ANADOLU'DA YURT TUTAN BEYLİKLER
Karamanogulları Beyliği
Karaman Beylerinin Çizelgesi
Eşrefoğülları Beyliği
Eşrefoğülları Beyliği Çizelgesi
Hamıdogolları Beyliği
Hamidoğcılları Antalya Şubesi Çizelgesi
Menteşeoğülları Beyliği
Menteşeoğulları Çizelgesi
Germiyanoğülları Beyliği
Germiyanoğülları Çizelgesi
Sahıb Ata Oğulları
Sâhib Ataoğülları Çizelgesi
Ladik Yahüd Denizli Beyliği
Denizli (Ladik)Beyleri Çizelgesi
Aydınoğülları Beyliği
Aydınoğülları Çizelgesi
Saruhan Oğulları Beyliği
Sarühanoğülları Çizelgesi
Karası Beyliği
Karesioğülları Çizelgesi
Candaroğülları Beyliği
Candaroğülları Bölünüyor
Candaroğulları Çizelgesi
Balkan Devletleri
Ertügrül Gazı
Anadolu topraklan üzerinde, çeşitli kavimler gelip geçmiş olmakla beraber, insanlık ailesini meydana getiren beşeriyet, Mevlâmızın çizdiği kaderi yaşarken nice badireler ve güzelliklerle imrarı hayat eylerken, bir imtihan dünyasından geçtiğini düşünenlerle beraber, bu hayatı yaşa ve öl diye kabullenen insanların da olduğunu göz önüne almak gerekir. Anadolu üzerinde hükümran olan Selçuklu devletinin, kendi ırkından olan hanedanlara ve obalara, topraklan üzerinde yerleşim imkânı sağlaması, İstanbuldan yönetilen Bizans'a bağlı tekfur denen belde yöneticilerinin karşısına, kendi adına çıkmağa hazır bir kuvvet gözüyle bakmasıyla da alakalıdır.
Anadolu Selçukluları, irkdaşı ve dindaşı bu beyliklerle yıllarca birlikte yaşadılar. Gönül gözüyle fetihlerin kalb kazanarak yapılmasının en başarılı dönemi bu devir olsa gerektir. Müminlerin içinde Horasan Erenleri, tasavvuf yolunun şa-kirdleri, dervişane hayatlarıyla insaniyeti öne çıkaran yardımcı olmak, maddeye pek önem vermemek vede bilhassa âdil olması hasebiyle nice gönüller kazanmaya muvaffak oldular.
Bütün bunların 1243'de vukubulan Kösedağ savaşı sonunda, Selçuklu devletinin azametine vurulan darbe, Moğol te'sirinin içten içe bu devleti inkıraza doğru sürüklemeye başladığı görülmüştü. Selçuklu devletinde başa geçecek emiri artık Moğollar tâyin etmeğe başlamışlardı. Selçuklu devleti yönetimi, Kösedağı savaş öncelerinde Moğol tehlikesine karşı bir çok beylik ve aşireti Doğu cihetinden kaldırıp, batı hududlanna diğer bir deyimiede Bizans'a yakın topraklara yerleştirme politikası tatbik etmişti. Yukarıda ifade ettiği-mız gibi, Kösedağ savaşı sonrasında, Batı Anadolu tarafında-kı Selçukluya bağlı beylikler, Konya'nın buyruklarına artık fazla önem vermiyorlar, Bizans tekfurlanyla kapışıyorlar, imzalanmış antlaşmaların ihlâli vuku buluyordu bütün bunlarda eninde sonunda beylikler ile otoritesini kaybeden Selçuklu hükümdarlanyla ihtilafa düşmeye dahi sebeb olduğu görülüyordu.
Bütün bu Beyliklerden biri olan, Osmanlı Beyliği ki bir aşiretten bir cihan devleti çıkaran Kay] boyunu anlatmaya çalışacağımız bu eserde, Anadolu'daki beyliklerden bahsetmeden geçmeyi akıldan bile geçirmemek lâzım geldiği anlayışı içinde, herbir beyliğin mazideki mensubu olan ailelerin nesilleri olarak milletimiz yaşadıkça, yaşayacak olan insanlarımızı hiç bir ayırıma tâbi tutmadan ve o dönemin şartlan içinde anmak ve milli beraberliğimizin, en üst değeri oian islâm anlayışı içinde insanımıza ve gelecek nesillerimize tanıtmak bir vazifei islâmiye ve milliyedir.
Şüphe yok ki; bütün bu beylikler, tâbisi olduğu Selçukiu devletinin düştüğü izmihlale sevinmemiştir. Çünkü karşıda orta asyadan kopup da gelen bir felâket rüzgârını andıran Moğollar, daha önce Arab âlemine Cengiz kumandasında estirdiği kan dökücü akınlarıyla, bir medeniyeti yıkarlarken, insan gaddarlığının kolay bulunmaz örneklerini göstermeyi ihmal etmemişlerdi ve bunlar, yâni Selçukiyi kabzasına almış bulunan felâket kasırgası Moğollar ile hiç birinin, tek başına veya birleşerek karşı koyacak güçleri yoktu.
Buna rağmen; bütün beylikler, kendilerini Selçukiyenin yerine vâris görme hülyaları içindeydi. Bütün bunların İçinde en fazla bu hülyayı kuran ve ümitvar olan, Selçuki'nin en ya-kınında olan Karaman Beyliğinden başlayarak, Anadolu Beyliklerini özetleme yoluyla da olsa okurlarımızı bilgilendirelim.
Müdekkik tarihçi, eski mebuslardan Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Üzunçarşılı'nm TTK (Türk Târih Kurumu) neşriyatından olan Osmanlı Târihinin, birinci cildinin 43. sahifesinde, en son araştırmalar ışığı altındaki beyanlarına bir atfu nazar edelim.
"Son tetkiklere göre Karaman aşiretinin, Oğuzların Salur veya Afşar boylarından, birisine mensup olmaları hakkında İki rivayet vardır. İlki; Alaaddin Keykubat Türkmen aşiretlerini Rum ve Kilikya hududlanna yerleştirdiği sırada, 1228 senesinde de Kilikya Ermenilerinden aldığı Ermenek (Ka-merüddin ili) taraflarına da Karaman aşiretini yerleştirmişti. Bu târihde; Karaman aşireti Bey'i Sadeddin oğlu Nûre Sofi adında Babalîlerden birisi idi. Bu aşiret, 13. asrın sonlarına doğru yâni Anadolu Selçuk Devletinin çöküntüye başladığı sıralarda, mühim rol oynamış, gerek Ermeni kralları ve Mo ğollarla gerekse Moğollarla beraber hareket eden Selçuklu kuvvetleriyle kanlı çarpışmalarda bulunmuşlardır. Nûre Sofi denilen Karaman Beyinden sonra oğlu Kerimüddin Karaman aşiret Bey'i olup 4. Kılıçarslan tarafından kendisine Er-menak tarafları dirlik yâni timar olarak verilmiş ve kardeşi Bonsuz'da Selçuk hükümdarının sarayında, candar yâni, muhafız olarak vazifelendirilmiştir.
(654/1256) Kerimüddin Karaman; Selçukiler arasındaki ihtilaflardan istifade ederek nüfuzunu arttırmış, hatta Konya üzerine yürümüşsede başarılı olamamış mağlup olmuş ve kardeşlen Zeynehhac ile Bonsuz yakalanarak idam edilmişlerdir. Kerimüddin'in 660/1262'de vukubulan vefatı üzerine Rükneddin Kılıçarslan, bunun oğullarını Gevele Kalesine hapsetmişse de, Vezir Muînüddin Süleyman Pervâ-e nın müdehalasıyla serbest bırakmış ve bunlar yine babalan Kiramüddin'in, Ermenak tımarına sahip olmuşlar ve büyükleri Şemseddin Mehmed Bey Karaman Bey'i olmuştur.
"Bu Mehmed Bey, Moğollarla ik defa çarpışmış ve onları mağlup etmiştir. Konya'ya girmiş ve Selçuklu sülalesinden olduğunu iddia etdiği Giyaseddin Siyavuş isimli birini (selçuk nâmelerdeki bahsi Cimri diye geçen) bu şahsı hükümdar ilân etmiş ve adına para bastırmış, kendiside Gıyasettin'e vezirlik yapmıştır. Burada hemen belirtelimki, Moğol saldırılan devam etmekte ve bunların birinde Şemseddin Mehmed Bey, çarpışma esnasında maktul düşmüştür. 676/1278 Mehmed Bey'den sonra Karaman bey'i olan Güneri Bey, 1300 senesinde vukubulan vefatına kadar Selçuklu hanedanı arasındaki taht kavgasında çeşitli roller üstlenmiştir.
Moğolların idaresi altındaki Selçuklular ile mücadele ederken Ermeniler ilede mücadeleden geriye durmamıştır. Güneri Bey'in ölümünden sonra, kardeşi Mahmud Bey, riyasete geçmiştir. Bu zât da 1307'de vefat ettiğinde hanedanda işler karışmış Mahmud'un iki oğlu birbirlerine girmişlerdir. Burha-neddin Musa ve Bedreddin ibrahim Bey kardeşler arasındaki ihtilaf komşu devletlerin işlerine karışmasına yol açmıştır ve bilhassa Kölemenler, bu hususda söz sahibi olmuşlardır. 762/1361'de Karaman Beyi olan, Alaüddin Ali Bey, Osmanlılarla münasebeti başlatan kimsedir. Yaşadığı dönemi göz önüne alıp tetkik ettiğimizde, mücadeleci, hırslı ve kurnaz bir Bey olduğunu teslim ederiz.
Alaüddin Ali Bey, Murad-ı Hüdavendigârın kızı Nefise Sultanla izdivaç yapmıştır ve 772/1370de vukubulan bu izdivacın siyasi bir evlilik maksadı taşıdığı bellidir. Merhum üzun-çarşılı; değeri çalışmasında, Lârende/Karaman kasabasında . (şimdi vilâyet) bulunan, Hatuniye Medresesi vakıf senedinde, 1. Murad'ın kızının adı Melek Hatun diye geçtiği için Nefise adının doğru olmadığını ileri sürerken de m. 1370 yılının
başlangıcını göz önüne almıyor, bu izdivaçdan doğan çocuk olan Mehmed Bey'in doğumunun nazarı itibara alındığı takdirde daha önce evlenmiş olmaları lâzım demekte. Milâdi 1370'i hicri 771'in recep ayında başladığı ve izdivacın da sene başına yakın aylarda yapıldığı göz önüne alınsa, bu ileri sürüşün hiç bir pratiği olmadığı görülür. Ayrıca isim meselesine nelince, bizde umumiyyetle birden fazla isim koyma adeti elan devam etmektedir. Koskoca padişah kızının, bir tek isimle yâd olunması hiçde akla yakın düşmüyor.
Alaüddin Ali, Osmanlı devletiyle kurduğu bu akrabalık sayesinde kendini ve beyliğini garantiye alma köprüsü kurmak istemişti. Fakat; Osmanlı devletinin dâvası kuru bir cihangirlik dâvası olmadığından, bu düşüncelerini pek işine gelir netice olarak tatbike muvaffak olamadı. Fakat hanımı sayesinde bir kaç defa padişahça hayatı bağışlandı. Karamanoğlu ile Osmanlı arasında ilk savaş 788/1286'da vukubuldu. 1: Murad'ın; Hamidoğlu Hüseyin Beyden satın almış olduğu Akşehir, Yalvaç, Karaağaç, Beyşehri, Seydişehri gibi yerlerin Karaman hududuna yakın olması, Karamanoğlunu korkutmuş vede 1. Murad'ın Rumeli yakasında olduğu bir zaman diliminde, bir Osmanlı beldesi olan Beyşehrine hücum etmiş ve zaptetmiştir. Rumeli kıtasındaki işini yarıda bırakan padişah çabucak gelmiş ve Karamanoğlunu haşat etmiştir. Kellesi ve toprakları, Murad'ın kızı Nefise Melek Sultan hanımın ricası üzerine bağışlanmıştır.
Böylece; Karamanoğlu bu izdivacının böyle bir faydasını görmüştür. Ne varki Kosova savaşı sonrasındaki belli belirsiz kalkışmasında kaim biraderi Yıldırım Bayezid tarafından Ak-çaçay Savaşı neticesinde sığındığı Konya şehrinde Alaüd-din'i enişte demeyip katlettiği görüldü. Tabii Yıldırım'ın bu arada Saruhan, Aydmoğlu ve Menteşe Beyliklerini de topraklarına ilhak ettiğini ifade etmiş olalım. Böylece Bayezid, Karaman Beyliğine 800/1398 târihinde son vermiş oldu ve kiz-kardeşi ile yeğenlerini yanına alıp, Bursa'ya götürdü. Nevar-ki; Yıldırım Bayezid Ankara savaşında Timurlenk'e feci bir mağlubiyete duçar olduğunda Timur, Karaman Beyliğinin yeniden kuruluşunu yapmak üzere, Yeğenleri yanına davet edip, büyük olan Mehmed Bey'e beyliğini iade ettiğinden, Bursa'dan yine Karaman'a avdet ettiler. Anneleri banımsul-tan kendilerini bırakmadı. Yeniden hayat bulan Karamanlıların macerası, Osmanlı devleti meyamnda yeri geldikçe kaydedilecektir.
Nûre Sofi Kerimüddin Karaman Güneri Bey Mahmud Bey Şemseddin Mehmed Bey -Burhanüddin Musa Bey Halil Bey Bedreddin İbrahim B.- Seyfeddİn Süleyman Bey ı Alâüddin Ali Bey - Fahreddin Ahmed Bey - Şemseddin Bey - Hüsa-meddin Mahmud 2. Mehmed Bey Bengi Ali Bey - İsa Bey İbrahim Bey Ali Bey- Pir Ahmed Bey Diğer oğullan İshak Bey Kasım Bey
Merkezi Beyşehri olan bu gün Beyşehir diye anılan Eşrefo-ğullan beyliğini kuran Selçuk emirlerinden, Eşref oğlu Süleyman Bey'dİr. 13. yüzyılın yâni 1275'Ierden sonra hayli güç yitiren Selçuklu devleti kendi bünyesindeki Beyliklerle mücadele etme durumunda kalmıştı. Daha ziyade bu mücadeleye işgalci Moğollar sebeb oluyordu dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Süleyman Bey, kurduğu beyliğin toprak mesahasını ve nüfusunu çoğaltmak için büyük bir faaliyet halindeydi. Bu faaliyet sonunda; Beyşehir'in dışında Seydişehir, Ilgın, Akşehir, Bolvadin civarına sahip olmuştu. Komşu beyliklerse doğu cihetinde Karamanlılar, batı yönündeyse Hamidoğullan bulunmaktaydı. Süleyman Bey'in vefat târihi kesin olmamakla beraber cami kitabesinden anladığımız kadarıyla 701/1301 sonrasında gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Bu beyliğin basılmış parasına rastlanmamış, zâtende beyliğin ömrü fazla uzun sürmemiştir. Süleyman Bey'in vefatı üzerine Mübarizüddin Mehmed Bey riyaseti yüklenmiştir. Akşehir ve Bolvadin, bu zâtın zamanında Eşrefoğulları Beyliğinin eline geçmiştir. İlhanlı Anadolu genel valisi Emir Çoban, itaatlerinizi tazeleyin buyruğunu verdiğinde diğer beylikler gibi Eşrefoğulları da, tazimlerini sunmuşlardır. Yine İlhanlı valilerinden Demirtaş; beylikleri ortadan kaldırmak için giriştiği harekâtda 2. Süleyman Bey'i katletmiş, Beyşehrini işgal etmiş, kendilerine merbut bit vali atamıştır. Takvim yapraklan bu sırada 726/zilhicce-1326/ekim ayını göstermekteydi.
Eşref-ı Seyfeddİn Süleyman Bey Mübarizüddin Mehmed Bey Eşref Bey ı 2. Süleyman Bey
13. yüzyılın başı sayılan 1201 sonrasında Borlu, İsparta, Eğridir, Yalvaç civarına Selçuklular tarafından yerleştirilmiş
bulunan Hamid Bey riyasetindeki Türkmen aşiretinin, kurmuş olduğu beyliğin adıdır, Hamidoğullan Bey'liği.. Zamanla bu Beyliği Antalya'yı kendi mesahasına katmış görüyoruz.
Hamidoğullan Beyliğinin önemli beldelerinden olan İsparta, 600/1203'de 3. Kılıçarslan zamanında alınmış peşinden Alâiyeyi ve Antalya'y1 Selçuklular eline geçirmişlerdi. İlhanlı devletinin, Anadolu Selçukilerini tesiri altına alması esnasında ortalık, aşiretlerin beylik hâline gelme furyasına gark oldu.
Hamidoğullan aşireti, Hamid Bey'in torunu Feieküddin Dündar Bey'in faaliyetiyle beylik hâline gelmiş ve dedesinin adını, beyliğe ad olarak terennüm etmişlerdir. Beyliğin merkezi eski adı Prostana olan Eğridir yerleşim bölgesi olmuştur. Yapılan imâr hareketleri esnasında buraya Felekabâd tesmiye olunmuştur.
1301 târihinde Antalya'yı Hamidoğlu hududuna dâhil eden Dündar Bey, buranın idaresini kardeşi Yunus Bey'e ihale etmiştir. Hamidoğlu Beyliği de diğer Anadolu Beylikleri gibi hâkimiyetini tanımış olduğu, İlhanlı hazinesine dörtbin altunu her sene tıkır tıkır ödemekteydi. Anadolu'ya gelen Emir Ço-ban'a itaatte kusur etmeyenlerin arasında Dündar Bey'de vardı, bilindiği gibi Emir Çoban İlhaniler'in beylerbeyi idi.
Batı Moğolları adıyla da anılan İlhani'lerin başında Olcayto Mehmed Hüdabende bulunuyordu. Dündar Bey, kendi başkentinde Hüdabende adı yazılmış para bastırmış böylece hem bağlılığını göstermeye çalışırken, kendine bir ayrıcalık yakalamıştı. Me varki bu ayrıcalık fazla sürmemiş Hüdabende ölünce yerine oğul Ebu Said Bahadır geçmişse de, Anadolu Beylikieri, İlhanilerle rabıtalarını gevşetmeye başlayınca İlhani Anadolu valisi Demirtaş harekete geçmiş tuttuğunu öldürdüğünden, bunun eline Antalya'da geçen Dündar Bey 1324'de ecel şerbetini içmiştir.
Meşhur seyyah İbni Batuta Osmanlıya varmak üzere çıktığı seyahatinde 1333'de uğradığı Antalya'da Hızır bin Yunus'un, Gölhisar'da,Dündar Bey'in oğlu Mehmed ve Eğri-dir'de de, yine Dündar Bey'in diğer bir oğlu Necmeddin İs-hak Bey'in de, hükümran olduklarını kaydetmiştir. Hamidoğlu beylerinden, Kemalüddin Hüseyin Bey'in oğlu Mustafa Bey, Kosova savaşında babasının yolladığı okçu kuvvetlerinin ön safında ve başında bulunmuştur.
Neşri târihinin c. 1/sh. 294'de <Rivayet olunur ki cenge iki leşker mukabil olup saflar bezenip alaylar düzüldü; ondan Sultan Murad buyurdu ki bin oksağ kola durduki reisleri Hamidoğlu'nun Malkoç/u idi vede bin okçu dahi sol kola durduki reisleri Hamidoğlu'nun oğlu Mustafa Çelebi idi.> der. Görüldüğü gibi Kosova zaferini temin eden ittihat yâni birlik ve beraberlik, günümüz islâm âleminin her yönüyle tetkik ve idrâk etmesi gereken bir fenomendir.
Hamid Bey - İlyas Bey - Yunus Bey - Hızır Bey Abdürra-him Bey Mahmud Bey Sineeddin Çalış Bey - Mübarizüddin Bey - Osman Bey
Müdekkik tarihçi İsmail Hakkı üzunçarşılı, kıymetli eserinin 54. sahifesinde Menteşeoğulları beyliği hakkında şunları söylemekte: "13. yüzyılın sonlarına doğru, mevcudiyetini gördüğümüz Menteşeoğlu Beyliğinin, uçtaki Türklerin batı'ya doğru yayılmalarıylamı yoksa güneyden Akdeniz yoluyiamı eski Karya (Muğla) kıtasına yerleştikleri, henüz sarih olarak bilinmemekte, bazı kayıtların ikinci şıkkı gösterdiği görülmektedir. 13. asnn ortaların da, eski Karya'ya Menteşe İli dendiği malumdur. " Cami-üd Düvel'de Menteşe beyliğine aid Beçin, Milas, Muğla, Palatya, Bozöyük, Çine, Davaz, Meğri ve Köyceğiz beldeleri bağlıydı buna önce Hamidoğul-larına bağlı olan Fenike (Feke) sahilleri ve şehri de Menteşe-oğullarının olmuş, bunlar kurmuş oldukları donanma iie korsanlığa başlamışlardır. Menteşe Beyliğini kuran zâta, Sahil Bey'i denmesi, bunların deniz ile alakalı olduğuna ve bu Türkmenlerinde deniz yoluyla iç taraflara geçtiğine delalet eder. Menteşe oğullarını, aşağıda vereceğimiz çizelgede göreceğiniz gibi Kuru Bey'den başlatmak kabildir.
Bunu anlamamıza medar olanda Milas Câmiinin kitâbesin-deki 780/1378 târihine baktığımızda Menteşe Beyinin babasının adının Eblistan olduğunu görürüz. Eblistan'ın babası ise Kurı Bey'dir. Menteşe Bey'in vefat târihi belli olmayıp, 682/1282'den sonra olduğu vak'aları tetkik edince ortaya çıkmaktadır. Yerine 2 oğlundan Mesud adlı olanı geçmiş ve bu sırada, Bizanslıların Karya (Muğla)'yı ele geçirme saldırıları püskürtülmüştür. En iyi müdafaa hücumdur diyecek ol-malıdırki Mesud Bey, Rodosadasına taarruza geçmiş Rumların elinden adanın 15/ağustos/1310'da merkezini almaya, tamamını ise 4 sene süren bir savaşın neticesinde fethe muvaffak olmuştur.
Bu başarı islâm âleminde büyük bir sevince sebeb olmuş, devrin Mevlevi Dergâhı Postnişini, Hz. Mevlânanın torunu CJÎu Arif Çelebi, Menteşe İline gelerek görüşmelerde bulunmuştur. İbni Batuta; seyahatnamesinde 1333'de merkez olan Be-çin'de Orhan Bey adlı Menteşeoğulları Bey'i ile görüştüğünü beyan ediyor. Daha sonra Beyliğin başına geçmiş bulunan İbrahim Bey, Aydınoğullannın elinde olan İzmir'in Latinlerin eline geçme tehlikesi münasebetiyle, istirdad için yardıma hazırlanırken, İzmir'in düştü haberi erişmiş, gitmesine lüzumu kalmamıştır.
Bu İbrahim Bey'in vefatı üzerine Beylik üçe taksim olunmuş, böylece zafiyet peşinen kabul edilmişti. Musa, Mehmed ve Ahmed adlı oğullar ayrı ayrı beylik ederlerken, İskenderi-yenin Frenkler tarafından işgaline, 766/1365 senesinde yar dım çağrısında bulunan Memluk Sultanı, bu çağrısına Musa veya Ahmed beyden haber alabilmiştir hazırım! Diye. 1390'da Yıldırım Bayezid; Menteşe Beyliğini işgali altına almış ve Ankara savaşı sonuna kadar, Osmanlı idaresinde kalmıştı Timurlenk, malum savaş sonrasında her beyliğe yaptığı gibi vârisleri buldurmuş ve beyliklerini iade ettirmiştir. Menteşelilerde bu muamelenin dışında kalmamıştır. Görüldüğü gibi Beylikler kendi aralarında pek geçinemezken, din düşmanlarına karşı ittihat etmekteki davranışları zamanımızın islâm devletlerinin, hayli dersler çıkarması gereken husu-sattandır. Menteşe Beyliği Çizelgesi aşağıya çıkarılmıştır.
Kuru Bey - Ebiistan - Menteşe Bey - Mesud Bey - Şücaüd-din Orhan Bey - İbrahim Bey - Musa Bey Mehmed Bey Ta-ceddin Gazi Ahmed Bey -Mahmud Bey Şücaüddin İlyas Bey - Leys Bey Ahmed Bey İlyas Bey
Germiyan kelimesi, eskiden Türk kavminden olan boylardan birine verilen isimken, daha sonra bir aileye isim olmuş bu aile kurduğu beyliğe bu adı vermiştir. Kesin bilgiler olmamakla beraber Anadolu'da ilk defa Malatya civarında görülen, Germiyan Türkmenlerinin, Harezm hükümdarı Celâied-din Mengüberti İle gelen daha sonrada Selçukîlerin hizmetine girenler olduğu tahmini ağır basmaktadır. Selçuknâme'den alman bilgiye göre; 13. asır ortalarına yâni, 1250'lerde 2. Gı-yaseddin Keyhüsrev döneminde çıkan, Baba İshak isyanında Muzaferüddin Alişirin bunlara karşı çıkarak mağlubiyeti tattığıdır.
Selçukiye komutanlarından Kerimüddin Alişirin yukarıda adı geçen Muzafferüddin'in oğludur. Germiyan oğuila-rıl276'dan önce Kütahya ve havalisinde görülmektedir. 676/1277'deki Cimri hâdisesinde, Germiyanoğulları isyancı Cimri'yi tutmuş ve 3. Gıyasettin Keyhüsrev'e teslim etmişlerdir. 1283'de Giyasettin Mesud, Germiyanlılan katledilen Key-hüsrevin taraftan zannettiğinden bunları rahat bırakmamıştır.
Ladik, şimdi ki Denizli bölgesi, Selçukiler ve Germiyanlıiar arasında bir mücadele alanı olmuştur. CJmulurki; Kerimüddin Alişir, 699/1299'da 3. Alaüddin Keykubat zamanında Ankara'da Selçuk Emiri olarak gördüğümüz Yakup bin Alişir'in babasıdır. Bu emirin mıntıkasının Yakup İli denildiği gibi Kırşehir'de bu hududlar dahilindedir. Germiyan Beyliği kurucusu bu Yakup Bey olmalı ve İlhanlılar hâkimiyetini diğer Anadolu Beyliklerinin tanıdığı gibi kabullenerek senelik vergisini de muntazaman ödemiştir.
Yakup bin Alişir; Karamanoğul'larınin peşinden Anadolu'daki en kuvvetli beylikdi. Talimli ve mükemmel askeri olduğundan yanıbaşındaki beylikler kendisinden çekinirlerdi. "Câmi-i Düvel" adlı eser, başşehirleri olan Kütahya'dan başka Tavşanlı, Gediz, Eğrigöz (Emed), Simav, Eşme, Kula, Sirke ve Selendi, Güre, Banaz ile İşıklı, Baklan, Honaz, Dazkırı, Geyikler, Şeyhler, Denizli, Gököyük, Çarşanba ve diğer beldeler germiyan Beyliğine tâbi idi. Yakup bin Alişir; şimdiki Denizli ilinin Buldan ilçesinin doğu cihetinde ve şimdi yenice köyü yakınında bir harabe olarak mevcud olan o dönemki adı Tripolis olan bölgeyi ele geçirmiş, Filadelfiya (simdik Alaşehir)'i muhasara etmiştir. Bizans İmparatoru, Katalanh-ları yardıma çağırmış Yakup Bey'i yenmİşlersede Yakup Bey, Filedelfiya'yı sıkıştırmaya devam etmiş, bunlarda haraca razı gelerek, elinden kurtulma yoluna gitmişlerdir. Kumandaniarından Aydınoğlu Mehmed Bey'i batı Anadolu istikametine sevk eden Yakup Bey; Birgi ve Ayasuluğ (Selçuk)'u eline geçiren Aydınoğlunun müstakil bir beylik kurduğu haberini, daha sonra alacaktı.
Bu sıralarda yâni 1314'lerde İlhanlıların beylerbeyi olan Emir Çoban, itaatlerini yeniletmek için Anadoluya gelip biat alan Emir Çoban'a bağlılığını Yakup Beyde bildirenler arasındadır. Yine bu dönemde Hz. Mevlâna torunu, Sultan Veled Çelebi oğlu, CJiu Arif Çelebi, Yakup Beyi Denizli taraflarında bulmuş hayli vakit görüşmüşlerdir. İlhaniler; Anadolu Beyliklerini ortadan kaldırma işlemine Demirtaş adlı gene! valisiyle başlamıştı.
Eşrefoğullanyla, Hamidogulları beldelerini zapt hükümdarlarını ise öldürmüştü. Ordan kendisi Denizli üzerine yürürken, emrindeki Eredna adlı komutanı Afyonkarahisar'a (Ka-rahisar-ı sahip) gönderip, zapt etmek istedi. Bu sırada İlhan oian Ebu Said tarafından Demirtaş'ın kardeşi öldürtüldüğün-den, Anadolu gene! valisi gerisin geri döner, tasavvuru yarım kalmıştır. Yakup Bey'in ölümü kesin olarak bilinmemekle beraber, 707/1307'lerde basılmış parada adı Han-ı Germiyan olarak geçtiği göz önüne alınırsa bu târihden sonra öldüğü düşünülmelidir. Bunun torunlarından Adil Şah Çelebi; Kara-manoğlu'nun 1. Murad'ın kızını almasından, kendi hudutları acısından rahatsızlanarak, istikbal vaad eden Osmanlıya kendisininde akrabalığını temin için kızını, Yıldırım Bayezid'e gelin olarak namzet etmiş ve çeyiz olarak da, Kütahya, Tavşanlı, Emed ve Simav'la Gediz'in verileceğini deklâra etmiş-tir. Bu düğün gerçekleşmiştir. Süleyman Adil Şah, Kula beldesine çekilmiştir. 790/1388'de burada vefat etmiş Gürhane medresesine defnolunmuştur.
Şah Çelebi'nin vefatı sonrasında yerine 2. Yakup Çelebi geçti. Bir yıl sonra Kosova sahrasında şehid düşen Muradı Hüdavendigârın ardından Yıldırım Bayezİd Osmanlı tahtına geçti. Yakup Çelebi; babasının kızkardeşinin çeyizi olan toprakları geri almaya başlayınca, Rumeli topraklarındaki işlerini rayına sokan Yıldırım, adına lâyık hızla 1390'da Anadolu yakasına geçmek suretiyle kendisini karşılamaya gelen Yakup Çelebi ile vezirini tevkif edip, Rumeli cihetindekİ İpsala kalesine haps etdi ve Germiyan Beyliğini Osmanlı idaresine bağladığında takvimin 1390 yılını gösterdiğini görüyoruz. Yakup Çelebi; bir yolunu bulup, İpsala kalesinden kaçtı ve kapağı Şam'a atdı. Orada bulunan Timur'un temsilcisi Demir-han'a kendi durumunu anlatdı ve Ankara savaşı neticesi sonuna kadar bunların yanından ayrılmazken, beklemenin fa-idesini gördü.
Çünkü, Timurlenk Anadolu beyliklerinin sahihlerine iade ettiğini Germiyanoğlu Yakup Bey'ede yaptı. Yakup Bey, Osmanlı şehzadelerinin taht kavgaları esnasında, Çelebi Meh-med'in tarafını tutarak doğru bir iş yaparken, Karamanoğlu bu tutumu yüzünden Germiyanoğlu topraklarına tecavüzlerde bulunmuştur. Mehmed Çelebi zafere erdikten sonra Yakup Bey rahatlamıştır. Daha sonrada erkek evlâdı olmamasından mütevellit, beyliğini Sultan 2. Murad'a vasiyet etmiştir. 832/1429'da vefat eden Yakup Bey; Kütahya'da Gökşadır-van denilen mescid'in mihrab önünde hanımının yanına gömülmüş ve vasiyet yerine getirilmiş, Germiyanoğlu Beyliği târihe karışmıştır.
Alişir - Muzafferüddin - Kerimüddin Alişir - 1. Yakup Bey -Mehmed Bey(Çağşadan)- Süleyman Şah(Şah Çelebi) 2. Yakup Bey Kızı Yıldırım Bayezid zevcesi - Musa Çelebi
Şimdiki Afyonkarahisar vilayeti; Anadolu Seiçukileri vezirlerinden Sâhib Ata Fahreddin Ali'nin daha sonra çocuklarının malı olduğundan burada teşekkül eden beylik, Sâhib Âta oğulları adını almıştır. Meşhur tarihçi, Müneccimbaşı, târihinde bunlar Karahisar valileri olarak anılır. Sandıklı, Bolvadin, Şuhud, Barçinli (Hüsrevpaşa), Oynaş kasabalarını sayan Müneccimbaşı, Sandıklı beldesinin Germiyanoğluna, Bolvadin'in Eşrefoğullarına aid olduğunu atlıyor. Belki daha sonra söz konusu yerler bu beyliğe geçmiş olabilir. Çizelgede adı görülecek olan Şemseddin Mehmed; Selçukîler ve İlhanilere karşı muhalefete kalkan Germiyan beyi ile çarpıştığı sırada Germiyanoğlu beylerinden Bozguş Bahadır tarafından, 1287'de öldürülmüştür.
Bu beylik de Emir Çoban'a itaatini bildirenler arasındadır. Karahisarı sâhib Emiri Nusratüddin Ahmed, İlhanilerin tasfiye hareketinden canını kurtarmak için, Germiyan bey'i Ya-kub'a 1327'de iltica etmişti. Daha sonra Demirtaş gitmiş, tehlike atlatılmış bu arada Ahmed Bey, Germiyanoğlu'na da-mad olmuştur. Ahmed Bey; 725/1324'de vefat etmiş Karahisar, Germiyan beyliğine ilhak olunmuştur. Kardeşi Muzaffe-rüddin Devle, beyliği onbir sene daha devam ettirmiştir.
Fahreddin Ali bin Hüseyin - Melike Hatun Nusratüddin Hasan Tacüddin Hüseyin -Şemseddin Ahmed - Nusratüddin Ahmed Muzafferüddin Devle
Bunlara; Ladik, Denizli'nin eski adı olduğundan Ladik Beyliğide denir. Târihde Laodisa denen Ladik, şimdiki Denizli'nin bir saat kuzeydoğusunda Koncalı ile Denizli istasyonları arasında olup halen harabeleri görülmektedir. Ladik; Selçu-kilerin uç bölgelerini teşkil etmiş bir zamanlar, Sâhib Âta-oğullannca yönetilmiştir. Daha sonra Germiyanlılar, 1288'de Denizli'yi almışlar ancak senesinde Selçukllere geçmiş 1300 başlarında Germiyanoğlu 1. Yakub Bey, Denizli ve havalisini tesiri altına almıştır.
Hz. Mevlâna ahfadı Ulu Arif Çelebi, meşhur gezisini buraya da yapmış, İnanç Bey ve kardeşi Doğan Paşayla 1319'da görüşmüştür İbni Batuta ise, 14 sene sonra meşhur seyahatinde burada görülmüştür. Bu zâtlardan İnanç Beyin, 735/1335'den sonra vefat ettiği görülmektedir. Denizli Bey'leri çizelgesinde adları görüleceği üzere, Murad Bey ile oğlu İshak Bey'in adına basılmış paralarına rastlanmıştır. Yine Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın 1368 tarihini taşıyan adına basılmış parası vardır. Murad Bey adına yazılmış, Fatiha ve Ihlas surelerinin Türkçe yazılmış tefsirleri vardır.
Ali Bey - İnanç Bey - Doğan Paşa - Murad Arslan - İshak
Bey
Eski İyonya; yâni eski yunan bölgesinde beylik kurmuş bulunan Aydınoğlu Mehmed Bey; daha önce Germiyanoğul-ları emrindeydi. Ege bölgesine gitme emri Yakub Bey tarafından verilmişti. Aydınoğlu Mehmed Bey, önce Ayasuluğ (Selçuk), Güzelhisar, Çeşmeve Sultanhisan, Kestel, Bozdoğan, Yenişehir'i aldıktan sonra hemen Alaşehir, Birgi, Arpa, Sard, Köşk, Bayramlı, Ortakçı iie Karacakoyunlu, Aydın, İnegölü, Balat, Nazilli, Kuşadası, CIrla Kelas, Ezineve de, Ak-çaşehir, Sivrihisar, Balyambolu, Bayındır, Karaburun, Nif, Et-ye, Kızılhisar beldelerini aldığında bu kadar geniş yerleşim bölgesinin riyasetini kendine yakıştırdı ve beyliğini ilân etdi.
Hemen ilâve edelimki bu beldeler Türk beyliklerinin arasında birinin yitirdiği, diğerinin elde ettiği beldeler olmuştur. Çünkü o devirde, Bizans'ın küçülüşünün hızlandığı, Moğol istilasının şarkta sıkıştırdığı Selçukiye ve beylikler, açılımını batı cihetine doğru yapmağa başladığından bu bölgede, Türklerin tabiatıyla müslümanlann at koşturduğu elle tutulur, gözle görülür hâle gelmiştir. 1310'da Mübarizüddin lakabını alan Mehmed Bey, 1307'de Sasa Beyle yaptığı savaştan galip çıkmış vede Sasa Bey bu savaşta hayatını kaybetmiş, Birgi Aydınoğlu Beylik merkezi olmuştur vede peşinden İzmir üzerine yüklenilmiş, önce İzmir'in kara kısmı ele geçirilmişti.
Daha sonra da sahil bölümü teshir olunmuştur. TTKY. la-rından neşredilen İsmail Hakkı Clzunçarşılı merhum değerli eserinde bu vak'a şöyle zikredilmekte: "1310'da Mübarri-züddin lâkabını alan Mehmed Bey, müslüman İzmir'ini ve 1326 senesinde de sahil (Kafir) İzmir'ini aldı.."
Omur Bey ve kardeşi Hızır Bey'in meydana getirdiği donanma, Adalar denizinin bütün adalarında nâmını işittirmeğe başladı. Bilhassa Sakız, Bozcaada, Mora ve Rumeli sahillerine akınlarını dehşetle karşılıyordu buraların sakinleri.. Aydınoğlu Mehmed Bey; 1334'de öldüğünde yerine oğlu Umur Bey geçti. Bizanslılar ortak imparatorluk döneminde olduklarından, otoriteleri kalmamış, kendilerine karşı koyanlara harekete geçmek için ya paralı askere ya da müslümanlann yardımına muhtaciyetleri görülüyordu. 3. Andronikos, Cenevizlilerin üzerine yürümek için Umur Bey'den yardım istemişti. 1336'da umur Bey donanmasıyla, imparatora yardımcı olmuş bu yardıma Saruhan denizgücü de katılınca Doğu Akdeniz taraflarındaki Rodos şövalyeleri olsun, Mora sahilleri olsun korkuları arttı. Karadeniz'e geçerek Kili ve yakın yerleri bu donanmanın vurması Bizans'ında işine yaradı.
(Jmur Bey; bu sıralarda Kantaguzen'i tanıdı ve onu dost edindi. Çok geçmeden Andronikos öldüğünde, Kantagüzen Dimetoka'da imparatorun çocuk olduğunu ilânla şerikliğini yâni ortak taht sahibi olduğunu her yere bildirdi, umur Bey kendisini hayli destekledi. CJmur'un donanmasının varlığı', hristiyan dünyasını pek rahatsız ettiğinden başta, Ege adalarında yaşayan lâtinler olmak üzere, Bizansdaki çocuk imparatorun annesi, Venedik, Ceneviz, Rodos şövalyeleri ve Kıbrıs krallık donanması Papa 6. Kleman'ın irşadıyla İzmir'de umur Bey'in donanmasını bastırdılar. İlk merhalede durumu savuşturan Umur, az sonra donanmasının yakılmasını engelleyemedi.
1344/aralık ayında, haçlılar Sahil İzmir'i almışlar ancak daha ileri gidememişlerdi. Kendi işleri zorlaşan Umur Bey; dostu Kantagüzen'e, Orhan Gâzi'ye yanaşmasını tavsiye etmiştir. Umur Bey; 1347'de donanmasını yenilemiş ve denize çıkmış, hristiyan âleminin işlerini yine sekteye uğratmıştı. Banlar Sahil İzmir'i terk için Umur Beyile anlaşmaya varmış-'arsa da, Papa bunu kabullenmemiştir. Başının çâresini İzmir kalesini silah zoruyla almakta bulan, umur Bey harekete geçmiş ve kaleye saldırdığında, kaşının ortasına isabet eden bir ok, kendisini şehidler zümresine iltihak ettirdi.
umur Bey'in şehadetinden sonra, Aydınoğlu Beyliği faaliyetlerini azaltmış, latinler bunlarla yaptığı antlaşmayla İskelelerinden istifade etmeye başlamışlardır. Kardeşi Hızır Bey görevi devr almıştır. Bunun vefat târihi bilinmemektedir, yerine geçen en küçük kardeş 767/1365'de İsa bulunduğuna göre vefatı bu tarihden önce olsa gerektir. Aydinoğullarının Beyliği; 829/1426'da Osmanlı devletine karşı her harekâtın, hatta Düzmece Mustafa hadisesinde bile iddiacı tarafında yer almak suretiyle, düşmanlıktan vazgeçmeyen Cüneyt Bey, 2. Murad'ın kumandanlarından Hamza Bey'in elinden ölümü tadarken, beylikde sona ermiş oluyordu.
.. -
Aydın Bey - Mübarizüddin Mehmed Bey - Bahaüddin Süleyman - Fahreddin Hızır ibrahim Bahadır - Clmur Bey - Şah îsa Bey - Musa Bey - 2. Umur Bey Kara Hasan Bayezid - Cü-neyd Bey - Mustafa Bey - Kurd Hasan
Selçukîler tarafından Bizans yakınlarında Gediz Nehri vadisi Lidya'da (Hermon) kurulmuş olan Beyliğin adıdır, Saru-han Bey tarafından kurulmuştur. Beyliğin kurucusu olan Sa-ruhan Bey Selçuklu devleti padişah Alaüddin Keykubad'm hizmetini kabul ettiği Saruhan Bey'in torunlarından olması kuvvetle muhtemeldir.
Alaşehir civarındaki Horzom adlı köy ki, esası Harezm'dir adı, yukarıdaki ihtimali arttırmaktadır. Germiyanoğulları kurucularının da Harezm Türkmenlerinden olmaları gözden ırak tutulmalıdır.
Bu faraziye; Saruhan Bey'inde Aydınoğullan gibi Geımi-yanoğullan ile münasebetleri varlığı tabiidir. Bütün Türk Beylikleri, doğudan batıya geçişlerinin rastladığı 1275'lerden sonra genişlemeyi aynı istikamette sürdürmüşler ve hristiyan topraklarına mâlik olmaya başlamışlardır.
Tabii ki hiç biri, bu hususda Osmanlı devletince ileri gide-memişse de, bölgenin islâmla tanışmasına ve Türklerin merdane davranışlarına vesile olmuşlardır. İşte bu fetihlerden biri Saruhan Bey tarafından, 1313'de Sipi! Manisa'sı denilen şimdiki Manisa'mızı elde etmiş olmasını gösterebiliriz. Peşinden; Güzelhisar (Menemen), Akhisar, Tarhanyat, Marmara. Gördek, Gördes, Kayacık, Atala, Demirci, Nif, İlıca, Turgutlu. Karacalar ve Foça, Saruhan Beyliğinin hududları içine girmiştir.
Sultan Orhan Gâzi'nin küçük oğlu şehzade Halil'i kaçıran Ceneviz korsanları, ki biz bu hususda geniş bir yazıyı Sultan Orhan Gazi bölümünün sonuna okuma parçası olarak koyduk. İşte bu şehzadeyi kurtarmaya uğraşan Bizans imparatoru, Foçalılara karşı Saruhan Beyden yardım istemiştir. Pale-oloğ donanmasıyla Foça'ya gitmiştir. Foça'liiarın müttefiki olan Saruhan Bey'in oğlu İlyas bey'i yaptığı vaad ve verdiği hediyelerle kendine yakınlaştırmışti. Kendisine bu kadar yakın davranan imparatorun yakalanmasında isteyipde alacağı fidyeyi düşünen İlyas Bey, düşündüğü tuzağa, dilini tutamayıp sırrını söylemesinin cezasını kendi oyuna gelerek imparatorun gemisinde o esir olmuş, fidye almayı kurarken, hanımının getirdiği fidye ile kurtulmaya işi kalmıştır.. İlyas Bey, sonunda serbest kalmakla beraber 766/1364'de ölmüş ve yerine, oğullarından Muzaferüddin İshak Bey geçmiştir. Bu İshak Bey hakkında fazla bilgi olmayıp 790/1388'de öldüğü biliniyor. Yerine oğlu Orhan geçmiş diğer oğlu Hızırşah sırasını beklemeyi tercih etmiştir. Kosova savaşı sonrasında Yıldırım Bayezid, beyliklere bir görünmek icâb ettiğine karar vermiş şöyle bir dolaşmıştır. Germiyan, Aydın ve Saruhan beylikleri üzerine yürüdüğünde Orhan Bey kaçmıştır. Karesi ve Saruhan Beylikleri, Yıldırım'ın oğlu Ertuğrul'a verilmiştir. Ancak; Ankara savaşı sonrasında bütün eski beylere verilen makam ve toprakları gibi Orhan Bey'ede iadeyi yapmışlardır. Daha sonra sıra beklemeden vaz geçen Hızırşah, Orhan Beyle girdiği mücadelede ağabeyini kaçırtmış vede onun Osmanlıya ilticasına sebeb olduğu rivayet olunur.
Hızırşah, fetretin hengâmesinde, İsa Çelebi taraftan olmuş vede Aydınoğlu Cüneyd Beyle aynı gayede olmuşlardır. Fetreti sona erdirmeye muvaffak olan Çelebi Mehmed, hem Cüneyd'i hem de Hızırşah'ı yaptığı tek hamlede öldürtmüş 813/1410'da Saruhanli Beyliği inkıraza uğramış oluyordu.
Alpagi - Ali Paşa Saruhan Bey - Çuga Bey - İdris Devlet-han Timurhan Fahreddin İlyas Orhan Süleyman - Muzaferüddin ishak Atmazhan - Hızırşah Orhan
1300'den sonra Mizya denen Balıkesir Çanakkale taraflarında kurulmuş olan beyliğin adı, kurucusunun adına izafeten Karesi Beyliği denmiştir. Bu ailenin reisi 1001 târihinden sonra Orta Anadoluda devlet kurmuş olan Melik Danişmend Gâzi'dir. Danişmend ülkesi, Selçukîye devletine ilhak edilince bu aile, Selçukî'lerîn hizmetine girmiştir. Selçukiye'nin Moğol belâsı yüzünden inhilâli üzerine Danişmend ailesinin olup, batı Anadoluda uç beyliği yapan Kalem Bey ve Karesi diğer uç beyleri gibi Bizans'ı sıkıştırmışlar, müslümanhğın daha çok tanınmasına hizmete koyulmuşlardır. Bu aradada Moğol belâsından uzak olma şansını bulmuşlardır. Cami üd Düvelde Karesi beyliğine aid olarak Balıkesir, Aydıncık, Bergama, Edremit, Kemer, Burhaniye, Pınarhisar, İvrindi, Ayaz-mend, Bigadiç, Mendehorya, Sındırgı, Gördes, Demirci, Ayvacık, Başkelenbe, Susurluk beldelerini saymaktadır. Karesi Bey; Moğollardan kaçan ahaliyi ve Dobruca'dan gelen, S cin Saltık Türkmenlerini kendi arazisinde iskân etmek suretiyle mıntıkada Türk nüfusunda hayli artış sağladı. Ne Kalem Bey'in ne de Karesi Bey'in vefat ettikleri belli değildir. Bazı kayıtlar Karesi Bey'in 1328den önce öldüğü anlaşılıyor.
Karesi Bey'in vefatı sonrasındaki başa geçen Bey, Demir-han geçmiştir. Kardeşi Yahşi, Bergama Bey'i olmuş, en küçük olanda Orhan Gâzi'ye sığınmıştır. Sultan 1. Muradın cülusu peşinden, Karesi Beyliğinin sahil bölümü Osmanlının eline 763/1361'de geçmiştir.»
Melik Danişmend Gazi - Arada bir kaç İsim yoktur - Yağdı Bey - Kalem Bey - Karesi Bey - Yahşi han Dursun Bey - Demir Han - Beylerbeyi Süleyman Bey
1301'den sonra eski adı Paflagonya, şimdiki adı Kastamonu olan ve Sinop'da kurulmuş bulunan beyliğin adı, Şem-seddin Yaman Candar'dan geldiğinden, Candaroğulları denmiştir. Şemseddin Bey Selçuklu kumandanlarından idi.
Selçuk hükümdarı Mesud, Moğolların yardımıyla kardeşinin üzerine gitmiş ancak savaş sonunda kardeşinin adamlarına esir olmuşsa da, Şemseddin Yaman Candar adlı komutanın emrindeki Selçuklu birliği Sultan Mesud'u kurtarmayı başarmışlardı. Bu hizmete karşılık adı geçen komutana, Mu-zafferüddin Yavlak'm elinden alınan Eflani ve civarı verilmiş, Kastamonu'yuda Yavlak Aslan'ın oğlu Mahmud bey'e yardımlarının mükâfatı olarak vermişlerdi.
Şemseddin Candar'm ölüm târihi tam bilinmemekle beraber, ondördüncü asrın başlarında olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü; Babasının yerine Eflani Bey'i olan Süleyman Paşayı, 708/1308'de ani bir baskın ile Kastamonu Beyliğini basmış, sarayında yakaladığı Mahmud Bey'i katletmiştir. Bu bakımdan enaz 1308'den önce vefat ettiği düşünülebilir Yaman Candar'ın. Böylece Kastamonuya da sahip olan Candar'm oğlu aynı zamanda kurnaz biri olduğundan, hem İlhanlı hâkimiyetini tanımış hem de İlhan Ebu Said hân adına para kestirirken, Sinopda Bey'liğini sürdüren Pervâneoğulia-rından Gazi Çelebi'yi hâkimiyeti altına almış ve Çelebinin vefatı üzerine Sinop'uda kendi topraklarına katmış ve idaresini büyük oğlu Giyasüddin İbrahim'e vermiştir.
Safranbolu'yuda ele geçirip orayıda ortanca oğlu Ali Bey'in idaresine vermiştir. İbni Batuta; 1333'deki Anadolu gezisi esnasında Kastamonuya uğradığında, yetmiş yaşlarındaki Süleyman Paşa ile görüşmüştür. Süleyman Paşa, İlhan Ebu Said'in ölümü üzerine istiklâlini ilân etmiş ve kendi adına para bastırmıştır.
Paşanın oğlu ibrahim Sinop Beyi olarak, isyan etmiş ve Kastamonuyu işgale muvaffak olmuştur. Süleyman Paşanın Ölümü hakkında bilgi sahibi olunmadığı gibi, oğlu İbrahim Bey hakkında da malumat pek kıttır.
Babasına isyan eden İbrahim'in bu davranışı herhalde iç-teniçe bir yara olmuşki, bölünmekten nasibini almışlardır. Bunların oğullarından olan Kötürüm Bayezid adlı bey, hem Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin hem de, Sultan Murad ile didişmekten kendini menedememiştir. Kendi yerine oâiu İskender Beyi hazırlarken diğer oğlu, Süleyman Bey kardeşi İskender'i katlettikten sonrada soluğu 1. Murad'ın yanına sığınmakta buldu. Burda da rahat durmamış padişahı, babasının üzerine sevk etmeğe çalışmıştır. Bir miktar Osmanlı askeriyle Kastamonuya gelen Süleyman Bey, babasının Sinopa kaçmasını mecbur kılmıştır. Kastamonu Bey'i olan İskender Bey, babasının da Sinopda beyliği devam ettirmesi hasebiyle bölünme işi tamamlanmıştır. Kastamonu baba-oğul arasında bir defa daha el değiştirmiştir. Bu arada 2. Süleyman Bey; 1. Murad'ın kardeşi Süleyman Paşanın kızı ile evlenmiştir.
Kötürüm Bayezid 787/1385'de vefat etmiş ve Sinop'daki türbesine defnolundu. Bu akrabalık, Osmanlı'nın gerek Ko-sova savaşında gerekse, Yıldırım'ın Anadolu beylikleri üzerine seferinde bu beyliğin yardımını yanında bulduğu görülür. 139 Vde Yıldırım, Süleyman Paşa'nın savaşda ölmesi üzerine Candar Beyliğinin Kastamonu ayağını Osmanlıya ilhak etmiştir. Sinop'un o sıradaki hükümdarı İzzeddin İsfendiyar Bey, annesi tarafından Osmanlı sülâlesine mensubdur ve Kötürüm Bayezid, Orhan Gâzi'nin oğlu Süleyman Paşanın kızlarından Sultan Hatun ile evlenmiş ve İsfendiyar Bey bu izdi-vacdan dünyaya gelmiştir. Bu bakımdan Sinop tarafına hücumdan istinkâf eden Yıldırım, Kıvrım Yolunu hudud saymıştır.
Ankara savaşı sonrasında Timur'a hürmet sunanlar arasında da yer alan İsfendiyar Bey, bunun mükâfatını Kasta-monuda dahil olmak üzere, bütün Candar topraklarının sahibi olmak sureti ile görmüştür. Devri fetret'de İsfendiyaroğul-lan İsa ve Musa Çelebilere yakınlık duymuş ve desteklemişlerdir. Ayrıca Karamanoğluna da hayli yakın durmuştur.
Artık İsfendiyaroğullanyla, Osmanlı arasında daima zıddiyet olmuştur. Fâtih Sultan Mehmed'in 865/1461'de Sinop ve Kastamonu'yu zapt ederek bu beyliğin kol ve kanadını buda-mıştır. Ellerinden beylikler alınmış fakat İsmail Bey'e Yenişehir, İnegöl tarafları verilmişse de, bu zâtın Rumeli tarafında bir bölgeye tâlib olması yerine getirilmişti Filibe hükümranlığı verildi. Burada pek güzel hizmetler ve vakfiyeler meydana getirdi. Bunun oğlu Hasan'a da, Bolu sancağı ihsan olunduydu. Kardeşinin yerine Candar Beyi oian Kızıl Ahmed Bey, Trabzon seferinden avdeti esnasında elinden Candar Beyliği alınmış ve Mora sancağı kendisine tevcih olunmuştur. Böylece Candaroğulları, dolaysıyla İsfendiyaroğulları târih sayfalarında bir ad olarak yerlerini almışlar ve saltanatları sükût etmiştir.
Melik Arslan ı Şemseddin Yaman Candar - Şucaüddin Süleyman Paşa Emîr Yakub - Ali Bey Çoban Bey Gıyasüddin İbrahim Emîr Adil Bey - Celâlüddin Bayezid - İzzeddin İsfendiyar Bey 2. Süleyman Paşa - Kasım Bey Tacüddin İbrahim Bey - Kemaleddin İsmail Bey Hatice Sultan Kızıl Ahmed Bey - Hasan Bey Şehzade Ahmed Mehmed Mirza Paşa Muhterem okurlarım; yukarıya özetlemek suretiyle kendilerinden bahsettiğimiz Anadolu Beylikleri, bu gün milletimizin varlığının ve bütünlüğünün özünü teşkil ederler. Bu bakımdan beyliklerin rekabeti her nekadar insanın yaradılışında var olan "ben, değilde neden o" sorusunu sorduran mantık, ahaliden ziyade, beyliği kuranların ve ona yakın olan üst derecedeki ulemâ, ümera vüzera, yâni bu günkü dille söylersek, âlimler, kumandanlar vede bakanların kendilerine aittir. Tâbiler, tâbi olduklarının yönetiminde yaşarlar. Bu yaşama savaşlarda veya sulh zamanlarında acı ve tatlı olarak geçer, ancak böyle millet olunur. Her bir beylik, bu hususda elinden geleni yapmış, Anadolu Selçuklu İslâm devletinin üzerine bir çekirge sürüsü gibi musallat olan Moğol orduları, daha önceleri, Cengiz'in yok ediciler topluluğu, Buhara ve diğer islâm topraklarını ve müslümanları hunharca öldürüp, işkencelere gark etmişse ve koskoca bir medeniyetin bel kemiği olan ilim adamlarını ve onların değerli çalışmalarının sergilendiği alan olan kütüphaneleri yakıp, yıkan nice kitapları, tek nüsha yazılmış ve yazarının artık dünyadan elinin eteğinin çekilmiş olmasından, belki bulunmuş bir tiryakı (ilacı) haber veren formülü yok eden fahiş zihniyet gibi, daha ziyade işi, islâm düşmanı Bizansı kontrol etmek ve onun izmihlalini beklemek ve müjdei peygamberiyi hakikat kılma gözcüsü olma şerefini yaşamak isteyen Selçuklu ecdadımızı yol kesen haydut gibi haraca verip, yurdunu âteşe salan hâin Moğolun tasallutundan kurtulmak için bir araya gelmektense, biribirile-riyle mücadele etmeyi tercihleri yukarıdaki sorunun zebunu olmuş, üstteki beylik yönetim kadrosunun hatasıdır.
Çünkü; o soru bunların basiretini, ferasetini iğdiş etmiş oluyordu. Dikkat buyrulursa; Hz. Mevlâna (Mollâi Rûm)'un torunu Glu Arif Çelebi'nin, her beylikden bahsedişimizde o beyliği ziyaret ettiğini ve konuşmaların münderecatı hakkında, bir bilgiye hususen temas edildiğini göremiyoruz. İşte bu seyahati ben toparlanışı göz önüne aldığımda, milletimizin islâm büyüklerine, velî ve dervişlerin nasihatlarına olan itaatini, göz önüne aldığımızda bir organizasyonun tezahürü olarak düşünüyor ve Osmanlı Beyi, Sultan Osman Gâzi'nin, Şeyh Edebali'nin evindeki gördüğü rahmanî rüyanın, bu yüce velî'nin tebliğ turuyla birlikte mütalaa olunduğunda, tasavvuf dünyasının, ötelerin ötesinin inancından bir nebze olan divân-i mâneviyyeden irâde buyrulan tebşir-i manevîyi Arif Çelebinin bir hizmetkâr-ı din olarak yaptığını ileri sürdüğümde, karşı çıkacak hususlar ne kadar önemlidirki?
Bütün bunların karşısında, takdir-i tecelli devlet-i islâmiyenin temsilcisi olarak Osman Gazi evlâdları, Kayı Boyu mensuplarına teveccüh etmişse, kul'a düşen, bu vazifeliye omuz vermektir ki, böyle olmayı da Kosova sahrasında asakır-i müslimin ve beylikler hamdolsun gerçekleştirmişlerdir.
1319'da ekilen beraberlik tohumlan, kâfirlerin karşısında hayat-memat meselesini teşkil eden Kosova savaşı, seksen sene sonra zaferle gerçekleşirken, tohumların, inanç ormanına döndüğünü gösteren bir İspat vesikası olarak kabul edilmelidir. Her beylik, bu kutsal görevi taşıma hissiyle yapacağını yapmış, temsiliyyet yukarıda dediğimiz gibi, âl-î Osmâna nasib olmuştur.
Osmanlı'lar Rumeli kıtasına geçtiklerinde Bulgar Çarlığının başında İvan Aleksandr Asen bulunmaktaydı. Edirne ve Filibe civarının fethi, sadece Bizans'ı değil, Bulgar Çarınında ödünü koparmıştı. Osmanlının Rumeli topraklarının balkanların kapısını teşkil eden bölgede, Kırkkilise (Kırklareli), Midye, Pınarhisar'ı ve Vize'yi ele geçirmiş olmasından çılgına dönen İvan hemence saldırıya geçmiş buraları istirdad etmişti, yâni geri almıştı. Görülen oydu ki, Bulgar Çarı İvan Osmanlı ile uğraşacak gözüküyordu. Ne var ki Mevlâmız 1365 târihinde ölüm habercisini Çara göndermiş, ona düşende emre uyup, ölmekten başka çâresi kalmadığını idrâk etmek olmuştu. Bu ölümün neticesinde Bulgar devleti İvan'ın oğlu Şişman'ın ve yine İvan'ın oğlu Stratişimir'in ayrı ayrı hükümdarlığı altında ikiye bölünmüştü. Şişman'ın anası yahudi olup, Stratişimir'in annesi ise Romen Prensi Basaraba'nın kızı idi. Uzunçarşılı değerli târihinde, bu iki kardeşin birbirinin amansız hasımı olduğunu belirtir. Şişman'ın elinde Tırnova ki devlet başşehri idi. Silistre, Niğbolu, Yanbolu, Sofya ile babasının Osmanlıdan geri aldığı topraklara sahip olduğundan Çar unvanını da almış bulunuyordu. Stratişimir'in Vidin'i başşehir yaptığı görüldü. Batı Bulgaristanın bir bölümü de bunun elindeydi.
Ivan'la kan bağı olmayan^Bulgar Despotlarından Dobro-tiç'de, Varna'dan başlayan Dobrice'ye uzanan topraklanyla 3. bir Bulgaristan ortaya koymuş oluyordu. Bütün bu vakaları 14. asır bitmeden diğer bir deyimle, 1395'lerde Yıldırım'ın büyük oğlu Süleyman Çelebi Bulgaristan'ı çiğneyip geçmiş ve Osmanlı istilâsını tamamlamıştı. Osmanlı-Sırp krallığı arasındaki inkişaf eden hadiselere biratfu nazar edersek.
1300 yılına azca bir zaman kala Sırplar, Bizans ve Bulgaristan aleyhine büyümüştü ve Sırp kralı; Milotene kızını vermek suretiyle 2. Andronik, Sırp büyümesinin feci akibetinden koruma yoluna gitdi. Târihler bu sırada 1298'i işaret etmekteydi. Sırpların yukarıda adı geçen devletlere saldığı hava yaklaşık elli yıl kadar sürdü. Hatta Sırpların kralı Duşan, Miloten'in torunu olup, işi hayli büyütmüş, İstanbul'u muhasaraya teşebbüs etmiş, Venedik cumhuriyetine şeriklik teklif etmiş ve buna yanaşmayan Venedik, yine de ne olur ne olmaz demek suretiyle Sırplara bir kaç tane gemi hediye etmekten kendini geri komamıştı.
Bunun üzerine Duşan Orhan Gâzi'ye müracaat etmiş İstanbul üzerine yürümeyi teklif etmeğe hazırlanırken, kızını da Orhan Bey'in oğlunu teklifi iletecek elçiler gönderdi. Tasarıyı casusları vasıtasıyla öğrenen Dimetoka'da Bizans eşgüdüm krallığını ilân eden Kantagüzen, Duşan'ın elçilerini pusuya düşürüp, öldürmüş ve böylece Orhan Bey-Duşan korporas-yonunu önlediği gibi Orhan Gaziye kendi yakınlaşmasını temin etmiştir.
Daha sonra Duşan'ı tek başına Bizans'a tecavüze hazırlanır görüyoruz fakat 20/aralık/1355'de onun da ömür defterinin kapandığı görülüyor. Sırp krallığı bu ölümden sonra Ban tâbir edilen kişilerin istiklâliyet merakına düşmeleri yüzünden parçalanmaya kadar gitti. Balkanların inatçı, savaşçı kavimlerinden biri olan Arnavutların, Orta Asya'dan çıkıp, Kafkasya ve Karadeniz kıyılarında hayli asır kaldıktan sonra balkanlara inmesi feodal yapıya uygun alışkanlığıyla, (Jzunçar-şılı merhumun deyimiyle Bizans ile Avrupa arasında bir köprübaşı olmuştur. 1275'lerde Avlonya sahillerinde Napoli krallığına geçmiş ve bu krallığı eline geçirmeye muvaffak olan Sicilya kralı Şarl Danju kendine Arnavutluk kralı dedirtmeye başlamıştır.
Ancak; Arnavutluk bilhassa İtalya cihetinden hayli tedirgin edilmiş, Bizanslılarda bunları idaresi altına almaya hayli çaba harcamışlardır. 1383 senesinde Arnavutluk Osmanlıların ilgi alanına dahil ofduğundaki, döneme kadar nice savaşlarla sıkıntılı yıllar geçirmiş, onun bunun saldırı alanı olmuştur.
Çandarlı Halil Hayreddin Paşa 1385'de Ohri'yi ele geçirdikten sonra Osmanlıya meyyaliyet artmış, ancak fetih, Sultan Fâtih'in dönemini beklemeye kadar uzamıştır. Buğdan (Moldavya) ile Eflâk (ülahya) bölgesiyle Osmanlıların teması önce Ulahlar ile daha sonra Moldavya ile olmuştur. Bosna krallığı ve Hersek Dukalığının Osmanlı devleti ile münasebeti Târihi gelişme içinde, bu gibi devletçikler ve prenslikler ile münasebetleri padişahların hayatlarının ve vekayiin devamında takip etmeniz kabil olacaktır muhterem okurlarım.
1281 Yılında Gazi Ertuğrul Bey, 90 yaşını geçmiş olduğu halde Söğüt'te vefat etti.
O sırada Ertuğrul Bey'in elindeki yerler; Ankara Karaca-dağı ile Keşiş Dağı'na kadar uzanan Söğüt tarafları ve Sulta-nönü gibi verimli ovalardan ve Domaniç dağı gibi güzel yaylalardan ibaretti.
Ertuğrul Bey, Kayıhanh kabilesinin küçük bir kısmı ile Söğüt kasabasına yerleşmişti. Fakat 50.000 oba ile Horasan'dan Anadolu'ya hicret etmiş bulunan Süleyman Şah'ın oğlu olduğu için, Türkmenler arasında hatırı sayılan, sözü tutulan muhterem bir müslümandı. Kendisine bağlı aşiret reis-İerİ de Akçakoca, Konur Alp, Turgut Alp, üygut Alp, Hasan Alp, Saltık Alp, Samsa Çavuş, Abdurrahman Gazi, Akbaş Mahmud, Karamürsel Karaoğlan ve kara Tekin gibi emsali az bulunur kahramanlardı. Samsa Çavuş, Söğüt'te kalmayıp Sakarya Nehri vadisinde konup göçüyordu. Neticede hepsi Osman Gazi'nin beyleri oldular.
Ertuğrul Bey'in; Gündüz Bey, Sarı Yatı ve Osman Bey adında üç oğlu vardı. Bunların içinde Osman Bey yaşça küçükse de kuvveti, kahramanlığı doğru buluş ve düşüncesi bakımından kardeşlerinin büyüğü sayılıyordu. Bunu farkeden Ertuğrul Bey, ömrünün son 7-8 senesinde kendisine vekil olarak, başka bir deyimle başbuğ*olarak Osman Bey'i vazi-felendirmişti. Ertuğrul Bey, bağlı bulunduğu Selçuk Sulta-nı'nın payitahtı olan Konya'ya vekil olarak daima Osman Bey'i gönderir ve O'nun tanınıp devlet işlerinde tecrübe kazanmasını isterdi. Konya'daki devlet büyükleri de kendisini sever ve sevgilerinin izharı olarak «Osmancık» derlerdi. Osman Bey, Şeriat-ı Muhammediyye'nin ihlash bir bağlısı, ulema ve meşayiha çok itibar eden bir zat idi.
.
BÜYÜK OSMANLI TARİHİ
İthaf
Takdim
Onsoz
Hak ve Adalet
Ecnebi Tarihçilere Gelince
Lamartin'İn Önsözünden
Global Bir Tesbit
Bu çalışmamı herbirinin isimleri Tarihi tedai ettiren torunlarım M. Burak-M,Ertuğrul-M. Barbaros-M. Oğuzhan ile babaanneleri hanımım Ayşe Hasırcı Ebe hanıma ithaf ediyorum.
Hasırcızâde Metin Hasırcı
Yüce Rabbimize sonsuz hamd senalar, resulü Hz. Muhammed (s.a.v)'e salat ve selâm otsun.
Tarih, hiç şüphesiz ki her milletin kendi mevcudiyeti için vazgeçemeyeceği değerli bir hazinedir. Dünya tarihi içinde 622 yıl süren bir devlet ömrü sergileyen Osmanlı'nın günümüze ve gelecek kuşaklara rehber olacağı inancıyla OSMANLI TARİHİ'ni neşretmenin bahtiryarh-ğını duymaktayız.
8 ciltlik OSMANLI TARİHİ'nin neşredilmesinde en büyük emek sahibi olan, değerli dostumuz, Ağabeyimiz, Araştırma a Yazar, Sayın Metin Hasırcfya teşekkürlerimizi memnuniyetle belirtmek isteriz.
Merve Yayınları yayın koordinatörü Veysel Karaköse'ye. eserin dizgisindeki katkılarından dolayı Saray Dizgi Servis Sorumlusu Befrin K. Musa'ya ve diğer emeği geçen tüm kişi ve kuruluşlara teşekkür ederiz.
Bu güç ekonomik koşullara rağmen, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan yayınevimiz, eserin dizgi, baskı cilt gibi teknik işlerini en iyi imkânlarla, titiz bir çalışmayla neşrederek okuyucularına sunmuştur.
Eser 8 cilt olarak sade ve akıcı bir dilde neşredilmiştir. Her cildin sonunda içindeki konuların fihristi verilmiştir. Her padişah bölümünün başında, Padişahın Resmi, Tuğrası ve kısa bilgileri verilmiş olup; 8. cilde ise Bilgi Bankası konulmuştur.
OSMANLI TARİHİ'nin okuyucularımıza faydalı olmasını yüce Allah (c.c.)'dan niyaz ederiz. ' Gayret bizden, tevfik Allah'tandır.
MERVE YAYIMLARI
Otuz yıllık derin dostluğum olan Merve Yayınlan sahibi, sayın Ali Dağlı beyefendiyle ağabey-kardeş anlayışı içinde, biraraya geldiğimizde, sorduğu: yine târihmi okuyorsun? Notları alıyor-musun? olur. Benim, pire tanesi kadar harflerle not alışım oldum olası takıldığı haldir ve her seferinde, bunları nasıl okuyacaksın bakalım, der.
2001'in son günlerinde kendisini yayınevinde ziyarete gittiğimde, Metin Ağabey; o notlarını okuyup, bir şey yapmayı dü şünüyormusun? Sorusu geldi. Evet! Dedim, çünkü her nekadar merhume Safiye Ayla hanımın tavsiyesiyle, büyük mütefekkir, ülkede elli yıldan ziyade muharrirlik yapan gazeteci, bestekâr Ahmed Râsim Bey merhumun, Resimli Osmanlı Târihi adlı. dört cildlik liseler için yazdığı eserini şerh ederek neşre hazırladım. Yayımlanan eserin faydalı olduğuna inanıyorum.
Çünkü; gazeteci üslubuyla yazılan ve bilhassa târih kitaplarında, ayrı bir lezzet buluyor insan. Bu mesleğin sahipleri akademik resmîlikten kaçınarak, ahalinin sevdiği anladığı lisana, yakın olabildiğinden hem okuttukları târihi sevdiriyorlar, hem de toplumu bilgilendiriyorlar. Ahmed Râsim Bey böyle bir çalışma oldu. Fakat gönlümde, kendi pusulamda yön bulmak istediğim târih kitabı yazmak arz^jm, yarım asırlık zaman dilimini kapsar. Her nekadar, Râsim Bey târihini şerh etmeye çalıştıy-sak da, neticede yazarın rotasında târihdeki seyrini takip etmek zorundasın.
Dolaysıyla, o çalışmayı yapmak benim iç dünyamda sürdürdüğüm vel979'da fiiliyata koyduğum ve 4. Murad'ın sonuna yayımladığım" Osmanlı Padişahları" serisi o çalışmanın önsözünde belirttiğim gibi, bu kitap objektif, tarafsız bir târih kitabı değildir. Bu biyografiler, Osmanlı padişahları hakkında esasa müstenid iftiraları, körü körüne sayfalarına alacak bir çalışma olmayacaktır. Tam tersine o otuzaltı padişahı methü sena eden çalışma olacaktır, diye işe giriştim.
Kendi özel kütüphanemde birtakımdan başka kalmadığına göre, beşer bintane bastığım beş kitaptan müteşekkil 720 sahielik çalışma otuzbeşbin kitab ederki, tutulduğunu ve beğenildiğini o zamanlar, okurlarımdan gelen mektuplardan hâla zevkini unutamadığım takdirkâr ifadeler, muhtasar olan o çalışmami, yukarıda bahseylediğim yıllardır topladığım notlar ve devam edecek araştırmaların ışığında, ülkemiz neşriyat âleminde ham-dolsun ziyaledeşen hatırat, anı veya nostalji ne derseniz deyiniz, bilhassa Tanzimat sonrası döneminin fluluğunda, bulanıklığında hayli netleşme getirdiğinden, târih kitapları sayfaları arasında bu aydınlatıcı çalışmalar yer almalı ve klasik târih bilgileri arasında bulduğu yerle yetişme dönemindeki evlatlarımıza ve daha sonraki kuşaklara bu köprü-ler uzatılmalı diye içimden geçirdiğimden, sayın Ali Bey'in sorusuna, evet artık, o pire kadar yazıyla alınmış notların târih kitabı olması zamanı geldi. Varmışın? Dedim ve tokalaştık. Çalışmaya başladık. Elinizdeki eser, böylece kuvveden fiile çıktı.
Aziz okuyucu; bir hadisi şerifde; Essalatü vesselam Efendi-miz(s. a. v)buyuruyorlar ki: "Men ezâli ueliyyen ve fekad azeın-tehubiharbin" meali: "Kim benim velî'me eziyet ederse şüphesiz ben ona harb ilân etmişimdir." Bu ikaz karşısında insanoğlu, hiçbir zaman hiç kimseye ne fiilen nede lisânen bir eziyet yapmak değil böyle bir şeyi aklından dahi geçirmemelidir.
Merhı:m Profesör Mükrimin Halil Yinanç Bey'in pederleri, oğlunun tarihçi olma isteğine mukavemet sebebi olarak, yazdıklarınla ve anlattıklarınla, yanlış ve kasıtlı bilgilerin farkına varmadan tamiminde bulunursun ve ahirete giden yolunda kendine engeller koyarsın demek suretiyle itirazı olduğunu biliyoruz. Hâttâ bu sebebden Mükrimin bey merhum'un kitab yazmadaki çekingenliğinin bu ikazdan kaynaklandığı ileri sürülür ve haki-kattende o muazzam ilim adamının yazılmış kitabı bir tane ve hacmi pek küçük bir kitaptır, bildiğim kadarıyla.
Bu bakımdan biz de\ bu hadisin pekmükemmel ikazından dersini almamız gerekenlerinden biri olmakla hiç bir kimseye eziyeti lâyık görmeyiz. Fakat; kaderin yüklediği vazifeyi yerine getirme işi başkadır. Rıza-i İlâhiye muhalif işlerin faillerini de, yanlışları ve zülûmlarıyla teşhiri de tarihçinin vazifesidir diye düşünüyorum.
İşte bu gerçekten hareketle, altı asır şan ve şerefle ve adaiei-!e kürre-i arz üstünde İslâmın bayraktarlığını yapan Osmanlı devleti vede onun milleti, ilk padişah Osman Gazi hz. lerinden, son sultan mağdur ve masum, cennetmekân 6.Mehmed Vâhi-deddin Hân hz. lerine kadar bütün padişah efendilerimizin, sar-hai hayatlarını ve dünya hâli ile Osmanlı devletine dönüşen, Kayı aşiretinin, aşiretden hareketle cihan devleti olmasının müthiş serüvenini ve bundan da elde edilecek derslerle, dünyanın en büyük en şerefli milleti olan aziz milletimizin istikbâline ışık tutmak, ışığın gösterdiği istikamette yol alabilirsek, mutla-ka eski mevkıimize vede dünya'ya daha önce örneğini asırlarca ibraz ettiğimiz şefkati, adaleti vermeye muvaffak oluruz. İsce-sekde, istemezsek de bin yıllıty müslümanhğımız içindeki misyonumuz bize bu lider ülke olma mecburiyetini tahmil etmiş bulunuyor. Dünya bizim bu görevi yapmamız ile kurtuluşa erecektir.
Aksi halde; dünya yahudiliğinin hizmetkârı olan mason, siyonist ve kökü dışardaki İions, rotary gibi peçeli derneklerinde bilerek veya bilmeyerek yaptıkları çalışmalar, zâlimler gurubu olan Yahudi Devletinin hükümranlığı gerçekleşecek ve dünya insanı yeniden muzdarip olacaktır. Bu vahim plânın dünyaya hâkim olması için, mevcut ülkemizin bağrında kopartılacak kıyametler sonunda değil bu hâinane plânı önlemek, kendi İslerimizi halle mecalimiz kalmayacaktır. Buna bağlı olarak dini ve milli hassasiyetlerimizi mutlaka muhafazaya ve yükseltmeğe mecburuz. Başıağrıyan insanımızın ızdirabının ortağı olmalıyız. Yine bunları teminin önce ahlâk ve maneviyatla donanmak sonrada ecdad gibi düşmanın karşısında, arazi yapısına uygun silah ve gereçlerin imâlinde muvaffak olmak gerekir. Yoksa savaş için silahını para vererek alan bir ülke düşmanının dâima altında kalmaya mahkûmdur.
Hangi devlet muhtemel düşmanını kendisinden güçlü silahla teçhiz eder. Üstelik, kürre-i arzda ve bilhassa balkanlar ve Avrupa'nın Viyana hududlanna, bütün Akdeniz sahillerine, karadan ve denizden dört asır hâkim unsur olarak boy göstermesi, yerigeldiğinde cihan devleti sıfatıyla buralarda ki huzur bozucu, asayişi ihlâl edici davranış sahibi, şahıs ve devletleri cezalandırmış bir geçmişin sahibi olarak, bize bu bakımdan nekadar ticari davranabilir? Bütün bu soruların cevabını verdiğimizde kendimize çıkaracağımız fatura, mutlak surette târihimizi bilmek mecburiyetinde bulunduğumuz olacaktır.
Ecnebi tarihçilerin bir haylisi Osmanlı hakkında kalem oynatarak, gerek kitab, gerekse makale gerekse de, cilt cüt Osmanlı târihi yazmış oldukları vâkidir ve bunların hemen başında Baron Hammer geldiği gibi, Fransa diplomasi elemanları arasında elçilikler ve hâriciye nazırlık makamında bulunmuş olan, aynı zamanda büyük bir edebiyatçı ve şâir olan, Alfred dö Lamartin akla geliverir.
Fakat bunların en iyisinde bile mutlak farklı din veya ırki yaklaşım veyahut da, Osmanlı fütuhatının neticesi sonunda, direk zarar görmüş ailelerden gelmiş olabilecekleri, kasti ve intikamçı yaklaşımlarla kalem oynatmış olabilirler. Mazimizde büyük millet olmanın, bir gün yeniden en büyük devlet olmamızı temin edecek potansiyeli, devlet arşivlerinde, gerek vakanüvis, gerekse târihi kendi anlayışı ve inanışı içinde kaleme alanların eserlerinde mevcuddur. Bu eserler umumî kütüphanelerin ve şahsi kütüphanelerin raflarındaki varlığı geleceğimizin plânlarını hazırlamakta en önemli materyaller olduğu, bir vakıadır.
Yapılması lâzım gelen ülkemizin ekseriyetini teşkil eden büyük bir genç nüfusumuz vardır. Bu gençlere târih okuma sevgisini, târih şuurunu geliştirmek ve dünyevi meseleleri dâima târihi perspektifleriyîe tetkik etme alışkanlığını kazandırmanın, doğru bilgi, akıcı uslûb ve sıkmayacak esneklikteki anekdotlarla zenginleştirilmiş târih kitabları çalışmasına ihtiyacın giderilmesidir.
Ahmed Cevded Paşa merhum; bilindiği gibi herşeyden evvel pek büyük bir deviet adamıdır. Çeşitli nazırlıklarda (bakanlık) bulunarak hizmet verdiği gibi, döneminin bir hukuk hârikasını teşkil eden Mecellenin meydana gelmesinde en büyük payı olan bir paşamızdır. Ayrıca yazmış olduğu çeşitli eserlerin yanında, Kisas-ı Enbiya ve Osmanlı Târihi, gerçek bir tarihçi ile bizi tanıştırır.
İşte bu zât'ın yetiştirmiş bulunduğu kızlarının enbüyüğü oian Fatma Aliye Hanım; babasının vefatı sonrasında kaleme alıp neşrettiği "Ahmed Cevded Paşa ve Zamanı" adlı kıymetli risaleyi, fakir-i pürtaksir. Osmanlıca'dan sadeleştirerek Pınar ya-yınlarınca neşrine yardımcı olmuştu.
Mezkur eserde; Fatma Aliye Hanım, târih okuma zevkini art tiracak, târih yazarlarının artık kendi, yazarlarımız arasında da görülmeye başladığını kaydeder.
Hakikatten; Osmanlı târihinin zaferlerle dolu, adalet saçan rnedeniyet anlayışını akıcı bir uslûb, olayların perde arkasını ve espri dolu gelişimini kaleme alış tarzı, 1876'dan sonra yâni, Abdülhamid-i Sâni dönemiyle başlayan mektep sayısının arttı-rımı, üst mektepleri avrupai anlayışa yakın bir tedris usulü ve tahlil serbestliği, yetişen okumuş neslin, hem münevver, hem de öğretici yaklaşım taşıyan kimseler olduğunu, tesbit etmek zor değildir.
Meselâ; aynı zamanda bir nazır olan, Safvet Paşanın Darülfünunda verdiği dersleri aksatmadığını görürüz. Derviş Paşanın; fen ilmiyle alakalı derslerini vermesinde Darülfünun anfisinde, talebeden ziyade fizik deneylerini, büyük alaka ile seyreden ahali olduğunu Mehmed Ali Aynî merhumun "Darülfünun Târihi" adlı eserini Osmanlıcadan sadeleştirdiğim esnada öğrenmiştim.
Pınar yayınlan dünyanın eneski üniversitelerinden biri olan "Darülfünun Târihi" ni basmakla hayırlı bir iş yapmıştır. Binaenaleyh; böyle yaklaşım taşıyan ilim ve bilim insanlarının yetiştirdiği kimselerde, Fatma Aliye Hanımın yaptığı tesbiti gerçekleştirenlerin çıkması tabiidir. Nitekim; 1870 doğumlulardan başlıyan neslin, Abdülhamid mekteplerinde çeşitli akımlara mensup olarak yetişmiş olsalar da, her biri tâbircâizse "Adam gibi adamdı"
Bunların içinde Mizancı Murad Bey, Ahmed Refik Altınay, daha önceki kuşaktan Abdurrshman Şeref Efendi, târih anlayışı ve sürükleyici bir uslûb içinde zaman zaman hâtıralara yer veren, târih nakillerine müracaat etmeleri, târih mütalaasında hayli okur kazanılmasına sebeb olmuştur.
Meselâ; bunlardan adını yukarıda zikrettiğimiz, Ahmed Refik Altınay merhum, nihayet bir talebesi olan Hasan Ali Yücel ki, maarif eski bakanlarından olup, hocasına yâni Ahmed Refik Beye "Târihi sevdiren adam" lakabını ifade etmiş ve onun da, talebelerinden olan Muzaffer Gökman Beyefendi, Bayezid Devlet kütüphanesi müdürlüğü esnasında kaleme aldığı Ahmed Refik Bey'i anlatan muhteşem eserinde bu "Târihi Sevdiren Adam" terkibini kitabın adı yapmıştır. Ahmed Refik Bey'den sonraki tarihçiler, bilhassa târihi romana yönelenler, cumhuriyet gençliğini, resmî ideolojinin çizdiğiistikametde bilgilendirmişler vede bunların içinden, romanında gazetede tefrika ederken, Yüce Sultan Fâtih'e fedaisi Kara Davud tarafından tokat attıran bir Mizamettin Nazif Tepedelenlioğlu'nun daha sonra matbuat dünyasında deli namjyla anılması belki bu densiz davranışından dolayıdır.
Bilindiği gibi bu şahsın dedelerinden olan, Yanya Sultanı ia-kablı, Vali Tepedelenli Ali Paşa, Halet Efendinin çevirdiği dolaplar neticesinde, Sultan 2. Mahmud'un emriyle idam edilmesinin rolü olduğuda düşünülebilir. Zamanımızın diğer tarihçilerinin İsmail Hakkı Gzunçarşılı, İsmail Hami Danişmend, Tarik Yılmaz Öztuna gibilerin hissi yaklaşımları, Osmanlıya ters zihniyetlerin zebunu olanların yanında eserlerinin hacmi ve nisbeten tarafsız olmaları okuru tesiri altına almıştır. Edebi bakımdan, merhume Samiha Ayverdi hanımefendinin, "Türk Târihinde Osmanlı Asırları" nı ülkemiz insanının mutlak okuması gereken nefasette olduğunu bu önsöz'de belirtmeden edemedim efendim.
Bunların içinde Alfred dö Lamartin adlı diplomat ve hristiyan-liktan müstafi, liberal ve aynı zamanda büyük bir şâir, târihe düşkün, "Türkiye Târihi" adlı eseriyle ülkemizde, Tercümanın binbir temel dizisinde yedi kitap hâlinde, sayın Mehmed Çizmen tarafın dan hazırlanarak yayımlanmasından tanınmış bir tarihçidir.
Yine ecnebi tarihçilerden Avusturyalı Baron Hammer'in Osmanlı Târihi, üzerimize çevrilmiş bir bombardıman aracıyken, Atâ Bey merhum, çevirisinde yaptığı müdehalelerle, istifade edilir hâle getirmesi kayda değer.
Diplomat Lamartİn'in eserinde, dikkati çeken husus kitabının başında yer alan ÖnsÖz'ün, dünyada meşhurluğu olduğunu hatırlatalım. Tercüman 1001 Temel serisinde yayımlanan ve eseri hazırlayan sayın Mehmed üzmen Bey'efendinin aşağıdaki beyanı, adetâ düstûrum olduğundan, bu ölçüyü siz okurlarıma nakletmeden geçemezdim.
Çünkü; bu beyanda, gayri müslim tarihçilerin eserlerine dâima hassas yaklaşım taşımamız gerektiğini hatırlatıyor. Bakınız; sayın üzmen ne diyor: "Türkiye Târihini okurken okuyucu bazı hususlara dikkat etmek zorundadır.
Şöyleki "Lamartin liberal bir siyaset adamı olarak sert hükümdarlara ve devlet adamlarına karşı, hizmetleri ne olursa olsun bazen haksızlığa kadar varan hükümlerde bulunmuştur. Biz; çoğu yerde dip not vererek yazarın haksız yorumlarını düzeltmeye çalıştık. Ancak târihi gerçeklere çok aykırı bulduğumuz bir kaç noktayı, dip notu yoluyla düzeltmeye çalışılmayacak kadar gerçek dışı bulduğumuz için çevirirken çıkardık." Dedikten sonra, sayın üzmen şöyle devam ediyor: "Yine okuyucu, Lamartin'İn her ne kadar Türk dostu olursa olsun, bir avrupali olduğunu ve terk etmesine rağmen yine de hristiyanlığın etkisi altında kaldığını unutmamalıdır." Sayın üzmen'in yüksek bir şuurla vardığı husus olarak, fakirde aynen böyle düşünmekle ecnebilerin, şark âlemi, İslâm dini ve milletimiz hakkındaki mütalaa ve ifadelerine dâima, Kur'ani Kerim'in haber verdiği: "bir fâsıktan aldığınız haberi tah-kikediniz" tavsiyei ilâhisini gözönüne alıp da bir de, gayri müslim-lerin fâsıktan da öte, kâfir olduklarını da hesaba katarsak tahkikimizi daha da mühimsemek lâzım öiçüsünü yakalamak kabildir.
Fransa'da 1789 ihtilâli öncelerinde Fransa hâriciye nazırlığı yapmış olan Lamartin'İn, dünyaca meşhur önsözünün, bilhassa Rusya'nın ülkemize ve avrupaya nasıl bir belâ olacağına nazarı dikkate çeken ifadesine dokunmadan geçemeyeceğim.
Şâir ve diplomat, Fransız hariciye eski nâzın ve Tanzimatın padişahı Abdülmecid'le mülakat yapmış ve bir müddet Fransa'yı Dersaadetde büyükelçi olarak temsil etmiş bulunan Do Lamartin
ünlü önsözüne şöyle başlıyor: "Hiç bir milletin târihi, Türklerinki aibi bu kadar önemli şartlar altında kaleme alınmamıştır Bir milletin başına felâket ve adaletsizlik geldiği zaman, ona karşı adaletli olmak ve teessür duymak lâzımdır. Gelecek nesiller, aynen adalet gibi, zayıflan korumayı ve ezilenlerin intikamını atmayı arzu ederler. Milletler târihte bazen cezalandırdıklarını bazen de intikamlarının alındığını, haklı çıkarıldıklarını ue zaferlerini bulurlar." Diyen yazar; Osmanlı devletinin yıllarca avrupayı moskof saldırısından koruduğunu anlatan şu satırları koymak âlicenaplığını göstermiş: ".tiavarindek'i haksız ve zâlim yangın, Rusya için sevinç ateşi oldu. Bu ateş Sinop'u müjdeliyordu." ifadesini yazan Lamartin'İn bakın Sultan 2. Mahmud'a nasıl sözler söyleterek anlatıyor: "..O zamanlar imparatorluğu yöneten ve devletinin kalkınmasını iıoş görü ve avrupa medeniyeti ile sağlamaya çalışan Sultan Mahmud, büyük güçlerin, intiharını ve mantıksızlığını öğrenince, göz yaşlarını tutamamış ve ülkesinin bu soğukkanlı cinayete katılmasını, mazur göstermek isteyen bir yabancı diplomata, şu sözleri söylemiştir: Tek başıma moskof istilasına karşı koruduğum auru-pa'nın beni yok etmek için moskoflarla birleşmesini görün! Benden sonra aorupa istila ve yok edilmekmi istiyor? Sorusuna karşı diplomatın cevabı: "Haklısınız; fakat avrupa için endişe etmeyiniz. Bir gün gelecek, sizin gayretinizi anlayacak ve sizin denizlerinizde, Nauarin'de gemilerinizi yakan Rus gemilerini yakacaktır." olur. Bu diplomatın; Alfred dö Lamartin olduğunu tahmin zor değildir.
Lamartin'İn; Fransa ile Osmanlı münasebetleri arasında geleneksel siyasetin analizine girişmeden, Osmanlı için şunu yazıyor: Osmanlı İmparatorluğu için bir tek şey söyleyeceğiz: Osmanlı imparatorluğu aurupa ve asyada, coğrafi, askerî, siyasi bakımdan, ikimityon kilometre kare kadar bir yer tutmaktadır vebu yer, eğer Osmanlı imparatorluğu kaybolursa, sadece Rusya tarafından doldurulur. Eğer avrupa, neticede bir halkın imhasını Çar'a bırakırsa ki, o aurupa bu dünyanın en mükemmel iklimlerinin, en verimli topraklarının en zengin limanlarının toplandığı kıyıların ticarete en elverişli adalar topluluğunun, anahtarını elinde tutmadığı en aşılmaz boğazların denizciliğe en uygun denizlerin ve eskiden olduğu gibi, bütün dünyanın merkezi olacak bir kentin (İstanbul) içinde bulunduğu ikimilyon kilometrekarelik alanı boş bırakmak niyetinde değildir , olduğu gibi Rusya'ya geçecektir." Diyen yazar; bu ifadeleri 19. asrın ortalarında kaleme almış bir hayli isabetli mütalaalar yürütmüştür. Hakikaten Osmanlıyı çöküşünde, gerek İngilizlerin, gerekse Fransızların ayakta tutma çabaları, meşrutiyetten sonra geçerli sonuçlar vermeyincede yıkılışı çabuklaştırmak için avrupanın ve bu ikilinin İtalya'yıda yanına alarak, sıcak darbeyi, 1. cihan harbinde, soğuk darbeyi ise, konferans salonlarında nasıl vurduğunu görmüş olsaydı umarım avrupalılara sitemler gönderirdi.
Yabancı târih yazarlarının arasında nadiren çıkan böyle kimselerin eserlerinin kapsamından istifade etmeyi ihmal etmedik bu çalışmada.
Dünya târihi içinde 622 yıl süren bir devlet ömrü sergileyen Osmanlı İslâm Devletini, önümüze koyacağımız pek esaslı dokuz soruyu tesbit edip, cevaplarını verebildiğimiz takdirde Osmanlı Devleti fenomeni hülâsa edilmiş olur.
Sorular:
1-Osmanlı Devletinin Kuruluşu.
2-Sİyasi Yapıs
3-!kti-sadi Yapısı.
4-Devlet Teşkilât Yapısı.
5-Düşünce Yapısı.
6-Fikir ve Sanat Hayatı.
7-Hanodan'ın Yapısı.
8-Toplum Yapısı.
9-Bilime Katkısı.
Cevablar:
1-Osmanlı İslâm Devletinin kuruluşunu herşeydıj önce insanımızın iyi değerlendirmesi gerekmektedir. Çünkü devletin kuruluşuna giden yoldaki işaretler, dünya yüzünde bel hiçbir devletin mazisinde yer almamaktadır.
Rüya insanoğlunun ortak malıdır. Rüyanın müslimcesi, gayr müslimcesi olmaz hâttâ, materyalistler dâhi rüya görürler ve bunların rüyalarına girmesine engel olmaya kadir olamamalanndarj dolayı bir şuuraltı hâdisesi diye geçiştirirler.
Aslında rüyaları yorumlamak bir ilimdir. Dünyada bu husus aid nice eserler kaleme alınmıştır. Rüyaların; şeytani, rahmani di ye tasnife tutulduğunu pek bilmeyenimizde yoktur.
Osmanlı devletinin kurucusu olan Osman Gâzi'nin babasmıı babası Süleyman Şah'dır. Süleyman Şah; Orta Asya'nın Altay da gına yakın bölgesinde yaşamakta olan Kayı Han isimli bir Türl kabilesinin reisiydi. Bu kabilenin geçmişi Oğuz Han evlâdıdır. M 1200 yılı sonrasında Asya kıtasını kasıp kavuran Cengiz adlı Mo ğol hükümdarının şerrinden Türkistan'ın Mahan bölgesinde iskâne teşebbüs etmişlerse de, zâlimin zulmünün oraya da erişeceği kes-tiriidiğinden, göç kaldırılmış Ahlat taraflarına oradan Erzincan'e geçilmiştir.
Bu zahmetli göçün; yüz, yüzellibin kişiyi kapsadığın.! düşünürseniz, ne kadar büyük bir sosyal dram yaşandığını idrak kolaylaşır. Süleyman Şah; Cengiz fırtınası dinmiş olabilir nazariyesiyle, anayurduna dönmek üzere yola çıkmış, Halep şehri civarında Caber mevkii denilen bölgede Fırat Nehrini atıyla geçerken düşerek boğulmuştur. Naşı sudan çıkarılan Süleyman Şah, hemen o civarda defnedilmiştir. Bu kabir Türk Mezarı diye anılmıştır.
19501i yıllarda, Caber Suriye devleti topraklarında kalmış olmasına rağmen Süleyman Şah'ın kabrinde, Türkiye Cumhuriyeti devletimiz bir manga askere ihtiram nöbeti tutturmaktaydı. Süleyman Şah'ın dört oğlundan Gündoğdu ve Sungurtekin babalarının çıktığı yola devam edip, kendileriyle birlikte gelenlerle giderlerken, Ertuğrul bey ve Dündar bey atlarının başını çevirdikleri istikamet Anadolu içlerine yürümek olmuştu. Pasinlere geldiğinde Ertuğrul bey ve beraberindekiler buralarda dolaşırken, Sarubatu Savcı bey'i Konya'da oturan Selçuk Sultanına gönderen Ertuğrul bey bir yayla bir de kışlayacak arazinin kendilerine ihsan olunmasını istedi.
Savcı bey Konya Sultanına giderken, Ertuğrul bey'de arkasından aynı istikamette yavaşça ilerlemekteydi. Yolda Moğol askeri ile savaşa tutuşmuş ve mağlubiyeti adetâ kesinleşmiş müslüman bir müfrezeye rastladı. Dindaşlığın gereği, hemen bu müslüman müfreze lehinde ağırlığını koyan Ertuğrul bey'in cengâverleri, Mo-ğolları perişan ettiler. Bu yardımın haberi tabiatıyla Konya'ya" ulaştığında, Alaaddin-i Keykubat Ertuğrul bey'in arzusunu i'saf ederek, Domaniç ve Ermani yaylalarıyla, Söğüt'ü kışlamak üzere ihsan etti.
Takvimler bu sırada h. 630/m. 1233 yılını gösteriyordu. Ama bu tarih Osmanlı devletinin kuruluşu değilse de Kayı aşiretinin Anadolu toprağında ebediyyen yerleşmesinin târihidir. Burada yerleşen Kayı aşireti, artık bir hamilelik dönemine girmiştir. Çünkü Osmanlı İslâm Devletine gebedir.
Kışlak ve Yaylanın ihsanından 25 milâdi yıl, 26 hicri sene sonrasında, yâni h. 656/m. 1258'de Söğüt'de dünya yüzüne adı Osman verilen bir yiğit geldi. 41 kere maşaallah der gibi, 41 sene sonra nizâm-ı âlem dünyasından da, maveradan da, erenler sofrasından da, ehlûlSahlar âleminden de müttefikan bir karar südûr elti. Devlet-i âli, Osmancığa verilmiştir. Takvim h. 699/m. 1299 27/ocak'ı göstermektedir.
Böylece yangına dönen Selçukiye devletinin külleri üstünde bütün dünya'ya, İslâm bayraktarlığını yapacak, Osmanlı İslâm Devleti zuhur etmiştir. Kuruluşun destansı tarafını böyle özetlemek kabildir. Şunu da burada ilâve edelimki, Şeyhi Ekber Muhiddin-i Arabi (r.a) hazretleri, Osmanlı devletinin kuruluşundan 75 sene önce kaleme aldığı <Şeceretün Numâniyye Fi Devlet'il Osmani-ye> adlı eserinde, Âl-i Osman Halifelerinin ilki olan, Yavuz Sultan Seüm Hazretlerinden başlıyarak; Osmanlı devletinin mühim vakalarını cifir ilmiyle ifade ettiğini, Ahmed Cevded Paşa pek değerli eserinde beyan etmektedir.
2- Osmanlı siyasi yapısı dediğimizde, bu soruyu günümüz anlayışından ziyade, o günün içinden bakarak cevaplanması lâzımdır. Aşiretin meydana getirdiği ilk topluluk, bir Türk toplumuydu. Çünkü Orta Asya'dan çıkan bu aşiret, yaylasına veya kışlağına yerleştiğinde, kavmi bakımdan, homojen bir yapıya sahipti. Buna bağlı olarak, ilk dönemdeki aşiret reisinin otoritesi hân'lıkla idare edilen bir topluma yabancı olmadığından, Türk hânlarının, klasik siyasi ve idari anlayışı aşiret döneminde câri oldu.
Bahse konu siyasi anlayış, içeride olsun, komşular iie olsun bütün meseleler, aşiret içinde var olan ailelerin büyüklerinin katıldığı toplantılarda istişareler yapıldıktan sonra çıkacak tekliflere eğili.,ıi özetleyip, tercihini bey'in bildirmesi usul idi. Bunların edille-i er-baa yâni; Kur'an, Hadis, Kıyas ve İcmaya dayanması anşart idi. Aşiretten devlete geçişte, Osman Gazi babası Ertuğrul bey'den ahzetmiş olduğu vasiyet veya nasihattan bir milim inhiraf etmemiştir.
Her ne kadar Osman Gazi kendi döneminde padişah diye anıl-mamışsa da, bir mutlakiyet temsilcisi olduğunu söylemeden geçe-meyiz. Ancak bu mutlakiyet, adalet, ahiret kaygısı, istişare, istihbarat ve tarih bilgisiyle bir nizam halinde yürütüldüğünde, her kafadan bir ses çıkan anarşidende ve demokrasi adı altında bu yola gidişden de iyi netice verdiği hükümlerinin her tarafta kabul edilir olması, toprak mesahasının Ronıa imparatorluğunu bile geçtiğini gözönüne alırsak yaşananın mutlakiyet değil muvaffakiyyet olduğunu teslim ederiz.
Moğol istilâsının çekilip gittiği, Anadolu toprağında yaşayan insanların geçirdikleri felâketten sonra tâbi oldukları Selçukiye dev-etinin inkırazı, yâni yıkılması, bir çok beyliğin boşalan otorite ma-arnına göz dikmesine sebeb oldu. Kayı boyuna verilen devlet kuşu, niye bana değil diyen Anadolu beyliklerini bu tensibe karşımaya şevketti.
Osmanlı Devleti bu karşı çıkışları durdurmak, Anadolu birliğini kurmak ve ondan sonra, cihanı islâmiaştırma gayesinin tahakkukuna yarayacak siyasetini tesbite girişti. Siyasetinin temelini yukarıda da beyan ettiğimiz, edille-i erbaa teşkil etmiştir. Bizim davamız kuru bir cihangirlik davası değildir. İ'lâ'yı Kelimetullah davasıdır. Deme lüzumunu hisseden idrak, siyasetin rotasını hatırlatma yoluna giderek belki de, hissettiği bir sapmayı işaret etmek istiyordu!
Dinin; dinde zorlama yoktur ikazını, gayri müslimlere devlet olduğu ilk günden itibaren uygulamış, hiç bir başka din mensubunu islâmiyete girmeye zorlamamış, ancak özendirmeyi de tebliğ me-todlari içinde mütalaa ederek, bundan da geri kalmamıştır. Osmanlı devletinin çeşitli devrelerde siyasi anlayışı, daima yazdığımız hududlar içinde kaldığını rahatça söyleyebiliriz. Amma bu siyasi anlayışının, bazen sadece zihinlerinde kaldığı anlarında olduğunu bilmemiz gerekmektedir.
Osmanlı'da birlik ve beraberliğin, kendi müslüman nüfusunu aşmış bir hristiyan toplulukla bir arada yaşayabilmesi, başka ortak noktaların aranmasını getirmiştir. Hâttâ bu hâlin haberdarı olan İngiltere kraliçesi, Sultan Abdülaziz'e, nüfusunuzun ekseriyetini hristiyanlar teşkil etmektedir. Siz de hristiyan olsanız, devletim size daha çok yardımcı olabilir. Sözlerini söyleyebilmiştir.
Osmanlı devletinin siyasetinde dâima geniş bir istişareye önem atfedildi ise de, neticede padişahın üzerinde durduğu ve tasdik ettikleri, heyet-i vükelâ denilen kubbeaitı vezirlerinin yürütmesine tevdi edilirdi. Ordularının gücü bir milletin siyasi tesirini yüceltir veya nazarı itibara alınmaz hâle getirir. Dışa buyurgan olan devleti âliye, Karlofça antlaşmasından sonra pazarlıkçı bir devlet seviyesine inmiştir ve bu merdivenlerin inişide zaman içinde hızlanmıştır.
Avrupa'nın iki mühim devleti İngiltere ve Fransa adetâ hâmiliğimize soyunmuşlar, fakat bu hâmiliği, iktisadi bakımdan bize pek pahalıya oturtmuşlardır.
Kapitülasyon; kuvvetli bir devletin, evinde canının istediği ücrette hizmetçi kullanan bir beyi andırması gibidir. Kanuni'nin verdiği kapitilasyonla, Tanzimat döneminin Ali Paşasının imzaladığı-kapitülasyon, aynı ismi taşımasına rağmen aynı kapıya çıkanlardan değildir.
Kanuni'ninki; ülkenin ihtiyacını gideren ücretli hizmetçi tutmaktı, Âli Paşa'nınki ise, siyasi tavizler bile alabilendi.
3- Osmanli iktisat yapısı ana hatlarıyla, hududullah dediğimiz, Cenâb-i Hakk'in koyduğu haram, helâl hududlanna riayet, israfa geçit vermez bir anlayış dahilinde, felsefesini ortaya koymuştur kendini. Yine Osmanlı iktisadiyatını dönemler içinde değişmez sanmamak lâzımdır. Osmanlı devleti, ilk dış borcu Tanzimat fermanı sonrasında yapmak üzereyken, Abdülmecid hân'ın damadı Ahmed Fethi Paşa, durumdan haberdar olduğunda, kaimpederi olan padişaha pek acıklı bir tarzda, meâlen şunları söyler: "Efendimiz, pederiniz cennetmekân (2. Mahmud) Ruslar ile iki defa savaştı, içde yeniçerilerle tutuşdu. Yepyeni bir ordu kurdu. Kava lalı gailesi hem sağlığını hem de hazine-i hümayunu epeyice hırpaladı. Yine de ecanİbden bir flûs almadı. Size ne oluyor da borç almaya tevessül ediyorsunuz. Bunlara elini kaptıran kolunu kurtaramaz" müdehalesini yapmaktan kendini alamaz. Padişahın bu ikazdan intibaha geldiği görülür ve yayımladığı bir iradei seniye ile borç almaktan sarf-ı nazar ettiğini beyan eder. Fakat alakadarlar, antlaşmanın imzalandığını, alım gerçekleşmeyecek olursa tazminat ödeme mecburiyeti doğacağını beyan ederlersede "elinizi kaptırırsanız kolunuzu kurtaramazsınız" ifadesi padişahı pek tedirgin ettiğinden iradesinde ısrarla, antlaşmanın iptali, tazminatla alakalı antlaşmayı imzalayanların kendi paralarıyla ödemesi emri verilir.
1299'da kurulmuş olan bir ülkenin, devletin ilk defa. dışa borçlanmasının 1840'ları bulduğu düşünülürse, 540 küsur yıl kendi iç iktisadi kaynaklarıyla yaşadığını tesbit etmek gösterirkı, devletin geliri, Öşür, zekât, gayri müslim tebâdan alman alınan vergi, gümrük rüsumlan, imaretlerin ve antlaşmalar yolu ile Osmanlı devletine, haraçlarını ödeyen mahmi, yâni korumamız altındaki, voyvodalık, prenslik gibi yerlerden gelen paralar, devletin geiirini teşkil ediyordu. Ayrıca eyaletlerdeki valiler, timar ve zeamet sahibleri bu bulundukları yerlerde, muharebeler için asker yetiştirdikleri gibi buralardan elde edilen hasılatın vergilerini Dersaadet'e yolluyor-lardı. İçhazine denilen hazine devleti sıkıntılı zamanlarda desteklerdi. Daha 17. yüzyıla girerken Osmanlı devletinin toprak mesahası, yâni 3. Murad devrinde 24 milyon, kilometre kareyi bulmuştu.
Günümüzde devletin ihracatçılara tanıdığı bir çok imtiyaza rağmen bundan bir kaç sene öncesi yaptığımız bir yıllık ihracatımız. Osmanlı devletinin sıkıntılı dönemlerinden olan 1908 yılındaki ihracatımız seviyesine anca gelebildiğini kıyaslarsak, günümüz için nekadar çok düşünmemiz gerektiği anlaşılır herhalde. Osmanlı ticaret anlayışında en mühim husus peşin para ve bizatihi kendisi kıymet olan altun ve gümüş sikke idi.
Sultan Fâtih; İstanbul muhasarasına kalkışmadan önce Edirne Çarşısında, tebdil-i kıyafet alışverişe çıkar sabah saatlerinde. Uğradığı ilk dükkândan bir batman yağın fiyatını sorar ve alım yapar. Bu esnaf için güzel bir alışveriştir. Alıcı bu sefer bir batman bal'ın fiatını sorduğunda satıcı, komşumda da aynı fiyat isterseniz bal'ı ondan alınız teklifini yaptığında tekliften memnun olan istikbâlin Fâtih'i: "benim böyle esnafım oldukça değil Kostantinapoleyi, dünyayı bazııma râm edebilirim" Der.
Ticari hayatta Osmanlı'nın hayran kalınacak hususlarının diğer biri de, söz'ün senet olması idi. Devlet adamı ve müverrih Ahmcd Cevded Paşa'nın, bir Bosna eyâleti teftişi vardır. Bu teftişte Cev-ded Paşa esnafa sorar malını naşı! satarsın? İsteyene satarım cevabını alır. Peşin Hatamı, yoksa veresiyemi? Sorusunada, her iki halde de cevabını alır. Senet yaparmısıniz? Sorusuna; ne gerek var, malı almış sözü vermiş, ne lâzım senet. Dediğinde adam ölürse? Sorusu paşadan geldiğinde, cevap; vârisleri öder. Onlar da Ödemezse? Diye soran paşaya, esnafın cevabı ise, "öylesi hareket müslümana yakışırını?" Sorusu, Ahmed Cevded paşaya bu sefer Bosnah'dan gelir.
4- Devlet teşkilât yapısı hakkında hulasaten söyieceğimiz yine bundan önceki metod içindedir. Çünkü; devlet-i âliye uzun süren safahat-ı ömründe, halden hâle geçmiş bir idari anlayışa mâlik olmuştur. Ancak her dönem ve devir içinde padişah mutlak devletin bası olarak muhafaza edilmiştir. Memnun olunmayan padişahlar taht'tan uzaklaştırılıp, bazıları da katledilmişse de, hanedan değiştirelim diyen bir tek kişi çıkmamıştır. Bunun bir tek istisnası vardır âl-İ Osman gider, âl-i Midhat gelir> diyen ve bu sözünü de sarhoşken sarfettiği bilinen, kahraman-ı hürriyet nâmıyla millete yutturulmaya çalışılan, Midhat paşadır. Devletin 2. adamlığı, her gediği padişahın sözünden sonra, mutlaka yerine getirilen sadrazamdadır. Padişah mührünü, bu görevi uhdesine verdiği kimseye emanet eder ve bütün emirler bu mühr'ün varlığında sadrazamın isteği, padişahın tasdiği diye telakki olunup gereği yerine getirilirdi.
Yürütmeyi sadrıazam idare ederken, padişahın dine aykırı arzu ve isteklerine engel olmakla vazifeli şeyhülislâm efendi, tabiatıyla sadrazamında mugayir-i diniyeye aid tasarruflarında elini oynatmasını önleyecekti.
Ülkenin asayişi sadrazamın tedbirlerini uygulayan asker ve mahalli memurlar tarafından hâl yoluna konurken, nâfıa, adalet, ulema ve medreseler şeyhülislâm efendinin etki ve idaresi altında bulunmaktaydı. Sadrıazamlar ordu ile birlikte savaşa gittiklerinde ayrıca serdar-ı ekrem unvanını âa hâiz olurlardıki başkumandanlık demektir. Kadılıklar; Anadolu ve Rumeli Kadıaskerleri denilen iki makama inkısam ediyordu. Bunların başı, şeyhülislâm efendi idi. Maliye teşkilâtı Defterdar-ı evvel, Defterdâr-ı sâni rütbesine havi; 'ki makam arasındaki işbirliği ile tanzim olunurdu. Defterdar-ı ev-Ve', başdefterdar demekti. Harici işlere reis'ül küttab makamı bakardı. Bunlar, ecnebi elçiler ile görüşür, taleblerini alır, talimatlarını verir, bazılarımda icabı hâle göre sadrıazam veya padişahın huzuruna çıkardığı olurdu.
Reis efendiler, devletimizin gücünde görülen gerileme yüzünden uğranılmış mağlubiyetlerin en az zararla atlatılmasını temini hususunda başarılı olmak için çok uyanık, dikkatli cerbezeli ve sinirlerine son derece hâkim olmaları icab eden kimselerdi. Böyle olabilmek de kolay değildi.
Eyaletler; valilerin idaresinde olmakla beraber heryerde aynı selahiyette olmazlardı. Bazı vilayetler mümtaz eyaletlerdi. Oranın kendine has şartları göz önüne alınırdı. Şunu hemen ilâve etmek gerekirki devletin adaletle ilgili yapısında çok hukukiuluk vardı. Yâni iki hristiyan arasındaki anlaşmazlık kendi cemaati yönetiminin düzenlediği sistemde hal'lü fasi etme hakkı vardı. Taraflardan biri müslüman olursa davanın bakılacağı yer, kadı'lik makamı olurdu. Uzun zaman hristiyan tebâ kendi aralarındaki anlaşmazlıkları kadı'lara götürme yolunu seçmiştir. Kadi'Iann adalet dağıtımı onları teshir etmekteydi.
Daha sonraları, dini ve milli asabiyyeleri azdırıldığından kendi hukuk sistemlerine baş vurur oldular. Osmanlı teşkilât yapısı içinde adalet mekanizmasının yeri hususi bir mahiyet arzeder. Suçlan caydırıcı mahiyetteki cezaiama sistemi, dünyada hiç bir ülkede görülmeyen derecede dürüst, bulduğunu yerine ulaştırır bir ahalinin vücud bulmasını sağlamıştır.
Adalet mekanizması önünde fertlerin eşitliği çok büyük önem arzeder. Buna râşid halifeler devrinde bir yahudi ile Hz. Ali (K.V)'nin eşid şartlarda muhakeme olunması yanında, Osmanlı padişahı, yüce Sultan Fâtih'in bu günkü Ayasofya'nın karşısında bulunan binayı yaptırdığı, ancak bu mimar'ın suistimaie dayalı işlem yaptığı haberi padişaha ulaşınca sinirlenen Sultan Fâtih, mimarın kolunun kesilmesi emrini verir. Bu emir tatbike konur. Üstelik bu mimar İslâm emânetinde olan bir gayrimüslimdir. Haklı olduğuna inanmaktadır.
İstanbul kadı'sına müracaatla padişahı dava eder. Vaziyet padişaha intikal eder. Kadıasker Hızır bey, davayı rüyet eder. Padişahı kısasa mahkûm eder. Karardaki azamete bakan mağdur mimar, önce müslüman olur, padişahın bağışladığı büyük bir tazminatla, hayatının bundan sonrasını geçirir. Hızır Kadı ile Fâtih arasındaki duruşma sonrası şu diyalog pek alaka çekicidir. Padişah; eğer bana iltimas etseydin sana bu topuzla vurucaktım. Der. Hızır Ka-dı'da kürsünün arkasında bulunan eğri kılıcı gösterip, siz de iltimaslı bir davranış isteği gösterseydiniz, bu kılıçla sizi hizaya sokacaktım. Der.
5- Osmanlı devletinde düşünce yapısı, diğer mevzulardada olduğu gibi çeşitli safhalar geçirmiştir. Altıyüz küsur yıllık devietin geçirdiği istihaleler bunda ro! oynamıştır. Osmanlı devleti ümmeii esas alan bir kuruluştur. Zımmüeri de Kur'an-ı Kerimin tâlim ettiği anlayış içinde bünyesinde barındırmıştır. Dinlerine ve örflerine müdehalede devlet olarak bulunmamıştır. Ancak bazı kimselerin müdehalelerine de müsaade vermemiştir. Onları taciz edenleri te'dib etmiştir.
Osmanlı devleti, gerçekten fikri hür vicdanı yüksek nesiller yetiştirmiştir. İnsan esas alınmış buna inzimamen, uçan kuşlar dahi devletin koruyucu kanatlarından istifade etmişlerdir. Eski evlerin cephelerinde bir çıkma yapılıp, kuşlara dinlenmek vede soğuktan korunmaları için yuvalar yapmışlardır. Ahali, siyasi düşüncenin daima dışında kalmayı tercih etmiş, devlet baba, padişah efendimiz esprisine sadık kalmıştır. Hükümet otoritesine karşı yapılan isyanlarda ahaliyi bir seyirci olarak görürüz. Çok nâdir vakalarda ahali olaylara karışmıştır, bunda da Sancak-ı Şerifin çekildiği görülür Saray çevrelerinde; her türlü fikir münakaşa ve müzakere edilebilirken, bunların aynını ahali arasında yapmak müşküldür ve mahzurludur.
Sultan 2. Mahmud zamanında Mukaddime adlı İbni Haldun'a aid eserin çoğaltılıp ahaliye okutulması tavsiye edildiğinde padişah: "çocuğun eline ustura verilirimi?" diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Köprülü Mehmed paşa döneminde kadızâdeiilerle, tasav-vufçuların savaşa benzeyen kavgası ile 1830'larda kurulmuş Beşiktaş ilmi heyeti, çeşitli bilim dallan hakkında araştırma ve münazaralar tertiplerken, onikiier denen bu ilim heyeti başkanına Sultan 2. Mahmud'un; "Aman bu çalışmaları yapmakteyken, dini ve haikı hafife almayın, yoksa şeyhülislâmın elinden sizi ben bile kurtaramam" demesi halkın mukaddes tanıdığı hususata teşn-ü tâana müsaade etmeyen düşünce hâkimdi. Çünkü devleti millet meydana getirdiğinden ona saygı düşüncesini Osmanlı devletr dâima ön plânda tutmuştur.
6- Fikir ve sanat hayatı Osmanlı'da pek geniş bir hürriyet bulmuştur. Çünkü, sanat hayatında şâir sıfatıyla bir çok padişahımız, şehzâdegân, hâttâ hanimsultanlar dahi inşa ettikleri divan ve şiirleriyle bizzat yer almışlardır. Güze! sanatlar içinde de resim ve heykel biraz sıra dışı kalmıştır. Yoksa günümüzde bilinen bütün sanat kollan, daha bir samimiyetle ve geçime müstağni olarak alaka gösteren kişilerce yapılmaktaydı.
Bir şâir; yazdığı bir mersiye veya kaside karşılığı aldığı, bir kese altunla sadece kendini değil geleceğinin maddi problemlerini dahi çözmüş olurdu. Hat sanatı Osmanlı devleti hattatları ile en mükemmel seviyeye çıkarılmış, "Kur'an İstanbul'da Yazıldı" darb-ı meseli nesilden nesile anlatılmaktadır.
Mimari eserlerin elan ayakta duranları, bu alanda nerede bulunduğumuzun sessiz fakat görülür şahidleridir. Osmanlıdaki sanalı aslında; harp sanatının ayrılmaz bir parçası olarak da görmek kabildir. Bilhassa mimarların pîr'i sayılsa seza olan Mimar Sinan; herşeyden evvel bir yeniçeri olup, avrupa fütuhatında olsun, sark ülkelerine nizâm verilmeğe gidişte olsun, askerin ve ordu ağırlıklarının geçebilmesi için yaptığı köprüler, düşman kalelerinin yüksek burçlarına çıkmak için hazırladığı savaş avadanlıkları onu, Şehza-debaşını, Süleymaniye'yi ve Selimiye'yi yapabilmeye götüren vize imtihanlarıdır. Yaptığını saydığımız eserler, finalde Mimar Sinan'ın ipi göğüslediğini ve tanzir edilemeyecek olduğunu gösterir.
Musiki âleminde 3. Selim'in makam icâd eden bir padişah olduğunu, şehadetini sağlayan katiller, başına salladıkları kılıçla, yüzünün yansını parçalamadan evvel elinde olan ve çalmakta olduğu ney'i paraladılar. Bir cihan devleti padişahı, elinde ney'i olduğu halde şehidler kafilesine iltihak etmişti.
Fikir hareketlerinde ise dini meselelerde; Simavna kadısıyla başlayıp, Molla Lütfi v. s gibilerinin, mülhidhâne hareketlerinin kapısı kısa zamanda halka kapatılarak, bozuk ve art niyetlere fırsat verilmemiş, yollar yürümekle aşınmaz demek kaygısı es geçilmemiştir. Osmanlı devletinde fikir hareketlerinde canlılığı, 3. Selim ile beraber görmek mümkündür. Bu hususta 1789 Fransız mason ları-ahali işbirliği, jakoben klübü üyelerinin zâlim bir Fransa krallık idaresine kalkıştığı vede başardığı isyandan sonra, gelişen sosyal çalkantılardan, bütün dünya gibi biz de payımızı alacaktık, aldık-da!
Fakat; Osmanlı cemiyetinde Fransa olsun, avrupanın diğer devletlerinde olsun, yaşananlarla hiç bir benzerlik yoktu. Buna bakarak bizim etkilenmemiz beklenemezdi. Üstelik İngiltere. Fransa-da gelişen bahse konu ihtilâli tasvip etmediği gibi. bastırma hususunda gizli gizli, kralcılara yardım etmeye hazır olduğunu beyan etmekteydi. Fakat Fransız kültürü yaygınlığı bigâneliği önledi. Ancak harekete geçiş diye bir faaliyet görülmediysede, münevverler oradan süzülen haberleri aldıkça içinde olduğumuz sistemi acı acı tenkitlere koyuldular.
3. Selim devri hariciye nazırlarından Atıf Efendinin, "Muvazene-ı Politika" yâni denge politikası da diyebileceğimiz, lâyihasında 'şaret edilen aşağıdaki husus, bize bahse konu ihtilâle nasıl bakmamız gerektiğini hatırlatmış oluyor. Mezkûr ihtilâlin, anaç masonlarından saydığı Volter ve Jan Jak Ruso için şunları beyan ediyor: Volter ile Ruso denmekle mâruf ve meşhur olan zındıkların ve onlar gibi dehrilerin hâşa sümme hâşa mübarek peygamberlere sövmek ve kötülemek işleri olup, maksadlan bütün dinlen ortadan kaldırmak., alaahir" Şimdi müslüman bir toplum bu şekilde ilân edilmiş bir ihtilâlin fikir babalarının maksadı hakikisini öğrendikten sonra yine de oradan bir istimdad beklerse artık, belâya hazırlansın demektir.
Üçüncü Selim'in şehadetinden sonra, yeniçeri askerinin kaldırılması gayretleri, 1826'da 2. Mahmud eliyle gerçekleştiğinde görülen fikir hareketleri, Fransızların, müsavat-uhuvvet-bürriyet sö-züde batı dünyasını tetkike başlayan münevver taslaklarının ağzında vird oldu. Bilenle bilmeyen bir olurmu? İlâhi sorusu yerini Fransız laiklilerinin, uydurma ve samimi olmayan sloganlarına bıraktı. Fikir hayatı denen anlayış bir fikr-i ishal halini sergilemeye başladı.
Hemen şunu da ekleyelim ki; 1860 ekiminin son günlerinde kurulan ilk hususi gazete Tercüman-i Ahval'in yayımlanmaya başlamasıyla, fikri hareketlere bir canlılık geldiği görüldü. Bunun devamında Osmanlı İslâm devletinde ölçü artık Avrupa ne der? Ecnebiler yutarmi? Gibi aşağılık kompleksine eğilim görülmeğe başladı. Bu eğilimler 2. Abdülhamid devrinde o kadar çoğaldı ki; kendi kurduğu mekteplerde, okuttuğu millet evlâdlan, onun vermeye gayret ettiği nimetleri, görmezden gelmeyi adet edindiler. Ve nihayet o'nu devirdiler.
Batıl fikirlere dalmaları Osmanlı devletinin târih sahnesinden silinmesine yetti de arttı bile.
7- Hanedanın yapısı hususuna gelince evvelâ kelime mânasına bakalım; Soyca dindar ve asil aile demiş Türdav lügati. Larus'da-da buna benzer bir tarif var kelimeyi. Hanedan kelimesinin bizde bazen sarakaya alındığını, yâni alay konusu yapıldığını gazetelerde defaatle görmüşüzdür.
Milletimiz asil bir millet olduğu için aynı zamanda en az mazideki haliyle dindar bir aile yaşayışına sahip olduğundan ülkemizde her bir aile hanedan sayılır. Temennimiz bütün ailelerin soylarının, devamını Cenâb-ı Mevlâ nâsib kılsın. Osmanlı hanedanı'na gelince bu elan devam eden bir soydur. Bu soyun en müftehir olacağı husus dünya'ya hükmetmiş bir milletin riyasetini yüklenmiş olmalarıdır.
Bu hanedana mensup olmak, hem mazhariyyet hem de, büyük mahrumiyyetin odağı olmak demektir. Hanedan'ın erkek üyelerinin, yaşamakta olan en yaşlısı 1. Ahmed'İn ortaya koymuş olduğu vesayet anlayışına uygun olarak daima hanedanın reisi durumundadır. Hatta bu vesayete uymak yüzünden taht'ta gözü olmayan 1. Mustafa zorla taht'a çıkarılmıştır.
Buna karşılık bu vesayet sisteminde, şehzade ve kardeş kıtalleri kâğıd üzerinde önlenmiştir. Fakat kaideleri ihlâl eden cemiyetler bir çıkış yolu ararken cinayet dahil bir çok yanlışında muhatabı olurlar. Osmanlı hanedanının en mühim vasıflan içinde, ahali arasında akraba sahibi olmama yoluna önem vermiş olmalarıdır. Bu sebebten, izdivaçlarını umumiyetle esirelerden, uzak bölgelerden gelmiş bilhassa, Kafkasya civarındaki Çerkeş kabilelerinden gelen hanımlarla yaparlardı.
Gayri müslim olup, harem'de din-i mübine giren ve girdiği dinin feraizini, takvasını yapmaya gayret eden hanımlarla da evlenmişlerdi.
Osmanlı padişahları; tabiatıyla dinimizin müsaadesi nisbetinde tek evlilikden ziyade çok evliliği denemişlerdir. Bunların içinde yalnız Genç lakablı 2. Osman, tek evlilik yapmış ve Şeyhülislâm Hocazâde Es'ad Efendinin kızı,*Naile hanımla izdivaç yapmıştır. 3. Mehmed'e kadar şehzadeler Anadolu vilayetlerinde valilikle istihdam edilirler ve yavaş yavaş zimam-ı idareyi bellemelerine gayret gösterilirdi.
Padişah izdivaçlarının birden fazla olması ve bunlardan husule gelen çocukların arasında aynı mekânda geniş olmasına rağmen, Dİr takım ihtilaflar meydana gelmekteydi. Annelerin, baba bir kardeş oları çocukları iyi bir geçime sevkettikleri esaslardansa da, bazen valide sultan olma arzusu ki koskoca cihan devletinin Ana-sultanı olmayı hangi akıllı kadın istemezki? Bu arzunun gereği şehzadesini taht'a teşvik kendisine, yardımcı olabilecek kimseleri bulmak gibi araştırmalara girdiği pek sık rastlanan durumlardır.
Fakat şu o kadar önemlidir ki, ekberiyet yâni yaşça aile içinde kim büyükse ona son derece hürmet ve saygı gösterilmiştir. Osmanlı hanedanı dünya'da hiç bir hanedanın görmediği, mağduriyete maruz bırakılmışdir. O temiz insanlar, dünya'ya ferman okumuş aile mensuplarından bazı prensesler, ecnebi ülkelerde, o ülkenin askerlerinin çamaşırlarını yıkayarak, hayatlarını kazanma ve idâme ettirmemecburiyetine düşürülmüşlerdir.
Bu bahsi 7/mart/]924 tarihli Akşam gazetesinde yer alan bir haberle kapatalım. Mustafa Kemal Paşa meclise verdiği bir önergede, yurd dışına çıkarılacak Osmanlı hanedanının bayan azalarının, memlekette bırakılması üstüne bir takrir verir. Bu takriri verene Cumhuriyet Haik Fırka mebusları, tarafından red cevabı verilirken şu kelimeler pekcaübi dikkattir. "Biz, değil onların dirilerini, ölülerinin kemiklerini dahi bulundukları mezarlardan çıkarıp atalım diyoruz." 8-TopIum yapısı meselesinde her madde başında olduğu gibi böyle uzun yaşamış devletlerin tetkiklerinde, dönemler incelenip, sonuca gidilmesi daha doğrudur. Bizim burada sayfalarımızı böyle geniş bir araştırma ile donatmamız zaten esas olmalıdır. Ancak cihanın en büyük devletlerinden birini teşkil eden, Osmanlı devletimiz, bu kaide içinde mütalaa edilmelidir. Şehirleşme olayının dünyada da az olduğu dönemde Osmanlı toplumunun büyük kismının ziraatle meşgul ve genellikle köylerde yerleşmiş olduğunu görürüz. Devlete olan toplum bağlılığı fevkalâde üst derecede idi. Gayri müslim tebâ dahi, 1770 yıllarına kadar son derece devletin bağlısı görüntüsü vermekteydi. Ne zamanki Rusya; Osmanlı devleti topraklarında yaşayan Ortodokslar için hâmilik imtiyazı aldığında, gayri müslüm tebâ'da, bu bağlılık gevşekliğe doğru yol almaya başladı.
Beri yandan birtakım valilerin, mültezimlerin, voyvodaların bulundukları yerlerde yaptıkları zalimane iş ve yanlışlıkları yüzünden ihvanlara sebeb olduğundan, ahalide isyancıya sempati beslediği Örülürdü. Bu devletin yıldirdiğı değil, devletin temsilcisinin yıldır-dıâı insan, aynı zamanda halife olan padişahdan ümmidini asla eksiltmezdi. Çünkü yanlışı yapan idarecinin hesabını, padişahın sorgulayacağını bilirdi.
Büyük devletlerin başşehrinde bir takım olumsuzluklar yaşanırken, serhad boylarında ordusunun fetihler yaptığı pek rastlanan olaylardır. Osmanlı devleti ise, bu hususların en çok şâhid olunduğu bir devlettir.
9- Bilime olan Osmanlı devleti katkısı, ilim adamîarına verdiği-önem onlara gösterdiği hürmet ve bu hususda hiç bir dini, mezho-bi ve ırki bir ayırıma gitmeden, bilim ve ilim namusuna saygısı, bizzat bu bilim adamlarının itirafı ile sabittir. Baron Carre de Vaux "İslâm Mütefekkirleri" adlı eserinde Sultan Fâtih için şunları söylüyor: Bu fetih Fâtih Sultan Mehmed'e tesadüfen veya Bizans imparatorluğunun zayıflığı yüzünden müyesser, olmamıştır. Bilakis Fâtih Sultan Mehmed, Önceden gereken hazırlığı yapmış ve devrindeki her türlü ilmi güçlerdende faydalanmıştır. O zamanlar top daha yeni icad edilmişti.> Biz bu şahsınsöylediklerine, Sultan Fâtih'in, havan topunun bizzat mucidi olduğunu söyliyerek iştirak edelim. Bir çok kimsenin pinti diye vasfetme gafletinde bulunduğu Cennetmekân Sultan 2. Abdülhamid Hân, kuduz aşısını bulmaya çalışan, bu faaliyetini maddi yetersizlikler yüzünden, erteleyeceğini işitmiş olduğu çalışmalarına devam etmesi için kendi cebinden büyük meblağlar göndererek bilime maddi bakımdan hizmette bulunduğunu ilave edelim. Gelenbevi İsmail efendi gibi matematikçiler ve daha nice Osmanlı ilim ve bilim adamlarıda gelip geçmişlerdir.
istanbul'un fethinden sonra Sahn-i Seman Medreseleri Sultan fatihin kurduğu ilim ve bilim, öğrenme kurumlarıdır. Kanuni zamanında gerçekleştirilen Süleymanİye camii ve medreseleri, mev-cud bilim merkezleri olmuştu.
Avrupa ise; bu sıralarda losyon bulma ilminde ileri gitmişdi. Çünkü yıkanmanın, hayatlarında yeri olmıyan bu insanlar, vücud-iarından neşet eden kokulan bastırmak için yeni kokular bulmağa çalışıyorlardı. Tuvaletten habersiz Parisli def-i hacetini oturak denen kaplara yapıyor ve pencereden sokağa dökmekteydi. Şemsiyecilik mesleğide bu pisliklerden korunma için yaptıkları sağlam şemsiyelerle, epeyi terakki etmişti batılılarda.
Fakat bildiğimiz kadarıyla bilim hayatına yüzelli yıla yakındırda maalesef biz de bir katkı sağlamış değiliz. Bilime açık olmak en önemli husustur. Osmanlı devletinde harp bilimleri daima öncelik kazanmıştır. Çünkü islâmı yayma görevibir fütuhat devletini gerektirirdi. Savaşlarda ağır zırh kullanmayıp çok fazla harekât kabiliyeti elde etmek, fiziki kabiliyeti iyi kullanmayı getirmiştir.
Donanmamızın gemileri bir baskın karşısında çabuk harekete geçebilmek için demir alma yolunu terkedip, demirleri, denize funda edip saldırıyı karşılama hareketliliği fenn-i harbin biz de tatbik olunanıydı. Beri yandan Sultan Fâtih'in top dökme sanatında kendine hizmet arzeden Macar mühendis CJrban'ı, istihdamı kendi mevcud mühendislerini takviye etme hesabına dönüktü.
Nitekim Ürban'ın, Şâhi adlı top'un berhava olmasında hayatını kaybetmesi, top dökmemizi akamete uğratamamıştır. Hâlbuki; Cban usta Fâtih'e gelmeden sanatını avrupanın krallarına sunmuştu, fakat istihdam olunmamıştı. Osmanlı humbaracı sınıfını inkişâf ettiren Baron dö Tot, daha sonra 2. Mahmud döneminde gelmiş bulunan Büyük Moltke harp fenninin değerli bilim otoriteleriydi.
Hemen şunu ilâve edeyim ki, 1999 yılının Osmanlı devletinin kuruluşunun 700. yılı münasebetiyle yapılan kutlama programları devlet törenleri bakımından lâyıki veçhile yapılmış olmasa da varlığını görmek kabil olmuştur. Bilhassa sevsek de, sevmesek de devrin cumhurbaşkanı sayın Demirel; kutlama senesi içinde, İstiklâl harbi sonrası resmî ideolojinin, millete yeni rejimi benimsetebilmek için devlet-i âliye'yi kötüleme kampanyası açıldığını, bir takım haysiyet cellâtlığının yapıldığını, nice zevat'ın da, hakketmedikleri hakaret ve bühtanlara maruz bırakıldığını, artık rejimin oturduğunu, kimsenin Cumhuriyet ile zoru olmadığının tebeyyün ettiğini, artık doğrularında ortaya çıkarılmasının, sosyolojik açıdan cemiyeti hazırlama dönemininde tamamlanmasının kırıp, dökmeden hakikat güneşinin ışıkları, propaganda yalanlarını soldurabilir mânasına gelecek bir beyanla ülkemizin reisi olarak ifade etmiş olmasının da katkısıyla Osmanlı târihinin çeşitli yönlerini daha hür bir şekilde söylenme ortamı tesis edildi.
İslâm; Osmanlı ve insaf dostu insanları temin olunan bu ortam gayrete getirdi. Maddi ve mânevi emekler ortaya saçıldı ve haylice meşkûk vakalar hakikatleriyle yayımlanmaya muvaffak olundu. Perde arkasında kalmış hakikatler günyüzüne çıkarılmaya başlandı. Bundan hak denen olay payını alırken ideoloji anlayışı hasebiyle târihinden habersiz, hâttâ yanlışları doğruymuş gibi öğretilen nesillere verdiğimiz zararın bir bölümünü tamir imkânı da bu 700. yıl kutlamaları sayesinde kolaylaştı.
Yapılan araştırmalar, bilinip de kapalı tutulan bilgilerin, bilhassa tanzimat sonrası vesaik de, devreye girince tanzimat sonrası târihin yeniden yazılmasını icâb ettirmiştir ve merhum Ord. Prof. İsmail Hakkı (Jzunçarşıh'nın, yakın dostlarına söylediği "Rabbim bana; Tanzimat dönemini yazdırmaz İnşaallah" sözleri aklımıza geldi hakikaten yazamadan da hakkında emr-i hakkın vukuu bulduğunu, merhumun başladığı çalışmayı devam ettirmekle görevli Enver Ziya Karal'ın tanzimatı yazdığını hatırladık.
Görülecektir ki, çeyrek asra kalmayacak Osmanlı târihi dahada sarahatla, yâni mukni, ikna edici şeffaflıklarla gelecek nesillerin mütalaasına hazır olacaktır. Bu çalışmamızın tanzimat dönemi, yukarıda işaret ettiğimiz hususlarla hem ahenk olarak çıkacaktır karşınıza İnşaallah.. Önsözümüzün başından bu yana ifade ettiklerimizde, bir cihan devletinde olan vasıflan tesbit ve takdime çalıştığımızı okudunuz. Bunların içinde atlamış olduğumuz, bahsini çalışmanın içyapısında karşılaşıcağinızı umduğum bilgilere, mevzu-muzla alakalı olsun veya olmasın, üstadım addettiğim, merhum Ahmed Râsim Bey'in faydalı bilgiler adı altında, gerek o zattan aldığım, bilgilen gerekse diğer kaynaklardan edindiklerimi, "Bilgi Bankası" adı altında sunmaya gayret ettim.
Benim üslûbumda dip nottan ziyade, aktarmalar ve mühim ve az rastlanır vak'aların kaynaklarını, okuma akışını kesmemek hasebiyle, metnin içinde verdim. Ayrıca nakil esnasındaki meseleye, te'yid veya itiraz babında müdehalem, ayrı yerde değil aynı yerde olmuştur. Osmanlı islâm devletinin teşkilât yapısı son cildde özet fakat toplu bir halde yazılmıştır. Saray teşkilâtı, devletin içinde mütalaa olunduğundan aynı bölümde zikredilmiştir. Bu çalışmamızda; mukaddes İstiklâl Savaşımızın devlet-i âlî'ye târihi içinde yapıldığı göz önüne alınarak yapılmıştır. İstiklâl Savaşı Subaylarının ve Mehmedçiği Osmanlı Devleti evlâdı olduğu anlayışı içinde kaleme alınmıştır. Yaptığımız çalışmanın, milletimizin asil ve necîb evlâdlarının târih kültürüne katkıları olması şâyan-ı temennim olup Cenâb-ı Hakk' rızasına uygun işlerimizde milletimizin ve hepimizin üzerinden siyanetini esirgemesin.
HASIRCIZADE METİN HASIRCI. Sarıgâzi: 10/ocak/2002
.
OSMAN GAZI
Osman Gazi'nin Emirliği
(Üç Rüya
Gazi Osman Bey'in Çalışmaları
Gazi Osman Bey'e Beylik Beratının Gelişi
Osman Gazi'nin Hutbede İlk Olarak Adınım Yer Alması
Eskişehir'de Pazar Bacı Vakası
Osman Bey'in Savaşları
Bilecik'in Fethi Ve Yarhisar İle İnegöl'ün Durumu
Bazı Kalelerin Fethi Ve Bizans'a İlk Tokat
Osman Bey'in Saltanat Devri
Osman Bey'in Sözüne Bağlılığı
Sultan Osman Ve Bizans
Mihal Bey'in Müslüman Olması
Moğolların Kayser'e Yardımı
Osman Gâzi'nin Hanımları Ve Çocukları
Bursa'nın Fethi Ve Osman Gâzi'nin Vefatı
Babası: Ertuğrul Gazi
Annesi: Halime Hatun
Doğum Tarihi: 1258
Vefat Tarihi: 1326
Saltanat Müd.: 1281-1326
Türbesi: Bursa'dadtr.
Ertuğrul Bey'in vefatı üzerine, Kayı Kabilesi'nin ileri gelenleri toplandılar Gazi Osman Bey'i seçtiler. Osman Bey'İn kardeşleri ise, bu seçime gönülden bir bağlılıkla katıldılar. Ne var ki, Osman Bey'in seçilmesi, amcası Dündar Bey'in canını sıktı. Başa geçmek için birtakım çalışmalara girdiyse de, Osman Bey'in seçilmiş olması, Selçuk Sultanınca da tasvib ve tasdik gördüğünden, bu çalışmalarında başarıya ulaşamadı. Fakat bun hazmedemeyen Dündar Bey, Osman Bey'in işlerini aksatmak İçin O'nun düşmanlarıyla bile işbirliği yapmaktan çekinmedi...
Devlet-i ebed müddet, yani Osmanlı Devleti'nirV-İ'lây-ı Ke-limetullah için kurulup, gelişerek dünyanın üç kıtasına hakim olacağının müjdecisi olan üç rüyadan da söz etmeliyiz.
Ertuğurul Bey, birgün Söğüt civarına dolaşırken, geceyi bir köy imamının evine geçirmesi icab etmiş. Ertuğrul Bey'in oturduğu yerin arkasındaki dolapta imam efendinin Kur'an-ı Kerimi bulunuyormuş İmam Efendi telaşla Kur'an-ı Kerimi alıp yüksek bir rafa kaldırmış. Okuma-yazma bilmediği rivayet edilen Ertuğrul Bey ise:
— O ne kitabıdır? diye sormuş İmana Efendi de:
— Allah (c.c)'ın, peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz Haz-retleri'ne bildirdiği Kur'an-ı Kerim'dir; bütün in ahkâmı onun içinde yazılıdır, diye cevap vermiş. Bir süre daha sohbet ettikten sonra, İmam Efendi müsaade isteyip misafirini yalnız bırakmış.
Ertuğrul Bey, namazını kıldıktan sonra, Mushaf-ı şerife dönerek ellerini bağlamış ve sabaha kadar öylece ayakta durmuştur. Sabaha karşı yorulupta yastığına dayanıp kendinden geçtiği bir sırada Allah (c.c) tarafından rüyada kendisine «Sen benim kitabıma bu kadar hürmet ettin, ben de senin evladımda ta kıyamete kadar devam edecek bir saltanatla kutladım.» diye bir ses gelmiş Ertuğurul bey uyandığında bu rüyayı imama söylemiş ve bir süre sonra da oğlu Osman Bey'e anlattığı rivayet edilir.
İkinci rüya ise; Ertuğrul Bey'in, Osman Gazi doğmadan evvel Konya'ya gidişlerinden bir keresinde, gece rüyasında; evinin ocağından tatlı bir su çıkarak, oba oba bir büyük'deniz olup her tarafı kaplamış. Ertuğrui Bey, Sutan Alâaddin'in Başkâtibi, zamanın büyük alimlerinden Abdülaziz Efendi'ye rüyasını anlatmış. O da: «Yakında senin bir oğlun doğacak ve O'nun saltanatı alemi kaplayacak» diye tabir etmiş. Az bir müddet sonra da Osman Gazi'nin doğduğunu bazı tarih kitapları yazar.
Osman Bey, aslen Karaman'lı olan, tahsil için Şam'a gidip sufiyye mesleğine intisab ederek dönen ve Söğüt'te halkı ir-, şada başlayan büyük alim Şeyh Edeb Ali Hazretleriyle görüşür ve O'nun teveccühünü kazanmaya çalışırdı. Birgün Şey-h'in kızı Mal Hatun'u başka kızlarla beraber gezerken görür ve aşk ateşi kalbine düşer. Fakat Şeyh Edeb Ali'ye ayıp olmasın diye bu aşkını üç sene sakladı. Şeyh Edeb Ali'nin tekkesinde misafir kaldığı akşamların birinde bir rüya gördü. Şeyh'in koynundan bir ay çıkıp kendi koynuna girmişti. Göbeğinden bir ağaç peydah olup, dalları bütün dünyayı kaplamıştı. Edeb Ali'ye bu rüyayı anlatan Osman Bey, şu cevabı almıştı;
«— Sen bana damat olacaksın ve büyük, uzun ömürlü bir devlete kavuşacaksın.» Daha sonra kızı Mal Hatun'u Osman Bey'le evlendirdi. Alâaddin ve Orhan adındaki oğulları Mal Hatun'dan doğmuşlardır.
İşte bu üç rüya, Osmanlı Devleti'nin İslâm fetihleri (zafer-ieri) için kurulacağını müjdeleyen ilâhi işaretlerdir.
Yine meşhur bir alim ve tarihçi olan Bitlis'li İdris der ki: Kumral Abdal adında bir gönül ehli vardı. Yenişehir taraflarında otururdu. Dervişleriyle Rum köylerine akın eder, gaza yapardı. Bir gün Allah yolunda ehl-i halden büyük bir zatla görüştü.
Bu zat, Kumral Abdal'a: «—Allah-u Teâlâ, Osman Gazi'ye kıyamete kadar devam edecek bir büyük devlet ihsan etti, git müjdele!)» diye emretmiş, Kumral Abdal, Osman Gazi'yi tanımıyordu. O mübarek zat Kumral'a, Osman Gazi'nin çehresini tarif etmiş... Kumral Abdal da bu alâmetlerle Osman Gazi'yi bulup müjdeyi vermiş.
Müjdeyi alan Osman Gazi, «—Şimdiki halde bîr kilsçja, bir maşrabamdan başka şeyim yoktur.» deyip, onları Kumral Abdal'a vermiş. Kumral, maşrabayı alıp, kılıcı geri vermiş ve böylece kılıç fetihlerini müjdelemiş.
Osman Gazi, çok sonraları Kumral Abdal'a bir zaviye yaptırmış ve Yenişehir civarında kendisine tarlalar vakfetmiştir.
Bütün bu zikrettiğimiz manevi müjdelerin en dikkat çekeni de Şeyh-i Ekber Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin, Osmanoğul-iarı'nın çıkacağını 70 sene evvelden cifir ilmi denen ve ince hesaplarla yapılan bir ilimle keşfederek, ona dair «Şecere-tü'n-Nu'maniyye Devlet'il Osmaniyye» adlı bir eser yazarak, Ali Osman Halifelerinin^bİrincisi Yavuz Sultan Seİim Hazretieri'nden başlayarak, Osmanlı Devletinin büyük vakalarını, Cifir İlminin kelimeleriyle ifade etmişti
Bütün bu yazdıklarımız, Osmanlı Devleti'nin Cenab-ı Hakkın murad-i ilâhîsine nail, evliya-ı kiramın muavenetine layık bir devlet oluşunun ve onun kurucusu Osman Bey'in kalp gözünün açık bir zat olduğunun ispatıdır.
Osman Gazi'nin beyliğe seçildiği sıralarda, Konya Selçuklu sultanlığı inkıraza (yıkılmaya) yüz tutmuş ve büyük karışıklıklar içinde bulunuyordu.
Osman Gazi, yukarıda anlatılan manevi müjdelerin manasını müdrik bir bey olarak siyasetini, o müjdelerin istimatine göre tanzim ediyor, büyük bir vazifeyi devralmanın ve onu devam ettirebilmenin, kılıç kuvvetine dayanacağına inanıyordu. İşte bu karışık devrede kuvvetlenebilmek için etrafındaki tekfurlarla iyi geçinmeye gayret ediyordu.
İnegöl tekfuru Nikola, Osman Gazi'nin bu patırdılara karış-mıyarak kuvvetlendiğini hissediyor ve kuvvetlendikçe kendisi de dahil her yeri ele geçirip hükmedeceğini anlıyordu. Bunu önlemek için diğer tekfurlarla ittifaka girişti.
Osman Gazi, derviş ve sevenleri vasıtasıyla bunu haber alınca, bunlarn birleşmelerini önlemek üzere İnegöl'ü fethetmeyi düşündü. Bu maksatla H. (683) (M. 1284) senesinde İnegöl yakınına bulunan Kolcahisar'i basarak, kaleyi yıktı ve birçok ganimetle geri döndü.
Nikola, komşusu olan Karacahisar Tekfuru ile birleşerek büyük bir ordu meydana getirdi. 120 kadar süvarisi ile Ham-za bey köyü yakınındaki Ermeni Beli denen yerde bulunan Osman Gazi'nin yonulu kesti. Kılıç kılıca çok sert bir cenk başladı. Çok kalabalık bir düşman ordusuyla çarpışan İslâm mücahidleri zor anlar geçirdiler. Hatta bu arada mücahidlerin ünlülerinden Bay Hoca şehadet şerbetini içince, bir şaşkınlık meydana geldiyse de, nusret ve zafer; sabrden ve Allah için cenk edenlere nasib olacağı için Osman Bey ve süvarileri bu niyyet ve amelde bulduklarından, düşman ordusuna dalkılıç hücum edip, onların çemberini yararak, ölüleri ve yararlarıyla başbaşa bırakıp kurtuldular. Şehid Bay Hoca'nin mezarı Hamza bey köyünde olup halen ziyaret edilmektedir.
Osman Bey bir gece 450 seçkin süvari ile, Ermenibeli'ni dolaşıp aniden Karacahisar üzerine indi. Rastgeldiği düşmanı ödürüp bir çok ganimet alarak Domaniç tarafına döndü ve ormanlar içinde gizlendi.
Karacahisar Tekfuru, askerini İnegöl Tekfurunun askeri ile birleştirip, anlaşma yaptıkları başka tekfurların askerleriyle de buluşarak İnegöl önünde büyük bir topluluk meydana geldi. Osman Bey de etraftan oldukça mücahid olaplamişti.
Aralarında ittifak etmiş tekfurların ordusu, hareket eder etmez, Gazi Osman Bey de Domaniç'ten aşağı yürüdü ve düşmanın karşısına dikildi. Yapılan savaş sonunda düşman perişan olmuş, ölen düşman askeri, meydanda bir tepe meydana getirmişti. Bu savaşta Gazi Osman Bey'in kardeşi Gündüz Alp şehid olmuş, buna mukabil Karacahisar Tekfurunun kardeşi de öldürülmüştü. Savaştan sonra şehidleri defn eden Osman Bey, kardeş Gündüz Alp'in cenazesini söğüt'e götürerek babasının yanına defnettirdi. İşte bu zafer, Gazi Osman Bey'e büyük bir şöhret kazandırmıştı.
Selçuklu Sultanı H. 683 (M. Î284) senesi Ramazan-ı Şerifi başlarındaki tarih ile yazılı bir menşur gönderdi. Farsça yazılmış olan bu menşurda Osman. Gazi'ye:
«Saadetmenendi eazü ekrem ve kâmkân muazzam nâsirüddünya ved'din Ebu'n-Nasr Osman Şah, metfceanallahü bituli hayatihi ve yümni likaihi...» şeklinde hitab olunmuş ve zamanımızın şevketli hükümdarı, gündüz ve gecemizin azametli şahı şerefi diye vasıflandırılmıştır. Ayrıca bu menşurda Osman Bey'e adalet ve insaf ile şeriatın ahkâmına göre hareket etmesi, sulh isteyenlerle sulh içinde yaşaması, ahdine sadık kaiması, Cenab-ı Hakk'ın emri olan »emaneti ehline veriniz» fehvasınca, hükümdarlar için çok önemli nasihatleri ihtiva ediyordu. Cenab-ı Hakk'a itaat, onun şeriatini tatbik edenlere itaatle mümkün olduğu hatırlatılarak, Osman Bey ve memurlarının gösterilen yolda hareket etmelerinin Din-i İslâm'ın farzlarından olduğu bildiriliyordu. Bu menşurdan sonra Selçuklu Sultanı ile Osman Bey'in haberleşmesi kesilmiştir.
Yukarıda anlattığımız menşurun izahatından; meselelere bugünkü şart ve kalıplan eskiye tatbik etmek görüşüyle hareket edenler, şüphesiz yanlışlığa düşerek bu menşur neticesinde Osman Bey'in Söğüt'e nahiye müdürü tayin edildiğini zanederler. Halbuki her unvan aid olduğu zamana göre düşünülmelidir. Oysa Gazi Osman Bey'e verilen unvanlar, müstakil bir devlet reisine verilen unvanlardı. En azından iç işlerinde müstakil bir devlet reisine... Yoksa bütün müslüman sultanlar manevî olarak zamanın halifesine bağlı idiler.
Bir devletin en önemli unsurlarından biri; adalet tevziine haktan ayrılmamak, haksızlığın mutlaka giderilip, hakkın yerine getirilmesiyle mümkün olduğunu bilen Osman Bey, Hz. Ömer'i örnek alarak resmen kadılar tayin etti. Bu kadıların vazifesine ne kendisi karıştı ne de başkasın! karıştırdı. Adalet mekanizmasını kuran Osman Bey, böylece aşiretten devlete en önemli adımı atmış oluyordu...
Karacahisar'ın fethinden sonra Şeyh Edeb Ali'nin akrabasından ve talebesinden olan Dursun Fakih'i hatib tayin etti. Dursun Fakih, büyük bir alim olup, Osman Gazi'nİn yaptığı savaşlara da iştirak edip, askere namaz kıldırırdı. H. 688 (M. 1289) Senesinde bir cuma günü Dursun Fakih hutbesini irad ederken, Selçuk Sultam'nın ismiyle beraber Gazi Osman Bey'in ismini de hutbede okudu. Osman Gazi ikametini Eskişehir'e nakledince, Dursun Fakih hutbelerinde daima Gazi Osman Bey'in adını Selçuklu Sultanı ile beraber okumaya devam etti.
Hulâgu, Abbasi hilafetini ortadan kaldırdıktan sonra, İslâm ülkelerindeki sultanların ve emirlerin adına kendi memleketlerinde hutbe okunmaya başlandı. Bir müddet sonra Abba-soğullanndan birine biat olunduysa da, o hiçbir işe karışmaz, Mısır sultam'nın tahta çıkışlarında ona kılıç kuşatır ve bir de menşur verirdi. Bu hilafetin zaytf ve tesirsiz hali, Yavuz Sultan Selim Hazretleri'nin hilafeti almasına kadar devam etti.
Gazi Osman Şah Eskişehir'e gidince, Eskişehir hükümet merkezi oldu ve şehirde pazar kuruldu. Eskişehir'in, Kütahya eyaletine bağlı olduğunu iler .şüren Kütahya Bey'i Germiya-noğlu Alişar Bey, adamlarından birini Eskişehir'e gönderip, pazarda satılan mallardan vergi almak istedi. Gazi Osman Bey, gelen adamı kovdu ve pazar memurlarına ekmek parası diye her yükten ikişer akça alınmak üzere bac resmi koydu.
Bu meseleden dolayı Osman Şah ile, Germiyanoğlu arasında küçük bir çatışma oldu ve tabii kazanan yine Osman Bey...
Kütahya ve başka taraflardan gelen Türkmenler, Karacahisar'a yerleştiler. Bundan sonra Osman Gazi bazen Eskişehir'de, bazen Söğüt'te, bazen de Karacahisar'da oturur, memleketin gelişmesine, adaletin yayılmasına ve halkın haklarının korunmasına çalışırdı. Bu suretle şehirler şen, yollar emin ve halk rahatlık içinde idi.
H. 691 (M. 1292) Senesinde Osman Gazi 1500 seçkin Oğuz süvarileri ile Harmankaya Tekfuru Mihal'in klavuzlu-ğunda Göynük tarafana yürüdü Sarıkaya üzerinden Beştaş köyüne vardı. Mudurnu tarafında oturan Samsa Çavuş'a haber gönderdi. Oradaki Tekke Şeyhinin yardımlarıyla Sakarya Nehri'nin kolay olan geçidinden geçip Samsa Çavuş'la buluşarak onun rehberliğiyle Sorgun kasabası üzerine yürüdü. Kasaba halkı aman dileyince Samsa Çavuş Sorgunlulara kefil olup Osman Gazİ'ye bağlanmalarını temin etti. Göynük, Taraklı ve Yenice taraflarına giderek bütün bu bölgeleri yağmaladı. Birçok ganimetler alarak geri döndü.
üc beylerinin birbirlerine girdiği dönemde Osman Gazi İslâm şehirlerine hiçbir şekilde saldirmayıp, yalnız cihad ile meşgul oluyordu.
Gazi Osman bey'in bu hasletleri bütün müslümanlan sevindirdiği gibi, komşu tekfurların da düşmanlığını çekiyordu. Osman Gazi ise, sadık dostu Köse Mihal vasıtasıyla tekfurların işlerine vakıf oluyordu. Bilecik Tekfuru da Osman Şah ile müttefik görünüyordu. Osman Bey, yaylaya çıkarken fazla eşyasını saklaması için Bilecik kalesine bırakırdı. Halbuki Bilecik Tekfuru samimi olmayıp tam bir riyakarlıkla hareket ediyor, öteki tekfurlarla birleşip, Gazi Osman Bey'in aleyhine çalışıyordu.
Köse Mihal'in düğününe giden Osman Bey'i pusuya düşürmek isteyen tekfurlar, Osman Bey'in maiyyetini kalabalık gördüklerinden korkup saldırıdan vazgeçtiler.
Bilecik Tekfuru, Yarhisar Tekfuru'nun kızı Lotüs'le yapacağı izdivacın hazırlıklarını sürdürürken, komşu tekfurları davet etti. Fakat bu arada Osman Bey'i de tuzağa düşürmek için Köse Mihal vasıtasıyla davet etti. Fakat bu davetin altındaki kötü niyeti sezdi, fakat hiç belli etmiyerek, yapılan davete icabet edeceğini söyleyip, düğün hediyesi olarak Bilecik'e bir koyun sürüsü gönderdi. Ayrıca düğünden sonra da yaylaya çıkacağını, arasının açık olduğu Germiyanoğulu'nun kadın ve mallarımıza, düğünde oluşumuz münasebetiyle, zarar verebileceğini, Bilecik Tekfuru izin verirse, kadınları da, malları da kaleye göndermek istediğini bildirerek, düğün davetini yapan Köse MihaPe haber yolladı.
Bilecik Tekfuru, Osman Bey'i yok etme planını zehirleme, yahud daha başka bir tarzda yapmayı düşünmüştü. Böyle bir haber gelince buna çok sevindi. Çünkü hem kadınlar, hemde mallar kendi ayaklarıyla geliyordu. Derhal düğün yeri olarak Bilecik civarında Çakırpinar denen bir çimenliği seçti ve Osman Bey'in teklifine evet cevabını gönderdi.
Osman Bey, teklifine «evet» cevabını alınca, 40 kadar ba-nadir mücahidini kadın kıyafetine sokarak, bir o kadar genç mücahidi de keçelere kilimlere sarıp sandıklar içine yerleştirdi ve hayvanlara yükledi. Kadın kıyafetine girmiş bahadırlar, koyunları sürerek Bilecik Kalesine girdiler. Osman Gazi Hazretleri de kuvvetlerini yanma alarak akşamüstü hareket etti. Kendisine pusu kurulacak yere geldiğinde, yanındaki kuvvetin büyük kısmını orada bırakarak çok cüz'i bir kuvvetle düğün alanına gitti. Bilecik askerinin yansı gelini almak üzere Yarhisar'a gitti.
Büyük kısmı da düğün yerine gittiğinden, kalede çok az miktarda asker kalmıştı. Kadın kıîığmdaki bahadırlar, sandıklardaki mücahidleri de çıkarınca, kalede kalan Bilecik askerini bertaraf etmek çok kolay olmuştu. Kaleyi zaptettiklerini düğün alanında kemal-i rahatlık içinde bekleyen Osman Gazf ye ulaştırdılar. Fakat Bilecik Tekfuru da aynı anda durumu öğrenmişti. Buna rağmen sarhoş olan askerlerini toplayana kadar, İslam Dininde haram olduğu için içki içmeyen Osman Gazi ve değerli askerleri derhal atlarına atlayıp kaçar gibi yaparak, sarhoş bir güruh olan Bilecik askerini pusu yerine doğru çekmeye başladılar. Onların bu kaçışını ciddi sanan Bilecik askerleri, pusunun tam göbeğine düştüler ve kılıçtan geçirildiler, Osman Gazi, büyük bir savaş teknisyeni ve Ce-nab-ı Hakk'ın emirerine riayet eden bir müslüman olarak zafere ulaştı.
Oradan yıldırım sür'atiyle Yarhisar'a giderek düğün alayı için gelmiş Bilecik askerini de tarumar edip, gelinle beraber düğün alayındaki kızları da esir aldı.
Fetihler başlamıştı. Hiç ara vermeden Turgut Alp'i İnegöl'ü kuşatmak üzere gönderdi. Bilecik ve Yarhisar kalelerini emniyete aldıktan sonra, Turgut Alp'in yanma gelerek İnegöl kalesini fethedip, İnegöl Tekfurunu da idam ederek, kaleye muhafızlar koydu.
Elde edilen ganimet çok zengindi. Bunların en iyilerini seçip, 60 cariye ve 100 köle ile Konya Sultanı Alâaddin'e gönderdi.
Ganimetlerin içinde bulunan Lotus hanım, Gazi Osman Bey'in 16 yaşında bulunan kahraman evladı Orhan Bey'in hissesine düşmüştü. Gazi Osman Bey, Lotus Hanım'la oğlu Orhan Bey'i evlendirince, Lotus Hanım, cân-ı gönülden Din-i İslam'la şereflendi ve Nilüfer Hatun adını aidi. Nilüfer Ha-tun'un müslüman olmasında hiçbir tazyik ve zorlama yoktu. Çünkü «Lâ ikrahe fid-dîn» fehvasınca kimse kimseyi müslüman olmaya zorlayamazdı... Bu, mes'ud izdivaçtan, Rumeli Fatihi olarak bilinen şehzade Süleyman Paşa ve şehid padişah Murad-ı Hüdavendigar dünyaya geldiler. Nilüfer Hatun, Valide Sultan oldu. Bursa'da Nilüfer Nehri üzerinde çok sağlam bir köprü yaptıracak ve daha nice hayırlar işleyen bir Nilüfer Hatun olarak anılacaktır...
Gazi Ertuğrul Bey'in vefatıyla yerine, Osman Bey'in geçmesini bir türlü hazmedemiyen Dündar Bey, Gazi Osman Bey'in aleyhinde birleşen tekfurlarla işbirliği yaptığı anlaşılınca, Osman Gazi Hazretleri çok kızdı. Bu hainlikti! Hainliğin cezası verilmeliydi ve attığı bir okla onun hayatına son verdi.
Gazi Osman Bey, H. 689 (M 1299) ve 699 (M. 1300) senelerinde Köprühisari, Yurthisarı ve İnönü Kalelerini zaptet-tiklen sonra İznik şehrini muhasara etti. İznik şehrinin hıristi-yanlar için önemli bir yeri vardı. Şöyle ki: 400 çeşit İncil'in uzun müzakerelerden sonra 4'e indirilmesine karar verilen toplantının yapıldığı belde olmasından dolayı... İznik ahalisi Bizans'tan yarım istedi. Kayser derhal bir ordu hazırlayıp gönderdi. Bizans'ın İznik'e bir ordu gönderdiğini haber alan Gazi Osman Bey, durumu Sultan Alâaddin'e bildirdi. Sultan Alâaddin de, Afyonkarahisar Sancak Bey'ini, Osman Bey'e yardıma memur etti. Ne varki bu haberleşmeler yapılana kadar, Kayser ordusu İzmit Körfezine gelip kaleye girmiş ve İznik'in yardımına yetişmişti. Osman Gazi, derhal muhasarayı kaldırıp, bütün kuvvetiyle Bizans ordusuna saldırmış, birçok askerini öldürerek bozguna uğratmıştı. Kayser'in ordusu, o zaman için dünyanın en kuvetii ordularından sayılıyordu. Bu muvaffakiyet, Gazi Osman Bey'e daha bir alaka ve saygı duyulmasını temin etti.
Kendi kuvvetiyle yaptığı bu savaştaki muvaffakiyet, İznik ile Bursa arasındaki Yenişehir kalesinin alınmasıyla taçlanmıştı... Bu savaştan elde ediien ganimetlerin Sultan Alâad-din'e zafer müjdesiyie göndermek üzereyken, Sultan Alâad-din'in, Gazan Han tarafından tutularak hapsedildiği haberini almış ve hayretler içinde kalmıştı...
Sultan Alâaddİn'in tahttan indirilmesi ile Selçuklu Devîetİ ortadan kalkmış oldu. Bütün uç beyleri istiklallerini ilan ettiler. Osman Gazi Hazretleri de kendi hükümetinde müstakil oldu ve bunun nişanı olarak, artık hutbeler de Osman Gazi adına okunuyordu. Böylece Osman Gazi H. 700 (M. 1301) senesinde umumun biatini almış oluyordu.
Sultan Osman, artık tahta oturmuş ve Kayi aşireti, Osmanlı Devleti olmuştu... idaresi altındaki vilayet ve kasabalara bey olarak tayinler yapıldı. Bunların içinde önemli tayin; Büyük oğlu Alâaddin Paşa'yı kayınpederi Şeyh edeb Ali'ye, hizmetinde bulunması için göndermiş olmasıdır. Bu, devlet reisinin tekke hizmetine en yakınını göndererek ona bağlılığını zahirde de göstermesi ve Şeyhin manevî tasarrufunun, hayır dualarını Osmanlı Ülkesinin üzerine olmasının ricasıdir...
Osmanlı'nın devletleştiğini gören Kete Tekfuru, bu devlet-leşmeyi önleyelim diyerek, Bursa Tekfuruna hatırlatmış, Bursa Tekfuru da diğer tekfurları toplayıp, kalabalık bir ordu kurarak doğruca Osmanlı topraklarına hücum etmişlerdi... Sultan Osman, durumu haber alınca, düşmanı Koyunhisar'dc karşıladı. Çok kanlı bir kavas neticesinde, tekfurlar ordusu mahv-ı perişan oldular. Ne var ki, Osman Gazi'nin yeğen Gündoğdu Bey, bu savaşta şehid olmuştu... Kestel Tekfuru bu savaşta ölmüştü. Bursa Tekfuru savaştan kaçarak Burs; kalesine sığınmıştı. Bütün bunlara sebeb olan Kete Tekfuru! ise Ulubat Tekfuru'na sığındı.
Sultan Osman Glubat'ı sardı ve ısrarla Kete Tekfuru'nt kendisine teslim edilmesi için zorladı. (Jlubat Tekfuru, Sultar Osman ve kendisinden sonra gelecek Osmanlı Sultanlannir lubat Köprüsünden geçmemeleri şartıyla Kete Tekfuru'nı vereceğini bildirdi. Sultan Osman: «Ben ve benden sonrakile bu köprüyü geçmeyecekler.» diye söz verdi. Bunun üzerine kendisine teslim edilen Kete Tekfuru'nu, gaziler Kete Kales önüne getirip öldürdüler. Kete ahalisi de Kete kalesini Os imanlılara teslim ettiler.
Sultan Osman, CJlubat Tekfuru'na verdiği sözü tuttu ve (Jlubat köprüsünden hiç bir zaman geçmedi. Sultan Os man'dan sonra gelen Osmanlı padişahlarından hiçbiri, büyül-cedleri Osman Gazi'nin sözünü bozmadılar. Geçmek gerekti ği zaman, köprüyü kulanmıyarak kayıklarla geçmişlerdir. Bı hadise, Sultan Osman'ın sözüne bağlılığının ve ondan sonr< gelen, onun sözünü değiştirmeyen Osmanlı Sultanîanmr sözlerine ne kadar sadık kaldıklarının emsalsiz bir numunesidir.
Günden güne kuvvetlenmeye başlıyan Osmanlı Devleti Bizans Kayserinin korkulu rüyası olmuştu. Çünkü Koyunhi sar savaşının galip kumandanlarından Kara Ali Alp, önünde ki tekfur askerlerini kovalaya kovalaya birçok yerleri fethet meye başlamış, hatta Mudanya önündeki Kalo Limmi adasının bile zabtetmişti. Bu adaya şimdi (Emîr Ali) İmralı adası denir. Bu arada Marmara nahiyesi ile Keşten kalesi de Osmanlı topraklarına katılmıştı.
Bütün bunlar gözünün önünde cereyan ederken, Bizans Kayser'i, çareyi Asya'nın hakimi durumunda olan Gazan han'a kızını ve birçok hediyeler göndermekte bulmuştu. Gazan Han ölünce, Moğol tahtına geçen Hüdabende Mehmed Han, Kayser'in kızıyla evlenerek, onun hatırı için Türkmen Beylerİ'ne ve bilhassa Osman Bey'e; «Kayser Devleti, Moğol Hanlarıyla anlaşma yapmıştır, kimse onun memleketine el uzatmasın!» diye fermanlar göndermişti.
Sultan Osman, bu fermana çok kızdı. Derhal mücahidleri toplayıp İznik'e, oradan İstanbul Boğazı'nda bulunan İstavroz köyüne kadar olan bütün Kayser memleketlerini çiğneyip geçti. Koçhisar'ı, Lefke'yi ele geçirdi. Akhisar ve Geyve Tekfurları da kendisine boyun eğdiler.
Sultan Osman'ın halis dostu, Harmankaya Tekfuru Köse Mihal de müslüman olmuş ve Osmanlı Beylerinden biri olarak gerek kendini, gerek çocuk ve torunları, Osmanlı Devleti, dolayısıyla İslam Dini'ne büyük hizmetlere bulunmuşlardır.
ühaniler Hükümdarı Hüdabende, karısının teşvikiyle Mo-ğollara, Bizans Kayser'ine yardım etmeleri için emirler göndermişti. Moğollar, Karahisar sahil şehrinde bulunan «Çavdar Tatarları» reisinin yanına toplanmaya başladılar. Sultan Osman'ın düşmanı olan Germiyanoğlu'nun Türkmenlerinden bazıları da Tatarlar tarafına geçip büyük bir ordu meydana getirdiler.
İstihbarata çok önem veren Sultan Osman, bu ordunun Kütahya önlerine toplandıklarını haber alınca, oğlu Orhan Bey'i kumandan, danışmanlığına da Köse Mihal Bey'i vererek Eskişehir tarafına gönderdi. Bu sırada Tatarlar aniden müslümanlann pazarı olan Karacahisar pazarını basıp yağmaladılar. Bu haber, Eskişehir taraflarında bulunan Orhan Bey'e geldiğinde, derhal harekete geçerek, yıldırım sür'atiyle Tatar Ordusunu Oynaşhisarı önünde yakaladı. Başlarında Çavdar aşireti reisi olduğu halde Tatarlar'ın hepsini yakaladı. Yenişehir'e götürdüğünde, babası Sultan Osman Gazi'den takdirkâr sözler işittiği ve ayrıca babasını hoşnut ettiği için sevindi. Esir ettiği Tatarlar'dan aldığı söz üzerine, kendilerini salıverdi. Bu olaydan sonra Çavdar Tatarları Osmanlı Devletine sadık kalmışlardır.
Değerli araştırıcı M. Çağatay Üluçay'ın TTK (Türk Tarih Kurumuyayınları) arasında çıkmış bulunan Padişahların kadınları ve kızları adlı çalışma en dakik bir çalışmaların başında gelmektedir. Biz bu çalışmada birinci kaynak olarak bu çalışmayı gözönüne alırken tabii ihtilaflı hâllerde diğer kaynaklara da atfu nazar edeceğiz. Bâlâ Hatun ahiler'in unutulmaz şeyhi, Şeyh Edebalı Hz. lerinin kızıdır. Bazı târihlerde adı Râbia olarak geçerken, kimilerindede Mal hatun şeklinde geçmektedir nitekim bizim çalışmamızda da öyle zikredilmektedir. Bu hanımefendinin doğum tarihi ve Osman Gazi ile izdivaç yaptığı târih net olarak belli değildir. Bâlâ Hatun Osman Gâzi'nin oğlu Alaadin'i dünya'ya getirmiştir. Daha sonraları babası Şeyh Edebalı'nın yanında geçiren Bâlâ Hatun 724/1324 târihinde Bilecik'de vefat etmiş ve hemen babasının tekkesinin yanında bulunan türbesine defnolundu. Diğer bir hanımı ise Osman Gâzi'nin Mal Hatun diye bilinen ve Ömer Bey adlı bir zâtın kızıdır. Bu hanımında evlilik ve vefat târihi bakımından söylenebilecek bir zaman dilimi o yüzyılı ifade etmekten öteye gidememektedir. Orhan Gâzi'nin validesinin bu hanım olduğu, Bursa'da vefat ettiği ve zevci yâni kocası Osman Gâzi'nin Bursa Gümüşlükümbet'de gömüldüğü zikredilmektedir. Kızları bahsine gelince; Osman Gâzi'nin Fatma isimli bir kızı olduğunu Orhan Gazi vakfiyesinden öğreniyoruz ancak hakkında bir malumat bulmak kabil olmamış bulunuyor. Osman Gazi zamanında sadrıazam kimdir diye bir kayıt düşmek kabil olmuyor.
Bir aşiret yapısı andıran Osmanlı Beyliği, Orhan Gâzi'nin babasından devraldığı Beyliği, çok kısa zamanda bir devlet mekanizmasının bütün bölümlerinin, saat gibi tıkırdamasını temin eden başarısı, Osmanlı Devletinin ilk sadnazamının 1323'de başlayan ve 1339'da nihayetlenen sadaretiyle Osman Gâzi'nin diğer oğlu Alaadin Paşa olduğunu kaydetmiş olalım.
Sultan Osman, Bursa'yı fethetmek ve Osmanlı Devleti'nin payitahtı yapmak istiyordu. Fakat Bursa'nın üzerine yapılacak sefer ve bu seferin icabı olan savaş çok kanlı olacağından, birçok insanın telef ve İslâm mücahidlerinin şehid sayısının artacağını, ileri görüş ve müslüman olmanın basiretiyle anladığından, Kaplıca ve dağ taraflarında iki hisar yaptırdı. Birisine, kardeşinin oğlu Aktimur'u, diğerine de Balabancık adlı mücahidi kumandan tayin ederek onlara: «Buradaki halkın kalbini fethetmeye bakınız. Çünkü Din'i Mübin-i İslâm, ilkönce insana hitab eder.» deyip nasihatte bulundu.
Aktimur ve Balabancık, sultanlarının tavsiyesine aynen uydular ve oradaki halkı kendilerine bağlamasını bildiler. O ahalide, onlara kendikilerinden yiyecek veriyorlardı. Bu davranışları sayesinde, Bursa muhasarası uzun sürmesine rağmen, müvahhidler hiç yiyecek sıkıntısı çekmediler.
Bursa muhasarası devam ederken, Sultan Gazi, Bolu, Kandıra, Akyazı ve Kanarya civan ile Sakarya nehrinin her iki yakasını da ele geçirdi. Buraları, savaşta başarı gösteren gazilere, yani mücahidlere tımar olarak verdi.
Bursa'nın muhasarası yedi yıl sürmüştü... Muhasaraya karşı koyan Bursa halkının takati kesilmişti... Sultan Osman Gazi ise, 70 yaşma varmış olmanın yükü ile birlikte, birbiri üstüne binen hastalıklarla boğuşuyordu... Buna rağmen Bursa Muhasarası O'nu düşündürüyordu.. H. 725 (M. 1325) Yılında, oğlu Orhan Bey'in başkumandanlığında bir ordu tertih etmiş ve kesin sonuç için Bursa üzerine göndermişti..
Bursa'nın fethinden 4 ay önce Şeyhi Edeb Ali 120 yaşında iken vefat etti. Şeyhin kızı, Sultan Osman Gâzi'nin hanımı Mal Hatun da vefat etti. Dedesi ve annesinin, vefatıyla Orhan Bey, çok üzüntülü bir haldeyken -Cenab-ı Hakk'm lütfuyia-Bursa'yı feth etti, Fakat sevinmeye fırsat bulamadı. Çünkü Sultan Osman Gazi de vefat etmiş bulunuyordu..
H. 726 (M. 1326) senesi, Ramazan'ın 12. günü Orhan Bey, Osmanlı Devletinin 2. Sultanı olarak tahta oturdu ve babasının nâşını, Bursa şehrindeki manastırın kubbesi altına defnettirmek için teşebbüse geçti...
Cennetlik Sultan Osman Gazi, orta boylu, karayağız, değirmi yüzlü, geniş omuzlu, ayakta durduğu zaman elleri dizlerinden aşağıya inerdi... Gayet mütevazı giyinir. Başına kırmızı çuhadan yapılmış Çağatayhlar biçiminde Horasanı giyerdi. Sevimli, tatlı dilli bir hükümdardı. Savaşlarda, sadece idare eden olarak değil, bilfiil savaşan bir mücahid olarak da kahramanlıkta eşsizdi. Âlimlere çok saygı gösterirdi. Tarih kitaplarında okuma-yazma bilmezdi diye yazarsa da, gürül gürül Kur'an-ı Kerim okuyan bir zata «okuma bilmez» demek, ne demektir, onu anlamak güçtür. Adaleti gerçekleştirmek en büyük meziyetiydi ve bunda da muvaffak olduğunu herkes tasdik ederdi.
Son söz olarak şunu deriz ki; üzerinde yaşadığımız bu toprakların fâtihlerinin atası olan Sultan Osman Gazi Hazretleri, yeni yetişen İslâm Neslinin dirilişini beklerken, İslâm Dini için bütün güçleriyle mücedeleye atılmış bu uğurda şehid olmuşları, cennetin kapısının önünde, yeşil örtüleri içinde karşılıyor, onları kutluyor... Yine islâm Dini için gazi olmuş kardeşlerimizi, ruh-u maneviyyesi ile müjdeliyor...
Allah'ın Rahmeti O'na ve O'ndan sonra Devlet-i Aliyyenin bütün sultanlarına olsun.
.
SULTAN ORHAN GAZİ
Sultan Orhan, Ağabeyi Alâaddin Bey'e Vezirlik Teklif Ediyor
Alâaddin Paşa'nın Vezirliği Kabol Etmesi
İznik'in Alınması
Şehzade Süleyman Paşa'nın Seraskerliği
Sultan Orhan Gazi Gemlik'in Fethi
Sultan Orhan'ın Bürsa'yı Başşehir Yapması
Sultan Orhan Ve Bizans
Karesi Vilayetimin Alınışı
Rumeli Fetihleri
Süleyman Paşa'nın Vefatı
İslâm Mücahidlerine
Orhan Gâzi'nin Hanımları Ve Çocukları
Sultan Orhan'ın Vefatı
Okuma Parçası:
Şehzade Halil'in Macerası
Babası: Osman Gazi
Annesi: Maüıûn Hatun.
Doğum Tarihi: 1281
Vefet Tarihi: 1360
Saltanat Müd.: 1326-1360
Türbesi: Bursa' dadır.
Cennetmekân Sultan Osman Gazi Hazretlerinin vefatı üzerine, H. 726 (M. 1326) yılı Razamanınin 12'sinde Osmanlı Tahtına oturan Orhan Bey, uzun boylu, güleryüzlü, kırmızıya yakın beyazlıktaki yüzü, geniş omuzlu, cesur, mert, çalışkan ve âdil bir sultandı.
Tahta çıktığı zaman 46 yaşındaydı. Bu devreye kadar birçok muhaberelere komutan olarak katılmış, gazi unvanını alacak kadar savaş meydanlarında kılıç sallamış bir askerdi. Birçok anlaşmalar yapmış mükemmel bir diplomattı. Bunun da ötesinde babasının kurduğu devletin, bir cihan devleti olacağına inanmış bir oğuldu... Kendisine düşen; devraldığı bu büyük vazifeyi, daha ileri noktalara ulaştırmak, aşiretten devlete geçen Osmanlının, devlet müesseselerini derhal kurması gerektiğinin şuurundaydı...
Sultan Osman Gazi Hazretlerinin, Şeyh Edebali'nin hizmetine vermiş olduğu büyük oğlu Alâaddin Paşa, dedesi ve şeyhi Edebali'nin ilim pınarından doya doya istifade etmiş ve tam bir gönül adamı olmuştu. Dünya hırs ve saltanatından kat'iyyen hoşlanmazdı. Sultan Orhan, tahta geçmeden evvel, ağabeyi Alâaddin Paşa'ya tahta geçmesine teklif etmişti. O, bu teklifi red ettiği gibi, babasının mirasından kendisine isabet edenleri, kardeşi Orhan Bey'e «bunlar sana lazımdır» diyerek feragat etmişti.
Sultan Orhan, ağabeyinin ilim ve irfanını bildiği için, kendisinden istifade etmek kasdıyla, hiç değilse baş vezirliği kabul etmesini istedi. Alâaddin Paşa, bunu «geçici bir zaman için.-» şartıyla kabul etti.
Bütün bunlar olurken, İzmit Osmanlılar tarafından feth edilmişti. İzmit çok önemli bir yerdi. «İstikbal denizlerdedir.» Denizlere hakim olacak unsur donanmadır. Donanmanın yapılacağı yer, tersanedir. İşte tersaneye çok müsait olan coğrafî yapısı İzmit'in değerini ortaya koyuyordu.
İzmit'in fethini, Bilecik'teki ikametgahında haber alan Alâaddin Paşa, kardeşi Sultan Orhan'ı tebrik etmeğe gittiği zaman, başvezirlik teklifiyle karşılaşmış, yukarıda yazdığımız gibi geçici bir zaman olmak kaydıyla kabul etmişti.
Alâaddin Paşa'nm ilk işi; Orhan Bey adına para bastırmak olmuştu. Çünkü İslâm ülkelerinde müstakıliğin alameti; hutbede sultanın isminin okunması, ikincisi sultanın adına para bastırmasıydı. Halbuki Sultan Osman Gazi, işlerinin çokluğu yüzünden para bastıramadığı için, Osmanlı Ülkesinde Selçuklu parası kullanılıyordu. Alâaddin Paşa H. 729 (M. 1330) senesinde Sultan Orhan adına altın ve gümüş para bastırmıştı.
Para bastırma işini halleden Alâaddin Paşa, askerlik sistemine yeniden bir nizam vermeyi düşündü. Çünkü Osmanlı askerleri «Toplanın, savaş var!» diye haber verildiği zaman çiftini-çubuğunu bırakır, kılıcını-yayını alır ve toplanma yerine koşar gelirdi. Tabiî bunlar hep atlı asker olurdu. Yani akıncı tipli süvari... Savaş, ne yalnız süvari ile yapılır, ne de suva-risiz.. Ayrıca büyüyen -Osmanlı topraklan, bu haberleşme sistemiyle ordunun, istenilen zamanda toplanmasını güçleştiriyordu. İslâm rnücahidleri, fî sebililhah, îlây-ı kelimetullah
için sefere koştuklarından, geride bıraktıkları uzayan savaşlar yüzünden, zor durumlara düşüyorlardı. Bütün bunlar Alâ-addin Paşada, Osmanlı Devletinin çekirdeği olacak devamlı bir ordu bulundurma fikrini doğurmuş ve derhal çalışmalara başlayarak, Bilecik Kadısı Kara Halil'le padişahın huzurunda müşavere ettiler. Görüşmelerden sonra kara sınıfının kurulmasına karar verdiler ve ayrıca asker olacaklara ulufe denilen, gündeliğine bir Osmanlı dirhemi maaş verilmesini kararlaştırdılar. Bu askerler, maaşlarını harp zamanında alacaklar sulh zamanında maaş almayacaklardı. Çünkü toprakJarında çiftçilikle, iş ve güçleriyle meşgul olacaklar, buna mukabil vergi vermeyeceklerdi. Bu işleri düzenleme vazifesi, Osmanlı Baş kadısı Kara Halil'e verilmişti. Kara Halil, gayet titiz bir şekilde çalışarak, seçtiği mücahidlerin meydana getirdiği bu askere «yaya» adını verdi. Onları idare edecek komuta zincirine onbaşı, yüzbaşı, binbaşı unvanlarını verdi. Bu asker, çok kısa zamanda çoğaldı. Fakat bir sınıf gibi teşekkül ettiklerinden sulh zamanında olsun, harp zamanında olsun ahaliye zulüm yapmağa başladılar. Bunun üzerine bu sistemi donduran Alâaddin Paşa ve Kara Halil, devşirme usulünü getirmeyi kararlaştırdılar.. İlk elde kadılar ve valiler eliyle 1000 kadar hristiyan çocuğu alıp, kışlalarda talim ve terbiye ederek yetiştirdiler. Çocuklar askerlik çağına geldiklerinde padişah ordusuna katılıp, kışlada kalmak şartıyla, günde üç akçe verilerek askerliğe alınmış oldular. Ayrıca savaşlarda esir alınan çocuklar da aynı muameleye tâbi tutularak yetiştirildiler. Zaten değil midir ki, her insan îslâmı seçmemesine çevresi se-beb olur. İşte Osmanlı Devleti, İslâm fıtratı üzere doğmuş bütün insanlar gibi bu çocuklara da İslâm olma şansını veriyordu. Kimse zorla müslüman yapılmaz. İslâm'ın emrettiği gibi yetiştirildiklerinden, İslâm'ın güzelliklerini gördüklerinden kendiliklerinden müslüman oluyorlardı. Hatta bir günde bin Rum'un müslüman olduğu söylenir.
İşte bu kurulan ordu, dünyanın her tarafına İ'lây-ı kelimetullah için gitmişler, Şeriat-i Muhammediye'yi oralara taşımışlardır. Bu ordunun adı; Yeniçeri ordusuydu...
Alâaddin Paşa, devlet olmanın şartlarını yerine getirdikten sonra, H. 733 (M. 1333) senesinde vezir-i azamlıktan ayrılarak, kendi köşesine çekilmiştir.
İznik çok önemli bir yerdi. Bir ara İstanbul'un Haçlı Seferlerinin dördüncüsünde Haçlıların eline geçmesi üzerine, Kayser İznik'e kaçmış ve bir müddet orayı Doğu Roma imparatorluğunun başşehri olarak kullanmıştı.
Orhan Bey'in emriyle Karaten ve Arağan kalesindeki mü-cahidler İznik'i sıkıştırdılar. İznik halkı kale dışında olan bağ ve bahçelerine gidemez oldular.
Kayser, İznik'in sıkıştırıldığını haber alınca, gemilere bindirdiği ordusunu deniz yoluyla İznik'e gönderdi.
Sultan Orhan, kurduğu istihbarat mükemmelliği sayesinde, anında haber alıyordu.
Kendisi İznik'e bizzat, oğlu Rumeli Fatihi Süleyman Paşa'yı Yalova üzerine gönderdi. Süleyman Paşa, yaptığı bir gece baskınıyla, küffar ordusunu perişan etti. Ordu kumandanını ve ileri gelen zabitleri esir alarak babasına gönderdi, iznik ahalisi, yardım kuvvetlerinin İslâm kılıcı ve dirayeti önünde perişan olduğunu 'öğrenince, Sultan Orhan'dan eman dilediler. Eman diyene kılıç vurmayan İslâm mücahidi, bu isteği kabul etti, onlara eman verdi. İznik Tekfuru, İznik'ten ayrılıp İstanbul'a geldi. Osmanlıların adaletini duymuş ve görmüş olan İznik ahalisi, Sultan Orhan'ın ülkesine dahil olmayı cana minnet bildiler. Bütün bunlar, H. 731 senesinde vuku bulmuştur. Orhan Bey, İznik Kadılığını Kara Halil'e vermiş, boş evleri gazilerine verirken, dul kalan Rum kadınlarını da askerleriyle evlendirdi. Birçok imaret ve kervansaraylar yaptırdı. İmaretler, Osmanlının her mahaiiede kurulu aş ocaklarıydı. O mahallenin fakirleri, o imaretlerde çıkan yemeklerle karınlarını doyururlar, kimsenin minneti altına girmezlerdi. Aç insanın kalmadığı bir ülkede, açlık yüzünden hırsızlık olmayacağından, halkın aldatılmasına imkan bırakılmamış oluyordu. Sultan Orhan, imaretlerin açılış gününe yaptırttığı yemek ziyafetinde, ahaliye kendi elleriyle yemek dağıtmıştır.
Bir kiliseyi camie tahvil eden Sultan Orhan, Osmanlı Devletinde ilk medreseyi burada yaptırdı. Medresenin müderrisliğini Kayserili Şeyh Davud'a verdi. Kayserili Şeyh Davud içi dışı mamur bir zattı. Tasavvufu Sadreddin Konevî'den almış Muhiddin-i Arab'ı Hazretlerinin Füsus adlı eseri üzerine bir şerh yazmıştır.
Bu arada İzmit valisi olan Süleyman Şah, adaletinin şaş-mazlığım her tarafa duyurmuştu. Bunu duyan komşu tekfu-run ahalisi Osmanlı tabiyetine girebilmek için can atıyordu. Çünkü adalet tevziinde muvaffakiyet, her ahalinin adalet sahibine gönül vermesini sağlar. Bu sebeble Tarakça, Göynük ve Mudurnu bu hislerle Süleyman Şah'a savaşsız tâbi oldular.
Alâaddin Paşa'nin baş vezirlikten ayrılmasından sonra, Sultan Orhan, şehzadesi Süleyman Şah'a bir menşur göndererek seraskerlik (baş komutanlık) verdi. Şehzade Süleyman Paşa, hem sadrazam, hem de baş komutan olmuştu.
Bursa, İzmit, ve İznik Osmanlı Devletinin olduğuna göre, Gemlik'in sipsivri bir bıçak gibi orada durması ve Rumların idaresinde kalması kabul edilemezdi. Timurtaş Bey, 500 gazi ile Gemlik'e gidip, harmanlardaki zahireyi topladı. Yapılan muhasaraya erzaksızhktan ancak bir ay dayanabilen ahali, kaleyi teslim etmek, selameti Sultan Orhan'a bağlamakta buldular. Gemlik fethedildiğinde tarih, H. 734 (M. 1334) senesini gösteriyordu...
Gemlik meselesini de halleden Sultan Orhan, Bursa'ya giderek orada ikaamete karar vermişti. İznik'te başkadılık vazifesini yapan Kara Halil'i Bursa'ya tayin ederek, Bursa'nin başşehir olduğunu ilan etti. Çünkü başkadı nerede olursa başşehir de orası oluyordu. Zira devletin bekası ve kuvveti adaletin sağlamlığı ile Ölçülürdü.
Babasından devraldığı topraklan genişleten, fetihler yaparak nüfusunu çoğaltan Sultan Orhan, ülkenin imarına ehemmiyet vermeyi lüzumlu görmüş, derhal icraata başlamıştı. Bu işleri yapabilmek için efe, Bizans ile çatışmaya ara vermişti. Hoş, Bizansın çatışacak hali yoktu ya... Çünkü Kayser Andronikos ölmeden evvel yaşı küçük olan oğlu Paleolo-gos'a veziri durumunda olan Kantakuzeni vasi tayin etmişti. Kantakuzen, vasi olması nedeniyle bîr imparator gibi ülkeyi tam selahiyetle idare ediyordu. Bizans entirkası burada sahneye çıkıp, imparatoriçe Anna ve oğlu Yani Paleogolos'u, Kantakuzen aleyhine kışkırttılar. Bizanslılar ikiye bölünerek birbirleriyle savaşmaya başladılar. Kantakuzen, Aydın Emİri Umur Bey'i yardıma çağırdı. Bunu duyan Yani ve annesi Sa-ruhan Beyinden yardım istediler. Aydın Emiri bir yandan, Sa-ruhan Beyi diğer yandan Rumeli yakasına donanmalarıyla geçip Kayser adına Rumeli kıtasını vurmaya başladılar. Sonunda Kantakuzen mücadeleyi kazandıysa da, Yani Paleolo-gos'un tahttan indirilmesine rıza göstermedi. Saltanatın ortaklıkla yürütülmesini istedi. Saltanatın çift başlı olmasa durumu, daima karışıklığa gitmesine sebeb teşkil etti.
Bunlar olup biterken, bir yandan Yani Paleologos diğer yandan Kantakuzen taraftarları, Sultan Orhan'ı kendi taraflarına çekmeye çalışıyorlardı. Bu arada Kantakuzen kızı Te-odora'yı Sultan Orhan'la evlendirmeye muvaffak oldu. Sultan Orhan ise siyasî dehasını gösteriyor ve her iki tarafı idare ederek vaziyetin arzu ettiği gibi inkişaf etmesine gayret gösteriyordu. Sultan Orhan, H. 736 (M. 1336) senesinde Teodo-ra ile evlenmiş ve ertesi sene ailesi ile beraber Üsküdar'a gitmişti. Kayser'le görüşmüş, Kayser tarafından şerefine verilen yemekte bulunmuştu. Sultan Orhan orada üç gün kalmıştı.
İtalyan korsan gemileri, Marmara kıyılarında bulunan Osmanlı şehirlerini rahatsız ediyorlardı. Osmanlılar bunları Önlemek istiyorlarsa da, henüz donanmalarını kuramamışlardı. Halbuki bu tecavüzleri önleyebilmek İçin Akdeniz'in Marmara'ya giriş yeri olan Çanakkale Boğazını tutmak icab ediyordu. Boğazın Rumeli tarafı Bizans'ın, Anadolu tarafı da Karesi Beyliğine ait idi. O tarihe kadar ne Osman Bey, ne de Orhan Bey, müslüman beylerin idarelerindeki yerlere taarruzda bulunmamışlardı. Karesi Bey'i Aclan Bey, Osmanlı Devletinin istikbalinin parlak olacağını hissediyor ve iyi geçinmeye azami dikkat ediyordu. İyi niyet ve takdirinin delili olarak oğlu Dursun Bey'i, Sultan Orhan'ın yanında yetişsin diye göndermişti.
Aclan Bey ölünce yerine, büyük oğlu geçti Ne var ki, bu büyük oğul, babasının yerini dolduramıyacağı gibi, ahlâkının da kötü olması, memleketin ileri gelenlerini çok üzüyordu. Sonunda vezir makamında bulunan Hacı İl Bey'e başvurarak, Sultan Orhan'ın yanında bulunan Dursun Bey'i, ülkenin idaresini yüklenmesini temin için karar aldılar. Gönderdikleri bir elçiyle, Sultan Orhan'ın Dursun Bey'e izin vermesini rica ettiler.
Sultan Orhan, yanına Dursun Bey'i alarak, Karesi üzerine gitti. Sultan Orhan'ın geldiğini gören Aclan'ın büyük oğlu: derhal Karesi'den kaçıp, Bergama kalesine gitti. Sultan Orhan, kuvvetleriyle beraber Bergama'ya gitti, kaleyi muhasar altına aldı. Kan akmasın, müslüman kanı heder olmasın diye, Dursun Bey'i yanına bir heyetle, ağabeysi ile konuşmava gönderdi.
«—Ağabeyim bana kıymaz» diyen Dursun Bey, konuşmak için kale duvarına yaklaşınca, ağabeysi yayını gerip okunu attı ve kardeşi Dursun Bey'i öldürdü.
Sultan Orhan buna çok üzüldü ve gazabı üzüntüsünü aştı. Karesi Vilayetinin, Osmanlı Devletine ilhak olunduğunu ilan etti. Karşı duran olursa, bunu hayatıyla ödeyeceğini de bildirdi. *
Ahali, Osmanlının, adalet ve İslâm kardeşliği içindeki idaresine o kadar meftundu ki, bu olaya sevindiler. Bergama Kalesi ileri gelenleri Aclan oğluna gidip,
«—Ya hep beraber af dileyip teslim olalım, ya da biz seni tutup teslim eder, kendimiz için af isteriz» dediler. Aclan oğlu onlarla beraber af diledi. Sultan Orhan da onları affederek,
Aclanoğlunu Bursa'ya gönderdi. Aclanoğlu iki sene yaşadıktan sonra Bursa'da öldü.
Sultan Orhan, Karesi Vilayetinin valiliğine İznik Valisi olan oğiu Süleyman Paşa'yı, ondan boşalan İznik Valiliğine de ikinci oğlu şehid padişah Sultan Murad-ı Hudavendigar Hazretlerini tayin etti.
Süleyman Şah'a, karesi Bey'liğinin Osmanlıya ilhakıyla, hizmetlerini Omanlı Devleti için amade kılan Hacı İl Bey, Gazi Fazıl, Yakup Ece ve Evranos adındaki ünlü kumandanlarla müşavere etmesini tenbih ederek zaferlere, şükür duygulan içinde Bursa'ya döndü.
Bu büyük kumandanlar, Karesi Beyliğinde gerçek değerlerini gösterememişlerdi. Osmanlıya hizmetlerini arzetmeye "başladıktan sonra, «Kılıç, layık olmayanın elinde paslanır. Ehlinin eline geçince, cevheri meydana çıkar, kıymetlenir.»
Darb-ı meseli gibi nice kahramanlık destanları sergilediler. Osmanlı Karesi Beyliğini ilhak etmekle, boğazın Anadolu yakasını da ele geçirmiş oluyordu.
istanbul'u fethetmek, dünyada nefes alan her müslümanın arzusuydu. Çünkü İstanbul'un fethi, iki cihan serveri Efendimiz Salallahu Aleyhi ve Sellem'in hadis-i şeriflerindendi. O şehri alan kumandan, ne güzel kumandan, o ordu ne güzel orduydu... Böyle buyuruimuş olan bir isteği, yerine getirmeyi hangi müslüman istemezdi?.. Fakat herşey vakti-saati gelince olacağına göre, onun da sırası vardır...
Sultan Orhan Hazretleri, birgün oğlu Süleyman Şah'ı yanına çağırarak;
(i— Venedik Korsanları, zaman zaman sahillerimize sadırır-lar. Ceneviz'le yaptığımız anlaşma, Karesi Beyliğini ilhakla,
Anadolu yakasının sükunetini temin ettik. Göreyim seni Süleyman, Rumeli yakasını bize yâr kıl!» dedi.
Süleyman Paşa, Karesi'ye dönüp Hacı İl Bey, Yakup Ece ve Gazi Fazıl gibi değerli kumandanlarla bir miktar da askeri yanına alarak, ava çıkmak bahanesiyle Güvercinlik denilen yere gelince, yanındaki beylere maksadını açtı.
Rumlar, Osmanlının korkusundan Anadolu kıyılarında değil gemi, küçük bir sandal bile bulunduramıyorlardı. Karşıya geçmenin imkanı yok gibi idi. Süleyman Paşa'nın talimatı üzerine, öküz derisinden bir tulum şişirerek bir sal yaptılar. Geceleyin, Kemer denilen yerden sala binerek, sabaha karşî Viranhisar diye adlandırılan ve boğazın en dar yeri olan Cim-bi kalesi sahiline çıktılar.
Mücahidler, Rumların ileri gelelerinden birisini yakalayıp, Süleyman Paşa'ya getirdiler. Süleyman Paşa, getirilen adama iltifat etti. Kendisine, Cimbi Kalesi fethokınduğu takdirde kale komutanlığını vereceğini vaad etti. Buna karşılık kendilerine klavuzluk yapmasını istedi. Adam bu isteği kabul edince, hemen iki büyük sal yapıldı. Sallardan birine Aksungur, Karaoğlanoğlu, Akçakoca ve Baiabancıkoğlu gibi kırk yiğitle Süleyman Paşa bindi. Diğerine de Hacı İl Bey, Ece Bey, Fazıl Bey ve Evranos Bey'ier bindi. Sabahleyin erkenden Rumlara sezdirmeden Cimbi Kalesinin altına yaklaştılar. Tarih H. 755/M. 1354.
Rumlar, Osmanlıların bu kıyıya geçebileceklerini hayal bî5 le edemediklerinden gaflet içindeydiler. Süleyman Paşa, Rum kılavuzun gösterdiği kale duvarının kenarındaki gübre yığınının üstünden mücahidleri içeri salıverdi. Mücahidler, karşı duranları bağlayıp tesirsiz kıldılar. Kale halkına eman verildi. Herkese iyi muamele yapıldı. Elegeçen Rum gemilerine asker koyarak Anadolu yakasından Rumeli yakasına üç ü içinde üç bin asker taşındı.
Cimbi'den hareket eden Süleyman Paşa, derhal Aya Slon-ya kalesini de zabt etti. Gelibolu Tekfuru, Süleyman Paşa'ya karşı asker toplayıp hücum ettiyse de, zafer yine İslâm'ın... Çünkü Müslümanlar, İslâm'ı yaşıyorlar, İslâm yaşandıkça zafer ve nusret onlara ram oluyordu...
Süleyman Paşa'nın Rumeli'ye geçiş haberini ve Gelibolu Tekfurunu yenisini tebrik etmek için Şeyh Mahmud Süleyman Çelebi de şu beyti söylemiştir:
Velayet gösterip halka suya seccade salmışsın, Bekaasın Rumeli'nin dest-i takva île almışsın.
Osmanlı mücahidlerinin Rumeli yakasına geçtiği haber alınınca, birçok Türkmenler Rumeli yakasına geçip 10 bin kişi oldular.
Süleyman Paşa, 1355 senesinde meydana gelen zelzelenin de tesiriyle Konurhisar, Gelibolu, Bolayır, Hayrabolu ve Tekirdağ kalelerini ve topraklarını rahatça ele geçirdi. Bu fetihlerde çok ganimetler toplandı. Süleyman Paşa Hz. Mevla-na'ya olan derin sevgisinden ötürü, başına Mevlevi külahı giyerdi. Ganimetleri İslâm mücahidlerine dağıttıktan sonra, külahını yaldızlattı.
Aydınoğlu Umur Bey Kantakuzen'in daveti üzerine 10.000 kadar askerle Rumeli'ye geçmişti. Yenişehir taraflarında bulunan Kantakuzen, muhalifleriyle savaşmış ve onları perişan etmişti. Sonradan donanmasıyla dönüp Bolayır kıyılarına gelmişti. Süleyman Paşa, Bolayır'ı merkez yaptığından, CJmur Bey sahile çıkıp onunla görüştü. Neticede umur Bey'e, Rumeli kıyılarını kuşatıp, emniyete alması emredildi. Osmanlı mücahidierinin de İç bölgelerde gaza etmeleri kararlaştırıldı.
Rumeli yakasına Osmanlıların yerleştiğini gören Kantakuzen, Avrupa'ya haberler gönderek yardım isterken, Bulgar,Sırp Eflak, Buğdan ve Macar Kralları ile yazışmalar yaparak, Osmanlıları Avrupa yakasından atmak için birlikte çalışmak hususunda anlaştılar. Bu arada Yani Paleolog, Süleyman Pa-Sa'y] Kantakuzen aleyhine çevirmeye çalışıyordu. Gelibolu'nun korunmasını emniyete alan Süleyman Paşa, Silivri Bey'i olan Hacı İl Bey'i yanına çağırarak, Çekmece Kalesini muhasaraya aldı. Keşan taraflarında at koşturup gaza eden Evranos Bey'in gönderdiği haberci, Süleyman Paşa'ya Di-metoka ve Edirne Beylerinin kuvvetlerini birleştirerek, İslâm Ordusuna baskın yapacakları haberini getirdi.
Süleyman Paşa, bir alay süvari ile Ayvat Yiğitbaşıyı Dargıs tarafına gönderirken, Evranos Bey'e de Ayvat Yiğitbaşı ile birleşmesini irade etti,
759/1358 Senesinde, Şevval ayının ortalarında Evranos Bey ve Ayvat Yiğitbaşı pusuya yattılar. Ortalıkta az bir kuvvetle Kara Cafer adındaki kahraman bir komutan görünüyordu. Kara Cafer'i küçük bir lokma gören küffar ordusu, hücuma geçti. Dövüş, çok kanlı cereyan ediyordu. Zaman gelmiş, pusudaki İslâm mücahidleri, dudakları kıpır-kıpır dualar edip, Allah Allah diyerek düşman üzerine, bir felaket bulutu gibi çöktüler, Karanlık basmış, düşman yok olmuştu. Sabah aydınlığı, İslâm'ın zaferini tasdik ederken, 500 kadar Rum askeri, savaş alanında ölü olarak yatıyordu... Ele geçirilen 200 kadar esir de, Sultan Orhan Hazretlerine gönderilmek üzere sevkedilmeye başlandı.
Bu savaştan sonra Kataku2en, işin zorla halledilemiyece-ğini nihayet anladı. Sultan Orhan Hazretlerine
«—Osmanlılar buradan çekip gidecek mi, yoksa bu şehirlerde kalacaklar mı?» diye haber gönderdi.
Sultan Orhan Hazretleri, şu şahane cevabı gönderdi: «—Bu suale, burdan cevap vermek olmaz. O taraftaki kumandanlarla görüşmemiz lazımdır. Ayrıca bu yerleri, Bulgarların hücumundan korumak lazımdır.» diyerek bir diplomasi örneği gösterdi.
Kantakuzen, Sultan Orhan'ın bu cevabından, onun derecesine varamiyacağını anladığından, Bizans'taki saltanat ortaklığından vazgeçip, Aiemdağı'ndaki bir manastıra çekildi.
Kantakuzen'in çekilmesi, Bizans tahtının Yani Paleolog'a kalmasını sağladı. Paleolog, Suİtan Orhan'a senelik vergi vererek, himayesine girmek istediğini bildirdi.
Evet, Bizans, Osmanlı Bey'ine haraç vermeyi kabul etti. Bu çok önemli olay, İstanbul'un fethinin yaklaştığına bir işaretti...
Sultan Orhan, oğlu Süleyman Paşa'ya gönderdiği bir emirle, Çekmece muhasarasını kaldırmasını istedi. Süleyman Paşa da biri iki etmeyip, muhasarayı kaldırarak Dimetoka taraflarına gitti.
Yani Paleolog'un Osmanlı Bey'inİn himayeine girmiş olması, Kantakuzen'in bulunduğu manastırdan, siyasî hayatı takib ve yönlendirmeye çalışmasına sebeb teşkil etti. Avrupa'nın kralları ile haberleşiyor, onları; Osmanlıları Rumeli'nden atacak bir kuvvet teşkil etmeye teşvik ediyordu. Haç, mutlak olarak Hilai'i yok etmek istiyordu. Fakat Hilal'in sahibi Cenab-ı mevla, Hilal'in ordusuna nusret ve zaferler vereceğini Kitab-ı Mübin'de beyan ettiği gibi, İlâhî yardımlarını İslâm mücahidlerine lütfediyordu...
Süleyman Paşa, Avrupa Krallarının bu tasarılarını haber aldığında, kumandanlarını yanına çağırarak, onlara inanç ve şahadetin en güzel örneklerinden sayılan şu tarihi hitabesini yaptı:
— Kumandanlarım, gazilerim! İlk defa ayak bastiğımız bu yabancı topraklarda bizim gibi sayılan az mücahid kafilesinin, az zamanda kazandığı bu fetihler, İ'lây-i Kelimetullah için yapıldığından, Cenab-ı Hakk'in bizlere mükafatıdır. Bundan hiç şüphemiz yoktur. Haber aldığımıza göre, şimdi üzerimize gelen düşman, her ne kadar bizden çok ise de, bizi bu-qüne kadar muzaffer kılan, savaşlarımızı zafer tâcıyla taçlandıran, İslâm Sancağını gülen yüzü, ilim ve adalet getiren ala-metîyle, kâfir bayrağına galip kılan Allah'ın (c.c) lütfündan asla ümid kesmiş değiliz.
Kumandanlarım, gazilerim, kardeşlerim!
Emelimiz, Hakk din olan İslâm'ı yaymak, onu bütün kür-re-i arza hâkim kılmaktır. Allah için şehid olmak bize, ahiret saadetidir. Şayet bu sıralarda ben ölürsem, siz asla düşmandan yüz çevirmeyiniz. Bilirsiniz ki düşmandan korkmak, büyük günahlardandır.»
Sanki Süleyman Paşa, bu hitabesiyle mücahidler kafilesine son vasiyyetini yapıyordu... 760/1369 senesi içinde Süleyman Paşa, birleşmiş olan Salip kuvvetlerini beklerken, avlara da çıkıyordu. Sırası gelmişken burada bir istidrat yapak, av hakkında kısa bir malumat verelim.
Son altmış yıldır yapılan İslâm düşmanlığının en ağır hücumları, İslâm Devletlerinin en satvetli, en kuvvetli temsilcisi olan Osmanlı'ya ve onun sultanlarına yapılmıştır. Bu sultanların av partileri ise bir sefahet, devlet işleriyle ilgilenmeme şeklinde" körpe beyinlere aşılanmak istenmiştir. Halbuki bu avlar Hz. Rasulülah Efendimiz -(s.a.v.)- sünnet-i seniyyele-rİnden oian iyi bir süvari olma, iyi nişan alma, ok atıp hedef vurmak, cesaretle vahşi hayvanların karşısına çıkmak, insanlara zarar veren bu mahlukları yok etmeyi kolaylaştıran bir spordur. Bugün bir sporcu, idman yapmadan müsabakalara katılsa, nasıl başarılı sonuç alamıyacaksa, o devirlerin savaş sanatında en önemli unsur olan at sürme, engebeli arazide her türlü tehlikeyle başbaşa kalarak ok atma veya atla koşarken nişan alma bir idman değil de nedir?
Süleyman Paşa, 760/1359 senesi sonlarına doğru çıktığı bu avlardan birinde, elinde olan doğanı bir kuşa salıverdi. Kendisi de atiyle doğanın arkasından takibe başladı. Hızla yol alırken atının ayağı bir köstebek deliğine girdi. At yan tarafa düştü. Süleyman Paşa atın altında kalırken, başı bir taşa çarptı ve derhal ruhunu teslim etti. Bolayır'da, bugün bulunduğu kabrine kendi yaptırdığı camiin karşısına gömüldü.
İşte bu sıralarda gaziler şaşırmış, kumandanlarının ölümüne üzülüp ağlaşırlarken, düşman ordusu 50-60 bin kişilik askerle göründü. 60 kadar gemi, on beş bin düşman a-skerini Gelibolu'ya çıkardılar. Diğer düşman askeri de gemilerle Tuzla önüne yanaştılar.
Bolayır'da bulunan İslâm askerinin sayısı 1500-2000 kadar idi... Kumandanlarını kaybetmenin acısı içinde iken gelen düşman ordusu, onlarda bir şaşkınlık, bir yılgınlık meydana getirmişti... Kumandanlardan biri yüksek bir yere çıkarak,
Süleyman Paşa'nın hitabesini hatırlattı. Bu hitabe, gazilere bir heyecan vererek, kendilerine gelmelerini sağladı. Süleyman Paşa'nın kabri önünde toplanıp, onun ruhuna fatihalar gönderdikten sonra, birbirleriyle helalaşıp düşman üzerine şimşek hızıyla atıdılar. 1500-2000 kişilik bu muvvahidler kafilesi, 15.000 kişilik düşman ordusunu kısa zamanda bozguna uğrattılar. Kaçanları kılıçtan geçirdiler, eman dileyenleri esir aldılar. Düşmanın yalnız gemide kalan kısmı kurtulabildi. Bu mağlubiyeti duyan Tuzla önündeki düşman gemileri, Rumeli'yi İslâm askerine bırakarak kaçıp gittiler. İşte bu zafer, müslümahların Rumeli fethinin mührü oldu. Müslümanlar artık Rumeli'ye yerleşmişlerdi.
Nilüfer Hatun; Yarhisar Tekfurunun kızıdır. Asıl adı Holifira diye bilinir. Bizim çalışmamızda Lotus hanım ismi de kullanılmıştır. Ancak mühim olan; her iki ismin Nilüfer Hatun'a aid olmasıdır. Kitabımızda Yarhisar tekfuru ile yapılan savaşın neticesinde Cenabı Hakkın bir ihsanı olarak Orhan Gâ~ zi'ye nâsib olan bu hanımın, kendi arzu ve isteği ile müslü-manlıkla şereflendiğinin nasıl cereyan ettiğini ifade etmiştik. Ancak sunuda hemen ifade edelim ki; meşhur seyyah İbni Batuta İznik'de görüştüğü Nilüfer Hatun'un adını, Bilun şeklinde, yanlış olarak yazmıştır.
Bursa'nın meşhur akarsuyu olan Nilüfer Çayı, bu hanımın, çay'ın üzerine kendi parasıyla yaptırdığı köprüyede sanki teşekkür edercesine Nilüfer Suyu adı verilmiştir. Nilüfer Hatun; Rumeli Fâtihi Süleyman Paşayı ve Kosova galibi Sultan Mu-rad-ı Hüdavendigârı dünya'ya getirmiştir.
Her iki evlâdıda şehadet şerbetini içmiştir. Ne varki bu muhterem validenin de vefat târihi meşkûk kalmıştır. Kabri Bursa'da zevci Orhan Gâzi'nin türbesindedir. Orhan Gâzİ'nin diğer bir hanımı Asporça Hatun'durki, Bizans imparatoru 3. Andranikos'un kızıdır. Orhan Bey'in ikinci izdivacida yine Bizanslı bir hanımla vukubulmuştur. Asporça Hatun Orhan Gâ-zi'ye, İbrahim adı verilen bir şehzade dünya'ya getirdi. Asporça Hatun'un, müslüman olduğuna ve ne ad aldığına dâir bir kayıt bulunmamakla beraber, 1323 senesinde tanzim ettirdiği vakfiyede yaptırdığı binalara ve eserlere oğlunu mütevelli tâyin ettiğini öğreniyoruz. Ayrıca İsporça Hatun Fatma adı verilen bir kız da dünyaya getirmiştir. Asporça Hatun'un ölüm târihi ve kabrinin yeri bilinmemektedir.
Teodora veya Maria adıyla anılan Orhan Gâzi'nin 3. hanımı da sanki bir siyasi evlilik dizisinin, üçüncü bölümünü teşkil etmektedir. Çünkü bu hanımda Bizans İmparatoru 6. John Kantakuzenus'un ve de sevgili karısı meşhur imparato-riçe İrene'nin kızıdır, Orhan Gazi kaimpederi Kantakuzenus'a imparatorluk ortağı olabilmesi için yardımcı olmuştur. Bu izdivacın yâni Orhan Gazi ile Teodora'nin Silivri'de yapılan düğünleri Bizans eşgüdüm imparatorluğunda, Osmanlının Rumeli fetihleri tasavvurunda, kaleyi içten fetih anlayışı içinde de bakıJabilecek siyasi evliliktir.
Kantakuzenus gördüğü yardım üzerine Bizans imparatorluk idaresinde söz sahibi olmakla bu evliliğin bir meyvesini yerken az sonra Rumeliye çıkacak olan Orhan Gâzioğlu Süleyman Paşa bu akrabalıktan faydalanarak Gelibolu ve civarındaki üs bulma kolaylıklarında, pederinin akrabalık payını devletin lehine pek güzel kullandı.
Silivri'de yapılan düğün merasimi sonrasında Bursaya getirilen gelin Teodora bu evlilikte Halil adı verilen bir şehzade dünyaya getirmiştir. Teodora veya Mana müslüman oldu mu? Ne ad aldı, hangi târihde öldü ve nereye defnolunduğu belli değildir.
Eftandise Hatun ise Mahmut Alp adlı bir müslümanm kızıdır. Ancak hiç bir şekilde hakkında malumat olmayıp, yaşamış ve bu dünyadan bir garip gibi geçip gitmiştir, demekten başka elden bir şey gelmemektedir.
Orhan Gâzi'nin çocuklarına gelince, kız olarak bilinen sadece Hatice Hatun ve Fatma Hatun vardır. Fatma Hatun'un Asporça Hatun'un kızı olduğunu bilmemizle birlikte akıbeti hakkında da bir bilgi sahibi olmadığımızı tabiiki itiraf etmeliyiz. Bunun sebebi; kadın meselesinin o dönemde, kadını bir hazinenin pek değerli bir mücevheri olarak görmesi ve onu, müthiş bir sevgi ve kıskançlıkla isminin duyulmasından dahi kıskanan bir anlayış olarak görmek lâzımdır ve buna saygı duymakda medeniyetin gereğidir diye düşünüyorum. Hiç kimseyi, hiç kimsenin hanımının adının, sanının hiçkimseyi alakadar etmediğini kabullenme, medeni insanın, medeniyetin ilk basamağına ilk adımı atmış olduğunu var sayalım diyorum.
Bunun aksine; kendini cemiyete tanıtmakta olan bir hanımında asla rahatsızlık vermeyeceğini kabullenmek gerekir diye düşünüyorum. Eğer 1700'Iü yıllarda vefat etmişlerin mezar taşlarını okuduğunuzda, zaman zaman rastlarsınız ki, meselâ: Evkafdan elHac İbrahim Tahtavi efendinin fülâne hanımı burada medfun olup, bir fâtihâi şerifenize müştaktır. El-fâtiha. Yazdığını okuyabilirsiniz. Buna karşılık babasını, anasını ve zevcinin adını makamını veya işini belirten, genç yaşında vefat eden Pembe hanımın ruhuna elfâtiha, diye yazdığını da görürsünüz. Orhan Gazinin kızı Hatice Hatun'a gelin-cede babasının, Bursa'daki türbesinde gömülü olduğunu. Toyhisarda da bir zaviye yaptırdığını, Savcı Bey'in oğlu Süleyman Bey'le evli olduğu sanılmaktadır ve Orhan Gazinin, hangi hanımından doğduğuna dâir bilgimizde yok.
Erkek çocukları ise; Gazi Süleyman Paşa ve 1. Murad dışında, İbrahim bey , Sultan Bey, Kasım Bey ve Halil Bey'dir ki, bunlardan Halil bey son vefat edendir. Vefatında 15 yaşındaydı ve Ceneviz korsanlarınca kaçırıldığında, Orhan Gazi pek üzülmüştüde yüzbin duka altın ödenerek kurtarıldı ve dedesi Kantakuzenusa iade edilmiştir.
Orhan Gazinin sadrıazamı ise baba bir anne ayrı kardeşi, ve Orhan Gâzi'nin yaşça büyüğü Alaadin Paşa, 1323'de aldığı sadareti 1339'da terk ettiğinde 16 yıllık bir ağır hizmet fakat yüce temelli bir devletin istikbâle ümidle bakmasını temin eden bir bani, bir kurucu olarak düşünmek gerekir. Alaadin Paşa'dan vezaret Nizameddin Ahmed Paşaya geçmiş ve 1339'da başlayan görev on yıl devam etmiş 1349'da sona ermiştir. Bu tarihden sonra 3. sadrıazam olarak, Ankaralı Devlethan bin Hacı Paşa'yı görüyoruz ve bu zat da 11 sene hizmetle 1360?da tamamlandı vezaretdeki vazifesi.
Müslümanların Rumeli'ye artık kesin olarak yerleştiklerini belgeleyen bu zafer haberi, Süleyman Paşa'nın vefatıyla birlikte Sultan Orhan Hazretlerine bildirilmişti. Yarabi bu ne tecelli idi!.. Sana şükürler olsun. İslâm Rum eline yerleşiyor, Süleyman ebedî dünyasına geçiyor., bu buruk bir zafer., zaferle teselli olunacak acı bir haber... 81 yaşına gelmiş olan Sultan hazretleri, böyle bir sevince ve böyle bir kadere nasıl tahammül etsin?.. Ya İlâhî zafere aşırı sevince, kederde isyana vardırmayacak mükafaat ve lütfuna hamdolsun.. diyen Sultan Orhan oğlu şehid padişah Murad-i Hudavendigar Hazretlerini 761/1360 yanına çağırıp, kendisine nasihatlerini ettikten ve tahtı vasiyetten sora; 35 yıl süren, fetihlerle geçen, İslâm Sancağını yükseltmekle mükellef vazifesi, İndi İlâhî'de inşallah makbul sayıldığından, Süleyman Paşa'nın vefatından iki ay sonra ebedî aleme (Rahmet-i Rahman'a) kavuştu. Babası Sultan Osman Gazi Hazretlerinin türbelerinin yanına defnedildi. Sultan Orhan Hazretleri ölürken, Sultan Murad-ı Hüdavendigâr'in oğlu Yıldırım Beyazıd dünyaya geliyordu...
Orhan Gazi döneminde, yaşadıkları dönemi yazan Bizanslı iki tarihçi vardır. Biri Nikeforos Grigoras'dır. Diğeri Bizans devlet adamlarından, kızını Orhan Gazi ile evlendiren iyon-nes Kantakuzenos'dur. Her ikiside tanınmış tarihçilerdir.
Osmanlı tarihleri Orhan Gazi'nin; Süleyman, Murad, Kasım, adıyla üç oğlundan bahseder. Bu iki tarihçi ise 4. oğul Halil'in varlığından ve bir sergüzeştini bir macerasını uzun uzadıya anlatırlar.
Bu hususda Nikeforos Griyoras'dan nakledelim: "1356 miladi senesi yaz başında, hiç umulmaz bir vak'a cereyan etti. Bu olay Orhan Gazi'nin oğullarından şehzade Halil'in korsanlar tarafından kaçırılmasıydt. Bu küçük şehzade bazen denizde, bazen denizden uzak yerlerde oynar vaktini geçirirdi. Günlerden bir gün Bozburun civarında gezmekteyken, sahilin ormana yakın tarafında gizlenmiş bulunan korsanlar ve bunları taşıyan gemi kimsenin dikkatini çekmemiş. Korsanlar bir çok yerde böyle küçük, zengin görünüşlü kimseleri kaçırıp, fidye talebinde bulunarak geçinirlerdi. Bunlarında onlardan binleri olduğu mutlaksa da bu sefer peşinde oldukları av dedesi Bizans İmparatoru, babası Osmanlı devlet reisi olan şehzade Halil idi. Şehzade ise, olacaklardan habersiz binmiş olduğu balıkçı kayığının içinde etrafı seyrediyor sıcakların tam basmamış olmasına rağmen esen sıcak rüzgârın letafetimle vaktini geçirmekteydi. Korsanlar; aniden bu bir kaç kişiyle seyrü sefain eden balıkçı sandalına alıverdileı: Şehzadenin yanındaki bir kaç kişi kılıçlarını çekip savunmaya geçtiterse hâttâ korsanların bir kaçım yaralamaya, muvaffak oldularsa da, çokluk azlığa galebe çaldı. Şehzade Halil, korsanların avı oldu.
Korsanlar; yapılan savunmadan ellerindeki çocuğun ne derece kıymetdar bir esir oluğunun farkına vardıklarından, devamlı yerleşim halinde oldukları Foça'ya doğru rotalarını çevirdiler.
Foçalılar, bir çok kavimle karışmış ada insanı olmakla beraber, eninde sonunda Rum idiler
Bu arada şehzadenin kaçırıldığı haberini öğrenen Orhan Gazi bir devlet reisi olmanın Dekarını belli etmekle mükellef °iduğundan ızdirabını saklamağa çalışıyordu. Tabiiki Osmani aile yapısında ki ketumiyet annenin ue diğer hanımların feryad ve figanını duyma imkânımız olmamakla beraber, her annenin böyle bir halde, ızdırabının ne kadar teselli bilmez hâl göstereceğini tahmin zor değildir.
Orhan Gazi, şehzadesinin kaçırılma haberinin ilk şaşkınlığını atlattıktan sonra verdiği emilerle bütün imkânlarını arama işine seferber etti. Bu arada da, ekseriyeti Rum olan Foça beldesi ahalisinin, Rum imparatoruna mensubiyeti vardı. Orhan Gazi bu imparatora müracaat ederek, uğradığı feâketi ve bunu sona erdiren bir hizmete muvaffak olursa, nice hediyeler vereceğini uaad ettiği gibi istediği kadar da maddi yardım yapmaya hazır olduğunu uaad etti. Bu işe verdiği adamları gelip, gidip Rum İmparatorunu ziyaret edip, aramaları sıklaştırma hususunda hep ikaz ediyorlardı.
Beri yandan Bizans'da imparatorluk kavgası var olduğundan her iki tarafda Orhan Gazİ'nin yardımını elde etmek istiyordu. Halbuki Orhan Gazi; az önce şehid olmuş olan Rumeli Fatihi Süleyman Gazİ'nin üzüntüsüyle hayli sarsılmış kaçırılan şehzade Halil olayı pek ağır bir darbe olmuştu. Padişah Foça'ya gönderilecek gemilerin her türlü masrafını tediye edeceğini bildirdiği gibi, Bizans tahtı meselesinde imparatora yardımcı olacağı beyanında da bulunmaktan geri kalmamıştı.
Foça hakimine müracaat eden Dede imparator İonis Kan-takuzinos, buradan pek soğuk cevaplar aldı. Haddinden fazla paralar tâleb ederken, bu hâkim nice nice unvanlar ve se-lahiyetlerle teçhiz olunmayı istedi. İmparator Kantakuzinos müracaatları yineledikçe, Foça hakimi neredeyse imparatora karşı isyan edecek tauuiara bürünmekteydi Yoksa bu kaçırılma işi, bambaşka bir plânın özünümü teşkil ediyordu. Belki de, Orhan Gazi bunlara kaimpederi aracılığıyla muhatap olurken, kendisi direk olarak meseleye girmiyor işi devletler arası bir mesele haline getirmekten uzak kalmayı yeğliyordu.
Denizlerin kışı, tabiiki karadaki kıştan farklı olup, suların denizlere akmaya başladığı ilk baharda, rüzgâr ve fırtınalar o uçsuz bucaksız ummanda birbiri peşi sıra gelen dev dalgalar, gemileri ceviz kabuğu gibi bir dalganın kucağından di-ğerininkine atarken, en küçük muvazenesizlik geminin gark olmasına sebeb olurdu. İşte denizlerin bu mevsimi yaşanırken şehzade Halil'in dedesi İonis Kantakuzanos üç büyük gemiyi Foça'ya gönderdi. Bu gidiş Foça'yı muhasaraya dönük bir gidişdi. Ancak Foça yarım adasının ablukaya alınması, burayı ele geçirmeye yetmezdi. Kara tarafından da biı tazyik gerekirdi.
Bu da Saruhan üzerinden olabilirdi. Bu seferde Saruhan diye bir mesele ihdas olunmaktaydı. İmprator Kantakuzanos, nice paralar ve Amucazâde unvanı vermek suretiyle Saruhan Beyinin kendisiyle müttefik olmasını sağladı.
Kaçırılan çocuk işinin faileri Cenevizlilerdi. Foça hakimi arkasında Ceneviz desteği olmadığı takdirde, ne Bizans imparatoruna dolayısıyla da istikbâli pek parlak görülen Osmanlı beyliğine böyle üst perdeden, hele hele bir kuşatmaya muhatap olacak kadar işi ileriye götürmekten içtinap ederdi. Diğer yandan da arkası karanlık bir işe, evlât acısıyla hop diye atlamayıp, elindeki maşayı yâni kaimpederi Kantakuzanosu işle meşgul ettirmek, Orhan Gazİ'nin fıtratındaki devlet adamı kumaşının bir dışa vuruntu idi.
Foçalıtar beldelerini savunuyor Bizanslı gemilerin saldırısı sürüyor ve görülen müdafaanın yıkımı yakın idi ki, hava birden bire değişti. Öyle şiddetli bir lodos esmeğe başladıki, eğer gemiler muhasarayı kaldırıp kendilerini açığa atmazlarsa kayalıklara ve karaya vura vura parçalanacaklardı. Böylece bu akın akim kalmış oldu.
imparator; Sar uh.an Bey'ine o kadar yakınlık gösteriyordu ki, gününü onunla geçiriyor. Evine, beldesine misafir oluyor bu ihanet eder mi diye hiçbir şey aklına getirmezken, itimat ettiği adam İse, şeytanın iğuasında olduğundan kafasında çeşitli tuzaklar kurmakta, bunların hangisini yaparsam daha çok kârlı olurum seçimi yapmaya çalışıyordu. Aklından geçenler kendisinden hiç ayrılmayan Kantakuzanos'u tevkif etmek oe çok yüksek bir kurtuluş ceremesi istemek yâni fid-ye-i necat'da denilen altunlan talep etmek. Ayrıca kendine uzak olmayan ve gücü ile alması kabil olmayan.birkaç kasabanın kendi idaresine verilmesini istemek gibi hususlardı bu düşünceleri. Bütün bunları kolayca tatbik edebileceği kanaatini taşıyordu. Ancak kurduğu tuzağa kendi düştü.
Saruhan Bey'inin adamlarından biri, imparator'a olan biteni haber vermişti. Bir gün her zamanki saygısını gösteren Saruhan Bey'i imparatorun nezdine gönderdiği güzel koşumlu bir at ile hem gezmek hemde çıkarsa av kovalamak maksadını düşündüğünü bildirdi. İmparator; Saruhan Beyinin tasavvurundan haberdar değilmiş gibi davranarak, kendisine mühim ve gizli bir hususu anlatacağını bunun için ben sizi gemime davet ediyorum haberini yolladı.
Saruhan Beyinin gemiye ayak basmasıyla halatlar çözüldü, yelkenler fora edildi ve hızla sahilden uzaklaşıldt. İşin ortaya çıktığını anlayan Saruhan Bey'i; yanında bulunanlarında duyacağı sesle tuzağını anlattı. Bir kaç gün sonra, Bey'in hanımı bir miktar para getirip kocasını serbest bırakılmasını istedi. Eğer kocamı bırakmazsanız, eve döner dönmez bütün bölge insanını aleyhinize kışkırtacağım ve herhangi bir tecavüze karşı, gerek kendimi gerekse yetimlerimi korumak için birisiyle evleneceğim demek suretiyle bir ültimatom verdi
İmparator; Saruhan Beyini, yanında tutmanın veya öldürmenin kendisine bir şey kazandırmayacağını, hatta gördükçe canının sıkılacağının neticesine vardı. Bunun üzerine kendine verilen altunlan alıp, Saruhan Bey'ini salıverdi.
Öteyandan; Orhan Gazi kaçırılan evlâdı şehzade Halil için kaimbiraderi Matyas Kantakuzanos'un yanına 4 bin asken vermiş, o da bu güçlü askerin yardımıyla, Makedonya civarındaki bir çok yeri basıyor ve yağmalıyordu. Aslında Bizans'a bağlı olan bu beldeler son zamanlarda Sırplıların idaresine geçmişti Bu arada yağmalara karşı harekâta geçen bölgedeki Sırp kumandan Matyas'ın kuvvetlerini yenmiş ve Matyası da esir almıştı.
Bu haberler; imparator lyonnes Paleogolos'un kulağına vardığında, Midilli adasındaydı ve Foça'nın muhasara hazırlıklarını yapıyordu. Askerlerine istirahat etmeleri için bir müddet izin vermişti Matyası esir alan Sırp kumandanına bir heyet gönderip dostça münasebetlerini yenileme teklifinde bulundu. Tabiiki hediyeler göndermeyi de ihmâl etmedi.
Sırplı kumandan, makbul cevablar verdiği gibi esb.i Matyas'i Paleolog'un gönderdiği heyete teslim etti. İmparator İyonnes Paleolog, Matyas ve eşini Bozcaada'ya gönderdi. Onun oğullarını da Midilli adasını idare etmekle görevlendirdi
Bu sıralarda Paleolog, kendisi hakkında İstanbulda bir yok etme plânının hazırlandığını haber aldı. Bu plânı akim kılmak için tebdili kıyafetle üç kürekli bir gemiyle İstanbul'a koştu. Kimsenin haberi yokken saraya girip işleri yoluna koymaya başlamıştı ki; Orhan Gazi'den ardarda heyetler gelip kendisini şu sözlerle tehdide başladılar; /
"Eğer Rumlar! Bizim hücumlarımızdan masun kalmak istiyorlarsa sen hemen Foça'ya don ve şehzade Halil'i halas eylet.." Kısa zamana işlerini düzene koyan imparator tekrar Foça önlerine koşmak mecburiyetinde kaldı.
Görüyorsunuz ki sevgili okuyucu! Kuuuet ve basiret birleş-timi hükümranlık o güce yakışır Orhan Gazi; daha 2. padişahken, Osmanlı devleti siyasi evlilik ve güçlü askeriyle asırların Bizans'ını nasıl istediği gibi yönlendiriyor.
Şehzade Halil'in işi bir türlü nihay etlen mi yor, kaçırıldığı yaz geçmiş, sonbahar tamamlanmış ve çok şiddetli bir kış yaşanmış o mevsimde yerini bahara terke başlamıştı.
Orhan Gazi karayoluyla baharın ilk günlerinde Halkidona yani Kadıköyü'ne geldi ve kara ile denizin birleştiği yere çadırını kurup bayrağını dikmişti. Otağından oturduğu halde, İmparator'a oğlunun halini konuşmak için gelmesi haberini göndermişti. Her ne kadar iki hükümdar yüzbeyüz konuş-madılarsa da; adamları kayıklarda görüşüyorlardı. Bilgileri hükümdarına naklediyordu. İmparator İonin Paleolog çadırını Kadıköy sahiline pek uzak olmayan kızkulesine kurduğundan, haberleşmede çabuk cereyan ediyordu. Esaretten kurtulacak olan şehzade Halil, Paleologların kızıyla evlenecek böylece imparator, Orhan Gazi ile dünür olacaktı.
İonnes Paleolog, Orhan Gazi'den bir hayli yüksek meblağ alarak Foça'ya hareket etti. İmparator Foça'ya vardığında temasa geçtiği Foça hakimi Kalofeti, imparatordan yüzbin altu-na yakın para, parlak rütbeler alarak ondan sonra bu kadar şiddetle taleb olunan şehzadeyi biraz geç ue hayli müşkilât ile imparatora teslim etmiştir. İmparator sevinç içinde yanında şehzade Halil olduğu halde Bizans'a avdet elti.
İmparator; şehzade Halil'e ''oğlum, damadım" diye hitap etmekteydi, ülkesinde karışıklık durmuş. Bahar mevsimiyle birlikte ahali Bizarısın dışına çıkmış, bağlarını, bahçelerini tanzim ediyorlardı. Şehzade Halil ise Paleologların sarayına geldiğinde, kendine ayrılan daire önünde, imparatoriçe Ele-niyir reveranslar yaparak selamladı ve şunları söyledi:
"Serairi ancak, Halık-l Rabbülâlemin bilir, nasıl ben gaflete esir oldum ve ailemin ağuşu muhabbetinden mehcur ve ne kadar müddet vatanımdan uzak kaldım. /Ve belâlara duçar oldum. Kılıç ve soğuğa aldırmayarak denizden ve karadan nice zorluklara göğüs geren imprator Efendim hazretleri ibzal buyurdukları himmet sayesinde beni esaretten tahlis etdi. Benden elbette bu lutüfa karşı hiç bir mükâfat beklemezler. Çünkü böyle bir şey kudretimin feukimdendir. Halbuki kudretim yettiği kadar ve hayatım devam ettikçe hizmetlerine, her münasib husus için bütün gayretimi bütün arzumu feda edeceğim." Daha sonra imparator ve imparatoriçeden müsaade istiyerek dairesine çekildi.
Şehzade zaman zaman pek gösterişli ve kıymetli elbis rJer içinde halka görüldüğünde alkışlarla istikbal ediliyordu. Bizans ileri gelenleri bu yeni damada hediye üzerine hediye veriyorlardı. Bizans sarayında binbir gece masalları gibi bir hayat sürüyordu şehzade Halil, hamam sefaları, parlak ziyafetlere birbirini kovalıyordu.
Paleolog İonnis'in bu ziyafetler sırasında iki yaşındaki bir çocuğunun ölmesine rağmen, metanetini muhafaza etmesini, Bizanslı tarihçi Grigoras alicenaplık diye vasıflandırıyor ki, bu da Bizans tarihçilerinin hükümdarlarını medhetmek için her olaydan isitfade yolunu aradıklarını gösterir.
Bu çocuğun cenaze törenine şehzade Halil'i de davet eden imparator, bu sırada on yaşlarında olan ve Osmanlı şehzadesine nişanlandığı İrini'yi bu merasimde gösterme imkanı buldu.
Bize göre o sırada; Kantakuzanos ile Paleologlar Bizans tahtında şerik yani ortak olarak bulunduklarından, tabiiki birbirlerini tasfiye etmek arzu ve teşebbüsleri gizli gizli yapılmaktaydı. Dikkat buyurursanız, Sultan Orhan'ın. Asporça Hatun isimli hanımı, Teodora adlı hanımı ki şehzade Halil'in annesidir. Kantakuzanos ailesinden idi, 4. hanımı Bayalan Hatun'da Paleolog ailesinen bir prenses idi. Yâni gerek Sultan Orhan siyasi evlilikleri her iki kral ailesi ile yapmayı nasıl evlâ görmüşse, lonnis Paleolog'da Osmanlı Sultanını, kızına kaimpeder yapmayı o kadar evlâ görmekte olmalıdır. Şehzade Halil; Bizans'da bunları yaşarken Orhan Gazi, İznik'ten, Kocaeline gitmişti. İonnes Paleolog İstanbul'dan bindiği bir gemiye yanında şehzade Halil olduğu halde İzmit'e doğru yola çıktılar ve ertesi gün limana geldiler. Şehzade Halil'i babasına teslim ederken, çizmeyi aşan imparator,-Halil Beyi oeliahd tayin etmesini rica ederken şunları söyledi: '\.Hak budur çünkü şehzade Halil oğullarının en sevgilisi ve kızının nişanlısı olup, cesur ve bazusu kuvvetli, akıllı ve hükümet edebilecek olmağa müstahaktır." Dediğini ifade eden Bizanslı tarihçi Gringoras şunu ilave ediyor: "zâten Orhan Bey buna mütemayil idi. İmparatorun söyledikleri bu temayülünü bir meyelân haline getirdi ve bunu hazırlayacak şartları tesbite karar verdi. Orada bulunan Bizans askeriyle, Osmanlı askeri karışık bir alay teşkil ettiler ve yürüyüşler yaparken, musiki aletleriyle çeşitli marşlar ve musiki eserleri çalındı. Bölgede yaşayan müslim ve gayri müslimler birbirleriyle dostça eğlendiler "
Şehzade Halil Bey'in kaçırılması; adetâ Bizans'ın hayat bulmasına yaradığını göz önüne alırsak, bu. kaçırma işinin o devrin gizli istihbaratının bir çalışması olarak değerlendirirsek, fazla bir yanlış yapmış olmayız. Çünkü kaçırılma olayının kime yaradığına baktığımızda, bunun Bizans'a çok fayda sağladığını görüyoruz. Bizans içindeki taht kavgasını bir kenara bırakalım.
Osmanlıların Rumeliye çıkmasından sonra bir çeteler cenneti hâline gelmiş olan Trakya ovaranda, çetelik son buldu. İnsanlar bağlarını, bahçelerini hürriyet içinde ve pür neşe tanzime koyuldular. Osmanlı âdil idaresi bu bölge insanını yüz yıllardır hasretini çektiği bir idareydi. Dolayısıyla her ne kadar Osmanlı kılıcı atında yaşayan bölge ahalisi din olarak da, tebâ olarakda nihayet Bizanslıydı. Bu bakımdan, Osmanlının Rumetiye geçişi Bizans ahalisine yaramıştı.
Anadolu üzerinden Bizans toprağına seferler düzenleyen Osmanlı kumandanları İzmit, Hereke, Samandra gibi yerleri kılıç altında tutup, fethe hazır hâle getirmişlerdi. Bu bakımdan buralarda yerleşmiş olan Rumlar bağ ve bahçelerini işle-yemiyorlar dolayısıyla iktisadi bir krizin içinde mahvolup gidiyorlardı. Bütün bu olumluzluklar Orhan Gazi'nin şehzadelerinden Halil Bey'in kaçırılmasıyla başka bir safhaya döküldü. Orhan Gazi dostluk elini uzatmak mecburiyetinde kaldı. Zaten; Yeni yeni büyümeğe başlamış bir Beyliğin basınca olduğunun idrâki içinde, Bizans gibi avrupanın, kolay kolay gözden çıkarmayacağı bir devletle temkinli olarak münasebet sürdürmeliydi ve nitekim evliliğinde bile üç tane Bizanslı Prensese çadırını ve ağuşunu açdı. Şehzade Halil'in kaçırılmasıyla meydana gelen temaslar ve bu temaslar neticeslnde-ki dostluk belirtileri Bizans halkına hemen müsbet olarak aksetti. Bu ahali sûrların dışına çıkmak ve arazileriyle meşgul olma şansını buldu o sene yağmayan yağmurlar yağdı, üzün zamandır istihsade görülen kıtlık, bollukla yer değiştirdi. Rahmet bulutları Bizanslıların üzerine yağdı, Demekki şehzade Halil'in kaçırılması en çok Bizans'a yaramıştı.
Hemen burada Şehzade Halil'in akıbetinide verelim. 1359'da Kocaeli sancak beyi olan şehzade Halil, kendinden bir yaş küçük İrini ile İznik1 de evlendi. 1361'de Gündüz, 1362'de Ömer adı verilen iki erkek çocuğu oldu. Bunlar çocuk yaşlarında vefat ettiler. Şehzade Halil'de 1362'de onbeş yaşında olduğu halde öldü.
.
SULTAN MÜRAD-I HÜDAVENDIGAR
Tahta Çıkışı
Rumeli'ye Yeniden Geçiş
Edirne'nin Fethi Kararlaştırıyor
Pençik Usulünün Konması
Filibe'nin Fethi
Meriç Zaferi Ve Biga'nın Fethi
Fetihler Zincirinin Devamı
Hüdavendigâr Sultan Murad'ın Bir Kerameti
Niş Kalesinin Alınışı
Padişah Düğünü
Fetihlerin Devamı
Harp Hiledir
Nefise Sültan'ın Karamanoğlu Ali Bey'le Düğünü
Üzücü Olaylar Zinciri
Ve Karamanoglü İsyanı
Evranos «Bey'in Taltifi
Bir Bozgun
Kaleler Fütuhatı
Kosova Savaşı
Sultan Mürad-I Hüdavendigârın Hanımları Ve Çocuklar
Sultan Hüidavendigâr'ın Şehadeti
Sultan Mürad-I Hüdavendıgar'ın Son Sözleri
Babası: Orhan Gazi
Annesi: Nilüfer Hatun
Doğam Tarihi: 1326
Vefat Tarihi: 1389
Saltanat Müd.: 1360-1389
Türbesi: Bursa'dadır.
H. 761/M. 1359 senesinde tahta cülus eden Sultan Hüda-vendigâr Murad, babası Sultan Orhan Hazretlerinin şefkatinin ağır basması sebebiyle hayatta kalabilmiştir. Fakat şefkatin ağır basmasındaki hikmet, Cenab-ı Hakk'ın Âl-i Osman Hanedanına ve İslâm milletine ilâhî bir lütfudur.
Gazi Süleyman Paşa, vefatına kadar geçen zamanda tam bir veliahd, tahtın varisi bir kumandan ve devlet adamı gibi yetişmişti. Bütün bu görevlere babasından sonra liyakat göstereceğini ispat etmişti. O'nun bu muvaffakiyetlerini gözö-nünde alan bir sultan, böyle bir velîahde sahib olduktan sonra, ona mesele çıkarabilecek ikinci bir şehzadeyi yaşatmaz-di. Çünkü Nizam-ı Âlem, yani bütün müslümanîarın selameti İçin, bir baba oğlunu feda edebilir, bir ağabey küçük kardeşlerin aynı niyyet ve samimiyet için, bağırlarına taş basıp onları celladın ilmiğine gönderebilirdi. İleride görülebileceği gibi, bunu yapmayan sultanlar, kendileriyle beraber müslümanîarın da ızdırab çekmesine sebeb olmuşlardır. Halbuki sultan odur ki, Hz. Ömer gibi bütün meseleleri kendinin saysın, onları halletmek için nefsini ve vücudunu seferber etsin. Kocakarının un torbasını sırtına vuran Halife Ömer, yağ kabını da elinde taşımak isterdi. Kendisine yardım etmek isteyen arkasına; «yüküme ortak olma, Ömer çeksin bu yükü» der gibi...
Sultanlar, ızdırab ve çileye garkolsunlar, fakat ahaliyi sürür içinde, din-i mübinde tutmayı bilmelidirler. Bunu yapabilen ve yapmaya çalışanlar kazandı, yapamıyanlarsa heyhat!..
Gazi Süleyman Paşa'nın mübarek ruhu cennet bahçelerine uçtuğu an; Sultan Orhan cennet-mekân küçük şehzadeki Murad-ı Hüdavendigâr'ı öldür diyen tedbirli vezirlerini dinlemediği için ne kadar sevinmişti... Herşeyin sahibi olan Allah'a şükürler etti. Bazı kerametlerini ileride hayat safhası içinde göreceğimiz Sultan Murat-ı Hüdavendigâr'a Cenab-ı Hakk, bir insanın dünya imtihanında muvaffak olduğunun bütün alametlerini vermişti.
Osmanlı Devletinin üçüncü padişahı olarak tahta çıkan Sultan Murad-ı Hüdavendigâr, Rumeli fetihlerine kaldığı yerden devam etmek için, o taraflara yürüdü ise de, Sultan Orhan'ın vefatını fırsat bilen anadolu'dakİ Türkmen Beyleri, aralarında birleşerek hatta hristiyan tekfurlarla haberleşerek, Osmanlı Ülkesi üzerine yürümeye karar vermişlerdi.
Osmanlı Devleti istihbaratının en Önemli bölümünü dervişler teşkil ediyordu. Tasavvuf ehline gösterilen büyük saygı, dervişlerin daima Osmanlıdan yana olmalarını temin etmiştir. Şunu da unutmamalı ki, bu saygı kuru bir gösteriş değil, gönül fatihlerine girecek kapı bırakan bir kalp sahibi olmaktan geliyordu... İşte bu dervişlerin kendilerine mahsus haberleşme sistemleri neticesinde Anadolu'daki bu hazırlık, Sultan Murad'a ulaştı.
Sultan Murad, alimlerini ve kumandanlarını toplayarak bir istişare meclisi kurdu. Toplantının sonunda ulemadan fetva istedi. Çünkü karar; sefere çıkmaktı.. Ulema da fetvasını şöyle verdi:
«Allah (c.c) uğrunda gazaketmekte olan rnüslümana, din düşmanlarıyla birleşerek İslâm şehirlerine hücum eden eşkıya ve münafıkların üzerine yürümek; din-i İslâm'ın emridir.»
Sultan Murad, bu fetvayı aldıktan sonra, 20.000 askerle Ankara'ya yürüdü. «Kal'a-tül selasi!» denilen Ankara Kalesini kuşattı. Muhasaraya dayanamıyan ahiler, karşı koymaktan kalınca, teslim oldular. Tarih H. 762/M. 1360 yılını gösteriyordu. Bu kalenin alınışı bütün Türkmenleri şaşırttığı gibi, Karamanoğluna ve ona uyanlara da bir ders oldu.
Sultan Murad, Anadolu yakasının intizamını temin ettikten sonra, H. 763/M. 1361 yılında tekrar Rumeli yakasına geçip, merhum ağabeysi Süleyman Paşa'nın kabrini ziyaret edip, türbenin yanında bir cami, fakirlere yemek çıkaracak bir imaret ve gelen-geçenin istirahati için bir han yaptırttı. Bu müesseselerin sıkıntısız yaşıyabiîmeleri için, gelir getiren bir çok yerleri de vakfetti..
Sultan Murad, daha sonra ordusuyla Çorlu üzerine yürüdü. Kısa bir direnme gösteren Çorlu Muhafızı, bunu hayatıyla ödedi. Çorlu İslâm Ordusuna baş eğmişti... Çorlu Kalesinin ayakta kalması bir fayda getirmeyeceğinden yerle bir edildi. Yürüyüşe devam eden Sultan Murad, Bergus kalesini -bugünkü Lüleburgaz'i-da kolaylıkla aldı.
Süleyman Paşa'nın vefatından sonra Rumeli Ordularının başına bir kumandan tayin edilmemişti. Buna mukabil Gazi Evranos Bey, Hacı İl Bey, düşmanın kalblerine saldıkları korkularla, onları titretmeye kâfi geliyorlardı..
Meriç Nehri kenarında bulunan Boğaz Kalesini fethetmesi emrini alan Hacı İl Bey, İslâm Ordusunu aniden bastırmak isteyen Dimetoka Tekfurunun ordusuyla karşılaştı. Çok kanlı geçen ve göğüs-göğüse yapılan savaşta zafer, İslâm Ordusunda kaldı. Dimetoka Tekfuru ile askerlerini esir alan Hacı İl Bey, onları önüne katarak Dimetoka kalesinin önüne geldi. Tekfurun ailesi, kaleyi derhal islâm mücahidlerine teslim ettiler. Hacı İl Bey, bu zaferi ganimetlerle beraber Sultan Mu-rad'a arz ederken, babasının yadigarı kumandanlardan Evranos da Keşan Kalesini İslâm Kılıçları önünde pes ettirmiş, İslâm bayrağını kalenin burcuna dikmişti. Padişahın huzuruna yeni hizmetler için emir almaya gelmişti...
İki güzide kumandanıyla buluşan Sultan Murad, onları yaptıkları hizmetlerden dolayı tebrik ettikten sonra, Edirne'nin fethi için müzakerelere başladılar.
Verilen karar üzerine hareket edilerek, padişahın çocukluğundan beri lalası olan Lala Şahin Paşa ordunun bir bölümü ile Edirne üzerine yürüdü. Sultan Hazretleri de Babaeski taraflarına gitti, orayı muhasaraya aldı. Lala Şahin Paşa'nın ordusuyla üzerine geldiğini haber alan Edirne Tekfuru Ander-ya, Sazlıdere önlerinde İslâm Askerini karşıladı. Yapılan savaşta zafer; İslâm'ındı... Anderya mağlub ve perişan bir halde, Edirne kalesine kapandı. Diğer taraftan Sultan Murad da Babaeski'nin işini bitirmişti. Sıra, Edirne kalesine kapanan tekfuru kovalayan Lala Şahin Paşaya yardıma gelmişti.
Anderya, Sultan'ın kuvvetleriyle kendisini perişan eden orduyu takviyye geldiğini görünce, aklı başına mı geldi yoksa aklı başında mı gitti bilinmez. Aile efradını topiayıp, Meriç Nehrinin taşma mevsimi olduğundan gemi ile Aynos'a inip, oradan da Sırbistan'a giderken, Edirne'yi müslümanlar ebe-diyyen bıraktığını herhalde o da anlıyordu...
Ahali tekfurun kaçtığını görünce, kalenin kapılarını islâm Ordusuna açtılar ve dilleretdestan olan İslâm Adaletinin himayesinde, yeni bir hayata hazırlandılar...
Henüz pek bakımlı bir yer olmayan Edirne'ye, Lalası Şahin Paşayı muhafız bırakan Sultan, "Beylerbeyliği senin üzerindedir, Edirne Muhafızlığını da verdik, şimdi kuzey taraflarını da fethetmek vazifelerin arasındadır» diyerek memuriyetini bildirdi.
Evranos Bey'e ise; «Evranos, senden Rumelinin güney şehirlerini isterim» diyerek vazifesini bildirdi. Kendisi de Dime-toka'ya giderek karargahını kurdu ve kumandanlarının fetihlerini beklerken, duaları, daima İslâm Askerinin muvaffakiyeti için oluyordu.. Kısa bir müddet geçtikten sonra Evranos Bey, Gümülcine ve Vardar Yenice'sini İslâm'a kazandırmış Lala Şahin Paşa ile Zağra Vilayetini zulmetten nura çıkarmıştı.
Dimetoka'ya gelen bu şanlı gaziler, zafer müjdelerini Sultan Murad Hazretlerine Takdim ettiler.
Alimleriyle de meşhur olan Karaman'dan küffar üzerine yapılan cihada iştirak için gelmiş bulunan alimlerin içindeki Kara Rüstem adındaki alim, esirlerin azımsanmıyacak miktarda alınıp satıldığını gördü. Kazasker olan meşhur Çandarlı Halil Paşa'ya gidip «Ganimet mallarından hums-i şer'i -beşte bir- alınmak meşrudur. Niçin Sultan Hazretlerine arzetmiyorsunuz?» diye sordu. Durum Sultan Hazretlerine arz edilince, «Madem ki meşrudur, alınsın!» diye irade gelince, esir alınıp satılmasından beşte bir alınmaya başlandı. Bu işin idaresi, şer'i bir muameleyi hatırlatmış olan Kara Rüstem'e tevdi olundu.
Sultan Murad-i Hüdavendigâr Hazretleri Filibe'nin fethini Lala Şahin Paşa'ya, Hacı İl Bey ile Evranos Bey'i de aralardaki kırıntıları halletmekle vazifelendirip, hicrî tarihle 764/M. 1362 yılında Gelibolu'dan Bursa'ya geçti.
«Pençik oğlanları)) denilen bu esirler, müslüman ailelerin yanına veriliyorlar, onların yanında dini İslâmı görüyorlar, İslâm'a bağlanıyorlar. İslâm olup, İslâm için mücahidler ordusuna gönülen seve seve katılıyorlar, başlarına «akbörk» giyiyorlardı...
Lala Şahin Paşa, Filibe'nin fethiyle vazifelendirildiği andan itibaren çalışmalara başlamış, H. 765/M. 1363 senesinde Filibe Tekfuru, bu İslâm Serdarının askerine boyun eğmiş, Filibe'yi teslim ettikten sonra Sırbistan'a geçmiş Papa V. Ür-ban'a gönderiği şikayetnamelerle, Papanın hristiyan hükümdarlarını birleştirmesine sebeb olmuş, H.766/M. 1364 senesinde Macaristan, Bosna, Sırbistan kralları ve Eflak Bey'i 100.000 kişilik bir kuvveti toplayarak yeni bir Haçh Seferi olarak İslâm'ın üzerine yürümek için Edirne'ye doğru yola çıktılar. Filibe İslâm'ın olmuş fakat yeni bir Hilal-Salip mücadelesine de vesile olmuştu...
Haçlıların büyük bir ordu ile İslâm üzerine yürümekte olduğu Murad-ı Hüdavendigâr Hazretlerine haber verildi. Gelen haber üzerine Sultan Murad Hazretleri, Bursa'dan hareket etti. Ne var ki sultan, gayet ağır hareket ediyordu. Ağır hareket etmesinin sebebini Anadolu Bey'lerinin itimad vermiyen davranışları teşkil ediyordu. Sultan yürüyor, fakat «et kulağı» geriden gelecek sesleri dinyiordu. bir yandan da padişah Hz.leri Haçlı ordusunun çok uzaktan gelme durumunda olduğunu da hesaba katıyordu. Yolunun üzerinde olan Biga'yı fethetmeyi kararlaştırdı. (Et kulağı mevzu eüUyaullahın batınları ile semi oldukları yani duyup bildikleri hususları birde beşer mahsus havası hamseden yani beş duyudan işitme organıyla duyup muttali olmaları keyfiyetidir.
Bunun Kûrbü Nevafile yani nafilelerle yaklaşışla ilgisi olduğu açıktır. Çünkü bir hadisi şerifte beyan buyrulduğu üzere Hak Teâiâ (Azze ve Ceİle) Hz.leri »Ben sevdiğim kutumun, gözü olurum onunla görür, kulaktan olurum onunla işitir, ayakları olurum onunla yürürüm» buyurulmuştur.
İşte bu Hadisi şerifte zikredilen Semi üasft; Ehlullahın Mu-karibtiğine Hak Teâlâ tarafından Kurbu Neuafil Lütfü olarak ihsan buyurulmuştur.
İstidraten şunu arzedelimki Hak Teâlâ Hz. terine iki türlü yaklaşılır. Birincisi Kurbu Feraiz diğeri Kurbu nevafildir. Yukarıda belirtmeye çalıştığımız Neuafil kurbuduı: Yani Kurbu Feraizde Hak Teâlâ Fail kul Mef'ut olduğu halde Kurbu Neva-filde Kul Fail Hak Teâlâ (c.c.) Hz. teri Mefül olur Bunu bir misalle açıklamakta fayda görürüz:
Âyeti Kerimede Resuli Kibriya'ya, müşriklere toprak ue kül tanelerini sen atmadın ben attım (izze meyte ue mare meyte ue hem Allah) kutsal kelamında kurbu rieuafil'e işaret vardır.
Yukarda zikrettiğimiz sevdiğim kulumun ayakları olurum hikmetinde de euliyaullahta görülen tayyi mekân sırrı tecelli eder Bu iki kurb (yakınlık) arasında hemen ilave edelimki Hak Teâlâ Fail olduğu için Kurbu Feraiz daha efdaldır. An-cak edeben Satiklere ue Dervişlere düşen bir görev vardır. O da herhangi bir olayı uygun olmayan bir fiili, Mürşidi Kâmilin et kulağına duyurmamak gerekir. Aksi halde manevi tokat mukadderdir Yoksa Salık, Mürşidi kâmil her şeyi bilir diye nabeca (yersiz) işleri, insanı kamilin kulağına duyurmak hataların en büyüğüdür.) Olanca şahinliğiyle kaleyi sardı. Biga'nın etrafı tamamen Osmanlı'nın elindeydi. Fakat kale türlü vesilelerle ele geçirme planlarına girmemişti. Şimdi hem kalenin kendisi, hem de İslâm'a vereceği zararlar göze batmaya başlamıştı.
Biga kalesi haydutlara yatak olmuş, haydutlar da Rumeli'ye gidip-gelen müslümanlara zarar vermeye başlamışlardır.
Öte yandan Haçlı Ordusu çok sür'atli hareket etmiş ve /v\eriç Nehri vadisine gelmişlerdi. Lala Şahin Paşa, sultandan görünen bir yardım gelmediğinden telaşlandı ise de, bir müs-jümanın düşmandan yüz çevirmiyeceğini bildiren ayetlerle ame! ettiğinden, kaçmayı asla aklına getirmedi. Derhal bir divan toplayıp kumandanlarla istişare etti. Neticede durumun öğrenilmesi için Hacı İl Bey ve 10.000 süvari düşmanı gözlemeye yollandı.
Birçok tarih kitaplarında bu böyle yazar. Fakat bir düşünelim: Düşman Meriç kıyısına gelmiş, yani İslâm topraklan içine girmiş. Bu ordunun ahvali, yeri mi öğrenilecek ki gözcü gönderiiiyor? Hem de en şanlı ve şecaatli Hacı İl Bey ve 10.000 süvari!.. Bu gözcülük filan değil, Lala Şahin Paşa'nın topladığı divanda, kumandanların aldığı hücum kararından başka birşey değildir. Gözcü olarak gönderilme kararı ise, esas gayenin saklanması için kulandan bir taktiktir. Şunu çok iyi biliriz ki, casuslar her devirde vardır ve var olacaktır da... Hacı İl Bey ve 10.000 süvarinin düşman üzerine gidişi, gözetleme gibi bir tedbirle gizlenmeseydi, dünya harp tarihinin en güzel taktik ve en büyük baskın zaferlerinden biri, belki İslâm ordusunun aleyhine bir netice verebilirdi. Neyse biz gene Hacı il bey ve 10.000 süvarisinin yaptıklarına dönelim.
Hacı İl Bey, Edirne yakınlarında bulunan Cermen Meydanında düşmanı buldu. Düşman kalabalık ve pek mağrur bir haldeydi. Bu kalabalık ve gurur^ onları gaflet içinde tutuyordu. Askerleri, subayları kumandanları atıp-tutuyorlar ve İslâm askerini yenmenin şerefine içki kupalarını başlarına dikiyorlar, sarhoş oluyorlardı. Hacı İl Bey 10.000 kişilik kuvvetini orada bulunan meşelik arkasına gizleyip, karanlığı bekledi. Gecenin ilerlemiş saatinde, yiğitlerini dört ayrı koldan, düşmanın bir tarafından girip, öbür tarafından çıkacak şekilde tertib etmişti. Aynı anda büyük bir sür'atle harekete geçen süvariler, düşman ordusuna daldılar. Omuz üstünde baş bı-rakmıyan palalarını savurup, birçok kelle düşürüp öbür taraftan çıktılar. Düşman ordugahı karıştı, kumandanları arasında anlaşmazlık çıktı zannıyla birbirlerine saldırmaya başladılar. Aralarında düşman var zannederek sabaha kadar birbirleriyle boğuştular, kendi kendilerini öldürdüler. Bu ordunun içinde en çok kuvvet bulunduran Sırplar olduğu için buraya sonradan «Sırp-Sındığı» adı verildi.
Bunlar olurken, Sultan Murad Hüdavendigâr Biga kalesini almış ve İslâm ikinci bir zaferle daha taçlanmıştı...
Sultan Murad'ın fermanıyla Timurtaş Bey askerleriyle Kızılağaç Yenicesini, Yanbolu Kalesini, Lala Şahin Paşa ise, İhti-man ve Samak Vilayetlerini teslim almağa uğraştıysa da, muvaffak olamadı. Ancak hedefin etrafındaki engelleri temizlemeyi bildi ve birçok ganimetle döndü. H. 796/M, 1367 kışını Dimetoka'da geçiren Sultan Murad ilkbaharda Karina-bad, Hayrabolu, Süzebolu ve Aydos kalelerini feth etti.
Sultan Murad Hazretlerinin bu fetihleri, adalet numunesi olarak gösterilen idaresini duyan ve tahkik edenler, himayesini istemek için yarışır hale geldiler. Hatta Venedik Körfezi kıyısında bulunan Rakûze halkı, sultana senelik vergi vere-, rek, padişahtan kendilerini himaye edeceğine dair bir ahid-name aldılar. Hüdavendigâr, bu senete -ahidnâmeye- Oğuz Hanlarının usullerine uyarak, pençesini kırmızı boyaya batırarak bastı. Sonra da bu, tuğraya tahvil edilerek tuğra icad edilmiş oldu.
H. 770/M. 1368 yılında Edirne Sarayı tamamlandığı için Sultan Murad oraya yerleşti. Kazasker Kara Halil'e Hayred-din Paşa lakabını takarak, onu sadrazam tayin etti. Kazaskerliğe de Halil Hayreddin Paşa'nın oğlu Mevlana Ali'yi tayin etti. Şer'i Şerife uygun birçok kanunlar yapıldı. Orduya bîr kat daha nizam verildi. Daha sonra Sultan Murad ordusuyla birlikte hareket ederek Kırkkılise ve Pınarhisar'ını fethetti. Vize üzerine yürüyen Sultan Hazretleri bir ay süren muhasaradan sonra Vize halkının eman dileyerek kaleyi teslim etmesiyle, Vize de İslâm'ın oldu. Sultan Murad, nereye giderse orada emniyyet hasıl oluyordu. Bu yüzden beş sene Rumeli'de kalmış birçok fetihleri bizzat, diğer fetihleri de onun yanlarında olduğunu görüp, gayretleri artan kumandanları yapmışlardı. Sultan Murad bazı tarihçilerin ileri sürdüğü gibi kararsız bir sultan değil, bulunduğu yere emniyyet ve adaletin en yüksek numunelerini götürüyordu. Bu sebeble kâh Anadolu'da, kâh Rumeli'de bulunuyordu.
H. 774/M. 1372 yılında Bizans Kayseri, Vize üzerine asker gönderip orayı tazyik etmeye başladı. Vize Muhafızı «Şir Mert Bey» durumu Sultan'a'bildirdi. Sultan buna çok hiddetlendi. Derhal Rumeli yakasına geçti. Lala Şahin Paşa ile Evranos Bey'i yanına çağırdı. Şahin Paşa'yı kâfi miktarda askerle Fi-recik'i almaya gönderdi. Kendisi de İstanbul üzerine yürüdü. İstanbul'a 10 saat mesafede olan İnceğiz Kalesini üç günde fethetti. Oradan Çatalca'ya yürüyen Sultan Muiad eman dileyene kılıç kalkmaz fetvasına uyarak, eman dileyen Çatal-ca'yı bir hoşça aldı. Çatalca'nın almışından hemen sonra Fi-recik'in Lala Şahin Paşa tarafından alındığı haberi geldi.
Allah için cihad edenlere Cenab-ı Mevla, zafer ve nusret kapılarını ardına kadar açık tutuyor, İslâm'a zaferin gül yüzünü daima lütfediyordu. İ'lâ-yı Kelimetullah sancağı, bütün bayrakları alt ediyor, şehidlere cennet, gazilere mertebeler ihsan ediyordu. Sultan Murad-ı Hüdavendigâr'ın kalp gözünün açık olması, kerametiyle zahire çıkıyoru. Şöyle ki; İslâm Mücahidleri Karaburun, Kilyos ve Belgrad Ormanı Köyünde boy gösterdikleri zaman, civar kasabaların ahalisi mallarını Kayzer'in yazlığı olan Apalonya Kalesine götürdüler. Sultan Hazretleri bu kaleyi sardı. Kale kuvveti 15 gün dayandı. Sultan hazretleri gazaba gelerek «Bu yıkılacak yerde beklemek, bizim hedeflerimize varmamızı geciktiriyor ola ki, bunu Allah yıka» diyerek ordugahtan uzaklaşıp bir kavağın altına gitti oturdu. Çok az bir vakit geçti ki, müjdeciler geldiler ve kalenin bir tarafı kendiliğinden yıkıldı, gaziler oradan kaieye girdiler diye müjdelediler. Sultanın duası kabul olmuş, Cenab-ı Mevla velisine ihsanını lütfeylemişti. O günden sonra oraya «Tanrının Yıktığı», sultanın altında oturduğu kavağa da «Dev-let-i Kavak» denir.
Bu olayı duyan Bizans Kayseri, anlaşma teklifini ileri sürdü. Sultan, bu teklifi olumlu karşıladı. Kışı Edirne'de geçirmek üzere yola çıktı H. 775/M. 1373 senesinde sadrazam Halil Hayreddin Paşa'yi, Rumeli'nin batı taraflarına gönderdi. Bu belge ve arazileri iyi tanıyan Gazi Evranos Bey'i de yanına verdi. Gümülcine'ye kadar beraber gittiler. Hayreddin Paşa, Evranos Bey'i İleri yürüyüşe gönderdi. Evranos Bey, Yor-lu ve İskete kalelerini kolaylıkla aldı. Maruiya adlı bir kadının elinde bulunan Avrathisarı'na sıra gelmişti. Avrathisarı'nı saran Evranos Bey, bir mukavemetle karşılaştı. Bu mukavemetin, sonu, Balaban'ın Serez Kalesini muhusaraya almış olması, Maruiya tarafından haber alınınca hemen geliverdi. Bu arada Lala Şahin Paşa Kavala'yı serdengeçtilerin başanh bir sızma hareketi sayesinde ele geçirmişti.
Müslümanların kendiliğinden teslim olan yerlere karşs takındıkları güze! muamele; Drama, Zihne ve Karaferya Ahalisini kendiliklerinden eman dileyip, kalelerini teslime yetti...
Sırp kralı, daha evvel vergi olarak vermeyi taahhüd ettiği miktarı ödemediği gibi, İslâm Topraklarına da tecavüze başlamıştı. Sultan Murad'ı Hüdavendigâr, H. 777/M. 1375 senesinde Bayezıd'i Bursa'da bırakıp, Sırbistan üzerine sefere çıktı. Sultan'ın büyük bir azimle üzerine geldiğini gören Sırp Kralı, hazinelerini Niş Kalesine, ahalisi ile kendisini de dağlara vurdu. Şehirler bomboş kalmıştı. Sultan Murad ordusuyla boş şehirler üzerinde dört ay kadar dolaştı. Sonunda Niş Kalesini almanın şart olduğuna karar vererek Niş'i sardı. Çok kanlı bir çarpışmadan sonra kale, İslâm'ın kılıcına teslim olmuştu. Sultan Murad'dan korkusundan dolayı dağlara kaçan Sırp Kralı, Niş Kalesinin elden gittiğini öğrenince, üç seneiik birikmiş vergiyi ve ayrıca yılda 50 okka gümüş vermek üzere andlaşma istedi.
Burada şunu belirtmeyi faydalı görüyoruz ki; akla gelebilir: Üç-dört ay ortada dolaşan bir ordu, üstelik bir de kanlı muharebeden sonra, işi bitmiş olan bir kralın teklifini niçin kabul ediyor? O kralı yok etmesi lazım gelmez mi? diye kendi kendimize bir soru sorabiliriz. Fakat Sultan Murad gibi kalb gözü açık velî, mutlaka tslâm çizgisi dışına çıkmaz. Müslümanların, Efendimiz (s.a.v) den beri takib ettikleri harp siyasası budur. Eman dileyene eman vermek, sulh isteyene, sulhun kabulü için açık davranmak... Bir galib ordu, mağlub ettiği ordunun teslimini kabul ede? ve ona iyi muamelede bulunursa, o ordunun neferinden kumandanına kadar, o ordunun koruyuculuğunu yaptığı halkın takdirini celbeden Gönüllerinde belki bir iman nuru parıldar. Bu büyüklükle bir insanın Dino-i Mübin-i İslam'a girmesi temin olursa, bir cihan kazanılmış gibi olur. Müslümanları affedici olmasında kendisine silah çekip, sonra da eman dileyene hidayet fırsatı vermesinin, bu görüş açısından meydana geldiğini söylersek, herhalde yanlış bir şey söylememiş oluruz.
Andlaşma talebini uygun karşılayan Sultan Hazretleri, Niş Kalesini kuvvetlendirip, korunma tedbirlerini aldıktan sonra, yine Bursa'ya döndü. H. 778/M. 1376 senesinde tekrar Rumeli'ye gelen Sultan Murat, Bulgaristan üzerine yürüdü. Sultanın üzerine yürüdüğünü haber alan Bulgar Kralı «Sosma-nos» Sultan Murad'ın karşısına birçok hediyelerle çıkıp, itaat içinde olduğunu ve itaat içinde kalacağını, ayrıca vergi vereceğini bildirince, Sultan bundan memnun oldu. Sosmanos'u Bulgaristan valisi olarak tayin etti. Bu tayin, valilik şeklinde olduğundan Bulgaristan, Osmanlı ülkesine katılmış oluyordu.
Osmanlı Devletinin dört bir yana yayılan şan ve şöhreti, Anadolu'daki Beyliklerin Osmanlılarla iyi geçinmelerini lüzumlu kılıyordu.
Germİyanoğlu Ali Bey, yaşlandığını görüyor ve yerine geçecek oğlu Yakup Bey'e bir istikamet vermenin zamanı geldiğine inanıyordu. Oğlu Yakup Bey'i yanına çağırarak; «Oğlum, görüyorsun ki Osmanlılar'gün geçtikçe kuvvetleniyorlar. İstikballerinin parlak olacağını" görüyorum. Bizim, onların eteklerine yapışmaktan başka bir çâremiz yoktur. Onlarla bir akrabalık kurmak istiyorum. Sana olan vasiyetim şudur ki: Benden sonra onlara hiç bir suretle karşı koymayasın.» dedi. Bunun üzerine İshak Fakih adlı âlimi elçi olarak gönderdi. Kızı Devletşah Hatunu, Bayezıd Bey'ie evlendirmek, kızına çeyiz olarak da Kütahya, Simav, Eğrigöz ve Tavşanlı Kalelerini, vereceğini bildirmesini söyledi. İshak Fakih. Germİyanoğlu Ali Bey'in bu teklifini Sultan Murad Hazretlerine bildirince, Sultan Hazretleri memnun oldu. İcab edenler yapıldı.
Devletşah Hatun büyük bir düğün alayıyla Bursa'ya getirilip Bayezid Bey'ie düğünü yapıldı. Böylece Germiyan Beyliği Osmanlı Devletiyle birleşmiş oluyordu. Bu düğünün sonu da, Sultan Murad'ın kızı Nefise Sultan'ın Karamanoğlu Ali Bey'le nişanlanmasıyla son buldu...
Germiyanoğlu'nun, kızının çeyizi olarak verdiği Kütahya'yı görmeye giden Sultan Murad, Karaman tarafından gelebilecek tecavüzleri bertaraf etmek ve hudutlarımızı korumak için, Hamideli'nden İsparta, Karaağaç, Yalvaç, Beyşehir ve Seydişehir kalelerinin bize pek lüzumu vardır diyerek bu beş kalenin belli bir bedel karşılığında Hamidoğlu Hüseyin Bey'-den kendisine verilmesini teklif etti. Hüseyin Bey, bu tekliften şaşkınlığa düştüyse de, Sultanın heybetinden korktuğundan kabul ettiğini bildirmişti. Sonradan pişman olmasına rağmen verdiği sözden dönmeyip, verilen para karşılığında beş kaleyi Osman Devletine satmıştır.
Sultan Murad'ın emri üzerine H. 784/M. 1383 yılında ordusuyla hareket eden Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa, Pirle-pe'nin aman dilemesini kabul edip sulh yolu, Manastırı hücumla aldıktan sonra Karlıeli ve İştip üzerine yürüdü. Sulh içinde olarak da Osmanlı Devletine dahil olmuştu. Sıra Sela-nik'in alınmasına geldi. Ne var ki Selanik Kalesi çok kuvvetli bulunduğundan, kuşatmasının uzunca süreceği tahmin olunduğundan Selanik'in etrafının ele geçirilmesiyle iktifa edildi.
Sultan Murad-ı Hüdavendigâr, büyük oğlu Bayezıd Beyi Anadolu hududunun korunması için Kütahya'ya, ikinci oğlu Yakup Bey'i Karesi Valiliğine gönderip, küçük oğlu Savcı Bey'i de Bursa Kaymakamlığına tayin ederek, kendisi de Rumeli'ye geçip Edirne'ye gitti. Timurtaş Paşa'ya Arnavutluk ve Bosna'nın alınması için tetkiklerde bulunmak üzere kuvvetleriyle birlikte hareket etmesini emretti. Timurtaş Paşa, yolda bazı kaleleri aldığı gibi, Arnavutluk içlerine gönderdiği bazı akıncılar vasıtasıyla da birçok yerleri basıp ganimetler elde etti. Ve oraların geçit, giriş-çıkış yerlerini öğrenerek Edirne'ye döndü.
-(Harp hiledir» hadis-i şerifinin tecellisinden sayılabilecek olan şu olay çok dikkat çekicidir.
Filibe Muhafızı İnce Balaban Bey'in askerlerinden olan zahirdeki görünüşle «müellefe-i kulûb» cinsinden müslüman sanılan İnce Sündük İsimli doğancı hiristiyanlığa dönmüş ve Filibe'den firar ederek Sofya Tekfuru Panokeban'in maiyetine girmişti. Kısa zamanda kendisini sevdiren İnce Sündük, tekfurun Doğancıbaşısı olmuştu. H. 787/M. 1386 yılında avlanmak için gittikleri Tatarpazarı taraflarında İnce Sündük, dengine getirerek, Panokeban ile birlikte av heyecanıyla adamlarından uzak düşmüşler. Akşam olunca Osmanlı hududuna yakın bir köye gelmişler. Doğancıbaşı İnce sündük, atından inerek, «ben köye gideyim yiyecek alıp geleyim. Siz burda bekleyin» der. Köye gider ve Deli Balaban'la Ahmed Gazi'yi bulup plânını anlatır. Oradan yiyecek alıp telaş içinde tekfurun yanına döner. «Türkler bizim burda olduğumuzu anladılar» der, Tekfuru bir korku alır... telaş içinde «beni nasıl kurtarırsın?» diye sorar. Doğancıbaşı da: «Ben seni birtakım abalar-kebeler içine sarıp bağlarım ve bir ormana bırakırım, iki atla dönüp Sofya'dan asker getirerek seni kurtarırım.» der. Akılsız tekfur, bu tedbiri uygun görerek sarıhp-sarmalanma-sına müsaade eder. Tekfuru bağlayan İnce Sündük, doğruca köye gider. Deli Balaban ve Ahmed Gazi'yi yanına alıp ormana gelirler ve tekfura «Türkler beni tututular» diyerek onu gene aldatır. Hep beraber Filibe'nin yoiunu tutarlar. Filibe Muhafızı İnce Balaban Bey, Doğancıbaşı İnce Sündük'ün ellerine sarılır. Birçok hürmet gösterdikten sonra kendisinden klavuzluk yapmasını ister. Hep beraber Sofya'ya giderler. Durumu gören Sofya Muhafızları kaleyi İnce Balaban Bey'e teslim ederler.
Durum, bir mektupla Sultan Murad-ı Hüdavendigâr Hazretlerine bildirilir. Mükemmel bir hile ile kan akıtılmadan alınan bu kale İnce Balaban Bey'e verilmiş, Doğancı Sündük'e zeamet, Gazi Ahmed'e ise yiğitbaşılık ihsan edilmiştir.
Daha evvel söylediğimiz gibi Sultan Murad'sn kızı Nefise Sultan'ın Karamanoğlu Ali Bey'e nişanı yapılmış, nikah akdi kalmıştı. Karamanoğlu Ali Bey, Karaman Alimlerinden Mev-lana Muslihiddin Efendiyi, verdiği vekaletle Sultan Murad'ın huzuruna göndermişti. Ali Bey, Nefise Sultan'a mehir olarak Akşehir, İlgın, Aksaray ve bunlara bağlı köy ve kasabaların hepsinin kendisine verildiğini, ayrıca birçok hediyelerle donanmış kervanı takdim ederek nikah akdedilmiş ve gelin alayı, Konya'ya müteveccihen, Nefise Sultanı alarak dönmüştür.
H. 787/ M. 1385 Yılında Edirne'de, Macaristan üzerine yapacağı seferin hazırlıklarıyla meşgul olan Sultan Murad Hazretleri, küçük oğlu Savcı Bey'in taht davası güderek isyan ettiği haberini aldı. Bir babanın, yetiştirdiği evladının isyanını hoş karşılayacağını hiç kimse iddia edemez. Sultan Murad buna çok üzüldü. Fakat bu mesele, yalnız bir baba-oğul meselesi değil, aynı zamanda bir devlet meselesiydi. Baba üzüntüsünü ve gözyaşlarını içine akıtıp, din-i devlete isyan etmiş evladnı cezalandırmak üzere derhal Edirne'den hareket etti. Anadolu yakasına geçti. Savcı Bay ise, Bizans Kay-ser'inin oğlu Andrenikos ile arkadaş olmuşlar, her ikisi birden babalarına isyan edip, yerlerine geçmeyi kararlaştırmışlardı. Dimetokacık ile Güvercinlik Kaleleri arasında Sultan Murad'Ia karşılaştılar. İsyana katılanlar, derhal Sultanın ayaklarına kapandılar. İki kafadarlar kaçmaya çalıştılarsa da, fazla uzaklaşamadan yakalandılar. Sultan Hazretleri, Savcı bey'in gözlerine kızgın mil çektirerek onu kör etti. «Oğulları, babaları cezalandırmalıdır» meşhur yasasına uyarak Anreni-kus'u da babası Kayser'e gönderdi. Kayser de oğlunun gözlerine kızgın sirke döktürerek kör etti. Yabancı tarihçiler, Sultan Murad'ın, Savcı Bey ve arkadaşlarını öldürttüğünü yazarak, Sultan Hazretlerine gadarhk izafe ederler. Bizans Kayse-rininse merhametli olduğunu, oğlunu ödrütmediği gibi, kör etme ameliyesinin, ince bir teknik neticesinde yarı körlükle geçiştirildiğini yazarak, Bizans Kayserinin merhamet bakımından çok yüksek seviyede olduğunu ihsas etmek isterler. Halbuki İslâm Milleti, milletine ihanet edenin cezasını hiçbir vesile ile geciktirmeyen bir inancın mensuplarıdırlar.
üzücü olaylar zincirine yeni bir halka ekleniyor... Sultan Murad'ın damadı Karamanoğlu Ali Bey, Varsak ve Turgutlu aşiretlerini, Sultan Murad'ın Hamidoğlu Hüseyin Bey'den satın almış olduğu kasabalara saldırtıyordu.
Sultan Murad, durumdan haberdar olduğunda, sadrazam Ali Paşa ve Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa'ya, acele hazırlanıp Anadolu'ya geçmelerini bildirdi, kendisi de Kütahya'ya geldi. Kütahya toplanma bölgesi oldu. 50.000 kadar asker biraraya geldi.
Osmanlı kuvvetleri, Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa, Sadrazam Ali Paşa'nın kuvvetlerinin yanında, 2000 kadar da Sırp askeri, Kastamonu'dan da bir miktar yardım askeri gelmişti.
Karamanoğlu Alî Bey ise Türkmen ve Tatarlardan çok miktarda asker toplamıştı. H. 788/M. 1386 yılında iki ordu, Konya'ya 6 mil mesafede karşılaşıp harp nizamına girdiler.
Sultan Murad'ın merkezde yeraldığı, Yıldırım Bayezıd'ın sol, Yakup Bey'in sağ cenahta bulunduğu Osmanlı Ordusu, Tatar ve Varsak aşiretlerinin ok yağmuruna yıldırım suretiyle dalış yapan Bayezıd Bey'in, Karaman Ordusunun sağ cenahını çökertmesi, Timurtaş Paşa'nın Bayezıd Bey'i zamanında takviye etmesi, Karamanoğlunun ümidini bitirmiş, kafasında dizdiği hayalerin yıkılmasına yetmiş, yüzgeri ederek atını ancak Konya Kalesinin içinde durdurabilmişti. Tek çare; sultanın affına sığınmak bununda çaresi hanımı Nefise sultanı, babasına gönderip af talebinde bulunmaktı. O da öyle yaptı. Nefise Sultan, Konya ulemasının refakatinde babasının huzuruna giderek, ayaklarına kapanıp, kocasının affını istedi. Sultan Murad'dan af vaadini aldıktan sonra Karamanoğlu kendisi gelerek sultanın ayağına yüz sürdü. Bir daha karşı gelmi-yeceğini ve sözünden asla dönmiyeceğine yemin etti. Sultan da kendisni affedip, beyliğine bıraktı.
Bir hiristiyan iken, Allah indinde tek din olan İslâm'a kendi arzu ve rızasıyla bağlanan bu zat, islâm Fütuhatinde önemli vazifeler yüklenmiş ve bunların altından yüz akı ile çıkmıştı. Kalp gözü açık olan Sultan Murad-ı Hüdavendigâr Hazretlerinin samimi sevgisine ve bir o kadar da takdirine mazhar olmuştu. Evranos Beye bir berat verilmiş ve kendisi mücahidlerin başına Beylerbeyi tayin olunmuştu. Bayrak, tuğ ve davul verdiği gibi, kendisine bir nasihat olarak da:
«Rumeli Vilayetlerini kendi kılıcımla fethettim diye sakın sana gurur gelmesin. Şunu iyi bil ki, onların hepsi Allah'ındır. Ondan sonra Rasülünündür, daha sonra Allah'ın emri ile Efendimiz aleyhisseiamın halifesinindir.» fıkrası, sözkonusu berata yazılmıştır. Rumeli Vilayetlerine Şeyh'ul İslâm tayin olunan Elvan Fatihe hürmet gösterilmesi emrolunmuş, Sela-nik'in fethi de kendisinden istenmişti.
«Düstur'ul Mücahidin li İzzeddin» adlı eserde;
«... Yağmacılığın ne kadar zararlı olduğunu gösteren bir makalede, kazanılmakta olan bir savaşın, yağmaya dalmak yüzünden nasıl mağlubiyete dönüştüğünü, harp haline ne çok tesiri olduğunu öğrenmek için, ancak böyle bozgun misallerinden sonra anlamak mümkündür... der.
Karamanoğlu ile yapılan savaşta, Osmanlı Ordusu içinde vazife almış olan 2000 Sırplı asker, savaş içinde ve sonrasında birtakım yağmalama hareketlerinde bulunmuşlardı. Bu hareketi yapanlar, derhal yakalanmış ve İslâm Kanunlarının emri icabı cezalan verilmişti. Sırplı askerlerin ileri gelenleri, bu durumu Sırp Kralına bildirmişlerdi. Sırp Kralı hiddetlenmiş ve bunu, Sırplara hareket saymıştı. Derhal Osmanlıya karşı komşu kralları birleşmeye davet etmişti. H. 789/M. 1387 de Sırp ve Bosna Kralları açıktan, Bulgar kralı Sosma-nos gizlice anlaştılar ve Osmanlı hududuna tecavüze başiadılar.
Sultan Murad, Şahin Paşa'yı 20.000 mücahidle Bosna üzerine gönderdi. Şahin Paşa kuvvetlerinin önüne çıkan İş-kodra Prensi, gelip bağlılığını sundu. Orduya klavuzluk yapmaya talip oldu. Fakat fikri klavuzluktan ziyade, onları yağmacılığa teşvik etmek, yağmanın ihtirasına düşenlerin çoğalması, kuvveti parçalayacağından, «parçala-böl-yut» politikasının icabını yerine getirmekti. Maalesef bu prens bunda mu-vafak oldu. Asker parçalara ayrılarak yağmacılığa başladılar. İşkodra prensi son hiyanetini de ifa ederek, gizlice Bosna Kralına haber uçurup, yağmaya sevkettiği Osmaniı kuvvetlerinin parça parça olduğunu bildirdi. Bosna Kralı, her biri bir yerde yağma işine dalmış bu gafil askerleri kuvvetli ve muntazam olan 30.000 askeriyle kıstırdığı yerde yok ediyordu. Yağmacılığa meyletmenin sebeb olduğu bu dağınıklık, toplanma imkanı vermedi. Disiplin ve İslâm ölçüsünden ayrılan bu kuvvetin 15.000'i düşman tarafından öldürüldüler. Ancak 5000 kişi kurtulabildi. 88 senedir ordunun durmadan yaptığı savaşlarda böyle bir bozguna uğradığı görülmemiştir. Bazı tarihçiler, bu ordunun kumandanı Şahin Paşa değil Timurtaş Paşa'dır derler. Eğer Şahin Paşa ise, bu başka bir Şahin Pa-şa'dır. Zira daha evvei ölmüş olan Lala Şahin Paşa, Sultan Murad'ın lalası olduğundan, ismi zikredilirken daima unvanı olan lala kelimesi de beraberinde kullanılmıştır. Türkiye Tarihi yazan Yılmaz Öztuna Bey de Kuia Şahin Paşa olarak belirtir. Lala Şahin Paşa ve Timurtaş Paşa olmadığını söylemiştir. Biz de bu görüşe katılıyoruz.
Bu bozgunun, yağmacılık yüzünden meydana geldiğini tesbit ettikten sonra, en mühim neticesi şudur ki; cesaretlenen hristiyaniar, Osmanlı üzerine yeni bir haçlı seferi açmaya karar verirler. Çünkü geçen^zaman, Hacı İl Bey'den yedikleri tokadın acısını unutturmuştu...
H. 790/M. 1388 Senesinde Edirne'ye 30.000 atlısıyla gelen Sadrazam Ali Paşa, Yahşi Bey'i, Pravadi Kalesini almak üzere bir miktar askerle gönderdi. Çok hızlı bir yürüyüşle kale, bir gece içinde İslâm'a teslim oldu. Oradan Tırnova'ya gidilip, o kale de alındı. Akabinde Hazergrad Kalesi, İslâm Sancağı ile şenlendi.
Osmanlı aleyhine Bosna Kralı ve Sırp Kralı ile yaptığı anlaşmayı gizli tutmuş bulunan Bulgar Kralı Sosmanos'un elinden krallık alındı. Bulgar Krallığı ortadan kaldırıldı. Niğboîu ve Silistre Kalelerinde İslâm Bayrağı dalgalanmaya başladı. Niğbolu Kalesine Doğan bey muhafız olarak bırakıldı.
İslâm'ı, Avrupa topraklarından mutlaka uzaklaştırma fikr-i sabitinde olan hristiyan devletler, her zaman tetikte bekliyorlardı. Osmanlı fütuhatının tökezlenmesi için dualar ve temennilerde bulunmaktan başka, birbirleriyle temaslarını artırıyor-lardi.
İşkodra Prensinin klavuzluğunun, Osmanlı askerini yağmacılığa sevkettiği ve 88 senedir mağlubiyet yüzü görmeyen bu mücahidler ordusu, yağma yüzünden acı bir şekilde mevcudunun dörtte üçünü kaybetmiş ancak 5000 gazi ile bu bozgundan çıkabilmişti. Bozgun, Avrupalıların moralini düzeltmiş ve hep birlikte yüklenirsek, acaba bu pehlivanı yıkar, bağlar ve geldiği kıyıların ötesine fırlatabilir miyiz? diye ham hayaller kurarken, bir yandan da hayallerini tatbikata koyma hazırlıklarına başlamışlardı.
Hüdavendigâr Gazi de, o senenin kışını Filibe'de geçirdikten sonra, Hüdavendigâr lakabı icabı olarak, bütün İslâm memleketlerinden mücahidleri, yapılacak savaşa davet etti. Kastamonu, Germiyanoğu, Saruhan, Aydın, Hamideli Beylikleri, bu davete derhal katıldılar. Çünkü meydana gelecek savaş, bir hanedanın veya bir ırkın savaşı değil, Allah indinde tek din olan İslâm'ın, batılla savaşı idi. Her türlü asabiyye-tin ötesinde o beyler ve halkı, müslüman olarak bu İslâm Orduşuna yardıma severek koştular. Çünkü «Ancak müslüman-lar kardeştin» mealindeki ayet-i kerime, onları bu yüksek şuur içinde tutacak ilâhî bir emirdi. Şehzade Bayezıd ve Yakup Bey'ler de kuvvetleriyle beraber Hüdavendigâr'a mülaki oldular. Hep beraber hareket edip, Alaeddin ovasına yürüdüler. Kösendil Prensi Kostantin ve askerlerini de yanlarına alarak Kosova meydanına geldiler.
Ehl-i Salip Ordusu çok kalabalıktı. Bu kalabalık hakkında bazı tarihçilerin rivayetini buraya almayı uygun gördük:
Hayrullah Tarihinde; Sultanın Ordusu ikiyüz bin, Ehl-i Salip Ordusu 500.000 dir.
Hammer ise, Haçlı Ordusunu 200.000, Osmanlı Ordusunun çok düşük sayıda olduğunu,
Namık Kemal (Şair Namık Kemal) Bey, Osmanlı Ordusunu, Haçlı Ordusunun üçte biri olarak 60.000 kişi kabul ediyor. Bu da düşmanın 180.000 kişi olduğunu gösteriyor.
Tââc'üt-Tevarih'de Hoca Sadeddin Efendi ise; Osmanlı Ordusunu 40.000 olarak kabul ederken, Ordu-yu Hümayun düşmanın beşte biri kadardır diyor ve düşmanın 200.000 olduğunu kabul ediyor. Biz de bunların pek büyük farhlıklar olmadığını, düşmanın üçte bir sayısında Osmanlı Ordusunun, kendisinden üç misli kuvvetle (bu düşman kuvvetinin 15.000 zırhlı süvari olduğu bütün tarihlerde ittifak edilmiştir.) boğuşmuştur diyoruz.
Hüdavendigâr, ordusunu^istirahate aldıktan sonra, harf meclisini topladı. Sırası gelmişken, ordunun istirahate alınması demek ne demektir, onu biraz izah edelim: Osmanlı Ordusu, hazerde ve seferde, din-i mübin'in farz olan hiçbir hususunu terk etmemiştir. Namazlarını seferî olarak kılmışlardır. Oruçlarını daima tutmuşlardır. Ehl-İ tarik olan askerler, zikirlerini daima yapmışlardır. Tabur imamları, aiay müftüleri, askerlere daima vaz-u nasihatte bulunurlar. Sahabe-i kiramın hayatlarından örnekler verirler. Onları, '«Allah için çarpışırken ölenler şehiddir. Allah katında makbul olan iki iz vardır ki, birisi; Allah için ağlıyan gözün yaşlarının izi; diğeri de Allah için yapılan savaşlarda alınan yaraların izi...» hadis-i şeriflerinin izahlarını yaparak onların cesaret ve şecaatlerini galeyana getirirler. İstirahat sırasında, yapacağı işten alacağı mükafaatın şuuruna eren mücahidler, düşman üzerine Allah Allah nidalarıyla öyle bir saldırırlar ki, düşman için mağlubiyet ve helak olmak kaçınılmazdır. İstirahat; yan gelip yatma veya türlü dedikodularla değerlendirilmezdi. Cenab-ı Hakka ibadet edilir, O'ndan nusret ve zafer istenirdi.
Sultan Murad-ı Hüdavendigâr, harp meciisinde ilk sözü, babasının yadigârı, hac'dan yeni gelmiş olan Evranos Bey'e verdi.
Evranos Bey; düşmanla nerede harp edilecekse, oraya onlardan evvel gidip, iyi bir mevkii tutmak ve ifk hücumu onlara yaptırarak, harp nizamlarının bozulmasının temin edilmesi reyinde olduğunu söyledi. Timurtaş Paşa, Yahşi Bey, Şehzade Yıldırım ve Yakup Bey'ler, Sadrazam Ali Paşa, Evranos Gazi'nin sözünü tasdik ettiklerinden, Sultan Hüdavendigâr «benim de fikrim budur. İnşaaİSah harp meydanında tatbiki de mümkün oiur.» dedi. Sultan Murad, Şehzade Yıldırım Bayezfd ve kumandanlarını yanına alarak, Orduyu Hümayunu teftişe çıkınca, yüksek bir tepeye tırmandı. Ovaya bir nazar atınca düşmanın çokluğunu gördü. Bunun üzerine; "Ömrümde bu kadar kalabalık ordu görmedim.» dedi.
Çadırına dönen Sultan Murad, tekrar harp meclisini toplayarak müzekere açtı. Bazı kumandanlar, hristiyanlann deve görmediğini atların develerden çekinebileceğini, İslâm Ordusunun develerin arkasına yerleştirilmesini, develerden korkacak olan düşman atlarının dağılacağı için, harp nizamının bozulacağını söylediler.
Cesur Yıldırım, babasından müsaade alarak «Biz şimdiye kadar, hayvan arkasına saklanıp savşarak mı galibiyetler aldık? Allah'ın inayet ve siyanetinden başka şeye iltica yoktur. Bu dinimizin de, devletimizin de şanına yakışmaz.» diyerek itiraz etti.
Sadrazam A!i Paşa ise, sözü alarak, «Ya bir de develer, onların zırhlarının çıkardığı seslerden ürker, geriye döner ve bizim üstümüze gelirse, halimiz nice olur?» diye Yıldırım'ı destekleyince, bu tedbir gündemden kalktı. Bermutad saf harbinin tertibine geçildi. Evranos Bey, sağ ve sol cenah başlarına biner okçu koymak ve harbin onlarla açılması gerektiği hususunda bir fikir beyan etti. Bu fikri de uygun görülerek kabul edildi.
Bütün bu tedbirleri alan ve ordunun tertibini kuran Sultan, yine de mahzundu... Çünkü savaş alanında yalnız nefsi değil, İslâmın ordusu vardı. Bu ordu, Anadolu'nun bütün askeriydi. Allah saklasın herhangi bir mağlûbiyet, Rumeli'ye yeni geçmiş birçok Müslüman ailenin mahvına, perişan olmasına sebep olabilirdi. Hüdavendigâr, bin canı olsa, binini de böyle bir akıbete uğramaktansa, İslâm Milleti için feda etmekten çekinmezdi.
Gazi Hüdavendigâr, tek melcei olan Rabbul Aleminin huzuruna durdu. İslâmın hakikatlarına en kutsal mertebelerden nazar etmiş, hakikat mertebesine varmış, herkesin Müslümanlar Padişahı demesine hak kazanmış temiz bir zat olduğundan, bütün gece hulûs-u*kalb ile Cenab-ı Hak'tan istim-dadda bulundu. Ordu-yu Hümayun'un zaferini kendisinin şe-hadet mertebesine ulaşması için yalvardı, yalvardı...
Sultan, sabahleyin orduyu tanzim ederken sağ cenaha Şehzade Bayezid ile, Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa'yı, Evranos Bey, İnce Balaban, Toluca Balaban, Müsteceb Subaşı ve emrindeki fırkaları koydu. Eyalet Askerini Şehzade Yakup Bey'le Anadolu Beylerbeyi Saruca Paşa'yı «Koşundu» askeriyle, Kastamonu Bey'i, Hamideli Bey'i, Menteşe ve Teke Beyzadeleri, Germiyan Sipahisiyle İnebey Subaşı'yı, Kara Mukbil Bey'i sol cenaha tayin kıldı. Kendisi Yeniçeri, Kapıkulu halkı ve Sadrazam ile ortada yer aldı. Ayrıca Evranos Bey'in reyi üzerine, her iki cenaha ve ön tarafa biner kişilik okçu kuvveti koydu.
Düşman tarafında ise, Sırp Kralı Lazar ortada, önünde zırhlı birliklerle Brankoviç, Sırp ve Arnavut askerleriyle sağ tarafta, Bosna Kralı Boşnak ve Bulgar askerleriyle sol tarafta, vazife almışlar; Venedik, Eflak, Leh, Çek ve Macar alayları da her cenaha taksim olunmuşlardı.
Savaştan önce mücahidler ordusu üzerine doğru, fırtına denebilecek kuvvetli bir rüzgâr esiyordu. İslâm askeri bu rüzgârın tesirinde kaldığı gibi, toz-toprak da gözlerine doluyordu... Bütün gece Rabbul Alemîn'e dua eden Hüdavendigâr'ın duası kabul olunmuş, , sabaha karşı yağan yağmur, hem toz-toprağı kastırmış, hem de rüzgârın durmasına vesile olmuştu.
Savaş, okçuların ok atmasıyla başladı. Okçular birçok düşmanı telef ettiler. Yıldırım Bayezid'in üzerine saldıran Boşnak Kralı püskürtüldü. Sırp Kralı ise, ortada yer almış olan Hüdavendigâr'ın üzerine gitti. Şiddetli bir cenk başladı. Bu arada bir ok isabet eden Sultan'ın atı yere düştü. Sultan Gazi derhal at değiştirip, yerinden ayrılmadı. Bu sırada Brankoviç, Şehzade Yakup Bey'in üzerine var gücüyle yüklendi. Bu saldırıyı karşılamakta zorluk çekildi. Eğer arkada develer ve meşelik orman olmasaydı, bu cenah çökebilirdi. Burada da göğüs göğüse bir savaş başladı. Durumu gören Yıldırım Bayezid, ünlü ve ağır gürzünü eline alıp yıldırımlar gibi üs-tüste düşmanın başlarını omuzlarına çakarak, Yakup Bey cenahının imdadına yetişti. Her darbesi bir kafa kırıyor, kırılan kafaya ait her vücut, bir demir kütlesi gibi ayaklar altına düşüyordu.
Sağ cenahtaki diğer kumandanlar da Yıldırım Bayezid'in açtığı zafer yolunun üzerine koştular. Bu yardım sayesinde kendisini toparlayan sol cenah kumandanları, bozulan askeri intizama sokup, yeniden savaş alanına girdiler. Brankoviç'in imdadına. Haçlı Ordusunun bazı komutanları koştular. Savaş, artık sol cenahta cereyan ediyor. Mücadelenin en amansız olanlarından biri, İslâm'a zaferin gülümseyen yüzüyle teveccüh ediyordu. Sekiz saat süren bu kanlı boğuşma, Allah'ın yardımına nail olan Osmanlı Ordusunun zaferiyle bittiğinde, savaş alanı binlerce cesetle doluydu...
Hüdavendİgâr muzaffer olmuştu. Fakat me'yus idi... Çükü duası tam olarak kabul olunmamış görünüyordu. Zira O Rabbul Alemîn'e zafer için dua ederken, kendisine şehitlik devleti için de niyazda bulunmuştu.
Sultan Murad'ın Gülçiçek Hatun, Tamara veya Mara ve bir de Melek Hatun (Paşa) adlı üç hanımı bulunmaktadır kaynağımıza göreki bunlardan Gülçiçek Hatun, Yıldırım Bayezid'in annesidir ve Yıldırım Bayezid dünya'ya gelirken dedesi Orhan Gazi 81 yaşında olduğu halde ahiret yolculuğuna çıkıyordu. Gülçiçek Hatun'un ^91/1388 ve 802/1399 tarihli vakfiyelerden Rum olduğu anlaşılmaktadır. Bu hanımın vefat tarihi belli değildir. Tamara veya Mara adı ile anılan hanım Bulgar Kralı Şişman'ın kızı olduğunu söyleyen olduğu gibi kizkardeşi diyende vardır. Evlilikleri 1376 yılında vukubuldu-ğunda Sultan Murad'ın oğlu Yıldırım Bayezid 16 yaşını sürmekte idi. Melek Hatun veya Paşa Melek Hatun diye anılmaktadır ve Kızıl Murad'ın kızıdır. Alderson; Sultan Murad'ın
7 evlilik yaptığını ileri sürer ve Çandarlıoğlu 2. Süleyman'ın kızı, Köstendil Bey'inin kızı John Paleologosun ve Seyyid Sultan'ın kızlarıyla evlendiğini ileri sürer. Kız çocukları ise; Nilüfer Hatun, Melek Hatun olup Nefise Melekhatun 1. Mu-rad'ın büyük kızıdır. Karamanoğlu Alâddin Ali Beyi. Murad'a gönderdiği elçi ve hediyelerle, Melek Hatun'un izdivacına tâ-lib olmuş takriben 1380 senesinde bu evlilik vukubulmuştur. Karamanoğlu bu evliliği siyasi evlilik olarak düşünmüşse de, Sultan Murad'da bu düşüncenin dışındaki bir maksadı güt-memiştİr. Ancak Nefise Melek Hatun çok ızdirab çekmiştir. Çünkü her seferinde sözünü yiyen bir koca, ve her seferin de kızının ve torunlarının hatırı için damadını affeden bir padişah baba arasında kalmıştır. Asil bir ailenin ferdi olduğundan koca evini tercih eden bir asalet numûnesidir. Melek Nefise Hatunda nevar ki ağabeyi Yıldınm'ın sabrı tükendiğinde, Alâddin Ali Bey'i, yaptığı düşmanca hareketleri yüzünden öldürttü. Kızkardeşinide, yeğenlerini de Bursaya aldırdı. 1402 Ankara savaşı yüzünden Osmanlı'nın başına gelenler, Nefise Melek Hatun'un yine Karamana dönmesine sebeb oldu ve burada vefat etdi. 1381 yılında kendi yaptırdığı Sultan Hatun adı verilmiş türbede defnolundu. Nilüfer hatun adlı kızı hakkında da pek bir malumat bulunmamaktadır. Yılmaz Öztuna; Nilüfer hatundan hiç söz etmemektedir. Sultan Murad-ı Hü-davendigârın erkek çocuklarına gelince; Yıldırım Bayezid'in en büyük oğlu olduğunu ifade etmiştik. 2. oğul olarak 1362'de doğan ve 27 yaşında 1389'da Kosova meydan muharebesinin akabindede devlet adamlarının çözümü olarak katledilen Yakup Çelebi'dir. Üçüncü oğul ise Savcı Bey'dir ve 1364 yılında dünya'ya gelmiş, ancak babasına isyanı hase-biylede idam edildiğinde târihler 1385'i gösteriyor ve yaşı 21'in içindeydi. İbrahim Bey ve Yahşi Beylerde her ikisi babaları Suîtan Murad'dan evvel vefat etmişlerdir. Sultan Murad'ın sadnazamlarına gelince 761/1359 yılında tahta çıkan padişah, Ankaralı Devlethan bin Hacı Paşayı makamı sadaret de bulmuştu. Hacı Paşa 11 yıl hizmetten sonra, 1360 yılı içinde mührü, Kayserili Yusuf Sinaneddin Paşa'ya 1364 yılı eylül ayına kadar takriben 4 sene kadar taşımak üzere devretmişti. Eylül 1364'de görevi devr alan, Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa bu târihden 2003 yılına kadar, en uzun zaman sadaret mevkiinde kalan devlet adamı olarak, 22/ocak/1387 senesine kadar 22 sene, 4 ay, kalmak suretiyle aşılamaz bir rekorun sahibi olarak hizmet verdi devlet-i âliyyeye... Vazifesinden vefat münasebetiyle ayrılan bu zâtın oğlu Çandarlızâde Ali Paşa 22/ocak/1387'den 18/ara-lık/1406'ya kadar, 19 sene, 10 ay, 27 gün sadrıazam olarak görev yaparken, bunun yalnız 2 sene, 6 ay, 19 günü Sultan Murad'a vezirlik yapmak suretiyle geçti. Bu bakımdan Hûda-vendigâr Padişah otuz yıllık saltanatını üç sadrıazamla tamamlamış oldu.
Harp meydanını gezmeye çıkan Sultan Murad, ölüler arasından çıkan bir adamın, Müslüman olmak istediğini belirtip, Hüdavendigâr'ın elini öpmek arzusuna mani olmaya çalışan askerlerin seslerini Sultan Hazretleri duydu. «Bırakın gelsin» dedi. Elini öpmek üzere eğilirken koluna sakladığı hançeri aniden çekip, Hüdavendigâr'ın kalbine sapladı. Bu adam, Sırp Kralının damadı Miloş Kabiloviç idi... Yetişen Yeniçeriler, hainin kaçmasına meydan vermeden başını ezdiler. Sultan Murad-ı Hüdavendigâr hazretleri, duasının kabul edilmesinden memnun olarak, oğlu Şehzade Bayezid'e haber gönderilmesini istedi.
Babasının gönderdiği haberi alan Bayezİd, derhal geldi. Kanlar içinde yatan babasını görünce, gözyaşlarını tutamadığı gibi, arada bir ahh çekiyordu... Son nefesi yaklaşmış olan Sultan Murad-i Hüdavendigâr, ağır ağır başını kaldırdı. Bu kahraman evlâda sevgi dolu gözlerle baktı. En samimi hislerini terennüm eden şu sözler, dudaklarınan tam bir şuur içinde dökülmeye başladı.
«Oğlum! Dünyada kim akıbetinden kaçabilmiş ki, benim için ağlıyorsun? Eğer ağlıyacaksan, müslümanlara ağla!.. Onların hallerini perişan bırakma! Yerim sana kalıyor... Adaletinle sevdir kendini... Sevginle sevdir kendini... Beni de hayırlı bir evlât bırakmış olarak, hayırla yâdettİrmeye çalış... Şunu hiç bir zaman unutma ki, padişahlığın sermayesi adalettir. Saltanatı rahat bir iş sanma... Dünyanın en zor işlerinden biri, saltanatı omuzlamış padişahların vazifesidir. Dünyada güzel bir nam bırakmaya çalış... Ecdadının şanına lâyık olasın...» mealindeki sözlerle nasihatini bitiren Hüdavendigâr kendisinden sonra hiç bir padişaha nasip olmayan saadetler içinde, milletini zafer, kendisini şehitlik mertebesine kavuşturmuş olan müs-tecap duasının mükâfatı olarak pâk ruhu cennet-i âlânın bahçelerine kelime-i şahadetlerle uçtu gitti...
1325 Miladî yılında doğan Hüdavendigâr, 64 yıllık ömrünün 30 senesinde Sahib-i Saltanat olarak yaşamıştı. Cenab-ı Mevâ kabrini nur, mekânını pür nur eylesin...
Devlet-i ÂMyye-i Osmaniye'nin, Avrupa kıtasında varlığını kesin-leştiren Kosova Meydan Savaşının neticesi, küffarı pek feci bir mağlubiyete duçar etmesi, buna mukabil yaptığı duanın Rabbü'l âlemin tarafından kabulü neticesinde Hüdavendigâr Gazi'nin şehadet mertebesine vasıl olmasıdır.
.
SULTAN YILDIRIM BÂYEZİD HAN
Sultan Yıldırım Bayezid Tahta Çıkışı
Yakub Beyin Şehadeti
Anadolu Beyliklerinin İlhakı
Karaman Ve Sivas'ın Fethi
Bizans'ın Yaptığı Sûrların Kendilerine Yıktırtılması
Nıgbolü Savaşı
Yıldırım'ın Doğan Bey'le Konuşması
Yıldırım Bayezıd'ın Civanmertliği
İstanbul'un Yeniden Muhasarası
İslam Mahallesinin Kurulması
Timürlenk
İlk Mektup
Bizans Önünden Sivas'a
Ankara Savaşı
İhanetler Zinciri
Tarihin En Cengâver Sultanı Yıldırım Han
Yıldırım Bayezid'in Hanımları Ve Çocukları
Yıldırım Bayezid'in Vefatı
Babası: Sultan I. Murad Han
Annesi: Gülçiçek Hatun
Doğum Tarihi: 1360
Vefat Tarihi: 1403
Saltanat Müd.: 1389-1402
Türbesi: Bursa'dadtr.
26 Yaşında Aksancak altında H. 791/M. 1389 senesinde babasını ve kardeşini kaybetmiş bir insanın elîm duyguları içinde tahta çıkan Yıldırım Bayezid, çok cesurdu. Cesur oi-duğu kadar da kuvvetliydi. Kuvvetli olduğu kadar ve Yıldırım lakabına hak kazanacak surette de sür'atle hareket ederdi. Elâ gözlü, Kumral sakallı, beyaz ve yuvarlak yüzlü, heybetli ve öfkeli, merhametli ve adaletli bir padişahtı.
Hüdavendigâr Gazi'nin zaman-ı tasarruflarında, Yıldırım Beyazıd Bey'i tahta hazırladığı görülüyordu. Ayrıca beka alemine intikal eylemek üzere olduğu sıralarda, Yıldırım Beyazıd'a verdiği nasihatler, tahta geçecek bir oğula verilecek nasihatler cümlesinden olduğundan, tahtın sahibini kesin ola-rak belli etmiş oluyordu.
