ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Âlim ve veli bir zattır. Asıl ismi Hamid'dir. "Somuncu Baba" lakabıyla meşhurdur. 1349'da Kayseri'de doğdu. Şam
Somuncu Baba
Âlim ve veli bir zattır. Asıl ismi Hamid’dir. "Somuncu Baba" lakabıyla meşhurdur. 1349’da Kayseri'de doğdu. Şam'a gidip ilim öğrendi. Orada pek çok velinin sohbetlerine katıldı. Manevi yol ile Bayezid-i Bistami'den feyz aldı. Tebriz yakınlarında Hâce Alâeddin-i Erdebili’den ilim öğrendi. Tasavvufta üstün derecelere kavuştu. Hâce Erdebili, bir gün Hamid-i veli'ye; "Artık öğrendiğin ilmi, insanlara öğretmek üzere Anadolu'ya git" buyurup, ona izin verdi. Hâce, onu talebeleriyle birlikte, "Şemseddin-i Tebrizi Makâmı" denilen yere kadar uğurladı. Sonra onu haset edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; "Hamid'in arkasından bakın. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu'da onun ilminden istifade ederler. Bakmazsa, onun ilminden hiç kimse istifade edemez" buyurdu. Oradakiler merakla Hamid'in arkasından bakmaya başladılar. Hamid-i veli, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Onu haset edenler, yanlışlıklarını anladılar.
Kayseri'de talebeleri, ondan feyz almaya başladı. Talebelerinden Şücâ-i Karamâni'ye; "Ankara'da Numan isminde bir müderris var. Onu buraya davet et" buyurdu. O da Ankara'ya gitti. Müderris Numan; "Bu davete icabet lazım" diyerek, beraberce Kayseri'ye geldiler. Bayram günü buluştukları için, hocası ona "Bayram" lakabını verdi. Müderris, sohbetlerini dinleyince, onun büyük bir âlim ve veli olduğunu anladı. Hocasından zâhiri ve bâtıni ilimleri öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler aldı. Hacı Bayram, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda yüksek derecelere kavuştu.
Somuncu Baba, Tebriz'e ve oradan da Anadolu'ya gelip, Bursa'ya yerleşti. Hacı Bayram-ı veli, sık sık Bursa'ya gelip onu ziyaret ederdi. Bursa'da ilmini kimseye söylemedi. Halk içinde Hak ile olmaya gayret etti. Bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmek pişirirdi. Somun satarak geçimini sağlardı. Halk, buna "Somuncu Baba" der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazdı. Fırını, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibadet ettiği bir odası vardı.
Yıldırım Bayezid han, Bursa'da Ulu Camiyi yaptırırken, çalışan işçilerin ekmek ihtiyacını Somuncu Baba temin etti. Caminin yapılması bittikten sonra, bir Cuma günü açılış merasimi yapıldı. O gün başta Yıldırım Bayezid han, damadı Seyyid Emir Sultan, Molla Fenari, ulemadan pek çok kimse Ulu Camiyi doldurdu. Padişah, caminin açılış hutbesini okumak üzere Emir Sultan'a vazife verdi. O da "Sultanım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değil. Hutbeyi okumaya layık zât şudur" diyerek, Somuncu Baba'yı gösterdi.
Somuncu Baba, Padişahın emri üzerine minbere giderken Emir Sultan'ın yanına gelince; "Emir'im, niçin beni ele verdin?" dedi. O da; "Bu işe senden daha layık olanı yok" dedi. Bu konuşmaları dinleyen cemaat, Somuncu Baba'nın hutbesini merakla bekliyordu. Somuncu Baba, hutbede; "Bâzı âlimlerin, Fatiha-i şerifenin tefsirinde anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu surenin tefsirini yapalım" buyurarak, Fatiha suresinin, yedi türlü tefsirini yaptı. Herkes şaşırıp kaldı. Molla Fenari hazretleri; "Somuncu Baba, önce bizim Fatiha suresindeki müşkülümüzü halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsir kâfidir" dedi.
Namazdan sonra bütün cemaat, Somuncu Baba'nın elini öpmek istedi. Onların bu arzusunu kıramayıp, kapıda durdu. Caminin üç kapısından çıkan herkes; "Ben Somuncu Baba'nın elini öptüm." diyordu. Somuncu Baba, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı anda bulunarak herkese elini öptürmüştü. Molla Fenari'nin, ondan aldığı feyiz ile yazdığı tefsirini âlimler çok beğenmiş, muteber bir tefsir olduğunu söylemişlerdir.
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine, bir sabah erkenden, birkaç talebe ile yola çıktı. Aksaray'a geldi. 1412’de, bir gün tanıdıkları ile helalleşti. İki rekat namaz kıldı. Uzun bir duadan sonra kelime-i şehadet getirerek vefat etti
Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında Anadolu'da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lakabı
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lakabıyla tanındı. 750 (m. 1349) senesinde Kayseri’de doğdu. Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. Tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda çok yükseldi. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederdi. 815 (m. 1412) senesinde Aksaray’da vefât etti.
İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velîlerin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, ma’nevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı. Hâmid-i Aksarâyî, Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında “Hoy” kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, birgün Hâmid-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, ba’zı anlayışı kıt, hased edici, kimselerin, içlerinden Hâmid’e buğz etmelerine sebep oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Aksarâyî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddîn-i Tebrîzî Makamı” denilen yere kadar uğurladı. Hâmid-i Aksarâyî veda edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hâmideddîn’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifâde ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez” buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmideddîn’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Aksarâyî, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri’ye döndü.
Hâmideddîn hazretleri, Kayseri’de insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hâmideddîn, birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi huzûruna çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya da’vet ediniz” buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara’ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nu’mân hazretleri; “Bu dâ’vete icabet lâzımdır” diyerek, beraberce Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nu’mân, Hâmideddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun ne büyük bir âlim ve evliyâ olduğunu anladı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetişmeğe başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler katetti. Birgün hocası; “Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamanının büyük velîlerinden oldu.
Hâmideddîn hazretleri, ma’nevî bir emir üzerine Tebrîz’e gitti. Tebrîz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi.
Hâmideddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hâmideddîn hazretleri durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti.
Somuncu Baba, birgün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân’ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!” dedi. O da; “Ve aleyküm selâm” diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip, içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan’a döndü ve; “Anladım ki bu çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Sultan; “Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; “Birazdan pişer bekleyiniz” buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir miktar sohbet ederek dost oldular.
Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba te’min etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cum’a günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret âfettir” hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, ancak bundan sonra Somuncu Baba’nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; “Ba’zı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlıyamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamadı. Cum’a namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.
Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî’ye, Molla Fenârî; “Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat ba’zı anlıyamadığım yerler var idi. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum” dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba’ya; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî’nin, Somuncu Baba’dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mu’teber bir tefsîr olduğunu açıklamışlardır.
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu, herkes tarafından anlaşıldı” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden. Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Duâ çınarı” denildi.
Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, bugünkü Aksaray iline geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtaz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hacı Bayram’ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendisine halîfe, vekîl ta’yin etti. İnsanları irşâd etmekle vazîfelendirdi.
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, birgün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktar tohum verdi ve: “Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz” buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; “Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?” buyurunca, talebe son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek; “Bu tarla sizindir efendim” dedi. O da, ekinlere bakarak; “Biz âhıret için çalışıyorduk. Acaba hangi günahımızdan dolayı dünyâmız ma’mûr olmaya başladı?” deyip, üzüntüsünü dile getirdi. Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakîkati söyleyerek üzüntüsünü giderdi.
Yine birgün, yaşlı bir kadın huzûruna gelip; “Efendim! Benim bir ineğim vardı. Sabahleyin sığırtmaca ineği teslim ettim, fakat akşam ineğim dönmedi. Çok aradım, ineği bulamadım. Ne olur derdime çâre olunuz” diye yalvardı. Kadının bu üzüntüsüne dayanamayan Hâmid-i Velî; “Sen burada bekle. Biz etrâfı bir araştıralım, bulursak getiririz” buyurdu. Dışarı çıkıp, sağa sola araştırma yapmadan, hep bir istikâmette gitti. Kadın da onu gizliden ta’kibe başladı. Hâmid-i Velî, bugünkü türbesinin bulunduğu yere geldi. Orada ineğin otlamakta olduğunu görerek; “Ey mübârek hayvan! Niçin diğer hayvanlardan geri kaldın da bizi buraya kadar yordun?” deyince, inek lisâna gelip; “Bugün yavruma süt verecek kadar karnımı doyuramamıştım. Onun için burada otluyordum” dedi. Bu konuşmaları işiten kadın, Hâmid-i Aksarâyî’nin derecesinin üstünlüğünü anladı. Onu ençok sevenler arasında oldu.
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, 815 (m. 1412) senesinde, birgün dostları ve talebeleriyle helâlleşti. İki rek’at namaz kıldıktan sonra, uzun uzun duâ etti. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâze namazını Hacı Bayram-ı Velî kıldırdı. Geriye iki erkek çocuk bırakarak, bugünkü türbesinin olduğu yere defnedildi. Türbesi Aksaray kabristanının ortalarındadır. 1400 (m. 1980) senesinden i’tibâren, Aksaraylı Şahin Başer Bey’in gayretleriyle türbesi yeniden onarılarak bugünkü hâle gelmiştir. Somuncu Baba’nın çilehânesini ve türbesini ziyâret edenler, rûhâniyetinden fevkalâde feyz ve bereketlere kavuştuklarını, dünyâyı unuttuklarını söylemişlerdir. Onu vesile ederek Allahü teâlâya yapılan duâların kabûl olduğunu da bildirmişlerdir.
Hâmid-i Aksarâyî hazretlerini çok sevenlerden biri şöyle anlattı: “Aksaray’da me’mûr olarak vazîfe yapıyordum. Bir üst makama terfim ihtilaflı idi. Şeyh Hâmid-i Velî hazretlerine gittim. Türbesini ziyâret ederek, ona durumumu anlattım. Çilehânesinde iki rek’at namaz kıldıktan sonra eve geldim. Gece rü’yâmda Hâmid-i Velî’yi gördüm. Bana buyurdu ki: “Evlâdım, hiç üzülme, üst makama geçeceksin. Biz evliyâ kullar, senin o makama geçtikten sonra, istifâ edip, serbest olarak İslâmiyete hizmet etmeni, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara bildirmeni arzu ediyoruz” buyurdu. Hakîkaten, kısa bir zaman sonra bir üst makama geçme emri geldi ve istifâmı vererek İslâmiyete hizmet etmeye çalıştım.”
