Arabi, İbn Teymiyye tarafından atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta peygamberlerin insanlık aleminin en üstün varlıkları olduklarını, velayet makamının en son basamağının nübüvvet makamına başlangıç olabileceğini, yalnız peygamberlere malum olacak konularda velilerin sükut etmeleri gerektiğini söylemektedir. Bu durumda İbn Teymiyye’ye ait olan “İbn Arabi son velinin son peygamberden üstün olduğunu söylemektedir.” İddiası iftira olmaktan öte hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Övgü-Tenkit
İddia
İbn Teymiyye bir kısım insanlara şeytan ve cinlerin geldiklerini, onların ise bu gelenleri melek zannedip sözlerine itibar ettiklerini söylemektedir. Bu tür insanlara ulaşan bilginin kaynak değeri ile alakalı şu ayeti delil olarak kullanır: “Şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar.”[10]
İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin şeytanın kendisine fısıldadığı ruhlardan olduğunu bu yüzden peygamberlere muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Fütuhat ve Fusus başta olmak üzere İbn Arabi’nin bütün eserlerini ilhadi görüşlerin mahşeri olarak niteleyen İbn Teymiyye iddiasını şu ifadelerle teyit etmeye çalışır: “İbn Arabi, Nuh ve Hud aleyhimasselamın kavimleri ile Firavun ve diğer kafirleri övmekte[11] buna mukabil Nuh, İbrahim, Musa, Harun ve diğer rasullere ise isyan etmektedir. Yine Cüneyd b. Muhammed, Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi müslümanlar arasında saygınlıkları ile bilinen meşayıhı yermekte, Hallac gibi yerilenleri övmektedir.[12]
İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin gerçekte peygamberlik iddiasında bulunmak istediğini fakat bunun imkansız olduğunu fark edince son veli olarak ortaya çıktığını iddia etmektedir. Ona göre İbn Arabi, son velinin Allah Teala’yı bilme noktasında son nebiden daha üstün olduğunu savunmaktadır. Çünkü son veli bilgiyi peygambere vahiy getiren meleğin aldığı yerden almaktadır.[13]
Gerçek
İbn Arabi’nin eserlerine bakıldığında söz konusu iddiaların tam aksini söylediği görülmektedir:
İbn Teymiyye İbn Arabi’ye gelen ilhamları şeytanın dostlarına yaptığı fısıldamalara benzetmektedir. Gerçekte ise ilham kalpte oluşan ve kişiyi amel etmeye sevkeden bir çeşit bilgidir. İlhamın meşruiyeti ise Kur’an ve Sünnet’le sabittir. Buna rağmen İbn Teymiyye bir müslümanın kalbinde oluşan bilgiyi tereddütsüz şeytanın ilkasıyla eşdeğer görmektedir. Bu bakış açısının temelinde bütünüyle “ilham” realitesini reddetmek varsa meşruiyeti Kur’an-ı Kerim’le sabit olan bir olguyu inkar etmek imani açıdan ciddi bir problemdir.
İbn Arabi’nin Firavun ve benzeri kafirleri övdüğü iddiası gerçeklere aykırıdır. Zira O el-Fütuhat’ın 62. babında Fravun’un akibetiyle alakalı şöyle demektedir: “Fravun ebediyen cehennemde kalacak ateş ehlindendir.” İbn Arabi’nin el-Fütuhat’ı vefatından üç yıl önce kaleme aldığı yani son eserlerinden olduğu düşünüldüğünde[14] Onun, hayatının ilk yıllarında olduğu gibi son dönemlerinde de Firavun’un kafir olarak öldüğünü ikrar ettiği kesinleşmiş olur.
İbn Arabi’nin peygamberleri tenkit ettiği ifadesinin de doğruluk payı yoktur. Zira İbn Teymiyye’nin atıfta bulunduğu el-Fütuhat’ta İbn Arabi Resulleri övmekte, onları anarken saygılı bir dil kullanmayı tenbih etmektedir: “Vaizler Allah Teala’dan korkmalı, ondan haya etmeli ve ne söylediğini bilmelidirler. Vaazda felaketlerden uzak durmalıdırlar. Melekler, peygamberlerle alakalı kıssaları bildiklerinden Allah Teala ve onlar hakkında uygunsuz ifadeler işitince rahatsız olurlar. Nitekim Allah Resulü sallallahu aleyhi ve selem, bir kul yalan konuştuğunda meleğin gelen pis kokudan dolayı o kişiden otuz mil kadar uzaklaştığını haber vermektedir.