Devletin ileri gelenleri, Savcı bey vakasını da bu arada ha-tırlayıverdiler. «Bir idam, bir isyandan hayırlıdır» mealinde bir hükümle Yakub Bey'in idamına karar verdiler. Ve sabah olmadan çadırında hükmü tebellüğ eden Yakub bey, kadere rıza göstererek kalbi mutmain makamında Şeriat-i Ahmeddiy-ye'nin icabatını yerine getirdi. Sabah olunca Osmanlı Devletinin başında hükümdar olarak Sultan Yıldırım Beyazid Han vardı. Bu infazın çabukluğunu Yıldırım Bayezid Han'sn «Yıldırım» lakabına izafe eden yabancı tarihçiler, Yıldırım lakabının
bu olayla ilgisi olmadığını aslında gayet iyi bilirler amma, İslâm'a olan düşmanlıkları, onları böyle iftiraları yapmaya sevk etmiştir.
Avrupa'ya koparılamaz bir kement atan Osmanlı Müca-hidleri, buralarda yerleşebilmeleri için durmadan savaşmak zorundaydılar. Burada yapılacak savaşlar, ne Anadolu Beyle-riyle yapılan savaşlara, ne de Bizans'a göz dağı vermeye benzerdi. Avrupa ile yapılacak savaşlar çok büyük olabileceği gibi, aynı zamanda lojistik destek bakımından da güçlük gösterir idi. Bunu temin etmek İçinse Rumeli yakasında 10 sene sürecek bir tahkimat ve hazırlık gerekirdi. Halbuki Anadolu'da bulunan Karamanoğlu ve İsfendiyaroğlu'nun mevcudiyeti, Yıldırım'ın değil 10 sene Anadolu'yu gözden uzak tutması 1 sene bile gözden uzak tutmasına imkan vermiyordu.
Yıldırım Bayezid Han bunu gözönüne alarak, şimdilik Rumeli'yi rahat bırakmayı, Rumeli ile yapacağı cihada mani olan engeleri ortadan kaldırmayı plânladı. Tabii ki bu engeller, Karamanoğlu ile İsfendiyaroğlu idiler.
Öte yandan Rumeli'yi iyice başıboş bırakmamak için kumandanlarından Firuz Bey'i Tuna boylarına göndererek, oraları didiklemesini, ayrıca Vidin Kalesini fethederek o bölgelerdeki politikaları dikkatle takip etmesini Firuz Bey'e tenbih etmeyi unutmamıştı. *
Kendisi, askerin büyük bir bölümüyle Anadolu'ya geçmişti. Anadolu'da müstakil beylikler halinde Aydın, Saruhan, Menteşe, Germiyan, Karaman ve tsfendiyar Beylikleri hüküm sürmekteydiler.
Ne var ki o sırada vefat eden Saruhan Bey'inin eyaletini, Karesi eyaletine ilhak eden Yıldırım Bayezid, Aydın Beyliğini de ortadan kaldırmıştı. Germiyan Beyliği, bu olanlardan ürkerek, derhal Yıldırım'ın huzuruna gelerek arz-ı sadakat etmişse de, sadakatini gösterme fırsatı olarak kendisine Rumeli'ne geçmesi emredilmiştir. Bu durumu dikkatle takip eden Menteşe Beyi, çoluk çocuğunu taşınabilir malının büyük kısmını yanına alıp, beyliğini, topraklarını Yıldırım Baye-zid'e terk etmiştir. Artık sıra Karamanoğlu'na gelmişti. Belki diğer beylikleri ortadan kaldırmaya sebeb yoktu diyen tarihler vardır. Şunu belirtmeliyiz ki, küffara yapılacak seferde mutlak surette geri hatların emniyeti temin olunmalıdır. Müstakil olan bu beylikler, aşiret asabiyetiyle Osmanlıyı rahat bırakmazlardı. Avrupa'da savaşacak mücahidler ordusunun arkasında böyle bir kambur bırakılamazdı. Nitekim bırakılmamıştır da... Diğer beylikler için sebeb yoktu diyen birçok tarihler, Karamanoğlu'na gelince, zaten onun hiçbir zaman rahat durmadığını, hatta Kosova Meydan savaşında kafirlerle irtibatlı olduğunu ve münasebetlerinin bulunduğunu söylerler. Aslında buna da fazla itibar etmemek gerekir. Çünkü kesindir ki, Hüdavendigâr lakabının tecelisi olarak, Anadolu •müslümanları Kosova savaşına alaka göstermişler, hiçbir ihtilafı konu etmeden, davayı bir hilal-salip kavgası olarak kabul edip, Hüdavendigâr'ın daveti şerefine seve seve koşmuşlar, bu mücahidler ordusunun dört başı mamur bir zaferle taçlanmasına bileklerinin gücü, kalplerinin zikriyle katılmışlardır. Biz Karamanoğlu'nun küffar ile anlaştığı yolundaki söylentileri kabul etmiyoruz. Belki Karamanoğlu içinden birkaç siyasetçi «mağlub olursak..» korkusuyla böyle bir muhaberata ginnişlerse, bu bütün karamanoğlu askerine teşmil edilemez. Karamanoğlu ve diğer beyliklerin ortadan kaldırılmasının lüzumu tek maddede belidir ve bizim görüşümüze daha uygun gelmektedir. Haçlı Dünyasıyla çarpışacak İslam Mücahidleri, arkalarında post kavgası, toprak kavgası çıkarabilecek hiçbir ihtimal bırakmama tutumunu takip etmişler, elhak doğrusunu yapmışlardır. Daha sonraki tarih safahatı göstermiştir ki, batı üzerine gidilecek seferler, daima şarktan gelen belalar yüzünden aksamıştır. Timur belâsı gibi...
Karaman üzerine gidilip Konya fetholunmuş ve Çehar şen-be Nehri hudut sayılıp ikiye bölünerek bir kısmı Osmanlı Devletine ilhak olunmuştur. H. 792/M. 139O'ı gösteriyordu tarih...
Şimdi sıra Kastamonu, Sinop ve Samsun'da hükmünü sürdüren İsfendiyaroğuları Beyliğindeydi.
Fakat Yıldırım, Ulah askerinin Tuna Nehrini geçerek Rumeli'nin bazı yerlerini tazyik ve tahrib etmeye başladığını haber alınca, derhal Rumeli'ye geçti. Bu geçiş, İsfendiyaroğ-lu'nun ve Kostantiniyye üzerine yapılacak seferleri şimdilik iptal demekti.
Vİdin'i fetihle görevlendirilen Firuz Bey, vazifesini yerine getirmiş, Vidin Kalesine İslam Sancağını çektiği gibi, Üiah memleketinin de tozunu atmaya başlamıştı. Buna mukabale-i biPmisilde bulunan ülahlılar, Tuna'yı geçip evlad-ı fatihanı rahatsız etmeye başladıkları hırada, Yıldırım unvanına layık padişah Bayezid han, son sür'atle muzafferen Bükreş'e girerek, Ulah Bey'ini imtiyazlı bendegân olarak rnaiyyetine almıştır. Tarih H. 793/M. 1391 yılını gösterdiğinde Yıldırım o işi de, yıldırım hızıyla halletmiş oluyordu.
Durum Yıldırım Han'ın Rumeli'de kalmasını icab ettirirken, sür'ati hareketine istinaden Yıldırım Anadolu'ya geçerek İsfendiyar Oğlu'nun üzerine yürümüş, sonra da Sivas üzerine sefer açmıştı.
Halbuki Avrupa'nın durumu Sultanı düşündürücü bir hal almıştı. Çünkü Osmanlıların Avrupa'ya yerleştiğini gören Doğu Avrupa Aİmanyası imparatoru IV. Şarl (de Lüxem-borg)'ın oğlu Sgismund'un kumandanlığında birleşmekte idiler. Yani Osmanlı kuvvetinin akıntısı Avrupa sularını karıştırarak, küçük bir anafor meydana gelmesine sebeb oluyordu.
İşte iki ateş arasında kalmanın zamanı geliyordu. Hiç olmazsa dahili yangından korunmak için Anadolu birliğinin ve Bizans'ın tehlike tevlid edebilecek durumlarının izale edilmesi lâzımdı.. Yıldırım Bayezid Han, gayretlerini bunu temine hasrediyordu. Bu gailenin yanında Avrupa gailesi, ayrıca Timur'un Anadolu'ya gelmesi tehlikesi pek yakın değilse de, uzak da değildi.
Sigismund, annesi tarafından miras yoluyla Prusya Dukalığını aldığı gibi, karısı Maria'mn babası Macar Kralı Lui'nin ölümüyle Macarlar tarafından kral seçilmişti. Böyle kolaylıkla ele geçirilmiş makamlara; CIlah, Boğdan, Erdel, Bosna memleketleri de iltihak etmişti. Sigismund, aradan çok geçmeden Almanya imparatorluğu tacıyla, Bohemya krallığı taçlarını miras ve seçim yollarıyla uhdesine almıştı. Baltık deniz sahili ile Tuna sahillerine kadar olan topraklar Sigis-mund'un idaresine kalmış, sanki bir Avrupa kralı meydana çıkmıştı.
Ulah tecavüzünü önleyen Sultan Bayezid Han, Edirne'ye dönerek ordunun ihtiyacının temin edilmesini beklerken, Ka-ramanoğlu'nun Bayezid Yıldırım'ın Beğlerbeyi olan Demirtaş Paşa'yı esir aldığı haberi geldi.
Yıldırım Bayezid bu haberi alınca çok kızdı. Avrupa'yı bırakıp Karaman üzerine sefer açarak, eniştesi Alâeddin Bey'i, hemşiresi Nefise Sultan'ın yalvarmalarına, niyazlarına bakmı-yarak, esir olarak alıp çok eziyet verdiği Demirtaş Paşa'ya vermiştir. Demirtaş Paşa da ta Sultan Hüdavendigar'dan beri Devlet-i Osmaniyye'nin başına gaileler açan bu Alaâeddin Bey'i idam ettirmiştir. Karaman Eyaleti tamamen Osmanlı topraklarına ilhak olunmuştur. H. 795/M. 1393 yılında bu işi bitiren Yıdırım Bayezid Han, oradan Sivas üzerine yürümüştür. Alimliği ile meşhur olan Kadı Burhaneddin adlı zatın idaresinde bulunan Sivas eyaletini, sonra da İsfendiyar Beyliğini fetih suretiyle ele geçirerek Anadolu'nun fethini tamamlamıştır.
Kayser, uzun zamandan beri Avrupa'ya feryadlarla dolu yardım mektupları yazıp istimdat ediyordu. Ayrıca bir ihtiyat tedbiri olarak iki tane burç yaptırmış ve daha evvelki muhasaralarda yıkılmış kaleleri tamir ettirmişti. Bu haberi duyan Yıldırım Bayezid, Kayser'e yaptırdığı burçları derhal yıkmasını emretmiştir. Çarnaçar bu emre uyan Kayser kaleleri yıktırmak mecburiyetinde kalmıştı. Bu da gösteriyordu ki, Kay-serliğin bağımsız bir devlete benzer tarafı kalmamıştı.. Bayezid Han'ın tahta çıktığı sırada Kayser'in oğullarından Andre-nikos vergi vermeyi vaad ettiğinden 10.000 askei gönderilip Yani Paleolog tahttan indirilmişti. Onun yerine Andrenikos Kayser ilan olunmuştu. Bunun üzerine Yani Paleolog padişaha iltica ederek kendisinden istenecek vergileri vermeye hazır olduğunu bildirmesi ve tahtın kendisine iadesi yolunda İstirhamda bulunması padişah nezdinde kabul gördüğünden, Yani Paleolog Osmanlı askeri refakat ve himayesinde tahtına iade olunmuştur.
Kayser tarafından gelen istimdad feryadlanna kulaklarını tıkarnıyan papalık yaptığı tazyikler neticesinde Ceneviz, Venedik, Rodos şövalyelerinden müteşekkil bir ehli salip ordusu Selanik'e çıkarak etrafı yağmalamıya başlamıştı. Bu ise: Yıldırım Bayezid Han'ın ehli salibe karşı büyük bir muzafferi-yet kazanmasına ve dolayısıyla Selanik, Atina ve Tırhal'a gibi büyük şehirleri eline geçirip Osmanlı ülkesine katılmasına vesile oluyordu.
Kayser'i, yaptığı istimdadlar yüzünden cezalandırmaya karar veren Yıldırım Bayezid Han, İstanbul'u muhasara etmeye karar vermişti. Tarihler H. 796/M. 1394 yılını göteri-yordu.
Ne var ki Kayser'in imdadına koşan kuvvetlerin en büyüğü Osmanlıların Rumeli'de kalışlarını tehdid edebilecek büyüklükte bir ordu, Sigismund'un kumandasında kendi askerinden başka Almanya ve Fransa'dan gelen kuvvetlerle birleşmişti. Tuna'yı geçerek Vidin Kalesini zabt etmiş, Niğbo-lu'yu muhasara atına almıştı.
Zaten Sigismund'un böyle bir sefer yapacağını çok evvelden tahmin etmiş olan Yıldırım Bayezid Han, hazırlıklarını yaparken daima bu seferi de hesaba katmıştı.
Oteyandan Niğbolu'yu sarmış olan düşman padişah çok uzakta deyip, çok rahat hareket ediyorlar. Ve padişah gelmeden Niğbolu Kalesini ele geçirebileceklerini umuyorlardı. Ne var ki kalede şanlı gazileri ve onların Beyi olan Doğan Bey'in nasıl birer mücahid, Allah'ın ne yaman bir askeri olduklarını akıl ve hayallerine bile gevremiyorlardı.
Kaleye karşı yapılan hücumları, gaziler ve onların kumandanı olan Doğan Bey tesirsiz bırakıyor ve padişah Yıldırım Bayezid'in mutlaka yardımlarına yetişeceğine emin olduklarından can ve başla direniyorlardı.
Sigismund'un ordusunda Avrupa'nın seçme şövalyeleri ve komutanları yer almışsa da, Niğbolu kalesine kapanmış bir avuç mücahidi söküp atamıyorlardı. Burgonya Dukası korkusuz Jan, mareşal Filip Dartunun kumandasındaki şövalyeler, İslam akıncıları önünde çaresiz kalıyorlardı.
Doğan Bey; her geçen gün cephane ve yiyeceğin azaldığını görüyor, gazilerin birer ikişer şehadet şerbetini içmeleri ve bazı ağır yaralıların üzüntüsünü yüreğinde hissediyor, fakat bu üzüntüsünü hiç dışarıya sezdirmiyor, Hakk Teâlâ'ya niyazlarda bulunarak Yıldırım Bayazıd Han'ın yetişmesini tafeb ve istirhamda bulunuyordu.
Yine akşamın alaca karanlığı çökmüş akşama kadar düşman gözlemiş, onların hücumlarını püskürtmüş, gaziler namazlarını kılmışlar siperlerine dayanmışlardı.
Doğan Bey de gazilerin yanlarına uğrayarak onların kuv-ve-i maneviyyeferini yükseltecek sözler söyleyip hatır ve hallerini sora sora burçlarda dolaşıyordu. İşte o sırada düşman ordusunun arasında bütün heybetiyle ve bembeyaz atıyla, yıldırım sür'atiyle kefenini boynuna dolamış, üzerindeki yeşil cübbesinin eteklerini savura savura kanatlanmış gibi bir atlının koştuğunu gördü. Biraz yaklaşınca gözlerine inanamadı. Gözlerini oğuşturdu. Bu vaziyette bu bir serap olamazdı. Evet O'ydu... Sevgili padişahı, Efendisi, Yıldırım Bayezid Han Hazretleri düşman ordusunun arasında, gecenin karanlığına ters düşen, harbiye-i askeriyyenin 'kamuflaj' diye tabir ettiği araziye uyma kaidesini parça parça eden, beyaz atı, boynunda beyaz kefeni başında kar gibi bembeyaz sarığıyla süzüle süzüle geliyordu. Doğruca Doğan Bey'in üzerinde bulunduğu burca yaklaştı. Doğan Bey'i eliyle oraya koymuş gibi seslendi:
— Bre Doğan! Bre Doğan!
— Buyurun Sultanım, emredin!
— Halin nicedir iyi bilirim. Biraz gayret yetiştim, yarın inşallah herşey hallolur.
— Beli Sultanım.
Sultan Yıldırım Bayezid Han, bu muhavereyi yapıp atını dönürdü. Burak misali uça uça gözden kayboldu.
Evet, Yıldırım Bayezid Han, o, kendine has lakabına uygun olarak, yıldırım hızıyla Niğbolu önlerine yetişmiş, çocukluk arkadaşı Doğan Bey'in kalesine haberci göndermeyip bizzat gitmişti. O alaca karanlıkta düşman ordusunun ortasından, beyaz atı, beyaz, sarığı, boynunda ^efeni ile beyazlar içinde geçmesi ve görülmemesi zahiren mümkün görülmemekle beraber, gönül ehlince mümkünsüz değildir.
Acaba sahib-i velayet Hüdavendigâr Gazi Hazretlerinden iras (miras) yoluyla mertebeler de mi almıştı Yıldırım Bayezid han!? Belki de.,.
Sabah olunca Yıldırım Bayezid başta olmak üzere İslâm askeri, ehli salib üzerine saldırdılar. Ancak bu saldırı, bir taktik saldırışıydı. Hedef; mutlaka düşmanı imha edecekleri yere çekmekti. Bu sebeble hafif silahlarla mücehhez bir akıncı kuvveti düşmana savlet etmiş, bir müddet çarpıştıktan sonra yüzgeri ederek, düşmanı imha edebilecekleri sahraya çeke-b"lmişlerdi. Bazı tarihlerde, bu taktiği ya anlamıyan müver-rin'er veya anlamak istememelerinden dolayı, Akıncıların başi bozuk olarak saldırdıklarını, korkusuz Jan ve Mareşal Filip';n şövalyelerinin akıncıları bozguna uğrattıklarını ileri sürerkr. Halbuki olay dediğimiz gibi, düşmanı imha edilecek yere çe'Kme plânının tatbikinden başka birşey değildi.
Bir hilal gibi engebeli arazinin yamacına yayılan İslâm askeri, akıncıların düşmanı istenilen noktaya getirdiğini görünce bir kıskaç gibi, hilali dairesel biçimde kapatmış, ancak kaçmak isteyenlere bir açık yol bırakarak, tarihin en büyük imha savaşlarından birini gerçekleştirmişlerdi.
Çok kanlı bir imha harbi bittiğinde, tarih H. 798/M. 1396 yılını gösteriyordu. Mareşal Filip, birçok Fransız ve Alman şövalyesi telef olmuşlar, Korkusuz Jan ise esir düşmüş, Si-gismund da açık bırakılan yoldan kaçmayı başarmış, fakat yurduna dönebilmek için aylarca tebdil-i kıyafet ederek dolaşmak zorunda kalmıştı.
Bu kesin mağlubiyet, Avrupa ülkeleri ve Papa trafından duyulunca yas ilan etmişler, günlerce kiliseler çanlarını acs acı çalarak insanlarını kiliselere toplayarak dualar etmişlerdir.
Savaştan sonra esirlere iyi muamelede bulunulması, zaten Islamiyetin emirlerindendir. Bir İslam padişahı olan Yıldırım, bu hükümden ayrı hareket edemezdi ve etmedi de... Korkusuz Jan'a iyi sözler söyleyip onu teselli etti. Bunun üzerine Korkusuz Jan, bir daha Yıldırım Bayezid'e karşı kılıç çekmi-yeceğine yemin etti.
Bir müddet sonra Avrupalıların, esirlerini kurtarmak için topladıkları fidyeler alınıp esirjer salıverilirken, Yıldırım Bayezid Korkusuz Jan'ı yanına çağırtarak, asırlarca dilden dile dolaşan civanmertliğinin bariz bir numunesi olan şu sözler söyledi:
«— Şövalye, bir daha bana kılıç çekmiyeceğine dair ettiğin yemini, kılıcınla beraber sana geri veriyorum. Memleketine git, istirahat et, kuvvetlen, bütün ehli sahibi başına toplayıp yine gel. Ben ordularımla daima burada olup, sizi yenerek şanımıza şan katma fırsatını vermenizi bekleyeceğim.»
Niğbolu'ya gitmeden evvel Yıldırım Bayezid, İstanbul'un muhasarasını emretmiş ve boğazı kontrol altında tutabilmek için, bugün Anadolu Hisarı olarak bilinen Güzelce Hisarını H. 796/M. 1394 yılında yaptırmıştı. Niğbolu Zaferinden sonra askerinin bir kısmını Macaristan'ın içlerine gönderen Yıldırım Bayezid, geri kafan askeriyle İstanbul muhasarasına gelmişti...
Telaşa kapılan Kayser, senede 1000 altın vergi ile İstanbul'un içinde bir müslüman mahallesi kurulmasına rıza gösterdiğini imam, müezzin ve kadı tayininin padişaha ait olduğunu kabul ederek sulh istirhamında bulundu. Yıldırım Bayezid, bu sulh teklifini kabul edip muhasarayı kaldırdı. H. 799/M. 1397.
Sultan Yıldırım Bayezid Han namına hutbe okunacak olan bu İslam Mahallesine imam, müezzin ve kadı tayin edildikten sonra, Göynük'ün Taraklı Yenice'sinden getirilen çok miktarda müslüman aileler buraya yerleştirildiler. Şunu unutmamak lazımdır ki, bir yerin maddeten ele geçirilebilmesindeki kolaylık, o yerin önce manen elde edilmesiyle daha da kolaylaşır ve sağlamlasın İşte buraya getirilen bu müslüman aileler, bir cihetleriyle de <ıgönül fatihleri» idiler...
Fakat, Timur Vaka-i hazininden sonra Kayser bu mahalleyi dağıtmış ve müslümanlara eziyetler vermiştir. Timur Osmanlı Ülkesini çiğneyip Yıldınm'ı yenmekle kalmamış, Bizans içinde bir avuç gönül fatihinin de izdıraplar içinde terk-i can etmelerine sebeb olmuştur.
Bu arada, yeri gelmişken bu mahalle ile ilgili olarak biraz bilgi vermeye çalışalım: Şimdi İstanbul'un Galata veya Çeşme Meydanı denilen semtinde bulunan Arap Camii, söz konusu İslam mahallesinin merkeziydi. Bu Arap Camii, Emevî Halifelerinden Süleyman zamanında inşa edilip ibadete açılmıştı. Az bir müddet sonra Bizanslılar tarafından kapatılmıştı. Kiliseye tahvil olunan Arap Camii, Tuğrul Bey'in talebi üzerine, bir müddet daha cami olarak açık tutulmuştu. Tekrar kapatılmış olan Arap Camii, yine kiliseye tahvil olunmuştu. Üçüncü seferinde Sultan Salahaddin-i Eyyübî Hazretlerinin müracaatıyla yeniden cami olarak ibadete açılmış, fakat bir süre sonra yeniden kiliseye çevrilmişti. Dördüncü defasında Yıldırım Bayezid Han, tekrar camiye çevirttirmişti. Ne var ki köhne Bizansa, Timur'un Osmanlıyı Ankara Savaşında mefluç bırakması, yukarıda izah ettiğimiz gibi camii yeniden kapatmalarına ve müslüman ahaliye işkence etmeleri fırsatını vermiştir. Günümüzde ise Ayasofya Camiinin müzeye çevrilmesi ihaneti, ya hiristiyanların müslümanlara tarihte yaptıklarını bilmemekten, yahud da «yapılan yapılmıştır, bize ne.?.» zihniyetindendir.
H. 801/M. 1399 yılında Mısır Sultanı Berkuk ölünce, yerine 12 yaşındaki oğlu Melik Nasır Ferec tahta geçti. Melik Nasır'in yaşı küçük olduğundan, Atabeyler idareyi ele aldılar. Tabii bu arada nüfuz mücadeleleri de ortaya çıktı, karışıklıklar aldı yürüdü. İşte bu karışıklıklar Timur'un iştahını kabarttı. Çünkü O, böyle karışık yerlerde neticenin daha çabuk alınacağını gayet iyi bilirdi. Semerkant'tan kalkıp Rey şehrine geldi. Bu gelişten ürken, Irak Emiri Sultan Üveys Celairi'nin oğlu Sultan Ahmed, Karakoyunlu Kara Yusuf'un Taht-ı idaresinde olan Diyar-ı Bekir'e gidip oradan beraberce H. 802/M.1400 senesinde Yıdınm Bayezid, cennetmekan babası Hüda-vendigâr'ın en iyi dostianndan olan Sultan CIveys'in oğluna kucağını açtı. Ve onun arkadaşı Karakoyunlu Kara Yusuf'u da İslârn kardeşliğinin en güzel numunelerini göstererek ağırladı.
Sultan Ahmed Üveysî'nin ve Karakoyunlu Kara Yusuf Bey'in Sultan Yıldırım Bayezide sığınmalarını takiben; Timur'un elçileri Sultan Yıldırım Bayezid'e bir mektupla gelip, kendisine takdim ettiler. Sözkonusu mektup, kısaca şöyleydi:
«Ey Anadolu'nun hükümdarı olan Yıldırım Bayezid! Biz, Allah'ın bütün şehirlerinde yeni bir sultanız. Bütün beylere ve hükümdarlara galip gelmişiz. Bütün halk bizim kılıçlarımızın korkusundan ve askerimizin heybetinden kaçtılar. Bunlar bir fesad tohumudur. Bütün şehirlerin ve ahalinin baş belasıdırlar. Bunların tasladığı büyüklük Firavun ve Hâ-man'a benzer. Eğer sen, işinin sonu kötü olmasını istemezsen, onları kabul etme, Onlar nereye girseler uğursuzluk getirirler. Bu makule kimselerin, Anadolu'nun kanadı altında bulunması yakışmaz. Sakın onlara sahip çıkma. Onları tut ve hapset yahud da kov.! Memleketinden çıkar! Bizim emirlerimize karşı gelmekten sakınınız. Bize karşı gelenlerin hallerini duymuşsunuzdur. Onlara nasıl davrandığımızı öğ-renmişsinizdir. Artık birbirimizle dövüşmek ve savaşmak şöyle dursun, dedikoduyu bile uzatmayınız. Allah'ın doğru yola ilettiğine selam olsun. Hergün olduğu gibi, bugün de iş Allah'ın elindedir.»
İçinde ince bir hakaret görülen mektup, Yıldırım Bayezid gibi şahsiyetli, gazabı yüksek zatın gözünden kaçmazdı. Nitekim kaçmadı da... Başta sadrazam olmak üzere birçok vezir ve kumandanın itidal tavsiyesine rağmen, çok şiddetli bir cevapla mukabelede bulundu. Mealen bu cevabı da buraya alıyoruz.
«Ey Timur adıyla anılan kuduz köpek! Mektubunu okudum, yazdığın saçmalarla beni korkutmak İstiyorsun. Yoksa beni Acem hükümdarları gibi mi sanıyorsun? Senin yaptığın işler, verdiğin sözü bozmak, ahdini çiğnemek, kan dökmek ve ırza geçmektir.
Biz ise doğuda ve batıda gelen sultanların en efdali, uzak ve yakın bütün hakanların en şereflisiyiz. Sen bizim askerimizi ve onun nizamını bilirsin. Dövüş, bizim milî adetimizdir. Savaş, bizim san'atimizdir. Allah uğrunda gaza edenlerin mesleği, bizim mesleğimizdir. Biz ancak Allah'ın adın* yüceltmek İçin çarpışırız. Erkeklerimiz yaptıkları bu Cihadla, nefislerini ve mallarını, cenneti almak için satmışlardır. Hasılı bizim bütün işlerimiz, din düşmanlarıyla dövüşmektir. Sen bizim memleketimize gelmezsen, karıların üç talak üe boş olsun. Eğer sen gelip, ben de kaçar ve seninle dövüşmezsem, benim kadınlarım da üç talakla boş olsun.
Müslümanlara selam olsun. Allah'ın laneti de, kıyamte kadar sana ve sana bağlı olanlar üzerine olsun.»
Bu sert mektubun yazılmasman malumat sahibi olanlar Timur'a gönderilmemesi için ricada bulunduiarsa da, padişaha kabul ettiremediler. Onlar Timur'un mektubundaki meydan okumayı ya anlamarrftşlardı -ki bu biraz zordur- ya da Timur ordusunun vahşetinden ürküyorlardı. Galiba doğru olan da bu ikinci şıktı. Yani misaller bunu doğrulamaktaydı.
Hiç şüphe yoktu ki Yıldırım Bayezid Han, çok cesur, kahraman ve savaş meydanlarında bizzat dövüşen, baş alıp şan veren yiğit bir padişah idi. Osmanlı askeri bile aynı kahramanlıkta, aynı fedakarlıkta tanınıyordu.
Tirnurlenk'e cevabî mektubu gönderen Yıldırım Bayezid, yine Bizans muhasarasına gitmişti ki, Timurlenk Sivas'a hücum edip, çok büyük zulümler yaparak, adeta Sivas'ı kana boyadı. Bu haberi alan Yıldırım Bayezid, Anadolu'ya dönerek önce Sivas'ı aldı. Oradan Malaryaya uzanıp ele geçirdikten sonra, Timur'un bağlısı Erzincan Emiri Tahirüddin'den vergi istemek üzere elçiler gönderdi. Tahirüddin, vergi vermediği gibi, bu durumu Timur'a bildirip Yıldırım Han'ı şikayet etti:
Timurlenk bu şikayetnameyi alınca müthiş kızdı ve derhal Sivas üzerine yürüdü. Bu sırada Yıldınm'in oğlu Ertuğrul Bey, sİvas valisi olarak vefat ettiğinden, Sivas muhafızları da şaşkındı. Timur, bu şaşkınlıktan istifade ederek Sivas'a yeniden girdi. Birincisine rahmet okutturacak zulüm ve işkencelerde bulundu. Kazdırdığı çukurlara 4000 kadar Osmanlı askeri olan mücahideri diri diri doldurup, üzerlerini toprakla örttürdü. Yalnız kale muhafızı olan Malkoç Bey'i öldürmeyerek «git gördüklerini efendine anlat» dedi ve geri gönderdi.
Malkoç Bey, Yıldrım Bayezid'e elim vak'ayı anlattıktan sonra, gene de bu adama uyulmamasını tedbir olarak söyledi.
Yıldırım: «— Sen nedersin Malkoç? Diri diri İslâm askerini toprağa gömen bu adamla ben nasıl sulh yaparım? Bu mümkün mü?» diye cevap verdi.
Yara çok derinliğine inmemişti bu sefer... Evladı Ertuğ-rul'un'vefatı bir yandan, 4000 İslâm askeri -ki onlar da onun evlâdı sayılırdı- diri diri gömülüşleri bir yandan ve fetihten sonra elden çıkan Sivas.; bunlar dayanılacak şeyler değildi...
Yıldırım Bayezid tahttan çekilmeyi ve yerine ikinci oğlu Süleyman Çelebi'yi tahta çıkarmayı dahi düşündü...
Birgün Bursa dışında dolaşırken, koyunlarını otlağa salmış, kendisi bir ağaç gölgesine çekilmiş kavalını üfleyen bir çobanı gören Koca Yıldırım:
— Çal çoban çal. Ne Ertuğrul gibi evladın, ne de Sivas gibi kal'an gitti. Ne canın yandı, nede ciğerin yakıldı...» diye söylendiği rivayet olunur.
Bu acıyı unutmak mümkün olmadı. Hatta tahtı bırakmayı düşündüğünde, bu acıyı bahane edip Timur'dan çekindi derler diye tahtı bırakma fikrini aklından çıkardı.
H. 804/M. 1402 Yılı, Zilhicce ayının 19. günü, Ankara'nın Çubuk suyu kenarında meydana gelen tarihin önemli sayfaları arasında büyük bir yer tutan bu savaş, İslâm'ın en acı hatıralarından birini meydana getirmiştir.
Bu savaşın tafsilâtına geçmeden önce, iki ordu hakkında bazı malûmatlar vermeyi lüzumlu gördük:
Yıldırım Bayezid'in ordusu 150.000 kişilik bir ordu idi, fakat bunun 50.000 kişisi yeni fetholunmuş beyliklerin askeriydi. Bunlar Yıldırım Ordusunun intizam ve sadakatindeki yüksek mertebeye gelemedikleri gibi, Timur'un bu savaşta galip gelmesi halinde, yeniden beyliklerine kavuşma ümidini de taşıyan askerlerdi. Bunlardan bazıları şunlardı: Sırp, Karaman, Germiyan, Aydın ve İsfendiyar kıtalarıydı.
Timur'un ordusu ise; 700.000 Tatar süvarisinden mürekkep olmakla beraber, başıbozuk bir Asya ordusu değil, aksine her 10 nefere bir onbaşı, 10 onbaşılık bir kuvvete bir yüzbaşı, 10 yüzbaşılık bir kuvvetle bir binbaşı, 10 binbaşılık kuvvete bir emir, 10 emirlik bir kuvvete bir emir'ül ümera kumanda ediyordu.
Timur, ordusunun sağ cenahına oğlu Mirza Amir Şahin'i, sol cenahına Mirza Emir Şahruh'u koyarak, merkeze de bizzat kendisi geçerek, bütün orduya kumanda ediyordu.
Bayezid'in ordusu ise, sol kolda Sırp Kralı İstafan ile Rumeli askerinin bir kısmı, Şahruh'a karşı, yani sağ cenahta Yıldınm'ın oğlu Şehzade Süleyman Çelebi ile Anadolu askeri, merkezde ise kahraman oğlu kahraman Yıldırım Bayezid, Yeniçeri askerleriyle yer almıştı.
İlk hücumu Mirza Amir Şahin başlattığı görüidü. Yapılan şiddetli hücumu, Rumeli askeri fevkalâde bîr şekilde püskürttü. Davul ve zurnalar çalıyor, koçyiğitler naralar atıyor, oklar havada hedefine müteveccihen vızır vızır vızıldıyordu. Timur, önünde bulunan.32 filin ve 10.000 zırhlı askerin arkasında sağa-sola emirler yağdırıyordu.
Yıldırım Bayezid ise, çala kılıç dövüşüyor ve omuz üstünde baş bırakmıyordu...
Timur, verdiği bir emir üzerine merkez kuvveti, Yıldınm'm merkez kuvvetine şiddetli bir hücum yaptı. Ne var ki müdafaanın şiddeti hücumdan daha az şiddetli değildi. Timur'un merkez kuvveti yediği karşı darbe ile şaşırdı, geri dönemeyip bozuldular ve sol tarafa yıkılmağa başladılar. İşte zafer yine Yıldırım Bayezid'e gül yüzünü göstermeye başlamıştı... Fakat...
Tam zaferin Yıldınm'a müteveccih olduğu anda, Kara Tatarlar Timur'un ordusunda yer alan Tahiruddin tarafına geçtiler. Geçmekle de kalmayıp, Osmanlı askerinin üzerine ok atmaya başladılar. Bir şaşkınlık meydana geldiği sırada, Ger-miyan, Aydın ve Saruhan askeri de Timur ordusunda bulunan beylerin yanına iltihak ediverdiler.
İşte bu durum savaşın neticesini değiştirirken, Yıldırım namına büyük bir şanssızlığı da beraberinde getiriyordu. Çünkü zaten çok büyük bir fark olan 700.000 ile 150.000 arasında ki oran, takriben 30.000 askerin de gidişiyle kabil-i kıyas olmaktan çıkmıştı. Çünkü 30.000 asker Yıldınm'ın ordusundan ayrılmakla kalmamış, karşı kuvvet tarafından olarak saldırmaya başlamıştı. Bu da yetmiyormuş gibi, düşmanla içice bir durum ortaya çıkmıştı.
Şehzade Süleyman durumu görünce, Sadrazam Ali Paşa'ya;
«— Paşa, ne yapmak lâzımdır?» diye sordu. - .
Sadrazam:
«— Kaçmak selâmettir, gidelim!» diyerek atının başını çevirince, Şehzade Süleyman Çelebi de ona uyarak, Bursa'ya doğru at sürmeye başladılar.
Yıldırım, bu olanları gördükten sonra, atının üzengileri üzerine doğrulup, Timur'un merkezine bir nazar atfettikten sonra, bütün şiddet ve sür'atiyle Timur ordusunun kalbine dolu dizgin, çala kılıç ilerlemeye başadı. Önüne çıkanlar yedikleri darbe ile canlarından oluyorlardı.
O sırada Çelebi Sultan Mehmed, emsalsiz kahramanlıklar gösteriyor, kılıcını bir vüc?uddan çıkarıp, başka bir boyun uçuruyordu. Elhak kahramanlığın, şecaatin en güzel örneklerini ortaya koyuyordu. Timur Ordusunun nice birliklerini yerle bir ediyor, fakat tükenmez sel gibi gelen taze birlikler, kafi zafere imkân vermiyordu. Buna mukabil Çelebi Meh-med'in dilaverieri şehitlik şerbetini içtikçe, onların yerine takviye gelmiyordu. Çelebi Mehmed'in dayanması, artık kahramanlık olmaktan çıkıyor, bir intihara gidişe benziyordu. Lalası Bayezid Bey 800 süvari ile, ileride Osmanlıyı yeniden kuracak olan bu kahraman şehzadeyi, güç bela ric'ate razı ediyor. Tokat ve Amasya taraflarına çekilmeyi kendisine kabul ettiriyordu...
Artık, harp sahnesinde Kahraman oğlu kahraman Yıldırım Bayezid Han ve O'nun bir avuç mücahid arkadaşları kalmşı-tı... Şehzadelerden de yalnız Musa Çelebi vardı...
Durum böyle bir raddeye gelince, Minnet Bey adlı cengâ-ver:
«— Sultanım, kazanmamız mümkün görünmüyor. Harb meydanından siz uzaklaşıncaya kadar ben sancak altında kalır, askerimizle düşmanı oyalarım.'» dedi. Yıldırım, bu teklifi dinlemedi bile... O düşmandan, harb meydanından kaçacak bir kalıbın adamı değildi... Atını yeniden mahmuzlaysp, can ala ala Timur'un üzerine doğru uçmaya başladı. Önünde kimse duramıyordu.
Timur, Yıldırım Bayezid'in yalnız başına etrafı yara yara üzerine geldiğini görünce, korkudan titremeye başladı. Bu sırada Timur'un yanında bulunan Germiyanoğlu, Yıldırım'ı göstererek «Hünkarım, ciğerini almaya gelen Yıldırım'dır.» diye bağırdı..
Ne var ki Timur'un askerleri, bu kahraman padişahın üzerine ağ atmışlar ve onu atından düşürmüşlerdi. Elindeki hançerle kendisini müdafaa eden padişah, bu arada birçok kişiyi daha telef etmişti. Sonunda toplu bir hücumla elinde hançeri olduğu halde kendisini yakaladılar ve esir ettiler. Mağlubiyet kesinleşmiş, Osmanlı hükümdarlarının en cengâver evlâdı Yıldırım Bayezid Han esir olmuştu...
«Bir şem'a ki, Mevla yaka bir vech ile sönmez.»
(Allah'ın yaktığı ışığı kimse söndüremez.)
Osmanlı kaynaklarına göre; Yıldırım Bayezid'in izdivaç ettiği hanım sayısı, Germiyanoğlu Süleyman Şahın kızı Devlet -şah Hatun ile başlar ve bu birincidir. 2. si ise, Sırp Kralı La-zar'ın kızı Maria veya Olivera Despina'dır. 3. hanımı ise Aydi-noğlu beyliğinin reisi İsa Bey'in kızı Hafsa Hatundur. Devlet-şah Hatun, annesi tarafından Mevlâna Celâleddin Rumîye Mevlânanm oğlu Veled Çelebinin kızı Mutahhare Hatundan dünyaya gelmesiyle mensubdur. Düğünleri 778/1378'de yapılırken çeyiz olarak Germiyanoğlu Tavşanlı, Emet, Simav şehirlerini verdi. Devlet Hatun İsa ve Musa Çelebileri dür-ya'ya getirmiştir. Devletşah Hatun 1414'de Bursa'da vefat ettiğin de 1402'de husulegelen Ankara hezimeti ve kocası Yıldırım Bayezid'in vefatının üzerinden oniki yıl geçmişti. Ta-biiki iki oğlunun taht kavgalarının da şahidi olduğunu göz önüne alırsak bir hayli muzdarib yıllar geçirdiğine hükmedebiliriz. Bir rivayete göre Devlet hatun'un Çelebi Mehmed'in de validesi olduğu söylenirsede bu hususu doğrulayan herhangi bir kayıt olmadığını, tam tersine Çelebi Mehmed Sultanın annesinin, bir mühtedi olan, 816/1414'de ölen adînin dahi bilinmediğini, İsmail Hakkı CJzunçarşıh vesikalarla ispat edilmiş demektedir. Yıldırım'ın ikinci hanımı Sırp Kralı La-zar'ın kızıdır. Kosova savaşı sonrasında Lazar'ın yerine geçen Lazaroviçle antlaşan Yıldırım Bayezid bu evliliği siyasi açıdan pek münasip gördü. Olivera Despina adlı bu hanımın Maria diye anıldığı varittir. Osmanlı tarihçileri bu kadının padişahı baştan çıkardığını bu işte sadrıazamı Çandarlı Ali Paşanında engelleme yerine teşvikkâr olması ayrı bir talihsizlikse de, Yıldmm'a düşen cihangir bir ruha sahip olma, yürekli ve bilekli bir dev şahsiyet olarak kendisini taşımak ve muhafaza etmek olmalıydı. Hemen ilâve edelimki bu hanımın erkek kardeşi Stefan Ankara savaşı esnasında bozgun husule geldiğinde sadnazamından tutunda, evlâtlarının çoğunun firar yoluna düştüğünde eniştesini bırakmayarak onunla birlikte kılıç salladığını kaimbiraderin sadık bir kimse olarak temayüz ettiğini hatırlatalım. Maria Despina'nin müslüman ismi alıp aimadiğinı, Islâmla şereflenip şereflenmediğine dâir bir bilgiyede sahip değiliz. Ancak Yıldırım Bayezid'den olan iki kızı ile beraber Bursa Yenişehir'de Timur'un adamları tarafından yakalanmışlar ve Kütahya'da bulunan Timurlenk'e'gön-derilmiş ve Timur'unda bu hanımı saki gibi yâni içki dağıtıcısı olarak sofrasında bulundurduğu mehazımız olan Padişahların Kadınlar ve Kızları adlı kitapda, 8. sahifede yer almaktadır. Bayezid'in 3. hanımı olarakda Aydınoğlu Beyliğinin reisi Isa Bey'in kızıdır. Kosova zaferi sonrasında Anadolu Beyliklerini Osmanlı genişlemesini engellemek ve onlarca yutulmayı önlemek için kurdukları komployu haber alan Yıldırım, en iyi müdafaa, hücumdur anlayışı içinde bunların üzerine tek tek yürüdü. Aydınoğlu Isa Bey, Yıldırım karşısında harben bir şey yapamayacağını kestirdiğinden ve bu arada da Hafsa Hatun'un talibi olan Yıldırım'ı kendine damat olarak uygun gördüğünü söyleyince iş kolaylaştı. Osmanlıya akraba olurken, topraklarının bir bölümünü de böyiece muhafaza etmiş oldu. Hafsa Hatun hakkında fazla bir bilgi sahibi olmadığımız gibi Tire'de bir çeşme, Bademiye'de bir zaviye yaptırdığını, vakıflar kuran biri olduğunu öğreniyoruz. Yukarıda saydığımız üç hanımın dışında Aldersonun iddiasına göre Osmanlı Devletinin bu 4. padişahı şu kadınlarlada izdivaç yapmıştır: Salono Kontu Louise Fadrique'nin kızı Maria, 5. Jan Paleologos'un adı bilinmeyen kızı Angelina, Macar John'un kızı Maria, Kostantin'in adı bilinmeyen kızı olmak üzere dört hanımı ileri sürer. Bizim kaynaklarımızda bunlara-dâir hiç bir kayıt yoktur. Bu bakımdan böyle iddialarıda ihtiyatla karşılamak gerekir ve hedefleri meçhul iftiralar olarak değerlendirmekte yanlış olmaz. Hazreti Yıldırım Bayezid'in kız evlâtlarına gelince; bunların hemen başında Hundi Ha-tun'u zikretmek gerekirki bir kutlu rüyanın ışığında gerçekleşen bir evliliğin sahibidir Hundi Hatun. Hani derlerya gökyüzünde kıyılmış nikâhlar vardır! Ondan bir nikâhtır bu hanım-sultanin yapmış olduğu izdivaç çünkü damad Mehmed Şem-seddin nâmı diğer Emir Sultan'dır. Padişah kızı bu nasibi rüyasında görmüş ve orada işaret edilen sırra bağlı olarak herhalde Rumelide seferde olan babasına Emir Sultan'a varacağını bildirmiştir. Yıldırım da her zamanki gibi öfke atına binmiş ve kızı ile müstakbel damadı katlettirmek için kırk kişilik bir kuvvet göndermişsede evliyanın eazımından olan Bunari (k.s)'u muhafaza eden Mevlâmız, gelenleri bir kaditmişler gibi hareketsiz hâle koymuştur. Bu olağan üstü hâli haber alan padişahın mukavemeti kırılmış ve kendi elleriyle kızını bu yüce zâtla evlendirmiştir. Hundi Hatun bu izdivaçda üç evlat doğurmuş ve Emir Ali adı verilen oğul ile iki kızı olmuştur. Neçâre, bu çocuklar annelerinden evvel, bu dünyadan ayrılmışlardır. Hundi Hatun, Emir Buharinin Bursa'daki türbesinde medfundur. Oruz hatun diye de bir kızı olan Yıldırım' in bu evlâdı hakkında bir malumat bulunmamaktadır. Yine Fatma Hatun adıyla bilinen diğer bir kızı ağabeyi Emir Süleyman Çelebi tarafından Edirne'ye götürüldü. Bizans İmparatoru İle anlaşan Süleynaan Fatma Hatunu Bizans'a gönderdiği ve bununla antlaşmaya sadık kalacağını ispata çalıştığı söylenir. Sultan Çelebi Mehmedin kızkardeşinİ Bizans'tan, Bursa'ya getirttiği ve orada bir sancakbeyi ile evlendirdiği bilinir. Fatma Hatun vefatından sonra Orhan Gazi türbesine defnolundu. Erhondu Hatun adlı bir kızı daha olan Bayezid'in, ünlü kumandanlardan Pars bey'in oğlu Yakup bey ile evlendirdiğine dâir, elimizde fc>.ilgi olup, Umur ve Çelebi Mehmed adlı iki oğlu olan Erhondu Hatun hakkında da daha fazla malumat sahibi değiliz. Lakabı ile müsellem Yıldırım Bayezid'in oğullarına gelince; yaş sırasına göre; Süleyman, Ertuğrul, İsa, Mustafa, Mehmed, Musa, Kasım, Yusuf, Hasan, Büyük Musa ve İbrahim olmak üzere 11 erkek çocuğu olmuştur. Ankara savaşından sonra meydana gelen fetret devri diye anılan dönemde devlet-i âliyye, 13 sene gibi mühimce yıllan taht kavgalarıyla geçirmek mecburiyetinde kaldı. Mütecaviz Timur, bu saldırısıyla müslümanların büyük bir bölümünün ızdırablara duçar olmasına sebeb olduğu gibi, İslâm faaliyetinin, inkıtaa uğramasına sebeb olduğunu asla unutmamalı ve onun bu tecavüzünü asla hiçde hoş görmemek lâzım gelir. Sultan Yıldırım Bayezid'in sadnazamlanna gelince Çandarhzâde Ali Paşa, babasından devr aldığı sadareti, Kosova Meydan savaşının yüce şehidi, Murad-ı Hüde-vandigâra hizmetle geçirirken, takdir tecelli ettiğinde ve tabt-i âli Osmaniye Yıldırım geçtiğinde babasından kalma sadrı-azama görevinde devam etmesi emrini veren yeni padişah, tek çiçekle yaz olur mu? Sorusunuda sordururcasma, tek sadrıazamla 13 yıl süren saltanatını tamamlarken, Yıldırım; Ankara savaşında ya şahadet ya istiklâl diyerek elindeki gürzü ile Timur saflarını darmadağın ederken sadrıazam Ali Paşa cebanet göstererek hem kendi etti firar hemde mahdumları kaçışa zorladı. Musa Çelebide babasının yanında pürsa-dakat, meydan-i harbi terk etmedi. Dolaysıyla aslında tecrübeli sadrıazam Yıldırım'ın Timur karşısındaki, hâl ve tavrını kellesinide kaybetmeyi göze alarak, üst perdeden değil makule çekmenin yolunu bulsaydı vazifesini başarıyla tamamlamış olur idi.
Esirleri bağışlıyan, bağışladığı esirlerin yeminlerini de kendilerine iade ederek «gidiniz, kuvvetlerinizi toplayınız ve benim üzerime geliniz. Ben sizleri yenmek için, daima burada olacağım..» diyen bu kahraman padişah, şüphesiz ki esir olarak yaşıyamazdı. Hele bu mağlubiyetten sonra, ona mülkü ve tahtı iade olunsa dahi yaşıyarnazdh Çünkü o zaferler kazanarak İslâmı, bütün bayrakların üzerinde dalgalandırmakla vazifeli bir kahraman padişahtı... O yüzden yaşamadı. 40 yaşında ebedî hayata geçtikten sonra şehid babası Hüdavendi-gâr'ın istediği gibi, hem kendisini, hem de babasını hayırla yâd ettirecek bir isim bıraktı. Yıldırım Bayezid Han, 14 yıl süren padişahlığında sayısız zaferler kazandı. Birçok vakıf ve ederler meydana getirdi.
Mekânı cennet, makamı yüce osun. (Amin) Rahmetulahi Aleyh
.
SULTAN ÇELEBİ 1. MEHMET
Fetret Devri
Süleyman Çelebi
Anadolu'nun Durumu
Süleyman Çelebi'nin Sonu
Musa Çelebi'nin Saltanatı
Hedefe Son Yürüyüş
Çamurlu Ova Savaşı
Sultan I, Mehmed Çelebi Devri
Avrupa'ya İlk Elçi Gönderilmesi
Bir Kaza
Sultanın Anadolu'ya Seferi
Müslüman Samsun'un Fethi
Şeyh Bedreddin Ayaklanması
Adil Mahkeme Şeriattedir
Çelebi Sultan Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
Sultan Çelebi Mehmed Hazretlerinin Vefatı
Osmanlı Ve Denizler
Osmanlılardan Önceki Yerleşimler
Bozcaada Meselesi
Yıldırım Bayezid'ın Deniz Hareketleri
Feridnün Nafiz Üzlük
İki Tarihçinin Fikir Müsademesi Düzmece Nazariyesi İflâs Etmiştir
İki Tarihçinin Fikir Müsademesi
Düzmece Nazariyyesi İflas Etmiştir
Babası: Yıldırım Bâyezid Han
Annesi: Devlet Hatun
Doğam Tarihi: 1387
Vefat Tarihi: 1421
Saltanat Müd.: 1413-1421
Türbesi: Bursa'dadır.
Ankara Savaşının elim neticesinden sonra, Devlet-i Âliy-ye'nin durumuna bakmadan; Fetret Devride denen Şehzadeler Saltanatım kısa da olsa tetkik etmeden önce, Çelebi Meh-med Hazretlerini anlatmak ve onu anlamak kabil olmaz.
Sadrazam Ali Paşa'ya «Paşa tedbir nedir?» dediğinde; Âli Paşa'dan, «Kaçmak selamettir, gidelim!» cevabını alan Şehzade Süleyman, atının başını Ali Paşa'nın gittiği istikamete çevirerek savaş meydanından mağlub bir şehzade olarak ayrılmakla kalmamış, daha saatlerce sürecek savaşın ilk bozgun anında kaçmakla ordunun kalanlarının da kuve-i mane-viyyelerini yerle bir etmişti.
Şehzade Süleyman, savaş meydanını terk edip giderken, Çelebi Mehmed çarhçıların kumandanı sıfatıyla, Ankara Savaşının en parlak kumandanlarından biri olarak kılıcından kan damlatıyordu. Saatlerce süren meydan savaşında, Yıldırım Bayezid'e layık bir evlat olduğunu ispat ediyordu. Nihayet Bayezid Bey adlı Lalası, «Şehzadem artık gidelim, hiçbir ümid kalmamıştır. Osmanlıyı yeniden kuracak olan sizsiniz.» deyince, Çelebi Sultan Mehmed, istemiye istemiye bu söze muvafakat gösterdi. Yanındaki 800 süvari İle, valiliğini yaptığı Tokat ve Amasya'ya doğru çekildi.
Timurlenk, Osmanlı Ordusunu Ankara Sahrasında yenmekle kalmamış, Anadolu Beyliklerini yine eski beylerine vererek, 102 senelik bir uğraşma neticesinde meydana getirilen Anadolu birliğini parçalamıştı, bir daha Osmanlının birliği temin etmemesi için, elaltından bütün şehzadelerle haberleşmeye girişmiş, onların iddia-ı saltanat eylemeierindeki arzu ve heveslerini okşuyarak, onlara müstakil kalmalarını öğütlüyordu. Böylece saltanat hırsına düşen şehzadeler, mağlub olmuş bir Osmanlı Devletinin yaralarını, birleşip saracaklarına, bu yarayı «ancak ben sarabilirim» içtihadıyla hareket ediyorlardı. Şükür Allah'a ki, bütün bu şehzadeler, müslüman olmanın şuuru ie menfaat kavgası değil, izdırap-lar içinde olan Osmanlı Ülkesindeki müslümaniann ızdırapla-rını ben dindirebilirim diye düşünüyor ve idda-yi saltanatta bulunuyorlardı.
Şimdi kısaca bu şehzadelerin saltanat maceralarına ve akıbetlerine temas ettikten sonra, Çelebi Sultan Mehmed Han'ın hayatını anlatmaya devam edeceğiz.
Süleyman Çelebi, Yıldırım Bayezid Hazretlerinin hayattaki şehzadelerinin yaşça en büyük olanı idi. Sadrazam Âli Pa-şa'nın da yardımları ve kendisine biat etmesi üzerine, Osmanlı tahtına Edirne'de cülus eylemişti. Evranos Bey Yeniçeri Ağası Hasan Ağa, İnebey kumandanlar biat etmişti.
Me var ki Süleyman Çelebi, Edirne'ye gitmeden evvel, Bursa'ya uğrayıp hazinenin olanını yanına aldığı gibi, hanedandan olanları da yanına alarak İznik'e, İznik'ten bindiği gemilerle de istanbul'a ve oradan Edirne'ye geçmişti.
Anadolu, büyük çalkantılar içindeydi. Şimdilik Anadolu için yapılacak birşey yoktu. Yalnız Rumeli yakasının intizama sokulması gerekiyordu. Bunu temin etmek için de İstanbul'a uğrayıp, Kayser'e bazı tavizler vererek, Timurlenk'e yardımcı olmamasını temin etti. Küçük yaştaki şehzadelerden ikisini rehin manasına gelecek şekilde Kayser'in sarayına bıraktı.
Süleyman Çelebi ilim ve edebiyatta söz sahibi bir şehzade idi. Şair ve ulemayı himaye ederdi. Sefahete düşkün olması ise onun dezavantajıydı. Venedikle ticaret anlaşması yapan da Süleyman Çelebi omuştur. H. 81 l/M. 1409 Sadrazam Âli Paşa içkiye mübtela olmasına rağmen, devleti yönetmekte pek başarısız sayılmazdı. Saltanatının ilk zamanlarında Rumeli'nin intizamını teminde muvaffak olan Süeyman Çelebi, Ulah ve Sırp hükümetlerine kuvvetini kabul ettirmiş, Bosna'yı yeniden Osmanlı Devletine bağlayıcı şekilde bend ettirmişti. Alp Dağlarının eteklerine kadar varan akınlarla kuvvetini muhafaza ettiğini gösterecek numuneler sergilemişti.
Daha sonraları, herşeyi mahveden sefahet alemleri, Süleyman Çelebi'nin şuurunda bir zayıflık meydana getirmişti. Kumandanlar ve alimler, kendisini safahete kurban eden Süleyman Çelebi'den yüz çevirmeye başladılar. O zamana kadar kendisine silah çekmeyen şehzadeler onun gidişatını beğenmedikleri için, Rumeli'ye geçip, tahtını elinden almayı düşünmeye başladılar.
Timurlenk'in Ordusu, Savaştan sonra Anadolu'yu bir harabe haline getirmişti. Amasya'dan Eskişehir'e kadar olan topraklar Çelebi Mehmed'de, Bursa'dan boğazlara kadar olan bölge de İsa Çelebi'nin hükmü altındaydı.
Bu iki kardeş şehzade, Süleyman Çelebi'nin durumunu gördüklerinden, birleşerek hareket edeceklerine, önce kendi aralarındaki kozu halletmeye başladılar. Çelebi Mehmet, İsa Çelebi'ye nasihat etti ise de, İsa Çelebi buna alayla karşılık verdi. Ayraca «Süleyman'dan yaşça küçük olmakla beraber, yaşça senden büyüğüm» diye cevap verdi. İşte tam bu sırada Timur, Musa Çelebi'yi kışkırtıp ortaya çıkarınca, işler iyice karıştı.
isa Çelebi ile Mehmed Çelebi CJlubat Ovasına karşılaştılar. Tabii sonuç: İsa Çelebi mağlub olunca Bizans'a kaçtı, zaten Kayser'le ittifakı vardı. Daha önce -ittifakı perçinlemek için-Kayser'in sülalesinden bir kızla evlenmişti. Kayser vasıtasıyla Süleyman Çelebi'den yardım alan İsa Çelebi, yine Mehrned Çelebi'nin karşısına dikildi. Fakat yine mağiub oldu. Fakat isa Çelebi yine kurtulmuş, bu sefer de Saruhan, Ger-miyan Beyleri ile anlaşarak 20.000 atlı ile Mehmed Çelebi'nin üzerine yürümüştü. Bu sefer de Mehmed Çelebi az bir kuvvetle onları karşılamasına rağmen, perişan etmişti. Savaş sonunda Saruhan Beyi Hızır Bey esir oldu. Hızır Bey'i idam ettiren Çeiebi Mehmed, topraklarını da zabt etti. Aydın Bey'i Cüneyd ve Germiyan Bey'i Yakub Bey, Mehmed Çelebi'den eman dilediler. İsa Çelebi ise, bu defa da Karaman taraflarına firar etti ve bir daha da sesi duyulmadı.
Süleyman Çelebi, kendi adamı olan Cüneyd Bey'i ve kuvvetlenmekte olan Mehmed Çelebi'yi cezalandırmak için Edirne'den kalktı ve Anadolu'ya geçti. Bursa ve Ankara Kaleleri, Süleyman Çelebi'ye sahib-i saltanat olması münasebetiyle derhal kapılarını açtılar. Cüneyd Bey, ittifak ettiği beylere haber vermeden, ordugahını terk ederek Süleyman Çelebi'ye katıldı ve affını diledi.
Mehmed Çelebi, ağabeysinin kuvvetli durumunu görünce, geri çekilmeyi daha uygun buldu. Çünkü ne de olsa, akacak kan müslüman kanı idi... Buna imkân vermemek, bir müsiü-manın esas vazifesidir diye düşünmüştü...
Musa Çelebi ise, Mehmed Çelebi'nin yanına iltica etmişti. Sessiz bir şekilde ömrünü geçiriyordu. Durumlara çok üzülüyor, fakat karışmak istemez görünüyordu.
Mehmed Çelebi'nin, Karaman Bey'i ile yaptığı ittifaktan sonra, kendisine müracaat ederek, Rumeli taraflarına memur edilmesini isteyen Musa Çelebi, Ulah ve Sırp yardımıyla kuzeyden yapılacak bir hücumun, Süleyman Çelebi kuvvetlerini zayıf düşüreceğini ileri sürdü. Mehmed Çelebi, Süleyman Çelebi'nin idaresinin bozulduğunu görüyor, ehi-i İslâm'a anz olan «kuvvetlinin yaşama hakkı, zayıfın ise ezilme ve yok olma» anlayışı, bu müslüman evladını üzüyordu...
Musa Çelebİ'nin eline tavsiye mektupları vererek, kendisine istediği memuriyetleri verdi. Bunun üzerine Musa Çelebi, Sinop üzerinden Glah ülkesine doğru yola çıktı...
Musa Çelebİ'nin Sinop, Ulah ve Sırbistan üzerinden her geçen gün kuvvetlenerek Edirne'ye geldiğini haber alınca, alel acele Bursa'daki eğlencelerini bırakarak Edirne'ye hareket etti. İki ordu birbirleriyle karşılaştığı zaman çok entera-san durumlar görüldü. Musa Çelebİ'nin kuvvetlerinden bazı kumandanlar birlikleriyle beraber Süleyman Çelebi tarafına, Süleyman Çelebi tarafındaki bazı kumandanlar da birikleriyle beraber Musa Çelebi tarafına geçtiler. Yapılan savaşı Süleyman Çelebi kazandı. Musa Çelebi dağılmış ordusundan mahrum olarak günleri kah Ulah Bey'i, kah Balkanlarda vakit geçirmeye başladı. Bu arada da Süleyman Çelebİ'nin hal ve durumunu istihbar etmeye çalışıyordu.
Süleylan Çelebi, bu savaşın verdiği rahatlıkla kendisini daha fazla sefahet alemlerine vermişti. Bu sefahet alemine aid bir kısa bölümü Solakzade'nİn tarihinden okuyalım:
«..Her sabah ve akşam Edine hamamlarında şakıyan Nazi-kendam ve Hoş Hıram elinden nûş câm-ı bâde-ı g(itfam et-mede ve akıl ve idrakini nefs-i emmareye ram etmede idi..» Şu günkü anlamıyla anlatmaya gayret edelim: Kırmızı şurubu cam kaseler içinde edalı ve cilveli yürüyüşleriyle sallana sallana sunan şurup dağıtıcılarının elinden içerken, akıl ve düştüğü durumu nefsinin arzusuna bırakmasıdır.
Musa Çelebi, günü günü takip ettiği ağabeysinin durumu üzerine yeniden asker toplamaya muvaffak olarak Edirne'nin kapısına geldi dayandı. Durumu haber alan kumandanlar saraya koştuklarında Süleyman Çelebİ'nin yine hamam safa-sında olduğu öğrendiler ve kendisine haber gönderdiler. Süleyman Çelebi, gelen haberciyi kendisini rahatsız ettiği gerekçesiyle tellaklara dövdürttü. Bunun üzerine gün görmüş ihtiyar kahraman Evranos Bey, hamama girip Süleyman Çe-lebi'ye nasihat etmek istedi. Ne var ki sözünü dinletemedi. Ondan sonra Yeniçeri ağası Hasan Ağa hamama girdi. Üçüncü defa rahatsız edilmekten gazaba gelen Süleyman Çelebi, Yeniçeri Ağası Hasan Ağa'nın sakalını-bıyığını tellaklara kestirip, onu da dışarı attırdı. Yeniçeri Ağası Hasan Ağa başta olmak üzere bütün kumandanlar, Süleyman Çelebİ'nin yaptığı bunca hareketten sonra kendilerine baş olamiycağını idrak ederek, Musa Çelebİ'nin muhasara ettiği Edirne Kalesinin kapısını açmağa gittiler.
Timurtaş Paşa Oğullarından Karaca bey, Kara Mukbil Bey gibi birkaç sadık dost, Süleyman Çelebi'yi hamamdan alıp saraya getirdiler. Sarayın kapısını kapayıp gece karanlığına kadar şehre girmiş Musa Çelebi kuvvetlerine mukavemet edip, gecenin ilerlemiş saatinde Karaca Bey, Kara Mukbil Bey ve Sahib-i saltanat Süleyman Çelebi, yanlarına adıkları üç seyisle birlikte İstanbul yolu üzerine koyudular. Lakin ertesi sabah kimliklerini tesbit eden köylüler etraflarını çevirip onları öldürdüler.
Padişah olup olmadığı tartışma götüren Süleyman Çelebi, bazı tarihlere göre, I. Sultan Süleyman'dır. Bazı tarihlere göre de Kanunî Sultan Süleyman'ın Sani, yani ikinci unvanını almamasından dolayı, I. Süleyman'ın padişah kabul edilmeyeceği görüşündedirler. Biz de 4eriz ki: İlk zamanlar Mehmed Çelebİ'nin dahi biat ettiği söylenen Süleyman Çelebi, padişahlığından evvel Ankara Savaşının feci akıbetinden olan ahvalde, mühim olan kimin padişah olduğu değil, devletin bu gaileden kurtulabilmesi mühim!.. Bütün şehzadeler müsbet ve menfi taraflarıyla iddia-ı saltanatta bulundukları zaman, belki farkında olarak veya olmayarak kendi aralarında yaptıklan kavga ile herkesi seyrettirmiş; Allah muhafaza etsin, İslâm dışı bir kuvvetin »şunları bir halledelim..» demelerine fırsat verdirtmemiş olmalarıdır.
Musa Çelebi, Yıldırım Bayezid, Yavuz Selim, Dördüncü Murad ayarında yiğit bir şehzadeydi. Ağabeysi Süleyman Çelebi'yi tahtından mahrum eden Musa Çelebi H. 814/M. 1412 de adına hutbe okutup, tahta geçti. Çelebi Sultan Meh-med'e verdiği sözden caydı.
Musa Çelebi, Ankara Savaşında Yıldırım Bayezid Han'ın yanından hiç ayrılmamış, onunla birlikte omuz omuza dövüşmüş ve cennetmekân babasıyla beraber esir düşmüşlerdi. Babasının esaretinde de yanında kalmış, ona hem dert ortağı, hem de bir teselli-bende vazifesini görmüştü. Babasının vefatından sonra serbest kalınca, tek emeli karışıklık içine düşmüş olan Devlet-i Osmaniyye'nin bir an evvel intizama kavuşması ve esaret yıllarında görmüş oldukları hakaretlerin intikamını icab ederse taa Semerkand'a kadar gidip almaktı.. Tecavüze uğrayan Osmanlı Devletinin namus ve şerefini iade etmekti. Tahta geçtikten sonra ilk icraatı, ağabey-sini ve güzide arkadaşlarını öldüren köylüleri tesbit ve cezalandırmak oldu. Daha sonra Ankara Savaşında ihanet ederek kaçan ve bu sefer de ağabeyi Süleyman Çelebi'ye ihanet ederek kendi tarafına geçen kumandanları çok şiddetli bir şekilde azarladı. Onlara sadakat ve itaat dersi verdi. «Bütün bu yaptıklarınızı, dün babama, bugün ağabeyim ve yarın da bana yaparsınız,» dedi. Bu söyledikleriyle ne derece haklı olduğunu çok kısa olarak mütalaa etmekte fayda görüyoruz.
Yıldırım Bayezid Han'ın veziri Ali Paşa, içki ile malûl, fakat başarılı sayılacak bir devlet adamı olmasına rağmen, kötü bir örnek olmuş, hatta bir ara gerek Ali Paşa'nın ve gerekse
Yıldırim'ın hanımı Oliveranin, yüzünden Yıldınm'ın içkiye alıştığı söylenir. Buna bazı tarihî misaler de verilir. Şöyle ki; Cllu Camii yaptıran Bayezid, camiin açılışına Emir Buharî Hazretlerini davet eder. Bir ara «Efendim, camii beğendiniz mi*?» diye sorar. Emir Buharî Hazretleri:
— Pek güzel de Sultanım, yalnız içinde meyhane yok, diye cevap verir. Yıldırım Bayezid:
— Allah'ın evinde meyhanenin ne işi vardır? deyince; Emir Buharî Hazretleri:
— Sen, tecelligâh-ı İlâhî olan kalbini meyhaneye çevirdikten sonra, nice olur? deyince, Yıldırım Bayezid derhal içkiye tevbe eder ve bir daha içmez diye anlatılır. Yine bu devre aid halk arasında anlatılan bir vakıa da şudur ki, doğrusunu bilen bilir.
Yıldırım Bayezid'in bir davada şahitlik etmesi icab eder. Fakat, zamanın kadısı meşhur alim Molla Fenarî, padişaha hitaben:
«Sizin şahitliğinizi kabul etmem. Çünkü siz cemaate gelmiyorsunuz» der. Bunun üzerine kahraman oğlu kahraman Yıldırım camiin cemaatı olmayı kendisine şiar edinir.
İşte bu iki misal, Osmanlı Devlet adamlarının ve ahalisinin, nasıl bir padişah istediğinin bariz örneğidir. Hayat tafsilatını vermeye çalıştığımız Süleyman Çelebi'nin, yine Sadrazam Ali Paşa'nın kötü bir örnek teşkil etmesi yüzünden, Ankara Savaşında daha ilk anda kaçışı, sahib~i saltanat olduktan sonra, işret ve sefahatte kulaç atması hele tehlike anında
kendisini haberdar eden kumandanlarına karşı yaptığı davranış, onu her türlü harekete hedef teşkil etmiştir. Ve onu hedef alanlar, Şeriat-ı Muhammediye namına hareket ettilerse, el-hak haklıdırlar. Nefisleri icabı ise, onu da Cenabı Mevlâ mizanında gösterir. Bu izahatı yaptıktan sonra, Musa Çelebi'nin tarihçe-i hayatına devam edebiliriz.
Babasının yadigârı olan toprakları en kısa zamanda geri almaya karar veren Musa Çelebi, önce Sırp Kralını te'dib etti. Muzaffer ofarak Sırbistan'a giren Musa Çelebi, ortalığı dehşet içinde bırakarak kralı dize getirdi ve itaati altına aldı.
Rumeli'ye geçmesine yardım eden Kayser'e, Süleyman Çelebi Karadeniz sahiliyle, Adalar Denizi sahilinde mühim mevkileri hediye etmişti. Musa Çelebi, bunları almak üzere hemen harekete geçti. Ve bir sene içinde Yıldırım Bayezid zamanındaki hudud ve durumu temin etmiş oldu.
Kayser Manuel bir taraftan Musa Çelebi'nin direktifleri üzerine aldığı yerleri geri verirken, diğer- taraftan Mehmet Çelebi ile temas kurmaya çalışıyordu. Ayrıca Süleyman Çelebi'nin oğlu Orhan Bey'i de taht-ı saltanata teşvik ediyordu. Orhan Bey, Kasım Çelebi ve Fatma Sultan daha önceden Süleyman Çelebi tarafından Kayser'e rehin bırakılmışlardı.
Musa Çelebi, Sadrazam İbrahim Paşa'yi Kayser'rin yanma fevkalade elçilikle göndermiş ve isteklerini şöyle sıralamıştı:
«Birikmiş vergi borçlarını öde! Padişah hakkında fırıldaklar çevirme! Ne var ki Sadrazam İbrahim Paşa, Bizans Kayserine bu istekleri kabul etmemesini de beraberinde söyledi. İhanet irtikab etti. Burada yine bir mütalaa serdetmek zorunda kalıyoruz. Şöyle vki:
İbrahim Paşanın bu ihanetini mazur göstermeye gayret etmiyoruz. Hatta daha da İleri giderek bir müslüman padişahın, müslüman bir elçisi olarak, üstelik de uhdesinde sadrazamlık taşıyan bir zatın, İslamın can düşmanı Manuel gibi bir kefereye akıl vermesi, şüphesiz ki büyük bir ihanettir. Yalnız şunu ilave etmek isteriz ki; bir padişah kumandan ve alimle-riyle mutlaka uyum içinde olmalıdır. CJyuşamadığı kimseler varsa, onları izale, veya izole etmesini bilmelidir. Anlatılır ve bazı tarihlerde yeralır; Tahta geçtikten sonra Musa Çelebi, kumandanlarını gerek babasjna ve gerekse ağabeysine karşı yaptıkları ihanet yüzünden tekdir eder. Devlet-i Osmaniyye-nin yükselmesinde bü^ük hissesi olan kahraman Evranos Bey, üzüntüye kapılır ve ihtiyarladığını ileri sürerek uzletgâhı-na çekilir. Bu kahraman insanı bir kere daha kırmayı kendine gaye edinen Musa Çelebi Evranos Bey'i sarayına davet eder. Evranos Bey, cevap olarak «artık gözlerim görmüyor, size hizmetim dokunamaz») gibilerinden haber gönderdi. Bu haber üzerine Musa Çelebi, kahraman Evranos'u zorla saraya getirtip, sofrasına oturttu. Kör olup olmadığını anlamak için, sofrada Evranos'un önüne «buyrun kızartılmış piliç bu-du» diyerek, kurbağa butlan dizdirir. Ne var ki ihtiyar Evranos, Musa Çelebi'den daha kurnaz davranarak, kurbağa butlarını piliç butu imiş gibi yer ve ağzını siler oturur. Bunun üzerine Musa Çelebi, Evranos bey'i serbest bırakır. Şimdi bir düşünelim: Böyle bir kahramanı, bu duruma düşüren şahsın yanındaki hizmetliler, ne kadar dürüst hareket edebilirler? Eğer onları böyle küçük düşürecek yerde, başlarını alsaydı, onlar için belki daha şerefli olabilirdi. Bu davranışlar, böyle gaile dolu bir zamanda yapılırsa, bir de Çelebi Mehmed gibi kahraman oğlu kahraman, merhameti deryalar gibi taşan, en azından Musa Çelebi kadar Devlet-i Osmaniyye'yi ve Millet-i İslamiyye'yi düşünen bir rakib şehzade varsa... Musa Çelebi yerine Mehmed'e gitmeleri mümkündü... Ama, azılı bir İslam düşmanı olan Bizans'a asla!
Yukarıdaki hatırlatmadan sonra yine mevzumuza dönelim. Musa Çelebi, İbrahim Paşa'njn bu ihanetin öğrendikten sonra geldi, Bizans'ı muhasara etti. Kayser, Çelebi Mehmed'e is-timdad feryadları göndermeye başladı. Çelebi Mehmed, hedefine adım adım, bir matematik problemi çözer gibi yürüyordu. Kayser'in istimdadına yapmacık bir samimiyetle koştu, Üsküdar'a geldi. Kayser Manuel, bizzat karşılamıya çıktı. Kapısına dayanan felâketi, Çelebi Mehmed'e anlattı. Üç gün ziyafet ve eğlenceler yapıldıktan sonra, Çelebi Mehmed, Cü-ıeyd Bey ve Ankara muhafızı Firuz Beyzade Yakub Bey'in, syan haberlerini aldığını ileri sürerek geriye döndü. Cüneyd 3ey, Çelebi Mehmed'in üzerine geldiğini görünce, hemen ya-ıına koşup sadakat yeminleri etti. Çelebi Mehmed, kendisini affedip Aydın Sancağını verip, doğru duracağına dair söz alıp salıverdi. Yakub Bey ise, Savaşmadan teslim olduysa da, onu affetmeyen Çelebi Mehmed, «'Tatar Çardağı» namıyla naruf, Tokat Hapisanesine gönderdi.
Çelebi Mehmed, artık devleti tek elde toplamanın zamanı geldiğine karar verdi. Bunun hazırlıklarını yapmaya başladı. Önce Zulkadıroğlu Süleyman Bey'den yardım aldı. Kayseri ve Sırp Kralı ile anlaştı. Sefere çıkan Çelebi Mehmed, kurbağa butlarının acısını unutmayan Evranos Bey'den aldığı taktik ve talimatla hareket ediyordu.
»Rumeli Beyleri kendisine iltihak için vesile arıyorlar. Bunların ileri gelenleri Batı Rumeli ve Tırhala'dır. İstanbul civarına çıkınca, sur haricinde bulunan askere bakmasın. Onu bırakarak, yandan Balkanları (ormanları) bulsun. Balkan eteklerinden Sofya'ya, Şehir köyüne, Niş'e gitsin. Niş'te, Sırplar ile birleştikten sonra, Kosova'ya kadar insin. Oraya kendisi (Evranos) ve Tırhala Beyleri gelecekler. İşte bu suretle tam kuvvet toplanmış olacak. Ayrıca o vakte kadar Musa Çele-bi'nin yanındaki sancak beyleri ve akıncı takımı da çözülüp gelmiş olacaklar. Muvaffakiyet böylece meydana gelir.
Bu talimatı tatbik eden Çelebi Mehmed, Kata Limanına çıktığı Terkos üzerinden Kırk Kilise'ye doğru yürüdü. Ne var ki, bu yürüyüşü haber alan Musa Çelebinin askeri, doğruca Edirne'ye hareket etti. Fakat Mehmed Çelebi'nin öncü kuvvetleri daha evvel Edirne'ye vardılar. Kapıyı açmayan Edirne
Halkı «iki kardeş kozunuzu pay edin, sonra bize geliniz.» dediler. Öncü kuvvetler fazla ısrar etmediler. Çünkü Edirne ilk hedef değil, son hedefti. Zağra, Filibe ve İhtiman -Ak kirman- üzerinden yürüyüşe devam olundu. Musa Çelebi, taktiği anlayamamış, yalnızca Çelebi Mehmed'e Sırbistan'dan yardım gelmesin diye, İhtiman Boğazında ufak bir muhafız bölüğü bulunduruyordu. Bekledikleri yerin aksi tarafından vuku bulan taarruz, bu bölüğün çabucak çözülmesine sebeb oidu. Böylece Mehmed Çelebi, Sofya'ya, Şehir Köyü'ne ve Niş'e selâmet içinde vasıl oldu. Evranos Bey'in tavsiyesiyle yapılan yolculuk muvafakiyetle tamamlandı. Evranos Bey, yanında Tırhala Beyleri bulunan Burak Bey, Hamza Bey ile iltihak ettiler. Bu kuvvetlerin tamamıyla dönüp, Köstence üzerinden Sofya Ovasına geldiler.
Musa Çelebi'nin yanında yalnız yeniçerilerle kendi kapı-kullanndan başka kimseler kalmamıştı. Cesur bir dilaver olduğundan bu büyük küvete karşı çıkmaktan çekinmemişti.
İhtiman civarına Çamurlu Ova denilen mevkide H. 816/M. 1413 te iki ordu karşı karşıya geldiler. Çelebi Mehmed tarafına geçmiş olan Yeniçeri Ağası Hasan Ağa, öne çıkarak Yeniçerilerin yakınındaki bir tepeciğe çıkıp «Musa Çelebi gibi bir zalimi terk ederek Mehmed Çelebi gibi bir âdilin tarafına geçmeleri için nutuk irad etti.» Musa Çelebi dayanamadı. Ve atını mahmuzladığı gibi Hasan Ağa'nın üzerine sürdü. Hasan Ağa kaçmağa başladı. Musa Çelebi Yıdırım sür'atiyle yetişip, onu bir kılıç darbesiyle ikiye biçti. Hasan Ağa'nın İmdadına koşanlardan birine kılıç sallarken daha başka biri Musa Çelebi'nin koluna salladığı kılıçla, Musa Çelebi'nin kılıç tutan kolu koptu. Bu vak'a, Musa Çelebi'nin askerinin bozulmasına sebeb oldu. Baş edemeyeceğini anlayan Musa Çelebi, yan tarafa doğru uzakşarak savaş alanından çekilmeye başladı. Takibine koşanlar, az sonra bir hendek içinde çamura batmış atıyla, canı teninden ayrılmış Musa Çelebi'yi buldular. Atlah Rahmet eylesin...
Hicri 804/miladi 1402 senesi Ankara savaşının elim neticesinden sonra Mehmed Çelebi'nin sabırla, merhametle ve cesaretle örgü örer gibi kendisin devlete hazırlaması onbir sene sürdü. Nihayet Evranos Bey'İn yardımlarımda arkasına alan Sultan Çelebi Mehmed Hazretleri devlete sahip olurken Fetret Devri'ninde bittiğini ilân ediyordu. İşte o sırada tarihler Hicri 816/milâdi 1413 yılını gösteriyordu.
1402'den 1413'e kadar geçen zamanda ehli İslam'ın yaralarının, temelinden oynamış devletin, tedavi ve sağlamlaştırılması tahtı ele geçirmekten daha kolay değildi.
Çelebi Sultan Mehmed, nev'i şahsına münhasır bir zat oia-rak iki sıfatı ile temayüz etmiştir: Bilhassa sükunet ve yakışıklılığına rağmen, çok kuvvetli pazulara malik ve kendisine verilmiş olan «Pehlivan Çelebi» unvanına layık bir zattı. İkinci sıfatı ise, son derece merhamet sahibi olmasıydı. Gerek devlete, gerek şahsına karşı defalarca isyan eden Cüneyd Bey ve Karaman Oğlu'nu her seferinde affetmesi, O'nun merhametinin en büyük numuneleridir.
Çelebi Sultan Mehmed'in ilk işi; Rumeli taraflarının intizamını temine çalışmak oldu. İşte bu sırada Bursa'dan gelen bir haberci, Süleyman Çelebi'nin küçük oğlu Kayser tarafından tahta teşvik edilerek salıverilmişti. Küçük şehzade, yanındaki adamlarıyla Eflak'a gitmek üzere Karin Âbâd'a geldi. O bölgedeki akıncılar, tahta çıkmasını temin etmek için, Yanbolu'ya götürdüler.
Durumu haber alan padişah, hemen Yanbolu üzerine yürüdü. Çelebi Sultan Mehmed'in geldiğini gören asiler, hemen dağıldılar. Şehzade, bizzat kendi lalası tarafından yakalanıp Çelebi Sultan Mehmed'e teslim edildi. Merhamet sahibi Çelebi Sultan Mehmed, kendisini öldürmeyip sadece azarlıyarak O'nu Bursa'ya gönderdi. Kendisine ve kız kardeşine ikramlarda bulunmuştu. Bu sırada Bursa'yı ele geçirmeye çalışan Karamanoğlu'na sefer açılmış, Bursa'yı kurtarmaya gidilirken bu asi şehzade, seferin gecikmesine sebeb olmuştu.
Sultan Çelebi Mehmed, yanında ağabeyi merhum Musa Çelebi'nin cenazesiyle, Bursa üzerine yürümeye devam etti. Tahtın tek sahibinin Sultan Çelebi Mehmed olduğu haberini alan Karamanoğlu'nun aklı başından gitti. Kale muhafızı İvaz Paşa'nın şecaati ve metaneti Bursa Kalesinin düşmesini önlemişti. Ne var ki, kalenin etrafındaki şehri ateşe yerdiren Karamanoğlu, telaş içinde kaçmaya başlayınca, Karamanoğlu'nun «Harman Danesi» adlı bendelerinden birinin «Os-manoğlunun ölüsünden korkup bu kadar telaşa kapılıyoruz, ya dirisi gelse halimiz nice olur?» dediği meşhur olmuştu.
Karamanoğlu'nun Bursa'dan kaçması üzerine, Sultan Mehmed şehre girer girmez İvaz Paşa'yı mükafaatlandırarak, kendisine vezirlik ihsanında bulundu.
H. 817/M. 1414 senesinde Karamanoğlu'nun üzerine yürümek için sefer hazırlıklarına başladı. Bir taraftan Kastamonu Bey'i İsfendiyar Bey'e, orduya katılmasını veya oğlu ile beraber kuvvet göndermelini isteyen haberi gönderirken, Germiyanoğlu Yakub Bey'i sefere çıkacağından haberdar edip, tedarikli bulunmasını istedi. Bu haberleri alanlar, icabını yerine getirdiler. İsfendiyar Bey, oğlu Kasım Bey'i kuvvetli bir ordu ile gönderdi. Germiyanoğlu ise, sultanın ve ordusunun konaklayacağı yerlerde aldığı tedbirlerle yiyecek hazır etti.
Çelebi Sultan Mehmed, bu durumlardan çok memnun kaldı. Sefere Seyyidgazi üzerinden yürüyüşe devam edildi. Önce Akşehir, sonra Beyşehir, Seydişehir ve daha sonra da Konya yakınlarında Orta Çayır denilen yere gelindiğinde, Karamanoğlu ordusuyla görünmüştü. Yapılan savaşta Kara-manoğiu mağlub ve münhezim olarak kaçtı.
Karamanoğlu'nun yakalanamayışmdan çok üzülen Sultan Çelebi Mehmed, o sırada yağmurların çok şiddetli sellere sebeb olması yüzünden, ordunun çektiği sıkıntıyı görünce, merhamet dolu kalpli bu sultan, üzüntüsünden yatağa düştü. Zamanının en büyük hekimlerinden olan Ferhat ile Şirin hikayesinin Türkçe manzum yazarı Şeyhî lakabh Sinan, padişahın hastalığını derhal teşhis etti: «Karamanoğlu bu hastalığın sebebidir. Bu üzücü olayların müsebbibidir. O yakalanırsa bu hastalık geçecektir.» dedi. Bunun üzerine Yıldırım'ın bergüzarı, Çelebi Sultan Mehmed'in en yakın bendegânı Ba-yezid Bey, dağlarda saklanan Karamanoğlu'na, yaptığı bir baskınla onu ele geçirdi. Padişahın huzuruna getirdi. Hekim Mevlana Sinan Şeyhî'nin, teşhisinin doğruluğu derhal meydana çıktı. Karamanoğlu'nun yakalanışı, padişahın sıhhatine kavuşmasına yetti. Karamanoğiu için büyük bir çadır kurdurup, onu ağırladı. Bu sırada Konya Kalesinde bulunan Karamanoğlu Mehmed Bey'in mahdumu Mustafa Bey Konya'nın ileri gelenlerini yanına alarak Sultan Mehmed'in huzuruna vardı. Babasını affetmesi İçin eşrafia beraber yalvarmaya başladı.
II. Abdülhamid Han cennetmekân, merhametini bu ceddinden tevarüs etmiş olacak ki, O da böyle merhamet dolu bir insandı. Bir emri ile yok edebileceği Hareket Ordusunu, müslüman kanı akmasın diye bütün ısrarlara rağmen o yok edici emri vermedi. O ordu, O'nu 33 sene maharetle idare ettiği Osmanlı Tahtından indirirken, Osmanlı'nın tarih sayfalanna gömülmesini çabuklaştırmaktan başka birşey yapmadığının farkında mıydı? Evet... Belki de...
Bu yalvarmalara dayanamıyan Çelebi Sultan Mehmed, Karamanoğiu Mehmed Bey'in bu istirhamlara;
«— Ey lütufkâr hükümdar! Bu sefer de beni bağışlarsanız, (eiini göğsüne koyarak) bu can bu tende durdukça sadakatten ayrılmıyacağim.» diyerek, çok ağır yeminler de ilave edince, aff-ı şahaneye mazhar olduğu gibi, Konya'yı yine eline almış oldu. Huzurdan çıkan Karamanoğlu Mehmed Bey, çadırdan biraz uzaklaşınca, koynundan çıkardığı bir güvencini öldürdü ve
«— Osmanoğlu ile düşmanlığımız beşikten mezara kadardır» diye söylenerek Konya'ya gitti.
H. 819/M. 1416 Yılında Venedik'e bağlı bir prensin müstakil idaresi altında bulunan Nakça, Andra ve bazı Akdeniz adalarına yerleşmiş olan korsanlar, Osmanlı gemilerinin yollarını kesiyorlar, yağma ediyorlardı. Çelebi Sultan Mehmed, hazırlattığı harp gemileriyle Adalar Denizine bir sefer tertipie-di. Gelibolu önlerinde Venediklilerle karşılaşan harp gemileri derhal savaşa tutuştu. Çok şiddetli bir savaştan sonra her iki taraf da kendi limanlarına çekildi. Çünkü her iki taraf da ağır yaralar almıştı. Şunu da unutmamalı ki, Venedik gibi usta gemicilerin ve büyük kalyonların bulunduğu donanmaya, Osmanlı gemileri küçük gemiler olmalarına rağmen ezilme-dikleri gibi, mağlub da olmamışlar, Venedik Donanmasını püskürtmeye muvaffak olmuşlardı. Bu deniz savaşsndan sonra Akdeniz (Çanakkale) Boğazı düşman harp gemilerine kapatılmıştı. Venedik Donanması birkaç defa daha gelip Akdeniz boğazındaki kaleleri topa tutmuşsa da bir netice alamayınca, elçiler gönderip anlaşma yapmak istemişlerdi. Bu anlaşma isteği kabul edilmiş ve Sultan Çelebi Mehmed Hazretleri tasdik ettiği anlaşma suretlerinden birini göndermek üzere saray çavuşlarından bir yaveri Venedik'e gönderdi.
Görülüyor ki ticaret ne kadar önemli bir faktör olarak ortaya çıkıyor. Hatırlayacağımız gibi I. Murad-ı Hüdavenigâr zamanında Venedik'e yakın olan Raküza Hükümeti, Devlet-İ Osmaniyye'nin ilerleyişinden ne kadar büyük bir devlet çıka™ cağını tahmin ettiğinden, iştigali olan ticari hayatını emniy-yete almak için Hüdavendigâr Hazretlerine bağlılığını bildirmişti. Bilindiği gibi deniz taşımacılığının en önemli unsuru emniyettir. Bu emniyeti sağlamak için, Osmanlı'nın parlak istikbalini gören Raküza Cumhuriyeti ilk anlaşma yapan Avrupa ülkesi olmuştur. Daha sonra da Süleyman Çelebi'ye müracaat eden Venedik O'nunla da bir anlaşma yapmıştı.
Sultan Çelebi Mehmed'e başvurarak anlaşma yenilemeyi isteyen yine Venediklilerdi. Çünkü ticaret o ülkenin can damarıydı. Bu can daramarınin en önemli geçidi Osmanlının elindeki Akdeniz Boğazında düğümleniyordu. Böylece Avrupa'ya ilk elçi Sultan Çelebi Mehmed zamanında gönderilmiş oluyordu.
Rumeli ve Anadolu'da intizamın temini ile uğraşan Çelebi Sultan Mehmed, adım adım dolaşıyor, nizamı îkame etmeye çalışıyordu. Sultan Orhan Gazi Hazretleri zamanında fetho-lunmuş, Ankara Savaşından sonra Kayser'in eline geçmiş bulunan Hereke, Gebze, Darıca, Pendik ve Kartal H. 822/M. 1419 yılında Timurtaş Paşa'nın oğlu umur Bey tarafından harp yapılarak, kan akıtılarak, baş verilip can alınarak geri alındı.
Çelebi Sultan Mehmed, Eflak ve Engürüs üzerine yürümeye karar verdi. H. 819/M. 14İ6 yılında ayağına kapanan Eflak Bey'ini, merhametle dolu kalbi yine afla mükafaatlandır-di. Eflak'ın işini halleden Sultan Çelebi Mehmed Hazretleri, kutlu zaferlere başlangıç olan adımlarını, Engürüs üzerine çevirdi. İlk işi, Engürüs'ün kuvvet istinadı olan Severin Kalesini zabt eden İslâm ordusu, Engürüs'ün kalbini koparıp almış gibi olunca, Engürüs'e düşen; Çelebi Sultan'ın ayaklarına kapanmaktı... Onlar da türlü hediyeler sunarak öyle yaptılar.
Edirne'ye dönmek üzere İslâm Ordusu, yola revan olduktan bir müddet sonra, padişah atını hızla sürerken, tökezleyen at yere düşmüş ve üzerindeki muazzam süvari Mehmed Çelebi Hazretleri vaziyete hakim olmuşsa da, şiddetli düşüş bir rahatsızlık vermişti. Zaten her savaşta İslâm'ın bir neferi olarak kılıç elinde, kefen boynunda, baş alıp şan veren bu kahramanoğlu kahraman sultan, her gazada yaralar almış, defaatle savaşlardan «gazi» rütbesiyle terhis olmuştu. Rivayet olunur ki, vücudunun 40 yerinde yara vardı. Onlar, o yaralar, Allah nezdinde makbul izlerdendi. Çünkü Mahbub-u Hûda, hadis-i şeriflerinde bunu beyan buyurmuşlardı...
Şehzade Murad Hazretlerini «veliahd şehzade» olarak Amasya Sancağına vali göndermiş bulunan Sultan Çelebi Mehmed, attan düşmenin verdiği sarsıntıyı üzerinden şifayab olarak attıktan sonra Timur fitnesinin çıban başlarından olan Karakoyunlu Yusuf, birtakım karışıklıklar çıkarmış, Orduy-u Hümayun da bu çıbanı yoketmek üzere sefere çıkmıştı. Kara Yusuf, İrak ve Azerbeycan taraflarında istiklal ilan etmiş, Diyarbakır Beyi Kara Osman ile Bayburt ve Erzincan için ce-delleşmeye başlamıştı. Uzun zaman devam eden çekişmelerden sonra Kara Osman Bey Erzincan'ı ele geçirip Pir Ömer'in idaresine vermişti. Ne var ki bu Pir Ömer'de nefs-i
emmare ağır basmış, kendisine beldeler zabtetme hissi hakim olmuştu. Bunu için de Şebinkarahiar'ı fethetmeye kendini vazifeli addediyordu. Bu fikir, Pir Ömer'i topladığı askerle Şebinkarahisar'ı kuşatmaya kadar götürdü. Buna mukabil Şebinkarahisar Beyi Melik Ahmedoğiu Hasan Bey, Veliahd Şehzade Murad'a başvurmuş yardım istemişti. Cüneyd Bey'i Öldüren Alparslan oğlu Hasan Bey ise, Canik Eyaletini ele geçirmişti. Ayrıca İsfendiyar Bey de Samsun ve Bafra'yı işgal edip, oğlu Hızır Bey'in idaresine vermişti. Bu keşmekeşi durdurmak için Veliahd Şehzade Murad tedbirler aldıysa da/Çelebi Suitan Mehmed Hazretlerinin Amasya Ovasında görülen renkli çadırları, bu kargaşaya son verebilmişti. Hele tuğlar, adalet getiren endamlarıyla boy gösterince, Gavur Samsun kalesini yakıp kaçmak düşmüştü sergerdelere... Çelebi Sui-tan'ın kumandanlarından olan Biçeroğlu Hamza Bey, derhal hareket edip, şeriat-i Ahmediyye'yi gavur Samsun'da hükümran kıldı. Sıra müslüman Samsun'a gelmişti...
Gavur Samsun'u, fazla bir zorluk çekmeden fetheden Hamza Bey, Sultan Çelebi Hazretlerine, Müslüman Samsun'u almanın kolay olacağı haberini gönderdi. Otağ-ı Hümayun Merzifon'da kurulduğu zaman, Müslüman Samsun'un Beyi Isfendiyaroğlu Hızır Bey; akacak kan müslüman kanıdır. Mağlubiyyet ibresi beni göstermektedir. Ben sultandan af istersem, o kabul eder diye düşünerek, birçok hediyelerle Sultan Çelebi Hazretlerinin huzuruna çıktı. Affa mazhar olup, hoşça ağırlanarak, gitmesi için gerekli kolaylıklar gösterildi. Hızır Bey Samsun'dan ayrılırken Müslüman Samsun da, islâm'ın kılıcı «Devlet-i Ebed-Müddet» olan Osmanlı'ya katılıyordu.
İşte, vakıf hizmetlerine ehemmiyet veren Osmanli padişahları içinde, Sultan Çelebi Mehmed Hazretleri'nin özel bir yeri vardı. Merhametinin çokluğu, bu hizmetlerle temayüz etmesinde, mutlaka büyük tesir husule getirmiştir.
Timurun bir kasırga gibi gelip geçmesi, askerinin yağma ve gaddarlığının faturasını Osmanlı Devleti pek ağır bir şekilde ödemiş, her taraf yangın ve harabeye dönmüştü. Bu yangın ve harabe, ancak bir imar yarışı halinde, tamir ve eski haline getirebilirdi. Çelebi Sultan Mehmed, buna çok gayret etmiş ve bunda da muvaffak olmuştu. Ama en büyük eseri; Bursa'da yaptırdığı muazzam Yeşil Cami ve külliyesidir. Bu eserin, özellikle imareti üzerinde durulmalıdır. Bu muazzam eserin kıble tarafında kendisi için yaptırdığı mütevazi türede, ruh-u manevisiyle, cami ve külliyesine huzur içinde koşan insanları belki de görüyor.
Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin Mahmud, şehzade Musa Çelebi'nin Kazaskerliğini yapmış fakat, ilm-i zahir ve ilm-i bâtında hürmete şayan bir mertebede olması, aff-ı şahaneye uğramasına vesile olmuştu. Kendisine 1000 akçe maaş ve İznik'te iskânını emreden Sultan Çelebi Mehmed, alimlere ne kadar hürmetkar olduğunu isbat etmiş oluyordu. Onun bağlılarından Börklüce Mustafa'nın çok düzenbaz bir adam olduğunu Tâc-üt-Tev©rih sahibi Hoca Sadeddin Efendi Hazretleri şu beytinde ne güzel ifade ediyor:
«Sofu davranışıyla hilekârlıkta başçekti, nice düzenler kurdu.
Hilebaz yapısıyla feleği aldatıp, ne oyunlar oynadı.»
Etrafına topladığı temiz inançlı, fakat temyiz kabiliyeti zayıf ahali ile bir kuvvet haline gelmişti. Bu durumu haber alan
Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin, bu işin ucunu kendisine dokunacağını anladığı için İsfendiyar Oğullarına gitti. Oradan bir gemiye binerek, Musa Çelebi'nİn bir zamaniar hükümran olduğu Eflak diyarına ulaştı. Eflak hükümdarı, Osmanlı'ya bir mesele çıkaracak adamı bulduğu için sevindi ve kendisini çok iyi karşılayıp ikramlarda bulundu.
Diğer taraftan, Torlak Kemal -ki aslen yahudi olan bu adamın- da, topladığı 5000 kişilik mevcutla harekete geçtiği görülmüştü. Padişahın Amasya Vilayetine Vali yaptığı Şehzade Murad, Torlak ve Börklüce'nin üzerine yürüdü. Aydın vilayetinin Karaburun mevkiinde karşılaşan iki ordu, çok şiddetli, fakat kısa süren bir savaştan sonra, şehzade Murad galibiy-yetini ilan etti. Börklüce Mustafayı idam ettiren Şehzade Murad, Manisa taraflarına firar eden Torlak Kemal'in takibine, Beyazîd Paşa'yı memur etmişti. Beyazıd Paşa da mel'un ya-hudiyi Manisa'da yakalamış ve oracıkta idam etmişti.
Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddin'in adamları bu haberi alınca, derhal ortadan kayboldular. Bir kısmı da kendi başlarını kurtarırlar zannıyla, şeyhlerini bizzat tutup, Rumeli tarafında bulunan Çelebi Sultan Mehmed Hazretlerinin tahtı huzuruna getirdiler.
Şeyh Bedreddin'in ilmi tartışma götürmeyecek bir seviyedeydi. Bu sebeble Sultan Mehmed Çelebi Hazretleri, dudakları arasında çıkacak «kaldırın» kelimesini kullanmaktan sarf-ı nazar ederek bu işin hallini, zamanının alimlerinin divanına bırakmıştı.
Padişahın huzurunda yapılan muhakemede, birçok âlim kendisine sualler sorarak, İlim adamlarının yüzüne kara çaldığını söylediler. Bunların içinde bulunan Mevlana Sadeddin-i Teftâzânî'nin talebelerinden Mevlana Haydar-ı Hetevî, ileri sürdüğü şer'i delillerle Şeyhe çıkış kapısı bırakmadığı gibi, el-Câsiye süresinin 23. ayetinde «Allah onu bilgisi olduğu halde yanılttı» fehvasınca suçunu kabul ettirip;
«Kim ki size gelip de, hepinize baş olan bir kimse üzerine ayaklanmanızı emreder ve varlığınızı parçalamak isterse, onu öldürünüz!» hadis-i şerifini söyleyerek hükmü bildirmişti.
Şeyh Bedreddin, âdil şeriatin bu inkâr götürmez hakikati karşısında suçunu kabul etmiş, nedamet içinde boynunu İpe uzatmıştı.
Buraya ufak da olsa, günümüzle ilgili bir mütalaa koymadan kendimizi alamadık. Bazı materyalistler, komünizmi tarihsel açıdan ele aldıklarında, Osmanlı ülkesinde cereyan eden bu vak'ayı da zikrederler. Yalnız şunu bir türlü anlamak istemezler ki; her sosyal ve ekonomik patlamaların, ihtilallerin arkasında, daima bir yahudi parmağı vardır. Nasıl ki Karî Marx bir yahudi, Lenin ise yahudi bir ailenin damadıysa, yukarıda kısaca izah ettiğimiz Şeyh Bedreddin Vak'asında da başrollerden biri yahudi olan Torlak Kemal Hud tarafından icra olunmuştur. Şeyh Bedreddin ise, ilminin kurbanı olmuş bir zavallıdır. Zira Niyazî Mısrî, Şeyh Bedreddin için şu mısraı söyleyerek, onun ilim rütbesini izah etmiştir.
«Muhiddin ile Bedreddin, ettiler ihya-yı dîn, Niyazî, der ya füsus anbarıdir varidat.»
Fakat ilmiyle cehenneme giden çok kimseler vardır.
Ömrünün en verimli çağlarında; Devlet-i âli'yyenin yaşadığı fetret yâni; başsızlık dönemini sona erdirmeğe çalışarak, geçiren, Sultan Çelebi Mehmed; ilk izdivacını, Dulkadıroğul-ları beyliğinin reisi Süli Bey'in kızı, Emine Hatun ile yapmıştır. Büyüklerin işi başka olur, felsefesi içinde bu evlilik siyasi bakımdan da yapılması lâzım gelen bir izdivaçtı. Memlûklar-la ve Dulkadıroğuiları arasındaki çatışmalarda Dulkadıroğlu Beyliğini desteklemek Osmanlılar için daha faydalı idi. Bu evliliğin!403 yılında gerçekleştiğine atfu nazar ettiğimizde fetret döneminin o muhataralı ve Anadolu'da ki Türk Beyliklerinin yaralı aslan Osmanlıdan nasıl parça koparırız hesabı yaparlarken, Dulkadıroğlu Beyliği ile akrabalık kurmak çok akıllı ve gerçeğin ta kendisi olan bir hareketti. İşte Sultan Fâtih'e ileride baba olacak olan 2. Murad unvanıyla taht'a geçecek olan şehzade Murad bu izdivacın bir meyvesiydi- ve evliliğin senesinde bu sevinç verici doğum vukubuîmuştu. Çelebi Mehmed Hân'ın bilinen 2. izdivacı Kumru Hatun ile olmuştur ki bu hanım cariyelikten kadmefendiliğe yükselmiştir. Selçuk Hatun, padişahın bu hanımıyla yaptığı evlilikten dünyaya gelmiştir. Alderson ise her zamanki gibi bizim kayıtlarımızda olmayan bir evlilikten bahsederki o da, Ah-med Paşanın kızı Şehzade Hatunla evlendiğini ileri sürer. Çelebi Mehmed Hân'ın kızları:Selçuk Hatun, Hafsa Hatun, Ayşe Hatun, Sultan Hatun ve İlaldı Hatun, hanimsultantar oimak üzere beş kızının adı bilinirken, aslında, yedi kızı dünya'ya geldi. Bu kızlardan Selçuk Hatun; Çelebi Mehmed hânın Kumru Hatun isimli hanımından dünyaya gelmiştir. 810/1407'de Amasya veya Merzifon'da bahse konu doğum vukubulmuştur. 2. Sultan Murad 1425'de Çandaroğlu İbrahim Bey'in; Hatice Halime adlı kızıyla evlendiği zaman üç kız kardeşinin düğününüde birlikte yaptı. Selçuk Hatun 2. Mu-rad'm kaimpederi İbrahim Bey ile evlendirildi. Bu izdivaçdan Selçuk hatun Yusuf ve İshak Bali adlı iki oğul doğururken, Hafsa ve Hatice adında iki de kız dünyaya getirdi. Selçuk Hatunda kocası İbrahim Bey'in vefatı üzerine, Bursa'ya avdet etdi. Burada vefat târihi olan 1485 yılına kadar yaşadı ve Yeşil Türbeye defnolundu. Hafsa Hatun ise, Çandarlı Halil Paşanin oğlu, kumandanlardan Mahmud Çelebiye, ağabeyi olan 2. Murad tarafından verilmiştir. İsfahan Şah, Ali Çelebi, Hüseyin Çelebi, Hasan Çelebi ve Mustafa Çelebi adı verilen çocukları olmuştur. Bursa'da Yeşil Türbede defnolunmuştur. Ayşe Sultan ise Çelebi Mehmed'in yedi kızından ismi bilinen üçüncü kızıdır. 1469'da Edirnede Ayşe Kadın Camiini yaptırarak vakıflar bağışladığı gibi Üsküb'de de bir camii yaptırmıştır. Edirne'de bu hayırhah hanımın adıyla anılan, Ayşe Kadın mahallesi vardır. Yeşil Türbeye defnolunmuştur. Adı bilinen diğer bir kızı ise Sultan hatundur. 828/1425'de Candaroğlu Çankırı Sancak beyi Kasım Bey ile evlendi. Hakkında başka bilgi olmayıp diğer kız İlaldı hatun'da muhtemelen Karamanoğlu İbrahim Bey ile evlenmiştir. Çelebi Mehmed hân'ın sonradan padişah olan, 2. Murad'dan başka Mustafa, doğumu Amasya Î408/1410 vefatı İznik 1423, Mahmud nerde doğduğu malum olmayan ve 1413 ile 1429 yıllan arasında yaşadığı bilinen ancak vefat yeri de bilinmeyen bu şehzadeden sonra, Bursa'da 1429'da veba'dan ölen Yusuf vefatında 15 yaşında olduğuna göre doğumu 1414'de gerçekleşmiş olmalı. Yine Î416'da doğup 4 yaşında vefat eden Şehzade Ahmed, 1405'de doğan iki yaşında 1407'de ölen Şehzade Kasım, sadece adları bilinen Ölüm ve doğum tarihlerini bilemediğimiz Şehzade Mehmed ve Orhan'la Çeiebi Sultan Mehmed'in; erkek çocuk sayısının sekizi bulduğunu ifade edebiliriz. Fetret devri sadnazamlan olarak; Yıldırım Bayezid'den sonra yâni 1402 Ankara savaşı sonrasında firara baş vuran Çandarlı Ali P^şa 1. Murad döneminde başlayan sadaretini, Yıldırım'lada devam ettirmiş onun esarete düşmesinden sonrada oğlu Süleyman Çelebiye'de vezirliğini devam ettirmiştir. Bu müddet genel olarak 19sene, îOay, 27gün sürmüştür. Şeyh Ramazan Paşaoğfu Kırşehirli Bayezid Paşa, 4 sene, 2 ay, ve ondan sonrada Amasyalı ŞâhMeiik Paşa 5/temmuz/1413'e kadar 2sene, 4 ay, 16 gün, vezirlik etmiştir. Osmancıklı İmâmzâde Halil Paşa ise Anadolu' da Çelebi Mehmed'e 28/temmuz/1402'den 5/temmuz/1413 yılına kadar 8 sene, 11 ay, 8 gün sadnazam olarak hizmet vermiştir. Osmanlı devletinin 9. sadrıazamı olan Amasyalı Ba-yezid Paşa 5/7/ 1413'de aldığı mührü, 8 sene, 1 ay, 27 gün taşıdıktan sonra 31/ağustos/1421'de Çandarlızâde İbrahim Paşaya bırakmış oldu. Amasyalı Bayezid Paşa, 4/ma-yıs/1421'de vefat eden padişahın son sadrıazamı olmuştu. Tabiatıyla da 2. Muradın ilk sadrıazamı da, Bayezid Paşa olmuş oluyordu.
Timur belasının söndürmek üzere olduğu ışığı yeniden parlatan, onu eski şaşaalı durumuna kavuşturan yüce sultan Mehmed Çelebi Han, H. 824/M. 1421 yılında, vücudunda 40 kadar yara izi ile beraber fâni dünyadan göçmüştü.
Şehzade Mustafa'nın sağ olduğunu bilen Çelebi Sultan Mehmed Hazretleri, 8 yıl süren saltanatının devamını, sevgili oğlu veliahd şehzade Murad Hazretlerine vasiyyet etmişti. Vefatı, Ordu-yu Hümayundan gizlenmişti. Ancak, padişahlarının görünmemesinden birşey sezen mücahidler, «padişahımızı görmek isteriz!» diye nümayişe başladılar. Bunun üzerine cesedi tahnid edien Sultan Hazretleri, loş bir odada askerin zabitanına gösterilmiş, arkasında duran bir kişi de, zabitlerin selamına selamla mukabele edebilmesi için elini-koîunu oynatmaya mecbur kalmıştı. Bunu gören zabitler, «padişahımız berhayat (yaşıyor)» diyerek, askeri intizama almışlardı.
Ceset-i pâkiyle 42 gün daha İslâm Devletine hizmet eden Yüce Sultan Mehmed Çelebi Hazretleri; mekanın cennet, makamın mübarek oîsun.! Rahmetullahi Aleyh.
Merhum Amirallerimizden ve yüz yaşına yaklaştığı sırada vefat eden Afif Büyüktuğrul, 1982 senesinde T. C Deniz Ba-sımevinde tab edilen" Osmanlı Deniz Harp Târihi ve Cumhuriyet Donanması" adlı dört ciltden meydana gelmiş çalışması ile bunu yayımlamış olması milletimizin gerek askerî, gerekse ticaret filosu gereksede Türk denizcilik târihi bakımından, merhum amiralimizin milletimize ve denizcilerimize nâçiz bir hediyesidir. Eserini, son derece ciddi kaynaklara dayanarak meydana getirmesi ve mesleğin, en uzman kişileri arasında yer almasından dolayı bu çalışmadaki tahlilleri, bütün denizcilerimizin, tarihçi ve târih meraklılarının istifade etmesi gereken, bir bal peteği gibidir. Biz bu çalışmamızda; Osmanlı deniz târihi hakkında umumiyyetle bu kaynağı esas aldığımızdan, merhum Amiral'in bu kıymetli eseri hakkında birkaç söz söylemeden geçemedik. Kendisini rahmetle yâd etmeyi vecibe-i diniyeden addederim.
Dünyalar ve Deniz Ortaçağın başında, dünyanın yuvarlak olduğu pek bilinmiyordu; dünya hakkındaki bugünkü bilgilerimiz o devir insanlarının meçhulüydü. İnsanlar birbirlerinin varlığından habersiz olarak dört ayrı dünya'da yaşıyorlardı. Bu dört ayrı dünyayı; Akdeniz, Baltık denizi ve Botni körfezi, Çin ve Japon denizleri ile Meksika körfezi ile Karaib denizleri etrafında toplanmışlardı. Bu denizlere daha sonraları ilmen; "Mediterranean (Topraklasarası deniz) adı verilmiştir. Bu dört denizin tabii ve stratejik yapıları birbirinin aynıydı. Hepsinin de giriş çıkış kapıları var, hepsinin de, kendisini bölen yarımadaları ya da Ada'lan vardır. Hepsinin ulaştırma durumları benzerlik arzetmişti. Deniz araçlarının yetersizlikleri bahsettiğimiz bu dört dünyanın biribirleriyle bağlantı kurmayı hayli zaman geciktirmiştir. Sahil insanının ilkel kürek anlayışıyla sürüp giden hayat açık denizlere çıkmağa pek imkân tanımamıştır. Hâttâ harita ve pusula gibi mühim olan araç ve gereçlere ihtiyaç hissedilmediğini rahatça söyleyebiliriz. Kıyı gemiciliği dediğimiz hususu milattan öncede, sonra da, ekseriyeti bilhassa Ege denizinde olmak üzere nice deniz savaşları vukubulmuştur ki bunlar; Romalılar, Kartacaîılar, İranlılar ve Bizanslılar arasında cereyanları, ileri dönemlere tesiri olan savaşlar olarak görülmemiştir. İranlı'lar Trabzon üzerine geldiklerinde, burayı Bizans'dan koparmak istemelerine rağmen cephenin gerisini Bizans tehdidi altında gördüğünden çekilmeye mecbur kalırken, Arablarsa gemilerinin güçlü bir donanma teşkil etmemiş olmasından dolayı boğaz-lan alamamışlardı. Beri tarafta Avrupa'nın kuzey denizinde de Normaniar ve Aragonlar denizde ve denizciîikde kuvvetli olduklarından, avrupa kıtasının kuzey kıyıları onlardan sorulmaktaydı. Deniz dünyasının kolay anlaşılamamasının bir çok nedenlerle beraber, iki önemli nedeni öne çıkar. Evvelâ denizle alakalı vakalar, insanoğlunun yaradılış karakterine uymuyordu. Kara hareketinde insanın, düşmanı basmak, yakıp yıkmak, tahrip etmek hâttâ yok etmek macera gibi geliyor insana zevk veriyordu. İnsanlar, gidip gelip aynı limana geri dönen donanmaların harekâtını incelemekten pek hoşlanmadığı gibi savaşlarda kat'i neticenin kara'da alındığını gözönü-ne aldıklarını biliyoruz. Merhum amiralin ifadelerinden yukarıdan beri özetlemeye gayret ettiğimiz bu ifadelerin, aynen alıntı yapmamız gereken bir bölümünü aşağıya alıyoruz: "Bizim târih otoritelerimiz Osmanlı devletinin imparatorluk biçimine girmesini hep ve yalnız kara olaylarına bağladıkları için hep Bizansdan söz edip durmuşlardır. Halbuki karada Bizans ne kadar önemliyse, denizler de başta Venedik ve Ceneviz olmak üzere, İtalya'nın denizci cumhuriyetleri daha az önemli değildi. Çünkü; Osmanlı devleti bütünlüğünü Anadolu'yu bir araya getirmekle yetinmiş boğazlar üzerinden
Mora'ya atlamıştı. Bu atlayış, başta kara değil deniz sorunlarının çârelendirilmesine bağlıydı.
Bu cumhuriyetler daha başlangıçta bir araya gelip denizyollarını kesebilselerdi, kuşkusuz Osmanlı'ların üçkıta'nıi] Akdenize bakan parçalarında imparatorluk kurmaları olağan olmayacaktı. Nitekim; Amiral Guiseppe Fioravanzo: <Karada imparatorluk kurmak isteyen diktatörler, sadece kara kuvvetlerine dayanırlarsa ilkönce ellerindekihin bile yok olduğunu görüp sonra hayata gözlerini kapamışlardır Deniz kuvvetine dayanan imparatorluklarsa çok uzun ömürlü olmuştur^ Demiştir.
Hakikatten muhterem okurlarımız, pek meşhur olan 2. Abdülhamid'in hatıratında, Osmanlı devleti bir deniz ülkesiyle ittifak yapmalıdır. Denizlere hâkim olan dünya'ya hâkimdir beyanını, merhum Amiralin satırlarını te'yid ettiğini görüyor ve anlıyoruz.
Efendim; İtalyan denizci cumhuriyetleri ibaresi üzerinde bir miktar durmak istiyorum. Bu günkü İtalya'nın 14. asırdaki durumu, kullanılan cumhuriyetler terimine pek uygun o!-duğunuda aşağıda alıntılayacağımız paragrafdan pek iyi öğreneceğiz: "..İtalyan denizel cumhuriyetleri, ilkönce kendi aralarında rekabete başlamışlar binbirlerine karşı yaptıkları mücadelelerlede zayıf olanları etkisiz hâle getirmişlerdi. Bu denizci cumhuriyetleri Cenova, Floransa, Venedik, Amal fi, Toscana, Ancona ve Napoli krallığı, Sicilya ve Sardunya krallıklarıydı. Cenova, Venedik vePiza cumhuriyetleri, ötekileri tesirsiz hâle soktuktan sonra." İtalya'nın bir çizmeye benzerliği haritada ayan beyan bellidir. Böyle bir arazinin denizle çevrili olması ahalinin denizin nimetlerinden istifadeye çalışması tabiidir.
Yukarıda sayılan cumhuriyet ve krallıklara dâir isimler bugünkü İtalya'nın birer şehridir. Anadolu üzerindeki beylikleri. nasıl makul karşılamışsak, sonradan da birliği temin mesaisine girişmişsek, bu İtalya cumhuriyetleri meselesi de aynı gelişme içindedir. Devlet-i Âliye Anadolu birliğini teminde, en evvel ve en kısa zamanda becerendir. Amiral merhum Afif Büyüktuğrul eserinin 1. c. sh. 7'de demekteki: "üzüntü ile ifade etmek gerekir ki, Deniz kuvvetlerimizde çok eskiden beri, târihin kürekli ve yelkenli gemilerin tiplerini, tip adlarını ve mimarilerini tespite pek iltifat edilmemiştir
Yabancılar kendi teknelerini cilt cilt kitaplarla vede pek artistik baskılı olarak yayımladıkları halde, bizlerde böyle merak uyandıramamıştu: Gerçi çeşitli deniz yazarlarımızın kürek ue yelken dönemine ilişkin yapıtları yok değildir, fakat kaynak eksikliğinden bunlar da biribirleriyle çelişki halindedir." İfadesinden sonra sayfanın dibine koyduğu bir dip notla, kürek ve yelkenli gemilerle alakalı kitapları, deniz müzemize bağışlayan, Bayan Engin Özdeniz'i takdir ve şükranla andıktan sonra yine yelken ve kürek dönemine dâir, yazarlarımızın eserlerinin çok gizlidir kaydıyla kasaya kaldırılmış olmasına itirazım koymuştur.
Kara ulaşım vasıtalarının kâfi miktarda olmaması, Karadeniz'e akan, seyri sefaine yâni su yolu nakliyesine elverişli nehirleri, ekonomik alanda büyük bir değer saymak gerekir ve bu nehirler arasında Tuna, Dinyester, Dinyeper ve Don nehirlerini mühim saymak icap eder. Hemen ilâve edelim ki Hazer denizine de, Volga nehri akmaktadır. Bu su yollarından akan ticaret gelirleri tabiatıyla ekonomik bakımdan bu su yollan üzerinde mücadele ele geçirmek hususunda sürüp gitmiştir ve gitmeye de devam edecektir. Karadeniz boğazı, yâni İstanbul boğazı Karadeniz kapısı olarak ticaret yolunun herkes tarafından ele geçirilmesi hülyasıyla yanıp tutuşulan stratejik hedefti. Hedef olan yerlerin arasında Çanakkale boğazının yer aldığımda hemen hatırlatalım.
Merhum Amiral Afif Büyüktuğrul bakın ne diyor: "Anadolu vede Balkan yanmadalanyla Ege denizinin kurduğu bu verimli bölgenin doğa yapısıyla, tek bir devletin elinde bulunması gerektiriyordu. Bölgeye tek bir devlet sahip olursa o devlet mutlu yaşamanın en büyük adayı oluyordu. Bölgede çeşitli devletler biramda yaşıyorlarsa, birbirleriyle anlaşamadıkları takdirde kolaylıkla sürükleniverlyoiiardı. Özellikle Anadoluda hiçbir devlet deniz sorunlarını anlayıp bundan yararlanamamışsa, uygarlık kalıntılarını bırakıp târihten yok oluvermişti." beyanıyla imparatorluğu yakalamanın denizlerin kontrolünü elde tutmanın gerektiğini vukufla ortava koyuyor.
Ancak bu hedefi anlamak ne derece kolaysa, idareyi kon-rola almak o kadar güçtür, hükmü verirsek söylediğimiz yanlış olmaz. Nitekim; Akdeniz'i Türk Gölü hâline getirişimizi Barbaros'u ve 1520 yılı sonralarını beklememiz gerekmiştir Osmanlı devleti olarak. Şunun zorluğunuda ispat eden bir başka örnek olarak, Osmanlı'dan evvel bölgeye tam sahip olanın Bizans imparatorluğu olduğunu gösterebiliriz. Bizans'ı târihten kazıyan Osmanlı, denizlerde ki şeriksiz hâkimiyetini ancak altmış seneyi aşan bir zaman diliminde yâni 1453 sonrası ve 1538'deki, Preveze zaferi ile tamamlamaya muvaffak olmuştur.
Osmanlı donanması da, ticaret gemileride Kıbrıs, Rodos ve 12 Adalarla diğer stratejik deniz limanlarında üslenen korsanlarla hayli zaman mücadele etmiştir. Bunlar Rodos şövalyeleri, Sent Templier gibi isimler ile organize olmuş ve batı âleminin Osmanlı üzerine uzanan, adetâ ileri karakolu gibi görülmüştür. Yâni dememiz o ki; Papalık başta olmak üzere bütün avrupa devletleri korsanlar ile zaman zaman müttefik hareket etmeyi gerçekleştirmişlerdir. Hemende ilâve edelim ki, Sultan Fâtih İstanbul'u zapt için hazırlığında Rodos şövalyelerinin dostluğu istemelerine Venedik tehlikesini aşmak için 21/aralık/145 l'de olumlu cevap vermiştir. 20/ara-lık/1522 yılında Kanuni Rodos adasını fethedince Rodos Şövalyeleri, Malta'ya geçtiler ve Malta şövalyeleri adını aldılar. Malta şövalyelerini 1789'da Fransızlar Malta adasını işgalle sonlandırmışlardır. Anadolu Beylikleri hakkında malumat verdiğimiz bölümde, Selçuk üçbey'lerinin görevleri olan batı istikametindeki savunma ve fetih vazifelerini deniz üzerinde de göstermişler ve Beyliklerin deniz hareketleri hakkında bilgiler vermiş olduğumuzdan Orhan Gâzi'nin, Aslan Karamürsel Bey'i, 1326 yılında Karasi'den getirtip, Karamürsel dediğimiz yerde, 24 gemisiyle birlikte üslendirmesine gelelim ve donanmayı hümayunun macerasına burdan bakmaya girişelim. Sultan Orhan askeri kuvvetlerini, Rumeli tarafına ulaştırmak için 1345 yılında Anadolu'dan Ceneviz gemileriyle geçmiş vede Edirne'yi almıştı. Farkına vardığı hususun başında şu gelmekte idi. Donanmaya sahip olmamak tâbir-i diğerle, güçlü bir donanmaya mâlik olamamak. Eğer güçlü donanması olsaydı, İstanbul'a sancağı Osmanî'yi dikmek ona nasip olabilirdi. Amma bu seferin şu faydayı da getirdiği bir vakadır. Çanakkale Boğazı savunmasını Gelibolu'da kurmak ve tehlikeli bir korsan yatağı olan İmroz, şimdiki Gökçeada üzerine 1347'de çıkarma teşebbüsünde bulunduğunun akabinde 1352 senesinde Marmara denizindeki bütün adaları feth etmekle Osmanlı'nın çıkışı, deniz takviyesi ile birlikte hız kazanmıştı. Orhan Gazi bu arada donanma personeli yetiştirmek niyetiyle, üsler kurmayı kuvveden fiile çıkardı. Bunun en büyük görüntüsünü Karamürsel'de ilk tersaneyi kurması, teşkil etmiştir. Yassıada'yı ele geçirirken Bizans filosunu yenen Osmanlı filosu istikbalinin parlak olduğu işaretini veriyordu ve Orhan Gazi döneminin, denizcilik üzerinde kısa vadeli yatırımını ilk filoyu Karesi Beyliğinden alması, orta vadeliyi kisavadeliyi Karamürsel civarında tersaneyi inşaasını devreye sokması ve gemi yapımına müsaid ağaçların bulunduğu havaliyi elegeçirme plânlarına öncelik vermesi olarak değerlendirirken de uzun vadeli de ise, Çanakkale Boğazının öneminin idrâki içinde Gelibolu'yu donanmanın hazırlanacağı savunma ve saldırının üssü'l harekesi yapmayı, fiiliyata dökmesi olarak vasıflandırırken kırsal alan insanı olan tebaasının (müslim, gayri müslim), denizcilik branşında yetişmesini sağlayana kadar, yabancı eleman istihdamına ve bunların yanına gönüllü olarak kendi İnsanlarımızı koymuş olması, takdire şayan ve bir mareşal plânı sayılması iktiza eder. Sayın İiber Ortaylı'nın, bir konuşmasında Osmanlı padişahlarının ekseriyeti en büyük mareşallerdir demesi, bizim denizle ilgili plânın da Orhan Gazi'yi mareşallikle vasfetmemize cesaret vermiştir. Sultan 1. Murad'ın Deniz Hareketleri 1360 yılında tahta geçen Orhan Gâzi'nin oğlu Murad-ı evvelin deniz ciliğimizie alakalı pederinin, orta ve uzun vadeli hedeflerinin hayat bulmasına yardımcı olduğu asla inkâr edilemez. Çalışmamızda; bir kaynak olarak değerlendirmeye ve istifadeye çalıştığımız merhum Afif Paşa; mezkûr eserinde , pozitivist bir yaklaşımla meselelere bakan neslin bir mensubu olarak, Bizans imparatorluk ailesinin sistemini, aynen kullandığını üeri sürmüştür ve de kendinden sonrakilerede tehlikeli bir usûl olarak miras olarak bırakmıştı der. Peşinden de İngiliz Amiral Sir Henry Felik Woods'un "Türkiye Anılan" adlı ve çevirisini Amiral Fahri Çoker'in yaptığı veya yaptırttığı hatıratından da şu cümleyi alıntılayarak, pozitivist anlayışın şaşkınlığını maalesef şöyie güçlendirmeye kalkışmış: Wodds de-mekteymiş ki: "İslâmlık; yüzyıllar boyu ilme hizmet eden ve bir çok yeni buluşları gerçekleştiren ve İnsanlığa yarar sağ-iayan, müstesna bir vasıta olmuştur. Ancak kuralları, geri kalmış bir saate benzemiştir. Durmak üzere olan bu saati ayarlamak zamanıda geçmiştir.." Şimdi bu ifade ile, Sultan Murad'in tercih ettiğini ifade ettikleri, Bizans imparatorluk ailesi tarzı hayatın takipçilerine kötü örnek oldu demenin. Eğer kast edilen Bizans kraliyetinden hanım almış olması ise selefleri de aynı evlilik tarzıyla meşbudurlar ve bu hataysa Osman Gâzi'ye bu hatayı izafe etmek gerekir. Ancak ortada Bizans'a riayet eden bir usûl nerede, kaynaklarda ketum âiie sistemini dinimizin emri olarak benimsemeyi ilke edinmiş bir sülâleye böyle aslı faslı olmayan usûller kullandılar ithamı, bu kıymetli eserin satırları arasında yeri olmaması ger.eken ifadelerdi. Bizim bu hususu belirtmemiz, târih çalışmalarının çok tenkitçisi olur. Bunun çoğu da tenakuzların yakalanmasına vabestedir. Biz; merhum amiralimizin, denizcilik branşına ait değerli bilgi ve irşatlarına baş vururken ehliyetine önem verdik. Merhum da branşında bize göre ehil bir zattı zâten hemen bu mevzuun devamın da poligami yâni müslü-manların taaddüt-ü zevcat birden fazla izdivaç hususunu gündeme getirerek, "..padişahların çeşitli milletlere mensup prenseslerle evlenince bu prensesler, senin oğlun hükümdar olacak, benim oğlum hükümdar olacak diye, saray içinde ve dışında hizipçiliğe başlamışlar ve şehzadeleri birbirine düşürmüşlerdi. Saray entrikaları da bunlardan doğmuştu." demek suretiyle dinin bu husus da olan müsaadesine karşı çıkmayı öneriyor. Merhum haksız sayılmaz onların nesli, subaylarımızın ecnebi bayanlarla izdivacın yasak olduğu dönemi yaşamıştır. Nice büyük sevdalar, bir zabiti aşık olduğu matmazel ile mesleği arasında tercihe zorlayan kanun ile yaşadılar. Niceleri; aşklarını yüreklerinde soğutup subay olarak hayatlarını devam ettirdiler ki niceleri de aşklarının Kerem'i olup meslekleriyle olan bağları çözdüler. Bilhassa Osmanlı döneminden beri; denizcilerin giyim kuşam, denizin verdiği zindelik ve Cumhuriyet dönemi denizciliğinin cazip kıyafeti sadece bizim genç kızlarımızın kalblerini lerzân (titretmeyip) etmeyip, ecnebi Umanlara giden yiğit leventlerimizin ve patronalarının âşıkı olan ecnebi milletin matmazel ve madamlarının hayranlığını ve kalplerinin bu gösterişli fizik, munisçe şarklı bakış nice aşk âteşini fırlatan ok gibi olmuştur. İşte ecnebiler ile izdivacı yasaklayan anlayışı tenkid etmeyi göze alamayanlar, padişah efendilerimizin ve dinin müsaadeside bir kapı aralamak, bir pencere açmak metodunu kendime düstûr ettiğimden, aynı anlayışın okurlarıma sirayetini arzu ettiğimden detayları nakilin önemine ayrıca işaret etmek İsterim. Dünya denizlerinin, hele günümüzde çeşitli antlaşmalar vede teşkil olunmuş çeşitli kurumlar kanalıyla beynelmilelliyet anlayışı içinde her milletin gemisinin şerbetçe ve hürriyet ile geşt-ü güzar etmesinin, yâni denizlerde dolaşabilmesinin temin edilmiş şu olduğu dönemde gemici terimlerinin standardının da tâa 1. Murad zamanında uluslararası olarak kabullendiğinin isabeti, bir şöven-i lisan veya lisan-ı din hâlinde alınmayıp da meslek lisanı alınmasındaki hazmı da belirt mek gerekir. Dünya denizcilerinin pirî olarak tabii ki Hz. Nuh (a.s) olduğu ileri sürülmesi pek doğru olmakla beraber, İtalyan, Ceneviz ve Venedik gemiciliğinin yaygınlığı da su götürmez bir hakikattir. Dolaysiyla bunların bugün bile kullanılan kürek dönemi terimlerini dile getiren; oturak, yarım oturak, al beraber, direk, Çanaklıkla diğer ifadeler, yine gemi parçalarına ve yelkenlerine verilen adlar, bunun yanında komutlar olan, orsa, alabanda, vardavele vealesta orsa alabanda gibi nice terimlerin kabullenilmesini idrak etmek gerekir, ]. Murad; Gelibolu üssünün ve tersanesinin ikmâlini hızlandırmakta acele ederken, 1366'da Türk donanmasının ilk plânlı ikmâl üssünü tamamlamaya muvaffak olmuştu. Bozcaada'nın Venedikliler tarafından, boğaza karşı bir üs olarak kullanılması, Osmanlıların muhalefetine maruz kalmayınca durumu Cenevizli'ler düşünmeye başladılar ve sonunda denizci olan bu iki cumhuriyetin birbirleriyle savaştığı görüldü. Demekki
Osmanlı padişahı güttüğü politikayla, aynı dinden olan bu iki cumhuriyeti savaş karan aldıracak hâle getirmeye muvaffak olmuştu. Sultan 1. Murad; 1371 ile 1374 yılları arasında, Kavala, Edirne ve Dramayı almak suretiyle Bizans'ı çenbere almış oluyordu. Bizans'ın yardım görebileceği tek yol olarak Ege denizi tarikiydi.
Deniz yolu açık oldukça; bizim için en tehlikeli husus, Bi-zan'sin, Venedik ve Cenevizlilerle uyuşması, bir savunma gurubu teşkil etmesi, bir çok tehlikeye açık olmamıza- sebebiyet verebilirdi. Bozcaada'ya ses çıkarmayan, padişah bu ileriyi gören siyasetiyle, Rumeli'nde köklerin derinlere dalmasına yol açanzaman dilimini temine yol açmış oldu. İsla -mî gönül fetihlerini Rumeli yakasında nice sevda ve aşk öyküleriyle islâmlaşan gayri müslim ailelere her geçen zamanda yenileri katılıyordu. Gönülün, zorbalığa, bâtıla üstün gelişi yaşanıyordu..
Bozcaada'nın; Venediklilerde olması veya Cenevizlilerde olması Osmanlı politikası açısından pek fazla önem taşımamakla beraber Venedik'te olması, Cenevizliler de olmasından daha zararlıydı. Nitekim; 1376'da Ceneviz donanması Bozcaada önüne geldi. Karaya çıktılar. Buradaki sürgün olan Bi-zans'lı Andronik'i kurtardılar. İstanbul'a taşıdılar ve imparator ilân ettiler. Bozcaada, bu sefer üzerinde sürgün yaşayacak olan Yuannis oğlu Manuel'in imparatorluğunu yâd edeceği günlerini geçirmek üzere misafir ediyordu. Cenevizlilerin, Bozcaada dolaysıyla Venediklilere yaptığı bu baskında kafi olarak var olan fakat pek ortada görülmeyen Osmanlı muaveneti, adayı üs olarak kullanacak olan Cenevizlileri 1. Murad'a minettar kalmalarını sağlamıştı.
Târih 1379'a geldiğinde ise; Venedik de bu sefer Bozcaada üstüne yüklendi ve sürgün Yuannis'i İstanbul'a getirip tekra-ren tahtına oturttu. Fakat; Andronik'e sürgün yeri olarak bu seferada değil, Serez lâyık görülmüştü. Sultan 1. Murad için Bozcaadanın el değiştirmesi Önemli değildi çünkü birbirlerine hasımlığı süren iki kuvvet vardı, üstelik işler yeniden başlamıştı ki buda bir karışıklıktı. Hasım tarafın karışıklık yaşaması diğer taraf için daima nisbeten rahat nefes alma şansı meydana getirir. Ne vardı ki burada, babalar, yâni Andronik ile Savcı Bey'in babaları kendilerine karşı ittifak eden oğullarının, isyanına muhatap oldular. Târih de "Serez Olayı" diye anılan bu isyanın 1. Murad tarafına düşeni oğlu Savcı Bey'i katlettirmesi olduki tabii ki bundan çok mükedderdi. Ancak böyle sert davranmasının esbabı, bu müttefikane yapüan isyan sadece başkaldırmak şekli içinde geçmeyip, silah ve asker kullanılması meydana gelen çatışmalarda can kaybının bulunması hükm-ü İslama tamamen uygun olarak tatbikiydi.
Andronik'in ise gözlerine mil çekilerek ama edilmesi oldu. Bizans bu olaydan sonra ancak yetmiş yıl daha hayat sürebildi oldukça cansız olarak. Şehzadeyi öldüren iradeyi Osmanlı devletine beşyüzkırkiki yıl daha yaşama şansı verdiğini görüyoruz. Üzüntüyü soracak olursanız, şâir ne demiş: "Söyleyin anam'a, anam ağlasın/babamın oğlu var beni neylesin" Böyle bir dizeyi gazellerimizde ve uzun havalarımıza hediye eden şâir yalan mı söylüyor?!! Anlayış meselesi ve katlanabilme gücü, standprd olmaz. Öyle değilmi efendim?
Kosova savaşından sonra Osmanlı tahtına oturan Yıldırım Bayezid deniz hareketleri hususunda iki meseleyle karşı karşıya idi. İlki Anadolu topraları rumeli toprakları ve bunları ikiye ayıran denize hakim olmak hususuydu. Bu padişahın dönemi de donanma bakımından yeterli seviyeye ulaşmadan geçmiş bulunmaktadır. Öteyandan Cenevizin Beyoğlu kolonisi, Midilli beyi Françesko Gatilisyo, Kıbrıs Kralı ve Sakız adası beyi Osmanlı devletine karşı birleşmişlerdi. Belgırano adlı tarihçi bu birliğe Etkisiz İttifak adını vermişti. Çünkü avrupa devletleri de; bunları desteklememişti. Yıldırım Bayezid'in ikinci sorunu da babasının döneminde olduğu gibi Venedik ve Ceneviz Cumhuriyetlerinin ittifakını önlemesiydi.
Bunda da Yıldırım'ın komutanlarından Saruca Bey'in idaresinde Ege denizinde Venedik Kolonilerine yaptığı akınlar bu ülkenin Osmanlı ile barışı muhafaza etmesine yarıyordu. Saruca Bey'in vurduğu yerler olan Eğriboz, Sakız ve Mo-ra'daki ticaret merkezleri bu cumhuriyetin can damarıydı. Yine meselenin başka bir yönü de Bayezid, Anadolu Beyliklerinin ilhak hareketini yürütmeye başlayacağından, Venedik ile hâttâ Bizans ile kavgasını tatile sokması lâzım geldiğini biliyordu. Çünkü beyliklerin başlarına gelecek Osmanlı istilasına karşı, Bizansın kendilerine arka çıkacağına ümit taşıyorlardı.
Venedik'se; Osmanlı istikbalinin parlak olacağının işaretini tecrübesiyle idrâk etmiş, Bayezid'e sokulmaya pek arzuluydu. Yıldırım; beylikleri tek tek ilhak ederken sıra Kastamonu'ya gelmiş o tarafa yöneldiğinde sıkıntısı, kendisinin eş kuvvetine mâlik Sivas hükümdarı Kadı Burhanettin idi. Buna bağlı olarak Kastamonu hareketini bahara erteledi. İsabet etmiş ki o sene Kadı Burhanettin kuvvetleri, Yıldırım'ın öncülerini mağlubiyete duçar ettiler.
Aynı zamanda Macar kralı, Yıldırım'ın Anadolu tarafındaki koşuşturmasından istifadeyle Niğbolu'yu muhasara, Eğriboz, Nakşe, Sakız, Midilli Dukalıkları ise, Macar kralına yardım niyetiyle, Çanakkale üzerine filoları ile taciz hücumları yaparak, Yıldırım Bayezid'in Rumeliye geçmesini geciktirmek, Niğbolu'nun düşmesini temine çalışıyorlardı. Bayezid; bu engellemelere karşı Sar ca Bey'i Boğaz önündeki filoları dağıtmasını emretti, kendi de Niğbolu'ya erişti. Niğbolu gailesini halleden padişah'ın Adriyatik denizindeki Draç limanına akışı, avrupanın ödünü koparmıştı.
Avrupa; İspanya üzerinden Arapların Fransa'ya yaklaşmasının yanında, bunlarla dindaş olan Osmanlı'nın doğu Avrupa ve Adriyatik üzerinden pür velvele bir kâbus gibi yayılmasını ve kıskaca düşmekten, nasıl sıyıracaklarını bilemedikleri gözlendi. Saruca Bey'in Yaptıkları Ege'de bulunan ada'ların beslenme işini genellikle Anadolu'ya dönük hat ile yaptığı bilinen bir gerçektir. Bu gerçek adaları teşkil eden bilhassa Kıbrıs, Rodos, Oniki ada, Sakız Sisam, Limni adaları ile Anadolu limanları arasında, yiyecek maddeleri trafiği bulunduğundan Ada idarecileriyle, yâni Düka'lıkları ile Osmanlı kıyı beylikleri arasında bir ilişki meydana geldiği gibi ticaretin dostluğun devamındaki tesiri burda daha net görülmekteydi.
Osmanlı'lar; Aydın ve Saruhan beyliklerini hududlarına kattığı yıl, avrupa pek büyük bir kıtlıkla karşı karşıya kalmış, ada'lar ise devlet-i âliyeye daha da fazla muhtaciyete düşmüştü. Ne eksikliktir ki, Osmanlı donanması güçlü, büyük bir donanma olsaydı, ada'ların tamamını ele geçirmek çok kolaydı. Donanma olmadığından bu fırsat kaçırıldı. Bayezid ise, ada'ları zorlamak için buralara gıda şevkini yasakladı. Fakat yasağın ters teptiğini çok görmeden gördü. Çünkü, ölmüş eşek, kurt'tan korkmaz misali, Nakşe, Eğriboz, Sakız ve Midilli adalarında yaşayan Venedik beyleri birleşerek, Anadolu sahillerine baskınlara giriştiler ve hayli yeri vurup, yağmaladılar.
Saruca Bey'de, altmış gemilik fiiosuyla mukabele ederek, onları mağlup ettikten sonrada Oniki ada, Eğriboz, Antalya kıyılarını vurduktan Sakız Adasını tahrip ederek, Çanakkale'ye avdet etti. Amiral Büyüktuğrul merhum, eserine aldığı bir dip notta İtalyan amiral Giuseppe Fioravanzo'nun; <Os-manlılar denizlere sahip çıkmak için mücadelesini yapmadıkları için imparatorluklarını kay bettiler. > dediğini kaydeder. Bayezid'in İstanbul muhasarasının aslında temel başarısı, avrupa yardımının gelmesi mümkün tek yol Ege denizi tariki olup buradan gelecek yardımın, Çanakkale Önlerinde durdurulması ile Bizans'ın düşmesi kader birliğiydi.
Saruca Bey bu müdafaayı ne kadar yapabilirdi ve ne kadar sürdürebilirdi? Bu soru padişahı hayli düşündürmekteydi. Bu sırada, 1394 yılında Timurlenk faktörü Osmaniı-Bi-zans denklemine dâhil olmuş, iki bilinmeyenli denklem, çok bilinmeyenli hâle dönüşmüştü. Bu İşte karan en kolay olan Bizans idi. Çünkü ona düşen Timurlenk'in Bayezid'le kapışacağı ana kadar, Osmanlı muhasarasına dayanmayı başar-masıydı.
Bizim mektep târihlerinde Niğbolu savaşı bir kaie, bir sa-. vunma, Doğan Bey ve Yıldırım Bayezid'in konuşması olarak nakledilir ve zafer elde edildi denerek geçiştirilir. Halbuki bu haçlı seferi ve ittifakından başka bir şey değildir. Venedik senatosu, 1394 yılmda amiral Mocenigo'ya Venedik'in 3, Gi-rit'in 3, Eğriboz'un 1, Nakşe'nin 1 gali vermesiyle toplamı sekizi bulan Gali ile Osmanlı üzerinde, baskı kurmağa kalktıklarında Macaristan kralının senatoya gönderdiği bir büyükelçi işin rengini değiştirmişti.
Macar kralı, 1396 yılında ilkbaharda Osmanlı üzerine Tuna nehri üzerinde Dolnari mevkiinden, Osmanlı sınırını yarmak suretiyle İstanbul'un üstüne inmeyi gerçekleştireceğini ileri sürdü. Sekiz gali'den tasarlanan Venediğin organize ettiği filoya beş ilave yapılarak 13 galiye çıkarılmasını istedi. Venedik senatosu Macar kralının plânını uygulanabilir addettiğinden, Mocenigoya elindeki dokuz gali ile Bizans'ın yardımına gitmesi emrini verdiler. 1396 yılı Nisan ayı başında Fransız kuvvetleri Paris'den yola çıkmış, Burgonya Dük'ü Filip'in oğlu Jan, bin tane şövalye, yedibin ücretli askerin başında yer alıyordu. Mareşal Boche ve Amiral Jan do Vien'in-de şövalyeler arasında olduğu görülmekteydi.
Alman, Leh, Çek'lerinde Fransızlara iştirak ettiği görüldü. Üstelik aralarına Eflâk Voyvodasını, Bizans kralı Manuel'i alacaklardı, Venedik filosunun yerini ise Haçlı donanması alacaktı. Organizasyonun büyüklüğünü biraz düşünauğü-müzde, hemen şunu anlamahyızki, gayrimüslim ile müsiim-ler kavgası, hak ile bâtıl kavgasıdır. Ancak tüccar cumhuriyet olan Venedik ticaretin akıbetini, savaşın ve Osmanlının mağlub edilmesinden mühim saydığından, ticarî çıkarını Cenevizlilere kaptırmamak için gizlice Bayezid'e yolladığı Misel Contarini ve Nicomo Vallerse adlı iki elçiyle barış imkânlarını aradı..
Venedik denizcileri haçlı kuvvetleri içinde yer almalarına rağmen istekle iş görmediklerinden değil İstanbul'u kurtarmak, haçlılar Tuna'da bile tutunamadilar. Saruca Bey; üstüne gelen kırkdört gemiden müteşekkil, haçlı filosunun karşısında her bir damla su için^savunma yapmış Marmara denizi içine çektiği bu filoyu, onbeş günden fazla oyalamış önlerinden çekilip, İzmit körfezine çekildiğinde haçlıları Karadeniz üzerine gitmekte görüyoruz. Haçlı kara kuvvetleri bu müddet içinde Tuna ağzına gelipde kendilerini alacak gemileri gözlediler. Bu donanma sadece Bizans'a, cephane ve silah yardımı getirmeye muvaffak olmuştu.
Niğbolu'ya gitmesi hayli geciktiğinden bu savaşı Yıldırım Bayezid kazanmış olmakla beraber, Tuna üzerinde güçlü bir donanma ile düşmanın ricat yolunu kesmesi gerekirdi ki bu olmadığındanda, düşman imha muharebesinin fecaatinden, verdiği büyük zayiatla kurtuldu. Osmanlı denizciliğinin muhtasar fakat çok ehil ve çağdaş bir yazarımız merhum Amiral Afif Büyüktuğrul'un çalışmasından istifade ederek takdim ettik. Bu bölümden sonra 2. Bayezid kısmının sonunda, denizciliğimizin Fetret dönemi sonrasındaki durumu serlevhası altında incelemeye devam edeceğiz.
Fatih Sultan Muhamed'in Dedesi hakkında Bay İsmail Hamiye karşılık
Türklük mecmuasının 4.cü sayısında Osman Gazinin nesebi hakkında bir yazı vardı. İsmal Hami Danişmend, makalede Akşehir kasabasında bulunan bir Çeşme kitabesini ele alarak diyor ki:
Fatih zemanında kendi adına kazılan bu kitabenin delâletine göre Müşarünileyhin dedesi Çelebi Sultan Mehmed değil Düzmece Mustafadır.
Heman ilave edeyimki muharir bizzat Akşehire kadar giderek bu kitabeyi yerinde tedkik etmemiş ve hattâ bunun ilmî bir zaruret olduğunu duymamıştır bile.
Hiç olmazsa Fotoğrafisini getirerek onu incelemesi gerekirken bunu dahi düşünememişdir. İsmail Haminin dayandığı yegâne vesika Müsteşrik Cl. Huart in "Konya-Sema'zen Dervişlerin Şehri" kitabında sahife 117'de bulunan işbu çeşme kitabesinin Fransızca tercemesidir. Halbuki Huart'in Küçük Asya arabca kitabeleri adında başka bir eseri daha vardirki bu kitabe orada arabca metin ve Fransızca tercemesiyle birlikde rnevcuddur. Lâkin !.H. onu da maalesef hiç işitmemiş olacakki en ufak iymada bile bulunmıyor.
Tek sözle, masa başında hazırlanmış yarım bir yazı, fakat kocaman ve fevkalade bir iddia. Makale bu işlerle ilgili olanlarda hayret bende dahi esef uyandırdı, Akşehire arkadaşım Dr. Azize yazarak fotoğrafileri getirttim, tedkik ettim, muhari-rin iddiası hilafına olarak Musa adı ile Murad adı arasında oğui anlamına gelen tek bir söz yok, fakat buna mukabil Mustafa adından evvel Bisa'yi kelimesi kazılmış. Bu mühim vesikayı bir makale halinde Cumhuriyet gazetesinin 22/7/1939 günlü sayısında neşrettim.
Bu alanda kendini biricik atlı sanan muharrir, dehşetli inkisarı hayale uğramış, üst perdeden atıb savuran bir yazı ile bana 28/7/39'da cevab verdi. Bu yazısında ilmin istifade edeceği bir söz bile yok. Ben yazımda Arabcadaki i'rab kusurlarımın affını niyaz etmiştim. «Kişi noksanını bilmek gibi irfan oîmaz!» nüktesinin gafili, bunu aleyhimde bir silâh oa-rak kullanılmış. Fakat bu makalemde, onun bu kesmez kih-cını değil, bilgi ve soğuk kanlılığın süngüsünü istimal edeceğim ve hükmü onun yazısını, bu makaleyi okuyacak münevver insanlara bırakacağım.
Türk İlmini indifikten kurtarmak ve ona yakışan ağır başlılığı vermek lâzımdır.
Feridun Nafiz üzlük
Fâtih'in Nesebi.
Cumhuriyet gazetesi'nin 22-7-39 günlü sayısında «Fâtihin dedesi»nin Düzmece Mustafa olmadığını isbat ve ilân eden yazıma (İsmail Hami Danişmend) kendi seviyesinden konuşan dil ile güya cevap verdi. İlmî ve afakî hava içerisinde ne-zahet, nezaket cümleleri kullanarak yazdığım makale (Ne-sebname) muharririnde büyük reaksiyon hasıl eylemiş. Yazımın istinat ettiği Thema, (İsmail Hami) imzalı muharririn Türklük mecmuasındaki şu cümlesi idi: (..Bununla beraber tarih metodu itibarile muasır kitabelerin birinci derecede ehemmiyeti haiz vesikalardan olduğu düşünülecek olursa, bütün müverrihlerin ifadelerini bir tarafa bırakarak bu kitabeyi esas ittihaz etmek lazım gelir.
Her halde şurası muhakkaktır ki Osmangazinin nesebi şöyle dursun hatta onunla (Fâtih) arasındaki nesiler hususunda bile tereddüdü mücib olacak noktalar vardır ve şimdi bahsettiğim mesele de işte bu noktalardan biridir.)
Muharirin şu kat'î ifadelerinde şart tasavvuru cidden gülüne tevil, çürük bir mantık olur.
Böyle nazik, ayni zamanda çok mesuliyetli hükmü katı surette kestirib atmak için dayanılan vesikanın her türlü şüphe ve ithamdan uzak bulunması gerektir. O, bunları asla göz önünde tutmadan Frenk seyyahının acele okuduğu kitabeyi işhada ve yalnız bununla da kalmıyarak hatta onun hakkında hala tereddüd ve inkârda İsrar ederse -meselede- başka amillerin tesiri hatıra gelir.
Fransalı müsteşrik CI. Huart'İn küçük Asya kitabeleri pek çok yanlışlarla dolu olduğu esasen kitabelerle uğraşanların malûmudur. Hal bu merkezde iken onu en büyük epigraf görmek onun okuduğunu nassı katı' şeklinde kabul eylemek İdee d'inferieuritee den başka birşey değildir.
(I. H.) bu frengin o derecede esiri fikridir ki Akşehir kita-besindeki 2 kelimeyi onun kıraat tarzında okunmadığını görerek küplere binmiş. Düzmeceyi Fatihe dede yapmak fırsatını kaçıran muharrir, ruhî asabı kjn ve gayzinı başkalarına tecavüzle teskine yeltenmiş.Hazine mi, Hanemi? bunu nasıl okumak gerekdir.
Bu kelime-müddeamizın esas noktasını ve yegâne mevzuunu teşkil etmediği halde Nesebname muharriri bu sözler üstüne gürültü kopararak kariin zihnini oraya imale ve münakaşa noktasını ihmal eylemek istemiş. Yazdığı yarım sütunda ilmî hiçbir hakikat yok.
Cumhuriyetin 22-7-39 günüde çıkan yazımı hazırlamış ve Akşehir kitabesini «Hazihil Hazineti» şeklinde okumuş ve öyle yazmışdım. Yurdun aydın insanları önüne çıkacak arabca kitabelerin -iyi arabca bilen bir zat tarafından bir defa görülmesini- makalemi kendisine yolladığım -Prof. Dr. A. Süheyl'den rica"etmişdim. Arkadaşım, bana gönderdiği mektubunda aynen şunları söylüyor: «Düne kadar Şerefeddin efendinin tercümesi sürdü, makalenizde ona göre bir iki noktaya dokunuldu, Cüddüdeye T ilâve edildi, Hazine Elhane oldu; o kadar.»
Profesör Şerefeddin, Muhammed bin Murat sözünü Mehmet oğlu Murat gibi bir kalem sehvi ile tercüme etmiş, mute-riz onu da bizim cehaletimize hüküm -kiyaset ve ferasetinde-bulunmuş.
Arabcada iktidarı müsellem olan Prof. Şerefeddin, bu mü-nakaşlarda kendi elile ve ilmile vukua gelen hale seyirci kalamaz, çünkü ilmin şiarını o zat ,Üniversite Ordinarius profesörü haysiyetile- daha âlâ bilir.
Netekim sayın Profesör bize şu kıymetli mütaleayj göndermiştir:
"ve lev la şezeha mahtideyet elhaniha velevlâ seraha ma tasviriha el vehmi"
İbn-i fard-hamriye
Bu beyitteki Han, şarih/Hasen el-Birunî tarafından Beytül-hamr diye izah ediliyor. Kamus sarihi Tacül-arus da bu «han» kelimesi hakkında şu sözler vardır:
"el hanet mevdî beya ehamr. Kal Ebu Hanife: İzniha farsi-ya ven eslihahâne ve Ebu Zeyd Buseyd el han câlis han"
Demek ki ebu Hanifenin zannına göre bu; Farsçadaki Hane imiş. Ve benim ta'yinime göre bu «Ev» dir.
Hariri makame-i Vasıtıyesinde: ve Ebu Zeyd Buseyd el-Han calis
Buradaki Han Findik diye şerhediliyor ki Findik bizim Han, Ev, menzil dediğimizdir.
Yine bu makamede: velem yecalehu mimmen hane fi han geçer ki bu da dediğimizdir ki şehirlerde gurebanın nazil oldukları mahal olmak üzere şerhedilmektedir.
Ord. Prof. Ş. Yaltkaya»
l. Huart Hâzine kelimesini fransızcaya çevirirken «Mağasin» yahut Château d'eau diye iki suretle niçin tasrihde bulunmuş? halbuki kitabelerde ayn yani göz^göze tabiri müte-arifdi, bu kitabe bu çeşmenin mi. Yüzlerce çeşme kitabesi gösterebilirim ki onlardan da ayn söz kullanılmıştır.
Nesebname muharriri hane sözünün Farsça olub arabçada kullanılmadığını hangi bilgisi ile iddia ettiği meçhülümüz-dür. Şuraya dercedeceğimiz arabca ve türkçe lügat kitabları-nın tarifatına göre hane sözü han kelimesi gibi arabcada kullanılmaktadır.
El-Hanet Ev, beyit, mesken ve bir nesnenin vazı' olunmasına mahsus ve etrafı bir veçhile mesdud ve mahdud olan mahal. Kitabı müntehebatı lügati Osmaniye S. 263. 1238 tabı.
El-Han Meyhaneye denir. Okyanus.
El-Hanut Dükkâna denir, Hanut mânasına; yahud dükkân sahibine denir ve tüccar sakin olduğu mahalle denir ki lisanımızda dahi han tabir olunur. Sarihin beyanına göre bunlar farscadan muarebdirler. Netekim «Eve» hane derler. Okyanus.
E!-Haunt nun ile calût vezninde meyhaneye denir ve meyhaneciye denir ve hamut, müennesdir, beyit ve dükkân tevi-liyle müzekker dahi olur ve buna hane dahî lügattir. Muhtarı sıhah.
Han: Padişah ve bey ve kârbansaray ve bazirgân odalarını havi ticarete mahsus olan bina. Mükemmel lügati Osmaniye.
Bu notların delâlet ettiği manalar karşısında başka türlü tevile imkân yoktur.
Nesebname muharririnin sandığı gibi hane mücerret ev, ikametgâh manasına gelmiyor, etrafı bir şeyle çevrilmiş ve bir meta' koymağa mahsus yer anlamına istimal ediliyor, su konulan yere dahi hane denilebiliyor.
Âmmeye tahsis edilen şeylerde beyit sözü bir veçhile kullanılmadığını bildirmek isterim: Tıbhane, mühendishane, tophane, takvimhane, fetvahane, hastahane, postahane, pastahane, feshane, kimyahane ve saire. Mecid 1 den sonra hane kelimesi yerine (Dâr) sözü istimal ediliyor: Darülmualii-min, Darülfünun, Darülmesnevi, Daruttibaatulamire, Darüş-şafaka, Darülaceze, Dürelelhan, Darüttalimi musiki, Darülbe-dayi, Darüleytam vesaire.
Hane kelimesi arabca izafetle terkib yapılır: Kütüphanetül umumiye, Serkis efendinin arabca ve arabcaya mütercem kitablann bibliografik kamusunda Ramazanulmisriden bahsedilirken Mühendishanetülmısriye medresesinde müderris olduğu tasrih edilmektedir. S. 15, Mısır 1928.
Mektep çocuklariyle onların zihniyetini taşıyanlar bu ince kaidelere elbette akıl erdiremezler.
Şimdi asıl mevzua avdet edelim:
Biz makalemizde Huart'ın okuduğu (Murad bin Mustafa) sözünün tamamile yanlış olduğunu söyledik. Anadoluda bulunan ve emir, vezir, hayır sahipleri yönünden yaptırılmış müesseseler üstündeki kitabede hükümdar adından sonra sahibi hayrın ismi anılırken (alâ yedi, «bazan» El'abdülfakir) gibi tabirlerin geçmesi mutaddır. Akşehir kitabesinin fotogra-fisi mahallinden gelince orada (Bisa'yi) kelimesini bulduk. Bu sarahat karşısında artık onu (Murat bin Mustafa) şeklinde okumanın mümkün olmadığı ve düzmece nazariyesinin iflâs eylediği şüphesizdir.
İsmail Hami Danişmend, bu hakikat karşısında eski fikrinde tutunamıyarak: Huart'ın ifadesini sahife numarası ile beraber mehaz gösterdim: -bu kitabeyi kendim okudum- gibi bir iddiada bulunmadım, binaenaleyh kitabenin yanlış yahut doğru okunmuş olması beni alâkadar etmez, (Cl. Huart'i alâkadar eder.) Cumhuriyet gazetesi, 28-7-39 tarihli makale: Diyor ki böyle bir sözün tarih gibi ciddi bir ilimde değil Karagöz oyununda bile söylenmesi herkesi güldürür.
Halbuki ayni muharrir, bu şimdiki ifadesile taban tabata zıt olarak «Türklük» mecmuasına aynen şöyle diyordu: Tarih metodu itibarile muasır kitabelerin birinci derecede ehemmiyeti haiz olduğu düşünülürse bütün müverrihlerin ifadelerini bir tarafa bırakarak bu kitabeyi esas ittihaz etmek lâzım gelir» ve «Fatihin kendi namına kendi devrinde yapılmış olan bir kitabenin yanlış olmak ihtimali çok zayıftır» gibi kuvvetle sarıldığı faraziyeyi kısa bir müddet zarfında bir başkası tarafından yanlış olduğu söylenince kabahati ört basa kalkması cidden acıklıdır. Bu kitabeyi iyice tedkik lâzımdır şeklinde ihtiraz kaydı gerekirdi.
Şimdi Cl. Hurat'ın «Epigraphie arabe d'Asie mineure» isimli eserinde bu Akşehir kitabesini nasıl okuduğunu ve yine bizzat kendi tarafıdan ne suretle tashih edildiğini inceliyelim: Gördüğümüz nüshanın tafsili ve ehemmiyet: Pariste 1895 yılında «Paul Lemaire» matbaasında basılan 96 sahifelik kitabın en ehemmiyetli ciheti. Cl. Huart yönünden bir-dostuna armağan edilmesi ve Huart tarafından kendi kamelime tashih ve tezhib edilmesidir. Kitabın dış kabında aynen şunlar şazılıdır: Le monsieur e. Drouin.
Souverain de cordiales relations Cl. Huart
Kitabın iç kapağında ise: E. Drouin, 14, R. Verneuil Paris
. Avril 1896
Cümleleri stempel ve el ile yazılmışdır. Kitabda bulunan kitabelerin pek çoğu ve bir hayli kelime Arab ve Latin harfle-rile tashih görmüştür. Bununla beraber kitab baştan sona kadar yanlışlarla -amma ne büyük ve ne mühim yanlışlar- doludur. Böylelikle elimizde bulunan kitabın kıymeti cidden yüksekdîr, güya manevi bir el onu yanlışlar doğrultmak için bize gönderilmiştir.
Kitabenin ikinci satırında «Mehmet, Murad, Mustafa sözlerinin arasında (bin) diye kelimeye tesadüf edilmemesi çok garibdir. Ancak resimde dahî görüldüğü gibi Mustafa kelimesinin altında biseb' gibi okuyacağımız bir söz arab harfile basılmış ve ondan sonra Muradın önünden çekilen bir kurşun kaiemile kenarda bisa'yi kelimesi -müsteşriklerin o kargacık yazısı ile- gayet vazıh olarak görülmektedir. Demek neseb-name muharririnin bir türlü okumağa cesaret edemediği bu «bisa'yi» kelimesini Huart doğru okumuştur. Tarihle uğraşan lann kütüphanelerinde -haydi muharririn bu işlerle yeni uğraştığını kabul edelim- bulunması derecei vücübde olan bir kitaba bakmamak nasıl affedilir. Hele İstanbul gibi her türlü ilim müesseseleri bol olan yerde bu derece gaflet ne ile izah olunur. Huart «fils de» oğlu sözünü kendisini ilâve etmiş olduğunu bildirmek için bu kelimeleri mu'tarıza içine almış İ. H., Huart'in öldüğünden dahi bihaberdir.
Akşehir çeşmesinin kitabesini ve umumî durumunu gösteren fotoğrafı kapakta takdim ediyorum.
Akşehire kadar gitmeği tavsiye edene son sözüm: Bu aklınız eskiden hangi canibe gitmişti diye sormak olacaktır.
Dünya tarihinde bir devre açan Türk oğlu Fatih Sultan Muhammet, Çelebi S. Mehmet oğlu Sultan Muradın oğludur.
Düzmece nazariyesi İflâs etmiştir. Not:
Cumhuriyet gazetesi'nin 28-7-1939 nüshasında intişar eden yazıya karşılık ve taahhütlü olarak ayni gazeteye yolladığım makale bugüne kadar neşredilmemiştir.
İlmî ve hâttâ millî bir tezin müdafasi olmasından sarfı nazarla şahsiyatla uğraşan mütecavize cevab teşkil eden makalemin derci kanun icabı idi.
Cumhuriyet gazetesinde sütununda, Türklük mecmuasını reklam eden muharririn, nesebnameci ile samimî dost geçinmesi cevabımın basılmasına engel oluyormuş.
Hak ve adalet karşısında dostlukların, menfaat ve ihtirasların bir kenare çekilmesi icabeder.
Matbuat, sahifelerini ilme ve hakka açmıyacak olursa bir takım kimseler bundan cüret alarak herşeyi -tahkiksiz, tedkiksiz- yazmağa kalkarlar ve bundan ilim müteessir olur.
.
SULTAN II. MURAD HAN
Savaşsız Savaş
İstanbul'un Müharasa Edilmesi
Küçük Şehzade Mustafa Sultan İsyanı
Rumeli'de Durum
Padişahın Tahtı Bırakması Ve Sebebleri
Sultan Mehmed Han'ın Tahta İlk Geçişi
Varna Meydan Muharebesi
Sultan Murad'ın Yeniden Tahta Geçişi
Germehisar'fn Yıkılışı Ve İşin Ehline Verilmesi
İkinci Kosova Meydan Muharebesi
Sultan 2. Murad'ın Hanımları Ve Çocukları
Sultan Mürad-I Sâni'nin Vefatı
Babası: Sultan Çelebi Mehmet Han
Annesi: Şehzade Hatun
Doğum Tarihi: 1404
Vefat Tarihi: 1451
Saltanat Müd.: 1421-1451
Türbesi: Bursa' dadır.
Cennetmekan Çelebi Mehmed Han'ın irtİhalinden sonra Osmanlı tahtına 18 yaşında cülus eden Sultan Murad Han; yaşının çok genç olmasına rağmen, savaş meydanlarında ve devlet işlerinde pişmiş, mükemmel bir kumandan, liyakatli bir devlet reisiydi. Babasının üçüncü evlâdıydı. Kendinden büyük olanları daha evvel vefat ettiklerinden üstelik de babası zamanında meydana gelmiş olan Börklüce Mustafa İsyanını bastırırken, kumandanlıktaki üstün meziyetlerini gösterdiğinden, İslam askeri tarafında da kalbî bir sevgi ile seviliyordu. Ankara Savaşının meydana getirdiği elem ve ızdı-raplı sonuç, bu İslam Devletini yıkılmanın eşiğine kadar getirmiş, ne var ki müdebbir, sebatkâr, hamiyyetli Sultan Çelebi Mehmed Hazretleri adım adım ilerliyerek berzah-ı izmihlale geimiş devlet gemisini kucaklamış, uzun çalışmalardan sonra Devlet-i Aliyye-yi, Nİğbolu Savaşının galibi devlet seviyesine getirmeye biiznillah muvaffak olmuştu.
Sultan Murad Han, tahta cülus eyledikten sonra, ilk işi, babası Sultan Çelebi Mehmed Hazretlerini Bursa'daki Yeşil Tür-be'ye ebedî istiratgahına yerleştirmek oldu. Suitan Murad. küçük kardeşlerini idam ettirmemiştir. Ne var ki, bu küçük biraderler, sonradan bir iç harbin zuhuruna sebebiyet vereceklerdir.
Burada şunu belirtmeyi lüzumlu görürüz ki; Yıldırım Baye-zid Hazretlerini, kardeşi Yakub Bey'i Öldürülmesinden mes'uf tutanlar: «..Bu kahraman oğlu kahraman padişahın başına ne geldiyse, bu Yakub Bey olayının cezasıdır.» diye, nere-deyse el çırparlar. Sultan Murad'ın küçük biraderlerini ödür-memesİni takdirle karşılarken onların sonradan, bir iç harbe sebebiyet veren iddiay-ı saltanatlarından dolayı üzüntülerini
ifade etmezler. Bu satırlarla biz, şehzadelerin illa öldürülmesi taraftan olduğumuzu söylemek için yazmıyoruz. Çünkü «takdir tecelli etmeden, ölüm husule gelmez» inancındayızdır. Bunu ifade etmemizin sebebi: bazı görüş sahihlerinin Osmanlı padişahlarının zalimliğini, kan dökücülüğünü İfade etmek küstahlığına düşerek, o mübarek insanları hafife almağa kalkmaları yüzündendir. Bu şehzade idamları için, şeriatın neresine sığdıracağız diyenlere cevap olarak deriz ki; Onlar, Şeriat-ı Muhammediyyeyi î'lâ ve hâkim kılmak için tırnaklarını etlerinden ayınrcasına kardeş feda ediyorlardı. Acaba bizler bugün ne yapıyoruz? neyse, biz dönelim mevzuumuza; Çelebi Sultan Mehmed Hazretten, küçük şehzadelerinin hayatlarını korumak gayesiyle onların Kayser yanına talim ve terbiye için gönderilmelerine muvafakat etmişti. Sultan Hazretlerinin vefatından sonra Kayser Manuel Sultan Mu-rad'tan iki şehzadeyi yanma göndermesi için elçi göndermişti. Sultan Murad ise, şehzadeleri Kayser'e göndermediği gibi, birer sancak beyi olarak vazifelendirmiş, gelen elçiye de; «müslüman şehzadelerin hristiyan hükümdar yanında terbiye olmaları şiar-ı Islamiyyeye uygun değildir.» cevabını vererek bu meseleyi bitirmiştir.
Şehzadeleri Osmanlı hükümetine karşı kullanmak maksadıyla yanma almak isteyen Kayser Manuel, Sultan Murad'ın bu cevabını öğrenince, plânını değiştirmek mecburiyetinde kalmıştı. Bizans artık o hale gelmişti ki, devamını kendi üzerinde gözü olan devletlerin iç işlerini kanştırabiime muvaffakiyetinde görüyordu. Bu yüzden Limni Adasında bulunan Yıl-dırım'ın oğullarından olduğu söylenen Düzmece Mustafa'yı derhal yanına getirtip, onunla bir mukavele akd etti. Bu mukaveleye göre, Düzmece Mustafa, Kayser Manuel'e Gelibolu, Tirhala havalisiyle Rumeli'nin bütün Karadeniz sahilini vermek şartıyla Kayser'in yardımını alarak iddia-yı saltanat için
Osmanlı topkiarına girecekti. Kayser Manuel, Mustafa'nın yanına bir miktar da asker vererek Gelibolu civarına salıverdi. Düzmece Mustafa'nın yanında iki kılıç artığı vardı. Bunun bir tanesi Dimitrius Laskaris diğeri ise, ihanet kelimesinin mazharı Cüneyd bey'di. Bilindiği gibi bu Cüneyd bey, ta Yıldırım Bayezid Han zamanından beri Devlet-İ Osmaniyye aleyhine çevirmedik fırıldak bırakmamış, kurnaz, cesur ve kuvetli bir adamdı.
Düzmece Mustafa, hitabet san'atınde pek yüksek bir mev-kiie varmış, heybet, cesaret ve kuvvette Yıldırım Bayezid Hazretlerini hatırlatır bir insandı. Gelibolu, Düzmece Mustafa'ya belki de bu hasletlerinden dolayı hiç mukavemet etmeden kapılarını açmış, kendisine baş kumandan tayin ettiği Cüneyd Bey'ie beraber Edirne'ye hareket etmelerine hiç ses çıkarmamışlardı. Gerek Edirne şehri, gerek o civardaki yerler, Düzmece Mustafa'yı memnuniyetle bağırlarına basmışlardı. Evranoszadeler gibi bazı kumandanlar dahi kendisine biat etmişlerdi. Kısa bir müddet zarfında (aslında şehzadeliği şüpheli olan ve Düzmece lakabı da buradan gelen) bu adama bütün Rumeli vilayetleri sadakatlerini bildirmişlerdi. Bu durum büyük bir vehamet kesbetmişti. Çünkü Mustafa uydurma bir Mustafa değilse, taht-ı saltanat onun hakkı oluyordu.
Sultan Murad Hazretleri ise bu fitnenin üstüne gidip bu ufuneti, zafer kıvılcımları çıkartan kılıcıyla akıtıp, Devlet-i Osmaniyyenin yeni bir rahatsızlığa duçar olmaması düşüncesinde Fakat tecrübeli vezirleri İbrahim Paşa ve Bayezid Paşa reyleri sorulduğunda şu mütaada bulundular: "... Sultanım, Mustafa Çelebi'yi halk, Yıldırım Bayezid'in bergüzan zannederler, asker de bu fikirde olabilir Hele hilekâr Cüneyd Bey, onun seraskerleridir, umulmaz dolaplar çeuirir. Eğer bu ordunun başında siz gider de maazallah bir ihanet olursa herşey biter. Bırakın bir kumandan riyasetinde bir ordu onun üzerine gitsin. Eğer kaybedilecek olursa o kumandan gözden düşer, o ordu yenilmiş olur. Fakat siz sultanım gider de mağlub olunursa, yapılacak birşey kalmaz» dediler.
Bu mütalaa karşısında Sultan Murad 30.000 kişilik bir ordunun başına lalası Bayezid Paşa'yı kumandan tayin ederek göndermeye karar verdi. Belki ileriyi gören, belki de ruh-u sultanisiyl Ruh meuzuu gerek ilahiyat ue gerekse metafizikte en çok tartışma konusu olan işlerdendir. İnsanoğlunu şaşırtan nokta beni beşer ile sair canlılarda ortak bir hayat emaresi yani hayvani ruh'un mevcudiyetidir. Bu şaşırtıcı durum dolaytyladırki materyalistler nasıl hayvan öldüğü zaman görülen hayat eseri son buluyorsa insanda da konu olamayacağı gaflet ve dalaletine ve bunda musir kalmışla; -dır. Hatta Lui Buhner denilen kâfir şöyle bir sual sormuştur. İstiridye ve Midye'de hayat olduğuna göre onlarında ölümsüz bir ruha sahip olduğunamı inanacağız demek cüretini göstermiştir. Bütün Materyalistler gibi o da anlayamamıştır-ki, insanı, İnsan yapan ue asla diğer canlılarda bulunmayan bîr ruh daha vardır ki bu ruh hiç bir canlıya insanoğlu arasındaki ortak değildir. Buna aklı miad veya Ruhi Sultani derler.
Bunun mahiyetinin bilinir şeylerden olmadığı ve iedün esrarında bulunduğu evvelâ Kur'an-ı Kerimin şu âyeti ile sabittir.
Asrı Saadette müşrikler iki^Cihan Serveti efendimize ruh nedir? diye sorduklarında âyeti kerimede bu sırra şöyle temas buyurulmuştur.
«Alemlerin yüce yaratıcısı, Habibi Ekremine «Onlara ruh rabbimin emridir» demekle iktifa et ilahi emrini vermiştir. (Kulit ruh minemri rabbi») bize kalırsa Sultani ruh'u ifade eden bu ayette «ve nefahtü fihi min ruhi» esrarı yani kendi ruhumdan ona üfledim gizliliği mevcud olduğu için. Cihan halkına fazla tafsilat verilmemişti t: Böyle olunca ruhi sultani dediğimiz «iye nefahtü fihi min ruhi»nin bilmediği hiç bir ulum (bilgiler) yoktur. Onun aksetmesine mani olan 'cismin kesafetidir. Ondan kurtulan VelVler bu imtiyaz ve sırra sahib olurlar. İlahiyat bakımından izahım yaptığımız ruh, yani ruhi sultaniyi aşağıdaki beyit kadar vuzuhla (açıkça) anlatmak pek güçtür.
«Gel nefahtü fihi min rûhi'nin anla sırrını kimse bulmazdı hayatı baki ol dem olmasa» Bugünün lisanına göre manası şudur ki: Ey insan oğlu! Gel Hak Tealâ'nın kendi ruhundan sana üflediği ruh'un sırrını öğren. Eğer o ruh olmasaydı hiç kimse ebedi hayat bulamazdı anlamınadırki Sultanî Ruhu bu kadar açık anlatmak müşküldür. İlahiyat bakımından verdiğimiz bu izahattan sonra metafizik ve felsefe bakımından da ruh, kî burada kast olunan ruhi Sutant'dir. Ay m inceleme mevzuu olmuştur. Spritüalistler maddecilerin insanda diğer canlılarda bulun-mıyan bir ruh olduğunu şöyle ispatlamışlardır. Meselâ Darvi-nizm insanın maymun aslından geldiği safsatasına verdikleri cevapta demişlerdir ki (ama hiç bir maymun'un uzun asırlardır insan olduğu ve insanın yaptığı şeyleri yaptığı görülmemiştir. İnsanoğlu kâinatın yaratıcısı tarafından başka bir gaye için yaratılmıştır. Ahiret hayalıda bunun için mevcut-, tur) Ve birde Materyalistlerin insan şuurunda vukua gelen bozuklukları ruhun yokluğuna delil olarak göstermelerine karşı Spritüalistler şu haklı izahı yapmışlardır. Bir piyano düşününki elbette bir piyanist tarafından çalınmaktadır. Tuşlarda bir bozukluk olursa sesin 'bozuk çıkacağı aşikârdır. Amma bu piyanoyu çalmakta olan piyanistin yokluğuna delalet etmez. İşte Spirtüalistter, ruhla cisim münasebetini buna benzetmişlerdir ki; Bizce pek haklı söylemişlerdi
neyve biz mevzua dönelim nin mutad teftişinde sayıca azalır. Bu durum, paşanın ümidinin zayıflamasına, dolayısıyla sultanın huzurunda söylediklerinin ikinci bölümünü tatbike sıra gelir. Yanında kardeşi Hamza Bey olduğu halde diğerleriyle beraber Düzmece Mustafa'ya biat ederler. Düzmece Mustafa kendisini gayet güzel karşılar, hüsn-ü kabul gösterir, ikramlarda buunur. Ne var ki hilekâr Cüneyd Bey, Mustafa Çele-bi'den, Bayezid Bey'i ister ve alır almaz da bu şanlı vezirin öpülesi alnını al kana boyayarak Edirne Sarayının mermerleri üzerine döker. Onu şehid eder. Tarih bu elim olaya H. 825/M. 1422'deşahid oluyordu.
Sultan Murad Hazretlerinin durumu çok müşkil bir mevkiîe dayanmıştı. Düzmece Mustafa herkesi büyülüyor, her geçen gün durumunu kuvetlendiriyordu. Artık Sultan Murad'ın etrafında bir ümitsizlik ağı örülmüş bulunuyordu. İşte bu sırada tecrübeli vezir İbrahim Paşa, Sultan Murad'ın huzuruna çiktî. Ve «padişahım bir tedbir vardır ki yapalım, sîz ferman buyurun arzedeyim: Padişah anlat deyince Vezir İbrahim Paşa şöyle devam etti:
— Sultanım bilirsiniz ki, Rumeli askerinin en Önemli bölümü Akıncılardır. İşte bu akıncıların hepsi şu anda, Düzmece Mustafa'nın ordusunu teşkil ederler. Onları tarafımıza çekecek adam bir anahtardır. O da Musa Çelebi hizmetinde bulunduğundan cennetmekan pederiniz tarafından Tokat'ta mahpus akıncıyı beyi Mihal oğlu Mehmed Bey'dir. bir İradenizle onu serbest bıraksanız, o akıncıları her halde, bu düzme şehzadeden çekip size bend eder.
Padişah bu teklifi kabul eder. Mihal oğlu Mehmed beyin serbest bırakılmasını emreder. Diğer tarafta ise Düzmece Mustafa, sarayın debdebesi ile birlikte ne olduğunun farkına varmış, Bizans Kayseri Manuel'le yaptığı mukaveleyi hatırlatan Dimitrius Laskaris'e;
«— Ben kendi topraklarımı imparator Manuel hesabına yeniden fethetmiyorum. Sen şimdi, kuvvetlerini al ve yurdumdan çekil. Beni hapsettiğiniz Limni'de ettiğiniz hakaretler, size saygı duymama mani oluyor. Ne var kî beni Selanik'te misafir olarak ağırlamıştınız. Bunu da unutmuyor, bu şimdiki misafirliğinizle ödeşmiş bulunuyoruz. İmparator Ma-nuel'e söyleyiniz; bundan sonra kendisine bir Osmanlı Sultanı olarak hitab edeceğim.»
diyerek mukaveleyi tanımayacağını bildirdi. Tabii geçirdiği uzun esaret yılları vücudunun ve nefsinin bu boluk ve rahatlık içinde gevşemesine yolaçtı. Hilekâr Cüneyd Bey, müthiş zekâsıyla Mustafa Çelebi'nin bu saltanatı sonuna kadar götü-meyiceğini anladığından adamları vasıtasıyla İbrahim Pa-şa'yla haberleşme temin edip, Sultan Murad kendisini affeder. İzmir, Tire, Nif (Kemal Paşa) gibi eski yerlerini ona iade ederse, bu gailenin kalkmasına yardım edeceğini bildirdi. İbrahim Paşa, Cüneyd'in bu isteklerinin kabul edildiği haberini gönderince, ihanet çemberi artık Mustafa'ya musaüat olmaya başlamıştı. Bu ihanetin kolay gerçekleşmesi Düzme-ce'nin, Sultan Murad Hazretlerini üzerine yürümesini temin etmeyle başhyacaktı. Cüneyd Bey, Düzmece Mustafa'yı tahrik ediyor, Sultan Murad'ı tahttan kovup memleketin her tarafının hakimi olması icab ettiğine inandırmaya ve bunun için Anadolu'ya geçmesini temine çalışıyordu. Ve sonunda ikna etmeye de muvaffak oldu.
Cüneyd Bey'in, Sultan Murad üzerine yürümesini kabul ettirdiği Mustafa Çelebi, yanındaki akıncı askeri ve başıbozuk-larla Venedik'ten kiralanan kadırgalarla Lapseki'ye geçerek Anadolu toprağına ulaşmıştı. Ordusunu Lapseki Ovasına yaymış bulunan Mustafa Çelebi, her ferdin ateş yakması emrini verdi. Yakılan ateşler, ovada çok büyük miktarda asker bulunduğunu gösteriyordu.
Bu dehşetli manzarayı gören Sultan Murad, hayret etti ise de basireti vasıtasıyla bu aldatmacaya kanmadı ve 20.000 seçme askerle beraber fütursuzca yürümeye başladı. Ve Düzmece Mustafa'nın ordusunu takibe başladı.
Vezir ibrahim Paşa, Mustafa Çelebi'ye gizlice haber uçurmuş, Cüneyd Bey'in çok dikkat edilmesi lazım gelen bir adam olduğnu, ihanette sabıkasının az olmadığını, kendisine ihanet için de Sultan Murad'a başvurduğunu anlatarak, kendisinin ise dostu olduğunu bildirir anlamda haberler göndererek Mustafa'nın kulağına kar suyu kaçırmış, Cüneyd bey'e şüpheyle bakmasına vesile olmuştur. Cüneyd Bey, hakikaten ihanet içinde olduğundan birbirlerini şüpheli bir halde kontrol ediyorlardı. Birbirlerine olan itimadsızhkları bir türlü saldırıya geçme fırsatı vermiyordu. Bu itimadsızlık o derece ileri noktaya varmıştı ki, birbirlerine zaferi elleriyle gösterseler yalan diyecek hale gelmişlerdi. Tabii bir türlü hücum emri alamı-yan ordu ise, hızını kaybetmiş, düşünmeye başlamıştı... Öyle ya karşımızdaki düşman kimdi?.! Kâfir değiller... Üstelik kahraman bir padişaha, aynı zamanda tarikat ehli olup seyr-ü sülük dalgalarında mürşidin gösterdiği derslerle kuiaç atan bir zat-i padişahî idi... Ordu düşünmeye başladımı, çok şey değişir... O düşünmeyi kim kendi istikametine çevirirse, zafer ona tatlı gülücüklerle koşar.
İşte bunu başaran Sultaft Murad nam-ı hesabına Vezir-i azam İbrahim Paşa oldu. Tokat Hapisanesinden tahliye olunup iade-i rütbe edilen Mihal oğlu Mehmed Bey vasıtasıyla Düzmece Mustafa ordusunun en düzenli bölümü akıncılar, nehrin öbür kıyısından gecenin karanlığında nev'i şahsına münhasır savaş na'rasını atan sevgili kumandanları Mihal oğlu Mehmed Bey'in sesini duyunca, harp tâlini, ehlini Mustafa Çelebi'den çekip, Sultan Murad-ı Sani Hazretlerinin avu-cuna koymuştu. Bütün akıncılar, beyleri vasıtasıyla Sultan Murad Ordusuna iltihak etmişlerdi.
Cüneyd Bey ise, durumu sezdiğinden, yanına aldığı 60 kişilik maiyyetiyle karanlıklar içine dalarak, zavallı Çelebi Mustafa'yı, sönmüş bulunan talih yıldızıyla başbaşa bırakmıştı. Mustafa Çelebi büyük bir kalabalıkla geçtiği Lapseki'den bu sefer tek başına bir balıkçı kayiğıyla Rumeli'ye geçiyordu. Sultan Murad, artık durmadı, takibe devam etti. Rumeli'ye geçti. Edirne'ye yakın bir yer olan Yenice dağ köyünde saklandığı ağaç kovuğundan kendi eliyle çıkarıp Edirne'ye getirdi ve kalenin en yüksek kulesine astırıp, Düzmece Mustafa Olayının son bulduğunu bütün âîeme ilan etÖ. Tarihler H. 826/M. 1423 senesini gösteriyordu...
Sultan İkinci Murad, Düzmece belasını savaşsız bir şekilde neticelendirince, bu ve bundan evvelki fitnelerin müsebbibi Kayser Manuel'i cezalandırmak, İstanbul'u fethetmek gayretiyle derhal muhasaraya aldı. 20.000 kişilik ordu muhasarada vazife almıştı. Çok büyük gayretler sarf edildi. Padişahın yaptırdığı tahta surlar, Bizans surlarının hizasına yükseltilmiş, karşılıklı ok atışları ile yapılan savaşlarda bir miktar İslâm askeri şehid, bif miktarda Kayser'in askerinden mürd oianlar olmuştu. İki sûr arasındaki hendek ölülerle dolmuştu.
Zafer çok yakın bir duruma geldiği sırada yine bir iç isyan Manuel'in imdadına yetişmiş Bizans düşmemişti. Ordu-yu Hümayun Anadolu'ya dönüp terazinin bozulan muvazenesini temin için yola koyulmuştu. Bu sırada çok yaşlanmış olan Manuel, hayatının son nefesini vererek ölmüş, yerine oğlu İo-ne Paleologos'u bırakmıştı. Manuel'in ölümü bir fitne kumkumasının, bu fani dünyadan defolması sayılmıştı.
Karamanoğlu ve bazı Anadolu Beylerinin, hatta Manuel'in teşvikleriyle iddia-ı saltanat ederek, isyan meydanına çıkan şehzade Mustafa Sultan, (Şehzadelere Sultan unvanıyla hi-tab edilmesi, padişahlarla karıştırılmaması İçin şöyle bir yol bulunmuştu. Padişahlara Sultan unvanıyla hitab ve yazılacağı zaman kendi isminden euvel (Misalde olduğu gibi; misal: Kanuni Sultan Süleyman şekliyle, görüldüğü gibi Sultan Unvanı ismi has'tan evvel söylenmiş oluyor. Buna mukabil padişah olamamış Şehzadelere misalde olduğu gibi; misal: Cem Sultan görüldüğü gibi burada ismi has Sultan ünuantn dan evvel söylenmektedir.) İznik'i sıkıştırmaya başlamıştı. Karamanoğlu bu küçük şehzadeyi «..sen şimdi küçüksün, onun için Sultan Murad seni öldürmüyor. Büyüyüp, buluğa erince görürsün ki, seni o zaman Öldürür.» diyerek bu kötü işe razı etmişti.
Ne var ki bu gaile, fazla uzun sürmemiş, çünkü Çelebi Sultan Mehmed Hazretlerinin hizmetinde iken Süleyman Çelebi tarafına kaçarak ihanet ehli olduğunu gösteren Şurubdar İlyas Bey, lalası olduğu Mustafa Sultanı, birtakım vaad ve zafer müjdeleriyle oyaladıktan sonra, ikinci Sultan Murad'ın İmrahoru Mezid bey'e teslim etmiş, Mezid Bey ise Çelebi Mustafa Sultan'ı asarak, onun hayatına ve bu gaileye son vermişti.
Padişah, hazır Anadolu'ca geçmişken Aydın'a yeniden Bey olmuş Cüneyd Bey'î İdam edip, Aydın, Menteşe, Hamid ve Karaman taraflarını Devlet-i Âliyye'nin hudutlarına ilhak eylemiştir. Padişahın lalası Yürgeç Paşa da bu sırada Anadolu'nun doğudaki sınırlarını bir hayli intizama sokuyordu.
Anadolu üzerinde adalet ve sükunet getiren bedeniyle dolaşan Sultan Murad Hazretleri, Anadolunun emniyyet altına alındığını hissedince, zafer dolu bakışlarını Rumeli taraflarına çevirdi.
İkinci Sultan Murad'ın ilk işi; Selanik olması mukarrerdi. Çünkü Selanik, Yıldırım Bayezid Hazretleri zamanında Osmanlı hudutlarına katılmışken, fetret devrinde yine rumlann eline geçmişti. "Bir müslüman devlet, her ne haİ ile kaybettiği topraklan yeniden ele geçirmek niyetini içinde taşımazsa, maazalah günaha girer.» diyen birçok âlim, bu ictihadta-dır. Seyr-i sülük erbabı bir zat olan Hazreti padişah, her halde bu hükümden bîhaber değildi. Kayser, Selanik'i Osmanlı'nın birgün almak isteyeceğini bildiğinden söz konusu şehri Venediklilere hediye etmişti. Tabii Venedikliler Murad Gazi'nin önünde ancak 15 gün dayanabildiler ve Selanik'i İslam Ordusuna terk eylediler. Zaman H. 833/M. 1430 tarihini gösteriyordu.
Bu sırada Sırbistan ve Macaristan, kendi aralarında amansız bir savaşa başladılar. Hazreti padişah, bu savaşta Sırbistan'a yardım etmeyi, Devlet-i İslamiyye'nin menfaatine uygun gördü. Bu müdahale ile Avrupa'yı sıkıştırabileceği bir köprübaşı daha temin etti. Bu yardıma müteşekkir olan Sırp Kralı Yorgi Brankoviç kızını padişaha takdim etmişti. Arnavutluk'un istilasını da ihmal etmeyen Sultan İkinci Murad; Güney Arnavutluk'u idare eden bir İtalyan serserisi oian Toc-ci'yi çabucak mağiub etmiş, Kuzey Arnavutluk'un beyi olan Yani Kastoryato ise, istiklalini muhafaza için çok direnmişse de zaferin, Sultanın olacağını görerek teslim olmuş ve dört oğlunu dergâh-ı padişahiye göndererek itaat altına girmişti.
H. 835/M. 1432 senesinde ölen Kastoryato'dan sonra İş-kodra'da Memalik-i Osmaniyye'ye ilhak olunmuştu.
Kastoryato'nun küçük oğlu olan İskender Bey, padişahın sevgi ve teveccühüne nail olmuş olmasına rağmen, yaptığı müracaatla vatanına dönmek istediğini bildirmiş, kendisine bir miktar asker verilerek isteği yerine getirilmişti. Ne var ki, kuru bir ırkçılık davasına sarılarak uzun yıllar, İslâm Devleti olan Osmanlının müslüman oğlu müslüman padişahlarına gaile çıkarmıştır. İskender Bey, doğu ve batı tarihlerinde ehemniyetle anılır bir adamdı. Bize göre eğer İslâm Ordusunun bir kumandanı olarak vazife alsaydı, bu şöhreti, İslama hizmet etmek olacağından, ahiret hayatını da süsleyen bir şöhret olurdu.
Yine o vakitte çok meşhur olan Ulah Beyliğini elinde tutan Vlad Drakula, yani iblis vardı ki, bu kan içici İslam düşmanı şöhretini alçakça işkenceler yaparak elde etmiş bir tiran, bir zalim canavardı. Şöhreti asla İskender Bey gibi merdane olmayıp, kalleş ve haince idi. Bu canavarın hesabı ancak Hazreti Fatih Sultan Mehmed Han Devrinde görüiebümiş ve ömür defteri kafası kesilip, bala daldırılarak dürülebilmiş-ti.(Bal'a daldırma tabirini kısaca bildirmek lüzumunu duyduk. Öldürülen bir liderin yolundan gidenler onun yolunu devam ettirebilmek için o zamanın haberleşme imkânlarının azlığı münasebetiyle o liderin ölmediğini haika inandırmaya çalışırdı. Kafası kesilerek memleketin muhtelif yerlerinde teşhir edilerek halkın bu yalanlara kanmaması temin olunmaya çalışırdı. Fakat kısa bir müddet içinde kokan ve bozulan bu kafalar uzun zaman tteşhir olunamazdı. İşte kesildikten sonra bal içine daldırılan bu kesik kafaların bir müddet daha bozulmadan muhafazası sağlanır idi.)
Sultan Murad, Transilvanya, yani Erdel üzerine hücum ederek birçok şehri ezip geçmiş 100.000 den ziyade esir alarak dönmüştü. Semendire Kalesini de ele geçiren Sultan Murad Hazretleri Ankara Savaşı müellimesinden sonra elden çıkmış, daha evvel fetholunmuş yerieri yeniden Devlet-i Âliyye hudutlarına ilhak etmişti.
Sultan İkinci Murad, Belgrad'ı muhasara edip 6 ay almak için uğraştıysa da nasib olmadığından muhasarayı kaldırdı. Muhasaranın kaldırılması Orduy-u Hümayun'da kötü bir tesir icra etmiş, kuvve-i maneviyyesi sarsılan asker, birtakım hatalar yapmaya başlamıştı. Bu duruma son derece üzülen padişah, tahtı bile bırakmayı düşünmüştü. Bu hadiseler gündüz ortasında, ortalığı basan karanlıkta mum ve meş'aleler yakılması sebebiyle, semavi bir olay olarak değerlendirilemeyin-ce, bir emniyetsizlik, bir tatsızlık herkesi sarmıştı.
Bu üzüntülerin felakete dönüşmesi şöyle olmuştu: Belgrad Kalesinin muhasarası sırasında Macarlar imdad kuvvetleri göndererek Belgrad Kalesini müdafaaya yardımcı olmuşlardı. Sultan Murad muhasarayı kaldırdıktan sonra ünlü kumandanlarından Mezid Bey kumandasında 20.000 kişilik bir kuvveti Erde! Kalesini hâk ile yeksan etmek üzere göndermişti. Ne var ki Mezid Bey'in karşısına aniden Jan Hünyad birlikleriyle çıkmış, kurduğu pusuya düşürmüş ve İslam mücahidle-nni kumandanları Mezid Bey de dahil hepsini şehid • etmiştir.. Jan Hünyad, belki İyi bir asker, fakat iyi bîr insan değildi.
Bunun en bariz misali, kazandığı bu savaştan sonra İsiam şehidlerini bir bölümünün aziz başlarını bir arabaya doldurta-rak Sırp Kralı Brankoviç'e, kendisine iltihak etmesi İçin, nişane olarak göndermesi olmuştur. Bu mağlubiyet ve yapılan uygunsuz hareketlere çok üzülen Sultan Hazretleri, Şahabed-din Paşa kumandasında bir kuvveti, Erdel üzerine gönderdiyse de, kumandan olacak liyakate sahib olamadığından, bu ordunun da akıbeti fena odu. Şahabeddin Paşa, savaşın baş- . larında korkuya kapıldı, yanındaki askerin bir bölümüyle firar etti. Kalan asker ise, Allah yolunda şehid olmayı cana minnet bildiler.
Sultan İkinci Murad, arka arkaya muvaffakiyetsiz seferler yapan kumandanlarının, İslam askerinin perişan olmasına sebeb olacak hatalarla malûl olduğunu görünce, Osmanlının o güne kadar tatbik etmediği bir siyâsi manevrayı yaptı. Bu siyasî manevra şuydu. Arka arkaya alınan mağlubiyetler, bu İşin arkasında bir bozukluk olduğunu gösteriyordu. Bu bozukluk tedavi edilmeden, yeni savaşlar galibiyet getirmez, aksine çok şeyler götürdü. Ecdadının şimdiye kadar kat'iy-yen tenezzül edemediği, mağlubken sulh isteme siyasetini seçti. Buna dervişane sabrıyla katlanabildi. Bu sulh isteme zamanını çok iyi ayarladığı galib düşman Jan Hünyad'ın tereddütsüz kabul etmesinden hemen anlaşılır.
Çünkü Jan Hünyad Avrupalıların «uzun sefer» adını verdikleri bu seferde şüphesiz ki çok yıpranmıştı. Ordusu ise, artık itaatsizliğe başlamıştı. Jan Hünyad, biliyordu ki, bu sulh teklifini red etse, padişah kuvvetlerini toplayıp mukavemet edecek, bu mukavemet kuvvetle muhtemeldi ki, Jan Hünyad'ı perişan edebilirdi. Demek ki her iki taraf menfaatini iyi he-sablamış ve sulh akdetmesini bilmişlerdi. Sultan Murad'ın büyüklüğü burada bir defa daha meydana çıkıyordu. Bütün mes'uliyeti omuzlarına alarak menfaati Devlet-i Osmaniyye icabı sulh adımını, herkes ne der diyerek, düşünmemiş atmaktan çekinmemişti. Sulhun yapılmasından sonra acı bir haber yetişti; Sultan Murad'ın büyük şehzadesi Amasya Valisi Alaaddin Sultan vefat etmişti.
Bu habere çok üzülen Sultan Murad, büyük ümitlerle yetiştirdiği oğlunun vefatının akabinde Jan Hünyad ve ordusunun ne büyük ganimetlerle Osmanlı yurdundan çekildiğini öğrenince, çok daha üzüntüye kapıldı. Başta zikrettiğimiz bozuklukların sebebini de araştırdığında, bunların az şey olmadiğini gördü. Çünkü Şahabeddin Paşa zihniyetli kumandanlar çoğalmış, irtikâb ve suistimal artmıştı. Bunları ancak kılıç düzeltirdi. Kılıç girdiği yerden kan çıkarır. Sultan Murad, babası gibi gayet merhametli ve kan dökmekten hoşlanmaz bir padişah-i cihan idi.
Bu kadar sebebin biraraya geldiği zaman, Sultan İkinci Murad, Osmanlı Tahtını Manisa Valisi Şehzade Mehmed Sul-tan'a devrederken, belki de çağların şahid olmadığı, Efendimiz Peygamberimiz (s.a.v.)'den sonra en büyük kumandanı-' nın padişahlık stajını yaptırıyordu.
H. 847/M. 1444 Başlarında, Osmanlı Tahtına oturan istikbalin Fatih Sultan Mehmed Hazretleri daha 14 yaşındaydı. 14 Yaşındaki padişahı istedikleri gibi idare edebileceğini zannedenler, kısa zamanda aldandıklarını anladılar.
Çünkü padişah, belki tecrübesizdi, fakat dirayet ve basireti, onların hepsini yanılttı. Tecrübesizliği yüzünden tayinlerde bir-iki hata yapıldıysa da, onları da düzeltmek, gayr-i mümkün değildi. Kendisine müşavir seçtiği Zağanos Paşa, padişahın iradelerinin yerini bulmasını dikkatle takib ediyor, neticesini kendisine bildiriyordu.
İşte bu sırada, Sultan Murad-ı Sâni'nin Jan Hünyad'ia yaptığı 10 yıllık saldırmazlık anlaşması, kâfirin tabiat-ı icabı, genç padişahın zaaf sahibi olduğunu zannederek anlaşmayı bozup, bütün hristiyan dünyasını toplıyarak Osmanlı hududuna daldılar. Bunlar ağızlarından şu cümleyi düşürmüyorlardı: «Müslümanları Rumeli'den tamamen tard edip, Anadolu'ya süreceğiz.»... Tabii ki son konuşanın, iyi konuşacağını unutuyorlardı.
Düşmanın, Osmanlı hududunu tecavüzleri, kumandan ve vezirlerin telaşa kapılmalarına sebeb oldu. Genç padişaha, babasını tahta davet etmesi için ricada bulundular. Sultan Mehmed, bu teklifi hemen kabul etmeyip beklemeyi tercih etti. Bunun üzerine Sultan Murad'ın yakını olan vezir ve kumandanlar, günlerini Manisa'da bağlı olduğu tarikatin usul ve erkânı -ibadet- ile geçiren padişahın yanına vardılar ve ricalarda bulundular. Padişah da bu teklifleri ne red, ne de kabul ettiğini belirtecek bir işarette bulunmadı.
İşte bu sırada büyükler büyüğü olmanın ilk işaretlerinden olan şu davet, Sultan İkinci Mehmed'İn dudaklarından döküldü:
«— Eğer padişah isen gel, ordunun başına geç! Yok eğer padişah ben isem, sana emrediyorum gel, ordularımın başına geç»
İşte bu red edilemez davet, Sultan Murad-ı Sâni'nin başkumandan olarak, Varna'da vaki olacak savaşın sevk-ul ceyşi-ni (idaresini) yüklenmeye yetmişti.
Karşılarında genç padişahın kumandasında bir Osmanlı ordusu bekliyen Ehl-i Salip kendileri için acı bir süprizie karşılaştılar. Çünkü karşılarında, savaş meydanlarının muzaffer sultanı, kahramanlığın sembollerinden olan bir siyasî deha'yı buldular.
İkinci Sultan Murad Hazretleri, savaşa başlamadan evvel ordusunu tertib etti. Savaş başladığında, ehl-i salip şövalyelerinin şiddetli bir hücumu, sağ ve sol cenahların dayanamayıp çökmesine sebeb oldu. Kral Ladislas, kuvvetleriyle Sultanın bulunduğu merkeze doğru hücuma kalktı. İşte bu sırada birçok Osmanlı Askeri ric'ata başladılar. Sultan Murad durumu görünce, yerinden bir milim bile ayrılmamaya karar verdi. Kapıkulu askerleri ile beraber, dağlar gibi durarak mukavemete hazırlandı. Bir murakabe yaptıktan sonra, atının üstünde ellerini açarak, Dergâh-ı İlâhiyye'ye yalvarmaya başladı. Bu duayı Tâc'üt Tevarih sahibi olan ve I. Halife Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin can dostu Hasan Çan'ın oğlu, ehl-i tasavvuftan Hoca Sadeddin Efendi'nin naklinden mealen almayı uygun gördük:
«İlahi, dil padişahlarının sultanlıkları içün, nefs gazilerinin pehlivanıkları içün, din-ü mübin yolunda baş ve canını feda eden yiğitlerin hürmetine, kanlı kefenlere bürünmüş şehidle-rin kendilerini adadıkları din-ü mübin yolunun izzetine...!
İlahi, şol peygamberlik divanının sultanı, ol yiğitlik elvanının süleymanı, hakikatleri araştıran kervanın rehberi, muvaffakiyet meydanının hızlı koşan binicisi, ol varlık aleminin öğreticisi, Cenab-i Peygamber Hazretlerinin pâk rûh-u sefası içün, o! yücelik katının gönülleri aydınlatan ışığın içün, İslam askerini, azgın ve kafirlerin ayakları altında çiğnetme! İslam Gazilerini, İslam düşmanlarının sert silleleri ile perişan hai eyleme! İslam topluluğuna Kitab-ı muhkeminde buyurduğun sonsuz yardımlarınla, İslamın bayrağını yüce eyle!»
İnd-i İlâhî'de kabul olunduğu şüphesiz olan bu istimdad-dan sonra, ordu bir parça toparlandı. Ladislas'ın merkeze hücum ettiğini söylemiştik. Çok sür'atli koşan atı, Ladislas'ın askerlerinden uzaklaşmasına sebeb olmuştu.
Sultan Murad'ın verdiği taktikle, İslam askeri onun Önünü boşalttı. O koridora hızlı giren Ladislas, aslında son sür'atle eceline koşuyordu. Sun'i olarak açılmış koridor, derhal bir çember halinde kapatılınca, Koca Hızır adlı güngörmüş bir Yeniçeri, Ladislas'ın atını yere yıktı. Sonra da Ladislas'ın başını vücuduiian ayırarak bir mızrağa taktı ve ehli salip ordusuna gösterdi.
Bu, imzaladığı anlaşmayı inkâr eden baş, ehli salip ordusunun da yıkılmasına sebeb olmuştu. Kumandanlarının, en önemlilerinden birinin kellesini mızrak ucunda gören düşman askeri, Tuna Kıyılarına doğru son hızla kaçmaya başladılar. Varna Meydanı, düşmana mezar olurken, İslam askerinin sayısız zaferlerine bir yenisini daha ekliyordu... Tarih ise; H. 848 yılının 9 Recebini /M. 22 Ekim, 1444 yılını gösteriyordu...
Sultan ikinci Mehmed Hazretleri, dört başı mamur bir zaferin banisi olan babasının yeniden tahta geçmesini münasib buluyor, fakat bir vesile ile bunu kendisine açamıyordu. Aynı şekilde Sultan Murad-ı sâni, çok genç olan oğlunun, henüz asker içinde kendisine istinad noktalan bulunamadığını görüyor, bu stajın yettiği kanaatini taşıyordu. Hele mağlub edilmiş küffarın, bu şamarın acısını çabuk unutacağını hisseden Sultan Hazretleri, tahta yeniden geçmeyi düşünmüyor değildi. Fakat bunu açıklayamiyordu.
İşte manevî sultanların kalperinde teceli eden haberleşmeler, elhak bu iki zahir ve batın sultanlarının kalplerinde tecelli etmişti...
Vezir ve kumandanlarının agah olmalarına Sultan II. Mehmed sebeb olmuş; «Cihan padişahı dururken, bize Manisa'da valilik yakışır» diyerek, teklif-i saltanatı babasına bildirmiş, Hazretî Padişah da; «Bir istihareye başvuralım, neyse ona göre hareket ederiz.» dedikten bir gün sonra, kutlu vazifeyi omuzlarına alarak Osmanlı tahtına yeniden oturmuştu.
150 Yıla yaklaşan ömrüyle Osmanlı Devleti, hala kuvvetli bir donanma meydana getirememiş «istikbal denizlerdedir.» Kelam-ı kibarının icabını henüz uygulayamamıştı. Bunun da acılarını Anadolu'dan Rumeli'ye, Rumeli'den Anadolu'ya geçerken hissediyorlardı. Hatta bir seferinde Çelebi Mustafa'yı (Düzmece) takib ederken, Venedik gemilerine binmişler ve Venedik Gemisinin sefih kaptanı; Sultan Murad'a «Foça'nın Şap Madeninden alınan vergiyi affediniz» şeklindeki teklifini! donanma yapmamış olmanın üzüntüsünü içinden hissederek nefretle verginin affedildiğini bildiren fermanı imzalamıştı.
Ehli Salip Ordusu, aralarında ittifak ettiği ve Osmanlı hududuna tecavüze başladığı zaman, kâfir donanması da Gelibolu önlerine geliyor, orayı kesip Anadolu'dan yardım alınmasını önlüyordu. Bu duruma iki çare vardır:
Birincisi; Kuvvetli bir donanma vücuda getirmekti, ki bu uzun. bir sulh zamanının işiydi. Buna da fırsat bulamıyordu.
İkincisi ise, Bu küffar ülkelerinin arasını açmaktı. Bu yol ise Mora Yarımadasından başlıyordu. Mora Yarımadasının kara ile bitişik bölümüne yeralan Germehisan, hakikaten çok çetin bir hisardı.
Sultan Murad, Germehisan engelini ortadan kaldırmayı kafasına koyduğu an, «Emaneti ehline veriniz» emri gereğince, bu işi yapacak olan adamın, Tokat hapishanesinde mahkûm bulunan Turhan Bey olduğunu haber aldığımda derhal Turhan Bey'i aff-ı şahaneye mazhar kilarak, huzuruna getirmiş ve Germehisan üzerindeki hesaplan müşavereye başlamışlardı. Müşavere sonunda Serezden kuvvetli bir orduyla harekte geçen Sultan Murad, Germehisannı yerle bir etti.
Şöyle ki; kulenin önünde çalı-çırpı ağaç ve kalaslarla sun'İ bir kule yapan İslam askeri, ne toptan, ne de tüfekten yıldı. Cadde gibi yaptığı surla düşman içine atlayıp, onları bir güzel kılıçtan geçirerek, kaleyi yerle bir ettiler. Germehisan, İslam askerine şan vererek başeğerken, tarih H. 850/M. 1446 yını gösteriyordu.
Yürüyüşe devam eden Sultan Murad, şehzade Mehmed Sultanı yanına çağırtıp, beraberce Arnavutluk eyaletinin önemli kalelerinden olan Akçahisarı iki aylık bir kuşatmadan sonra fethettiler.
Dikkat edilirse Sultan Murad-ı Sâni, Akçahisar Muhasarasına ta Manisa'da bulunan oğlu yanına Mehmed Sultanı çağırmakla, acaba KOSTANTİNOPOL'ün (İstanbul) fethinin manevrasını mı yaptırmıştı?
Bu sefer Yanko kâfirin teşvikiyle Leh banı, Çek banı Eflak banı, Sekület banı ve daha birçok küffar beylerini bir ittifaka sevketmişti.
Durumu haber alan Sultan Murad-ı Sani, Hüdavendigâr Sultan I. Murad Gazi Hazretlerinin lakabına nail olmak lütfu-na erişmişti. Çünkü hüdavenigârhk hiçbir ırk, hanedan, soy ve sop farkı gözetmeden toplanan İslam ordusunun başkumandanına verilen bir güzel unvan idi...
Sultan Murad-ı Sâni, Martojos Doğan adlı akıncısını düşman arasına gönderip istihbaratla vazifelendirdikten sonra, Anadolu'ya saldığı haberciler vasıtasıyla bütün İslam Beylerine haberler gönderek, kelime-i tevhid bayrağı altında toplayıp, İslamın küffara bir daha muzaffer olması için gayret göstermeleri emrini bildirdi. Elhak, bütün Anadolu askeri, evlad-ı fatihan olan Rumeli askerinin yanında yer aldı.
Sıkılmış bir yumruk gibi, ayrılmaz bir kütle gibi Din-i İslam düşmanları karşısında 1389 I. Kosova Zaferinde olduğu gibi boy gösterdiler. Can verdiler, baş aldılar ve şanlarına şan, ta-rih-i âleme bir İslam zaferi daha kattılar. Hem de silinmez harflerle... Bu zafer, 2 gün 2 gece -farz olan namazların nöbetleşe kılınması şartıyla aralıksız devam etti. Tarihler H. 852/M. 1448 yılını gösteriyordu...
Sultan 2. Murad'ın ilk hanımı Hatice Halime Hatun olup, doğduğu tarih bilinmeyen bu hanım, Candaroğlu 2. İbrahim Bey'in kızıdır ve Kastamonu'dan gelin olduğu Bursa'ya geldiğinde tarihler 1425 senesini gösteriyordu.
2. hanımı ise Karaca Paşanın kızkardeşi olup adı belirtilmemiş ancak, şehzade Alâddin Ali'nin validesidir.
3. hanım ise, Yeni Hâtûn namı ile anılan Mahrnud Şah Bey kızı olup, Amasyalı'dır.
4. hanım ise Hüma Hatun olup, baba adı Abdullah olduğundan mühtedi olduğu sanılıyor. Vefatı 1449 yılında Bur-sa'da vukubulmuştur. Sultan 2. Mehmed Fâtih'in annesidir.
5. hanım ise, Halime Hatun olup, üvey oğlu Sultan Fâtih tarafından 1452 senesinde sadrıazam Sarı İshak Paşa ile evlendirilmiştir.
6. hanım ise Mara Hatun olup bu hanım müslüman olmadı ve babası İse Sırbistan despotu Brankoviç idi. Sultan Fatih bu üvey anneye, Aynaroz yakınlarında tahsis ettiği Yezevo malikânesinde yaşatmıştır. Mara Hatun annesi tarafından Rum olduğu gibi, Bizans imparatorluk ailesine mensuptur. Böylece 2. Murad'ın hanım sayısının altı olduğunu tesbit etmiş oluyoruz.
Sultan 2. Murad Hân'ın; kızlarına gelince 1425 yılında doğan Hadice Sultan ilk kızıdır ve peşinden bir yıl sonra Hafsa Sultan doğmuş ve üçüncü kız olan Fatma Sultan 1430'da dünyaya geldi. Sultan Fâtih'in değerli veziri Zağanos Paşayla izdivaç yapmıştır. Kabri Balıkesir'de Zağanos Paşa Camii yanındadır. Vefat tarihi yukarıdan beri saydığımız üç hanımsul-tanın ki de dahil maalesef bilinmemektedir.
Erhondu Sultan 2. Murad'ın kızı ibaresinden başka Yakup bey adlı bir zatla evlendiğine dâir bir kayıt olup, bir de 1483'den sonra vefatının vukubulduğunu bilebiliyoruz.
Hemen peşinden, Şahzâde Selçuk Sultan, 5. kızı olarak 1430 yılından önce dünya ya gelmiş ve 1480'de Bursa'da vefat etmiş Bursa Muradiye (babasının türbesi) de medyundur. 2 defa izdivaç yapmıştır. İlk izdivacı Karaca Paşa iledir paşa 1444'de vefat etmiştir. İkinci evliliği Yusuf Paşadır ancak izdivaç târihi bilinmemektedir. Sinaneddin Yusuf Paşa hanımının vefatından altı yıl sonra vefat etmiştir. Selçuk Sultan hanım Edirne'de bir cami, medrese, imaret ve çifte hamam yaptırmıştır.
Sultan 2. Murad'ın oğullarına gelince 1425 yılında Edirne'de Damad Karaca Paşanın kızkardeşi Hanım sultandan dünyaya gelen Ülu şehzade Alaadin Alî, 1443 senesinde Amasya sancakbeyi iken babasının yanında Karaman seferine katıldıktan sonra avdet ettiğinde atından düşerek şehid oldu. Bu sırada 18 yaşında olup, veliahd olarak görülmekteydi. Bursa'ya nakledildi ve Muradiye Camii yanındaki türbeye defnolundu.
Bu arada istikbâlin Sultan Fâtihinin önünün açıldığını bu elîm olayın rolü olduğunu unutmayalım. Her şey nâsib meselesidir. Bu üzücü olayın Sultan 2. Murad'ın taht'ı oğlu Meh-med'e bırakıp inzivaya çekilmesine sebeb olduğunada işaret edelim. Şehzade Ahmed, bir yaşında cennet bağçelerine uçdu. Yaşadığı tarih 1419 ve 1420 yılları arası oldu. Şehzade İsfendiyar'ında ana tarafından dedesinin adını taşıdığına işaret edelim fakat bu şehzade de 1425'den sonra doğup, çok yaşamadan vefat etdi.
Şehzade Hüseyn 1439, Şehzade Orhan 1441, Şehzade Hasan 1444de vefat ettiler. Her biri sabi idiler. Şehzade Küçük Ahmed 1450'nin kasım ayında dünya'ya geldi 18/şu-bat/1451'de siyaseten öldürüldü ve Bursa'da babası 2. Mu-rad'ın yanına defnolundu.
Bir de sayın Yılmaz Öztuna'nın "Devletler ve Hanedanlar" adlı kıymetli eserinin, 124. sahifesinden şu alıntıyı yapmayı önemli addettik: "Yusuf Adil Şah: Akkoyunlu sultanı ve iran imparatoru Uzun Hasan Padişahın yarlığına göre; (TM, vı, 285) 'püser-i hüdavendigâr' diye geçen bir Osmanlı şehzadesi, Tebriz'de mülteci idi. Bu şehzade Fâtih taht'a geçince İran'a kaçırılmış, 2. Murad oğlu çocuk veya bebek bir şehzade olduğu düşünülebilir. Yusuf'da Osmanlı şehzadelerine verilen isimlerden biridir. Binaenaleyh Yusuf Adil Şâh'ın Güney Hindistan'da 2. Murad'ın oğlu ve Fâtih'in kardeşi olduğunu, kesin şekilde iddia etmesi ve Adil Şâh (Güney Hindistan Türk) imparatorluğunun bütün hayatı müddetİnce bu şecerenin, devletin resmî şeceresi olarak kabulü vede târihçiierince şüphe edilmemesi, bir gerçeğe dayanmak gerekir. Osmanlı tarihçiliğinde, bu şecerenin fantazi sayılmasına itibar etmemek gerekir. Zira resmî Osmanlı-tarihçiliği, Sultan Mustafa'nın bile, Yıldırım Bayezid'in oğlu olmadığı hususunda di-renmiştirki, Sultan Mustafa'nın Yıldırım'ın oğlu olduğundan en küçük şüphe mevcûd değildir. Bk. Â'dil-Şâhlar (Güney Hindistan bahsinde). Yusuf Adil Şah Türkmen'in, 7. batın torunu İskender Adil Şâh bile resmî yazılarda Osmanoğlu olarak zikredilmiştir Behmenilerin yerine geçen Adil Şahlar, 1490-22/9/1686'da devam edip Timuroğuilannca ilhak edildiler. "Bu değerli eserin alıntısından sonra pek kısa bir yorum ile biz de bir şeyler İfade etmek lüzumunu duyduk. Osmanlı devlet idaresi anlayışında, en önemli husus, kitab-ı mübine uymak başda gelir. Hâl böyle olunca şüpheli her olay, târihi gölgelendireceğinden devrin akıllı insanları tamirle uğraşma yerine yık ve yenisini fakat gıllu - gışsuzım yâni üzerinde spekülasyon olmayanı ikame et anlayışını tatbik etmişlerdir. Hiç şüphe yokki bir makama sahip olmak herşeyden evvel Mevlâmızın nâsib etmesine bağlıdır. Sayın Öztuna'nında gayet iyi bildiğine inandığım bazı kişiler vardır ki bunlardan biri Zülüflü İsmail Paşadır ve doğrudan hanedan'ın oğlu olmasına rağmen, sarayın dışına çıkan validesinin, hamileliğini gec fark etmesi kendinin padişah karısı, oğlunun şehzadeleğini önlemiştir. Abdülmecid Hân; bu Zülüflü İsmail Paşaya alaka göstermiş, ancak hanedandan addetmeme üzüntüsünü yaşamış fakat leke kaldırmaz bir sülâlenin temiz nâmını muhafazaya muvaffak olduğu gibi, merhum Sultan Reşad'da İsmail Paşanın kendinden ekber olduğunu bildiğinden Paşaya pek hürmetkar davranırdı. İsmail Paşa da haddini bilir bu konuyu hiç konuşmaz hâttâ imâ bile etmezdi. Sultan 2. Murad'ın sadnazamlarına bir atfu nazar edersek göreceğimiz şudur.
Sultan Murad Osmanlı tahtına culûs ettiğinde târihler 4/mayıs/1421'i gösteriyordu. Amasyalı Bayezid Paşayı ma-kam-ı sadaretde bulmuştu. Kendisini görevinde ipka etti. Ancak 3 ay, 27 gün sonra Çandarlızâde İbrahim Paşayı makamı sadarete getirirken teftihler 31/ağustos/142î'i gösteriyordu. İbrahim Paşa; bu görevde 7 sene, 11 ay, 25 gün kalırken 25/ağustos/1429 görevden ayrılma târihi olmuştu. Bu sefer göreve başka bir Amasyalı geliyordu.
Koca Nizameddin Mehmed Paşa b. Amasyalı Mevlâna Hızır Danişmend b. Hamza idi bu zat. Bunun dönemide
1440/nisanında sona erdiğinde 10 sene, 8 aylık bir zaman dilimini doldurmuştu. Çandarlızâde İbrahim Paşanın oğlu 12. Osmanlı sadrıazamı olarak 4/nisan/1440'da geldiği vazifede 2. Muradhân'a, vefatı olan 1451/şubat'ınm 3. gününe kadar veziriazamık yaptı. Bu vaziyet karşısında Sultan 2. Murad uzun saltanat dönemini dört sadrıazamla tamamlamış oldu.
İkinci Kosova Savaşında, zaferden sonra birçok imar çalışmaları yaptıran Sultan Hazretleri, Edirne'de yine bir teftişten dönerken, köprü başında, kendisine gülümseyerek bakan aksakallı bir ihtiyar gördü. Hürmetle Padişahın yaklaşmasını bekleyen zat; Padişah Hazretlerine seslendi: «Ey padişah-ı cihan; Haiin nicedir? Haydi hazırlan vakit kalmamıştır Hakk'a yürümeye... Artık hatalarına bir hata daha eklememeye çalış!.. Kapına gelmek üzeredir ecel... Artık işin tevbeye dönmektir...» mealindeki sözlerle, ancak sırr-ı mertebe sahibleri-ne has olan bu haber, Sultan Hazretlerini seccadesine oturtup bilerek, bilmeyerek işlediği hatalarına tevbe ettirdi. İshak Paşa ve Saruca Paşa pâk ihtiyarın sözlerini söylediği zaman yanındaydılar. Sultan Murad ihtiyarın kim olduğunu sorduğu zaman İshak Paşa; ihtiyarın, Hazreti Emir'in tekesinde yetişmiş saf (nüfusu safiye) erbabından makamında bir zat olduğunu söyledi. (Saf mertebesi tasavvuf mertebelerinin sonuncusudur. Nefsin terekkî ede ede erişebildiği son merhaledir Her asırda bu mertebede üç zatı akdes bulunur. Bunlar kul-bul îrşad, Gavs ve Kutbul Aktap yâni insanı kâmildir Bazı devirierde ise üç vazifenin bir zatta birleştiğide olur.)
Seccadeden kalkan Sultan, şiddetli bir sancıyla yatağa düştü. Derhal vasiyyetini hazırlayıp Çandarh Halil Paşa'yı sadrazam, oğlu Sultan II. Mehmed'i taht-ı Osmaniî'ye- tayin edip, birçok nasihatler yazdırarak, vasiyyetin tamamladı.
Köprüde, haberini aldığı davete 4 gün sonra, hakiki tevhid mertebesinde, gönül rahatlığı içinde H. 855/M. 1451 senesinde rahmet-i rahmana kavuştu, mekanı cennet, makamı yüce olsun...
Manisa'dan gelerek Osmanlı Tahtına geçen, çağlar kapayıp çağlar açacak olan istikbalin Fatih Sultanı 11. Mehmed, babasının mübarek na'aşını Bursa'ya uğurladı.fAz/z okurlarımız pekâlâ bilirlerki İslâm dini İki Cihan Serveri Efendimiz (s.a.v.) tarafından tebliğ olunup tamama erdikte biz müslil-mantar için çağlar bitmiştir. Zamanların en saadetlisi Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin bedeni zahirisi ile göründüğü devirdir. Bu sebebten burda çağlar açan, çağlar kapayan Hükümdar tabirini, Batı'nın geri kalmışlıktan uyanmasına vesile olan, İstanbul'un Ceddimiz tarafından fethine, yine Batı'Uların söylediği bir tabir sebebiyle bahsettik. Yoksa biz inananların; Batının kendi problemi olan orta çağ, Yeni çağ gibi karanlıklarla hamdolsun alakamız yoktur. >
Bu cihan padişahının hayatını, Hoca Sadeddin Efendi'nin şu mısraı ile bitiriyoruz:
«Bu yola istersen derviş ol, istersen sultan,
Ölüm denilen geçit çıkar önüne son an.»
Hazreti Padişahın, Osmanlıyı sevenlere şefaati olsun.
.
SULTAN 2. MEHMED (FÂTİH)
Tahta Geçişi
Yine Karamanoğlu
Boğaz Kesen Hisarı'nın İnşaası
Çandarlı Halil Paşa
Topların Dökülmesi
Sûrların Önünde İslâm Mücahidleri
Fetih'de Osmanlı Donanması
Topların Dökülmesi
Surların Önünde İslâm Mücahidleri
Fetih'de Osmanlı Donanması
Topların Dökülmesi
Surların Önünde İslâm Mücahidleri
Fetih'de Osmanlı Donanması
Topların Dökülmesi
Surların Önünde İslâm Mücahidleri
Fetih'de Osmanlı Donanması
Ak Şeyhin Kerameti
Gemilerin Karadan Yürütülmesi
Kati Ve Son Hücum
Sırbistan Seferi
Belgrad Muhasarası
Mora'nın Fethi
Adaların Fethi
Venedik Muharebesi Ve İskender Bey Gailesi
Boğdan İsyanının Bastırılışı
Trabzon Kayserliğinin Ve İsfendiyar Beyliğinin İlhakı
Karaman İlhakı
Uzun Hasan İle Otlukbeli Savaşı
Otluk Beli Savaşında Varılan Netice
Avrupayla Büyük Savaş Silsilesi
Merkad-İ Fatih'i Ziyaret
Şerh
Fâtih Sultan Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
Osmanlı'nın Çıkışında Avrupa'ya Bakış
Batı Ve Güney Avrupa Devletleri Ahvâli
Avrupa'da Rönesans Ve Reform
Sultan 1. Mehmed'in Deniz Hareketleri
Osmanlı - Venedik Deniz Savaşı
Hristiyanların Reformu?
Okuma Parçası:
İstanbul'un Fethi Üzerine Ecnebi Hezeyanlar!
Jan Jüstinyâni
Bizans'a Yardım
Edirne'de Olanlar
Çirkin İftira
Top Devrinin Milâdı
Top'ün Denenmesi
Edirne'den Çıkış
Otag-I Hümayün'da Neler Var?
Donanmaya Engel Zincir
Haliç Ağzındaki Tedbir!
12/Nisan Bombardımanı
Beklenmeyen Elçi
Kan Ağlıyor!
Babası: Sultan II. Murad Han
Annesi: Hürfıâ Hatun
Doğum Tarihi: 1432
Vefat Tarihi: 1481
Saltanat Müd.: 1451-1481
Türbesi: İstanbul Fatih Camii Yanında Yatar.
Cennetmekân Sultan Murad'ı Sâninin, Cennetbahçelerine uçtuğunu bildiren haberi alan Sultan 2. Mehmed, derhal atına atlamış ve «Beni seven arkama düşsün» diye bağırarak Manisa'dan hareket etmişti. 2'nci defa cülus edeceği Osmanlı tahtının bulunduğu taht şehri Edirne'ye doğru birSeba rüzgârı hızıyla mesafeleri yutmaya başlamıştı. Üç gün içinde Gelibolu'ya geldi. Gelibolu'da iki gün dinlenip arkasından koşanları bekledi. Onları da bir intizama soktuktan sonra, istikbâle hükmedecek Sultan, Edirne'ye ilerledi. Devlet-i Osmaniye'nin ileri gelenleri, kumandanlar ve ahalî kendisini karşılamaya çıkıp tebrik ve taziyelerde bulunuyorlar ve mutlu saltanatını müjdeliyorlardı.
Taht odasında resmî biat merasimi yapıldı. Biat merasiminden sonra sadrazam Çandarlı Halil Paşa'ya vazifesinde bırakıldığı, kızlar ağası Şahin ağa vasıtasıyla duyuruldu. Sultan 2. Mehmed'in ilk cülusunda pek anlaşamadığı Çanlarlı Halil Paşayı vazifede bırakması, babasının vasiyeti üzerine olmuştu. Çünkü bu güngörmüş sadrazam, Sultan Murad-ı Sani'nin tahta yeniden geçmesi için çok ısrarda bulunmuştu. Bu husus bütün tarih yazarlarınca, Sultan 2. Mehmed'in Çandarlı'ya kızgın ve kırgın olduğu intibaını vermişse de biz bu fikre evet diyemiyoruz. Bunu da şöyle izah ederiz: Daha 15 yaşındayken «Eğer padişah isen gel ordularının başına geç, yok padişah ben isem; emrediyorum gel ordularımın başına geç» diyen bir zekâ şahı, tertemiz kalbinde kin taşıyacak bir devlet reisi değildi. İslâm milletinin hayrına olan her iş için değil tahttan, canından dahi feragat edecek kadar yüksek bir mertebe sahibi sultandı.
İshak Paşa'ya, iltifat makamına geçecek bir vazife verildi. Merhum Padişah Murad-i Sani'nin pâk cesedini toprağa koymak üzere Bursa'ya nakle memur heyetin riyasetine tayin olundu. Zağnos Paşa'yi yanına getirten padişah, Has Müşavirlik vazifesini kendisine tevdi etti. Merhum babasının haremlerinden olan Sırp Prensesi Mara'yı Sırbistan'a iade ederken, kendisine geçimini 'ahatça sürdürebileceği maaş tahsisiyle beraber, Sırp Kralına da hediyeler gönderdi. Daima iyi münasebetler içinde olma arzusunda olduğunu bildirmesi için Prenses Mara'ya vazife verdi.
Bizanstan, Mora Despotlarından, ülahtan, Raküzadan, İstanbul Galatadaki Cenevizlilerden, Midilli, Sakız ve Rodos adalarından ve şövalyelerinden elçilik heyetleri gelmişti. Hepsine hüsnü kabul gösteren Sultan; Raküza Cumhuriyetine, vergilerini bundan böyle beşyüz altın zamlı olarak ödemelerini bildirdi.
, --
Konya hakimi Karamanoğlu hanedanın başında bulunan Karamanoğlu İbrahim bey; Selefi Mehmed Bey'in söylediği gibi «Bizim Osmanoğluyla olan düşmanlığımız mezara kadardır» düsturuna bağlı bir adamdı. Ne umduysa kendi malumudur. Bermutad isyana kalktı. MenteşeoğlUj Germiyanoğlu, Aydınoğlunu da bu isyana teşvik etmişti.
Ne varki İbrahim bey suçu unutmuştu. Genç padişah çok enerjik, kararlı ve büyük İşler yapacak meziyetlerle mücehhez bir sultandı. Derhal anadolu Beylerbeyi İshak Paşa'ya orduyu seferber edip hedefin Karamanoğlu olduğunu bildiren fermanını gönderen Padişah, kendisi de çabucak hazırlandı.
Karamanoğlu İbrahim Bey, kısa zamanda kuvvetli bir orduyu karşısında bulacağını tahmin etmediğinden, ayrıca
kendisine Anadolu'da taraftar olabilecek bir kuvvet bulamadığından derhal aman diledi.
Sultan 2. Mehmed; selefleri gibi bu fitneye yumuşak kalma niyetinde değildi. O işi kökünden halletmek istiyordu. Fakat merhum babası vasiyyetinde; İki Cihan Serveri Efendimiz (s.a.v.)'in tebşiratına nail olması için yetiştirdiği oğlunu il işinin mutlaka Kostantaniyye (İstanbul'nin hesabını görmesi olmasını hassaten belirtmişti.
Derler ki;
Cenab-ı Hakk'ın sevgili kulu Murad-ı Sâni Hz.leri, zamanının büyük velisi, Hacı Bayram Veli Hz.leriyle sohbet ederlerken, bu mübarek zat'tan, Hazreti Padişah Kostantaniyye için sual eder ve der «Sultanım; acaba bu fetih bize nasib olmaz mı?» Gelen cevaba bakınız: «Bu beldenin fethini ne siz ne de ben vücudu fanî'mizle göremeyiz. Bize denir ki; şu oynayan çocuk ile kapuda dikili bizim köse'ye nasibtir.»
Evet oynayan çocuk 2. Mehmed ile kapuda dikilen Ak-şemseddin'den başkası değildi.
Sultan 2. Murad, vasiyyetine koyduğu fetih meselesinde her halde bu tebşirata da istinat ediyordu.
Bizans Kayseri de bu sırada bir münasebetsizlik edip yanında bulunan Şehzade Orhan Sultana verilmekte olan tahsisatın arttırılmasını, isteği yerine getirilmezse Orhan Sultanı salıverip, devletin başına mesele çıkaracağı tedidini savurmuştu.
Kayser yapmış olduğu bu teklifle, Sutan 2. Mehmed'e büyük bir fırsat tanımış oluyordu. Çünkü Kostantaniyye'yi feth etmekten başka bir düşünceye öncelik tanımayan Padişah; tahta geçişi sırasında heyet gönderen ve iyi münasebetler içinde olmayı temenni eden Kostantin Dragezes'in yakasına, kudretli parmaklarını nasıl geçireceğini düşünen buna vesile arayan Sultana bu teklif nefis bir bahane olmuştu.
Karamanoğlu meselesi münasebetiyle Anadolu tarafına geçmiş'plan Hazreti Padişah Bursa'dan Edirne'ye avdet ederken Kocaeli üzerinden Göksuya gelip Güzelce Hisar adıyla anılan şimdiki Anadolu Hisarının izine üstü açık muvakkat bir camii yaptırıp, otağını da Anadolu Hisarına hâkim bir tepeye kurdurup karşı kıyıda bir kale inşaasına başladı. Bu kalenin inşası için;
Derler ki;
Hz. Padişahın Anadolu Hisarının içine yaptırdığı muvakkat camiden sonra Otağı hümayununun Hisara hâkim bir tepeye kurdurmuş olması, Kayser'in dikkatini çeker ve elçiler göndererek maksatlarını öğrenmek ister. Gelen heyete Hz. Padişah «Kayser'e söyleyin bu sûr'un karşısına düşen yerde bir manda gönü kadar yer istiyorum, yoksa karşına çıkar oraları irademe alırım» der.
Elçiler, Kayser'in yanına dönerler ve durumu anlatırlar. Kayser «Zaten oralarda dahi hükmümüz pek sökmüyor, bari bir manda gönü (derisi) verin onun kadar bir yer onun olsun» der.
Bîr mandanın yüzülmüş derisi Sultan Hazretine gönderilir. Sultan Hazretleri; Kayser'in yolladığı bu deriyi bir saraciye ustasına verir ve iplik inceliğinde tek bir sicim yumağı haline getirmesini tenbih eder. Saraç bu deriyi sanatının en büyük ustalığını göstererek bir sırrım yumağı haline getirir ve Hazreti Padişah takdim eder. Padişah fustalarla (küçük gemiler) karşıya geçip bu sırım yumağının yettiği kadar bir alanı çevirir, işaretler. Padişahın fustalarla karşı yakaya geçtiği haberini alan Kayser yine elçilerini gönderir, ne yaptıklarını sordurur.
Padişah; «Bize verdiğiniz gön kadar yeri işaretliyorum», der.
Elçiler, biz size manda gönü kadar yer verdik, siz ne kadar yer işaretlemişsiniz derler.
Hazreti Padişah; «Verdiğimiz gön elimde bu hale geldi, ben de o kadar yer işaretliyorum», der.
Elçiler; bunun üzerine «Bu işi akıllarının alamadığını söylerler.»
Hazreti Padişah târihlere geçen şu muazzam cevabı verir.
«Bizim hakikat kıldıklarımıza, sizin hayaliniz bile ulaşamaz.»
Hazreti Padişah askerî ehemmiyet ve denizin avantajını pek isabetle kuİanarak bugünkü Rumeli Hisar'nın inşaasina başladı ve çok kısa bir zaman olan dörtbuçuk ayda inşaatı tamamlattı. Üç büyük kuleye, her kule inşaatına nezaret eden vezirlerinin isimlerini verdi. Zağanos Paşa Kulesi, Samca Paşa Kulesi, ve Çandarh Kara Halil Paşa Kulesi olarak hâlâ isimleri muhafaza olunur. Bu kulenin ehemmiyetini belirten en güzel dizelerden biri olan Enverî'nin Düsturnâmesin-den merhum Profesör Mükrimin Halil Yinanç'ın naklinden almayı uygun bulduk.
«Nice kal'a-i incilayin bir hisar Görmedi âlem İçinde rüzighar Hüsrevânî küp gibi çok toplar Atılır göklere andan küpler Ne gemi kaçamaz andan kelebek Kim ururlar topla geçse sinek»
Evliya Çelebi bu Boğaz Kesen Hisarına (Rumeli Hisarına) yüzbeş adet top konduğunu bildirir.
Bu Boğazkesen Hisarını tamamlatan Sultan Hazretleri maksadını verdiği isimle dahi açıklamış olmuyormuydu? BOĞAZKESEN
Padişah Hazretlerinin tek meşgalesi Kostantaniyye'nin fethi idi. Bazı vezirler ve sadrazam Halil Paşa fetihten pek ümit-var değildiler. Bu mesele dîvanda konuşulduğu zaman bazı itirazlarda bulunurlardı. Hatta bazı tarihlerde muhasara sırasında Bizans halkının ümidi kırılıp teslime hazırlandığı sırada güya, Halil Paşa haber göndermiş biraz daha dayansınlar, muhasara yakında kalkar, diye haber göndermiş de Bizans halkı yeniden gayrete gelmiş, muhasara o yüzden uzam:ş. Biz deriz ki, bu mümkün değildir Çünkü Çandarh ailesi, bu devletin kuruluşunda büyük vazifeler almış insanlardan müteşekkildir. Belki dîvanda itirazlarda bulunmuştur.
Çünkü bu yaşlı veziriazam, Timur belâsının devleti ne hallere düşürdüğünü görmüş, devr-i fetreti geçirmiş Osmanlı Devletinin ne fitne ve fesatlar içinde kaynadığını müşahede etmiş ne zorluklar geçirilerek bugünlere gelindiğini biliyordu.
Veziriazam Halil Paşa ve itiraz eden zevat ihanetten değil geçirdikleri badirelerin acısını unutamamış ve yine o badirelere düşülme korkusundan itiraz ediyorlardı. Bu yalan ve iftiralar tarihlerimizden inşallah temizlenir ve bu yüksek karakterli insanların haklan yerine konur. Daha da ileri giderek şunu deriz ki, Fatih Sutan Mehtned gibi bir fetih ve gönül sulta-nının Çandarh'nın hiyaneti olsaydı o mücessem kai'anın sûr'una o zatın ismini verdirir ve o ismin kullanılmasının devamına müsaade eder miydi? diye biz de bir sual sorarız.
Buraya bir film olayının da koyarak bu mevzudaki görüşümüze son vermek isteriz. 1950'den sonra bir mason'un idaresinde çevrilen «İstanbul'un Fethi» adlı film'de ki, bu yerli bir filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dolabında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandariı Hali] Paşanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak kalmışlardı. Tabiiki hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Hanımefendinin «Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İstanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bİr şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine çalışsa geri döndüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans) benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.
Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile silâhlanınız»mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.
857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapı haricinde işgal etmedik bir yer bırakmayarak öncülük vazifesini bihakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yı işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizillerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, geceleri ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.
*
Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Umanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşat-filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dolabında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarlı Halil Paşanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak kalmışlardı. Tabiiki hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Hanımefendinin "Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İstanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bir şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine çalışsa geri dondüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans) benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.
Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile silâhlanınız)' mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.
857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapi haricinde işgal etmedik bir yer bırakmayarak öncülük vazifesini bihakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yi işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizlilerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, geceleri ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.
*
Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Umanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşat- filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dolabında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarlı Halil Paşanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak kalmışlardı. Tabiiki hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Ham-mefendinin «Türk Tarihinde Osmanlı Asırları)) adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İstanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bİr şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine çalışsa geri dondüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans) benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.
Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile silâhlanınız»
mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.
857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapı haricinde işgal etmedik bir yer bırakmayarak öncülük vazifesini bîhakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yi işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizlilerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, gecelen ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.
*
Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Limanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşat-filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susarnışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dolabında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarh Halil Paşanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak kalmışlardı. Tabiiki hakikatlan bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Hanımefendinin «Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrüse-i İstanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bir şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine çalışsa geri döndüremez. Eğer ol kal'anin (Bizans) benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.
Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek hadisi şeriflerinden (Düşmanın silâhı ile silâhlanınız»
mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.
857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapi haricinde İşgal etmedik bir yer bırakmayarak öncülük vazifesini bîhakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'y3 sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yı işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizİllerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, geceleri ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.
*
Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dortyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile
sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Limanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşatmada olan Bizans'a yardım olarak gönderdiği beş büyük kalyonun geleceği istihbar edildi. Bunun limana girmemesi, yardımlarını gerçekleştirmemesi için tertibat alan donanmamız; o tarihlerde denizciliğimizin daha emekleme çağında olmasından ve boğaz sularının kendine has akıntılarının ve gemilerimizin çoğunluğunun küçük boyda olmasından doiayı tutuşulan savaşta manevra kabiliyeti fazla olan ehli saiib kalyonları kaçmayı başarmışlardır. Bu kısa savaşta gözüne bir ok isabet eden Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın «Bir başa bir göz yeter» deyip oku kendi eliyle çıkardığı tevatür rivayettendir. Durumu Beşiktaş sahilinde vezirleriyle takip etmekte olan Padişah Hazretleri, ehli salip gemilerinin kurtulduğunu görünce beyaz atını mahmuzladığı gibi denizin içine dalar. Bazı tarihlerde çok kızan Hazreti Padişahın Baltaoğlu Süleyman Paşa'ya vuz sopa vurduğunu yazarlar. Biz deriz ki, bu tarihçiler ya hiç sopa yememişler veya sayı saymamışlar. Bir gözünü kaybetmiş ve bulunduğu yerden ayrılmayan bir paşasını dövecek adam değildir. Hazreti Fatih... Ola ki, muvaf-fakyetsizlikten dolayı azarlasın.
Batılı tarihçiler, Bizans mukavemetçilerinin sayısını çok eksik göstermeye çalışırlar. Askerî kuvvet olarak dokuzbin kişi olduğunu söylemek küstahlığında bulunurlar. Halbuki surların uzunluğu göz önüne getirilirse bu dokuzbin kişinin bir tek kapıyı bile müdafaa edemeyeceği kesindir. Ayrıca bu muhasarada devrinin en ileri silâhı olan muazzam toplarla işe başlayan Osmanlı Ordusu, ayrıca serdengeçtilerden bazılarının lâğımlar açarak şehre girmeye çalıştıklarını göz önüne alırsak bu nasıl bir dokuzbin keferedir ki, her yere yetişmişlerdir. Daha beş sene evvel onların 200 bin'er kişilik ordularını 60.000 kişilik kuvvetle Kosova sahralarında, Varna Önlerinde perişan eylemiştik. Hiç olmazsa bunu göz önüne alarak 9 bine bir sıfır soyarak 90.000'e çıksınlar bakalım.
Yalnız şunu ilâve etmek icab eder ki, bu muhasaranın tahmini yapan Kostantin Dragazes çok daha evvelden iki kiliseyi birleştirme çabalarına başlamış ve bir hayli de merhale kat etmişti. Hatta bir defasında Asayofya'da Katolik âyini icra olunmuş, Kostantin ve Bizans ileri gelenleri âyinde bulunarak birleşmeyi kesinleştirmek metodunu seçmişlerse de Patrik Kenadyus ve bağlıları bu âyini Ayasofya'yı telvis (pisletme) saymıştır. (Ne var ki, Bizanslının dahi Papanın bu âyinini red etmesine rağmen biz Müslüman olarak camiden müzeye tahvil edilen Ayasofya'ya Papa'Iarın gelip dua etmelerine müsade ediyoruz. Cenab-ı Hak bize akıl ve izan nasib etsin) Papanın serpuşunu Bizans'ta görmektense müslümanla rın sarığını görmeye razı hale gelmiş bir Bizans ahalisi de mevcuttu.
Kostantaniyye'nin fâtihi iki tanedir. İlki gönül fatihleridir ki, bunlar uzun yıllar evvel İstanbul'da yerleşmiş İslâm müca-hidleridir. İkincisi ise madde plânında, sebeb dünyasında ya-şayib adetullaha riayetle can verip şan alan, kan döküp kal'a alan İslâm mücahidleridir. Bu mücahidler ordusunun mânevi mimarı Ak Şemseddin Hazretleri, Sultan 2. Mehmed'İ Kostantaniyye'nin fethi için daima teşvik etmiş, desteklemiş ve onun ve ordusunun muvaffakiyete ulaşması için Rabi Âlâ'ya niyaz ve tazarruda bulunuyor idi. Bir gün Sultan Hazretlerinin Kutlu otağına şu haber ulaştı. Ak Şeyh, keşif yoluyla Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in mihmandarı Hazreti Ebû Ey-yüb'ül Ensârî'nin kabri şeriflerini bulmuştu. Bu haber İslâm ordusunda bir müjde olarak kabul olundu. Mücahidler ordusunun kuvve-i mâneviyesi en yüksek dereceye vardı.
Çünkü bu kuvve-i mâneviyenin yükselmesi için sebeblerin en büyüğü bu büyük sahabinin hayatında mündemiç idi. Medine'de bir gün Kur'an-ı Kerim okurken cihadla ilgili ayetlere gelince doksan yaşındaki bu aksakallı sahabi ayağa kalkar zırhını kuşanır, kılıcını beline takar, okunu yayını alır. Ben Halifenin ordusuyla cihada gidiyorum, der Evlât ve torunları baba sen yaşlısın, o iş bizim işimiz artık, derlerse de o mübarek sahabi vecd halinde, kimseyi dinlemez ve Halifenin ordusuyla Beldeyi Tayyibeye cenge gelir ve burada şehadet mertebesine de nail olur. Bu doksan yaşından sonra cihada çıkan sahabinin kabrinin bulunuşu fethin yakınlığının işareti olduğu aşikâr olduğundan, bülbülün gül dalına konması gibi, zaferin de İslâm mücahidlerinin ağuşuna gelmesinin sembolü olmuştur. Dolayısıyla kuvvei mâneviyyelerinde tezayûdüne vesile olmuştur.
O kerim ve Devletlü Padişah, Boğazkeseni yaptırırken Bizans elçilerine «Benim hakikat kıldığım yere sizin hayallerimiz bile ulaşamaz» derken bu muazzam olayı da herhalde kastetmiş olmalıdır. Bu muazzam olayı biz anlatırken bir gemiye bir tank yükleme zorluklarını düşündüğümüzde bundan beşbuçuk asır evvel karada yürütülen gemileri, aç karnımızı doyurmak ve çıplak bedenimizi giydirmeye ancak yeterli olan aklımızla yapmanın zorluklarını da düşünmesini bilmeliyiz.
Dolmabahçe'den (o zamanki adı Yeni Hisar) yukarıya döşetilmiş keresteler yağlanmış ve gemiler bunların üzerinde Öküzlerin çekmesi ve mücahidlerin bilek güçleri ile asılmalarının yanında derviş gazilerin Hû Allah! Hû Allah! zikirleri arasında Halic'e indirilen gemiler sabahleyin Bizans halkınca, Halic'in sularında seyir ederek Bizans'ın geri hatlarını da topa tuttuğu görülünce, bütün ümitleri bir balon gibi söndü. Çünkü limanın ön tarafına gerdikleri zincir orayı korumuştu amma; akıllan durduran bu harika olayın gerçekleşmesine mâni olamamıştı.
Derler ki;
Halic'e inmiş gemilerden geri hatlarına atış yapılan Bizans'ın hâlâ gevşemediği müdafaaya devam ettiği görülür. Ehlullahtan olan hazreti F^tih durumu tefekkür eder ve ol perdeler açılıp ona ayan olur. Cibali Baba derler bir suflî velî duası berekâtı ile bunlara zarar ilişmesine mânidir.
Secdeye kapanan Hazreti Padişah, Rabbi Zülcelâle yalvarır yakırır ve der ki, «Ya rabbi; eğer İki Cihan Serveri'nin hadîsi şeriflerinde müjdelediği emir bensem tebcil eylediği asker bu askerse buna mâni olanı sen bilirsin, onu kabz eyle)» diye dua eder. Ve dua Cenab-ı Hak indinde kabul olunup Cibali Baba kabz olunur ve siyanetten mahrum Rum taifesi, zarara ve ziyana uğramaya başlar.
Fatih muhasaranın sonlarının geldiğini hissediyor, fakat mürşidi, efendisi Ak Şemseddin Hazretlerinden durumu öğrenmek fethi müyesserin ne gün olacağını sormak üzere Şâir Mahmud Paşa'yi iki defa Şeyh'in otağına gönderdi. İkinci gidişte cevab gelmişti. «Cemaziyel evvel ayının onsekizinci gecesinin şafağında umumî bir taarruz yapılırsa Allah'ın inaye-tiyle fetih müyesser olacaktır.» dendi. Derhal hazırlıklara giriliyor, bütün gece Orduyu Hümayun ibadet ve savaş hazırlıkları İle meşgul oluyor. Bütün kumandanlar birliklerini dolaşıyor, onları hazırlıyorlardı. Şafak sökerken Beyaz Atının üzerinde bembeyaz elbiseler içinde Hazreti Padişah ordunun en Ön safında kılıcının zafer pırıltılarını aksettiren parlaklığıyla hücum emri veriyor. Düşmana bizzat taarruza geçiyor. Artık zafer İslâm'ındır. Kostantaniyye zaferler Sultanın oluyor. Fatih ona lâkap, İslâmbol Kostantaniyye'ye isim oluyor.
Hazreti Peygamber (S.A.V.) Hendek Savaşında sahabinin kıramadığı bir taşı parçalarken çıkan kıvılcımda gördüğü Sultan bu Sultandı ve asker bu askerdi.
«O ne güzel bir emir, o ne güzel bir askerdi.»
Fatih Sultan Muhammed Han ve İslâm Ordusu Osmanlı Ordusu idi.
Evet muhasara 53 gün sürmüş, Ak Şemseddin Hazretle-ri'nin müjdelediği gün feth olunmuştu. Hicri 857, Milâdî 1453 29 Mayıs Salı günü İslâm Ordusu müjdelerin gerçekleştiğini ilân ediyordu.
Kostantaniyyeyi, İstanbul Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, yirmi gün kaldığı bu yeni beldede intizamı temin ettikten, Rum ahalinin İslâm içinde gösterilen şartlarını yâni Hıristiyanların dini inanç ve ibadetlerine yön verecek patriklerini seçtikten sonra bugünkü İstanbul Üniversitesinin bulunduğu yere bir saray yapılmasını irade etmişti. Yine payitahtı olan Edirneye dönmeden son bir iradesiyle Karadeniz kıyılarından beşbin ailenin İstanbul'a getirilmesini ve yerleştirilmesini emretmişti.
Edirne'ye bir çok ülkenin sefaret heyetleri geldiler. Tebriklerini sundular ve bir çok hediyeler de getirdiler. Bunların içinde Sırbistan Elçi Heyetinin durumu özellik teşkil etti. Eskiden Osmanlının olan bazı kaleler yine Sırblara geçmiş idi. Bunların bazılarını kurtarmayı düşünen Sırblılar, bu kalelerden bir kaçının anahtarını hediye olarak gönderip Fatih Hazretlerinin gözünü boyamak istediler. Fakat Hazreti Padişah, Avrupa serhadlerindeki siyasî durumları pek yakından takip ediyordu.
Kral Yorgi, Sırbistan krallığı ile alâkası olmadığı halde bu yerlere ve Sırp krallığına sahipleniyor ve ayrıca Sultan 2. Murad'ın Haremi Prenses Mara'nın hakkını da gasb etmiş bulunuyordu.
Sultan Fatih Sırb elçilerine «Yorgi bir iki parça köhne kal'a ile aldatmak ister, onun ancak Sofya dibinde küçük bir sancağa hakkı olabilir» diyerek niyetini bildirmişti.
Kral Yorgi bu haberi alınca birtakım dahilî tertibatlar aldı. Aile efradını yanına alarak Macar kralı makamında bulunan Yanko Hünyad'ın himayesine girdi. Topladıkları hafif süvari alayları ile Sırbistan ve Bulgaristan'a dahil olup şehirleri yağma ve yıkmaya, insanları kana boyamağa başladılar. Tırnova civarına kadar geldiler Askerimiz onlara yetişemeden Tu-na'nın öbür tarafına geçtiler.
Hazreti Padişah süratli birliklerle Sırbistan'a dahil olup bir çok yerleri zabt etti. Ostrovice'yi muhasara altına aldı. Bir müddet de Semerdire'yi sıkıştırıp güzel bir ders verdiler. İleri gelenlerden ellibin kişi esir topladılar. Firuz Bey kumandasında bir miktar asker bırakıldı. İstenilen muvaffakiyet elde edildiğinden Hazreti Fatih Edirne'ye döndü.
Sultan Hazretlerinin avdetini haber alan Hunyad ve Yorgi yeniden saldırdılar. Bu sefer yanlarında birçok hristiyan delvetlerin ordularından birlik vardı. İslâm askerinin çoğunu şehid ve kumandan Firuz Bey'i esir aldılar.
Padişah hemen Şehir köyü tarafına sefer çıktıysa da Hunyad Macaristan içlerine kaçtı. Yorgi ise padişaha senede otuzbin altın vergi vererek sulh teklifinde bulundu. Fatih Hazretleri bunu muvafık gördü. Hicri 858/Milâdl 1454.
Bu anlamadan bir kaç ay sonra Evranos zadelerden İshak Paşa'nın oğlu İsa Bey, Sultan Fatih'e ulak göndererek Sırbistan'ın fethinin zamanıdır, diye bilgi sundu. Hicrî 859/Milâdî 1455 yılında Sırbistan'ın büyük bir bölümü Devleti Osmaniye'nin hududlarına İlhak olunmuş oldu. Padişah Hazretleri oradan Kosova'ya inerek /Hüdavendigâr Sultan 1. Murad Hazretlerinin şehadet yerini ziyaret etti ve Hatmi Şerif tilâvet olundu. Oradan Selanik yoluyla Edirne'ye geçildi. Bu Selanik yolu ile dönüşte Solakzâde nam tarihçi Hamza Bey'in donanmasının Padişah Hazretlerini naklettiğini söylerken gemiye şarab da yüklendiğini yazar.
Merhum Mizancı Mehmed Murad Bey bunu fevkalade bir isabetle red eder. İslama bağlılıkta emsâü az bulunur bir insan olarak gördüğü Hazreti Fatih'in içkiyle katiyyen alâkası olmadığını belirtikten sonra tarihlerden böyle iftiraların temizlenmesini pek isabetli olarak tavsiye ediyor. Şimdi biz merhum mizancı Mehmed Murad Bey'e bu mevzuda iştirak ederek diyoruz ki; Batılı tarihçiler bu tip iddiaları bizim kaynaklarımızda bulmasalar bile eninde sonunda İslâm düşmanı olduklarından bu zatlara iftiradan kendisini alamazlar. Peki bizim olan Solakzâde merhum böyle bir şeyi olmadan nasıl yazabiliyor. Sultan Hazretlerinin işrette olmadığı ihraz ettiği manevî makamları münasebetiyle de aşikârdır. Şu halde bu zatlar nar şurubu vesaire şurubları içtiklerine göre şurubların şarab gibi okunması ihtimali daha ağır basmakta olduğu intibaını veriyor bize.
Belgrad'ı almaya karar veren hazreti Fatih Sırbistan'a dalarak önüne gelen yerleri çiğneyip geçti. Muhasaralarda en önemli silâh şüphesizdir ki toptur. İstanbul'un fethinde kullanılan bu topların buralara taşınması çok zor olduğundan Sultan Hazretileri yüksek dehası sayesinde seyyar top dökümhaneleri kurdurmuş, her muhasaraya gittikte muhasara yerinin icabına göre toplar döktürüyor idi. Bilhassa hesaplarını kendi yaparak mucidi olduğu Havan Toplan çok önemli vazifeler görüyordu. Burada şu durumu mutlaka belirtmeyi lüzumlu görüyoruz: Bilindiği gibi zamanımız Ekonomi Şeytanı ismini verebileceğimiz salgın bir hastalığın insan şuuruna yerleşip her şeyi madde açısından görmelerinden dolayı manevî hayatı red veya lüzumsuzluğuna kail olanların matees-
süf çok olduğu bir zamandır. Bazı görüş sahiblerİ kardeşlenip
mİz tarihi islâmiyet'ten verdikleri misallerle; yanlış yola sapmış ekonomi Şeytanının tuzağına düşmüşlere yol göstermek isterler. Ne var ki onlar esir oldukları maddî dünyalarından halâs olamayıp bu tavsiyeleri ve misalleri kulak arkası ederler. Her muhasara edilen kal'anın hususiyetine göre top döktüren ecdadının acaba sanayii ile ekonomik bir olayın gerçekleştirildiğini düşünebilirler mi? Belgrad kal'ası önünde 320 adet muhtelif ebat ve sistemde top döktüren Hazreti Fatih, İslâm milletinin yüksek vasıflarından birini ortaya koymuş olmuyor muydu? Hâlâ harp sanayini kuralım mı, kurmayalım mı münakaşası yapılan memleketimizde ne acip ve üzücü bir haldir bu münakaşa. Ecdadımız bu münakaşaları değil yapmak, düşman kalesi ve siperleri önünde, onlara göstere göstere harbin gerekli silâhlarını imal ediyordu. Yâ-rabbi sen bu millete izan nasib eyle, harb sanayini kurmasına vesile olacak intibahi lûtfeyle.
Çünkü atalar sözüdür: «İstersen sulhu salâh hazır ol cenge».
Biz gene Belgrad önlerine dönelim.
Belgrad önlerinde üçyüzyirmi adet top döktüren Sultan, kaleyi muhasaraya aldı. Ayrıca ikiyüz parça küçük gemi Tuna nehri yoluyla Belgrad önlerine getirilmiş yarım ada şeklindeki şehri, Tuna ve Sava nehirlerinden de muhasaraya katıldılar.
Belgrad kalesi kolay alınır bir kale olmamakla beraber İstanbul surlarını aşmış bir ordu için her halde zor değildi. İşte bu muhasaraya böyle bakıldığından olacak ki netice iyi olmadı. Evvelâ hedefin Belgrad kalesini almak olduğu açıkça ifşa olundu. Halbuki Belgrad kal'ası Avrupa'ya açılan bir kapı idi. Papalık, Osmanlı Devleti'nin maksadını öğrenince bütün hıristiyan dünyasını ayağa kaldırdı. Yanko Hünyad'ın komutasında çok büyük bir ordu teşkil edildi. Ayrıca gayet iri kalyonlarla mücehhez bir donanma da bu ehli salip seferinde vazife aldı. Ehli salip donanması Tuna ve Sava nehri üzerinde muhasaraya katılan donanmamıza şiddetli bir saldırda bulundular. Maalesef hâlâ denizlere hâkim olabilecek duruma gelememiş donanma bu savaşı kaybetti fakat gayet akıllıca bir davranışla gemilerini kendileri yakarak düşman eline geçmesine izin vermediler.
Donanmanın bu mağlûbiyetine rağmen muhasaraya devam edildi. Bir hafta sonra umumî bir hücumla şehre girildi. Ve bir kısmı işgal olundu. Lâkin şehrin öbür ucundan, Yanko Hünyad komutasındaki ehli salib ordusu da şehre girmişti. Osmanlı Ordusunun çok az bir bölümü Karaca Paşa başlarında olduğu halde şehre girebilmişlerdi.
Şehir içine giren mücahidler ricat yolunu seçmeyip düşmana pala savurmayı cana minnet bildiler ve başlarında sevgili paşaları Karaca Paşa olduğu halde vuruşa vuruşa şe-hidlik mertebesine vasıl oldular. Karaca Paşa'nın kale içinde kalışı, şehadetinin kesin oluşu Hazreti Padişahı çok üzdü, bütün tedbiri terkedip kale kapısına dört nala kaldırdığı atıyla yalın kılıç saldırdı.
Düşman içinden çok iri bir silâhşor Hazreti Padişahın üzerine koştu. Onun hücumunu ustaca bir manevrayle savuşturan Sultan kılıcını öyle bir hırsla indirdi ki herifi baltanın kuru bir kötüğü ikiye yarması gibi başından aşağıya kadar ikiye ayırdı. Etraftan koşanlar padişahı tek başına kaleye hücum etmekten zor caydırabildiler. Karaca Paşa'nın şehadeti bütün azeb askerinin kuvvei maneviyyesini altüst etmişti. Onlar intizamsız bir şekilde dağılmaya başlayınca durumu gören Yanko Hünyad ve Yorgi hücumlarını otağı Hümayuna doğru sevk ettiler. Azeb askeri iyice dağılmış bir miktar Yeniçeri ile Kapıkulu askeri başlarında en güzel emir Hazreti Fatih olduğu halde çok kanlı göğüs göğüse, kılıç kılıca bir savaş yaptılar. O gün savaş meydanını^ rakibsiz cengâveri Hazreti Fâtih idi. Omuz üstünde baş bırakmıyor, bir yandan da sistematik bir şekilde ordunun geri çekilmesini idare ediyordu. İşte bu sırada ayağından hafif bir yara alarak gazilik rütbesine nail oluyordu.
Bir müddet sonra altıbin kadar İslâm ordusu süvarisi savaş yerine yetişince mukavemet dengeye dönüştü. Bir müddet sonra da düşmanı ordugâhdan def etmeye muvaffak oldular. Padişah bunu bir mağlûbiyet olarak telâkki edip firar edenleri bulduğu yerde bu dünyadan da, ordusundan da terhis ediyordu.
Ehli salip ordusu ise son derece telefat vermiş, Yanko Hünyad dahi aldığı yaraların tesiriyle bir müddet sonra bu dünyadan terki can eylemişti. Kral Yorgi ise o çoktan ölmüştü. Hicri 860/Milâdî 1456. Sultan Fatih bu seferden sonra kendisine çıkacağı seferin nereye olduğunu soran vezirlerine «Sakalımın bir teli bundan haberdarsa onu yolup atarım» diye cevap verdiği söylenir.
İstanbul'un İslâm'a ram olmasından sonra Mora yarımadası birden bire anarşi ve kargaşaya sahne oldu. Kostantin Dragazes'in kardeşleri Tomas ve Dimitri Dragazes Mora'dan kaçmak için hazırlıklara başladılar. Bu sırada Hazreti Fatih bunlara gönderdiği bir emirle yılda onikibin altın vergi verdikleri takdirde vazifelerinde kalabileceklerini bildirmişti. Bu haberi alan bu iki kardeş kalmak mı zor gitmek mi zor düşüncesi içindeyken ve kalmağa karar vermek üzereyken ahali bunların kaçma haberini almış olduğundan iyice galeyana geldi. Bir de Manue! Kantakuzen kendi hesabına bu İki kardeşin aleyhine kıyam etti. Üstelik de Arnavud sergerdelerinden «Topal Petro», Fatih Hazretleri tarafından taleb edilen oniki bin altını kendisinin ödöyeceğini iddia ederek kıyama kalktı. Artık işler çorbaya dönmüştü. Korent Muhafızı Hasan Bey; durumu Hazreti Padişahın otağına bildirdi.
Sultan Fatih Hazretleri; işi ehline vermeyi hem Cenabı Hakk'm kitab-ı Muhkemindeki âyeti kerime ve bu yüce emri uygulamaktan bir an bile ayrılmayan ced'inden tevarüs eylemişti. Mora işinin ehli de Turhan bey idi. Turhan Bey'în yanına verdiği bir müfreze ile daha evvel yapılmış Mora seferlerinin bu usta emektarını Mora'ya gönderdi. O havalide herkes Turhan Bey'in namını bilir, sevgiyle karışık bir korkuyla kendisine tâbi olurlardı. Ve nitekim ileri gelenler Turhan Bey'i hemen karşıladılar. Turhan Bey.,, kendilerini hüsnü kabul ile karşılamakla beraber babacan bir tavırla azarladı. Adaletsizlikle memleketin idare olunamayacağını anlattı. İslâm'ın muvaffakiyetinin iyilere mükâfat, kötülere ceza vermekte kusursuz ve adil olmaktan geldiğini izah etti. kendilerini düzeltmezlerse Hazreti Padişahın memleketlerini işgal edeceğini bildirdi.
Turhan Bey, Dimitri ile Tomas'ın hükümetlerini tasdik etti. Onlara asî olanları da cezalandırdı. Böylece dış görünüşte sükûnet temin olundu. Fakat Tomas İstanbul'un müslüman-ların eline geçmesi yüzünden yok olan Doğu Roma kayserli-ğini yeniden kurmak ve bu unvanla anılmak sevdası iie yanıp tutuşuyordu. Bu hülyalarını gerçekleştirmek için ise durmadan fitne ve fesadlar karışıyordu. Tomas vahşetini arttırmış, yanına davet ettiği akrabalarını çocukları ile beraber hapse atarak onları açlıktan öldürdü. Ahaya Prensinin damadının gözlerini oyup, kulak ve burnunu kestirip ayak ve kollarını kırdırdı.
Lâkin bu sırada istimdad feryadları da dergâhı Padişahıye varmıştı. İşte Hiristiyan batı'mn insanı buydu. Bunların zulmüne, birbirlerine yaptıkları haince, canavarca işkencelere Allah adına, insaniyet namıma son vermek müslümanlara düşüyordu. Hey batıl ve vahşî Avrupa; sen nasıl bir mantığa sahipsin ki, senin dindaşına ve ırkdaşına adalet ve insanca hayat yaşamayı getiren müslümanlara «Barbar Türkler» dersin.
Hazreti Fatih, Mora'ya yürürken ilk feth ettiği kale Tarsus kal'ası idi. Buranın muhafızları savaşa lüzum kalmadan teslim olduklarından kendileri eman ile mükâfatlandılar. Lâkin ertesi gün bir iç darbeye teşebbüs ettiklerinde derdest yakalanıp elleri, ayaklan güzel bir sopadan geçirilip hurdahaş olundular. Bunun üzerine küffâr bu kale'nin ismini değiştirip Tokmak Hisarı koydular. Akıllarınca dayaktan geçirilen ihanet ehli kale muhafızlarına yapılan sanki işkenceymiş de bu isim ebediyyen bu barbarlığı haykıracakmiş! İşte bu Avrupalı böyledir. Hem sandalı sallar hem de fırtına var diye feryad eder. Hicrî 862/Milâdî 1458 yılını gösteren tarih, Mora'nın tamamı ve Yunanistan'ın büyük bir bölümünün Osmanlı hu-dudlarına dahil ve sancak beylerine taksim olunmasına şahit oluyordu.
Adaların fethine Edirne'nin yegâne iskelesi olan Aynos iskelesini almakla başlandı. Arkasından Limni, Midili donanmayı hümayhuna boyun eğmişti. Rodos iyice sıkıştırılmış ve İstanköye asker çıkarılmıştı. Arkasından İmroz, Taşoz feth olunmuş idi. Bu suretle Rumeli sahilindeki adalar zapt olunmuş oldu. Bu sırada Midilli adası halkının büyük bir bölümü İstanbul'a nakil olundu.
Sadaretten azledilen Mahmud Paşa kaptanı deryalığa getirilmiş, bu zat tenzili makama rağmen hizmetten fütur getirmemiş, tayin buyrulduğu vazifede büyük muvaffakiyetler göstermiş, donanmayı bir güzel İslah edip intizama koymuş, yıllanmış Venedik savaş gemilerini bucak bucak kaçmaya mecbur bırakmıştı. Bu arada da Akdeniz'in en mühim adalarından olan Girid Kıbrıs'tan sonra gelen Eğriboz adasını feth eylemişti.
Çanakkale Boğazının tahkimatını yapmaya karar veren Hazreti Fatih, derhal işe girişti. Rumeli sahilinde seddülbahir, Anadolu sahilinde ise Çanakkale istihkamları yapıldı. Her iki tarafa da otuzar adet büyük toplar yerleştirildi.
İstanbul'un deniz tarafındaki surları da sağlamlaştırıiıp top-lada donatıldı. Bu arada Kadırga limanı da temiz ve intizamlı bir liman haline getirildi. Bu arada Hazreti Fatih dünya siyasetine yüksek vukufunun en önemli delillerinden biri sayıla bilecek olan şu manevrayı yaptı. Midilli adasında Floransa'îı-lara bir imtiyaz tanıyarak onları Venedik ve ehli salib kışkırtıcısı Papa'nın gizli toplantılarından haberler getirmekle kullandı. Bu arada da Arnavutluk Beyi, İskender Bey gailesine son vermek zamanı geldiğine karar verdi.
İskender Bey, Venedik himayesine girmiş bütün Arnavutluk sahilini Venediklilere müstemleke gibi vermişti.
Venedikliler İşkodrayı bile kendi şehirleri gibi kullanıyorlardı. Buna mukabil İskender Bey, İslâm mücahidlerine karşı yaptığı savaşlarda bunlardan yardım alıyordu. Sultan Fatih'in gönderdiği müfrezeler bunları ovalarda yaptıkları savaşlarda yeniyor buna mukabil İskender Bey kuvvetleri dağlara çekilip mücahidleri üzerine çekince galibiyet onda kalıyordu. Bu savaşlardan birinde İskender'in kardeşlerinin oğullarından biri esir edilmişti. Bu adamın ismi Hamza Bey'cii. Kendisine bir miktar asker verildiği takdirde bu işin sonunu getireceğini söylüyordu. Yanına bir miktar kuvvet verildiyse de bir netice almak mümkün olmadı. Ancak bu savaşlardan birinde İskender Bey çok büyük bir bozguna uğradı. Ordusunun en cengâver askerinden beşbin kadarı bu savaşta can vermiş, o yetmiyormuş gibi en kıymetli arkadaşlarından Müzahi telef olmuş, üstelik de Debreli Musa adlı bir sergerde de Sultan Fatih tarafına iltica etti. Bu sırada Hazreti Fatih başka işlerle meşgul olunduğu için İskender Bey'e Şimal (Kuzey) Arnavutluk sancağı verilerek bu sancak beyliği İskender Bey'e tevdi edilerek bir mütareke yapılmıştı. Bu mütarekenin şartlarından biri İskender Beyin oğullarından birini dergâhı Hümayuna göndermesi idi. İskender Bey bunu açıkça red etmemiş oğlunun küçük olduğunu ileri sürmüştü. Sultan Hazretleri de bu mütarekeyi bozmak istemediğinden üzerine varılmadı. Çünkü siyasal durum büyük bir harbin alâmetlerini hissetirmeğe başlamıştı, Hicrî 864/Milâdî 1460.
Bu mütareke üç yıl kadar devam etti. ne var ki, üç sene geçtikten yâni Hicrî 867/Mİlâdî 1463 yılında Papa İkinci Pius bir ehli salip ordusu tertib etti. Bu ehli salip kuvvetlerine İskender Bey'i de katmak için, Draç Piskoposu Ancelo'yu vazifelendirdi. Bu cerbezeli adam başlangıçta İskender Bey'i kandırmağa muvaffak olamadı. İskender Bey, ben, ahde imza koymuşum, besa demişim, diye teklifi geri çevirebiliyordu. Lâkin Ancelo, bir dinsize karşı (hâşâ) verilen sözün hükmü yoktur, diyerek İskender Bey'i kandırmaya muvaffak oldu. Rahip Anceio bu muvaffakiyeti yüzünden kardinalliğe terfi ettirilirken, Osmanlının başına yine püsküllü belâ olarak İskender Bey savaş alanlarına yürümüştü.
Önce Şeremet Bey, sonra da Balaban Bey'in müfrezeleri ile yaptığı savaşlarda kâh mağlûb, kâh galib oluyordu. Ne var ki, bir sürü zarar verdiği meydanda idi. Bunun üzerine Hazreti Fatih bizzat kendisi bunun üzerine yürüdü. Fakat İskender Bey, dağlara kaçtı. Arazinin verdiği avatajlardan istifade ederek Sultan Hazretlerini çok uğraştırdı. Şunu hemen ilâve etmek icab ediyor ki, basınımızda Gazete oiarak şöhretini yapan bir gazete çıkardığı Binbir Temel adlı seri kitaplarda Acem kılıcı gibi iki taraflı bir kesme yaparak bazen fevkalâde güzel eserlerin gün yüzüne çıkmasını temin ederken bazen de son derece mide bulandırıcı kitaplar da yayınlamaktadır. İşte bu mide bulandırıcı kitapların başında Türk Dostu diye tanıtılan La Martin tarihidir. Yedi kitap halinde çıkartılan bu kitap, bu İslâm milleti içine bir sürü nifak tohumu atan bir kitaptır. İşte bu kitapta Hazreti Fatih gibi bir zâtın karşısında İskender Bey bir dev gibi gösterilir. Ve İskender Bey'in Hazreti Fatih tarafından hiç mağlûp edilemediğini ileri sürer. Şüphesiz kesin galibiyet için iki taraf kuvvetlerinin birbirleriyle bir meydanda kat'i bir netice için çarpışması icab eder. Devamlı kaçan bir taraf, kovalayan tarafa galib gibi gösterilmek istenirse buna bitaraf tarihçilik, yok Türk dostu gibi lâkablar verilmez. Haçlı ruhunu içinde muhafaza eden ve kusmuğunu kibar sözler ve hareketlerle üzerimize avuç avuç b... atar gibi tarafgir ve İslâm düşmanı olarak vasıflandınlabilir. Bu La'martin tarihini okuyanlar bilsinler ki, Osmanlı Tarihini bu adamdan öğrenmeye kalkmak, Dini İslâmı müsteşriklerden öğrenmek kadar batıl ve tehlikelidir. Bu mülâhazamıza bir misalle son vermek istiyoruz. Günümüzün İslamcı gençliğinin yapısında bir yeri olan bir yazar, kendisine sataşan bir gazeteciye neden cevap vermediğini soranlara, bir rovelver patladı diye kırkikilik top ateşlenmez, diye nefis bir cevap vermiştir. İşte bu olay da, Sultan Fatih bir Cihan Fatihi; İskender Bey İse bir dağ birliğini komutanıdır. Mukayese olunmaz mukayese yanlıştır. Bahtsızlıktır. Maksatlıdır. Biz gene mevzumuza dönelim. %
Bu uğraşmalardan bıkan Sultan Fatih, İskender Bey'in etrafını çevirtip dıştan gelen yardımları kesmeğe muvaffak olduktan sonra ordusunun büyük bir kısmı ile çekildi. Zaten az sonra da İskender altmışüç yaşında Venediklilere ait olan Leş şehrinde öldü.
İskender Bey'in ölümünden sonra Arnavutluk seve seve Osmanlıya tâbi oldu. Ne var ki İşkodre. daha evvel yazdığınız gibi adeta Venedik tasarrufunda idi. Hadim Süleyman Paşa kuvvetleriyle burayı muhasara etti. Harp sanayimizin kendimize ait oluşunun faydalarını dile getiren bu kuşatmada toplar İşkodra kalesinin önünde o kalenin icabatına göre döküldü. Ve topa tutuldu, açılan gedikten İslâm mücahidleri daldı-larsa da şehri ele geçirecek bir kuvvetle giremediklerinden bir müddet göğüs göğüse çarpışıp geri çekildiler. Kalenin mukavemete imkânı kamamış, ikinci bir hamleyi karşılamaya hâli yokken bu sırada Hadim Süleyman Paşa'ya gelen bir emir muhasaranın derhal kaldırılmasını icab ettirmişti. .Buğdan Bey'i isyan etmişti. Bunun te'dip edilmesi gelen emirde yazılıydı. Demek ki vakti saati gelmemiş olan fetih; vaktini bekliyecekti. Hicrî 880//Milâdî 1475. Nevar ki üç sene sonra Hazreti Padişah bizzat ordusunun başında olduğu halde Ve-nedik'i sulha razı ettiğinden fetih gerçekleşecekti.
Hadim Süleyman Paşa gelen emir üzerine İşkodra muhasarasını kaldırmış ve Boğdan üzerine yürümüştü. Tuna'dan Eflâk yakasına geçtiler. Ne var ki yorgun ve hastalıkara tutulmuş ordu, yollarda birtakım yağma ve çapul hareketlerine başladılar. Boğdan hâkimi bu haberi aldığından birliklerini muntazam bir hale koydu. Dağılma durumuna düşmüş olan İslâm Ordusu bu muntazam birlikler tarafından tutulduğu yerde imha edildi. Maalesef pek çok şehid verildi. Hadim Süleyman Paşa dahi kendisini zor kurtardı. Bu haberi alan Yüce Padişah ordusunu o tarafa çevirdi. Bir ormanın içinde istihkâm kurmuş olan Boğdanlılann üzerlerine açtığı kesif top ateşinden ürken Yeniçeriler, düşmanın üzerine yürümeyince, savaş alanlarının bu kahraman Sultanı eline aldığı kalkanı ile tedbirin almış, Cenabı Mevlâ'nın koruyuculuğu sayesinde bizzat düşmana hücuma geçince, Kapıkulu askeri ve daha sonra Yeniçeriler gayrete gelerek o ormanı Boğdanlıya mezar ettiler. Yiğitler can verdiler, cennete alındılar, gaziler can aldılar, şan verdiler. Yüce İslâm askeri ve onun dahi Sultanı Hazreti Fatih zafernâmesine bir sayfa daha ekledi.
Rumeli ve Avrupa'daki meseleleri hâl eden Yüce Padişah, Akıncılarına, Avrupa ovalarını işaret etmiş, atlarının nallar: ile buralarının tozunu, naraları ile kulakların tozlarını, gürz ve kılıçları ile vücudlarını ortadan kaldırıcakları yerleri hedef olarak göstermiş ve zaferlere âşinâ gözlerini Anadoluya çe virmişti.
Trabzon, İstanbul'un fethinden sonra bir Kayser'lik hüviyetine bürünmüş Rumların kıblegâhı ve yeniden can bulma ümitlerine bir istinat olma hâline gelmişti. Arada İsfendiyar Beyliği toprakları uzanıyor, Karadeniz Ereğlisi ve Amasra limanları Cenevizlilerin adeta nüfuzu dairesinde bulunuyordu.
Bu iş böyle başıboş bırakılırsa Anadolu'nun yeniden kaynamağa başlaması işten bile değildi. Mısır Sultanına, Hacca giden yolların menzillerindeki su sarnıçlarını yaptırması için haber gönderen ve bu sarnıçların yapılmasında kullanılacak maddî yardımı da beraberinde göndermekle suih içinde meseleleri hâl etmeyi gaye edinmiş bir Padişahı Cihan elbette hüküm ferman olduğu ülkesinde bir dinamit fıçısı barındırmak istemezdi. O fıçıyı yok etmek ve o fıçıyı meydana getirmeye çalışan elleri kırmak, mel'un baş'larını koparmak şüphesiz vazifesiydi.
Sadrazam Mahmud Paşa, ilkbahar mevsiminde Amasra önüne gitti ve o sırada da Hazreti Padişah, Bursa üzerinden yola çıkmıştı. İlk muvaffakiyet Amasra'da elde edildi. Amasra; Cihan devletinin şanlı ordusunu ve donanmasını karşısında görünce derhal teslim oldu. Peşinden Sinob'u da feth eden Sultan; Amasra, Sivas tarikiyle (yoluyla) Erzincan'a oradan da Erzurum yoluna düşünce asıl maksad anlaşıldı. «Maksat anlaşıldı» sözü üzerine çok kısa hatırlatma yapılım. Hz. Fatih seferi nereye murad ettiğini hiç bir zaman söylemezdi. Ancak yapılan hazırlıkların azlığı ve çokluğu buna bir ölçü teşkil edebilirse de bu da kesin bir tahmini icab ettirmezdi. İşte bu Yüce Sultan sırrın esrarını muhafazaya sıkı sıkıya bağlı bir zât idi. Evet maksat Cizun Hasan'dı. Uzun Ha-san'ın bir darbe alması icab ediyordu.
Akkoyunlu devletinden ve Uzun Hasan denilen bu zattan 3İr nebze olsun malûmat verelim. Timurlenk'in ölümünden sonra birbirine düşen oğullarının kavgaları, Akkoyunlu aşireti =xniri Uzun Hasan'a bir deviet tesis etmesine fırsat vermişti. 3u devletin hududu epeyi de geniş ve yekpare idi. Yâni dev-etinin içinde başka bir ükenin toprağı yoktu. Ham hayali, Ti-murlenk'in kurduğu bir devlet gibi büyük topraklara sahip bir jlke tasarlamaktı. Yüzbinlerce askerî havî, bir ordusu vardı.
Uzun Hasan, bir sene önce Hazreti Fatih'in huzuruna gönderdiği bir elçiye, Devleti Osmaniyye'nin tâ Çelebi Sultan viehmed zamanından başlayan her sene hediye gönderilerek devamı temin edilecek dostluğun nişanesi olan bu hediyele-in gönderilmediğini bu zamana kadar geçen vakit zarfında tunların yekûn olarak ödenmesini talep etmişti.
Yüce Sultan Mehmed Fatih Han bu talebe karşı bütün ciddiyet ve nezâketini muhafaza ederek şu ince ve tarihi cevabı verdi: «Sizi bana gönderen üzün Hasan Bey'e selâmlarımı götürünüz. Talep ettiği şeyleri vermek üzere geiecek sene bizzat kendim geleceğim, o vakit görüşüp, konuşabiliriz.»
Bazı tarihçiler bu cevabı veren Hazreti Fatih'i, derhal Yıldı-ım Bayezid cennemekânın, Timurlenk'e verdiği cevab mukayese ederek Fatih Hazretlerini takdir edip, Bayezid Hazretlerini sert mektuplarından dolayı kötülemeğe çalışırlar. Bu İslâm milletinin evlâdları çok iyi bilirler ki hal ve keyfiyet her zaman aynı olmaz. İnsanların meziyetleri de bir presten çıkma imalât gibi tıpa tıp olmaz.
Uzun Hasan, Koyunlu Hisarını nüfuzu Osmanlı hududu dahilinde olmasına rağmen gaflete düşerek zorla ele geçirdi. Bunun üzerine bir Osmanlı müfrezesi, Gedik Ahmed Paşa kumandasında Koyunlu Hisar'a gönderildi. Bu müfreze Koyunlu Hisar'ı muhasara altına aldığı gibi etraftaki yerleri de şöyle bir bastı. Uzun Hasan yardım kuvvetleri gönderdi. Gedik Ahmed Paşa ve mücahidleri gelen bu orduyu da perişan ettiler. Uzun Hasan bu mağlûbiyetten ürkdü ve validesi Sara Hatunu ve ulemadan Şeyh Hüseyin nam bir zatı elçi tayin edip Hazreti Fatih'in otağına gönderdi. Sulh talebinde bulundu.
Sultan Fatih gelen heyeti ve Uzun Hasan'ın validesi Sara Hatunu «Validem» diyerek hürmetle kaşıladı. Ve kendisine Trabzon'a yapacağı seferde Uzun Hasan bîtaraf kalırsa ona ilişmeyeceğini söyledi. Uzun Hasan buna evet dedi. Ancak Hazreti Fatih Sara Hatunu salmadı, en derin hürmet ve sevgi ile otağı hümayununda ağırladı ve Trabzon önlerine kadar götürdü. Sara Hatun, her münasebet düştükçe Hazreti Fatih'i Trabzon'a gitmekten caydırmaya çalıştı. Sarp dağlardan geçerken atlardan inip bir hayli yaya yürümek zorunda kalınıyordu. Bu zahmetleri müşarıide eden Sara Hatun: «Oğul, muazzez vücudunun bunca zahmetlere maruz bırakmasına nice Trabzonlar bile bedel değildir, deyince Yüce Padişah şu akıllar durduran manevî sırlan havi cevabı verdi: «Kılıcı cihadı fîsebiliHâh için kuşanmışım, eğer vazifemi yapmazsam ve gazi olmayacak olursam yarın ne yüzle huzuru Hak'ka çıkabilirim.»
Trabzon önlerine gelmiş olan Sadrazam Mahmud Paşa kumandasındaki donanmayı Hümayun, zaferler sultanını bekliyordu. Hz. Fatih, Trabzon önüne gelince bir elçilik heyeti ter-tib edip Kayser David'e şu teklifi bildirdi: «Eğer mukavemet etmeden şehri teslime edersen burdaki gelirin kadar sana irad verilip Rumeli'de «Siroz» şehrinde çoluk çocuğun ile yaşarsın. Yok mukavemet edersen mutlaka çok ağır cezaya müstehak olursun» dedi.
Kayser David, bu teklifi uygun buldu. Eşi, çocukları ve bendegânmi yanına alarak deniz yolu ile gösterilen yer hareket etti. Trabzon'un fethinden dolayı bir çok ganimet Sara Hatuna takdim olunup selâmlar söylenerek üzün Hasan'a gönderildi.
Anadolu pürüzleri hâl edilmiş, şimdi yalnız Karaman Beyliği tek pürüz olarak ortada kendini gösteriyordu.
Karaman Bey'i İbrahim Bey, Osmanlı Devletinin kuvvetiyle aşık atamayacağını anladığından açık şekilde husumet göstermiyordu. Buna mukabil bir yandan Gzun Hasan Bey'le, diğer taraftan Papalık ve Almanya İmparatorlukları ile gizli münasebetler içinde idi. Yalnız şu vardır ki; Avrupa'nın Osmanlı Devleti ile uğraşacak hâl ve durumu mevcut değildi. Lâkin bu münasebetler Hazreti Fatih'in et kulağına ulaşmadı.
Karamanzâdelerin an'anevî Osmanlı'ya karşı olan husumeti babadan oğula tevarüs ediyordu. İbrahim Beyin yedi tane oğlu vardı. Bu aile ana tarafından Osmanlı'ya akraba oluyorlardı. Karamanlılar, Sultan Fatih Hazretlerinin halazadeleri idiler. İşte bu yedi oğuldan altısı Yüce Padişahın halasından dünyaya gelmişlerdi. Bir tanesi ise İbrahim beyin cariyesinden olma idi. Altı oğlunun Osmanlı'ya meyilli olabileceğini hesab eden İbrahim Bey cariyeden doğan oğlu İshak Beyi kendisine vâris tayin etti. Ana tarafından Osmanlı olan altı oğlunu mirasdan mahrum etti.
Beyzadeler bu karara son derece müteessir olarak İsyan bayrağını açtılar. İbrahim Beyi Konya'dan uzaklaştırdılar. Bunun üzüntüsü ile vefat eden İbrahim Beyden sonra çocukları miras kavgasına devam ettiler. Bunlardan Pîr Ahmed Bey Konya'da Karaman tahtına culüs eyledi. İshak Bey bu durum karşısında üzün Hasan'a başvurdu. Gzun Hasan kuvvetleriyle Konya'ya yürüdü ve Pîr Ahmed, Sultan Fatih Hazretlerine iltica etti. İshak Bey hükümetini kurdu. Ne var ki üzün Hasan'ın askerleri Konya'da yaptıkları zulüm ve şenaatle halkın sadece düşmanlığını kazanabildiler ve hepsi Pîr Ahmed Bey tarafını tutmayı kararlaştırdılar.
İshak Bey hükümetinin tanınması için Hazreti Padişaha hey'et gönderdi, padişah, Hazreti Yıldırım Bayezid zamanındaki Çarşamba suyunu hudud kabul ederse hükümetini tas dik ederim, diye cevap gönderdi. Lâkin İshak Bey bu mukabil cevabı kabul etmeyince Hazreti Fatih, Anadolu muhafızı Hamza Bey'e Pîr Ahmed Bey'in tahtına oturtulması için emir verdi. Hamza Bey ve Pîr Ahmed Bey Konya üzerine yürüdüler. Ermenek civarında İshak Bey'le karşılaştılar. Meydana gelen savaşta İshak Bey fecî bir mağlûbiyete uğradı ve soluğunu Üzün Hasan Bey'in yanına iltica edince rahatça alabildi. Silifke kalesi, İshak Beyin hanımı ve onun küçük olan çocuğu eline kaldı. Tahta geçen Pîr Ahmed Bey Saklanhisar, Ilgın kalesi ve Akşehir'i bir hediye olarak Devleti Aliyei Os-maniyyeye takdim ettiler. Hicrî 868/Milâdî 1464.
Lâkin bu çözüm Sultan Fatihi tatmin etmemiş, Karaman'ı mutlaka Osmanlı sancağı altına alması İcab ettiğini ciddi ciddi düşündürmeye başlamıştı. Ne var ki Pîr Ahmed Bey yine baba tarafına çeker huyunu gösterdiği, dün öpmek için kapandığı eli bugün yavaş yavaş ısırmaya başladı. Bunun üzerine Karaman'a Seferi Hümayun tertib olundu. Sadrazam Mahmud Paşa, Pır Ahmed'i Konya'dan çıkardı. En sonunda Lârende civarında yapılan şiddetli bir savaşta Pîr Ahmed hezimete uğradı. Karaman Sancağı adı verildi ve büyük Şehzade Mustafa Sultan a verildi. Hicrî 872/Miiâdî 1468. Şehzadenin Lalası sıfatıyla Gedik Ahmed Paşa idareyi ele aldı.
Uzun Hasan'ın hemen üzerine gidilmesini düşünen Yüce Fatih sadrazamlığa yeniden Mahmud Paşa'yı tayin etmişti. Mahmud Paşa, durumu görüyor, Yıldırım Bayezid Hz.ierinin başına gelen Ankara Savaşı mağlûbiyeti daima önünde örnek vazifesi ifa ediyordu.
Sultan Fatih derhal orduyu hümayunu harekete geçirip gururundan ne yapacağını şaşıran, bir İslâm devleti olan Osmanlı'ya karşı, Papa ve Hıristiyan devletlerle anlaşma zemini arayan bu adama ki, daha evvel annesi Sara Hatunla selâmlar dahi göndermişti. Şimdi ona hemen haddini bildirmek istiyordu.
Anadolu Beylerbeyi Davut Paşa, Anadolu askerini yanına bir miktar Rumeli hafif süvari askerinden alarak Sultanın emriyle Konya'da bulunan ve Üzün Hasan'ın her an taarruzuna uğraması muhtemel Şehzade Mustafa Sultan ve onun lalası Gedik Ahmed Paşa'nın yardımına gönderildi.
Hakikaten Clzun Hasan da bir ordu tertib ederek başlarına oğlu Yusuf ve Zeynel mirzaların yanına asıl kumandan olarak Mehmed Bakır Mirza tayin olunmuştu. Karamanzâde Pir Ahmed Bey ve Kasım bey de bu orduda yer almışlardı.
Şehzade Mustafa Sultan, bunları kemali metanetle karşıladı. Sultan Fatih Hazretlerinin gönderdiği kuvvette yetişmiş olduğundan bu metanet daha da ziyadeleşmişti. Kıreli gölü civarında büyük bir savaş oldu. Osmanlı ordusu savaşı kazandı. Mehmed Bakır Mirza dahi ölüler arasındaydı. Kara-manzâdeler ise firara muvaffak oldular. Hicrî 877/Milâdî 1473
Bu savaştan sonra orduyu hümayun bir nefes almış oldu. Şark hududuna doğru tam bir emniyet içinde yürümeğe başladı. Rumeli askeri Gelibolu Boğazından geçerek Yenişehir'de toplandılar. Resmî geçid yaparak ahaliyi İslâmiyyenin moralini takviye etme başarısını gösterdiler. Ve tekrar yürüyüşe devam ettiler. Şehzade Mustafa Sultan ve Şehzade Bayezid Hazretleri de şanlı askerleriyle birlikte orduyu hümayuna iltihak ettiler. Sivas'a gelince burada bir müddet dinlenip, eksiklikler tamamlandı. Bu arada Rumeli Beylerbeyliğine tayin olunmuş bulunan Murad Paşa, seyyar bir müfreze ile önden Erzincan'a doğru gönderildi.
Üzün Hasan'a gelince Fırat kenarında sağlam bir mevki tutmuştu. Sadrazam Mahmud Paşa ve Mihaioğlu Ali Bey'in tembihlerine rağmen Has Murad Paşa, üzün Hasan kuvvetlerine hücum etti fakat bu bir taktik hatasıydı ki, maalesef bu hatanın neticesi başta Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa olduğu halde bu seyyar müfrezenin mücahidleri şehadet şerbetini içtiler. Bazı tarihlerde bu Has Murad Paşa'nın Bizans'ta ihtida edenlerden olduğunu söyleyen satırlara rastlanmaktadır. Bu hücumun yapılmaması icab ettiğini söyleyen bu tarihler askeri ile beraber şehyd düşen bu paşayı istihfamla anar bir duruma getirmiş olduklarının farkında olmalıdırlar. Biz şeriatı İslâmiye mertebesinde bu meseleye düşmanla savaşarak şehadet şerbetini içmiş bu askerlerin başlarında kumandanlar Has Murad Paşa olarak bir şehidler zümresi sayıp kendilerine Allahtan rahmet dilemeyi lüzumlu görürüz. Niy-yetleri ancak âlemlerin Rabbi bilir, üzün Hasan bu ön savaşta, Meşhur Turhanzâde Ömer bey ve bazı ileri gelen süvari
birlik komutanlarını huzurunda esir olarak görünce şu ham hayalini dile getirdi. «Bu seyyar müfreze Rumeli süvarisidir. Bu süvariler Osmanoğlu ordusunun bel kemiğidir. Ben bu kemiği kırdım. Osmanoğlunun artık bana mukavemete mecali kalmamıştır. Bundan böyle Rumeli saltanatı, ile devleti Kayseriyye artık benim olacaktır.» dedi.
Sultan Fatih Hazretleri' yukarıda kısaca tafsilâtını ve'rdiği-miz olaya rağmen orduyu hümayunu üzün Hasan'ın üzerine yürütmekten vaz geçmedi. Uzun Hasan ise Baysurt civarına ricat etmiş ise de savaş mukadderdi. Çünkü ayağı zaferlerle kutlu Padişah avını mutlak yakalamağa, boyundan büyük işler yapmağa kalkışan üzün Hasan'ın beyni bâlâsına gürz misali yumruğunu vurmayı kararlaştırmıştı. Şimdiye kadar o sultanlar sultanının karar verdiği şeyi yerine getirmediğine şahid olunmamıştı. Ve yine karar sahibi devietlü kararını infaz edecek idi...
Nihayet iki ordu Tercan civarında Otlukbeli'nde karşı karşıya geldiler. Çok şiddetli bir savaş neticesinde zafer gül yüzünü Osmanlı'ya gösterdi. Bu muharebede Şehzade Mustafa Sultan ve şehzade Bayazıd Sultan büyük kahramanlıklar gösterdiler. Uzun Hasan ordusunun Osmanlı ordusu karşısında tutunamayacağını anlayınca her şeyi yüzüstü bırakıp firar yolunu seçti.
Yüce padişah onu kovalamıya lüzum görmedi. Çünkü netice çok kesin olarak meydana çıkmıştı. Sultan Hazretleri bu zafere şükür ettikten sonra buna bir cemile olmak üzere ne kadar kendine hediye edilmiş köle varsa hepsini azad eyledi. Tarihçi Solakzade bu sayının kırkbin kişiyi bulduğunu kaydeder.
Hazreti Fatih, Hicrî 878/Milâdî 1473 senesi sonunda Ot-lukbelinde üzün Hasan gailesine son verirken aynı zamanda Avrupa ile savaşıyordu. Avrupa, üzün Hasan'a bel bağlamış onun muvaffak olması halinde, Timurlenk'in kendilerine yet-mişbir yıl evvel temin ettiği avantajı yeniden kazanacaklarını sanıyorlar idi. Halbuki işleri yine yanlış tutmuşlardı. Çünkü ne Üzün Hasan bir Timurlenk'ti ne de orduyu hümayun, cen-netmekân Bayazıd Yıldırım Hazretlerinin uğradığı ihanetle yaralanacak bir orduydu. O yetmiyormuş gibi bir de seyrü-süluk deryasında, Şeyhi Akşemseddin Hazretlerinin irşad ve mânevi terbiyesiyle Kutbul Evliya makamında bir Sultan karşısındaydılar. Münkir Avrupalı ne bilsin ki Allah'tan başka istinatgah yoktur. Söz buraya gelmiş iken buna misal olmak üzere İkinci Halife Hz. Ömer'in bir kıssasını nakledelim.
İki Cihan Serveri Efendimiz Hazretleri (S.A.V.)'den sonra, tarihlerin kaydettiği en büyük kumandan Halid İbni Velid'dir. Bu savaşların büyük taktisyeni, meydanların yegane aslanı, vefatında vücudu pâk'ine bakıldığında yara almamış hiç bir yeri kalmayan bu büyük sahabi İslâm ordusunun bir istinâtgahı haline gelmişti. Mücahidini İslâm hangi savaşa giderse gitsin:
— «Başımızda Halid bin Velid varken mesele yoktur.»
demeğe başlarlar. Bu artık bir terane haline gelmiş her mücahid bunu söylemeğe başlamıştı. Bu durumu gören Hz. Ömer derhal gönderdiği bir emirle Halid bin Velidİ kumandanlıktan almış ve bir köle azadlısını kumandan tayin buyurmuşlardı. O koca sahâbi büyük kumandan Halid İbni Veiid derhai emre itaat ederek makamını yeni tayin edilen kumandana bıraktığı gibi bir İslâm neferi olarak savaşa katılmıştı.
Okurlarımız lütfen buraya çok dikkat buyursunlar. Bu tâyinden sonra mü'minlerin emiri sordurmuş asakiri mücihidin bu tayine ne diyorlar? Cevap şu:
— İşimiz Allah'a kaldı Diyorlar.
Hz. Ömer:
— Hah işte şimdi tamam, çünkü mü'minin bütün işi Allah-ladır. Onun yardımıyladır.
İşte Avrupalı, Allah (C.C.)'un yardımı üzerinde olan bir Velî Padişahın ve onun mücahidlerinin zaferle müjdelenmiş olduğunu ne bilsin, üzün Hasan'ı mağlûp ve münhezim bir halde harp meydanından kaçıran Fatih Hazretleri orada yalnız üzün Hasan'ı yenmiş değil, Hıristiyan taassubunu da parça parça etmişti.
İşte Hicri 886/Milâdî 1480 yılına gelindiğinde Osmanlı akıncıları Avsturya önlerinde, İtalya ovalarında. Venedik limanlarında, Kırım adalarında Livayı hamd sancağını şan ve şerefle dolaştırmışlar ve Avrupayi toptan bir mağlûbiyyete, her birini teker teker mağlûb ederek duçar etmişlerdi.
Şair Yahya Kemâl bey asırlar sonra şöyle sesleniyordu: «Pür Velvele çıktı Gedik Ahmed Paşa Otrantoya...
İşt Hz. Fatih kırkdokuz senelik bir ömre böyle büyük olaylar sığdırmıştır ki bir mü'min bunu mutlaka Cenabı Allah'ın zafer ve nusret vaad eden vaadinde ve esbaba tevessül etmede olduğunu düşünmek ve kabu! etmekle mükelleftir. Mü'min'in dışındakinin ne düşündüğü mü'mini alâkadar etmez.
«Sakalımın bir teli seferi ne tarafa yapacağımı bilse, onu yerinden koparır atarım» diyen bu büyük Velî Sultan Fatih, şehidlik mertebesine bir dönmeyen dönme olan Jakop (Yakup Paşa.) tarafından azar azar verilen zehirle nail olmuş, bugünkü Gebze kazası civarında terki can ettikte, düşmanlarının şükür ayinlerine, bayram yapmalarına ondan kurtulmalarına sevinçten uçan bir küffar mileti öte yandan kaldığı yerden vazifeyi götürecek bir İslâm milleti bırakmıştı. Hicrî 887/Müâdî 1481'de Hz. Fatih'in sayılı nefesini sonuncusunu verdiği günde.
Muhterem okuyucu, Hz. Fatih'in devir ve şahsiyyetini vermeye çalıştığımız bu bölüme Şâiri Âzam Abdülhak Hamid Tarhan'ın «Merkadi Fâtihi Ziyaret» adlı nefis şiirin metni ve açıklamasını koyarak noktalamak istiyoruz. Cenabı Mevlâ Murad oğlu Hz. Fatih Sultan Muhammed'e rahmet ve onun şefaatine bizleri de ilhak eylesin.
Her kuşesinde dehrin, nâm-ı bekâ-nisârın; Şayestedİr denilse âlem seni mezarın.
Kaldın cihanda biân, her ânın oldu bir devr; Mülki ezeldi güya tahtında hem civarın.
Sensin o padişah ki bu ümmet-i necibe; Emsâr bahşişindir, ebhar yadigârın.
Meydân-ı harbi kıldın san*tahtgâh-s şevket; Leşkerdi hep müsellâh etbâ-i bi- şümârın.
Sen cism idin fenâ-Yâb, ol ruhi câvidâni; Düştün cüda sen amma. bakîdir iştiharın.
Ettin muvahhidine mülk-i cihâdı meftûh, Sulh oldu anda câri fermân-ı feyz-bârın.
Mazi o perdei gayb ükşade-i huzurun, Âti, o râh-ı muzlim âmâde-i güzârın.
Tevhid idi meramın islâm ile enamı, Birleşti ol uğurda ilminle iktidarın.
Beyt-i Hudâya konmuş câhın metâf-ı eslâf; Durmuş başında bekler, bir kavm türbedârın.
Takında müncelidir hep beyyinât-ı mânâ, Esrâr-ı !em yezelden masnû'olan bu darın.
Bir maksada ederdi seyf ü kalem teveccüh, Ahkâmına uyardı kânunu rüzgârın.
Şemşir kuvvetinde hâmendi lerze-bahşâ Mu'cizdi misl-i hâme şemşir-i hud'a-kârın
Okşardi zülf-i yârı tedbir-i âdilânen, Çarpandı fikr~i hasma takrir-i dil-şikârın.
Her şaha böyle tâli' yar olmaz ey şehenşeh, Nâdir geyir nazîri bir böyle şehriyârın.
Bir dem ü yüzün gülünce âlem bahar olurdu; Misl-i küsûf her-câ zahirdi İğbirarın.
Yoktur senin gurubun, ey neyyir-i maâli, Var şu'le-i dehadan bin necm-i tâbdârın.
Bir mecma'-i siyaset buldun ukûle çesbân, Tâbân ufuklarından eczâ-i târmârın.
Ervâh-ı mü'minindir, encüm kadar meşail, Bâlâ-yİ türbetinden tenvir eden kenarın.
Sen muhrik-i fitendin, ey âteş-i celâdet; Söndün nihayet amma berk oldu her şirânn.
Mehd-i vücudu oldun bir çok nevâdirin sen, Hâkinden oldu nâbit esbabı kârzârın.
Bir yıldırımdı nîzen, peyveste ka'r-ı hâke;
bir burc-i Hak-nümândır, ermiş göğe menârın.
Bab-ı necatı sensin, ey Fatih, eyleyen feth, Miftâh yaptı ancak cedd-i büzürgvânn.
Her dem sana açıktır ebvâb-ı Arş-ı rahmet, Türbendir en azîmi feth ettiğin diyarın.
Gösterdiğin maâli ehramdır müselsel, Kühsârlar umumen bâlin-i ihtizârın.
Perverdigâra nazır bünyad-ı ser-bülendi, Sâfillerin elinde tâbût-i pür-vekârın.
İster idin ki olsun düşmenle yâr yek-dil: Devrân idi rakibin, Allah idi nigârın.
Tahtın getirdi bir dem umkıyyeti kıyhama, Eyler rükûa da'vet ulviyyeti mezarın.
Her gün ederdin ihya bir başka cilve-i akl, Bi-hûş-i haletindi erkân-ı hûşyârın.
Hâlâ dahi ukûlun ser-haddidir geçilmez, Seyl-i dumû' birle mahsur olan cidarın. .
Ağuş-i mâdenden hâk-i vatan eazdir; Andan daha muazzez bir nurdur gubârın.
Sen pençe-i kazadan bi-fark idi deminde, Zeyl-i rızâyı sarmış bâzû-yi zi medarın.
Titrerdi secdegâhın oldukça sen cebîn-sây, Hâlâ gelir zeminden tekbir-i zâr-zânn.
Her azmin eylemişti tefsir-i âyet-i Hak, Zahirdi nâsiyende âsârı çâr-yârın.
Seyyâre-i vatadır, ardınca peyk-i harın, Eyler tavaf her-sû rûh-i fütûkârın.
Sen yattığın düşekte bisterdi güle-i top Tûfân-ı hûn u âteş gülzâr-ı nev-bâhânn.
Eyler bu dem başında leyi ü nehâr-mânend Teşkil-i nûr-i u zulmet sayen ile çenârın.
Kılmsş tulu' yerden, gözler bu inkılâbı: Bir devrdir mücessem destâr-hun-disarın.
Kahhâr-ı müntakimden hiç kalmadı mahâfet; Senden biz eyleriz havf, ahz et gelip de sârin.
Açdı cana cenahın cânân-ı sermediyyet, Etti anı der-âğûş cân-ı cihan-sipânn.
Ecr-i azim-i vasfın kaydında Hâmid ey şah Kıl bu sevabını sen afv ol günahkârın.
Mehdinde şâirâna ilhamlar gerektir: Ta'rifi yerde bitmez Arşa çıkan kibarın.
Yukarıya aldığımız Abdülhak Hâmid Bey'in «Merkad-i Fatihi Ziyaret» adlı şiirini muhterem ağabeyimiz merhum Melih Yuluğ beyefendinin esrarı tasavvufa bihakkın vakıf olması münasebetiyle şerhini istirham ettiğimizde lütfettiler biz de siz okurlarımıza aynen sunuyoruz.
«Fatih'in Kabrini Ziyaret diye de söylenebilir. Bu şiirin bazı beyitleri çok derin mânâlar ihtiva ettiğinden şiirin gerek kül halinde gerekse bazı beyitlerin edebî bakımdan bir kritik hem de şerhe tâbi tutulmasında zaruret vardır. Kanaatımızca lâfızlar mânayı tam istiaptan âciz ve mânâ elfâz'a sığmaz durumdadır.
«her kuşesinde dehrin nâmı beka nisann/Şayestedir denilse âlem senin mezarın»
Beytinden mânâ derinliğine taşmış gibidir. Yeknazarda bu beyitten şu anlaşılıyor. «Ey Yüce Fatih cihanın her köşesinde senin nâmın var, âdeta bu âlem senin mezarın denilmekte hata yoktur. Amma bunu izah ve şerhi yapılmadan Dehrin neden dolayı Fatih'in mezarı olduğu anlaşılmamakta, müphem kalmaktadır. Esasında Hamid Bey şunu ifade etmek istemiştir. Dehrin ne tarafına bakılsa Fâtih'in daima baki ve payidar olan namını görürüz. Mezarlara kitabe dikmek o mezarda medfun olanın namını oraya te'yit içindir. Dünyanın her köşesinde Fatih'in nâmı olduğuna göre, ona her yerde bir mezar kitabesi dikilmiş olur. Her yerde bir mezar kitabesi dikmekte bütün âlemi bir mezar yapmaktır. İşte onun için âlem Fatih'in mezarı denilse şayeste (lâyık) dir.
İkinci beyitten itibaren şiire mânâ vermeğe devam edelim: Fatih cihanda bir an kaldı fakat kaldığı zamanın her anı bir devir kadar uzunmuş gibi feyizli eserler verdi. Şu halde o mahdut zamanı, sınırsız gayrı mahdut yaptı. Otuz küsur senelik saltanatının mademki her anı bir devir kadar uzundur. Bu otuz sene sonsuz bir zaman demektir. Zaman denilen mefhuma bu ezelliyeti verdiğinden anlaşılıyor ki mekânende onun ezelliyet tahtı mülkünün yanındadır. Bir şahıs mekânen böyle fevkalâde bir mazhariyyete nail olmasa zamanen o ezeliyyeti veremezdi.
Şiirde çok önemli mânası şerhe muhtaç bir beyit de şöyledir:
«Mazi o perde-i gayp ükşadei huzurun
Atî o, râhi muzlîm amadei güzarın»
Maziki bir gayıp perdesidir. Ne kadar sayısız insanlar ve şöhretler o perdede kaybolup gitti. Fakat böyle yıpratıp yok eden bir mazi senin huzurunda tâzimen divan duruyor. Atiki karanlık bir yoldur. Kimlerin oradan geçeceğini yâni âtide kimlerin yaşayacağını, hangi şöhretlerin atî itibariyle payidar kalacağı meçhuldür. İşte böyle olan âtî daima Fatih oradan geçecek diye hürmetle bekleyip duruyor. Görülüyor ki Hamid, «mazi o perdei gayb» derken nice namlı kimseleri nisya-na gömer gayıb perdesi olan maziyi kasdetmektedir. Hamid başka bir şiirinde de «Nisyan o makteli ekâbir» demektedir ki aynı mânadadır.
Şiirin kıymeti ne. kadar yüce olursa olsun tasavvuf! bir anlam taşıdığı iddia olunamaz. Hatta:
«Nice karagözleri mahvetti suret perdesi» mısraı kadar bile sofiyyane bir hikmet taşımaz. Yine şiirin diğer beyitlerini de şerhe devam edelim. «Kılıç tedmirin kalem tedbirin bir remzidir.» Halbuki ey Fatih sen kudretindeki azamete bak. Kalemi kılıç ve kılıcı kalem gibi kullanmayı bildin. Kalemin bir kılıç gibi titretici idi. Siyasetin hilelerine karşı kulandığın kılıçta icazkâr bir kalemdi. Kılıcın dost için yârin zülfünü okşayan nüvazîş gibi âdilâne bîr lütfü tedbir olur. Fakat düşmana gelince; kılıç ve sözün bir yıldırım kesilerek çarpar düşmanın ödünü parçalardı.
Cihana o kadar hâkimdin ki eğer sen gülersen cihan da güler ve cihanda kaharlar açardı. Fakat celâdet anlarında hiddete gelmişsen, o zaman da cihan küsufa uğramış gibi karanlık ve korku içinde kalırdı. Celâdet tarafından görününce mızrağın kaarı hake (toprağın derinliğine) inen bir yıldırımdı. Hakkaniyyet tarafından görününce o zamanda türbenin yanındaki camiin minarelerini sadece bir minare değil hak ve hakikatin göklere kadar uzanmış ve başı göklere değen bir burcu gibi görmekteyiz.
Ey Fatih; sen türbene girmekle halik sana bütün arşı rahmetinin kapılarını açtı sen ki hayatında bu kadar saltanat ve ülkeler fetih ettin. Fakat ölümünle de arş'ı fetih etmeği basardın. Şu halde feth ettiğin diyarın en azametlisi kendi tür-bendir. Madem ki, türbenle sana arş dahi meftun olur.
Şahsiyyetin de o kadar büyük ki eğer bunu da madeten ifade etmek lâzım gelse büyük dağlar sana yastık olurdu.
Tahtın ki yukarıdadır fakat herkesin yalnız yüksekte zannettiği o taht o kadar derindir ki derinliğin kendisi de ona hürmeten ayağa kalkar. Buna mukabil mezarın toprağın içerisindedir. Herkes sanır ki mezar çukurdadır. Halbuki çukurda olan mezarın hakikatta o kadar ulvî ve yüksek ki ulviyye-tin kendisi bile bu yüksekliğine hürmeten eğilip rükûa varmaktadır. Bir kaza var bir de ona biİmecburiyye, boyun eğmekten ibaret bir rıza var. Senin pençen ise o rızanın eteğini sarmış bir kaza idi. Rıza naşı! daima kazaya mağlûp ise cihanda senin bir kaza gibi olan gücünün karşısında rıza idi.
Sen ebediyyete erdikçe sermediyyet kelimesi seni kucaklamak istedi. Fakat ezel ve ebedden ibaret iki kanadını açarak seni kucaklamak isterken seni cihanları kapiayan hudutsuz ruhun onu tuttu, kucakladı. Seni sermediyyetin Melikesi bile ihata edememiş, sen ona muhit olmuşsun, demektir.
