 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Aklın ve ruhun fecr-i sadıkı İslâm, ezanı Kur’an-ı Kerîm, Müezzin-i Ekberi ise Hz. Muhammed’tir. Kainattaki bütün mahlukat bu Müezzin-i Ekber’in ezanını derin bir huşu içerisinde dinledi, doğuyu batıyı onunla nur kuşattı, fesad yuvaları sarsıldı. Ebû Cehil’in mabedinde çanlar çalmaya başladı. Bir anda ideolojilerin sesleri karanlığa gömüldü, Endülüs’ten Türkistan’a kadar Safa tepesinden Müezzin-i Ekber’in okuduğu Hakk’a kulluğa çağıran ezanlar duyuldu; “Uyanınız, yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz, ellerinizle yaptığınız putlara secde etmeyiniz, Lailahe illellah Muhammedu’r-Rasûlüllah deyiniz, kurtulunuz”.
Ebû Cehil Parlamentosu
Ebû Cehil ilk sarsıntının etkisiyle panikledi, Kureyş’in uluları “acil” koduyla toplandı, İblis’in parlamentosu Dârunnedve’de toplantılar üstüne toplantılar yaptı. Her nasıl olursa olsun Müezzin-i Ekber’in (sav) susturulması kararı çıktı bu toplantılardan… Müslümanlara sokaklar yasaklandı, bu yüzden Müezzin-i Ekber ezanları -bir süre- sadece Dârul Erkam’da okudu. Muhataplarından kimi Hz. Ebû Bekir gibi ilk ezanla, kimi de Ebû Süfyan gibi bin bir ezandan sonra uyandı. Sonunda Ebû Süfyan da inandı fecr-i sadıkın girdiğine, o da anladı insanların uyanmasına Ebû Cehil parlamentosunun engel olmayacağını…
Uzun Soluklu Ezanlar
Müezzin-i Ekber (sav), Âleme nûr ve surur veren kulluk çağrılarını hep ilk ezan heyecanıyla okudu. Araba, aceme, çölde vur ha vur su arayan bedevinin bulduğu “su” gibi can verdi ezanlar. “Hz. Adem’in, Musa’nın, İsa’nın, Hz. Muhammed’in (sav) imanıyla mayalanan yer yüzü toprağında İslâm ulu bir çınar, inkar ise yerde kalmaya mahkum ayrık otu gibidir”, dedi ezanlar. Kureyş’ten Hz. Ebû Bekir’le, Habeşistan’dan köle Bilal’i ümmet yapısında bir araya getirerek dünyaya, Müslümanın ülkesi sınır, ufku hudut kabul etmez, imanı ise, en batıdaki mazlumlar gibi, en doğuda Çin’in esaretinde yaşayan Türkistanlı’ları da kuşatır, dedi. Ezanlar, can verdi insanlığın kuruyan damarlarına. 23 yıl sağnak halinde yüreklere yağan yağmurdu fecr-i sadık ezanları… Allah Rasûlü (sav) Kur’an-ı Kerîm’i mürekkeple sahifelere değil, nurla yüreklere yazdı. Hâdiseleri son haliyle düşünmeye, akletmeye çağırdı insanları. Akla ve ruha diriliş aşısı yaptı. Birine “Sen düşün ve yaşa”, diğerine ise “Sen zevk derecesinde yaşa” talimatını verdi. Mücadelede muvazeneyi tesis etti. İnsanlığın en uzun soluklu ezanlarını okurken ne ruhtan akla, ne de akıldan ruha bir pay verdi.
Sadece Onların Sesi Duyuldu
Ondan (sav) sonra, Ona bağlı büyük müezzinler geldi. Kimi Gazzâlî gibi Meşşai, Batini, kimi de İmam-ı Rabbânî gibi “Tanrısal Din” uykusundan uyanmaya çağırdı muhataplarını. Yüksek yerlerde, yüksek tizden öyle ezanlar okudular ki “Allah Ekber” nidaları diğer bütün çağrıları bastırdı, bir anda âlemde sadece onların sesi duyuldu.
Allah Teâlâ dininin Hakk’a kulluk yolunu açık tutmak için, çağının insanını uyutan sebepleri yakından tespit eden, ona göre ezanlar okuyan büyük müezzinler gönderdi. Allah Rasûlü’nün (sav) ve getirdiği Kur’an-ı Hakîm’in bir mucizesi olarak her dönemde Fahreddin Râzîleri, İmam Rabbânîleri oldu bu yolun.
Felsefe-Kelâm Hesaplaşması
Felsefe, Müezzin-i Ekber’in uyandırdığı İslâm aklıyla (kelâm) zaman zaman büyük hesaplaşmalara girişti. “Kazandı” gibi göründüğü zamanlarda da büyük darbeler alıp kendi karargâhına çekilmek zorunda kaldı. Ne var ki Moğol ve Haçlı istilası sonrasında yaşanan hesaplaşma’dan zaferle çıkan Kelâm alimlerinin üzerine kan, ter sıçradı. Felsefî akıldan bir parça da olsa Kelam’a sirayet etti. Yüzlerce delille Allah’ın varlığını ispat eden kelamcılar, zevk derecesinde bir imana malik olamadı. Müslümanlar kelâmla felsefenin girdiği savaşta büyük acılar çekti, büyük ızdıraplar yaşadı. Kelâm İslâm’a yönelen saldırıları bertaraf etti fakat saldırı sonrasında yaraları saramadı, kalbi teskin edemedi. Varlıkta yokluk yaşadı. Allah Rasûlü’nün (sav) ezanlarıyla uyanan akıl, kelamcılarla Aydınlanma’nın münkir aklından çok önce akılcılık denizinin dibini gördü. Gazzâlî en derin noktalardan Hz. Ali’ye nisbet edilen; “Anlamayı anlamaktan aciz olmak anlamaktır” sözü tekrar etti. Ondan bir asır sonra yani kilisenin, “Atın ağzındaki dişler şu kadar” diye nassına itiraz eden düşünürleri astığı zamanlarda gelen Fahreddin Râzî de ‘Akılların en son geldiği yer, tutukluktur” dedi. Aklın sidre-i müntehasına ulaşan büyük kelâmcılar, mütefekkir aklı Hz. Muhammed’in önünde paspas yaparsa yaratılışın sırrına erer, büyük bilmeceleri çözer dedi. Aklın tutulduğu yerden ötesinde aşk konuşur. Allah, alem, ruh gibi temel meselelere aşkla cevap verilir. Aşka dayalı kelâm sorun çözerken “sorun” olmaz.
Mevlânâ ve Yeni Kelâm
Her yerde kelâmcıların sesinin duyulduğu, avam arasında dahi kelâmî mevzuların konuşulduğu bir zamanda Âlem-i İslâm’ın, felsefenin derinliklerine ulaşıp onun, cahillerin “su” zannettiği bir serap olduğunu gören ve oradan yara almadan çıkan bir ulu hocaya ihtiyacı vardı.[1] Bu ulu hoca kelâmcıların yaptığı gibi muhalifleri susturmakla iktifa etmeyecek, fikri bütün düğümleri çözecek, kalbi sekinet ve imanla dolduran bir kelâmın temellerini atacaktı. Mevlanâ Celaleddin er-Rumî böyle bir asırda, bu ödevi yerine getirmek üzere zuhûr etti ve mücadelesinin esaslarını “Mesnevi” diye meşhur olan muhalled eserinde belirtti.
“Bîzârım” dedi Mevlânâ
Kelâm, felsefeyi, aşka dayalı kelâm da mücerred kelâmı gölgede bıraktı. Moğollarla gelen hezimeti yaşayan Âlem-i İslâm’a hem taziye, hem teselli oldu Mesnevî. Onlarca delille Allah Teâlâ’nın varlığını isbat eden fakat müminin zevk derecesinde bir imana nasıl malik olacağına dair kayda değer bir çözüm ortaya koyamayanların ortamında da itibar gördü Mesnevi. Yeni kelâmın omurgasını neyin oluşturduğu, zındıklar tarafından daha sonra kendisine nisbet edilecek sözlerin kendi beyanlarına karışması durumunda nasıl bir yol izleneceği, hangi ölçülere uyması durumunda bir sözün Ona ait olacağı gibi hususları ifade noktasında şunları söyledi Mevlânâ:
Men bende-i Kur’anem eğer candârem,
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhterem,
Eğer nakl küned cüzin kes ez güftârem,
Bîzârem ezû ve zân sühun bîzârem.
Mevlânâ, Mesnevi mısra mısra Kur’an-ı Hakîm’i anlatır, ben de Kur’an’ın bendesiyim/kölesiyim, Muhammed’i Muhtâr Hz. Muhammed’in (sav) yolunun tozuyum, dedi. Kim benden bundan başkasını nakleder ya da bana isnad ederse; ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım” dedi. Sanki Mevlânâ yolunun ney ve sema ile kapatılacağını, Mesnevi’nin mesajının bu iki unsurla gölgeleneceğini görmüştü de, “bîzârem/usandım” demişti. “Ömrümü vererek ortaya koyduğum hakikatimi Muhammed-i Muhtâr’ın yolunun tozu olmamdan başka bir hassasiyetle her kim anlatırsa ondan da bîzarım. Eğer birileri beni ‘ney’e mahkum edip, mesajımı, bendesi olduğum Kur’an vadisinden koparırsa, Mesnevi’nin nağmelerini ‘ney’ sesine kurban ederse; onlardan usandım Allah’ım! Kur’an’a ‘bende’ bir Müslümanın kabrinde Kelamullah’ı okuma yerine ‘ney’ çalan anlayıştan ‘bîzârım’” dedi, Mevlânâ.
İnsanlığın Hikayesi
Mevlânâ ‘’bişnev/dinle’’ diye başladığı Mesnevi’sinde insanın Cennet’ten dünyaya düşmesini ve tekrar buradan oraya yükselmesini anlatır. Hâdiseyi kamışlıktan koparılan, bir ustanın elinde delinen sonra da neyzenin nefesiyle sürekli inleyen kamışa benzetir. Ney, neyzenin ağzında inleyerek koparıldığı vatanı kamışlığa özlemini, ailesine, arkadaşlarına hasretini dile getirir. İnsan da tıpkı ney gibi, “Oradan hepiniz inin”[2] ayetiyle düştüğü Cennet’i arzular. Onun için dünyada bir güler, on ağlar. Çünkü burası elem ve imtihan yurdudur. Ne var ki insan bu mihnet yurdundan Rabbi’ne ulaşacak. Dünya, Cennet’in zorunlu güzergahıdır. Bu yüzden Allah Rasûlü (sav) son anlarında şifa bulması için kendisine dua eden Hz. Aişe’ye (sav) “Allahümme’r-Refika’l-Ala” diye müdahale eder. Yüce dosta ya da asıl vatanına dönmek istediğini belirtir. Bu yüzden ölüm Mevlânâ’da “Şeb-i Arus/Düğün Gecesidir”. Çünkü ölüm gurbeti bitirir, vuslatın kapısını açar.
Aklı Hz. Ahmed’in Yolunda Kurban Etmek
Mevlânâ, insana hayat hikayesini hatırlatır, kurtulmak için, “Hz. Ahmed’e yapış, aklı onun önünde kurban et, Hasbiyalllahu virdin olsun, kula Allah yeter” der. Dünyayı kuyuya, insanı da ona atılan Hz. Yûsuf (a.s.)’a benzetir, kurtuluşun da Hablullah olan Kur’an-ı Kerîm’e yapışmak olduğunu söyler. Hz. Muhammed’e (sav) muhatab olabilmek için görmek yetmez, hakla batılı ayıracak “basîret” şart, der Mevlâna: “Aynı merada otlayan iki ceylanın yediği birinde ‘misk’ diğerinde ‘gübre’ olur. Ağaçlardan ve çiçeklerden toz alan iki arıdan birinde toz, bal; diğerinde zehir olur.” Ebû Bekir gibi basiretle bakan Allah Rasûlü’nde (sav) “risaleti”, basarla bakan ise Ebû Cehil’de olduğu gibi “sadece insaniyeti” görür.
Vecd Halinde ki Dönüş Sema, Paralısı ise Danstır
Uzaklardan Allah Rasûlü’nü (sav) görmek için yola revan olan, görünce de atının üzerinden düşüp, yere yığılan, orada ruhunu teslim eden sahabi gibi Mevlânâ da vecd halinde varlıklardan habersiz bir muvahhid olarak kendinden geçip semâ etti. Bazen derste, bazen sokakta, bezen evde yakalandı “vecd” sağanağına. Onun “bîzârım” dedikleri içerisinde “semâ’ını” bir sanatsal gösteriye çeviren, dervişliği bir kavuk ve hırkaya indirgeyen Ashâbı arz-ı endam da var. Mevlânâ vecde geldi, döndü. Erbab-ı sanat ise Mesnevi’nin ruhundan habersiz icra- i sanat ya da tahsili ücret için dönüyor. Aradaki fark geceyle gündüz gibi zahir, göremeyen ise kördür.
Hakk’la Beraber Olmak
Mevlânâ insanları, yaşadığı İslâm’ı hayat nizamı olarak tanımaya çağırdı. Mesnevi’de abid bir kulun Allah’a kurbet hallerini, zahidin zühdünü yazdı.
Mevlânâ’nın dünya malına alakasızlığı o derece ileri bir noktadaydıki, kendisine hediye gelince sevinmez bilakis onları Hüsameddin Çelebi’ye verince mesrur olurdu. Ancak evindeki yokluk açlık derecesine ulaşınca oğlu Sultan Veled’in gelen hediyelerden bir miktar ev için ayırmasına müsaade ederdi. Evde yiyecek bir şey olmadığı gün fevkalede sevinir, “Şimdi bu evden Hak’la beraber olmanın kokusunu alıyorum” derdi.
Onunla Sokağa da Muhabbet Geldi
Ma’rûfu emretmeye, münkerden alıkoymaya, yüreklere “sekinet”, bakışlara “muhabbet” aşılamaya adanmış bir hayat yaşadı Mevlânâ. Dar bir sokakta uyuyan bir köpek, yürüdüğü yolu kapatınca, ona rahatsızlık vermemek için durup bekledi.
Mevlânâ ile sokağa “kardeşlik” geldi. Bir gün yol üzerinde biri diğerine, “Ey melun! Bana bir dersen on işitirsin” diye bağıran iki kişinin münakaşa ettiğine tanık oldu. Yanlarına yaklaşıp bire, onla mukabele edeceğini söyleyen adama, “Kardeşim! Söyleyecek sözün varsa bana söyle. Çünkü bana bin söz söylesen de sana bir sözle karşılık vermem” dedi. İkisi de Mevlânâ’nın ellerine kapandı. Hem sözü, hem de haliyle irşad etti. Çünkü o, yaşadığı dünyaya en yüksek tizden Hz. Muhammed’in diriliş ezanlarını okuyordu: “Ve Kûnû ‘Ibâdallahi ihvânâ/Kardeşler olunuz Ey Allah’ın kulları” diyordu.
Soğuk Konya Gecelerinde Buz Tutan Sakallar
Mevlânâ namaz vakti gelince kıbleye döner, yüzünün rengi değişir, geceler boyu ibadet ederdi. Uzun yıllar kendisiyle aynı ortamı paylaşan Sibehsalar, “Onu hiç gece elbisesiyle görmedim. Odasında ne yatak, ne de yastık vardı. Uyku bastırınca oturduğu yerde şekerleme yapardı. Sabaha kadar namaz kılardı.”[3]
Bir şiirinde namazı şu şekilde vasfetmişti:
“Gözyaşıyla abdest alınca namaz ateş gibi hararetli olur.”
Şiddetli soğuğun olduğu bir kış günü namazda öyle ağladı ki gözyaşlarıyla yüzü ve sakalları ıslandı, yanak ve sakalları buz tuttu[4] fakat yine de namazını bozmadı, kıraatini azaltmadı. Çünkü gözünün nuru namazdı. Hayatını Allah Rasûlü’nün (sav) “Seddidû ve Gâribû’’ (Takatiniz nisbetinde ibadet edin ve orta yoldan ayrılmayın)[5] talimatı üzerine kurguladı.
Kâlden hâle, kelimeden manaya, cümle şehrinden kelam şehrine geçti. Beş hasse ile hakikat aramak Mutezile yoludur; ey tuzlu suda yaşayan adam, nereden bilebilirsin ki Ceyhan ve Fırat Nehirlerini, dedi.
Aşktır Köleyi Efendi Yapan
Hicri yedinci asırda esen akılcılık kasırgası ve Moğol istilasıyla sönen yüreklerdeki kora aşkla, imanla üfledi Mevlânâ. Gök gibi gürledi, yağmur gibi boşaldı Doğuya. “Aşk acıyı tatlı, toprağı altın, kederi safa, elemi şifa, zindanı gülistan, hastalığı nimet, kahrı rahmet yapar. Demiri inceltir, taşı eritir, ölüye can verir, köleyi efendi yapar” dedi Mevlânâ.[6]
İnsanlığı dev sorunlarını ancak Muhammed Muhtâr’ın yolunun tozu olan aşk adamlarının çözebileceğini söyledi:
“Biz hak ve hakikatin öğrencileri olan doktorlarız.
Bizi Kızıl Deniz görünce ortadan yarıldı,
Onlar kalbe nabız yoluyla ulaşırlar.
Biz vasıtasız ve aracısız kalbe gideriz.
Çünkü biz ferasetimizle yükseklere bakarız” dedi Mevlânâ.
Rahbanilik Yok, Rabbânîlik Var
Bu dinde “Rabbânîlik” var “Rahbânîlik” yok[7] fakat eline bir tesbih ya da Mesnevi alıp münzevi bir hayat yaşamak da “Rabbânîlik olamaz”, dedi Mevlânâ. Günde beş defa farzı, haftada bir cumayı bir cihetiyle gönüllü, bir cihetiyle de zorunlu ümmet ictiması olarak değerlendirdi. Bu ictimanın öneminden dolayı öz kardeşiyle haftada bir görüşürken, mümin kardeşleriyle günde beş defa bir araya gelir Müslüman. Beş vakit namaz, her Müslümana mensubu olduğu ümmet yapısına sahip çıkmayı emreder.