Meclisinde meleklerin hazır bulunduğunu bilen vaiz, doğru bilgiyi araştırmalı ve Allah Teala’nın övgüsüne nail olan peygamberler hakkında tarihçilerinin Yahudilerden naklettikleri meselelere iltifat etmemelidir. Müfessirler şöyle-böyle dedi diyerek de bu ifadeleri Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde kullanmamalıdır.
Hz. Yusuf ve Davud’un kıssalarını tefsir ederken “Allah’ın eli bağlıdır.”[15] diyerek Cenab-ı Hakk’a iftira eden Yahudilerden yapılan asılsız rivayetleri ve Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem hakkındaki fasit tevilleri tercih etmemelidir. Şayet meclisinde bu tür ifadeleri söylerse melekler ondan nefret eder ve uzaklaşırlar.
Yahudilerin peygamberler hakkındaki iftiralarını tekrar eden kişileri cehalet istila ettiğinden Allah Teala’nın değil de Yahudilerin sözlerini nakletmektedirler. Vaizler her şeyden önce peygamberlerin saygınlığını korumalı ve Allah Teala’ya iftirada bulunmaktan haya etmelidirler.[16]
Yukarıdaki satırlar İbn Arabi’nin peygamberlerin hukukuna ne derece önem verdiğini gözler önüne sermektedir. Onun ifadeleri İbn Teymiyye’nin iddialarından hem lafız hem de mana olarak uzaktır. Bu durumda Onu Firavun’u öven buna mukabil peygamberleri yeren bir müellif olarak takdim etmek apaçık gerçekleri tahrif etmektir.
Müslümanlar katında saygın bir yere sahip olan Cüneyd ve Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi selef alimlerini yerdiği iddiasına gelince bu da doğru değildir. Zira İbn Arabi’nin eserleri bunun zıddı beyanlarla doludur. O, bu iki zatın adının geçtiği her yerde onları övmektedir. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin hallerini ve ilminde mevcut olan sırları muhafaza eden alimleri anlatırken Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas, Selman gibi sahabilerden sonra Şeyban-ı er-Rai gibi mutasavvıfları sayar ardından da Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını zikreder. İbn Arabi’ye göre Cüneyd ve et-Tüsteri, sahabe kuşağında Hz. Ali ve İbn Abbas gibi alim sahabilerle temsil edilen Allah Resulü’nün halini koruma, ledünni ilme ve ilahi sırra muhatap olma özelliğini devam ettiren büyük şahsiyetlerdendir.[17]
İbn Arabi, Cüneyd ve et-Tüsteri’yi Hz. Ali gibi büyük sahabilerin takipçileri olarak görür. Bu, bir müslüman için büyük bir övgüdür. İbn Arabi telif ettiği diğer eserlerinde de Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını hep hayırla yad eder.
Hallac-ı Mansur (v. 309/922) meselesine gelince, İbn Arabi, İbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi Onu övmemiştir. Bilakis Hallac hakkında tevakkufta bulunmuş, durumunu Allah Teala’ya havale etmiştir. Ayrıca Onun ilmi meselelerde sözü delil kabul edilecek birisi olmadığını da söylemiştir.[18] Bu yaklaşımda ne övgü ne de eleştiri vardır. Kaldı ki Hallac kendi devrinden sonra gelen bir çok alim tarafından müdafaa edilmiş Gazali, Razi, Kemalpaşazade gibi muhakkık alimler Onun masum olduğunu belirtmişlerdir.
Vahdet-i Vucud
İddia
resim15İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken adeta bir slogan gibi sürekli tekrar ettiği bir konu var ki o da, vahdet-i vucut meselesidir. Israrla İbn Arabi’nin “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğunu”[19] söylediğini iddia etmektedir. İbn Arabi düşüncesini benimseyen Müslümanları, “sapık olmalarına rağmen” Mutezile müntesiplerinden daha hayırsız gören İbn Teymiyye onları “Kur’an’ı Kerim’i şirk kendi sözlerini ise tevhit”[20] kabul eden mülhitler olarak niteler.
İbn Teymiyye “Mecmuu’l-Fetava” başta olmak üzere hemen her eserinde İbn Arabi’nin Allah Teala’yı mevcudatın aynısı kabul ettiği ve ondan başka varlık tanımadığını iddia etmektedir.