Bizim kaynaklarımıza baktığımızda Sultan 2. Mehmed'in izdivacının sayısının beş olduğunu görüyoruz. Bunun ilkini Güibahar Hatun, 2.sini Gülşah Hatun, 3.sünü Sitti Hatun. 4.sü Çiçek Hatun ve sonuncusu yâni 5. cisi Heiene'dir. Sayın Yılmaz Oztuna; on izdivacın Sultan Fâtih'in hayatında yer tuttuğunu anlatırken Çağatay üiuçay'ın kitabının dipnotunda Alderson'un padişahı 17 hanımla evlendirdiğini okuyoruz ancak sayın üluçay, bunu mübalağa olarak kabul ettiğini bildiriyor. Şimdi biz bu iddialardan ecnebi olanınkiyie başlayalım padişahın hanımı olanlar kimlermiş! "Turgatir'in 1450'de adı bilinmeyen kızı 1, bir Fransız kızı olan, 1453'de Fâtih'in haremine alınan Akide Hatun 2, 1453 târihin de aldığı ve aynı sene öldürttüğü İrene 3. , yine aynı târih de adı bilinmeyen bir hanım 4. oluyor. 1455 senesinde aldığı Lespos Adası hâkimi 1. Dorino'nun kızı 5., 1456'da aldığı, George Pharan-tezn kızı Tamara 6., 1458'de aldığı Mora Despotu Demetri-usun kızı Helen 7., 1461 yılında alıp bıraktığı ve Zağanos Paşa' nın evlendiği Trabzon İmparatoru David Komnenos'un kızı, Anna 8., 1462 yılında aldığı Lespos Adası hâkimi, 1. Do-rinonun; 2. kızı, Maria Aleksandra Komnenosun karısı iken, Trabzon'un fethinde Fâtih'in haremine ahnmıştirki 9. olmakta, 1470'de Negro Ponta savaşında esir alınıp hükümdarın sözlerini dinlemediğinden, öldürülen Anna onuncu birde hangi tarİhde hareme alındığı bilinmeyen Esmahan vardır ki bu 11. olmaktadır. Zağanos Paşanın bir kızının Sultan Fatih'le diğer bir kızının, Mahmud Paşa ile evli olduğunu iddia eden Babinger, Zağnosun bu kızıyla Fâtihin 12.yi bulduğunu diğer beş hanımı da bu sayıya eklersek Alderson'un 1 7 rakamı bulunmuş olur. Şimdi biz kısıtlı olsa da Güibahar Hatun hakkında verilmiş malumatı nakille Yüce Fâtihin değerli hanımlarını tanımaya çalışalım. Güibahar Hatun aslen Arnavut'tur diyor, ünlü babinger, 872/1468 tarihli bir vesikada "Güibahar Hatun bint-i Abdullah" diye geçer. Bu ifadenin mühtedi olduğu dikkat çektiği bilinir. Osmanlı padişahının haremine 850/1446'da girdiği rivayeti vardır. 1448'de Bayezid-i Velfyi dünya'ya getirdi. Gevher Sultanın annesi olduğuda söylenmektedir. Güibahar sultan 898/1492'de vefat etmiş ve Fâtih camii avlusunda ki türbesine defnolundu daha sonra kızı Gevher sultan da oraya gömüldü ve türbesinin bakım ve lâzım gelen masrafını temin içinde Tokat ile Bozöyük'de bazı yerleri vakfetmiştir. Gülşah Hatun ise Fâtih'in Manisa sancakbeyi iken 1449'da haremine aldığı ifade edilmektedir. 1450'de de şehzade Mustafa'yı dünyaya getirmiştir. Yaşarken Bursa'daki türbesini yaptırtmıştır. 892/1487'de vefat etmiş yaptırdığı türbeye defn olunmuştur. Sitti Hatun ise, Dul-kadıroğullarından olup, Karamanoğlu'nun bir tertibini bozmak için 2. Murad'ın oğlu Mehmed'e almak suretiyle Dulka-dıroğullanyla akrabalık kurma düşüncesinin Osmanlıya getirdiği gelindir. Tam adı Sitti Mükerreme hanımdır. 2. Murad bu düğünü çok gösterişli yapmak suretiyle bütün Anadolu Beyliklerine Osmanlının geldiği noktayı sergilemek yoluna gitti. Gelin önce Bursa'ya oradan da Edirne'ye götürüldü. Muhteşem düğün orada oldu. Yeni evlilerde üç ay kadar burada kaldıktan sonra Manisa'ya gittiler. Sitti Hatun kocası padişah olunca gelin geldiği Edirne'ye geri geldi ve orada ömrünün bundan sonraki bölümünü hayır ve hasenat işleyerek geçirdi. Kocası Fatih Sultan Mehmed'den aldığı izin üzerine Edirne'de büyük çene bir saray yaptırdı. Sultan Fatih'e bir çocuk veremediği biliniyor. 1484'de tamamlattığı camiin mihrabını önüne iki sene sonra vukubulan vefatı üzerine def-nolurıdu. Sitti Sultan'in biri taht-ı revan üzerinde, diğeri erkek kardeşlerinden biriyle yapılmış resmi bulunmaktadır. Çiçek hatun'sa hakkında Sırp, Fransız veya Rum olduğuna dâir rivayetler olan bir hanımsultan. Ali adında da bir kardeşi vardır. Sultan Fâtih'in haremine 1457/58'de alındığı sanılıyor. 1459 senesinde; şehzade Cem'i dünyaya getirdi. Fâtih Sultan Mehmed vefat ederken, Çiçekhatun oğlu Cem'in yanında bulunuyordu. Cem; ağabeyi Bayezid'e ülkeyi taksim teklifi yaptığı zaman, red cevabı aldı. Bunun üzerine iki kardeş savaştı, bölünme anlayışına karşı olan Bayezid-i Velî, savaşda galibdi. Şehzade Cem, validesini, hanımını ve çocuklarını alarak Kahire'ye gitti. Cem'in esareti boyunca Çiçekhatun bir anne olarak Kahire'de acıklı bir hayat sürdü ve nihayet 903/1498'de, orada Ömrünü tamamladı. Mora Despotu De-metrusun kızı olan Helene'ye gelince 1442 yılında doğduğu ifade edilmiştir. Sultan Fâtih'in Mora seferi dönüşünde güzelligi ile nâm yapmış Helene'yi haremine gönderdiyse de, hakkında bir suikast düzenler en azından, zehirleyeceğine dâir şüphesi, evlenme işini gerçekleştirmedi. Ancak bunun Yunan kaynaklarından neşet etmesi haberin biraz ihtiyatla karşılanmasını akla getirmektedir. Sultan Fâtih'in Gevherhan isimli bir kızı olup, Gülbahar Hatun'dan dünyaya gelmiştir. 1474 yılında Uzun Hasan'ın oğlu uğurlu Mahmud Bey, babası üzün Hasan ile ihtilafa düşünce Fâtih Sultan Mehmed Hân'a dehalet etdi. Fâtih; hem kızı Gevherhanı bu delikanlıya verdiği gibi Sivas'a Beylerbeyi olarak tâyin etdi ve karısını koluna takan damad Sivas'a gitdi. Bilahire İran'a davet edilen Mahmud Bey; orada 1477 yılında katledilince Gevherhan Sultan yavrusu Göde Ahmed'i kucağına alıp İstanbula avdet etdi. Bir müddet sonra Gevherhan sultan vefat etdi ve validesi Gülbahar Sultan'ın türbesinde toprağa verildi. Göde Ahmet i-se dayısı olan padişah Bayezid-i velî'nin kızı, Aynışahla izdivaç etdi. Bilahire Akkoyunlu hükümdarı oldu. Sultan Fâtih'in oğullarına gelince büyük oğlu sonradan padişah olan Bayezid-i Veli, 1450 senesi ekim ayında Dimetoka sarayında Gülbahar Hatundan dünya'ya geldi. Tam adı Yıldırım Bayezid olmakla beraber ceddi Yıldırım Bayezid'le karıştırılmasın diye, yıldırım adından sarf-ı nazar olundu. Osmanlı devletinin 8. padişahı oldu. Velî olduğu rivayeti doğru bir tesbittir. Fâtih'in 2. oğlu şehzade Mustafa, Edirne'de 1451 yılı sonuna doğru Karamanoğlu ailesinden Gülşah hatun'dan dünyaya geldi. şâir ruhlu ve kılıç ehli biri olduğu hakkında pek kuvvetli rivayetler vardır. Yabancı lisan olarak İtalyancayada önem verdiği bilinir. Bu lisanı Gian Mario Angellodan öğrenmiştir. Hoca Selman'in Cemşid-ü Hurşit mesnevisini nazım hâlinde Fars-çadanTürkçeye tercüme etmiştir. Babasının sol cenahında girdiği savaşlarda liyakat göstermiştir. Sultan Fâtih 6 ay süren bir hastalık sonucunda bu şehzadesini kaybetmenin üzüntüsünü hep hissetti. 23 yaşında idi vefatında târihi ise 25/12/1474 olup, Muradiyedeki türbesine sakladılar. Şehzade Gıyaseddin Cem, Sultan Fâtih'in 3. oğludur. Validesi Çiçek Hatundur. Dünyaya gelişi Edirne'de 23/araltk/1459'da saat 6. 24 geçe vukubulmuştur. Üçüncü oğul olması ilmi ve terakkiyi boşlamasına sebeb olmadı. Çok ciddi bir eğitim gördü.
Belkide cidden tahta geçmek üzere, özel gayret gösterilmiş olabilinir. Çünkü padişah hanımlarınmda kızıl elması, bir gün vâlidesultan olmaktı ve şimdiki tâbir, first leydi olarak kadınlığında vazgeçilmez üstünlük taslama zevkini tatmaktır. Fakat bu hırs islâm âlemine öyle pahalıya mâl olduki, İspanya'da Katolik İzabella ile engizisyon taraftarlarının, işlediği insanlık suçunu, dünya'da tek önliyecek ülke olan, Osmanlı devleti bu Cem gailesi yüzünden, Endülüsten gelen yardım isteklerine kulak tıkama mecburiyetinde kaldı. Çünkü Papalıkla alakalı, bir haçlı anlayışının meydana getirdiği gurubun elinde, kafası kesik bir horoz gibi oradan oraya dolaştın-lan Cem, Bayezid idaresindeki devlet-i âliyye için, Macaristan üzerinden balkanlara teçhiz edilmiş bir orduyla hudud-u Osmaniden içeri bırakırız tehditlerine mâruz kalıyor vede kahredici gücünü bu muhatara yüzünden ne müslümanları ne de Ispanya'daki insanlık dramına son verecek olan narasını patlatamiyordu.
Ne zaman Cem 25/ şubat/1495'de Napoli'de, 35 yaşını aşmış olarak vefat ettiğinde Bayezid-i Veli; Kaptanı deryası Kemâl Reise istikamet İspanya, ne bulursan kurtar emrini verdi. Kurtanlanlarsa Safarat yahudileri ile yok denecek kadar kalmış müslümanlar, zulme uğramış insanlar oldular. Ölümünden dört sene sonra ülkeye getirilen Cem'in naşı, Bursa'da Muradiye'deki ağabeyi Mustafa'nın türbesine def-nolundu, sonra da bu türbe bazılarınca Sultan Cem türbesi diye anılmaya başladı.
Sultan Fâtih'in sadnazamlarına gelince; padişah taht'a çıktığında Çandarlı Hayreddin Paşa, 1440'dan beri makamı sadaretteydi. Ne var ki İstanbul'un fethi meselesinde, uyuşa-mayıp dafarkh düşünceler ve politikalar güttüler.
Sultan Fâtih; büyüksabır gösterip, feth-i mübin gerçekleşinceye kadar sadrıazamı idare etdi. Fetihten dört gün sonra ve 13sene, 2gün hizmet veren Halil Paşanın elinden hem mührü hümayunu hemde omuzunun üstünden kellesini alıverdi. Yerine bir yıl sürecek sadaretiyle Damad Zağanos Paşayı getirdi. Daha sonra 14. sadnazam olarak, Adni Velî Mahmud Paşa'yı getirdi, bu zâtın ilk sadareti, 1454 ile 1466 arasında 12sene sürdü. 1466 ile 1469 arasındaki 3 sene sa-daret-i uzma Rum Mehmed Paşaya tevcih olundu. 1469'da sadarete Sarı Ishak Paşa getirildi ve bu görevde 3 sene muammer oldu. Onun boşalttığı sadarete, yeniden Adni Velî Mahmud Paşa 2. defa olarak getirildi vede bu sefer ancak bir yıl vazifede kalabildi ve idam taşında hayatı sona erdi. Mahmud Paşanın sadaretinin toplamı 13 yıl tutmaktadır. Mahmud Paşadan sonra Gedik Ahmed Paşa sadnazam olmuş 1473'den, 1477'ye kadar 4 sene bu makamda hizmet vermiştir. Karamanı Mehmed Paşa, 18. Osmanlı sadnazam! olarak vazifeye getirilmiştir. Sultan Fâtihin, son sadrıazamı olduğuna göre dokuz defa sadnazam nasbeden Sultan Fâtih bu dokuz tevcihde 8 ayrı şahısla çalışmış, bunlardan Adni Velî Mahmud Paşayı iki defa sadaretle görevlendirmiştir.
Osmanlı beyliği; bilhassa Orhan Gazi döneminde, Marmara denizi ve İstanbul'un Anadolu yakasındaki gönül ve toprak fetihleriyle meşgulken, Orhan Gâzi'nin büyük oğlu Süleyman Paşa'da Rumeli yakasına çıkmış oralarda hem de Bizans tahtının şeriki ile babası arasındaki kaim peder-damad ilişkisinin verdiği avantajla gönüller ve beldeler fethetme çabalarını sürdürmekteydi. Avrupa topraklarında Doğu-Roma imparatorluğu adıyla, bin yıldan ziyade bir zaman diliminde hayatiyetini sürdüren Bizarısın islâm orduları karşısında defa-atle zelil duruma düşmesinin ardından, milâdi bin yılından itibaren kendini toparlamış, karşı taarruza geçmiş, Doğu Anadolu ve Suriye'nin kuzeyinide yeniden hududlanna katmıştı. Bu Bizans çıkışı m. 1071'de bir final ile nihayetlendi. Çünkü bu târihde Büyük Selçuklu hükümdarı Alpaslan, bir melha-mei kübra hâlinde cereyan eden, Malazgirt Meydan Muharebesinde Bizans'ın imparatoru ve bu savaştaki, kumandanı olan Romenos Diyojenis'i kahkaarî bir bozguna uğrattı. Anadoluyu Türklerin çoğunluğunu teşkil ettiği zafer kılıçlı adamları ebediyyen ele geçirmiş ve müslüman yapma vizesini elde etmişti. 1071'den sonra Anadolu'da kendini gösteren Moğol kasırgası Anadolu Selçukiye devletine inkıraz yâni çöküş getirdi. Çalışmamızın Anadolu Beylikleri başlıklı satırlarında da belirtmeye gayret ettiğimiz gibi, bir toparlanma dönemi geçirildiğini işe lâyık beyliğin çıkış mücadelesine katılan beyliklerin serencâmını kayd ile sayfalarımızı süslemiştik. Peki Anadolu ahvâli buydu da; İstanbulun Rumeli yakası ile Avrupanın doğusu vede orta avrupa ve avrupanın Akdeniz havzasında mütemekkin yâni, yerleşmiş devletler 14. asırda ne ahvâldeydiler. Bunlar hakkında da kısa bir bilgi turu atahm. Balkan yarımadası denilen yerde, Bizans devletinir rıntılar zümresinden olan Bulgar ve Sırp krallıkları vardı, leoiogos hanedanına mensup prenslerin idare etmekte ğu eski Yunanı iddiayı sürdürmeye çalışan Yunan prens|| nin ise, askerî açıdan hiç bir ehemmiyeti yoktu. Balkan yQ madasının, eski yerleşimcileri Traklar, Hazar, Avar ve Bu|G adlı Türk kabilelerini 14. asırda iskat etmeyi başarmış Sırı ve Bulgarların lideri olduğu manzarası karşımıza çıkar. EU| lar Türklerin çok tanrılı dininden, hristiyanlığa geçmiş ve g zans ile münasebetleri hasebiyle ortodoks mezhebine dâ^j, olmuş Türk kavimlerindendi. Bulgar devleti; Orta İtil hav2f) smdan gelen Bulgar Türklerinin yerli Türk ve Islavlarla karış: mak suretiyle târih sahnesine 7. asırda çıkarmış oldukları : devletti. İdarelerini Türk usûlü olan Hân'lık sisteminde yürütmekteydiler. Ancak Bizans'ı temsil eden misyonerler bunlara zamanla hristiyan usûlü idare tarzını benimsetmeye muvaffak oldular. Sırplar ise Bizans kucağında yetişmekle berab'.-., zaman içinde 13. asırda yâni 1201'lerden sonra bütün komşuları aleyhine hâttâ Bizans aleyhine de olmak üzere tevessü etme yâni büyüme ve genişleme stratejisi gütmeye başla'11^ ve <Büyük Sırbîstan> hülyası ihdas etmiştir.
Bu hülya zaman zaman Sırpların ellerinin eriştiği heryfrde büyük bir vahşet içinde nice katliamlara teşebbüs etme haS talığına yakalanmasını getirmiştir. Çalışmamızı yaptığı dönemlerde bile balkanların kasabı unvanına yenilerini e tecek hunharlıklara teşebbüs halindeydiler. Tuna Nehri kuzey cihetinde Eski Roma'nin müstemlekesi olan sim' Romanya'da yaşamakta olan Slav boylarını emrine becermiş olan Macar Türklerinin kurmuş bulunduğu Engı Kraflıâı adı verilen bir devlet vardı.
Romanya arazisinin kimi bölümü yerli beyler tarafın yönetilirken, kimi yerleride Macar kralının hükmü altında
Tabii ki Macarların hungaria veya hun adıyla daha eski târihlerde yâd edilmesini onların Türk ırkından olmalarına senetlemek kabildir.
Fakat; bunlar yaşadıkları topraklarda diğer kavim ve bilhassa ıslavlarla karışmışlar ve bol lehçeli bir lisanla varlıklarını ortaya koymuşlar, buna inzimamen, Balkanların batısı diyebileceğimiz alanda yerleşen bu ahali, hristiyan olmayı seçmekle beraber, balkanlı komşularından farklı olarak Batı Roma'dan mezheb olarak katolikliği seçtiler. Böylece orto-doks-katolik farklılığı bu topraklar üzerinde rol oyna-mağa başladı. Macar derebeylerinin toplandığı 1201'den sonraki yıllarda ihdas ettikleri bir parlamentoları mevcuttu. Macar asilleri parlamentoyu ellerinde tutuyorlardı. Bir Türk sülâlesi olduğu iddiası akla yakın düşen Arpad hanedanı büyüğü parlamentoyu İdare eden kral görünümündeydi.
13. asrın ortalarına doğru bu sülalenin neslinin kesilmesi veya öyle farz edilmesi, parlamentoyu ve kralı Macar beyleri kendi aralarından seçer oldular. Macaristan'ın hemen kuzey doğusunda yer alan, bir devlet olarak da Lehistan'ı yâni Polonya'yı görürüz. Bu devlet; 1101 ile 1301 yıllan arasında bir Türk devleti olan Altınordu devleti idaresinde bulunmaktaydı.
Rus beyleri Altınordu hân'larının tabileri idi. Rusya'nın avrupa kısmında berhayat olan insanların çoğunluğunu, Türk kavminden insanlar teşkil etmekte ve hâkimiyetde bu zümredeydi. Rusya'da yaşamakta bulunan Islavlar şefleri olmayan bir güruh idi. 9. asırda ortaya çıkan Kınyazlar yani Rus beyleri Hazar Türklerinin Rus kabilesindendir.
Rusların birinci devletini bunlar kurmuşlardır. Rusya adı bu Türk kabilesinin adından kinayedir.
Avrupa milletleri arasında muntazam durumda görülen devletin bulunduğunu ileri sürmek pek güçtür. Çünkü devam etmekte olan ve târih de yüz sene savaşları diye şöhret bul-muş harpler sürmekteydi. Almanya ve İtalya 1201 İlâ 1301 yılları, gelip geçerken siyasi birlik sergileyecek durumda olmayan haldeydiler. Bu İki ülkenin bahse konu namlı savaşın tabii neticesi olarak dagerek italya, gerekse Almanya bir harabe hâlini almış durumdaydı. *
Fransa ve İngiltere birer krallık olarak yüzyıl savaşlarının en ziyade yıprattığı devlet halindeydiler. Akdeniz'e yakın İspanya sekiz asırdır Endülüs Emevileri adıyla topraklarında avrupaya medeniyet ışıklan saçmış müslümanları, topraklarından atabilmek için, yine müslümanlann tevaifül mülük, devletin parçalanmasından beyliklere inkısam olmasının hatası yüzünden İspanya mücadeleye başlamıştı ve hâlâ aşılamayan jenosit ve barbarlığın örneğini, din adına gösteriyor ve akıllı hristiyanlarca, <bÖyle din olmaz> diyenlerinin sayısını arttırıyordu.
İspanya birliğini kurarken gerek musevi, gerekse müslü-man ve de gerçek hristiyan dindarını, yer yüzünden kazımak düşüncesinin zebunu olmuştu. Milâdi târih, 1328M gösterdiğinde Fransa krallığı avrupa devletleri içinde en disiplinli ve güçlü devletlerinden biriydi. İngiltereye gelince; Saksonlar ve Normanîar mücadelesi şortunda saksonlar, varlıklarını nor-manlara kaptırdılar. 13. asrın başlarında İngiltere kralı, 2. Hanri'nin 12. asır ortalarında temine muvaffak olduğu kraliyet otoritesini kaybetmişti.
Nitekim bunu 1215 yılında ilân ettikleri Magna carta adlı ferman, meşrutiyeti İngiliz anlayışına sokmuştur. 3. Hanri'nin başarısızlıkları, ve de parlamentoya yaptığı davete icabet eden murahhaslar silahlan yanlarında geldiler ve kral'a dayadıkları Oksfort Fermanını 1258'de kabul ettirip yayımlattılar. 1265 yılına gelindiğinde İngiltere parlamentosunda bütün zümrelerin temsilcileri bulunması suretiyle bir milli meclis görüntüsü sağlanmıştı bu meclisin elan sürmekte olan hususiyetinin başında üyelerince kabul edilmeyen bir verginin ülkede alınmasının kabil olmadığının sağlanmış olmasıdır. Bunun önemini de, keyfi tutumla işgören idarelerin yaşandığı ülke ahalisi gibi hiç kimse anlayamaz.
15. yüzyıl ifâdesini tabiiki 1401'sonrası ile yâd etmek durumundayız. Başka bir tâbirle, Anadolu'nun merkezi sayılacak Ankara'nın Çubuk ovasında Timurlenk-Bayezid kapışmasına az bir zaman kala; avrupa devletleri, Akdeniz kıyısının okyanusa açılmakta olan kapısının hemen yanında, bugünkü İspanya topraklarında 15. yüzyıldan, sekiz asır önce hayatiyet bulan Endülüs müslüman medeniyetinden müste-fid olduğu ilim ve bilim âleminden, vardığı netice, öğrendiklerini insanlık dünyasında uygulama safhasının geldiğini idrâk etmesidir.
Müslüman Araplardan elde ettiği anlayışı ve ilim kollarını, avrupa insanının telâkki tarzının kısm-ı âzamini kapsayacak şekilde sentezlemek suretiyle tatbike girişmiştir. Gerek dini, gerekse içtimai ve iktisadi ve de askerî alanda uygulama dağdağasına girişmiştir. Bu girişimin dini olmayan ismine rö-nesans denmiştir. Fransızların meşhur Larus adlı ansiklopedisinde Rönesans kavramının izahı şöyle yapılmaktadır:
<15. ve 16. yüzyılın bir bölümünde avrupa kültüründe eski çağın ruhsal ve biçimsel değerlerini, yeniden yaşatmaya yönelen harekete verilmiş olan ad. demektedir. Bu bir mânada bu ifade de irtica olarak telâkki olunabilir, çünkü geriye 309 dönüş olarak naklettiğimiz ifade bize söyletiyor bunu! Tabii ki hiç bir toplum yoktur ki, dini inancı olmasın. Bu semavi dinler olabileceği gibi beşeri din anlayışıda olabilir. Bu bakımdan, bir ülkede husule gelen ve doğrudan insaniyyet cemiyetini alakadar eden, sosyolojik vak'aların, dine ve ilahiyata dâir dokunakları olacaktır.
Nitekim; Larus ansiklopedisinde, 17. cildin, 72. sahifesin-deki rönesans tarifi ile alakalı izahatda, şu ifade hemen karşımıza çıkmaktadır: ..MicheIet ve Burckhardt'ın etkisiyle daha geniş bir tanımı yapılarak Rönesans'a ortaçağın ilahiyatçı ve otoriter anlayışına karşı bir tepki-insanın ve dünyanın bir keşfi-hür, tenkitçi vede dinden uzak bir bireyciliğin ortaya çıkması gözüyle bakıldı. Bu görüşü savunanlara göre Rönesans, Dante ve Giotto ile İtalya'da başlamış ve 16. yüzyılda (1501 sonrası) özellikle İtalya savaşlarının sonucunda, yavaş yavaş bütün avrupa yayılmiştir. Şeklindeki izaha baktığımızda avrupanın klişe dini ile mücadelesini başlattığını ve Rönesans'ın böyle anlaşılmasının, dinde Reforma gidilmesini getirdiğini düşünebiliriz. Nitekim; 1490'larda 15. yüzyılın başladığı 1401'sonrasında Katolik İzabelle ile Kral Ferdinand'ın kolbrasyonu yâni, işbirliğiyle Endülüs topraklarında yaşamakta olan hristiyanlar dışındaki başda müslü-manlar olduğu halde engizisyona katolik inanç içinde yapılan vahşice uygulamalar, insaniyyetin yüz karası işkenceler, netice itibarıyla ve vicdan yoklaması muhasebesi akabinde, büyük insanlık ailesinin ekseriyetinin vardığı kararın bu vahşi gidişi, klişe kodamanlarının o zaman da mevcut olduğu şüphesiz olan, Siyonist papalar ve papazların dünyayı sürüklemek istediği vahim ortama, müsaade etmemek direnişi olarak da bakmak kabildir.
Bu tarz bakışı gönül rahatlığı ile yapabilmek için adı geçen ansiklopedinin şu satırlarını, tenkitçi ve tahlilci bir metod içinde okumamız faydalı olacaktır:
<..Artık Rönesans denince orta çağın tam karşıtı akla gelmez; ayrıca Rönesansı İtalya'ya ve avrupadaki İtalyan etkisine bağlamaktan da vaz geçilmiştir; buna karşılık 1400 ile 1559 arasında bütün büyük ülkelerin yakın bir alışveriş içinde ve birbirlerine paralel olarak geliştiğine inanılır. Sona ermekte olan orta çağın anarşi ve karışıklığı av-rupa da 1400 (yılı) dolaylarında en yüksek noktasına varmıştı. İmparatorluk, prenslerin, şehirlerin, şövalye birliklerinin Karşısında güçsüzdü; daha 1415-1420'den İtibaren, Fransa, İngilizlerle Burgonyahlann kurbanı olmuştu; Roma klişesi mezhep ayrılığı, milli klişelerin hak iddiaları ve tari-katlerin çoğalması yüzünden zayıf düşmüştü.> Amman sevgili okurlarım bundan sonraki bölümü pek dikkatli okuyun lütfen: <...Bir ara ortaya rakip üç imparator ve biribirini afa-roz eden üç papa birden çıktığı bile oldu. Bizans; Türk istilâsına mahkûm olduğunu biliyordu; avrupa iktisadî bir buhran içindeydi. Lübeck'den Floransa'ya kadar heryerde sosyal devrimler patlak veriyordu; Iskolastik düşünce karmaşık soyutlamalarla oyalanıyor ve tam bir şüpheciliğe varıyordu; şiir ortaçağın kof zerafet formülleriyle gücünü tüketiyor; -milletlerarası gotik-sanatı, hristiyan avrupasında eşine rastlanmayan, bir hayalciliğe sapıyordu. Görüldüğü gibi; Bizans'ın, Osmanlı karşısında varlığını kaybedeceği, avrupaca da kabul edilmiş ve beklenen vakte boş verilerek, avrupa kendi kafasında kopacak kıyameti atlatmaya önem atfetmiştir. İşte; bütün bunlar bir oluşumun sebeblerini meydana koyan Mevlâ'mızın cilvei rabbaniyesinden olduğu târih ve zamanı, ölçüyü İlâhiyi hiç bir zaman hesab dışı tutma yoluna gitmeyerek telâkki edenlerin kavrayacağını hatırlatarak, bir de dinde reforma göz atalım efendim.
Bilindiği 1402'de Bayezid'in Timur'a mağlubiyeti Osmanlı ülkesinde, şehzadeler kavgası da denilen bir fetret yâni otorite boşluğu yaşadı. Bunu bir düzine yıla yakın süren mücadelelerin sonunda hitama erdiren Çelebi Sultan 1. Mehmed hân oldu. Şurası var ki, Çelebi Mehmed'in Edirne'de devletin beraberliğini ilân ettiğinde, durum ve manzara şu hâli göstermekteydi ki her şeyden evvel Anadolu beylikleri, Osmanlılara vermiş oldukları topraklardan bir hayli fazlasını Timur vasıtasıyla elde etmişlerdi. Bunun bir adım ötesi de hayli stare-tejik alanlarıda ele geçirmişlerdi. Hele hele Karadeniz kıyılarının önemi büyük noktalarına inzimamen, Marmara denizinin Gebze'den Silivriye kadar olan kıyılarda hakimiyet-i Os-maniyandan alınmıştı. Yine Çelebi bu binbir mesele ile uğraşırken Simavna Kadısı isyanı ve onunla uğraşmak bütün sıkıntıların üstüne tüy dikmiş, bu sebebten dolayı da Rumeli topraklarındaki komşu devletlere barış elini uzatmak padişah için kaçınılmaz hâle gelmişti.
Venedik cumhuriyeti; Osmanlı devletinin ayağa kalkacağına dâir kanaata bir hissi kablelvuku ile gelmiş Osmanlının can çekişen durumu göz önündeyken yinede münasebetlerini düzgün tutma yolunu tercih ediyordu. Çünkü Ege Adalarındaki Dukalıklarının hayatiyetinin devamı Venediklilerin en büyük gayesiydi. Cenevizlilere gelince; bunların tesir sahaları ve kolonileri daha ziyade Karadeniz'de bulunduğundan Ceneviz ülkesiyle buradakiler arasında bağlantı kurmak zorluğu Ceneviz'i Osmanlıyladaha da iyi geçinmeye ve ona vergi vermeye kadar zorluyordu.
Venedik her ne kadar Osmanlı'dan çekinmekteyse de, yine Venedik'e bağlı Naksos Dukalığı nerede bir Osmanlı gemisi buluverse üzerine çullanıyor ve yağmalıyor, mallarını pazarlarda satıyordu. Çelebi Mehmed Sultan otuz adet gali yapmak suretiyle savunmayı plânladı. Ancak düşüncesini tatbike koyup, yaptırdığı gemilerin bir bölümüyle hemencik 1415'de Çalı Bey komutasında Andros, Milas ve Tinos Adalarını vurmak üzere göndermişti.
Çalı Bey bir müddet denizlerde dolaştı, ele getirdikleriyle dönmeye hazırlanırken karşılaştığı Venedik donanmasının güçlülüğü karşısında akıllıca bir manevra ile Gelibolu'nun kalelerinde atışa hazır toplarının menziline çekilmek suretiyle düşman saldırısını akim bırakacak pozisyona geçiverdi. Venedik donanmasıda karşıda Lapseki'ye çekildi.
Venedik donanması, Osmanlı filosunun Ege Adalarına yapacağı saldırıyı önlemek görevini almıştı. Eğer böyle bir saldırı gelmediği taktirde asla tecavüze müsaade verilmemişti. Amiral Pietro Loredano, elindeki donanamaya Girit, Oniki Ada ve Eğribozadaları Dukalıklarından takviye aldığı yedi adet kadırgayida hâvi olarak alesta beklemekteydi.
İşin diğer bir yönü de Venedik donanmasında Osmanlıyla konuşmak üzere iki tane Venedikli büyükelçi'de bulunmaktaydı. Nitekim; Venedikliler Gelibolu üssüne çekilen Çalı Bey filosunu çekildikleri Lapsekide beklerken karaya çıkardıktan iki elçiyi Edirne'ye göndermişlerdi. 29/mayis/1416'da, Marmara denizi istikametinden gelmekte olan, bir Ceneviz ticaret gemisinin Osmanlı ve Venedik gemileri Osmanlı gemisi zannıyla görülmesi, Osmanlı - Venedik savaşının çıkmasına sebeb oldu. Gelen geminin bandırasını öğrenmek için bir gemi gönderen Loredano'nun bu hareketini, Türk gemisi üzerine gemi gönderiliyor düşüncesine saplanan bizimkiler de, bir gemiyi gönderdiler, Türk gemisi zannettikleri gelen gemiyi korumak için. Fakat gönderilen gemilerin birbirlerine ateş ettikleri görüldü. Kale toplarının hakimiyeti altında geçen, çıkan savaşın bidayeti, kahir bir zaferimizle bitiyor ve düşman donanması hayli, ağır yaralar alıyordu.
Fakat Çalı Bey'in düşmanı takip etme kararı vermesi hataların hatasıydı. Çünkü Venedik gemileri büyük olduğu gibi toplanda vardı. Bizim gemide top olmadığı gibi rakip gemiye rampa yaparak savaşmak mecburiyetindeydi. Manevralarını sergileyen düşman, bizim rampa yapma gayemize fırsat vermemek suretiyle yorulmamızı sağlarken, Osmanlı donanmasında ki Katalan ve Sicilyalı denizciler hristiyani gayretle olmalı istekle çarpışmayınca zafer bu sefer Venediklilere güldü. Enteresandır. Savaşın hemen sonunda amiral Loredaro, Osmanlı ordusundaki hristiyan savaşçıları derhal astırmiştır. Bu astırma eylemini İtalyan Deniz Kuvvetleri Târihi yazarı Prof. Camillo Manfrani pek manidar bulmuştur. Savaşın Türk tarafındaki kumandanı Çalı Bey şehit düşmüştü. Loredano ise yaralı, kendi gibi yaralı filosuyla Bozcaada'ya yol alırken bizim donanmamız ağır kayıbıyla başbaşaydı. Osmanlı-Ve-nedik dialoğu başlamış ve sonunda Osmanlı gemilerinin kaybının masrafını ödeyen Venedik, Osmanlı devletince ticaret gemilerinin boğazdan geçme müsaadesini almayı becer di. Donanması adetâ yok denen Osmanlı, donanması adamakıllı güçlü olan Venedik'i mat etmeyi becermişti. Görüldüğü gibi devletimizin zaman zaman donanma yaptığı ortadadır, ancak deniz gücü kuramadığı mütehassısların tesbitidir.
Hristiyan dünyası dünya imtihanını; müslüman olmamak ve Essalat-ü Vesselam Efendimize, intisab etmemek suretiyle kaybettiği bir vakıadır. Mevlâmızın muradı; onların din-i is-lâmı kabul etmeleri istikametinde olsaydı tabiiki, intisab-ı islâmiye ile şerefleneceklerdi. Nitekim zaman zaman hristiyanların içinden tahkik-i islâmiye veya tasavvuf-u tetkiye sonucunda her vasıfta insanın müslümanlıkla şerefyâb olduğunu duyduğumuz gibi, batı dünyasına Anadolu'dan giden işçilerimizin, 1950'lerde İstanbula geldikleri gibi seccadelerini de beraberinde getirmeleri gibi namazı hristiyan ülkelere taşıdılar.
1960 sonralarında da bilhassa Batı Almanya, daha sonra İngiltere, Fransa ve diğer avrupa ülkelerinde din-i islâmı sergilediler. Demostrasyon yâni gösterek anlatma şansı gidildiği günden itibaren yapılabilseydi, bugün avrupadaki mevcut müslüman sayısı, çok çok daha fazlave etkili halde olurdu. Almanya'da 2. kuşak, öğrendiği lisanında yardımıyla dinlerinden sorulduğunda verdikleri cevaplarla cermenleri aydınlatmaya muvaffak oldukları nisbette, müslüman sayısının artmasına vesile oldular.
Bu ahvâl içinde ülkemizde yeniden neşvü nema bulan milli görüş'ün avrupada yaşamakta olan insanımızın manevî dünyasını zenginleştirme hizmetine bir veçhe vermesi, avrupada çaiışan insanımızın sadece dünyevî başarı değil, uhrevî muvaffakiyete yol almasına pusulahk ve dergâhlığı yüklendiğini şu satırlarda söylemeyi, kadirbilirlik olarak saymışımdır. Günümüzdeyse, bütün avrupanın müslümanlığa hamile olduğunu beyanla, hristiyan dünyasında yapılan rönesansın, dini anlayışda da değişikliklere gidilmesini getirdiğini göz önüne almalıyız.
Nitekim; yukarıdada baş vurduğumuz Fransızların ünlü ansiklopedisi Larus'un Reformla ilgili izahına bir göz atalım böylece istanbul'un fethine avrupanın yardıma gelememesi-ninde sebeblerinden birinin, bu uğraşılar olduğu kanaatini ileri sürenlere bir miktar pay vermiş olalım. Larus'ta şöyleki: Reform düzeltmek, daha iyi duruma getirmek amacıyla yapılan değişikliğe verilen ad. Reforme şekliyle kelimenin mânasını veren Larus Reform olayını şöyle satirlaştırmış: 16. yüzyılda avrupanın büyük bir bölümünü, papa'Iarın hâkimiyetinden çıkaran ve protestan klişelerinin kurulmasına yol açan dinî hareket. Madde yazarı, bu ifadeden sonra hristiyan papazların ve vaizlerin bazıları ahlâki ve dini reformun yapılmasını, 1500 yılı öncesinde dillendirmeye başlamıştı dedikten sonra, Roma'nın otoritesinin sarsılmasına se-beb olacağından hiçbir değişikliğe gitmediğini vurguladıktan sonra, yüksek klişe makamlarına tâyin yapma sisteminde bir değişikliğe de gidilmediğini ve ahalinin bundan da hayli huzursuz olduğunu ifade eder.
Rahip Erasmus'un eserleriyle birlikte artık kutsal kitap dedikleri inciller üzerinde filolojik incelemelerinde başlanıldığını ve akabinde dini inanç ile kurumların tenkidine girişildiğini beyan ediyor, madde yazarı. Peşinden gelen paragrafda ise: <10/kasım/1483'de Saksonyanın Eisleben şehrinde dünyaya gelen Agustinus rahibi olan Martin Luther uzun süren bir vicdan bunalımından sonra Aziz Paul'usun-Romahlara Mek-tupunda-insanın, manevî kurtuluşunu doğrudan doğruya imân'a bağlayan bir metin buldu. Bu metin bütün protestan klişeleri için, bir ilahiyat, bir ahlâk ve bir mistisizm kaynağı olacaktı. Johanes Tetzel'in yönetimindeki Dominiken rahipleri Saksonya'da gürültülü bir kampanya ile Papa 10. Leo'-nun San Pietro Klişesinin yeniden yapılması için, gereken maddi imkânları sağlamak Amacıyla satışa çıkardığı endüla-janslara müşteri toplamağa çalışırlarken, Luther Wİthenberg üniversitesinde kendi imân doktrinini okutmağa başlamıştı bile.. Görüldüğü gibi, klişe üstüne kopan kavgada imân meselesi tartışılınca işin yatışacağı artık düşünülemezdi.
Luther'in daha Papa'ya başkaldırmadığı dönem olduğunu hatırlatan madde yazarı daha sonra oluşumu şöyle anlatıyor;
Luther; 1519'da Layipzig'de ilahiyatçı John Ecke karşı, kutsal kitap araştırmalarında tek otoritenin, serbestçe kullanılan kişisel yargı olduğunu açıkladı. Luther'in protestosu katolik dünyasında büyük bir yankı uyandırmıştı..> diyen madde yazan, sözü Luther'in doktrinini ortaya koyduğu üç esere getirir ve derki:
<..1520/haziranıyla, eylül'ü arasında yayımladığı üç başlıca eserinde, doktrinini açıkladı. Doktrininin ana hatları şunlardı; evrensel ruhanilik ilkesi, kutsal sırların üçe indirilmesi, kişi vicdanının hürriyete kavuşması ve aynı zamanda din bütünlüğü, klişe ve siyasi disiplin zorunluğu.
Luther, aralik/1520'de kendisini afaroz eden 10. Leo'nun kararnamesini Wittenberg'de alenen yaktı. Ocak 152Vde imparator tarafından, Worms diyetine çağrıldı ve fikirlerini cesaretle savundu. Saksonya seçicisi kendisine Wartburg'da İnzivaya çekilebileceği bir yer sağladı. Luther orada Reformun eline bir silah vermek için kutsal kitabı Almancaya çevirmeye koyuldu. Luther'in en ateşli taraftan olan Andreas Karlstad, bunun üzerine, rahiplerin yemin mecburiyetini kaldırdı, din adamlarının evlenebileceğini ilân etti ve kutsal resimlere tapınmaya son verdi. Missa âyini bir kurban olmaktan çıktı vede bir anma töreni haline geldi. Wartburg'dan dönen Luther, bu oldu bittileri onayladı. Daha o zamandan, doktrinlere sansür koyma fikrini benimsemeğe başlamıştı; nitekim fazla radikal bulduğu Karlstad'ı Saksonya'dan çıkarttı, eyalet içinde, tapınma âyinleri ve papazları olmayan dini topluluklar kurmağa kalkışan Thomas Münzer Mülha-usene sığınmak zorunda kaldı. 1524'den beri Güney Almanya'da, Münzer tarafından kışkırtılan, bir köylü ihtilâli gelişiyordu.
Luther, prensleri bu ihtilâli bastırmağa teşvik etti; o sıralarda bir -Devlet Klişesi- fikrini benimsemeğe başlamıştı. İmparator ve katoliklerle mücadelesinde prenslerin yardımına muhtaçtı. 1528'den beri devlet adına klişeleri denetleyen-zi-yaretçiler- de çok geçmeden, bir çeşit yeni piskoposluk kurdular. Karlstadın görüşü, İsviçre'de ve Ren havzasında kabul edilmeğe başlanmışdı. Antik hümanizme bağlı olan vede İsviçre'den paralı asker alınmasına karşı gelmesiyle tanınan, ülrich Zivingli, Luther'in çağrısına uydu ve tasarladığı reformlar gereğince 1525'de Zürih'de, 1528'de Bern'de kutsal sırları redetti ve lütirjiyi çok sadeleştirdi.
1529'da Basel'de Oecolampade katolİklere ve hatta Roma'ya sadık kalan Erasmus'a karşı Zwingli mezhebini yaydı. Bu mezhebi, Starsburg'da 1524'de Martin Bucer kabul ettirmiştir. Klişe mülkünün el değiştirmesinde çıkar gören Alman prensleri Luther reformunu destekliyorlardı. şeklinde ifadeleriyle Reformun aynı zamanda mülklerin e! değiştirebilme yönüylede alakalı olduğu hükmünü çıkarmak kabil olur, de-ğilmi efendim. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; Rönesans ve Reform, pozitivist atılımlar yâni deneyci anlayışa gelen ve hristiyanlığın ilmi engelleyen kıstaslarından kurtulan avrupa insanı, papazlardan kurtulurken bir mânada, kendilerini teknolojiyi tanrılaştıran kaosun içinde buldular. Aradan geçen altı asır sonrasında da içine düştükleri çukurda debelenip durmaktalar. Ama şunu da ilâve etmeden geçmeyelim ki, teknikleşen avrupa, Kolomb ile bulduğu Amerika'ya insan ihracını yapmağa başladığında, genel olarak adetâ barsak temizlercesine insanların bir haylice serazatlarını yeni kıtaya gönderirken kendileri de içtimai, iktisadî ve askerî alanlarda pozitivist (deneyci) anlayışla atılımın zirvesine doğru uzandılar. Harp sanayii ve denizcilik vasıtalarındaki gayretli çalışmaları, bu kıta devletlerinin her birinin birer sömürgeci ülke yaftasına hak kazanmalarını, sağladığı inkâr edilemez.
Belki doydular! Belki de geliştiler! Fakat adaletin yayicısı olma niyeti dahi taşımadıklarından, zâlimler zümresini teşkil ettiler ve de beyaz adam mantığının vahşilik kanadını teşkil ettiler. Afrika, Asya insanları, Amerika kızılderilileri, Çin ve Hindistan bu zalimlikten, üzerlerine düşen ezilen insanlar topluluğu dramını yaşadılar.
Osmanlı'nın avrupayı tokatlamasının bittiği 1683'sonrası, kürre-i arz bu tek dişli medeniyet canavarının tecavüzüne uğradı durdu. Milletleri diplomasi alanında, karşılıklı menfaatler muvacehesinde kategoriye ayırmak belki gerekir, ancak ilâhi ikazın -küfür tek millettir- olduğunu millet evlâdının unutmaması farzdır.
Hiç şüphe yoktur ki; tatbiki mânada İstanbul'un fethinin Osmanlı padişahı Sultan 2. Mehmed Hân'a müyesser olmasının ilâhi bir müjde olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Yaratıcımızın, yâni Cenâb-ı Allah'ın muradı dışında bu kâinatı muazzamada ne gerçekleşebilir? Bu fetih başarısının hristi-yan âleminin mistik bir bağlılık hissettiği İstanbul'un, Bizans'ın elinden sökülüp alınması tabiiki ohhh ne iyi oldu diye karşılanacak değildi elbette. İtirazlara, tevillere hâttâ iftiralara kadar varması beklenen vakaa idi. Nitekim avrupa âleminde gerek sözle, gerekse yazı ile bu hususda hayli beyanlarda bulunulmuştur.
Bu hususda en değerli çalışmalardan biri, Fransız akademi âzasından, Güstav Şlomberje'nin, "Türk Muhasarası" adıyla M. Nahid adlı yüksek tahsilini Fransa'da yapmış bir evlâdı vatanın tercümesiyle Osmanlıca olarak ülkemizde yayımlanmıştır.
Ülkemizde yaşayan ister gayrimüslim olsun, gerekse müs-lim olsun, milletimizin emsalsiz mükemmellikteki târihine düşmanlık besleyenlerin, bu eserin içinden çekip çıkarıp, genç nesillere" bakın İstanbul'un fethinde şöyle olmuş" demek suretiyle ehl-i salip zihniyeti sahibi eşhas ve tarihçilerin, iftira ve hezeyanlarını kendi menfur zihniyetlerinin amaçladığı istikametde bir makale, bir hikâye hâttâ bir roman hâlinde takdim ederek, zâten tahsil hayatında hissedilir ağırlıkta ilim tedris olunmayan ülkemizde, târih derslerinin müfredat bakımından yeterli olmadığını söylemek hiç de yanlış bir ifâde değildir. Allahımızın kendilerinden razı olmasını temenni ettiğim, milletimizin geçmişine kemiğinden, iliğine kadar meftun târih öğretmenleri, yazarları ve alaylı tarihçiler dediklerimizin doğaçlama halindeki muhterem ve özel gayretleri olmasa bu ilim dalının anbarlarına girip, oradan dünyaya, hakikatlerle dolu bilgileri aktarmasalardı, bu tür maksadlı yayınların taarruzu, târihimizde rahneler, yâni bir hayli yaralar meydana gelmesine sebeb olabilir idi. İşte yukarıda andığımız târihimizin alperenleri, olan Osmanlı târih araştırmacılarının ibzal ettiği gayretler, bu kültürel tecavüzü hayli redde muvaffak olmuşlardır.
Osmanlı islâm devletinin kuruluşunun 700. senei devriyesi münasebetiyle devletin de azbuçuk himmetiyle yapılan kutlamalar hayli işe yarayan eserlerin gün yüzüne çıkmasına sebeb olduğu sıralarda, hemence menfi yayınlarda sinsi sinsi piyasaya sürülmeye başlandı. Bilhassa valide hanımsultanlar hakkındaki menfi yayımlarada rastlanıldı.
Günümüzde de böyle olduğunu hatırlattıktan sonra; 1935'lerden sonra ülkemizde M. Nahit tarafından 1914 yılında Şlomberje'nin birkaç günde tercüme edilmiş ve Osmanlıca olarak basılmış kitabın, münderecatmdan bazı bölümleri latinize ederek, yeni buluşmuş gibi her 29/mayıs yaklaştığında gündeme getiren devlet ve millet düşmanı zihniyetin bilerek veya bilmeyerek kullanmayı sağladığı maşalar, milletimiz içinde tereddütlere, târihine kuşku ile bakmasına sebeb olmuşlardır. 1950'den sonra Fâtih İmam Hatip lisesinde dersler veren Sultan Selim'li Hafız Ali Rıza Sağman merhumun bu fitne çalışmalarını idrak ederek yazmış olduğu: "Fâtih İstanbul'u Nasıl Aldı?" adlı eseriyle, Şlumberje'nin yazdığı ve M. Nahid'in tercüme etdiği çalışmayı, yukarıdaki andığımız kitabında bir, bir iddiaları inceleyerek lâzım gelen cevaplan vermiş, böylece de ülkemiz münevverlerinin istifadesine sunduğu çalışmayla târih dünyamıza büyük hizmetde bulunmuştur.
Hemen ilâve edelim ki, 1950'den önce İstanbul valiliği görevinde olan Dr. Lütfü Kırdar merhum, bu lâzım gelen kitabın çıkarılması teşebbüsatından haberdar olduğunda târihimize sahipliği, vazifesi içinde gördüğünden, kitabın yazarına imzalayarak verdiği ve kitabın hemen ön sözünün peşine konmasını istediği ezcümle nakle çalışacağımız şu ifâdeyi kaleme almıştır: "Sayın yazar Ali Rıza Sağman; 'Fâtih İstanbul'u Nasıl Aldı?' adlı eserinizin 1. cildi, İstanbul'un 500. yıldönümü yaklaşırken neşredildiğini görmek istediğimiz eserlerden biridir." İstanbul valisi Dr. Lütfi Kırdar. İmzalı bu teşvik ve takdirin ne kadar yerinde olduğu, aşağıda aktarmaya çalışacağımız iddiaların çürütülmesi babında istifade olunması, yazarın seçimi ve merhum valinin teşvik ve takdiri karşısında isabeti, sizlerde fark edeceksiniz.
Biz; 2001 senesi İstanbul Fethi haftasından dokuz hafta önce, bahse konu, Şlomberje'nin "Türk Muhasarası" adıyla Fransa İçtimaiyat İlimleri (Sosyal ilimler) Akademisini bitirmiş bulunan ve Şlomberje'nin talebesi olan merhum M. Nahid'in 1330/1914'de yayımlamağa muvaffak olduğu esere zaman zaman müdehale etmiş ve Fransız akademi azası hocası Şlomberje'e itirazlarını büyük bir edeb dâhilinde yaparak, münevverlerimizin batı hayranlığı hasebiyle bu çürük iddiaları kabul etmeleri endişesini taşıdığından böyle bir gayrete gelmesini takdirle karşıladığımızı elhak Nahid Bey merhumun bir evlâd-ı vatan olduğunu sık sık hatırlatarak, Rad-yo/Çağ-101. 3 adlı radyoda, onsekiz saat süren Metanet Köprüsü adlı programımızda burada yer alan bölümlerin, bir kısmını bahsettiğimiz programda dinleyecilerimize duyurmuş, noktai nazarımızı ileri sürmüş ve bu hassasiyetimizden, programda bizi arayan dinleyenler teşekkürlerini belirtmek için, telefonlarımızın kilitlenmesine sebeb olmuşlardı.
Dinleyicinin fark edipde gösterdiği bu hassasiyeti gözönü-ne alarak, bu kitaptan bazı aktarmalar ve cevaplarını vermeyi, bir târih çalışmasının tabii oiarak kapsaması gerektirdiğini düşündüğümden bu çalışmamızda sayfalarımızı bu mevzu ile süslemeyi vazife saydım.
Güstav Şlomberje Kimdir? Biz bu hususda Şiomberje'nin eserini, tercüme ve yayınlanmasını sağlayan M. Nahid merhumun kalemine başvuralım. Mütercimimiz diyor ki: "1903 târihinde Sir Edwİn Piyers bu muhasara hakkında İngilizce mükemmel bir kitap neşretti" Bunu belirten Nahid Bey; Mösyö Güstav'ın "İstanbul Muhasarası" adlı çalışmasının medhal yâni giriş bölümünde, 'bana; bu eseri adım adım takip etmek ve parçalar nakletmek kaldı'.. "Dediğini ve şöyle devamını getirdiğini ifade ediyor. "Bu büyük vakayı rnüşaha-dede bulunanlar, hemasırlarının veyahut tamamen aynı dönemin insanı değilse bile, bu hususda en fazla malumat sahibi tarihçilerin, öndegelenlerinin naklettiklerini iktibas ederek, bu müthiş olayın günlüğünü yazmaya önem verdim. Bu eserlerin yazarlarının en büyükleri arasında kabul olunan Venedikli Barboro, Kardinal İzidor, Midillili Piskopos Leonar, Yunanlı Kritivulos gibilerinin eserlerinden nakiller yaptım." Demekte. Ayrıca; Françes, Dukas ve Halkondilas adlı Bizans vakanüvİslerinin yazdıklarıyla telif ederek, iki ay süren muhasaranın safahatını ve vakalarının saati saatine takip etmemize imkân sağlamıştır. Türk tarihçilere ve Sloven müverrihlere de başvurdum" Diyen; Mösyö Güstav, eserinin yapılmış çalışmalar arasında en mühim bilgileri verenin bu eser olduğunu belirtiyor.
Nahid bey merhum ise, mösyö Güstav'ın Akademi Fransez üyesi olduğunu Bizans târihi ve arkeolojisinin kırk yıl tetkikini yapmış bir ilim adamı olduğunu da belirtmiş bulunuyor. Tabiiki hayli büyük bir eser olan bu çalışmanın önemlilerin en mühimlerini buraya alarak, okurlarımızın zaman zaman ileriye sürülen iddiaların fantastikliği karşısında şaşırıp, ürpermelerini önlemek için bir takım maksada dönük ortaya atılanlara, hafıza ve bilgilerinin bunlar bizim bildiğimiz yavelerdir, dedirtme gayesinden başka bir şey değildir burada buna dokunmamız. Bahsettiğimiz konularla ilgili nakillere mantık ve kıymeti yüksek bilim adamlarımızın cevaplarıyla temas edeceğiz. İstanbul'un nasıl alındığını anlatmaya çalışan Ali Rıza Sağman merhum, Şlomberje'nin kitabından aldığı bazı iddialara muknîce beyanlarla cevap vermesi ve bunun başında pek mühim bir tesbit olan Kerkoporta Kapısı iddiasının mutlaka çürütülmesi gerekiyor görüşüne katılmamak mümkün değil. Çünkü, yeni duyulan ve demiştik yönü bulunan iddiaların, az bilgili veya maksat sahiplerinin şaşırmasına ve 2. gurubun ise millet İnançlarının sarsılmasına âmil olacak fırsatları bulabildiğini düşünmek gerek.
Bütün bunların yanında batı dünyasında, var olduğu farze-dilen hürriyetin, şark âleminin, diğer bir tâbirle islâm âlemini ve bunun bin yıldan beri bayraktarlığını yapan müslüman milletimize dâir eserlerin dürüstlükle batı dillerine tercümesinin önüne gizli gizli geçildiğini hatırlatmak isterim. Nitekim Biratudİ adlı bir yazar, Şeyhülislâm Hoca Saadeddin Efendinin muhteşem eseri, târihlerin tacı mânasına gelen "Tacüi. Tevarih"in batı lisanlarından birine tercüme ettiğini ancak bütün mânası ile yanlış yapmıştır, haberini Ali Rıza Sağman merhum bildiriyor.
Hemen burada, yukarıda adı geçen Kerkoporta kapısı meselesi olayını bir - iki cümleyle özetleyeyim ve yeri geldiğin-deyse tatminkâr malumatı arz ederiz. Efendim; Kerkoporta Kapısı bir kandırmaca efsanesidir ve Kargayı kanarya yapma kudretinin ben-i beşere, yâni insan oğluna verilmemiş olmasıyla, bu efsaneyi akıl sahiplerine yutturamama arasında bir fark yoktur. Bu Kerkoporta Kapısı, Hepdomon denilen ve Bizans surlarının savunulmasının yapıldığı yerdeki kapılardan, bir kapının adıydı. Bu kapı; üzerinde olduğu hendeğin tabanı seviyesinde olup, irtifa bakımından alçak sayılacak bir boyuttaydı. Kostantin'in verdiği bir emirle bu kapıyı açtırdığını okuyoruz.
Efsaneye göre günün birinde şehri zapt etmeye çalışan kuvvetler, bu kapıdan girmeye muvaffak olacaklardı. Nitekim; imparatorun emriyle açılan bu kapı bir müfrezenin savunmasına bırakılmıştı.
Aslında Rumların düşüncesi, Türk mevzilerine karşı bir huruç harekâtı yapmak ve ani bir baskın ile Osmanlı birliklerine büyük zayiat vermekti. Yerleşim hasebiyle bu saldın tabiatıyla Osmanlı sol kanadı üzerine yapılmak mecburiyetindeydi.
Yukarıda vali bey tarafından teşvik ve takdir olunmuş eserinden bahsettiğimiz Ali Rıza Sağman merhum, fetih hakkında yaptığı geniş araştırma ve bilgilerinin ışığı altında ve vukufla "Rumların; böyle ne bir tasarısı nede imkân elde edecek halleri olmadığını" ileri sürerek diyorki: "Bu hendek zemininden açılan kapı yirmi metre derinliğindeki bir hendeğin zemininde olduğuna göre ve bu alanın ise, deniz suyu ile doldurulmuş olduğunu gözÖnüne aldığımızda huruç harekâtı yapacak Bizans askerleri o suların arasından nasıl çıkacaktı?" Sorusunu sorduktan sonra yine kendisi: "bütün bu hayaller Şedomil Mijatoviç adlı yazarın, hayallerinden ve masa başında yazılmış, diğer hayali çalışmalarının içinden telif edilmiş uydurmalardır" demektedir Venedikli arkadaşlarının yanından hiç ayrılmayan, bu bölgede savunma hâlinde bulunanlar arasında yer alan, ünlü tarihçi ve gemi cerrahı Barba-ro, Kerkoporta Kapısı olayı vukubulsaydı şüphesiz ki, en geniş safahatıyla ve belki de abartıyla, eserinde bahsedecek kimselerin başında gelenidir. Kerkoporta Kapısının, Osmanlı zaferini küçümseme niyeti ile bir mizansen olarak uydurulduğunu, neden Kerkoporta Kapısı diye düşünmeye başladığımızda, yukarıda arzettiğimiz maksada dayalı olduğuna ulaşabiliriz.
Şimdi Kerkoporta Kapısı hakkında eski sadrıazamlardan Ahmed Vefik Paşanın yaptırtmış olduğu geniş bir araştırmanın sonucundan bahsedelim. Sadnazam Paşa maarif nazırı olduğu kabinelerden birinde, Asar-ı Atika'a yâni, eski eserler adlı müze müdürlüğüne Mösyö Detye adlı bir gayrimüslimi getirir. Mösyö Detye; merhum Ali Rıza Sağman'ın nakline göre şu pırlanta değerindeki beyanı yapmıştır:
"Her muharririn sözünü ayn-ı hakikat olarak kabul eden müverrihlerin her biri bu kapıyı bir tarafa götürmüşlerdir. Surların her tarafında da böyle bir çok küçük kapılar ve mahreç (çıkış) mazgalları olduğunu düşünmeyerek mahza (güya) Türklerin muzafferiyetini kolaylıkla kazanılmış bir zafer suretinde göstermek için, icâd edilen bu bahanelere maalesef inanmışlardır."
İşte sevgili okur görülüyor ki batı'lıların ileri sürdükleri yalnız kalmamıştır. Bunları çürüten veya karşı tezler her zaman ileri sürülmüştür. Bu sebebden okurlarımız, şu gazetenin veya bu derginin veya başka bir kitabın ileri sürdüklerini hemen kabullenmek yerine, masanın hem öte tarafından hem de bu tarafından bakmak icâb eder.
Gayrimüslim tarihçilere göre, Jan Jüstinyâni adlı kahramanın varlığı muhasaranın uzama sebebi olmuş! Doğru olsa bile neticeye bir te'siri yoktur. Çünkü; Sultan Mehmed büyük bir azim ile gâyei yegânesi olan fetih'i gerçekleştirmek için, en büyük mâni olarak sûr'ları görmüştü. Bütün hazırlıklarını sûrları yıkarak, ufalamayı ve İstanbuta girmeye göre düzenlemişti bütün hesaplarım.
Nitekim; burçların ve sûrların, devrin en müthiş silahı toplar karşısında patır patır dökülmesi padişahın gayesine ulaşacağını göstermektedir. Buna; bilmem ne kapısı, ne Jan Jüstinyâni, ne Paîeogoslar ne de bizatihi Kostantin Dragase-zin engel olması kabildi. Nitekim; 28/mayıs/1953 sabahına yakın başlayan büyük yürüyüş ve hücum, İstanbulun batı yönü boyunca uzayıp giden sûrların her tarafından şehre girildi.
Kerkoporta Kapısı, Jüstinyâni'nin yaralanması gibi olaylar savaşın tabii ve beklenen neticelerindendir. Yoksa bunların Osmanlı fethini önleyecek bir güç olmadığını kabullenmek gerekir. Ayrıca bu iradeye karşı koyacak kuvvete ve de yardıma sahip değillerdi.
Nitekim; "İstanbul ve Boğaziçi" isimli eserin sahibi Meh-med Ziya Bey merhumun: "Jüstinyâni'nin geri çekilmesi, şehrin sükûtunu getirdi denmesi asla doğru bir söz değildir" demekte olduğunu buraya kaydetmeden geçmeyelim. Zâten Venedikli Barbaro'ya göre Jüstinyâni yaralanmış filânda değildir. Jüstinyâni; Sultan'ın büyük gücünü idrâk etdikten sonra, düştüğü üzüntü sonunda, bulunduğu yeri terketme karan almıştır. Bu arada da Jüstinyâni'nin durumu hakkında tarihçiler farklı şeyler söylemektedirler bunlardan Kalkondil; kurşun ile elinden yaralandı Tetaîdi, ki bu adam Galata'da zabıta müdürü idi bunun beyanı kolvirin adı verilen bir top mermisiyle yaralandığını söylerken, Kritivulos büyük karabina ile atılmış büyük bir mermi, zırh gömleğini delerek göğsünden girip, sırtından çıkmıştır, derken Rikşeriyo adlı bir târihçiyse bambaşka bir şey İfâde ediyor: "Jüstinyani'yi yaralayan; ne bir Türk askeri, ne de attığı bir şeydir. Onu kendi adamlarından biri attığı ok ile yaralamıştır. Kritivulos başka bir yerde de, bir Türk askerinin kılıcıyla Jüstinyâni ölmüştür demektedir. Bizim kaynaklarımız Ulubadlı Hasan; Jüstinyani'yi kılıcıyla karnını deşerek öldürmüştür, dedikten sonra Hasan'ın yürüyüşüne devam ettiğini bildirmektedir az sonra sûr dibinden yukarı çıkmaya başlarken atılan oklar ve taşlar şahadet şerbetini içmesine sebeb olmuştur demektedir.
Papa'lığın bu muhasara karşısında Bizansa neden muavenet etmediği sorusu ister istemez akla gelmektedir. Kendi limanlarının bombardıman edilmesini önleyemeyen Papalık, Bizans kuşatmasına nasıl yardım edebilecekti"? Bu soruya verilecek cevap, avrupanın o sırada önemli bir kavşaktan geçmekte olduğu kendi keline merhem aradığı bir dönemdi ve dinde reform ve hayatda rönesans ile cedelleşiyordu.
Papalık bu değişimin neresindeydiyİ sorarsak alacağımız cevap, statükoyu muhafaza etmek üzere kendini düzenlemişti. Dolayısıyla kendi hengâmeleri Bizans'ın yardımına koşacak ne imkân ne de takat bırakmıştı. İşin bir başka tarafı vardı ki, o da Osmanlı taht'ına bu sefer, kafi olarak çıkmış bulunan yirmi yaşındaki genç padişah, barutu kendinden ateşi ruhundan alan bambaşka birşey olduğu gibi yaptığı hazırlıkların büyüklüğü Papalığın aldığı malumatın dışında değildi diyebilirizki, papalık bu sefer yapılacak yardım Bizans'ı, akıbetinden uzak tutamayacak, hâttâ avrupanın yardımına rağmen İstanbul'un Sultan tAehmed'e râm olması, hristiyan-lık büyük camiası adına yüz kızartıcı hâl meydana getirecekti. İsterseniz şimdi, Papalığı ve Bizansı bir kenara bırakalım, Sultan 2. Murad'ın hayattan ayrılması üzerine bu sefer fetihler yapmak üzere tahta çıkan 2. Mehmed'in hazırlıklarına bir atfu nazar edelim.
Sultan 2. Mehmed; 1453'ün mart ayı sonunda İstanbul'u fethetmek için bütün hazırlıkları tamamlamıştı. Gerek Anadolu cihetinde gerekse Rumeli tarafındaki mücahidlerini toplamaya girişerek gönderdiği haberler davet edilenlere ulaştığında pek kısa sürede mızraklı olarak piyade ve süvariler, kimileri ok, yay kimileride sapanlarıyla gelirlerken, bir başka bölümü de zırhlı gömlekler giymişler her biri aşık olunacak bahadırlardı. Bunlara şimdi zırhlı birlikler denirken, o günlerde, katafırakath askerler deniyordu.
Sultan 2. Mehmed'in ordusunun yekûn sayısını, tam bir sıhhatle vermek kabil değildir. Pek çok yazar sayı vermekle beraber, aralarında bir hayli sayı farklılığı mevcuddur. İçlerinde en fazla itibar olunanı görülen Venedikli Barboro'nun beyanıdır. Diyorki: "2. Mehmed; Marmara sahili ile Haliç arasındaki alana, 160 bin kişiyi yerleştirmişti. Bunlar gerek muntazam kıtalar, gerekse gayri muntazam topluluklardı. Fakat kuvvetlerin tamamının bu olduğunuda söylemek icâb eder" diyor. Filonun mürettebatıysa orta çağda büyük şark ordularının dâimi olarak savaş eri olmayan kişilerdiki bunlar yukarıdaki sayının tabiiki dişindaydı. Başka ve meşhur bir tarihçi olan Netaîdi ise; bu miktardan miktardan farklı bir rakam söylememektedir. Bu tarihçinin beyanını özetlersek şu ifadeyle karşılaşırız: "Sultan Mehmed'in İkiyüzbin askeri olup, bunların 30 ilâ 40 bini süvari idi geri kalanı çeşitli meslek sahiplerinin ve bilhassa hizmetinden, zenaatmdan ve ticari kaabiliyetinden istifade edilecek tüccarlar olduğudur" Biz hemen şunu söyleyeiimki sevgili okurlarım; Netaldi, Osmanlı süvari askerinin mikdarının 30 ilâ kırkbin olduğunu ifade ederken arada onbin kadar bir sayıyı muhayyer bırakı-yorki bu onbin rakamının, nelere kaadir olabileceğine akilı ermiyor. Halbuki; Osmanlı devleti daha altmış yıllık bir maziye sahipken, Meriç kenarında Hacı îlbey Kumandasındaki 10 bin süvari ile askeri gök yere düşse mızraklarımızla tutarız diyen bir gurur ve kibir ordusunu, ki 200 bine yakın mevcudu vardı bunu bir gece baskını ile tarumar ettiğini ya bilmiyor, yahut da ifadesinde bu kıstası atlamış oluyor.
Efendim bir savaşın vukuunda, kuvvet dengeleri ve mevcud sayısı pek önemlidir. Bu bakımdan iki tarafın kuvvetlerinin doğruya yakın sayıda tesbiti, başarının veya başarısızlığın başka nerelerde aranması gerektiğini ortaya koyar. Güstav Şulomberje'nin eserini tercüme eden Nâhid Bey farklı sayılar İfade eden müellifler olduğunu hatırlatıyor.
Meselâ; bizim Hayrullah Efendi, 80 bin kişilik ordu mevcudundan kapı açarken, Klelef ve Halkandilas Osmanlı'nın 400 bin mevcudlu ordusundan söz eder, demek suretiyle mütercim merhumda bu aşırı farklılığı işaret etmekten kendini aia-mamsştır. Öte yandan Françes; Osmanlı kuvvetlerinin 258 bin olduğunu ileri sürerken, Sakızlı Leonardo ise 15 bini yeniçeri olmak üzere, miktarın 300 bini aştığını, meşhur Dukas ise 100 bin süvari 140 binden fazlasının gemici veyahud başıbozuk olduğunu yekûnun ise 260 bini bulduğunu dillendirir. Monteîdi ise; karacı ve denizci sayısının yekûn olmak üzere 240 bini bulduğunu beyan eder. Böylece; hakikate yakın rakkam Venedikli M; Barboro'nun söylediği 160 bin sayısıdır.
Muhterem okuyucularım; mösyö Güstav Şulomberje, Osmanlı ordusu târihin bu döneminde, askerlik ilminin terekki-yatına ayağını uydurmuş olduğu için en güçlü ordu olmayı yakalamıştı, demeyi esirgemiyor. Şulomberje; yeniçerilerin, hristiyanlıktan devşirme olduğunu ileri sürerek, Osmanlıları daha önceki zaferlerinde, Varna'da Jan Hünyad'ın feci mağlubiyetinde, Kosova sahrasındaki hristiyan âleminin uğradığı bariz mağlubiyetde, en mühim rolü oynayan gücün, devşirilmiş ve Osmanlı'lar tarafından yeniçeri askeri diye anılan hrîstiyan çocukları olduğunu görüyoruz demekte.
Halbuki; insanoğlu hür ve günahsız doğar. Onu istikamet-(endiren bir ailesi, yok bakıcısı, mürebbiyesi vardır. Çünkü ademoğlunun hayvanlardan farklı yaratılışının göstergelerinden biride belli bir yaşa kadar, ihtiyacatını kendi kendine gi-derememesidir. Bu bakımdan insanoğlunun velâdetinden, yâni doğumunun peşinden kendisine bakanlar tarafından, aynı zamanda inanç bakımından da yönlendirilir. Mösyö Güstav'ın; burada hristiyan çocukları idi bu muzaffer müslü-man ordusunun yeniçerileri, demesi, bu hakikati anlamazlıktan gelme olup, hristiyanlığmın icabâtındandır. Çünkü; çok kişi bilmektedir ki bir çok gayri müslim, devşirme toplanma işinde çocuklarını verecek ailelerin rızası alındığı gibi genellikle aileler (şüphesizki ekonomik zorlukları olanlarıydı.) Ev-iâdiarını bu organizasyona vererek onların istikbâllerinin iyi olmasını düşünüyorlardı. Ayrıca mensubu olduğumuz islâm dini itikadında insan mükellef çağına girince dinin emirlerine muhatap olur. Yeniçeri alınma çağı, insanın mükellefiyatının başlamasından bir hayli zaman önce gerçekleştiğinden o, hristiyan olmamış bir çocuk olarak kabul edilir. Aiie efradı o yavruyu vaftiz ettirmiş olsalar bile, bu anne ve babasının tercihleri olup bu hususda İslama göre bâtıl bir adet'in kiymet-i harbiyyesi yoktur. Tâki müslümanlar; inançlara asla karışmadıklarından, vaftiz gibi hristiyan âdetlerine dil uzatmaya da teşebbüs etmezler.
Güstav Şulomberje demekte ki; "bineceği bir beygiri dahi olmayan nice fakir ve bir çok gayri muntazam tâbir-i diğerle başıbozuk denilen kişilerin hayliydi sayıları ve de bunlar ganimet ve yağma ümid edenlerin arasında, bir çok hristiyan-da vardı." Bu itirafda göstermektedir, ki Bizans devleti avru-pahların yardımından mahrum kalmakla birlikte, kendi dindaşlarının bir bölümünün hem de ganimet ve yağma ümidiyle, üzerine yüründüğünü görünce, meşhur Sezar'ın, evlâtlığı Brütüs'ü kendini öldürmeye kalkışanların arasında, hançerinin parlayan ışığında yüzünü gördüğünde herkesçe bilinen sözünü "Sendemi? Brütüs! Artık öl Sezar" dediği gibi Bizans'ında demesi icâb eder, diye düşünüyor insanoğlu. Ancak insan kahramanken, yine insan, hâin de olabiliyor ve kimse hâinlere bakıp da inancından vazgeçmemeli değilmi muhterem okurlarım.
Mösyö Güstav; kitabının 57. sahifesinde şunları ileri sürüyor "bu ordunun feverân-i hissiyatı görüimeye şayandı. Bu sayısız askerler, asırlardan beri nice müslüman nesillerin aşk ve hararetle tahayyül etmiş oldukları mukaddes bir ese ri sonunda gerçekleştireceklerdi. Peygamber-i Zişân'da bunu vaktiyle düşünmüştü. En büyük hükümdar İstanbul'u zapt eden hükümdar olacak, ordusu ise güzel ordu addedilecek" dememişmiydi? Sorusunu sorup cevabını Şulomberie şöyle devam etmekte:
"Arab'lar tarafından bîribirini tâkib eden, yedi sefer yapıldı. Bunların 3. sündede gençliğinde bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)'in sancaktarlığım yapmış ve sevdiği yakınlarından olan yaşlı (90 yaşında) Hz. Eyüb'ünde içlerinde bulunmasıyla ayrıca şÖhretlenmiş, bu muhasaradan beri daha nice kuşatmalara mâruz kalmıştı İstanbul. Hakiki inanç sahipleri, müjdeİ peygamberinin gerçekleşeceğine inananlar içlerinden gelen nâz île birleştirdikleri cennet misâli İstanbula yaklaşıp, vuslata ermelerinin başarısını temin edecek duacılar sadece erbâb-ı takva olmayıp, bol miktardaki serve-ti samanı düşünen ve bunları nasıl yağmalayacağını düşünenlerde bulunuyordu" İfadesini yazmaktan kendini alamamsştır. Yine de son cümleye, bu menfaat gurubunun içine Bi-zans'dan gayri memnun hristiyan unsurları yazmasına, tarafgirliği engel olmuş görülmektedir ve objektif olamadığını tesbit kolaydır.
Ancak yinede diyebilirizki Güstav Şulomberje, bu mesele hakkında en objektif yazanların hemen başında gelir. Padi-şah'ın ordusuna katılmak için, muhasaranın devam ettiği müddetçe, yeni yeni gayri muntazam kuvvetlerde denilebilen yığınların katıldığını beyan eden Mösyö Güstav, bu katılımı yağmacılıkla bağdaştırıyor, ki avrupai mistisizm dahi neticesi itibarıyla materyalist bir görüşle alaşım halindedir. Karışım, demiş olsaydık hata etmiş olurduk, çünkü karışımı meydana gelen kitleden tefrik yâni ayırmak çok daha kolaydır.
Mösyö Güstav Şulomberje; 1389'da Kosova Meydan Muharebesinin şehid galibi Sultan 1. Murad-ı Hüdavendigârın ordusunda toplanan Mücahidin-i İslama bir atf-u nazar eyle-se, o ordu içindeki Karamanoğlu askerlerinin bulunduğunu görecekti. Tabüki yazar; Hüdavendigâr unvanının ihtimalki ledünni mânasındakİ müslümanları bir bayrak altında topla-yabilene verilen lâkab olduğunda behre sahibi olmadığından, Sultan Fâtih'in ordusuna fevç, fevç gelenleri, insanın aynaya baktığında kendini görür misâli, kendileri yağma düşüncesi taşıdığından, herkesi aynı kalıp ile değerlendiriyor.
Sultan Mehmed'in ceddi olan 1. Murad'ın ordusuna amansız düşmanı Karamanoğlu'nun bile katılması, İslâm ordusu ve müjdelenen Fetih Ordusu olması ihtimalinin en yüksek olduğu dönemde, islâmlar tabiatıyla bu orduya katılmazmı? O kutsal gazanın mücâhidi, Gaazisi olmak istemezlermi? Şu-lomberje'nin idrak edemediği husus, yeri geldiğini sandığımızdan söylüyoruz: Sultan Fâtih'in; "Bizim hakikat kıldığımız yere onların hayalleri dahi ulaşamaz" beyanını ya duymamış olabileceğinden veyahut da bitmez tükenmez haçlı zihniyetinin, islâmlar ve şark dünyası ile sıcak veya soğuk savaşından ötürüdür.
Muhterem okurlarım; bahse konu yazar bu çalışmasının 58. sahifesinde, şunları ifâde ederek, elifi elifine olmasa da bizim ifademize hayli yaklaşmış bulunuyor: "İslâm âleminin dindar müridlerinin harb severiiklerini tahrik maksadıyla savaş habercileri, dini misyonerleri göndermişti. Bütün eyaletlerden bahasus Asya'dan hakikaten oğul ansının koğanı terk etmeleri kabilinden koşuşdular. Bir şark tarihçisine göre koşuşan binlerce kimselerin arasında meşhur olanların isimleri şunlardır: Akşemseddin, Karaşemseddin, Molla Senaî, Emir Buharî, Molla Fenârî, Cebâli, Ansar Dede, Molla Gürânî, Şeyh Zindanı, Karamanoğlu ve yedi bin gönüllüsünün başında Aydinoğlu Derebeyi. Bu savaşçı kitlelerin sayısını tan min etmek için akla gelen bütün teşebbüsleri çaresiz kılan şey tekrar ediyorum, muhasaranın son günlerine kadar Önlerinde bir alay, dervişler, mollalar, mağribiler, ve mutaassıplar bulunduğu halde, Türk Ordugâhına gelen akın akın yeni savaşçıların akması hususu akıl alacak şeylerden değildir" demekten kendini alamamıştır. Bu bakımdan işin onun kısır düşüncesinin değil, islâmi dinamiklerin, iyi öğre-nilmesiyle alakalı olduğunu ifâde edememektedir.
Güstav Şulomberje'nin Tutuculuğu Yazar; eserinin 59. sahifesinde, "hristiyanlıkdan dönme birçok hâinlerin safları yanında, Türkler tarafından ele geçirilmiş nice ve çeşitli kavimlerin var olduğu bir orduydu bu ordu dahası, Sırp süvarilerinden, Sırp olan topçulardan, lâğımcılardan yine, Almanlar ve Macarlardan bu orduya muavenet edildiğini ve ilâve olarak bunlara Rumların, Lâtinlerin, Cermenlerin, Panoniyenlerin, Bohemyalıların, hâsılı bütün hristiyan kavimlerin fertlerinin, Sultan Mehmed'e yardım için, hâinane bir şekilde koşuştuklarını, Sakızlı Leonardo'nun yazdığını" söyler. Yine Mösyö Mi-catoviç'in eserindeyse: "Padişaha Sırp kralı Jorj Brankoviç tarafından mecburen gönderilmiş olan, Sırp kuvveti hakkında yazılmış gayet faydalı bir sahife vardır" demektedir. Yazari ara başlıkta tutuculukla itham sebebimiz; hristiyaniarın dindaşı oldukları Bizans'ın yardımına koşacakları yerde, üstüne yürümelerinin esbab-ı mûcibesini teemmül etmemiş olmasıdır.
Anadolu topraklarında daha bir aşiret halindeyken, hristi-yan tekfurların tebâlarının gönlünü çelmeyi beceren Kayı boyu ve müslümanca tutumlarının, getirdiği adalet ve sevgi dolu ilişkiler hristiyan insanlarda takdire mazhar oimadımı? Bunun sonunda düşünen bir kafa, din değiştirip, hem dünyasını hem de ahiretinin hayırlara dönmesine yarayan bir sonuca varırdı. Hadi diyelimki din değiştirmek aynı topluluk içinde yaşarken zordur ve bilhasa hanımlar, çevremiz ne der İtirazında bulunacağından müslümanlığa geçiş ertelenebiimiştir fakat adalet içinde emîn olmakla yaşamak, bir tekfurun keyfi idaresine boyun eğmekden daha da efdaldir, diyen insanların bir akıllan olduğunu, İstanbul gibi dünya'nin merkezi bir beldenin asırlar sonra yepyeni bir medeniyete geçeceğine aklı kestiklerinde, bu işin gerçekleşmesinin kendilerine dünya menfaati bakımından da hayli şeyler kazandıracağını hesap etmelerine niçin kafa yormuyor, ahalinin böyle olmasının müsebbibi, küse ve kraliyet ailesinin, keyfemâyeşa idâresinin sonucu olduklarını idrak etmiyorda, Sultan Mehmed'e katılanlara ver yansın ediyor.
İşte biz bunu yazarın tutculuğu diye tavsif ederken, hiç aklımızdan çıkarmıyoruz ki, Şulomberje bizim dediğimiz gibi mütalaalarda bulunsaydı, onun hristiyanlığm mütegallibe-lerince ipi çekilirde, ne kendinden ne de çalışmasından dünya haberdar olmazdı. Siz bakmayın batı'da hürriyetin bulunduğunu söyleyenlere; Recâ Bey'in(Roje Garaudy) siyonizmle yahudilik üstüne gitti ve neler çekmekte olduğunu hep beraber görüyoruz, 2000 yılında dahi.Şulomberje; kitabında şunları yazıyor: "Bizans imparatoru ve müşavirleri, ellerindeki hiç sayılsa yeri olan vasıtalar ile muazzam beldenin, müdaafasını teşkil etmekle meşgulken. Genç Padişah, Edirne'deki ordugâhında şaşırtıcı bir faaliyet içindeydi, uyku nedir? Bilmiyordu! Bütün geceleri; çalışma ile Bizans'ın şehir plânını tetkikîe ve bu beldenin müdafaasını hakkı ile bilenler ile yaptığı münakaşalarla geçiriyordu.
Bu harikulade hazırlıklar hakkında İstanbul'a kadar dağılmış olan şayialar (şunu unutmayalımki istihbarat elemanlarının Bizans'da kendilerine temin ettiği ajanlarla bu göz korkutucu, moralleri bozucu, ve İçlerinde çalkantıya sebeb olan ifadeler bir organizasyonla gerçekleştiriliyordu) bu belde'ye dehşet saçıyordu. Toplan döken hâin hristiyaniarın yaptığı silahlar hakkında yayılanların insanların zihinlerini alt-üst etmekteydi. Top barutunun keşfi, küçük ve büyük çapda silahların imâlatı ortaçağ döneminde zamanın şartlarını değiştirmeye, eski usûlleri bozmaya başlıyordu. Sultan 2. Meh-med'in pederi, Sultan 2. Murad'm pek yeni ve müthiş olan bu silahlardan daha önce tedarik etdiğini biliyoruz. Bu harikulade teşebbüsler sayesinde, savaş sanayiinin ve harp sanatının yeni bir devreye başlamasını oğlunun kabiliyetine güvenerek, bırakmış bulunuyordu."
Mösyö Şulomberje; çalınmasının 60. sahifesinde; "1453 senesi ocak ayındaki ilk haftalarda Rumların başkentinde, çeşitli vasıtalar, ihtimal bilhassa, Zağnos (Mehmed) Paşa hakkında beslediği kin ve garaz saikasıyla padişahına ihanet eden ve hristiyanlara müsaid davranan Sadrıazam Çandarlı Halil Paşa vasıtası sayesinde, Edirne'de <Bombarde> denilen büyük ve müthiş bir topun döküldüğü öğrenildi.
O zamana kadar görülmemiş büyüklükte olan ve akla sığması zor bu topa sahip olan, Türklere ait bahse konu harp âleti için Bizanslı tarihçi; Dukas'ın sözleri şöyle: "1452'nin sonbaharında, Hz. Padişahın huzuruna Osmanlı'ya iltica eden asker kıyafetinde bir firari çıkarıldı. Bu firârî, padi-şah'a İstanbul'un mukavemetine dâir sağlamlığı hakkında hayli değerli bilgiler verdi. Bu adamın adı Urban veya CIrbanî idi. Macar veya Ulahlardandı. Dökümcülükde henüz emsali görülmemiş ustaların arasında gelmekteydi. Daha Önce İstanbul savunmasında, görev almak için Kostantin Draga-zes'e kendini takdim etmişti. Hükümdarın kendisine koyduğu şartlardan memnun kalmadığı gibi aldığı ücretin çok büyük bir kısmını, aracılar ve nüfuzlu kimseler alıyor ve cep doldurucular, bundan hayli istifade ederlerken, maaş sahibi kıt kanaat geçiniyordu. Urban bu tarzın çirkinliğine daha fazla dayanamadı ve gizlice Sultan 2. Mehmed'in hizmetine girmek için, Bizans'tan firar edip, Osmanlıya iltica etdi. Padişah; bu ilticacıya iyi davranarak, kendisini dikkatle dinleme yolunu seçti. Daha sonra nice hediyeler verdikten başka rütbeler İhsan etti ve bu rütbeleri taşıyan elbisede hediye etdi.
Hele hele bağladığı yüksek maaşın doğrudan eline geçişi CJrban'ı pek sevindiriyordu. Dukas'a göre; Urban bu maaşın kafasından yaptığı hesaba göre dörtte birine razı idi." (Biz burada hemen sormadan edemiyoruz, maaş miktarındaki düşüncesini Dukas'ın, Urban'dan nasıl öğrendiğidir?) ancak Şulomberje devamile diyorki; "Dukas; Sultan Mehmed büyük tasavvur sahibi zevatdan olduğundan, Urban'in sanatıyla meydana gelen böyle kıymetli yardıma sahip olmaktan dolayı saadet havuzu içinde yüzüyordu adetâ ve Urban'a, bu güne kadar hiç teşebbüs edilmemiş büyüklükte bir topun dökümünü yapıp, yapamayacağını sordu: Ürban'sa değil İstanbul surlarını, Bâbil surları kadar metîn inşa olunmuş olsa dahi tuz-buz edecek büyüklükteki taş gülleler atmaya muvaffak olacak toplar dökeceğine güvendiğini ifâde etdi. Ancak (günümüzde balistik hesaplan diye bilinen) endaht (patlama) ve menzil meseleleri hakkında fazla bilgisi olmadığını da itiraf etmekten çekinmedi. Sultan Mehmed; bunları kendisinin halldeceğini ifâde etdi. Yeterki; Urban, Sultan Mehmed'in bitmez bir iştiyakla arzuladığı harp âletini hazır etsin." Mösyö Şulomberje, bizim arabaşlık yaptığımız "hâin mühendis" ifadesiyle Topçu CIrban'ı kastetmekteydi. Çünkü; yazar bu eseri yazarken taraftır. Aslında insanlar taraftır fakat bu taraftarlık hiçbir zaman iftira etmek, hakikatleri ketmet-mek, delilleri yorumlama esnasında adaletden ayrılmamak esas kabul edilmelidir.
Yoksa İnsanların çeşitli sâiklerle, farklı olaylarda farklılık göstermeleri fıtratının icâbıdır. Şulomberje; hâin mühendis (urban), Sultan Mehmed, Mimar Muslihiddin ve Mühendis Sarıca Paşa ile diğer teknik adamlar büyük bir toplantıda işleri tartıştılar. Padişah'ın Rumelihisar inşaatını ziyaret ertesinde yapılmıştı bu ileri dönük meselelerin tartışıldığı bir toplantıydı. Bu toplantıda konuşulanlar resmî tarihçilerin ifadeleri Sultan'ın, fetih'den başka bir gayesinin olmadığını önemle belirtmeleriydi. Bu toplantılardan geleceğe aktarılan bir hu-susda Sultan'ın kendi elleriyle çizdiği, o muazzam şehrin haritası üzerinde başarıyla neticelenecek olan hücuma en uygun yeri seçmek, sûr'larda gedik açmak, lağım koyabilmek için ideal noktaları tetkik etdikten sonra tesbitini yapıyordu. Bu toplantılarda, ifadeleri, bıkmazhğı ve dikkatinin herkesi kendine hayran kıldığı, bir çok vakanüvisin kaydettiği ortak noktaydı.
Bu toplantıların mühim bir muhalifi vardıki bu hristiyanlar-la savaşa girilmeye karşı çıkan sadrıazam Çandarlı Halil Paşa idi. Fakat bunun karşısında da Damad Zağnos Paşaki bu adam Arnavut ve hristiyandı, diğeri ise ihtiyar akıncı beyi Turhan Beydi ve bunlar padişahı bütün varlıklarıyla destekledikleri gibi teşvikleride hayli müeesir idi. (îstidrat: Mösyö Şu-lomberje'nin; Zağnos Paşa hakkındaki hristiyanlık iddiası yakıştırma olmaktan başka bir şey değildir. Zağnos Paşa; Balıkesir'imizin pek tanınmış ailelerinden birinin ecdadı olduğundan, bu ailenin bu hususda yayımladıkları bir kitab ile bu iddianın nasıl bir iftira ve aslı esası olmayan isnat olduğunu ispatlamışlardır) Biz; Mösyö Şulomberje'nin ifadelerine temasa devam edelim:
Padişah çok dikkatli ve tedbirli olduğundan gözünden bir şey nihan (saklı) kalmıyordu. Hristiyan ülkelerin, bilhassa İtalya vede Macaristan'ın Osmanlıya karşı vaziyet alıp almayacaklarını da oralara gönderdiği casuslarıyla kontrol etmekten geri durmamaya pek gayret sarfediyordu. Öte yandan da, dökümleri yapılmış gülleleri hazırlanmış ve atış denemelerine amade silahlarının denemelerine başlamıştı.
Top'un müthiş bir tahrip afeti olduğu, bu cesamette topİa-nn imâli, bu devrin doğuşu olarak kabul edilse yeridir. Gerek Şark gerekse Garp dünyasında, Sultan Mehmed'in imâl ettirdiği ve urban ustanın yaptığı kabul edilmiş bulunan topun İmâli topçuluk târihinin, o döneme kadar yapılmış en büyük top olduğunu artan ehemmiyetiyle birlikde kaydeder tarihçiler. Buna bir ad olarak vasi'yâni kral lâkabı verildi. (Bizde de hemen ifade etmeliyizki Şahî adı söylenmeye başlanmıştı. Mösyö Güstav Şulomberje, bahse konu topu Dukas'ın ifadesiyle naklediyor:
"Bu top çok gösterişli, korku salan görünüşü müthiş bir harika idi. Bu topun kalıbının yapılması üç ay gibi bir zaman aldı. Yapılan bu kalıbın içine Tunç alaşımını döktü." Bizim sanayii işçisi olmamız ve mesleğimizin dökümcülük olması hasebiyle Tunç hakkında kısa bir malumat arzedelim. Tunç alaşımının halitasında bakır madeninin en büyük payı taşıdığına işaretle yeteri kadar çinko, kalay ile meydana getirilen bir metal alaşımıdır. Dökümün yaklaştığı son safhada da, eri-mİş malzemenin rahat bir akıcılık kazanması için, yeteri kadar fosfor katılır. Fosforun katılımı bir hayli dikkat isterki, bunun haddi aşılır ise malzemede kırılganlık olma ihtimâli artar. Çünkü, fosfor'un malzemede atomları çeşitli yerlerde fazla sıkıştırmak gibi mütecanis olmayan bir iç yapı kazandırdığı olur. Kullanımda ısınan alet, atomların gayri mütecanis hâli devam etdiği takdirde, aletin ısınma arkasından soğuma zamanlamaları farklı olacağından, gövdede çarpılma, çatlama veya yarılmaya kadar varan mahzuru olur.
Şulomberje'den nakille meşhur tarihçi Françes: "bu topun gövdesinin, rumlara ait bir ölçü olan sipitam ile 12 sipitam, yâni 9 kadem ve de metre cinsinden ifade edersek, 3 metre, 40 emdir." İngilizlerin de bu konuda kalem oynattıklarını ünlü tarihçileri Mister Piyers; bu topun Edirne'de dökülmedi-ğini Rejiyon'da yapıldığını ileri sürer.
Sultan Mehmed Edirne'de adı Yeni Saray denilen bir mekân inşa ettirmişti. İşte bu yapılan büyük topu burada denemeyi kararlaştırmıştı. Ancak; deneme esnasında meydana gelecek sâdayı hafifleticek bir çâre aramanın en pratik yolunu, denemenin yapılacağı zamanı ve günü münadilerle ilân ettirmesi ve hamilelerin kendilerini sesin vereceği baskıya hazırlamaları ile ilgili çâreleri aramalarını bildirmiş olması medeniyyet-i insanlığın icabıydı. Dukas'ın ifadesi; "top gür-lediğinde 13 millik mesafeden sesi duyuldu, (karamili 1609 metre olduğuna göre, 21 kilometro, 170 metroya ulaşmış oluyor, topun çıkardığı ses. Bir mukayese yapmak için 1878'de Çatalca'dan top seslerinin İstanbul'da duyulduğunu göz önüne alırsak, 425 sene önce patlatılan yukarıdaki top'un sâdasının 21 km. ye ses duyurması, yüzde yüzün arttığı bir mesafeyse de, aradaki zaman farkının 425 sene gibi azımsanmmayacak bir zaman olduğu düşünülmelidir. Bu deneme atışında tarihçinin kimisine göre; 600 kg, 750 kg, taş-gülle atıldığını, 1500 metro mesafeye düşmüş olduğu ve düştüğünde açtığı çukurun üç metroya yakın olduğu ifade edilmektedir. Mösyö Şulomberje şöyle devam etmekte: "Bu gülleler; bu gün bile (1914'de) İstanbul'un bazı mahallelerinde meselâ Büyük Sûr'un hendeklerinde, Galata surlarının diblerinde, eski sarayın avlularında hatta tersâne'de rastlanmaktadır.
İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu güllelerden iki adetinin ölçümünü yapmış vardığı netice Midillili başpiskopossun ifade etdiği ölçüyü bulmak suretiyle bir doğruya ulaşmıştır. Ölçüm sonunda çevresi, 88 pûs olan bir değer ortaya çıkmıştır. Bu gülleler granit olup, Karadeniz sahillerinden gelme karataş yahudda aletlerle yuvarlatılarak gülle haline getirilmiş mermer kütlesiydi. Koçi Efendi; (Koçi Bey risalesini kastediyor) Sultan Mehmed'in otuz kantar yâni 30 bin kilo miktarında gülle hazırlattığını bahseder." demekte olan Şulomberje kantar hesabında bir hata yapmış olmalı biz doğruyu ifadeye gayret edelim. Bizim ülkemizde bir kantar, 56 kg.dır. Dolayısıyla; 30x56=1680 kilo ederki, bu da koca İstanbul'un bu kadar az ağırlıkta gülle ile alınabileceğini akılın alması kabi! değildir. Tâa ki metinde geçen 30 kantarın 30 bin kantar olması iktiza ederken baskıda bin yazısının konulmaması vuku bulmuşsa buna mürettip hatası denir amma bu seferde neticenin 30bin kilo olmayıp, 30 binx56=l. 680. 000 <birmilyonaltıyüzseksenbin kilodurki> makul görünüyor. Aziz okurlarım; Şulomberje eserinin 63. sahifesinde "İstanbul'un muhasarasına iştirak edenlerden biri olan Midillili Piskopos Sakızlı Leonardo; büyük bir Türk topu tarafından fırlatılan surların üstünden aşıp giden bir gülleyi ölçmek merakına düştüm diyor. 88 pûs çevresi, ağırlığıysa 600 kg. geldi demektedir." diye nakilde bulunuyor.
1453 senesi ocak ayı başlarında yola çıkarılan bizim Sahi dediğimiz müthiş büyüklükteki top, İstanbulun önlerine ancak iki ayda getirilebildi. Karaca Paşa komutasındaki gayri muntazam süvarilerin sayısı onbini buluyorduki topun geçeceği yolları düzenliyorlardı.
Koruma görevi de bu birliklerin vazifesiydi. Rivayetlerin en asgarisi 30 çift öküzle başlayan söz konusu topuçekme ameliyesi için 150 çift öküzün kullanıldığı ileri sürülmektedir. Pek yakın bir zamanda Çar Ferdinand'ın askerlerinin firar eden Türkleri önlerine katarak geçtikleri bu nihayetsiz ve üzüntü verici ovalarda ilerleyen o şâyan-ı temaşa yâni seyre değer alayı göz önüne getirmek kolaydır" Demekte olan Şulomberje mazide kalmış hristiyanlann galibiyetine atıf yapmakta bu hasretini belirtmesine, eseri tercüme eden, merhum M. Na-hid Bey şu sitemi pek haklı olarak yapmaktan kendini alamamış böylecede bu milletin hakikatli bir evladı olduğunu ortaya koymuş bulunuyor, ctemekte ki:
"Şlumberjenin ilmî bir esere, bu gibi hissi ve tarafgirâne fikirleri karışdırması, şayanı teessüfdür." Top'un bindirildiği tekerlekler üzerinde yol almasını tanzime çalışan ikiyüz kişi yan tarafında durdukları halde yola koyulmuşlardı. Başka bir ikiyüz kişilik amele ekibiyse yolun elverişsiz bölümlerini yola benzetmeye çalışıyorlardı. Elli dülger ise her çeşit tamirin hakkından gelmek için kafileyi adım adım takip etmekteydi-ier. Bunlar bilhassa köprüler kurmak suretiyle iniş ve çıkışı kolaylaştıran kestirmelikler temin etmekteydiler. Bazı kaynaklar bu yolculukta kullanılan insan unsurunun ikibin kişiye vardığını da rivayet ederler. Nihayet mart ayı sonunda (Françes nisan'in 2. günü diyor) Allah'a havale edilmiş Bizans surlarının, beş mil uzağına top'u getiren kafile vâsıl oldu.
Yol boyunca bu muhteşem topun geçişini görmüş bulunan insanlar dehşete kapılmışlardı. Gördüğünü hafızası hayli zaman taşıyacaktı. Halk arasında hayli ün sahibi olan urban Topunun, Sultan Mehmed'in bir çok topunun iştirakiyle yapılan atışlar sonucundaki tahribini, CJrban'in topu yaptı gibi sanmak veya öyîe göstermeğe çalışmak kadar yanlış bir husus olamaz.
Öte yandan Karacabey'in askerleri geçmiş oldukları Trakya sahrasını bir harabeye çevirdiler. Ayastefenos (Yeşilköy)'u bastılar. Yalnız; Silivri kasabası mukavemete muvaffak oldu. Osmanlı Donanması, bütün tarihçilerin ittifakla söylediği gibi nisan ayının 5. günü İstanbul'un, Marmara Denizine bakan büyük sûr'Iarı önünde görüldü.
Padişah 2. Mehmed'de 23/mart/1453'de İstanbul önlerinde bulunmaktaydı. "Diye kitabında yer veren mösyö Şulom-berje şu tasvirle bizlere sesleniyor: "Târihin en meşhur sahnelerinden birini fikren ve tahayyülünüz nisbetinde gözünüzün önüne getirmenize yarayacak bir tasvir yapalım; seyretmeğe değer çeşitli renkleri kendinde toplamış, yığınlar hâlinde yırtıcı süvari ve piyade askerlerinden meydana geimiş, fevkalâde cemm-i gafir yâni az rastlanır büyüklükteki kalabalık, bu muazzam şehrin, o ıssız, çorak, düz ve tozlu bölgelerinde, toz koparan gibi dolanan o parlak ve muntazam taburlar, gayri muntazam hadsiz ve hesabsız suvâri bölükleri, insanlar, hayvanlar, ağırlıkların teşkil ettiği o ardı arası gelmeyen kollar gözlenince yüzbinlerce ahalinin müthiş velvelesi, etrafı kuşatan muzıkaların akseden ahenkleri, trampetlerin patırdısı, binlerce hayvanın inlemesini bir an için tahayyül ediniz. Osmanlı padişahı 2. Mehmed; refakatinde 12 bin yeniçeri olduğu halde ve bir kaçbin sipahiden meydana gelmiş muhafız kuvvetiyle 23/mart/1453'de, Büyük Sûr'da denilen 'Beri' mıntıkasından tahmini birbuçuk mil kadar uzaklıkta bulunan LikÖs, yâni Bayrampaşa deresinin vadisinde sol bölümde, tepe üzerinde bir askerî hastane (1914'de) bulunan Maltepe'ye otağını kurdu. Topkapı (Bizans dilinde; San-Roman)'nın tam karşısındaydı. Buraya büyük toplan koydu. Zâten bizlerin Topkapı dememizde bu topların buraya konmasıyla alakalıdır.
Miriyandiriyon, yâni Orta kapı, Şarisiyas, yâni Eğri kapı gibi bu üç kapının karşısındaki yerde 1422'de babasının ordugâhını kurduğu yerde seccadesini seren padişah 2. Meh-med, ilk iş olarak o muazzam ordusuna bir öğle namazı kıldırmak yolunu seçti kıbleye yönelerek. Namazın edasından hemen sonra bilfiil muhasara başlamıştı. Bu ordusunun tamamına fethin hedef olduğu, muhasaranın başladığını tellâllar vasıtasıyla duyurmuştu. Alimler; artık birlikleri tek tek ziyaret ediyorlar, başlamış bulunan mukaddes cihad padişahın emrince islâmın askerine anlatılıyordu. Hz. Muham-med'in müjdesinin hatırlatılması buna kâfi gelmekteydi. Ordunun en büyük güç ve kalabalığını teşkil eden Asya veya Anadolu kıtaları, bu geniş mesafeye yayılmıştı. Rumeli kuvvetleri diye bilinen grup ise Maltepe'nin yâni padişahın ordugâhının sağ tarafından itibaren, Marmara sahiline varan arazi üzerine yayılmıştı. Ayrıca Halic'in iç tarafınada yayılmışlardı. Bu gösterişli ordunun gökyüzüne akseden velveleleri üzerine yığıldıkları Bizans halkı için ne müthiş manzara idi.
İstanbul'un bedbaht insanları bu pek geniş alan kum gibi kalabalıkla, sayıya gelmez süvari bölükleriyle dolduran o harikulede ordunun her saat büyüdüğünü, dehşet tesiriyle hadekalanndan fırlamış gözleriyle görüyor ve bu şeytanî manzara bunların ömürlerinin sona erecek olduğu zehabını hissetiriyordu. Kulaklarına ulaşan uğultular, bu talihsiz beldenin etrafında biraz sonra, hiç bir firarinin geçebilmesine, artık meydan vermeyecek olan o canlı demir ve çelik çenbe-rin böylece oluştuğunu görmek, Bizans insanının pek büyük dehşetle seyrettiği tablodur.
Aynı zamanda; târihde hakikaten ilk Türk donanması olarak da kendini gösteren büyük donanma merkezi sayılan Geliboludan hareket ederek yola çıkmıştı. Bu donanma daha doğrusu bir Bulgar muhtedisi olan Süleyman Reis yâni Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın Kapdan-ı Deryalığında idi. <Muhterem okurlarımız: bu eserin mütercimi muhterem Na-hid Efendi merhum, koymuş bulundukları dipnotla Baltaoğlu Süleyman Paşanın mühtedi olmadığını ikaz ettiği orjinal kitabın hemen altında yer almış.
Sultan Mehmed; en azından böyle bir donanmaya sahip olunmaması İstanbul fethini yaşatmayacağını biliyordu. Bu bakımdan gerek avrupa sahillerini doldurduğu donanmasının başına Baltaoğlu Süleyman Paşayı getirdiği gibi donanmanın merkezini teşkil eden Gelibolu Valiliği de bu zâta verilmişti.
"Mösyö Şulomberje; Baltaoğlu Süleyman Paşa'yı ilk kap-tanpaşa olarak gösterirki, bu iddia isabeti olmayan talihsiz bir beyandır. Çünkü; merhum amiral Afif Büyüktuğrul'un kaleme almış olduğu" Osmanlı Deniz Harp Târihi ve Cumhuriyet Donanması" adlı eserinin 1. cildinin, 50. sahifesinde şu ifadeye yer vererek Şulomberje'nin ifadesini çürüten bir misâli zikredelim: "m. 1325 yılında Mudanya'yı, 1326'da Bur-sa'yi fetheden Orhan Gazi, Karasioğlullanndan Aslan Karamürsel Bey'i 24 adet gemisiyle beraber getirerek İzmit körfezinde bir mahalde üslendirmiştir. Rivayete göre bu mahallin adı Aslan Karamürsel olmuştur. DolaysrylaOsmanlı'nın ilk amirali ve kapdanpaşasi yukarıda adı geçendir ve böylece yazarın bu yanlışını tashih ettikten sonra Şulomberjeye dönelim:
"...Osmanlı donanması büyük surların hizasından sahil boyunca yayıldığında, 2 ve 3 katlı olan 30 kadar kadırga önde yol almakta ve 130 parça da küçük gemi veya sanda! irisi denebilecek derecede bir filoydu bu. Bizanslı tarihçi Kritivu-los, bu donanmayı pek müthiş bir donanma sayıyor ve zavallı Romalılar, ifadesiyle Bizans Rumlarının korkularını belirtiyordu. Ancak şu da bir vakıa idiki, Bizans bu güne kadar deniz üzerinden de bir muhasaraya mâruz kalmamıştı. De-mekki Sultan Fâtih; o güne kadar kimsenin yapmadığı bir tarzı getirmişti. Evvelâ; Rumelihisarını yaptırıp, ceddi Yıldırım Bayezid'in inşa ettirdiği Anadoluhisarı'nin'karşısına koy: muş, böylece de Karadeniz'den gelecek herhangi bir muaveneti (yardımı) durduracak gücü kazandıracak mevzileri kurmuştu.
Ancak; donanmanın hareketini daha mufassal yâni tafsilatıyla anlatan Venedikli Barboro'ya kulak verelim: <nisan ayının ilk günlerinde hazırlıklarını tamamlamış olan Türk donanması, Bizans üzerine yürümeğe hazır haldeydi. Kadırgalar, fustalar, prandariler ve briyk denilen gemilerden olmak üzere 145 yelkenliden mürekkep donanmanın başına geçen Baltaoğlu, Marmara'dan doğruca pupa-yelken giriyordu. Bu giriş; trampetler, askerî mûsikî aletleri ile büyük debdebe ile sahilin her iki tarafından gelişleri görülmüştü. Marmara sahiline toplanmış bulunan hristiyan ahali bu ana kadar islam-lara ait böyle büyük bir donanma görmemiş olduklarından hüzünleri başlarında esen belânın büyüklüğünü aksettiriyor-
Kimileri uzun zamandan beri şehrin kapılarını kapatıp, atıl durmanın yanlışlığını anladılar, Osmanlı donanması Dol-mabahçe'den Beşiktaş ve Ortaköye uzanan cilveli akıntıların girdabında oynaşan sulara yayılıp demir attığında takvimler 12/nisan/1953 târihini gösteriyordu.> Artık deniz yolu emniyeti de tesis edilmiş bulunduğundan gerek Karadeniz üzerinden gerekse Marmara cihetinden çeşitli gemiler gelip gidiyor, Osmanlı ordusunu ve donanmasının ihtiyacatının bir bölümü, bu deniz yoluyla karşılanıyordu. Bu noktada tarihçi Françes; Osmanlı filosunun 480 parça olduğunu ifade ederek herhalde ikmâl vasıtalarını geliş gidişlerini sayarak bunları genel yekûne dâhil etmiş olmalı ki bu mübalağalı rakkamı vermeye mecbur kalmış. Karadeniz cihetinden gelen gemiler ekseriyetle kereste ve toplarla fırlatılacak taş gülleler getirmekteydi. Barboro; bu gemiler arasında 300 tonilatoluk büyük bir nakliye gemisinden söz eder. Devrine göre şaşırtıcı bir niteliktir.
Otağ, etrafına çok derin kazılan hendekle koruma alanı içine almıyordu. Tertibat öyle dizayn olunuyorduki, Silivri çeşitli zaviyelerden tarassuta alınmış oluyordu. İstanbul'a yardıma gelebilecek güçler ancak yardımı Silivri'den görebilirlerdi.
Bu tedbir, bu yönüyle isabetliydi. 6/nisan/1453'de Türk Ordusu düşman menziline girmemek kaydıyla sûrların hemen hemen bir kilometreden daha yakın bir mesafeye sokuldular. Çarpışma başlamadan önce, Bizanslı tarihçi Kriti-vulos hakkı teslim ederek şunları söyler: "<Sultan Mehmed; Kur'ân-ı Kerîm'in emrine uygun olarak Bizanslılara son elçisini yolladı. Eğer şehir kan akıtılmadan teslim olursa hiçbir kimsenin burnunun kanamayacağını, can, mal, ırzını teminat altına aldığını bildir. Tabiiki cevap umulan şekilde oldu. Teklif red edilmişti. Bunun üzerine fethe giden yolun son resmî geçidi yaptırdı. Bu muazzam ordunun saçmış olduğu mehabet ve gösteriş, Bizans insanlarının yeniden bir ümitsizlik girdabına yuvarlanmalarına sebeb oldu.> Kritivulos târihinde şöyle devam etmekte:
<Hz. Padişah; ordusu tarafından işgal edilmiş olan iki sahili, biribirine daha çabuk ve emniyetli bir tarzda buluştura-bilmek için, Zağnos Paşaya Halic'in son noktasına bir köprü kurmasını emretmiştir.> Hakikaten düşünce plânına alınan bu köprü Zağnos Paşanın kuvvetleriyle, son hücuma daha çabuk katılmasını sağlayacaktı." Asya cihetinden gelmiş olan askeri birliklerin başında Anadolu Beylerbeyi sıfatıyla bulunan İshak Paşa, Asya Türklerinin imparatorluğunun en kuvvetli bağlılarından olan Mahmud Bey'le birlikte, tecrübe ve cesaretlerini bir merkeze tevhid ederek, gösterdikleri işbirliği şâyan-ı hayretken, Otağ-ı hümayunun sağından başlayarak, Topkapı yaldızlı kapıdan, taa Marmara sahiline kadar, yâni şimdiki Yedikule sûrlarının dibine kadar muhasara etmekle vazifeliydiler. Şeklinde bilgi veren Mösyö Şulomberje şöyle devam etmektedir:
"Bu kuşatmanın en ehemmiyetli bölümünü ise Edirnekapı üe Topkapı arasındaki mahal teşkil eder. Ve buraya düşen görevi, Suitan Mehmed vede sadrıazamı Çandariı Halil Paşa deruhde ediyorlardı. Ancak İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu bölgenin en zayıf yer olduğumu, hâttâ Yunan Mitolojisinde geçen Aşil'in topuğuna benzettiğini nakletmekte Mösyö Güstav Şulomberje.
Şulomberje bu meseleye de şöyle bakıyor: "Sarayburnu önünden gerilmiş bulunan ve liman girişini tıkayan zincirin bağlı olduğu Tevriyon mevkiine kadar olan bölgeyide Balta-oğlu komutasındaki donanma göz altında tutacaktı.
Sultan Mehmed; zinciri tahrip edip, kıyıya çıkabildikleri takdirde burada bulunan surlardaki kuvvetin yetersiz ve savunmadaki zaafiyetini düşünmüş olduğundan, buradan şiddetli hücumlar tasarlamaktaydı. Meşhur zincir aşılacak gibi olmadığından, donanması burada sadece gözcülük yapma durumunda kalmıştı. Bu bakımdan Sultan Mehmed şehri ancak iki cepheden zorlamak durumunda kalmıştı.
Şulomberje; çalışmasının 75. ve 76. sahifelerinde, Bizans'ın uğradığı eski bir muhasarayı şöyle nakleder: "1204 senesinde haçlı orduları tarafından Bizans muhasaraya maruz kalmıştı. Bu muhasarada Hanri Dandolo, gemileri sayesinde Haliç tarafından galibiyetle sonuçlanacak bir hücum yapmıştır. Ancak biraz evvel Bizans amirali Mihail Sotirigi-nos, Bizans filosunu satmak suretiyle ihanet etmişti.
Bunun ihanetiyle İtalyan kadırgaları liman girişini tıkayan zinciri çözüp, hiçbir müşkülatla karşılaşmadan Halic'e girebilmiştir. Arab'lar gibi,' Türk ırkından olan Avar'larda bundan asırlarca önce sahip oldukları sayısız harp gemilerine rağmen, gemilerini asla sahile yanaştıramamışlar, buna karşılık, iri Bizans harp gemileri ve Rum âteşi denilen suda dahi sön-miyen müdafaa vasıtaları sayesinde, Marmara sahili tarafından Bizans surlarına ciddi bir hücuma muvaffakiyet bulamadılar..."
Yazar Mösyö Şulomberje; çalışmasının 85. sahifeşinde Türk top döküm sanayiinin varmış olduğu enteresan merhaleyi anlattığının farkındamı bilmem amma, bu asrın tekniği bile bu safhanın ucunu tutamadı. Düşman hedefleri önünden lâzım gelen tarz silah imâli. İşte bir millet silâh sanayiini milli bir sanayii olarak benimser ve tatbike koyarsa, o millet hiç bir zaman cephane ve silaha muhtaç hâle gelmez. Sultan Fâtih'in 1453'de ki harp sanayii hamlesini 1970'den beri millete ve devlete kabulettirmeye çalışan; Milli Görüş mimarı Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Milli Görüşe gönül vermiş olanlar, Sultan Fâtih şuurunu aziz vatanımızın hayat-ı siya-siyyesinde ve temadi-i ömrüne kazandırmakla, Müslüman Türk milletinin, uydu devlet değil, lider devlet olma mücadelesini başlattılar ve bu sonunda gerçekleşecektir.
Milletimiz, mirasçısı olduğu ecdadının en güzel taraftarıyla dünyada adaletin temsilcisi olduğu, eski ve şaşaalı günleri yeniden ihya edecektir. Neyse biz şimdi; Sultan Fâtih'in fevkalâdeliklerini anlatan Kritivulos'u, Şulomberje aracılığıyla dinleyelim: "Ünlü tarihçi Kritivulos Rum olmakla birlikte, Sultan 2. Mehmed'in sâdık bir tebaasıdır. Bahse konu tarihçi 2. Mehmed'in topları için şunları söylüyor:
<Ordusunu İstanbul önlerine en uygun şekilde yerleştirdikten sonra, topları dökenleri yanına çağırdı. Onlarla bu silahların tahrip gücünü, karşıda duran sûrları yıkıp, yıkamayacağını konuştu. Mühendisler ise; büyük toplara ilâve edilmek üzere burada da aynı veya daha büyüklükte toplar dökülebi-leceğini bunun yapılması hâlinde, sûrların yerle bir edileceği cevabını verdiler. Ancak müthiş denilebilecek bir maddi imkânı gerektirdiği beyanında da bulundular. Padişah; derhal istenenleri verdiğini söyledi. Bunun üzerine bu mühendisler, insanın kendi gözleri görmese inanamayacağı, hummalı bir çalışma ile dehşet verici büyüklükte toplan imâl etmeye başladılar.
<Kritivulos devamla:<mühendisler son derece yağlı ve hafif killi toprağı, içerisine dağılmasın diye keten, kenevir gibi bazı lifleri içine kıyıpda katıyorlardı. Sonra da, günlerce o kumu yoğurup kıvamını bulduğuna kanaat getirince kalıp haline getiriyorlardı..> Diyen Kritivulos, kalıbın nasıl yapıldığını anlatmaktan da kendini alamaz. Fakat biz bu top bahsine son vermeden, mübalağa sanatından bir örnek olmak üzere Şuiomberje'nin, İngiliz tarihçi Piyers'den alıntilıdığını nakledelim ve biraz da, deniz de olmazsa karada yüzen gemiler bölümüne geçerek, bu kıymetli eserden aldıklarımıza gemilerle son verelim.
Piyers'in ifadatı: <her İki taraf, Türkler ve Bİzans'iılâr ve bilhassa Türkler o kadar çok çok atışı yapmaktaydı ki bu atışlar esnasında, havada gelen okların yığılması ara sıra güneşin ışıklarını göstermeyecek birbulut hâline geliyordu.> Her nekadar mösyö Piyers'in ki bir mübalağaysada ancak dikkat çekmek istediği bana kalırsa, Sultan Mehmed'in ordusunun mücahidleri okçuların kudretini işaret ettiğidir.
Muhterem okurlarım; zorluklan aşmaya azmetmiş bir padişahın ve ona büyük itimadı olan ve sevgiyle bağlı ve de müjdei Nebevîye'ye nail olmak arzusu ile yanıp tutuşan, inananlar ordusu karşısında olduklarını unutan Bizans müdaafi-lerini, zincir ve Barboro'nun aşağıya alacağımız tahkimatı zorlayan müslümanların nasıl çâreler bulacağını daha sonra göreceğiz. Şimdi Barboro cerrah'm (o bir savaş cerrahıydı) Ruznâmesinden alıntıların yapılmış olduğu, Mösyö Şulomberje'nin eserinin 108. sahifesine dalalım:
"Limanda zincirin gerisinde dokuz büyük geminin aralarında üçü Tana'dan gelmiş kadırgalar, iki hafif Venedik kadırgası diğerleride Kostantin Dragezesİndi. Silahları alınmış kadırgalar ve diğerleri olmak üzere onyediyi buluyordu. Direkleri çanaklı ihtiyat gemileri vardı. Bunlardan başka içindeki silahları alınmış ve düşmanın (Türklerin) büyük toplarından gelen mermilerden ateş almaları korkusuyla batırılmış bir çok gemilerde vardı. Böyle güçlü bir filonun mâliki olarak, kendimizi gaddar Türklerin hücumundan masun zannediyorduk! Halic'in İstanbul sahili üzerindeki San-Ojen burcu iie Beyoğlu cihetinin Lakarova burcu, zincir sayesinde aralarında irtibat peyda eden biri medhal yâni girişin sağında, diğeri solunda olan, bu iki burç limanın müdafaasında cidden faydalı idiler," Demekte olan Barboro, bir perişanlığı yaşamağa hazırlanan insan haleti ruhiyesiyle yazmış görüntüsü sergiliyor.
Çünkü o müthiş olayı, müslümanların, denizde yüzdürmedikleri gemileri karada pupa yelken uçurduklannı gördükten sonra yazılmış bir yazı olduğu hemen anlaşılıyor.
Osmanlı kuvvetleri tüm hazırlıkları yapmış mevcut toplarını Kostantin'in sarayı olan Vlâkerna'nın karşısına 3 top, 3 top da Selimbirya^ kapısına, 2 topun şarisyus kapısına tabya ettirildi atışlar başladığında ise sûrların titremeğe başladığı görüldü merhum mütercim M. Nâhid Bey, Barboro'nun top salvolarının kendisinde tevlid ettiği hâlet-i ruhiye ile Sultan Fâtih hz. lerine, terbiye dışı lâkab ve sözlerle bahsettiğini üzüntüyle ifade eder ve bu memleketin bir evlâdı olarak, ecdadımıza böyle hakarete âmiz ifadeler kullanan şahsın satırlarını ulvî terbiyesi münasebetiyle tercüme etmemiş olacak ki, bizler Barboro'nun ne söylediğini öğrenememiş olmakla beraber, kötü söz sahibine aiddir darbı meseline yapışmayı tercih ediyoruz.
Bombardımanın bütün ağırlığıyla devam etmesiyle birlikte diğer önemli faaliyet donanmanın şimdiki adı Kabataş olan Çiftesütun'a erkenden gelmesidir... Topların bu 12/nisan gü-
nü endahtı, Bizanslılara her an gelebiliriz mesajı gibi geliyor onları titretiyordu.
Bombardımanın başlamasından çok geçmeden Macaristan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya! Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu aşikârdır" dedikten sonra şöyle demekte:
"Hünyad; padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücumuyla tehdid ederek düşünceye salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına güç kazandırmaktı. Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir antlaşmaydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgına dönmesine sebeb olmuştu. Hünyad'ın adamları geldikleri otağı hümayundan kuşatma alanını gezmek izni alarak çıktılar, dolaştılar." (Padişah; hemen ilâve edelimki bu seyre ve gezmeye müsaade vermekle, Macarlara oturun oturduğunuz yerde demek istemiştir. ) "18/nisan/1453'deki bu hücumda, Osmanlı topları Jüstinyâni'nin bulunduğu yerde, iki burcu alaşağı ettiği gibi sûrların ön ve arka duvarlarını da haylice hırpalamış bulunuyordu. Jüstinyani ise gelişi güzel siperler kazdırıyor, mukavemete devam etmekteydi. 18/nisan hücumunun verdiği hasarı gören padişah sabahın ilk ışıklarıyla umumî taarruza yakın kesafette bir deneme yaptı. Cerrah ve tarihçi Venedikli Bar-boro şöyle anlatmakta:
<Türklerin çok kalabalık bir gurubu gelip, surlara dayandı. Bu sırada saat gecenin iki'sini gösteriyordu taarruzu güneşin doğmasından sonra saat altıya kadar sürdürdüler. Türkler hayli zayiata uğradılar. Bütün bunlara rağmen gece karanlığından istifadeyle sûrlara yaklaşıyorlar ve aniden bizimkilerin üzerine atılıyorlardı. Atmış oldukları savaş naraları, çıkardıkları sesler, mevcudlarının çok üzerinde bir kalabalığın varlığını hissettiriyordu. Bu sesler o kadar yüksekti ki, 12 mil uzaklıktaki Asya cephesinden dahi işitilmekteydi. Hristiyanlar kapıldıkları korkuyla feryad-ı figan ediyorlardı. Bu sesleride duyan İmparator Kostantin, hayli endişeye kapılmaktan kendini alamadı.
Putperestler; (hâşa! Müslümanları kastediyor) geriye çekildiklerinde ortalık sessizliğe büründü. Türklerden ikiyüz kişi ölmüşken, biz de ne ölü ne de yaralı vardı.> Şulomberje'den Öğrendiğimize göre; Tarihçi Sloven'de yazmış olduğu "Veka-yinâme" de bizim ilk hücumumuzu, aşağı yukarı aynen anlatmaktadır. Yalnız bu eserin şu bölümünü nakletmeden geçmeyeceğim: <Birinci hücumda öğle vakti gelmişti ki, Türkler topunu 2. defa üzerimize doğrulttuklarında Jüstinyani, o da topunu hazırlamıştı. Türklerin topuna doğru nişanladığında ve atışını yaptığında isabet vaki olmuş, Türklerin topunun İçinde bulunan barut, topun kundağını parçaladı. Sultan Mehmed bu manzarayı müşahede ettiğinde, hayli hiddetlendi
ve havada akisler bırakan sesiyle iki defa: "Yağma! Yağma!"
•i diye bağırdı. Osmanlı birlikleri de padişahlarının dediğini
tekrarladılar ve karadan da denizden de hücuma geçtiler. İstanbul'da bütün.ahali sûrlara koştu. Klişelerde ise patrik, despot ve rahiplerle, rahibeler duaya kalmışlardı.
İmparator Kostantin Dragezes hıçkıra hıçkıra ağlamaktaydı. Kumandanlara, askere ve ahaliye metîn olmalarını ifâde etmektende kendini alamamaktaydı. Bu arada da hiç durmamak kaydıyla bütün şehri dolaştı. 18/nisan, yerini 19/ni-sana bırakmış fakat iki hasım arasında çeşitli harp vasıtalarının kullanıldığı savaş devam etmekteydi. Müdafiiler; uzun merdivenleriyle surlara tırmanmağa çalışan müslümanların üzerine taşlar atmak ve kızgın yağlar dökmekle savunmalarını yapıyorlardı.
Buna karşılık Sultan'in askerleri; şehîd olma şuuru içinde fethi temin edecek hücumlarında ısrarlı ve sebatkârdı. Savaşa nihayet verildiğinde, sessizlik çökerken imparator bütün nöbet yerlerini teftiş ettiğinde uykuya dalmış nöbetçiler buldu fakat bunu yorgunluğa vermişti. Jüstinyâni ve hemşehrileri İtalyanlar ile Rumlar, gedikleri kapama işine koşuyorlardı. Üzerlerindeki zırhlar onları atılan ok ve mermilerin tahrip ve yaralamasından korumaktaydım
Sevgili okurlarım, Güstav Şulomberje'nin Barboro'dan naklen söylediği ikiyüz Türk'ün telefatı, müdafiiierden değil ölü, yaralı bile bulunmadığının söylemesi karşılığında , Sta-raeneski adlı tarihçinin, neşretmiş bulunduğu "Sloven Veka-yinâmesi"nde, çılgınca bir mübalağa ile şu rakamları veriyor: 1740 Rum, 700 Ermeni ve Frank ile 12 bin Türk'ün telef olduğunu ileri sürer. Şulomberje ise ; bu kadar birbirinden uzak rakamlar ileri süren tarihçilerle ne yapılabilir? Sorusunu sormakla, bir hakkı teslim etmiş olmuyormu? 22/nisan/1453 Pazar günü, öyle bir harikulade olay vuku bulduki gerçekleşen bu olay sayesinde, İstanbul'un sükûtunun, yâni düşmesinin son kertesine gelindi. Hakikaten bu olayda, insanların gözlerini hadekalarından fırlatacak kadar, akıllara durgunluk verecek bir manzara yatıyordu Haliç'de. Gemiler gökten in-mişcesine dünyanın bu nâdir rastlanır Altınboynuzunda sefa-in etmekteydi.
Evet azim ve sa'nat, kudretle birleşince Dolmabahçe'den Beyoğlundan, Okmeydanından, Kasımpaşa'ya ve oradanda
Kadırgalar caddesinin önünden Halic'in sularına kara yoluyla inivermekti bu akıllan durduran ve asırlardır diilerden düşmeyen vede asla düşmeyecek olağan üstü gayretlerin neticesinde gerşekleşti biz, bu tesbitleri yapan müverrihlerin beyanlarını değerli eserinde derce muvaffak olan Mösyö Şu-lomberje'den biraz daha nakli uygun buluyorum. Böyle yapmamızın sebebi bizim târihlerimiz ecnebi tarihçilerin maskesini indirecek olan biribirlerini çürütecek tarzdaki beyanlarını pek nakil yoluna gitmemişler böylece de, insanımızın şurada, burada duymuş oldukları bazı iddialara yenik düşmek durumunda kalmasına sebeb oluyorlar. Bunu önlemek herkesin üzerine düşen vazifeden diye kabul edersek, o zaman bilgi bakımından ecnebiler, bizim için ne diyora biraz önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Şulomberje kitabının; 146. sahifesinde şunları söylüyor:
"Bu kitabın bütün okuyucuları; İstanbulun bir çok piânîar, resimlerle meydana konulmuş krokilerle, topoğrafik vaziyetini bilirler bu büyük şehir, müselles (üçgen) şeklindedir. Bir taraftan Marmara denizi diğer taraftan Galata, Beyoğlu, Kasımpaşa tepelerinin eteklerindeki bir kaç km. boyunca uzayıp giden Haliç ile huduttur. Muhasaranın bu anma kadar, İstanbulun gayet zayıf olan kuvvei askeriyyesi mukayese edilemez büyüklükteki, Osmanlı ordusuna karşı bu namlı üçgen şeklindeki İstanbulun, yalnız iki cephesini savunabilmekteydiler. Bu cephenin bir tarafını Marmara yönü, diğerini Marmara sahilinden Halic'in kuzey yönündeki uç noktasına kadar ki burası Teodosyus sûru ile müdafaa edilen kara cephesiydi.
Üçüncü cephe; Halic'in boyunca uzanan hattı. Burası 1204/milâdi yılında, ehli salip ordularının eiine geçmesine geçit olan cepheydi ve Halic'e girişi zincirle korunuyordu. Halic'in karşı sahili, yâni Fındıklı'dan başlayıp, Kasımpaşa ve ötesine uzanan sahil üzerinde, Galata denen yerde Cenevizlilere aid belde Taksim ve Kasımpaşa tepeleriydi. Buraları Zağnos Paşanın eline geçmişti. Çok kalabalık askeri ile Galata Kulesinin etrafı hâriç olmak üzere Boğazkesen hisarından taa Haliç sırtlarının bütün tepe, ova ve hendekleri Zağnos Paşanın hüküm ferma olduğu yerlerdi. Bu gün (1914 yılı) Kağıthane'de Sidaris Suyu denilen dere üzerine bir köprüde kurulması ihmal edilmemişti. Böylece birliklerin irtibatı haylice kolaylıkla yapılır olmuştu. "Diyor, Şulomberje ve şöyle devam ediyor:
"Peşinden eserini adım adım takip ettiğim Mister Piyers; Galata'nın üçgeni olan sûr'u Haliç sahilinden, tepeye doğru çıkıyor ve bu gün semâya yükselen meşhur kule'de (Galata kulesi) keskin bir açı teşkil ediyordu. Eğer Sultan Mehmed; Ceneviz beldesine girmiş olsaydı işini son derece ilerletmiş olacaktı. Bu beldenin sûrlarından zincirin arkasında emniyet ve güven içinde durmakta olan hrîstiyan gemilerini, pek rahatça vurması kabil olacaktı. Böylece ordusuyla bu cephenin irtibatıda sağlanmış olacaktı. Bu Ceneviz beldesi işi hayii ilerletmiş olan Sultan Mehmed ile sulh içinde olmaya devam ediyorlardı.
Ancak bu belde de yaşayanların eğilimi, asla putperest Türklere değil, kendi dindaşları hristiyanlara idi. Sultan Mehmed; İtalyanların bu beldeye hakimiyet ve bağlılığını bildiğinden, asla bunlara zarar vermiyordu. Verdiği takdirde, gerek deniz gerekse kara yoluyla gelecek yardım, belki de Sul-tan'ın muhasarayı kaldırmasına bile sebeb olabilirdi. Öte taraftan; Cenevizliler Haliç vasıtasıyla muhasara altındaki Bizanslılarla tatlı tatlı alış verişlerine devam ediyorlar ve bunu bilen Sultan Mehmed ise; hiç duymadım ve gÖrmedimi ve de söylememi oynuyordu. Muhasara esnasında, hristiyan tarihçiler tarafından, kaleme alınanlarda, Galata-Ceneviz mevkii
kumandanı ile bedbaht tebâsı hakkında ihanet ithamlarının bol miktarda olduğu görülür. Bu doğulu Cenevizlilerin, bütün teveccühleri, hristiyan kardeşlerine karşı bulunduğu, fakat muharebe esnasında nâzik mevkıileri, devamlı olarak Koca Türk'ü idare etmek mecburiyetine soktuğu hakikatini tekrar ederim" diyor. Buradan anlamamız gereken; Sultan Fâtih Hz. leri, Bizansla, Galata cihetinde bulunanların ittihadını önlemek için ince politikayı kararlaştırmış ve bunu pek güzel olarak uygulamaya koyduğudur. Ayrıca böyle yapmakla gemileri karadan yüzdürme projesini Galata cihetinin gözünden, kulağından uzak alanda altyapısını imâra başlama fırsatı bulduğudur.
Bir de önemle işaret etmemiz gereken hususda, gemileri karadan yürütme fikrinin ilhamının en önemli faktörü, çok geniş bir dünya târihi bilgisine sahip olmasından kaynaklandığıdır. Mösyö Güstav Şulomberje; eserinin 150. sahifesinde şöyle yazıyor:" gemileri karadan yürütme projesi, harikulade bir gizlilik ve pek süratli bir biçimde gerçekleştirildi. Bu harikulade ameliyeye hayran olmakla beraber, Türk donanma gemilerinin pek büyük gemiler olmadığımda göz önüne almak icâb eder. "İşte sevgili okurlar biz burada devreye girmezsek bazı okurlarımız bu ilk bakışda doğru, teemmül edildiğinde isabetli olmayan bu görüşün iğfaline mâruz kalabilir. Efendim; eğer Baltaoğlu Süleyman Paşanın donanması, yeterli irilikte kalyonlardan, kadırgalardan müteşekkil olsaydı, o zaman gemileri karadan Çürütme lüzumu hasıl olmazdı. Bu kadar zahmet illâ târihler yazsın diye çekilmedi. Şartlar bu olağanüstü başarıyı aramaya sevk etdi ve tam tersi Osmanlı donanmasının gemileri kâfi kudrete sahip olsaydı gerilmiş olan zinciri ortasından ikiye bölebilecek iş hakkında kafa patlatıp, buna muvaffak olacak ilim adamı ve operasyonu gerçekleştirecek insan sayısı bu ordugâh-i âlî'de kum gibi kaynamaktaydı. Bir misâlle durumu izaha gayret edelim. Bir zamanlar efsanevi amiral gemimiz olan Şanlı Yavuz gemimizi düşünün, ve ona bin tane balıkçı sandalıyia hücum edin ne yazar doğrusu, yolu Topkapı Sarayına düşen veya pek merak eden olursa gitsin orda bahse konu zincirden numune olarak kalmış, parçayı görsünler. Şulomberje belki hristiyan tarihçilerin pek insaflılarından biri olabilir! Fakat genede "katranı ne kadar kaynatsan olmaz şeker/sonunda cinsine çeker" darb-ı misâlince batı dünyasının Bizanslılara bir miktar gönderdiği yardımı taşıyan üç kalyon, bizim sandallardan müteşekkil donanmamızın hattını yanpda, mahut zincirin arka tarafına geçmeye muvaffak olmasına büyük zafer demiş olmasını, şuurla düşünürsek tarafgirliğini yakalamış oluruz zannindayım. Şulomberje devrin yazarian için; donanmanın karadan naklini temin için Boğaziçinde kuzey tarafındaki sahil üzerinde, padişahın mühendisleri tarafından tercih edilmiş noktada, tamamen aynı tesbitde bulunmuyorlar. Fakat bu tercih noktası bütün muhasara boyunca Osmanlı donanmasının önünde durmuş olduğu <Diplokıyuniyon yâni Çiftesütun bugün ise Dolmabahçe ile Beşiktaş arasındaki sahildir. Gemiler: Beyoğlu tepelerinden aşırarak , nakletmek için, yine mühendislerce seçilmiş yolun, istikameti doğru tesbit olunmuştu. Diyen Şulonberje; İngiliz yazar Misterpiyersin adım adım takip ettiğim İstanbulun Muhasarası Tarihi adlı kitabından şunu naklediyor:" bugün Beyoğlunun üzerinde bulunduğu tepeler, kesilmiş ağaçlıklar ve bağlarla örtülü idi. Bugün Beyoğlu'nun büyük caddesini teşkil eden, yukarı hat'dan itibaren hâlihazırda Kasımpaşa adı veriien "Menbalar Vadisi" bugün, hristiyan mezarlığı yerine kâim olmuş, serviler dikili bir Türk Mezarlığıdır. "Şulomberje; Piyers'den alıntıya şöyle devam ediyor: "O devirde, boğaz sahilinde şimdiki Tophane'nin yakınındaki bir yerden başlayarak, Beyoğlu Tepeşinin boğaza hâkim olan doğu yamacını sağlam şekilde uzayan dik ve meyilli bir keçi yolu şimdiki İstiklâl Caddesini geçtikten sonra öbür yamacı takip ederek, Haliç sahili üzerindeki menbaiar vadisi denen yere inilirdi. Dağm tepesinde büyük topçu kışlasının bulunduğu (Taksim kışlası) yerde birbirini kesen bu iki yol istavroz şeklinde bir yol ağzı teşkil ediyordu. Yâni dörtyol ağzı dediğimiz, Rumcaysa İstavrodromi-yon denmekteydi. Boğaz sahilinden yukarıya çıkan bu patika; evvelce ve bugün Kırım savaşı esnasında ölmüş bulunan İngiliz kara ve deniz askerlerinin hâtırasına inşa olunan klişenin bulunduğu yol olan dere'yi tâkîp ediyor, sonra o dörtyo-lun ağzındaki dağın zirvesini teşkil eden hemen bir kaç yüz metro genişliğindeki dar bir düzlüğü aşıyor ve ondan sonra da, tepenin diğer tarafındaki yamaçdan aşağıya iniyor Ju. Aşağı inerken dik fakat tamamen müstakiym yâni doğru bir diğer dereyi takip ederdi ki, bu dere ae, bu gün Beyoğlu caddesinden Menbaiar Vadisine yâni Kasımpaşa'ya dolaysıyla, Halic'e varan yol mevcuddur. Sultan Mehmed'in evvelâ yamacı tırmanan, sonra inen bu uzun yolu takip ederek, donanmasının gemilerini bir taraftan diğer tarafa aşırdığı pek muhtemel görülüyor." Demekle, gemilerin karadan yürütülmek suretiyle Halic'e hem de, hangi tarikle indirdiğini de ister istemez itiraf ediyorlar. Bizden gözüküp de bir takım tezvir ve iftira sahiblerine, bu çahşmamızdaki gösterdiğimiz kaynaklar bir mukni cevap olarak rahatça gösterilebilir ve bizde bir Osmanlı Târihi kitabı içinde bu değerli delilleri bulundurmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız.
Şlomberje Latin asıllı Poskİlos ile kuşatmayı başından beri yaşamakta olan Midillili başpiskopos Leonardo'dan şu nakli yapıyor: "21/nisan sabahı şafak sökmeden Ceneviz Beldesinin üzerine Sent-Teodara tepesine Galatanın doğu tarafındaki sûrunun Kuzey tarafına, şimdiki İngiliz Kilisesinin bulunduğu yere yeni Bataryalar yerleştirildi. Padişahın bundan maksadı, Galata Cenevizlilerini korkutmaktı. Ayrıca oyalamayı da tasarlamıştı. Bu oyalama elzemdi, geri taraflarda donanmanın gemilerini nakile yarayacak çalışmaları, bunların fark etmemesi tedbirini almak demekti. Bahse konu yere üslendirilen bataryalar, güllelerini küçük beldenin evlerinin üstünden aşırarak, zincirin gerisindeki Halice toplanmış, Hristiyan gemilerini bombardıman etmekle vazifelenmişti. Böylece gemilerin karadan nakli için yapılan faaliyetler kimselerce öğrenilememiştîr.
Muhterem okurlarım; Şulomberje'nin kitabının 153. sahi-fesinde, Poskülos'un, her hristiyandaki hoş olmayan tavır gibi kaleme aldığı yazıyı örnek olarak sunalım: "Nisanın 20. günü donanmasının duçar olduğu kahkari hezimet karşısında son derece sinirlenen Sultan Mehmed, o gece gözünü kırpmadı. Tehevvürden yâni kızgınlığından çıldırmıştı. Latin gemilerinin, donanmasına galip gelmenin, intikamını almaktan başka bir şey düşünemiyordu. Güneş doğmadan evvel, Galata'ya hakim olan yüksek tepenin üzerine büyük bir top yerleştirdi. Cenevizli'lerin üzerinden aşırdığı top güllelerini Haliç'deki gemilere atacaktı. Emri hemen yerine getirildi. Doğan güneşin ışıklan zemini henüz aydınlatıyordu ki bu dehşet verici âletin gürlemesi birden bire etrafa yayıldı. Simsiyah bir duman çevreye hâkim oldu. Belde insanları dehşet içinde kaldılar." Malum eserden, şimdi de Midillili Piskopos Leonardo'nun beyanına bakalım: "Bombardıman bir mühendisin idaresi altında uzun zaman devam etdi. Bu mühendis; Rumların hizmetini takdir edemeyip, tahsisat vermedikleri vede bu yüzden Osmanlı ordusuna hizmeti yeğleyen mühendis idi. Atılan 2. gülle hristiyan gemisini yukarıdan aşağıya delince, taşıdığı yükle birlikte sulara gömüldü. Sükûneti ihlâl eden bu ani darbe ile yerlerinden fırlayanların düştüğü hayret, tasavvura şayandı. Hemen gemilerini zincir boyundan ayırıp, Galata'nın yüce sûrlarının dibinde buldukları kuytu yerlere çektiler" diyen Leonardo'dan sonra Yeniçeri Mişel'de: "Toplar durmadan gürlerken, muhasara altındakiler, Osmanlı donanmasının bir denizden, bir denize kara yoluyla naklinin yapılması esnasında engellemek veya tahrip etmek için hiç bir teşebbüsde dahi bulunamadılar." diyordu. Meşhur Dukas'ın tesbitleri ise şöyleydi.
"Ne Rumlar, ne de Cenevizli'lerin padişaha hoş görünmek için sesimizi çıkarmadık demeleri doğru değildir. Sultan Mehmed; projesini başarıyla saklı tutmayı bilmişti." Demekte. 22/nisan sabahını ise Barboro şöyle anlatır:
"Nisan'ın 22. günü, kara tarafından bize zarar vermeyeceğini enine boyuna tetkik eden Sultan Mehmed, Çiftesütun yâni Dolmabahçe önünde bulunan donanmasından bir kısmını İstanbul limanına geçirmek için plânlar yaptı. Bizim aleyhimizdeki tasavvurunuda çok seri birşekilde tatbik etme ye muvaffak oldu. Bu merhametsiz gaddar'ın (!) nasıl hareket ettiğini anlamanız için onun düşüncesini aşağıda İzah edeceğim. Kostantiniyye'yi ne olursa olsun almak için donanmasını şehrin limanına sokmak lazım geldiğini fark etdi. Donanması iki mil uzakta demirliydi. Bütün tayfanın karaya İnmesini emretdi. Donanmanın bulunduğu Bosfor (Boğaziçi) sahilinden başlayarak, Galata'ya hâkim sırtın boyunca devam edip, üçmil süren bir yol tesviye etdi. Yol, tamamen düzeltildiğinde yola boylu boyuaca bir çok yuvarlak ağaç dizdiler.
Bu ağaçları; Galata Cenevizlilerinden satın aldıkları zeytinyağları ile domuz yağı ve sade yağ ile öyle yağladılar ki padişah, gemilerinin bazılarını İstanbul limanına geçireceğini gözüne kestirdi küçük ebattaki Fusta ile işe başlandı. Bu fus-ta yuvarlak ağaçların üzerine konuldu. Askerler çekmeye başladı. Çok kısa zaman zarfında Navarşiyon, yâni Beyoğlu limanına kadar indirtti.
Osmanlılar bu icâdlarınin başarıyla tatbik edildiğini görünce; onbeş kürekli, yirmi kürekli hatta yirmiki kürekli fustala-nnı çektirmeye koyuldular. Eğer padişah, eii altındaki bu fustaları çekerek dağdan aşıracak bir alay Türke mâlik olmasaydı bu hiç şüphesiz ilk bakışta herkese inanılmaz ve gayri mümkün gelirdi. Türkler o derece kalabalıktılar ki bu gemilerin her biri mükemmelen silahlandırılmıştı. Her vazifeye hazır 72 parça gemiyi İstanbul limanına indirdiler. Bu da Türklerin, Beyoğlu Cenevizli'leriyle sulh hâlinde bulunmaları yüzünden gerçekleşti." Demektedir.
Şulomberje; Barboro'nun yukarıdaki ifadesini, şöyle yorumluyor: "Venedikli tabib'in bu pek özetlenmiş hikâyesi, bu harikulade harp ameliyesinin târihini, oldukça güzel bir su-retde hülâsa eder. İstanbul muhasarasının en meşhur vakalarından biri olan bu operasyon beklenilen kat'î başarıyı temin edememişsede, kesin netice üzerinde gayet ehemmiyyetli bir te'sir vücuda getirmiştir." Rum tarihçi Kritivulos ise, olayı daha geniş ve pek hoş bir kayıta tâbi tutmuştur. Şöyleki:
"Sultan Mehmed; İstanbulu zaptetmekten ibaret olan maksadına vasıl olabilmek için, ne suretle olursa olsun, bu şehrin limanına sahip olmak lüzumunu idrâk etmişti. Bu hususda bütün vasıtalara başvurdu. Pek maharetli bir karar aldı. Bu kararı yerine getirmek suretiyle tereddütlertde bitirmiş oldu. Bahriye mühendislerine ve bunların tayfalarına, Boğaz sahilinden, Halic'e kadar çok çabuk, kızaklı yollar yapmayı emretti. Kabataş'dan itibaren döşenmiş olan bu kızak yolları bir denizden öbürüne yâni Halic'e uzanan hiç olmazsa sekizstad (bir bizans ölçüsü) mesafenin istikametine dikine yatırılmış kirişlerden meydana gelmişti. Binlerce kişi tarafından evvelâ ve süratle temizlenip, düzeltilen arazi, yol güzergâhının yansini teşkil eden tepenin zirvesine kadar hızla yükseliyor buradan da aynı hızla Halic'e doğru iniyordu.
Bu kızak yollan bir yığın amele tarafından tasavvurun üzerinde bir hızla yapılabildi. O zaman Hz. Padişah; her iki yanına İstinat olması için uzun kirişler denen büyükçe kerestelerden meydana gelmiş kızakların üzerine gemilerini ilerletti. Sonra bu gemileri sağlama almak için halatlarla bağlamak suretiyle kızak üstüne sıkısıkıya yerleştirdi.
Pek uzun olan gemi direği halatlarını teknelerin eğilim gösterdiği noktalarına da bağladıktan sonra bu kitleleri kızak yolu boyunca askerlerine kısmen elleri ile makara ve çarklar gibi çeşitli vasıtaların yardımıyla çektirdi" Sekiz mil uzunlun-daki bu büyük kızak yolunun döşemesini meydana getiren yuvarlak ağaçlar 13/14 kadem boyundaydı. Önce dikkatlice dört köşe haline getirilmiş, aynı itina ile yağlanmışlardı.
Kızak yahut beşik şeklindeki keresteleri suya indiriyorlar ve her birinin üzerine harikulade yoldan sevk edilecek gemilerden birini çekiyor ve kızağın yanlarındaki, uzun kirişlere sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Sonra bu kitlelerden her birini suyun dışına sahil üzerine halatlar yardımıyla çekiyorlardı. Böylece her bir gemi bu garip seyahate başlardı. Önceleri küçük tonajda yâni fusta'larla tecrübe yapılmıştı. Tepeye gemiyi çekme ameliyesinde Türkler, manda da kullandılar.
"İşte sevgili okurlarım; günümüzden 548 sene önce Sultan 2. Mehmed Hân'ın fethi temin etmek için, akıl ve inancı bir-leştiren ilim ve fennin bütün icâblarından istifadeyi ve kullanma suretiyle Beşiktaş önlerinden Dolmabahçe, Taksim tarikiyle gemileri yukarıya çekip oradan da Kasımpaşa civarından Halic'e indiren kızak yol, milletimizin ne büyük bir zekâ ve teşebbüs gücü taşıdığına pek açık bir delil teşkil eder. Gemileri; karadan da yürütmeyi beceren şanlı ecdadımıza rahmetler dilerken, önce tırmanan sonrada büyük bir hızla kızaklı yoldan Altun Boynuz denen, Halic'e indirilen fustalann, yelkenlilerin mürettebat ve savaş erlerinin, gemiyle yaptıkları, bu kara yolculuğunun başarı ve zevki içinde şarkılarla, türkülerle ve ilâhilerle geminin yelkenlerini fora edip, görünmez bir mai (su) üzerinde enginlere açılmaya hazır ve de açılan yelkenleri dolduran rüzgârın sesi ve bununla tatmin-i zevk'in zirvesine yükselen, mücahidini islâm ve denizlerin yiğitleri levendler, pür neş'e kumandan vede reislerinin, içinde bulundukları mesrûriyeti, teşvik ve takdirle karşıladıklarını da bildirerek naklimizi tamamlamış olalım. Çalışmamızın burasında; 2001 senesi fetih haftasını değerlendirmeye çalıştığımız Radyo/Çağ 101. 3'de, Metanet Köprüsü adlı programımızın sonuncusunda uğur İlyas Canpolat, Ülkü Zahide Bakiler ve Bülent Karaçam'dan ve bir de benden müteşekkil gurup tam programımızı kapatmak üzereyken, Bülent Karaçam kardeşimiz önüme şu şiiri uzattı. Ben de Radyo/Çağ dinleyenlerine severek okudum gördüm ki ekibin hislerine tercüman olmuş Bülent Bey.. Ehh! Radyo'da okuduğumuz şiiri bu kitap okurundan kıskanmak olmaz diye düşünerek, sayfamızı süslüyor ve şiirin, bir akrostiş çalışma olduğunu da hatırlatıyorum:
Fırtınalar gibi kükrerdin / Akıp zaman içinden gelirdin Târih kitapları seni yazamadı / İnsanlığa bir örnektin Sen! / Hadi gel artık bu zamana gel / * Ne yaptık? Biz sana? / Ellerimiz, kollarımız bağlandı. / Sesimiz, soluğumuz kesildi! / Lâl oldu dilimiz, aklımız mat / İçimiz kan ağlıyor Fâtih; bir bak! / Bülent Karaçam25/4/2001
.
SULTAN 2. BAYEZID (VELÎ)
Tahta Geçişi
Padişah Tabutu Taşıyan Padişah
Cem Sultanın Tahtı Saltanat İddiasına Kalkışı
Bayezid-İ Velî Hazretlerinin Bürsa'yı Yıkımdan Kurtarması
Venedik Muharebesi
Kahraman Denizciler Ve Büyük Şehid Burak Reis
Navarın Baskını
İran'ın Meşhur Şah İsmail'inin Meydana Çıkışı
Şah İsmail Hakkında Kısa Bir Malûmat
Şah Kulu Hadisesi
Müthiş Bir Zelzele Ve Padişahın İkazı
Şehzadelerin Taht'a Geçme Kavgaları
Baba Hasreti
Bayezıd'ı Velı'nın Tahttan Feragati
Sultan 2. Bayezıd'ın Hanımları Ve Çocukları
Sadrıazamları
Bayezid-İ Velî Hazretlerinin Vefatı Ve Şahsiyyeti
Sultan 2. Müradtn Deniz Hareketleri
Sarcıca Bey Ve Donanma
Babası: Fatih Sultan Melımed Han
Annesi: Gülbahar Hatun
Doğum Tarihi: 1448
Vefat Tarihi: 1512
Saltanat Müd.: 1481-1512
Türbesi: İstanbul Bâyezid Camii Yanı.
Tarihin kaydettiği en büyük padişah tarihin yaptığı işleri aniatrnaya doyamadığı sultan, müslümanların madde ve mânâda kumandanı Yüce Fatih şehidlik rütbesini takınarak muazzez vücudunu terk eden ruhu cennet bahçelerine uçtuktan sonra dünyaya nizamat verecek devleti Aliye-i Osmaniye, Ahmet Sultan'm, üzün Hasan ile yapılan muharebede çok büyük muvaffakiyetler gösterdikten sonra şiddetli üşütme yüzünden böbrekleri kanamaya başlamış ve Sultan Fatih Hazretlerini tahta geçmek üzere hazırladığı bu kılıcı kutlu, yüreği sağlam Şehzade Ahmet Sultan daru bekaya intikalinde geride gözleri yaşlı baba, kendisini çok seven bir ordu ve milleti İslâmiyye bırakmıştı. Yüce Fatih bu acıyı da tattıktan sora Gebze civarında ömür defterini kapattığında tahta geçecek iki şehzade kalmıştı. Bunlar büyük Şehzade Bayezid-i Velî ve meşhur Cem Sultandı. Bayezid-i Velî'nin merhum Şehzade Ahmed Sultandan da yaşça büyük olduğu bazı tarihlerde rivayet olunur.
Sultan Fatih'in ordugâhında vefatının askere duyurmak istemeyen Sadrazam Mehmed Paşa (Nişancı) padişahın ölüm hastalığına yattığını görünce Amasya'da bulunan Bayezid-i Velî'ye özel ulakla haber göndermişti. Bu arada da cennet-mekânın cesedi pâkini kapalı bir arabayla İstanbul'a nakletmiş. Naima tarihinin iddiasına göre Nişancı Mehmed Pa-şa'nın Cem Sultan'ı çok sevmiş olması münasebetiyle Kara-man'da vailik yapan Şehzade Cem sultana da bir mektup göndermişti. Meşhur Mizancı Murad bu mevzuuda der ki; «Mehmed Paşa uazİfesi olan daveti padişah daha vefat etmeden Amasya'da vali olan Şehzade Bayezİd'e haberci göndermişti. Padişahın vefatından dokuz gün sonra Üsküdar'a gelebilen Bayezid-İ Velî'nin ta Amasya'dan bu kadar kısa zamanda gelmesi, habercinin Fatih Hazretlerinin ölümünden bir kaç gün evvel gönderildiğinin delilidir» der «Yok Padişahın vefatından hemen sonra giden bir habercinin ta Amasya'ya varması, Bayezİd-l Velî'nin yola çıkıp Üsküdar'a gelmesi dokuz gün gibi kısa bir müddet içinde mümkün değildir» diye ileri sürer ve Sadrazamın vazifesini bihakkın başardığını söyler. Ve Cem Sultana mektup yazmasının tahta davet olmayıb babasının vefatını Şehzade oğula bildiren bir Sadrazam vazifesi saydığını dile getirir ki, Mizancı Murad Bey'e barda biz de katılırız.
Lâkin Sadrazam Ölüm haberini gizleyemeşi bu sır faş olunca Gebze civarındaki Yeniçeriler Pendik sahiline gelmişler oradan binmiş oldukları mavnalarla İstanbul'a gelip Hazreti Fatih'e suikast yapmış olan Yakup Paşa (Jakop)'un hanesini yağma ederek bu yahudilere lâyık oiduğu dersi vermiştir. Bunu da hemen burda ilâve etmeye lüzum görürüz ki; milletimizin şu satırları okuduğu andaki bölük pörçük oluşu, ortalığın bir kan denizine dönmüş olması, asırlar geçtikten sonra Sion Protokollerinin gösterdiği yola Yahudinin intikamım almaya çalışırken, bu milletin evlâdlarını bir birine düşürmesinden meydana geldiği hiç unutulmamalıdır. Biz yine bıraktığımız yere dönelim.
Bu yağmayı ve katil hareketlerini irtikâp eden Yeniçeriler maalesef bu arada Sadrazam Mehmed Paşa'yı da öldürme hatasına düşmüşlerdi. Şimdi padişahsız olan devlet bir de sadrazamsız kalmış bulunuyordu. Fakat devletin, devletlulan makamlarının insanı iseler şaşırmazlar, dolayısıyla Osmanlı ümerası, âlimi ve me'muru ile devlet olduğundan dolayı derhal tedbir alınmıştı. Bayezid-i Velî'nin oğlu Korkut Sultan'ın getirilmesi ile doldurulmuş bulunuyordu. Hazret-i Padişahın vefatının dokuzuncu günü Üsküdar'a varan Bayezid-i Veli İstanbul'a geçip, Yeniçerilere cülus bahşişini verip saraya girdi.
Sultan Fatih Hazretleri yaptırdığı caminin Kıble tarafındaki kabrine bütün kumandanlar, vezirler ve İstanbul halkının katılmasıyla defnedilmek üzere dikkat edilen ve emsalsiz bir manzara şuydu: Bayezid-i Velî, babasının tabutunu omuziu-yor, götürüyor, yeniden sıraya giriyor yeniden omuzluyor ve bu kabre kadar böyle devam ediyor. Bu padişah akıbetin ne olduğunu görüyor ve belki de kendisine çok ağır bir vazife bırakmış babasının ruhundan istimdad eyliyordu. Defin merasiminden sonra resmî biat merasimi yapıldı. Sadrazam İs-hak Paşa vazifesinde bırakıldı.
Sadrazam Mehmed Paşa'nın gönderdiği haberci Cem Sultana vasıl olamamıştı. Çünkü haberci yolda Sultan Baye-zid'in eniştesi Sinan Paşa'ya rastlamış ve haberciliği hayatıyla beraber bitmişti. Cem sultan babasının vefat ve ağabeyi Bayezid'in tahta çıktığını haber alınca derhal topladığı kuvvetlerle Devleti Osmaniyye'nin İstanbul ve Edirne'den evvelki payitahtı olan Bursa'ya yürüdü. Cem Sultanın Bursa'ya yürüdüğü haberini alan Sultan Bayezid-i Velî, Ayaş Paşa kumandasında küçük bir birliği Bursa'ya gönderdi.
Bursa ahalisi ise Yıldırım Bayezid Hazretlerinin oğullarını Bursa'ya verdikleri elem ve üzüntüleri hatırlayıverdiler ve şehrin kapılarını her iki tarafa da açmadılar. Fakat Cem Sultanın ordusuna yiyecek yardımında bulunarak reylerinin Cem Sultandan yana olduğunu ihsas etmiş oldular. Çok geçmeden iki ordu karşı karşıya geldiler, her iki taraftan bir çok insan öldü. Başta Ayaş Paşa olmak üzere bir çok Yeniçeri ileri geleni esir düştü. Muvaffakiyyet şimdilik Cem Sultanda kalmış, Bursa ahalisi reyini ihsas ettiği tarafa kapılarını açmakta artık bir mahzur görmüyordu. Cem Sultan geçici bir saltanata vasıl olmuştu. Fakat bu saltanat kendisini ilân ettiği ve bir de Bursa'mn desteklediği bir saltanattan öteye gitmedi. Çünkü topu topu onsekiz gün sürdü. Bayezid-i Velî Hazretlerinin orduyu hümayunun başında Bursa'ya gelmek üzere yola çıktığını haber alınca Bursa'da ikamet eden büyük halası Selçuk Hatunu ve yanında bulundurduğu hatırlı kişilerle Hazreti Padişahın huzuruna göndermiş ve Anadolu kıtasını kendisine bırakmasını, Rumeli tarafının da Bayezid-i Velî'nin olmasını teklif ettirmiştir. Hala Sultan Hazreteri, Hazreti Padişaha bu teklifi çok müşfik bir eda ile aktarmışsa da Bayezid-i Velî Hazretleri şu meşhur cevabı vermiştir: «Bu kiş-ver-i Rûm bir ser-i puşide-i arûs-i pür namustur ki, iki dâmad hutbesine tâb götürmez.» Manai münifi şudur ki; Devlet-i Âliyyei Osmaniyye başı öyle örtülü bir gelindir ki, iki damadın talebine tahammül edemez, demektir. Böyle mükemmel cevabı veren Hazreti Padişahı Velî, Bursa'mn üzerine yürümeğe devam eyledi.
Bu yürüyüş Cem Sultanın askerince duyulunca dizler titremeye, yürekler sızlamaya başladı. Kuvvet ikiye ayrıldı. Bir bölümü derhal doğruyu bulup Yüce Padişahın yanına gidip aflarını istediler.
Merhameti gani padişah, onlara affı nazar eyledi. Diğer fırka dağılıp nereye gittikleri bile beli olmadı. Cem Sultan, yalnız kaldığını anlayınca çaresizlik ve yalnızlık içinde Konya üzerine atını üzengüediğinde belki de ömrünün sonuna kadar sürecek bir keder koridoruna dalıyordu...
Kısa zamanda Konya'ya Cem Sultan, validesi ve ailesini yanına alarak Arabistan'a doğru yola revan olurken, Cem Sultanın firarını öğrenen Hazreti Padişah Dersaadet'e yâni İstanbul'a avdet etti.
Cem Sultanın yanında bulunan aile efradı ve üçyüz kişilik maiyetiyle Tarsus yolu ile Haleb'e oradan Şam'a, orda biraz ikamet ettikten sonra Mısır'a niyyetle önce Kudüs'e ordan Gazze'ye ve nihayet Kahire'ye vardı.
Mısır Sultanı Kayıt Bay kendisini pek güze! bir şekilde ka-şıladı. Kendi evlâdı gibi muamelede bulundu. Kendisi ve maiyetine kalacakları büyük bir sarayı tahsis kıldı.
Cem Sultana yapmış oldukları yardımdan dolayı Orduyu Hümayun'un mensupları arasında, belki de bir fitne yüzünden Bursa'nın bu yardımının cezasını ödemesi eğilimli bir kıpırdanma başladı. İllâki Bursa'yı yağma edeceğiz, diye tutturuldu. Hazreti Padişah, Bursa'nın kendisine bağışlanması hususunda arzularını bir beyanname ite bildirdi. Fakat bu da bir çare olmadı. Bunun üzerine Hazreti Padişah nefer başına bin akça olmak üzere bahşiş vererek bu işi Önledi. Şimdi burda biraz duraklıyalım ve şu izahatı yapmaya çalışalım.
Okuyucularımız tarihlerden okumuşlardır ki, hele hele Maarif müfettişlerinden bir masonun tarih dersleri kitapları ortaokul ve liselerde kırk seneye yakındır okutulur. Bu tarih kitaplarında üzerinde Sofu damgasını istihfafla yerleştirdiği Ba-yezid'i Velî çok büyük bir osmanlı padişahının arkasından gelen uyuşuk, sofu, ibadetten başka bir şey yapmazdı, diyerek kırk senedir nesillere okuttular ve bu nesiller şimdi meyvelerini gözler önüne seriyor ve onları şaşırtıyor. Ne şaşırırsınız a caanim böyle ektiniz böyle biçersiniz. Dolma tüfek gibi ecdadımıza istihfaf ederseniz işte onların ruhaniyyeti asırlar ötesinden yakanıza böyle yapışırlar. Çok iyi düşünmeliyiz ki, Bursa şehrini yağma etmeyi düşünen bir ordu Sultan Fatih Hazretlerinin Bizans surlarına dayandığı ordu olduğu halde daha dünkü payitahtını nasıl yıkıp, yağmaya kalkıyor ve bu derece zaferlerin şaşırtıp şımartması bu üzülecek vakayı meydana getiriyor. Bayezid-i Velî Hz.leri bu orduyla mı Fatih Hz.lerinin bıraktığı yerden bayrağı alıp ileri yürüyebilirdi?
Nefs, insanın mutaka yenmesi icab eden bir şey olduğunu, İki Cihan serveri Efendimiz (S.A.V.) Hazretleri Mekke feth olunduktan sonra meâlen şöyle işaret buyuruyorlardı: «Kü çük cihad bitti, şimdi büyük cihad başlıyor» buyurunca saha-bei kiram sordular: «Yâ resûlallah büyük cihad nedir?» Efendimiz Hazretleri (S.A.V.) buyurdu: «Nefisîerimizdir, nefisle yapılacak mücadeledir». İşte bin yıllık Bizans'ı yerle bir eden, Hadîsi Şerifle tebşir olunan ordu otuz sene içinde kendi şehrini yağma edecek hale gelmiş «Sofu» diye tarih dersi kitaplarında alaya alınan cennetmekân Bayezid-i Velî Hazretleri zor önlemişti. Yeri gelmişken şunu da anlatmayı lüzumlu görürüz:
Hazreti Fatih, fethi mübinden sonra sarayı hümayununda bir gün vakit namazlarından birinde imamette bulunurken bir kaç iftitah tekbiri alır ve her seferinde namazdan çıkıp yeniden tekbir alır (bu bir rivayete göre yediye baliğ) olunca namaza devam eder. Cemaetfe bulunan meşhur İstanbul kadısı Hızır Bey sorar: Padişahım bu bid'at neyin nesi? Büyük evliya Sultan Fatih Hazretleri cevaben:
— Hızır; Ben eskiden namaza durduğumda iftitah tekbiri alınca Kâbei Muazzama önüme gelir namazımı öylece tamamlardım. Bu namazda ancak yedinci tekbirde kâbe karşıma geldi, der.
Adaletiyle meşhur Kadı Hızır şu cevabı vermekten çekinmemiş:
— Sultanım size gurur musallat olmuş,
İşte Bizans'ı yerle bir eden ordu, Cihangiri Padişah Hazretleri Fatih ile daha nice meydanı gazalarda üstün geldiğinen böyle bir araza duçar olmuş. Neylesin Bayezid-i Velî. Onunla dünyaya ferman okuyabilsin.
Mısır'da Kayitbayın tahsis ettiği köşkten Mekke ve Medine'ye de gidip iki ay kalan Cem Sultan Osmanlı Devletinin amansız rakibi Karamanoğu Hanedanının mensubu Kasım Bey'in teşvikleriyle yine saltanat iddiası ile ortaya çıkmayı düşünmeye başlamıştı. '
Bu düşüncesini tatbike koymak kendisine oniki sene sürecek çevir ve cefa dolu kâh mahpus, kâh serbest fakat her iki halde de mahzun olacağı bir macera getirdiği gibi Devleti Aliyye'nin iki kolunu bağlayan gayet kıymetli bir rehine, Avrupa için Osmanlı'yı daima tehit edebilecekleri bir taht rabiki idi. Ne var ki bir çok tarihlerde Cem Sultan'ın oniki sene süren bu üzüntülü rehine hayatı müverrihlerin ona acımasına, dolayısıyla Bayezid-i Velî Hazretlerine zulm etti mânasına alınacak satırlarla tarihlerini doldurmuşlardır.
Bir müslüman şunu çok iyi bilir ki «Ancak müslümanlar kardeştir» fetvasınca dünyanın neresinde bir müslümanın ayağına diken battıysa, burnu kanadıysa kâmil bir mü'min onun izdırabını duymakla kalmaz, onu rahatsız eden musallatı yok etmeye çalışır. İşte bu Cem Sultan badiresinde Der-saadet'e, Avrupa'dan pek çok elçiler gelmiştir.
Fakat öyle bir elçilik heyeti gelmiştir ki; Sultan Bayezİd hazretlerinin merhamet dolu kalbini eritip, gözlerinden kanlı yaşlar akıtacak kadar üzen elçilik heyeti Endülüs Emevî Devletleri serisinden olan Beni Ahmer müslüman devletinin elçilik heyetiydi.
Tarık bin Ziyad kumandasında Hicretin 72/Milâdi 696 senesinde İspanya'ya çıkmışlar ve ilâyı kelimetullah sancağını oranın semalarında muzafferiyetle dalgalandırmaya başlamışlardı. Yediyüz seneye yakın zamandır orada yaşayan ve Avrupa'nın üzerine İslâm güneşi gibi doğan bu müslümanlar, Cem Sultan'ın iddiayı saltanat ettiği yıllarda Katolik Ferdi-nand ve İsabellâ'nın askerinin önünde sadece hayatlarını kaybetmiyorlar. Maalesef dinlerinden de ettiriliyordu. Cem Sultan, Papa Sekizinci İnnossan ile mülakatında esaretinin şikâyetlerini dile getirirken Papa'mn Hıristiyan olunuz, bütün bu çileler biter, demesiyle kendisine yapılan bu şen'i teklifi kâmil bir müslüman olarak şiddetle red ederken şöyle söylemişti: «Değil bu çilelerin bitmesi, değil Osmanlı tahtının tarafıma sunulması cihanın hükümdarlığını bana ihsan etseniz beni Şeriatı Muhammediyye yolundan ayıramazsınız», dediğinde kendisine bir şey yapmamışlardı fakat Kurtuba'da, Gırnata'da bütün İspanya'da İslâmı terki, red edenin evi ocağı söndürülüyordu. İslâm dininin ruhsatına dayanan gizli din kullanma yâni hıristiyan olmuş gibi davranıp gizli gizli İslâmı yaşamaya çalışanlar tesbit olunuyorlar ve canlı canlı ateşe atılıyorlardı. Tarihte yapılan bu uydurma mahkemelere Engizisyon adı verilmiş olup bunun çok büyük kısmı müslüman-lara tatbik edilmiştir. Biraz da yahudİler ezilmiştir. Fakat hedef tamamen müslümanlardı. Cem Sultan, Papa'mn elinde iken, Osmanlı'nın bu barbarca hareketi açıktan önlemeğe imkânı yok gibiydi. Halbuki cennetmekân Hz. Fatih, Gedik Ahmed Paşa vasıtasıyla çizmenin ucundaki Otrantoyu almakla bir tramplen temin etmişti. Fakat Cem Sultan'ın saltanat hırsı bu tramplenden istifade imkânını ortadan kaldırmıştı. O şimdi Avrupalılar için iki şeydi. Birincisi her sene Baye-zid'i Velî Hz.lerinden kırkbeş bin duka altını almak (diğer yollarla validesi ve Mısır Sultanından aldıkları başka) bir de Osmanlı'ya karşı çok yüksek bir şantaj aletiydi.
Elçilerin İspanya'y1 anlatışları Yüce Padişahı ve dinleyenleri öyle yaraladı ki, Hz. Padişah Meşhur Kemâl Reis'e filosunu hazırlayıp, derhal imdada koşmasını emr eyledi.
Cem Sultan Napoli'de Hicrî 900/Milâdî 1495 yılında vefat ederken ağabeyi Bayezid-i Velî Hazretlerine vasiyetini şöyle bildirmiştir. Beni İslâm topraklarına gömünüz, evlâd ve ayalimi yanınıza alıp himaye buyurunuz.» Cem Sultan Osmanlı Şehzadelerinin içinde en meşhurudur. Çünkü çektiği üzüntü ve cefalar Bayezid-i Velî Hazretlerine karşı kullanılmak için daima zikr olunmuştur. Allah rahmet eylesin.
Cem Sultan'ın vefatı üzerine Devleti Aiiyye daha rahat hareket etmeye başlamıştı. Buna mukabil Venedik basımâne bir tavır takınmaya başlamıştı. Şüphesiz ki, bunun esas sebebi Bayezid-i Velî'nin Endülüs müslümanlarına yapmaya karar verdiği yardıma memur Kemal Reis'in filosuna Akdeniz'de rahat nefes aldırmaması ve yardımın ulaşmaması idi. Hicrî 904 / Milâdî 1499 yılında orduyu hümayun karadan Edirne yoluyla harekete geçti. Rumeli Beylerbeyi Koca Mustafa Paşa ordunun serdarıydı. Orduyu Mora'ya doğru yürüten Mustafa Paşa Laponte (İnebahtı) kalesi önüne geldi dayandı. Bu sırada kaptanı deryalığa tayin olunmuş bulunan Davut Paşa yanma iki büyük denizcimizi de almış bulunuyordu. Bunlar Kemal ve Burak reislerdi. Onlar da gemilerle. Gelibolu'dan çıkıp Laponte (İnebahtı) körfezine gelecekler idi. Fakat mevsim icabı suların çok oynak olması üç ay kadar denizde oyalanmalarına sebeb oldu.
Bu da gösteriyor ki Osmanlı devleti hâlâ mükemmel bir donanma meydana getirememiş, karalardan yürütmeğe muvaffak oldukları gemileri açık denizlerde istedikleri yere ya-naştıramıyorlardı. Fakat bundan elli sene sonra Akdeniz!
«Türk gölü» saydıracak Barbaros, Oruç ve Turgut Amiraller bulunacaktı.
Havalar sakinieşince donanmamız bir kartal gibi İnebahtı üzerine süzülmeye başlayınca karşılarında yüzyetmiş parçalık Venedik donanmasını ve o devrin en ünlü denizciler: olan Amirai Grimani, Amiral Loredano ve Amiral Armeno'yu buldular.
Burak Reis'in kumanda, Kara Hasan kaptanın idaresindeki gemi düşman gemilerine doğru hücuma geçti. Venedik donanması Baş Amiral Grimani, gelen Osmanlı gemisine Karşı Amiral Loredano ve Amiral Armeno'yu gönderdi. İki düşman gemisi Burak Reis'in kumandasında Kara Hasan kaptanın idaresindeki tek gemiyi kıskaca almak üzere iki ayrı yönden hücuma geçtiler ve kısa zamanda her ikisi ve Burak Reis'in gemisine sağdan ve soldan rampa ettiler. Müslümanların gemisine her iki taraftan kâfir askeri hücuma geçtiler. Artık göğüs göğüse kılıç kılıca bu dar yerde amansız bir can ahp baş verme savaşı ayyuka çıktı. İslâm mücahidleri Allah Allah diyerek düşmanın üzerine atılıyor, onların kopasıca kafalarını gövdelerinden ayırıyorlar, cehenneme gönderiyorlardı. Fakat düşman bitecek gibi değil. Burak Reis enli pala ile düşman keleri üzerinde daireler çizerken durumu tetkiki ihmal etmiyor, şehidlerimizin çoğaldığını gazilerin azaldığını kendisi dahil yaralı olmayan kalmadığını görünce etrafına baktı. Rampa etmiş iki düşman gemisi Osmanlı gemisinden ayrılma hazırlıklarına başlamıştı.
Burak Reis kararını verdi. Biz bu vaziyette galib gelemeyiz o halde... Hemen geminin barut ambarına inen büyük gazi muhterem şehid; baruthaneyi tutuşturduğu gibi başta kendini ve müslimini şehidlik rütbesiyle Peygamberi Zişânın ağu-şuna vâsıl eylerken, keferei fecereyi gemileriyle, amiralleriy-Ie beraber cehennemin esfeli safilinine göndermeye muvaffak olmuştu. Denizcilik tarimizin bu mümtaz şehidlerine şu satırları okuyan her okuyucunun bu cümlenin sonunda bir fatiha okumalarını istirham,ederim...
Üç gemi de berhava olmuş sulara gömülmüştü ki, Venedik donanmasının savaş alanından kaçmayı kendine gaye edindiği, yaptığı manevralardan anlaşılmaya başlanmıştı.
Bu mağlûbiyyeti gören Laponte (İnebahtı) kalesi muhafızı müdafaadan vazgeçib zaferler padişahının ordusuna tesim oluyordu.
Bayezid-i Velî körfezin iki tarafına birer sur yaptırma emrini verdikten sonra Dersaadet'e döndü. Bu sırada da sadrazam İbrahim Paşa vefat etmiş yerine Mesih Paşa tayin edilmişti. Hicrî 905/Milâdi 1500 biterken Bayezid-i Velî Hazretlerinin emriyle kırkbeş parça gemi yaptıran Preveze Muhafızı Mustafa Paşa Hicrî 906/Milâdî 1501 yılında ânî bir baskına uğradı. Yapılan gemiler ve limandaki diğer gemiler kamilen düşman tarafından yakıldı.
Kara askerimiz Hicrî 907/1502'de Nâvarin körfezinin bazı mühim kalelerini feth eylemişti.
Hadim Ali Paşa Moraya, Beylerbeyi olmuş ve o sırada da Osmanlı Ordusu feth ettiği yerleri bir beyanname ile başta Papa, Fransa, Ceneviz, Milano dukalığı, Macaristan, İspanya krallıklarına bildirmişti. Bazı tarihlerde o sırada Papa'nın başkanlığında ve teşvikleri ile bir ehli salib tertibi için çalışmalar yapıldığı dolayısıyla, böyle beyannameler göndermenin yeri yoktur, diye tenkidlerde bulundular. Bu beyannamenin onların bu çalışmalarını olgunlaştırdığını ve ittifakı salip kararı almalarına vesile olduğunu ileri sürerler.
Biz de deriz ki:
Devleti Aliyye mutlaka her devlet gibi muhtelif ülkelerde casuslar bulundururdu. Dolayısıyla onların bu çalışmalarının varlığından şüphesizki haberdardı. Müzakerelerin dönülmez bir noktaya geldiğini görerek bu beyannamelerle onların üstüne üstüne gitme yolunu tutmasını nedense hesaba katmazlar. Çünkü düşman ittifakları, tarihte daima içlerinde yan çizenler bulunma şekliyle tahakuk etmiştir. Bu ehli salibe katılan ülkeler arasında hemen ilk anda bize hücum edebilecek bir Macaristan olduğunu düşünmek varsa da bizim de ilk önce hücum edebileceğimiz bir Macaristan olduğunu hesaba katmak icab eder. Kâfirin kalbine korku düşürmenin politik bir yolu da budur. Ama netice verir veya vermez o başkadır.
Birdenbire Navarin körfezi önlerinde beliren Venedik Ami-rali Pizaro ani bir hücumla körfeze dahverdi. Limanda duran oniki gemimizden birini yakıp batırdı. Diğerini ise zaptetti. İşte o sırada körfezin başına yetişen ünlü Kemâl Reis körfeze daldı ve Amiral Pizaro'yii perişan eyledi.
Ehli salib tahakkuk etmiş, Osmanlı ülkesi denizlerde ve karada küffar ile muhtelif cephelerde çarpışırken aksilikler ve ihanetler de alıp yürümüştü. Fakat bunun en tesirli ve ha-inane olanı Firakı Daîle (Sapık Fırka) Şia'dan Şah İsmail'in, Şii propogandası ile beraber sınırlarımızın doğu kesimine yapığı tecavüzlerdi.
Bu arada Karaman dolaylarında da karışıklıklar çıkmış bunun altında Mısır Sultanı Karamanzâdelerin olduğu aşikâr idi. Bu da yetmiyormuş gibi İstanbul'un Galata tarafında bulunan cephanelik bir hainin elleriyle tutuşturulmuş yangının söndü-rülmesine bizzat çalışan Sadrazam Mesih Paşa, Galata Kadısı ve Yeniçeri Ağası bu çalışma sırasında hayatlarını kaybettiler.
Bu üzücü durumları biraz dağıtan Hadim Ali Paşa'nın, Midili'yi işgal etmeye uğraşan Fransız Donanması Amirali Re-vestini'nin üzerine gidip onun muhasarasını sökmesi, kaçmaya çalışan Fransız filosunun açık denizde yakalandığı büyük bir fırtınada kamilen batması tesellimiz olmuştu. Hicrî 907/Milâdî 1502.
Şah İsmail devletini çok sinsi bir şekilde kurmuş. Avrupa ovalarında at koşturan İslâm mücahidlerinin meşguliyetinden istifade ile durmadan sapık fikirleriyle Anadolu'nun doğu kesiminde Şiahğm yayılmasına çalışmıştır. Şah İsmail cesur, faal, edebiyatı kuvvetli fakat son derece zalim ve gaddar bir insandı. Kurduğu devlette ırkçılık hâkimdi. B-u devlete Safevî devleti denildi. Meşhur üzün Hasan'ın kızları münasebetiyle
bu devletin Uzun Hasan'a, dolayısıyla Akkoyunlulara akrabalıkları vardır. Müritler, tepeleri kızıl, beyaz sarık sardıkları için başlangıçta kendilerine «Kızılbaş» denirdi. Daha sonra siyah kuzu derisinden kalpak giymekte karar kıldılar. Osmanlı hududunu geçen Şah İsmail Elbistan'a hücum etmiş Alaüd-devle'nin oğlu ve torununu esir aldıktan sonra onları şişte kızartıp ordusuna yedirmiştir. Bu ne vahşi bir adamdır ki ve onu bugün müdafaa edenler nelerden habersizdirler ki; bugün onlara karşı koymuş mübarek Osmanlı padişahlarına bühtanlarda bulunurlar.
Devleti Osmaniyye meşguliyetinden iç işlerine pek bakama zken bir de Safevi Şah İsmail'in kışkırtmaları birtakım çetelerin meydana gelmesine sebeb olmuş hele bunlardan birisi olan Şah Kulu nam bir haydut Bayezid'in Şehzadesi Korkut Sultanı bile soymuş idi. Bunun üzerine Karagöz Paşa gönderilmişse de bu herifin tuzağına düşen Paşa ve askerleri şehid olmuşlardır. Bunun üzerine de halk bu adamın ismini Şah Kulu yerine «Şeytan Kulu» diye isimlendirmiştir. Sadrazam Hâdim Ali Paşa bu sergerdenin üzerine gitmiş onu ininden çıkarmış ve Sivas'a doğru kaçmağa mecbur bırakmıştı. Fakat bir tesadüf neticesinde ikisi de telef oldular. Bir sergerde gebermiş fakat Osmanlı'yı muvaffakiyetleriyle ziynetlen-diren Hadim Ali Paşa şehid* olup büyük bir kayıp olmuştu devlet için
Hicrî 915/Milâdî 1510 yılında o güne kadar görülmemiş şiddette bir zelzele husule gelmişti ki İstanbul ve civarı bu zelzeleden son derece müteessir olmuşlar. Hakikaten yer yerinden oynadı tabiri bu felâketli günden sonra söylenmiş olsa yendir. Dersaadette Hammer'in yazdığına göre 109 adet cami yıkılmış binlerce ev yer ile yeksan olmuş, kara tarafındaki surların tamamı, Yedikule'den başlayan saray duvarları temelden, tepeye kadar yıkılmıştır. Bayezid-i Velî Hazretleri bu duruma çok üzülmüş milleti İslâmiyye'nin günlerini ve gecelerini çadırlarda bin bir zorluk içinde geçirdiklerini görünce o da çadıra çıkmıştır. Fakat nedense tarihlerin bazılarında bu çadıra çıkışını korkup saraydan çıkıp sarayın bahçesine çadır kurdurdu diye yazarlar. Hatta Edirne tarafında da zelzelenin tahribatı haberi geldiğinde Hazreti Padişah bu âfetin yaptığı tahribatı yerinde görmek üzere Edirne'ye gidişini dahi korkaklığa hamledip İstanbul'daki zelzeleden kaçmak şeklinde yorumluyarak aklın ve Şeriatın almayacağı bir bühtanda, iftirada bulunurlar.
Bu adamlar bilmezler ki, Bayezid Camiinin açılışında Hazreti Padişah şöyle buyurur.
— Bu camii şerifin ilk namazını kıldıracak zâtın ikindi namazının dahi sünnetini terketmemiş olmasını isterim.
Bunun üzerine cemaat'tan hiç kimse imamete çıkamadı. O zaman Bayezid-i Velî Hazretleri:
Elhamdüilâh; hazarda ve seferde namazımızı terk etmedik bunun mükâfatı bu dünyada bu namazı bizim kıldırmamız olarak tecelli ediyor.
Buyurup imamete geçti.
Ayrıca bu tarihçiler yeri gelsin gelmesin Bayezid-i Velî için daima sofu, derviş, inzivayı seven gibi tabirler kullanırlar el-hak doğrudur. Yalnız şu var ki bu söyledikleri lâkablar ölüm, hayat, dünya nimetleriyle pek meşgul olmazlar, o rütbe zatlardır ki şüphesiz Bayezid-i Velî de öyle idi. O zaman yok korktu, yok çadıra çıktı, yok Edirne'ye kaçtı derken ne halt etmeye dervişliğinden bahsederler. Söyliyelim, içlerinin zehrini kusarlar ve maalesef bu kusmuklara dalanlar zamanımızda az değidir. Allah onları islâh etsin.
Edirne'ye kadar gelen Hazreti Padişah Meriç üzerindeki köprünün yıkıldığını görünce hemen meydanda At Dîvanı yapıp vezirlere şöyle hitab buyurdu:
«Ey vezirlerim, kadılarım, subaşılanm, ağalarım, beylerim, şu felâketi görüyorsunuz bu topraklar üzerinde böyle misline rastlanmaz bir âfet uukubulmamışttr. Ben bunda siz kulların zalimlikle zulüm yaptığınız İntibaını alıyorum. Ayağınızı denk atın. Vazifenizi adaletle yapınız. Kimseye zulm etmeyiniz. Bu Cenabı Hak'ın bize bir ikazıdır Ben de bunu size bildiriyorum ki zulüm irtikâp edeni bu dünyada hal ederim.»
Bu zelzeleden sonra memaliki Osmaniyye'nin her tarafından getirtilen ustalar ve kalfalar zelzelenin senei devriyesinde bütün yıkıntıları imâr ettiler. Bu büyük zelzelenin tevlit ettiği yaralar devlet hazinesinin karşılaması ile çabucak sarılmış oldu. Felâketin senei devriyesinde İstanbul'un bütün fakirlerine saraydan üç gün yemek verildi. Hazreti Padişah fakirlerle beraber oturup bu yemeklerden yedi.
Sultan Bayezid Velî Hazretlerinin Şehzadelerinden şehin-şah Karaman, Korkud Sultan Teke, Ahmed Sultan Amasya, Şehzade Selim (Yavuz Sultan Selim) Trabzon'da vali idiler. Bu arada onbeş yaşına gelmiş olan Selim'in oğlu Süleyman (Kaanunî Sultan Süleyman) da Bolu sancağının valiliğini deruhte ediyor idi. Bu şehzadeler, Fatih kanunnamesi denilen aslında Cengiz Yasasının Osmanlı Padişahlannca isteneceği şekilde kullanma hakkı söz konusu olan kanun yüzünden tedirgin oluyorlardı.
Babalarının yaşı ilerledikçe bu korkular bir takım tedbirler alma çabalarına itiyordu. Kendilerini. Hele Cem Sultan meselesinde bu kanunun çalıştırılmaması devletin en az oniki sene yerinden kıpırdıyamamasma, Endülüs memâlikinde ka-tolik zulmünden inleyen müslümanlara yardım yapılmamasına hele daha mühimi Avrupa devletleri rahat bırakıldığı için çok büyük terakkiler kaydettiği ortadaydı.
Dolayısıyla devletin başına hangi şehzade geçerse bütün bu sayılanları göz önüne alarak öbürlerinin ömür defterini dürmesi mutlaktı. Çünkü bunun yapılması devletin ömrü iktizasından idi.
Yalnız şurada şunu muhterem okuyucularımıza duyurmak isteriz ki, büyük âlim fâzıl bir zat olan ve devleti Osmaniy-ye'nin son zamanlarında kadılık dahi etmiş bulunan iki sene kadar evvel intikali âhiret eden Ali Himmet Berkî merhum Hazreti Fatih'in böyle bir kanunnamesi yoktur diyen bir eser neşretmiştir. Bu eser Nur Yayınlarından olup bu mevzuu tetkik etmek isteyenler için tavsiye olunur.
Şehzade Selim Sutan'ın oğlu Süleyman Sultan'ın Bolu Sancağını uhdesinde bulundurması Sultan Ahmed'in itirazını celbetti. Mülâhazası şuydu: Kendi vilâyeti Amasya ile Payitaht arasında Şehzade Selim namına bir mania idi. Hazreti Padişah söylediğinden vaz geçen bir insan olmamasına rağmen Süleyman Han'ın sancağını Kefe sancağına tahvil etti. Kefe Sancağı ki, babasının sancağı Trabzon(la karşı karşıyaydı. Bu arada Şehzade Şehinşah takdir tecelli eylediğinden âlemi âhirete intikal etmişti. Hacca gitmek bahanesiyle bir ara Mısır'a gitmiş olan Korkud sultan eyaletine dönmüştü. Yolda gelirken Rodos korsanları kendisini esir alıp yeni bir Cem Sultan olayı meydana getirmek istedilerse de akıllı davranan Korkud Sultan en yakın sahile çıkarak yakasını kurtardı. Korsanlar onun gemilerini yağma ettiler. İşte buraya çok dikkat etmek gerekir. Korkut Sultan âlim, fazıl, şiir ve şâire meftun bir zat idi. Fakat korsanlardan kaçışı, gemilerinin yağma edilmesi duyulunca ordu yâni Yeniçeri Beyazid-i Velî'den sonra Padişah olacak Şehzadenin o olamıyacağı kararını vermişti bile. Zaten gerek merhum Şehinşah gerekse Korkud Sultan aynı meşreb ve zevk ehli idiler. Şâir, edip ve âlimlerle olmak onlar için çok sevdikleri işlerdendi.
Halbuki Orduyu Hümayun öyle bir padişah istiyordu ki celâdeti, cesareti ordudan almasın, kendisinde olan bu sıfatlar orduya inikas etsin. Bu isteği iki şehzade pek iyi tesbit ediyorlardı. Onlar da Şehinşah ve Korkud değil Ahmed Sultan ve istikbalin Yavuz Sultan Selimi idiler. Fakat normalde Korkud Sultan bu İşi alacak gibi görünüyorsa da ki, Hazreti Fatih'in yokluğunda kaymakamı olarak padişahlığa vekâleti vardı. O da yukarda mezkur olayla en tesirli güç ordu önüne iflas etmişti.
Şehzade Selim Sultan yirmialtı yıldır babasını görmemişti. Elini öpmek, hayır duasını almak için dergâhı hümayuna gelmek için izin isteyip bu arzusunun lûtfu şahaneye mazhar olmasını canı gönülden dilemişti. Fakat babasının otağından gelen cevap menfî idi. Üstelik yerinde durması bildiriliyordu. Şehzade Selim Sultan Dersaadet'teki güvendiği adamlarından şu haberi almıştı. «Burada sadrazam ve vezirler Şehzade Ahmed Sultan'ın tahtın vârisi olmasını hazırlıyorlar. Ancak Yeniçeri siz şehzademizi tahta istemektedir.»
Selim Sultan bu haberi aldığında ikinci bir haber gönderdi. Birinci defaki arzusuna Rumeli tarafında bir sancak istemişti. Ve hem de yola koyulmuştu. Yanına onbin kişilik muhtelif asker sınıfından bir kuvvet de almıştır. Bu durum yalnız el öpmeğe giden bir Şehzade gidişine benzemiyordu.
Durumu haber almış olan erkânı devlet, Bayezid-i Velî Hazretlerine müracaat ederek «Selim Sultan'ın bu yaptığı isyandır. Sakın gevşeklik gösterilmesin, çünkü buna gösterilecek yumuşaklık diğer şehzadelere kötü örnek olur, onlar da isyana kalkarlar», yollu tedbirler söylediler. Bayezid-i Velî de bu oğlunun hasretini duyan bir baba, belki de kendisinden sonra Osmanlı sancağını, Kelime-i Tevhîd bayrağını dalgalandıracak âlemi Padişah gördüğünden hep sükût ediyordu.
Bayezid-i Velî'nin muvafık görmesiyle «San Gürz» namıyla anılan Hoca Nureddin nasihatçı olarak gönderildi. Fakat Selim Sultan «Devleti aliyye idaresizlikten perişan oluyor. Pederimizi görüp bazı maruzatım var bunu yapmadan başka bir harekette bulunamam ve tabii başka da söz dinliyemem» diye cevap verdi.
Sadrazam Rumeli Beyerbeyi Hasan Paşa'yi Şehzadenin üzerine gönderdi. Hasan Paşa, Şehzade uzaklarda sanırken Edirne önlerinde aniden karşılaştılar. Hasan Paşa yola çıkarken Padişah Hazretleri mümkün mertebe harp etmeyüz, diye tenbihte bulunmuştu. Hasan Paşa'nın maiyetindeki Yeniçeriler Şehzade Selim Sultan'ı görünce onu alkışlayıp tezahüratta bulundular. Bu sırada gelen bir ferman kendisine Semen-dire sancağı verilmiş ayrıca Padişah Hazretleri yaşadıkça, Sultan Ahmed'in namına saltanattan feragat etmeyeceğini duyurmuştu. Bunun üzerine Şehzade Selim Sultan kendisine tevdi edilen sancağa gitmiş idi. Yukarıda bahsettiğimiz Sah Kulu (Şeytan Kulu) hâdisesi cereyan etmesinden az evvel olan bu olaylar Şeytan Kulu'nun Karagöz Paşa'nın ordusunu mahvetmesinden, Hadim Ali Paşa'nın onu tedip etmek üzere Anadolu'ya geçmesinden Sivas'ta hem Şah Kulu'nun hem de Ali Paşa'nın hayat safhalarını kapaması Şehzadenin yeniden Edirne'ye gelip orayı zabt ederek iddiayı saltanatını yenilemesine bu vaziyet karşısında Hazreti Padişah Bayezid-i Velî orduyu hümayunun başında geçmiş ve Çorlu civarında baba-oğul karşılaşmışlardı.
Selim Sultan'ın askerine şöyle bir göz atan Padişah-ı Velî göz yaşlarını tutamamış ağlamaya başlamakla hücum emrini de verivermişti. Yapılan savaş kısa sürdü. Selim Sultan'ın kuvvetleri kesin bir mağlûbiyete uğramıştı.
Kendisini Karadeniz sahilindeki gemilere zor atan Şehzade, kaîmpederi Tatar Hân'ına iltica edebilmişti. Bu üzücü olayın galibi Padişah-ı Bayezid-i Velî çok düşünceli olarak'ls-tanbul yolunu tutmuştu. Acaba üzün Hasan devletinin başına gelenler bu mübarek devletin de başına kendi oğullan yüzünden mi gelecekti?
Hadim Ali Paşa Şehzade Ahmed Sultan tarafını tutar ve tahta onun cülus etmesini istemekle kalmaz Şah Kulu takibi sırasında Şehzade Ahmed'le bu mevzuyu konuşurlar, Hazreti Padişahı tahttan feragat için ön çalışmalara dahi başlamışlardı.
Fakat Şeytan (Şah Kulu vak'asında ölmesi bu tasavvurların askıda kalmasına müncer olmuştu. Hadim Ali Paşa'nın Osmanlı devletinin savaş meydanında ilk şehid olan Sadrâzamı olduğu bir çok tarihlerde yer almıştır.
Babasının karşısında mağlup olan Şehzade Selim Sultan kaîmpederinin yanma iltica ettiğinde kulağını ve gözünü me-maliki Osmaniyye'nin kalbi, dünyanın övülmüş şehri İstanbul'dan ayırmıyordu. Hadim Ali Paşa'nın şahadeti, bir haydut önünde onuru kırılan Yeniçeri askerinin kendisine meylini bilen Şehzade Selim Sultan yeniden harekete geçmişti.
Bu sırada Antalya'dan hareket eden Korkud Sultan İstanbul'a gelmiş o da Hazreti Padişahı otuz senedir görmediğini firkatine dayanamadığını kendisini babasıyla görüştürmek üzere aracı olmalarını Yeniçerilerden isteyerek aralarına girme arzusunu bildirdi. Yeniçeriler kemali edeple ve büyük saygıyla kendisini misafir ettiler. Bu arada Yeniçeri Ağası da Şehzade Selim Sultan'ı İstanbul'a davet etmiş ve şehir kapısında kendisini karşılamıştı. Derhal saraya gidilip biraderi Korkud Sultan ve vüzera Padişah Hazretleri tarafından kabul olundu.
Hazreti Padişah birçok nasihatlarda bulundu ise de Şehzade Selim Sultan, pederinin kendisi lehine tahttan feragatini istedi. O sırada onbeşbin kadar Yeniçeri ve Sipahi tahtı saltanatta Şehzade Selim'i görmek istediklerini bildirince bu işin bir ihtilâle, devletin bir kan gölüne dönmesine yüksek şah-siyyetierinin razı gelmeyeceği Hazreti Padişah «Oğlum Se-lim'in lehine tahttan feragat ediyorum. Cenab-i Hak devletini müemmen, kılıcını keskin, adaletini yüksek, askerini sana mutî, hayırlı işlerinde Mevlâm yardımcın olsun» diyerek Osmanlı devletinin yeni bir dönemi1 in başladığını ilân ettiğinde tarihî zaman Hicrî 918/Milâdî 1512'yi gösteriyordu.
Sultan 2. Bayezid'in Yılmaz Öztuna'ya göre; 1 1 evlilik yaptığını kaydediyor Devletler ve Hanedanlar adlı dev çalışmasında. TTK'dan yayınlanmış, Çağatay üluçay'ın Padişahların Kadınları ve Kızları adlı çalışma da sekiz rakamını veriyor. Görüldüğü gibi sayıda ihtilaf var bakalım şahıslarda hangi hanımların izdivacında ittifakları var önce ona bir göz atalım. Çağatay (Jluçay'ın sekiz adı verilmiş hanımların Oztuna-da var olduğunu söyleyelim. Olmayanların; Öztuna'nın 6. sırada gösterdiği Gülfem hatun, 9. sırada Fülâne hatun diye adı bilinmeyen bir hanımsultan ve 10. sırada göstermiş olduğu Abdülhayy kızı Muhterem hatunlardır.
Bunların sonuncusu Muhterem Hatundan başlayalım ki bu hatun hakkında bilgi, sadece Bursa'da kabrinin olduğudur vede Abdülhayy isimli bir zâtın kızı olduğudur. 9. sırada gösterilen Fülâne hanım hakkında da damad Güveği Sinan Paşanın kızı olduğudur ki bu paşa kapdan-i deryalık yapmıştır. 6. sırada gösterilen Gülfem Hatun için hiç bir malumat yok. Görüyorsunuz koskoca padişah hanımlarının hakkında bile doğru dürüst malumat bulmak kabil değil, nerede has-so'nun, memmo'nun halihayatında bilgi sahibi olalım. Yazmayan bir milletin, geleceği hâl budur. Her ailenin en azından bir ferdi aile defteri tutmalı ve en azından vukuatları ve doğum ve vefatları gününde kaydetmelidir diye buradan tavsiyeyi elzem görüyorum.
Şimdi 2. Bayezid'in hanımlarını üluçay dizaynına göre özetleyelim: Ayşe hatun; Dulkadıroğullarından Alâüddevle-nin kızıdır ve 1467'de Amasya valiliğinde bulunan, 2. Bayezid ile izdivacı olmuştur. Yavuz Sultan Selim'in validesi bu hanımdır. Ayşe hatun 911/1505'de Trabzonda vefat etmiştir.
Bülbül hatun ise Abdullah adlı birinin kızıdır, şehzade Ahmed ile Hundi Sultan'ı doğurmuştur. Bu şehzade Ahmed'İ 1513'de Yavuz Selim öldürtmüştür. Bülbül Hatun oğlunun türbesinde yatmakta ölüm tarihi 921/1515 olarak görülmektedir.
Ferahşad hatun; Kefe'de sancak beyi olan oğlu şehzade Mehmed ile daha ziyade beraber kalmıştır. 912/1507'de Mehmed bey'in vefatı vukubulduğunda kızları ve kardeşleriyle İstanbul'a geldi. Bu hatunun Silivri'de bazı vakıflar kurduğu biliniyor. Gülbahar hatun; künyesi Gülbahar ibni Abdüs-samed olduğuna göre câriye addedilmektedir. Tayyip Gök-bilgin, Yavuz Selim'in annesinin bu hatunun olduğu iddiası vardır. Gülruh Hatun; tuhaftırki bu kadınefendinin baba adıda Abdülhayy olarak geçmektedir. Yukarıda Muhterem hanımı tanıtırken, Abdülhayy kızı olduğunu söylemiştik.
Gülruh Hatun 2. Bayezid'in Alemşah adlı oğlu ile Kamer Sultan adlı kızının annesidir. Oğlunun sancak beyliği görevlerinde dâima yanında bulunmuş, onu müptelâ olduğu içkiden kurtarmak için çırpınmış diye öğreniyoruz. Akhisar'da bir mescid, Aydın Güzeihisar'da ve Duraklı köyünde birer mescid yaptırmıştır. Gördes, Demirci, Nazilli, Birgide han, hamam ve kervansaraylar yaptırmıştır. Kabri Bursa'dadir.
Hüsnüşah hatun; Karamanoğullarından Nasuh Bey'in kızıdır. Bu hanım şehzade Şehinşah ve Sultanzâde hatunun annesidir. Oğlu Şehinşahın 1511'de ölmesi üzerine Bur^a'ya geldi. Manisa Hatuniye Camiini bu hanım yaptırmış ve Kurşunlu Hanı da 1497' de vakıf olarak yaptırmıştır.
Nigâr hatun; Şehzade Korkut'un ve Fatma Sultanın annesidir. Babasının adı, Abdullah Vehbi olarak geçmekte, Şehzâ de Korkut Manisa'dan Antalya sancak beyliğine tâyin olunduğunda da onunla birlikte bulunuyordu. Aynı sene orada öldü ve Antalya'ya defnolundu, tarih 1503 yılı idi.
Şirin Hatun; bu hatunun baba ismi Abdullah olup, şehza-deside, Abdullah idi. Oğlu şehzade Abdullah'ın öiümü üzerine, Bursa'ya gelen Şirinhatun burada ve Mihaliç de birer mektep yaptırdığı gibi Trabzonda da bir mescid yaptırmıştır. Vefat târihi malum değildir.
2. Bayezid'in kızlarına gelince; Uluçay'a göre 2. Bayezid'in bir düzine kızı vardır. Öztuna ise bunu onyedi tane olarak tesbit etmiştir. Her iki listeye bakıldığında onbir isimde ve malumatta ittifak vardır. Şimdide müttefik olunanları kayda geçelim:
Aynişah Sultan Aşıkpaşazâde târihine göre Uğurlu Meh-med Beyinoğlu Ahmed Mirza ile 1490'da evlenmiştir. Bursa-da Şirin hatun türbesinde yattığına göre onun kızı olması muhtemeldir. İstanbulda Beşir Ağa medresesi yanında bir mektep yaptırmıştır.
Ayşe Sultan Güveyi Sinan Paşanın hanımıdır. 1504'de Sinan Paşa'nın vefatıyla dul kaldı.
Fatma Sultan, Sofu şehzade Korkut'un kardeşi olup annesi Nigar hatundur. Güzelce Hasan Beyle evliydi. Bursa'da ölmüştür.
Gevherimülük Sultan, Dukakinzâde Mehmed Bey'in eşidir. Bursa da vefat etmiş ve Şehzade Ahmed türbesine defnolun-muştur.
Hatice Sultan Faik Paşa'nın karısı olup bir oğlu vardır Ahmed Çelebi adında, Çukurbostanda bir camii bir mekteb bir de küçük çeşme yaptırmıştır.
Hundi Sultan 2. Bayezid'in Bülbül hatundan doğan kızıdır. Hersekzâde Ahmed Paşa ile 889/1484'de izdivaç yapmıştır. Bu İzdivaçdan iki kızı bir oğlu dünya ya gelmiştir. 917/1511'de öldüğüde söylenir. Sultan Murad'ın türbesi civarında defnolundu.
(laldı Sultan pek bilinen tarafı yoktur, Yavuz Selim tahta çıktiğında kendisine tebrik yazmıştır. Sultan hanım ölünce padişah çocuklarına maaş bağlamıştır.
Kamer Sultan ise Bayezid'in Gülruh adlı karısından doğmuştur. Bursada annesinin türbesinde gömülüdür. Davud Paşanın oğlu Mustafa Beyle evliydi. Babası Malkara'nın Sırt köyünü 1491'de kızına vermişti.
Selçuk Sultan da çok hayırsever bir kadındır. 1485'de Mustafa Paşanın oğlu Mehmed Bey İle evlendi. 1508 yılında vefat etdi ve kendi yaptırdığı Bayezid Camiindeki türbeye gömüldü.
Şah Sultan, 895/1495'de İskenderiye sancakbeyi Nasuh bey ile evlendi. Şah Sultan vefat ettiğinde Bursa'da kızk^.rde-şi Hatice Sultanın yanına defnolundu. Burada ittifak olunanlar tamamlandı.
Şimdi Sultanzâde hatun Bayezidin Hüsnüşah adlı hanımından dünyaya gelmiştir. Alemşahın kardeşidir. Huma Sul-tan'ın vefatı 1504'den sonra Bali Paşacâmiini beyi adına yaptırdı. Kabri de oradadır.
İki tane Fülânehanım vardır ki birinin beyi Muslih bey, izdivaç 1504, diğerinin beyi Gazi Yakup Paşa izdivaç 1498dir.
Kamerşah Sultan 1490'da Mustafa Paşa ile evlenmiştir. Fatma Sultan vefatı, 1512'den öncedir. Candaroğlu damad Mirza Mehmed Paşa ile izdivaç etmiş. Bayezid-i Velî'nin:
Sadaret makamında bulduğu Karamani Mehmed Paşayı görevden almış ve yerine, Sarı İshak Paşayı 4/ma-yıs/1481'de, makamı sadarete tâyin etmiştir. Bir sene sonra ise değişiklik yapılmış, damad Koca Davud Paşa, 1482'de vazifeye başlamış ve bu görevi aralıksız 15 yıl olmaküzere 1497'ye kadar sürmüştür. Bundan sonra sadaret Hersekzâde Ahmed Paşa'ya 8/mart/1497'de verilmiş, 1498'in 10. ayında azledilmiştir.
Yerine Çandarîızâde İbrahim Paşa getirilmiştir. 10 ay sonra azledilen Çandarh'nm yerine ağustos/1499'da Mesih Paşa getirilmiştir. Mesih Paşa 2 sene, 3 ay sonra yerini kasım/1501'de Şehid Hadim Atik Ali Paşaya kaptırmıştır. Bu zat, kasım/l 502'de infisa! etmiş yerine Hersekzâde Ahmed Paşa 7/eylü!/1506'ya kadar 3 sene, 10 ay görevde kalmıştır. 7/eylül/1506'da Hadim Atik Ali Paşa yine vazifeye tayin olunmuştur.
Bu seferki sadareti, temmuz/151 l'e kadar 4 sene, 10 ay sürmüştür. İki sadaretinin toplamı 5 sene, 10 ayı bulmuştur. 7/151 l'den 30/9/151 l'e kadar 2 ay olmak üzere, Hersekzâde yine sadarete getirilmiştir. Bunun yerine gelen sadrıazam Koca Mustafa Paşa 1 sene, 3 ay kaldığı görevden infisal ettiğinde târihler ara!ık/1512'yi gösteriyordu.
Ancak Koca Mustafa Paşanın bu sadareti içinde 24/ni-san/1512'de Osmanlı tahtına, Yavuz Sultan Selim geçtiği için bu zâta Bayezid-i Velî'nin son, Yavuz'un ilk sadnazamı dense yanlış oimaz. Böylece Bayezid-i Velî'de, 12 defa mü-hürvermiş ve mühür almıştır. Ancak bu 12 seferin üçünü, Hersekzâde Ahmed Paşaya, 2 defa Şehid Ali Paşaya, yâni dokuz kişiyle sadareti geçiştirmiştir.
Bayezid-i Velî Hazretleri tahttan feragat ettikten sonra İstanbul'da oturmak istemedi. Zaten daha evvelden tahttan feragat etmeyi düşünmüş olduğundan doğduğu yer olan Di-metoka'daki sarayı tamir ettirmiş idi.
Tahtı terk ettikten sonra hasta olarak yanında az bir maiy-yeti ile Dimetoka'y3 gitmek üzere yola çıktı. Yeni Padişah Yavuz Sultan Selim surların kapısına kadar tahtı revan içinde giden babasının yanında yaya olarak yürüyor onun engin tecrübesine dayanarak verdiği nasihatlan can kulağıyla dinliyordu. Kafile sur dışına çıkınca Yavuz Selim Hazretleri, Padişahı sabık babasını bir müddet de atla takip ettikten sonra onun ellerini öpüp tekrar hayır duasını alıp sekiz sene sürecek cihangirlik hayatının başlangıcına dönerken babasıyla belki bir daha hiç görüşemeyeceğini biliyordu. Çünkü onlar sırlar bilen gönül padişahları idiler aynı zamanda.
Hazreti Bayezid-i Velî Dimetoka'ya varamadı... «Rabbine dön» emri kendisine Havsa kasabası yakınlarında erişti ve muazzez ruhu vücudu pâkİnden ayrılıp cennet bağçelerine uçtu. Altmış iki yıllık ömrün tam yarısı otuzbir yılı Devleti Aliyyei Osmaniyye tahtını bihakkın doldurmakla geçti. Cen-netmekân babası Hazreti Fatih'ten devir aldığı devlet ikimil-yon İkiyüz ondort bin km2 iken vefatında ikimilyon üçyüz yetmişüç bin km2ye baliğ olmuştu. Donanmayı hümayunun kurulmasının ehemmiyet verildiği devrini ilerideki haleflerinin yapacakları fütuhatların hazırlık devresi olarak kabul etmek gerekir. Hazreti Padişah uzun boylu, çok kuvvetli bir padişahtı. Onun kurduğu yaylan hiç kimse kuramazdı. Nakşibendî tarikatının bir mensubu olmasına delil olarak Buhara'da olan Şeyh Efendi Hz.lerinin dergâhına bugünkü yaklaşık değerle 7,5 milyar lirayı her yi göndermesini ileri sürebiliriz. Tarihlerde içki içtiği söylenirse de bu tamamen bir iftiradır. İkindi namazının sünnetini terketmeyecek kadar Şeriatı gar-rayı Ahmediyye'ye Hakikat mertebesinden bağlı zatı padişahın kesin haram olan bir şeyi istimal etmesi hiç mümkün müdür? Ey okuyucu kendine bir sor; Ben ikindi ve yatsı namazının ilk sünnetlerini acaba son üç ay içinde kaç defa terkettim ve sonra hazarda ve seferde milleti İslâmiyye'nİn mes'uliyeti boynuna olan Hazreti Padişahın şu sünneti terk etmemesindeki sebeb olan ihlâsı düşün sonra da o içki içerdi diyen tarihlere notunu ver.
Hazreti Padişah, Türkçe'nin en ince sırlarını bildiği gibi Farsça, Arabça, Çağatay ve Uygur alfabesini iyi bildiği rivayeti gayet kuvvetlidir. Zaten manevî sultanların ruhi sultaniy-yelerinin bilmediği lisan mı vardır?
Padişah Hazretleri kendi yaptığı camiin bahçesine defne-dilmiştir. Bu camii, üniversitenin ön kapısında Hazreti Bayezid-i Velî'nin zahirî mezarına havî olarak kollara benzer mina-releriyle üniversite gençliğini kendisine davet ediyorlar. Alla-ha şükür olsun bugün o Üniversiteden çıkıb manevî dünyasını zenginleştirmeğe çalışan îmanlı müslüman bir gençlik Hazreti Padişahın bergüzârı bu camii şerîfde ibadetini yapabiliyor çok şükür. Şunu da söylemek isteriz ki bu camii şerifin imamı Cuma günleri Hazret-i Bayezid-i Velî'nin vasiyyeti icabı hutbeye eğri kılıçla çıkar.
Kâmil bir mü'min olan Bayezİd-i Velî'nin vefat haberini alan bir çok mü'min şehirlerde müslümanlar «Gaaib cenaze namazı» kıldılar. Kansu Gavrî'nin dahi Kâhire'de Bayezid'i Velî'nin vefatını duyunca «Gaaib cenaze namazın kıldığı rivayet olunur.
Hattat ve şâir olan Padişah Hazretleri, şiirlerini «Adnî» mahlasıyia yazardı.
Merhum padişahın şu sözü Yavuz Sultan Selim'in daima düsturu olmuştu: «Arusî saltanat taksim kabul etmez.»
İnşaalah şu satırlarla merhum Padişahı anlatmaya gayret ettik. Allah'ın rahmeti üzerine olsun, şefaatlerine de nail oluruz.
Yeri gelmişken hemen söyleyeyim ki, bizim 1880 sonrası yetişen insanımız koyu bir batı hayranıdır ifadesine ilâveten onların her terimine yapışmak da adetlerindendir. Nitekimde; yazmakta olduğumuz kitabın, engin bilgisi ve denizciliğin mütehassis derecesinden en üst rütbelere varmış zat olan, merhum Amiral Afif Büyüktuğrui kendisini bu kompleksden kurtaramamış olmalıki, bin yıllık târihimizde kullandığımız terim olan, şehzade kelimesi yerine prens kelimesini padişahların erkek çocukları için kullanmayı yeğ tutması ne kadar hazindir.. Bu hâli gösteren hem de Çelebi Mehmed'e üit olduğu ileri sürülen şüpheli tedbirine bir atf-u nazar edelim. "Sultan Çelebi Mehmed, her halde Osmanlı tarafındaki prens mücadelelerini zararlı görmüş olacaklar ki bu gibi mücadelelerin, kendi ölümünden sonra da tekrarlanmaması İçin, kendisine pek uygun gördüğü bazı önlemler almıştı. En büyük oğlu 19 yaşındaki Prens Murad (Sultan 2. Murad) adıyla Edirne'de hükümdarlık makamına yükselicek, 2. oğlu 12 yaşındaki Prens Mustafa Germiyan Bey'i nezdinde kalacak, 3. oğlu Prens Ahmed, Aydınoğlu Bey'i nezdine gidecek, 4. oğlu Prens Yusuf (sekiz yaşında) ile 5. oğlu 7 yaşındaki Mah-mud'da harçlıkları Mehmed Çelebi tarafından verilmek koşuluyla Bizans İmparatorluğu sarayına gönderilecekti. Lakin bunlardan üçüncü oğlu Prens Ahmed babasının ölümünden önce vefat etmişti." Demektedir.
Muhterem okurlar; bu günkü hayat anlayışımız ve olaylara bakışımızla bu tedbir hakkında doğrumu? Yanlış mı olduğu hususunda fikir beyanına pek imkân bulunamaz. Yalnız hemen yazarın buradaki ifadesinde bir eksikliği hatırlatmamız iazım gelmektedir. Bildiğimiz kadarıyla, o dönemin bilhassa müslümanlar arası münasebetlerde söz, ahid veya akit'in o kadar geçerliliği bulunuyordu ki, bunları çiğnemek şerefsizlik getireceğinden gayrimüslimler dahi bunu yapmaktan çekinirlerdi.
İkincisi ise, mütekabiliyet hususu yer alırdı rehinde olma adı verilecek olsada böyle muamelelerde. Yâni; Germiya-noğiu'nun yanına yazarımızında nezdine kelimesi olarak belirttiği gibi gönderilme olayı, Germiyanoğlu'nun da bir vârisinin Osmanlı terbiyesi içinde yetişmesi için padişahın nezdine gönderildiği gözönüne alınmalıdır nitekim Sultan Çelebi Meh-med'in vefatından sonra dirayetli vezirlerin arasında zikredilen, Yahşioğlu Celaleddin Bayezid Paşa'nın prensleri Bizans sarayına göndermediğini, sadece Mustafayi Germiyan Bey'i nin yanına yolladığı görülmüştür.
Sultan 2. Murad; Osmanlı donanmasının güçlü olması gerektiğini Gelibolu önlerinde yapılmış olan Loredano-Çalı Bey ismi diğeri olan Osmanlı-Venedik savaşı neticesinden çıkara-bilmişti. Bunun için ikili bir yaklaşım takip etmiş, Venedik ile Ceneviz arasında deniz politikası geliştirirken, kurmuş olduğu gemi yapımı casusluk teşkilâtıyla kendi donanmanı kendin yap, kampanyasını sesizce açmıştı. Günümüzde buna teknolojik bilgi casusluğu dendiği gibi sanaayii transferi denmektedir. Hakikaten bu teşkilât iyi çalışmış, Sultan 2. Meh-med'in yâni Fâtih'in gemilerinin Bizans surları önünde görüldüğünde 2. Murad öncesiyle, Fâtih'in gemilerinin azim farkı, bilhassa Eğriboz savaşında görülecektir. Bu noktaya geldiğimizde merhum Amiral Afif Bey'in, şu tesbitine mutlaka işaret etmek isterim. Çünkü; bu gün bile bu tesbit geçerliliğini haykırmaktadır. ".Böyle bir coğrafya üzerinde yaşamak isteyen bir devlet, yalnız kendisini savunmak için değil ekonomiye dayanan bir imparatorluk kurmak açısından da kudretli bir deniz gücüne sahip olması gerekiyordu.
Târih otoritelerimiz Osmanlı Devletinin sadece donanmasından söz edip, denizgücü terimine kulak vermedikleri için, bu gün bile, donanma yapmak isteğinin var olmasına rağmen, deniz gücüne, önem verilmemiş, bu yüzden avrupa devletlerinin teknik gelişmelerinden sonra imparatorluk çöküntüsüne bağlanmıştır. Bu konuda İtalyan amirali Giuseppe Fioravanzo şunları yazmıştı:
<Târihte, yalnız osmanh imparatorluğu denizlere sahip çıkma mücadelesi yapmamış tam tersi kendi mallarını, yüksek imtiyazlar vererek başkalarına yaptırmıştır. Bu imparatorluğun târihten yok olmasının nedeni budur.> Osmanlı'yı yıkma plânlarından biri de 2. Murad döneminde gündeme gelmiştir. Bunun; denizlerle ve denizcilikle alakalı tarafı münasebetiyle temas etmeye lüzum gördük. Şöyle ki; Timur-lenk karşısında mağlup olan Yıldırım'ın çocukları, devr-i fetret de taht-ı Osmaniye oturabilmek için her biri Bizans muavenetinin yanında olmasını temin için, bu devletle girdikleri münasebetlerinde bazı vaadlerde bulunmuşlardır. Bunların en büyüğü olan ve yanında, çok tecrübeli bir vezir olan Çan-darlı Ali Paşa olduğu halde Süleyman Çelebi, taht-ı osmani-ye cülus ettiğinde «Gelibolu'yu, taa Aynaroz'a kadar bütün Ege kıyılarını, Eflâk'a kadar olan Karadeniz kıyılarını ve de Teselya'yı, Bizans'a bırakacaklarını beyan etmişlerdi.» Burada şehzadelerin birbirlerine düşmesinin nerelere vardığını gösterdiği gibi bunun hakiki mânasının yüz yıldan bu yana binlerce müslümanın şehafleti karşılığında devletin geldiği maddi ve mânevi büyüklüğünün, tahtın sahibi olma uğruna, nasıl feda olunacağını ortaya koyması bakımından da ehemmiyet arzeder. Yine Bayezid'in oğullarından olup Ankara savaşı esnasında kaybolan küçük şehzade Mustafa'yı, Venedik ve Cenevizliler boğuşacaklarına ellerine alıp onla anlaşarak işe koyulsalardı, Osmanlı devletinin Anadoluya dönmeleri daha önce sağlanmış olacaktı. Mustafa Çelebi, Bizans iie yaptığı antlaşmanın gereği yukarıda adı geçen kıyıları verme vaadini yapan bir başka şehzade olarak, sözünü tutmanın garantisini ispat için oğlunu Bizans'ta rehine razı gelmişti.
Bu arada; Bizans imparatoru; Manuel Paleolog Osmanlı devletini şu politikasıyla zaafa itmek istiyordu. Bunun her bir maddesinde deniz faktörü yer alıyordu.
1-Gelİbolu'yu almak bu sayede iki bloklu devlet haline geleceğini ümid ettiği Osmanlının denizlerde bir varlık olamayacağı
2-Denizden elde edilen iradın kesilmesinin, Osmanlıyı ekomomikbakımdan yoksulluğa itmeği sağlamak
3-Rumeli kıtasında bulunan ve destekledikleri Çelebi Mustafa, Sultan 2. Murad mücadelesini tırmandırmak, Anadolu'daki Türkmenbeylerini de Mustafa taraftarı olmaya ve Mu-rad'a karşı birleşmeye sevk etme çalışmalarıydı. Bizans'ın bu plânına uymayı kabullenen Mustafa Çelebi, 1421 eylül ayında Gelibolu'ya çıkmıştır. Mustafa Çelebi'nin yanında Ay-dınoğlu Cüneyt Bey danışman olarak bulunuyordu. Bu daha sonra Çelebi'nin veziriazamı olmuştu.
Gelibolu ahalisi ve civarı bu şehzadeye itaat ettiler. 2. Murad; bunların Gelibolu'ya çıkışlarını önlememişti. Edirne üzerine yürüyen Mustafa Çelebi, Gelibolu kalesinin, kendi kuvvetlerine geçtiği haberini aldığındaBizans'dan kalenin kendilerine teslimi teklifi geliverdi. Buna karşılık, Mustafa Çelebi Gelibolu ahalisinin buna razı olmayacağını ileri sürerek uygun bulmadığını bildirdi. Bu hadise, Bizans'ın müracaat rotasını 2. Murad'a çevirdiğini yazar Dukas'a ait târihin 95. sahi-fesinde.
Gelibolu'nun elden gitmesiyle birlikte donanma üssü ve bizatihi donanma Mustafa Çelebi'nin eline geçmişti. İstanbul'un Fâtih'i Sultan Mehmed'in fetihten sonra idam ettiği
Çandarlı Halil Paşa o sırada iyi bir diplomat olarak 2. Murad'ın sadrıazamıydı. Bizansa; Gelibolu ve şehzadeleri geri vermek istisna diğer hususatı müzakereye ve tâvize yatkın olduğunu ihsas eden, beyanlar gönderdi. Mustafa Çelebi'den ağzı yeni yanmış Bizans, sadnazamın yoğurdunu üfleyerek yeme karan almış bu bakımdan yapılan teşebbüs netice vermemekle birlikte, Bizans'ı bekle göre itmeye de yaramıştı.
2. Murad balkanlar da yaptığı fetihleri durdutmuş, herkes ile sulh içinde olmak yolunu seçmişti. Çünkü; Mustafa Çelebi olayı bütün ciddiyeti ile inkişaf etmekteydi. Eski donanmasının kendine yapamadığı yardımı veya diğer bir tâbirle, kendisine verebileceği zararı önlemek kastıyla Tuz parası alacaklı olduğunu hatırladığı Foça Valisi Giovanni Adorna\a, alacağını bağışladığını bunun karşısında kendisine gemi ve askeri yardım yapmasını bildirdi. Kabul edilince Cenevizliler olayları sadece tâkib etme durumuna düştüler. Mustafa Çelebi; Osmanlının eski donanmasının mâliki olarak, Anadolu yakasına geçerken 20/ocak/1422 tarihi gelmişti. Ulubatgölü kenarında müdafaaya hazırlanan 2. Murad'da Aydınoğiu Cü-neyd Bey'e, kendisine iltihak ettiği takdirde Aydın Valiliğinin-verileceği haberini uçurdu. Cüneyd bu haber üzerine Mustafa'yı kaderiyle başbaşa bırakıp davete katıldığı gibi, uğradığı yerlerde Mustafa Çelebi'nin memleketi Bizans'a satmış olduğunu da yaydığı görüldü.
Neticede bu savaş sonrasında Sultan Murad galip gelmişti. Yakalanan Mustafa'nın idânl ettirildiği görüşünün karşısında Eflâk üzerinden Kefe'ye kaçtığını ileri sürenlerde bulunmaktadır. Sultan 2. Murad; bütün mücadelenin Bizans'ın entrikalarından neşet ettiğini anladığından, dedesi Yıldırım, babası Çelebi Mehmed gibi o da, İstanbul'u hem bu fitnekeş devleti ortadan kaldırmak hem de, İki Cihan serveri (s.a.v.)'in, müjdesini gerçekleştiren olmak arzusuyla muhasara altına aldı.
Bu muhasarası ellibeş gün sürdü. Yine Bizans'ın fırıldağı, Anadolu beylerinin başta Karamanoğlu olduğu halde Çanda-roğulları ve diğerlerini dizginlemek mecburiyeti doğdu. Padişahın bu seferki hedefi Selanik oldu.
Selanik balkan ticaretini denizlere çıkaran bir limandı. Mo-ra'daki Modon, Koron ve Navarin limanlan da Akdeniz deniz ticaret yollarının emniyetini sağlayan önemli noktalardı. Böyle bir limanın Osmanlıların muhasarasına maruz kalması Venedik'in aklını başından alıvermişti. Selanik muhasarası Mora'nın çanlarının çalması demekti ve Turhan Bey, bu çanları çaldirtacak akınları başlatmıştı.
Yukarıda 2. Murad'ın bir casusluk teşkilatı vücuda getirip-de donanma inşaasına karar verdiğini yazmıştık. Bu teşkilat geçen zaman dilimi içinde semeresini vermiş 1424'de üç gali, 1427'de onüç gali yapmaya muvaffak olmuştu. Bir sene sonra da yâni 1428 yılında gemi sayısı kırka iblağ edilmişti.
Saruca Bey, bu gemilerin bir bölümünden meydana getirdiği filoyla, Koron ve Modon üzerine bir sefer tertipledi. Bu seferin en iş gören tarafolarak karşımıza çıkan Düzmece Mustafa'nın Selanik'ten çıkamamasını temin etmesidir. Bu filo hareketlerinin ortaya koyduğu mühim sonuç, denizdeki gemilerimiz karadaki kuvvetlerimizin işini hafifletirken, Ceneviz ve Venedik cumhuriyetlerine muhtaciyetimiz azalıyordu.
Ayrıca Ada Dukalıkları Osmanlı filoları karşısında daha da tedirgin hâle gelmişti. Selanik kara tarafından bizzat padişah 2. Murad'ın kuşatmasına tutulurken, deniz cihetinden de Hamza Beyin komutasındaki Osmanlı filosuyla karşı karşıya gelmişti. Selanik bu tazyike ancak 29/mart/1430'a kadar mukavemet edebilmiş idi. Selanik Osmanlıya râm olmuştu. Zâten çok geçmeden de 4/eyiül/1430'da Osmanlı-Venedik antlaşması yapıldı, bu dört maddelik bir antlaşma olup şöyleydi:
1-Selanik ve dolaylanna^Osmanlılar egemen ve sahip olacaklar
2-Lepanto limanıyla Arnavutluğu da, Venedikliler egemen ve sahip olacaklardı.
3-Venedikliler, Osmanlılara yıllık olarak, 236 bin duka al-tunu vergi vereceklerdi.
4-Türk ticaret gemileri; Ege denizinde serbestçe seyri se-fain yapabileceklerdi. Görüldüğü gibi; bu maddeler Osmanlı
402
OSMANLI TARİHİ
lehine olduğu ortadadır. Osmanlı deniz kuvvetleri ve hareketlerinin gelişmesi 2. Murad'ın koyduğu prensiple yavaş yavaş terakki etmiştir. Oğlu Sultan 2. Mehmed'inde donanmaya aynı ehemmiyeti verdiği izahtan varestedir. Nitekim; İstanbul Fethi esnasında donanmamızın durumu bütün sara-hatıyla, Güstav Şulomberje adlı Fransız akademi azasınm; "Türk Muhasarası" adıyla yazdığı eseri Osmanlıcasından tahlil ve bunun özetini de Sultan Fâtih bölümünün nihayetine okuma parçası adıyla koyduk.
Sultan Fâtih'in İstanbul'u fethinden sonraki, donanma ve deniz hareketlerine özetle yer vermeye çalışalım. Amiral Afif Büyüktuğrul merhum, değerli eserinin 1. cildinin 140. sahife-sinde, aynen şunları söylüyor:
"Fâtih Sultan Mehmed'in, gelişi güze! kararlara değil de iyi düşünülmüş politik-stratejik kararlara dayandığı yaptığı hareketlerden anlaşılabilirdi. Herhalde onun hazırladığı plânların, Osmanlı devletini, bir devlet olmaktan çıkararak impra-torluğa dayandığın! rahatça söyleyebilirdik. Çünkü Osmanlı devletinin o günlerde yaşadığı topraklar, stratejik ve ekonomik olarak değerlendirilirse, Osmanlı devletini bir imparatorluğa hâttâ dünya imparatorluğuna benzetebiliriz. (Amerika henüz keşfedilmiş ve Doğu'ya doğru deniz ticaret yoiîarı henüz bulunmamıştı). O zamanlarda Ortadoğudan gelen deniz ticaret yollan; Osmanlı devletinin kıyılarından geçtiği gibi yine devletin topraklarından geçen nehir yollan da, ayrı bir e-konomik değerler taşımaktaydı.
Daha önce Roma ve Bizans imparatorlukları da bu değerler yüzünden çok uzun bir süre yaşamışlardı. Demek ki; Os-manh imparatorluğunun çok uzun bir 3Üre mutiu yaşaması ekonomik olarak denizlere bağlanmasına bağlıydı. "Sultan Fâtih; yukarıda belirtilen tesbit istikametinde cihan devleti ve bunu geıçekleştiren hükümdar olarak kara da yapacağı isti-
SULTAN 2. BÂYEZİD (VELİ)
403
laları denize de indirmenin şart olduğu idrâki içinde, Venedik ve Ceneviz cumhuriyetlerinin rekabeti, her iki ülkeyi mamur ve müreffeh kıldığı gibi, denizlerin hâkimi konumuna çekmişti. Bunlarla mücadeleyi akıllıca yapmak ve onları geride bırakarak cihan devleti olma gereğine uygun olarak Boğazları kalelerle takviye ederken, Gelibolu'da yepyeni bir tersane ve gemiler yapma kararı aldı.
Sultan Fâtih, bîr çok ilimde behresi olmakla birlikte, târihi vakıaları, Osmanlı devlet anlayışının gereği olarak bütün arka plânı ile öğrenmiş bulunduğundan, Osmanlı-Venedik filolarının Gelibolu önlerindeki kapışmasında, topsuz Osmanlı gemileri Gelibolu kalesinin toplarının himayesinde, zafer kazandığı sonra atış menzili dışına çıkan düşman gemilerini, takibe kalkışması hatasından 29/mayıs/1416'da filomuzun mağlubiyeti ve kumandan Çalı Bey'in şahadetini elbet bilmekteydi.
Kale toplarının müdafaa bakımından önemine de müdrikti. Mitekim; İstanbul Fethi esnasında 26/ekim/1452'de Rumeli-hisar (Boğazkesen)ına koydurduğu topu, dur ihtarına aldırmayıp, geçmeye cüret eden Antonio Riso idaresindeki Venedik gemisini, hisar kumandanı Firuz Bey verdiği ateş emriyie boğazın sularına gark etmiş olduğunu da unutacak hafızalardan değildi genç Fâtih. Bu tecrübeler ışığında Çanakkale ve Karadeniz (İstanbul) boğazlarını, toplar ile mücehhez kılarak tanzim etti.
Kudretli bir donanmaya sahip devletler boğaz savunmasında fazla zorlanmazlar. Çünkü öyle devletler düşman gemilerini açık denizde karşılar ve kıyılarını onların tecavüzünden korurlar. Nitekim Osmanlı donanması dünyanın en güçlü donanması" olduğunda Akdeniz gölümüz olduğundan boğazlar sıkıntıya girmemekteydi. Bizim boğazlarımız dünya bakımından her zaman stratejik olduğu malumdur. Bu bakımdan bu
404
OSMANLI TARİHİ
geçitler ticaret gemilerine her zaman açık olmalı, sadece harp gemilerinin geçişine kapalı veya kontroilü geçişe tâbi olmalıdır.
Ünlü Bizans tarihçisi Kritvulos Fâtih'in Gelibolu'da i 2 çektin, 80 adet iki güverteli, 55 adet de küçük olmak üzere 147 parçadan müteşekkil bir donanma hazırladığını, 20 bin Azep yâni denizci hazırladığını göz önüne alarak târihine şunu "Fâtih; donanmaya kara kuvvetlerinden fazla önem verdi" yazmaktan kendini alamamıştır. Sultan Fâtih ilk olarak Ege denizinin kudretli ve tek hâkim gücü olmayı kararlaştırmıştı. Balkanlar ve Ege dâima elinin altında olduğu takdir de, bir kara ve deniz devleti ortaya çıkacaktı. Mora üzerine giderken gözünü Ege Adalarına dikiyor, Sırbistan yürüyüşüyse, ona Adriyatik denizinin kıyılarına ne zaman gideceğini soruyordu sanki.. Gözünü diktiği adalar; Rodos, Eğriboz, Midilli, Taşoz, Limni, İmroz, Semendirek, Enez, Girit gibi yerlerdi. Osmanlı donanmasının başında Hamza Bey bulunmaktaydı artık. İstanbul'un Eminönü ilçesi hududianndaki Kadırga semtinde büyük bir tersane yaptırılmış, Haliç'teki tersane de pek büyüktü ve yeni kumandan Hamza Bey eski yapılmış gemileri, düşük kalitede bulmuş önce otuz tane, peşinden iki yüz tane gemi yapımına başlatmıştı. Bunların 25 tanesi üç sıra kürek-îi, 50 taneside iki sıra kürekli olup kalanı tek sıra kürekti olup ilk deneme Rodos ve Sakız'a olacaktı. Hamza Bey kuvvetli bir savunma kaleleri olduğunu gördüğü bu hedeflerin, kıyı ve köylerine baskın yaparak onların morallerini bozmayı tercih etti. Fâtih Sultan Mehmed'in deniz hareketlerine son vermeden, Papa 3. Kalikstus'un hazırlattığı bir haçlı seferi 1457'de Eğede kendini gösterdiğinde, Katalanlı Lodovico bu filonun başındaydı.
Limni, Taşoz teslim oldu. İmroz'a sıra geldiğinde burada ki Vali mesabesinde olan Kritivulos, Papa'nın amiraline, verdiği hediyelerle adayı işgalden kurtarmayı başardı. Bu sırada
SULTAN 2. BAYEZİD (VELİ)
405
Midilli Adfası dukası, Papa donanmasının Ege sularında olmasının şimarıklığıyla, Osmanlı kıyılarına saldırılarda bulunmaya başlamıştı. Bunu cezalamak, Midilli'nin alınması Hadım İsmail Paşaya tevcih edildi. İsmail Paşa burayı muhasaraya almış oniki gün sonra çekilmeğe karar vermişti. Midilli halkı bunlara direnirken gözleri ufukta Katalan-Papa filosunu gözlemişlerdi. Fakat gelen giden olmamış, Midilli Dukası Osmanlı ile iyi geçimin gerektiğine kani olmuştu. Fakat bu kani oluş bir samimi idrakten olmayıp, kendilerinden bir ortak bulamamasından kanaklanıyordu ve Fâtih'e yaptığı af ricası kabul gÖrdüyse de, uzun süreceğe benzemiyordu. 1462'de Osmanlı donanması Mahmud Paşaya teslîmen Midilli üzerine sefere çıkıldı. Bu donanmaya Ayvalik'dan iltihakı sağlanan kara askeri de çıktı. Mahmud Paşa kansız alış için teklifte bulundu. Duka kabul etmedi. İşgal gerçekleşti.
Osmanlı donanması ve kara harekâtı Karadeniz ve bölgesine umumiyetle birlikte yapıldı. Şimdi de Bayezid-i Veli dönemine bakmak sureti ile, bu padişahın deniz hareketlerine göz atalım.
Denizlerde Osmanlı devletinin en kuvvetli rakibinin Venedik olduğunu bilen Bayezid deniz meselesine babasının bıraktığı yerden ele aldı ve terakki ettirmeye başladı. Kendisince koyduğu kaide "Osmanlı devleti deniz gücünde kayba uğrarsa, Ömrü kısalır" idi. Bu halde yapılacak iş; Garp Ocakları denilen Fas, Tunus, Cezayir gibi yerlerden denizci-ler ve bilhassa değerli kaptanlar getirtmek ve meslek bakımından güçlenmek. Tersaneleri daha fazla üreten ve yeni bulunacak tekniklere açık hâle getirmek. Gemilerin mümkün mertebe büyüklerini imâl etmek ve teknik üstünlüğü elde etmek. Kaptan olarak Kemal Reis ile Burak Reis Kaptan-ı Derya Davut Paşanın yanına gelerek vazife aldılar ve denizciliğimize büyük bir ivme kazandırdılar. Amiral Afif Büyüktuğrui merhum bakın bu zevat için kalemini nasıl oynatmış: ".Ke~
406
OSMANLI TARİHİ
mâl ve Burak Reisler; tersane yapmak, yeni gemiler imal etmek, savaş talimatları yapmak suretiyle mesaiye gayret göstermişler, bir çok savaş bunlara riayet ediliğinden başarıyla sonuçlanmıştır. Davut Paşa, Burak Reis ve Kemâl Reis Osmanlı donanmasına ilmi savaş şekillerini getirenlerdir. Yine bu değerli denizcilerin tavsiyesiyle 2. Bayezid; İzmit, Sinop ve Gemlik'de birer tersane daha yaptırmaya başladı. Bu arada Preveze'de 40 tane gali yapıldığı denizcilik târihimizde yazıyor bahse konu dönemde 20 büyük gemi, 67 tane kadırga yapılmıştı. Bu gemilere bin kişi konuyor ve birer tane sağ ve solda olmak üzere top konduğu gibi, birde kıç tarafında top bulunmaktaydı. Daha önce Osmanlı gemileri, ecnebi gemilerinin toplarına karşı çanaklara yerleşmiş okçular vasıtasıyla, ok atarak savaş veriyorlardı. Karadenize akan nehirlerin gemi seyri sefainine uygun olanları, korsanların kıyılara saldırıp, büyük zararlar vermelerine sebeb oluyordu. Karadeniz mutlaka bir göl hâline getirilmeliydi. Kemâl Reisin târih sahnesine çıkması, Osmanlı deniz târihinin dönüm noktasıdır.
Gerçi donanma Fâtih Sultan Mehmed'den beri dünyanın birinci sırada deniz gücünü koruyordu. Fakat Kemâl Reise kadar Osmanlılar, Aydınoğlu umur Bey dışında deha sahibi bir amiral yetiştirmemişlerdi. Kemâl Reisin ortaya çıkması denizcilerimiz için bir hareket kaynağı olmuştu." Dedikten sonra şunu ilâve eder: "..Kemâl Reis; Derya kaptanı Davut Paşa ve hükümdara, Osmanlıları İspanya'daki Endülüs Müs-lümanlarına yardıma koşmak gerektiğini anlatan olmuştur." Kemâl Reis; 1511'de Gelibolu'ya dönerken şiddetli bir fırtınada gemisi battı ve kendisi boğularak şehid oldu. Kemâl Reis; haritasıyla meşhur Pîrî Reisin hem amucası hem de hocasıydı. Kemâl Reisin uzun menzilli toplan gemilere koydurması büyük yenilikti.
.
YAVUZ SULTAN SELİM
Tahta Geçişi
Korküd Sultan Meselesinin Halli
Ahmed Sultan'ın İdamı
Çaldıran'a Doğru
Çaldıran Meydan Muharebesi Ve Neticesi
Yavuz Sultan Selim'ın Tebriz'e Gelişi
Hilafeti Getiren Seferi Hümayun
Halebe Geliş
Mısır Yolculuğu
Ridaniye Meydan Muharebesi
Hilâfetin Osmanlı'ya Devri
Dönüş Yolu
Yavuz Sultan Selimin Son Faaliyetleri
Yavuz Sultan Selim'in Hanımları Ve Çocukları
Yavuz Sultan Selim'in Sadrıazamları Ve Şeyhülislâmları
Yavuz Sultan Selim'in Vefatı
Babası: Sultan II. Bâyezid Han
Annesi: Aişe Sultan
Doğum Tarihi: 1470
Vefat Tarihi: 1520
Saltanat Müd.: 1512-1520
Türbesi: İ İstanbul Fath Yuvuz Selim Camii Yanı.
Sultan 2. Bayezid Altmış iki yaşına girdiğinde; Yeniçerilerin arzularının Şehzade Selim'i, Selim-i evvel yâni 1. Selim olarak Devleti Aliyye'nin tahtına davet buyurmaları, ve Şehzadenin babasına red edilemeyecek şerait içindeki ısrarı Hazreti Bayezid-i Velî'nin tahtı saltanatı terki ve bir ay gibi kısa bir müddet sonra ahirete intikal etmesi Osmanlı Devletinde yepyeni bir dönemin açılmasına vesile olmuştu.
Osmanlı tarihine dikkat edersek şunu görürüz ki; hafif tertib duraklamalar ileride yapılacak büyük olayların, kazanılacak zaferlerin ve fetihlerin hazırlık safhaları olduğuna kanaat getiririz. Bu kanaatimizi belki fazla afaki bulanlar olacaktır ammd şu misalle gözler önüne sermek isteriz. Şu anlarda yaşı enaz kırk olan insanlar iyi hatırlarlarki Mehter Takımını İstanbul'un Fethi'nin beşyüzüncü yıldönümü olan 1953 senesinde ilk defa müşahede etmek imkânı elde edilmişti. Tek parti devrinin otoriteleri maziden olan her mirası kilit altına alması gibi Mehter ve takımı da bu kategoriye dahil etmişti. İşte 1953 senesi 29 Mayıs günü mehter Takimi'nın yürüyüşünü biraz tuhaf bulanlar çok olmuştu. Şöyle idi ki, hâlâ öyledir çünkü esasta da öyleymiş; iki adım atılıyor sonra bir duruş fakat o duruş öyle azametli ve karşısındaki insana korku veren, dosta ise ne yapacağını bilen böyle yürür dedirtip güven veren bir yürüyüş tarzıdır. Bu yürüyüşe biraz dikkat edilirse atılan adımların o duruşlar anında hesaplandığı açıkça görülür. İşte Devleti Osmaniyye de böyle bir müddet durakladı mı bu yeni bir dönemin hazırlığı şeklinde neticelenmiştir.
Bavezid-i Velî devri, kendi safhaî hayatını verirken zirketti-riimiz sebebler yüzünden biraz duraklamalar geçirmişti. Taht-, Osmaniyi dolduran yeni Padişah genç demiyoruz çünkü 42 vasında idi. Cesaret, şecaat, kuvvet, maharet celâdet en mühimi âümSere olan muhabbeti ile büyük işler yapacağının emarelerini taşıyordu.
Yavuz Sultan Selim, Hicrî 876/Milâdî 1470 yılında doğmuştu. Saltanatı sekiz sene gibi çok kısa bir müddet devam etmiş fakat bu kadar kısa müddet içinde «Bu dünya bana dar geliyor»» diyecek kadar işleri hakikat kılmıştı.
Yavuz Sultan Selim tahta cülus ettiği zaman ağabeyi Kor-kud Sultan da Dersaadet'te bulunuyordu. Yavuz Sultan Selim «Ebul Hayr» namsyle anılan bu âlim Şehzade ağabeysinin canına kıymadı. Ona sancak verip selâmetle sancağına gönderdi. Saruhan sancağı Korkut Sultan'ın eski sancağı idi. Yine orası ona verilmişti. Amasya sancağında ise Ahmed Sul-tan'a vazifesine devamı emir olunmuştu. Yavuz Selim'in oğiu Şehzade Süleyman kefe sancağından dersaadet'e davet edilmişti.
Bu arada Şehzade Ahmed Sultan kardeşinin tahta çıkışını kabul etmediğini gösteren bir harekete girişmişti. Oğiu Alâ-eddin Suitanı Bursa'ya göndermiş şehri zapteden Şehzade Alâeddin Sultan, halka ağır vergiler yüklemişti., Bu haberi alan Hazreti Padişah ilk iş olarak Anadolu sahillerine yirmi-beş karakoldan müteşekkil bir donanmayı göndejrip onları devriye gezmekle vazifelendirdi. Böyle yapmasından ikinci bir Cem Sultan olayına imkân bırakmamaktı. Çünkü o aslan pençesi ile isyancıları perişan edeceğine îmanı tamdı. Ele geçiremezse bunun da Cem Sultan gibi Avrupa'ya sığınması devletin yeniden elinin kolunun bağlanmasını intaç ederdi. Bu tedbiri alan Sultan, Orduyu Hümayun'un başına geçib Bursa'ya yürürken oğlu Şehzade Süleyman'ı Dersaadet'te kayrnakam-ı saltanat olarak bırakmıştı. Alâeddin Sultan amcasının geldiğini görünce soluğu ta Malatya'nın Darendesin-de aldı. Padişahın, oğlunu kovaladığını duyan Şehzade Ah-med Sultan derhal Amasya'dan firar edip iki mahdumunu Şah İsmail'in yanına göndermişti.
Hazreti Yavuz Selim Amasya sancağını Davut Paşazade Mustafa Paşa'nın idaresine verip, kendisi Bursa'ya döndü. Artık durum anlaşılmış tahtı saltanat Ahmet Sultan tarafından redde oğulları dahi bu işte vazife almışlardı. Yavuz Selim, Ahmed Sultan'in isyanına katılan çocuklarının beşini cezalandırmış ve Bursa'da bulunan İkinci Murad'ın türbesine defnettirmişti bile.
Şunu söylemek gerekiyor ki, Mizancı Murad Bey tarihî umumisinde her padişahın devrini an'atmaya başladığında o güne kadar idam edilen ne kadar şehzade varsa onları tekrar tekrar anlatır. Şüphesiz ki, bu idamları alkışlamak icab etmez, fakat görüyoruz ki, devamlı bir isyan ve ayaklanmalar bu hanedan mensuplarından geliyor. Murad Bey söz konusu tarihini bildiğiniz gibi cennetmekân Abdülhamid Han zamanında mahkûm olarak bulunduğu Rodos kalesinde yazmıştır.
Osmanlı Sultanlarına bu noktada yâni idamlar noktasında bîtaraf olarak değil de birtaraf olarak bakmasının rolü var mıdır acaba? Kendisi ve bir de her şeyi bilen âlemlerin rabbi bilir. Murad Bey üzerinde duruşumuz bu zatın cidden münevver ve cennetmekâna (Abdülhamid) olan bağlılığından dolayıdır. Yoksa batı taassubunun bağlıları olanlara sözümüz yoktur. Onların vazifeleri bu muhterem insanlara diş bileyip hezeyan savurmaktır.
Yavuz Selim'in, Şehzade Ahmed Sultan'ın çocuklarına vaptığı muameleyi duyan Korkud Sultan yanına asker toplayıp tahtı ele geçirme hazırlıklarına başladığı sırada Hz. Padişah onbeşbin askerle Manisa önünde aniden belirdi.
Korkud sultan yanına aldığı muhasibi Piyale beyle birlikte teke sancağında bir mağaraya kendilerini zor attılar. Yirmi qün kadar orda saklandılar. Yiyecekleri bittiğinde Piyale Bey mağaradan çıkıp yiyecek temini ve Avrupa'ya kaçabilmek için çare ararken Teke sancağının adamları tarafından yakalandılar ve Bursa'ya gönderildiler. Burada Piyale Bey'i Korkud Sultan'dan ayırdılar ve idamı emredilen Korkud Sultan cellâttan bir saat kadar müsaade isteyip bir mersiye yazıp Padişaha verilmesini istedi ve boynunu kirişe uzattı. Hazreti Padişah mersiyeyi okuduğunda çok üzüldü. Onları yakalatan onbeş kadar Türkmen ihsanı şahane beklerlerken Padişah Hazretleri bunların da idamını emretmişti.
Ahmed Sultan yirmibin süvari askeriyle Amasya'dan Bursa'ya doğru yola çıktı. Keşiş dağı önlerinde Anadolu Beylerbeyinin kumandasındaki Padişah kuvvetleri ile karşılaştı ve kazandı. Eğer durmayıp hemen Padişahın üzerine y'ürüseydi belki de tarih bir başka tecelli edecekti. Fakat Şeyhül Ekber Muhiddin İbni Arabî Hz.leri dememiş miydi: »Sin, Sına girdiğinde bizim kabrimiz meydana çıkar.» İşte Ahmed Suİtan'ın isminde Sin harfi yoktu fakat Yavuz Sultan Selim ismiyle o Sin harfine mâlikti.
İkinci muharebe Yenişehir önlerinde vukubuldu. Bir çok rnüslümanın kanı aktı fakat zafer ve taht Yavuz Sultan Selim'de kaldı. Esir olarak yakalanan Şehzade Ahmed Sultan cellâd Sinan'ın elinden ecel şerbetini içti ve Murad'ı Sani'nin türbesine gömüldü. Bu sırada tarihler Hicri 919/Milâdî 1513 yılını gösteriyordu.
Safevî türklerinden olup mezhebi Şia olan Şah İsmail Yavuz Selim'in tahta cülusunu tebrik için elçi göndermekle beraber Osmanlı'nın doğu hududlarında Şîi mezhebinin propo-gandasını icra etmekten çekinmiyordu. Yazdığı şiirlerin Türkçe olması hasebiyle bir çok insanın bu sapık mezhebe meyline sebeb oluyordu. Şiîlik felsefî bir sapıtma neticesi olmakla beraber aslında siyasî bir harekettir. Bu siyasetin doruk noktasına yükseldiği bu sıralarda nümayan idi. Şah İsmail esasta Ahmed Sultan tarafını tutuyordu. Fakat ehli sünnet mensubu Ahmed Suîtan'ı tutuşu cidden Ahmed Sultan'ı sevmesinden değil Yavuz Sultan Selim'e alternatif olmasındandi. Bu arada Hazreti Padişahın Bursa'ya yürüyüşü sırasında kaçan Alâed-din Şah Mısır'da vebadan ölmüştü. Ahmed Suitan'ın diğer oğlu Şehzade Murad'ı yanına almış, ondört sene süren devamlı muharebe tecrübesiyle Yavuz Sultan Seiim Hazretlerinin karşısına çıkmaya mağrur bir şekilde karar vermişti.
Hazreti Padişah yüzseksen bin kişilik ordusuyla Sivas'a geldi. Sivas önlerinde Orduyu Hümayun'a bir resmî geçit yaptırdı. Bu resmî geçit çok muhteşem bir resmî geçid oldu. Bilhassa cennetmekân Sultan Bayezid-i Velî Hazretlerinin geliştirmiş olduğu seyyar topçu birlikleri, seyredenlerin gözlerinin faltaşı gibi açılmalarına sebeb oldu. Çünkü bu toplar istihkâmlara sabit olmayıp gayet hareketli arabalara yerleştirilmiş esnayı harpta arzu edilen cihete ateş edebilmek imkânına sahip kılınmıştı. Burada bir hatırlatma yapalım. Bu satırları okuyanlar bu buluşu bugünün şartlan içinde mütalâa ederlerse şüphesiz ki çok basit bulurlar. Fakat gününün şartları içinde düşünebilmek ancak bu buluşların ne azim bir teknik sahibi olan ecdadımızın varlığını hatırlar. Çünkü o sıralarda Avrupa'da daha tuvalet dahi bilinmiyor, şimdi hastalara ve küçük çocuklara kullanılan oturak gibi kaplara defî hacette bulunurlardı. Londra'da yaz günü herkes şemsiye ile gezerdi. Bu güneşten korunmak için değil ikinci ve veya üçüncü kat'tan üzerine atılacak pislikten korunmuş olmak içindi. Yine o sıralarda Avrupanın en gelişmiş insanları olan şövalyeler dahi en ufak medeniyet kurallarından habersizdirler. Anlatılır ki, bir yuvarlak masa şövalyesi toplantıda süm-kürdüğünde karşısındakinin omuzundan aşıp duvara yapışmış ve muhatabının aman demesine mukabil «yaralanmadınız ya dostum» diyerek en yüksek mensuplarının dahi medeniyeti insaniyeden ne kadar mahrum olduklarını anlatır sanırız.
Bugün hayranı olduğumuz batı medeniyetinin mazisi budur. Maalesef milletimizin son altmış yıldır biz şöyle berbadız, böyle kötüyüz diyenleri bu altmış yıl için söylüyorlarsa belki mazurdurlar amma bu fikir ve görüşlerini o şanlı ecdadımıza da teşmil ediyorlarsa yaptıkları yedikleri kaba pislemekten ibarettir. Evet geleiim Çaldıran'a doğru...
Resmî geçidin bitişinden sonra zaferler başbuğu Yavuz Se-lîm ordusunun kırkbin kadar kuvvetini Kayserime Sivas arasına serpiştirdi. Bu bir bozgun halinde (Allah muhafaza) bozulacak asayişi temini nizâm dahiline sokmak için düşünülmüştü. Erzincan tarafına doğru yanında yüzkırkbin kişilik mücahidini havi olarak yürüyüşe geçen Padişah Hazretleri resmî geçidin raporlarının Şah İsmail'e çoktan vardığını tahmin ediyordu. Bu arada Hazreti Padişah ile Şah İsmail Safevî arasında nameler teati ediliyor, ince nemaket satırları arasındaki hareketler her hangi biru sulh imkânını ortadan kaldırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Yalnız elçiler gitikleri yerlerden dönebiliyorsa bizar da malûmatlar getirmiş oluyorlardı.
Cİçbin kilometreye yakın bir yolu kat etmiş olan Orduyu Hümayun sabırsızlanmaya başlamıştı. Hele İran hududuna girip de Şah İsmail ve askerinden eser görülmeyince artık dönüp gitme istekleri çoğalmaya başladı. Bunun üzerine bu işleri kışkırtan bir kaç kişi derhal idam olundu. Şah İsmail, Osmanlı Ordusunu İslâm'ın kılıcı mücahidleri, aç bırakmak için o taraftaki bütün ekin ve yiyecekleri yaktırmıştı. Fa-kat bu gelen ordu bir başıbozuk kafilesi değil cihanın en büyük kumandanlarından Yavuz Selim'in idaresinde bir ordu idi.
O ordu adaletle idare olunan, etrafındaki köylere sarkıntılık yapmayan, üzümcünün bağından kopardığı bir salkım için bir kese akçe bağlayan bir Orduyu Hümayun idi. Osmanlı Ordusunun ta İstanbul'dan kalkıp buralara gelmesi büyük bir iktisadî olaydır. İkiyüz bine yakın insan ve bu insanları taşıyan atlar, arabaları ve yükleri çeken öküz, manda gibi hayvanlar her halde açlık ve susuzluklarını havadan nefes alarak temin etmiyordu.
Hele çarpışacak bir ordunun gıdasının daha mükemmel olması icab ederse bunu temini şüphesiz ki, büyük bir iktisadî olaydır. Zaferle neticelenen bu savaş bu lojistiğin mükemmel bir şekilde icra edildiğinin kesin delilidir. Yılmaz Öztuna Bey Türkiye tarihi'nde bu uzun mesafelerde yapılan iki sefer misal gösterir. Bunun ilki Napolyon'un, ikincisi Hitler'in Rusya seferleridir ve neticenin ise seferi yapanların fecî mağlû-biyyetleri olmasını bir düşünürsek Çaldıran muffakiyetinin yalnız savaş meydanında değil oraya kadar gelişteki mükemmel organizasyonun tesiri olduğunu göz önüne almalıyız.
Çaldıran Savaşının cereyanına geçmeden evvel son bir olayı anlatalım.
Şah İsmail ortada görünmüyor, her taraf didik, didik aranıyor netice alınamıyor. Bunun üzerine yine Koca Sultan Yavuz bir kadın elbisesi diktirip bir nâme ile Şah İsmail'e gönderiyor. Bu tahammül edilmez hakaret her halde Şah İsmail'in meydana çıkmasına yetiyor.
Tarihler Hicrî 920/Milâdî 1514 yılını gösterirken Osmanlı Devleti Anadolu yakasında yaptığı muharebelerde Anadolu yakasında yaptığı muharebelerde Anadolu askerini sağ cenaha Rumeli askerini sol cenaha alırdı. Eğer savaş Rumeü tarafında olursa bunun tersi yapılırdı. Sinan Paşa Anadolu Beylerbeyi olarak sağ cenahta, Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa sol cenahta, merkezde Zaferler Padişahı yer almaka beraber hemen önünde Hersek'li Ahmed Paşa ve Mustafa Paşalar yer almıştı.
Şah İsmail ise kendi ordusunun sağ cenahında yer almış böylece Rumeli askerînin karşısına düşmüştü. Diyarbakır hâkimi üstadı Mehmed Han'ı ve ileri gelen kumandanlarını kendi ordusunun sol cenahına merkeze ise kendisinin baş veziri olan Seyyid Abdülbaki efendi ve Meşhur Seyyîd Şerif-i Cürcani torunlarından Seyyid Şerif bulunuyordu.
Bayezid-i Velî Hazretlerinin geliştirmiş olduğu topçu birliği mükemmel bir şekilde tanzîm edilmiş ve Orduyu Hüma-yun'un önü alev ve ölüm püstürken sûnü bir duvarla örülmüştü sanki. İşte Şah İsmail iyi bir kumandan olmasına rağmen kurbu nevafil sahibi Yavuz Sultan \Selim Hazretlerinin şüphesiz ki dünya işlerinde de ayarında değildi. Savaşı oniki saat sürmeden kaybetmesine vesile olacak hatayı işledi. Haddi zatında avantajlar Şah İsmail tarafında idi. Şöyle ki; Orduyu Hümayun 3000 km'lik bir yol kat etmiş, yorgun ve uzun müddet şia kuvvetlerini aramaktan bezgindi.
Şiî'ler üstelik kendi topraklarında bu savaşı yapıyorlardı. Şüphesiz ki bunlar büyük avantajlardı. Ayrıca moral bakımından da durumları iyi idi. Son yıllarda ki bu ondört senedir yaptıkları bütün savaşlarda galip gelmişlerdi. Büyük hata şu oldu. Şaha kumandanları dediler ki, bu toplar bize çok zarar verecek, bir tedbir almalıyız. Şah cevap verdi ki; o toplar-onların başına belâ olur.
Çünkü saldırıyı yandan yapacağız. Onlar o toplan binbir güçlükle çevirene kadar biz onların başlarını omuzlarından düşürürüz, dedi. Ve sağ cenahından Rumeli askerinin üzerine hücuma kalktı ve o zaman şaşırdı. Çünkü toplar o kadar kısa zamanda yön değiştirmişti ki ancak kendi dizginini çekmeye vakit bulabildi. Topçu kumandanı Aydın Paşa askerine kendisi işaret vermedikçe ateş edilmiyecek diyerek tenbihte bulunmuştu.
Kızılbaş askeri topların tesir sahasına girince o yuvarlak ağızdan çıkan ateş gülleleri, Şah İsmail'in yalnız askerini cehenneme göndermiyor kafasında düzdüğü hayallerin sonunu da ilân ediyordu. Şah İsmail'in askerleri ağır zırhlar içinde zor hareket ediyorlardı. Buna mukabil Osmanlı mücahidleri, Ehii Sünnet Ve'1-Cemaat İnançlıları, kendilerini Rabbine ısmarlamış, pazulara kadar suvalı kolar, cepkenlerin göğüsleri açık pala savuruyorlar ve zırh ekleri arasındaki yerlere soktukları kılıçları düşmanının işini bitiriyordu. Hele bunlar yere bir düştü mü ayağa kalkmaları için yardım lâzımdı. Savaş meydanında o yardım kolay bulunur nesne değildir tabii...
Hava kararmadan bu savaş bitmiş, Şah İsmail mağlûp ve münhezîm olarak kaçabilmiş fakat harp meydanında taht ve tacının yanına hanımı Taçlı hatunu da bırakmıştı. Tebriz'e kaçan Şah İsmail zaferler padişahının orayı da alacağını bildirinden İran'ın iyice içlerine kaçmayı tercih ediyordu. Her iki taraftan kumandanlar seviyesinde çok kayıp vardı.
Sah İsmail'in Başveziri ölüler arasında idi. Osmanlı müca-hidlerinin şehidleri de az değildi. Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa bir okla vuruldu saffı harbin dışına çıkarıldığında ruhu teninden ayrılmış şehadet nasip olmuştu. Şah'ın karısının harp meydanında işi neydi denilebilir. Şöyle açıklamak isteriz.
Şah İsmail ordusunun savaş alanından kaçmaması için herkesin hanımını savaşa getirirdi. Dolayısıyla kendi hanımlarından ikisini de bu savaşa getirmişti. Bu savaşta Osmar!ı askerinin eline esir olarak çok miktarda da kadın geçmesi Şah'ın kadınları savaşa getirmesinden dolayıdır.
Şimdi bu savaş sebebiyle maalesef günümüzde dahi şerefli âl-i Osman hanedanının bu büyük Padişahı Yavuz Sultan Selim hakkında ileri sürülen, işte Iran elçisini haps etti, efendim Şah'ın hanımını başkasıyla evlendirdi, tüccarlarının malarına el koyuldu gibi meseleleri daha o zamanlar Kaanunî Sultan Süleyman merhum Padişahtan sonra tahtı Osmaniyeyi şerefendirdikten sonra bir sohbet sırasında bu meseleleri ortaya atar ve sanki bugüne ışık tutarcasına açıklanmasına vesile olur. Bu bahsi özetleyerek Tacüt-tevarih sahibi Hoca Saadeddin Efendinin satırlarından nakledelim:
Bildiğiniz gibi Hoca Saadeddin Efendi Hazretleri Eğri zaferinin manevî fâtihidir. Yeri gelince gösterdiği metanet ve zafere olan îmanını anlatmaya gayret edeceğiz. Hoca Saadedin Efendi aynı zamanda Yavuz Sultan Selim'in sır arkadaşı Meşhur Hasan Çan'ın mahdumudur. Bundan dolayıdır ki Yavuz Sultan Selin, devrini en iyi anlatan tarih Hoca Saadeddin Efendinin Tacüt tevarihidir. Yukarıdaki bahsimize dönelim Hoca Saadeddin Efendi şöyle anlatıyor:
«Makbul İbrahim Paşa ve babam Hasan Can Kaanuni Sultan Süleyman'ın bir sohbetindeydik, Paşa Hazretleri bana dönüp Sultanımız; pederlerinin bazı işlerine itirazları vardır. Siz ki merhum padişahın sır arkadaşı idiniz herhalde, bunları da bilirsiniz açıklasanız da iyi olur çünkü sultanımız isterler.
Kaanuni: Bizim Padişah babamız hazretlerine itiraz haddimiz değildir, fakat sebebleri bilirsek daha rahat ederiz.
Hasan Can: Nakledeyim; ancak siz sorun!
İbrahim Paşa: Meselâ elçiye zeval olmaz düsturu bütün hakanlarımızın üzerine durduğu nesne iken İran elçisi Mîr Abdülvahhab gibi âlim bir zatı nasıl haps eder uygun muydu?
Diye ilk soruyu sorar.
Hasan Can: Şah'ın yaptıkları mutlak halledilmesi harbe kalmış işlerdendi, çünkü yaptığı propoganda milleti İslâmiy-yeyi ilhad çukuruna sürüklüyor, mutlaka önlemek lâzım. Elçi ise Şah'a söz vermiş, mutlaka sulh yapacağım, bizim bu hassasiyetimizi bilmez gibi.
İbrahim Paşa: Peki Şah'ın eşini başkasına nikahlamak nasıl oluyor?
Hasan Can: O karar İslâm ulemâsına sorularak verilmiştir. Şer'î şerifin ruhsat verdiği işi yapmaya itiraz olur mu? Husu-sen Tâci zade Cafer Çelebi âlimlerin önde gelenlerindendi, Şeriata aykırı olsa alır mıydı? Hem bilirsiniz Şah büyük, küçük herkesin evine dalar mahremlere çirkince sataşırdı. Çoğu kadınları bu yolla sarayına doldurmuştur. Siyaseten de Şah'ın kalbinde üzüntülere yol açmaya vesile olarak bu tutumu seçmiş ola.
İbrahim Paşa: Tüccarların malların alınması? Hasan Can: Tüccarların marifetiyle o yaramazların ellerine savaş âletleri geçiyordu. Bunları öğrenen Padişah o yolu kapattı böyle yapanların mallarını toplatıp emanete aldırdı diner tüccarlara ibret olsun böyle yapmasınlar, kolay para kazanma alışkanlığından uzaklaşsınlar diye yaptı.
Yukarıdaki mealde cevab veren Hasan Can, Kaanuni Hazretlerinden tasdik görmüştür.
Yavuz padişah zaferler ordusunun başında Tebriz'e girdiğinde Şah İsmail'den beri zorİa Şia mezhebine meyil ettirilen ahali sevinçlere gark oldu. Çünkü onlar sahabenin büyüklerine zorla di! uzatır hale getirilmişlerdi.
Bütün camilerde Kur'an'lar okunuyor, hutbelerde dört büyük halifenin ismi zikrediliyordu. Bütün bunları Allah'ın verdiği nusret ve zaferle getiren Yavuz Sultan Selim ve onun mücahidler ordusu olmuştu.
Hazreti Padişah bin kadar âlim, şâir ve sanatkârı bir kafile olarak Dersaadet'e gitmek üzere yola koydu. Hasan Can da bu kafile ile Dersaadet'e gelmiştir.
Yavuz Selim dönüş yolu üzerinde olan Bayburt'u harben feth edince Kığı kalesi kendiliğinden teslim oluverdi. Dönüş sırasında yiyecek sıkıntısı hissediidi. Temini akça karşılığı olarak yapılmaya çalışıldı. Fakat asker sağı solu yağmalamaya başlayınca biraz da buna göz yuman Hersekoğlu Ah-med Paşa ve Dukakin oğlu Ahmed Paşa vazifelerinden alındı ve Padişahın hatırından silindiler. O senenin Ramazan bayramı namazını Niksar'da kılan Padişah bu arada Zulkadir oğlu Alâüddevle'nin üzerine yürüdü. Yapılan savaşta Alâüddevle hem devletini hem başını kaybetti, tarihler Hicri 921/MiIâdi 1515 yılını gösteriyordu.
Diyarbakır şehrini de aynı sene içinde feth eyleyen Padişah Hazretleri, Bıyıklı Mehmed Paşa'yı kumanda ettiği birliklerle Safevîlerin son mukavemetlerini kırmak üzere gönderiği Koçhisar'dan zafer haberini alarak memnun oldu. Bu arada büyük islâm kumananı Selâhaddin Eyyûbi Hazretlerinin ru-haniyetine olan derin rabıta ve sevgisi onun torunlarının dev. ojan Mardin ile Siirt arasındaki Eyyübi Melikliğine el vur- mâni olmuştu.
Bu büyük seferi anlatmadan evvel yine Tacüt Tevarih'ten bir mukaddime ile rüyayı sadıkaya dayanan bir tebşire ehemmiyeti münasebetiyle temas etmeyi uygun gördük.
Hoca Saadettin Efendi babası Hasan Çan'dan nakl ediliyor. «Yavuz Selim Hazretleri gecelerin çoğunda uyumaz nafile namazları kılar, teheccüd namazlarını ise hiç aksatmazdı. Çoğu gecelerde de kitap okur, bazen de Hasan Çan'a okuturdu. Hasan Can bir gece yorgunluk ve rahatsızlık hasebiyle yatsıdan hemen sonra yatar ve sabaha kadar uyur.
Sabah namazına kalkıp eda ettikten sonra Hazreti Padişahın huzuruna gider. Padişah Hazretleri sorar: «Bu gece hiç görünmedin ne yapıyordun? Yorgunluktan uyuyunca sabah namazına kadar uyumuşum diye cevab verir Hasan Can. O zaman Padişah Hazretleri sorar «ne rüya gördün?-. Hatırlayacak bir rüya görmedim efendimiz diyen Hasan Can padişahtan şu sözü iştir. «Bütün gece uyuyasın ve rüya görmeyesin, çekinme söyle». Hasan Can: Yemin ederek rüya görmedim Sultanım deyince Padişah Hazretleri: «Acayip iştir bir rüya vardır görülmüş ola». Hasan Can Padişahın yanından ayrılır. Düşüne düşüne kapu ağası dairesine gider, bakar ki Hazine-darbaşı Mehmed Ağa, Kilercibaşı, Saray Ağası ve Kapı Ağası Hasan Ağa oturuyorlar. Fakat Hasan Ağa bir acayip gözleri yaşlı, başını önüne eğmiş düşünürdür ur.
Hasan Can sorar: Nedir bu hal Hasan Ağa?
Diğer misafirler cevap verir: Ağa bir rüys görmüş. Hasan o zaman sırrı anlar, tevekkeli Padişah durmadan bir rü-
yadan söz eder. Hasan Ağaya ısrar eder, rüyasını anlattırır. Şöyle ki; yatsıdan sonra Hasan Ağa uyur çünkü her gece te-heccüde kalkar fakat öyle bir rüya görür ki «Ağa kapısının kapısı vurulur kapıyı aralayan Hasan Ağa koridorda elbiseler içinde nur yüzlü bir çok asker bekleşir bir insanın giremeyeceği aralıktan dört kişi içeri süzülür ve kapıyı çalan konuşmayı alır ve der ki: «Bilir misin niye geldik? Ben de buyurun dedim. Dedi ki bizler Resulûllâh'in ashabıyız. Allah'ın selâmı üzerine olsun, bizi Resullûlah Hazretleri gönderdi. Selîm Han'a selâm söyledi ve buyurdu ki kalkıp gelsin Haremi Şerifin hizmeti ona nasib kılındı. Bizleri görürsün ki bu zat Sıd-dık-i Âzam, bu zat Ömer-ül Faruk, bu zat Osman Zîn-nu-reyn'dir. Bende seninle konuşurum Ali İbnü Ebî-Talib'im, var Selâm söyle deyip kayboldular», dedikten sonra ağlamaya devam eder.
Hasan Can, huzuru Padişahiye dönünce yine rüya sorusuyla karşılaşır ve şöyle hitap eder, Padişah «Hasan Can sabaha kadar yatıp uyudun rüya görmemen acayip, söyle hayvan gibi yatıp uyudun mu?» der.
, Hasan Can cevap verir.
— Sultanım o rüyayı bu Hasan kulunuz görmediyse başka Hasan kulunuz görmüş müsaade varsa anlatayım deyince Padişah anlat der. Dikkatle rüyayı dinleyen Padişah Hazretleri: «Hasan Can görürsün ki biz her zaman görevi almadan hareket etmeyiz. Babalarımız ve dedelerimiz evliyaullâhtan el almışlardır. Zahire çıkan kerametleri vardır. Bakma biz onlara benzemedik» diyerek nefislerini bastırırlar.
Şimdi bu rüyayı anlatmamız şu dünya işlerinin başka yerlerde kararlaştırılıp ötelerin ötesinden gelen habercilerle bildirilmesi ancak böyle îmanı sağlam ve keşfi açık zatlara bu-yurulduğunun binlerce milyonlarca misalinden biridir.
Ru rüya üzerine Hazreti Padişah Mısır seferine hazırlıklara slar. Çünkü iki Cihan Serverİ Efendimiz Hazretleri (S.A.V.) zife vermiştir. Bu vazifeyi hâiz olduğu mertebede kendisine haberdar eylediğini bildirdiğinden olsa gerek Padişah Hazretleri illâ rüyayı sorar. İkinci erbabı Hasan Can zannıyla Hasan Çan'a ısrar eder. Fakat ol teveccüh Kapı Ağası Hasan Ağa'ya olmuştur.
Bu rüyanın naklinden sonra Mısır seferine avdet edelim. Yukarda naklettiğimiz kutlu rüyadan sonra Hazret-i padişah Veziriazam Sinan Paşayı kırkbin askerin müsellah (silâhlı) olarak bulunduğu Kayseri'ye gönderdi. Bir ay sonra da yâni Hicrî 922/Milâdî 1516 yılının ilkbaharında hedefi Mısır olan seferi bilfiil başlatmış oluyordu. İstanbul'da kaymakam-ı saltanat olarak Pîrî Mehmed Paşa bırakılmış Şehzade - Veliaht Süleyman Sultan Edirne'ye, Hersekzâde Ahmed Paşa Bursa'ya taht muhafızı olarak gönderilmişti. Yavuz Selim bu seferin İran'ın üzerine olduğunu göstermek ve Kölemenleri kandırmak istediyse de çok tecrübeli Kansu Guri'yi bu dolaba koymak mümkün olmadı. Kansu Guri Suriye hududuna gelmiş muhtemel bir Osmanlı hücumunu burada karşılamayı uygun görmüştü.
Yavuz Selim önceden gönderdiği Sinan Paşayla Elbistan'da birleşmiş ve bu arada Bıyıklı Mehmed Paşa yanındaki kuvvetlerle Orduyu Hümayuna katılmıştı. Arkasından Ramazan oğlu Mahmud Bey ve onu takiben Kölemenlerin bir valisi olan Yunus Bey de saf değiştirerek hak olan taraf Sultan'ın yanında yer almıştı. Bu arada Kansu Guri, İran'ın içlerinde tiril tiril titreyen Şah ismail'e ittihat teklif ettiyse de bu sarhoş buna cesaret edememişti. |
Çünkü Çaldıran'da beyni bâlâsında patlayan yumruk ya aklmı tamamen başından almıştı yahut da aklını tam olarak kullanabilmeye vesile olmuştu. Bildiğimiz odur ki Kansu Guri'nin yerinde teklifine evet diyememiştir. Tabii bu Osmanlı için iyi olmuştur. Çünkü unutmamak gerekirki düşmanı teke düşürmek siyaseti Ümiyyenin icabıdır.
Şimdi Mısır'a sefer yapmak bir yerde, o zaman hilâfetin payitahtı olan Kahire'ye yürümek demekti. Yâni üzerine yürünülen yalnız Kölemenler değil, Kansu Guri değil ya kimdi? Halife idi, Halife 3. Mütevekkil, sanki Kansu Guri'ye bağlı idi. Halife-i rûyi zemin vazifesini yapabimekten uzaktı. Zaten Yavuz'u bu sefere çıkmaya iten sadece siyâsi ahval değil İki Cihan Serveri'nin dört büyük halifesi ile kapucubaşı Hasan Ağanın rüyayı sadıkasındaki tecelliyatı ve bu tecelliyatı, siyasî ahvalde gösterdiğinden, halin mecburiyeti münasebeti ile Zenbilli Ali Efendi Hazretleri fetva vermişti. Nişancı Hoca-zâde Mehmed Celebi Hazretleri ise,-Harem-i Şerifin muhafız-lığı ve Hilâfetin Osmanlı Devletinin uhdesinde kalması iktiza ettiğini belirtmişti.
Bu arada Kansu Guri, Padişaha elçi yollamıştı. Fakat gelen elçiler alışılmışın dışında zırhların içine gömülmüş askerlerdi. Yavuz Selim: «Kansu Guri'nin yaranda âlim, fâzıl, ulemâ yok mudur?» diye sordu. Ve bunların idamını emretti.
Yunus Bey ki, (Kölemenlerin bir valisi idi, Yavuz Selim tarafına geçmişti) hemen Padişahın ayağına düşüp bağışlanmalarını diledi. Padişah bunları af etti.
Orduyu Hümayun Halep üzerine doğru yürüyüşe geçti. Halep'in kuzeyinde Mercidabık adlı mahalde iki ordu karşı karşıya geldi. Yavuz Selim Hazretleri, zaferler ordusunun cenahlarının kumandanlarını şöyle taksim buyurmuşlardı. Sağ cenahta Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa, Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa, Şehsuvaroğlu Ali Bey ve Ramazanoğlu Mahmud Bey, sol cenahta ise Sivas Beylerbeyi Sadi Paşa ve Rumeli askeri yer almışlardı. Gazi Hazreti Padişah ise Yeniçeri ve Azeb askeri ile merkezde bermutad yerini almıştı. Toplar ise yine Çaldıran'da olduğu gibi bir duvar sistemi içinde dizilmişti- Muharebe çok şiddetli oluyordu. Bayezid-i Velî Hazretlerinin bizzat geliştirdiği toplar, mahdumunun zaferlerinin istiradı sebebi oluyordu. Mısırlılar bu muharebeye ancak sekiz saat dayanabildiler. Topçuların muntazam atış salvoları Osmanlı kıskacı Kölemen ordusununu sarıp yok etmek üzereyken firar yoluna düşenler canlarını kurtarabildiler. Firar yoluna Kansu Guri de başvurmuştu amma, yaşlılık, üzüntü ve kurtulma heyecanı bu yaşlı müslümanı bitap düşürdü, atından inince bir su kenarında bir seccadeye uzandı ve ruhunu teslim etti. Biz bir mü'min olarak Bayezid-i Veli Hz.leri nin intikalinde ona gaib namazı kılan bu zâta Allah'tan rahmet dilemeyi vazife addediyoruz. Kansu Guri seccadenin üzerinde öldüğü zaman ona kimse sahip çıkamadı. Çünkü öyle bir firar hareketi uygulanıyordu ki herkes kendini kurtarma kaygusuna düşmüştü. Osmanlı'nın zaferlere alışmış sancağı galebenin verdiği güzellikle dalgalanıyor, Kölemenler mağlûp ve münhezim olarak savaş meydanını o günün de galibi en büyük İslâm devletinin kahraman mücahidlerine terk ediyordu. Kansu Guri, İstanbul'a kadar gideceğini hesapladığından hazinenin tamamına yakınını yanma almıştı. Fakat Kahire'de yaptığı hesab Mercidabık'ta, beni yanlış hesapladın dercesine feryat etmişti. Hazine Devleti Osmaniyye-nin etine geçti. Tarihler Hicrî 922 Recep ayının 23'ünü/ Milâdi 1516 Ağustos'unun 24"ünü gösteriyordu.
Zeferler ordusunun kumandanılXsalış kılıcın güçlü bileği mâveniyat ordusunun mübarek eri Hazreti Yavuz Selim, Cu ma namazını Haleb'de kıldı. Hutbeyi okuyan hatip «Sahibü Haremeyn» lâkabını ilâve edince Yavuz Selim Hazretleri sır tından hilâtını çıkartıp hatibe hediyye olarak gönderirken sözleri söylemesini emir etti. «Sahibül Haremeyn değil Hadi-mül Haremeyn». Hatib hutbeyi Padişahın istediği şekilde tashih edince bütün herkes o gün de bu gün de bu Velî Sultanın İslâmî dikkat ve hassasiyetine hayran kalmıştır.
Halep'ten ayrılmadan Çömlekçizâde Kemal Çelebi'yi kadı, Karaca Paşayı da muhafız tayin etti. Bıyıklı Mehmed Paşayı da Diyarbakır'ı boş bırakmamak için geriye gönderdikten sonra kendisi Şam'a hareket etti.
Hama da Güzelce Kasım Paşa'yı Humusda ise İhtiman oğlunu muhafız olarak bırakan Sultan Hazretleri camiler ve zi-yaretgâhlara giriyor, ulemâ ile sohbetlerde bulunuyorken, Kölemenler kendilerine bir sultan seçebimek için Mısır'ın içlerine kadar kaçmaya karar vermişler ve Şam kalesini müdafaa etsin diye bıraktıkları Emir şehrin kapısını Osmanlı'ya silâh çekmeden açmakla Şam şehrinin hem harap olmamasına hem de kan akmamasına vesile oldu. Şam şehrine giren Yavuz Selim Hazretleri Muhiddin İbni Arabî (K.S.) Hazretlerinin «Sin, Sına girince benim kabrim ziyaret olunur» tebşiri ile müjdelendiğİnden o zatı Şeyhi Ekberin zahiri mezarına ihtiramla ziyarette bulunmuş ve kışı burada geçirmeye karar vermişti.
Emevî Halifelerinin payitahtı olan Şam şehrinin fethi, İstanbul'un fethi müstesna tutulursa Devleti Osmaniyyenİn en mühim bir fethidir. Çünkü Mekke ve Medine yolunun başıdır. Böylece Mekke ve Medine üzerinde söz sahibi Devleti Aliyye olmuştu.
Öte yandan memluklar kumandanlardan Tomanbay adlı zatı kendilerine sultan olarak seçtiler. Çünkü onlarda sultan seçimle seçilir idi. Seçimlerden sonra Can Berdu Gazali kumandasında bir ordu tertib edip Gazze üzerine sevkettilerse de Sadrazam Sinan Paşa karşısında yeniden mağiûbiyyet alarak ricat ettiler.
Gazze'ye teşrif eden Yavuz Sultan Selim Hazretleri veziriazamını bu muvaffakiyyetinden dolayı tebrik edip kendisine çok kıymetli bir kılıç hediye etmekle beraber askere de bir çok mükâfatlar verdi.
Hazreti Padişah Mısır'a gitmek için çölden geçeceğini bildiği gibi çöl yolculuğunun en önemli maddesi olan suyu taşımak İçin bol miktarda deve satın aldı. Bu sırada Hüseyin Paşa bu seferin çok zahmetli olacağını belirtecek bir konuşma yaptı. Büyük azim ve karar sahibi olan Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri bu mütalâaya karşı, Hüseyin Paşa'nın cadını başına geçirdiyse de gene de hırsını alamadı. Başını boynundan canını etinden azad edip idam eyledi. Gerek Halep'te gerekse Gazze'de mağlûbiyetler almış olan Mısırlıların yeni-bir savaşı göze alamayacakları hesaba katılarak hem de müslüman kanı dökülmesin mülahazasıyla Hazreti Padişah Kahire'ye bir elçilik heyeti göndermeye karar verdi. Bu heyetin başına padişahın bendelerinden Çerkeş Murad Bey tayin edilmiş ve Hutbenin Yavuz Selim adına okunması yine paralara padişahın adı bulunmak kaydıyla ve padişaha arzı ubudiyyet etmek şartıyla idarenin yine onlara bırakılacağı bildirildi. Şunu ilâve etmek isteriz ki; Padişah Hazretleri Çerkeş olan bu Kölemenlere, Çerkeş Murad Bey başkanlığında bir heyet göndermekle ne kadar samîmi bir teklifte bulunduğunu elbette göstermiş oluyordu. Bilindiği gibi Sultan Abdül-hamid Han Hazretleri Paris Konferansına Osmanlı murahhas heyetinin başına kara Todori Paşa'yı getirmekle, meramını anlatmak istediklerine en iyi anlatabilecek dili ve vasıtayı seçmiş oluyordu.
Tomanbay gelen elçilik heyetini çok iyi bir muamele ile karşıladı ve padişahın/isteklerini Murad Bey'in ağzından dinledi ve bunu erkânı hükümet iie görüşmesi icab ettiğini bildirip onları çok güzel bir dairede istirahate sevk etti. Tornan-bay ileri gelen emir ve kumandanlarını toplayıp meseleleri görüşürken teklif sarayda duyulmuş her kafadan bir ses çıkarken Alanbay adlı bir komutan coştu bağırıp çağırmaya başladı bu sırada Murad Bey ile karşılaşan Alanbay: «Hutbe okutup sikke bastırmak istermişsînİz. Al bakalım» diye bağırarak Murad Beyi ve elçilik heyetin hunharca oracıkta şe-hid ettiler Tomanbay bu duruma çok üzüldü ise de Alanbay'ı cezalandırmak cesareteni de gösteremedi.
Padişah Hazretleri bu vakaya muttali oiunca çok üzüldü ve bunun neticesi olarak orduyu hümayun derhal harekâta geçirildi, çölü büyük bir hızla geçen mücahidler, tedbirlerini fevkalâde güzel olmasından dolayı çöiün yıpratıcı yorgunluğuna duçar olmadılar. Yalnız Bedevi'ler küçük gruplar halinde saldırılarda bulunuyorlarsa da bu da mücahidler ordusuna bir idman vesilesi oluyordu. Bir defasında bedeviler çok kalabalık bir gurup olarak Sadrazam Sinan Paşa'nın üzerine saldırdılar. Sadrazam bu saldırı kuvvetlerini Tomanbay'ın hücumu zan edip Padişaha haber gönderdi, bunun üzerine Padişah otağının önüne at bağlandı. Daha sonra bunların bedeviler olduğu anlaşılınca biraz top biraz ta tüfenk atılıp kaçtıkları sabit olduktan sonra Yavuz Selim, Sadrazam Sinan Pa-şa'ya çok kızdı adeta kellesini alacak idi.
Orduyu Hümayun; çölü geçip Mısır'a dalınca Tornan-bay'dan eser bulamadı. Yapılan araştırmalar neticesinde Tomanbay'ın ordusuyla beraber Kahire yakınlarında Ridaniye denilen mevkide büyük hazırlıklar yapmış olarak beklediği istihbar olundu. Ridaniye üzerine yürüyen zaferler ordusunun kılıcı kutlu padişahı, tarihin en büyük meydan savaşlarından birinin en büyük harp oyunlarından sayılan şu muazzam ta-biyeyyeyi uyguladı. Tomanbay ordusunu tam Kahire'nin önüne istihkâm etmiş, İskenderiye'den getirttiği toplarla sanki top'tan müteşekkil bir duvar vücuda getirmiş idi. Kazdırdığı hendeklere toplan yerleştirmişti. Tomanbay'ın bu hazırlıkları Kahire'nin kuzey doğusunu emniyet altına kalmşıtı. Eğer orduyu hümayun doğruca Kahire üzerine yürüyecek olursa bu hazırlıklar karşısında tutunabilmesi mümkün olamazdı. Zaferlerin aşık olduğu padişah, Tomanbay'ın araziden de istifade ettiğini görmüştü. Şöyle ki: Tomanbay'ın istihkâmlarının bittiği yerde El-Maktum dağının etekleri başlıyordu Padişah Hazretleri El-Maktum dağının sağma alarak dağın arkasından dolaştı. Ridaniye'ye güney doğudan dahil oluverdi. Böylece Tomanbay'ın ordusunu sağ cenahından taarruz etti. Böylece Tomanbay'ın ta İskenderiye'den getirttiği toplar, harp sahasının süsleri olarak kaldı. Padişah topların yeni duruma göre hazırlanmasına müsaade edemezdi ve nitekim etmedi de derhal taarruza geçti. Sadrazam Sinan Paşa, Anadolu askeri ile sağ cenahta, Rumeli beyleri ve Yunus Paşa sol cenahta, Padişah Hazretleri ise her zamanki gibi orduyu hümayunun kalbgâhı olan merkezde yer almışlardı.
Muharebe çok şiddetle başladı ve anbean şiddetlenerek devam etti. Bilindiği gibi Çerkesler çok cesur olduğu kadar da maharetli savaşçılar olarak tanınmışlardır. Elhak bu savaşta bu namı boşa almadıklarını göstermişlerse de Cenab-ı Hakk'ın zafer ve nusratı Veliyyüzzaman Hazretleri Padişah ve mücahidini tslâm olan Osmanlı askeri ile beraber idi. Bunun yanında taktikte dehâ, şecaatta yekta olan bu ordu zaferin sahibi kılıcın ehli olduğunu bir defa daha isbat etti. Bu muharebe daha çok sürebilirdi fakat Tomanbay, Alanbay Kurtbay aralarında fikir birliğine vararak kuşanmış oldukları zırhları kendilerine siper ederek padişahın üzerine varıp onu yok etmeyi kararlaştırırlar ve bir şimşek hızıyla dalış yaptılar fakat istihbarata dayanmayan her hareketin yanılış sonuç vermesi burda yine tecelli etti. Padişah Hazretlerinin hangi cenahta olduğunu anlamadan yaptıkları bu dalış yanlış hedefin üstüne gitmelerine sebeb oldu. Karşılarında Yavuz Selim Hazretlerini bulacaklarını zan ederken Sadrazam Sinan Paşa, Ra-mazanoğlu Mahmud Bey, Hazinedarbaşı Ali Bey'i buldular ve onları şehid ettiler. Kendilerinden yalnız Alanbay yaralı olarak sahrayı harpte kaldı. Bu ekip işini bitirip kendi saflarına döndüğünde yirmibeşbin Kölemen askerin savaş alanında yere serilmiş olduğunu gördüler. Mağlûbiyet sillesi "bütün haşmetiyle suratlarında saklamıştı. Bunun üzerine Tomanbay içerileri kaçtı. Dağılan Kölemen kuvvetleri gayrı muntazam bir şekilde muhtelif yönlere doğru çekildiler. Bir kısmı Kahi-re'ye dönüp evlerine girip mücadeleye burda devam etmeye karar verdiler ve öyle de yaptılar .Hazreti Padişah bu vaziyet karşısında hemen Kahireye girmekten sarfı nazar eylediler. Otağı Hamayunlarını şehrin hemen önünde bulunan Sultaniye Sayfiyesinde kurdurdular. Kahire'ye sığınmış olan kölemenlere teslim çağrısında bulunuldu. Bunların bazıları gelip teslim oldular. Bazıları ise direnmeyi tercih etiler. Teslim olan çok iyi bir muamele görmüş olmalarına rağmen maalesef Avrupalı tarihçiler burada da vazifelerinin iftira etmek olduğunu bilmenin idrak ve şuuru içinde teslim olanların feci surette idam olundukarını ileri sürmek gâvurluğunu yapmaktan çekinmemişlerdir.
Tomanbay etrafına topladığı kuvvetlerle aniden bir baskın harakâtı tertip ederek Kahire'nin içine duhul etmiş ve bütün sokakları bir istihkâm haline getirerek mukavemete devam etti. Bu arada şehir içinde bulunan askerlerimizi şehid etmekten çekinmedi Padişah buna çok üzüldü.
Müfrezeler gönderip bu mukavemeti kırmaya uğraşıldı. İş artık çok uzadığından bıkkınlık gelmeye başladı. Şehid olan Sadrazam Sinan Paşa'nın yerine geçen Yunus Paşa, Yeniçeri Ağası Yakup Paşa mülayim ve mutedil zatlardı. Fakat padişahın celâdetinden korktuklarından bir şey söyliyemiyorlardi. Bu seferin uzaması, sıca*kların basmış olması bunlara cesaret verdi. Padişaha Hutbe okunması ve sikke basılması teklifi baki kalmak şartıyla buranın idaresinin bunlara bırakılabileceğini teklif eden bir elçilik heyeti tertibi hususunda görüş sunup kabu ettirdiler. Elçilik heyetinin gönderilmesinden az evvel çok şiddetli Osmanlı hücumlarına dayanamayacağını anlayan Tomanbay Kahire'den çıkmış, Cize'ye çekilmişti. Elçilerin Cize'de bulunan Tomanbay'ın yanına varmalarıyla beraber hayatlarını kaybetmeleri bir olmuştu. Tomanbay Kahire'nin işgal olunmasının intikamını beşyüz kişilik bir elçilik heyetini şehid etmekle alıyordu.
Bu olay Padişahın nekadar haklı olduğunu göstermişti. Son bir taarruz Tomanbay'ın yakalanmasını temin etti. Kendisini bir esirden ziyade bir Sultan olarak karşılama nezaketini gösteren Hazreti Padişah'a nazik olmayan tavırlarla mukabelede bulundu. Tarihçilerin büyük bir kısmı Tomanbay'ı devlet hizmetine almayı düşünen padişahın az bir müddet sonra kendisini idam etmesini etrafın kışkırtmasına ve ileride bu adamın isyanını göz önüne aldığı mütalâsında bulunurlar.
Ve bu sebepten idam ettirdiğini ileri sürerler. Biz de deriz ki; meseleye bakarken idam olunmuşun cephesinden bakmaktan kendimizi sıyırıp objektif bakmayı denesek son merhaleye gelene kadar yapılanları bir kenara bırakıp şu beşyüz kişilik efçlik heyetini şehid eden bir adamı devlet hizmetine almak, hangi devlet anlayışıyla kabili teliftir. Hazreti Padişahın Tomanbay'ı hemen idam ettirmemesi nihai mülakattaki kaba hareketlerinin neticesinden sayılmaması içindir.
Çünkü hepimiz iyi biliriz ki Hazreti Ali (K.V.) bir muharebede düşmanını altına almış tam öldürmek üzereyken rakibinin yüzüne tükürmesi üzerine ayağa kalkmış onu bırakmıştır.
Şaşıran rakibi yâ Ali; Beni niçin öldürmüyorsun? deyince, Allah'ın Arslani şöyle buyurmuşlardır: Ben seni Allah için öldürecektim. Sen bana, tükürünce belki buna nefsimde karışır diye korktum ve seni serbest bırakıyorum. Bunun üzerine o zat hemen Kelime-i Şehâdet getirip müslüman olmuştur. İşte padişah cezası idam olan o zatı yani Tomanbay'ı hemen mahkûm etseydi belki de nefsinin karışacağı korkusunu duymuş olmasını bu sırda aramak icab eder deriz. Toman-bay idam olunduğunda Padişah'in onun tabutunu dahi taşıdığı kuvvetli rivayetler arasındadır. Bütün bunlar Mısır'ın bir Osmanlı valiliği haline gelmesini ve yine Çerkeslerden olan Hayırbay'a tevdi olunduğunda tarihler Hicri 293/Milâdî 1517 yılını gösteriyordu.
Bağdad'da bulunan Abbasî Hilâfetinin yıkılışı üzerine Mısır Sultanları Abbasi Hanedanına kucaklarını açmışlar hem Hilâfet Makamını devam ettirmek hem de müsiümanlara karşı bir imtiyaz olarak değerlendirilmeleri için Halifeyi himaye ediyorlar idi. Yavuz Sultan Selim'in, Mısır Sultanlığını lağv etmesinde Hilâfet makamında Abbasî Halifelerinin yirmincisi bulunan Mütevekkil Elallah vardı. Halifeyi ziyaret eden Yavuz Sultan Selim onun elini öptü, kendisini İstanbul'a beraberinde götüreceğni söylerken hem Hilâfeti devir alıyor hem de mukaddes emanetlerin muhafızı olmak şerefini Âli Osman hanedanına getirmiş oluyordu. Şu olayda çok dikkat edilecek bir husus vardır ki; Hilâfeti, saltanatı Osmaniyye'ye getiren zatı padişah matruş yani sakalsızdı. Hilâfetin saltanattan ayrıldığında, saltanatın kaldırıldığında bu iki makamı bir de son olarak kullanan zatı Hilâfeti Padişah Mehmed Vahideddin Han Hazretleri efe matruş yâni sakalsızdı.
Padişah Hazretleri İstanbul'a dönmek üzere yola çıkmıştı. Sadrazam Yunus Paşa ile yanyana at sürerken Padişah sordu:
— Paşa, Mısır artık arkamızda kaldı ne dersin? Yunus Paşa:
— Evet. Efendimiz askerimizin yarısının telef olduğu, pek çok meşakkatler çektiğimiz ve çalışmamızın neticesini bir vatan hainine bıraktık, bilmem ki bundan ne kazandık.
Diye cevap verdi.
İşte görüldüğü gjibi koca bir veziriazam, İki Cihan Serveri Efendimiz,Hazretleri (S.A.V.)'in emirlerini bir rüya'y1 sadıka ile dört büyük Halife vasıtasıyla bildirmiş olmasını ya kaale almamakta hele hele hilâfetin ehemmiyetini idrak edememekle ne büyük hata içine olduğunu göstermiştir. Hilâfetin Osmanlı Devletine geçmesi bütün müslümanlarm müessir bir otoriteye bağlanmalarını intaç edeceğini ya anlayamamış yahut da asırlar sonra sözde bazı mütefekkirlerin Halifeliğin bu necib millete bir yük olduğunu söyleyenlerle aynı derekâ-ta sahip olduğunu sergilemiştir.
Yavuz Sultan Selim Hazretleri, bu mütaalâ karşısında bu seferi hümayunda askerin bazı itaatsizliğine bu tip düşüncelerin rolü olduğunu anlaması ve Sinan Paşa'nm şehadetinden sonra veziriazam olan bu adamın hayat defterinin dürmenin yerinde olacağını kararlaştırarak icabını emretti.
Yunus Paşa idam olunup kendi ismiyle anılan bir hanın köşesine defn edildi.
Hazreti Padişah kışı Şam şehrinde geçirmeye karar verdi. Hazreti Padişah İlk iş olarak Şeyhül Ekber Muhiddin ibni ara-bî (K.S.) hazretlerinin kabri şerifine yaptırdığı türbenin açılış merasiminde bizzat bulunmak oldu. Şam vilâyetinin işlerini tanzim ettikten sonra tebdil kıyafet ile bir derviş olarak Kudüs'ü ziyaret etti. Orada Hz. İbrahim ve Hz. İsa makamlarını da ziyarette bulundular. Mısır yolunda kendisine taarruz eden bedeviler şimdi fevc fevc padişahın yanına geliyorlar arzı ita-atlarını bildiriyorlardı. Padişah bundan memnun kalıp kendilerini cömertçe mükafatlandırıyordu. Bunların kalblerini Devleti Osmaniyye'ye ve Hilâfeti İslâmiyye'ye karşı ısındırmak vazifesini icra ediyordu. Çünkü çok iyi biliriz ki yeni feth olunmuş yerlerin halkının ve askerinin kalbini kazanmak kâğıt üzerindeki anlaşmalardan çok daha önemlidir. Zaten İslâm'ın fütuhatı bu siyasî muvaffakiyetle feth olunan yerlerde asırlarca devam etmiş daima müslüman sarığı, Papa'nın serpuşuna tercih olunmuştur.
Halep şehrinde iki ay kadar ikamet eden zaferler padişahı hrin imarına ön ayak olacak çalışmalarda bulunduktan
onra oranın da kalbini feth ederek ayrıldı. İki ay süren yolculuktan sonra İstanbul'a geldi. Büyük merasimle karşılandı.
Hicrî tarih 923 yılının recep ayını, Milâdî tarih ise 1518 yılının temmuz ayını gösteriyordu.
Bu arada Anadolu'da Celâlî namıyla tanınan bir adam kâh Mehdi'nin memuru kâh Mehdi'nin kendisi olduğunu ileri sürerek meydana çıkmıştı. O sırada İstanbul'da meydana gelen büyük bir zelzele sırasında Çemberlitaş sütunu yıkılmış, bazı surlar ise çatlaklar göstermişti. Bu Celâlî bunlardan da istifade ederek etrafına yirmi bin kadar başıbozuk toplamışsa da Padişahın görevlendirdiği Ferhad Paşa, Şah İsmail'in-fikriyatının kalıntısı bu herifi Elbistan ovasında perişan eylemiştir. Bundan böyle Anadolu'da meydana gelen bir çok isyanlara bu herifin adına izafeten Celâlî isyanları denmiştir.
Yunus Paşa'dan sonra sadrazamlığa tayin olunan Piri Paşa çok gayretli ve faziletli bir insan olarak çalışmalara başladı. Donanmanın imarına büyük ehemmiyet verildi. Birtakım sefer hazırhkan yapılmaya başlandı. Seferin Rodos veya İran'a olduğun tahmin eden tarihçiler vardır. Fakat aynı tarihçiler, bir gün Padişah Hazretleri Piri Paşa'ya barut stokunun ne kadar olduğunu sormasını ve sadrazamaın ise dört aylık barut stokumuz bulunduğu yollu cevabını verdiği buna mukabil Padişahın ceddim Sultan Fatih Hazretleri gibi dönmek düşünmem; dediğini nakl ederek seferin Rodos'a olmadığını beyan ederler. Ve böylece seferin İran üzerine olduğu meydana çıkar.
Sorarlarsa İran üzerine yapılan seferde yolun Edirne'den geçmesi mi icab eder sorusuna şu cevabı rahatça verebiliriz. Bu üzerine gidilecek düşmanın mümkün mertebe aldatılmaya çalışmasına matuf bir örtü hareketidi, deriz.
Yavuz Sultan Selim'in Hafsa Sultan adlı hanımı, güzelliğiy-lede bilinen başkadınıdir. Kaanuni Sultan Süleyman'ın annesi olduğu gibi kızlarının da annesidir demektedir Çağatay Ulu-çay. Bu hususda Oztuna ise, Ayşe Hafsa Sultan olarak tanıtır ve Yavuz Selim'le izdivacını 1494'de Trabzonda yaptığını ifade eder. Hatice, Fatma ve Hafsa sultan hanımları doğurmuş olduğu gibi Kaanuni Sultan Süleyman'ın da validesi olduğunu, Vâlidesultan'lık da yaptığını ilâve eder. 1520'de başlayan, vâlidesultanlik dönemi kendisinin 1534'deki vefatıyla sona erer ve kocası Yavuz Selim'in türbesinin yanına defno-lunur, oğlu Kaanunide annesine birtürbe yaptırır. Bu türbe; 1892 İstanbul'da şiddetle hissoiunan zelzelede yıkılmıştır. Clluçay, Hafsa Sultan'ın kocasına yazdığı mektuplardan Yavuz'un başka hanımları olduğunu ortaya koyuyor. Edirne'ye yakın, Hafsa kasabasını ihya etmiş olup adı verilmiştir. Ayrıca bir de külliye yaptırmıştır. Tarihçi Âli; Yavuz'un şehzadeliğinde câriyeleriyle vakit geçirdiğini bunların içinde adı bilinmeyen birinden, oğlu olduğunu ve meşhur üveys Paşanın, Yavuz Selim'in oğlu olduğunu bizzat Yavuzun açıkladığını kaydeder. Kaanuni, bunu bildiği içinde Üveys Paşaya, daima muhabbetli davranmıştır ve başkentten de uzak tutmuştur. Çünkü; Yavuz Selim'e o kadar benziyordu ki bunun sıkıntıya sebeb olabileceğini kestirmekteydi. Yavuz Selim'in diğer bir hanımı Tatar Hânı Mengli Giray'ın kızı olan Ayşe hanımdır.
Yavuz'un kızlarının, Beyhan ile Şahsultan adlı kızları bu hanımından doğdular.
Yavuz Selim'in kızlarına gelince Öztuna yedi kızı olduğunun tafsilatını verirken, buna üluçay sayı olarak altıyı verir ve Gevherhân sultanda ittifak edemezler ve Öztuna'nın yedisi burdan doğmaktadır. Gevherhân Sultan 1494'de doğmuştur. 1509'da İsfendİyaroğuüarından Sultanzâde Mehmed Bey'le izdivaç yapmıştır.
Bu zât Çaldıran'da 1514'de şehid olmuştur. Hadice hanım sultan 1496'da doğdu. 1582'de İstanbul'da vefat etmiştir. 1505 yılında İskender Paşa ile evlenmiştir. Daha sonra da Makbul İbrahim Paşa ile 2. izdivacını yapmıştır. Vefatında Sultanselim camiinde şehzadeler türbesine defnolundu. Beyhan Sultan; Yavuz Selim'in, Tatar hân'ının kızı olan hanımından Ayşe hatundan dünya'ya gelmiştir. Ferhad Paşa İle evliydi. 1559'dan önce ölmüştür. Fatma Sultan ilk eşini bizzat kendisi boşamıştır. 2. evliliğide Dukakinzâde Ahmed Paşa ile vukubulmuştur. 1555'de, Dukakinzâde idam olunduğundan 3. evliliğini Damad Hadim İbrahim Paşayla yaparak Duka-kinzâde'nin idamına çok üzüldüğünden bu evliliği hatır evliliğiydi. Hafsa Sultan; Saray üniversitesi denilen Enderundan yetişen İskender beyle İzdivaç yaptı. Kocası 1515'de idam olununca bu hanım bir daha evlenmedi ve 1538'de vefat etmiştir. Doğum tarihi ve başka bilgiler mevcud değildir.
Şah sultan, Devletşahî Sultan olarak da anılmaktadır. Lütfü Paşa ile evlenmiştir. Kaanuni; Lütfü Paşanın kardeşine yaptığı muameleye pek üzülüyordu. Sonunda boşandılar. Sadnazamlıktanda atılmış oldu Lütfü Paşa. Bu hanımsultan 980/1572'de vefat etdi. Yavuz Selimin türbesinin yanandaki türbeye defnolunmuştur.
Hanım hatun'unsa; sadece vezir Çoban Mustafa Paşa ile izdivaç yaptığına jdak bilgi mevcuddur. Yavuz Selim'in oğullarına gelince; üveys Paşayı da dâhil edecek olursak, Kanuni Sultan Süleyman, Şehzade Orhan, Şehzade Musa ve Şehzade Korkut'Ia birlikte beş oğlu dünyaya gelmiştir. Yavuz'un ölümünde yalnız Kaanuni hayattaydı ve diğerleri de küçük yaşlarda vefat etmişlerdi.
ise; şu zevaddır. Ancak buna geçmeden evvel diyelim ki, hilafetin Osmanlıya geçmesinden sonra şeyhülislâmlık makamı ihdas olundu, halbuki daha önceleri de Osmanlı devletinin idaresinde islâmın esas olduğunu hatırlatalım ve bu meseleleri idare eden ve çözen ehil kimseler vardı ve sayılanda az değildi. Ancak; Şeyhülislâmlık makamı, hilafet makamının, ayrılamaz bir danışmanlığı olduğunu hatırlatarak söyleyelimki sadrıazamlarla beraber şeyhülislâmların da görev târihlerini bu satırlarda vermeye çalışacağız.
Sadnazamlar bakımından zor bir padişahdır, Yavuz Sultan Selim hân! Taht'a câlis olduğunda Koca Mustafa Paşa makamı sadarette idi. 1512/12. ayında Hersekzâde Ahmed Paşaya mührü hümayun verildi. Bu zâtın 4. sadareti 1 sene, 10 ay sürdü ve 28/ekim/1514'de nihayete erdi. Onun yerine Dukakinoğlu Ahmed Paşa 8/eylül/1515'e kadar 8 ay, 11 gün sadaret sürdürdü ve idam olundu. Sadaret 5. defa Hersekzâ-de'ye verildi bu sadareti de 7 ay, 17 gün sürdü ve beş defa geldiği makamı sadarette yekûn olarak, 8 senel8 gün kaldı. Şehid Hadim Sinan Paşa 26/nisan/1516'da sadrıazam oldu ve 8 ay 11 gün sonra savaş alanında, şehadet şerbetini nûş ettiğinden sadaretle beraber hayatı da gitmiş oldu bu seferde vazife 22/ocak/1517'de Yûnus Paşaya verildi ve bu zâtda 7 ay, 22 gün, sonra yâni l3/eylül/1517'de sona ermek üzere sırasını savdı. Yavuz Selİm'in son sadrıazamı Piri Mehmed Paşa oluyordu ki, padişahın, yedi defa sadaret tebeddülatı yaptığı ve bunun iki defasının Hersekzâde ile olduğunu göz
önüne alırsak sekiz yılda altı ayrı sadrıazam istihdam etmiş lur Yavuz Selim hilafet-i seniyyeyi âl-î Osmâna getirdiğinde Hafta makamında, Zenbilli Ali Efendi 1503 yılının 2. ayından Keri oturmaktaydı. Hilafetin gelmesi, makam-ı meşihatin ihdası ve de Zenbilli'nin 1525'in 10. ayına kadar görevde kalmış olması, tabiatıyla ilk şeyhülislâmın o olmasını gerektirir Ki Yavuz'un l/ekim/1520'de vukubulan vefatı üzerine beş yıl daha meşihatı dolduran Zenbilli Yavuz'un ilk ve son şeyhülislâmıdır. Tabii; Kaanuni'ninde ilk şeyhülislâmı olması uhdesindedir.
Yavuz Selim'in vefatına sebeb olan rahatsızlığın Şir Pençe ismi verilen bir çıbanın acıya tahammül edilemeyip sıktırıl-masından meydana geldiği bir vakıadır. Biz şimdi üç sene evvele dönerek Tacüt Tevarih sahibi Hoca Saadeddin Efendiyi dinleyelim:
Babam (Hasan Can) anlattı ki; Saray hocalarından Molla Şemseddin adlı bir zatı muhterem vardı ki teheccüd namazı kılar ve seyrü sülük deryasında kulaçlar atmakla tanınmış idi. Çok seri yazı yazar bir Mushaf-ı Şerifi on günde tamamlar idi. Kendisine Padişah Hazretleri bir Tarih-i Vassaf sipariş buyurmuşlar ve kaç günde bitirebileceğini sorduklarında: Molla Şemseddin Efendi 25 günde tamamlayacağını bildirmiş ve dediği günde tamamlayabilmek için gayretle yazmaya başlamıştı. Fakat çok sevilen ve sayılan bir zat olduğundan dolayı ziyaretçisi çok oluyor, vazifenin yetşitirilemesi için sebeb zuhur ediyordu. Bu sebebten odasının kapısını parmaklıkla kapatmış ve içerden kilitlemek suretiyle bu ziyaretlerden dolayı işin gecikmesini önlemiş ve suratla yazı yazıyordu.
İşte gene bir gün yazıya dalmışken başını kaldırır bakar ki Ricali Gayb'dan bir zatı muhterem yanında belirmiştir. Kapı kilitli olmasına rağmen zatın orda mevcudiyyeti sırra agâh olanlar için önemli değildir. Mola Şemsüddİn Efendi böyle sırlardan bîhaber olmadığından hiç şaşırmaz. Ve o mübarek ziyaretçiye adabı içinde sorar: «Arap diyarı bütünüyle Osmanlı ülkesine katılacak mı?»
Cevab şudur:
Selim Han bu vazifeye tayinlidir. Haremeyne hizmet ona ve onun soyuna vazife olarak verilmiştir. Şimdi cihandaki İslâm Padişahları arasında gözde olan Selim Han'dır. Ve o Selim, Ehlullâh halkasının dışında değildir.
Molla Şemsüddin ikinci bir sual sorar:
— Saltanat süresi uzun sürer mi? Cevap şöyle gelir:
— Şundan sonra üç yıl vakti vardır.
jşte bu keramet Şir pençe bir vesile olarak teceli eder. Yavuz Sultan Selim bu Şir Pençe ileti vesilesiyle Hakk'a yürürken Nedimi Hasan Çan'a sorar:
— Hasan bu ne haldir? '
Hasan Can:
— Allahla beraber olmanın zamanıdır efendimiz.
Der
Cevab müthiştir:
— Hasan, sen bizi bu ana kadar kimle bilirdin?
Burada görüldüğü gibi vahdeti vücuda kail mertebesi makamı mutmainneyi bulmuş bir Velî kulun verebileceği cevap bütün ihtişamıyla parlamaktadır.
Hasan Can, Padişah Hazretlerinin emri üzerine bir kerre tamamladığı Surei Yasin'den sonra ikinci defa okuduğu sırada «Selâmün kavlen min Rabbin Rahîm» âyeti kerimesine laiğinde Sultan Hazretleri aynı âyeti tekrarlıyarak sağ eli-İn şehadet parmağını kaldırarak intikal eder.
Bu intikal sırasında mekân bir çadır ve bu çadır Çorlu civarında kurulmuş otağı hümayundur. Tarih Hicri 926/miIâdl 1520 yılını gösteriyordu. Padişahın ölümünü gizlemek yine aündeme geldi. Hazreti Ebubekir'e varan soyuyla müsemma Sadrazam Pirî Paşa göz yaşlarını sildikten sonra Hasan Çan'a tedbiri ile ağlamayı kesip Hud sûresini okuyarak sabahı ettiler. Bu vefat haberini sekizgün saklamak mecburiyetinde kaldılar. Sultan Süleyman tek vâris olmasına rağmen yine de haberin gizlenmesi icab etti.