Hakikati, layık olduğu makama, ruhu aklın seviyesine çıkardı, muvazeneyi yeniden kurdu Mevlânâ. “Eşyaya akıl ve ruh muvazenesinin tesis edildiği noktadan bakın” dedi. Kelâmcıların elinden tuttu, onlar için yeni bahisler, yeni başlıklar açtı. Allah’a ulaşırken aklın yanına aşkı da koyalım dedi. Mesnevi asırlarca udeba meclislerinin baş yapıtı oldu. Sufiler seyr ü sülükte Mesnevi’yi kendilerine azık yaptı.
Büyük Mağdur Olarak Mevlânâ
Mevlânâ’nın dirilten soluklarından korkanlar, onunla insanlar arasına maniler koydu. Şekle, sûrete, çalgı aletlerine bürünen muharref tasavvufla, ruha sekînet, akla istikâmet veren tasavvufun yolunu kestiler. Sûrette halk, hakikatte ise Hak ile olmaya çağıran tasavvufu, bir cübbe, bir hırka, bir neye indirgediler. Allah’ın Kitab’ı ve Rasûlü’nün (sav) Sünneti’ne uymayan herşeyin put olduğunu söyleyen:
“Bizim Mesnevimiz vahdet dükkanıdır,
Onda Allah’tan başka ne görürsen bil ki o puttur” diyen Mevlânâ’yı konser salonlarına mahkum ettiler. Mevlânâ bu beytiyle belli amaçlar doğrultusunda Mesnevi’ye bir takım ilaveler yapılacağını ima ederek, Müslümanlara neyin kendisine ait olduğu belirleme noktasında ölçüler verdi. Tevhide uymayan her ne varsa puttur ve benimle alakası yoktur, dedi. Ne var ki Mevlânâ’dan 366 yıl sonra Mesnevi’nin, içinde garip ifadeler yer alan 7.cüzünün olduğu söylendi. Daha sonra bu cüz İsmail-i Ankaravî (v.1041/1631) başta olmak üzere bazı şarihler tarafından şerh edilerek meşrulaştırıldı.
Pek çok ulu hoca gibi Mevlânâ da eserleri üzerinde oynama yapılabileceğini tahmin ettiğinden talebelerine neyin kendine ait olduğunu belirleme noktasında Kur’an ve Sünnet’i şahit bıraktı.
7.cüz üzerine yapılan münakaşalar Ahmed Cevdat Paşa gibi Şeriat’tan taviz vermeyenlerle, yanlışta hikmet arayanlar arasında uzun yıllar devam etti. Hadiseyi doğru bir şekilde anlayabilmek için muteber alim ya da mürşidlere isnat edilen belli eser ya da ifadelerle nasıl bir oyun oynandığını izah edelim:
Zındıkların Tahrif Hamleleri
İslâm tarihinde meydana gelen fikri ya da ictimâî krizlerin oluşum safhalarında etkin olarak yer alan zındıklar müslüman kimliği altında, özellikle nüfuz sahibi alimlerin metinlerini tahrif etmiş sonra da onlar üzerine tekfir içerikli reddiyeler yazdırmışlardır. Zındıkların böyle bir usûl benimsemelerinin arka planında, insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel (sav) ölüm hastalığında iken yastığının altına hileyle sapık akidevi görüşleri ihtiva eden bir metin koymuşlardır. Eğer icâzetli talebeleri Onun sağlam akidesini bilmiyor olsaydı, yastık altında buldukları metinle pekala yanlış bir yol benimseyip günaha saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebû Hanife’yi ret ve tekfir eden bir kitap uydurup Ebû Bekir el-Hayyâd’a sunmuşlardır. Eseri mutalaa eden el-Hayyâd, Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama kaleme alıp Ona göndermiştir. Fîruzâbâdi, el-Hayyâd’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni günaha sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o, düşmanlara ait olan bir iftiradır. Ben Ebû Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi O’nu anlatan bir ciltlik eser de telif ettim.” Zındıklar İmam Gazzâlî’nin “İhyâ”sına da bazı meseleler eklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde ettiği bir İhyâ nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rânî, “el-Bahru’l-Mevrûd” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını söylemektedir.[8]
Zındıklar tarafından eserleri üzerinde en fazla tahrifat yapılan müelliflerin başında Mevlânâ ve İbn Arabî gelir. İbn Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem adlı eserleri başta olmak üzere pek çok kitabına zındıklar tarafından ilaveler yapılmak istenmiştir. Konu ile alakalı İmam Şa’rânî şöyle bir hadise nakletmektedir: “Yahyâ b. Muhammed el-Mağribî ile karşılaşınca Ona Fütûhât’taki Ehl-i Sünnet akidesine uymayan bazı konulardan sordum. El-Mağribî, İbn Arabî’nin Konya’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı metinle karşılaştırdığı bir nüshayı çıkardı; Fütûhât’ı ihtisar ederken gördüğüm ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin hiç birisi el-Mağribî’nin nüshasında yoktu”.[9]
Ahmed Cevdet Paşa’nın “Mesnevi” Mektubu
Mevlânâ’nın eserlerine de bu noktada ilaveler yapılmış, müstakil bir eser olarak 7. cild uydurulmuştur. Nitekim Mesnevi’nin altı cildinden icâzet alan Ahmed Cevdet Paşa, Âbidîn Paşa’ya yazdığı mektupta, bayağı üslubu ile iştihar eden yedinci cild’in Hz. Mevlânâ’ya ait olmadığını, ondan 363 yıl sonra (1035) kaleme alındığını ifade eder. Bu hususu isbat noktasında da altıncı cildin sonundaki tamamlanamayan hikayeyi, önceki ciltlerde övülen İbn Arabî’nin uydurulan ciltte “Şeyh-i Ekfer” olarak zikredilmesini, Mevlânâ’nın tenkit ettiği Fahruddin-i Râzî’nin (sav) yedinci ciltte dinin reisi olarak geçmesini nazara verir. Ahmed Cevdet Paşa devamla şunları söyler: “Daha önce Dersaâdet’te iki önemli Mesnevîhân vardı ki, biri Hüsameddîn Efendi diğeri ise, Mir’ât-ı Molla dergahı şeyhi idi. Hüsamüddîn Efendi’nin dersini dinlemiştim ve Şeyh Efendiden hayli tedris eylemiştim. Hatta Şeyh Efendi, Dâru’l-Mesnevî’yi inşa etmiş ve 1260 senesi Muharremin 9. günü merasim ile, eski talebelerine Mesnevi’den icâzet verdiğinde bendeniz dahi icâzet alanlar arasında bulunmuştum. O gün Mesnevîhânların mesut bir günü idi ki, Cennetmekan Sultan Abdülmecîd Han Hazretleri, Dâru’l-Mesnevî’ye teşrif ile onları taltif buyurmuştu. İşte o gün bizim aldığımız icâzet, şeş-cihet-i manevî olan altı Mesnevi defterine münhasır idi. Zira Şeyh Efendi, yedinci cildi inkâr edenlerdendi. Hüsameddîn Efendi ise, “Mesnevi yedi cilttir” diyenleri “altı cilttir” deyinceye kadar dövmelidir derdi. Hasılı, bu bir eski Mâceradır. Bazıları “yedinci cilt” isimli manzumenin Mesnevi’yi tamamlayan cüzlerden biri olduğunu iddia etmişlerdir. Mesnevîhân ve Mevlevî meşâyıhı ise, onun enfâs-ı mevleviyeden olduğunu katiyen inkar ederek ondan uzak durmuşlardır. Zira Mevlânâ’nın çağdaşlarından Sipehsalar, telif ettiği “Menâkıp”ta Mesnevî-i Şerîf’in yalnız altı cild olduğunu zikretmiştir. Sadreddîn Konevî Hazretlerinin takriz ettiği Mesnevî-i Şerîf de yalnız altı ciltten ibarettir.[10] Muallim Naci (v.1310/1890) “Esâmi” adlı eserinde yedinci cildin Mevlânâ’ya ait olmadığından dolayı, Ankaravî’nin yedinci cilde ait şerhinin itibar görmediğini söyler.[11]
Mehmed Akif de Mesnevi’nin yedinci cildinin Mevlânâ’ya aidiyetiyle alakalı bir soruya muhatap olduğunda şunları söyler: ‘Ben bu konuda salahiyet sahibi değilim. Fakat lisan itibariyle adı geçen cild Mevlânâ’dan iki yüz sene sonraki zamanlara aittir. Sırf lisan bakımından bile Mevlânâ’nın değildir diyebilirim”.[12] Devlet-i Aliyye zamanındaki meşayıhı kiram da Ahmed Cevdet Paşa’nın farklı vurgularla naklettiği gibi, “Kim Mesnevi’nin yedinci cildi de var diyerek uydurulan bir eseri Hz. Mevlânâ’ya isnad ederse müfteri kabul edilip tedip edilmelidir” derdi. Bütün bunlara rağmen İsmail Ankaravî gibi bazı Mesnevi şarihleri yanlışlarda ya da iftiralarda hikmet arayan bir üslup ve zorlama tevillere yedinci cildi şerhetmiştir.
Mukavvadan Münekkidler
Tasavvufu tenkit etmek için fırsat kollayan mukavvadan münekkidler, tahkik zahmetinde bulunmadan Mevlânâ ve İbn Arabî ile alakalandırılan her konu ve metin üzerinden tekfire varacak derecede ağır eleştiriler yapmaktadırlar. Bir cildi uydurulabilen ve bu uydurmanın da bazı şarihler tarafından fark edilemeyip şerh edildiği zahirken Mesnevi’de ki, iki ya da üç hikayeyi bahse medar yapıp Hz. Mevlânâ’ya saldırmak insafsızlıktır. Aynı şekilde Mesnevi’de ki bir kaç meseleyi Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye arz edip onlara muvafık değilse reddetme ve bu reddedişle Mevlânâ’yı iftiradan kurtarma cihetine gitmemek de gaflettir.
Tasavvuf Meclislerinden Müzik Şölenine
İşgal, bazen silah, bazen de sanatla olur. Mevlânâ üzerinden tasavvufu müzik şölenine çevirenler, evliya yoluna arzularının kirini dökmektedir.
Eline bir defa bile ney almayan Mevlânâ’yı, Mesnevi yerine çalgı aletleriyle anmak ve anlatmak bir sanat darbesidir. İş bu darbenin etkisinden dolayıdır ki Mevlânâ, neyle arz-ı endamı Mevlevilik zanneden semazen ve neyzenlerin hurafelerine mahkum oldu. İkinci mahkumiyet ise onun sanatsal tasavvuftan “bîzâr” olmasını dikkate almadan, uydurulan ve ona isnat edilen hurafeleri esas kabul edip Mevlânâ’ya şirk isnadında bulunacak kadar ileri giden “hâricî” akılla olmuştur. Her iki tarz da doğu ve batıda İslâm’ı anlatmanın en etkili isimlerinden olan Mevlânâ’yı gereksiz tartışmalara çekip onun Allah’a davet yolunu kesmeye matuftur.
Hâricî Yaklaşımlar
“Rab”, “Mevlânâ” gibi kelimeleri insanlar için kullanmanın şirk olduğunu savunan hâricî anlayış maalesef ki “Kur’an Müslümanlığı” adı altında Kur’an’a kasdetmektedir. “Rab” kelimesi “mutlak olarak kullanıldığında Allah’a mahsus iken, diğer şekillerde ise insanlar için de kullanılmaktadır.”[13] Nitekim Hz. Yûsuf “rab” kelimesini birinde “mütekellim ya’sına”, diğerinde ise “hıtab kafı”na izafe ederek, “Rabbî”[14] ve “ilâ rabbike”[15] “efendi” anlamında kullanmıştır. “Mevla” kelimesi ise Arap dilinde en geniş kullanımı olan kelimelerdendir. Bir tarafta tahrif eden, Mesnevi’nin mesajını gölgede bırakan “neyzenler”, diğer tarafta ise “Mevlânâ” kelimesinin pek çok anlamı olmasına rağmen Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık için kullanılamayacağını söyleyen ve bu söylem üzerinden şirk ithamında bulunan hâricîler. Mevlânâ her ikisinden de bîzârdır.
Hülasa
Mesnevi’de -Osmanlı ulemâsının belirttiği gibi- sonradan farklı amaçlarla yapılan ilaveler olduğu ve bunların da Mevlânâ’ya ait olmadığı zahir olduğuna göre, Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’i hakem kabul edip, muhalif olanları atmak Mevlânâ’ya sadakatin bir gereğidir. Mektuplarının üçte birini tasavvuf çevrelerine yazan İmam-ı Rabbânî de aynı yöntemi uygulayarak, tekkelerde içerden bir tasfiye, umumi anlamda da bir tecdit yapmıştır.
Bütün meşayıh gibi Mevlânâ da mutlak doğru olarak Kur’an ve Sünnet’i kabul etmiş, buna şahid olarak da “Men bende i Kur’anem eğer candarem” demiştir. O, bu haliyle “Senin kitabına uymayan daha sonradan eserlerime ilave edilen neler varsa, kimler onları bana aitmiş gibi isnat ederse, elindeki neyle kadın-erkek bir arada Mevlevilik zarfı içinde eğlenirse, hakikatimi konser salonlarına kurban ederse, şahid ol ki, ben bunlardan uzağım Allah’ım” demiştir Hz. Mevlânâ!
Muhaddisler hurafeyi reddederken müsamaha göstermediler; her ne kadar bir hadis halk arasında muteber olsa da ona, “zayıf”sa zayıf, “mevzu” ise mevzu demekten imtina etmediler. Rivayet senediyle gelen hadisler dışındaki bütün eserleri de Kur’an ve Sünnet mizanında değerlendirdiler. Tecdid yolunu açık saklayarak eserleri öz-posa ayrımına tabi tuttular.
Mesnevi yazılış gayesi doğrultusunda okunduğunda görülecektir ki, derin uykulara çekilen insanlığa; “Sabah oldu uyan” diyen Müezzin-i Ekber Hz. Muhammed’in (sav) müezzinlerinden Celaleddin’i Rumi’ye ait bir ezandır. İnsanlığın en büyük müezzini Hz. Muhammed’in (sav) buyruklarına tercüman olan bir ezan… Doğunun, batının kentlerinde on binlerin hidayetine vesile olan bir ezan…
[1] Nedvî, Ricâlu’l-Fikr, Dâr Ibn Kesîr, 2007, I, s.371.
[2] Bakara: 38.
[3] Nedvî, a.g.e., I, s.379.
[4] Nedvî, a.g.e., I, s.379.
[5] Ahmed, Müsned, II, 166.
[6] Nedvî, a.g.e., I, s.406.
[7] Hadîd: 27.
[8] Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rânî, el-Yavâkit ve’l-Cevâhir, Beyrût, 2003, s.16.
[9] Bk. Eş-Şa’rânî, a.g.e., s.16; Eş-Şa’rânî Fütûhât’ı, “Levâkıhu’l-Envâri’l-Kudsiyye” ve “el-Kibrîtu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki ayrı kitapta ihtisar etmiştir.
[10] Ahmed Cevdet Paşa, “Ahmed Cevdet Paşa’nın Âbidin Paşa’ya Yazdığı Mektup”, Mekteb, c.III, yıl.4, sy.33, 1311, s.308-313.
[11] Muallim Naci, Esâmi, Mahmud Bay Matbaası, İstanbul, 1308, s.58.
[12] Mithat Cemal, Ölümünün Ellinci Yılında Mehmed Akif, Ankara, 1986, s.194.
[13] Nesefî, Medârik, I, s.30.
[14] Yûsuf: 23.
[15] Yûsuf: 50.
Bugün 6 ziyaretçi (6 klik) kişi burdaydı! |
|
|
..
BENİ İYİ DİNLE!
Eğer sen bana aşıksan, ben seni perişan ederim. Beni iyi dinle!
Şu fani dünyada az ev yap, sonra onu yıkar, viran ederim, beni iyi dinle!
Arılar gibi, karıncalar gibi yüzlerce ev yapsan yine seni kimi-kimsesiz, evsiz barksız bırakırım, beni iyi dinle!
Sen erkek, kadın bütün insanların sana hayran olmalarını, sana karşı duydukları sevgi ile mest olmalarını istiyorsun;
fakat ben, seni mest etmeyi, seni şaşkın hale getirmeyi istiyorum.
Mademki Halil’sin, ateşten korkma, emin ol! İçin rahat etsin! Ben ateşi sana yüzlerce gül bahçesi yaparım, beni iyi dinle!
Sen, kaf dağı olsan; seni hızlı hızlı dönen değirmen haline getirir, seni fırıl fırıl döndürürüm, beni iyi dinle!
Sen belki de hünerde zamanın Eflatun’u, Lokman’ı olsan, seni bir bakışta hiçbir şey bilmez bir hale getiririm, beni iyi dinle!
İsmail gibi seni kurban etmek istemem. Boğazına bıçaklar sürmem. Ne el görünür, ne yara görünür, beni iyi dinle!
Ben devlet kuşuyum. Sen’in başına gölge düşürmek lutfunda bulundum. Böylece seni eşsiz, üstün bir padişah yapacağım, beni iyi dinle!
Kendine gel de, az oku! Lüzumsuz kitaplarla kendini yorma! Sus, sabırlı ol!
