Şu anda hak tarikat olsa bile, bir tarikata girmek gerekmez. Sapık tarikatçiler çok olup hak olanını ayırmak zordur, çünkü hak zannederek bâtıl yola girilirse ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3994
|
Tasavvuf nedir? Ledün ilmi okuyarak öğrenilmez · Bâtın ilminin önemi · Evliyaya evliya denmez mi? Evliyaya dil uzatmak · Tarikat ve tarikatçılık ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?id=4004
|
Tarikat ne demektir?
Tasavvuf büyükleri çobandan devlet reîsine kadar herkese hitâb edip sözleri ve sohbetleriyle gönülleri cezbetmişler ve yaptıklarını Allah rızâsı için yapma rûhunu aşılamışlardır...
Bugün birazcık "Tarîkat" ıstılâhı/tabiri/terimi üzerinde duralım. "Tarîkat" lügatte "yol" mânâsına gelir; yani "Tasavvuf yolu" demektir. Tarîkatların esâsını tasavvuf bilgileri teşkil eder. Bu bilgilerin, insanlara farklı şekillerde sunulmasından tarîkatlar meydana gelmiştir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Peygamber Efendimizden gelmektedir. Bütün Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), bu bilgileri, silsile yoluyla kendilerinden sonrakilere ulaştırmışlardır. Hazret-i Ebû Bekr ile Hazret-i Ali (radıyallahü anhümâ) müstesna, diğer sahâbeye âit silsileler birkaç asır sonra kaybolmuştur.
Asr-ı saâdette ve Sahâbe devrinde, Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesine uymakta büyük bir titizlik gösterilirdi. Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn devrinde de böyleydi. Sonra dînde gevşeklik ve dünyaya meyletmeler başlayınca, sünnet-i seniyyeye yapışmak, yani emir ve yasakları yerine getirmekte gayret göstermeye "zühd"; hâlleri böyle olanlara "zühhâd (zâhidler)" ve "ubbâd (âbidler)" denildi.
İslâmın ilk iki asrında, Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anh) ile Hazret-i Ali'den (kerremallahü vecheh) gelen feyz ve ma'rifetler, insanların istidâd ve kâbiliyetleri, tabîat ve mizâcları ve değişik şartlara göre farklı tarzlarda sunuldu. Netîcede, Hazret-i Ebû Bekr'e âit silsileden 9. asırdan îtibâren; Hazret-i Ali'ye âit silsileden 12. asırdan îtibâren ana tarîkatlar ortaya çıktı. Zamanla ana tarîkatlar içerisinde manevî husûsiyetleriyle temâyüz edenler (mürşid-i kâmiller, tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen yetkili rehberler) bulundu. Bunlar da şartlara ve zamanlarındaki insanların durumlarına göre ana tarîkatın temel özelliklerine muhâlefet etmeden, bâzı değişiklikler ve ilâveler yaptılar. Böylece ana tarîkatların şûbeleri ortaya çıktı. Bunlar da, tarîkata husûsiyetini veren o velî zâtın ismiyle anıldılar.
11. asırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarîkatların, ferd ve cemiyet hayâtında büyük tesirleri olmuştur. Tasavvuf büyükleri çobandan devlet reîsine kadar herkese hitâb edip sözleri ve sohbetleriyle gönülleri cezbetmişler ve yaptıklarını Allah rızâsı için yapma rûhunu aşılamışlardır.
Ferdlerin, basît menfaat kaygılarından kurtulmalarına, oldukları gibi görünen ve göründükleri gibi olan, riyâ ve gösterişten uzak, yüksek karekterli insanlar olmalarına yardımcı olmuşlardır.
Ayrıca İslâmiyetin yayılmasında da bilfiil hizmet gören tarîkat mensûbu zâtlar, gazâya çıkan ordulardan önce gidip fethe zemin hazırlayacak faâliyetlerde bulunmuşlardır. Yine fetihten sonra, o beldenin gayr-i müslim halkını İslâmiyete ısındırmak için çalışmışlardır.
Osmânlı Devleti'nin kuruluşunda büyük payı olan tarîkat ve tasavvuf ehli zevât, yükseliş dönemlerinde de memleketin her tarafında hizmet vermişlerdir.
[Tabîî ki bu mevzû, çok geniş bir konu. İnşâallah, bu konuda zaman zaman başka makâleler de yazmayı düşünüyoruz.]
07.11.2015
Tasavvuf"un manası
"Tasavvuf, bir Müslümânın Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmesinde yardımcı olarak, dîndeki ihlâs mertebesini elde etmesine yarar."
Bir tarife göre, "Tasavvuf: Kalple yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri, kalbin ve rûhun kötülüklerden temizlenme yollarını öğreten ilim"dir; kısaca söylemek gerekirse "Tasavvuf: Ahlâk ve ihlâs ilmidir" denilebilir.
Bu ilmi, tasavvuf büyükleri, [esasta aynı olmakla berâber] değişik şartlara ve durumlara göre farklı şekillerde tarif etmişlerdir. Bunlardan bazıları şöyledir:
İbrâhim bin Muhammed Nasrâbâdî (rahmetullahi aleyh): "Tasavvuf, Kitap ve Sünnet'e tam bağlanmak, bid'atleri (dînde sonradan ortaya çıkarılan şeyleri) nefsin arzu ve isteklerini terk etmek, güzel ahlâkla süslenmek, dostlarla iyi geçinip, onlara hizmette bulunmaktır."
İmâm-ı Gazâlî (rahimehullah): "Kalbi yalnız Allahü teâlâya bağlayıp, mâsivâya (Allahü teâlâdan başkasına) gönül bağlamamaktır."
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh): "Tasavvuf, bir Müslümânın Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmesinde yardımcı olarak, dîndeki ihlâs mertebesini elde etmesine yarar."
Ebû Sa'd İbn-i Arabî (rahmetullahi aleyh): "Tasavvuf, fuzûlî, boş işleri terk etmektir."
Netice olarak, kalplerini gafletten ve mâsivâya bağlanmaktan koruyan, nefislerini Allahü teâlâya itâate kavuşturan, pâk ve temiz bir kalbe sâhip olanların bu hâline özel bir isim olarak "tasavvuf"; kendilerine de "sûfî" ve "mutasavvıf" denilmiştir. Tasavvuf kitaplarında bu manada kullanılan "âbid", "zâhid", tâlip", "sâlik" ve "mürîd"... gibi daha birçok kelime/terim/tabir vardır.
Tasavvufta esâs maksat, şu iki gâyenin gerçekleştirilmesidir:
Birincisi; İslâmın doğru itikâdının, Ehl-i Sünnet vel-cemâat itikâdının yakînî ve vicdânî olmasını, yani sağlamlaşmasını, kalbe yerleşip sinmesini, şüphe getiren tesîrlerle sarsılmamasını temîn.
Tasavvufun ikinci gâyesi ise; emir ve yasakları yerine getirip ibâdetleri yapmakta kolaylık bulmanın, ibâdetlerden lezzet almanın, işleri sırf Allah rızâsı için yapmanın, ihlâsın, Allahü teâlâyı görür gibi O'na ibâdet etmenin hâsıl olması, nefs-i emmâreden (kötülükleri emreden nefisten) doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir.
İşte "Tasavvuf ilmi", zikrettiğimiz bu hasletlerle bezenmeyi temîn eder. Tıp ilmi, nasıl bedeni hastalıklardan korur, hastayı tedâvî eder, yani bedenin sıhhatiyle uğraşırsa; tasavvuf ilmi de, kalbin kötü huylardan sıyrılarak, iyi huylar kazanmasını sağlar; fertleri rûhen olgunlaştırır.
Rûhen olgunlaşan fertlerden meydana gelen cemiyetler de huzurlu ve problemsiz olurlar... Cemiyetler, hakîkî tasavvuf büyüklerinin sohbet ve nasîhatlerinden nasîblerini aldıklarında, en huzurlu zamanlarını yaşamışlardır. İnsanlar kötülüklerden ve bunalımlardan uzak durup, insanlığı ve medenîliği öğrenmişlerdir.
[İnşâallah Cumartesi günü, bu konuda birkaç kelime daha yazmak istiyoruz.]
02.11.2015
İSLAM TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ
TARÎKAT
|
|
Tasavvuf yolu. Tarikat, lügatde yol mânâsına gelir. Tarikatların esâsını tasavvuf bilgileri teşkîl eder. Bu bilgilerin, insanlara farklı şekillerde sunulmasından tarikatlar meydana gelmiştir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Peygamber efendimizden gelmektedir. Bütün Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm), bu bilgileri kendilerinden sonrakilere ulaştırdı. Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ali müstesna, diğer sahabeye ait silsileler bir kaç asır sonra kayboldu. Bin dört yüz seneden beri, ince bilgiler ve marifetler, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ali’ye ait silsile ile gelmiştir (Bkz. Tasavvuf).
Asr-ı seâdetde ve sahabe devrinde tasavvuf; Peygamber efendimizin sallatlahü aleyhi ve sellem sünnet-i seniyyesine uymaktan başka bir şey değildi. Tabiîn ve Tebe-i tabiîn devrinde de böyle idi. Sonra dinde gevşeklik ve dünyâya meyletmeler başlayınca, sünnet-i seniyyeye yapışmak yâni emir ve yasakları yerine getirmekte gayret göstermeye, zühd; hâlleri böyle olanlarazühhâd (zâhidler) ve ubbâd (âbidler) denildi. Daha sonra bid’at fırkaları ortaya çıkıp, kendi rehberlerine zâhid ve âbid deyince, Ehl-i sünnetten olanlar, bid’at fırkalarından ayırd edilebilmeleri için sünnet-i seniyyeye sımsıkı yapışmak, dünyâya meyletmemek ve kalbi manevî kirlerden temizlemekten ibaret olan hâllere tasavvuf; böyle kimselere de sûfî ve mutasavvıfadı verildi. İlk önce kendisine sûfî denilen, Ebû Hâşim Sûfîdir (v. 115/m. 733). Sûfî kelimesinin yayılması, hicrî ikinci (milâdî sekizinci) asrın sonlarından itibaren olmuştur.
Bu târihe kadar, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ali’den silsile ile gelen feyz ve marifetler, kalbden kalbe akıp gelmekteydi. Her iki silsile ile gelen feyz ve marifetler insanların isti’dâd ve kabiliyetleri, tabiat ve mîzacları ve değişik şartlara göre farklı tarzlarda sunuldu. Netîcede Ebû Bekr’e ait silsileden, dokuzuncu asırdan itibaren; hazret-i Ali’ye ait silsileden, on ikinci asırdan itibaren ana tarîkatlar ortaya çıktı. Zamanla bu ana tarîkatlar içerisinde manevî hususiyetleri ile temayüz edenler (mürşid-i kâmiller, tasavvufda yetişmiş ve yetiştirebilen yetkili rehberler) bulundu. Bunlar da şartlara ve zamanlarındaki insanların durumlarına göre ana tarîkatın temel özelliklerine muhalefet etmeden, bâzı değişiklikler ve ilâveler yaptılar. Bunlardan ana tarikatların şubeleri ortaya çıktı. Bunlar da, tarîkata hususiyetini veren o velî zâtın ismiyle anıldılar. Tarikatlara feyz ve marifetlerin hepsi Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem gelmektedir. Yalnız aralarında usûl farkı vardır. Meselâ, bir memlekette yüzlerce lise vardır. Her lisede aynı ortak dersler okunur. Fakat hocaları başka başka olduğundan, yetişme şekilleri de değişiktir. Fakat her lise me’zunu ortak bilgilere ve ortak haklara mâliktir. Tarikatların durumu da böyledir.