Bütün tarihlerde müttefiklerdir ki, merhum Padişah gasl olunurken edep yerini iki defa eliyle setri avret eylemiştik Hekim Kazvini, Hekim Osman ve Hekim Isa bu setri a\ ret olayını görünce Alahu Ekber diyerek salâvatı şerîfe getirmişlerdir.
İşte kısa ömründe ve sekiz sene süren taht! satanatında at sırtından inmeyen bu gazi padişahın cenaze namazı Fatih Camii şerifinde kılındı. Cihad'dan vakit bulamayan zatı padişah bir camii şerif inşa ettirememişti. Bugün bulunduğu yere defnedilen merhum hayırlı evlâdı Devleti Osmaniyye'nin en uzun saltanatlı Halife ve padişahı Kaanuni Sultan Süleyman Hazretlerinin babasının adına izafeten yaptırılmış Yavuz Selim camiinin bahçesinde kalan türbesinde medfun, ruh-u pâ-ki ise asumanda pervaz olarak o canipten bugün diriliş içinde bir nesil yetiştirmeye mezun zat'lan temaşa eyliyor ve Müslümanların bu davetlere koşmasını memnun ve müte-bessim seyrediyor.
Ey; Bu cihan bana dar geliyor diyen Veliyyüz Zaman Hazretleri Padişah Yavuz Sultan Selim semti senin ruhaniyyetine yakınlığı ve zahiri kabrine muhafız ve türbedar olmakla ne r öğünse azdır,.
Cenab-ı Mevla Hazreti Padişaha ve bütün Âli Osman hanedanının padişahlarına rahmet ve şefaatlerine biz kullarını da nail eylesin.
.
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN (MUHTEŞEM)
Belgrad Seferi Hümayunu
Rodos Seferi Hümayunu
Mısır Valiliği İsyanı
Mohaç Seferi Hümayunu
Dördüncü Seferin Yapılmasına Sebeb Olan Vukuat
Beşinci Seferi Hümayun
Altıncı Seferi Hümayun Irak Seferi
Kanüni'nin Yedinci Seferi Korku Seferi
Kanuni'nin Sekizinci Seferi Boğdan Seferi
Hindistan'ın İmdadına Gidiş
Bazı Mühim Vak'alar
Macaristan Seferi Dokuzuncu Sefer
Avusturya Seferi Onuncu Sefer
Iran Seferi Onbirinci Seferi Hümayun
Onikinci Seferi Hümayun Nahcivan Seferi Veya Üçüncü İran Seferi
Şehzade Bayezıd Sultan'ın İdamı
Kanünı'nın Son Seferi
Hazreti Barbaros Hayreddin Paşa'nın Preveze Zaferi
Preveze Savaşı
Kaanüni Sultan Süleyman'ın Hanımları Ve Çocukları
Kaanüni Sultan Süleyman'ın Sadrıazamları Ve Şeyhülislamları
Babası: Yavuz Sultan Selim
Annesi: Hafsa Hatun
Doğum Tarihi: 1494
Vefat Tarihi: 1566
Saltanat Müd.: 1520-1566
Türbesi: İstanbul Süleymaniye Camii Avlusu.
Sekiz senelik saltanatının nitecesinde milleti Osmaniyye'yi azim ve sebat dolu irade gücü, Peygamberimiz Efendimizin ruhsatı, Cenab-ı Mevlâ'nın lûtfu ile Osmanlı tahtını, Hilâfeti rûyi zemin unvanı ile ziynetlendiren Yavuz Sultan Selim Han vücudu pâkİ ile intikalinde geride tek veliaht ve Şehzade olarak Kaanuni Sultan Süleyman'ı bırakmıştı.
Bütün ehli İslâm'ın, hattâ Avrupa'nın dahi «büyük» olarak vasıflandırdıkları bu zatı mübarek, 46 yıl süren Hilâfet ve pa-dişahlığıyla Devleti Osmaniyye'nin en uzun zaman hükmeden Sultanı olarak mümtaz bir mevki sahibidir.
Tahta geçtiğinde ilk işi merhum babası zamanında göz altında bulunan İranlı tüccarları serbest bırakmak ve onların uğradığı zarar ve ziyanı tazmin etmek olmuştu. Bu hareketi bazı tarihler Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin (hâşâ) hatasını tamir maksadıyla yaptığını söylerler. Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Bu mevzuyu Yavuz Sultan Selim Hazretlerini anlattığımız kitapta temas ederek en selâhiyetli ağız olan Hasan Can merhumdan nakletmiştik.
Bu tazminat ödeme ve tüccarların serbest bırakılması doğu seferlerinin bittiğinin ve küffar üzerine zafer sancaklarının açılmasının işareti olarak nitelemekteyiz. Bu tesbitimiz, saf-hai saltanat boyunca kendisini göstermiştir.
Kaanuni Sutan Süleyman tahtın tek vârisi olduğundan pederi merhumun yerine geçişi hiç bir velvele ve gürültüye se-beb olmadı. Hatta tahta geçen hazret! Padişah, deviet erkânının vazifelerinde kalmalarını irade eyledi. Çünkü hizip başı olabilecek bir rakip olmadığından devlet adamları da kimsenin adamı olmamışlar sadece din-ü devletin bir hizmetkârı olarak kalmışlardı.
Bu sırada Yavuz Selim Hazretleri tarafından Şam Valiliğine bırakılmış olan Kölemenlerden Çerkeş Can Berdü Gazali, Kaanuni'nin tahta geçişinden istifade ederek Çerkeş devleti kurmak üzere isyan etti. Şamdan kuzeye doğru harekete geçti. Haleb şehrini muhasara ettiği sırada bu haber zaferler sultanının kulağına erişivermişti.
Kaanuni Sultan Süleyman Han verdiği emirde, Ferhat Paşa ve Şehsuvaroğlu Ali Bey'e bu fitneyi bastırmalarını bildiriyordu. Netice: Kesin ve amansızdı. Can Berdü Gazali hem Haleb önlerinde hem de Şam'da iki defa mağlûp olmuştu. Bu hizmetten kaçarken kendisinin yakın adamlarından biri tarafından ömür defteri dürülüvermişti. tarihler Hicrî 927/Milâd] 152 i yılını gösteriyordu.
Kırkaltı yıl süren saltanatının birçokyılını at sırtında, arazide kurdurduğu çadırlarda bizzat kendisinin katıldığı 13 seferde geçiren Hazreti Padişahın seferi hümayunlarını kısaca ve sırasıyla buraya almayı uygun gördük. Dünyada bu kadar uzun zaman sefer yapan ve bu seferlerin her birinin bir zafer madalyası gibi parıldadığı çok az bir fâniye müyesser olmuştur.
Yavuz Sultan Selim Hazretleri buyurmuştu ki: Ecdadım şimdiye kadar yapmış oldukları fütuhatı, ilâhi bir işaret almadan yapmamışlardır. Ben dahi bu işaretlere muhatap olmadan hiç bir yerin üzerine varmamışımdır. Kaanuni, babası merhum'un devleti İslâmiyye'yi doğu ve güney canibinden emniyete almış olmasının neticesi olarak ilk seferin batıya, Belgrad üzerine yapmaya karar vermişti. Genç Padişah bu sırada 26 yaşırida~5ulunuyordu. Macaristan Kralı, Padişahın tahta cûlüs merasiminden sonra tebrikte bulunmadığı vebir kaç yıldır ödemediği vergilerin ödenmesini bildirmek üzere gönderilen Behram Çavuşu idam ettirince bardağı taşıran damla kendini göstermişti. İslâm'ın adaletle, kahredici kuvveti Osmanlı sillesi bunların başına inmiş, Belgrad kalesi Osmanlı sancağına burç olmuş, Karlofça ise bu sancağın semalarında dalgalanmasına ram olmak mecburiyyetinde kalmıştı. Hicri 927/Milâdî 1521.
Hazreti Padişahın ikinci seferi Rodos üzerine olmuştur. Bu seferin ehemmiyeti çok büyüktü. Rodos ticarî ve coğrafi bakımdan çok mühim bir hedefti. Hazreti Fatih burayı daha evvel fetih etmek istemişse de kendisine müyesser olmamıştı. Yavuz Selim Hazretlerinin Mısır'ı Devleti Aliyye'nin sınırları içine alışı, Rodos'un fethini icab ettiriyordu. Buna teşebbüs etmeyi kararlaştıran Yavuz Selim hazırlıkları kifayetsiz bulmuştu. Bu kifayetsiz buluş Rodos'u almayı gaye edindiğini gösterir. Fakat zatı mübareğin vefatı bu tasarının gerçekleşmesine İmkân bırakmadı.
Kaanuni Sultan Süleyman, Belgrad seferinden zaferle döndükten sonra boş durmamıştı. İstanbul tersanesinde bir çok gemi yaptırıp bunlarla asker nakli için hazırlıklara başlarken... öte yandan Rodos Adası hakimleri olan şövalyeler, belli bir vergi ödemek, Osmanlı adına para basmak ve Osmanlı'ya bağlı bir sancak olma şartlarını da bildirmişti. Şövalyeler bu teklifi kabul etmemişlerdi. Bu teklifin reddi, Devleti Osmaniyye'nin Rodos'a harp ilânına vesile olmuştu.
Rodos kuşatmasına donanmayı İstanbul'dan gönderen Hz. Padişah Marmaris'e kadar kara yolu ile gelip Marmaris'te gemiye binmişti. Adaya çıkılmış fakat merkezi kale çok tahkim edilmiş olduğundan muhasara beş ay sürdü. Son bir hücum netjcesinde gerek adanın tamamı gerekse şehir Osmanlı Önünde boyun eğmiş, sancak-ı şerifin hâkimiyyeti tescil olunmuştu.
Rodos'un en büyük klişesi camie çevrilmekle beraber, hemen yanıbaşında Süleymaniyye adı verilen bir cami inşasına başlandı. Anadolu'dan bir çok müslüman getirilip oraya yerleştirildi. Bu müslümanlar, evlâdı fatihandırlar. Çünkü bir toprak parçasının fethi, kalblerin fethiyle tamamlanmadıktan sonra maksûdu menzile ulaşılmış sayılmaz.
Rodos Adası çok karışık milletlere mensub insanlara sığınma yeri olmuş bir ada idi. Bu fetih neticesinde sanki Avrupa'nın bir maketi fetih olunmuştu. Çünkü fetih sırasında gurublar halinde oraya yerleşmiş milletlerin mensublarının ait oldukları esas ülkelerini saydığımızda bu görüşümüzün haklılık kazandığı görülür. Bu gurublar şunlardı: Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, İspanyollar ve Portekizlilerdi.
Bu muhtelif gurubların bağlı oldukları milletler buna çok kızmışlar ve bunun intikamını almak için aralarında ittihat etmeğe karar vermişlerdi. Osmanlı Devleti için artık yapılacak iş bunların birleşmelerini önlemek seri ve kuvvetli ordularla durmadan sefer yapmak, seferi hümayun olmadığı zamanlarda ise serhad boylarının kahramanları, savaş alanlarının fedakâr öncüleri akıncı (Seriyye) birlikleri vasıtasıyla onları daima taciz etmekti. Hazreti Padişah bunu böyle tertib etti. Tarihler Hicri 928 / Milâdi 1522 yılını gösteriyordu.
Rodos seferini muvaffakiyetle bitiren Hazretii Padişah bu seferde muvaffakiyet gösteren herkesi memnun edici hediye ve iltifatlara gark etmişti. Bu arada Mısır Valiliğini Mustafa Paşa'ya verdiyse de, bir müddet sonra bu vazifeyi İkinci Vezir Ahmed Paşa'yajhşaja-Buyurmuştu.
Şunu iyi biliriz ki, ikbal insanların başını döndüren bir mevhumdur. Allah bütün müslümanları böyle bir akıbetten muhafaza buyursun. Bu Ahmed Paşa da ihsanı şahaneye nail oluşunu şükür ile karşılayacağına, ayaklan yerden kesilmiş, başında yeller esmiş ve Cihan Devletini ve Cihan Padişahını unutarak bağımsızlık hastalığına tutulmuş, adına para bastırmış, hutbelerde kendi adını okutmaya başlamıştı. Durum Kaanuni Sultan Süleyman Hazretlerinin et kulağına erişince Ahmed Paşa'nın hayalini söndüren emir, Hz. Padişahın iki dudağınım arasından çıkmıştı.
Sadrazam makbul ibrahim Paşa ki, aynı zamanda Kaanuni Sultan Süleyman'ın kız kardeşi ile evli idi. Padişahından aldığı emri derhal yerine getirdi. Yıldırım hızı ile Mısır'a bir ordu ile varıp, oranın asayişini iade, Ahmed Paşa'nın ise başını omuzundan alıvermiştir. Böylece ikbal hastalığı ibretle noktalanan bir sona varmıştı... Hicrî 930/Milâdî 1524.
Önce Belgrad, sonra Rodos'un Osmanlı hâkimiyyetine geçişi, akıncıların serhad boylarında hayret veren gerilla tipi vur kaç savaşları Avrupalıları şaşkına çevirmiş, teessürlerini giderecek bir çare bulamıyorlardı. Macaristan Kralı ise her fırsatta bunların birleşmelerini temin edecek propogandalar yapmaya üstün gayret sarfediyordu. Bu propogandalarının neticesinde bir çok Avrupa devletinden yardım vaadleri aldılar. Bu vaadlere istinat ederek ilk elde Belgrad'ı geri alma niyyetiyle harekete geçtiler.
Fevkalâde mükemmel işleyen Osmanlı istihbaratı bu niy-yetten derhal haberdar oldular. Belgrad muhafızları bütün tedbirleri almakla beraber Hz. Padişaha durumu bildiren habercileri birbiri ardınca gönderdiler. Haberciler Padişahı hü-nayuna yol alırken Belgrad muhafızları, acilen bir ordu tertib edip, Tunaserhad beylerinden Mehmed Bey'in kumandasına verip, Macarlar'la birleşecek olan Ulahlılar üzerine gidilmesi-nj kararlaştırdılar. Böylece düşmanı çoğalmadan, birleşmeden, yâni tek vücud olmadan durdurmayı plânlamış oldular.
Mehmed Bey, (Jlahlılann üzerine gitti, onları perişan etti. Bu savaşta Ulah Beyi Radol yokluk diyarının buldu. Yâni, canı teninden ayrıldı. Mehmed Bey, Ulah Beyliğini uhdesine aldığını ilân ettikten sonra ulakların getirdiği haberi alan Padişahın derhal sefere çıktığını ve Belgrad önlerine geldiğini duyunca hemen orduyu hümayuna katıldı.
Bir müddet Belgrad'da istirahat eden orduyu hümayun Macaristan üzerine yürümeye başladı. Muhteşem ordu 300.00 asker 300 adet top'la ve bunların gülleleri, barutları onları çeken atları ile itisadî bir olay meydana koyuyordu. Çünkü bu kadar büyük bir ordu ne yer, ne içerdi, hele hele helâl ve haram denilen Cenab-ı Hakk'ın emrine mutî olan bu ordu, hiç kimsenin malına, tarlasına, bağına, bahçesine yukarıdaki emir manzumesine bağlı olması hasebiyle tecavüz etmeyince nasıl doyardı? İşte bu olay büyük bir organizasyondur. Biz sık sık organizasyonu bilmeyenler olarak kendimizi tanımlarken lütfen ecdadınızın beş asır önce gerçekleştirdiklerine dikkat nazarlarımızı çevirelim ve bugün bir vilâyetimiz büyüklüğündeki ülkelere yardım almak için el açmamızı hazin hazin düşünelim...
Orduyu Hümayun Drava nehri kıyısına gelince karşıya geçmek için bir köprü yapımı icab ettiğini gördü. Ordumuzun imar işlerine bakan birlikleri nehrin üzerine 80 kulaç uzunluğunda takriben 180 metre boyunda bir köprü yaptılar. Ve bu köprüden ordunun bütün ihtiyaçları ve askeri rahatça karşıya geçti. Çok az bir yürüyüşten sonra Mohaç ovasına vardılar.
Macar Kralı Lui ordusuyla harp nizamına girmiş, İslâm ordusuyla tutuşacağı savaşın kendine bir zafer getireceği ham hayalini yaşıyordu. Karşısındaki ordunun kuru bir cihangir dâvasından ötede, ilâhî bir işaret almadan hareket etmekten sakınan yüce bir Padişah ve Halifei rûy-i zemin kumandasında olduğunu kısır aklı düşünemiyordu.
Macar ordusunun durumunu tesbit eden Hz. Padişah, Orduyu Hümayunu bizzat tertib edip, başını secdeye koydu ve Cenab-ı Zülcelâlden nusret ve zafer taleb eyledi. Sonra da zaferlere koşan ünlü beyaz atına binüp hücum emrini yerdi. Meydana gelen savaş, tarihin kaydettiği en kısa süren meydan savaşlarından biriydi. Ve yine tarihin kaydettiği en büyük imha savaşlarından biri idi. Çünkü savaş sadece iki saat sürmüş, sûffar ordusu yirmibin ölüyü savaş alanında bırakmış, başsız bir vücudun çırpınması gibi kaçacak bir yol arıyorlardı. Yo! bulamayanlar kendilerini Tuna nehrine atıp, boğulup gidiyorlardı. Bir bölümü ise İslâm askerinin takibinden kurtulmak için atlarını bataklıklara sürmüşler ve batağa saplanarak telef olmuşlardı. İşte bir zafer ümidiyle, kudretli Sultan Gazi Süleyman Kaanuni'nin karşısına çıkan genç Kral Lui'nin kaşığına bu bataklıkların pislikleri nasib olmuştu. Çünkü o da atını bataklığa sürenlerle beraberdi. Mohaç kalesi ve Budin kalesi Osmanlı hududları içine bu zaferin neticesinde dahil oldular. Hz. Padişah zaferin kendisinde kaldığını her tarafa ferman çavuşları vasıtasıyla bildirdi. Valide Sultan Hazretlerine tahi bir fetih fermanı gönderdi. Bütün bu mesut olaylar cereyan ettiğinde tarihler, Hicri 933/Milâdl 1526'yı gösteriyor idi. Bu seferi hümayun yedi ay kadar sürmüştü.
Orduyu Hümayun, İstanbul'a avdet ettiğinde Anadolu'nun nizam ve intizamında bir çalkalanma meydana geldiği mü-ahade olundu. Bu bir çalkalanmadan ziyade bir isyan havasını andırıyordu. Adalet tevziinin memuru Hz. Padişah, adalet kürsüsünü terkedince yerine geçenler, aynen hâkimlerin bıraktıkları kürsüleri, mübaşirler yönetirse nasıl adalet tevzii emin ve makbul olmazsa işte Hz. Padişahın yokluğu da böyle oluyor birtakım haksızlıklar meydana geliyordu. Çünkü adalet kılıcını kuşanan hakkıyla kullanmasını da biliyordu.
İstanbul'a teşrifleri derhal Anadolu'daki meydana gelmiş isyan birikiminin durulmasını, emir buyurduğu tedbirler bu birikiminde kalkmasına vesile olmuştu.
Sultan Hazretlerinin yokluğunda zekâtın haricinde bazı vergiler konmuştu. Halbuki İki Cihan Serveri «Malda, zekâttan başka bir şey yoktur» buyurmuşlardı. Fakat Cenab-ı Cel-le bir çok âyeti kerimelerde vermeyi teşvik etmiş hatta teşvikten öte emir buyurmuştur. «Veren el, alan elden hayırlıdır» misali kitabı muhkem, verenleri mükâfatlandıran, vermeyenlere mücazaatlar gösteren âyeti kerimelerle doludur. Burada dikkat edilirse zekât bir mecburiyet, diğer verişler ise ihtiyarîdir ve ihtiyari verenler nice mükâfatlara nail olacakları anlaşılır. Bunları yazarken aklımıza İki Cihan Serveri'nin bir sefere çıkılacağında «Herkes verebildiği kadar versin, sonra şu meydanda toplanalım» diye buyurduğunda herkes vereceğini verir ve meydana toplanma yerine gelirler. İki Cihan Serveri gelenlerin üzerine mübarek nazarlarını gezdirirler ve Sıddık-i EkB^ Ebû Bekir (R.A.)'ı göremeyince orada toplananlara sorar: '«Ebû Bekir'i aranızda göremiyorum, nerdedir? Sahabeden bir zat, bir adım öne çıkar ve şöyle cevap verir: «Ya Resûlullâh; siz verin dediğiniz için hep verdik. Fakat Ebû Bekir nesi varsa verdi, toplantıya gelebilmesi için örtünecek bir şeyi dahi kalmadı, o yüzden buraya gelemedi.» Bunun üzerine Efendimiz, Peygamberimiz Şefaatçimiz ve tek Önderimiz, üzerlerinde bulunan harmaniyyeyi çıkarıp sahabenin eline verip »Al, bunu ona götür burunsun, gelsin» buyurdular.
İşte bu büyük sahabe gibi olmak mümkün değildir. Onlar gibi olunca zaten dünya yeniden İslâm olur ve bütün meşakkatler biter. Bu sebeble ordusu Avrupa'da küffar önünde harp ederken konulan vergilere itiraz edeceklerin bulunması, bunların İsyana kadar İşi vardırmaları fazla yadırganacak bir şey değildir. Zira ne onlar sahabeydi ne de Osmanlı Devleti o devletti. Yanı şunu unutmamalı ki onlara en yakın olabilen, onlara en lâyık olan yine o Osmanlı ve yine o Osmanlı Devleti idi. sayfalarımızı bu olayla süsledikten sonra biz yine mevzuumuza dönelim.
Hz. Padişah, bu konan vergileri kaldırdıktan sonra sadrazamı bu olayların sonunu alması için vazifelendirdi. Sadrazam da bu işleri hakkıyla halleyledi. Bu arada Mohaç Zaferinden sonra Akıncılar Tuna boylarında at koşturuyorlar De-veti Islâmiyye'ye nice kaleler kazandırıp nice kâfir beylerine boğun eğdiriyorlardı. Beri taraftan Mohaç muharebesinde bataklıkta ölen Macar Kralı 2. Lu'nin yerini alan Jan Zapol-ya'nın krallığı ihtilâfa sebep olmuştu. Çünkü Mohaç'tan dört sene evvel Avusturya imprator'u Şarlken ki, mezkûr zamanda Almanya İmparatoru unvanı da üzerindeydi. Avusturya ve Macaristan Krallığı kardeşi Ferdinand'a terk etmişti. Orduyu Hümayunun İstanbul'a dönüşünden sonra Ferdİnand, Zapol-ya'ya karşı harekete geçmişti. Yapılan muharebede Zapolya yenilmiş ve Erdel'e çekilmişti. Padişaha gönderdiği elçiyle yardım talep eden Zapolya, Padişahı Şahâne'nin yardımlarına nail olabimişti. Bu yardıma nail oluşta Sadrazam İbrahim pasa'nın büyük rolü olduğu aşikâr idi. Bu yardım şöyle oldu: 7apolya'ya Tuna voiu ile ^0 top ve 50 kantar barut gönderilmişti Ve sefere hazır olup işaret beklemesi emir buyurulmuştu.
Buna mukabil bu durumdan haberdar olan Ferdinand bir elçilik heyeti göndermiş ve yardım istemek değil, Macaristan'dan alınan yerlerin iadesi şartıyla bir sulh teklifi getirmişlerdi. Bu tekliften ziyade, elçilerin teklifi bildirişlerindeki küstahlık ve kabalık, Hazreti Padişahı çok üzmüştü. Bu üzüntüsünün neticesinde hırslanan Sultan Hazretleri, Çemberlitaş civarında bulunan elçilik evinde bu heyeti hapis etmiş ve bunların dokuz ay orada mahpus kalmaları için emir ve irade buyurmuşardı.
Şimdi burda yine çok kısa bir yorum yapalım. Bugün dünyada biz olsun başka devlet olsun bir elçilik heyetini dokuz ay tevkif eylesin ve buna mukabil elçiliğin devleti br şey yapmasın mümkün mü? Evet bugün Amerika'nın elçileri İran Devleti'nin elinde rehine olarak bulunuyorsa da bu olayın tam neticesi alınmadığından fazla fikir yürütmeğe gelmezse de unutmayalım ki çok kısa bir müddet evvel, Amerika bunlara kurtarmaya mı dönük? Öldürtmeye mi dönük? Anlaşılmayan bir sebebten saldırı denemesinde bulunmuştur. Yâni birtakım zorlama faaliyetlerden çekinmemiştir. İşte Ka-anuni Sultan Süleyman Hazretleri, İslâm'ı dünya önünde Öyle bir kuvvetli kılan inancın bağlısıydı ki elçileri dokuz ay tevkifi, karşı tarafın en ufak bir şey yapmasına meydan bırakmıyordu. O istediğini esir tuttuğu gibi, istediği fermanla istediği neticeyi istihsal eden bir Padişahı Cihan idi. Bir çok yerde zikredilir ki; Fransa Kralına yazdığı mektupta «Duyarım ki sen saraylarında kadınlar ve ekekler birbirine sarılır raks ederlermiş, belki bu sizin âdetlerinize uygundur amma, benim memaliki şahaneme de bulaşır ve Cenab-ı Hakk'in istemediği bu hal, milletime musalat olur. Bu fermanımı aldığında tez bu âdeti kaldır. Yoksa bu yaz sonunda üzerine varır, atımı sarayının bahçesinin havuzunda sularım» mealindeki sözleriyle Fransa sarayından dansı kaldırtmıştı. Fakat bizler onlara lâyık torunlar olamayıp yediden, yetmişe bir Avrupa taklitçisi olduk çıktık, maalesef böyle olduk. İstisnalar vardır, fakat istisna kaideyi bozmaz diye bir deyim vadır.
Elçilerin dokuz ay süren mevkufiyetleri sonunda Padişah, onları hapisten çıkarmış her birine 500'er altın hediye edip şu nutku irad eylemiş idi. «metbuunuzun henüz bizimle münasebet dostu ve hemciuarisi yok ise de buna kariben mâlik olduğum bütün kuvvetimle gidip kendisini bulacağım ve istediğini kendim vereceğimi ifade edebilirsiniz. Öyle söyleyiniz ki ziyaretimize hazır olsun.»
Kaanuni SultanSüleyman Han Hazretleri bu cevabı verirken kuru bir lâf kalabalığı söylememiş, bu sözleri ağzından çıkarmadan üç gün önce sadrazam İbrahim Paşa'yı, Avusturya üzerine yapılacak sefere yılda bir milyon akçe maaş ile Serdarı Ekrem tayin etmişti.
Nihayet Hicrî 935/Milâdî 1529 senesi Mayısında Padişah Hazretleri 250.000 kişilik muhteşem ordusu ile üçyüz aded top'a hamil olarak söylediklerini hakikat kılmak üzere Dersa-adet'ten ayrıldı. İlk merhale, daha evvel tarihin en büyük meydan savaşlarından birini kazanmış olduğu Mohaç sahrası ve kalesi idi. Otağı hümayun kuruldu. Zapolya altıbin kişilik süvari kuvvetiyle Padişaha saygılarını sunmak üzere geldi. Padişah bundan memnun oldu. Oradan Ferdinand'ın taht şehri olan Budin'e gelindi. Şehir muhasaraya alınıp, teslimi sağlandı. Ve Sekbanbaşı tarafından Zapolya Kral tahtına oturtuldu.
Padişah Hazretleri sonbaharda Viyana Önlerine geldi. Simering şehrinde otağını kurdu. Öte yandan Sadrazam, San kapısı ile Viyana kapısı arasındaki sahada yer aidi. Şehrin diğer kapılarının önlerine de orduyu yerleştirdi. Bu kuvvetlerin yekûnu 120.000'i buluyordu, böylece muhasara yani Birinci Viyana Muhasarası Hicrî 936/MiIâdî 1530 senesinde bilfiil başlamış oldu.
Viyanayı savunamayacağını anlıyan Ferdinand Avusturya'nın içlerine kaçmış ve şehrin muhafazasına 20.000 piyade ile ikibin süvariyi bırakmıştı. Ancak hâkim surlarla çevrili Viyana şehri 72 adet topla teçhiz olunmuş ve açık arazide yer alan İslâm mücahidlerinin üzerine ölüm kusmağa başlamıştı. 27 Eylül'de lâğımlar patlatılmış açılan gediklerden hücum denenmiş ise de ard arda üç defa tekrarlanan taarruzlar fethi nasib kılmamıştı. Orduyu hümayun 19 aydır seferde idi. Balkan iklimi kendini göstermiş, erzak azalmış, doğrusu kabul olunur ki Viyana da iyi mukavemet etmişti. Zaten asıl niyyet Ferdinand ile bizzat çarpışmak ve onun dersini vermekti. Fakat Ferdinand, bu kutlu ordunun önüne çıkmağa cesaret edemeyip, memleketinin iç taraflarına çekilmişti. «Nasıl bir devlettir ki bir yabancı ordu 19 ay onun topraklarında at sürsün, ikamet etsin ve onun karşısına çıkıp da benim ülkemde ne arıyorsun demesin, eğer demezse biz de buna devlet-i ada devlet gibi değil der çıkarız» mealinde bir mektup yazan sadrâzam İbrahim Paşa, Hazreti Padişahın tasvibi ile muhasarayı kaldırdı. Ve dönüş başladı.
Akıncılar ise kuşatmanın hemen başlangıcında onbeş bin kişilik bir kuvveti seyyar birlikler halinde muhtelif yön ve cephelerde dalışlar yaparak hem orduyu hümayunun emniyetini sağlamışlar hem de birçok yerleri basarak fesat yuvalarını dağıtmışlar idi. Orduyu hümayunun kuşatmayı kaldırdığında, iltihak için geldiklerine yanlarında 10.000 esir olduğu göz önüne alınırsa ne kadar büyük muvaffakiyyet göstermiş oldukları anlaşılır.
Budin'e dönen Hazreti Padişah, Viyana önlerine giderken Macaristan'a kral olarak tayin ettiği Zapolya tarafından saygı ile karşılandı. Nihayet dersaadet'e dönüldü ve çok az bir zaman sonra şimdiki Sultanahrned meydanında İbrahim Paşanın konağında Mustafa Sultan, Mehmed Sultan ve Selim Sultanın sünnet düğünleri yapıldı. Bu düğün üç hafta gece ve gündüz devam etti.
Viyana önlerinden ayrılan İslâm Ordusu, keferenin kalbine düşürttüğü korkuyu ikibuçuk sene sonra unuttuğunu gördü. Çünkü, Macaristan Kralını, Şadken ve Ferdinand aralarında birleşerek rahatsız etmeye başladılar. Şarlken'in ve Ferdi-nand'ın bu yaptıkları yedikleri sillelerin acısını unuttuklarını gösteriyordu. Ömrü at sırtında geçmekte olan hazreti Padişah yine ordusunun önüne düştü, bu sopa düşkünlerinin tayınını vermek üzere yola koyuldu. Bu sefer Şarlken esas hedef olduğundan Almanya'ya harb ilân olundu. Alman eyaletleri olan bazı yerler baştan ayağa dolaşıldığı halde Şariken meydan savaşına cesaret edemeyib hep kaçtı. Avusturya Imparator'u Ferdinand ise korkudan yüreği ağzına gelmiş, Hazreti Padişaha Macaristan işlerine karışmıyacağına dair söz verip sulh istemişti. Sulh teklifleri daima Osmanlı'nın kabul ettiği şeydir. Çünkü karşıdan gelen sulh teklifi bir aman dilemedir. Müslümanlar aman dileyene kılıç vurmazlar. Böylece Avusturya ile ilk defa sulh yapılmış oldu. Şurada şunu da belirtelim ki, Şarlken, İslâm Padişahının karşısına çıkamazken durmadan sadrazam İbrahim Paşa'ya mektup yazar ve sadrazama mektuplarından biraderim diye hitab ederdi. Bu sebebten Alman tarihçiler Şarlkeni, bu biraderim hitabından dolayı Alman imparatorunu, Osmanlı Sadrazamı ile aynı mertebede görmeyi intaç ettirdiğinden dolayı tenkit etmişlerdir Bütün bunlar Hicrî 938-939/Milâdî 1533'de cereyan ediyordu.
Irak seferi Sultan Kaanuni'nin 6. seferidir. Hicrî 940/Miiâdî 1536'da sona ermiştir.
Tebriz havalisinde Şah İsmail artıkları İranlılar Bitlis civarında hükümferma olan Bitlis hâkimi, Safevî devletini yeniden ihya etme hayallerine kapılmış olduklarından, Devleti Osmaniyye'nin zafer sancaklarını o güzel diyarlarda yeniden dalgalandırmasını icab ettirdi. Sadrazam kumandasındaki orduyu muazzama Van, Erciş, Adilcevaz, Ahlat tarafların; İranlılardan ve onlara mütemayil beylerin elinden tekrar alarak sınırlarına dahil eyledi. Osmanlı Sancağı Tebriz kalesine çekildiğinde Hazreti Padişah da maiyyetindeki büyük bir ordu ile teşrif edip, Tebriz kal'asını şereflendirdiler. Sdrazam İb rahim Paşa'nın yapılması kararlaştırılan bütün işleri yaptığını bunları muvaffakiyyetle bitirilmiş olduğunu gören Kaanuni Sultan Süleyman Han zaferlere bakan gözlerini ve atının dizginlerini Irak-i Acem'den Irak Arablarına doğru çevirip, türlü zorluk ve sıkıntılara duçar olarak fakat dudaklarından lâfzı celâli, elinden kılıcı düşürmiyerek sabırla fetih yolunda yürüyüp, sonunda Bağdad şehrine vardı. Bağdad kapssını bu şanlı gaziye ve onun mübarek ordusuna gönül hoşluğu içinde açtı. Bu sırada Fransa'dan gelen Lafavre adlı bir elçi Padişah Hazlerini ordugâhta ziyaret etmişti. Bu ziyaret iki aniaş-nna ile neticelenmiş, biri siyasf, diğeri ticarî anlaşmadır. Bun-larglan ticari olanı »Ahdi Atik» yâni Fransızca Kapitilasyonlar idi. Büitapitilasyonlar sonradan başımıza belâ olduğu için, Kaanuni Sultan Süleyman Hazretlerini yanlış bir anlaşma yapmakla suçlayan bir çok kimseler olmuştur. Bunlar çeşitli mevki sahipleri olduğu gibi Cumhuriyetin ilânından sonra okularda Osmanlı Padişahları aleyhinde yapılan tedrisatta, çok önemli bir malzeme olarak kullanılmıştır. Zamanın en zekî, kültürlü ve kudretli Sultanı olan Hazreti Padişah şüphesiz ki dar ve kısa görüşlü olamazdı. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük amiralini, Barbaros Hayreddin Paşa'yı Devleti Aliy-ye'nin hizmetine çekebilmiş olan bu Sultan Ahdi Atik'e imzasını koyarken şüphesiz ki, bu İslâm milletinin en küçük bir menfaatini dahi gözden uzak tutmamıştır. Fakat bütün anlaşmaların tesiri, kuvvetli oldukça vardır. Kuvvetini muhafaza edemedikten sonra hangi devletle olursa olsun, ne şartlarla olursa olsun yapılan anlaşmalar zayıf olanın aleyhine, kuvvetli olanın lehine işler. Çünkü dünyada kılıçla, kalem birbirinin desteğine muhtaçtır. Kılıca istinat etmeyen kalem güçsüz, kaleme dayanmayan kılıç ise kırılmaya mahkûmdur. Nasıl ki cennetmekân Hazreti Fatih Sultan Mehmed Han, Patrik ve Patrikhaneyi lağvetmiyerek hristiyan dünyasının daima iki başlı olmasını temin etmiş ve onların ittihadını önlemişti. Kuvvetli olduğumuz zamanlarda Patrikhane daima istediğimiz istikâmette hareket etmek mecrubiyyetinde kalmıştır. Fakat salibin, hilâle olan düşmanlığı fırsatını bulduğu zaman su yüzüne çıkmıştır. Gerek Sultan 2. Mehmed devri, gerekse mütareke yılları salibin, hilâle karşı haînane ve cani-yane ihanetleri ile doludur. Kapitilasyonlar bugün bir yalnız tarih ilminin mevzuu değil, çok dikkatle araştırılacak ve kesin olarak taraf tutmadan karar verebilecek, Allahtan korkar, Peygamberden utanır ve şer'i şerifi kayıtsız şartsız kabul eden ve ona ittiba eden iktisatçı, sosyal bilimci, hatta deniz ticareti ihtisasının elemanlarının işidir. Hicrî tarihi, Milâdî tarihe çevirmesini bilmeyen sözde ilim adamlarının işi değildir.
Irak seferi nihayete ermiş, Orduyu hümayun zaferle döndüğü yolda birtakım nizamsızlıkları düzelte düzelte Dersaadet'e doğru yol alırken Sadrazam Makbul İbrahim Paşa, bir-cOk zaferlerin sahibi hissedarı olduğundan şımarmıştı. Hatta bir seferinde Şarlken'in elçisine «Ben bir şey istersem Padişah Hazreteri derhal kabul eder. Padişahımız Efendimiz bir şey isteyip, ben de onun istediğin istemezsem o şey olmaz» diyerek gurur ve kibir adlı şeytanın kucağına düşmüştü. Bu seferin dönüşünde de kendisine «Serasker Sultan» unvanını benimseyince çizmeden yukarı çıkmış oldu. Hicrî 942/Milâdl 1536'da Orduyu Hümayun Dersaadet'e dahil oldu. Az bir müddet geçince Sadrazam Makbul ibrahim Paşa, yatağında boğdurularak Maktul İbrahim Paşa adını aldı. Fakat bu ad onun ölümle buluşmasından sonra aldığı ad olduğundan o adı kulanamadı. Sadece tarihlerde önce Makbul sonra Maktul adıyla geçen bir sadrazam oldu. Kaanunî Sultan Süleyman Hazretleri bu Irak seferinde Bağdad'da dört ay ikamet ettiği sırada İmâm-ı Â'zam Hazretleri'nin, Abdülkâdir Geylânî (K.S.) kabirlerini buldurup onlara güzel birertürbe inşa ettirmiş ayrıca İmamı Hanbel Hazretlerinin de kabrine bir türbe yaptırarak İslâm büyüklerine karşı olan vazifelerini yerine getirmeye çalışmış oldu.
Korfu seferi Kaanuni Sultan Süleyman Hazretlerinin yedinci seferi hümayunudur. Muhatabı Venedik Cumhuriyeti'nin şahsında kâfirlerdir. Devlet-i Osmaniyye daima ahde vefa gösteren bir devlet olarak cihan tarihinde muvafık muhalif herdesin ittifak ettiği bir devletti. Kendileriyle sulh yaptığı kirnselere, sadece kâğıt üzerinde yazılanlara riayet etmekle kalmaz, İslâm'ın, kalbleri İslâm'a ısındırma metodunu da tatbik sahasına kendiliğinden getirir. Böylece bu asil ve necib nnilletle sulh yapma şerefine nail olanlar huzur içinde yaşarlardi. Ta ki, bu kendi cibilliyetlerinin icabj, dün öptükleri eii ısırma, attıkları imzayı mürekkebi kurumadan yaladıkları âna kadar devam eder, ufak ufak ihanetlere başlar ve nihayet geç kalkan, fakat indiği zaman un ufak eden Osmanlı yumruğu tepelerine inerdi. O yumruğu yedikten sonra akılları başına gelir, yeniden sulh yapma yollarını ararlardı. Bu sefer de böyle olmuştu.
Venedik Cumhuriyeti, Devleti Aliyye ile sulh halinde iken Şarlken ile sulh ve bir takım anlaşmalar yapmıştı. Halbuki Şarlken'in arası Devleti Osmaniyye ile son derece gergin hattâ ilâna lüzum görülmemiş bir harp halinde idi. Şarlken ise donanmasını Tunus üzerine sevk etmiş orayı zabt edip 20.000 müslümanı akıl almaz işkencelerle yok etmiş, âdeta bir katliâm icra etmişti.
Kaanuni Sutan Süleyman Hazretleri 6. seferi olan Irak seferi hümayununda, denizlerin kontrolü ve Endülüs Emevî Devletinin mensuplarının İspanyol engizisyonundan kaçmalarına yardım eden gemileri kuzey Afrika'ya geçebilmeleri için bir emniyet tertibatı olarak Osmanlı donanmasını Barbaros Hayreddin Paşa Hazretleri kumandasında Akdeniz'de vazifeli kılmıştı. Bu donanma, söz konusu katliâm haberini alınca İspanya donanmasını ve onun komutanı olarak meşhur Amiral Anderya Dorya'yı karşısında buldu. Defaatle yapılan savaşlarda Donanmayı Hümayun o büyük denizci âbid ve zâhid Barbaros Hayreddin Gazi'nin kumandasında daima zafer buluyor fakat kurnaz Andrea Dorya bir türlü ele geçmiyordu. Bunlar olurken Hazreti Padişah Irak seferini bitirmiş ayağının tozunu silmeden Korfu seferi denilen bu sefere başlamıştı. Korfuya gelen Sultan Hazretleri İspanya, donanmasına yardım yaptıkları için Korfu'yu zabt etmek üzere muhara-saya aldı. Lâkin Korfu kalesi metanetle dayandı. İradei Se-niyye muhasaranın kaldırılması şeklinde tecelli ettiğinden, o
kölge akıncı birliklerinin konroluna bırakılarak kara yoluyla Hazreti Padişah İstanbul'a döndü. Tarihler o sırada Hicrî 944/MiIâdî 1538 yılını gösteriyordu.
Boğdan Voyvodası Petro'nun vergilerini ödememesi ve ödeme hususunda hiçbir gayret göstermemesi âdeta bunları unutur bir tavıra girmesi Hicrî 945/Müâdî 1539 yılında; Hazreti Padişahın sekizinci seferi olan Boğdan üzerine yürümesine sebeb oldu. Orduyu Hümayun Boğdan topraklarına daha . yaklaşırken Petro'ya kaçmaktan başka yapılacak bir şey kalmamıştı. Hazreti Padişah, kendi sarayında yetiştirmiş olduğu İstefan'ı ki, Petro'nun kardeşi idi.
Boğdan Voyvodalığına tayin ve iki senede bir Boğdan vergilerini toplayıp bizzat Voyvoda, Payitahta yâni İstanbul'a getirmekle emir olundu. Devleti Aiiyye Ordusu yine zaferle Dersaadet'e avdet etti.
Hindistan'ın Gücürat hâkimi Bahadır Şah, Portekizlilerin devamlı tevacüzlerinden bizar olmuştu. Gün geçtikçe bu tecavüzlere mukavemeti azalıyordu. Kâfir Fransuvan'ın dahi yardım istediği, Cihan Sultanı Kaanuni Sultan Süleyman hazretlerinden yardım istemeyi uygun gördü. Değilmi ki, müslümanlar bir vücud gibidir. Eğer vücudun bir âzası rahat-sızsa bu bütün vücudun ızdırap çekmesine sebeb olur. Değilıİ ki Kaanuni Sultan Süleyman Hazretleri, Devleti Osmaniy-ye'nin Padişahı, din-İ İslâm'ın hâlifesi idi. Şüphesiz ki bir istimdada, bir yardım talebine bigane kalamazdı...
Derhal kaleme aldığı bir mektupla Hazreti Padişahı yardıma çağırdı. Halifeyi rûyi zemin olan Kaanuni Sultan Süleyman Han derhal gereken emirleri verdi. Süveyş'te büyük bir donanma tertib olundu. Kumandanlık seksen yaşındaki delikanlı, Hadim Süleyman Paşa'ya tevcih olunup o tarafların meseleleri hâl olunsun meyanında fermanı hümayun bildirildi.
O kahraman Paşa ilerlemiş yaşına rağmen genç bir delikanlı gibi fütursuzca verilen vazifelen ifaya koyuldu. Hindistan sahillerine yollandı. Çok kısa zamanda Aden'i feth etmişti. Aden emirini aman verdiği halde sonradan öldürdüğü ve mal ve mülkünü aldığı rivayetleri bütün Hindistan sahiline duyuruldu. Bu rivayetler tam açığa çıkmamakla beraber o sırada Osmanlı'dan yardım taleb eden Bahadır Şah'ın, bir iç darbe ile devrilip onun yerine kardeşi Mahmud Şah'ın tahta geçmesi ve bu rivayetleri esas ittihaz ederek Portekizlilere bir anlaşma teklif edip, Osmanlı'ya karşı müşterek tavır almaları tam manasıyla bir siyasî ihtirastan ibarettir. Doğrusunu Allah bilir.
Dâvetçilerle, Portekizlilerin birleşmesi şüphesiz ki Osmanlı donanması için büyük bir tehlike teşkil ederdi. Sakalını savaş alanlarında ağırtan Hadim Süleyman Paşa bunun üzerine hareketinin ağırlığını Yemen üzerine kaydırmış ve Yemen'in büyük bir bölümünü Osmanlı hududlanna ilâve etmiştir.
Dersaadet'e dönen Hadim Süleyman Paşa, Hazreti Padi-şah'ın takdirlerine mazhar olmuş ve ilerlemiş yaşına rağmen dünyanın ta öbür ucunda yaptığı hizmetlerle bu takdir ve iltifatlara haliyle hak kazanmıştı. Kendisine artık İstirahat etmesi rica olunmuş ve o da bu ricayı bir emir olarak kabul ederek istirahate çekilmişti. Bugün Rusya ile çarpışan Afganistan'a asker gönderelim diyen adama; gülenler, yahu hangi zamandayız diyenler, ecdadımızın 440 evvel yâni Hicri 946/Milâdî 154O'ta seksen yaşında bir paşayı 20.000 askerle gönderdiğini ve Devleti Aliyye sancağını orada zaferle dolaştırdığım hatırlasalar acaba biraz kızarırlar mıydı? Bugün dünyanın neresinde olursa olsun bir müslümanın burnu kanıyorsa ve biz bundan müteessir olmuyorsak ve buna sebeb olanları lanetlemiyorsak biz ancak zayıf îman sahibi müslü-manlarız, bunu bilmemiz lâzımdır.
Bu bölümde bazı vak'alara satırbaşları halinde temas ederek birtakım nakiler yapmayı uygun gördük.
İstanbul çok büyük bir yangın geçirdi. Bu yangın büyük hasara yol açtı. Yangının arkasından meydana gelen salgın hastalık veba şeklinde teceli edip, bu salgında Sadrazam Ayaş Paşa dahi vebaya yakalanarak vefat etti. Sadrazamın vefatı üzerine mührü hümayun İkinci Vezir Lütfi Paşa'ya tevcih olundu. Ayaş Paşa merhum son derece muhterem bir zat olmakla 120 adet çocuğu olduğu rivayet olunur.
Şehzade Bayezid Sultan ve Cihangir Sultan'ın sünnet düğünleri, Mihrimah Sultan ile Rüstem Paşa'nın izdivaçları Haz-reti Padişahın hazır bulunmasıyla icra olunmuştu.
Kaanunî Sultan Süleyman Han dokuzuncu seferini; kendisinin kral tayin ettiği Macar Kralı Jan Zapolya'nın ölmesi ve onun yerine Macaristan tahtına onbeş güniük oğlu İstefan'ın resmen kral ilân edilmesi ve Avusturya İmparatoru Ferdi-nand'ın bu durumu kabul etmemesi, Macaristan'ın dahili işlerine karışmaya başlaması yüzünden yapmak mecburiyetinde kamıştı. Şöyle ki:
Sultan Hazretleri derhal kuvvetli bir ordu tertib edip Macaristan topraklarına daldı ve atının dizginlerini Budin kala'sı önünde kıstı. Budin'e vali olarak, Bağdad Valisi Süleyman Paşayı, îstefan rüştünü ispat edince onu tanıma şartıyla tayin etti. Ayrıca kadı ve memurlar da tayin ederek Budin'in bir Osmanlı vilâyeti olmasını temin etti. Bu durum Almanya ve Avusturya'yı istikbal içerisinde korkulara salmaya sebeb1 urken, ftaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa, ispanya donanmasını Akdeniz'den koğmuş artık Akdeniz bir Türk
Ölü halini almıştı. Hatta bu arada Nis Şehrini topa tutmuştu. Donanmayı hümayun, Roma dolayısıyla Papa'lığın iskelesi sayılan Ostiya'ya gelince Papa dahil herkesi bir korku almış, Roma'y1 zabt etmeye geliyor zannı ile milet ne yapacağını şaşırmıştı. Çoluk çocuğunu yanlarına alan aileler mal ve mülklerini bırakarak kaçacak delik aramaya başladılar. Fransız elçisi, düşman olarak gelinmediğini bir mektupla bildirerek Romalıların ve Papa'nin gönlünü biraz ferahlattılar.
Macaristan seferi ve Barbaros Hayreddin Paşa'nın muvaffakiyetleri Osmanlı Devletinin karalar ve denizlerde en büyük ve kuvvetli olduğunu cihana bir daha ispatlamış oldu. Tarihler Hicrî 947/Milâdî 1541 yılını gösteriyordu.
Kaanuni'nin onuncu seferi olan bu sefere Avusturya seferi denilir. Budin'in, Osmanlı'nın bir vilâyti haline gelmesine tahammül edemiyen Ferdinand, yeniden bir takım tedariklere girmeğe başladı.
Hazret! Padişah, tedariklerin mahiyyetini öğrenince derhal Ali Bey kumandasında Tuna'ya 370 gemi ve bol miktarda zahire gönderdi. Hakikaten bu sefer-i hümayun en mükemmel ve en intizamlı seferlerin arasında zikredilir. Edirne'den hareket eden orduyu hümayun, Bosna'ya vardığında Bâli Paşa'nın ölüm haberini aldı. Bâli Paşa'nın vefatına üzülen Sultan, onun yerine Yahya Paşazade Mehmed Paşa'yı tayin _etti: Önce Valpo şehri sonra Siklos ele geçirildi. Arkasından Gran fetih olunarak, Bûdin'e ilhak edildi.
Macaristan'ın eski krallarının gömüldükleri Stuhl-Vesen-burgh şehri de feth olundu. Sancağın idaresi Ahmed Paşaya verildi. Raküza Cumhuriyetine, Venedik Senatosuna, Fransa Kralına zafernameler gönderilmişti. Çünkü bütün Macaristan'ın, Avusturyalılar elinde olan yerleri feth olunmuş ve Macaristan bir Osmanlı eyaleti olmuştur. Peşte'ye gelen orduyu hümayun Kasım ayında Belgrad'da mücahidini mükâfatlara gark eden Sultan Hazretleri Dersaadet'e dönmeye hazırlandı. Bu esnada en sevgili şehzadesi Şehzade Mehmed Sultan'ın vefat haberi geldi. Padişah Hazretleri bu habere çok üzüldü. Ancak ne bir isyan ne de tuğyan gerekmediğini bilen bir mü'min olarak Yeniçeri mahallesi yakınlarında şimdiki Şeh-zadebaşı'nda defnini, türbe ve camiyi Mimar Sinan'a yaptırılma emrini vermişti. Bugün Mimar Sinan'ın eseri olan türbesinde ve Şehzadebaşı Camii olarak anılan bu külliye günümüz tekniğine kendini hayran bırakacak bîr âbide olarak müslümanlara hizmete devam ediyor. Hicrî 950/Milâdî 1544.
Avusturya seferinden dönen orduyu hümayun ve Hazreti Padişah; dâhildeki huzursuzlukları tanzim ve yeni seferlere hazırlık sayılacak bir sulh devresi plânladı ve bu beş sene sürdü. Nihayet Hicrî 955/Milâdî 1549 yılında onbirinci sefer olan İran seferi geldi çattı. Şöyle ki, İran Şahı Tahmasb, daha evvel Osmanlıların kendi hududlarına dahil etmiş oldukları toprakları geri alma hülyasına duçar olmuştu. Bunları yâni bu hülyasını tatbik sahasına koymağa başladığı an Tahmasb'ın kardeşi Mirza, ağabeyinin yanından kaçıp, Kaanuni Sultan Süleyman Han'a intisap etti.
Bu intisap; Şah Tahmasb'ın Hazreti Padişaha serzenişli bir mektup yazmasını icab ettirdi. Şah Tahmasb mektubun dozunu iyi ayarlayamadiğından hele hele kardeşinin iadesini isteme bahtsızlığına düşmesi açık bir hakaret sayılırdı. Osmanii Devleti kendisine sığınan bir adamı iade edecek bir devlet miydi ki böyle bir istekde bulunuluyordu. Bu açıkça hakaretti. Mektubun cevabı onun üzerine seferi hümayun olmalı idi ve öyle oldu.
Padişah Hazretleri büyük bir ordu ile Konya istikâmetinde vürüyüşe geçti. Karaman valisi olan Şehzade Mustafa Sultan fevkalâde bir devlet adamı, çok kuvvetli ve zekî bir kumandandı. Askeri yanına alıp, Hünkâr babasını karşılamak ve ona mülâki olmak üzere hazırlıklar yapmıştı. Babasının ordusuna iltihak ettiğinde Cihan Padişahı çok memnun olmuştu.
Yalnız şu da gözden kaçmamıştı ki, Şehzade Mustafa'nın birlikleri son derce mükemmeldi ve sanki taht şehrine yerleşecek bir edada idi.
Bunlar olurken Gürcüler, Devleti Aliyye'ye isyan mahrye-tinde baş kaldırırlar. Bu fitnenin de sahibi İran'dır. Orduyu hümayunun bir bölümü bu fitneyi bastırmak üzere görevlendirilir. Hazreti Padişah yoluna devam eder. İstikâmet İran hudududur. Şah Tahmasb'ın ele geçirdiği Van kalesini kurtarır. Oradan Nahcivan ve Revan üzerine yürünür. O sırada Gürcülerin meşelerini halleden kuvvetler gelir ve orduyu hümayuna katılırlar.
Şah Tahmasb, hududlarının boyunda gezinen Padişahı zamanı ve orduyu muazzamayi görünce gerilere çekilmekten başka çare bulamadı. Kış yaklaşırken orduyu hümayun İstanbul'a döndüğünde tarih Hicrî 957/Milâdî 1551.
jkinci Vezir Ahmed Paşa batı hududlarımizda serdar olarak ;ırn bayrağını şerefle dalgalandırıyor, kale üstüne kale fe-jhleri yapıyordu. Bu cümleden olmak üzere Tamışvar, Lippa Salimos kaleleri Osmanlı'nın oldu. Bu arada Hadim Ali .jısa da birçok muvaffakiyetlerden sonra Bûdin şehrine dönüğünde yanında dörtbin esir vardı. Macaristan ovalan üze-, Avrupa nehirlerinin sularında susuzluk gideren Osanlı ordusunun atlan, zafer üzerine zafer kazanan süvarile neşe içinde boy gösteriyorlar, adalet, temizlik ve çalışnlık taşıyorlardı Avrupa'ya...
Bu sırada yine İranlılar Osmanlı hududlarını tecâvüze baş-. Yaşı altmışa yaklaşan Padişah bu sefere gidip gitmemekte veya serdar tayin edip etmemek arasında düşüncelere dalmıştı, üzün ve meşakkatli yolculukların yapıldığı onbir et sefer yapmıştı o kahraman padişah. Seferlerin en gediklisi oydu. Çünkü muvaffakiyet; onun önderliğinde Osmanlı'ya kendisini ikram ediyordu.
Padişah kararını vermişti. İran Seferini Sadrazam Damad üsteni Paşa yönetecek, Macar hududlarını kontrola ise İkin-0 Vezir Ahmed Paşa tayin olundu. Üçüncü Vezir olan Rumeli Şeylerbeyi Sokullu Mehmed Paşa ise İran seferine takviye olmak üzere Tokat'a gönderilmişti.
Bu sırada; Yeniçerilerin, sultan Hazretlerinin yaşlandığını,
;.fere kumanda edemeyecek kadar yorgun olduğunu, bu sebeble Şehzade Mustafa Sultan'ın tahta geçmesi icab ettiğini ileri sürmelerinden bahis eden bir mektup gönderen Veziriam Damad Rüstem Paşa, bu sözlere kendisinden başka herkesin ittifak ettiğini bildirmesi üzerine Hazreti Padişah orduyu istirahata, veziriazamı yanına çağırtan emrini gönderdi. Hicrî 959/Milâdî 1553 tarihinde bizzat Sultan Hazretleri sefere çıkacağını bütün menzillere duyurdu.
Sefere çıkan orduyu hümayun Padişah Hazretlerini başlarında görünce şevkinden ve keyfinden memnuniyetini her an gösteriyordu. Şehzade Bayezid Saltanat Kaymakamı olarak Edirne'ye gönderilmişti.
Şehzade Selim Sultan ise Bolvadin'de pederine mülâki olmuş ve elini öpmüştü.
Şehzade Mustafa Sultan ise Ereğli'de babasını karşılamaya çıkmış fakat bu sefer kendisini bekleyen akıbetten habersiz gelen vüzerayı karşıladı. Resmî merasim yapıldıktan sonra misafirlerinin hediyelerini veren Şehzade Mustafa Sultan ertesi günü babasının elini öpmek üzere Otağı Hümayuna hareket etti. Yolda Yeniçerilerin durmadan Şehzadeyi alkışlamaları, büyük sevgi göstermeleri Şehzade'nin hayatı için bir dönüm noktası teşkil ediyordu. Bu durum kendisine yazılan mektubun doğruluğunu gösteriyordu.
Şehzade Mustafa Sultan Otağa girdiğinde babasının öpeceği elini ararken, kendi hayatına son verecek yedi tane cellâtla karşılaştı. Babasından istimdad ederken bu yedi dilsiz cellât Şehzadenin hayatını sona erdirdiler. Şehzadenin cenazesi Bursa'ya defn olunmak üzere gönderilirken, Yeniçerilerin feveranı üzerine Damad Rüstem Paşa Sadrazamlıktan uzak-iaşıyordu. Şehzade Mustafa Sultan ceddi İkinci Sultan Murad Han'ın türbesine defnolundu. Ağabeysinin durumunu haber alan küçük Şehzade Cihangir Sultan üzüntüsünden hasta olmuş ve kısa bir müddet sonra o da iyileşemiyerek vefat etnişti. Cesedi Şehzadebaşı camiindeki bir türbeye defn olundu.
Hazreti Padişah iki oğlunun bu ölümü üzerine son derece üzülmüştü. Oğlu Cihangir'in adına izafeten bir camii yapılmasını emir buyurdu. Bu camii bugün bulunduğu semte adını vermiştir. Bu seferi hümayun bir İran seferinden ziyade Şehzade Mustafa Sultan Meselesinin halli olarak da vasıflandırılır bir çok tarihlerce...
Önünde Şehzade Mustafa Sultan'in boğduruluşu, onun üzüntüsünden rakik kalbine gelen kriz yüzünden hayata veda eden Şehzade Cihangir Sultan örnekleri dururken, saltanat fırıldağı.çevirmeye gayret için insanın mutlaka ayrı bir yaratılışı olması icab eder. Şehzade Bayezıd Sultan, Hanedanı Osmaniyye'nin değerli bir mensubu olarak bu tehlikeli oyunu oynamaya çalıştı fakat âkibet ona da ölüm sundu.
Anlatılır ki; Şehzade Selim Sultan (sonradan tahta o geçti) yakınlarından birine sorar:
— Benim için ehali ne düşünür? Cevab ikaz mahiyetindedir.
— Ordu pederinizin yerine Şehzade Mustafa Sultanı, tahtta görmek ister. Fakat peder ve valideniz; kardeşiniz Bayazıd Sultanı çok seviyorlar. Sizin lâfınız hiç bir yerde edilmiyor.
Şehzade Selim Sultan'ın cevabı daha muhteşem ve şaşırtıcıdır:
— Ordu varsın Mustafa'nın padişahlığını istesin; anam ve Padişah babam varsınlar Bayazıd biraderimi sevsinler. Amma. Cenab-ı Mevlâ isterse taht-ı Osmanî Selim'in olacaktır.
Hakikaten herkes saltanat kavgası için pala sıyırırken, politika çemberini çevirirken Selim Sultan'ın tevekkülü onun iradei İlâhiyye bahsine vakıf olduğunun kesin bir işaretidir.
Şehzade Selim Sultan'ın hakikat olan bu sözlerini nakilden sonra Bayazıd Sultan'ın kaderi olan ölüme nasıl duçar oluğunu kısaca anlatalım.
Şehzade Mustafa'nın idamını emretmek şüphesiz ki Koca padişahı üzmüştü. İkinci bir evlât acısı eklenince ki, Cihangir Sultan'ın vefatıytı. Yaralı kalbi baba ilk isyanını yakaladığı Şehzade Bayazıd'ı Hürrem Sultanında ısrarları ile affetti. Bayazıd yaptığı isyanın farkında olduğundan barış şerbetini eline tutuşturan babasının sunduğu şerbeti zehirlidir korkusuyla bir müddet içemeyip endişeyle bekledi. Sultan Kaanuni Hz.leri durumu görünce oğlunun elinden aldığı bardağı bir dikişte bitirdi. Belki de Sünneti Şerife uygun içm^ tarzını ilk defa terketmiş oldu koca Padişah.
Evet oğlu ona itimat edememişti. Affa inanamamıştı, banş merasiminde annesi Hürrem Sultan bulunduğu halde.
Bu tereddüd onun bu işlere yeniden teşebbüs edeceğini gösteriyordu, nitekim etti de...
Şehzade Bayazıd Sultan Amasya'dan, Ağabeyi Şehzade Selim Sultan'a ki, o sırada Saruhan Sancak Beyi idi, hakaretlerle dolu mektup gönderdi. Fakat bu mektubu Bayazıd'a yazdıran Mustafa Beğ adlı bir dolapçı olduğu birçok tarihlerde yazılıdır. Bu haraketlerden haberdar olan Kaanuni Sultan Süleyman; Sokullu Mehmed Paşa kumandasındaki 20.000 kişilik bir kuvveti Bayazıd SuStan'ın üzerine gönderdi. Konya ovasında yapılan savaş devlette, yâni Sokullu Mehmed Pa-şa'dan kaldı. Bayazıd mağlûp ve münhezim olarak İran'a sığındı. İşte bu İran'a sığınma onun en büyük hatası oldu. Şah Tahmasb Osmanlı'nın böyle bir şehzadesi eline gelir de se-__Yi-nmez mi? Düşman sevindiren Bayazıd Sultan ne dereceye düşer...
Kaanuni, Şah Tahmasb'a yazdığı mektupta iltica isteğini kabul etmemesini yazar, Fakat Şah Tahmasb şu anda politikasına uygun bulmadığından bu talebi red eder. Ayrıca bizzat Şehzadeyi karşılamaya gider.
Bir müddet sonra Şehzadenin etrafındaki askerî birliğin kuvvetinden ürkmeye başlıyan Şah, artık Şehzadeyi gözden çıkarmıştır. Kendisini ve dört çocuğunu tutuklatıp zindana atar. Bu sırada Osmanlı Devleti ile müzakereler neticelenmiş, Cellât Ali Ağa'ya şah'ın zindanına girip onları boğmak kalmıştı. Bu beş ceset Sivas'a götürülmüş ve kuzey kapısının yanına defnolunmuşlardır. Ve hakikaten âlemlerin Rabbi'nin takdiri Şehzade Selim'in padişahlığımış ki son Şehzade o kalmıştı artık...
'
Hazreti Padişah, evlâtlarını kaybetmenin üzüntüsü bu arada bazı mühim vaka'alar sebebi ile bir hayli yorulmuş ve yıpranmıştı. Padişahlığı 46 yıla varan bir müddeti bulmuş ve bu kırkaltı yılın yansından çoğu at sırtında, kılıç elde, göz düşmanda, fikir milleti islâmiyye'nin rahat ve huzurunu, kalb ile Vacib-ul Vücud'un, yâni Hakk (Cele Celâlühun) emirlerine açık olarak geçmişti. Süleyman Kaanuni'nin kızı Mihrimah Sultan, kalb gözü açık bir mâna hanım olarak, İslâm için Ai-lah için cihad etmeyi kendine vazife bilen babasının bu husustaki en büyük yardımcı ve teşcikçisiydi.
Kaanuni Sultan Süleyman Han'ın Zİğetvar seferi adını alan ve son seferi olan bu seferi anlatırken şu mealdeki Hadls-i Şerifi okuyucularımıza hatırlatıyoruz: «Allah yolunda cihad ederken ölenler şehiddirler».
Kaanuni Sultan Süleyman Dersaadet'ten ayrıldıktan sonra rahatsızlığı arttı. At üstünde durması bile artık ızdıraplar veriyordu. Bunun için tekerlekli taht'a benzer bir araba yapıldı. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa önden ilerleyip arızalı yolları nisbeten düzgünleştiriyor, sevgili padişahının, o muazzez vücudunun daha az incinmesine gayret gösteriyordu. Böyle uzun bir müddet yolculuk yapılması Padişaha iyi gelmiş, nisbeten kendisini toparlamıştı. Bu arada Trakya, Bulgaristan ve Sırbistan geçilmiş idi. Belgrad'a gelindiğinde Hazreti Padişah Orduyu Hümayunu topladı. Bir resmî.geçid yaptıktan sonra zaferler kokusunun yabancısı olmayan atının üzerine bindi ve Tuna böyle at üstünde geçildi.
Macaristan Kralı genç Zapolya, Hazreti Padişahı yanında asilzadeleri olduğu halde içten gelen bir samimiyyetie karşıladı ve kendisine çok kıymetli hediyeler sundu. Hazreti Padişah bu durumdan çok mütehassıs oldu. Zapolya'yı gözlerinden öpüp onun Macaristan Krallığını kuvvetlendireceğini vaat etmek lûtfunda bulundu.
Zapolya'yı uğurlayan Hazreti Padişah, Drava nehri üzerin de yüzyirmi dubadan kurulmuş uzun bir köprüden ordusunu geçirterek Erdel topraklarına varıldı. Kaanuni ikiyüzbin kişilik ordusunun geçişini Tuna'dan getirttiği bir kalyondan se-retti. Bu ordu sevgili padişahlarını zafer çığlıkları ile selâmladı.
Bilindiği gibi Bûdin ve Belgrad, Devleti Aliyye'nin bu bölgede iki kuvvetli istihkamıydı. Buna bir üçüncü istihkâm ilâvesi olarak Zigetvar kalesini düşünen Padişahı Cihan, orduyu hümayunu Zigetvar kal'asına sevk etti.
Bûdin Beylerbeyi Arslan Paşa orduyu hümayuna zaman kazandırmak için halisane bir niyetle Salmo Kontu'nun üzerine yürüdü fakat muvaffakiyyet temin edemedi. Kesin bir mağlûbiyyet de almamış olmasına rağmen yaptığı hatalardan ikisi çok önemli idi. Birincisi kendi insiyatifiyle düşman ...üzerine yürümüştü. Halbuki devletin bir politikası vardı. İsti -şaresiz hareket iyi netice verse bile makbul görülmezdi. Tarih böyle olaylarla doludur. İkincisi ise Sadrazam Sokulu Mehmed Paşa'ya yediği mektuplar hiyerarşiyi ortadan kaldıran seviyedeydi.
Şüphesiz ki Aslan Paşa bu hataları biliyordu. Fakat böyle yapmış olması meselede mevzi olarak haklı olmaya dayanıyordu. Mevzi haklılık genede haklılığı getirmiyordu. Devleti Osmaniyye bir kılıç gibidir, bir tarafı keskin bir tarafı ise keskin değildir. Muvaffak olmak için ne lazımsa iste al. Fakat muvaffakiyet husule gelmezse baş gider. Muvaffakiyet temin olursa elde ettiğinin bir kaç misli padişah iltifat ve hediyelerine gark olursun.
Aslan Bey'in şansına başı vermek düşmüştü. İki rekât namazı müteakip boynunu uzattı ve bu iş bitti.
Zigetvar kaesi, Avrupa'nın ünlü kumandanlarından Zîrinyi tarafından müdafaa olunuyordu. Devleti Osmaniyye kahramanları her zaman takdir etmiş kahramanoğlu kahramanlara ait bir devletti. Zîrinyi'ye Hırvatistan valiğini vereceğini kaleyi kan akıtmadan teslim etmesini istediler. Zîrinyi bu taebi geri çevirdi. Osmanyı'ya düşen bileğinin hakkıyla kaleyi geçirmekti. Ve hücumlar başladı. Kale son derece metin bir kale olduğundan düşmüyordu. Beri tarafta Cihan Padişahı çok ağıraşan nefeslerinin arasında mücahidlerin halini soruyor ve «Ah Zigetvar ne zaman bana yâr olacaksın?» diye söyleniyor, «Bana bu kal'ayı ne zaman vereceksiniz?» diye Sokulu ve yanındakilere soruyordu.
Zîrinyi, mücahidlerin hücumlarından bunalmış artık talihin yardam etmeyeceğni anlamış şanına lâyık bir ölüm aramaya başlamıştı ve o bir huruç hareketiyle elinde kılıçla ölmek olabilirdi...
Zîrinyi bütün askerlerini toplayıp onlara bir hitabede blun-du ve konuşmasının sonunu şöyle bağladı: «Benimle ölmek istiyeler yanıma gelsin» deyince 600 kişi yanına geldi. Kılıçlarını çektiler, kapıyı açtılar ve mücahidlerin üzerine saldırdılar. Daha ilk anda Zîrinyi başına isabet eden iki mermi ve göğsüne saplanan ok ile arzuladığı Ölüme kavuştu. Fakat daha güzel bir şeye kavuştu. Civanmerd İslâm askeri bu kumandanın cesedini yerden kaldırıp bir top arabasının üzerine saygıyia koydular .Kâfir de olsa bir askere gereken hürmeti nösteren millet şüphesiz ki Zîrinyi'den çok daha büyümüş oluyordu tarih huzurunda...
Huruç için çıkan Zîrnyi intihar ekibi bir anda yok edilmiş ve açık kapıdan kaleye dalan mücahidler Zigetvar'ı şanlı Hi-lâl'e kavuşturmuşlarsa da, otağı hümayununda Cihan Padişahı son nefesini veriyordu. Bir çok tarihler bu zafer haberini alamadan öldüğünü söyledikleri Kaanuni Sultan Süleyman Han'ın tazarruları bu kal'anın kendisinin olmasını istediği, duayı kalbiyi yerine getirdikten başka dua'yı fiili'yi de yerine geiren bu yüce Sultan, Velî Padişahoğlu, Velî Kaanuni Sultan Süleyman Han elbette alındığını görmüştü. Çünkü âlemlerin Rabbi Allah (C.C.) velî kularının dualarını kabul ve semeresini gösterenlerdendir.
Zigetvar, Osmanlı'ya yâr olmuş, Cihan Padişahı ise her zaman beraber olduğu Rabbine dönmüştü. Sokullu Mehmed Paşa'ya düşen ise durumu hiç belli etmeden yeni padişah taht'a geçene kadar Hazreti Padişahı sağ gösterebilmekti. Derhal onun imzalarını kullanarak her tarafa zafernâmeler gönderip fetih haberlerini müjdeledi. Asker zaferlere kavuştuğundan Zaferler Padişahına duâ ediyor, Sokullu savaşta muvaffakiyetler gösterenlere hediyeler sunuyor, Padişah rahatsız olduğundan bu törenlere katılamıyor diyerek fevkalâde bir şekilde durumu idare ediyordu.
Hazreti Padişahın hayatında 10 sayısı çok büyük tevafuklar gösterir. Şöyle ki; Dünyaya teşrifleri onuncu asrı Hicrî'nin başlarında olmuştu. Osmanlı Devleti'nin onuncu padişahı oldu. Kendi zamanında yaşayan on hükümdarın en şevketlisi ve büyüğüydü. Zamanında en büyük şehirlerin sayı ise on adetti. Zamanı satanatlannda on sadrazam ve on reis'üi kût-tap vazife aldığı gibi on adet fetih yapmıştı.
Büyük adamlar, büyük adamların yetişmesine vesile olurlar. Bu misalden bazı isimleri sayarak cennetmekânın hayatını anlatmaya son verelim.
Denizler Padişahı Barbaros Hayreddin Paşa ve Turgut Reis, Salih Reis gibi denizciler, Şeyhul İslâm Ebussuud Efendi gibi yüksek dîni otorite, dünyanın hâlâ hayranlığını muhafaza ettiği Mimar Sinan, şâirlerden Fuzûlî ve Bakî, meşhur tarihçi Reis'ül Küttap Feridun gibi zatların hâmisi olmuştu.
Mimar Sinan'a yaptırttığı Süleymaniye Câmiinin avlusundaki, kendinden evvel vefat eden sevgili hanımı Hürrem Sul-tan'Ia aynı türbede ebedî istirahatgâhlarında uyumaktadırlar. Tarihler Hicrî 974/Milâdî 1568 yılını gösteriyordu.
Kaanuni Sultan Süleyman Han'ın safhai hayatın: anlatmayı bitirirken iyi biliyoruz ki, Barbaros Hayreddin Paşa'nin meşhur Preveze Zaferini hiç anmadık. Halbuki bu, Devleti Osmanİyye'nin kuruluşundan üç asır sonra dünya denizlerinin hâkimi olduğunu belgeleyen bir zaferdir.Bu zaferi muhterem M. Ertuğrul Düzdağ Bey'in sadleştirip bu milletin evlâd-larına kazandırdığı Tercüman Bİnbir Temel eser serisinin 14 ve 15'inci kitabı olan «Gazavatı Hayreddin Paşa» adlı eserden ikinci cild sh. 188/19l'den aynen nakli uygun gördük.
Seherde gördüğüm rüya O gece
«— Allahım, İslâmı kâfirler üzerine kuvvetli kıl! Islama nus-ret ihsan eyle!»
Diye sabaha kadar tazarru ve niyaz eyledim. Seher vaktinde uyku ile uyanıklık arasında şunu gördüm:
«Yattığımız limanın yalı kenarında sanki karada bir çok ufacık serdin balığı çıkmış. Amma ol ufacık serdin balıklarının içinde iki tane karnı yarık balık vardı. Bunarı seyr eder dururken, bir şahıs bir al ata binmiş dolu dizgin yanıma geldi, atın başını çekip durdu. Bir peştemal dolusu ufacık balığı elime verip: Al bunu ya Hayreddin! Halife-i rûy-i zemin olan şevketlüSultan Süleyman'a peşkeş ver, dedi. Sonra çıkarıp elime bir rik'a vererek kayboldu. Ben de rik'ayı açıp baktım. Gördüm ki, beyaz kâğıt üzerine yeşil hat ile — Nasrun min Allahİ ve fethun karib ve beşşiril mü'minîne yâ Muhammed— deyu yazılmış. Bunu okuyup yüzüme gözüme sürdüm.
«— Sana hamd ve şükürler olsun ya Rabbi!»
Diyerek uykudan uyandım.
Rüyayı kendim tabir ettim:
«— İnşalah ol ufacık balıklar kâfir donanmasını firkateleri ve sandallarıdır. Erzak ve ganimetlerle islâm askerinin tok doyum olacağına işarettir. Karnı yarık balıklar ise kâfirlerin kadırgalarıdır. Gâib bilinmez amma, içinde olan kâfirleri firar etmiş olmalı. Padişah-ı âlem-penah hazretlerine peşkeş ver dediği peştemal dolusu ufacık balık, inşalah, yakında Boğ-dan'ın fetih haberi geleceğine işarettir. Çünkü şimdilerde
Padşiah-ı âlem-penah Boğdan üzerine gitmiştir. İçinde nusret âyeteri yazılı olan rik'a ise, inşallah, Allah'ın yardımı, Pem-gamber'in mucizesi, enbiyaların himmeti ile düşmana man-sur ve muzaffer olmamıza işarettir.»
Diyerek hamd ü senalar ettim.
Baktım ki nusret rüzgârı içerden dönmeye başladı. O zaman:
«— Bismillah, tevekkeltü alellah, niyyeti gaza, kasdı kâfir!» Diyerek mübarek bir saatte salpa eyleyip, bâdbanlan döküp, pupa rüzgârla fecir vaktinde seksen pare gemi olmak üzere kâfir donanmasının üzerine hücum ettim.
Kâfir donanmasının ise o gece üzerine bir pus çöktü ki bir birlerini görmez oldular. Benim limandan çıkacağımı ise hiç zannetmiyorlardı.
— Barbaroşo bizden korktu, gayri limandan taşra çıkmaz.»
Derlerdi.
Zira kâfirler gelip oraya ienger-endâz olalı üç gün olmuştu. Bizden bir hareket görmediklerinden böyle kanaat getirmişlerdi. Amma, düşman düşmanın halinden bilmez, demişler. Bizim yattığınız Preveze limanından öyle olur olmaz rüzgâr ile çıkılmaz idi.
O sebepten çıkışı rüzgârın içerden eseceği bir mübarek saate tehir etmiş idim. ;;
Seksen pârelik donanmamı üç bölüm ettim. Tenbih ettim ki:
«— Bizim gemi alayı kâfirin alayına karşı olsun. Bizim firkate alayı firkate alayına, kalite alayı kâfirin kalite alayına mukabil olsun!»
Böylece taksim edip at başı beraber İslâm donanması kâfir donanmasının üzerine gitmekte olduk.
Amma kâfirler karanlık pusun içinde, demir üzerinde ken-di havalarında yatırlar idi.
Bizi ardımızdan sürüp oraya getiren nusret rüzgârı, varıp kâfir donanmasının üzerindeki pusu da dağıttı.
Kâfirler gördüler ki İslâm donanması üzerlerine bindirip varır. O zaman kâfirlerin içinde, bir ana baba günü bir şaşkınlık, bir rubulya koptu ki, demek olmaz!
Daha alaca karanlık olduğundan demirlerini kesip birbirlerinin üzerlerine düşüp kâfirler donanmasiyle müslüman donanması karmakarışık oldular.
Otuz atı pare geminin önünde o arka, forsa sancaklannı dikip fora alabanda arslanlar gibi yollu yolunca ateşlerimizi saçarak cenge giriştik.
Kalite alayımız kâfirlerin kalitelerini allak bullak edip kimini alıp, kimini batırmakta, kimisini ise kâfirler bırakıp kaçmakta idiler.
Firkate alayı dahi, küfür firkatelerinin kimini alıp, kimini baştan kara edip, kimini dahi boğup gitmekle idiler.
Elhâsıl kâfir donanması münhezim olup, asâkir-i İslâm mansur ve muzaffer oldu.
Kâfir gemilerinden sekiz paresi kuru tekne olarak on beş tanesi alındı, yedisi batırıldı.
Kâfir kalitelerinden yedisi cenk ederek, ikisi içindekilerin bırakıp kaçmasıyle dokuz kalite alındı.
Kâfir firkatelerinden on iki pare firkate alındı. Netice-i kelâm kâfirlerin yüz yirmi pare donanmayı men-hûselerinden otuz altı adet tekne alındı, kalanı firar edip gittiler.
Firkateler ve sandallar deryanın yüzünden kâfirleri devşii-iler, kimisi de boğulup cehenneme gitti. İkibin yüz yetmiş-.eş kâfir esir alındı.
Büyük Ziyafet verdim
Aktarmaları getirip limana koduk, sonra kendimiz de şeametle tekrar limana girip yattık. Sakatlarımızı onardık. Zira )iz de salkım saçak olup, iler tutar yerimiz kalmamıştı.
Şehit olan gazilerin kimini deryaya kimini ise Preveze'ye lefn ettik.
Seksen pare gemideki gazi askerlerden dört yüz şehit, se-ciz yüz yaralı vardı. Mecruhların yarasını hoşça sardık.
Bu büyük gazanın şükrü için yüzümü secdeye koyup ıamd ü senalar eyledim.
Sabah olunca kaptanlara ve gazilere büyük ziyafet verdim, yeyip içip şenlik şâdımanlık ettiler.
Bizler bu sürür ve sevinç içinde iken Boğdan'ın fethi müjdesiyle Kapıcıbaşı geldi. Kapıcıbaşıyı ihtiyaçtan beri edip göğe erdirdim.
Kaptanlara ve Kapıcıbaşıya gördüğüm rüyayı ve nasıl aynen çıktığını anlattım-
Görüyorsunuz bir islâm kahramanı en büyük deniz zaferlerini bile ne kadar tevazu içinde anlatıyor... Bundan ders alınsa yeridir.
Yılmaz Oztuna; Kaanuni'nin zevcelerinin sayısını, dört tane olarak gösterir ve bunlardan 1496'da doğup , 1550'de vefat eden ve adı bilinmeyen ancak, Mahmud adlı bir şehzadesi bulunan ve kendi makberi Şehzade camiinde bulunan bir hanımdan haber verir. 1499'da Bursa'da doğmuş Abdullah kızı Mahi Devran Haseki, 1581'de 82 yaşında ölmüştür. Evliliği 52 sene sürmüşse de, bunun fiili olmadığını Mahı Devran Haseki'nin 1534'den sonra oğlunun yanında yaşadığını bildiriyor. 1553'de yerleştiği Bursa'da, 28 sene muammer olmuş ve oğlu Şehzade Mustafa'nın türbesine defnolunmuştur. Kaanuni'nin 3. hanımı ise Gülfem Hatun adlı 1497'de İstanbul- 1 da doğmuş, 65 yaşında olduğu halde yine İstanbul'da vefat eden bu zevcesi 51 sene süren izdivaç müddetiyle görülüyor ki evliliği 14 yaşındayken vukubulmuştur. Muraâ-adlı bir şehzadesini babası boğdurtmuştur. Dördüncü Hatun ise; Hurrem Haseki Sultandır. 1506'da İstanbulda doğmuştur. Ortodoks bir rahibin kızıdır, Müslüman olmadan önceki esas adı Aleksandra Lisovska'dır ve Roksalan'da denmektedir. Evlendiğinde oda 14 yaşında olup, 38 yıl dünyanın en büyük devlet başkanının hanımı olarak yaşamıştır. 1558'de vefatın da Sü-leymaniye Camiindeki türbesine gömüldü. Muhteşem Ka-anuni'ye dört şehzade bir Sultanhanım doğurdu. Kızı Mihrimah olup, erkek çocukları, Mehmed, Selim, Bayezid, Cihangir ve Abdullah adlı şehzadelerdi. Çok hayrat yaptırmıştır. Mimar/Sinan'ı çok çalıştırmıştır. Bir de Üluçay'a göz atalım ,.bak-alim bu hususda neler yazmış! Üluçay bey, Hurrem Sultan, Mahidevran ve Gülfem Hatundan bahsetmekle beraber adı bilinmeyen hanımdan bahsetmez ancak Kaanuninin başka eşleri olabileceğimde beyan eder. Gülfem Hatun'unsa öldurulduğunu yazar. Ancak kabir taşında şehide-i saide yazıyor olması yâni kutlu şehid mânasına gelen bu ifadenin kötü bir eylemin sahibi olmadığını akla getiriyor. Hurrem Sultan hakkında üluçay menşei hakkında pek çok çeşit rivayet ileri sürmüştür. Ancak İstanbul'da doğdu dememiştir. Mahidevran hatunun, Hurrem Sultan ile hayli didiştiği ancak galibiyetin Hurrem'de kaldığı, su götürmez.
Kaanuni'nin kızlarına gelince Gluçay, Mihrimah hanımsultanin ve Raziye hanımsultan'ın kızından başka kız yazmamaktadır. Mihrimah Sultan Kaanuni'nin tek kızı olduğu-hususu, Yahya Efendiye ait türbede medfun ve kabir taşında "Tasasız Raziye Sultan Kaanuni Sultan Süleyman kerimesi ve Yahya Efendinin mânevi kızı" olduğu yazılı olması böylece bir tashihe uğramış oluyor.
Bunun yanında Mihrimah Sultan'in İstanbul'da 1522'de doğduğu ve 25/ocak/1578'de Istanbulda vefat babasının türbesine defnolunmuştur. Çok hayırhah bir hanımdır. Edirne-kapı'daki Sinan yapısı Camii bu hanımsultan yaptırmış ve adıyla anılmaktadır. İzdivacı 1539'da Rüstem Paşa ile olmuştur. Rüstem Paşa daha sonra sadrıazam yapılmıştır. Hurrem Sultan-Mihrimah ve Rüstem Paşa Kaanuniden sonra, padişah olması muhtemel olan şehzade Mustafa'yı ki bu şehzade Mahidevran hatunun oğludur saf dışı bıraktılar. Mustafa'nın boğdurulmasın da paylan olduğu rivayeti vardır. Sevilen şehzadenin katlini, bu üçlünün işi olarak tahmin eden askerin tatmini için ve belki de evlâdının zayiinde dahli olduğunda şüphesi olduğundan olabilir. Rüstem Paşayı sadaretten azletti. Mihrimah Sultan daha sonra annesi Hurrem Sultan'ın vefatı üzerine, babası Kaanuni'nin, dert ortağı olduğu görüldü. Babasından sonra Osmanlı tahtına geçen 2. Selim ve onun oğlu 3. Murad zamanında da pek saygı gördü ve Hâla Sultan diye lakablandı.
Hemen ilâve edelimki Üsküdar'da İskele camii diye konuşulması tercih edilen camiin asıl adı ve yaptıranı bu Mihrimah Sultandır. Dünyanın hayran olduğu padişah Kaanuni Sultan Süleyman baba olarak çok müşfik olmakla beraber devlet reisi olması hasebiyle devletin âli menfaati hususunda pek realist bir anlayış sahibidir.
Kırkaltı yıl süren devrinin bir evlâddan ziyade devlet reisi olacak anlayışıyla yetiştirilen şehzadeler, bu uzun saltanat dönemini sabırla bekleme gücünü gösteremediler. Şehzade katliyle bu padişahı suçlayanlar, hiç de şehzadelerin sabırsızlığını göz önüne almadılar ve târih yorumlarını yaptıkları istikamet tabiatıyla doğru bir neticeye varamadı.
Yılmaz Öztuna değerli eseri Devletler ve Hanedanlar adlı çalışmasında Kaanuni'nin erkek evlâd sayısını onbeş olarak göstermektedir. Bizde bu bilgileri özetlemek suretiyle aktaralım efendim:1512'de doğup, 1521'de 9 yaşında ölen Mah-mud, 1515'de doğan ve Konya Ereğli'de 6/kasım/1553 babası tarafından boğdurulan, Mustafa, Amasya'da 1526'da doğup, Bursa'da 1533'de boğdurulan Mehmed, sadece Ölüm târihi bilinen Konya'da medfun Ahmed, 1521'de İstanbul'da doğup, 22 yaşında 1543'de Manisa'da Çiçek hastalığından ölen Mehmed, bebekken ölen Abdullah, 1524'de doğan ve bilahire 2. Selim unvanıyla tahta çıkan Selim, 1525'de doğup, 1562'de Kazvin'de İran Şahına verilen sipariş üzerine öldürttürülen Bayezİd, 1543'de Kütahya'da doğup, Kazvin'de 1562'de Şah'ın marifetiyle boğdurulan Orhan, yine Kütahya, Kazvin hattı içinde 1545 doğum, 17 yaşında 1562'de boğdurulan Osman, aynı hatta 14 yaşında öldürü--leh Abdullah, 3 yaşında Bursa'da boğdurulan Mehmed, İstanbul'da 1531'de doğup, Ağabeyi veliahd Mustafa'nın idamında geçirdiği şok'a bağlı olarak vak'adan 21 gün sonra 27/kasıml553'de vefat eden Cihangir ki İstanbuldaki Cihangir semti bu şehzadenin adına kurulmuştur. 1554'de doğup, sekiz yaşında 1562'de vefat ettiği bilinen ve hakkında başka bilgide bulunmayan Orhan'ı böylece sizlere naklettik.
Kaanuni Sultan Süleyman; tahta cülus etdiğin de makamı sadaretde baba yadigârı Pîri Mehmed Paşayı buldu. 27/5/1523'de sadarete Pargalı bir devşirme olan, önce makbul sonra maktul lakabı ile anılan İbrahim Paşayı getirdi. Aynı zamanda damat olan İbrahim Paşanın bu görevi; 15/3/1536 yılına kadar, 12 sene 8 ay, 11 gün sürdü ve hayatının idamla izale edilmesiyle işin sonuna gelindi. Bu sefer sadarete, Ayaş Mehmed Paşa tâyin olundu. Bu zâtın sadareti ise; 3 sene, 3 ay, 29 gün sürdü ve vazifeye veda ettiğinde târih 13/7/1539'u gösteriyordu.
Dâmad Lütfi Paşa; î sene, 9 ay, 15 gün süren sadaretinden hanımı ile yaptığı bir kavga yüzünden ve asabına hakim olamayarak bıçağına sarılması, kaimpederi padişahın mührü elinden almasına sebeb oldu. Târih ise 27/nisan/l 541 idi. Hadim Süleyman Paşanın getirildiği sadaret te bu zâtın dönemi 3 sene, 7 ay, 1 gün sürebildi. Ayrıldığında takvim yaprağında, 28/11/1544 târihi yer alıyordu. Mihrimah sultanha-nımın kocası dâmad Rüstem Paşa geldiği sadarette 8 sene, 10 ay, 8 gün gibi kısa olmayan bir zaman diliminde icraat yaptı.
Şehzade Mustafa'nın babası Kaanuni'nin emriyle boğdurulmasına yol açan entrikalarda karısı Hurrem ve kızı Mihrimah ile birlikte dâmad Rüstem'i sorumlu gören Kaanuni, kızı ve karısına kıyamadığından, acıyı Rüstem Paşanın elinden mührü hümayunu almakla iktifa etdi.
Bu sırada, 1553/ekim'inin 6. günü olmuştu ve bu sefer makam-ı sadarete Dâmad Kara Ahmed Paşa getirildi. Onun dönemi de 1 sene, 11 ay, 23 gün sürdü. Târihler 29/9/1555 idi Her halde Hurrem ve Mihrimah Sultanhanımlar Kaanuni'nin yüreğini soğuttular ki sadaret mührü yine Rüstem Paşanın avuçlarına konuldu. Fakaat târihler, 10/temmuz/156ri gösterirken Rüstem Paşa hem hayatını hem de sadareti kaybediyordu, böylece bu döneminin 5 sene, 9 ay, 11 gün ve İki sadaretinin toplamı ise, 14 sene, 7 ay, 19 gün sürmüş oluyordu.
Rüstem Paşanın vefatından sonra çıkan serveti asırlarca konuşulan bir büyüklük göstermekteydi. Yerine Semiz Ali Paşa sadnazam tâyin olundu ve bu zât da 3 sene 11 ay, 19 gün ülkenin iki numaralı insanı olarak vazife yaptı. Bunun arkasından büyük vezir Sokullu Tavil Mehmed Paşa'y1 sadaretde görüyoruz ve üç padişaha hizmet eden uzun sayılacak bir döneme imza attığını görüyoruz. Sadaret dönemi de aralıksız 14 sene, 3 ay, 15 gün sürdü. Eğer bir komplo ile suikasta uğramasa idi daha hayli muammer olurdu makamı sadaretde. Ne varki Kaanuni'nin vefatında Sokullu veziriazamdı ve bu muhteşem padişah son dönemini böyle değerli bir veziriazam ile geçirmişti onun vefatını maharetle saklamıştı hem dünyadan hem de ordusundan. Kaanuni 46 yıl süren taht-ı saltanatında 10 defa mühür alıp vermiş ve bunun ilkini görevde bulduğu Pîri Mehmed paşadan almak olmuştur. Rüstem Paşayıda iki defa vazifeye getirdiğinden on defa değişen sadnazamm, ilkini kendinin bizzat tâyin etmediğinden Rüstem Paşayı da düşersek dokuz kişi ile çalıştığına kanaat getirebiliriz. Bu muhteşem padişahın şeyhülislâmları ise göreve geldiğinde vazife başında bulduğu Zenbilli Ali Efendi, 22 sene, 8 ay süren makam-ı meşihatde ki görevi 1525/se-nesi 10. ayında Hakk'ı yürüyünce İbni Kemâl lakablı Kemâlpaşazade Ahmed Şemseddin Efendi hz. ferine tevcih etdi. Bu muhterem zât; 8 sene, 6 ay kaldığı vazifeden, vefatı münasebetiyle ayrıldılar ve 16/nisan/1534 takvim yaprağındaki tâ-rihdi. Sadullah Sadi Efendi 16/4/1534'den, 21/2/1539'a kadar 4 sene, 10 ay 4 gün kaldığı görevden vefat üzerine ayrıldı. 12. şeyhülislâm ise Çivizâde Muhyiddİn Efendi bu göreve geldiğinde 3 sene, 8 ay kaldı. 1542'nin 10. ayında Hz. Mev-lânaya küfrettiği için görevinden alındı. 13. şeyhülislâm Is-partalı Abdülkadir Hamidi Efendi, 3 ay vazife yaparak hastalandı ve çekildi. 14. şeyhülislâm Fenârizâde Muhyiddİn Efendi de 2 sene, 9 ay vazifede kalabildi ve hastalığından dolayı, istifa etdi. Osmanlı'nın 15. şeyhülislâm Mehmed Ebu ussuud Efendi makam-ı meşihate geldi 28 sene, 10 ay bu makamda kaldı ancak Kaanuni'nin son şeyhülislâmı bu zatdır. Buradan anlıyoruz ki 46 yıllık saltanat döneminde Kaanuni Süleyman Hân, yedi şeyhülislâmla çalışmıştır.
.
SULTAN 2. SELİM (SARI SELİM)
Tahta Geçişi
Sokullu'nun Vazifesinde İpka Olunması
Sakız'ın Fethi
Alimlerin, Vezirlerin Ve Memurların Mükâfatlandırılması
Avusturya, İran Ve Lehistan İle Sulh Müzakereleri
Mimarlar Padişahı Sinan
Yemen Kıtasının Fethedilmesi
Kıbrıs'ın Fethi
Lefkoşe'nin Muhasara Olunması Ve Fethi
İnebahtı Deniz Muharebesi
Venedik İle Sulh Antlaşması
Tunus'un Feth Edilmesi
Şeyhül İslam Ebü-Süüdefendi'nin Ve Hazreti Padişahın Vefatı
Sultan 2. Selimin Hanımları Ve Çocukları
2. Selim'in Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları .
Babası: Kânûnî Sultan Süleyman
Annesi: Hürrem Sultan
Doğum Tarihi: 1524
Vefat Tarihi: 1574
Saltanat Müd.: 1566-1574
Türbesi: İstanbul'dadır.
Kaanuni Sultan Süleyman Han Hazretleri dünyadaki ömrünü şan ve şerefle kaparken dünyanın en kuvvetli ordusuna bir zafer, âlemi İslâm'a bir kale daha hediye eylemiştir.
Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa dirayet ve uzak görüşlülüğünü tarih sahnesinde bir daha tebarüz ettirerek İslâm' dolayısıyla Osmanlı Devletine bir hizmet daha sunmuştu. Bu hizmet Şanlı Padişahın irtihalini saklayabilmekti. Bunda muvaffak olduğu gibi, Veliahd Şehzade Selim Han'ı vaziyetten haberdar etmek üzere Hasan Çavuş'u Kütahya'ya bir tezkere ile göndermişti. Hasan Çavuş sekiz günde Kütahya'ya vâsıl olmuş ve taht'a davet mektubunu Sultan Selim Han'a sunmuştu. Kırküç yaşındaki Padişah, sekiz buçuk yıl sürecek saltanat ve hilâfetine başlamak üzere atını mahmuzlamış ve korkunç bir süratle İstanbul'un Kadıköy semtinde atının dizginini çekmişti. Kütahya'dan Kadıköy'e gelmek üç gün sürmüştü. Kadıköy'den Üsküdar'a geçen Padişah hemşiresi Mihrimah sultan'ın sarayına inmiş ve Padişah kaymakamı İskender Paşaya haber gönderip gereken hazırlıkların yapılması buyurulmuştu.
iskender Paşa haberi alınca önce şaşırmış fakat gereken, hazırlıkları yapmaya da başlamıştı. Sultan Selim'in bindiği saltanat kayığı Üsküdar sahilinden ayrılırken Kız Kulesi tarafındaki toplar gürüldüyor ve kirkaltı yıl hilâfet ve padişahlık devrinin sahibi Kaanuni'nin devrinin sona erdiğini, Veliaht Şehzadenin 2. Selim unvanıyla anılacak devrin başladığını ilân ediyordu. Tarihler Hicrî 974/Milâdî 1568 yılını gösteriyordu.
Padişah 2. Selim merhum padişahın cenazesini karşılamak üzere yanına almış olduğu hafif süvari alayı ile gayet süratli bir yolculuk sonunda Belgrad'a vasıl oldu. Merhum Padişah'ın cesedi pâkî, tahnit edilmiş olarak bir arabada Belgrad'a geldi. Sokullu, sultan 2. Selim gelene kadar orduyu hümayuna Padişahı cennetmekânın nezle olduğu münasebetle arabasından çıkmadığını yayar ve ara sıra arabanın yanına gider, perdeyi aralar iradeyi seniyye alır gibi yaparak şüphede olanları bu şüphelerinden vazgeçirecek şekilde hareket ederdi. Bunda taki Sultan Selim, Belgrad'a gelinceye kadar muvaffak olmuştu. Suitan Selim geldiğine göre artık merhumun vefatını saklamakta bir mânâ görmediğinden hafızlara Kur'an-ı Kerim tilâvet ettirerek Yüce Sultanın irtihalini açıklattı. Bütün asker, güngörmüş serhat beyleri, paşalar, Cihan Hükümdarı'nın vefatı haberini yanık sesli hafızlardan duyunca içten gelen bir teessürle ağlamaya başladılar.
Sultan 2. Selim huzuruna gelen Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'nın ellerini öpmek hamlesinde bulundu. Bu dünyada görülmemiş, hele Osmanlı Devleti'nin tarihinde vukubul-mamış bir teşebbüstü. Evet, 2. Sultan Selim tevâzuun en büyük örneğini gösterirken dîni bütün bir müslüman olan Sokulu Mehmed Paşa kibir ve gurura kapılmıyarak aynı za--manda kaîmpederi olan 2. Selim'in elini öpmesine müsaade etmemek için padişahın eteklerine kapanıverdi.
Bu emsalsiz hâdise maalesef okul tarihlerimizde anlatıl-madığı gibi kimse de bu olayın samimiyetini anlama yoluna gitmemiştir. Safhai hayatını vermeye gayret ettiğimiz Hazreti Padişah; Osmanlı Padişahları içinde değersiz padişahlardan gösterilmek talihsizliğine maruz kalmıştır. Böyle gösteren veya göstermeye çalışanlar anlayamamışlardır ki Padişah olmak demek en önce Cenab-ı Hakk'ın kitabı mübinİnde buyurduğu gibi «Emaneti ehline veriniz» âyetine ittibar ile başlar. İşte bu adı geçen 2. Selim Hazretleri bu emri İlâhiye uyduğunu Sokullu Mehmed Paşa gibi mükemmel ve müdebbir bir veziri görevinde kalmasını emretmekle gösterdi.
Yeniçeriler, yeni padişahtan cülus bahşişi talep ettiler. Padişah tedbirsiz gelmiş cûlüs bahşişini karşılayamamış ancak herkese bir miktar dağıtılmış kalanını Dersaadet'e verileceği vaad olunmuş idi. Orduyu hümayun Dersaadet'e dahil olup Topkapı Sarayı önüne gelince hangi fesat düşüncenin eseri olduğu bilinmeyen bir fitne rüzgârı Yeniçerilerin arasında dolaşmış ve cülus bahşişinin kalanının verilmeyeceği haberi şayi olmuştu. Yeniçeri, Padişahın yolunu kesmiş iki saattir onun saraya girmesine mâni oluyor hatta tecavüzkâr lâflar söylemeğe başlamışlardı. Padişahın sabrı tükenmiş, bu mâni oluşa çok canı sıkılmış bir halde Sokullu'ya hitaben:
— Vezirim, Lalam bu fitneyi bir bastır nice göreyim seni hizmet edersin...
Bunun üzerine koca vezir, bir kaç avuç altını isyancıların üzerine savurur. Onlar, bu çil çil altınları kapışmak için birbirlerine girdiler, isyanlarındaki birlik yok oldu, açılan yoldan Padişah ve maiyyeti saraya dahil oldular.
Sokullu Mehmed Paşa devleti ebed müddete bir hizmet daha yapmış, Padişah Hazretlerini selâmete kavuşturmuştu.
Hazreti Padişah bu hizmetle Sokullu'nun değerini bir daha takdir etmiş ve vazifesini devama emir buyurmuştu. Böylece en isabetli bir karar verilmişti.
Yukarıda da söylemiştik. Padişahın en önemli vaziferinin başında «İş bilene, kılıç kuşanana') hakkını vermektir. Hicrî 973/Milâdl 1567 yılında merhum Padişah Kaanuni Sultan Süleyman Han'ın Kaptan-ı Deryalığa tayin etmiş olduğu Riyale aynı zamanda Sakız Adası'nın fethi ile de vazifelendiril-misti. Sakız Adası o esnada Venediklilere bağlı idiyse de bir nevi muhtariyetle idare olunurlardı.
Piyale Paşa, 60 sefineyle Sakız Önlerine geldi. Cenevizliler kendisini karşıladılar. Bir çok hediye takdim ettiler. Piyale Paşa, Sakız Adası idarecilerinin ileri gelenlerinden 12 kişiyi gemiye davet edip kendilerini enterne etti. Böylece Ada'nın kendisini müdafaa etmesine fırsat vermeyip, Ada'ya asker çıkararak sessizce fethi tamamlayıp Ada'nın semalarında İslâm bayrağının şan ve şerefle dalgalanmasını müyesser kılan Allahü Zülcelâle şükür nazarları hediye eyledi.
İşte bu fetih, yeni padişahın kutlu ayaklarıyla tahtı Osmaniye oturduğu sırada geldik Padişah, Piyale Paşayı kubbealtı vezirleri arasına dahil ettiler. Böylece devleti İslâmiyye'ye hizmet edenlerin naili mükâfat olacağını bir daha ilân etmiş oluyordu. Sakız'ın fethi olduğu sırada tarihler Hicrî 974/Milâ-dî 1568 yılını gösteriyorlardı.
Yeni padişah 2. Selim'in tahta cülusu sırasında Yeniçerilere cülus bahşişlerini anlatmıştık. Osmanlı tarihinde tahta geçen padişahlar daima orduya cülus bahşişi vermeyi âdet edinmişlerdi. Halbuki Osmanlı Devleti kuruluşundan bugüne kadar geçen iki buçuk asrı mütecaviz ömründe daima ordusu ile kendisini göstermiş ve bütün dünyayı hallaç pamuğu gibi atan bu ordu bir cihan devletinin meydana çıkmasına bani olmuştu. Artık bütün dünya devletleri, merkezi devlette kâh elçilikler, kâh maslahatgüzarlar ile temsil ediliyor, o devletlerin işleriyle meşgul olacak, onları görüşmelere kabui edecek devlet görevlilerinin de; ordunun savaş alanlarında kılıç şakırtıları, top sesleri arasında hizmet vermesi gibi dünya siyaset sahnesine savaşacaklarının bunun da bir nevi harp olduğunu gören ve tesbit eden Hazreti Padişah 2. Selim, ecdadının hilâfına başta ulema, bilginler, vezirler ve memurlara cülus bahşişini teşmil edip onları da malî hediyelerle görevlerine daha bir şevkle sarılmaları yoluna gitti.
Sadrazam Kâmil Paşanın Tarihî Siyasiyye adlı 1324 İstanbul Ahmed ihsan matbaasında basılmış üç ciltlik eserinin birinci ciltinin 254'üncü sahifesinden bu cülus bahşişinin hangi makamlara, ne kadar akça olarak verdiğini göstermeyi lüzumlu gördük. Kâmil Paşanın yazdıklarını aynen alıyoruz. «ulemaya ibtîda cülus atiyyesiveren Sultan Selim Han Sâni Hazretleri ölüp bu da Şeyhul İslâm Ebussuud Efendinin tat-yîb hatırı maksadına mebni olarak iki Kadıaskerlere otuzar bin akça (altıyüz duka) ve birer sırmalı kaftan ve Kadıasker mazullarını işbu atiyyenin nısfı, istanbul kadısına onbin, ma-zullarına dokuzbin, Bağdad payelilerine sekiz bin ve sınıflarına göre müderrislere yedi binden beşbin akçaya kadar atiy-yeler ve cümlesine başka başka kaftanlar verilmiş.»
Bu hediyeler ve cülus bahşişi şüphesiz ki devlete bir yük getirmişse de ecnebî devletlerin getirdiği hediyeler Piyale Paşa ve Pertev Paşanın Erdei taraflarındaki fetihlerinden gelen ganimetler hazinei hümayunu doldurup taşırmıştı.
Zİgetvar kalesinin İslâm'ın eline geçmesinden sonra sancak beylerinden Mahmud Bey'in esir düşmesi bazı küçük kaleleri muhafaza eden bey'lerin geri çekilmesi bu kalelerin Avusturyalıların eline geçmesi Devleti Osmaniyye'nin meşhur Pertev Paşası ki, o zaman üçüncü Vezir idi. Onbeşbin Tatar askeri ile oralarda bir dolaşmış ve seksenbeşbin kişiyi esaretine almıştı. Bu durumdan bîzar olan Avusturya İmparatoru Maksimilyen üç elçisini son derece kıymetli hediyelere hâmil olarak Hazreti Padişahın huzuruna göndermişti.
Bu üç elçi hediyelerini Hazreti Padişah, sadrazam ve İkinci, Üçüncü Vezirlere takdimden sonra yedi ay süren müzakerelerden sonra OndÖrdüncü içtimada sulh sekiz seneyi ve yirmibeş maddeyi havi olarak imzalandığında Hicrî 975/Mi-lâdî 1568 yılını gösteriyordu' Bu sırada İran ve Lehistan'dan gelen elçiler daha evvelki sulhu tecdide yâni yenilemeyi ta-leb ettiler.
Bu sırada İstanbul'da Yahudi mahallesinde çıkan bir yangın bîr çok evin yanmasına (bir rivayete göre otuz ikibin evin) kül olmasına vesile olmuştur. Aynı günlerde İran Şahı öldüğünden devlet İran hududu üzerine asker göndererek yeni gelişmeleri takip etmek uyanıklığını Hazreti Padişahın işareti üzerine gösterilmiştir.
Yeniçerilerinin içinde yetişmiş, Osmanlı fütuhatının her birinde imzası olan Yeniçeri askerinin kıymetli ve sanatkâr evlâdı Mimar Sinan, fetih ordularının bir çok suları aşması için yaptığı köprüler, muhasara vasıtaları, çeşmeler, mescidier, camiler, kemerler manzumesine kendisinin deyimiyle «ustalık eserim» dediği Selimiye Camiini Edirne şehrinde yedi senelik bir çalışmadan sonra meydana getirmiş dünyanın en büyük kubbesini havi Ayasofya Camiinden bu imtiyazı alıp ondan iki arşın daha geniş bir kubbeli Selimiye Camii meydana getirmiştir. Şimdi yeri gelmişken halk arasında anlatılan bir hikâyeyi anlatalım, kim ki bundan bir ders çıkara...
«Mimar Sinan; camii şerifi bitirmiş, açılışını yapmak üzere Hazreti Padişahın geleceği günü bekerken caminin etrafında geziyordu. İki çocuğun bir minareye bakıp kendi aralarında konuştuklarını tekrar bakıp birtakım işaretler yaptıklarını görür, yanlarına yaklaşır ve sorar:
Çocuklar o minareye bakıp bakıp birşeyler konuşuyorsunuz, acaba ne var?
Çocuklar cevap verir:
— Abe amca görmez misin de şu minareye yamuktur. Mimar Sinan sükunetle bakar ve bir göz aldanması olduğunu anlar.
— Peki evlâdım ne tarafı doğru iğri? Diye sorar.
Çocuklar ihtilâfa düşmez ve ikisi de:
— Ta şu tarafa!
Mimar Sinan derhal on kişiyi çağırır:
— Şu minareye bir ip bağlayın ve çocuklar tamam diyene ıdar çekin.
Sonra çocuklara dönüp:
__. Siz de dikkat edin bu iğrilik düzelsin.
Der. Adamlar ipi çekerler de çekerler, çocuklar:
— Şimdi tamam, oldu. Deyince,
Mimar Sinan:
— Sağ olun Allah razı olsun, iğrilik düzeldi, der. Çocuklar gittikten sonra ipi çekenler. Koca Mimara sorarlar:
— Efendimiz, iple minare düzelmeyeceği gibi elhamdülillah öyle bir eğrilik de yoktur. Niçin acaba böyle yaptınız?
Koca Sinan cevap verir:
— Bunlar çocuktur. Eğer minare eğri diye ortaya bir lâf atarlarsa, bu millet de bunu eğri diye kabul eder, biz böyle yapmakla İğri değil biz düzelttirdik dedirtmiş oluruz.
İşte Koca Sinan bu zarif hareketiyle bu satırlarda bir daha anıldı. Allah kendisine rahmet, kabrini nûr ile pürnûr eylesin. Yine bu sıralarda Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, Volga nehri ile Azak denizini bir kanalla birleştirmeyi düşünmüş ve derhal çalışmalara başlamış, hatta bunun yapılmasını icab ettiren siyasî şartlar ortaya çıkmıştı. Şöyle ki; ta Bayazid-i Veli cennetmekân zamanında Rusya'dan gelen elçilerin kıya-fetlerile deha ne kadar gülün ve iptidai olduğuna Bayezid-i Velî devrini anlatırken temas etmiştik. İşte bu barbar ve ilkel kavim daha sonraları hristiyanlığı kabul etmiş ve ayrıca hris-tiyanllık içinde de Ortodoks mezhebini benimsemiş ve dünyanın en şarlatan insanlarından olan Yunanlılar ile mezheb kardeşi olmuşlar ve bu Avrupa'nın gayri meşru çocuğu Yunanlılar Rus ileri gelenlerine Bizans hanedanının kızlarını onlara vererek «Megalo İdeallerine» Rusları ortak etmeye muvaffak olmuşlardı. İşte Sokullu Mehmed Paşanın Volga, Azak ve Don nehirleri arasında açmayı düşündüğü kanalla, Rus gelişmesini önlemeye çalıştığı gibi kavmiyetti düşüncelerini İslâm potasında bir türlü eritemeyen İran'ı da Hazar denizine geçirebileceği bir donanmayla rahatça uslandırma imkânını elde etmiş olacaktı. Bunun derhal yapılması şu sebebten iktiza etmişti; Ruslar, Moskova bölgesindeki ormanlardan ilerlemiş, Çar Vladimir'in torunlarından 5. İvan Vasiiiyeviç Kazan ve Astrakan'ın alarak Kırım'a doğru yol aldığını göstermişti. Siyasî durum böyle olduğu gibi ticarî ulaşımlar da ayrıca daha kısa yoldan yapılmış olacaklar en önemlisi bu yol Osmanlı'nın tahtı idaresinde olacaktı.
Fakat Kırım Han'ı; Ruslarla, Osmanlı Devleti arasında bir tampon olduğunu düşünüyor böyle bir kanalın yapılmasının bu iki devlet arasındaki meselelerde kendisini tesirinin azalacağına kail olarak bu teşebbüse karşı çıktı. Bu arada İvan, Astrakan bölgesinde Osmanlı askerine âni bir baskın yaptı bu baskın duyulunca kanal İşince çalışmaya başlayan amele aletleri bırakarak her biri bir tarafa dağıldı. Bu arada bir çok kitaplarda bu kanal işlerine, dîni İslâm'ın tatbik kabiliyyetinin mümkün olmayacağı yerlere yerleşmeme eğiliminin sebeb olduğu iftiraları da yer alır.
Şunu deriz ki kâinatı muazzamayi yaratan kudret sahibi Allah (C.C.)'dür, mülkün sahibi o'dur O'nun indinde tek din ise İslâm'dır. Mülkün her tarafı O'nun olduğu gibi, din de her yerde tatbik edilebilir. O zamanın ve bu zamanın bütün âlimleri bunu bilir. Bu, dinin bilhassa İslâm dininin terakkiye mâni olduğu inancını yaymaya çalışan İslâm düşmanlarının bir çalışmasından ve iftirasından başka bir şey değildir. Bunu kitaplarına tasdik mahiyyetinde alanlarda o İslâm düşmanlarından farksızdırlar. Yok o zaman böyle söylendiğini bunu aktarmak için yazdıklarını söylerlerse en azından bizim âciz açıklamamız gibi bir açıklama yapmaları icab ederdi. Çünkü Cenab-ı Mevlâ, müçtehitler göndererek İslâmî meselelere qö-
" ü vagd buyurmuştur. Buna inanmak her mü'minin vazif i asliyesidir. Velhasıl bu kanal işi siyasî entrikalarla bozulmuştur. Dîni bir kaygı yüzünden gerçekleşmemiş değildir deriz-
Yemen ülkesi Kaanuni devrinde Cebeli Yemen taraflarından kaynaklanan bir Zeydiye hareketine sahne olmuştu. Zeydiye kabilesinin kurucusu olan Şemseddin bin Ahmed kendi neslini Hz. Hüseyin dolayısıyla Hz. Ali (R.A.)'a isnat ediyor ve böylece Emirülmü'minûn unvanlarını kullanıyor idi. Zeydiye namı Üçüncü İmâm denilen Zeynel Abidin bin Hüseyin (R.A.)'ın kardeşi Zeyd'e mensub olup ehli sünnet ve'1-cemaat ile Zeydiyeler arasındaki akâid ihtilâflarına bağlıydı. Bunlara Mu'tezile denilir. Hicrî 945/Milâdî 1539'da Hadim Süleyman Paşa tarafından Zeyd ve Aden zaptolunmuş idi. Mustafa Bey buraların idaresine tayin edilmişti. Fakat Ta-az kasabasına yapmış olduğu fetih harekâtı akim kalmıştı. Azledilen Mustafa Bey'in yerine Mustafa Paşa tayin kılınmıştı. Onun halefi Veyis Paşa; Zeydi'lerin imamı olan Şerafed-din'in iki oğlu arasında vukubulan ihtilâftan istifade ederek bunlardan Mutahhar'a yardım ederek Taaz kasabasını ele geçirmiş oldu. Hicri 951/Milâdî 1545. Ancak bu Taaz kasabasını alan Veyis Paşa bir müddet sonra Öldürüldü. Bu öldürülmenin sebebi Veyis Paşa'nın gösterdiği çok şedid bir idare idi. Ancak fazla vakit geçmeden Çerkeş Özdemir Paşa bu suikastın hesabını sordu. Hazreti Padişah namına San'a yi da feth eylemişti. Veyis Paşanın ödürülmesi haberi dîvana eri-Şİnce yerine Ferhad Paşa tayin olundu. Ferhad Paşa Yemen askerlerinin yeni bir isyan hazırlamakta olduğunu görünce °nları şiddetle tenkil etti ve asayişi iade etti. Ferhad Paşa İstanbul'a çağırılması üzerine yerine Özdemir Paşayı bıraktı.
Özdemir Paşa yedi yıl kaldığı Yemen'de yedi kaleyi teslim alarak kıt'ada asayişi sağladı. Buraların idaresini Mustafa Paşaya verdikten sonra Nil nehri boyunca uzanan bir fütuhata otuzbin kişilik bir kuvvetle koyulmuş ve bu hususta Kaanu-ni'nin müsadesini almıştı. Bir çok yerleri feth edip bir çok kaleler yaptırmış fakat ömrü hitam bulmuş vefat eylemişti. Bu zatı muhteremin mezarı sonradan değerli evlâdı Özdemi-roğlu Osman Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Yemen Beylerbeyliğine tayin kılınan Kara Şahin Mustafa Paşa daha sonra ise Mısır Valiliğine tahvil edilmek suretiyle Mahmud Paşa tayin olunmuştu. Bu Mahmud Paşa «Taaz» şehrini merkez yapıp «Hab» kalesini muhasara edip eskiden beri bu kalenin sahipliğini yapan Nazarı ailesinin reisini hile üe yanına çağırıp öldürttü, kaleyi zapt etti. Bu bütün kıtadaki araplann nefretine sebeb oldu. O sırada Mahmud Paşanın İstanbul'a çağırılması ve yerine Rıdvan Paşanın gelmesi, durumu görüp Bâb-ı Aliye tafsilâtlı bir rapor göndermesi diğer taraftan Mahmud Paşa da vilâyetin iyi idare edilebilmesi için Yemen kit'asının İkiye taksimi icab ettiğini bildiren bir rapor vermişti.
Bab-ı Alî bu raporları görüşmüş ve San'â merkez olmak üzere iç ve dağlık bölge San'â Beylerbeyliği Hasan Paşa'ya, «Zebid» merkez olmak üzere Yemen Beylerbeyliği Murad Paşaya verilmişti. Rıdvan Paşaya azledilmek düşmüştü. Bu durum otoriteyi ikiye böldüğü gibi kuvvet parçalanmasına da sebeb olmuştu.
İmam Mutahhar ilk önce Hasan Paşanın üzerine yürüdü. Hasan Paşa mağlûp olduğundan, Mutahhar bütün Arap kabileleri ile birleşmiş, Murat Paşanın üstüne yüklendi. Murat Paşa da mağlûp olunca Yemen kıt'ası elden çıkmış oldu. İmam Mutahhar; Halife ve Emirülmü'minin unvanlarını alarak adına hutbe okutup ilâni istiklâl eylemişti.
Daha yukarı satırlarda yazmıştık. Nil boylarında vefat eden Özdemir Paşa aynı zamanda San'â fâtihiydi. Şimdi İmam Mutahhar'ın elinden gerek Yemen gerekse San'a'yı kurtarmak bu zatın oğlu olan ve anne tarafından Abbasî hanedanına mensubiyeti olan meşhur Özdemiroğlu Osman Paşa'ya verilmişti. Özdemiroğlu Osman Paşa Hızır Hayreddin reisin 17 gemisine süvari ve piyade askerieriyle binip Mekke'nin limanı olan Cidde'ye geldi. Süvarilerini hemen Ye-men'e gönderdi, kendisi de piyadelerle kızıl denizi geçip Hu-dey'de limanına çıktı. «Zebidû şehrinde çaresiz oturan Hasan Paşa Kahire'ye gönderip, kendisi hiç duraklamadan Taaz üzerine yürüyüp Zeydflerin elinden orayı aldı. Beri taraftan Sinan Paşa, yanına gelen Hasan Paşanın Özdemiroğlu Osman Paşanın aleyhindeki tezvirlerini dinleye dinleye \e-men'deki Kahire kalesini kuşatmakta olan Özdemiroğlu Osman Paşanın yanına geldiler. Kaleyi feth ettiler, fakat İmam Mutahhar kaçırıldı. Evet Yemen yeniden Devleti Osmaniy-ye'nin tahtı idaresine geçiyordu. Hicrî 975/Milâdî 1569.
Hasan Paşa yolda Sinan Paşaya anlattıklarıyla tesir ettiğini sanıyordu, aslında Sinan Paşa serasker unvanıyla bu vazifede olduğundan Özdemiroğlu Osman Paşanın muvaffakiyetini çekememiş hem de kendi rakibi Lala Mustafa Paşanın taraftan olan Osman Paşaya zaten kızıyordu. İşin daha enteresan tarafı Lala Mustafa Paşa Sokullu Mehmed Paşanın akrabası olduğu halde onu sadrazamlıkta rakibi olarak sayıyordu. Kendisini üstüne üstlük Lala Mustafa Paşa çok kıymetli bir asker oluşunun yanında Hazreti Padişah tarafından da tutuluyordu. Seviliyordu diyemeyiz çünkü bu Padişahlar sevgiyi ancak devlete gösterirler. Diğer vazifeliler devlete hizmet ettikçe tutulurlar, yaptıkları bir hata devlete zarar getirirse hayatlarını kaybederler. Bu mekanizma böyle yürüdüğü için Devleti Osmaniyye 622 sene payidar olabilmiştir. Sokullu'nun sadrazamlığı elinde tutması Padişahın onu sevmesinden değil, damat olmasından değil devleti İslâmiyye'ye hakkıyla hizmet etmesindendir. Rakiblerinîn mücadelesi o hizmet istikbalini göstermeyip bazı şahsî kin ve garazlara dayalı olduğundan Padişah ne kadar tutsa da, sadrazamını devirme kararı alamazdı.
Bu muhaliflerin bulunması ayrıca sadrazamların vazifelerine çok itina göstermelerini temine yarayan bir tazyikte saymak mümkündür. Hazreti Padişah Sokullu'da bir hata ve onun yerine geçecek bir damad görseydi pençesini vurur Sokullu filân demez kenara atardı. Hayatının sonuna kadar bu sadrazam'la saltanatını bitirmesi takdirinin müsbet olduğunu gösterir.
Özdemiroğlu Osman Paşa, Sinan Paşayla çekişmektense idareyi ona bırakıp derhal İstanbul'a döndü. Özdemiroğlunun İstanbul'a dönmesinden sonra Sinan Paşa Yemen'deki Zeydi hareketini tamamen yok etmeğe matuf çalışmalarla geçirdi. İmam Mutahhar itaatini bildirdi ve bu gaile bitmiş oldu. Hicrî 976/Milâdı 1570.
Padişah 2. Selim tahta geçmeden evvel dahi Kıbrıs adasının feth olunmasını vaz geçilmez bir aşkla istiyordu. Çünkü çok iyi biliyordu ki Akdeniz'in ortasında tam bir ikmal ve Ak-denizj tarassut eden stratejik döneme haiz bir ada idi. Bir çok tarihler Hazreti padişahın Konya Valisi iken kendisine hediye olarak gemiyle gönderilen atlan, Kıbrıs adasın! üs olarak kullanan korsanlar tarafından söz konusu geminin zaptı ve neticede atların kâfirlerin eline geçmesini bir türlü hazmedeme-mişte, bunun imtikamını almak için yanıp tutuşuyormuş! Bakiri Allah aşkına şunların yazış tarzına... Yahu insafınız kurusun, atlar gitti diye üzülünmez mi?
Ayrıca İlâyı Kelimetuliah için dünyanın üç kıtasında yedi , e nice can verip şan alan Devleti Osmaniye Kıbrıs dasını bundan hariç mi tutacaktı? Hele, hele Ski Cihan Sererinin mübarek halası o topraklar üzerinde medfunken, yine binlerce İslâm şehidinin kanlan ile o tarihler dokuz asır evvel suladıkları mezkûr adayı, İslâm devletinin devamı olan bu ecdad, Ada'y1 küffara mı bırakacaktı? Şüphesiz ki hayır. Belki korsanların bu tal'ani adanın ehemmiyyetini his ettirmiştir. Vakti saati gelince de icab eden yapılmıştı.
Padişah, Kıbrıs üzerine yapılacak bu sefere en mümtaz komutan ve beylerbeyleri ile donanmanın büyük bir bölümünü vazifeli kılmıştı. Karaya çıkacak kuvvetlerin komutanlığına Lala Mustafa Paşa, Piyale Paşa Donanma komutanlığına, Müezzinzâde Aii bey donanma ikinci komutanlığına ayrıca Anadolu Beylerbeyi İskender Paşa, Hasan ve Behram Paşalar, Halep sancak beyi Derviş paşa, Rumeli taraflarından Tır-hala, Yanya, Elbasan, Mora sancak beyleri tayin emirlerini alınca hemen vazife başına koşmuşlardı.
Donanmayı hümayun üç filoya taksim olunmuştu. Birinci Filo, Mart ayında Murat Reis, Nisan ayında Piyale Paşa, Mayıs ayında ise Müezzinzâde idaresinde denize açılmıştı. Donanma cem'an 360 parça gemiden mürekkepti. Bu gemiier, top, gülle, cephane, atlar, arabalar, erzak velhasıl bir orduyu tüm teçhizatı ve askeri ile adaya Limasol iskelesi önünde demir atan donanma hiç bir güçlükle karşılaşmadan asakiri Is-• lamı karaya çıkardı. Limasol'a yakın Leftari kal'ası yapılan -teslim çağırışını kabul ettiğinden, Lala Mustafa Paşanın talimatı üzerine kimsenin can, mal ve ırzı müslümanlardan bir zarar görmedi.
Leftari kal'asının mukavemetsiz teslim olduğunu gören Ve-nediklüer, müslümanların kal'aya girmemelerinden fırsat bu-'arak kendi dindaş ve vatandaşlarını kılıçtan geçirip, kadın ve çocukları adanın içlerine kaçırdılar. Bu durum karşısında Lala Mustafa Paşa bir harp dîvanı topladı. Piyale Paşa işe Magosa limanından başlanması reyine bulunduysa da Lala Mustafa Paşa adanın merkezi olan Lefkoşa'nın muharasi reyinde bulundu ve bu rey'e itibar olundu.
Lefkoşe kalesi çok metin bir kale olup Sultan Selim Han'ın cülusunu müteakip niyetini tahmin ettikleri için kalayı bir kat daha tahkim ettiler. Adanın müdafaasında İtalyan, Arnavud, yerli Rumlar vazife almış, sayıları onbinden ziyade idi. Lala Mustafa Paşa deniz kıyısından şehre kadar olan sahrayı ongun içinde emniyete almış ve kafi muharasaya Temmuz ayının sonunda bilfiil başlamıştı. Osmanlı ordusu bu savaşa yüzbin kişilik kuvvetle girmişti. Lefkoşe kal'ası yedi burçtan müteşekkil olduğundan, beher burcun karşısına birer kumandan tayin etmiş orduyu yediye taksim etmiş ve her fırka emrine yedişer top vermişti.
Muhasara yedi hafta devam etmiş ve bu sırada gerek orduyu hümayuna vaki olabilecek saldırıyı karşılamak gerekse adaya gelmesi muhtemel yardımların önünü kesmek için piyale Paşa 42 gemi ile Türk gölü haline gelmiş olan Akd-niz'de bir aşağı bir yukarı volta atmıştı.
Öte yanda meşhur amiral Kılıç Ali Paşa, Tunus'tan ben-i Hafs Emirini kovmuş ve mezkur şehri tspanyolardan da kurtarmış ve limandan çıkıp üzerine gelmekte olduğunu haber aldığı dört aded Malta kadırgasını aslan pençesi gibi vurduğu bir darbede ele geçirmiş ve bu gemilerden aldığı bayrakları Hazreti Padişaha göndermiş bu muzafferiyetten çok mahzuz olan Halife-i Rûyizemin gelen bu bayrakları Kıbrıs'ta cihad
10.1 , İslâm ordusuna gönderilmesini irade buyurmuştu. Ba-h's konusu bayraklar Lala Mustafa Paşa'ya varınca bu zat bavrakların Kıbrıs müdafilerine gösterilmesini emir buyurmuştu. Bayrakların gösterilmesi İslâm ordusunun kuvveİ mâneviyesini arttırmış buna mukabil küffan çaresizliğe itmiş ve böylece başka yerde kazanılan zaferin düşmana bidiril-rnesinin ne kadar faydalı olduğu bir daha meydana çıkmıştı. Çünkü bu taktik üç burç'un teslim alınmasına vesile olmuştu.
Bu burçlar Tripoli, Kostanza, Podakataro idi. Ertesi günü Derviş Paşa kuvvetleri kuvvetli bir hücumla Lefkoşe'yi İslâm bayrağına ram etmişlerdi. Lefkoşe'nin düşmesi, Baf ve Girne'nin hemen yelkenleri suya indirmesini intaç etmiştir. Lefkoşe'deki Ayasofya Kilisesini Cami'ye tahvil eden serasker Lala Mustafa Paşa burada Cuma namazını eda ettikten sonra hiç durmamış ve Magosa'ya doğru yürüyüşe geçmiş ve gerek limanı gerekse kaleyi topa tutarak tahtı muhasaraya almıştır.
Kış yaklaştığı için Piyale Paşa donanmayı alarak İstanbul'a dönmüş ve Lala Mustafa Paşa Magosa'nın muhasarasını gevşetmeksizin baharın gelmesini beklemeye başlarken muazzam istihkâm ve siperler yaptırmaya başlamıştı. Serasker öyle siperler kazdırmıştı ki âdeta bir cadde genişliğindeki bu siperler ata binmiş bir adamın siperde yürürken görüne-meyecek kadar da derinlikteydi.
Magosa müdafileri bahar gelince halkı kaleden çıkardılar. islâm ordusu kaleden çıkan sivil halka en ufak bir müdahalede dahi bulunmadı. Halbuki okuyanlarımız çok iyi hatırlayacaklardır ki Cennetmekân Abdülhamid Han Hazretlerinin son anda «Hukuku tahtı şahanemde kalmak üzere 60 yıl İngitere nükümtine kiraya veriyorum» ibaresini ekliyerek onayladığı anlaşma neticesinde bugün 1948 senesinden beri hak iddia edebildiğimiz Kıbrıs Türkleri 1974 Kıbrıs çıkartmasından evvel Rum askerinin ne büyük zülmuna maruz kalmıştı. Kâfir böyledir, biz müslümanlar ise bu mevzuda hâlâ ecdadımız gibiyiz. Her ne hal ise biz Magosa'nın düşmesini anlatmaya devam edelim.
Bütün kışı mahsur olarak geçiren kale halkı dayanma gücünü kayb etmiş ve kaleden ayrılmışlardı. Kalede Kumandan Brakadino idaresinde beş bin Venedikli ve 2.500 eli silâh tutan yerli asker kalmış ve müdafaaya devam etmeye başlamışlardı. Gerek kalenin sağlamlığı gerekse Brakadino-nun iyi asker olması akıbeti biraz daha geciktirdi, fakat kâfire kurtuluş imkânı vermedi. İslâm askeri çok şiddetli hücumlarla kaleyi adeta bir çakıl yığını haline getirdi. Bir seneye yaklaşan muhasara İslâm askerinin elli bin şehid vermesine müncer olmuştu. Bütün müdafa imkânları tükenmiş Brakidino beyaz bayrağı sallamış ve civanmert Osmanlı Devleti bu teslim bayrağını görmemezlikten gelmemiş ve düşman komutanının teslim şartlarını görüşmeyi kabul etmiş ve söylediği bütün şartları kabul edilmiş hatta askerlerin silâh ve eşyalarını dahi alabilme şartı da kabul edilen şartlardan olduğu gibi kendilerine 15 adet de gemi tahliye için tahsis edilmişti. Askerler gemiye binmişler yıkılmış şehrin anahtarlarını ben teslim etmek üzere orduyu hümayun'a geleceğim haberini gönderen Brakidino yanında beş komutan ve üçyüz askerle, Serasker Lala Mustafa Paşa'nın otağına geldiler. Savaş üzerine yapılan bir kaç kelimelik konuşmadan sonra Lala Mustafa Paşa, nakil işleminde kullanmaları için kendilerine verdiği 15 gemi ve mürettebatın geri gelmesini temin babında neyi kefil gösterebileceklerini soruverdi.
Cevap çok vahim ve müthişti. »Anlaşmada buna dair bir kayıt yok.»
Lala Mustafa Paşa bu cevap üzerine üç komutanın kendi-sjne rehin bırakılmasını istedi. Brakidino bu sefer daha küstah bir tavırla aynı cevabı tekrarladığı gibi üstelik Paşa'yı ahde vefasızlıkla itham etti. Sinirlenen ve 15 gemi ve onun mü-rettabının âkibetini bir an için göz önüne getirerek derhal emir verdi. Bunların hepsini kaldırın! Bu emir yetmiş ve hepsinin kaydı hayat defterlerinden silinmişti. Türk dostu diye tanıtılan Lamartin ki aslında koyu bir İslâm düşmanıdır, biz müslümanların beğendiği her şeyi kötü görmüş, beğenmediğimiz her şeyi iyi görüp bize tavsiyye ve onore etmeye kalkmıştır. O dahi gemiler meselesinde Lala Mustafa Paşa'ya hakverir tarzda mütalâa beyan ederken yine de bu hareketi meşhur «San Bartellomei» katliamına eş tutarak tiyniyetini ortaya koymuştur.
Tarihler Hicri 978/Milâdî 1570 yılı Kıbrıs'ın tamamının devleti Aliyye'ye bağladığını ilânla mükellef kılınmıştı. Böylece Hala Sultan göğe uzanan minareleri, okunan Ezan-ı Mu-hammediyye'yi ve bu uğurda şehid olan her müsiümanı mevkii mualâsından ve bugün orada din-i mübin için nöbet bekleyen mücahid ve Mehmetçikleri ruhu mânevisiyle muhafaza ederek memnun olarak seyretmektedir.
Kıbrıs'ın fethi bütün hırıstiyan âlemini büyük bir müzüntü-ye gark etmişti. Papa dîni otoritesini kullanarak Kıbrıs'ı kaybetmenin acısını mutlaka Osmanlı Devletinin üzerine yapılacak bir Haçlt seferiyle ve müslümanlan perişan edecekleri bir hücumla teselli edebileceği fikrini yaymaya başlamıştı. Bu Haçlı seferi Osmanlı Devletinin kuruluşundan bu yana onu-ÇÜncü seferiydi. Bu seferin yarısının masrafı İspanyollar, diğer yarısı ise Venedik ve Papalık tarafından karşılanmıştı. Bu sefere mukaddes ittifak denilmişti. Ikiyüz kadırga yüz sefine
ile ellibin piyade asker, beşbin deniz askeri ile mükemmel bir Haçlı ordusu teşkil etmişlerdi.
Haçlı ordusu mukabilinde Osmanlı ordusu şu kuvvetle çıkmıştı. Müezzinzâde Ali Paşa idaresinde kadırga, kalyon ve sefine olarak üçyüz parça idi. Cezayir Beylerbeyi Kılıç Ali Paşa, Trablusgarp Beylerbeyi Cafer Paşa, Hayreddin Paşazade Hasan Paşa, Müezzinzâde'ye yardımcı olarak vazife almışlardı. Ayrıca donanmada istihdam olunan kara askerine Pertev Paşa kumanda ediyordu. Düşman donanması ile Mora sularında Leponta müslümanların ise İnebahtı dedikleri mevkide karşı karşıya geldiler. Savaşın ilk anlarında Müezzinzâde şehadet şerbetini içmiş ve onunla beraber İkİyüz kadar gemi ve binlerce mücahidimiz perişan olmuştu. Kılıç Ali Paşa deniz kurdu olduğunu bir kere daha ispat etmiş, yapmış olduğu mükemmel ve akıl almaz manevralarla hem hissesine düşen düşmanları kahretmiş hem de emrindeki gemileri selâmet sahiline ulaştırabilmişti. Osmanlı Devleti bu bozgunu çok üzücü bir olay kabul etmiş, Hazreti Padişah günlerce üzüntüden uyuyamamış savaş şehîdleri için Cenab-ı Hakk'a teveccüh eylemiş şehadetlerinin kabulü için göz yaşlan içinde arzı niyaz eyleyip taki Kılıç Ali Paşanın donanmanın bir bölümü ve islâm askerinin ekseriyyetini sağ salim Dersaadet'e getirebilmesi üzerine biraz teselli olabilmişti. Hazreti Padişah kendisini kucaklamış ve Kaptan'ı Deryalık makamını ve aslında üluç Ali Paşa olan lâkabını Kılıç Ali Pa-şa'ya tahvil olunmuştu.
Devleti Osmaniyye'nin bu mağlûbiyyeti üzerine az bir müddet sonra Sadrazamı ziyaret eden Venedik elçisi bir ara Osmanlı donanmasının uğradığı mağlûbiyetten söz açınca şahane Veziriazam Sokullu Mehmed Paşa «Siz İnebahtı'da donanmamızı yakmakla sakalımızı traş ettiniz, Devleti Aliy-ye sizin elinizden Kıbrıs adasını almakla kolunuzu kesti, bildininiz gibi kesilen sakal daha gür çıkar, fakat kesilen bir kolun yeniden çıktığı görülmemiştir», diyerek nefis bir cevap vermiştir.
Sokullu Mehmed Paşa derhal nezdi padişahiye giderek donanmanın eksikliğinin giderilmesi için iradei seniyye taleb etmiş ve Padişah da aynı fikirde olduğundan derhal icabını icrasına ernrü ferman çıkarmıştır.
Bu ferman iktizasınca Kılıç Ali Paşayı çağıran Veziriazam yüzellisekiz parça gemi yapılmasını bunun yüzelisinin kadir-qa, sekizinin büyük ebat'ta sefine olmasını ve altı ay sonunda denize çıkmasını talep etmişti.
Müddetin kısalığı, malzeme azlığı bir an için Kaptan-ı Derya Kılıç Ali'yi şaşırtmış ve nasıl yapacağız şu eksik, bu yok diye saymaya başlayınca Sokullu, Ali Paşa'yı susturup: «Paşa., Paşa, devleti aliyye o mertebei kudret ve servete mâlikdir ki, gemileri demirlerini gümüşten, halatları ipekten, yelken-lerl atlastan yaptırabilir.
Bu sözler günümüz tabiriyle Kılıç Ali Paşa ve tersane işçilerine bir doping olmuş hakikaten tam altı ayda yüzellisekiz parça gemi Türk gölü Akdeniz'de süzüle süzüle volta atarken dost ve düşman hayret ve şaşkınlık içinde takdirlerini gizleyememişti.
Burada şunu dikkatlere sunmak isteriz. Ey benim aziz mi-letimin değerli evlâtları diyen zihniyete bakınız. Bu zihniyet tarihleri bundan 410 sene evvel altı ayda 158 gemiyi denize indiren zihniyyetin bir devamıdır, kendi harp sanayii'ni kendi evlâtlarına kurdurma zihniyetidir. Yoksa bu memleket içinde fabrika kurma müsadesi verme zihniyeti değildir. Son yetmiş yıl içinde iki tane dünya harbi gören ve hele bu ikincisinden 34 sene evvel çıkan Almanya'ya bugün bir milyon kardeşimiz gitmiş orada idamei hayat ediyorlar daha acısı bu ülke bugün onların gönderdikleri dövizleri mutlaka hesap etme
durumuna maruz kalmıştır. Diyoruz ki bu gün bundan Milâdî olarak 410 sene evvel 6 ayda 158 gemiyi denize indirecek zihniyyete dönmeden İslâm milletine kurtuluş gözükmemektedir. Bunu söyleyen zihniyyet en azından bunu gerçekleştirmeye niyetli zihniyettir. Bu zihniyyet manevî değerlerin kıymetinin ancak İslâm'da mündemiç olduğunu söyleyen zihniyettir. Ve bu milli görüş ve milli şuurdur.
Donanmayı Hümayun açık denizlerde kendini gösterince İstanbul'da bulunan Venedik elçisi, devleti tarafından derha! bir sulh imzalamaya memur edilmişti. Görülüyorki kuvvetli olmak bir mağlûbiyete rağmen rakibi sulha çağırma imkânı veriyor. Bu anlaşmaya çok dikkatli bakmak icab eder. Bütün Avrupa devletleri anlaşma olduktan sonra müttefikan şunu söylemişlerdir. Bu anlaşmada mağlûp taraf galip gibi, galip taraf mağlûp gibi masaya oturdular. Bu sözler bize, Birinci Cihan Savaşında müttefiklerimizin mağlûp ve münhezim olarak savaştan çekilmelerine bağlı olarak hiç bir mücadeleyi bariz olarak kaybetmeyen Devlet Aliyye sulh müzakerelerine mağlûp taraf olarak oturtulmuştur. Bunun sebebi yeni bir müdaleye girecek gücünün kalmamasından olduğu aşikârdır. Böylece meşhur atalar sözü burada bir daha zikredilirse yenidir.
«İstersen sulhu salâh, hazır ot cenge.»
Şimdi söz konusu antlaşmanın şartlarını buraya zikretmeyi lüzumlu gördük. Yedi maddeden teşekkül eden antlaşmanın ilk maddesi; Devleti Aliyye'nin Kıbrıs Savaşı sırasındaki üç-yüzbin duka taktir olunan harp masrafını Venedik Cumhuriy-yeti üç senede ödeyecektir. İkinci madde Venedik Cumhuriyetinin mevki harpte ele geçirdiği Devleti Aiiyye'ye ait toprakları iade edeceği üçüncü madde Zanta'nın tasarrufundan
Devleti Aiiyye'ye senevî olarak ödenen beşyüz dukalık verginin binbeşyüz duka'ya çıkarılmasına dördüncü madde Ka-anuni Sultan Süleyman Hazretlerinin daha evvel imzalayıp bahş eylediği şartlar riayeti 2. Sultan Selim'in de yerine getireceği, beşinci madde Kıbrıs'ı tasarruflarından dolayı Devleti Osmaniyyeye senede sekizbin duka tutarındaki verginin Kıbrıs'ın Osmanlı Devletine geçmesi yüzünden kaldırılmasına, altıncı madde Deveti Aliyye ve Venedik'in Arnavutluk'da ve Dalmaçya'da mutasarrıf oldukları bölgede eski hududlarına çekilmeleri yedinci ve son madde ise; iki tarafın da muharebe esnasında tazmin olunabilecek mal, emtia ve sefinelerin tazmini hususuydu. Bu antiarna imzalandığında tarihler Hicrî 981 /Milâdî 1573 yılını gösteriyordu
Bu muahede imzalandıktan sonra Fransa Kralı Şarlken'in evlâdı mânevisi İspanya Kralı Don Juan, Tunus'u zapt etmişti. Kıbrıs'ın fethinden evvel Tunus'u Kılıç Ali Paşa feth etmişse de bu fetih yalnız şehir merkezine raci idi. Vakit olmadığından şehrin etrafını İspanyolar'dan temizleyememişti.
İnebahtı ve donanmanın yeniden tanzimi için geçirilen zaman zarfında İspanyollar yeniden Don Juan'ın talimatıyla Tunus'u yeniden ele geçirmişlerse de 200 gemi ile Tunus'a gelen Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa Tunus'u yeniden ve bu sefer esaslı surette feth ederek Osmanlı sancağını uzun yıllar dalgalandıracak biçimde semalara yükseltmişti. Bu fetihte ..Sinan Paşanın tecrübe ve azmi çok iyi netice alınmasına vesile olmuştur. Hicrî 982/Milâdî 1574
Sekiz buçuk yıl süren devri saltanatında Sokullu gibi Sadrazamı Şeyhü! İslâm Ebu-s Suud Efendi gibi bir büyük âlim'in varlığı sayesinde huzur İçinde hüküm sürmüş fakat diğer tarihlerin yazdığı gibi devlet işlerine bakmamış değil bilhasa çok dikkat etmiş ve tıkır tıkır işleyen çarkı aksatmamak için hislerine hakim olabilmiş ve bu hususta silik bir şahsiyyet gibi görünmeye itina göstermiştir. Devri saltanatında bir çok fetih ve savaşlar olmasına rağmen hiç sefere çıkmayan padişah unvanını almıştır.
Çok sevdiği ve babasının bergüzarı Ebu-s Suud Efendinin vefatı kendi üzerinde büyük üzüntüler tevlit etmişti. Bu üzüntüler artık bir dalgınlık halini almış tam bir derviş hayatına intibakına vesile olmuş sarayı bahçesine kurdurduğu rahleye oturur ve aralıksız Kur'an-ı Kerim tilavet eder, Devleti Osma-niyye'nin bekasının bu kitabı mübine ittibada gördüğünü musahiplerine en samimi hislerle meşbu olarak söylerdi. Bir gün hamamda ayağı kaymış ve başını yere çarpmış ve oniki gün sonra bir an bile gafil olmadığı Yüce mevlâ'nın dön emrine uymuştu.
Hazreti Padişah 52 yılık ömründe sekizbucuk yıl tahtı Os-mani'de San Selim lâkabına hangi hainin eklemek istediği meçhul olan sarhoş lâkabı ona karşı yapılmış en büyük haksızlıktı. Belki tasavvuf ehli olduğundan meşguliyeti bu âlemin dışında olmasından gelen sermestliğindense ona da sarhoşluk denmeyeceğini tasavvuf erbabı daha iyi bilir.
Orta boylu, mavimsi gözlü, sarışına yakın kumral sakallı olan 2. Selim, altısı erkek, üçü kız olmak üzere dokuz evlât,bunlardan kendi yerine üçüncü Murad unvanıyla geçecek olan Veliahd Şehzade Manisa Valisiydi.
2. Selim zamanında bazı devlet reisleri şunlardı: Almanya'da Maksimilyen, İngiltere'de Kraliçe Elizabeth, İran'da Sah Tahmasb, Rusya'da Korkunç İvan, Fransa'da 9. Şarl ve 3. Hanri, Papalık Makamında ise 13. Gregor vardı.
Hazreti Padişah Ayasofya camiindeki türbesinde kabir hayatına devam etmekte ve İnşaallah kabri Cennet'i âlâ'ya açılan bir kapıdır.
Aziz Padişahımız nûr içinde yat, Cenabı Mevlâ'nın rahmeti, peygamberizîşânın şefaati üzerine olsun.
2. Selim'in hanımları meselesi biraz karışıktır. Bu hâli oğul 3. Murad'da da görmek kabildir. Sultan 2. Selim'in Nurbânû sultan isimli hanımı adetâ tek çiçekle bahar geçiren kimsenin durumunu çağrıştırıyorsa da, tabii ki vaziyet öyle olmayıp, hanedan da olsa, aile mahremiyetine haylice önem vermekten kaynaklanmaktadır. Nurbânû Sultan hakkında yahu-di ve italyan olduğu hakkında rivayetler varsada, Öztuna bey yahudilik isnadının da doğru olmadığını ileri sürüyor. Nurbânû Sultanın doğum târihi Öztuna tarafından 1530 olarak gösterildiği gibi vefatı da, 7/aralık/1583 olarak işaret edilmektedir. İzdivacını 2. Selim ile 1545'de Konya'da yaptığını da ileri sürmektedir sayın Yılmaz Öztuna.. Evlilik müddetleri 29 yi] sürdü. Nurbânû Sultan valide, daha sonra padişah olan şehzadesi 3. Murad'ın annesi olarak vâlidelik makamında 8 sene, 11 ay, 23 gün ömür geçirmiştir. İsmihan ve Fatma Sultanhanımlarında annesidir. Bir çok hayır ve hasenatın sahibidir. Vefatında cenazesi Fâtih Camiinden kaldırılarak, Ayasofya Camii avlusunda kocası, 2. Selim'in türbesinde toprağa verildi. Çağatay CJluçay, bu sultanhanımdan başka Alderson adlı şarkiyatçının KaleKartamou ve adını veremediği bir hanımdan da söz ettiğini ifade ederek bir hatırlatma yapmış oluyor. 2. selim'in kız çocuklarına gelince; İsmihan, Şah, Gevherhan ve Fatma sultanhammlar olup, bunlardan İsmihan sultanhanımın ünlü ve şehid sadrıazam, Sokullu Mehmed Paşanın hanımı olduğunu biliyoruz. Şahsultan hanımın ise beyinin Çakırcıbaşı Hasan Paşa olduğunu, Gevher-hân ise Piyale Paşanın hanımı olarak Fatma suitanhanim ise Kanijeli Siyavuş Paşa ile evlilik yapmıştılar. 2. Selim nân'ın erkek çocukları 3. Murad adıyla Osmanlı tahtına oturacak olan oğlu Nurbânû hanım sultandan doğmuştur. 1574'de küçük iken vefat eden oğlu Mehmed, öte yandan 3. Murad'ın cülusu ki, bu târih 22/12/1574'dür işte bu târih beş tane şehzadenin hayat çizgisinin kesildiği ve boğularak şehid edildikleri zaman dilimidir. Bunların adlan Süleyman. Mustafa, Cihangir, Abdullah ve Osman şehzadelerdir. Bunların ve bunlar gibi, nice şehzadelerin hayatlarının izale edilmesi dâima tartışılan bir mevzu olmuştur. Bizim noktai nazarımız kaderin bir cilve-i rabbaniyesidir şeklindedir. Osmanlı hanedanı mensubundan olmak ve o hanedana aid fert olmak, insanın kendi ihtiyarı ile sağladığı bir fenomen değildir. Ancak; devlet anlayışının insanı üzen tedbirleri seçmesi, his ve realizm arasında, kolayı bulunacak neticelerden değildir. Ancak bir târih anlayışı olarak bu izale emirlerini verenlerin, bizim hakaretlerimizi, hak ettiğini düşünemiyorum, bunun hesabını Allah (c.c)'e vereceklerdir. Bunun direk ile bizi alakadar olan tarafı pek yoktur, diye düşünüyorum. Kimileri; bu kutlu devletin hizmet ve varlığına olan düşmanlığını bu yumuşak karnı olan kardeş katline istinad ederek yapmak istiyorlarki bu dürüst bir düşünce ve tavır değildir
2 Selim; gelmiş olduğu Osmanlı tahtında en büyük yardımcısı kızı ismihan Sultanhanımın kocası olan tedbirli ve akıllı devlet adamı, Sokullu Tavil Mehmed Paşaya riayet ederek tıkır tıkır işleyen devlet çarkına, müdehale etmemek suretiyle ülkesine en hayırlı hizmeti yapmıştı. 2. Selim hân, saltanatının tamamını tek sadnazamla geçirmiştir. Şeyhülislâmlara gelince kendisinin vefatından çok kısa bir zaman önce Ebussuud Efendinin vukubulan vefatı üzerine, boşalan makama Konyalı Mahmud Hamid Efendi'yi getirmiştir ve iki şeyhülislâmla, dönemini geçirmiştir.
.
SULTAN 3. MÜRAD
İçki Yasağı
Portekiz İle Savaş
Osmanlı Devletinin Avrupa'dan Aldığı Vergiler
Soküllü Mehmed Paşanın Etrafının Temizlenmesi
Soküllunun Şehid Edilişi
Şah Tahmasb'ın Vefatı
İran Seferi
Tiflis'in Feth Olunması
Köyün Geçidi Zaferi
Birinci Şamahı Zaferi
İkinci Şamahî Zaferi
Meşaleler Zaferi
Sultan 3. Mürad'ın Osman Paşa'yı Kabulü
Batı Seferi
Sultan 3. Mürad Han'ın Vefatı
3. Murad'ın Hanımları Ve Çocukları
3. Murad'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
Babası: Sultan II. Selim Han
Annesi: Nur-Bânu Sultan
Doğum Tarihi: 1546
Vefat Tarihi: 1595
Saltanat Müd.: 1574-1595
Türbesi: İ İstanbul’dadır.
Dünyada 6 erkek, 3 kız evlât bırakan merhum padişah 2. Selim, Devleti Osmaniyye'yi kudretli sadrazam Sokullu Meh-. med Paşa'nın becerikli idaresine tevdi ederek Allah'ın vâsi rahmetine ermişti.
Manisa sancağında vazife ifa eden Veliahd Şehzade Murad Sultan pederinin vefatını, sadrazamın gönderdiği haberci vasıtasıyla heber almıştı. Hicri 955/MiIâdî 1549 yılında 27 yaşında boşalan tahtı Osmaniye cûlüs etmek üzere-yola çıktı. Sadrazamın gönderdiği gemiyi beklemeden Mudanya iskelesinde bulunan küçük bir gemiye binmişti. Bu gemi sonradan Padişahın damadı olacak olan meşhur tarihçi Feridun Ah-med Paşa'ya ait bir ticaret gemisi idi. Sultan Murad Bahçe-kapı civarında sahile çıkmıştı. Vakit çok geç olmuş gece yansını geçmişti. Yağmur ve rüzgârlı bir hava hüküm sürerken, Padişah içicek bir yudum su aradıysa da bulamamış ve deniz suyu ile yüzünü yıkamış, karaya çıktığı yere bir çeşme yaptırmayı vaat etmişti kendi kendine. Hakikaten Padişah olduktan bir müddet sonra kendine verdiği sözü yerine getirmiş ve bir çeşme inşa ettirmişti.
Sarayın kapısını çalan padişahın yanındakiler, o saatte saray kapısı yalnız sadrazama açılır kaydını ya unutmuşlar yada bilmiyorlardı. Çok sonra aralanan kapıdaki muhafızlara vaziyet izah olundu. Padişah ve arkadaşları içeri alındılarsa da öte taraftan sadrazama haber gönderilip durum bildiriîdi. Sadrazam, Padişahı ilk defa görüyor, fakat emin olamıyordu; çünkü, merhum Padişahın daha beş Şehzadesi vardı. Onlardan birisi ben veliaht şehzadeyim diye vezir-i âzami aldatabilirdi. Sokullu yanına aldığı Padişahı, Nûr Banu Sultan'ın dairesine götürmüş, oğlunu gören Valide Sultan; aslanım diyerek oğlunun boynuna sarılmış hem oğlunun padişahlığını de kendi Valide Sultanlığını tescil etmiş oluyordu.
Şehzadenin tahtın sahibi olduğunu anlayan veziri âzam Sokullu aynı zamanda eniştesi olduğu padişahın eteklerini öpmüştü. Burada şunu hatırlamadan geçemiyoruz: Mason bir tarih yazarı bu etek öpme vakasını bir dalkavukluk olarak vasıflandırmış ve böylece Kaanuni, 2. Selim Hazretlerinin sadrazamı ve yeni padişahı beşbuçuk yıl sadrazamlığını yapan bu muhterem insana hangi saik ve sebebe böyle aşağılık bir sıfat yakşıtjrıyor anlamak mümkün değil... Hani bir söz vardır: «Dinime tan eden bari müslüman olsa», siz halifeyi Rûyi zemin'in eteğini öpmeyi dalkavukluk sayarken acaba mensub olduğunuz loca'nın üstâdi'nın neresini öpüyorsunuz. Üçüncü Sultan Murad unvanıyla ertesi gün tahta geçmek için yatağına çekilen şehzade, beri tarafta devletin müdebbir elemanları toplanmış ve rakip şehzadeler hakkında ölüm kararlarını bile almış ve sabah olunca devlet'uğruna canlarından edilen merhum beş şehzadenin nâaşlarının önüne atılacağından dahi habersizdi.
Sabah olunca, vezirler, komutanlar, kadılar ve yüksek rütbeli me'murlar Ayasofya camiine geldiler. Şehzadelerin ölümlerini ya haber almışlar yahut da tahmin etmişlerdi. Hepsi taziyet elbiseleri içinde bulunuyorlardı. Namazdan sonra Padişah Hazretleri Divanhanede tahta çıktığında aynı üzüntü ve elbiselerle donanmıştı. Dağıtılan cûlüs bahşişi bir milyon yüzbin duk'aya baliğ olmuştu. Ramazan ayının yirmi ikinci günü Padişah Hazretleri cedleri gibi, Ebâ Eyyûb-el En-sâri türbesine deniz yolu ile giderek kılıç kuşandı ve dönüşte at üzerinde atalarının türbelerini ziyaret ede ede saray'ı hü-noayuna avdet etti.
Ramazan Bayramının birinci günü Devlet Kâtibi Feridun Bey, Hazreti Padişaha Osmanlı Devletinin kuruluşundan o güne kadar padişahların yazmış veya yazdırmış oldukları bi-nikiyüz aitmiş parça evraka havi bir kitap ve o güne kadar Devleti Osmanî tarihini anlatan «Münşeat-ı Selâtin» adlı eseri hediye etti.
Bir gün Padişah Hazretleri sandalla denizde gezerken sahile yakın bir yerden geçiyordu. Deniz kenarında bir kahvehanede içki içmekte olan bir kaç Yeniçeri sarhoş olmuşlar, Padişahı görünce ellerindeki kadehleri kadırıp Padişahın'sıhhati şerefine içtiklerini bağırarak ilân etmişlerdi. Bu durumu gören Padişah son derece üzülüp, gazaba gelmiş ve Din-i İslâm'ın haram kıldığı içkinin kullanılmasının yasak edildiğini ilân eden bir hattı hümâyûn çıkarmıştı. Bu hattı hümâyûn üzerine Sipahiler Askeri İstanbul Subaşı'sını aralarına alıp tartaklamaya girİşmişlerse de duruma muttali olan Sadrazam yetişmiş Subaşi'yı tartaklanmaktan kurtardıysa da nüfusunun kırılmasına sebep olacak hareketlere de maruz kalmıştı. Durumun vahim bir hal aldığını gören Hazreti Padişah, maalesef verdiği emri kimseyi rahatsız etmemek şartıyla içebilirler kaydına çevirmekle hem dünyada hem de âhiret'te kolay cevap veremeyeceği bir tâviz vermiş oluyordu.
Yeni Padişahın tahta geçişi, bütün Avrpua devlet elçileri vasıtasiyle ve muhtelif hediyelerle tebrik olundu ve bu münasebetle bunlarla yapılmış sulh antlaşmaları gerek dîvan gerekse Hazreti Padişah tarafından müsait karşılandı. Fakat Portekiz Kralı Dük Sebastian türlü sebeb ve bahanelerle müslümanların idaresindeki Fas topraklarına ve oranın Emi-rine müdahalelerde bulunuyordu.
Halife-' Rûyizemin olan Osmanlı Padişahı 3. Murad Hazretleri, Fas Emirinin istimdadına bigane kalamazdı ve kalmadı Cezayir Beylerbeyi Ramazan Paşa, müslümanlara musallat olan bu belâyı def etmekle vazifelendirdi. Kâfi kuvvetle hareket eden Ramazan Paşa, karşısına çıkan küffârı çok şiddetli bir savaştan sonra kafi bir mağiûbiyyete ve Kral Sebas-tiyani'yî se savaş alanında cansız yere serdi. Böylece müslü-manlar kâfirin zulüm ve tasallutundan halâs oldular.
1575 senesi milâdisinde Avusturya ve Almanya İmparatoru İkinci Maksimilyen ölmüş onun yerine Rudolf geçmiş ve Sultan 3. Murad Hazretlerine gönderdiği elçilerle muhtelif hediyeler sunmuştu. Avusturya topraklan üzerinde ceveSan eden Osmanlı hudut beylerini şikâyet etmeye gelen elçilerle, sekiz senelik bir sulh antlaşması kararlaştırılmıştı.
Avsturya Devleti Senede otuzbin duka, Erdei beşbin duka, Zantayı tasarruf eden Venedik üçbin, Raküza onikibin, Eflâk onbeşbin, Boğdan yüzellibin duka vergi vermekle mükellefti.
Bu arada Venedik elçisi, Hazreti Padişahı ve sadrazamı ziyaretle Padişaha ellibin duka, sadrazama dörtbin duka altını hediye getirdi. Dalmaçya taraflarındaki hudud anlaşılmazlık-ları hal olundu.
Hazreti Padişah, babası merhum Selim gibi Devleti Aliy-ye>yi» müdebbir ve sadık veziriazamın eline bırakmayı düşünmedi. Dizginleri eline almaya kararlı idi. Yalnız bu kararlılık kendi isteği miydi yoksa uzun yıllar sadareti işgal eden zatın nüfuzundan çekinme miydi? Şunu nutmamak icab eder ki Sokullu Mehmed Paşa Padişahın eniştesi olmakla beraber dîvanın diğer vezirleri de damad idiler şöyle ki: Bu damatlıklar devlete hizmet edenleri daha yakından kontrol edebilmenin en mütekâmil bir yoluydu.
Sadrazamın etrafını temizleme metoduna başlandığında ilk hedef münşeat sahibi, devlet kâtibi aynı zamanda Sokol-lu'nun mahrem sırlar arkadaşı Feridun Beydi. Kendisini Belgrad sancak beyliğine uzaklaştirmışlar ve yerine bütün usulere aykırı biçimde, Fatih Semaniye Medresesi muallimi Mahmud Çelebi tayin buyrulmuştu. Çok kısa bir 'müddet sonra Sokollu'nun kethüdası esrarengiz şekilde öldürüldü. Az sonra Sokollu'nun amcazadesi olan Budin Beylerbeyi Mustafa Paşa; Budin cephanesine isabet eden bir yıldırım neticesinde cephanenin tutuşup yanmasından mesul tutularak kendi muhafızlarının önünde öldürülmüştü.
Sokollu'nun etrafı nisbeten temizlenmişti. Bunun yapılmasını Valde Sultan ve Şemsi Paşa ile Lala Mustafa Paşa olduğu Kâmil Paşa tarihinde sh. 281'de yer alır. Yine bu sırada Kıbrıs Beylerbeyi olan ve Sadrazam'ın çok yakını olan Arap Ah-med Paşa sert muamelesini bahane eden askeri tarafından paralanarak fecii şekilde öldürüldü. Çok geçmeden Piyaie Paşa ve Şeyhül İslâm Hamid Efendi Hazretleri vefat ettiler. Sadrazam en kıymetli arkadaşlarını arka arkaya kaybederken bilhassa, Piyaie Paşa, ki aynı zamanda bacanağı idi. ve Şeyhül İslâm Efendinin vefatlarından son derece müteessir oldu. Bu sırada kendi kendine Kıbrıs Kralı unvanını veren ve Sokollu'nun bu unvanı, ona hiçbir zaman kullandırtmadığı Yasef Nassi (Yahudi Josef Nassi) ölmüştü.
Sokullu Mehmed Paşa musahibine her akşam kitap okutur ve en çok sevdiği mevzuu tarih olmasından dolayı en fazia okudukları kitap Osmanlı Devleti tarihi İdi. İşte o gece musahibi, Murad-ı evvel'in Kosova Sahrasında savaştan sonra nasıl şehid olduğunu okurken gözleri dolan Sokullu Mehmed Paşa mevzuun sonunda, ellerini kadirarak Yarabbi; bize de şehİdlik nasip et diye tazarruda bulunmuş şehid padişahın ruh'u mübarekesine Fâtiha-i Şerif hediyye eylemişti. Ertesi gün kendisi gibi Bosna'lı biri derviş kılığına bürünmüş ve Sadrazama dilekçe verir gibi elini uzatmış, dilekçeyi almak üzere eğilen Sokoilu Mehmed Paşa'nın Allah, Allah diye çarpan yüreğine kolunun yeninden çıkardığı hançeri saplamış ve Sokoilu Mehmed Paşa'yı arzuladığı şehidliğe, Devleti İslâ-miyye'yi ise istikrarsızlık devrine sokmuş oluyordu.
Bunun cezasını el ve ayaklarından dört ayrı istikâmete koşturulacak atlara bağlanmak ve dört parça haline gelmekle çeken kaatil parçalatılmadan evvel yapılan sorguda kendisinin hakkı yendiği için bu işi yaptığını söylemiş açıklamalarında hiç kimse suçlanmamıştır. Bazı tarihler bu işte 3. Mu-rad'in eli var derken bazı tarihler de Lala Mustafa Paşa'nın marifetiyle oldu derler. Fakat kesin bir delil gösteremezler.
Yalnız, Padişahın eii var diyenlere kısaca şu cevabı vermek isteriz: Daha evvelki bahislerde söylediğimiz gibi Osmanlı Padişahları tek otoritedir. Onlar Şeyhülislâm ve ulema ile sadece istişare ederler ve kararları kendilerine verirdi. Böyie-hpş olmayan bir tertiple sadrazamını öldürtmek o zatların ne sânına ne de mertliğine yakıştırdı. Misâl İstiyorsak hemen bir İki tane verebiliriz. Çandarl: Halil Paşa, önce Makbul sonra Maktul İbrahim Paşa gibi fevkalâde büyük şahsiy-yetler padişahların açık emirleri ile İdam olunmuşlardır. Hele bu olayda; Subaşı'nın içki içmek isteyen ve bu hususta emre muhalif olanlarca dövülmesi sırasında sadrazamın dahi dayak tehdîdleri karşısında kaldığını göz önüne alırsak padişah sadrazamı tutan hangi güçten içtinab edip korkacak da böyle karanlık tedbir ve tertiblere baş vurmaya lüzum görecektir. Sadrazamın yakınlarının tayin ve ödürülmesi, doğrudan doğruya bir iktidar mücadelesinden başka bir şey değildir. Daha başka bir tabirle devlete hizmeti ancak kendi metod ve gu-ruplarıyla yapabilceklerine kanaat getirmiş olanlarla, mevkii itibarda olanların mücadelesinden başka bir şey değildir. Yalnız Padişah burada kendine ait sebeblerden dolayı sadrazamın karşısındaki gurubu tutmuş olabilir.
Fakat kimse ona bir cinayet tertibçiliği yüklemeye kalkmasın o zaman iftira etmiş olur ki, dini İslâm'da, iftira edenin ne kadar dehşetli cezalara müstahak olunacağını beyan buyurmuştur.
Sokullu Mehmed Paşa üç padişaha aralıksız ondört sene sadrazamlık yapmış ve ülkenin bir çok yerlerinde camii, medrese, imarathane ve çeşmeleri kendi parasıyla yaptırmış, vefatından sonra nâaşı Ebâ Eyyûb-el Ensârî hazretlerinin yakınında bir türbeye, serveti ise evvelki yoksulluğu göz önüne alınarak devlet hazinesine gelir olarak devredilmiştir. Allah rahmet eyleyip kabri şerifini müzeyyen kılıp nûr içinde yatmasını daim kılsın.
İran tahtında ellidört yıl hüküm süren Şah Tahmasb vefat ettiğinde, İstanbul'a 3. Murad'ın cülusunu tebrik için gelen Tokmak Han envai çeşit hediyelerle ki bunlar beşyüz deve yükü idi. Hazretİ Padişahın iltifatına mazhar olmuşken ve İran'a dönek üzere yola çıkarken Şah'ın vefat haberi geldi. Şah Tahmasb yerine beşinci oğlu Haydar Mirza'yı veliahd olarak seçmişti. Haydar, babasının yerine tahta geçtiyse de varım gün şahlık makamında kalabildi. Çünkü abiası Perican ve dayısı Şemkaî yirmi yıldır hapiste yatan ismail Mirza'yı şah olarak tahta çıkarmak istiyorlardı. Bunda da muvaffak olduklarında iki cenaze birleşmiş ellidört yıl taht'ta kalan baba yanına yarım gün taht'ta kalabilen veliahd oğlunu alarak kabir yolunu tuttu. Evet biri yarım asır hüküm ferma olurken diğeri anca yarım gün hüküm ferma olabilmişti.
Sah Haydar'dan boşalan tahta ismail Mirza geçmiş ve çok zâlim bir adam olan yeni şah hemen kardeşlerini öldrütmüş sadece bunlarlardan iki gözü kör olan, Muhammed Mirza taht'ta iddia sahibi olmaz diye sağ bırakıldı. Fakat kör şehzadenin Hamza Mirza ve Abbas Mirza adlı iki oğlu için idam kararlan çıkarılmış, habercilerin yanlarına varmasından evvel İsmail Mirza bir gece, fazlaca yuttuğu afyon yüzünden sabaha uyanamamış ve taht kör'dür dîye hesaba katılmayan Muhammed Mirza'ya kalmıştı. Onun ilk icraatı ise kardeşi Perican'ı idam etirmek olmuştu.
Yukarıda bahsettiğimiz değişiklikler ve değişıkliklerdeki intizamsızlık devleti Aüyye'nin Iran üzerinde bir takım hesaplar yapmasına sebep olmuştu.
Hicrî 985/Milâdî 1577 yılında Sadrazam Sokoliu'nun vefatından bir yıl evvel, sadrazamın bütün itirazlarına rağmen Lala Mustafa Paşa serdarlığında İran üzerine bir sefer tertib olundu. Bu seferin yapılmasına dair sadrazarn'ın İtirazları kısaca, şöyle izah olunabilirdi. Mesafenin uzaklığı, müşkül bir arazi olması, oralarda elde edilecek mülkiyetin muhafazasının güçlüğü şeklinde özetlenebilir. Fakat hiç bir müverrih dikkatle incelemek lüzumunu duymamıştır ki; Avrupadaki gelişimler ve bunları çok dikkatle takip eden Sokollu, Reform ve Rönesans mücadelelerinin sonu gelmiş o toplum için müsbet neticeler vermeye başlamıştı. Bu müsbet neticelerin toplanması mutlaka Devleti aliyye aleyhine bir takım ittifaklara ve tertiblere girişilmesine vesile olacaktı. Bu sebebten sadrazam Doğu hududlarında asakiri İslâmı meşgul etmektense, diri tutarak küffârdan geleceklere hazır olma yolunu seçtiği hükmüne rahatça varılır. Şimdi padişahın cûiusu sırasında Avrupalılarla sulh antlaşmaları tecdid edilmiş olduğu ileri sürülürse onlar hangi sözlerinde durmuşlardır ki, bu sözlerinde dursunlar. Neyse biz yine İran seferini kısaca anlatmaya dönelim.
Söz konusu sefer onüç yıl sürmüştür. Gürcistan, Dağıstan. Şirvan, Tiflis ele geçirildi ise de bunlar çok pahalıya mâl oldu. Çünkü bu beldede oturan insanlar savaştan yılmayan cesur ve zor şartlara dayanabilecek insanlardı.
Yeniçeri ise son derece intizamsız bir birlik haline gelmişti. Şimdi bu eyaletlerin ele geçirilişini kısaca nakl edelim: Ordu, ilk evvelâ Ardahan önlerine geldi. Van Beylerbeyinin orada bu işi bitirmiş olduğu haberini aldı. Van Beylerbeyi ile birleşen ordu Gürcistan hududu yakınında Çıldır kasabası önlerinde daha evvel İstanbul'a elçi olarak gelmiş olan Tokmak Han kumandasında olan İran askerleriyle bir savaş yaptı. Zafer Osmanlı Ordusunda kalmıştı. Çıldır, Akçakale ve Yenikaie Osmanlı hududlarına dahil olmuş oldu. Bu savaşın kumandanı meşhur Özdemiroğlu Osman Paşa idi. Gürcistan Kralı Davit, Osmanlıların galibiyetini haber olanca selâmeti İran'a kaçmakta buldu. Gürcistan başsız olarak kalmış Osmanlı ordusuna âmâde olmuştu.
Özdemiroğlu Osman Paşa Gürcistan'ın büyük bir kısmını ele geçirmiş ve Tiflis önlerine gelmişti. Tiflis ilk defa Osmanlılarca tazyik olunuyor idi. Tiflis halkı bu zaferler ordusunun karşısında görünce hiç mukavemet etmedi. Büyük bir resmî geçid yaparak Tiflis'e dahil olan ordu, Tiflislilere mukavemet yapmamalarının mükâfatı olarak onlara enfes bir resmî ge-cid seyrettirmışti. Fethin ilk Cuma günü Sultan 3. Murad adına, Edirne Selimiye Camii baş vaizi Şâir Kurtzâde Vâlihi Efendi hutbeyi irad etmişti.
Osmanlı ordusu önce Özdemiroğlu Osman Paşa ve bağlı birlikleri ile arkada ise Serdarı Ekrem Lala Mustafa Paşa daha büyük kuvvetlerle geliyordu. Özdemiroğlu Osman Paşa, Koyungeçidinde Emir Hân kumandasındaki 20.000 kişilik İran ordusu ile karşılaştı. Derhal hücuma geçen Osmanlı Ordusu, Lala Mustafa Paşa büyük kuvvetlerle gelene kadar savaş alanının galibi olduğunu ilân etmişti bile. Serdara düşen Özdemiroğlu Osman Paşayı tebrik, kahramanca cenk eden orduyu mükâfatlandırmaktı. O, da zaten öyle yaptı. Serdar-ı Ekrem'ler padişah selâhiyyetlerini seferlerde kullanabildiklerinden Özdemiroğlu'na vezaret rütbesi tevcih *etti. Lala Mustafa Paşa kış yaklaşmakta olduğundan orduyu Erzurum'a götürmeyi istiyordu. Fakat fetih edilen bu topraklan muhafaza etmekle kolay bir iş değildi. Çünkü İran devleti kafi bir nıağlûbiyyet almış saymıyordu kendisini. Ayrıca söz konusu topraklara en yakın dost belde Kırım Hanlığı idiyse de, biraz daha uzakta yavaş yavaş dünya siyasetine açılmaya başiı-yan Rusya vardı. Kraliçe Elİzabeth İngiliz tüccarlarının rahat gezmelerini temin edebilmek için Rus Çar'ına İmparator hitabıyla başlayan mektuplar gönderiyor, böylece İngiltere'nin dostu ve düşmanı yoktur, sadece rnenfaatlan vardır politikasının temellerini atıyordu. Daha doğrusu dünyaya bir canavarın daha çabuk ağırlık koymasına yardımcı oluyordu. Öz-demiroğlu Kafkas Serdarı unvanıyla Şirvan civarında bırakıldı.
Ozdemiroğlu ondörtbin askerle Şamahî üzerine gittiğinde, Safevi ordusu yirmibeşbin kişilik kuvvetle Orus Han komutasında oraya gelmiş, öte yandan İmamkulu Şah yanında on-beşbin kişilik kuvvetle Ereş'te karşısına çıkan sadece üçyüz kişilik birliğin komutanı Kaytas paşa ile çarpışmış ve tamamını mukayese kabul etmez kuvvet dengesi hasebiyle imha etmişti. Kaytas Paşayı yenen İmamkulu, Ereş'e dahil olup Ehli Sünnet ve'1-cemaat itikadındaki müslümanları katliâma tabi tutmuştu. Yediyüz kişilik bîr Osmanlı birliği bunlara sal-dırmışsa da maalesef perişan olmuşlardı.
Dersaadet'ten muhtelif emirleri havi fermanlar gönderilmiş, Çerkez, Abaza ve bütün Kafkas kabilelerine ayrıca Kırım Hanlığına Ozdemiroğlu Osman Paşa'ya yardım etmeleri bildirilmişti.
Safevi Ordusu, Osmanlı Ordusu ile karşı karşıya geldiğinde savaş çok şiddetli başladı. Fakat iki taraf da kesin bir üstünlük sağlayamadı. İlk iki gün İranlılar hâkim gibi idiyseler de üçüncü günü öğle üzeri Kırım Hânı onbeşbin kişilik kuvvetiyle savaş alamnın bir ucunda görününce savaş talihi yön değiştirdi. Akşam üzeri zafer Osmanlıların olmuştu. Savaş neticesinde esir düşen ürûs Han idam olundu. Tarihler Hicrî 987/Milâdî 1578 yılını gösteriyordu.
Birinci Şamahî savaşında hezimete uğrayan Safeviler bu sefer bütün güçlerini toplıyarak harekete geçtiler. Safevi ordusuna Hamza Mirza Başkumandan olarak hükmediyorsa da henüz yaşı onüç civarında olduğundan fiili kumanda Selman Hân'daydı. Kuvvetlerini dört bölüme ayıran Safevi Ordusu 100.000 kişiyi buluyordu. Buna mukabil Ozdemiroğlu Osman Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri 14.000 kişi idi. Bu sırada Lala Mustafa Paşa; Bağdad Beylerbeyi Hüseyin Paşa ve Kerkük Bey'i Şemseddin Paşazade Mahmud Paşa'ya Safevi topraklarına dalıp ikinci bir cephe açılması talimatı verdi. Ayrıca Anadolu Beylerbeyi Cafer Paşa'ya Revan üzerine yürümesi emredildi. Bu talimatlar yerine getirilince İranlılar çok ağır darbe almış oldular. Bütün bunlar olurken Şamahî meydan savaşı başlamış, mukayese kabul etmez kuvvet farkı kendini göstermeye başlamıştı. Azdan az, çoktan çok gider kaidesi kendisini gösteriyorsa da İranılar yirmibeşbin ölü vererek yetmişbeşbin kişiye düşerken Özdemiroğlu'nun kuvvetleri onbin şehid vererek dörtbin kişiye düşmüştü. İran kuvvetleri kaleye girmişler ve boğaz boğaza bir mücadele sürdüaü sırada Adil Giray'ın kumandasında Kırım süvarileri yetiştiler. Safeviler dahil oldukları kaleyi bırakıp Adil Giray Han'ın üzerine yürüdüler. Bu kuvvetlerin büyük bölümünü pusuya yatıran İranlılar küçük bir kuvvetle Adil Giray'ın üzerine çullandılar. Kırım süvarileri bunları çok kısa zamanda perişanedip savaştan muzaffer çıktıklarına sevinecekleri anda, ikinci ve esas kuvvetin saldırısına muhatap oldular ve çok acı bir mağlûbiyete duçar oldular. Adil Giray Hân esir düştü. İran saraylarında yapmış olduğu çapkınlıklar yüzünden hayatını kaybetti.
Özdemiroğlu Osman Paşa elindeki kuvvetlerle ŞamahI kalesini müdafaa edemeyeceğini engin tecrübesi ve fevkalâde kararlılığı sayesinde anlayıp Dağıstan taraflarında Demirkapı kalesine çekildi. Buraya Derbent Kalesi de denir.
Sokollu Mehmed Paşanın şehid edilmesinden sonra dîvan vezirleri sadrazamlık mücadelelerine daldıklarından Özdemiroğlu yardımsız kalmış ve çok zor durumlar yaşamışsa da bulunduğu zamanın en büyük kumanda dehâsına sahip olduğundan İranlılara kesin bir galibiyet yüzü göstermemiş onlara karşı günümüz tabiriyle gerilla savaşı vererek uzun müddet yıpratmış ve nihayet iki ordu Şirvan ve Dağıstan hududundaki Küba şehri civarında bilhassa ovasında karşı karşıya geldiler. Geçen zaman zarfında Şirvan yine İranlıların eline geçmişti. Özdemiroğlu bu savaşı kazanırsa Şirvan yine Osmanlı Devletinin olacak aksi halde Dağıstan ve Gürcistan fetihleri mânâsızlaşacak ve İran nüfuzu hâkimiyetine girecekti.
Dört gün süren bu kanlı boğuşma geceleri de savaş devam ettiğinden meşaleler yakılmış olmasından dolayı Meşaleler zaferi adıyla anılır. Dördüncü gün sonunda İran ordusu mağlûp ve münhezim olarak savaş alanını Osmanlı askerine ve onun büyük kumandanına bırakırken Şirvan, devleti Aliy-ye'ye kaldığı gibi Revan yolu da fetih sancaklarının üzerinden geçmesini bekliyordu. Tarih Hicrî 922/Milâdî 1583'ü gösteriyordu.
Meşaleler Zaferinden sonra Revan yolunun Osmanlı sancaklarının üzerinden geçmesini beklediğni yukarda belirtmiştik. Üçüncü Murad sanki her an yanında beraber savaştığını saydığı Özdemiroğlu Osman Paşa'ya, sadrazam kaftanını biçmiş ve bu münasebetle paşayı'İstanbul'a çağırtrnıştı. Vezir- had Paşa'yı yüzbin askerle Revan (Ermenistan) fethine - dermişti. Ferhad Paşa, Revan'a hiç bir mukavemet gör-den dahil olmuş ve yukarıda tavsif ettiğimiz durum gerçekleşmiş Revan, Devleti Osmaniyye'ye ram olmuştu.
İstanbul'a dönmek üzere yola çıkan Osman Paşa, Hazreti Padişah'dan aldığı bir irade ile Kırım meselesini hâl etmek üzere otuz yıldır bindiği meşhur ve dillere destan siyah atı Kara-Kaytas'ın başını Kırım Hân'hğı üzerine çevirdi. Kırım meselesi denilen nesne, Kırım Hânı Mehmed Giray, Divan'ın emirlerini dinlemez olmuş ve kendisine bir kaç defa Özdemi-roğlu'na yardıma gitmesi için yapılan çağrılara gereken itaati göstermemiş ve savsaklamıştı. Kuvvetlenmekte olan bir Rus Devletinin varlığı göz önüne alınırsa bu adamın yaptığı yanına bırakılacak olursa istikbalde daha feciii durumlarla karşılaşılabilirdi.
Özdemiroğlu Kırım taraflarına gidince Mehmed Giray, paşanın geliş sebebini anladığında Kefe yakınındaki Bağçesa-ray'a Osman Paşa'yı davet etmişse de bu dolaba girmeyen Paşa, Kefe şehrine çekildi. Bu durum üzerine Mehmed Giray emrindeki kırkbin Tatar askeri ile söz konusu şehre taarruz etti. Osman Paşa savaşlarda pişmiş bir Serdar olarak şehrin kapılarını çoktan kapattırmıştı. Mehmed Giray şehri muhasara etmekten çekinmedi. Bir aydan fazla muhasaraya, büyük zorluklara göğüs gererek dayanan Paşa, öte yandan divân'a haber göndermiş yardım talebinde bulunmuştu. Bu arada çok ustaca bir politika takip eden Osman Paşa, Kırım Kalga-yı yânj veliahdı olan Alp Giray'ı, hân olarak nasb etmiş böylece Kırım süvarilerini iki başlı hale getirmiş bu basardan Alp Giray; Osman Paşa tarafını tutmuş, böylece Mehmed Gi-ray'm kuvvetleri zaafa uğramıştı.
Bu sırada ise yanında 10 senedir Konya'da ikamet etmekte olan ve Hazreti Mevlânâ (K.S.)'ya intisaph İslâm Giray, Sultan 3. Murad Hazretleri tarafından Kırım hanlığına tayin edilmiş olarak Kılıç Ali Paşa'nın donanmasında onbin asker ve otuzbeş kadırga ile gözükünce Mehmed Giray'a muhasarayı kaldırıp kaçmak düşmüştü.
Osman Paşa tarafından Kırım Hanlığına nasb edilen Alp Giray, bütün hırs ve gurur gibi nefsi azdırıcı hislerden sıyrılarak İslâm Giray'a biat etmesi cidden örnek alınacak bir olay tezahür etmişti. Bu muazzam manzaraya şahid olan Osman Paşa'nın gözleri yaşarmış, Mehmed "Giray meselesine beni karıştırmayın sadakat ehline yol göstermek bize düşmez diyerek aralarından çekilmişti. Böylece Kırım Hanlığı ailesinin hesaplaşmasını kendilerine bırakmış oluyordu.
Kaçma yolunu tutan Mehmed Giray'm peşine düşen Alp Giray ağabeyini yakalamış ve kendi yasalarına uygun olarak yay kirişi ile boğdurmuş ve bu gaile hâl olmuş oldu. Tarihler Hicri 922/Milâdî 1583 yılını gösteriyordu.
- Kahraman oğlu kahraman kumandanın, Hazreti Padişah ile olan buluşmasını Kâmil Paşa'nın tarihî siyasiyye adlı eserinden 289. sahifeden metne uygun olarak vermeyi lüzumlu gördük. Böylece bu muhterem padişahların, kahramanları ve Devleti Aliyye'ye hakkıyla hizmet edenleri nasıl takdir ettiğini o mükemmel lisanla nakl edilmiş olsun.
«Ozdemir Osman Paşa Dersaadet'e vusulunda sureti mah-susada istikbal olunarak avatifi celilei mülükâneye müstağ-rak oldu. Muşarileyha (Osman Paşa) Boğaziçinde kâin yalı köşkünde sehi seniyyei Şehriyâriye cebhe sa rakıiyt olduğunda hilafı mutadı olarak, hoş geldin Osman otur deyu hi-tab buyurrnalaru üzerine Osman Paşa zemin ve damer pus olup iradei seniyyeye muntazır oldukta yine, otur emrine binaen Osman Paşa oturup tekrar kalkmış velhasıl üç defa iradei seniyyeye imtisalen oturup tazimen yine kalktıktan sonra dördüncü defada oturup, muharebelerini nakl eylemesi ferman buyurulması üzerne Osman Paşa iradei şahaneye bila-muttasıl son seferini raz ve beyana beda ile Araş hân'ın mağlûbiyyeti maddesine geldikte Zâtı Şahane sözünü keserek, kendi başındaki Tuğ'u çıkarıp Osman Paşa'nın başına takmıştır. Paşa müşalilevna hikâyesine devamla Hamza Mir-za'nın mağlûbiyyeti vak'asının tarifinde yine Hünkâr sözünü kesip «Bunun semeresini görürsün»» buyurarak kend! murassa hançerini Osman Paşa'nın beline taktığı gibi müteakiben İmam Kulu Hân'ın bozgunluğu keyfiyetinin istimalında dahi evvelkinden daha âlâ bir tuğ ile Paşa müşaireleyhin ser abu-diyetini tezyin buyurmuşlardı,.
Elhasıl Osman Paşa, Kefe'de Tatarların muhasarası tahtında Üç, dörtbin askerle ne vecihle mukavemet eylediği ve Hân'ın nasıl kati ve idam olunduğunu tafsilatıyla hikâyesine hitam verdikte Sultan Murad Han Hazretleri mübarek ellerini kadırıp bir çok duadan sonra kendi elbiselerinden bir kat elbise hediye eylemiştir.» Özdemiroğlu Osman Paşa'nın böylece Sadrazamlığa tayini katileşmiştı.
Siyavuş Paşa sadrazamlıktan indirilmiş ve Özdemiroğlu Osman Paşa Sadrazam tayin olunmuştu. Dört aya yakın bir zaman İstanbul'da duran Osman Paşa Kafkas üzerine sefere çıkmak üzere hazırlandı ve Vezir Ferhad Paşayı İstanbul'a çağırdı.
DevletLAliyye'nin doğu üzerine yaptığı ve üçyüzbin kilometrekare toprak kazandığı bu seferi burda bırakıp biraz da batı yâni küffar üzerine yapılan ve onüç sene sürecek olan sefere bakalım. Yalnız burada şunu hatırlatmak isteriz ki hem doğu hem de batı hududlarında açılmış seferler ortada iken padişahın sefere çıkmamasını rahatına düşkünlüğüne, kadın sözü İle hareket ettiğini, haremin sefere çıkmasına mani olduğunu ileri sürenlere siz olsanız hangi tarafa giderdiniz? diye sormak gerekir...
Tarihler Hicrî 1001/Milâdî 1592'yi gösterirken iki sene evvel oniki sene süren Doğu seferinin sulh müzakereleri tamamlanmış ve doğu sınırları sükûnete getirilmişti. Bu arada Şahzâde Veliaht Mehmed Sultan'ın sünnet düğünü yapılmış ve bu muhteşem düğün kırk gün kırk gece sürmüş ve bu arada bir çok fakir giydirilmiş, doyurulmuş, halk bundan çok hoşnut kalmıştı.
Yalnız bu düğünde marifet gösterisinde bulunan sanatkârlar Padişahı çok memnun etmişler, heyecana kapılan 3. Mu-rad benden ne dilerseniz dileyin buyurarak bir nevi taahhüt altına girmiş bundan istifade eden sanatçılar, Yeniçeri ocağına yazılma isteğini ileri sürmüşler Hazreti Padişah vaadinden dönememiş ve bu isteği kabul etmek mecburiyetinde kalmıştı. Yeniçeri Ağası bu talebi şiddetle'red etmişse de Hünkâra söz dinletememiş, inandığı dâvasında samimi olduğundan vazifesinden istifa etmek.cesaret ve şecaatini göstermişti. Bilindiği gibi Yeniçeriler muharip yani savaşan bir sınıftı. Sanatkâr insanların yeri muharip sınıf olamaz, muharip sınıfın ihtiyaçlarını gerek imâl gerekse tamir etmeye yarayan bir kuruluş biçiminde olması askerlik tekniğinin icabıdır. Bunda Yeniçeri Ağasının itirazı asker yazılmalarına değil, muharip bir sınıfın içine dahil olma isteklerine karşı çıkıştır. Yoksa Koca Mimar Sinan bir Yeniçeri idi. Fakat sanatkâr tarafı ağır basınca Yeniçerilikten ayrılıp teknik sınıfa dahil olmuş asakiri islâm'ın bir çok nehirleri geçmesine kolaylık sağlamak üzere bir çok köprüler kurmuş, muhasara aletleri geliştirirken ordudan ayrı değildi. Fakat muharip sınıf olan Yeniçeri'ye de Hahil değildi. Netİceten bu sanatkârların yeniçeri ortalarına kavd edilmiş olması hatalı olmuştur. Ayrıca sanatkârlar düşünen ve düşündüklerini söyleyen insanlar oldukları için si-vasete mecburen açık bir kafa yapısına mâliktirler. Bu sanatkârların orduya muharip sınıfta katılmaları politikaya da karışmalarını ve bunların tesiri altına girmelerini intaç etmiştir. Sokollu Mehmed Paşa'dan sonra Vezareti üzma makamı Osman Paşa gibi müstesna kabiliyyetler hariç tutulursa tam bir mücadele ile ele geçirilmesi düşünülen bir mevki haline gelmişti. Bu mücadelede Yeniçerinin her zaman tesiri olurdu. Fakat bu sanatkâr gurubda aralarına girince hizipler çoğalmıştır. Hatta bu devirden itibaren Şeyhülislâmlar dahi azledilir hale gelmişlerdi. O devre kadar Şeyhlİslâmlar makam'a-rından ancak vefat münasebetiyle ayrılırlardı. Şimdi biz yine Batı üzerine açılan seferin sebebini ve 3. Murad zamanın içine giren bölümün izahına dönelim.
Bosna Beylerbeyi Hasan Paşa Şartovitz ve Gora şehirlerini zapt ve Bihac kalesinin fetihi münasebetiyle sulhun ortadan kalktığı şeklinde mütalâa eden Avusturya kumandanı, Sis-sek de Hasan Paşanın durumu izah için gönderdiği heyeti kaleden aşağı atmış bazılarını da barut fıçılarına bağlayıp fıçıları ateşlemiş ve onları böylece şehid etmişti. Bu haberi alan Hasan Paşa çok üzülüp mukabil harekete geçmiş ve 1000 Avusturyalı askeri esir almış bunun üçyüz tanesini İstanbul'a göndermişti. İstanbul'a gelen esirler hususen Avusturya sefarethanesi önünden geçirilerek teşhir edilmişlerdir. Hammer tarihinde bu mevzuda şu satırlara rastlıyoruz. Günbegün artan Osmanlı zeferleri başta İmparator Rudolf olduğu halde bütün hırİstiyan âlemini sonsuz üzüntülere duçar etmiş ve imparator 2. Rudolf yepyeni bir Çan sistemi kurmuş ve bu Çan'a Türk Çan'ı adını vermişti. Bu tertib günde üç defa sabah, öğlen ve akşam çalınıyor ve bu çan sesini duyan hıristiyanlar kiliselere toplanacaklar ve Osmanlılara karşı zafer kazanmak için dua edeceklerdi.
Sinan Paşa sulhun bozulmasından dolayı Hasan Paşa'yı sorumlu tutuyor ve bu yüzden kendisine çok kızıyordu. Bu sebebten Rumeli Beylerbeyliğine kendi oğlunu tayin etmiş ve şüphesiz yanlış bir tutumla Hasan Paşayı imdadsız bırakıyordu. Sissek Kalesini muhasarası sırasında yardımsız bırakılması ve Avusturyalıların tazyiki Paşanın geri çekilmesine se-beb oldu. Bu geri çekilme sırasında otuzbin askeri ile Kulpa nehri köprüsü üzerinden geçerken izdihamdan ve ağırlıktan çöktü. Birçok asker ve Kaanuni Sultan Süleyman Han'ın kızı Mihrimah Sultan'ın sevgili oğlu ve torunu ve bizzat Hasan Paşa sulara gark oldular ve şehitlik rütbesini ihraz ettiler.
Sinan Paşa Macaristan üzerine sefer açmak istiyordu. Bunu haber alan İmparator Rudolf iki senelik vergiyi Hünkâra göndermişse de bu sırada Hasan Paşa ve Mihrimah Sultan'ın oğul ve torunlarının şehid oldukları haberi gelmiş ahali dahi galeyana gelerek Avusturya sefirinin hapsedilmesi için isteklerde bulunmuştur. Macaristan üzerine yürümeye karar alan Sinan Paşa Avusturya sefirin de yanına almış bulunuyordu. Fakat Sefir yolda öldü. Sadrazam, bespre ve Palato kalelerini teslim aldıktan sonra Bûdin kalesine kışlamak ükere yola çıkmıştır. Ancak kış yaklaşması münasebetiyle gerek kara gerekse deniz savaşlarına ara vermek âdetken böyle bir niyet görmeyen asker söylenmeye başlamış ve ilk fırsatta gece Sinan Paşanın çadırının iplerini kesivermişti. Bu sefere devam etmiyoruz kışlamak zamanıdır demekti. Sinan Paşa bu sebebten Belgrad'a gitmeyi münasip gördü. Bu arada Kirli Hasan Paşa Avusturyalıların bazı hücumlarına maruz kalmış ve bir kaç tane küçük kale düşmanın eline geçmişti. Sinan Paşa Dersaadet'e haber göndermiş asker gönderilmesi talebinde bulunmuştu. Hünkâr 3. Murad yayınladığı irade seile hem Kırım Hânı Gazi Giray hem de Yeniçeri ağası bir çok askerle yardıma vazifelendirilmişti.
Sirme sahrasında bütün kuvvetler toplanmış Kırım Hânı dahi gelmişti. İslâm askeri Tuna nehrini geçip Rab şehri ve kalesini muhasara etmişti. Müdafii askerler 20 gün sonra dayanamayacaklarını anladıklarından eşya ve silâhlarını alıp aitmek şartıyla kaleyi teslime razı olduklarını bildirdiler. Bu istekeri kabul edilip gitmelime müsaade olundu. Bu kelinin teslim alınmasından İslâm askerine bir çok top, mermi ve erzak kalmıştır. Papa kalesi bir tek silâh patlatılmadan teslim alında.
Bundan sonra İslâm askeri kışlamak üzere Budin kalesine çekildi. Hicrî 1002/Milâdî 1593,
Tarihler Hicrî 1003/Milâdî 1594 yılın gösterirken 3. Murad Hazretleri Sultan Hanımlardan birini Halil Paşa ile evlendirdikten sonra yorgun bedeni iyice halsizleşti. Yirmibir yıl süren satanatında ordusu hep savaşmıştı. Kâh zafer sevinci kâh mevzii muvaffakiyetsizlikler bu hassas bünyeli padişahı hırpalıyordu. Bunlar yetmiyormuş gibi bir yandan Safiye Sultan'ın devlet işlerine karışmasını önleme gayretleri öte yandan Sokollu Mehmed Paşa ve Osman Paşa'dan gayrı sadrazamların başarısızlıkları, birbirlerine karşı rekabetleri meydan savaşlarında arız olan yorgunluklardan daha fazla idi. İşte bu talthsiz-padişah tarihçilerce pek iyi anlaşılmamış, dünyanın o güne kadar hiç bir devletinin sahip olamadığı büyüklükteki devleti gün geçtikçe kalitesi düşen devlet adamlarıyla idare etmenin zorluğunu hep şahsında hal etme durumunda kal-rnıştır. Tarihçiler Padişah Hazretlerini çok çocuğu var diye bile kötü görmek eblehliğine düşmüşlerdir. Bu adamlar hiç duymamışlar ki İki Cihan Serveri buyurmuşlardır: «Evleniniz, çoğalınız ben kıyamet günü sizin çoklunuğuzla övüneceğim.)» Hazreti Padişah yalısında oturmuş Boğazdan geçerken a-det üzere top atışı ile selâmladılar. Bu küçük gemilerin toplarının sesinden yalının bütün camlan kırıldı ve Hazreti Padişahın şöyle söylediği duyuldu. «Eskiden donanmanın bütün gemileri beni selâmlamak için toplarını gürletirler de bir tek cam kırılmazdı. Şimdi iki küçük geminin topları bütün camlan kırdı, camlar eski camlar o zaman bu hâl nedir?» dedikten sonra gülümsedi... Ve ölümünün yakınlaştığını idrak şuuru içinde Rabbine yöneldi. Dualar etti, etti ve Devleti Osma-niyye'nin yirmidört milyon kilometre kare büyüklüğündeki mesahasından bir türbe içinde üç arşınlık bir toprağın ebediyete kadar sahibi olarak bu âlemi terk eyledi.
Cenab-ı Hakk mekânını Cennet eylesin. Allah rahmetini esirgemesin.
3. Murad'ın ilk hanımı Safiye Sultandır. Venedik'de 1550'de doğan bu hanım, 1605'de Eski saray denen yerde İstanbul'da vefat etdi. Yaşı 55 civarındaydı vefat etdiğinde. Venedikli Bafo ailesinin bir ferdi olup, babası Korfu vâlisiydi. Zaten Venedikten, Korfuya giderken, Adriyatik denizinde, içinde olduğu geminin, korsanların eline geçmesi ile başlayan çizgi sonunda onu, dünya devleti olan Osmanlı hanedanında, valide sultan makamına çıkarttı.
Öztuna; izdivacının Manisa'da 1565'de olduğunu yazar. Evlilik müddeti 3. Murad'ın ölüm gününe kadar, 30 sene devam etdi. Bu evlilikte; 3. Mehmed unvanıyla padişah olan, şehzade Mehmed'i ve Ayşe Sultanı dünya'ya getirdi. Hayli hayır sahibi validelerden biridir. Eminönü'ndeki Yeni Camiin arazisini satınalan ve temellerini attıran Safiye Valide sultanır Kaimvalidesi Nurbanû Sultan Valide ile Osmanlı devleti siyasi meselelerinde at oynatmışlardır ifadeleri sıklet olarak fazladır ancak mutlakıyet idaresinde bir padişahın hanımı veya annesiyle müşaverede bulunması, tahtını ve kendisini koruması hususunda, bazı görevlerde istihdam etmesi hiçde anormal durum sayılmamalıdır. Son zamanlarda; piyasada, Safiye Sultan adı ile basılıp satılan pespaye bir roman, târihinden ve ecdadının ahlâkı hamidesinden bihaber kimselerin çok rahat iğfal edilecekleri tarzda kaleme alınmış bir sürü edeb dışı ve gerçekle alakası olmayan vede şen'i maksada dayalı, siyasi bir cinayetin ucuz âleti olarak yayımlanmış ve milletine yabancılaşan kimselerin, ecdadını bıçaklaması için eline verilmiş kötü bir silahdır. Herkes şunu iyi bilmelidir ki, insanoğlu dünyaya ne olarak geleceğini kendisi seçmez. Bu Cenab-ı Hakk'ın bir takdiridir. Tecellîi İlâhiye, bizlere lutf etmiş de, anne ve babası müslüman kimseler olarak dünya'ya getirtmiş. Böylece hayatımızın çizgisinide bu din'in teklif ettiği, helâl ve haram hududları arasında sürdürdüğümüz de ilâhi ve ebedi saadete ereceğiz.
Başka din mensubu olarak dünyaya gelmiş insanların, hayatları boyunca çevrelerinin kendilerini sürüklediği hay huy içinde ömrünün nefes sayısını tüketip, "Yolun varmazsa Mu-hammed'e kalktı kervan/ Kaldın dağlar başında" beyitinin, mâna-i münifi içinde fırsatı değerlendirememiş olur bizim anlayışımızda.
İşte Safiye Sultan bir soylu gayri müslim olarak, geldiği dünyada görünüşü hayli üzücü bir korsanlık sonunda, hayatı nasıl Tebeddülata uğruyor. Bundan bir ders çıkarırsak, intele-jans hareketlerin husule getirmek istediği maksadlann önünü tıkamış oluruz. Bu bakımdan her memleket evlâdı, kendi târihini milletinin düşmanı olmayan hatta ecdadını seven kimselerin kaleme aldıklarını, tetkik ve mütalaa ederse, hıyanet tuzaklarına düşmekten kurtulmak kendiliğinden hâsıl olur.
Kocası 3. Murad'ın Ayasofya Cami avlusundaki türbesine defnolunan Safiye Sultanın, bir halifeyi dünyaya getiren hanım ve bir halifeye 30 yıl zevcelik yapmış, bir mü'mine olarak kabul etmek ve hayırlarını, Rabbimizin kabul eylemesini dilemek bir müslüman olarak, hepimizin vazifesidir.
3. Murad'ın
2. hanımı Şâh-ı Huban Haseki olup, hakkındaki bildiğimiz Bahçekapı'daki türbesinde yattığı ve vakıflarının olmasından haberdarız.
3. Hanımı Şems-i Ruhsar Haseki'nin de 1613'Hen evvel vefat ettiğine dâir malumat sahibiyiz, bir de Rukİye Sultan-hanımın annesi olduğu ve Medine'de vakfiyesi bulunduğudur.
4. Hanımı hakkında bize ulaşansa sadece adının Nâzper-ver Haseki olduğudur.
5. hanımının adı meçhul kalmış fakat babası Eflâk Beyi Mircea olduğu bilgisi mevcuddur.
3. Murad'ın 102 tane çocuğu olduğunu, nazarı dikkate alırsak burada sayılan hanımların, bu rakkamın altından kalkamayacakları da pek açık olarak ortadadır. Osmanlı aile anlayışı, batılı ve gayri müslim anlayışın getirdiği anlayışa pek sıcak bakmaz. Dolaysıyla da onların tam tersine aileyi kendi özel dünyasının bir uydusu olarak kabul eder ve mücevherini paylaşmak istemeyen bir bayan kıskançlığı Osmanlı insanının damarlarında dolaşan kan gibidir vede böyle olması içinde illâ dindar olması da gerekmemektedir. Bu bakımdan Safiye Sultan, kocası Murad'ın cariyelerle, hasekiler ile yaşamasını bir mesele hâline getirmemiş, o, başkadın oi-ma otoritesini bu yaklaşımı ile muhafaza etmeyi akıl etmiştir. Tabii Nurbânû Validenin, oğlu Murad'ı anne duygusuyla gelini Safiye'nin pençesinden kurtarmak arzusuyla! Her gün sunduğu cariyelerle soğukluk temin etmeye çalışırken, Safiye sultan ile 3. Murad gibi şâirave tasavvufa meyli yüksek bir şahsın, karısına olan yakınlığı demekki sadece şehevî hislerle bağlanmış olmayıp, fikri yakınlığında tesirini taşıyor-muş- Bu bakımdan Nurbânû validenin bu gayretleri daha Manisa'dayken başlamış 81 tane şehzade ve sultanhanım sandukası kabirleri doldurdu. Bu yavruların çoğunluğu bebekken vefat etdiler. Yalnız Manisa'da şehzadeler türbesinde 1575'den önce ölen, 3. Murad şehzadelerinin sayısı, biri yetişkin şehzade, 8'i küçük yaşta şehzade ile 14 tane kız çocuklara aid sanduka bulunmaktadır. 1595 yılında 3. Murad'ın hayatta olan kızlarının sayısı 28 idi. 3. Mehmed'in tahta çıktığı günde nizâm-ı âlem için, hepsi aynı günde boğdurulan 19 şehzadenin babaları da, 3. Murad idi. Şimdi biz kızlardan bahsederek sayfalarımızı süsleyelim.
Yedi sultanhanım hakkında elimizde malumat var. Bunların başını Safiye Sultan'ın kızı Ayşe hanımsultan çeker, Manisa'da 1570'de dünya'ya geldi. Vefatında 35 yaşındaydı ve târih 15/mayis/1605 idi. Başından üç izdivaç geçti bunlar sırasıyla; Kanijeli İbrahim Paşa, 2. si sadnazam Yemişçi Hasan Paşa ve 3. süde Güzelce Mahmud Paşadır. Vefatında babası 3. Murad'ın türbesine defn olunarak hayırhah bir insan olarak anıldı.
Fatma Sultanhanım ise üç izdivaçda onun yapmış olduğunu görüyoruz 1580'de doğan bu sultanhanım, 40 yaşında hayat çizgisinin sonuna geldiğinde târihler 1620 yılını gösteriyordu. 1. evliliği, Boşnak Halil Paşa ile yapıldı. Bu evlilik 10 yılı bir kaçgün aşkın sürdü. Paşanın vefatı üzerine 2. evlilik 1555 doğumlu Cafer Paşayla vukubulmuştur. Bu eşi de, ilk ^şi Halil Paşada Fatma Sultanhanımdan 25 yaş büyüktüler. Cafer Paşa 6 yıl sonra öldüğünde 48 yaşındaydı ve Fatma sultanhanım henüz 23 yaşındaydı. 3. dâmad ise Hızır Paşa olmuştu bu zat 1610'da öldüğünde Fatma sultanhanım bir daha evlenmedi. Ancak bu izdivaç müddeti hayli kısa sürdü.
Hatice Sultanhanım ise, Cerrah Mehmed Paşa ile 1598'de evlendi. Altı yıl süren bu eviilik 28/aralık/1604'de Paşanın ölümü ile noktalandı. Hatice Sultanhanım için malumat bundan ibaret olup, doğum ve vefat gibi târihleri mevcud değildir.
Mihrimah Sultanhanım diğer 3. Murad kerimesi oiup, doğumu 1592 olarak biliniyor. Vefatında babasının türbesinde defnolunmuş, izdivacı ise Mirahur Dârnad Ahmed Paşa ile 21/şubat/1613'de yapılmıştır. Evliliği beş sene sürmüştür. Paşanın 1618'deki vefatıyla son bulmuştur.
Fahriye Sultanhanım ise; 1594'de doğmuş babasının vefa-tindaysa henüz bir yaşında idi. 1656'da vukubulan vefatında 62 yaşının içindeydi. Bu hanımsultan da iki defa izdivaç yap-mıştırki ilkini Çukadar Ahmed Paşayla 21/şubat/16 1 3'de gerçekleştirmiştir. İkincisi ise 1619'da Dâmad Sofu Bayram Paşa ile olmuştur bu izdivaç 8 yıl sürmüştür. Bayram Paşa 1627'de vefat etmişti bundan sonra Fatma Sultanhanım 29 yıl dul olarak yaşamıştır.
Mihriban Sultanhanım'da diğer bir kızıdır 3. Murad'sn. Eldeki malumat sadece Kapıcıbaşı Topal Mehmed Ağa Üe 21/şubat/1613'de yaptığı izdivacdır. Dikkat buyurulur sa 21/şubat/1613 târihi sultanhanimlann bazılarının, izdivaç târihi olarak görülüyor. Demek ki padişah 3. Mehmed kız kardeşlerini, toplu bir evlilik töreniyle nikahlamış aynı günde. Nitekim mikâhlan kıyanında, Haçova meydan muharebesinin mânevi fâtihinin de şeyhülislâm Hoca Saadeddîn Efendi olduğunu da hemen hatırlatalım.
Yine hanımsultanlardan 3. Muradın kızı Rukiye Sultanhanım vardır ki, o da toplu nikâh içinde izdivacını Dâmad Nakkaş Hasan Paşa ile yapmıştır ve kendisinin sadece vefat târihi hakkında bilgi vardır o da 1623'ün Temmuz ayıdır. Bu Hasan Paşa iki defa Yeniçeri Ağalığına getirilmiştir. Yeniçeri Analık aörevini bu günün kara kuvvetleri kumandanlığına eş Örmek kabildir. Busuretle 3. Murad'ın kızlarının, yedi tanesi-in biyografisi hakkında kısa da olsa malumat arzettik. Kardeş katlinin belkide en büyüğünün yaşandığı 3. Mehmed'in cülusu döneminin fecaatini yaşayan şehzadeler olmuştur. Padişah olan 3. Mehmed'in dışında babalarından önce vefat etmiş olan ve bunlardan adlan malum olanları yazalım, pe-şindende cülus münasebetiyle, katliam gibi infazların kurbanı olan masum şehzadelerin adlarını zikredelim: Şehzade Osman; doğumu 1573 Manisa, vefatı 24/2/1587 İstanbul, yaşı: 14'3. Murad Türbesine defnolundu. Şehzade Süleyman ve Cihangir aynı gün de doğan, belki de ikiz olan bu kardeşler altı aylık iken aynı günde 1585'in 8. ayında vefat etmişler ve Dede'leri 2. Selim'in türbesine, ı'tırnak olunmuşlardır. Yine Şehzade Mahmud, Murad 1595'den önce, küçükken vefat etdiler. Cülusa bağlı ölümlerin en yaşlısı, 17 yaşında olan ve aynı zamanda babası gibi değerli bir şâir olan Şehzade Mustafa ki aynı zamanda 3. Mehmed'in veliahdi idi. O ve aşağıda adları yazılı şehzadeler bu katliamın talihsiz kurbanlarıydı. Şehzade Bayezid 16 yaşında, Abdullah 15 yaşında, Selim 14 yaşında, Cihangir 10 yaşında, Abdurrahman 10 yaşında, Hasan ve Ahmed'de 10 yaşlarındaydılar. Şehzade Yakup ve aşağıda adları yazılı şeh-zâdeler 8 yaş civarındaydılar: Alem-şah, Yûsuf , Hüseyin, Korkut, Ali, İshak, Ömer, Alaaddin, Dâvûd, Osman şehzadelerdi. Bu yavrular Âl-1 Osman'dan olmanın kaderini yaşadılar.
3. Murad'ın tahta çıktığında Dede ve baba yadigârı ve de aynı zamanda eniştesi olan Sokullu Mehmed Paşa sadaretde bulunuyordu. Tabiiki bu kudretli ve başarılı sadrıazama muamelesi görevinde bırakması oldu. 12/ekim/1579'da şehid edilen bu enişteye fazla üzüldüğünü görmediğimiz padişah yerine Semiz Ahmed Paşayı sadnazam yaptı. Bunun dönemi ise 6 ay, 16 gün sürebildi. 38. sadnazam olarak Sokulluzâde Lala Kara Mustafa Paşa tâyin olunduğunda târih 28/ni-san/1580 idi. Ne varki 3 ay, 8 gün sonra bu sadnazam infisal etdi. 39. sadnazam olarak 7/ağustos/1580'de Koca Sinan Paşa sonunda beş defa üstlenmiş olduğu sadaretinin ilkine 7/ağustos/1580'de başladı. 2 sene, 4 ay, 18 gün sonra Dâ-mad Kanijeli Siyavuş Paşaya yerini bıraktı. Siyavuş Paşanın sadareti başladığında târih 24/araIık/1582 olup, bu zâtın dönemi ise 1 sene, 7 ay, 5 gün sürebildi. Bu sadrıazamin yerine Kafkasya fâtihi, 41. sadnazam Ozdemiroğlu Osman Paşa getirildiğindeyse, takvimler 28/temmuz/1584'ü gösteriyordu. Dönemi 1 sene, 3 ay, 3 gün süren Özdemiroğlu'nu takip eden 42. sadnazamın, Hadim Mesih Paşa olduğunu görüyoruz ve bu görevde 5ay, 16 gün kalıp, 15/nisan/1586'da tekrar Kanijeli ibrahim Paşanın sadarete tâyin edilmesiyle karşılaşıyoruz. İbrahim Paşanın 2. sadaretinin ilkinden daha uzun müddet 2 sene, 11 ay, 17 gün sürmesine şahidoluyoruz. Onun yerine bu sefer tensib 2/nisan/1589'da başlamak üzere, Koca Sinan Paşa üstüne yapıldı, l/ağustos/1591'e kadar 2 sene, 3 ay, 29 gün sürdü. Onun peşindende 43. Osmanlı sadrıazamı olarak Ferhat Paşa makam-i sadarete tâyin olun-duysa da 8 ay, 3 gün sonra infisal etdi. Kanijeli İbrahim Paşa bu zatın yerine 3. ve son sadaretine başladığında târih 4/ni-san/1592 idi. 9 ay, 24 gün, sonra 1593'de hizmeti noktalandığın da 3 sadaretinin müddetinin; 5 sene, 3 ay, 16 gün oldu- . ğunu görüyoruz. Koca Sinan Paşaya yine sadaret makamı görünüyor ve o da 3. sadaretine 28/ocak/1593'de başlıyor görevi 16/şubat/1595'e kadar 1 sene, 11 ay, 19 gün sürdürdü. Bu seferki sadareti, 3. Murad'ın son sadrıazamı olmasını
tirdi- Böylece 3. Murad'ın sekiz sadrıazamla çalıştığını bunlardan Koca Sinan Paşanın üç defa, yine Kanijeli ibrahim paşanın sadaretinin de, üç defa vukubulduğunu hesaba katarsak, mührü hümayun 11 defa el değiştirmiş oluyor.
3. Murad'ın şeyhülislâmlarına gelince, padişah tahta câlis olduğunda Konyalı Mahmud Efendi makam-ı meşihat de idi. Vefatıyla yerine 17. Osmanlı şeyhülislâmı olarakda Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi 16/ekim/1577'de geldiği makamı vefatıyla boşalttığında, geride 2 sene, 7 ay, 10 gün süren bir hizmet dönemini bırakmış 25/mayıs/1580'de Hakk'a yürümüş oldu.
Onun yerine Malûlzâde Mehmed Efendi 1 sene, 7 ay, 27 gün, sürdürdüğü görevden, istifaen ayrıldığında târih 21/ocak/1582 idi. 19. şeyhülislâm Çivizâde Hacı Mehmed Efendi ki daha önce babasının Kaanuni tarafından, Hz. Mev-lânaya küfrettiği için görevden alınmış olması da bu zâtın meşihate getirilmesine, engel olmadığını hatırlatmak isteriz. 5 sene, 3 ay, 16 gün süren bu dönemin sonunda şeyhülislâm Efendi Hakk'a yürüdü. 20. şeyhülislâm olarak Müeyyetzâde Şeyhi Abdülkaadir Efendiyi meşihatde görüyoruz. 3/ni-san/1589'da azlediğinde geride 1 sene, 10 ay, 28 gün sürmüş hizmet bırakmıştı. Bostanzâde Mehmed Efendi 9/ma-yıs/1592'de azline kadar 3 sene, 1 ay, 6 gün hizmet verdi.
Yerine Ankaralı Hacı Bayramzâde Hacı Zekeriyya Efendi de 1 l/temmüz/1593'e kadar yâni vefat târihine kadar, makam-ı meşihatde bulundu. Bostanzâde ise 2. meşihatine başladi-_v_e.4 sene, 8 ay, 11 gün süren görevden vefatıyla ay-nldı. Ancak 3. Murad'ın sonuncu şeyhülislâmı olmuştu Bostanzâde merhum. Böylece 3. Murad'ın saltanat döneminde Çalıştığı şeyhülislâm sayısı sekiz kişi olmakla beraber Bostanzâde 2 defa meşihate geldiğinden makam dokuz defa el değiştirmiş olmaktadır.
.
SULTAN 3. MEHMED
3. Mehmed'in Doğumu
3. Mehmed'in Tahta Geçişi
Ferhad Paşa İle Askerin Arasının Açılması
Mihal İle Savaş
Tergoviç Faciası
Cürcüra Köprüsü Faciası
Estergon Kalesinin Düşmesi
Okmeydanı Sahrasına Kılınan Namaz
Eğri Seferi Öncesi
Eğri Seferi Ve Haçova Meydan Muharebesi
Eğri Kalesinin Fethi
Birinci Bolümün İlk Kısmı
Birinci Bolüm İkinci Kısım
Birinci Bölüm Üçüncü Üçüncü Kısım
Birinci Bölüm Dördüncü Kısım Sebat Anı
Birinci Bölüm Beşinci Kısım
İkinci Bölüm
Padişahın Karşılanışı
Sulh Müzakereleri
Yanık Kalenin Elden Gitmesi
Kanijenin Fethi
Kanije Savunması
Hasan Paşa'nın İki Kölesinin Kaçışı
Son Mektup
Sadrıazamın İstanbul'a Dönüşü
Şehzade Mahmüd'ün Ölümü
3. Mehmed'in Vefatı
Sultan 3. Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
3. Mehmed'in Sadrîazam Ve Şeyhülislâmları
Babası: Sultan III. Murad
Annesi: Safiye Sultan
Doğum Tarihi: 1566
Vefat Tarihi: 1603
Saltanat Müd.: 1595-1603
Türbesi: İstanbul'dadır.
Devleti Osmaniyyeyi yirmidört milyon kilometrekarelik bir mesaha ile Manisa'da vali olarak devlet hizmetlerinde vukuf kesbetmek üzere gönderidği Veliahd Şehzade Mehmet Sultana bırakan merhum padişah Üçüncü Murad Hân vefat ettiğinde tarihler Hicri 1003, miladi 1595 yılını gösteriyordu.
Hicri 937, miladi 1566'da Manisa'da doğan ve Venedikli Bafo ailesine mensub ve sonradan müslüman olarak Safiye Sultan ismini alan 3. Murad Hân Hazretlerinin sevgili karısından tevellüd etmişti. Hazreti Padişah çok evlenip yüziki çocuk sahibi olmasına rağmen Safiye Sultanı daima en gözde eşi bilmiş ve daima ona âşık kalmıştır.
ikinci Selim Hazretlerine doğum müjdesi verildiği zaman hazreti padişah pek memnun olmuş ve şu sözlerle adını: «Ecdadı kiramımızda Murad oğlu daima Mehmed olagelmiştir)» diyerek torununa Mehmed adını koyduğunu ilan etmiş oluyordu. O sırada 2. Selim daha tahta geçmemiş ve Cihan Sultanı Kaanuni Sultan Süleyman Hazretleri berhayattı. Üçüncü Mehmed ilk derslerini Manisalı İbrahim Cafer Efendiden görmüş ve hocasının vefatı üzerine Haydar Efendi ve Pîr Mehmed Azmi Efendiden feyz ve ilim aldı.
Sultan Çelebi Mehmed Hazretleri zamanından beri devam eden an'aneye uygun olarak 3. Murad'ın vefatı gizlendi ve Manisa'daki şehzade Mehmed'e haber gönderildi. Anası Safiye Sultanın müdebbirliğinden emin olan Şehzade hiç acele etmeden İstanbul'a geldi.
İstanbul halkı topların endaht ettirildiği duyunca 3. Murad devrinin bittiğini ve 3. Mehmed devrinin başladığına muttali ouyordu.
Yeni padişahın geldiğini öğrenen ulema, vezirler ve komutanlar derhal saraya koşup padişaha bağlılıklarını bildirip biat ettiler. Merhum padişahın naşı mübarekleri Sultan Selim Camii yakınlarındaki Yavuz Selim Hazretlerinin türberine ve onun yanına defnolundu.
Sultan 3. Murad merhum müddeti hayatında yüziki çocuk sahibi olmuşsa da vefatlarında 27 sultan hanım, 20 şehzade hayattaydı. Bu şehzadelerin en büyüğü şimdi padişah olan 3. Mehmed'di. Geri kalan 19 erkek kardeşi için padişah ne yapabilirdi... Çünkü ilk iş «İz içtimaen halifetan faktelü ehadü-hüma» fetvasına da uygun olarak teamüden 19 şehzadenin idamına... bu 19 şehzade arasında iki aylık bebek de vardı. Fakat onun bir imtiyazı vardı Hanedanı Ali Osmandı... İki aylık bebek milleti için feda edilmişti. Aslında millî kurtuluş savaşımızın cereyanı sırasında milleti için büyük bir fedakârlığı göze alan, top mermisi ıslanmasın diye bebeğinin üzerindeki battaniyeyi alıp top mermisine saran kadına ne kadar saygı gösteriyorsak; iki aylık bebeği de milleti için feda eden padişah ağabeye o kadar hak tanımak gerekir... İşte bu 19 idam infaz edildiği vakit meşhur şair Bâki'nin talebesi olan şehzade Mustafa'nın halk tarfından çok sevilmesi idamını perçinleyen brristirıat oluyordu. Bu şehzadenin infazını gerçekleştiren dilsizlerin elinden arta kalan son derece dokunaklı bir tersiye idi. Merhum şehzadeler babaları 3. Murad'ın ayak ucuna defn olunurlarken sultan hanımlar da eski sarayın yolunu tutuyorlardı. Bu işleri müteakip 3. Mehmed unvanıyla taht-ı Osmaniye cülus eden padişah, Asakir-i şahaneye bir
kesede otuzbin duka altın olmak üzere yüzotuz kese diğer bir değişle 3.900.000 duka altını ihsan büyürdür.
3. Sultan Murad merhum, saltanatının son iki yılında Cuma selamlıklarına çıkmıyordu. Tahta çıktıktan sekiz gün sonra yeni padişahın cuma selamlığına çıktığı ve askerleri ile, halkla beraber bir olup namaz kıldığı görüldü. Bundan hem asker hem de ahali memnun oldu.
Cuma namazından sonra devlet gemisinde bir takım değişiklikler yapıldı. Sadrazam Sinan Paşa vazifeden alınıp yerine Ferhad Paşa tayin olundu. Kaptan-ı Deryalığa Halil Paşa getirilmiş, bu makamda bulunan Çağalazade başka hizmete getirilmek üzere istirahate çekilmişti. Devletin ileri, gelen memurlarına kürkler hediye edilerek padişahın nazarlarının üzerilerinde olduğu ihsas edilerek görevlerine devam denilmiş bulunuyordu. Bu arada dünyanın diğer devletlerinin hükümdarlarına 3. Mehmed'in taht-ı Osmaniyye cülus ettiğini bildiren fermanlar gönderiliyordu.
Tekaüde ayrılan Sinan Paşa, Malkara'da ikamete memur edilmişse de bu ihtiyar vezir, kendince daha hizmet vermek kanaatini taşıdığından Sadrazamlığı tekrar ele geçirmek için çalışmalar yapmaya karar vermiş ve bu çalışmalarda her şeyi vasıta kılmağa kendini mazur görmek gibi yanlış bir içti-had yapmıştı.
Vezareti uzma makamında bulunan Ferhad Paşa, küffar üzerine sefer yapmak hususunda müzakere yapılan divan toplantısmdan konağına dönmek üzere maiyetiyle birlikte at üstünde yoia çıkmış, bir müddet ilerledikten sonra karşısında bin kadar, Kuloğlanı denilen ve türlü sebeplerden sipahi bölüklerine yerleştirilmeleri gecikmiş olmalarından dolayı cülus hsisi alamadıklarından şikâyet etmişlerdi. Ferhad Paşa ndisinden vazife isteyen bu askerlere mülayemetle «Evlat-l rım hududa gidiniz ulufeleriniz orada verilecektir» dediyse Ae cevab olarak itirazlar, gürültüler hatta hareketlerle karşıla-ınca hiddetlenen paşa «sizden olan emire itaat etmeyen kâfir olur, avratları boş düşer, sizler bunu bilmez misiniz?» diye ölçüyü kaçıran bir hitabda bulunur. İsyancılar hemen soluğu Şeyhülislâmın yanında alırlar. Durumu anlatırlar. Şeyhülislâm ise sadrazamın böyle söylemesi ile kâfir olunup, avratların boş düşmeyeceğini söylediyse de ve onları teselli ettiyse de asilerin istediği fetvayı da vermedi. Bunun üzerine dağılan asiler, sadrazamın sözlerini sipahi bölüklerine de yaymaya başladılar. Ertesi gün bu sözlerin büyük bir fitne çıkacağını tahmin eden divan bu adamların ulufelerini almak üzere toplanmalarını bildirdi, ulufe almak üzere toplanmaları emr edilen asker ulufe yerine başka bir istekle divan'ın karşısına çıktılar... Bu istek Veziriazam Ferhad Paşa'nın kellesi idi. Sadrazam hitabesi esnasında bir sürçü lisan yüzünden kellesi istenecek duruma getirmişti. Oldum bittim milletimiz kâfirlikle ithama ve aile ocağına yapılan tarize karşı çok hassastır. Sadrazam sinir ile söylenmiş bir sözün nelere mal olmakta olduğunu gördü. Asiler, ulufe istemiyor sadrazamın kellesi diye ter ter tepiniyordu. Bu sözden anlamaz topluluğu dağıtmak için Yeniçeri Ağasının emriyle bir bölük yeniçeri ve saray bostancıları vazifelendirilmiş, topluluk dağıtılmış fakat Yeniçeri, Sipahi ve Bostancılar ihtilafına başlangıç sayılacak fitne ortaya konmuş oluyordu. İki cihan serveri Efendimiz Hazretleri bir hadisi şerifinde meâlen «Bir fitne çıktığı zaman oturan, ayakta olandan, yatan oturandan daha hayırlıdır» diye buyurmuşlardı. İşte tecelli,.. Bundan böyle her yeniçeri-si-Pahi ihtilafı bu olaya kadar.ğelir dayanır. Her neyse... Dağıtılan sipahilerin dağıtılan bu isyanlarında daha evvel sözünü ettiğimiz sabık veziriazam Sinan Paşa, Çağalazade ve Siyavuş Paşaların dahli görüldüğünden bir hat-ı hümayunla Anadoluya sürülmeleri tezekkür etmişti.
Sadrazam Ferhad Paşa, Eflâk üzerine doğru sefere çıkmış, damad İbrahim Paşa sadaret kaymakamlığına tayin buyurumuştu. Sinan Paşa tarafını ilzam eden Şeyhülislâm ve bazı vezirler, Hazreti Padişah nezdinde fırsat düştükçe; Ferhad Paşanın asker tarafından sevilmediğini, mahut olayın buna müncer olduğunu bu sebeple bir muvaffakiyet elde edilemeyeceğini söylemekte idiler. Bu türlü sözler sonunda 3. Mehmed hazretleri, Eflâk ile Buğdan'ı eyalet hükümlerine t.âbi tutarak Eflâk Beylerbeyliğine Cafer Paşayı tayin buyurmuşlardı. Sadrazam Ferhad Paşa İstanbul'dan ayrıldıktan 7 hafta sonra Rusçuk önlerinde, eskiden Eflâk Voyvodası olan Mihaii mağlup etmiş, dörtbin kelle ve beşyüz esir ile orduya katılan Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa ile müşavere ederek Tuna nehri üzerine bir köprü inşasına karar verdiler.
Bu kararlarını tatbike başladıkları esnada İstanbul'da devlete ancak kendilerinin hizmet edebileceği kanaatında olan sadaret kaymakamı damad İbrahim Paşa ve sürüldüğü Anadolu'ya her nasılsa gitmemiş olan Sinan Paşa aralarında ittifak etmişler ve Ferhad Paşa hakkında ve aleyhinde Hazretİ Padişahtan bir ferman sızdırabilmişlerdi. Acaba damad İbrahim Paşa, Safiye Sultanın damadı olmak hasebiyle bu fermanı kayınvalidesine mi dayanarak alabilmişti... Bunu bilemiyoruz. Fakat ileride görülecektir İbrahim Paşa, valide sultan olan kaynanasından padişah katında çok şefaat görecektir. İdam fermanını havi olan Mabeynci Ahmed Ağa, ira-dei seniyye ile ordugâha vasıl olmuşsa da hakkında sadır olan hükmü adamları vasıtasiyle haber alan Ferhad Paşa, mührü hümayunu Satırcı Mehmed Paşaya teslim ederek yanına aldığı üçbin süvari ile İstanbul'a doğru yola çıkmıştı. Tarihler bu sırada Hicri 1003, Miladi 1595 yılını gösteriyordu. Sinan Paşa 4. defa Veziriazamlığa tavin edilmiş ve Ferhad Paşa aleyhinde çok şiddetli takibata geçmiş, yanında yeniçeri askerleri olduğu halde Eflâk'a doğru yola çıkmıştı. Yan yolda Ferhad Paşa'ya rastgelmiş «Kellesi benim, serveti sizin» diye bağırarak yanındaki askeri Ferhad Paşa üzerine salmıştı. Ferhad Paşa malına acımamış onları müdafaaya girmeyerek uzaklaşıp kelleyi kurtarabilmişti. Çünkü yeniçeriler malları görünce Ferhad Paşanın kellesini unutuvermişler-di. Bu badireyi atlatan Ferhad Paşa, Valide sultana intisab ederek onun yardımlarıyla kelleyi kurtarmış ve çiftliğinde rahat oturmasına müsaade olunmuşsa da bu arada Salamon Eskinazi adlı bir yahudinin saraya Ferhad Paşa lehine yaptığı tavassut ters patlayan bir torpil olmuş, önce Yedikule zinanı-nı boylamış, yahudinin tavassutuna kalmış bir vezirin akıbeti kelleyi kaybetmek olmalıydı ve öyle de oldu.
Şunu hiç unutmamak icab ederki; yahudi daima İslama ve müslümana düşmandır. Kur'an-ı Kerim bu kavme daima işaret etmiştir. Onun yâni yahudinin düşmanlığı nasıl bir ateşse dostluğu da öyle bir ateştir. Ateşin vazifesi yakmaktır... Bir müslüman olarak daima hatırımızda bulundurmalıyız işte bu vak'a bile burda müşahhas bir İbret olarak kendini sergiliyor.
Sinan Paşa yanında bulunan dört bin askerle Bükreş üzerine giderken etrafı orman ve bataklıklarla kaplı bir geçidde Eflâk ordusuyla karşılaştı. Bu arada Tuna nehrini geçip oraya yetişmiş olan Satırcı Mehmed Paşa, Haydar Paşa, Hüseyin ve Mustafa Paşalarla birleştiler ve Eflâk ordusuyla savaşa tutuştular. Önceleri Voyvoda Mihalin ordusunu zor durumlara düşürdüler. Hatta onların oniki topu da ellerine geçirdiler. Düşman bir ara kendini topladı ve ani bir saldırıya geçti. Bu sırada yanlış bir manevra yapan Osmanlı ordusu bataklık sahaya doğru ricat etme durumuna geldiler. İşte o zaman felâket kendini göstermeye başladı. Satırcı Mehmed Paşanın dışında yukarıda isimlerini saydığımız paşalar şehidlik mertebesini ihraz ettiler. Allah (c.c.) rahmet eylesin.
Bu arada sadrazam Sinan Paşa da bataklığa düşmüş boğulmak üzereyken çok kuvvetli kollara malik bir asker olan Hasan isimli bir nefer tarafından çekilip çıkarılan Sinan Paşa kurtulmuş, Batakçı lakabı da Hasan'a unvan olmuştu. Allah-tan bu sırada daha önce Cllahlılardan alınmış bir esir Osmanlı ordusunun cephaneliğini Mihal'in ordusuna yardımı olur gayesiyle ateşleyince «sizin kötü sandığınız sizin için hayırlıdır» fehvasının tecelisi olarak, ordu cephanede gitti şimdi ne yapacağız diye kıvranmaya başladığı sırada patlamanın meydana getirdiği hengame düşmana bir baskınamı uğruyo-ruz kaygusunu vermiş ve tabanları yağlayıp kaçmalarına vesile olmuştu. Durumdan bihaber olan ordu da iyice dağılmıştı. Mihal ta Bükreş'e kadar çekilmişti. İşte savaşlar bazen böyle olur... Her iki taraf kendisinin kötü durumda olduğunu sanır ve meydanı kendisinden daha kötü durumda olana terk eder ve bunun birine galip diğerine mağlup denir. İşte bu vak'a da böyle oldu fakat her iki tarafta da ben galibim diyecek dil yoktu... Sinan Paşa Mihalin gidişi haberini alınca orduyu mümkün mertebe toparladı ve Bükreş'ten de uzaklaşmış Mihal'den emin olarak rahatça Bükreş'e dahil oldu. Burada bazı kiliseleri camie tahvil eyledi, istihkâmları tamir edip muhkem olmalarına gayret gösterdi. Tergoviç kasabasının hâkim bir tepesine ahşap bir gözleme kulesi yaptırdı.
Asi Voyvoda Mihal, Tergoviç kasabası önlerine geldiğinde, Sinan Paşa oradan ayrılmıştı. Karşısında üçbin kişilik bir kuvvet bulan Mihal, mücahidlerin direncini kırarak kaleyi zapt etti. Kaledeki islâm askerlerini kılıçtan geçirirken, kumandan Ali Paşa ve Koçi Beyi şişe geçirip ateşte kızartarak cehid etti. Bu zulmüyle haçlı zihniyyetinin ve hristiyanhk taassubunun ve vahşiliğinin bir örneğini bir kere daha göstermiş oluyordu.
Kâfirin Glurgevo bizlerin ise Curcura köprüsü adını verdiğimiz bu köprü faciası dünyanın en ahmak insanının dahi yapmayacağı bir hatanın neticesidir. Şöyleki; Savaş ganimetlerinin beşte biri devletin olması hasebiyle, epeydir seferde olan orduda ganimetlerin mücahidlerin elinde biriktiğini gören Sinan Paşa mezkûr köprü geçilirken beşte birleri alma hevesine düşmüştü. Köprünün bir tarafına koyduğu tahsildar vasıtasıyla rüsumları toplamaya başladığından köprüden geçiş son derece yavaş oluyordu. Defaatle uğradığı baskınlardan ders almayan bu ahmak ve hain adam başına geleceklerden habersiz tahsilatı zevkle seyrederken, arabaların bir bölümü köprünün öbür başına geçmiş bir bölümü de köprü üstündeyken Mihal askeri ile gözükmüş ve durumu görmüştü.
Kurnaz kâfir hemen gerilerden bir top getirmeye seyirt-mişti. Düşman ordusunun geldiğini gören askerler köprüye koşmuşlarsa da köprünün arabalar tarafından tıkalı olması ricatı daha doğru bir deyişle kaçmayı güçleştirmişti. Köprünün yaya ve arabalarla dolduğu sırada heyjıatki hâlâ tahsilat devam ediyordu. Kurnaz Mihal, getirttiği topun namlusunu köprüye çevirmiş ve ateşlemişti bile. Köprü büyük bir gürültü İle yıkılırken üzerindeki askerler, atlar ve arabalar sulara gark oldular ve şehadet şerbetlerini Tuna'nın soğuk sularında içtiler... Köprünün düşma/i tarafında kalan kısmındaki Akıncılar çok üstün sayıdaki küffara karşı sadece kılıçla yaptıkları ümitsiz mücadeleye başlamışlardı... Bu Akıncılar birer birer canlarını kâfire pahalıya mal ederek dövüştüler, dövüştüler... Can verip Cennet aldılar, Tuna kıyılarına damla damla kan akıtmışlar ve o kıyıları kanlarıyla sulamışiardı... Akan kanların son damlası da toprağa düştüğünde Akıncı taifesinin de sonu ilân edilmiş oluyordu... Onlar orada dövüşe dövüşe can verirlerken; karşı kıyıda kalan askerler bir şey yapamamanın verdiği perişanlık içinde kanlı göz yaşları akıtabiliyordu ancak. O şehidler vuruşa vuruşa gittikleri bu âlemden sonraki ebedi hayatlarının mertebesini bulurlarken rûzi mahşerde elleri Sinan Paşanın boynunda olmayacak mı? Bu paşalarla, padişah 3. Mehmed ne yapsın? Bir sürü tarihçi bu padişahın değersizliğinden dem vurur hem de uhdesinde Eğri Fatihliği ve Haçova meydan savaşı zaferi oduğu halde... Bu acı olay bununla da bitmemiş, kâfirler Curcura kasabasının muhafızlarını da şehid etmişlerdi. Tarihler ise Hicri 1004. milâdi 1596 yılını gösteriyordu.
Günümüze kadar gelen serhat türkülerinin içerisinde en göz yaşartan türkülerine isim olan Estergon Kalesi; Prens Mansfeld emrindeki Alman ve Macar kuvvetleri tarafından muhasaraya alınmıştı. Estergon'u kurtarmak üzere gönderilen Sadrazam Sinan Paşanın oğlu Mehmed Paşa yola çıkmıştı. Çok değersiz bir asker olan bu paşa, babasıyla dahi mukayese edilemeyecek bir seviyesizlik göstermiş, koskoca bir ordunun bu paşanın harp başlar başlamaz korkudan kaçması yüzünden Prens Mansfeld idaresindeki kuvvetlerin önünde yok olmasına sebep olmaya kadar varmıştır. Mehmed Paşadan yardım gelir ümüdiyle bütün zorluklara göğüs geren Estergon Kalesinin kahraman kumandanı kara Ali Bey'in şehid düşmesi, mukavemetin bittiğinin ilânı oldu. İşte dikkat edersek bu bu misalde de görülecektir ki; bir adam koca bir orduyu hatalarıyla nasıl mahvediyorsa yine bir adam gösterdiği azim ve şecaatle geçilmez bir geçit, yenilmez bir kaie oluyor... Kara Ali Bey'in şehadeti üzerine teslim olan Estergon, prensle yaptıkları antlaşmada kadın, çocuk ve ihtiyarların hayatına dokunulmayacak garantisini almışlardı!.. Heyhat ona bu kâfirler uyar mıydı? Ne zaman ahdine sadık kalmışlar idi bugün kalsınlardı... Kahraman Estergon kalesi Mansfeld birlikliklerinin kasap, müslümanlann ise kurbanlık olduğu bir salhaneye dönmüştü... Halbuki müslümanlar Estergon'u feth ettikleri zaman öyle mi yapmışlardı?
. Bu seri mağlubiyeler İbraİl, Varna, Kilia, İsmail, Silistre, Rusçuk, Bükreş Akkirman düşmanın eline geçti. Sanki bir duvar yıkılmış gibi hat meydana gelmişti. Bu muvaffakiyet sizlikler Sinan Paşanın vezaretiuzma makamından alınmasına sebep odu. Hazreti padişah kendi Lalası Mehmed Paşayı sadarete tayin etti. Padişahın yakını olan Lala Mehmed Paşa devleti alîyye hizmetine çavuş olarak girmişle oniki sene gibi kısa bir zamada devletin en yüksek memuriyeti olan sadrazamlık mevkiine erişmişti. Devleti Aliyye'nin kuruluş tarihinden bu vak'aya kadar ve bu kadar kısa zamanda yüksele-bilen hiçbir devlet adamı olmamıştı. Bu kadar kısa zamanda yükselen bu zat maalesef bu mevkiide üç gün kalabilmiş ve irtihali dar-i beka eylemiştir. Sadaret beşinci defa yine Sinan Paşaya tevcih olunmuştu. Dünyanın en ahmak insanı daha üç gün evvel azlettiği ve yukarıdaki saydığımız muvaffaki-yetsizlikler sahibi Sinna Paşayı yeniden veziriazam yapmaz. Hazreti padişah-ahmaklıktan müberra olduğuna göre ortada şu kalır M; oda devlet adamı eksikliğidir. Halbuki Hacei Sultani unvanlı Saadeddin Efendi daha şeyhülislâm dahi olmamıştı. Çağalazade ve Siyavuş paşa sürgündedir. Bir çok kıymetli vezir savaşlarda şehid olmuşlardır. Mevcutların en tecrübelisi olmak hasebiyle Sinan Paşa yeniden vezaretiuzma
makamına getirilmiştir. Yaşı sekseni geçen Sinan Paşa bir gün divan toplantısında sadaret kaymakamı Damat İbrahim paşayı «Kaymakamlık sıfatına dayanarak orduyu hümayuna ne kadar isyancı asker varsa ve kabiliyetsiz kumandan varsa gönderdin. Bu felaketlerin sebebi sensin» diyerek üzerine yürümüş ve damad paşayı kemerinden tuttuğu gibi salonun dışına çıkarıp «bu ihtiyarla İstediğin şekilde dövüşebilirsin» diye meydan okuduğu meşhurdur. Artık bu sorumluluk ortağı aramakmıdır tabiiki Allah bilir.
Sinan Paşa sadrazamlığı 5. defa ele geçirdiği zaman yeni bir sefer teşvikine başladı. Ve padişaha «Ceddiniz Kaanunî Sultan Süleyman Hân hazretleri gibi ordunun başında bulunmanız zaferlerin bize olan küskünlüğünü giderir. Sancağımıza zaferler getürürsüz» diyerek sefere çıkma babında yerinde sayılacak tavsiyelerde bulunmaya başladı. Fakat bir yandan Safiye Sultan diğer yandan Damad İbrahim Paşa bu sefer telkinlerine karşı koyuyorlardı. Sinan Paşanın Serdar-ı Ekrem sıfatıyla gitmesini münasib görüyorlardı.
Bu sıralarda İstanbulda bütün şiddetiyle hissetilen aralıklı ve tesirli zelzeleler Dersaadet halkının kuvvei mâneviyesini altüst etmiş, bu mağlubiyetler ve zelzelelere İlahi bir ted'ip nazarıyla bakan ve ne yapacağını şaşırmış ahaliye aynı zamanda Halife de olan hazreti padişah Okmeydanı sahrasın-daki Namazgahta imamete bizzat geçerek namaz kıldırmış ve namazın hitamında Cenab-ı Allah (c.c.)'e içten gelen bir yalvarışla iltica etmiş, Huzuru İlahide af ve mağfiret, Resûlu Peygamber (s.a.v.) den şefaat dilemişti. Namazdan kalkıldıkta yeniçeriler «Kaanunî Sultan Süleyman Efendimiz hem yaşlı hemde nikriz hastalığından muzdaripken başımızdan ayrılmazdı. Zaferler onun ayaklarının altına saçılırdı. Padişahımız Efendimiz başımıza geçsin, nasıl zaferler kazanılır» yolu seslenişlerle arzularını bizzat Hazreti padişaha duyurdular.
Hacei Sultan Hoca Saadeddin Efendi hazretleri padişahı bu hususta teşvik ettikten sonra sefere karar verilmişti. İşte namazgah namazı devletin başkanıyla, askeriyle ve ahalisiy-le bütünleşmesine bir vesile olmuştu ve hayırlı kararların alınmasına müncer olmuştu.
Hazreti Padişah niçin tereddüt ediyordu? Bir çok tarihçiler bu tereddüdü rahatına düşkünlüğü vermişler, bazıları (hâşâ) korkaklığına hamletrnişlerdir. Bizde derizki; bir sürü mağlubiyyetle biten son iki yıl şüphesiz ki saadece bizim zayıflığımızdan değil, akılca kabul etmek gerekirki, kâfirlerinde zamanını değerlendirmesi, tekniklerini geliştirmeleri, ideal birliğine varmaları muvaffakiyetler temin etmelerinde büyük rol oynuyordu.
Burada çok kısa bir misal vermek isteriz Selahaddin Ey-yübi Hazretleri üzerine yapılan haçlı seferlerinde, kâfirler harp sahasında safa dizdikleri askerlerini kalın zincirlerle birbirine bağlarlardı. Ayrıca ağır zırhlar giyer bu askerler hareket kabiliyetlerini son derece kaybederlerdi, üstelik gayet hafif elbiselerle savaşa giren islâm mücahidleri, bu safların arasına dahpta her zincirli guruptan üç beş kişiyi cansız veya hareketsiz kalacak derecede yaraladımı kâfir savaşma gücünü son derece kaybederdi. Çünkü zincirle bağlı olduğu ölü veya ağıf yaralı arkadaşlannımı taşısın yoksa, şahin gibi İla'yı Kelimetullah için cihad eden islâm mücahidleriylemi baş etsin. Tabii zinciri koparamadığından ve cebanetinden perişan olur giderler çok az bir kuvvetle saldıran islâm ordusu bu yukarıdan gök düşse mızraklarımızla onu tutarız diyen ahmakları zirüzeber ederdi.
Gerek haçlı seferlerinin bunlara kazandırdığı görgü gerekse Avrupa üzerine doğan bir medeniyyet güneşi olan Endülüs Emevi devletinden öğrendikleri ile bu aptalca hatalardan bir de sadece hristiyanîık için geçerli reform harekti ve buna bağlı rönesans akımı bu adamların terakkilerine müncer olmuştu. Her neyse biz gene mevzuumuza avdet edelim.
Şimdi böyle bir kuvvetin karşısına çıkmak ne kadar büyük bir risktir. Bilindiği gibi ta 1. Murad-ı Hüdavendigâr zamanından beri son koz daima en iyi şartlar tahakkuk ettiği zaman kullanılır usûlünü hatırlamak gerekir. Çünkü bir komutanın mağlubiyyeti başka bir ordu ile telâfi olunabilir. Ama padişahın kumanda ettiği ordunun bir savaş kaybetmesi telafi edilemez durumlar meydana getirir. İşte Hazreti Padişahın tereddüdü buradan geliyordu. Yoksa korkaklık ve sefahata düşkünlük gibi ithamlar sadece dar ve suiniyyet dolu görüşlülere aittir.
Hazreti padişah sefere çıkma kararı verdiği zaman hazırlıklar başladı. Padişahın başkumandanlığında yapılan seferi hümayunlar Davud paşa sahrasında kurulan otağı hümayunla başlamak adetinde idi. Fakat Zigetvar seferinden bu yana geçen otuz sene zarfında hiç bir padişah sefere çıkmadığından, otağı hümayunun ananevi yeri bulunamıyordu. Buda şunu gösteriyorki, Kaanunî Sultan Süleyman devrinin komutanlarından ve ileri gelen askerlerinden kimse kalmamıştı. Belki de tarihçiler bir nesilden bahs ederken ölçü olarak otuz seneyi ele almayı bu olaydan sonra akıl etmiş olabilirer.
İşte tam bu sırada Sinan Paşa eceliyle ölmüş ve şimdi Be-yoğlunda Parmakkapi denilen yerde defn edilmiştir. Beş sefer sadaret makamına gelen bu haris adam çok büyük bir servet biriktirmişti. Servetinin ne kadar olduğunu buraya yazmamızın sebebini biraz sonra bir islâm düşmanına vereceğimiz cevap için uygun gördük. Bu Sinan Paşaya, Asya'dan Avrupadan hatta Afrika'dan dereler gibi servet akmıştı. Ölümünden sonra sakladığı yer altından çıkarılan hazinesinden şunlar çıkmıştı: Yirmi kasa külçe altın, iri incilerden meydana gelen onbeş adet teşbih, otuz parça elmas, yirmi Kavanoz dolusu altın, ibrikler, onaltı at eğeri, otuzdört üzengi, yakutlarla işlemeli otuziki zırh, yüzkırk miğfer, kıymetli taşlarla bezenmiş pazubentler, gümüşten yemek takımları, altı-yüz samur ve vaşak kürkü, tilki kürkükaplı otuz tane palto, ipek ve sim ile dokunmuş ikiyüz parça kumaş, dokuzyüz rus sincabı kürkü, altıyüzbin duka altını ve ikimilyon gümüş akçe ben ibaret bu listeyi veren L'amartin adlı sözde Türk dostu kâfir utanmadan «görüyorsunuz Türkiyede mülkiyet hakkı üzerinde ne kadar zayıf bir teminat vardır. Çünkü Sinan paşanın ölümünden sonra malı mülkü müsaadere edilmiştir» diyor. Bu müsadereye kötülemektedir. Şimdi bu deyişte doğruca islâmiyete hücum vardır. Çünkü islâmiyetin mülkiyete vermiş olduğu ehemmiyet hiç bir beşer'i nizâmın tanzim edemeyeceği kadar güzel ve emsalsizdir. Din-i islâm hep verin demektedir. Hele hele Kur'an-ı azimüşşanda Cenabı Hakk (c.c.) meâlen «O altın biriktirenleriniz yokmu, hesap günü biriktirdikleriniz işte bunlardır diyerek kendilerine gösterilecek ve etirilip boğazlarından akıtılıp, göğüsleri ve sırtları onlarla dağlanacaktır» buyurmaktadır. Bu hitap her müslüman gibi Sinan Paşaya da altın biriktiren ve onu saklayan her müslümana hitap etmektedir. Dünyanın dört bucağından akan bu servet Sinan Paşanın şahsına değil ihraz ettiği makamın kuvvet ve kudretinden geliyordu. Dolayısıyla o hak, Sinan Paşa sağken saklamış olmasından dolayı da kendisine ait olmayan bir hak olduğunun ispatı da sayılabilir. Osmanlı devletinde mülkiyet hakkının zayıf olduğunu ileri sürmeye kalkan bu sefil, Avrupadaki derebeylerinin; halkının gelinlerimin ilk gecelerinin dahi sahibi olma yetkisinde olduğunu hatırlasın ve tarih huzurunda kızaran yüzünü insanlığa göstermemek için başını öne eğsin. Hazreti Ömer'den sonra islâm adaletinin en büyük temsilcileri olan Osmanlı Devletine dil uzatmasın.
Sinan Paşanın vefatından sonra Damad İbrahim Paşa ve-zaretiuzma makamına getirilmiş ve Anadoluda sürgünde bulunan Çağalazade mezkur sefer hasebiyle süvari kuvvetleri komutanlığına tayin olunarak orduyu hümayuna katılmıştı. Hicri tarih 1004 Milâdi 1596 yılında hazreti padişah İstanbul-dan yola çıktı. Sadrazam Damad İbrahim Paşa daha önce hareket etmişti. Çağalazade Sinan Paşa ise düşman eline geçmiş Estergon kalesinin zaptının gerçeklektirilmesinin yerinde olacağını söylemesi; koca bir padişahın küçük bir kale fethiyle meşgul olmaması gerektiğine itikat edildiğinden bu teklif red olundu. Cennetmekân Kanunî Sultan Süleyman'ın bir müddet sıkıştırıp sonra bıraktığı Eğri üzerine gidilmesi kararlaştırıldı. Bu sefer Devlet siyaseti mutlak surette büyük bir zafer kazanmak icab ettiğine karar vermişti. Bu doğru bir görüştü. Çünkü ard arda gelen mağlubiyyetler evlâdı fatihandan olan müslüman halkta bir huzursuzluk ve Anadoluya daha olmazsa merkeze yakın yerlere göç etme duygusu meydana getirmişti. Köprü faciasında yok olan akıncı teşkilatının eksikliği herkeste bu fikre eğilim meydana getirmişti. Müslüman olmayan yerli halklar ise seri mağlubiyetler alan bu Osmanlı devletinin emrinde yaşamaktan vaz geçerlerdi.
Adil olan müslümanlar bu halkı memnun ediyor ve harekete geçmelerine mânı oluyordu. Çünkü onların voyvodaları, beyleri kendi halk ve dindaşına zûlum icra ettiklerinden bu halk onlara taraftar olmuyorlardı. Bu halk onların zûlmu yüzünden kendi serpuşlarının yerine rnüslümanın sarığına razı eliyorlardı. Bu gibi mülahazaları çoğaltmak mümkünse de bu kadardı dahi devleti Osmaniyyenin kati ve büyük bir zafer kazanmasını şart koşuyordu. Devlet-i ebed müddet'in politikası da buydu.
Orduyu hümayun Eğri kalesi üzerine yürüdü. Hazreti Padişah; kale muhafızlarına «Kılıcımın üzerine yemin ederim mukavemet etmeden, her iki taraftanda kan akmadan teslim olursanız, mücahidlerime Hatvan kalesinde yapılanları size yapmayacağım. Teslim olmazsanız siz bilirsiniz» diye teslim olma fırsatı verdi ve teminat olarak mutlaka yerine getireceği yemini ifade etti. Hatırlıyacaksınız muhterem okuyucular: 1. Murad-ı Hüdavendigâr ülubad köprüsünden bir daha ne kendisinin nede kendisinden sonraki paişahların geçmiyeceğine dair küffara verdiği sözü elifi elifine yerine getirdiğini serimizin birinci cildinde yazmıştık.
Hakikaten ondan sonra bu söz münasebetiyle Osmanlı padişahları kendilerini bağlı görmüşler ve onlarda bu köprüyü geçmek için kullanmamışlardır. Osmanlı padişahları daima verdiği sözü tutmuş yerine getirmiş cihan tarihine hiç bir kâfirin erişemeyeceği yüksek bir ahde vefa örneği göstermişlerdir. Bu seferde söz veren böyle sözünün eri bir padişahtı. Fakat kâfir, aşinası olmadığı meziyetleri nerden anlayıp takdir edebilsin... Bu teminata inanmıyarak teslim olmayan muhafızlar mukavemete başladılar.
Hatvarykaiesİ halkında burada çok kısa bir malumat vererek mevzuumuza devam edelim. Hazreti padişah, Eğri üzerine yürüyüşe geçtiği sırada düşman Hatvan kalesini muhasara altına almıştı. Kalenin yardımına Çağalazade Sinan Paşa gönderilmişti. Fakat o sırada kale düşman eline geçmiş ve küffar emsalsiz olan canavarlığını tarih önünde yeniden sergilemiş ve kale muhafızlarını sadece kılıçtan geçirmekle kalmamış üstüne üstlük derilerini yüzme vahşetini irtikâp etmişti. Hazretİ padişah bu haberi aldığında bir babanın üzüntüsü içinde göz yaşlan döküyor kıpır kıpır oynuyan dudakları bu şehidler için fatiha tilavet ediyor ve onları da şefaatlanna nail olma temennilerini izhar ediyordu. Bütün bu feci haber ve ahval dahi, Hazreti padişahın insanlığını unutturmamış ve Eğri kalesi muhafızlarına kan akmamak için çağrıda bulunmasına mani olamamıştı. Ne çareki Eğri kalesi muhafızları bunu anlayamadılar veya mağlubiyyeti akılları kesmedi bu alicenab teklifi red ettiler, Ne varki; müdafaaları oniki gün sürebildi. Orduyu hümayun Eğri kalesini feth etti. İslâm sancağı kale burçlarında yükseldiğinde mücahidler deri yüzmediler amma muhafızları kılıçtan geçirmeyi de ihmal etmediler. Bizim Hatvan'daki bunca şehidimize mukabil Eğri muhafızı 4500 kadardı.
Eğri kalesi feth olunmuş, Hazreti padişah 3. Mehmed, Eğri Fatihi unvanına hak kazanmıştı. Şunu da unutmamak gere-kirki, Nasıl Ak Şemsedin (K.s.) hazretleri, Fatih Sultan Mehmed ordusunun manevi kumandanıydı aynen Şanlı Yavuz Sultan Selim hazretlerinin musahibi Hasan Çan'ın mahdumu Hace-i Sultani (Sultanlar Hocası) Sadeddin Efendi bu ordunun manevî kumandanıydı.
Eğri kalesinin kumandanlığına Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa bırakılıp, orduyu hümayun başlarında Eğri Fatihi unvanlı hazreti padişah 3. Mehmed olduğu halde, Macarların Keresteş dedikleri bizlerin ise aynı manâya geldiği için Haçova dediğimiz yere geldi.
Osmanlı ordusu 100.000 kişilik bir kuvvetle ovaya indiğine karşısında Arşidük Maksimilyen kumandasındaki Alman, Avusturya, Macar, İspanya, Papa'lık, Çekoslovak, Leh, Floransa, Erdel kuvvetleri yeni bir ehli saliple karşılaştığını gÖr-dü. Bunların yekûnu 300.000'i mütecüvizdi.
Haçova meydan savaşını anlatmak için biz burda iki bölüme ayırmayı ve bu bölümlerden birincisini ise beş kısma ayırmayı uygun gördük.
Birinci Bölüm Savaşın Cereyanı İkinci Bölüm Savaş Sonrası
Pekâlâ bilindiği gibi ve daha evvelki sahifelerde de ehemmiyetle bahs ettiğimiz gibi savaş mutlaka istihbarata dayanmalıdır. Ve istihbaratta isabet yânı zaferdir. Osmanlılar, Avrupa topraklan üzerinde yaptıkları fetihlerde istihbarat faktöründen azami istifadeyi sağlamışlardır. Bu İstihbaratın teminine klâsik metod şöyle idi. Küffar saflarına serdengeçtiler gönderilir ve «dil» tabir edilen düşman askeri yakalanır ve sorguya çekilir. Tabii bunun aynının'da düşman yapardı. Fakat onların netice alması çok zordu.
Çünkü, İslâm askeri ölümü cana minnet bilip, şehidler için Cenab-ı Hakk'ın kitabı muhkemde «Söz Allah yolunda ölenlere ölüdür demeyiniz, onlar hay'dırlar, diridirler fakat siz anlayamazsınız» hitabıyla muhatap olduklarından can verir, düşmana sır vermezlerdi kâfir elde ettiği «dil»i konuşturmak için eziyyet eder, eziyyet müslümana Rabbinİn bir nimeti geldiğinden o eziyyete dayanıp, ecir ama gayretine yapışır. Halbuki müslümanlar aldıkları «dil»lere gayet iyi muamele eder, bu iyi muamele onlara akli ve vicdanlı bir tefekkür getirir. Ayrıca rnüslümanın sözünü tuttuğundan emin olduğundan canı için aldığı vaat doğru konuşmasına yeter de artar bile. Her neyse... Kırım Hânının atlıları çok hızlı ve atılgan olduklarından dil yakalamakta pek ustaydılar. Sert görünüşleri, ilk anda kâfirin aklını başından alır can kaygusuyla çoğu zaman sormadan söyleyiverirlerdi. Yine böyle bir dil alıp gelen Fetih Giray'ın askerleri, düşmanın kalabalık olduğunu ve baskına hazırlandıklarını öğrendiler. Bu istihbarat divana bildirildi. Hadim Cafer Paşaya onbeşbin kişilik bir kuvvetle saldırıya geçmesi emrolundu. Cafer Paşa bu verilen kuvvetin çok az olduğunu, düşmanın ise çok kalabalık olduğunu söyledi. Dinletemeyince emrine verilen kuvvetin başına geçti.
Düşman elde edilen istihbarın gösterdiği kuvvetten çok daha kalabalık ve kuvvetli idi. Bu büyük kuvvet karşısında Cafer Paşdnın onbeşbin mücahidi, güneş karşısında kar'ın erimesi gibi eriyordu. Cafer Paşa harp meydanında sabit kadem çarpışıyor büyük bir tevekkülle «Alnımın yazısı bu imiş» diyerek sebat ediyordu. Fakat mücahidler bir bir düşüyor, şehadet şerbetini içiyorlardı. Önündeki hizmet neferleri, arkasındaki tüfekçiler şehid olduğu halde Cafer Paşa yerinden ayrılmıyor savaşa devam ediyordu. Tecrübeli gaziler bu kahraman Paşayı ancak yaka paça harp sahasından uzaklaştıra-bildiler. Paşanın hayatını ancak onun emirlerini dinlemeyerek kurtarabildiler.
Paşanın hayatı kurtulmuşsa da toplar ve bütün ağırlıklar düşmanın elinde kaldı. Rumeli Beylerbeyliğine Sokulluzade Hasan Paşa tayin olundu. Bu safhadaki mağlubiyyetin sorumlusu damad İbrahim Paşa idi. Çünkü itiraz eden Cafer Paşaya fazla asker vermediği gibi bir de üstelik korkaklıkla itham eden oydu.
Birinci kısımda uğranılan bu darbe hem padişahta hem de veziriazamda bir maneviyat sarsıntısına sebeb oldu. Bunun üzerine bir harp divanı toplantısı yapıldı. Damat İbrahim Paşa, Safiye valdesultandan aldığı talimat üzerine padişahı harplerden uzak tutmak gibi lüzumsuz bir gayrete kapılmıştı, padişah susuyor ve müzakereleri sükûnet ve dikkatle takip H'vordu. Veziriazam kumandayı bir vezire vermek ve padi-hı cıeri göndermek lâzım geldiğini ileri sürüyordu. Toplantımı bulunan Hoca Saadeddin Efendi bu teklife şiddetle karşı çıkarak avazı bülendle (yüksek sesle) «Bu iş büyük işdir. Şu veya bu paşaya bırakılacak iş değildir, Hazreti padişahın baş olma zamanıdır» sözleriyle meseleye ağırlık koydu. Sokulluzade Hasan Paşa da Hoca Efendiyi destekleyince ortada mesele kalmadı. Padişahın ordunun başında kalması ve düşman üzere ne tertip gidilmesi konusu gündeme getirildi. Bu sırada Fetih Giray'ın adamları ele geçirdikleri 60 kadar dilden düşmanın çok kalabalık olarak iki gün içinde oraya dahil olurlar istihbaratı istintak neticesi belirlenince, orduyu hümayunun bulunduğu sarp yerden inip ovada saf tutup, kesin bir imha savaşı yapması kararlaştırıldı.
Ordunun öncülüğünde Çağalazade Sinan Paşa, Diyarbakır Beylerbeyi Kuyucu Murad Paşa (bu kuyuculuk lâkabı Celâli-leri tenkili sırasında aldığı lakaptır ki 1. Ahmed,Hazretlerinin Veziriazamlığı sırasındadır.) ve Fethi Giray tayin edildi. Tarihler 1005 Hicri 1596 miladi yılının sonbaharını gösterirken iki ordu karşı karşıya geldiler. Eğri Fatihi Hazreti Padişah merkezde yer almış, sol cenahta, savaş Rumeli topraklarında olduğu için Anadolu askeri sağ cenahta ise Rumeli Beylerbeyliğine ait askerle Tamışvar Beylerbeyi askerleri bulunuyordu.
Savaş başladığında düşmanın karan hemen anlaşılmıştı ve üstelik şimdiye kadar hiç görmemiş olduğumuz bir tabya kullanıyorlardı. Bir koni halinde diğer tabirle bir burgu gibi, direk olarak merkeze yükleniyorlardı. Kati neticenin buranın sükut ettirilmesi halinde alınacağını hesaplamışlardı. Bu de-ğişik stildeki hücumlar netice alıcı olmaya başlamıştı. Merkezi çember içine altılar top gülleleri çadırların arasına kadar düşüyordu. Etrafına düşen gülle ve şarapnel parçalarına ehemmiyet vermeye n 3. Mehmed yerinden bir santim bile oynamıyor, cesaret ve heybetle savaşın safahatını takip ediyordu. Bu durumun padişaha bir zarar vermesinden ürkenler, kendisini daha geride olan Müteferrika çadırına Yunus Ağanın yanına çekmeye çalışıyorlardı. Gün ilerlemiş karanlık çökmeye başlamıştı. Düşman akın yapmayı durdurmuş, savaş ertesi gün devam etmek üzere talik olunmuştu.
Sabah olduğunda padişahı gene savaş alanından çok uzakta tutma gayretlen görüldü. Hazretİ padişah «Bilirim dün çok endişe ederdiniz yağan gülleler zarar eriştirir diye, bir neferime inen gülle sanki bana inmemiş sanırsınız» dedikten sonra Hazinedarbaşından Hırkai Saadeti getirmesini istedi o mübarek hırkayı o iki cihan serverinin hırkasını halifei ruyi zemin olarak giydiler ve «Esselatü vesselam Efendimizin himmetleriyle bize artık bu sahrada bir şey olmaz» diyerek endişe edenlerin kuvvei maneviyelerini yükseltti. Atına binip Sancak'ı Şerifin yanındaki yerine doğru ilerledi. Vakit öğleyi geçtiği halde düşman henüz saldırıya geçmemişti. Demek ki çok kuvvetli bir hücum hazırlıyorlar ve mücahidleri asap bozucu bir bekleme devresine sokmak istiyorlardı. İkindi vakti gelip çattığında bütün mevcutlarıyla hücuma kalkan küffar, Sokulluzade Hasan Paşanın tuttuğu geçidi bir hamlede aşmış merkeze yeniden yüklenmişti. Hasan Paşa bir sürü gibi giden küffarı durdurmak için gayret sarfediyorsa da muvaffak olamıyordu. Merkezdeki kuvvetler bu çığ karşısında tutunamı-yorlardı. Hasan Paşaya merkeze yardıma koşması emrolundu, fakat yardım için kuvvetlerini yola çıkarmak istedi isede muvaffak olamadı üstelik kendi birlikleri de dağılmış oldu.
Düşman kuvvetleri bir çığ gibi ordunun içinden geçmişler, artık otağı hümayunun önlerine gelmişlerdi. Birçok çadırların ipini kesip deviriyorlar, ellerindeki filamaları hazine sandıklarının üzerine dikiyorlardı. Padişahın yanında zafere inanmışların kendine mahsus hali içinde soğukkanlılıkla durumu takip eden ikinci şahıs Hoca Saadeddin Efendi, Halifenin atının dizginlerine yapışmış durmadan sabır ve sebat telkin edici ayetleri gür bir sesle okuyordu. Birçok tarihçiler burada dizginlere yapışmayı Hazreti padişahın kaçma arzusu göstermesi üzerine Hoca Efendinin bunu önleme gayreti gibi göstermişlerdir.
Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Şüphesiz ki Hoca Saadeddin Efendi baş taraflarda söylediğimiz gibi bu savaşın manevi kumandanıdır. Bunu hiç kimse aksi bir şekilde iddia edemez fakat illa Hoca Efendiye çıkarılacak bir paye için padişahı düşmana sırtını gösterecek bir cebanet biçmeyede kimsenin hakkı yoktur. O padişahki düşman safları arasından gece karanlığında bembeyaz atıyla kumandanına ulaşan Hazreti Yıldırım Beyazıd'ın torunlarındandi. Hazretİ padişah atının dizginlerini tutan hocasına okuduğu ayetler için «oku hocarn amenna ve sadakna» diye cevaplar veriyordu. Şüphesiz ki Kur'an-ı Kerimin her bir ayeti müslümanın kalbine nasıl inşirah veriyorsa hazreti padişahında kalbine aynı ümit ve zafer şerrafelerini veriyordu. Ne varki bu teşvik ve metanete rağmen firar umumileşiyordu. O zaman Hazreti padişah Saadeddin Efendiye sordu: «Efendi hazretleri şimdiden sonra tedbir nedir.» Hoca Efendi cevap verdi: «Efendimiz sabır ve lâzımdır. Ecdadınızda savaşlarda böyle zor anlar yaşadılar sebat ettiklerinden zaferler kazandılar. İnşaallahü Teâlâ Mucizatı Muhammed Aleyhisselâm ile zafer ehli islâmındir.»
Bütün ümitier azalmış hatta sönmeye yüz tutmuştu. Artık padişahın iç oğlanları bile firara başlamışlar idi. Bunların bile kaçtığını gören bazı askerler padişah hazretlerini sorduklarında şu yalan cevabı alıyorlardı «İkindi vakti bir arabaya binip kaçtı» bu cevap üzerine firarlar son haddi bulmuştu.
Artık hava kararıyor, kâfirler ise zafer sarhoşluğu içinde çok zengin bir durum arzeden merkezde yağmaya başlamış ve çadırların arasında gayrınizami bir halde dolaşıyor ve yağmalayacak mal, para araştırıyordu. Bunları çadırlar arasında gören at seyisleri, ahçı yamağı, ahçilar, hamallar, oduncular, kimi kepçe ile kimi balta ile kimi maşa ile önüne gelen kâfire vuruyor ve vururkende düşman bozuldu diye avaz avaz bağınyorlardı. Ordunun firarla sebat arasında henüz karar verememiş olanları bu sesleri duyduğunda hamiy-yet ve şecaatleri avdet etti. Bir güzel toparlandılar ve düşmanı yok etmeye başladılar. Pusuya yatmış olan Çağalazade Sinan Paşa da düşmanın arkasından hücuma geçince ilk hamlede yirmibin kadar kâfiri bataklıklara sürdü ve onları teief etti. iki ateş arasında kalan düşman pek korkunç bir mağlu-biyyete uğradı O akşam karanlığına kadar ellibin kâfir yokluk deryasına daldılar.
Haçova sahrası, başında padişah bulunan İslâm ordusuna bir zafer alanı olma vazifesi ve şerefine nail olmuştu. Düşmanın 95 topunun elde edildiği bu savaşta onbin duka altını da ganimet olarak ele geçmişti. Muvaffakiyyetin kendi eseri olduğunu söyleyen Çağalazade vezareti uzma makamını hak ettiğini iman yoluyla bu sözlerle ifade etmişse de Hazreti padişah pek oralı olmamış, savaş alanının son kırıntılarını kolamakta olan sadrazam Damad İbrahim Paşaya seni vazi-f den alıyorum demeyi kendisine yakıştıramamışsa da Hoca Saadeddin Efendi ve Kapıağasının İsrarları Çağ-alazadenin adrazamlığına vesile olmuştu. Şunu burada hatırlatalım ki: Topkapı sarayının içine girip ikinci kapıda dev bir miğfer görenler bu miğferin mutbak personeline Haçovada düşmanı kepçeyle vurmalarından dolayı almış oldukları mükâfattır.
Bu savaş Osmanlının uzun zamandır peşpeşe gelen mağlubiyetlerini örten bir şal vazifesinden Öteye gitmemiştir. Çünkü zaferin tamamlanması yâni oralara orduyu hümayunun kış geçene kadar bekletilmesi ve baharla birlikte yeniden kâfir üzerine yürünüb onların toparlanmasına fırsat verilmemesi icab ediyordu diye bir çok tarihçiler hatta Peçevi İbrahim Efendi dahi o savaşta bulunmasına rağmen aynı minvalde kanaat serd eder. Halbuki savaşın ne zorluklar ve anlaşılmaz bir esrar içinde kazanıldığı açıkça görülmektedir. Yerinden bir parmak dahi oynamayan padişahı «bir arabaya binip ikindi vakti kaçtı» diyerek bozgunu umumileştiren bir maiyet, düşmanın hücumuna dayanamayıp sırtını savaş alanına döneri otuzbinden ziyade muharip, birde sadrazam değiştirme işleminin harp sahasında yapılması, ordunun beraberliğini sarsmaya müncer olacağını göz önüne alırsak hakikaten bu savaş ard arda gelen mağlubiyyetleri örten bir şal vazifesi görmüştür. Fakat bunun daha ileri safhaya götürülmesini düşünmek yukarıya yazdığımız sebebler yüzünden mümkün değildi. Amma illede İsrar edersek o zamanda itham etmiş oluruz. Çağalazade bu savaşın firarilerinden bir çok kişiyi idam etmiş, bazı Anadolu beylerinin vazifelerini, tımarlarını ellerinden almış, bunların şekavete başlamalarına vesile olmuştu. Velhasıl bu savaş orda bitmiş kâfirin yeniden islâm üzerine yürümesini engellemişti. Ancak iç karışıklıklara vesile olacak icraat yaptığından Çağalazadenin sadrazamlığı kırk gün sürebilmişti. Safiye valde sultandan gelen bir mektup Damad İbrahim Paşanın yeniden sadarete, Çağala-zade ise sürgüne gönderildi. Hatta Hoca Saadeddin Efendi dahi tehlikeli anlar yaşadı. Hele Çağalazadenin Haçova savaşında büyük faydalan görülen Fetih Giray'ı Kırım'a Hân tayin etmesi, ağabeyi Gazi Giray'ı azletmesi iki kardeşin arasını açmış ve Fetih Giray bu tayinden içtinab ettiysede, sadrazam ısrar etmiş akibet Kırım sülalesinin içinde değerlendirildiğinde Fetih Giray ve evlatları Cengiz yasası icabı yay kirişi ile boğulmuşlardı. Böylece lüzumsuz mükâfatlandırma mükemmel bir insanın ve evlatlarının ölümlerine mâl olduğu gibi artık Kırımlıların, Osmanlıya bakışlarına başka bir zaviye getirmiştir. Padişah sefer dönüşü, Belgrad'a Serdar olarak Sokulluzade Hasan Paşayı bırakmışsa da sadrazam Damad İbrahim Paşa bu tayini iptal ederek yerine Satırcı Mehmed Paşayı getirmiştir. Mehmed Paşa genç ve gayretli bir paşa olmasına rağmen Kırım Hânı'nın yardım etmemesi sebebiyle Nemçe ve Erdel kuvvetlerini müttefikan tekrar ele geçirdikleri Tata ve Vaç kalelerini istirdad edemedi.
Hazreti padişah Valdesultan tarafından ta Edinde'de karşılanmıştı. Eğri Fatihi olan oğlunu kucaklıyan Valde sultan onunla beraber büyük bir debdebe ve şâşâa içinde İstanbul'a duhul etmişlerdi. Şah Abbas tarafından gönderilen Safavi elçisinin, küffar üzerine yapılan seferden dönen padişahı kıymetli hediyelerle karşılamaya gitmesi fevkalâde güzel bir jest ayrıca Venedik ve Fransız elçileri de dindaşlarını perişan eden nrduyu ve onun şanlı kumandanı padişah hazretlerini karşılamaya koşmuşlardı...
Hicri 1006 Miladi 1597 yılında Diyarbakır Beylerbeyi Mu-rad Paşa (Kuyucu), Kadı Ali Paşa ve Budin Kadısı Habil Efendi, Vaç ovasında buluştukları Nemçe murahhasları ile yaptıkları sulh müzakerelerinde bir ilerleme kayd edemediler. Çünkü küffar bu savaşın neticesinden yılmamıştı. Evet büyük bir kıyamdı, kâfir savaşı kaybetmişti fakat savaştan sonra orduyu hümayundaki cezalandırma hareketinin farkındaydı ve bu yara mutlaka kanayacaktı. Osmanlı artık iç gailelerle uğraşacaktı. Dolayısıyla bu taraflara kolay kolay bir daha böyle büyük bir sefer tertipleyemezdi... Bu kanaat onları uz-laşılmaz adamlar haline getirdiğinden bu müzakerelerden bii netice çıkmadı. Beri yandan sancakları ellerinden alınan Karaman, Güney Anadolu ve Saruhan askeri sefer dönüşü memleketlerine giderken yol boyunca yağmalama hareketlerine başladılar.
Satıra Mehmed Paşanın, Damadı İbrahim Paşa tarafından serdar yapılması ve bu paşanın gösterdiği azami gayrete rağmen Kırım Hâni'nın muavenet göstermemesi hasebiyle rnuvaffakiyetsizlİğe uğradığını kısaca yazmıştık. Satırcı Mehmed Paşanın raporu Dergahi padişahiye varınca; hem sadrazam hemde satırcı azledilmişlerdi. Sadrazamlığa Mısır valisi Hadım Hasan Paşa tayin edilmiş Şeyhülislâmlık ise üç nam-zetin içinde Hoca Saadeddin Efendi Hazretlerine nasib ol-rnuş, meşhur şâir Baki ve Karaçelebizade naili emel olamamışlardı. Tabiiki Hoca Efendinin padişahın hocası olması Şeyhülislâmlığa sebebken şâir Bakî'nin katledilen şehzade Mustafa'nın hocası olması bu makamı ihraz etmesine mani bir husus olarak düşünmek yanlış olmaz. Sadrazam Ali Paşa ise Hoca Saadeddin Efendiyi istememiş şair Bakî ve Karaçe-lebizadeye meyyal olduğunu belirttiğinden şüphesizki hâl ehli olan Hoca Saadettinin manevi tokadını yiyip hem sadareti, bir kaç gün sonra da hayatını Yedikule zindanında kaybetmişti.
Bütün bunlar olurken Yanıkkale muhafızlarının gafleti yüzünden, yiyecek getirdik diye mortolosların hilesiyle gece yarısı kalenin yan kapısı açılmış ve düşman baskın yaparak bütün muhafızları kılıçtan geçirmişti. Böylece Kaanûni Sultan Süleyman'ın bergüzarı bu önemli kale Avusturyalıların eline geçmişti. Bu acı haberi İstanbul'a getiren yeniçeri, padişahın kayıkla Eyübe gittiğini öğrenek oraya varıp kayıktan inip ata binmekte olan padişahı görünce «Yanıkkaleyİ kâfir zapt eyledi, kande gidersiz» diyerek seslenince Hazreti padişah atını durdurup, haberi yeniçeriden bizzat dinlemiş ve sonra büyük bir üzüntü ile derhal saraya dönmüştür. Satırcı Mehmed Paşa bu haber üzerine idam olunmuş veziriazamîık makamına üçüncü defa Damad ibrahim Paşa, serdarı Ek-remlik unvanımda uhdesine alarak Önce Macaristan'a oradan da Belgrad'a geldi. Kırım Hânı Gazi Giray'da Macaristanda kalıp kışı geçirdiler. Bu arada sulh için düşman müracaat etti. Neticede uyuşmak mümkün olmadı. Kış ise iyice bastırdığından harp mevsimi geçmişti. Kışlıkta artık tecrübeler kazanmış olan sadrazam orduyu disipline etti. Bu arada Fransızlar, daha evvelden gelip yardımcı oldukları Avusturyalılardan bir seneden beri maaşlarını atamıyorlardı.
Bu sebepten Osmanlı ordusuna gönderdikleri bir haberle bir senelik birikmiş maaşlarımızı verirseniz Papa Kalesini size verelim teklifinde bulundular. Sadrazam üçbin Fransız askerinin maaşını hesap etti. Altmışbin altın gibi bir meblağ tutuyordu. Padişaha durumu bildiren sadrazam müsbet cevap aldıysa da bu arada kaleye gelen Avusturyalılar Fransız paralı askerlerin çoğunu öldürdüler. Bu arada Budin Beylerbeyi Sü-leman Paşa bir teftiş sırasında esir düştüğünden Lala Mehmed Paşa'ya Budin muhafızlığı Rumeli Beylerbeyliğine ek vazife oarak verilmişti.
Veziriazam Damad İbrahim Paşa kıştan çıkan orduyu hümayun ile yola çıkmış ve ileride devlete çok büyük hizmetler verecek olan Diyarbakır Beylerbeyi Murad Paşa (Kuyucu)yı bir miktar kuvvetle Öncü olarak Bobofça kalesi üzerine gönderdi. Veziriazamın hedefi Estergon gözüküyordu.
Bu arada Murad Paşa söz konusu kaleyi zapt etmişti bile. Önüne çıkan bir düşman birliğinide imha eden Tiryaki Hasan Paşa ki; bu Tiryaki lakabını daima düşmanı yenmesinden dolayı İhraz ettiği emareleri kuvvetli olan bu serhad boylarının 87 yaşındaki kahramanı, Ösek civarında sadrazama iltihak etti. Btırada yapılan müzakerede Estergonun istirdadından vaz geçilip ehemmiyetli bir kale olan Kanije üzerine gidilmesi kararlaştırıldı. Bazı tarihçiler bu kararın, Kanijenin Veziriazamın doğum yeri olması hasebiyle alındığını yazarlarsa da buqa iltifat edecek emare bu kadar zayıf delillere da-yandırılamaz. Ayrıca şunu da unutmamak icab ederki kalenin stratejik önemi Osmanlının fethinden sonra düşmanın büyük bir kuvvetle muhasaraya kalkışmış olması tercihin özel sayılacak bir sebebe dayandığını gösteren delil olarak sayılması daha akli ve mantıkidir. Hoş sadrazam'ın doğum yeride olsa ne lâzım gelir ama tarihçilerin burdaki maksatları çarpık olduğundan biz üzerinde bir nebze olsun durmayı uygun gördük.
«Düştürül Mücahidin lî İzeddin» adlı eserin tevazu sahibi ve böylece adı meçhul kalmış yazan muhtelif makalelerinden müteşekkil bu kitabında Kanijeden bahs eden bölümünde söz konusu kalenin fethinin çok daha evvelden tasarlandığını, son derece ileri görüşlü ve kurnaz bir asker olan Tiryaki Hasan Paşa kendisinin yetiştirdiği serdengeçtilerden birini epey müddet evvel Kanijeyi muhafaza eden düşmanların yanına göndermiş ve onlara esir olmasını tenbihlemişti. Bu tedbirin yeri geldiğinde ne büyük bir hizmete müncer olduğu anlatılacaktır.
Kale muhasaraya alınmış fakat muhafızları bütün güçleriyle dayanıyorlardı, üstelik kaleden yaptıkları top atıştan Osmanlı ordusuna çok zarar veriyordu. Kırk günü geçen muhasarada düşman azimle dayanıyor, her an yardım gelecek ümidi dayanma gücünün istinadı oluyordu. Muhkem olan kale direniyor, veziriazam, Tiryaki Hasan Paşa'ya soruyordu «Paşa karındaş bu nice iştir? İhtiyar delikanlı gülümseyerek «Kaleyi içten fetih lâzımdır» diye cevap veriyor ve kaledeki serdengeçtinin yapacağı icraatı bekliyordu. Kırk günden ziyade süren muhasarada adamına olan itimadı bir an bile sarsılmayan paşa onun mutlaka Allanın izniyle önemli bir görev yapacağına inanıyordu. Bu durum bir kumandanın maiyyeti-ne olan itimadının en müşahhas ve emsalsiz örneklerinden biri İdi... Kaledeki esir serdengeçti, kale muhafızlarından ziyade topların islâm ordusuna zarar verdiğini gördüğünden, işin nerede hal edileceğine karar vermiş, bütün dikkat ve çalışmasını kalenin cephaneliği üzerine teksif etmişti. Ne yapıp yapıp cephaneliğe sokulması lâzımdı.
Küffar, cephaneliği çok sıkı şekilde kontrol ediyordu. Bizim serdengeçti ile esirleri çalıştıran muhafızların gözlerinin içine bakıyor, onların verdiği her vazifeyi çabucak yerine getiriyordu. Ayrıca bu vazifeyi canu gönülden yaptığı intibaını vermek için azami gayret gösteriyordu. Yabancı dil bilmesi ise ona büyük avantajlar temin ediyordu. Kısa zamanda kendisini düşmana beğendiren bu fedakâr islâm mücahidi bir qün cephaneliğe sokulmaya muvaffak oluyor, duvarda yanmakta olan meşaleyi indirerek barut dolu fıçılaran birini ateşliyor ve cephanelikle birlikte havaya uçan bu yiğit müca-hid düşmanın savunmasını sona erdirirken islâm Şâiri Meh-med Akif Bey'in söylediği gibi «Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber» mısraındaki mânâ içinde ruhu mübareki ile şehidler zümresine katılmış, düşmana pes dedirtip müslü-manlara bir fetih daha sağlamıştır.
Muhterem okuyucu, bu muhterem şehide bu cümlenin sonunda aynen Burak Reis'e ve onun kıymetli arkadaşlarına yaptığımız gibi bir FATİHA okuyalım.
Kale cephaneliğinin yok olması, düşmanın teslimini intaç etmişti. Düşmanlara tavuk kümeslerine varıncaya kadar alıp gitmeleri müsaade olundu. Kanije Beylerbeyliği ihdas edildi. Çünkü Sadrazamlar, seferde Serdarı Ekrem sıfatıyla hazır bulunursa bu tip makam ve mevkiler meriyete koyabilme selahiyetlerine de haizdiler. Kanije Beylerbeyliği Tiryaki Hasan Paşa'ya verildi.
Sadrazam; Kanije kalesinin fetih olunduğu haberini hazreti padişaha bildirdiğinde aldığı cevap onun en büyük manevi mükâfatı\)lmuştu. Hazreti padişah şöyle diyordu: «Hayatın devam ettikçe makamında kalacaksın.» Üçüncü defa elde ettiği sadaretinde tecrübesi artan Damad İbrahim Paşa bu son sadaretinde cidden önemli işler gördüğü gibi orduyu da bir intizama koymuş, güngörmüş Paşalar ve Bey'lerin fikirlerinden istifade etmeyi öğrenmişti. Bunun neticesi olarak zaferler kazanmaya başlayan ordunun muvaffakiyetleri padişahtan böyle son derece güzel bir taktirname almasına müncer olmuştu. Fakat ne yazık ki; birdenbire hastalanan veziriazam kısa bir hastalığı müteakip vekâleti Lâlâ Mehmed Paşaya verip vefat etti.. Paşa vefat ettiğinde tarihler Hicri 1010 milâdi 1601 yılını gösteriyordu. Veziriazamın cesedi tahnit ettirilerek
Dersaadete getirilip Şehzadebaşı Camii avlusundaki mezarlığa defn olundu. Merhum sadrazamın vasiyeti üzerine vekâlet görevini yüklenen Lâlâ Mehmed Paşa sadrazamlığa asaleten tayinini beklerken hem sadrazamlık hemde serdar-ı ekrem-lik, sadaret kaymakkamlığı yapmakta olan Yemişçi Hasan Paşa'ya tevcih olundu. Demekki saraya yakın yerde olan külahı kapmıştı. Yeni sadrazam, hazreti padişahtan aldığı bir irade-i seniyye ile derhal ordunu başına geçmek üzere yola koyuldu. Orduyu hemen harp nizamına sokan Yemişçi Hasan Paşa, o sırada İstoni Belgradın düşman tarafından muhasara altına alındığı haberini aldı. Düşman üzerine tereddütsüzce yürüyen sadrazam, İstoni Belgradın düşman eline geçtiği haberini de aldı. Bu arada ise Arşidük Maksimilyen kırk bine yaklaşan bir kuvvetle Osmanlıların eline henüz geçmiş sayılan Kanije kalesi önlerine gelmişti. Tiryaki Hasan Paşa, sadrazama haber gönderip imdat istemişse de, İstoni Belg-rad önünde iyi gitmeyen işler hem Hasan Paşanın vâki imdat davetine yetişilmeye mani olmuş, hemde az kalsın koca Sadrazamın dahi esir düşebileceği musibetlere uğramışlardı. Yeniçerilerin bir bölümü ise ordudan kaçmıştı. Sadrazam için yapılacak bir şey kışı Belgrad'da geçirmek ve Tiryaki Hasan Paşa için dua etmekti... O da zaten öyle yaptı.
Dünyanın bilinen tarihi içinde bu yana harbler tarihinde İki Cihan Serveri Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerini Gazvelerini hariç tutarsak, hiç bir savunma savaşı bu kadar kuvvet farklılığı ile yapılmış ve «Harp Hiledir» mealindeki hadisi şerifin tatbik sahasına bu kadar vukufla uygulandığı rastlanmamış ve savunmacılar çok az bir kuvvetle bu kadar büyük ve kesin savaş kazanmamışlardır. Ancak böyle bir muvaffakiyeti Kanije Kalesi rnüdafiileri ve onların kumandanı, zaferler tiryakisi, bir kabı Alacaatlı, diğer lakabı Tiryaki olan Hasan Paşa ki, bu q7 vasmdaki ihtiyar delikanlı dünya harp tarihine silinmez harflerle adını yazdırtmıştır. Bu şanlı destanı, mümkün merbe detaylarıyla anlatma arzunusu duyuşumuz sadece bir zafer olmasından değil Allah'a inanç, Resulûllaha bağlılık, millete sevgi, vazife aşkının yüceliğinin buram buram tütmesinden gelmektedir.
Arşidük Maksimilyen, kırk bin kadar asker ve dev gibi gülleler atan kırkiki topla Kanije kalesini muhasara etti. Ve sabah, akşam kaleyi toplarla ateş yağmuruna tuttu. Tiryaki Hasan Paşa, sadrazama bir haberci gönderme lüzumunu duydu. Küçüklüğünden beri yanında yetiştirdiği bir kaç lisan bilen Karapençe adlı serdengeçtisini yardım isteğiyle göndermeye karar verdi. Karapençe, paşasının emrini yerine getirmek üzere derhal yola çıktı. Çok kısa zamanda sadrazamı Belgrad'da bulup mektubu veriverdi. Veziriazam daha evvel söylediğimiz ve esir düşme tehlikeleri geçirdiği sefere gitme hazırlıkları içinde idi. Karapençenin getirdiği mektuba cevabı İstoni Belgrad üzerine gittiği ve dönüşte imdada geleceği meyanında idi. Karapençe derhal paşasının yanma dönüp
cevabi mektubu verdi.
SadrazaVıdan gelen mektubu okuyan Hasan Paşa bu mektubun rnücahidler arasına iyi tesir yapmayacağını tahmin ederek, kendisi bir başka mektup kaleme aldı. Düzenlediği mektupta sadrazam güya şöyle diyordu: «Gazilerimin hepsinin fedakârca, kahramanca müdafaaya gayret göstereceklerini biliyorum. Çok yakında bizde oraya gelir ve ol gaileyi hep beraber ortadan kaldırırız.» Tiryaki Hasan Paşa, bütün mücahidleri toplatıp onların kuvvei maneviyelerini yükseltecek bu mektubu okuttu. Metubun münderecatı mücahitlere bir sürür ve sevinç onun yanında da gayret husule getirdi.
Bütün bunlar olmakta iken Arşidük Maksimilyan kuvvetleri Kanije Kalesine girebilmek için Berk Suyu üzerinde bir köprü yaptırmıştı. Tiryaki Hasan Paşa, ani bir huruçla köprüyü ateşe verdi. Bu sırada Serdarı Ekrem Yemişçi Hasan Paşanın kuvvetlerinin bir bölümüne kumanda eden Kethüda Mehmed Paşanın, Arşidük Matyas'a karşı yaptığı bir savaşta paşanın mağlup ve savaş sırasında şehid olduğu haberini de alan Tiryaki Hasan Paşa bu olayın meydana getirmesi muhtemel sıkıntıyı düşünmeye başlamıştı. Arşidük Maksimilyen ise köprü inşaatı yapmaktan yılmamış ikinci bir köprü yapmaya başlamıştı. Bu inşaatada bir baskın veren mücahidler köprüyü işe yaramaz hale getirdikleri gibi çekilme sırasında iki esirde yanlarına almayı ihmal etmemişlerdi. Bu iki Avusturyalı esiri sorguya bizzat çeken Tiryaki Hasan Paşa istintaktan sonra Kara Ömer Ağa'ya "Al bunları öldür» diyerek verdi. Halbuki Paşa, Ömer Ağa ile daha evvel kumpasını kurmuştu. Ömer Ağa esirleri alıp kalenin dibine götürüp, kendisinin de onlardan olduğunu paşanın öldür demesine rağmen kendilerini öldürmeyeceğini, hava kararır kararmaz serbest bırakacağını, bu paşanın çok kurnaz olduğunu, Macarlar ile anlaşmak üzere bulunduğunu, kalede cephane ve barutun bol olduğunu yeterli miktarda askerin bulunduğunu anlattı.
Esirlerin ellerine de durumun çok iyi olduğunu isbat etmek İçin beyaz ekmek verdi ve karanlık olunca onları salıverdi. İki esir kurtuluşlarının sevinci ile derhal Arşidük Maksimilye-nin yanına gidip durumu anlattılar. Arşidük Macarlarla anlaşma yapmak üzere olan paşa bu işi yapabilecek kabiliyette olduğunu bildiğinden büyük bir endişeye kapıldı. Arşidük Matyas o sırada emrindeki Macar kuvvetleriyle Avusturyalıların yapmakta olduğu muhasaraya katıldı. Yanıdna getirmiş oldukları Kethüda Mehmed Paşanın ve bazı ileri gelen mücahidlerin kafalarını sopalara geçirip nehir üzerindeki sallardan birine koyup kaledeki mücahidlere seslendiler: «Bu kafaları tanıyan beri gelsin baksın zarar vermeyiz.» Bu kafalar söz konusu paşa ve bazı arkadaşlarına aitti. Hasan Paşa bunların düzme olduğunu çünkü Karapençe'nin Sadrazamın yanında olan Kethüda Mehmed Paşanın elini öptüğünü onamı inanacaklarını yoksa kâfirlere mi İnanacaklarını sordu. Gaziler: Müslümana inanmak icab eder dediler. O zaman paşa; bu kafalar sizin zihninizi meşgul eder diyerek kale toplarından birini söz konusu sala çevirip bizzat nişanlayıp, ateşleyerek salı batırdı ve kafaları göz önünden kaldırdı.
Avusturya ve Macar birlikleri, çok büyük bir hücuma kalktılar. Kale burçlarını da dahi çıkmaya muvaffak oldularsa de, her yere yetişen Hasan Paşa «Koman gazilerim, urun yiğite-rim» diye bağırıyor mücahidini İslâmı gayrete getiriyordu. Göğüs göğüse yapılan bu mücadele düşman emeline nail olamayarak geri çekildiğinde onsekizbin ölü bırakmıştı. Ağır yaralılar arasında Papa 8. Kalomenin kardeşide vardı. Bu yaraların tesirinden daha sonra ölmüştür. Küffar taarruzun başarısızlığını görünce, kaleyi kesif top ateşine tutmaya başlamıştı. Kak artık tamir olunmaz bir hale geliyordu. Oda yetmezmiş gibi, kale'de barut çok azalmıştı. Tabii bir yerden yardım gelmemesi de çabaydı. İşte Cenab-ı Mevlâ bunada Clzun Ahmed adlı bir gazi vasıtasıyla çare nasib etmişti. Uzun Ahmed Ağa,. Berk Suyu kıyısındaki söğüt ağaçlarından kömür yapmış, bunu güherçile ve kükürd ile karıştırarak barut eksikliğini izale etmişti.
Tiryaki Hasan Paşa'nın iki kölesi fırsatını bularak kalenin 9'zli kapısından kaçmışlar ve düşman ordugâhına gitmişlerdi- Paşanın ve kalenin bir çok sırlarına vakıf olmaları büyü bir üzüntü meydana getirmişti. Tiryaki Hasan Paşa bunun da çaresini dehşetengiz zekâsıyla buldu.
Derhal küçük bir birlik gönderip dört kişi yakalattı. Yakalananları yanma getirip onlara sordu: «İki tane adamımı gönderdim kralınızla görüştü mü.» diye sordu. Onlarda: »Evet bi-rininin adı Kenan diğerinin Handanmış, yiyecek ve barutlarının olmadığını asker sayısının ise azaldığını bu sebeble taarruz edilirse netice iyi olur» dediklerini söylediler. Hasan Paşa, Kara Ömer Ağa'ya bunları da öldür diye emir verdi. Kara Ömer ağa esirleri alıp gitti Onlara biraz bağırdı. Siz ne biçim adamsınız hep esir düşüyorsunuz? Ben, sizleri kurtara kurta-ra bir gün kendim ele geçeceğim ama benim imdadıma kimse yetişmeyecek... Şimdi beni dikkatle dinleyin:
«Sizden evvel gelen iki esiri bu paşa yine bana vermişti. Öldürmemi emretmişti. Bende sizlerden olduğum için onları salmıştım. Bu paşa çok kurnaz bir adam, o Handan ile Kenan paşanın has adamlandîr. Onları bizzat paşa gönderdi. Kalede bütün işler yolundadır. Barutta var, zahirede var. asker ise oda var. İşin daha ehemmiyetli tarafı Macarlarla anlaşma imkânı gün geçtikçe daha çok mümkün hale geldi. Avusturya ordusundan bazı firarlar Macarların canını sıkıyor-muş» dedi. Filvaki o sırada Avusturya ordusundan dondurucu soğuklar yüzünden firarlar oluyor ve Arşidük Maksimüyen bunu önleyemiyordu. Kara Ömer Ağa, bunların eline bir çuval beyaz ekmek vererek salıverdi.
Tiryaki Hasan Paşa yine Karapençeyi yanına çağırmış, kendisine iki mektup vermiş, bunun bir tanesini düşman ordugâhına yakın bir yerde bırakmasını tenbih ediyordu. Düşmanın eline geçmesini istediği mektubu paşa şu mealde kaleme almştı: «Kalenin pek iyi durumda olduğunu belirten ifadelerden sonra «Küçüklükten beri yanımda büyüttüğüm Handan ile Kenanı düşman ordugâhına gönderdim Bizdenmlş görüntüsü vermelerini istedim. Kale hakkında Ma-arlarla anlaşmakta olduğumuz haricinde ne söylerseniz sövleyin dedim. Barutumuzun az olduğunu, askerin son derece kifayetsiz miktarda olduğunu, yiyecek sıkıntısı baş csösterdiğini söyleyebileceklerine ruhsat verdim. Şimdi sizde son derece hazırlıklı olun ki; zamanında yetişesiniz.» Bu mektubu Karapençe güzel bir şekiide paketledikten sonra Avusturya ordugâhı yakınlarına bıraktı. Ve ordan yanındaki ikinci mektubu ve bildiği ahvali söylemek üzere Sadrazamın yanma doğru yola devam etti.
Düşman ertesi gün mektubu bulmuş ve Arşidük Mak-similyen'e vermişti. Arşidük, mektubu okumuş, Kara Ömer Ağanın bıraktığı esirleri dinlemiş ve Hasan Paşanın firari kölelerini casus olarak kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. Tabii casusların uğratılacağı ceza ölümdü... Handan ve Kenan'a ihanetlerinin cezası ölüm olarak verildi... Avusturyalılar başlarını kestikleri Handan ile Kenan'ın başlarını birer mızrağa takmış mücahidlere gösterirken şöyle bağlıyorlardı: «Paşanızın casusları tutuldu görün akibetlerini.» Mücahidler bunu görünce kahkahalar atmaktan kendilerini alamadılar. Ve kumandanları, Paşa babalan Tiryaki Hasan Paşa'ya olan bağdık ve taktirleri bir kat daha artti.
Arşidük Maksimüyen Ferdinand; Handan ve Kenan'ı idam ettirdikten sonra Osmanlıların, Macarlarla acaba anlaşmaları mümkün mü? sorusu kendi kendine sormaya başladığı sırada «Harb Hile'dir» Hadisi Şerifinin esrarına vakıf olduğunu tatbikatla da gösteren kurnaz ihtiyar, yeniden bir mektup ka-'eme almış Serdarı Ekrem Yemişçi Hasan Paşa'ya bu seferde Şöyle diyordu: Daha evvelki malumatlar matlub bir şekilde anlatıldıktan sonra Arşidükü şaşırtan, korkusunu başına sıçratan şu satırlar yer alıyordu; «Erzak ve mühimmat göndermişsiniz bunlar ve Macarların elimize geçmesi için yaptıkları yardım çok makbule geçti. Onlarla taarruz gününün kararlaştırıldığı, böylece Avusturyalıların iki ateş arasında kalacağı...» Tabii bu mektupta sadrazama filân gidecek değildi. Onun varacağı yer yine Avusturya ordugâhı ve Ferdinand'ın eliydi, nitekimde öyle yapıldı. Bu sırada ise çamurlar havaların son derece soğuması ve yağışların yerini kuru soğuğa bırakmasıyla Yemişçi Hasan Paşanın Begrad'dan çıkıp Ziğet-var üstüne doğru hareketi başlamıştı. Osmanlılar bu .haberi kasten çabucak Avusturyalılara duyurunca Ferdinand artık iki ateş değil üç ateş arasında kalacağına inanmaya başladı. İşte panik hali yavaş yavaş kumandanlardan, erata doğru inmeye başlamıştı. Hava şartları son derece zorlaşınca Avstur-ya ordusunun firarilerinin adedi de çoğalıyordu. Kanije Önündeki Berk Suyu da bu dondurucu soğuklardan donmuş, mü-cahidlere artık mâni bir su yolu değil üzerinde rahatça hareket edebilecekleri buzdan bir yol oluvermişti. Ebrehenin filler üstündeki askerlerini Ebabil kuşlarının bombardıman etmesi gibi Allanın yardım ve siyanetini ihlasla istiyen Kanije müda-filerine başka bir tecellisi yardımcı oluyor ve koca nehir buzdan bir asfalt, düşman üstüne uçulacak bir alan oluyordu.
Kara Ömer Ağa, paşasının emriyle üçyüz kişilik bir kuvvetle donmuş nehrin üzerinden uçarcasına bir süratle düşman üzerine şahinler gibi atılırlarken, üzün Ahmed'in imalatı barutların çalıştırdığı toplar güllelerini Ferdinand'ın otağına doğru fırlatırken düşmana ölüm sunuyor, islâm askerine ise zafer parıltılarının görülmesine vesile oluyordu. Kalelerden atılan bu topların ve «Allah Allah» sesleriyle zahirde üçyüz kişinin bâtında kimbilir kaç bin kişilik melâikei Kiram ordusunun, şehid ve salihlerin yer aldığı bu hücum hasebiyle düşmanın yok olan maneviyatı artık toplu bir halde firara başlamalarına kadar varmıştı.
Dedişik kir yönden beşyüz kişilik bir mücahidler kafilesini-, düşman üzerine sevk eden paşa, Avusturyalıların gayrı . mİ bir vaziyette Ferdinand'ın çadırına doğru koştuklarını Ördü. Geride kalan kuvvetin altıyüz kadarını kalede bıraktıktan sonra iki bin kişilik kuvvetle harp sahasına bizzat başlarında olduğu halde indi. Düşman kırkbeş tane topu çalışır vaziyette firara kalkmıştı. Hasan Paşa kendi toplarını ve bu kırkbeş topuda düşman üzerine tevcih etmiş «Gün bizim gü-nümüzdür» diye asakiri islâmını teşci ederken kılıç elde, kaçan sürülere yetişiyor ve omuz üzerinden baş düşürüyordu. Doksan yaşına yaklaşmış, kahraman paşalarının azim ve cevvaliyetini gören kahraman-gaaziîer, düşmanın üzerine atılıyor, onları bu dünya hengamesinden azad ediyorlardı. Cehennemin esfeli safiline gönderiyorlardı.
Nasılsa Ferdinand, askerlerini bir ara nizama sokar gibi oldu. Bu birlikleri derhal Hasan Paşanın üzerine göndermekle kumar oynadığını ve bu kumarı muhakkak kaybetmek zorunda kalacağını ancak sonradan anlayacaktı. Evet Paşa müessir bir kuvvetle beraberse de, direk ona hücum etmek kati bir savaşa girmek demekti. Halbuki düşman henüz kendisini toplanamamış bir haldeyken, Osmanlının en kuvvetli tarafına hücurn etmekle intihar ediyordu. Çünkü Tiryaki Hasan Paşa başta olmak üzere yanındaki İkibin askeri her biri yüz kişiye bedel bir havaya girmişti.
Ferdinand'ın bu askerleri gerisin geriye kaçmaya başladıkları zaman Hasan Paşanın ayaklarının dibinde otuzbin düşman askerinin başı yatıyordu. Arşidük Ferdinand, yanına ahğı yüz kişi ile ricat değil, kaçmaktan başka çare bulamadı. Tiryaki Hasan Paşa, muzaffer olarak Ferdinand'ın ordugâhına girdiğinde gayet kıymetli bir taht ve tahtın önünde uzun bir masa göndü. Taht'a yakınlığıyla değerleride değişen koltuklar bu masanın etrafına dizilmişti. Hasan Paşa çadırda hemen iki rekât namaz kılarak Cenab-ı Hakk'm verdiği zafer ve nûsrete hamd, Resûlullah'ın şefaatine sığınan bir dua'dan sonra keskin kılıcını sıyırıp güçlü koluyla birleşince, kâfirin tahtı ikiye biçilmişti. Nasılki, Selahaddin Eyyûbi Hazretleri ehli salip ordusunun kumandanı İngiliz Aslan Yürekli Rişar'ın bir vuruşta demir kıran gücünü, «Bu sizin kolunuzun kuvveti-bu ise, havaya attığı ipek bir tülü kılıcının keskin tarafıyla ikiye biçip buda bizim kılıcımızın keskinliğini ve kolunun kuvvetini göstererek Selahaddin Eyyûbi'lerin ahfadları olmaya lâyik olduklarını göstermiş oluyordu.
Tarihe, Kanije savunması diye geçen bu zafer hicri 1010 Milâdi 1601'de neticelenmişti. Cİç ay süren bu muhasaranın müdafii islâmın lehine neticelenmesi için şu önemli faktörler rol oynamıştır. Kumandana itaat, onun emirlerine ve tedbirlerine itimat, harp hilelerini fevkalâde kullanmak, sabır ve tahammülün daima en üst seviyede tutulması, savaş alanında ise cesaret ve ustalığın en iyi şekilde gösterilmesidir. Çünkü 4.000 kişilik bir müdafiin yüzbine yakın düşmanı hileler ile parçalaması ve ellibinin üzerine savletle kırkbinini yok etmek muvaffakiyeti yukarıda saydığımız sebeblerden meydana geldiğini düşünmek mecburiyetindeyiz yoksa şüphesiz ki takdir-i ilâhi neyse o olmuştur ve bu günde o olmaktadır bundan sonra da öyle olacaktır.
Bu zaferin haberi 3. Mehmed Hazretlerine ulaştığında, padişah şükran secdesine varmış ve Cenab-ı Hakk'a şükürler edip asakiri islâmiyeye ve Tiryaki Hasan Paşaya Hayır dualarda bulunduktan sonra kalkmış bir hattı hümayun yazdırıp yaptığı bütün tedbirleri takdir ettiği gibi verdiği bütün mansıp ve rütbeleri tasdik ettiğini bildirmiş ayrıca Sadrazam Yemişçi Hasan Paşaya gönderdiği bir hat ile «Tiryaki kulum ile istişare edip beraber rey üzre haber olasınız...» diye tavsiyede bulunmuştur. Bir çok tarihlerin münderecatına aldığı bu hattihümayundan şu parçayı kitabımıza dercetmeyi uygun gördük-
(( senki Kanije Beylerbeyisi ihtiyar kulum ve müdebbir
vezirim Hasan Paşasın. Bu sâl-i ferhunde falde eylediğin hizmet siiddei ulyâya arzolunup sây-i bî diriğin meşkûr ve nâmın nik nâman deften silkinde mastur olmuştur. Berhudar olasın, sana vezaret verdim ve seninle mahsur olan, muktezây-ı tertib-i saltanatiyle manen oğullarımdır. Yüzleri ak ola. Melnuzdan ziyade çalışıp can ve başlarını din uğruna ve bizim yolumuzda diring etmediler... Bundan böyle dahi senin sözüne ram olup her ne hizmet teklif edersen edasına dikkat ve ihtimam üzere olalar, sana itaat ve inkıyat üzere oldukları benim rızay-ı hümayunuma sebebtir. Bu pendmâ-me-i tammemi Gazi kulanm mahzarında okuyup (Atiyu Al-lehû ve atiyu er-Resûl ve ulelemr minküm) manâyı şerifini onlara bildiresin; seninle muhasarada olan kullarıma verdiğin vergi cümle makbul-ı hümayunum olmuştur. Cümlenizi Hak Teâlâ Hazretlerine ısmarladım." Bu tebrikatia yetinmi-yen Hazreti padişah; Damad İbrahim Paşa'nm dul hanımı Ayşe Sultanı Tiryaki Hasan Paşaya zevce olarak nikahlamış ve Hasan Paşayı Hanedan-ı Osmaniye damatlığıyla şereflen-dirmiştk Nice damad olmak isteyenler çıkmıştır bu şanlı hanedana arzularına nail olamayınca da o hanedanı yıkmak için, tasfiye etmek için uğraşmışlardır...
Bütün tarihler müttefiktirki, Tiryaki Hasan Paşa bu hattı hümayunu aldığında ağlamış ve «Ey koca devleti Ali Osman, benim gibi aciz bir kula vezaret ihsan eder» diye feryat etmiştir. Bu kadar büyük bir zaferin sahibi bir adam. verilen vezaretin kendisine çok olduğunu söylerken ve büyük bir te-vazuyla samimi göz yaşları akıtırken son yüzyı! tarihçilerinin büyük bir kısmı «Âli Osman gider, Âli Midhat gelir» diyen sözde paşaların, medihleriyle doludur. O ve onlar gibilerinin kin, hased ve düşmanlıklarını türlü tevilerle örtmeye uğraşırlar...
Herneyse şimdi biz Yemişçi Hasan Paşanın İstoni Belgrad üzerine gitmek üzere hazırlandığı sırada İstanbul'da sipahiler isyanını haber alıp Serdarlığı Lala Mehmed Paşaya terk etmesinden sonraki safahata geçmeden şu noktayı dikkat çekelim: Serhad boylarında zafer kazanan bir ordu varken aynı zamanda da İstanbul'da isyan eden bir ordu bulunuyordu. Yarabbi; ne büyük bir devletti bu bir bölümü kale devşirir, bir bölümü isyan...
Celâli İsyanlarının içinde en önemlisini Karayazıcı isyanı teşkil eder. Bu gaile ancak Sokullazade Hasan Paşanın kumandasındaki devlet kuvvetleriyle Karayazıcının kuvvetleri arasında Elbistan ovasında yapılan ve akşama kadar süren savaşın galibi Sokulluzade, dolayısıyla devlet olmuştu. Ka-rayazıcı da bu hengamede ölmüştü. Karayazıcı kuvvetleri bu savaşta otuz bin kişilik bir kuvvetle devlete karşı koymuştu. Hazin tarafı şuydu ki; akan kan müslüman kanıdır ki; vahki vah...
İçteki Celâli isyanları, dıştaki seferlerin kesin muvaffakiy-yetler göstermemesi şeklindeki tefsirler yüzünden sipahiler isyan etmişler, padişahı ayak divanına çağırmışlardı. Kötü gidişatın sebebini Mabeynci Gazanfer Ağa, Sadaret Kaymakamı Saatçi Hasan Paşa ve 4. Vezir tırnakçı Hasan Paşa iie Kızlarağası Osman Ağanın icraatlarından sayıp kellelerini istemişlerdi. Padişah aktedilen bu divanda büyük dirayet gös-terdiyse de Mabeynci Gazanfer Ağa ile Kızlarağasının kellerini kurtaramadı. Gözleri önünde yapılan idamların verdiği teessürden hüngür hüngür ağladı.