Ben seni kitap yapayım, ben seni Kur’an-ın ta kendisi yapayım. (MEVLANA)
MUKAVVADAN MÜNEKKİDLER VE MUTASAVVIF MÜZİSYENLERİN ZULMETTİĞİ BÜYÜK VELİ: MEVLÂNÂ
29 Ocak 2016 0 Genel , Tasavvuf
Aklın ve ruhun fecr-i sadıkı İslâm, ezanı Kur’an-ı Kerîm, Müezzin-i Ekberi ise Hz. Muhammed’tir. Kainattaki bütün mahlukat bu Müezzin-i Ekber’in ezanını derin bir huşu içerisinde dinledi, doğuyu batıyı onunla nur kuşattı, fesad yuvaları sarsıldı. Ebû Cehil’in mabedinde çanlar çalmaya başladı. Bir anda ideolojilerin sesleri karanlığa gömüldü, Endülüs’ten Türkistan’a kadar Safa tepesinden Müezzin-i Ekber’in okuduğu Hakk’a kulluğa çağıran ezanlar duyuldu; “Uyanınız, yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz, ellerinizle yaptığınız putlara secde etmeyiniz, Lailahe illellah Muhammedu’r-Rasûlüllah deyiniz, kurtulunuz”.
Ebû Cehil Parlamentosu
Ebû Cehil ilk sarsıntının etkisiyle panikledi, Kureyş’in uluları “acil” koduyla toplandı, İblis’in parlamentosu Dârunnedve’de toplantılar üstüne toplantılar yaptı. Her nasıl olursa olsun Müezzin-i Ekber’in (sav) susturulması kararı çıktı bu toplantılardan… Müslümanlara sokaklar yasaklandı, bu yüzden Müezzin-i Ekber ezanları -bir süre- sadece Dârul Erkam’da okudu. Muhataplarından kimi Hz. Ebû Bekir gibi ilk ezanla, kimi de Ebû Süfyan gibi bin bir ezandan sonra uyandı. Sonunda Ebû Süfyan da inandı fecr-i sadıkın girdiğine, o da anladı insanların uyanmasına Ebû Cehil parlamentosunun engel olmayacağını…
Uzun Soluklu Ezanlar
Müezzin-i Ekber (sav), Âleme nûr ve surur veren kulluk çağrılarını hep ilk ezan heyecanıyla okudu. Araba, aceme, çölde vur ha vur su arayan bedevinin bulduğu “su” gibi can verdi ezanlar. “Hz. Adem’in, Musa’nın, İsa’nın, Hz. Muhammed’in (sav) imanıyla mayalanan yer yüzü toprağında İslâm ulu bir çınar, inkar ise yerde kalmaya mahkum ayrık otu gibidir”, dedi ezanlar. Kureyş’ten Hz. Ebû Bekir’le, Habeşistan’dan köle Bilal’i ümmet yapısında bir araya getirerek dünyaya, Müslümanın ülkesi sınır, ufku hudut kabul etmez, imanı ise, en batıdaki mazlumlar gibi, en doğuda Çin’in esaretinde yaşayan Türkistanlı’ları da kuşatır, dedi. Ezanlar, can verdi insanlığın kuruyan damarlarına. 23 yıl sağnak halinde yüreklere yağan yağmurdu fecr-i sadık ezanları… Allah Rasûlü (sav) Kur’an-ı Kerîm’i mürekkeple sahifelere değil, nurla yüreklere yazdı. Hâdiseleri son haliyle düşünmeye, akletmeye çağırdı insanları. Akla ve ruha diriliş aşısı yaptı. Birine “Sen düşün ve yaşa”, diğerine ise “Sen zevk derecesinde yaşa” talimatını verdi. Mücadelede muvazeneyi tesis etti. İnsanlığın en uzun soluklu ezanlarını okurken ne ruhtan akla, ne de akıldan ruha bir pay verdi.
Sadece Onların Sesi Duyuldu
Ondan (sav) sonra, Ona bağlı büyük müezzinler geldi. Kimi Gazzâlî gibi Meşşai, Batini, kimi de İmam-ı Rabbânî gibi “Tanrısal Din” uykusundan uyanmaya çağırdı muhataplarını. Yüksek yerlerde, yüksek tizden öyle ezanlar okudular ki “Allah Ekber” nidaları diğer bütün çağrıları bastırdı, bir anda âlemde sadece onların sesi duyuldu.
Allah Teâlâ dininin Hakk’a kulluk yolunu açık tutmak için, çağının insanını uyutan sebepleri yakından tespit eden, ona göre ezanlar okuyan büyük müezzinler gönderdi. Allah Rasûlü’nün (sav) ve getirdiği Kur’an-ı Hakîm’in bir mucizesi olarak her dönemde Fahreddin Râzîleri, İmam Rabbânîleri oldu bu yolun.
Felsefe-Kelâm Hesaplaşması
Felsefe, Müezzin-i Ekber’in uyandırdığı İslâm aklıyla (kelâm) zaman zaman büyük hesaplaşmalara girişti. “Kazandı” gibi göründüğü zamanlarda da büyük darbeler alıp kendi karargâhına çekilmek zorunda kaldı. Ne var ki Moğol ve Haçlı istilası sonrasında yaşanan hesaplaşma’dan zaferle çıkan Kelâm alimlerinin üzerine kan, ter sıçradı. Felsefî akıldan bir parça da olsa Kelam’a sirayet etti. Yüzlerce delille Allah’ın varlığını ispat eden kelamcılar, zevk derecesinde bir imana malik olamadı. Müslümanlar kelâmla felsefenin girdiği savaşta büyük acılar çekti, büyük ızdıraplar yaşadı. Kelâm İslâm’a yönelen saldırıları bertaraf etti fakat saldırı sonrasında yaraları saramadı, kalbi teskin edemedi. Varlıkta yokluk yaşadı. Allah Rasûlü’nün (sav) ezanlarıyla uyanan akıl, kelamcılarla Aydınlanma’nın münkir aklından çok önce akılcılık denizinin dibini gördü. Gazzâlî en derin noktalardan Hz. Ali’ye nisbet edilen; “Anlamayı anlamaktan aciz olmak anlamaktır” sözü tekrar etti. Ondan bir asır sonra yani kilisenin, “Atın ağzındaki dişler şu kadar” diye nassına itiraz eden düşünürleri astığı zamanlarda gelen Fahreddin Râzî de ‘Akılların en son geldiği yer, tutukluktur” dedi. Aklın sidre-i müntehasına ulaşan büyük kelâmcılar, mütefekkir aklı Hz. Muhammed’in önünde paspas yaparsa yaratılışın sırrına erer, büyük bilmeceleri çözer dedi. Aklın tutulduğu yerden ötesinde aşk konuşur. Allah, alem, ruh gibi temel meselelere aşkla cevap verilir. Aşka dayalı kelâm sorun çözerken “sorun” olmaz.
Mevlânâ ve Yeni Kelâm
Her yerde kelâmcıların sesinin duyulduğu, avam arasında dahi kelâmî mevzuların konuşulduğu bir zamanda Âlem-i İslâm’ın, felsefenin derinliklerine ulaşıp onun, cahillerin “su” zannettiği bir serap olduğunu gören ve oradan yara almadan çıkan bir ulu hocaya ihtiyacı vardı.[1] Bu ulu hoca kelâmcıların yaptığı gibi muhalifleri susturmakla iktifa etmeyecek, fikri bütün düğümleri çözecek, kalbi sekinet ve imanla dolduran bir kelâmın temellerini atacaktı. Mevlanâ Celaleddin er-Rumî böyle bir asırda, bu ödevi yerine getirmek üzere zuhûr etti ve mücadelesinin esaslarını “Mesnevi” diye meşhur olan muhalled eserinde belirtti.
“Bîzârım” dedi Mevlânâ
Kelâm, felsefeyi, aşka dayalı kelâm da mücerred kelâmı gölgede bıraktı. Moğollarla gelen hezimeti yaşayan Âlem-i İslâm’a hem taziye, hem teselli oldu Mesnevî. Onlarca delille Allah Teâlâ’nın varlığını isbat eden fakat müminin zevk derecesinde bir imana nasıl malik olacağına dair kayda değer bir çözüm ortaya koyamayanların ortamında da itibar gördü Mesnevi. Yeni kelâmın omurgasını neyin oluşturduğu, zındıklar tarafından daha sonra kendisine nisbet edilecek sözlerin kendi beyanlarına karışması durumunda nasıl bir yol izleneceği, hangi ölçülere uyması durumunda bir sözün Ona ait olacağı gibi hususları ifade noktasında şunları söyledi Mevlânâ:
Men bende-i Kur’anem eğer candârem,
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhterem,
Eğer nakl küned cüzin kes ez güftârem,
Bîzârem ezû ve zân sühun bîzârem.
Mevlânâ, Mesnevi mısra mısra Kur’an-ı Hakîm’i anlatır, ben de Kur’an’ın bendesiyim/kölesiyim, Muhammed’i Muhtâr Hz. Muhammed’in (sav) yolunun tozuyum, dedi. Kim benden bundan başkasını nakleder ya da bana isnad ederse; ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım” dedi. Sanki Mevlânâ yolunun ney ve sema ile kapatılacağını, Mesnevi’nin mesajının bu iki unsurla gölgeleneceğini görmüştü de, “bîzârem/usandım” demişti. “Ömrümü vererek ortaya koyduğum hakikatimi Muhammed-i Muhtâr’ın yolunun tozu olmamdan başka bir hassasiyetle her kim anlatırsa ondan da bîzarım. Eğer birileri beni ‘ney’e mahkum edip, mesajımı, bendesi olduğum Kur’an vadisinden koparırsa, Mesnevi’nin nağmelerini ‘ney’ sesine kurban ederse; onlardan usandım Allah’ım! Kur’an’a ‘bende’ bir Müslümanın kabrinde Kelamullah’ı okuma yerine ‘ney’ çalan anlayıştan ‘bîzârım’” dedi, Mevlânâ.
İnsanlığın Hikayesi
Mevlânâ ‘’bişnev/dinle’’ diye başladığı Mesnevi’sinde insanın Cennet’ten dünyaya düşmesini ve tekrar buradan oraya yükselmesini anlatır. Hâdiseyi kamışlıktan koparılan, bir ustanın elinde delinen sonra da neyzenin nefesiyle sürekli inleyen kamışa benzetir. Ney, neyzenin ağzında inleyerek koparıldığı vatanı kamışlığa özlemini, ailesine, arkadaşlarına hasretini dile getirir. İnsan da tıpkı ney gibi, “Oradan hepiniz inin”[2] ayetiyle düştüğü Cennet’i arzular. Onun için dünyada bir güler, on ağlar. Çünkü burası elem ve imtihan yurdudur. Ne var ki insan bu mihnet yurdundan Rabbi’ne ulaşacak. Dünya, Cennet’in zorunlu güzergahıdır. Bu yüzden Allah Rasûlü (sav) son anlarında şifa bulması için kendisine dua eden Hz. Aişe’ye (sav) “Allahümme’r-Refika’l-Ala” diye müdahale eder. Yüce dosta ya da asıl vatanına dönmek istediğini belirtir. Bu yüzden ölüm Mevlânâ’da “Şeb-i Arus/Düğün Gecesidir”. Çünkü ölüm gurbeti bitirir, vuslatın kapısını açar.
Aklı Hz. Ahmed’in Yolunda Kurban Etmek
Mevlânâ, insana hayat hikayesini hatırlatır, kurtulmak için, “Hz. Ahmed’e yapış, aklı onun önünde kurban et, Hasbiyalllahu virdin olsun, kula Allah yeter” der. Dünyayı kuyuya, insanı da ona atılan Hz. Yûsuf (a.s.)’a benzetir, kurtuluşun da Hablullah olan Kur’an-ı Kerîm’e yapışmak olduğunu söyler. Hz. Muhammed’e (sav) muhatab olabilmek için görmek yetmez, hakla batılı ayıracak “basîret” şart, der Mevlâna: “Aynı merada otlayan iki ceylanın yediği birinde ‘misk’ diğerinde ‘gübre’ olur. Ağaçlardan ve çiçeklerden toz alan iki arıdan birinde toz, bal; diğerinde zehir olur.” Ebû Bekir gibi basiretle bakan Allah Rasûlü’nde (sav) “risaleti”, basarla bakan ise Ebû Cehil’de olduğu gibi “sadece insaniyeti” görür.
Vecd Halinde ki Dönüş Sema, Paralısı ise Danstır
Uzaklardan Allah Rasûlü’nü (sav) görmek için yola revan olan, görünce de atının üzerinden düşüp, yere yığılan, orada ruhunu teslim eden sahabi gibi Mevlânâ da vecd halinde varlıklardan habersiz bir muvahhid olarak kendinden geçip semâ etti. Bazen derste, bazen sokakta, bezen evde yakalandı “vecd” sağanağına. Onun “bîzârım” dedikleri içerisinde “semâ’ını” bir sanatsal gösteriye çeviren, dervişliği bir kavuk ve hırkaya indirgeyen Ashâbı arz-ı endam da var. Mevlânâ vecde geldi, döndü. Erbab-ı sanat ise Mesnevi’nin ruhundan habersiz icra- i sanat ya da tahsili ücret için dönüyor. Aradaki fark geceyle gündüz gibi zahir, göremeyen ise kördür.
Hakk’la Beraber Olmak
Mevlânâ insanları, yaşadığı İslâm’ı hayat nizamı olarak tanımaya çağırdı. Mesnevi’de abid bir kulun Allah’a kurbet hallerini, zahidin zühdünü yazdı.
Mevlânâ’nın dünya malına alakasızlığı o derece ileri bir noktadaydıki, kendisine hediye gelince sevinmez bilakis onları Hüsameddin Çelebi’ye verince mesrur olurdu. Ancak evindeki yokluk açlık derecesine ulaşınca oğlu Sultan Veled’in gelen hediyelerden bir miktar ev için ayırmasına müsaade ederdi. Evde yiyecek bir şey olmadığı gün fevkalede sevinir, “Şimdi bu evden Hak’la beraber olmanın kokusunu alıyorum” derdi.
Onunla Sokağa da Muhabbet Geldi
Ma’rûfu emretmeye, münkerden alıkoymaya, yüreklere “sekinet”, bakışlara “muhabbet” aşılamaya adanmış bir hayat yaşadı Mevlânâ. Dar bir sokakta uyuyan bir köpek, yürüdüğü yolu kapatınca, ona rahatsızlık vermemek için durup bekledi.
Mevlânâ ile sokağa “kardeşlik” geldi. Bir gün yol üzerinde biri diğerine, “Ey melun! Bana bir dersen on işitirsin” diye bağıran iki kişinin münakaşa ettiğine tanık oldu. Yanlarına yaklaşıp bire, onla mukabele edeceğini söyleyen adama, “Kardeşim! Söyleyecek sözün varsa bana söyle. Çünkü bana bin söz söylesen de sana bir sözle karşılık vermem” dedi. İkisi de Mevlânâ’nın ellerine kapandı. Hem sözü, hem de haliyle irşad etti. Çünkü o, yaşadığı dünyaya en yüksek tizden Hz. Muhammed’in diriliş ezanlarını okuyordu: “Ve Kûnû ‘Ibâdallahi ihvânâ/Kardeşler olunuz Ey Allah’ın kulları” diyordu.
Soğuk Konya Gecelerinde Buz Tutan Sakallar
Mevlânâ namaz vakti gelince kıbleye döner, yüzünün rengi değişir, geceler boyu ibadet ederdi. Uzun yıllar kendisiyle aynı ortamı paylaşan Sibehsalar, “Onu hiç gece elbisesiyle görmedim. Odasında ne yatak, ne de yastık vardı. Uyku bastırınca oturduğu yerde şekerleme yapardı. Sabaha kadar namaz kılardı.”[3]
Bir şiirinde namazı şu şekilde vasfetmişti:
“Gözyaşıyla abdest alınca namaz ateş gibi hararetli olur.”
Şiddetli soğuğun olduğu bir kış günü namazda öyle ağladı ki gözyaşlarıyla yüzü ve sakalları ıslandı, yanak ve sakalları buz tuttu[4] fakat yine de namazını bozmadı, kıraatini azaltmadı. Çünkü gözünün nuru namazdı. Hayatını Allah Rasûlü’nün (sav) “Seddidû ve Gâribû’’ (Takatiniz nisbetinde ibadet edin ve orta yoldan ayrılmayın)[5]talimatı üzerine kurguladı.
Kâlden hâle, kelimeden manaya, cümle şehrinden kelam şehrine geçti. Beş hasse ile hakikat aramak Mutezile yoludur; ey tuzlu suda yaşayan adam, nereden bilebilirsin ki Ceyhan ve Fırat Nehirlerini, dedi.
Aşktır Köleyi Efendi Yapan
Hicri yedinci asırda esen akılcılık kasırgası ve Moğol istilasıyla sönen yüreklerdeki kora aşkla, imanla üfledi Mevlânâ. Gök gibi gürledi, yağmur gibi boşaldı Doğuya. “Aşk acıyı tatlı, toprağı altın, kederi safa, elemi şifa, zindanı gülistan, hastalığı nimet, kahrı rahmet yapar. Demiri inceltir, taşı eritir, ölüye can verir, köleyi efendi yapar” dedi Mevlânâ.[6]
İnsanlığı dev sorunlarını ancak Muhammed Muhtâr’ın yolunun tozu olan aşk adamlarının çözebileceğini söyledi:
“Biz hak ve hakikatin öğrencileri olan doktorlarız.
Bizi Kızıl Deniz görünce ortadan yarıldı,
Onlar kalbe nabız yoluyla ulaşırlar.
Biz vasıtasız ve aracısız kalbe gideriz.
Çünkü biz ferasetimizle yükseklere bakarız” dedi Mevlânâ.