Hâmid-i Aksarâyî hazretlerinin okuduğu kasideler, Aksaraylıların dillerinde dolaşmaktadır. Bunlardan ba’zıları şöyledir:
Biz ol âşık yiğitleriz,
Akıl, rüşd bize yâr olmaz.
Mey-i aşk ile sermestiz,
Bizler asla sarhoş olmaz.
Diriyiz dâim ölmeyiz,
Karanlıkta hiç kalmayız,
Çürüyüp toprak olmayız,
Bize gece gündüz olmaz.
Bizim illerde ay ve gün,
Sebat üzre durur dâim.
Televvün irişür âna,
Gehî bedr-ü-hilâl olmaz.
Bizim bahçedeki güller,
Dururlar taze, solmazlar,
Hazân olup dökülmezler,
Kış mevsimi bahar olmaz.
Şerbeti aşk için içtik,
Feragat mülküne göçtük,
Yanıp aşkınla tutuştuk,
Bize tahrûk-ü-târ olmaz.
İrelden Şems’in nûruna,
Vücûdun zerreden katre
Ne katre, ayn-ı bahr oldu.
Ona çukur kenar olmaz.
Bırak ey Hâmidâ vârı
Görem dersen sen ol yân,
Görecek ol tecellâyı,
Ondan üstün kemâl olmaz.
* * *
Senden dolu iki cihan,
Oldum Zuhurunda nihân.
Ger bulmayam seni ayan,
Yâ Rab n’ola hâlim benim?
Şol gün ki mîzân kurula,
Hak huzûrunda durula,
Hizmetçi nâra sürüle,
Yâ Rab n’ola hâlim benim?
Ağlarım işte zar ile,
Eyvah kaldım eller ile,
Tanışmadım sen yâr ile,
Yâ Rab n’ola hâlim benim?
Hâmidî’nin gözü yaşı,
Doldurur dağ ile taşı,
Bilmem nidem garîb başı,
Yâ Rab n’ola hâlim benim?
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri hakkında yazılan ba’zı kasideler de şöyledir:
Geldi Hâmid çü verdi Rûm’a ziya
Ölü kalbi diriltip etti ihya.
Hacı Bayram’a ândan oldu nazar,
Her kim âna erişti buldu rehâ.
Sa’îd-i nûr cezbesiyle sunup,
Câm-ı aşkı içirdi verdi safa.
Pertev-i nûr cezbesiyle ol er,
Ölü kalbi diriltip etti ihya.
Bursa’dadır şimdi iki gözlü fırının,
Bismillah diyerek hamuru yoğurun,
Elin değdikçe bereketlenir hamurun,
Piştikçe lezzetlenir o güzel somunun.
Küfelere koyarak yüklenirsin sırtına,
Ulu Câmi önünden inersin sahaflara
Somunlar, mü’minler! dersin Bursa halkına,
Âhıreti düşünüp yersin helâl lokma.
Fâtiha’yı yedi tefsîr edip açarsın,
Ulu Câmi içinde hikmetler saçarsın,
Hacı Bayram-ı Velî’nin de hocasısın,
Ârif-i billahsın, kutubsun, evliyâsın.
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu'da yetişen âlim ve velîlerin büyüklerinden. "Somuncu Baba" lakabıyla tanınıp meşhûr oldu. 1349 (H.750) senesinde Kayseri'de doğdu. İsmi Hâmid, babasının ismi Şemseddîn Mûsâ'dır. İlk tahsîlini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam'a giderek, Hankâh-ı Bâyezîdiyye'de ilim öğrendi.
Hâmid-i Aksarayi Hazretleri esasen ilmi arayan bir kimse idi. Zamanının en meşhur ders verenlerinden okumuş, tabii ve müspet ilimleri elde etmişti. Lakin aradığı kalp huzurunu ve fikri kanaati bir türlü elde edemeyince Şam’a kadar gidip Beyazıd-i Bestami Hazretleri'nin dergâhına inmişlerdir. Bu seyahat Hâmidüddin Hazretleri'nin fikir ve tasavvufi hayatının başlangıcıdır. Orada pekçok velînin sohbetlerine katıldı.
Hâmid-i Aksarayi Hazretleri’nin üveysi meşrepten olduğunu da rivayet ederler. Bu şu demektir ki: Senelerce evvel vefat etmiş bir zatın kendisini manada ruhen irşat etmesidir. Beyazıt-i Bestâmi Hazretleri'nin kendisini manen ruhdan ruha terbiye ve irşat ettiğini de söyleyenler vardır. Ancak Hâmidüddin’in Erdebil’e gittiği de muhakkaktır. Çünkü ruhdan ruha telkin almak ve içini aydınlatmak, onun manevi ve ruhani irşatlarıyla îlahî maarifet tahsiline yol almak mümkün ise de, zahiren de birisinden bunun tamamlanması lazımdır. Üveysî olarak, mânevî yol ile Bâyezîd-i Bestâmî'den feyz aldı.
Hâmid-i Aksarayi Hazretleri, Şam’da tefekküratına devam ederek Rahmani ve ruhani zevk ve kokular almakla beraber Şam’a gelip giden âlimlerden manevi ilme vâkıf en yüksek makamda kimin olduğunu sormakta idi. Senelerce devam eden bu arama ve incelemelerden sonra Hâmid’e Erdebil’i haber verdiler. Tebrîz yakınlarında Hoy kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî Hazretleri’nin huzûruna gitti. Var gücüyle hocasına hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, bir gün Hâmid-i Velî'ye; "Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu'ya git!" buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, bâzı anlayışı kıt, hasetçi kimselerin, içlerinden Hâmid-i Velîye buğz etmelerine sebeb oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Velî'yi bütün talebeleriyle birlikte, "Şemseddîn-i Tebrîzî Makâmı" denilen yere kadar uğurladı. Vedâ edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; "Hamîdüddîn'in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu'da onun ilminden istifâde ederler. Şâyet bakmazsa, onun ilminden hiç kimse istifâde edemez." buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmîdüddîn'in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli Cenâb-ı Hakk’ın izniyle anlayan Hâmid-i Velî, gözden kaybolmadan önce iki defâ arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri'ye döndü.
Ebu Hâmid-i Velî aldığı icazet ile Halvetiliği yaymak üzere doğduğu yer olan Kayseri’ye gelir. Burada dergâhını kurar, müridlerine tasavvufi eğitim ve öğretimi yaptırmaya başlar. İşte Hacı Bayram ile Ebu Hâmid’in buluşması bu esnada vukû bulur. Bu tarih 1393’tür. Ebu Hâmid-i Veli 1395’li yıllarda Hacı Bayram-ı Veli ile beraber Osmanlı Devleti’nin başkenti olan Bursa’ya hicret eder. Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz’in ‘’İnsanların içinde bulunup, onların onların bela ve sıkıntısına tahammül eden mü’min, dağ başına çıkıp insanlardan uzak yaşayan mü’minden daha hayırlıdır.’’ Tavsiyesini benimseyen Ebu Hâmid Hazretleri, ictimâî ve siyasi açıdan son derece hareketli bir merkez durumunda bulunan Bursa’ya gidişi, manevi bir işaret olup boşuna değildir.
Yıldırım Bâyezid’in Bursa’sında ahlaki açıdan çöküş başlaması, bu durumun tüm Anadolu’ya yayılmasına sebep olacaktır. Böylece, rahatsız olan merkezi noktanın tedavisi zorunludur. Ebû Hâmid’in bursa’ya gelişinde işte bu espri oldukça manidardır.
Hâmid-i Aksarayi Hazretleri, Bursa'da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; "Somun! Müminler somun!" diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya "Somuncu Baba" der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba'nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civârında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir çilehânesi mevcûd idi. Hamîdüddîn Hazretleri durumunu Bursa'da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti.
Somuncu Baba’nın ekmekçilik yapması, bir ahi geleneğinin devamı sayılabilir. Onun bu işi yapmaktan maksadının Hakk’a yakınlığını özel bir kisve ve davranışlarla sergileme yerine, halkın arasında onlar gibi yaşayarak ve onlara örnek olarak yaşamak olduğu kanaatini ileri sürenler vardır. Somuncu Baba, Kur’an-ı Kerim istediği ticaret, alışveriş veya herhangi bir işin, kulu Allah’tan uzaklaştırmadığı bir insan tipini nefsinde canlandırıyordu. Halkın sıradan bir kişi saydığı bu veliyi kısa bir sürede devrin büyük bilginleri, mutasavvıfları, devlet büyükleri ve hükümdar dahi gerçek değeriyle tanımışlardı.
Dağdan kestiği odunları merkebine yükleyip getiren, çilehane misali fırınında hamur yoğurup ekmek pişiren bu yaşlıca insana Ekmekçi Dede, Ekmekçi Koca diyenler de vardır. Ekmekçi Koca’nın herkesten gizlediği büyük sır Yıldırım Camii’nin yapımı bitip de namaza açıldığı ilk Cuma günü ortaya açıklanıverir. Bu büyük mutasavvıfı halkla birlikte devlet büyükleri de, Sultan da öğrenirler.
Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu Zaferi’nden sonra Bursa'da Ulu Câmiyi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba temin etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cumâ günü açılış merâsimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî Hazretleri, ulemâdan pek çok kimse ve Bursalılar Ulu Câmiyi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan'a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; "Sultânım! Zamânın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât şu kimsedir." diyerek, Somuncu Baba'yı gösterdi. "Şöhret âfettir" hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan'ın yanına gelince; "Ey Emîr'im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?" dedi. O da; "Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım." cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba'nın hutbesini merakla bekliyordu. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamâna kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, bundan sonra Somuncu Baba'nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; "Bâzı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım." buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî Hazretleri; "Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha'nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlayanlar içimizde yok idi." demekten kendini alamadı. Cumâ namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba'nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Somuncu Baba Hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câminin üç kapısından çıkan herkes; "Ben Somuncu Baba'nın elini öpmekle şereflendim." diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü Teâlâ’nın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; "Sırrımız fâş olup, herkes tarafından anlaşıldı." diyerek, Bursa'dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden, Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba'nın Bursa'yı terketmekte olduğunu işiten MollaFenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa'da kalması için çok yalvardı, ricâlarda bulundu. Fakat kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılar’a duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa'ya yönünü dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa'da bu çınarın bulunduğu bölgeye ’’Duâ çınarı" denildi.