Bu sırada isyan haberini almış olan Yemişçi Hasan Paşa İstanbul hududuna gelmiş fakat isyanın devam ettiği haberini aldığından gündüz gözü ile şehre girmemişti. Gece olunca konağına giden sadrazam, padişaha haber gönderip kendisini yapacağı hareketlerde desteklemesini istedi. Padişah Hazretleri mutabakatını bildirdi. Son divan toplantısında sadaret kaymakamlığına getirilmiş olan Mahmut Paşa ve Kazaskerler, sert tedbirler almaya kararlı sadrazamı destekleyeceklerini söylediler. Bu sert tedbirler için Şeyhülislâmdan fetva almak icab ediyordu. Fakat Şeyhülislâm ortalarda görünmemişti. Sadrazam bu işte Mahmud Paşanın parmağını sezdiğinden, padişaha bir arıza yollayarak Mahmut Paşanın fırıldak çevirdiğini, gözünün veziriazamlıkta olduğunu bildirip, kendisinin ertesi günü yeniçerilere hitap edeceğini, padişahın bir hattı hümayununun meseleyi hal edeceğine inandığını bildirdi. Padişahın şu mealdeki mesajı hakikaten meseleyi hâl etti. «Benim yiğit kularım; atalarımdan beri bana sadık kaldınız. Sizi her zaman yanımda hissettim ve hissedeceğim. Sadrazamıma sadık kalınız ve destekleyiniz, asileri cezalandırınız.» Padişahın bu mesajını Süleymaniye Camii önünde yüksek bir yere çıkarak okuyan sadrazam yeniçerileri ikna\etmiş oluyordu. Padişahın hattı şerifi yeniçerilerin gözlerini ya,şartmıştı. Kaptan-ı Derya Çağalazade dışında beş vezir ve ulema toplantıya geldi. İlk önce Şeyhülislâm azledildi. Onun yerine faziletli bir zat olan Mustafa Efendi getirildi. Mahmut Paşa azledilip Ferhat Ağa yeniçeri ağası oldu. Ferhat Paşa ileri gelen sipahileri tutuklatıp, At meydanında bekleşen sipahilerin üzerine çullandı. Onları dağıttı. Sipahilerin ikamet yeri olan Kurşunlu Hanı bastı. Böylece sipahi isyanı bastırılmış oluyordu.
Hazreti padişahın büyük oğlu veliaht şehzade Mahmud sultan, Celâli isyanlarını bastırmak için durumadan kendisine bir ordu verilmesini taleb ediyordu. Hakikaten akıllı ve cesur olan bu şehzade tedbirli olamamış, ecdadında meydana gelen bu tür İsrarların taleb edenlerin hayatlarına mai olduğunu hatırlayamamıştı. Eğri oturup, doğru konuşalım. Yavuz Selim Cennetmekân, babası Hazreti Bayazıd'ı Velî'yi böyle yaparak tahttan yolcu etniemişmiydi? Şehzade Mustafa sultan ve Şehzade Bayezid sultan, Kaanuni Sultan Süleyman Hazretlerine aynı şeyleri yapmayı düşünmemişlermiydî? Ve âkibetleri ölüm olmamışmıydı? Öyleyse Şehzade Mahmud sultana da akibet ölümdü fakat beraberinde bir Şeyh efendi ve annesi de aynı ölümün kucağına sürüklenip gitmişlerdi. Devletin gözyaşı yoktur ve olamazdı da... Fakat evlat acısı şüphesiz ki başka bir şeydi. Sultan 3. Mehmed Hazretleri bu elim karardan sonra çöktü, çözüldü, artık hasta bir hale dönüştü.
Valdesuîtanın isteği üzerine Hazreti padişah Yemişçi Hasan Paşayı azletti. Bir kaç gün geçtikten sonra Bostancıbaşı, Hasan Paşanın Hasköy'deki çiftliğine gelip onu hanımının yanından alıp ölüm fermanını tebliğ ediverdi. Ve çiftliğin bir kuytu köşesinde hüküm boğulma suretiyle infaz olundu.
Vezaretıuzma makamına celadeti yüzünden Yavuz lakablı Malkoç oğlu Ali Paşa, sadaret kaymakamlığına Kâzım Paşa getirilmişti. Mısırda bulunan yeni sadrazama mührü hümayun gönderildi. Yavuz Ali Paşa ortalığı düzelterek geldi ve doğruca Tuna üzerine gidip küffar üzerine cihadda olan ordunun dizginlerini eline aldı. Hazreti padişah da, sadrazamından gelecek cephe haberlerini daha çabuk alabilmek için Edirneye gitmişti. Orada kâfir cephesinde yapılan savaşların nauvaffakiyyetin asakir-i islâmda kalması için dualar ediyor, her gelen haberi bizzat karşılıyor ve talimatlar hazırlıyor ve bunları cepheye gönderiyordu. Ne varki her zaman olduğu qibi küffar üzerine yüklenen islam ordusu yine her zaman olduğu gibi doğu hududumuzdan İran Safevilerinin azgınca tarizlerine hedef olmuştu. Bu da yetmiyormuş gibi Celâli hareketleri de yer yer devam ediyordu. Bu sıkıntıların ağırlığı gün geçtikçe padişahın sıhhatini menfi bir şekilde tesiri altına alıyordu.
Yorgun ve düşünceli bir halde yaptığı gezintiden dönerken, karşısına çıkan bir derviş tıpkı ceddi 2. Murad Hazretlerine olduğu gibi seslendi: "Hazır olmalısın, büyük gün geliyor.» padişah bu ikazı dinledi, gülümseyip hayrı istedi, Rabbine şükretti ve ellibeş gün sonra sekiz yıl kaldığı Osmanlı tahtında Hicri 1012, Milâdi 1603 tarihinde vefat ettiğinde 38 yaşında idi, Hazreti padişah gayet iyi şiirler kaleme almıştı. Sinlerinde «Adni» mahlasını kullanırdı. Ayasofya Camii civarında babası Cennetmekân 3. Murad Hân'ın yanında ebedi uyku-sunu uyumaktadır. Abid ve Zahid bir kul olan hazreti padişah devrindejdarecilerin zayıf olması arada bir kıymetli devlet adamlarının çıktığında derhal muvaffakiyyet ibresinin yükseldiği görülür. Üç şehzadesi dünyaya gelen padişahın, Şehzade Selim sultan ve Şehzade Mahmud sultan biri hastalıktan diğeri siyaset hatasından vefat etmişler, Osmanlı tahtı onbeş yaşındaki Şehzade Ahmed Sultana kalmıştı.
Cennetmekân padişah, Eğri Fatihi ve Haçova galibi olarak daima Hoca Saddeddin Efendi Hazretleriyle beraber anılagel-mistir. Nasıl ki; Fatih Sultan Mehmed denince Akşemseddin akla gelirse...
Cenab-ı Mevlâ rahmetiyle rahmetlendirsin Hazreti padişah ve onun mürşidi Hoca Saadeddin Efendi Hazretlerini.
Türk tarih kurumu yayınlarından neşredilmiş bulunan Çağatay üluçay'a aid "Padişah Kadınları ve Kızları" adlı çalışmada bu padişahın mezkûr mevzu üzerindeki yedi satırdan ibarettir. Biz bunu sahifemize aynen dercettikten sonra başka kaynaklara başvurmak suretiyle daha bir geniş malumat ar-zetmeye çalışacağız Handan Sultan: 3. Mehmed'in başhase-kişidir. 1590'da şehzade Ahmed'i doğurduğuna göre ilk eşi olmalıdır. 1603'de eşinin ölmesi üzerine oğlu 3. Ahmed (1. Ahmed olması lâzım. m. h)'İn validesultanı oldu. 3. Mehmed'in ölümünden iki sene sonra Handan Sultanda öldü (1605), Ayasofyada ki eşinin türbesine gömüldü. Handan Sultan Menemen ve Kilizman haslarını, bazı yerlere vakfettiği biliniyorsa da, bunların nereleri olduğu tesbit edilemiyor" Demekte.
Yılmaz Öztuna bey, değerli çalışması "Devletler ve Hanedanlar" adlı çalışmasında 3. Mehmed'in hanımlarını şöyle tanıtıyor: Fülâne haseki 1566'da doğdu 1603'de öldü. Vefatında 37 yaşında olup, evliliği 1579'da oldu. Veliahd şehzade Selim'in annesidir. Bu haseki taun hastalığından vefat etmiştir. Fülâne Haseki 1571'de doğmuş 7/mayıs/1603'de ölmüştür. Şehzade Mahmud'un annesidir. Oğlunun idamının peşinden denize atılmak suretiyle boğuldu. Handan Valide Sultan 1574'de doğmuş vel605/26/kasımda 31 yaşında olduğu halde ölmüştür. 3. Mehmed ilel589'da evlenmiş ve daha sonra 1. Ahmed, unvanı ile padişah ve halife olan erkek çocuğunu dünyaya getirmiştir. Kocasının türbesinde medfundur.
4. hanım olarak da yine adı bilinmeyip, Öztuna bey'in fülâne hanım diye nitelediği, hemde naibe olduğu halde hem de bu vazifeyi iki defa üstlendiği halde bilinmemesi umulur ki kendisinin arzusuna uygun bir haldir. Abaza asıllı olan bu haseki, 1. Mustafa ile fülâne hanımsultanın annesidir. 1576'da doğup vefatı 1623'den sonradır.
3. Mehmed'in kızlarına gelince; bunlardan Hatice sultan-hanım, Ayşe sultanhanımlann adları bilinmekte, haklarında bilgi verilen iki tane fülâne hanımsulta,n olup, diğerleri hakkında malumat bulunmuyor. Hatice Sultan 1590'da Manisa'da doğmuş, Şehzadebaşı Camiinde Hatice sultan türbesinde toprağa verilmiştir. Evliliğini; 1604'de Mirahur Mustafa Paşa ile yapmıştır. Evlendiğinde 14 yaşında idi. Evlilik müddeti altı yıl sürdü.
Fülâne hanım 1590'da doğdu vefatı 1623'den sonra İstan-buldaoldu. 1604'ün 10. ayında Dâmad Hâin Dâvûd paşa ile izdivacı gerçekleşti, müddeti evliliği onsekir sene sürdü. Kocası; Genç Osman diye anılan 2. Osman'ın katilleri arasındadır.
Başka bir fülâne hanımsultan; 1597'de doğmuştur. 1612/10/şubatında, Cağaioğlu Sinan Paşa ile evlenmiştir, Ayşe Sultan 1598'de İstanbul'da doğmuş ve Dâmad Hüsrev Paşa ile izdivacı 28/ağustos/1613'de olmuştur.
Ayrıca; 3. Mehmed'in kızlarından yedi tanesinin adları bilinmemekle beraber, damadlarında bilinmediğinden, Öztuna bey, fülâne sultan-fülan ağa gibi, altı tane eşleştirme yapmıştır. Babaları 3. Mehmed'in vefatının on yıl sonrasında yapılan bu evliliklerin, 1. Ahmed hân tarafından yaptırılmış olduğunu söylersek hata etmiş olmayız.
3. Mehmed'in oğullarına gelince; Istanbulda 1580'de doğan Selim, 17 yaşında öldü ve 2. Selim türbesinde gömülüdür. İ581'de doğan şehzade Cihangir'de 15 yaşında vefat etti. 3. Murad türbesine defnolundu. Manisada 1587'de doğan şehzade Mahmud, 1603'de boğdurulmak suretiyle kati edildi. 18 yaşına iki ayı kalmıştı. Şehzadebaşı camiindeki vâiide-sinin yanına defnolundu. 3. Mehrned'in, 4. oğlu Ahmed, 1, Ahmed unvanıyla tahta geçti, 5. oğlu Mustafa'da, 1. Mustafa unvanıyla, padişah olmuştur. Manisada doğan 3. Mehmed'e ait bebek şehzadeler, Manisa'daki şehzadeler türbesindedir-ler. 1615'lerde Yahya adını takınarak, 3. Mehmed'in oğlu ve-de 1. Ahmed'in ağabeysi olduğunu söyleyen Rum biri avru-pa saraylarında cevelân etmiştir.
3. Murad'ın son sadnazamlığını, 3. sadaretinde tamamlayan Koca Sinan Paşa, görevinde bir müddet ibka olunduktan sonra 16/şubat/l 595'de infisa! etdi. Yerine 43. sadrıazam Ferhad Paşa 2. sadaretine geldi. Ancak 4 ay, 19 gün süren vazife sonunda yerini tekrar, Koca Sinan Paşanın 4. sadaretine terk eyledi ve bu zatda selefinden, üç gün eksik olarak mührü hümayunun sahibi olabildi. Bunun infisalindede târihler 19/kasım/1595'in işaretini veriyordu. Araya pek kısa sayılan 44. sadrıazam Lala Mehmed Paşanın dokuz günlük sadareti girdi ve mührü hümayun bu defa da 4 ay, 5 gün kalmak üzere 5. defa Koca Sinan Paşa ya geri döndü. Sinan Paşanın beş sadaretinin toplamı, 7 sene, 4 ay, 24 gün tutmaktadır.
45. sadrıazam olarak Dâmad İbahim Paşa ayrı zamanlarda üç defa geldiği ve toplam olarak 3 sene, 11 ay; 27 günlük, bir hizmet vererek ülkenin iki numaralı adamı olmuştu. Ca-ğaloğlu Yusuf Sinan Paşa, 46. sadrıazam olarak 1 ay, 19 gün, ve 47. sadrıazam Hadim Hasan Paşa 5 ay, 6 gün, 48. sadrıazam Cerrah Mehmed Paşa 8 ay, 27 gün, 49. olan Yeişçi Hasan Paşaysa; 2 sene, 3 ay, 7 gün makamda kalabil-jS 50. sadrıazam Malkoçoğlu Yavuz Ali Paşa, 3. Mehmed'in son sadnazami olmuştur.
Görüldüğü gibi 3. Mehmed, sadaretin nice kişileri öğüttününü görmüştür. Padişahın vefat târihi olan, 21/ara-hk/1603'e kadar sadaret değişikliği 12 defa olmuştur. Bunların biri üç, diğeride iki defa geldiğinden, aslında yedi kişi ile saltanat devrini doldurmuştur 3. Mehmed hân.
Şeyhülislâmlara gelince 3. Mehmed tahta çıktığında ma-kam-ı meşihatde, Bostanzâde baba yadigârı olarak vazifedeydi. Bu zat vefatıyla boşalttığı makamda 7 sene, 9 ay, 17 gün kalmış bunun 3 sene, 2 ay, 15 gününü 3. Mehmed'le çalışarak geçirmişti, l/nisan/1598'de vefat eden, Bostanzâ-de'nin yerine, iki padişaha hocalık yapan ve Cami'ür Riyase-teyn unvanı alan Hoca Saadeddin Efendi 2/ekim/1599'a kadar ancak 1 sene, 6 ay, 1 gün vazifede kalabildi.
25. şeyhülislâm, Mustafa Sunullah Efendi 1 sene, 10 ay, 1 gün kaldığı makamın 25. si oluyordu. Hocazâde Mehmed Efendi 2/ağustos/1601'den, 4/ocak/1603'e kadar en genç şeyhülislam olarak, 1 sene, 5 ay, 3 gün, 26. Şeyhülislâm olarak vazife yaptı. Onu takiben 1 ay, 5 gün'lüğüne Sunullah Efendi 2) defa geldi ve peşinden Ebü'l Meyamin Mustafa Efendi 8/şubat/1603'de geldiği vazifede, 8/haziran/1604'e kadar kaldıysa da 30. şeyhülislâm olarak 21/aralık/1603'de padişah 3. Mehmed'in cenaze namazını kıldırmış idi. Böylece yedi şeyhülislâm değiştiren 3. Mehmed, Sunullah Efendinin iki defa makam-ı meşihate gelmesi esasda işin altı zât ile geçirildiğini ortaya koyar.
.
SULTAN 1. AHMED
Yavuz Ali Paşa'nın Vefatı
Batı Cephesinde Sulh Çalışmaları
İran Cephesinden Haberler
Yine Batı Cephesi
Celali Tenkiline Padişahı Davet
Derviş Paşa'nın Sadareti
Ferhad Paşa'nın Serdarlığı
Derviş Paşa'nın İdamı
Zitvatorok Antlaşması
Kuyucu Mürad Paşa'nın Sadareti Ve Celâli İsyanlarının Tenkili
Kuyucu Mürad Paşa'nın İran Seferi Ve Vefatı
Damad Nasuh Paşa'nın Sadareti Ve İdamı
Damad Mehmed Paşanın Sadareti
Damad Halil Paşa'nın Sadareti
Galata Kadı'sının Şapka Giyenden Vergi Alması Ve Cizvitler
Sultan Ahmed Camii Ve Azız Mahmüd Hüdai Hazretleri
Sultan Ahmed Hazretlerinin Vefatı
Sultan 1. Ahmed'ın Hanımları Ve Çocukları
Sultan 1. Ahmed'in Sadrıazamları Ve Şeyhülislâmları
Babası: Sultan III. Murad
Annesi: Safiye Sultan
Doğum Tarihi: 1566
Vefat Tarihi: 1603
Saltanat Müd.: 1595-1603
Türbesi: İstanbul'dadır.
Hicri 998, Milâdi 1590 yılında Manisa'da dünyaya gelen padişah 1. Ahmed, babası 3. Mehmed'in vefatında henüz on-dört yaşında idi. Hicri 1012, Milâdi 1603 yılında dar-ü beka alemine intikal eden merhum padişah, artık şehzadelerin vilayetlerde valilik yapmalarını ortadan kaldıran kararın sahibi olarak ne kadar isabetli hareket ettiğini ölüme mahkûrn-et-mek zorunda kaldığı veliaht şehzade Mahmut sultan vesilesiyle dünya gözüyiede şahid olmuştu. Merhum Padişah 3. Mehmed, vefat ettiğinde bu elim vak'adan ne sadrazamın, ne diğer devlet adamlarının nede ahalinin haberi vardı. Babasının ölüm haberini öğrenen genç padişah kendi elleriyle yazdığı bir tezkereyi sadaret kaymakamı Kasım Paşaya gönderdi. Kasım Paşa kendisine getirilen bu hatt-ı şerifi bir türlü sökemedi. Kasım Paşa'mn bildiği tek bir şey varsa bu da padişah 3. Mehmed'in hattı olmadığıydı.
Yoksa padişah hazretleri Kasım Paşayı deniyor muydu? Bu deneme ihtimalini aklından geçiren Kasım Paşa; daha evvelki şehzade Mahmud sultan ile şeyhini ve talihsiz şehzadenin talihsiz annesini hatırladı. Bu tahattur, Kaymakam Paşayı devlet kâtibi Hasanzâdeyi yanına çağırtıp yazıyı beraber okuma tedbirine sevk etti. Hasırîzâdenin yardımıyla hatt-ı söktükleri zaman şu metin meydana çıkmıştı: «Kaymakam paşa; babam, Cenab-i Hakk'm verdiği nefes sayısını tamamladı. Dar-u Beka'ya intikal eyledi. Ben, senin efendin oldum. İntizamı sağla, en ufak bir olayda kellen gider, böyle bilesin.»
Kasım Paşa derhal saraya koştuğunda genç padişahı taht'ta oturur gördü, eteğini öptü ve ilk emri aldı: «Tiz baba-rnın defn hazırlıklarını gör.» Bu sırada ise divan azalarına
ce|e toplantı var diye haber salındığından saraya koşan Hevletin ileri gelenleri derhal taht odasına alındılar. Taht'ın 'nünde toplantının mevzuunda tahminler yapmakta vakit geçirirlerken ve 3. Mehmed hazretlerinin gelmesini bek-levenler birde baktılar ki, kararlı ve süratli adımlarla taht'a yürüyen ondört yaşında, genç bir yiğit idi. Bu genç yiğit veli-ahd şehzade Ahmed Sultandan başkası değildi. Genç padişah taht'a oturunca toplantıya gelenler; 1. Ahmed'in sarığın-daki siyah şeritten 3. Mehmed'in vefat ettiğini anlamış oldular. Yeni padişaha taziyetlerini bildirdiler ve saltanatının din-i islâma hayırlı olmasını temenni ettiler.
Yine bir haberci ile Malkoçoğlu Yavuz Ali Paşanın sadrazam ve serdar-i ekrem sıfatıyla bulunduğu Beigrad'a haber gönderildi. Yavuz Ali Paşa, padişahın vefatından sonraki sekizinci gün deraadete gelmişti. Burada bir düşünelim ve kendi kendimize soralım: O zamanki vasıtalar at ve arabadan ibaret olduğuna göre bu sür'at nasıl temin olunuyordu?
İşte her şeyin kolayının bulunması iyi bir organizasyona bağlıdır. Bu organizasyon daima terakkiye de dönük olmalıdır. O zamanın şartlan içinde Osmanlı devleti bu haberleşme müessesesini bir takım menziller kurarak gerçekleştirmişti. Bu menziller ;az aralıklı olarak memaliki Osmaniyyenin bir ucundan diğerini örümcek ağı gibi kucaklamıştı. Bilindiği gibi beşbin ve onbin metrelik mesafelerde atların gösterdiği performans bu günün taksilerinin sür'atinden pek aşağı kalmazdı. Dolayısıyla on, onbeş kilometrede bir yapılan at değiştirmeleri uzun mesafeleri kısaltmış oluyordu bir bakıma. Haberciler ve haberi aldıktan sonra istenen yere gelecek olanlar bu menzil teşkilatlarının hazırladıkları atlara vakit ge-Çırmeden binerler ve devamlı yüksek sür'at ortaya koyarak Çok kısa zamanda hedeflerine varırlardı. Şimdi akla bu kadar SUr at yapmak için böyle büyük bir teşkilat ve atların çatlarcasına koşturulmalarının lüzumsuzluğunu ileri süren hayvan sevenler olacaktır bizde sorarız: Bu gün bu mesafeleri çabuk almak için uçak yolculukları, bazen de bu uçakların düsme-leri yüzünden kaybedilen hayatları göz önüne alırsak, bu menzil teşkilatlan hakkında yukarıdaki masraf ve hayvanların akibetlerini soranlara bizde yukarıda yazdığımız uçak masraflarını ve kazalarda yitirilen insan hayatlarını ileri süreriz.
Elhasıl teknolojinin terakkisi bizler insanlar içindir. İnsanların en şereflileri müslümanlar olduğu için bütün terakkiler bizim içindir. Ecdadımız daima en mükemmeli kurmuş ve kullanmıştır. İşte Yavuz Ali Paşaya giden haberci bu menzil teşkilatı vasıtasıyla çabucak ulaşmış ve sadrazam da sür'atle Dersaadete gelebilmiştir.
Yavuz Ali Paşa, huzuru hümayuna çıkmış ve Hazreti padi-şah'dan vazifesine devam etmesi hususunda sadır olan fermanla biat merasimini hazırlamaya başladı. Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra biat merasimi icra olunup, askerin cûlüs bahşişi dağıtıldı. Biat merasiminden bir ay sonra sonra Ayasofya Camii şerifinde bir Cuma selâmlığından sonra Haz-reti Padişahın o güne kadar yapılmamış olan sünnet düğünü icra olundu.
Sultan Ahmed Han ve validesi Handan sultan kalbleri merhametle dolu birer insan olduklarını şehzade Mustafa sultanı öldürmeyerek göstermekle kalmamış ileride görülebileceği gibi söz konusu kardeşini kendi oğluna tercih ederek saltanata veliahd bile seçmiş, onun padişahlık ve Halifeliği ihraz etmesini sağlamıştır. Bu olay o güne kadar Osmanlı tarihinde Cengiz yasasının ilk defa rafa kaldırılması oluyordu. Yanız şunu da ilave etmek gerekirki, Mustafa sultan bir gaile çıkaramayacak kadar hasta idi. Yıldırım Beyazıd hazretlerinden beri devlet adamları bu işi devlet adına yaparlar kati kaınunu çalıştırırlardı. Fakat bu genç padişah, merhametli kararlılığı ile birleştirmiş onlara bu fırsatı tanımamıştı.
Bu sırada İran'ın doğu hududlanmıza yapmaya başladığı tazyik, Çağalazade Sinan Paşanın serdar unvanıyla mezkûr vere gönderilmesini intaç etmişti. Beri yandan Sadrazam Malkoçoğlu Yavuz Ali Paşa, Serdar-ı Ekrem unvanını da haiz olarak Macaristan üzerine gönderilmişti.
Doğu hududumuzda Erivan kalesini muhasara eden İran Sahi Abbas, altı ay bu muhasaraya inatla mukavemet eden Şerif Paşayla bir anlaşma yapmış, salimen muhafızların kaleden çıkıp gitmeleri hususunda anlaşmışlardı. Şah Abbas daha evvel ele geçirmiş olduğu ehlisünnet alimlerini hunharca idam etmişti. Tabii bu idamlar Şahın Şia mezhebinden olmasından kaynaklanıyordu. Şah Abbas daha da ileri gitmiş v« Şirvan ve havalisini de zapt etmiş ve ahalisini katliama tabi tutmaktan çekinmemişti. Buradan elini Akçakaleye uzatmak isteyen Şah Abbas bu sefer karşısında cesur ve kurnaz bir müdafi buldu bu zat Karakaş Paşa idi. O sırada acem askerleri havalide yaşayan Ermeni kadınlarının ırzlarını payimal etmekte olduklarından Karakaş Paşa ani bir saldırıyla bunları gafil avlanarak hak ettikleri şekilde kılıçtan geçirdi. Haziran ayında ordu ile beraber İstanbul'dan hareket eden Çağalaza-de ancak Kasım ayı sonlarına Tebriz önlerine gelmişse de, Şah Abbas geri çekildiğinden karşısında insan bulamadığı gibi kış'ta bastırmış olduğundan Van şehrine çekilip kaleye kapanmak mecburiyetinde kalmıştı. Şah Abbas, Çağalaza-de'nin Van kalesine çekildiğini istihbar edince kar, kış demeyip yüklenmişti. Bunun üzerine kış ortasında serdar Çağala-zade, askeri Van gölü üzerinden Adilcevaz tarafına geçirmiş oradan da Erzurum'a nakletmişti. Bu işleri o kadar sessiz halletmiştİki Şah Abbas, Van Kalesi önünde kırk gün beyhude beklemişti.
Sadrazam Yavuz Ali Paşa, Hazreti padişahtan aldığı talimatları havi olarak geldiği yere yâni Macaristan ovalarındaki orduya iltihak etmek üzere yola çıkmıştı. Yolda hastalanan Sadrazam, Belgrad'a vardığında rahmet rahmana erişti. Hazreti padişah, Sadrazamın vefat haberini aldığında hemen gereken istişareleri yaparak bilhassa hocası, Hoca Mustafa Efendinin tavsiyesine uygun olarak Lala Mehmed Paşa'yı sadarete tayin eyledi. Lala Mehmed Paşa, hemen Budin ve Es-tergon üzerine gitmişse de harb mevsiminin geçmiş olması hasebiyle bir netice alamadı ve kışlamak üzere Belgrad'a dönüldü. Hicri 1013 Milâdi 1604.
Bu sırada Şeyhülislâmlık makamına İkinci defa olarak Sunuhi Efendi tayin buyruldu. Bâb-ı Alî; Fransa, İngiltere ve Venedik ile diplomatik münasebetler teminini araştırıyordu.
Çünkü İran Şahı Abbas, devleti aliyye aleyhinde Papalık dahi! bütün Avrupa devletleri ile ittifak edici münasebetler kurmaya çalışıyor ve bunda bilhassa Papa ile ittifak temin etmeye muvaffak olmuştu. Fakat bu ittifak askeri sahada değil, politik alanda kurulabilmişti.
Bundan dolayıdır ki; Osmanlı Devletinin artık Avrupa saraylarında cevelan eden politikaları gayet yakından takip etmesi icab ediyordu. Çünkü vazgeçilmez bir metod vardır ki o da yabancı devlet adamlarının politikasında kendi emel ve arzularına uygun müşterek hedeflere varacak dönemeçler temin meselesidir. Bunlar onları kâh pohpohlamak kâh mali destek sağlamakla mümkündür; fakat bütün bunları yapabi-mek için evvelâ o ülke ile diplomatik münasebetlerin bilfiil başlaması ile mümkündür.
İşte bu sebeble Osmanlı Devleti yukarıda mezkûr devletlerle politik münasebetler araştırma cihetine gitmeye karar vermişti- Tabii bunda padişahın gösterdiği hedefler esas unsurdu. Hazreti padişahın tahta geçişi sırasında sadaret kaymakamı olan Kasım Paşa bir müddet sonra Anadolu Beylerbeyliğine tayin olunmuştu. Ne var ki bu paşanın yaptığı zulüm ve gün geçtikçe irtikap ettiği zulmün artması ardı arkası kesilmeyen şikâyetlerin ta padişahın kulağına kadar gelmesine müncer oldu.
Hazreti padişah bu zalim adam için bir hatt-ı şerif yazdırıp idamını emretti. Bostancıbaşı bu emri icraya memur olundu. Hakkında hükmü padişah fermanını ve yerine getirmek üzere bostancı başının Anadolu'ya geçtiği adamları vasıtasıyla haber alan Kasım Paşa hemen tedbirler aldı. Hakkındaki hükmün infazını önletti. Hazreti padişah bunun üzerine ikinci bir ferman göndererek Kasım Paşayı kethüdalığa, Anadolu Beylerbeyliğine de Derviş Paşayı tayin etti. Tabii bu Kethü-dalık tevcihi Kasım Paşayı Dersaadete bir fitne çıkarmadan getirtebilmek için ince bir tuzaktı. Bu tuzağa düşen Kasım Paşa Dersaadete geldi ve Kethüda olarak girdiği divan toplantısında, çocuk zannedilen genç padişahın şu sualine muhatap olup hazan yaprağı gibi sararıp titremeye başladı. Sual şuydu:\«Biz seni iki defa yanımıza çağırdık niçin gelmesiz» titremesinin bu suale cevap olamayacağı aşikâr olduğundan Kasım Paganın işi bitmişti. Divanda bulunan Şeyhülislâmdan alınan fetva idam kararının dini müsaadesi oluyordu. Kasım Paşanın boynu vurulup hayat defteri dürülüvermişti. Kasım Paşa Kethüdahk mevkiinde ancak yirmidört saat kalabilmişti. Kethüdalığa tayin edilen Sarıkçı Mustafa Paşaya, Hazreti Padişah; «Selefinin halini görürsün, ona göre hizmet eyle yoksa akıbet bu haldir.» diyerek ikaz etmek lüzumunu duymuştu. Çok geçmeden padişahın ikazından korkan Sarıkçı Mustafa Paşa yerini muhafaza edebilmek için kulis faaliyetlerine girişti. Her taraftan bu kulislerin ihbarını alan padişah işin sonunu beklemeye başladı. Şimdi kethüda, Şeyhülislâmın ayağının altına karpuz kabuğu koyma çalışmalarına başlamıştı. İşte bu Sarıkçı'nın sonu oldu. Vazifeye başlarken yapılan ikaz genç padişahın dudakları arasında bu sefer tek kelime olarak çıkmıştı; «Kaldırın.» Bu söz Sarıkçı Mustafa Paşanın selefi gibi boynunun vurulması emriydi. İcabı yerine getirildi. Geçen zaman padişahın onbeş yaşını doldurmasına ve ilk evladı Osman sultanın dünyaya gelmesine şahid oldu. Osman adlı bu şehzade ileride kendi safhai hayatı anlatılırken görüleceği gibi Osmanlı tarihinin en acı vak'aları-ndan birine uğratılacaktır. Şehzadenin doğumu yedi gün yedi gece şenliklerle te'sit olundu. Fakirler doyurulup ceplerine harçlıklar konuldu.
Bilindiği gibi ondört seneden beri batı hududlanmızda küf-fâr ile cenk ediliyordu. Bu cenklere, gerek Anadoluda Celâli hareketleri gerekse Iranın mütecaviz durumu sebebiyle son verilip mezkûr huzursuzlukların ve İran tecavüzatının yok edilmesi için bir heyeti murahhasa kurmuş ve Diyarbekir eski Beylerbeyi Murad (Kuyucu) Paşa idaresinde müzakerelere başlamıştı. Padişah, Sadrazam Lala Mehmed Paşa'yı Maca-ristandan geri çağırdı. Bu fermana uyan Lala Mehmed Paşa Istanbula geldi. Padişah-ı şahanenin huzuruna çıktı. Hazreti padişah doğu sınırlarımızda İran tecavüzatından dahilde ise Uzun Halil adlı eşkiyanın hareketlerinin bastırılması için Ma-caristandaki savaşın şerefli bir barışla bitirilmesi icab ettiğini bunun için mutlak surette Estergon Kalesinin fethi gerekir diye noktai nazarını bildirdi. Avusturyalılar ile sulh yapılırsa çok daha güzel olur buyruldu. Bu talimatı alan Lala Mehmet Paşa derhal orduyu hümayunun başına dönerek bir nefeste Estergon kalesini fetihten başka Vişegrard ve Plato kalelerini de mülükü şahaneye ilave eyledi. Hazreti padişah bu muvaffakiyetten pek memnun kaldı. Sunuda tebarüz ettirmek ge-rekirki bu muharebelerde Erdel Voyvodası Bokasi'nin yaptığı hizmetin, padişahı şahanede makbul sayılması münasebetiy-je £rdel Beyliğine ilaveten Macaristan Krallığı dahi kendisine verilmiş ve kendisinden sonraki evlatlarına kalması için müsaade verilmişti. Bokasi, kendisini Macaristanın başşehri olan Budin'e davet eden sadrazamın nezdine giderek yüzüne karşı okunan fermanı dinledikten sonra İstanbulda yaptırılan tacı başına koyan eli sarılıp öptü. Bu el Devleti Osmanİyye-nin Sadrazamının eliydi.
Sadrazam süslü bir kılıcı Bokasi'nin beline taktı. Kaanuni Sultan Süleyman zamanında Avusturyalılardan alınan şehrin camie tahvil edilmiş kiliselerin haricindeki kiliseler Bokasi'nin emrine verilmiştir. Bu krallıktan on sene vergi alınmama okunan fermanda derpiş olunmuştu On seneden sonra yılda onbin duka altını vergi vermesi emrolunmuştu.
Görülüyorki; genel olarak duraklama devri olarak tanımlanan zaman içinde Devleti aliyye hâlâ Avrupalılara kral tayin edebiliyordu. İşte kuvvetli, olmanın ne kadar önemli olduğu bir daha gözler önüne serilmiş oluyordu. Her neyse bu seferi hürnayuhda güzel bir neticeye bağlanmıştı.
Serdar Çağalazade Sinan Paşanın oğlu Mahmut Paşa Diyarbekir Beylerbeyliğine, Şirvan komutanhğınada Ahmed Paşa getirilmişti. Maiyetlerinde onaltı Beylerbeyi, yirmidört sancak bey'i olduğu halde Tebriz gölü sahiline orduyu götürerek mevkii tuttular. Karışlanndaki iran ordusuna hücuma geçtiler. İran askerleri ricat ettiler. Bu ricatı hakiki sanan Köse Sefer paşa ortalarına dalıp takibe başladı. Bir müddet kovaladığı iranlıların esas kuvvetlerini bir tepenin arkasından çıktıklarını görünce durumun fecaatini anladı. Artık yapılacak iş, dişe diş, göze göz dövüşmekti. Sefer Paşa bulunduğu mevkiide öğleden akşama kadar kanlı bir direniş ortaya koyarak ordunun çekilmesine yardımcı oldu. Bu ateşmizac paşa hatasını orduya çekilme imkânı temin ederek telafi edebilmiş oldu. Hava karardığı zaman Sefer Paşa kuvvetleri eri-miş, buna mukabil orduyu hümayun geri çekilebilmişti. Fakat Köse Sefer Paşa da esir olarak Şah Abbas'ın eline düşmüştü. Şah Abbas, Sefer Paşanın kahramanca direnişine hayran olmuş ve mezhebi şia'yı seçerek kendi hizmetine girmesini tekilf etti. Sefer Paşa «Padişahım Efendimin ekmeği kursağımda durur, mezhebim ise dört hak mezhebten biridir. Senin sapık mezhebine ve hizmetine girmektense öiüm benim için bal, börektim cevabını vererek şehadet şerbetine adaylığını koymuş oluyordu. Şah Abbas bu Kahraman paşayı idam etmekten çekinmemişti. İşte şehidler kervanına bir şehid daha katılmıştı.
Bu sırada ise yanındaki maiyeti askerisiyle orduyu hümayuna katılmak üzere gelmekte olan Canbuladoğlu mağlubiy-yet haberini alınca büyük bir maharet göstererek askerini toplamış ve Van'a dönerek yanındaki askeri bir tehlikeden korumuş oluyordu. Fakat Çağalazade Sinan Paşayı karşılamak ve takdir alma ümidiyle yanına vardığında mağlubiyye-tin derin üzüntüsü içinde olan Sinan Paşadan bir sürü hakaret işittikten sonra birde idam hükmü ile karşılaştı. Bu hüküm infaz olunduğunda İran Savaşının mağlubiyyetinin verdiği neticeden daha fena akıbetlere müncer olmuştur.
Bu idam hükmünün infazı otuzbin kendi askeri bulunan Canbuladoğlunun kardeşleri Ali ve Hızır beyler askerleri ile beraber ordudan ayrılıp Halep'e gittiler ve orada isyan bayrağını açtılar. Bütün bu neticelere son derece kederlenen Ça-ğalazade Sinan Paşa Diyarbekir'e dönerken vefat etti. Bu sefere ürrniye bozgunu adı verilmiştir. Hicri "1014, Milâdi 1605.
Sadrazam Lâlâ Mehmed Paşa, Estergon kalesinden başka ufak tefek kaleleride ele geçirmeye devam ediyordu. Öte yandan bir çok esir elde edilmişti. Anadoluda bulunan eski asilerden affı şahaneye mazhar olmuş olan Deli Hüseyin Paşa Tamişvar Beylerbeyliğine getirilmişti. Fakat bu adamın eski huyu depreşmiş olacakki; bulunduğu Tamışvar'da bir çok zulümler ortaya koyuyordu. Bu zulümler bir gün ihanete de dönebilirdi. Zira Batı hududları Doğu hududlar gibi düşünülemezdi. Ayrıca İslâm devleti fetih ettiği bölgede değil zulüm yapmak hak ve adaletin koruyucusu olmakla vazifeliydi.
Bir çok hiristiyan, müslümanların bu tavırlarına hayran kalarak islâmı tetkik etmişler ve ihtida ederek islâmı seçmişler ve insanlık şerefini ihraz etmişlerdir. Bir çok tarihçiler bilhassa ecnebi tarihçiler ve bizden de tam bir islamcı görüşle meseleye bakmayan bazı müverrihler ve son zaman tarihçileri bir çok insana ki, bunların içinde nice yüksek makamlarla din-ü devlete hizmet vermiş olanlar vardır bunları dönme tabiri ile anlatırlar. Halbuki islâmda karar kılana biz ihtida etmiş veya mühtedi deriz.
Dönme ise islâmı kabul etmiş görünen aslında kabul etmeyen diğer bir isimle «Sebateistler» denilen bir yahudi guruptur ki, bu günde dünde bu grup islâm için hainane çalışmalar içindedir.. İşte bunlara ancak dönme demek lâzım ge-lirki, dönmeyen dönmelerdir. Yoksa bir çok hizmet erbabı ihtida etmiş müslümanlar şüphesizki bunlardan çok çok fazladır. Her neyse; bu Deli Hüseyin Paşa zulüm yaparak islâmın razı olmadığı bir harekette bulunduğu için idam olunmuştur.
Tütünün ilk defa bu sırada devleti Osmaniyyede kullanıldığı görülmüş ve çok kısa bir süre sonra şiddetle yasaklanması emr olunmuştu.
Anadoludaki isyanları bastırmak üzere memur olunan Na-suh ve Ali Paşalar, kuvvetlerini bir araya toplamışlar ve Uzun Halilin üzerine yürümüşlerdi. Devlet kuvvetleri ile Uzun Halil'in kuvvetleri Konya ile Kütahya arasında karşı karşıya gelmişler ve vukubulan savaşta devletin ordusu bozulmuştu. Nasuh Paşa bu bozgunun mesuliyetini Ali Paşanın üzerine yıkmış ve onu idam ederek derhal İstanbul'a gitmek üzere harekete geçmiş kısa zamanda Dersaadete vasıl olarak Huzuru şahaneye çıkmış ve hazreti padişahı eşkiya tenkiline çıkması hususunda iknaya çalışmıştır.
Gerek Şeyhülislâm gerekse padişahın hocası Mustafa Efendi bu fikre karşı idiler. Fakat Hazreti Padişah Bursa'ya geçerek durumu yerinde müşahede etmek istedi. Padişahın Bursa'da bulunduğu sırada İstanbul'da gerek sipahiler gerekse yeniçeriler bir takım uygunsuzluklar yaptılar. Sultan Ah-med Hazretleri derhal İstanbul'a avdet ederek bu hareketlerin ileri gelenlerini cezalandırdı.
Bir müddet sonra yapılan Divan toplantısında Nasuh Pa-şa'nın 3. Vezir olarak İran seferi serdarlığına tayini, Vezir Mu-rad Paşa'nın Macaristan'daki orduyu hümayunu kumandanlığına, Sadrazam Lala Mehmed Paşanın İstanbul'da kalarak her iki seferin sevkİyatına bakması kararlaştırıldı. Ne varki, Osmanlı tarihinde gözüken devlet adamlarının içinden en haris ve hilekârlarından biri olan Derviş Paşa ki; daha çok evvel Bostancıbaşı iken Hazreti padişaha kendini sevdirmiş, Kaanuni Sultan Süleyman Hân'ın kız torunlarından biriyle evlenmiş ve Hanedan-ı Osmaniyyenin damadı olma şerefine nail olan meşhur Çağalazade Sinan Paşayı Kaptan-ı Deryalıktan azlettirmiş ve o makama kendisini tayin ettirmişti.
Simdi ise Derviş Paşa gözü vezaret uzma makamına diktiğinden yeni bir desiseye başlamıştı.
Derviş Paşa; Hazreti padişaha «Sadrazam burda ne yapar, aitsin İran seferine, bizzat idare etsin. Batı serhadlerimizi nasıl huzura kavuşturduysa İran'ı da hizaya getirsin.» diyerek sureti hakdan görünüp, başarıları kesin olan bu Sokullu-zade Lala Mehmed Paşayı beğeniyormuş kisvesine bürünüp, Hazreti Padişahdan Lala Mehmed Paşa'nın sadaretine İran seferi Serdar-ı Ekremliği sıfatını da ekliyen bir hatt-ı şerif istihsaline muvaffak olmuştu. Bu hatt-ı şerif Sokulluzade Lala Mehmed Paşa'ya vasıl olunca Paşa «Binbir emek ile sulh noktasına geldiğim Avusturyalılarla şu antlaşmayı bitirip gideyim» ricasını Sultan Ahmed Hazretlerine ulaştırdığında su cevabı almıştı: «Anadolu'ya gitmeye hazır ol.» Mehmed Paşa bu cevap üzerine çok üzüldü ve yapacak bir şey olmadığından Üsküdar'a geçti. Orduya sefer hazırlıklarına başlaması emrini verdiğinde bir felç indi. Böylece mefluç olarak yatağa düştü. İşte Derviş Paşa o zaman oyunu oynamaya başladı. Padişaha: «Bu paşa neden sefere çıkmağa gecikir, duyarız hastalanmış, sapasağlam bir adamdı; acaba hastalığı bahane midjr? Belki siz kararınızdan vazgeçersiz.» padişahı sinsi sinsi şiddete teşvik ederdi. Padişah, sadrazamına yeni bir Hatt-ı şerif göndererek «Ettiğin temaruz yeter. Yürü.» buyurmuştu. Bu Hatt-ı şerifi alan ölüm halindeki sadrazam bir adamını göndererek «ölüm halindeyim, makbul bir adamınızı gönderip teftiş ettiriniz» mealinde bir haber irsal eyledi. Hazreti padişah hakikaten kendisinin güvendiği ve sadrazamını da seven bîr adam göndermişti. Gelen teftişe memur şahıs sadrazamı bitkin bir halde görünce ağlamaya başlar ve ellerine sarılır. Sadrazam artık nefeslerinin sayısının azaldığı, evlât ve iyalinin padişah hazretlerine emanet ettiğini bildirmesini söyler. Hakikaten üç gün sonra vefat eden Sokulluzade Lala Mehmed Paşa, Eyüb'de medfun dedesi, Sokulu Meh-med Paşa'nın türbesine defn edilir. Hicri 1015, Milâdi 1606.
Şeyhülislâm Sunuhi Efendinin kaviince; Derviş Paşa veza-reti uzma makamına geçebilmek için Portekizli bir doktora Lala Mehmed Paşa'yı zehirletmiştir. Hakikatende merhum sadrazamın yerine bu hain ve dessas adam sadrazam olmuştur. Fakat ileride görülebileceği gibi pek fena bir akıbetle bu dünyadan el çekecektir.
Çok sert ve asabi olan bu hain sadrazam, Lala Mehmed Paşa'nın vefatından sonra sadrazam olmuş ve divan çavuşuna hemen şu sözleri söylemişti: «Divan Efendileri beni sair sadrazamlar gibi zannetmesinler, onlarla kıyas etmesinler. Ben bu günün işini yarına bırakanın boynunu vurdururum.» Hakikatende ilk divan toplantısında Beylerbeyliğinden mazui bir zat'in idamı ilk icraatı olmuştur.
Bir kaç gün sonra huzur hümayunda Hazreti padişah; kışın gelmek üzere olduğunu, ayrıca cephane temini durumlarının zaman alacağını bildirmesi ve bu sebeble İran üzerine yapılacak seferin bir daha ki seneye tehirini ileri sürdü. Kimseden ses çıkmayınca Şeyhülislâm Efendi ki; Ebu-s Suud Efendinin yeğeni olan Hacı Mustafa Sunullah Efendi, divanın hislerine tercüman olarak şunları söyledi: «Seferi ecnebiyyeye karşı çıkarılan tuğ'lan geri almak doğru değildir. Ecdadı izamınız zamanında olduğu gibi bari serdar Haleb'e kadar gidip orada kışlasınlar, levazımı harbiyyeyi orada ikmâl eylemeleri iyi olur.» Bu sözleri söyliyen Şeyhülislâm çok doğru söylemişti. Mademki merhum sadrazamın İran seferine gitmesi hususunda İsrar olunmuştu şimdi niye vaz geçiliyordu? Hem de bir ordu ananelerini dini hususlara aykırı düşmemek şartıyla devam ettirmelidir. Nitekim Şeyhülislâm Efendi, cümlesinin içinde kullandığı «Ecdadı azaminiz zamanında olduğu
rtibi...» sözleriyle bu ananeyi de hatırlatmış oluyordu. Burada u muazzam hadiseyi yazmak icab etti.
Bütün okuyucularımız bilirler ki; CJhud savaşma hazırlanan islâm ordusunun Şanlı ve Gaazi Kumandanı iki cihan güneşi peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, sahabenin ileri nelenlerini toplamış ve bir harp meclisi akdetmişti. Bu mecliste muhtelif fikirler ileri sürülmüş ve savaşın Medine'den çıkılarak yapılmasını isteyenler daha çokluktular. Halbuki, iki cihan güneşi Efendimiz Hazretleri (s.a.v.) Medine'de kalıp müdafaa savaşı yapmak şeklini ileri sürmüştü. Neticede dışarı çıkalım diyenler çoğunlukta olduğu İçin karar savaşın dışarda kabul edilmesi şeklinde çıkmıştı. Bu karar üzerine Efendimiz hazretleri toplantı yerinden ayrılıp zırhını giymek ve kılıcını kuşanmak kısaca muharebe hazırlıklarını tamamlamak üzere saadethanesine gitmişlerdi. Sahabe kiram kendi aralarında konuştular ve biz ne ettikte Resulullahın reyi istikametinde hareket etmedik deyip, kararlarını değiştirdiklerini, Resululahın buyurduğu gibi Medine'de kalmaya, savaşı müdafaa şekline yapmayı uygun gördüklerini bildirmek üzere aralarından teşkil ettikleri bir heyeti iki cihan serverinin saadethârıesine gönderdiler. Giden heyet Resulullaha yeni kararlarını; anlattılar. İki cihan serveri Efendimiz Hazretleri buyurdular: «Bir peygamber zırhını kuşandıktan sonra savaşmadan onu çıkarmaz.»
işte Sunullah Efendi Hazretleri; Peygamber ordusunun devamı olan bu orduyu hümayunun, Tuğ çıkardıktan sonra onu geri almak olmaz demesi ne kadar isabetli bir görüş ve Peygamberin sünnetine uygun olduğu anlaşılır. Bu getirdiğimiz rnısal için biz insanlara ders olarak tecelli ettiğini bildiğimizden aldık yoksa iki cihan serverinin ne müşavereye ne de zıı"ha ihtiyacı vardır. Bütün bunlar biz ümmetine bir ders olsun diye tecelli eylemiştir. Şu beyiti buraya koyarak meramımızı anlatabildik sanırız.
uHikmetidir gezdiren düşmenleri
Bir nefes dilese kırar onları»
Her neyse biz mevzuumuza avdet edelim.
Şeyhülislâmın bu sözlerinden sonra divan da bir takım tartışmalara yol açtığını gören Hazreti padişah hiddetlendi. Padişahın bu hiddetinden faydalanan Derviş Paşa bu doğru sözlü Şeyhülislâmı Ötedenberi yerinden kaydırma düşüncesini kuvveden fiile çıkarmaya muvaffak oldu. Şeyhülislâmlığa üçüncü defa Ebu-1 Meyamin Mustafa Efendiyi nasb ettirdi.
Sunullah Efendi hazretlerinin bu Derviş Paşa tarafından ayağının kaydırıldığını anlayan ulema efendiler zalimin sonunun gelmesini beklerken onun sakalına göre tarak vurmayı yeğ tuttular. Hatta bunlardan bir tanesi bu yolda o kadar ileri gitti ki bir sohbet sırasında savaşları İstanbul'dan idare etmek bahsinden söz açılınca o zat «Kerimüşşan efendimiz siz afitab-ı cihansınız merkezde sabit olup zulumatı def ve ezhab için yalnız şuanızı salmalısınız» diyerek hakikaten ulemaya yakışmayan bir yaltaklanmada bulunmuştur.
Nihayet Deli Ferhad Paşa, İran seferi üzerine Serasker tayin olundu. Yaz mevsimi başlangıcında sefere çıkmak üzere Üsküdar'a geçildi. Serasker, ordugâhını kurmuş ve askerin maaşının gelip dağıtılmasından sonra yola çıkmayı düşünüyordu. Fakat maaşlar bir türlü gelmiyor, asker ise homurdanmaya başlıyordu. Daha merkeze yakın yerlerde maaşlar aksarsa üçbin kilometre gittikten sonra maaş nasıl gelirdi? düşüncesine kapılmışlardı. Bu düşünce gittikçe dal budak sardı.
Bir gün yeniçeriler de sipahiler de isyan ettiler. Deli Ferhad paşanın çadırının iplerini kestiler. Kesmekle iktifa etmeyen isyancılar çadırı da taşlamaya başladılar. Çadırın kesilmesinden az evel durumu anlayan Ferhad Paşa bir yolunu bularak çadırdan çıkmıştı ve böylece çadırın içinde kalıp taşlanmaktan kurtulmuştu.
Emsali az bulunur bir akıllık göstererek yerden bulduğu taşlarla biraz evvel kendisinin de içinde olduğu çadırı isyancılarla beraber taşlamaya başladı. Bu durumu gören isyancılar şaşırdılar kimisi hayretle bakıyor, kimiside kahkahalarla gülüyordu. Ferhad Paşa ise durmadan taşlamaya devam ediyor hemde çok büyük bir tesir gösteren şu sözleri bağıra bağıra söylüyordu: «Sîz askersinizde, ben değilmiyim, siz maaş almadınızda ben aldımmı?» Bu ha! asakiri İslama çok tesir etmiş ve isyan derhal son bulup sefere çıkılmıştır. Bu seferde daha nice komiklikler olduğu rivayet olunur. Bunlardan bir tanesi de şudur. Konya civarında askere maaş dağıtımı başlamış ve yeniçerilere ancak yeten maaş bitince durum sipahiler tarafından iyi karşılanmamış, Ferhad Paşa'dan maaş talebinde bulundukları zaman Ferhad Paşa «Buyurun İstanbul yolu şurasıdır» diyerek isyan edenlere İstanbul yolunu göstermiştir.
Bunları göz önüne alırsak bu seferden iyi bir netice çıkmayacağı aşikârdır. Nitekim öyle olmuş yalnız bir fayda husule gelmiş Hazreti padişah, Derviş Paşa'ya bu düzensizlikler yüzünden gazap etmiş ve tufan'a dönüşmesini kollamaya başlamıştır. Tufan'ın ilk belirtisi eceli ile vefat eden Şeyhülislâm Ebu-1 Meyamin Mustafa Efendinin yerine bu makama eski Şeyhülislâm Hacı Mustafa Sunullah Efendi Hazretleri padişah tarafından yeniden tayin olunmuştu.
Kurnaz Derviş Paşa bunun bir meydan okuma olduğunu anlamış fakat ses çıkaracak gücü kendisinde bulamamıştı.
İşte padişah kudreti böyle idi, ipi istediği kadar gevşetir seni serbest bırakır sen istidadını gösterirsin müsbet olursa yıldızının parlaması devam eder. Ama bir tökezlersen ipi çektiğin gibi her şeyi kaybedersin. Bu sebepten celâîli padşahın bu tayini Derviş Paşaya bir itiraz kapısı bırakmıyordu.
Derviş Paşa kendisi için bîr konak yaptırmaya karar vermiş ve bunu bir yahudi mimara sipariş etmişti. Konak- bitmek üzereyken Derviş Paşa inşaatı gezmeye gelmiş, dolaşmış ve durumu beğenmişti. Yahudi mimara hesap defterini sordu. Yahudi mimar defteri taktim edince, defterdeki rakamları gören sadrazam hemen hiddetini izhar etti. Yahudi mimar hemen defteri kaptığı gibi yırttı ve Paşaya «Masraf filan yok, kulunuzda malınızdır» dedi. Derviş paşa memnun olarak inşaattan ayrıldı. Fakat yahudi mimar, ırkının bütün desayis ve hilelerine vakıf bir kâfirdi. Natamam olan inşaatın hemen içinde bir kazı yaptırıp bu tünelin istikametini saraya doğru yaptırdı. Bir de gizli çıkış kapısı yaptıktan sonra durumu saraya jurnalladı. Bostancıbaşı gelip durumu gördü. Vaziyeti padişah hazretlerine bildirdi. Bu tünelden gizlice saraya girecek olan Derviş Paşa padişaha suikast yapacağı suçuyla itham olundu. Bu tezgâh ve itham Derviş Paşanın işini bitirmişti. Huzuru şahanede bulunan bir çadır ipiyle boğduruldu. Bir müddet geçip de öldü zannedilen paşanın bir ayağı oynayınca herkes korktu. Fakat cesur ve genç padişah soğukkanlılığını muhafaza ederek hançerini çekip Derviş Paşanın kellesini gövdesinden bizzat kendisi ayırdı.
Bu Derviş Paşa o zamana kadar hiç bir islâm devletinde ve Osmanlı devletinde görülmemiş ancak Avrupa'da tatbik olunan bir vergi koymuştu. Bu verginin adı «Pencere» vergi-
siydi. Onun ölümü üzerine bu küffâr taklidi vergide kalkmıştı. Hicri 1015, Milhadi 1606.
Derviş Paşanın ölümünden iki ay kadar evvel, uzun müddet süren bir rivayete göre murahhasların nehir üzerindeki kayıklara binerek sürdürdükleri müzakereler sona ermiş. Anlaşmanın yapıldığı yerin adını alan bu antlaşmaya «Zitvato-rok Antlaşması» adı verilmiştir. Daha evvel Diyarbakır Beylerbeyliği makamında olan Murad Paşa devleti islârniyye yararına bir çok fedakârlıklar ve kahramanlıklar ifa etmiş ve vezirlik rütbesine nail olmuş oluyordu.
Söz konusu müzakerelerde Osmanlı sulh heyetinin başkanlığını yapıyordu. Hem iyi bir asker hem de iyi bir diplomat olan paşa iç durumları çok iyi takip ediyor ve merhum Sokulluzade Lala Mehmed Paşanın izinden giderek iç zafiyeti düşmana duyurmadan güzel bir sulh akdetmeğe uğraşıyordu. Eğer bir takım kabul edilmez taleblerde bulunmuş olsaydı Anadolu'daki isyanlar, Avusturyalıları sulh masasından kaldırır. Şöylece devleti aliyyenin başında öyle bir yangın çı-kardıki sondürebilen kula aşkolsun.
Bu sebepten kuru unvanlar üzerinde durmayıp sulhu sağlamaya çalışmıştır. Bu sulh ana hatları ile şöyle idi. Onyedi maddeden ibaret olan antlaşma o güne kadar Avusturya İmparatoruna Viyana Kralı diye hitap eden Osmanlı devleti, artık imparator diyecekti. Karşılıklı olarak üç senede bir hediyeler gönderilecekti. Kaanuni zamanında Macaristan'ın muahede icabı Avusturya'da kalan toprakları için alınan senelik 30 bin dukalık vergi lağv ediliyor bunun yerine Avusturya bir defada ikİyüzbin duka altını Osmanlı devletine Ödemeyi kabul ediyordu.
Osmanlının göndereceği elçiler artık eskisi gibi olmayıp yâni; çavuş, müteferrika, çaşnigir rütbelerinde olmayacak sancak beyi rütbesine haiz olanlar gönderilecekti. Birde o güne kadar devleti aliyye sekiz yıldan fazla süren sulh yapmazken ve sulh şartlarını padişah hazretleri tenezzül edip dikte etmez, sadrazamın veya onun tayin edeceği birine bırakılırken artık müzakere yoluyla yapılması vardı. İşte şunu bir daha tekrar etmekte fayda vardır ki; «İstersen sulhu salah hazır ol cenge» ancak bu kaideye uyarsan arzu ettiğin bir sulh temin edersin yoksa beri yanda Papa ile İran saldırıları, diğer yanda Anadolu'daki eski Beylikerin kalıntılarının şu veya bu sebebi ittihaz edip isyanı seçmeleri böyle sulh antlaşmaları yapmaya zorlamıştır devleti. Bu müzakereleri bîr sulh antlaşmasıyla bitiren doksanlık delikanlı Kuyucu Murad Paşa devlet kuvvetlerinin iyi kullanıldığı takdirde nelere kadir olunacağını da göstermiştir.
Derviş Paşanın idamından sonra sadrazamlık vazifesi bunu çoktan beri hak etmiş olan Kuyucu Murad Paşaya verilmişti. Murad Paşanın «Kuyucu» lakabı, ecnebi tarihçiler ve bilhassa L'amartin tarihinde kasten, eşkiyayı kuyular kazdırıp içine attığından verilmiştir diye bahs ederler. Oysa paşa daha Özdemiroğlu Osman Paşanın maiyetinde iken Safevilerle yapılan bir savaşta kuyuya düşmüş ve salimen çıkmıştı. Nasılki, Sinan Paşayı düştüğü bataklıktan güçlü kollarının sayesinde çekip çıkaran Hasan adlı gaazi'ye Batakçı Hasan denilmiştir öylece Murad Paşa bu Kuyucu lakabı kuyuya düşüp çıkmasından verilmiştir.
Sadrazamlık makamını hakikaten fevkalâde selahiyyetler-le teslim alan paşa o zaman doksan yaşını bulmuştu. Hicri 75 Milâdi 1567'de paşa olmuştu. Bizim milletimiz askeri cok sever ve kendisini daima asker sayan bir hüviyyet taşır. Zaten insan dünyaya müslüman olarak gelir ve bu şerefde musir kalınca zaten artık Allah (c.c.)'ün askeridir. Allah için emreden ve cihad eden ordunun tabii bir üyesidir. Fakat bu millet paşalık rütbesini ihraz edenleri çok sever. Askerliğini yapmış bir çok Mehmetçiğin elli yılı dahi geçse Paşa'sıns hele hele onunla bir dakika bile sohbet etmişse o anı daima hatıralarında yaşatır. İşte Murad Paşa otuzdokuz yıl beklemiş ve bir çok muvaffakiyyetleri teşbih tanesi gibi başarı ipine dizmiş ve nihayet devletin en yüksek makamına, sadrazamlığa hiç bir fırıldak çevirmeden erişmişti.
Vezaretî uzma makamına geçen Kuyucu Murad Paşa ilk iş olarak Celâlileri yakalayıp onların zulmüne son vermek olduğunu biliyordu. Bu sebeble orduyu hümayunun başına geçip yola koyuldu. Bu temizleme hareketi üç yıl sürdü. Doksanlık ihtiyar, at sırtında yol alır uzun uzun mesafeler kat eder ab-dest ve namaz için at sırtından indiğinde yere uzanır ve bir müddet öyle kalır; bu tevakkuf o kadar uzun sürerdiki maiyeti erkânı acaba canı mı çıktı diye birbirlerinin yüzüne ba-karlardı\Paşa bir müddet sonra kalkar namazını huşu ile iade eder sonra yepyeni bir kuvvet ve şevkle atına biner ve yola revan olurdu. Nakşibendi tarikatının bir mensubu olan paşa daima zikir ve ayetler okuyarak yol alırdı. Savaş sıralarında ise yüksek sesle cihad ile ilgili ayetler okur bunların mânalarını savaş alanının her yerinde işitilen gür sesiyle asakiri mücahidinin kulaklarına eriştirir onların Allah'ın birer askeri olduğunu hatırlatırdı. Kuyucu Murad Paşa bu sefere asileri cezalandırmak ve bir daha devlete baş kaldırmasınlar diye Çıkmıştır. Yoksa Konya milletvekiliği yapmış bir tarih yazarının tanımladığı gibi Anadolu Türk'ünü yok etmek için değildi. Zaten böyle bir şey yapmak istese idi yine yapamazdı.
Çünkü samimiyetle emrinde olduğu Hazreti padişah, İslâmın Halifesi, devletin başı olarak rakipsizdi. Selefieri ve halefleri gibi oda şanlı Kayı boyunun müntesibi olan bir Türk idi.
Sadrazam bu asileri temizlediği zaman geçen müddetin üç yıl olduğunu yukarıda bildirmiştik. Bu asilerin ileri gelenlerinin içinde Canbuladoğiu, Kalenderoğlu, Taviloğlu ve kardeşi Meymun'un kuvvetleri vardı. Bunların yekûnu yüzbini aşıyordu. Dersaadete dönen sadrazamın yanında eşkiyadan alınmış bayrakların sayısı dörtyüzü buluyordu. Sadrazamın aldığı neticeden çok memnun kalan hazreti padişah bir çok ihsanlarda bulundu. Şunu da ehemmiyetle belirtmek isteriz ki meşhur Kanije Kahramanı Tiryaki Hasan Paşa, Celâli tenkilinde bizzat Kuyucu Murad Paşanın yanında bulunmuş ve has müşavirliğini yapmıştır. Burada aklımıza şunu yazmak düşmüştür. Yazmadan geçemedik. İnşaallah kendi bölümü geldiği zaman daha detaylı olarak vereceğimiz bir meseleyi yeri geldiği için kısada olsa belirtmeyi uygun gördük. Kuyucu Murad Paşanın bu eşkiya tenkilinde devletin büyük hizmetkârı ve islâmın aşık kulu Tiryaki Hasan Paşa, maksadı İslama muhalif bir işte şüphesizki Murad Paşaya muhalefetini gösterir idi. Böyle bir muhalefet söz konusu olmadığı gibi müşaviri haslık vazifesini ifa etmesi herhalde yukarıda mezkûr tarihçinin kötü hükmünü ortadan kaldırır sağlam bir delildir. Yakın tarihi tetkik etmiş olanlar bilirlerki; büyük diye tanıtılmış olan Mithat Paşa, Cennetmekân Sultan Abdülhamid Hân tarafından sâdır olan bir hükümle kurulan mahkemece Merhum Sultan Abdülaziz Hân'ın ölümünden dolayı idama mahkûm edilmiş ve meşhur Plevne müdafii müşir Mareşal Gaazi Osman Paşa'nın reyiyle de bu hükme iştirak etmiş idi. Fakat otuzüç yıllık devrinde sadece sarayda işlenen bir cinayetin failini idam ettiren kararı imzalamış olan Sultan Abdülhamid Hân, damad-ı Şehriyari Gaazi Osman Paşa'nm bütün İsrarlarına rağmen ölüm kararını sürgüne tahvil etmişti. Şimdi okuyucu seçmek mecburiyetindedir. Sultan Abdülaziz'in ölümünden dolayı mahkûm olmuş olan Mithat Paşa mı? Yoksa o idam hükmünün imzalanmasında rey'inden başka padişaha da İsrarda bulunan Şanlı Gaazi Müşir Osman Paşa mı? Bu vak'ayı göz önüne alırsak Kuyucu Murad Paşa'nın bu seferini haksız şekilde niteleyen yazara gereken cevabın verildiği görülür.
İstanbul'a gelen ve bir sene kadar süren hazırlıklar yapan Veziriazam İran üzerine sefere çıkmış ve gerek İranlıların gerekse şakiler yüzünden türlü zulümlere duçar olmuş doğu hududlanmızı düzenlemek gayesindeydi. Tebriz'e kadar giden paşa, kış .mevsiminin gelmesi üzerine Diyarbekir'e döndü. Ne varki burada bu büyük hizmet ehlinin sayılı nefesleri tükendi ve devlete yaptığı hizmetle Rabbi Zül Celâl'in huzuruna alnı açık olarak kavuştu. Kuyucu Murad Paşa son derece cesur bir adamdı. Bu cesaretinin istinad noktası yukarıda belirttiğimiz gibi Nakşibendi tarikatına mensub ve seyrü sülük deryasında kulaçlar atan bir zat olmasından geliyordu. Bir savaşa başlayacağı zaman atından iner uzun uzun dua eder ve yerden aldığı bir avuç toprağı yüzüne gözüne sürer ve topraktan halk olunduk, toprağa döneceğiz ayeti kerimesine olan inancının kuvvetini izhar ederdi. Hiyerarşiye çok dikkat eder hiç bir astını, daha küçük bir astın yanında muaheze etmez fakat haksızlıklarını hususi bir şekilde yüzlerine vurur idi. Hatta şu hadise bir çok tarihlerde ehemmiyeti anlatılmamakla beraber yer alır. Celâlilerle yaptığı bir cenk sırasında yardımcı kuvvetlerle gelmesi beklenen meşhur Nasuh Paşa yolu gayet aheste adımlarla almış yardım diye geldiği yerde işin bitmiş ve koca Vezirin gene cengi kazandığını görmüştü.
Şimdi yardımı zamanında getirmemenin başının gitmesine sebeb olacağı korkusuyla tereddüt içinde basit çadırının önünde bir seccadeye oturmuş sadrazamın önünden geçip yanına gitmiş herkesin hayretle açılan gözleri önünde Kuyucu Murad Paşa, Nasuh Paşaya elini uzatmış ve sırtını sıvazladıktan sonra elinden tutup çadıra sokmuş ve orada haşlamaya başlamıştı, üzün süren bir azarlamadan sonra bazı nasi-hatlarda bulunduktan sonra paşayı dışarı çıkarmış ve selametle gönderivermiştir.
Nasuh Paşanın arkasından bakarken maiyetindekilerin şu sözlerini duymuştu. «Kuyucu paşa bu mel'unu nasıl sağ kodu?» Kuyucu Murad Paşa onlara bakarak «Af, zaferin sada-kasıdır» diyerek ne kadar da hİlm sahibi olduğunu göstermişti. Sadrazamın vefat ettiğini büyük bir üzüntü içinde öğrenen padişah bir irade-i hümayunla nâşının getirilip İstanbul'da Çarşikapı'daki türbesine defnolunmasını istemiştir. Hicri 1020, Milâdi 1611.
Kuyucu Murad Paşanın öldürmeyip bağışladığı Nasuh Paşa, sadrazamın vefatı üzerine, İran seferine çıkmış ve kışlamakta olan orduyu hümayunun Serdar vekilliğini üzerine almıştı. Birkaç gün sonra Hazreti Padişah Nasuh Paşayı sadrazamlığa tayin ettiğini bildirdiğinden vekâlet, asalete münka-lip olmuştu. Sadrazam Nasuh Paşa İstanbul'a hareket edince İran seferi durmuş oldu. Bilahare Nasuh Paşa muahedesi imzalandı. Nasuh Paşa, padişah hazretlerinin kızlarından 13 yaşındaki Ayşe Sultanla evlendi.
Sultan Ahmed Hazretleri Edirne'ye gittiğinde sadrazamı damad Nasuh Paşa'yı da yanına almıştı. Yol boyunca avcılık yapıldı. Hazreti padişah eihak ne yaman bir binici, ne kadar Kuvvetli kollara malik olduğunu çektiği yayın fırlattığı okların düştükleri menziler gösteriyordu. Hazreti padişah damad sadrazamla yaptığı bir cirit müsabakasında galip gelmişti. Edirne'den Gelibolu'ya kadar uzanan bir seyahat yapan Sultan Ahmed Hazretleri, bir çok Velî ve şehidlerin kabirlerini ziyaret etmiş ve Rumeli Fatihi Süleyman Paşa merhumun Bo-layır'daki kabrini de bu ziyaret zincirinin dışında bırakmamış ve merhumun sandukasının üstündeki örtüyü altun yaldızlı bir örtü ile değiştirmiş ve bizzat Kur'an-ı Kerim tilavet ederek merhumun ruh-u mübareklerine hediye eylemiştir.
Bu seyahatini yanında bulunan maiyetinden sadece dert kişiyle yapması Sultan hazretlerini halkın gerçekten sevgisini kazanmasına yol açmıştı. İstanbul'lu olanlar bilirlerki bundan kırk yıl evvel Florya'da tenis oynayacak vükela çocukları yüzünden Bakırköy'den öteye tren seferleri durdurulurdu. Dünya'ya nizamat veren bir padişahın sadece dört kişiyle o günün şartları altında vilâyetler arası yolları arşınlaması evvelâ iradei ilahiyyeye olan bağlılıktan sonra kendine olan itimattan ve müslüman millete olan güveninden gelmekteydi. Ayrıca kendisine sokulan büyüklerden halk çok hoşlanır hem onların cesaretlerine hayran olur hemde herhangi bir mevzuyu açıkça söyleme imkânı bulurdu.
Hazreti padişah Edirne'ye dönüp oradan da İstanbul'a avdet etmişti. Çok kısa bir müddet sonra yeniden büyük bir av partisi tertiplenmişti. Sırası gelmişken bu av partilerinin sadece eğlence için olmadığını yeri geldikçe daha evvelki ciltlerde beyan etmiştik şimdi bu beyanları tekrar etmeyecek ayrıca şu hususu belirtmekle yetineceğiz. Bilindiği gibi yerleşik bölgelerden sayılan İstanbul ile Edirne arası köy ve kasabaları İle bir tarım alanı olmuş ve insanların kalabalık şekilde bir arada yaşadıkları yerler haline gelmişti. Balkan ormanları tabir edilen bu ormanlarda topluluklara olduğu gibi ekin ve bostanlara zarar veren hayvanat ile dolu olduğu izahtan varestedir.
Bunlar mevsimleri geldikçe bu zararlarını insanlara verirler ve bu hususta şikâyetler padişaha kadar arzolunur ve emri padişahı ile bu ormanlar üzerine av seferleri tertip olunur ve bir nevi ormanlar taranır zararlı hayvanlar itlaf edilir, halka emniyet telkin olunurdu. Bu sebepten devlet sık sık av seferleri tertib ederdi. Yoksa bazı tarihlerin bu avları bir sefahat gibi göstermeleri ve esas maksadı gizlemeleri gaflet değilse ihanete bağlanabilir. Yoksa bu günde bir çok avcı kulüpleri av partileri tertiplerler ve bazı köylere dadanmış islâm mileti-nin haram edilmesi yüzünden katiyyen görmek dahi istemediği domuz gibi zararlı mahluku itlaf ederler. Böylece hem bu köylere bir hizmet etmiş hemde temiz orman ve kır havası alarak vücudlarının idmanlı kalmasını temin etmiş olurlar. İşte Sultan Ahmed Hazretlerinin terar tekrar tertip ettirdiği bu av partileri böyle halka nâfi bir şey olsa gerektir. Bu izahı yaptıktan sonra mevzuumuza dönelim.
Tertip edilen av partisi icabı avlana avlana Edirne'ye gidilmişti. Fakat bu arada devletin bazı işleri aksi gitmiş sadrazam ise bunları padişahtan saklamış hatta hilafı hakikat beyanda bulunmaya başlamıştı.
Bu arada Mekkei Mükerremenin bazı tamiratlarına kalkışılmış ve bu tamiratlara nezaret için gönderilen Hüseyin Paşa Dersaadete avdet ederken beraberinde Kâbeyi muazzamanın sathındaki ağaçtan yapılmış bir asa'yı şerifi hazreti padişaha takdim etmiştir. Bu asa'yı şerif ve diğer emanetler Hırkai Saadet dairesine konulmuştur.
İbrahim Paşa, Kaptan-ı Derya Hali Paşa'mn emriyle si-nob'u yağmalayan korsanları takip etmemiş, onların geçeceği noktayı bulmuş, doğru oraya gidip, Tatarların yardımıyla Sinob'u yağmalayan Kazakları perişan edip elerinden yağmalarını almış ve Sinob'a geri göndermişti. Kazakları Don nehri ağızlarında yakalayan İbrahim Paşa bunlara iyi bir ders vermişti.
Gelgelelim bütün bunlar olurken Nasuh Paşa olanları padişaha haber vermiyor örtbas etmeye gayret gösteriyordu. Durum padişaha Şeyhülislâm Efendi tarafından duyurulmuştu. Bu durum padişahın çok sinirlenmesine vesile olmuşsa da artık İşin olgunlaşmasını beklemeye karar verimşti.
Nasuh Paşa, Gümülcineli bir hiristiyanın oğlu iken toplanan devşirmeler içinde zekâsı ve akıllıca davranışları ile temayüz etmiş ve saraya baltacı olarak girmişti. Gösterdiği muvaffakiyet sayesinde kısa zamanda Çavuş rütbesiyle saraydan ve az sonra Kürdistan'ın ileri gelen zenginlerinden ve komutanlarından Mir Şerefin kızlarından biri ile evlenmişti. Zamanla mevkilerini yükseltmiş ve nihayet sadrazam olmuş aynı zamanda Sultan Ahmed'in onüç yaşındaki kızı Ayşe Sultanim nişanlanmıştı. Fakat şunu unutmuştu: Her yükselişin esas rpuvaffakiyyeti zirvede durabilmekle kabildir. «Ne oldum değil, ne olacağım» sözünü daima hatırda tutmak gerekir. Sadrazam olmak belki çok şeydir fakat her şey değildir. Padişahın kuvvetli yumruğu bir gün tepende patlar kendini sağ salim görürsen buna şükredersin çünkü hayatını bile kaybedersin. İşte Bu Nasuh Paşa da ikinci şık yâni ölümle neticelendi. Şöyleki; Sadrazam otoritesine mani olan üq kişinin idamını padişahtan istedi. Bunlar suitan'ın Hocası, Kızlar ağası ve Şeyhülisâm Efendi idi. Padişah bu talebi konuşmaya değer bile bulmadı. Edirne'ye tekrar ava giden Sultan Ahmed Hazretleri, av sırasında Kırım Hânı'nin şehzadelerinden 220
Mehmed Giray'ı yanında tepeden tırnağa silahlı adamları ite gördü. Buna da canı çok sıkıldı. Mehmed Giray Sadrazamın davetlisi olarak geldiğini söylediysede padişah hazretleri Mehmed Giray'ın derhal tutuklanıp Yedikule zindanına kapatılmasını emir buyurdu ve Öyle yapıldı. Çünkü Hazreti padişah, Osmanlı devletinin Kırım Hânları ile yaptıkları antlaşmada Hanedan-ı Ali Osman'da erkek kalmazsa Kırım Hanlığı otomatikman devleti Osmaniyyenin başına geçecekti. Bu anlaşma Sultan Ahmed'in aklına düşünce bu durumun kendisine bir suikasd tertibi olduğu şeklinde tefsir ederek tutuklatma kararından vazgeçmediği gibi Dersaadete döndü.
Cuma selâmlığına gittiği bir camide, meczubun biri kendisine yanaşıp öyle bir feryatla şu şikâyette bulundu.
«Sadrazamın ağalarından biri zevcemi iğva etti (yâni baştan çıkardı) bunun hükmünün yerine getirilmesini isterim» dedi. Bu talebden ve talebin yapılışından ziyade olayın çirkinliği padişahı çok üzdü. Nasuh Paşa ise bu olaydan biha-bermiş gibi eski İsteğinde yâni yukarıda arzettİğimiz zevatın idamını tekrar taleb edince Hazreti padişah gayet açık bir şekilde talebi red etti.
Nasuh Paşa «Hiçbir isteğim yerine getirilmiyor. Hiç bir sözüm tutulmuyor. Böyle devam etmez, ya isteklerim kabul edilir yahutta mührü hümayunu alır bu üç bendenizden bîrine verirsiniz ben de kendimi zehirlerim» deyince Hazreti padişah: «Vah hain demekki Lalam Murad Paşayı da sen zehirledin şimdi defol!» buyurdu. Nasuh Paşaya bir müddet sonra bir cuma günü selâmlığa beraber çıkalım diye haber gönderen padişah, paşanın gelmemesini bir hakaret telakki ederek Bostancının eline verdiği bir iradei hümayun ile idamını emr etti. Ve Nasuh Paşanın evinde hüküm infaz olundu. Hicri 1024, Milâdi 1615.
Nasuh Paşa hakkında sâdır olan hüküm infaz edildikte serveti müsadere olundu. Öyle büyük bir servete malik oldu-qu ortaya çıktı ki çok uzun süren gerek batı yakasındaki gerekse doğu hududlarında İran ile olan savaşların meydana aetirdiği iktisadi buhranlar bu müsadereden sonra adeta ortadan kalktı. Çok kısa bir liste yaparak bu hazinenin zenginliği hakkında bir malumat vermiş olalım. «Bir milyon duka kıymetinde binlerce inci, bir milyon altun para, altun ve gümüş kaplanmış çok kıymetli taşlarla bezenmiş binonsekiz kabzalı kılıçlar ki; bunlardan bazıları elmas kakmalı idi. Bu kılıçların bir adedine ellibin altun kıymet bilçimişti. Mağazalar dolusu Acem ve Mısır halıları, sırmalı ve atlas kadife kumaşlar, binyüz adet at ve dörtyüz çift altun Özengi, onsekiz-bin deve, dörtbin inek ve öküz, beşyüzbin koyun.» Devletin sadrazamının hazinesi Osmanlılın zenginliğine ufak bir fikir vermektedir. Herneyse biz Damad Mehmed Paşanın sadareti devrine gelelim. Darnad Mehmed Paşanın lakabı Öküz Mehmed Paşa iken Sultan Ahmed hazretlerine damad olunca bu lakap öküzlükten, damadhğa münkalip olmuştu. Az bir müddet sonra-.. Şeyhülislâm Mehmed Efendi vefat edince yerine kardeşi Esâd Efendi tayin buyuruldu. Şeyhülislâm Mehmed Efendi meşhur Hoca Saadeddİn Efendinin oğlu idi. Çok fazıl ve alim bir zad idi. Tacuttevarih adlı meşhur eseri bizlere kazandıran bu zatın gayreti olmuştur.
Bu sırada İstanbul'da bulunan İran'lı yeni elçisi Kadı Hân ile bir muahede imzalanmıştı.
Kadı hân, Osmanlı elçisi İncili Çavuşun refakatiyle İran'a dönmüş idi. Bu muahedeye göre İran devleti, Osmanlı devletine her sene ödemeyi vazife bildiği ipek vergisini ödememekte idi. O yetmez gibi Şah Abbas; Gürcistan üzerine sefer açmış idi. Bu vaziyette devleti aliyye Iran ile savaşa karar vermişti. Sadrazam Damad Mehmed Paşa orduyu hümayunun başına geçmiş ve Halep üzerine yola koyulmuştu. Sadaret Kaymakamlığını Ekmekçizade Ahmed Paşaya bırakmıştı. Şimdi bu yolculuk esnasında geçen bir vak'ayı zikrederek yüzünüze biraz tebessüm vermek ayrıca zeki ve nüktedan bir zat olan Damad Mehmed Paşa hakkında hazır cevaphlığın bir belgesi sayılan şu olayı nakledelim: Orduyu hümayunun konakladığı yerlerden birinde Mehmed Paşa maiyetindeki vezirler ve komutanlarla sefer işlerini bir çadırda müzakere ederken, ordunun ağırlıklarını taşıyan arabaların öküzlerinden biri aniden çadıra girmiş hiç kimseye bakmadan doğruca Mehmed Paşanın yanına gelmiş ve kafasını iki defa paşa hazretlerinin göğsüne sürmüştü. Paşa; öküzün yanaklarını okşamış, sevmiş ve Öküz yine geldiği gibi geri dönüp gitmiş. Paşa'nın eskiden Öküz nalbandlığı yapan babasından kinaye Öküz Mehmed Paşa olan lakabı aklına gelen sözde nüktedan birisi «Devletlim, öküzle ne konuştunuz?» deyince Mehmed Paşa serinkanlılıkla taşı gediğine koyar: «Hadi sen bizdensin ama bu eşekleri nereden buldunda ders verirsin dedi» diyerek soru sahibini mahcup eder.
Her neyse, bu sırada İran'ın yeni elçisi Kasım Hân, İncili Çavuşla birlikte deniz yoluyla İstanbul'a dönmüşse de çoktan savaş kararı almış olan Osmanlı Devleti Sadrazamı Haleb'i tutmuştu. Kasım Hân, ilanı harb dolayıyısyla Hazreti padişah ile görüşememiş ve elçilik evinde göz hapsine alınmıştı. Ne çare ki Mehmed Paşa bu sefer-i hümayunda gerek kışın erken gelmesi ve çok şiddetli geçmesi, gerekse zahirenin telef olması oda yetmez gibi sâri bir hastalığın bir çok mücahidi bu âlemden terke mecbur kılması yüzünden, Rumeli Beylerbeyi Davud Paşa ve Van Beylerbeyi Tekeli Mehmed Paşa ile birleşerek İranlılarla Erivan kalesi önünde yapılan bir muharebede galip geiindiyse de kesin bir zafer elde edilememiş hatta Erivan kalesi bile ele geçirilememişti. Tek muvaf-fakiyyet dört gün süren bir muhasaradan sonra istîrdad edilen Nahcivan kalesinde görülmüştü.
Bu seferin kesin bir muvaffakiyyet göstermemesi Damad Mehmed Paşa'nın azlini intaç etti. Sadrazamlık Ekmekçizade Ahmed Paşa'ya verilercek zannedenlerin şaşkın bakışları atında Şeyhülislâm Esad Efendi ile istişare eden Hazreti pa-disah: «Şeyhülislâmım, seninle sadaret için meşveret eylerim, çünkü her ne kadar kıdem İtibariyle bu makam Ekmek-çizadeye verilirsede Lalam Murad Paşa hakkında çok yalanlar atan bu adamı bu vazifede görmek istemem') buyurur. İstişare neticesi, yine bir Damad, sabık Kaptan-ı Derya Haiil Paşa, Vezaretiuzma makamına nasb olunur. Hicri 1025, Milâdi 1616.
Yeni Sadrazam bir yandan İran üzerine tedbir alırken öte yandan Kazaklarla anlaşan Buğdanlılar, Osmanlı devletinin tayini ile başlarında bulunan voyvodaları Etyen'i ekarte etmişlerdi. Bu bir iç mesele olmaktan çıkmış devleti aliyye'ye de bir is^an sayılırdı. Çünkü oranın tayini Bab-ı Alice yapılıyordu. Bunun dışında bir kuvvet otoriteyi sarsmaya matuf bir sebepti. Buna müsaade olanamazdı ve olunmadı da. İskender Paşa, Rumeli eyaleti askeriyle bunların içine öyle bir daldı ki bu ihtilalin ileri gelenlerini yakaladı. Ve Etyen'i tekrar voyvodalık makamına oturttu. Hünkâr, İskender Paşa'ya mareşallik rütbesini tevcih etti. Bu ihtilal çok önemli bir olaydır. Çünkü, Avrupa ve Papalık bu büyük devleti yâni Osmanlı Devletini sarsmak dönemine başlarken ilk önce bu ülkeye tabii gayri dini unsurlar üzerinde istiklâl ve milliyetçilik rüzgârları estirmeye başlamıştır. Türk tarihinde Osmanlı Asırları adlı eserinde merhum Samiha Ayverdi Hanımefendi; İkinci cild 43. sayfaya koyduğu şu dip not bu metod yakın tarihte çok kuvvetli bir Almanya'ya tesirini mukayese ederek fevkalade bir misal takdim etmiştir. Bu satırları buraya almadan edemedik. «20. asırda o kadar kuvvetli Nazi Almaya'sının, böyle bir dünya ablukasına ancak iki yıl dayanabildiği göz önünde tutulursa; osmanlı devletinin aynı ablukaya dört asır mukavemet edişindeki kudret böylece de meydana çıkar.»
Yukarıdaki izahları okuduktan sonra Hükümdarı Şahanenin, İskender Paşaya Mareşallik tevcihini basiretle verilmiş bir mükâfat saymak icab eder. Esir edilenlerin beşyüz kadarı zincire vurularak İstanbul'a gönderilmişti. Bunların çoğu Kazak idi. Bu Kazaklar yüzünden ertesi sene Lehistan ile savaş yapma durumu çıkmışsada yapılan muahede de Kazakların Buğdan ve Erdel'e karışmamaları temin edilmiş buna mukabil Devleti Aliyye Kırım Hân'ının, Lehistan hududuna tecavüzlerini durdurmaya çalışacağına söz vermiştir. Hicri 1026, Milâdi
Devleti Osmaniye, Batı serhadlerinde bu Kazaklar, Buğdan ve Eyaletler ile uğraşırken, kangren olmuş bir İran meselesi varken; Galata'da bulunan Cizvitler, Patrik vekilini kendilerine bent edip, Napoli Kralı ve Papa'ya kendi namlarına mektuplar yazmışlardı. Bu durumu haber alan Devleti Aliyye derhal Cizvitleri toparlamış ve haps etmiş ayrıca onlara alet olan Patrik vekilini ipe çekmekte en ufak bir tereddüt bile geçirmemişti. Fransa elçisi, Patrik vekilini kurtaramamış ancak otuzbin duka altunu ödiyerek cizvitlerin hapisten çıkmalarını temin edebilmiş idi. Öte yandan Galata Kadısı; Yahudi ve hristiyanlann serpuşlarını kulanmaları halinde isterse teba, isterse ecnebi sefir hatta sefir hanımlarının dahi cizye defterine kayd olunarak cizye vermeleri hususunda Defterdar Baki Paşa ile müştereken bir emir çıkarıp tatbik sahasına koymuşlardır. Bu vergiyi bizzat Elçiler bile bir müddet ödemiş, bilahare Bâb-ı Âlî'ye yapılan müracaat kabul edilmiş ve bu emir yürürlükten kaldırılmıştır.
Kaanuni sultan Süleyman Hân, Fransa kralına dansı sarayından kaldırması ile ilgili mektupu yazarken kaygısı şu kelimelerde nümayan olur: «Benim memâliki şahaneme yayılırsa.» Bu endişe belirten kelimeler kuru bir endişe değil, imani bir mesele olmasındandı. Çünkü iki Cihan serveri Efendimiz (s.a.v.) hazretleri bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardı: «Men teşebbehe bi kavmin hüve minhüm» meali; Kimki kâfirin kıyafetini benimeseyerek, ve onlara benzemek için samimi bir şekilde hareket ederse o onlardandır. İşte Galata Kadısı muhitindeki yahudi ve hıristiyan çokluğunun böyle şapkalar giymelerinden dolayı bir müslimin bunu kullanmaya kalkmasını ve beğenerek istimali kâfir olmasına sebeb olur düşüncesiyle ve o müslümanın imanını kurtarmak için şapka giyilmeyi bazı mâli esaslara bağlayarak giyme zorluğu ihdas etmiş ve Şöylece müslümanın bir taklit hastalığına düşmesine mâni cjlabilme yolunu seçmiştir Ama nevarki dört asır sonra bir çok âlim ve müslüman şapka giymedikleri için hayatlarının son nefeslerini dâr ağaçlarında vermişlerdir. Ce-nab-i Mevlâ bu şehidlere rahmet eylesin. Bu öyle tersine dönen şemsiye idiki bir zamanlar zımmıye ancak cizye mukabili serpuş giyme hakkı tanıyan müslümanlar bu serpuşları giymediler diye şehadet şerbetleri içtiler. Zaten Cenab-ı Hakk buyuruyor: «Bir milet kendi hakkındaki hükmünü değiştirmedikçe, biz o millet hakkındaki hükmümüzü değiştirmeyiz.» yine Muhiddin İbni Arabi (K.S.) Hazretleri «Şapka altında evliyalar olacaktır» tebşiriyle asırlar ötesinden bu şeha-detlerin haberini vermiştir. Ne çareki zahir uleması bu tebşiri şapka giyen evliyalar olacaktır diye anlamışlardı.
Zitvatorok antlaşmasında bir takım anlaşmazlıklar çıkmış bunun üzerine Osmanlı devleti, Viyana'ya imparator Mat-yas'a Ali Bey ve Ermeni azınlıktan Gaspar Efendi adlı bir elcilik heyeti göndermişti. Talihin ve tarihin enteresan bir şekilde tecelli ettiği şöyle görüldü. Osmanlı devletinin sulh müka-leme heyetini İstanbul'dan bir fırıncı oğlu olan Ekmekçizade Ahmed Paşa idare ederken, Avusturya heyetini de tedvir ve takip edende bir fırıncının oğlu olan Kardinal Kiaze idi. Bu adam Avusturya devlet idaresinin adeta ruhu idi. Neticede 20 madde ile meseleler bağlandı.
Bizans imparatorlarından Jüstiyen'in yaptırdığı Ayasofya-nın karşısında İslâm mimarisinin mümtaz eserlerinden biri olan Sultan Ahmed Camii altı minaresi ile deniz tarafından bakıldığında İstanbul'un görünen devasa manzarası içinde zarif bir şekilde hemen kendini belli eder. Altı adet minare-sinn etrafını süsleyen ondört şerefe; Sultan Ahmed Hazretlerini ondördüncü padişah olduğunun bir senedi olarak bazı tarihçilerin, Süleyman ve Musa Çelebileri padişah sayarak onaltıncı padişahtır demelerini yalanlarcasına... Bu büyük ve muazzam yapının mimarı Sedefkâr Mehmed Ağa, ustası Sinan gibi, manevi âlemden aldığı irşadlarla bu eseri bir elinde teşbih, bir elinde arşın, kâh oraya koşarak kâh buraya koşarak meydana çıkmasına savlet eder aziz bir muhteremdi. Ca-miinin içindeki çiniler ve hatt san'atının nefis örnekleri hâla mükemmel görüntüsünü devam ettirmektedir. Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri ise zamanının kutbu olduğu kuvvetli rivayetlerle günümüze kadar gelen bir ehlullahtı. Sultan Ahmed Hazretleri bu zata intisab etmiş ve onun irşadları ile seyrü sülük dalgalarında kulaçlar atmıştır.
Hazreti padişah intisabının ilk zamanlarında gönül sultanı Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerine abdest alması için ibrikle su dörkerken, Valde Sultan'da peşkir (havlu) tutarken; Hazreti padişahın içinden bir ses «Şeyhim bir keramet göstersede mest olsak» der. Hazreti Şeyh abdest duasını bitirip, müridi olan padişaha bakar ve «Bizim gibi bir fakire padişah su döker, valide Sultan peşkir tutar, daha ne keramet istersiniz» diye padişahın kalbinden geçeni okuduğunu ihsas eder. Haibu-ki ehli tarik erbabı bilir ki, kalbini şeyhine teslim eden mürid şeyhinin elindedir. Ona o arzuyu şeyhi verdirir. Padişah bunun üzerine şeyhinin ellerine sarılır.
Aziz Mahmud Hüdai hazretleri Hicri 948, Milâdi 1541'de doğmuş ve doğum yeri Koçhisar'da tahsilini tamamladıktan sonra Bursa'ya gelmişti. Bursa'da kadılık ve medrese müderrislik (bu günkü lisanla profesörlük) yaparken tasavvuf deryasına dalar, şeyhinin emriyle İstanbul'a gelir. Burada nâmı yayılır. Sultan Ahmed hazretlerinin bir rüyasını tabir ettikten sonra Hazreti padişahı bağlıları arasına alan Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri şüphesizki padişahı matluplardan saydığı için tasarrufunu kullanıp padişaha o rüyayı' göstermiş ve tabirini yapınca da kendisine bağlamıştır. Bilindiği gibi seyrü sülük erbabınmın içinde matlubin tabir olunan bir zümre vardır. Onlar zamanın mutasarrıfının kendi getirdikleridir. Onlar gelmek istemeseler bile Efendi Hazretleri onlara öyle oyunlar yaparlarki sonunda o saadet kapısını çalarlar ve biz teslim olduk derler. İşte Sultan Ahmed Hazretleri de öyle matlubin bir zat idiki, böyle yüksek bir gönül sultanının bir mıhladız gibi çektiği cevherdi. Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri, Sultan Ahmed'den sonra 1. Mustafa, 2. Osman ve 4. Murad devrni yaşamış hatta o kudretli sultan 4. Murad'a bizzat Eyyub suî-tan'da kılıç kuşatmıştır.
Aziz Mahmud HQdai Hazretleri'nin Celvetiyye Tarikatının kurucusu olduğu Muhterem Doktor Hasan Küçük Beyefendinin «Tarikatlar» adlı eserinin 187. sahifesinde beyan edilmiştir. Çok kıymetli olan bu eserden bu malumatı yazarken kaynak olarak istifade ettiğimizi de belirtmeyi bir borç biliriz. Hicri 1038, Milâdi 1628'de intikal eden Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri Üsküdar üzerinden Beldei Tayyibe olan İstanbul'a elan rûh-u mübarekesi ile feyz ve nûr'unu saçma'ktadır. Onun müntesibi olan hiç bir denizcinin denizde boğulmadığı rivayeti pek yaygındır. Rahmetulahi aleyh.
Başında taşıdığı sorguca Kademi Şerif resmini yâni; İki Cihan Serverinin ayak izinin resmini hakkettirmiş olan bu sultan iyi bir şâir olarak cülusuna tarih sayılan «Bahtı» mahla-sıyla pek güzel şiirler söylemiştir. İşte bunlardan bir Örnek:
«Nola tacım gibi başımda gÖtürsem daim
Kadem-i resmi durur hazreti Şâh-i Resûl'ün
Gel gülzarı nübüvvet o kıdem sahibidir
Bahtiya durma yüzün sür kademine o gülün» ,: ;
Ondört yaşında tahta geçen, ondört sene padişahlıkla mümtaz işler başaran Sultan Ahmed, şehzadelerin vilayetlere yollanmasına son vermiş, Hanım Sultanların sürgün edilmelerini kaldırmış, Hanedanın daima en yaşlı erkek üyesine tahtı bırakacak kanunlar koymuş, bunun ilk tatbikini bizzat kendi taht-ı Osmaniyi 13 yaşındaki «Genç Osman» adlı şehzadesi yerine, aklen malûl olan kardeşi 1. Sultan Mustafa'ya bırakmakla göstermiştir .Din-i mertebelerini yukarıda sırası geldikçe verdiğimiz için burada yeniden vermeye lüzum gör-
medik. Özetle son derece abid ve zahid ve ehli tarik bir zat idi. 28 yaşında vefat etmesi Osmanlı devleti için büyük bir talihsizliktir. Sultanahmed Camii yakınına ki türbesine defnedilen padişahın vefatı sebebi bir çok tarihlerde meskut geçilmiştir. Ancak İslâm Ansiklopedisinde kendisi ile ilgili bölümde elli gün süren bir mide rahatsızlığından vefat ettiği yazılıdır.
1. Ahmed'in adı bilinen iki hanımdan haber verir Çağatay Clluçay Padişahların Kadınları ve Kızları adlı TTK. dan yayımlanan eserinde. Sultan 1. Ahmed'e hanım olanların i'ki Mahfiruz Sultanvâlidedir. 2. hanım ise Mahpeyker Kösem Vâ-lidesultandır. Bunların ilkiyle yâni Hatice Mahfiruz sultanvâli-de ile izdivacı 1590 doğumlu padişah, 14 yaşındayken ve gelin Mahfiruz sultan da aynıyaştaydı. Vefatında 30 yaşında olup 26/ekim/1620'de Eyübsultanda defnolundu. Adı bilinen dört şehzadesinden 2. Osman (Genç) padişah olmuştur ve bu padişah oğulun, annesi olarak Hatice Mahfiruzsultan hanım, Osmanlı devletinin first laydy'si yâni, birnumaralı kadım olmuştur, piğer çocukları ise; Bayezid, Süleyman, Hüseyin şehzadelerdir. Târih bilgimizde önemli kaynaklardan biri olan Peçevi tarihi veliahd şehzade Mehmed'den bahsediyorsa da, bir katiyyet arzetmiyor. Bir Fatma Haseki Sultan adı veren Oztuna başkacada malumat verememekte.
Kösem Mahpeyker vâlidesultansa, Osmanlı devletinin abide sayılacak bir devlet anasıdır. Bu validenin, hayat çizgisindeki kıvrımlar, bir anne yüreğinin tahammül edemeyeceği sıkletde olmasına rağmen, nahif vücudunun zayıf fakat mukavim onuzlarına aldığı devlet çarkının yükünü taşımaya muktedir olmasından doiayıda unutulmaz bir örnek olmayı başarabilmiş bayandır. 1589'da doğduğu ileri sürülmüştür. Şehid'en 1651'de vefat etti. Öztuna'ya göre, Morali bir rum rahibin Anastasiya adlı kızıdır, bu ad, daha ziyade ortodokslarca istimal olunduğundan, Rus olduğu da ileri sürülmüştür. Sultan 1. Ahmed'den bir yaş büyük olup o izdivaçda 1604'de yapıldı. İki oğlu 4. Murad ve İbrahim padişah oldular. Bunlardan; 4. Murad'ın nâibeliği vazifesini üstüne aldı. Kocasıyla 13 yıl evli kaldı. Eşinin vefatında 28 yaşındaydı. Osmanlı sarayını avucunun içine almıştı. Çok zeki ve zarif, gönüller fetheden bir nezâkete sahipti. Devletin muammerliği gayesi idi. Kızları olarak da Ayşe, Fatma ve Atike sultanha-nımları dünyaya getirdi, bir de tahta geçemeyen, şehzade Kasım'ı doğurmuştur. Bu vâlidesultan bir baskınla öldürülmüştür. Bu baskına sebeb olan tertip de kendi elinin olması, saptığı mücadele caddesinde karşılaşacağı ihtimal durağıydı vede nitekim bahsekonu durakla karşılaştı ve hayatıyla ödedi yaptığı yanlışlığı.. Yaptırdığı binalar, insanlara bahşettiği hayırlanyla ve şehadetinin hemen peşinde, o dönem insanlarının şehid valide diye kendisini yâd etmeleri, bizim için o devrin karmakarışık ahvali içinde tutum tesbitimiz hayli güçtür. İnsanı islâm ölçüsü içinde değerlendirmek gerekirse, vâlidesultan bizden yana rahmetle anılacak kimselerin arasındadır. Kabri, 1. Ahmed'in türbesindedir ve bu türbe, Sulta-nahmed Câmii'nin hemen bitişiğinde Ayasofya Camiine bakan yüzdedir. Vâlidesultan'ın en hoş davranışlarından biri de, Ramazan ayında mahpushaneleri dolaşmak ve orada borç yüzünden, hapiste olanların borçlarını kendisi ödeyerek onları hürriyetlerine kavuşturmasıdır.
Sultan 1. Ahmed'in kızlarına gelince; Bunların sayısı altıydı en küçükten büyüğe doğru Abide, Burnaz Atike, Hânzâde, Gevherhân ile Fatma ve Ayşe sultanhanımlardır. Ayşe sultan 1605'de doğup; 52'yaşında olduğu halde, 1657'de vefat etdi Babası 1. Ahmed'in türbesine defnolundu. Bu hammsul-tan, Ük izdivacını Gürnülcineli Nasuh Paşa ile yaptığında 7 yaşında idi. Ancak bunun, zifafsız izdivaç olduğunu söylemeye gerek yoktur. 2. izdivacı Hotin savaşında 1621'de şehid düşen Karakaş Mehmed Paşayla oldu ve 10 yaşındayken başlayan evliliği 16 yaşında iken nihayetlendiğinin akabinde; 1625'de Şehid Hafız Ahmed Paşa ile 3. evliliğini yaptığında 20 yaşında olup zifafın ilk defa bu evliliğinde gerçekleştiği malumatı bulunmaktadır. Filibeli bir müezzinin oğlu olan Hafız Ahmed Paşa'yı "Hafız Paşa tokadı denen ve diğer adı Osmanlı tokadı olanın mucidi olarak saymak kabildir."
Şehid oluşu; kazan kaldırmış yeniçerinin kendisini katletmek istemesinden ve bu çirkin linçi yapmasıyla gerçekleşmiştir. Genç padişah 4. Muradın; gözleri önünde gerçekleşen bu vak'a'yı, ömrü boyunca unutamadığı vah hafızım diye içini yakan âteşi açığa vurmaktan içtinab etmediği bilinmektedir. Ayşe Sultanhanım bu izdivacından eviâd sahibi de olmuştun 4. dâmad ise, Revân'da 1636'da şehid olan Murtaza Paşadır. Bununda arkasından 5. damadın Celep Ahmed Paşa olduğunu, 6. dâmad ise Girit'de 1649'da şehid olan Voynuk Ahme,d Paşadır. 7. dâmad İbşir Mustafa Paşanin 1655'de kellesi ğitdi. Ayşe Sultanhanımın 8. kocası Malatyalı Süleyman Paşa1; eşinden 5 yaş büyüktü. 1656'da yapılan izdivaç pek uzun sürmedi. Ayşe hanımsultan'in 5 ay sonra vukubu-lan vefatı evliliği bitirmiş oldu. Süleyman Paşa 1687'ye kadar muammer oldu. Fatma sultanhanim'da 1 yaş küçük olduğu ablasından pek fazla aşağı kalmamış, sırasıyla önce dâmad Kara.Mustafa Paşa, 2. dâmad Çatalcalı Hasan Paşa, 3. Canbuladzâde Mustafa Paşa, 4. evliliğini Koca Yusuf Paşa, 5. Dâmad Gaazi Melek Ahmed Paşa, 6. damad Kundakçızâ-de Mustafa Paşa, 7. ve sonuncu Dâmad Maksut Paşa olrnak üzere 7 evlilik yapmıştır.
3. kız evlâd Gevherhân Sultanhanım ise 1608'de doğmuştur. Vefatı 1660'da olmuştur. Babası 1. Ahmed'in türbesine defnolundu bu hanımsultan ilk izdivacını Öküz Mehmed Pasa ile yapmıştır. Sadrıazam Öküz Mehmed Paşa bu hanımı 4 yaşındayken alarak yedisene bekledikten sonra zifafı 1619'da gerçekleştirmiştir. Paşa hanımından 48 yaş büyük idi. 1620'de Öküz Mehmed Paşa öldüğünde 13 yaşında olan hanımsultan, 2. evliliğini; dâmad Hâin Topal Recep Paşa İle yaptı. Evlilikleri 8 yıl sürdü. 4. Murad bu topalı katlettirdiğinde bu evlilik de sona ermiş oldu. Sultanhanım vefat ettiklerinde 52 yaşındaydı.
Hanzâde Sultanhanım 1609'da doğdu. 41 yaşında pek genç öldü. Lâdikli Bayram Paşa ile evlendi. Sadrıazam Bayram Paşa görevindeyken vefat etdi. Hanımsultan; onun vefatından sonra izdivaç yapmadı. Bu Sultanhanım vefatında, Sultan İbrahim türbesine gömüldü.
Burnaz Atike Sultanhanım ise, Şehzade Kasım'ın ikiz kardeşi olma ihtimali gaalibdir. 4. Mehmed'e mürebbiyelik yâni terbiye ve yetişmesinde yardımları olmuştur. Bu hanımsultan da 3 izdivaç yapmıştır. Bunlar; Musahib Cafer Paşa, Doğancı Yusuf Paşave Sofu Kenan Paşa ile olmuştur. İlk evliliği 17 sene sürmüştü ve 2. izdivacı Gürcü Sofu Kenan Paşa ile olmuştur. Dört yıl süren ve paşanın vefatıyla noktalanan izdivacı, Doğancı Yusuf Paşayla olmuş 1670'de paşanın vefatıyla sonuçlanmış ve Sultanhanım dört yıl dul kaldıktan sonra 1674'de vefat etmiştir. Sonuncu evliliğide 17 sene devam etmiştir. Bu hanımsultan da Sultan İbrahim türbesinde defno-lunmuştur.
Abide sultanhanım 1618 doğumlu olup, babasının vefatı peşinden dünya'ya gelmiştir. 1648'de de vefat etmiştir. Dâmad Küçük Musa Paşa ile evlenmiştir 24 yaşındayken. Evliliqi 5 y1*1 bulmuştur. Musa Paşanın vefatının peşinden bir yıl sonra, o da vefat etmiştir.
İzdivaçlarını vede kısaca haklarında bilgi verdiğimiz hanımsultanlar dışında dört tane ve pek küçük yaşda kızları olduğunu biliyoruz Sultan 1. Ahmed'in ki bunların adları; Zahide, Esma, Hatice ve Zeynep sultanhanımlardır. Sultan 1. Ahmed'in evlâdlannın erkek olanlarına gelince; onbir şehzadesi dünya'ya gelmiştir. Bunlardan Osman, Murad vede İbrahim Osmanlı tahtına çıkmışlardır. Diğer mahdumları ise şu şehzadelerdir. 2. Osman'ın boğdurduğu Mehmed, Cihangir, Selim, Hasan, Bayezid'se 22 yaşındayken 4. Murad tarafından boğduruldu. Fransızların ünlü piyes yazarı Rasin, bu şehzadenin hayatını, kendisinin tahayyülü içinde bir çok iftiralarla da dolu olarak kaleme aldığını hatırlatalım. Şehzade Orhan, pek küçük ölürken Hüseyin ise; dört yaşında vefat eder ve 1614'de doğup 1638'de ağabeyi 4. Murad tarafından boğdurulan, yaşı o sırada 24 yaşında olan Kasım ve 20 yaşında 4. Murad'ın emriyle boğdurulan, Süleyman şehzadelerdi. Tuhaftır ki; çok merhametli ve tasavvuf dünyasında hayli kulaç atmış bir insan olan 1. Ahmed, Osmanlı tahtına veraset usûlünü eber yâni, hanedan'ın yaşayan en büyük erkek mensubunun padişah olmasını getirmesinin hemen arkasından, Genç Osman başta olmak üzere, 4. Murad dâhil bir kardeş katli kasırgası estirmişlerdir. Netice itibarıyla; Sultan 1. Ahmed hân'ın ceman on tane kızı ve bir düzine yâni 12'de oğlu olmuştur.
Sultan 1. Ahmed gelmiş olduğu padişahlık görevinde sadrıazam olarak Malkoçoğlu Yavuz Ali Paşayı bulmuştu. Baba yadigârının göreve devamını tensib eden padişah 26/tem-muz/1604'de yeni sadrıazam olarak, Sokulluzâdelerden Lala Mehmed Paşa'yı sadarete getirdi. Lala Paşanın bu sadareti I sene, 10 ay, 26 gün sürdü. Yerine 21/haziran/1606'da Derviş Mehmed Paşa getirldiysede vazifeyi 5 ay, 18 gün sürdürebil-di. 9/12/1606'da; Kuyucu Murad Paşanın 4 yıl, 7 ay, 27 gün sürecek ve Anadoİudaki dehşet dolu isyanları aynı metodla bastırması dönemi başladı.
5/8/1611'de Gümülcineli Nasûh Paşa sadarete getirildi. Bunun sadareti de 3 sene 2 ay, 13 gün devam edebildi. 17/10/1614'de Dâmad Öküz Mehmed Paşanın sadareti başladı ve 2 sene, 1 ay, 1 gün sürdü ve onunda yerine 17/11/1616'da Halil Paşa veziriazam oldu.
Ancak bu nasbinin, padişah 1. Ahmed'e hizmet şansı 1 yıl, 5 gün kabil oldu. Değişen veraset sistemine göre de merhum padişahın kardeşi şehzade Mustafa, 1. Mustafa unvanıyla tahta çıktığında karşısında bulduğu sadrıazam Halil Paşa olmuştu. Böylece de diyebilirizki, 1. Ahmed 13 sene, 11 ay, 1 gün süren padişahlık döneminde, yedi defa mührü hümayun verdi. Böylecede yedi şahısla devrini kapadı.
1. Ahmed'in şeyhülislâmlarına gelince; Ebu'l Meyamin Mustafa Efendi makam-ı meşihatde idi genç padişah tahta çıktığında. Bu zâtın 8/6/1604'de İnfisali üzerine Sunullah Efendi 2 sene, 1 ay, 20 gün süren meşihatına tâyin olundu. Onun hemen peşinden Meyamin yine meşihate getirildi ve 23/11/1606'da vefat etdi. Böylece halef selef otundu.
Sunullah Efendi bu sefer 3. defa geldiği makamdaki vazifesini vefatıyla noktaladı. Yekûn meşihati 5 sene, 7 ay, 8 ün sürdü. Hocazâde Hacı Mehmed Efendi 5/8/1608'de şeyhülislâmlığa getirildi. 7 sene, 27 gün bu görevi yürüttü. Makamında vefat ederken, 26. şeyhülislâm olarak geldiği ilk vazifesindeki müddet de eklendiğinde karşımıza 8 sene, 6 ay devam eden vazife arzettiği görülüyor.
2/7/1615'de ölen ağabeyinin yerine de yineHocazâde Mehmed Esad Efendi getirildi. Bu zât daha sonra padişah olan Genç Osman'ın kaimpederiydi. Bu zâtın şeyhülislâmlığı 1 Ahmed'in son şeyhülislâmı olmasıyla son buldu. 1. Ahmed'e, bu zâtın müşavirliği 2 sene, 4 ay, sürmüştü. Böylece de; 1.'Ahmed'in döneminde altı defa şeyhülislâm değiştirirken, bunun dörtdefasını iki kişi ile diğer iki kişiyide sayarsak 6 değişikliği, dört kişiyle geçiştirmiştir.
.
SULTAN I. MUSTAFA VE SULTAN 2. OSMAN (GENÇ)
Sultan 1. Mustafa
Sultan I. Mustafa Ve Sultan 2. Osman (Genç)
Damad Halil Paşanın İran Seferi
Şehzade Mehmed Sultan'ın Katli
Hotin Seferi
Hotin Savaşı
Dilaver Paşanın Sadareti
İlk Homurtular
Padişahın Gördüğü Rüya
Yeniçeri Ve Sipahi Askerinin Fıkır Ve Hareket Beraberliği
Şeyhülislâm Fetvası
Ulemâ İle Görüşme
Ertesi Gün
Ulema Padişah Huzurunda
Sultan Mustafa'yı Isteriz
Sultan Mustafa'nın Yeniden Taht'a Çıkarılması
Genç Osman'ın Taht Mücadelesi
İki Padişah Bir Camii'de
Genç Osman'ın Şehadeti
1. Mustafa'nın Sadrıazamları Ve Şeyhülislâmları
Sultan 2. Osman(Genç)'İn Hanımları Ve Çocukları
Genç Osman'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
SULTAN I. MUSTAFA HAN
Babası: Sultan III. Mehmed Han
Annesi: Handâa Sultan
Doğum Tarihi: 1592
Vefat Tarihi: 1639
Saltanat Müd.: 1617-1618 1632-1623
Türbesi: İstanbul'dadır.
SULTAN II- (GENÇ) OSMAN
Babası: Sultan I. Ahmed Han
Annesi: Mahûruz Sultan
Doğum Tarihi: 1604
Vefat Tarihi: 1622
Saltanat Müd.: 1618-1622
Türbesi: İstanbul Sultanahmet Camii Yanı.
Nasılki Yıldırım Bayezîd Hazretlerinin Timurlenk'e yenilmesinden sonra meydana gelen gailede Çelebi Mehmet Hazretlerinin safhai hayatına geçmeden, Süleyman Çelebi, İsa Çelebi ve Musa Çelebİ'nin mücadelelerinin anlatma yolunu seçdiysek; I. Ahmet Han'ın kardeşi, Sultan i. Mustafa'yıda anlatırken mutlak suretle 2. Osman Hazretleri ile bir arada anlatmak mecburiyeti hasıl olmuş bulunuyor. Çok dikkatle araştırdığımız tarihlerde bu bizim seçtiğimiz yolu seçmiyen müverrihler kendilerini zorlamışlar fakat doğum tarihi ve vefat tarihi, deli, muvazenesiz, havuzdaki balıklara para a,ardı, ulemanın yanına yavaşça sokulup başlarını açardı, gibi gayet yavan şeylerle ancak bir sahifeyi doldurabilmişlerdi. Sonra Genç Osman Hazretlerini anlatırken zaman zaman uzun bahislerle kalemsallamak mecburiyetinde kalmışlardır. İleri sürdüğümüz sebeblerden dolayı biz bu sultanı münferid olarak anlatmayıp devri Genç Osman ile beraber kaleme almayı dü-şündük. Böylece mümkün mertebe tarihi Osmaniyye-nin kronolojik akışında bir geriye dönüş tarzını benimsememiş olduğumuzu belirtmiş oluyoruz... Öyle ise bu böiümün başlığı şöyle tesbit olundu.
Ondört sene süren zamanı saltanatından sonra darü beka alemine intikal eden Gazi Sultan Ahmet Han hazretleri yap-nıış olduğu vasiyetle taht-ı Osmaniyi büyük şehzadesi Osman Sultana değil Kardeşi Mustafa'ya ikram etmişti. Acaba bu ikramın sebebi ne idi. Bizce bu iki sebebe dayanmaktadır:
Birincisi, Edirne dolaylarında tertiplenen bir av partisinde, av yapmanın şevk ve heyacanıyla atını koştururken dolayısıyla maiyyetinden fazlaca uzaklaştığı bir anda kendi takip ettiği avını oklayan Kırım Prensi ve bu prensin yanındaki pür silah Tatar askerlerini görünce aklına kendine hazırlanan bir suikast geliverdi.
Bu tedai padişah hazretlerine, Kırım Hanları ile ecdadı izamının yapmış olduğu antlaşmayı da derhatır etmişti. Bu antlaşma meâlen şöyle idi: «Eğer Hanedanı Al-i Osmanda erkek fert kalmazsa, Kırım Hanlığı devleti Osmaniyye tahtı'na iclâs olunacaktır.» Bunu hatırlayan Sultan Ahmed Hân söz konusu antlaşmayı ortadan kaldırmak içjn ve Cengiz yasası tesmiye olunan yasayı bir daha tatbik etmemek ve etmemelerine örnek olmak için kardeşi Sultan Mustafa'yı hem öldürtmemiş hemde cihan devletinin taht'ını ikram edivermişti.
İkinci sebeb ise son derece merhametli olması ve şehzadelerinin çok küçük yaşta bulunması ve askerin devlet ileri gelenleriyle bir takım mevzularda anlaşabilmeleri ve hanedanı Osmaniyye'nin yaşı küçük şehzadeler tarafından idare olunamayıp maazallah herhangi bir sadrazam'm taht'ı ele geçirme arzularını önleme gayretine matuftur. Biraz üzerinde düşünülürse nice ileri gelen devlet adamlarının nasıl sudan sebeblerle kati olunmaları bu inkılap fikrinin vehminden geldiği anlaşılır.
Çünkü insanlar herhangi bir muvaffakiyyet kazandıklarında derhal mükâfat isterler. Eğer bu muvaffakiyyetler seri bir halde devam ederde birde buna .gerek dış tahrikler gerekse içteki dalkavuklar ve hanedan düşmanları eklenirse bu mu-vaffakiyyetlerin sahibi artık çileden çıkar ve zirveye göz diker.
Bunun en bariz misalini tekriren söylediğimiz gibi «Al-i Osman gider, âl-i Midhat gelir») diyerek yırtıtası hançeresinden kusan Mithad Paşa ortaya koymuştur. Bütün bunlara ilaveten büyük hizmetler yapmış ve daima haddini bilmiş hizmet erbabı şüphesiz ki diğer içten pazarlıklı insanların sayısınla mukayese edilmeyecek kadar çoktur.
Yukarıdaki maruzatımızı bitirdikten sonra kronolojik tarih akışı içinde mevzularımıza devam edelim.
Sultan 3. Mehmed Hazretlerinin oğlu Ahmed Sultan'ın val-desi Handan sultandır. 1. Mustafa'nın annesinin Handan sultan olup olmadğı maalesef tarihin nisyan bulutları arasına karışıp gitmiştir.
Hicri 1001, Milâdi 1591'de doğan 1. Mustafa, ağabeyi 1. Ahmed hân Hz. lerinin daru beka alemine intikalini müteakip uzun yıllar mahpus tutulduğu saraydaki odasından taht'a çıkarılmak üzere alınmağa gidildiğinde; kendisi rahlenin üzerinde duran Kur'an-ı Kerim'in huzurunda kemâli edeple oturmuş tilavet eylediği görüldü.
1. Mustafa bu sırada 26 yaşında bulunuyor idi. İlk sözü bir bardak su istemek oldu. ne varki uzun yıllar mahpus tutulan veliaht şehzade muvazenesiz bir hal içinde idi.
Veziriazam Damad Halil Paşa o sırada İran üzerine açılmış seferde aynı zamanda serdar unvanını da mâlik olarak der-saadet'ten uzakta bulunuyordu. Bu Halil Paşa, padişah damadı olarak Kaptan-ı Derya'lık makamında ne k~.dar güzel hizmet göstermişse de, iki defa gelmiş olduğu vezareti uzma makamında aynı muvaffakiyyeti gösterememiş fakat devlete hayrı hizmeti hakikaten çok.olan bir zât İdi. Ayrıca seyrü sülük erbabı olan bu Damad Halil Paşa, zamanının Kutbul Ak-tabı Aziz Mahmud Hüdai (K.S.)'e müntesib idi.
Sultan 1. Mustafa'nın padişahlık yükünü almak istememesi sadrazam'ın seferde olması, bundan da öte 1. Mustafa'nın bu yükü aldığı takdirde yürütecek durumda olmaması hasebiyle Kızlar Ağası Mustafa Ağa, bazı ulemaya müracaatla; padişah hazretlerini sıhhi durumunun bu ağır vazifeyi götüre-meyeceğini maazallah bir takım karışıklıklar olsa üstesinden gelinmeyip, devlet gemisinin batma tehlikesinin, parıldıyan Osmanlı yıldızının gölgeleneceği belkide Allah korusun kararacağını ileri sürmüştü.
Bu ulema durumu valde sultana haber vererek; Kızlar Ağasının sürülmesine ait tavsiyelerde bulundular. Şimdi burada hükümden ziyade üzerinde duracağımız bir nokta belirlenmektedir. Zayıf vücutlu, solgun fakat güzel yüzlü, seyrek sakallı, iri ve çok güzel gözlü, tesirli bakışlar sahibi bu padişahta bazı şeyh ve ulemanın fevkalâde haller gördüğü, hatta bazı kerametler gösterdiği kanaatında olduklarından; Kızlar ağasını padişah aleyhine bir dolap çeviriyor zannıyla Valide sultana şikâyet etmek lüzumunu görmüş olamazların? Beri yandan dünya saltanatından vaz geçmiş İbrahim Etem (K.S.) gibi Sultan Mustafa da aynı mertebenin bir ehlullâhı-mıydı? Nasılki ibrahim Etem (K.S.) hazretleri, kendisini tekrar taht'a davet eden vezir ve adamlarına elindeki iğneyi gösterip, suya atarak, söz konusu iğneyi bulmaları için balıklara emir vererek iğneyi getirtmek suretiyle gerçek hükümranlığın ne olduğunu onlara gösterip, onlarda «Evet sultanım sen mertebeni bulmuşsun» diyerek onu taht'a davetten vaz geçip gitmeleri gibi Kızlar ağası Mustafa ağa böyle bir keramet gösteren Sultan 1. Mustafa'nın sırrını fâş etmemek için, bu vazifeyi yapamayacak diye Hazreti padişahın izni müsaadesi ile talepte bulunmuş olamazmı? Bu vaziyette Kızlar ağası Mustafa Ağa, padişah namına veya devleti aliyye adına hâl isterken ulema ise kâh padişaha kâh devlete bağlılığından itiraz ederken bunlara entrikacı demek nasıl kabil olur anlamak mümkün değildir. Ne varki bu arada cülus bahşişleri verilmiş olup, bazı zevata görev tevcihleri yapılıyorum.
Şeyhülislâm Esad Efendi ve sadaret kaymakamı Sofu Mehmed Paşa valde sultanla görüşüp hâl lâzım geldiği hususunda ittifak eylediler, üç ay on gün süren Sultan 1. Mustafa'nın bu seferki saltanatı, taht'a geldiği odasına önmesiyle noktalandı.
Bu durum en çok yeniçerilerin işine yaramıştı. Yüz gün önce almış oldukları cülus bahşişine bir daha nail olacaklar idi.
Bu hal edişte Şeyhülislam Esad Efendi Hazretlerinin tasvibi çok önem kazanmıştır. Meşhur Tac üt tevarih sahibi ve Haçova zaferinin manevi mimarı Hoca Saadeddin Efendi'nin ikinci mahdumu olup Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerine intisabı vardı. Esad Efendi, kızı Akile hanımı şehid-i padişah Genç Osman'a vermekle devleti*aliyyenin padişahına, Kaim-peder olma şerefine erişmiş ilim ve fazilet sahibi bir zâttı.
İşte ne kadar büyük bir devlet olduğunun sayısız numunelerinden biri olan şu durum aziz okuyucularımızın dikkatlerine sunulur. Sultan 1. Ahmed hân Hazretlerinin son demlerinde başlamış-olan bu seferi hümayun, padişahı cihanın daru beka âlemine intikaline, sultan 1. Mustafa'nın taht'a geçişine ve yüz gün sonra yerini Genç Osman Sultana bırakmasına rağmen orduyu hümayun doğu hudularımızda iran'la mücadele devam ediyordu. Çünkü ol devlet öyle bir devleti azlme idi ki şahıslar geçici, devlet ebedi idi...
Sadrazam Damad Halil Paşa Tebriz üzerine yürümek kas-diyle Erdebil'den hareket etmiş ve Van Sahrasında kendisine iltihak etmek üzere gelen Kırım Hânı Canik Giray ile buluşmuştu. Fakat Tatar hânı bu muharebeye ganimet elde etmek maksadiyle katıldığından direk olarak Tebriz Hâkimi Karcığla Hân'ın üzerine ani bir baskın plânlıyordu. Bu plânı bir çok kumandan ve tecrübeli asker tasvip etmemişlerse de yağma niyetinden vazgeçmeyen Tatar Hân'ı bir iki bin kişilik süvari askeriyle saldıracağını ileri sürüyordu.
Bunun üzerine sadrazam Halil Paşanın komutasında bir askeri birliği Kırım Hânı'nın yanına verdi. Bu tasavvurdan haberdar olan Tebriz Hâkimi kurduğu bir pusuda, yorgun gelecek olan Tatar ve Osmanlı askerini beklemeye başlamıştı. Hakikaten çok sür'atli hareket eden bu Tatar ve Osmanlı askeri pusu mahaline geldiklerinde parmaklarını dahi oynata-mayacak derecede yorgundular. Karciğla Hân ani bir taarruzla bu kuvvetleri darmadağın etti. İki saat boğaz boğaza yapılan savaşta gerçi Kırım Hânı kurtulmuşsa da bu kurtuluşunu kendi askerinden ziyade Yeniçeri'nin şecaat ve maharetine borçluydu. Ne varki; Rumeli, Diyarbekir ve Van Beylerbeyleri savaş almında kalmışlardı.
Esir düşen beşyüz kadar Tatar ve Osmanlı askeri hemen şehid edildi. Komutanlardan esir edilenler Karcığla Hân tarafından Şah Abbas'a gönderilmişlerdi.
Bu mağiubiyyetin haberini alan Damad Halil Paşa, kuvvetlerini derhal harekete geçirince Şah Abbas, Burun Kasım adlı şahsı e!çi göndererek; Sadrazama daha evvelki yıllarda yapılmış Nasuh Paşa antlaşmasının tevsii ve tatbike hazır ve senelik vergilerini vermeye amade olduğunu bildirmek mec-buriytinde kalmıştı. Bu müracaat kabul olundu. Sadrazam ve Şah Abbas anlaşmaları imzalayarak birbirlerine gönderdiler. Şah Abbas bu antlaşma üzerine orduyu hümayuna sekizyüz katar deve yükü zahire ve ayrıca sadrazama dokuz katar yükü zahire gönderdi. Bunlar olurken tarihler Hicri 1027, Milâdi 1618 yılını gösteriyordu.
Sadrazam Halil Paşa; antlaşmanın imzasından sonra Erzu-ruma gelmiş ve askere izin vererek kendisi kışı geçirmek için Tokat sancağına çekilmişti. Bu sırada Padişahı cihan Genç Osman'dan gösterdiği muvaffakiyyeti tebrik eden bir nâme alıp Dersaadete döndüyse de sadrazamlıktan azli ve daima başarı gösterdiği Kaptan-ı Deryalık makamına üçüncü defa olarak tayin buyruldu. Bu azle sebeb olarak 1. Mustafa Sultanın tahta geçişini genç padişah hakkı yendi sayarak bunun suçlularından biri olarak Halil Paşa'y1 sorumlu tuttuğu bazı muteber tarihlerimizde iler sürülürsede bunu böyle anlamak sadece nâkii sebebiyle olur. Yoksa üzerinde biraz durulsa çok dikkatli ve bazı konularda çok ileri görüşlü bir padişah olan 2. Osman, bu tebeddülatlar sırasında İstanbul'dan ikibin kilometre uzaktaki sadrazamını üstelik savaş allanlarında boy gösteren zâtı şüphesizki; yukarılarda anlattığımız gibi Sultan Cennetmekân Gaazi Ahmed Hân'ın vasiyetine göre yapılmış bir İş için mes'ul tuttuğu düşünülemez. Biz buna sadece, Kapdan-ı Derya makamında daima fevkalâde muvaffakiy-yetler gösteren Halil Paşa'yı ileride göreceğimiz gibi Lehistan üzerine yapılacak bir seferin plânının parçalarından olduğu kanaatini taşıyor okurlarımızın dikkatlerini bir de böyle bir görüşe teksif etmelerini dileriz.
Bu sıralarda Eflak Voyvodalığına Gratyani, Ulah Voyvodalığına-İskender Paşa tayin olunmuşlardı. Avusturya imparatoru Matyas ölmüş ve yerine 2. Ferdinand geçmiş idi. 2. Fer-dinand'ın tahta geçişini tebrik için bir çavuş Viyana'ya gönderilmişti. Sadrazam Halil Paşa'nın Şah Abbas ile yaptığı mütareke bir sulh antlaşmasıyla bitirilmiş ve İran da bazı sa-habei kiram aleyhinde yapılmakta olan küfür ve hakaretlerin durdurulmasını intaç eden maddeler bu antlaşmada yer almıştı. Hicri sene 1029, Milâdi 1620.
Damad Halil Paşa'nın azlinden sonra yerine geçen Damad (Öküz) Mehmed Paşa on ay kadar süren sadaretinden alınmış ve yerine İstanköylü Güzelce Ali Paşa tayin olunmuştu, zâtı muhterem annesi vasıtasıyla İki Cihan Serveri Efendimiz (S.A.V.) Hazretlerinin sülalesine müntehi idi. Çok temiz, titiz ve gayretli bir zât idi. Padişah Genç Osman Hazretlerini Lehistan üzerine yapılacak bîr sefere son derece teşvik etti. Hatta bu seferin yapılmasına kendi şahsi servetini kuruşuna kadar serferber etmekten çekinmedi. Bütün gücüyle desteklediği ve önem verdiği bu sefere maalesef erişemedi. Eğer erişseydi bu defa mutlaka kahrından savaş meydanında ölürdü. Ondört ay süren sadrazamlığında bu yüce makamı, âli soyuna mensup olanların ancak gösterebileceği dirayet ve adaletle doldurup Hicri 1030, Milâdi 1621 yılında .ahi-rete intikal eyledi.
Güzelce Ali Paşa'nın rum asıllı olduğunu ileri süren L'amartin ve onun tarih kitabını milleti İslâmiyyeye sunmaktan şeref duyan ve biz bu kitaplardaki fikirlerin hepsine imzamızı atmayız, ancak temel eserlerden olduklarından dolayı neşir hayatına aktarıyoruz ve bir hizmet iddiasında bulunduğunu ileri sürenler Kahraman ve Mücahid, mütefekkir ve Veli bir zât'ın şu cümlelerini hatırlamalarını isteriz. «Bâtılı tasvir saf zihinleri îdlâl eder...»
Yine bu mevzuda merhum İsmail Hakkı üzunçarşılı Beyfendi Osmanlı Tarihi 3. Cilt 2. Kısım sh. 373 de L'amartinin bu iddiasını fevkalâde bir şekilde çürütmüş ve belkide bu
hizmetinden dolayı Resûli Kibriya (S.A.V.) in şefaatine nail olmuştur, inşaallah.
Sadrazam Güzelce Ali paşa çok sert tedbirler alıyor ve üç ay içinde iki defa cülus bahşişi ödemekten sarsılmış olan devlet bütçesini takviye etmeye çalışıyordu. Bu arada Boğ-dan Voyvodası Lehliler ile anlaşmış ve bu anlaşma haliyle develti aliyye'yi rahatsız etmişti. Bu rahatsızlık İskerden Paşa'nın gerek Lehistan gerekse Boğdan'ı hizaya getirmek maksadıyla eline kılıcını almasına sebeb oldu. Her iki tarafla yapılan savaşlarda İskender paşa ve dilaverleri galib, islâm ise bir defa daha üstün gelmişti. Lehliler yıllık vergilerini iki misline, savaş tazminatı olarakta yüzbin duka altını vermeyi teklif ettiler. Çünkü İskender paşa bunların yirmibinini meydanı harpte, onbini ise savaştan sonra yokluk diyarına gön-derivermişti. Bu arada Buğdan Voyvodası Gratyani kendi adamları ile arasında çıkan bir anlaşmazlık sırasında öldürüldü. Bala batırılmış kellesi İstanbul'a gönderilmişti.
İskender Paşa yukarıda anlattığımız gibi, küf fan bir elinde gürzü diğer elinde kılıcı olduğu halde hizaya getirirken, Hotin Kalesi Leh'lilerin eline geçmişti. Buda yetmiyormuş gibi Kazaklar, Karadeniz boğazı üzerinden dalıp taa Boğaziçindeki Yeniköy sahillerine kadar sokulup, yağma ve ortalığı yangına vermişlerdi.
Bu sırada ise Padişah Genç Osman, annesi Mahfiruz Sultanın yardımlarıyla saltanat sürerken annesine karşı bir tutum içine girmiş ve kendisine bir takım kısıtlamalar koymuştu. Mahfiruz Sultan, Merhum Padişah 1. Ahmed'in ilk hanımı olduğundan mevkii iktidarda olmasına rağmen, kendisine rakip saydığı merhum kocasının ikinci eşi Kösem Mahpeyker Sultafireskisşaraya göndertmişti. Halbuki bu iki anne; Sultan Ahmed Hazretlerinin vefatını müteakip Sultan 1. Mustafa'nın cülusunda evlâtlarını korumak için ne güzel işbirliği etmişler ve böylece şehzadelerinin üzerlerine germiş oldukları koruyucu kanatlan ile onların hayatlarının devamına vesile olmuşlar idi. Sultan Genç Osman padişah, Mahfiruz Sultan,, Valde Sultan olunca bu işbirliğini bozmuş ve Kösem Mahpeyker Sultanı eski saraya göndertmişti. Artık iki valde bütün hünerlerini ortaya döküp, evlatlarını ölüm denizinin dalgalarından koruma savaşına geçtiler. Şüphesizki ilk taarruz Genç Osman'ın validesi Mahfiruz Sultandan gelmiş fakat ilk hücum eden ilk acıyı tatmıştır.
Çok güzel ve son derece yakışıklı bir Şehzade olan Meh-med Sultan, 1. Ahmed Hân'ın ikinci oğlu idi. Genç Osman ağzından çıkardığı bir irade ile kendisini anası yoluyla da öz olan kardeşinin hayat defterini dürüvermişti. Genç Osman tarihlerimize Hotin Seferi diye geçen mücadeleye gitmek üzere yola çıkarken arkasında taht'ı için rakip göndüğü böyle bir şehzade bırakamayacağı kararına vamıştı. Şeyhülislâm Esad Efendiden kati için fetva istedi. Esad Efendi bu fetvayı vermedi. Şeyhülislâm bu fetvayı vermeyince başka veren biri bulundu. Şeyhülislâmla, padişahın arası açılmış oldu-. Fetvayı vermek çok muhterem bir zât olan, âlim ve şair Rumeli Kazaskeri TaşkÖprülüzâe Kemaleddin Efendiye düşmüştü.
Bir çok tarihlerde bu zâtın mezkûr fetvayı Şeyhülislâm olma arzusuyla yapdığına sebeb olduğunu ileri sürenler görülür. Şüphesizki bu zât fetvayı almak için soranın sorusuna göre vermiştir. Eğer Şeyhülislâm olurum ümidiyle vermiş olsaydı ya hakikaten Şeyhülislâm olurdu yahutta gözden düşerdi. Çünkü çok görülmüştür ki; devri fetrette şehzadeleri öldürenler mükâfat beklerlerken kellelerinden olmuşlardı. Halbuki şeyhülislâm olma emelini isnad edenler de kabul et-mişlerdirki ve bu tarihlerinde yazılıdır, TaşkÖprülüzâde ne şeyhülisâm olmuştur ne de gözden düşmüştür. Meşhur Hotin Seferi yolculuğunda Padişaha refakat ederken İsakçı'da ahi-rete intikal etmiştir. Padişahın emriyle Şehzade Mehmed Sultan 16 yaşında iken kendisini boğmak için üzerine atılanlara şunları «Bilirim sizler emir kulusunuz. Fakat dilerimki Osman ömrü devletin berbad olup, beni ömrümden nice mahrum eyledin ise sen dahi behremend olmayasun» söyleyerek bedduada bulunmuştu.
H. 1030, Milâdi 1621 yılının ilkbaharında zaferlere yürümeye alışmış Osmancığın sancağı, yine Davudpaşa'dakİ mutad yerine kurulan Otağ-ı Hümayun'un önünden dalgalanıyor ve İslâm askerine; Allah ve O'nun Rasûluna ve kitabına uyulduğu müddetçe zafer kuşunu o şanlı sancağın ağuşuna süzüle süzüle gelip konacağının ilhamını veriyordu...
Ancak sefere çıkılmadan evvel meydana gelen kış belki sadece o asrın değil asırlaın en şiddetli kışını teşkil etmişti. O kadarki; İstanbul Boğazı soğuğun şiddetinden buz tutmuş bir çok insan kâh üsküdara kâh Üsküdar'dan Dolmabahçe taraflarına yayan geçer olmuştu.
Yukarıda kaydettiğimiz gibi çok sert bir kış mevsiminden sonra Hazreti Padişahın seferi hümayuna bir güneş tutulması olayının vukubulduğu günde çıkması İslâm dininde olmayan bir hurafe olmasına rağmen halk tarafından tenkit edilmiş fakat Padişah Hazretleri bu bâtıl görüşe zerrece ehemmiyet vermiyerek savaş tuğlarını dalgalandıra dalgalandıra yola revan olmuştur. Maalesef Büyük Türkiye Tarihi yazan Yılmaz Öztuna Be^ Genç Osman'ın; halkın bu itirazli davranışını ka-ale almamasını kendisine bir kusur olarak atfetmek hatasına düşmüştürki, müslüman olan bir insanın bu gibi batıl şeylere alâka göstermemesi hata değil bilakis İslama olan bağlılığının faziletli bir tezahürüdür. Fakat söz konusu yazar düşünce tarzının İslama uygun şekilde devam ettirme mecburiyetini kendinde hissetmediğinden Genç Osman'ın belki de en isabetli davranışlarından biri olan bu hususiyeti tenkit etme hatasına kendisini düşürmüştür. Evet; ilmi siyaset denen bir davranış tarzı vardır. Bunu red etmek olmaz, ancak unutulmamalıdaki ilmi siyaset islâmda olmayan şeyleri meşru göstermek durumuna düşülmeyi gerektiriyorsa o ilmi siyaset icabı kullanılan taktik değiştirilir. Genç. Osman'da islâmda olmayan, bir hurafe ile kendisini tenkid edenlere en güzel cevabı bu yanlış fikri kaale almamakla göstermiştir.
Evet biz şimdi gelelim Genç Osman'ın mezkûr seferinde asırlar ötesinde onun his ettiklerini yudum yudum içmeye vesile olacak harb meydanı üzerine yaptığı yürüyüşü takip etmeye...
Nisan ayının sonunda İstanbul'dan hareket olunmuş ve Edirne'ye gelindiğinde bir resmi geçit tertip edilmişti. Bu resmi geçitten sonra Padişah diktirmiş olduğu bazı hedefiere başta bizzat kendisi olduğu halde yeniçeriier, ok mızrak gibi harp aletleri ile insanın akıllarını durduracak bir maharetle nişan tahtalarını delik deşik ediyorlar hem onları seyreden halkın güven ve itimatlarını bir daha arttırıyorlar hemde cömert padişahın kendilerine ödül olarak mutlu elinden saçtığı çil çil altınlara sahib oluyorlardı.
Edirneden ayrılarak yola koyulan orduyu hümayun cömert tabiatlı padişahın yeni bir hediyesi ile karşılaştı... Bu hediye Isakçı yakınlarına gelince askere dağıtılan bin akçe idi. Genç Osman askeri memnun etmek için elinden gelen fedakârlığı esirgemiyordu. Bir çok tarihçiler bilmem nedendir bu padişahın çok eli sıkı hatta cimri olduğunu ileri sürecek kadar inatla bu yukarıda saydığımız atiyyeleri görmemezÜk-ten gelirler. Halbuki bu adamlar bilmezlermiki, cimrilik is-lâmdan uzaklaşmanın bir kapısıdır. Son derece dindar bir zat olan Genç Osman, belki muktesit idi fakat hasis hatta katiy-yen cimri değildi. Zaten bu tip tarihçiler daima ifrata kaçan hükümler vermişlerdir. Kimine cimri demekte, kimine de cömert lakabını yakıştırmamak için müsrif demeyi kendilerine huy edinmişlerir. Halbuki her müslim biiirki Allah (C.C.) müsrifleri sevmez. Osmanlı padişahları da müslüman oldukları için ne müsriflik ne de cimrilik yolunu kendilerine rehber seçmemişlerdir.
Bu sırada sadrazamlıktan alınıp, kapdan-ı derya makamına getirilen ve bu makama ne zaman geldiyse büyük rnuvaf-fakiyyetler gösteren damad Halil Paşa, padişah hazretlerine mülaki oldu. Halil Paşa Karadeniz üzerinde kuş uçurtmaz bir şahin gibi idi. İşte yine padişahının yanına gelirken birçok ganimet ve 18 tane küçük tonajlı gemi getiriyordu. Bu 18 gemiden başka beş adet büyük gemiyide Karaenizin çırpıntılı suyunun dibine göndermişti. Diğer taraftan Diyarbekir Beylerbeyi Dilaver Paşa da kendi memleketinin yâni eyalet askeriyle orduya gelmiş ve orduyu hümayun sayıca daha da kuvvetlenmiş oluyordu.
Genç Osman hem düşman üzerine yürüyor, hem de o havalide vazifesini iyi yapmıyan, kendisine tâbi beylerin, voyvoda yardımcılarının hatta voyvodaların cezalarını tertib ve tatbik ediyordu, Boğdan Voyvodası gerek erzak gerekse kendi dininin ve kavminin insanının ihtiyacatını giderme hususunda gayret göstermediği gibi üstüne üstlük Leh'lilere eğilim göstermesi üzerine vazifesinden azledilmiş ve yerine İste-fan Tomaşa tayin edilmişti. Devleti aliyye yürüdümü işte böyle yürürdü. Hem hedefine gider hemde vazifesinde gevşeklik gösteren âmirleri adaletle dinler ve şeriatı Muhamme-diyyenin sınırları içinde kalmak şartıyla cezasını tereddütsüzce verirdi. Bu icabında bir damad olsa bile.
Padişah Genç Osman bu sefere kendisini en çok teşvik eden Sadrazam Güzelce Ali Paşanın vefatı üzerine tayin ettiği Ohrili Hüseyin Paşanın sadrazamlığı ile çıkmıştı. Edirne yolu üzerinde iken Genç Osman'ın karşısına aniden Hindistanlı dört fakir çıkmış ve kendisinden mali yardım istediler. Fakat bunların aniden atının önüne çıkmaları padişahın atının ürkmesine ve süvarisinin düşmesine nerdeyse sebeb olacaklar idi. Bu hareket sahipleri yardım temin etmeyi umarlarken hayatlarını kaybediverdiler. Şimdi bu harekette idam hükmü vermenin yerimidir diye insanlar içerilerinden geçirebilirler. Fakat bu mevzuu tetkik ettiğimiz bütün tarihlerde bu kadar anlatılmış hiç bir yoruma gidilmemiştir. Bizi okurlarımız bağışlasınlar biz burada bir mülahaza fakat kısa olsada mutlaka bir pasaj açma lüzumunu gördük. Şimdi Hindistan neresi Edirne yolu neresi? Eğer bunlar sadece bir fakir olsalardı devleti Osmaniyyede günümüz gibi değil, tam ağniyai şakirin yâni hayırsever zenginlerin bol olduğu; etrafımızı bir -parça tetkikte vakf edilmiş serlerin çokluğu ve çeşitli mevzularda vakıflar kurulmuş olduğunu göreceğimizden bu müşahedemizin o zamanki zenginlerin bu gibi ihtiyaç sahiplerini memnun edeceklerinden şüphemiz olmaz. Peki bu adamlar ihtiyaçlarını neden bu varlığını iddia ettiğimiz zenginlerden izafe yoluna gitmezde alayı vâla ve büyük bir kafile halinde gelen orduyu hümayunun padişahının önüne aniden çıkarlar?
Ayrıca gayet sade kıyafetlerile bütün dünyanın takdirini kazanmış padişahların, yanındaki bir çok refakatçi, padişah-dan daha zengin bir kıyafet ve azametle yürürken nasıl olu-yorda bu fakirler padişahın atının önüne aniden çikabiliyor-lar? İşte bu onların daha evvel padişahı gördüklerini ve kendisini tanıdıklarını göstermesi bakımından çok calibi dikkattir. Hele hele ileride biraz daha genişçe temas edeceğimiz hi~ ristiyan dünyasının islâmı yıkmak için Osmanlı devletini parçalamak ve yutma plânlarının en çok yapıldığı asır bu asırdır ki; bu başlı başına bir kitap mevzuudur. Bu Hintli fakirler acaba bu plâna dahil edilmiş birer suikastçı olamazlarmıydi? Çünkü hiç unutmayacağımız bir husus vardır ki; müslüman İnsanları öldürtmek veya öldürmek hususuna çok dikkatlidir, üstelik yardım istemek için kendilerine el açan insan, değil attan kendisini düşürecek bir olaya sebeb olsun daha büyük bir zarar verse dahi katiyyen ne öldürür ne de öldürülür. Bu adamların idamına sebeb olan husus sadece padişaha karşı yapılan ve akim kalmış bir suikastın cezasıdır mülahazasına varmamız daha mümkün bir hale gelmiş olur. Neticeten bu vaka karanlıkta kalmış olup bir çok tarih kitabında yer aldığından bir açıklık getirmek için yukarıdaki yorumumuzu yapmaya cüret ettik.
Orduyu hümayun binbir zorluk içinde ormanların arasından ilerlemeye çalışıyor ve nihayet Tuna nehrinin kıyısına geldikte karşıya geçmek için müsait bir yol bulmuş ve karşıda nerede konaklayacaklarını hesaplama durumuna geldiler. Çok güçlü adaleler sahibi padişah Genç Osman yay'ıni eline alıp yerleştirdiği ok'u gerdi ve bıraktı bu müthiş pazıların kuvveti Tuna nehrinin bir kıyısından şahid olanların hayran ve şaşkın bakışları arasında karşı kıyıya ulaşmış ve karşıya geçtikleri zgman toplanacakları mahali tesbit etmiş oluyordu. Ordu karşıya geçmiş az sonra Kırım Hân'ı yanındaki askerle orduya iltihak etmiş ve bu savaşçı kuvvetin iltihakıyla şanlı ordu bir kat daha kuvvetlenmişti.
Düşman gayet hazırlıklı ve hakikaten çok azimli bir topluluk halinde içli. Dinyester Nehri yakınlarındaki bu Hotin Kalesi önünde dört defa hakikaten dehşet verici savaşlar cereyan etmiş fakat iki tarafta zayiat bakımından birbirinden aşağı kalmamıştı. Osmanlı askeri çok takdir edilecek kahramanlıklar gösterdi ise de kati netice almak mümkün olmadı.
Budin muhafızı Karakaş Mehmeş Paşa harp alanının en hengameli yerinde kaldı. Üzerine saldıran küffâr karşısında hiçbir korku duymadan bir islâm Paşasının; Hâlikine olan bağlılığını ispat edercesine yanındaki bir avuç dilaverle vuruşa vuruşa mübarek kanını ve canını küstah salibin karşısında mübarek Hilâl adına feda etmekten çekinmedi. Ve böylece gerek Rabbizülcelâlin gerekse Peygamberi Zişanın rızasını ve padişahı, devletli Genç Osman'ın rahmet dualarını tahsil etmiş oldu.
Hazreti padişah, Karakaş Mehmed Paşanın yardımına kuvvet gönderemeyen Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşayı makamından azledip yerine Diyarbekir Beylerbeyi Dilaver Paşayı tayin etti. Bazı tarihçiler eserlerinde Ohrili Hüseyin Paşayı, merhum şehidi kıskandığı için onun yardımına gitmediği mülahazasıyla görevden aldığını ileri sürerler Timarlı sipahilerden olup devlet hizmetinde bulunan askeroğlu asker oian Ohrili Hüseyin Paşa bir çok hizmetlerden sonra Bostancıba-şılık oradanda vezareti uzma makamına getirilmişti. Şimdi kıskanmaktan dolayı Karakaş Mehmed Paşanın yardımına gitmemişse bu bir ihanet olurdu. İhanet affedilmez bir suçtur. Hüseyin Paşa böyle bir suçun sahibi olsaydı sadece mevkiini değil hemen oracıkta başını kaybederdi. Çünkü Genç Osman bu gibi ahvali en şedit şekilde cezalandırmaktan çekinecek bir şahsiyet değildi. O zaman Ortaya şu çıkarki, burada yardım yapamamak bir kastı mahsusaya dayanmamakta savaş şartlarının müsait olmaması ancak varit olan bir şey varsa merkezi idare şehid paşanın yanına sonradan yardım gönderemeyeceğini göz önüne alarak zamanında takviye kuvvetiyle tahkim etmeli idi... Netice bir avuç askerle şehid olan merhum paşanın yanına verilen kuvvetin az olmasına gelir dayanır ki; bu da ancak bir hatadır, hatanın neticesi ise; mansıbı sadaret elden alınmakla iktifa edilmiştir. Ohrili Hüseyin Paşanın bu sadareti yüzkırkbeş gün sürmüştü.
Savaş sırasında vezareti uzma makamına getirilen Diyarbekir Beylerbeyi Dilaver Paşa, orduyu yeniden savaş sahasına göre tanzim etmiş ve iki defa kati hücuma kalkmışsada Lehliler azim bir mukavemet göstermişlerin Her iki taraf çok zayiat verdiğinden, kışın yaklaşmış olmasından, askerin bıkkınlık göstermesinden, savaşların çok zaiyat verici neticesinden dolayı kalblerine korku düşmüş Lehlilerin, Cennetmekân Kanunî Sultan Süleyman zamanında yapılan antlaşmanın şartlarına uyucaklarını dermeyan ettiklerinden bir muahede yapıldı. Bu muahede bir zaferdir çünkü devleti aliyyenin yükselmenin en üst mertebesinde bulunduğu sırada yaptığı bir antlaşmanın teyidi zafer değiide nedir? Ki; unutmamak gerekir batı yakasında yapılmış bir Zitvatorok antlaşmasını küf-fardaki moral tesiri göz önüne alırsak, bu antlaşmanın Zİtva-toroktan önceki dönemi kucaklıyan bir zafer olduğunu görürüz. Hâlbuki bir çok tarihçiler kitaplarında bu seferin lüzumsuzluğunu ileri sürerlersede aşağıda bu görüşleri çürütecek kısa bir mülahaza takdim edeceğimizden bir tek cümle ile geçiştirmek istiyoruz. O da şu; düşmanın ittifakını gerçekleş-tirmemesi için daima bir bölümünün üzerine şiddet diğerine mülayemette bulunmak ve bu dengeyi iyi ayarlamak şartıyla kaçınılmaz bir politikadır. Eğer bu politika Hotin seferi gibi daha nice seferlere uygulanmasaydı acaba devleti aliyye o kadar uzun müddet payidar olurmuydu?
Bu_muahede neticesinde Lehistan devleti, Kırım Hanlığına senede kırkbin duka altını vergi vermeyi ayrıca kabul etmişti. Hicri 1030, Milâdi 1621 bu olayların geçtiği zaman dilimi oluyordu.
Genç Osman seferden dönerken Rus asıllı pek güzel bir kızla izdivaç etmişti. Bu zevcesinden bir şehzadesi olmuşsa da bu şehzade sarayda yapılan bir eğlence sırasında meydana gelen bir kazada vefat eylemişti. Hicri 1031, Milâdi 1622.
Savaş sırasında öldürülen her düşman kellesinin karşılığı Yeniçeriye bir duka altını mükâfat vaad edilmişti. Bazı yeniçeriler bu bahşişi pek az bulup mırıldanıyordu. «Bir düşman kellesi bir altın olurmu?» «Bunun sermayesi çok pahalıdır, çünkü biz bu kelle sahibini öldürmek içinkendi canımızı ortaya koyuyoruz» diye söyleniyorlardı. Bu sözlerden anlıyoruz ki, ordu artık ilâyı Kelimetullah için değil ganimet ve menfaat kapmak için kendini hedeflemişti. Bu ne acı bir şeydi; mücahidini islâm, padişah efendisini düşman başına az bahşiş veriyor diye sevmemeye başlamıştı. Hatta daha da ileri gidip itiraz sadalarını padişahın kulağına duyurur hale gelmişlerdi. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu seferlerin niye yapılması icab ettiğini anlatacak mülahazamızı serdetmenin yeri geldi kana-atına vararak ittilanıza arz ediyoruz.
Damla yayınevinin neşir hayatına kazandırmış olduğu Emir Sekip Aslan merhumun tercümesi olan Romen devlet adamlarından Djuvara'nın «Türkiyeyi parçalamak için 100 Plan« adlı eserini sadeleştiren Yakup Üstün, Osmanlı tarihine bakanlar, yepyeni bir perspektif sunduğu için kendisini ne kadar mutlu saysa azdır. İşte bu kitabı tetkik ettikten sonra dedikki, bir çok tarihçinin lüzumsuz dediği seferler, böyle plânlardan kendi casusları vasıtasıyla haberdar olduğunda padişaha düşen; derhal bir bölük düşmanın üzerine saldırmak, meydana getirdiği tedhiş ve korku sayesinde bu plânların tatbik sahasına konmasını önlemek oluyordu.
Peki bu plânlar ne için yapılıyordu? Cevap verelim: Osmanlı devleti denizin karayı yemesi gibi yerleşmiş olduğu Avrupa ülkelerinin önünde, adilâne idaresi gün geçtikçe hi-ristiyanların müslüman olmalarına vesile oluyordu. Şüphe-sizki hidayet Allah (C.C.)dendi. Fakat adil ve sevgi dolu bir idare hiristiyanların kütleler halinde müslümanlığı seçmelerine sebeb oluyordu. Bu vaziyet hiristiyan dünyasının merkezi Papalıkta şüphesizki iyi karşılanmıyor, bu sebebten Papalığı bütün otoritesini ve mâli kudretini Osmanlı, dolayısıyla müslümanları, Avrupa önünden kovmak için açılacak büyük bir haçlı seferi tertipleme gayretin düşürmüştü.
Bu gayrete muvazi olarak bir çok islâm düşmanı papaz, haham ve müneccimler bir çok plânlar hazırladılar. Bazıları vâni, bu plâncılar Şiâ olan İran Şahını dahi bu plânlarda vazifeli kılarlardı. İşte bu plâncılardan biri olan Savari Dö Breve-se'ce hazırlanan ve 1620 yılında Fransız Kralı 4. Henri'ye takdim edilen plândırki, bu plân son derece tatbik kabiliyeti olan bir plândı. Çünkü Do Breves, 3. Mehmed ve 1. Ahmed devirlerinde Fransa elçisi olarak fasılasız yirmi sene kalmış olduğu İstanbul'da devlet adamlarının ve taht etrafında koparılan kavgaların bütün eğilim, tavır ve edalarından haberdardı.
Kalenin içindeki zaafları bilen bu adam, yaptığı plânda kuvvet hesaplarını gayet isabetli yapmıştı. Eğer Hotin üzerine yapılan bu sefer icra olunmasa idi; Dö Breves'in plânı taktik alanına konulacak belkİde 1922 de sona eren devleti Osmaniyye üçyüz yıl kati bir zafer değildi amma, böyle önemli bir zafer sağlamış olmaktadır. Evet biz yine ana mev-zuumuza avdet edelim...
Yeniçerilerin kendisi hakkındaki mırıldanmalarını işiten Hazreti padişah onları hizaya sokmak için tebdili kıyafet dolaşmaya başladı. Sarhoş gördüğü askeri derhal küreğe mahkûm ediyordu. Hatta bazılarını denize bile attırıyordu. Bu arada Suriye'de istiklâlini ilân eden Dürzî lideri Fahrettini (Burda (d) harfi yerine (t) harfi kasten kullanılmıştır. Çünkü bu adamın adı dinin övüncü mânasına gelmekte fakat ismi ile müsemma olmaması hasebiyle öyle yazmak icab etti.) cezalandırmak üzere Genç Osman sefere çıkmak istiyordu. Bu hususta donanmaya hazırlık emrini göndermişti. Bu tasavvuru önlemek için vezirler gayret gösterirlerken Kızlar Ağası ile Sultanın Hocası Ömer Efendi kendisini bu seferi yapmaya teşvik ediyorlardı. Padişah ise esas maksadının islâmın beş farzından biri olan Hac farizasını yerine getirmek olduğunu söylüyordu. Bunun böyle olduğunu ispat etmek istercesine Mekkei Mükerreme ve Mısır ayelatlerine haber verilmişti.
Gene; Osman, Hac farizasını yerine getirme hususunda ısrar ettiği sıralarda bir gece son derece önemli bir rüya gördü. Bu rüya şöyle idi: hazreti padişah üzerinde sefer elbisesi olduğu halde oturuyor ve Kur'an-ı Kerim tilavet eylemektedir. İki Cihan serveri (S.A.V.) Efendimiz Hazretleri yanında Cihar yâri güzin olduğu halde padişahın tilavet eylediği odaya giriyor, başından miğferine mübarek elleriyle çıkarttığı genç padişaha bir tokat atıyor. Padişah, yere düşmesi ile beraber, Efendimiz Hazretlerinin ayaklarına yüz sürmek için hamle ediyorsa da buna muvaffak olamıyor ve uykudan dehşet içinde uyanıyor. Genç padişah terden sırılsıklam olmuş gözleri manzaranın verdiği dehşetten büyümüş, adeta göz kapaklarından dışarı fırlamış, kademi mübarekeye yüz süreme-menin çıldırtıcı üzüntüsü içinde perişan bir halde ilk doğru karan veriyor. Alimler toplansın. Zahir ve bâtın ulemesı geliyorlar. İşte bu iki sınıf ulema arasındaki ezeli ve ebedi fark ortaya çıkıyor. Şöyleki: Padişah hocası ve Lala'sının zahire açık tabiri «Sultanım; siz bu rüyayı ve reva kaldığınız durumun sebebini Hac gibi bir farzı eda edeyim mi etmeyeyim mi tereddüdüne bağlamahsınız. Size düşen Hac farizasının edasında en ufak tereddüt göstermeden ifayı hac etmenizdir.»
Buna mukabil, Padişahın Kaimpederi Şeyhülislâm Esad Efendi tasavvufta zamanın kutbu azamı Şeyh Aziz Mahmud Hüdai (K.S.)üsünün bir bağlısı olarak sadece rüyayı tabir etmekle kalmadı birde Şeyhülislâm olarak fetva veriverdi. «jviemaliki Osmaniyye fevkalâde karışıklıklar içindedir. Ayrıca Halifeler için ecdadı azamınızında tatbik ettiği gibi hac farz değildir, siz nizamı âlemi teminle vazifelisiniz» mealindeki fetva asabi mizaç padişahın elinde parçalanarak fcenara atılan bir kâğıt haline geliverdi. Genç Osman fetvayı yırttı amma içine de bir şüphe düştü. Babasının da Şeyhi olan Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinden gördüğü rüyayı tabir etmesini istedi. Gelen cevap: tahtında oturması ve nizamı âlemi temine gayret göstermesi fakat akıbetin iyi görülmediği mealinde idi...
Genç Osman biraz şaşkın biraz da endişe içinde İstanbul'daki sahabi kabirlerinin başta Eyyub Sultan Camiinde medfun yüce sahabi Eyyub el Ensarî hazretlerinin kabri olmak üzere hepsini ziyaret etti. Dualar edip siyanetlerine samimi bir yakarışla sığındı. Fakirlere ve talebelere mali yardımlarda bulundu. Fakat yinede hac yoluçuluğu kararında vaz geçmediğini belirten şu emri veriverdi. Otağı hümayunumu Üsküdar'daki mutad yerine kurun.
Kızlar Ağası Süleyman Ağa bir gün Hazreti padişahla sohbet ederken söz dönüp dolaşmış Hotin Seferi ve ordunun iki temel unsuru Yeniçeri ve Sipahiler üzerine gelmişti. Süleyman Ağa sözlerine şöyle devam ediyordu: «Padişahımıza tıep kulu geçmekte ve yeniçeri taifesinin tüfenk atmakta ve sipahi halkının cündilikte (askerlikte) ve cenk günlerinde maharetleri! meydandadır. Bu kul (yani yeniçeriler ve sipahileri kuluktan çıkmışlardır. Kul olursa, asker olursa Mısır ve Şam cündileri (askerleri) gibi ve tüfenk atmakta Anadolu sekbanı gibi olmalıdır. Hotin Seferinde düşmanın taburunu bozmağa muktedir olmadılar. Hünersiz, marifetsiz, dınntı, madrabaz ve erbabı maaş kul olurmu?» diye söylediği sözler her nasılsa o mecliste kalmamış Yeniçeri ve Sipahi askerinin kulağına erişmişti. Yeniçeri ve Sipahi askerinin kulağına erişmişti. Artık bu sözler gerek yeniçeri gerekse Sipahiler'de tefsir edile edile, yorumlana yorumlana Yeniçeri ve Sipahi Ağalarının bir araya gelip kati teşhis ve teşhise tedavi çaresi aramada karar almalarına dolayısiyle bir toplantı yapmalarına sebeb oldu. Bu toplantıdan çıkan müşterek karar şuydu: Padişahı bu şekilde kendilerine cephe aldıran Süleyman Ağa ve Hoca Ömer Efendi'nin sürülmesi, padişahın Hicaz üzerine gitmekten vaz geçmesi idi. Bütün bunları temin içinde bir isyan başlangıcını karar altına aldılar.
Şimdi hedef, Sultan Ahmed Meydanı idi. Oraya gelen Yeniçeri ve Sipahi askeri yürüyüş sırasında kendine katılanlarla birlikte çok büyük bir kalabalık teşkil ettiler.
Şeyhülislâm Esad Efendiye müracaat eden asiler, padişahı hac seyahatma teşvik edenler hakkında fetva aldılar. Yeniçeriler ise o sırada padişahın hocası Ömer Efendinin konağını yağma edivermişlerdi bile... Sadrazam Dilaver Paşa'nın konağına giden asiler, konağında bulunmayan sadrazamın muhafızları, Ömer Efendinin konağının uğradığı yağmayı duymuş olmalarından dolayı silahsız gelen bu asilere ok ve tü-fenk ateşi ile hücum etmişlerdi. Bu salvoda bir kaç yeniçeri askeri de ölmüştü. Yeniçeriler Sadrazamın konağından uzaklaştırılmışlar fakat onların yapmak istemedikleri bir hususa başvurmalarına sebeb olunmuştu. O hususta; silahlanmaydı. Yeniçerilerin bazı ileri gelen komutanları silahlanmayı önlemek için gayret sarf etmişlerse de kısmetlerine yuhalanmak, hakaret görmek hatta taşlanmak düşmüştü. Çünkü kan dökülmüş durum her an vahamet kesbetmeye başlamıştı.
Genç Osman durumu anbean takip ediyor, her geçen saniye nazikleşen vaziyeti kurtarma hamlesinin ne olabileceği kararını veremiyordu. Çünkü tabiatındaki kararlılık ve şiddet esnek bir politika içine girmesine bir türlü imkân vermiyordu. Bu arada İse kendisini Üsküdara geçirecek donanmanın askerleri dahi bulundukları gemileri terk edip isyancıların arasına karışmıştı bile... Çok müdebbir ve kahraman bir kumandan olan Kapdan-ı Derya Damad Halil Paşa durumdan haberdar olduğunda çaresizlik içine düştüğünü anlamıştı.
Padişah, ulemadan bir kaç kişiyi davet edip görüşme lüzumunu his ediyor fakat bir türlü hazmedemiyordu. Nasılsa bir an bu gururu yendi ve ulemadan bir kaç kişiyi çağırtıp sordu:
«Kul ne ister?»
Cevap: Hoca Ömer Efendi ve Süleyman Ağa'nın nefyi (sürülmeleri), birde hac ziyaretinden vaz geçmeniz.
Padişah Genç Osman:
«PekiJHac'dan vazgeçiyorum fakat Ömer Efendiyi ve Süleyman Ağayı değil sürmek vazifelerinden bile azletmem.»
İşte akıbet adım adım yaklaşıyor ve Şehzade Mehmed Sultanın bedduası istikametinde olaylar gelişiyordu. Nedenmi? deriz ki; kul'un istediği himen o akşam yerine getirilseydi, yıllar yılı kanayan bu yarayı meydana getiren olay olmayacaktı. Çünkü isyan, sadece Genç Osman'ın askere olan tavrını değiştirtmek ve her nasılsa kızlar ağasının sözlerini duymuş olan Yeniçeri ve Sipahinin; Mısır, Şam ve Anadolu Sekbanının toplanmasının önlenmesi için karar altına alınmıştı.
Sabah namazını Fatih camiinde kılan isyancılar, bir gün evvel olan vakaalardan dolayı daha da sertleşmişler ve dün sürülmelerini istediklerini kellelerini istemeye karar verdikleri gibi bunlara ilâveten sadrazam Dilaver Paşanın konağında gördükleri bed muameleden dolayı, Defterdar Bakî paşa askerin maaşını zuyuf akça olarak ödediğinden, Nişancı Vezir Ahmed Paşanın emekli askerlerin maaşını kesmesi yüzünden, Sekbanbaşı Masun Ağa ise yeniçeri Ağasından sonra en yüksek general sayılan bu zat yeniçeri tarafını tutacağına Nişancı vezir Ahmed Paşanın tarafını tutması yüzünden kelleleri gidecekler listesine'alınmışlardı...
İsyancılar Sultan Fatih Camiinden, Sultan Ahmed meydanına geldiklerinde, Şeyhülislâm Esad Efendi başta olmak üzere Şair Yahya Efendi, Nakiybul eşraf Gubari Efendi, Aya-sofya Camii İmam ve Hatibi Ömer Efendi, Bostanzade Men-med Efendinin oğlu Mehmed Efendi, Şair Azmizade Haleti Efendi, Kadızade Fevzi Efendi, Derviş Efendi ve Mustafa Efendilerle müzakereye oturdular ve hazırladıkları listeyi bu zatlara verdiler. Şeyhülislâm; Süleyman Ağa ve Hoca Ömer Efendinin dışındakilerin kellelerini kurtarmak için çok gayret gösterdi. Fakat, nafile listeden bir tek isim bile sildirtmek mümkün olmuyordu.
Nakiybul Eşraf Gubari Efendinin başta bulunduğu bir heyet teşkil edilip, Hazreti Padişahın huzuruna varıp, isyancı askerin kendilerine verdiği listeyi taktim ettiler.
Genç Osman kendisine verilen listeyi bir hamlede okudu ve gençliğin verdiği en delici şiddetteki bakışları ile karşısındaki heyeti bir süzdü ve tane tane şu sözler ağzından bir ga-zab alev halinde çıktı: «Öldürülmeleri istenen bu şahısları vermem.»
Ulemanın sözcülüğünü yapan zat: «Padişahım, Efendimiz, kulun isteğini yerine getirin. Çünkü toplanan bu cemiyet büyük bir ktle olduğu gibi kararlarına da sebat içindeler. İstedikleri yerine gelmezse hâl, haraptır. Bu gaile en az zararla atlatılmalıdır.»
Cevap çok sert ve o derece yanlıştır.
— Mukayyet olman, onlar başsız askerdir. Tez dağılır. Sözcü:
— Kul taifesi böyle birleştiğine daima istediklerini alırlar. Ecdadı İzamınızdan beride alagelmişlerdir.
Padişahın bu sözlere cevabı itham ve tehdid ile karışıktır:
— Bu fitne erbabını siz tahrik etmişe benzersiz; evvelâ sizi kırar sonra da onları kırarım, tamammı bu iş bitmiştir...
Heyhat! İş bitmiyor, yeni başlıyor ve bu sözler, erimiş bir maden'in buz üstüne boca edilmesi gibi nizamsız fakat içte duyulan patlamalar meydana getirmişti. Bu patlama neydi? Cliemavpadişahı karşılarına almışlardı. Fakat kumarı tek zarla oynuyorlardı. İstedikleri zaman zan atmazlar ve bu iş hakikaten biterdi. Fakat padişahın yukarıdaki son cümlesi sadece bir teşhis değil, bu hengameden sonra başlarına gelmesi muhtemel akibetin işaretiydi. İşte oyundaki tek zar, padişahın elindekiyle birleşince çift zar olmuş oluyordu. Böylece oyun amansız bir savaşa münkalip oluyordu. O anda ulema Efendiler bir hissi kabelvukuu içinde kararlarını vermişlerdi. Artık bu isyan, hâl yani taht'tan Genç Osmanı indirmekle neticelenmeliydi yoksa... Evet yoksa kendilerinin başı tek omuzlarından düşerdi.
Padişah huzurunda son söylenen söz şu oldu: »Padişahım, ben kulunu dahi isterlerse ver, yeterki siz sağ olasınız.» Bu sözün sahibi Ohrili Hüseyin Paşa idi. Ne varki söz bitmiş, iş olacağa kalmış idi. Murahhas heyeti huzuru hümayundan çıkmış fakat Padişahın iradesiyle saraydan dışarı çıkartılmamıştı. Yâni isyancıların arasına dönememişler diğer bir tabirle sarayda enterne edilmişlerdi. Eğer bütün ulema efendiler saray'a gelmiş olsalardı belki isyancılar başsız kalır çaresiz dağılırlar idi. Fakat Gubarî Efendinin başkanlığındaki murahhas heyetinin dışında kalanlar isyancıların yanında olduklarından hareket dağılmadı, hatta durum daha nazik bir mertebeye geldi.
Genç Osman, enterne ettiği ulemayı kurtarmak bahanesiyle, isyancıların saraya girmelerine sanki koz vermiş oluyordu. Üzün bir zaman geçmiş fakat saraya giden heyet bir türlü gözükmüyordu... Ayasofya'nın minarelerine gözcü çıkarıp, baktırdılar. Oradan sarayın içi ayna gibi görülüyor, fakat hiç canlı varlık görülmüyordu. Adeta in, cin top oynuyordu.
İsyancılar saraya doğru yürüyüşe geçtiler. Birinci kapı diğer tabirle Bâb-ı Hümayundan hiç bir mukavemet görmeden geçtiler. Orta kapıyı geçtiklerindede aynı minval devam edince ilk sloganlarını patlattılar: «Veziriazamı, Darüssade Ağasını, Hoca Ömer Efendinin kellesini isteriz.» Kafile son kapı olan Babüssade Önüne geldiklerinde sloganlar kesilmiş ortalığı büyük bir sessizlik kaplamış, ayak seslerinden ve heyecanlı nefeslerin hırıltılı gürültüsünden başka ses çıkmıyordu. Evet.. Cihanı titreten devletin padişahının, islâm Halifesinin hanesi harem dairesinin önüne gelmişlerdi...
Birdenbire tek bir ses, her şeyi belki tarihin akışını bile de-öistirmeye yetti «Sultan Mustafa'y1 isteriz." Bu avaz bütün kafalarda dolaştı cemaat bir dalgalandı, kimi iç çekti, kimi eyvah dedi içinden fakat hava titredi bu fısıltılardan... Sonra muttasıl yani devamlı ve koro halinde «Sultan Mustafa'yı isteriz» nidalarına dönüştü. Evet; ulema ne yapmış etmiş isyanın şeklini değiştirmiş ve «Vakai Haile» perdesini açmıştı. Artık oynanan oyun bir dramdı hem de ne kanlı bir dram, Osmanlı tarihinin en acılısı...
»Sultan Mustafa'yı isteriz» diye bağıran isyancılar, sarayın kadınlar dairesi önüne geldiklerinde hemen bir klavuz bulu-verdiler ne ihanetki bu has odalı yani padişah yakınında olan kullardandı. Parmağı Sultan Mustafa'nın bulunduğu odayı gösteriyor, ağzı ise kapının kapalı olduğunu ancak yukarıdan kubbenin delinip, Sultan Mustafa'yı çıkarabileceklerini anlatıyordu. Bu işaret ve izah üzerine derhal kubbeye adam çıkardılar,-kasa zamanda kubbeyi delip aşağı adam indirdiklerine Sultan Mustafa'yı yine padişahlıkla müjdelerken, O, ise »bir bardak su» diyebiliyordu. Çünkü üç gündür süren hengame sarayda hizmet görecek kimsenin kalmamasına sebeb olmuş, Sultan Mustafa'da tutulduğu bu daire hizmetten mahrum kalmıştı. Dolayısıyla açlık ve susuzluktan bitap düşen Sultan Mustafa kendisine yukarıdan maşrapa ile indirilen suyu sünneti şerif üzreiçip Allah (C.C.)e hamd etti. Taht'tan indirildiğinden beri bulunduğu odadan dışarı atmamış olan padişah yiyecek ve içecekle fazla alakadar olmadığından o kadar zayıflamıştı ki, bindirilmiş olduğu Şeyhülislâmın atının üzerinde duracak halde değildi. Kendisini attan indirip, yanında iki vefakâr cariyesi olduğu halde. Arz Odasına getirdiler.
İsyancılar, Sultan Mustafa'yı taht'a çıkarmışlar ve ulemaya da biat etmeleri hususunda ikazda bulunmuşlardı, ulema Efendiler; taht'ta oturan padişaha bir baktılar birde taht'tan inmesi gerekeni düşündüler yaptıkları hatayı belki samimi, belki de gösteriş olarak telafi imkânı aramak için «Padişah istediklerinizi verdi. Bizde kefil olalım, tahtı sahibine Sultan Mustafa'yı yerine iade edelim» dedilersede cevap olarak kendilerine kılıçların keskin tarafı gösterildi. Çaresiz biat edildi.
Genç Osman, ulema ve askerin 1. Sultan Mustafa'ya biat ettiklerini haber alınca Dilaver Paşa'nın isyancılara verilmesinden ve onlar tarafından şehid edilmesinden sonra kendisine veziriazam tayin ettiği Ohrili Hüseyin Paşa'nın tam bir sadakat ve bağlılıkla kendisine yaptığı ve yapmakta olduğu hizmetlere takdir dolu bir kaç söz söyledikten sonra şunları söyledi: «Paşa; biat işi olmuş bitmiş. Ben derimki; varalım sahile ordan Üsküdar'a geçip, Bursa'ya gidelim. Az zaman sonra amucamın yetersizliği görülür, zaten kendisi taht istemez bir ademdir. O zaman bizde Devleti şahanenin tahtına yeniden çıkarız.»
Bu teklif beğenildi. Sahile inildi. Fakat ne bir gemi ne bir kayık, hatta sarılıp karşı kıyıya geçmelerine yardım edecek bir büyük tahta parçası bile bulamadılar.
Padişah sordu:
— Lalam; tedbir nedir? Veziriazam:
— Ağa Kapısı'na gidip Yeniçeri'ye sığınmaktır.
Bostancibaşı:
— Evet sultanım.
Bu sıralarda İse tahta çıkarılmış olan Sultan Mustafa'yı Eski Saraya getirmişler ve Valdesi ile buluşturmuşlardı. Ne var-ki nereden geldiği beli olmayan bu haberle heyecana düştüler. Bu haber şuydu: «Siz hatalı iş yaptınız. Sultan Mustafa'yı taht'a çıkarıp Eski Saraya getirip Valdesiyle buluşturdunuz fakat Genç Osman birazdan Bostancılarla burayı basacak.» Bunu üzerine yeni Valde Sultan da yanında olduğu halde padişahı Orta Camie getirdiler. Orta Cami (Şehzadebaşı Camice dahil olan padişah kıbleye yönelip iki rekât mescid namazı kıldıktan sonra ellerini kaldırıp «Ey Padişahlar padişahı (Allah c.c.) duam odur ki; bana zulmeden Sultan Osman'ı bu mescidde göreyim» niyazda bulundu. Hakikaten ertesi günü o camide bir araya gelmişlerdir. Kerametmi yoksa te-vafukmudur bilen bilir amma bildiğimiz şu kesindirki talihsiz Genç Osman için kim bedduada bulunsa yerine gelmektedir. Değilmi boğdurulan Şehzade Mehmed Sultan da şehid cdi-mek üzere iken bedduada bulunmuştu. Yine biz Genç Osman'a dönelim:
Padişah, veziriazam ve bostancıbaşı yaptıkları meşverette yeniçeri'yex sığınmanın plânlarını kuvveden fiile çıkarmaya karar vermişlerdi. Hüseyin Paşa yanma epeyice tutan bir servet almıştı. Bu servetle askere bazı vaatlerde bulunularak durumu kurtaracağına dair samimi inancı vardı. Hatta bu hususta muvaffakiyyet temini için canını vermeye dahi hazır idi. Padişah ve veziriazam derhal yeniçerilerin Ağa'sının yanına Ağa Kapısı'na sığındılar. Zaten isyana taraftar olmayan Yeniçeri Ağası (General) Ali Ağa'yı yanlarına çağırıp şu teklifi yaptılar. «Yeniçeriler bu işi bırakıp kışlalarına dönerlerse, Sultan Mustafa'yıda teslim ederlerse her birine elli duka altını birer parça da atlas kumaş ayrıca yövmiyelerine de zam yapacaklarını» söylediler.
Yeniçeri Ağa'sı bu teklifin kabul edilecek bir husus olduğunu söylerkende şunu unutuyordu. Bu isyan ve neticeyi ufe-ma destekliyor. Ayrıca iktidarı ele geçiren Sultan Mustafa belki akıl etmezdi amma 2. defa Valde sultan olan annesi tecrübenin verdiği kararlılıkla, iktidarın kuvvetiyle daima ondan fazla vereceğini çoktan garanti etmişti. Yeniçeri Ağası bunu hesaplamamanın cezasını; bu teklifi yeniçerilere açıklamaya başladığında «urun söyletmen» laflarıyla karşılaştığında sözüne devam etmek isterken hayatını kaybetmekle çekti.
Genç Osman keşke çoktan ölseydi de bu acılı yolculuğu yapmasaydı. Fakat tecelli böyle imiş. Dün o genç padişahın emirlerini yerine getirmek için koşuşanlar, bugün ona en ağır hakaretleri reva görüyorlardı. Hele bunlardan Altıncıoğlu isimli bir uğursuz, civan padişahının baldırlarını sıkıyor ve «Osman çelebi senin ne güzel baldırın varmış» diye kırılası ağzından pis salyalar akıtıyordu. Ey insanlar; padişahına daha mühimi halifesine böyle en rezil hakareti reva gören veya bu harekete mani olmayan millete felah erişirmi? Cenab-ı Hakk buyurmuyormu «Biz, bir milet kendi hakkındaki hükmü değiştirmedikçe. Bizde o milet hakkındaki hükmümüzü değiştirmeyiz.»
Yukarıda yazmıştıkki; Sultan Mustafa, Genç Osman hakkında yaptığı niyazla aynı mescidde buluşmayı istemişti. Hakikaten de iki padişah aynı kubbenin altında bulunmuşlardı. Fakat ne ters bir durum; devlet idare etmeye can atanı devletten uzaklaştırılıyor, hiç bir iddiası olmayan ve isteğide bulunmayan devlete getiriliyordu.
Genç Osman, Şehzadebaşı camiine girdiğinde amucasının mihrabta oturduğunu gördü. Dışarıdan gelen bir ses duysa pencerelere koştuğunu gördüğü amucasını bir müddet seyrettikten sonra kendini toparlayan Genç Osman, «Görüyorsunuz kendinize padişah yaptığınız adam ne haldedir. Bu hem devleti batırır, hem de sizin birbirine düşmenize sebep olup kendi ocağınızı söndürürsünüz» diye gayet tesirli bir hitabede bulundu.
Bu kısa konuşmayı göz yaşlarıyla bitirince, kendisini dinleyenlerde bir dalgalanma meydana geldi. Bazı hassas kalb-ler bu sözlerden rikkate geldi, göz pınarlarına yaşlar dolmaya başladı, bazı aksakallı ihtiyarlar o yaşları tutamayıp inci taneleri gibi dökülmesini seyrettiler...
Bu sırada Valde Sultanın arzusuyla Davud Paşa sadrazam yapılmıştı. Bu Davud Paşa aslen boşnak olup, saray üniversitesi diyebileceğimiz Enderun'da yetişmiş Rumeli Beylerbeyliği ve Kapdan-ı Deryalık vazifesinde kısa bir müddet bulunmuş daha sonra tekrar Rumeli valiliğine gönderilmiştir. Yirmi gün sürecek olan bu sadrazamlık vazifesi, tarihin en acı vakası olan Genç Padişahın şehid edilmesindeki rolü İle daima lanette, anılacak ve hatırlanacaktır. Daha sonra padişahın katlinden sorumlu tutulmuş ve idam olunmuştur. Bu Davud Paşa Sultan Mustafa'nın kızkardeşi ile evli olduğundan aynı zamanda hanedanı Osmaniyyenin damadlarından-dı. Şimdi ki, İstanbul'un Vatan Caddesinin Aksaray'a bakan ucunda ki; Murad Paşa camii önü açılırken bu mezarın kaldırılıp başka yere taşınması gerektiğinde Davud Paşanın mezarı açılmış ve görülmüştürki, iskeleti başsızdır. Davut Paşa hakkında verdiğimiz bu malûmattan sonra cami'de bıraktığımız yere dönelim. Genç Osman sözlerini bitirdiğinde Val-desultan, sadrazama sokulup «ne yılandır bu, konuşturmayın; eğer bir kurtulursa, bu badireden sonra hepimizin çekeceği vardır» yollu sözlerle sadrazam yaptığı damadını ikaz etti. Zaten sadrazam da padişahın konuşmasının gerek yeniçerilerde gerekse sipahilerde yaptığı tesiri gördüğünden orada bulunan Cebecibaşıya işaret edip kemendi padişahın boynuna geçirmesini fısıldadı. Genç Osman, Cebecibaşının fırlattığı kemendi görünce hemen yakaladı. Boynuna geçmesine mâni oldu. Atılan kemendi gören bazı ileri gelen yeniçeriler katline rızamız yoktur. Üstelik asker ve halk bu durumu görürse maazallah bizi helak eder, dediler. Bu kement atma işlemi bir kaç defa daha devam etti isede Yeniçeri ileri gelenleri her defasında bunu önlediler.
Bu sırada günlerden cuma olması hasebiyle müezzinler sâlâ vermeye başlayınca, bir an için günlerden cuma olduğunu unutan Yeniçeri ve sipahi askeri Sultan Hazretlerin kati olunduğunu sanarak derhal vaveylayı kopardılar. «Padişahımız Sultan Mustafa'dır ama ancak sultan Osman Hazretlerinin kılına da hata gelmesine rızamız yoktur, sağlık ve selâmet içinde şimdilik kenarda beklemelidir. Daha sonra durum ne gösterir bilinmez» diye hem fikirlerini söylerler hem de nümayiş yaparlardı...
Kurnaz Davut Paşa, yeniçerilere hitaben: «Sizin dediğinizden başka bir şey olmaz ve yapılamaz» diye kahrolası ağzıyla teminat vererek Genç Osman'ı çok adi bir arabaya bindirerek Yedikule'ye sözde muhafaza altına almak üzere gönde-riverdi. Genç ve sabık padişah durumun mahiyyetini anlamış fakat güvendiği hiç bir yerden yardım erişemediği için çaresiz kendisine tatbik edilecek kati olayının neviini tahmin etmeye çalışıyordu. Genç Osman kapatıldığı zindanda arkasını bir duvara dayanmış, gözlerini kapıya dikmiş ve kendisinin canını teninden ayıracaklara girişecekleri mücadeleyi pahalıya ödetmeye karar vermişti. Artık sinir harbi başlamış, cellâtları başta hâin Davut Paşa olduğu halde hazırlıklarını yapıyorlar, mazlum padişah ise bütün dikkatini kapıya vermiş onları bekliyordu.
Sevgili okuyucular böyle bir anı gözünüzün önüne getirin çıldırmamak için ne büyük imân sahibi olmak icab ettiğini, sinirlerinin son derece sağlam insanların buna dayanabileceğini şüphesizki idrak ederler. Hele bu padişahın ne kadar genç bir civan olduğunu göz önüne alırsak metanet ve hayat mücadele anlayışını tazimle ve sevgiyle karşılama kararı almakta tereddüt etmeyiz sanırım.
Cellâtlar aniden dört kişi olarak ellerinde kemendle odaya girdiklerinde karşılarında kendilerini sakin fakat ateş saçan gözlerle bekleyen talihsiz Osman'ı yumrukları sıkılı çünkü tek silâhı abdes ve sıktığı yumruklarıydı, gördüler. İlk hamle eden yediği müthiş bir Osmanlı tokadı ile yerlere serildi. Üçü birden saldırdı... Genç pdişah onlarla baş ediyordu.
Ne varki görünmez olan kader hükmünü vermişti. Olacak olacaktı ve o olacak olanda Genç Osman'ın şehadeti idi... Meydandaki ekip kafalarına inen yumruklarla yerleri boylu-yor fakat onların yerini yeni bir ekip alıyordu. Bu bir kaç ekip olarak devam ettiğinde Kilindir Uğrusu adlı namerd ve şeyta-nın'TişağKİpir habis karışıklıktan istifade ederek yerde sürünmüş genç padişahın hayalarını yakalıyarak var kuvvetiyle sıktığında husyelerin patlamasının verdiği acı şiddetli bir feryada sebeb oluyordu. Bu feryad genç padişahın son sesi oldu... Yarı ölü halde olan padişahın boynuna kemend geçirildi ve hunhar eller onu boğdu... Bu eller daha büyük bir suçu irtikap etmekten çekinmedi... Bu suç merhum padişahın bir kulağının kesilip tarihin nisyan bulutları arasında kaybolup gitmiş ve ismi bile bilinmeyen Sultan Mustafa'nın valdesi olan sultan hanıma götürülmesi idi. Şurada şunu ilâve etmeyi hemen lüzumlu görüyoruz. Bilindiği gibi ahali içinde yerleşmiş bir söz vardır ki o da şudur «adı çıkmış dokuza inmez sekize» bu söz misâli Osmanlı tarihinin en namlı hanım sul-tanlarınan biri olan Mahpeykâr Kösem Valide sultan merhume, nedense daima kötü taraftarıyla ele alınmış ne kötülük meydana gelmişse ve bu valde sultan adı olarak geçmişse hemen bu merhumeye izafe edilmiştir. Bu külliyyen yalan ve garaz olduğu gibi bu olayda da kulak getirilen valde sultan'ın Kösem Sultan olmadığını yukarıda bildirdiğimiz gibi adı tarihin nisyan bulutlan içinde kaybolup gitmiş Sultan Mustafa'nın vaîdesi olan hanım olduğunu bütün açıklığı ile anlatmaya lüzum gördük.
Yukarıdaki izahatı yaptıktan sonra mevzuumuza dönelim: evet Şehid-i Osman Yedikule'de Rahmeti Rahmana kavuştuğu zaman tarihler Hicri 1031, Milâdi 1622 yılını gösteriyordu. İdam infazından sonra naşı Topkapı Sarayına getirildi mutad vazifeler ifa edildikten sonra merhum Padişah 1. Ahrned Hân'ın yanına defn edildi. Bu bolüme kadar anlattığımız Genç Osman'ın hayatının en büyük mertliğini tebarüz ettirmeden geçmeyi bir ihanet olur saydık ve onu burada belirtmeyi bir vazife bildik. Bu mertlik şuydu: Merhum Genç Osman vaziyetinin çok kritikleştiğini gördüğü zaman bir tek davranış, bir tek sözle bu işi hal edebilirdi. O da amucası Sultan Mustafa Hazretlerini öldürtrne kararıydı. Eğer bu karan verseydi ve uygulasaydı, ne hâl işi olurdu nede böyle feci bir ölümle karşılaşırdı... Ne varki o bu yolu aklına bile getirmemişti. Halbuki çok sonra görüleceği gibi 4. Sultan Mustafa, 3. Selim'i isteriz seslerini duyunca bu ihtimali ortadan kaldırmak için 3. Selim'in cesedini hemen bağıranların önüne atıvermişti. tşte Genç Osman böyle bir şeyi yapmamıştı. Bu onun ne kadar mert bir insan olduğuna nefis bir işarettir.
Yukarıdaki satırlarda Genç Osman'ın safhai hayatını nakl ederken son olarak ne kadar mert olduğunu anlatan bu misâlden sonra babasının koynunda Cenab-ı Hakk'ın vasi rahmetine tevdi ederek Genç Osman'ın günümüz içinde kısaca bir değerlendirilmesini yapmaya çalışalılm.
1981 senesi İstanbul uluslar arası festivali münasebetiyle, Sultan Fâtih hazretlerinin yadigârı Rumeli Hisarında Devlet Tiyartrosu sanatçıları tarafından icra edilen Turan Oflazoğ-lu'nun yazıp hazırladığı Genç Osman piyesi günümüz içindeki değerlendirmelerin en kalıcı vesikasıdır. Çünkü bu eser artık klasikleşmiş her zaman daha iyisi yapılmadıkça, Genç Osman buydu, Osmanlı buydu, âlimler buydu, asakiri islâm buydu diye anlatılacak ve ortaya konan hokkabazlık, boğaz yazlıkçılarını kahkahalarla güldüren bir ortaoyunu halinde sürüp gidecektir. Altıyüz yirmi yıl süren bir saltanatın en içler acısı olayı... Belki okurlarım diyeceklerki bu satırların tarih akışı içinde hayatları verilmeye çalışılan Osmanlı padişahları ile ne alâkası var... Biz diyoruz ki, günümüz içindeki değerlendirilişi tarihten aldığımız dersi gösterecektir. Yoksa onlar hayatlarını din-i İslama elden geldiğince adamışlar ve şüphe-sizki bizlerden çok daha hizmetler vererek terk-i hayat eylemişlerdir. Bizim içim artık mühim olan onların başardıklarının nasıl yaptıklarını anlamaktır, yanıldıklarında nasıl yanıl-dıklanrrranlarnaktır.
Bu yüzden bu piyesin icrası günü Rumelihisar camiinde akşam namazını eda ettik, ezanı okuyan zat geldi, cübbesini giydi, mihrabın önüne gelip kamet getirmeye başladı... Evet müezzin yoktu. Cemâat ise iki genç olmak üzere ben ve bir hâkim adayı arkadaştık... Hoca efendi namazın farzını kıldırınca müezzinliği ele aldık ve namazı tamamlayıp teşbihe geçtik, Hoca Efendi bir aşır okuyup fatihayı çekince arkama ^aktığımda camiî içinde cemaat olarak ben ve hâkim adayı arkadaş olarak yalnız ikimiz vardık. Bunun sebebi beşyüz metre Ötedeki Rumelihisarındaki piyesin başlama saatinin tam akşam namazı saatinde denk getirilmesiydi. İki genç piyesi kaçırmamak için teşbihi bitirmden gitmeyi tercih etmişlerdi. Biz de arkadaşla biraz hızlı yürüyerek gidip numaralı biletimizin gösterdiği yere kurulduk. Piyesi binbir itiraz seslerimizin içimizde düğümlenerek tamamlanmasını bekledik. Gözüm daima etrafta idi. Hele perde aralarında bin kişiyi mütecaviz seyirci kalabalığının arasında çimlerin üzerine ceketini atıp namaz kılacak bir mü'min aramağa başladım ne varki duyulan yatsı ezanı bu aramamın bittiğini ilan ediver-misti. Evet bir camide dört kişiydik, bini mütecaviz seyirci o gün akşam namazını acaba nerede kılmıştı. Demek ki, o akşam ecdadının hayatını ve tarih sahifelerini iki saatlik piyesle anlatmaya çalışan oyuna dört namazlı gelmişti. İşte bu yukarıda anlattıklarımız ayni ile vaki olup, cemaatın bu sanat olaylarına lakayt oluşu, meydanın nasıl boş bırakıldığının kesin delilini teşkil eder. Bir de bu festival bitene kadar mukaddesatçı gazetelerin yazarlarının bir yazısını dikkatle aradım fakat ne mümkün, bir kalem bile dokunduran olmadı...
Piyese gelince, bir kere devlet tiyatrosu san'atçıları hakikaten rollerini fevkalâde bir başarıyla oynadılar... Hakikaten güzel ve kuvvetli birer sanatçı olduklarını gösterdiler, elden gelmez ki, en suzişli vak'a, yazan tarafından bir komediye - çevrilmişti. Artist elindeki metini oynar onu değiştiremez. Hele rol dağıtımında Şeyhülislâm Esad Efend merhumu kavukluya çıkan bir tarzda takdim eden sahneye koyucu herhalde din adamı ile arasına koyduğu aşılmaz duvarı o şeyhülislâm yorumlamasıyla açıklamak istiyordu. Yalnız birde şunu unutmamak gerekir ki, bu piyesin yöneticiliğinde Yücel Çakmak'lının olmayışı menfi bir piyesi seyretmemize sebeb olmuştur. Televizyonda büyük bir alâka ile seyredilen 4. Mu-rad piyesi Turan Oflazoğlu'na ait olmasına rağmen, içki sahneleri hariç güzel olması Yücel Çakmaklı yöneticiliğinin mu-vaffakiyyeti gibi görüldü bize..
Genç Osman merhumun günümüz içindeki değerlendirmesini yaptıktan sonra, iç içe vermeye çalıtığımız Sultan 1. Mustafa'nın 2. cülusunun encamına dönelim.
Sultan 1 Murad (Hüdavendigâr) Hazretlerinin Kosova sahrasında içmiş olduğu şahadet şerbeti ne de olsa kâfir elinden olmuştu. Onaltıncı Padişah Genç Osman ise şahadet şerbetini kendi askerinin ve hanedan damadı Davud paşanın elinden tatmıştı. Acaba bu şehid edilişte Genç Osman'ın hiçmi dahfi yoktu? Şüphesizki insanlar hatadan münezzeh değildir. Genç Osman ise beşerden ayrı değildi. Üstüne üstlük gayet ateşli bir mizaca sahip olmakla beraber İnkılâpçı bir kafa taşıdığı yapmak istediği işlerden anlaşılır. Fakat bu inkılâplar o toplumun inançları ile ters düşerse, inkılâpçılık değil, zorbalık olur.
Genç Osman; ceddi Orhan Gazî Hazretlerinden kendi zamanına kadar geçen üç asırlık zaman içinde, Yeniçerinin büyük bir liyakatla taht-ı Osmanî'nin önünde etten ve kemikten bir dıvar olup, muhafızlığını icra ettiği gözden kaçmaz bir vak'adır.
Bu böyle iken ceddi sultan üçüncü Mehmed'in sünnet düğününde sanatkârların gösterdiği mükemmel gösterilerden hoşlanarak «dileyin benden ne dilerseniz» Kelâmını söyleyen 3. Murad Hân'ın bu san'atçıları yeniçeri kayd ederek, bu orduya asli unsurların dışındaki insanlarla birleştirerek bozduğunu göz önüne alarak bunu toptan yok etme yerine, islâh etmeye çalışması gerekmezmiydi? Sonra Hocası Ömer Efendinin bahsettiği gerek Mısır askeri gerekse Anadolu askeri daha babası Ahmed Hân zamanında asilerden değilmiydi? Şüphesizki yeniçeri eski satvet ve saffetini kaybetmişti, bunu dağıtmak İslah etmekten dahamı kolay zannetti. Tek evlilik meselesi diye tutturunca dinin müsaade ettiğine ters düş-i? İşte bütün bunları dengeleyecek politika şeyhülislâm Esad efendinin tavsiyeleri idi. Ne varki Genç Osman, Hocası Ömer Efendiyi dinlemekle kendi sonunu hazırlamıştı. Tasavvuf erbabı bir kere daha pozitivistlere gaalip geliyor, Şeyh eli tutanın daha kazançlı çıkacağını bir kere daha gözler önüne seriyordu...
Sultan 1. Mustafa'nın ikinci defa tahta geçmesinden sonraki durumu izaha geçelim.
Sultan Mustafa'nın ikinci defa tahta geçmesini müteakip Şeyhülislâm Esad Efendi, Damadı Genç Osman'ın kendisini dinlememesine rağmen elim olay dolayısıyle meşihat makamına uğramadı. Naima tarihi, Esad Efendinin cenazeye gelmediğini yazarsa da Fezleke'de ise cenazeye geldiği yazılıdır.
Ayrıca padişahın cenaze namazını kıldıran Zekeriyazâde Yahya Efendi çok manidar bir konuşma ve yürekler paralatan bir dua ile töreni bitirince cenazede olanların ve Esad efendinin ağladığı menkuldür. Esad Efendinin yerine Şeyhülislâmlık makamına Zekeriyazâde Yahya Efendi tayin olundu. Babasıda Şeyhülislâmlık yapmış olan Yahya Efendi, şâir ve nüktedan bir zat idi. Bu ilk Şeyhülislâmlığı bir sene kadar sürmüştür. Daha sonraki iki sefer gelmiş olduğu bu makamdaki hizmet süresi toplam olarak yirmi sene sürmüştür. Seksen yaşında vefat ettiği zaman deveti âliyye sözü tutulur bir âlimini kaybetmiş oluyordu.
Sultan Mustafa evvelinde ve ahirinde hiç mi hiç istemediği padişahlık vazifesi üzerine yüklenince altından kalkamayacağını bildiği bu işten kurtulmak için sarayın odalarında dolaşıyor yeğeni Genç Osman'ı «Osman neredesin gel beni bu yükten kurtar» diye feryad ediyordu.
Buna mukabil sultan Mustafa'nın Validesi ve damadı Da-vud paşa iktidarsız bir iktidar meydana getirmişlerdi. Yeniçeriler bir gün Davud Paşa'nın konağının önüne gelmişler ve «Sultan Osman'ı niye katlettin» diye bağırıştılar. Davud Paşa: «padişahımız Mustafa Hân'ın fermanıyla» diye cevap verince çekilip gittiler.
Simdi de sipahiler ayaklanmış hesap soruyorlardı. Hemde biraz da olsa haklıydılar Çünkü padişah katili diye halktan tepki görüyorlardı. Yeniçeriler de aynı sebeble bu ayaklanmaya iştirak ettiler. Hep bir ağızdan «Bize padişah katili diyorlar, dışarıda gezemiyoruz» diye bağırmaya başladılar. Ve ilâve ettiler: «Kim bu menfur işi yaptıysa yakalanıp hesabı görülsün.» Bu istekler saraya duyuruldu. Ne varki Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa Genç Osman'ın kanını bahane ederek önüne gelen Yeniçeri'yi padişah katili diyerek öldürüp başka bir kanunsuzluk irtikâb ediyordu. Bu Abaza Mehmed Paşa, meşhur Kuyucu Murad Paşa merhumun Celâli isyanlarını bastırmaya çalıştığı sırada Abaza'nın çok genç olduğunu gören Damad Halil Paşa'nın tavassutuyla kendisine bağışladığı bir delikanlı idi. Bu Abaza Mehmed Paşa, Yeniçerileri ödürürken acaba Celâli tenkilinin intikamını mı alıyordu? burasi meşkûktür. Şüphesizki Genç Osman merhumu bir gurup yeniçeri şehid etmiş ve türlü rezillikler irtikâp etmişti. Fakat bunun sorumlusu olarak Erzurum'da veya surda ve-burda olan yeniçerimiydi? İstanbul'daki yeniçerinin oda bir bölümünün siyasi manevralar yüzünden irtikâp ettikleri suzişli vak'anın müsebbibi olarak Anadoludaki Yeniçerinin öldürülmesi ne derece doğru bir iştir. Bunu insaf ehline sormak gerekir.
Bu nümayişlerin tek faydası Sadrazam Davud Paşanın azledilmesi oldu. Göreve Mere Hüseyin Paşa tayin olundu. Ne varki bu değersiz adama sadaret ancak bir ay nasib oldu. Mere Hüseyin Paşanın yerine Lefkeli Mustafa Paşa tayin °'undu. O da ancak kırkbeş gün vazifede kalabildi. Çünkü askerin yeni bir isteği ve Şeyhülislâmla yapılan kısa bir mü-Şavereden sonra Vezareti uzma makamı Gürcü Mehmed Paşa'ya tevcih edildi. Bu işler şüphesizki, Sultan Mustafa Hazretlerinin bilgisi dışında cereyan ediyordu. Onun tek meşguliyeti yeğeni Osman'ı bulup tahtı Osmaniyi sahibine devretmekti...
Bu sırada Damat Kapdan-ı Derya Halil Paşa Akdeniz'den diğer bir filo ile Karadeniz'de Osmanlı sancaklarını dolaştıran Recep Paşa yaptığı bir savaş neticesinde beşyüz Kazak askeri esir ile Dersaadete geldiler.
Bu gelişler İstanbul ahalisini ve devleti bir müddet oyaladı isede Gürcü Mehmed Paşa'nın sadaretide yirminci" günde noktalanmış yerine yine Mere Hüseyin Paşa tayin olunmuştu.
İkinci sadaretine oturan Mere Hüseyin paşa Damad Halil paşanın Abaza ile mektuplaşıp isyanına son verdirmesini istedi. Halil paşa evladı manevisi olan Mehmed paşaya bu mektubu nasihat dolu olarak gönderdiysede bir iş çıkmadı.
Bu arada yeniden ayaklanan Yeniçeriler Şeyhülislâm Yahya Efendiye başvurup, Sultan Osman'ın katilleri için ölüm fetvası istediler. Yahya Efendi, onları idare ettiği sırada Sultan Mustafa'dan geldiği söylenen bir hattı hümayun okundu. «Ben sultan Osman öldürülsün demedim, katiller bulunup cezalandırılsın» mealindeki hattı hümayunun birincisinde olduğu gibi sultan Mustafa'nın habersiz olduğunu söylemeğe bilmem lüzum varmıdir?
Başta Davud paşa olduğu halde bütün katiller kısa zamanda yakalandı. Sultan Mustafa'nın kızkardeşi, Genç Osman'ın halası Damad Davud paşanın ismi tarih sahifelerinde maalesef yer almayan hanımı kocasını kurtarmak için çok gayret sarfetti ise de adalet yerini buldu. Kilindiruğrusu, Altıncıoğlu, Cebecibaşı da aynı akibetlere uğradılar.
Kuvvetli rivayetler bu yukarıdaki olayların Gürcü Mehmed paşa sadareti zamanında cereyan ettiği şeklindedir. Doğrusuda budur.
Çünkü Mere Hüseyin paşa bu önemli işi halledecek kapasitede değildi. Ayrıca son sadareti bir ay sürdüğü için zaman olarak da kâfi gelmemektedir.
Mere Hüseyin paşa son sadareti olan bir aydan sonra yerini Kemankeş Kara Ali paşaya bırakmak mecburiyetinde kaldı.
Kemankeş Kara Ali paşa, eski sadnazamlardan Gürcü Mehmed paşa ve Kapdan-ı Derya Halil paşa ile müşavere edip, hiç bir fonksiyon icra etmemek için işi deliliğe vuran sutan 1. Mustafa'yı hâledip geldiği odaya gönderrne kararı aldılar. Bu kararı tatbik için tek engel cülus bahşişi oluyordu. Yeniçeriden bahşiş almayacaklarına dair söz aldıktan sonra hâl kararını tatbike Sultan Mustafa'yı istemediği tahttan azat ettiler.
Sultan Mustafa taht'tan indirildiğinde otuziki yaşına varmıştı. Hicri 1048, Milâdi 1639 yılında vefat ettiğinde kırkdokuz yaşına girmişti. Yeğeni 4. Murad'ın saltanatı içinde şehzade öldürülmesine rağmen kendisine dokunulmamıştır.
Sultan Osman ve Sultan Mustafa'nın hayatlarının anlatılması bu satırla noktalanmış oluyor. Cenab-i Mevlâ her ikisi-nede rahmet eylesin. Amin. sultan i. Mustafa'nın hanımları ve çocukları
Bu padişah 3. Mehmed'in oğlu olup, annesinin adı bilinmemekle beraber 3. Ahmed'in, 4. eşi olduğu ve Abaza milletinden olduğuna dâir kuvvetli ihtimal vardır. Mustafa tecenn-nün etmişti. Ağabeyi 1. Ahmed tahta geçtiğinde, çok merhametli bir kimse olmasından dolayı hayatına dokunmadı, üstelik; veraset kanununda yaptığı değişiklik hasebiyle hanedanın enyaşlı erkek üyesini tahtageçer kaidesine işi bağlamıştı. Bu sebeble tahtın vârisi sayılması ve Genç Osman'dan da yaşça büyük olduğundan, taht'a çıkarılarak padişahlığına biat olundu. İki defa tahta çıkan bu padişahın izdivaçları hakkında bilgi yoktur. Çocuğu olup olmadığı hakkında da malumat bulunmamaktadır. Yalnız ilk çocuksuz padişah diye ananlar vardır.
1. Mustafa; veraset kanunu değişikliğiyle geldiği padişahlığı asla istememiş, kiminin deli, kiminin mecnun dediğ-i, kiminin ise velî dediği bu padişah, tahta çıktığında sadnazam olarak vazife başında biraderinden kalma sadrıazarn Hali! Paşayı bulmuştu ve tahtı istemeyen adamın sadrıazamla uğraşacak vakti mi olur misâli, o tarafa hiç bakmadı. Bu padişahlık döneminin 1. devresinde bu sadrıazamla ve devlet şurası sayılacak, hayli tesirİbulunan recul yâni devlet adamlarının ittifak reyile vazifeyi biraktırılmasi yönüne gidilmesi kararlaştırıldı. Böylece dörtay kadar süren bu süre içinde tek sadrıazamla iktifa etmiş oldu.
Daha sonra fâcia-i genç Osman vaka'sindan sonra tekrar Osmanlı tahtına cülus etdi. Bu sırada târihler 19/ma-yıs/1622'yi gösteriyor ve makam-ı sadaretde 59. Osmanlı sadrıazamı Düâver Paşa bulunmaktaydı. Buna daha doğrusu yukarıda, verdiğimiz târihde Dilâver Paşa ile 60. sadnazam Dâmad Kara Dâvûd Paşa halef selef oldular dersek daha doğru bir izah yapmış oluruz. Bu paşa 25 gün süren sadareti sonunda 13/haziran 1622'de sadareti Merre Hüseyin Paşaya bırakmak mecburiyetinde kaldı. Merre Paşanın sadaret dönemi de 25gün sürdü.
Bunun yerine 8/7/1622'de Lefkeli Mustafa Paşa mührü hümayuna sahip oldu. 2 ay, 14 gün vazife ifa etdikten sonra 21/eylül/1622'de Hadim Mehmed Paşa veziriazam oldu. Bu zâtın dönemi de 4 ay, 14 gün sürebildi. 5/2/1623'de Merre Hüseyin Paşanın 2. sadareti başladı ve 29/8/1623'e kadar 6 ay, 23 gün sürdü. Bunun yerine Ispartalı Kemankeş Kara Ali Paşa sadnazam oldu, ancak 1. Mustafa'nın iş göremez hâli devam ettiğinden ilk dönemde olduğu gibi, ricâl-i siyasiye hâl edilmesinde ittifak etdiler. Bu sebebden Ali Paşa'nın Mustafa hân'a yalnız 11 gün hizmet ettiği olmuştur.
Böylece 1. Mustafa sadnazam olarak iki defa aynı şahıs olmasıyla altı zât ile çalışmak şansı bulmuştur.
1. Mustafa dönemişeyühlislâmlanna gelince; Sultan Mustafa taht-ı Osmaniye çıktığında Hocazâde Mehmed Es'ad 2/7/1615'de geldiği makam-ı meşihatde bulunuyordu. 33. şeyhülislâm olan Esad Efendi bu vazifede 21/mayıs/1622'ye kadar kaldı. Bu arada 1. Mustafa'nın 3 ay, 4 günlük dönemin de şeyhülislâm olarak kendisine yardımcı oldu. Sonra da Damadı, Sultan 2. Osman'a dini müşaviri olarak makamında ipka olundu. Nihayet fecâiî Osman'iden sonca yeniden tahtın sahibi olan 1. Mustafa'ya, sadece iki gün hizmet verdikten sonra yerine; Ankaralı Bayramzâde Zekerİyya Efendinin oğlu Yahya Efendi 34. şeyhülislâm olarak makam-ı meşihate geldi. Bu zâtın ilk şeyhülislâmlığı; 1 sene, 4 ay, 14 gün sürdü ve 4/10/1623'de sonuçlandığın da Sultan Mustafa'nın 2. defa padişahlıktan olmasının üzerinden 24 gün geçmişti. Ezcümle söylemek icâb eder ise; Sultan Mustafa'nın birlikte çalıştığı şeyhülislâm sayısı, bir zât iki defa olmak üzere üç defa şeyhülislâm değiştirmek, topu toplamı iki zâtla işi götürmüştür.
Sultan 2. Osman; amucası Sultan 1. Mustafa'nın tahttan dirilmesi üzerine 16. Osmanlı padişahı olarak vazifeye başdığında 13 yaşları civarındaydı. İlk izdivacını; Pertev Paşaın torunu olan Ayşe Sultanhanımla yapmıştıki, kızın anne ırafı da Yavuz Sultan Selim'in ahfadındandır. İlk izdivacın kabinde 1 ay sonra 2. izdivacımda Şeyhülislâm Mehmed ,s'ad Efendinin kerimesi Akile Hâtûn ile yapmıştır. İlk hanııı ile 4 ay süren evliliği, 2. hanımla da 3. ayın içindeyken padişahın taht'dan indirilmesi ve peşinden şehid edilmesi bu genç gelinlerin dul kalmalarına sebeb oldu. Ayşe Hâtûn ilelakalı başka bilgi bulunmazken, Akile Hatun, kocasının şeadetinden 6 ay sonra, ikiz olan şehzade Mustafa ve Zeyneb .ultanhanımı dünyaya getirmiştir ancak daha sonra, Rumeliazaskeri Ganizâde Nadiri Efendi ile izdivaç yapmıştır. 1607loğumlu Akile hanım, bu izdivacı 20 yaşında yapmıştı. Sene
3e 1627 idi. Çocukların ikisi de bir yaşının peşinden vefat itmişler ve Dedeleri, Sultan 1. Ahmed'in türbesine defnolunnuşlardır.
56. Osmanlı sadrıazamı Halil Paşa görevinin İsene, 3 ay, }. gününü idrak ederken meydana gelen tahttaki değişiklikte Mustafa gitdi, Osman geldi. Böylece 2. Osman diğer deyimle Genç Osman'ın ilk sadrıazamı Halil Paşa olmuştur. Bu zâtın sadareti, 18/1/1619'da bittiğinde 2sene, 3ay, 2gün sürmüş-:ü. Yerine Güzelce Ali Paşa geldi. 1 sene, 2 ay, 17 gün süren sadrıazamlığı bittiğinde târihler, 9/3/1621'i gösteriyordu. Ohrili Hüseyin Paşa'nın sadarete getirilmesi 6 ay, 9 gün sürdü ve yerini padişah 2. Osman'ın son sadrıazamı Dilâver Paşa aldı. Bu sadaret de, 8 ay2 gün sürmüştür. Târih, padişahın aynı zamanda tahtından indirildiği târihi göstermektedir bu 19/5/1622'dir. Böylece 2. Osman'ın istihdam ettiği sadrı-azam dört zât'dır. Bunların biri, Amucası Sultan 1. Mustafa'nın tâyin ettiği zât olan Halil Paşadır. Şeyhülislâmlara gelince; Genç Osman; tahta çıktığında maka-m-ı meşihat de Hocazâde Hacı Mehmed Es'ad Efendi bulunuyordu. 2. Osman'ın Yedikule'de şehid edilmesinin, bir gün sonrasın da in-fisal eden Es'ad Efendinin yerine de Yahya Efendi getirildi. Mehmed Es'ad Efendinin meşihati 6 sene, 10 ay, 20 gün. sürmüştü. Böylece; 2. (Genç) Osman dönemi de tek şeyhülislâm i!e geçmişti.
.
SULTAN 4. MÜRAD
İlk Döneklik
Iran Gailesine Doğru
Bir İmha Hareketi
Haçlı Zihniyetinin Dış Kapıya Yüklenmesi
Oyalama
İki Ateş Arasında
Damad Halil Paşa'nın İkinci Sadareti
Hüsrev Paşa'nın Sadareti
Yemen Meselesi
Kırım Gailesi
Aziz Mahmüd Hüdaı Hz.Lerinin Vefatı
Hüsrev Paşanın İran Üzerine Seferi
Hüsrev Paşa'nın Azli
Son İhtilal
Recep Paşa'nın Katli
Sinan Paşa Köşkü Önünde Yapılan Yemin
Temizleme Hareketi
Bir Yangın Ve Tütün Yasağı
Şeyhülislâm Katli
Revan Seferi Ve Memleketin Tanzimi
Bağdad Seferi Öncesi
Hekimbaşının Ölümü
Tayyar Mehmet Paşa'nın Sadareti
Bagdad Önünde
Bağdad'dan Dönüş
Sultan 4. Mürad'ın Vefatı
Sultan 4. Murad'ın Hanımları Ve Çocukları
4. Murad'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
Babası: Sultan I. Ahmed Han
Annesi: Kösem Mahpeyker Sultan
Doğum Tarihi: 1612
Vefat Tarihi: 1640
Saltanat Müd.: 1623-1640
Türbesi: İstanbul'dadır.
Sultan 1. Mustafa Hân'ı ikinci defa odasına gönderen ve taht ile alâkasına kestiren ve elinden tuttuğu Sultan Ahmed cennetmekân merhumun üçüncü şehzadesi Murad'ı Sadrazam Kemankeş Ali paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendinin yardımları ile devleti aliyyenin tahtına oturtmuş ve böylece dünyanın o zamanki 1 numaralı devleti olan osmanlı devleti ve dünya için yepyeni bir devir başlamış oluyordu.
Boğaziçinde 1612 miladi yılında doğan Sultan Murad Hân, taht'a geçtiğinde Hicri 1032, Miladi 1623 yılıyla birlikte henüz oniki yaşını ikmal etmemişti. Taht'a geçtiğinin ertesi günü sünnet-i hitan merasimi yapılmış ve sünnet olmasından beş gün sonra da kılıç kuşanma merasimi icra olundu.
Şüphesizki bu kadar küçük bir çocuğa bir naib lâzımdı. İşte o nâib henüz 28 yaşında olan ve Osmanlı tarihinin en önemli Sultan hanımlarından olan Kösem Mahpeyker Valide sultandı.
İslâm tarihinin en uzun ömürlü devletini sürdüren bu hanedan, oniki yaşında bir padişah ve yirmisekiz yaşında genç bir anneye kalmıştı. Şunu hiç unutmamamız gerekirki; günümüzde alelade bir aile dahi evin reisini kaybettiğinde genç bir anne ve çocuk geride kalsa, hayatın maddi ve manevi zorluklarıyla ne kadar büyük bir boğuşma sergilemektedirler. Böyle bir aileye yardım eden, yol gösteren olmazsa, nasılki netice pek vahimdir, işte devleti aliyye'de çocuk yaşta bir padişah ve genç bir kadına kalmıştı. .İşte o günlerin devlet adamları bu devlet gemisinin devamı için gayret göstermişler, kimileri ise ihanet erbabı olduklarını hatta zirveye göz diktiklerini dahi göstermişlerdir.
Kemankeş Ali Paşa, zaten taht'ta gözü olmayan Sultan Mustafa'yı yerinden almanın ve Sultan Murad'ı taht'a geçirmenin vasıtası olmasını hazmedememiş, iyice şımarmıştı.
Yeniçeriler, üst üste aldıkları cülus bahşişi münasebetiyle Sultan 4. Murad'ın taht-i saltanata iclasında bahşiş istemeyeceklerine dair söz verdikleri halde, az bir müddet sonra «cülus isterük» diye tutturdular. İkimilyon osmanlı altını bulan meblağ saraydaki altın tabakalar ve tepsiler eritilerek karşılandı.
Sadrazam Kemankeş Ali paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi'yi görevinden azlettirdi. Allah'dan yeni gelen zât merhum şehid Genç Osman'ın kaimpederi, Şeyhülislâmoğlu Şeyhülislâm Esad Efendi idi.. Neyse, çok değerli bir zât iie ondan belkide daha değerli bir zât nöbet değiştirmiş oluyordu.
Eski vazifesi Bağdat subaşılığı olan ve Bekir Subaşı olarak anılan cesur, kurnaz bir adam vazifesi sırasında temin etmiş olduğu servetin verdiği imkânlarla, eyalet Beylerbeyi Yusuf paşa'nın askerine kumandan olmuş ve bir subayını Simav kazasına vergKtoplamak için göndermişti. Ne varki; Dîvan bunu haber alır almaz dörtbin yeniçeri ve bin Azap askerini Bekir Subaşı'nın takibine gönderdi. Bekir Subaşı'nın amansız düşmanı Azap Ağası Mehmed Ağa, Bekir Subaşı'nın yokluğundan istifade ederek Bağdat Beylerbeyliğinin asli görevlisi Yusuf paşa ile anlaşarak ani bir taarruzla şehre girmek ister. Fakat Bekir Subaşı'nın oğlu Mehmed durumu haber alır almaz şehrin kapılarını kapadığı gibi toplanda Azap Ağası ile Yusuf paşa'nın askerinin üzerine tevcih eder. Diğer taraftan Simav kasabasında kendisini yakalamağa gelen kuvvetleri kesin bir mağlubiyete uğratan Bekir Subaşı şehrin önünde Yusuf paşa ve Azap Ağası Mehmed'i görünce onlara hücum eder. iki ateş arasında kalan Yusuf paşa ve Azap ağası İki gün dayanabilirler ve neticede savaş Bekir Subaşı'nın kesin galibiyeti ile hitam bulur. Bu ana baba gününde Yusuf paşa başından aldığı bir yaranın neticesinde şehid olur. Azap Ağası Mehmed Ağa ise İki oğluyla birlikte Bekir Subaşı'ya teslim olmuştur. Fakat bu teslim oluş ölümlerden ölüm beğenmekten farksızdır... Bekir Subaşı, bir sandalın içinde Azap Ağası ve iki oğlunu zincirlerle bağlatır, kükürd ve katranla içini de bir güzel doldurup ateşletir ve Dicle nehrine salar. Sandaldan gelen yürek paralayıcı feryadlan, tüyü kıpırdamadan işitilmez oluncaya kadar dinleme ve seyretme gaddarlığını gösterir. Bu elîm hadiseden sonra hiç sıkılmadan Dîvana bir istida göndererek Bağdat Valiliğinin kendisine tevcihini hamil ferman-ı padişahî'nin gönderilmesini talep eder. Dîvan bu talebi red ve Bağdad Vali'liğine Süleyman paşa'yı nasb etmiş-sede bu paşa red ettiğinden, Diyarbakır Beylerbeyi Filibeli Hafız Ahmed paşa Bağdad üzerine serdar tayin edilmiş kâfi miktar asker verilerek Bağdad'ı zaptu rapta alması emrolun-muştu.
Hafız paşa, İlk hamlede muvaffak olamadıysa da ikinci defasında rakibini perişan etmiştir. Ne varki muhasaradan kurtulan Bekir Subaşı, İran Şahına başvurarak, Karcığla Hân'la bir takım anlaşmalar yapmış mezhebi şiâ'ya hizmet edeceğini ve bunun nişanesi olarak da Bağdad'ı kendilerine teslim edeceğini vaad etmişti. İran Şahı bu durum karşısında Bekir Subaşı'ya yardımcı ve muhafız olarak üçyüz kişilik bir askeri birlik göndermişti.
Bu sırada Dîvan'dan gelen bir emir insanı çıldırtacak gibi idi. Bağdad Beylerbeyliği Bekir Subaşı'ya verilmiştir. Kendisine tebliğ oluna... Hafız Paşaya düşen emri yerine getirmekti. O da öyle yaptı. Bekir Subaşı bu haberi alınca; Karcığla Hân'a kendisinin emeline nail olduğunu, bu husustaki yardımlarını unutamayacağını bildirdi ve bunun nişanesi olarak Şah'a verilmek üzere bir takım hediyeler takdim ederken Karcığla Hân'a da hediyeler sunmayı ihmal etmedi.
Aynı zamanda da Hafız Paşa'ya Bağdad'dan çekilip gitmesini, çünkü halkın bu ordudan çekindiğini söyledi. Hafız Paşa, ordusuyla Mardin taraflarına çekilmek üzere yola koyuldu Bekir Paşa; ki, dîvan kararıyla paşa'lığa terfi etmişti. Bunu da halka tellallarla duyurdu.
Karcığla Han, Bekir paşa'ya yaptığının doğru olmadığını gönderdiği bir elçi ile hatırlattı. Bekir paşa; bu hatırlatmaya cevap olarak kalenin toplarını İran'lılann üzerine doğru ateş-liyerek verdi.
Öte yandan Şah Abbas yavaş yavaş Bağdad önlerine gelmişti. Şah Abbas'ın Bağdad önlerine gitmekte olduğunu istihbar eden Hafız paşa, Kürdistan Beylerbeyi Kör Hüseyin paşayı Bağdad'a yardım etmek üzere yollamıştı. Çünkü kendisi o sırada Abaza Paşa gailesi ile meşgul idi.
Kör Hüseyin paşa Bağdad'a yardım etmek üzere giderken önüne Karcığla Han komutasındaki iran askerleri çıkmıştı. Yapılan savaşta Hüseyin paşa Kırmızı Hana çekildi. Bu çekiliş şüphesizki bir mağlubiyete uğrama korkusundan ileri gelmişti. İranlılar Hüseyin paşa'ya bir anlaşma teklif ederek kendisini bu badireden kurtulma ümidine sevk ettiler. Bu ümid ilk önce bir gafillik meydana getirdi. Bu gafletin netice-,/si bir baskınla başta paşa olmak üzere bütün askerin kellelerinin Şahın ayak ucuna atılmasına sebeb oldu. Tarihler o sırada Hicri 1032, Milâdi 1623 yılını gösteriyordu.
Sadrazam Kemankeş Ali paşa; paşa yaptığı Bekir paşa'ya erzak ve mühimmat göndermemiş, İranlıların tahtı muhasarasına giren Bağdad beşinci ayı doldurğunda açlık had safhaya gelmişti. Artık geceleri halk Bağdad şehrinden gizlice kaçıyor, iranlıların içine karışıveriyordu. Bekir paşa'nın oğlu Mehmed ise İran Şahı ile gizlice anlaşmış kendisi Bağdad valisi olduğu takdirde gece yansı kalenin kapılarını açıp şahın askerlerini içeriye almayı vaad etmişti. İran şahı da bu vaade Bağdad valiliğini Mehmed'e vereceğini ifade etmişti. Nitekim gece yansı olunca hain oğul, kapıyı açmış ve Bağdad'ı aceme peşkeş çekmişti. Açlık ve ümitsizliğin verdiği yorgunlukla derin uykuda olan Bağdad halkı sabah ezaniarıyla uyandığında, şehrin artık Şahın olduğunu görüyorlardı. Halk şaşırmış ne olacağını dahi düşünemezken propagandanın en tesirlisini kurnaz Şah hemen ortaya atıvermişti. Bu bir affı umumi idi. Şah kendisine mukavemet eden bütün herkesi affediyor, askerine ise kimsenin mal, can ve ırzına halel gelmemesi için tellallarla ilan etme alicenaplığını! gösteriyordu.
Bekir Paşa, Şahın huzuruna zincirlerle bağlı olarak götürüldüğünde yol boyunca acaba oğlum öldümu? Hiç bir haber alamadım diye düşünüyordu. Karşısına çıktığı Şahın yanında duran kendi oğlu Mehmed'den başkası değildi... Hatta Şah hiç ağzını açmadığı halde oğlu babasını azarlıyor, Şaha verdiği sözden dönmenin akibetini gör, diyor ve hayatını kurtarmak istiyorsan hazinenin yerini söyle diye tehdit etmekten çekinmiyordu.
Bekir Paşa bu durumu görünce, tasavvuf! bir tabirle söyleyelim «Dili lal oldu aklı mat» adeta taşlaştı, ne duyuyor, ne görüyor ne de cevap veriyordu. Kendisine hapishane mesken oldu. Hem de zincirlere bağlı olarak...
.
Bağdad şehri Şahın idaresinin eline geçtikten bir kaç gün sonra sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve şehir bir bir evlere girilerek hem nüfus sayımı yapılmış, hem de silah namına ne varsa nizam icabı denerek alınmıştı. Sayımdan çok kısa bir zaman geçince şehrin zenginlerinden sünnl olanlar, bir hafta süren amansız işkencelere tabi tutularak servetleri söy-lettirilmiştir. Bu arada Hz. Hüseyin (R.A.) Efendimizin türbe-darı; Şah Abbas'a bir defter vermiş ve bu defterde ismi yazılı olup Sünnîlikten mezhebi şiâ'ya geçenler hayatlarını kurtarmışlar gerisi kamilen şehid edilmişlerdi. Bunların içinde iki zât ki; biri Bağdad kadısı Nuri Efendi diğeri Camii kebir İma mı Ömer Efendi İdikİ, şu şartla kurtulmaları teklif edilmişti: Hz. Ömer (R.A.) ve Hz. Osman (R.A.) Efendilerimize sövmeleriydi. Bu iki zât böyle şen'i söz söylemektense şehadet şerbetine razı geldiler ve oracıkta birer iple hurma ağacına ası larak şehid edildiler. (Bu yazdığımız bölüm inanılmaz bir iddia gibi addedilir diye bir iki kaynak vermeyi lüzumlu gördük: Tarihi Ebul Faruk yazan Mehmed Murad cild 5, yine İsmail Hakkı üzunçarşılı TTKY3. c. 1. Kısım ve yine Tarihi Si-yasiyye cild 2 Sadrazam Kâmil paşa) Ayrıca İmam-i Azam Ebu Hanife ile Gavsulazâm Abdülkadir Geylânl Hz. ierinin kabirleri tahrib olundu.
Bir müddet sonrada Bekir paşa'yı bulunduğu hapisten çı-karı'p, aynen Azap Ağası Mehmed ağaya yaptığı gibi, onuda kükürt ve katran dolu bir kayığa bağladılar Diclenin akıntısı-' na bıraktılar. İşte yaptığı aynen başına geldi Bekir paşanın... Bütün bunları kılı kıpırdamadan seyreden, Bekir paşa oğlu Mehmed'e bir bakış fırlatan Şah Abbas; babasına böyle iha-ned eden bana ne yapmaz düşüncesine vardı. Az sonra onu sürgüne yollattı. Yolda kaçmayı denemeye kalkan hayırsız evlât acem kılıcıyla hayatını kaybediverdi.
Şah Abbas, sünnilere gösterdiği nefret verici halden sonra, o muhterem zatlar yâni İmam-ı Azam ve Gavsul Azam'ın kabri zahirlerin telvis ve tahrib etmenin cezasını manevi to-kadlarının maddi sillesini atacak olan 4. Murad'ın bilenmesine ve daha çabuk iktidar sahibi olmasına yardım ettiğini acaba farkındamı idi?
Bağdad'dan ypla çıkan Şah Abbas, Musul'a oradan Nusaybin ve Mardin'e gelerek büyük zulümler irtikab etti. Babı-aliden gelen emir Hafız paşayı oralara koşturduysa da Hafız paşa her gittiği yerde bir kan gölü ve yıkılmış, yakılmış ha-nümanlar buluyor, İranlılar ise sıvışmış oluyorlardı.
Bağdad'in İranlıların eline geçtiğini gerek valde sultandan gerekse padişah hazretlerinden saklayan Kemankeş Ali paşa küçük çocuk yerine koyduğu padişahın «Bostancibaşı» diye seslenmesini gülümseyen nazarlarla dinleyip seyrederken «çocuk, padişahçılık oynuyor» diye içinden geçirirken kollarını kavuşturmuş emri padişahiyi bekleyen bostancıbaşiya «Al kellesini» diyen ses ayaklarını suya erdirdi amma ne çare iş işten geçmiş kelle inmişti. Şeyhülislâm Esad Efendi'de fetvayı vermişti bile.
Kemankeş Ali paşadan sonra 1. Mustafa zamanında tanıdığımız Mere Hüseyin Paşa sadaret kaymakamlığına talib olmuş ve «vazife istenmez, verilim düsturunu çiğnediğinden o da canından olmuştu. Yeni Sadrazam Çerkeş Mehmed Paşa aynı zamanda serdâr-ı Ekrem sıfatıylada mücehhez kılınmış Abaza isyanını tenkile gönderilmişti.
Sağlam bir bünyeye saldırmak hiç bir zaman akıllı bir davranış olmaz. İşte bunu daha o zamandan keşfeden haçlı zih-niyyeti merkezi idareden uzak Tunus, Cezayir ve Trabiusgarb eyaletlerini hasta uzuvlar olarak seçmiş onlarla bir takım antlaşmalar ve ikili münasebetler kuruyordu. Bu devletler gerek İngiltere gerekse Fransa'dan başkası değildi. Gayet ta-biidirki bu iki devlet kaypak ve hedefü politika bakımından bu gün bile güçlü devletlerden sayılır.
İngiltere ve Fransa yukarıda verdiğimiz kıyılarda gemilerinin soyulduğunu iddia ediyor ve Osmanlı devletine bunlar madem sana bağlılar bunları durdur, diyor sonra yine onlara kendilerini soyduruyordu. Bunun bir iki defa meydana gelmesinden sonra oralardaki mahalli idarelerle öze! anlaşmalar yapıyordu. Bu durum o bölgelerin Osmanlı nüfuzundan çıkıp, kendini bir şey zannetmesi ve batı emperyalizminin yemi olması demekti. Devleti aliyye Sultan Abdül Aziz Han zamanında ki; çöküşten bir evvelki duraklamadır, Mısır'ın Avrupa devletleri ile flört etmesine bile müsaade etmiyordu. Sultan Murad gibi çelik iradeli, bitirici pençeli bir padişahın devrinde ise bu dış yaklaşmalar önlenemiyordu. Muktedir olan iktidar olur görüşünün çok bariz bir tezahürüdür bu vaziyet. Bunun sebebi doğu hududlarında İran, içte ise Sultan Gen^ Osman'ın intikamını alacağım diye tutturan Abaza pa-şayisyanı idi. Abaza paşa ölçüyü o kadar kaçırmıştıki; Sivas'ta topçu ve cebecilerin beşikteki çocuklarına varıncaya kadar kati eylemişti. Abaza paşa kuvvet toplaya toplaya İstanbul'a intikam almak üzere yola çıkmıştı. Sadrazam Çerkeş Mehmed paşa ise Tokat'a gelmişti.
Kayseri önlerinde iki ordu karşılaşmış, sonunda Abaza paşa Erzurum'a kaçmıştı. Sadrazam paşa ise yeniden Tokad'a dönmüştü. Bu arada ise büyük âlim Şeyhülislâm Esad Efendi Hakk'a yürümüş yerine ise büyük mutasavvıf ve şâir Yahya Efendi yeniden Şeyhülislâm olmuştur. Bu arada Çerkeş Mehmed paşa'da tutulduğu hastalıktan kurtulamayarak vefat etmiş mesnedi sadaret Filibeli Müezzinzade Hafız Ahmed pa-şa'ya tevdi olunmuştu.
Cennetmekân Sultan 1. Ahmed Hân'ın Edirne ormanlarında avlanması sırasında etrafındaki silahlı adamları ile kar-şısı-na çıkan Kırım Hanları varislerinden Mehmed Giray hapiste bulunduğu Yedikule zindanından meçhul bir şekilde Sultan 1. Mustafa zamanında firar etmişti. Bu firardan sonra ise siya-seten Mehmed Giray'ın Kırım Hân'liğına tayini kararlaştırılmıştı. Bir müddetten beri Şah Abbas nezdinde mülteci olarak bulunan Şahin Giray ise Kırım'a dönmüş ve ona'da Kaîgaylık verilmişti. Bilindiği gibi Kaîgaylık, Kırım'da Hân'ın yardımcılığını aksettiren bir vazifedir. Müneccimlerden biri ismi kuş isimlerinden oluşmuş birisinin dünyaya hakim olacağını ifade eden bir kehanet ortaya atmıştı. Şahin Giray bu kehanetin kendisini kast ettiği batıl düşüncesine kapılmış ve küfür olan bu iddiaya yapışmış olmadık zulümleri ifa etmişti. Şurada kısa bir istidrad ile bazı önemli hususatı belirtmeyi lüzumlu gördük. Gaibden haber vermek malumdurki, insanların harcı değildir. Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı ayetlede belli olan Efendimiz sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: «Rabbim bana neyi haber verirse ben onu bildiririm» yoksa yıldızların duruşuna, yok kuşların bacağına, efendim aynaların yüzüne bakarak geleceği söylemek kâhinliktir. Kâhinlik ise Allah indinde tek din olan islâm dininde merduttur, yasaktır. Bu mevzuda İbni Haldun Hz. leri ünlü mukaddimesinde uzun uzun malûmatlar vermiş ne varki; o büyük âlim dahi kâhinleri peygamberlerin haberi sadık halleri ile mukayese etmiş, hoş hükmünü verirken bunların doğru olmadığını hatta geçim vasıtası olarak kullandıklarını ifade etmekten çekinmemiştir. Yalnız şunu ilâve etmekte mutaka isabet vardır. Oda bazı keşfü zevk erbabı evliyaullah vardırki; iki cihan serverinin manevi mirasçıları olarak Cenab-ı Hakk (C.C.) o zâtlara aklın idrak edemeyeceği bazı keşfiyyatı nasi-beder ve ifşasına müsaade buyurursa elhak haber doğrudur. Bu bile şeriat âlimleri indinde keşfiyyatı temaşa eyleyen zâtı bağlar hükmündedir.
Yukarıda verdiğimiz kısa İzahattan anlaşılacağı gibi, men edilmiş bir hale göre hareket eden feâketlere uğrayacağından, Şahin Giray'ın başına gelenler, kendisini kaptırdığı bu kehanetin mahvına sebeb olduğu anlaşılmalıdır.
Şahin Giray bir ordu hazırlamış ve İstanbul üzerine yürümek üzere yola çıkmıştı. Miyetinde ilk durağı Edirne şehri idi. Yeni padişahı tebrik etmek üzere Rusya tarafından gönderilen iki elçi Kırım'da Şahin Giray tarfından önce tutuklanmış bilahare öldürülmüşler ve Genç Padişaha götürmekte oldukları hediyeleride kendilerine mal etmişlerdi. Dîvan bu işe çok kızmış Şahin Giray ve Mehmed Giray'ı azlederek yerine Ca-nik Giray tayin olunmuştu. Kefe'ye sürgün edilen Mehmet Giray'ın mezkûr yere götürülmesine İbrahim ve Hasan paşalar vazifelendirilmişti. Ayrıca Donanmayı Hümayun Kapdan-ı Derya Halil paşa'nın kumandasında Kefe'ye gönderilmişti.
Mehmed Giray, isyan bulutuna kendini kaptırmış, etrafına topladığı yüzbin nogay ve sekizyüz kazak süvarisi ile kendisini almaya gelen Hasan ve İbrahim paşaların karşısına dikilmişti, iki ay süren oyalayıcı ve son derece kanlı muharebelerden sonra Mehmed Giray ordusu galib gelmiş, devleti aliy-Ye iki güzide paşası Hasan ve İbrahim paşaları meydanı harbde kaybetmişlerdi.
Görüyoruzki, doğu sınırında İranlılar, içte Abaza ve Celâli-ler, öte yanda Kırım Hanlığı çıkardığı gailelerle, üstüne üstlük, hristiyan dünyasının yahudi ile olan ittifakı; islâmın tarihler içinde en büyük temsilcisi olan Osmanlı devletini ne zorluklara sokuyordu. Bu kadar düşman karşısında ayakta kalmak ne kadar zordur, bunu bir düşünsek, ecdadımızın büyüklüğünü bir kere daha anlamış oluruz.
Mehmed Giray'ın bu galibiyeti bin kişi kadar Osmanlı askerinin esir olması, onyedi kıta topun Kırımlıların eline geçmesi, devleti mecburen yeni bir düşünce tarzına itti. İstanbul'dan gönderilen bir memur, Mehmed Giray'i yeniden Hanlığa, Şahin Giray'i ise kalgaylığa oturttu. Yapılan müzakereler neticesinde esirler ve toplar geriye alındı, orduyu hümayun İstanbul'a, Mehmed Giray ise payitahtına döndü. Ne varki kâhinin söylediklerini bir türlü kafasından atamayan Şahin Giray, yeniden Tuna kıyısındaki Osmanlı himayesindeki kasabaları talan etmeye başladı. Plânlarını çok önemli ve stratejik bir yer olan Baba Dağı'nı ele geçirmek için hazırladıysa da Silistre Beylerbeyi Kantemir paşa, otuz bin süvari ile yıldırım gibi yetişip, bütün askerî deha ve cesaretini ortaya koyarak Şahin Giray kuvvetlerini perişan etti. Şahin Giray son anda bir sal'a atlıyarak karşı sahile geçti ve canını kurtarabildi.
Bosna üzerinden yola çıkan yüzelli kıt'alık silahlı kazak askeri ta boğaziçine dalış yapıp bu günkü Büyükdere, Yeniköy, İstinye civarına kadar geldiler. Her tarafı yakıp yıktılar, bunların üzerine devlet 500 kayık içinde denizden birlikler, kara-danda onbin asker göndererek Kazakları ancak ricata mecbur edebildi. Rivayet olunurki, bu olaydan sonra Bizans'ın Sultan Fatih donanmasına karşı gerdiği zincir, Karadeniz boğazında bu Kazak belasından korunmak için gerdirilmiştir.
İran hududunda ise Bağdad için yapılan mücadelenin finiş hali gelişmekte idi. Hafız Ahmed paşa ve Çerkeş Hasan paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Kerkük'ü alırken, onbin neferden kurulu bir İran kuvvetine galebe çalmıştı. İran ordularının baş komutanı olan Karcığla Han, Gürcüler aleyhinde bir fırıldak çevirince Gürcülerin bunu sezmeleri neticesinde onları da karşısına almış oldu. Bir boğazda otuzbin kişilik ordusunu yakalayıp bastıran Gürcüler, Beyleri Mağrav Han komutasında kesin bir imha savaşına başladılar. Neticede Karcığla Han, şimdi İstanbul'da boğazın incisi ve çayı ile meşhur Emirgân semtine adı veren «Emirgüneoğlunun» babası «Emirgün» ve diğer ileri gelen komutanlar yirmibin askeri ile perişan oldular. Diğer yandan onbin İran askeri tabanları yağlayarak hayatlarını kutarabildiler. Gürcüler yedibin İran askerinin kellesini mızraklarına takarak Osmanlı devletine bağlılıklarını ispat için Sadrazam Hafız paşanın ayakları dibine döküverdi.
Tarihler Hicri 1035, Milâdi 1626'yı gösterirken Kaptan-] Deryalık makamına getirilmiş olan Topal Recep Paşa Donanmayı Hümayunu Karadeniz'e çıkarmış, yukarılarda verdiğimiz boğaziçi baskınını irtikap eden Kazakları tedip etmek ve dünyaya Karadeniz'in hâla bir Türk Gölü olduğunu ispat için koca deryayı damla damla tarayarak Kazakların kayıka-nnı buldu. Bunların yetmiş kıta kayığını Karadeniz'in dibine gönderdi. Yüzyetmişiki kıta küçük gemisini zapt edip, sekiz-yüz tane esir alıp İstanbul'a gönderen Recep paşa büyük bir gurur ve kibir ayrıca yukarı mevkilere tırmanma hırsı ile döndü. Bütün ahali yaşasın paşamız diye sevinç gösterilerinde bulunuyordu. İşte Recep Paşa'ya bir mim koyun sevgili okuyucular.
Biz yine İran ile mücadeleye dönelim: İranlı askerlerin büyük bir bölümünün Hz. Ali (K.V.) Efendimiz kabrini ziyaret etmek için ordudan ayrıldıklarını haber alan Sadrazam Hafız paşa, Bağdad'ı muhasara edip almayı plânladı. Ne varki, ordudaki top sayısı çok azdı. İstanbui ve Basra'dan top getirmek faaliyete geçti. Askeri ise Bağdad kalesinin dibinde lâğım açmakla vazifelendirdi. İki ay içinde asker elli iki lağım açıyor. Sevgili kuyucu bu lağımlar daha evvel Bekir Subaşı-nin açtırıp İranlılar tarafından kapatılan lağımlar olduğu bir çok tarihlerde yazılıdır.
Bu sebebden biz bu lağım açma işini eski lağımları temizleme çalışması olarak isimlendiriyoruz. Bilindiği gibi lağım açma tabiri surların altından düşmana görünmeden hatta sesini dahi duyurmadan yumuşak toprak bulup orayı kazmak ve kazılan yeri patlayıcı maddelerle doldurup ateşleyip patlatmak ve oralarda yıkıntı veya gedikler açıp fetihi gerçekleştirmek için yapılır. Bazen kale müdafileri bu lağım açma işine vakıf olurlar, o lağımı onlar patlatır ve bir çok kişinin telef olmasına yol açar, dünyanın üç kıtasında Resûlullâh'in sancağını şan ve şerefle gezdirmiş Osmanlı Devletinin nice güzide evlatları bu lağımlarda düşmanın taarruzlarına uğrayıp şehadet şerbeti içerek cenneti âlâya uçurmuşlardır.
Lağımlar bir yandan temizlenirken diğer yandan eldeki toplar güllelerini Bağdad kalesine havale ediyor. Bir gedik açılmaya muvaffak olunuyorsada yapılan hücum neticeyi getirmiyor.
Tam bu sırada bir istihbarat alan sadrazam, ordunun ileri gelen komutan ve güngörmüş ihtiyar dilaverlerini topluyor ve onlara Şah Abbas'ın büyük bir ordu ile gelmekte olduğunu söyleyip meşveret eyliyor. Müzakere iki ana esas üzerinde cereyan ediyor. Ya muhsaraya devam yahut da muhasarayı kaldırıp dönmek. Meşveretin neticesi dönme şeklinde netice veriyor.
Gel de Anlat:
Yukarı koyduğumuz başlık; başın başa, başında padişaha bağlı olduğu zamanda kullanılmayan buna mukabil her baş-dan bir ses çıktığı zaman çaresizliği belirten bir deyim olarak ortaya çıktığı bu vakadan da pek iyi anlaşılır. Yeniçeriler meşveretten çıkan kararı, çok çileler ve meşakkatlere katlandıklarını bu sebebden Bağdad'ı almadan bir yere gitmeyeceklerini haykıran Yeniçeri baştan gelen sesi değilde, sorumsuz kafalardan çıkan kararı tatbik edeceklerini söylediler. Bu suretle meşveretin neticesi alınmış olan muhasarayı kaldırma kararı iptal edilip, muhasaraya devam olundu.
Muhasaraya yeniçerinin direnmesi üzerine yeniden başlanması esnasında Şah Abbas ordusuyla yakınlara kadar gelmiş bulunuyordu. Sadrazam Hafız paşa, Şah'in ordusunun uzak yoldan geldiğini, yorgun olduğunu istihbar ettiğinden dolayı vakit geçirmeden, en ufak bir nefeslenme imkânı vermeden üzerlerine yürümeyi uygun gördü. Derhal saldın plânını yapıp harekâta geçti. Öncü birlikler birbirleri ile karşılaş-tıkan yerlerde mübarezeye başladılar; artık savaş hafiften hafiften başlamışken Sadrazamın otağı önünde Şah'in elçileri gÖrülüverdi. Şah'ın gönderdiği elçinin getirdiği nâme son derece gülünç ve hakikaten zaman kazanma ve oyalamaya nfratuftu.
pzetle şöyle yazıyordu: «Biz, Bağdad'ı zorla alma emelin-deı değiliz. Oğlumuza hediye etmek için Padişah Hazretlerinden istiyoruz...» Bakın sayın okuyucular bu elçi ve hamili olduğu nâme bir sulh teklifi olarak düşünülebilirimi? Tarih boyunca dünyanın neresinde görülmüştürki, böyle bir teklifle şehirler alınsın... Hem de tarih boyunca birbirine karşı savaşmış iki devlet arasında... Tabiiki hafız Paşa bu teklifi münka-şa etmeye dahi lâyık görmedi. Çünkü istihbarat teşkilâtı ayrıca çalışıyor, Şah ordusunun yorgunluğunun had safhada olduğunu, merkezi yerlerden gelecek kuvvetlerin yanına ulaşması için Şah'ın gözlerini dört açmış, yardım beklediğini, daha Önemlisi Osmanlı askeri içine bakın Şah sulh ister, sizin Sadrazam harb ister. Şüphesizki yorgun olan asker, yalnız Şah'ın askeri değil Osmanlı askeriydi de bu yorgunlar sulh teklifine neden olumlu davranılmaz diye mesele çıkarabilirlerdi. Bunlar Hafız paşaya tek tek ulaşıyordu. Hafız paşa encamımız hayrola diyerek müzakereye bile girişmedi. Böylece Şah oyalama taktiğinden netice alamamış oluyordu, acaba...!
Şimdi durum çok tuhaf, tuhaf olduğu kadar da vahim bir durum arzediyordu. Şöyleki; Bir takım İranlı kuvvetler elinde Bağdad kalesi, kaleyi muhasara eden Osmanlı ordusu, bu orduya yavaş yavaş muhasaraya almaya hazırlanan Şahın komutanlığındaki ordusu. Sadrazamın işi epeyi zor bir vaziyetti. Ayrıca lojistik durumda endişe verici idi. Altıncı ayını bulmuş olan muhasara Basra ve İstanbul'dan gelen toplar ve cephane vasıtası ile kuvvet bakımından güçlenmeyi temin etmişse de yiyecek olarak dururjı hiç de iyi değildi. Orduda yiyecek bir şey kalmamış, hurma ağaçlarında hurmalar tükenmiş, sıra dallarını, otlarını yemeğe gelmişti. Tam bu sırada Şah, binbeşyüz kişilik bir kizılbaş gurubunu adeta ipnotize etmiş, çok şiddetli bir hücum sürüsü halinde orduyu hümayuna dalkılıç saldırtmıştı. Elhak kabulü gerekirki bu az fakat dünya ile yaşama bağlantısını koparmış olan kuvvet kendisinin canlarını Osmanlı askerine pek pahalıya mal etti. Azdan az, çoktan çok gider misali bu huruçta kendini bir daha gösterdi. Tükendikleri zaman Osmanlı askerinin verdiği şehid sayısı onların çok çok üzerinde idi. Fakat bu küçük fakat kanlı savaşta mağlup olmuş sayılırdı. Şah Abbas yeniden bir sulh temini için elçi gönderdi. Sadrazam müsait karşıladı ve otağında müzakerelerin yapılmasına müsaade etti. Yapılan müzakereler kati netice vermediyse de bir takım ana meselelerde yakınlık sağlandı. Hatta, Şah Bağdad'ı Osmanlı ordusuna verecek, buna mukabil Hz. Ali (K.V.) kabrinden hudut olmak üzere nehrin sol yakasının İranlı'lara terki gibi bir durum ortaya çıkmıştı. Son söz Sadrazama kalınca o yalnız Bağdad'ın kendisine teslimini bundan başka şart konuşmayacağını bildirdi ve elçisini Şah'ın yanına cevabı öğrenmek üzere gönderdi.
Bilinmeyen bir güç işe koyulmuş sabah olmuş askere yiyecek ve cephane verilmemişti. Asker derhal isyana kalktı, Sadrazamın çadırının iplerini kestiler çadırını başına yıktılar ve kendisini bağlayarak hapsedip geri dönmeye icbar etmiş-ierdi. Bütün tarihlerde bunu yapanlar yeniçerilerdir diye anlatılır ise de mücerret bir iddiadan öteye geçmez, ama ne yapalım ki mesuliyeti böyle dağıttınmı ortada mesul kalmaz ve böylece vur abalıya gitsin olur. Neyse biz Sadrazamın fer-yadlarına dönelim: yapmayın, etmeyin bre evlatlar, bir kaç gün daha sabredin Acem şahı sıkıştı, dediğimizi bu sefer yapacak çaresi yok, diyorsa da kime anlatacaktı. Halbuki Şah, elçiye Bağdad'ı Hafız paşaya verdiğini belgeleyen fermanı imzalamış ve elçinin eline tutuşturmuştu. Atına binen elçi or-du/ğâhdan ayrılmıştıki, yıldırım gibi gelen bir haberci, Osmanlı otağında meydana gelenleri bir çırpıda anlatmış ve Şahın elçiyi yakalayın buyruğunu temin eylemişti.
Elçi sevinçle giderken yetişen atlılar tarafından çevrildi ve yeniden Şah'ın huzuruna getirildi. Şah şu güzel sözle biraz evvel verdiği fermanı elçiden aldı ve tarihe bir vesika olarak kalmasını önlemek için parçaladı sözleri ise şuydu: «Ricat kararı vermiş ve bu kararı komuta ve otorite makamında olana rağmen verilmiş bir kararsa, böyle nizam ve intizamdan yoksun bir orduya dünyaya değer bir Bağdad'ı vermek nerede görülmüştür» demiştir. Elhak da doğrusu budur. Böyle bir ordu hangi zaferi kazanmaya layık olabilir. Muktedir olmayan iktidar da olamaz. Sadrazamın çadırını başına yıkan, onu mücrim gibi bağlayıp tecrit eden meçhul kuvvet, bekleyiniz size dersinizi verecek olan, sizi mum gibi yumuşatıp) nizamı âlemi yeniden ihya edecek çelik pençeli Murad tahtında olgunlaşsındı.
Başsız Osmanlı ordusu binbir zahmetle ve paraya mal olmuş toplan ceset gömer gibi kuma gömmeyle meşgul oluyordu. Osmanlı ordusu Bağdad önünden çekîlmiştiki Şah Bağdad önüne gelerek gömülen toplan çıkarttırıp İsfahan'a zafer hatırası olarak göndermişti. Bir kaç birliği de, çekilmekte olan Osmanlı kuvvetlerinin takibine göndermişse de Osmanlılar bu kuvvetleri mağlub etmişlerdir. Yine hâlâ karanlıklarda kalan bir halle bağlanmış ve hapsedilmiş Hafız paşa serbest bırakılır ve yine sadrazamdır, yine serdardır. Hemencecik bir tahkikat yapar ve neticede bu bozgun ve ricatın tahrikçisi olraka Diyarbakır Beylerbeyi Murad paşa olduğunu tesbit ettiğinde bu dünyadaki cezasını boğdurarak verir. Hafız paşa yanındaki askerin büyük bir bölümüne izin vererek yükü hafifletmiş olarak Diyarbakır'a vardı. Kösem Val-de Sutan ise Hazreti padişaha eniştesi olan Hafız Paşa'ya bir hilat ve tebrik göndermesini söylediğinde padişah bunu istemeyerek kabul etti. Çünkü ondan sadrazamlık mührünü almayı kararlaştırmış ve zarif, zarif olduğu kadar da azli ifade eden cümleyi kafasında kurmuş idi. O cümle «Ne içün Şah mat edilmedi? At sürecek meydanmı yok idi?» şeklindeydi.
Hafız paşa bu nâme ile mührün istendiğine agâh oldu ve icabını yerine getirdi. Tarihler bu sırada Hicri 1036, Miladî 1626 yılını gösteriyordu. Sadarete Halil paşa ikinci defa geliyor ve Hafız paşa ise İstanbul'a dönüyor, 1. Ahmed'in kızı Ayşe Sultanla evlenerek damad Hafız Ahmed Paşa oluyordu. Aynı zamanda Kubbealtı denen vezirlerin toplantı yerinde ikinci vezirlik makamını ihraz etmiş oluyordu.
Tam bu sıralarda Bağdad önlerinde sadrazamın otağını yıkan, kendisini esir edip, verilmiş Bağdad'ı almadan dönen, ordunun toplarını kullanmadan kumlara gömerek düşmanın bilahare eline geçmesine sebeb olan asker, Sadaret Kaymakamı Gürcü Mehmed Paşa'nın kellesini yok akçe ayarını bozmuş yok efendim kendileri Bağdad önlerindeyken layiki veçhile yardım alamadıklarından bahisle ömrünü bu devlete adamış şanlı ihtiyarı doksan yaşında ak sakalını kana boyamışlardı. Bütün tarihler müttefiktirlerki bu değerli zat Sultan Osman katillerini 1. Mustafa'nın ikinci saltanatında tepele-miştir. Esas sebeb bu olsa gerekir.
4. Murad, paşanın katline bir türlü razı olmamışsa da iktidar hakiki manasıyla elinde olmadığından dolayı mâni olamamıştır. Bu haksızlığı haykırmaktan çekinmeyen bir yeniçeri ortaya çıkmış bu işe sebeb olanın seksenbaşı San Mehmed Ağa ve arkadaşlarının olduğunu ileri sürmüş ve neticede Sarı Mehmed Ağa ile onaltı arkadaşı ölümün soğuk nefesini önce enselerinde duymuşlar ve sonda da Öldürülmüşlerdir.
Bu İhtilallerin haberi sayılan olaylar sayısı çoğaldıkça tahtından ümitsizliğe düşen 4. Murad; amcası Sultan Mustafa'nın katline fetva istedi. Ne varki, şeyhülislâm Yahya Efendi «şuuru muhtel olanın katli caiz değildir» hükmüne havi bir fetva vererek padişahın sakim isteğine sed çekme cesaret ve faziletini göstererek ilmi ile âmil alîm'in nasıl davranması icab ettiğine nefis bir örnek göstermiştir.
Şeyhülislâm'dan alamadığı fetva sultan 4. Murad'ı yepyeni bir çalışmaya bir taktiğe sevk etti. İlk önce zamana ihtiyacı olduğunu düşündü, yapacaklarını anlayacak kadronun kurulması bu zamanın içinde olacaktı. Şair Nefî bu kadronun ilk elemanı idi. Nefî ile konuşmalarını sarayın bahçesinde ba-zende odalarında şırıl şırıl musluklar akan saray odalarında yapıyordu. Sular akan odaların tercih edilmesi konuşmayan duvarların sağır olmadıklarını bilmelerindendi. Çünkü su sesi konuşmaların tam manası ile başkası tarafından duyulmasına mâni teşkil eder.
Hafız Paşa'nın sadaretten azli ve onun yerine Halil Pa-şa'nın mezkûr göreve, Çavuşbaşı Ali Ağa ise Yeniçeri Ağalığına tayin olunduğunda tarihler Hicri 1036, Miladî 1627 yılını gösteriyordu.
Halil paşa sadrazamlığı omuzlarına aldığında seyri sulukta Efendisi olan Aziz Mahmud Hüdai (K.S.)'ün Üsküdar'daki dergâhına gidip hayır duasını istirhama gitti. Şeyh Efendi görevin hayırlı olsun fakat uzun sürmeyecek diye kendisini ikaz etti. Efendisinin ikazını daima kulağında küpe yaparak 14 günde Haleb'e vardı. Orada üç ay süren bir hazırlık yaptı. Bu hazırlıkları tamamlamışken İran'ın Ahıska'yı tehdid ettiği haberini aldı. Hemen ilk tedbir olarak Dişlenk Hasan paşa'yı beşbin kişilik kuvvetle o tarafa gönderdi. Bu arada Abaza Paşa'ya da bir mektup gönderen sadrazam, Dişlenk Hasan paşa'ya yarımci ol ve böylece senin hakkında belirmeye başlayan hatta son noktasına gelmiş olan asi unvanı bu yardımınla belki kökleşmeden zail olur mealinde tavsiye etti.
Çünkü Abaza Paşa'yı Kuyucu Murad paşa'nın celâlî tenkili sırasında elinden alarak ölmesine mani olan Halil paşa onu daima himayesinde tutmuş hatta Abaza paşa'nın son davranışları Halil paşanın kendisine dahi dil uzatılmasına sebeb oluyordu.
Ne varki Abaza paşa bu mektubu almasına rağmen inanmamış kendisine hile yapılıyor, Dişlenk Hasan paşa'nın seferinin kendi üzerine olduğunu sandı. Hasan paşanın üzerine yürüyerek onunla savaşmayı hedefledi. Hasan paşa ile karşılaşana kadar nerede bir yeniçeri askeri bulursa öldürdü. Hasan paşa İle Erzurum ile Ilıca arasındaki ova'da karşı karşıya geldiğinde kısa bir savaştan sonra orduyu kamilen kati etti ve alelacele Erzurum'a dönüp ordaki yeniçerileri de öldürttü.
Halil paşa bu haberi aldığında son derece üzüldü. Bu işe artık ihanet gözüyle bakılabilirdi. Derhal Erzurum üzerine yürüyen Halil paşa yetmiş gün süren bir muhasaraya rağmen kışın çabuk ve şiddetle bastırması Erzurum'a girilmeyi müm kinsiz bir hale getirdi. Muhasaraya son verdi ve Tokat'a büyük zorluklar İçinde çekilebildi ve orada gösterilenin muvaffakiyet olmadığına göre azli beklemeğe başladı çok geçmeden azl haberi geldi. Vezareti üzma makamı Yeniçeri eski Ağalarından Hüsrev Paşa'ya tevcih olundu.
iyi bir asker olan Hüsrev paşa sert mizaç hatta birazda kan dökücü olduğundan, asker icraatını korkuyla beklemeğe başladı. Hakikaten de Hüsrev paşa icraata başlayınca bütün faz)a kelleler omuzlardan düşmeğe başladı. Bu hal derhal bir intizama sebeb oldu. Bu sırada İran Şahı bir elçi göndermiş Bağdad şehri kendi oğluna verildiği takdirde Kaanunî Sultan Süleyman devrindeki hududlar esas olmak üzere çekilmeyi kabul ettiğin bildirdi.
Hüsrev paşa bir çok tedbir aldıktan sonra nihayet Tokat'a hareket etti. Oradan da Erzurum'a geçti. İstanbul'dan yüklettiği topları Samsun limanı vasıtasıyla Erzurum önlerine getirtip, şehrin muhasarasına başladı. Muhasara bütün şiddetiyle ûndört gün sürdü. Haîil paşa'nin yetmiş günde düşüremediği Erzurum disiplinli ve sert bir kumandanın idaresinde derhal teslime karar kıldı. Abaza Paşa, Hüsrev paşa'nın dehaletine sığındı.
Sevgili okuyucular görüyoruzki binlerce yeniçeri askerini öldüren, kendisine İran ordusuyla savaşmağa giden bir-birliğe yardım et diye haber gönderildiğinde o habere uyacağına mezkûr birliğe hücum etmeği tercih eden ve o birliği komutanları ile birlikte yok eden Abaza paşa'nın dehaletini kabul eden Sadrazam'da eski bir yeniçeri hatta o kuvvetin ağalığına kadar yükselmiş biri idi. İşte Erzurum'da meydana gelen muhasaranın devamı her iki taraftan ölen ve yaralanan kısacası akacak kanın önlenmesine müslüman kanının akmasına mani olmak için kabul edilmiştir. Tabii teslim olmayı teklif eden Abaza paşa bir takım garantiler istemiş ve Sadrazam da yukarıda saydığımız sebeblerle söz vermiş oluyordu. Şimdi denebilirki, bu kadar melanetler işlemiş bir adama verilen teminatın ne. önemi varki, işte devlet-i aliyye böyle dönekliklerden uzak bir devlettir. Padişahdan sonra devletin en sela-hiyetli makamı verdiği sözden dönerse o devlete ne devlet denir nede güven kalır. Abaza Paşa'ya kellesi iade olunduktan sonra bir de Bosna Beylerbeyliği verilmiş olması o sırada orduya yardımcı kuvvet olarak iştirak etmiş olan'Mağrav Han bu söze bağlılık ve mükâfatı görünce derhal islâmla şereflenmiş ve Mehmed Bey adını almış bu ihtidayı müteakip Gürcüler kitle halinde müslüman olmağa başlamışlardır.
İran Şahı, Erzurum'daki son gelişmelerden habersiz olduğundan Şemsi Han ismindeki bir komutanın emrine bir miktar asker vermiş Abaza Paşa'ya yardıma göndermişti. Kars Beylerbeyi bu kuvvete karşı çıkıp küçük bir savaş neticesinde esir aldığı Şemsi hanı, sadrazam Hüsrev Paşa'ya göndermişti. Hüsrev paşa muzaffer olarak İstanbul'a döndü.
Abaza paşa'nın meydana getirdiği gaile sona erince Osmanlı topraklarına huzur ve rahat gözle görülür bir hale ge]-diysede Yemen'de Zeydi'lerin İmamı kendisine «Emir ül Mü'min» unvanı ile para bastırmış, Beylerbeyi Haydar paşayı Sâna şehrinde muhasaraya almıştı. Haydar paşa bu içinde bulunduğu durumu bir haberci ile bilmiş, Mısırlı Komutanlardan Kapsu Bey İstanbul'dan gönderilen onbin askerle Ye-men'e gitmiş ve Yemen Beylerbeyi Aydınlı paşayı Haydar Paşaya yardım etmemekte suçlu görmüş paşayı idam ettirmiş, üç ay kadar Yemen'de oturduktan sonra Sânâ'yı yine Zeydîlerin imamına terk edip Mısır'a dönmüştür.
Daha yukarılarda gördüğümüz gibi Canik Giray Kırım'ı idare ediyordu. Kazaklara iltica eden Mehmed Giray ile Şahin Giray yirmibin mevcudlu bir birlik ile gelip Kırım'da iktidar talebinde bulundular. Canik Giray'ın bağlıları ile iktidara talip olanların arasında şiddetli bir muharebe vukubuldu. Mehmed Giray başına isabet eden bir mermi ile can verdi. Şahin Giray yenileceğini anlayınca Lehistan'a sığındı.
Avusturya ile yapılmış Zitvatorok antlaşması yine uzatılıp mUtad karşılıklı hediyeler teati olundu.
Sultan 1. Ahmed'in de Şeyhi olan Aziz Mahmud Hüdaî Hz.leri aslen Kadı (Hakim) ve medrese müderrislik yaparken bir gün âlemi mânada meslekdaşlannin büyük bir bölümünü cehennem ateşinde gördüğünden mensub olduğu mesleği bırakıp Şeyh üftade Hz.lerine intisab edip orda pişmiş ve tasavvuf makamlarında süratle mesafe kat ederek zamanın kutbu olmuştu. Bursa'dan kalkıp İstanbul'a gelmiş ve Üsküdar sırtlarında yaptırdığı tekkede kendisine mesele soranlara rehber olmuş ve devleti aliyyenin tabii bir danışmanı haline gelmiştir. İhtilal zamanlarında tekkesi felâkete duçar olan şahıslara bilhassa devlet adamlarına bir sığınak yeri olmuştur. Sadrazam Kâmil Paşa «Tarihi siyasiyye» adlı eserinde «elan benim ziyaret etmeği vazife bildiğim tekkedir» diye yazmıştı. Şeyh Hz.lerinin manevi havasında hâlâ istifade edildiği sırrına işaret eder. İşte Şeyh Efendi Hz.leri vefat ettiğinde Hazreti padişah çok üzülmüş ağladığı çok sağlam zatlar tarafından rivayet edilmiştir. Bu elim kayıp vuku bulduğunda tarihler Hicri 1038, Miladî 1629 yılını gösteriyordu.
Sadrazam Hüsrev paşa İran'a yapılacak bir sefer hazırlığına başlamışken bir isyan hareketi zuhura gelmişti. Bunun sebebi akça yerine kuruş talebinde bulunmaları idi. Hüsrev paşa enerjik davranmış ve bu işin liderliğini yapan Dağlardelisi Mehmed Ağa ile Müteselim Mehmed Ağanın kellelerini omuzlarından düşürtüvermişti. Hüsrev paşa sert tedbirlerle herkesi sindirmişti ama halkta bu sertlikten şikâyetçi idi.
Bu sırada ise İran'da kırk yıl Şahlık yapan Şah Abbas ölmüş yerine Şah Safî 2. Abbas unvanıyla İran tahtına otur-muştu. Yeni İran Şahı son derece kan dökücü bir adamdı.
Hüsrev paşa Üsküdar'dan hareket etmiş, yolda halkı ezen vazifesinde başarısızlık veya suiniyet gösterenleri en sert şekilde cezalandırarak Diyarbakır'a geldi. Burada bir harp divanı toplayan sadrazam, hedefin Bağdad olduğunu ancak nehrin durumunun geçişe müsait olmadığını, bu sebeble Bağdad'ın muhasara edilemiyeceğini İstanbul'a bildirdiler.
İstanbul'dan gelen cevap ise Şehrizor'da bir müddet ikamet edilerek bütün hazırlıkların elden geçirilmesi sonra da Mihriban karasının fethinin yapılması oldu. Onbin asker Mih-riban kal'asına sevk olundu ve mezkûr kale feth olundu. Kaleyi feth eden mücahidler yüryüşlerine devam ederek ilerlerken karşılarına Zeynel Han komutasında kırkbin kişilik bir İran ordusu çıktı.
Meydana gelen savaş nihayet bulduğunda meydan-ı harb-de üçbin İranlı cansız olarak kaldı. İkibin İran askeri ise Osmanlıya esir oldu. Geri kalan otuzbeşbin kişi ise kaçmayı tercih ettiler. Zeynel Han, yeni İran Şahının yanına vardığında ölümü kucaklamış oldu. Şah Safî; bu kadar büyük bir kuvvetle küçük bir orduya yenilen kumandanı öldürmesinde ne yapsındı? Şah Safî, kendi hesabı içinde haksız da değildi.
Hakikaten bu işler böyledir sevgili okuyucular, kumandan ister verirsin, amma ne kadar isterse verirsin. Mükâfatıda, mücazatıda söylersin kabul eder savaşa gider, artık «ya kuzgun leşe ya devlet başadır» galip gelirse alırda alır, mağlup olursa kelle gider. Bu ancak böyle olur başka türlü olmaz.
Hüsrev paşa tekrar Diyarbekir'e geçti ve orada epeyidir devam eden Diyarbekir Beylerbeyi ile Kürt beylerinden Mehmed Bey'in birbirleri ile dalaşmalarını her ikisini de idam ederek sona erdirdi. Bu işi bitiren sadrazam artık Bağdadi kurtarmak üzere yola koyuldu. Bu arada Luristan Han'ın se-kizbin süvari ve dörtbin piyade ile Osmanlı ordusunun yolunu beklediğini haber alan Hüsrev paşa üzerlerine bir miktar kuvvet göndererek gerek Dertnik, gerekse Şimahi sahralarında onlan kesin bir mağlubiyete uğrattı. İranlılar bir daha yenilmiş, Osmanlı ise bir defa daha zafer almıştı.
Bağdad önüne gelinmiş, muhasara altına alınması başlamıştı. Ne varki Bağdad'ı İranlılar çok güzel bir şekilde savunuyorlardı. Sadrazam naili emel olamadı. Bir harp meclisi toplayıp uzun müzakerelerden sonra geri çekilme kararı alındı. Bu Bağdad şehri sadrazam yeme makinesi haline gelmişti. Adeta bir mihenk taşı olmuştu. Buranın alınması demekki bir padişahın kumandasına bağlıydı. Ama o da olacaktı çünkü taht'taki çelik pençeli kahraman yürekli aslan büyüyordu. Hüsrev paşa kışlamak üzere Mardin'e çekildiğinde tarihler 1040 Hicri, 1631 Miladî yılını gösteriyordu.
Mardin'de kış geçirilmişti ki, yeniden Bağdad üstüne gitmeye hazırlanan Hüsrev paşa İstanbul'dan gelen iradei se-niyye ile Kırım Han'ının kuvvetleri ile gelip kendisine katılmasını beklemesine amirdi. Bu kuvvetleri beklerken yine mevsim geçirilmiş Sadrazam Haleb'e, Kırım Han'ı Erzurum Hasan Kale'ye kışlamaya çekildi.
Devleti aliyyenin ikinci adamlığının sadrazamlık olduğu cümlenin malumudur. Ülkenin her tarafında onun emri geçer yalnız padişahın sarayının kapısından içeri adım attığında idam emri veremez. Bunun ne kadar büyük selahiyet olduğunu bir an bile düşünmek insana dehşet verir. Yalnız şunu da unutmamak gerekirki, idam taşına en yakın kelle yine sadrazamların kellesidir. Yine de bu makamı elde etmek İçin uğraşanların sayısı daima birden fazla olmuştur. Bu minval üzere Hüsrev paşanın rakibi olarak selefi yâni kendinden önceki sadrazam Filibeli Damad Hafız paşa milleti islâmiyeye hizmet için bu makamı yeniden ele geçirmeye gayret sarf ediyordu. Ayrıca Topal Recep paşa'da o yüce makama göz dikmişti. Şunu da gözden uzak tutmamalıki, Recep paşa da bu makama erişmek için çevirmeyeceği fırıldak, başvurmayacağı yol yoktu.
Sipahiler Hüsrev paşa'nın muvaffakiyetsizliğini göz önüne alarak ordunun başına Hafız paşa ve Defterdar Mustafa paşanın gönderilmesini istediler. Hafız paşa ve Mustafa paşa bu talebin Hüsrev ve Topal Recep paşaların işbirliği şeklinde telakki ettiklerinden dolayı mukabil tertibat olmak üzere harekete geçtiler. İlk iş olarak Şeyhülislâm Yahya EfendPve Hz. Padişahın yakınlarından Hasan paşa ile temas kurdular. Bu temas neticesine bir iktidar değişikliği meydana geldi. Hüsrev paşa'nın azil haberi ordugâha geldiğinde asker feryada başladı. Hüsrev paşa çok sert bir adam olmakla berabeı askeriyle haşır neşir olurdu. Asker kendisiyle beraber olan kumandanı çok sever. Hele üstelik bu zat bir paşa hem de koca bir sadrazam olursa daha çok sevilir. Hatta Padişah 4. Murad askeriyle aynı şartlar içinde seferde bulunduğundan her asker kendisine sonsuz bir sevgi ile bağlanmıştır. Aynı karavanadan yemek yemiş, onlar gibi toprak üzerinde uyumuş ve en tehlikeli yerlere onlarla beraber atılmıştı.
Asker bu tip kumandanı şüphesizki çok sever. Hüsrev paşa da bu hasletlerle donanmış olduğundan asker samimi olarak feryad-ı figan etmişti. Azil haberini getiren haberciyi Öldürmek isteyen askerin elinden Hüsrev paşa şu sözlerle alabilmişti. «Haberci, Efendimiz padişahımızın emirlerini getirmiştir. Onun kılına halel gelirse bu padişahımıza karşı bir hareket sayılır, buna ben müsaade etmediğim gibi canımı ortaya koyar onu müdafaa ederim» mealindeki bir hitapta bulundu. Asker ise; öyleyse bizde padişahımıza arzuhal yazar bu kararın düzeltilmesini isteriz, dediler. Hüsrev paşa maiyeti erkânı ile ordunun başından ayrılmış ve Malatya'ya koşmuş ve saraydan mührü hümayunu almak içir gönderilen kapıcılar kethüdasına padişahın emanetini iade etmişti. Etmişti ama o andan itibaren Anadolu üzerinde esmeye başlayan ihtilal rüzgârı ese ese bir top olmuş Dersaadete ulaşmış ve orada da patlayan bir bomba olmuştu.
Şöyleki; Anadolu'daki sipahilerin bir bölümü İstanbul yolunu tutmuşlardı. Yoldakiler gele dursun, İstanbul'daki sipahiler Sultan Ahmed meydanını doldurmuşlar ve Şeyhülislâm Yahya Efendi, Sadrazam Damad Hafız Paşa, Yeniçeri Ağası Hasan Halife,;Defterdar Mustafa paşa ve padişah musahibi Musa Çelebi'nin kellelerini istemeye başlamışlardı. İstanbul'da dükkânlar kapanmış manzara yine Şehid-i Genç Osman vakasındaki anarşi tırmanışına benziyor, korku ve telâş birbirine karışıyordu.
Bir grup isyancı, sarayın birinci kapısının önüne dolmuş; adalet yerine gelmedikçe dağılmayacaklannı beyana ve nümayişe başlamışlardı. İstedikleri adalet neydi? Halife-i Rûyi zemin, icra cihazında değişiklik yapmıştı. Bu onun hakkı de-ğilmi idi? BU istek bir alessultan huruç değilmi idi? Elbette haksızdırlar, adalet istiyoruz derken haksızlık ediyorlar, halifenin icraatına müdahale ediyorlardı. Evet, şartlar tam olunca İhtilal meşru olur nazariyesi ancak beşeri sistemler için geçerlidir. Seri bir devlet olan Osmanlıda bunun geçerliliği yoktur. Bunu bu sistem içinde geçerli kılmaya kalkanlar kahrı ilahiye nizamı âlem avdet ettikçe duçar olurlar.
O gün sarayda divan toplanacaktı. Bu sırada Hafız Ahmed paşaya bir dostundan gelen haberci sarayın önü isyancılarla dolu olduğunu bu gün divana gitmemesini bildiriyordu. Bu haberi gönderen yeniçeri ileri gelenlerinden ve 4. Murad'ın çok sevdiği Bayram paşa olduğu rivayeti çok kuvvetlidir. Gelen haberciye şefkat dolu bir hitapla Bayram paşa'ya selâmlarımızı bildir, biz başımıza gelecekleri dün gece düşümüzde gördük, takdir neyse o olur, diyerek yanından hiç ayırmadığı üç muhafızının refakatinde sarayın yolunu tuttu. Sarayın kapısına geldiklerinde sipahiler taşlar atarak hücuma geçerler, Hafız paşaya isabet eden bir taş paşayı kulağının yanından yaralar ve atından düşmesine sebeb olur. Fakat yanındaki koç yiğitler hemen paşalarını etten ve kemikten yapılmış bir duvarın içine alır gibi etrafını çevirip, paşalarını açılmış olan sarayın küçük kapısından içeri kaçırırlar. Bunu yapabilmeleri için paşanın üç muhafızının biri sipahilerin karşısına tek başına çıkıp kılıcını çekip onlarla bir meydan kavgasına tutuşarak paşasına ve iki arkadaşına zemin ve zaman kazandırır.
Paşa ve iki muhafızın saraya dahil olduğunu görenler önlerinde bir kale gibi dikilen kahraman muhafızı şehid edene kadar saldırırlar. O aziz şehid paşa'sına ve arkadaşlarına do-layısiyle din ü devlete vazifesinin yerine getirmiş insanların huzuru içinde şehadet şerbetini içer. Burda brlhasa belirtmek isterizki; Selçuk Kuleli adlı bir yazar kardeşimiz Tür-Dav yayınları arasında neşrettiği «Zorba» adlı tarihi romanda yukarıda kısaca verdiğimiz bu olayı o kadar nefis surette romanlaş-tırmıştır ki; herkesin okuması ehemmiyetle tavsiye olunur. Ayrıca romanlaştırılmış bir 4. Murad devri bu romanda zevkle takip edilebilir. Evet biz yine Hafız Ahmed paşa'mizın sarayın kapısından içeri girdikten sonra meydana gelen ahvale dönelim.
Paşa başından yaralı ve bembeyaz kavuğu al kanlara boyanmış, bir din kardeşinin attığı taşla yaralanmış sadrazamını gören padişah o kadar üzülmüştüki, başındaki kanlan temizlemeden mührü hümayunu uzatan ellere bakıp «Git lala, Allah (c.c.) muin'in olsun» diyerek üzüntü içine Hafız paşa'ya saklanması için müsaade vermişti. Sadrazam bir kayıkla Üsküdar tarafına geçmek üzere padişahın yanında ayrılmıştık!,isyancılar arz odasına kadar gelip dayanıp ayak divanı istediler.
Genç padişah çok cesur bir insan olduğu için fütur getirmeden ayak divanına çıktı. «Ne istersüz» diye sorduğunda kimisi onyedi kelle isteriz, kimisi Hafız paşayı ver onu pareleriz diye bağırıyor her kafadan bir ses çıkıyordu. Gayet uyanık bir insan olan Hz. Padişah karşısındakilerin hem konuşup hemde etrafını sarmaya çalıştıklarını his ettiğinde «Siz konuşacaktınızda beni niçün çağırısüz» deyip çevik bir hareketle dönüp yürüdü gitti. İşte bu sırada hareket yapmak isteyenleri etten ve kemikten bir dıvar meydana getirerek Önleyenler Enderun talebeleri olmuştu.
Asiler avlarını kaçırmış gibi homurdandılar ve şu sözleri dile getirmeye başladılar. «Ya Hafız paşayı verirsin yahut seni de istemeyiz.» Bu tehdit çok ağır ve Genç Osman merhum vakasını ister istemez hatırlatıyordu. Zaten ihtilaller birbirlerinden az farklıdır, daima biri öbürünü hatırlatır. Tecrübeli Hafız paşa arz odasının kapısına gelenleri görünce Üsküdara gitmekten vaz geçmiş bir perde arkasında vaziyetin göstereceği inkişafı takip ediyordu. Zaten neticeyi akşam gördüğü rüyadan bilmiyormuydu? Tam ortaya çıkmak üzereydi ki, ihanet kumkuması Topal Recep paşanın şu sözlerin duydu: «Padişahım bu kulunuda isteseler ver, bin canım olsa binide uğruna feda olsun.» iki yüzlü, haris Topal'a bu asil sözler hiç yakışmıyor, o ağızdan çıktığı için bu fazilet ve yüksek ruhları anlatan bu yüksek kelimeler, asaletini kayb ediyordu. Hafız paşa meydana çıktığında neleri kurturacağını hesapladı. Birincisi şehidlik mertebesine erişerek ahiretini, sevgili padişahını dolayısıyla rayından çıkmış devlet trenini asli yerine oturtacak adama zemin hazırlama ve nihayet az önce Recep paşanın ağzından çıkmakla kirlenen o güzel kelimelerin ihata ettiği yüksek mânayı... Bu hesabı yaptıktan sonra Hafız paşa
perdenin arkasından fırlayarak, padişahın ayaklarının dibine kapanarak «Padişahım, devlet ü din ve senin uğruna bin hafız kulun feda olsun. Ricam odur ki, beni siz katletmeyesüz, onların arasına salın yumruklarımla dövüşerek şehid olayım. Yetimlerimi merhametli nazarınıza ısmarlıyorum. Onları gözeteceğinizden hiç şüphem yoktur» dedikten sonra vakur bir yürüyüşle kapıya yaklaştı, bir işaretle kapıyı açtırdı, «Lahavle velâ kuvvete illâ billâ hil aliyyüaziym» ayeti kerimesini okuyarak isyancıların ortasına doğru yürüdü... Dudakları kıpır kıpır ediyor, sert adımlarla ağır ağır ilerliyor ve isyancılar gayri ihtiyari bu yaşlı delikanlının önünden çekiliyor adeta yo! açıyorlardı... Hz. Padişah parmaklıklı pencereden veziri eniştesinin gidişini seyrediyor... Kalbindeki heyecan son haddi buluyor, çünkü Hafız paşa nerdeyse isyancıların arasından çıkmak üzere. O sırada uğursuz bir ses nurun ne durursunuz?»
Hz. Padişah o sesin sahibini o anda eline geçirse kuvvet simgesi yumruğu ile un ufak ederdi... Evet o uğursuz ses cevap almıştı: bir hain elini, devletin emektarı Hafız paşayı vurmak kasdıyla kaldırdığı an sonradan Osmanlı Tokadı adı ile meşhur olacak olan Hafız paşa tokadı, hainin suratına patladığı an herifin hayat defteri durulmuş oldu. Ne varki hain bit-miyorduki, bir başkası elindeki hançerle Hafız paşayı kulağının arkasından yaraladı. Paşa bu ağır darbeye rağmen yıkılmadı, kendini yumrukları ile müdafaa ediyordu. Fakat sayısız hançer sayısız defa inip kalkıyor bu kıymettar vücutta oluk gibi kanlar akan yaralar açıyordu. Bu yelkenlinin yavaş yavaş sulara gömülmesi gibi Hafız paşa'da bu isyancı insan denizinin ortasında kaybolmaya başlamıştı. Padişah Hazretleri, dişlerini sıkıyor, bir yumruğunu öbürüne vuruyor, «Hafızım, Hafızım» diye inler gibi ses çıkarıyorduk!, bu insanın esas konuşan yeri olan kalb'den geliyordu. Nasilki, zikre başlayan hâl ehli az sonra sadece kalbinin «Allah, Allah» diyen sesini duyar ve duyurursa, Sultan Murad'da kalbinden gelen sesle Hafızım Hafızım diyordu. Ne güzel tecellidirki Cenabı Mevlâ'nın esmasindandır Hafiz kelimesi...
Biz 4. Murad'ın ruhunda kopan fırtınayı bırakıp meydanda cereyan eden facianın son demine gelelim:
Hafız paşa son olarak gırtlağından yediği bir hançer darbesiyle yere düşmüştü. Hainlerden ismini bilmemekle tarih sayfalarının kendini bahtiyar sayacağı, adamlıktan bibehre bir adam, bu güzide vezirin başını gövdesinden ayırdı. Devleti aliyede cereyan eden nice faciaların en unutulmayanlarından birinin sonunu ilan etti. Hafız paşa şehid olmuştu. Ner-den, kimin tarafından konulduğu anlaşılmayan yeşil bir örtü, aziz şehid'in üzerine örtülmüş, dünyada kalanlara şu mealdeki ayeti adeta haykırıyordu. «Allah yolunda ölenlere, şehid olanlara siz ölü demeyiniz. Onlar Allah katında hay'dırlar (diridirler}.»
Hafız paşa Üsküdar'a defnedilir. Hazreti Padişah; bu durumu da gördükten sonra kararını vermiştir: devlet gemisi bir sarsıntı daha geçirecektir. Bu sarsıntıyı da atlatınca artık kaptan köprüsüne kendi geçecek, gerek ecdadının gerekse tarihin omuzlarına yüklediği bu mukaddes vazifeyi emel ve arzularına göre idare edecekti. Siyasi rüştüne erdiğinde önemli bir gösterisi sayılacak olan şu hareketi yaptı. Bu güne kadar şöyle veya böyle devleti idare eden Kösem Mah-peyker Valide sultanı emekli etmesi oldu. Çünkü Hafız paşanın elim akibetinden sonra Valide sultan'ın tavsiyesiyle istemeyerek sadrazam yaptığı Recep paşa'yı hiç görmek dahi istemiyordu.
Burada kısa bir izah gerekti. Kanaatımızca bütün tetkik ettiğimiz tarihlerin ekserisinde Kösem Valide sultanın saltanat sürmek için devlet adamlarıyla bilhassa vezirlerle birlik olduğunu ileri sürerler ve böylece kendisini kötülemeği yeğ tutarlar. Çocuk yaştaki bir padişahın devlet idaresini temin etmek için kuvvetli bir vâsiye ihtiyacı olduğunu hiç bir akıl sahibi red edemez. Zaten Osmanlı devletinde vezirlere Lala diye hitap edilmesindeki sırda bunda mi" ıdemiçtir. Sadrazam bir yerde padişahın yetkilerini padişah adına kullanır ama ya o makama göz dikerse... Bu bakımdan bu devlet adamlarını daima kontrol altında tutmak için böyle sunî taraftarlıklara siyaseten ihtiyaç vardır. Fevkalade bir haber alma teşkilâtı kuran Validesultan Recep paşanın entrikalarından elbette habersiz değil idi. Hatta kendisini tasvip eder görünerek yardımcı olduğunu his etmek mümkündür. Fakat Padişah'ın kızmasına rağmen Recep paşayı tavsiyesi «a!, kullan sonra da katlet» demekten başka mânaya gelmez. Böyle düşünmek için Validesultanın muhtedi olmasını bir kusur olarak görmemek yeter. Fakat bazı tarihçiler; sakim düşüncelerinin esiri olarak, yok efendim Rus asıllı, yok Rum gibi ithamlarla asla sorumlu olmadığı nesebiyle yargılanmış ve tarih içinde en hırpalanan bir Osmanlı annesidir. Torunu 4. Mehmed'in saltanatı sırasında bir askerin elleri ile boğup öldürmesinden sonra Şehitvalide diye onu ananlar hainmidir-ler? Yoksa zahir halleri ile en az bizim kadar müslüman olan o zamanki Osrnanlılarmidır? Neyse biz yine mevzuumuza dönelim.
Anadoluda başlayıp, İstanbul'da sadrazam Hafız paşayı götüren ihtilalin diğer bir teşvikçisi olarak sabık sadrazam Hüsrev paşa olduğunu padişah tesbit etmişti. Şimdi son raunt başlıyordu. Hazreti padişah bu rauntu mutlaka kazanmalıydı. Murtaza paşayı Diyarbakır Beylerbeyliğine tayin ederken, Hüsrev paşanın idam fermanını da adı geçen paşanın eline tutuşturmuştu. Hüsrev paşa bu idam fermanına biraz direttiyse de akibet başı vücudundan ayrılarak İstanbula gönderildi. Talihsiz Hüsrev paşanın başı dersadete geldiğinde ikinci ve daha da şiddetli bir ihtilâl vuka geldi.
Bu vukuatı anlatmadan evvel Hüsrev paşaya talihsiz dememizin sebebini kısaca anlatalım. Geçmiş sayfalarda da anlattığımız gibi paşa çok sert kan dökücü olmasına rağmen askeriyle aynı meşakkat ve mahrumiyetlere katlanan, İranlılara karşı merhum Hafız paşadan daha fazla muvaffak olmuş, Abaza paşa meselesini hal etmiş, devlete bir çok yararlıklar göstermesi buna mukabil azline sebeb olan vakada Kırım Hân'ının gösterdiği yavaşlıktan dolayı vazifesini yapamamış olması düşünülürse hizmetinin fena olmadığı, sadece makamını yeniden ele geçirmek için Topal Recep paşa ile aynı safta olması talihsizliktir. Yoksa asla Recep paşa gibi mel'un değil idi.
Evet şimdi gelelim son ihtilale... Hayattayken sipahilerin hakikaten çok sevdikleri, yeniçerilerin ise aşağı yukarı hiç itiraz etmediği Hüsrev paşa'nın idamı ve başının İstanbul'a getirildiği haberi duyulunca isyancıların yeniden harekete geçmelerine sebeb oldu. Bilindiği gibi bu isyancılar Hafız paşanın şehidliği ile son bulan isyanda yeniçeri ağası Hasan Halife, Defterdar paşa ve padişahın musahibi Musa Çele-bi'ninde kellesini almak istemişlersede Hafız paşa ile iktifa etmişlerdi.
Bu sefer Hüsrev paşa için başlatılan isyan Recep paşa tarafından asilere öğretildiği veçhile bu kadroyu yok etmeyide hedefleri içine almışlardı. Asîler sanki mikrofondan kulaklarına gelen bu listenin hoperloru oldular. Daha da İleri giderek padişaha güvenmediklerini, saraydaki şehzadelerin hayatlarından endişeli olduklarını belirterek onların kendilerine gösterilmesini istediler. Padişah Hazretlerini de dîvan'a çağırdılar. Genç padişah tam Dîvan'a çıkmak üzere iken Sadrazam Topal Recep paşa «Padişahım abdest alsanız» diye uludu. Hz. Padişah «Paşa sen bizi abdestsiz gezenlerden mi sanur-suz» diye gürleyip bitirici nazarlarını Recep paşa'nın yüzünde dolaştırdı. Dîvana çıkmak üzere yürüdü. Kurulan taht'a oturup, «Kullarım yine ne isterüz.» diye celâdetle sordu. Asilerin sözcüsü durumunda olan biri ilerleyip kelleleri istenenlerin listesini verdi. Padişah en sert nazarlarla isyancıları süzüyor, adeta onlanın resimlerini hafızasına nakş ediyordu. Daha sonraları bunları şurada, burada tanıyacak ve kahredici yumruğu ile unufak edecekti. Bu sırada haremden şehzadeler getirilmiş ki bunlar; şehzade Bayazıd, Süleyman, Ka-asım ve İbrahim sultanlardı.
Bu manzarayı anlatmaktan ziyade şu tarihi kaynak göstermeyi uygun gördük. Sadrazam Kâmil paşa tarihi siyasi'sinin ikinci cild sahife 61. «... Teşrifat odasının kapısından görünüp, Cenabı Hakk'ın hıfzı samedaniyyesinde olduklarını beyan etmişler isede yine erbabı ihtilal şehzadelerin masuniy-yetlerine dair kefil istediklerinden Şeyhülislâm ve Sadrazam kefalet-i zâtiyyeleri ile usatı temin etmişler idi.»
Recep paşa güya diğer üç zâtı korumak için Musa Çele-bi'nin kendi konağına getirmesine müsade olunmasını padi-şah'dan istirham etmişti. İşte Recep paşa bu anda okkanın altına gitmişti. Çünkü o zannediyorduki; padişah Musa Çelebiyi vermez ve böylece yapacağı bir şey kalmaz. Hz. Padişah birdenbire cevap verdi: «Baaka paşa; Musa sana emanettir. Seni kefil tutarım, bir tüyüne halel gelirse hesabın senden /sorarum» buyurdu. Recep paşa hesabında yanılmanın verdiği hayretle yavaşça «başüstüne» diyebildi.
Musa Çelebi'yi yanına alan Recep paşa konağına gitti. Ertesi sabah Recep paşa'nın konağı asiler tarafından sarılmış Musa Çelebinin kellesini sadrazamdan istemeye başladılar.
Sadrazam güya mukavemet ediyor, ben ona kefilim vermem diye bağırıyordu. Öte taraftan Musa Çelebi'ye: «Padişahımız efendimize sen ve ben gibi binlerce kul feda olsun» diyerek onu sokağa çıkmaya ikna etti. Merdiven başına geldiğinde paşanın adamlarından biri talihsiz musahibi aşağı itiverdi. İs-yancular bir anda Musa Çelebi'yi hançerleyip öldürdüler. Recep paşa, yakasını parçalıyor, bağrını yumrukluyor «Ne ettiniz ben ona kefildim» diye avaz ediyordu. Tam tabiri ile hem sandalı sallıyor hem de fırtına var diyen kayıkçıyı andırıyordu. İsyancılar bu melun işi bitirdikten sonra eski yeniçeri ağası Hasan Halifeyi buluyorlar parçalıyorlar oradan da Defterdar Mustafa paşayı gizlendiği yerde şehid ediveriyorlardı.
İstanbul yine karmakarışık olmuş, hasretle kendine nizam verecek adamı bekliyordu. Diğer tarafdan Sipahiler, Sultan Murad'ın tahttan indirilmesini açıkça müzakere etmeye başlamışlardı. Ne varki; Yeniçeri Ağasının muavini Köse Meh-med Ağa ile Sipahi Ağa'sı Rûm Mehmed Ağanın mukavemetleri olmasaydı, Hz. Padişah bu raundu kaybeder dolayısı ile Osmanlı Devleti büyük bir zarara duçar olurdu. Ağalan kendi yanına celbetmeye muvaffak olan padişah, bu isyandan kârlı ve galip olarak çıktı. Ama bu celbetme işini nasıl başardı. İşte buna biraz değinsek iyi olur.
İktidar sürdürmek için kuvvet merkezlerini elde tutmak ve kendine bend ile mümkün olduğu inkâr edilmez bir gerçektir. Padişah, Hafız paşa'ın katlinden sonra Defterdar Mustafa paşanın yerine Hüseyin Efendi, Yeniçeri Ağa'sı olmasına rağmen kellesi istenen Hasan Halife'nin yerine Köse Mehmed Ağa tayin olunmuştu. Şeyhülislâmlık ise Ahizade Hüseyin Efendiye, Sadrazamlık ise Topal Recep Paşa'ya verilmişti. Sipahi Ağalığına Rûm Mehmed Ağa'nın tayinleri yapılmıştı.
Rûm Mehmed ve Köse Mehmed Ağa'ları eskiden beri tanıyan padişah onları birer birer saraya davet etmiş ve meydana gelen bütün isyanların altında Recep paşa'nın kesin eli olduğunu öğrenmişti. Bu Recep paşa'nın hesabını görmek için padişaha bir vesile lâzımdı. O da Hüsrev paşa'nın idamı işi olmuştu. Hüsrev paşa'nın idamını yukarıda bir netice olarak vermişsekde perde arkası sayılabilecek bir safahatı vardırki; Mizancı Murad bey tarihinde bu olayı çok Önemli bulmasından epeyi tafsilat veriyor. Biz sadeleştirerek vermeye lüzumlu gördük.
Diyarbakır Beylerbeyliğine tayin etmiş bulunduğu Murtaza paşayı yanına celbederek eline Hüsrev paşa'nın idam fermanını tutuşturup «Baka paşa senin sadakatinden bu fermanın gereğini yapmanı beklerim.» Bakınız dürüst bir adam olan Murtaza Paşa ne cevap verir: «Padişahım bu işi bana vermeyiniz.» Padişah sıkılır bunun üzerine Murtaza paşa izah eder: «Padişahım; Hüsrev paşa çok gaddar ve zalimdir. Yıllardır bu sıfatlarla devletin en yüksek kademelerinde vazife ifa etmiştir. Bu vasıflarından dolayı büyük bir servet sahibidir. Ben onu katlettikten sonra servetinin en ufak habbesini dahi hazineye koysam yinede bazı şahıslar Murtaza paşa Hüsrev paşa'nın hazinesinden epey mal aldı derler.» Ve ilâve etti: «Bu sözler gün olur padişahımın nezdinde makbul karşılanır» dedi. Hazreti padişah «Bunu söylediğin çok iyi oldu. Dağ taş gammaz kesilmiş haklısın ne varki bana Hüsrev'in kellesi lâzım onun servetini kuruşuna varıncaya kadar sana hibe ettim» cevabını verdi."
Yukarıda naklettiğimiz olayın en önemli tarafı karşısındaki 'insana itimat telkin ederek, arzu ettiğini yaptırmanın önemini belirtmek içindi.
İşte Rûm Mehmed ve Köse Mehmed Ağalar padişahın ne kadar iyi niyetli ve ayrıca devlet gemisini rayına oturtmakta son derece kararlı olduğunu gördüklerinden kendisini desteklemişlerdi.
Sadrazam Topal Recep paşa daima zorbalardan bir kaç kişiyi yanına alarak Dîvan'a gelirdi. Son ihtilalden iki ay kadar sonra bir gün Dîvan'a mutadı veçhile yanındaki zorbalarla gelen sadrazam onları dış kapıda bırakıp padişahın huzuruna varıp etek öpmeğe durduğunda 4. Murad birdenbire parladı: «Gel bre Toplazorbabaşı.» Recep paşa şaşırdı, ve aman padişahım biz sadece sizin kulunuzuz, bütün gayretimiz hizmetinizde olmaktır diye dil dökmeye başlayınca «Bre abdest al» hitabı Recep paşanın dilinin tutulmasına, ayaklarının tutmamasına yerlerde sürünmesine sebeb oldu. Padişah «Tiz kafasını kesin» dediğinde cellat orda hazır olmadığı için bostancılar hemen kement atarak Damad Topal Recep paşanın hayat defterini dürüverdiler ve cesedini kapı önünde paşalarını bekleyen zorbaların önüne attılar. Zorbalar paşalarının cesedini önlerine görünce derhal savuştular. Çünkü artık devletin sahibi ayağa kalmış, bütün gücünü göstermeye başlamıştı.
Tabanı Yassı Mehmed paşa sadrazam yapılmış ve padişaha çok bağlı bir zat olan paşa Mısır valiliğinden emekliye ayrılmıştı. Çok dürüst bir zat olan paşa Hicri 1041, Milâdi 1631 yılında geldiği bu makamı beş yıla yakın bir zaman muhafaza etmiş ve padişahın en büyük yardımcısı olmuştur.
4. Murad yirmiiki yaşına basmış artık iktidarı tek başına sürdürüyor, kuvvetli iradesi memleketin her yerinde kendini hissettiriyordu. Zorbaların bozmuş olduğu bazı şeyler eski şekline oturtulurken sipahilerden bazılarının divan hizmetlerindeki vazifelerine son verilmişti. Bu vazife Kanuni Sultan Süleyman zamanında üçyüz kişi ile yapılırken son demlerde onbin kişilik bir kalabalığı bulmuştu. Bunun sebebi yükselmek isteyen bazı vüzera kendilerine kuvvet temin etmek için böyle mevkileri bol keseden dağıtıyorlardı. Bu defteri inceleyip normal rakamına düşüren padişaha karşı bir daha ayakta kalmayı denediler. Haberi alan padişah; hemen Sultan Ah-med meydanında toplanan sipahilere haber gönderip «Saray burnunda Sinanpaşa köşkü önüne gelmelerini orada divan kurulacağını» bildirdi. Taht oraya koyuldu, sipahiler, yeniçeriler meydana geldiler. Padişah, bu divanda hitabet san'atının en ince ve en nefis örneklerini gösterdi. Halifelik sıfatının kudretini fevkalâde bir üslûpla dile getirdi. Tarihin geçmiş sayfalarından nefis örnekler, islâm tarihinden o kadar manidar iktibaslar yaptıki duyan ulema bile bu yirmiiki yaşındaki civanın bu dersleri nereden aldığını hazmettiğini düşünmeye başladılar, hele hele «Sizden olan Emire riayet ediniz» mealindeki ayeti kerimeyi tefsir edince meydanda herkes padişahın yanında olduğunu, bunu yeminle de teyit edeceklerini ifade ettiler. Bunun üzerine orada hazır olan mushaf'a el basılarak yeminler edildi. Sultan Murad burada ulema ve kadılara ceddi Sultan Bayezidi Velî Hz. nin azarlamasına yakın ikazlarda bulundu Bilindiği gibi Bayezidi Veli'yi İncelerken meydana gelen tabii afetlerin merhum padişah tarafından sebeb olarak ulema ve kadılar gösterilmiş, bir ülkenin kadıları adaletten, uleması ilimden uzaklaşırsa Cenab-ı Hakk (C.C.) Hz. leri o ülkeyi belalara duçar eder demişti. 4. Murad da bu büyük ceddinin söylediklerine yakın şeyler söyleyerek, , hem Yeniçerilerden, hem Sipahiden, hem de ulemadan bir nevi biat almış oluyordu.
Yukarıda özetlediğimiz toplantının o ikna edici havasının bir kaç gün sonra geçtiği görüldü. Çünkü sipahilerin zorbaları orda verilen sözlere uymamışlar mesele çıkarmak istiyorlardı. İşte 4. Murad artık istihbaratını kurmuş bu gibi hareketleri kimler hazırlıyorsa hemen haber alıyor ve icabını görüyor, hayatlarına son verdiriyordu. Bu zorbaların bazıları şunlardı. Saka Mehmed, Cadı Osman, Gürcü Rıdvan gibileri ölmüş olarak denize atıldılar. Buna mukabil Konya civarını bilhassa Beyşehri, Seydişehir gibi yerleri kasıp kavuran Deli İlahi, padişahın kendisini öldürteceğini bile bile İstanbul'a geldi ve öldürüldü. İlk hedef hem bu zorbaları öldürmek hem de Hafız paşanın şehid edildiği sırada verdiği sözü yerine getirmekti.
İstanbul'un Cibali semtinde çıkan bir yangın günlerce devam etmiş Hz. Padişah bu yangında bir itfaiye eri gibi koşuşup durmuş ve hatta muhtelif yerlerinden bile yaralanmıştı. Yangın söndüğünde yirmibin evin kül olduğu görüldü. Hele bunun sebebi bir kahvehaneden bilinince bütün kahvehaneler kapatıldı.
Küçük Kadızade Mehmed Efendi 990 Hicri, 1582 Milâdi yılında doğmuş, Balıkesir'de doğması münasebetiyle Birgivi Mehmed Efendi Hz.Ierinin talebelerinden ders okumuş İstanbul'a geldikten sonra Tercüman Yunus Tekkesi Şeyhi Ömer Efendiye intisap etmişsede meşrebi uyuşmadığı için sofiyye mesleğini terk edip bir zahir uleması olarak camii kürsilerin-de vaaz etmeye başlamış ve padişahın politikasına uygun vaazlar verdiği için Ayasofya vaizliğine yükseltilmiş padişahin tütünü yasak etmesinden tütünü haram olduğundan ileri sürmesi ile bir de tarikatlara cephe almakla meşhur olmuştur. Fakat tütün yasağını desteklemesi padişahın siyasetine uygun düşmüşsede devleti kuran tarikatlara cephe almasına razı gelmemiş kadızade tarikatler yüklendikçe Hz. padişah tarikat şeyhlerine daima saygılı olmuş ve riayet göstermiştir. Buna sadece iki müstesna saymak mümkündür aşağıda yeri gelince temas edilecektir.
Kahvelerin kapatılması, tütün yasağı insanların bir araya gelip, fesat çevirmelerine mâni olmuşsada itiraf etmek gere-kirki bir çok kurunun yanında bir kaç yaşında yandığnı görmek üzücü olmuştur. Ne varki bu yasakların getirdiği padişahın bizzat devriye gezerek şakileri temizlemesi olayı, bir kaç suçsuzun idamı ile gölgelenmiştir. Tarihçilerde zorba temizlemesi anlatacaklannada bütün gayretlerini bu istisna teşkil edecek bir iki olaya dökmüşlerdir. Nizamı alem böyledir işte kolay sağlanacak iş değildir...
,
Bir kısım İran kuvvetlerini Osmanlı toprağına girerek Van şehrini muhasara ettikleri haberi dergâhı padişahiye ulaşınca hemen veziriazam Tabanıyassi Mehmed paşaya bir irade verip İran'a sefere çıkmasını bildirdi. Kendiside arkalarından geleceğini eklemeyi ihmal etmedi. O sırada tarihler hicri 1034, milâdi 1633 yılını gösteriyordu. Sadrazam orduyu hazırlamış ve padişahın teftişine sunmuştu ki, Anadolu tarafına geçen padişah bizzat yaptığı teftişte aksaklıkları tesbit etti. Bu aksaklıkların meydana gelmesinde rolü olan dört vezir cezaya uğratıldılar. Bu ceza mallarının müsaderesi ve sürgün olmuş oldu. Cezaya çarptırılan dört vezir şunlardı: Çağalaza-de Mahmud paşa, Nişancı Yusuf paşa, Mostarli Mustafa paşa, Civan Kapıcıbaşı Semiz Mehmed paşaydılar.
Bütün bunlar olurken İranlıların Van önünden çekilip gittikleri haberi geldi. Fakat Hz. Padişah hazırlıkların devamını istedi, çünkü İran üzerine sefer yapmaya bir kere kararını vermişti. Ordu hazırlıklarına devam ededursun, 4. Murad Bursa üzerine bir gezi tertib etmiş bu gezide hem av yapılacak hem de halkın şikâyetleri yerinde incelenecek ve neticelendirilecekti.
İzmit'i aşan ve İznİk'e gelen padişah İznik Kadısı Gümüş-zade Mehmed Efendi hakkında aldığı şikâyetlerle bir karara varmıştı: Kadı, İznik kalesinin kapısına asılsın. Bu emir yerine getirildiğinde, İstanbul'da kızılca kıyamet ulema arasında kopuverdi. Nasıl olurda bir Kadı, alelade bir suçlu gibi asılırdı?
Hemen Şeyhülislâm Ahizade Hüseyin Efendi diğer alimlerle bir toplantı yapmış, kadı hakkında bir soruşturma yapılmadan idam edilmesindeki haksızlık, devletin kuruluşundan bu yana ulemaya gösterilen saygı ve sevginin haleldar edildiğine varılmış ve Valdesultan'a «Padişahımıza bedua etmekten sakınırız, faydalı olur ki, siz kendisine nasihatta bu-lunasanız» mealinde bir mektup yollamıştı. Padişah ise İznik'ten Bursa'ya geçmiş ve Bursa'daki cedlerinin kabirlerini ziyaret etmiş ve onların mübarek makamlarından istianede bulunmaktaydı. Şeyhülislâmın mektubu Validesultana gelmekle beraber, bu toplantıda Şeyhülisiâm'ın ağzından «padişahı hal ederiz» yollu bir cümle çıktığında Valdesultana ayrıca bildirilmişti.
Valdesultan her iki haberi de oğluna göndermişti. «Benim arslanım acele üzere gelesiz, cülus tedbiri için sözler dolaşmaktadır.
Padişah bu haberi aldığında bir dakika kaybetmeden yola çıkmış maiyetini dahi beklemeden ancak kendisine yetişen bîr kaç kişi ile durmadan yol almış, uyku filan demeyip Ka-
tırlı mevkii denilen yere gelip İstanbul'dan gemi gemesini beklemeden orada bulduğu bir kayıkla Gebze'ye geçmiş or-dan atladığı gibi Üsküdar'ı tutmuş ve yanındakilerden birini çok güzel olan hat yazısı ile şeyhülislâm ve oğlunun Kıbrıs'a sürgünlerini havi bir fermanla kendinden evvel karşıya yolladı. Şeyhülislâm ve oğlu ki, o da İstanbul Kadısı idi. Birer gemi ile sürgün seferine başladilarsada Hz. Padişah aniden karar değiştirip Bostancıbaşına gemiler Çanakkale Boğazından çıkmamışsa var yetiş kendilerini karaya çıkartıp hayat defterlerini dür dedi, çıkmışlarsa dokunma yollu bir emir verdi.
Bostancıbaşı yanındaki maiyetiyle karadan at koşturur deryada gemileri gözlerdi. Bakırköy önlerine geldiğinde bir geminin sahile çok yakın bir yerde ve yaklaşmakta olduğunu gördü. Bu gemi sabık Şeyhülislâm Ahizade Hüseyin Efendinin içinde olduğu gemiydi. Deniz sertleşmiş gemi bir kazaya uğramasın diye sahile yanaşmayı yeğ tutmuştu. Yeğ tutmuş amma Şeyhülislâm Efendinin Çanakkale Boğazını aşamamasından dolayı hayatının son bulmasına s-ebeb olmuştu.
Bostancıbaşı karaya çıkarttığı eski Şeyhülislamı orda boğdurmuş ve kumsala hemen defnetmişlerdir. Bu kumsal Yeşilköy kıyılarında Kalibriya köyü olduğu bütün tariflerde müşterektir. Cenaze namazı, yıkanma gibi dini islâmın emirlerinin yerine getirilmediğine dair İddialar mesnetsizdir. Ancak suda unutulmamalıdaki, diğer ulema kendi aralarında yaptıkları bir toplantıda Ahizade efendiyi şehid ilan etmişlerdir. Şeyhü-İisâmin oğlu ise Çanakkaleyi geçtiğinden kurtulmuştu.
Dördüncü Murad'ın Bostancıbaşıyı yanında Abaza Mehmed paşa olduğu halde Yedikule surları dışına kadar çıkıp, gemiyi gösterip «Tiz katleyle» dediğini İsmail Hakkı üzunçar-şılı merhum Osmanlı Tarihi adlı eserinde kaydetmektedir. Ve değerli araştırıcı, Şeyhülislâmın, Topal Recep paşa ile beraber Şehzadelerin hayatına kefil olduğu gün bu akibetinin belli olduğunu hele hele İznik kadısı olayında hal gibi laflar etmesi, padişahın fikir değiştirip katletmeye karar vermesine önemli sebebtir der ve bu görüşe biz de katılırız.
Bu idam Osmanlı devletinde bir şeyhülislâmın ilk defa başına geliyordu. Zaten üç şeyhülislâm böyle bir akibete uğramıştır tarihimizde. Meşihat makamı yani şeyhülislâmlık seksen yaşını aşmış Yahya Efendi'ye İstanbul Kadılığı ise Kara-çelebizade Abdülaziz Efendiye verilmişti.
Bu seferi iki kısma ayırmak sanki farz oluyor. Çünkü birinci bölümü devleti aliyenin Üsküdardan ta İran hududuna kadar yapılan bir teftişle bu teftişler neticesinde yapılan infazlar bazı tarihçilerimizde insafsızlık, haksızlık ve zalimlik diye vasıflandınlırken bazı izan sahibi insanlarda böyle bir icraat yapılması şarttı diye Kuyucu Murad paşa'.dan beri Anadolu üzerinde yüksek düzeyde bir teftiş yapılmamış, başkentte meydana gelen gaileler Anadoluda bir nizam bırakmamıştı. Otoritenin tesisi uzun bir zaman almıştı.
İşte dördüncü Murad adalet eli uzun yıllar değmemiş Anadolu'ya bu Revan seferi münasebetiyle uzatabiliyordu. İdamlar daha Kartal'a gelmeden başlamıştı. Padişah çıkardığı bir emirle İstanbul'da han odalarında surda burda bir tek sipahi ve yeniçeriyi kendisinden habersiz bırakmamalarını ferman etmişti. Galatah Çelebinin bir asker bıraktığını öğrenince hemen önünde diz çöktürüp boynunu vurdurdu. Her yerleşik bölgeden geçtikçe şikâyet edilenler dikkatle gözden geçiriliyor ve cezalar tertib olunuyordu. Bu arada kendisine yardımcı olan Rûm Mehmed ve Köse Mehmed Ağa'lar bile ecel şerbetini içtiler. Hatta bunlardan Köse Mehmed Ağa idam olunurken padişahı nankörlükle itham etti. Fakat ne derece haklı idi? Eğer padişaha devletin kurtulması için yardım etmisse ki herhalde öyledir, bu zaten ordunun en yüksek makamını işgal etmekte olan bir şahsın en tabii vazifesi değilmi idi sanki...
Tabanı Yassı Mehmed paşa seferin Bağdad üzerine olacağını sanıyor ve bütün plânlarını ona göre hazırlıyordu. Kışı Haleb'de geçiren sadrazam, Şam valisi Küçük Ahmed pa-şa'ya büyük yardımlar yapmış oldu. Küçük Ahmed paşa, sadrazamın yanındaki sipahilerden istifade ederek Dürzî emiri Maanoğlu Fahreddin'in mağlub ve esir ederek kurduğu devlete de son vermişti. Bu Fahreddin Avrupa tarihlerinde bile kendinden bahsettiren bir serseriydi.