Rahbanilik Yok, Rabbânîlik Var
Bu dinde “Rabbânîlik” var “Rahbânîlik” yok[7] fakat eline bir tesbih ya da Mesnevi alıp münzevi bir hayat yaşamak da “Rabbânîlik olamaz”, dedi Mevlânâ. Günde beş defa farzı, haftada bir cumayı bir cihetiyle gönüllü, bir cihetiyle de zorunlu ümmet ictiması olarak değerlendirdi. Bu ictimanın öneminden dolayı öz kardeşiyle haftada bir görüşürken, mümin kardeşleriyle günde beş defa bir araya gelir Müslüman. Beş vakit namaz, her Müslümana mensubu olduğu ümmet yapısına sahip çıkmayı emreder.
Hakikati, layık olduğu makama, ruhu aklın seviyesine çıkardı, muvazeneyi yeniden kurdu Mevlânâ. “Eşyaya akıl ve ruh muvazenesinin tesis edildiği noktadan bakın” dedi. Kelâmcıların elinden tuttu, onlar için yeni bahisler, yeni başlıklar açtı. Allah’a ulaşırken aklın yanına aşkı da koyalım dedi. Mesnevi asırlarca udeba meclislerinin baş yapıtı oldu. Sufiler seyr ü sülükte Mesnevi’yi kendilerine azık yaptı.
Büyük Mağdur Olarak Mevlânâ
Mevlânâ’nın dirilten soluklarından korkanlar, onunla insanlar arasına maniler koydu. Şekle, sûrete, çalgı aletlerine bürünen muharref tasavvufla, ruha sekînet, akla istikâmet veren tasavvufun yolunu kestiler. Sûrette halk, hakikatte ise Hak ile olmaya çağıran tasavvufu, bir cübbe, bir hırka, bir neye indirgediler. Allah’ın Kitab’ı ve Rasûlü’nün (sav) Sünneti’ne uymayan herşeyin put olduğunu söyleyen:
“Bizim Mesnevimiz vahdet dükkanıdır,
Onda Allah’tan başka ne görürsen bil ki o puttur” diyen Mevlânâ’yı konser salonlarına mahkum ettiler. Mevlânâ bu beytiyle belli amaçlar doğrultusunda Mesnevi’ye bir takım ilaveler yapılacağını ima ederek, Müslümanlara neyin kendisine ait olduğu belirleme noktasında ölçüler verdi. Tevhide uymayan her ne varsa puttur ve benimle alakası yoktur, dedi. Ne var ki Mevlânâ’dan 366 yıl sonra Mesnevi’nin, içinde garip ifadeler yer alan 7.cüzünün olduğu söylendi. Daha sonra bu cüz İsmail-i Ankaravî (v.1041/1631) başta olmak üzere bazı şarihler tarafından şerh edilerek meşrulaştırıldı.
Pek çok ulu hoca gibi Mevlânâ da eserleri üzerinde oynama yapılabileceğini tahmin ettiğinden talebelerine neyin kendine ait olduğunu belirleme noktasında Kur’an ve Sünnet’i şahit bıraktı.
7.cüz üzerine yapılan münakaşalar Ahmed Cevdat Paşa gibi Şeriat’tan taviz vermeyenlerle, yanlışta hikmet arayanlar arasında uzun yıllar devam etti. Hadiseyi doğru bir şekilde anlayabilmek için muteber alim ya da mürşidlere isnat edilen belli eser ya da ifadelerle nasıl bir oyun oynandığını izah edelim:
Zındıkların Tahrif Hamleleri
İslâm tarihinde meydana gelen fikri ya da ictimâî krizlerin oluşum safhalarında etkin olarak yer alan zındıklar müslüman kimliği altında, özellikle nüfuz sahibi alimlerin metinlerini tahrif etmiş sonra da onlar üzerine tekfir içerikli reddiyeler yazdırmışlardır. Zındıkların böyle bir usûl benimsemelerinin arka planında, insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel (sav) ölüm hastalığında iken yastığının altına hileyle sapık akidevi görüşleri ihtiva eden bir metin koymuşlardır. Eğer icâzetli talebeleri Onun sağlam akidesini bilmiyor olsaydı, yastık altında buldukları metinle pekala yanlış bir yol benimseyip günaha saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebû Hanife’yi ret ve tekfir eden bir kitap uydurup Ebû Bekir el-Hayyâd’a sunmuşlardır. Eseri mutalaa eden el-Hayyâd, Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama kaleme alıp Ona göndermiştir. Fîruzâbâdi, el-Hayyâd’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni günaha sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o, düşmanlara ait olan bir iftiradır. Ben Ebû Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi O’nu anlatan bir ciltlik eser de telif ettim.” Zındıklar İmam Gazzâlî’nin “İhyâ”sına da bazı meseleler eklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde ettiği bir İhyâ nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rânî, “el-Bahru’l-Mevrûd” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını söylemektedir.[8]
Zındıklar tarafından eserleri üzerinde en fazla tahrifat yapılan müelliflerin başında Mevlânâ ve İbn Arabî gelir. İbn Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem adlı eserleri başta olmak üzere pek çok kitabına zındıklar tarafından ilaveler yapılmak istenmiştir. Konu ile alakalı İmam Şa’rânî şöyle bir hadise nakletmektedir: “Yahyâ b. Muhammed el-Mağribî ile karşılaşınca Ona Fütûhât’taki Ehl-i Sünnet akidesine uymayan bazı konulardan sordum. El-Mağribî, İbn Arabî’nin Konya’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı metinle karşılaştırdığı bir nüshayı çıkardı; Fütûhât’ı ihtisar ederken gördüğüm ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin hiç birisi el-Mağribî’nin nüshasında yoktu”.[9]
Ahmed Cevdet Paşa’nın “Mesnevi” Mektubu
Mevlânâ’nın eserlerine de bu noktada ilaveler yapılmış, müstakil bir eser olarak 7. cild uydurulmuştur. Nitekim Mesnevi’nin altı cildinden icâzet alan Ahmed Cevdet Paşa, Âbidîn Paşa’ya yazdığı mektupta, bayağı üslubu ile iştihar eden yedinci cild’in Hz. Mevlânâ’ya ait olmadığını, ondan 363 yıl sonra (1035) kaleme alındığını ifade eder. Bu hususu isbat noktasında da altıncı cildin sonundaki tamamlanamayan hikayeyi, önceki ciltlerde övülen İbn Arabî’nin uydurulan ciltte “Şeyh-i Ekfer” olarak zikredilmesini, Mevlânâ’nın tenkit ettiği Fahruddin-i Râzî’nin (sav) yedinci ciltte dinin reisi olarak geçmesini nazara verir. Ahmed Cevdet Paşa devamla şunları söyler: “Daha önce Dersaâdet’te iki önemli Mesnevîhân vardı ki, biri Hüsameddîn Efendi diğeri ise, Mir’ât-ı Molla dergahı şeyhi idi. Hüsamüddîn Efendi’nin dersini dinlemiştim ve Şeyh Efendiden hayli tedris eylemiştim. Hatta Şeyh Efendi, Dâru’l-Mesnevî’yi inşa etmiş ve 1260 senesi Muharremin 9. günü merasim ile, eski talebelerine Mesnevi’den icâzet verdiğinde bendeniz dahi icâzet alanlar arasında bulunmuştum. O gün Mesnevîhânların mesut bir günü idi ki, Cennetmekan Sultan Abdülmecîd Han Hazretleri, Dâru’l-Mesnevî’ye teşrif ile onları taltif buyurmuştu. İşte o gün bizim aldığımız icâzet, şeş-cihet-i manevî olan altı Mesnevi defterine münhasır idi. Zira Şeyh Efendi, yedinci cildi inkâr edenlerdendi. Hüsameddîn Efendi ise, “Mesnevi yedi cilttir” diyenleri “altı cilttir” deyinceye kadar dövmelidir derdi. Hasılı, bu bir eski Mâceradır. Bazıları “yedinci cilt” isimli manzumenin Mesnevi’yi tamamlayan cüzlerden biri olduğunu iddia etmişlerdir. Mesnevîhân ve Mevlevî meşâyıhı ise, onun enfâs-ı mevleviyeden olduğunu katiyen inkar ederek ondan uzak durmuşlardır. Zira Mevlânâ’nın çağdaşlarından Sipehsalar, telif ettiği “Menâkıp”ta Mesnevî-i Şerîf’in yalnız altı cild olduğunu zikretmiştir. Sadreddîn Konevî Hazretlerinin takriz ettiği Mesnevî-i Şerîf de yalnız altı ciltten ibarettir.[10] Muallim Naci (v.1310/1890) “Esâmi” adlı eserinde yedinci cildin Mevlânâ’ya ait olmadığından dolayı, Ankaravî’nin yedinci cilde ait şerhinin itibar görmediğini söyler.[11]
Mehmed Akif de Mesnevi’nin yedinci cildinin Mevlânâ’ya aidiyetiyle alakalı bir soruya muhatap olduğunda şunları söyler: ‘Ben bu konuda salahiyet sahibi değilim. Fakat lisan itibariyle adı geçen cild Mevlânâ’dan iki yüz sene sonraki zamanlara aittir. Sırf lisan bakımından bile Mevlânâ’nın değildir diyebilirim”.[12] Devlet-i Aliyye zamanındaki meşayıhı kiram da Ahmed Cevdet Paşa’nın farklı vurgularla naklettiği gibi, “Kim Mesnevi’nin yedinci cildi de var diyerek uydurulan bir eseri Hz. Mevlânâ’ya isnad ederse müfteri kabul edilip tedip edilmelidir” derdi. Bütün bunlara rağmen İsmail Ankaravî gibi bazı Mesnevi şarihleri yanlışlarda ya da iftiralarda hikmet arayan bir üslup ve zorlama tevillere yedinci cildi şerhetmiştir.
Mukavvadan Münekkidler
Tasavvufu tenkit etmek için fırsat kollayan mukavvadan münekkidler, tahkik zahmetinde bulunmadan Mevlânâ ve İbn Arabî ile alakalandırılan her konu ve metin üzerinden tekfire varacak derecede ağır eleştiriler yapmaktadırlar. Bir cildi uydurulabilen ve bu uydurmanın da bazı şarihler tarafından fark edilemeyip şerh edildiği zahirken Mesnevi’de ki, iki ya da üç hikayeyi bahse medar yapıp Hz. Mevlânâ’ya saldırmak insafsızlıktır. Aynı şekilde Mesnevi’de ki bir kaç meseleyi Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye arz edip onlara muvafık değilse reddetme ve bu reddedişle Mevlânâ’yı iftiradan kurtarma cihetine gitmemek de gaflettir.
Tasavvuf Meclislerinden Müzik Şölenine
İşgal, bazen silah, bazen de sanatla olur. Mevlânâ üzerinden tasavvufu müzik şölenine çevirenler, evliya yoluna arzularının kirini dökmektedir.
Eline bir defa bile ney almayan Mevlânâ’yı, Mesnevi yerine çalgı aletleriyle anmak ve anlatmak bir sanat darbesidir. İş bu darbenin etkisinden dolayıdır ki Mevlânâ, neyle arz-ı endamı Mevlevilik zanneden semazen ve neyzenlerin hurafelerine mahkum oldu. İkinci mahkumiyet ise onun sanatsal tasavvuftan “bîzâr” olmasını dikkate almadan, uydurulan ve ona isnat edilen hurafeleri esas kabul edip Mevlânâ’ya şirk isnadında bulunacak kadar ileri giden “hâricî” akılla olmuştur. Her iki tarz da doğu ve batıda İslâm’ı anlatmanın en etkili isimlerinden olan Mevlânâ’yı gereksiz tartışmalara çekip onun Allah’a davet yolunu kesmeye matuftur.
Hâricî Yaklaşımlar
“Rab”, “Mevlânâ” gibi kelimeleri insanlar için kullanmanın şirk olduğunu savunan hâricî anlayış maalesef ki “Kur’an Müslümanlığı” adı altında Kur’an’a kasdetmektedir. “Rab” kelimesi “mutlak olarak kullanıldığında Allah’a mahsus iken, diğer şekillerde ise insanlar için de kullanılmaktadır.”[13] Nitekim Hz. Yûsuf “rab” kelimesini birinde “mütekellim ya’sına”, diğerinde ise “hıtab kafı”na izafe ederek, “Rabbî”[14] ve “ilâ rabbike”[15] “efendi” anlamında kullanmıştır. “Mevla” kelimesi ise Arap dilinde en geniş kullanımı olan kelimelerdendir. Bir tarafta tahrif eden, Mesnevi’nin mesajını gölgede bırakan “neyzenler”, diğer tarafta ise “Mevlânâ” kelimesinin pek çok anlamı olmasına rağmen Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık için kullanılamayacağını söyleyen ve bu söylem üzerinden şirk ithamında bulunan hâricîler. Mevlânâ her ikisinden de bîzârdır.
Hülasa
Mesnevi’de -Osmanlı ulemâsının belirttiği gibi- sonradan farklı amaçlarla yapılan ilaveler olduğu ve bunların da Mevlânâ’ya ait olmadığı zahir olduğuna göre, Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’i hakem kabul edip, muhalif olanları atmak Mevlânâ’ya sadakatin bir gereğidir. Mektuplarının üçte birini tasavvuf çevrelerine yazan İmam-ı Rabbânî de aynı yöntemi uygulayarak, tekkelerde içerden bir tasfiye, umumi anlamda da bir tecdit yapmıştır.
Bütün meşayıh gibi Mevlânâ da mutlak doğru olarak Kur’an ve Sünnet’i kabul etmiş, buna şahid olarak da “Men bende i Kur’anem eğer candarem” demiştir. O, bu haliyle “Senin kitabına uymayan daha sonradan eserlerime ilave edilen neler varsa, kimler onları bana aitmiş gibi isnat ederse, elindeki neyle kadın-erkek bir arada Mevlevilik zarfı içinde eğlenirse, hakikatimi konser salonlarına kurban ederse, şahid ol ki, ben bunlardan uzağım Allah’ım” demiştir Hz. Mevlânâ!
Muhaddisler hurafeyi reddederken müsamaha göstermediler; her ne kadar bir hadis halk arasında muteber olsa da ona, “zayıf”sa zayıf, “mevzu” ise mevzu demekten imtina etmediler. Rivayet senediyle gelen hadisler dışındaki bütün eserleri de Kur’an ve Sünnet mizanında değerlendirdiler. Tecdid yolunu açık saklayarak eserleri öz-posa ayrımına tabi tuttular.
Mesnevi yazılış gayesi doğrultusunda okunduğunda görülecektir ki, derin uykulara çekilen insanlığa; “Sabah oldu uyan” diyen Müezzin-i Ekber Hz. Muhammed’in (sav) müezzinlerinden Celaleddin’i Rumi’ye ait bir ezandır. İnsanlığın en büyük müezzini Hz. Muhammed’in (sav) buyruklarına tercüman olan bir ezan… Doğunun, batının kentlerinde on binlerin hidayetine vesile olan bir ezan…
[1] Nedvî, Ricâlu’l-Fikr, Dâr Ibn Kesîr, 2007, I, s.371.
[2] Bakara: 38.
[3] Nedvî, a.g.e., I, s.379.
[4] Nedvî, a.g.e., I, s.379.
[5] Ahmed, Müsned, II, 166.
[6] Nedvî, a.g.e., I, s.406.
[7] Hadîd: 27.
[8] Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rânî, el-Yavâkit ve’l-Cevâhir, Beyrût, 2003, s.16.
[9] Bk. Eş-Şa’rânî, a.g.e., s.16; Eş-Şa’rânî Fütûhât’ı, “Levâkıhu’l-Envâri’l-Kudsiyye” ve “el-Kibrîtu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki ayrı kitapta ihtisar etmiştir.
[10] Ahmed Cevdet Paşa, “Ahmed Cevdet Paşa’nın Âbidin Paşa’ya Yazdığı Mektup”, Mekteb, c.III, yıl.4, sy.33, 1311, s.308-313.
[11] Muallim Naci, Esâmi, Mahmud Bay Matbaası, İstanbul, 1308, s.58.
[12] Mithat Cemal, Ölümünün Ellinci Yılında Mehmed Akif, Ankara, 1986, s.194.
[13] Nesefî, Medârik, I, s.30.
[14] Yûsuf: 23.
[15] Yûsuf: 50.
MEVLÂNÂ'NIN ÜSLÛBU, METODU ve EDEBİYATIMIZDAKİ YERİ
Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu
Mevlâna Celâleddin er-Rûmî hazretleri üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen o, bugün bile bizi duyuyor, dinliyor, hislerimizi paylaşıyor ve problemlerimize çareler sunuyor gibi bir aşkınlığın sesi-soluğu durumunda. O, geçmişte yaşamış biri; ama yedi asır sonra dahi halâ içimizde dipdiri.. ziyasını Hazreti Ruhu Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelü't-tehâyâ)'dan alan ve günümüze kadar değişik dalga boyundaki tayflar hâlinde her, yana yayan bir nur adam
1. Mevlânâ Kimdir?
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (1207-1273); Doğuda ve Batıda, bir bilgin, mütefekkir, mutasavvıf, eğitimci, dil ustası ve büyük bir şair olmanın yanı sıra, gönül ehli ve aşk rehberi olarak da tanınan büyük bir şahsiyettir. Hayalinin genişliği, hislerinin coşkunluğu, tabiatı tasvirdeki gücü, bilgisi, inceliği ve samimiyeti onun belirgin vasıflarını oluşturmaktadır.
Mevlânâ’nın bütün ömrü, başlangıçta öğrenmek, faziletler elde etmek, nefsini yenmek ve hakikate ulaşmak için çalışmakla; maddi ve manevi ilimleri elde ederek, faziletlere sahip olduktan ve Şems ile karşılaştıktan sonra vecdli bir devre geçirerek hakikate ulaştıktan sonra da erenlere hizmet, sâlik ve tâlibleri irşad etmek ve hakikati yaymakla geçmiştir.
Hayatı bu kadar dolu ve hareketli geçen Mevlânâ, aynı zamanda, Sevgili hasretini acı acı duyan, şiirlerinde ağırlıkla O’nun güzelliğini ve özelliğini işleyen, O’na kavuşmanın hasretini dile getiren aşk ve çile adamıdır.