Evliyalar sultanı Ebû Hâmid ve Hacı Bayram Veli, Bursa’dan ayrılarak bu yolculukta önce Şam’a giderler. Burada biraz kaldıktan sonra Hac vazifesini yerine getirmek üzere Hicaz’a varırlar. Orada hac farizasını ifâ ettikten sonra, (1402’deki Ankara Savaşı’ndan sonra) Anadolu’ya dönerler. Ebû Hâmid ve Hacı Bayram’ın Ankara Savaşı sırasında, Anadolu topraklarında bulunmayışı onları muhtemel bir esirlikten kurtarır. Zira Timur, savaştan sonra fethettiği topraklardaki âlim ve sanatkârları toplayıp Semerkand’a göndermiştir. Hatta Emir Sultan bile bu esirler arasındaydı. Kısaca Ebû Hâmid’in bu uzun seyahatten iki maksadı vardı: Biri hac yapmak, ikincisi adını sanını unutturup izini kaybettirmek; gözlerden, hafızalardan silinmek.
Üç yıllık seyahatten sonra, Ebû Hâmid ve Hacı Bayram Veli Hazretleri, Anadolu’ya dönerler. Bir ara Darende’de kalırlar. Daha sonra Ebû Hâmid’in vefat edip defnedileceği Aksaray’a gelip yerleşirler.
İlmi açıdan yaptığımız araştırmalar Ebû Hâmid Hazretleri’nin, Aksaray’da öldüğü ve orada defnedildiği şeklinde sonuçlanmıştır. Darende’de Ebû Hâmid’in makamının bulunduğu her ne kadar doğru ise de, mezarı orada değildir. Ancak, Yunus Emre’nin mezar sayısının onu bulması, nasıl Anadolu halkı tarafından benimsendiğinin göstergesi ise, Ebû Hâmid’in iki mezara sahip olması, aynı iltifatın bir başka örneğini teşkil eder mahiyettedir.
Velayet sırrını Hacı Bayram’a teslim eden Ebû Hâmid Hazretleri, 20 Eylül 1412 tarihinde, kendi tabiriyle ‘’bu, çilesi bol dünyadan’’ ayrıldı. Mezarı, halen Aksaray’da sevenlerince ziyaret edilmektedir.
Fatih Sultan Mehmet, Aksaray’ı 876 M. 1471-72 yılında Osmanlı topraklarına katmış ve Somuncu Baba’nın kabrini ziyaret etmiştir.
Kemal Ümmî, Şeyh Hâmid-i Veli’nin bu dünyadan göçüşü üzerine yazdığı mersiyeye;
‘’Görün bu çarh-ı gaddârı ki âlemde neler kıldı,
Yine bu gerdiş-i gerdun niçe müşkil hater kıldı.’’
beytiyle başlayan bu ağıta
‘’Kanı ol aşk eri heyhat kanı ol merd-i pür-taat,
Hayfâ kim hâdimü’l-lezzet bize her nef’i zar kıldı.
Kanı ol âlim-i âmil delil-i mürşid-i kâmil,
Cihan mülkine ol âkil ne hoş feth u zafer kıldı.
Kanı ol şeyhimiz Hâmid said u muttaki zâhid,
Fenâ âlemden ol âbid beka mülkine güzer kıldı.
Abdullah idi ismi bu yidi âdet u resmi,
Ki herkes düzmedi cismi o cânın muteber kıldı.’’
diye devam eder.
Sonlara doğru ‘’kemal Ümmî okur ağlar anun mersiyesin her bar’’ diyen şair, Şeyhin ölüm tarihini şu beyitle verir:
‘’Nebi’nün hicretinden bil sekizyüz onbeşinci yıl,
Beraat düninde ol fâzıl bu menzilden sefer kıldı.’’
Hâmid-i Aksarayi Hazretleri’nin bu dünyayı terkinin 815 yılı berat kandiline rastladığını da bu şiirden öğreniyoruz. Beratını alarak gidiş herhalde büyük mutluluktur.
Somuncu Baba yoğurup pişirdiği ekmekler gibi pişip olgunluğa erişmiş bir yol eridir. O’nun en büyük eseri hiç şüphesiz onbeşinci yüzyılın büyük velisi Hacı Bayram’dır. Hacı Bayram geçimini ekincilikle sağlar, O’nun yetiştirdiği Ak Şemseddin Hazretleri ise değirmencidir. Bu üçlünün yetiştirdikleri halifeleriyle, yüzlerce fıkaralarıyla, diğer tariklerin sahipleri bu güzel yurdu gönül bağlarıyla sımsıkı bağlayıp yüzlerce yıldan beri bir ve bütün halinde tutmakta, yurdun dört bir yanına dağılmış makam ve mezarlarıyla sanki vatanın manevi ve ebedi bekçiliğini yapmaktadırlar.
KERÂMET VE MENKIBELERİ
ATEŞSİZ FIRIN
Somuncu Baba, bir gün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân'ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. "Selâmün aleyküm baba!" dedi. O da; "Ve aleyküm selâm" diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba'ya verip, içindekinin pişirilmesini ricâ etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan'a döndü ve; "Anladım ki, bu çömleği fırına sen süreceksin!" dedi. Emîr Sultan; "Peki" diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; "Birazdan pişer bekleyiniz." buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba'nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir mikdâr sohbet ederek dost oldular.
ŞÜPHELİ BİR ŞEY YEMEDİ
Molla Fenari Hazretleri, Somuncu Baba’nın evine gelip o zaman kadar müderrislikten aldığı ücretten topladığı 5.000 akçeyi ‘’Helalce malımdır’’ diye Şeyh’e hediye etmek ister. Şeyh içinden bir akçe alıp, bununla merkebine ot almalarını emreder. Otu alıp getirirler. Merkebin önüne korlar, hayvan şöyle bir koklar ve üzerine idrarını yapar. Somuncu Baba merkebin bu ana kadar şüpheli bir şey yemediğini açıklar.
ÂHİRET İÇİN ÇALIŞIYORDUK
Hâmid-i Aksarâyî Hazretleri, bir gün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir mikdâr tohum verdi ve; "Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz." buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; "Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?" buyurunca, talebe son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek; "Bu tarla sizindir efendim" dedi. O da, ekinlere bakarak; "Biz âhiret için çalışıyorduk. Acabâ hangi günahımızdan dolayı dünyâmız mâmûr olmaya başladı?" deyip, üzüntüsünü dile getirdi. Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakîkati söyleyerek üzüntüsünü giderdi.
Yine Aksaray’da ikametgâhlarında, Ervah Kabristanlığı’nın alt kısmında bulunan Çavlaki (Coğlaki) Mahallesi’nde bir sabah Ebu Hâmid sığırları erken toplayıp yaylıma götürmüş. Akşam üzeri, götürmüş olduğu sığırları yaylımdan getirerek yerlerine dağıtmış. Bir kadının sığırı evine gelmemiş. Sığırın sahibi olan kadın sığırının gelmeyiş sebebini öğrenmek için Şeyh Hâmid-i Veli Hazretlerini bularak, benim sığırım eve gelmedi deyince, Ebû Hâmid ‘’Hatun, senin sığırın evine gelmesi lazımdı, sen burada bekle ben bir bakayım nereye gitmiş olabilir’’ demiş. Kadın bir müddet bekledikten sonra Ebû Hâmid’in peşinden gitmiş. Şeyh Hâmid-i Veli Hazretleri’nin şimdiki medfun bulunduğu yerde kadının ineğini otlanırken bulmuş ve Ebû Hâmid ineğe ‘’ Ya mübarek niçin yerine gitmedin de geri kalıp burada otlanıyorsun ve bana sahibinden laf getiriyorsun’’ deyince, inek lisana gelerek ‘’ Yavruma süt vermek için karnımı burada otlanıp doyuruyordum’’ diye cevap vermiş. Ebû Hâmid ineğin bu cevabına tebessüm etmiş. Bu durumu gören kadın, ‘’Aman çoban inekle konuşuyor’’ diye mahalleye yayar. Bu durumdan hoşnut olmayan Ebû Hâmid yine bir gün sabahtan sığırları toplamış, aylardan Ramazan ayı imiş. Kadının evinin önünden geçerken eline bir dürüm almış, yer gibi yapmış. Sığırı kaybolan kadın bu durumu görünce ‘’Aman çoban oruç yiyor’’ diye yine mahalleye yaymış.
Şeyh Hâmid-i Veli Hazretleri daima sırlarını saklamaya ve ifşa olmamasına itina göstermiş, Bursa’yı da bu yüzden terk etmemiş miydi?
Mürşid ve Mürid
Ankara’da Melek Hatun’un inşa ettirmiş olduğu Kara Medrese’ye Yıldırım Bayezıd devrinde Numan isimli bir müderris tayin olunmuştu.
Müderris bir gece onu çok etkileyen bir rüya gördü. Arkasından Şeyh Şucâ isimli biri onu medresede ziyaret etti. Şeyh Şucâ, O’nu Şeyh Hâmid Veli adına Bursa’ya davet ediyordu. Müderris Numan davete icabet lazım geldiğini düşünerek Şeyh Şucâ ile birlikte Ankara’dan ayrıldı. Bir kurban bayramı günü Şeyh Hâmid ile buluştular. Bu yüzden Şeyh Hâmid Veli, hayatının akışını değiştireceği bu günde O’na ‘’Bayram’’ lakabını verdi. Bu, adeta ismi gibi olacaktı.
Şeyh Hâmid Veli’ye mürid olmayı kabul eden Bayram, gölgesi gibi O’nu yalnız bırakmayacak, vefatına değin, O nereye giderse peşinden gidecekti.
Bursa’da geçen ilk yıllarda Emir Sultan ile Bayram arasında Şeyh Hâmid Veli aracılığıyla kurulan dostluk, O’nun vefatından sonra da yaşayacak ve Emir Sultan cenaze namazının kıldırılmasını Hacı Bayram Veli’ye vasiyet edecekti.
Şeyh Hâmid Veli’nin İnce Bedreddin, Kızıl Bedreddin ve Bursa’lı Dede Ömer gibi müridleri, bir gün gelecek Hacı Bayram Veli’den hilafet alacaklardı. Yusuf Hakiki de Hacı Bayram’dan hilafet alanlardan biriydi. Şeyh Hâmid Veli’nin Şucâeddin Karamani ve Muzaffer Larendevi gibi müridleri, kendisinden hilafet alacaklardı. Şeyh Şucâeddin Karamani, Şucâ-i Karamani olarak da biliniyordu.
Şeyh Hâmid, Bursa’dan kimseye haber vermeden ayrıldığında, O’na Hacı Bayram Veli refakat etmişti. O’nunla birlikte Erdebil’den gelen İnce Bedreddin’le Kızıl Bedreddin, O’nu bu yolculuğunda d ayalnız bırakmayacaklardı. Şam’a kadar gidecekler ve orada bir müddet kalacaklardı. Oradan Hicaz’a geçeceklerdi.