Emir Fahreddin esir edildiğinde padişahın yanına oğullan olduğu halde gönderildi. Sultan Murad kendisine ve çocuklarına iltifat ettiyse de bir müddet sonra küçük oğlunu Enderun denilen saray okuluna vermiş Emir Fahreddini ve diğer oğlu Mesud'u katlettirmiş idi. Hicri 1044, Milâdi 1634.
İstanbul üzerine ilkbaharın o yeniden ortalığı zümrüt yeşili yapan mülayim havası kendini gösterince Sultan Murad'ın muhteşem çadırı Üsküdar'daki mutad yerine kurulunca yukarıdaki satırlarda bahsettiğimiz gibi Revan'a sefer Anadolu'ya ise nizam gitmeye başladı. Burada idam edilenlerin adlarını tek tek yazsak sayfalar tutar ancak bir iki tane idam vardırki bunlara çok kısa da olsa temas etmek "gerekir. Hüs-rev paşayı idam eden Murtaza paşa, Demirkazık adiyle tanıdığımız Halil paşa'nın serdarlığını ketmetmiş hanedan dama-xdı olması hasebiyle bu imkânı elde etmiş padişahdan aldığı fermanı Tabanı Yassı Mehmed paşaya göndermiş oda böyle /işbilir ve tecrübeli bir kahraman olan Halil paşa'nın affı için şefaat edeceği yerde hemen ferman mucibince hareket etmiş ve paşayı idam ettirmiş.
Yine Gürcü Mehmed paşa merhum ile Nogay Murtaza paşanın oğullan için idam fermanı çıkardıysada yakınları bu fermanı iptal ettirme imkânı buldular. Sultan Murad ordu efradı içinde o kadar beğenildiki çünkü onlarla beraber yürüyor, onlarla beraber yemek yiyor hatta bazen çadırında değil üzerine örttüğü bir harmaniye ile toprak üzerinde uyuyordu. Bir ara arabada seyahat ederken yollarının önüne çıkan bir baykuş uğursuzluk alameti sayıldığından bir durgunluk oldu, yürüyüş aksadı. Padişah arabadan derhal atlayıp atına bindiği gibi baykuşu kovalamaya başlamış ve elindeki değnek ile kuşu yere serip görenlerin alkışlarına sahip oldu. Bir ara birlikler arasında dolaşırken silahlı bir muhafızı kemerinden tuttuğu gibi havaya kaldırarak bir müddet dolaştırmış herkes bu kuvvete hayran olmuştu. Yine yolda bir askere tüfek kurşunu attırıp, o merminin menziline okla atış yapmış ve o mesafeye okunu düşürdüğü rivayet edilir. O kadar cesur bir insandaki o kadar yeniçeri ve sipahi zorbasını öldürtmesine rağmen hiç çekinmeden gerek tebdil kıyafet gerekse olduğu gibi aralarında dolaşır, tanıdığı bir zorba olduğunda hemen hükmünü icra ederdi.
Erzurum önlerinde sadrazamı ile buluştuğunda elindeki sancağişerifi hamil olarak teslime gelen sadrazamın yanına doğru bir kaç adım atarak sancağına olan saygısını göstermiş ve onu eline aldığında sadrazamın elini sıkmış ve belki de tekmillerde komutanların tekmil aldıklarının elini sıkmaları o günden bize güzel bir miras olarak kalmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Revanda müteveccihen yola çıkıldığında Kars, Üçkilise, Gökkünbet yolu ile Revan önüne varıldı. Sultan Murad yanında bir klavuzla en önüne varıldı. Sultan Murad yanında bir klavuzla en önde gidiyordu. Kalenin önüne gelinip top menziline girildiğinde klavuz durdu artık tehlike var gidemem dedi. Sultan Murad ise büyük bir hırsla bağırdı. «Korkak, ecel gelmeyince insana zarar gelebilirimi?» diyerek atını ileri sürdü. Kaleden toplar atıldı. Gülleler çok yakınına düştü bir kaç tanesi de başının üzerinden aştı. Sultan hiç fütur getirmeden yavaş yavaş Otağını kurmak üzere seçtiği tepeye çekildi. Mirgün Han'ın idaresindeki savunmada on gün kadar dayan-dilarsada çelik iradeli padişaha teslim olmaktan başka çareleri kalmamıştı. Böylece Revan padişaha Revan Fatihliği unvanını getirmiş oldu.
Mirgün oğluna Yusuf paşa adını vererek padişah vezirliğine kabul ettiğini bildirdi. İranlı askerlere ise silahlarını alarak kaleden çıkıp gitmelerine İzin verildi. Bu işlerde tecrübeli komutanlar, askerin öldürülmesini hiç değilse silahlarının verilmemesini tavsiye ettilerse de Padişah ben verdiğim sözden dönmem diye red etti. Fakat bu askerler kaleden çıkarken geride kalan halka eziyet ve hayvanlarını sürmeğe başladılar. Padişah derhal Küçük Ahmed paşa'yı bunları takib ve tedip etmeye gönderdi. Ne varki oniki bin kişilik bu kuvvet Ahmed paşayı ricata mecbur etti. Revan kalesinin en büyük camiine Cuma namazı kılındı. Camiden çıkan padişah Kapıcılar kâhyası Salih ağa ile Musahib Beşir Ağayı İstanbul'a zafer haberini ve şenlikler yapılmasını bildirmek için gönderirken Baya-zıd ve Süleyman Sultanların idamını da irade etmişti.
İstanbul halkı zaferin şenliklerini yaparken Bayazıd ve Süleyman sultanlar, anne ve baba bir ağabeylerinin ta Re-van'dan gönderdiği hatt-ı hümayun ile şehidlik makamına çıkıyorlardı. Sultan 1. Ahmed'in kardeşi sultan Mustafa'yı öl-dürtmeyip hatta taht'a vâris bırakması gibi mükemmel bir jvasiyetinden sonra bu şehzade idamına son verilmesi gerekirdi. Sultan Genç Osman, Amcası Sultan Mustafa'yı öldürt-seydi belki de şehid edilmek şöyle dursun tahttan bile indirilmezdi. Bu satırların yazarı şu ana kadar şehzade idamlarına karşı bir keresinde bile muhalif tavır takınmamıştır. Bu vatanda ise Sultan Ahmed merhumun vasiyeti bir teamül haline getirilebilirdi. Yine de doğrusunu Allah (c.c.) bilir. Yalnuz şunu bir çok tarihçiler ve bilhasa Mizancı Murad Bey Sultan Bayezid'in öİdürülmeyip, sağ birakılsaydı genç yaşta vefat eden 4. Murad yerine tahta geçip, ağabeysinin yarım bıraktığı İslahatı tamamlayacağını söylerken delil olarak da yeniçeri ve Sipahi isyanında haremden getirtip şehzadeleri gösterildiğinde Bayazid Sultan asilere hitabede bulunmuş ve Padişahımızın sayesinde huzur içinde yaşıyoruz bizi niçin taciz edersiniz diyerek padişahın kendilerine iyi baktığını söylemekle ona yardım etme civanmertliğini delil almaktadır. Ne derece bu görüşte isabet vardır, meşkûktür.
Orduyu hümayun Revan'dan hereketle Tebriz önlerine gelip orayıda feth etti. Tebriz'e gelirken Dördüncü Murad'ın nehre düşen bir askeri sulara kendisini atarak kurtardığı bütün tarihlerde yazılıdır. Tebriz'e gelmeden evvel Curs kalesi denilen yer mukavemet ediyordu. Kale kapısı çok sert bir ağaçtan yapılmış, balta ve gürzlere metelik vermiyordu. Hz. Padişah bir tomruk getirtip, üç kişinin zor taşıdığı tomruğu tek başına kaldırıp, koçbaşı vurur gibi kale kapısına havale ettiğinde, kapı kırıldı ve asker kaleye girebildi.
Orduyu Hümayun Tebriz'e girdiğinde tarihler hicri 1045, miladi 1635 yılını gösteriyordu.
Hz. Padişah 1045 hicri, 1635 miladi yılı sonlarında İstanbul'a avdet etti.
Hz. Padişah İstanbul'a dönmüşsede, sadrazam Tabanı Yassı Mehmed paşa ve ordunun bir bölümü şark hududunda kalmış ve yolların, köprülerin onarımı bazı kervan sarayların yapılması gibi işlerle uğraşılmıştır. Sadrazam hakikaten bu işleri gayet güzel yapmış bunun faydaları bilahare görülecektir.
Revan Muhafızı Murtaza Paşa askerinin büyük bir bölümü ile kışı Erzurum civarında geçirmeyi plânlamış ve kalede büyük bir kuvvet bırakmamıştı. Bu da şundan icab ediyorduki bu kaleye Şahın taarruzu beklenilmeyen bir şey değildi, hepsi muhasaraya gireceğine büyük bir bölümü kaleden uzakta olursa muhasara esnasında gelir ve İran ordusunu iki ateş arasında bırakabilirdi.
Mehmed paşa bu işe izin vermedi.
Kış ortasında yardım gönderme gayretlen hem padişah-dan hem de sadrazamdan sudur etmesine rağmen bir neticeye varamadı. Şah Safî Revan'ı tekrar ele geçirdi. Fakat nasılsa bu sefer Revan'daki Osmanlı askerine silahlan ile birlikte çıkıp gitmelerine izin verdi.
Eyyubi sülalesinden olan Ahmed Han, eski sadrazam Hüs-rev paşanın hatası yüzünden Osmanlıdan yüz çevirmiş ve İran'ın hizmetine girmişti. Daha sonraki değişiklikler ve bilhassa Küçük Ahmed Paşanın doğu hududlarımızda gösterdiği mertlik ve kahramanlıklar Ahmed Han'ın yine Osmanlıya teveccühünü temin etmeye kâfi gelmişti. Küçük Ahmed Paşanın lakabı boyunun kısalığından geliyordu. Fakat bu Küçük lakablı kısa boylu aslen Arnavut olan paşa, zekâsını daha evvel Dürzî emiri Fahrettin'in yakalanmasında göstermişti. Fahrettin, Küçük Ahmed Paşanın önünden kaçmış Lübnan'daki dağların içerisinde zor çıkılır mağaralara saklanmıştı. Ahmed Paşa büyük büyük ateşlerle bu dağları ısıtıp kızdırmış bol miktarda kızgın kayalar üzerine sirke döktürerek yumuşatmış, bu kayalara kazılar yapıp hain Dürzîyi ininde yakalamış ve Hz. Padişaha göndermişti.
Ahmed Han, Küçük Ahmed Paşa ile anlaşmış ve devleti aliyye hizmetine dönmüştü. Ne varki Şah Safî bu işe çok kızıp, büyük bir kuvvetle Ahmed Han üzerine gidilme emrini vermişti. Küçük Ahmed Paşa gerek padişaha gerekse Sadrazama müracaat ederek yardıma gidebilmesi için kuvvet ve müsaade istemişsede müsaade gelmiş fakat emrine verilen kuvvet lâzım olanın onda biri bile değildi. Buna rağmen Osmanlı yardımını ulaştırmak için gözünü karartıp İran ordusunun üzerine çullandı. Epeyi muvaffakiyetlerde gösterdi. Ne varki İranlı komutanlardan Rüstem Hân'ın çemberine düştü ve perişan oldu. Hicir 1046, Miladî 1636 yılı, Küçük Ahmed Paşanın askerine izin verip başınızı kurtarın diyerek bir eline sancağı diğer eline kılıcını alıp ricatı şanına sığdıramadığı için düşmana saldırıp, dövüşe dövüşe şehid olmasına şahid oluyordu.
Bu olaya padişah o kadar üzüldüki Tabanı Yassı Mehmed Paşayı beş seneye yaklaşan sadrazamlığından azil edip yerine Bayram paşa veziriazam oldu. Mehmed Paşayı üç ay kadar göz altında tutan padişah, huzuruna getirtip kendisini teselli etti ve Özü kalesi vali ve serdarlığına tayin etti.
Dîvan padişahın başkanlığında toplanmış ve Bağdad için sefer karan almıştı ki, İran elçisi çok kıymetli hediyelere hamil olarak Dersaadete geldi. Gayet güzel karşılandı. Ne varki Şahın teklifleri makbul görülmeyip, tadil edilmesi söylendi. Bayram Paşa ise sefere çıkmayı derhatır etmeyi düşünmedi bile. O önde gidecek Bağdad fatihine yol açacak idi.
Sefir, Haleb valisinin askerinin arasına iki casus yerleştirmiş ve Şah'a ulaştırmak üzere mektuplar vermişti. Bunlar meydana çıktı. Casuslar idam olundu. Bayram Paşa yollarını düzelttiriyor selefi Tabanı Yassfmn eksik bıraktıklarını tamamlayordu.
Bu sırada İstanbul'da Şehzade Kaasım'ın hayatına son veriliyor artık geriye Sultan Ahmed oğullarından bir zamanın padişahı birde Sultan İbrahim kalıyordu. Sultan İbrahim'in rahatsız görüntüsü ona bir hayat, tahta bir padişah, Osmanlıya ise yeni bir kuruluş bağışlıyordu. Kaasım sultan şehid edilirken, Kâğıthane'de bulunan büyük baruthane berhava oldu. Mal ve can kaybı az değildi.
Sultan 4. Murad devletin ileri gelenleri tarafından İzmit'e kadar teşyi olundu. Müftü ve Kazaskerler kendisi ile beraber sefere gidiyorlardı. Hicri 1047, Miladî 1637.
Silahdar Mustafa Paşa, Anadolu Kazaskerini padişaha şikâyet ederek azlettirdi. Padişah Kadı hakkında Yahya Efendiden sorduğunda Silahdar paşanın düşmanlığını üzerine çekmek istemeyen Şeyhülislâm Kadı'yı himaye edecek bir çift söz dahi söylemedi. Kadı Muid Efendi Belgrad'a sürgün edildi.
Padişah Bağdad seferine devam ederken bir müjdeci geldi. Padişaha bir evlâdı olduğunu söyledi. Padişah kızmı? er-kekmi? diye sordu Müjdeci biraz tereddüdten sonra erkek dedi. Padişah derhal tahkik için ulak gönderdi. Gelen haber kız olduğuydu. Bunun üzerine müjdeci öldürüldü.
Sultan 4. Murad Sakarya Şeyhi diye anılan ve müridlerin-ce tüfek kurşunu ve ok işlemediği ileri sürülen bu zatı kendisine getirmelerini emretmişti. Padişah Ilgın'da iken huzura çıkardılar. Müridlerinin; efendilerine payeler verip, olduğundan yüksek görmeleri, mübareğin başını yedi. Cellât bu zatın kemiklerini kırdı. Bir çok kitaplarda yazdığı gibi Hasan Küçük Bey'in «Tarikatler» adlı eserinde de aynen yer alırki merhum Şeyh Efendi kemikleri kırılırken hiç telaş ve teessür, acıdan ise hiç şikâyet etmiyordu.Hatta Cellada «acele etme evladım» diyordu.
Burada şunu hatırlatmayı önemli gördük. Bilindiği gibi Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) bir hadisi şeflerinde me-âlen «Benim ümmetimin alimleri, ben-i İsrailin Nebî'leri gibidir» buyurmuşlardır. Şüphesizki bunların içinde evliyaulahın büyükleri kastedilmektedir. Bu seçkin zevat Cenab-ı Mevlâ'ya kurbiyetlerinden dolayı bir takım üstünlüklere sahiptir.
Bu yakınlıkların kurbu Feraiz ve kurbu Nevafil boyu ile olduğunu bütün mutasavvıflar eserlerinde bildirmişlerdir. Ne var-ki müridler bağlı bulundukları Efendilerini zamanın kutbu gibi gördüklerinden o zat-ı muhteremlerin hiç bir zaman iddia etmedikleri makamları kendilerine yakıştırıp, her tarafta yayalar ve otorite ile karşı karşıya getirip böyle üzücü durumlara sebeb olurlar. İşte 4. Murad, Sakarya Şeyhi denilen zâtı böyle bir muameleye tabi tutmuştur. Müridleri her halde bundan sorumludur.
Konya'ya geldiğinde, Padişahın adaletli eli, Bolu Sancak Beyi Abdi Paşa ve Yenişehir Sancak Beyi Şemsi Paşazade Ahmed Paşayı sancaklarında zulüm ettiklerinden tepelerine indi ve hayatlarının kaydı silindi.
Revan seferi sırasında Konya'dan geçerken Konya Çelebisi Bekir Efendi ile sohbet etmiş ve pek memnun kalmıştı. Kendisine bir takım özel hediyeler dahi vermişlerdi. Bağdad seferi sırasına ise yani bu seferde gazabı padişahiye uğradı. Makamından azil ve sürgün etti.. Sadrazam Bayram Paşa sürgüne gönderilen Bekir Çelebiyi İstanbul'da kendi sarayında ölünceye kadar misafir etti. Bekir Çelebinin yerine Kara-hisar Çelebisi Arif Efendi tayin olundu.
Adana'ya geldiğinde bir kaç kişinin kendilerin kale dıva-rından nehre attığı görüldü. Sebebi sorulduğunda. Vali Cafer Paşa'nın zalimce idaresi dediler. Padişahın yanındaki Cafer Paşa tarafdarlan koruyuculuk yaparak işi sadece azille kurtarabildiler.
Hazreti Padişah Antakya'ya geldiğinde köprü üzerinde kalabalık bir topluluk gördü. Nümayiş yapacakları zannı ile nehrin suyunun derinliğine bakmadan atını suya doğru sürdü, atıyla beraber yüzerek karşıya geçti. Akşam olunca yol» lan açmaya memur olan Kapıcıbaşı falakaya yatırıldı.
Bilindiği gibi padişahın tütün yasağı, afyon içenleri de kapsamına alıyordu. Padişahın Hekimbaşısı Emir Çelebi ise afyon yutmaya müptela İdi. Silahdar paşa bu iptilayı öğrendiğinden kendisini padişaha ihbar etti. Padişah; nezdine getirttiği Emir Çelebinin kendisi ile satranç oynamasını istedi. Henüz oyuna başlanmıştı, padişah «Baka hekimbaşı, sen afyon yutarmışsın» deyince Emir Çelebi: «hâşâ, hâşâ padişahım» diye cevap verdi. İhbar o kadar mükemmel yapılmıştıki zarif kutunun bile yerini bilen padişah; hapların kutusunu çıkarttırdı. Bunlar nedür?» diye sordu. Hekimbaşı suyu alınmış afyon olduğunu ancak zararı olmadığını bir avuç bile yu-tulsa birşey olmayacağını söyledi. Padişah «O halde hepsini yut bakalım» diyerek hepsini yutturdu. Arkasından hiç birşey olmamış gibi taşını oynayıp hamle sırasını Emir Çelebiye verdi. Oyun uzun süre devam edip afyon tesirini göstermeye başladı. Padişah git, dinlen dediği zaman iş işten geçmişti. Ne varkİ bu iş işten geçme, padişah içinde varitti. Son bir hamle İle odasına giden Hekimbaşı, padişahın o zaman ismi konmamış rahatsızlığının ilacı olan ve ta Himalaya dağlarının altıbin metre yüksekliğindeki kayaların arasından getirdiği nadir bulunan ve kimseye söylemediği otları yok etti. Bu sırada talebeleri hocalanne iyileşmesi için ilaçlar hazırlamışlar ve içmesini teklif ettilerse de Emir Çelebi: «Silahdar paşa gibi düşmanı olana hiç bir ilaç kâr etmez» diyerek aksine afyonların tesirini hızlandıracak olan soğuk ve tatlı bir şerbet içti ve uyanmamak üzere yatağa uzandı. Böylece Padişahın da uzanacağı günlerin ilki başlamıştı.
Tarihler Hicri 1047, Miladi 1637 yılını gösterirken Sadrazam Bayram Paşa vefat etti. Hz. Padişah çok kederlendi. Bayram Paşayı o kadar severdiki çok sevdiği şâir Nefî'yi Bayram Paşayı hicv ettiği için boğdurmuştu. Halbuki inkâr etmemek gerekirki, Sultan 4. Murad'ın yetişmesinde hâttâ pek güzel beyitler inşa etmesinde şair Nefî'nin müsbet tesirleri vardır. Padişah şair Nefî'yi o kadar severdiki onun siha-mını okurken yanına yakın bir yere yıldırım düşmüş idi. Bu eserde bir çok hicviyeler olduğundan padişah, bu yıldırımı müstehcen hicivleri okumasına karşılık bir ikaz saymıştı. Eseri parça parça etmiş ve şâiri çağırtıp hicviye yazmaya tövbe etmesini istemiş oda buna uymuştu. Ne var ki; Bayram Paşa'yı hicvetmek suretiyle bu tövbeyi bozmuş ve boğdurulup denize atılmıştır. Hoş çok zayıf rivayetlerdede bilhassa Bektaşllerden gelen rivayette bizzat padişahı hicvettiği söylendiki bunun mesnedi yoktur. Olsa olsa şarapçısı bol olan bektaşilerin iftirası ve uydurmasıdır. Bu mevzuya şu sözlerini nakl ettiğimiz padişahın deyişiyle bitiriyoruz. «Senin gibi bir veziri ben nerede bulayım!»
Kapdan-ı Derya Kara Mustafa Paşa Sadrazamlığı kendine uygun görüyordu, tayyar Mehmed Paşanın veziriazamlığa tayinini Ruznameci Hacı İbrahim Efendinin tavsiyesine bağlayan Mustafa Paşa bu zata kinlendi. Az müddet sonra Hacı İb-, rahim efendide vefat etti.
Münhal bir zeamet için iki sipahi kavga ettiler. Onları ayıranlar sadrazamın yanına getirdiler. Meseleyi hal etmek için gayret sarfeden sadrazam padişahın yanlarına geldiğini görünce durdu. Sultan 4. Murad durumu sordu. Sadrazam meseleyi anlattı. Padişah düşündü. Yer bir, namzet iki. Birini-oraya koysan öbürü onu rahat bırakmaz. Sadrazama döndü «iidsinin de başını kesin, ikiside rahat etsin» diyerek kavgayı neticelendirdi.
Dördüncü Murad'ın en önemli işlerinden birisi de Devşirme usulünü kaldırmasıdır. Bir bakıma doğru bir karardır. Çünkü bozulmuş bir mekanizma bu toplama ile düzeltilemezdi. Sultan Murad Yeniçeriyi bambaşka bir şekle çevirecekti. Fakat ömrü vefa etmedi. Bu vazife ta İkinci Mahmud'a kaldı.
Musul'a gelindiğinde Hindistan Şahının elçisi geldi. Kıymetli hediyeler sundu. Fil derisinden yapılmış, iddiaya göre hiç bir silahın zarar veremeyeceği bir kalkan da vardı.
Hazreti Padişah huzuruna getirilen kalkana şöyle bir bakıp Osmanlı saltanatının en nefis örneklerinden biri olan ve günümüz çelik sertleştirme imkânlarından aşağı kalmayan bir teknikle sertleştirilmiş ve en güzel şekilde bilenmiş baltasıyla üzerinde büyük iddialar ileri sürülen kalkanı, baltasının keskinliğini, kolunun kuvvetiyle birleştiren padişah bir vuruşta yardı, attı.
Büyük bir nezaketle sefire dönen padişah, kalkan sizi de, bizide mahcup etmedi. Sizin şahsınıza yadigârım olsun diyerek içine bol miktarda ihsan-ı şahane koyarak hediye etti. Hind şahının yardım tekliflerinin makbule geçtiğini ve bir ça-vuşbaşını Hind Şahının yanına elçi olarak göndereceğini ifade ederek, Hind kıtasıyla iyi münasebetlerin kuvvetlenmesine ehemmiyet verdiğini ihsas etti.
Hz. Padişah, Üsküdar'dan çıkışının yüzdoksanyedinci günü Bağdad önüne gelmiş oldu. Bağdad kalesi ikiyüzon tane burcu olan çok büyük bir kale idi. Hz. Padişah kalenin muhasara plânlarının yapılmasında en çok çalışan bir teknisyen olmuştu.
Bağdad'ın kuzey kısmında İmam Azam kapısının karşısında kendi takımıyla yer almıştı.
Doğu kısmında ak kapı denilen yerde sadrazam Tayyar Memed Paşa, Rumeli askeri ve biraz da Yeniçeri askeri mevki aldı. Güneyde ise Karanlık kapı denilen yerde kapdan paşa ve Anadolu askeri mevki tuttular.
Muhasara kırk gün sürdü. Nice yiğitler meydanda kaldılar. Sadrazam Mehmed Tayyar Paşa ordunun en önünde savaşırken şehidlik mertebesini ihraz etti. Sultan Murad ise kendi sarayında gezer gibi savaş alanının her yerine koşuyor, askeri teşci ediyor, bir yaralı gördümü ona yardım ediyordu. Savaşın en önemli günü olan hücum gününe Mehmed Tayyar Paşa şehîd olmuş meydan-ı harbde sadrazamlığa Kara Mustafa Paşa getirilmişti. O da elhak selefi gibi kahramanca çarpışarak fetih tamamlanana kadar birliklerinin yanından ayrılmadı. Gerek yanındakilerde gerekse kendisinde meydana gelmiş yaralardan kanlar akıyordu. Varsın aksındı ama Bağ-dad'da fetih olunuyordu. Hicri 18 Şaban 1048 Milâdi 1638.
Bağdad feth oluyordu dedik çünkü kalenin sükut etmesi Bağdad kalesinin fethi demekti. Bağdad şehri ise bir antlaşma ile alınmak isteniyordu. Çünkü bu şehir son derece terakki etmişti. Böyle bir yere savaşarak girilince takdir edilirki talan ve yıkıntı meydana gelmesin. Bağdad muhafızı Bektaş Han, Hz. Padişah nezdine elçi gönderdi. Bilahire kendiside huzuru hümayuna vardı. Sultan Murad İranlı komutanların ve askerlerinin serbestçe çıkıp gitmelerine razı oldu. Yalnız o gün öğlene kadar bütün cephelerde çarpışma durulmuş olmalıydı. Bütün mevkiler teslim edilmeliydi. Bu anlaşma sağlanmışken İranlı bazı komutanlar bilhassa Fettah Han kabul etmediler. Böylece antlaşma gerçekleşmemiş oldu.
Dördüncü Murad, birisinin iki İranlı askeri sürüklerken gördü. Son derece kızdı ve bunu yapanın kelesinin vurulmasını istedi. Çünkü «Ben aman verdim, hasıl olur sözümden dönerim» diyordu. Vaziyet kendisine anlatıldı. İnanamıyordu. Yaptırdığı tahkikat sırasında amanın kabul edilmediğini öğrenince askeri serbest bıraktı. Hiç bir şeye karışmadı.
Otuzbin kişiye varan İran kuvvetlerinin onda biri dahi Şah'ın yanına bile varamadı. Şah ise o sırada Dicle nehri kıyısına kadar gelmişti, sultan Murad nümayiş için bir müfrezeyi üzerine gönderince Şah ricat etme yolunu seçti.
Sultan Murad, Hanefî mezhebinin İmamı Ebu Hanife (R.A.)ın kabri şerefi ve türbelerini tamir ve tezyin ettirdi. Ab-dülkadir Geylanî (K.S.) nün de türbesini onarttı. Şeyhülislâm Yahla Efendi bu tamirlerin yapılmasına büyük gayretler sarf etti. Hatta cebinden paralar bile harcadı.
Hz. Padişah, yanında mahbus bulunan İran elçisi Maksud Hanı, yazmış olduğu bir mektubla Şah'a gönderdi. Mektubunda sulh yapılması arzusunu dile getiriyor ve Şah Safî'yi asla tahkir etmeyip tam diplomatça yazılıp, sulha evet dedirtecek bir üslup kullanmaya itina göstermişti.
Ordunun büyük bir kısmını ve Sadrazam Kara Mustafa Paşayı Bağdad'a bırakmış ve İstanbula dönmüştü. Dönüş yolunu Diyarbakır üzerinden yapmıştı.
Hz. Padişah Diyarbakır'da biraz dinlenmek istedi. Revan seferine giderken burada ta Haieb'de istikbal eden Rûmiye Şeyhi diğer bir ismide Şeyh Mahmud Efendi olarak bilinen bir Nakşibendi şeyhinin kendisine tavsiye ettiği kızı hatırladı. Bu kız Maan oğlu Fahrettin'in kızlarından biri olmakla çok hafif meşrep bir kızdı. Bu kız Küçük Ahmed Paşa merhumun Dürzî Lideri Fahrettin'i yakaladığı zaman kaçmış ve Rûmiye Şeyhi denilen bu zâtı muhtereme sığınmıştı. Şeyh Efendi Haieb'de karşıladığı padişaha bu kızı tavsiye etmiş ilmi sim-ya'da mahir olduğunu altın yaptığı söylemişti. Padişah, Şeyh Efendinin tavsiyesine uygun olarak kızın başına bir memur koyduğu gibi bir haylide para bıraktı. Şimdi bu işin neticesini öğrenmek istediğinde, kızın başına bırakılan paralan sefih alemlerde tükettiği öğrenilir. Kadını öldürtüp nehre attırır. Rûmiye Şeyhini de yanına çağırıp böyle sahtekârlara nasıl inanır ve sana inanan beni de aldatmaya vesile olursun diye çıkışır ve asılmasını emreder.
Padişah bu İcraattan sonra İstanbul'a dönmüş ve büyük şenliklerle karşılanmıştır. Sadrazam Kara Mustafa Paşa ise İranlı murahhaslarla çekişe çekişe pazarlık yapmış ve halen çok az farkla devam eden Osmanlı - İran hududları tayin edilmiş ve antlaşma önce Şah Safî tarafından imzalanmış, Sultan Murad Hazretleri tarafından tasdik edilmiştir. Hicri 1049, Miladî 1639.
Mahlu Sultan Mustafa; yeni 4. Murad Bağdad seferinden dönerken 48 yaşında olduğu halde ahirete göçtü. Devleti Os-maniyede tahtın yegâne varisi olarak Şehzade İbrahim kalmıştı.
Tarih Hicril050, Miladî 1640 yılını gösterirken, Hekimbaşı-nın padişahına iyi gelen ilacı ölmeden evvel yok etmesi, padişahın ölümünün başlangıcı idi. Bağdad Fatihi, dönüşünü müteakip rahatsızlıkları arttı. Bunlar krizler haline dönüştü. Bu krizlerden birinde Şehzade İbrahim'in de öldürülmesini is-temesi Bağdad'dan Kasr-ı Şirin muahedesini yapıp gelen Sadrazam Mustafa Paşa'yı şaşırttı. Efendisini çok seven onun bir dediği ikiletmeyen paşa, bu isteğide yerine getirebilirdi. Fakat Osmanlı Hanedanı münkariz olur, Devleti Aliyye-nin tahtına otomatikman Kırım Hânı otururdu. İşte devlet anne Kösem Mahpeyker Valide Sultan yetişti ve «Paşa, paşa devleti düşün» diyerek sadrazamın önüne geçti. Vücutça bitmiş olan Sultan 4. Murad bu hükmünü yürütemedi. Eğer girdiği komadan kurtulmuş olsaydı, iradesini dinlemedi diye veziriazamının başını kestirirdi. Çünkü o iktidar ortak kabul etmez zihniyetiyle hüküm ferma olmuştur. Batmakta olan devlet gemisini bu inanışla selâmet sahiline yanaştırmıştı. Oniki yaşında çıktığı taht-ı Osmaniyi onaltı yıl hakkıyla doldurduktan sonra yirmisekiz yaşında vefat eden Hz. Padişahın Evliya Çelebi'nin bildirdiğine göre otuz iki çocuğu olmuş ve bunlardan yalnız Kaya Sultan babasından sonraya kalmış ve Melek Ahmed Paşa ile 13 yaşında iken evlenmiştir.
Sultan Murad, İran'la mutlak sulh yapma isteğini, hristiyan - yahudi ittifakının gerçekleştiğini hissetmesinden, öte yandan İngilterenin Rusya'yı büyütmeye matuf gayretlerini, bütün bunların üzerinde Salih'in Hilâle saldıracağını istihbar ettiğinden, Şark hududunu sağlama aldıktan sonra derhal batı üzerine yürüyüp onların tam birleşmelerini önleyip tek tek haletme yolunu seçmesine bağlıyordu.
Hazreti Padişah vefat ettiğinde, babası 1. Ahmed Hânın türbesine defnedilmek üzere götürülürken kıymetli üç atı eğerleri ters bağlanmış olarak merhumun süvarilerinin önünde yürümeleri bütün İstanbul'u ağlatıyordu.
Kâfirler bu emir pençeli, çelik iradeli adamdan kurtulduklarına seviniyorlar, Mü'minler ise devleti kurtaran yeniden rayına oturtan padişahlarının arkasından ağlıyordu.
Şiirlerinde «Muradî» mahlasını kullanan Hz. Padişah fevkalâde ata biner, şimdiki üniversitenin merkez binasının bulunduğu yerden attığı ciriti Bayazıd Camii minaresinin dibine düşürecek kadar kuvvetli kollara malikti. 200 okkalık gürzleri kadırıyordu.
Cihan tarihi, böyle kuvetli ve kıymetli bir şahsiyetin kolay yetişmediğini her satırında bizlere gösterir. Yeterki biz bunu anlayalım.
Dördüncü Murad'ı anlatıp bitirirken onun içkiye müptela olduğuna dair rivayetlere ne evet diyoruz ne de hayır diyoruz Gönül isterki içerdi diyenle mahcup olsun.
Allah'ın rahmeti Peygamber'in şefaati Hz. Murad Râbîi'nin üzerine ve bütün müslümanlara olsun.
4. Murad'ın; hanım olarak birden fazlasına sahip olduğu enazından doğan çocukların sayısından anlamak kabildir. Adı bilinmekte olan yegâne hanımı Ayşe hasekisultanhanım-dır. 32 evlâdı dünya'ya gelen 4. Murad'ın bu hanımının, bu kadar çocuğu doğurması maddeten kabil değildir. 28 yaşında terk-i dünya eden bir insanın, tek hanımdan, 32 doğum elde etmesi olacak işden olmadığı barizdir. Bu 32 evlâdın önce kız olanlarını zikrede!im:İsmihan Kayasultan, Hafsa Sultan, Râbia ve Fatma Sultan ile Safiye Sultan, Rukİye Sultan olmak üzere altı sultanhanım adı ile karşılaşiyorve bunların ancak beşi hakkındada kâfi olmayan bir bilgiye sahibiz. Sul-tanhanımların ilki Gevherhan Sultanhanım olup, ~l630'da doğduğunu biliyoruz, bu hanımsultanin, Sultan İbrahim hân'in kızı Gevherhan Sultanhanım ile aynı ad'da olması, hayli karışıklığa sebeb olmuştur. Ortada Haseki Mehmed Paşa gibi bir dâmad olduğunu görüyoruz ve iki Gevherhan'dan hangisiyle izdivaç ettiğini net olarak tesbit edemiyoruz. Bu dâmad 1661'de Haleb'de idam olunmuştur. Hanzâde Sultan kesin olmayan bir bilgiye göre 1631'de dünya'ya gelmiş, 1675 sonrasında vefatı vukubulduğu tahmini var. Amucasına yâni, Sultan İbrahim'e aid türbede toprağa verilmiştir.
Nakkaş Mustafa Paşa ile evlilik yapan Hanzâde Sultanhanım, kocaskndan 27 yaş küçük olup, izdivaç târihinde 14 yaşından büyük değildir. Kaya İsmihan Sultan, 1633'de doğmuş ve 26 yaşında olduğu hâlde 1659'da vefat etmiştir. Kaya Sultanda 4. Murad'ın vefatından sonra, bir çok nişanlılık geçirdiysede, sonunda Gaazi Melek Ahmed Paşa ile 11 yaşında olduğu halde evlenmiş ve 15 yaşına gelindiğinde zifaf gerçekleşti. Kocasından 33 yaş küçüktü. Kızını doğurduğunda vefat etdi. Mekke-i Mükerremede Hz. Fatımat'üz Zehra'nın kabrini, muhteşem bir şekilde yaptırmıştır. Safiye Sul-tan'da ablası gibi bebeğini doğururken şehiden vefat etdi. Dedesi 1. Ahmed'in türbesinde toprağa verildi. Hemence ilâve edelim ki bu türbede 4. Murad'da medfun olmakla beraber, türbe yapılırken 1. Ahmed'in adı verildiğinden, bu isimle anılmaktadır. 1659'da Abaza Siyavuş Paşa ile evlenmiştir. Rukİye Sultanhanım ise; 1640'da doğmuş olup babasının bu dünyaya gelişi görüp görmediği meçhuldür. Vefatı 1690 yılının başlarında 50. yaşındayken vukubulmuştur. İzdivacını 1663'de 23 yaşındayken önce Şeytan diye anılan, sonra da Melek denilen Divrikli İbrahim Paşa ile yapmıştır. Paşa hanımından 35 yaş büyüktü. Bu zâtın adına Boğaz'daki Deftar-darburnu diye bilinen yere adı verilmiştir. Sultanhanımin kabrinin Şehzadebaşi Camii naziresinde olduğunu söyleyelim.
4. Murad'ın şehzadelerine gelince; bunlarda sırasıyla Şehzade Ahmed doğ. 1627, Süleyman doğ. 1632, Mehmed doğ. 1633, Alâaddin doğ. 1635 ve Abdülhamid adlı şehzadeleridir vede bunlar pek küçükken vefat etmişlerdir. Şehzade Selim, Orhan, Nûmân, Mahmud ve Hasan ile şehzade Osman Efendiler hakkında, hiç bir malumat yoktur. Böylece adı bilinen onbir erkek evlâdı dünyaya gelmiş buna adı bilinen beş kızi-da eklersek, yekûn otuziki çocuğunun yan sayısı kadar malumatımız bulunmakda.
Sultan 1. Mustafa'nın sadrıazam tâyin etdiği; Ispartalı Kemankeş Kara Ali Paşa 4. Murad tahta çıktığında görevinde ipka olundu. 3/4/1624'de Ali Paşanın sadareti sona erdi yerine 65. veziriazam olarak Çerkeş Mehmed Paşa atandı. Bunun devri de 9 ay, 25 gün sürdü. 66. sadrıazam olarak, Dama d Filibeli Müezzinzâde Şehid Hafız Ahmed Paşa 28/1/1625'de vazifeye tâyin olundu. Bu sadaretinde 1 sene, 4 ay kalan dâmad, yerini 1/12/1626'da başkabir dâmad'a Halil Paşa'ya bırakmak mecburiyetinde kaldı. Halil Paşanın bu 2. sadareti 6/4/1628'e kadar 1 sene, 4 ay, 5 gün sürerken iki sadaretinin toplamı 3 sene, 7 ay, 7 günü bulmuş oluyordu. Bu dâmad da yerini Dâmad Hüsrev Paşaya terketti ve bu sadrıazam 67. Osmanlı devleti sadrıazamı olarak 25/10/1631'e kadar süren 3 sene, 6 ay, 19 gün mührü hümayunu taşıdı.
Peşindende Dâmad Topal Recep Paşa; 3 ay, 7 gün süren sadaretinden sonra, 18/mayıs/1632'de idâmina^hazıflanrnak üzere abdest atmak mecburiyetinde kalıverdi. Tabanıyassı Mehmed Paşa'nin sadareti 4 sene, 8 ay, 15 gün devam etti ve takvimlerin 2/2/1637'yi işaret etdiğini biliyoruz.
Osmanlı devletinin 70. ve 71. sadrızamları Dâmad Lâdikli Bayram Paşa 1 sene, 6 ay, 22 gün, Şehid Tayyar Mehmed Paşa 3 ay 28 gün hizmet verdiler ve ikincinin şehadeti, 23/12/1638'de vukubuluyordu.
72. sadrıazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa geldiği görevde 4. Murad'a 1 sene, 1 ay, 13 gün hizmet edebildi. Çünkü padişahında ömür defterinin dürülmesi gerçekleşmişti. Böyiecede 4. Murad'ınson sadrıazamı oldu Kemankeş Kara Mustafa Paşa.Böylece 14 senelik dönemini 4. Murad hân 10 sadnazam-la tamama erdirdi. Şimdi de bu dönemin şeyhülislâmlarına bakalım:
4. Murad'ın 14 senelik saltanat döneminde makamı meşi-hatde görevde bulduğu Yahya Efendi'yi 25 günlüğüne vazifesinde ipka etdi. 4/10/1623'de baba bir ağabeyi Genç Osman'ın kaimpederi Hocazâde Mehmed Es'ad Efendiyi göreve getirdi. Es'ad Efendi vefatına kadar, bu seferki meşihatin-de 1 sene, 7 ay, 19 gün kalabildi, yekûn meşihatı 8 sene, 6 ay, 9 gün etmektedirki, Bayramzâde Yahya Efendi ise; 2. defa olarak 4. Murad tarafından şeyhülislâm atandı. Takvim yapraklan; 22/5/1625'i gösterirken 6 sene, 8 ay, 19 gün sürebildi. Yerini Ahizâde Hüseyin Efendi'ye devretdi. Bu zât, 7/1/1634'de azledildi ve arkasından oğullarıyla birlikte idam olundu. İşi 1 sene, 10 ay, 26 gün getirebilmişti. Yahya Efendi 3. defa şeyhülislâm tâyin olundu ancak 4. Murad'a dini işlerdeki müşavirliği 6 sene, 1 ay, 1 gün sürebildi. Çünkü 4. Mu-rad'da 8/2/1640'da merhum oldu. Böyiecede 4. Murad'ın çalıştığı şeyhülislâmların sayısı üç şahısla çalışmak olmuştur. üçü Yahya Efendi, biri Es'ad Efendi, diğeri de idâm ettirdiği Ahizâde Hüseyin Efendilerdi.
.
SULTAN İBRAHİM HAN
Sultan İbrahim Tahta Oturuyor
Sadrazam Silahdar Çeşmesi
Osmanlı Tahtına Vâris
Turhan Sultan Şanslı İnsan
Sadrıazamın İdamı
Yanlış Hesabın Beklenen Sonu
Sültanzâde Semin Mehmed Paşanın Sadareti
Daye'nin Çocuğu
Talihsiz Seyahat
Şer'den Hayr'a
Hanya Feth Ölünüyor
İstanbul'da Yangın Ve Tufan
Yusuf Paşa'nın Katli
Girîd Ahvali
Cinci Hoca Gözden Düşüyor
Sadrazam Salih Paşa'nîn Katli
Hezarpare Ahmed Paşa Sadareti
Şiddetli ve Manidar Bir İtiraz
Ahmak Sadrıazam
Saray'ın Vaziyeti
Varvar Ali Paşa İsyanı
İbrahim Paşa İsyanı
Darbei Hükümet
Vefa Ehli Zor Bulunur
Padişahın Direnmesi
Sultan İbrahim'in Sonu
Ölüm Hücresi
Fecâi'i İbrahim'iye
Devrin Devlet Adamları
Sultan İbrahim'in Hanım Ve Çocukları
Sultan İbrahim Devrs Deniz
Girit Üzerine Bir Etüd
Babası: Sultan I. Ahmed Han
Annesi: Kösem Mahpeyker Sultan
Doğum Tarihi: 1615
Vefat Tarihi: 1648
Saltanat Müd.: 1640-1648
Türbesi: İstanbul'dadır.
Osmanlı devletinin sıkıntılara düşen yıllarına son veren padişah 4. Murad'ın vefatıyla, Osmanlı Tahtı kardeşi İbrahim'e kucak açmıştı. Bereket versin Mahpeyker Kösem Valide Sultan kardeşini izâle etmesini taleb eden merhum padişahın emrini akim bırakarak, devleti âliye'ye en büyük hizmetlerinden birini yerine getirmişti. Tabiiki bu arada Valide Sultan'ın engellemesine itiraz etmeyip yerine getiren Kemankeş Kara Mustafa Paşayı dahi takdirle yâd etmek gerekir.
Sultan İbrahim'in tahta oturmadan evvel gösterdiği tered-düd bütün tarih kitaplarında yer atmış bulunduğundan bizde naçizane çalışmamızda bu hususu zikretmeden geçemezdik. 4. Murad gibi, dediğim dedik, çaldığım düdük diyen bir padişah döneminde kafes arkasında hayatını sürdüren bir şehzadenin tabiiki sinirleri, normal vatandaş gibi olmazdı. Kendinden evvel nice kimselerin idamlarına şâhid olan^bir şahsın tabiiki sıra bana ne zaman gelecek intizarı içinde ömür geçirmesi tahammülfersa bîr hayat değildir. 4. Murad'ın vefat haberini, şehzade İbrahim'in kaldığı daireye giderek müjdelemek isteyen Kızlarağası: Efendimiz; biraderiniz hakkında takdiri ilâhi tecelli etti. Başınız sağolsun, lâkin boşalan tahta oturmanız için hazırlanmanız icab edecek huzurunuza bundan geldim. Dediğinde, Şehzade İbrahim başını sallayarak söylenenleri dinledikten sonra, hızla daire kapısının sürgüsünü sürdükten sonra: Bana hile edersiniz. Biraderim berhayat-tır. Padişahımızdır.
Bana padişahlık gerekmez. Biraderimin ömrü uzun olsun, yolunda beyanda bulunur ve içeri kaçar. Vaziyet devlet ileri gelenlerine anlatılır.
Herbiri sürgülü kapı önünde yeni padişaha diller döker. Ancak bir türlü iknaya muvaffak olamayacaklarını anladıklarında, devletin mühim rüknü sayılan Kösem Valide Sultana durumu bildirirler. Artık, şehzadenin daire kapısı önünde Valide Sultan seslenmektedir: "Haydi arslanım çık. Biraderin Murad hân cennetlik oldu. Cenabı Hakk' sana uzun ömürler versin. Padişahlığın seni bekliyor" derken, oraya gelmeden önce verdiği emirle merhum padişahın, nâşını getirtmiş ve oğlu İbrahim'e söylediklerine ilaveten, istersen bak kendi gözünle gör demeyide İhmal etmez. Büyük bir korku ve endişe içinde sürgülü kapının üzerindeki gözetleme deliğine gözünü uyduran şehzade İbrahim, bir döşeğin içinde hareketsiz olarak yatanın hakikaten padişah birader olduğunu görür. Tam inanacak iken, aniden: <peki! Bir karıştırın bakahm> Der. Nâşın yanındakiler döşeğinde, birûh olarak yatmakta olan padişahın sakalını, burnunu tutarlar böylece güven vermeyi başarırlar. Burada hemen şunu hatırlatmalıyız ki; şehzade İbrahim'in, ağabeyi 4. Murad'ın vefatına kanaat getirdikten sonra ellerini açıp, merhuma Cenabı Hakk'dan rahmetler dilemesi taksiratının affını taleb etmesi arkasından kendisinin tahtta geçecek döneminin islâm milletine hayırlar getirmesini, zararlara sebebiyet verecek tarzda icraattan korumasını istiyen duasına bakarsak, vaziyetini biraderinin ölüp ölmediğine tahkikini usuletle yaklaşması, karşımızda deli bir şehzade değil, ensesinde her gün ölümün soğuk nefesini hissetmiş buna karşılık son derece tedbirli davranmaya ahdi peyman etmiş biriyle, karşı karşıya olduğumuzu kabüllenmeiiyiz.
Osmanlı devletinin yirminci padişahı, Osmanlı hilafetinin-de onuncusu olan Sultan İbrahim, 1. Ahmedle Kösem Mahpeyker Sultandan 1025/1616'da dünya'ya gelmiştir. Osmani devleti; 1. Ahmed'in vefatıyla, asayiş bakımından çok karışık bir döneme girmişti. Bilindiği gibi bu dönemde merhum Sultan Ahmed'in Osmanlı veraset usulünde yaptığı değişiklikle, ekber evlâd yâni büyük evlâd değilde, hanedanın enyaşlı erkek üyesi riyasete dolaysıyla tahta geçeceğinden zaman zaman tatbik olunmakta bulunan şehzade katil'leri artık rafa kalkmış sayılabilirdi. Fakat bu seferde Validesul-tanlar arasındaki çekişmeler, daha da şiddet kesbetti. Taht istemeyen Sultan 1. Mustafa, verilen görevden kurtulmak için ne yaptıysa kâr etmedi. Zorla Osmanlı tahtına oturtuldu. Çok kısa bir zaman dilimi içinde yaptıkları hatayı anlayanlar, bir şûra kararı ile padişahı tahttan indirip, yerine 1. Ahmedin büyük oğlu Osman, nâmı diğer Genç Osman getirildi. Bu zâtın başına gelen elem verici neticeyi kitabımızın geçmiş bölümünde anlatmaya çalışmıştık. Sultan İbrahim; Osmanlı tahtına geçtiğinde yirmidört yaşında olup tahta geçiş tarihi 1049/1639 idi.
Tahta oturan Sultan İbrahim, sadnazarn Kemankeş Kara Mustafa Paşanın vazifesinde sitkı sadakatle devam etmesini istedi. Vazifesinin en önemli bölümünün paranın ayarını düzeltmek ve bunu devam ettirmek tenbihinide ekledi. Bu talimatı alan sadnazam, paranın ayarında düzeni temin ettiği gibi, yeni padişahın adına para da bastırmış oldu. 4. Murad'ın Silahdarı Mustafa Paşa, sadrazam Kemankeş Kara Mustafa arasında evvelce şöyle bir olay geçtiğinden şiddetli bir çekişme vardı. Vakayı anlatalım:
"Kemankeş Kara Mustafa Paşa bilindiği gibi harp alanında sadrazam olmuştu. Devlet idaresiyle alakalı işlerde doğrudan padişahla konuşurdu. Halbuki kendisinden evvelki bütün sadrazamlar hatta Bayram Paşa bile 4. Murad'Ia yazişmalarının bir suretini de Silahdar Mustafa Paşaya gönderirdi. Sultan Murad; Silahdarını çok ama çok sevdiğinden böyle yapılmasından memnun bile olurdu. Zaten hekimbaşisını bile Silah-dar'ın ihbanyla ölüme terk etmemişmiydi? Ne varki veziriazam Kara Mustafa Paşa alışıla gelmiş bu teamüle riayet etmeyip yazıları padişaha gönderiyor, Silahdar'a da nüsha filân göndermeme yolunu tutmuştu. Çok geçmeden Silahdar Paşa, padişaha sadrazamı muhaberattan haberdar etmemesi hasebiyle şikâyette bulundu.
Sultan 4. Murad; sadrıazarna: Sen; Silahdar Paşaya muhaberatımızdan bir nüsha vermezmişsin" diye sert bir eda ile sorunca, Kara Mustafa Paşa:
Padişahım, Silahdar Paşa saltanatınızın ortağıysa bana haber verin, hemen ona da bir nüsha gönderelim. Yok saltanat benimde bildiğim gibi, yalnız sizinse o zaman, neden ona malumat vermeli? Zaten okumam yazmam olmadığı için yazışmaları kâtiplerimle yapıyoruz. Devletin öyle sırları olurki, bu sırları yalnız padişah ve sadrıazamı bilmelidir. Nevarki; okuma yazma bilmediğiden kâtipler bu gizli sırlara agâh olurlarda, buna çok canım sıkılır. Diye cevap verdiğinde Sultan 4. Murad bu cevaptan çok memnun kalır ve bildiği gibi yapmasını söyler.
Ancak bunlar Silahdar Paşanın, veziriazama düşmanlığını bir kat daha arttırır. Sultan İbrahim'in tahta geçmesi ile Silahdar Paşanın düşmanlığı korkulmaz hâle gelir ama, ne çare bu seferde Silahdar Paşadan intikam alma hastalığı, veziriazama geçmiştir. Mücadeleyi başlatır. Bu mücadelenin bir safhasında Silahdar Paşa Kıbrısda vazifeliyken ellibin altınlık bir rüşvet işine adı karıştığından veziriazamın eline düşer. İdam fermanı padişahdan alınınca Silahdar Paşa hayatını kayb etmiş olur. Öte yandan eski sadnazamlardan Nasuh Paşa'nın oğlu Hüseyin Paşa, babasının 1. Ahmed'in veziri- azâmi olması hasebiyle kendinde bir asillik farzederek, yeniçeri ocağından gelme bir Arnavut olan veziriazama Çorbacı diye hitap ederek, hakarete âmiz davranışlara girer. Halbuki Çorbacı, yeniçeri askeri arasında günümüz rütbelerinden bulunan Albay rütbesine denk gelir. Bu sırada eskilerden beri hudud boylarında vazife yapan vezirlerin, tuğra çekme sela-hiyetlerini kaldıran bir ferman yayınlattı. Şüphe yokki bu fermanın sahibi padişahdı. NasuhPaşazâde bu fermandan padişahın haberinin olmadığını ileri sürerek dinlememezlik yaptı. NasuhPaşazâde Hüseyin Paşaya bu ferman ulaştığında Paşa Erzurum Beylerbeyliği görevinde idi. Ancak fermana itaatsizlik gösterince sadrazam tarafından vazifesi, Halep valiliğine tahvil olundu. Sadrazam'ın bu tâyin emri itaatsizlik yapmış bir kimse için adetâ mükâfat sayılırsa da, buradaki incelik, Hüseyin Paşayı Erzurum'dan çıkarmaya dönüktü. Çünkü Erzurum'dan çıkmaz orada isyana kalkarsa cezalandırılması pek güç olurdu. Hakikatte de, Hüseyin Paşa Halep valiliğini kabul etmediğinden Erzurum'dan aynlmadı,j3u vaziyetin ortaya gelmesinden haberdar olan Sultan İbrahim; "kendisine Sivas valiliğini verdim gitmediği takdirde üzerine asker çıkarın" emrini verdi.
Nasuh Paşazade sadrazam ile boğuşurken karşısında padişahı buluverdi. Sadrazam Sivas valisi Kör Hazinedar İbrahim Paşaya, bir mektup gönderip, Hüseyin Paşaya Sivas valiliği verildi. Sen üzerine var ve işini bitir yollu mektup gönderdi. Nasuh Paşazade Hüseyin Paşa üzerine gelen İbrahim Paşayı mağlup ettiği gibi üstelik öldürdü de. Hüseyin Paşa düşmüş olduğu, isyan dalgasını sürdürmek mecburiyetinde idi. Veya huzura gelip sadrazamla kozunu paylaşmalıydı. Üsküdar'a kadar bu azim içinde geldiysede karşısında devletin kuvvetlerini gördü ve kuvvei mâneviyesi öyle bir sarsildıki, herşeyi olduğu gibi bırakarak gece yansı gizlice kaçtı. Hedefi, merhum babasının dostluklarıyla övündüğü Kırım Hân'larına sığınıp bilahire onların delaletiyle şefaate erişmeyi becermekti.
Ancak talihi yaver gitmedi kendisini takip eden Edirne Bostancıbaşıst, Rusçuk'ta kırk kadar adamıyla birlikte yakaladı. İstanbul'a gönderildiler. Ancak haber yolda geldi, Topkapı surları uzaktan görüldüğünde hükümleri icra olundu. Bunlar iç olaylar olarak yaşanırken, Rusya'dan bir elçi geldi.
4. Sultan Murad zamanında gönderilen elçinin öldürüldüğünü, Çar bu hususta büyük üzüntü içinde olduğunu bildirerek Azak'ı iadeye hazır olduğunu beyan ettiğini duyuruyordu.
İran'da Şah 2. Abbas, Şah Sâfi'yi öldürüp yerine geçmişti. Osmanlı Devletinden, Kasrı Şirin antlaşması mucibince Milet kalesinin yıkılmasını taleb eder. Bu kale Van şehri yakınlarında olup, bu talebi bize duyuran elçi, Maksud Hân adlı bir İran ileri gelenidir. Maksud Hân; getirmiş olduğu hediyelerle padişahın gönlünü almayı başarır, dönüşü esnasında Yusuf adını alıp 4. Murad'ça Paşa rütbesi verilmiş bulunan ve Emirgan semtinin, kendisine hediye olunduğu Mirgünoğlunu da beraberinde İrana götürmek içinizin talebinde bulunur.
Padişah yaptırttığı tahkikatla bu isteğin Mirgünoğlu'nun teşvikiyle yapıldığını öğrenir. Çok üzülür ve bu kadir bilmezliğin, idamla cezalandırılmasını emreder. Ferman uygulanır sahilhanesi sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşaya verilir.
4. Murad'ın idam ettirdiği şehzadeler münasebetiyle tahtının tek varisi en küçük kardeşi İbrahim kaldığını yazmıştık. Hanedanı âli Osman'nın acele taht vârisine ihtiyacı vardı. Al-lahuâlem bir felâket Osmanlı devletinin sonu olurdu. Bunu göz önüne alan devlet adamları ve bilhassa Kösem Mahpey-kâr valide, padişaha her taraftan kız bulup koynuna sokmaya çalışıyordu. Devletin devamını temin için; hanedanı erkeksiz bırakmamak için yapılan bu gayretleri asla garip karşılamamak gerekir. İnsanların üzerine düşen alabildiği tedbirleri alabidiğince almasını bilahare tevekkül etmesinin gerektiğini hatırlatmak her halde yanlış olmaz.
.
1627 senesinde Rusya'da doğan ve 12 yaşındayken Tatar akıncılarının eline esir olarak düşen kız, güzellik ve gösterişli endamı ile hemen temayüz etmiş, bu temayüz ediş Kör Süleyman Paşa tarafından fark edilmiş Kösem Mahpeykâr Vâli-desultana hediye olunmuştur. Bilindiği gibi saraya giren devşirmeler müslüman olurlar ve müslümanlığın bütün gereklerini öğrenerek tatbik ederlerdi. Bu bakımdan bir kimsenin, şurada veya burada doğmasından ziyade,., bir mü'mîn veya mü'mine olması yeterlidir. Kösem Sultan Kör Süleyman Paşanın bu hediye kızını, haremde Çabucak yetiştirtip, zâtı şahanenin koynuna soktu. Meydana gelen izdivaçdan Cenabı Hakk'ın izniyle, ileride Osmanlı tahtına yedi yaşında geçeceğini ve kırkbir yıl kaldığı tahttan indirileceğini okuyacağımız çocuk dünya'ya geldi. Çocuğun adını Mehmed koydular. Tahta geçtiğinde 4. Mehmed veya Avcı Mehmed diye anıldı. Bu çocuğun babası Sultan İbrahim; Osmanlı devletinin üçüncü kurucusu dense asla yanlış olmaz. Turhan Valide Sul-tan'da bu hususta padişah kadar şeref ve hisse sahibidir. Artık Osmanlı nesli yürümeye başlamıştır, merhum tarihçi Ahmet Refik (Altınay) bey'in deyimiyle "Osmanlı horozu öt-müştür" ve horozun ötmesi bereketli olarak devam etmiştir. Nasılmı? Sultan İbrahim'in diğer hanımlarından Dilaşûb Valide Sultandan Süleyman adlı bir çocuk dünyaya gelir ve ileride 2. Süleyman adıyla taht'a geçer. Süleyman'ın doğum tarihi 1642 dir. Aradan bir yıl geçer ki 1643 yılına geldiğimizde Muazzez Valide Sultan; 2. Ahmed adı ile taht'a çıkacak bir şehzade doğurur. Görülüyorki vâris sıkıntısıyla gelen Sultan İbrahimin, Mehmed, Süleyman ve Ahmed adlı üç çocuğu da padişahı âlişan olmuşlardır.
Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa, gerek eski silah-dar'ın gerekse Hüseyin Paşanın ortadan kaldırılmasında başarılı oldu İsede o nisbettede düşman kazanmaya başlamıştı. Bu düşman kazanılmada dürüst idaresinin rolü varsada biraz da, ölçüyü kaçıran konuşmalarının rolü olduğunu duyurmak lâzımdır. Merhum tarihçi İsmail Hakkı Üzunçarşılı muazzam nefasetteki eserindede şunu bizlere duyuruyor, nakledelim: "Veziriazam bir gün divan'a başkanlık ederken padişahdan gelen bir haber <Divanı boz ve gel> çaresiz Paşa padişahın yanına gider, yer öpüp el bağlar. Padişah sorar: Kethüda Hatun'a ferman ettiğim odun, bu vaktedek niçin verilmedi? Veziriazam: Padişahım; derhal tenbih edelim verilsin! Dedikten sonra hiddetli bir sesle: Padişahım, ben senin vezirinim. Böyle ufak bir iş için neden divan'ı bozdurursun? Siz bana asayişten, hazineden, serhatlerden niçin sormazsınız? Diye ilave etmiştir. Sadrazamın padişahın yüzüne karşı söylenenleri duyan Şeyhülislâm Yahya efendi: "Bre zinhar sakınsın. Padişahlara böyle söz söylenmez" şeklinde haber göndermiştir veziriazama. Böyle sorumsuz konuşmalar, aşağıda vereceğimiz olayla birleşince haliyle akıbet sadrazamı buldu. Bunun izahı için birazda gerilere gitmek icab edecektir. Daha evvel belirttiğimiz gibi, hayatının en önemii yıllarını ölüm korkusu içinde geçiren padişarrkuvvetü bir eğitim görmediği gibi sinirlerinin zayıflamasından dolayı da çok fevri hareket eder, acele verilmiş kararların pek isabetli olmadığı bilinir. Bazen; makbul ve matlub olmayan emirler verirdi. Bu arazı atlatmak için mânevi bir teselliye ihtiyaç vardı. Bu teselliyi her şeyin dermanı olan Kur'anı Kerim'in âyetlerinin, hayırlı ağızlardan okunması idi. Sultan İbrahim, Allah (c.c) ve Resulüne olan sevgisiyle şifayı; hakikati Kur'aniyye'de arardı. Nitekim bir şeyh oğlu olan Hüseyin Efendi; bu şifayı sunmakda bir vasıta oldu. Tarihlerimizse bu şahsı, Cinci Hoca diye isimlendirirken aşağılayıcı bir tavır takınırlar. Cinci Hocayı vede Sultan İbrahim'i beraber zikrederler. Halbuki tarih kaynaklarımızda önemli biri olan "Evliya Çelebi Seyahatnamesi" ve müellifi Evliya Çelebi merhum, bu Hüseyin Efendiden pek sitayişle bahseder. Öte yandan şunu da belirtmeyi lüzumlu gördük: bir Allah Dostuna sormuşlar: "Ayetle, dua İle hastalık şifa bulurmu? Cevap şahane: "Tabii bulur, Hz. Ömer'in (r.a) gibi ağzı olanı bulununca" hakikatten Bizans imparatorunun başının ağrısını yazdığı bir ^esmele iîe şifaya vasıta olan, Hz. Ömer'in nurlu elleri değjimiydi? İşte Şeyhzâ-de Hüseyin efendi, okuduğu âyeti^kerimelerle, izniilâhi ile padişahın arazlarını gidermiş, bundan dolayıda kendisini pek sevdirmişti. Biran düşünelim; maruz kaldığımız bir hastalığımızın tesbit ve tedavisinde başarılı olan doktorlara ne kadar minettar olarak, çeşitli yollarla teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ki bu doktor, mason bile olsa o tarafını pas geçiyoruz, gazete ilanlarıyla da teşekkürlerimizi duyurup, hastasının çoğalmasına yardımcı oluyoruz. Bu ölçü içinde baktığımızda, görere-ceğimiz odur ki, Sultanı rahatlatması ve bu rahatlamaya vasıta olması münasebetiyle, padişahında bu sevgisini göstermesine nasıl kayıt koyabiliriz. Belki hiç hakketmediği makam ve mertebelere götürmesi, her husustaki tavsiyelerini alması hatalarından sayılabilir. Sultan İbrahim; oğabeyimin silahdarı vardı. Benim niye olmasın> diyerek asıl adı Jozef Markoviç olan, Dalmaçya doğumlu bilahire yeniçeri seçilerek devşirilmiş, yüzünün temizliği ve zekâ fışkıran gözlerinden yüksek kabiliyeti hemen de anlaşılmış saraya alınmış, çeşitli kademelerdeki vazife İçinde pişirilmiş ve padişahın si-lahdarlığına tâyin edilince Paşa rütbesi verilmiş böylece ortaya bir Yusuf Paşa çıkmıştı. Gerek Cinci Hoca, gerekse Siİah-dar Yusuf Paşa padişahın makbullerinden olduğundan, aracılıkları pek iş görmekteydi. Bunların delaletiyle gelen, tâiebler ve memuriyet istekleri yerini bulurken, devlet gemisini yürütmeğe çalışan sadrazamın plân ve programlan alt üst olmaktaydı, buna da bağlı olarak devlet mekanizması aksamaktaydı. Doğru sözlü ve çalışkan sadrazam Kemankeş Kare Mustafa Paşanın bu vaziyetten şikâyetçi olması tabii oiducu gibi her an patlaması beklenmekteydi.
Padişahın çok tuttuğu Yusuf Paşa ve Cinci hoca'nın nüfuzunu kırmayı başaramayacağını anlayan sadrazam Kara Mustafa Paşayı sakim bir yola sapmış görüyoruz. Bu yol; kontro! altında tutabileceğini hesapladığı bir yeniçeri kıyamı ve tertib edeceği yazıyı yeniçerinin eline tutuşturup, Yusuf Paşa ile Cinci hoca'nm izalelerini istemek olacaktı. Bu düşüncesini has ahbablarından Kul Kethüdası Hüseyin ağa'ya açtı. Hüseyin Ağa'nın bu işe aklı yattı. Belkide sadrazamdan ileride alması muhtemel makam ve mevkii düşünmüş olabilir. Ancak bu iyi olmayan fikre iştirak, düşüncenin sahibi kadar suçlu sayılmaya varmaz mı? Hüseyin Ağa, tasavvur ettikleri kıyamı bazı yeniçeri zabitleri ile görüştü. Bunlardan bir evet çıkmadığı gibi, hayır sözüde sâdır olmadı. Ancak ocak'ın emektarı Koca Musluhİddin Ağa: "Aman sakının. Merhum padişah (4. Murad) in bu fitneyi söndürmek için binlerce insan Öldürdüğünü ve ancak başarılı olabildiğini
söyleyebilirim. Bu bakımdan bastırılmış bu fitneyi yeniden uyandırmayınız." Dedi, ama böyle yerinde oturmayip, doğruca sadrazamın huzuruna gidip, tasavvuru ve neticesini izah ettiğinde, sadnazamdan aldığı cevap koca ihtiyarı şaşırttı. Çünkü Kara Mustafa Paşa böyle bir şey yok demekteydi. Fakat kendisinin söylediklerini de pek ciddiye almadığını görünce, istermisin iş senin başına kalsın ihtiyar! Kimbilir nasıl yanarsın? Düşüncesine saplandığından sadnazamın yanından çıkar çıkmaz padişahın huzuruna yollandı. Durum böyle böyle deyip herşeyi anlattı. Padişah: Peki ihtiyar; şimdi ben bu sadrıazamı öldürürsem, kul taifesi (yeniçeri) isyan -eder mi? Diye sordu. Muslihiddin Ağa: Hayır. Memnun bile olurlar. Cevabını deyiverdi. Bu arada padişahın huzuruna, Muslihid-din Ağa'nın çıktığının haberini alan sadrıazam saraya koştu.
Elinde bir mushafla padişahın huzuruna dalmış yeminlerle sadakat ve suçsuzluğunu ispata çalışıyordu. Padişah; bir işaretiyle Bostancıbaşi'ya "al şunu" dediği görüldü. Ancak; Bostancıbaşı, Sultan İbrahim'in al şunu emrinden maksadın mührü al mânası taşıdığını zannederek vezlriazâm'dan mührü aldı. Belki hakikat belki bir minnetin gereği sadrıazama Bostancıbaşı kolaylık sağlama yoluna gitmiş olabilir. Ancak şöyle veya böyle bu fırsattan istifade eden Kemankeş Kara Mustafa Paşada bir ata atladığı gibi, şimdiki İstanbul Valilik binasına bitişik Maili Mescid yakınlarında bulunan bir samanlığa saklandı. Havanın kararmasını beklediği samanlıktan çıktığında, her yerde aranmakta olduğundan hemen göze çarptı ve yakalandı. Hakkında verilmiş ferman Cellât Kara Ali tarafından kemend ile boğularak icra olundu. Padişah'a cesedi gösterildikten sonra Çarşıkapı'da kendi yaptırmış olduğu türbeye defnolundu. Tarih bu sırada h. 1053/m. 1643 senesini gösteriyordu.
Kemankeş Kara Mustafa'nın idamından sonra mevkii sadaret, eski sadrazamlardan Rüstem Paşanın sulbünden gelen ve anne tarikiylede Kaanuni Sultan Süleyman torunu olması münasebetiylede Sultanzâde lakabıyla anılan Semin Meh-med Paşaya verildi. Bu sadaret esnasında Sultan İbrahim çığrından çıkardı bütün işleri. Böyle olmasına sebeb olarak da padişahın bir numaralı danışmanı olamsı lâzım gelen yeni vezirazam, "Siz yeryüzünde Allah'ın gölgesisiniz. Sizden hata siidûr etmez" diye diye padişahı murakabe edilmez bir vaziyete getirmişti. Bu tehlikeli başıboşluğu devrin şeyhülislâmı meşhur şaîr ve mutasavvıf Yahya efendinin dengeleyebildiği görülüyordu. Ancak şeyhülislamın 1643 yılının sonlarına doğru gelip çatan vefatı, bu dayanağında kaybedilmesini getirmişti. Bu elim kaybın farkında olan İstanbul ahalisi şeyhülislâmın Fâtih Camiinde kılınan cenaze namazında öyle büyük bir kalabalıkla bu minnetini ifade ettiki, Fâtih Camii ile Yavuz Sultan Selim Camiindeki kabrine kadar bulunan mesafenin cemaatle dolduğu, cenazeyi yürüyerek değil, tabutu ahalinin parmak uçlarıyla gideceği istikamette kaydırması, yeterli gelmişti. Şeyhülislâm Yahya efendinin Hakk'a yürümesinden sonra padişah; meşhur "Tâc üt Tevarih" adlı tarih eserinin müellifi Hacei Sultani eski şeyhülislâmlardan Saadeddin Efendinin torunu, Sultan Genç Osman'ın kaimpe-deri eski şeyhülislâmlardan Es'ad efendinin oğlu Ebu Sâid efendiyi kendine şeyhülislâm nasbetti. Bu tâyin pek isabetli olmuştu çünkü bu ailenin bu göreve tecrübesi adetâ herkesin fevkiinde idi
:
Daye'lık Osmanlı sarayında önemli bir mevkiidir. Bu mev-kiide bulunan bayanlar, nice şehzade ve sultanhanımlarin süt anneleri olduğu gibi tahta çıkan padişahlara da, süt annelik etmişlerdi. Dinimiz; süt kardeşliğe pek önem verdiğine göre, süt annelerininde ehemmiyet taşıdığı izahtan varestedir. Do-laysıyla Daye denilen süt anneler Osmanlı hanedanınca pek makbul muameleler gösterilmesi gerekenler olarak kabul edilmişlerdir. Aşağıya almaya çalışacağımız olayın bu tarafını da düşünmeyi okurlarımız göz önüne almalıdırlar. Sultan İbrahim bir gün sarayın harem bölümünde çocuklar ile oynamaktayken oğlu Mehmed yerde kendi kendine oynayarak eğlenmektedir. Padişah ise; dizlerinde hoplattığı şehzade Mehmed'in dâye'si (süt annesinin) çocuğuna gülücükler yapmaktadır. Bu sırada salona giren Turhan Valide Sultan durumu görünce sinirlenerek, padişaha: Efendimiz; kendi çocuğunuz yerlerde, Dâye'nin piçi kucağınızda hoplamakta, bu revâmıdır? Diye söylenir. Sultan İbrahim bu serzenişe adamakıllı sinirlenerek, Dâye'nin oğlunu yavaşça dizlerinden indirir. Kendi çocuğu şehzade Mehmed'i kaptığı gibi, büyük salonun ortasında bulunan içi su dolu/havuza fırlativerir. Şehzadenin kafası, havuzun kenarına çarpar ve ömrü boyunca izini taşıyacağı bir yara meydana gelir. Sultan İbrahim çocuğunu fırlattıktan sonra arkasına bakmadan salonu terk etmişti. Oradaki harem efradından biri havuza athyarak boğulması muhakkak şehzadeyi kurtarır. Bu Dâye meselesindeki piç kelimesinin dayandığı vaka şudur: "Kızlarağası Sünbül Ağa, Sultan İbrahim'in tahta geçtiği günlerde dörtyüzelli al-tuna kendi hizmetine bakmasını temin için bakire bir kız satın alır. Sünbül Ağanın kendisi hadım'dır. Fakat bir kaç ay sonra bu cariye bir oğlan çocuk doğurur. Kesin olarak babası Sünbül Ağa değildir, ancak Ağa bu çocuğu evlâd gibi kabul edip sarayda büyütmeğe başlar. O sıradaysa Turhan Sultan, şehzade Mehmed'i doğurmuştur. Bahse konu câriye, şehzadenin sütanneliğine yâni Dâye'liğine getirilir. İslâm düşmanı tarihçiler, bu çocuğu Sultan İbrahimin süt anneden olmuş gayrimeşru oğlu diye tanımlarsada, aslı yoktur ki, iftiradır. Bu müfteri tarihçiler, Avrupa devletlerinde o devirlerde saltanat sahiplerinin klişe dini gereğince papalıktan müsaade gelmedikçe izdivaç yapamadıkları için, aşağı yukarı her saltanat sahibinin hattâ derebeylerin bile klişece tasvib edilmemiş bu yüzden gayrimeşru addedilmiş izdivaçları bolca olduğundan, bizim şeriatımızın, böyle saçmalıklara müsaade etmediğini bilememek veya hanedanın namusuna iftira için bu yolu seçmişlerdir. Eğer bu müverrihlerin söyledikleri vâki olsa, hiçbir şeyden füturu olmayan Sultan İbrahim, o çocuk kendisinin olsaydı, anneyi câriye hükmünden, yaptığı nikâhla kendine hanım yapar, çocuğu da veliaht şehzade olarak ilân ederdi. Ona kim engel olabilecekti? Çocuğa gösterilen şefkate gelince, kim çocuklara muhabbet göstermez? Hele kendi çocuğuyla başka bir çocuk arasında muhabbet farkı göstermemek her babayiğidin hakkı değildir. Padişah; herne kadar tarihlerimizde delilikle anılmışsa da bu hususda akıllılara taş çıkartacak numune sergilemiştir. Değilmi ki; Efendimiz (s.a.v) bir yetimin başını okşamak dahi insanı cennet ehli eder mealinde bir hadis söylediği rivayattandır.
Havuza atılan şehzade meselesinin haremde bir tatsızlığı doğuracağı mutlaktı. Bu vaziyeti teemmül eden Sünbül Ağa, Hac farizasını ifa etmek üzere vazifeden affını tâleb eder. Bu müsaade verildiğinde süt anneyi ve çocuğunu da yanına alarak, o sırada Mekke Kadılığına tâyin edilmiş bulunan Bursalı Ahmed efendinin bindiği gemiye binerler. Bu gemiyi, İbra-ıim Reis adlı işinin ehli ve kahraman bir zât idare etmekte-iir. Ne var ki Akdenizde altı adet gemi karşılarına çıkar. Bu lemiler Malta korsanlarına aittir. Ellerine düşürdükleri avı, )ir avcı gibi takibe başlarlar. Nihayet yakalayıp, saldırırlar. Aeydana gelen çarpışmada çokluk azlığı yener. Sünbül Ağa 5İr hadım olmasına rağmen elinde kılıcı olduğu halde dövüşe iövüşe şehid olur. İbrahim Reis'de çok geçmeden bu şehid-er kafilesine katılır. Bursalı Kadı Mehmed efendi'de ağır ya-alı olarak, süt anne ve çocuğuyla beraber esir düşmüştür. 3ir müddet sonra, bir yolunu bulan Bursalı Kadı Mehmed efendi esaretten kurtulmayı başarmış ve ileride şeyhülislâm-ık makamına yükselecek kadar güzel hizmetlerin sahibi ol-nuştur. Sütanneye gelince çok geçmeden ölmüş, Sultan İbrahim'in bir zamanlar hoplattığı çocuğu hristiyan yapmışlar. 3ütün Avrupa efkârı umumiyesine; "Hristiyan Osmanlı Pren->i" diye lanse etme yoluna gitmişlerdir. Görülüyorki; insan layatı ne gibi melcelerden geçmektedir. Padişah dizinde "îoplayan çocuk, annelik vede kadınlık hislerinin verdiği bir anki kıskançlıkla söylediği tariz edici ifade kaç kişinin hayalında ne mühim değişikliklere duçar olmalarına,s4beb oldu. 3ir devlet ana olarak anılsa seza olan Turhafı Valide Sultan, ıer insanın malul olduğu hatalanda işleyebiliyormuş.
Yukarıya aldığımız gemi macerası; tabii ki devleti âliyenin sulağına ulaştı. O tarihlerde Akdeniz umumiyetle bir Türk 3ölü addedilmekteydi. Malta korsanlarının bu cüreti mutlaka cezayla ödetilmeliydİ. Çünkü; flaması Osmanlı sancağı, içinde devletinde önemli memurlarından birinin bulunması ye-:erli harp sebebiydi. Bu noktada gerek Cinci Hoca denilen ?eyhzâde Hüseyin efendiyi ve Silahdar Yusuf Paşayı VenedikIilere harp ilân etmeyi tasarlayan padişahı teşvik eder görüyoruz. Tasarlama bu teşviklerle kuvvet bulmuş, hazırlıklara inkılap etmiştir. Tersaneler ve askerlerin faaliyetleri azami şekilde arttırılmış, tarihler 1055/1645 senesini gösterirken üç-yüziki parçalık bir donanma Giridadası üzerine yepyeni bir Kaptanı Derya komutasında süzülmekteyken, az müddet önce de Venediklilere ilânı harb edilmişti. Bu yepyeni Kaptanı Derya'nın adını söyleyerek, okurlarımızında merakını gideri-lim. Bu Silahdar Paşalıkdan Kaptanı Deryalığa nasb olunmuş Yusuf Paşadan başkası değildi.
Girid Adasına varıldığında, Hanya Kalesi üzerine sevkedı-Ien gemiler gerek denizden gerekse karadan ablukaya alınan kaleye iki defa saldırıya geçtiler. Yusuf Paşa; padişahdan yardım istedi. Bir taraftan padişahdan imdad isteyen Kaptanı derya Yusuf Paşa beri yandan da üçüncü hücumun hazırlıklarını ikmâl etmek üzereydi. Çok geçmemişti ki Cezayir ve Tunus beylerinin gemileride donanmayı hümayuna yardıma geldiler. Karşılarındaki üstün kuvvetin varlığını anlamakta gecikmeyen Hanya savunmacılarını teslim olma teklifi yaparken görüyoruz. Kale komutanı da bizzat Yusuf Paşanın otağına gelmiş ve mal ile canlarına, dokunmadıkları takdirde teslim olmaya hazır olduklarını bildirirken görmekteyiz. Yusuf Paşa ise; bu müracaatı pek makbul bulup, kendilerine, kümeslerinizi tavuklarıyla bile beraber alarak gidebilirsiniz, yeter ki kan dökülmesin sözleriyle taleplerini kabul ettiğini bildirmiş oldu. Küffar böylece kale'den çıkıp gitti. Hanya kalesi, Girid Adası üzerinde Osmanlı devletinin bir köprüsü olabilmişti. Çünkü yirmibeş yıl sürecek fetih çatışmasının ilk raundu ve başarısıydı. Artık her iki tarafında yıpranacağı savaş yıllarına başlanmıştı, nihayetinde zafer islâmın olacaktı. Bu cöprübaşının önemini takdir eden Yusuf Paşa derhal kendilinin yıktığı bölümleri tahkim edip, kuvvetlendirme yoluna gitti. Bu seferde Budin beylerbeyi unvanıyla hazır bulunan kuvvet sembolümüz Deli Hüseyin Paşa, serhad boylarının Kendine kazandırdığı tecrübeye binaen kale tamiri ile vazifelendirildi. Kuvvet sembolümüz ifadesine, bir açıklık getirmek icab ettiği zannmdayım. Bu Deli Hüseyin Paşa; 4. Murad devrinde sarayda, odun taşıyıcısı olarak vazifeliyken, İran'dan elçi olarak gelmiş bulunan zâtın 4. Murad Hâna takdim ettiği bir yay vardı ki kimse o yay'ı boşaltamamış. Boşaita-rnamış olmalarından dolayı da yeniden kurma şansını da elde edememişlerdi. Sultan 4. Murad bütün pehlivanlarına denetmiş, ancak kimse işlemi yapmaya muvaffak olamamıştı. Kendisi de denememişti. Eğer o da yapamazsa bir burukluk içinde kalacaktı. Bu yay'ı kapıcılar kethüdasının odasına kaldırmışlardı şimdilik. İşte sonradan lakabı; Deli Hüseyin Pa-şa'ya çıkacak nice kahramanlıklara imza atacak, hattâ veziriazam olacak odun taşıyıcısı günlerden bir gün odun getirdiği kethüdanın odasında sözkonusu yay'ı görmüş, kimsenin odada bulunmamasından istifade ederek yay'ı indirmiş, bozmuş, yeniden kurmuş, tekrar bozmuştuki, yeniden kurmaya davrandığında yaklaşan ayak sesleri duymuş yakalanmamak için elindeki yay'ı oradaki sedirin üstüne t*ırakarak kaçmıştı. Kethüda efendi; odaya girdiğinde, sedirin üzerinde bozulmuş olarak duran yay'ı görünce şaşırmış ve derhal odaya gireni çıkanı buldurtmuş. Fakat kimse sahip çıkmamıştı. Ancak Kethüda bu odunları buraya getiren aranızdamı? Diye sorduğunda da karşısına hayır cevabı çıktı. Hemen Baltacı-başından odunları kimin dağıtmakta olduğu soruldu. Genç delikanlı Hüseyin olduğu anlaşıldı. Kethüda Hüseyin'i yanına getirtip; gayet tatlı bir dille, şu yay'ı nasıl boşalttınsa bir kur bakalım, dedi. Hüseyin hemencecik büyük bir çabukluk ve kolaylıkla kuruverdi. Kethüda; bir daha boz, dedi. Hüseyin hemen bozdu. Yeniden kur, diyen kethüda, işlemin tamamlandığını görünce, etekleri zil çalarak huzuru şahaneye koştu. Sultan Murad'a durumu anlattı. Pek sevinen padişah derhal İran elçisini saray'a davet etti ve Elçi'nin gelmesiyle huzura alınan yay İle Hüseyin yay'ı bozup kurdu. Bir daha bozdu ve yeniden kurarken koca yay bu müthiş kuvvete dayanamadı ve ortasından kırılıverdi. Sultan Murad rahat bir nefes alırken, İran elçisinin gözleride yuvalarından fırlamıştı adetâ. Sultan Murad; bu acı kuvvet sahibi Hüseyin'i himayesine aldı ve istikbalin büyük bir serdarı yetişmeye başlamıştı. Yusuf Paşa'nın kalenin tahkimine ve İstanbul'a giderken yerine vekili olarak bıraktığı, Girid'de on yıl serdarlık yaparak, Ada'nın tamamının Osmanlıya geçmesinin en büyük âmili olmuştu Deli Hüseyin Paşa.
Bu sırada İstanbul'da meydana gelen bir yangın otuz saatte, şehrin büyük bir bölümünü yaladı yuttu. Tabii o zaman itfaiye teşkilâtı yoktu. Hattâ tulumbacılar teşkilâtı dahi kurulmuş değil idi. Yangın felâketi henüz atlatılmıştı ki, muazzam bir tufan, bir kasırga meydana meydana geldiki, ahali bundan son derece ürktü. Bu olanları kötü günlerin habercisi saymaya başladılar. Kaptanı Derya Yusuf Paşa İstanbul'a döndüğünde, huzuru padişahiye vardı. Seferinin hikâyesini anlattı. Padişah büyük memnuniyet duydu. Yusuf Paşayı iki yaşındaki kızı ile nişanlandırdı, böylece damad unvanı ile Yusuf Paşayı taltif etmişti. Sadrıazam Semin Mehmed Paşa bu iltifatları endişe İle karşılamaktaydı. Çünkü karşısında Hanya Fâtihliği unvanına sahip bulunan bir sadrazam adayı belirmekteydi. Böyle güçlü birini padişahın gözünün önünden uzaklaştırmak menfaatine uygundu. Buna bağlı olarak Yusuf Paşayı Mısır Vâli'liği ile güya mükâfatlandırmak iştahı sergiliyordu. Ancak bu tâyini çıkaramadı. Bu yüzden metodunu değiştirdi ve çok sakim bir yola başvurdu. Bunlar ispatı mümkün olmaz iftiralardı. Yusuf Paşa; Girid'in tamamını alacağına neden Hanya kalesini ele geçirmekle İktifa etmişti? İftiraya göre sebeb basitti. Hattâ Hanya kalesi muhafızlarının silah ve eşyalarıyla beraber serbest bırakması neye bağlıydı? Tâbiiki rüşvet'e! Yusuf Paşayı sadrazam buradan hırpalamaya koyuldu. Ayrıca padişaha Girid'den iki direk getirdiğini bununda altından olanını kendine ayırdığını, mermerden ola-nını padişaha verdiğini anlattı. Padişah; Yusuf Paşanın derhal hapsedilmesi emrini verdi. Gerek Kösem Vâiide Sultan gerekse Cinci Hoca; böyle bir vezirin yerinin hapishane değil, takdir edilmek olduğunu ileri sürdüler. Deli denen padişah, en güzel usûlü buldu, bu huzurunda yüzleştirilecek Paşalar, birbirlerini itham edip ispatlarını delille yapsınlar ve gerçek vaziyet ortaya çıksın, dedi. Yapılan münazarada sadrazam Sultanzâde Semin Mehmed Paşa gaîib gelemeyeceğini anlayınca edebe sığmaz sözler söyleyerek huzurdan çıktı ve evine gitti. Yaygın rivayettendir ki; münazaranın en önemli bölümü, Sultanzâde'nin Kırkkilise civarını işgal eden düşmanlarla ilgili haberi padişaha kırık bir klişenin işgali olarak anlatmış olmasının, yalanıcılığını ortaya koyduğu an olduğudur. Mührü hümayun Sultanzâde'den alınıp, Yusuf Paşaya tevcih olundu. Ancak nâdir rastlanan bir olay gerçekleşti Osmanlı tarihinde. O da sadaret teklifini, tecrübesizliğini öne sürerek geri çeviren bir adamla karşılaşıldı. Bu da Yusuf Paşa idi. Bu itizar üzerine mührü hümayun Bosnalı Salih Paşa'ya verildi. Bosnalı Salih Paşa; mâliyeden yetişme olup, defterdarlıktan sadaret makamına Yusuf Paşanın itizarı sayesinde gelmişti. Çok gayretli bir kimseyse de, pek başarıii olamadı. Sadaretinin ilk işide Semin Mehmed Paşa'nın Girid serdarlığına tâyinini çıkarmak ve İstanbul'dan uzaklaştırmak oldu. Ancak eski sadrıazam Girid'deki ellinci gününde dân bekaya intikal etti. Sultanzâde Semin Mehmed Paşa vefat edince, padişah Yusuf Paşayı huzuruna çağırttı.
Sultan İbrahim; huzuruna celbettiği Yusuf Paşanın yüzüne hemen bir gemiye atla, bana Girid'in tamamını al. Dedi. Yusuf Paşa İnşaallah padişahım Girid elbet bizim olacaktır. Askerimiz anbean oraya hâkim olmaktadır. Tersane ise yeni deniz mevsimiyle ilgili hazırlıklar içindedir. Şu zemheri ayı geçsin elbette denize açılır, Girid'i memâliki mahrusanıza dâhil eyleriz. Şimdi gitmenin vakti değildir. Şeklinde cevab verdi. Padişah: Ne yabane şeyler söylersin? var git, Girid'i aı derim, bana bir kale aldım deyu kendini bir hizmetmi yaptın sanırsın? Dedi. Yusuf Paşa korkusuzca fakat hatalı olarak, "hayır şimdi gidilmez" diye cevap verdi. Padişah; Bostancı-başına "Al şunu" diye sesleniverdi. Bostancıbaşı karar değişir diye sadece huzurdan çıkarıp siyaset odasında göz altına aldı. Gerek sadrazam, gerek defterdar Musa Paşa istirhamlarda bulundular. Hattâ Kâmil Paşanın "Tarihi Siyasiyye" adlı muteber eserinin 2. cildinin 85. sahifesinde şöyle bir malumat bulunmaktadır:
"Yusuf Paşa dahi çünkü sıhriyeti şahaneye mazhar olduğundan bir ariza takdimiyle o gice sultan hanım hazretlerinden, bir çocuğu dünyaya geldiği bilbeyan hayatının kerimei şehriyârileri Sultan hazretlerine vede hâfidelerine bağışlanmasını niyaz eylemişse de işbu İstirhamatm bir günâ tesiri olmayarak tek'İden sâdır olan, iradei seniyyenin hükmü celili icra olundu" deniyorsa da, bunun doğru olmadığı meydandadır. Çünkü; padişahın kızı Fatma Sultan o sırada dört yaşında bulunuyordu. Değil çocuk yapması, zifafı dahi sözkonusu değildi. Diğer taraftan padişahın, Yusuf Paşayı bir hiddetli anında öldürttüğü söylenirki, tek'iden verilen emirler Salih ve Musa Paşaların itirazları bu işin bir anda bitmediğini göstermektedir. Güya pişman olan Sultan İbrahim; cesedi yanma celbettirip "nasıl kıydım, kırmızı kırmızı yanakları varmış" dediği rivayet olunur ki hiç doğruluğu gözükmemektedir. Zaten Osmanlı tarihi içinde en çok iftiraya uğramış olan padişahların arasında birinci gelir Sultan İbrahim. Diğer taraftan Venedik donanmasından bir gurubun Akdeniz sahilinde bir baskın neticesinde, beşbin kadar esiri alıp, götürdüğü haberi gelir. Padişah bu haber karşısında öyle gazaba" gelir ki, ülkedeki bütün hristiyanların, öldürülmelerini ferman e-der. Gerek sadrıazam, gerekse şeyhülislâm buna açıkça itirazı yapacaklarına, ne kadar kararlı olduğunu bildikleri padişahlarını ikna etmek için önce, İstanbul'da ikiyüzbin gayri müslim olduğunu bunların verdiği vergilerin yekünü ileri sürülmüş, ayrıca islâm dininin, bunları vergilerini verdikçe, fitne ile uğraşmadıkları taktirde hayat hakkı tanıdığını, ecdadı-nında bunlara böyle baktığı anlatılınca suîtan İbrahim: '!Vergi mühim değil, amma dinim ve ecdadımın dediği yol doğru ola" demiş ve iradei hümayun böyle geri alınabilmiştir. Öte yandan Rusya Çarının. Kirman istihkâmlannjJeKrar imarı cihetine gittiği haberi alınınca, Tatar Hân'ına haber gönderilip, Ruslar tenkil olunmuştur. Rus Çarı Tatarların bu hareketini şikâyet için padişaha elçi gönderir. Gelen elçi Çar'ın dileğini söyleyince gazaba gelen Sultan İbrahim: "Hem kaî'a yapar-suz hem de emrimle size mâni olanı bana şikâyet edersüz" dedikten sonra boyunlarının vurulmasını emretmiştir. Sadrazam Salih Paşa yalvara yalvara, bunu hapfs cezasına çevirt-meye muvaffak olur. Sevgili okuyucular bu kadar hâmiyyet ve hassasiyet gösteren bir zâta deli denebilirmi? Diyebilirsiniz ki; bu kitap bu padişahın deli olmadığını isbat içinmi yazildi. Her bir anlatımdan sonra bu suali tekrar ediyorsun. Hayır. Uzun yıllar bu milletin evlâdları bu zât'ın deliliğinden başka bir şey öğrenemediler. Hattâ Girid'in fethine, onun devrinde başladığını bile öğrenemediler. Geçenlerde bir gazetede Sultan İbrahim'in avrupa devletlerine casus yolladığı, bu vazifelinin görevini yerine getirebilmesi için dince haram olan bazı şeylerin yapılmasında cevaz varmıdir? Diye makamı meşihate fetva sorduğu yazıldı da, bir çok kimse, bu deli padişahın casus yollamasını hayretlerle karşıladılar. İşte tarihimizde öyle gizli kalmış hazineler vardır ki, o hazineler sahipleri tarafından tevazuen kapah geçilmiştir. Milletimiz târih yapan bir milletti, keşke yazanda olsa idi.
Sultanzâde Semin Mehmed Paşa Girid'de vefat edince, Deii Hüseyin Paşa serdar tâyin edilmiş, kaptanı derya'lık vazifesi Musa Paşaya verilmişti. Bu Musa Paşayı, Defterdar Musa Paşayla kanştırmamahdır. Serdar Hüseyin Paşa; Resmo kalesini muhasaraya almış, 39 gün sonra fetih nâsib olmuştur. Burasının en büyük klişesi camie tahvil edildi. Bu camiin adını Sultan İbrahim Camii olarak andılar. Buraya yakın köylerden beş tanesinin geliri camiin vakfı olarak tescil olunmuştu. Kapdanı Derya Musa Paşa; Apokurna, Kalodiso, Ki-samo kalelerine kâfi miktar muhafız ve erzak koyduktan sonra Mora'ya dönerken yolda bir Venedik filosu ile karşılaştı. Yapılan savaştada düşman mağlup edilip bir gemi esir edildiyse de, Musa Paşa şehid oldu. Venedikli amiral ise, mürd oldu. Serdar Deli Hüseyin Paşa; Girid'in ilk vergisi olan ellibin kuruşu Hz. Padişaha gönderdi. Sultan İbrahim ise, mukabele edip Serdar Hüseyin Paşa'ya bir kürk, gayet kıymetli kabzası altuni şlemeli bir kılıç gönderdi.
Bir mevlid kandili gecesi, Sultanahmed Camiinde Hazreti Hilâfetpenâhinin önünde ulema sıralanınca padişah görürki birinci sırada olması gereken Bahai Efendinin yerindede Cinci Hoca bulunmakta, Cinci Hoca'nın durması icab eden yerde, Bahai Efendi durmakta. O sıralarda da, padişahın kulağına varan sözlerden Cinci Hoca büyük, küçük demeyip rüşvet almakta olduğuydu. Bu dedikodulara kandil gecesi protokolünün ihlâlini yapan Cinci Hoca, bu davranışıyla bardağ; taşırmıştı. Padişah protokoldeki ihlâli bizzat işaret ederek esasına ulaştırmış, Bahai efendi ile Cinci Hoca kendilerine ait hakiki yerlerine geçtiler. ^ _
Yıldızın söndüğü, padişahın daha önce Sultanahmed meydanında bulunan ve Cinci Hocaya hediye etmiş olduğu konağı geri alıp kızı Gevher Sultana hediye etmiş idi. Son elli yıl içinde Cinci Hoca'ya padişah İbrahim'in bağlılığı yazılmıştır. Sultanın yukarıya aldığımız bu cezalarına Kâmil Paşa târihi dışında rastlamak kabil olmadı. Buraya ehemmiyetine binaen özetiiyerek aldık. Bu sırada tarihler 1057/î 647 senesini göstermekteydi. Tatarlar Rusya içlerine bir dalış yaparlar, bir çok esir alarak esir pazarlarında satarlar. Bu rakam üçbinden az değildir, bu vaziyetde Ruslar tarafından koz kabul edilir Azak Kalesine saldırırlarsada karşılarına Defterdar Musa Azak kalesi müdafi olarak dikilir. Bir dizi savaş yapılı*, vede Ruslar mağlubiyete uğratılır. 400 esir ile 800 düşman f padişahın ayaklarının dibine saçılır.
Padişah gerek süvari olarak, gereksede tahtırevan denilen önve arkasında at koşulacak mekanizması olan zamane vasıtasıyla genellikle kıyafet değiştirerek, bâzende mâiyetiyle beraber devriyeye çıkardı. O zamanın imkânlarıyla yapılmış dar yollar arabalar yüzünden tıkanır halkın buralardan geçmesi zorlaşırdı. Padişah bu gün bile tatbik edilen bir usule göre arabaların gündüzleri şehir içine girmelerini yasaklamıştı. Hakikatten bugünde hâl, anbar gibi yerlerin şehir dışında yapılması, tırları şehir içinden geçirmemesi bu seyrüsefer zorluğunu ortadan kaldırmak içinse o zaman da bu tedbir yerindeydi. Bir gün Davud Paşa semtinde bir imâm efendiye okunmaya hemde dolaşmaya çıkmış bulunan padişah, imam'ın evinin yakınlarında, yolu tıkamış bir araba görür. Derhal sadrıazam Boşnak Salih Paşaya haber gönderir. Divan kurma hazırlığında olan Salih Paşa gelir. Padişah: <ben arabalar gündüz şehre girmesün emri vermedimmi? Ben padişah değilmiyim? Emrim niçün tutulmaz? Tiz boğun> emrini verir. Hakikaten çok ağır olan bu hüküm tatbike konur. Hazır ip bulunmadığından imamın evinin kuyusunun ipi alınıp talihsiz vezirin hayatına son verilir.
Şimdi sevgili okurlarım; arabanın şehre girmesine elbette sadrazam mâni olacak değil. Bunun Subaşj'sından tutunda, İhtisap Ağasına kadar bir çok vazifelileri vardır. Bunca iş için sadrazam katlolunmaz deyip, biraz araştırdık ve gördük ki, İsmail Hakkı üzunçarşılı'nın 3. c, , 2. ks. sh. 394'de, lno. iu dipnotla Vecihi Tarihi sh. 55'den nâkille diyorki: "Vecihi Tarihinde Salih Paşanın, Sultan İbrahim'i hâletmek, yâni tahttan indirme düşüncesi, Şeyhülislâm Abdurrahim Efendi tarafından, Valide Sultana bildirilmiş olmasından dolayı katledildiğini yazar" Görüldüğü gibi araba hikâyesi bir fenomen, bir olaydır. Hakiki sebeb çizmeyi aşmaktır. Tahtın sahibini alaşağı etmeyi düşünenin, başaramadığı takdirde çekeceği ceremedir. Bu bakımdan padişahın caydırıcı bir usûl olan idam cezası tatbikatını kullanması çizmeyi aşanı, itiaf ettirmesi bir nefsi müdafaa olsa gerektir. Bu arada yukarı aldığımız Vecihi tarihine atıf yapan Clzunçarşüli tarihinin yine kitabın 393. sh. de Boşnak Salih Paşa şöyle tanıtılmış: "Hersek sancağına tâbi Nevesinli olup, ne bir asker ne de idareci idi. Niğde'li Mustafa Paşanın hizmetinde bulunan daha sonra da, Ruznamçeci İbrahim efendinin yanında bir maliyeci olarak yetişmişti. Aldığı emri ifa etmekte son derece başarılı bir adam olan Salih Paşa her tarafa uygun politikasıyla, Yeniçeri Ağa'lığı bile yapmıştı. Deftardarlik makammdayken Semin Mehmed Paşadan boşalan sadareti, tecrübesiz ve genç olduğunu ileri sürerek kabul etmeyen, Hanya Fâtihi Yusuf Paşanın feragati sebebiyle ele geçirmişti. Yusuf Paşanın bu feragati nekadar sitayişle anılsa yeridir. Salih Paşa; vezâreti uzma'da 23 ay kalabilmiştir. Kabri Üsküdar'dadır. 1057h. /1647m.
Tarihimizde; Hezarpare yâni bin parça mânasına gelen lakabıyla anıla gelen bu sadnazam esasında sadaret kaimaka-mı olarak tâyin edilmişti. Çünkü veziriazamlık seferde bulunan Kapdanı derya Musa Paşaya veriimişsede, yeni sadrazam İstanbula gelene kadar, kaimmakam Ahmed Paşa binbir dolap çevirmiş, padişah iki yaşındaki kızı, Beyhan sultanı Ahmed Paşa ile nişanlamış olduğundan sadaret kaimakamlı-ğı, sadrıazamlığa kalbedilmişti. İşine çabuk gelemiyen Musa Paşa, sadrazam olma şerefinden mahrum kalırken belki de hayatını kurtarmış oluyordu!. Musa Paşaya 2. vezirlik verilmişti. Ahmed Paşa çeşitli hile ve dolaplarla ele geçirdiği sa-daretile Sultan İbrahim devrinin son perdesini başlatmış oluyordu. Yeni sadrazam, rüşveti normal hâle getirmiş, vermeyen anormaldi makam ve memuriyetler müzayede ile satılmaktaydı. Hayli yıldır süregelen Girid savaşına hiç atfu nazar etmiyor, kahraman Gazi Deli Hüseyin Paşa, düşman önünde mahrumiyetler içerisinde destanlar yazıyor, düşman üstüne saldırırken askerinin en önünde, geri çekilirken askerinin en arkasında kalarak emrindekilerin kendisine olan inanç ve sevgisini muhafazaya çalışıyordu. Maalesef İstanbul'dan ne bir yardım gelmekte ne de, askerin maaşı gönderiliyordu. Hüseyin Paşa; marifet gösteren nice kahramanlara bir zeamet veya tımar'i mükafaat olarak, selâhiyetine dayanarak veriyorsada, bu yerler hemen İstanbul'da sadrazam eliyle başkalarına satılıyordu. Padişah ise, almış olduğu şehvet arttırıcı ilâçlar sayesinde varmış olduğu şehvet kudreti hasebiyle durmadan gözde değiştirmekte, gözdeler çoğaldıkça masraflar çoğalmaktaydı. Bu gözdeler arasından Voyvoda Kızı diye anılan masalcı, padişaha "Samur Kürk" diye bir masal anlattığında, padişah bu masalın tesirinde kalarak öyle bir samur merakına kapılmıştıki, samur fiatları bire sekiz pahah-iaşıyordu. Rusya bu samur merakına tutulan Osmanlı devletine sattığı samur kürkler sayesinde adam akıllı para kazanı-vermişti. Devlet adamları padişahda husule gelen bu meraka, kitleler halinde hediye samur kürkler sunarak katılıyorlar ve samur devri diye anılan bir dönem yaşanmış oluyordu.
Sultan İbrahim; Salih Paşanın katlinden sonra çok şaşırtıcı, birbirini tutmaz durumlar sergiliyordu. Sarayda olanlar duvarı aşıyor, bîrebin katılarak halka aktarılıyordu. Çok önemli dedikodu olarak yayılmakta olan bir havadis vardı ki; bu bütün Osmanlıya giran geliyordu. Padişahın gözdeleri yemek yerken, padişahın kizkardeşleri hattâ 4. Murad'ın kızı
Kaya Sultan sofraya hizmet ediyorlar, sofra bitince gözdelerin ellerine su döküp, peşkir tutuyorlardı. Kösem Validesultan oğlu ile konuşup bu durumun ortadan kaldırılmasını istemiş-sede, padişah annesini derhal saraydan Topkapı dışındaki İskender Paşa bahçesine sürdürmüş hattâ oradan da, Rodos adasına sürecek dedikoduları yaygınlık kazanıyordu. Bu dedikodular yayıla dursun biz şunu hatırlıyoruz ki; sadrazam o sırada kırkbin altuna mâl olacak bir kayığı kızağa koymaktadır padişaha hediye etmek üzere, halbuki donanmamız mefluç bir halde olup, Girid'e yardım için Çanakkale boğazından dışarı çıkamamaktadır. Bu bakımdan asırlar sonra bile padişahın, annesini Rodos'a süreceği tehdidini asılsız olarak değerlendirme kanaatine varıyoruz. Şimdi kendimize ara başlık yaptığımız işe gelelim.
Kaynağımız Mizancı Murad bey'in Rodos'taki sürgün hayatı esnasında kaleme aldığı, Ebul Faruk adlı târihinin saltanatı nisvan bölümü sahife 35'den: "Şeyhülislâm Abdurrahîm efendinin oğlu Mehmed efendi Galata Kadfsıdır ilmi ile âmil bir kimsedir. Defterdarlıktan gelen bir emir ile bütün memurlardan olduğu gibi, Kadı efendiden de, iki samur kürk anber ve akça isteniyordu. Mehmed efendi; bir bohça içine derviş abasını, mevlevi külahını sararak koltuğunun altına alarak sadrazamın yanına vardı. Kendisini huzuru padişahiye çıkarmasını istiyordu. Sadrazam Ahmed Paşa; kadı efendinin kolunun altındaki bohçada kıymettar kürkler var sanarak, hediyeyi doğrudan sunmak arzusunda olduğunu zannetdi. Mehmed efendi, sadnazamın yanlışını hemen anladı, bohçayı açıp içindekileri gösterdi. İlâve etti;" bunlar benim içindir. Padişahımız aynı zamanda halifemizdir. İstemiş oldukları, bu makamm ulviyetine gölge düşürüp durmaktadır. Kendisine nasihat edip böyle giderse sonucun vahim olacağını hatırlatacağım." Dedi.
Aman Kadı efendi padişah daha hafif şeyler için bile idam emreder, sizi sağ komaz, üstelik babanız şeyhülislâm efendi hz. leri böyle isteklere hep boyun eğer diyerek, Kadı Mehmed efendiye gözdağı vermek istedi. Kadı efendi ise: Babam mevkiini muhafaza etmek için bu rezalete katlanıyor. O, kendisinin bileceği iş. Ben şu aba ve külah ile her yerde hürriyet içinde yaşarım. Hem siz ne için bu kadar telâş ediyorsunuz? Eğer padişahla konuşma neticesinde onu ikna edebilir isem padişahımız hayırlı dualar alır, ben de onun sevabından his-seyâb olurum! İdam ettirirse, şehid olurum ki bu canıma minnetdir görevden azleder ise serbest olurum. Yarın öbür-gün batacak hâle gelen bu şehirden, uzaklaşır ve şimdiye kadar işlediğim günahlardan rabbime af için yalvarırım. İşte yukarıdaki mükâlemenin neticesi bilinmiyor. Yalnız şurası muhakkak ki, bir kadı efendi ilmi ile âmil olarak faziletle cesareti medeniyesini terkip ederek yaptığı teşebbüsle adını tarihin silinmez hafızasına ve sayfalarına yazdırmış oluyor.
Bu sırada aynı mealde bir protesto da Ağa kapısında cereyan etmekteydi. Girid'den henüz dönmüş olan ve orada büyük takdirlere lâyık yararlıklar göstermiş bulunan, Yeniçeri generallerinden Kara Murad Ağa; defterdar'dan gelen bir memurun kendisine okuduğu talebi dinledikten sonra memura: Defterdar efendiye benden selâm söyle bende per-dahtlık barut ve yağlı kurşun var. Anberdi, samurdu bunu el-xden işitiriz. Para der iseniz, ihtiyacımızı borç alarak gideririz. Dedi. Memur ise: Efendimiz! ben bunları âmirime nasıl söylerim? Sorusunu yöneltince Kara Murad Ağa: Adam olursan söylersin. Hem bilmezmisin elçiye zeval olmaz, diye bir bağırdı ki, adam hazan yaprağı gibi sallanmıştı.
Padişah halk arasında asılsız söylenti olarak dolaşan hemşirelerinin, gözdelerine hizmet ettiği yolundaki dedikodularını çürütebilmek için onlan Edirne Sarayına gönderdi. Böylece, burada olmayanlar nasıl hizmet eder? Diye bir anlayışa başvurdu ancak bu tedbirde bir işe yaramadı, çünkü dedikodu kolay giderilen hususlardan değildir.
Bu bahse geçmeden sevgili okuyucularıma şu iç hesaplaşmamın neticesini vermek istiyorum. Sultan İbrahim'in, Sivas Valisi bulunan Varvar Ali Paşadan, daha sonra sadrıazam olacak İbşir Paşanın karısını, kendisine göndermesini istemesinde son derecede üzüldüm. İnanmanızı isterim ki; böyle bir hususun, Osmanlı padişahlarından, asla sudur etmeyeceği inancı içinde, yazmaktan büyük bahtiyarlık duyduğum eseri adetâ terk edip, bu iddianın gerçek olmadığsni araştırmaya başladım. Ve elinizdeki bu çalışmaya bir tek harf bile yazmadan tam dört sene kaybettim. Kendimi bu noktada ikna edemedikten sonra sizlere okumanız için nasıl böyle bir çalışmaya devam ederdim? Bu maruzattan sonra kaldığımız yerden devam edelim:
Yaklaşan bayram münasebetiyle sadrıazam bütün valilere ve sancak beylerine yazdığı birer mektupda, İstanbul'a bayram harçlığı göndermelerini emretmişti. Sivas valisi bulunan Varvar Ali Paşa'danda otuzbin kuruş talebde bulunmuştu. Ali Paşa vilâyetin gelirini hesaplatmış fakat bu hesabı tutturamamıştı. Bunun üzerinede yanına gelmiş mübaşirede "Sivas'ın geliri bu parayı Ödemeye takat getiremez. Ben de, yol keserek halkın malını elindenmi alayım?" Diyerek, tahsilata gelmiş mübaşiri geri yolladı. Bir de, rivayet olunurki, İbşir Paşanın çok güzel bir karssı varmsş. Padişah; Varvar Ali Paşadan bu kadını göndermesini istemiş güya! Tabii ki, bu ser'i şerife ve insanlığa uymayan bir istekti. Fakat bu istek, bahse konu hanımın ne münasebetle ne yapılmak üzere istenildiğini ortaya koyacak netlikte değildir. Buna karşılık; Varvar Ali Paşanın, bu isteği "Bir müslümanm nikâhlısını nasıl başkasına teslim edeyim" diyerek red etmesi ne kadar doğru sayılsa yeridir, ancak bu sözün, çok öne çıkarılması hususundaki gayretler şüphe çekicidir. Sultan İbrahim'in bu isteği (eğer hakikat ise) ilk önce şeriatı Muhammediye'ye mugayirdir. Makuliyet içinde bakıldığında aynı zamanda halife olan padişahın bu çeşit bir hareketi taleb etmesi yapacağı işlerden değildir. Öyleyse bu durum nerden çikiyor derseniz? Söyleyelim: İleride göreceğimiz gibi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi şeyhülislâm olmasına rağmen, padişahın yâni Sultan İbrahim'in boğdurulmasında bizzat kemendin Bir tarafını çekendir. Diğer ucunu da yaşlı sadnazam Koca Mevlevi Mehmed Paşa bizzat çekmiştir. Çünkü; cellatlar padişahı boğmaya kıyamamışlardı. İşte bu katil şeyhülislâm, 4. Mehmed devrinde de bir müddet borusunu örttürmüştür. Daha sonra Bursa'ya sürgün olarak gönderilmişti. İşte bu sürgünü esnasında "Rav-za tül Ebrar" adı verdiği bir tarih kitabı yazmıştı bu eser aslında fena olmamakla beraber, kendisini halk önünde temize çıkarabilmek için, Sultan İbrahim aleyhine hakikatten uzak iftiralarla dolu olarak kaleme alınmıştır. Nedir ki; bu iftiraların en çirkini, İbşir Paşanın hanımını, Sultan İbrahîmin istettiği iddiasıdır. Hayrettir ki bu eserden bahse konu bölümü en muteber sayılan tarih kitabları dahi almışlardır. Müverrihleri; yâni tarihçileri, İbni Haldun'un üzerinde dururarak tekrar tekrar okunması gereken satırları ihmal etme yanlışını gösterdiklerinden, insan mazur göremiyor.
İbni Haldun merhum <Mukaddime> adlı mühim eserinde diyorkî: "klasik tarihçilerin nakle tam olarak riayet ettiklerini ve bu nâkile bağlılıktan dolayı da, büyük hataların yapıla gelmiş olduğunu kayd ediyor" ve ilâve ediyor: "sadece nakle bağlılık değiide, şartların, vakaların gözönüne alınmasını, akıl süzgecisinden geçirilmesini, toplumun değerlendirmesinin hesaplanmasını tavsiye ederek tarihi yazmalarını ifade eder. "İçimizi rahatlatan satırları ise, merhum Ahmet Refik Altmaym, Ravza tül Ebrar yazan hakkındaki satırlarında bulduğumdan ve İbni Haldun merhumun, metodunu göz önüne alarak tercihimizi yaptık. Abdülaziz efendinin iddialarını redde ve bunları hakikatmiş gibi nakle koyulanların da, bu reddin içinde olduklarını söyleyerek hükmümüz odurki, iktidardan düşürülmesi gereken adama, kimse taraftar çıkmasın diye, islâm toplumunun kabullenemeyeceği bir çirkef atılmıştır. Şimdi Varvar Ali Paşa isyanını anlatıma geçelim. Varvar Ali Paşa kendisine asker toplamaktayken diğer valilere de haber salıp taraftar toplamaya uğraşmaktaydı. Bu çağrılarında şu izahatı yapıyordu. Padişah kendine mâlik değildir. Veliaht ise daha altı yaşındadır. Bize düşen İstanbul'a gidip duruma el koymalıyız. Meydana getirilecek bir heyete vazifelerin verilmesi gerekir. Sultan İbrahim'i hiçbir işe karıştirmarnaiı-yız. Böylece alınıp satılan makam ve mansıplar, gölgede kaldığı görülen adalet bir nizam ve intizama bağlanır. Şehzade Mehmedi buluğa erdiğinde taht'a oturturuz. Ve bu çağrılan valiler tarafından kabule şayan görülmedi, ancak bu çağrılar yağmacı taifesini, Varvar Paşa'nın kuvvetlerine katılmağa yol açtı.
Eğer izahta muğlak görünen ifadeleri tefsire kalktığımızda, vardığımız netice şudur: valiler yapılan çağrıyı gayri hukuki, gayri islâmi bulduğundan "Alessultan huruç" yapmayı uygun bulmadığını gösterirki, farzımuhal İstanbul'a gidildi, padişah enterne edildi, vesayet komitesi nasıl teşekkül edecek, bunlar kimin açık veya gizli yönetimi altında üike idaresini üstlenecekler 4. Murad zamanındaki tedbirlerle, hanedana sadakati yeniden temin ettiğinden Varvar'm komutasındaki orduyu nasıl karşılayacak?
Bu çok önem taşıyan bir soruydu. Yeniçeriler, gelen bu kuvvetleri hasım olarak telâkki ederse meydana gelecek olayların mesuliyeti yüklenilecek hususattan değil idi. Varvar Ali Paşa külliyetli bir kalabalıkla Tokat üzerine giderken, burada daha sonra devletin kurtarıcısı sayılacak, Mehmed Paşa (meşhur Köprülü Mehmed Paşa) ile karşılaştı. Çıkan muharebede galibiyet Sivas Valisi tarafında kaldı. Mehmed Paşa mağlup olduğu gibi Varvar'ın eline düşmüştü. Çeşitli hakaretlerin muhatabı olarak Varvar'ın çadınna getirilip, direğe bağlandı. Bu esnada Mehmed Paşa'nın başına gelen mağlubiyetin haberi, İstanbul'a ulaştığında derhal İbşir Paşaya Varvar Ali Paşanın üstüne gitmesi emri verildi. Aslında Varvar Ali Paşadan görmüş olduğu nice iyilikler yüzünden, ona karşı minnet duymaktaydı. Nasihatler gönderdiysede, tavsiyelerle dolu bu nasihatları Ali Paşa kaale almadı. Halbuki İbşir Paşa bu tavsiyeler ve nasihatlarında pek samimi idi. İbşir Paşa vaziyetin kâr etmediğini görünce, kendisine iştirak etme niyetiyle yaklaştığını göstermeye başladı. Bu anlayış içinde Varvar kuvvetlerine sokuldu. Birleşmeye gelmiş takviye zan-nı, Varvar Ali Paşada hâkim olduğundan tedbirsiz davrandık! bir saldırıda defteri dürüldü. Varvar Ali Paşanın boynu vuruİ-du. Böylece bu isyan sona ermiş oldu. Köprülü Mehmed Pa- bağlı olduğu çadırda bitkin bir vaziyette bulundu, önce hayatı kurtarıldı, bilahire itibarı iade olundu. Artık ona düşen devleti bulunduğu girdaptan kurtarmak için çalışacağı vakti beklemekti. Bu sırada tarihler, h. 1058/m. 1648 ken olayların geçtiği yer Çerkeş kasabasıydı.
Şimdi de gelelim Bağdad valisi İbrahim Paşanın isyan hareketini gözden geçirmeye: Osmanlı devletinde sadrazamlar iş başına geldiğinde, bu günkü siyasi partilerin yaptığı gibi mümkünmertebe kendi kadroları ile çalışmak isterlerdi. Sadrıazam Boşnak Salih Paşa'nın öldürülmesinden sonra onun yetiştirdiği ve onun vazifelendirdiği bir çok vali görevden alınmıştı. İşte bu görevden almanlar arasında Bağdad vâiisi İbrahim Paşada bulunuyordu.
Okuyucularımız hatırSayacaklardırki, Salih Paşa öldürülünce sadaret Musa Paşaya verilmişti. Ancak sadaret kaİmma-kamı Ahmet Paşa, çevirdiği dalavere ile sadaret makamını ele geçirmeyi becermişti. Sadrıazam bir tâyinle bir kaç işi yapmak istiyordu. Bu tâyini 2. vezir durumuna düşürdüğü, eski Kapdanı derya Musa Paşayı valilik görevi ile Bağdata tâyin ve Salih Paşanın valisi İbrahim Paşayı vazifeden almak, ayrıca bu vâiiliğide kabul etmeyeceğini söyleyen Musa Paşa'ya" paşa karındaş gitmeniz şart değii bir mütesellim yollasanız diyerek, Musa Paşayı tâyini kabule mecbur kıldı. Musa Paşada bir mütesellim gönderdi. Diğer taraftan İbrahim Paşa velinimeti Salih Paşa gibi idam olunacağı endişesiyle Bağdad ahalisini kendine celb ederek isyan bayrağını açdı. Bağdatda İki çeşit asker bulunuyordu. Bunlardan kapıkulu denilen yeniçeriler, iç kalenin muhafazası ile vazifeliydiler. Diğer askerse, <Yerii Kul> adıyla anılan gönüllü askerdi ki, Bağdad vilayeti ve hududunu muhafaza etmekle görevliydi. İbrahim Paşa bu askerlerden ancak yerli kul olanını kendine celbedebilrnişti. Yeniçeri ise devletine bağlı kalmış, bağlılığının misalini de İbrahim Paşa askeri ile kılıç kılıca döğüşerek isbat etmişti. Bu olaylar Bağdadda meydana gelirken, veziriazam Musa Paşayı Bağdad valiliğinden alıp, onun yerine
Boşnak Salih Paşanın kardeşi Murtaza Paşayı tâyin etmişti. İbrahim Paşa hakkındaki idam fermanımda Murtaza Paşanın eline tutuşturmuştu.
Aradan bir kaç gün geçmiştik! Musa Paşa saraya çağınhp, Murtaza Paşanın valiliğinin bir muvazaa olduğu, asıl valinin kendisi olduğu, bu münasebetle derhal Bağdad'a gidip, Murtaza Paşa tarafından İbrahim Paşanın kesilmiş kellesinin yanma Murtaza Paşanın kellesini kesip koymak sana düşüyor dendi. Musa Paşa bu iradeye itiraz edecek oldu. Fakat gök gürlemesini andıran bir ses "Ya kelleler, ya kellen" diyen pa-dişahdan başkası değil idi. Musa Paşa Bağdad'a gitti. Her iki kelleyide bala batırsp İstanbul'a gönderdi. Az bir müddet sonrada iş başarmış tavırları ile istanbul'a döndü. Mükâfaatı Ye-dikule'de bir kaç gün hapiste kaldıktan sonra kellesini kaybetmek oldu.
Ülke gerek asayiş bakımından, gerekse Girit ahvali yüzünden, padişahın sadrazama bütün itimadı yüzünden pek sıkın-tih duruma getirilmişti. Sadrıazam Ahmed Paşa, padişahın kızlarından birini oğlu için istemişti. Böylece kendi damatlığı yanında oğlunuda hanedanı Osmaniyan'a intisab ettirmiş olacaktı. Bu hayırlı işin talebi padişah katında kabul gördüğünden, düğün hazırlıkları yapılmaya başlanmıştı. Yukarıda-da bahse konu elliğimiz memleketin genel durumunun karışık bir halde olması, daha önce padişahın gözdelerine kardeşlerinin hizmet ettiği, dedikodusu çıkan problemlerden Valide Kösem Mahpeyker Sultan, oğluna muğber olmuştu. Ayrıca yeniçeriler vede bunların ileri gelen komutanları osmanlı devlet idaresinin gösterdiği zaafdan çok ümidsiz, ümidsiz olduğu kadar da, İşleri nasıl nizam ve intizama koyabileceklerini planlamaktaydılar. İş bu plân, ilk Önce sadrıazamıda içine alan bir plândı. Ancak sadnazam hiçbir perde kalmadan kendisine teklifedilen darbede şerik olmayı merdane bir tarzda red eyledi.
Böylece Ahmed Paşa, padişaha ihanet etmemişti. Biz bu teklife verdiği cevabında takdire şayan olduğunu idrakle bu hareketini bütün kusuruna rağmen lehine bir puan olarak telâkki eyledik. Sadnazam bu cevabı vermekle kalmayıp, ihtilâlcileri kazasız belâsız ortadan kaldırma kararma vararak bunların ortadan kalkmasını teminen bir düğün ziyafeti tertipledi. Sadnazam bütün ağaları ve ihtilalci takımının azalarını bu düğüne davet etti. Ancak; bu davete icabet eden Yeniçeri Ağası ve diğerleri katılacaklarını açıkladıkları, sadnazam davetine silahsız gelecek veya silahlı gelip de, kapıda biraka-cak ahmaklardan değillerdi.
Nitekim silahlarını sofrada dahi üzerlerinde taşıdılar. Daha enterasanı, yemeğin hiçde tahmin olunmayacak bir safhasında, otomatiğe basılmış yay gibi aynı anda da sofradan kalktılar. Tabiiki hertüriü saldırıya alesta bekliyen kılıç ehli üzerine saldırmak, a'klın alacağı husustan olmaması bu tuzağın akim kalmasını intaç etti. Ziyafetten çıkanlar doğruca, orta camie gittiler. Bu orta caminin bazı tarihlere göre Şeh-zadebaşı Câmü olduğu ileri sürülüyor. Çünkü her ne hâile düğündeki ziyafet tuzağının başka şekilde tekrarlanacağını, belkide gecenin ileri saatinde tek tek enterne edileceklerini anlamış olmalıdırlar ki, başta şeyhülislâm olmak üzere, vaizleri, ulemâyı ve diğer tabur, bölük Ağalarını câmi'e çağırdı-iar.
Konuştular, konuştular... Sabah olduğunda, silahsız yeniçeriler camiin etrafını doldurmuş, bir aşağı bir yukarı dolaşmaktaydılar. Ahali ise; yeniçerilerden biraz uzakta olmakla beraber câmi'ye yakın bir alanda bekleşmekteydiler. Çıkacak kararı beklerlerken, diğer merak ettikleri husus ûlema'nın alacağı tavır idi. Çünkü, ilmiye ile seyfiye diğer tâbirle âlimler ile kılıç erbabı ittifak ettimi, zorlar kolaylaşır, hak ortaya çıkardı. Öte yandan ortaya gelen yeni vaziyet, sarayın kulağına ulaşmıştı. Şeyhülislâmın toplantıyla ilişkili olduğu da alınan malumattan olduğundan soruyu şeyhülislâma tevcih ettiler bir haberci koşturup. Bu kanuna uygun olmaz toplantı nedir? Şeyhülislâm cevab verdi:
Padişah sadnazamı bize teslim etsin. Aksi haide dağılmama kararı çıktı. Dedi. 1058/recep ayının 15. günü akşamı, 1648/ağustosunun 5. günü yapılan bu toplantıdan ahaliye verilen bilgileri şöyle tertiplemişlerdi. Sadnazam müfsid bir kimsedir, ortalığı soyup soğana çevirmektedir. Valide Sultan aleyhine oğlunu tahrik edip, devletin başına felâketler çekiyor. Bu bakımdan sadrazamın ortadan kaldırılması, yerine münasip bir kimsenin oturması sağlanmalıdır şeklindeki karar gelen haberciye şeyhülislam tarafından nakledildi.
O gecenin sabahında, sabah namazını kılmak üzere ulema ve kalabalık Fâtih Camiine geldiler. Şeyhülislâm Abdürrahim efendi, yanında Kara Murad Ağa olduğu halde mezkûr camie gelip, namazı hep birlikte edâ ettiler. Daha sonra toplantı yapıldı. Bu toplanan zevat arasında Yalı'da bulunan Kazaskerler yâni, Bahai ve Mahmud efendiler görülmüyordu. Sipahilere haber verilip verilmemesi hususu tartışmaya açıldı.
" Kara Murad Ağa bunlara ikrahi bir yaklaşım İçinde olduğunu sergilemekten çekinmedi. Sipahilerin çağrılmasının gerekmediğini ileri sürdü. Bu isteğe ûlema'ikirâmın taraftar olmadığı, askerin hep beraber davranması icab ettiğini tercih ettiklerini söylediler. Bu tercihlerinde ısrar sahibi olduklarını ileri sürerek, yeniçeri zorbalarını iknaya muvaffak oldular. Bunun üzerine sipahilerin de gelmesiyle beraber ahalinin katılımı aynı zamana rastladığından mahşeri kalabalık meydana gelmişti. Fâtih Câmii'ne gelmesi İçin sadrazam Ahmed
Paşa'ya davet salındıysa da, gelen cevapta akşam evinden ayrılmış olduğu, bilinmeyen bir yerde saklandığı ifade edilmekteydi.
Öte yandan; asker ve ulemanın müştereken meydanlarda içtima etmiş olduğunu haber alan saray, Haseki Ağa ve Bos-tancıbaşının adamlarından bir heyeti gönderdi. Heyet; Ab-dürrahim efendiden toplanma sebeblerini sorarken, biraz sonra gelen Bostancıbaşı'nın memuru, "hemen dağılın" emrini verdi. Çünkü bu padişahın iradesiydi. Bu iradeye karşı Müftü efendi Abdürrahim efendi; verdiği cevapla; meşhur Mizancı Murad bey'e göre, Fransız ihtilâlinin büyük hatibi Mira-bo'ya bir buçuk asır takaddüm ediyordu. Biz Murad beyin kaleminden aynen buraya almayı uygun buluyoruz:
<Bu cemiyetin, şer'i şerif ile sözü vardır. Vazifesini ifâ etmeyince dağıtamaz. Siz varın padişaha söyleyin ki sadrıaza-mı hemen bize versin. Görüldüğü gibi, gerek orta câmi'de, gerekse Fâtih Camiinde yapılan toplantıda, şeyhülislâm Ab-durrahim efendi işin başını götürdüğü gibi, daima hedef olarak da sadnazamı ileri sürmekteydi. Mehmed Murad bey, yâni Mizancı Murad bey, şu mütalaayı ileri sürüyor, şeyhülislâmın yukarı tırnak içine aldığımız ifadesini tahlil ederken: <Eğer AAüftü efendi, gayreti vataniye ve fazilet aşkı ile bu sözü söylemiş olsaydı, pek makbul ve mübeccel bir harekette bulunmuş olurdu. Namı da, kemâli ihtiramla müebbeden yâd olunurdu. Ne çâre ki Abdurrahim efendi Kösem Vâlide'nin bir davasını ücrete mukabil deruhde etmiş, âdi bir avukat mertebesinde kalıyordu.> Evvet, Karaçelebizâde'nin bu sözleri ile kıyam bilfiil başlamış olduğundan, Fâtih Camiinden, yine orta camie dönüldü ve aynı dakikalarda sadrıazamın bulunduğu yerde katline fetva çıkarıldı. Ölüm fetvası verilmiş sadrazam Ahmed Paşanın artık sadareti düşmüş olduğundan, yerine bir sadnazam tâyini kıyamcılarca düşünüldü.
Eski defterdarlardan Derviş Paşa İle Sofu Mehmed Paşa arasında bir tercih yaşadılar. Doksanlık Sofu Mehmed Paşa tercihe şayan bulundu. Herhalde yaşının büyüklüğü ve kısa akıl sahibi tercih sebebi oldu. Bu Mevlevi Tarikatı mensubu yaşlıyı yapılan teklifi red etmiş görüyoruz. Ancak, zorla ite kaka adam Orta Câmİ'e getirildi. Burada el öpme töreni icra olundu. Bütün bunlar olurken, padişahın musahiblerinden Tavukçu Mustafa Paşa topluluğun yanına geldi. Padişahın; sadrazamın tâyinini kabul ettiğini, yeni sadrazam ve şeyhülislâm efendinin saraya gelmesini irade ettiğini, ikinci tenbi-hininde topluluğun hemen dağılması olduğunu bildirdi. Bu iradenin yalnız sadrazamı çağıran tarafına riayet edildi ve ihtiyar sadnazam, ki sadrazamlığı kıyamcıların eseriydi nede-rece makbuldü az sonra görülecekti. İhtiyar adam binbır özürle padişahın huzuruna dahil oldu. Padişah kendisine mühür verdi. Böylece de bu adamın sadareti meşruiyyet kazandı. Padişah: Ahmed Paşayı azlettim. Ancak kendisi hanedanın ve dolaysıyla benim damadımdır. Canını bana bağışlayın. Dedi. Bu talebe Mehmed Paşa tavassut edeceği sözünü verdi. Huzurdan ayrıldı. Zorbaları kendisini bekler buldu. Padişaha tavassut hususunda verdiği sözü söylediğinde, kıyamet koptu. Sadnazam şaşılacak bir vakayla karşı karşıyaydı, ancak bunu idrak edemiyordu. Kendisine veziriazam diyorlar sonrada, söylediklerini dinlemiyorlardı. Bu nasıl sadrazamlıktı? Kendisini istedikleri gibi güdüyorlardı. Ayakları geri geri giden sadnazam, Sultan İbrahim'in huzuruna yeniden girdi. Padişah: Ne ettin? Diye sorduğunda: Mevlevi Sofu Mehmed Paşa: İradenizi kabul etmediler? Beni de pek azarladılar. Dediğinde, bütün sinirleri tepesine çıkan padişah bir kartal gibi, sadarete lâyık olmayan sadrazam müsvettesinin üzerine yürüdü. Bir hayli hırpaladı.
Eski tâbirle; bir güzel donattı. Padişahın huzurundan yan ölü gibi çıkan Mehmed Paşa kendini konağına zor attı. Mührü hümayunu ise, padişaha değil, kıyamcı güruhuna yolladı. Bektaş ve Muslihiddin Ağalar, Mehmed Paşanın konağına koştular. Kendisini; bizim gibi yaşlıların dine hizmetten başka ne gibi gayesi olabilir diyerek teselli ve iknaya muvaffak oldular. Hep beraber, kıyamın merkezi seçilmiş bulunan orta camie yollandılar. Buraya geldiklerinde zorbalarla yeniden konuşuldu ve esas maksat, bu sırada ortaya döküldü. Ah-med Paşayı katil, Sultan İbrahim'i hâl, şehzade Mehmed Sultanı tahta iclâs kararı tekarrür etti. Padişah huzurundaki halinden sonra şaşırmış halde mührü hümayunu padişah yerine kıyamcılara göndermiş olması sonradan pek işlerine yarramıştı.
Çünkü bu mühürle damgalamış olduğu iradeler derhal yerine getirilmekteydi. Şehir kapılarının kapatılmasında, bazı inzibati tedbirler alınması hususundaki talimatları yaptırmak mührü hümayun sayesinde kolaylaşmıştı. Adeta ihtilâl demeğe insanın dili varmıyordu! Bu sırada Kösem Mahpeyker Vâlidesultana, bir yazı gönderildi. Vaziyetin geldiği safhayı bildirdiler. Şehzadelerin Sultan İbrahim'den gelebilecek bir kötülüğe karşı, emniyete almalarını ihtar ettiler. Kıyamlar ve ihtilâller genellikle kan ile bulaşırlar. Norma! bir haldir; çünkü, muvazenesini kaybetmiş herşey şaşırır, sağa da sola da çarpar. Ya kendini kurban, ya da başkalarını kurban eder.
Bu harekâtın ilk kurbanı bir sene zarfında Rumeli kadılığına çıkarılan mülakkap lakablı pek makbul bir kimse olmayan Muslihiddin efendi olmuştu. Halbuki bu adam, toplananlar arasına karışarak arzı mevcudiyet göstermek istemişti. Yapılan çekil git ihtarına aldırmıyarak askerin içinde kalmaya devam etti. Kendisini hırpaladılar, yüzünü gözünü kan •içinde bıraktılar. Yakınında bulunan şeyhülislâmın atına doğru koşunca, ancak yüz vermeyen şeyhülislâm özengisini kanlı surata hizalıyarak atını sürdü. Akıbet yere yıkılan Mus-lihiddin'in üzerine üşüşenler hemen parça parça ettiler, bıçak ve kılıç darbeleriyle. Ahmed Paşa her ne kadar saklanmışsa-da, cemiyetin harekâtının gelişmelerinden haber almaktaydı. Mihayet kendisi hakkında alınan bütün kararlardan haberdar olmuştu. Yaptığı yanına bol miktarda para alıp, makbul zamanında makam ve mevkii verdiği kimselerin yanlarına gitmek oldu. Ne var ki; her yerden boş dönüyor, her biri, birer bahane ile vaziyetine bigane kalmaktaydı. Vefalı kimse bulmak kolay değildir, bulanda vefalı dostuylan ne kadar övünse azdır. Ahmed Paşa; senelerce mevkii sadarette bulunduğu halde bir tek vefa sahibi edinememiş demekki, bak şu işe! Kapı kapı dolaşan eski sadrazam, nihayet Aksaray'da Hacı Behram'dan ummadığı alakayı gördü. Çok sevindi. Ne çare-ki Behram'ın niyeti ihanet imiş. Bir yandan Ahmed Paşayı konağına buyurederken, Sofu Mehmed Paşanın konağına haberi uçuruvermişti. Mehmed Paşa adamlarını gönderip, Ahmed Paşayı konağına aldırıyor, kendisine çeşitli vaadler yaparak ikramlarda bulunurken beri yandan da, kellesini koparmak için cellat hazırlattırıyordu. İstirahat etmesi için odadan çıkıyor, ancak adamlarından birini içeri yollayıp para istetiyordu. Bu pazarlık epeyi bir zaman sürüyor ve Ahmed Paşanın artık kuruşu kalmamıştır.
Bu sırada iki kişi kendisini koltuklar, yâni kollarına girer ve yardımcı oluyormuş gibi yürütmeye başlarlar. Eski sadrazam, bunlara baktığında aniden sararır, çünkü birisi saray celladı Kara Ali, diğeri Hamal Ali'dir. Tabiîki boğdular. Cesedin ertesi gün atıldığı yer Atmeydanı oldu, bu sırada herifin biri bu Paşa semiz bir adamdı, bunun eti derde deva diye bir herze yumurtladı. Bir çok kişi bu cesetten bir parça koparıp evine götürdü bu andan sonra öldürülen sadrazamın lâkabı, bin parça mânasına gelen "Hezarpâre" oldu. Her kötünün iyi tarafı, her iyinin kötülüğü olabileceği gibi Hezarpâre Ahmed Paşa'nin fazilet sayılacak bir davranışını anlatarak bir hakkı ketmetmiyelim.
Bu bölümü; Mizancı Murad beyin Rodos Adasındaki sürgünü esnasında, yazmış olduğu ve adını oğlu Faruk bey'in adından mülhem, Ebu'l Faruk adlı Osmanlı tarihinden alıyoruz: "..Kösem Valide Sultanın tesirinin düşüş gösterdiği bir dönemde, Valide Sultan, sadrazam Ahmed Paşaya: Bu yâni Sultan İbrahim beni de seni de sağ komaz. Âlem harab oluyor. Devlet de elden gidiyor, bunun hakkından gelelim de şehzadeyi cülus ettirelim. Ahmed Paşa: Ben edemem Sultanım. Varsın beni öldürsün. Ben veli'inimetim'e ihanet edemem, suikasda ise asla cür'et edemem. Cevabını verir. Gö-rülüyorki; ihtilafda devletin devamlılığını ve başarısının sağlanması için kelleler üzerinde pazarlıklar yapılmakta. Valide Sultan'ın kendi oğlunu, bir hükmetme arzusu için kurban etmesi belki imkânsız değil amma, Allahaşkına; biri söylesin milyonda kaçtır böylesi? Ayrıca bir ananın evlâdını yok etme bahasına işbirliği teklifini, Ahmed Paşanın ihtiyat ile karşılamak şeklindeki cevabı devrin oynak anlayışının bir gereği sayılırsa da, yeniçeri ağalarının teklifini de red etmiş olması, bu kötü işlere eğilimi olmamasınıda gösterir. Neticede doğru Cenabı Hakk'ın indindedir.
Sadrıazam olan damadının katledilmesinden sonra, Sultan İbrahim durmadan haber gönderiyordu, isyancılara. Artık dağılınız. Bir değişiklik olmadığını tesbit edince, saray burçlarına topları yerleştirtmiş, bostancıları silahlandırmiştı. İtaatsizlikleri devam ettiği takdirde hepsini kırıp geçireceği haberinin yayılsın istiyordu. İsyancılar ise Kösem Valideye saldıkları bir haberde, şehzade Mehmed Sultanı orta camie göndermesini taleb ettiler. Valide Sultan bunun mümkün olamayacağını, böyle bir cülus adeti olmadığını, padişahın patırdı-sına bakıfmamasını, kendisinin sarayda her ne kadar oniki-bin silahlı bostancı neferi olmasına rağmen Ağaların kendisi tarafında olduğunu bildirdi. Cemiyet saraya geldiğinde bostancıların kendilerine iltihak edeceğini bildirdi. Bu bilgiyi ertesi günü gizlice kıyam erbabının yanıbaşina gelen Bostanci-başı te'yid etti.
O gün Cuma idi ve bu hâl üzre salatı cuma elden gitmişti. Atmeydanı'na doluşan kıyamcılar, ayak divanı istediler, orada da durmayıp saray içine daldılar. Karşılarında Sultan İbrahim değil, Valide Sultanı gördüler. Karşılıklı olarak konuştular, konuştular! Valide Sultan kıyam edenlere her nekadar mukavemet etmeye çalıştıysa da, oğlu İbrahim'in tahtta kalmasını sağlayamadı! Sonunda: Varayım arslanımın sarıkcığı-nı sardırayım ve çıkarayım. Diyerek içeri girdiği görüldü. Az sonra küçük şehzade babaannesinin elinden tuttuğu halde, masum ve güzel yüzü ile göründü. Osmanlı tahtına oturtuldu. Birbir önünden biat ederek geçiyorlardı. Bu kalabalıktan ürken yeni padişah ağlamağa başlayınca, daha fazla rahatsızlık vermeyi önlemek için biat yeterli sayıldı. 1058/1 5/re-ceb6/8/1648 çarşamba günü başlayan ihtilâl, 17/receb cuma günü nihayetlendiğinde, Osmanlı tahtında kırkbir yıl hüküm sürecek, 4. Mehmed unvanlı Sultan İbrahim'in oğlu vardi.
Sultan 4. Mehmed'e biatlarını yerine getiren devlet adamları cemmi gâfir halinde Saray'ın Harem dâiresine sellemü-sellem dalışa geçtiler. Bu yakışıksız hâl; Genç Osman, 4. Murad devrindeyken bile olmamıştı. Bostancıbaşı bu kafilenin önüne düşmüş, şeyhülislâm, sadrıazam ve ulema arkalarından destursuz yürümekteydiler. Sultan İbrahim'in etrafını kadınlar almış ellerini eteklerini tutuyorlar, bir tarafa kıpırdamasına fırsat vermiyorlar idi. Şüphesiz ki bu davranışları padişaha yardımcı olmak, ona gelebilecek bir saldırıya sed olmak niyetini taşıyordu. Hızla yürüyen kafile aniden karşısında Sultan İbrahim'i buldu. Bostancıbaşı Padişahım! Ulema ve ayanın kararlan var. Siz artık içeriye buyrunuz. Dediğinde: Sultan İbrahim Bre hâinler, pezevenkler, Allah'dan korkmaz kâfirler! Bu ne işdir? Ben; herbirİnizi ihsanlarıma gark etme-dimmi şimdi isteklerinize uymadığım içinmi bana ihanet ediyorsunuz. Ben padişah değilmiyim? Kararınızı kabul etmiyorum, red ediyorum, defolup gidiniz, irademe itaat etmeyen hâin ve kâfirdir. Bu salvolar karşısında; heyetin içinden yine bir kişinin cevap veren sesi yükseldi. Bu sesde Karaçelebizâ-de Aziz efendiye aitti. Tarihçi Nâima şöyle naklediyor:
"Aziz efendi o mecliste büyük cür'et gösterip, padişaha yapılacak hürmete mugayir pekçok söz söyledi şöyleki" Hayır padişah değilsin. Din ve şeriata mugayir pek çok iş yaptığından cihanı harabeye çevirdin. Ne zamanki; gaflet ile vakit geçirip rüşveti açıkça yapılır hâle getirdin, zulmü alime musallat ettin, beytülmâli israf içinde kullandın' Dedi. Söylenen bu sözlere oradakiler hayran oldular. "Sultan İbrahim; taht'-tan indirildiğine inanamıyordu. Kendisinin emirlerinin yerine getirileceğine dâir inancı, hiç sarsılmamaktaydı. Bir yandan konuşuyor, bîr yandan kendisi için seçilmiş bulunan dâireye doğru yürümekteydi. Nihayet yanında iki câriye olduğu halde dâiresine soktular. Kapının kilidine sokulan anahtar iki defa çevrildi. Arkasından anahtar deliğine kurşun akıtılarak, kilit de işlemez hâle getirilince Sultan İbrahim yine kafese konduğunu idrâk etti. Bütün gücüyle, bağırdı, kapılara vurdu, yıkniağa çalıştı, nihayet ağzına gelen küfürleri bazı kimselere tahsis etmeğe başladı.
Padişah artık savurduğu küfürleri validesi Kösem Sultana etmeye başlamıştı. Demek ki; yanında bulunan iki cariyeden, hâl vakasında, Kösem Mahpeyker Valide Sultan'in oynadığı rolü öğrenmişti. Artık bir dinlenmeye çekilen eski padişah, güçleniyor ve beş defa bağırmaya koyuluyordu. Mah-besinden taşan sesler dışarıya duyuluyor, bunları duyanların bir bölümünün içi sızlamaya başlamıştı. Ertesi gün oda kapısının önü bir güzel örüldü. Ahalinin tepkisini ölçmek için padişahın kapatıldığı yerden kurtulup firarı başardığı istikametinde bir haber hassaten çıkarıldı. Görüldüki; esnaf derha! dükkânlarını kapadı.
Demek ki, ahalinin nabzı sayılan esnaf bu karışık ahvalde yağmaya uğrayacağı endişesiyle ve de, bu işe karışmamak için kenara çekilmeyi seçmişti. Beri yandan kapısı örülü dâiresinden Sultan İbrahim'in gönüllere üzüntüler salan feryadı saray duvarlarını aşmaktaydı. Yeniçeri'lerin bir bölümününde bu feryatlardan kalbleri ihtizaza geliyor ve kendi kendilerine acaba bu hâl işini ettiğimiz kötümü oldu? Şeklinde düşüncelere dalıyorlardı. Ahalinin ve bir bölüm askerin sessizliği; idareyi korkuya ve sarayı da endişeye sevketmişti. Kösem Valide Sultan tecrübesini konuşturarak, böyle hallerde ulemaya başvurulmak gerektiğini hatırlattı. Başvurulan ulema takımı, derhal çareyi söylemekte gecikmedi: <İz içtimaa haiifetan, faktelu ehadü minhüma> yâniiki halifeden birini öldürünüz! Mizancı Murad bey diyorki: "âyet değil. Hadis değil. İmamların içtihadı değil. Uydurulmuş arabça bir cümle"den başka bir şey değil ulemanın söylediği çare.
Yine bahse konu çarenin gösterdiği iki halife ifadesi, gerek mantık gerekse mâna itibariylede yanlıştır. Çünkü halife denilen ikiden biri bulûğ çağına ermemiş bir masum çocuk. Diğeri ise bir mecnun. Dolaysıyla değili ki halife bir tane bile mevcud değil, görüşünü ileri süren Mizancı Murad'a iştirak etmiyorsak da söylediklerinin pekde yabana atılacak hususlardan olmadığını düşünüyorum. Yine Murad bey diyorki; "..sümme tedarik fetvalar yüzünden Osmanlı devletinin uğradığı felâketler, düşmanların taarruzlarından meydana gelen felâketlerden büyük ve dehşetlidir." Sultan İbrahim'in katline dâir fetvayı isteyenler, Bektaş, Murad Ağalar, Kara Çavuş ve Muslihiddin idi. ulemanın bulduğu çâreyi fetva haline getirende şeyhülislâm Abdürrahim efendiydi.
Çalışmamızın bu satırları, pek hissi hususlara mahsus gö-rünsede, aslında hayatımızın his dünyasındaki zenginliği, bizlerin insanlık seviyesine yaklaşımımızın bir ölçüsü dense, asla yanlış olmaz. Çünkü; insanoğlu aklıyla hisleri arasında yaptığı muhakeme neticesinde, islâmla muttasıf bir kimse ise, aklın mekrine kapılmayıp, hislerini öne alarak karar alsa menfi bir neticeye doğru yelken açmaz. Aşağıdaki satırlar aklın canavar tarafını kendilerine rehber edinenlerin sergilediği çirkinliği duyurmağa yöneliktir. Sultan ibrahim'in hücreye kapatılmasının 11. günü alınan fetvayı yerine getirmek için başlarında yaşlı sadrıazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa, şeyhülislâm Abdürrahim efendi, fetvayı verenlerin bir bölümü, bir miktarda asker olduğu halde saraya girdiler. Saray çalışanları sarayın tavanlarında onbir gündür yankılanan eski padişahın feryatlarıyla dilhûn olmuşken, icraya gelenleri karşılarında bulunca, artık gözyaşlarını tutamıyarak, bunlara arkalarını dönüp, ağlıyarak her biri bir tarafa kaçtılar. Çünkü yapılacağı görülen cinayete, uzakdan dahi olsa şahid olmaktan içtinab ettiler. Geride bir kaç acemi hizmetli kalmıştı bunlar da, örülü kapının tuğlalarını yıkması emredildikte red cevabı verdiler.
Devletlûlar! bunları sille tokat dövmeğe başladılar. Ancak işe yaramadı bu zorla yaptırım teşebbüsü. Çünkü sarayın acemioğlanından dahi: "Öldürseniz o kötülüğü yapmayız" cevabı aldılar. Gelenlerse, bu itirazlardan intibaha gelmeyip senelerce huzurunda diz çöktükleri padişahlarını öldürmekten çekinmediler. Çünkü akılları gözlerine inmişti. Çaresiz kalan heyet, işin başa düştüğünü gördüklerinden kazma kürekleri ellerine alıp, örüleli on gün olmuş divan yıktılar. Kapıyı, parçaladılar ve birdenbire karşıların da avazı bülend ile haykırmakta olan padişahla karşı karşıya kaldılar!
O: Benim elimden nimet yiyenlerden bana merhamet edecek kimsede kalmadım!? Göz göre göre bu zâlimler beni öldürecekler. Aman medet ya Râsulellah! Diyerek istimdad ey-liyordu. Gelen kalabalıktan bazı kimseler, hâlin fecaatine takat getiremeyecek olduklarını anlayınca yavaşça sıvışmayı tercih eylediler. Oradan kaçmakla kalmayıp, gözyaşları içinde sarayı da terkettiler. Kafile ile birlikte gelmesi vazifesi olan cellât Kara Ali, terk yolunu seçenlerin arasındaydı. Sadrazamın emriyle yeniden getirilen Kara Ali, titreye titreye sadrazamın ayakları dibine yığılarak, bu vazifeden bağışlanmasını yalvarmaya başladı. Ancak ilk günlerde pısırık ve aciz bir ihtiyar görünümü sergileyen Sofu Mehmed Paşa adetâ bir damat teravetine bürünmüştü. Pehlivan yapılı cellât Kara Ali'nin bu ihtiyar sadrıazamin köteği yüzünden, kapı önüne getirildiğine şâhid olundu.
Nihayet, doksanlık sadrazam, şeyhülislâm ile Kara Ali ve yardımcısı Hammal Ali, yıkılmış kapıdan içeri girdiler. Cellâtlar perişan bir halde iken, iki devletlû eski cellâtları andırır soğukkanlılıktaydılar. Sultan ibrahim; elinde mushafı şerif olduğu halde şeyhülislâm'a hitab etti: Bak Abdürrahim! Yusuf Paşa bana, senin için, dinsiz, imansız, fitnekâr bir herifdir, sağ bırakma. Dedİydi. Seni öldürmedim. Çünkü; Allah'dan korktum. İşte kitabullah, beni hangi âyetin hükmü ile öldüreceksiniz: Abdürrahim efendi bu sözlere cevap yerine cellâta çabuk davranmasına işaret verdiği görüldü. İşi derhal tamamladılar resmi cellatların istemeyerek yaptıkları işlemi tamamlamak için, ipin bir tarafını şeyhülislâm diğer tarafını sadrazam çekerek padişahı aynen Genç Osman vakasına benzer şekilde katlederleriken, cariyelerin engel olma çalışmalarına önem vermediler. Normal insanların hayatta yapacakları davranışlar bir fevkaladelik arzetsede, bunun tahammül sınırı vardır.
Yukarıdan beri bütün teferruatıyla nakletmeye çalıştığımız Sultan İbrahim'in katli hadisesinde, devleti avucunun içinde tuttuğu her kesiminin kâr kabul etmez tarzda malumu olan Kösem Valide Sultana ait me'suliyet gözden ırak tutulamaz. Şüphesiz ki; bu cinayeti irtikâb edenler bu işi ona rağmen yâni, Valide Sultan'a rağmen yapamazlardı. Demek ki; devletin bekası hususiyeti, bir annenin ciğerparesi evlâdımda fedaya göz yumar hâle getirebilmeye varıyormuş. Bu acıya dayanacak anne sayısı, istisnayı teşkil eder. Zaten bütün insanlık âleminde, bazı insanların bazı insanlara göre farklılık ve efdaliyyetleri, yüklendikleri kaderin, icabatindan ötürüdür. Osmanlı devleti hanedanına mensubiyetle doğan her fert, soy'un kaderi olan farklılığı yaşarken bu farklılığı bazen çok ağır bir fatura ile ödemek zorunda kalırki, henüz mütalaa ettiğimiz facia, bunun çok açık bir ispatıdır. Bakınız; Valide Sultan iki halifeden birini öldürünüz fetvası karşısında sus pus olup, adetâ hükmün gerçekleşmesine yardımı bile olmakta nerdeyse! Taht'tan indirilmiş bulunan Sultanın oğlu, oniki gündür babasının tahtına oturmuş bulunuyor ve aynı sarayın başka bir odasında, hayatını elinden aldıkları babasına hayatını bağışlama yoluylada olsa yardımcı olamıyor. Dahası ileride nekadar kıymetli bir Valide Sultan olarak göreceğimiz Turhan Valide Sultan, oğlunun babasını ve kocasını bir cinayet sayılsa seza olan saldırıdan kurtarmaya çalışmıyor da, iki tane câriye, cellâtlara karşı koymaya çalışmakta ve bu cellatlar arasında gayri resmi cellat olarak da şeyhülislâm ve sadrazamı gördükleri halde. Gelde şaşırma!
Bu acılı gün 28/receb/105818/ağustos/1648 çarşamba idi. Padişah bu sırada otuzüç yaşındaydı. Sultan İbrahim devrinin mukabilindeki muasırları, Almanyanın başında im-parator 3. Ferdinand, İngilizlerde kral 1. Şarl, İranda Şah Safi ve 2. Abbas, papalık makamında ise, 8. Urban ile 10. İnos-san, Rusyada ise 3. Misel ve 1. Aleksi imparatordular. Fransa'da ise 13. ve!4. Lui'ler biribirini takip ettiler.
Sultan İbrahim; ağabeyi 4. Murad'dan bergüzar sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşayı görevinde ipka etmişti. Metin içindede anlattığımız Mustafa Paşa aslen Arnavut olup, çok dürüst, ancak okuma yazma bilmez bir kimse idi. Halbuki kardeşi olan İlbasanlı Mevlevi ve şâir Sineçâk Münzevi Osman Dede, on cüzlük "Gülşeni İrfan" adlı eserini sadnazam ağabeyine hediye etmiştir. Kendisini görmek isteyen sadrazama Osman Dede, bu müsaadeyi vermemiştir. Mustafa Paşanın sadaretten azil ve kellesinin alınması arkasından sadarete bir Sultanhanım oğlu olan Semin Mehmed Paşa getirildi. İşte Sultan İbrahim'i baştan çıkaran sadrazam bu zâttır. Kırık klişe diye, Kırkkilise adlı bölgenin elden çıkmasını saklayan Mehmed Paşa azledilip, Girid Adasına me'mur edildi.
Sultan İbrahim'in 3. sadrazamı Boşnak Salih Paşa oldu. Yirmiüç ay süren sadaret bir araba gezintisi yapan padişahın arabasının tıkanmış bir yola rastlaması, Salih Paşanın hayatının sonu oldu. Yerine getirilen Ahmet Paşa İstanbulludur. Ancak vazifesini gereği kadar iyi yapamaması, hem kendi sonunu, hem de padişahın sonunu getirmiştir.
Bu vezir, Sultan İbrahim'in kendisinin kendi rızasıyla tâyin ettiği son vezirdir. Her ne kadar istemeyerek de olsa zorbaların tâyin etmiş olduğu sadrazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşayı sözle veziriazam tâyin etmişse de, kendi veziri saymak ne derece doğru olabilir? Ancak fiili katili dense tam isabet olur.
Şeyhülislâmlara gelince: Sultan İbrahim 1049/1640'da tahta çıktığında makamı meşihat altı yıldır Şeyhülislâm Yahya efendi tarafından yürütülüyordu ve bu zâtın üçüncü şeyhülislâmlığı idi. Vefat tarihi olanl053/zilhicce/1644 şubat ayına kadar da devam etti. Yahya efendi'yi kaybettikten sonra padişah da, eski şeyhülislâmlardan Saadeddin efendinin torunu, Es'ad efendinin oğlu Ebu Sâid Efendi'yi makama tâyin etti.
Said efendi'nin ilk meşihatı 1646 ocağında sona erdi. Bu zattan boşalan makam Muid Ahmed efendiye tevcih edildi. Bu zât 1 sene 3 ay 10 gün sonra vefat etti. Yerine ni-san/1647'de, Adanalı Hacı Abdürrahİm efendi geldi ve bu makamda temmuz/1649'a kadar 2 sene 2 ay 23 gün kaldı.
Demekki; Sultan İbrahim devri, dört şeyhülislâm ile iktifa etmiştir. Bunlar; Yahya efendi, Sâid Efendi, Muid Ahmed efendi ile Adanalı Abdürrahİm efendilerdir, üzunçarşılı tarihinde, Muid Ahmed efendi, dürüst bir kimse olarak anılırken, Adanalı Abdürrahİm efendi fetvaları isabetli esaslı bir âlim olarak kabul olunmuştur. Sultan İbrahim ile hâl esnasındaki cevaplarıyla meşhurdur! Sultan İbrahim devrinin ilim adamlarından biri olan Kâtip Çelebi, namı diğer Hacı Halife 1609 şubat'ında İstanbul da dünya'ya gelmiş ve 1657 senesinde, yine bu şehirde, pek genç sayılacak yaşta vefat etmiştir. Yine Sarı Abdullah efendi hem şer'i hem de tasavvufi meselelerde
büyük bir âlimdi. Melâmi şeyhi İdris Muhtefi'ye ondan sonra da Aziz Mahmud Hüdai'ye intisabı olmuştur. 1660 senesinde vefat edip, Topkapi mezarlığına defneolundu.
Bülbülzâde (Hibri) Ali efendi fıkıhta üstad bir kimse olarak temayüz etmiştir. Hadikat'ül Fukaha adlı te'lif eseri vardır. Ölüm kapısını 1669'dan sonra çalmıştır. Minhacı Muhammedi' adlı eserde bu zâta aiddir. Tenkihüt Tevarih adlı, umumi bir tarih kaleme almış olan Hezarfen Hüseyin efendi'de devrin büyük ilim adamlarından olup, 4. Mehmed'in tarih hocalığı görevinde bulunmuştur. Muhasinül Kelâm ile Şerhü'l Lemâ adlı, iki tane önemli tasavvufi eseri bulunan zât 1691'de vefat etmiştir. Müneccimbaşı Ahmed Dede, Selânik'e Konya'dan gelen evlâdı fatihandandır. 1631 !de Selanikde dünya'ya gelmiş daha sonra İstanbulda Galata Mevlevihanesine girip, ilmini yükseltmiştir. Astronomi ve Astroloji ilimlerini öğrenmiştir. 36 yaşındayken Hoca'si Müneccimbaşı Mehmed efendi'nin vefatı üzerine müneccimbaşıhğa getirilmiştir. 4. Mehmed'in taht'tan indirilmesi sırasında azledildiği münec-cimbaşılıktan sonra, Mekke'ye giderek Mevlevi Tekkesine şeyh olmuştur. Eski görevine dönmesi için yapılan davete nezaketle red cevabı vermiş ve 1701'de Mekkei Mükerre-me'de irtihal etmiştir. En meşhur eseri "Müneccimbaşı Tarihidir.
Sultan ibrahim üzerinde çok önemli araştırmaların yapılması şarttır. Ve gözümüze, uydurukçu tarih tarafından takılan gözlükle bakarsak, delinin devri deyip geçmekten başka bir yere varamayız. Görülen odur ki; Çanakkale boğazını kapamaya gayret etme yolunu seçen Venedikliler, sadece Giride yapacağımız lojistik yardımı engellemeyi değil, milletimizi birbirine düşürecek çâre olduğunu hesaplıyarak buna teşebbüs etmişlerdir, muvaffakda oldular sayılır.
Bundan bir kaç sene önce; komedyenlerden, Zeki Alasya ile Metin Akpınar ikilisi, bir Sultan İbrahim şahsiyetini mizahi şekilde yorumlarken, hatırlattıkları hususlar, sergiledikleri mevzuular, seyirciyi Sultan İbrahim hakkında basit ve menfi düşüncelere saplanmanın doğru olmadığı, noktasına ulaştırdı. Diyebilirim. Komedi tarzda yapılan tahlil, son plânda niçin böyle olmasını sorduruyor?.
Sultan İbrahim'in hanımları hakkında ve sayısında farklı beyanlar bulunmaktadır. Meselâ; Çağatay Gluçay'a göre yedi hanımı hakkında malumat verirken, çalışmasının dip notunda da, Evliya Çelebi'nin yedi, Ahmed Refik (Altınay) in sekiz, Alderson ise, ondört hasekiden söz etmiştir. Evliya Çelebinin ileri sürdüğüde kendisininkinin biribirini tuttuğunu ifade eder. Alderson; sohbet yapmakla istihdam edilen bayanları, hanımlar listesine aldığından tabiiki yanılmaktadır. Al-derson'un verdiği isimler şudur: Hubyar, Saçbağh, Dilaşub, Şivekâr, Hatice Turhan, Handanzâde, Voyvoda kızı, Hatice Muazzez, Sakızulz, Şekerpare, Telli Hümaşah, Zâfire. Üç tanesinin adını da yazmamıştır. Bunların içinde adları geçen Hubyar, Saçbağı, Handanzâde, Voyvoda kızı, Meleki kalfa, haremde vazifeli olup, padişahın hanımlığıyla ilgileri yoktur. Ancak hemen belirtelim ki; Çağatay üluçay'da şu kanaati ileri sürmekle harem hayatına yapılan iftira yağmurunada sermaye katkısında bulunuyor.
Güya; Sultan ibrahim; modern doktorların teşhisine göre, Psiko Nevroz olup, bu hastalığa müptelâ olanlar kadınlara çok düşkün olurlarmış! Hatta bu alanda işi ileri götürenler işi sapıklığa vardırırlarmış! Bir yabancı yazarda Sultan İbrahim'in cinsi hayatı hakkında şunları söyler diye döşemiş satırları!. (Güya) Sultan İbrahim cinsel arzularını yerine getirmek için yatak odasının etrafına aynalar kor, bunlara bakarak cinsi hisleri tahrik olur ve büyük bir zevk içinde, keyfini yerine getirir idi.
Her cuma günü annesi veya bir başkası tarafından kendisine bir bakire sunulurdu. Bununla; kendisine anlatılan yeni bir münasebet şeklini uygular, bunu şahsî zaferi sayardı. Onun en çok zevk aldığı eğlencelerden birisi de bütün kadınlarını çırılçıplak soyup onları kısraklara benzetmekmiş. Kendisi de bir aygır gibi onların arasına katılır, güçten kuvvetten kesilinceye kadar aralarında dolaşırmış. Kaynak olarak da, "The Harem" 189. diye ne yazar ne yayımevi, ne tarihi dâir bir beyan yok. Ya bir müfterinin âleti olmuş, -ya da kendisi uydurup, başka adreside meşkûk şekilde gösteriyor. Bütün seyyahlar olsun, sefir hanımları olsun, Harem'in tarifinde kadınca buluşmalarında, Osmanlı hanımlarının, güzellik ve zarafetlerini anlatmışlardır ve bu anlatıma Haremi Hümayun'un yâni padişah evinin öyle herkes tarafından görülen yerlerden olmadığını da belirtmişlerdir. Hele modern doktorlar vasıtasıyla merhum padişaha koydukları psiko nevroz teşhisi hayli gülünç. Çünkü; hastasını senelerce muayene ede ede, adetâ bilmedik yeri kalmamasına rağmen tam teşhis koyamayanlar varken, üçyüz şu kadar sene evvel vefat etmiş zâta teşhis koyan hükema, böyİe edebsizliğin âleti olmaz. Maalesef, İslam ve Osmanls düşmanı zerzevatın uyduracağı evsafta ifadelerdir bunlar. Sultan İbrahim'in ilk hanımı, Hatice Turhan -Vâlidesultan olup 1627'de Rusya'da doğmuştur. 4. Mehmed adı ile padişah olacak zâtın annesidir. Turhan Sultan oniki yaşlarındayken, Tatariar'ın her sene Rusya üzerine yaptıkları seferlerden birinde esir düşmesiyle Kör Süleyman Paşanın dikkatini çekmiştir, gerek güzelliği gerekse farkedilir haliyle. Paşa; bu kızı Kösem Valideye hediye eyİedi. Saraya alınıp, vâlidesultanin emriyle terbiye olunan genç kız, 4. Murad'ın vefatı üzerine tahta çıkan Osmanli padişahı İbrahim'e Kösem Vâlidesultan tarafından hediyeolunur. Padişah bu hesnâ güzellik karşısında hayran kalır vede büyük bir sevgi İle dolar. Beri yandan Sultan 4. Murad'ın katlettirdiği şehzadelerin
sona kalanı İbrahim hân oiup, hanedan da bir tek 1. Ahmed'in kardeşi deli mi velî'mi olduğu meşkuk 1. Mustafa vardı. Bu sevgiyi kuvvetlendiren meyve 1642 yılında dünya'ya geldi. Ancak; hanedanda ki erkek çocuk azlığı Sultan İbrahim'in gayret gösterek, bu sayıyı arttırması taht açısından önem ar-zediyordu. Bu bakımdan vâlidesultan oğlunun koynuna cariyeleri koymaktan geri durmuyordu.
Akıllı kadınlar, padişah olan kocalarını bu hususda engellemeye kalkmamahlardı çünkü dinlenmeyeceklerini bilmeleri gerekiyordu. Turhan Sultan; havuz hadisesinden sonra işinin, çocuğunu yetiştirmek ve onu tahta çıkarmak olduğunun -şuuru içinde kocasını rahat bıraktı. Kaimvalidesi Kösem sul-tanvâlide ile gizli bir nüfuz mücadelesi başlamıştı. Sultan İbrahim'in tahtdan indirilmesinden sonra, bu gelin kaynana rekabeti vâlidesultan olma yansına yol açar. Açılan mücadelede Kösemvâlide işi bir müddet önde götürmüşse de, torununu zehirlemeye teşebbüsle suçlanmak, daha sonra Turhan sultandan daha yumuşak başlı ve saf olan Dilaşup kadının oğlu 2. Süleyman'ı tahta çıkarma komplosunu ağalarla anlaşarak tezgahlaması ve bunu farkeden sabi padişahın etrafında toplanan, baş da annesi Hatice Turhan Sultan olduğu halde, üzün Süleyman Ağa ve Meleki Kalfa aldıklar; tedbirle Kösem vâlidesultan'ın plânlarını akim bıraktırdıkları gibi bu arada, Kuşçu Mehmed adlı biri Kösem Sultanı, perde kordonu ile boğarak öldürmüştü. Artık Osmanlı vâüdesultanı ve padişah nâibesi Hatice Turhan Valide idi. Mührürv'e; "Mazhâ-rı Lütfî Sâmed/Vâlidei Sultan Mehmed" yazni3İ< a böylece devletin hizmetinde bir ve tek selahiyetli olup, temiz yürekli, işlerin güzel gitmesi isteğini bütün tarihçiler belirtmekden kendilerini alamazlar. Turhan Vâlidesultan, taaki Köprülü Mehmed Paşayı makam! sadarete getirene kadar oğlunun müşaviri ve üzerinde etkisini sürdürmeye devam etdi. Daha önceleri Kösem Vâiidesuitanın yaptırmak istediği Çanakkale Boğazı kalelerini ahali, içine asker konursa tecavüze uğrarız diye söz ettiklerinden yaptıramamıştı. Aynı itiraza kulak asmayan Turhan vâlidesultan, kendi parasıyla hem de kalenin hemen yanına bir de cami yaptırarak, kaleleri onarttı. Şâir Abdi Efendi şu beyiti söylemek suretiyle takdiri hizmet eylemiştir. Kalenin tamiri 1072/1661'dir. "Budur bu kal'anın her-birine ey tarihi abdi" Kilidi bahri İstanbul seddî pâki Sultanî" Safiye Sultanvâlide tarafından, yeri satın alınmış, etrafı temizlenmiş, temelleri hazırlanmış Eminönü'ndeki Yeni Câmİi 1663 târihinde, Hatice Turhan vâlidesultan tarafından yaptırılmış, ancak camiin kapısı üzerindeki şu yazı ve târih 8/şu-bat/1664'de yapıldığına İşaret etmektedir. Beyit şöyledir: "Şali itmamına târihi Murat etmiştim Biri kalkıp dedi ki kâbei ehli takva 1074"
Ayrıca Turhan vâlidesultan; Mısır Çarşısını doksanbeş dükkân hâlinde yaptırmış ve camiin vakfı olarak tesbit etmiştir. Yapılış târihi ise. 1071 /1660'dır. Hatice Turhan Vâlidesultan 1094/1683'de vefat etmiştir. Kendi yaptırdığı türbesinde defnolundu vefatında eiliyedi yaşındaydı.
Muazzez Sultanhanım ise; Sultan ibrahim'in ikinci hanımıdır. Sultan 2. Ahmed'i doğuran vâiidedir. Ancak vâlidesultan-lık vazifesini icra edememiştir. Çünkü; kocası Sultan İbrahim'in tahtan indirilmesi sonrasında o da, eski saraya gön-deriimiş ve 1098/1687'de eski saray civarında çıkan bîr yangın inkişaf etti ve bahse konu safaya da sıçradı. Bunun üzerine telaşlananlar kendilerini nasıl kurtaracaklarını bilemezken Muazzez valide bir hayli korkuya duçar oiduki ertesi gün vefatı vukubuldu. Hakkındaki bilgi bu kadardır.
Dilaşub Sultanhanımın, Sultan İbrahim'in üçüncü hanımı olduğu ihtimali pek kuvvetlidir. Doğum târihi ve yeri hakkında bilgi yoktur. Sultân ibrahim'in tahtdan indirilmesinden sonra Eski saray denen yere gönderildi ve burada 39 yıl bekledi 4. Mehmed'in tahtdan indirilmesi üzerine ve de oğlu Süleyman'ın, 2. Süleyman unvanıyla padişah olması üzerine vâlidesultan oidu. İkisene bu makamda kaldıktan sonra hakkında emri hak vâki olduğu esnada târihler 1689 senesini gösteriyordu- Kaanuni Sultan Süleyman'ın türbesine defno-lundu.
1056/1644'de Sultan İbrahim'in haremine dahil oian Ayşe Sultan hakkında odasının döşenmesi hakkında 1054/zilkade ayının, birinci günü, yâni 30/12/1644 tarihli Darüüssade ağasına verilen ferman var. Bu hanım dördüncü hanımdır. 1056/1646'da padişahın beşinci hanımı olan Mahenver Sultanı tanıtacak başka bilgiye sahip değiliz. Şivaker Sultan ise, Ahmed Refik (Altınay) 'in söylediği bunun yedinci olduğudur. (Jluçay; altıncı olduğunu söylemek daha doğrudur, çünkü son hanımı Telli Hümaşah'tır demektedirki güya padidi-şah Üsküdar'da dolaşırken, aklına kadın düşmüşde, yanındakilere, İstanbul'un en şişman kadınının getirilmesini emretmiştir. Şehre dağılanlar iri yarı bir ermeni kadını bulup getirmişler ve takdim etmişlermiş. Bu kadın enine boyuna olup ağzıda iyice lâf yaptığından padişahı büyülemiş, Sultan İbrahim onsuz yapamaz ofmuşmuş! Adını da Şivekâr koyan Sultan İbrahim olmuş. Padişahın diğer hanımları gibi o da eski saraya gönderilenler arasında yer almıştır. 1104/1693 yılında orada öldü.
Tefli Haseki de denen Hümaşah Sultan, padişah ibrahim'in en sevdiği ve yedinci eşidir diyor, Çağatay (Jluçay, Ahmed Refik bey'e gelince o da sekizinci demektedir.
, Kösem Sultan ve padişah'sn kızkardeşlerinin Edirne'ye sürgün olmalarına sebeb olan bu Telli Haseki'dir yâni Hümaşah sultandır. Yine; Voyvoda kızının anlattığı masala bakarak , dâiresini samur kürkle döşendiği söylenen hanımsultanda Hümaşah Hasekidir. Padişahın bu hanımından Orhan adı verilen oğiu doğduğunda, padişah boğulmak suretiyle öldürüle-îi altı ay olmuştu. Telli Haseki'de eski saraya gönderilenler arasındadır. Ancak 1082/1672'ye kadar sağ olduğuna dâir bir hazine makbuzu işaret etmektedir. Daha sonraki hâli hakkında bilgi yok ve ölüm târihi ile makberesi bilinmemektedir. Sultan İbrahim'in çocuklarının tamamıninda padişah olduktan sonra doğduğunu kesin olarak biliyoruz.
Kız ve erkek çocuklarının sayısında ihtilaf vardır. H. 1052/M. 1642 yılında doğan Fatma sultan hanım, üç yaşındayken Kaptanı Derya ve padişahın musahibi yâni sohbetçi-si Yusuf Paşaya nikâh edilmek suretiyle verildi. Çok muhteşem törenlerle Fatma sultanhanım Topkapi sarayından, Yusuf Paşa'ya tahsis edilen saraya götürüldü. Hanya Fâtihi olan bu Yusuf Paşa bir sene sonra padişahın emriyle İdam edildiğinden, Fatma hanımsultanda dört yaşındayken dul kalmış oldu. Tabiiki değerli okurlarım bu izdivaçların kâğıd üzerindeki izdivaçlar olduğunu, elbette hatırlatmaya lüzum yoktur. 1646'da musahib ve de kaptanı derya olan Fazluİlah Paşa'ya Fatma Sultanın nikâhı yapıldı. Bu gelin alayı da, mutantan oldu. Fatma sultan Topkapi sarayından> Fazluİlah Paşa'ntn Binbirdirekte'ki sarayına götürüldü. Gelin alayında elli nahii vardı. Fazlı Paşa; Fatma sultanın buluğa girmesini bekledi. Ancak vuslata eremeden, 1657 yılında vefat etdi. Onbeş yaşında dul kalan Fatma sultanın, bundan sonra izdivaç yapıp yapmadığı hakkında bilgilere rastlamıyoruz. Hâttâ ne zaman vefat ettiği ve nereye gömüldüğü meçhulümüz kalmıştır.
Muhterem okurlarım; elli tane nahii önlerinde vardı, dediğimiz de, nahilin ne olduğunu tanıtmayı kendimize vazife saydık. Bu hususda târih deyimleri ve terimleri sözlüğüne, Mehmed Zeki Pakalın merhumun değerli eserine göz attığımızda şu cevabı görüyoruz: balmumundan yapılarak gelin veya sünnet çocuğu alayının önünde, insan veya hayvan resimleri, çiçek ve kıymetli taşlarla, sırma klabdan gibi parlak teller ile, yaldızlı kağıtlarla süslü ağacın adıdır, halk dilinde kulanılan nâkil, nahil kelimesinin galatlaşmış hâlidir. Benzetmek suretiyle, meyvası ve çiçeği çok ağaç ve fidanlar hakın-da da söylenir. Arapça mânâsı olarak nahl, hurma ağacı demektir. Merhum İbrahim Hakkı Konyalı nahil için arapçadan dilimize geçen ve ortasındaki noktalı hı, bazen kaf yâni, K'ya çevrilerek naki haline getirilmiş kelimenin lügat mânası hurma ağacıdır demektedir. Eski sadnazamlardan Ahmed Vefik Paşa da, bu nahil kelimesinin fidan, hurma ağacı ve balmu-mundan yapma ağaç, meyva ve şükûfe gibi mânalar ile tavsif ediyor. Fazlullah Paşa; Fatma sultanhanırnı buluğ çağına kadar bekledi. Ne var ki kuvvetle muhtemel olan şudurki vuslat vukubulmadan 1657'de vefat etBi. Onbeş yaşında yine dul kalan Fatma sultanhanımın, bir daha izdivaç yapıp yapmadığından hâttâ öldüğü tarih ve nereye gömüldüğü hakkında, bilgi sahibi bulunmamaktayız.
Alderson; Sultan İbrahim'in kızlarını, dedeleri 1. Ahmed'in ve amucaları 4. Murad'ın kızlarıyla karıştırmıştır. Bu sebeb-den gerek sayıda gerekse isimlerde hatalar yapmıştır. Misal olarak Sultan İbrahim'in; Ayşe ve Atike sultan adlı kızları olduğunu ileri sürmesi, padişahın dokuz kızının olduğunu ancak iki tanesinin-adını tesbit edemediğini, ötekilerin adlarını şöyle belirtir: Fatma, Ayşe, Atike, Beyhan, Gevherhan, Kaya ve ümmügülsüm sultanhanımlar. ünlü tarihçimiz Ahmet Refik bey'de Sultan İbrahim'in; Atike, Ayşe, Beyhan ve Gevher Sultan adında dört kızı olduğunu yazmaktadır. Bütün bunlardan çıkartacağamız sonuç, Osmanlı harem hayatı kendine has bir örtülülükle geçmiştir. Bu bakımdan harem hakkında, ileri geri beyanda bulunanlar ve bu ifadeler fazla itibara alın-mamahdır diye düşünsek, yanlış bir tesbit yapmamış oluruz.
Sultan İbrahim'in yine 1052/1642'de doğan kızının adi Gevherhan Sultanhanımdır. Bu sultanhanimda; 23/ka-sim/1646'da dört yaşındayken padişah musahibi Cafer Paşa ile nikâh olundu. Kendilerine; Hoca Paşa da Halil Paşa Sarayı tahsis edildi. Tabii çeyiz, padişahın emri ile hazineden yapıldı. Cafer Paşa ile Gevher Sultanhanumın evliliğinin müddeti bilinmemektedir. 1647'de bu sultanhanım için Alderson, Çavuşzâde Mehmed Paşa ile izdivaç yaptı, demektedir. O zaman; bir sene önce nikahlandığı Cafer Paşa ne olmuştur? Bu hususda, malumat olmamakla beraber Mehmed Süreyya Bey; Sicilli Osmanî adlı pek değerli eserinde, târih belirtme-mekle birlikte, Çavuşzâde Gevherhan Sultanhanımın izdivacını zikretmektedir.
Musahip Cafer Paşadan sonra Çavuşzâde Mehmed Paşa ile evlenen Gevher Sultanhanım; Halil Paşa sarayında yaşamağa devam etdi. Sultan İbrahim'in katledilmesinden sonra, Gevher Sultanın kardeşi padişah 4. Mehmed, bahse konu sarayı Gevher hanımsultan'a verdi. Damad Mehmed Paşa; 1681 yılında iki defa kaptanı deryalık etmiş bir Paşa olarak vefat etdi. Gevher Sultan 21/eylül/1694rebiü!evvel/l 106'da, Edirne'de öldü. Naşı İstanbul'a getirildi Şehzadebaşı camii Naziresinde defnedildi. Gevher Sultanhanımın bütün mallan hazineye devredildi. Sultan İbrahim'in üçüncü kızı 1055/1645' yılında dünyaya gelen Beyhan Sultanhanımdır. Bu da, iki yaşında olduğunda, veziriazam Hezarpâre Ahmed Paşa ile evlendirildi. Bir sene sonrada Ahmet Paşa çıkan karışıklık da parça parça edilcüğinden Beyhan Sultan üç yaşında dul kaldı.
Bundan sonra (Jzun ibrahim Paşayla onun vefatından yâni 1683 yılında ölmesi üzerine 1689, yılında Bıyıklı Mustafa Paşa ile evlendiğini yazmaktadır Aiderson. Bıyıklı Mustafa Paşa ile evliliği; on sene süren Beyhan Sultan hanım, kocasından bir sene sonra 1700 yıhnda vefat etdi. Kabri Kaanuni Sultan Süleyman'ın türbesindedir. Hemen şunu dailâve edelim ki; Yılmaz Öztuna, değerli eseri Devletler ve Hanedanlar adlî çalışmasında; ümmügülsüm, Ayşe Sultan, Fatma Sultan, Gev-herhan Sultan, Kaya Sultan, Beyhan Sultan ve Atike Sultan-hanımlar olmak üzere yedi, hâttâ Bican Sultanhanım adlı kızla beraber sekiz tane kız çocuğu olduğunu belirtiyor.
Yılmaz Öztuna Bey; Sultan İbrahim'in kızlarından, Fatma Sultan ve Gevherhan Sultan ve Beyhan Sultan adlarıyla mu-atabakatı dışında, Ümmügülsüm Sultanhanım, 1642-1655 arasında yaşayıp onüç yaşında vefatettiğini Ayşe Sultânın 1642 1675 arasında yaşadığını sonrasının bilinmediğini ifade eder. Yine Yılmaz Öztuna Bey; Kaya Sultanın 1642'de doğduğunu ve ölümü hakkında bilgi vermemekle beraber 1649'da izdivaç yaptığı damad Mehmed Paşa'nın idâmıyla, duj kalmış oldu ancak bu evliliğinde kâğıt üzerinde kaldığını beyan edelim. Atike Sultanhanim İse; 1646'da doğmuş 1686'da kırkyaşında vefat etmiştir. İlk izdivacımda; Damat üzün Topal San Kenan Paşa ile bir yaşındayken yapmış, 11 sene, 4 ay, 25 gün süren evliliğinde zifaf olmamıştır. Çünkü henüz onüç yaşındaydı o sırada. İkinci evliliğini; Atike Sultan, Mostarlı Boşnak İsmail Paşa ile 1659'da yaptı. Bu evliliği yedi sene sürdü ve kocasının 1666'daki vefatı üzerine dul kalmış oldu. Vefatına kadar böyle yaşadığı bir izadivaç yaptığı görülmemiştir. Bican Sultan hanımın ise; 1675'den sonra öldüğü tahmin edilmekte ve en az yirmiyedi yaşında olması lâzım geldiği ileri sürülmektedir. Böylecede, Sultan İbrahim'in kızlarıyla ilgili bilgilen nakletmiş olduk.
Sultan İbrahim'in, oniki tane oğlunun dünya'ya geldiğini ve bunların hepsininde padişahlığının başlamasıyla birlikte olduğunu hemen hatırlatalım.
Bunlar; sonradan 4. Mehmed unvanıyla padişah olan şehzade Mehrned (Avcı) onun tahtdan indirilmesiyle yerine, 2. Süleyman unvanıyla padişah olacak olan şehzade, onun da yerine, Osmanlı tahtına 2. Ahmed unvanıyla çıkacak olan şehzade Ahmed'i söyledikten sonra, Selim, Murad, Osman, Bayezid, Cihangirve babasının vefatından daha doğrusu kat-lettirilmesinden altıay sonra doğan, şehzade Orhan vede şehzade Süleyman, şehzade Ahmed ve yine bir ikinci şehzade Ahmed'den, bahsetmek kabildir. Böylece; 12 erkek ev-laddan, üç tanesinin padişah olarak Osmanlı tahtına çıktığı görülmüş ve Sultan İbrahim'e, Osmanlı devletinin 3. kurucusu da denmiştir ahali tarafından.
Sultan Murad zamanında; vakit vakit Ruslar Karadeniz üzerinden İstanbul Boğazına gelip, Bebek civarına kadar, şa-yaklarıyla yâni altı düz nehir kayıklarıyla saldırılarda bulunup, etrafa zarar verip, bilahirede çekilip gittikleri, târihin kaydettiği hususattandır. Ancak bu durumda da çâre bulunmaya çalışıldığını söylememiz gerekmektedir.
Hâttâ 20/temmuz/1624ide, Boğazdan içeri giren baskıncı Ruslar, Sarıyer'le Yeniköy arasındaki bölgeyi, bir hayli talan etmişlerdi. Bunların üzerine gönderilmeyi emir alan ve Ha-liç'de bulunan Osmanlı savaş gemilerinin birkaçı Rusların üzerlerine doğru gittiğinde, baskıncılar yakalanacağız korkusuyla firara başlamışlardı. Hatta yine bir rivayete göre kazaklar ertesi günü tekrar boğaz bölgesine gelmişler ve dönüşü sırasında, Osmanlı donanmasının yolunu şaşırtmak içinde Boğaz fenerlerini yıkmışlardı. Yine; çeşitli kaynakların verdikleri, başka başka bilgilere göre, ülkemiz sularında faaliyet de bulunan Kazak teknelerinin miktarı hepsi de altı düz ve kürekli tekne olmak üzere, yüz adet civarındaydı. Tarihçilerden İsmail Hami Danişmend Halic'in ağzındaki; meşhur savunma zincirinin Karadeniz boğazına nakledildiğini yazmaktan kendini alamadığı görülmüştür.
Kadırgalardan meydana gelmiş olan Osmanlı donanması; Karaharman Burnu dolaylarında üçyüz elli adet Ruslara ait şaykayla karşılaştı. Biraz rüzgar olsaydı, kadırgalara oranla biraz daha az, denizci olan şaykalar, Osmanlı teknelerine hücuma geçemeyeceklerdi. Deniz'in sakin olması şaykalara Osmanlı kadırgalarına saldırı şansı verdi. Onyedi, onsekiz tane şaykayı kadırgalara yaptıkları rampa ve savaş da başarı kazanmış görüyoruz. Allahdan muharebe sırasında birdenbire kuvvetli bir fırtına çıkmasaydı, vaziyetimiz daha da fena
olabilirdi. Kuvvetli rüzgardan yararlanan Osmanlı kadırgaları yediğine alabildiği şaykalardan 30 tanesini İstanbula getirebildi. Batan şaykalar sayısıda 172 adet idi.
Osmanlı donanması bu hareketleri gerçekleştirirken, Garb ocakları filoları yâni Fas, Tunus, Cezayir'deki Osmanlı gemileri, Atlas Okyanusunda Danimarka ve İzlanda sularına kadar yükselmişler, bu okyanusun deniz yollarını, İngiliz ticaret gemilerine bile kapamaya muvaffak olmuşlardı. 1631 yılında da, İrlanda'daki Baltimor limanına saldırıp, burasını yağma etmişlerdi. Muhterem okurlarım görüldüğü gibi yukarıdaki satırlar, 4. Murad dönemini ifade eden satırlardır. Sultan İbrahim'in tahta geçtiğinde deniz hareketleri ve bilhassa Okyanuslardaki Osmanlı donanması, hükmünü yürütebilecek kapasite vede başarı sağlayacak halde olduğunu göstermektedir. Osmanlı devletinin, 4. Murad'dan sonra tahta geçen Sultan İbrahim, ağabeyinin karada zaferlerle yürüyen bir ordu, denizlerdeyse varlığını ispat eden bir donanma bırakmış olması hasebiyle, şanslı bir padişah sayılmalıdır.
Selefi, böyle muntazam bir yapı bırakmasaydı dönemi çok zor geçecekti. Osmanlı Rus ilişkilerine atfu nazar ettiğimizde, Rus Çarlarının sıcak denizlere çıkabilmek hülyasıyla takip ettikleri politika, savaş hâlini dâima ortaya koyuyordu. Eğitilmiş bir toplum olmaya çalışırlarken Azak denizi istikametinde inkişaf ediyorlardı.
Portekiz'lilerin Hindistana giden yolu bulmalarına karşılık, Ruslar da Hazar denizi üzerinden Hindistan'a ulaşmaya yeltenmişler ve de bunu temin edecek şirketler kurma yoluna gitmişlerdi. Ancak; İngiliz denizcilerinin, İspanyol donanmasını yok edip sağlam bir deniz egemenliği kurması, İngiltere-nin artık Rusların Hindistan'a ulaşmak politikalarını gözlemeye lüzum bırakmamıştı.
Böylelikle de Osmanlı/Rusya ilişkilerinde, İngiliz tesiride hayli donuklaşıvermişti. Osmanh/Rus ilişkileri, Rusların sınır üzerindeki müsİümanlara saldırı yoiunu seçmesi, Bayezidi Velî zamanındaki Rus elçisinin kahkahalarla gülünecek kıyafetinin üzerindende geçen zaman dilimi, daha yüzelli yılı bulmamış amma, hududu Osmanî'yi tacize başlamıştı. Çok geçmeden ilk Osmanlı/Rus çatışması Azak Kalesi üzerine gerçekleşti. Bu kale; Azak denizi vede Karadeniz arasında çok öneme hâiz stratejik bir yerdi. Azak denizine akan nehirlerin, aynı zamanda gemi nakliye yolu ve bu gemilerin ticaretin bel kemiğini teşkil etmesi vede Orta Rusya ticareti bu nehirler ile hayat buluyordu. Ne varki; Azak kalesi bîr kontrol mekanizması gibi, Osmanlı'nın elinde Rusya'y1 çıldırtacak gibi duruyordu. Bir ara bahse konu kale Rusların eline geçmiş, bazı tarihçilerin Deli diye anmayı adet edindikleri Sultan Ibra-him'se, bu kalenin ehemmiyetini idrâk içinde olması ile kaleyi istirdat etmesi icâb ettiğine kanaat getirmişti. Bu iş içinde Kaptanı Derya Siyavuş Paşa vazifelendirilmişti. Ancak; donanmanın bu işe kâfi miktarda iktidarı olmadığı gibi kara askeri bakımından da kifayetsiz bir kuvvet ile bu işe teşebbüs başarı vaad etmiyordu nitekimde öyle oldu. Bölgenin hava şartları savaş sezonunun sona erdiğini ilân etmiş, Siyavuş Paşa askerini alıp, İstanbul'a avdet etmişti. Azak Kalesini istirdadı kafasına koyan padişah, 3/şubat/1642'de Sultanzâde, nâmıdiğer Semin Mehmed Paşayı serdar tâyin etmiş, İstanbul'dan Azak üzerine sevk etmişti. Bir sultanhammın çocuğu olan yeni kumandanın kalabalık bir askerle geleceğini tahmin eden Ruslar, kaleyi savunma yerine çekilmeyi tercih ettiler. Böylece kalenin savaşmadan Osmanlı'nın eline geçtiğine târihler şâhid oldu. Bu başarı Sultanzâde Mehmed Paşanın, sadarete getirilmesine zemin hazırladı dersek pek doğru bir tesbit yapmış oluruz. Bu istirdat gerçekleştiğinde, 1642 ilkbaharıydı.
Sultan İbrahim'in şahsiyetiyle alakalı beyanımız esnasında, bu zat hakkında tarihçilerin münsif yâni insafla bakmadıklarını yazmıştık. Halbuki bu padişahın sekiz yıl süren dönemindeki en mühim deniz olaylarından biri, Girit Adası üzerine yapılan günümüzde anfibik hareket diye adlandırılan fetih savaşıdır. 1645'de başlıyan bu hareket 1669'da sona erdiğinde kanlı ve bîr çok vakanın yaşandığı 24 sene geride bırakılmıştı.
Dalmaçyah Yusuf Paşanın kaptanı deryalığıyla açılan savaş 24 sene sonra nihayetlendiğinde, Osmanlı kuvvetlerinin yöneticisi Köprüiüzâde Fâzıl Ahmed Paşa aynı zamanda, veziriazam olarak devletin iki numaraiısıydı. Girit Savaşı ile ilgili olarak; deniz savaşları târihimizin kaynağını, zafernameler, hatıratlar ve gemilerin vukuat defterleri teşkil etmekle beraber, Girit savaşıyla ilgili tek kaynak rahmetli deniz tarihçisi, Ali Haydar Emir Alpagut'un olduğunu ifade eden merhum Amiral Afif Büyüktuğrul'un Ali Haydar beyin 1916'da yayımladığı 'Târihi Bahri Sayfalan" adli eski Türkçe ile yazılmış kitaptı demesinin ardından, değerli çalışmasının 2. cildinin 101. sahifesinde Alman Tarihçilerden Ekkehart Eşkof adlı zâtın Türk Târih Kurumunun tertiplediği Atatürk konferanslarında "Denizcilik Târihînde Kandiye Muharebeleri" dizesiyle, Venedik bilgilerini bize duyurmuştu, demekte.
Tarihçi; bu konferanslarının ilkine şu sözle başlamış: "Biz; 22 yıl savaştık. . Hayır deniz savaşı 22 yılda bitti. Aynı zamanda 22 yıl Kandiye Kalesini almak ve vermemek için, bu kale etrafında kara muharebeleri ile geçti. Bundan ötürü muharebenin adını da İtalyanlar "Kandiya Muharebesi" olarak tanımlıyorlar. Batılı tarihçiler için, bu kadar uzun zaman alan savaşın önemi ikinci dereceyi almaktadır diyor Dr. Eşkof.
Osmanlı devletiyle, Venedik cumhuriyeti arasında cereyan eden kara ve deniz savaşları hakkında değişik fakat ilgi çekici görüşler vardır demektedir. Bu dönemde Girit ve Podol-va'nın alınması ve Ukrayna'nın Kazak böigesi üzerinde Os-manlı egemenliğinin kurulmasını hatırlamak gerekir diyen Dr. Eşkof, ağır bir buhran geçirmesi de bu dönemlerde yaşanırken, bu sıkıntıyı atlattıran Köprülü Mehmed ve oğlu Köp-rülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa olduklarına işaretle beyanına devam etmekte. Ara başlıkta kullandığımız manşete bağlı kalmak suretiylede olsa sayfamızı, merhum Büyüktuğrul'un çaşmasınjn 2. cildinin, 102. sahifesinden şu alıntıyla süslüyo-mz: ".Girit için asıl kara savaşına ait safha hemen iki yılda bitmiştir. Kuzey'deki büyük kıyı şehri, Resmo ile yine kuzeyde ki müstahkem Mirabeilo limanı ve güneydeki, Gira-petra fethedildikten sonra, başşehir Kandiya ile Suda, Spi-nalonga ve Sittia'nın liman tabyaları Venediklilerin elinde kalmıştı. Bundan sonra 22 yıl süren, savaş içinde Kandi-ya'nin işgali, Dalmaçya'ya yapılan küçük çapta karşılıklı seferler ve özelikle, büyük ve yaygın deniz seferleri yazılmaya değer olaylardır. İkinci derecede, bir savaş alanı olan Dal-maçya'da bir deniz savası yürütülmektedir. Çünkü Venedik Dalmaçya'si kapalı bir kara eyaleti deöildir. Daha çok ada-îar, kaleler, tahkim edilmiş balıkçı köyleri, girişleri ve geçitleri setler ve tabyalarla korunmuş, böylecede içerleri kapatılmış olan nehir vadileri ve özellikle, çok iyi tahkim edilmiş, liman şehirlerinden ibaret bir savunma sistemi halindeydi.
Venedik donanması, Osmanlı filolarının hücumlarına rağmen Adriyatik denizinde, bu sistemin en Önemli noktalan arasında sürekli bağlantı sağlayarak üslere askerî kuvvetler, topçular ve cephane taşımakta, işgal edilmiş kıyı bölgelerine limanlara yeni kuvvetler çıkarmakta ve Osmanlıların deniz üslerine yapılacak baskınlara katılmaktaydılar."
Venediklilerin savunmasının izah edilmesinden sonra şöyle devam ediyor: "Girit Adası; Doğu Akdeniz kıyılarında önemli bir rol oynamıştır. Orta Çag'da bu ada'ya sahip olmak için savaş ile Doğu Akdenizde üstünlük sağlama mücadelesi adetâ aynı anlama geliyordu. Ege denizinin girişine egemen bir durumda bulunan adanın, başkenti İstanbul olan imparatorluk için ve bu imparatorluğa karşı, girişilecek olasılık bir saldın için çok büyük bir önem taşıyacağı ortadadır. Böylece Bizansla, Şam ve Bağdat halifeleri arasında Akdeniz güvenliği için yürüyen mücadele, gerçekte bu ada için yapılan mücadele idi.
Ancak; çok sonraları yeni çağda. İstanbul'a giden yol yerme CibraSta'dan Süveyş'e giden yolun dünya denizcilik sisteminin mihveri olmasından sonradır ki, Yunanistan gibi küçük bir devletin bu adayı almasına ve bu ada üzerinde egemenliğine tahammül imkânı doğmuştur. Venedik, 1205 yı-hrtdâ Girit adasını almış ve böylelikle Ege ve Doğuakdenizin /hatırı sayılır bir deniz egemenliği sağlamıştır. Osmanlı imparatoluâu Girit'i aldıktan sonra Eqe denizide Karadeniz qibi adetâ bir Türk denizi biçimine girdi. Fâtih Sultan Mehmed tarafından başlatılan Ege denizindeki takım adaları, imparatorlunun hakimiyeti altına alma hareketi tamamlan-dıöı zaman, bu böV dekt Venedik hakimiyetinin ve deniz si-yasetinin de soraeİmiş oldu," Diyen Dr. Eşkof; "Osmanlı padişahının Mısır gitmekte olan bir gemi konvoyuna Maİ-tah kadırgaların saldırısı gerçekleşince de devleti âliye, 1565'de Malta üzerine büyük bir sefer yapmıştı ifadesiyle sözü, 30/nisan/1645'de padişahın sarayının önünden bir resmi geçit haMnde Marmaraya yayılan donanmaya getirir. Venedikli gözlemciler, Güney istikametine olan bu sefere nefeslerini keserek bakıyorlardı.
Tinos ve Çuha adalarına Kaptanlar ve gemiciler nezaket ziyaretlerini yaptıklarında, Kaptanı Derya Yusuf Paşa'ya ada idarecileri, kahve, şeker ve erzak göndermek suretiyle hürmetlerini yinelemiş oldular. Bu arada da Osmanlı donanması, Garb ocaklarından gelecek filolarını beklemeye başlarken, Yusuf Paşa gemilerin reislerine vazifelerini bildiren zarfları açmaları için emir verme zamanı geldiğinin, kararını vermişti.
25/haziran/1645'de Hanya kıyılarında Osmanlı gemileri göründüğünde yetmiş yıldır durmuş olan, Osmanlı Venedik savaşı yine başlamış oldu. Bu haber; Venedik senatosuna ulaştığında müzakereler başladı ve Papa'ya haber uçuruldu. Avrupanm o dönem hatırı sayılır bütün ülkelerine Venedik Doçu mektuplar yazdı.
Osmanlı hücumunu, Doç'un yazdığı mektuplarda başda Papalıkla yakın olan ispanya kralına, Fransa Kraliçesi Avusturyalı Anna'ya ve Kardinal Mazarine anlatıldı. Otuz yıl savaşlarının sonunu yaşayan avrupa devletleri, bu mektuplara pek önern vermemekle geçiştirdiyse de Malta şövalyeleri, Napoli, Papalık, Floransa ve Cenova yardıma koştular Bu kuvvetler Girit'e güç verirken Osmanlı donanması tersanelerinde yapılan gemileriyle, donanmasına devamlı takviye alabildiğinden bu kadar geniş düşmanda uzun yıllar savaşmayı başarması ve nihayetinde Ahrned Paşanın Ada'nın tamamını fethe muvaffak olma& Sultan İbrahimle başlayan deniz hareketini aralıksız savaşla götürebilmesi, 4. Mehmed devrinde tamamlanması devletin devamlılığının en bariz göstergesidir.
Ancak; biz Girit savaşının nihayetini 4. Mehmed'in devrinde deniz hareketlerine atfu nazar ettiğimizde temasa gayre edeceğiz. Sultan İbrahim dönemi meşhur insanlardan Nergis Mehmed Efendi, Karaçelebizâde Mahmud Efendi, ıslahat layihası sahibi Koçi Bey, Kara Mustafa Paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi, Kemankeş Mustafa Paşa, Piyale Paşa ve Siyavuş Paşalar gibi zevat zikre şayandır. Sultan İbrahim'in Osmanlı devletini yönettiği dönemde, ülkelerini idare eden bazı bir numaralar şunlardır: Almanya'da imparator 3. Ferdinand, İngiltere'de 1. Şar!, İran'da Şah Safi ve Şah 2. Abbas, Papa-lık'da 8. Urban, 10. İnnosan, Rusya'da imparator unvanı altında 3. Misel, 1. Aleksi, Fransa'da 13. Lui, 14. Luiler biribirini takip ettiler.
.
SULTAN 4. MEHMED (AVCI)
Girid Savaşı
Kadırga Mı? Kalyon Mu?
Bizimkilerin Hâli!
Bulgurlu Savaşı
Devletin Siyaseti
Vakai Vakvakiye
Kürekçi Temini
Deli Hüseyin Paşa Ve Girid Ahvali .
Ben Senin Başını Keserim!
İsraf Üzerine Bir Kaç Söz
Para Ve Vükela Toplantısı
Dış Politikada Davranışlarımız
Padişahın Mukavemeti
Ağaların Ortadan Kaldırılması
Seyfiye İlmiye'nin İhanetine Uğruyor
Sancakı Şerif Açılıyor
Ululemre İtaat Talebi
Tercih Paraya Değil Sancağa
Saraya Dönenlerin Karşılanışı
Ağaların Şefaat Talebi
Cezalandırmada İki Anlayış
Anadolu Kıyamları
Saçlı Şeyh
Köprülüler Devri
Fâzıl Ahmed Paşa Girid'de
Sarıkamış Kazakları Hatmanı
Avusturya Seferine Girişin Hikâyesi
Viyana Seferi Savaşa Kitlendi
Sefer Müşaveresi
Osmanlı Ordusu Silahları
Düşman Taarruzu
Çarpışma Vükü Bülüyor
Bizim Tahlilimiz!
Mağlûbiyetin Şahıslara Tesiri
Ciğerdelenin Kaybı
Kırım Hân'ının Azledilmesi
Belgrad Ve Ölüm!
Sadrıazam'ın Katli
Bir Devir Kapanıyor!
Kahraman Paşalar
Kara İbrahim Paşa Düşerken!
Sadrıazamla Beraber Değişim
Süleyman Paşa Ve Budın'ın Düşmesi
Büdin Şarkısı
İmdadı Seferiyye
Külah Kapma Mücadeleleri
4. Mehmed Devri Deniz Hareketleri
4. Mehmedin Düşüşü Başlıyor!
İmamlar Sesini Yükseltiyor!
Siyavüş Paşanın Sadareti
4. Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
4. Mehmed'in Sadrazamları
4. Mehmed'in Şeyhülislâmları
Girid Meselesinin Halli
Fâzıl Ahmed Paşanın Şahsiyeti
Cehreyn Seferi
(İç Asrın Tahlili
İstıdrad:
2. Viyana Muhasarası
4. Mehmed'in Aleyhinde Kıyam
Sultan 4. Mehmed'in Şahsiyeti
4. Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
Okuma Parçası:
Esfarı Osmaniye Hatıraları 1073/16621075/1664 Seferinin Vakai Esasiyesi San Gotard'da Osmanlı Ordusu
San Gotar Savaşında Galib Gelememenin Esas Sebebi
San Gotar Savaşı Hakkında Bazı Osmanlı Tarihçilerinin Verdikleri Malumat
Sen Gotar Savaşi Hakkındaki Kararlar
Sen Gotar Savaşından Sonra Ördü Harekâtı Ve Sulh
Sulh Antlaşması
İki Taraf Ordularının Başkumandanlarının Biyografileri
Babası: Sultan İbrahim Han
Annesi: Turhan Hatice Sultan
Doğum Tarihi: 1642
Vefat Tarihi: 1693
Saltanat Müd.: 1648-1687
Türbesi: İstanbul'dadır.
Sultan İbrahim'in ilk erkek evlâdı oldu dediğimiz zaman, Ahmet Refik Altınay merhum'un ifadesi olan "Osmanlı horozu öttü" sözlerini satırlarımızı süslemekde kullanmıştık. Şimdi de başka bir ilmin gereği olan ve târih düşmede kullanılan ebced hesabına uygun söylenen bir beyiti kayda lüzum gördük. H. 1051/m. 1642'de doğan şehzade Mehmed İçin, Şâni'nin inşa buyurduğu beyit: "Nurdur geldi Mehemmed sulbi İbrahim'den" böylece yeni doğmuş şehzadenin dünya'ya geliş tarihi belirlenmişti ayrıca adı da, Mehmed olmuştu. Ancak şehzâde'nin adının Mehmed olmasından evvel bir isim macerası vardirki; bu devrin en önemli kaynaklarından biri olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi bu hususta cilt 1, sh. 188'de aynen şöyle söylemekte: "Yıldız ve cifirilminde <Ibrahim Hân oğlu Yusuf adında bir padişah dünya'ya gelecek. Yusuf Peygamber gibi güzelliğe mâlik ve bahtı açık bir hükümdar olacak. Doğuya ve batı'ya korku salacak... Venedik, Nemçe (Avusturya) Leh, Çek, Rus yâni Moskof diyarlarını harab edip, Yusuf meziyetli çalışkan bir padişah olacak!> yolunda bütün cifir bilginleri hüküm çıkarmışlardır. Allah'ın hikmeti-de, bu Mehmed hân henüz annesinin karnında iken babası İbrahim Hân: "Eğer bir erkek evlâdım olursa, müjde edenden başka ilk olarak kimi görürsem ve kime rast gelirsem evlâdıma onun ismini korum" şeklinde söz demiş idi. Doğum sabahı sabah namazında padişahın yanına gelen kızlar ağası şehzade Mehmed'in doğduğunu müjdeleyince, padişahın karşısında Hünkâr İmamı Yusuf efendi oturmaktadır.
Bunun üzerine Sultan İbrahim Cenabı Hakk'a şükreder ve: "Yarabbi ben sözümdeyim. Haberi aldığımda karşıma ilk çıkan zatın adını oğluma vereceğim demiştim. Yüce Mevlâm benim karşıma mübarek bir insanı, bir âlimi çıkarttı" dedikten sonra secdei şükrana kapanmıştır. Yeni doğmuş şehzadenin kulağına Ezanı Muhammedi'yi Hünkâr İmamı Yusuf efendi okudu. Daha sonra sarayın mensupları belki de, Osmanlı devletinin ikinci kurucusu sayılmakta olan 1. Mehmed Çelebi'ye atıf için, hanedana yeniden doğuşu sağlayan şehzadeyi Mehmed olarak isimlendirmek istemiş olabilirler. Yoksa; kulağına ezan ile okunan ilk isim Yusuf olmuştur. Padişah etraftan gelen bu istekleri ve yukarıda tahminimize muvafık hususa i'tiraz etmeyi uygun görmemiş olabilir.
Bu şehzadenin doğduğu gece, bir zelzele vukubulduğu gibi, yeniçerilerin kışlasında bulunan baruthane tutuşmuş idi. Müneccimler bu olayları kötü talih olarak yorumlamişlarsada 51 yıllık ömrünün 39 yılını taht'ta geçirdi ve hayatını da kaybetmeden taht'tan indirildi. Bu yönüyle bu kehanet yerine oturmuş sayılmaz. Ülke içinse, zaman zaman parlayan Osmanlının kılıcı netice olarak hesaplandığında, tevakkuf yâni tam bir duraklama manzarası gösterir. Ancak; Girid Adasının kafi fethini budevrin padişahı gerçekleştirmiştir. Öte taraftan yedi yaşındayken geçmiş olduğu Osmanlı tahtında kalma müddeti bakımındanda Kanuni'den sonra ikinci gelmektedir, padişah 4. Mehmed (Avcı) hazretleri. Vefat târihi İse, h. 1102/m. 1693'tür. Evliya Çelebi, padişahın çocukluğunu şöyle tarif eder: "Tahta çıktığında, yedi yaşında gayet zayıf ve ince yapılı bir çocuktu. Fakat son derece aklı başında, olgun ve zeki idi. Çelebi; Sultan Mehmed'i yirmi yaşlan döneminde şöyle tarif ediyor: "Boyu babası gibi uzundu ve belden aŞağı kısmıda uzundu, etli pazuları, elleri ise aslan pençesine benzerdi. Kaşlarının arası açık, güzel görünen bir yüze sahipti- Gözler elâ renkteydi, nurlu bir siması vardı. Çok iyi bir bibiydi. Ava çıkmaktan pek hoşlanır ve bunu savaş tatbikatı sayardı. Sultan Mehmed biraz büyüdükten sonra kendinden küçük kardeşleriyle birlikte padişahlık imamı Şâmi Yusuf efendi önünde eğitime başlamıştır. Bu derslerin en önemli bölümünü din ve diyanetinide öğrenmesi teşkil etmiştir.
Çok geçmeden vefat eden Yusuf efendi'den sonra, derslere yine Şâmi Hüseyin efendi gelmeğe başlamıştır. Babası Sultan İbrahim'in 1058/1648 tarihinde tahttan indirilmesi üzerine, onun yerine geçmiştir. Her tahta çıkan padişahın ödeme zorunda olduğu culüs bahşişini hazinenin ödemesi mümkün görülmediğinden, sadrazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa, öldürdükleri padişahın, verdiği nimetlerden-bir hayli faydalandığı bilinen Cinci Hoca diye tanınan Hüseyin efendiden temin etme yoluna gitti. Cinci Hüseyin Hoca'dan ikiyüz kese talebinde bulunan sadrazama, kaimpederi Karaçelebi-zâde Mahmud efendiye olan, onun sayesinde baskıya maruz kalmam ham hayaline kapıldı. Ne varki; sadnazama param yok demesi, sadece servetini değil, kellesininde gitmesine sebeb olmuştu.
Beri taraftan tahta geçmiş buiunan 4. Mehmed, yaşının küçüklüğü göz önüne alındığında işleri tam manasıyla yürütmediği aşikârdır. Annesi Turhan Valide Sultan hem tecrübesiz, hem de kaimvâlidesİ, Kösem Mahpeyker Valide Sul-tan'ında önüne geçebilmeyi sağlayabilecek ne bilgi ve tecrübeye ne de, lâzım gelecek teşkilâta sahipti. Dolaysıyla Kösem Valide Sultan, devletin idaresini ellerine almıştı. Aslında başarılı sayılmalıydı bana göre tarihin sayfalarına nazar ettiğimizde, vezirleriyle evlenerek yeni hanedanlar zuhuruna yarayan sebebleri, ortaya seren vâlidesultan ve kraliçeler ile doludur dünya tarihi.
Ancak bu yapı Osmanlı düşünce dünyasında asla yer almamıştır. Evet Kösem Valide Sultan çeşitli siyasi oyunlarla devlet gemisini yürütmeyi başarmıştır. Çok geçmeden Kö-em ile Turhan Valideler arasında zuhur eden yönetme mekanizmasını ele-geçirme rekabeti çok kanlı neticelere varan İsyanlara, saray içinde kötü ve şen'i tuzaklara teşebbüslerin, meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. İslâm anlayışı için-Je. devletin Atabeyi pozisyonuna geldiğini zanneden doksanlık sadrıazam, Kösem Vâlide'nin padişah vâsisi olarak dillendirdiği emirleri yerine getirmediği gibi, yaygın hastalıklardan olan rüşveti ise hiç kaldıramamıştı. Eğer hayatlarına kast edilen padişahların izalesinde vazife alan zevat arasında da kolay kolay yatağında Ölene pek rastlanmaz. Her biri takip altında tutularak en ufak bir yanlışında padişahın katli ile alakalandırılır, canını elden yitirirdi. Tarihin derinliklerinde rastlanılan malumattandır ki; Sultan İbrahim'in katlinde faaliyet gösteren yetmiş kişinin adının listeye alındığını, Nâima Tarihinde 4. cildinin 387. sahifesinde görmek kabildir. Yeni Camii Ayaklanması Memleketin idaresinde görülen zafiyet, pek net şekilde ortadaydı. Padişah küçük, sadrazam yaşlı ve devlet idaresini çevirebilecek kıratta olmayıp, zaman zaman ülkenin en akıllı insanlarından biri olduğunu göstermiş bulunan Kösem Valide Sultanın emirleri bu sofu sadrazama zor geliyor ve yerine getirilmiyor idi.
Dolaysıyla icraat pek sesli ve değişik tarzda ahalinin kaderine hükmetmekteydi. Yine bu sırada, idaresizliğin ve eski antlaşmazlıkların gündeme gelmesinden dolayı yeniçeri ile sipahiler ve içoğlanları denilen iki askerî güç arasında, adına Yeni Camii ayaklanması denilen kanlı mücadeleler çıktı. Yeniçerilerin başında bulunan Koca Musluhiddin Ağa'nın idaresindeki yeniçeriler galib gelmeyi başardılar. Bu arada sadrazam; Cinci Hüseyin Hoca'nın evine yaptırmış olduğu baskında eline geçirdiği 150 bin kuruşluk çil altınlarla rahatça cülus bahşişini ödemişti. Sipahiler nereden estiği bilinmeyen bir rüzgar sayesinde orada burada "Sultan İbrahim'i hangi fetvayla katlettiniz?" şeklinde hesap sormaya başlamıştı. Hemen arkasından katletme işinde görev alanların, kellelerinin ismen istendiği sipahi askerinin ağzından çıkıvermişti. Tabii ki bu listenin birinci ismi ihtiyar sadrazamdı. Adının kellesi istenenler arasında birinciliği aldığını görünce, sağda solda toplananlar üzerine yeniçerileri göndermekte beis görmedi. Ne varki; husule gelen çatışmalar şehrin sokaklarında pek kanlı şekilde gerçekleşirken, günlerce sürmekteydi. Yukarıda da söylediğimiz bu kıtalin sonunda yeniçeri başarı sağlamışsa da, bir canavar icadına sebeb olunmuştu. Sadrazamı memnun etmenin verdiği şımarıklığın nerelere varacağı çok geçmeden kendini gösterdi. Yeniçeri, bir zamanlar devletin en Önemli savaş makinesi olan bu zümre, kahredici silahını kendi insanına çevirmiş, fırın, han ve hamam basmakta insanlara ve servetlere büyük zararlar vermekteydi.
Girid'e gönderilen donanmamız Foça Önlerinde Venedik kuvvetleriyle savaşa tutuştu. Ne çare ki bu savaştan yenik çıkan biz olduk. H. 1057/m. 1649 senesinde İstanbul'da ikamet eden Venedik elçisi Giovanni Soranzo, bu savaşta mağlubiyetimize sebeb olacak haberleri, Venedik Düka'sına ulaştırdığı tesbit edilmiş. Hemen tevkif edilerek Rumelihisar zindanına tıkıldı. Bu işin diğer bir tarafı da sadrazama piyango çarptırdı. Ancak bu piyango yüz güldürecek değil, yüzünü buruşturacak sonuca taşıdı sadrıazamı.
Azledilen Mehmed Paşanın yerine Girid kahramanları arasında temayüz etmiş olan zevattan Kara Murad Ağa yeniçeri ağalığından vezaretiuzma makamına nasbedildi. Devlet gemisi öyle çeşitli yaralar almıştıki, gelen sadrazam şaşkınlıki r içinde görevinin sona erdiğini görüyordu. Kara Murad âadan sonra Melek Ahmed Paşa onu takiben Siyavuş Paşa, onun arkasından Gürcü Mehmed Paşa onun da arkasından Tarhoncu Mehmed Paşa mevkii sadarete getirildi. Voynuk Ahmed Paşa bu sıralar da Çanakkale boğazını kapatmış bulunan Venedik donanmasının karşısına 70 parça gemimizle çıkıverdi.
üzün müddet boğaz dışına donanmamız burnunun ucunu çıkaramamaktaydı. Voynuk Paşanın bunların üzerine saldırısı hepsini şaşkına çevirdi. Çareyi bu azimkar donanmanın önünden kaçmada buldular. Voynuk Ahmed Paşanın rotası Foça üstüne idi. Yolda Giacopo dö Riva komutasında Venedik filosu donanmamıza saldırdı. Gemide istihdam edilen yeniçeri askeri adetâ seyirci kaldı. Deniz savaşlarına alışık olmamaları onları seyirciye yaptı. Voynuk Paşa; düşmana saldırma metodunu seçerek çarpışa çarpışa Foça limanından çıkabilmeyi başardı. Girid'in üstüne gelmekte olan Tunus ve Mısır gemileriyle birlikte Girit'e uzandılar, üzün zamandır yardım bekleyen Girit'teki kuvvetlerimize taze kuvvet ile cephanede yetiştirmiş oldular.
Sultan Mehmed Voynuk Paşanın çektiği sıkıntıyı eski sad-nazam Mehmed Paşa'nın ihmaline yorarak idamını emretti. Böylece Sultan İbrahim'in katillerinden biri öldürülmüş, listeden bir kişi eksilmiş oluyordu. Biz yine Voynuk Ahmed Paşa ve arkadaşlarının, Girid'e vâsıl olup ordaki mücahidleri nasıl güçlendirdiklerini anlatmaya çalışalım. Fakat bu vakaya geçmeden önce yukarıda adı geçen, Ali Haydar Emir Alpa-gut'un: "Târihi Bahri Sayfaları" adlı eserde Girid'deki Venedikli komutan bütün hristiyan ülkelerine başvurarak şöyle bir manifesto yollamıştı "Girid Adası, hristiyanlann Osmanlı denizlerini kontrol etmesine yarayan son adaşıdır. Osmanlı devleti, bu ada'yı alacak olursa denizler kanalıyla daha çok beslenecek ve büyüyecektir, korkunç bir hâle gelecektir. Deniz satveti, büyük olan bir devleti karada yenmek güçtür. Aman bize yardım edin. Girid Adasını savunmak, yalnız Venediklilerin değil, tekmil hristiyanlık âleminin, en önemli meselesidir.
"İşte bu manifesto bir çağrı görevi yapmış, Sultan İbrahim dönemi içinde kaydettiğimiz Girid faslında yardımlardan bu yardımı da yapanların gayretinden bahsetmiştik. Merhum amiral Büyüktuğrul, Osmanlı devlet ricalinin Girit savaşına sadece askerî çerçeveden bakıyorlardı tesbitini yaptıktan sonra bu kanaatleri Osmanlı devletinin târihi boyunca böyle devam etti. Bu yüzden de devlet Önce denizlerde çöktü ve karada çöküşümüzü hazırladı demekten kendini alamamıştır. Şunu da hemen ilâve edelim ki, serilik arzeden olayların dâim olarak, bir evvelki harekâtların, hedefleriyle ve bu hedeflerin maksada uygun olarak ele geçirilip geçirilmemesiyle büyük alakası vardır.
Girid muhasaramız da, bu ölçünün içine giren vakaların belki de başda gelenidir. Şimdi biz Girid ile alakalı dokümantasyon yaparsak bu tezimizi doğrulama şansı yakalayabiliriz.
Târihler; 7/nisan/1646'yı gösterdiğinde, Amiral Tomasso Morosini emrindeki Venedik donanmasıyla Bozcaadayı mu-hasaya aldı. Kaptanı Derya Semin Mehmed Paşa; dirayetli bir komutanı olan Küçük Hüseyin Paşayı Morosini'nin üstüne Bozcaadaya sevk etdi o da pek kısa zamanda Bozcadaya çıkan işgalcileri denize dökerek Çanakkaleye avdet etdi. Morosini, bu mağlubiyete rağmen gemilerini Çanakkale boğazı önüne dikti. Girid'e yardım götüreceğini istihbar ettiği gemilerin böylece yolunu kesmiş oluyordu ve nitekim, Çanakka-leden çıkan gemilerimiz, Morosini kuvvetleri ile karşılaştı. Bir saat süren muharebe sonunda Osmanlı gemileri Girid .. r:ne suda kaymağa muvaffak olurlarken, Morosini'de bü-kuvvetleriyle Suda limanına gelip demirledi. Bozcaada Canakkalede yok edilemeyen düşman donanması şimdi Girid'de belâ olmaktaydı.
Tecrübeli kumandanlar ve bilhassa Cezayirli Cafer Ağa, Suda liman ve kalesinin alınması burasını da bir askeri üs yapmak gerektiği konusunda beyanda bulunupda Kapdanı Derya Semin Mehmed Paşayı ikna etmişlerdi. Fakat 11/12 ağustos gecesinde bu zâtın vukubulan vefatı, istekleri geri bıraktırdığı gibi boşalan makama gelen Küçük Hüseyin Paşa, Suda hakkındaki tavsiyeleri ve selefinin aldığı karan, tatbike muvafık bulmadı. Muhasarayı; Resmo kalesine kaydırdı. Böylece Suda limanı üzerinden Girid müdafiileri devamlı yardım alma şansı buldular. Aslında Küçük Hüseyin Paşa; azimkar, yiğit bir şahsiyet olmasına rağmen Suda limanı işini değerlendirmede ki hatası, Girid Adası gailesinin uzamasının en mühim sebebini teşkil etmiştir.
Merhum amiral Büyüktuğrul; kıymetli çalışmasında şu dersi almalıyız diye bir mütalaa ileri sürmektedir ki, biz sahi-femizin bu ifadeyle süslenmesini arzu ettik: "Toplum olarak millet ve özellikle devlet yöneticileri deniz sorunlarını ve bu sorunların savaş üzerindeki etkilerini bilmezlerse savaş başladıktan sonra denizcilerin, onları bir kaç savaş meclisinde inandırmaları olağan olamamaktadır. Genel olarak konuşmak gerekirse Girid Savaşı sırasında, Osmanlı devletinin yönetici makamlarında deniz sorunlarını iyi bilen devlet adamları yer almış olsalardı; ya da deniz sorunlarını yada deniz kuvvetlerini savaşa hazırlama ve savaşta yönetme sorumluluğu, denizci derya kaptanlarına verilseydi, Girid Adasını almak için yapılan harekât bu kadar uzun sürmeyecek;
savaş harcamalanda bu kadar büyük olmayacak; bu kadar kan dökülmeyecekti.." Suda Limanı ve kalesinin, bir Osmanlı üssü haline getirilmemesi hakkında önce şu malumatı da ilâve edelim sonra da Tarihçi İsmail Hami Danişmend merhumla, Ali Haydar Emir Alpagut'un bu konuya dâir beyanlarını okurlarımıza sunalım. Suda limanını işgalden vazgeçme kararı, en ağır sonucunu hemen o yıl gösterdi. Çıkan büyük bir fırtına Kara Mustafa kumandasındaki Osmanlı donanmasını önüne kattığı gibi, Eğriboz Adasına kadar sürükledi. Fırtına gemilerimizi perişan edip hayli hasara uğratmasına sebebiyet verirken, Kapdanı Derya Kara Mustafa Paşa, bir Venedik kalyonu ile tutuştuğu savaşda şehid oldu. İsmail Hami Bey; "Küçük Hüseyin Paşanın Suda limanını şundan dolayı muhasaradan vazgeçmiş. Daha doğrusu yapılan muhasarayı kaldırmıştı: Deniz üzerindeki yalın bir kaya biçiminden ötürü Suda limanını kuşatmayı uygun görememişti. Özellikle düşman da gece saatlerinde, ada'ya takviye kuvvetleri ve cephane getirebilmekteydi." Demekte. Afi Haydar Emir Bey ise;
"Resmo Kalesi Suda'dan daha zayıf bir tahkimata sahip değildi. Kalenin dış duvarlanda onbin evlik bir duvara sahipti. Hendek, kazık, siper ve bataryalardan kurulu çok kuvvetli bir savunma örgütü vardı. Kale içinde, 10 bin muntazam, 30 binde milis askeri vardı" Demekte. Ali Haydar Beyin izahında bir anormal taraf yok.
Fakat Danişmend'in beyanında, ipe sapa gelir bir şey görülmüyor. Kayalıkmışda almamışda, düşman geceleri takviye yapıyormuş, yahu sırf düşmanın takviye yapmasını önlemek için evvelâ o hattı kesmek icâb eder, bu sebeble oraya muhasarayı koymamak ihanet derecede bir iştir.
Danişmend her zamanki gibi gayri ciddi beyanları savurup esmiş. 1647 senesinde donanmamız, maalesef yetersiz kapdam deryaların emrine veriliyor, İstanbul'da tersane gemi imâlinde haylice yavaşlarken, tamirlerde pek güzel yapılamaz olmuştu. Düşmanın ise ilk işi memnun olmadıkları Mo-rosini'yi vazifeden almaları gerçekleştirilmiş, yerine Marino Kapello diye birini getirerek komuta heyetinde yenilik denemek isterlerken, bu Kapello oluverdi.
Yerine Amiral Batista Grimani adlı birini getirdiler bu adam bütün hesabını donanmalarını Çanakkale önüne yığıp, büyük gemilerin verdiği avantajla, donanmamızın boğazdan çıkışta yolunu kesme üzerine yapmıştı.
Ayrıca Çeşme ve Eğriboz önlerine göndereceği seyyar filolarla ablukayı daha geniş sahaya açma yolunu planlamıştı. Bu plân kendi hesaplarına göre iyi bir plân olmakla beraber Grimani gemilerini toplayıp yola çıkıp, hedefine gelene kadar hayli zaman israf etdi. Bu zamanı da değerlendiremeyen Kapdanı Derya tâyin olunmuş, Defterdar Mustafa Paşa oldu. Zâten Defterdarın kaptanı derya olduğu ülkenin denizciliği o kadar olur. Bakın haksızmıyız!
Mustafa Paşa; Girid Adasına ikmal götürmekte muvaffak olmak için yapacağı, Çanakkale'den çıkıp, Girid'e doğru rotayı kırmakdı. Ama o bakın ne yaptı: Eğriboza gelip burada bulunan gemi ve adamları alıp Girid'e gideceğine Eğriboz'a uğramayı bırakıp, Sakız Adasına yollandı. Maksadı oradaki gemi ve kara askerini alıpda gitmekti. Ancak karşısına bir Venedik filosunun çıktığını uzaktan görünce tekrar Eğriboz üzerine dönerek yola düzüldü. Ne varki Eğriboz yakınlarında da, karşısında beliren filo düşmanın başka bir filosuydu. Ne Sakız, ne de Eğriboz önündeki filolarla çarpışmayan Defterdar, bari İstanbul'da yüklediklerimi Ada'ya ulaştırayım düşüncesiyle, Girid'in üstüne dümen kırdı.
CJfukta Osmanlı gemilerinin direklerini gören asakiri Osmaniye ümid içinde, gemilerin gelmesine kucaklarını açtılar.
Gelenlerin takviye değil adetâ düşmandan kaça kaça gelebilmiş çerezlerdi. Küçük Hüseyin Paşa, Defterdar Mustafa Paşayı öyle bir haşlamıştı ki, bu muamele Defterdar'da Mora kıyılarını varıp, oradan Rumeli askerini alıp geleyim düşüncesine götürmüştü.
Eğriboz'da toplanmış Rumeli askerinin, kara yoluyla Ana-poli'ye götürülmesini kendisinin onları oradan alacağını bildirdi fakatya bu bilgiyi haber alan Venedikliler veya tahmin etmek suretiyie olacak, gemilerini hızla Anapoli sahiline göndermek yolunu seçtiler. Bu bakımdan Mustafa Paşa bu nakliyatı gerçekleştirme fırsatı bulamazken, Venedikli bir grup gemi, Çeşme limanına baskın yapmış ve bir hayli Osmanlı ticaret gemisini ihrak yâni yakmaya muvaffak olmuşlardı.
Tabii bu haber çocuk padişahın kulağına vardığında, Defterdar Mustafa Paşa artık kapdanı derya değil sayıldı Fazlul-iah Paşa bu vazifeye getirilerek Anapoli'dekİ kuvvetleri ve ikmal malzemesini Girid'e taşıma İşi de ona verilmişti. Defterdar Mustafa Paşa, doğruca yeni kapdanı deryanın emrine amade olmak üzere yanına gitdi. Böylecede donanma kuvvetlenmişti. Sakız Adasına gitdiler lazım geleni aldılar. 28/eylül/1647'de Girid'e gelip, mücahidleri sevindirerek biraz rahatladılar. 1648 senesi; Girid savaşı açısından düşman üzerinde Osmanlı baskısının azaldığı, çünkü ada'ya ikmâl ve değiştirme birliği ulaştırma bakımından yavaş hareket edildiği kanaatini düşündürüyordu. Kandiya kalesinde savunmacı hristiyanlar, çıkış harekâtı yapıyorlar fakat her seferinde Serdar Küçük Hüseyin Paşada bunların dersini bir güzel veriyordu. Küçük Hüseyin Paşa, bu çıkışları bir güzel savuşturmayı başarırken, İstanbul'a gönderdiği haberlerde acil ve kuvvetli yardım talebi yapıyordu.
Öte taraftan da, Kandiya kalesinin fethini temin etmek için ele geçirerek nisbeten rahatlamış olduğu Resmo kalesinden silah yardımı ve bunun yanında ordaki toplan, kara yoluyla nakil edip de Kandiya önüne getirme çabasını başlatmıştı. rSâkil işini hayli zorluklarla mücadele ederek gerçekleştiriyorlardı. Fakat başardıklarında ise Kandiya'nın fethi mukadderdi.
Venedikliler ise; İstanbul'dan gelecek yardıma geçit vermemeyi temin için, bütün gemilerini Çanakkale önlerine ve kademeli olarak muhtemel yayılma alanlarına doğru devriye gezdirmekteydiler. Bu sırada ise; Amâoğlu Mehmed Paşa diye biri ortaya çıkarak, kapdanı derya olma kulisini başlatmış ve buna da muvaffakiyetle ulaşmıştı. Donanmayı Hümayun, 1648 yılına yeni bir kaptanı derya ile girmişti.
Venedik donanması Çanakkale önlerinde Osmanlı gemilerinin açık denize çıkmalarını önlemek gayesi ile devriye gezerken çıkan bir fırtına Psara ada'ları civarında bunları yakaladığında perişan etmiş ve yirmisekiz gemisini deniz adetâ yuttuğu gibi kumandanları Batışta Grimani'de ölüm çukurunda kalanlardan oldu. Bu Osmanlıların istifade edebileceği büyük bir fırsattı. Kendini toparlamaya çalışan düşman donanması, Girid'e lâzım gelen yardımı ve askeri yetiştirmek için gemilerimiz yanlarından bile geçse haydi uğurlar olsun demekten başka bir şey yapamazdı. Ne çâreki; bizimkilerin bu fırtınadan haberleri olup, olmadığı, şüphelidir! Çünkü; düşmanın başına gelen fırtına hasarının haberini alsalardı, hızlı hareket eder onlar kendini bir düzene sokana kadar üstlerine giderler, denizin darbesi üstüne leventlerin sil'esi de eklenirdi. Fırtına da Ölen Grimani'nin yerine de başka Morisi-ni tâyin edilmiş ve bu amiral, filosunu toparlayarak Venediklilerin diğer bir filosu vede amirali Ciakomo Ramo ile birleşti, birlikte kuvvetli bir büyük filo teşkil edip, yine Çanakkale Önlerine dikildiler. Amâoğlu (Kör oğlu mânasına gelir) Mehmed ^aşa, Çanakkale boğazında bekleyen Venediklileri görünce
usulca tam tornistan eleyip, boğazdan içeriye kıvnlıverdi. Bu davranışı duyan İstanbul ahalisi, çok kızdı. Bu kızgınlık ancak, Amâoğlu'nun idamı ile giderildiğinde târihler, 1648/ha-ziranmın/18. gününü işaret ediyordu. Tabii işaret edelimki bunların oluşu sırasında Sultan İbrahim henüz tahtında otu-ruyor ve sıkıntılı günleri çoktan başlamıştı.
Tersanelerimizde yukarıdaki ara başlıkta sorduğumuz sonun cevabı bir türlü verilemiyordu. Akıllı biri çıkıpda koskoca Osmanlı devletisiniz. İkisindende yapınız. Ne çabuk muttunuz? İnebahtıda yakılan donanmamız için büyük vezir Sokullu Mehmed Paşa ne demişti? Ol devlet öyle bir devlet-tirki halatlarım ibrişimden, yelkenlerini atlastan, lengerlerini aümüşten yapar! Oturup, kalyonda yapın, kadırga da, hâttâ mavna'da neyiniz eksikki? Şeklinde bir diskur çekseydi,. Kalyon imalini İsteyenlerin, kafalarını taktıkları husus, Kalyonlar savaş esnasında rüzgârın tesirinden istifade ederek, kadırgaların üzerine süzülüp, onları çiğnemekteler. Bundan dolayı bu avantajı biz de kullanalım demekteydiler. Kadırga imâlini istiyenler ise, Hazreti Barboros'u vede onun kadırgalarla nice düşman kalyonlarını perişan edip, denizlerin hâkimi mutlakı olmasına misal olarak bakıyorlardı. Sanki denize tek lâzım olan gemi üstünlüğüymüş gibi.. Hazreti Barboros'u düşündüğümüz zaman karşımıza çıkan adetâ bîr insanüstü-lüktü. Preveze Savaşı esnasında, gösterdiği kerameti merhum amiralin kendi hatıratı ifade ediyor. 1649/1656 yıllan arasında Girid savaşı, donanmamızın ademi kifayeti yüzünden bir türlü zafere ulaşamamış, hâttâ Ada'da vazife yapan Serdar Küçük Hüseyin Paşa, kara kuvvetleri bilgiler ve şecaati, gözü karalığı olmasaydı değil Girid'i fethetmek, kötü bir mağlubiyete duçar olabilirdik. Amiral Afif Büyüktuğrul, değerli eserinde Çanakkale'de Boğaz Muhafızlığı komutanlığı ihdas edilmesini, denizcilik de geriye dönerek, Yıldırım Baye-zıd devrine avdet etmiş olduk. Çünkü o sıralarda Boğaz muhafızlığı makamı vardı. Demek suretiyle duraklama dönemine, denizcilikte ki gerileme ile girdiğimizi işaret etmekte. İhdas olunan Çanakkale boğaz muhafızlığına Derviş Mehmed Paşa getirildi ve bu zat da hemen Kirte Tepe'ye dört tane top yerleştirmek sureti ile Venedik gemilerini topa tutup, Morto Koyunu ve Karanlık limandan kovmayı başarmak, donanmanın boğazdan çıkışına yol bulmaktı maksadı.
Doğrusu bu tedbir işe yaladı. Donanma toplarınında, Kirte Tepeden yapılan atışlar, Venedik gemilerini önce şaşkına sonrada kendilerini Beşike'ye çekmeye mecbur kıldı. Bu arada da Venedik donanma komutanı mürd oldu. Voynuk Ahmed Paşa; boğazdan çıkıp Girid'e muvassalat etmeğe girişti. Yolda karşısına Venedik donanması çıktı, kesin netice alıcı bir savaşa girmekten imtina eden Voynuk Paşa, işinin mutlaka Girid'e yardımı ulaştırmak olduğunun şuuru içindeydi. Sakız Adasında Anadolu askeri Girid'e takviye kuvvet olarak gitmek üzere hayli zamandır beklemekteydi..
Bu arada nasıl bir emir geldiyse! Veya hangi sebebe müstenit olarak Voynuk Ahmed Paşa, Girİd yerine Foça üzerine dümen kırdı. Halbuki kalesi Venediklilerin elindeydi. Eğer Foça'ya girilmek istenirse, giriş yolu üzerindeki bu kaleden açılacak ateşe düşman donanması da karşıdan ateş açtığında bizim gemiler iki ateş arasında kalacaktı. Voynuk Ahmed Paşa yanında bulunan Cezayir ve Trablusgarb Beylerbeylerini ve filolarını Midilli'ye sevk etmişti. Ondan sonra Foça limanına girmişti. Çok geçmediki Venedik donanması geldi, yatmakta olan filomuzu bastı. Kale komutanı da toplarını üstümüze tevcih edip, gülleleri savurmaya başladı. Kapdanı Derya Voynuk Paşa, hemen düşman gemisine rampa ederek boğaz boğaza savaşa koyuldu. Diğer gemilerimiz ve içlerinde bulunan yeniçeri askeri, kaptanların hamlelerine, bizim cenkle işimiz yoktur demek suretiyle hem savaşa katılmadılar, hem de kaptanları yardıma bırakmadılar. Bu olay üzerine İstanbul'da sadaret değişimi oluyor, Kara Murad Ağa vezare-tiuzma makamına irtika ediyordu. Padişah olsun, ricali dev-I t olsun, Kapdanı Derya makamına bir denizciyi getirmenin lüzumuna inandılar nasılsa!
Bıyıklı Mustafa Paşa Girid adasındaki donanma ile İstan-bula gelmek üzere yola çıkmışken Kapdanı Deryalığa atanan uaydarağaoğlu Mehmed Paşa, iki kadırga ile İstanbul'dan, Girid ada'sına doğru yola çıkmıştı. Takvimler 15/mart/1650 senesini gösterirken, işi denizcilik ve deniz ticareti olan Venedik yirmi kalyon, sekiz kadırga ile Çanakkale boğazını tekrar ablukaya almaya başladı. Ancak gerek Abdurrahman Paşanın boğaz muhafızlığında Kepez ve Soğanlıtepede mevzilen-dirdiği toplar, düşmanı boğaz civarından uzak durmaya mecbur kıldığı gibi ablukayı hayli boğaza uzak sularda yapmaya zorluyordu.
Haydarağaoğlu Mehmed Paşa; Girid'e yardım götürmek için harekete geçtiyse de, yeniçerilerin muhalefetiyle karşılaştı. Truva kıyılarına giderek oradan bulabildiği yardım malzemesini alıp Girid üstüne uzandı. 18/şubat/1651'de buraya 157 yeniçeri neferi, bir miktar para ve eşya getirebildi. Küçük Hüseyin Paşa; İstanbul'a yaptığı şikâyetin sonucu olarak, kapdanı deryanın tebeddülünü sağladı ve Hüsameddin-beyoğlu Ali Paşa makama getirilmişti.
Denizcilikten gelen bu zat, padişaha kalyon yapılması hususunda, ısrarda bulunmaktaydı. Kış olmasına rağmen 18 kadırga ile Girid adasına dörtbin asker taşımağa muvaffak °ldu. 13/haziran/1651'de de Girid'e o güne kadar getirilmiş Yardımların en büyüğünü getirdiğinde 30 kalyon, 38 kadırga ve 6 mavnadan müteşekkil bir donanmaydı emrinde olan.
Ali Paşa; Çanakkale Boğazı dışındaki yaptığı keşif sayesinde düşmanın Anadolu ve Rumeli sahilinde mevzilenmiş toplar yüzünden ablukalarını, pek sıkı ve teşkilatlı şekilde kapamamış olduklarını tesbit etdi. Bu vaziyet karşısında pek burnaz bir tuzak hazırlama cihetine gitdi. Filosunu aldığı gibi hayli güney istikametinde uzaklaşacak, bu sırada Venedik filosu Çanakkaleyi abluka için, sahile nisbeten yaklaşınca, gerek yerleştirilmiş toplar gerekse, güney istikametinde uzaklaşmış filo, hızla bu gemilerin üstüne gelecek, akıbet Venedik donanması iki ateşarasında kalacaktı. Bu sırada Kara Murad Paşa; Küçük Hüseyin Paşanın yerine Serdar Tâyin edilmişti ki, donanmanın başında olduğu halde, Çanakale'ye gelmişti. Ali Paşa, kaymış olduğu güney sularında Mısır'dan dönmekte olan onbeş adetlik filoyla birleşmiş ve kuvvetin ehemmiyeti artmıştı. Kara Murasd Paşa; başında olduğu donanmanın tanziminde de kalyonları birinci hafta, mavnalar ikinci hat'tı teşkil ederken kadırgalar ise üçüncü hatta dizildiler.
Kara Murad Paşa baştarde denilen gemiden, daha hızlı ve kolay manevra yapabilen, gemilerin arasında kolaylıkla ge-zebilen bir kadırgaya geçmiş böylece de emir ve komuta mevkiini bir mânada da gizlemiş oluyordu ve de, düşmanı böylece adamakıllı şaşırtmayı başarmış oluyordu. Nihayet; 16/mayıs/1654 senesinde, altı saat süren bir savaş meydana geldi Venedik donanmasıyla. Düşman donanmasında gemi sayısı büyük sınıftan olmak şartıyla 26 gemi idi. Başlarında Venedik donanmasının kıymete hâizlerinin arasında mümtaz bir mevkii olan Amiral Giuseppe Delfino komuta ediyorken, yardımcı subayları ise savşlarda pişmiş kişilerdi. Demir atmış olarak beklemekte olan Venedik filosu, amiralin taktiğine göre donanmayı hümayun'un iyice yaklaşmasını temin İçin hareketsiz duracak, yeterli mesafeye gelindiğinde, demir alma yerine demirleri kesmek suretiyle hemen saldırıya geçerek, avlarını fena bir şekilde bozguna uğratmayı kuruyordu, üstelik lodos rüzgârı bunları ümitlendirmekteydi. Bizim gemilerin görüldüğünde tasavvur ettiği gibi bir müddet beklemede kalan Amiral Delfino, vaktin geldiğini göz önüne alarak, 26 gemisine aynı anda demir kestirip, ilk hattında Ami-
23 Fransesko Morissini ve emrinde 8 kalyon olduğu halde 'den Murad Paşanın üzerine yürüdüler. İlk top sesleri du-Iduöunda, savaşın kanlı geçeceğini hissetmemek kabil de-"'ldi Topların ağzından çıkan mermiler, küpeştelerde pathaemilerin çeşitli yerlerinde de rahneler açıyordu. Bu ağır hasar verici bir mücadele olarak görüldüğünden, İki tarafda gözüne kestirdiği düşman gemisine rampa yapmak suretiyle savaşı sürdürme eğilimine girdiği, saffı harbin sıralarında bir gayrimuntazamlık görünmeye başlamıştı. Meydan muharebelerinde önce iki mübarizin yâni, dövüşçünün çıkması suretiyle ve onların aldığı neticenin muhasımlar indinde meydana getirdiği moral tesirin, zaman zaman savaşın neticesini gösteren âmil olduğu, harb menakiblerini anlatan eserlerde rastlanan malumattandır. İşte bu misâlin üzere, Venedik kalyonu Akila Doro İsimli gemi, bizin Emîr Reisin saldırısına mâruz kalarak, bizim rampa etmemize mâni olamamıştı. Kılıç, kılıca, göğüs göğüse amansız bir cenk Do-ro'da cereyan etdi. Emîr Kaptan plânlı ve programlı olarak, leventlerinin bazılarını, düşman gemisini endaht ettirmekle, yâni patlatmak üzere görevlendirdiğinden vaktin geldiği işaretini alınca büyük bir ustalıkla kalyonunu Akillo Doro'dan, büyük bir maharet ve hızla ayırmaya muvaffak oldu. Düşman gemisinde bir tek yiğidini de, bırakmamak suretiyle işi başarması birlikte mücadele yıllarının verdiği tecrübeyi kuvveden fiile çıkarma olarak kabul edilmelidir. Gemimizin düşman kalyonunun yanından ayrılmasının hemen peşinden öylesine bir infilakla sarsıldıki, sulara gömülmesi dakikalar ile °lqülebilir kısalıkta oldu. Amiral Morosini, sularda boğulma-niakla meşgulken leventlerimiz; onu bu zor mücadeleden nalas edip, gemilerine çektiler. Yine bir başka kalyon kapta-nın"iız İskenderiyeli Mehmed Reis'in gemisi, ürsula Bona enture adlı Venedik kalyonuna rampa etmiş, Emîr Reis'in rampasında meydana gelenler bu rampada da yaşanarak, Bona Venture'de Morosini'nin Akillo Doro'nun akıbetine uğradı. Çok geçmediki Trablusgarb'dan gelen gemilerimiz bir Venedik kalyonunu esir etmeyi başardılar. Bütün bunlar olurken; güney istikametinde uzaklaşma taktiğinden hareketle, Ali Paşa yanında Mısırdan gelen filo ile birlikte kıyametin adetâ koptuğunun resmi olan, muharebenin yapıldığı sulara doğru hızla kaydı ve Venedik gemilerinin, diğer bordaları üzerine yüklenmeğe başladı.
Plân tutmuş, düşman iki ateşarasında tutulmuştu. Venediklilerin San Giorgi adlı kalyonu kumanda forsunu taşımakta olup, daha önce batmış gemilerden kurtardıklanyla hayli kalabalıklaşmıştı. Bunların hesabı Osmanlı Donanmasının amiral gemisini yakalamak ve donanmayı mağlubiyete duçar etmekti. Halbuki Kapdanı Derya Kara Murad Paşa, denizci olmamakla beraber, önce cesur bir insan idi. Peşinden tecrübeye büyük saygı duyan anlayışa sahipti. Reislerin söylediklerini yabana atmıyor, icabında onların tavsiyelerini, bir cengâver olarak daha da mükemmel eştiren ilâvelere aklı eriyordu.
Bu sebebden dolayı, kendisi amiral gemisinde olmayıp, daha hareketli bir kadırgada bulunuyordu. Buna rağmen Murad Paşa gemilerin çoğunu, amiral gemisine sataşanlara göndermişti. San Giorgio üstüne gelen gemileri görünce yanındaki kadırgalardan ayrılıpda kurtulma yolunu aramaya başladı. Ancak çıkan dalgalar hasar gören bu geminin direklerinin kırılmış olması, dümen mekanizması ise komuta dinlemez bir arızaya girdiğinden, hem gemilere komuta edemez hâle düşmüştü hem de, başının çâresine bakma vaziyetine gelmişti.
içindeki muharipler, Osmanlıya esir düşmektense, ölümü seçmişlerdi. Bu bakımdan San Giorgio kaçamak dövüşüyordu iyi bir su yolu bulup, firara bakıyordu. Kendisine takılan qemiler beş taneydi ve Güney cihetinden, savaş sularına gel-rnİş bulunan Ali Paşa, bunların üzerine rota tutturdu. Bu beş nemiden her biriyle savaştı. Onların birini sakatladı, birini zaptetti. Bir diğerini batırdı, bir kalyon aldığı yaralar yüzünden kendikendine battı.
San Giorgio ise bu kadar gemi batıra batıra gelmeye çalışan Ali Paşanın elinden kurtuldu. Kapdanı Derya Murad Paşa, düşmanın geri kalan bütün gemilerini yok etmek gayesiyle takip altına aldı. Fakat çıkan pek büyük bir fırtına donanmamıza bunları yakalama imkânı bırakmadığı gibi fırtına, herkesin kendi başının çâresine bakması gerektiğini hatırlatır azametteydi. Fırtına sonrasındada Kara Murad Paşa; Foça limanına uğradı.
Orada işe yarar ne bulduysa gemilere yükleyip, ver elini Girid dedi. Girid'e vusulünde gazilerin sevinci görülecek manzaraydı. Kara Murad Paşa; sadnazam olarak nasb edildiğinden kapdanı deryalık Zurnazen Mustafa Paşaya tevcih olundu. Tabii bu zâtında denizci olmadığını söylemeye gerek yok herhalde. Bu Paşa; Kara Murad Paşa gibi yapmak istediyse de, meşverete önem verip deniz üstadlarına değer vermekle beraber cesareti medeniyesini Kara Murad Paşa seviyesinde tutamadığından, bir çok işi yarım bırakıyordu. Düşmanla çarpışıyor. Onları zor duruma düşürüyorsada, bitirici saldırıyı yapmaya cesareti kâfi gelmiyordu. Girid Adasına yardım götürme yerine İstanbul'a avdet etmeyi tercihi görevinin elinden gitmesine sebeb oldu.
29/mart/1656'da vazife Halep Valisi Mustafa Paşaya verildi. Bu Paşa, daha tersaneyi gezerken işin kendine uygun olmadığını gördü ve en kısa zamanda da 1656 mayıs ayının 4. günü Mısır'a vali olarak kendini tâyin ettirmenin yolunu buldu. Amiral Büyüktuğrul merhum, bu adamı târih, Kaçak Mustafa Paşa diye andığını, değerli eserinde zikretmekten kendini alamamış. Muhterem okurlarım; Yılmaz Öztuna Bey; Osmanlı kapdanı deryalarının vazife alma listesinde, 71. kapdanı derya olarak eski sadrıazamlardan Kara Murad Paşa'yi zikreder ve 1 l/mayıs/1655'de yine sadarete yükselmesiyle son bulduğunu yazar. Akabindeki kapdanı derya olarak Telli Mustafa Paşa olup, bu 72. olarak vazife alan zât'ın, görev süresi ongun sürer ki; Büyüktuğrul âmiralim'in bahsettiği, Kaçak Mustafa Paşa olarak anılan bu Paşa olmalıdır -73. Kapdanı derya olarak, daha sonra sadnazamlığa da getirilecek olan Zurnazen Mustafa Paşa'nin geldiği görülürki, bu zâtın 21/mayıs/1655'de aldığı görevide, 10 ay, 10 gün son-ra30/mart/1656'da bırakmış görüyoruz.
74. kapdanı derya olarakda listede 30/mart/1656'da vazife alıp, 1 ay, 15 gün sonra, 4/mayıs/1656'da makamı, Topal Sarı Kenan Paşa'ya devreden Kara Mustafa Paşa'ya rastlıyoruz. Görüldüğü gibi deniz devleti olması gereken Osmanlı devletinin birbiri ardına ve umumiyyetle denizcilikden yetişmemiş kişilerin idaresine verilmesi, acaibü'l garaibdendir desek yeridir.
Halbuki; Girid gibi bir mühim tabii üssün fethine teşebbüs etniş gücün ihtiyacının deniz kuvvetleri olduğu aşikârdır pek teessüf olunmalıdır ki; bu durum, asla ihmal götürmez bir ehemmiyetle ele alınmalıydı, ne varki öyle olmadığı apaçık ortada! 75. Kapdanı derya olarak iş başı yapan, Topal Sarı Kenan Paşa, Girid Adasına 30 kalyon, 10 mavna, 40 kadırga, 20 beylik gemisi, ayrıca gemilere bindirilmiş hayli sayıda kara askeriyle yola çıktı. Güçlü bir görüntü sergileyen donanmayı hümayun teçhizat bakımından hayli eksik halde idi. Tam tersine Venedik gemileri, denizci milletin gerektirdiği güç ve zindelikte idi. Lazzaro Mocenigo, Antonio Barbaro, Pi-
Contar, Guiseppe Morisini gibi amiraller görevleri başın-bilmem kaçıncı defa leventlerimizin karşısına çıkıyorlardı. Bizim gibi zırt pırt kumandanı değiştirme yoluna gitmiyor-ı rdı Venedik donanması dediğimize bakmayın bu deniz kuvvetlerine bunlar buz gibi haçlı donanması olup, bu seferinde de Malta şövalyelerini de aralarına almışlardı. 26/hazi-ran/1656'da Çanakkale önlerinde iki donanma karşılaştığında düşmanımızın gemileri, Morto Koyundan, Karanlık Limana kadar olan deniz sathında bir hilâl görüntüsü içinde saf tutmuştu. Lazzaro Mocenigo ortada yer tutarken, Barbaro ve Contari'yi yanlarda görüyoruz. Morisini arka safı, Malta Şö-valyeleriyle birlikte teşkil etmişleridi.
Eski savaşlarda yaptığımız gibi, kalyonlarımız ön safta mavnalar ortada, kadırgalarımız ise, en arka safta dizilmişlerdi. Gemilerin idaresi denizcilerde olmakla beraber, harekâtı askeriye yeniçeri ve kara askerlerine bırakılmış olduğundan, emir ve komuta zinciri bir parçadan da öte karışıklık içindeydi.
Nitekim; böyle olmanın mahzuru az sonra kendini göster-rneye başladı. Savaşı göze alan iki donanmanın, hedeflerinin ne olduğuna bakacak olursak, haçlılar donanmamızı Çanakkale boğazından Ege'ye çıkartmamak dolaysıyla hem ticaret yollarını Osmanlı talan harekâtından muhafaza etmek hem de Girid'deki hristiyan savunmasına güç katmak için, Osmanlı askerinin her çeşit takviye almasını önlemekti.
Bizimkilerin ise; Girid'e gidip, yardım ulaştırarak fethin bir gun önce tamamlanmasını temin etmekti. Savaş; uzak mesafeden yapılan top atışlarıyla başladı. Rüzgâr düşman do-nanması üzerine yelken dolduracak şekilde esmeye başladı.
Durum hava ve deniz avantajı bakımından rakibimize gülüyordu. Önceki savaşlar esnasında, boğazın rumeli ve anado-lu sahiline yerleşmiş topların, düşmanın ftöğazın içine kadar girmesine engel teşkil edemediği görüldü. Bu kadar zaman geçmesine rağmen topların caydırıcı olamamasının cevabı henüz bulunmadı üçyüzelli küsur yıldan beri..
Maalesef Kenan Paşanın komutasındaki donanmamız, Gi-rid'le ilgili deniz savaşlarının hiçbirinde bu seferkinde olduğu kadar perişan olmamıştı. En büyük düşman ise, gemilerimiz-deki yeniçeri oldu. Bunlar deniz alışkanlığı olmadıklarından, gemilerin ya savaş alanından kaçmasına yahut baştan kara edip, sahile çıkmaya zorladıklarından, mağlubiyete duçar olduk. Başarı gösterebilen gemilerimiz, ya içinde kara askeri olmayan veya reise bıçağını çekmeyenlerin bulunduğu gemiler oldu.
Bu savaşın kaybının en feci tarafı, Çanakkale önierine pek uzak olmayan Midilli'yi Venediklilerin ele geçirmesi yanında Bozcaada'da aynı akıbete uğramıştı. Allah'dan haçlılar, bu fırsatı değerlendirme hususunda kısır kaldılar. İstanbul üstüne boğazdan süzülseler idi, İstanbul'un işi hayli tehlikeye binerdi. Mektep kitaplarında denize bakan surların, düşmana heybetli görünmesi için badana yapılması, alınacak ilk tedbir arasında sayılmıştı. Neyse ki; Köprülüler devrinin başlamasına az kalmıştı. Girid'in devamını o safhada okuyacağız.
Bu eserin yazıldığı sırada yâni 1980'lerden sonra başlık yaptığımız Bulgurlu, artık İstanbulumuzun meskûn mahalleri arasında yer aldığından bundan böyle bu bölgede yerleşen İnsanların bulundukları arazinin hiç değilse 1650'li yıllarda kjr meydan savaşına şâhid olduğunu bilmeleri için ayrı bir Önem atfettik bu açıklamadan sonra gelelim vakayı anlatmaya:
"Daha önceki satırlarımızda sipahilerin ve içoğlanların, yeniçerilerle yaptıkları mücadelede pek feci şekilde kırıldıklarını anlatmıştık Bu vakanın adının Sultanahmed Vakası adı ol-duğunuda hatırlattıktan sonra bu olayın üzerinden geçen dönem içinde sipahi askerine yapılan bu, katliam Anadolu'da büyük bir üzüntü husule getirmişti. Gürcü Nebii ve Katırcıoğ-lu yanına topladığı seksenbin nefer eşliğinde isyan etti.
Hedef olarak İstanbul'u seçti ve yürüyüşe geçti. Üsküdar'a gelene kadar elli kadar büyük yerleşim merkezlerini yağmaladı. Ahalisine eziyetleri tahammül edilmez derecelere vardı. Nihayet, İstanbul'un Anadolu yakasında bulunan Bulgurlu ve Çamlıca yakınlarında, ordugâhlarını kurdular. Saraya gönderdikleri dileklerinde yetmiş kişinin idamını ve Halep valiliğini isteyen Gürcü Nebii, bu talebleri yerine getirilmediği takdirde savaşın kaçınılmaz olduğunu bildirdi. Tabii ki hiçbir devlet böyle bir tehdid karşısında kaldığında ne yapar bilemeyiz amma, İslâm ahlakıyla mücehhez bir devleti temsil eden Osmanoğulları devleti, anlayacağı tek dil, kılıç teklifine karşı kılıcını gösterecekti.
Onlar da öyle yaptılar. Devleti âliyye; Defterdarzâde Meh-med Paşa komutasında hazırlanan birlikler teşkil edildi. Bu birliklerin sayısı hiçde Gürcü Nebii'nin kuvvetlerinin sayısından az değildi. Çamlıca eteklerinde karşılaşan iki ordu, birbirine kılıç sallamaya başladıklarında kardeş kavgasını başlatmış oluyorlardı, böylece de, müslümanlar kardeştir nazmı ilâhisini yine mü'min kimseler ihlâle tevessül etmişlerdi. Çarpışmalar pek kanlı şekilde sürmekte iken Murad Paşa devlet askerine yardıma yetişti. Zaferin padişahın askerinde kalmasına yetti bu yardım.
İsyancılar ümidleri kalmayınca her biri bir tarafa dağıldılar. Dört saat süren savaşın nihayetinde meydan her iki müslü-man gurubun ölü ve yaralıları ile dolmuştu. Pek enterasan-dırki; isyancılarla yapılacak savaşı, o dönem İstanbul ahalisi, yapılacak bir müsabakayı temaşa edecekmiş gibi pikniğe çıkarcasına arabalara doldurdukları aile efradları ve yiyecekleri, içecekleri ile birlikte meydana gelecek çarpışmaların rahatça görülebileceği alanları doldurduğu görüldü. Neyazık değilmi?
Müslümanlar birbirini kırarken böyle bigâne olmak ne kadar acı! Dini mübin'in istikametinde bir devlet olan Devleti âliye'ye isyan edenler, dinen doğru olmayan davranışa imza atmışlardır. Bunların cezalandırılması elbette devlet olmanın gereğidir. Sükunet, isyancıları tesirsiz hâle getirmenin peşinden gerçekleşeceğinden, önce bunları yenmek lâzımdır. Bu vakada görülen odurki; isyancı güçler Anadolunun büyük bir kısmını ezerek gelip geçmişler, devletin merkezinin kapısına dayanmışlardı. Artık burada devlete sahip çıkmayan zihniyetin, asilere dur diyecek meziyet karşısında hiçbir ehemmiyeti olamaz. Biz; asırlar sonrasında Çamlıca eteklerinde aynı milletin evlâdlarının, birbirini boğazlamasını seyredenleri de asla tasvib etmiyoruz. Yalnız suda âyân oluyorki, her devirde <ya-şasin! Kim? O daha belli değil zihniyeti geçerliymiş.
Neyse; biz Bulgurluda isyancıların mağlup olup, dağılmalarının ardından padişah ordusunun kışlalarına çekildiğini bildirerek bu vakaya noktaya koyalım.
Görüldüğü gibi Padişah küçük yaşta olduğu için Kösem Valide Sultan bir nevi vâsi gibi ülke yönetiminde rol oynamakla beraber, dinimizin ve işlerin muhtacı mecburiyyet kıldığı, istişareye baş vurduğu mutlaktır. Tabii bu istişare ve icra heyetini teşkil edenlerin arasında sadrazamın yeri, her halde bir numarayı gerektirir.
Kaptanı Derya, Yeniçeri Ağası, Reis'ül Küttab, yâni hariciye nâzın ve Nişancı, Defterdar gibi kimseler bu istişare ve icra mekanizmasının uzuvları idi. Bilindiği gibi Sultan 4. Meh-med devri çok inişli çıkışlı bir dönem olduğu gibi ayrıca pek-de uzun bir zaman dilimini 44 yıl gibi bir bölümü kapsar. Şimdi bu uzun dönemde padişahdan sonraki adam olan sad-nazamların ad ve vazifede kalış müddetlerine birde akıbetlerine sırasıyla atfu nazar eyleyelim: 4. Mehmed'in Sadrıazam-ları Mevlevi Sofu Koca Mehmed Paşa; 4. Mehmed'in sadaret makamında bulduğu sadrazamdır. Bunu görevinde ipka etmiştir. 1648 yılında Sultan İbrahim'in son günlerinde isyancılar tarafından sadnazam tâyin olunmuştur. Sultan İbrahim bir çıkış yolu olarak kabullenmiştir. Yukarıda yazdığımız veçhile padişahın cellâtları arasında yer almış olan Sofu Mehmed Paşa, makamı sadaretten 1649/mayısında azledilmiştir. Daha sonra boğdurulmuştur. Boşalan makama 1650 senesinin 8. ayına kadar sürecek 1. sadaretiyle Kara Murad Paşa getirilmiştir. Bu sadaret süresi 14 buçuk ay sürmüş, yerine 4. Murad'ın damadı Kaya Sultanhanımın kocası olan Melek Ah-rned Paşa gelmiş bunun dönemi de, bir seneyi bir kaç gün geçene kadar sürmüştür.
Yine damadlardan olan Sîyavuş Paşa 1651 senesi 8. ayında sadrıazam oldu. Ancak bu süre 45 günü ya buldu ya bulmadı! Siyavuş Paşanın bu kısa sadareti peşinden, nöbetin Gürcü Mehmed Paşaya geldiği görüldüki Haziran/20/1652 Gürcü Paşanın sadaretinin bitiş tarihi oldu. Bunun dönemide dokuz ayı aşmadı. Tarhuncu Ahmed Paşa da, 9 ay 1 günlük sadaretine iş başıyaptı. Koltuğu boşalttığında tarihler, 21/mart/1653'ü göstermekteydi. Derviş Mehmed Paşa; Sultan 4. Mehmed'in 7. sadrazamı oldu. Ancak sadaret müddeti, 1 sene, 7 ay, 1 hafta sürebildi. 8. sadrazamda bir damad idi ve adı tbşir Mustafa Paşa idi. Sadareti 6 buçukay sonunda nihayet buldu. Mayıs/1 1/1655'de, Kara Murad Paşa 3ay/9gün sürecek 2. sadaretine getirildi. Damad Süleyman Paşa; Kara Murad Paşanın 2. sadaretinden sonra 19/ağus-tos/1655'de sadrazam yapıldı. Bunun müddeti de, 6 ay, 10 günde tamamlandı. Efsane adamların arasında pek önemli yeri bulunan Deli Hüseyin Paşanın, sadareti, tam 6 ay sürdü. Bitiş tarihi, 5/mart/1656 oldu.
Peşine yapılan tayinle Zurnazen Mehmed Paşa Osmanlı tarihinin en az makamda kalan sadnazamı oldu. Bu sadaret, tam 4 buçuk saat sürmüştü. Aynı gün yapılan diğer bir tâyinle; 1 ay 22 gün sürecek sadaretine 2. defa olmak üzere damad Siyavuş Paşa getirildi. 26/nisan/1656 tarihi Boynu-eğri Mehmed Paşanın sadarete tâyin gününü teşkil etti. Bu zâtın sadareti de, 4 ay 19 gün devam ederek, 15/ey-lül/1656'dan, 30/ekim/1661'e kadar sürecek 5 sene, 1 ay, 15 günlük veziriazamlar arasında mümtaz bir mevkii olan Köprülü Mehmed Paşanın sadareti, 4. Mehmed'in 15. sadrazamı olarak gerçekleşti. Yine uzun bir sadaret dönemin; kapsayan Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşanın sadrazamlığı 3/ka-sım/1676'ya kadar 15 sene, 4 gün sürdüğünü görüyor ve Sultan 4. Mehmed'in 16. sadrazamını idrak etmişiz ve aynı zamanda ilmiyeden gelen, Fazıl Ahmed Paşanın sadaretini; Osmanlılığın ömrüne bereket katan dönemlerden saysak yeridir.
ecr i zâtın vefatı üzerine, bu aileye damad olmuş ve bu aile-etiştirilmiş bulunan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kaim-"" derinin yerine sadaret makamına oturmuş ve 7 sene, 1 12 aünsüren ve 15/aralık/1683'de biten sadaret boğularak öldürülmesini de getirmişti. 2. Viyana kuşatmasının aynı zamanda serdanydıve burda ademi muvaffakiyet, hayatının onunu getirirken, Osmanlı devleti de, duraklama devrini belkide bu yıl tamamlamış oluyordu bir bakıma!
Kara İbrahim Paşa'nın sadareti; idam edilmiş bir sadrazamın peşinden gelmiş 15/arahk/1683'de başlayıpda, 2 sene 4 qün devam ettikten sonra, 18/arahk/1685'de sonuçlanmıştır. Bu zatın arkasından Boşnak Aynacı Sarı Süleyman Paşa sadrıâli olmuş ve 1 sene, 9 ay, 6 gün sonra sadaretten infisal ettiğinde tarih 23/eylül/1687'yi göstermekteydi. Abaza Siyavuş Paşa, Köprülü Mehmed Paşanın diğer bir damadı olup, 5 ay, 9 gün süren sadaretinden 2/mart/1688'de 4. Mehmed'in 20. sadrazamı olarak ayrılmıştır.
4. Mehmed'e son sadrazamlığını bu zat yapmıştır. Böylece tahta geçmiş olduğu 8/ağustos/1648'den, 8/kasım/1687 tarihine kadar tahtı Osmanide geçen müddeti 39 sene, 3 ay, 1 gündü ve bu uzun sayılan saltanatında yukarıda yazdığımız 20 sadrıazamla çalışmıştır.
Bu vaka; Osmanlı tarihinin en kanlı olaylarından birini teşkil eder. 4. Mehmed'in 8. sadrazamı, Damad İbşir Mustafa Paşa döneminde vukubulmuştur. 1654/arahk ayında sadarete getirilince hemen kendine has, sert ve kan dökücü idaresi sadece ahali tarafından değil mesai arkadaşları sayılan her bakamdaki devlet ricali tarafından endişe içinde takip olunmakta, hiç kimse hayatından, malından ve işinden emin olmaz duruma gelmişti. Korkuyla ömrün geçmeyeceğini idrak eden bazı fedakâr kimse, başlarında dolaşan bu zalim, zâlim olduğu kadar adaletsiz idare yapmış olduğu zulmün zirvesine çıkınca, zevali de başlamıştı. Sosyoloji ilmi, târih gerçekleri içinde hüküm olarak bizim söylediğimizin dışına düşecek bir hüküm vermemiştir. Bu anlayışa ve uygulamaya karşı çıkacak kimseler beklenmekteydi ve bekleme fazla gecikmedi. Damad İbşir Mustafa Paşa, mührü alalı daha altı ayın doğmasına az bir zaman kalmıştı ki, yeniçerilerin bir yerden etkilendikleri görüldü. Şimdi bu insanın içini dışına çıkartan davranışların sergilendiği bu vakayı, Ali Sabri beyin 1910 yılında kaleme aldığı lise talebelerine mahsus "Osmanlı Tarihi" adlı eserin 422. sahifesinden sadeleştİrerek sunmaya çalışalım: "Bizde bir kötülük hissedildiğinde akla gelen birinci eylem hemencik, makamı sadarette bulunan şahsın değiştirilmesi işlemine girişilir. 4. Mehmed devri bu tarz sadaret değişiminde belki en çok rastlanılan devir dense pek yanlış olmaz. Vakai Vakvakiyenin husule geldiği dönem olan 1655 senesi/nisan sonlan İbşir Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı dönemine rastlarki, bu zat 4. Mehmed'in yedi yıl içinde çalıştığı 8. sadnazamiydı. Yapmakta olduğu pek sert hükümet sürmeye ilaveten, paranın mâkul ayarında yapılan eksiltmeler, diğer bir deyimlede zuyuf akçanın piyasaya sürülmesi, maaşların pek geç ödenmesi, Girid'de savaşmakta olan askerimize yardım ulaştırılamadığından orada aç kalmalarına sebebiyet vermek eklenince tabiiki hemen yukarıda söylediğimiz klâsik tedbir olan sadrıazam ve kadrosunun tasfiyesi ameliyesine teşebbüs olundu.
Bu durumdan şikâyetçi olan asker, esnaf ve ahali gönderdikleri bir dilekçe ile vaziyetin müsebbibi gördükleri, devletin ileri gelenlerinden otuz kişinin adını verdiler. Bunların kelleleri düşürüldümü işlerin düzeleceğini ileri sürdüler. Padişah bu |istedende npcenleri istemeye istemeye vermek mecburıyerstede şunlar vardı: Darüssadeağası, Valide başağasi, ValideSultan nedimlerinden bir kaç kişi ile bunnımları gibi kimselerdi. Bu insanlara uygulanan ınfaz-onr Sultanahmed meydanında bulunan çınar ağaçlanıldılar. Efsaneye göre; insandan meyve veren bir ağacın olan Vakvakiye ağacınında bu vakaya ad olduğu görül-a" " Yukarıdan beri padişahın sık sık sadrazam değiştirdiğini belirtiyor ancak bunun sebeblerine temas ederken ağaların "dareye bir organizasyon dahilinde te'sir ettiğinden dem vurmadık. Bahse konu ağaların başlıcalan arasında; Bektaş Ağa, Murad Ağa ile Muslihiddin Ağa ve Kara Çavuş Mustafa Ağa, Kâhya bey, adıyla anılan Mustafa Çelebi'ki Kul Kâhyalık mevkiinde bulunarak, neredeyse fiilen padişahlık yapacak kerteye gelmişti. Bunlardan Bektaş Ağa, bir yeniçeri neferiyken, sistemin gereği terakki etmiş, yeniçeri ağası olmuştu. Bu makam olduktan sonra büyük vilâyetlere, kubbealtı vezirliklerine, kaptanı deryalığa terfi etmeği yakalamak mümkün hâle gelirdi. İşte Bektaş'ı bu makamlardan hiç birine tâlib olmayan kimse olarak görüyor, sadece eski bir yeniçeri, adetâ yeniçeri şeyhi olarak kalmayı, ancak maaşını Paşa seviyesinden alma şartıyla tercih etmişti. Bektaş Ağa'nın; yukarıda saydığımız makamlara eğilim göstermiyerek, mev-cud haliyle kalmasının esas sebebi, Muslihiddin Ağa'nın yeniçeri ocağında elde ettiği tesiri ve kuvveti dengelemeye dönüktü.
Muslihiddin Ağa Sultan 4. Murad'in iltifatlarına nail olmuş,
ıst'şare erbabı olarak kabul edilmiş bulunduğu içinde bütün
yeniçeri arasında görüşleri pek önem arz eden kimseydi. Ye-
'Çerilerin bir çoğu, terakki edip vilâyetlere kaptanı derya'lı-
ga gotiklerinden, başkent İstanbul'da kalmayı tercih etmekte
olan Muslihiddin Ağa burada en eskiliği pek güzel kullanarak, makam ve mevkii dağıtmada bundan dolayı da para toplama başarısı gösteriyordu. Bektaş Ağa bu avantajlı Muslihiddin Ağayı yalnız bırakmamak için, Yeniçeri Ağalığını bırakmış yerine de evlâtlığı Kara Murad Ağayı seçtirmişti. Yalnız bu iki ihtiyar arasında, Muslihiddin Ağa namına farklılıklar vardı. Meselâ: Muslihiddin Ağa, Bektaş'a nazaran çokçok akıllı, vatanperver ve iyilik sever bir kimseydi de.
Buna karşılık Bektaş Ağa; sadece para toplayıp, zevkü sefada yemeği düşünen, her nev'i cinayete şerik olacak bir tabiat sahibiydi. Bektaş'm evlâdlığı Kara Murad Ağa; bütün mevcudiyetiyle tam bir yeniçeri zorbası idi. Bu vaziyeti sadrı-azam oluncaya kadar sürdü. Girid savaşına gittiğinde adetâ bir Zaloğlu Rüstem kesilmişe benzedi. Demekki yaradılışında var olan iyiliğe inhimaki yavaş yavaş kendisine hâkim olmaya başlar. Kösem Valide Sultan'ı itaat içinde sayar, emrini yerine getirirdi. Bu mevkie Bektaş Ağa'nin yardımıyla gelmişti. Çünkü devrin sözü geçen yegânesi, bu Bektaş Ağa idi. Bazı dilbazlar, o devire "Bektaşiyân Devri" ismi koymuşlardır. Birbirlerinin güç ve makbuliyetlerinin derecesini takdir etmiş bulunan Bektaş ve Muslihiddin Ağa'lar müştereken hareketi uygun bulmuşlar, diğer saydığımız ağalar ise, bu iki güç merkezine ilk zamanlar, itaat içinde kalmayı yeğlemişlerdi. Siyasi hayatta; rakibinin yanlışlarını söylemek er kişi işidir. Kirli siyaset ise, rakibin bütün yanlış ve kabih davranışlarını parlak sözlerle methetmek gerektirir.
Bunları yapan kimse mutlaka bir gün, mâlik olduğu destek ve güçlerden mahrum kalacaktır. Buna bağlı olarak Muslihiddin Ağa, Bektaş Ağanın münasebetsizliklerini, öve öve bitiremiyor uçurumun kenarına yavaşça iteliyordu. Öte yandan bahse konu ağalardan biri olan, Kara Çavuş, bir icra aleti idi. Kes dersen keser, vur desen vurur biriydi. Kara Mura mevkii sadarete getirildiğinde Kara Çavuşda lonca'yı ktı Adetâ yabancı oldu. Kâhya Bey'e gelince; epeyi bir Hdet sonra gerek Bektaş gerekse Muslihiddin Ağaları göl-, bıraktı. Sadnazamların uşak gibi kullanıldığı bir devir a bu Kâhyabey dönemidir desek yeridir. İstediği şekilde h'kümete yön vermeyi bildi. Kösem Valide Sultana daha a râkib olma durumuna gelen, 4. Mehmed'in validesi Turhan Sultan tarafında vaziyet alan Kâhyabey, nâmıdiğer Mustafa Çelebi'nin, çocuk padişahın buluğa ereceği döneme kadar adeta padişah vekilliği yaptı. Valide sultanların devletin önemli güç merkezlerini ellerinde tutan bu adamlarla ister istemez işbirliği yapmaları gerekmekteydi.
Herhalde başka ülkeden idareciler getirilemeyeceğine göre, elde bulunanlarla ülkenin idaresi çaresine bakılacaktı. Tabii ki; burada ortaya koymamız gereken önemli bir hususun; iyi anlaşılması lâzım. Bilindiği gibi Yıldırım Bayezid adına, devlet adamlarının, kahraman bir şehzade olan Yakup Çelebi'yi izale etmeleriyle başlayan taht kavgası, Sultan Fâtih'in oğullan 2. Bayezid ve şehzade Cem arasında hayli pahalıya mal olacak çekişmelerle devam etmiştir. Cem'in Avrupa macerası, Osmanlı devletinden; yürekler paralayan istimdad feryatlarıyla müslümanlann yardımına koşma isteklerini haykıran Endülüslülere Cem'in papalığın oyuncağı olması yüzünden, uğradığımız şantajlar münasebetiyle merhem ola-
Kanuni Sultan Süleymanoğullarının taht mücadeleleri, da-a sonraki şehzadelerin tahta çıkma iddiasında bulunurlar •ye ülkenin çeşitli yerlerindeki devlet görevlerinde istihdam
ilme geleneğinden vaz geçip, sarayda gözün önünde, karkasında ve kısıtlı ortamda yaşamalarını sağlamayı ter-
' artık padişahların ehil olmasını mecburen ortadan kalaırrniştı.
Her ne kadar Sultan 1. Ahmed; hanedan büyüğünün tahta geçmesi hukukunu kaim kılınca, bu tehlike geçti zannına kapılırken, validelerin benim oğlum padişah olsunun mücadeleleri hemen başlamıştı. Delidolu, ülke idaresine padişah olan Sultan 1. Mustafa'yı taht'tan indirip, Genç Osman padişah yapılınca şehzade analarının mücadelesi yeniden gündeme gelmeye başlamıştı. Bunların en önemli zirvesini bahsettiğimiz senelerteşkil eder.
Tâ ki, Köprülü Mehmed Paşa vezareti uzma makamına gelene kadar. Diğer bir tesbitle de meşkûk bir olay sayılması gereken Kösen Vâlide'nin şehid edilmesi, Turhan Validenin harem'in tek hâkimi olacağı döneme kadar devam ede gelmiştir, bu netameli kadınlar ve ağalar saltanatı denilen dönem! Eğer Valideler; bu zorbalara güleryüz göstermeyip, onların isteklerini yerine getirmeye çalışır görünmeleri ve bunların da birbirerine düşmesini sağlayan, bilerek veyahut kendiliğinden neydana gelen politika sayesinde, bu zorbaların, taht'a göz dikmelerini akıllarına düşürmemeleri, takdire şayan bir idare şeklidir diye bir tesbitte bir iddiada bulunuyorum.
Osmanlı devletinin 1596'daki gelir gideri arasındaki fark gelirin fazlalığna uygun idi. Ağalar ve kadınlar saltanatı ismi verilmiş de/rede bu vaziyet ters dönmüş, gider gelirden çok daha fazla hâle gelmişti. Devletin her bölümünde olduğu gibi askerlere ,/apilan tahsisatta da bir çok suistimaller oluyordu. Aylıklar deftere göre çıkıyor, meselâ defterde 800 bin kuruş yazılı, ismler ve yövmiye mikdarı doğruysada, defter sahtedir. Adlaıın bir bölümü uydurmadır. Hazineden çıkan 800 bin kuruşın anca 300 bini sahibini bulur, geri kalan 500 bin kuruş, ağclar arasında taksim olunurdu. Bu taksimden ağalar milyoner olurlar, fakat doymak bilmezlerdi. Dönen her işe müdehale edip, para kazanmağa çalışırlardı. Bir savaş zuhurunda defterde kayıdı bulunan 60-65 bin civarı olan isim sayısı meydanı harbe ancak bu rakamın yansı bir sayı ile gitmek üzere toplanırlar, bundan da asla sıkılmazlardı. Zengin kimseleri daima tehdid altında bulundurup, muntazaman haraca bağlanırdı. İstekleri karşılamayan olursa bir iftira yapılarak hanesi söndürülürdü. Tabii bu muamelât nüfuzlu kimselere tatbik olunurdu. Diğer kimselere bunlar gereksiz olup, zorbalarına haber gönderip, adresi bildirirler, zorbalar ve haydutlar haneyi önce basarak yağma eder, bilahire tutuşturup yakarlardı. Çünkü bahaneleri pek çoktu. ! Vergi tahsili hususunda bir misâl olarak, Mizancı Murad beye ait Ebul Faruk; adlı tarih çalışmasının 6. cildinin 147. sahifesinden alıntı yapalım:
"Boyacı Hasan Ağa Rumeli'de vazifelendirilir. Erkeklerin ortadan yok olduğu bir kasabada kadınlara işkence yaparak para toplama yoluna sapar. Kadınların boyunlarına halkalar geçirir. Zincirleri halkalardan geçirerek birbirlerine rapt eder. Yüzlerce kişilik bu kafileyi hem yürütür, hemde değnekle dövdüre dövdüre, kırda bayırda dolaştırır. Bu işkenceye dayanamayan bir kadın ölür. Değnekçi; Boyacı Hasan Ağa'ya müracaat ederek zincirin anahtarını ister ki halkayı bağlı olduğu zincirden çıkarabilsin. Ne varki bu isteğe Boyacı Ağa yanaşmaz ve Bırak kalsın sürüklesinler cenazeyi, az sonra çürür ve kokusu tahammül edilmez hâl alır. Bundan kurtulmak içinde belki para vermeye razı gelirler. Der. Müracaatının red edilmesine içerliyen değnekçi de, zincirdeki halkanın bağlı olduğu merhumenin, boynunu vücudundan ayırarak sıradan çıkarmanın yolunu bulur." Bu alıntıdan anlaşılan şudur ki; böyle zalimane davranışları irtikâb edenlerin sonunun, selâmet olmayacağı ne kadar âşikârisede, hanımları bırakıp giden erkeklerin durumları hiç bir çuvala sığacak adetten olmadığını da kabul etmek lâzımdır. Hâzin bir numune olarak şu vakayı da arzederek, devleti âliye'nin sürüklenmiş olduğu hâzin durumu nakle son verelim: Yine Murad bey'in adı geçen eserinin 149. sh. de ".bir aralık Venedik Donanmasının Çanakkale Boğazını geçip İstanbul üzerine yürüyeceğine doğru havadisler yaygınlaşinca, devrin sadrazamı bu saldırıyı önlemek için tedbir almayı düşünüyor ve neticede, çâre olarak bulduğu tedbirde şehrin, denize bakan surlarının muntazam bir şekilde badana edilmesini kararlaştırır" Bu tedbîri alma yolunu seçen sadrıazam Gürcü Mehmed Paşa kitabın yazarı tarafından tenkit edilir ama, aslında alınan tedbir sadece bu olmadığı takdirde, bu şeklin fazla gülünç bir husus olmadığının idrâkinde olmak lâzım gibi geliyor bize, çünkü savaş bilhassa savunma savaşı kuvvei mâneviyesi yüksek müda-afilerin kazanmasında pek önemli faktördür.
Saldırganın, savunmadaki tahkim olmuş müstahkemler karşısında demoralize olacağı harp psikolojisinin tesbitİ içindedir. Bu bakımdan alınan tedbirlerin sadece surları badanalamak olmadığı takdirde, yapılana müteveccih tenkidler bizce pek haklı sayılamaz.
Eski dönemlerde donanmaİ şahane denize açılır, merdane dolaşır, rastladığı düşman gemileriyle savaşa tutuşur ve bir güzel bunları yenerdi. Bol miktarda elde ettiği esirlerden donanmaya kürekçi temin etmiş olurlardı. Tabii bizdeki kürek-çiler asla kötü bir şekilde istihdam olunmazdı. Senelerini bizim gemilerimizde forsa olarak geçirmiş kimseler derin şikâyetlerde bulunmamıştır. Kırbaç sadece avrupalıların gemilerinin vazgeçilmez ihtiyacı idî.
Bizim gemilerimizde, kırbaç asla kullanılmazdı. Rahatsız olan bir forsa derhal tedavi edilir tedavisi sırasında yerine nö-levendlerden kimseler bakarlardı. Ancak yaz-k7 olduğumuz dönemde ise, donanmamızın gücünün zâ-uğraması, dışarı denizlere çıkıpda düşman gemisi av-madiğimiz için, donanmamızın kürekçi bulma sıkıntısı Kendini göstermeğe başlamıştı.
Ancak buna şöyle çare bulabildiler: ".Anadolu'nun içinde bulunduğu maddi sıkıntılar, ailelerin genç erkeklerinin, bir müddet İstanbul'a gelerek, hizmet sektöründe, mesela odunculuk, hamallık, lağımcılık gibi işlerde çalışarak, bir miktar para biriktirip memleketlerine döndükleri görülmeye başlandı Bu genç adamlar potansiyelini gören Tersânei âmire mensupları bazı memurlar tebdili kıyafet ederek Anadolu'dan gelmiş bu yiğitlere sokulup arkadaşlık kurarlardı ve onlara aşçılarda yemekler ısmarlar, kahvehanede çayla kahve ısmarlar sonra da belli merkezlerde kurulmuş toplanma yerlerine kendi evine misafir götürüyormuş ..gibi içeriye sokup, teslim ederlerdi. Buradaki silahlı askerler, getirilenleri tutuklar ve ayaklarına pranga taktıkları bu millet evlâdlarını zorla küreğe mahkum etmiş olurlardı.
Beri yandan bir vilayette veya belde de, çıkan asayişsizliği teftişe eski bir devlet adamı müfettiş olarak gönderilir buna bağlı olarak teskin edilmesi gereken asayiş daha da bozulurdu. Buna da yine Murad bey'in tarihinden bir misalle izah getirmeye çalışalım.
Basra'da Efrasyab oğulları miras yoluyla sancakbeyliği görevindeydi. Bunlardan Ali Paşa vefat etmiş, oğlu Hüseyin aŞa yerine geçmişti. Buna karşılık amcaları Ahmed ve Fethi eV'er şikâyette bulunmuşlardı. Ahalinin bir kısmı Hüseyin ?ayı kabullenmişler. Diğer kısım ise, amcalarının tarafdargini tercih etmekte olup, bu arada kan da dökülmüştü. Bu vakalarda hadiseyi teftiş için yakın vilayetlerden birinin valisi gönderilirdi. Bağdad Valisi Murtaza Paşa meydana gelen olaylardan haberdar olup, burayı teftiş için izin istemişti. Bu izne muvafakat haberi gelince Murtaza Paşa, Kâhyasını göndermişti. Fakat Murtaza Paşanın bu talebi yapmaktaki maksadı, Basrayi düzeltmek değil, halkı teskin ise hiç değil. Maksadı para elde edebilmeğe dönüktü. Buna karşılık da Hüseyin Paşa Basra'da yerleşmiş, ayanlarını da kendine razı eder hâle getirmişti. Hal buyken, Bağdad valisinin kâhyası kâfi miktar askerle geldiğini görünce Basralı'lan bir telâş aldı. Çünkü bir yanda askeri beslemek öte yandan atlarını beslemek, yapacakları tecavüzlere katlanmak, işlerini bitirip giderlerken de, diş kirası denilen bahşişler vermek icab ettğin-den, bunları şehre sokmama karan aldılar. Vaziyet bu rengi aldığında Bağdad valisi Murtaza Paşa İstanbul'a, Basra'da isyan var şeklinde aksettirdi.
Bunların İran'a iltihaklarını önlemek için hemen işgal etmek gerektiğini anlatarak, bu vazifenin kendisine verilmesini istemişti. İzin verilmiş idi. Basra'hlar Murtaza Paşayı pek güzel şekilde karşıladılar. Murtaza Paşanın kâhyasını şehre sokmayan Hüseyin Paşayı paklayacak iş oradan kaçmaktır ve oda öyle yaptı.
Arabanların sinesine iltica etti. Ahmed bey adlı biri Basra bey'i tâyin olarak, Hüseyin Paşanın sarayında bulduğu bütün nakit ve kıymettar eşyaları Murtaza Paşaya takdim eder. Basra tüccar ve esnafının sunduğu bol ve çeşitli hediyelerle Murataza Paşa devrin en zengin kimseleri arasına katılır. Ancak doymaz nefsi tatmin pek müşkülmüşki, Murtaza Paşa bu verilenlerle iktifa etmez, Basra'nın aşağı tarafında ve Şat'tü-larab kenarında bulunan Hankapanı denen bu günün ortado-ğusunun deposu dense, seza olan bir mağazalar antreposunu eline geçirmeyi kurmaktadır.
Günün birinde Ahmed bey'den, mezkûr depolardaki her çeşit emtianın kendisine, yâni Murtaza Paşaya aid gemilere yüklenmesini hepsini görev yerinin esasını teşkil eden Bağ-dad'a götüreceğini emreder ne varki, Ahmed bey Murtaza Paşanın çizgiyi aştığını tesbit etmiştir. Çünkü bir çok, devlet, kavim ve tüccara aid bu malların, bu tür müsadereye benzer nakli, Devleti Osmaniyanın emanetlere ihanet ettiği ithamına maruz kalmasına sebeb olacağını söyleyerek muhalefet eder. Bu makul itirazda Murtaza Paşanın bir kulağından girip, diğerinden çıkar. Bu istek kuvveden fiile yâni depo malları gemilere yükleme ameliyesi başladığında, Basra ahalisi "vaybe bizimde vali diye saydığımız herif, serseri bir yağmacı, hırsızdan başka bir şey değilmiş" dedikten sonra kıyam ederler.
Bu sırada; Arabanlara iltica etmiş bulunan Hüseyin Paşa yanlarında kaldığı Arabanları bu çirkin muameleyi göstererek Basra ahalisine yardıma ikna eder, Murtaza Paşa tahammül edemeyeceğini anladığı kıyamdan kurtulabilmek için, yapılan yükleme ameliyesini, zavallı Ahmed beyle Fethi bey isimli zatlara yükleyerek, derhal idamlarını emreder hüküm yerine getirilirse de, yutturulmaya kalkılan dolma Hüseyin Paşanın inanacağı lokmalardan olmayıp, derhal Murtaza Paşa tevkif edilir. Nesi var nesi yoksa elinden alınır. Bir güzel de üzerindekiler dongömlek kalana kadar çıkartılır. Bindirildiği topal bir afla şehirden uzaklaştırılır. Murtaza Paşa dongömlek çöl'e düşmüştür. Ahlâk bozukluğu ve nefsinin azgınlığı kendisini ne hâle getirmiştir ki; kul bundan ibret alsa!
Bunlar husule gelirken tarihler h. 1065/m. 1655'i göstermektedir. Yine bu karışık dönemin uygun olmayan işlerinden biri de, vali tâyinleridir. Okurlarımız; bu tâyinlerin yapılışının nerelere düşürüldüğünü öğrenmiş olsun. İbşir Mustafa Paşanın arkadaşlarından Şeydi Ahmed Paşa uhdesinde bulunan Boğaz Muhafızlığı esnasında başarılara imza atar. Bu başarıların gereği Konya'ya vali olarak nasbedilir. Ancak Konya'da zorba Kürt Mehmed bulunmaktaydı. Şeydi Ahmed Paşa'ya ise şifa bulmaz düşmanlık taşırdı bunu da her zaman tazelemeğe hazır idi. İşte Konya'ya vali olarak geleceğini öğrendiği Paşanın zalimliğinden söz ederek Konyalıları direnişe sevk eder. Kendisinin de, bin kadar yardımcısı ile yanlarında olacağını vaad eder. Gelmekte olan Şeydi Ahmed Paşayı kıyam etmiş Konya'lılar şehrin dışında karşılar ve aralarında adamakıllı bir çarpışma cereyan eder. Her iki taraf bu çarpışmada kayıp verir. Konya ahalisi şehre kapanırken, Şeydi Ahmed Paşa derhal şehri ablukaya alır.
Vaziyet İstanbul'dan haber alındığında, Şeydi Ahmed Paşayı azli düşündülerse de, buna cesaret edemediler. Çünkü böyle bir şey yaptıkları takdirde Abaza Hasan Ağa ile birleşerek, İbşir Mustafa Paşa'nın intikamını almayı plânlar korkusu hâkim oldu. Şeydi Ahmed Paşa'nında tâyinini Haleb vâli'liğine tahvil ettiler. Haleb valiliğini duyan Kürd Mehmed soluğu Haleb'de aldı ve Konya'da yaptığı İfsadı burada da tekrarladı.
Haleb'in valisi, ahali ve Kürd Mehmed birleşerek Şeydi Ahmed Paşa'yı direnişle karşıladılar. Bir çok çatışma sonucunda babıâli devreye girerek Haleb valiliği perişan olmuş Murtaza Paşaya verilirken, Şeydi Ahmed Paşaya Sivas'ı verdiler. Bütün bu yanlış davranışlar valiliklerin liyakatin gereği değilde rüşvetin fiyatına göre değerlenmesinden kaynaklanıyordu! Şeydi Ahmed Paşanın Sivas valiliğine oturtulma vazifesi, Kıbns'dan mazul Kehleli (bitli) Ahmed Paşa'ya verilmişti. Ancak Kehleli, verdiği rüşvetle Sivas valiliğini kendine celbe muvvaffak oldu. Şeydi Ahmed Paşa ise ancak Karaman'a vali olabildi. Bu arada Buğdanlılar ile Ulahlar arasında çatişmalar vukubularak, Buğdan bey'i Radol ölünce, makamını oğluna vermediler de Ulah bey'i canibine yarayacak tarzda ihanet sahibi bir yazıcıya beylik verilmişti.
Aslında ölen Radol'un oğlu rehin olarak istanbul'da okutulmak ve babasının yerine ısıtılmaktaydı. Buğdan bey'i yapılmak istenen Yazıcı, Ulah bey'i Ağatatay'a bu bakımdan pek yarıyordu. Böylece adetâ, Buğdan ve Ulah topraklan adetâ bir elden idare olunacak hâle dönüşüyordu.
Ne varki; Osmanlı sadnazamlığı görevini iki defa uhdesine almış olan, bu sırada da, Tuna yakasında valilik görevinde bulunan Damad Siyavuş Paşa bir başka serseriyi bulmuş, ölü Radol'un oğlu ve de Buğdan beyliğinin namzedi olarak ilân ederek, lâzım gelen hürmeti ve riayeti göstermekteydi. Derhal Ağatatay faaliyete geçmeyi yeğlemiş, pek önemli bir parayla sözde Radol'un oğlu imiş gibi gösterilen delikanlıyı satın almıştı. Maksad onu ortalıktan kaldırmaktı. Ancak adamı öldürmeden durumun aslını öğrenen Ağatatay derhal Murtaza Paşa'ya şikayet etmişse de, Paşa gayet pişkin, yanlışlık oldu, esas oğul benim yanımda deyip, bunun da bir pazarlama sonunda Ağatatayca alındığı görüldü. Bu böyle epeyi devam etti. Siyavuş Paşa bu alışverişten bir hayli para kazandı. Yaşanan bu anarşik, rüşvet dolu dönem ve ahlaksızlık avrupalıların bizler için; "asya barbarları" adı koyduğu ileri sürülüyorsa da, Mizancı Murad bey, aşağıdaki isimleri sayarak; Bektaş Ağalar, Kâhya beyler, Kara Çavuşlar, Sofu Mehmed Paşalar, Siyavuş Paşalar, Melek Ahmed Paşalar ve Murtaza Paşalar avrupalıydı deme suretiyle bir mugalata yapıyor. İyi ve kötü; her yerden ve de her kavimden çıkar, gerçeğine sırt dönüyor.
Hakikaten şimdi adları serdedilen zevatın, biyografilerine göz atarak bir durum tesbiti gerçekleştirelim. Sofu Mehmed Paşa'nın doğumu hakkında bir bilgiye rastlayamadık. Melek
Ahmed Paşa merhum, Abaza olup, Kafkasya kökenlidir. Siyavuş Paşa'da Abaza olup, Kafkasya cihetindendir. Gürcü Mehmed Paşa'nın kavminin Gürcü olduğu, adının başında yer almaktadır. Görüldüğü gibi gazeteci tarihleri, biraz ilmi olmak bakımından geri kalmışsada, okuma ve okumayı kolaylaştıran uslûb bakımından ayrı bir güzellik arzediyor, tasvirleri daha akılda kalıcı olduğu gibi, kuru bir resmiyetten fariğ oluyor.
Merhum Sultan İbrahim devrinde, fethine başlanan Girid savaşı devam ediyor, yukarıda bir nebze bahsettiğimiz, donanma gücünün yetersizliği, Venedik donanmasının boğaza yaptığı tıkaç bizi ne Girid gazilerine yardıma gidebilmeye fırsat bırakıyordu ne de, boğazdan çıkmamıza müsaade etmekteydi. Yokluklar içinde, maaşları bile gÖnderilemeyen orduyu hümayun, başlarında serasker Deli Hüseyin Paşa olduğu halde, nice kahramanlık destanları yazıyorlardı. Hüseyin Paşa hücum esnasında en önde, geri çekilme sırasında ise en geriden gelmekteydi. Böyle bir kumandan nasıl seviliyordu bir atfı nazar edelim:
Bu devrin en müstekreh kimselerinden bulunan Zurnazen Mustafa Paşa adlı birisini ip beklerken, o terfilere gark oldu. Rumeli Beylerbeyi sıfatıyla Girid'de bulunan gazilere istim-dad etmek üzere gönderilmiş idi. Sipahilik ve askerlik mesleğinde boşalan mansıblann dağılımını rumeli ve anadolu'da beylerbeyleri yaparlardı. Ancak serdar seferlerde ordunun başında bulunduğunda, bu hak serdar'ın tasarrufuna geçiyordu. Deli Hüseyin Paşa'da bu hakkı pek güzel tarzda kullanmaktaydı. Aslında bu işi suistimale âlet eden büyük paralar kazanabilirdi. Zurnazen Mehmed Paşa böyle bir eğilim taşıyan me'şum kimselerdendi. Ne varki Hüseyin Paşanın var-
önünde pek mühim bir engeldi. Kendine bir ortak aradı onunda Sekbanbaşı Mahmud Ağa'yı, kendine uydurdu ve Hüseyin Paşanın aleyhine askeri kışkırtıp, isyan çıkmasını acıladılar. Bu isyan şöyle böyle değil, direk olarak serdar'ın ansına saldıranların temin edildiği tarzda bir kalkışmaydı. İste bu meyanda, Deli Hüseyin Paşa, üzerine hücum eden bir caniyi, kılıcının bir darbesiyle İkiye bölerek, ölümden, kıl pa-y! kurtulabildi.
Öte taraftan kışkırtılan asker, Paşanın evine saldırıya geçti Bu arada evi yağma ettikten sonra, yakma ameliyesine giriştikleri gibi, hizmetkârlarını ve cariyelerini rehin alıp dağa kaçırdılar. Ancak bu son davranış bütün namuslu insanları harekete geçmeğe sevk etti. Hepsi Hüseyin Paşadan kendilerini bağışlamasını istirham eylediler. Paşa, bu istirhamları müsbet tarzda kabullendi. Zurnazen ve Mahmud Ağa korkuya düştüler ve barışıklığı temine mesai sarfına giriştiler.
Neticede şu şartların tahakkukuna riayete karar verdiler. Madde bir olarak askerler, Hüseyin Paşa'dan özür dileyecekler ve siperlere girerek Kasım ayına kadar Kandiye önünde duracaklar. Eğer o döneme kadar kabul edilecek miktarda para, yardımcı kuvvetlerle, terhisler gelmeyecek olursa askerler kendilerinden mevzilerden çıkıp İstanbul'a hareket edecekler idi.
Barış temin edilmiş, serdar'ın ele geçen malları mümkün mertebe bulunup iade olundu. Cariyelerini ve hizmetçileri de Paşalarına iade edildiler. Şurasını biraz düşünelim: böyle bir noktaya getirilmiş askerle Girid gibi önemli bir üssün fethini becermek ne kadar mümkündür? Böyle soruya kolay cevap her babayiğidin işi değildir. Diğer taraftan düşman donanma-sı- sadece Çanakkale Boğazı kapısını tıkamakla iktifa etmi-V°r, sahil köy ve kasabalarına yaptığı gerilla tipi baskınlarla Zararlar veriyor, yağmalar yapıyordu. Hâttâ can bile aldıkları
oluyordu. Bu saldırı dalgalarını kırmak için Kaptan Paşanın îstanbul'a yaptığı teklifle düşman saldırısına maruz kalan bölgelere, yeniçeri askeri vazifelendirilmesi yoluna gidildi.
Ancak çok geçmedi ki; ilk feryadın duyulduğu ağız Kaptan Paşanın ağzı oldu. Gelen savunma askerleri, düşmanı gözetleyeceği yerde, bilakis kendisi köylere musallat oluyor, yağma ve haraçla beraber ırza tasaddi kendini göstermeye başlamıştı. Hâttâ Gelibolu'da kadınlar hamamı bu adamlar tarafından basılıyor ve namus ehli insanlar, büyük bir hakarete maruz bırakılıyordu.
Ereğli ise; Rusya canibinden gelen Kazakların taarruzuna uğruyor, nice can ve ırz pâyimal ediliyordu. Burayı da koruma altına vermek için asker getiriliyor. Bu seferde ahalinin feryadı ayyuka çıkıyor. Çünkü gelen asker yeniçeri olup, bunların ortaya koydukları yağma ve ırza tasallutları, kazaklardan daha da şedit olarak gerçekleşmekteydi. Şu da el-zemdiki, Boğazdan çıkışı engelleyen düşman donanmasını bu işlevi yerine getirmek için alınması gereken, tedbirlerden belki de başta geleni, bunlar üzerine saffı harp nizamında ilerlemek, hâttâ göğüs göğüse denen çarpışmalar yapmaktı.
Yapılması lâzım gelen bu gemilere doğuşken asker doldurup, saldırıya geçmek üzere gemilere dolduruldu. Artık yapılacak iş Tunus, Cezayir beylerinin, Barbaros ve Turgut reislerin usulü düşmanı gemisi içinde bastırmak için rampa yapılması idi. Bu yerine getirilmiş adetâ düşman gemisine rampa yapılmasına pek az kala, yeniçeri müfrezeleri, gerni kaptanlarının gırtlağına çökerek, bizi karaya çıkar, biz deniz savaşçısı değil , kara cengaveriyiz hemen bizi karaya çıkar diye tehdit ederler. Mecburen düşmanların üzerine süzülmekte olan gemilerimiz, bu tehdit karşısında birden cenah değiştirip, karaya yönelip baştan kara eder. Yeniçeriler kendilerini sahile atarlar. Ne hâzin, mazisi dünya harp tarihinin en parıak zaferleriyle dolu bir asker sınıfının, ortaya koyduğu bu cebîn hâl, korkaklık ve mesuliyetsizlik Allah ve Rasûlü'nün rızasına muhalif davranış olduğundan bu ocak zaman içinde inkıraza yâni yıkılışa doğru yol almaya başlamıştı Ancak yeniçerileri karaya döken kaptanı derya, eksik kuvvetle saldırdığı düşmana maalesef mağlup olmuştu. Böylece gemilerden inen yeniçeriler sayesinde, rakip donanma baştan kara eden gemilerimizi işgal ediyor. Bunlardan uygun gördüklerini kendilerine alıyor, gözü tutmadıklarını ise tutuşturup yakıyorlardı ayrıca Boğaz önünde ablukayı kıran donanma Girid'e doğru rota açarken geride cereyan eden bu olumsuz vakadan etkilendi perişanlığı yaşadı.
ülkede eğitim son derece zayıflarken, çocuk padişahın tahsiline başlandı. Dini ve ilmi bilgiler, mütehassıs kimseler tarafından verilirken, yazı hocalığı Hadım Beşir Ağa'ya tevcih edilerek eğitim başladı. Beşir Ağa kısa müddet içinde temel öğretileri gerçekleştirdikten sonra padişah'a, ilk meşki olan yazı örneğini verdi. Bu Örnekte yazılan bizim hemen yukarıda arabaşhk olarak da verdiğimiz: "Ben senin başını keserim" hattı idi. Biraz üzerinde teemmül etsek görürüz ki, bu tercihte hiç bir isabetsizlik yoktur. Padişah kısmı bu sözlere ve bu hatlara çoğu zaman muafiyet kesbetmiştir. Bir evvelki paragrafın sonunda nakle çalıştığımız yeniçeri askerinin donanmada yaptıkları hâin davranışın cezası, bunların kellesini koparmaktan başka nedir ki?
Devlet başkanı nev'i beşer olarak tabii ki bizden biridir. Ancak vazifesi itibarıyla büyük farklılıkların muhatabıydı. İki ı arasından çıkan sözün kanun olduğu şartların insanı ü ki, mezkûr ifadeyi anşart hazmetmesi gerektiği gibi "se- affettim" demeyi de onunla eşdeğer zaman diliminde okuma ve yazmalı hükmüne varabiliriz! Eğer bu hususa aid bir vecize söylersek şunu yaldızlayarak bir yere aşmalı: "Mülkün tahribi, ferdin fıtratının menfide yol almasında görülür"
Devletin merkezinde ve üst kademeyi teşkil edenlerin israfı ne dinin şartlarına ne de nafilelerine uymaktaydı. Defter-darzâde Mehmed Paşanın, yedi tane ahçıbaşının emrinde kırk tane ahçısı bulunuyordu. Bu kırk ahçının emrinde hizmetçiler, çadırlar vardı. Bu çadırları ve takımları taşımak için katırlar ile develeri vardı ve bunlar heran harekâta hazır tutuluyordu. Kiler takımları, altun, gümüş, çini ve Saksonya takımları çok büyüklükte zenginlik atıl olarak durmaktaydı. Yine büyük servetlere muadil hediyeler Paşa tarafından bayram günlerinde, nevruz'da padişahlara, valide sultanlara, sadrıazama, kızlarağasına, dönemin sözü geçenlerine büyük zenginlik getirecek hediyeler vermekteidi.
Bu davranışı ile kendini garantiye alıyor, servetini muhafazaya muvaffak oluyordu. Ancak bu servet terakümü kaynağı milletin mazlumane feryatlarımıydı? Buna cevabı verirken klâsik sosyal anlayışın hududlarını zorlamak gerekir. Rüşvet ve iltimas dini hükümlere dayanılarak yönetilen toplumlarda merduttu ve bu merdutıyet geniş bir tefsiri hukuk anlayışı içinde ihaneti vataniye'ye kadar götürülebileceğinden hayatı kaybetmek tehlikesini de göstermekteydi.
Nitekim nice devlet adamları, bu çeşit doğru yalan suçlamalarla hayatlarını kaybetmişlerdir. Korudukları zevattan ilk tekmeyi yiyenlerde onlar olmuştur. Bunlara karşı çıkan kimseler olmuştur. Meselâ İbşir Mustafa Paşa; çok muktesit bir kimse idiki, Saray adamlarına adetâ verilmesi şart haline gelmiş olan hediyeleri, verdirmemekle itham edilerek, öldürülmesine sebeb olan haller arasında geçmiştir. Şimdi; böyle
fharn olunmuş İbşir Mustafa Paşa'nın, Nevruz gününde sara-verdiği hediyelere bir bakalım ve göreceğiz ki pek büyük-sayılan servetleri gölgede bırakan hediyeler, yine de ada-rnm idamını önleyememiş.
Tarihçi Nâima'nın cümlelerine hiç dokunmadan yer verelim: "bir semend (besili) ve iki gabrilon at ki, üçünün dün-va'da nâziri bulunmaz. Serapa cevahir ile arasta zehebeh-maddan mamul, raht ve rikâbı ve gaddare ve topuz vesâir zerdüz besat ile müzeyen idi. Şâir ecnas; tuhaf ve taraifi gü-nagünden ve boğçalardan maada bir arbedeh, yüz keselik flori ve kuruş gönderdi. Valide hazretlerine yirmi keselik peşkeş irsaledip, Darüssaade Ağasına ve şâir uzmayı musahibine ve Silahdar Ağa'ya ve gedik sahiplerine, bir habbe göndermedi. Bunlar vüzerai sâlifeden iydü nevruz ve şâir meva-siminde müstevfi hediye vede kese kese atiyeler almağa alışmışlardı. Veziri cedideden, bu vâz'ı şedidi müşahede ettiklerinde, akılları perişan ve bununla hâlimiz nice olacakdır diye, tefekkürde kaldılar." Yukarıda metinde hediyeleri kısıtladığını, miktarda indirim yapmakla beraber, alışılmış nice kimselere bu seferinde hediye göndermeme yolunu tercih eden sadrazam İbşir Mustafa Paşa ile alakalı daldıkları tefekkür dünyasından, çabuk çıktılar. Bu yeni sadrazam iki ay geçmemiştiki, sarayın mahsusai idam odasında hayatı izale olundu. Sarayın kapısına cesedi atıldı. Saray mensupları, İb-Şir Paşa gerek anadolu gerekse rumeli taraflarında bir kaç belde kaybetseydi, birkaç yüzbin kişinin helakine sebeb olsaydı bu kadar düşmanı olmazlardı.
Ancak uygulamaları direk kendilerinin menfaatine zarar irdiğinden öylece galeyan gösterdiler ki, şaşılır!
Günümüzde yâni parlamenter demokrasi döneminde, ahali ve basının hilafsız ittifak ettiği bir husus vardırki, bu husus meclisi oluşturan mebusların, menfaatleri umumiyesine dâir işlerde gösterdikleri ittihad ve aculiyeti sergilemiş, olmalarının tesbitidir. Üç beş dakikalık oturumlarla getirilmiş teklifi kanunileştirmeleri hayranlık uyandırmıştır! İşte bunlara benzemelerini tesbit ettiğimiz, tarihi bir toplantıyı anlatalım: "Melek Ahmed Paşanın sadareti esnasında, para temini için aranması gereken yolların bulunması müzakeresinin divânda yapılması kararlaştı. Yapılmaya başlanan müzakereler esnasında vezirlere aid has'ların hâzineye alınması ileri sürülmüş. Vezirler hemen buna itiraz etmiş. Kenan Paşa, Bektaş Ağa'ya özetleyerek, şunları söylemiş: <Yeniçeri mevacibi (maaşı) üçyüzbin kuruşla kapanırken, sekizyüzbin kuruş alırsınız. Üç-yüzbin'in üstü yanınızda kalıyor. Bunları alanlarsa askerin ulufesine imdad etmelidirler. Yoksa vezirlerde, yirmişer, otuzar keselik has'ından bir şey olmaz. Bu kadar içoğlanı ve et-baı ve ayali aç ve çıplakmı bırakalım?" Dikkat buyurulursa Bektaş Ağa'ya karşı ağzını açan Kenan Paşa, yeniçeri ulufesindeki yolsuzluğu Divan'da dile getirmesine rağmen bu işin üzerine fazla gidilmediği görülüyor.
Türkiyenin 54. cumhuriyet hükümeti, Prof. Dr. Necmeddİn Erbakan'ın başbakanlığında Refah partisi ile Doğru Yol partisi arasında teşekkül etmişti. Ülkenin aklı başında her vatandaşının lanetlediği PKK ile mücadele edilmekteydi. Memleketin önemli ekonomik kanamaya maruz kalmasında bu vakanın tesiri pek açıktı. Silahlı kuvvetler tek çâre olarak görülen, silahlı mücadele metoduyla ve sabırla bu yangını, fecii olayları ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Tabiiki, böyle bir mücadelenin ne kadar pahalıya mâl olduğu izahtan varestedir.
Memleketin son onbeş senesinde tanzim olunan bütçesine tfu nazar ettiğinizde, sene be sene ayrılan tahsisatın yükselirini müşahede ederiz. İşte bahse konu RefahYol kabinesi-ir. Mâlive Nâzın AbdüIIatif Şener, ciheti askeriyenin tahsisat talebini, elinizdekini kullanın bitmeden biz takviye edeceğiz mealinde bir cevap verdiğinden gerek, kendisi gerek hükümetin başvekili Necmeddin Erbakan ile ordu üst kademesi arasında buzlu havalar esmeğe başladı. Devrin genel kur-maybaşkanı orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, alt kademede komutanların askeri hiyerarşiyi hiçe sayarak, başvekil ve kabine üylerine tariz ve dokundurmalara, ya aciz kaldığından ya da parayla ilgili tahsis meselesinden kırgın olarak, yapılanlara gözünü kapaması, 1660'lardaki divan toplantısının ulufe kavgasının tekrarı gibi geldi bize. Kenan Paşa'nın içoğ-lanları kasdı ile söylediği, aslında devleti âliyenin devlet adamı yetiştirme mekanizmasında yer alan seçme gençlerdir. Bu iç oğlanlar müessesesi, İskender Çelebi'yi Sokullulan yetiştirip devlet adamlarının büyüklerinden kılmayı becermiş müessesedir. Tabiiki sosyoloji ilminin denenmiş sonuçlarından bulunan bir kuruluşun, doğuşu, olgunlaşması, kanıksanarak kalitesinin düşmesi değişmez kaidesinden kaynaklandığından bu müessesede kendini bu kaidenin dışında tutamamıştır.