Mevlânâ, “Mutlak Varlık” olarak adlandırdığı Allah’a bilgi, tefekkür, sanat, heyecan ve bunların hepsinden üstün bir aşk yoluyla varmak isteyenlerin en büyüklerindendir.
O, entelektüel boyutuyla evrensel benlik düzeyine çıkıp, herkesle, her şeyle sonsuz birleşmeyi arasa da, dinine bağlı, kendisini Kur’ân hakikatlerine ve Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgisine adamış, bu adanmışlığı insan ve doğadakiler ile tatlı bir şekilde birleştirmeyi başarmış bir sevgi ve gönül adamıdır.
Her günde farklı bir zevk bulan, her günün düşüncesinde farklı izlenimler yakalayan Mevlânâ, dinamik ve iyimser bir felsefe yanlısıdır.
O, insanı, hayatı ve daha genel boyutuyla varlığı anlama ve anlamlandırmada; varlığın Allah ile sıcak, samimi ve içten ilişkiye sokulmasında ve bunu yaparken de insana nefsini tanıtmasıyla, ona aşkını fark ettirmesiyle, insanlar arası sevgi ve barışı işlemesiyle örnek bir kişiliktir.
Mevlânâ, dinin statik olan kalıp tarafını değil, dinamik olan özünü tanıtan, onun bu yönünü ön plana çıkaran bir düşünürdür.
Buna benzer özellikleri ve güzelliklerinden dolayı Mevlânâ’nın eserleri ve fikirleri çok geniş bir alana ve mekana yayılmış, gerek Doğu gerekse Batıda çok sayıda insanı derinden etkilemiştir. O, bu gücü ve etkisine rağmen, kendi adına birçok parlak merasimler düzenlense de, henüz hakkıyla anlaşılamamıştır.
Mevlânâ’nın, Hakk’a olan aşkını, yaratıklara olan sevgisini, bilgi ve felsefesini sade bir üslûpla anlatmaya çalıştığına şahit oluruz. Sanatı sanat için değil de halkın anlaması için kullanan Mevlânâ’nın, konuşmasıyla yazması, şiiriyle nesri arasında bir üslûp birliği görürüz. Onun her eserinde, samimi, inandırıcı, heyecanlı ve içli bir üslup hâkimdir. Ancak onun rubailerinde yakaladığı üslûbu, diğer nazım ve nesir çeşitlerinde sürdürdüğü üslûba göre biraz daha zordur. Bunun için, îcaz sanatına fazla yer verilen bu rubailer farklı yorumlara gayet açıktır. Onun gazelleri lirik, orijinal mâna ve mazmunları içerir. Bu gazellerinde o, irfan, hikmet, aşk temalarını kendine yakışan şâirâne ibarelerle süsler. Fakat o, bu süslemeyi büyük bir sadelik içerisinde yapar. Bundan dolayı bu gazeller, okuyana yüce bir hâl, derin bir coşkunluk hissi verir.
Mevlânâ’nın eserlerinde göze çarpan en bâriz özellik külfetsizliktir. O gayet akıcı bir üslûp ve sade bir anlatım yolu benimsemiştir. Eserlerindeki ibarelerin inceliği, sözlerinin güzelliği ile okuyucuyu büyülemeyi başarmıştır. Anlatacaklarını zekice, coşkulu ve sade bir şekilde dile getirir.
Mevlânâ’nın çok tatlı ve yumuşak bir söyleyiş tarzı vardır, ama, özellikle cahil ve gafillere seslenirken, üslûbu bazen sertleşmekte hatta, bazen de sözünü sakınmamaktadır.
Dinleyiciyi uyanık tutmak, dikkatini arttırmak, konuya vakıf olmasını sağlamak gâyesiyle olmalı ki yer yer “aşağılık adam!”, “aşağılık nefis!”, “a murdar!”, “a akılsız şaşı!”, “beyni kokmuş kişi!” “şeytanın kuzusu”, “şeytanın maskarası” şeklinde hitaplar kullanır. Bazen de sevecen bir üslûpla, “güzelim”, “babam”, “civanım”, “ey ulu kişi” şeklinde seslenmektedir.
Celâleddin Rûmî, Mesnevî’sinde, bazı terimleri mecâzî anlamda kullanmaktadır. Sözgelimi, taklit düzeyinde kalıp hakikate ulaşamamış şeyhi, “köy” kelimesi ile tanıtmaktadır.1 O, bazen Allah’ı “Padişah” kavramı ile niteler. Bunlara benzer terimlerin Mevlânâ’nın literatüründe hangi anlamda kullanıldığı bilinmezse, onun edebe, ahlâka, dîni ölçülere ters düştüğü zehabına kapılmak mümkündür.
Mevlânâ’da, bazı paradoksal ifadelerle karşılaşırız ki bunları, hem dilin imkânlarının sınırlı oluşuna, hem yaşadığı yoğun dini tecrübenin özelliğine, biraz da yanıklığına ve pervasızlığına bağlayabiliriz.
Mevlânâ, dilin meramı anlatmadaki acziyet ve imkânlarının sınırlılığından şikayetçi olmasına ve bunun gereği olarak bazı mecazî ve paradoksal ifadeler kullanmasına ya da sükûtu tercih etmesine rağmen, konunun geniş çevrelerce rahat bir şekilde anlaşılması için özen göstermiştir: “Biz de” diyor Mevlânâ, “sözü herkesin anlayacağı, kavrayacağı ölçüde söylüyoruz. Çünkü Peygamber, ‘İnsanlarla, onların akılları nispetinde konuş.’ buyurmuştur.”2 Sık sık temsillere ve somut örneklere başvurması da3 onun bu prensibe uymasının bir sonucudur. Mevlânâ’nın
“Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türk’tür” ifadesindeki “Hintçe”den maksadı, “anlaşılması güç gibi görünen şeyler söylüyorum”u anlatmak istemesidir. “Aslım Türk’tür” sözleri ile de, “Benim dediklerimi siz karanlık görüyorsunuz ama öyle değil; benim aslım aydınlıktır; ben açık söylerim” demek istediği ileri sürülmüştür.4
Mevlânâ, düşüncelerini açıklarken, âyetlere sıkça başvurmakta, hadislerden bolca örnekler getirmektedir. Mecâzi anlatımlara yer verdiği gibi, anlatılan konunun rahat anlaşılması için, teşbihlere de çokça başvurur. Tabiattan, çeşitli hayvanlardan, böceklerden, birçok âletten, günlük hayattan, tarihten.. somut örnekler vererek konuyu, sade bir anlatımla anlaşılır kılmaya çalışır. Verdiği örnekler gayet rahat anlaşılacak sadelikte olup ikna edici ve birçoğu öğüt verici niteliktedir. Yine o, aşk hikâyelerine, efsanelere, mesellere, Arapça ve Farsça manzum parçalara, meşhur mutasavvıfların ve büyüklerin sözlerine, ârifâne nükte ve hikâyelere, halkın inanç ve törelerine sıkça başvurarak konuyu sadeleştirmekte, ona açıklık ve akıcılık kazandırmaktadır.
Mevlânâ, konuları anlatırken konuşmaları yer yer soru-cevap şeklinde sürdürür. Bu teknik, meselenin anlaşılması ve muhatabın ikna edilmesinde önemli rol oynamaktadır. Bazen, konu dışına çıktığı da görülür.
O, her ne kadar dilin imkânlarının sınırlı olduğundan sızlanarak kendisini sıkça “sus”maya zorlasa da, söylediklerinin rahat bir şekilde anlaşılması için birtakım çabalara girişir. Bunu yaparken birtakım benzetmelerde bulunarak bazı kavramları tanıtır ve açıklar. Yine o, aynı amaçla, basit fakat düşündürücü, özellikle de derin keşf ve tahlil gücünü gösteren deliller getirir, örnekler verir. Anlatmak istediği şeyi açıkça ortaya koymaya çalışır, hatta yer yer gülünç ve müstehcen sayılabilecek hikâyeler bile söylemekten çekinmez. Zira Mevlânâ, bu tür anlatımın etkili olacağının bilinciyle, nükteleri keskin bir kılıca benzetmektedir.5
Mesnevî’de bir olay anlatılırken yer yer araya başka hikâye veya olaylar da girmekte daha sonra ise tekrar önceki olayın anlatımına dönülmektedir. Kendisine sıkça sükûtu telkin eden Mevlânâ’yı, halkı aydınlatma ve onlara bilgiler aktarma sorumluluğunun ve belki de aşk dolu yüreğini onlara açma niyetinin ağır basmasından dolayı, bu telkinde bulunmaktan ve kendisini konudan konuya atlamaktan alıkoyamamaktadır.
Mevlânâ’nın sohbet, şiir, nesir ve mektuplarında, bilgi ve düşünce yönünden bir bütünlük hemen göze çarpar. Onun hiçbir eserinde, bir başka eserindeki fikriyle ters düştüğü görülmez.
Mevlânâ, açıklamaları ve verdiği örnekleriyle genelde insanın, özelde ise eşya ve tüm varlıkların Allah ile olan ilişkisini açıklamayı hedeflemekte, dünya ve âhiret birliğinin-dirliğinin yolunu anlatmaya çabalamakta; hakkı görmenin, hakla olmanın, yakîne ermenin yolunu göstermeye çalışmaktadır. Binaenaleyh, onun eserlerindeki, özellikle Mesnevî’sindeki birçok açıklama ve anlatılan olaylar, sonuçta Allah’ın lütuf, rahmet ve güzelliğini hatırlatarak insanı ebedî saâdet ve ilahî rahmete ulaştırma hedefine hizmet etme gâyesini taşımaktadır. Zaten o, Mesnevî’nin son cildinde bu eserini, “manevî deliller”i içeren bir kitap olarak tanıtır.
Mevlânâ, bu delillerin dile getirmek istediği alanın, yer yer duyular âlemini aştığını ifade eder. O, bu duyular üstü âlemden bahsetmenin ve dolayısıyla onu anlamanın zorluğunu zaman zaman dile getirir: “Fakat bu tabiat âleminin ötesinde öyle haberler, öyle bilgiler vardır ki, bu canlar, o meydanda cansız bir hâle gelirler.”6 Bazen o, verdiği örneği beğenmez de “Bu örnek de sudan oldu, hiç uymadı. Fakat duygu âleminde bundan güzel bir örnek de bulunmaz!”7 der.
Kısacası Mevlanâ, birtakım manevî ince sırları halkın anlayamayacağı veya yanlış anlayabileceği yahut onların hazmedemeyeceği endişesiyle, açıklamaktan kaçınmaktadır: Daha doğrusu o, her şeyi, her zaman, her yerde ve herkese açmak istemez. “...Sonra, söylenmesi imkânsız olan başka bir şey daha var ki, onu konuşmak için hem zaman ve mekân, hem de dost ister.”8
Bazen de anlattığı bir konunun çok uzamasından korkup, “... bu sözün sonu gelmez”9, “... kendine gel artık, bu sözün sonu yoktur”10, “sözü uzatmak ayıbından korkuyorum”11, “gel de sözü kısa keselim”12, diyerek o bahsi orada kesip, başka bir meseleye geçmektedir. Bu hususta onun Dîvân’ında göze çarpan en belirgin şey, bendlerin sonunu genelde “sus!” diye bitirmesidir. Bu durumu, çok yoğun bir mistik tecrübe yaşayan Mevlânâ’nın bu yoğun duygusunu dile getirmesinin zorluğuna, hazmedilememe endişesine, bu tecrübeyi, bu mistik hâli ve duyguları ifade etmede dili yetersiz görüşüne, bazen de susarak hâl diliyle söylemenin daha uygun olacağını benimsemiş olmasına13 ve benzeri sebeplere bağlayabiliriz.
Yerine ve konusuna göre de bazen o, sükût etmek istemezcesine coşarak her şeyi apaçık sayıp dökmeye başlar.14
4. Sanatı
Mevlânâ’nın şiir ve sanattaki gücü dünyaca tartışmasız bir şekilde kabul edilmiştir. Doksan bini aşkın beyit söylemiş olan Mevlânâ’da, can sıkıcı, sakat veya cansız sayılabilecek doksan tane beyit aransa bulunmaz. Bu bolluk, düzgünlük, sınırsızlık, onun insan ve cihan ötesi ilâhi âlemle sürüp giden dostluğunun bir delilidir.
Mevlânâ, mümkün olan en basit ifade tarzını seçmiştir. Çünkü onun maksadı “anlaşılır olmak”tır. Geniş kitlelere kadar da inmek istediği için olmalıdır ki o, hikâyeler, mecazlar ve sembollerden yararlanmıştır. Onun, mecaz, sembol, kinaye, hikâye ve tiplemelere başvurmasının bir nedeni de kelimelerin, kendi düşüncelerini ve ruhunun sırlarını ifade etmede yeterli olmadığıdır. Klasik mecazların yanı sıra, kendi icadı olan sayısız teşbih ve istiareler de şiirlerine ayrı bir zenginlik katmaktadır.
Rûmî, kendi şiir dili de dâhil olmak üzere, dilin eksik veya kusurlu olduğunun farkındadır. Onun, vezin, kâfiye, nazım gibi şekli kayıtlardan bazen şikayet etmesi hem âdettir hem de benzeri görülmemiş güçte olan duygu, seziş ve ilhamlarını ne kadar geniş ve mükemmel de olsa mısralar hâlinde söylemenin çaresizliğini can evinden hissetmesindendir.15 “... Yanıma gelen yâranın sıkılmaması, üzülmemesi için o kadar gönül almaya çalışıyorum ve onları meşgul etmek, oyalamak için şiir söylüyorum. Yoksa ben nerede, şiir söylemek nerede?!..”16
Mevlânâ’nın sanattaki gücü şu üç sebebe bağlanabilir:
1. Başta Kur’ân ve hadis olmak üzere halk hikâyeleri, atasözleri, vecizeler ve çok dikkat sarf edilerek oluşturulan kendi gözlemleri olmak üzere çok zengin malzemeye dayanması. Şiirlerindeki şaşırtıcı şumullülük de bunlardan kaynaklanmaktadır. Bu saydıklarımız içerisinde Kur’ân, onun en zengin kaynağını oluşturur.
2. Edebiyat geleneğini iyi bilmesi, ondaki sanat ve inceliklere vâkıf olması hatta hitâbî oyunlara ve anlatım bozukluklarının hepsine büyük bir sanat gücüyle hakim olması.
3. Gazel ve rubâilerinin çoğunda görülen cezbe ile kontrolü, akıl ile sarhoşluğu uzlaştırması.
İrfan ve aşk gerçeklerini kendine yakışan şâirâne ibareler ve söz gelişleriyle süsler. Bu gazellerde geçen redifler ve tekrarlar onun sanatına ayrı bir çekicilik, güzellik ve güç katar. Bunlar sadece şiirdeki bütünlüğü sağlayan formel birer faktör ve süs olmayıp, mesajı ve sembolizmi güçlendiren etkili bir anlam aracıdır. Onun şiirlerinde geçen “Ey âşıklar, ey âşıklar”, “gel, gel”, “can, can”, “sus, sus”, “ağla, ağla” gibi tekrarlar Kur’ân’a benzemeye çalışma17; ses uyumu, dinlendirme ve melodiyi sağlama; anlamı pekiştirme ve dikkat çekme gibi gâyelerle yapılmıştır.
Şiirin bir aşk işi olduğu bütün sınırsızlığı ile Mevlânâ’da görülür. Şiirin büyük bir kültür, geniş bir bilgi, kelime ve deyim dağarcığı ve de söz ustalığı gerektirdiği; ufuklara sığmaz doğuşlar, ilhamlar işi olduğu; âhenk, duygu ve fikir zenginliği eseri olduğu Mevlânâ’nın şiirleri delil tutularak anlaşılır.
Son derece geniş bir hayal gücü, coşku dolu hisleri, zengin bir tasvir gücü, bilgisi, inceliği ve ifadelerini samimi bir dille anlatabilmesi/okuyucuya yansıtabilmesi, sanatının belirgin vasıflarını oluşturmaktadır. Yerine, muhatabına ve o anda bulunduğu ruh durumuna göre, susmayı istemesine rağmen, coşkusu, samimiyeti ve “apaçık bir uyarıcı” olan Hz. Peygamber’in18 misyonunun takipçisi olması, onu yer yer açık bir dille gerçeği söylemeye zorlamaktadır.
Mevlânâ, düşüncelerini, güçlü bir beyan gücüyle sanata dökmüş ve bu gücünü sanat için sanat anlayışıyla yapmış değildir. Ona göre, şairlik için çalışıp çabalama, sözde edipliğe başvurma, sanat yapma kaygısına düşme ancak bir tekellüftür.19 Aşk derdiyle sarhoş olmuş bir kişi ölçüye, vezne nereden dikkat edecek?
Mevlânâ’nın temel hedefi, tasannûdan uzak olarak, mütevâzi bir şekilde ve de dilin elverdiği ölçüde kendisini ifade etmek olmuştur. O, şiirde şekilden ziyade mana ve öz yanlısıdır. Şiir onda bir vasıta olarak kullanılmıştır. Onun asıl sanatı vezinli ve kâfiyeli sözler söylemek değil, gönüllere hitap etmektir.