Hicrî beşinci aşırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarikatların ferd ve cemiyet hayâtında büyük te’sirleri olmuştur. Çobandan devlet reisine kadar, herkese hitâb edip sözleri ve sohbetleri ile gönülleri cezbetmişlerdir. Yaptığını Allah için yapma ruhunu aşıladılar. Ferdlerin, basit menfaat kaygılarından kurtulmalarına, oldukları gibi görünen ve göründükleri gibi olan, riya ve gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olmalarına yardımcı oldular. Cemiyetteki insanların birbirlerini dilden değil, gönülden seven, kendileri için istediklerini başkaları için de isteyebilen kimseler olmalarına, benlik dâvasından ve kendini beğenmişlikten sıyrılmalarına gayret ettiler. Dünyâ sevgisi ile katılaşan kalbler, onların te’sirli sözleri ile yumuşadı. Böylece an’anevî bağlarla birbirine kenetlenmiş, birlik ve beraberliğe kavuşmuş cemiyetler meydana geldi.
Bunlardan başka İslâmiyet’in yayılmasında da bilfiil hizmet gören tarikat mensubu zâtlar, Hindistan ve Mâla adalarına kadar gidip, yerli halkın lisanlarını öğrendiler, aralarına karışıp, İslâm’ı yaydılar. İslâm’ın yayılmasında hizmet veren böyle binlerce zâttan biri de Ebû İshak Kâzerûnî’dir (v. 426/1034). Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyet’in yayılmasında bütün gücü ile çalışan Kâzerûnî, kurduğu askerî birliklerle gazalar tertîb etti. Bu yüzden kendisine Şeyh-i Gâzî dendi. Yirmi dört bin yahûdî ve ateşperestin müslüman olmasına vesîle oldu. Ayrıca gazaya çıkan ordulardan önce gidip fethe zemînhazırlayacak faaliyetlerde bulundular. Ordu ile beraber gittiklerinde konuşmalarıyla askerin moralini ve maneviyâtını yükselttiler. Yine fethden sonra o beldenin gayr-i müslim, halkını İslâmiyet’e ısındırmak için çalıştılar.
Bunun içindir ki, İslâm, devletlerinde halîfeler ve sultanlar, âlimlere ve evliyaya dâima kıymet vermişlerdir. Nitekim Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucularından Çağrı ve Tuğrul beyler, o sırada yaşayan Ebû Sa’îd Ebü’l-Hayr hazretlerinin nasîhatını ve dualarını almayı ganîmet bilirlerdi. Bir defasında Ebû Sa’îd (rahmetullahi aleyh), Çağrı Bey’e şunları yazmıştı: “Allahü teâlâ, muzaffer pâdişâh Çağrı Bey’i himayesinde bulundursun, nefsine ve mahlûklara bırakmasın. Hep razı olduğu, beğendiği şeyleri nasîb eylesin. Sonu pişmanlık olan şeylerden muhafaza buyursun.”
Tarikatların, Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluş ve sonraki dönemlerdeki hizmetleri aynen devam etmiştir. Cemiyetin manevî terbiyecileri olan tasavvuf büyükleri, Selçuklu sultanları tarafından hüsnü kabul görmüşlerdir. Bu sebeble Necmeddîn-i Bağdadî (v. 607/m. 1210), Sultan İzzeddîn Selçukî’den (v. 617/1220); Şihâbüddîn Sühreverdî ve Behâeddîn Veled, Birinci Alâüddîn Keykubâd’dan çok hürmet görmüştür.
On üçüncü asrın ortalarına doğru Konya’da Evhadüddîn Kirmânî, Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn Konevî, Celâleddîn-i Rûmî, Mueyyedüddîn el-Cündî, Sa’deddîn Fergânî, Tokat’ta; Fahreddîn bin İbrahim Irakî (v. 689/1289), Kayseri ve Sivas’ta Necmeddîn Dâye (v. 654/ 1256), Anadolu’daki birlik ve beraberliğin mîmârlarındandır.
Selçukluların son zamanlarında Moğol istilâsı ile devlet otoritesinin kalmadığı, cemiyet hayâtının karışık olduğu sırada, tarikat ve tasavvuf ehlinin nasîhatları; huzurunu kaybetmiş insanlara büyük bir teselli ve sükûn kaynağı oldu. Tekkeler ve zaviyeler, birer huzurevi durumunda idi. Bunun yanında devlet otoritesinin te’mininde büyük faydaları oldu. Diğer taraftan bir kısım dervişler de Moğollar arasına girip, onları İslâm’a ısındırmak, yahut hiç olmazsa zulümlerini en aza indirebilmenin mücâdelesini veriyorlardı.
Bilâhare, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük payı olan tarikat ve tasavvuf ehli, yükseliş dönemlerinde memleketin her tarafında hizmet verdiler. Ancak son zamanlara doğru bu tarikatlar ehliyetsiz kimselerin murakabesine geçti. Böyle kimseler bu müessesenin yanlış anlaşılmasına vesile oldular.
Yaklaşık yüz seneden beri, büyük islâm âlimlerinin bildirdikleri bu hakîkî tarikat ve tasavvuf yolları unutuldu. Tarikat ve tasavvuf adı altında bir çok şeyler uyduruldu. Tekkelerde haramlar ve bid’atler işlendi. Dinde câhil olanlar kendilerini şeyh ve mürşid olarak tanıttı. Bâzıları da sihir olarak yaptıkları, ağızlarına ateş alıp yanaklarına şiş sokup çıkarmaya keramet dediler (Bkz. Tasavvuf). Böyle göz boyamaların haram olduğu, İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvây-ı hadîsiyye kitabının ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ının iki yüz altmış altıncı mektubunda bildirilmiştir.
Nitekim, Peygamber efendimiz buyuruyor ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü, yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyet’e uymayan bir iş yapsa, keramet sahibiyim dese de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz?”
.
Tarikat ve tarikatçılık
|
Sual: Din kitaplarından, din öğrenilemez mi? Bir tarikata bağlanarak mı din öğrenilir?
CEVAP
Eskiden hak tarikatlar vardı. Oralarda dinimizin emir ve yasakları anlatılır, dine uymanın yolları ve tasavvuf ilmi öğretilirdi. Zamanla, bunlar çok azaldı, belki de hiç kalmadı. Aslı olmayınca da taklitleri çoğaldı. Her köşe başında bir şeyh türedi. Şu anda hak tarikat olsa bile, bir tarikata girmek gerekmez. Sapık tarikatçiler çok olup hak olanını ayırmak zordur, çünkü hak zannederek bâtıl yola girilirse bundan kurtulmak çok zor olur. Yoksa hak tarikat, adından da anlaşıldığı gibi haktır. En sağlam yol ise, evliya zatların kitaplarından öğrenmektir.
Şimdi yapılacak iş, dinimizi o büyüklerin kitaplarından, yetkili âlimlerce doğru tercüme edilen kitaplardan öğrenmek ve bunlara uygun yaşamaya çalışmaktır. Bu kitapları okuyan, hem bilmediklerini öğrenmiş olur, hem de kitapta ismi geçen evliya zatları tanıyarak, kalbi onlara meyleder, bağlanır. Bütün dünyaya saçtıkları nurları alıp, olgunlaşmaya başlar. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zamanla olgunlaştığı, tatlılaştığı gibi, yetişerek kâmil bir insan olur. Nefsi de gafletten kurtulup namazın tadını duymaya, ibadetlerden zevk almaya başlar. Günahlardan, haram olan şeylerden, kötü huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Millete faydalı olur. Ebedî saadete kavuşur ve başkalarını da kavuşturur.
Hak tarikat
Sual: Bir tarikata girmek farz, vacib veya sünnet midir? Bir yazıda, (Hak tarikat olsa bile, bir tarikata girmek gerekmez) deniyor. Gerekmez demek, lüzum yok mu demek, yoksa farz değil mi demektir?
CEVAP
Farz veya vacib değildir demektir. Öyle olsaydı âyet veya hadisle bildirilirdi. Tasavvuf büyükleri, evliya zatlar, bir tarikata girmenin müstehab olduğunu söylüyorlar. Dini, kendi başımıza öğrenmek zordur. Peygamber efendimiz, (İlim üstaddan [âlimden, hocadan]öğrenilir) buyuruyor. Onun için, bir tarikata girilerek, mürşid-i kâmilden din öğrenilirdi. Günümüzde ise, birçok bozuk tarikat da vardır. Herkes hak diye bir tarikata giriyor. Her şeyhin birçok müridi var. Şeyhim diyenlerin, kimi mehdiyim, kimi halifeyim diyor, hattâ peygamberim diyenler de var. Hepsi de kendi tarikatının doğru olduğunu söylüyor. Zaten doğru diye bilmese, o tarikatta işi ne? Bu feci durumdan dolayı, akıntıya kapılmamak ve çok dikkatli olmak gerekiyor. Nakli esas alan kitapları okuyan, hakkı bâtıldan ayırır. Böyle söylemek tarikata karşı olmak değildir. Bir şeyin sahtesinden kaçın demek, iyisinden de kaçın demek değildir. Genelde her şeyin sahtesi çok olur. (Hakiki tereyağı alın, hileli, karışık olanını almayın) veya (Piyasada hakiki tereyağı bulmak çok zor) demek, tereyağına hakaret olur mu? Bilakis tereyağının önemi bildirilmiş olur.
Mürşide ihtiyaç var mı?
Sual: Eskiden, insanlar neden bir mürşid-i kâmil aramışlardır? Mürşid-i kâmilsiz Allah'ın rızasına kavuşmak mümkün değil miydi?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâya kavuşturan yolu bulmak çok lüzumludur. İnsan, her bakımdan çok aşağıdır. Allahü teâlâ ise, her bakımdan yüksek ve kusursuzdur. Ondan gelen feyzlerin alınması için vericiyle alıcı arasında bir bağlantı, bir yakınlık olması gerekir. İnsanlarda bu yakınlık yoktur. Bunun için, bu yolu bilen bir kılavuza ihtiyaç şarttır.(1/169)
Böyle bir zatı seven kimse, kitaplarını severek okur, onu edeple, sevgiyle düşünürse, bunun da kalbi, temizlenmeye ve feyz almaya başlar. Allahü teâlâ bedenimizi, maddemizi, yetiştirmek için güneş enerjisini sebep kıldığı gibi, ruh ve kalblerimizi olgunlaştırmak için de, Muhammed aleyhisselamın kalbini, oradan yayılan nurları sebep kılmıştır. Kalbe, ruha gıda olan, evliyanın sohbetleri ve yazıları da, hep Resulullahın mübarek kalbinden yayılan nurlarla hâsıl olmuştur. (S. Ebediyye)
Sapık tarikatçılar
Sual: Şeyh-ül-İslam Ebussüud Efendi, tasavvuf ehline sert davranıp, idamlarına fetva vermiş mi?
CEVAP
Büyük din âlimi Ebussüud Efendi hazretlerinin tasavvuf ehline sert davrandığı iddiası doğru değildir. Ancak tasavvuf ehlinin içine karışan sapık tarikatçılar için ve (Tasavvufta yüksek dereceye varanlar için, din teklifleri kalkmıştır. Onlar için helal ile haramın farkı yoktur) diyenler için sert davranmış ve bunların, fitne çıkarma, İslamiyet’i yıkma faaliyetlerinden dolayı, idam edilmelerine fetva vermiştir.