İbn Arabi’ye isnat ettiği “Ondan başka varlık yoktur.” görüşünü açıklarken şunları söyler. O, bu ifadeyi Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “sözlerin en doğrusu şair Lebid b. Rebia’nın ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır/yok olacaktır.” şiirinde ve “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[21] ayetinde olduğu gibi eşyanın varlık ve idaresinin Allah Teala’nın emriyle olduğu anlamında kullanmamıştır. Eğer İbn Arabi ve müntesipleri bu manayı kasdetmiş olsalardı bu doğru bir anlama (eş-şuhudu’s-sahih) olurdu. Fakat onlar Allah Teala’nın mevcudatın aynısı olduğunu iddia etmektedirler. Bu ise küfürdür.[22]
Gerçek
İbn Teymiyye’nin İbn Arabi hakkında söylediği ifadeler hata ve intihallerle doludur. Nitekim İbn Arabi kendisine isnat edilen “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğu” iddiasının tam aksini söylemektedir: “Alem’in Allah Teala’nın dışındaki şeylerden ibaret olduğunu” bildiren İbn Arabi, varlıklara ait hakikatlerin değişmesinin de imkansız olduğuna vurguda bulunur. Buna göre “kul, kul, Rabb, Rabb, Hakk, Hakk, yaratılmış da yaratılmış olarak kalır.”[23] Yani insanın Allah Teala ile birleşmesi ya da beşeriyetten uluhiyete dönüşmesi imkansızdır.
Yine Fütuhat’ta “hiçbir surette yaratılmışla yaratıcının birleşemeyeceğini, kulun kul Rabb’ın da Rabb olarak kalacağını” belirtmektedir.[24]
Burada ilginç olan bir başka husus İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’de olduğunu iddia ettiği düşünceyi çürütürken kullandığı delillerin tamamının İbn Arabi’ye ait olmasıdır. O sadece İbn Arabi’ye ait olan metinde geçen ayet ve hadisin yerini değiştirmiştir. Konuyla alakalı İbn Arabi’nin metni şu şekildedir:
“Âlem, Allah Teala dışındaki şeylerden ibarettir. Var olsun ya da olmasın varlığı mümkün olan her şey, tabiatı itibariyle vacibu’l-vucut olan Allah Teala’yı bilmenin alametidir. Zira âlemin hakikati onun yok olacak bir araz olduğunu göstermektedir. Nitekim “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[25] ayeti ile Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “Arabın söylediği en doğru şiir şair Lebid’in ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır.” hadisi de âlemin yok olacağı gerçeğini belirtmektedir.”[26]
İbn Teymiyye İbn Arabi’nin metnindeki ayet ve hadisin yerini değiştirmek bir de vakıayı “eş-şuhudu’s-sahih” olarak isimlendirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu durum açıkça göstermektedir ki İbn Teymiyye İbn Arabi’nin konuyla alakalı metnini okumuş, Onun ifadelerini kendine mal ederek Ona söylemediği hezeyanları isnat etmiştir.
Sonuç
İbn Teymiyye’nin akide açısından problemli gördüğü ve bu yüzden orantısız bir şekilde tenkit ve tekfir ettiği İbn Arabi’nin metinleri ile Onun iddiaları arasında yaptığımız bu küçük mukayese göstermektedir ki İbn Teymiyye’nin tenkitleri gerçeği yansıtmamaktadır. Bu durumda üç ihtimal ortaya çıkmaktadır; ya İbn Teymiyye okuduğunu anlayamamakta ya İbn Arabi düşmanlarının iftiralarını tahkik etmeden alıp-kullanmakta ya da Onun eserlerini okumasına rağmen ifadelerini çarpıtmaktadır.
Bu üç ihtimalden sadece birisinin gerçek kabul edilmesi dahi, İbn Teymiyye’nin ilim adamı kimliğini yaralamakta ve güvenilirliğini ortadan kaldırmaktadır.
İhtimaller tek tek tahlil edildiğinde şunlar söylenebilir: İbn Teymiyye’nin yetiştiği ortama ve verdiği eserlere bakıldığında okuduğunu anlamamasını farz etmek düşük bir ihtimaldir. İbn Arabi’nin eserlerini tahkik etmeden tenkit etmesine gelince, Şeyh-i Ekber’den her söz edişinde yukarıda tahlil edilen üç ana konuyu aynı ifadelerle sloganvari tekrar etmesi bu ihtimali güçlendirmektedir. Okuduğu metinleri önce tahrif edip sonra muharref hallerini tenkit etmesine gelince bu, ihtimalden öte bir realitedir. Çünkü İbn Teymiyye “mülhit” olarak markaladığı insanları maşer-i vicdanda mahkum edebilmek için her türlü yolu kullanmayı –adeta- meşru kabul etmektedir. İbn Arabi metinlerini tahrif edip sonra tenkit etmesinde bu kabulün etkisi inkar edilemez.