Buna rağmen şiirlerinin biçiminde yani nazım, şekil, vezin, kâfiye ve dilinde hiçbir kusur bulunmamaktadır.20 Şems’in gelişi ile şiir yüz fersahlık yerden görünecek bir yangın parlaklığı kazanıyor ama şiire çok eskiden beri, belki Nişabur’da büyük sûfi şair Feridüddin Attar’ın kendisine Esrarnâme adlı kitabını hediye ettiği zamandan beri, bir hayranlık başlamıştır. Şems’i tanımadan önce kendisini sanata ve şiire veren Mevlânâ, onu tanıdıktan sonra uyanmış, şiir ve sanatın hiçliğini anlamış ve “kalemi kırdım” demiştir. Aslında Mevlânâ kalemini kırmadı, yine şiirler yazdı, çünkü büyük fikirler güzel söylenmelidir. Değişen şey; Topçu’nun da belirttiği gibi, bundan sonra Mevlânâ’nın şiir ve sanatı din ile ilhamın emrinde bulundurması, onlara hizmetkâr yapması; sanatın onun dini yaşayışının bir tecellisinden ibaret olmasıydı.21 His, akıl, zeka, sezgi, ilham nihayet aşk birer tanıma vasıtasıdır. Mevlânâ’nın kullandığı asıl tanıma vasıtası ve sanatına temel olan güç kaynağı ise aşktı.
Mevlânâ’da sanat, felsefi bir idealizmden ziyade, dini ve mistik bir temele dayanmaktadır. O, Nasr’ın da belirttiği gibi, dünyanın en büyük mistik şairi olup, gerçekten, sûfizm geleneğinde büyük bir zirvedir.22 Hâliyle o, hem formel ve harici ilişki aracılığıyla ve hem de manevi kişiliğinin genişliği ile sûfi geleneğine bağlıdır. Bir Davud el-Antakî’nin hürmetten gelen korkusunu, bir Rabia’nın ilahi aşkını, İbn Arabi’nin irfanını ve Necmeddin Kübra’nın tarikat edebini tecrübe etmiş ve yaşamıştı.23 Bundan dolayı ona şair demekten çok, “sûfi şair” demek gerçeğe daha uygun düşecektir. Sûfi geleneğine bağlı olan Mevlânâ, şiirlerini çoğu zaman cezbe hâlinde terennüm ettiği için, bizzat kaleme alamamış, çevresindeki müritleri tarafından bu şiirler yazıya geçirilmiştir.24
Mevlânâ, yukarıda da belirttiğimiz gibi, şair olmadığını ve şiir yazmak istemediğini söylemesine rağmen, doğrudan ilham aracılığıyla Doğu Edebiyatı’nın sürekli okunan ölümsüz şaheserlerini kaleme aldı. Bu eserler, bilindiği gibi, hem metafizik alanda bir hazine, hem de mistik sanatın en yüce şiirsel ürünleri olan Mesnevî, Dîvân, Rubâiler ve diğerleridir.
Sonuç
Anadolu’da Türk Edebiyatı’na ait ilk ürünler on üçüncü yüzyıla aittir. Elimizde bu dönemden önce Anadolu’da yazılmış eser yoktur. Bu asırda Mevlânâ, hacimli ve muhtevâlı eserleriyle Türk Edebiyatı’nın Anadolu’da gelişmesine ve yayılmasına önemli katkıda bulunmuştur. Ancak Selçuklu Devleti’nin Farsça’yı resmi dil tanıması, diğer yandan Farsça’nın o dönemde edebi dil olarak kabul edilmesi; Mevlânâ’nın da eserleri Farsça yazmasına sebep olmuş, ilk zamanlarda yalnızca belli bir kültür seviyesine sahip şair ve yazarlar Mevlânâ’dan feyiz almışlardır. Mevlânâ bazı eserlerini de Arapça yazmıştır. Bunun sebebi o devrin kültür dillerinin bunlar olmasıdır. O dönemin edebiyat, felsefe ve tasavvuf çevrelerinde ve medreselerde Farsça yaygındı. O, Anadolu’ya geldiğinde eserlerini Türkçe yazsaydı, doğup büyüdüğü ailesinin ve Hârezm bölgesi halkının konuştuğu Hakaniye Lehçesiyle yazacaktı. Bu lehçe ise Anadolu’da konuşulan Oğuz Lehçesinden farklı olduğundan, yeni geldiği bu bölge halkı onu rahatça anlayamayacaktı. Yine de o, Türkçe şiir söyleyen şairlerden sayılır. O’nun Divan’ında Türkçe-Farsça mülemmalar vardır. Bir örnek;
Dâni ki men be’âlem yalnuz seni sever men
Çün der berem neyâyî ender gamet ölür men
Bugünkü Türkçe ile ifadesi:
“Bilirsin ki ben, âlemde, yalnız seni severim; yanıma gelmeyecek olursan, senin gamından ölürüm.”
Bu (on üçüncü) asır Türk Edebiyatı’nın bir diğer feyiz kaynağı da Yunus Emre’dir.
Mevlânâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.
beytinden anlaşılan odur ki; Yunus Emre Mevlânâ ile tanışmış, bizzat meclislerinde bulunmuş, Mevlânâ’ya yakın ve ona hayran bir sûfidir. Birçok şiirinde Mevlânâ’dan faydalandığını gördüğümüz Yunus Emre’nin bazı şiirleri âdeta Mevlânâ’dan Türkçe tercümeler mâhiyetindedir.
Takip eden asırlarda şairlerimiz üzerinde Mevlânâ etkisi çığ gibi büyümüş, Mevlevi olsun ya da olmasın pek çok müellif Mevlânâ’nın eserlerinden ilham almışlardır.
On dördüncü yüzyılda Gülşehri’nin Mantıku’t-Tayr’ı ve Aşık Paşa’nın Garib-Name’sinde gerek vezin, gerek muhteva yönünden Mesnevî’nin tesiri açıkça görülür.
On beşinci yüzyılda Hüdâyî Salih Dede Mevlevî bir divan şairidir. Aynı asırda Muînî ve Dede Ömer Rûşenî Mesnevî’den ilk manzum tercümelerini kaleme almışlardır.
On altıncı yüzyılda Şâhidî, Yusuf Sîneçâk, Fevrî, Fedâyî, Bursalı Rahmi, Sinoplu Safâyî, Derviş Nigâhî, Ârifî gibi birçok Mevlevi şair yetişmiştir.
On yedinci yüzyılda Mevlevi şairlerin sayısında büyük artış olmuş, diğer yandan divan şairleri Mevlânâ’nın ve Mesnevî’nin değerini her fırsatta dile getirmişlerdir. Asrın başında tahtta olan I. Ahmed (Bahtî v. 1617), dünya saltanatını bir yana bırakarak mana sultanı Mevlânâ’ya kul olduğunu söyler.
Aynı asrın kaside şairi Nef ’î, Mevlânâ ve Mesnevî’sini över. Mevlânâ için kaleme aldığı kasidede Mesnevî’yi;
Mesnevî amma ki her beyti cihan-ı ma’rifet
Zerresiyle afitabının beraber pertevi
beytiyle tarif eder.
On yedinci yüzyılın şair kadrosu hayli zengindir. Neşatî, Enîs Dede, Ahmet Fasîh Dede, Âdem Dede, Şeyhülislam Bahâyî ve İbrahim Cevrî asrın Mevlevi şairleridir. Aynı zamanda hattat olan Cevri, Mesnevî’yi yirmi iki kere yazmıştır. Bu yüzyılın hikemî şairi Nâbî de Mevlânâ’ya hayrandır. Mevlânâ’yı öven üç medhiyyesi, ayrıca Mevlânâ’nın bir gazeline tahmisi vardır.
On sekizince yüzyılda Mevlânâ hayranlığı daha da artmıştır. Divanı, Mevlânâ medhiyeleriyle dolu olan Mustafa Sakıb Dede, Mevleviliğin önemli kaynaklarından biri olan Sefine-i Nefise-i Mevleviyân adlı üç ciltlik eserini kaleme almıştır. Süleyman Nahîfî, Mesnevî’nin altı cildini nazmen tercüme etmiştir. Neylî, Manisalı Birrî, Adnî Receb Dede, Fennî, Müneccimbaşı Ahmet Dede, Konyalı Nesîb Dede, Nâyî Osman Dede asrın Mevlevi şairleridir.
On sekizinci yüzyılın divan şiirinde Mevlânâ’dan feyz alan büyük şair Şeyh Galib’in ayrı bir yeri vardır. Mesnevî’yi elinden düşürmeyen Galib, henüz yirmi yedi yaşındayken Mesnevî’yi on birinci kez hatmetmiştir. Samimi bir Mevlânâ aşığı olan Şeyh Galib’in tasavvufi düşüncelerinin kaynağı daima Mevlânâ’nın eserleri olmuştur. Örnek vermek gerekirse Mevlana’nın insan sevgisi, Şeyh Galib’de:
Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
(Zatını değerli bil, ona iyi bak. Zira sen âlemin özü, kâinatın gözbebeği olan insansın.) ifadesiyle yerini bulur.
Yine on sekizinci yüzyılda Şeyh Galib’in yakın dostu Esrar Dede, Dervişlerinden Neyyir Dede ve Hulusi Dede Mevlevi şairlerimizdendir. Şeyh Galib’e büyük ilgi ve yakınlık gösteren Sultan III. Selim de İlhamî mahlasıyla şiirler yazan, Mevlânâ hayranı bir padişahtır.
Tanzimat döneminde divan şiirini temsil eden şairlerden Yenişehirli Avnî Bey, Said Çelebi, Konyalı Şem’î, Şeref Hanım, Leyla Hanım, Ramiz Abdullah Paşa, Pertev Mehmed Paşa, Zîver Paşa, Hakkı Paşa, Şerif Reşid Paşa, Nâzım Paşa gibi şair ve devlet adamlarının Mevlânâ’ya övgü dolu şiirleri vardır.
Tanzimat’tan sonra batı kültürünün etkisi altında gelişen ve günümüze kadar uzanan dönemde de Mevlânâ tesiri ve hayranlığı devam eder. Âsaf Hâlet Çelebi, Yahya Kemal Beyatlı bu dönemin şairlerindendir. Ahmet Remzi Akyürek, Tahirü’l Mevlevî, Veled Çelebi (İzbudak), Midhat Bahârî Beytur, Feridun Nafız (Uzluk), Ahmet Avni Konuk, Abdülbaki Gölpınarlı, Kemal Edip Kürkçüoğlu, Mehmet Önder, Feyzi Halıcı, Veysel Öksüz, Şefik Can ve Âmil Çelebioğlu Mevlânâ’nın eserlerini tercüme eden, şiirlerini veya ilmi araştırmalarını Mevlânâ’ya hasreden şair, ilim adamı ve Mevlânâ dostlarıdır.25
Görülüyor ki Mevlânâ, ölümünden bu yana yedi asrı geçen zaman içinde Türk Edebiyatı’nın bütününe mal olmuş; tesiri, sevgisi, hayranlığı artarak devam etmiştir.
* Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt.Üyesi
iemiroglu@yeniumit.com.tr
DİPNOTLAR
1 Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, Çev. Veled İzbudak (M.E.B. Yayınları), İstanbul, l99l, C. III, s. 4, b. 522.
2 Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, Çeviren: Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1990, s. 160.
3 Örneğin, Fîh, s. 256, 258, 335, 147.
4 Cizre Abdullah, “Mevlânâ Celâleddin Anadolu’ya Süleyman Paşa’dan önce Gelmiştir”, Mevlânâ ile İlgili Yazılardan Seçmeler, Derleyen: Vedat Genç, İstanbul, 1994, s. 94.
5 Mesnevî, I, s. 55, b. 691.
6 Mesnevî, VI, s. 14, B. 151.
7 Mesnevî, VI, s. 369, B. 4633.
8 Rubâiler, I, s. 250, R. 1214.
9 Mesnevî, V, 223, B. 2733.
10 Dîvân, I, s. 14, B. 86.
11 Mevlânâ Celâleddin, Mektuplar, Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1963, s. 3, Mektup: I.
12 Macâlis-i Sab’a, s. 98.
13 Örneğin bkz. Dîvân, V, s. 3, 338, B. 15, 4174.
14 Örneğin bkz. Dîvân, II, s. 348, B. 2906. (Sükûtu becerememe ve bunun nedenleri için Bkz. Emiroğlu, Sufi ve Dil, III. Bölüm.)
15 Kabaklı Ahmet, “Mevlânâ’nın Sanatı ve Şiir Anlayışı”, I. Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, Konya, 1986, s. 32
16 Fîh, s. 116.
17 Bkz. Rahmân sûresi.
18 Bkz. A’râf, 7/184; Hacc, 22/49.
19 Dîvân, II, s. 367, b. 3059, b. 3063.
20 Kabaklı, “Mevlânâ’nın Sanatı ve Şiir Anlayışı”, I. Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, s. 32.
21 Topçu, Mevlânâ ve Tasavvuf, s. 120.
22 Bkz. Nasr, Seyyed Hossein, Rumi and The Sûfi Tradition, Tehran, 1974, s. 2; Nasr, İslâm’da Bilim ve Medeniyet, Çev. Nabi Avcı, Kasım Turhan, Ahmet Ünal, İstanbul, 1991, s. 350.
23 Nasr, İslâm Sanatı ve Maneviyatı, Çev. A. Demirhan, s. 178.
24 Ocak, Ahmet Yaşar, Türk Sûfiliğine Bakışlar, İstanbul, 1999, s. 125. Fazla bilgi için bkz. Emiroğlu İbrahim, Sûfi ve Dil, İstanbul 2002, s. 13-27; Yanlış Düşünce ve Davranışlar karşısında Mevlânâ, İstanbul 2002, s. 11-15.
25 Yeniterzi, Emine, Mevlana Celâleddin Rûmî, Ankara 1995, ss. 97-101.
"NE OLURSAN OL GEL" DİYEN MEVLÂNA DEĞİLDİ
'Ne olursan ol yine gel' cümlesinin Mevlâna hazretlerine ait olmadığına dair birçok görüş var.
Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz. Mevlâna hazretlerinin kendine ait birçok özlü sözü olduğu halde kaynağı hakkında şüpheler olan bu söz neden bu kadar çok kullanıyor sizce?
Evet, bu söz son elli yıldır kullanıla gelir olmuştur, öncesinde yoktur. Mevlâna'nın tüm şiirlerinin yer aldığı 1368 tarihli Mevlâna Müzesi'ndeki yazmada bu rubai yoktur. Bilimsel olarak hazırlanan divanlarda yoktur. Çok sonraları istinsah edilen bir yazma nüshanın kenarına sonradan farklı bir yazı ile derkenar olarak yazılmış ve oradan alınarak kullanılmaya başlanmış. Aslında bu rubainin aynısıMevlâna'dan 170 yıl kadar önce yaşayan Horasan bölgesi mutasavvıflarından Ebu Said-i Ebul Hayr'ın divanında da görmekteyiz. Yine birkaç şairin divanında da bu rubai mevcut. Tam olarak kime ait olduğunu tespit etmek zor, ama Hz. Mevlâna'ya ait olmadığı kesin gibi.
Bu rubaideki anlam insanları öyle kuşatıyor ki, ötekileşmeden, daha önceki yapılan kötü işlerden umutsuzluğa kapılmadan yeni bir başlangıç imkânı sunduğu için insanların hoşuna gidiyor. Bir de tabi turizm amaçlı olarak 'gel' davetiyle Konya'ya gelme söz konusu işleniyor. Ancak buradaki 'gel' sözü vahdete, birliğe ve Yüce Allah'ın davetine, ilahi aşka gel, demektir. Eski yanlışlardan, günahlardan soyunup, tövbe ederek arı duru vahdet ırmağına dalmak için gel, demektir. Bu rubaiden bunların anlaşılması gerekirken adeta 'Mevlâna Türbesine-Müzesine' gel gibi bir anlam yükleniyor, bu da yanlıştır. Kime ait olursa olsun bu rubai 'Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz' ayetinin bir tefsiridir, o şekilde anlaşılmalıdır.
İNSANLAR ŞAİRİN İSTEDİĞİ GİBİ DEĞİL KENDİ İSTEDİĞİ GİBİ ANLIYOR
Mevlana hazretlerinin eserlerinde geçen aşk, şarap, vuslat gibi kavramların, teşbih ve mecazların doğru anlaşılıp anlaşılmadığı noktasında neler söyleyebilirsiniz?
Bu sadece Mevlâna için değil tüm mutasavvıf şairler için geçerlidir. Hatta Divan edebiyatımız şairleri için geçerlidir. Bu anlatımların hepsi metaforikanlatımlardır. Hepsinin bir karşılığı vardır. Mesela 'şarap' ilahi sarhoşluğu, Yüce Allah'ın aşkıyla tüm dünya dertlerinden sıyrılıp sadece O'nu düşünmeyi temsil eder. Mevlâna'nın 'Eşekler arpa suyundan, âşıklar ise ilahi aşk şarabından sarhoş olurlar' dizesi buna en belirgin cevap olabilir. Yine Mevlâna'nın'ben şarap deyince aklı unutturan dünyalık şarap gelmesin zihnine' demesi de okuyucuyu uyarmadır.
Tabiî ki şiirin içeriğinde metaforik yani remizlerle anlatım hep vardır. Geçmişte bu daha fazla idi. Günümüz anlayışıyla bunları gerçek manalarında anlamak yanlış olur. Zaten bu açıdan bu tarz kelimelerin şiirde kullanıldığı anlamları kapsayan sözlükler yazılmıştır. Oradan istifade ederek bu şiirleri okursak, şairin demek istediğini daha iyi anlar ve yanlış hükümlere varmayız. Bir de bu tarz şiirler için şerhler yazılmıştır. Bu şerhlerden de istifade etmek gerekir. Ancak, maalesef günümüz insanı okuduğu eserlerde istediğini bulmak amacı güttüğü için, şairin istediği gibi değil kendi istediği gibi anlıyor, dışta kalıyor içe ulaşamıyor. Cevizin dış kabuğuna takılıp kalıyor, kırıp içindeki özden faydalanamıyor.