İslamiyet’ten ve tasavvuftan haberi olmayan kimseler, dini, dünya kazançlarına alet edip tasavvufa, hatta ibadetlere, mistik bir hareket olarak müzik sokmuşlardır. Dinimizde tasavvuf müziği diye bir şey yoktur.
Keramet ve hokkabazlık
Sual: Iraktan gelip, Avrupa’da ağızlarına ateş alan, avurtlarına şiş sokup çıkartan ve bu yaptıklarına keramet diyen kimselerin halleri İslamiyet’e uygun mudur?
CEVAP
Allahü teâlâ, böyle kimselerin Musa aleyhisselam zamanında da bulunduğunu haber veriyor. Bunlara keramet değil, sihir diyor. Böyle göz boyamanın haram olduğu (Fetava-yı hadisiyye)de yazılıdır. Bunlar, müslümanları aldatmaktadır. Bu hareketleri din değil, dinsizliktir. Japonya’daki gayrı müslimler de, sirklerde bunlarınkinden daha acayip şeyler gösteriyor. İslamiyet, hokkabazlık, cambazlık, sihirbazlık dini değildir. İslamiyet, inanması, yapması, sakınması gereken şeyleri, güzel ve çirkin huyları öğrenmek, herkese iyilik yapmak dinidir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dine uymayan bir iş yapsa, keramet ehliyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!) [El-Münire]
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Nefsi cilalanan bazı kimseler, harikulade haller gösterip sapıklık uçurumuna sürüklenmektedir. Evliyayı böyle yalancılardan ayıran en bariz fark, her sözünün, her hareketinin dine uygun olması, yanında bulunanların kalblerinde Allah korkusu ve sevgisi hasıl olmasıdır ve başka şeylerden soğumalarıdır. (2/92)
Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
Ahirette, Cehennemdeki ebedi, sonsuz azaptan kurtulmak için, İslam âlimlerinin bildirdiklerine inanmak gerekir. Evliyanın, bu bildirilenlere uymayan keşfleri kıymetsizdir. Tasavvuftan maksat, nefsin gizli ayıplarını anlamaktır ve dine uymanın kolay olmasıdır ve ihlasa kavuşmaktır. (1/182)
Fıkıh ve Tasavvuf
Sual: Fıkıh yerine tasavvuf kitabı okumak uygun mu ve zikir nedir?
CEVAP
Fıkhı bilmeden dine uymak mümkün olmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(İbadetlerin en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.)[İ.Abdilberr]
(Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh bilgisidir.) [Beyheki]
(Fıkıh öğrenmeden ibadet eden, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkana benzer.) [Deylemi]
İmam-ı Malik hazretleri buyuruyor ki:
Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid'at ehli, yani sapık olur. Her ikisine kavuşan hakikate varır. (Merec-ül-bahreyn)
İbrahim Edhem hazretlerine, gece gündüz ibadet eden, vecde gelip kendinden geçen bir gençten bahsettiler. Gencin yanına gidip üç gün misafir kaldı. Çok acayip haller gördü. Gencin bu halinin şeytandan olup olmadığını öğrenmek istedi. Yediğine baktı. Helalden değildi. Bu hallerin şeytandan olduğunu anladı. Genci evine davet etti. Gence helal yemek verdi. Gençteki eski aşk ve gayret kalmadı. Bana ne yaptın diye sordu. İbrahim Edhem hazretleri, gence, (Sendeki haller şeytandandı. Helal yiyince şeytan giremedi. Esas halin meydana çıktı) buyurdu. (Tezkiretül-evliya)
Kerameti inkâr, büyük sapıklıktır. Çünkü keramet, Peygamberin mucizesinin devamıdır. Ancak, istidracı keramet sanmamalıdır! Mucizeden başka harikulade haller, keramet, firaset, istidraç ve sihir adını alır. Velinin su üstünde yürümesi keramet, papazın su üstünde yürümesi sihir, fâsıkınki ise istidraçtır.
Zikrin fazileti
Zikir, Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Bu da, kalb ile olur. Zikredince, kalb temizlenir, yani kalbden dünya sevgisi çıkıp Allah sevgisi yerleşir. Bazı kimselerin, bir araya toplanıp hay huy etmesi, oynaması, dönmesi, zikir değildir. Yüz yıldır, tarikat diyerek, birçok şey uyduruldu. Eshab-ı kiramın yolu unutuldu. Cahiller, fâsıklar şeyh olarak zikir ve ibadet ismi altında, günah işledi. Bugün hiçbir İslam ülkesinde, tasavvuf âlimi yok gibidir. Fakat sahte mürşitler, müslümanları sömüren tarikatçılar çoktur. Din büyüklerinin, eskiden kalma, halis kitaplarını okuyup, zikri, fikri bunlara göre doğrultmalıdır. Tarikatçılık, şeyhlik, müridlik gibi isimlerin perdesi altında iş gören, mal ve din hırsızlarına aldanmamalı, bunlardan kaçınmalıdır.
Bir şeyin sahtesinden kaçın demek iyisinden de kaçın demek değildir. (Hakiki tereyağı alın, hilelisini, karışık olanını almayın) demek tereyağına hakaret olur mu? Bilakis tereyağının önemi bildirilmiş olur. Her şeyin sahtesi de hakikisi de vardır. (Tasavvuf perdesi altında iş gören, mal ve din hırsızlarına aldanmamalı) dedik. Tasavvuf âliminin yok gibi olduğunu, yani çok az olduğunu bildirdik. Zaten kıymetli şeyler az, taklitleri çok olur. Bütün yayınlarımızda tasavvuf büyüklerinin, hayatlarını, menkıbelerini anlatıyoruz. Tasavvuf, evliyalık demektir. Tasavvufa hiç kimse karşı çıkamaz. Hakiki tasavvufa karşı çıkmak Müslümanlığa karşı çıkmak demektir. Fakat sahte tasavvufa karşı çıkmak her müslümana gerekir.
Tarikat ve ilim
Tasavvufu, yani tarikatı öğrenmeden önce, ilim öğrenmek gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibadet etmekten daha sevaptır.) [Ebu Nuaym]
Bedreddin-i Serhendi hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı Rabbani hazretlerinden Buhari, Mişkat, Hidaye, Şerh-i Mevakıf kitaplarını okudum. Gençleri ilim öğrenmeye teşvik eder, Önce ilim, sonra tasavvuf buyururdu. Benim ilimden kaçındığımı, tasavvuftan zevk aldığımı görünce, hâlime merhamet ederek, (Kitap oku, ilim öğren, cahil sofu, şeytanın maskarası olur, rütbetül-ilmi aler rüteb yani, rütbelerin en üstünü, ilim rütbesidir) buyurdu. (Hadarat-ül-kuds)
Tarikat maskesi
Bir okuyucumuz, uzun mektubunda özetle diyor ki: (17 yaşında genç bir kızım. Okulda bir arkadaşım bana bir tarikata girmemi tavsiye etti. Onun tavsiyesine uyarak bir tarikata girdim. Hoca dediğimiz bu şahıs, belli tesbihler söylememi söyledi. "Sen kaza namazı kılma. Bunun sorumluluğunu da ben üstleniyorum" dedi. Sonradan hoca değil, bir büyücü olduğunu öğrendiğim bu adam, bana şeker vesaire yedirdi. Büyü yapmış. Bana yakın olmaya çalışıyor, beni kucaklıyordu. Zamanla iyi arkadaşlardan ve dinimden soğumaya başladım. Artık namazı falan bıraktım. Müziğe çok tutkun oldum. Kötü biri olmama sebep olan bu büyüden nasıl kurtulabilirim?)
CEVAP
Buna benzer mailler çok alıyoruz. Nakşi, Kadiri, Rufai gibi isimlere sığınarak, tarikat adı altında insanları kötü yola sürükleyenler gün geçtikçe çoğalmaktadır. "Sizden namazı kaldırdım, günahınız benim boynuma" diyen sapıkların tuzağına düşmemek için, önce dinimizi iyi bilmemiz gerekir.
Eğer gülü solan bu kız, yabancı bir erkekle, yalnız bir odada kalmanın, onunla konuşmanın, elini öpmenin haram olduğunu, Peygamber efendimizin hiçbir kadına mübarek elini öptürmediğini, hiç kimsede günah affetme yetkisinin olmadığını bilseydi, başına bu felaketler gelmezdi.
Müzik, her çeşit çalgı, insanı alkolik ve morfinman gibi gaflet içinde, uyuşuk yapar. Böylece, nefsleri azdırarak, ebedi saadetten mahrum kalmasına sebep olur. İslam dini, insanları bu afetten, bu sonsuz felaketten korumak için, müziğin zararlı olanlarını haram kılmış, yasak etmiştir.
Müzikten uzak durmaya çalışın. Her sıkıntının çaresi namaz kılmaktır. Namazı doğru kılarsanız, her kötülükten uzaklaşmış olursunuz. Haramların her çeşidinden kaçmanız, kötü arkadaşlardan uzaklaşmanız gerekir.
Bakü’de bir sapık
Azerbaycan-Bakü’den bir okuyucumuz, uzun bir mektup yazmış. Bakü’deki sapık bir tarikat şeyhi varmış. Bu şeyhin bir çok sapık görüşlerini bildirmiş. Temiz kimselerin de bu şeyhin kurbanı olmasından korkuyor. (Birkaçına olsun cevap yazın da, şeyhin sapık olduğu meydana çıksın) diyor.
1- Sapık şeyh, (Her şey gibi günahı işleten de Allah’tır. Bunun için günah işleyenleri hoş görmelidir) diyormuş.
Allahü teâlâ, (Kötülük yapmayın, günah işlemeyin) buyuruyor. Hâşâ kendisi günah işletiyorsa, ne diye günah işlemeyin diye emretsin?
2- Sapık şeyh, (Her şey, Allah’ın bir parçasıdır) diyormuş. Böyle söylemek de küfür olur.
3- Sapık şeyh, (Çoğunluğun ayıp saymadığı şey, günah olmaktan çıkar) diyormuş.
Bu da zındıkların sözüdür. Bugün dünyanın çoğu içkiyi günah saymıyor diye, içki günah olmaktan çıkar mı? Bütün insanlar ne derse desin, Allahü teâlâ haram etmişse haramdır. Peygamber efendimiz haram olduğunu bildirmişse haramdır.
4- Sapık, (Kâfir hor görülmemeli) diyormuş. Kur'an-ı kerimde kâfirler aleyhine birçok âyet-i kerime vardır. Peygamber efendimiz, kâfirleri niçin hor görüp onlarla savaştı?
5- Sapık, (Kurban kesmek nefsi kurban etmektir) diyerek kurban emrini inkâr ediyormuş. Müslümanlıkta kurban kesmek yoksa, Peygamber efendimiz niçin kurban kesmiş ve kurban kesmeyi emretmiştir?
6- Sapık, reenkarnasyona inanıyor. Halbuki bu inancın küfür olduğunu daha önce bildirmiştik.
7- Sapık, (Cennet ve Cehennem bu dünyadadır) diyormuş. Bu görüş de Kur'an-ı kerimi inkâr etmek olur.
Birçoğu hurufilik inancına benzeyen sapık görüşlerden birkaçı bunlardır. Demek ki sadece Türkiye’de değil, her yerde insanları doğru yoldan sapıtan şeytanın adamları varmış. Dinimizi iyice öğrenmeden merak için de olsa, herhangi bir şeyh ile görüşmek doğru değildir.
Tarikat, dine aykırı olmaz. Her şeyin sahtesi çıktığı gibi, günümüzde sahte tarikatlar çoktur. Bugün yapılacak iş, eskiden yazılmış, İslam âlimlerinin kitaplarını okumaktır.