Kendi ülkemizde kendi yağımızla kavrulmaktayken hariciyenin vaziyetine göz attığımızda orada da dünya devletleri tarzının uyguladığına muvazi gitmediğimiz kendini belirtir. Meselâ devletler arası nezaket ve terbiye kurallarına riayet birinci vazifeyken, nezdimizde bulunan elçilerin masuniyetlerini sağlamamız gerekirken tam tersine, Venedik elçisine bağlı olduğu hükümetten gelen resmi evrak müsadere edilir, devletinin kendi sefirine yaptığı emir ve tavsiyeleri, elçinin ithamında sebeb sayarak Rumelihisarı içinde mahpus tuttular. Sefaretin tercümanlarını bu ithamlarla boğup denize atma, işlemini gerçekleştirdiler. Sefirin ülkesine dönmesine müsaade etmiyorlardı. Buna mukabil sefir de, boş durmayıp çeşitli işleri bitirmekteydi.
Meselâ, donanmanın gecikmesini temin için heyeti vükelâda rüşveti yedirecek birini bulabiliyordu. Demek ki; savaşmakta olduğumuz ülkelerin elçilerini, tahtı tevkif altında bulundurmanın maksadı bu örnekte az çok kendini gösteriyordu. Kadı ile Konsolos Bir İngiliz tüccar ile İngiliz Konsolos arasında ihtilaf çıkarak tüccarın Kadı Efendiye müracaatı gerekmiş. Kadı açılmış davanın muhatabı olarak, İngiliz konsolosunu celble mahkemeye davet etmiş. Kadı konsolos'un önüne koyduğu ahitnameye bakmasına bakmış da, orada ikiyüzbin akçayı geçerse dava ingiltere de görülür maddesine önem vermiyerek, davaya rüyet etmek istediği için, kon-solos'a: "şeriata senin itimadın yok mu? şeklinde hitab ile bu husustaki davranışı ile davaya bakmakta ki ısrarını ortaya koymuş. Konsolos ise, meselenin öyle olmadığını, devletinin talimat ve ahitnamenin tanzimine bakarım, başka şeye itimat etmem dediğinde işin boyutları almış yürümüş. Kadı ise; bu kâfir şeriatı Muhammediye'yi tahkir etti diyerek vaziyeti dallandırıp, budaklandırmış.
Vaka İstanbul'a aksetmiş. Bir çok isnatlar eklenerek vakanın şeyhülislâmlık kapısında görülmesini taleb etmiş. Şeyhülislâm Bahai Efendi de, sadnazama yazmış. Melek Ahmed Paşa işin çürüklüğünü görür görmez üzerine almaktan imtina etmiş, tekrar şeyhülislâmın rüyetine sevketmiş. Sadrazamın bu davranışında maksadı, müftü efendiyi bir pot kırışa mecbur bırakarak böylecede azlini sağlamaktı. Ama bunun sonunda İngiltere gibi bir devletin düşmanlığını celbeder, ülkeyi badirelere sokarız diye esas hususları hiç akıllarına getirmediler. Şeyhülislâm Behaii efendi nezdine getirtir elçiyi ve şeriat hacında İzmir Konsolosu'nun yaptığı hakaretten tarziye ermesini ve konsolosun memuriyetine son verilmesini taleb eder. Ancak sefir, işin esasından haberdar olduğu için bu talebe pekde önem vermez. Müftü efendiye: soğuk bir edayla; "konsolosu kralım tâyin etmiştir. Onu bu vazifeden azle muktedir değilim" Cevabını verir. Behaü efendi; büyük bir hiddetle: "Bre dinsiz mel'ûn! Siz neye güvenirsiniz de devamlı din ve devlete hiyanet etmekten geri durmazsınız? Venedik Kâfirine gemiler ve imdad vermeğe devam edersiniz? Bunu biz bilmiyormu sanırsın? sözleriyle hitab eder. "İngiliz sefiri: "Biz ticareti severiz. Kirayla bizden kim gemi istese veririz. Siz isteseniz size de veririz. Bundan dolayı antlaşmamız bozulmuş olmaz." Dediğinde, Behaii efendi "Götürün şu me-lûn'u Paşaya hapseylesin. terbiyesini versin" Der. Sefir'in c > vabı: "Sen beni hapsetmeye kadir değilsin! Buna memur bile olamazsın." olur. Behaii efendi sinirinin son hududuna geldiğinden, bağırır: "Bre kaldırın şu melunu!" Hizmetkârlar, aldıkları emir icabı sille, tokat sefir'i dışarı çıkarıp, ahıra hapsettiler. İşin vardığı kerte her yerden duyulur. Devlet ricali telâşa kapılır. Derhal Kahya Bey'in hanesinde bir toplantı tertip edilir. Sefir'i hemen serbest bırakması için, Sarı Kâtip Çele-bi'yi müftü efendiye gönderirler. Müftü Behaii efendi bu seferde şefaatçi olanlara kızar. Vazifeleri olmayan işlere karışmış olmalarının yanlış olduğunu ileri sürer. Sari Kâtipde; aslında münafık tabiatlı Kahya Bey dalkavuklarından biriydi. Müftü efendinin kendisine söylediklerini geri dönüp nakleder, bü seferde, Ağalar kızarlar ve sadrıazama hiç başvurmadan, saray kapısına varıp müracaatta bulunurlar. Behaü efendinin Gedilmesini, Karaçelebizâde'nin şeyhülislâm nasbedilmesi-n> istidaya, cesaret ederler. Ancak bu istek saraya ulaştığında Sultan 4. Mehmed'in Validesi Hatice Turhan Valide Sul-taı~ı, padişah oğlunun hemen yanındaydı. Talebi öğrenen Turhan Sultan, padişaha dönerek:
Aziz efendi bizim katilimizdir! Devletimizin düşmanıdır, bu istek kabul edilemez. Şeklinde mütalaa serdeder. Bu cevap Ağalara ulaşmış ancak fazla önem atfetmeyen Ağa'ları, Mahpeyker Kösem Valide Sultan'in kapısını çalarlar. Burada taleb yerine getirilir. Hemen şeyhülislâm yapılır. Eski şeyhülislâmın hırpaladığı elçi bulunduğu ahırdan tahliye edilir. Mükte seven kimseler; bu tâyin münasebetiyle şu tarihi düşürürler "balyos müftüsüdür Abdülaziz" diyerek h. 1061 tarihini tesbit etmeyi başarırlar. Bunların arasında münafık tipli Sarı Kâtip'de bulunmaktaydı. Kâhya Bey'in yardımına erişdİ-ğinden babıâli'ye memur kılınmıştı. Divan toplantılarında kâtiplik vazifesi görerek hayatını kazanmaktaydı. Bir gün divan toplantısından çikıpda gelen Sarı Kâtibe teşrif nerden sorusu tevcih olunduğunda, cevabı pek enterasandı: Esir pazarından! Bu târifden Dîvânı Hümayun olduğunu anlamayan yoktu. Artık ülkede gelinen nokta; ne saraya, ne padişaha, nede ulemaya, hâttâ dini Muhammedi'ye dâhi eski hürmet kalmamasıydı.
Bahse konu Sarı Kâtib, günün birinde Kâhya Bey'in odasında Kazasker yanında olduğu halde demiştiki: "Geçengün şiddetli bir sıtmaya tutuldum. Titremeden hâlim yaman oldu. Sonra yanmağa başladım. İlaç yaptırdım bir hoca'ya okuttum. Kâr etmedi. Sonra hatırıma geldi. Sitmayıda geçirirse şeytana Anadolu Kadıaskeri'nin günahlarını adayacağımı söyledim. O anda sıtma kesildi. Bir daha da gelmedi. Hazır bulunanlardan birinin, niçin Anadolu Kazaskerinin günahlarını adayıp, Rumeli kazaskerininkini adamadığını sordu. Rumeli kazaskerinin günahlarını o kadar ehemmiyetsiz şeye feda edemem. Onları taun gibi, gazabı padişahi gibi büyük belâlara saklıyorum. Yukarıya aldığımız gibi son derece çirkin herzeler söylenir, işin kötüsü kadıasker efendiler bu nüktelere benzer yavelerin tesiriyle kahkahalarla gülerlerdi.
Melek Ahmed Paşa'nın devrinde otuzbin kişiye kadar verilmekte bulunan sadakalar kesildi. Kösem Valide Sultan bu sadakaların verilmesi İptalinden korktu. Otuzbin insanın geçimini sağlamakta olan bu yardım, nice problemler doğurur endişesi taşıyan hassas bir kimsenin tavrını sergiledi. Bu fakirlerin bedduaları asumanı tutar ve milletin başına belâ olarak iner diye, San Kâtib'e ikazda bulundu. Sarı Kâtip se: "Be canım Sultanım, bunca kale ve toprak hangi mollanın, hangi şeyhin ve dervişin duasıyla fetholunmuştur? O kaleleri fetheden, küffâra kılıç çalan hep Serhoş İbrahim, Tiryaki Hasan, Deli Hüseyin gibi falan filan ağalar ve Paşalardır. Kendilerini bilmez sefillerin dualarından bir şey çıkmaz" cevabını verdi. Belkide bu söze i'tirazı yeterli tonda yapmayan Kösem Valide belkide hayatının hatasını işlemiş oluyordu. Sarı Kâ-tip'den dinlediği bu herzeler değil müslümanlıkta diğer semavi dinler nezdinde dahi ağır mesuliyet gerektiren ifadelerdi. Haksızlık karşısında susmak Kösem Vâlide'nin yapacağı işlerden olmamakla beraber, nasılsa bu ifadedeki küstahlık ve bidinlik şaşırtmış olabilir merhumeyi..
Şayram günleri ve gecelerinde adet olmuştur ki padişahların Has Oda takımının ortaya serdiği çeşitli oyunları seyretmesi. Hâttâ bu oyunları pek beğendiklerinden, sabaha kadar aralarında kaldıkları olmuştur. Buluğ çağının yaklaştığı senelerde 4. Mehmed bu eğlencelerde sabaha kadar kalmak arzusu izhar etmişsede, mâni olmuşlar. Bu mâni oluş Hadım Reyhan Ağa'dan gelmişti ve bu durumu Reyhan Ağa; meşhur müverrih Nâima'ya şöyle nakleder: "Padişahımız henüz bir şahbaz çeşmi duhte ve gazanfer şikâr niyamuhtedir (?) Bizim (yâni harem ağalarının) zabtımıza meluf olmağla henüz tarikai zevki (zevk yolunu) ve inbisatı (genişleme) bilmez. Has odalılar vesair ağalar beyninde (arasında) haseni eda ve melâhati (yüz güzelliği) likaya mâlik sabi ül vecih a-ğalar vardırki, taatleri ayinei sânii rabbani şekli ve suretleri numûneİ sırrı tenasübü ruhaniyyettir. Ol makulelerin zâtı pâ-kizelerine incizabı müveddet ve ülfet ve sohbetlerine meyi! ve muhabbeti devai tabiyyeden vesimü nüfus zekiyeden olduğunda niza yoktur. Padişahı masum bu gece dışarıda kalıp, inşirah ve sürür ile onların dilfirabına hareket ve sekinet-lerine ferifte olup bazı akıllısından gafletten ikaz edici sözler işitip, reşid ve sedad erbabından birini mukarrebi has edicek olursa, tâyin olur.
Zira sohbet müessirdir ve tabiatı şarkadır" Deyimi üzerine Kızlarağası Bayram Ağa, padişahı içeriye davet etti. Eğlen-mekde olan padişah, bu daveti red etti. Turhan Valide tarafından Ağa davetini tekrarladı. Ancak bu da, kâr etmedi. Sonunda Kösem Vâlidesultanın emri olduğu bildirilincede akar sular durdu padişah itaate geçti. Devlet işlerinin ileri gelenleri bu günkü deyimle müsteşar, bürokrat, valiler ila.. Padişaha, dürüst, namuslu cesur ve işbilecek sadrıazam bulma fırsatı bırakmıyorlardı.
İşte yukarıda saydıklarımıza yakın kıratta bir sadrazam olan Tarhuncu Ahmed Paşanın akıbeti hakkında, böyle sadrazamlar istemeyen gurubun insanları, sadaretten düşmesi münasebetiyle yapılması gerekenleri kararlaştıran bir toplantı yaptılar. Örnek olarak takdim etmekteyiz: "..Bu vezir bütün işlerde padişaha yarayacak şekilde gayret gösterdi bizlerin menfaatlerini hep askıda bıraktı, ülkenin gelir ve gideri, durumu malumdur. Bunun yerine geçecek vezir hepimizin hatırına riayet ederse yine bir iş göremeyip Ahmed Paşanın sadakatle hizmet ettiği ortaya çıkar. Şimdi bu sağ kurtulursa (yâni Tarhuncu Ahmed Paşa öldürülmezse) yeniden dahada selahiyetle göreve getirilir, böylece o da bizden adamakıllı intikam alır. Yapılacak iş bu adam hakkında idam karan ver-
direcek bir vukuatla padişahı ikna edelim, böylece de bunun tize verdiği korku artık bitsin. Yakaladığımız bu fırsat bir daha ele geçmeyebilir. Şimdi padişah buna muğberdir, bundan istifadeyle işi tamamlatalım, kaydını gördürelim."
Tırnak içinde sadeleştirerek alıntıladığımız mezkûr yazı, Mizancı Murad bey tarafından, Ebul Faruk adlı tarihine 6. c. sh. 178'e, Nâima tarihinin 5. cildinin 296. sh. inden alınmış. Bakınız; 1998 senesi aralık ayı sonlarında bu satırları yazarken, ülkede konuşulan önemli hususa ne kadar benzer bir alıntı yapacağım. Çünkü Türkiye; devletini kuşatmış resmi ve gayri resmi çeteleri konuşmakta ve vakit geçirmekte. Yukarıda Osmanlı devlet ileri gelenlerinin, mâzu! sadrazam hakkında takip edecekleri politikayı kararlaştırma hususun daki toplantıyı almıştık. 1910!da basılan tarihinde Murad beyin yorumunu, noktasını virgülünü değiştirmeden ahntılıya-hmda tarihin tekerrürden ibaret olduğuna bir daha nazar edelim! "Devleti muazzamai Osmaniyanın müteddid olan esbabı inkırazı içinde, iş bu çete hesapları dahi, büyücek bir mevki tutmuştur! Fenası da şu haset ve meskeneti medeni-yenin henüz sahai Osmaniyeden zail olamamasıdır." Hemen üstteki paragrafda geçen "henüz" kelimesi, Mizancı Murad bey'in eserinin yayımlandığı zaman dilimini işaret ettiğini de göz önüne alırsak, çete işlerinin en az üç asırlık boyutunu yakalamış oluruz.
Ağaların tenkil olunması, şüphesizki devlet üzerinde yapılması gereken ameliyenin büyük önem taşıyan vakalarından-dır. Yalnız bu tenkilin, yâni ortadan kaldırılmalarını temin eden habere geçmeden, Kösem Valide Sultan'ın, şehid ediliş olayına gelelim. Kösem Vâlidesultan vefatından sonra o devri yaşayan ve daha sonraki dönemleri idrak eden mü'minler tarafından şehid vâüde diye anıla gelmiştir. Bu inceliğe bakarak, vücudu yâni varlığı devletin ihtiyacı olan bir hanımdır dersek, doğruyu tesbite varmış oluruz.
Dünya'nın en büyük devletleri arasında bulunan Osmanlı padişahlarının devleti, tabiiki fırtına gibi geçen hadiselerle daima karşı karşıya gelmiştir. Kösem Sultanın öldürülmesine sebeb olan mücadele, gerçekten bir iktidar mücadelesidir ve Kösem Valide bu mücadele de iktidarı kaybetme işini, ömrünü tamamlayarak karşılamıştır. Valide Kösem Sultan'ın ahaliyi kendine bağlayan tarafını ortaya serelim ve ahalinin esasda neye önem verdiğini ortaya koyalım. Kösem Sultan'ın, İstanbul'da, Mekke'de, Medine'de hayırlara yol açacak vakıfları doluydu. Camilere, hânlara, Seyyidlerle, fukaralara yardımı hiç eksiimemiştir. Ramazan ve üç ayları, bayramın hususiyetine büyük önem atfettiği için, bu günlerini tebdili kıyafet her tarafa koşturarak geçirirdi. Yardımları birbirini takip eden seller gibi olurdu. Borçları yüzünden hapiste yatanların borçlarını Öder ve bulundukları hapishanelerden, halas ederdi. Fakirlerin kızlarının çeyizlerini yapardı. Şehadeti sonunda odası aranmış epeyi serveti ortaya çıkmışsa da, şimdiki İstanbul Üniversitesinin, Bakırcılar tarafındaki kapısı önünden Sultanhamamına inen yokuşun sonlarına doğru sol koldaki Büyük Valde Han'da bulunan hazinesinde yirmi sandık dolusu altun çıkmıştı. Beş has'ı bulunan Valide Sultanın senelik geliri ikiyüzbin altını aşar denmiştir. 2003 itibarıyla 26 trilyon eder. Kösem Sultan ile Turhan Sultan arasında meydana gelen saltanat rekabeti diye adlandırmaya kalktığımız mücadele aslın da, devletin bekasını temin mücadelesi-nide hâizdir. Bir kere Sultan İbrahim'in çocuk sahibi olup, hanedana erkek vâris kazandırmasını beklerken ne sıkıntılar çektiklerini, hatırladıklarından şehzadelere dokunmamışlardı. Turhan Sultan ve Kösem Mahpeyker sultan takımı diye ayn-san devlet adamlarıyla saray ahalisi, adetâ ülkenin ikiye bölünmesini sağlamışlardı. Ne acı bir marifet! Kösem Valide sultan ile Turhan Valide arasındaki gizli rekabet, İstanbul esnafının ayağa kalkması ile su yüzüne çıktı.
Kıyam karşısında padişahın annesi Turhan Vâlidesultanı buldu. Ne istediklerini sordu, kryamcılara: "Ne istiyorsunuz?" Verilen cevabı tereddütsüz kabul etmesini padişah oğluna tavsiye etmiş. Buna karşılık; Kösem Sultan, Kara Çavuş'u sadarete getirmek icab ettiğini ileri sürdüysede, Kara Çavuş korkak bir davranışla istemedi. Sadrıazamın azline engel olamadığı gibi, Siyavuş Paşanın sadaretinede mâni olamamasına rağmen kendini yenilmiş saymadı. Bu arada da, kellesi istenen bazı ağaların kellelerini kurtarmayı başardı. Halbuki padişah olsun, Turhan Valide olsun bu Ağaların izalesir.e müsaade etmişlerdi. Bunun yapılmamasının neticesinin vahim olacağını söyleyerek, Siyavuş Paşanın tarafına yanaşdı. Ancak bu yanaşma bir taktik idi. Çünkü Siyavuş Paşanın kafasındaki tasan ağaların izalesine dönüktü. Halbuki; Kösem-valide Ağaların kurtulmasını hedeflemişti. Kösem Valide bu hâllerden pek müteessirdi. Siyasi iktidarını elinden uçurmak üzere olduğu hissine kapıldı. Böyle yapıldığında nankörlük yapılmış olacağı kanaatine kaptırdı kendini. Mücadele etmeğe karar verdi ve kullanacağı silahı seçti. Bu silahı kullanmaktaki meşruiyyeti, hiç kaale almadı ve Borjiya ailesinin me'şurn silahı zehirdi seçtiği araç. Masum padişah, çocuk padişah 4. Mehmed'i, bir babaanne olarak zehirleme kararı almasını yorumlamak kabil değildir. Buna karşılık devletin âli menfaatleri bahanesiyle aldığı karar, bize göre iyi bir nnü'minenin şeytan'ın oyuncağı olmasına pek açık bir misaldir, diye düşünüyorum.
Sultan 4. Mehmed Valide Kösem Sultan'ın zehiriyle ecel Şerbetini içince onun yerinede Saliha Dilaşub Sultanhanımdan doğan şehzade Süleyman tahta geçecekti. Saf ve hırstan azade bir hanım olan Süleyman'ın annesinin yerine Kösem Valide devlet üzerindeki gücünü devam ettireceğini tasarlıyordu. Bunun gerçekleşmesi şartlan epeyice kolaydı. Çünkü aşağı yukarı saray hizmetlilerinin çok çok büyük kısmı Kösem Valideye körü körüne bağlı kimselerden müteşekkildi. Bostancıbaşı, Kilercibaşı, Silahdar, Hasodabaşı, İmam gibi zevat bunların arasındaydı. Bunların saray'a giriş ve çıkışları haberleşmeyi temin açısından pek mühim işlev taşımaktaydı.
Bunlardan Kilerci erkânından Helvacıbaşı Üveys Ağa, Kösem Validenin talimatıyla iki kavanoz zehirli şerbet hazırladı. Bu şerbeti Sultan 4. Mehmed tarafından içilmesini temin işini üzerine almıştı. Bu hazırlıkların müşavereleri, Kösem Sul-tan'ın dâiresinde yapılıyordu. Valide sultanın başkapıoğlanı ve bir iki kalfa yapılacak işler hususunda bilgi sahiblerinden-di. Valide Kösem Sultan'ın dâiresi mensuplarından Meleki Kalfa böyle bir tasavvur üzerine insani hislerinin üstün gelmesi münasebetiyle, Hatice Turhan Sultanın yanına koştu ve olanı biteni birbir anlattı. Kendisinin ele verilmemesini de, rica eyledi. Bu ricası tabiiki kabul olundu. Turhan Valide sultan, dâire halkından üzün Süleyman Ağa, Reyhan ve İbrahim ve İsmail ağalarla meşveret eylediler. İşi büyütüp, ortaya çıkmadan gizli bir şayia halinde yaydılar. Üveys Ağa bunu duyar duymaz, saraydan firarı yeğledi. Buda göstermektey-diki, ihbar asılsız değil, kesin darbeyi vuracak kişi selâmeti firarda bulmuştu. Kösem Valide Sultan yapılan karşı hamleyle oyunun sızdığını anlar anlamaz, yapmaması lâzım gelen bir şeyi yaptı. Ağalara haber göndererek mahv edileceklerinin vakti gelmek üzere olduğu bilgisini aktardı.
Yapılacak tek işin saraya baskın vererek, Süleyman, Reyhan İbrahim ve İsmail ağaların öldürülmesi, padişahı taht'tan indirip, şehzade Süleyman'ı boşalan tahta oturtmaktı. Saran bazı kapılarının o gece açık bırakılacağını, geldikleri tak-Hirde Bostancıbaşı ve bazı ağaların bu kapılardan gelenlerin önüne düşerek yapılacakları göstermeleri sağlanmıştı. Bu haber üzerine ağalar toplandılar. Bektaş Ağa'nın israrıyla sa-rava gönderdikleri bir pusulada Turhan Sultanın ağalarından bilinen dört kişinin kellelerini taleb ettiler. Yaptıkları hesaplara göre şüphesizki kabul edilmeyecek bu taleb, bunların akşam açık bırakılacak kapıdan, saraya girmelerine bahane olacaktı. Ağaların bu isteği saraya geldiğinde, yapılacak fesadın, ağa kapısı tarafından da benimsenmiş olduğu böylece anlaşıldı ve bu haberleşme sadece Kösem Valide tarafından yapılabilecek işlerden olduğuda katiyyet kesbetti. Kendisine kimlerin yardımcı olacağını tesbit için, CJzun Süleyman Ağa, saray dışına istihbarat elemanı gönderdi. Kapıların hangilerinin açık bırakılacağından, kimlerin içte ve dışta rol alacağını tamamen öğrendiği görüldü gelen rapordan. CJzun Süleyman Ağa, cesur, gözü pek ve lakabı gibi bir haylice uzun boylu bir zenci idi. Gereken bütün tedbirleri aldı. Kapıları kapattırıp, arkalarına emin olduğu kimseleri koydu. Karşı tarafın başta bostancıbaşı olduğu halde bütün adamlarını gözhapsine aldırdı. Şüphelendikleri biri olduğunda öldürebilecekleri hususunda kati emirler verdi. Saraydaki eli silah tutanları bölük bölük etrafına toplayarak, ekmeğini yedikleri padişahın hayatına kasdedİldiğini bunu önlemekle hem vazifelerini yapmış, hem de yediklerini hakketmiş olacaklardı. Ancak burada "harp hiledir" peygamberi sözünün gereğindenmiş gibi, bir yalan uydurdu Süleyman Ağa. Bu yalan; padişahın öldürülmesinden sonra Kösem Sultanın, Bektaş Ağa'ya varacağı-nı ve tahtı Osmaniye Bektaş'ın geçeceğini söylediki bu çirkin Valan, saray ehlinin böyle hususun gerçekleşmemesinde 9ayrete gelmelerine sağladığı görüldü. Sarayda yatsı namazı sonrasında bağınşmalar başladı. Görüyormusunuz? Kösem Valide padişahı öldüttürecek, kendisi Bektaş Ağa ile nikâhlanıp, âli Sultana padişah olacakmış Bektaş, feryatlar halinde duyulur oldu. Bu seslenmeleri duyan Hasodabaşı nasihat edecek olduysa da, Üzün Süleyman Ağa'nın bir işaretiyle parça parça edildi. Ok yaydan çıkmıştı bu olayla. Artık kalabalık Kösem Sultan'ın dairesine yollandı. Hadımağalar yanlarındaki yine hadım hizmetçilerle karşı koymak istedilerse de, hasodabaşına yapılan onlarıda buldu, parça parça edildiler. Bu gürültü Kösem Valideyi sevindirdi. Geldinizmi diye kapıya yanaşıp sesledi, üzün Süleyman Ağa; beli, geldik, dediğinde Valide Sultan bu sesin kime aid olduğunu hemen bildi ve derhal firar etti. sığındığı yer bir dolap içiydi. Yorganların arasında saklanmayı yeğledi. Gelenler, büyük valideyi isteriz diye bağırıyorlarken biraz yaşlıca bir kadın çıktı: Büyük Valide benim. Ne istiyorsunuz? Diye seslendi. Süleyman Ağa bu bir fedakâr, kendini feda ediyor, dediğinde kolundan tuttukları gibi bir kenara fırlattılar kadını. Buna ne olursa olsun alkış tutmak gerekir sanıyorum. Dünya'da vefa ile sadakat takdire değer haslettendir. Dairenin her tarafını arayanlar sonunda Kösem valideyi buldular.
Perdenin kaytanını boğazına doladılar ve çekerek boğmayı becerdiler. Kuvvetli bir kimse olan valide sultan her tarafından kanlar akarak vefat etti. Bu kanlı vaka 1061/ramazanı olan 1651/ağustos ayında vukubulmuştu. Bazı tarihler Kösem Valde'yi bulan ve öldürenin Kuşçu Mehmed adlı biri olduğunu rivayet ederler. Tabii bu arada Validenin dâiresinin ve orada bulunan servetinin yağma edildiğini beyana gerek yoktur. Ağalan senelerce oyalamayı başaran ve bu başarısı ile bize göre devleti Osmaniye'ye hizmet etmiş bulunan Valide Sultan'ın şehadetinden sonra devlet ve millet üzerinde her istedikleri havayı estiren Ağalar saltanatının nasıl sona erdiri-lip, başında bulunanların yok edilişini anlatmaya gayret edelim.
Kösem Sultan'ın katledildiği gece saray'da yaşanacak vaziyetlerden habersiz olan sadrazam o gece konağına iftar vermek üzere davetli misafirlerinin arasına, iki kazaskeri'de çağırmıştı. Oruçların dualarla bozulduğu iftar esnasında, yeniçeri Ağalarından Samsoncu Ömer Ağa konağa gelmiş gerek sadrıazam Siyavuş Paşa ile iki kazaskeri Ağakapısına davet etmişti. Kazasker efendiler bu davete hemen koşarak icabet ettiler. Sadrıazam Siyavuş Paşa ise, davet sebebini sorduğunda tatmin edici bir cevaba nail olamadı. Bunun üzerine gitmekten istinkâf etti. Yeniçeriler bu sırada ulema takımın] da, Ağa kapısına davet etmişler, bunlardan şeyhülislâm Abdüîaziz, Nakibüleşraf Zeyrekzâde, diğer kazaskerler, sarayın davetine bir kaç gün önce gitmedikleri halde, Ağa kapısından gelen çağrıya gittiler.
Çünkü iktidarın Ağalarda olduğunu biliyorlardı. İktidara destek oluyorlardı, hakk'a tercüman olacaklarına! buna karşılık temkin seven Hocazâde Ebu Sâid gibi bazı ulema ne saray davetine ne de Ağakapısı davetine icabet etmeyip, birer mazeretle işi geçiştirmeyi bildiler. Bunun bir mânası vardır ki; şeriatı kuvvet karşısında hâkim kılması gereken âlimler, ilimleriyle amil olmadıklarının gereği, imtihanı kaybediyorlardı. Halbuki; İbni Kemâller, Ebussudlar veya onları gerçekten ölçü alan ulema böyle yapmazlardı. Onlar da böyle yapsalardı, şeriatı islâmiye ve hikmetlerine mugayir davranışa girmiş olurlardı. Bu daveti ne için yaptığını Ömer Ağa'nın, sadrazama izah ettiğini ve dediklerinin, Turhan Vâlide'nin Ağalarından dört kişinin kellesini, yeniçeri ağalarının istemeleri ve bunun teminine lâzım gelen işlemi yapmak üzere olduğunu rivayet ederler. Ancak bu rivayet doğru olmasa gerek.
Çünkü; Ağalar bu taleblerini gündüzden yapmışlar, buna *arşılık Süleyman Ağa karşı tedbirleri almıştı. Siyavuş Paşa, Samsoncu Ömer Ağa'y1 yanına alarak saray'a gider ve burada vaziyeti tetkik eder. Kösem Valide taraftarı Bostancıbaşı Ali Ağa başta olmak üzere, bu hizbin taraftarını öldürtür. Sarayın her tarafını gözden geçirdi. Yanında bulunan Ömer Ağa bu durumları gördü. Sadrazamın maksadı da, vaziyeti gören Ağa, arkadaşlarının yanına gittiğinde her şeyi olduğu gibi nakletsin ve cesaretlerinin kırılmasına, zemin hazırlasın taktiğine varmaktı. Sadrıazam bir çok tedbir aldığı gibi, ulemayı saraya davet etmeyi elzem buldu. Epeyi bir vakit geçtikten sonra bu davete gelen Kayseri eski Kadı'sı Numan efendi oldu. Daha sonra Hocazâde Mesud efendi, Bâlizâde Mehmed efendiler geldi. Müftü Aziz yâni şeyhülislâm Abdülaziz efendi tercihini Ağakapısına sığınmada kullandı. Çok geçmedi ki, bu tercihe epeyi bir ulema mensubu da iştirak etmiş. Saraydaki toplantı neticesinde alınan karan hayırla uygulamak üzere şöyle açıklamak mümkündü:Ağalar helak olunacak. Bu doğru ve kahramanlık gerektiren kararın muharriki acaba kimdi? Kadı Numan efendi ile Hocazâde Mesud efendi en açık tarzdaki fikirleriyle temayüz etmişlerdir. Bunların özetle söylediği iş ancak Ağaların katledilmesiyle halledilir. Bunun başka bir hâl şekli yoktur. Bu sözler fikir bakımından önem taşımaktaysa da, esas olan bunu tatbik edebilmekti. Turhan Valide, Sadrazam Siyavuş Paşa, Üzün Süleyman Ağa azimkar bir tutumla işe koyulmuştu ancak unutulmaması gereken bir istinat vardı ki, buda ağaların saltanat ve zülumlann-dan gına getirmiş İstanbul ahalisi idi.
Devlet ve millet işbirliği temin edilmiş bir vaziyet ihdasına gelinmişıi. Bunu sağlayacak olan son hamle,'Hz" Peygamber (s. a. v) in Sancağı Şerifini sarayın önüne dikip, ümmeti Mu-hammed'i altına toplamak ve mütegallibeye haddini bildirmekti.
Ahalinin açılan sancak'ı şerif altına toplandığını müşahede eden ulema, birer bahane uydurarak, yeniçeri ocağından uzaklaşma yolunu seçti. Saraya kapağı atmanın yolunu aramaya başladılar. Hiç bir kurtuluş ümidi olmayan Müftü Ab-dülaziz efendi ile iki kazasker Ağakapısından ayrılmayıp, onlarla ittifakta ısrar ettiler. Ağalar tarafında kaldığı görülen, şeyhülislâm Abdülaziz efendi yerine Ebu Said efendi tâyin olundu. Yalnız, burada karşılaşılan bir durumu haber verelim: Saray davetine biraz geç gelen Ebu Said efendi'nin icabetinden ümid kesildiğinde, şeyhülislamlığı Hanefi efendiye veı-mişler, Rumeli Kadı'lığı ise, Hocazâde Mesud efendiye verilmişti. Sâid efendi geldiğinde, Hanefi efendi, müftüiükden alınıp, Rumeli Kazaskerliğine, Hocazâde Anadöhu Kazaskerliğine, Müftülük de, Sâid efendiye tevcih olundu. Her nekadar, âlimin büyüğüne riayet icabederse de, toplantıya gelmede ağır davranan Said efendi bu davranışının cezasını çekeceğine müftü yapılarak mükafatlandırılmış oldu. Rütbei tenzile uğrayan Hanefi efendinin durumuna tahammül nefsi hususundan kolay olmasa gerek! . Nitekim; Hanefi efendi, kendisini müftü yapan fermanı, Hocazâde ise Rumeli Kazaskerliğine tayini belirten hattı geri vermekte biraz nâz ve soğukluk göstermişlerdir. Bunu yapılan muamelenin neticesinden saymak gerekir. Bâlizâde ise ilkönce yapılan tayinde Rumeli Kazaskeri yapılmıştı. Sonraki düzeltme sırasında daha efdal durumda olan Rumeli Kazaskerliğini Hocazâde'ye bırakıp, Anadolu Kazaskerliğine gösterdiği feragatin şahsi kemâlatla alakası olduğu teslim olunmalıdır. Bâlizâde şu sözleri ile herkesin ve asırlar sonrada bizleri bile hayran bırakan davranışı sergilemiştir: "Biz; bu meclise mansıb için gelmedik. Tâifei bâgiye'nin cemiyetlerini defe ve zülumlannı men için geldik. Bana Kazaskerlik makamı lâzım değil Bir başka duacıya verin" Demeyi bilmiştir.
Beri yandan kendi durumlarının sağlamlığından emin olarak vaziyetin inkişafını takip ediyorlardı. Kösem Vâlide'nin şehidliği dâhi yeniçerilerin hesabına yazılmıştı adetâ. Bu kendilerine olan güvenleri yeni bir hata yapmalarına sebeb oldu. İşleri tahkik etmeden padişahlığa şehzade Süleyman'ın getirildiğinin haberlerini bile yaydılar. Halbuki sarayın kalın duvarları gerisinde cereyan edenler hiç de onların umduğu gibi netice vermemişti. Tabii bunların bu kadar peşin hüküm taşımalarının sebeblerinden biri, kazaskerler ile müftü Abdü-laziz efendi'ninde onların yanında bulunması idi. Az sonra yeniçeri ağası Kara Çavuş başta, yanlarındada kazaskerler olduğu halde diğer ileri gelen yeniçeriler, Etmeydanına doğru yola çıktılar. Zaferlerinin ganimetini almaya giden galibiyet sahibi kimselere benzemekteydiler. Meydana geldiklerinde Kara Çavuş: binek taşına çıkarak toplanmış yeniçeri ve bir takım ahaliye doğru: Saraydaki musahib ve saray mensubla-rının yaptıkları nedir? Valide Sultanı katletmişler. Bunlardan Valide Sultan'ın kanı istenmelidir! Dediğinde; yeniçerilerin arasından bir ses: Valide Sultan'ın vârisi sen mi oldun? Sorusu, bir yeniçeri tarafından seslendirildiğine göre, ağalar hatta basit yeniçeride bile ittihad olmadığının delili idi bu manidar soru.
Bu anda da bir değşiklik görülmeye başlandı. Yeniçeriler arasında bulurari âlimler gurubundan bazıları alenen ve apaçık, sakin ve veıkûrane açımlarla safların arasından çıkıp, saray cihetine yürümeğe başlamışlardı. Bu ne demekti? Biz söyleyelim; büyük bir gururlan etrafa yıldırım bakışlar fırlatırlarken, hafif geride kalanların kulaklarına sanki gizli bir delikten fısıldanan "Sancak-ı şerif çıkarılmış" sözleri bu sembolün ümmet, hatta yeniçeriler dahil toplum üzerinde birlik getirici, vahdeti sağlayıcı gücünü bilenlerdi saray tarafına doğru yürümeğe meyledenler. Tabii bunların arasında, Abdülaziz Efendi ile kazasker efendiler bulunmuyordu. Çünkü onlar az-ledüdikleri haberini almışlar, yerlerine yapılan tâyinlerden haberdar olmuşlardı. Bu gurubla artık beraber olmaları belki makamlarımızı tekrar elde edebilirizin ümidiyle rabıtalıydı. Bir diğer tarafda, geriden kopan ulemanın yaptığını bunlar da yapmasın diye, etraflarını sıkıca sardıran ağalardan fırsat bulamamış olmalarıydı!
Öğle namazının edasına yakın vakitte saray, şehrin çeşitli mahallerine münadiler çıkardı ve: Her kim jnüslüman ise Hazreti Rasûlullâhın Sancağı altına gelsin! ülûlemr'e itaat etmiyenler, karşı tarafda olanlar, Orta camideki (Şehzadebaşi Camii) bagiler ile bir olanlar din ve devlet düşmanlarıdırlar. Öldürülmeleri için fetva çıkarılmıştır. Bilindiği gibi Kur'an hü-kümlerindendirki, sizden olan emire itaatli olunuz diye fevkalade uyulması gereken bir emir vardır. Bu emirin başa geçme veya geçmesini, görevini sürdürmesini temin etmekte olan şartlar; hadis, kıyas ve icma anlayışı içinde birbirini kuvvetlendirir şekilde tesbit olunmuştur.
Bu şartlara aid hususlarda eksiği olmayan veya bu durucunu muhafaza ettirenlere itaat şarttır. Münadiler ilânı neticesinde vaziyeti duyan ahali olsun, ağaların yanında bulunan bir çok yeniçeri, mezkûr "Ulûlemre İtaat" emri karşısında, bir saniye bile tereddüt etmeden sancağı Muhammedi'nin gölgesine koştu.
Sarayın bahçeleri koşan halk ve askere dar gelmeye başladı. Şimdiki Gülhane parkının önünden daracık bir sokak yokuş olarak Topkapı Sarayı istikametine çıkar, o sokağın ismi Soğukçeşme'dir. Kalabalık oradan, Ayasofya Camii arkasını, deniz tarafında Ahırkapı ve Cankurtaran civarını doldururken, Sultanahmed Meydanı ise lebaleb dolu bir haldeydi. Buna karşılık Ağalar ve etbaları bir avuç kaldılar. Saraydan ağalara gelen bir davet, ayak divanına gelmeleri şeklinde idi. Ancak Kara Çavuş: Bizden saraya gidecek yoktur. Bulunduğumuz yerde kalacağız. Padişaha da, asi değiliz. Fakat üstümüze gelen olursa vuruşmaktan çekinmeyiz. Dedikten sonra kışlalarına çekildiler. Dışarıdan gelenleri içeri almakla beraber dışarı çıkmak isteyenlere müsaade olunmadı.
Enteresan bir bilgi geldi koğuş ağalarından birinden, bu haber, hiç merak edilmesin. Dışarıdan içeri gelmek isteyen kimse yok, buna karşılık içeride kimse kalmadı ki bunların çıkmalarını engelliyelim. Hepsi saray'ın davetine koştular.
Kâhya Bey karşılaştığı bu tehlikeli durumu altun sesleri ile kendi lehine çevirebileceğini düşünerek, bir gülümsedi. Arkasından, hemen keseler dolusu altunu yanlarına getirtti ve toplanmış bulunanlara keseleri göstererek: Altun isteyenler bize koşsun. İstemeyenler ise saraya gitsinler. Şeklinde bağırdı. Kâhya Bey'in bu daveti boşa çıktı. Bir kişi dahi bu davete icabet etmedi. Herkes, sancağı şerifin altında kalmayı tercih etti.
Günümüzde de, güneydoğu ve Kürtçülük hususunda dinin bütünleştirici vasfına müracaat olunsaydı bu gaile asla büyü-mezdi. Hattâ bir ara, uçaklarla bazı âyeti kerimeler yazılı matbu kâğıtların atılmasını, o sırada ülkeyi yönetmekte olan Süleyman Demirel başkanlığındaki DYP/DHP koalisyonuJnun başbakan yardımcısı Erdal İnönü, yapılan çalışmaları lâikliğe aykırı davranış olarak vasıflandırmış, mütereddit ortak Süleyman Demirel ve partisi DYP, koalisyon bozulmasın djye yapılana engel olmayı kararlaştırmıştır. Devletin bu karardan beri bu olayda bir daha bu yola baş vurma imkânı ele edilemeyerek yara büyümüş, nice millet evlâdının şehid olmasına, nice aile ocaklarının kararmasına, adetâ yeniden bir dul karı neslini görmeye zemin hazırlanmıştır. Neyse biz Sancağın ortaya koyduğu işleve bakarak; şaşkınlığını biraz Üzerinden atmayı beceren Kâhya bey'in akıbetin korkusunu akla getirdiğinin ispatı olacak sözlerini buraya alalım: Tü yüzüne Allah belânı versin tamahkâr arnavut! Bu işler hep senin tamaın yüzünden meydana geldi. Bize; mal lâzım. Devlet yüzçevirirse biriktirdiğimiz akçalar, derdimize derman olur hemen servet toplayalım der idin. Bizi kendi hâlimize koymadın. Hepimizi ifsad eyledin. Bizi baştan çıkardın. Haydi bakalım bu miktar altun topladık. Şimdi onlar ile yapacağını yap da görelim. Kâhya bey'in bu sözleri Bektaş Ağa'nın üzerine yürüyerek söylediğini de ifâde edelim tabii.. Kâhya bey'in sözleri, toparlayıcı sözlerden olmayıp, kendilerini getirmiş oldukları vehamet ve bunun mesullerinin birbirlerine girmek üzere olduklarının, birbirlerini suçlamanın kapısını açan ifadeler saymak gerekir nitekim Ağalar yanında yer alan ve eskiden bunları methü senalarıyla şöhret bulan Ayasofya kürsü şeyhi Veli efendiyi, Kâhyabey'in Bektaş Ağa'ya Çatan sözlerini duyduktan sonra bu güruh yanında kalmanın yanlışını anladığından bulunduğu daireden üstünü silkeleye silkeleye çıktı ve yürüdü. Bu vaziyeti de müşahede eden Bektaş Ağa: Kuzgun suhte! Kürklerimizi giyip, kese kese ak-Çalarımızı alırken "Sizler devlete lâzımsınız. Çünkü din ü dev-'et sizin ile kaimdir" derdin. Artık rüzgâr döndüğü için senin yanında da yaramaz mı olduk? Diyerek, laf atmakdan kendi-ni alamadı.
Nâkip Zeyrekzâde Abdurrahman efendi saraya dahil oldu ve pek soğuk ifadelerle dolu özür beyanlarında bulunuyor, böylece de, bulunduğu makama yakışmayacak kertede biri olduğunu göstermekteydi. Ama olsun kelleyi kurtarma savaşında normal insanlar bu yola başvurabilirler. Ancak az bulunan fakat onur sahibi kimseler Zeyrekzâde'nin tabasbusunu göstermezler. Her ne kadar yanhşdan ayrılıp, doğruya koşmak herkesin yapması gereken husussada tabasbus ve dalkavukluğun gereği yoktur sanırım. İlmin Zeyrekzâde'nin şahsında düştüğü derekeye şâhid olan, Kazasker Kudsizâde mühim sayılacak derecede zarafet gösterdi, ilmi düşürülmeye çalışılan yerden kurtarmak için. Karşılaşmış bulunduğu nezâketin sayesinde idrak eden Abdurrahman efendi, huzura gitmeye yüzü olmadığını anlıyarak, konağına kapandı. Sabık şeyhülislâm Abdülaziz efendi Yenikapı'ya indi ve orada bulunan bir kayığa binerek Topkapı Sarayı'nin Yalı Köşkü cihetinden saraya girdi. Ayak Divanında bulunan padişah 4. Mehmed'e Abdülaziz efendinin saraya geldiği haberi verildi. İrade "Bostancıbaşı'nın yanında kalsun" şeklinde çıktı. Bu iradeyi duyan, Abdülaziz efendinin ölümün korkunç sessizliğini sağken yaşadı desek hata etmiş olmayız.
ulemanın yanlarından ayrıldıklarını gören Ağalar, Şehza-debaşı Camiinde ümidsiz bir halde kalakaldılar. Kara Çavuş şeyhülislâm Ebu Said efendiye bir tezkere yazarak, şefaat etmesi dileklerini bildirdi. Kara Çavuş eskiden beri Ebu Said efendi'ye taşıdığı saygısını izhar etmiş bulunduğundan, aralarında hukuk ve sevgi bağlan kurulmuştu. Kâhya bey'de aynı hukuk sahibi olduğu (Jzun Süleyman Ağa'ya bu minval-
bir tezkere gönderdi. Ayrıca son dönemlerde Kâhya bey iKi taraflı çalışmaktaydı. Görüntüde Bektaş Ağa ile arası kav-aalı olmamakla beraber, üzün Süleyman Ağa vasıtasıyla, Hatice Turhan Valide Sultana ubudiyetini sunabilme şansını kullanmıştı. Burada biraz düşünecek olursak şu nazariye ortaya atılabilir: merhume Şehid Valide ağaların bir bölümüyle, Hatice Turhan Sultan, ağaların diğer bir kısmı ile gerek kendi iktidarlarını sağlamak için gerekse devlet idaresinde inançları noktasında kimseleri destekleme görevini üzerlerine almışlar, böylece hanedanı, niçin biz tahta geçmeyelim düşüncesini taşıyacakların tasallutundan korumuş olmaktaydılar, düşüncesi makul bir izah görünüyor bize.
Kâhya bey bu müracaatıyla affa nail olamadı. Artık ortaya ahali çıkmıştıı \e ahali zorbalardan intikam almanın zamanı geldi anlayışına sürüklenmiştir artık.
Yapılan zülumlardan bıkan insanlar yapılacak işlemleri tartışmaya başladıklarında intikam meselesi pek önemli bir husus oldu. üzün Süleyman Ağa ve sadrazam derhal infazlar yapılmasının önemini ileri sürerken, şeyhülislâm Ebu Sâid efendi, şu nazariye ile karşı çıkmaktaydı: "Yeniçerilerde, ulemâda ve diğer kimseler, sancağı şerifi açtığımız ve buna olan bağlılıkları hasebiyle o tarafı bıraktılar, bu tarafa iltihak ettiler. Şimdi biz infazlara başlarsak, hayati tehlikeye maruz kaldıklarını düşünerek tekrar karşıya dönerler.
Hâttâ bu arada Yeniçeri Ağalığına Silahdar Ağa'yı nasbet-mişsiniz, bunu hemen geri çekin. Ocaklıya kendinden ağa töredir. Buna riayet gerekir yoksa bu yapılan nasbi hakaret olarak vasıflandırabilirler. Bu olayların müsebbibleri zorbalara dahi şimdilik dokunmamak kararı alalım." Şeklinde beyanda bulunur. Görüldüğü gibi, Şeyhülislâmın görüşü, Hz. Ali (k.v) nin, Hz. Osman (r.a) in şehid edilmesinden sonraki vaziyete, düşünüp uygulamaya çalıştığı tedbirleri andırır, üzün Süleyman Ağa ve sadrazam Hz. Muaviye' (r.a) in görüşü olan katilleri hemen cezalamak hususudur. Ancak Hz. Ali (k.v) nin içtihadını andırır tarz olan şeyhülislâm efendinin görüşü, karar altına alınır, o vecihle hareket edilir.
Kara Çavuş; Tamışvar Valiliği görevine yollanırken, Kâhya bey'i Bosna Vilayeti bekliyordu Bursa muhafızlığı ise Bektaş Ağa'ya verilmişti. Hemen vazifelerine gitme fermanı da ellerine tutuşturulmuştu. Kâhya bey, Kara Çavuş derhal sur dışına çıkmayı gerçekleştirdiler. Kâhya bey'i yanına lâzım olur diye, yüzyirmi bin altun almış olduğunu kaynaklar bahsediyor. Yüzyİrmibin altunu, bu gün Reşad lira adıyla andığımız altun ile karşılaştırıp, servetinin değil de yanında bulundurmayı düşündüğü para miktarını hesaplayarak durumu idrak edelim! 120. 000 X 20. 000. 000=2. 400. 000. 000. 000 eder. Yazıyla=ikitrilyondörtyüzmilyar ederki, bu hesap, 1998 sene sonu altun fiyatı göz önüne alınarak yapılmıştır. Görülüyor ki, bu miktarda para toplamaya muvaffak olmuş bir tek yeniçeri ileri geieni! Ne zenginlikmiş veya ne yolsuzlukmuş. ülkemizde aşağı yukarı bir kaç fabrikası olan kişinin dahi böyle bir net birikimi olabilsin. Bu izahların; ülke insanına, iktisatçıların araştıracağı ve tamamen, objektif yaklaşımla izah etmesi gereken hususattandır, diyorum.
Bu görevlere gönderme şüphesizki içeride coşması muhtemel taraftarlardan ayırarak ve de işi soğutarak sona erdirme siyaseti yatmaktaydı. Hattâ buna bir misâl olarak; şehir dışına çıkmayı tercih eden Kara Çavuş çadırında beklerken, sadrazamdan gelen bir tezkere ile, Kaptanı deryalığa nasb olunduğu bildirilir. Gelen müjdeciye ve sadrıazama teşekkür babında önemli miktarda bahşişler ödemiştir.
Öte yandan; Bektaş Ağa Bursa'yeı gitmedi. İstanbul'da saklanmayı tercih etti. CerrahPaşa semti yakınında bir ara-,-na sırasında ele geçti. Sürükleye, sürükleye Topkapı sarayına getirildi orda boğularak öldürüldü. Kara Çavuş'da pek qeçmedi sarayın davetine icabet etti. Burada bazı sorulan cevapladıktan sonra infaz gerçekleşti. Kâhya bey firarı denedi. Ne varki Edirne de tutuldu. Yakalandığı andan itibaren son derece sakin ve itaatkâr, abdest için müsaade istedi. Verdiler. Sükunet içinde namaz kıldı. Bir eli ile sakalını yukarı kaldırıp, diğer eli ile kemendi boynuna geçirdi. Sıktılar ve ruhunu teslim etti. Bazı tarihçilerin, Kâhya bey için bu çirkefe tesadüfen karışmış olduğuna dâir beyanları bulunmaktadır.
İstanbul ahalisinin Sancakı Şerif altında toplanarak son-landırdığı, yeniçeri ağalan baskısı, gerek şehirde gerekse ülkede bir hürriyet havası estirmişsede, bu iklimi devamlı kılacak işbilir idareci azlığı fırsatın müsbet tarzda değerlendirilmesini engelledi. Bir bakıma, külden kaçınırken, ateşe düşülmüştü. Yeniçeri ağaları gitmiş, yerlerine harem'in hadıma-ğaları gelmişti. Tarihler bu sırada h. 28/ramazan/1061m. 15/eylül/1650 yılını göstermekteydi.
Memleket idaresi merkezde rastlanan ihtilaf ve çekişmelerden her zaman için büyük zarara duçar olur ve olmuştur-da. Buna karşılık Osmanlı devletinin bu döneminde, taht Şehrinde yukarıdaki bilgilerini verdiğimiz olaylar esnasında, serhat komutanları, kâfirleri sıkıştırıyor, bir çok başarılara ın~ıza atıyorlardıki, buna karşılık Anadolu'da özetleyerek vermeye çalışacağımız baskılar ve bu baskılara karşı kıyamlar, lsyanlar zaman zaman kendini gösteriyordu. Bunlar bazen isyanı neticelendirme kertesine gelindiğinde ki geçmiş sayfa- özel bir şekilde verme lüzumunu hissettiğimiz Üsküdar yakınlarında Çamlıca eteklerinde, Bulgurlu ve Dudullu semtlerinde devlet kuvvetleriyle yapılmış olan savaş en tesirli olanıdır. Ancak işin sonuna doğru da birbirlerine düştükleri, bundan dolayı da çözülüp, dağıldıklarım görüyoruz. Şüphesiz ki, bu kıyamlar merkezi bozukluğun, içtaraflara aksetmesinden olmakla birlikte bir çok sosyal sebeblere de dayanmaktaydı.
Misal olarak: Şer'i şerifin en önemli hususiyeti, adil idarenin temini ve bunun devamını sağlamak yolundaki ısrarıdır. Adalet olmadığında artık devletin izmihlali yakın oiuf. Adaletsizliğe duçar olmuş kimselerin haklarını aramaları meşruiyet dahilinde olmaz ise, bir tuğyan, bir isyan görüntüsüne bürünürse de, devletin otoritesine riayeten yapılacak kapı aralama veya bu kapıyı aralamayan devlete ve devlet adamına herhalde bir mesuliyet terettüp eder. İşte Gürcü Abdül-nebi harekâtında divan'da müzakereler sonunda gelenlerin te'bit olunması Abdülnebinin kafasının kesilmesi fetvası çıkarılmak istendi.
Müftü yâni şeyhülislam Abdürrahim efendi fetvayı imzaladı. Fakat Karaçelebizâde Abdülaziz efendi bu fetvaya itiraz etmekle birlikte, İmzada vermedi, ulemanın çoğu bu görüşe iştiraketti. Fetva tekemmül etmedi. Abdülaziz efendi itirazını şu hususa istinat ediyordu. Bunlar ta nerelerden yola çıkmışlar, kimsenin malına, canına ve ırzına zarar vermeden, kendi masraflarını kendileri görüp, dersaadetin kapısına şer'i şerif davamız var, demekteler. Biz böyle şey olmaz deyip, hayatlarına nasıl kıyabiliriz, davalarına rüyet etmeden görüşüyle pek haklı bir ikazda bulunmuştur. İşin bu tarafıyla Saray'a aksettiğinde, oradan böyle görüşe hak verir mütalaa geldiği görülmüş, hattâ sarayın da ağaların kurduğu baskıdan kurtulabilmek için, Gürcü Nebi'ye mail oldukları hakkında tâbirde bulunanlar olmuştur.
Tarihin bu döneminde tarikat ehli ile zahir uleması arasında cereyan eden ihtilaf bir kavgaya kadar gitmiştir maalesef. Ülke insanımızın pek çoğu, bu mücadeleden habersizdir. İnsan bazı bazı bu habersizlik daha mı iyi yoksa diye düşünmek mecburiyetinde kalıyorsa da, menfur emeller besleyen, din ve millet düşmanlarının yazıp söylediklerinden öğrenecekleri vakaları, kendi milletinin kaynaklarından sağlam bir şekilde öğrenmek, dışarıdan gelecek fitneye karşı iyi bir silah yerine geçer. Bundan dolayı Ebul Faruk tarihinden bu bölümü özetlemeyi münasip bulduk: "Dahili sıkıntıların kavgaya kadar uzandığı noktada üzücü coşkunluklara tesadüf olunur. İşte bu coşkun vakalardan biri de zahir uleması ile sofiler, yâni ehli târik arasında eskiden beri devam etmekte olan ihtilaflar, bunlara bağlı münakaşalar ne hikmetse önemli bir gaile hâline geldi. Böyle olmasının sebebi Üstüvani Mehmed efendi adlı, Şam şehrinden İstanbul'a geldiği ileri sürülen biriydi. Şam'da işlemiş olduğu bir cinayet münasebetiyle İstanbul'a iltica ettiği ileri sürülmüşse de, meşkûk kalmıştır. Bu zât, ilim sahibi bir kimse olup, konuşması da fevkalade beğenilen biriymiş. Ayasofya Camiindeki Somaki sütün bu zâtın vaaz ettiğinde sırtını dayadığı yermiş. Kendisine Üstüvani denmeside bu sütün münasebetiyle olduğu rivayet olunmuştur. Saraya yakın olan Ayasofya Camii cemaati saray men-sublarının, bostancıların, hasoda takımları denen kişilerin, harem ağalarınında bulunduğu bir cemaatti. Üstüvani verdiği vaazlar, konuşmasındaki akıcılıkla bu cemaati kendine bağlamaya muvaffak oldu. Saray takımı bir ara bu müthiş vaizi saraya alıp, büyük salona bir kürsü kurdular. Üstüvani vaazlarının bir bölümünü de burada verdiğinden, adı hünkâr Şeyhliğine çıkarıldı. Bu hâl ise, Üstüvani'de bir yanlışa düş-niesini getirdi. Bu yanlış tasavvuf ve mensuplarına dil uzatıp, tecavüzkâr ifadelerle sataşma yolunu tutması oldu. Bu hususta da, Kur'an ve sünneti sağlam bir zemin olarak kullanıp saldırıları kendisi aleyhine oldu. Valide Sultan, haremağaları ve bir çok saray ileri gelenleri birer tarikatın mensubu olmalarından bu sözleri tutulmadı. Ayrıca üstelik bahse konu Valide Sultan ve Ağalar, Kurâni Kerim hakikatlerinden haberdar kimselerdi. Söylenenlerin getireceği olumsuzlukları da hesaba katan idare, Üstüyani ve arkadaşlarını sürgüne yolladılar.
Buna rağmen mesele kapanmamış, sadece içten içe yanmağa bırakılmış oluyordu. Hakikaten Köprülü Mehmed Paşa döneminde bazı şiddet tedbirlerinin alınmasına kadar gitti.
Sultan 4. Murad döneminde, padişahın emriyle öldürülen CJrmiye Şeyhi'nin kardeşinin oğlu Şeyh Mahmud adlı kişi, Saçlı Şeyh lakabıyla bu karışık devirde şan ve şöhrete ermişti. Vaazlarının dinleyicileri binlerce kişiyi buluyordu. Bu ilginin sebebini de Saçlı Şeyhin vaazlarında dile getirilen hususlar, Osmanlı devletinin içinde olduğu başta siyasi sıkıntılar olmak üzere, güncel sayılacak bütün meselelere temas etmesiydi. İşte bu Saçlı Şeyh Mahmud'un vaazlarından biri, İstanbul ahalisini adetâ galeyana getirdi. Şeyh efendi şunları dillendiriyordu: "Devletin ve milletin başına gelen felâketlerin arkası alınamıyor. Bunların böylece devamı bitmeyecek gibi görünüyor çünkü tesir eden unsurlar izâle edilmedikçe, ortaya çıkan eser çok edilemez."
Şeyhin bu vurgulaması, valide sultanların devlet işlerine karışmamaları gerektiğine dönüktür. Tabii bu ifadede en önde gelen hedef Kösem Mahpeyker Valide Sultan olmakla beraber, diğerlerini de kapsadığı kesindi. Saçlı Şeyh'e göre; "..esasında ecnebi ve çarşı mah olan sarayın mensuplarından bir hanım, kazaen bir şehzadeye valide olmasıyla işlerin başına geçmeye fırsat bulmuş oluyor. Halbuki buna ne durumu ne de geçmişi uygunluk arzetmiyor ve arzetmezde. Dev-let işlerine yetersizlikleri nasebiyle kifayetsiz iktidarların sahibi oluyorlar. Muktedir olamayan iktidarları ülke ihtiyacını Karşılayamaz bir idarenin müsebbibi oluyorlar. Diyor ve tedavi olarak çözümü ise payitaht dışındaki vazife sahiplerinin ileri gelenleriyle evlendirilip, elleri idareden çekilmeli
Bu tedavi şeklinin, çirkinliği, tatbiki gayri mümkünlüğü, padişah ailesine, hele hele aynı zamanda halife sıfatı taşıyan padişahın Sultan Hanımlarının böyle bir muameleye muhatap kılınmasını talep eden Saçlı Şeyh önce hastaneye yatırıldı, bilahire de yakınları ile birlikte sürgüne gönderilmesi gerçekleşti. Böylecede millet; padişah ailesinin kendilerine bir emanet olduğunu ve onlara sahiplenmek gerektiğini idrak ne bu saçmalığa pirim vermedi. Teklif sahibini vatanın başka bir köşesinde inzivaya etme inceliğini gösterdi. 1924'Ier Türkiye'sinde gecenin yarısında bir kanunla 623 yıl hizmetinde oldukları milleti ve toprakların birer ferdi olan hanedan üyelerinin vatan cüda edilmelerini seyredenler, bu hanedanın yâd ellerde çektiklerinin (çok minik bir kısmı hariç olmakla) bigânesi olarak yaşamaları, 1658'lerdeki ced'lerinden insanlık açısından ne kadar geri düştüklerini gösteren bir misal sayıyorum. Şeyh efendi'nin sürgünü, açılmış münakaşa kapılarının tamamının kapanmasına kifayet etmedi. Tâ ki, büyük vezirazam Köprülü Mehmed Paşa'nın bu münakaşaları bitiren müdehalesine kadar devam etti.
Osmanlı devletinin; 4. Murad'dan sonraki döneminin, 4. Mehmed'e isabet eden bölümü, cidden dört mevsim gibidir. Kadınlar saltanatı yakıştırması bu dönemin başlangıcına verile*; ilimdir. Çünkü sabi padişah henüz yedi yaşındadır. Ülke; Kösem Mahpeyker valide Sultan tarafından niyabetle idare olunmuştur. Bir sadrıazam resmi geçidi yaşandığı gibi, devlet idaresinde nice kahtıricâl yaşandığından adam kıtlığı ile karşı karşıya kalınmıştı buna bağlı olarak var olanlar, yerlerini doldurmayı öğreninceye kadar, sefinei devlet hayli hırpalanıyordu. Yıllar geçtikçe valide sultanlar aralarında giriş-dikleri nüfuz kavgasında hayli mesele çıkmasına sebeb oluyorlardı. 4. Mehmed; çıkmış olduğu tahtın sadrıazamı olarak karşısında Mevlevi Derviş Mehmed Paşayı bulmuştu. O dahil onbir veziriazamı çalıştırdıktan sonra, düzineyi yâni onikiyi bulduğunda karşısında yaşı yetmişi aşmış bir ihtiyar delikanlı buldu.
Bunun gayret ve salabeti sayesinde, devrinin parladığını gördü. Fakat bu tâyindeki isabeti evveliyetle Hatice Turhan Valide Sultan Hz. lerine teslim olunması gerekir.. Dinç fakat yaşlı vezirin sadaretinin başlangıç târihinin; 15/eylül/1656' olduğunu görüyoruz. Aziz ve büyük milletimiz, eski devirlerde Fâtihler yetiştirirken, artık kurtarıcılar yetiştirmeye başlamıştı. Köprülü Mehmed Paşa geldiği sadaret makamında, kapdanı derya müessesine göz attığında, Şeydi Ahmed Paşayı vazifeden almıştı yerine de, Topal Mehmed Paşa bu göreve atanmıştı.
Köprülü Mehmed Paşanın donanmanın başına getirdiği adaşı Topal Mehmed Paşa, büyük ve ısrarlı çalışmalarla kalyon, kadırga ve mavnalardan meydana gelen bir donanma inşaya muvaffak olduğu gibi bu gemileri denize salıp derhal
Çanakkalede ki savunmaya güç katmak için yola çıkarmıştı, apdan Paşa 36 kadırga ile 4 mavna'yı alarak Rodos Adasına gitdi. Maksadı hakikisi Girid'e değiştirme birliği götürmekti. Yolda rastlamış olduğu Malta korsanlarına aid üç kalyonu batırdı ve bir kaç yıldır denizde galibiyet duraksamasına, bir haftaym ilân etdi. Sakız adasına yanaştığında mevcud askeri, gemilere aldı böylece Girİd Adasına dümen kırılması emrini verdi. Kendisi ise Sakız Adasında bulunmayı tercih etdi. Gönderdiği filo ise Girid'e varamadan dönmek mecburiyetinde kaldı. Sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa, Çanakkale tahkimatını güçlendirme gayretine ek olarak da, Boğaz yakınlarındaki adaların devleti âliyenin olması gerektiğini stratejisine dahil etmişti. Bütün bunların istenmesinde de, Şemsi Paşa komutasında 19 kalyon, 10 mavna ve 3 kadırga ile 1 ü".O nakliye gemisinden kurulmuş bir filonun ilâve kuvvet olarak gelmesi hayli rol oynamıştı.
Çanakkale önlerinde, abluka İşlemini gerçekleştirmeye çalışmakta olan Venedik donanmasının en büyük sıkıntısı, su temininde uğradığı müşkülatdı. Ancak bu arada da bol ami-ralli Venedik donanmasında, üç büyük amiral arasında çeke-memezlik bulunuyordu. Bunda Venedikli denizcilerin kendilerini denizlerin fâtihi görmelerinin payı hayliydi. Biraz da bu çekememezliğin kaynağı Papa'nın ortak donanmaya, kend» inisyatifiyle Amiral Bechiy'i başkomutan atamış olmasıydı. Lazzaro Moçenigo Venedikli amiral olarak, başına gelmiş bulunan Bechiy'i ve forsunu selâmlamadığı gibi, ziyaretine gitmeyip bir zabit göndermekle iktifa etmesi hasebiyle soğukluğun tırmanmasını temin ettiği anlaşılıyordu.
Bechiy'i bu soğukluğu: "Venedik Cumhuriyetine nasıl hizmet edebilirim?" sorusuyla ortadan kaldırmak istemişsede, Venedikli amiral kendini müttefik donanmanın gerçek komu- olarak gördüğünden, bu centilmenlik salvosunu pek takmadı. Gördüğünüz gibi sevgili okurlarım; insanlar her ta raf da aynı davranışları sergiliyor. Bizim derya kaptanları biribirleri-nin ayaklarını kaydırmak için çeşitli dolaplar çevirirlerken, gayri müslimlerin dünyasında da, kin, adavet ve çekeme-mezlik hassalar mücadeleyi iç yapıda sürdürtüyordu. Amiral Moçenigo; donanmanın büyük ihtiyacı olan su temini için, bir kaç tane çektiri tâbir olunan küçük gemiyi ve bir miktar askerle birlikte Soğanhdere sahiline göndermişti. Gemiye su alınırken, muhafız gurubu olarak bir tedbir nöbeti aldırmıştı. Osmanlı fedaisi bir kaç yüz kişi bunların üstüne savlet etmek suretiyle yürüdüğünde Venediklilere kaçmak yolu görünmüş, bu hâli müzakere için müttefik donanmasının yetkilileri toplanarak bir karara varmayı düşünüp, eyleme geçtiler. Bütün bunlar olurken; Venedik gemilerinde ve bu gemilerin buiun-duğu cenahda müthiş bir susuzluk kuyusuna yuvarlanmışiar-dıki, Osmanlı donanmasının birdenbire gözükmesi ve demir atması Moçenigo'nun yapacağı artık bütün gemilerine, su bulmalarının temini için şimdiki adı Gökçeada olan İmroz Adasına sevketmekti. O da Öyle yapmıştı.
Köprülü Mehmed Paşa; Çanakkale tahkimatına daha fazla önem verdiğinden, Moçenigo ve gemilerinin İmroza gitmelerini fırsat sayarak zayıflamış müttefik donanmasının da üstüne gitmeyerek, belki de kolay kazanacağı bir zaferden feragat ediyordu. İmroz adasında ihtiyacını tamamlayan Moçenigo'nun gemileri, eski cenahlarına avdete koyulduklarında, donanmayı hümayun, aldığı rüzgârın yardımıyla, düşman donanması üzerine akmaya başladığı görüldü. Battagüa adlı Venedik mavnası, 3 adet Osmanlı kadırgasının ricatını gerektirirken, iki kadırgamızın kendisine rampa yapmasına engel olamadı. Kumandanları Hali! ve Ömer reisler olan bu mavnalar Battaglia'yı teslim alırlarken, Battaglia'ya yardıma gitmek isteyen mavnalara da Süleyman Reis'in idaresindeki mavnanın engel olmayı başardığı görüldü.
fSihayet; müttefik donanması, Osmanlı gemilerinin yarmakta pek zorlanmadığı hâle geldiği görüldü. Bunun sonucunda Şemsi Paşa komuta ettiği gemilerle savaşı kazanmıştı. Bunun neticesi de Boğazın kontrolünün yeniden inisiyatifimize geçmesi oldu.
Ali Haydar Emir Alpagut'un; "Târihi Bahri Sahifeleri" adlı kitabında yazdıklarına göre, Çanakkale önünde yapılan savaşın fiilen muharibi olmamasından dolayı, sadnazamın kendisini mahkum edeceği endişesiyle, donanmasını aldığı gibi firarı düşünmüş olduğunu, bu düşünceyi istihbar eden Köprülü Mehmed Paşa olaya suhuletle yanaşıp, ne kaçmaya fırsat bıraktı, nede donanmanın kaçırılmasıyla milletin uğrayacağı zarara müsaade vermedi. Kendisine gayet iyi davrancn Köprülü Mehmed Paşa, Topal Mehmed Paşanın kuvvei mâ-neviyesini takviye ettiğinden başka Bozcaada'yı istirdat etmesini tâleb etdi. Bozcaadanın karşısında bulunan Anadolu sahillerine asker yığan sadrazam, Topal Mehmed Paşanın 86 adet hafif teknesi ile çok geçmeden adanın işgali yerine getirildi. Takvimler bu anda 31/ağustos ile l/eylül/1657 senesini göstermekteydi.
Topal Mehmed Paşa; 13/eylül/1657'de yolunu Limni Adasına çevirdi. Bu ada da müdahil olarak karşısına çıkan, Françesko Morosini komutasındaki 15 gemiden müteşekkil Venedik filosu işin 65 gün uzamasına sebeb oldu. 15/ka-sım/1657'de ise, Limni Adası istirdat olunmuştu. Osmanlı ve Venedik donanmalarının, Çanakkale önlerindeki son çarpışmalarını teşkil etti bu muharebe. Çünkü büyük bir stratejist °lan Sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa, sahil boyunca ve ka-fa istikametinde yaptığı gözlemler sonucunda, Seddülbahir v^ Kumkale surlarını tesis için karar verdi. Bu kararı saraya bildirildiğinde, Hatice Turhan Vâlidesultan kendi parasını bu lrnara tahsis etmekte hiç gecikmedi. Derya kaptanı seleflerrinden Ali Paşanın bu inşaatı, çok kısa zamanda bitirmesi, takdire mûcibdir. Bu hızla gitmesi donanmamızın Girid meselesini de halledileceği intibaını uyandırdığını görmezden gelemeyiz. Ancak devletler arası her türlü münasebetlerin sürprizler yapmasını tabii görmek icâb eder. Bu hususdada merhum Büyüktuğrul amiral, değerli çalışmasının 2. cildinin 151. sahifesinde şunları beyan eder: "Avusturya savaşı açılmamış olsaydı Köprülü Mehrned Paşa belki de Girid Adasının geri alınmasını da kısa zamanda sağlayacaktı. Lâkin Ve-nedikli'ere müttefik olarak karadan savaşa katılan Avusturya, Osmanlı devlet adamlarının bütün dikkatlerini kendi üzerine çekmiş ve bu halden de en çok Venedikliler hoşnut kalmışlardı. Böylelikle Girid savaşı 1666 yılına kadar sürüncemede kalmıştı. Bu uzun süre içinde sırasıyla derya kaptanlığı yapmış olan Çavuşoğlu Mehmed Paşa, Küçük (Deli) Hüseyin Paşa, Köse Ali Paşa, Hüsameddinoğlu Ali Paşa, Hüsameddin Beyoğlu Abdülkadir Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, hep tersanede kalmışlar ve Girid ikmâlini hep kaçak nakliyatla yaptırmışlardı. Buna karşılık Venediklilerinde; denizlerde eskisi gibi aktif bir hareketleri görülmemişti." Bu mütalaa üzerinde bir miktar durursak şu dersi çıkarabiliriz.
Osmanlı donanması kuvvetli olduğu zamanda, zafiyete düştüğü zamanda zuhur edecek haçlı seferlerini geciktirmeye, birlikteliklerini önlemeye, gayret sarfetmesi gereken döneme girmişti. Teessüs etmiş müttefik donanması ticaret yollarını Osmanlı tasallutundan kurtarmaya hasretmişti. Her iki tarafda biribirini bitirecek savaşın mümessili olmamaktaydılar.
Halbuki; Karada vukubulan savaşlarda bu amacı görmek kabildir. Fakat sunuda hatırlamak gerekmektedir ki, gerileme devrine girmeden duraklama dönemini yaşamak nisbeten || mühim seferler yapılmasına ve bunları zaferle bitirmek gibi basanlar görüldü. Osmanlı ordusu; Köprülü Mehmed Paşanın ^arı bekâ'ya irtihalinden sonra merhumun oğlu, Fâzıl Ahmed paşanın komutasında, milletimizi ümidvar kılan hareketlerin devamında büyük bir rol üstlendi. 1661 ekiminde makamı sadarete gelen Fâzıl Ahmed Paşa, tam beş yıl Avusturya devleti ile becelleşmekten Girid'e fazla zaman ayıramadı. Vasvar'da; 30/ekim/1666'da, Osmanlı Avusturya barışı akte-dilince sadrıazam, Girid üzerine her geçen gün dozajını arttırarak düşmeğe başladı. Venedik; Girid'e eğilen sadnazamın durumunu istihbar ettiğinden senatolarında aldığı karara müsteniden İstanbul'daki elçilerine talimat vererek, sulhun teminine yarayacak çalışmalar yapmasını hatırlatmışlardır.
Muhterem okurlarımız; bazı meselelerde devlet politikası uygulamasına girişildimi, artık efkârı umumiye o meseleyi büyükler bilir demek suretiyle, kendilerine verilen bilgi kadarıyla iktifa ederdi. Haberleşme araçlarının günümüzle kabili kıyası mümkün olmayan durumu, milletin devlet adamlarına olan itimadını sarsacak bir tesir gösteremiyordu. Nitekim; Fâzıl Ahmed Paşa kapdanı deryalığa getirdiği, Kaplan Mustafa Paşaya, daha 1662'de tersaneyi bir güzel faaliyete hazırlaması ve gemi yapımına hız vermesini padişah 4. Meh-med'den aldığı talimat üzerine emretmişti.
Bunun üzerine sabırla ve sebatla gayret gösterilmeğe başlandı. Yakın târihimizde rastladığımız Kıbrıs Adasına 1974'de yapılan anfibi hareketi neticesinde, zaferimizi göz önüne alırsak Johnson mektubuna muhatab olan İsmet İnönü'nün, çıkarma gemileri yapmak bu ihtiyacın giderilmesine işareti de, 1964'de vukubulmuştu. Deniz kuvvetleri de bu hususda tersanelerini harekete geçirerek, işaret edildiği yılda, bir tane bile mevcud olmayan çıkarma gemilerini 1974'deki indirme Çıkarma hareketinde, mebzul miktarda kullanma imkânımız hâsıl oldu. Böylecede Fâzıl Ahmed Paşanın 1662'de aldığı tedbirlerle, 1964'ierde başlatılan tedbirlerin biribirine yakın olması aradaki 302 sene sonra görülen fark sadece teknolojik değişimlerdir.
3/kasım/l666'da Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa Girid'e bizzat gelerek, komutayı yed'ine aldı. Bu sırada Donanmayı hümayun ise karşısında hiç bir maniaya maruz kalmadan, gemilere aldığı kara askerini, Girid'e getirmeye muvaffak olmuştu. Üstelik; lojistik faaliyetlere üs olarak da, Eğriböz, Go-los ve Selanik tahkim olunmuştu. Takvimler "16/ma-yıs/1667'yi gösterirken Osmanlı gücü Kandiye önündeki hamlelerini şiddetlendirmiş ve muhasaranın da sonunun görülmesi yakınlaşmıştı.
Ne var ki; Suda limanının Venedik tarafınca kullanılması da, düşmanın takviye almasına açıkbir kapı olmuştu. Kandiye muhasarası bu takviye alabilme sayesinde, 2 sene, 4 ay, 11 gün daha devam etmiş ve 27/eylül/l 669'a kadar sürmüştür. Venedik tarafı 28/ağustos/1669'da sulh talebinde bulunmuştu İslâmi anlayışın emri olan sulh tekliflerine acık olma hâlide devleti âlî'yenin bidayetten beri şiarı olduğundan görüşmelere başlanmıştı. 5/eylül/1669'da imzalanan sulh antlaşması, yukarıda beyan ettiğimiz gibi Sancakı Osma-nî'nin, Kandiye burcuna çekilmesi 27/eylül/1669'da sağlanmıştı.
Varılan antlaşma maddelerini dört kalemde zikre çalışalım.
A) Kandiye Kalesi; içindeki bütün cephane ve silahlarıyla Venediklilerce Osmanlı yetkililerine teslim edilecektir.
B) 21 sene sonra Suda, Spinalonga ve Karabusa Kaleleri, Osmanlılara verilmek üzere, Girid Adasının bütün toprakları devleti âlî'ye ye hemen geçmiş olacak
C) Venedikliler: savaş sırasında Dalmaçya kıyılarında işgal ettikleri Kilis Kalesini muhafaza edeceklerdi.
D) Venedik Senatosu, savaşdan önce Osmanlı Devletine verdiği haracı ödemeğe devam edecekti. Sahifelerimizde Girid fethinin teknik ve siyasal akışını verirken, deniz mevzu-unun mütehassısı olan zevattan, merhum amiral Afif Büyük-tuğrul'un aşağıya özetleyeceğimiz mütaalasınada temas etmeden geçemedik. "Girid savaşına ilişkin söz söylerken, tartışmalar yapılırken, yazılar yazarken akla gelen ilk soru, <sa-vaşm neden yirmi ikiyıl gibi çok uzun zaman sürmesi ve bu kadar yıllar içinde, ne Osmanlı Devletinin ne de Venedik Cumhuriyeti'nin kesin bir sonuca varamamasıdır! Alman tarihçi Ekkehard Eykof un dediği gibi, savaş sadece Ada'nın merkezi Kandiye Kalesini alıp, vermemek mücadelesiyle, toprak üstü ve altı mücadeleleriyle, sürdürülmüştür. Deniz de ise harekât stratejisi olarak ileri bir üs elde etmek gibi, ilkel bir strateji kuralı bile düşünülmemiştir. Her iki tarafın yaptığı, çok kısır bir abluka harekâtından bile ibaret kalmamıştır. Her iki tarafın ablukası da çok başarısızdır. Her iki tarafda da ciddi ve iyi düşünülmüş bir savaş plânı yoktur. Savaşın bütün hareketleri güncel olarak düşünülmüş ufak ufak ikmâl hareketlerinden ibarettir." Diyen, merhum amiral Büyüktuğrul yukarıya aldığımız görüşlerine şöyle devam etmektedir: "Bu soruya gerçeklere en yakın olarak yanıt vermek Osmanlı Devletinin; kuruluşuna kadar geriye gitmek, gerektir. Çünkü; Osmanlı Devleti denizlerdeki mücadelenin ve deniz ticaretinin, korsan mücadelesi etkisinde yapıldığı bir dönemde kurulmuştur. Tarihçilerimiz; sadece Osmanlı Bizans ilişkilerini esas aldıkları için, kursan savaşlarının etkisini düşünememişlerdir bile. Halbuki yabancı tarihçiler; korsan savaşlarının etkisine büyük önem vermişler ve bundan ötürü, evvelce belirttiğimiz gibi Osmanlı Târihini, deniz olaylarını temel alarak yazmışlardır. Akdenizdeki korsan mücadeleleri, daha Osmanlı Devletinin kurulmasından çok önce, denizci İtalyan cumhuriyetleri tarafından Bati Akdeniz'de başlamış; Venedik, Cenova ve Piza cumhuriyeti korsanları öteki cumhuriyetleri denizcilerini ekarte ederek Doğu Akdeniz'e geçmişler; bura-dada Venedik ve Cenova, Piza denizcilerini ekarte ederek, haçlı seferleri çerçevesinde, biribirlerinin üstüne düşmüşler, mücadeleler vermişler ve biribirlerine karşı savaşlar yapıp, bu savaşlar çerçevesinde yaptıkları ada mücadelelerindede ilk önce Aydınoğlu umur Bey sonra da, Sultan Orhan'ın kara kuvvetlerinden yardım almışlardır. Profesör Kamillo Manfro-ni'in belirttiği gibi bu mücadelede Osmanlı Devletinin tek şansı, ne Venedik nede, Cenevizlilerin <birgün gelip Osmanlı Devletinin korsan mücadelesine rakip olarak karşılarına diki-lebileceğini tahmin edememeleridir. Ne Venedik ne de Cenevizlilerde, büyük topraklar istila etmek hevesi yoktur. Onların biribirlerine karşı mücadeleleri, küçük kara devletleriyle, deniz ticaretini Ötekine kaptırmayıp kendisi almak için, ticari mukaveleleri yapmak, deniz ticaret yollarına hükmedecek ada ve limanlara yerleşmekten ibarettir. Bizim târih otoritelerimiz; bu döneme ilişkin deniz mücadelelerinde <Osmanlılar Ege Denizine egemen oldu>, <Osmanhlar Akdenize egemen oldu> gibi deyimler kullanacaklardır. Ama korsan dönemi deniz mücadelelerinde egemenlik söz konusu olamamaktadır. Çünkü denizde zayıf olan taraf da, kuvvetlinin kıyı ve denizyollarına akınlar tertipleyebilmektedirler. Korsan savaşlarının Osmanlı Târihi üzerindeki en kuvvetli etkisi şöyle görünmektedir: <Anadodolu kıyılarına vaki olan, hristiyan korsan saldırılarına hedef olmamak için Osmanlı Devletinin Türk unsuru, dağlara yerleşirken, Rum unsuru, kıyılarda ve adalarda kalmış, dolayısıyla Osmanlı Devletinin ziraat, ticaret sanayii ve ticaret merkezlerini tutmuştur. Devletde bunları silah altına almayıp kara savaşlarım, Türk unsuruyla yaptıkça ve zamanın kara savaşı gereği olarak en atik ve cevval fürk unsurunu kullandıkça, birinci sınıf Türkleri, Avrupa ve /Asya'nın en uzaklarına dağıtmış ve istilâ dönemi kapanınca da yâni birinci sınıf Türkler orada kalmış ve ikinci, üçüncü derecedeki Türkler de, Anayurt olan Anadolu'da kalmışlardı. Durum değişmesinin baş sorumlusu Derya Kaptanlığı makamına göz diken saraylı vezirlerdir. Onların; deniz sorunlarının devlet ekonomisi, silahlı kuvvet ve sosyal hayatı üzerindeki etkilerini ölçmeye ve incelemeye lüzum görmemeleri kıyılarda olduğu gibi devlet ekonomi ve donanmasını da değerli Türk unsurundan yoksun bırakmıştır. Ege Adalarında da Venedik taraflısı Rum unsuru, Türk unsurundan çok fazladır. Yurt İçindede deniz ticaretine Rum unsurun hükmetmiş olduğunu ileri süren merhum amiral Büyüktuğrul, İsmail Hakkı üzunçarşılı'nin vefatından sonra, TTK (Türk Târih Kurumunun) neşrettiği, Osmanlı Târihini devam ettirip, ikmâl eden Enver Ziya Karal'inda ileriye sürdüğü şu tesbiti yapıyor: Napolyon'un Venedik Cumhuriyetini târihden silmesinden sonra Osmanlı Devletindeki Rum asıllı armatörler, bütün dünyada Venedik ticaret kolonilerini değiştirmişlerdir. Kuruluşu sırasında Osmanlı Devleti nasıl italyan denizcilerden yararlanarak kuvvet bulmuş ise, Yunan istiklâlindede donanmadaki Rum denizciler kaçtıkları için Osmanlı Devleti birden denizlerde zayıflamıştır. Buna mukabil Osmanlı Devletinde; kara kuvveti, donanma yerine deniz sorunlarını da harelendirir fikri doğmuştur. 1897 Osmanlı Yunan savaşından sonra, Osmanlı Devletinde, donanma yerine, demiryolu yapmak fikrinin doğması gibi.. istikametinde açıklamalar yapmışlardır. Bu nazariyeleri ileri sürenlerin ifadelerine katılıp katılmadığımız yerler vardır. Bizim bu İfadeleri buraya al-rnamız, aykırı görüşlerinde mütalaa edildiğin de, istifade edilmesi imkânının kabil olduğunu ortaya koymaktır. Şüpheyi, araştırmacının enyakın arkadaşı görmek icâb eder. Tâ ki; insaf ve adalet, şüpheyi denetleyen birer murakabe sembolü olarak, dâima kendini hatırlattığı takdirde. Bu bahse dâir görüşlerimize geçmeden merhum Amiral Büyüktuğ-rul'un bir hüküm mesabesinde olan şu satırlarına yer verelim: "..Osmanlı Devletinin kazandığı zaferlerin bile, Türk kanının fazla dökülmesine, Türkiyenin teknikte geri kalmasına ve barışta da savaşta da fazla harcamalar yapmasına neden olmuştur. Girid savaşı da, böylece hem uzamış, fazla harcamalara neden olmuş ve bundan sonra da Osmanlı Devleti bu adayı kendisine katmanın yararını elde etmesini bilememiştir." Demektedir.
Şimdi yukarıdan beri merhum amiral Afif Büyüktuğrul'un işin mütehassısı olarak tenkid ve tahlillerine teknik olarak, savaş iimi görmüş, muharip bir denizci olarak karşı çıkmak haddimiz değilse de, Osmanlı Devletinin varoluş sebebi olan hususa aid söyleyeceklerimiz vardır. Merhum amiral; Osmanlı Devletinin 17. asır ile birlikte deniz hâkimiyetinin yavaş yavaş elden gittiği gibi, kara savaşlarında da, bir gerileme yaşandığını pek hesaba katmamakta. Osmanlı Devleti; bir süngü ucu gibi, avrupanin orta kapısına kadar dayandığından avrupa devletleri her ne kadar kendi aralarında da di-dişselerde, hristiyan Papasının Öncülüğüyle müslümanlara karşı birleşiyorlar, kalabalık ve güçlü ordularla, donanmalarla vede 5. kol denilen içten çökertme faaliyetlerine başvuruyorlardı. Hududları içinde çeşitli prensliklerin, mümtaz eyaletlerin yer aldığı ve hayli gayri müslim bulunduran devletin, 5. kol harekâtından gördüğü zararı hiç kaale almıyor vede 20. asır araç ve gereçleriyle, eğitim metodu, yakın ve uzak muharebe silahlan, haberleşme imkânları demir tekneler ve bilhassa denizaltılar, güçlü dizel motorlu gemilerle yetişerek, yelken ve kürek dönemini tenkit ne dereceye kadar ciddiyet arzeder. Büyüktuğrul amiral, gerek Venediklileri gerekse de Osmanlı Devletini başarısızlıkla suçlamak suretiyle işe zâten eski devire, bulunduğu dönemden bakmış olduğunu dikkatli bir okuyucunun anlayacağını düşünmüştür elbette.
Akıl mektebinin müdavimi, diğer birtâbirle, hiç bir kayida tâbi olmayan anlayışında sahibi olarak gayri müslim avrupa, qeçerli bütün silahlan gayesine varmak için kullanırken, korsanları organize ederken ve el altından, desteklerken, Kur'anı Kerim buyruklarına, ehadisi şerife hüküm ve açıklamalarına bağlı Osmanlı Devleti de, şüphesiz ki dünyevî bir anlayışın zebunu olmayıp, Rızai ilâhiyi tahsil, Mevlânın adını ve nizamını dünya'ya yayma ve duyurma göreviyle mütehai-İi olduğundan, her şeyi ince derinlemesine hesaplama', ve tatbike yükümlüydü. İstilâ etdiği ülke insanlarını katliam etseydi, belki avrupa da hristiyan kalmazdı, amma Mevtamız zulme asla müsaade etmediğinden, bizi altından kalkamayacağımız mağlubiyetlere duçar ederek, perişanlığa düşürecek haller musallat ederdi.
Ayrıca devlet ricali, Osmanlı Devletinde her şeyin bile zaptı tutulan devlet anlayışı taşıdığından hareketle, meydana gelmiş her harakâttan haberdar olup, atacakları adimlarıda pek dikkatli atarlardı. Nitekim Girid'in; çok uzun yıllar, sonunda ele geçirilmesi ne ihmaldir ne de kasta bağlıdır. Çeşitli coğrafî alanlara yapılan saldırıları önlemek için Girid üzerindeki baskılı muhasarayı zaman zaman gevşetmesi icâbı halden sayılmalıdır. Merhum amiralin asla iştirak edilmeyecek görüşü kesinlikle Türklük unsurunu, bir ümmet devleti olan Osmanlı Devletinde öne çıkarma bakışıdır. Güya avrupalılar bir izaha göre müslümanlara Türk derler, onların Türk demeleri müslüman demek istemeleri şeklinde telâkki edilmişse de, batılılar islâmda ırkçılığında şiddetle yasaklanmış olduğunu, islâm ittihadının bundan dolayı pek güzel gerçekleştiğini görmüş olmalarından dolayı, Osmanlı Padişahlarının, bir Türk boyu olan, Kayı aşiretine mensubiyetini dikkate alarak, Türkler demek suretiyle, zamanla ırkçılık empoze edebilmek için ısrarla bilhassa tarihçi vede şarkiyatçıları, Türklük üzerinde durmuşlardır. 19. yüzyılın başlarında da, ırkçılığı Osmanlı İslâm devletine, bulaştırmışlardır. Ondan sonra ise ırkçı anlayış başını alıp gitmiştir. Venedik ve italyan denizcilerinin ardından Yunanlıların istiklâliyeti sonrasında denizcilikte adı geçen devletlerin dahi önüne geçtiğini ileri sürmesi, üzerinde kafa patlatılması gereken husustandır. 4. Mehmed döneminin aslında savaş yapma açısından babası Sultan İbrahim tarafından açılmış bulunan, Girid Fethi dolayısıyla başlamış olan ve genellikle Venedik ile gerek karada gerek denizlerde tevali eden seri savaşlara inzimamen, 1672'de uç veren Lehistan Savaşı, iki safhada gerçekleşti. İlk safhası başladığında sebeb olarak Ukrayna'nın kazaklarının, gerek Lehistan, gerekse Rus tecavüzlerine karşı, devleti âliyeden istimdatta bulunmasından ve bu yardım isteğine, Osmanlı Devletinin icabet etmesi hasebiyle devleti âliye tarafından açılmıştır. Ukrayna Kazakları riyasetini üzerinde taşıyan Do-rozenko, kendilerini bir sancak beyliği statüsünde Osmanlı Devletine bağlanmasını tâleb etmişlerdi.
Gerek Rusya gerekse Lehistan burnu dibindeki Ukrayna'yı, Osmanlı Devletinin himayesi mânasına gelen talebi yüzünden cezalandırma mânasına işaret eden tacizlerine başladılar. Ancak bir Osmanlı müdehalesinin karşısında bilhassa Lehistan karşı koyabilecek ne güç ne de taktiğe sahipti. Buna bağlı olarak padişahın adamlarını politik yaklaşımları kullanarak oyalama yoluna gittiler ve hesaplarını da aniden Ukrayna üzerine çullanma hesabına raptettiler. Hatayı da Osmanlı serhaddine yakın olan Komaniçe Kalesini tahki- kalkıştıkları esnada yapılanlar padişahın kulağı ona eriştiğinden 4. Mehmed'i Lehistan'a savaş açmış olarak görüver-clik. İstanbuldan Komaniçe Kalesi üzerine yürümek üzere yola çıkarken, Kırım Han'ı ve Ukraynalıların Dorozenko'ya kaleyi adres gösterip, orada buluşup Lehistan'ın cezasını verelim düşüncesini, kuvveden fiile çıkarmak suretiyle ve niyetiyle, sadrıazam Fâzıl Ahmed Paşa ile Komaniçe önüne gittiler. Takvimler, 27/ağustos/1672'yi gösteriyordu ki, Lehistan'ın etekleri tutuştu. Çünkü Komaniçe Muhasarası fiilen başladı. Sekizinci gün ise kale Osmanlıya ram oldu. Hareketin devamının Lehistan'ın işgali mânasına geldiğini akleden Lehliler, savaş çubuğunu, barış çubuğuna tahvil için hemen müracaatda bulundular. 18/eylül/1672'de Puçaş şehrinde müzakereler nihayetlenip, imzalar atıldı. Lehistanin yâni Polonya'nın Podolya eyaleti de Osmanlıya verildi. Ancak; Lehistan kralı kabul ettiği şartlan hâvi barış antlaşmasını Diyet Meclisi tâbir edilen yetkili kuruldan geçİremeyince, vaziyet İstanbul'a dönmüş bulunan sadrıazam Fâzıl Ahmed Paşaya bildirildi. Aynı zamanda düşman kuvvetleri, Osmanlı hududuna dalmak suretiyle bir iki kaleyi de işgale muvaffak oldular. Savaşın ikinci safhası böylece başlamış oldu. Hayret uyandıran bir şey olarak Lehistan'ın bu cesareti üzerinde durmak icâb eder, tetkikte karşımıza başta Papalık olmak üzere, bir çok ülke Lehistan'ı Doğu Avrupa üstünde söz sahibi olmak isteyen Osmanlıya engel olmaya çalıştığını görüyoruz. Bu karşı koyuş hareketine Eflak ve Boğdan'a iştirak etmesi zorlanmaya başladı. Padişah bu tedbiri hissettiği için her iki Voyvoda'yı tâyin hakkını kullanarak, kişileri değiştirdi, bunun sonucunda bu topraklarda aleyhine hareketi önleme-Ve muvaffak oldu. Ukrayna'nın bu Osmanlıya iltihak talebi Rusya'yı harekete geçirmiş ve ani bir saldın ila Kazak'ların üstüne çullanmış ve bilfiil işgal başlatmıştı.
Sultan 4. Mehmed soğukkanlılığını hiç kaybetmemiş, bu Rus taarruzuna karşı bizzat yanındaki birliklerle yürüyüşe geçmiş öte yandan da, Rusları her sene bir defa olsun atlarının nallan altında çiğneyen Kırım Hân'ına haber gönderip Rusların üstüne gitmesini emrederek Rusların üzerine gidip, Dorozenko'yu muhasaraya almış Rusu, bahadır askerlerinin güçlü kolları cesaretle çarpan yürekleri ve bir yardım talebine cevap vermenin Mevlânın yardımını yanıbaşında bilen insanların rahatlığıyla düşmanı, çok kısa zamanda paraladılar. Çok geçmeden Kırım Hân'ının gelmekte olduğunu da haber alan Ruslar'ın yapacakları tek iş ülkelerine kaçmak idi ve onlarda öyle yaptılar.
Kış mevsiminin gelmesi, Lehistan cephesinin Halep Valisi İbrahim Paşaya bırakılmasının kararı alınıp, 4. Mehmed'in İstanbul'a dönüşü gerçekleşti. İbrahim Paşa da tempoyu biraz düşürmekle birlikte, Lehistan toprakları üstüne yürümeye devam etmekteydi. Nitekim kirsekiz tane kale burcuna, Osmanlı sancağı toka edildi. Tatarlar cepheyi terk edip gitmemiş olsalardı, belki de bütün Lehistan toprağı hakimiyeti Osmaniye'ye girecekti. Ancak Kırım Hânlarının bu davranışı, yine her zamanki alışkanlıkları diye geçiştirilirken takriben onsene sonra Viyana'da sergilenecek İhanetin habercisiymiş de bundan bir ders almayı düşünememişiz.
Lehistan ile sulhun sağlanışı taa 1676'da vefat eden Fâzıl Ahmed Paşanın yerine getirilecek olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşaya kaldı ki, bu sadrıazam Podolya ve Ukrayna'nın biz de kalması şartıyla barışı yapmağa mecbur oldu. Yoksa Halep Valisi İbrahim Paşanın fütuhatına Kırım hânı yanında kalıp yardımlarını yapsaydı, karşımızda ülkesi elinden alınmış toprağı olmayıp, sadece adı olan bir devlet olacaktı ki, böyle bir idare ile barış antlaşması yapılmaz ona statüsü belli edilmiş bazı görevler verilirdi. Ne varki, Tatar böyle bir fırsatı ortadan kaldırıcı davranışı yaparken, başlarında Selim Giray bulunmaktaydı.
Kırım Hanlığının dâima ihtilafa müsaid zeminde birbirlerini çekemeyen han'larla, yürütüldüğünü söylerken umumiyetle hânlar karşılarında ya eski bir hânile yahut da müstakbel bir han ile İç mücadele vermişlerdir. Tabiiki bu barış antlaşmasının tasdikini, Diyet Meclisinden geçirmeye muvaffak olamayan Lehistanlı barış taraftan kralları ve onu destekleyenler, Osmanlı ile savaşın yeniden başlamasıyla karşılaşmışlardı.
2. Lehistan savaşında donanmamıza da iş düşmüştü. Çünkü bu safhada Rusya'da savaşa müdahil olmuş donanmasının Karadeniz'de sıkıntılara sebeb olacağı uzakça ihtimal değildi. Savaşa müdahil olan Rusların Karadeniz'e sahili y.-maktan dolayı donanmasının önüne, Osmanlı Donanmasının çıkarılması iktiza ettiğinden Mora Sancak Bey'i Köse Ali Paşa, uhdesine Cezayir Beylerbeyliği verilmek suretiyle, Kap-dam Deryalıkla vazifelendirilmişti. Vazifei asliyesi evvelâ Karadeniz üzerine gidecek oradaki Rus hücumuna açık sahillerimizi bu tecavüzden men etmeye çalışmak, ayrıca cepheye her çeşit savaş malzemesini ve takviye asker götürmekti. Köse Ali Paşa Baba Hasan Beyin komutasında bir miktar gemiyi Azak denizi kıyılarını muhafazaya yollaması iyi bir tedbirdi. Kendisi de üstüne düşeni yaptı.
Dönüşte ise; Karadeniz Ereğlisi civarında, bir fırtınaya yakalandılar ki büyük kayıplar verdiler. Ali Paşa derlediği gemileriyle İstanbul'a döndü ve evine kapandı. Az sonrada kederinden vefat etdi. Bu zâtın yerine 1675 yılında Seydioğlu Mehmed Paşa Kapdanı Deryalık görevine getirildi. Bu zâtın da donanması, Karadeniz'de görülen fırtınalardan birine yabalandı. Akıbeti Ali Paşa gibi oldu büyük zayiat verdiğinden, bunun yerine de 13/kasım/ 1677'de Kara İbrahim Paşa göreve getirildi. İbrahim Paşa, geçmişten ders alan akil bir adam olarak, kendinden önceki iki kapdanı deryaninde başına gelenleri teemmül ettiğinden, görevli olarak Abdülkadir Paşayı yerine vekil olarak donanmaya gönderip, ayağı karada olarak padişahın yanında bulunmayı tercihe baktı.
Sevgili okurlarımız; 1075/1665'de imzalanan Sen Gotard savaş neticesi olan antlaşmayı, Avusturya İmparatoru Le-opold'a imzalatan serdarı ekrem Fâzıl Ahmed Paşa, bir tesadüf eseri yenilmiş sayanların da bulunduğu savaşa rağmen öyle bir antlaşmaya imza atmıştı ki, sanki mağlup olan gâlib, gâlib olan mağluptu Müdekkik tarihçi İsmail Hakkı Üzunçar-şılı, târihinin 3. cildindeki dip notunda Askeri Müze_ Müdürü Ferik Ahmed Muhtar Paşaca kaleme alınmış olan "Sen Go-tarda Osmanlı Ordusu" adlı eserdende istifade edildiğini kaydetmiş. Biz de; bahse konu kitabı ilk defa lâtinize edip, bu çalışmamızın 4. Mehmed bölümünün son tarafına okuma parçası olarak koymağa böylece de savaşın arka plânını tam manasıyla öğrenilmesini temin bu tarzı seçtiğimizden bu bölümde bahse konu etmeyip bu izahat ile yetinelim dedik.
Sadnazam Fâzıl Ahmed Paşa 1087 senesi şabanının 26. günü 1676/4/kasım salı günü darı beka eyledi Çorlu ile Karıştıran isimli mevkıide bulunan Karabiber Çiftliğinde ve ölümünde yaş henüz 42 idi. Arabaya koydular İstanbul'a getirip, Çenberlitaş karşısında Köprülüler Camii yanındaki üstü açık türbede pederi Köprülü Mehmed Paşanın yanına defnolundu. Yerine de senelerce kendisine kaimmakamhk yapan, eniştesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa getirildi.
Ancak Köprülüler ailesinin içinde yetişmiş olmasına rağmen kibirli, azametli inatçı ve asla mülayemet sahibi olmayan bu Merzifonlu idi. Böylece de, âkil, mütevazi, güleryüzlü, yüksek karakter sahibi Fâzıl Ahmed Paşaya alışanlar Merzifonlu ile yapamaz hâle geldiler. Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın sadareti iki gün sonra gerçekleşen tâyinle yâni 28/ka-sım/1676'da başladı.
Doroşenko bir bize, bir Rusya'ya yakınlaşıp, ortalık karıştıran bir yapıyla nice kan dökülmesine sebeb oldu. Son dayanak olarak Ruslara taraf olan Doroşenko Kazak Hatrnanlı-ğında bırakılamazdı bu bakımdan yerine Zaparog Kazaklarının Hatmanı İken sonradan papas olup Yedikule'de mahpusa Konan Himilenitski, kubbealtının emri ile Rum Patriği 4. Par-tiniyos ile Divanı Hümayun tercümanı Mavrokordato tarafından hapisten çıkarılarak, Hatmanlığa tâyin edildi ve Kazakların yanına gönderildi. Tuhaftır ki, Doroşenko'nun yaptığını daha önce bu Hİmilenitsde yapmıştı. Çehrin'in Ruslardan alınıp gönderilen Hatmana teslim edilmesi serdar, İbrahim Paşaya bildirildi.
1677 senesi idi. Cehrin üzerine gitmesi emredilen Şeytan İbrahim Paşa, senenin 6. ayı olan haziranda Cehrin Kalesini kuşattı. Ancak kaleyi, Rusya Kazaklar ve Alman askerleri savunduğu gibi kalenin üç tarafı bataklık olduğundan, saldırı tek yerden yapılabiliyordu. Sayılanda dört bini bulmaktaydı. Bu kalenin alınması hayli zaman ve zorlukların çıkmasına sebeb olmuştu. 1677 haziranında başlayan muhasara, fetihle neticelendiğinde 12/ağustos/1678 olmuştu ve ondört aylık dişe diş bir mücadele verildi. Osmanlı Ordusu bahse konu mücadelede hayli zor durumlara düştü. Bunlardan; Merzifon'u Kara Mustafa Paşanın metaneti ve soğukkanlılıyla sıyırgayı başardı. Cehrin Kalesinde otuzbin düşman askeri öldürüldü. 3/recep/1089/12/ağustos/1678'de Tasmin suyunu aŞan Osmanlı Ordusu Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa tarihindeki bilgiye göre Rus, Kazak ve aşağıda adları yazılı çeşit-11 Tatar kuvvetiyle karşılaşıldı ki tamamı ikiyüzbinİ bulmak-taydı. Tatarlara gelince; Tura Tatarı, Eşker Tatarı, Kazan Ta-tan, Beyluk Tatarı, Kalmuk gibi, kırkdört çeşit Tatardan bahseder Fındıklık Silahdar Mehmed Ağa şu da vardı ki; Ruslar, 2. Bayezid döneminin hayli geride kaldığını gösteren bir görüntü sergiliyordu.
Kırım Tatarları ve Osmanlı askeri, bunların üzerine yürüyüp Özi nehrine kadar sürdüler, burada mukavemeti güçlendiren düşman mağlup sayılsada yok edilemeyeceğide anlaşılmıştı. Ordunun zahiresinin azaldığıda görülünce düşman kendi haline bırakıldı. Önce Osmanlı askeri daha sonra Kırım Hanı da geri geldi. Veziriazam Mustafa Paşa İstanbul'a döndüğünde serdarı ekremlik vazifesi Kara Mehmed Paşaya tevcih olundu. Kendisine Babadağında bulunması talimatı verilmişti. Bosna Valisi vezir Defterdar Ahmed Paşa Özi Suyunun uygun yerlerine iki kale yapmak emri aldı. 1090/1679'da tamamlanmış kabul edilen bu kalelerede muhafız konduğundan nisbeten biraz daha güçlüce emniyet tedbiri alınmıştı.
Öte yandan; Serasker Kara Mehmed Paşa ve Kırım Han'ından gelen malumata göre, Rusların hummalı bir faaliyet içinde oldukları haber veriliyordu. Şaban/1091/1680 eylülünde ricali devletde saraya davet olunarak, enine boyuna müzakere olunmuş vebundan da, padişahın başda olması sefere güç katacağı kanaatine medar olduğundan, o yolda birlik hâsıl oldu. Bunun üzerine Edirne'ye doğru yola çıkılmıştır. Rusya; Osmanlı Devletinin kendi üzerine gelmek üzere sefere çıktığını haber aldığında, şahsi dostu olan Kırım Han'ı Murad Giray ile temasa geçmek suretiyle barış yolunu açma gayretine girdi.
Nitekim bu teşebbüsü Kur'an emri müsalaha isteyene bunu konuşma şansı verin, tavsiyesine uygun hareket eden devletin, 22/muharrem/1091-13/şubat/1681'de, oniki maddeden müteşekkil, yirmi sene müddet geçerli olacak sulha imzalar atıldı. Bu sulh antlaşmasına göre bizim Özi dediğimiz
Dinyeper nehrinin sağındaki yerler biz de, Kiyef ve bir kaç palanga ise Ruslarda kalıp Potkalı Kazaklarına, Karadeniz'de balık tutma müsaadesi bunun içinde yer alırken, Kiyef Kalesi jle Potkali Kazakları sınırına kadar olan sahada her iki devlet de kale İnşa etmeyecekti. Bu arada Kırım Han'ının, Rusya üzerine akınlarına son verilipesir alınmış olanlar serbest bırakılacaktı.
Fazıl Ahmed Paşanın darı bekaya intikalinden sonra Orta Macar Beyi'nin oğlu Tökeli İmre nasıl bir yol bulduysa, çeşitli hediyeleri hâmil olarak, gönderdiği rical ile sadrıazam Mustafa Paşaya başvurmuştu. Bu başvuruyu değerlendiren sadrıazam, Tökeli İmre'ye Orta Macar Kralı unvanı verecek, berat ve ahidnâmeyi padişah 4. Mehmed Han'dan istihsal eylemişti. Girmiş olduğu, Osmanlı himayesinin verdiği lezzet ve hamilerine olan itimat, bayrağına "Allah ve Vatan İçin" yazısını koydutturacak kadar sevince dalmasına sebeb olmuştu. Pe-şindende, Avusturya İmparatorluğuna ait topraklara tecavüze koyulduğu görüldü. TökeÜyi bu tecavüzlerde Osmanlı kuvvetlerini de beraberinde götürdüğü ileri sürülmeye başlandı. Acaba bunun aslı hangi merkezdeydi. Acaba bu işi Tökeli, kendinden mi yapıyordu? Yoksa sadnazama sokulduğunda Avusturya seferi ihdas etmek için mezkûr devleti de rahatsız edip bu tecavüzler hasebiyle Avusturya'nın kendisine saldırı veya devleti âliye nezdinde şikâyet edip, bir Osmanlı Avusturya krizi çıkarmak veyahutda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Kaanuni Sultan Süleyman Han Cennetmekâ-nın fetihe muvaffakiyet bulamadığı Beç'i, yâni Viyana'yı Osmanlı kılıcına ram etmek ve dönemini bu fethin fâtihi olarak şanlandırmak arzusunun getirdiği, uzun fakat hayli tehlikeli bir plânamı dayanıyordu Tökeli'nin, Osmanlı bahadırlarının da içinde bulunduğu taciz hareketleri yine çarpık bir mantık ile baktığımızda Tökeli, askeri birliklerinden birini, Osmanlı askeri birliği kıyafetindemi bu akınlarında bulunduruyor ve .düşmanı benim yanımda, Osmanlıda var diye kandırıyordu?
Bununda nazarı itibara alındığını târih kitaplarımızda, tetkik ettiğim kadarı ile görememiş bulunmaktayım. Şimdi hâl böyleyken; Avusturya İmparatorluk başvekili devleti âliyeye müracaatla, Tökeli ile alakalı şikâyetler söylenmişsede ve buna en üst seviyede muhatap olarak sadnazamın olması ve "memleketlerini almak isteyen kimselere karışmayız" demiş olması ortadayken, bunları padişaha hiç bahsetmemesi, devleti âliyenin sadnazamına tanımış olduğu vâsi yâni geniş selahiyet içinde hareket sağlamış olmasının, kendine kazandırdığı bir anlayış olarak kabul etmemiz kabilse de, padişahlarında uçan kuştan haberdar olmaya matuf istihbarat sistemi, vezirini bu cevapları vermiş bir kimse olarak bilmesi gerektiğini aklımıza getiriyor ve bu akıl bu ihtimali gayri kabil görmüyor! Nevar ki; sadrıazam Paşa, belki de padişahın üzerinde hâsıl ettiği yüksek itimat sayesinde, durumu siyaseten izah ve kabule muvaffak olmuştur diye de düşünüp, kabullenmek olabilir!
Zâten târih okuru, bir papağandan ziyade artı eksi mütalaalar yürütmek suretiyle iştigâli târih olursa iyi bir sentezci olma kabiliyeti kazanabilir. Nitekim çok geçmeden; Tökeli İmre, sadnazama başvurup, Avusturya işgalindeki, Fülek ve Honad, Kaşav veya Kassa'nın istirdatı için yardım istedi. Bilhassa Kaşav, Orta Macar krallığınında merkezi idi. Bu başvuruyu sadrıazam, Vasvar Antlaşmasının müddetinin dolmasına iki sene gibi önemli bir zaman dilimi variken Tökeli'nin elçisini, elinden tuttuğu gibi, huzuru padİşahiye çıkardı. Padişah ise burada yardım vaadini elçiye ifade etdi.
Sadrıazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa bu vaadin arkasından Avusturya ile Orta Macar krallığı arasındaki ihtilafa, müdehale etti. 1092/şabanl681 ağustos ayı içinde Varat Beylerbeyi, Hasan Paşa, serasker tâyin olunup Eğri ve Ta-nnışvar Beylerbeyleri, Erdel kralı ve birer miktar da Eflâk ve Boğdan kuvvetleriile beraber, onbeşbin kişilik kuvveti olan Tökeli İmre'de birlikte olduğu halde hareketi başlattılar. Avusturyanın elinden bazı beldeleri alıp Tökeli'ye verdiler. Askerler ise, her biri üslerine döndüler. Avusturya imparatoru Leopold, olanları haber alınca ve askerlerin üslerine dönmüş olmasından da müstefid olarak, harekete geçti. Sonunda da hayli yeri Tökeli'nin elinden geri alma başarısını sağladı. Bunun sonucunda da, Avusturya Osmanlı savaşı kaçınılmaz hâle geldi. Nitekim;1 Macarların başlayan feryadı, Osmanlı devletini padişah katında vaad ettiği yardımın gereğini yerine getirme merkezine oturttu.
Bunun da neticesinden olduğunu gözleyebildiğimiz serasker tâyini yapıldı. Bu sefer görev Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa'ya tevcih edildiğine şâhid olundu. Yeni serasker ilk iş olarak eşkiya yatağı hâline gelmiş bulunan Honad Kalesini önce istila ondan sonra da berhava ettirerek hâk ile yeksan eyledi. Oradan hareketlede Kaşav üzerine yürüdüğü görüldü, Imre bundan pekde menun olarak onbin kişilik bir kuvvetle seraskerin yanında yer aldı. Böyle bir güç karşısında Kaşav iki günde dayanma gücünü tüketti. Böylece teslim oldu. Yapılan icraatın en mühimi, Kaşav'da Orta Macar Kralı unvanını burada başına tac giyerek, Tökeli İmre'nin tatması oldu. Serasker Paşa, Osmanlı Devletinin olup, Leopold'un askerlerince işgal edilmiş bulunan Füiek Kalesi üzerine gitdi ve on-beş gün sonunda Osmanlı kılıcı eski kalesini istirdat etmeye muvaffak oldu. Ancak serasker Paşa, burayı da yıkıp, düzle-mek yolunu seçti. 3/şubat/1682'de Avusturya İmparatoru Leopold, Kont Aiber dö Kaprara'yı elçi olarak Osmanlı Padişahının nezdine gönderdiği görüldü. Padişah; elçiyi hükümetle görüşün diye sadnazama sevketdi. Bu sırada ise takvimler, 4/c. ahiri O/haziran/l 682'yi gösteriyordu. Bu sırada ise; Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa'nın dilinde yeniçeriler; "Padişah bizi neye besler, oturmaktan bıktık, kötürüm olduk! Cenk isteriz. Sen Gotarda kalan elbiselerimizi varıp düşmandan atalım" dedikleri görülmeğe başlanmıştı. Yeniçerjlere söylettirdiği düşünülen bu sözler padişahın kulağına erişdiğinde, 4. Mehmed sulhun terkine izin vermedi. Sadn-azam, bu vaveylalara padişahın otuziki yaşına gelmiş olmasının ve çeyrek asırdır tahtda, olmasının getirdiği tecrübe hasebiyle ehemmiyet vermemesi üzunçarşılı İsmail Hakkı Bey'in TTK'ca yayımlanmış değerli târihinin 3. cilt 1. kısmında sahife 427'de aynen şöyle bir ifade ile yorumlanmakta: ".veziriazam bu sefer hiyleye başvurdu. Serhad Beylerine ve Valilere yazarak oralardan, Avusturyalıların taarruzlarına dâir, sahte feryatnâmeler getirterek padişaha arz etdi. bununla beraber sulhu bozmamakta ısrar eden padişah] harekete geçirmek için, kürsülerde vaizlere ve hâttâ, padişahın hocası Vâni Efendiye vaazlar, yaptırdı ve böylece muharebeden çekinen 4. Mehmed'i kandırıp, hazırlığa başladı." Muhterem okurlarım; merhum Gzunçarşıh'nın bu hususda verdiği malumat hiçde yabana atılacak tiplerden bir malumat olmadığı gibi insan tabiatına da mugayir bir hâlden değildir, umumiyetle bir görevliyi yerine gelmek suretiyle takip eden yenilerin köklü değişiklik adına hayli güzel ve nâfi yâni faydalıları da ortadan kaldırdığı geçmişte ve gelecekde şahit olunan hakikatlerdendir. Bu hususda şanlı târihimizde nice misâller vardır. Hele hele, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; çocuk yaşından beri bir evlâdı manevî olarak aralarında büyüdüğü Köprülüler ailesi içinde babası yerine koyduğu Mehmed Paşa ve onun hayırlı oğlu Fâzıl Ahmed Paşanın başarılı sadaretlerinde, Osmanlı Devletini izmihlal çukurundan, zirvelere yücelten neticesinin ardından, bu Köprülüler ailesinin bir damadı makamına erişmişliği ve Fâzıl Ahmed Paşanın uzun süren sadaretinde kendisine müşavirlik, serdarlığında kaimma-kamhk yapmış ve vazifelerde gösterdiği muvaffakiyet neticesinde kaimbiraberinin darı bekaya intikalinden sonra vezareti makamına irtika etmesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşada seleflerinin başarılarına başarı eklemek niyyet ve gayreti olduğu gibi onları tanzir etmek, onları aşmak arzusu ile yanıp tutuşduğu ileri sürülse pekde yalan sayılmaz.
Bunu temin içinde başvurduğunu yukarıda İsmail Hakkı merhumun satırları arasında gördüğümüz hiyleye hak vermemekle birlikte yaptığını iyi niyete vermekten başka bir şeye de hamledemeyiz. Amma neticede Beçi alamamış olan Koca Kaanuni'ye sebkat etmesi, ona Viyana fethi ile üstün gelme arzusu taşımış da olsa nihayet bu devlete bir hizmet düşüncesine dayanmaktadır. Diye bir mütalaa ile burada beyanda bulunmaya cesaret ettikki belki düşünce dünyamıza bir fayda sağlarız.
Evet! Şimdi veziriazamın arzu ettiği Avusturya savaşının temini babında neler yaptığından da bazı çarpıcı vakalar nakile geçelim. Osmanlı Devlet yönetiminde reisülküttaplığın bu günkü dışişleri bakanlığı mesabesinde bulunduğunu hatırlatma lüzumunu görmüyoruz ancak sadnazamların bu vazifede bulunanlara günümüzde olduğu gibi tesiratının da olduğunu hatırlatmadan geçmeyelim dedik, çünkü veziriazam bu hususda Reisülküttabı İstanbula gelmiş bulunan elçiyle görüşmek üzere, vazifelendirirken asıl maksadıysa, savaşmak olduğundan işi yokuşa sürmek için, eski antlaşmayı teceddüt yâni yenilemek içinde Yanıkkale'nin Osmanlıya terkini, sefer hazırlıklarının masrafının tazminini istemesini teklif ettirdi. Avusturya elçisi, bunun ne maksada geldiğini anlama-, yacak kadar aptal olmadığından, reis efendiye: "Benim imparatorum, bana vakti dolmak üzere olan bir antlaşmanın yenilenmesi için talimat verdi. Yoksa mal ve memleket ver diye göndermedi. Cevabı verdi. Yine: Silahtar Fındıklı'lı Meh-med Ağanın târihinde, şöyle bir bilgi görüyoruz: ".İslâm şeriatı üzere boğazına bez bağlayıp aman diyene kılıç olurmu? Üzerine sefer câizmidir? diye bir vasıta ile Şeyhülislâm Efendiden fetva istedi ve bu suretle sefer caiz olmadığına dâir fetva aldı ve gösterdi ise de, Kara Mustafa Paşa aldırış etmedi ve elçiyi göz hapsine aldırdı" der.
Yine 4. Mehmed ve maiyeti kışı geçirmek üzere Edirne'ye gittiklerinde gerek Avusturya'nın dâimi elçisi gerekse de, özel elçisi Edirne'de mülâki oldukları padişahın bulunduğu şehirdeki temaslardan bir şey çıkaramadılar. 1093/aralık
1683'ü gösteriyordu.
Yalnız sunuda asla unutmamak lâzım gelirki dini mübini İslâm indinde en makbul ibadetlerin başında cihad gelir ve devleti âliye bu hususda bilhassa hristiyan dünyasına karşı gerek tebliğci olarak gerekse de onların, islâm dini üzerine garaz ve kinlerine düşmanca saldırılarına, imân dolu göğsünü siper etmiş nice evlâdını, güzide kahramanlarını feda etmek gibi şahikalar meydana getirmeye muvaffak olmuştur.
Tabiiki bu tebliğ işi zaman zaman düşman üstüne gitmekle, vakit vakit de, onların taarruzlarına karşı koymakla ola gelmiştir. İşte harp sanatı, devlet yönetiminin tecrübe didele ri, mümkün mertebe herçeşit şartı göz önüne almış olarak meselelere strateji ve taktiksel açıdan yaklaşırlar. Meseleye yukarıdaki kritiğimiz içinde baktığımız takdirde, aslında Mer-zifonlu Nemçe'yi yâni Avusturya'yı pek uygun zamanda yakalamıştı.
Çünkü Avusturyayı otuz sene savaşlarının akabinde yakalamış idi. Belki de, sadrıazamın niyetini çoktan anlamasına rağmen yinede sulh içinde devam etmeye arzu etmesi, pek sulh severlikten değil, tam tersine savaşmak için hâli ve ortağı olmamasından kaynaklanıyordu. Sadnazam; tesbitinde isabet etmiş olabilirdi fakat Avrupayı bu tarz tehditin zaman kaybına vakti yoktur. Çünkü Viyana Avrupaya açılan mühim bir kapı sayıldığından savunmaya ortak temini mutlaktı. Nitekim de; kendinden emin olarak yerinde politika üretmeye
uğraşan Osmanlı entelijansıyası farkında olmadan, Papa 11. İnnosan'ın teşebbüsü ile batı hristiyan dünyasını birliğe doğru itmiş olduğunun akıbetini hesaba katmaz bir anlayışı sergilediğini söylemekten kendimizi alamıyoruz.
Daha önce vukubulan Osmanlı Lehistan savaşında, Jan Sobiyeski'nin feryadına kulak tıkayan Avusturya'ya gücenik Prens Sobiyeski, birliğe katılınca Papanın etekleri zil çalmaya başladı çünkü gücenik olan bir devletin ve reisinin maziyi bırakıp ati'ye yâni gelececeğe bakması, İnnosan'ın çalışmalarına şevk, davetlerine cevabı müsbet verenlerin çoğalmasını sağladığı görüldü.
Halbuki Merzifonlu yıldırım hızıyla Beç'in yâni Viyananın üstüne düşmeli darbesini vurmalıydı ve böyle yapmayınca da, faturası hayli pahalıya mâl oldu. 31/mart/1683'de Avusturya Lehistan arasında savunma antlaşması imzalandı. Şartlar ise; Lehistan, savaşın sonuna kadar Avusturya ile beraber hareket edecek, vereceği kırkbine yakın askerin komutası Leh kralında olması şeklinde karara bağlanmıştı. Osmanlı Devleti mağlubiyete duçar edilirse, Bucaş muahedesi gereği, Osmanlının eline geçmiş bulunan yerlere ilâveten Eflâk ve Boğdan dahi Lehistana verilecekti.
Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa; Edirne'de bulunan Avusturya elçisini yanma celbederek, görüyorsunuz üzerinize gidiyor ve size son defa söylüyoruz:Yamkkaleyi teslim edin sulh yenilensin! Dedi. Ancak Avusturya elçisinin cevabı hayli cesurcaydı ve şunları söyleyerek Bekri Paşayı şaşırttı: "Kaleyi kılıç ilealabilirsiniz. Buradaki sözle kale verilmez" dedi. Böylece 22/muharrem/1094-21/ocak/1683'de padişah tuğları çekilerek seferle vazifeli olanların, Hıdırellezde yâni 6/mayısda Belgrad'da toplaşmaları hakkında her tarafa fermanı âliyigönderdiler. Bu arada padişahın da, Belgrad'da Kalmak suretiyle hareket edilirken, sadrıazamın serdarı ek-rem sıfatını hâiz olmak suretiyle ileriye gitmesi karar altına alındı. 1683'şubatının sonunda Edirne'den hareketle, 3/ma-yıs/1683'de Belgrad'a varıldı. Lehistan Avusturya antlaşması jse 31/martta imzalanmıştı. Sadrıazamın komutasındaki ordu, o güne kadar tanzim edilen, asker mevcudu olarak en kalabalığıydı. Kapıkulu Yayaları denilmiş olan yeniçeri, cebeci ve topçuların yekünü altmışbini buluyordu. Onbeşbin, kapıkulu süvarileri diye bilinen Atlı Bölük gurubunun sayışıydı. Kırım Hanı'nın kuvveti ellibin ve Orta Macaristan Kralının yirmibin kişilik kuvveti hazırdı. Bunlara ilâveten de, üçbin Mısır askeri, beşyüz kişide Şam askerinin yanında bulunuyor, Erdel, Buğdan ve Eflâk voyvodalarının onarbinden, yekûn otuzbin askerini de topladığında yüzyetmişsekizbinbeşyüzü (178. 500) buluyordu. Ordunun savaşan gücünün miktarı üçyüzellibin olunca, bütün sayı beşyüzbini aşmaktaydı. Silahtar Târihi seferde ellibin de araba bulunduğunu ifade eder. Sultan 4. Mehmed'in sadrıazamına tenbihi Yanıkkaleyi almanız ondan sonra hâl ne gösterir bilinmez fakat arkada düşman komayı hiçbir zaman önemsiz sanmayın şeklindeydi. Beri yandan Reisülküttap Mustafa Efendi ise hakikaten muazzam orduyu müşahede edince, sadrıazarna, bu kadar güçlü ve kalabalık bir ordu ile insan heryeri ele geçirir diyerek Merzifonlu'daki enaniyeti haylice okşadığının belki farkında bile değildi. Hedef olarak Beç yâni Viyana Şehrini almasını göstermişti. Gerek reis efendinin gerekse Merzifonî'nin ta-savvuratı, aynı karar noktasında tetabuk edince, Yanıkkale es geçildi. Bu arada da Yanıkkale adının monografisini de anlatmak suretiyle bir de bu eserde mühim sayılan rolü yanında macerası da bilinsin! Yanıkkale'nin asıl ismi Macarca da Gyoer, Almanca'da ise Raab olup, Macarcadan bozma olarak da Gülvar'dır. Cihannümâ târihinin andığı isim ise aynı olup bunda da Gülvar olarak yazılmıştır.
Kaanuni Viyana üstüne giderken buranın ahalisi hem itaat göstermiş hem de saygı göstermişti. Dönüşde ise Viyana'yi alamayan padişahın geçişine bu sefer bigâne kaldığı gibi adetâ, uzaktan geç mânasına gelecek tarzda alarga topu denen atışa başvurulması Süleyman Kaanuni'yi kızdırmış ve yakın dediği kale yakıldığından, adı da böylece Yanıkkale olarak kalmıştır.
Buna savaş müzakeresi de dendiği olur. Sadnazam; Kırım Hânı, hudud boylarını yiğit ve tecrübeli savaşçıları bulunduğu gibi aksilik Budin Beylerbeyi gelememişti. Sadnazam sözü şu ifadeyle açtı: "gerçi maksadımız Yanıkkale ile Komaran Kalesidir. Allanın inayetiyle alınması kabildir. Ancak aldığımız bir kaleyi almak olur. Bize yaraşan memleket almaktır ve bu yüzden hedefi Beç olarak nişanladım. Ne dersiniz? Sorusunu sorduğunda daha önce anlaşmış olduğu Sarı Hüseyin Paşaya bakarak ağzın bağlımı? Neye söz söylemezsin?" Demesi üzerine, Hüseyin Paşa:
Siz emredersiniz! Biz yerine getiririz! Dediğinde, Kırım Hânını konuşmak mecburiyeti sardı. Verilen kararın doğru sayılmayacağını beyan eden Murad Giray şöyle konuştu: Bu yıl Yanık ve Komaran Kaleleri alınır. Etrafa akınlar yapılır, hem arazi biraz daha tanınır, hem de korkutulan ahali bize yardıma döner. Demek suretiyle düşüncesini söyledi amma, o günden itibaren sadrıazamın adavetini üzerine çekti. Belki de bunun farkındaydı. Ancak söylenen tedbir hem padişahın talimatına uygun hem de, savaşın icabatından idi. Serdar Budin valisi üzün ibrahim Paşa ile müşavereyi en sona bırakmıştı.
Yüzyüze geldiklerinde Merzifonlu; "Paşa Baba: Beç'e gideceğiz ne dersin?" Sorusunu sorduğunda yaşlı vezir "Zerini, [Sadasdı, Battanioğulları gibi Avusturya imparatoruna bağlı kimselerin, Macar Beylerinin toprakları alınıp Yanıkkale ve Komaran'ın zaptını sağlam kazığa bağladıktan sonra varalım Beç'in üzerine yoksa saydıklarım yapılmadan Viyana gidişi doğru değildir, şaştım duyunca" dediğinde serdar; Viyanayı alınca her iş kolay olur herkes işe razı gelir, dedi. Karşılıklı fikir teatisi sonunda sadnazam yapacağını yapıp, diyeceğini dedi! O da şu idi: "Sen bunamışsin! Bir adamın yaşı seksenini geçince idraki kalmayacağına dâir rivayetler doğruymuş! Akıncılar akın yapıp bir tarafı feryada boğarken, bizede kale almak düşer. Sen memur olduğun işi yap. Yanık, Kamoran kaleleri bize helva gelmez. Alsak; askere zeamet ve time; verilerek hazineye faydası olmaz! Fakat Beç'i alırsak bu kaleler hemen teslim olur. Dedikten sonra Viyanaya gidişine kim mâni olmak isterse öldüreceğini ilân etti. -
Zaten çok geçmedi ki, sadnazam, padişah'a durumu bildirecek bir telhis yazdı ve İsmail Ağa ile birlikte olanı yazdı. Sadaret kaymakamı Kara İbrahim Paşa, İsmail Ağayı huzuru şahaneye çıkardı. Arizayı verdikten sonra da şifahen kendine tenbih edilenleri padişaha söyleyince, 4. Mehmed de, bizim bildiğimiz Yanıkkaleydi Komaran Kalesiydi Beç Kalesini hiç söze getirmemiş idik. Paşa acaib bir saygısızlık yapmak sureti ile bu sevdaya düşmüş. Hadi Allah işini rast getire lâkin önceden bildereydi, rıza göstermezdim, dedikten sonra biraz muzdarib emri vâkii istemeyerek kabul etmişti! Öte yandan Papa yine ortaya çıkmış, bir haçlı ordusu tezekküre gayret ediyordu. Avusturya imparatoru başşehiri terkedip kaçarken ikibuçuk günlük bir mesafede olan Lenz Kasabasına sığınarak, Viyana savunmasını da Von Starhanberg'e bırakmıştı. Fransa Kralı 14. Lui'yi yardım etmeye apaçık davet eden Papa kralın ayak sürüdüğünü görüyordu, fakat kendisine bir şeyde yapmaya cesareti yoktu.
Çünkü; daha evvel Fransa, Venedik ve Kandiye işlerinde Osmanlıya karşı yardımı vermesi, bu ülkenin doğu topraklarında nice menfaatleri zarar görmüştü. Onun için Fransa bu işe karışmak istemezken, Papa da, bir açık itiraz kendisinin otoritesini sarsacağından dolayı nezaketi elden bırakmama yolunu tercih ediyordu. 14/temmuz/1683'de Viyana önlerine gelebilen Osmanlı Ordusu, karşısındaki bir kızıl elma gibi durmakta olan Viyana'yı görmüşlere bir şey diyemeyeceğiz fakat düşünenlere yardımcı olmak üzere şu tarifi yapmaktan da kendimizi alamıyoruz. Viyana şehri tamamen surlarla çevrili Kara Mustafa Paşanın muhasarası zamanında, Tuna Nehrinin gövdesinden ayrılarak bir kanal meydana gelen yerin kenarındaydı.
Tuna Nehriyle kanal arası çevresi dört saatte kat edilen bir ada idi. Bu yer savaş başlamadan evvel her zaman olduğu gibi Kur'an emri olan teslim olmayı teklif etmek suretiyle kitabı kelâmın arzusunu yerine getirmiş oluyordu. Ama cevabı red de hemen geliverdi.
Viyana'nın muhasarasına girişildiği zaman, Osmanlı Ordusunda bulunan topların üç okkadan, dokuz okkaya kadar gülle atan toplar vardıki bunlara Kolonborna top ve bir miktar humbara havanı ve yüzyirmi adet kadar Zarbezen bulunmaktaydı. Düşmanın ise otuz tane kadar dörder okka gülle atan, yüzotuz adet balyemez ve bir miktarda kolonborna toplan vardı. Bu silah nakışlığını savaşın uzamasına sebeb faktör saymak gerekir. Ancak etraftaki bütün palanga ve kaleler alınıyor, fakat Viyana Kalesi dayanıp bir tarafı kanal olan Viyana batı cihetinden sarılmış orta kolun arasında serdarı ekrem bulunmaktaydı, Tunayla Kanal arasındaki ada kuşatmadan bir müddet sonra Tuna'dan yüzerek geçilebil-mek suretiyle alınmış ve muhasara yalnız kaleye yönelik olmuştu.
Erdel kralı Apafi Mihal, sadnazamın yanına geldiğinde Merzifonlu çok tatlı bir şekilde misafir etti. Hoşbeşten sonra sadrıazam Paşa, Erdel Kralı Apafi Mihal'e şu soruyu tevcih etti: Sana izin, yaptığımız işi beğendinmi yok beğenmedinse sebebini söylede anlayalım dediğinde, Apafi lâfı eğip bükmeden o da bir soru ile mukabele etdi: Sofraya pilav konsa, ortadanmı yemeğe başlarsın yoksa kenarındanmı? Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tabiiki kenarından. Cevabını verince o zaman karşısındaki konuşmaya başladı: Cephane ve saysca kalabalığına ve silahlarınıza diyecek bir şey yok bütün avru-pa birleşsede ne böyle birgüç ne böyle intizam ortaya çıkaramaz. Fakat Beç Kalesi sarpça bir kaledir. Keşke önce Ya-nıkkale'yi alıp, buralara oradan kışı hep durmadan tacizlerle geçireydiniz ve topraklarının, bir bölümünü işgal etseydiniz belki imparator korkuya düşer aman'a getirirdiniz! Kış gelince büyük sıkıntı çekersiniz buna bağlı olarak Budin'e gidiniz ve kışı orada geçiriniz. Şeklinde İfadede bulununca veziriazam da: Sen; Nemçe'den korkarsın! Yanıkkale altında zevkine bak diyerek, Apafi Mihal'i Yanıkkale'ye yolladı.
Bütün bunlara zamimeten Veziriazam, Yanıkkale'den Viya-na üstüne yürürken, Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Paşa altı bin askerle Tökeli İmre ile buluşup Macaristan'ın Kuzey bölümlerine saldırmalarını tenbih etmişlerdi. Ancak bu beraberliği teşkil edenler etraftaki kale ve palangaları onbe-şonaltı bin askerle sıkiştırmışlarsa da müdafiiler, Beç kimin olursa bizimde ondan olmamız iktiza eder, demek suretiyle haylice de umulmaz bir mukavemete hazır olduklarını ortaya koymuş oldular. Ayrıca biz size tâbi olsak ve siz Beç'i ala-mazsanız imparatorun bizi kırarken sizin haberiniz bile olmaz cevabını verdiler. Gerek TÖkeli gerekse Hüseyin Paşa, bu mütalaalara bir şey deyemediler ve oradan geçip gittiler. Oradan Pojon üzerine inmeye koyuldular. Bu sırada Tökeli-nin gönderdiği öncüler düşmanın otuzbin civarında bir kuvvetle, Pojon altında mevzilendiklerini bildirdi. Tökeli İmre; bu gücün kendilerinin iki misli olduğu idraki içinde olarak bunlara saldırmanın akıl işi olmadığını beyan etdi. Kör Hüseyin Paşa olsun, gerekse itimat ettiği ünsahibi ihtiyar silah arkadaşları: "Biz ne düşman kuvvetlerini, ne de kaleyi gördük. Veziriazam bizim padişahımızın vekilidir. Siz kaleyi ve düşmanı görmeden nasıl döndünüz derse ne cevap veririz." Dedikten sonra düşman üzerine doğru yol aldılar.
Tökeli'nin sıkıntısı, karşısındaki düşmanla kendi askeri umumiyyetle aynı din ve ırkı paylaşıyordu. Pojon önlerinde kendilerini bekleyen sayısı da otuz binden hayli fazla adetâ kırk, aşmıştı. Tökeli düşman üzerine giden ve yanında altıbin kişiyi bulunduran Hüseyin Paşaya haber yolladı. Ben bunların üzerine gidersem askerim onlara iltihak eder, Bu kadar çok askerle savaşmaz dönerdim kumandan ben olsaydım demekteydi. Hüseyin Paşa Magravoğlu Gürcü Mehmed Paşayı ardçı yaparak geri döndü ve kenardan sıkıştırılmasına rağmen tecrübeli bir komutan olan Kör Hüseyin Paşa çekilişi tamamlayabildi.
Sadrıazama yolladığı bir haberde onbin Tatar ve bir o kadar, Osmanlı askeri göndermesini tâleb etdi. Eğer Hüseyin Paşa yenildiği takdirde kendisinin bir kıymeti olmadığını ancak beni aştıktan sonra ordugâhınıza yürüyüşe geçeceklerdir ve bilhassa, Bucaş Bozgununu bir türlü unutamayan Lehistan Kralı Jan Sobiyeski'nin atlı ve yaya otuzbeşbin kişilik bir kuvvetle Viyana'ya yardım niyetiyle yolada çıkmış olduğunu haber verdi. Sadrıazam bu ciddi uyanlara fazla kulak asmayıp, üç, beş bin Lehliyi, beşonbin Avusturyalıyı gözde büyütecek ne var! Viyana'ya kadar gel oradan Tunayı geç ve ordugâha gel emrini göndermekle birlikte, Tatar han'ına da on-bin süvarisini Hüseyin Paşa için yardıma göndermesini iste-eli. Ne varki; etrafdan aldıkları ganimetlerle kendilerini taşıyamayacak hale gelmiş tatar süvarilerinin bu emrin yerine getirilmesinde ancak üçyüz (300) kişisi yer aldı. Viyana önlerinde düşmanın saldırısına maruz kalan Kör Abaza Hüseyin Paşa burada muharebeyi kabul etdi. Yapılanın hesabada gelir tarafı yoktu. Avusturya askeri seksenbine yakın mevcuduyla, üçyüz tatarında dahil olduğu yedi bin kişiyi bulmayan os-manlı birlikleriyle çatışmaya girdi. Çok geçmedi ki Kırım'ın askeri zaten azdı ve kaçtı. Hüseyin Paşa Moravya Suyuna çekilebildiyse de, çarpışma esnasında aldığı yaralar hayli fazla olup, çok kan zayi etti. Köprü üzerinden geçerken suya yuvarlandı ve yetişilene kadar suya gark oldu böylece vefat etdi.
Böylece veziriazam kıymetli bir komutanını kaybetmiş oluyordu. Öte yandan Viyana önünde muhasara sürdüren Osmanlı askeri geçen iki ayın sonunda durumdan sıkılmış, sadrıazamın şehri ve ka.çyi hücumdan ziyade teslim olma yolu ile fethetme arzusunuaynı zamanda, yağma ve garete müsaade etmemek tarzında ele aldıklarından haylice de kızgındılar, hele tatarlar burnundan solumaktaydılar. Bir taraf-tanda erzak ve hayvanların yemi meselesi önemli bir hâle gelmeğede başladı. Ayrıca Osmanlı Ordusu bulunduğu yerlerde, menzil teşkilatları sayesinde iaşe ve ibate meselesini hallederken düşman topraklarında bu lojistik husus istenildiği gibi ikmal edilemediğinden düşman topraklarında kalınması, zaruri ihtiyaçları karşılamada hayli güç bir hâle geliyordu. Meselâ bu kimindi1- deyip de her hangi bir ürüne el koymayıp, peşin para vermek düstûru milletimizin vazgeçe-
meyeceği bir yaşayış tarzı olduğundan, civardaki satıcılarda fiyatları yükseltmek suretiyle, ihtiyaçların karşılanmasında zorluklar çıkarma işinde belki de, sinsi sinsi vazife alarak topraklarını bizim askerimizin eline geçmesin diye korumaktaydı. Di! dedikleri; esir alma faaliyetleri içinde olan çalışmalarda ele geçen bazıları, Lehistan askerinin otuzbeşbin kişilik bir kuvvetle muhasara dış alanına yürürken yine Avusturya, Saksonya Bavyera ve Frankonya beldeleri askeri ceman yüzyirmibin kişiiik mevcuduyla muhasara dış hattında buluşup, Osmanlı muhasara kuvvetlerini kuşatarak, ani bir hücumla imha muharebesi yapacaklarını dillendirmişlerdİ. Bu arada da hemen belirtelim ki; bahse konu savaştada bilfiil bulunmuş olan, Defterdar Sarı Mehmed Paşa değerli eseri Zübdet'ül Vekaayide; yaya ve süvari olarak yirmidörtbin Leh, otuzbeşbin Alman ve kırkbin Avusturyalı ve bazı kavimlerden vede milletlerden mürekkep düşman kuvvetinin, yüzbin kişiden ziyade olduğunu beyan ettiğinide hemen ilâve ede-
Bu haberin alınmasını müteakip, sadnazam Budin Valisi üzün İbrahim Paşanın yerine, Silistre Valisi Mustafa Paşayı bırakarak, acele orduya iltihak etmesi hakkında emir gönderdi. Ramazanın onbeşinde, bu gelme işini tamamlayan İbrahim Paşa, ordu yakınında karargâhını kurdu. Serdarı Ekrem Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Kör Hüseyin Paşanın şe-hadet haberinden sonra, işin varacağı zorluğu hissetmeğe başladı. Tabiiki hep Osmanlı ordusunun durumunu gözetlemek yerine Viyana müdafiileri cephesinde neler olmakta, önada bir göz atmalıyız.
Bilhassa Osmanlı kuvvetleri 26/ağustos da, yaptığı kuvvetli bir saldırıda haylice tabyaları çökekti ve haylide düşman askerini öldürmüşlerdi. Bu arada da Viyana şehrinde er-zak'ın haceti gideremeyecek seviyeye düştüğü haber verilirken hastalıklarında kendini yavaş yavaş göstermeye başladığı öğrenilmekteydi. Kale savunmasının komutamda her mevzuda taleplerini arttırmaktaydı ki bu hâl onun mukavemetinin tükenmekte olduğunu gösteriyordu. İşte bu talepler sonunda neticeverdi. Biz; bunu anlatan satırları Defterdar Sarı Mehmed Paşanın Zübde't ül Vekaiyat, yâni olayların özü diyebileceğimiz eserinin sahifelerinden okuyalım: <..Sözün kısası, akıbeti kötü Avusturya kralı, korkusundan sair hristi-yan devletlerinin krallarına, elçiler gönderip batıl dinlerinin korunması içinde her tarafdan yardım istemiştir. Bu dünyada sığınakları cehennem olan Roma Papalarının azdirmasiyla küfür bir tek millettir sözünede mutabık olarak çeşitli milletlerin ittihadından teşekkül eden, küffar ordusuna ilk koşan Leh kralı olmuştu ki, daha Önce zorla bin can ile İstanbul'a müracaat ederek antlaşma imzalamıştı. Yani sureten dost olmuştu. Fakat padişahın gayretiyle daha evvel elinden alman Kamaniçe Kalesi, Podolya ve Ukrayna vifayetlerinin zaptı hususu, pislikle dolu olan yüreğinde, yerleşip ve içine dert olup daima fırsat gözettiğinden Osmanlı Devleti ile olan barışı bozmuştu.
Gücü yettiği kadar topladığı askerlerle Avusturya askerinin imdadına koşmuş, öteki kâfirlerin dahi, kimi de mal ile kimi asker ile yardıma geldiği haberi herkesin malumu olmuştur. Karşı konuşması için meşveret yapılmış, bütün si-perlerdeki askerleri dışarı çıkarmak ve toplan çekmek ve oraya yakın ve muharebe edilmeye uygun bir yerde toplamak ve küffar askeri gelinceye kadarda bu şekilde mukabelede bulunmak üzere kara verilmiştir. Fakat serasker, herkesin ittifak ettiği bu görüşü beğenmeyip, hiç kimsenin sözünü dinlememiş ve hemen asker'in bir miktarını muhasara altında bulunan kaledeki düşmanlar ile çarpışmak üzere balyemez toplarla siperlerde alıkoymuştur. Ancak alay toplarıyla, öteki askerleri savaş tertibi üzere diğer askerleri karşılamak için siperlerden dışarı çıkarmıştır, düşman ordusu Viyanadan, oniki saat uzakda bulunan taşköprüye gelinceye, Avusturya kralı orada kalmış ve rütbesi itibarıyla Leh Kralı bütün kefere üzerine başkumandan olmuştur. Atlı ve Piyade yirmi-bin Leh askeri toplam, yüzbinden fazla alçak ve rezil ramazan ayının yirminci, 12/eylül/pazar günkİ kale muhasarasının altmışıncı tepede piyadesini görünce, atlısını ardına almış ve bir kaç yerden kısım kısım yürümüşlerdir. Her iki tarafdan, bir iki saat kadar süren muharebeden sonra askerin çoğu savaştan kaçmış ve böylece de, ordunun nizamı bozulup daha sonra serdar da çadırına dönünce müşrikler kaleye girmeğe yol bulmuşlardır. İslâm askerleri de bu hâli görünce toptan oradan kalkıp Yanıkkale önüne gelmişlerdir. "Defterdar Mehmed Paşanın, bu özet fakat pek tatmin edici olmayan malumattan sonra bizde, bir miktar daha dünya târihinde hayli tesiri olan bu savaşın tafsilatına biraz daha sayfalarımızda yer verelim ki, mektep târihlerinin perde arkası olaylara önem vermemesi hasebiyle, olayların esrarını muhafaza ettiği, milletçe bilinmediği dolaysıyla da, târihden gerektiği kadar istifade etmesi böylece muhal olmaktadır.
İşte buna bağlı olarak çalışmamız gibi diğer kitaplarında bu hususları ihtiva etmesi nesillerimizin bu bilgilerle mücehhez olması büyük milletimize hizmet etme şansı bakımından, bir çerağ olarak istikbali aydınlatmaya fayda sağlayacaktır.
Başkumandan Jan Sobiyeski komutasında, yüzbin kişiden İl fazla haçlı ordusu, bir koluda Dük dö Loren komutasında Tuna Nehrini Şimalden yâni kuzeyden gelerek Kalenburg Dağındaki mukavemetimizi kırarak işgale muvaffak oldular.
Serdarı Ekrem düşman kuvvetlerine karşı altıbin askerle, pzirlerden Kara Mehmed Paşayı gönderirken üzün İbrahim Pasa yanınc*a bulunan yirmibinden fazla askeriyle, Kanburg Geçidini tutması emrini vermişti. Kırım han'ı tarafın-, düşman kuvvetlerinin Tuna Nehrini aştıktan sonra yapılma sı lâzım gelen iş, ordunun arkasının çevrilerek, emniyetsizliğe duçar edilmesi idi. Ancak; Kırım han'ı bu işlevini yerine getirmedi. İşte biz burada, kendi mülahazamız yerine, muteber târih kitaplarından sayılan ve buna hak kazanmış olan üzunçarşılı Târihinde; 3. cilt, 1. kısımda sahife 451'den bir dip not yazısını aktaralım gerekirse bizde bunu tahlile çalışırız: "Veziriazamın, Murad Giraya evvelce teveccühü vardı; fakat serdarı ekremin arzusu hilafına Viyana muhasarasını muvafık bulmaması ve Yanıkkale ve Komaronun alınmalarını, tavsiye etmesi üzerine gözden düştü ve veziriazama karşı ihtiyatlı hareket etmeğe başladı. Murad Giray maiyyetini, Selim Giray gibi zaptu raptdan âcizdi, kuvvetleri üzerinde otoritesi olmadığı görülüyordu. Düşmanın Tunayı geçmesine mâni olmak için tâyin edildiği İskender Köprüsünü muhafaza edememiş ve yüksekçe bir yerden elini böğrüne koymuş olduğu halde, at üzerinde düşmanın geçişini seyrediyordu. Bu hâl üzerine kendi imamı yanına giderek: <Hân'ım; şu bölük bölük geçen kâfirleri kırdırsanız gerisi kesilmezmiydi?> demesi üzerine, hân: <Behey efendi sen bu Osmanlının bize ettiği çevri bilmezsin; ancak bizi bir hâle kodular ki yanlarında trlak ve Buğdan keferesi kadar rağbetimiz kalmadı, bu düşmanın hareket ve cemiyetini, kaç defadır yazıp bildirdim, uŞman çok, mukavemet mümkün değil, askeri metristen vKaralım, iktiza ederse saf cengi edelim ve illâ selamet yere elim dedim, inadından dönmeyip söz geçiremedim, tekdir u cevapları ve gönderdiği mektuplarında, kokmuş beygir varıcaya kadar yazmış.
İr.'şallahüteâla bu düşmanın defi yanımda iş değildi ve bili-rimki dinimize de düşmez bir ihanettir. Lâkin gayret beni ko-madi, anlarda görsün kendilerin kaç akçelik adam imiş, Tatar kadrin bilsinler!> diyerek atını depip kuvvetlerini alarak ordugâha geldi ve sadnazamın çadırına inip vaki hâli söyledi vede düşmanın yürüyüşüne göre Pazar günü mukabil olacaklarını (yâni karşılaşacaklarını) beyan etti. 17/rama-zan/1094-10/eylül/1683 Sevgili okurlarım görüyorsunuz! İnsanoğlu ne çok yanlışların zebunu oluyor.. Meselâ Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, veziriazamı olduğu devletin tarihindeki, 1. Ahmed döneminde eğer Osmanlı hanedanında erkek üye kalmadığında, Kırım Hân'larının tahta kuud (oturacağını) edeceğini Yavuz Sultan Selim'in, bir antlaşma ile Kırım hânı olan Kaimpederine vaad ettiği söylenmektedirki buna uygun olarak bir av partisinde, Sultan Ahmed'in önünü kesmeye cüret eden, ancak emellerine muvvaffak olunamaması™ bilmesi gerekir ve buna rağmen Kırım hânlanyla padişahların iyi geçinmesinin hikmetini araştırması icâb eder ve Kırım hân'ını öyle etüd etmeliydi ki onun şikâyetçi olacağı hususları ifade etmez, böyle bir ihanete yol açan sözleri ne söyler nede yazardı! Kırım hânına; gelince onun saldırmayı kısıtlı tuttuğu düşman ordusu, kendi lehlerine ve müslümanların aleyhine bir başarıya imza attılar. Bu ihaneti itiraf eden Mu-rad Giray kendi diliylede akıbetinin iyi olmayacağını, dini is-lamın vatan hainlerini sevmediğini bile bile bu İşi irtikâbı az cehaletmidir? Ne var bu hân'ın selefleri zaman zaman bu ihanetleri işleyerek sonunda Rusya Çariçesinin yerine getirmeyeceği vaadlerinin meclubu olmak suretiyle umdukları bağımsız Kırım Hanlığı yerine koskoca bir esaretin kuyusuna düştüler. Murad Giray; İslâmi müesseselerin başında gelen müşavere hususunda, hocası kimse yanlışça bilgilendirmiş olmalı ki, söylediklerini tutmayan veziriazamı hem de gizlice boykot ederek, mağlubiyete duçar etmekte büyük hisse sahibidir ve mert Tatar Milletinin efsanevi murabıtlığına kara bir leke sürmüştür. Aslında islâmi hayatta insanların fikirleri sorulduğunda, tam bir istiklâliyet içinde düşüncelerini beyan ederler fakat çıkan karar onların ileri sürdükleri fikrin tam tersi olsa dahi, Hz. Kur'anın sizden olan emirlere uyunuz tav-siyei şahanesine muvazi hareket edip, bu yolda şehadeti dahi göze almayı gerektirir.
Osmanlı serdar'ının yanma bir atlı, çatlatırcasına sürdüğü atından atlıyarak hemen huzura koştu. Bekletmeden veziriazamın çadırına alındı ve biraz nefeslenmesini serdarın kendisini hemen kabul edeceğini söylediğinde o yerinde durami-yordu. Getirdiği haber mühimdi, namaz gibi nasıl vakti giren namazı insan hemen kılmaz ve o arada emri hak vâki olursa o namazın borcu ile ahiret yolculuğu başlarsa, işte bu haberi vermeden ölürse orduyu islâmiyeyi tehlikeye atmış olur endişesi içinde sabırsızlıkla geçen dakikaları beklemeğe başladı! Haydi huzura gir! Dendiğinde, "üzün İbrahim Paşadan hayırlar ve müddeti ömrünüz uzun olsun duaları ile birlikte düşmandan haber getirdim. Çatala benzer ayrı iki yoldan düşman ordusu yaklaşmaktadır ve bizle aralarında üç saatlik bir mesafe kalmıştır" dedikten sonra, el bağlayıp kenara çekildi. Sadrıazam ve serdarı ekrem unvanı ile orduyu hümayun komutanlığı etmekte olan, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Uzunca İbrahim Paşaya pek kızgın olduğundan gelmiş bulunan haberci yiğide berhudar olasın dedikten sonra vaktin geldiğini savaşın başlaması tedbirlerinin sonuncusunun talimatını vermeye başladı.
Viyana şehrinde muhasaraya maruz kalmış bulunan Viya-nalılar, Kalenburg burçlarında halâskârlarlan askeri birlikleri gelince öyle bir sevinç gösterileri yapmaya başladılarki, bunu gören gerçekten kurtulduklarında ne yapacaklardır diye merak etmekten kendini alamazdı. Düşman; bol cephane ve hayli sayıda toplarıyla, yağmur gibi daneler göndermekteydi. Tüfenk kurşunları ise son derece mebzuliyette olduğundan şakır şakır ateşleniyordu. İki ayı geçen kuşatmanın yorduğu Osmanlı askeri, kumandan İle maiyeti arasında aşikâr olan anlaşmazlıkların faturasını ödemeye başladıydı ve bu ödeme kan ve can pahasına yapılmaktaydı.
Osmanlı ordusu sağ cenahında Budin Beylerbeyi üzün İbrahim Paşa, saldırıya tahammülü kalmamış askerleriyle bozguna yüz tutarken, sol kolda yeralmış bulunan Sarı Hüseyin Paşa uzun süre dayanmağa muvaffakiyet gösterirken, elindeki kuvvetleri dağılmış olan Kırım hân'ı kuvvetlerinden muavenet göremediğinden onun tarafı da dağılmaya yüz tuttu. Merkezin cenahlarla yâni sağ ve sol tarafındaki mesafe açılınca bu boşluğu düşman kuvvetleri doldurmaya başladı ki, bu savaşın en mühim bir anı idi!
Eğer dağılmış sağ ve de sol cenahlar dışarı doğru dağılacaklarına içe yâni merkeze kayarak derli toplu bir hareket takip etselerdi, merkez pek kuvvet kazanacak boşluklara girmiş düşman askeri, adeta bir çarkın dişlileri arasında ezilip, öğütülmüş olacaklardı. Ne var ki; dağılma dışa doğru olduğundan iç tarafda boşluk daha fazla büyüyor ve sadrıazamın ortada bulunduğu hedef adeta düşman askeriyle, ancak mukayese kabul etmez bir sayı farkıyla düşman lehine inkişaf etmekteydi.
Lehistan Kralı saldırıda bizzat bulunmaktaydı ve sadn-azam Paşa burada cesaretini ve metanetini ortaya koyarken nice parmaklar ısırttı. Altı saat burada yiğitleriyle omuz omuza kılıç salladı. Cenah diye bir şey kalmamış ortada görünen, sadece bir merkez ve dere gibi bu merkeze akmakta olan insan seliydi. Sadnazam vuruşa vuruşa çekildi ve ordugâhına geldi.
Metris de kuşatma faaliyeti devam edenlerin otuzbinini derhal savaşa çekti. Düşman askeri hemen peşlerinden ordugâha dalmışlar, kılıç şakırtıları, silah sesleri aynı Haço-va'da olduğu gibi burda da yaşanmaktaydı. Sadnazam Paşa savaşın gidişatına dâir kestirdiği karar kendini düşman üzerine atmak ve şehadet şerbeti içmekle, dünyevi hesabı kapatmaktı. Peşinden vuruşmaya devama başladığında Sipahiler Ağası Osman Ağa; <Efendimiz! kerem eyle iş işden geçti size şahadet yakışır da, ancak sizin varlığınız askerin ruhudur! Eğer siz yok olursanız herkes kırılır, ne olur buyrun gidelim dedikten sonra Sancakı Şerifi alıpda, otağın arka kapısından Yanikkale istikametine uzaklaştığı görüldü.
Serdarı Ekrem'in geride bıraktığı eşyayı zâtiyesi, ordu hazinesi, ordugâhın onbeşbin çadırı üçyüz top ve nice malla birlikte, Köprülüler devriydi de. . Şimdi savaşın sonunun Târihi Osmanî Encümeni'nin 3. sene sahife 1007'den şu nakli özetleyerek alalım: "Müellifi bu harpte bulunmuş olan Mi-yar'üd Düvel adlı yazma eser kabahati üzün İbrahim Paşaya yükleterek şöyle diyor: <Budin Valisi İbrahim Paşa serdarın işi ileri götürdüğünü istemeyenlerin başında idi. Önce, Yanık-kaleT altında köprülerin muhafazasına tâyin olunmuştu. Orduyu hümayuna gelip, müşavere ettiklerinde ibrahim Paşa nice illet ve özürler yâni sebeb ve mahzurlar söyleyip, kâfir çoktur uygun olan, Metristen askeri ve topları çıkarıp dönmektir. Dedi.
Serdar ise; altmış gündür bu kaleyi muhasara etmekteyiz. Askerin yaralısı ve şehidi vardır. Her bir ocağın şehidieriyie etraf kabristana döndü. Bu kadar çok mal ve para harcandı. İş ele geçmek üzereyken dönersek padişaha ne cevap veririz dediğini beyan eder ve serdarın sözlerini şöyle bitirdiğini ifade eder: <Kara Mehmed Paşa vesair Paşalar da, tabur ile harpediyorlar diye ibrahim Paşaya, padişah seni tabur üzerine serdar tâyin etdi dedi ve Kırım hânı'nıda düşman taburlarını karşılamağa yolladı>.."
Aziz okurlarım yine bu Viyana savaşının arka plânına dâir o savaşda yer almış bulunan Bursalı Hasan Esirî Mİyarüd Düvel adlı el yazması eserinden şöyle bir ifadesiyle sahifemi-zi süsleyelim ve ondan sonra bu ifadeler ışığı altında 319 sene sonra da olsa bir de biz tahlil etmeye çalışalım: Esirî demekteki; "dahi akşam oldu ve akıbet yâni sonunda Amca Hasan Ağa (Köprülü Mehmed Paşanın kardeşi) serdarı ekre-me buyur gidelim dedi. Sancağı Şerifi ve asakiri islâmı, selamete çıkarmağa sây eyle yâni çalış, şimdengeru iş işden geçti! îyazenbillah şimdiyse Sancağı Şerifi düşmana aldırısında kıyamete kadar siperi lanet oluruz! Dediğin de; Veziriazam ağlayarak oturduğu iskemle üzerine çıkıp, bir koltuğuna Amca Hasan Ağa ile bir koltuğuna Cebecibaşı Siyavuş Ağa girip ve bile olan cümle topian ve de cephaneyi bırakıp orduyu hümayuna avdet olundu" demektedir.
Viyana muhasarasının 2. si bildiğiniz gibi Osmanlı Devletine bir gün dönümü yaşatmıştır. Yukarıdaki satırlarda Yanık-kale ve Komaron kalelerinin alınmasını iradei padişahi çıktığını, Viyana'yı muhasara ve zapt teşebbüsü Merzifoniu Kara Mustafa Paşaya reisülküttap Mustafa Efendi tarafından ilka olunmuştur. Bu hususdaki muhavereyi geçmiş satırlarımızda okumuştunuz.
Tabii reîsülküttap efendi bu tavsiyeyi ve bu ilkaati yaparken büyük bir işin başarılmasını samimiyetle arzu etmekten başka bir hususu dile getirmemiştir. Sadrıazam ise bu ilka-ata, Kaanuni'nin yapmaya muvaffak olamadığını, gerçek kılma arzusu ile kabullenip giriştiği de bir vakıadır. Ancak büyük işlerinde haylicene etüd istediği, ilim ve irfan sahiplerince malumdur. Sultan Fâtih'in İstanbul'u fetih çalışmaları sırasında, attığı güllelerin Cibali Baba adlı bir meczub tarafından; "gavurcukfanma zarar irişmesin" denilerek yine takdiri tecelli içinde tesirsiz hâle gelmesinde, alınacak tedbir Mevlâmıza tazarrudan başka ne olabilirdi ki?
Nitekim Sultan Fâtih niyaza başlamış ve "bu bir emri makdurun neticesidir. Ya giderim, ya gider" demek suretiyle Allahımıza yalvarır ve sonuç, İstanbul'un fethi olduğuna göre meczuba fren, Sultan Mehmed hân'ada fetih nâsib olmuştur. Merzifonlu da; bu misalde olduğu gibi iyi niyet ve zahiri gerçeklerin her birine yapışırken kendini aşamamanın nice ser-had eskilerinin tavsiyelerine kulak asmayarak, kimini gücendirerek, kimini de alaya alarak, nefsine eziyet etmiş çünkü kendine güvende pek ileri gitmiştir. Sonunda da; şimdi padişaha ne deriz sıkıntısına düşmüş, adetâ intihar edercesine düşman üzerine çalakılıç gitmiş, elhak bu hususda Yıldırım Bayezid'in Timur önündeki, şecaat ve bahadırlığını hatırlatır yürekliliği ve kılıç maharetini göstermeyi bilmiştir.
Bütün bunların yanında herkes kaderin üzerine yüklediği rolün icabatını yerine getirmiştir. Şimdi; veziriazamın Sancağı Şerifi hâmil olarak, meydanı harbden uzaklaşmasından sonraki hadisatı takip etmek üzere yorumumuzu burada noktalayalım. Bütün bunların yanında hemen ilâve edelim ki; düşman ordusu Osmanlı'nın çekilmesi sonrasında yine İki kola ayrıldı ve bir kolu Viyana'ya girerken, diğer kol da, Osmanlı ordugâhını işgaletmeye koyuldu. Ne kadar güçsüz, yaralı ve hasta varsa çekilen arkadaşlarıyla gidememenin acısını çok geçmeden dindirdilerdi çünkü muzaffer olan haçlı ordusu, cibilliyetlerinin gereği olarak bu mukabeleden aciz insanları, tek tek öldürmek suretiyle bedeni acılarına son verirken onların kaatili olma unvanını da almış oldular.
Muhterem okurlarım bu sayının onbin olduğunu hatırlata-limki, bu katliamın boyutu bütün varlığıyla hafızalarda Avrupa vahşetinin bir başka versiyonu olarak yerini alsın. Çünkü; Mavi Tuna Vâlsinin bu zarif insanları bu katliamı nasıl yapar diye aklınızdan geçirirseniz, bu satırları hatırlarsınız. Efendim!
Osmanlı Devletinin savaş anlayışında gaalib kumandan mükâfaata hak kazanır. Mağlub olan ise umumiyetle hayatını celladın ellerine teslim eder. 2. Viyana kuşatması mağlubiyetten sonra da tesiri devam eden mühim bir olay olarak, za-feryab olan bir kimse ortada görünmediğine göre mağlubiyetin husulünde Paşa seviyesindekiler, en büyük cezaya elbette mâruz kalacaklardı. O da, tabiiki kelleyi vermekti. Bu dökülme evvelâ veziriazam ve aynızamanda serdarı ekrem Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın padişahın katından gelen hediyelerle buluşması sonrasında başladı.
Padişah işi tam tahkik etmemiş sadrıazamı, büyük bir belâyı savuşturmuş olmanın rahatlığı içinde tebrike şayan bulmuş böylece hilat ve kılıç göndermişti. Merzifonlu; Yanıkka-le'ye geldiğinde takvimler 22/ramazan/1094-14/eylül/1683 târihini göstermekteydi, üzün İbrahim Paşa ise mezkûr yere veziriazamdan birgün önce gelmişti. Fakat veziriazam Yanık-kale'ye geldiğinde İbrahim Paşanın orda olduğunu öğrendiğinde, biraz sıkıldı ve yanına çağırttı. Ancak karşılık bulamadı. Bu veziriazamın hiddetini kamçıladı. Gönderdiği haber zehir zenberekti! Çünkü; hastaysa arabaya binip gelsin! Olmuştu. Çarnâçar İbrahim Paşa geldi. Yaşı hayli alıp yürümüş Paşaya hiç bir riayet göstermeyen Kara Mustafa Paşa: "Bre dinsiz koca melun! Seni bu kadar zamandan beri padişahımızın vezirleri arasında hayli himmeti var diye itibara lâyık görürdük! Bu sefer cümlesinden evvel kaçmak suretiyle askerin bozulmasına sebeb oldun, bir de burada ordu öncüsü gibi gelmiş oturursun!" Dedikten sonra tez boğun dedi. Hüküm yerine geldi ve merhum Paşanın makamı, Budin beylerbeyliği Diyarıbekir valisi Kara Mehmed Paşaya verilirken, mal ve mülkü hazineye mâl edildi. Serdar; Yanıkkale'de üç gün kaldıktan sonra Tata Kasabasınada varıp oradan Bu-din'e geldi. Padişah ise gerçek durumu öğrendikten sonra Belgrad'dan Edirne yolunu tuttu. Bunu hiç de hayra yormak kabil değildi! Buna karşılık veziriazamın, gördüğü aksaklıkları düzeltmeye çalışır, savaş da kusurlarını öğrendiklerini de bir bir cezalandırmaya başladığı görüldü. Zira padişahın gönderdiği hediyeler, haylice üzüntüsünü teskine sebeb olmuştu. Düşmanın arkadan geleceğini tahmin ettiğinden de bütün kale ve palangaların muhafızlarını arttırıcı tedbirlere baş vurdu, ihtiyaçları hızla tesbit edip takviyeye koyuldu. Bu savaşın neticesi Osmanlı Ordularının avrupanın derinlerine bu kadar çok girişinin sonuncusunu teşkil etti. Artık duraklamaya ve hazindir ki daha sonraları da gerilemeye başlayacaktık.
Kara Mustafa Paşa daha Budin'den ayrılmamıştık!, düşmanların bir iki adamı yakalandığında onlardan alınan haberlerle tahmini yapılan palanga ve kalelerin üzerine düşmanın gelmekte olduğu tahakkuk etmiş oldu. Tahminlerin doğruluğu, zaten oralarda tahkimat ve güçlendirme yapılmış olduğundan, ilâve tedbir olarak Budin Beylerbeyi yapılan, Kara Mehmed Paşa kumandasına otuz bin kişi civarında seyyar bir kuvvet sevkedilmişti. Bu kuvvet bölgede devriye gibi gezecek muhtemel taarruz alanını tesbit ederek onlara saldıracaktı.
Nitekim; Lehistan Kralının askeri ile Tuna Nehrinin sol kanadında hareket olduğunu haber almış bulunan Kara Meh-med Paşa hemen bu tarafa geçerek, saldırdı ve düşmanı pek fecii bir mağlubiyete uğrattı. Ciğerdelen namlı kalemiz bu zafer ile biraz daha rahat nefes almaya başladığındaydi ki, alt-mışbin kişilik yeni bir düşman ordusu sökün etti. Kara Meh-med Paşaya tecrübeli Paşalar hemen Ciğerdeieni boşaltmak suretiyle karşıya Estergon Kalesi tarafında saf tutalımın teklifini götürdülerse de Kara Mehmed Paşa ferman böyledir demek suretiyle bu teklifleri red etmiştir. Bir misli sayıca üstün düşman karşısında askerimiz ve nice değerli Paşalarımızın ibraz ettiği kahramanlık mağlubiyetimizi önlemeye, Ciğerde-îen'in düşmesine ve bu düşme teslim olma yoluyla gerçekleşmesine rağmen katliamı meslek edinmiş gâvur buradada çocuk, hasta, yaşlı demeden yırtıcı bir katiiam uyguladı ki, bunun perde arkasını Safiye Erol merhumenin "Ciğerdelen" adlı belgesel romanından öğrenir ve denizlere gider akıtacağınız gözyaşları.
Padişahın; Belgrad'dan Budin'e gelmesi gerekirken, Edirne'ye dönmesinin yukarıda iyi haber olmadığını söylemiştik. Buna bağlı olarak Kırım Hân'ı Murad hân'da bu hengâmede nasibini aldı ve hanlığını Kırım Giray'ın oğlu 2. Hacı Giray hân'a bırakmağa mecbur oldu. Esbabı mucibe şu idi:
<Murad Giray; veziriazam ile arası limoni olduğundan işi ucundan tutmuş vede Sobiyeski'nin geçişine engel olmakta gayret göstermemişti. Daha sonra Budine gelindiğinde de, Ciğerdelen civarında ol emrine de askerim pekaz demek suretiyle gitmemeyi seçmeside, hanlığını kaybetmesine kâfi gelmişti. Bu tâyin işi Osmanlı Padişahının iki dudağı arasından çıkacak sözlere bağlıydı.
Ciğerdelen'in yürekler kanatıcı kaybından sonra Osmanlı kuvvetleri Estergon'a çekildi. Estergon savunması Kara Mehmed Paşa tarafından Deli Bekir Paşa'ya verilmişti. Ekim ayının ortasında Sadrıazam Belgrad'a kışlamak üzere geldiğinde, haçlı ordusu 29/ekim/1683'de Estergon önünde kurduğu tertibatla bu kalenin kuşatmasını bilfiil başlatmıştı. Teklif edilen teslim ola, Deli Bekir Paşa'nın ret cevabı verdiğini herhalde söylememize gerek yoktur. Ancak; askerlerin Deli Bekir Paşa'ya ve Arslan Mehmed Paşa ile Zağarcı ve Sam-suncubaşı'nın, üzerlerine hücumla çarpışmak istemediklerini bildirdiler, kendilerine yapılan nasihatleri de kaale almadılar, üstelik teslim bayraklarını direğe çektiler. Saldırıya uğrayıp da cankarını zor kurtaran idareci zümresi böyle bir asker isyanına ne yapabilirlerdi ki?
Bu soru her zaman herkesin kendisine^sorması gereken bir soru olduğunu hatırlatmadan geçemiyor insanoğlu fakat şunu .da hatıra getirmek icab ederki, Ciğerdelen'in mukavemet sonrasındaki teslimi ve katliamcı haçlı askerinin onbin-lere varan nüfusu canavarca bir raşe içinde katliama tâbi tutmasının bu Estergon Kale müdafiilerinin moralini bozmuş olabileceği de nazarı itibara alınmalıdır. Türkülerinin icrasında milletimizin ve bilhassa, Rumeli insanının göz yaşlarını göz pınarlarında bir elmas tanesi gibi parıldadığını ve az sonca da kucağına doğru yuvarlandığını gördüğümüz olmaktadır. Budin'e gelindiğinde Estergon hesabı, saldırıya uğrayan üst komuta kademesi ve askerlerin ocak Ağalarının itlaf edilmesiyle sonuçlandırıldı.
Osmanlı başvezaretliği, bu günkü partileri pek andıran müessesedir. Bu makama gelen vezirler kendi ekipleriyle gelirlerdi başarıyı hep birlikte aralarında nimet külfet anlayışı içinde paylaşırlarken, başarısızlık ise veziriazamın iç kabinesi de denilen küçük nüvenin omuzlarına yük olarak binerdi. Bazen veziriazam'ın hesabı görülür, yâni hayat çizgisi sona erdirilir ondan sonra, iç kabinesi taşra görevlerinin mızılda-nacakları düşünülen yerlerine yapılırdı. Bu vazifeye gidişleri esnasındaki davranışları dikkatle takip edilir. Sessizce boyun eğip gittiği takdirde idaresi takibe alınarak ilk hatasındada sensin falan denerek, başı vücudundan ayrılırdı! Kimileri ise verilen tâyin emrine karşı temaruz eder, bir koruyucu araşti-rırsa da, umumiyetle bu çabası boşa gider, kendisine itibar iade ettirecek bir şefaatçi bulamazdı. Ancak bu arayışları da geçmiş hatalarına ilâve hatalar sayılarak kaydı görülürdü. Ama bütün bunların takipçisi olan padişahdan Önce, rakip ve gözü devirdiği veziriazamın makamına oturmak gayreti içinde olan vezirler bu yolun takipçileridir. Bir fıkra da denir ki en cesur ve aptal idareciler kimlerden çıkar? dediklerinde, cevap olarak Osmanlıda çıkar olmuştur. Nasıl? Diye sorulduğunda da, seleflerinin gövdesinden ayrılmış başlan yerde dururken, onlar mührü hümâyûnun kendilerine verilmesi için bekleşirler! Cevabı verilmiştir. İşte; Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'da, selefi vede kaimpederi olan Köprülü Mehmed Paşa ve kaimbiraderi Fâzıl Ahmed Paşa'nın yaptığı gibi padişahın yanında kendi muhaliflerini bırakmamak yolunu kullansaydı, arkasından padişah katında çevrilen fırıldaklara fırsat bırakmamış olacaktı.
Anca aşırı güven, kibirinin kendine yaptığı oyunun, muhalifleri Kızla/ağası Yusuf Ağa, Mirahur, yâni padişah ahırlarının büyük Ağası Boşnak San Süleyman Ağa hoşlanmadıkları /v\erzifonî'nin yerine gönüllerine yatan Kara ibrahim Paşa'yı koymuşlar ve ona yaklaşımları İbrahim Paşayı bu sadaret cezbesine çekmeye yetmişti. Kara İbrahim Paşaysa Merzî-fon'lunun, sadaret kaimakamliğını yapıyor ve kendi seçtiği bir görevli idi. Üstelik sadrıazamlar başkent dışına çıktıklarında, en kalitesiz, en beceriksizi yerlerine bırakırlardı, arkasından bir dümen çevirmesin diye! Halbuki; böyle bırakılmışların yâni kendinden zekavetleri yetersizliğinden beklenmeyenleri, akıllı, uslu ve mert, vefakârların asla yapmayacağı entrikalara yakınlaşıyor ve emanete ihaneten vezirazamın manevi fors denizine yelken açıyordu.
Bunun böyle olmasında takdiri tecellinin rolünü de unutmadan ifade edelimki, Kara İbrahim Paşanın yukarıda geçen iki ağanın dolabına yakalanması Mustafa Paşalıların başına inecek felaketin başlama noktası oldu. Hiç şüphe yok ki; Veziriazamın sadık adamları da yok değildi üstelik o damad'rla oisa büyük bir soy olan Köprülüzâde sayılabilirdi ve bunlara bağlı kimselerin, bu veziriazama kol kanat gerebilecekleri cezayı hafif atlatabilmesi için bir şefaat kanalı açabilirlerdi.
İşte bunlardan biri olan Kadıköylü Mehmed Ağa, kapı kethüdası olarak yâni bugünkü tâbirle genel sekreter makamında bir kimse olarak, veziriazama gönderdiği bir mektupda padişaha sunulacak hediyelerle kendisine durumun anlatılması, telafinin mümkün olduğunun hatırlatılması tavsiyesi bizim yukarıda dokunduğumuz padişah katında, şefaat kapısının tıklatılması olarak âa mütalaa olunabilir.
Buna bağlı olarak, Mustafa Paşa, telhisçisini yâni bugünkü tâbirle başbakanlık sözcüsünü İstanbul'a gönderdi. Kara ibrahim Paşa, telhisçinin İstanbul kapısına vardığını öğrendiğinde Kızlar Ağası ve şerikinin kendine vaad ettikleri sadaret koltuğuna oturmak için üzerine düşene kendini bezletti. İlk işi yanına koştuğu Kızlarağasına haberi verdi. Gmulur ki; getirilen hediyeler padişahın sadrıazama muhabbetinin yenilenmesine sebeb teşki! eder, Merzifonlu badireyi atlatır korkusuna kaptırmıştı kendisini.. Kızlarağası gelmiş bulunan hediyelerin padişaha takdimini geciktirmek yolunu bulduğundan İsmail Ağa huzura çıktığında karşısında veziriazamın da aleyhinde yönlendirilmiş bir padişah olduğunun farkına varamadı taa ki padişah konuşmağa başlayana kadar..
Bazı tarihçilere göre İsmail Ağanın bu ziyareti başkent'te değil de, serhad şehri eski başkent Edirne'de vukubulduğunu kaydederler. Ancak işin bu noktada o kadar ehemmiyetli olmadığını düşünebiliriz. Padişah, veziriazamın sözcüsüne sanırım kendinin haberdarı olduğu bazı vukuatı sorduğu peşinden de gazabını ortaya seren hiddetli çıkışı, takriben şu sözler ile kendisini gösterdi. "Paşan da sen de yalancı bir alay melunlarsınız! Devletim yıkıp, ırzımı payima! edip askerimi kırdırıp, nice namlı Paşalarımın şehadetini, topraklarımın, kalelerimin düşman eline geçmesine de sebeb oldunuz! Alın bu adamı!" Emrini verdikten sonra; hışımla Harem'e çekildiği, târih sayfalarında yer almaktadır.
Hiç şüphe yok ki, şu ifade Kara Mustafa Paşanın idam edilmemesini ortaya seren bir görüş olarak kıymet ifade eder. Bu ifade, Merzifonlu'nun katlettirdiği Üzün İbrahim Paşa öldürüleceği sırada, üzunçarşılı tarihindeki kayıda göre me-âlen şunları seslendirir: "Bu adam beni haksız yere öldürüyor. Zayiatı, uğradığımız kayıpları telâfi edebilecek olan yine bu ademdir. Padişahımıza söyleyin aman buna kıymasın!" bu ifadenin en kötü tefsiri hayatını kurtarmak için Uzun İbrahim Paşanın böylece bir yol aradığını söylemek kâbilsede, ancak bu Paşanın hayat çizgisi böyle tabasbusa müracaatına tenezzül edecek bir kimse olmadığını gösteriyor ve de, ayrıca / erzifonlu'dan sonra yerine tâyini yapılanlar o makamı doi-durmağa kâfi gelmemesi de gösterdi üzün İbrahim Paşa en azından bu teşhisinde isabetliydi. Gazez Ahmed Ağa eline verilmiş olan idam fermanına hâmil olduğu halde Belgrad'da bulunan veziriazamın yanına geldi. O sırada
Kara Mustafa Paşa, imamı Mahmud Efendi ile henüz öğle namazına durduğunda göz ucuyla cihannümadan, gelmekte olan Gazez Ahmed Ağa ile beraberindekileri görüvermiş. İmama seslenmiş. "Namazı boz İmam Efendi işin tadı kaçtı" der. Gelenleri de hemen yanlarına getirtirler. Veziriazam hayli kalabalık heyette yeniçeriağasının dahi bulunduğunu gördüğünde Gazez Ahmed Ağaya sorar: Ne haber Ağa? Cevap ise: Sancakı Şerif ve mührü hümayun istenir! Cevabını venı. Sadrıazam Paşa yine sorar: "Bize ölüm varmidır?" dediğinde Gazez; "olmak gerek! Allah imandan ayırmasın" cevabını verir. Bunun üzerine, Rıza Allahındır! diyen Merzifonlu namaza durdu. Korkuya kapılmadan edayı salat eyledi. Hizmetkârlarına; beni duadan unutmayın deyip gönderdi.
Sarığını çözüp, kürkünü çıkardı. Cellatlar gelsin dedi. Sakalını kaldırıpda ipi boynuna kendi geçirdi. İşte o sırada pek kıymetli kaliçeye yâni küçük fakat değerli halıyı gördüğünde gelin bunu alın değerlidir. Millet malıdır. Kirlenmesin; deyip kaldırttı. Ondan sonra infaz gerçekleşti. Viyana'yı alma teşvi-katında bulunan reisülküttab Laz Mustafa Efendİ'de, Edirne'ye getirtildi ve Üç şerefeli Camii önünde selb edilmek suretiyle idam olundu. Şunu da unutmamak gerekir ki; devlet baki insanlar geçicidir.
Hatta devletler bile baki olmayıp, târih sahnesinden za-nıan zaman çekilmiş devletlerin hikâyelerine de rastlarsınız. Hâttâ malik oldukları toprakları, beldeleri hâttâ şehirleri para karşılığında satan devletlerin bulunduğuna da, târih malumati içinde şahid olursunuz. Devrân ol devran diye söylenen bir deyimin varlığıda bilinmektedir.
Hayattan kaydı silinen Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın yerine veziriazam olarak tâyin olunan Kara İbrahim Paşa; Avusturya üzerine kendisinin gitmeyip, kumandan olmak üzere Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşayı tâyin etmişti ve Bekri Paşa Estergon'u istirdat gayesiyle harekete geçti. Avusturya harekete geçmiş ve Estergon'u almıştı. Oradan da Tuna'nın sol tarafına inen Brandenburg Dükü ve emrindeki kuvvetler, Kara Mehmed Paşa kumandasındaki askerlerimizi mağlup edip, Vayçen Kafesini almış ve peşindende, Peşte (Budapeşte) yi almıştı.
Burda da durmak bilmiyen düşman kuvvetleri, Budin'in şimal taraflarına yâni kuzey yönüne geçip, Akklise civarında karşılaştığı Bekri Mustafa Paşa birliklerini de bozmaya şans kazandı. Şimdi ise, hedeflen Budin oldu. Budin muhasarasına engel olmayada, uğraşmayı plânlayan Bekri Mustafa Paşa; Hamza Bey Palangasında hazır beklerken, Budin üzerine gitmekte olan Avusturya birlikleri ani bir yönelişle serdar Bekri Paşa üzerine yürüdü ve üstün vede baskın halindeki bu kuvvete, askerimiz pek fazla müdafaada bulunamayıp, bir hayli sür'at ve uzakça mesafeye ricat ederken bilemiyoruz, bir çok yerleşim alanını ve oralarda meskûn insanları, düşmanın insafına terkettiklerinin farkındamıydılar?
Şurası muhakkak ki, Avusturyalı komutan Budin'i sıkıştırırken hayli güvenlik içinde idi. Budin kalesi içinde hasta olarak yatmakta olan Budin Valisi Kara Mehmed Paşada, yatağına isabet eden bir humbaranın, verdiği ağır hasarla hayatını noktalama durumunda olan Kara Mehmed Paşa, maiyetinde bulunan Divrikli Şeytan İbrahim Paşaya Budin müdafaasına devam etmesinin gerektiğini vasiyet etti. Bütün bunlar olurken; padişahdan gelen bir fermandan çıkanların insanın dudağını uçuklatacak kadar- tehditkâr olduğu görüldü. Budin giderse kellen gider tehdidinin, şehid olan Budin Valisi Kara Mehmed Paşayamı? Yoksa işi yeni devralan Şeytan İbrahim Paşayamı? Veyahut da sadnazamın serdar tâyin ettiği Bekri Mustafa Paşayamı olduğu pek malum değildi. Ancak; işe yaradığını kimse inkâr edemezdi. Hemen Bekri Mustafa Paşaya askeri yardım hızlandırılmıştı. Bunun getirdiği gayret ve. kuv-vei mâneviyenin artması Bekri Paşayı 26/ramazan/1096-6/eylül/1684'de harekete geçirdi. Esek'ten yola çıkan Bekri Paşa kuvvetleri İstoni Belgrad'a geldiler. Oradan Dalderesi mevkiine indiler ve bazı küçük çarpışmalarda stratejik başarılar elde ettiler. Padişahın isteği olan Budinin içine asker koymağı gerçekleştirmek için iki kol halinde Abaza Siyavuş Paşa ile Rumeli Beylerbeyi Kadıköylü Mehmed Paşa komutasındaki askeri birlikler dağ vede ova yolundan düşrrvın üzerine ilerlediler. Hırvat güçlerini yenerek, Budin'dekiiere yetiştiklerini belirten bir haber uçurmayı sağladılar. Zaten bu vakanın iki gün öncesinde Serhoş Ahmed Paşa komutasındaki serhad gaazileri kaleden yaptıkları huruç sonunda düşmanı tedirgin etmişlerken, bu yardımın geldiğini görmeleri ümidlerini büsbütün arttırmıştı. Bu iki Paşanın yanına Bekri Paşa da hayli yaklaşınca, genel bir taaruzla düşmanı yararak hem zafer kazanmak hem de kaleye askeri mebzul miktarda yerleştirmek gerektiğinde ittifak ettiler. Çünkü anlaşılan taarruzu artık kendine pelesenk edinen düşman karşısında, hep hazır olmak lüzumu hâsıl olmuştu. Teşebbüs Viyana Bozgu-nuyla maalesef küffar tarafına geçmişti.
Yapılan plân düşman üzerine dört tarafdan saldırmak suretiyle ve bunu beklenmeyen bir vakitte, süratle yapmak böylece de düşmanı adamakıllı şaşırtmaktı. İşe girişildi Siyavuş Paşa ve Kütahyalı Osman Paşazade Serhoş Ahmed Paşa, Estergon kalesi istikametinden kaleye yalın kılıç yürümeye başladılar bu sırada hayli şiddetli yağmur yağıyor ve ortalık bir çamur deryası halinde göz gözü görmez vaziyetteydi.
Diğer kumandanlar; plân mucibini havanın bu muhalefeti karşısında yapamadılar, bu sebebden de Siyavuş ve Ahmed Paşalar, düşman ortasında yalnızlaştilar. Fakat azimlerinden bir şey kaybetmedikleri de görüldü. Kaleyi çepeçevre muhasara eden düşman kuvvetinin yekünü, yüzbin neferi aşıyordu.
Paşalar cephenin bir tarafından kaleye yaklaşmak üzere yürüyüşün hızını arttırırken, kollan da omuz üstünde-baş ko-mamak üzere, artık danada hızlı inip kalkıyordu. Sanki birer otomatik kafa koparma aleti hâline dönüşmüşlerdi. Üst baş kan revan içinde olup, kendi aldıkları yaralarında farkında bile olmadan, kuşatmayı bir yerinden söküp geçtiler, bu bahadırlığı kale bedenlerinden gören yiğitlerde kale kapısını usulünce açıp dışarı fırladılar ve o cenahdaki düşman, iki pres arasında kalmış bir cisim gibi adetâ un ufak edildi. Sayısı bine varan asker kale içine gönderildi. Bu seçim önce gönüllülük şeklinde sonra da lâzım gelen vasıfları üzerinde toplayan bahadırların seçimi ile tamamlandı. Bu huruç vede Paşaların saldırısı düşman askerinin; beş bininin hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı.
Bu arada düşman lağımcılarından biri esir olarak alınmıştı verdiği bilgiler sayesinde, konan lağımların yerlerini bulabilen mücahidler, kale halkını ve kaleyi mutlak bir berhava kastedilmesinden kurtardıkları gibi bir hayli de barut elde etmiş oldular. Avusturya İmparatoru'nun damadı, Maksimilyen vire ile teslim olsunlar diye elçi yolladı. Bu elçinin; Fâzıl Ahmed Paşa hizmetinde yetişmiş daha sonra meşhur Sen Gotar da düşmana iltica etmiş biriydi. Elçi Şeytan İbrahim Paşayı mükellef bir sini içinde çeşitli yemeklerin bulunduğu sofrada buldu. Maksimilyen ise; ekmekleri olmadığı haberini istihbar ettiği, kalenin kumandanı İbrahim Paşaya ekmek göndermişti. Elçi mütelezziz yemeklerin süslediği sofrayı gördüğünde "biz sizin ekmeğiniz bile yok diye düşünmnüştük" demekten kendini alamadı. Paşa ise onu sofraya davetle erzak çok! Beş sene yeter! Dün de bin kadar takviye askerimiz geldi. Daha ne istiyelim diye beyanlarda bulunarak sordu. "Sen ne İçin geldin?" cevap "vire ile teslim olunuz teklifini getirdim" oidu. Bu kale Paşalara değil kalede oturanlara teslim edildi Sultan Kaanuni tarafından onun için ağalara sor dedi. üzun-çarşılı târihinde yer alan satırlarda Ağalar şöyle konuşu verdiler: "Padişahımız bizi bu kaleye tâyin ettiği zamanda kullarım Allah'a emanet olsun, kale'mi, bir hoş muhafaza edin dedi; yoksa düşmana verin demedi. Fütur getirmedik, şevkle harp ederiz,
Siyavuş Paşa içeri imdat gönderdi; zahiremiz vardır, bir neferimiz kalıncaya kadar harp edeceğiz. Allanın inayetiyle bu asker sağ oldukça size kale yok. Kumandanına öyie söyle "cevabı ile gelen elçiyi geri gönderdiler. Budin muhasarasına dört ay kadar devam eden yahudi Herzog Maksimilyen, kışın gelmesi, Kırımın idaresini yeniden tanzim eden, Murad Hân'ın yerine getirdiği 2. Hacı Giray hân meşhur Tatar Süvarilerini Osmanlı ordusunda istihdama devam ettiğinden ve Kırım tatarlannında geliyor haberi Yahudi Herzog Maksimil-yen'in kuşatmayı kaldırıp geriye dönmesine yettide arttı bile.. Çekilmeye başlayan düşman askerini bazı komutanlarıyla ve Kırım Tatarlarıyla takip ettiren, Serdar Bekri Mustafa Paşa bilhassa düşman artçılarının, yirmibinini kırdırmaya muvaffak oldu. Avusturya ve müttefiklerinin bıraktığı cephane Budin Kalesine taşındı ve takvimlerin ise: 24/zilka-de/1096-2/kasım/1684'ü göstermekteydi. Bu arada Şeytan lakablı İbrahim Paşanın gösterdiği yararlıklar padişahın malumatı dahiline girdiğinde takdire şayan olduğu hemen teslim olundu ve bunun ilk emaresi, lakabı olan Şeytan, Me-lek'liğe tahvil olunsun iradei seniyyesi vukubuldu. Peşinden Bekri Paşanın durumu yetersizlik olarak tesbit olunduğundan, serdarlık Melek İbrahim Paşaya tevcih olundu yine Bekri Mustafa Paşanın ve bazı komutanların, başarısızlıkları hasebiyle idamları hususunda karar çıktı. Sadrıazam Kara İbrahim Paşa büyük bir çaba gösterip, idamları iptale komutanları daha düşük derecedeki görevlere tâyine muvaffak oldu. Bekri Paşa Kanije Valisi olurken, Budin Valiliğine Arnavud Abdurrahman Abdi Paşa getirildi. Bu arada da Tökeii İm-re'nin üngvar ve bazı beldelerini de ŞuhStz adlı Avusturyalı komutan elinden aldığı görüldü. Bu Şhultz'un yirmîbeşbin kişilik ordusu yanında Lord Lotheringen ellibin kişilik askeriyle CIyvar üstüne harekete geçmişti.
Bu sırada yâni 1096/ramazan/ilk günül685/ağustos'unun ilk günü olup o hayırlı günde Osmanlı birlikleri Estergon Kalesini istirdat etmek için muhasaraya aldı. Dük Lotheringen kuvvetlerinin bir kısmını Estergon üzerine gönderdi. Diğerleriyle üyvar önlerinde kaldı. CJyvar önleri bataklık olduğu için her iki taraf biribirinin üstüne gidemediyse de, onbeşbin kişilik avusturya süvarileri bir tatktik kurup Osmanlı ordusunun seksenbin askerini kendi üzerine celbetmeğe muvaffak oldu bataklığı yandaş olarak kullanmayı beceren avusturya galibiyeti e!de etti. Arkasındanda üyvar muhasarasını yeniden tesis etdi. Sağlam bir kale olan Ciyvar ancak kırk gün dayanabildi. Düşman savaşa savaşa kaleden içeri girdi kaledeki-İer teslim olmayıp ölümü seçti. Nice palangalarımız da bunların eline geçti.
Melek İbrahim Paşanın başarılan asker arasında sadarete geçebilmesinin konuşulduğu görüldü. Merzifonlu'nun yerine geçen Kara İbrahim Paşa üyvar'ın düşmesi hasebiyle, suçu Melek İbrahim Paşaya tahmil edip, ayrıca Avusturyalılara,padişah ve sadrıazama haber vermeden, Dük Lotheringen'e muahede yapma hususu için elçi gönderdiği haberi de gelince, hakkında idam fermanı almak zor olmadı, muhar-rem/5/1097-2/aralık/1685'de hüküm infazolundu. Şimdi biz infaz sonrasında 4. Mehmed'in sadrıazama kinayesini buraya kayıtla işi bir takip edelim.
Belgrad'da infazın yapılmasından sonra kafa derisi yüzülen baş, bal'a batınlıpda Edirne'ye getirildi. Veziriazama teslim edildi. Veziriazamda gümüş bir tepsiye koydurduğu başı padişahın huzuruna götürüp de sunduğunda, her halde yaptırttığı tahkikat neticesinde işin fesat tarafını yakalamış olmalı ki; veziriazamına: "yüzün kara ve canın rahat olsun! Vücuda getirdiğin hüneri hoş gör" deyip başı sadrıazamına geri veriverdi. üzunçarşılı bu komploya dâir önem taşıyan bir şerh koymuş, merhum Cumhuriyet Tarihçileri arasında cidden haklı bir şöhrete nail olmuş ve CHP mebusluğu yapmasının yanında eserinin TTK'ca yayımlanması da göz önüne alınır ise buna inzimamen, Tanzimat Dönemini yazma zorluğunun idrakiyle bundan nasıl kurtulurum diye kendi kendine söylendiği rivayetlerde yer alır. Her halde bu endişesinde samimiydi ki, tanzimat dönemini yazmaya ömrü vefa etmedi. Onun bıraktığı yerdende Enver Ziya Karal devam ettirmişti ve tanzimatı o kaleme almış idi. üzunçarşılı hakkındaki bu bilgiyi verirken bu zâtın şerhinin mühim olduğunu çünkü kuvvetli bir araştırmacı olduğunu duyurmaya matuf olduğu-nuda ifade edelim. Şimdi şerhe geçelim: "Melek İbrahim Paşa hakkında, veziriazam ile Boşnak Sarı Süleyman Paşa ittifak etmişlerdi; veziriazam kendisine rakib saydığı Meiek İbrahim Paşayı bertaraf etmeyi düşünürken gizlice kendisine sadnazamhk vaad edilen San Süleyman Paşa da; aynı rakipten kurtulmak istiyordu. Bunun için padişahın huzuriyle hasta bulunan veziriazam hariç olarak Süleyman Paşa, şeyhülislam ve iki kazasker, yeniçeri ağası ve Köprülü Mehmed Paşanın biraderi Hasan Ağa ve kâtiplerden, Acemzâde Hüseyin Efendi, toplanarak görüştüler bu içtimada, Enderun Ağalarından, Müverrih Fındıklılı Mehmed Halife'de hizmetkâr olarak bulunmuş ve gördüğünü târihine kaydetmiştir.
Müverrih; Süleyman Paşanın, Melek İbrahim Paşa aleyhinde söyleyip katlini istedi; veziriazam da gönderdiği arizasın-da, katlini istiyor ve mizaçgir olan şeyhülislâm Ali Efendi'de onlara uyuyordu, bunlara karşı Anadolu Kazaskeri Ebu Said-zâde Feyzullah Efendi öldürülmeyip bir tarafa sürülmesini söyledi ise de ekaliyette kaldı ve katli için acele kapıcılar kethüdası yollandı. (. . ) Hüküm tebliğ edildiğinde İbrahim Paşa; iki rekât namaz kıldıktan sonra: "Yarab din ve devlete, kırk yıldır sadakat ile ettiğim hizmeti bilirsin, ömrüm ahar oldu, hüsnü hatime müyesser kıl ve bana edenleri hazretine havale eyledim" diyerek oruçlu olarak boğulmuştur.
4. Mehmed'in veziriazamları birbirlerinin kuyuların! kazıyorlardı. Nitekim; Kara İbrahim Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşayı darı bekaya yollattıktan sonra Boşnak Sarı Süleyman Paşayla karşı karşıya kaldı. Padişah ise, bu sefer gizlice Süleyman Paşaya taraftar olmuş ve sadareti vereceğini ihsas etmişti. Bu arada da cidden İbrahim Paşadan sıtki sıyrılmıştı.
Yukarıda padişahın soğuma mânasına gelen sadnazam-dan sıtkı sıyrılmıştı değişimizin sebebi, padişahın Boşnak Sarı Süleyman Paşayı sadarete getirmesinin ardından, Kara İbrahim Paşa Üsküdar'da Bayram Paşa Yalısında oturulmasıyla emrolundu. Çok geçmedi ki, hac'ca gitmek üzere padişah-dan müsaade istedi. Bu sırada da kazan kaynamakta, biribi-rinden kurtulmak isteyen veziriazam namzetleri padişahın kulağına eski sadrıazam hakkında parası çoktur. Hac'ca giderim diye çıkacak bu paraylada Abaza Hasan gibi isyan bayrağını açar şeklinde nazariyeler ileri sürülerek, padişahın vehmi ayaklandırıldı. Para meselesi için padişah bir ferman yollayarak, beşyüz kese sefere yardım yapmasını emrettiğinde, Paşanın cevabı benim o kadar param yok. Siz beni soya-cakmısınız? Şeklinde gelenlere lâflar etti. Bunun padişahın isteği olduğunu her halde fehmedemedi. Bu hâlde padişahı pekçe kızdırdı. Derhal malı müsadere olunan; İbrahim Pa-şa'ya> uygulanan işkence sonunda kırk gün geçmekle beraber, param yok diyenden padişahın beş yüz keselik isteğini param yok diye çeviren mazul sadrıazam, üçbinbeşyüz kese parayı kırk günlük soruşturma sonrasında ortaya çıkardı. Bu miktar paradan başkaca muazzam bir eşya ile pek kıymetli mücevherler çıkıverdi. Bunun üzerine Kıbrıs'a sevk edildi.
Orada ikamet ederken, elinin altındaki askeri, kendisinin sadaretini istemeye sevk ettiği haberi İstanbul'a eriştiğinde gönderilen ferman 1098/zilhiccel687/ekiminde katledilmesine yettide arttı bile. Bu arada makamı sadarete gelmiş bulunan, Boşnak Sarı Süleyman Paşa, cepheye gitmeye yanaşmamış ve bir türlü Osmanlı ile didişmekten imtina etmeyen Avusturya cephesine de Serhoş Ahmed Paşa'yı gönderdi. Kimileri ise bu seferler sadrıazam işi değil padişah işidir der dururken, bir kısım kimseler de padişah avı bırakıp, ya sefere ya başehre yâni İstanbul'a dönsün. Edirne; angarya ödemekten yoksul düştü diye de mırıldanmaktaydı. Bu mırıldanmalar bir alarm idi. Bunu duymak ve mırıldanmayı kesecek iş yapılmalıydı! Bunun ne olduğu şimdi söylense neye yarar ki? Ancak, sunuda hemen ilâve etmek lâzım gelirki, padişah bir veziriazamına Yarın kale'ye git diyor, o ise Viyana'yı sıkıştırıyor. Sadrıazam yaptığı birisi sefere çıkmayıp serdar tâyin ediyor. Avusturya'ya feci mağlup olmuş veziriazam, kendine gelen hediye kılıcı görünce işi atlattım zannedip, güngörmüş Paşayı öldürtmekten çekinmiyor. Sadrıazamı infisal ettiriyor, git otur surda diyor. Ben hac'ca gideceğim diyor. Beşyüz kese sefer yardımında bulun diyen padişahın adammi kovalıyor. Sıkıştırıldığında ise beşyüz kese yerine üçbinbeşyüz kese ve haylice mücevherlerini buluyorlar. Şimdi söyleyin Allah aşkına, 4. Mehmed'in sefere gitmemesinden başka bir kabahati görünüyormu? Sefere gidipde, Sobiyeski Merzifonlu yerine 4. Mehmed'i sürüp geceydi. Ne olurdu Osmanlı devletinin hâli? Belli bir zaman diliminden sonra padişahın seferden alıkonması padişah yenilirse devlet biter. Paşası yenilirse, Paşa haylice bulunur! Bu anlayışı makul görmemek kâbilmi?
Sadaret kaimakamı Süleyman Paşa, bu makama asaleten tâyininde kethüdası İbrahin Ağa rütbei vezaretle Şam Eyaletine valiliğe atanmıştır. Bu arada denizciliktede değişime gidilmiş Mısırlızâde İbrahim Paşa'nın bu alandaki ustalığı ve kıdemi gözönüne alındığından, padişahın yanına Edirne'ye davetle, kapdani deryalık ihsan olunmakla beraber ayrıca ve-zarette verilmek suretiyle bu bâbda güzel bir iş yapılmıştır. Değişim rüzgarı esmeye devam etmiş ve Yeniçeri Ağası ile Sakız Muhafızı da, bundan nasiplerini almışlardır.
Kul kethudalığında bulunan Çolak Hasan Ağa, Yeniçeri Ağalığına getirilirken, eski yeniçeri Ağası Zülfikâr Paşa azil olunarak, Sakız muhafızlığına tâyini yapılmıştır. Padişah ise, bu sırada istanbul'a dönmeye karar vermişti. San Süleyman Paşayı Engürüs yâni Macaristan üzerine gidecek orduyu hümayuna serdarı ekrem tâyin ettiğinden birinci mirahur Recep Ağa'da sadaret kaimakamhğına getirildi. Meclisi, tâbiri diğer ile divânı yönetebilmek tecrübesinden mahrum olan Recep Paşa bir kaç toplantıda Sadrıazamın idare ettiği divân toplantılarına katılarak adetâ kurs görmüş bunun üzerine top-
lantıda bulunanlardan ilk defa böyle bir duruma rastlayanlar vaziyeti endişe ile karşılamışlardır. Padişah'ın ise İstanbul dönüşünde Küçük Halkalı denen yerde ki mutad merasimle karşılanmasından sonra gösterilen resmî geçit seyredilmiş, nihayetlendiğinde herkes, arabalara binmek üzere gittiğinde, veziriazam kaimakamının yanında bulunan, Rikâbı hümayun kaimakamı, Vezir Mustafa Paşanın yanında kimse kalmamış, bunun üzerine padişahda atını onun yanına sürmüş ve beraberce, yan yana at sürerek Eyüb Sultan Türbesine kadar birlikte gitmişlerdir. Daha sonra da Vezir Mustafa Paşa Mora'da bulunan Anadolu muhafaza kalesi adlı bölgeye muhafız olarak gönderilmiştir.
Yukarıda sadnazam'ın serdanekrem olarak görevlendirilip-de Macaristan üzerine gitmesinin emrediidiğini kaydetmiştik. Edirne ovasında son hazırlıklarını da tamamlayan serdanekrem Belgrad üzerine doğru Tevekkel tü Tealallah deyip yola koyulduğu görüldü. Avusturya Kralı da adetâ bir haçlı ordusu teşkil edip her çeşit silahla mücehhez ordusunu Budin Kalesi önüne yığmıştı. Takvimler bu sırada 1097/receb/25-1686/17/haziranı göstermekteydi. Bu târihin kuşatma haberi olduğu Boşnak Sarı Süleyman Paşaya ulaştı. Yapılan müşavereler sonucunda bulundukları yer olan Budin'e pek yakın Hamzabey mevkiinden hiç bölünemeden yürüyüşe geçip kaleye yardım kararı tezekkür ettirildi. Lokumtepe denilen yere gönderilen bir keşif müfrezesi düşman askerinden serbestçe gezinenlerinden bir kaçını ölü, bir kaçını diri olarak elde etmiş ve sorguya çekmiştir.
Düşman Osmanlınında bu kaleyi koiay vermeyeceklerini tahmin ettiğinden ve onlarda bizim haber aldığımızı öğrenmiş olabilİrlerki, tahkimlerini sade kale üstüne değil bilhassa hilal şeklinde, tertipledikleri kuşatmanın, toplarını yerleştirirken kale istikametinde atış yapanların hemen yanında, arkadan geleceklere atış yapabileceği yöne çevrilmiş ve atışa hazır bir tarzda yerleştirmişlerdi.
Bu arada hemen şunu belirtelimki; Budin Kalesi yakınındaki menzil olan Hamzabeye geliş, 1097/şevval/2-1686/ağustos/22'yi bulmuştuki geçen bu zaman diliminde düşmanın, kaleyi hayli hırpaladığını görmek için bir bakış yeterdi. Bu bakışın hemen farkedeceği bir husus vard' ki, o da, Kalenin hemen karşısına düşen Kargabayırı idi. Düşmanında en büyük korkusu kaleye yardıma, muhasaraya saldırıya hazırlanan Osmanlı birlikleri, bu Kargabayın'na hâkim olursa muhasaranın parçalanmaya mahkûm olduğunu teşhis ettiklerinden, bahse konu yeri bir güzel tahkim etmişler, tahrip ve menzili uzun bir topuda yerleştirmişlerdi. Ayrıcada se-kizbin kişiden az olmayan bir kuvveti de mevzie yatırmışlardı. İslâm askeri Kargabayırın işgalini hemen yapılan harp divanında kabul edip buna girişmesi gerekirdi.
Ancak yapılan divan toplantısında da güngörmüşler denen bazi tecrübeli gaaziler ilk iş olarak Kargabayır Tepesini elde etmek lâzım geldiğini hatırlattılar ve bunun sonunda düşmanı siperlerden çıkartmaya muvaffak olarak muhasarayı kırabiliriz dediler. Fakat serdar'mda bu tekliflere sıcak bakmadığı yarın hep birlikte saldırıya geçeriz, sözü ortaya koymuştu. Bosna Valisi Sivayuş Paşa'nın askeri üzerine, düşmanın saldırıya geçtiği görüldü. Buradaki piyade askerininse, mukavemete takat yetiremediği görüldü ve düşman bunları hırpalarken Sarı Paşa'nın askerleri içine düşen korku hasebiylede, gerisin geriye Lokum Tepesine çekildiler, aslında buna çekilme değilde adetâ firar desek duruma daha uygun düşer!
Bu firarı fırsat sayan düşmanlar bunların peşine takıldığında, yandan gelen askerimizin bir bölümü tam bir metanetle, karşısına dikildiği düşmanın boyunun ölçüsünü almaya başladı. Bunların arkasını sarayın manevrası yapan haçlılar, yola çıktıklarının akabinde karşılarında Tatar ve Osmanlı Bahadırları ile karşılaştılar. Ortada kan ve revan içinde büyük bir mücadele yaşandı. Düşmandan hayli kişi cehennem çukuruna yuvarlanırken, bizim yiğitlerimizinde bazıları cennet bağ-çelerine uruç eylediler. Bir gurub Dalkılıç Budin Kalesine girip, mücahidlere güç ve metanet vermek istedilerse de, bir bölümü bu gayretle şehid olurken, bir kısmı da girmeye muvaffak oldularsa da, aldıkları yaraları pek ağır olduğundan bakıma muhtaç hâle geldiklerinden, maddi plânda, pek bir şeye yaramadılar denebilir! "Hakimi Mutlakın olmazsa bir İşde takdiri Müfît olmaz hezâr erbabı aklın re'yü tedbiri Ha-zeri men'i kader, kılmaz ne denlü kûşiş eylersen, Kazayı mübremin mümkin değil sa'y ile tağyiri" Mevlâmız, bir işin gerçekleşmesi için takdiri tecelliye murad ederse onu değiş-terecek hiç bir tedbir fayda vermez. Bu beyitteki mânai münif, buna delalet eden tasavvufi tarafida ağır basan bir dizedir ki, mezkûr Budin Kalesi 17/haziran/l 686'dan 2/ey-lül/1686'ya kadar süren düşman muhasarası ve onlarla, çarpışan islâm askeri, savunma yapan kaledeki askerimiz yetmişaltigün kan döktü, can verdi şan aldı, baş aldı nam saldı fakat Takdiri Hüdâ; Budin'i düşman aldı. Budin'in düşmesi; her kaybedilen toprağın, her kaybedilen beldenin, insanımız-daki feryadlarını, asumana yayan vak'ayı teşki! etti. Hariciye eski bakanlarından Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü'nün oğlu Dr. Orhan Köprülü'nün hazırladığı, MEB yayınları arasında neşredilmiş bulunan Köprülü'den Seçmeler adlı eserde Budin'in melûl bir beste ile okunan şarkısının güftesini sahifemize almak suretiyle, okurlarımıza sunmanın bahtiyarlığını yaşarken, sahifemizi de süslemiş olmanın, farkında olduğumuzu bilmenizide hatırlatırım.
, .
Ötme bülbül ötme yaz bahar oldu
Bülbülün figanı bağrımı deldi Gül alıp satmanın zamanı geçdi
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i *Budin'in içinde uzun çarşısı
Orta yerde Sultan Mehmed Camisi Kabe suretine benzer yapısı
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i
Çeşmelerde abdest alınmaz oldu
Camilerde namaz kılınmaz oldu
Mâmur olan yerler hep harâb oldu
Aldı Nemçe bizim nazlı Budini *Cephane tutuştu aklımız şaştı
Selâtin Câmiier yanıp tutuştu Hep sabi sübyan âteşe düştü Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i *Serhadler içinde Budindir başı Kan ile yoğrulmuş toprağı taşı Çerkeş Alemdar şehidler başı Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i Kıble tarafndan üç top atıldı Perşembe günüydü güneş tutuldu Cuma günü idi Budin alındı Aldı Nemçe bizim nazlı
Budin'in bu hazin nazmını, yarım kalmış üç mısralı bir ağıtla târihimize kaydederek tamamlamış olalım. "Ben bir müftü kızıydım" sözleriyle başlayan esir edilmiş bir müftü kızının hicranımızı arttıran feryadı sonrasında: "Budin'in kalesi dörttür biri sahraya bakar Sokakları sel sel olmuş su yerine kan akar Al beni küffâr elinden Padişahım der Budin... Bu folklorik yakınmadan sonra askerimizin serencâmına avde-tedelim. Bunun üzerine askerimiz bunca uğraşa rağmen, mezkûr bölgeden geri çekilirken yolları üzerindeki İstol-ni/Belgrad kalesinin de bir savunmaya yakında İhtiyacı olabileceğinin endişesi içinde, Şeyhzâde Ahmed Paşa'ya veza-ret verilmek suretiyle, bu kale'de komutanlığa, tayini gerçekleştirildi. Bu yolculuk esnasında, bölgeye uzak olmayan Ka-nije Kalesi Komutanı olan Tekfurdağlı Mustafa Paşa'nın yerine, Fındık Mehmed Paşanın tâyini yapıldı. Oradan da orduyu hümayun Varadine geldi. Segedin Kalesine erzak götürmeyi planlayan sadrıazam Sarı Süleyman Paşa, ordunun kısmı azamini, Varadin'de bırakıp bizzat kendisi bu birliğe komuta edip, yola çıkarak Sente denilen yere geldiğinde, karşılarında da pek kalabalık düşman askeri olduğunu gördüler.
Düşmanla derhal dişe diş, göze göz bir savaş başladı. Az olan sayımız, eldeki erzakı muhahafazaya kâfi gelmedi. Er-zakın mühim bir kısmı da, düşmanın avucunun içine düştü. Yine de şükr gerekir ki; sadrıazamımız bu savaş da ölümle buluşabilir veya düşmana esir düşebilirdi!
2. Viyana muhasarası sonrasında artık milletimizin başına öyle işler açılıyordu ki; şimdiye kadar bilmediği tarz politikalar, duymadığı teklif ve taleplerle karşılaşmaktaydı, tşte ara-başlık yaptığımız ifade, eyaletlerimizin insanlarına ilk defa ulaşan bir teklifdi. Osmanlı yıldızının parlaklığı Merzifon-fu'nun hatasından münbais olarak, gölgelerin arkasına, bulutların arasına dalmaya başlamıştı.
Bütün bunların yanında da düşmanın üzerimize tazyiki, her geçen gün artmaktaydı. Papa İnnosan'in açtığı ehli salip saldırısı günbe gün devam ediyordu. Avrupa topraklarımızın, Macaristan ovalarından, üstümüze doğru gelen düşman akınlarını önlemek için yapılan seferlerin masraflarından hazine hayli daralmış, hudutlarımız içindeki zengin, tüccar ve yüksek memurlarından akçe talebi yapıldı. Bu gün bile ekonomik sıkıntı içinde olan halkımız, ne hikmetse milletvekillerini pek zengin saymakta her çeşit sıkıntıda bunların bir aylık maaşlarını bağışladığı takdirde işin hâl olacağına dâir doğru görmediğim bir çözümü vardır, ümanmki devletin zaman zaman yukarıda yazdığımız gibi tebaasına baş vurup, savaş için yardım veya kampanyalar açma dönemlerinden kalan bir sentezleme diye düşünüyorum.
4. Mehmed zamanında yapılan bu İmdadı Seferiyye'ye Is-tanbulahalisinden binbeşyüz kese, Bursa ahalisinden ikiyüz kese, Mısıra gelince üçyüzelli kese, Bağdad ve Basra ahalisinden ise yüzellişer kese, ayrıca vali, vezir ve beylerbeylerinin her birinden yardım istenmiş ve hepsinin yekûn olarak dört bin kese akçe topladığı görülmüştür. Hemen ilâve ede-limki hammsultanlar, kendilerinin olan haslardan gelen akarlarından yarısını imdadı seferiyye'ye vermekte tereddüt dahi etmemişlerdir. Çöl hâkimi diye anılan Hüseyin Abbasa gönderilen fermanda kendisinden asker göndermesi istenmiş bu zat da hemen dörtyüz askerini talebe uygun olarak tam teç-hizatlı şekilde gönderdi. Ayrıca Belgrad'a gelen bu askerin ihtiyaçların] Rakka malından gönderdiği biliniyor. İmdadı Se-feriyye talebinin arzu edilen seviyeyi bulabilmesi, sanıyorum ki devletin ilk defa buna başvurmak mecburiyet duymasından kaynaklanmaktadır. Zira zaman bir hayli geçtikten sonra halk folkloru denen hikâyelerimizde, meşhur üç oğul düden dile dolaşmağa başladı. Kısaca nakledelim:
Ülkei Osmanî'nin kenar bölgelerinden birinde yaşayan bir adamın üç oğlu varmış. Bir gün tarlasının hududunda, başında fesli bir süvari görüyor, buyur dediğinde, padişahın Mos-kofa savaş açtığını buna bağlı olarak büyük oğlunu askere almaya geldiğini söyler vatan uğruna feda olsun diyen üç oğullu baba, evlâdını uğurlar bir kaç sene sonra yine bir asker toplama vazifelisi aynı tarlanın kenanna gelir ve diğer oğuîu ister çünkü, padişah yine Moskofa savaş açmıştır. O oğlunu da gönderir. Hatırlatalımki büyük oğlunu gönderen adam bir daha ondan haber alamamıştır. Böylece ikinci oğlunu gönderirken birinci de olduğu gibi coşkusu olamamıştır. İkinci evlâdın gidişi, o gidiş olunca baba, artık üçüncü oğlunu gelip isteyecekler kaygusuyia göz yaşı dökmektedir. Çok geçmezki; üçüncü evlâdı askere almaya gelen sürücü tâbir edilen asker toplayıcı, maksadını söylediğinde, acılı baba: Alın! Alın! Padişaha da selâm söyleyin! Artık bana güvenipde moskofa veya herhangi birine savaş açacaksa, kendi dölüne güvensin artık Osman Ağa'da ne döl kaldı, ne de bel! İflas etti deyiniz! Şeklinde konuştuğu dilden dile nakledilir. Bu mevzuyu aşağı alacağımız beyit ile noktalayalım: "Şah'dan gönlü hoş olmayan sipahi, Vilayet hududlarım iyi gözetmez!" Bu İmdadı Seferiyye hâdisesi hakkında, Zübdei Vekaiyat'da bir âlimin, ülkenin bu hâle getirilmesinde yapılan yanlışların hatırlatılmasında, pek mühim dersler çıkarılabilecek, beyanda bulunmasını buraya nakletmeden geçemiyorum.
"Sadaret Kaimmakamlığında yapılan bir toplantıda İmdadı Seferiyye hakkında sözalan Recep Paşa vaziyeti izah edip, katılanlardan yardım İstediğinde Rumeli Kazaskeri Deli Ha-mid Efendi; "Baka Paşa Hazretleri; bu ne de demektir? Bu kadar devlet gelirleri ne oldu? Kiminiz sefer açıp hazineyi telef ettiniz ve kiminizde hevanıza sarfettiniz. Şimdi de fukaradan yardım istersiniz" Diye ifadei kelâmda bulununca, sadaret kaimmakamı Recep Paşa: "Efendi, ne söylersin? Niçin haddini aşarsın?"diye azarladığında da, Hâmid Efendi öfkelenip: "Sen dün, pabuç kesesi belinde ve çizme süngeri elinde bir çuhadar olup, şimdi bu kadar samur kürklü oğlanların var iken, devleti âliyyeye sen senken imad (direk) eylemeyip, bizim gibi devlet duacısı olup yetmiş, seksen yılda bintürlü meşakkatle nail olduğu ev ve eşyasını satmaktan başka akçe tedarikine kudreti olmayan fakirlerden, medet ummanın, mânası nedir?
Şeklinde sözler irad etdi. Meclis huzursuz olurken, Hâmid Efendi'nin bu söylemlerine, hazirundan olan diğer ulemadan ne lam, ne mim diyen oldu. Deli Hâmid Efendi'nin bu ikazını padişaha taşıyan kaimmakam, Hâmid Efendi'yİ Rodos'a sürdürmekle işi hâlmi ediyor zannetti! Serhadlerde yâni hudud boylarındaki askerin maaşları için hazinei hümayunda yâni padişahın iç hazinesinden, tâbiri diğerle, cebi hümayundan beşyüz kese akçe ihsan edildi.
İnsan hayatında kimse, kimsenin ekmeğiyle oynamamalı yanlışlar görüldüğünde ikazlar yapılmalı devam ettiği müşahede olunduğunda da yeri değiştirilmeli ve bu seferki ikaz, biraz daha açık ve sonucun vahim olacağı şeklinde izah edilmeli der akil kimseler. Kaimmakam Recep Paşa, bazı kin ve. garaz sahiplerinin, kendisine kıvırdıkları bazı yalanlarla Defterdar Ali Efendiye muğber olmasını sağlamışlardı. Bu muğ-beriyet Paşa da hayli ileri safhaya gitmiş, azilden başka kellesini de istetecek bir ispazmoza dönüşmüştü. Sonunda Defterdar Ali Efendiyi azlettirmeye muvaffak oldu. Boşalan makama Eğriboz muhafızlığında bulunmakta olan Seyyid Mustafa Paşanın tâyinini çıkarmış kendisine Belgrad'a gidip orduya katılmasını bildirmişti. Emre uyan yeni Defterdar Mustafa Paşa, derhal görev yerine gidip işine başlamıştır. Eski Defterdar'a gelince sadrıazamın aslında memnun olduğu bu zâtın, kaldırılmasına çalışan kairnmakamin, gönderdiği bilgilere pek kulak asmıyordu, yalan yanlış bilgilerden bıkan sad-rıazam, Seddülbahr'e gönderilmek istenen Defterdar Ali Efendinin tâyinine rızası olmadığını bildirmişti. Ne var ki, Recep Paşa kin ve gayzını aşamamış, vekili olduğu sadrıazamın uyarısını hesaba almamış ve Ali Efendiyi vazifesinden etmişti.
Beri tarafta da, Sadrıazamın Çavuşbaşısına sert ifadelerle cevap veren meşhur Minkarîzâde'de sürgüne gönderilirken takvimler 15/cemaziyelahir/1098-28/nisan/1687'yi gösteriyordu. Budin'in düşmesinden, vali Abdi Paşanın şehadetin-den sonra, elimizden bir çok kale ve palanga çıkmaya başladı. Avusturyalı kuvvetlerin Macaristan üzerinde pek rahat dolaşmaya başladığı görüldü. Segedin'in düşmesinin ardından, Şemontoma, Peçuy (Peçevi) , Kapoşvar ve Şikloş gidenler arasındaydı. Kış bastırdığı için ordumuz Essek üzerinden Belgrad'a kışlağa çekildi. Erdel Kaleleri de bu arada Avus-turyanın eline geçti. Esek'de Avusturya saldırısıyla sarsılırken, Belgrad'daki Sarı Süleyman Paşada hemen gelecekleri beklemeden Esek'e yardıma koştu. Orada düşmanı mağlubiyete uğratmak kabil oldu. Şikloş Avusturyanın tutunduğu bir nokta oldu. Ancak; Osmanlı askerinin oraya doğru yol aldığını tahmin eden veya haber alan Avusturya birlikleri burayı da boşaltıp ovaya yayıldı. Şikloş'dan fazla uzaklaşılmadan Prens Şarl'ın kuvvetleri Sarı Süleyman Paşa ve askerinin önüne dikilerek döğüşe başlandı. Önceleri ordumuz vaziyeti lehe doğru çevirmeye muvaffak olmuştu. Ancak veziriazamın harp tecrübesinin fazla olmaması, yaptığı hatalı taktikler büyük bir hezimeti haber vermeye başladı. Anadolu askerinin bulunduğu taraf yorgunluk emareleri göstermeye başladı. Bu hâl ordunun tamamına sirayet etdi. Mağlubiyet pek çabuk geİdi. Efendim; askerlik târihinin ve de Osmanlı târihi askeriyesinin nâdir evsafta ki komutanlarından olan Katırcı-oğlu Gaazi Müşir Ahmed Muhtar Paşa'yı kendi erkânı harbi Mehmed Arif Bey merhum "Başımıza gelenler" adlı muhteşem eserinde anlatırken, bizim askerin bozulmasının hiç bir askerin bozulmasına benzemediğini, adetâ bozguna dönüştüğünü, tam bir kurmay anlayışıyla izah eder. Bu yüzdende bizim bozulan askerimizi, firardan ancak onu vurmak suretiyle alıkoyabilirsiniz demektedir. Nitekim; İstiklâl Harbimizin kahraman komutanlarından Dadaylı Deli Halit Paşa (Nur içinde yatsın) çok firarın önünü bu tarif edilen yoila engelleyebilmiştir.
Bu firar işinde rütbe tanımaz, cepheye arkasını vereni vurur geçerdi. "Yetmişlik Bir Subay'ın Hatıraları" adlı kitapta Kemalettin Apak albayın, kendisinin asla firarda gözü olmadığı halde, azkalsın yanlışlıkla Paşanın mermisine hedef olmaktan, son anda kurtulduğunu kaydeder. İşte askerimizin bozulması öyle bir bozguna döndü ki Eşek üzerine gelindiğinde bir nefes alındı. Eşek Kalesine asker koyan veziriazam Boşnak Sarı Süleyman Paşa orada da durmayıp, Petervaradin'e geldi. Ancak buraya da Eğri'den bir feryad ulaştı. Yiyecek ihtiyaçları dayanılmaz safhaya erişmiş yardımın yapıl-
ması şart idi. Düşman yollan kesmiş ve mesafede bir hayli uzak olmasına rağmen Cafer Paşa komutasında, erzak, cephane ve de silah bir miktarda asker takviyesi için tertibat alındı. Askerin itiraz edeceği ve itirazını isyana çevirmekten imtina etmeyeceği göz önüne alındığından hazırlıkların ve gidilecek yerin gizli tutulması kararlaştırıldı. Ne var ki; bu tedbire rağmen iş duyuldu.
Umulur ki; o tarafa gidecek komutan bu saklı bilgiyi sızdırdı ve askerde muhalefet ettiğinden Eğri Kalesine erzak da, esliha ve cephanede gönderilemedi. İşin rengi başkataştı! Tabii ki dini mübini İslâm anlayışında sizden olan emire itaat şarttır. Bunun aksi cezayı müstelzimdir. Bu olay savaş esnasında husule gelirse suçluların ölümü hakkedecekleri tabiidir. Bu durumu idrak eden; Eğri'ye gönderilecek birliğin komut > nı olan Yeğen Osman Paşa her halete sızdırma vakasından dolayı suçu sübût bulacak ve bahse konu cezaya, çarptırıla-cakdı. Bunun önlemi vak'ayı başka bir mecraya döküp, şans denemesine baş vurmaktı. Şerikleri olanlarla birleşip, Amasyalı Küçük Mehmed'i de yanına alarak, askerin maaşı verilmedi bahanesiyle sadnazam aleyhine İsyan ettiler.
Yeniden Yeniçeri ağalığına getirilmiş bulunan Bekri Mustafa Paşa ve Defterdar Seyyid Mustafa Paşa ile birlikte sadnazam, Sancakı Şerifi alarak Belgrad'a, Tuna Nehri yoluyla kaçtılar. Bunlar canlarını kurtarmış oldular. Geride ise; kaçmış sadrıazamın otağında bir toplantı düzenleyen Yeğen Osman Paşada, Köprülü ailesi darnadiarından olan Siyavuş Paşaya gidip, "seni sadnazam ettik" deyip, zorlayarak ata binmesini temin ettiler ve Süleyman Paşanın otağına getirdiler. Siyavuş Paşanın sadaretini ilân ve birbirleri aleyhine davra-nışda bulunmayacaklarına dâir sözleştiklerinden başka Padişah 4. Mehmed'in hâl'ini aralarında söz kestiler ve de cepheyi boşaltarak İstanbul'a doğru yola koyuldular. Zilkade/1098-Eylül/1687 târihleri idi. Bu vak'a gibisi Osmanlı Târihinde eşi emsali olmayan bir fenomendir. Müthiş bir şeydir. Siyavuş Paşayı veziriazam eden güç gayri resmî, gayri kaanuni ve bir isyan hukukudur. Bu hukukunda padişah katında kabulü, gerçekten bir siyasi denemedir hem de, kendini feda edercesine, kaçanlar başlarını kurtarmak için cepheyi boş bırakmışlar, isyancılar, bu hareketin padişah tarafınca cezasız bırakılmayacağını bildiklerinden onu taht'dan İndirebilmek için İstanbul'a yürüyorlar ve bunlar da zaten çiğnenmekte olan mahrusei islâmiyeyi engelsiz bir arazi olarak, ahaliyi bir avuç muhafıza bırakarak, katliama açık bir kurban sürüsü yerine koymuşlardı.
Önce kaçan tez gidermiş menziline hesabı; Süleyman Paşa geldiği İstanbul'da, kaimakam Recep Paşa eliyle, mührü hümayunu padişaha gönderdi. İşte padişahın siyaseti burada denemesinin takdire şayan olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Çünkü; bunlara hot zot demek evvelâ, yukarıda işaret ettiğimiz cephenin boşaltılması, telafisi gayri kabil tehlikeler arzediyordu. Bunların yaptığını kabullenmek, nefsini yenen biri olarak padişah için kolay olmasa gerek.
Evet; 4. Mehmed hân; mührü hümayunu Siyavuş'a gönderdi ve Belgrad'dan bu tarafa geçmemelerini emretti. Cephenin bırakılmamasını da hatırlattı. Fakat dinleyen olmadı. İstanbul'a doğru yola çıktılar. Onlar yürüye dursun Avusturyalılar da gezintiye çıkmış gibi, bir zamanlar Kaanuni'nin Karlos'un ülkesinde atını nasıl gezdirdiyse, bunlar da islâm topraklarını keyiflerince çiğniyorlardı. Sırayla da, Eşek, Vara-din, Sirem ve civarı ile Belgrad yakınlarındaki Zemlin düşmanın eline geçiyordu. Bu arada Lehistan Kuvvetlerinin Ka-maniçe üzerine yürümesinden de bahsetmeden geçmeyelim. 1098/ramazanıl687/temmuzu Lehistan Kralı Jan Sobiyes-ki'nin, büyük oğlu, Yakob Sobiyeski'nin kumandasındaki birliklerin, Kamaniçe üzerine geldiğini haber aldığında Boşnak Hüseyin Paşa vaziyeti Bozoklu Mustafa Paşaya bildirdi. Serdar etrafına kuvvet toplamaya çalışırken, düşman Kamani-çe'ye gelip bilahare muhasarayı başlattı.
Yaş şehrini ise bu arada ele geçirmişlerdi. Lehliler bu hücum hareketleri esnasında zahire bakımından hayli sıkıntıya düşmektelerdi. Lojistik bakımdan yetersiz kalışlarının telafisini Bucak'taki Tatarların buğday anbarlarını garet ve yağmada gerçekleştirmeyi denediler. Fakat; Tatarlar her tarafı ateşe verdiğinden Lehliler boşuna Prut Nehrini geçmiş oldular. Geriye dönüşlerinde ise biraz da telefat vermişlerdi. Üstüne üstlük, Kırım hân'ınin gönderdiği onbin süvari, Lehistan kuvvetlerinin Kamaniçe muhasarasını kaldırmasına mühim bir se-beb teşkil etdi. 24/şevval/1098-2/eylül/1687'yi gösteriyordu.
Osmanlı deniz filosunu, hareketlerini bu bölümde daha ziyade 1683'de vukubulan Viyana Muhasarası bozgununun er-tesindeki vakaları merkez ittihaz ederek incelemeye çalışacağız.
Tuna Nehrini, Macaristan topraklan üzerindeki çekilişimiz, bu nehir üstünde hissedilen baskımızı hayli ortadan kaldırttığı gibi, paylaşımda da bir kısıtlanmaya maruz kaldığımız aşikârdır. Çünkü bu bozgun sonunda avrupa Osmanlı'ya bir teşhis koymuştur. Bunu devri istilâsı bitti! Devri müdafaası başladı! Şu halde rahat bırakmamalı ve durmadan saldırma-lı. Saldırıya uğrayan bir ülke kendini toplamaya derman bulamaz anlayışına varmışlardı. Venedik Cumhuriyeti bu anlayışa bağlılık içinde Dalmaçya, Arnavutluk kıyıları ve Girid Adasına saldırırken, Rus'un ise Azak Kalesi, Lehistan'ın bir bölümü ve Basarabya'nında bir kısmı göz diktiği yerler olmuştu. Avusturya ise Üsküb'e inerken, Ukrayna ve Podolya Kazaklarını da, harekete geçiriyordu.
Bu dönemde donanmamıza komuta eden kapdanı deryalar arasında, iki isim ehemmiyet arzetmektedir. Bunun birini, rumca yanölü demek olan Mezamorta Hüseyin Paşa ile Mı-sırlıoğlu İbrahim Paşalar olduğunu söyleyiverelim. Misırhoğlu ibrahim Paşa karaaskerlerinin başına götürülmüşken, Hüseyin Paşa da Rodos Bey'i yapılmıştı. Yukarıda bahsettiğimiz muavenet akçası yâni İmdadı seferiyye ada halklarından da tâleb edilmişti. Buna inzimamende Kıyı Vergisi isimli bir vergi de Ada'lar ahalisine tahmile koyulmuşlardı. Amiral Bü-yüktuğrul merhum, yapılan bu işlemlerin devleti âliyenin artık deniz nimetlerinden faydalanmayı sarfı nazar ettiğinin bir göstergesi olarak nitelerken, kara ve de deniz imparâtorjuğu-nu terk edip, ilkel bir kara devleti biçimine avdet ettiğini, ifade eder ve Sultan Fâtih ile gerçekleştirilip Kaanuni Süleyman döneminde, zirveye yükseltilen denizci devlet anlayışı bu tedbirlerle sona erdirilmiş oluyordu.
2. Viyana kuşatması ve peşinden gelen bozgun üzerimizdeki küffar baskısının ziyadeleşmesini sağlarken, denizci devletlerin de bu hususda geri kalmadığını görüyor ve artık donanmamızı savunma tedbirlerine göre yerleştirdiğini hissetmememiz kabil değil. Bunlara misal olarakda şu tedbirlere göz atmak kâfidir. Dördüncü vezir Şahin Paşa Çanakkale Boğazı muhafızlığına tayin edilmesi ve emrine haylice yeniçeri askeri verilmiş oluşu.) Daha önce emekliye ayrılmış bulunan Halil Paşa'nın yeniden; hizmete alınması ve Sakız Adası muhafızlığına getirildiği görüyoruz. Şaban Ağa, Mora Mu-hafızhğıyla vazifelendiriimişti. Bozcaada, Limni, Midilli, Sakız, İstanköy ve Rodos Adasında, müdafaa ağırlıklı tedbirler alındığı görülüyordu ki, bu vaziyeti tesbit, Büyüktuğrul amiralin ileri sürdüğüne delalet etmekteydi. Venedik ise; bu tedbirlerin alınışıylada, kendisine hücum fırsatı verdiğine hükmetti ve Dalmaçya, Arnavutluk kıyılarıyla Koran ve Modon Kalelerini almak, Ege denizine girmek zevkıyle yanıp tutuşuyordu.
Bu yanıp tutuşmaya yardımcı olacak tedbirler arasında, Venedik, Papa'lık, Toskana Prensliği, Malta Şövalyelerinin filolarını yanlarına çekmekte geliyordu. Bunlardan Malta Şövalyelerini yedi gali, Papa'lık beş gali ve Toskana da, dört gaii ile kumpanyaya katılacaktı. Bu kumpanya Ege Denizinde merkez olarakda kullanacakları bir ada üzerinde müzakere açtılar. Netice de de Limni Adası üzerinde ittifak sağladılar. Peşinden de harekâta geçtiler, bin kişi kadar askeri ada'ya çıkardılar.
Ancak Küçük Hüseyin Paşa'nın bir saldırısı, çıkanlarında dahil olduğu üzere denize dökülmelerine yetti. Herhalde yanlış kapı çaldıklarını anlamış olacaklar ki, Venedik donanmasının ada'dan çekildiği görüldü. Ne varki Yunan denizinde işlerimiz pek iyi gitmedi Amiral Morosini bir haçlı filosu Preveze ve kalesi üzerine yürüdü.
Bu sırada Şahin Paşa Aziz Mauro adasını Venedikliler'den istirdat için yola çıkmıştı ki; Preveze üzerine düşman gemilerinin dümen kırdığı haberi gelmişti. Saint Mauro adasını almaktan sarfı nazar eden Şahin Paşa, Preveze'ye yetişmek için yelken bastı, kürek çaldı. Düşman ise bu gelişten haberdar olduğundan, onlarda Preveze önünden çekilip, Osmanlı filosu üstüne yelken bastılar. İki tarafda deniz saffı harbine giriştiler karşılaştıklarında ancak mücadeleyi kazanan düşmanlarımız oldu. 28/eylül/1684'de, Preveze de kaybedilen bu savaştan olumsuz etkilendi. Kapdanı derya Mustafa Paşa, 15/nisan/1685'günü Çanakkaleden çıkış yaptı. Maksadı denizlere korku salan korsanları etkisiz kılmak idi. Rodos Adası civarında Malta korsanlarının Osmanlı ticaret gemilerini kovaladığını haber aldı. Gemilerimiz; Göve limanı içine sığınmış, Malta gemileri ise çıkışın ağzında volta atıp avı bekliyorlardı.
Rodos'tan Göve'ye, doğru yelken açılıp, kürek çekilmeye başlandı. Nihayet Göve ağzına geldiğini gördükleri Osmanlı gemilerinden, korsan gemilerinin bir, çoğu kaçtı. Biraz savaşan bir tek korsan gemisi teslimden başka çâre bulamadı. Bu arada da Osmanlı kalyonları su yapmaya başlamış ve neticede bir tanesi de batmaktan kurtulamamıştı. Mustafa Paşa bu gemilerle sıkıntı yaşayacağını anladığından Rodos adasına geldiler. Burada bir baskına uğrama endişesi yaşadı-larsa da düşmanın harekette kuşkuya düşmesi, Osmanlı filosunun kalabalığı düşmanın korkmasına sebeb olmuştu. Selameti, Rodos'tan uzaklaşmakta bulmuştu. Mustafa, Paşa ise Rodos'da gemilerini tamire girişirken, Garpocaklan fiTösunu korsan takibi için İskenderiye istikametine yolladı. İstanbul'dan gelen bir emirde, Venedik filolarından birisi Koron Kalesine saldırdı. Donanma gidip Kale muhafızına yardım etsin. Yazmaktaydı.
Müttefik donanması adaların herbiri hakkında işgal kararı alırken, Mora Yarımadasınada bir çok misyoner çıkartmışlar ve bölgedeki Osmanlı Devletine tâbi olan gayri müslimleri isyana teşvike çalışıyorlardı. Francesko Morosini adlı amiral, birleşik donanmaya komuta etmekteydi. İlk önce bizim İne-bahtı, onlarında Lepanto dedikleri körfeze saldırı plânlan vardı. Kıyıya sokulduğunda işi yanlış aldığını anladı, kıyıdan açılan ateş salvosu, kaptan köşkünden kafasını bile çıkarmaya fırsat vermedi. O da, tası tarağı toplayıp, yelkenleri şi-şirip, nasibini başka yerde aramaya koyuldu. Venedik, Pa-pa'lık, Ceneviz, Floransa, Malta ve İspanya filolarından müteşekkil bu donanma, Korona gelerek onbin askeri karaya çıkardı. Şehrin dış mahallerini işgale muvaffak oldu. Koron artık, kuvvetli bir muhasaraya düşmüştü. Bu- siradada Mustafa Paşa'nın kapdanı deryalığı son buldu ve yerine 25/ara-lık/1685'de çekirdekten denizci İbrahim Paşa getirildi. Bu arada Koron, yukarıda söylediğimiz güçlü muhasaraya on-beşgün dayanabildi. Karadan gönderilen; Mahmud Paşa komutasındaki kuvvetlerimiz, sadre şifa olamadı.
Eylül'de Koron ve Modon Kaleleri elden çıktı. Artık; Osmanlı donanması Akdeniz'i göl olmaktan unutup, Ege'yi muhafaza etmeye çalışıyordu ki, bu da savunmayla olur sandılar! Halbuki gereken hücumda olmaktır deniz dünyasına hâkim olmanın yolu.. İbrahim Paşa; Osmanlı Ticaret filolarına nefes aldırmamaya çalışan korsan gemileri ve onların gizli işbirlikçisi haçlı donanmasıyla esasında, hayli muvaffakiyetli savaşlar yaptı. Devrinin değerli iki denizcisi Baba Hasan Paşa ve Benefşeli Ali Paşa, birer deniz kurdu olduklarından uzun zaman ticaret gemilerimizi himayeye muvaffak olmuşlar, düşmanı ise, herzaman korku içinde tutmayı bilmişlerdir. Venediklileri, en çok alakadar eden husus, Mora Yarımadasını almak oradan da, Atina'yı ele geçirmekti. Bunu yapabilir-lerse, Eğriboz ikinci hedefleriydi. Eğriboz'a çekilen İbrahim Paşa, adetâ Morosiniyi üstüne celbetti. Morosini, Eğriboz üzerine saldırı plânı yaparken ibrahim Paşa, Taşoz üzerinden donanmasını İstanbul'a çoktan getirmişti.
Mora Yarımadasını Osmanlılar boşalttılar 11/ağus-tost/1687'de Mora, 25/eylüI/1687'de, Atina Venediklilerin eline geçti. Mora Yarımadasının Venedik eline geçmesi stratejik bakımdan bizi geriletirken, Venedik'i kudrete eriştiriyordu.
Batı dünyasında küffar ile boğuşan devleti âliye; 2. Viyana sonrasında savunmaya başlamıştı. Şimdi bir de Anadolu cihetine veya istanbul'un şark tarafına bir bakalım oradaki ah-valü âlem ne haldedir? Osmanlı târihinin batı'daki muharebelerinin netameli neticeleri gerçekleştiğinde mutlaka asker arasında çıkan nifak ve şikakın bir isyan veya kargaşaya yoi açması, bunun tesbiti ve ted'ibi fazla zaman geçmeden Asya Osmanisinde asayişsizlik, isyan, bunları teskin içinde askeri hareket gerektiğini hemen farketmek kabildir. 1622'de Hotin dönüşü, Hotin Seferi sırasındaki 2. Osman (Genç) ıin asker sayımı yapması, nişan tâliminde de mükafat vermesinde askeri memnun edememesi gerek ülkede gerekse kendisinin nelerle uğraşmasına sebeb olmuştu. Celâlilik alıp, yürümüştür. Bunlar zaman zaman temadi etmiştir. Viyana bozgunu sonrasında da bu tesbiti yapmak kabildir. Anadolu'da Akkaş, Kara Mahmudoğlu, Yâdigâroğlu ve Bölükbaşı Yeğen Osman adlarında ki, elebaşılar ve sekban ile levendler, Sivas'tan Bo-lu'ya kadar olan yerlerde, asayişi ihlal ve köy ve kasabaları basmaya koyulmuşlardı. Teftişçi herhalde müfettiş mânasına gelen bu lakablı Ali Paşa ondan sonra da, Ömer Paşa bu ihlâlleri teskine, asayiş iadesine görevienmişse de bunda başarılı olamamışlardır.
Canik mutasarrıfı olan Vezir Cafer P.aşayı eşkiya üzerine onları tenkil ile vazifelendirdiler. Bu işe hazırlıklarını ikmal edip gidecek olan Paşaya, padişahdan pek ağır bir hattı hümayun geldi. "Memur olduğun türedi eşkiyası üzerine niye varmayıp avrat gibi gezer durursun. Ya vurup haklarından gel veya başını huzuruma gönder. "Cafer Paşa bu ikaz üzerine Anadoluya bir fırtına gibi girdi. Yukarıda adı geçenleri bir bir yakalayıp kafaları tek tek huzuru padişahiye göndermeye başlamıştı. Eşkiya takımının birer birer yakalandığını ve kafalarının padişaha, vücudlarının başsız gömüldüğünü görüp işiten Yeğen Osman, eşkiyalıkda sebat etmeyip, devlete dehalet etdi. Af olundu. Afyon Mutasarrıflığını bir müddet ifa eyledi peşinden maiyetine dörtbin kişi verilerek, Rumeli tarafına sevk olundu ve serçeşmelik unvanı tevcih olundu. Serçeşme unvanı bir çeşit yedek subaylık gibi düşünülebilirse de Osmanlı zamanında savaş zamanında toplanılan askerlerin komutanına verilen isimde olmuş, tşte burada adı geçen Serçeşme Yeğen Osman, Boşnak Sarı Süleyman Paşaya kafa kaldıran ve meşhur Eğri kalesine gönderilmek istenen erzak meselesini tehlikeli görüp, bundan kurtulmak için askeri isyan için kışkırtan adamdır ki, ol şakiye itimat bazen de böyle gösterir kendini!
Padişah; bazı cedleri gibi, meselâ 2. Selim gibi, bir müddet 3. Murad gibi, Sokullu Mehmed Paşa gibi bir veziriazamı bulunca da İşe karışmamak yolunu nasıl tuttularsa, Sultan Mehmed'de Köprülü Mehmed ve Fâzıl Ahmed Paşalar gibi kiymetdar, veziriazamları bulunca yetkilerine karışmaması, yanlış değildir diye düşünüyorum.
Tabiiki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, padişahın arzusu hilafına Viyana üzerine yürüdüğünde müdehale etmemesi, veziriazamın selefi Köprülüler gibi olabileceğine ihtimal vermesinden kaynaklandığı ortadadır. Halbuki; daha çocukluk döneminde Turhan Valide Sultan'ın işe yarar vezir bulmak için ne kadar çok sadrıazam değişmesine müsaid davrandığını birazda düşünmek lâzım. Belki de sık sık sadrıazam değiştirmesi, devlet de hanedan değişimine göz diken olu yüzden fazla görevde tutmadığını teemmül gerekir. Amma Köprülüler gibi sadık, ahlâk sahibi becerikli insanları bulunca da iki adamla yirmi seneyi aşan bir görev beraberliğinde padişahında hayli hissesi vardır. Merzifonlu'nun infazı, kahtı ricali getirdi sanki. Vezirleri başarılı görmek kabil olmuyor, biribir-leriyle çekişmekten memlekete faydalı olamıyorlardı. Düş-manlarsa mukaddes bir ittifakla birleşmişler, devamlı saldırıyorlar. Günlerden bir gün; Hacı Evhaddin Tekkesi Şeyhi Hacı Hüseyin Efendİ'yi avlanmak üzere bulunduğu Davud Paşa'da iken bahse konu semtin camiine vaaz vermesi için davet eder. Fakat: "Hüseyin Efendi; Vaaz dinlemek isteyen İstanbul'a gelir herkes giBi camie girip dinler." Dedikten sonra: "benim söyleyeceğim av'dan elçek, gel tahtında otur. İbadet ve ta~ atle meşgul ol, ülke harabeye döndü, ibadullahı gör ve onları gözet" Diye haber gönderdi. Padişah gönderdiği dâvetçı-den, yukarıdaki cevaplan aldığında hayli kırıldı. Bu sefeı de başka bir zâtı davete karar vererek dâvetçi gönderdi. Bu zât da Bayramiye'ye mensup şeyhlerden Himmetzâde Abdullah Efendi idi. Padişah davetini red etmeyi uygun görmeyen Himmetzâde DavudPaşa Camiine gitdi. Verdiği vaaz dinleyenleri hüngür hüngür ağlatacak meşrebde idi. Söyledikle-riyse, özetle: "Ümmeti Muhammed, devlet sahipsiz kaldı, şehir ve kaleler düşman eline düşüp cami ve mescitler kilise oldu. Fiillerinizi değiştirin, günahınıza tövbe edin; şimdiden bize lâzım olan, gözümüzün yaşından çimen bitinceye kadar başımızı yerden kaldırmamaktır." Dedikten sonra padişaha tarizle: "Nedir bu inip binme? Bu hay huy ve nefsi emmarenize uymalar? Nice bir gaflet uykusunda yatıyorsunuz? Gerçi padişahlar av'a gidip gelmişler amma ancak şimdi zamanı değil! Her zamanında bir icâbı var dedi." Padişah ise sözün döküldüğü alanı intikal ettiğinde kızdı ve atına binip, kürsüyü ve şeyhi vaazda bırakarak ava çıkmayı tercih eyledi. Bundan böyle kendisinin avda olduğu zaman bölgedeki camilerde vaazı yasakladı. Bu yasaklama kararı sonrasında, cuma namazlarını ve dualara iştiraki terk eden padişahı ikaz için ulemâ birleşip, şeyhülislamın kapısına dayandılar. Sordular: "Padişah Hazretleri niçin Cuma namazına gelmez? Yedekçilikten bozma, bir serhoşu sefihi kaymakam edip devleti sipariş etmiş! Kendi hevâyı nefsine tâbi avında ve kuşunda, vilayatın harab olduğuna bakmayıp umun müs-limiyni görmez oldu ve işte din ve devlet bu hallere girdi eğer padişah ise şikârdan el çekip tahtında otursun ve ibadullahın hizmetini görsün. Şikâra gittiğine duaya gelmediğine rızamız yoktur" Diyerek şikâyetlerini ortaya koydular. Şeyhülislâmı bu şikâyetleri, Recep Paşa kanalıyla padişaha arz ettiğinde padişahda o pazartesi Eminönün'deki Yenicâ-mie gelip, orduların muzafferiyeti duasına iştirak etdİ. Fakat bu ifadelerin padişaha ait otoritenin sarsılması demektir. Vasıtalı olarak söylenmesi daha zor yenir, yutulur bir işdi! Bunlar olurken Budin Kalesinin elden gittiği haberi erişdi. Padişah bu bilgi üzerine şeyhülislâmı istişare için yanına çağırdığında Efendi: "Bizim yanınıza gelmemize ulemânın müsaadesi yoktur! Emirîeri ne ise bildirsinler" şeklinde haber gönderdi. Bu cevap da işin vahametini ortaya koyuyordu. Fakat; padişah dâvetine icabet etmeyenin azli gerçekleşti ve Ankaravî Mehmed Efendide makamı meşihate nasbedildi. Yeni şeyhülislâm padişaha güzel bir nasihat çekmek suretiyle bir ay kadar av yapmamasını sağladı. Ancak bu zevkin tiryakisi olan padişah oturamadığını ileri sürüp izin istediyse de, uzaklara gitmemek kaydıyla müsaade verildi.
Bilindiği gibi; Siyavuş Paşanın İstanbul'a gelip, Recep Paşa vasıtasıyla mührü hümayunu ve Sancakı Şerifi padişaha göndermiş olduğunu ve buna mukabil padişahında, bu Emrivaki karşısında, nefsine mağlup olmayıp, mührü, Sancakı Şerifi ve bir de hattı hümayunla bu tarafa gelmemelerini emrettiğini kaydetmiştik ve bunlar yeni sadrıazamın eline geçtiğinde Siyavuş Paşa, maiyetindekiler! toplayıp onlara yüzbe yüz olarak padişahdan gelmiş fermanı okuttu.
Ancak ocaklar halkı, yâni çeşitli askeri sınıfın efrads şu ifadeyi ileri sürdü: "Bu hattı hümayunu gönderen adamın mutlak padişahlığını istemeyiz. Burada kışlamayıp da şer'ile dâvamızı görmeye İstanbul'a varmayınca hiçbir mahalde dizginimizi çekmeyiz" Demek suretiyle ne padişahın dediği Belg-rad'da kalın sözünü takmadılar ne de her hangi bir yerde duralım teklifine de kapı kapadılar. 16/zİlkade/1098-22/ey-lül/1687'de bu hâl tevali edince Siyavuş Paşa madem gideceğiz, memâlikimizi bir düzen üzere bırakalım dedikten sonra, bazı vazifelere tâyinlerde bulundu. Yeniçeri askerinin ısrarı üzerine Ağa'lıktan azledilmiş bulunan Bekri Mustafa Paşaya yeni hizmet yeri olarak Boğazhisar (Çanakkale) muhafızlığını gösterdi.
Kul kethüdası, yâni yeniçeri erkânı harb sekreterini yeniçeri Ağa'Iığına yükseltti. Bunun adı da, Cadı Yusuf Ağa idi. Bu icraattan sonra istikameti İstanbul eylediler. Ancak; Vara-din'de bulunurken Sadrıazam Siyavuş Paşa; kendi ağzından değilde isyancıların hislerini aktaran şikâyetnameyi de Şeyhülislâm Ankaravİ Mehmed Efendi'ye gönderdi. Din ve imanla namus ve ırz gidip, düşmanlar arasında kötü anılanlardan olduk padişah tahtında durmaktadır fakat askerde gönül birliği olmayıp, bunlarla bir şey yapılmaz.
Büyük çoğunluğun seçimi hepimizde öncülüğünüze ihtiyaç duyup, gidelim ve şer'le dâvamızı halledelim 4. Meh-med'i tahtdan indirip, kardeşi şehzade Süleyman'ı padişah edelim, dediklerini bildirdi. Bunun üzerine Ankaravî Mehmed Efendi; ulemanın reisi olmasından doîayıda gizlice bir toplantı tertip etdi. Kendisine gelen sadrıazamın mektubunu gelenlere okudu. Onlarda, cevap olarak "Bu noktada bizde askerle aynı düşünüyoruz. Padişahın nezdimizdeki itimadı şayanı kabul olmayacak derekededir. Nasihat kabul etmiyor, ne kadar işe yaramaz adam varsa onları başa koydu ve ülke bu hâle geldi. Ancak bu isyancı reziller de yarın İstanbul'da neler eder bilemeyiz çünkü bunlar söz anlamaz takımından-sa sıkıntı daha da büyür. Sadrıazam bunlardan, ulemayı dinleyeceklerine dâir söz alabilirse, biz de yardımcı olalım ve daha güç şartlar zuhur etmesin şeklinde cevap verdiler. Sadrıazam Siyavuş Paşa İstanbul'a müteveccihen yoldayken, padişah Sarı Süleyman Paşa ile Recep Paşayı yanına çağırttı, Boşnak San Süleyman Paşa hemen geldiği saray'da boğularak kellesi yoldaki askere gönderildi. Recep Paşa ise, kendisini almaya gelen Bostancıbaşı'ya "içeride pek önemli evrak var. Birazda üzerime nakit alayım az bekleyin" demek suretiyle içeri girdi. Tebdili kıyafet edip, firara muvaffak oldu. Çıkışını gizli kapıdan yapmıştı. Bu firar, padişaha bildirildiğinde hayli kızdı ve ongüne kadar yakalanmazsa, Bostancı-başı'nın öldürülmesini de emretti. Recep Paşa ise tebdili kıyafet bindiği beygirle Edirnekapı istikametinde uzaklaşırken, esnafın çarşılarından geçerken de şehre haydutlar bastı, dükkanlarınızı kapatın kaçın demek suretiyle bir karışıklık çıkarmaya da gayret sarfettiğini Zübdei Vekaiyat bildiriyor. Padişah; eski sadrıazamın kellesini gönderirken yolladığı yazıda kimlerin kellesini istiyorsanız defter ediniz, ciğerparem Mustafa'yı bile isteseniz sizden esirgemem diye yazmıştı. Bunları tutar tutar, kellerini gönderirim. Siz Edirne'de kışlayın tenbi-hini de unutmamıştı. Şüphesizki padişahın bu mektuplara yazdıklarını, harffiyen yerine getireceği sanılmamalidır. Bunlar zaman kazanmış olmak için yapılan ajitasyon hareketleridir. O zamanki tâbir, asileri birbirine düşürmek için serpilen nifak ve şikak teşebbüsleriydi. Eğer altun ile de takviye edilirse, en azından kitleyi, ikiliğe düşürmek uzak ihtimal değildi-
Padişahın; tahtını muhafaza edebilmek için bazı yollara baş vurmasını makul karşılamak gerekir diye düşünüyorum. İktidarın, buyrun sizin olsun diyenine deli lakabı verildiğini, 1. Mustafa'nın, yeğeni Genç Osman'ı "Nerdesin? Osman; bu bâr bana pek ağır geliyor" diye sedir altlarını arayan olduğunu hatırlarsak, dünya saltanatına önem vermeyene deli mi denir? Yoksa akıllımı? Bunu iyice temmül etmek gerek.. Yukarıda düşüncemizi belirttiğimiz minvalde; 4. Mehmed'de aynı yola başvurmuş Serçeşme Yeğen Osman'ada gönderdiği haberde kendisine bin altun gönderdiğini, bu işi atlattıktan sonra kızı Hatice Sultanla evlendireceğini vaad etmekten de çekinmemişidi. Ancak padişahın son hattı hümayunu, yine Siyavuş Paşa tarafından kaderdaşlara okutuldu. Onlar ise, İstanbula varınca padişahımız bellidir." Dediler. Bu arada ise; boşalan sadaret kaimmakamhğına Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa tâyin edildi. Siyavuş Paşa, Fâzıl Mustafa Paşanın eniştesi olduğundan belki kendine faydalı bir yol bulunuru düşünmüş olabilir.
Fâzıl Mustafa Paşayı; Alay köşkünde kabul ederek padişah şunları söyledi "sana yapageldiğim cevirlere rağmen bana sadakatte dâim oldun. Paşa baban ve biraderin zamanındaki hizmetleri senden de beklerim dedi. Padişah bu sözleri söylemeğe kendini vicdanen mecbur hissederek söylemişti. Çünkü, Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın infazı sonrasında bu Köprülüler ailesi hayli istiskale maruz kalmıştı ve bu vicdanları sızlatacak bir haldi. Bu sırada da Recep Paşa Çatalca'da ele geçirildi ve boğduruldu. Edirne'de kışlamağa razı gelmeyen asker, padişahın hallinde ısrarlı olduğundan, bu hâl padişaha bildirildiğinde, 4. Mehmed; Siyavuş Paşa'ya meâlen son olarak şunları yazdı: "Sizin maksadınız malum olmuştur. Ben size yaramadığımı anlıyorum. Beni tahttan indirmeniz murad ise, oğlum Mustafa'yı size Allah'ın emaneti olarak veriyorum. Yerime geçirin ve beni kendi hâlime koyun. Allahımızın bir esması da Kahhar'dır. Dilerim Allahdan
ki; cümleniz kahrolasınız!" Diye yazdı. Bu son cümle padişahın nefs ve izettini korumasının bir örneğidir ki, kellesini ortaya koymuş olması bakımından takdire şayan bir şecaatdir. 1099/Muharrem başında, 7/kasım/1687'de 4. Mehmed'in menkubiyeti, mahlû padişahın kardeşi şehzade Süleyman, 2. Süleyman unvanı ile Osmanlıya padişah oldu.
19. Osmanlı padişahı olan 4. Mehmed'in hanım sayısının sekizinin adından başka bir malumat olmayıp, iki hanımı hakkında geniş sayılmasada bir miktar malumat bulunmuştur.
Bunların ilki Mehpâre Emetullah Gülnûş valide sultandır ve 1647'de doğdu padişahdan beş yaş küçüktür. 68 yaşındayken, Edirne sarayında irtihal eylemiştir. Deli Hüseyin Paşanın Resmo'da Verzizzi sülâlesinden esir alınıp, Turhan valideye hediye edilmişti. Padişah bu izdivaçla 1661 'de Gülnûş sultanla başlayan hayat çizgisi 26 sene sürmüştür. Bu ha-nimsultandan olan oğulları 2. Mustafa vede 3. Ahmed ün-vanlarıyla tahta çıktıklarından, iki defa valide sultanlık etme şansı elde etmiştir. Ayrıca Haticesultan adlı kızı bu hanımından doğmuştur 4. Mehmed hân'ın. Üsküdar'da Vâiide Camiinde yaptırdığı türbeye defn olunmuştur.
4. Mehmed hânın 2. hanımı ise, şâire Afife Haseki olup es-ki sarayda 1688'den sonra vefat etmiştir. Diğerlerinin yukarıda ki ifademize uygun olarak sekiz hanımın isimleri şöyledir: Râbia Haseki ile Kâniye, Siyavuş, Gülbeyaz, Rukiyye, Cihgn-şûh, Dürriye ve Nevruz hanımlardır. Padişahın kızlarına gelinçe; 1662 doğumlu Hatice sultanhanım 81 yaşında vefat etmiştir. Kabri Yenicâmii türbesindedir. Çokça eskimiş olan Ayvansaray'daki Yavedûd Camiini ihya etdi. Bu sultanhanım 81 sene muammer olmuş ve bu uzun ömürde iki izdivacı olmuştur. Bunun ilki Musahip Mustafa Paşa ile olmuş 1675'de izdivaç gerçekleşmiştir. Bu dâmad'ın 1686'da vukubulan vefatını müteakip dul kalan Hatice sultanhanım, Morali Enişte Hasan Paşaya verilmiştir. Bu evlilik 23 sene temadi etmiştir. Hasan Paşa Î713'de vefat etmiştir sultanhanım ömrünün son otuz senesini evlenmeden tamamlamıştır.
4. Mehmed'in 2. kızı Emetullah sultanhanımın 1670'de doğup 30yaşında olduğu halde 1700 vefat edip, Yenicâmi türbesinde toprağa verildiğini biliyoruz. Bu sultanhanimda iki defa evlenmiştir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile ilk izdivacını yaptığında daha doğrusu nikâhı aktedildiğinde beş yaşında olan hanımı 2. Viyana bozgunu sonrasında nikâhlısının idam edilmesi hasebi ile 13 yaşında dul kaldıysa da, zifaf vu-kubulmamış olduğundan, bu izdivacın hukuken yapıldığını fakat fiili bir izdivaç olmadığını kaydedelim. 2. dâmad ise Si-lahdar Çerkeş Küçük Osman Paşa oldu. Evlilik Edirne'de 1694'de gerçekleşti. Bu sırada sultanhanımın yaşı 24 idi ve altı sene süren evliliği sonunda vefat etdi.
1681'de dünyaya gelen Fatma sultanhanım'sa 4. Mehmed'in üçüncü kızıdır. Bu hanımsultanda ilk evliliğini Tırnakçı Çerkeş İbrahim Paşa ile 1696'da 15 yaşında olduğu halde yapmıştır. 1697'de öldürülen daha doğrusu idam edilen Paşanın dul Hanımı, henüz 16 yaşındaydı. 2, Dâmad ise Topal Yusuf Paşa ile 1697'de üç sene sürebilen bir izdivaç yaptılar, bu evlilik sultanhanımın vefat etmesiyle noktalandı.
4. Mehmed'in altı tane adları bilinen oğlu doğmuş olup, bunların ikisi, biri Sultan 2. Mustafa, diğeri 3. Ahmed unvan: ile Osmanlı tahtına çıkmışlardır. Dört şehzade ise bebeklik dönemlerinde vefat etmişlerdir. Bunların adları şöyledir: İbrahim, Bayezid, Süleyman şehzadeler ve ümmi Sultandır.
4. Mehmed'in ilk sadrazamı Mevlevi Sofu Mehmed Paşadır. Sultan İbrahim'in son sadrazamı olmasıyla, otomatikman görevinde ipka olunduğundan çocuk padişahın ilk veziriazamı olması kesinlik kazandı. Merhum padişahın katliyle alakalı fiil ve rolü ifademizde yer almıştı. Mehmed Paşa, 1060/1650 tarihli vakfiyesindeki bilgilere göre Süleyman adlı bir zâtın oğludur. 1051/1641senesinde Kemankeş Kara Mustafa Paşa sadaretinde, başdefterdar görevinde bulunup, faydalı çalışmaları görülmüştür. Yenikapi Mevlevihanesinde Hüseyin Dede dervişlerindendi. 1059/cemaziyeIevvelin 7. /1649 mayısının 19. perşembe günü azledildi. Kabri öldürüldüğü yer olan Malkara'dadır.
Kara Murad Paşa: Aşağı yukarı her Osmanlı ileri geleninde olduğu gibi, Kara Murad Paşa da doğum tarihi bilinmemektedir. Arnavut ırkındandir. Yeniçeri Ocağının Samsuncu Ortasında (bölüğünden) yetişmiştir. Girit'i fethe gönderilen ordunun komutanı Yusuf Paşa'nın yanında yeniçerilere komuta eden Ağa olarak vazife yapmıştır. Hanya'nın zaptedilmesin-den sonra Sekbanbaşı makamına yükseltilmiştir. Sultan İbrahim'in son döneminde Girit'te sekbanbaşılıktan infisal ettiğinden payitahta dönmüştür. 4. Mehmed'in tahta iclasında Yeniçeri Ağası nasbediimiştir. Sofu Paşanın azlinden sonra makamı sadaret Yeniçeri Ağası Kara Murad Paşa'ya düşmüş, Yeniçeri Ağalığı da, Kara Çavuş Mustafa'ya tevdi olunmuştu. Sadrazam ve Yeniçeri Ağası aralarındaki rekabeti, can düşmanlığı hâline getirmişlerdi. Kara Çavuş Mustafa Ağa, Kur çük Valide Turhan Sultan hizbine müntesib olduğundan, hayatını tehlikede gören Kara Murad Paşa, sadaretten istifayı uygun görmüş ve Budin Valiliği görevine tâlib olurken, padişaha da, ocaktan hiç kimseyi veziriazam yapmamalarını, Melek Ahmed Paşa'nın sadaretini tavsiye eylemiştir. Bir gün önce Bağdad valisi nasbolunan Melek Ahmed Paşa bu görevden alınmış ve sadareti uzma makamına yükseltilmiştir. Kara Murad Paşa üçyıl süren Budin Valiliğinden sonra İstanbul'a gelmiş ve Kaptanı Derya makamına tâyin olunmuştur. Kaptanı Deryalığı esnasında Girit'e asker ve yardım götürme işlemini yapmak üzere donanmayla, Çanakkale Boğazından çıkmıştı. Üzerine saldıran Venedik donanmasını, mağlup etmeyi başararak, Girid'in ihtiyacı olan yardımları taşımaya muvaffak olmuştur. Daha sonra veziriazam İbşir Mustafa Paşa aleyhine tertiplediği isyan sonunda, İbşir görevinden atılıp, idam olunduğunda boşalan sadaret tekrar Kara Murad Paşa'ya verilmiştir. Ancak bu sadareti üç ay sürebilmiştir. Yine kendi İstifasıyla ve talebine uygun olarak Şam'a vali olarak gönderilmiştir. Yolda tutulmuş olduğu Humma Hastalığı, Hama şehrinde ölümle sonuçlanmıştır. Oraya defnedilen Murad Paşa altmış yaşlarındaydı deniyor. Paşanın iki sadaretinin yekünü birbuçuk sene civarındadır.
Melek Ahmed Paşa: Can Mirza Paşanın Abaza diyarından çalıp satışa arzettiği çocuklardan olduğu rivayeti varsa da, Zılhoğlu Mehmed Efendi nâmıdiğer Evliya Çelebi Merhum, ünlü eseri Seyahatnâme'de annesi tarafından akrabası olan Melek Ahmed Paşayı anlatırken, babasına ait Tophane semtindeki konaklarında doğduğunu, az sonra yine babası tarafından alınıp, Abaza diyarına götürülüp, kendi yaşıtları arasında yetişip, terbiyesine itina etmek üzere yetiştirilmesi sağlanmıştır. Daha sonra yine babası, İstanbul'a getirip, Sultan 1. Ahmed Hazretlerine takdim etmişti ve Melek lâkabı bizzat padişah tarafından verilmiştir, demektedir. 1048/şabanl638 aralık ayında Diyarbekir Valisi olarak saraydan çıkmıştır. Altı yıl sonra, 4. Murad Hân'ın kızı Kaya Sultanhanım ile izdivaç yapmıştır. Çeşitli vilayetlerde valilikle istihdam olunduktan sonra, Kara Murad Paşanın tavsiyesi üzerine boşalttığı makama tâyin olundu. Bu sadarette Kösem Valideyle hanımı Kaya Sultanın iltimasları yok sayılmamalıdır. Melek Paşanın memleketin mâli sıkıntısının hafiflemesini temin hususunda, bütün devlet adamlarının sipahilerin, timar ve zeamet sahiplerinin-de, fedakârlık yapmalarını taleb eden tedbirleri yüzünden sevilmeyen bir kimse olmuştur. Makamı sadarette pekde fazla kalamamıştır. 7/ağustos/1648ile21/mayıs/1649 tarihlerinde bir sene onyedi gün sürmüştür. Bu zat'da altmış yaşlan civarında vefat etmiştir. Eyüb Sultan'da Kaya Sultan Yalısı civarında üstadı Geçi Mehmed Efendi kabrinin hemen yanına defnedildiği Hasibi üsküdâri'nin "Vefayat Mecmuası" adlı eserinde yer almıştır.
Siyavuş Paşa: Bu sadrazamda Damad olmak şerefine nail olmuştu ve bu da, selefi gibi Abaza kavmindendir. 4. Murad devrinin meşhur Abaza Paşasının mâiyetindendir. Abaza Pa-şa'nın öldürülmesi sonrasında padişah tarafından sarayda ahkonmuştur. Pek güzelce bir zat olan Paşa iki defa sadaret makamına oturmuşsa da, bunu birincisinde, bir ay yedi gün muhafaza edebilmiş, ikincisi Vakai Vakvakiye meselesi esnasında Zurnazen Paşanın yerine geçmesiyle olmuşsa da, humma'ya yakalanmış, pek bir şey yapamadan vefatı vuku-bulmuştur. İlk sadaretinden önce çeşitli yerlerde valiliklerde bulunmuştur. İkinci sadareti de bir ay yirmiiki gün sürmüş iki sadaretin toplamı 2 ay, 29 gün tutmaktadır. Bu zâtı da bir defasında idam olunmaktan Kösem Mahpeyker Valide Sultanca kurtarılmıştır.
Gürcü Mehmed Paşa: Bu zat, sadarete geldiğinde ası sekseni aşmış bulunuyordu. Sadareti 8 ay, 23 gün sürmüşA, tür. Divân'da Hocazâde Mesud efendinin sözleri karsısında"evladım ben bu saçı sakalı devlet işlerinde ağrıttım" cevabını verdiğinde Turhan Valide Sultanın azarlaması pek anılan rivayettendir. Sadaretinden sonra bir çok sürgüne muhatap olmuş, 1660 senesinde son valiliği olan Budin vilayetinde vefat eylemiştir. Vefatında 90 yaşında olduğu söylense de, Vecihİ tarihinde 113 yaşında olduğunu belirten rivayetide buraya alalım.
Tarhoncu Ahmed Paşa: Arnavutluk'un Mat kasabasından-dır. Enderundan yetişenlerdendir. 1633 yılında Mısır'a Vali tâyin olunan Bosnalı Musa Ağanın maiyetinde saraydan Mısır'a gitmiştir. Sultan İbrahim'in sadrazamı Hezarpare Ahmed Paşa maiyetinde de bulunmuştu. Sadrazamın parçalandığı vakada hayatını kaybetmek üzereyken, şeyhülislâm Abdür-rahim efendi himayesi altına alarak mutlak bir ölümden Kurtarmıştır. Önce Diyanbekir valiliğine tâyin olunan Tarhoncu Ahmed Paşa daha sonra Mısır Valiliğine nasb olunmuştur. Bu sırada tarihin h. 1 059/m. 1 649 olduğunu görüyoruz. H.1061safer/m. 1651ocak ayına kadar Mısır Valiliğini yürütmüştür. Azledilmiş ve yerine Hadım Abdurrahman Paşa getirilmiştir.
4. Mehmed tahta çıktığında henüz yedi yaşının içindeydi tabii Kösem valide sultanın niyabetinde hüküm sürmüştü. Bu sırada makamı meşihatde Adanalı Hacı Abdurrahim Efendi bulunuyordu. Şeyhülislâm Osmanlı devletinin 41. şeyhülislâmı idi ve Sultan İbrahim tarafından, 25/nisan/1647'de göreve getirilmişti. 4. Mehmed bu şeyhülislâmla 11 ay, 10 gün çalışmıştır ve yerine aslına bakarsak devletin atabeyi durumunda olan Kösem valide, Hocazâde Mehmed Bahai Efen-di'yi 18/temmuz/1649'da göreve getirdi. Bu zâtın meşihati i sene, 9 ay, 15 gün sürdüğü görüldü. Yerini 43. şeyhülislâm olarak, Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi tâyin edildiğinde târih 2/mayıs/1651 idi. Bunun 4 ay, 2 gün süren vazifesini Ebu Said Efendiye 2. meşihatini sürdürmek üzere devretmiş oldu bu zât da, bir seneyi tamamlamaya 18'gün kala infisal etdi. Bahaî Efendi ikinci defa vazifeye getirildi. Bu seferki meşiha-ti 1 sene, 4 ay, 17 gün sürmekle beraber, hayattaki nefes sayısı da göreviyle birlikte bitti.
Bu sefer halef selef oldu, yâni biribirlerini takip ederek, Ebu Said tekrar ve 3. defa şeyhülislâm oldu 2/ocak/1654'den 1 l/mayis/1655'e kadar 1 sene, 4 ay, 10 gün, sürerek üç meşihatinin toplamı 4 sene, 2 ay, 10 gün olmuştur.
47. şeyhülislâm olarak Tulumcuzâde Abdurrahman Efendiyi 9 ay, 25 günsonra makamdan istifaen ayrılmış görüyoruz.
Memikzâde Mustafa Efendi 13 saat süren meşihatiyle görevde enkısa zaman kalan oldu.
49. şeyhülislâm Mesud Efendiydi ki, bu çok genç adamın meşihati 4 ay; 13 gün sürmüş, azlinden 15 gün sonrada idam ettirilmiştir.
50. şeyhülislâm ise Nahcıvan doğumlu Hanefi Mehmed Efendide vazifede, 4 ay, 5 gün kalabildi. Balızâde Mustafa Efendi, 6 ay, 2 gün kaldığı makamdan ayrıldığında takvimler 23/mayıs/1657'yi gösteriyordu. Bolulu Mustafa Efendi 1 sene, 9 ay, 28 gün sürecek hizmetine başladığı târihin son hizmet günü 20/mart/1659 oldu ondan boşalan yere, Bıçakçı-zâde Esirî Mehmed Efendiyi getirdiler. 2 sene, 10 ay, 14 gün sürmüştü.
54. şeyhülislâm Sunîzâde Mehmed Efendi, 3/şu-bat/1662'de göreve başlamıştı. Minkârizâde makamı meşi-x hate geldiğinden 11 sene, 3 ay sonra giderken târih 21/şu-bat/1674idi.
İstikrar avdet etmiş olmalıki Çatalcalı Ali Efendi, 12 sene, 7 ay, 4 gün süren meşihat dönemi tamamlandığında, târihler 27/eylül/1686'idi. 57. şeyhülislâm Ankaravî Mehmed Efen-didel sene, 1 ay, 5 gün sürdü ve makamı vefatıyla boşaldı.
Debbağzâde Mehmed Efendi; 2/kasım/1687'de vazifeye tâyin edildi. 3 ay, 12 gün makamda kaldı ve de yerini, 59. şeyhülislâm Erzurumlu Hacı Feyzullah Efendiye bıraktı. Fakat bu zâtın ilk meşihati 17 gün sürebildi. Şeyhülislâmın altıncı günü dolarken, 4. Mehmed'in tahttan indirilmesi gerçekleşti. Böylece 4. Mehmed; 19 defa şeyhülislâm tâyini yapmışsa da, iki zâtda ikişer defa meşihate geldiğinden on-yedi ayrı kişi ile çalışmıştır.
Dördüncü Mehmed döneminin, uzunluğu ve çok dönemli bir devri ihtiva etmektedir. Biz, burada yukarıda tamamlayıcı malumat olarak aşağıdaki çalışmayı ayrıca eserin bu sahife-lerine dercini uygun gördük. Köprülü Mehmed Paşanın vefatından sonra, vasiyeti üzerine sadarete oğlür Köprülü Fazıl Ahmed Paşa getirilmişti ve yaşı henüz 27 idi.
1072/1661tarihi yeni bir dönem başlatmıştı. Baba vezir, ülkenin iç nizâmını temin ettikten sonra yavaş yavaş serhad boylarında, kıpırdanan düşmanlara haddini bildirmek üzere harekete geçmişti ki, ecel onu yakaladı. Bahse konu hazırlıkları oğul sadrıazam Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa devraldı. Avusturya son zamanlarda Erdel işlerine pek karışır olmuştu. Hatta söz konusu belde üzerine asker bile sevketmişti. Bu mesele hakkında Avusturya ile yapılan müzakereler bir seneden çok sürdü. Sonunda müzakereciler geri çekildi. 1073/1663de mecburen Nemçeliler üzerine sefer açıldı.
Genç sadrıazam seferin baş kumandanlığını uhdesine aldı. Osmanlı ordularının geçmişde defaatle sopasını yemiş bulunan Avusturyalılar, kısa zamanda bu ordunun öncülerini karşısında bulduklarında şaşkınlığa düştüler ve hemen, sadrı azamın yanına gönderdikleri elçi ile aldıkları bütün kaleleri geri vermeye, Erdel üzerine sevk ettikleri birlikleri geri çekmeye amade olduklarını bildirdiler.
Fazıl Ahmed Paşa, son zamanda Avrupa siyasi mahfillerinde Osmanlı'nın zafiyeti hakkında alıp giden dedikoduları, boşa çıkarmak niyetiyle, Osmanlı Devletinin Kaanuni zamanındaki yapılan antlaşmaya eş bir antlaşma yapmak ve böylece Avrupada yayılan düşünceyi çürütmenin yolu olarak senede 30 bin altun vermelerini veya bir seferde, 200 bin altun ödedikleri takdirde, sulha razı olacağını serdetti.
Arkasındanda yürüyüşüne devam ederek; Ösek, Budin, Estergon yolu ile Ciyvar kalesi önüne geldi. Vakit geçirmeden mezkur yeride kuşatmaya aldı. Hemen o sırada Kırım Ha-nı'nın oğlu Ahmed Giray 100 bin Tatar süvarisi yanında olduğu halde gelip, orduya katıldı. Bu kuvvetin iltihakı, düşman üzerinde kuvvei mâneviyeyi sarsmağa yetti de arttı biie. Bir aya kalmadan Uyvar kalesi Osmanlı eline geçti. Tunanın karşı yakasına geçen Osmanlı ordusu burada Avrupanın ünlü komutanlarından Monte Kukuli birlikleriylen tutuştu. Monte Kukuli burada mağlup oldu. Tatar süvarileri de, Silezya ve Moravya'yı çiğneyip yağmaladılar. Avrupalılar bu Osmanlı başarısı karşısında birleşmeyi ve Avusturya'ya yardımı karar altına aldılar. Çalışmalara başladılar ancak kış bastırdığından onların ameliyesi yarım kalırken, Fazıl Ahmed Paşa da, kışlamak ve ordunun eksiğini gediğini tamamlamak üzere Belg-rad'da kışlağa çekildi. Bizim tarihlerimizdeki adı Demirkazık, olan meşhur Avusturyalı generallerden Zirinyi, Kanije kalesini kuşatma altına almışsa da, Fazıl Ahmed Paşa'nın gönderdiği kuvvetler karşısında mağlup olmuştu. Bu vaziyet Avus-^ turya imparatorunu 25 sene temadi edecek bir sulh yapma mecburiyetine taşımıştı.
1075/1664'de Avusturya Erdel'i ve civar kalelerini boşaltacağı gibi, defaten 200 bin duka altunu verecekti. Nevarki sadrazam bu teklifi az bularak elçileri geriye gönderme yoluna gitti. Askerleriyle San Gotar üzerine yürüdü. Raab Nehri üzerine köprü kurdurarak öteki sahile geçti. Mevsim gereği Raab suyunun taşması, karşı yakaya geçmiş onbin kadar Osmanlı askerinin, kendisinden bir kaç kat fazla Avrupalı müttefik askerleriyle tutuşması, askerin geri kalan bölümünün öbür tarafta kalması ve karşıya geçiş yolu olmak üzere yapılan köprüyü kabaran suların götürmüş bulunması, karşıda mahsur kalan kendinden bir kaç misli kalabalıktaki düşmanla boğuşa boğuşa şehadet şerbeti içen islâm askerini, bulunduğu yakada çaresizlik içinde seyretmek mücahidlerin, canevinden vurulmalarını intaç etmişti.
Düşman müttefik ordusunun bu savaştaki kumandanı daha önce, Fazıl Ahmed Paşanın yendiği meşhur Monte Kukuli idi. San Gotar Meydan muharebesi diye tarihe geçen savaşı, fevkalâde güzel bir şekilde tahlil etmiş bulunan. Gazi Ahmed Paşanın bir araştırmasını, ehemmiyetine binaen bölüm sonu sayfalarımıza almayı lüzumlu bulduk.
Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa, Avusturya seferinden döner dönmez, 1055/1645'de açılmış olan Girid seferi bunca zaman devam etmekte ve nice memleket evlâdının şehadet şerbetini içmesine sebeb olan savaşa son noktayı koyma hazırlığına girişmişti. Bu yirmi sene zarfında Girid'in bir çok bölgesi devletin eline geçmişti amma pek muhkem ve metanetle savunulan Kandiye ele geçirilememişti. Burası mücahidlerin yed'ine geçmeden, Ada'nında fethi gerçekleşmiş sayılamazdı. Bu büyük gaileyi ortadan çıkarmak için gerek deniz kuvveti, gerekse kara birlikleri hazırlıklarına girişti.
1076/1665 senesi ortalarında Edirne'den yola çıktı. 1077/1666'da Hanya'ya geldi. Kandiye'yi muhasaraya aldı. Ancak bu muhasara iki sene, sürdüğü halde başarıya ulaşılamadı. Sebebse, donanmanın pek kuvvetli olmamasından ve yeterli muaveneti gösterememesinden kaynaklanmıştı. Ancak düşman bu kuşatmaya 2 sene mukavemet edebildiler. Çünkü şehirde yiyecek azalmış, çarpışanların sabrı tükenmişti. Şehrin muhafızı sadrazamın son hücumundan sonra bir murahhas yollayarak, Venediklilere üç iskele bırakılmasını taleb eder. Bu iskeleler Suda, Ispiralunga, Garabi-ye'dir. Osmanlılara gelecek her hangi bir zarardan Venedik sorumlu tutulacak, bu hususta Galata'da bulunan Venedik Balyozuna müracaat mahalli sayılacaktır. Bu şartlar altında Kandiye kalesini teslim edebileceklerini söylediler. Malum olduğu üzere Girid fethi başlangıcından, nihayetine kadar verilen şehid sayısı yüzbini aşmıştı. Yalnız Fazıl Ahmed Paşa'nın saldırıları otuzbin kişinin telefatına sebeb olmuştu. 27/ey-lül/1669'da Kandiye teslim alındı. Bu teslim alış Osmanlıların enson büyük zaferidir. ;
Döneminin en büyük devlet adamı dense doğru bir tesbit yapmayı başarmış oluruz. İlim sahibi ve faziletli bir kimseydi. Çok konuşmaz, maksadını kestirmeden yerine getirmeye çalışırdı. Aklı tedbirlere pek ererdi. Mütevazi, eli açık bir kimseyken, çokça hiddetlendiği Fransa kralı 14. Lui'nin elçisini kendi elleriyle hırpalamış, hapse attırmış, böylece de, bu devletle aramızda büyük bir soğukluk yaşanmıştır. 23 yaşında vali olan bu bu zat, sadarete 27 yaşında geldi. Bu kadar genç bir sadrıazam işleri yürütmekte hiç zorluk çekmediğini göstererek dostları sevindirip düşmanları çatlatmayı sağladı.
16 sene fasılasız yüklendiği sadareti memleketin her tarafına sükunet, asayiş ve adalet içinde yaşayış temin etti. Eğer Paşanın ömrü biraz daha uzun olsaydı, Viyana seferinin muvaffakiyetle neticelenmesi mutlaktı. Bu fetih ise nice pürüzlerin çıkmadan yok olması demekti.
1089/1678 senesinde Ukrayna eyaletinin başşehri olan Cehreyn kalesi Rusların eline geçmişti. Gerek bu hududa yakın askerlerimizle, Kırım Hân'ı Selim Giray buranın hâlaskar-lığına memur edildiyselerde yapılan çarpışmalar askerimizin başarısızlığını dolaysıyla mağlubiyeti getirivermişti. Padişş'h 4. Mehmed vaziyete müdehale gereğini duyarak, birliklerin hazırlanması çalışmalarına bizzat katıldı. Seferi başlattığında Tuna Yalısına kadar askerle birlikte yürüdü. Burada orduyu, sadrıazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya teslim etti. Bu sadrazam düşman üstüne yürürken Cehreyn'L almayı plânlamış, fakat elinde tutabilme imkânını görememişti. Hakikaten kaleyi kurtarmayı başararak düşmandan aldı ve yıkmayı tercih etti. Ardından padişahın yanma avdet etti. Bu sırada İse, Rusların Çarı sulh talebini yapmaya mecbur kalmıştı bile. Teklif kaale alındı, sulh yapıldı vede İstanbul'a avdet edildi.
Tarihi Encümeni Osmani azasından Ali Sabri bey'in; kuruluşundan Merzifonlu Mustafa Paşa dönemine kadar geçen vak'a, varılmış bulunan hedefleri tahlil eden ifadesiyle sayfamızı süslüyoruz: "Üç asır içinde irili ufaklı ondört adet devleti ele geçiren, Avrupanın adeta tamamını yumruğunun altında boyun eğdirebilen, arazisinin yüzölçümü bakımından Roma imparatorluğunuda aşmış bulunan Osmanlı devleti, muntazam kanunlarıyla adilâne ve medeniyete beşiklik edecek mahiyette idare tarzı göstererek parmak ısırtırken, 1000/1592'den sonra yukarıdaki başarıları sergileyememek^ teyse de, yinede Viyana kapılarına dayanmakta, San Go-tar'larda düşmanı sıkıştırmakta pek geri kalmamışda eski şaşaa ve parlaklığı gösterdiği ileri sürülemez.
Esasında: 4. Sultan Murad gibi sağlam kimseler, Genç Osman gibi genç veya yaşlı fakat genç fikirli padişahlar, Köprülüler gibi devlet hayatına yeniden kan ve can veren kimseler, bu devrede de yetişmiş olsalar da, ne eskiler gibi icraat ve faaliyeti nede ötekilerin rezanet yâni ağır başlılık ve kifayeti yetersiz, çürümekte olan uzuvlarıyla, Osmanlı tamamıyla devasız olmamıştır.
Diğer bir anlatımla; her birinin kendi tesir ve faaliyeti, yine kendi zamanına bağlı kalmıştır. Çünkü, bu uzuvları çöküşe mahkûm eden sebebler ve alametler çeşitli idi. Bunlardan bazılarını hemen aşağıda belirtelim:
Birinci sebeb padişahların vaziyeti idi. Kuruluş ve müteakip dönemde padişahlarımız ordularının başında bulunur hatta savaşların en kanlı bölgelerinden kılıcından kan damlayarak çıkarlardı. Genç Osman'ı Lehistan seferi, 4. Murad'ı Bağdad ve İran seferleriyle, 4. Mehmed'in Köprülü vezirin ısrarlarıyla katıldığı Lehistan seferi, 2. Mustafa'nın katıldığı bir kaç sefer sayılmaz ise padişahların, 1000/1592'den sonra seferlere katılmadığı çok net gözlemleniyor. Esasta padişahların askerin yanında ve başında bulunmasının önemini tarih pek net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak tarihin ortaya koyduğu bu faydalar pek iyi değerlendirilemedi. Sultanlara söz geçirilemedi.
Efendim alıntı yaptığımız Ali Şeydi bey merhumun, bu ifadesine genellikle katılmak mümkünsede, buvka-naatini 1329/191 l'de beyan buyurduğunu görüyoruz. Bu devirde Osmanlı devletinin izmihlaline 11 yıl kalmış bir dönemdir. Ülkenin içine düşürülmüş bulunduğu ahval, yazarın düşüncesinde bir küşayiş husule getirmiş demekki, üstelik bu 1329 tarihi rumi dediğimiz hesabın icrasını gerektiriyorsa, bu da 1913 tarihine denk gelirki, Balkan mağlubiyetini tattığımız yıllara denk gelir, bu hâl ise yazarımızı daha fazla üzmüş olacağından, mütalaasında hata etmekte olduğunu bilememesine sebeb olur diye düşünüyorum. Asla unutmamak gerekirki; padişahlar ülkenin bir çok meselesi hakkında bilgilenmekten mahrum kalmış veya edilmiş olabilirde ancak, onların gafil olmadığı bir kurum vardır. Bu kurum orduyu hümayundur. Padişah komutasındaki bir ordunun düşman karşısında hem de o devirde yapılan savaşlar kafi neticeli meydan muharebeleridir ki; böyle bir savaşın tarafı olan ordumuz başlarında padişahları olduğu halde mağlubiyete duçar oldu-mu, devleti ayakta tutmak mümkün olabilir mi? Böyle olmadığını Yıldırım merhumun, Timur karşısında aldığı acı mağlubiyet buna misal oimazmı? O mağlubiyetin devri fetreti getirdiğini hatırlatmakla işin inceliğini ortaya koymuş oluyorum sanıyorum. Genç Osman'ı Hotin seferinde biran düşünseniz, padişahların bitmez tükenmez Paşalarını savaş alanlarına sevk ederek, devletin bekasını temine çalıştığını anlamakda mümkün. Evet, Ali Sabri beyin mütalasına bu kadar bir itirazla yetinerek devam etmeye koyulalım:
"Halbuki bu milleti Osmaniye padişahlarına madden ve mânevi bakımdan merbuttur. Padişah hangi yol ve anlayışı seçerse ahalide onun tercihine iştirak eder. Saray israfa ve sefahata ne kadar eğilim gösterirse halkda onların bu haline iştirak eder. Misal olarak, 2. Bayezid'i tarikata yönlendiren anlayışı, devletin memurundan ahalisine kadar herkesi zühd vede takva yoluna i'sal eder. Adeta taassub derecesine varan bir dindarlık hissi uyanır.
4. Murad; harb ve darb adamı olduğundan, ahalinin ağzında celadet, şecaat, cesaret, döğüş kelimeleri daha fazla dolaşır. 4. Mehmed'in avcılığı, ahaliyi de av meraklısı yapmaktadır. Görülmekte olan şudurki;
Osmanlı padişahlarının millet üzerinde kurduğu nakıs otorite ve tesiri sonucunda, üçüncü devre adı verilen dönemde ordumuz korkutuculuğu koflaşmış, devlet işleri idaresi intizamını kaybetmiş haldedir. Sultan 3. Murad sonrasındaki taht sahiplerinin çoğunluğunu yedi, onbir ve ondört yaşlarında çocuklar teşkilettiği müşahede olunur. Bu hâlin müncer olacağı vaziyet tâlim ve terbiyelerinin tamamlanmasına imkân kalmadan me'suliyeti yüklenmeye mecbur kalmalarıdır, bu vaziyette de, talim ve terbiye yoluyla yetişme yerine vakaların içinde yoğrulma ve boğuşmaya duçar olunmaktadır. Son vaziyeti yakalayana kadarsa, devlet işleri menfaatperest kişilerin çoğunluğunun husule getirdiği vükelâya veyahut da sarayda nüfuzunu devam ettirmeye çalışan tâifei nisâ'nın ellerine kalmaktadır. Padişahların eski tarz yetiştirilmesi sonucu elde ettikleri, muhariplik, kılıç kullanma, ata pek mükemmel binme, çeşitli harp aletlerini layıkıyla kullanabilme şansı, artık bu devir hakanlarının işi olmaktan çıkmış bulunduğundan, bunların orduyla beraber savaşlara gitmesi bir mâna ifade etmezdi, denmekle beraber, değerlendirmeyi yapan Ali Sabri bey'in biraz ifrata kaçtığını ifade, boynumuza borç olmuştur. Çünki; Yavuz Selim'den sonra gelen padişahların Hakanlıkları dışında bir de, halife sıfatları bulunmaktaydı ki; bu mânevi rütbe, askerimizin riayeti diniyede kaldığı müddetçe padişahın kılıcındanda, atındanda önem taşıyan husu-sattan olduğu, ne hikmetse gözardı edilerek yoruma gidilmiş.
3. Mehmed'in gerek Eğri Zaferinde, gerekse Haçova meydan muharebesinde gösterdiği manevi kahramanlıklarla, zaferin amili olmayı sergilemesi, Ali Sabri bey'in aklından çıkmış oİacak! Yine 3. Murad'dan sonra gerek yeniçeri askeri-
4. MEHMET) (AVCI)' nin, gerekse orduyu teşkil eden diğer sınıflarda bozulmalar her geçen gün çoğalarak, Genç Osman'ın tahta geçtiği sırada en şımarık dönem yaşanılmağa başlamıştır.
İstanbul'da silah taşıma yasağı olmayan enaz ellibin sivil erkek varken, çeşitli askeri sınıflar mevcudiyetini sürdürürken ve bunlarda bilhassa sipahiler de padişaha sempatileri mevcutken, bir kaç yüz kişiyi aşmayacak organize yeniçeri asi taifesi, bu genç padişahı islâm âlemine ve Osmanlı milletine hakaret edercesine katlederken görülen nemelâzımcılık askeri ve sivil cemiyetteki çürümeyi göstermesi bakımından Önemli bir numunedir. Dolaysıyla iyi bir kumandan bile, düzensiz ve disiplinsizliğe duçar olmuş bir ordu ile hangi başarıyı elde edebilir? Doğrusu üzerinde çok durulması icab eden hallerdendir.
Diğer bir hususda; batı dünyasında husule gelen terakki-yat bize nazaran bir hayli hızlı ve müsbet olarak gerçekleşmiştir. O milletler bizim ordumuz karşısında aciz kalırlarken, vaziyetin aleyhimize döndüğü, yaptığımız her cedelde yavaş yavaş kendini göstermeye başlamasıyla anlaşılmıştır. Bizim İstanbul'u fethetmemizden sonra Bizans'dan Avrupaya geçen hristiyan âlimleri, batı dünyasına islârn dünyasının yanında yaşamanın verdiği, avantajla ve islâm dünyasından aparttik-ları ilim ve fenleri nakletmeyi ödev bildiler.
Martin Luter tarafından açılan protestan mücadele, yâni klişe dini olan hristiyanlık karşısında lâzım olan reform gerçekleştiğinden, avrupa milletleri kendilerini cidden geri bırakan papasların dini ve onların ellerinden halas olmayı becerdiler. Bunun sayesinde bir çok ilimlerin ihyasına, keşiflerin yapılmasına muvaffak olmalarıyla beraber, hurafelerden kurtulmayı da başarmış oldular. Avrupa cemiyetinde görülen düzelmeler, tabiatıyla bunların askeri düzenlerine de yenilikler getirdi. Alman, Avusturya ve Leh ordusu kuru bir şövalye birliği olmaktan çıkmış, silah üstünlüğü, bizim aleyhimize olarak onlara geçmişti. Bizim tarafda ise intizamını kaybeden yalnız ordumuz değildi buna zamimeten, gerek ulema gerekse devlet kâtipleri aynı manzarayı veriyorlardı. Adetâ topye-kün bozulmaya yüz tutmuştuk. Misal olarak ilim dünyasında kendini ispat edebilmek için, gereken tahsili yapmak çok uzun senelere bağlıyken, 1050/1640'ların sonrasında bu tahsile riayet edilmeyip, bir âlimin daha mahalle mektebinde okumakta olan oğluna makam, lakab ve gelir getirici arpalıklar verilmeye başlanmıştır.
Diğer bir deyimle batı dünyası dirildİkçe dikleşiyor, bizler ise bozuldukça yamuluyorduk. Yine bir tesbit gerekiyorki, bozulmamızı hızlandıran unsurların hemen önemli bir tarafı-da, zor kullanmak ve zâlimleşmekdi. Halbuki Allah (c. c) Kitabı kelhamında, "zâlimlerin zulmünün cezasının mutlaka verileceğini ve de asla cezalanın hafifletilmeyeceğinin apaçık buyurmaktaydı. Yeniçeriler ve halk bu hakikati bilmelerine rağmen, madden ve manen bozulmuşlar bu tehdidi umursamaz hâle gelmişlerdi sanki. Ahlaken bozulmuş ferdlerin ayakta tuttuğu bir ülke tek yolun takipçisi olurki, bu yolda yıkılmağa ve tarih sahnesinden çekileceği ana koşmak yoludur. Yine önemli bir tesbittir ki; kadınların devlet İdaresine olsun, tahtı Osmaniye doğurdukları şehzadeyi oturtmak için yapmaya başladıkları entrikalar, 3. Murad döneminde kendine göstermeye başlar.
Hürrem Sultan, hâttâ ondan evvelki dönemlerde valideler çocuklarını çok şerefli bir görev olan padişahlığa çıkarabilmek için gayretler sergilemişlerdir. Ancak otoriter, yerine geçecek karakteri kendine göre tesbit etmiş padişahlara sözünü ettiğimiz çalışmaların pek tesiri-olmadığı görülmüştür.
Tarih sayfalarında; Otuz Sene Savaşları diye nam almış bulunmakta olan hengamenin bitiminden sonra Avusturya (Nemçe) imparatoru 1. Leopold, Macaristan üzerinde pek zalimane davranışların tatbikçisi olmuş, gerek ahali gerekse Macar asilzadelerinin çoğunluğunu hapis, sürgün ve idamlarla perişan etmişti. Bu dayanmak zor eziyetlerin sona ermesi niyetiyle, bazı Macar asilzadeleri, halkın galeyana gelmiş his-lerinede tercüman olarak, Erdel Kralını kendilerine ricacı edinerek, Osmanlı devletine başvurmak için aracı olmasını istediler, isteklerini padişahın dergâhına duyurmaya muvaffak oldukları talebleri, Osmanlı'nın Avusturya'nın yaptıklarına dur demesini ve bunun kuvveden fiiliyata erişmesi için mü~ dehale etmesini istemekten ibaretti.
Bu istek diğer bir deyimle, aynı dinin mensuplarının biri-birlerine yaptıkları zulümleri durdurmak için müslümanların merhametine başvurmaları demekti. Hristiyan âlemi için son derece aşağılık bir halken, adaleti taleb edilen müslümanların insaniyetininde ne yüksek mertebelerde bulunduğunu göstermesi bakımından, üzerinde önemli durulması gereken hususattan olduğu, bütün mükemmelliyetiyle ortaya çıkar. Dünya devleti olmanın gereği olarak Osmanlı bu istimdadla-nn bigânesi olmadı. Hemen feryadlara cevap olacak hareketleri sergilemeye başladı. Sefer hazırlıklarını ikmâl ettikten sonra, savaş ilânını Avusturya devletine 1093/1682'de yapı verdi.
Aslında yapması gereken tatbik edilmekte olan mezalimi kınayan, vazgeçilmesini taleb eden yazışmalarla, bütün insaf sahibi kimselere duyurma yoluna gitmesi gerekirdi. Çünkü içişlerde epeyice düzenlemelere ihtiyacı vardı. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa işi bu noktada önemli bulmadıki, savaş ilânını gerçekleştirdi. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Köprülü Mehmed Paşanın damadlarındandı. Aileye çocukken girmişti. Bir nevi evlâdı mânevi idi ve damadlıkla bu yakınlık bir kat daha perçinleşmişti. Merzifonlu Paşa, Fâzıl Ahmed Paşaya uzun yıllar sadaret kaimakamiığıyla yardımcı olduğundan Fâzıl Paşanın vefatından sonra, sadarete getirilmesinde bu yakınlıklar ve işlerde kazandığı tecrübe nazarı itibara alınmıştı. Yanında İkiyüzbİn asker olduğu halde İstanbul'dan çıkan sadrazam, Tuna Nehrini aştı. Viyana üzerinde sefere devam ederken önüne çıkan kale ve kasabaları da zapt etmekteydi. Viyana üzerine gelen sadrazamın ordusunun haşmeti, İmparator Leopold'un telâşına ve saray halkını yanına aldığı gibi şehirden uzaklaşmayı tercih etmesine düşürdü. Osmanlı ordusu Viyana önüne geldiğinde, karşısında hiç bir kuvvet görülmüyordu. Bunun üzerine şehrin kuşatma işlemine girişildi.
1094/receb'inin/19. 1683/temmuzunun/15. /çarşamba günü, başlamış bulunan muhasara, onsekİz saldırı yapıldığında eylül ayının 15. gününü bulmuş, altmış günlük bir kuşatmada geride kalmıştı. Fakat fethi mümkün olmadı Viya-na'nın. En önemli müverrihler ittifakları ile şu hususu belirtmektedirler. Harp ilmi üzerinde fazlaca bilgisi bulunmayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu eksiğini idrak etmediği gibi, kendisine bir takım tavsiyede bulunanlara, yapılması gerekenleri hatırlatanlara önem vermeyen hatta meramlarını anlatmaya fırsat vermeyen, davranış sahibi olarak tanımlıyorlar. Böyle davranışının sebebini, askerce zayiat vermemek için muhasarayı uzatarak, şehirdekileri teslim mecburiyetinde bırakmayı tercihi teşkil ediyordu. Halbuki bu tarzı tercih etmesi kendi açısından şu mahzurları taşıyordu:
Askerin zafere inancı azalıyordu. İaşesi zorlaşıyor ve her geçen gün düşmanın kendisine karşı koymak için, Avrupa devletlerinin kurtarıcı bir ordu tanzim etmelerine fırsat tanımış oluyordu. Hakikaten ülkesinin başşehrini terk etmiş bulunan imparator, avrupayı adım adım dolaşarak, hristiyan anlayışı harekete geçirerek, müslümanların istilasını önleme hususunda ittifak arama çabaları sarf ediyordu. Bu dolaşmalar, tahrikler ve teşviklerin semeresi görülmeğe başlandı. Başta Almanlar olduğu halde, Lehistan'dan ve bazı prensliklerden, misâl olarak, Kohlenberg savaşı diye anılan savaştaki prenslikler şunlardı: Bade Margrafları, Sadoa prensi, Bav-yera ve Saks prensleri, Eyzenah, Lanborgh, Holşteyn, Vor-temborg, Brunsvik Luneburg düka'lıklarıyla Avusturyalıların altı tane mareşali karşımıza dikildiler. Sadrazamın muhasara tedbiri, bir sabah yukarıda saydığımız gücün ani ve şiddetli saldırısına uğramamızı önleyemedi. Yiyecek noksanlığı ve hareketsizlik, yeniçerinin kuvvei mâneviyesinin kırılmasında en önemli tesiri icra etmişti. Böyle ani ve güçlü bir saldırıya karşı koyma yerine savaş alanını terk etmeyi seçince mağlubiyet mukadder oldu. Her ne kadar askerin tamamı firara başvurmamışsa da, çarpışan gurup azınlığı teşkil ettiler. Şereflerini muhafazaya muvaffak oldularsa da, hayatlarını düşman elinden kurtaramadılar. Meydan 10 brn şehid, 300 top, 15 bin çadır ve bol miktarda harb levazımını kaybeden Osmanlı ordusunu taa YıldırırnTimurlenk savaşı olan 1402'deki Ankara savaşından beri böyle bir bozgunla karşılaşmadığı tarihi hakikatlerdendi bozgunu ancak Yanıkkale'ye çekilerek durdurabilirdi. Ne varki; daha derlenip toparlanmadan Lehistan ordusu, yâni Polonyalılar üzerimize öyle ani ve kuvvetle saldırdılar ki, verdiğimiz zayiat iyice fazlalaştı. Serdar ancak, Belgrad'a çekilmeyi akıl etti.
4. Mehmed; Viyana bozgunu haberini aldığında bir hayli üzüldü. Ancak bu işde, sadrıazamın kötü idare ve tedbirlerinden haberdar olmadığından, kendisi teselli babında pek süslü bir kılıç hediye etme nezâketini gösterdi. Daha sonra hakikati hâle vakıf olunca tereddütsüzce idam emrini verdi. Bu mağlubiyet bu kadarla kalmadı. Macaristan üzerinde yapılan mezalime son verdirmek üzere harekâta geçen İslâm müca-hidleri seferi başarısızlıkla bitirince, dişleri dökülmüş, tirnak-landa sökülmüş orta yaşlı bir arslana benzemeye başlamıştık. Topraklarımızın genişliği, fert halinde sergilediğimiz kahramanlıkları görenler arslanhğımiza inanıyor, topluca sefere çıktığımızda umulan elde edilmiyordu. Bu mağlubiyetin hemen ardından bazı kalelerimiz elden çıktı, umulmaz bozgun düşmana cesaret verdi. Papa'nın teşvikiyle meşhur "İttifakı Mukaddes!" kuruldu. Lehistan, Venedik ve Rusya bazı devletler birleşip birleşip üstümüze yürümeye başlamışlardı. Ruslar bilhassa Kırım hân'lığının üzerine bütün güçleriyle eğilmişlerdi. Bu mutlaka savaş şeklinde olmayıp, çeşitli va-adler ileri sürerek, gösterdikleri menfaatlere râm ederek, Osmanlıdan ayırma metodlarını denemeye başlamaları gözden kaçmıyordu.
Kırım bu sebebden ikiye münkasımdı yâni ikiye bölünmüştü.
' '
Viyana önünde sadrıazamm hatasından olsun, kendilerinin beceriksizliklerinden olsun, münhezim olarak Edirne'ye dönen asker başta yeniçeriler olmak üzere, biz feci bir mağlubiyete uğrayarak ülkeye dönerken, padişah hâla Edirne'de av peşinde koşmakta, bize böyle padişah lâzım değil sözleri birden bire ortada dolaşmaya başladı. Bu arada İstanbul'a varan asker bu talebini sadrıazama, devlet adamlarına ve ulemaya dayatmaktan çekinmediler. Hemen peşinden Ayasofya Camiinde bir toplantı akdedildi. Buradaki toplantıdan çıkan karar Sultan 4. Mehmed'in hâl edilmesi, yerine 2. Süleyman'ı tahta geçirme kararı uygulandı. Tarih bu sırada 1099/1687yi göstermekteydi. Sultan 4. Mehmed taht'tan indirildikten beş yıl sonra irtihal eylemiştir.
4. Mehmed esasasında iyi kalbli bir kimseydi. Yumuşak, şefkatli cömert olarak ömrünü geçirmiştir. Çok renkli bir saltanat geçirerek, nice badireler atlatmış ve uzun bir dönem padişahlık etmiştir. Üç devre ayırabileceğimiz padişahlığının birinci dönemi müthiş sıkıntılarla ve kadınların söz sahibi olduğu çeşit, çeşit entrikaların, isyanların, sürgünlerin kauTle-rîn yaşandığı bir dönem olmakla beraber, Köprülü Mehmed Paşa ile başlayan devire adetâ devletin yükselme devrinin en şaşaalı günlerinin hatırlandığı ve mukayeseye medar olacaK başarılar görülmüştü. Viyana bozgunundan sonra ve Kara Mustafa Paşa'nm bu bozgunun müsebbibi olarak idamı, düzelme imkânının yok edilmesi sonucunu vermişti. Taht'tan hâl'i, son devresinin son olayı olmuştur. Bu görüşümüzü te'yit eden bir tarihçi şunları söylemektedir: "Şehriyan müşa-rileyhin 41 sene süren ahdi saltanatları, üç devire taksim olunabilir. Birinci devre, bidayeti cüluslarından, Köprülü Mehmed Paşa'nm sadaretine yâni 1058/1648den 1066/1656'ya kadar mümted olarak padişah hazretlerinin sinni sabavetlerine müsadif ve ahdi sabıkın seyyiatine, mu-karin olduğu cihetle idarei devletin en müteştet zamanların-dandır. İkinci devir, Köprülü Mehmed ve Ahmed Paşaların hengâmı sadaretleri olan 21 yıllık 1067/1657-1087/1677 zamanıdırki; Bu devrede saltanatı Osmaniye, devri Süleyma-nı Hâni'de vâsıl olduğu mertebei refi'ai şevketü mekinete avdet etmiştir. Üçüncü devre dahi evahiri saltanat Mehmed Hân olan oniki senelik zaman olup Köprülülerin ras'ı umurdan te-baidi cihetiylede o devrede devleti mütecavere ile ağır bir harbi umumiye tutuşmuş ve zayiatı mütenabeaya uğramıştır.
"Sultan 4. Mehmed'in en isabetli davranışlarından biride ceddi 2. Selim'in devlet idaresini Sokollu Mehmed Paşanın dirayetine ve mahir idaresine bırakması gibi, kendisi de, devlet gemisinin idaresini Köprülülere bırakmayı tercih etmesidir. Baba Köprülü irtihal ettiğinde, yerine oğul Köprülü'yü getirirken, menfi olarak yapılan telkinlerin hiç birine kapıl-maması ayrıca takdire sezadır. Şunu da belirtmeden geçmeyelim ki; Sultan Mehmed'e Avcı lakabı verilmiştir. Biz bu eserde bu lakabı pek kullanmamışsakda, yok da sayamazdık. Sultan Mehmed, ülkenin karanlık günler yaşadığı dönemlerde bile av peşinde koşmakla itham olunmaktadır biz bu hususa tarihlerin söylediğinden başka bir şey ilâve etme durumunda değiliz. Ancak; bu av merakının her padişahda bulunan meraklardan olduğunu beyana cesaret edelim. Ayrıca Osmanlı devletinde av partileri, bir çok maksada matuf olarak tertiplenerek, başta savaş ekserzisi sayılacak hızlı at sürme, nişancılık, iz sürme gibi tatbikat safhasına girdiğini de belirtelim. Bu arada; devlet işlerinin kendi omuzlarından tamamen alındığı Köprülü Mehmed ve Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşalar devrinin kendisine sağladığı rahatlık, avcılığa fazla zaman ayırmasına fırsat verdi dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız.
Sultan 4. Mehmed'in; Osmanlı devletinde, Kaanuni Sultan Süleyman'dan sonra, en uzun müddet taht'ta kalan, padişah olduğunu göz önüne alarak devrinde, dünyanın diğer ülkelerinin başındakilerin kısa bir listesini vermeye çalışalım. Almanya'da 3. Ferdinand ve 1. Leopold, Britanya yâni İngiliz-lerde 1. Şad, Olİvya Kromvel, Rişar Kromvel, 2. Şarl ve 2. Jak muasırlarıdır. Papalıkda 10. Inosan, 7. ve 9. Koleman, 10. Koleman 11. İnosan ile Rusya'da İmparator 1. Aleksi, 3. Feodor, 5. İvan, 1. Petro, İmparatoriçe Sofi ve Fransa'da ise,
14. Lui dünyada aynı dönemde yaşadıkları yöneticileri teşkil etmiştir. Yeni Camiin banisi olan Turhan Valide Sultan'm dini bütünlüğünü ortaya koyan şu davranışını, sayfamızı süslemek için belirtelim:
4. Mehmed'in önce Mustafa, arkasından Ahmed adı verilen çocukları dünyaya geldikten sonra, kardeşi Süleyman ve Ahmed'i boğdurtmak düşüncesini haber alan Hatice Turhan Valide bu iki şehzadeyi hemen himayesine almış, gerek Top-kapı gerekse Edirne sarayında, bîr siyanet meleği gibi koruyucu kanatlarında muhafazya muvaffak olmuştur. Sabetay Sevi meselesi bu padişahın döneminde vukubulmuştur. 4. Mehmed bir müslüman kadın ile yahudi gencin zina ithamıy-la yargılanıp, recm cezasına mahkum edilmelerinden dolayı, yapılan infazı seyrettiği tarih sayfalarında yer almaktadır. Yazısı pek güzel olmadığından bunun eksikliğini çocuklarına hat dersi aldırmakla telafiye çalışmıştır. Musiki meşgul olduğu bir zevkiydi. Segah tekbirin bestekârı Mustafa İtri Dede olsun, Hafız Post olsun padişahın daima iltifatına ve hediyelerine nail olmuş büyük sanatkârlardır. "Abdi Paşa Vekayina-mesi" bu devri en güzel anlatan bir kaynak olmakla beraber, medihnâme gibi kaleme alındığı bilinmektedir.