Röportajın tamamı için bkz: http://yenisafak.com.tr/kultur-sanat-haber/ne-olursan-ol-gel-diyen-mevlana-degildi-09.01.2014-604285?ref=manset-5
***
Basından bir başka değerlendirme
Bu rubâî, Mevlâna'nın bütün şiirlerinin yer aldığı 1368 tarihli Mevlâna Müzesi'ndeki yazmada geçmiyor. İlmî olarak hazırlanan divanlarda da yok. “Gel, gel, ne olursan ol yine gel!” diye devam eden bu rubâî, Hz. Mevlânâ’ya ait olan Mesnevî'de de, Divan-ı Kebîr'de de, Mektubât'ta da, Rubâîler'de de geçmiyor.
Hz. Mevlana bu sözleri kendisi söylemediği gibi, Ebu'l Hayr'dan da iktibas edip eserlerine almış değildir.
Ancak çok sonraları istinsah edilen bir yazma nüshanın kenarına, farklı bir yazı ile derkenar edilmiştir.
Muasır bilim adamlarından Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Zülfikar Güngör, Dr. İbrahim Sarıoğlu, Ömer Tuğrul İnançer de bu sözlerin Hz. Mevlânâ’ya ait olmadığını ifade etmektedirler. Ünlü Prof. Dr. İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı da bir televizyon programında aynı şeyi dile getirdiler. Divan edebiyatı araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. İskender Pala ile tasavvuf tarihi araştırmaları yapan Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç da aynı görüştedir.
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel!” diye devam eden bu şiir, ilk olarak İran coğrafyasında yetişmiş iki âlimin eserinde yer alıyor. Bunlardan biri Ebû Said Ebu'l-Hayr'dır (v. 1049. Onun Divân-ı Eş'ar'ındaki rubâîler arasında geçer). Diğeri de Bâbâ Efdal-i Kâşî'dir (Efdalüddîn-i Kâşânî, Ö. 1268).
Bu Farsça rubâîye Harabat'ında yer veren Ziya Paşa, yanına Baba Efdal-i Kâşî ismini yazmış.
Hâsılı, "Ne olursan ol yine gel…" diye devam eden mısra'ların, nasıl, ne maksatla ve kimlerin çıkarlarına âlet edilmek üzere Mevlânâ'ya atfedildiği aşikâr değil mi?
.
Dinle Neyden
Mahmut Kaya
Mevlâna'nın ifadesiyle insan, kamıştan koparılmış bir ney gibidir. Gerçek sahibinden uzaklaştığından dolayı da hep inlemektedir. Onun bu iniltisi, bütün bir hayat boyu devam eder.
بشنو این نی چون شکایت میکند
از جداییها حکایت میکند
1. Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor,
ayrılıkları [nasıl] anlatıyor.
Sorgular merakla akıl her şeyi
Özler ruh aslını, ne kadar iyi
Dikkatle dinlersen inleyen neyi
Neler söyler neler anlayanlara
Ayrılık derdinden ağlayanlara
کز نیستان تا مرا ببریدهاند
در نفیرم مرد و زن نالیدهاند
2. [Diyor ki:] Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek ve kadın herkes ağlayıp inledi.
İlahî emirle belli ki biri
Kamışlıktan beni keseli beri
İnletir feryadım gök ile yeri
Bîzârdır sesimden kadın ve erkek
Varsa eğer gönül, sevdalı gerek
سینه خواهم شرحه شرحه از فراق
تا بگویم شرح درد اشتیاق
3. Hasret derdini anlatabilmem için,
ayrılıktan parça parça olmuş bir yürek isterim.
Bulsam da dertleşsem bir bağrı yanık
Sıla hasretiyle darmadağınık
Yürek paramparça, gönlü uyanık
Şu benim hâlimden ancak o anlar
Ne bilsin maddeye mahkûm olanlar
هر کسی کو دور ماند از اصل خویش
باز جوید روزگار وصل خویش
4. Aslî vatanından uzak düşen kimse,
tekrar kavuşma zamanını arar durur.
Gelişin nereden bir düşün hele
Nasıl düştün cânım bu gurbet ele
Bedenle birlikte çektiğin çile
Bitince dönersin ana yurduna
Son bulur özlemin, bakma ardına
من به هر جمعیتی نالان شدم
جفت بدحالان و خوشحالان شدم
5. Ben her toplulukta ağlayıp inledim;
mutsuzlarla da mutlularla da eş ve yoldaş oldum.
Aslımı düşündüm, hayaller kurdum
Hasret ateşiyle yandım kavruldum
Her toplulukta ben inleyip durdum
Hem mutluya hem mutsuza oldum eş
Herkesi kendime edindim kardeş
هرکسی از ظن خود شد یار من
از درون من نجست اسرار من
6. Herkes kendi anlayışına göre dost oldu bana;
fakat içimdeki sırları araştıran olmadı.
Her biri kendince dost oldu bana
Nasıl anlatayım bilmem ki sana
Bendeki esrârı keşiften yana
Görmedim kimsede bir nur, bir ışık
Baktım ki zihinler karmakarışık
سر من از نالهی من دور نیست
لیک چشم و گوش را آن نور نیست
7. Benim sırrım feryadımdan uzak değildir,
ancak gözde onu görecek nur, ve kulakta o güç yok.
Aşkın kanunudur ezelden beri
Ağlayıp inlemem sırrın eseri
Ey hâlden anlayan, n’olur gel beri
Can feryat ederken gözler buğulu
Neden görmez duymaz şu insanoğlu
تن ز جان و جان ز تن مستور نیست
لیک کس را دید جان دستور نیست
8. Beden ruhtan, ruh bedenden gizli değil,
ama kimsenin ruhu görmesine izin yoktur.
Can tenden haberdar, ten canı tanır
Gâfil canla teni aynı şey sanır
Söyleyemez alık, çünkü utanır
Ruhun esrârına kimse eremez
İzin yoktur canı kimse göremez
آتشست این بانگ نای و نیست باد
هر که این آتش ندارد نیست باد
9. Ateştir bu neyin sesi, hava değil;
kimde bu ateş yoksa yok olsun o.
Hava değil ateş, bu neyin sesi
Mesih’tir, can verir aziz nefesi
Ağlatıp inletir duyan herkesi
Bu ateşten yoksun olan yok olsun
Yazık sana diyenleri çok olsun
آتش عشقست کاندر نی فتاد
جوشش عشقست کاندر می فتاد
10. Aşk ateşidir neyin içine düşen;
aşkın coşkusudur şaraba düşen…
Aşkın ateşidir neyi inleten
O yanık nağmedir gönlü titreten
Delileri uslandırıp dinleten
Şarabın verdiği coşku aşktandır
Aşk olmazsa şarap sadece kandır
نی حریف هرکه از یاری برید
پردههااش پردههای ما درید
11. Yârinden ayrılanın arkadaşıdır ney;
onun perdeleri perdelerimizi yırttı bizim.
Dosttan ayrılanın sırdaşıdır ney
Hasretin timsali, gözyaşıdır ney
Ezel avcısının yoldaşıdır ney
Yırttı perdemizi neydeki perde
İflâh olmaz artık düşen bu derde
همچو نی زهری و تریاقی کی دید
همچو نی دمساز و مشتاقی کی دید
12. Ney gibi bir zehir ve panzehiri kim gördü?
Ney gibi bir gönüldaş ve hasretkeşi kim gördü?
Hem derttir hem devâ bu neyin sesi
Zehir ve panzehir ılık nefesi
Büyüler gerçekten duyan herkesi
Böyle hasretkeşi gören oldu mu?
İç içe zıtlıklar bilen oldu mu?
نی حدیث راه پر خون میکند
قصههای عشق مجنون میکند
13. Ney, kanla dolu bir yoldan söz ediyor;
Mecnun’un aşk hikâyelerini anlatıyor.
Söz etmekte bu ney, bir kanlı yoldan
Mecnun’un geçtiği hicranlı yoldan
Vuslatı vâdeden o şanlı yoldan
Nice âşık içti aşk sebîlinden
Âb-ı hayât sunan selsebîlinden
محرم این هوش جز بیهوش نیست
مر زبان را مشتری جز گوش نیست
14. Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değil;
dilin de kulaktan başka müşterisi yok.
Ancak akılsızlar akla mahremdir
Aşksa âşıklara özel merhemdir
Onlar hâlden memnun, aşkla hemdemdir
Dilin müşterisi yalnız kulaktır
Hak sözü dinlemek herkese haktır
در غم ما روزها بیگاه شد
روزها با سوزها همراه شد
15. Günler gamımızla akşam oldu,
günler yanıp yakılışlarla yoldaş oldu.
Akşama döndürdü gam günümüzü
Fark etmedik gece gündüzümüzü
Mevlâ’ya döndürdük biz yüzümüzü
Bundan böyle artık gamla yoldaşız
Aşk soyundan geldik bizler kardaşız.
روزها گر رفت گو رو باک نیست
تو بمان ای آنک چون تو پاک نیست
16. Günler geçip gittiyse varsın gitsin, korkumuz yok.
Ey temizlikte eşi benzeri olmayan, yeter ki sen kal!
Gönül bu fânîyi n’eylesin n’etsin.
Aksın günlerimiz su gibi gitsin
Ömür sermayemiz biterse bitsin
Yeter ki sen gitme aziz sevgili
Nezâhet timsali temiz sevgili
هر که جز ماهی ز آبش سیر شد
هرکه بی روزیست روزش دیر شد
17. Balıktan başka herkes suyuna kandı;
nasibi olmayan [fakirin] günü uzadıkça uzadı.
Can cânandan başkasını arar mı?
Deryadaki balık suya kanar mı?
Leyla’dan gayriyi Mecnun anar mı?
Nasipsiz gün boyu âvâre gezer
Bitmek bilmez günü uzar da uzar.
در نیابد حال پخته هیچ خام
پس سخن کوتاه باید والسلام
18. Pişkinin halinden ham olan hiç anlamaz;
Öyleyse sözü kısa kesmek gerek, vesselâm.
Âşığın çektiği çileler gamlar
Pişirir ruhunu onu tamamlar
Olgunun hâlinden anlamaz hamlar
Yeter âriflere özlü bir kelâm
Kısa kesmek gerek sözü vesselâm.
بند بگسل، باش آزاد اى پسر
چند باشى بند سيم و بند زر
19. Ey oğul, bağı çöz, özgür ol!
Daha ne zamana kadar gümüş ve altının esiri olacaksın?
Gel oğul güzel oğul, mala mülke aldanma;
Altın gümüş tuzaktır, tuzağa yakalanma!
Özgürlüğe karşılık servet verseler kanma.
Daha ne vakte kadar malla avunacaksın?
Gel kurtul sen bu bağdan tam özgür olacaksın.
گر بريزى بحر را در كوزهاى
چند گنجد قسمت يک روزهاى
20. Denizi bir testiye döksen ne kadar alır?
Bir günlük nasibin kadar...
Çalış, kazan, biriktir; bilir misin no’lacak
Yiyip içtiğin hâriç, başkasına kalacak!
İhtirasın sonu yok, aç gözlü doymayacak.
Denizi bir testiye döksen ne kadar alır?
Kendine o testiden bir günlük nasip kalır.
كوزهء چشم حريصان پر نشد
تا صدف قانع نشد پر در نشد
21. Aç gözlülerin göz testisi dolmadı;
sedef kanaat etmedikçe inciyle dolmadı.
Aç gözlüler dünyada asla huzur bulmadı;
Onların dibi delik göz testisi dolmadı!
Kanaat etmedikçe sedef, inci olmadı.
Kanaat bir hazine harcadıkça tükenmez;
Kanaatkâr olanlar kapı kapı dilenmez.
هر كه را جامه ز عشقى چاک شد
او ز حرص و عيب كلى پاک شد
22. Kimin elbisesi bir aşk yüzünden yırtıldıysa
artık o tamamen ihtirastan ve ayıptan arınmıştır.
Bayağı tutkularla gel ömrünü tüketme,
Ruh iklimin tertemiz, sakın onu kirletme;
Düşüncene ket vuran söze itibar etme!
Aşk uğruna kıyafet eskitene ne mutlu!
İhtirastan arınan şu dünyada pek mutlu!
شاد باش اى عشق خوش سوداىما
اى طبيب جمله علتهاى ما
23. Şâd ol, ey bizim sevdası hoş aşkımız;
ey bizim bütün hastalıklarımızın tabibi!
Ruhu ihmal edersen bilki hayatın bomboş,
Dünya bir av sen tazı, koşabildiğince koş.
Bilsen sevdalı gönlün dünyası ne kadar hoş!
Sen şâd ol ey aşkımız, sevdâsı hoş aşkımız
Derdimizin tabibi, devâsı hoş aşkımız.
اى دواى نخوت و ناموس ما
اى تو افلاطون و جالينوس ما
24. Ey bizim kibir ve gururumuzun ilacı,
ey bizim Eflâtun'umuz, ey bizim Calinus'umuz!
Her türlü kötülükler içimizde birer ur,
En habis olanıysa bir kibir bir de gurur!
Aşk gelince herşey hoş, ne bir günah ne kusur...
Ey gururu ve kibri kırıp getiren dize!
Sen bize Eflatun’sun, Calinus’sun sen bize.
جسم خاک از عشق بر افلاک شد
كوه در رقص آمد و چالاک شد
25. Topraktan olma beden aşk sayesinde göklere ağdı;
dağ raksa başladı, çevikleşti.
Servet sayılır bazen örf ve âdet, gelenek;
Cahil olunca rehber, bir tuzaktır görenek.
İşte arınan insan, İsa Peygamber örnek:
Topraktan olma beden aşkla göklere ağdı
Neşeyle aşka gelip coşan o kutlu Dağ’dı...
عشق جان طور آمد عاشقا
طور مست و خر موسى صاعقا
26. Ey âşık, aşk Tur'a can oldu da Tur mest olup gitti,
Musa ise düşüp bayıldı.
Merkezi tutmuş atom, dans etmekte molekül,
Galaksilerde cümbüş, âhenk içinde bir küll
Herşey aşkın eseri, inanmazsan işte gül!...
Verince aşk Tûr’a can ürpererek yarıldı,
Bu hali gören Musa o an düşüp bayıldı.
با لب دمساز خود گر جفتمى
همچو نى من گفتنيها گفتمى
27. Gönüldaşımın dudağına eş ve mahrem olsaydım,
ben de ney gibi söylenecekleri söylerdim.
Ben bu ilde garibim, sürgünüm bu diyarda;
Arıyorum aslımı, aklım fikrim hep yârda
Kavuşmak mı...Bilemem, belki de sonbaharda.
Dudak olsam neyzene, neler söylerdim neler...
Aslından ayrı düşen ney gibi dâim inler.
هر كه او از هم زبانى شد جدا
بىزبان شد گر چه دارد صد نوا
28. Dildaşından ayrı düşen kimse,
yüzlerce nağmesi de olsa dilsizleşir.
Kuş dilidir dilimiz anlayan beri gelsin,
Hakk’ın tercümanıyız bizi bilmeyen bilsin.
Hakk’tan başka seversen gerçek mümin değilsin!
Dil ve gönüldaşından ayrı düşen bir kişi,
Yüz nağmesi olsa da dilsizdir, zordur işi.
چونک گل رفت و گلستان در گذشت
نشنوى ز ان پس ز بلبل سر گذشت
29. Gül solup gül bahçesinin vakti geçince,
artık bülbülden mâceralarını işitemezsin.
Bazen çöker bir gurbet, melül mahzun olurum;
Bunca ümit ve hayal son bulunca n'olurum!
Kendime teselliyi imanımda bulurum.
Hazan görmüş bahçede gülden eser kalır mı?
Böylesi bir bahçeden bülbül sesi gelir mi?
جمله معشوق است و عاشق پردهاى
زنده معشوق است و عاشق مردهاى
30. Her şey sevgilidir, âşıksa bir perde;
diri olan sevgilidir, âşıksa bir ölü.
Ne gezersin taşrada, hele dostum gel beri,
İç gözünle bakarsan herşey Hakk’ın eseri!
Öyleyse varlık güzel, herşeyin var bir yeri.
Her şey sevgili bana, aşksa perde sayılır,
Gerçek diri sevgili, âşık ölür, bayılır...
چون نباشد عشق را پرواى او
او چو مرغى ماند بىپر، واى او
31. Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir,
eyvahlar olsun ona!
Bir sarmaşıktır sarar ruhumuzu her yandan;
Tanıyan içmek ister cana cân katan candan.
Bir başka bahtiyar yok âşık olan insandan!...
Aşktan habersiz olan kanatsız kuş gibidir;
Eyvahlar olsun ona, zavallının biridir.
من چگونه هوش دارم پيش و پس
چون نباشد نور يارم پيش و پس
32. Önümde ve arkamda sevgilimin nuru olmadıkça,
benim aklım önü sonu nasıl anlayabilsin?!
Sırf akılla bu yola nasıl girebilirim,
Sevgilim göz olmazsa nasıl görebilirim,
Varlığın esrârına nasıl erebilirim?!...
Önümde ve arkamda yoksa nûrun vay bana!
Hangi güçle ne yüzle varabilirim sana?!
عشق خواهد كاين سخن بيرون بود
آينه غماز نبود چون بود
33. Aşk bu sözün dışa vurulup yayılmasını ister;
ayna gammaz [berrak] olmaz da ne olur?
Bu aşk ak kor gibidir yakıp yandırmak ister,
Hayrette kalanları nura bandırmak ister,
Sevgiye susayanı suya kandırmak ister.
Ayna temiz değilse gör ne yaman hâl olur,
Ona bakan kendini dipsiz kuyuda bulur...
آينهت دانى چرا غماز نيست
زانكه زنگار از رخش ممتاز نيست
34. Bilir misin ayna neden gammaz değil?
Yüzünden pası silmemiş de ondan...
Hiç düşündün mü cânım, kalb neden duyarsızdır?
Gâyesiz yaşayanlar uyumsuz, ayarsızdır;
Yanar döner olanlar imanda kararsızdır.
Ayna neden göstermez bilir misin bu sırrı,
Ya yüzünü silmemiş yahut dökülmüş sırı.