Tarikat kardeşliği
Sual: Yabancı bir erkek ile yabancı bir kadın ahiret kardeşi olur mu? Komşumuz bir kadın, bir erkek ile ahiret kardeşi olmuş. Beraber bir odada kalıp, yiyip içiyorlar. "Namahremlik şartları aradan kalktığı için bize günah olmaz" ve "Biz aynı zamanda tarikat kardeşiyiz" diyorlar. Bu hususun dinimizdeki yeri nedir?
CEVAP
Bir erkek, yabancı bir kadına "Seninle ahiret kardeşi olalım" dese veya bir erkek diğer erkeğe, "Ahiret kardeşi olalım" dese, kardeş gibi yaşasalar, biri imanlı, diğeri imansız ölse, biri Cennete öteki Cehenneme gider. İmanlının imansıza hiç faydası olmaz.
Rasgele iki kişi arkadaş olsa, biri salih, diğeri fâsık müslüman olsa, salih kimse, ahirette fâsık arkadaşına şefaat eder. Onun için salihlerle, haramdan kaçan kimselerle arkadaşlık etmelidir!
Bir erkek, yabancı bir kadınla "Ahiret kardeşi" olup onunla yalnız kalamaz. O kadın ona yine yabancıdır. Onunla evlenebilir. "Aradan namahremlik şartları kalkar" demek, dinsizlerin, mülhidlerin, zındıkların uydurdukları şeylerdir. Nikah olmadan hiçbir yabancı kadın, bir erkeğe helal olmaz. Beraber bir odada bulunmaları haram olur.
Abdülkadir-i Geylani, Ahmed Rufai, imam-ı Rabbani hazretleri gibi tasavvuf büyükleri zamanında, onların yolundan giden tarikat ehli var idi. Şimdi bunların ismini kullanan, tarikat adı altında çeşitli rezaletler işleyen kimseler çoğaldı. Böyle kimseler, dinimizi bozmaya, yıkmaya çalışan sapıklardır. İslam âlimlerinin bildirdiği yoldan ayrılan dalalete düşer. Dinimizin hükümleri ortadadır. Haram belli, helal bellidir. Hiç kimse, haramı helal, helali haram yapamaz. Harama helal diyen kâfir olur. İslamiyet’te din kardeşliği vardır. Din kardeşiyle de evlenebilir. Ahiret kardeşi olmak da, din kardeşi olmak demektir. Bir kimse, ahiret kardeşiyle de evlenebilir. (Hadika)
Sahteleri çoktur
Sual: Tarikat dine aykırı olur mu? Bir yere gitmem gerekir mi?
CEVAP
Tarikat, dine aykırı olmaz. Her şeyin sahtesi çıktığı gibi, günümüzde sahte tarikatlar çoktur. Bugün yapılacak iş, eskiden yazılmış, İslam âlimlerinin kitaplarını okumaktır. Önce dinimizin emirlerini iyi öğrenmek gerekir. Bid’atleri ve haramları dinin emri gibi işleriz de haberimiz olmaz. İslam âlimlerinin kitaplarını okumaya devam etmeniz kâfidir. Bir yere gitmeniz gerekmez.
Evliyalık taslayan
Sual: Evliya ile evliyalık taslayanı birbirinden ayırmak mümkün müdür?
CEVAP
Evliyayı, evliyalık taslayan yalancılardan ayıran farkların en açığı, bütün söz ve hareketlerinin dine uygun olmasıdır. Evliyanın yanında bulunanlarda Allah sevgisi kuvvetlenir, haramlardan soğur. Fakat bugün dünyada böyle salih kimseleri bulmak zordur. Hakiki parayı bilmeyenin, kalbını, yani sahtesini ele geçirince, hakikisinden ayırması kolay olmaz. Bundan istifade eden yalancılar, sağda solda atını rahatça oynatabilmektedir. Bunları iyi tanıyabilmek için, dinimizi iyi bilmek gerekir. Sözü ve hareketi dine uygun olmayan, bırakın evliya olmayı, salih müslüman bile olamaz.
Keramet ehli mi?
Sual: Dine uymakta gevşek davranan, hatta bid'at ehli olan kimselerden keramete benzer harikulade haller zuhur ediyor. Böyle kimseler keramet ehli sayılır mı?
CEVAP
M.Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
Resulullaha uymakta gevşek olanları, Onun ışıklı yolundan ayrılanları din adamı sanmayınız! Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmayınız! Yahudiler, Hristiyanlar ve Budistler de, tatlı ve yanık sözlerle, hileli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, saadete çağırdıklarını bildiriyorlar.
Ebu Ömer bin Necib hazretleri buyurdu ki:
(Kendisi ile amel olunmayan ilmin, sahibine zararı, faydasından daha çoktur.)
Bütün saadetlerin yolu İslamiyet’tir. Kurtuluş yolu, Resulullahın izinde olmaktır. Hak ile bâtılı ayıran alamet, Resulullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" uymaktır. Onun dinine uymayan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. Harika, açlıkla ve riyazet çekmekle hasıl olur. Yalnız Müslümanlara mahsus değildir.
İbni Mübarek hazretleri, (Müstehapları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da, marifete, Allahü teâlânın rızasına kavuşamaz) buyurdu. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte,(Günah işlemek, insanı küfre sürükler) buyurulmuştur.
Evliyanın büyüklerinden Ebu Said Ebülhayra sordular; Filan su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz? (Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer) dedi. Filan havada uçuyor dediler. (Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var) dedi. Filan, bir anda şehirden şehre gidiyor dediler. (Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dinimizde kıymeti yoktur. Mert olan, herkesin arasında bulunur. Alışveriş yapar, evlenir, ama bir an Rabbini unutmaz) buyurdu. (2/110)
En iyi insan, dinimize en iyi uyan kimsedir. Bazı iyi huylara sahip kimse de iyi insandır. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Tevazu eden, helal kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak davranan ve kimseye kötülük etmeyen iyi bir insandır.)[Berika]
Bundan bana zarar gelmez denilen, çekinmeden yanına gidilen kimse iyi insandır. Sert davranır, kalb kırar korkusu ile yanına yaklaşılmayan kimse de kötü insandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(İnsanların en kötüsü, zararından kurtulmak için yanına yaklaşılmayan kişidir.) [Buhari]
Marifet sahibi olmak
Sual: Yeterli ilim ve amel sahibi olan birinden, keramet görülebilir mi?
CEVAP
İhlâs sahibi olmak da şarttır. İlmiyle ve ameliyle gururlanırsa felakete maruz kalır. İhlâssız veya bid’at ehli birinde olağanüstü hâller meydana geliyorsa, bunlar keramet değil istidraçtır, çok tehlikelidir. Onun için şeyh taslağı hocalardan görülen olağanüstü halleri keramet sanmamalıdır.
İlminin fazla, amelinin çok olmasıyla gurura kapılan bir kimse, marifet sahibi değildir. Mesela cin taifesinden olan İblis, meleklerden üstün bilgiye sahipti, onlara hocalık yapıyordu. Yanlış kıyas yaptı. Ateşin topraktan daha hayırlı olduğunu söyledi. Allahü teâlânın yanlış emir verdiğini söyleyerek Ona isyan etti. Kibirlenen İblis, böylece Allahü teâlânın gazabına uğrayıp lanete müstahak oldu. Ebedî olarak rahmet dergâhından kovuldu. (İslam Âlimleri Ansiklopedisi)
Eski devirde tarikatlar
Sual: Gerçek tarikatların ve mürşid-i kâmillerin çok olduğu devirlerde, tarikata girmek farz mıydı? Farz idiyse, bugün o boşluğu nasıl doldurmalıyız?
CEVAP
Tarikata girmek farz değil, müstehabdır. Ahlâk bilgilerini öğrenip kalbi temizlemeye çalışmalı. Bu bilgileri öğrenip onları yapmaya çalışmakla kalb temizlenir. Kalbin temizlenmesi, yalnız tarikatla olsaydı, tarikata girmek de vacib olurdu. Kalbi temizlemenin yolları çoktur. Kalbin temizlenmesi vacib, İslâm Ahlâkı kitabındaki bilgileri öğrenmek farzdır. Müstehabı yapmakla vacib yapılır, ama zordur. Farz yapılınca, vacib kendiliğinden yapılmış olur. Bunun için günümüzde, doğru kitapları okumalı, okuyanlarla beraber olmalı ve varsa emîre de itaat etmelidir. Piyasadaki sapık tarikatlardan birine giren kimse, dinini bozmuş ve kendini tehlikeye atmış olur. Bu tarikatların sapık olup olmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına uygun olup olmamasıyla anlaşılır. Mesela tarikat şeyhi, mehdi olduğunu söylüyorsa, dört mezhepten birine uymuyorsa, Eshab-ı kiramdan bazılarını kötülüyorsa, haram olan müziği mubah sayıyorsa, o kimsenin doğru yolda olmadığı anlaşılır.
Melamilik
Sual: Melamilik nedir?
CEVAP
Eskiden uygun tarikatlar olduğu gibi Melamilik de uygundu. Eski Melamiler, ibadetlerinin görünmesine önem vermezlerdi. Herkese tatlı söyleyerek, gülerek kalb kazanmaya uğraşırlardı. Nafile ibadet yapmazlar, farzlara dikkat ederlerdi. Dünyaya düşkün değillerdi. Bunlara, Kalender de denirdi.
Melamilerin bugünkü yalancı taklitçileri, her türlü günah işler.(Kalblerimiz temizdir, her işi Allah rızası için yapıyoruz. Riyadan, gösterişten kurtulup, halis Allah adamı olmak için günah işliyoruz. Allahü teâlânın ibadete ihtiyacı yoktur. Kulların günah işlemesi, Ona zarar, ziyan vermez. Asıl günah, mahlûkları incitmek, can yakmaktır. İbadet de, insanlara iyilik, ihsan etmektir) derler. Bunlar, dinsiz zındıklardır. Bugün, Melamilerin bir şeyhleri vardır. Onun yanında bir iki dakika oturanın kalbi Allah dermiş. Gönülde içilen şarapla hemen sarhoş gibi olurmuş. Şah damarından daha yakın olan Allah'ın varlığını duyup, Onunla bir arada yaşarmış. Kendi özünden üstün bir etki ve yetki tanımazmış. Kendinde görüp duyduklarına inanılıp, başka bir şeye inanılmazmış. Özünden ve kendi tekliğinden başka varlık yokmuş. Bu sözler, Allahü teâlâyı inkâr etmek olup, küfürdür, zındıklıktır. (S. Ebediyye)
Sözünde durmamak
Sual: Abdullah-i Dehlevi hazretleri, (Tarikata giren kimse, vazifelerine devam etmezse tarikattan çıkmış olur) buyuruyor. Niye tarikattan çıkmış oluyor?
CEVAP
O büyük zatın zamanında hak tarikatlar vardı. Tarikata girmek müstehabdı. İnsan, tarikat vasıtasıyla dinini öğrenmeye çalışırdı. Mürşid-i kâmil olan şeyhler, belli bir zikir ve vazife verirdi. (Şunları ye, şunları yeme, şu kadar zikir çek!) denirdi. Mürit de, bunu kabul ederdi. Sonra bunu yapmazsa verdiği sözde durmamış sayılırdı. Büyüklerin sözünü tutmayan da, onların yolundan çıkmış olurdu.
Müslüman bir kimse de, Müslüman gibi inanmazsa ve imanının gereğini yapmazsa, o da Müslümanlıktan çıkar. Hak bir mezhebe mensup olan kimse de, mezhebinin bildirdiği hükümlere uymazsa, mezhebinden çıkmış, mezhepsiz olmuş olur.