Şeyh Hâmid Veli ile Hacı Bayram Veli, Mürşid ve Mürid, iki gönül erinin birlikte Mekke’de üç yıl boyu mücâveret ettiklerini nakledenler olduğu gibi, bu zaman zarfında birlikte birçok beldeye gittiklerini yazanlar da vardır.
Onlar hac farizasını ifadan sonra Aksaray’a doğru yola çıkacaklardı. Bu arada Darende’ye de uğrayacaklar ve Şeyh Hâmid Veli’nin küçük oğlu Halil Taybi burada kalacaktı.
Yolculuğa devam eden Şeyh Hâmid Veli, yanında Haci Bayram Veli olduğu halde artık ölüm yolculuğu dışında bir yolculuğa çıkmamak kaydıyla Aksaray’a yerleşmişti. Orada, Ervah Kabristanı’nın bir kenarında, yumuşak kaya içine çilehanesini yaptıracak ve bu mezar gibi küçük, karanlık ve sessiz yerde müridlerinin kalbini asıl yönelinmesi gereken yöne yöneltecekti.
O, Aksaray’da Melik Mahmud Gazi Hankâhı’nın vakfından faydalanmadı. Haramdan kaçınır gibi kaçınırdı vakıf malı yemekten. Şeyh İsmail Kemal Ümmi onun için yazdığı şiirinde, zehir yemek zorunda kalsa bile bunu yapmadığını yazacaktı:
‘’Helalden kesb edip yerdi,
Kamu vakfa haram derdi,
Yemedi, ağu’yu yerdi,
Gıdasın çün şükür kıldı.’’
Hankâh-ı Bâyezidiyye’nin ve Erdebil Tekkesi’nin Ebû Hâmid’i bitmek bilmez yolculuklar, mihnet ve cefalardan sonra 815 h.-1412 m. yılında bu dünyadan ayrıldı. Öleceğini önceden haber vermişti.
‘’Kanı ol vaız-i nâsıh,
Hâmid-i hacı vü sânih,
Anın şerhini bu şârih,
Bilin ki muhtasar kıldı,
Kemal-i Ümmi okur ağlar,
Anın mersiyyerin her bar.’’
Vefat tarihi için ‘’Tâc-ı Arifin’’ terkibi düşülecekti. Taşköprüzâde, kabrinin Aksaray’da meşhur olduğunu, kendisiyle teberrük edildiğini yazmıştı. Çilehanesinin yanı O’na medfen oldu.
Vasiyeti gereğince kabri şeriflerinin üstünün açık kalmasını ve Allah’ın rahmetinin üzerine yağmasını istediğinden kabri şeriflerinin üzeri açıktır. Kapalı bir türbe yapılmasını istememiştir.
Hacı Bayram-ı Veli, Aksaray’a aniden yolculuğa çıkar. Mürşidi Ebû Hâmid, Hacı Bayram’ı Aksaray’a çağırtmıştı. Alelacele yola çıkan Hacı Bayram Aksaray’a geldiğinde ve şeyhini ziyaretinde, Şeyh’i hasta yatıyordu. Ebû Hâmid müridi Hacı Bayram’a, Dar-ı Baka’ya yol göründüğünü fısıldayınca dünyası başına yıkıldı. Şeyhi Ebû Hâmid’in vasiyeti gereğince, şeyhini Hacı Bayram yıkayacak ve namazını kıldıracaktı.
Hacı Bayram Veli de Şeyh’inin bu dünyayı terk ettiği h. 815 yılında Şeyhini şimdiki medfun bulunduğu yere defnederek, O’nun yanında takva ve zühd ile geçirdiği yılların anılarıyla dolu olarak, Aksaray’dan ayrıldı. Bir zamanlar Müderris Numan olarak terk ettiği Ankara’ya Şeyh Hacı Bayram olarak dönüyordu. İrşad ile meşgul oluyor ve ‘’Bayramiyye Tarikatı’’nı kuruyor.
Beşyüz yıl sonra Yunanlılar Bursa’yı işgal ettiklerinde şehrin bazı noktalarına nöbetçi dikecekler, bunların biri de Şeyh Hâmid Veli’nin ekmek yaptığı fırının yanına konulacaktı. Nöbetçi duvar dibinde bir edepsizliğe teşebbüs edecek ve yediği görünmez sille ile bir tarafa yuvarlanacaktı.
Veli’nin ruhunun bedenden ayrılması, gerçekte kılıcın kınından kurtulmasıydı.
Cihan İmparatorluğuna Atılan İlk Harç ‘Somuncu Baba’
Osmanlı Devleti’nin cihan İmparatorluğuna giden yol, yani Peygamberimizin (SAV) “Kostantiniyye mutlaka fethedilecektir, O’nu feth eden kumandan ne güzel kumandan, fetheden asker ne güzel askerdir” sözleri ile Şeyh Hâmid-i Veli’nin talebesi Hacı Bayram-ı Veli’nin II. Murad Han’a “Sultanım sen Konstantiniyye’yi alamayacaksın, ama mutlaka alınacaktır. Bunu ben bile göremeyeceğim. Orası şu beşikte yatan çocuk ve bizim Akşemseddin tarafından alınacaktır’’ sözleri fethe giden ruhun Aksaray’dan geçeceğinin bir müjdesiydi. Hacı Bayram-ı Veli’nin Akşemseddin’i yetiştirmesindeki temel yapı taşı Somuncu Baba’dır. Bu, İstanbul’un fethine hizmet etmiştir.
Somuncu Baba Arkadaşlarına ve yolundan gidenlere şu tavsiyelerde bulunmuştur:
Gizli ve aşikar yerde Allah’tan korksunlar.
Az yesinler, az konuşsunlar, az uyusunlar.
Avamın arasına az karışsınlar.
Tüm masiyet ve kötülüklerden uzak dursunlar.
Daima şehvetlerden kaçınsınlar.
İnsanların elindekilerden ümitlerini kessinler.
Tüm zemmedilen sıfatları terk etsinler.
Övülen sıfatlarla süslensinler.
(Günaha götüren) şiir ve şarkı dinlemekten kaçınsınlar.
Ayrı bir görüşle, kendini cemaatten ayrı bırakmasınlar.
Aç olarak ölseler bile şüpheli hiç bir lokmayı yemesinler.
SOMUNCU BABA ŞİİRLERİ
Şeyh Hâmid Veli bu dünyadan ayrıldığında ardında kalan yalnız bir küçük fırın ve adını taşıyan câmiler değildi. Halefleri virdini, ondan sonra da, bazı ilavelerle aynen tatbik ettiler. Sabah namazlarından sonra bu evrâd onlar tarafından okunulmaya devam etti.
Hüseyin Vassaf ve Bursa’lı M.Tahir Beyler, tasavvuf lisanıyla yazılmış ‘’Şerh-i Hadis-i Erbain’’ isimli bir eseri bulunduğunu yazarlar. Süleymaniye Kütüphanesi’nin Şehid Ali Paşa bölümünde 540 numarayla kayıtlı kitabın içindeki ‘’Hadis-i Erbain’’ isimli dördüncü müstakil eserin ‘’ Hamid b. Musa’’ya ait olduğu katalogda yazılıdır. Şeyh Hâmid Veli’ye ait olan hadis kitabı bu olmalı. Onun oğlu Yusuf Hakiki’ye ait ‘’Şerh-i Hadis-i Erbain’’ isimli bir eserde Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Esad Efendi bölümünde 1441 numarayla kayıtlı olan kitabın içindeki üçüncü bağımsız eser budur. 1 numaralı sayfada kitabın mündericatı hakkında bilgi verilirken, üçüncü eserin ‘’Mürşid ve Hacı Hamid Bin Musa el- Aksarayi, el Kayseri’nin oğlu Yusuf’a ait olduğu ‘’Arapça ibareyle yazılıdır. Üçüncü eserin başlangıç yaprağından bir önceki yaprakta ise yine Arapça ibareyle ‘’Hadis-i Erbain’’in Şeyh Hâmidzade’ye ve şerhin, İbn-i Yusuf’a ait olduğu kaydedilmiştir. Bu ifadenin altında ise 969 h. tarihi konulmuştur.
Hüseyin Vassaf, Bursa’lı M. Tahir ve İbrahim Hakkı Konyalı, Yusuf Hakiki’nin eserlerinden bahsederken onun ne ‘’Şerh-i Hadis-i Erbain’’ ve ne de ‘’Hadis-i Erbain’’ isimli kitapları olduğundan söz ederler.
Belki de ‘’Hadis-i Erbain’’ Şeyh Hâmid Veli’nin eseridir. ‘’Şerh-i Hadis-i Erbain’’ ise Yusuf Hakiki’nin…
Şeyh Hâmid Veli’nin günümüze kadar gelen şiirlerinin sayısı çok değildir. Ama yalnız ‘’Biz ol Uşşak-ı ser bazüz (Biz Korkuzuz Erleriz)’’ mısrasıyla başlayan şiiri bile onun üstün söyleyiş gücünü göstermesine yeter.
Biz Ol Uşşak-ı Serbazız
Biz ol uşşak-ı serbazız
Akıl rüşd bize yar olmaz
Mey-i aşk ile sermestiz
Bize hergiz humar olmaz
Diriyiz daim, ölmeyiz
Karanularda kalmayız
Çürüyüp toprak olmayız
Bize leyl ü nehar olmaz
Bizim illerde ay ü gün
Sebat üzre durur daim
Televvün erişip ona
Gehi bedr ü hilal olmaz
Bizim gülşendeki güller
Dururlar taze solmazlar
Hazan olup dökülmezler
Zemistan ü bahar olmaz
Şarab-ı aşkı çün içtik
Feragat mülküne göçtük
Yanıp aşkınla tutuştuk
Bize tahrik ü tar olmaz
Ereliden şems nuruna
Vücudum zerreden katre
Ne katre ayn-i bahar oldu
Ona k’ar ü kenar olmaz
Bırak ey Hamida varı
Görsem desen sen ol yarı
Göricek ol tecellayı
Ondan özge kemal olmaz
Senden dolu iki cihan
Senden dolu iki cihan
Oldum zuhurundan nihan
Ger bulayam seni ayan
Ya Rab n’ola halüm benüm
Dilde kanaat olmaya
Züht ile taat olmaya
Senden hidayet olmaya
Ya Rab n’ola halüm benüm
Şol gün ki mizan kurula
Hak kapusunda durula
Halayık oda sürüle
Ya Rab n’ola halüm benüm
Ağlarım işte zar ile
Kaldum diriğ ağyar ile
Bilişmedim sen yar ile
Ya Rab n’ola halüm benüm
Hamidi’nin gözü yaşı
Doldurur dağ ile taşı
Bilmem n’idem garip başı
Ya Rab n’ola halüm benüm
Hacı Bayram Veli Hazretleri
Cumartesi, 16 Ocak 2010 19:28 Aydın BAŞAR
Bugün Ankara denilince ilk olarak aklımıza Hacı Bayram Veli Hazretleri
gelir. Bunun sebebi bu zatın maneviyat dünyasına bıraktığı büyük
izlerdir. Bu yazımızda Ankara’nın sembolü olan ama aynı zamanda
bir gönül sultanı olan bu büyük zatı tanıtmaya çalışacağız. 1340
yıllarında dünyaya geldiği tahmin edilen Hacı Bayram Veli Hazretleri
1430 yılında vefat etmiştir.1 Hacı Bayram Veli’nin esas adı Numan’dır.