Padişah 4. Mehmed: "Gönül ne Göksuya mail ne sân yâre gider Sipahi gamdan emin olmağa hisar'e gider" Beytini söyleyen kimsedir. Hanımlarının arasında, bir şâire olan Afife hanım en sevdiği eşidir. Afife hanımı şu beyitle tasvir etmiş, gönderdiği şiirinde: "Beyazlar geydiğince bir dürri yektaya benzersin. Siyahlar geydiğince sen hemen Leylaya benzersin. Yeşiller geydiğince tûti güyaya benzersin. Benim hoşbu Âfifem sen güli rânaya benzersin." Bu şiiri alan Afife hanım aşağıdaki beyitle padişah kocasına mukabelede bulunmuştur: "Beyazlar geydiğince padişahım Ay'a benzersin. Siyahlar geydiğince Kâbei ulya'ya benzersin. Kızıllar geydiğince
cevheri hamzaya benzersin. Benim heybetli hünkârım hemen deryaya benzersin."
4. Mehmed'in ilk hanımı, Rabia Emetullah Gülnuş Sultandır. Şehzadeler bu hammındandır. Giritli Verzizzi ailesinden olan Gülnüş Sultan kadının, Girit Serdarı Deli Hüseyin Paşa tarafından Resmo fethi esnasında esir alındığı ve hanedanı âli Osmana hediye olunduğu kaynaklarda yazılıdır. 1052/1642 yılında Girit'de dünya'ya gelmiştir. Sarayda padişahın gönlünü çalarak başkadmefendi olmuştur. 1664'de şehzade Mustafa'yı, 1673'de Ahmed'i dünya'ya getirmiştir. 1715 senesinde vefat etmiştir. Cesedi Edirne'den İstanbul'a getirilmiştir. Üsküdar'da adını taşıyan camiin haziresine def-nedilmiştir.
Sultan 4. Mehmed'in 2. hanımı Gülnar kadın diye meşhur tarihçi Ahmed Refik (Altınay) iddia etmektedir. Ancak bu hanım hakkında bilgiye rastlanmamıştır. Afife Kadın hakkında şiirlerden başka bilgi yoktur. Şu şiiri pek manidardır. Çünkü 4. Mehmed'in tahttan indirilmesinden sonra yazılmıştır: "Söyleyin Gülnûş'a karalar bağlasın Ah ettikçe ciğerini dağlasın Sultan Mehmed Şimşirlikte ağlasın Bana hayf değil mi der Sultan Mehmed" 4. Mehmed'in; altı kızı olduğunu beyan eden Alderson, ancak üç isim verebilmektedir, bunlar da Hatice, Fatma ve Ümmügülsüm Sultanlardır. Sultan 4. Mehmed 1099/1688'de tahttan indirildikten sonra 5 sene daha ömür sürmüş, 1693'de darı beka eylemiştir ve annesi Hatice Turhan Valide Sultan'ın türbesine defnolunmuştur. Bu türbe Mısır çarşısının Sultanhamam çıkışına yakın köşesindedir.
Muharriri: Mühendishanei Bern Hümayun Nazırı Erkânı Harb Ferik'i Ahmed Muhtar **** Tâb ve Naşiri Tüccarzâde İbrahim Hilmi (Çığıraçan) Kütübhanei islâmi ve askeri Tüccarzâde İbrahim Hilmi Çığıraçan 1326/1908
Sultan 4. Mehmed'in saltanat döneminde, sadrazam ve serdarı ekrem Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı'larla Feld Mareşal Monte Kukuli'nin kumandasındaki Avusturya ve müttefiklerinden kurulu, müttefikler ordusu arasında 1075/1664 senesinin muharreminin, 8. ağustos ayının 1. günü olan Cuma gününde meydana gelen "San Gotard Meydan Muharebesi" ile bahse konu meydan savaşından önce ve sonra yapılan askeri harekât hakkında verilen önemli ve esaslı bilgileri kapsamaktadır. Bu eserin meydana getirilmesinde başvurulan kaynaklar Osmanlı yazarlarının eserlerinden:
1- "Sahaifil Ahbar" adlı Müneccimbaşı tarihi
2- Abdurrahman Şeref beyefendinin "Tarihi Devleti Osmaniyesi
3- Defteri hakanı eski nazın Mustafa Paşa merhumun" Ne-tayicül Vukuat" adlı mühim eseri.
4- Bu sefer sebebi ile Viyana'ya elçi olarak gönderilen Evliya Çelebi merhumun, seyahatnamesi.
5- Tarihi Raşid
6- Çenberlitaşda bulunan Köprülü kütüphanesinde mevcut "Tarihisülâlei Köprülüzâde" adı taşıyan Tarihi Hususi.
7- Gülşeni Maarif isimli osmanlı tarihi.
8- Fudeladan Ahmed Rıfat efendi merhumun "Lügati tarihiye ve Coğrafya" adlı meşhur eseriyle, Kamus ül âlâm.
9- Osmanlı askeri yazarlarından miralay Tahir bey merhumun "Müellifatı Askeriyye Tetkikatı" adlı eseri.
10- Tarihi Cevdet, Fezlekei Tarihi Osmani, Sicilli Osmani, ile daha bir çok tarih eserleri. ....
Ecnebi Yazarların,eserlerinden: , ,
1 Vortenburg erkânı harbiyei umumiyesi miralaylarından, İsveç askeri üniversitesi azasından meşhur, Kauzler'in 1847 senesindebasılan ve Ezminei kadime yâni geçmiş zamanlardaki, kurunu vusta ve ezminei cedid, yâni orta çağ ve yakın dönemdeki savaşların bahsini eden büyük atlaslı meşhur eseri.
2 Avusturya ve müttefikleri ordusunun başkumandanı Monte Kukuli'nin 1760 yılında, Amsterdam şehrinde basılan "Memovar dö Montekukuli" adlı meşhur eseri.
3 1683 senesinde "Viyana Önünde Osmanlılar" adıyla, 1883 senesinde Prah ve Layipzih şehirlerinde yayımlanan ve "Kari Lovazel" tarafından yazılmış mühim eser.
4 Almanyalı Wilhe!m Totebum adlı bir zatın 1887'de Ber-linde yayımlanan "Monte Kukuli ve Sen Gotard Masalı" eser.
5 Hammer ve Joannen adlı zatların Osmanlı tarihleri, vesaire. Montekukuli, Avusturya devletinin fransa ile yaptığı harpte, bilhassa 1675 senesinde fransızların meşhur mareşali, Toren'e karşı yapmış olduğu savaşlarda, Avusturya ordusuna tam bir ustalıkla komuta etmiştir. Son seferden sonra Lins şehrine çekilerek ömrünün geri kalan kısmını askerlik hatıralarını yazmakla geçirmiştir. Esere ve yazdıklarına dair geniş malumat almayı arzu edenlere, meşhur askeri yazarlarımızdan merhum Mehmed Tahir beyefendinin "Müellifatı Askeriye Tedkikatı" adlı askeri eserler arasında, nefâsetiyle temayüz eden kitaba müracaat edebilirler. Montekukuli'nin San Gotar savaşına ait bilgileri ihtiva eden "Memovar"ında Montekukuli'nin bir resmi bulunup, alt yazısında Meclisi Harp reisi, Tophane müşiri, Raab Valisi ve asakiri imparatoriye başkumandanı olarak unvanları yer almaktadır. Tovassun Şövalyeliği, unvanları arasındadır, ne eriştiler. Ne kadar uzun olsa, bin sene bile yaşanılmış bulunulsa, yine bir sonu olan ömür uzunluğunu, şehadet rütbesine, namus ve sadakat kaidesine feda etmediler. Askerlik dünyası; şu San Gotard fedakârlarını ilelebed, şanla şereflerle yâd edecektir. Bütün islâm âlemi ve Osmanlılar ruhupâkilerine bundan sonraki her gün kıyamete kadar, saygılar sunarak rahmetler dileyeceklerdir. (Rahmetullahi aleyhim ecmain) Almanların erkânı harplerinden meşhur Kauzler'in; yapılan savaşın meydana gelmesinden evvelki vaziyetler hakkındaki beyanları içinde yer alan, aşağıya alacağımız bölümü pek dikkat çekicidir. İşte: "Nehrin geçid noktası yakınlarında vaziyet almış Osmanlı bataryaları alafranga saatle, sabahın dokuzunda ateşe başladılar. Bunlar ateş ettikleri sırada, Bosnalı İsmail Paşayı emrinde bulunan, üçbin sipahi ve yine üçbin yeniçeri ile Raab nehrini geçit mahallinden karşıya geçmiş görüyoruz. İmparatorluk askerlerinin ileri karakolları Osmanlılar tarafından mahv ve perişan edildi. Avusturyalı Naseslo ve Kiyel Manes-kiğe adlı komutanlar idaresindeki piyade alayları ile Şemiyet komutasındaki zırhlı süvari alayı, yazdığımız ileri karakolların imdadına koşmuşlarsa da, bunlarda Osmanlıların perişan ettikleri arasına katıldılar. Yeniçeriler; Mükeksedorf köyünü işgal ederek o bölgede siperler kazarak usulen bu metrislere girdiler. Sipahiler dahi imparatorluk askerinin ordugâhına kadar girip, tesirlerini göstererek, orada bulunan imparatorluk askerlerinin çeşitli yönlere firarına sebeb olmuşlardı. Bosnalı İsmail Paşanın düşman ordugâhına yaptığı tam başarı sayılan hareketi gerçekleştirdiği sırada, Osmanlı ordusunun tamamı nehrin sağ tarafındaki tepeler üzerinde bulunan kendi ordugâhlarından çıkarak nehrin sahili boyunca doğru inişe geçti. İşte bu sırada sadrazam büyük bir hata işledi ki, bu hatası şu idi: düşman ordusunun bölünmüş cenahlarını <yâni sağ ve sol yanlarını> hiç bir şekilde işgal etmemek ve Raab nehrinide geçmiş bulunan askeri birliğe, yeterli sürat ve acele ile yapılmasını gerektiren yardımı sevketmemiş olmaktır.
"Montekukuli'nin geçmişteki beyanından, hakikati aynen ortaya koymadığı <yâni geçit hareketinin-bir adam tarafından yapılan hatalardan dolayı değil, belki Osmanlıların fenni askeri kaidelerine uygun olarak ve gayet ustaca, cesurane hareketi sayesinde muvaffakiyet elde edilmiş bulunduğu, bu hareketten sonra Avusturya ve müttefikleri kuvvetlerinin müthiş bir baskına maruz kaldığı>
Kauzler'in yazılı beyanından iyice ortaya çıkıyor Avusturyalılar ve müttefiklerinin, baskına uğradığını Montekukuli de, tasdik edip, itiraf eylemektedir. Bu baskının verdiği neticeyle; Avusturya ve ortağı devletler ordusunun içine düşmüş bulunduğu perişanlık, Montekukuli'ninde itirafları arasındadır. Önceden olsun, sonradan olsun anlatılardan anlaşılacağı üzere bu baskın, bütün müttefikler ordusunun, kafi bir hezimete uğradığı şeklinde telakki ettirmiştir. Herkes, adetâ başının çaresini aramağa başlamış, şu bir avuç Osmanlı bahadırlarının, yüzbin kişiyi aşan Avusturya ve müttefikleri birliklerinin içine dalıvererek rast geldiklerini kılıç ve mızrak darbeleri ile yere sererek, düşman ordugâhımda çiğneyerek herkesin kalbine korku ve endişe saçtıkları, Montekukuli'nin itirafıyla doğrulandığı gibi, yedi saat süren bu müthiş an Osmanlının zaferi kazanmasına ramak kaldığını gösterir. Eğer; kesin zafer elde edilmiş olunsaydı, pek şanlı olan ilk muzafferiyetin arkası getirilebilmiş olsaydı, düşman ordusu tamamen esir veya artık herhangi bir harekete mecali kalmayacak şekilde hareketsizliğinden yok edileceklerdi. Böylece de, padişahın ordusu önünde hiç bir engel kalmadiğından, doğruca Viyana şehrini muhasara altına alacaktı. Böylece daha sonra 1093/1682'de sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın komutasındaki kuvvetin Viyana'ya şevkinin, 2. Viyana kuşatması adıyla anılması ondokuz sene evvel başlamış olacaktı. Daha ileri safhalarda verilecek, tafsilattan anlaşılacaktaki; Montekukuli'nin dediği gibi sonunda kesin zafer, düşman (Osmanlı) tarafında kalmamış ve şu kadar ki, Raab nehrinin tasmasıyla nehrin karşı sahilindeki Osmanlı askerine yardıma koşulamadığından yalnız oradaki askerimiz mecburen perişan olmuştur. Avusturya ve müttefikleri ordusunun tamamının mahv olup çökmesinden Raab kalesinin zaptına dair esas maksat gerçekleşememişti. Böylece nehri başka bir tarafdan geçerek, düşman üzerine hücum için sadrazamın ordusu bu vakadan sonra nehrin akışı istikametinde sağ sahil boyunca yeniden askere çıkış harekâtına başlamış ise de, işin sonunda devleti âliye lehine olarak yapılan sulh antlaşması harbin nihayet bulduğunu ilân etmiştir. Şu halde Montekukuli'nin, güya büyük bir meydan savaşı kazanmış gibi yazmış olduğu eserine hodbince satılmış yazılar karalaması garib sayılacak şeylerden değilmidîr? Gelecek sayfa ve satırlarda bu hususata ait bir çok hakikati efkârı umumi-yenin tetkik nazarlarına sunacağız. Montekukuli; bahse konu muharebenin tafsilatı hakkında bilgiverirken demekteki; "..Bu esnada sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, nehrin bizim bulunduğumuz tarafına asker geçirmekten bir an geri kalmıyordu. Buna bağlı olarak Osmanlının bütün kuvvetlerinin bu mahalde toplanmakta olduğunu gördüğümde ve bizi o kuvvetlerle eşitlik bakımından mukayese edersek vaziyetinde aleyhimize olduğunu müşahede ettiğimden yanımda bulunan Markidö Maşlo'yu, sol cenahda bulunan Fransızların kumandanı Markidö Kolonyi'ye çabucak gitmesini verdiğimiz karar mucibince bize yardıma davranmalarının, zamanının gelmiş olduğunu söylemesini ve bu yardımını ise pek acil şekilde yapmasını rica ettiğimi bildirmesini ten-bihledim. Kolonyi; bazı müşkülatlar ileri sürdüysede, tahminen bin kişi kuvvetinde, iki tabur ve tamamı altıyüz atlı süvari olan dört bölüğü gönderdi.
Gelen piyade taburları, Foyyad'ın süvari bölükleri ise Bu-veze'nin komutasında idiler. Bu kumandanlar ise emir ve komutamıza girmek ve ilettiğimiz, emirleri almış olduklarını, yüksek sesle emir tekrarı yaparak bildirmek ve büyük cesaretle yerine getirmeye pek büyük gayret göstermişlerdir.
(*) Bizim kuvvetlerimiz; işte ancak Fransızların ve diğer müttefiklerin, Şiplık ve Piyo komutasındaki piyade ve Ra-paksi komutasındaki, süvari alaylarından meydana gelmiş kuvvetlerin yardımıyla meydanı harbde sayımız çoğalmış bulunduğundan, işlerin azar, azar lehimize sayılacak güzelliklere dönüştüğü görüldü. Ne var ki Osmanlılar da, bulundukları yerde kurmaya başladıkları mevki müstahkemler sayesinde kendilerini sağlama almağa koyulmuşlardı. Öte yandan Osmanlının büyük bir süvari kolu, yarım fersah yukarıda nehri geçti. Öbüryandan da bir takım Osmanlıya ait asker daha aşağıda Sen Gotard köyü yakınlarında nehri geçmek teşebbüsüne başlıyordu. Eğer Osmanlıların bahse konu hareketleri başarıyla sonuçlansaydı ordumuz tamamen bir kuşatmaya maruz kalmış olacak böylecede zafer Osmanlılar tarafında kalacak idi.
(*) Sen Gotard savaşına iştirak eden ve çoğunluğunu, süvari şövalyelerin teşkil ettiği fransız askerînin bıyık ve sakalları traş edilmiş ve eski usulleri gereği, saçları kadın gibi uzatılarak enselerinden aşağı salıverdiklerinden dolayı sadrazamın bunları kadın zannetmesinden ve böyle savaş girmiş olmalarını ve davranışlarını gördüğünde hayrette kalırken, bu fransız şövalyelerinin üzerlerine atılan osmanlı askerini birbirlerine, "öldür öldür" feryatlarıyla coştururken, buna ilavetende savaşı başarılı bir tarzda sürdürmelerini gördüğünde, bu hayreti şaşkınlığa kadar varmış idi. Çünkü bunların kadın olduğunu sanmaktaydı. Avrupalı bazı yazarlar sadrıazamın bu şaşkınlığını eserlerine almış bulunmaktadırlar. Monteku-kuli yukarıda saydığımız tehlikeli hareketi ifadeden sonra, bu hareketi zafere çevirmek için aşağıdakileri yapmamın gerektiğini anladım demekte. Bütün ihtiyat askerinin geride bulunanı ve Şiparuk alayları, nehrin üst tarafına ait bölümü müdafaaya koştular. Müttefik ve fransız askerleri nehrin akışına doğru atılıp, düşmanı (Osmanlıları) durdurup, nehri geçmekten menetmeye muvaffak oldular.
Anlatılanlara dayalıdırki; savaş nizamının merkezi, harbi hâl ve fasl eyleyecek duruma cilvegâh olmuş ve o an, büyük bir önem kazanmıştı. Burada bir an bile zaman kaybı olmamalıydı. Çünkü; böyle bir yerde ve vaziyette tereddüd içinde kalınırsa, Osmanlılar buradaki mevkilerinde kendilerini kuvvetlendirme, sağlamlaştırmaya vakit bulacaklardı. Harb mevkiinin yerini ve faydalı taraflarını, düşman askerinin (osmanlı askerinin) düzenini bizzat kendim yeniden tahkikle keşfe giriştim. Bunu tamamladıktan sonra diğer arkadaşlarında, istikşafatta bulundurduktan sonra diğer generaller ile birlikte saldırıya geçmek üzere tertibat yapma karan aldım. Bu arada bazı zevatın çekilmek fikrinde olduklarını, başka bir takımınında daha evvelce ordugâhı terk etmiş olduklarını vede birtakımının da yine ricat fikriyle dolu olduğunu gördüğümden vücudumuzu kurtarmak için, cesaretimizi kolumuzun kuvvetini kullanmaktan başka çare kalmadığım, bu bakımdan bütün gücümüzle düşmana saldırmamız ve mağlup etmek için, en son gayretimizin dahi gösterilmesinin gerektiğini söyledim. Galibiyeti elde edemediğimiz takdirde metanetle ölümü seçmemiz icab ettiğini, yahud zafer veyahudda canımızdan vazgeçmemiz icab ettiğini bunu yapabilmek içinde cesur olmanın kâfi geleceğini beyan ettim. Yukarıda ifade ettiklerimi tamamladıktan sonra bir anda her cihetden düşmanın üzerine atıldık. Aynı yerde bulunan düşmanın dehşet verici tarzda attıkları, nâra ve sayhalarından ve onlara karşı kullandığımız ateşli silahlar ve çeşitli topların husuie getirdiği seslerin meydana gelmesinden, gökleri sarsıcak büyüklükteki şamata içinde savaşmağa başladık. İmparatorluk askeri alaylarından Şepik; Piyo, Tasso, Loren, Şinadav, Rap-pak alayları sağda ve imparatorluk askeri ve bilhassa Şuab dairesi askeri ortada, fransız askeri solda bulunuyorlardı. Bahse konu askerin hepsi bir kavis şeklinde yürüyerek düşman kuvvetlerinin kuşatılmasını cepheden ve yan taraflardan hızla yürüyerek gerçekleştirdiler. (Meydan savaşının Viyana'da basılmış bir eserden alınan resmin gösterdiğine dikkat edilmesi) İki hasım arasında meydana gelen müthiş kapışma neticesinde istihkâmlar inşa ederek yerleşmiş oldukları araziyi terk etmeğe, bunla da iktifa edilmeyip, gayri muntazam şekilde geri çekilme hatta kendilerini nehre atmağa mecbur oldular. Bu vaziyet öyle bir karmaşa, korku ve dehşet halinde vukua geldi ki oskerin pek dar bir geçid içinde sıkışarak birbiriyle çarpışmağa, birbirlerini itip kakmağa mecburiyetlerinden dolayı> göğüs göğüse savaştan canını kurtarabilen ne çare nehir içinde boğuldu. General Şiparuk ise, düşman <osmanlı> süvarisine meydan okuyarak, büyük bir savaşın kanlı sahnesini yaşadı, üst tarafda ise, düşman süvari askerleri ise, Hırvatlar ile imparatorluk askerlerinden Dragon süvarileri tarafından mağlub edilmiştir. Nehrin karşı yakasında mevki tutmuş bulunan düşman topçusu; tüfenkli askerimiz tarafından, arkası kesilmiyen bir atışa mâruz bırakılarak toplarının başından ayrılma fiilini işleme vaziyetine düşürüldüler. Bizim askerin bazıları sahilin karşısına yüzerek geçtiler. Buradaki topların bazılarını çivilediler, bir kısmını da nehre yuvarladılar. Daha sonra da, nehire dökülen toplarda çıkartılıp ordugâha getirildi. "Yukarıya almış olduğumuz Montekuku-li'ye ait ifadeden sadrıazamın karşı sahile asker şevkinden bir an bile geri durmadığını bununla birlikte Osmanlı kuvvetlerinin tamamının burada buluştuğunu, buna bağlı olarak da kuvvetler arasında eşitlik kalmadığını, sol cenahdaki fransız -ların kumandanı olan Kolliniden yardım taleb etmeye mecbur kaldığını, itiraf ettiğini anlamış oluyoruz. Bir takım adi davranışları, Montekukuli gibi büyük bir asker ve komutanın ağzından işitmek, doğrusu insanı hayretlere garkediyor. Bakınız koskoca mareşal, bilinen eserinin başka bir bölümünde, kendi söylediklerini yine kendi ifadeleriyle nasıl yaralıyor. "Suların azgınlığından Raab nehri o kadar kabarmıştı ki savaşın ertesi günü nehrin kenarında bulunan karakollarımızı, geri çekmeğe mecbur olduk. Bundan başka Osmanlıların savaşa seyirci gibi bakmış'otuz bin atlısının*tamamen dinç olarak savaşa hazır bulunması... Takibin yapılamamasına asli sebeb gibiymiş şeklinde gösterilebiliyor." Şu ifadesiyle Montekukuli; otuzbin Osmanlının harbe hiç girmemiş olduğunu itiraf ederse, neticesinde kazandığı galebenin, zaferin temini İçin Osmanlının bütün kuvvetinin bir araya gelmiş olması nasıl mümkün oluyor. Bütün anlatılanlardan anlaşıldığına göre, çoğu gerek ecnebi, gerekse yerli tarihlerde gösterildiği üzere Montekukuli'ninde nehrin ortasında, kendileriyle harbe giriştiği askerin, Osmanlı askerinin tamamı olmayıp, bu ordununun mahdut bir kısmıdır. Yâni; Avusturya ordusunu ansızın basan ilk Osmanlı taarruz birliği ile onları kuvvetlendirmek için sadrazamın fezeyan yâni; suların kabarmasından önceki ana kadar, karşıya geçirebildiği sayısı belli bir miktar asker, tahminen orduyu hümayunun sekizde/birini teşkil etmektedir. Tarihçilerin çok büyük bir bölümünün kanaati bu muharebede Avusturya ordusu ve müttefik devletlerin gücünün tamamı yüzbin kişiyi aşmaktaydı, buna karşılık-da Osmanlı kuvvetlerinin tamamı seksenbin civarında idi. Nehri taşıran su feyezanına kadar bu kuvvetin ancak onbin kişilik kuvveti karşı sahile çıkarılabilmişti. Böylece nehrin suları kabarınca imdadına koşulması gereken Osmanlı kuvveti, onbin kişiydi. Bu askerin imdadına gidemeyen Osmanlı kuvvetleri katliamın ancak seyrine bakma durumunda kalırken, mareşal Montekukuli bu kuvvetin onbin kişi olduğunu görmezden gelerek, beyanında kuvvetlerin eşitsizliği münasebetiyle, fransızlardan yardım isteme mecburiyetinde kaldım demesi, gülünecek hâldir!
Nehrin öte tarafında, avusturya kuvvetlen ve de müttefikleri ile başbaşa kalmış onbin kişi civarındaki Osmanlı birliği, aradaki aleyhlerine olan korkunç güç ve sayı farkına rağmen cesaretle, soğukkanlılıkla çarpışıyorlardı. Kifayetsiz kuvvet ve sayıca az olmalarına rağmen, osmanh birliği muzafferiye-te nail olmak şansına erecekti nerdeyse. Ancak; geriden gelmesi gereken takviye, nehrin sularının kabarması yüzünden mümkün olmayınca bulundukları mevkii düşmana vermemek için, olanca güçleri ile savaşmaya koyuldular. Bu duruma bağh olarak, Montekukuli bu fırsattan istifade ederek, ce-' nahlardaki bütün kuvvetleri merkeze topladı ve kendi kuvvetlerinin binde birini teşkil etmeyen Osmanlı üstüne saldırdı ve hududu belli bir muvaffakiyet kazandı. Yukarıda söylediğîmiz gibi, onbin osmanh askeri nehrin öbürtarafında, çok büyük kuvvetler karşısında katliama tâbi tutulmaktayken geri kalan ve kuvvetin büyük kısmını teşkil edenler seyretme durumunda kalmıştı. Buradaki kuvvet otuzbin kişi olmayıp, adetâ Osmanlı kuvvetlerinin çok büyükçe kısmını teşkil etmekteydi. Osmanh birlikleri nehrin sularının kabarmasından pek az önce düşmanın sağ ve sol cenahlarına saldırıya geçmişse de, daha erken yapılması ve merkezle birlikte yapılması gerekirken, yapılan tehir, nehrin kabarması sonucuna denk gelince başarı elde etmek kabil olmamıştır. Buna bağh olarak, düşmanın sağ vede sol cenahları serbest kaldığından Montekukuli bu serbestlikte merkeze, yeterli kuvvet çekebilme şansını bulmuş ve kullanmıştır. Geçde olsa avusturya kuvvetlerinin sağ ve sol saflarına karşı hücumla vazifelenen osmanh yan kollan, Montekukuli'nin dediği gibi, Osmanlılar kendilerine karşı koyan gücün kuvvetlice mukavemetinden değil, taşmış bulunan nehrin karşı yakasına geçemediklerinden bir şey yapmağa muvaffak olamamışlardır. Yine Montekukuli'nin dediği gibi; bu cenahlardan birinde Osmanlı güçleri başarılı olsaydı, avusturya ordusunun kalabalık bir süvari kuvveti ile arkası alınmış olacak, bu süvari gücü hasebiyle avusturya ve müttefiklerinin tamamı arkalarını feyezan halindeki Raab nehrine vermeye mecbur kalarak, Osmanlı merkez hücum kolu ile cenah kuvvetlerinin arasında kalarak ya tamamen mahvolacak ya da, terki silah etmeğe mecbur kalacaktı. Ne çareki; takdiri İlâhi böyle tecelli etmiş, Raab neh-rininde suları kabarmış, Osmanh askerlerinin istihsal edeceği bir zafer tahakkuk etmemiş oldu. Montekukuli'nin uzun uzun anlatmaya çalıştığı, aldığını söylediği harb tertibatına bakarsak, bu ifadelerinde takdiri hakkettiği söylenebilir. Ancak; kendi kendine meydana gelen su kabarmasının husule getirdiği fırsattan istifade ederek, tabiyatiyle yapması gerekeni tatbik etmeyi anlatırken gösterdiği mübalağa inkâr ediimez şekilde kendini sergiliyor. Karşısında pek zayıf bir güçle direnen düşmana karşı, çok üstün bir kuvvetle elde edilen galibiyette hele talihin az görülür derecedeki büyük yardımı sayesinde gösterilen muvaffakiyete bir büyük kumandanın bu kadar sevinmesi ve büyük bir şeref duymaması icab eder.
Montekukuli'nin bu savaştaki başarısını mübalağalı yersizce övünmesi, savaş erbabının ciddiyetiyle tanınmış kimseleri arasında takdire mazhar oİamaz. Mareşal Montekukuli savaşın nihayetinde, kendisinin askerlerinden bazılarının nehri yüzerek geçtiğini ve Osmanlıların bırakmış olduğu topların bir kısmını çivilediklerini, bir kısmını da nehire yuvarladıklarını, bilahire sudan çıkarılıp karargâhlarına getirdiklerini söylüyor. Şimdi kendisiyle savaşmakta olanlar mağlup edilmişler, yazılan toplan da bırakıp gitmişler İdi. Geçit yerinin ellerine geçmesi ve Osmanlıların burada kurduğu muhakkak olan vede mareşalin ifadesinin tamamına bakarak hâlâ mevcud bulunması icab eden köprüden galib olarak geçerek bahse konu toplan ele geçirerek ordugâhlarına nakletmelerini gerektirirdi. Askerlerin bazılarının nehri yüzerek geçip, topların bazılarını çivilemesi ve bazılarımda nehre yuvarlamasına hiç lüzum yoktu. Montekukuli'nin bu ifadesiylede ortaya çıkmaktaki, Raab nehri askerin geçişine müsaade etmeyecek tarzda taşmış, üstündeki köprüyüde alıp götürmüş, buna bağlı olarak da, suyun öbür tarafına geçmiş bulunan Osmanlı askeri lâzım gelecek yardımı alamamış, kendisinden on mislinden fazla sayıdaki düşman kuvvetine mağlup olmuştur. Mareşal Montekukuli; savaşın safahatı ve neticesine sözü getirerek diyorki: "Bahse konu savaş pek kanlı ve inatla sonu belirleyecek açıklıktan uzak tarzda cereyan ediyordu. Avrupa saati İle sabahın dokuzundan önce başlayıp, akşam üstü onaltıya kadar devam etmiştir. Her iki taraftan bir hayli insan ölmüşsede ve bir çokda yaralı varsada, osmanlı tarafının kaybı dahada ziyade idi. Osmanlılar meydana gelen bu sa-vaşda yardımcı askerlerini değil, belki en savaşçı, en cesur, kahramanlığı ile temayüz etmiş seçme askerlerini, dünyaca meşhur yeniçeri ile arnavut askerleriyle, sipahilerini yâni Osmanlı devletinin kılıçla kalkanı sayılan, İstanbul'un en birinci bahadır yiğitlerini zayi ettiler. Tarih sayfalarında misaline pek ender rastlanır ki böyle, büyük bir kavga ve cenk ile kuvvetlerinin hepsinide biryere toplamış büyük bir ordunun sahrada, yukarıdan beri anlattığımız şekilde perişan edilmesine rastlanmış değildir. Yapılan bu savaşda düşmandan (Osmanlıdan) bir çok sancak vede bayraklar ele geçirildi. Ayrıca çeşit çeşit altun ve gümüşden, beygir takınılanda ele geçti. Nice sanat eseri kılıçlarla, para ve pek kıymetli taşlar, velhasıl külliyetli miktarda ganimetin sahibi olduk. Savaştan sonra bir hayli zaman geçmesine rağmen, mezkûr nehrin dibinden nice kıymetlere hâiz ganimet çıkarılmaya devam olunmaktaydı. Suyun üstünde yüzen cesetlerde, çengelle kenara çekilenlerde de bu kıymetli ganimetlerden bulunuyordu. Bu savaşda tecrübe bakımından yetersiz olan yeni askeri merkeze koymak, kendilerine daha fazla emniyet ve itimat edilmekte bulunulan kıdemli askerin yan bölgelere konma suretiyle tabiye olunması bu üzücü neticeyi davete sebeb olmuştur.
Bilhassa düşman yalnız merkeze hücum etmeyip, cenahlara da hücum etmiş, Raab nehrini merkeze karşı bir yerde geçmiş bulunduğundan askerlerimizin burada bulunan az bir bölümü, eğer etraf ve yanlardan gelen yardımlarla takviyesi sağlanmasaydi, ordunun tamamı Osmanlıların, biraz büyükçe kuvveti tarafınca ricata mecbur bırakılsaydı büsbütün ku-şatılacaktı. Yanı vede arkası alınarak feci bir mağlubiyete duçar edilecekti. Böyle durumlarda askerin azlık olmalarından doğan eksiklikleri, cesaretle ikmal ile bertaraf etmeleri mutlakı lâzım edendir. Arzu edilen bu çeşit hassa tecrübesiz askerde değil, belki değeri ve kıymeti denenmiş tecrübeli ve muntazam askerde bulunacağı aşikârdır. Bundan başka bizim yaptığımız gibi merkezi kendisinin yakın ve bitişiğinde bulunan cenahların yardımıyla takviye edip himayeye almak kolay ise de, aradaki mesafe büyüdükçe bir uçdaki asker ile taa diğer uçdaki askerin koruma altında bulundurulamaya-cağı herkesçe kabul edilir. Anlattıklarımızla görülürki; meydan savaşı yinede kaybedilme tehlikesine maruz idi. Sükunetle incelersek görülecektirki, müttefik askerler meydana gelen çeşitli karışıklık ve perişanlık yüzünden, bozulduktan sonra dahi ölmeyi yaşamaya tercih eden, asla minnet ve âmâna düşmeyen yeniçerilerle, arnavutlann cesaret ve kahramanlıklarının ve metanetlerinin yüksekliği, denizlerde görülen med ve cezir olayı gibi zaman zaman askerimizin gerilemesini, vakit vakitte kendilerinin geriye çekilmesi bundan dolayı savaşın uzun bir zamanının meşkûk kalması, barutun bitmeğe yüz tutması gibi hususlar savaşın kaybedilmesine dair ikna edici delillerin başhcalanndandır. " Avusturya ve müttefikleri ordusunun başkumandanı olan Montekukuli'nin anlattıklarına göre: sabahın dokuzundan akşam üstüonaltı'ya kadar yedi saat sürmüştür. Alman erkânı harp miralaylarından meşhur Kauzler; yedi saat süren bu savaşta müttefiklere ait kuvvetlerin bir hayli ölü (60 subay, 2000 asker) verdiğini, karşı ordununda 6 bin ölü, 8 binde Raab nehrinin sularında boğulduğunu ifade ediyor isede, Osmanlı tarihçilerine göre bizim zayiatımız ordunun tamamına nisbetle pek az olup, avusturya, müttefik ordusunun zayiatı ise, Osmanlılardan bir kaç misli ziyadedir. Savaş alanı ve bilhassa harb nizamının merkezi sayılan Mükeksedorf köyü yakınları müttefikler or-\ duşu mensubu askerlerin (eşleriyle dolmuştur. Montekuku- \ li'nin, Sen Gotard savaşı hakkında yukarıda kaydettiğimiz^ sözlerinden olan Osmanlıların en seçme askerlerini telef e -tiklerine dair ifadeleri, pek mübalağa sayılsa yeridir. Montekukuli'nin bu ifadesi kendisini büyüklük kompleksine kaptırdığını ortaya koymaktadır. Çünkü; ordusunun tamamının 80binkişi olduğu ve bu kuvvetin lObin kişisi nehri geçmiş ve Montekukuli kuvvetleriyle çarpışmıştır. Yetmiş bin kişinin bil-fiilsavaşa girmediği noktada, seçme askerin kaybedilmesi olayı nasıl mümkün olabilir? Montekukuli, hakikati söyleme yolunu tercihi şu ifadeyle gerçekleşebilirdi: "Bu savaşda Osmanlılar seçkin askerlerinden olan yeniçeri ve sipahilerin az bir kısmını kaybetti" Mareşal Montekukuli'nin Osmanlıları tamamen bozduğuna ve büyük bir zafer kazandığına dair ifadelerde bulunması, şaşılacak şey olmayıp, ancak gülünecek bir haldir. Bu kumandanın anlatmaya çalıştığımız hududu belli başarısını, tarihlerde ve bilhassa Avusturya tarih kitaplarında, hassaten de kendisinin kaleme almış olduğu "Me-movar"ında tarif edilmez büyüklükte gösterdiğini müşahede eden hakikat sever zevattan, almanyah Wilhelm Notebom adlı zat: "Montekukuli ve Sen Gotard Masalı" adını verdiği bir eser kaleme almıştır. Bahse konu eserde Montekukuli'nin tesir ve rolünün tarihçiler tarafından büyütülmüş olduğunu ikna edici delillerle ortaya koyduğu rahatça görülür. Bu eser 1887 senesinde Berlin'de tâb olunmuştur. Bay Wilhelm bu çalışmasını yaparken bahse konu savaş hakkında yayımlanan bütün kaynaklara bakmış, risale haline getirilmemiş nice hatırat ve layihalarıda taramıştır. Hâttâ h. 1153/m. 1740 senelerinde ülkemizdeki basılmış tarih kitaplarından olan "Râ-şid Tarihi"ne de müracaat etmiştir. Bütün bu tetkiklerden sonra bu alman muharrir, yapmış olduğu eserde, iki asırdır avrupayı ve avrupalıları pek büyük bir zaferin sahibiymiş gibi adeta aldatmış olan Montekukuli'yi bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Herhalde bu Montekukuli'nin, kazanıldığından bahsettiği parlak zaferin çeşitli ganimet mallarının kıymetinin de mübalağa edilmiş olduğunu kabul gerekir. Montekukuli, tecrübesi yetersiz askeri yalnız merkeze koymakla yaptığı hatayı itiraf ediyor. Yaptığı bu hata ile birlikte, yapılmasına, pek geç başlanan ve suyun taşması sebebiyle başa-çıkılamayan hücumlarından birinde başarılı olunduğu takdirde, kendi ordusunun başına geleceği gayet tabii olan felâketi pekgüzel görüp tetkik ediyor. Ayrıca cenahlar ile merkez arasındaki büyük açıklığı, kendisinin yaptığı gibi cenahlarda-ki askerle merkezi korumak her dem mümkün olmayacağını düşünebiliyor. Meydan savaşının neredeyse kaybetme tehlikesi bulunduğunu göstererek, hududu belli başarısının bile kendisine pek pahallıya oturacağını dolaysıyla gösteriyor. Hele Osmanlı askerinin kahramanca ve usanmaz bir iman ve inançla yaptığı savletleri, din ve devlet uğruna ölmeği, yaşamağa tercih ettiklerini tasdik ve ifade ederek, her zaman iftihar ettiğimiz ecdadımızdan bize hatıra sunmuş oluyor. Mon-tekukuli; düşmanın takibi üzerine sözü getirip diyorki: Bozulmuş ve korkuya dalmış ve dehşete düşmüş olan düşmanın takibiyle zaferden büsbütün istifade etmek akla gelmemiş değildi. Hatta Kartaz (Kartaca) ordusunun başkumandanı Anibal'e bu hususda isnad edilen ayıp ve kusur bile bu sırada, iyice düşüncemizi sarmıştı. Fakat gelecekteki korku engel teşkil etmiştir. Düşmanı takip etmek için geçilmesi gereken nehrin suları savaşın sona ermesiyle başlayan fezeyan-dan dolayı o kadar yükselmiştiki, nehrin kenarında bulunan karakollarımızı dahi ertesi günü çekmeğe mecbur olduk. Bir de; düşmanın savaşa seyirci gibi bakma durumunda kalmış olan otuzbin atlısının son derece dinç ve savaşa hazır durumda olması, son hücumda ise ekmek ve cephanenin tamamen tükenmiş olması, askerin önemli miktarda azalması, yorulmuş bulunması hatta konması şart olan karakolların bile asker azlığından dolayı konulamaz hale gelmesi, bu takibin yapılamamasının esas sebebi olarak gösteriliyor. Bundan da başka düşman; kendi ordugâhını kaldırmayıp, ağustosun beşinci ve altıncı gününe kadar yalnız sıkıştırmak, takviye yapmak ile yetini vermişti" Montekukuli büyük bir meydan muharebesini kazanmış olduğuna herkesi inandırmış bulunduğuna kanaat getirdikten sonra, alelusul yapılması icab eden bîr takibden bahsederek, Aniballerden filânlardan, misal getirdikten sonra takibi yapamamasının sebebi hususunda beyanda bulunmaya çalışıyor. Bir büyük meydan muharebesi kazanılmışım ki takip mümkün olsun?. Osmanlı kuvvetleri bütün kuvvetinin ancak sekizde birini kaybetmekle birlikte faal durumunda, mükemmel nizamında kalarak, dehşet ve iktidarını sergilemekte ve düşmanı tepelemek için, hâla fırsat gözleyerek savaşıp darbe vurmaktan asla aciz değildi. Bulunduğu yerde bütün korku salan heybetiyle beş gün kalmış, harekete başlamamış idi. Bu vaziyette galib olarak geçinmekte olan Montekukuli mağluplardan çok, çöküşe ve perişanlığa düşmüş olduğunu beyan ettiğinden dağınık ordusuyla Osmanlıları takip işini nasıl yapacaktı? Montekukuli, savaşı anlatırken kendisinin zaferini iyice parlak göstermek için, düzmece bir plân icad etmiştirki, o dahi Raab nehri sularının güya savaşı bekleyip de takibe mâni olmağa savaş biter bitmez suların kabarmasının başlamış olmasıdır! Fesübhanal-lah!
Koca Montekukuli, herkesin gördüğü, osmanlı tarihçilerinin tamamının meydana koyduğu koca bir hakikati <yâni savaşın cereyanı sırasında, nehrin birdenbire taşarak karşı sahildeki osmanlı askerine artık imdada gidilememiş olduğundan mecburen o askerler yenilmiştir. Şimdi böyle açık bir hakikati nasıl saklamaya cesaret edebiliyor? Ancak romanlarda rastlanan, garib tesadüfler Sen Gotarda da kendini gösterdi! Ecnebi tarihçi ve yazarlar ile osmanlı müverrihleride acaba savaş yapılma esnasında meydana gelen şu suların kabarmasını, karınlarındanmı uydurmuşlardı? Deniiebilirmi ki; bu hususda ecnebi yazarlarda yalanı seçmeyi tercih ettiler? Kesin olarak tesbit olunmuştur ki; feyezan yâni suların kabarması öğleden biriki saat geçince birdenbire başlamış, nehrin üzerine kurulu hafif köprüyü alıp götürmüş, nehrin iki yakasını birleştiren vasıta ortadan kalkmış oluyordu böylece. Bu vaziyet karşısında az bir sayıyla kalmış osmanli askerini, bütün kuvvetleriyle kuşatıp, kuşatmada kalan askeri bozmak için, büyük müşkülâtlarla karşılaşarak ancak muvaffak olabilen Montekukuli'nin, nehri kendi ordusu ile geçebilmesine, farzı muhal geçse bile <karşı sırtlarda avusturya ve müttefikleri ordusuna hâla dehşet saçan faaliyet ile mükemmel vaziyette olduğu kendisi tarafındanda tasdik olunan> osmanlı ordusu, kısmı azaminin aç vede perişan halde olan ordusunun durumunu kendi itiraf eden kimse böyle bir orduyla takibe kalkışabilirini? Savaştan sonra meydana gelen durum iyice tetkik olunur, bilhassa savaş ağustosun birinci günü meydana geldiği halde, Montekukuli'nin itirafına göre osmanlı ordusunun ağustos'un altısına kadar, bulunduğu mevkii terk etmeyerek vaziyetin telafisini fırsatı olduğu düşünülürse, ileride anlatılacağı gibi bu savaştan sonra yapılan sulh antlaşmasının Osmanlılar lehinde cereyan ettiği düşünülürse, Montekukuli'nin takiplerden, filanlardan bahs ettiğine kendisi her zaman osmanlı ordusunun tehdidi altında kaldığı halde, galip olarak geçindiğine cidden hayret edilse elverir. Montekukuli; Sen Gotard savaşından dolayı avusturya'da meydana gelen büyük memnuniyete dikkat çekerek şöyle demekte: <Zaferin haberi, avusturya imparatoru ve bütün halkın gözünde fevkalade neşeyle karşılanmış, bu haber üzerine Viyana mabedinde de pek büyük ayinler yapılmış, neş'e içinde toplarının şehre velveîesâz olmuş bulunduğunu, imparator tarafında^ yazılıp orduya gönderilen mektuplarla kendisine ye emrindeki generallerle zabitana arzı teşekkür ve takdirlerde bulunulduğunu, kendi eliyle italyanca yazarak, adına göndermiş olduğu iki mektupda dahi hakkında fevkalâde iltifatlar yapıl-- masına vede bu mektupların gelecek nesiller için kıymet bi-çilemeyecek derecede, pek pahalı bir hazineyi teşkil ettiğini bundan başka, hizmetinin mükâfaatı olarak imparatordan uhdesine kendi ordularının leytonan generalliği <feriklik> rütbesi verildiğini*bir de, imparator tarafından mükafat olarak, bütün askere birer maaş ihsan olunup, bununda memnuniyeti umûmiyeye sebeb olduğunu nakil ve rivayet ediyor. Bu rivayettende anlaşılıyor, ki Montekukuli ötedenberi her zaman muzaffer olan osmanlı ordusunun, nehri geçen bir müfrezesine, suların kabarması yardımıyla elde ettiği zaferi, pekçok parlaklıkta göstererek bildirmiş ve bu başarı pekde büyük görülmüş ki kendisine, büyük teşekkürat yapılıp, mükafatlara nail edilmiştir. Montekukuli; Sen Gotard meydan savaşından sonra avusturya'da husule gelen büyük memnuniyete sözü getirerek "Muzafferiyet haberinin avusturya im-paratorununun ve bütün halkın gözünde fevkalade neş'e ve sürura sebeb olduğu görüldü. Alınan zafer haberi gereğince Viyana büyük mabedinde azim bir ayin yapıldı. Tesit için atılmakta olan topların sesiyle neş'e bulunduğunu, imparatorun kendi eliyle yazarak orduya gönderdiği mektuplarla, Monte-kukuli'ye ve maiyetindeki komutanlara, generallere ve zabitlere teşekkürlerin arz olunduğunu, çeşitli takdirata mazharol-duktan sonra, imparatorun kendi el yazısı ile italyanca olarak yazmış bulunduğu iki mektubdan memnuniyetini belirtmiş ve gelecek nesline, bu iki mektubun paha biçilmez kıymet taşıyan hatıra olarak kalacağının zevkini tatmıştır. Ayrıca imparator, kendi ordularının başına kumandan yaparken "liyotonan generalliği" "<bizdeki feriklik> rütbesini verdiğini ayrıca askerlerin her birine bir maaş ikramiye ihsan ettiğini1' beyan ediyor, bu anlatılandan ortaya çıkıyorki; Montekukuli eskidenberi devamlı galip gelen osmanlı ordusunun nehri geçen bir müfrezesine karşı suyun kabarması sayesinde elde etmiş olduğu galibiyeti pek fazla büyütüp, parlatarak bildir-liştir. Hakikaten bu anlatım vakayı büyük göstermeğe yara-ıışki, teşekkür ve mükafatın büyük tutulduğu görülmüştür.
Kauzler, bazı ecnebi ve osmanlı tarihçileri nezdinde Os-nanh askerinin muvaffak olamamasına aşağıdaki sebebler medar olmuştur. Montekukuli; feld mareşallik rütbesiyle diğer rütbelerini daha sonraları avusturyanın diğer savaşlarında elde etmiştir. Genellikle, sulh zamanında gösterdiği büyük yararlıklar kendisine mükafat olarak bu rütbeleri getirmiştir. <Montekukuli'nin tercümei haline müracaat
1) Raab nehrini önce geçen ve avusturya imparatorluk askerini kendi ordugâhları ortasında tarn bir emniyet içinde iken basan ve şecaatin son raddelerine kadar sebat etmiş bulunan Bosnalı İsmail Paşa komutasındaki osmanlı birliğinin himayesinde ihmal bulunularak, lâzım gelen zamanda ona yardımın gönderilmemesi ve düşmana vurulması gereken kuvvetli darbe fırsatınında kaçırılmış bulunması;
2) Raab nehrinin henüz suları kabarmadan önce avusturya, müttefikler ordusuna ait iki cenahada daha önce hiç do-kunulmaması, bu cenahların bulundukları iyi halde serbest bırakılması, Montekukuli'ye merkezin yardımına gelebilmek için bu cenahlardan istifade etme şansının sağlanması;
3) Cenahlara hücuma geç başlanıldığı gibi gevşek davra-nılmasida, bu hücumların tam fayda vereceği esnada suların kabarma vakasının cereyan etmesi hareketi adetâ akim bırakması;
4) Büyük bir hızla yağan yağmurun tesiriyle, öğleden sonra Raab nehrinin taşması ve bu su üzerindeki hafif köprüyü götürmesi böylece de iki sahili birbirine bağlayan vasıtadan mahrumiyet;
5) Ordunun yanında her vaziyete uygun tarzda kullanılabilecek tam tekmil köprü takımlarının, nehrin karşı sahiline atış yapabilecek uzun menzilli topların ve bundan başka, düşman ordusuna nisbetle yeterli sayıda adi topların dahi bulunmaması;
6) Bu savaş esnasında, eski savaş nizamımızın bozulmağa başlamasına ait zamanda olması buna karşılık ise, avrupalı-ların savaş usullerinde, bir hayli terakki etmiş olduğu döneme rastlaması;
7) Müttefik askerlerinin, başkumandanı olan general Mon-tekukuli'nin fevkalade ustalık ve sebatkârlikla savaşı idare edebilmesi, yazmış olduğu mezkûr savaşı anlatan eserde durumu her ne kadar abartmışsa da, bunların ze_ki, başarılarını değerli bulmak gerektiği, rivayete göre general Montekuku-li'nin emrinde bulunan generallerin telaş ve korkulan başkumandana erişememişti defalarca yapılan osmanlı hücumları karşısında harp ilmine vukufiyeti sayesinde dayanması, başarısında büyük rol oynadığını kabul lâzımdır.
Tarihi Devleti Osmaniye diyorki: "Osmanlı ordusu Raab Çayı'nın sol yakasına geçmeğe savuşup, bir münasib geçid bulmak üzere, sağ yakasını ve avusturya başkumandanı general Montekukuli de geçişe engel olabilmek için, sol sahili takibe başladılar. San Gotar köyüne gelindiğindeyse dar bir geçit yeri bulundu. Sadrıazam hemen burda bir köprü kurulsun emri verdi. Asker kurulan köprüden karşı yakaya geçmeğe başladı. 8/Muharrem/10751/ağustos/1664'de Yeniçeriler; düşmanın gözleri önünde suya atılarak selamet sahiline çıktıklarında da savaşlarının kaidesine göre derhal toplanıp şiddetle harbe koyuldular, ne çareki, bir taraftan suların tuğyanı diğer taraftada, o zamanın en önemli savaş bilgini olan Montekukuli'nin manevraları Osmanlı kahramanlarının gösterdiği cesaret ve sebat yüz güldürücü netice vermedi. Ayrıca avusturya ordusunda Kpntdö Kolini komutasında altıbin fransız askeri de bulunuyordu. "Netayİcül Vukuatın özetlenmiş beyanatı aşağıya alınmıştır: "Sadnazam, Raab nehrini geçip diğer ismi Yanıkkale olan Raab kalesini muhasara etmek kararını verdi. Geçid yeri bulmak içinde nehrin bir tarafından giderken, general Montekukuli de nehrin öbür tarafından yürümekte olup, herhangi bir geçiş hareketinin önünü kesmeği plânlıyordu. Bu sırada dört süvarinin yanyana geçebileceği büyüklükte bir geçid yerine rast gelindi. Hafif piyade birliğinin geçişini sağlayacak mertebede küçük bir köprünün inşa edilmesiyle, karşı kıyıya onbin kişi kadar geçirilebilindi.
Bu asker, karşılaştığı Avusturya askeri ile yaptığı çarpışmada onları ricata mecbur eyledi. Tam bu esnada sular kabardı. Bunun sonucu meydana gelen selin, hafif olan köprünün yıkılmasını sağladığı görüldü. Bu olay sonunda; Avusturya askeri moral bulup, az bir kuvvetle ve yardımsız kalması mukadder Osmanlı birliklerinin vaziyetine karşı, üstün bir duruma geldi. Osmanlı askeri ölümün veya esaretin hesabını yaptığında, tarihden gelen alışkanlığıyla çarpışarak şehid olmayı tercih etti ve şanına lâyık bir hamiyyet ve kahramanlık gösterdiler ve şehadet şerbetini içtiler. Her nekadar uğranılan zayiat pek fazla sayılmazsada, gerekse nehrin taşkın hâli, gerekse Avusturyalıların bu durumdan istifade ederek savunmada avantajlı duruma geçmiş olmalarından dolayı Ziget- karar verildi."
Osmanlı tarihleri arasında yer alan ve pek de makbullerinden sayılan "Raşid Tarihi" bu seferle ilgili olarak özetlemeye çalışacağımız aşağıdaki ifadeyi serdetmiş: "h. 1075/muhar-rem/3 m. 1663/temmuz/27 pazar günüdürki serdarıekrem hazretleri, islâm askeri ile Raab nehri kenarında bulunmakta olan, Karmend ve Çakan adlı palangalar karşısında çadırlar kurup, karşıyakadaki plangalar karşısında olduğundan o tarafa asker geçirmek için köprü yapmaya karar verildi. Köprünün oralarda bulunan düşman birlikleri islâm askerinin karşıya geçebilmesini önlemeye çalışıyordu. Eskiden Morava suyu denilen Mor nehri üzerindede Osmanlının geçişini güçleştirirken şimdi de bu Raab nehri üzerinde de Nemçeiiler, yâni Avusturyalılar engel olmağa çalışmaktaydılar. Bu sırada da bunlarla sulh müzakereleri de devam etmekteydi. Maddelerin kendi içlerinde, müzakerelerinin yapılması müsaadesini kullanmaktaydılar.
Red cevabı gelmesi endişesiyle savaş alanını terk etmeyen, Osmanlı askeri reisleri arasında yapılan toplantıda Raab suyunun geçilmesi, oradaki askerin üstüne gidilmesi kararlaştırıldı. Büyük gayretlerle ve çalışma ile Sankoncar yâni Sen Gotarda bulunan palanganın üst yanında bir saat mesafede olan mahalde dört atlının yanyana geçebileceği genişlikte olan suyu özengiden yukarı seviyede olan geçit yeri bulundu. Yüksek ferman gereğince ocak halkı, İsmail Paşa, Bosnalı Mehmet Paşa, Kaplan Paşa aynı ayın sekizinci günü bahse konu yere geldiklerinde acileten bir köprünün yapılmasını nehrin karşı yakasını da zaptetmek ve burayı muhafaza etmek için deve'ler ile bir miktar, yeniçeri geçirip, vardıkları yerde siper almayı kararlaştırdılar. Düşman askeri, vaziyetten haberdar oluncada hemen yeniçerilerin üzerine saldırdı. Geçid başında bulunan, dilaver gazilerin bir çoğu kendilerini suya atarak, yeniçeriye yardıma koştular böylece düşman askerinden, ikibin kişiden fazlası cehennemlik oidu. Bir tarafdan düşmanın uğradığı hezimeti gören asker, kimisi atlar kimi develerle, karşı tarafa geçmeğe hazırlanmağa başladılar. Orada bulunan İsmail Paşa, yeniçeriağası, Kaplan Paşa ve serdarıekremin yanında bulunanlar, düşman tarafında görülen bozulma alametlerini tesbit ettiklerinden, o tarafa geçmeye başladılar. Düşman askeri; Osmanlı ve Tatar askerinin tamamen nehri geçerek karşısına çıkacağı korkusuna düşmüş olduğundan kaçmağa koyulmuşlardı. Osmanlı askerinin çok çok büyük kısmının karşıda, kendileriyle savadan askerin ise ancak onbin civarında olduğu şeklinde bilgilendirildiğinden ve ayrıca bunlara yardıma koşacak kimse görmediklerinden ricattan vazgeçip, mevcud asker üzerine hücum ettiler.
İki taraf birbirine girdi. Sabahdan ikindiye kadar devam eden kanlı savaşın en talihsizleri, çaresizlik içinde karşıyaka-da can verip şan alan arkadaşlarını seyretmek mecburiyetinde olan ordunun çok büyük bir kısmını teşkil edenlerdi. Çünkü suların kabarmasında meydana gelen sel, hafif köprünün yıkılmasına dolaysıyla da kendilerinden mukayese edilemeyecek derecede kalabalık, bir düşman karşısında kalan os-manlılann adetâ yok edilmesine vesile oldu. Bu nadir rastlanan faciayı seyretmek mecburiyetinde kalan serdarıekrem, emrinde bulunan asker bu vakanın intikamını almak için, karşı kıyıya geçebilmenin bir çok yollarını aradıysa da, böyle bir arzu gerçeğe ulaşamadı. Artık görülen o tarafa bu hengamede geçilemeyeceği idi. Bu bakımdan oralarda dolaşıp durmak ayrıca bir hata sayılır. Artık yapılacak iş, Avusturya kapıkethüdası ile sulh meselesini bir şekle bağlayıp geri dönülmeğe karar verilmesiydi zaten onlarda öyle yaptılar." Bir Hatırlatma Efendim görüldüğü üzere nehrin karşı yakasında avusturya ve müttefiklerinin eline düşmüş bulunan askerimizin, kanlı bîr muharebeden sonra terki hayata, şehadet inancı ile baktıklarından, onlar hakkında söyleyeceğimiz tek husus ruhları şâd, mekânları cennet olmasıdır. Şefaatlerinin bizlere de ulaşmasıdır. Ancak; bu feci hâlin mecburi seyircileri askerlerin tabiiki, bu iş bitti gidelim, diyemeyeceği açıktır.
Hâttâ bu askeri oradan alıp götürmek de her babayiğit kumandanın işi değildir. Nihayet işin şahidleri, katliama uğrayanların enaz beş altı mislini teşkil etmektedir. O kadar büyük bir kuvvetin çekilme işlemine peyderpey razı gelebileceğini düşünebilmek, o savaştaki komutanların, insan psikolojisine vukufiyetlerinin saklı delilini teşkil eder. Nehrin civarında karşıya geçebilecek başkaca bir geçid arama arzu ve temayülünü gösterenlere hayır dememek hâttâ onların önüne düşerek bu geçidi aramak, sükunet ve askerlikte pek mühim olan solidalite yâni, ayrılmaz beraberliği temin yönünden çok isabetli olmuştur diye düşünüyorum. (Metin Hasırcı)" Yine seferin meydana geldiği devrin meşhur yazarlarından ve os-manlı muharrirlerinden biri "Sen Gotar meydan muharebesi" hakkında ve neticesi babında şunları dile getiriyor: "Erdel topraklarında savaşla vazifelenen orduyu hümayun Sebin Kalesi altında bulunduğu esnada Köprülü Mehmed Paşanın vefatından sonra yerine geçen oğlu henüz yirmiyedi yaşında idi adı İse Fazıl Ahmed Paşa idi. Bu zâtın babasının yerine tâyin olunduğu zaman tarihler 8/rebiülevvel/1078-28/ağus-tos/1667 Pazarını gösteriyordu. Aradan çok az bir zaman geçtikten sonra, Foğraş isimli yerde aynı ismi taşıyan bir kale önünde önemli çarpışmalar husule gelmişti. Bir ay kadar süren bu savaşlar neticesinde düşmanların elinden pek kıymetli ganimetler elde edilmişti. Ellibin kişiden fazla esir, binlerce araba elde edilmişti. 1073/1663 yılında serdarıekrem Fâzıl Ahmed Paşanın, Macaristana gelişinde üyvar (Nevah-zol), Letre, Liveh, Novigrad, Secan, Kermab, Derekli, Holok, Buyak kaleleriyle birlikte, bir çok yer serdarıekremin gayretleri ve öncülüğünde feth olundu. Bir çok esirin elimize geçtiği :cephane ve mal yönünden, kıymetli ganimetler elde olundu. Bu kadar fetihlerden sonra orduyu hümayun dinlenmeye çekildi.
Bunu fırsat bilen Avusturyalılar bazı kalelerimizi muhasara altına almışlarsada, durumu haber alan serdar, umulmaz bir süratle bunların üzerine harekete geçti. Sadrazamı yanında büyük bir kuvvetle üzerlerine geldiğini istihbar eden düşman derhal ellerindeki savaş aletlerini olduğu yere bırakarak Osmanlıların Yenikale, onların ise, Keçkopuvar dedikleri kaleye ve Zerinyivar dedikleri hisara sığındılar. Sadrazam serdarıek-rem Fâzıl Ahmed Paşa bunları fena bir şekilde mağlup etmeyi başardı. Bulundukları yerde tutunamayan düşman kaçmaya başladı. Nehirlerden geçmek için kullandıkları köprülerin üzerinde takip edilmekte oldukları Osmanlı kuvvetlerince topa tutuldular. Osmanlı ordusu buraya kadar gelmişken Hırvatistan toprağını da bir kolaçan etmekten kendini alamadı. Zaferlerle taçlanan askerimizin ırki gururu galeyana geldiği için durmak kolay değildi. Sadnazam Raab suyu tarafına geçti. Bu nehrin kenarında bir savaş meydana geldi. Yapılan bu son muharebeye kadar bir aksilikle karşı karşıya gelmi-yen Osmanlıların bu sefer karşısına bir aksilik çıktı. San Go-tar yakınlarında nehri geçen ve oradan düşman ordugâhına kadar sokulan yeniçeriye "Geriye dönüp metrislerinize giriniz" şeklinde emir geliverince hepsi itaat ettiler. Nevar ki sipahilerin bu emirin gelişinden haberi olmadı. Bu sırada adeta düşmanla göğüs göğüse gelmiş bulunuyorlardı. Yeniçeri askerinin peşlerinde olmadığını fark ettiklerinde, yeniçerinin firar etmiş olduğu düşüncesi birdenbire akıllarına düştü.
Paniğe kapılıp beygirlerinin gemini çektiler istikametlerini Raab suyuna çevirdiler. Maksatları firar ettiklerini sandıkları yenicen askerinin önünü çevirmeyi başarmaktı. Yeniçeriler ise sipahilerin karşı tarafa geçtiklerini görünce, bunlar da sipahilerin firara kalkmış olduklarını zanneylediklerinden bunlara katılmak için hızlandılar. Böylece köprü üzerinde biriken gayrımuntazam ve ağır yük, bu köprünün kırılmasına sebeb oldu. Köprünün çökmesiyle birlikte suya düşen külliyetli insan kalabalığı, maalesef büyük çoğunlukla gark oldular. Yâni; Allaualem boğularak şehid oldular. Köprüyü geçemeyenler ise karşı tarafta, vuruşa vuruşa şehidlik makamını ihraz ettiler. Sadnazam bu feci vakaya metanetle dayandı ve savaş gayretini elinden bırakmadı. Savaşa savaşa İstolni Belg-rad kalesinin altına kadar geldi. Burada ortaya atılmış olan sulh konuşmalarına rağbet gösterdi. Avusturya imparatoru tarafından elçiler geldiği gibi; Rumeli pâyeli, Kara Mehmed Paşa ile bu makaleyi yazan fakir (Evliya Çelebi) elçi tâyin o-lundu ve Avusturya imparatoru nezdine gidip, sulh antlaşmasını imzaladılar. Yalnız bu makalede görünen bir husus varki oda suların kabarmasından bahis edilmemiştir. Bunun bahse konu olmamış olması, suların kabarması yok diye, neticeye tesir edici anlayışa kapılmamalıdır. Yoksa burada bahse konu makaledeki bölümde suyun kabarması durumu yer almamıştır. Evliya Çelebinin eserinde bu sefer hakkında pek geniş malumata rastlayabilir tetkik eden okuyucular.
Almanya devleti fahimesinin zabitlerinden olduğunu, daha öncede ifade ettiğimiz mösyö "Wilhelm Notebom" adlı zat, birkaç sene evvel epeyi miktarda esere, bunların arasında da Osmanlı târih kitaplarından bazılarına müracaat ederek yaptığı tetkikat sonunda bulmuş olduğu deliller ile hatta Osmanlı eserlerinden sarfı nazar edilse bile, diğer muteber tarih eserleri sayesinde, Avusturya yazarlarının, mübalağalarla dolu eserleri ve /Aontekukuli'nin abartılı ifadelerini iptale yeter, hükümler çıkarabilmiştir.
Bunları aşağıya dercediyoruz: Evvelâ: Bu ifadelerden anlaşıldığı kadarı ile Osmanlı devleti Avusturya ve müttefikleri arasında yapılmakta savaş 1073/1663'den beri yâni iki senedir devam etmekteydi. Sulh müzakereleride bu arada yapılmaktaydı. San Gotar savaşı husule geldiğinde, Osmanlı devletinin harp hareketleri içinde olması tedbir alma niteliğinden kaynaklandı denilebilir. Saniyen: Sen Gotar savaşına katılan asker sayısı ancak beşonbin kişi mesabesinde olup, buna dense dense bir müfreze denilebilir. Ordunun tamamının katılmış olduğu bir savaş olmayıp, buna bağlı olarakda orduyu hümayun büyük bir hezimete uğratıldı denemez.
Sâlisen: Raab nehrini geçmeye müsaid geçit karşı tarafa geçenlerin mağlub olup ricatından sonra avusturya askeri tarafınca savunmaya alınmıştır. Bu arada da suların kabarma olayı temadi ettiğine bakarak, bilahirede ötedenberi devam etmekte bulunan, sulh müzakeratı imza aşamasına geldiğine göre orduyu hümayunu mezkûr geçidi yeniden geçmeye ne sevkedecektirki?
Rabian: Daha sonra imzalanan sulh antlaşmasının maddeleri gereğince Osmanlının eski hududunun Viyana şehrine yirmi mil daha yakın hale gelmesi, orduyu hümayunun rivayetlere göre büyük hezimete düştüğü mânasındaki ifadelerin yaîan olduğu bu hükümde ayan beyan görülmektedir.
Montekukuli, bahse konu eseri "Memovar"ında San Gotar savaşından sonraki vaziyeti ve şevki idaresini şöyle nakle girişiyor "Osmanlı ordusu ağustos ayının 6. gününe kadar, San Gotar sırtları üzerindeki ordugâhında kaldıktan sonra, yukarıda zikredilen günde yürüyüşe geçti ve nehrin sağ sahili üzerinde bulunmakta olan Kirman'a doğru yönlendirdi. Biz ise, nehrin karşı sahilinde Osmanlılarla aynı hizada yürüyor idik. Fakat bu hareketimiz büyük zorluklar içinde yapılabiliyordu. Çünkü Lanfiniç (San Gotar'da Raab nehrine karışan bir nehir ismidir) ve Pinka (o da bir nehirdir) nehirlerinin sulan o kadar çok kabarmıştıki, suyun kabarmasından dolayı, bu nehirler üzerinde bütün köprüler yıkılmaktan kurtulamadı. Aynı istikamette karşı yakalarda Osmanlıya muvazi olarak yürümekteydik. Ağustosun 9. günü Kirman civarına geldik. Yapılan harp meclisi toplantısında, ben Raab nehrinin geçilmesini teklif ettim. Ağustos'un 11. günü osmanlı ordusuna bir daha hücum etmeye durumun, her zaman böyle müsait olacağını sanmadığımı, düşmanın seçme askerle mağlup edilerek takip altına alınması gerektiğini beyan ettim. Harp meclisinde yer alan Avusturya ve müttefikleri komutanları, yaptığım teklife itirazda bulundular. Bunların hepsi "Osmanlıya saldırmadan evvel ordumuza bir istirahat imkânı vermezsek, bunlar yorgunluktan dolayı asla savaşamaz, yapılacak hareketin merkezi sayılacak olan insanların ekmeği ve hayvanların yeminin bulunmadığını, eğer nehir geçilip de düşman üzerine gidilirse, bataklıklarda onlarla savaşmak icab edeceğinden çekilmek, ricat, gibi hususlar akıldan çıkarılmalı ancak yorgun aç ve hastalanmış insanlarla, böyle bir savaşa giremeyeceklerini beyan ettiler.
Bu bakımdan istirahatin şart olduğu ve bunu Edimburg civarında gerçekleştirmek gerektiğini, istirahat esnasında da, yiyeceklerin teminine, yardımcı askerin bulunduğu yerlerden katiyyen ayrılmamalarının temini ve tecrübeli askerin de bir araya getirilerek harekete hazırlanmak kararlaşmak diyorlardı. Buna bakarak düşmanı takip etmek ve onu göz altında tutmak üzere o aralık yalnız Kont Nadasti'nin, maiyeti olan Macarlar ile Hırvatları Dragonlar ile altı kıta sahra topu, beraberlerinde olduğu halde düşman üzerine gönderilmesi yeterli görüldü. Bu sırada ise; Osmanlı ordusu Alpiroyal denen İstoİni Belgrad adıyla yâd ettiğimiz bölgeye yürüyordu. Bizim or-du'da Pinka ve Gunz nehirleri boyunca aheste aheste Edim-burga doğru ilerlemedeydi. Avusturya ordusu menziline vardıktan sonra bir kaç günü istirahatla geçirdi. Bu istirahat ta-biiki iadei kuvvete sebeb oldu. Prens CJlrick dö Vittenberg komutası altında bulunan vede imparatorun tophanelerinden henüz çıkmış gayet nefis toplarla imparator tarafından gönderilmiş yeni askerden meydana gelmiş bir imdad kuvveti almıştır. Edimburg'da Avusturya ordusuna istirahat ettirildiği sırada Osmanlı ordusu Alpiroyal yâni jstoni Belgrad civarında ordugâh kurmuştu. Burada bulundukları zaman içinde Osmanlılara 12 ilâ 15 bin asya askerinden ibaret bir imdad kuvveti gelmiştir. " Osmanlı ordusu Raab nehrinin sağ sahili boyunca akıntı tarafı istikametinde giderken avusturya ve müttefikleri ordusunun nehrin sol sahili boyunca, osmanlı kuvvetlerinin hizasında yürüyüşe devam etmesi, bu kuvvetleri takip etmek için değil, belki adı geçen kuvvetlerin başka bir yerden, yeniden bir geçidin yardımıyla kendi üzerine düşmemesi için gözaltında tutmaya çalışmasıdır. Bunun böyle olduğu da, şu ana kadar vermiş bulunduğumuz bilgilerden rahatça çıkarılabilir.
Montekukuli'nin Lanfinç ve Pinka nehirlerinin de, Raab nehrigibi olağanüstü şekilde kabararak, köprüleri alıp götürmüş olması ve bununla beraber askeri harekâtın gayet açık yapılması gerektiğini apaçık söylemesi Osmanlının başarısızlığının suların taşmasından kaynaklandığının İtiraf edildiğini, ortaya koyan mühim maddelerdendir. Montekukuli'nin ara sıra orduyu hümayunun takip olunmasının gereğinden bahs ettiğini, ancak muhalif reyler yüzünden takibi yapamadığını ileri sürmesi, Osmanlı ordusunu mükemmel bir tarzda bozmuş olduğunu söylediği yalanı beslemek, kuvvetlendirmeyi temin için olduğuna, şüphe etmemek lâzımdır. Ordunun başkumandanı ve tam selahiyetle sevkı idareye sahip olmasına rağmen. Takip İşi için şuna buna engel oldular diye, suçlamalarda bulunması büyük bir insafsızlıktır. Baştan ve sonradan elde olunan malumattan da anlaşılırki; Osmanlı ordusu San Gotar savaşından sonra, mağlup bir ordu gibi geri dönmemiş olup, Avusturya ve de müttefikleri ordusunu nasıl bir hezimete uğratmalıyım düşüncesine kafa yorarak, intikamını planlamıştır. Hakikaten aynı ordu en kısa zamanda Avusturya içlerine dalacak hücumları gerçekle yüzyüze getirmiş, bu toprakların altını üstene getirmeyi becererek, kendi menfaat ve arzularına uygun bir sulh imzalamaya da muvaffak olmuştur. Böylece bu sefer sulhun menfaat-i Os-maniyana yaramasından dolayı zafer, devleti âliyede kaldı denmelidir. Montekukuli; zaferinin! devamı için takipten dem vururken birtaraftanda kendi ordusunda, cidden acınacak ve merhamet edilecek durumlarını açık etmesi, kendilerini korkudan tir tir titreten Osmanlı ordusunun karşısına, kalelerden tecrübeli askerleri getirtmeyi, uzun uzun anlatması gülünecek hale gelmesine yeterde artar bile. Kont Nadesti'nİn Osmanlıları takip için değil, belkide Osmanlıların tekrar nehri geçmeğe teşebbüsleri halinde yapılacak geçiş harekâtına engel olmaya çalışmak içinde bir hazır kıta bulundurması şeklinde telakkisi, okuyucunun dahi aklına gelmiş sayılır.
Tarihi Devleti Osmaniye adlı eserde San Gotar savaşı sonrasındaki durum ve yapılan antlaşmayı şöyle nakletmekte:
"San Gotar muharebesinden sonra, sadrıazam orduyu hümayunu Vasvar kasabasına getirdi. Burada Avusturya elçisi tasdiklenmiş antlaşmayı Fâzıl Ahmed Paşaya takdim eyledi. Tâbiiki bu tasdik Avusturya murahhaslarına aid tasdik İdi. Avusturya imparatoru bunda, bu günden sonra Erdel (Traıv silvanya) işlerine müdehalede bulunmamaya, Apafi Mihal'i yeni Erdel kralı tanımayı, yıkılmış bulunan Zerinovar kalesini tamir etmemek, sulhun bedeli olarak da ikiyüzbin kuruş vermeyi, tiyvar ve Novigrad hisarları Osmanlıda kalmak, eski ahidlerin yâni yapılmış eski antlaşmaların, diğer hükümleri iki tarafçada geçerli şartlardan sayılmasını kabuiehazır olduğuna amirdi. 1075/1664 Görülüyorki; San Gotar hezimeti Vasvar antlaşmasına asla bir tesirde bulunmamıştır. Ayrıca tamamen Osmanlı menfaatlerine uygun tarzda neticelenmiştir. Ancak sadrıazam, Montekukulİ'yi bozmuş olsaydı, sulh-nameyi Viyanada bizzat imparatorun elinden alması ihitma! dahilinde idi. Ancak hu fark etmiştir. İki sene süren bu büyük sefer içinde serhad kumandanları ve seferde bulunan bütün asker pek güzel tarzda vazifelerini yapmışlar, Osmanlı sancağı aynen cennetmekân Kanuuni Sultan Süleyman hân hazretlerinin devrindeki sânı hatırlatarak, serhadlerde dolaş-tınlmıştır. Köprülü ailesinin bu hizmette büyük hissesi vardır.
Osmanlı ordusunun başkumandanı bulunan ve bu seferde sadrıazamlıkla birleşen serdarıekrem, unvanlı Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşanın tercümei hâlini vererek bu bölüme başlayalım. Bu eserden daha geniş malumatı, Kamusül âlâm ve Tarihi Râşid'den elde edebilirsiniz. Fâzıl Ahmed Paşa, Osmanlı devleti vükelâsından meşhur Köprülü Mehmed Paşanın büyük oğludur, h. 1072/ml661 senesinde Köprülü Mehmed Paşanın husule gelen vefatı ve yine merhum sadrıaza-mın vasiyeti üzerine fazileti ve irfanı göz önüne alınarak veziriazam olarak nasbedildi. Osmanlı devletinin hayatiyetini ihyada büyük hizmeti geçen merhum sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa oğlu Fâzıl Ahmed Paşa sadarete tâyin oluşundan bir sene sonra 1073/1662'de Avusturya seferine çıkmıştır. 1075/1664 Morava civarında bir kaç tane mühim kaleyi zap-tetmiştir. Daha sonra San Gotar savaşını yapmıştır. 1077/1666dan 1080/1669 tarihine kadar yâni üç sene içinde, yapmış olduğu çalışmalar ile savaş ilminde büyük başarılara imza atan. bir ordu yetiştirerek bütün dünyanın bildiği ve bazı avrupa askeri mekteplerinde öğretilmekte olan ders mahiyeti taşıyan Kandiye Kalesini.muhasarası, daha sonrada bu kaleyi cesur ve kahraman askerleriyle kılıcına râm eylemiş yirmiüç sene süren kuşatmayı zaferle taçlandırmıştır.
Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa bu kalenin fethinden döndükten sonra 1083/1672'de ise Lehistan seferine gitmiştir. Lehlilerin hayrete düşmelerine sebeb olacak hâli ihdas etmiştir. Lehistan bir defaya mahsus seksenbin ve her sene içinde yirmişerbin altun vergi vermek şartıyla sulha bağlamıştır. (İstidrad: Lehli'ler sadrazamın bu davranışından büyük üzüntüye düştüler. Ne var ki aradan on sene geçtikten sonra Fâzıl Ahmed Paşa ailesinin damadlanndan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana'yı muhasaraya aldığında bu Lehlilerin, meşhur krallarından Jan Sobiyeski'nİn komutasındaki birliklerle, daha on sene önce aynı aileden biriyle imzaladıkları sulh antlaşması hükümlerinden yüz çevirerek Avusturya ile anlaşarak Osmanlı muhasara kuvvetlerine taarruza geçerek, Osmanlı yenilgisini getirebilecek darbeyi vurmuşlardır.
Gaazi olarak anılsa seza olan Fâzıl Ahmed Paşa nice nice vazifelerde büyük liyakat gösteren, padişahının ve devleti âlî'yenin şanına şân katan, vezir oğlu vezir, devlet işlerinde vücudunu helak edercesine verdiği hizmetler esnasında 1087/1676'da diğer bir tâbirle, San Gotar muharebesinden, oniki sene sonra fâni dünyadan, hakiki dünya'ya göç etmişlerdir. (Allanın geniş bulunan rahmeti üzerine otsun)
Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşanın vefatından sonra, Köprülü Mehmed Paşanın evlâdı mâneviyesi, daha sonra da damadı olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kendisine halef olmuştur. Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Ahmed Paşa ile birlikte büyümüş ve devlet hizmetinde daima onunla birlikte bulunmuştur. Özellikle Kandiye muhasarasında hemen maiyetinde bulunurken, San Gotar savaşı esnasında kaimakamlıkda istihdam olunmuştur. Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Ahmed Paşanın verdiği ve halleri kolay olmayacak işleri büyük bir liyakat ve vukufla becermiş, cesur bir kimse olarak da Kandiye kalesi önlerinde kemâle getirilen muhâs,ara usulünü, kendisi sadaret makamına yükseldikten daha sonralanda yaptığı Viyana kuşatmasında tatbike koymuştur. Fâzıl Ahmed Paşanın vefatından altı sene sonra yâni 1093/1682 tarihinde Viyaca üzerine yürürken, kaleyi ele geçirmeye ramak kalmışken rivayete göre son derece kibirli olması teşebbüsler bakımından nakıs kalmasına ve bazı işlerde başarısızlığa uğramasına sebeb olmuştur. Eğer Fâzıl Ahmed Paşa bir müddet daha yaşayıp, Kara Mustafa Paşanın hattı harekâtını tatbik etseydi, Osmanlı hududuna pekde yaklaşmış olan Viyana kalesi hiç şüphe olmasın bu zâtıâlikadir tarafından zapt edilecekti. Şayanı dikkatdir ki; Kara Mustafa Paşa'dan sonra da, mevkii iktidara geçen Köprülü hanedanına mensup olan zevat, din ü devlete, padişahına büyük bir sadakatle hizmetler vermişlerdir. Buna bağlı olarak da çok büyük şöhret ve nâm kazanmışlardır. Bunlar her bir işinde Fâzıl Ahmed Paşanın takip eylediği hizmeti ve usûlü kendilerine düstûr eylemişlerdir. Böylece Osmanlı tarihinde pırıltılı yerlerini almışlardır. Alla-hın rahmeti üzerlerine olsun.
Raymond Kont Montekukuli; 1608 yılında doğmuştur. 1681'de Sangotar savaşından onyedi sene sonra ölmüştür. Kont Montekukuli'yi Avusturya devletinin en meşhur, en usta -kumandanlarının arasında görüyoruz. Yazmış bulunduğu askeri eserinde, bizim harb fennimizle alakalı hususlardaki ma-kaleleriyle, özel bir yeri vardır. Dondömalfi unvanını almış olan Montekukuliyi evvelâ topçu sınıfında vazife almış görüyoruz. Miralay rütbesiyle otuz sene savaşlarının ikinci kısmında hazır bulunmuş 1657 yılında mirlivalık rütbesine yükseltilmiştir. İsveçlilerle yaptığı savaşlarda pek büyük başarılar göstermiştir.
1661 yılından sonra Osmanlılar ile savaşmakta olan orduya kumandan tâyin edilmiştir. Avusturya'ya çok büyük hizmetlerde bulunmuş Osmanlılarla yapılan sulh antlaşmasından sonra imparator sarayında toplanan, harp meclislerine başkanlık etme görevine getirilmiştir.
Montekukuli, Avusturya devletinin Fransa ile yaptığı harpte, bilhassa 1675 senesinde Fransızların meşhur mareşali, Toren'e karşı yapmış olduğu savaşlarda, Avusturya ordusuna tam bir ustalıkla komuta etmiştir. Son seferden sonra Lins şehrine çekilerek ömrünün geri kalan kısmını askerlik hatıralarını yazmakla geçirmiştir. Esere ve yazdıklarına dair geniş malumat almayı arzu edenlere, meşhur askeri yazarlarımızdan merhum Mehmed Tahir beyefendinin "Müellifatı Askeriye Tedkikatı" adlı askeri eserler arasında, nefâsetiyle temayüz eden kitaba müracaat edebilirler. Montekukuli'nin San Gotar savaşına ait bilgileri ihtiva eden "Memovar"ında Montekukuli'nin bir resmi bulunup, alt yazısında Meclisi Harp reisi, Tophane müşiri, Raab Valisi ve asakiri imparatoriye başkumandanı olarak unvanları yer almaktadır. Tovassun Şövalyeliği, unvanları arasındadır.
.
SULTAN 2. SÜLEYMAN HÂN
Tahta Çıkışı
Fitnenin Tatsızlığı'
Bunlar Belalarını Nasıl Boldular?
Bir Topluluk Kendi Hakkındaki Hükmü..
2. Süleyman Döneminin Batıyla Savaşları
Kul Sıkışmayınca
Padişahın Sefere Katılışı
Belgrad'a Doğru
2. Süleyman'ın Şahsiyeti
2. Süleyman'ın Hanımları
2. Süleyman'ın Sadrazam Ve Şeyhülislâmları
Şeyhülislamlar
Babası: Sultan İbrahim Han
Annesi: Sâliha Dilaşub Sultan
Doğum Tarihi: 1642
Vefat Tarihi: 1691
Saltanat Müd.: 1687-1691
Türbesi: İstanbul Süleymaniye Camii Yanı.
4: Mehmed'in tahttan indirilmesini müteakip Sultan İbrahim'in ikinci oğlu şehzade Süleyman, Kaanuni Sultan Süleyman münasebetiyle, 2. Süleyman unvanıyla cihan tahtına çıkarıldı. Ancak kapatılmış olduğu Şimşirlikte, ömrünün 47. senesini yaşamakta olan şehzade Süleyman'ın yanına' gelen Kızlarağasi Ali Ağanın, geliş maksadını hayatına kast edileceği şeklinde telâkki ederek:
-Baka Ağa, iki rekât namaz kılayım da, kuşça canımı öyle alasınız! Beyanında bulundu. Ağa asla böyle bir şey olmadığını, padişahımız taht'tan indirilmiştir. Yerine siz tahta iclas edileceksiniz dediyse de, şehzade Süleyman'ı iknaa muvaffak olamadı. Ancak aynı yere yakın bulunan, şehzade 2. Ah-med, padişah olacak kardeşine itimat etmesini, haberi veren Ağa'nin pek muhterem birisi olduğunu böyle karışık işlere âlet olmayacak kimselerden olduğunu belirtti. Bu kefalete kanaat hasıl eden 2. Süleyman tahtına dolayısıyla devletin bahtına doğru yürüdü, tahtın kurulu olduğu salona dahil olup, Osmanlı devletinin 22. padişahı, 12. halifesi olarak işbaşı yapmış oldu. Bu meyanda da uzun yıllar kaderini paylaştığı kardeşi şehzade Ahmed'i bulunduğu yerden daha iyi yer olan bölüme naklettirme yardımını gerçekleştirdi.
Taht'a çıkış hususunda, Sultan 2. Süleyman'ın cülusunu bizzat görme şerefine eren ve o sırada, sarayda vazifeliler arasında olan meşhur "Silahtar Tarihi" sahibi Fındıklılı Meh-med Ağa'nın eserinden bir özetleme yaparak, aşağıya alacağımız hususu nakli uygun gördük:
".Kapı Ağası İbrahim Ağa, benim Enderun koğuşlarına gitmemi ve İçoğlanlanna Fethi şerif okumalarını padişahın emretmiş olduğunu bildirmemi istedi. Ben de aldığım talimatı İçoğlanlanna <Kapinızı kapatın, Fethişerif tilâvet buyurun. Padişahımız efendimizin emridir. Zinhar kimse dışarı çıkmasın, buyurdu> Dedim" Mehmed Ağa şöyle devam ediyor: "Ol vakitlerde İçoğlanları zapturaptan çıkmışlar, aralarında er-bab-ı maarif kalmamış idi. Adetâ birer av askeri olmuşlardı. Padişahımız 4. Mehmed'i , o kadar severlerdi ki; maazallah dışarıdan saraya bir yürüyüş yapıldığını görseler Sultan Mehmed'in uğruna şehzadeleri hemen öldürürler ve hanedan'da tek kalması temin edilen padişahın taht'tan indirilmesini önlerlerdi. Padişah'a büyük sevgileri, Kapıağası Hacı İbrahim Ağa'nın verdiği emir, 4. Mehmed'in emri sanıldığından ınkı-yad olunmuş yâni emre uyulmuş ve taht'taki değişiklik hadisesi yapılabilmişti."
2. Süleyman Hân'ın tahta geçmiş olması, karışıklıkların sonunu getirmedi. Çünkü; memleketin karışıklıklar arasında kalmasının yegâne sebebi padişah değil, mesuliyet genel yapıda idi. Yeniçeriler İstanbul'da kazganı kaldırmışlar, hristı-yan ve yahudilere aid haneleri yağma etmişlerdi. Yapılan bu yakışıksız harekâtı birde sadrazam Siyavuş Paşa'nın konağına sıçrattılar. Yağma hareketinin yavaş yavaş Siyavuş paşa ve ailesi efradının hayatını tehdid eder hâle geldi. Siyavuş Paşa nefsinizi ve ırzınızı koruyun, ilâhi fermanına riayet ederek yeniçerilere direnme yolunu tercih etti. Bu direnme sonucunda Siyavuş paşanın şehidler zümresine iltihakı yaşandı. -Allah rahmet eylesin.
Sadrazam Siyavuş paşanın vefatı makamı sadarete Nişancı İsmail paşa'nın tâyinini gerektirdi. Bu zâtın yetmiş beş gün süren sadaretinden sonra makam, yeniçeri eski ağalarından Tekfurdağlı Mustafa Paşa'ya tevcih olundu. Bu sırada 4. Mehrned zamanında Nemçeye karşı ilân olunmuş savaşın devamına karar verilmesine rağmen, kimimizin ihtilâl, kimimizin isyan dediği karışıklıklar seferin hazırlıklarını yapmamıza imkân bırakmadı. Bundan istifade yolunu bulan Avusturyalılar, yâni Nemçe'liler Venediklilerle antlaşma yaparak Macaristan, Yunanistan, Dalmaçya ve Bosna vilayetlerinde bir çok kaleyi ve beldeleri istilâ etti.
üyvar, İstoni Beigrad, Varadin elde tutulamadı, hemen peşinden Yeğen Osman paşanın korkaklık ve ahmaklığından, Semendire, Vidin, üsküb, Şehirköyü elden çıktı. Buradan Sofya havalisine gelmiş bulunan Avusturya-Venedik ittifak kuvvetleride Sofya havalisinde at dolaştırmaya başlarken Venedikliler de, Atina ve Banaluka'yı ellerine geçirmiş oldular. Komanova krallığı diye, bir krallık ihdas eden düşman, Kar-poz ismindeki bir hristiyanı Komanova kralı ilan etti.
Sultan 2. Süleyman; Avusturya ordularının yaptıkları hakkında bilgi sahibi olduğunda hemen İstanbuldan yola koyulmuş ve Sofya'ya gelmişti. Padişah, bu seferini okadar süratli bir şekilde yapmıştı ki; askeri birliklerin kendisine yetişmesini bir hayli beklemek mecburiyetinde kalmıştı. Ne varki; bizim birlikleri beklerken, düşman ordusunun adı geçen bölgeye çok yakınlaşması emniyet açısından mütalaa edilerek, Edirne'ye padişahın dönmesi kararlaştırıldı.
Peki İstanbul'dan gelmesi beklenen ordu niçin varması gereken menzile gelmemişti? Ali Sabri bey adlı bir tarihçimizin tmatbuu eserinde 460. sahifede şöyle bir malumatın konulduğunu gördük ve sayfamızı süslemeyi uygun bulduk:
".. Halbuki, İstanbul'dan gelecek ordu bir türlü ihzar ve sevk olunamıyordu. Zatı şahane naçar kalarak Avusturyalılar ile musalaha akdine tâlib olduysa da, gönderilen murahhaslarımıza Avusturya tarafından mağrurane cevaplar verildiğinden, bu maksadda hasılolamadı. Bu vaziyet karşısında 2. Süleyman Edirne'de bulunan bütün devlet adamlarının katıldığı bir divan topladı. Bu toplantının mevzuunu, içinde bulunulan duruma halçaresi bulma şeklinde tesbit etti. Bu irade üzerine hazirun, ariz ü âmik müzakereden sonra tanzim eyledikleri mazbata da, Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa'nın ma-kam-ı sadarete getirilmesini tensip eylediğinden, padişah bi-lâtereddüd icabını icra eyledi. Tarihler bu sırada 1100/1689 senesini gösteriyordu.
Aslında padişah Süleyman-ı Sâni, ordunun başında bizzat bulunmak istiyordu. Hatta bu hususta yemin sahibi olduğunu beyan etmiş bulanan tarihçiler vardırki, bunların arasında bilhassa eski sadrazamlardan Kâmil paşa başta gelmektedir. Tarih-i Siyasi adlı eseri bunu kayda almış "bulunmaktadır. Devlet adamları, padişahın başkumandanlığını mevcut ordunun güven vermemesinden, ayrıca padişah komutasındaki bir ordunun, mağlubiyetinin telafi edilemez olduğu kanaatini taşıdıklarından, orduyu hümayunun komutasını sadnazamia-ra verme yolunu tercih ettiler.
Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa Pek büyük meziyyetlere sahip bir kimse olan yeni sadrazam, bihakkın Köprülüler ailesine vâris bir zâttı. Sadarete gelmesiyle ordunun başına geçmesi arasında bir saniye bile kaybedilmedi. Askerin kuv-ve-i mâneviyesini yükseltme hususunda çalışmalara başlamış, öte yandan ahaliyi üzen bir takım münasebetsiz mükellefiyetleri kaldırdı. Asker içinde bulunan sakatlan, müfsid kimseleri, haylaz subayları ordudan ihraç etti. Arkasından la ti olan tedarikleri tamamladı düşman üzerine yola ko-
yuldu Tuna Nehri'nin bizden tarafındaki sahilinde bulunan bazı beldeler, bir sene önce Avusturyalıların eline geçmişti. Sadrazam, İlk iş olarak, buradaki beldelerimizi düşman elinden kurtarmaya muvaffak oldukları gibi, işgalcileride nehrin öbür kıyısına kaçırtmayı başardılar. Vezir-i âzamin Mora üzerine gönderdiği, Halil Paşanın Avlonya civarını, Venediklilerin işgalinden kurtardığı görüldü. Kırım Hânı; bu sırada Rus ordularına karşı pek net bir zaferin mümessili olmuştu. Erdel cihetindende yüz güldürücü haberler gelmeğe başlamıştı. Halk bu haberlerin müjdesini alması münasebetiyle mesut ve müreffeh bir hayat sürdürmekteydi. Bu zaferlerin, avrupada yeniden kaale alınmamızı sağladığı görüldü ve buna en önemli misal olarak, fransızlann aramızdaki antlaşmayı uzatma talebi bu sırada İstanbul'a ulaştı.
Avusturya ile arası bozulmuş Fransa, bizimle antlaşma yapmanın gerektiği anlayışına gelmişti! Muzafferiyatin hemen peşinden, Fransızlar İstanbul'daki elçilerini hemen değiştirip, Marki Dö Şatonof adlı birini tâyin ettiler. Eline de aşağıdaki talimatı tutuşturdular. İstanbul nezdinde, Fransızların elçisi olan Dö Şatonof, birinci vazife olarak Osmanlı devletini, Avusturya devleti aleyhine tahrik etmekti. İkinci yapacağı işse, Lehistan Üe sulh görüşmelerine başlanmasını hızlandırmak idi. üçüncü vazifesi de, İngiltere kralı seçilmiş bulunan Prens Oranjı, Osmanlı devletinin tanıma hususundaki yaklaşımının olumsuz şekilde, belirlenmesine gayret sarfet-mektir. Talimatın dördüncü maddesi Kudüs Patrik'i tarafından adetâ zapt edilmiş bulunan, Kamame klişesinin Katolik-lere iadesini sağlama gayreti göstermesini amirdi. Tarih-i Siyasi yazarı, esbak sadnazam Kâmil Paşa diyor ki;
"'Bu maddelerin birinci maddesiyle son maddesinde adamakıllı mesafe kat etmiş bulunan büyükelçi Dö Şatanof, ingiltere kralının tanınması meselesine, kendi padişahlarını
taht'tan indirmekte olan bir millet, başka bir memleketin kendi hükümdarlarını tebeddüle, yâni değiştirmelerine, nasıl muhalefet edebilir.1' Demekten kendini alamamıştır.
Köprülüzâde Fâzıl Mustafa paşa; bütün gayretiyle adeta savaş olmadan düşman eline geçmiş kale, belde ve arazüeri-de yeniden devlet-i âliyeye bağlamağa çalışıyordu. Ordu yeni tanzim gördüğünden muntazam çalışır bir hâle gelmişti. Kâmil paşa kıymetli eserinde şu beğendiğimiz ifadeyle vaziyeti ortaya koyuyor.
".. Gerek dâr ül cihâd olan Belgradı ve gerek o havalide yed-i adâ'ya düşen(düşman eline geçen)diğer şehirleri harben bilistirdat muzafferân avdet eyledüğü misüllü Erdel cihetlerinde dahi Osmanlılar naili muzafferiyyat olmuşlardır." Kâmil paşanın beyanına ne bir kelime ilaveyi ne de sadeleştirmeye lüzum kalmadığını sanmaktayız. Ağır bir lisanla yazıldığı söylenen mezkûr eser normal bir lügat yardımı ile okunacak asardandır. Bazı tarih kitaplarında; bizim bu çalışmamızda 2. Süleyman unvanıyla geçen zat 3."Süleyman olarak anılmak istenmiştir. Bunun sebebini şöyle izah ediyorlar: "1402 senesinde vukubulan Yıldırım ve Timur arasındaki Ankara savaşı neticesi, Osmanlı devletinin hezimetten sonra bir fetret devri yaşanmıştır. Bu dönemin oniki sene sürdüöü malumdur. Yıldırım Bayezid'in oğullarından Süleyman Çelebi, Musa Çelebi, İsa Çelebi ve Mehmed Çelebiyi taht mücadelesi içinde görüyoruz. Bu mücadelenin sekiz senelik bölümünde ençok söz sahibi olarak en büyük şehzade Süleyman'ı görüyoruz.
Ancak; ülkenin birliğini ve bütünlüğünü sağladığımda söyleyebilmek mümkün değildir. Acı mağlubiyetten sonra dört kardeş taht kavgasına girişmişlerdir. Şüphesiz hepsinin niyeti makbul idi. Fakat başarıyı, çalışmasındaki ihlas ve istikame-
tin rıza-i ilâhiye uygunluğu, Çelebi Mehmed'in Osmanlı devletinin ikinci kurucusu olmasını teceili ettirdi.
Böylece Osmanlı padişahlarının beşincisi olarak tahta çıktı. Böylece, şehzade Süleyman'ın sekiz yıl olduğu ileri sürülen ve adına padişahlık denmek istenen dönemin bir fetret: olduğu, Sultan Çelebi Mehmed'in beşinci padişah sayılma-siyla bu iddialar ortadan kalkmış olması gerekir anlayışı gerek resmi devlet anlayışında gerekse de müverrihlerin bir kaç tanesinin dışında, herkes tarafından kabul edilmiştir.
Bu izahlar neticesinde vardığımız husus Sultan İbrahim'in ikinci oğlu, şehzade Süleyman, 2. Süleyman unvanıyla taht-ı Osmaniye oturmuştur. 4. Mehmed'i tahtından eden ve 2. Süleyman'a, yâni Sultan Ibrahimin ikinci şehzadesine taht kuran ocaklının nasıl cezalandırıldığını ve devletin yapılan kanun ve nizam düşmanı hareke tisabırla fakat katiyyetle nasıl cezaladığını bir tetkik edelim ve bu hususda devrin tarihçisi olan, Defterdar Sarı Mehmed Paşa'nın Zübdei Vekayiine göz atalım:
"taht-ı Osmaniye geçen 2. Süleyman; ağabeyinin döneminde saray ve devlet dâirelerinde kıyafet bakımından hayii laçkalaşmış efradı bir nizam ve intizama sokup, bir avcıya değilde bir padişaha sahip olduklarını hatırlatmak üzere demir gibi bir disiplin uygulama yoluna gitti ve eski padişahların usûlünün, uygulanması temin edildiğinden fazla bir itiraza muhatap olunmadı. Bir takım hilekârların saray entrikaiarın-dan padişahı muhafaza içinde, Kaimmakam vezir Mustafa Paşanın tavsiyesiyle Süleymaniye Camii Vaizi Arabzâde Ab-dülvehhab Efendi padişaha müşavir edilerek her gün ders mealine geçecek çalışmalar yaptılar.
Bu arada ise Donanmayı hümayun istanbul'a geldi ve adet üzere kaptan-ı derya Mısırlızâde Kaptan İbrahim Paşa mutad mükafatlara nail edildi. 2. Süleyman; Mısır Valiliğini Silahdar
Hasan Ağaya tevcih etdi. Bu göreve giderken, Paşa hazineye ceman 195 kese akçe vermiştir. Daha önce Mısır'a gitmek üzere istanbul'dan ayrılan Darüssaade Ağası Yusuf Ağa, İz-nik'e varmak üzereyken peşinden koşturulan bölükbaşılar vasıtasıyla geri getirilip, Yedikule'de, hapse kondu. Mısır'a vali olan Hasan Paşa, daha önceleri Yusuf Ağanın, kâtipliğinde bulunmuş ve geldiği valilik makamında onun yardımlarını hiç kaale almadan, her şeyini sattırıp, müsadere ettirmesi herkesin hayretini mucib olmuştur. Çok geçmedende Yusuf Ağanın satılan bütün mallarını kendisinin alması ve bunları da Yusuf Ağaya iade etmesi, tuz ve ekmek hakkına riayetine misal gösterilmiştir. Bilindiği gibi, Sarı Boşnak Süleyman Pa-şa'ya baş kaldıranların ileri gelenlerinden, Sipahi Ocağından Küçük Mehmed ile Fetvacı Çavuş diye anılan zorba ve zorbalar, kablarına sığamayıp, akıllarına gelenleri yapıyorlar ve insanların canını haylice sıkıyorlardı.
8/muharrem/1099/-14/kasım/1687'de At Meydanında toplaşan yeniçeri ve sipahilerin her hâlü kâr da, birbirlerini kollama hususunda anlaştıkları görüldü. İşte bu sipahilerden-de bir haylisi, Küçük Mehmed'in şımarıklığından gına getirmişler ve ortadan kaldırmak için, fırsat kollamaya başlamışlardı. Nasılsa, durumu haber alan Küçük Mehmed firara şitab ettiyse de, Topkapı sarayı yanındaki, darbhane önünde yakalayıp, katletmişler ve buldukları bir Ermeniye, sürüklete sürüklete At Meydan'ına götürüp teşhir etmişlerdir. Kendi yoldaşları, canını alıvermişlerdiki, ibret alınacak haldendir.
Yeni padişah cülus bahşişini tehir etmekle beraber, askerin tamamına, maaş denen ulufelerini ödetmiştir. Fakat cülus bahşişini alamayanlar memnuniyetsizliklerini ifadeye başvurdular. Bunun üzerine eski usûle riayeten veziriazam sarayında sergi açılıpda, sipahilere cülus bahşişi tediyeye başlandı-. ğında, sipahiler, yeniçeri kardeşlerimize verilmedikçe, biz de
almayız nâralanyla isyan ettiler. Halk İse; bundan hayli tedirgin oldu. Sadnazamın mektuplusu olan Ağada ertesi gün yolda giderken, bazı eşkiya ruhlu sipahi ve yeniçerinin, yalın kılıç saldırısına maruz kalıp, bir güzel soyulup, soğana çevrildi. Cülus bahşişi verilemiyor diye olanlara çok üzülen padişah, imkânları araştırdı. Fakat tediyeye hazinede takat olmadığını görüncede selamıyla durumu tebliğ etti. Binbela ile kabul edildiği görüldü. İsyancıların; sadnazam yaptığı Siyavuş Paşa; tabiiki bu emrivakiden kaçınması, en azından kendi hayatı noktasından, gayrı kabildi, adetâ bir intihar mesabesinde olurdu.
Zaten; 4. Mehmed'in, bu emrivakiyi siyaseten de olsa, meşrulaştırması tabiiki göreve devama yol açmıştı, nihayet Osmanlı Devleti sadnazamı olmak şereflerin içinde ulu bir zirve değilmidir? Ancak bu görevin zor taraflarından biri ise çapulcuların, görev yağmasına bir yön verebilmektir. Bunu işbaşına gelişteki gayrinizamilik haylice zorlaştırır faktördü.
Nitekim; Bölükbaşılar; "bundan böyle Mirî Mukattaalar Sipah ve Sipahi zümresine verilsin, gulâmiye eskiden beri bu ocaklara bağlıdır" demek suretiyle tavırlarını ortaya koyarlarken, görev talebleri de her geçen gün çoğalıyordu. Bunların içinden; Çolak Hüseyin Türkmen Ağalığını, Tokat kethüdası Hamza, Tokat Voyvodalığını, Kel Hasan Galata Voyvodalığını, Karamanlı Osman, Mardin Voyvodalığını satın almışlardı. Kel Pîrî, Edirne'deki Sultan Bayezid Camii mütevel-liliğini kendisine verdirmiş, Kayserili Şeydi Mehmed Hünkar kapıcıları kethüdalığına getirilmişti, padişahın arzusuna bağlı imrahorluklara da. kendi gönüllerine göre bir kaç zorbanın tâyini temin edilmiş, bölükbaşılar zorbalıklarıyla. Tabii bu arada da zorbalar yeniçeri ağa'sını da tebeddüle tâbi tutmayı başardılar Cidde Paşalığı verilen Cadı Yusuf Ağa da yeniçeri ağalığından alınarak yerine, Dülbent Ağası Cerrah Mustafa
Ağayı tâyin gerçekleştirilmiştir. Serçeşme Yeğen Osman Paşaya ise, Rumeli Beylerbeyliği ikram edilmiş vede hemen görevine gitmesi istenmiştir. Ancak çok geçmemiş Cerrah Mustafa Ağa'nın Cezayir Paşalığına tâyini çıkarılmış ve boşalan yeniçeri ağalığınada Sekbanbaşı Harputlu Ali Ağa tâyin olunmuş vede zorbaların hakkından gelecek adam olarak ümide varılmıştır. Fakat bu tâyin zorbaların ağzının tadını bozmuş ve sadrıazam, bizim arzumuz dışında mansıb dağıtmağa mezun değildir! Böyle yapmasını kendinden değil, ka-immakam olan Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşanın, te'sir sahasına girmesindendir teşhisini koymuşlar ve doğruca sadnazamın huzuruna varıp, Köprülüzâdeyi Boğaz muhafızlığına gönderme isteğini iletmişlerdi, Siyavuş Paşa da bu arzuya mukavemete lüzum görmeyip isteği yerine getirmiştir. Bütün bunlar olurken takvimler, 7/rebiülahir/1099-10/şubat/1688'i gösteriyordu. Busırada da şeyhülislâmlık görevini ifa etmekte olan Debbağzade Mehmed Efendi'yi efkârlarına aykırı gören zorbalar güruhu, makam-ı meşihate "de karışmaktan kendilerini alamadılar ve Nâkibuleşraf vazifesinde yer alan Seyyid Feyzullah Efendi'yi 14/şubat da şeyhülislâmlığa irti-ka ettirdiler. Hemen ilâve edelimki Silahdar Târihinde, bu şeyhülislâm olan Seyyid Feyzullah Efendinin saâdat'dan olması, hilafı hakikat idi dediğini ve kendisinin sihirbazlıkla tanınmış olduğunu hâttâ padişahın huzurunda hilat-ı beyzayı giyerken, 2. Süleyman, Hasodabaşının kulağına eğilipde bu adam sahir, yâni sihirbazdır dediğini İsmail Hakkı üzunçarşılı haber vermektedir. Yukarıda Fetvacının öldürüldüğünü ve Sultanahmed meydanına, bir Ermeniye sürükletilerek götürüldüğünü kaydetmiştik. İşte bu vak'a üzerine sipahi ve yeniçeri askeri bir daha ittifak ederek, bu işin intikamının alınmasına kasem etmişlerdi. Yeniçeriağasi; Harputlu Ali Ağa hemen yanına aldığı küçük bir maiyet askeriyle, Sultanahmed Meydanına varmış, ağaların öfkesini ve yapması muhtemel olaylara fırsat vermemek maksadı güderken, orada ittifak mensupları Harputluya saldırdılar ve "Fetvacı Çavuş'un suçu ne idi? Onu, niçin öldürttün?" Nidaları ile yalınkılıç üzerine saldırdılar vede hem onu hem de yanındakileri şehid edip, Sultanahmed Meydanını salhaneye döndürdüler. Artık ok yaydan çıkmış, isyan ateşi yeniden alevlenmişti.
İlk hedef; Defterdar Hüseyin Paşanın evi olmuş peşinden veziriazam Siyavuş Paşanın konağına yollanmışlar konakta bulunan şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi, Anadolu Kazaskeri Abdurrahimzâde Mehmed Efendi, evi harap edilen defterdar Hüseyin Paşa da burada olduklarından, kapılan kapatıp eşkıyayı içeri sokmamışlardır. İsyancılar Sultanah-med'de öldürdükleri Yeniçeri Ağası yerine, aralarında bulunan Hacı Ali adlı birini makama tâyin etmişler ve kuşattıkları veziriazam konağındakileri pes ettirmeye çalışmışlardır. Veziriazamı, kendilerine ihanet etti şeklinde yaftalayan bu güruh, Ağa seçtikleri Hacı Ali'nin de özel gayretiyle bir gün bir gece zaman zaman saldırılarını yinelediler.
Sonunda şeyhülislâm ve kazasker Efendileri dışarı çıkardi-lar. Hacı Ali, veziriazam'ın öldürülmesi kanaatini bir emir halinde yanındakilere belirtti. Bu aradada sadaret mührünüde, şeyhülislâm efendi aracılığıyla Siyavuş Paşadan almışlardı. Sabaha karşı konağa dahil olmayı başaran azgın haydutlar, bir müddet ortalığı yağmalamaya başladıklarından sonra Siyavuş Paşanın konağının, harem tarafına girmeye teşebbüs ettiklerinde yukarıda da söylediğimiz gibi nefis ve namusunu korumakla emr olunan her insanın yapması gerekeni, ortaya koyan eski veziriazam, evinin hizmetkârları ile birlikte bu pespaye güruha önce oklarla sonra da kılıçlarıyla karşı koymaya başladılar.
Ancak; kar güneşe ne kadar dayanırsa, azlık çokluğa o kadar direnebildi ve birer birer şahadet şerbetini içtiler. Can-verdiler, namuslarını sağ iken, kirletmeye komadılar. Onların şahadeti Mevlânın kefaletinde olduğunu idrak içinde, terk-i dünya etdiler.
Ne hazindir ki; önlerinde maddi engel kalmayınca, mânevi engellerden uzak ruhlu bu haydutlar, Siyavuş Paşanın haremine daldılar her tarafı yağma ettiler. Hâttâ bir kaç cariyeyi de gaza malımız, diye odalarına götürmek üzere hamallara teslime utanmamsşlardır. Şehid Paşanın; iki yavrusunuda götürenlerin elinden, Seyyidierden bir zat, bir kaç akçe vererek kurtarmaya muvaffak olmuştur. Sonrada; bu güruh Ağakapı-sına gitmişlerdir. Ve şer'le dâvamız var demek suretiyle iddia sahibi olma küstahlığını da sergilemişlerdir.
Sadrsazam Siyavuş Paşanın şahadeti sonrasında, sadaret kaimmakamlığına getirilen Kirli İsmail Paşa, sadarete asaleten getirilmiş ve fitne erbabının ortadan kaldırılması işi ona havale edilmiştir.
Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi, Anadolu Kazaskeri Abdurrahimzâde Mehmed Efendi, Rumeli Kazaskeri Ebu Sa-idzâde Feyzuliah Efendi, İstanbul Kadısı Antakyah Mustafa Efendiler, bir gün evvel asilerin davetine uyarak. Ağakapısı-na gitmiş olmalarından dolayı derhal azlolundular. Makam-i Meşihate 2. defa Debbağzâde Mehmed Efendi, Anadolu Kazaskerliğine Hekimbaşızâde Yahya Efendi, daha önce padişah imamı olan Mehmed Efendi Rumeli Kazaskerliğine, İstanbul kadılığına da Mirza Mehmed Efendi getirilmişti.
Sadrıazamın konağı önünde, isyancı haydutların yeniçeri-ağasi ilân ettikleri Hacı Ali de ele geçirilmiş bir günlük hapisten sonra dünyadan kaydı silinmiştir. Bu arada şeyhülislamın
görevinin ehli olmasının önemi aşağıya alacağımız vak'a da kendini gösterir:
"Deli Pîrî Ağa ile Tekeli Ahmed adlı zorbalar, Fâzıl Mustafa Paşanın, merhum sadrıazam Siyavuş Paşayı yönlendiriyor diye ondan kurtulmak istediklerinden katlini taleb etmişlerdi. Debbağzade Mehmed Efendi bu fetvayı istemenin esbabını, suçu nedir? Padişah aasîmi oldu? Düşmana kale mi verdi? Düşmandan yüz çeviripde bozgunluğamı sebeb oldu? Söyleyin diye sual ettiğinde cevab alamayınca, asıl sizin idamınız için fetva lâzım, ülkeyi harab, ümmeti berbad ettiniz. Ben Fâzıl Paşa için, aleyhte fetva veremem, kime giderseniz gidiniz diye onları kovmayı gerçekleştirdi. "İşte makam-ı meşi-hatde bulunanların böyle azimkar olduğu her dönemde, yanlışlıklar ve fitneler, sabun köpüğü gibi erimiş gitmiştir. Yâni makam doğru olup, mâliki makama güç vermelidir.
Mevlâmız yüce kitabında; bir topluluk kendi hakkındaki hükmünü değiştirmeğe gayret göstermezse, Allah (c.c) de, onlar hakkındaki hükmünü değiştirmez mealinde biz kullarına işarette bulunur. Bir çok târih eserinde "Sancak Vakası" adıyla yer alan vede almasının çok önemli olduğu meşhur vak'ayı, bizde buraya dercederek sahifelerimizi süsleyelim.
4. Mehmed'in tahtdan inmesine ve kardeşi, 2. Süleyman'ın padişahlığını yürütmeye başlamasına rağmen uslanma bilmeyen azgın güruhunun, sebeb olduğu cami duvarına bevl etmek, gibi bir hâle benzer durumlar, zaman zaman görülmüş demek ki, gasb ve gadr'den kurtulma zamanı gelme-mişki toplumun bu elemli ve zulümlü halden, halas bulması kabil olamamıştı. Yine bir hadisenin peşinden geçici bir sükunet hâsıl olmuşken dükkanlarını açıp alış-verişe hasret esnaf yine yeniçeri ve sipahinin ortaklaşa tertip ettiği bir yağmanın, başladığını gördüklerinde, birer birer dükkânlarını ka-pamağa başlamışlardı. Ancak bu serkeşler nihayet bir yağlıkçı (mendil) dükkânına girmişler ve de orayı yağmalamaya başlamışlardı. Yağlıkçı Emîr Bey saâdatdan biri olup, bir değneğin ucuna beyaz bir mendil bağlamış ve avaz-ı bülend (yüksek sesle) ile: "ümmet-i Muhammed'den olan sancak dibine gelsin" diye, bağırmaya başlayınca, yürekleri yanık esnaf, Sancak -ı Şerif çıktı zannederek toplanmağa koştular ve yağmacılara karşı bir toplu hareket başlattılar. Bu hareket birdenbire öyle yayıldı ki, o dönemin esnafının beş-alti bin tanesi, sancakdar Emîr Efendinin peşinde, Bedestan, Arasta, Saraçhane, Bit (Bat) Pazarı, üzün Çarşı, Kapalı Çarşı esnafı saraya doğru yola çıkmışlar, bir yandan kelime-i tevhid, bir-yandan da düşmanı kırmak isteyen, bize katılsın diye nida ediyorlardı.
Darüssadeye geldiklerinde bir kethüdayı zorba sandıkları için hemen parçalayı verdiler. Saray, bu olayın karşısında hemen orta kapıyı kapatmak suretiylede biraz emniyette olmayı lüzumlu gördü. Sancak talebi şu sözlerle dile getiriliyordu. "Padişahımız! Eşkıya elinden elaman! Diyoruz. Bir adil padişahsın! Hakkımızı hakk' et! Zorbanın şerlerinden bitab kaldık! Ehl-ü iyalimiz dağıldı, ne mal kaldı nede, mülkümüz! Artık Ölümü seçtik! Sancağı Şerifi ihsan buyurun, eşkiyayı kıralım. Ya biz burada ölürüz veya Sancağı Şerif-i çıkarırız" şeklinde padişaha haber gönderdiler. Sultan 2. Süleyman; gelenleri kendisini tahtdan İndirmeğe geldiğini zannederek, önce korktuğu ileri sürülür ve bu doğru daolabilir çünkü, korku insanın kendinden ayrılmaz bir hissiyatıdır, hâttâ korku ile tedbir birbirine sarılmış iki siyah iplik gibidir. Bazen insanoğlu korkuyu tedbir sayar, bazen de tedbiri korku sanır. Herîkfsâninde ne olduğunu şahsın kendisi bilir. Kimi açıklıkla itiraf ea^r, kimi de kendine saklamayı tercih eder.
Fakat; Osmanlı ailesi mensuplarının talihi, normal insanların hayatına pek benzemez, onların hayatı, hiç dalgası durmayan bir denizin hayatı gibidir. Bu bakımdanda hadiselerin mütemadiyen devam ettiği hengâmda kapının önünde, elinde değneğe takılmış bir beyaz bayrakla, onikibin kişi gelmiş, korku ve endişe tabii değilmidir? Sonunda Saray kapısının üzerindeki burca, Sancak-ı Şerif çıkarıldı. Bu sancağın altında toplanılması ehl-i insafdan istendiği, dellâlarla bağırıldı. padişah ise: "Zorba şakiler üzerine sancağ-ı şerifi çıkardım. (İmmet-i Muhammed'den olan sancak dibine cem olsun; gelmeyen kendi kâfir ve avreti boştur" diye ocaklara da ha ber gönderdi. Bunları duyan ocak halklarının bir bölümü ayrılıp, sancağa doğru yo! aldılar. Bunları önlemek isteyenler müdehaiede başarılı olamadılar. Geride kalıp, akıbeti müzakere edenler ise, padişahı tahtdan indirip, kardeşi şehzade Ahmed'i padişah edelim derken, kimi de 4. Mehmed'in oğlu şehzade Mustafa'yı ileri sürerken bazıları da, Kırım Hân'ını teklife yeltendiler. Bazı bedbahtlarda, padişahı, sarayda bulunanları ve bütün şehzadeleri, kıralım dediler. Onlar bu münakaşaları yaparlarken işler yürüdü. Zorbalar öldürüldü. Asayiş temin edildi ve toplanmış olan ahaliye; erbâb-i tasavvufdan Atpazarî (yâni atpazarlı) Şeyh Osman Fazlı Efendi yaptığı hitabede, zorbaların hesabının görüldüğü asayişin iade edüdi-ğini padişah emri ile dağılmaları icâb ettiğini tebliğ etmesi, kalabalığın dağılmasını sağladı. Biz hemen burada sözü saygıyla dinlenen Şeyh Osman Fazlı Efendi hakkında; üzunçar-şılı tarihindeki malumatı buraya dercetmekle, makbul ve mergub işler yapan eslâfın yâdını sağlamak isteriz.
"Alim ve arif bir zat olan Şeyh Osman Fazlı Efendi; Celve-tiyye Tarikatı Şeyhlerinden olup, meşhur Bursalı (Bursevi) ismail Hakkı Efendinin mürşididir. Aslen; Şumnulu olup, Vahdet-i Vücud felsefesi mensuplarındandı. Şeyhi Ekber'in;
"Füsûs-ul HikenV'ine şerh yazmış bir zattır. 1102/1691'de Kibns'da Magosa kalesinde sürgündeyken vefat etmiştir. Kabri Magosa Kalesi haricindedir.
Sultan 2. Süleymanın padişahlığı dört yıl sürmesine rağmen çok hareketli gerek iç gerekse dış olaylar yaşanmıştir. Bunların iç olaylar ile alakalı bir bölümünü geçtiğimiz satırlarda nakletmeye çalıştık. Şimdi de 1688'den 1691 senesi bitimine kadar harp durumunu ve bu harp durumu içindeki, çeşitli vak'alann ve bu vak'alara perde arkası gelişmelere temas etmemiz yerinde olacaktır.
Devletin maaşlı yaya kuvvetleri ve suvar^kuvvetleri, yeniçeri ve sipahi adı ile İstanbul'da zorbalık ederlerken Avusturya ve Venedikliler topraklarımız üzerinde rahatça ilerlemekteydiler. Boşnak San Süleyman Paşanın, Mohaç Ovasındaki mağlubiyetinden sonra ordumuzun, evvelâ Petervaradin'e daha sonra da Belgrad'a çekilmiş olması, adetâ bir panikti.
Hırvatistan ve Slovenya'daki müsiümanlar arasında panik kendini gösterdi. 1098 sonları ki, 1687'nin ekim ayma tesa-düfeder. Önce Eşek, arakasından Valpo ve bilahire de Peter-varadin'in düştüğü görüldü. 1099'h. -1687'm. de Kuzey Macaristan da kalmış olan artık, İmdad almaktan ümidini kesen Eğri Kalesi içinde ki askerimizde, Muhafız Osman Paşanın şehid olması.üzerine serbestçe çıkıp gitmek şartıyla, safer ayının 8. günü 1099'da yâni 14/aralık/1687'de, general Ka-raffa'ya Kale'yi teslim etmeğe mecbur kaldı. Bundan sonra Solnok ile Lİbve ve onun peşinden de İstolni Belgrad elden çıkmıştı. Osmanlı padişahının hakimiyeti altından sıyrılmak isteye^-Er-delKralı Apafi de, Klozenburgu işgal etmiş olan Avusturya imparatoru ile müzakereler yapmaktaydı.
Bu esnada Tamışvar Muhafızı Gürcü İbrahim Paşa da, kale muhafızlarına eziyet ettiği için askeri tarafından öldürüldüğünden, yerine Diyarıbekir Valisi Cafer Paşa tâyin edilmişti. Böylece; biribirini takip eden mağlubiyetler sebebiyle Avusturya cephesi pek nâzik bir vaziyete gelmiş bu gidiş artık bizim Belgrad'da dahi tutunabileceğimizi şüpheli bir hâle getirmişti. Arkasında bir haçlı tertibinin yatmış olduğu garp cep-hemizdeki bu seri saldırılar ve meydana gelen seri savaşlar Osmanlı İslam devleti aleyhine gayrimüslim dünyanın, bir geri püskürtme yâni kıta-yı Asyaya dönmelerini temin etme çabasıydı.
Böyle plânlı ve hazırlıkları fevkalade yapılmış seferlere önce mukavemet edebilecek, daha sonra da, onları çekilmeğe icbar edecek kuvvete, muhtemelen sahip olan Osmanlı Devletinde kaht-ı rical varmış gibi muktedir bir sadrıazam, işbilir bir kumandanı, serdar-ı ekrem yapamamaktaydı. Acaba! Durum hakikaten böylemiydi? Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa, büyük bir kıymet olmasına rağmen, fazla önem taşımayan bir görevde adetâ menkûb olarak durmaktaydı. Buna karşılık şakî'likten gelme, Yeğen Osman Paşanın serdarliktan tutun da, neredeyse sadrıazam tâyinine ufukta yol gözüküyordu. Yeğen Osman Paşanın; serdarlığa Rumeli Beylerbeyi unvanıyla çıkmış olması, bu haydut adamın iyice şımarmasını da sağlamıştı.
İstanbul'da vukubulan sancak vak'asından, firar etmiş olan hempaları, Yeğen Osman Paşanın yanına kapak atmışlar ve burada, nifak ve şikaklarına devama başlamışlardı. Artık; Osman Paşayı sadrıazamlığa o makamı istemeye sevk etmekteydiler ve Osman Paşa; Dayısı olan Deli Veli'ye Ru-meliden ve Anadodan levendleri toplamak üzere, Kara Mustafaya Karaman eyaletini verip İstanbul'a gönderdi. Kendisi de: "Ben; bu kadar az asker ile düşmana mukabele ede-
mem, bu tarafa ya veziriazam gelmeli veyahut da, bana mührü hümayunla beraber, sancağ-ı şerif gönderilmelidir. Şeklinde haber gönderdi. Üsküpten de kalkıp, Sofya'ya geldi. Bu hareketi üzerine serdarlıktan Osman Paşa alınarak, yerine Hazinedar Hasan Paşa 2. defa olarak tâyin edildi. Osman Paşaya; Bosna Valiliği verilirken, Dayısı Deli Veli ise Hersek Sancağı memuriyetine getirildi. Eğer; Yeğen Osman Paşa, bu görevi kabul etmez ise, bütün Rumelideki sancaklara, Yeğen Osman Paşanın üstüne yürümesi için emirnameler yazılmıştır. Bu arada da veziriazam Kirli İsmail Paşa; padişahın hocası Abdülvehhab Efendi ile sarayın darüssaade Ağasının, rüşvet almak suretiyle devlet işlerine müdehalelerine karşı çıktığı görüldü. Veziriazam bu rüşvetçilerin tesirini kırmaya çalıştı.
Ne varki Hoca ile Ağa birleşince ve aralarına da şeyhülislâmı kattıklarında padişahın yapacağı iş, veziriazamını azletmekten başkası değildi. 1099/recep-1688/mayıs yazmaktaydı takvimde. Azledilen İsmail Paşanın yerine, Boğaz Muhafızlığında istihdam edilen Tekirdağlı Bekrî Mustafa Paşa, veziriazamhğa getirildi. Bu aradada eski sadrıazamın, Yeğen Osman Paşa taraftan olan, Anadoludaki Sarıca ve Sekbanlar üzerine sevk etmek istediği, "nefir-iâm" denilen, halk kuvvetlerinin dağıldığını haber alan, Yeğen Osman Paşa; Bosnaya gitmeyip: "benim istediğim mansıbı almak elimdedir" demek sureti ile yanındaki onikibin kişi ile Belgradda bulunan; eski hazinedar Serdar Hasan Paşa adına gelen, serdarlık beratını da, kendi adına okutarak serdarlığı zorla aldı. Bir isyan hareketini önlemek isteyen hükümetde bu emri vâkiyi kabul etti. 1 O/ramazan/l 099-9/temmuz/l 688.
Muhterem okuyucularım gördüğünüz şu hâl, ne kadarda geniş bir siyasi toleransı işaret ediyor. Ancak; otoritenin devamı bazen/otoritede böylesi boşlukların tanınmasıyla devam edebilir ki, buna eski idarede "maslahat" denir. Serdar Yeğen Osman Paşa, gasp yoluyla ele geçirdiği bu yeni görevinde daha doğrusu 2. serdarliğında düşmanın gelmekte olduğunu, Belgrad'i muhasara ettiğini, kendisinin de Belgrad müdafaasına, Rumeli beylerbeyi Ahmed Paşayı bırakıp Niş'e geldiği bildirilmiştir.
Hakikaten; Nemçe yâni Avusturya kumandanı Maksimil-yen, 30 bin kişilik bir kuvvet ile Zemlinde bulunan Tökeli îm-re ve de Osmanlı birliklerini mağlup edince, Yeğen Osman Paşa'nın Dayısı olan Veli Paşanın da, gafletinden istifade ederek onbin kadar askerle, Belgrad tarafına kuvvet geçirtti bu kuvvet karşısına çıkmış olan Osmanlı birliklerini bozduktan az sonra da Belgrad'i muhasara etti. Yeğen Osman Paşa'nın hatası Belgradın yağmalanmasına ve orada binyedi-yüz muhafızla Ahmed Paşayı bırakıp, Nişe kaçmasıysa işin, tuzu biberi oldu. Belgrad Balkan Yarımadasının, bir nevi giriş kapısı olduğundan, mezkûr yeri düşmanın çok kolay ele geçirmesi ve de, serdar Yeğen Osman Paşa'nın adetâ ortadan yok olması, düşmanın çok rahat hareket etmesini sağlarken, şehri zapt ve içindekileri öldürüp, yağma yapması kısa bir zaman içinde yardım gelmezse, muhakkak olduğu bildirilmişti.
Rumelide eli silah tutan kimselerden başıbozuk olarak tâbir edilen milis kuvvetleri, tertib edilip Belgrad'a şevkine çalışıldı. Ancak;serdar bu işe de önem vermediğinden Belgrad Kalesine takviye kuvvet konması kabil olamadı.
Maksimilyen kuşatmanın, 29. günü 12/zilkade/l 099-8/eylül/1688'de, Belgradı ele geçirdi. Peşinden Tunanın sahilinin sol tarafında Macaristan topraklarında bulunan, Pan-çova Palangaları da işgale uğradı. Macaristan da;yalniz başına Tamışvar, yokluklar içinde müdafaasına devam etmekteydi. Üst üste gelen bu felâketleri savaş yoluyla telâfi etmek kabil görülmeyince, bir sulh tesisi temin etmek için çalışmalar başlatıldı. Artık bu hâl Osmanlı'nın kendisinden sulh tâleb edilen devlet halinden çıkıp, artık kendisinin; sulh teklif eden bir devlet haline geldiğinin alışmasının emareleri olarak, târihi perspektifden vakalara baktığımızda, istesek de istemesek de, kabul etmemiz gereken, açık bir hakikat halindeydi.
Rumeli beylerbeyi payesi ile elçi olarak tâyin olunan Divanı Hümayun baştercümanı îskerletzâde Aleksandr ile ZüSfikâr Efendi elçi olarak gönderildi. 1 2/ramazan/l 099/-tem-muz/1688'sulh müzakerelerini olsun, savaş halini olsun daha yakından takip edebilmesi için padişah, 2. Süleyman, Edirne'ye gitmeyi istedi ve zaten bu hal gerekendi.
Barış aramakta olan Osmanlı murahhas heyeti Belgradın elden çıkışının 2. günü olan 8/eylül/1688'de, nâme teslimi ve protokol usulleri hakkındaki, arada beliren ihtilaf ve birde müttefiklerin Mukaddes ittifakları dolaysıyla bir noktada görüşleri toplamak için, toplantı akd edildi. İhtilaflar hal edildi, aradan üç ay geçtiğinde Osmanlı heyeti, 8/şubat/1689'da, Avusturya imparatoru tarafından'kabul edildi. Bu murahhas heyetinin riyasetinde bulunan ve şehid olana kadar, ismi Elçi Zülfikâr Efendi, diye anılmış bulunan zât, Tamışvar civarındaki, 1696'da ki savaşlardan birinde yeniçeri ocağı kâtipliğini de yapmaktayken, göğsüne isabet eden bir düşman kurşunu onu şehidler zümresine iltihak ettirdi. Zülfikâr Efendi hem tahta geçiş tebliği, hem de sulh için gönderdiği mektubu, 8/şubat/1689'da vukubulan kabul töreninde, Avusturya imparatoruna takdim etmiş ve Avusturyalılardan dört, Lehis-tandan, iki ve Venedikten, bir murahhasın iştirakiyle sulh tefini için biribirini takip eden görüşmeler yapılmıştır. Bu görüşmelerin 14-çjefa tekrarlandığı, iştirakçilerin her birinin, Şimdiye >âdar Osmanlı devletine söyleyemediği ifadelerle cevap vermesi, güçlü ol, konuşturma! Anlayışının her zaman için geçerli olduğunu ortaya koyuyordu. Biz; kaybettiğimiz yerlerin iadesi üzerinde fazla söz sarfetmezken, Erdel'in, serbest kalmasını ısrarla istiyorduk. Tâbiiki böyle bir Erdel, bizim için, yaralarımızı tımar ettiğimizde fırlanacak bir trample-nimizdi ve düşman bundan da gafil değildi. Sulh müzakerelerini bitiren Avusturyalıların, şu sözünü buraya alamadan geçmemiz kâbildeğil: "Osmanlı askeri, oklanmış şikârımizdir (av)ne sulha tâlib olduk, ne de sizden adam istedik, bizzat hedefimiz İstanbul'dur nasıl ki, seferin ibtidaiarında elçimizi, Budin'den saldığımız gibi biz de, seni Edirne'den salıveririz dîye Elçi Zülfikâr Efendiye hitabda bulunmuşlardır. Bütün bunlar devletçe göz önüne alınmış ve Edirne'de bulunan padişahın sefere çıkmak üzere hazırlanması kararlaştırıldı.
Osmanlı devleti bu sulhun akim kalmasından sonra umumi seferberlik sayılacak olan nefir-iâm ilân etdi. Bu kuvvetleri ahalinin eli silah tutan kısmı teşkil ederdi. Bu fetva ile alınan btr karardı ve vasıfları uyup da davete katılmayanın akı-bet-i mâneviye bakımdan her iki âlemde sıkıntıya duçar olurdu.
Nevruzdan evvel Edirne'de bulunmaları istenen mü'min-lerden gelemeyenlerin şer'i bir mazereti yoksa dinden çık-rnışlıkları ve avratlarının boş düşeceği ayrıca şiddetli cezalara muhatap olmalarının muhakkaklığı vardı. Bütün bunlar olurken; Kırım Hân'ı Selim Giray Hân; sadrıazama yazdığı bir mektupda devlet-i âliyenin geçirdiği buhranın farkında olduğunu bundan da mükedder bulunduğunu, düşmanların hepten ayakta olduğunu bütün hristiyanlann, taa Karadeniz kıyılarına kadar hareket hâlinde olduklarını, bu yüzden de Kırım'dan ç:kıp Bucak'da kışlamak kararı aldım. Bu kıyama göz yumulursa memleket elden gider. Padişah hazretlerini de bizzat gelip ziyaret etmek isterim, bu hususda Kırım'dan çıkmak ve Edirne'ye gelme müsaadesi istirhamımdır! Diye nâme yazmıştır.
Bu müracaatı görüşen devlet ricali, Hân'ın tecrübeli vede müdebbir kimselerden olduğunu görüşlerinden istifade, gelişlerinden safa duyarız mütalaasında bulundular. Verilen müsbet cevap üzerine 17/rebiülevvel/l 1 00-3 1 /aralık/1 688'de Edirne'ye gelen hân, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sarayında ağırlanmaya başlandı.
Savaş hususunda yapılan özel toplantıya tabiiki kırım Hanı Selim Giray da katıldı. Açık ve gizli bütün bilgilere agâh olunca katılanların ricası üzerine söze başladı: "Macaristan-daki serdar yeğen Osman Paşa, bir küçük yılan iken şımartılmak suretiyle yedi başlı bir ejder hâline getirildi. Hiç savaşmadan da Belgrad'ın düşmesine sebeb oldu. Rumeli ve Anadolu taraflarında kendine yakın akraba ve tanıştan insanları, mühim görevlere getirterek, kuvvetli bir yapıya sahip oldu. Bu yapının zulmünden ahali dağlara, göze görülmez yerlere sığındı. Hayat durdu. Millet fakirleşti. Yeğen dediğiniz de korkunuzdan ciğerleriniz görünür oldu. Bu koskoca devlet, bu herife mi kaldı? Bunun tedariki görülmezse ne işinize karışır, ne de kılıç çekip işinizde bulunurum" Dedi. Bu ikaz gerçekten Yeğen Osman korkusu taşıyanların cesaret bulmalarına dolayısıyla da bu gaile adamın tenkiline karar verildi. Arap Recep Paşa; bu tenkil işine memur edildi. Ertesi gün Selim Giray Hân, padişah'a mülaki olup haylice görüştüler. Edirne'de bir ay kadar kalan Hân, 1689'un şubat sonunda Kili'ye döndü. Ruslar hân'ın, Edirnede bulunmasından istifadeyle, Mayıs ayında Kırım'a taarruza geçtiler. Selim Giray Hâ^h^men uça uça ordusunun başına koştu mütecaviz Rusları perişan ederek tekrar Kili'ye döndü. Recep Paşa ise, aldığı görev olan Yeğen Osman'ı, tenkil işini sonuna kadar sürdürüp, Sofya sahrasında vaziyet almış olan Yeğen Osman Paşa üzerine yürüdü ve Sofya işgalinden vaz geçen Osman Paşa yanında bin adamıyla kaçmağa başladı ve sonunda İpek kasabasında ele geçti. Kendisi, Dayısı Deli Veli Paşa, Yâdigâroğlu Mustafa Paşa, üzün Mehmed Paşa, Nişancı Mehmed ve reisülküttabı Aklî Mehmed ve Çavuşbaşı vekili Mahmud ve diğerleri ile birlikte başları kesildi böylece de, düşman karşısındaki iç gaile de ortadan kalkmişoldu.
Padişahın Edirne'de otağ-ı hümayunu hazırlandığında Macaristan cephesindeki durum şu merkezde idi: "Belgrad'ı alan düşman Güney istikametine sarkmış, Niş'e yakın yerlere geldiği gibi, diğer bir kolu da Yenipazar civarına ani baskınlar yaparak kadın ve çocukları esir almışlarsa da, Bosnalı ve Arnavut ahali tarafından mağlup edilmişler ve Belgrad civarına püskürtülmüşlerdi.
Avusturya askerinin bir bölümü Vidin üzerine yürümüş Osmanlı muhafızı Bayezid Bey ile Tökeli İmre tarafından mağlubiyete uğratılmışlar, gerek fethü'l İslâm gerekse Hisro-va istirdad olunmuştu. Böyle olunca da Tamışvar'da uzun zamandan beri direnmekte olan mücahidlere yardım yolu açılmış oluyordu.
Padişahın seferi; 18/şaban/1100-7/haziran/1689'da, kapıkulu askerleriyle birlikte Edirne'den başladı. Sofya'ya gelindiğinde yapılan müşavere de, Recep Paşanın belgrad üzerine istirdad için gitmesi karar altına alındı. Paşanın yanında eli i -bin kişilik kuvvet bulunuyordu. Bunlarla Kruşevaç önlerine gelindiğinde yaya asker kısmıazamı yeniçeriydi daha ileri gitmek istemediler. Bu sefer yürüyüşünü süvari askeri olan yirmibin kişiyle devam ettiren paşa, gerek topların gerekse otuzbin kişiye varacak yaya askerinin gelmemesi hasebiyle muhasaraya başlamayıp, yine Kroşavac yâni Alacahisar'a avdet etdi. Düşman ise; Niş ordugâhımızı basmak istemişse de. başarısızlığa uğratılmış ve çekilmişti. Çekilme istikameti Pasarofça olan düşman üzerine gelen önce Ömer Paşayı bi-lahire Recep Paşayı mağlup etdi. Toplar, çadırlar, mühimmat düşman eline geçmişti. Sofya'da bulunan padişaha bu haberler geldiğinde oturup ağlamaya başlayan padişah, "İşbilir, sadık bir kulum yok! Ortalığın ahvalini bana doğruca anlatsın" diye sızlandığı muteber târih kitaplarında yer alır,
Görülüyor ki; kuvvei mâneviyesini zayi etmiş bir ordunun zaferle çıkması muhal olduğu gibi, Allah saklasın, padişahın bizzat başında bulunduğu ordu, mağlup olsa işler ne kadar, sarpa sarar bir teemmül edilse, akla neler gelir neler! Padişah böyle şikâyetlerde bulunurken, ordunun içinde yine bir isyan koptu gitdi. Padişah huzurunda şer-i şerif ile dâvamız var diyerek Sofya'ya doğru yürümeğe başlayıp, nice geniş bir boşluk bıraktılardı düşman Önünde.. Maaşlarının verildiği halde, muhalefet ettikleri takdirde, katledilmeleri hakkında fetva çıktığını duyduklarında korku içinde Niş'e döndüler. Ne varki; savunma savaşlarımızın en cebîn olanlarından birini, burda verdik ve Niş'i düşmana tek hücumda teslim ettik. 10/zilhicce/l 100-26/eylül/1689'da düşman önünden kaçan hayli insanımız Niş suyunda boğulup da telef oldu gitdi.
Bunun üzerine padişahın Filibe'de , Bekri Mustafa Paşaya sancağı şerif verilerek serdar-ı ekremlikle Sofya'da kalması kararlaştırıldı. Bu arada sadnazamın yetersizliği, darüssade Ağası veAnadolu ve Rumeli kadıaskerleri tarafından şeyhülislâma ifade edildi. Padişah Hocası Abdülvehhab Efendi ve Debbağzâde padişahın yanına çıkıp da, "veziriaamın ihaneti1 ortaya çıkt azlini isterler dediklerinde, Sultan Süleyman; 'is-tanbuPcfa Bâğdad köşkünde hepiniz, huzuruma gelip İsmail Paşanın kötülüğünü ifade ediyordunuz ve kefil oldunuz.
Şimdide böyle söylüyorsunuz! Maksadınız nedir?" dediğinde, Debbağzâde: "Hata etmişiz! umduğumuz gibi çıkmadı! Azli ihmal olunursa, ülkey-i islâmiyenin düşman eline geçmesine sebeb olunur!" dediğinde Abdülvehhab Efendi de-kendisini teyid edince, padişah; "dün serdar ettik. Bu gün olmaz Edirne'ye varınca düşman ayağı kesilince, münasip birine sadaret verilir. Cevabını verip kesti attı. bu arada da Sadaret kaimmakamı olan Mehmed Paşa, şeyhülislâmın kendisinden müsaade almadan padişahla görüşmesine cans sıkılmış padişaha bu sıkıntısını duyurduğunda padişahı" lüzumu halinde vakitli vakitsiz buluşulur." dedi. Çok gedmeden de padişah; Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşayı sadarete getirme zamanın geldiğini kararlaştırıp, hiç bir kimseye sezdirmeden, Köprülü Fazıl Mustafa Paşa ve Türk Ali Paşayı, gizlice saraya davet etdi. Birincisini sadnazam, ikincisini de sadaret kaimmakamhğına getirdi. Bekrî Mustafa Paşaya da Malkara da, tekaüdlükle oturması emredildi. Fâzıl Mustafa Paşa; 25/muharrern/l 101-7/kasım/1689'da Edirne'ye gelip mührü hümayunu aldı. Hemen ahaliye bir beyanname yayınlamak suretiyle, avarız, nezil, sürsat, ve iştirayı ve de imdadi-ye adıyla, ev başına konulmuş vergileri ve 1099/1688'de ülkeye gelir sağlasın diye konulmuş olan içkiden alınan vergileri de kaldırdığını ve de ahaliye yük olmayacak fakat devlete zaruri bir fayda sağlayacak vergi koydu. Ülke üzerinde emelleri olan ecnebi ülkelerin tahriklerine ve iğfallerine, açık olan reaya hakkında adil hallere yol açacak kanunlar ihdas ederek, sükuneti ve bağlılığı sağlamlaştırmaya çalıştı ve haylice de başarı gösterdi.
Peşinden de, gerek devlet adamlarıyla gerekse asker sınıfının her temsilcisi ile görüşerek, birlikte işleri yürütmeğe ve askerle de düşman karşısına tek bilek tek yürek olmak üzere çıkabileceklerinde mutabık kaldılar. Görüşmelerin neticesini padişaha arz etdi ve serdar-ı ekremlikle, ordunun başına qeç.mesi hususunda fikir birliğine vardılar. Fâzıl Mustafa Paşa babası Köprülü Mehmed Paşanın, siyasetine vukufiyeti do-laysıyla kendisi cephedeyken padişah üzerinde tesiri olacak ifadelere fırsat vermemek için kurtulması lâzım gelenlerin başındaki şahıs Darüssaâde Ağası Mustafa Ağayı azlettirme-ğe muvaffak oldu. Yerine gelen Ağa yada padişah, vazifen dışında başka bir işe karışma, vükelama aid işlere burnunu sokma dercesine tenbihatda bulunduğu ileri sürülmüştür.
Bu sırada ise; ünlü Kanije Kalesi, dört yıldan beri sürdürdüğü savunmasını temadi ettiriyordu. Zahire tükenmiş, kedi, köpek gibi hayvanlar yendikten ve de bir haylice telefattan sonrada bine yakın kadın ve çocuklara dokunulmamak şar tıyla verilecek arabalarla nakledilmek üzere Kanije düşman eline geçiyordu.
Kale kumandanı kahraman bir asker olan, Fındık Mustafa Paşaydı. Takvimler ise; recep/1001-mayıs/1690'nı gösteriyordu. Yine bu sırada Tökeli İmre Erdel'e kral olarak tâyin edildi. Kırım Hân'ı buna rıza göstermediyse de, aşağıda belirteceğimiz suretde faydası görüldü. 6/şevva/1101 -13/tem-muz/1690'da Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa sancak-ı şerifi alıp, Avusturya cephesine doğru yola çıktı. Dragmanda bulunan Şenkendorf ve askerlerini ikİgün süren savaş sonunda mağlup etti. Şehirköy vede Musapaşa Palangaları sancağımız altına avdet ettirildi. Buradan Niş üzerine doğru yürüyüşe geçildi. Kale komutanına kaleyi teslim etmek babında bir mektup gönderen serdar-ı ekrem, red cevabını alınca muhasaraya başladı. Yılancık çıkarmış bulunan ve haylice rahatsız olan Selim Giray oğlu Kaîgay Devlet Giray'ı kuvvetlice birliklerle sadrıazamın emrine yolladığı görüldü. Kalgay; Kırım Tatarlarında hândın yardımcısı, muavini makamında sayılan vazifelerdendir. Genellikle Kalgaylar, ya oğullardan, ya da, kardeşlerden seçilirdi. Tatarların; serdar'ın ordusuna takviye geldiğini haber alan osmanlı üzerine yürümeğe hazırlanan Avusturya ordusu hemen hücumdan vazgeçip, Alacahisar (Kruşevaç)ı, boşaltarak Semendire ve Belgrad üstüne doğru çekilme hareketine girişerek uzaklaşmaya başladı. Takiplerine Kemankeş Ahmed Paşa vazifelendirilince semendire, Belgrad ve Sirem taraflarında uzaklaşan Avusturya askerleri, Ahmed Paşanın, Pasarofça, Güvercinlik ile bazı palangaları ele geçirmesine sadece seyirci kaldı. Yine bu arada; Silistre Valisi Çerkeş Ahmed Paşa İle Tökeli İmre kuvvetlerine karşı durmak için, Fâzıl Paşa kuvvetleri karşısından alınıp gönderilen Avusturya başkumandanı Hesiter, Tökeli İmre tarafından Tserneşt yakınlarında mağlub ve esir olunarak ele geçirilmiştir. Niş şehrinin muhafızı Vetarani ile Baden Margraf ı ellerindeki şehrin mutlak surette düşeceğini anladıklarından dolayı yirmiüç gün süren muhasara sonunda, kaleyi teslime mecbur oldular. 5/zilhicce/1101-9/eylül/1690
Bir âlimin; kaybedilen islâm toprakları hususunda bu kaybın antlaşmasını imzalayan ve bunu tasdik makamında bulunan emir, eğer bu imzayı atarken içinden en küçük fırsat da ben burayı, geri almalıyım diye geçirmiyor ise, o kâmil bir müslüman değildir, şeklindeki mütalaasını İlâ-yı Kelimetuilah için can verip cennet satın alanlar kalblerinin en hassas bölgesinde yaşatırlar.
İşte ordumuzun Belgrad üzerine yürümesi, bu anlayışın gerçekleşmesine, gayret göstermekten başka bir şey değildi. Nitekim; veziriazam, yanında bulunan yaşlı ve nice savaş görmüşleri etrafına toplayıp bir güzel meşveret eyledi. Bu meşveretde tecrübede acele edilmemesini, askerin Niş'i kurtarırken hırpalandığı, cephane ve zindeliğe noksan geldiğini. Tuna yollarının ele geçmesinden sonra Belgrad'a yürümek lazım geldiğini ifade ettiler. Seneye devam ederiz diye son sözü söylediler. Veziriazam darbe gören haçlı ittifakının rahat bırakılmaması aksi takdirde fırsat bulurlarsa takviye alacaklarını mevsim sonuna kadar bu şoku atlatacaklarını düşündüğünden: "Allanın inayetiyle fırsat ve zafer bizimledir. Ben aiderim! İsteyen gelsin. Gelmeyenece bir söz kullanmam" demek suretiyle Yavuz Sultan Selim'in Çaldıranını hatırlattı. Kimse muhalefet etmiyerek, siz bilirsiniz, emrinize imtisalen gelir ve canla başla çalışırız deyip, fatihayı çektiler. Semen-dire'nin zaptına gelince bu iş pek kolaylıkla neticelenerek 24/zilhicce/1101-28/eylül/1690'da istirdat olundu. 5/mu-harrem/1102-9/kasırn/1690'Beigrad'daki muhasaranın 8. günüydi ki Belgrad'ın Sava Nehri tarafında bulunan içkale-sindeki barutların muhafaza olunduğu mahzene isabet eden bir humbara, Öylesine bir patlamaya vesile teşkil etti ki, telef olan insan sayısı dörtbin kişiyi aştı. Belgradın'başka bir cihetinde muhasaranın her tarafında, elinde kılıcıyla ispat-ı vü-cud eden, Fâzıl Mustafa Paşa top atışlarının meydana getirdiği, rahnelerin artık birer gedik hâline dönüştüğünü müşahede edince, gür sesiyle: "Yürüyün Ümmet-i Muhammed!" diye nâralanması ve kılıcı elinde olduğu halde en önde surların içine dalması, ordunun her yanında ibzal olunan bu cesaret verici davranışın akisleri görülerek, askerimiz, Allah! Allah! Nidaları ile Belgrad'a dâhil oldular. Olanları şaşkınlıkla seyreden Avusturyalı askerler, içinde bulundukları oniki gemiyi una Nehrinde çalıştıramayarak askerimizin eline esir olarak uŞtüler. Belgrad Kalesindeki onaltıbin kişi olduğu söylenen Muhafızlarda esir alınmıştı. Çeşitli büyüklükteki toplardan Uc.yüz adet top elimize geçti.
Bu arada Rumeli Beylerbeyi Arnavut Mustafa Paşa saldırı esnasında alnına isabet eden bir kurşunla şehadet şerbetini içti. Şehid Paşanın naşı sadrıazamın otağı önüne getirildi. Veziriazamın; bizzat kıldırdığı cenaze namazının peşinden şehid kanlı elbiseleri üzerinde olduğu halde defn olundu. Öte yandan Fâzıl Paşa; Belgrad'daki muhasarayı başlatırken, Kalgay Devlet Giray'ı akınlara gönderdi. Çünkü bu akınlarla boğuşmak mecburiyetinde kalacak olan düşmanın, muhasara alanına fazlaca bir müdehalesi olamayacağı hesaplanmıştı.
Nitekim umulduğu gibi oldu ve üstüne üstlük, Kalgay Devlet Giray, Sava Nehrini aşıp, Esek'e kadar olan araziyi tarumar edip, kâfire hayli korku salmıştı. Bu arada Selim Giray ifakat bulmuş ve Edirneye gelmiş oradan da orduya ilti-hat etmiştir. BÖğürdelen(Sabaç)Kalesi ele geçirilmiş, Eşek ise muhasara olunmuştu. Şiddetli yağan yağmurlar, kısa zamanda kale etrafındaki hendekleri, suyla doldurmuş olduğundan, zafer piyadenin süngüsünün ucundadır darbı meselinin gerçeği burada yaşanmış, eli kılıçlı askerimiz su üzerinde yürüme kabiliyetinin yaygın şekilde keşfedilmemiş olmasından dolayı Esek'e girme şansını elde edememiştir. Niş'le Belgrad arasındaki ova insanlarının gayri müslimleri, Avusturyalılara yardımcı olmuşlardı. Buna rağmen; boşalan bu muazzam ovanın iskânının ve üretiminin devamını göz önüne alan veziriazam Fâzıl Mustafa Paşa, reayaya incitmeden ve affedici yaklaşımla onları oraya iskâna razı etti. Gücü yetmeyenlere tohumla beraber araziyi işlemek üzere lâzım gelen araçları dahi vermeyi ihmal etmedi. Bu sırada da, padişahın Edirne'de durması, ahaliye epeyi angarya yüklediğinden istanbul'a dönmesi teklifini ulaştırdılar.
Sultan 2. Süleyman; buna itiraz etti. Ağabeyimi böyle İstanbul'a getirip, tahtından indirdiler ve beni de ona döndürecekler endişesine kapıldı. Ancak gerek ulema, gerekse asker padişahdan herkesin memnun olduğunu ifade edip, ikna etmeye muvaffak oldular. Padişah 14/safer/l 1 02-1 7/ka-sırn/1690'da, Edirne'yi istanbul'a gitmek üzere terk etdi. Veziriazamda Aralık sonu İstanbula vardı. Hasta olan padişah bindiği bir arabayla veziriazamını karşılamak üzere ve eskiden beri olduğu gibi gitdi. Veziriazam Fâzıl Mustafa Paşa, padişahın karşısına geldiğinde Sultan iltifat edip karşısına oturmasını istedi. "Ekmeğim sana helâl olsun. Seleflerinden hiç birine böyle bir gaza müyesser olmadı. Sırtından çıkardığı Gülgülî Çuhaya kaplı, samur erkan kürkünü veziriazama giydirdi. Belinden çıkardığı hançeri paşanın beline taktı. Başından çıkardığı sorgucu da, başına taktıktan sonra ellerini açarak ve ağlayarak; Ben, mükafat vermeye kadir değilim! Allah iki cihanda yüzünü ak etsin. Demek suretiyle Osmanlı Târihinin defaatle tekrarlanmış sahnelerinden birini daha yaşadılar.
İlk ağızda Ozdemiroğlu Osman Paşanın Kafkasya macerasını anlatması ve 3. Mehmed'in, kendisine iltifatları ve hediyelerini hatırlatıverdi bize. Bir müddet başşehirde kalan Köp-rülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa; yeniçeri ocağında tensikat yâni rütbe ve sayı bakımından bazı tasfiyeler yaptı. Orduya lâzım gelenler takviye olundu. Bu sırada gayri memnunlar zuhur ettiği gözden uzak tutulmamalıydı ki bunlar sefer için İstanbul'dan ayrılacak veziriazamı şaşırtmayı sağlamak için 4. Mehmed'i taht'a çıkaracaklarını yaymaya karar verdiler ve bunu tatbike koyuldular. Bunun üzerine telaşlanan rical veziriazama, padişahı Edirne'ye gitmeye ikna etmesini temin için yardımda bulunmasını istediler. Hasta olan padişah orada vefat ederse yerine geçecek olan orada cülus ettirilir dendi- Fâzıl Mustafa Paşa bu tavsiyeyi yaptığında: Padişah: "Baka Paşa; nihaideyim? Bu hal ile nasıl giderim? Vükela hâlimi bilmezler! Dün gel, bugün git. Gidecektik niye geldik?"deyip vücudunun nasıl şişmiş olduğunu, istiska denen vücudun su toplamasına verilen rahatsızlık kendini gösteriyordu. Padişah, veziriazamına hâlini gösteriyordu.
Yine de vezir, durumun nezaketini izah etti ve padişahı ik-naya muvaffak oldu. 4. Mehmed ile küçük kardeş Ahmed ile 4. Mehmed'in oğullan Mustafa ve Ahmed önceden Edirne'ye gönderildi. 2. Süleyman'da peşlerinden Edirne'ye doğru yola çıkarıldı. Ancak Edirne'ye geldiğinde pek bitkin olan padi-şahdan artık ümid kesilmiş, kandildeki yağın tükenmesi gibi nefes sayısı gittikçe azalıyordu. Bu arada rical yerine kimin geçeceğini kararlaştırmış, Süleyman'ın bir küçüğü olan şehzade İbrahimoğlu Ahmed, 2. Ahmed unvanıyla tahta geçme hususunda ittifak sağlanmıştı. 25/ramazan/l 1 02-23/hazi-ran/1691'de 2. Süleyman, 3 sene, 8 ay, 24 gün süren padişahlığı sonunda 51'yaşında, Osmanlı Devletinin 20. padişahı, 12. haiifesi olarak, ümmete hizmet verme şerefine erişmiş olarak vefat etdi.
2. Süleyman h. 1052/1642 yılında Dİlaşub kadınefendiden Sultanİbrahim'in oğlu olarak dünya'ya gelmiştir. Dilaşub Ka-dinefendi Sultan İbrahim'in üçüncü hanımı olup, son derece dindar, mânevialemle rabıtası olan bir hanımefendi idi. Sultan İbrahim taht'tan indirildiğinde Eski Saraya gönderilen Dilaşub valide, otuzdokuz sene bu sarayda kalmıştır. Kırk sene kafes hayatı sürmüş bulunan 2. Süleyman ağabeyinin taht'tan indirilmesi sonunda padişah olduğunda bu muhterem kadında Eski Saraydan getirtilip, Valide Sultan olarak mümtaz mevküyi iki sene doldurmuş, 1100/1689 tarihinde dâr-u bekâ'ya intikal etmiş, Kaanuni Sultan Süleyman Hân'ın türbesine defnolunmustur.
2. Süleyman orta boylu, lâtif şimali, beyaz tenli, ecdadına benzeyen burunlu, siyah gözlü, son derece merhametli, fedakâr ve kibarlığı eşsiz derecede çok bir kimseydi. Beş vakit namazını asla aksetmediği, Findiklılı Mehmed Ağa tarihinde bihassa belirtilmiştir. Son derece cömert bir kimse olup, kendisinde olupda istenen bir şeyi isteyenlere hiç bir zaman vermem dediği rastlanmamıştır. Karşısına getirilen suçlulara bile büyük bir nezaketle hitab etmeyi düstur edinmiştir. Kendi arzusuyla kardeşi 2. Ahmed'e tahtı bırakmak istemesi Osmanlı tarihinin nâdir olarak şahid olduğu vakalardandır. Devlet idaresinin ehli idarecisini bulmaya çalışması en büyük iyiliklerinden biridir. Saltanatı üçbuçuk sene sürmüştür. Ellibir yaşında olduğu halde Edirne'de vefat etmiştir. Tarih o sırada 1102/1691 yılını gösteriyordu.
Annesi Dilaşub Sultan gibi o da, büyük ceddi ve adaşı Kaanuni Sultan Süleyman Hân'ın türbesine defnolunmustur. 2. Süleyman hân'ın saltanatı esnasında; Almanların başında 1. Leopold, ingilizlerin kralı Jak ve ondan sonra 3. Gilyom bulunmaktaydı. Ruslar ise 1. Petro, Papalık başında önce 11. Inossan'ı onun ardından 8. Aleksandr'ı görüyoruz. Fransa ise, Lui'lerin 14. ile günlerini geçirmektedir. Ülkenin içinde meşhur kimseler 4. Mehmed devrinde sayılan zevattan ayrı değildir.
2. Süleyman'ın altı evlilik yaptığı, Çağatay üluçay'ın "Padişahların Kadınları ve Kızları" adlı çalışmasında 71. sahifede beyana tâbi tutulmuştur. Mevlâ bu padişaha evlâd sahibi olmayı nâsib etmemiştir. Dört yıla yakın padişahlığının son İki yıiını vücudymi- kapsayan rahatsızlıklar yüzünden, hasta olarak geçirdiği bahsekonu çalışmada yer almaktadır. Hanımlarının sırasıyla adlarını kaydedelim: 1-Hatice Kadın. Bu hanımı padişahın başkadınıdır. 2- Behzat Kadın. 3- İvaz Kadın. 4-Süğlün Kadın. 5- Şehsuvar Kadın. 6- Zeynep Kadın efendilerdir
Abaza Siyavuş paşa 4. Mehmed'in son sadrazamı olarak 23/eylül/1687'de vazifeye başlamışsa da, 5 ay, 9 gün sonra infisal ettiği makam-ı sadaretten 2/mart/1688'de 2. Süleyman'ın sadrazamı olarak ayrılmaktaydı. Bu sadrazamın konağına yapılan saldırı esnasında ırzını ve malını koruma esnasında, vurulup hayatını kaybetmesi, Allahû âlem şehidler zümresine ilhak etmiştir diyebiliriz.
Siyavuş Paşa, Köprülü Mehmed paşanın damadlarından-dır. Nişancı Ayaslı İsmail paşa 2 ay, 1 gün süren sadaretinden ayrıldığında, 2. Süleyman hân'ın 2. sadrazamı olma şansını tamamlamış oluyordu.
2/mayis/lb'88 tarihi ile 25/ekim/1689 arası Tekfurdağlı Mustafa Paşa Sultan 2. Süleyman'ın 3. sadrazamı dönemidir. Köprülüzâde Şehid Fâzıl Mustafa Paşa Edirne'de toplanan divanın tavsiyesi üzerine, 2. Süleyman hân tarafından 4. sad-razam'ı olmak üzere mühr-ü hümayunu almış oluyordu.
2. Süleyman hân, dârıbeka eylediğinde, Köprülüzâde Fazıl Mustafa paşa makam-ı sadareti yürütmekteydi. muştur. 3 ay, 12 gün sonrada infisal etmiş, yerine Erzurumlu Hacı Feyzullah efendi getirilmişse de, 17 gün sonra bu görevden ayrılmakla karşı karşıya gelerek, yerini yine Debbağ-zâde Mehmed efendiye terketmiştir. Debbağzâde'nin bu sefer Ki meşihati, 25/haziran/1690 tarihine kadar sürmüş, iki şeyhülislâmlığın yekûn süresi 2 sene, 7 ay, 6 gün sürmüştür. 2. Süleyman hân'ın; 4. ve son şeyhülislâmı, eski şeyhülislâmlardan Ebu Sâid efendinin mahdumu, Hocazâde Feyzullah Fevzi efendi 1 sene, 8 ay 15 gün sürecek 10/mart/1692'de nihayetlenecek görevine getirilmişti.
2. Süleyman'ın döneminde vukubulan deniz hareketlerini, kardeşi 2. Ahmed'in devrindekilerle, bir bütün teşkil etmeleri tercihimize uygun olarak beraber verilecektir.
Sultan 2. Süleyman devrinde makam-ı meşihatta vazife almış bulunan şeyhülislâmları tanıtmaya gayret edelim-2/kasım/l687de Debbağzâde Mehmed efendi makam-ı meşihata getirilmiş ve 2. Süleyman hân'ın ilk şeyhülislâmı ol-
.
SULTAN II. AHMED HAN
Sultan 2. Ahmed Ve Tahta Çıkışı
Salankamen Savaşı
Salankamen Meydan Muharebesi
Vuruşarak Çekilme
Sakız Ada'sının Elden Çıkışı
2. Süleyman Ve 2. Ahmed Dönemi Deniz Harekâtları
Köyün Adaları Muharebesi
2. Ahmed'in Şahsiyeti
2. Ahmed'in Hanımları Ve Çocukları
2. Ahmed'in Sadrıazamları
2. Ahmed'in Şeyhülislâmları
Babası: Sultan İbrahim Han
Annesi: Hatice Muazzez Sultan
Doğum Tarihi: 1643
Vefat Tarihi: 1695
Saltanat Müd.: 1691-1695
Türbesi: İstanbul Süleymaniye
l/şevval/l 102-22/Haziran/1691 Cuma günü; 2. Süleyman hân'ın, vukubulan vefatı üzerine, yine Sultan İbrahim'in, 3. şehzadesi bulunan şehzade Ahmed, 2. Ahmed unvanıyla, 21. Osmanlı padişahı ve 13. Osmanlı halifesi olarak Osmanlı tahtına çıkmıştır. Kardeşi 2. Süleyman'ın döneminde; biraz daha rahat yaşama, şansı bulan yeni padişah, ağabeyi gibi o da şimşirlik denilen ve kafes diye tâbir edilen yerde, yarım asır yaşamış ve nihayetinde ülkemize padişah olmuştur. Ancak; kardeşleri gibi yumuşak huylu ve sakin bir çizgi takip etmiyecek, yaradılışa sahip olduğu müşahede edilmiştir.
Tahta çıktığı şehir Edirne olmuştur. Kendisine yapılan her türlü tezvir ve iftiraları kaale almayarak, başda sadrıazam, Köprülüzâde Fazı! Mustafa paşa olmak üzere, devlet hizmetlilerinin herbirini, bulundukları görevde ibka etmek suretiyle, cidden pek değişik bir usûl sergilediğini belirtmeden geçemeyeceğiz.
Viyana önlerinden yüz geri etmemizden sonra, Avusturya ile Venedik arasındaki işbirliği neticesi, üzerimize yaptıkları hamleler, bir çok kalemizin ve beldemizin, ellerine düşmesine sebeb teşkil etmişti. Vaziyeti gözlemleyen devlet yetkilileri, buldukları çârelerin sayesinde gerileme durdurulmuş, daha sonra da, yapılan mukabeleler gerileme sırasını onlara yüklemişti. 2. Süleyman hân'dan müdevver veziriazam Köprülüzâde razıl Mustafa paşa'da adetâ son hamleye başvurmuş, Avusturya kuvvetlerini tepeleye tepeleye Tuna Nehrinin öbür kıyısına atmaya muvaffak olmuştu. Ancak bu harekâtı daha ileri merkezlere taşımak için yaptığı hazırlıklardan biri pek önem taşımaktaydı. Sava Nehri üzerine köprü kurma çalışmalarını çok kısa zatnanda tamamlayarak, ordunun lojistik desteğini garantiye alabilmiş olmasaydı. Nitekim lâzım gelenlerin en önemlisi sayılan mühimmatı bu köprüden Zemlin cahiline geçirmeyi başarmıştı. Varadin istikametinden gelmekte olan düşman ordusuna Salankamen mevkiinde tesadüf olunmuştur.
Burada yapılan pek kanlı muharebe esnasında düşman perişan edilmişti. Avusturyalılar vermiş bulundukları zayiattan yıldıkları bir sırada, zaferin yüzünü bfzden yana gösterdiği esnada sadrazam elinde piştovu olduğu halde bir muharip gibi savaşırken, düşman tarafından atılan bir mermi, yiğit veziriazamın tertemiz alnına isabet ederek şehidler zümresine iltihak etmesine vesile olurken, cesedi pâkini hemen bulmak da mümkün olmamıştı. Bu arada Köprülüzâde'nin şe-hadetini, askerin duyması halindeyse meydana gelecek menfi tesirin önlenmesi gayesiyle, kumandanlarımız arasında bulunan; Koca Halil Paşa; hemen serdar olarak seçilmiş ve bu zâtın komutasında, savaşın temadisinin sağlanması yönüne gayret sarfedilmiştir.
Ne var ki; şehid sadrazamında çok sevgili kethüdası, veziriazamın şehadetini öğrendiğinde, kopardığı vaveyla, asakir-i Osmani'nin durumu öğrenmesini intaç etmiştir. Bu duyumdan sonra askerin kırılmış bulunan kuvve-i mâneviyesi, savaşın devamına imkân bırakmamıştı. Vaziyeti kavrama hususundaki başarısına, Koca Halil paşa, birliklerimizi maharetle geri çekmeyi, eklemeye muvaffak olmuştur. Belgrad üzerinde toplaşan birliklerimiz, ne hikmete mebni ise, düşman tarafından J;âkib edilmemiştir. Hâttâ bu bölgede iki sene kadar süren hçîrbsiz bir döneme girildi. Bu sırada şehid olan sadrazamın yerine, Ohrili Ali paşa sadarete getirildi. Aü paşa sadarete gelir gelmez, padişahın yapmadığı, tâyin ve azil fırtınasını başlattı.
Azilleri bazı idam vakaları takip etti. İş ne zaman Kızlara-ğasına dayandı hemen devreye Valide Sultan girdi. Böylece Kızlarağası kelleyi kurtarırken, sadrazam makamından oldu ve Rodos onun sürgün yeri oldu. Yeni sadrazam Halep valisi Hacı Ali paşa oldu. İstanbul bu sırada avrupa devletlerinin sefirlerinin doluştuğu yer oldu. İngiltere, Fransa, Felemenk (Hollanda) ve Avusturya sefirleri adeta avrupanın suih tekli-finide Babıâli'ye sundular. Musalahanın şartları şöyleydi: a-Avusturya'nın işgal ettiği yerlerin elin de kalması, b-Kudüs'deki Kamame klişesinin Fransisken papasiarına teslimi bir de, Osmanlı devletinin daha kuruiuş yılların da, avrupa devletleri arasında kendilerini ilk tanıyanda, anlaşma yapanda yine ilk defa vergi vermeye başlayan Raküza cumhuriyetinin, artık vergiden muaf tutulması, imzalanacak ant-laşmanında aynı zamanda, Rus Çan içinde geçerli olması ve otuz seneyi kapsaması ileri sürülüyordu. Bunlara inzimamen. Venedik ve Lehistanı alakadar eden maddeier, pek çok daha ağır hükümler tanıdığından, Osmanlı devleti tabiatıyla bu tekliflerin reddine, Sancak-ı Şerifi veziriazamın eiine verip Macaristan ovalarına doğru sefere çıkarmaktan başka çare bulamadı. Beri yandan topluca teklifleri reddedilen avrupalı elçiler, artık münferid olarak Boğazı ziyaret etmeyi başladılar. Ohrili Ali Paşa Sadareti Valide Sultan; Kizlarağa'sını, zor kurtardığı sadrıazamın elinden devletide kurtarmayı uygun bulmuştu. Çünkü sadrazam, Şam'da ve Basra'da zuhur eden isyanları bastıracağım bahanesiyle balkan hududundaki ordunun çekip çevrilmesini Koca Halil paşa'ya bırakmıştı. Öte yandan Şam ve Basra üzerine gitmek yerine Dersaadet'te kalarak, eskiden kimlere garaz bağlamışsa onları bertaraf etmekle vakit geçirmekte idi.
Köprülüzâde Fazı! Mustafa paşa, vezirleri ve defterdarı ve-de sadrıazamı bayramlarda padişaha hediye vermekten men etmişi- Ohrili bu bırakılmış işi yeniden başlattı. Ancak sadrazam Ohrili Ali paşa bir gün ava gitmek üzereyken avlandı. Sadrıazam, azil ve sürgünde pek seri davranan biriydi. Günün birinde Darüssaade Ağasını saraydan hemen çıkarmak istemiş, padişaha arza bile lüzum görmemişti. Saraya da bir araba göndererek Ağanın bindirilerek saraydan çıkarılmasını emretmişti. Bu hâl padişaha bildirildi. Ağayı almak için sadrazamın gönderdiği arabaya, padişahın emriyle sadrazam bindirilerek sahile indirildi, oradan da sürgün yeri olan Rodos'a gitmek üzere gemiye irkâb olundu. Bu zatın diğer bir lakabı da Arabacı Ali paşa idi. Arabacı Ali paşa 8/re-cep/1 103-27/mart/1692 tarihinde azledildi. Sadarete Merzi-fonlu Çalık Hacı Ali paşa tâyin olundu. Hemşerisi Kara Mustafa paşa tarafından vakti zamanında himaye olunma şansına ermişti. Ülkenin bozulan mâli durumunu takviye etmeyi düşünerek, sarayında bulunan gümüş eşyayı eritip, sikke kesmek, yâni para basmak üzere seleflerinden, Fâzıl Mustafa paşa gibi gönderme yoluna gitmiştir. Hacı Ali paşa aynı zamanda serdar-ı ekrem sıfatıyla, Sancak-ı Şerifi hâmil olarak, Edimeden Belgrad'a geldi. Bu sırada tarihler 1692'nin haziran ayının sonuydu. Bütün serhad boyu haziran sonundan, aralık ayının ortalarına kadar beş aydan fazla süren teftiş ge-Çjndi. Aü paşa, padişahın azlettiği defterdarı savunmuş adetâ Padişaha karşı gelmişti. Fakat; padişahın ısrarını görünce: , erbab-ı ırz sözüne inanmıyorsunuz, ben size hizmet e-ernem" diyerek, mührü hümayunu çıkarıp vermiştir. Çok Urüst ve kibar bir kimse olduğu herkesin ortak fikridir.
Aslında yukarıda bahse konu savaşı, bir nebze olsun an-latmışsakda, neticesi itibarıyla Osmanlı devletinin önemli bir kavşağını teşkil etmesi, bu savaşın daha geniş bir izah içinde kaleme alınmasını zaruri kılmıştır. Yılmaz Öztuna bey'in cidden büyük bir eser olan, "Büyük Türkiye Tarihi" adlı çalışmasının altıncı cildinden özet alıntılarla, sayfalarımızı süsle-yelim. Bu savaş; 19/zilhicce/l 102-19/ağustos/169V pazar günü vukua gelmiştir.
Osmanlı ordusunda Karaman ve Rumeli Beylerbeyleri, Kral Tökeli birinci safda yer tutmuştu. Hemen arkalarında Maraş Beylerbeyi Yumak Mehmed paşa, Şam Beylerbeyi Koca Mustafa paşa vardı Sadaret kethüdası Kör Mustafa paşa sadrazamı çabuk bir taarruza teşvik etmekteydi. Düşman; başında başarılı avrupalı komutanların ileri gelenlerinden olan Prens Ludvig olduğu halde endişe içinde Değirmenlik mevkiinde Türklerin taarruzunu beklemekteydi. Savaş burada kazanılmazsa, bunu telafi etmek için yıllarca, Macaristan toprakları üzerinde dolaşmak icab edeceğini düşünen Fâzıl Mustafa paşa, Kırım ordusu gelsin birlikte hareketetmek istemekteydi. Ancak bu yardımcı, güçten bir ses ve soluk hâttâ geleceğine dâir en küçük bir emare dahi görünmedi. Tatarların yetişmesini beklememek büyük hata olarak yorumianır-sada bunların gelmemesi üzerinde, kafa yormak icab eder diye düşünmek gerekiyor. Ordumuzun Akıncı askeri, düşman ulaştırma birliklerine ulaşmış ve yediyüz civarında arabayı yağmalamış, bin kişiden de fazla esir almıştı. Öğleden sonraya ikindiye yakın dakikalarda iki tarafda toplarını ateş-liyerek savaşın başladığını ilân ettiler. Prens Ludvig 100 bin kişiyi aşan birliklerini yerinde sabit tutmayı başardı. Almanlar bu arada epeyi zayiat vermekteydiler. Fâzıl Mustafa Paşa,
düşman hatlarını parçalamanın gerektiği şuurunda, sipahi askerini yâni süvari birliklerimizi elde kılıç olduğu halde, Ludvig'in birlikleri üstüne taarruz ettirdi. Orduya hümayun kadısı, İbrahim paşa ve Yeniçeri Ağası saldın esnasında şe-hadet şerbetini içtiler.
Asker kaybımız, kısa zamanda dörtyüz kişiyi buldu. Çelebi İsmail paşa öne sürüldü. Paşa Karaman Beylerbeyi idi. Bu kumandanın en önde bulunması düşmanı bozguna uğratma noktasına getirdi. Cephede görülen manzara, Almanların savaşı kaybettiği istikametindeydi. Sadrıazam Fâzıl Mustafa Paşa, kesin neticeyi almak arzusuyla kılıcı elinde öne çıktı. Mücahidleri teşvik ediyordu. Bir mermi savaşın da, tarihimizin de yönünü değiştiren bir işlev gördü. Mel'un mermi, ser-dar'ın alnından girerek, şehidler zümresine iltihak etmesine yol açarken, olan biteni saklayamayan maiyet askeride, şe-hadetin duyulmasını engelleyemedi. Saflar bu acı kayıb yüzünden sarsıntıya maruz kalıyor, kendinFüzüntüden yere atanların meydana getirdiği boşlukların, bir fevkaladeliğe bağlı olduğunu düşünen Marki Ludvig, askerlerini yeniden harb nizamına sokmağa muvaffak oldu. Saldırı emrinide veren Prens Ludvig, büyük telefat vermesine rağmen hücuma devam etmekteydi.
Osmanlı mücahidleri üzerlerine gelmekte olan düşman askerine, canını dişine takıp karşı koymak yerine, insiyaki bir davranışla geri çekilmeyi, tercihe şayan buluyor. Meydan yavaş yavaş düşman askerinin kontrolüne geçiyordu. Osmanlı birlikleri; çekiliyor ve Belgrad'a varmaya çalışmakltaydı. Sa-vaşdan iki gün sonra, Belgrad'a; Kırım süvarileriyle birlikte gelen Kırım Hân'ı, bozulmuş bir şekilde, Belgrad şehrine dahil olan Osmanlı alaylarının hâline göz yaşlarını akıtarak seyrettiğini buraya dercedelim. Bu gözyaşları savaş alanına yeti-şememenin verdiği üzüntüyümü, yoksa bu birliklerinde geç toparlanmasına sebeb olan otorite yoksunluğumuydu?
Yılmaz Öztuna bey'in mezkur eserinde, bir zamanlar Türkiye Ordularının Kara Kuvvetleri Kumandanlığı vekâleti görevi ifa etmiş bulunan ve ne sebebe binaen, kabrinin Üsküdar Bülbülderesi (Dönmeler Mezarlığı) kabristanında olan merhum orgeneral Necati Tacan, "1690-1696 Kuşatma ve Meydan Muharebeleri" adlı kitabdan şu malumatı ahzetmis. Biz de önem taşıyan bu mütalaayı zikri uygun buluyoruz. Necati Paşa, bu esere bu mütalaayı Yarbaylığı esnasında vermiş:
"Viyana bozgununu telâfi edebilecek olan, nasıl onu kaybeden adamsa, Salankamen felâketinide sarabilecek yegâne adam da Fâzıl Mustafa Paşa idi. Kara Mustafa Paşayı, kendi milletinden olan, şahsi düşmanlarının kin ve hırsı öldürttü Fâzıl Mustafa Paşanın ölümü ise; şerefle olmuş, bir düşman kurşunuyla şehid düşmüştü. İmparatorluğun asıl kaybı bu idi."
Salankamen bozgunundan sonra avrupa topraklarımız üzerinde yeni emeller beslenmeye başlanılması, düşmanlar namı hesabına gayet tabiidir. Neden bize vuruyorlar diye bir düşünceye vücud veremeyiz. Yapılacak olan, her santim toprağı müdafaa etmeden terke mecbur kalmamaktı. Serhad boylarının pişmiş mücahidleri işi bu yönde sürdürmektelerdi. Hâttâ Polonya'nın ünlü kumandanı Sobieski, bu mücahidler karşısında feci bir mağlubiyete uğramış, Kamaniçe muhasarasını kaldırdığı gibi, Osmanlı kumandanı Kahraman Pa-şa'nın önünden zor kaçabildi.
Bu olaylar, 1103/1691 sonbaharında cereyan etmekteydi. 1103/ramazan-1692/haziranı Varat'ın Almanların eline geçtiği tarih oldu. Bu kayıpla Transilvanya ile Macaristan arasındaki pek önemli bir kale elden çıkmış oluyordu. Aradan birv qeçti geçmedi, Venedik donanması Girit'e askeri çıkartma /apalak, Hanya'yı kuşatma altına aldı. Kalenin kumandani Ispanakçı İsmail paşa idi. Düşman başkumandanı amiral Mocen idi. İsmail paşanın elinde bulunan asker sayısı bin-beşyüz kişi idi. Çivi çiviyi söker hesabı Kandiye düşman taarruzuna düştü, haberini alan serdar Koca Halil paşa Korent qeçidini kullandı ve oradan Mora'ya giriş yaptı.
Mora'nın Osmanlı kuvvetlerinin hedefi olduğunu gören düşman Hanya'da işi çabuk bitirmek durumunda kaldığını anlamıştı. Ispanakçı İsmail Paşaya teslim olmasını bildiren bir mektubu elçiyle yolladılar. Paşa; bu mektubun zarfını açmadan elçiye geri verdi. Bir daha teslim talebiyle geldiğin takdirde kellenin uçurulacağını bilmelisin tenbihini yapmaktan kendini alamadı.
Venedikliler iki taarruzu arka arkaya icra ettiler. Nevarki başarılı olmaları mümkün değildi. Hatta Malta'h amiral Porzi bu saldırıların birinde ikiyüz askeriyle beraber yokluk âlemi nin sakinleri oldular.
Bu sırada Sakız'a gelen Derya kaptanı Vezir Dâmad Yusuf paşa, Kandiye'ye bir filo gemi gönderdi. Kandiye komutanı Fındık Mehmed paşa, sekizbin askerle Hanya'ya geldi. Venedik artık bütün ümidini kaybetmiş oldu. Ağustos sonuna yakın Venedik güçlerini donanmalarına binerken, kendilerini durmadan telef etmekte olan Fındık Mehmed Paşa, saldırılarından da korunmaktan başka düşünceleri kalmamıştı.
Saldırgan avrupalı, Osmanlı savunmacıları karşısında, uğradığı mağlubiyetleri, sayamaz hâle gelmişti. Bu arada;
29Aebiülahir/1104-6/ocak/1693 salı günü, 4. Mehmed hân vefat etti. Vefat Edirne'de vukubulmuştu. Yaşı ellibir idi.ant tan indirildikten sonra 5 yıl 2 ay menkup olarak yaşa'Ştı istanbul'a getirilen naşı Yenicamiin Mısır Çarşısına baan tarafında bulunan ve annesi Hatice Turhan Sultan tarafından yaptırılmış ve bir adı da Havatin Türbesi olan makbe-re defnedildi Bu sırada sadrazam Hacı Çalık Ali paşanın, padişahla, defterdarın azli hususunda vukubulan müzakerede istifası gerçekleşti.
Yukarılarda naklettiğiniz hususa da devrin önemli tarihçilerinden bulunan Fındıkhlı Mehmed Ağa, padişahla veziri arasındaki diyalogu aynen eserine kaydetmiş, meâlen bizde alıyoruz: "-2. Ahmed:
<Ben sana üç defa defterdarı azlettim. Yerine namazını kılan, doğru istikamet sahibi birini nasb edesin diye hattışe-rif gönderdim. Yine fermanımı tutmadın.>
-Sadrıazam: <Hangi cürüm ile itham olunduki, azli icab etsin?>
-Padişah: Bütün memleketime ettiği zülumlardan, Edirne şehri şikâyetçilerle doldu >
-Sadrıazam: <Hayır padişahım, aslı yoktur. Hünkârıma yalan bilgi vermişler. Defterdar, bir hizmetkârdır. Kendiliğinden bir işe kaadir değildir. Ne iş yaparsa benim emrimle yapmaktadır,> Bu sözleri söyleyen sadrazam elini koynuna sokarak, mührühümayunu çıkardı padişahın hemen yanma koydu. Bu davranış ve sözier Sultan 2. Ahmed'i gazaba getirdi ve:
<Behey adam, ben öteyegün fukarayı araba yanına getir-tipde kendim sordum, üzerlerine salınan bidatleri birer birer söylediler. Ben defterdarı zâlim bellerdim, fakat anlaşıldıki esas zâlim sen imişsin. Emrimi tutmayan kimse bana vekil olamaz. Getir sende olan emaneti. Şimdi; bir alay ahali gördün mü padişahı bir adamı bunca uzak yerden getirtip veziriazam yaptı şimdi de öldürdü, diye bana kızarlar yoksa şimdi senin hakkından gelirdim, var şimdi dışarda eğlen. Veziriazam geldiğinde, mansib veya tekaüd ile muradına müsaade olunur.> Çalık Ali paşanın sadaretten istifası sonrasında sadrazam olan Bozoklu Mustafa Paşa'nın diğer bir künyesi de, Bıyıklı Mustafa Paşa idi. Sadaret makamına ek olarak ordunun başında sefere çıktığından, serdar-ı ekrem unvanımda kullanmaya hak kazanmıştı. Temmuz ayının son günlerinde Rusçuk'a geldi.
Kırım Hân'ı Selim Giray, sadrıazamın yanına erişti. Bu sefer esnasında daha önce ölmüş bulunan Buğdan(Moldav-ya)voyvodası, Kostantin Kantemir'in yerinin doldurulması gerektiği ortaya çıktı. Taliplerin birisi Orta Macar'ın eski kralı Erdel prensi TÖkeli İmre, ölen voyvodanın oğlu Dimitrius Kantemir idi. Bu Kantemir meşhur bir tarihçi ve notası adıyla anılan müzisyen Kantemir'den başkası değildi. Fakat sadrazam bu voyvodalığı Prens Kostantin Duka adlı birisine verdi. Oradan Transilvanya'nın (Erdel) istirdadı manasına gelen sefer Tuna aşılarak başlatılmış oldu.
Ancak Avusturya imparatorluk ordusu hakkında bilgiler gelince, istikamet Belgrad üzerine rota değiştirildi. Bir kaç palanga ve kale askerimizin eline geçti. Belgrad artık uzakta değildi. Ağustos boyunca Kori Dükü tarafından muhasara alıtnda tutulan Belgradın sıkıntılı günler geçirdiği esnada, Osmanlı serdarının başındaki ordunun Belgrad'a yakınlaşması, bu Dük'ün muhasarayı kaldırmaktan başka yapacağı işi olmadığını hatırlatmış oluyordu. Muhasara sırasında Belgrad Muhafızı Cafer Paşa azim kahramanlıklar göstermiş, düşmana onbinden az olmayan kayıp verdirmiş, çatışmaların neticesi olarak dörtbinbeşyüz mücahid de şehadetin ağuşu-na girmişti.
Mustafa Paşa; muhasarayı kaldırmış düşmanı başıboş bırakmamış, Petervaradin'e kadar takip etmek akıllılığını göstermişti. Selim Giray ise, Erdel'i bir harmanlamış, 20 bin esir ve külliyetli miktarda ganimet elde etmiştir. Düşmanın çekilmesiyle rahatlıyan Belgrad, sadrazamın askerlerini Eylül ortalannda kucaklama imkânı bulabilmişti. Sadrazam ve Kırım hân'ı Edirne'ye döndüklerinde, Bıyıklı Mustafa paşa Edirne'den ayrılah beşinci ay dolmak üzereydi. Şubat ayına kadar Edirne'de ikamet eden Selim Giray padişahın iznini alarak Kırım'a avdet etti.
Seferden sonra Mustafa paşa büyük bir dikkatle içişlerin üstesinden gelmek niyyetiyle tedbirler sıralamağa başladı. Yapmış olduğu defterli yoklamada, nice tımar sahiplerinin çoktan ölüp gittiğini, dolaysıyla katılmaları beklenen savaşlarda görünmemelerinin esbabı mucibesi ortaya çıkmış oldu. Bir çok kişi bunlar adına ulufe almaya devam ediyorlardı. Defterlerin düzeltilmesi şart oldu. Böylece devletin giderinde büyük bir eksilme gözlendi. Hazineye yük tahmil eden bazı delikler tıkandı ve bundan dolayı da Bıyıklı Mustafa Paşa'nın düşman sayısında büyük bir artış başgösterdi. Düşman sayısındaki artış, nihayet sadaretin 1105/şaban-1694/mart ortalarında elden gitmesini temin etti.
Dimetokalı Sürmeli Ali Paşa, vezaretiuzma makamına getirildi. Sürmeli Paşa bu sırada Trablusşam'da beylerbeyi idi. Bu dönemde de yeni veziriazam devlet adamları arasında tâyin ve terfi gibi hususlarla uğraşıyor, tabiatıyla kendi adamlarını işbaşına getiriyor ithamına da maruz kalıyordu. Halbuki yapılacak iş bunlar değil, Osmanlıyla sulh görüşmeleri yapmak isteyen hristiyan dünyasına karşı güçlü görünmeyi temin için iççekişmelere sebeb olacak bu işlemlerden uzak kalmak gerekirdi İngilizlerin Osmanlı ülkesindeki, büyükelçileri Lord Paget, batı dünyası ile doğu âlemini barışkan yapmak isteyen niyetiyle sulh müzakerelerini başlatmak tezgâhları dokumaktaydı. İngilizler, Fransızlar ve Almanlar arasında sıkıntıda, eğer Almanya Osmanlı devletiyle sulh yaptığı takdirde, Fransızlar Almanya'nın meşguliyet alanına girecek, böylece İngiltere île fazla meşgul olmaya başlıyan Fransa, meşguliyetinin bir kısmını artık Almanya üstüne çevirmeye mecbur kalacaktı. Böylece biraz daha rahat nefes alacaktı. Tam bu sırada İngiliz tüccarlar, belki de İngiltere ile Osmanlı devleti arasında, bir müzakere mevzuu açabilmek gayesiyle, Osmanlı ülkesinde müslümanların giydiği kıyafeti lâbis olarak dolaşmaya başladılar.
Tabii hemen müdehale edilerek, müslüman olmadan müs-lümanlar gibi Osmanlı topraklarınnda giyinmeye hakları olmadığı söylendi. Yasağa uymaları da böylece hatırlatıldı. Şimdi aradan geçen üçyüzbeş sene sonra ülkemizde dini büktün erkek ve hanım kimseler, kıyafetleri münasebetiyle kendi seçtikleri yöneticileri tarafından dini çağırıştıran kıyafet giymekten men ediliyorlar. Bu hususta, tahsillerini yapmaları engelleniyor, bir meslek sahibi iseler, mesleklerinin icrasına müsaade olunmuyor, daha kötüsü bazı fanatikler, hasta kimseler bu kıyafete bürünmüş iseler, kendilerine-sağlık hizmeti vermekten imtina etmektedirler. Bir zamanlar ecnebinin ülkemizde giyeceği veya giymeyeceği kıyafeti kararlaştırmayı selahiyetleri arasında gören ve bunu tatbik eden anlayıştan, milletimizin mensubu olduğu ve bu mensubiyetinden, müfte-hir olduğu İslâm dini emirlerine, uygun kıyafet giyenlere ye giymek isteyenlere yapılan maddi ve mânevi eziyyetlerin dile getirilmesi çalışmamızın bu sayfaları karartan, kirleten satir-lan olarak nitelendiriyorum, fakat tarihin bu döneminde yaşadığımızı vede bunları milletimize reva görenleri geleceğimize şikâyet etmek üzere satırlara dökmekten kendimi ala-mıyorum.
İstikbali bilemiyorum! Her ne kadar ümid var isem de, bu satırları okuduğunuz tarihte, siz mi bize acıyacaksınız? Allah saklasın biz şimdiden, size acıyalımmı? Fakat günümüzde yapılan zulümdür. Allah (c.c) dalalete müsaade ederim, zulme müsaade etmem vaadinin gereği, sizler bu satırları okuyana kadar, mukarribülklub olan mevlâmızın kalbleri çevirip, zulme son vermesi bir lâhza'ya bile hacet gerektirmez. Yeter-ki O' "ol" desin.
Bu 1694 tarihinde İngiltere kralı ve Hollanda hükümdarlığını elinde müştereken tutan Vilyam Orang'ın Hollanda elçisi Kolyeer'de Edirne'ye gelerek, Lord Paget'in teşebbüslerine güç verme çalışmalarını sürdürdü. Lord Paget ve Koyeer'in koltuğunda, Osmanlı devleti ile müzakere masasına oturma şansı bulan Lehistan, Almanya, Venedik temsilcileri umarım ki antlaşmayı engellemek için Osmanlı'dan öyle aşın "taleplerde bulundularki, konferanstan netice alınmayı imkânsız hâle koydular. Müzakerelerin kesilmesinin hemen akabinde Narenta Kalemiz Venediklilerin eline geçiverdi. Pek staretejik bir mevki olan kaleyi istirdad için iki hücum yapıldı. Ne var-ki; başarı sağlamak mümkün olmadı. Sürmeli Ali Paşa'nın altı aya yakın bir müddet süren Varadin Seferi yapıldı. Bu sefer esnasında Petervarad kalesi denen yer Osmanlı ordusu tarafından muhasaraya alındı. Kuşatma kuvvetleri olan Osmanlı ordusu yüzbin kişiye pek yakındı. Kırım hân'ı Gazi Gi-ray'da bu kuşatmada hazır bulunuyordu. Kaleyi savunanların mevcudu 33'bin civarında iken, bir ara 14 bin kişilik takviye aldılar. Yekünleri 47 bine baliğ oldu. havalar pek yağmurluca gittiğinden kuşatma her an başarısızlığa meyil gösteriyordu. Kale muhafızı Caprara, savunmasını pek güzel sürdürüyordu. Yağmur mevsimi ekim ayının girmesiyle daha da kesafet kazanmıştı buna bağlı olarak muhasaranın kaldırılması muntazam bir çekilme tarzı tertiplenerek, bir iğne zayiine dahi müsaade olunmadı Sava nehri üzerinde bulunan Sava köprüsü geçilerek Belgrad'ın içine yerleşildi.
Halep beylerbeyi Cafer paşa Belgrad muhafızı nasb edildi. Sadrazam; 1106/rebiülahir/21-8/arahk/1694 tarihinde Edirne'ye avdet etti.
Bu kara gün'ün tarihi; 1106/sefer/l. -21/eylül/1694 sa-h'dır. Venedik donanmasını takviye eden Papalık, Malta ve Floransa filoları bir baskın plânla 7/ey!ül'de Çeşme'nin karşısında bulunan Sakız limanına geldi. Bu sefere Françesko Morosini kumanda etmek arzusu taşımışsa da, 1694/ocak ayında Mora sularında seyrederken ölüm onu sinesine almıştı. Venedik Doç'u bu zat idi. Yerine kumandan olarak Anton-yo Zeno nasb olundu. 115 parça gemiden oluşan bu muazzam donanma saldırıya geçtiğinde Sakız'da yer yerinden oynadı. Düşmanın savurduğu bitmez tükenmez gülleler sivil yerleşim bölgelerinde nice evlerin berhava olmasına sebeb oluyordu. Ada da ikamet eden rumlar bumbardımandan haylice etkilendiklerinden kalenin teslim edilmesi babında nümayişler tertiplediler.
Hâttâ Ada'daki müslümanlardan ele geçirdiklerini Venediklilere teslim ettiler. Bu kimselerin kısmı âzamini kadın ve çocuklar teşkil ediyordu. Kale'nin savunmasını üzerine almış bulunan Hasan Paşa, 2. meşihatından'da mazul bulunan Hoca Saadeddinzâde Feyzullah efendi, Sakız'da sürgündeydi. Feyzullah efendi ile istişarede bulunan Hasan Paşa "vire" tabiriyle anılan bir usûlle teslim olmada anlaşma yapıldı. Müslümanların gemilerle taşıyabildikleri kadar eşyalarıyla birlikte Çeşme'ye nakli gerçekleşti. Ancak bu kadar toprağımıza yakın adanın düşman eline geçmesi pek mahzurlu idi. Bunun sıkıntısını da kafes arkasında büyümüş padişah 2. Ahmed bile anladığına bakarsak, ne önemli olduğu görülür. Ege denizindeki Meis adasının, Çanakkale'ye bağlı Gökçeada'nın hemen karşısında çıplak göz ile rahatça seçilen Midilli Adasının yakınlığına müşahid olanlar, bunun önemini bilir. Savaş hâlinin; başka bir cephesi olan Belgrad'da bulunan serdar-ı ekremine şöyle bir hatt-ı hümayun yolladı: "Sakız mademki düşman elindedir, bütün Macarjstan'ı fethetsen makbulüm değildir." Gibi düşündürücü bir seslenişti. Daha sonra ser-dar'ın eline Edirne'de geçen bir hatt-ı hümayunda: "Sakız ahvali, içimi yaktı kavurdu. Kurtarılması murâdımdır. İcâbım yerine getirecekler ile görüşüp ne yapmak lazımsa, bildire-sin. Bu kış Sakız kurtarılmazsa, bilesinki bütün reisleri katlederim!" Bu hatt-ı hümayunun büyük tesiri kısa zamanda kendini gösterdi. Evvelâ, Sakız'ın teslim olmasında taksiri olanlar çeşitli cezalara uğratıldılar. Bunların başiında mazûl ve sürgün şeyhülislâm Hocazâde Feyzullah efendinin Mısır Sudan bölgesinde Nil nehri üzerinde bulunan İbrim adasına sürgünü geldi. Ricali devlet sürgünler, tâyinler, hapisler karşısında her birini muhatap alan fermanlar görüldü.
Padişah 2. Ahmed, istirdad işini görmesi için serdar yaptığı Misırlıoğlu, padişaha vedaa geldiğinde padişahın, hem iltifat hem de, tehdit mânası taşıyan ifadesine muhatap oldu: "Sadrazam senin iyi hâlini bana nakletti, vükelâ heyetide bunu makul ve makbul buldular. Senden ümmidlendim. Sakız'ı fethe tâyin eyledim. Eğer hata edersen başını keserim!." Batı cephesinde bunlar husule gelirken, Arab yarım adasındada bazı pürüzler zuhura geldi. Mekke'nin emniyetini sağlamak amacıyla eski sadrazamlardan Bıyıklı Mustafa paşa, Şam beylerbeyi İsmail paşa tarafından muhafız olarak bırakıldı. İsmail Paşada hemen Şam vilâyetine avdet etti.
Sultan 4. Mehmed'in yerine padişah olan, bir küçük kardeşi 2. Süleyman devlette devamlılığın gereği faaliyetlere ve başarı aramağa gayrete devam edilmekteydi. Osmanlı deniz gücü daha yukarıda bildirdiğimiz gibi denizcilikten yetişmişlerin idaresine teslim olunduğunda grafik başarı çizgisini gösteriyor kara savaşçılarına terk olunduğunda sıkıntılar başlıyordu. Takvimler 1688 yılını gösterdiğinde, Venedik Doç'u ölmüş ve bu devletin idaresini deruhde eden Senato, Amiral Françesko Morosiniyi sergilediği hizmet hasebiyle Doç olarak seçme kararıaldı. Ancak böyle değerli bir amiralin doç göreviyle taltifini donanma bir kayıp olarak niteleyeceğinden, vaziyeti göz önüne alan senato Morosini arzu ettiği takdirde, başkumandanlık selahiyetini vermişti. O da, he-mence Ağnboz (Eğriboz) Adasına gözünüdikmiş, ancak yaptığı saldırılar sonunda, ademî muvaffakiyete uğramıştı. İ/ekim/1688'de, Eğriboz önlerinden çekilmekte olan Morosini belki de ağlıyordu..
Bu sırada kara muharebelerindeki neticeler yüz güldür-mezken, donanma da savunma donanmasına dönüştüğünden, olsa olsa müdafaadaki başarılar söz konusu olabiliyordu. Bu bakımdan; deniz savaşlarının getirişi olan mâli ganimetlerin kesilmesi, devlet hazinesinin de artık zaafa uğramak gibi hâle düşmesinin sebeblerinden birini teşkil ediyordu. Donanmamız; 1689'da biri Ege denizinde, diğeri Tuna nehrinin içinde oimak üzere iki cephede vazife görmekteydi. Kapdanıderya, altı tane kalyon, yirmi çektiri ve oniki firkateynle Eğeye açılırken, Bıyıklı Ali Paşa da Tuna Nehrinde vu-kubulan savaşlara katılabilmek için Vidin Muhafızı Hüseyin Paşa ile birleşip Tuna Nehrindeki stratejik noktaları savunmaya çalışacaktı.
Sultan 2. Süleyman; Bıyıklı Ali Paşayı görevden alıp, yerine Mezamorta Hüseyin Paşa'yj kapdanıderya yaptı. Takvimler bu sırada 4/ocak/169Ü'ı ve Mezamorta Hüseyin Paşa, kapdanıderya'lığa Cezayir Beylerbeyi iken bu göreve getirilmişti. Cezayir ahalisi Mezamorta'yı sevmeyip, ne Beylerbeyliği ne de kapdanıderyahğına taraftar değildiler. Onlar bu vazifeyi, Tunus Beylerbeyi Hamamcı Mustafa Ağanın tâyini istemekteydiler. Padişah otuzbeş gün sonra Mezamorta Hüseyin Paşayı azletti, ancak MustafaAğayı kapdanıderya yapmayıp, eski kapdanıderya İbrahim Paşayı yine aynı göreve nasb etti. Donanmanın Tuna filosunu da, Mezamorta Hüseyin Paşaya teslim etdi. ibrahim Paşa ise, hemen on tane kalyon yapılması için emir yayımladı. Bunların üçünü İstanbul, yedisini de Karadenizdeki tersaneler inşa edecekti. Takvimler 1690 yılını gösterirken, Fâzıl Mustafa Paşa; tanzim ettiği kara birliklerini sefere götürdüğünde çok daha fazlaca randıman elde etme şansı buldu. Bu kara askeri İle onsekiz günde Niş Şehrini ele geçirmiş, zamanı uzatmadan, Belgrad'ı istirdat etmiş olduğunu yukarıda yazmıştık. Belgrad'ın alınmasında, Mezamorta Hüseyin Paşa, emrindeki Tuna Filosuyla bu armada da, dört kadırga, dört firkateynden müteşekkildi, hayli faydalı olmuştur. Şunu hemen söyleyelim ki; denizlerin kontrolü kimin eline geçmişse, o millet bir adım öndedir.
Bu bakımdan; ibrahim Paşa Akdenize açılmak mecburiyetinde oluşu, ordu-yu hümayuna yardıma gelmek üzere Mısır'dan gemilerle yola çıkacak bölge askerinin yol emniyetini sağlamak için, düşman tasallutundan korumak münasebetiyle, bilhassa İskenderiye ile Rodos arasında Venedik saldırısına açık bölgeyi asker yüklü gemilerin selâmeti için güvende tutmak mecburiyetine kilitlenmişti.
Nitekim; İbrahim Paşa, pek büyük gemilerle nakledilen söz konusu askeri, Rodos'tan çok daha süratli giden kadırgalara almak suretiyle İstanbul'a götürmüş böylece hayli pratik bir işlem gerçekleşmişti. Fâzıl Mustafa Paşanın verdiği emir üzerine Mezamorta Hüseyin Paşa Ali Paşa ile birlik olmuş Vidin, Orşuva ve Feth-i İslâm kalelerimde istirdat etmişlerdi. Deniz mevsiminin sona ermesi üzerine İstanbul'a gelen Mezamorta Hüseyin Paşa, padişahla görüşmüş ve bu görüşmede açıkça padişaha, Venediklilerle uğraşmak böyle sekiz kalyon ile yürümez dedikten sonra çok daha fazla kalyon yapılması teklifini ileri sürmektende içtinab etmedi. Osmanlı deniz kuvvetlerinin gemi bakımından olsun, bahriyeli yetiştirme hususundaki kısırlığı, açık deniz âleminde hükmümüz açısından pek önemsenir halde olmamamıza sebeb olmuştu Venedik; Osmanlı kıyı savunmasına dâir bilgiler için casuslarını görevlendirdi.
Bu casuslar; Avlonya'da pek az Osmanlı gücü bırakıldığını haber vermişlerdi. Bu bilgiye istinaden, Amiral Kornam Av-lonya'ya yaptığı ani bir gece baskınında, şehri ele geçirdiği görüldü. Draç üzerine hücuma geçen bu amiral, Draç'ın müthiş savunması karşısında şaşıp kalmıştır. Peşinden yaptırdığı tahkikat sonunda Draç'ın düğüm noktalarının, güçlü bir yapı içinde olduğunu öğrenmiştir.
Bilindiği gibi, 2. Süleyman 1691 yılında Hakk'ın rahmetine kavuşmuş ve yerine kardeşi 2. Ahmed Osmanlı tahtına oturmuştu. Yukarıda bahsettiğimiz deniz ile ilgili safahatın, bu döneme aid olduğunu ayrıca belirtmeğe lüzum olmadığını düşünüyorum ve bu ifadeden sonra tafsilatına geçeceğimiz deniz hareketlerininde 2. Ahmed dönemine aid olduğunu tebarüz ettirmeye, ayrıca gerek görmüyorum.
Tuna filosunun; Mezamorta Paşa komutasındaki mühim hizmetlerini yukarıda arz eylemiştik, bu filo iyi idare olunduğunda muhakkak faydası namütenahi olabilirdi. (Nitekim; Ali Paşa'nın komutan olmasından hemen sonra filoya Tetel Kalesinin istirdadı görevi verildi. Tuna filosu levendlerine, Meh-med Reis adlı hemdenizci hem de levendlikten yetişme idare kudretine hâiz bir komuta ediyordu. Bu filo Belgrad istikametinde hareket ederek yukarı doğru seyir etmiş ve bahse kaleyi feth için Avusturya kuvvetlerine saldırmış ve sonunda onları mağlup etmiş kaleyi de istirdad etmişti. Deviet ricalinin birbirini geçmek üzere, yarışma içinde olması, muhakkak devletimizin lehine bir durumdur. Osmanlı İslâm devleti, bin yıldır kılıcı olduğu din-î islâmın mübeşşirinin, "hayırda yarışınız" tavsiye-i peygamberisine uydukları takdirde yarışın tabiiki ülke lehine neticeler vereceği şüphesizdir fakat bu yanşa; şer'l şerife mugayir, yalan, entrika ve iftira sokmaya çalışanlar hem ağır bir günahın akıbetine kendilerini hazırlamalılar hem de, bu haksız rekabetin kendilerine aetireceği başarısızlığa mahkûm olmalarını bilmeleri gerekirdi. Ne var-ki; rekabetin böylesine müsbet tarafını tutmak gerekirken, menfiyatı tercih yolunu seçenler, Tuna Filo komutanını padişaha askerin disiplinini bozuyor töhmetiyle fitlediler. Bunu ileri sürenler böyle bir suçlamanın ağırlığını düşünmüşler, ancak Ali Paşa'nın böyle bir işlem içinde olmayacağını bildikleri bir vakıadır. Ne var ki maksat, Ali Paşa'nın yükselen trendini durdurmak olduğuna göre doğruyu bilmenin ne önemi olabilirdi? Padişah böyle bir suçlamayla itham olunan kimseyi savunmak yerine görevi Mustafa Reis adlı birine ihale ediverdi. Avusturya orduları kurmayları, Tuna nehrini bir ikmâl yoluna dönüştürmek için daha önceden kararlaştırdıkları 800 adet, nehir teknesi denen, altları düz olarak yapılmış büyükçe kayıkları malzeme doldurarak Salankamen mevkiine geldiler. Mustafa Reis; bizim askeri kuvvetlerimize yardım götürürken bu Avusturya teknelerini görmüş ve üstelik savaş malzemesiyle dolu idi.
Mustafa Reis, gördüğü bu teknelerin üzerine çullanmak için dakika kaybetmedi. Yaptığı hücumda bîr haylisini batırdı. Kimini âteşe düşürdü, bir çoğunu da esir aldı. Bu yüzden birliklerimizin eline geçen çeşitli ihtiyaçları karşılıyacak ikmal malzemesi çokçok miktarda idi. 19/ağustos/1691 'de, yukarılarda anlatmaya çalıştığımız gibi Ordumuzun galibiyet ibresiyle buluştuğu esnada, Fâzıl Mustafa Paşanın o mübec-cel alnına isabet eden hâin kurşun, sadece veziriazamı değil, gülümsernekte olan zaferi de, elimizden alıp götürmüştü. Ordumuz bozulmuştu; böylece Mustafa Reisin getirdiği takviye malzemesini verebileceği veya onu kullanabilecek, bir güç ortada görünmüyordu.
Reis, gemilerden malzemenin tamamımda çıkaramaması-na rağmen ziyan olmasın diye bu malzemeyi Belgrad'a geıi götürmüştü. Bu geri götürme işi mi? Yoksa görevden aldığı Ali Paşa hakkında kanaatini değiştirecek bir dönemimi buldu, bilemiyoruz amma Ali Paşayı yeniden Tuna Filosu riyasetine tâyin etmişti. Ali Paşa; kurulan siyasi entrika sonunda görevden olduğu gibi değeri daha sonra anlaşıldığından yeniden vazifeye dönmesi doğrunun yardımcısının Allah (c.c) olduğunun bir misâlidir. Amma öyle fırıldıklar olur ki, fitneye hedef olan mazlum olarak ahirete bile intikal eder ki, bu da takdir-i hüdâyı ezelidir. İşte bu Ali Paşa, görevine avdet etmesi sonucunda birliklerimize hem muharip olarak fiilen yardım edecek hem de ikmâl hususunda, Tuna'yı en istifadeli şekilde kullanmamız için aldığı vazifeleri icra edecekti. Bu arada Avusturyalıların, Erdel'e daha kestirme yoldan geçebilmek için bir köprü yaptıklarının haberini aldığında, hemen o tarafa koşup, burada biriken düşmanı saldırısıyla perişan eyledi ve peşinden, düşmanın yaptığı köprüyü yıkmak suretiyle, Avusturyanın emellerine büyük bir darbe vuruken, görevde liyakatini bir defa daha, ispata muvaffak oldu. Bunun sonucunda da deniz galibiyetlerinin dolaylı olarak, kara savaşlarına büyük yardım sağladığını da belirtmeden geçemeyeceğim. Ama yine de, Ali Paşanın Eğriboz muhafızlığına atandığını, Helvacı Yusuf Paşanın 16/ocak/ 1692'de kapdan-ı deryalığa getirildiğini görüyoruz.
Bu saraydaki bardaklarda ve kurnalarda su görerek yetişmiş, Helvacı Yusuf Paşa, Kaptan paşa'ya tahsis edilmiş eyalet vergilerinin toplanmasında, en başarılı tahsildar dense yeri olan, bir kimsedir. O, ne yeni gemiler yapımına ne de le-vendlerin eğitimlerine önem verdi, ha şu unutulmamalı ki, korsanların üzerine gitmeye önem verdi. Bu dönemde birbirinden ayrı olarak ağıza alınması kabil olmayan iki kelime vardı. Bunun ilki Çanakkaleboğazi, diğeri ise Venedik idi. Bu iki kelimeden biri anıldığında, derhal öbürü yanında yer alıyordu.
İşte Helvacı Yusuf Paşa Paşa donanmanın başında Çanak-kaleboğazına geldiğinde, küçük bir filoyu yolladı ve Venedik Donanmasının hangi sularda olduğunu keşfettirdi. Sonra da; ona hiç görünmeden, vergileri bu donanmadan da bahsetmek suretiyle, daha kolayca toplama yolunda kullanmaktan imtina etmedi. Böyle bir kapdanıderyanın başında olduğu donanmayı hümayun, ülkenin hangi denizinde, kâğıttan bile olsa sandal yüzdürmemizi sağlayabilir?
Amma iş sadece kılıçda olmadığı, o kılıcın kabzasını tutan elin miyarının önemi olduğu insanlık âleminin tecrübeli fertlerinin, kabul ettiği gerçeklerdendir. Vergi toplama tutkusuyla muttasıf, Yusuf Paşa, Rumeli kıyılarımızda âlîkıran başkesen olan, Çaylak Yorgi adını taşıyan bir korsanın, bilhassa Pira-veşte de ahaliye, büyük bir zülüm getiren hareket içindeydi ve bu Yorgi'nin beş fırkateyn'den kurulu korsan filosu, korsanlığını devam ettirmekteydi.
Yusuf Paşa, üç firkateyn ile beş çektiriden, meydana gelen küçük bir deniz birliğinin başında İstanköylü Mehmed Bey'i vazifelendirdi. Mehmed Bey, Çaylak Yorgi'yi bulunca onunla sert bir savaş yaptı ve içlerinde Yorgi'de olduğu halde, dört gemisini esir alarak Yusuf Paşaya getirip teslim etdi.
Morosini'nin; Venedik Doç'u olması sonrasında, kafasını ilk taktığı yer, Girid Adasını almak olmuştu. Bunda muvaffak olduğu takdirde, Ege ve Doğu akdeniz sularında Venedik döneminin eski şaşaasına dönmesini başarmış olacaktı. BÖyie bir kararı uygulamanın startıda, Girid'in, Hanya Kalesi önlerinde Venedik ile Papa filolarının yanında, Floransa ve Malta filolarını bir araya getirmek suretiyle verilmiş oldu. Bu start sonunda ilk saldırı olarak 1692'de, Hanya kalesi yanındaki Top limanına asker çıkararak, burada karaya ayak basan askerleri, Hanya'ya doğru yürüyüşe geçirdiler. Buna karşılıkda, deryakaptanı'nın stratejik düşünceden mahrum yönetim anlayışı, istihbaratsızlıkla ve temkinli olma gibi, mühim unsurlardan bihaberâne, tatbikatlı olunca Girid önünde bulunmayı akıl edemediği gibi, Venediklilerin Suda limanına sokulmalarına müsaade etmemeside gerekirdi!
Heyhatki heyhat! Hanya kalesinde bu sırada binbeşyüz kişilik bir savunma askeri bulunuyordu ve bunların başında da; Ispanakçı İsmail Paşa bulunmaktaydı. Kandiya kalesinin muhafızlığı da, Fındık Mehmed adlı bir zâtın elindeydi. En yakın yardım istenecek olan Fındık Mehmed'e haber uçuran, Ispanakçı İsmail Paşa, kapdanıderya'ya da haber göndermeyi ihmal etmedi.
Bu haber Helvacı Paşa'ya ulaştığında, yapması gereken derhal donanmayı hümayunun taarruza uğrayan yere, en yakın olan gemilerini göndermek olduğu gibi ana donanmayı da, lâzım gelen tertibatı da almak üzere tedbirlere tevessül olunması İcâb etmesine rağmen, onun yaptığıysa, vak'ayı padişaha bildirmek oldu. Allah'dan padişah hemen meseleye el koyup, Şaban Ağa komutasında ikibin yeniçeri, malzeme ve mühimmat göndermeyi emrederken, cebecilerden bin kişiyi topçulardanda beşyüz kişiyi, kapdanıderyanın gemilerle Girid'e götürmesi hakkında emir verdi.
Ayrıca Mezamorta Hüseyin Paşayada, İskenderiye limanından, bin kişilik savaşçı asker alıp Girid Adasına gitmesini de bildirmesi büyük bir isabetdi. Bununda dışında Venediklilerin eteğini tutuşturmak içinde bunların Mora Yarımadasındaki topraklarına, bir kara savaşı açarak çelme hareketi "başlattı. Mora'daki; Venedik toprakları üzerine açılan, kara savaşını padişah, Mora seraskeri Halil Paşa ile Eğriboz ve Yanya Sancak beyleri Ali Paşa'ya verdi. Halil Paşa'nın buradaki savaşları bir seri halinde devam ederken, başarılı neticeler verdi. Ancak; deniz tarihi ile ilgili kaynaklarımızdan olan merhum Büyüktuğruî'un, buradaki savaşların, Girid'deki muharebelere bir faydası olmadı, nazariyesi hakkında da bir çift laf söylemeden geçemeyeceğiz. Merhum amiral; demekteki; ".. Giridadasındaki; Hanya kalesi muhafızları, düşmanlarının üstün bir teknik kullanarak oradan buradan kale duvarlarını delmelerine rağmen cedlerine yakışır tarzda cesaretle dÖ-ğüştüler. Venedik kuvvetlerini yenilgiye uğrattılar." Biz de deriz ki; eğer padişah; Mora'daki Venedik topraklarına karşı bir savaş açtırmasaydı, Venedikliler bütün güçleriyle Ada üzerine çullanabilirdi. Bunu önleyen de, Venediklilerin üzerine, Mora topraklarının üzerine açılmış seferdir. Bu seferin açılması, Venedikle ortak hareket eden diğer ortaklarda da, bize de bir savaş açılabilir düşüncesi saptamıştır. Böylece de Girid'deki saldırılan birnev'i taciz hareketi olarak kalmıştır. Hiç değilse bu safhada böyle kalmıştı. Girid Adasındaki Osmanlının, saldırıları önleme başarısı Mora yarımadasındaki Venedik topraklarının, beldelerinin, Halil Paşanın saldırıları sayesinde, Girid üzerindeki Hanya Kalesi cihetine yapılan saldırıların, arkasının gelmemesini temin ettiği gibi Venedik senatosu Osmanlının Mora üzerindeki harekâtının, kendi üzerinde tevlid ettiği üzüntüyü yeni doçları amiral Françesko Morosiniye, donanmanın başına geçip de her iki cephedeki durumu düzeltmesini istemişlerken, 1692 yılında Tuna nehrindeki Tuna filomuz, Avusturya cephemize, ikmal yapmaya devam etti. Avusturyalıların; bu sırada nehir üzerinde faaliyet göstermemesi, koskoca mevsimi savaşsız geçirmemize böy-lecede bize yaradığını söyleyebiliriz.
Öte tarafdan filomuz, kara cephemize bol miktarda asker, cephane ve malzeme taşımakla vakti değerlendirdi. 1693 ve 1694 senelerine dâir deniz harekatını Venedik Doç'u Françesko Morosinİ 25/mayıs/1693'de donanmasının başına geçti ve ilk kararı da Osmanlı tarafının Girid Adasına ve Mo-raya malzeme göndermek hususunda denizlerden istifade etmesini menetmeye çalışmak şeklinde verdi. Böyle bir görevi Çanakkaleboğazının girişini tutmak ve Cezayir beylerbeyliğine bağlı kalyonların Osmanlı donanmasını takviye etmesine mâni olmak, şeklinde düşündü ne zaman, garb ocakları da denen, Cezayir beylerbeyliği kalyon filoları, donanmay-ı hümayuna iştirak etmişse Venedik donanması Osmanlılar karşısında mağlub olmaktan kurtulamamışlardı.
Bu hususu; Osmanlı devlet adamları bir türlü anlayamamışken, Venedik Doç'u Françesko Morosinİ İse, hiç hatırından çıkarmamaktaydı. Morosinİ; Çanakkaleboğazı önüne gelirken, Mora yarımadasındaki Halil Paşa ise, Venedik'e aid kaleleri hemen hemen ele geçirmekteydi ki bu yakın tehlike idi. Savaşlarda yakın tehlike; önlenmesi ilk husus sayıldığından, Amiral Morosinİ kurmaylarından gelen Çanakkaleye değil, Mora'ya varıp orayı kurtaralım teklifini uygulanır buldu hemence, Nidra ve Psara Adalarını elimizden aldı ve peşinden de Korent Körfezine daldı. Allahdan; Françesko Morosi-ni, 1693 yılı son aylarında eceliyle ölmesi üzerine Venedikliler, aynı değerde bir komutan bulamadıklarından savaş düzenlerinde, değişiklik yapmak mecburiyetinde kaldılar ve yeni seçilen Doç, Sakız Adasını almak sureti ile İzmir'e doğru giden deniz yollarını da kontrol etmek gibi başka bir stratejiyi benimsemişti. Ayrıca Sakız; Girid Adasına sevkedecekleri takviye birlikleri için Osmanlılar tarafından, bir çeşit iskele olması, Sakız'ın, savaş stratejisi içinde Venediklilerce görülmesi yanlış bîr seçim sayılmazdı. İşin başkacabir yönünü de, târihi hakikat bakımından ortaya koymakta ne derece doğrudur tahkike muhtaçsa da, merhum amiral Büyüktuğrul, İs-tanköy, Midilli ve Bozcaada ahalisinin Osmanlı devletinin bu adalara gönderdiği muhafız birliklerinin yönetiminden, hiç de hoşnut olmamışlardı. Sakız halkı, öteki adalarda ki ahalinin de başında geliyordu.
Sakız ahalisi; evvelâ padişaha, temsilciler yollamış ve yeniçerilerin ahaliyi rahat bırakmadıklarını evlerini yağma et-tiklerini ve de, ailelerine saldırdıklarından şikâyet etmişlerdi. Bu şikayetin sonunda da, Osmanlı devletine sadık kalacaklarını bildirmek suretiyle, Sakız Adasının kendileri tarafından yâni, Sakız ahalisinin idaresine, bırakılmasını rica etmişlerdi. Osmanlı devletine de asla ihanet etmyeceklerine, namusları üzerine yemin ederek teminat vermişlerdi.
Padişah Sultan 2. Ahmed, bu sözlere inanmış ve yeniçerileri yavaş yavaş Sakız Adasından çekmeye başlamıştı. Aslında da Osmanlı muhafız kuvvetlerinin Ada halkına hiçbir zulüm ve saldırı hareketleri olmamıştı. Ada halkı bu büyük iftirayı, adadaki savunmayı zayıflatmak için yapmışlardı nitekim savunma zayıfladığında adanın Venedikle bağlantıları kuvvetlenmişti. Sonunda da Ada, Osmanlı Devletinden koparılıp, Venedik'e bağlanması hususunda senatoda kara alınmaya kadar gitmişti. Venedik donanmasıda 115 parça kalyon ve çektiriyle, 8/eylül/1694 günü Sakız Ada'sının önüne-geldi.
Gemilerde 20 bin kişiye varan, bir çıkarma birliği bulunmaktaydı. Ada muhafızı Hasan Paşa; bu büyük kuvvete karşı savunmayı kale de bulunan sadece, 1170 askerle başarmak zorundaydı. Bu kuvvetlere; kapdanıderyanın 2 bin kişilik le-vend kuvvetleride eklenmiş bulunuyordu. Venedikliler çıkarma işlemini 9/eylül günü başlattı. Askerler karaya çıkarken aemilerin topları kaleyi çok sıkı bir ateş salvosuna tutmuşlardı. Hasan Paşa sadece 350 askerle yaptığı karşı saldırı ile Venediklileri; zor duruma düşürmüştü. Bu cesur saldın karşısında Venedikliler belkide askerlerini gemilere bindirip, Sakız Ada'sından uzaklaşacaklardı.
Ancak Adanın hristiyan ahalisi, silaha sarılıp Osmanlılara ihanet etmeleri, Hasan Paşanın başarıyı tamamlamasına engel oldu. Hristiyan ahali silaha sarılıp vede çeteler kurmuş Hasan Paşanın kuvvetlerini arkadan tehdit etmeye başlamıştı. Osmanlı ailelerini yakalayıp götürmeleri, evlerini yakmaları, kadınlara saldırmaları, askerimizin kuvvei mâneviyesini hayli bozmuştu. Venedikliler; ertesi günde karaya onbeş kadar top çıkardılar içkaleyi çok yakın mesafeden tehdit etmeye başladılar. Hristiyan halk, bu arada da yakaladıkları müs-lümanlan, Venediklilere teslim etmişlerdi. Yıllarca komşuluk yaptıklarını hiç düşünmeden ölüme atı vermişlerdi.
Venediklilerin; Sakız Adasını muhasarası sekiz gün sürdü. Kale içindeki binalar yıkılıp yakıldığı gibi, kale duvariarında-da insan kitlelerininde kolayca girip çıkabilecekleri büyük delikler açılmıştı. Böyle ağır bir durumda bin kadar Osmanlı askeri 20 bin Venedik askeri vede topçusuna karşı durmak zorunda kalmıştı. Venedikli komutan; bu ağır durumu bildiği içinde son saldırıdan evvel bizimkilere, kaleyi teslim etmelerini teklifetdi. Ada'da sürgün olarak yaşayan eski şeyhülislâm da, teslim olmanın yerinde bir hareket olacağına dâir fetva verdi. Böylece; Hasan Paşa kale'yi, Venediklilere teslim etti. Venedikliler teslim şartları içindeki madde icabı, ada'da-ki Osmanlı askerini İzmir'e götürürlerken, Sakız Adaşımda tamamen işgale muvaffak oldular. Bütün bu olup bitenler cereyan etmekteyken, Helvacı Yusuf Paşa komutasındaki do-nanmay-ı hümayun, Çanakkale şehri önünde demirli oiarak yatmaktaydı. Sakız Ada'sınmda, işgaiedilmek üzere olduğu haberini alan, Mezamorta Hüseyin Paşa'nın kapdaniderya'ya yaptığı teklif, donanmanın hemen harekâta geçmesi şeklinde olmuştu. Ancak; Helvacı Yusuf Paşa, cephane noksanlığı, müretebat eksikliği ve îevendlerin yetersizliğini önesürerek, savaşmanın doğru olmayacağını bu bakımdan Çanakkalede kalınmasını emretti. Barış zamanların da bile, tam tekmil ve hazır olarak beklemesi gereken domamay-i hümayunun bizzat kapdan-ıderyası tarafından ileri sürülen eksiklikler, bunları ifade eden zâtın bizzat kendi suçu olduğunu iddia ve ifade etmemize herhalde kimsenin itirazı yoktur.
Allah'dan Kalyon filosu komutanı Mezamorta teklifinde ısrar etmiş ve kapdan-ı deryaya yaptığı baskı sonunda donanmanın harekete geçmesini temin edebilmiş idi. Osmanlı donanmasının Sakız adası üzerine yelken açtığını haber alan düşman 38 kalyon, 4 mavna, 20 kadar da çektiri Üe donanmamıza karşı Sakız adasından yola çıktılar. Helvacı Yusuf Paşa düşman donanmasının kendisine doğru harekâta geçtiğini haber aldığında kendisini Midilli adasına dar atarken, Kalyon filosunuda İzmir'e sevk etdi.
Venedik donanması; Midilli adasına sığınmış olan Yusuf Paşayı ıska geçerek kendini, Mezamorta Hüseyin Paşa'nın kalyon filosuna saldırmak bakımından hedef seçmişti. İzmir'deki, İngiliz, Hollanda ve Fransız konsolosları, İzmir önlerinde gördükleri Venedik donanmasının niyetinden ürktüler.
Çünkü bu donanmanın açacağı ateş ve saldın, bütün dev-jetlerin mallarını da yok edebileceğini düşündürmekte idi. Bu korkunun etkisi altında, konsoloslar biraraya gelip, Venedik donanma komutanından, İzmir'e askeri harekât yapmaması hususunda ricada bulundular. Zaten; Venediklilerin böyle bir hareket yapma niyetleri olmadığı ileri sürülebilir. Osmanlı kalyon filosunun îzmirden hareket edeceğini haber alan düşman, demir almış ve İzmir körfezinden uzaklaşmıştı. İzmirde-ki Osmanlı kalyon filosu, İzmirden hareket etdi ve kendisinden çok üstün kuvvette olan düşmanlarla karşılaşmamak için, yaptığı manevra ile Çanakkale'ye ricat etdi. Venediklilerin Sakız Adasını almaları padişah 2. Ahmed'in derin üzüntülere düşmesine yol açtığı gibi, Sakız Muhafızı Hasan Paşay; izmirden yanına celbetti. Olanı biteni, onun ağzından dinledi, nihayetinde Hasan Paşa'yı müdafayı iyi yapamadığı için haps ettirdi. Bu hususda, amiral merhum Büyüktuğrul şu mütalaayı serdediyor;
Bizde, bu mütehassıs denizcinin mütalaasını sahifemize alarak nakletmeyi uygun bulduk. Halbuki ada'nın düşmanın eline geçmesi, elli yıldan beri ihmal edilen deniz meselelerinin tabii ve çok acı bir sonucuydu. Asıl sorumlular donanmalarını savaşa hazırlamayı ve savaşta da idareyi bilemiyen saray çıkışlı vezirlerden seçilen deryakapdanları idi. Bu sorumluluğun nedenini, padişah vede vezirleri övmeyi meslek edinmiş târih otoritelerimizin, belirtmemesinde aramak lâzımdır. Osmanlı târihi araştırması yapan ve eserlerini, belgelere göre yazan yabancı otoritelerin, hem vezir hem de derya kapdanlarının hem de dış politikayı yöneten vezirlerin nasıl rüşvetle çalıştıklarını açık seçik ortaya dökmüşlerdir. Helvacı Yusuf Paşada bunlardan bir tanesiydi. Demekte.
Bu mütalaa hakkında da bir teşehüd miktarı itirazımız olacaktır. Çünkü, prensip olarak ecnebi yazar çizer ve müverrih, yâni tarihçilerin, tertib yapmayacaklarına merhum amiralimizin nereden emin olduğuna kendim cevap bulamıyorum. Fakat şunu da söylemekten kendimi alamıyorum: Günümüzde bu kadar geniş imkânlarla mücehhez olan rüşvet tesbit mekanizmaları, bir rüşveti ispata kâfi gelmezken, Helvacı Yusuf Paşa da dahil olmak üzere nasıl bir mekanizma ile aldıkları rüşvetin delillerini küffara verebilmişler. Meçhul! Bu hususda merhum amiralimiz; adı geçen eserinin 2. cildinin, sahife 196. da 144. 'dip notunda şunlara istinad ettiğinide kelimesi kelimesine nakledelim de, merhum amiralin bu rnü-talaasındaki rüşvetle ilgili beyanlarına medar olan iddiayı sizlere de okuma imkânı sağlayalım: "Özellikle Fransız deniz tarihçisi Amiral Charriare 1848'yıhnda, Pâris'de yayımladığı <Negotiation de la France dans le Ievant> (Fransa'nın Doğuda Yaptığı Müzakereler) adlı kitabında Osmanlı vezirlerine ve Kapdan-ıderyalarına verdiği hediyelerin günlük listelerini yayımlamıştır. İtalyan Profesör CamiIIo Manfronİ de yayımladığı; <İtikadsız> adlı kitabında Kral François ile oğlu Kral 2. Pied'in Osmanlı vezirlerini rüşvete nasıl alıştırdığını iddia eder."
Görüldüğü gibi merhum amiralde, dip notun sonunu iddia eder lafzıyla bitirdiğine göre bunun bir iddia olduğunu, teslim etmiş oluyor. Hele amiral Charrer'in ise hediye lafzını kullanması gönül isterdi ki, bizim padişah ve sadrıazamlarımızin ve de vüzeramızin ecnebilere verdikleri hediyelerin, güniük listelerini tutsalardı. Fakat; hediye de olarak alınsa birinden bir isteği karşısında adil olmak zordur. Ancak hiyanet-i vataniye ve din-i mübine mugayir davranışların başında geldiğinden rüşvet iddiasını ciddiye almamak gerekir diye düşünüyorum. Sultan 2. Ahmed denizcilikten yetişmiş bir kapdan-ıderyanin donanmayı tanzim edeceğine, kıyılarımızı sağlamlaştmp savunabileceğine inanç taşıyordu. Mısırlıoğlu ibrahim Paşa-n,n 13/arahk/1694 târihinde, Sakız Adası harekâtına kumandan olarak tâyin edilmesi vaziyetin düzelmesine vesile oldu. Zira donanmayı tanzime çalışılırken öte tarfadan da, Sakız Adasını geri alma hazırlıkları başlatıldı.
Tunus, Cezayir vede Trablusgarp Beylerbeyliklerine yâni qarb ocaklarına, bütün kalyonlarını donanmay-ı hümuyunu güçlendirmek için İstanbul'a gönderilmesini padişah emretti. Mısırlıoğlu İbrahim Paşa; Kapdan-ıderya makamında durmakta olan Helvacı Yusuf Paşanın bu makamdan alınmasını padişahdan açıkça tâleb etti. Sultan 2. Ahmed; kapdan-ıder-yanın kusurlarını bildiğinden, bu talebi kabul etti. Helvacı Yu~ suf Paşayı Midilliye sürerken, suistimallerden dolayı kabarmış servetini de, müsadere yoluyla haziney-i devlete mâl et-di.
Sultan 2. Süleyman ve 2. Ahmed dönemi, deniz harekâtları, hakkındaki böiüme geçmeden evvel 2. Ahmed devri içinde, Sakız Adasının elimizden nasıl çıktığını anlatmaya çalışmıştık. Bu çalışmamızın diğer târih kitaplarından biraz farklı olarak, gözetilen hususu denizcilikle ilgili vakaları, mümkün mertebe tafsilatlı vermeye çalışmaya gayretimizdir. Denizlerin; milletler hayatındaki ehemmiyeti hâla yeteri kadar biz de idrak olunamamasıdırki, bizim şu anda aziz vatanımızın üç tarafının denizle çevrili olmasını nazarı dikkate almamız gerekmektedir. 1695 yılı deniz harekâtı bu hususda şans Osmanlı tarafindaydı. Donanmada artık denizcilikten yetişmiş bir deryakapdan-i yönetimi götürmekteydi. Mısırlı-oğlu İbrahim Paşa bütün komutanları toplamış, Osmanlı donanmasının mevcud durumuna ilave edilmesi gerekenleri, bütün komutanların fikrini almak suretiyle tesbit etmeye çalışmıştı. Toplantıya iştirak eden Doğramacı Mehmed'le Ağa-oğlu Salih Paşa ve Mezamorta Hüseyin Paşa, pek önemli kimseler oldukları gibi hayli mühim ifadeler kulandılar.
Bu toplantıda oy birliğiyle alınan ilk karar, en kısa zamanda düşman donanmasıyla bir muharebe yapılması olmuştu. Eğer, düşman donanmasının mağlubiyeti sağlanmadıkça, Çeşme limanında toplanan, Osmanlı kara ordusu savaşçıları da yola çıkarılamazdı. Kararların içinde düşmanın çektiri-lerine karşı, bizim çektiriler, düşman'ın kalyon ve mavnalarına karşı bizimkileri, yâni vasıtaların biribirine denk düşenler kullanılacaktı. Harekâtın merkezi olarak İzmir ana üs tesbit edildi. Foça yakınlarındaki Durak limanı da İleri üs olarak kullanılmasına karar alındı. Donanmayı hümayun, Durak limanına intikal ettiğinde Venedikliler vaziyetin haberdarı olmuş, 20 kalyon, 6 mavna, 24 çektiriden müteşekkil donanmalarını Sakız Adası istikametine hareket ettirdiler. Koyuna-daları civarına gelip demir atan düşman donanması burada akıbeti beklemeğe başladı. Deniz rüzgârsız olduğundan donanmalar hemen bir savaş yapma imkânı bulamadılar. 18 gün birbirleriyle tutuşma imkânı bulamadılar.
10/şubat/l 695'de Osmanlı donanması Durak limanından kalkıp Karaburun'a geldi. Ancak, rüzgar yine kesildiğinden, gemiler Karaburun'da demirlemek ihtiyacını hissetti. Savaş 1 l/şubat/1695 günü oldu. Sabahtan akşama kadar sürdü. Venedikliler yılmıştı. Osmanlı donanmasında tek bir çektîri-nin sakatlanması karşısında, Venedik donanmasınmsa üç kalyonu ve üç çektirisi yanmış neticeten savaş dışı kalmıştı. Venedik donanması karanlık bastığında savaşı bırakmış, Koyun Adalarında küçük bir limana sığınmışlardı. Osmanlı do-nanmasıda gerekli tamirlerini yapabilmek için Eğri limanına gitme mecburiyetini hissetmişti. Târihler bu deniz savaşını Koyun Adaları Muharebesi olarak anacaktı. Aradan onbir gün geçtince sonra yâni 22/şubat/1695'de Sakız savaşı adını alan bir savaş yapıldıki Sakız Adası yeniden Osmanlı sancağına kavuşmuş oldu.
Padişah 2. Ahmed Sakız'ın istirdadını dünya gözüyle temaşa etmeden ahirete intikal etti. Tarih, 1106/cemaziyela-hir/20-6/şubat/1695 pazar gününü göstermekteydi. Yılmaz Öztuna bey, 2. Ahmed'in saltanatının merhum ağabeyi 2. Süleyman ile günü gününe aynı süreyi tamamladığını beyan etmektedir, bu sürenin, 3 sene, 7 ay ve 14 gün demektedir. Enterasandır.
Vefat ettiklerinde 52 yaşma pek az bir gün kalmıştı. İsmail Hakkı (Jzunçarşılı; 2. Ahmed için şu tanımlamayı yapmakta: Kültürlü bir kimse olup, 4. Mehmed, 2. Süleyman hânlara bakarak pek ileri seviyedeydi. Türkçe, Farisice şiirlere düşkün olup, Arabçadan da anlardı. Bir kaç tane Kuran yazdığı, şehzadeliğinde tuttuğu günlük, Uzunçarşıh tarafından, bende diye duyurulmuştur.
2. Ahmed yanlışında İsrar etmeyen nâdir kimselerdendir. Hâttâ fırsatını eide eder etmez, bunu tashihe ehemmiyet veren bir kimsedir. Kıymetli devlet adamları bulmakla birlikte dış tesirlerle bunları görevlerinden çabuk azlederdi. Divan toplantılarını asla aksatmaz, haftada dört gün çalışılmasını tekrar meriyete sokan bu zattır.
Büyük amiral Mezamorta (yarı öiü) Hüseyin paşa, meşhur Selim Giray hân önemli devlet adamı olarak, Şeyh Osman Dede, Mustafa Itri efendi, Çömlekcİzâde Recep efendiler musikişinaslar olarak, şâir olarak da Nâbi tarihçi Müneccimbas; Ahmed Dede, hattat olarak da meşhur Hafız Osman'ı devrin güzide insanları olarak görüyoruz.
Muazzez Sultan'ın oğlu oian 2. Ahmed hân'ın karısı, Râbia Sultandır. Rabia Sultan 1692 senesinde Selim ve İbrahim adı verilecek olan ikizleri dünya'ya getirerek, padişah kocasını pek sevindirmiş, olmadık zenginlikte hediyelerle, 2. Ahmed tarafından taltif olunmuştur. Daha sonra Rabia Sultan, Asiye Sultanı dünyaya getirmiştir. Bu sultan hanım, çocuk yaşta vefat etmiştir.
Alderson, 2. Ahmed'in eşlerinden Şayeste hanımdan bah-sedersede, kısa dönem süren padişahlığı bu hususta pek vesika bırakmaya imkân bulamamış olacak ki meşkûk kalmış oluyor.
2. Ahmed hân'ın ilk sadrazamı Salankamen meydan muharebesinin, muhterem şehidi Köprülüzâde Fâzıl Mustafa pasadır. Onun şehadetinden sonra Arabacı Ali paşa 6 ay, 29 gün süren sadaretten sonra infisal etmiştir. Metinde bu sadrı-azamdan bahs edilmiştir, üçüncü sadrazam Merzifonlu Hacı Ali paşa olmuştur. 1 sene, 1 gün vazifede kalabilmiştir.
4. sadrazam ise Bıyıklı Mustafa paşadır. 1 seneyi tamamlamaya 12 gün kala azledilmiştir. 5. ve son sadrazam Sürmeli Ali paşa oldu. 14/mart/l 694de geldiği sadaretten, 2/mayıs/1695'de, 2. Mustafa'nın ilk sadrazamı olarak istifa etmiştir.
2. Ahmed hân Osmanlı tahtına çıktığında, Hocazâde Fey-zullah Fevzi efendi makam-ı meşihatte bir seneden fazladır bulunmaktaydı. 1 O/mart/l 692'de az! ve sürgüne giden Fey-zullah Feyzi yerine lO/mart/1692'de Çatalcalı Ali efendi, 19/nisan/1692'ye kadar vazifede kaldı makamını vefatı ile boşalttı. Feyzullah Fevzi efendi yeniden makam-ı meşihate nasb olundu. 2 sene 2 ay 3 gün süren vazifeden sonra yerine Sadreddinzâde Mehmed Sâdık efendi 22/haziran/1694'de geldiği makamı meşihatte 2. Ahmed'in son şeyhülislâmı oldu. 6/şubat/l695de vefat eden 2. Ahmed'den sonra Osmanlı tahtına geçen 2. Mustafa'ya 1 ay kadar şeyhülislâmlık yaptı. Sultan 2. Ahmed; büyük ceddi Kaanuni Sultan Süleyman'ın türbesinde medfundur. Ağabeyi 2. Süleyman'da aynı yerdedir. Sultan 2. Ahmed devrinin; ecnebi devletlerdeki muasırları şunlardı: Almanya'da 1. Leopold, İngiltere'de kral
3. Giiyom, Papa makamında 12. İnnosan, Rusya'da 1. Petro, Fransa'da 14. Lui.
.
SULTAN 2. MUSTAFA HAN
Padişahın İnadı!
Cülus Bahşişi Engeli
Tamışvar'ın İmdadına Koşulması
Mâli Sıkıntı Ve Tütün Yasağı
Ikı Yönlü Gayret
Viyana Müzakerelerine Yol Açılıyor
Deli Petro Ve Kont Dö Kenski Mülakatı
Karlofça Antlaşması
Diplomatik Rezalet
Sadrıazamın İstifası Ve Vefatı
Daltaban Mustafa Paşa'nın Azli Ve Şahadeti
Rami Paşa'nın Sadareti
Edirne Toplantısı
Valide Sultan-Padişah Mülakatı
2. Sultan Mustafa'nın Hâli
Edirne Olayının Nedeni
2. Mustafa'nın Şahsiyeti
2. Mustafa'nın Hanımları Ve Çocukları
Sultan 2. Mustafa'nın Kızları
Sultan 2. Mustafa'nın Sadrazamları
2. Mustafa'nın Şeyhülislamları
Babası: IV. Mehmed Han
Annesi: Râbia Gülnüş Sultan
Doğum Tarihi: 1664
Vefat Tarihi: 1703
Saltanat Müd.: 1695-1703
Türbesi: İstanbul'da Yeni Camii Yanı Valide Sultan Türbesi.
Sultan 2. Mustafa Sultan 2. Ahmed'in vefatı vukubulduğunda, merhum padişah 51 yaşındaydı. Bu vefat üzerine Osmanlı tarihinde ilk defa ve enterasan bir olay vukubuldu.
31 yaşında olan şehzade Mustafa, vefatını duyduğu amcasının yerine taht'a çıkmak üzere, hiç kimseye boyun eğmeden, bir bildiri beklemeden yaşamakta olduğu Edirne Sarayı veliahd dâiresinden çıkıp, taht odasına girdi. Tahta kuruldu. Devletin ileri gelenlerini padişah sıfatıyla nezdine getirtip, onlardan hem biat aldı hem de ülke işlerini müzakereye başladı. Bilindiği gibi Mustafa adı hem efendimiz (s.a.v)'in adı olduğu gibi seçilmiş ve sevilmiş mânasına gelir. Memleketin bu karışık döneminde müteşebbis ve protokola pek önem vermek istemeyen kişinin tahta çıkması acaba hayırlı neticeler getirecekmiydi?
2. Mustafa Osmaniı tahtına geçtiğinde Sultan İbrahim çocuklarının dönemi bitmiş oluyor, yine bu padişahın büyük oğlu 4. Mehmed'den olan torunu vazifeyi üstlenmiş oluyordu. 2. Mustafa gerek babası 4. Mehmed'den gerekse amcaları 2. Süleyman, 2. Ahmed'e nazaran çok daha iyi bir tahsil görmüştü. Musikiye önem atfeden padişahların arasında mümtaz bir mevkii vardır. Meşhur Hattatlarımızdan Hafız Osman hat dersi vermiştir. 2. Mustafa şâirliğide benimsemiş bir kimseydi. Ancak unutulmaması gereken önemli özelliklerinden birisi babasının katıldığı seferlerde bulunarak tecrübesini ve görgüsünü arttırmıştı. Padişahın Özeleştirisi Sadrazam Kâmil paşa diyorkî;
"Sultan Mustafa sânı Osmanlı tahtına cülus edişinin 3. gününde yayımladığı bir hattı hümayunda merhum amucalarınin devri saltanatlarında devlet gemisinin işlerinin iyi gitmemiş olduğunu büyük bir teessürle açıkladı. Bu tarz davranış Osmanlı devlet tarihinde aşağı yukarı ilk defa husule gelmektedir. Padişah bu acı gerçeği tebarüz ettirdikten sonra işlerin yeniden intizam kesbetmesi, düşmanlar üzerindeki eski kudret ve otoritesinin sağlanması içab ettiğini beyan buyurmuştur.
Devlet-i âliyye'nin şu anda kafasını ezmesi gereken düşmanın Avusturya olduğunu ileri sürerek, Babıâli'den, kendisinin ordunun başında bizzat Avusturya üzerine yürümesini mi? Veya orduyu Edirne'ye kadar teşyi edip, oradan sevket-mek vazifesini yapmamı mı istersiniz istizahında bulundu. Padişahın bu istizahı, yâni sorusu, Babıâli'yi üç gün uğraştırdı. Çünkü, padişah kendi tercihini belirtmediğinden devlet adamları çözümü kolay bulamıyordular!
Aslında yapmaları gereken ne gerekiyorsa onun tavsiye-siydi. Amcalarının dönemini açık yüreklilikle tahlil ve tenkit etmiş, insaftan aynlmaksizın tetkiki gerçekleştirmiş padişah istişareye önem verdiğini göstermişti yoksa şöyle veya böyle yapacağım deseydi, ne lâzım gelirdi ki? Neticede padişahın başında olduğu ordu savaş kaybederse telafisi adetâ imkânsız olur görüşü ağırlık kazandığından olacak, Sultan Mustafa'nın orduyu Edirne'ye götürüp, serdar-ı ekrem-likde verdiği sadrıazama teslim etmesi şeklinde cevap verdiler.
2. Mustafa bu cevaba itibar etmeyeceğini beyanla, bizzat ordunun başına geçeceğini bildirdi. Yapmış olduğu istizah ile Bâbıâlinin görüşlerindeki aşın tedbirliliği gözlemiş oldu. Orduyu kumandasında götürme kararını tatbike koydu. Kırım Hânı'da içlerinde olduğu halde Osmanlı topraklarının her ye-
rine haberciler göndererek sefer hazırlıklarının yapılmasını başlattı.
Bilindiği gibi 2. Ahmed devrinde Sakız Adası, Venedikli'le-rin eline geçmişti. Merhum 2. Ahmed'in bu işe nekadar üzüldüğünü hayatını anlattığımız esnada tebarüz ettirmiştik. Devlet adamlarını, sadrazam ve kaptanlarını ne ağır tehdit ve ikazlara muhatap ettiğini nakletmiştik.
İşte şimdi Sultan 2. Mustafa'nın tahta çıkışının ilk haftasında Osmanlı donanması Sakız Adası açıklarında karşı karşıya bulunduğu Venedik donanmasına çok kanlı bir savaştan sonra, kahkâri bir bozgun yaşattı. Çünkü Venedik gemilerinin çoğunluğunu denizin dibine göndermeye muvaffak olmuşlardı. Bu hengâmede Venedik donanması kumandanı canını zorbelâ kurtarabildi. Buna göre Sakız Adası yine sancak-ı şerifin gölgesine dâhil olmuştu. İleride meydana gelecek, acı günlerden habersiz kaderini yaşamaya kavuştu.
Sultan 2. Mustafa bütün hazırlıkları tamamlamış, ordunun başında Macaristan üzerinden Avusturya'yı vurmak hesabini yaparken acı bir sürprizle karşı karşıya kaldı. Yeniçeriler; cülus bahşişi almadıklarını ile sürerek kazganlarını(kazan) bir daha kaldırdılar. Düşünün bir sevgili okurlar, aziz milletimizin kıymetli evlâdları, bütün hazırlıkları yapıp bitirmişsin, düş-manın gırtlağını sıkmaya gideceksin, unsurların en önemlisi olan asker adeta ben yokum diyor. Askerin bir nevi tatmini olan cülus verilmeden, hele yeniçeri askeri olursa, bu cülus almayanlar başa gelecekler düşünülsün artık.
2. Mustafa düşündü ve yapacağını yaptı. Bu işde; sorumluluk Sürmeli Ali Paşa üzerinde kaldı. Dolaysıyla Sürmeli önce azledildi, arkasından hayat defterinden, kaydı silindi. Yeni çerinin isyanına, seferin aksamasına sebeb olan cülusun bahşişi, hayatını kaybeden sadrazamın terekesinden yeniçe-ri'ye ödendi. Osmanlı devletinde rical, çok zengin olurdu. Hele sadrazamları devlet adetâ kuş sütüyle besler, emsalsiz servetin sahibi kılmaktaydı. Yeterki işlerinde dikkatli, başarıiı olsundu. Aksi takdirde, hata yapıldımı, hayatı elinden, serveti çocuklarına ve eşlerine yetecek kadarı verildikten sonra hazineye alınırdı. Genellikle sadnazamlar padişah ailesine damad yapıldıklarından servetleri aileye miras olurdu. Amma yine de eşleri ve çocukları devletin himayesinde, durumlarıyla mütenasip bir hayata kavuşturulurlardı.
Sultan 2. Mustafa, yeniçerinin isyanını bu şekilde hâl eyledikten sonra savaşın yollarına düştü. Lehistanm yâni Polonya'nın bir başından girip, öbür başından çıkan Tatar Mâni'nin askerleri, Lehlileri doğduklarına pişman ediyorlardı. Macaristan toprakları üzerinde; yavaş yavaş Avusturya birlikleri ile karşı karşıya geliniyor, çok kanlı savaşların cereyanettiği müşahede olunuyordu. Bir çok yerler düşmanın elinden geri alındı. Bazı yerlerde, ilk defa belde-i islâm edildi. Azak kalesini muhasara etmiş bulunan Rus askerleri otuzbin ölü vermelerine rağmen ısrarla kuşatmaya devam ediyorlardı. Ölülerin sayısında görülen artış, sonunda Rusların mağlubiyeti kabul edip muhasarayı kaldırmasını icab ettirdi.
Yaklaşan kış, seferin devamına engel teşkil edeceğinden orduyu muzafferan İstanbul'a götürmek kararı alındı, böylece avrupa topraklarında satvetimiz bir daha sergilenmiş oldu. Yukarıda bahse konu ettiğimiz Sakız Adasının istirdadının büyük kahramanı Mezamorta Hüseyin Paşadan söz etmeden geçmişdik Osmanlı donanmasının ruhu gibiydi o sıralarda Mezamorta amiralimiz. Mezamorta Rumca da yarı ölü demektir. Hüseyin Paşa'ya lakab olması, katılmış olduğu savaşların birinde o kadar çok yara almışki, tabibler ümidi kesmiş, imânlarından dolayı "Allahdan ümid kesilmez" diyerek kendi hâline bırakmışlardı. Ama Cenâb-ı Mevlâ müsaade etmeyince sineğin kanadının kıpırdaması bile kabil olmadığına göre, ruhsat-ı ilâhi erişmeyince Hüseyin paşayı ecel şerbetini içmemiş buluyoruz. Zaman içinde yaralan da, kuvve-i ma-neviyeside izn-i ilâhiyle afiyet kesbetti. İyileştikten sonra düşmanların karşısına ilk çıkışında onu tanıyanlar, "Meza-morta" diye haykırmaktan kendilerini alamadılar. Böylece Hüseyin Paşaya bu kelime lâkab oldu.
Tarihler 1107/1696 yılını gösterirken, ilkbahar mevsiminin yüzünü göstermesiyle beraber yine avrupa ortalarına doğru sefer hazırlıklarına girişildi. İlk durak yine Macaristan ovalarının civan oldu. Osmanlı birliklerinin karşısına çıkan yere! olsun avusturyanın olsun birlikleri mağlup oluyordu. Avusturya ordusunun büyük bir kuvvetle Tamışvar kalesini muhasara altına aldığı haberi padişahın kulağına ulaştı. 2. Mustafa bizzat kendisi başta olduğu halde orduyu hümayun Tamış-var'ın istimdadlarına şitab etti. Padişah ordusunun üzerlerine gelmekte olduğunu öğrenen Avusturyalılar Tamışvar önündeki kuşatmayı kaldırarak Laba nehri cihetine doğru çekilme hareketine çevirdi. Çok geçmeden iki ordu nehir yakınlarında karşı karşıya geldiler. Daltaban Mustafa Paşa, bu muharebede çok büyük fedakârlıklar sergiledi. Netice yine asakiri islâmın lehine oldu. Belgrad ve Tamışvar uzun bir zaman, düşman tasallutuna kapalı bir hâle geldi. 1108/rebiülevve-lin/1696-eylül'ünde ordu Edirne'ye avdet etti Avusturya üzerine açılan seferler, ne kadar yüz güldürücü neticelere doğuruyorsa, Rusya üzerine açılan seferlerde ise tamı tamına üzüntü verici haberlerden başka bir şey gelmiyordu. Osmanlı savaş starejistleri, Rusya üzerine açılan seferde Kırım Tat?»'-
rıyla, Bucak Nogaylarını muharip sıfatıyla orduda istihda-a dahil etmişlerdi. Ne var ki, bu iki fırka arasında meydana elen ihtilaf, cephede üzerine düşen vazifeleri yerine getirmeye engel olmaya başlamıştı. Bu hâl ise Rus birliklerinin Azak') yeniden muhasara etmesine, cesaret verdi.
Bu muhasaraya iki ay mukavemet gösterebilen Osmanlı askeri, neticede kaleyi Ruslara terke mecbur oldu.
Çeşitli cephelerde açılan savaşlar devletin mâli düzeninde de bir takım aksaklıkların zuhuruna sebeb oldu. Kayıplar kısa zaman içinde telâfi edilmek istendiğinden harcamalar birbiri üstüne biniyordu. Bu sıralarda 2. Mustafa, tütün içme yasağı koyma yoluna gitmişti. 4. Murad gibi sert bir padişahın önleyemediği tütün içme keyfiyeti, Sultan 2. Mustafa'nın basiretli davranışı ile ve gelir getirme vasıtası olarak kullanmak niyetiyle, bahse konu yasaktan rücu edildi. Ancak en kalite tütünün kıyyesine 60, 2. kaliteye 40, 3. kaliteye de 20 para vergi koymuştu. Azak Kalesinin Rusların eline geçtiği haberi geldiğinde padişah para meselesiyle meşgul idi. İstanbul, Edirne, İzmir ve Erzurum'da kendi tuğrası ile süslü para darb ettiriyordu. Azak'ın sükut haberi para işi ile meşgul padişahı pek üzdü. Derhal istirdad için çalışmaların başlatılmasını emretti. Çok kısa zamanda Azak boğazına istihkâmlar yaptırıldı. Öte yandan gerek Karadeniz, gerekse Akdeniz donanması ve ince donanma da denen Tuna donanması yepyeni gemilerle takviye edildi.
Sultan 2. Mustafa'yı 1108/1697'senesinde yine ordusunun başında Belgrad'a gelmiş görüyoruz. Sadrıazam Elmas Men- Paşa, Sofya da bir gece rüyasında, şehid sadrazam ü
Fâzıl Mustafa Paşayı görür. Büyük şehid, Elmas Paşa'ya kendi elleriyle şerbet sunar. Uyandığında sadnazam bu rüyayı kendisinin şehidler kervanına katılacağı yolunda yorumlar. Padişahın başkanlığında toplanan divan ne yapacaklarını karargir etmek için çeşitli fikirler serdeder-ken, bu arada şimdiye kadar kendilerine sert ve yüksek sesle hitab etmeyi meslek etmiş bulunan sadrazam Elmas Pa-şa'ya karşı ittifak etmişler kendisini bir hataya sevkettirip, azlini sağlamak niyeti taşıyorlardı.
Ancak Belgrad muhafızı olan Amcazade Hüseyin Paşa bu ittifakta yer almamış, halisane ve tarafsız olarak söz aldı. Vü-zeranın serd ettiği görüşlerde İsabet olmadığını, Avusturya ordusunun vurulmasını ve bunun neticesinin ne olabileceğini, ortaya serdikten sonra, Tuna Nehrini aşıp, Tis Çayı yakınlarında bulunan bataklıklarda askerimizi perişan etmektense, Sava nehrinin geçilip, Peter Varadin şehrinin muhasarasını teklif etti. Bilindiği gibi Peter Varadin savaşında Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa şehid olmuştu. Rüyada şehid sadrazam elinden şerbet içen Elmas Mehmed Paşa, gördüğü rüyaya rağmen Amcazâde'nin teklifini destekleme yoluna gitti. Ne var ki; aralarında ittifak kurmuş olanların reyleri bu teklifi redde kâfi geldi. Neticeten orduyu hümayun, Zanta civarında Nis nehri sahilinde Prens Ojen kumandasındaki Avusturya ordusunun üzerine düşüverdi. Eyvah ki eyvah öyle acı bir felâkete duçar oldu ki, bugün dahi üzülünse yeridir. Sadrazamın rüyası gerçekleşiyor, şahadetin şerbeti nûş ediliyordu. Sadrazama karşı ittifak etmiş bulunan, vezirlerin çok büyük kısmı da hayatlarını kaybediyordu. Sadrazamın üzerinde bulunan mührü hümayun bile düşmanın eline geçti. Ağırlıklarımız, silahlarımız ve cephanemizin düşman eline geçmesi apayrı bir üzüntü kaynağı idi. İçimizdeki bir kaç hâin yüzünden bizi yakarmısın Allah'ım, denen vaziyet tecelli etmişti
Padişah 2. Mustafa başını önüne eğmiş Tamışvar yoluna düştüğü esnada Amcazade Hüseyin Paşa'yı makam-ı şadarete tâyin ediyordu. Bu arada savaş alanında şehadet şerbetini içmiş sadrazamların adını sayıp bir fatiha gönderelim. Sultan 2. Bayezid'in sadrazamı Ali Paşa, Yavuz Sultan Se-lim'in Sinan Paşası, 4. Murad'in Tayyar Paşası, 4. Meh-med'in Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşası ve 2. Mustafa'nın Elmas Mehmed Paşası ile, bir elin parmaklan kadar şehid sadnazam verilmiş oluyordu. Ruhlarına fatiha.
Sultan 2. Mustafa gelmiş olduğu Tamışvar'da bir müddet dinlendi. Akabinde Edirne'ye geldi. Oradan da İstanbul mekân tutuldu. Kış müddetince devlet siyasetinde hummalı faaliyetlerin yapıla geldiği gözlendi. Bir taraftan bütün hazırlıklar heran savaş olacakmış gibi harp hazırlıkları yapıldı. Bu gayretler aslında sulh içinde yaşamanın icab ettirdiği haldi. Çünkü savaş gücünü yükseltmiş ülkelerin sulh içinde yaşamaları hakkıdır prensibi burada kendini gösteren bir hakikattir. Atalarımız dâima "İsterisen sulh-u salah, hazrol cenge" buyurmuşlardır. Her neyse bu sırada Sultan 2. Mustafa'nın has müşaviri olmasını beceren Tatar Hân'ı, İngiliz elçisinin avucunun içine düşme görüntüsü vermekteydi. Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa Merzifonlu Hacı Ali Paşa'nın dört yıl evvel yapmış olduğu çalışmaları tahattur etti. Pajet ile yapılacak münakaşa ve münazara neticesinde yürürlüğe koyabilme imkânı bulabilirlerdi. Bu proje içinde sadrazam başta olduğu halde Tatar Hân'ı, şeyhülislâm, Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri, Yeniçeri Ağası, Reis ül Küttap (hariciye nâzırı)bir araya gelip bu düşünceyi derinliğine konuştular. Çok geçmedi şimdiye kadar olmayan bir şey gerçekleşti. Sultan 2. Mustafa, kendi elleriyle yazdığı bir mektubu İngiltere kralına ulaştırılmak üzere verdi. Sadrazam Paşa'da sefir Pajet'e hitab eden bir yazıyla birlikte padişahın, İngiltere kralına hitab eden mektubunu teslim etti. Sefir Pajet'in bu yazılan aldıktan sonra eteklerinin zil çaldığını beyana her halde lüzum yoktur. Amcazade Hüseyin Paşa devlet hizmetinde, çeşitli makam ve badireleri görmüş, tecrübeli bir devlet adamı idi.
Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşanın bizzat savaştığı, San Gotar meydan muharebesinde bulunduğu gibi Salankamen savaşında da orduda mevcutlar arasındaydı. İşlerin bütün safahatına vakıftı. San Gotar'ın husule gelmesinden bu yana yapılan savaşların sayısı ondördü buluyor ve dokuz tanesini Avusturya kazanmıştı. Bu savaşların temadisi düşmanın taa Üsküp'e kadar inmesi demekti. Sadrıazam Üsküb'e gelişi durdurmak için, sulh devresinin bize kazandıracağı zamana ve kuvvete şiddetli ihtiyacın farkındaydı. Fakat Sultan 2. Mustafa; Venediklilerin bu işe daldıklarını görünce miğdesi bulundu, sulh iştiyakı hevesi olmaktan çıktı. İş yine orduya kalmıştı. 20/zilhicce/l 109-31/mayis/1698'pazar günü Edirne'ye doğru yola çıktılar.
Bu sırada da İngiliz sefaret başkâtibi, Sultan Mustafa'nın kaleme aldığı samimi mektubunu İngiltere kralına onun da ricalarıyfa Avusturya imparatoruna mektuplar verildi. İmparator otorite sahipleriyle yaptığı bir dizi müzakere neticesinde herkesin ele geçirdiği topraklar kendilerinde kalmak şartıyla yapılacak sulhun Rusya'yı da kapsamına alması icab ettiğini ileriye sürdü.
Neticeten barış görüşmelerine oturuldu. Bizden Reisül Küttap Rami Efendi ile Mavro Kordato bey Avusturya imparatorunun teklif ve organize ettirdiği sulh müzakerelerinde bulunma vazifesiyle Viyana'ya gittiler. Osmanlı devleti murahhaslarından Mösyö Kordato üzerinde anlaşılacak sulhun Rusya'yı da içine almasına, devlet-i âliyye'nin her hangi bir i'tirazı olmadığını beyan etti. Ruslar, Venedikliler, Lehistan ve aracı devletlere de bu açıklama tebliğ olundu. Çar Deli Pet-ro'yu hemen Viyana'ya koşmuş görüyoruz. Koşmaklada iktifa etmiyerek hemende şartlarını sıralamaya koyulur.
Birinci şartı eline geçmiş toprakları vermeyeceğini beyan eder ki, bu teklif Avusturya imparatorunun, konferansın toplanmasına medar olan sözlerine tam manasıyla denk düşmektedir. Bundan çıkarılacak hüküm. Rusya ve Avusturya politik anlayışı açık yahutta gizli bir ittifaktır şeklinde olursa akla pek ters düşmez. Deli Petro şartlarını bildirmeye devam ediyordu: meselâ ele geçiremediği Kerç Kalesinin kendisine verilmesini, kabul edilmediği takdirde derhal Osmanlı devleti aleyhinde bir ittifak kuracağını bildirdi.
Avusturya imparatoru Leopold, Kerç kalesi üzerinde ısrarda bulunabileceklerini, ancak bir ittifak için ancak kongrenin toplanmasından sonra karar alınabilir demek suretiyle Deli Petroya bir fren olmuştu.
Konferansda ikili temaslar esnasında Rus Çarı 7. Pet-ro(Deli), Avusturya başvekili Kont Dö Kenski ile başbaşa bir mülakat yapar. Bu mülakat esnasında, Petro'nun Avusturyalı Kont'a tevcih ettiği "hangi devletler sulhun yapılmasını istiyor" şeklindeki bir sualine: "Roma, İspanya, İngiltere, Fle-menk özetle bütün hristiyanlik âlemi bu sulhun taraftarı" cevabını aldığında şu mütalaayı ileri sürer: "Felemenk ve İngiltere'nin sözlerine inanmamayı seçmelisiniz. Onlar kendi menfaatlerini düşünürler. Dostlarının menfaatlerini ise asla kaale almazlar."
Hakikaten değerli okuyucularım, dünya diplomasi tarihinde İnglizlerin takiple musir olduğu stareteji; aşağıda sunacağımız bir darb-ı meseli doğurmuştur. "İngiliz devletinin dost ve düşmanı yoktur. Sadece menfaatleri vardır."
Rus Çan Deli Petro'nun söylediği sözlerden sonra aracı ve-de ittifak etmiş devletler ve içlerinde Ruslar olduğu halde ikişer murahhas tâyin etmişler, Karloviç şehrinde içtima ettiler. Yetmişiki gün süren müzakereler sonunda yirmibeş sene geçerli olması ve daha evvelde yapılmış antlaşmalarında yürürlükte olması şartıyla meşhur Karlofça muahedesi imzalanarak gerçekleşti yalnız Rusya bu antlaşmanın dışında bırakılmıştı, Rusya ile Osmanlı devletleri kendi aralarında bir sulh akdetmek için lüzumu görülen iki senelik bir mütareke mukavelesi imzaladılar.
Bu sıralarda Feyzullah Efendi makam-ı meşihata gelmiş olduğu gibi, oğullarından birini kendine halef, 2. ve 3. oğlunu Kazaskerliklere, 4. mahdumu ise Hoca olarak tâyin ettirmiştir. Bunların yapılmasında isabet olup olmadığı, olayiarın inkişâfı esnasında kendini bize hatırlatacaktır. Yalnız şunu hatırlatmakta fayda umulurki, bahse konu makamlar, cidden ulema takımının eline geçmesi gereken makamlardır. Böyle yüksek makamların aynı döneme denk düşen zaman dilimi içinde tek bir ailenin fertlerinin elinde olması işin içine haddinden fazla iltimas kokusu girdiği intibaını hissetirmektedir.
Karlofça antlaşması mucibince, sulh antlaşması imzalanan devletlerle karşılıklı olarak elçilik münasebetlerinin ihdası karar altına alınmıştı ve gerçekleştirildi. Rusya elçisi de böylece İstanbul'a geldi. Mütareke müddeti içinde yapılan müzakereler esnasında karşılaşılan zorluklar aşıldığında, ortaya çıkan taslak pek ağır şartlar taşımaktaydı. Devlet-i âliyye beğenilmesi mümkün olmayan bu ağır şartlan hâvi antlaşmayı çeşitli bahaneler ileri sürerek yokuşa sürmeye başladı.
Ancak bunda altı ay süren bir tehir gerçekleştirebildi. Çünkü, Tatar Hân'ı, gönderdiği bir haberde Azak havalisinde, yüzbin Rus askerinin toplanmış bulunduğunu duyuruyordu. Tarihler 1112/1700 senesini gösterdiğinde Osmanlı-Rus murahhasları arasında 16 maddelik anlaşma imzalandı ve teati edildi. Ancak bu antlaşmayı Avusturya Polonya ve Venedik devletleriyle, 1110/receb/26-1699/ocak/28. çarşamba günü yapılmış Karlofça antlaşmasıyla, kanştirmamahdır.
Yukarıda kaydettiğimiz gibi, Rusya-Osmanlı antlaşmasını temin için Karlofça antlaşması haricinde, aynı târihte, M. 1700 senesinde yapıldığını beyan ettiğimiz, antlaşmaya yol açan mütareke mukavelesinin imzası atılmıştı Karlofça antlaşması yapıldığında.
Fransa; kendince malum sebeblerden; Osmanlı nezdinde-ki büyükelçisini geri çekmiş, yerine Feryol adlı bir diplomatını yollamıştı. Feryol İstanbul'a duhulünden az sonra sadrazam paşa ile görüşmeye muvaffak olmuştu. Aradan bir kaç gün geçmiştiki, Fransa kralının hediyelerini Sultan 2. Mustafa'ya takdim etmek üzere padişahın huzuruna davet edildi. Saraya gelen elçiyi mutad merasimle karşıladılar. Bu arada kendisine huzura çıkış hakkında bilgiler veriliyor, bir taraftan da kendisine hediye olunan sırmalı kaftan giydiriliyordu. Huzura doğru yürümeğe başlıyan Elçi Feryol'un belinde, bir kılıç sallandığını son anda farkeden Çavuşbaşı, elçiyi durdurdu. Vaziyeti mabeyncilere bildirdi. Mabeynciler, aksaklığı başt ercüman Mavro Kordatoya bildirdiler. Baştercüman son derece nâzik ve netlikte hiç ama hiç kimsenin padişahın huzuruna kılıçla giremeyeceğini bu bakımdan kılıcın çıkarılması icab ettiğini beyan etti. Elçi Feryol bu sözlerin doğru olmadığını daha önceki elçinin huzura kılıçla girmiş olduğunu bu bakımdan kendisinin böyle girmediği takdirde kariyerinin sarsılacağını ileri sürdü. Tabii önceki elçinin böyle kılıçla huzura muzura girdiği yoktu. Bu Feryol'un politik skandala duyduğu ihtiyaçtan dolayı çare olarak uydurduğu, bir yalandan ibaretti. Sadrazam Amcazade Feryol ile görüştü. Kimsenin silahlı olarak huzura çıkmadığını, bundan böyle de çıkamayacağını anlattı. Feryoi ise, bağıra çağıra itirazlar etmekteydi. Bu sırada mabeynciler koltuklamış oldukları Fransız elçinin kılıcına el attıklarında Feryol silkindi ve mabeyncile-rin elinden sıyrıldı: "bunu kralımdan başka kimse belimden alamaz" diye feryad etti ve kaftanı çıkarırken, yanındaki refakatçilerine kaftanlarını çıkarmalarını sesledi. Bir yandan da "Ya böyle girerim, ya da hiç girmem" diyerek yürüdü ve elçiliğe gitmek üzere saraydan çıktı. Ertesi gün, Fransa büyükelçiliğine Feryol'un getirmiş olduğu hediyeler iade olundu.
Bahse konu sefir Feryol altı ay sonra günün birinde Boğa-ziçinde, Padişah kayığına ait renge boyanmış, ve tefrişi yine padişaha tahsis olunmuş şekilde, yapılmış bir kayıkla seyr-i sefâine (sandal gezisi) çıkmış olduğu görüldü. Denizin dibini boylamak istemiyorsa derhal karaya çıkması, gezme dileğin-, deyse diğer elçiler gibi yapması tenbih olundu. İşin hazin tarafı da müslüman olan kürekçiler ikiyüz değnek yemeye duçar edildiler.
Fransa B. elçisi Feryol, bu olaydan sonra on sene daha Osmanlı nezdinde Fransa elçisi olarak durdu. Fakat bir kere dahi huzuru padişahiye çıkmaya nail olamadı. Ayrıca devleti âliye elçiyi Fransa devletine şikâyete tenezzül dahi etmedi. Halbuki İngiltere büyükelçisi Lord Pajet olsun, gereksede Sir Ston olsun icab eden kaideye riayetle her zaman iyi kabule muhatap oldular. Hâttâ Padişah efendimiz bir keresin de Sir Ston'a hftab ederek iltifatta bulundular.
Amcazade Hüseyin Paşa ülkenin bütün işlerine el atmış, el attığı her işi de İslah etmeye muvaffak olmaktaydı. Mısır ve Arab yarımadasında husule gelen, karışıklıkları dizginlemeye muvaffak oldu.
Ne var ki; padişahla beraber Edirne'de bulunduğu esnada rahatsızlandı. Sağlık durumunun ülke işlerini götüremeyecek kadar vahim duruma geldiğini hisseden Amcazade Hüseyin Paşayı bütün hırslardan tecerrüt ederek, istifa kararı aldı ve bu kararını istifasını sunmakla gerçekleştirdi. Padişah istifayı üzüntüyle kabul etti. Ancak sadrazamının üç hafta sonra vuku bulacak vefatından tabii habersizdi. Tarihler bu sırad.? 1114/1702 senesini gösteriyordu.
Sadaret mührü Daltaban Mustafa Paşa'ya tevcih olundu. Sırp asıllı olan Daltaban Mustafa Paşa, islâmiyeti samimiyetle kabullenebilmiş zevattandır. Kahraman, cesur ve dirayet sahibi nevarki tahsili yokdu. Daltaban Mustafa Paşa sadaretinde sudur eden ilk emir müslim ve gayri müslimlerin birbirinden farklı giyinmelerini emretmesi ve bu hususta bir talimat yayınlaması oldu. Bu talimata nazaran, hristiyan ve ya-hudiler dinlerinin gereğine aykırı olmayan giyime davet edildi. İslâm kadınlarına ise, geniş elbise ve kalın yaşmak kullanmalarını emretti. Bu emire aykırı harekette ısrar eden Venedik elçiliği baştercümanı dayakla cezalandırıldı. Daltaban Mustafa Paşa'ya mührü hümayun'un verilmesinde şeyhülislâm Feyzullah Efendi'nin katkısı olduysada, sadrazam paşanın yüksek karakteri esen rüzgâra göre yelken açan cinsten olmadığından sadrazam ve şeyhülislâm arasında burudet husule geldi.
Şeyhülislâm Daltaban Mustafa Paşayı azlettirip, reisüi küt-tab'ı sadnazam nasbettirme çalışmalarına girişmişti. Köprü-lüzâde Abdullah Paşa bu sırada sadaret kaymakamlığı vazifesinde idi. Sadnazam şuurlu bir moskof düşmanıydı. Oniarı yeryüzünden silip yok etmek en samimi düşünceleri arasında önemli bir yer tutuyordu. Ancak aklı, Ruslarla savaşın zamanı değil icab eden tedbirleri al demekteydi. Daltaban Mustafa Paşa da bu aklın tavsiyesini yerine getirmekte, Rus hu-dudlanna dönük çalışmalar yapmakta, buralarda kuvvetli istihkâmlar kurdurmaktaydı.
Sadrazam Mustafa paşa Rus hududunda bir takım hazırlıklarını yürütme sırasında, Devlet Giray Hân'dan gelen bir haber devlet adamlarının heyecanlanmasına yol açtı. Haber şuydu: Ruslar saldırılabilecek bölgelere kuvvet yığıyordu. Rus elçisi derhal Bâbıâliye mülakata davet edildi. Tabiatıyla büyükelçi, devletinin asla böyle bir niyet taşımadığını beyan ettikten sonra devletinin Potka] Kazaklarını itaat altında bulundurma gayreti gütmektedir. Ayrıca Azak Denizinde bulunan 12 parça gemisini Osmanlı devletine satma teklifi getirdiğini de ilâve etti. Bu cevap, haberi veren Devlet Giray'ın kafasında patladı. Bazı entrikalar çeviriyor tÖhmetiyle Hân'Iıktan azledildi. Yerinede ihtiyar Selim Giray Hân nasbe-dildi.
Devlet Giray ise yapılanın yanlış olduğunu ileri sürerek itirazını büyültüp, isyan mertebesine getirdi. Bu vaziyet karşısında üzerine asker yollanması kararı zuhur etti. Sadrazamın konuşmalarından ahali, Avusturya, Rusya üzerine sefer yapılıyor hükmünü çıkarmaktaydı. Şeyhülislâm ise padişahı, veziriazam aleyhine bilgilendirmekte idi. "Veziriazam, sizden farklı politika takip etmek istediğinden zehirletmek düşüncesinde olduğunu, bu adam mührü hümayun sahibi oldukça Kırım'ın karışıklıktan kurtulamayacağını ifade ediyor ve şâ-hid olarak da, Rami Efendi ile Mavro Kordato beyi gösteriyordu. İftira ve şehadet tamamlanınca Daltaban Mustafa Paşanın azli gerçekleşti, üç gün sonrada hayatına son verildi.
Böyle Rus düşmanı bir zâtın harcanması üzerinde bir nebze olsada durmak gerekir diye düşünüyorum. Böyle bir zâtın yok edilmesinin verdiği günahı, şeyhülislâm efendinin nasıl Ödeyebileceği üzerinde kafa yormaktansa, böyle makamlara gelenlerin başarıları dine uygun hareket etmelerinden, kötülükleri ise, nefs ve dinin yasakladığı hususlara önem vermemelerine bağlamak gerekiyor. Bazı müsteşrikler ve bîdinler, şeyhülislâmlık müessesesini, böyle nâdir uygulamalar yüzünden, hırpalamayı adet edinmişlerdir. Halbuki kendileri de bu yanlış davranışın mensub olunan dinden değil, şahsi kusurun olduğunu bile bile, yüklenmeye devam ederler. Rami Paşa sadaret makamına oturdu. Devlet Giray ise, sadrazamı değiştiren Osmanlı karşısında mücadeleyi bırakıp, Kuban taraflarına çekilmesi burada topluca yaşayan, Çerkeslere iltica etmesi, sanki Daltaban Mustafa Paşa'nın yokluğunda mücadeleye devama imkân bulmayacağını düşündüğü, noktai nazarına sürüklüyor bizi. Doğrusunu Allah (c.c) bilir.
Aslında tarihi vakaların üzerine gidilirken, tek doğrudan ziyade çeşitli ihtimâller hesabını yapmak doğru bir davranış sayılır, ancak emin olunmayan meselelerde kesin hükmü, Cenâb-ı Mevlâ'ya terk etmek en doğrusudur. Devlet Giray'ın Çerkeslere sığınmasının akabinde Kırım'da Selim Giray'a, muhalefet edecek kimse kalmadığından, şeyhülislâm Fey-zullah efendinin dediği gibi karışıklıklar hakikaten duruldu.
Son zamanlarda Karadeniz tarafında Rusların yaptığı faaliyetlere bakarak olucak herhalde Gürcistan; Osmanlı devletine ödemekle yükümlü olduğu vergileri tediye etmez olmuştu. Sadrazamı ilk işi olarak bu ülke üzerine asker sevk ederken görmekteyiz ayrıca da, bütün dikkatini memleketin dahili işlerini tanzime teksif ettiğini görüyoruz. Devletin tahsil edemediği gelirleri toplama hususundaki gayreti pek isabetliydi. Rami Paşa'yı idari işlerde gösterdiği başarıyı, askerlik mesleğinden anlamadığı için cihet-i askeriyeye nâzım rolünü beceremedi.
Tarih-i Siyasiyye "yazan Kâmil Paşa mezkûr eserinde aynen şunları ifade etmekte: ". Askerlikten bibehre olmasına mebni mülkiye kısmı lehinde ve askeriye takımı ise, mahareti askeriyesi olan, Daltaban Mustafa Paşa'nın azli ve katlinde, zimedhal olduğu vesilesiyle sadrı müşarileyhin aleyhinde olduğundan... "Meslek-i celile-i askeriyeden pek haberdar olmayan Rami Paşa askerlerin hazırlamakta olduğu isyanı sezemedi," şöyleki: Sadrazamın vazifeyi yüklenmesinin ardından Gürcistan'a asker şevkini gerçekleştirdiğini yazmıştık, işte sevkedilen askerin pekde ağır davrandığını görüyoruz. Bu yavaşlığın gizli tahkikatı yapılırken, apaçık şekilde de sebeb soruldu. Birikmiş maaşlardan bahsedildiği görüldü. Hatta isyana varabileceğini de imâ yoluyla belirttiler. Hemen birikmiş maaşların ödeneceği vaad edildiği gibi, ikramiye tahakkuk ettirileceği de bildirildi. Fakat isyanda ittifak etmiş yedi ocak askeri, söylenenleri kaale almayarak Et meydanında tekbir getirerek dolaşmaya başladılar. Yedi ocak asken denen gurupların isimleri şunlardı:
1-Yeniçeri. 2-Sipahi. 3-Silahdar. 4-Topçu. 5-Top arabacı. 6-Cebeci. 7-Bostancı. Bu guruba işsiz, güçsüz takımı da iltıedince büyük bir kalabalık meydana gelmiş oldu. Esna-tecrübesi, işin dal-budak saracağını anlamasını getirdi, halde yapılacak iş, yükte hafif pahada ağır mallan yanına dükkanı kapatıp, olayların sonunu beklemek gerektiğinde karar kıldırdı.
Sekbanbaşı, yeniçerinin sadakatten hilaf etmeyen gurubunu yanına alarak sarayı korumaya koştuğu görüldü. İsyancıları sadaret kaimakamı Köprülüzâde Abdullah Paşa'nın, saray yavrusu konağını kuşatmış olarak görüyoruz. Halbuki, Abdullah Paşa, sarayda idi. Bu haber kısa zamanda Konağın Önünde toplanmış isyancılara ulaştı. Konağın önünde asilerin tecavüzkâr tarz da tezahüratları görüldü. Bu sırada konağın iç tarafından atılan bir el silah Cebeci askerlerinden birinin ölümüne sebeb oldu. İsyanın şiddeti her an artmağa başla mıştı. Sarayı korumaya koşmuş bulunan Sekbanbaşı ne hikmetse hapse konurken, şeyhülislâm Feyzullah efendinin damadı İstanbul Kadı'sı Seyyid Mehmed efendi de aynı muameleye, yâni Sekbanbaşı gibi habsedilmişti. Hem isyancı hem de sancak-ı şerifi istemeleri ise pek şaşırtıcı idi. Tabii maksatları, Osmanlı insanının dâima önünde hürmetle eğildiğini bildiğimiz sancağı Nebî'nin, diktikleri isyan bayrağının yanına dikerek ahalinin kendilerinin emellerine ortak olmasını temine matufdu. Sarayda itaat sahibi Bostancılar, Eyyüb-sultan Hazretlerinin türbesinde muhafaza olunan sancak-ı Şerifi kimseye sezdirmeden saraya aşırdılarsada, nasıl haber aldıkları meçhul olan isyancılar sancağı şerifi saraydan zorla getirtip, kendilerinin isyan bayrağının yanına diktiler. Öte yandan; İstanbul Kadı'sina tazyikte bulunularak ulemanın 1 en gelenlerinin, kendi taraflarını tutması ve toplanmasının Gerektiğini ihtar ettiler. Halkın mücbir ihtiyacı olan, fırın, ka-aP ve manav gibi dükkânlar dışında diğer esnafın kapalı ol-asını temin için münadileri bağırttılar. Böyle yapmalarınında sebebi hem yağmayı imkânsız hâle kılmak hem de esnafı malının düşüncesiyle başbaşa bırakmaktı.
İsyana kalkmış bulunan güruh, yeniçeri ağalığına Çalık Ahmed adlı birini seçtiler. Bu seçimle ihtilâl kendisine merkezi idare yeri ve otorite temin etmiş oluyordu. Buna bağlı olarak da, ihtilâl nisbeten muntazam ve bir hiyerarşi bulmuş oluyordu. Orta Camii (Şehzadebaşı Camii) de ulema ve ihtilâl ileri gelenleri toplandılar. Yeri gelmişken sık sık vukubul-makta olan isyan ve ihtilâllerde Orta Camii diye bir ifade yer almaktadır. Bunu Mimar Sinan'ın Saraçhane başındaki çıraklık eseri olarak adlandırdığı Şehzadebaşı Camiine (orta cami) denilmektedir. Yine bazı tarihçiler, bahse konu ihtilâl ve isyanlarda toplanma yeri olarak belirtilen orta cami beyanının, Şehzadebaşı değil, yeniçeri kışlalarının bazı ortalarının içinde yer alan mescidlere orta camii dendiği ifade edilmek-teysede, bir çok vakada toplanılan yerin sadece, orta cami ifadesiyle geçiştirilmediği neresi olduğu da belirtilmiş olduğundan belki, çok az istisna ile orta camii tâbiri, Şehzadebaşı Camii'ne ait olduğu görüşünü muhafaza etmek istiyoruz. İşte bu camide yapılan; ihtilâl ekibi ve ulema arasındaki içtimada sudur eden karar, Şeyhülislâm Feyzullah efendi ve oğullarının derhal azli, padişahın ise bulunduğu Edirne'den Dersa-adete dönmesini taleb eden bir mektup kaleme alınması oldu, ulemadan beş kişi, yedi ocak askerinden, ikişer kişi olmak üzere ondokuz kişilik bir heyet, bu günkü deyime uygun olarak bir ültimatom da, denebilecek mektubu Edirne'de bulunan padişaha tebliğ için yola çıkarıldı.
İstanbul'da vücuda gelen harekâtın her bir anını takip etmekte olan Edirne, şeyhülislâm konağında bir toplantıya şa-hid oldu. Burada tezekkür ettirilen karar, ültimatomu getirecek heyet derhal tevkif olunacak şeklindeydi. Kul Kâhyasının başına geçirilen yüz kişilik müfreze gönderilmişti. Hemen ertesi günü sadrazam Râmİ paşanın konağında yapılan içtimada Kul Kâhyası üzerine aldığı vazifeyi yerine getiremezse ne yapılması lâzım geleceği hususunda bir müzakere açıldıysa, bu soruya cevap verebilecek kıratta kimse toplantı da mevcudiyeti olmadığından netice hasıl olmadı ve bikarar olarak dağıldı.
Buna karşılık toplantılar tertip edip ne yapacağız diye kafa patlatanlar, Kul Kâhyasının vazifesini bihakkın pek güzelce yerine getirdiğini, gelenleride tahtı tevkife -aldığını da henüz öğrenememişlerdi.
Padişah validelerinin; memleket ahvalini adım adım ve her antâkip ettiği bir vakıadır. Bu takip sadece tahtı korumak olmayıp, her anne gibi evlâdını koruma refleksinin neticesin-dendir Sultan Mustafa'nın annesi, Gülnûş Valide Sultan bu reflekslerle mücehhez bir anne olarak padişah oğlunun yanına koştu. Üzün zaman rakipsiz bir padişah hanımı olarak yaşadığı hayatın kendisine kazandırdığı tecrübi bilgileri aktarma yolunu tuttu. Diyordu ki;
"Asakir, İstanbul yolu üzerinde birikmiş, neredeyse buraya gelirler. Siz daha önce davranın şeyhülislâm ve oğullarını azledin. CImulurki teskin olurlar. "Diyerek tavsiyede bulundu Şeyhülislâm ve oğullan azledilip, Erzurum'a sürgüne gönderildi. Kul Kâhyasının tevkif ettiği heyetin serbest bırakılıp Edirne'ye gelmelerine müsaade olunduğuna dâir ferman çıkarıldı. Makam-ı meşihata Yaşmakçızâde; bir irade-i seniyye ile, tâyin edildiysede, Yaşmakçızâde özür beyan etti. İhtilâlciler ise kendilerine müsbet davranan ve istediklerini ifaya gayret ederek kendini sevdirmiş olan Bursalı İmâm Mehmed efendiyi istemekte idiler. Padişah bu isteğe kapalı kalmadı, Mehmed efendiyi ifta makamına getirmekte tereddüt etmedi. Bu sırada hatadanım? Yoksa isyancıları deneme teşebbüsümü sayılır pek bilinmez bir davranış sergiledi Sultan 2. Mustafa.
Bilindiği gibi Kul Kâhyasının tevkif ettiği daha sonra padi-şah'ın fermanıyla, serbest kalan heyetin hâmil olduğu mek-tupda, padişahın İstanbul'a dönmesi taleb edilmekteydi. Buna rağmen taleplerin büyük bir bölümünü yerine getiren padişah, dönme talebine cevap olarak bir müddet daha Edirne'de kalmaya devam edeceğini bildirdi. Bir görüşe göre; padişah bu davranışıyla, ortalığı iskandil ediyordu. Diğer bir görüşe göre de, padişah isyancıların isteğine göremi hareket etsin sorusu, evet. Gerekirsede isteklere uygun hareket icab eder, çünkü bu bir fırtınadır. Önemli olan zamana meseleyi yayabilmektir vede fırtınayı sükunet sahiline çekebilmektir. Bunun temininden sonra milletimize mâl olmuş pek güzel bir deyiş vardır! Siz bu deyişi neresinden alırsanız alın ben buraya yazıyorum: "Elmi yaman? Bey mi yaman?"
Padişah, İstanbul'a gönderdiği mektupla akıbetini dene-miştiki netice olumsuz çıkmıştı. Çünkü; bir müddet daha Edirne'de kalacağım cevabı, isyancıların aklına biz de bu padişahı tahtından edelim düşüncesine varmalarına yaradı. İstanbul tarafı hâl meselesini gerçekleştirmek için İstanbulun şirndi Londra asfaltı üzerinde, Osmaniye hizasındaki Çırpıcı Çayırında altmış bin asker ve sayısız ahali toplanmış, Edirne'ye yürüyüşe geçmeye ahd etmişlerdi.
Beri yandan asker ve ahalinin yapmış bulunduğu ahd-ü peymani haber alan Rami paşa pek yanlış bir yol tutmuştu. Tercih ettiği tarz askerlikten hakikaten hiç anlamadığının çok beliğ bir delilini teşkil eder. Yapmış olduğu sakat ve kötü tercih şuydu: Rumeli ve Anadolu Askerinden müteşekkil seksen bin kişilik ordu meydana getirmiş, Edirne üzerine yürümekte olan İstanbul ihtilalcilerinin üzerine yürüyüşe geçirmişti. Halbuki her iki gurubun asker liderleri gizlice haberleşmişler, mutabakata varmayı temin etmişlerdi. Rami Paşa son anda bu mutabakattan haberdar oldu ve Edirne'ye dönmevi kararlaştırdı. Aslında buna kaçma denir amma devletimizin sadnazamının kendi ordumuzdan kaçtığını söylemek bize iki buçuk asır sonra dahi zor geliyor.
Yürüyüşte olan iki topluluk; ertesi gün karşılaştığı noktada bir kucaklaştılar ki; herkes bu kardeşliğe parmak ısırdı. Şeyhülislâm, İmam Mehmed efendinin verdiği fetva ile Sultan 2. Mustafa tahtını kaybediyor, yerine veliahd şehzade Ahmed, 3. Ahmed unvanıyla Osmanlı tahtına cülus ediyordu. Makamı sadaretten infisal eden Rami Paşanın yerine, padişahla aynı adı taşıyan Kavanoz Ahmed Paşa tâyin ediliyordu. Tarihler bu sıralar da; 1115/1703 senesini gösteriyordu.
Sultan 2. Mustafa'nın tahtını kaybetmesinde önem taşıyan müessirlerden birinin şeyhülislâm Feyzuîlah efendinin taksiratını görmek durumundayız. Ancak işin başka bir tarafını da belirten Mustafa Nuri Paşa'nm meşhur "Netayic ül Vukuat" adlı eserinin 23. sh. den şu alıntıyla sayfalarımızı süsleyelim: ". şeyhülislâm efendinin, ilmi makamları ve rütbeleri kendi çocuklarına ve yakınlarına vermesinden dolayı, bu meslekler de çalışanların gönülleri kırılmış ve gücenmişlerdi. Daha Önce kî zamanda, Sufi'ler (mistikler) <bize göre erbab-ı tasavvuf. M. H> hakkında ihanete cesaret etmiş bulunan Vâni Mehmed efendinin damadı olmasıyla şeyh efendilerde onun (Vâni Mehmed ef. dinin) soyunun sopunun azılı düşmanı kesilmişlerdi. Öyle ki aşağıda anlatacağımız olayın ortaya çıkmasında rahmetli Vâni Mehmed ef. dinin iki oğlu, onbeş yıldan beri Bursa yakınlarında, babalarının yaptırmış olduğu camiin yakınındaki çiftliklerinde oturmakta ve devlet görevi almaktan çekinmiş bulundukları halde, bu olayda bunlarıda oradan getirtip öldürdüler. Sözde bu masum kişileri Öldürme yolu ile Vâni Mehmed ef. diden öc almış oldular." Böylece zahide bâtın uleması arasındaki sessiz mücadele, zamanla böyle sıkıntılara ve kanlı intikamlara varmıştır. Bizim yukarıda Rami paşanın Edirne'de Rumeli ve Anadolu askerinden müteşekkil bir ordu tanzim ettiğini belirten, ancak askeri liderlerin gizlice haberleşerek ittihad eylediklerine dair yazdıklarımızda kaynağımız Sadrazam Kâmil Paşa'nın "Tarih-i Siyasiye" adlı kıymetli eseridir. Yine kıymetli eserlerden "Ne-tayic ül Vukuaf'ın kıymetli yazarı Mustafa Nuri Paşa, İstanbul'dan yola çıkan kuvvetin sayısını yirmibin civarında göstermekte ayrıca buna zamimeten İstanbuldan gelenlere karşı çıkmakla Rami paşa tarafından görevlendirilmiş olan, Kâmil Paşa'ya göre seksenbin kişi civarındaki kuvvet, Nuri paşanın eserinde, padişahın yanında pek az sayıda bir askerle Haf-sa'ya geldiğini ve yanmdakilerin İstanbul'dan gelenlere katılıp, padişahı yalnız bıraktığını padişahında ister istemez, Edirne'ye döndüğünü belirtiyor. Bu mübayenet esasa önemli tesirde bulunmuyorsa da işde rol sahiplerinin yanlış tanımlanmalarına yol açmak bakımından mahzur taşıdığını teslim etmek durumundayız.
Netayic ül Vukuatta; 2. Sultan Mustafa'nın taht'tan indirildiği tarih, 1115/rebiyülahirin/3. günü-23/ağustos/1703 olarak gösterilmektedir. 1115/rebiyülahirinin 3. günü-1 703/se-nesinin/ağustos ayının 17. günü olan cuma gününe müsadiftir. Yine Netayiç'de, 23/ağustos/1703'de taht'tan indirilmesinden, 140 gün sonra vefat ettiği yazılıdır. Bahse konu eseri osmanlıcadan sadeleştiren Neşet Çağatay, Sultan 2. Mustafa'nın 30/aralık/1703 günü öldüğünü ifade ederek 23/ağus-tos/1703'de taht'tan indirildiğine göre ölümü 140 değil, 129 gün sonra vukubulmuştur demektedir. Şimdi bize kalırsa 17/ağustos, rebİülahirin 3. gününe denk gelen günü teşkil ettiğinden, o sıralarda tarihler kesinlikle hicri tarih olarak ka-ale alındığından, aradaki fark burada miladi tarihe dönüştürme sırasında yapılıyor kanaati ağır basıyor. Şimdi 17 ağustosu baz alırsak, 30/arahk da, vefat tarihi olarak kabul edillin-ce 135 gün sonra vefat vukubulmuştur diyebiliriz. Neşet bey 23/ağustosu baz aldığından, 30 arahk'a kadar geçen dönemi 129 gün olarak hesaplıyor. Demekki, Netayic üi Vukuat'ta Nuri paşa 140 gün diyerek 30/aralık 1703 tarihini ölüm tarihi olarak kabul etmemiş demek mümkün olur. Çünkü, eserinde şu gün vefat etti dememektedir. Clzunçarşılı, 1115/şa-ban/20-29/ocak/1704 diyor.
Sultan 2. Mustafa pek gayretli, cesur, gazi bir padişahtı. Geçmişi içinde bir çok padişaha üstün vasıfları vardı, sekiz sene 6 ay, 14 gün süren padişahlık döneminde üç defa sefere çıkmış ve bu seferler uzun sayılacak müddeti kapsamıştır. Yalnız etrafının sözlerine pek uyar, kızdıklarına çok şiddetli davranırdı. Ağır cezalar verirdi. Uzun zamandır tatbik olunmayan sadrazam katli devrinde bir kaç defa yeniden uygulanmaya avdet olunma durumu yaşanmıştır. Etrafından iyi kimseler bulunduğunda ki buna misâl olarak Amcazade Hüseyin Paşa, eğer bir fitneye kurban gitmeseydi Daltaban Mustafa Paşa gibi zevat beraber çalışmaları esnasında başarılara imza attıklarından padişah değerli kişilerle daha iyi çalışıyor düşüncesini doğrulamaktadır. Eğerki mesai arkadaşları kıymettar kimselerden müteşekkil olsaydı, doğudaki ezeli düşmanımız moskof, pek zor vaziyetlere düşürülebilirdi.
2. Mustafa'nın hanımları; Âlicenâb Kadın, Afife Kadın, Hümaşah Kadın, Saliha Kadın, Şahsuvar Kadın ve Hatice Ka-dın'Iardır. İkballeri ise Hafsa (Hafize) ve Hanife hatunlardır. İlk hanımı 1699/1110 yılında Edirne'de vefat etmiş, Darül-hadis Camii naziresine defnolunmuştur.
Afife Kadın hakkında bilgi yoktur. Hümaşah Kadını 1 l/şaban/l 111-1699/şubat/l/ pazartesi günü ahirete intikalini bilebiliyoruz.
Saliha Sultan'a gelince 1696/1108 tarihinde Sultan 1. Mahmud'u dünya'ya getirdiğinden, ileride oğlu padişah olduğunda 9 yıl süren Valide Sultanlığı devri yaşamıştır. 1152/1739 tarihinde dar-ı beka âlemine uqdu. Alaca Minare mescidi bu Valide Sultanın hayratıdır.
Şehsuvar Sultan ise 1110/1699 tarihinde 2. Mustafa'nın 2. oğlu Sultan 3. Osman'ı dünya'ya getirdi. Oğlu 3. Osman'ın padişahlığı esnasında iki yıl Valide Sultan makamında bulundu ve yetişen ecel 27/recep/l 169-27/nisan/1756 salı günü kabir hayatını başlattı. Nuruosmaniye Camii avlusundaki türbesine defnolundu.
Hatice Kadın hakkında malumat 1107/1695 yılında ahnan eşyaların listesinde adının geçmiş olmasından ibaret.
İkballeri bölümünde mütalaa olunan Hafsa hatun'un hikâyesi, diğerlerine göre epey farklı. Çünkü ilk önce bu hanım, sefire Leydi Montegü'nün meşhur "Şark Mektuplarında" görüştüğünü söylediği saray hanımıdır. Hafsa Sultan 2. Mustafa'dan beş kız doğurmuşsa da bunların dördü ölmüş bir kızı yaşamıştır. 2. Mustafa 'taht'tan indirilince Hafsa Sultan 3. /\hmed tarafından sarayın dışında bir evliliğe zorlanmış ve Hafsa hatun, bu muameleye karşılık olarak, 3. Ahmed'in yüzüne karşı: ".Kardeşinin hanımına bu hakareti yapacağına kalbine bir bıçakla sapla!" deme cesaretini göstermişse de, lâfı dinlenmediğinden, kendisini on yaşındayken saraya getiren reisülküttap Bekir efendiyi seksen yaşında olduğu halde eş seçmiştir. Hafsa Sultan 36 yaşındadır ve Bekir efendi ile ömrünü geçirmektedir, demektedir Leydi Montegü.
Ancak; Padişahların Kadınları ve Kızları adlı çalışmayı yapmış bulunan Çağatay üluçay, şu mütalaayı vermektedir: ".Sonu hakkında başka bir bilgi yoktur. Hafsa Sultan'ın Kadın efendi değil, ikbal olduğunu sanıyorum. Beş çocuğunun olmasını da şüphe ile karşılıyorum." Demekte.
Hanife Hatun ise, Sultan 2. Mustafa'nın diğer bir ikbali'dir. 2. Mustafa'nın taht'dan indirilmesinden sonra, Hafsa hatun gibi Hanife hatun'da başkasıyla evlendirilmiştir. Bu evliliğin-dende İbrahim isimli bir oğlu bir de kızı olmuştur.
Ayşe Sultan, Emine Sultan, Safiye Sultan, Emetullah, Zeyneb vede Fatma Sultan ile Rukiye Sultan hanımlar olmak üzere yedi kızı bulunan 2. Mustafa'nın bu kızlarının annelerinin kimler olduğu hakkında TTK. yayımlarından neşrolunan Çağatay üluçay'in kaleme aldığı "Padişahların Kadınları ve Kızları" adlı eserde malumata rastlanmamıştır. Böyle resmi bir kurumda eseri yayınlanan yazarın bu eksiğini hoş görmek kabil değildir. Sırf padişahların eş ve çocuklarını milletimize tanıtmaya gayret sarfetmesi niyetiyle yazılmış olması gereken bu eserin padişah kızlarını hangi hanımlardan doğmuş bulunduğunu araştırıp adı ile iddialı bir eser için büyük eksikliktir. Fakat, Sicill-i Osmani adlı eserde hanımların annelerinin isminin zikrediimediğini gördük ve yine mezkûr eserde 2. Mustafa'nın Hasan adında bir şehzadesi, Ayşe, Emine, Safiye ve Emetullah Sultan hanımların isimlerini zikretmiş görüyoruz. Padişahlık yapan 1. Mahmud ve 3. Os-man'ıda zikretmektedir Sicilli Osmani.
Ayşe Sultan 30/ramazan/l 107-30/nisan/1696'da doğmuş, 1166/1752'de vefat etmiştir. Yeni cami haziresine def-nedilmiştir.
Emine Sultan ise; 1696/1107'de doğmuştu 1152/1739'da hayata veda etti.
Safiye Sultan'a gelince; 1 8/cemaziyelevvel/1 1 08-1696/13/arahk sah günü dünya'ya gelmiş, 1152/1739'da vefat etmiştir.
Emetullah Sultan; 1113/1701'de doğdu. 1139/1727'de vefat etmiştir.
Sürmeli Ali Paşa: Bu sadrazam, 2. Ahmed'in son, 2. Mustafa'nın da ilk sadrazamıdır. Sultan 2. Mustafa tahta geçtiğinde Sürmeli paşayı görevinde ipka etti. Ancak beraberce 85 gün çalışabildiler ve Sürmeli Ali Paşa, 1 yıl 1 ay 19 gün süren sadrazamlığından ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Dime-toka'da doğan Ali paşa Sokollu Mehmed paşanın ahfadı tarafından yetiştirilmiştir. Sadarete gelmeden önce çeşitli vazifelerde bulunmuş, iki defa da başdefterdar olmuştur. Bugünkü mâliye bakanlığı mukabilidir. Ordunun başında seferede çıkmış oiup 1694'de Varadin kalesini kuşatmış ancak hava muhalefeti kendine bir zafer temini fırsatı vermemiştir. Askerimiz açılan siperlerde yağmurdan husule gelen sel sonunda siperlerde gark olma tehlikesi atlattı. Sultan 2. Mustafa sefer arzusundayken sadrazam bu sefere çıkışı önleme babında tertiblerde bulunduğu hakkındaki söylentileri padişah yaptığı kıyafet tebdili içinde tahkik etmiş ve konuşulanların hakikati aksettirdiği kanaatine vardığından önce azil etmiş, daha sonrada katledilmiştir. Cömert bir kimse olduğu servet sahibi olmadığı görülmüştür. Kabri Edirnede Evliya Kasım Çelebi camii kabristanında olduğunu Clzunçarşılı beyan buyuruyor.
Şehid Elmas Mehmed Paşa: Bu zat 2/5/1695'de sadarete getirildi. Kastamonu'lu olup devletin çeşitli görevlerinde istihdam olundu. Hızla yükseldi ve makamı sadarete geid;. Sultan 2. Mustafa'nın yanında üç defa sefere çıkmıştır. Bu seferlerin sonuncusunu teşkil eden ve Zanta Bozgununun yaşandığında askerin karşı tarafa geçmesini önlemeye çalışırken yeniçerilerce bu işi başımıza getiren sensin nidaları arasında parça parça edildi. Şehidlik mertebesine ulaştı. Elmas lakabı pek güzel ve yakışıklı olmasından kaynaklanır. Makamları çok çabuk aştığından devlet erkânı kendisini kıskanırlardı, dolaysıyla da sevmezlerdi. Demekki tayinler ve terfilerde sadece önümüzdeki kıymete bakmak kâfi olmayıp, etrafın tanzimine dikkat gerektiği nümayan oluveriyor. Elmas Mehmed paşa sadareti ve hayatını kaybettinde tarihimiz 1 l/eylül/1697'yi göstermektedir. Osmanlının 102. sadrazamıdır.
Amcazade Hüseyin Paşa: Köprülü Mehmed paşa merhumun kardeşi olan Hasan Ağa'nın oğludur. Gerek amcasının gerekse amcazadesinin dönemlerinde devlet İşlerinden uzak durmuş ve Bulgaristanda bulunan Pravadi kasabasında Kozluca köyündeki babasına aid çiftlikte vakit geçirmiştir. Amcazâde Viyana muhasarasından bu tarafa gelen Merzifon-İu'nun idamından sonra Köprülü ailesinin gözden düştüğü ve bu aile ile alakalı olanların bir takibe de maruz kaldığı göz önüne alındığında, Hüseyin Paşa'nın bir Sancak idaresini üstlenmesi kendisinin ortadan çekilmediğini gösterir. Daha sonra İstanbul kaimmakamlığına getirilir. 1694 yılında Sakız Adasını kurtarmak için yapılacak seferde Kaptanıderyalığa getirildi. Sakız'ın alınmasından sonra hemen Sakız'a muhafızlığı tayinine dair emir geldi. Kaptanıderya makamı hakiki bir denizci olan Mezamorta Hüseyin Paşa'ya tevcih olundu. Çeşitli makamlarda gösterdiği ferasetli idare daima yükselmesine sebeb oldu. Zanta Bozgunu öncesi mütalaasına önem vermeye gerek görmeyen, gerek merhum sadrazam şehid Elmas Mehmed paşa ve Cafer paşa yanıldıklarını feci bir tarzda Öğrendiler. Amcazade, bu mütalasını duyan padişah tarafından, Tamışvar da makamı sadarete getirildi. Bu makamı alma esnasında gerek amcasının gerekse amcazadesinin pazarlıklarını hatırlattı. Onlara gösterilen statüyü ta-leb etti. Padişah bunu derhal kabul etti. Elmas Mehmed Paşa'nın katli esnasında kayıp olan mührü hümayunun yerine bir yenisi yaptırılıp, yeni sadrazama yeni mühürle işbaşı yaptırıldı. Sadrazam paşanın en büyük şansı Köprülülerden sonra yeniden kabiliyetli devlet adamlarının yetişmeye başlamış olmasıydı. Sadareti esnasında en büyük yardımcısı olarak denizaşırı meseleleri halleden büyük amiral Mezamorta Hacı Hüseyin paşa, dış işleri siyasetinde derin vukufu ile Rami Mehmed efendi büyük yardımların sahibi oldular. Ne varki sadrazam ile şeyhülislâm anlaşmazlığı baştan beri olmaktaydı. Feyzullah Efendi ile Amcazade Hüseyin paşa çekişmeye dönüştü. Amcazade istifa ederek Silivri'de bulunan çiftliğine çekildi. Padişah 2. Mustafa sadrazamının istifasına şu hattı hümayunla adetâ bir teşekkürnâme göndermiştir, üzunçarşılı rnerhum'un tarihinden alıntılayalım:
"Senin hizmetinden her veçhile hoşnudidim. Ancak bir kaç defadır tekaüd ihtiyarıyla rikâbı hümayunuma iltica eylemiş idin ve hâla sahib firaş olduğundan mesalih-i ibâdı görmede aczin olduğu mesmû-ı hümayunum oldu. Çiftliklerinden murad ettiğin mahalde meks ve ikamet etmek üzere haslar tayini ile sana tekaüdlük ihsan-ı hümayunum olmuştur, mühr-i şerifi kapıcılar kethüdam ile gönderesin." Hüseyin paşa 1114/1702'nin 29 rebiülevvel-23 ağustos çarşamba günü vefat ettiğinde altmış yaşları civarındaydı. Çiftliğinden nakledilen naşı Saraçhane başındaki medresenin yanındaki parmaklıkla çevrili türbeye defnolunmuştur. "İntikalin gûş edip Arif dedi tarihini Cennet-i firdevsi Hak ide Hüseyin'e câygâh" <1114>
Daltaban Mustafa Paşa: 4/9/1702 tarihinde sadarete gelen Daltaban Mustafa paşa 4 ay, 20 gün sonra yerini Rami Mehmed paşaya bırakarak mazul kılındı, 1 O/ramazan/l 1 1 4-28/ocak/1703 cumartesi günü öldürtüimüştür. Askerler bu katledilme olayına pek üzülerek homurdanmışlardır.
Rami Mehmed Paşa: Bu zat geldiği makamı sadarette 6 ay, 29 gün kalabilmiş ve 22/ağustos/1703'de yerini Kavanoz Ahmed paşaya terke mecbur oldu. Kavanoz Nişancı Ahmed Paşa: Bir karışıklık esnasında sadaretin makamına gelen paşa, ancak 2 ay, 26 gün veziriazamlik yapabildi. Ayrıldığında tarih 17/kasim/1703'ü gösteriyordu.
Damad Enişte Hasan Paşa: Bu sadrazam 2. Mustafa'nın son sadrazamı idi. İki aya yakın kısmı 2. Mustafa ile geçen sadaretinin, sekiz ay civarında bölümü 3. Ahmed'le çalışılarak geçmiştir.
Sadık Mehmed Efendi: Bu şeyhülislâm 2. Ahmed'in son , 2. Mustafa'nın ilk şeyhülislâmıdır. Sürmeli Ali Paşa, 2. Mustafa'nın hocası olan Seyyid Feyzullah efendiyi İstanbul'a davet haberini öğrenince, meşihatin buna verileceğini idrak ettiğinden, Sadık Mehmed efendiyi azle yerine de padişah imâmı Bursalı Mehmed Efendiyi tâyin ettirmişti. Burada sadrazamın güttüğü maksat Feyzullah efendinin önünü alabilmesidir. Padişahı, hocası ve imamının arasında bir tercihe itmekti. Mehmed Sadık efendi el çektirildiği makam-ı meşihattan ayrılınca Fındıkh'daki yalısına çekildi, ikinci meşihatı gerçekleşene kadar bu yalıda oniki yıl oturdu ve akaid, tasavvuf ve de tevhİd konularında ilmi tetkiklerde bulundu. 1121/rama-zan/1709 kasım ayı geldiğinde 81 yaşında olduğu halde irti-hal eyledi. Meşihatının toplam süresi 21 aydır. Kabri Fındıklı camiindedir. Mehmed Efendi (Hünkâr İmamı): Bursalı diyede anılan Mehmed efendi, hace-i sultani olan Seyyid Feyzuüah efendinin İstanbul'a gelmesiyle 2 ay durabildiği makamı meşihattan alındı. 11/şev-val/l 106-25/mayıs/1695'de görevinden alınan Mehmed efendi, Sultan Mustafa'nın 2. şeyhülislâmı ve bu sultanın taht'tan indirilmesi sırasında kıyamcılar tarafından makam-ı meşihata getirilmesi hasebiyle, 3. Ahmed'in ilk şeyhülislâmı olma şerefinede nail olmuştur. 1141/1728 tarihinde Bursa'da vefat etmiştir. Şeyhülislamlığının süresi iki defada yekûn yedibuçuk aydır. Seyyid Feyzullah efendi: Dokuz yıl yaptığı şeyhülislamlık onun etrafını kayırması hasebiyle feci bir sonla karşılaşmasına sebebiyet vermiştir.
Meşhur Edirne Vakasında büyük hakaretlere de maruz kaldıktan sonra hakaretler cesedine dahi yapılmıştır. Talebesi olan padişahı, kendisiyle beraber mahva sürüklemiştir. Padişah 2. Mustafa taht'tan indirilmiş ve hocasının uğradıği akıbetten kılpayı kurtulabilmiştir.
Sultan 2. Mustafa'nın Muasırları -Almanyada: İmparator Leopold İngilterede: Kral 3. Gilyom ve Kraliçe Ann Papalık da- 12. İnnosan, 11. Kaleman Prusya da: 1. Fredrik Rusya da: imparator 7. Petro Fransa da: 14. Lui gibi hükümdardır. Memâlik-i Mahrusada yâni Osmanlı topraklarından bir kaç meşhuru da yazarak sayfamızı süsleyelim. Köprülüzâde Fâzıl Mustafa paşa, Abdullah ve Amcazade Hüseyin paşalar, Koca Halil paşa, Şeyhülislâm Feyzullah efendi, ulemadan Vâni ve Şefiknâme yazan Şefik efendileri zikredebiliriz.
|