.
|
Tarîkat gerçeği 12 OCAK 1997.m oruç
18. asırda yaşamış meşhur İngiliz Casusu Hempher, hatıratında, İslâm ülkelerinde talebe, mürşid kıyâfetinde beşbin ajanımız vardı, diye yazmaktadır. Tasavvuf büyükleri, asırlardır, bıkmadan, usanmadan İslâmın güzel ahlâkını anlatıp İslâmı herkese sevdirmişlerdir. Her hâlleri ile İslâmiyeti yaşıyarak örnek olmuşlardır. Bu büyükler ayrıca İslamiyeti dünyaya yaymakta bir nevi öncü kuvvet olmuşlardır. Tasavvuf büyüklerinin dîni yaymaktaki bu önemli fonksiyonunu gören İslâm düşmanları, bütün güçleri ile tasavvufa yöneldiler. Yüz yıldır, tarîkat diyerek, birçok şey uyduruldu. Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Câhiller, sahtekârlar şeyh maskesi altında her çeşit günâhı işlettiler. İslâm memleketlerini, gerçek ma'nâda tasavvuf ile ilgisi olmayan, Müslümanları sömüren sahte mürşitler, sahte şeyhler istilâ etti. Eskiden, ya'nî zamanımızdan 100-150 yıl önce dînimizin emir ve yasaklarını öğreten; severek, zorlama olmadan yapılmasını sağlıyan, insanlara dînimizin güzel ahlâkını aşılayan birçok tarîkat, birçok şeyh vardı. Dimyat'a pirince giderken... Fakat, Osmanlıların son zamanlarından itibaren, tarîkatlar bozulmaya başladı. Tarîkatlara, çeşitli ajanlar sızdı. Müslüman kılığındaki bu ajanlar, yerine göre talebe, yerine göre şeyh, mürşid rolünde çeşitli yollar ile tarîkatlara harâmlar, bid'atler karıştırdılar. Din ile ilgisi olmıyan, dînimizin yasak ettiği şeyleri, dînimizin emri olarak gösterdiler. Meselâ, 18. asırda yaşamış meşhur İngiliz Casusu Hempher, hatıratında, İslâm ülkelerinde talebe, mürşid kıyâfetinde beşbin ajanımız vardı, diye yazmaktadır. Bilhassa son zamanlarda, tarîkat adı altında, insanların îmânını çalmak için uğraşan sayısız sahte şeyhler türedi. Namaz kılmanın farz olmadığını, kadınların açık gezmesinin sevâb olduğunu açıkça söyleyebilen şeyhler çıktı ortaya. O hâle geldi ki, insanlara dîni sevdirmek olan tarîkatın gâyesini, insanları dinden uzaklaştırmak şekline çevirdiler. "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" sözünü öne sürerek, topladıkları Müslümanların îmânlarını, i'tikâdlarını bozdular. Bu söz, dîne uygun tasavvuf ehli bir kimse olduğu zaman için geçerlidir. Yoksa her önüne gelen, ne olduğu belirsiz kimselere gidip tâbi olmak değildir. Böyle kimseler şeytandan daha kötü kimselerdir. Böyle bozuk bir tarîkata girmek, yağmurdan kaçalım derken, doluya tutulmaktan, Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmaktan daha kötüdür. Çünkü bulgursuz yaşanır da, îmânsız yaşanmaz. Bunların tuzaklarına düşen kimse, sahte, câhil doktora giden hastaya benzer. Sahte doktora giden hayatından olduğu gibi, sahte şeyhe giden de dîninden îmânından olur. Hakîkî tasavvuf âlimi olmadığı zaman, eskiden yaşamış, bilinen meşhur evliyâların, mürşid-i kâmillerin kitaplarını okuyarak, dînimizi, dînimizin güzel ahlâkını buralardan öğrenmeliyiz. Hele hele şu karışık zamanda, din hırsızlarının, ırz, namus düşmanlarının kol gezdiği bir zamanda, bilhassa kadınların sokak sokak şeyh aramaya çıkması çok yanlıştır. Bunların ve her Müslümanın yapacağı, mu'teber bir ilmihâl kitabından dînini öğrenmek, beyine karşı vazîfelerini ifâ etmek, çocuklarını İslâm terbiyesi ile yetiştirmek, ev işlerini yapmak olmalıdır. Başta İngilizler olmak üzere İslâm düşmanları, 18. asırda taktik değişikliği yaptılar. Kaba kuvveti bırakarak, âlimlere ve ilme yöneldiler. Âlimleri ve ilmi ortadan kaldırdıkları takdirde, câhil kalan Müslümanları istedikleri tarafa yöneltmenin çok kolay olacağını anlamışlardı. Zehirli tohumların meyveleri İki asır önce ektikleri tohumlar artık tam istedikleri şekilde meyve vermeye başlamıştı. Âlimler, fıkıh kitapları bir tarafa bırakılmış, herkes âlim olmuştu artık! Daha Kur'ân-ı kerîmi doğru dürüst yüzünden bile okuyamayan kimseler, kimin ne maksatla yaptığı bilinmiyen meâllerden din öğrenmeye kalktılar. Netîcede ortaya bu karanlık tablolar ortaya çıktı. Bundan kurtulmanın yolu da eskiye dönüp, dîni hakîkî Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmektir. Bileni, elinde Ehl-i sünnet ölçüsü olanı, kimse kandıramaz. İlmin olmadığı, âlimin bulunmadığı yerde, din de kalmaz. Nitekim, hadîs-i şerîfte, (İlim bulunan yerde Müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümanlık kalmaz) buyuruldu
.XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
TARİKATÇILIK İSLÂM’A UYGUN MUDUR?
Bu sorunun cevabını en iyi bu ortamı yaşamış, incelemiş bir alim verebilir. Ferid Aydın Hoca Efendi, nesiller boyu Nakşi şeyhliğini yapmış bir aileden gelmektedir. Kendisi 10 binden fazla müridi varken şeyhliği bırakarak, kendi ifadesiyle Tevhid yoluna girmiştir. Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe, Fransızca ve İngilizce'ye oldukça âşinadır. İslâmî ilimlerde de yetişmiş saygın bir ilim adamıdır. Bu soruya cevap verebilecek en uygun kişi, kendisidir. Çünkü hem şeyhlik yapmıştır, hem de şeyh ailesinden gelip bu kültürü ve âdetleri çok iyi bilmektedir, hem de araştırmacıdır. Hepsinden önemlisi de şeyhlik makamını terk etmiştir. Herkes şeyhlik, makam ve mevki için olmadık tavizler verirken; o neden şeyhliği terk etmiştir, acaba? Bu makam meşru olsaydı, terk eder miydi? Herkesin inancının kendisine olduğunu hatırlatarak; objektif olmak isteyenler için, eski tarikat şeyhi Ferid Hocanın açıklamalarının önem taşıması gerektiği kanaatindeyim.
Nesiller boyu Nakşibendi tarikatının şeyhliğini yapan bir aileden gelen Ferid Aydın, hem medrese ilimleri hem modern ilimler ve genel kültür yönünden kendisini yetiştirmiştir. Ailesi, kuşaklar boyu nakşi liderliğini yaptığı için, kendisi beşik şeyhidir. Yani çakma şeyh değil, köklü ve icâzetli şeyhtir. Hz. Hasan soyundan geldiği için Şerif'tir. Aslen Arap’tır. Arapça, Farsça yanında, Türkçe ve Batı dillerine de oldukça âşinadır. Hatta Türkçe'nin gramer ve edebiyatı konusunda kendisini çok iyi yetiştirmiştir. Dil'e hakimdir.
Ben de şahsen başta Arapça olmak bazı derslerine misafir olarak iştirak ettim. Arap dili ve edebiyatının yanında, Batı menşe'li diller ile Türkçe'ye hakimiyeti beni, oldukça şaşırttı ve sevindirdi. Kur'an ve Sünnet'i anlama konusundaVahyin literatürünü selefin usulüne uygun algılayışı ve açıklaması takdire şayandır. Arapça'yı hem medrese, hem modern, hem konuşma, hem bilimsel konularda çeviri yapabilme, hem Arapça telif yapma, hem de Kur'an Arapçasına hakimiyet yönüyle mükemmel seviyede bilmektedir.
Özellikle İslâm akidesini bilme noktasında alimdir. Tasavvuf ve tarikatın iç yüzünü bilme noktasında üstaddır. 1968'de şeyhlik makamına gelmiş ve 1975'de 10 binden fazla müridi varken; tarikatın temel ilkelerinin Tevhid inancına aykırı olduğu gerekçesiyle şeyhliği Allah rızası için bırakmıştır. Piyasada pek çok çakma şeyh, şeyh olabilmek için çırpınırken, -Ferid Aydın'ın ifadesiyle- sultanlardan daha iyi bir hayatı olmasına rağmen, sırf akidesi uğruna şeyhliği bırakmıştır.
Tarikatın gerçek yüzünü ondan daha iyi bilen insan bulmak sanırım yoktur. Zira hem muvahhidddir, hem alimdir, hem beşik şeyhidir,şeyhlik yapmıştır ve şeyh ailesinden gelmiştir; şeyh iken gittiği yolun Tevhid yolu olup olmadığını sorgulayacak kadar mücahid ve mübarektir. Tıpkı İbrahim Edhem'in padişahlığı bırakması gibi, o da şeyhliği bırakmıştır. Şeyhlerin etkisi padişahlardan tesirlidir. Zira müridleri onlara gönülden bağlıdır, padişahlara ise, kanun yada iktidar gücüyle bağlıdırlar.
Bu konuda söylenecek çok şey olmasına rağmen; bir mühim meseleye temas etmek isterim. Ferid Aydın Hoca Efendi, tarikatın temelinin Şamanizm’e, şirke, hurafe ve bid'atlere dayandığını tespit ettikten sonra; bu gerçekleri müridlerine tebliğ etmek istemiştir ama, tarikattaki diğer hocalar "üstadımız sekr (manevi sarhoşluk) halinde, bu manevi olarak makamının yükselmesinin sekr'idir" diyerek; üstad ne derse fayda vermiyormuş. Bu meseleyi bizzat kendisinden dinlemiştim.
Meşru olmayan bir makamda bulunarak, insanlara fayda sağlamanın mümkün olmadığını o genç yaşlarında (30 yaşlarında) anlamıştır, çok geçmeden de şeyhliği bırakmıştır.
Şeyhliği bıraktıktan sonra 10 binden fazla tarikatçı müridlerinden sadece 2 kişi kendisine sadık kalıp ayrılmamıştır. Kendisinin belirttiğine göre biri vefat etmiş, diğeri ise hayatta ve kendisine son derece gönülden bağlıymış. Demek ki mesele tarikatmış, şeyh değil! Biri gitse diğeri gelir! Ve 10 bine karşı 2 gerçek mürid!
Rabbim bu mübarek üstadımıza hayırlı, uzun ömürler versin. Hayat çizgisinde gerçekleştirdiği salih amelini kabul etsin. Onu ve bizi şirkten, küfürden, hurafelerden, bid'atlerden korusun; Kur'an ve Sünnete uyan mü'minlerden kılsın. Hristiyanlar ve Yahudiler gibi din adamlarını ve bilginlerini ilâh edinen, şeyhlere ve ruhanilere tapan müşriklerden etmesin! Gerçek şeyhlik iddia, istek, hırs ile değil, Allah korkusuyladır. İnşaallah Ferid Aydın, gerçek şeyh olduğunu ispatlamıştır.