Ona bayram adını Somuncu Baba ismiyle bilinen şeyhi Hamid-i Veli
Hazretleri vermiştir. Şeyhi ile ilk defa karşılaştığında Kurban Bayramı
olduğundan Şeyh Ebu Hamid Hazretleri ona ‘Bayram’ adını vermiştir.2
Hacı Bayram Veli Hazretleri 45 yaşında iken tasavvuf yoluna girene
kadar müderrislikle meşgul olmuştur.3 O vakte kadar Kara Medrese’deki
görevine yaklaşık yirmi yıldan beri devam etmiştir. O sırada ünlü eski
müderrislerden Kayserili Ebu Hamidüddin Hazretleri, Kuzey İran’dan
dönmüş irşad faaliyetleri ile meşguldür. Bu ünlü şeyh, fazilet sahibi
Ankaralı müderris Numan Efendi’yi tanımakta ve onu takdir etmektedir.
Numan Efendi’deki temiz özün farkına varan Ebu Hamid Hazretleri,
onun kendisine gelmesini beklemeden, halifesi Şücaeddin Karamanî
Hazretlerini Ankara’ya yollar. Şüca, Ankara’ya gelir ve Müderris Numan’a
şeyhinin kendisini Kayseri’ye davet ettiğini söyler, Müderris Numan da
Davete uymak Hz Peygamber Efendimizin sünnetidir’ diyerek daveti kabul
eder. Böylece ikisi beraber Kayseri’ye doğru yola düşerler. Kurban
Bayramının birinci günü Kayseri’ye ulaşan Müderris Numan Efendi, Ebu Hamid
Hazretleri’ni görür görmez ellerinden öper. Bu buluşmada Şeyh Hamudiddin,
Numan Efendi’yi, tasavvufî terbiye almadan ölmüş ulemanın ruhları ile
manevi temas kurdurarak, ona ikisi arasındaki huzur farkını gösterir.
Nefsinin pisliklerinden arınmış âlimlerin mezarlarının yanında ahireti
tefekkür edince, içine huzur doğan Hacı Bayram Hazretleri, aynı olumlu
etkiyi bu terbiyeyi almamış olan âlimlerin mezarı başında bulamaz. Aksine
bir tür sıkıntı bile söz konusudur. Ebu Hamid bu tecrübeyi bizzat yaşayan
acı Bayram Hazretleri’ne ‘Öldükten sonra mezardaki halin huzurlu mu olsun
huzursuz mu? Eğer huzurlu bir kabir hayatına sahip olmak istiyorsan gel bu
yola gir ve bana bağlan tasavvufi yolda nefis terbiyesi ile meşgul ol, aksi
halde Ankara’ya git ve ölene kadar kendi halinde yaşamını sürdür’ der.4 Bu
sözleri saygıyla dinleyen Hacı Bayram Veli Hazretleri, artık Hamid-i Veli
hazretlerinin etki alanına girmiş ve tabir-i caizse fişi prize takmıştır.
Artık aralarında hiçbir zaman kopmayacak olan bir sevgi bağı kurulmuştur.
Kurban Bayramı olan o gün mürşidini bulmasıyla iki bayramı bir arada
yaşamıştır.
“Bayramî imdi, Bayrami imdi Yar ile bayram oldu şimdi.”
Bu buluşmadan kısa bir müddet sonra Bayram Veli Hazretleri, Hamid-i
Veli Hazretleri ile birlikte Bursa’ya yerleşirler. El emeği ile geçinmeyi
kendisine misyon edinen Ebu Hamid o dönemde, ev ve fırından oluşan
küçük mekanında yaşamakta, pişirdiği ekmekleri Ulu Cami’nin karşısındaki
Sahaflar Çarşısında satmaktaydı. Bu yüzden dolayı halk arasında “Somuncu
Baba” ismiyle bilinmekteydi. 5 Bunun dışında melami meşrebinin gereği
üzere kendisini daima gizlemeyi ilke edindiğinden, tasavvufi neşveyi
babası Şeyh Musa’dan alan Ebu Hamid aynı zamanda Kayseri ulamasından
ciddi bir tahsil gördüğü halde, ilmi yönünü halktan gizlemekte6 ve halk
arasında meşhur bir zat olarak bilinmemekteydi. Ta ki o meşhur hutbeye
kadar... 1400 senesinin mart ayında Bursa Ulu Cami inşaatı bitince Cuma
namazının kıldırılması, ilk hutbenin okunması ve sonrasında caminin
açılışının yapılması için dönemin padişahı Yıldırım Beyazıd, damadı Emir
Sultan Hazretleri’ne ricada bulununca, Emir Sultan Hazretleri de ona
“Zamanımızın kutbu şehrimizde iken nasıl olur da biz kıldırabiliriz”
diye cevap verir. Yıldırım Beyazıd “bu zat kimdir” diye sorunca, Emir
Sultan’dan “Ebu Hamid” cevabını alır. Bunun üzerine Yıldırım Beyazıd
cuma namazını kıldırarak camiyi ibadete açması için Somuncu Baba’dan
ricada bulunur. Ebu Hamid, “Ulül emre itaat vaciptir” diyerek bu isteği
kabul eder.
Vakit geldiğinde minbere çıkan Ebu Hamid Hazretleri
hutbesinde Fatiha Suresi’ne üç ayrı anlam vererek açıklar. Hutbeyi
dinleyen herkes bu derin mânâlar karşısında şaşkınlık içerisindedir.
Devrin şeyhülislamı Molla Fenari bu hutbeyi şöyle özetler: ”İlk
verdiği mana herkesin bildiği, ikinci verdiği mana bir kısım
insanların bildiği, son verdiği mana da kimsenin bilmediği
tarzdaydı.” Bu hutbeden sonra halkı hayretlere düşünen Hamidüddin-i
Veli halkın gözünde bir anda parlar ve şöhret bulur.7
Bu şöhretten kaynaklanan ilgi artışından dolayı huzursuzluk duyan
Ebu Hamid, Hacı Bayram Veli ile birlikte Bursa’yı terk ederler. Zira Hacı
Bayram Veli Hazretleri, şeyhi Somuncu Baba’dan ‘her kande giderler ise
refik ve şefik ve yar- ı sadık olmayı’ istirham etmiş ve bu isteği de olumlu
karşılık görmüştür.”8
İki yoldaş uzun bir yolculuktan sonra Şam’a ulaşırlar. Burada biraz
kaldıktan sonra hac vazifesini ifa etmek için Hicaz’a giderler. Üç
yıllık ayrılık tan sonra Anadolu’ya tekrar dönen iki yoldaş, Darende
ve Aksaray’da Somuncu Baba’nın vefatına kadar bir müddet kalırlar.
Velayet sırrını Hacı Bayram’a teslim eden Ebu Hamid Hazretleri 20
Eylül 1412 tarihinde 80 yaşında iken kendi tabiriyle “bu çilesi bol
dünya”dan ayrılır.9 730/1331 yılında Kayseri’nin Akçakaya köyünde
doğduğu tahmin edilen Hamid-i Veli Hazretleri’nin Aksaray’da mı
yoksa Darende’de mi vefat ettiği tartışmalı bir konudur. Bu gün her iki
ilde de ona ait olduğu söylenen bir türbe bulunup, aynı zamanda onun
soyunu devam ettiren aileler bulunmaktadır. Ahmet Akgündüz’ün
kitabında Hamid-i Veli’nin vefatından sonraki vazifeyi Bayram Veli
hazretlerine devredişi ile ilgili şöyle bir bilgiye yer verilmektedir:
“Somuncu Baba, bu makama layık olan oğlu Yüsuf Hakiki’ye değil
de manevî bir tenbih üzerine Hacı Bayram Veli’ye devrettiğinde
Yüsuf Baba biraz kırılır. Anlatılan bir menkıbeye göre bu meseleyi
kendisine dert eder.
Böyle bir vaziyette kuyudan su çekerken babası
onu çağırır ve şöyle der: ‘Bak evladım Hz Peygamber’in yolu açıktır,
orada hakikati tüm çıplaklığı ile göreceksin. Her meselede işi ehline
bırakmak dinimizin emridir. Hakikate en ziyade aşina ve talebe
yetiştirmeye en müsait Hacı Bayram’ı görüyorum. Babalık şefkati
hakikati görmeme mani olmaz.’ Bunun üzerine Yusuf Baba’nın şu karşılığı
verdiği anlatılmaktadır: ‘Babacığım padişahlar koskoca dünya saltanatlarını
oğullarına bırakıyorlar’ Şeyh Hamid bu cevap üzerine sarsılır ve bunun
şeriatın emrettiği doğru bir gelenek olmadığını anlatır. Uzun bir nasihatten
sonra Yusuf Baba, babasına hak verir; Hacı Bayram Veli’ye mürid olur
ve tarikatını onun yanında ikmal eder.”10 Şeyhi vefat ettikten sonra
Ankara’ya dönenen Hacı Bayram Veli Hazretleri, Ulus semtinde yüksekçe
bir tepede bulunan eski Hıristiyan Ogüst Mabedi’ne bitişik olarak tekkesini
inşa ettirir. Bu gün hala Ankara’nın sembolü olan bu Cami Ulus Semti’nde
ziyarete açıktır. Bu camiinin ilk imamı şu an İznik’te medfun bulunan
Eşrefoğlu Rumî Hazretleridir.11
Müderrislik maaşı gibi yüksek bir maaşı terk eden ve mütevazı bir
geçimi kabullenen Hacı Bayram Veli, artık Ankara’da basit bir çiftçi
gibi yaşamakta, aza kanaat ederek hayatını sürdürmektedir.
Müritlerini de daima bu anlayışla yetiştirmiştir. Zira; “Hacı Bayram
Veli’nin uygulamadaki en önemli adeti, müritlerine el emeği ile
geçinmeye teşvik etmesidir. Asalak yaşayıp başkasının yardımı ile
geçinmek yerine alın terinin rızk kazanmada önemli bir fazilet
olduğunu müritlerine aşılmaktaydı.”12 “
Bilindiği gibi tasavvufta
tembelliğe, başkasının sırtından hayat sürdürmeye yer yoktur.