Benimsediği usul ve hadiselere yaklaşım tarzı itibariyle bakıldığında İbn Teymiyye’nin seleficiliği ile ulemanın usul ve üslubu arasında tevhit kabul etmez farklar vardır. Bu durumda Onun için insanlara doğru bilgiyi aktaran bir bilgi kaynağı, sapmalarına mani olan bir yol gösterici gibi anlamlara gelen alim ünvanını kullanmak güç bir hal almaktadır. Zira O doğrudan ziyade yanlış bilgiye kaynaklık yapmaktadır.
İbn Teymiyye ile başlayan anlayışın müntesipleri, geçtiğimiz yüzyılda “hareket” çapında temsil imkanına ulaşmış, günümüzde ise Sünnet ve Cemaat akidesine sahip alimleri şirk ve küfürle itham eder bir işleve kavuşmuşlardır. Yeni selefiler olarak adlandırılabilecek bu grup İbn Teymiyye gibi tahkik edilmeyen bilgilerle kendileri dışındaki her alimi bidat, şirk ve küfürle itham etmektedir.
“Ehl-i Sünnet” akidesine sahip alimleri “ehl-i zeyğ” olarak tanıtan grup, insanların doğru bilginin kaynağına ulaşmalarına engel olmaktadır. Günümüz akademisyenlerinin zihinlerinde oluşan istifhamların önemli bir bölümü söz konusu grubun bilgi tahrifatı ile yakından ilişkilidir.
Modern dünyada yeni bir İslami Duruş belirleme gayreti içerisinde olan selefi ve modernistlerin İbn Teymiyye’yi müslümanlar için yol gösterici addetmeleri ya da İslam toplumunun yüzyüze olduğu çağdaş sorunların giderilmesinde referans kabul etmeleri, çözüm bekleyen sorunlara yenilerini eklemekten başka bir anlam ifade etmeyecektir.
Her şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.
Dipnotlar:
[1] Muhibbuddin Seyyid Muhammed Murtaza ez-Zebidi, Tacu’l-Arus min Cevahiri’l-Kamus, Beyrut, 1994, XVII, 498.
[2] Bedruddin el-Ayni, el-Binaye Şerhu’l-Hidaye, Beyrut, 2000, I, 113.
[3] Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rani, el-Yavakıt ve’l-Cevahir, Beyrut, 2003, s. 16.
[4] Bkz. eş-Şa’rani, a.g.e., s. 16; eş-Şa’rani Fütuhat’ı, “Levakıhu’l-Envari’l-Kudsiyye” ve “el-Kibritu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki ayrı kitapta ihtisar etmiştir.
[5] Ebu’l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdilhakim İbn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai’r-Rahman ve Evliyai’ş-Şeytan, Beyrut, 2003, s. 102
[6] İbn Teymiyye, el-Furkan, s. 107.
[7] Ebu Bekir Muhyiddin Muhammed İbn Arabi, el-Fütuhatü’l-Mekkiyye, Beyrut, ty., I, 465.
[8] İbn Arabi, a.g.e., II, 24.
[9] İbn Arabi, a.g.e., II, 51.
[10] Kur’an, En’am(6): 121
[11] Bkz. İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd ala’l-Mantıkıyyin, Beyrut, 2005, s. 226.
[12] İbn Teymiyye, el-Furkan, 120-121.
[13] İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd, s. 347.
[14] Şa’rani, el-Yevakit, s. 25.
[15] Kur’an, Maide(5): 64.
[16] İbn Arabi, a.g.e., II, 256.
[17] İbn Arabi, a.g.e., I, 151.
[18] İbn Arabi, a.g.e., IV, 328.
[19] İbn Teymiyye, el-Furkan, 122.
[20] İbn Teymiyye, el-Furkan, 123.
[21] Kur’an, Kasas(28): 88.
[22] İbn Teymiyye, Mecmu’u’l-Fetava, Beyrut, ty., X, 342.