Dünden bugüne nakşilik kültüründe şeyhlik makamını terk eden ilk kişi olan, inanç bozuk olduğunda makamların araç yada amaç olamayacağını ameliyle gösteren, tarikatların bid'at ve hurafelerini iptal mücahedesinde Ümmet-i Muhammed için bulunmaz bir örnek olmasının yanında, yaşayan bir kaynak olan Ferid Aydın Hoca Efendi; bir kişi için tarikat yada tasavvufa dair araştırma yolunda bulunmaz bir nimettir. Üstad/Şeyh'in değeri vefatından sonra herkesçe daha iyi anlaşılacaktır. Allah uzun ömür versin...
Tasavvuf Konusu Üzerine:
Tasavvufla ilgili temel eserler incelendiğinde, günümüzdeki bazı mutasavvıflarla da konuşulduğunda, Kur’an ve Sünneti ve Ashab’ın yolunu kendine yol edinen herkesin kafasına takılacak sayısız sorular bulunmaktadır. Bunlardan sadece bir kaçını yazmak istiyoruz.
Amacım asla kimseyi yargılamak değildir. Sadece birlikte sesli düşündüğümüzü farz edelim. Burada yazılanların ispatları ve kaynakları fazlasıyla mevcuttur. Bu görüşleri kabul edenler olabilir ama biz bunları kabul etmiyoruz. Çünkü Kur’an ve Sünnetten sayısız delillerle bu fikirler çöpü boylamıştır, asırlar önce… Elbette bu fikirleri kabul etmeyenler de vardır. Mesele inanç olunca herkesin aynı görüşte olması beklenemez; ama inanırken acaba araştırarak mı inanıyoruz yoksa her şeyi te’vil ederek mi? Elimizde te’vil baltası varsa, her şeye bir kılıf ve gerekçe buluruz kendimizce. Minareyi çalan kılıfını hazırlar, misali. Ama şartlanmış, peşin fikirli ve önyargılı olmadan objektifçe araştırma yapanlar, Kur’an’ın gerçeklerine ulaşabilirler.
Bir Kaç Soru:
Bir kimsenin Allah’ın azabından kurtulup, cennete girmesi için şeyhe bağlanmak şart mıdır?
Bu dinde hahamlar sınıfı var mıdır?
Mürşidlere ismet (günahsızlık hali) isnad edilebilir mi?
Belirli bir mertebeden sonra sorumluluklardan kurtulup, kulluktan azâde olmak ve dilediğince hareket etmek meşru mudur?
Şeyhler vahiy alır mı, gaybı bilir mi?
Şeyhler, müridlerini huzur-u İlâhi’de bulup, şefaat edebilecek mi?
Şeyhlerin huzurunda gıyabında, yaşarken öldükten sonra istiğâse, istiâne, imtimdâd etmek “Ya falan yetiş!” diye yardım istemek câiz midir?
Vahdet-i Vücud, Hulûl ve İttihâd, Râbıta, Tevbe almak, başkasının iradesi dahilinde, çizdiği sınır ve şartlara uygun kulluk yapmak, bazı kimseleri ibadette Allah ile araya “vesile”, “aracı”, “şefaatçi” olarak koymak doğru mudur?
Kur’an’daki bilgileri kabuk, keşf ve ma’rifet’e ulaşan şeyhlerin sözlerini gerçek öz ve hakikatın ta kendisi kabul etmek câiz midir?
Şeriat-Tarikat-Hakikat üçlemesine inanmak sahih midir?
Kur’an’ın zahir’i temsil ettiği, bir takım “veli” denen kişilerin sözlerinin ise bâtın olduğu ve gerçek ilmin, bâtın ilmi olduğu iddiasının delili var mıdır?
Kur’an’ın bir takım muhkem ayetlerine, zâhiri manalarına ters olarak bâtınî anlamlar verilebilir mi?
Kur’an’ı, zâhiri ve tasavvufî tefsir şeklinde iki farklı yöntemle anlamaya çalışmanın mantığı; Şeriat’ın zâhirini kabuk, tasavvufu ise öz ve hakikat kabul etme felsefesi değil midir?
İbn Arabi’nin iddia ettiği, Hatemu’l Evliya (İbn Arabi)’nin Hatemu’l Enbiya’dan üstün olduğu iddiasının şeriattan delili nedir?
İbn Arabi’nin, Hatemu’l Enbiya’nın sadece Müslüman olanlara şefaat edeceği, Hatemu’l Evliya’nın ise tüm insanlığa şefaat edebileceği görüşü hangi Nass’a dayanıyor?
Bir şeyhin kalpten geçenleri bilebileceğinin, aynı anda iki yerde olabileceğinin, öldükten sonra hayattaki halinden daha etkili –kınından çıkmış bir kılıç gibi- olacağının delili nedir?
Dinlerinin amacının aynı olduğunu, dolayısıyla din ayrımı yapmanın gereksiz olduğu; Firavun’un bile mü’min olduğuna inanmanın delili nedir?
Bu Sorulardan Sonra Tasavvufun Önde Gelen Zatlarının Sözlerini Aktarmak İstiyoruz:
Tasavvufun temel ilkelerinden birisi; mürid’in, şeyhine hiçbir konuda muhalefet etmeden ve eleştirmeden mutlak itaat etmesidir.
“Mürid, mürşidinin elinde ğassal (ölü yıkayan)ın elindeki ceset gibi olmalıdır.”
Bayezid Bistami:
"Öyle bir deniz geçtim ki, peygamberler onun kıyısında durdu."
"Cehennem dediğin nedir ki? Onu görsem hırkamın ucuyla söndürüveririm."
"Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim. Şân'ım ne kadar yücedir!"
Tasavvufçuların Hadis-i Şerif diye sürekli dillerine doladıkları, "mürşidi (şeyhi) olmayanın mürşidi şeytandır" sözü de Bayezid Bistami’ye aittir. Vahdet-i Vücud inancının neticesi olarak, “Cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur” şeklindeki korkunç sözü de maalesef, mutassavıfların üstadı Bayezid söylemiştir.
Muhyiddin İbn Arabi:
"Fusûsu'l Hikem" adlı eserinde Firavunun salih bir insan olduğunu ve kendisinin peygamberlerden üstün olduğunu yazar. Bu kitabı, Rasûlullah'ın emriyle yazdığını söyler.
İbn Arabi, pek çok alim tarafından tekfir edilmektedir.
Fusûsu'l Hikem ve Fütuhâtu'l Mekkiyye diye meşhur olmuş iki eseri vardır.
İbn Arabi, Fütuhât'ın beşeri değil, İlâhi bir kitap olduğunu savunur. Bu kitabı kendi istek ve iradesiyle değil, Allah'ın istek ve iradesiyle yazdığını belirtir. Bu ifadeleriyle açıkça kitaplarının vahiy ürünü olduğunu ifade eder.
İbn Arabi, dinin Nasslarının sembolik olduğunu, insanlara düzene sokmak için ifade edildiğini söyler. Ona göre cehennemdeki azap bile semboliktir. Gerçek olsa bile alışılıp, azabı sona erecek olan bir şeydir. "Cehennem ehli, her ne kadar ateşte kalırsa da onların yanmalarından maksat haklarındaki gazap ve elemi kaldırmak içindir ki, bu da Rıza'dır."
"Şayet (Allah, cehennemdekileri) cennete çıkarsa, onlar muhakkak ki (bundan) azab duyarlar ve cennete girmek onlara zarar verir. Tıpkı, gül kokularının domuzlan böceklerine zarar vermeleri gibi."
İbn Arabi bazen fakihlerin toplum için gerekli olduğunu söylerken bazen de: "Fakihler bu ümmetin Firavunlarıdır" demekten çekinmez.
İbn Arabi'nin inançlarının merkezini Vahdet-i Vücud ve dinlerin birliği düşüncesi oluşturur. Bu nedenle Vahdet-i Vücud'cu için, görülen, hissedilen alemden başka varlık yoktur. Buna ise "Tabiat" yada "Tanrı" demek fark etmez. Nasıl olsa iki ayrı isim de aynı şeyi ifade eder.
"Hak'tan başka varlıklar, yahut âlem adıyla anılan şey Hakka nisbetle bir şahsın gölgesi gibidir. Böyle olunca Mâsiva yani Allah'tan başka olan varlıklar Allah'ın gölgesidir. Bu (temsil) varlığın âleme nisbet edilmesinin aynıdır."
Vahdet-i Vücud inancını İbn Arabi şöyle ifade eder: “Varlıkta ancak Allah vardır.”
“Kendisinden başka bir şey yaratmamıştır. Eğer hakkın gayrı bir şey yaratmışsa; o, bâtıldır. Belki onları senin isimlerin ve sıfatların ile ortaya koymuştur. Senden gayrı olanları tenzih ederiz.”
Yûnus Emre:
"Cennet cennet dedikleri bir kaç köşkle bir kaç huri,
İsteyene ver sen anı, bana Seni gerek Seni."
Bu şiir, Şeyhu'l-İslâm Ebû's Suud Efendi'ye okunup şeriat açısından hükmü sorulduğunda, Şeyhu'l-İslâm bunu Küfr-i Sarih (açık küfür) olarak niteleyip, bunu inanarak söyleyip okuyanın katlinin vacib olduğu yolunda fetva vermekte tereddüt etmemiştir.
Ebû's Suud Efendi (1520-1574), 2. Selim ve Kanuni zamanlarında 27 yıl Şeyhu'l-İslâmlık yapmıştır. Yûnus Emre, Ebû's Suud'dan yaklaşık 200 yıl önce yaşamış bir tasavvuf şairidir. Ebû's Suud, verdiği bir fetvayla bu şairin şiirlerini yasaklamıştır.
Yûnus Emre’nin şeriatı aşağılayan başka bir şiiri:
“Dost yüzün görücek şirk yağmalandı,
Anınçin kapıda kaldı şeriat.
Hakikat bir denizdir, şeriattır kapısı,
Çoklar gemiden çıkıp denize dalmadılar.”
Hallac-ı Mansur:
Vahdet-i Vücud inancını savunup, "Ene'l Hakk" yani -Hâşâ- "Ben Allah'ım" dediği için döneminin en önde gelen alimlerinden oluşan bir heyet tarafından muhakeme edilip, uzun araştırmalar ve şahitlikler sonucunda idam edilen, sûfilerin "tasavvuf şehidi(!)" kabul ettikleri Hallac-ı Mansur bir şiirinde şöyle diyor:
"Senin ruhun benim ruhum şarabın saf su ile karışması gibi karışmıştır.
Sana herhangi bir şey dokunduğunda bana da dokunur.
Ey Allah'ım! Her durumda Sen, benimsin.
Ben, sevdiğim O'yum ve sevdiğim O, benim,
Biz bir vücutta sakin iki ruhuz.
Eğer Sen beni görürsen, O'nu görmüş olursun.
Ve eğer sen O'nu görürsen, ikimizi birlikte görmüş olursun.
O yücelikte "Ben", "Biz" veya "Sen" yoktur.
"Ben", "Biz, "Sen" ve "O" hep biziz."
Mutasavvıf Şebüsteri, Hallac-ı Mansur’un Ene’l Hakk demesini şöyle yorumlar:
“Ene’l Hakk, mutlak olarak sırları açığa vurmaktır,
Hakk’dan başka kim Ene’l Hakk diyebilir?
Âlemin bütün zerreleri, Mansur gibi Ene’l Hakk demektedir.
Sen ister onları sarhoş say, ister Mansur!