Tarihte hemen her gerçek sufinin bir mesleği vardır. Mesela Ali
Hemezani takke örüp satarak, Emir Sultan zengin çocuklarına özel
dersler vererek, Hacı Bayram yaşlı halinde bizzat tarlada çalışarak,
Akşemseddin doktorluk yaparak geçimlerini sağlamışlardır.”13
O’nun tasavvufi anlayışında asla dünyayı terk etmek diye bir
düşünce söz konusu değildir. “Mutasavvıf olarak dünyayı red ve
terk yerine, onu imara ve ıslaha yönelmiştir.”14 O tam mânâsıyla
bir aksiyon adamıdır. Bu görüşü destekleyen faaliyetlerinin başında
ise, bir sosyal yardımlaşma organizasyonu kurması söylenebilir.
Günümüz Bağ- Kur, Emekli Sandığı, Kızılay, Çocuk Esirgeme
Kurumu gibi çeşitli organizasyonların bundan beş buçuk asır önce
Hacı Bayram Veli tarafından bir ölçüde gerçekleştirilmesi çok
önemli bir vakıayı tespit eder. Kuşkusuz girişimci ruhla elde
edilen bu tür başarılar, bütün büyük sufilerin hayatlarında kendilerini
göstermektedir. Bunun tersini söylemek, ancak bir bilgisizlik veya
kötü niyetle açıklanabilir.
.....................................................................
1 Bkz. Cebecioğlu, Edhem, Hacı Bayram Veli, Ankara, 1994,
s, a.g.e., s. 9 , 2 Bkz.Cebecioğlu, s.10, 3 Bkz. Cebecioğlu, s.13,
4 Bkz. Cebecioğlu, s. 16, 5 Cebecioğlu,bkz, s. 19, 6 Bkz.
Akgündüz, Ahmed, Arşiv Belgeleri Işığında Somuncu Baba
ve Neseb-i Âlisi, İstanbul, 1995, s. 24,38 , 7 Bkz. Cebecioğlu,
a.g.e., 21, 8 Özköse, Kadir, Hacı Bayram Veli ve Yaşadığı
Döneme Tesiri, Tasavvuf, Yıl 5, sayı 12, Haziran 2004, s. 55 , 9
Bkz. Cebecioğlu, a.g.e, 22, 10 Akgündüz, a.g.e., s. 158, 11 Bkz.
Özköse, a.g.e., s. 23, 12 Özköse, a.g.e., s.60, 13 Cebecioğlu, a.g.e.,
s. 20, 14 Özköse, a.g.e, s. 61, 15 Bkz. Cebecioğlu, a.g.e., s. 112
.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Dünyayı unutturan veli: Somuncu Baba
Şeyh Hamidüddin‐i Aksarayî, Bursa'da ufacık bir fırında, yapıp fakire fukaraya dağıttığı bereketli ekmekler sayesinde kendisine Somuncu Baba denmiştir. İslam dünyası için çok önemli âlimler yetiştirmiştir. Bunlar arasındaki en önemli isim Hacı Bayram Veli'dir.
Somuncu Baba'nın (Şeyh Hamidüddin‐i Aksarayî) İran'ın Azerbaycan bölgesinin Hoy şehrinde değil, Kayseri'nin Akçakaya köyünde doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum tarihi hakkında kesin bir bilgi yoktur, ama kaynaklarca doğum tarihi 1331 yılı olarak kabul edilir. İlk eğitimini babası Şeyh Şemseddin Musa'dan aldıktan sonra Şam ve Hoy'da eğitimini tamamlamıştır.
Hamîdüddin Aksarâyî, Erdebil Tekkesi'nde tasavvuf eğitimini tamamladıktan ve bir süre inziva hayatı yaşadıktan sonra şeyhinin emriyle Anadolu'ya dönüp Bursa'ya yerleşti. Osmanlı Devleti'nin baş şehri olan Bursa'da iki göz bir fırın yaptırdı, bir kısmında ekmek yaparken, diğer kısmında inzivaya çekildi. Ufak fırınında yaptığı ekmekleri çarşıda 'Somunlarmüminler'diyereksattı. Yaptığı ekmeğin lezzeti ve bereketi dilden dile yayıldı, halk arasında 'Somuncu Baba' olarak tanınmaya başladı. Söylentiler Yıldırım Bayezid Hanın damadı Emir Sultan'ın da kulağına gitti ve onu fırınında ziyaret etti.
Emir Sultan, Hamîdüddin Aksarâyî'nin kendini gizlemiş bir âlim olduğunu görür görmez anlar, sık sık onu ziyaret eder.
Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid'in isteği üzerine Bursa'daki Ulucami'de vaazlar vermiştir. Bu vesile ile Bursa halkı arasında tanınmış ve takdir görmüştür. Somuncu Baba, bu şekilde halk içine karışıp hayat sürmekte iken Ulucami'nin açılışı sırasında Emîr Sultan tarafından hükümdarla (Yıldırım Bayezid) tanıştırılmıştır.
Kaynakların ifadesine göre, hükümdarın damadı olan Emîr Sultan kendisine yapılan hutbe okuma teklifini, “Gavs‐ı a'zam şu anda bu şehirdedir, onların mübarek varlığı varken halka nasihat ve hitap etmeyi bize teklif etmek münasip değildir" diyerek reddetmiş ve bu görevin Somuncu Baba'ya verilmesini tavsiye etmiştir.
Bunun üzerine Yıldırım Bayezid, cuma namazını kıldırma ve hutbe okuma görevini Somuncu Baba'ya tevcih edince o da mecburen hutbeye çıkmak zorunda kalmış, namazdan sonra verdiği vaazda Fâtiha sûresini yedi farklı şekilde tefsir ederek Molla Fenârî'nin karşılaşmış olduğu bir güçlüğü de halletmiştir.
Bu olayın ardından sırrının açığa çıkması, halk ve iktidar nezdinde tanınan bir şahsiyet haline gelmesi, kendisine yönelik ilginin gitgide artması, halkın arasına karışıp sakin bir hayat sürmeyi daha çok tercih eden Somuncu Baba'yı bunalttı ve çareyi Bursa'dan ayrılmakta buldu.
Bursa'dan ayrılan Somuncu Baba Adana, Şam ve Mekke'ye gitmiştir. Birkaç yıl kadar Anadolu'dan uzak kaldığı anlaşılan Somuncu Baba, nihaî olarak Aksaray'a yerleşmiştir.
Osmanlı müellifi sûfî Harizîzâde Mehmed Kemaleddin'in (ö. 1882), 1879 yılında tamamladığı ve Arapça olarak kaleme aldığı üç ciltlik Tibyânü'l‐Vesâili'l‐Hakâik adlı tarikatlar ansiklopedisinde Somuncu Baba'nın Bursa'dan ayrıldıktan sonra Hacı Bayram'la birlikte Şam'a gittiği, ardından Mekke'ye geçtiği, burada üç yıl kaldıktan sonra da Aksaray'a yerleştiği anlatılmaktadır. Orijinal yazma nüshası Süleymaniye Kütüphanesi'nde olan Harizîzâde'nin bu Arapça eseri, henüz Türkçe 'ye çevrilmemiştir.
Abdurrahman el-Askerî ise Somuncu Baba'nın Bursa'dan ayrıldıktan sonra Ceyhan Nehri'nin kenarında bulunan Kozan (Sis) Kalesi yakınlarındaki bir köyde yerleştiğini ve Hacı Bayram-ı Veli'nin de buraya gelip kendisini ziyaret ettiğini belirtmiştir. Burada bir süre kaldıktan sonra önce Şam'a gitmiş, buradan Mekke' ye hacca gitmiş olan Somuncu Baba, hac dönüşü Aksaray'a yerleşmiştir. Aksaray'da Hacı Bayram-ı Veli'yi dünyaya ve ahirete ait ilimlerde eğiterek yetiştirmiş, onu irşad vazifesi için Ankara'ya görevlendirmiştir.
Ünlü Osmanlı müfessiri ve şairi Bursalı İsmail Hakkı'nın27 (ö. 1725) kaleme aldığı Silsilenâme‐i Celvetiyye adlı eserde Somuncu Baba'nın Bursa'dan ayrılarak Aksaray'a yerleştiği ve burada kaldığı anlatılır. Eserdeki ifadeler şu şekildedir: Şeyh Hamîd'in pederi Şemseddin Musa Kayseriyelidir, Şeyh Ha‐ mid'e “Hamîdüddin" dahi derler, Aksaray'da sâkin olmuşdur… Şeyh Hamîd ol gece merkebine süvâr olub [Bursa'dan] Aksaray tarafına gitmiş ve orada ihtifâ et‐miştir (gizlenmiştir).
1412 yılında vefat eden Somuncu Baba, Aksaray' da Hacı Bayram-ı Veli tarafından cenaze namazı kıldırıldıktan sonra bugünkü türbesinin olduğu yere defnedildi.
Meşhur Osmanlı âlimi Taşköprizade Ahmed Efendi'nin (ö. 1561) 1558 yılında Arapça olarak kaleme aldığı Osmanlı âlimleri ve şeyhlerine dair eş‐ Şekaiku'n‐Numaniye fî‐Ulemai'd‐Devleti'l‐Osmaniye adlı biyografik eserinde, Şeyh Hamîd'in (Somuncu Baba) Aksaray'a yerleşerek burada vefat ettiği ve Aksaray'da defn olunduğu söylenmektedir. Orijinal yazma nüshaları birçok kütüphanede mevcut olan Taşköprizade'nin bu eseri, 1985 yılında Ahmed Suphi Furat tarafından Türkçe'ye çevrilerek yayınlanmıştır.
Somuncu Baba başta Hacı Bayram Veli olmak üzerine Şeyh Bedreddin, Baba Yusuf Hâkikî ve Molla Fenari gibi birçok âlim yetiştirmiştir.
Bu yazı Tarihçi ve Osmanlı Arşivleri Uzmanı Orhan Özdil'in “Somuncu Baba'nın Mezarı Üzerine Bazı Tespitler" isimli araştırmasından yararlanarak yazılmıştır.
Safevî şeyhi, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin mürşidi, âlim “Somuncu Baba”nın(ö. 815/1412) hayat hikâyesi…
Şeyh Hamîdüddin Aksarâyî adıyla da bilinir. Çağdaşı ve muhtemelen müridi Kemal Ümmî’nin bir mersiyesinden asıl adının Abdullah olduğu anlaşılan (Karabulut, s. 113) Şeyh Hamîdüddin kaynakların pek çoğunda Kayserili diye gösterilir (Lâmiî, s. 683; Mecdî, s. 74; İsmâil Hakkı Bursevî, s. 70; Harîrîzâde, vr. 172a). Abdurrahman el-Askerî ise Mir’âtü’l-ışk’ta (Erünsal, s. 204) Aksaray’da doğduğunu yazmaktadır. Atalarının Türkistan’dan geldiği rivayet edilir.
Hamîdüddin Aksarâyî ilk tasavvufî eğitimini babası Şeyh Şemseddin Mûsâ’nın yanında aldıktan sonra Dımaşk’a giderek zâhirî ilimleri öğrendi. Lâmiî, onun Dımaşk’ta Bâyezîdiyye Hankahı’nda uzun yıllar bir şeyhe hizmet ettiğini, Bâyezîd-i Bistâmî’nin ruhaniyetiyle terbiye edildiğini ve Üveysî olduğunu kaydeder. Diğer kaynaklarda ise asıl şeyhinin Safeviyye tarikatının pîri Safiyyüddin Erdebîlî’nin torunu Alâeddin Erdebîlî (ö. 832/1429) olduğu vurgulanmaktadır. Bu kaynaklarda, Hamîdüddin’in Dımaşk’ta iken aradığı iç huzuru bir türlü bulamayıp mürşid aramak için yola çıktığı, Tebriz yakınlarındaki Hoy şehrinde yaşayan Şeyh Alâeddin Erdebîlî’nin yanına gittiği, zikir meclisine katıldığı ve ona intisap edip tasavvuf yolunda büyük ilerlemeler kaydettiği belirtilmektedir (a.g.e., s. 203; Sarı Abdullah Efendi, s. 227; La‘lîzâde Abdülbâki, vr. 129b-130a).
Kemal Ümmî yukarıda zikredilen mersiyesinde Somuncu Baba’nın 815 (1412) yılında vefat ettiğini söyler. Bu bilgi doğru kabul edildiği takdirde onun şeyhi Alâeddin Erdebîlî’den on yedi yıl önce öldüğü sonucuna ulaşılmakta ve bu durumda Alâeddin Erdebîlî’nin değil, babası Sadreddin Erdebîlî’nin halifesi olma ihtimali kuvvet kazanmaktadır. Bununla birlikte Somuncu Baba’nın Alâeddin Erdebîlî’den hilâfet alması da mümkündür. İsmâil Hakkı Bursevî ise Alâeddin Erdebîlî’nin oğlu İbrâhim Erdebîlî’nin (ö. 851/1447) müridi olduğu kanaatindedir. Ancak kronolojik olarak bu çok zayıf bir ihtimaldir. Kaynakların Alâeddin Erdebîlî’yi bu kadar ön plana çıkarmış olmalarının sebebi Timur ile birlikte Anadolu’ya gelerek burada oldukça şöhret kazanmış olmasıdır.
“SOMUNLAR MÜMİNLER” DİYEREK HALKA EKMEK DAĞITTI
Hamîdüddin Aksarâyî, Erdebil Tekkesi’nde seyrü sülûkünü tamamladıktan ve bir süre inziva hayatı yaşadıktan sonra şeyhinin emriyle Anadolu’ya dönüp Bursa’ya yerleşti. Sarı Abdullah Efendi, Alâeddin Erdebîlî’nin Somuncu Baba’ya hilâfet verip Anadolu’ya gönderirken yanındakilere,“Diyâr-ı Acem’de emanet olarak bulunan esrâr-ı ilâhiyye onunla birlikte diyâr-ı Rûm’a intikal etti” dediğini rivayet eder. (Semerâtü’l-fuâd, s. 230)
Kaynaklarda yer alan ifadelerden Somuncu Baba’nın Bursa’ya geldiği ilk yıllarda pek ön plana çıkmadığı ve kendini halktan gizlemeyi tercih ettiği anlaşılmaktadır. Bu dönemde onun eşeğiyle ormandan odun getirip bu odunlarla ekmek pişirdiği ve ekmekleri sırtına yüklenerek sokak sokak dolaşıp “somunlar, müminler!” diyerek halka dağıttığı rivayet edilir (Lâmiî, s. 683; Mecdî, s. 75; Hoca Sâdeddin, II, 425; Sarı Abdullah Efendi, s. 231; La‘lîzâde Abdülbâki, vr. 130b). Kendisine Etmekçi Koca veya Somuncu Baba lakabının verilmesi de bundan dolayıdır.
ULU CAMİİ’DE CUMA NAMAZI
Somuncu Baba, bu şekilde halk içine karışıp melâmîmeşrep bir hayat sürmekte iken Ulu Cami’nin açılışı sırasında Emîr Sultan tarafından hükümdarla (Yıldırım Bayezid) tanıştırıldı. Kaynakların ifadesine göre, hükümdarın damadı olan Emîr Sultan kendisine yapılan hutbe okuma teklifini, “Gavs-ı a‘zam şu anda bu şehirdedir, onların mübarek varlığı varken halka nasihat ve hitap etmeyi bize teklif etmek münasip değildir” diyerek reddetmiş ve bu görevin Somuncu Baba’ya verilmesini tavsiye etmiştir. Bunun üzerine Yıldırım Bayezid, cuma namazını kıldırma ve hutbe okuma görevini Somuncu Baba’ya tevcih edince o da mecburen hutbeye çıkmak zorunda kaldı, namazdan sonra verdiği vaazda Fâtiha sûresini yedi farklı şekilde tefsir ederek Molla Fenârî’nin karşılaşmış olduğu bir güçlüğü de halletti (Sarı Abdullah Efendi, s. 231; İsmâil Hakkı Bursevî, s. 71-72; La‘lîzâde Abdülbâki, vr. 130b-131a; Harîrîzâde, vr. 172b). Somuncu Baba’nın başta padişah olmak üzere herkesi etkilediği, hatta bu olaydan sonra Molla Fenârî’nin kendisine mürid olduğu rivayet edilir. (Lâmiî, s. 683; Sarı Abdullah Efendi, s. 232)
Bu olayın ardından sırrının açığa çıkması, halk ve iktidar nezdinde tanınan bir şahsiyet haline gelmesi, kendisine yönelik ilginin gitgide artması, halkın arasına karışıp sakin bir hayat sürmeyi daha çok tercih eden Somuncu Baba’yı bunalttı ve çareyi Bursa’dan ayrılmakta buldu. Abdurrahman el-Askerî, onun Bursa’dan ayrıldıktan sonra Adana’da Ceyhan ırmağının kenarında bulunan Sîs Kalesi’nin dağ tarafındaki bir köyde Nebî Sûfî adında birinin evine yerleştiğini, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin buraya gelip kendisini ziyaret ettiğini söyler (Erünsal, s. 202). Bazı kaynaklarda kendisinin doğrudan Aksaray’a gittiği belirtilmekteyse de (Lâmiî, s. 683) Askerî’nin görüşleri daha isabetli görünmektedir.
DARENDE’DE YAŞADI
Nebî Sûfî’nin evinde bir süre kaldıktan sonra önce Dımaşk’a giden, buradan Mekke’ye geçerek haccını eda eden Somuncu Baba hac dönüşü tekrar Sîs’e geldi, yanına Nebî Sûfî’yi de alarak Aksaray’a gidip yerleşti (Erünsal, s. 203). Kaynaklarda yer alan ifadelerden, ömrünün geri kalan kısmını bu şehirde müridlerinin eğitimiyle meşgul olarak geçirdiği anlaşılmaktadır. Abdurrahman el-Askerî onun Aksaray’da vefat edip orada defnedildiğini söyler (a.g.e., s. 204). Sonraki dönemlerde yapılan bazı çalışmalarda Somuncu Baba’nın asıl kabrinin Malatya’nın Darende ilçesinde bulunduğu konusunda farklı bazı görüşler öne sürülmüştür. Buna göre Somuncu Baba, adı geçen ilçenin Hıdırlık adı verilen bölgesinde oğlu Halil Taybî ile birlikte gömülüdür. (Cengiz v.dğr., s. 7-17, 29-45; Akgündüz, s. 52-56)
Bu görüşün kaynağı olarak Somuncu Baba’nın soyundan geldiği söylenen Osman Hulûsi Ateş’in aile arşivindeki bazı belgelerle geç dönemlere ait bazı arşiv belgeleri gösterilmektedir. Ancak Somuncu Baba’nın hayatını anlatan eski kaynaklarda böyle bir konudan bahsedilmemekte, gerek Şeyh Bedreddin menâkıbında yer alan bilgiler gerekse lakabının Aksarâyî olması onun hayatını Aksaray’da geçirdiğini ortaya koymaktadır. Öte yandan Abdurrahman el-Askerî Mir’âtü’l-ışk’ta, “Mevlûdleri Aksaray’dır. Ravza-i mübarekeleri dahi şehir üzerinde olan kızıl tepenin üstündedir” diyerek (Erünsal, s. 204) onun Aksaray’da vefat ettiğini ve kabrinin burada bulunduğunu kesin biçimde belirtmektedir. Dönemin kaynaklarında yer alan ifadelerden Somuncu Baba’nın Yûsuf Hakîkî adında bir oğlu olduğu anlaşılmaktadır. Babasının ölümünden sonra Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisap eden Yûsuf Hakîkî tasavvufa dair bazı eserler kaleme almıştır. Geç döneme ait arşiv kayıtlarında Halil Taybî isimli bir oğlunun daha varlığından söz edilmektedir. Darende’de yaşadığı anlaşılan Halil Taybî’nin hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır.
TASAVVUF GELENEĞİNİ ANADOLU’YA TAŞIDI
Türk tasavvuf tarihinde Safevî-Erdebîlî geleneğini Anadolu’ya taşıyan bir mutasavvıf olarak önemli bir yere sahip bulunan Somuncu Baba’nın benimsemiş olduğu tasavvuf düşüncesinde melâmetî anlayış ön plana çıkar. Onun en önemli halifesi ve kendisinden sonra fikirlerinin Anadolu coğrafyasına yayılmasını sağlayan şahsiyet Akşemseddin ve Bıçakçı Ömer Dede gibi iki farklı meşrebe ve karaktere sahip şahsiyeti yetiştiren, II. Murad devri Anadolu sûfîliğine damgasını vurmuş Hacı Bayrâm-ı Velî’dir.Hacı Bayrâm-ı Velî, Bursa’da iken tanıştığı Somuncu Baba’ya intisap ederek tasavvuf yoluna girmiş, onunla birlikte Adana’ya, Dımaşk’a, Mekke’ye ve nihayet Aksaray’a gitmiş, bir süre sonra şeyhinin izniyle yaklaşık 806-807 (1403-1405) yıllarında Ankara’ya yerleşmiş, vefatında yanında bulunmuştur. Somuncu Baba’nın diğer müridleri arasında Şeyh Şücâüddin Karamânî, Şeyh Muzaffer Lârendevî ve Molla Fenârî’nin isimleri sayılmaktadır. Ayrıca daha sonraki dönemde Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisap eden Kızılca Bedreddin’in de başlangıçta Acem diyarından Anadolu’ya birlikte geldiği Somuncu Baba’ya bağlı olduğu rivayet edilir. Onun döneminin diğer sûfîleriyle de yakın dostluklar kurduğu bilinmektedir.