Kendini sen de hallaç yapar, varlık pamuğunu atarsan,
Hallac gibi bu sözü söylemeye başlarsın.
Hakk’dan başka varlık yok…
İster o hakk’dır de, ister ben Hakk’ım de.”
Celâleddin Rûmî:
Celâleddin Rûmî de, kitabı Mesnevi’nin kendisine vahiyle yazdırıldığını ve Mesnevi’nin aynen Kur’an’ın özelliklerini taşıdığını uzun uzun anlatır!
“... Şüphe yok ki, Mesnevi gönüllere şifadır, hüzünleri giderir, Kur’an’ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır, temiz kişiden başkasının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevi, âlemlerin Rabbinden inmedir; bâtıl ne önünden gelebilir ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir; Tanrı en iyi koruyandır, merhametlilerin en merhametlisidir. Mesnevi’nin bundan başka lakapları da var, o lakapları veren de Tanrı’dır. Fakat biz bu az lakapları anarak lafı kısa kestik. Az çoğa, bir yudum su göle, bir avuç tane bir harmana delâlet eder.”
Mesnevi hakkında söylenen özelliklerin, Kur’an ayetlerinde Allah’ın Kitabı için zikredilmiş vasıflar olduğuna dikkat edelim! Mesnevi’yi överken de, lafı kısa tutmuş; biz bu övgülerin baş tarafını bile yazmaktan sıkılıp, ihmal ettik. Oysa kendisi, bunların tamamını az buluyor ve azın çoğa delâlet etmesi gerektiğini söylüyor. “Âlemlerin Rabbinden inme”, “bâtılın önünden ve ardından gelemeyeceği”, “sadırlara şifa”, "şanları yüce, özleri hayırlı kâtiblerin elleriyle yazılmış", "temiz kişilerden başkasının dokunmasına müsaade edilmez", "Tanrı onu korur ve gözetir" olduğunu iddia ettiği kitabı için…
Mesnevi’deki müstehcen beyitlere ve hikayelere burada değinmeyi kendimize yakıştırmadığımız için onları geçiyoruz. O müstehcenliğin boyutlarında asla bir sınır olmadığını belirtmeden geçmeyelim! Mesnevi’de okuduğum bazı erotik hikayelerden dolayı, okuduğum için kendimden utandım. Mevlevilere meseleyi delilleriyle ispat edip sorduğumuzda da, Mevlana’nın “mana âleminin sultanı”, “kalplerin doktoru”, “aşk eri” olduğu gibi safsatalarla, onun söyledikleri her şeyin bir hikmeti olduğunu; onun hikayeleri ne kadar erotik de gözükse doktorun elindeki kadavrayla oynaması gibi, yaptıkları ona helaldir dediler. Bu nasıl anlayış, bu nasıl inanç! Çok şeyler söylenir ama, bâtıl fikirler, çok sözü hak etmiyorlar. Şunu söylemeden geçmeyelim, doktorlar da önlerindeki insan cesedine hürmet etmekle ve dilediği gibi mıncıklamamakla mükelleftirler!
İmam Gazali, İhyâ’sını, Tasavvufçuları Islah Etmek İçin Yazmıştır:
Tasavvuf'u çok yakından tanıyan ama asla Vahdet-i Vücud'cu, Hülul'cu, Rabıta'cı olmayan; İslâm'ın Tevhid akidesine aykırı bir inancı, söz yada ameli kabul etmeyen İmam Gazali, halk arasında Vahiy İslâm'ından, kültürel bir İslâm'a doğru yöneliş olduğunu fark etmiş ve Vahiy İslâm'ını tekrar diriltmek için "İhyâu Ulumi'd Din" isimli eserini yazmıştır.
Bu durumu da, kendi eserinde şöyle özetlemiştir:
"Halkın itikadının gevşeme ve imanlarının zayıflığı sebeplerini araştırdım. Karşıma 4 sebep çıktı: Biri Felsefe ile meşgul olanlardan, ikincisi Tasavvuf yoluna girenlerden, üçüncüsü "Talim" davasına bağlananlardan, dördüncüsü de halk arasında ilimle tanınmış kimselerin davranışlarından ileri gelmekteydi."
İmam Gazali’nin “Şeyhe Bağlanma” Konusundaki Görüşü:
“Şüphesiz bir muallime (mürşide) ihtiyaç vardır. Muallimin ma’sûm olması lazımdır. Ancak bizim muallimimiz ma’sûmdur; o da Hz. Muhammed’dir.”
Şeyhlerden İstiğâse (yardım isteme) Konusunda Şeyhulislâm İbn Teymiyye’nin Görüşü:
“Yaratığın, yaratıktan istiğâsesi, boğulmakta olanın, boğulandan yardım istemesi gibidir.”
Ömer Nesefi’nin Tasavvufçular Hakkındaki Uyarısı:
“Bil ki, tasavvuf yolunu tutanlar on iki fırkadır. Bunlardan sadece bir tanesi doğru yol üzeredir. Geriye kalanlar bid’at ve dalâlet içindedir.”
Bu söz, onun döneminde söylenmişse, günümüz için ne demek lazımdır?
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye’nin, Kıyamet Gününde, Şeyhin Müridlerini Kurtaracağını İddia Edenler Hakkındaki Fetvası:
“Kim herhangi bir şeyhin, müridlerini kıyamet günü azabtan kurtaracağını iddia ederse, kendi şeyhinin Abdullah oğlu Hz. Muhammed aleyhisselâm’dan üstün olduğunu iddia etmiş olur. Bunu diyen kimse tevbeye çağrılır, eğer bu sözünden vazgeçer ve tevbe ederse, ne âlâ! Yoksa (mürted olarak) öldürülür.”
İslâm şifreler, düğümler, esrarlar, tılsımlar dini değildir. Allah’ın dini apaçıktır. Allah, akıl sahibi herkesi mükellef sayar. Dini, herkes anlayamasaydı, mükellef olmanın şartlarından birisi de “bir şeyhe bağlanmak” olması gerekirdi. Bu din, sadece şeyhlere, hacı hocalara, din adamlarına, âbidlere, zâhidlere gelmemiştir. Bu din, herkesi muhatap almaktadır ve dileyen herkes onu anlar ve yaşar. Allah ile kendi arasına, müşriklerin yaptıkları gibi aracılar koyup Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmak eski câhiliyyenin en bariz şirk âdetlerindendir. İlim ehline sormak ve ondan bir şeyler öğrenmek ile bir kişiye köle gibi bağlanıp ibadet edercesine ona itaat etmeyi birbirinden ayırmak gerekir. Allah’a ait sıfatların bir kısmını yada çoğunu şeyhlere verip, Allah’a şirk koşmak yapılabilecek en tehlikeli amellerden birisidir.
Kısa Bir Değerlendirme:
Bazı kesimler, tasavvuf aleyhinde konuşanları İslâm alimlerine, evliyaya sataşmakla ve zikre karşı olmakla suçlamaktadırlar! Bu açık bir iftiradır! Müslüman Allah’ın evliyasına asla düşman olmaz. Ama şeytanın evliyasının dost edinilmemesi de imanının bir gereğidir. Ayrıca zikir de zaten Kur'an'ın ismidir; zikrin çeşitleri de vardır. Tarikatçılık deyince, bazılarının aklına, neden zikir gelir acaba? Allah'ı zikretmek için, mutlaka birilerine tevbe vermek mi lazım? Birilerinin eline, eteğine yapışmak mı lazım? Allah'ın rızasını kazanmak için onlardan himmet, medet, şefaat ve tavassut niyaz etmek mi lazım? Allah'ı bir kenara bırakıp onlarla rabıta yapıp, ruhaniyetlerinden yardım istemek ve feyiz depolamak mı lazım? Onların çizdiği sınırlar çerçevesinde kulluk etmek, onların belirlediği sayılarda zikir(!) ve dualar yapmak, ibadetler etmek mi lazım? Allah mı emretti size, tarikata girmeden beni zikredemezsiniz diye? Benim rızamı bazı şeyhlere intisabda arayın diye? Allah mı söyledi size, mahşer yerinde tüm peygamberlerim bile, nefsinin derdine düşerken, bu şeyhler müridlerine şefaat edecek diye? Allah mı söyledi size, direkt bana dua etmeyin, darda kaldığınızda bana siz ulaşamazsınız; şeyhlere dua edin ve onlardan yardım isteyin diye? Allah mı söyledi size, şeyhlik kisvesi ve hırkası giydirilen insanlar nerede olursa olsun sizi duyar ve halinizden haberi olur; dara düştüğünüz de onlardan medet dileyin diye? Allah mı söyledi size, şeyh denen kimseler ölünce dahi dünyada ve müridleri üzerinde tasarrufa devam ederler hatta ölen bir şeyh kınından çıkmış bir yalın kılıç gibi, sağlığındakinden daha etkilidir diye? Allah mı söyledi size, şeyhler kalpten geçenleri bilir, duvarın önüyle arkası onlar için birdir, onlar sizin gece yatağınızda kaç kez sağa ve sola döndüğünüzü bilir diye?
Tarikat yada tasavvuf kelimesi, Kur'an ve Sünnetin neresinde geçiyor ki, bu kavramları din ile eşdeğer görecek kadar sapıtıyorsunuz? Sadece vahiy istikametinde dini kabul etmek ve yaşamak size neden yetmiyor? Din, tarikatsız ve şeyhlere intisabsız eksik mi kalıyor?
Tasavvuf tıpkı bir labirent gibidir. Bir şeyi haklı olarak söylerken, yanlış olan diğer bin şeyi fark edemezsiniz. 1. yüzyıldan itibaren tasavvufun geçmişini ve bugününü okuyun. Tasavvuftaki mertebeleri inceleyin. İyi niyetli bir arkadaşımızın göremediği ve bilemediği neler varmış ilerisinde anlaşılacaktır. Bu ekolün pirleri, üstadları, en büyük şeyhleri ve kutubları Muhyiddin İbn-i Arabi, Bayezid-i Bistami, Hallac-ı Mansur, Sadrettin Konevi, Celâleddin Rumi, Yûnus Emre ve emsalleri değil midir?
İbn Arabinin Fusûs ve Futûhât isimli hurafâtla dolu kitaplarını okudunuz mu? Neler yazdığını söylesek, tarikatçılar bile "öyle şey olur mu" diye kabul etmiyorlar. Lafı uzatmayalım diye size bırakıyorum.
Bayezid-i Bistami, kendisi için ne diyor; okuyalım:
مَا فِى جُبَّتِى سِوَى اللهِ yani "cübbemin içinde Allah'tan başkası yoktur" yada "cübbemin içinde ancak Allah vardır" diyor. Bu cümlesiyle kendisini, Allah olarak kabul etmiyor mu? Bu, Tarikatta var olan Vahdet-i Vücud itikadının bir ifadesidir. Bu inanç, Yunan felsefesindeki Panteist düşünce biçiminin aşağı yukarı aynısıdır. Yani evrende bulunan her şeyin Allah'ın bir parçası, gölgesi, görüntüsü yada yansıması olduğu inancı. Bundan dolayı da Bayezid-i Bistami, "evrende olan her şey Allah ise, cübbemin içinde de Allah'tan başka kimse yok" diyebiliyor. Bu türden sapıkça inançların haddi hesabı yok. Ama tarihte geçmiş, sonraki asırlarda mutasavvıf diye tanınan herkes Vahdet-i Vücud’cu olmayabilir. İmam Gazali gibi. Gazali zikir, ibadet, zühd, takva, vera gibi şeylere azami hassasiyet gösterdiği için tarikatçılar, ona da mutasavvıf derler. Oysa o, zamanının müceddididir. Yazdığı "İhya-i Ulumi'd Din" isimli eserini de tasavvufçuların bid'at, hurafe ve dalâlet olan şeylerini İslâm'dan temizlemek için kaleme almıştır. Bunu bizzat kendisi el-Munkızu mine'd Dalâl (Türkçe çevirisi: Dalâletten Hidayete) isimli eserinde söylemektedir. Bu eserinde Felsefeciler, Batıniler, Kelamcılar ve Sofiler konusunu etraflıca açıklar ve hidayetten sapanların inançlarını reddeder.