Yıldırım Bayezid’e kendisini “gavs-ı a‘zam” olarak tanıtan Emîr Sultan ve 1404-1405 yıllarına tekabül eden hac dönüşü Aksaray’a kadar giderek kendisini ziyaret eden Şeyh Bedreddin bunlar arasında zikredilebilir. Somuncu Baba’nın Şerh-i Hadîs-i Erbâin (trc. M. Şeyhmus Alkoç, Tuhfetü’l-ihvân, 40 Seçme Hadîs-i Şerif Meâli-İzahı, İstanbul 1977), Zikir Risâlesi (trc. İhsan Özkes, İstanbul 1991) ve Silâhu’l-mürîdîn adlı üç eseri olduğu ileri sürülmektedir. Ancak kaynaklarda onun eser yazdığına dair bilgi bulunmaması, bu eserlerin eldeki nüshalarının oldukça geç tarihli olması bunların ona aidiyeti konusunda şüphe uyandırmaktadır.
SOMUNCU BABA İLE YILDIRIM BAYEZİD’İN KARŞILAŞMASI
Niğbolu muvaffakıyetinin bir şükrânesi olarak Yıldırım Bâyezîd, Bursa’daki meşhur Ulu Câmî’yi yaptırdı ve beş vakit cemâate devam etti.
Pâdişah, bu câmi-i şerîfin açılışında başta Emîr Buhârî (Emîr Sultan) olmak üzere bütün meşâyıh ve ulemâyı dâvet etmişti.
Bir cuma sabahıydı. Herkes yapılacak merasim için toplanmıştı. Bir müddet sonra Sultan Yıldırım Bâyezîd teşrîf etti ve damadı olan Emîr Buhârî Hazretleri’ne:
“–Ey Emîr! Buyur, câmi-i şerîfin kapılarını sen açıp namazı da sen kıldır! Bu şeref, ümmetin büyüğü olarak sana âittir.” dedi.
Ancak Emîr Buhârî, büyük bir tevâzû ile itiraz etti:
“–Hayır sultânım! Benden çok daha büyük kimseler var. Bu şerefi, Şeyh Ebû Hamîdüddîn-i Aksarayî’ye vermelisiniz!” dedi.
O vakte kadar bu isimde bir şahsı duymamış bulunan Bâyezîd Han sordu:
“–Bu zât da kim ola ki?”
Emîr Buhârî cevap verdi:
“–Sultânım! Belki duymuşsunuzdur; Somuncu Baba nâmıyla mâruf bir ekmekçidir. Ulu Câmî işçilerine de bol bol ekmek infâk eylemiştir. İşte o kişi, evliyâullâhın büyüklerinden Ebû Hamîdüddîn-i Aksarayî’dir.”
Bunun üzerine Sultan, teklifi tasdîk etti. Emîr Buhârî de, ayağa kalkarak cemâate Somuncu Baba’yı tanıttı ve onu minbere dâvet etti. Somuncu Baba, mahcup bir şekilde:
“–Emîrim! Ne ettin? Bizi ifşâ ettin!..” diyerek son derece mahviyet içerisinde minbere yürüdü.
O gün minberde Somuncu Baba, Fâtiha’nın yedi ayrı işârî tefsîrini yaptı. Ancak sırrının zarûreten ifşâsı dolayısıyla daha sonra talebesi Hacı Bayrâm-ı Velî’yi de yanına alarak Bursa’yı terk etti.
İşte Osmanlı mülkü, böyle kadri yüce Allah dostlarıyla teminat altındaydı. Öyle ki geleceğin sultanları olarak yetiştirilen şehzâdeler de, her kesimden, liyâkatli kimseler tarafından yetiştirilir, bilhassa mânevî terbiyeleri velî bir üstâda tevdî edilirdi. Daha sonra Fâtih’in yetiştirilmesinde de aynen tahakkuk edecek olan şu hâdise câlib-i dikkattir:
Kaynak: Haşim Şahin, Diyanet İslam Ansiklopedisi
Osman Nuri Topbaş, Osmanlı, Erkam Yayınları
Asıl adı Hamid Hamidüddin’dir. Somuncu Baba olarak da bilinen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid Han zamanında yaşamıştır.
Miladi 1331 tarihinde Kayseri’nin Akçakaya köyünde doğmuştur. Anadolu’yu manevi fetih için gelen Horasan erenlerinden Şemseddin Musa Kayseri‘nin oğludur. Soyu Peygamber Efendimiz (s.a.s)’e ulaşır, 24. kuşaktan torunudur, Seyyiddir. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri ilk tahsilini babası Şemseddin Musa Kayseri’den almıştır. Bilge kişiliği olan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, ilim alanındaki çalışmalarını Şam, Tebriz ve Erdebil’de sürdürmüştür. Alaaddin Erdebili’den ve Bayezid-i Bistami’nin ruhaniyetinden manevi terbiye almıştır.
“SOMUNCU BABA” İSMİ NEREDEN GELİYOR
Dini ve dünyevi ilimlerle ilgili icazet alarak, irşad vazifesi için Anadolu’ya dönmüş Bursa’ya yerleşmiştir. Bursa’da çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip çarşı pazar dolaşarak “Somunlar Müminler” nidasıyla insanlara ekmek dağıtmıştır. Bu sebeple Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Somuncu Baba ve Ekmekçi Koca olarak da tanınmıştır.
ULU CAMİ’NİN AÇILIŞ HUTBESİNİ SOMUNCU BABA VERDİ
Zamanın Padişahı Yıldırım Beyazıd Han, Niğbolu zaferini kazanınca Allah’a şükür nişanesi olarak Bursa Ulu Camii‘ni yaptırmıştır. Ulu Cami’nin açılış hutbesini Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri okumuş, hutbede Fatiha Suresini yedi farklı şekilde yorumlamıştır. Bu olağanüstü hutbeyi dinleyen cemaat Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerine büyük bir teveccüh ve tazim göstermiştir.
HACI BAYRAM-I VELİ’Yİ ANKARA’YA GÖNDERMESİ
Manevi kişiliği ve bilgelik yönü ortaya çıkan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri şöhretten korktuğu için talebeleriyle birlikte Bursa’dan ayrılarak Aksaray’a gelmiştir. Aksaray’da Hacı Bayramı Veli Hazretlerini dünyaya ve ahirete ait ilimlerde eğiterek yetiştirmiş, irşad vazifesi için Ankara’ya görevlendirmiştir.
Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, 1412 (h. 815) tarihinde Darende’de ebedi âleme göç etmiştir. Kabri şerifleri, kendi zamanında halvethane olarak kullanılan, misk ü anber kokulu, şimdiki Şeyh Hamid-i Veli Camii içerisinde olup, estetik yapılı cevizden oyma sanduka ile de kaplıdır.
SOMUNCU BABA’NIN OĞULLARI
Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin Yusuf Hakiki ve Halil Taybi adında iki oğlu bilinmektedir. Yusuf Hakiki Aksaray’da kalarak burada vefat etmiştir. Diğer oğlu Halil Taybi ise, hacdan döndükten sonra babası ile birlikte Darende’ye gelerek yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Kabri şerifleri Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin yanındadır.
SOMUNCU BABA’NIN TALEBELERİ
Somuncu Baba Hazretleri ve en meşhur talebesi Hacı Bayram Veli’nin Osmanlı Devletinde yeni Anadolu ve Rumeli üzerinde çok büyük etkileri vardır. Osmanlı kültürünü etkileyen bu önemli simaların hizmetlerini ve kültürümüze katkılarını anlamak için yetiştirmiş oldukları bazı isimleri zikretmemiz yeterlidir. Böylece kültürümüz için ne kadar önemli olduklarını ve büyük değerler ifade ettiklerini anlamaya çalışabiliriz. Bu önemli isimler ve medfun oldukları yerler şunlardır:
Halil Taybi– Darende
Baba Yusuf Hakiki – Aksaray Akşemseddin– Beypazarı – Göynük
Ömer Dede – Göynük Hızır Dede – Bursa
Akbıyık Sultan – Bursa İnce Bedreddin – Darende
Yazıcıoğlu – Gelibolu Şeyh Lutfullah – Balıkesir
Şeyhî – Kütahya Şeyh Üftade – Bursa
Aziz Mahmud Hüdayi – İstanbul Muslihiddin Halife – İskilip
Uzun Selahaddin – Bolu
Somuncu Baba Hazretlerinin günümüze kadar gelen uzantıları ve yansımaları o kadar mükemmeldir ki Anadolu’nun her köşesinde bir parçasını bulmak ve yüreklerde hissetmek mümkündür. Âlim ve tasavvuf ehli kimseler üzerinde emeği ve etkisi bulunan Somuncu Baba Hazretleri için kültürümüzün temel taşlarından biridir diyebiliriz
Osmanlı Coğrafyası’nın manevi güneşi Şeyh Hamid-i Veli Somuncu Baba(ks) ‘nın kabrinin bulunduğu bu nâdide mekan O’nun soyundan gelen ve Vakfımızın kurucusu Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi tarafından çeşitli dönemlerde yapılan çalışmalarla restore edilmiştir. Osman Hulusi Efendi(ks)’nin vefatından sonra 90’lı yıllarda yapılan çalışmalarla Türbe ve çevresi genişletilmiş bir Külliye hüviyeti kazandırılmıştır. Nihayet yapımına 2009 yılında başlanan ve 15 Haziran 2013 tarihinde açılışı yapılan Yeni Cami ile birlikte Külliye bugünkü halini almıştır.
Türbe Bölümü, Hazire Bölümü, İlave Cami Bölümü, Yeni Cami ve Tanıtım Merkezi Müzesinden oluşan Külliye, her yıl binlerce kişi tarafından ziyaret edilmektedir.
Ayrıca, Somuncu Baba Camii ve Külliyesini ziyarete gelen misafirlerimize konaklayıp, dinlenebilecekleri, barınma ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir ortam sunmak amacıyla, Camii ile Çilehane arasında çevre düzenlemeleri, perguleler, çocuk parkı, restoran ve birçok hizmet gelen misafirlerin istifadesi için hazırlanmıştır.
Günümüzde Külliye’nin her türlü ihtiyacı, bakım-onarım ve çevre düzenlemeleri Vakfımız tarafından karşılanmaktadır