Yine Bayezid-i Bistami bir sözünde şöyle diyor:
سُبْحَانِى مَا أعْظَمَ شَأنِى yani "kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim, benim şanım ne yücedir!" der. "Sübhân" ve "şanı yüce olmak" Allah'ın iki sıfatı değil midir? Bu arkadaş, kendisini Allah yerine koyarken, siz onun ilâhlık iddiasını yada şeyhlik iddiasını onaylamakla ne durumda oluyorsunuz acaba?
Bu açıklamalar, zaten ma'lum-u ariftir. Apaçık şekilde kitaplarda yazmaktadır. Baştan sona bu ekolü araştıran ve kimsenin fikren kuklası olmayan, kimseye aklını ve imanını kiraya vermeyen yada temlik etmeyen bir kul olarak; objektif olduğumuzu anlayabilirsiniz. Zira beyinlerini başkasına satan kişiler, bazen adil olamaz. Başkasının papağanlığını yapmaktan daha kötü bir hal yoktur insan için şu dünyada.
Şimdi soruyoruz; İnsanları, Allah ve Rasûlünün yoluna davet ederken, tarikatçıların İslâm'a aykırı olan inanç ve amellerini söyleyince ve ispat edince, bir mü'min nasıl ve ne cüretle eleştirilebilir? Yada böyle bir hakkı var mıdır sofilerin?
İslâm'dan bir gerçeği inkâr etmedikçe hiçbir kimse dalâlete düşmez ve sırat-ı müstakim'den çıkmaz!
Âcizâne, Kur'an ve Sünnet'in en küçük bir âdâbına dünyayı değişmem! Tarikatçıların yada başka grupların inandığı ve savunduğu her ne, İslâm'a uyuyorsa, biz de aynı gerçeği vahiy istikametinde kabul ederiz. Âdil olma ve hakka teslim olma konusunda kişisel önyargıları baskın çıkan kimse henüz iman etmemiştir. Meseleyi bu açıdan kişiselleştirmeyelim. Biz, Allah'ın rızası için konuşuyoruz; elbette yanlışa "yanlış" demekle de mükellefiz. Ama bir İslâmî bir hakikat açıklanınca, sırf sizin tarikatınıza yada grubunuza uymuyor diye, haddi aşar ve o gerçeği kabul etmezseniz; bu, sizin hakperest değil, nefisperest yada asabiyetçi olduğunu gösterir.
Ayrıca bazı kimselerin kafa yapıları gerçekten insanı şaşkınlığa sevk ediyor. İslâm'dan bahsederken, İslâm eşittir tarikat mantığıyla yaklaşıyorlar. İslâm'ı bütün olarak kabul eden ve İslâm'a aykırı bir inanç taşımayan bir kimseye, sırf tarikatı kabul etmediği için tebliğ yaptıklarını sanıyorlar. Ama neyi tebliğ yapıyorlar? İslâm'ı mı? Hayır! Tarikatı... Yahu, tebliğ Allah'ın irade ve buyruklarının, inanmayanlara en güzel bir biçimde ulaştırılmasıdır. “Ben Allah'ın ahkâmının mecmuuna iman ettim” diyen bir kimseye, daha neyin davetini yapar mutasavvıflar? Peki, bu durumda tarikatçıların, İslâm’a çağırdığı kimseyle aralarında, tartışma mevzusu olarak ne kalıyor geriye? Tarikat itikadını benimsememek… Sormak lazımdır; içerisinde şirk, hurafe, bid'at ve bâtılların olduğu bir aksiyonu neden kabul etmek zorundayız? Sizin amacınız İslâm ise, hareket noktanız vahiy ise, hedefiniz şeriat ise, önderiniz Hz. Muhammed ise; gelin her meseleyi konuşalım. Bu iddialarınızda sadık iseniz… Zaten bu durumda, tartışma mevzusu da kalmaması gerekir geriye!
Her düşünce akımı içinde doğrular da, samimi insanlar da hatta art niyetli, fırsatçı insanlar da bulunur. Bu nedenle hiçbir konuda peşin fikirli olmayın, yanılırsınız ve bilgisizce iftira edersiniz ve ahirette sonucuna katlanırsınız.
Bizden önceki toplumlar, din adamlarını dinin önüne geçirdikleri için helak oldular. Dinde, kendilerine emredilmediği halde ruhbanlık ihdas ettiler ve onun da hakkını vermediler, aşırı gittiler. Bunu, Kur'an bize haber veriyor.
Objektif (tarafsız/hakka taraflı) iki kişi konuşurlarken biri diğerine sorsa, İslâm adına ortaya çıkmış gruplaşmalar içinde, ruhbanlığı benimseyen ve teşvik eden grup sizce hangisidir, diye?
Tartışmasız "tasavvuf ve tarikat" cevabını alır.
Bu gerçeklere rağmen, ben doğrularınıza doğru diyorum, iyilerinize iyi diyorum, gerçek İslâm alimlerinin başımın üstünde yeri var. Ama yanlışa "yanlış" deme hakkımı ve görevimi bana Allah verdi. Sizin yanlışlarınızı görmemezlikten gelerek, ebedi hayatımı hüsrana çeviremem.
Ayrıca burada kendilerine cevap yazdığım arkadaşlar sanırım tarikatta şeyh değiller. Bu nedenle bu açıklamalar yine şeyhlerin fikir süzgecinden geçmedikçe bir anlam taşımaz, onlar için… Ama açıklamalarımıza katkıda bulunmak isteyen arkadaşımızın da dediği gibi, bize düşen anlatmak, anlatmak, anlatmak. Kendi düşen ağlamaz! Hakikatte ben kimse düşsün istemiyorum, sadece telmih ve kinaye yapıyorum. Soru soran arkadaş, bize tarikatı tebliğ ediyor, biz de ona, İslâm'ı… Elhamdülillah.
Ebu Hanife'ye sorarlar: Sana birisi "kâfir" dese ne dersin? "Yalancı" derim diyor. Görüşlerinizi kabul etmese fasık mıdır diyorlar. O da "hayır, fasık Allah'ın emirlerine zıt amel eden, büyük günah işleyendir" diye karşılık veriyor. Ayrıca "bizim görüşlerimiz, zanna dayanır, doğru olduğuna kanaat ettiğimiz sözü söyleriz biz. Daha sonraki zamanlarda, eğer sözümün Kur’an’a yada bir Hadis'e aykırı olduğu ortaya çıkarsa, benim görüşümü atın, Hadis'i alın, ona tutunun" demektedir.
Ebu Hanife ki, Allahu A'lem, ashab haricinde İslâm tarihindeki tüm fakihlerin üstadı, böyle derken, siz şeyhinizin görüşlerini İslâm'ın yerine nasıl koyarsınız? Yada sizin şeyhlerin görüşleri nasıl olur da Ebu Hanife'nin görüşlerinden daha üstün olabilir? Bazı arkadaşlar şeyh deyince; havada uçan, aynı anda iki yerde bulunan, kalpten geçenleri bilen, bilim kurgu filmlerindeki gibi paranormal davranışları olan, uçaktan yada ışıktan hızlı giden, uyurken kalbi uyanık ve dünyadan kopmayan, müridlerine yardım eden ama müridi olmayanlara cimri(!) kesilen bir insan tipi canlandırmasınlar gözlerinde. Çok sayıda şeyh tanırım; çoğuyla da konuştum, tartıştım. İnanın, onlar da sizin gibi adamlar. Hiç farkları yok. Belki de sizin kadar bile değiller. Çünkü üstünlüğün ölçüsü ilim, iman ve takvadır. Siz onlardan bu konularda üstün olabilirsiniz.
Lütfen, tarikatçı arkadaşlar mutedil olun, fikirlerde aşırı gitmeyin. Kur'an ve Sünneti delil kabul edin. Peygamberimizin Sünneti ile müctehid ulemanın ictihadları sizin için yol işaretleri olsun. Kendinizi, bütünüyle birilerine teslim etmeyin. İnsan bir kez imtihan olur, fırsat kaçınca çok pişman olursunuz. İmam Gazali bile Hadis ilminde kendisinin noksanları olduğunu anlayınca hayatının son iki senesini tamamen Hadis ilmine vermiştir. Pek çok alim, İmam Gazali'nin zamanında köklü bir tecdid işinde yeterli başarıyı sağlayamamasının nedeni olarak Hadis konusundaki zaafiyetini gösterir. Vefat ettiğinde yatağında, başucunda İmam Buhâri’nin Hadis Kitabı bulunmaktaydı. "İmam Gazali'nin son iki senesi olmasaydı helak olmuştu" diyenler bile çıkmıştır sonraki asırlarda.
Rica ediyorum sizden, Peygamberimizin sözlerini, şeyhlerinizin sözlerinden üstün tutun ve okuyun, araştırın… İnanın, siz hidayetten mahrum olarak Allah'ın huzuruna giderseniz onlar asla size fayda sağlayamazlar. Kendilerine faydaları olur mu o da koca bir meçhuldür! Peygamberimiz bile kızı Fatıma'ya "sakın babanın peygamber olmasına güvenme! Sen amel etmezsen seni ben bile kurtaramam" buyurmuştur. Hz. Nuh oğlunu, Hz. Lut karısını, Hz. İbrahim babasını, Allah'ın azabından kurtarabildi mi? Peygamberimiz, amcalarını kurtarabildi mi? Sizin şeyhler nasıl size böyle bir söz verebilirler? Huzur-u mahşerde tek tek müridlerini arayıp bulacaklarmış da onlara şefaatçi olacaklarmış! Kendilerine bu konuda Allah'tan bir vahiy mi geldi? Yada Allah onlara Kur'an dışında bir va’dde mi bulundu? Allah'ın huzurunda Allah'ın diledikleri, Allah'ın izin verdikleri kimseler için şefaat edebilecektir. Bu şefaat etme işi, hem şefaat edeni hem de şefaat edileni ödüllendirmek şeklindedir. Yoksa iman etmeyen, inancı bozuk kimselere Hz. Muhammed aleyhisselam bile şefaat edemez!
Dipnotlar:
Tasavvufî Hayat, Necmüddin Kübra, Çev: Mustafa Kara, Dergâh Yay, İst-1980, Sh: 54; Tasavvufun Mahiyeti, İbn Haldun, Çev: Süleyman Uludağ, Dergâh Yay, İst-1984, Sh: 134
Tasavvufun Mahiyeti, İbn Haldun, Çev: Süleyman Uludağ, Dergâh Yay, İst-1984, Shf: 59, 121, 153; İslâm Felsefesi Tarihi, Macit Fahri, Çev: Kasım Turhan, İklim Yay, İst-1987, Shf: 193;
100 Soruda Tasavvuf, Abdülbâki Gölpınarlı, Gerçek Yay. 2. Baskı, İstanbul, Shf: 84;
Sülemi ve Tasavvufî Tefsiri, Süleyman Ateş, Sönmez Neşr, İst-1969, Shf: 12
|