* İstanbul Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi
.Mevlana Celaleddin Rumî 12 ARALIK 1997 Mevlana Celaleddin Rumî hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Babası Behaeddin-i Veled hazretleri; Peygamber efendimizin rüyada methettiği ve “Sultan-ül-Ulema [âlimlerin sultanı]” ismini verdiği, pek kıymetli bir âlim ve evliya idi. Hz. Ebu Bekr-i Sıddık'ın soyundandır. Mevlana hazretleri, Horasan'ın Belh şehrinden olduğu hâlde, Rum diyarı olan Anadolu'ya hicret etmelerinden dolayı “Rumî” diye anıldı. Unvanındaki “Mevla” efendi, “Mevlana” efendimiz demektir. Mevlana'nın çocukluk yıllarında yetiştiricisi olan ve kendisini ilk defa zâhiri ve bâtınî ilimlerde yetiştiren Seyyid Burhaneddin Tirmizî hazretleri, babası Sultan-ül-Ulema'nın ileri gelen talebesiydi. Tirmiz şehrinde yaşardı. Seyyid Burhaneddin, hocasının, “Burhaneddin! Oğlum Celaleddin Muhammed'e ilim öğret!” emri üzerine, yollara düştü. Konya'ya geldi. Bir müddet ilim öğrettikten sonra, Haleb'e ve Şam'a gidip, oradaki âlimlerden de ilim öğrenmesi gerektiğini Mevlana'ya anlattı. Mevlana'yı Haleb'e ve Şam'a gönderdi. Kendisi de Kayseri'ye gitti. Mevlana Şam'a giderken, Nusaybin'de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı. Papazlar bazı olağanüstü şeyler gösteriyorlardı. Mevlana'yı görünce, bir erkek çocuğunu havaya uçuruverdiler. Oğlan, havada olduğu yerde kaldı. “Beni kurtarın, yoksa düşüp öleceğim” dedi. Bid'atlerden temizledi Papazların istidracını bozdu Hz. Mevlana, Horasan'da doğduğu hâlde, Rum diyarı olan Anadolu'ya hicret etmelerinden dolayı “Rumî” diye anıldı. Unvanındaki “Mevla” efendi, “Mevlana” efendimiz demektir. Papazlar ne yaptılarsa bir çare bulamadılar. Nihayet oğlan; “O yanınızdaki zatın yüzünden ben bu hâle düştüm. Onun yardımı olmazsa, muhakkak helak olurum” dedi. Papazlar, ister istemez Mevlana'ya yalvardılar. Mevlana; “Onu birşey kurtaramaz, ancak Kelime-i şehadet kurtarır” buyurdu. Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i şehadet getirdi ve kolayca yere indi. Mevlana'nın ellerini öptü. Bu hâli gören papazların hepsi de müslüman olmakla şereflendiler. Mevlana hazretleri iyice olgunlaştıktan sonra, Konya'ya geri döndü. Konya'da bulunan zamanın en büyük kelam ve tasavvuf âlimlerinden olan Sadreddin-i Konevî hazretlerinden de ilim öğrendi. Onun feyz ve teveccühlerine mazhar oldu ve manevî yolda yüksek derecelere kavuştu. Sadreddin-i Konevî anlatır: “Rüyamda Fahr-i kainât efendimizi gördüm. Yanlarında eshab-ı kiram ile medreseye teşrif etmişlerdi. Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlana Celaleddin-i Rumî de oraya gelip, uygun bir yere oturdu. Peygamber efendimiz, Mevlana'ya çok iltifat ettiler ve Hz. Ebu Bekir'e dönerek, “Ya Eba Bekir! Ben Celaleddin ile, diğer peygamberlerin arasında övünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim ve işlediği amelin feyz ve nuru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur” buyurdular. Mevlana'yı sağ tarafına oturttular. Peygamber efendimiz, bu rüya ile, talebelerimden Mevlana'nın derecesinin yüksekliğine işaret buyurdular. Bu durumu diğer talebelere anlattım ki, onun hatırını gözetip, ilminin yüksekliğini anlasınlar.” Şemseddin Attar anlatır: Mevlana birgün camide vaaz ederken, mevzu; Hızır aleyhisselam ile Musa aleyhisselamın kıssasına gelmiş idi. Bu kıssayı, öyle heyecanlı anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs, başını önüne eğmiş birşeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim, dediklerini anladım. Şöyle diyordu: “Sanki yanımızda idin, sanki üçüncümüz sen idin!” Bunun Hızır olduğunu anladım. Yanına sokulup dedim ki: - Anladım, sen Hızırsın, ne olur, bana ihsan eyle! Bana cevap olarak, “Burada Hz. Mevlana varken, benim sana ihsanda bulunmam deniz yanında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşkillerini o halleder” deyip, gözden kayboldu. Ben bu hâli Mevlana hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, ben söze başlamadan buyurdu ki: - Ey Attar! Hızır aleyhisselamın sözleri doğrudur.
“Canımı verirdim” 13 ARALIK 1997 Mevlana hazretleri talebeleriyle giderken, kapı önünde tefekkür hâlinde duran, kıyafetinden yabancı olduğu anlaşılan bir kimseyi gördü. Ona selam verip, yoluna devam etti. Bu Şems-i Tebrizî hazretleri idi. Kendi kendine de; “Bu yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nurlu bir yüzü var” diye düşünürken, aniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Mevlana hazretleri, atı durduran elin sahibinin, o yabancı olduğunu görünce, sordu: - Buyurunuz! Bir arzunuz mu var? - İsminizi öğrenmek istiyorum? - Mevlana Celaleddin Muhammed. Sanki yanımızda idin “Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdeliğidir. Onun hakiki haberini getirene canımı veririm.” - Bir suâlim var. - Buyurun. - Acaba, Bayezid-i Bistamî nasıl biridir? - Elbette ki, büyük biridir. Bu cevabı bekleyen Şems-i Tebrizî sordu: - Öyleyse, Bayezid-i Bistamî; görünüşte bazı yanlış şeyleri niçin söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz? Mevlana hazretleri buna da şöyle cevap verdi: - Bayezid-i Bistamî'nin aldığı manevî ihsanlar o kadar çoktu ki, kalbi, bu oranda o kadar geniş olmadığı için, İlâhî feyzlere tahammül edemeyerek tecelli ile dolup taştı. Kendinden geçti. O sözleri, bu hâldeyken söyledi. Bu izahata hayran kalan Şems-i Tebrizî, “Allah” diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlana hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrizî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nur yüzlü zata, o kadar ısınmış, kalbinde o kadar muhabbet hasıl olmuştu ki, ayılınca, büyük bir hürmet ve edeple evine götürdü. Hocası Seyyid Burhaneddin hazretlerinin, geleceğini söylediği Şems-i Tebrizî olduğunu öğrenince, daha da çok sevindi. “Ey Muhterem efendim! Gerçi evimiz size layık değil ise de, zat-ı âlinize sadık bir hizmetçi olmaya çalışacağım. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlatlarınızdır” diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinliyordu. Şems-i Tebrizî, bir müddet sonra Konya'dan ayrıldı. Şems-i Tebrizî'nin gitmesi, Mevlana'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyordu. Ayrılık, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. “Şems, Şems!” diyerek, ciğeri yakan kasideler söylüyor, gözyaşlarıyla dolu yazdığı mektupları, Şam'da Şems-i Tebrizî hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse, “Şems'i gördüm” diye yalan söylese, ona müjdelik olarak, üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defasında birisi dedi ki: - Şems-i Tebrizî'yi Şam'da gördüm. Sağlığı yerindeydi. Mevlana, ona, elinde bulunan ne varsa, hepsini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse dedi ki: - O, Şems-i Tebrizî'yi görmedi, yalan söylüyor. Mevlana hazretleri bunun üzerine şu cevabı verdi: - Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdeliğidir. Onun hakiki haberini getirene canımı veririm. Bir zaman sonra Şems-i Tebrizî Konya'ya geri geldi. Mevlana Celaleddin ile Şems-i Tebrizî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip, sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi almadan, manevî bir âlemde kendilerinden geçtiler. Hocasına kavuştuktan sonra, “Akıl mürşidi bulmak içindir. Hocamı buldum, aklımı bıraktım” buyurdu. Halk, Şems gelince, Mevlana'nın sakinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasihat edeceğini, sohbetlerinden istifade edeceklerini ümit ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyadeleştiğini gördüler.
Mevlana'nın hürmetine... 14 ARALIK 1997 Mevlana hazretleri birgün, kendi meclisindeki bir gencin, bir ihtiyarın üst tarafında oturduğunu görür. O gence bir şey söylemeden, Hz. Ali'nin, bir sabah namazına giderken, İzahata hayran kaldı Hocan Şemsi gördüm “Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım talep etmişsin ki, reddetmek mümkün değil. Seni Mevlana hazretleri hürmetine affettim.” önünde yürümekte olan Yahûdi bir ihtiyarı, yaşına hürmeten geçmediğini, bu sebeple namaza geç kalınca, birinci rekatın rükûunda, Cebrail aleyhisselamın, Resulullahın sırtına lütuf ile elini koyup durdurduğunu ve Hz. Ali'nin yetiştiğini anlatıp buyurdu ki: - Yahûdi ihtiyara hürmet edilince, müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir. Hele ömrünü dine uymakla geçirmiş ihtiyarlara saygı ve hürmet gösteren gençlerin, Allahü teâlâ katında ne kadar yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir. Bu nasihati dinleyen genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha büyüklerin üst tarafında oturmadı. Önceleri Mevlana hazretlerinin büyüklüğünü anlayamayan, onun devamlı aleyhinde söz söyleyen bir kimse, birgün rüyasında gördüklerini şöyle anlattı: “Rüyamda, Karatay Medresesi'ndeki dershanenin ortasında, Peygamber efendimizi oturur hâlde gördüm. Sanki güneş gökten inmişti. Nurundan gözler kamaşıyor, eshab-ı kiram da hizmet ediyorlardı. Ben huzuruna doğru ilerleyip, kendilerine selam verdim. Selamımı aldılar ve yanlarında bulunan tabak içindeki yahniden bir parça sundular. Yahniyi alarak sordum: - Ya Resulallah! Etlerin en lezzetlisi, en güzeli hangisidir? Buyurdu ki: - Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olanıdır. O anda uyandım. Her tarafımı nur kaplamıştı. Büyük bir sevinç içinde, Karatay Medresesi'ne gittim. Dershanenin ortasında, Peygamber efendimizi gördüğüm yerde, Mevlana hazretleri oturuyordu. Hayretle yanlarına yaklaştım ve selam verdim. Selamımı tebessüm ederek aldı. Daha ben rüyamı anlatmadan, buyurdu ki: Sevgili Peygamberimiz, (Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olanıdır) buyurdu.” Tebrizli bir tüccar, ticaret için Konya'ya gelmişti. Konyalı tüccarlara sordu: - Burada evliyadan bir kimse var mıdır? Bir müşkülüm var, onu soracağım. - Mevlana hazretleri var. Seni ona götürelim. Tebrizli de daha önce Mevlana'nın namını duymuştu. Kabul edip, hemen Mevlana'nın dergahına gittiler. Tüccar huzura çıktığında dedi ki: - Efendim, namazımı kılıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenatımı yapıyorum ve kimseye zararım olmuyor. Ancak, kalbimde ibadetlere karşı bir soğukluk var. Huzurum yok. Sebebini de bir türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirham ediyorum. Mevlana hazretleri, şöyle bir murakabeden sonra buyurdu ki: - Ey Tacir! Sen, Magrib'de bir yol üzerinde, Allahü teâlânın velî kullarından birisiyle karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin, hatta ona hakaret ettin. Sendeki huzursuzluğun sebebi budur. Tüccar duvara baktığında, bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan, o velî kulun, yine bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlana hazretleri, sözüne devam ederek buyurdu ki: - Bu huzursuzluğunuzun çaresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına kavuşmaktır. Mevlana hazretleri, tacire daha birçok nasihatler yaptıktan sonra, “Muhakkak onu bul, hakkını helal ettirip duâsını al! Bizim de selamımızı söyle” buyurdu. Tacir de, “Peki efendim” deyip, yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu. Araya araya o mübarek zatı buldu. Çok özür dileyip, Mevlana'nın selamını söyledi. Affetmesini, hakkını helal etmesini istirham eyledi. Bunun üzerine o mübarek zat dedi ki: Rüyada gördükleri Huzursuzluğun çaresi - Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım talep etmişsin ki, reddetmek mümkün değil. Seni Mevlana hazretleri hürmetine affettim
. Bu diğerlerine benzemiyor 15 ARALIK 1997 Moğolların Anadolu genel valisi Baycu Noyan Han, Konya'yı muhasara etti. Konyalılar gayet sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşadı. Muhasaranın kaldırılması için Mevlana hazretlerinin huzuruna çıkıp, dediler ki: - Efendim! Bize merhamet ediniz! Baycu Noyan, bildiğiniz gibi Konya'yı muhasara etti. Çoluk-çocuğumuzla gayet sıkıntıya düştük. Korku içinde yaşıyoruz. Şayet bize yardım etmezseniz, sonumuz felaket olur. Çünkü Baycu Noyan, hangi şehri fethettiyse, halkı kılıçtan geçirip, mallarını yağmaladı. Bu işe bir tedbir istirham ediyoruz. Mevlana buyurdu ki: - Siz Allahü teâlâya tevekkül edin! Doğru bir itikad ile cenab-ı Hakkın evliyasını vesile ederek duâ edin! İnşaallah sıkıntınız def olur. Sonra şehirden dışarı çıkıp, meydanın ortasında durdu. Kıbleye dönerek namaz kılmaya başladı. Meydanda binlerce Moğol askeri vardı. Baycu Noyan'a kocaman bir çadır kurulmuştu. Askerler hemen komutanlarına koşup dediler ki: - Şehirden yaşlı bir kimse çıktı. Mavi kaftanlı, sarıklı, heybetli bir kimse. Meydanda namaz kılmaya başladı. Ne bir korku, ne bir heyecanı var. Askerlerden hiçbiri yanına yaklaşmaya cesaret edemiyor... Baycu Noyan, askerlerine emir verdi: - Ok yağmuruna tutarak derhal öldürün! Bu emir üzerine, okçular ok atmak için davrandıklarında, herbirinin kolları yerinden kalkmaz hâle geldi. Hiçbiri ok atamıyorlardı. Bu durumu gören Baycu Noyan, süvarilere tekrar emir verdi: - Atlara binip, kılıçla üzerine saldırın! Süvariler hemen ata binip sürmek istediler, fakat atların ayakları toprağa battı. Atların hepsi, üzerindeki askeri çekemez hâle geldi. Bunu da hayretle gören Baycu Noyan'ın canı sıkıldı. Kendisi okunu çekip yayını gerdi. Nişan alarak Mevlana'ya fırlattı. Attığı üç ok da hedefe değil, Baycu'nun önüne düştü. Bu hâli de gören Noyan, iyice öfkelenip atını getirmelerini emretti. Ata bindiyse de, atını bir türlü hareket ettiremedi. Hiddeti ziyadeleşen Baycu Noyan, attan inip yaya olarak hücum etmek istedi. Fakat ayakları tutulup, yüzüstü yere düştü. Yüzü yaralanan Baycu, ne yapacağını şaşırdı. Bu olanları şehirden takip eden halk, hayretten hayrete düştüler ve hep bir ağızdan tekbir getirdiler. Nihayet Baycu Noyan hiçbir şey yapamayacağını ve Mevlana karşısında acizliğini anlayınca; “Bu kimse, şimdiye kadar karşılaştığım insanların hiçbirine benzemiyor. Bunun, Allahü teâlânın himayesi altında olan kimselerden olduğu anlaşılıyor. Bu kadar askerî gücümle, değil kendisiyle mücadele etmek, üzerine doğru bir adım bile atamadık. Dolayısıyle bununla iyi geçinmekte, anlaşma yapmakta fayda vardır” diyerek, askerini toplayıp muhasaradan vazgeçti. Mevlana hazretlerinin talebelerine nasihatları: Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihya ediniz! Allahü teâlânın sevdiği ameller, ibadetler yaparak ve helal yollardan çoluk-çocuğunuzun ihtiyaçlarını kazanarak, razı olunan kullar zümresine dahil olunuz! “Siz Allahü teâlâya tevekkül edin! Doğru bir itikad ile cenab-ı Hakkın evliyasını vesile ederek duâ edin! İnşaallah sıkıntınız def olur.” Ok yağmuruna tutun! Ey bizi sevenler! Hep helali isteyip, helalinden yiyip, içiniz ve helalinden giyiniz! Söyledikleriniz, dinledikleriniz, düşündükleriniz hep helal olsun! Her hareketinizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalısınız. Herkes, bir sanata sahip olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir! Talebelerimden bunu hassaten istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyamet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riayet etmeyenler ve ehl-i sünnet yoluna muhalefet edenler, kıyamet günü bizi göremeyeceklerdir.
Mevlana’ya yapılan iftira 16 ARALIK 1997 Mevlana Celaleddin-i Rumî hazretleri, olgun, âlim ve velî bir müslüman idi. Onun çeşitli din, mezhep, meşrep sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevazuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dininin emrettiği güzel ahlakından bazı nümunelerdir. Onda, bunlardan başka İslâm ahlakının diğer hususları da, kemal derecede mevcuttu. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Mevlana'yı, yalnız bir mütefekkir, şair gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlana'yı çok eksik ve yarım anlamaya, hatta hiç anlamamaya sebep olabilir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı aletleri çalınarak yapılan törenler ve ayinler, ilk defa onbeşinci asırda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamana rastlar. Bu tarih, Mevlana hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevî'sinde geçen “Ney” kelimesi, bazı edebiyatçılar tarafından çalgı aleti olan ney şeklinde düşünüldüğü için, yanlış olarak, kendisinin ney çaldığı veya dinlediği sanılmıştır. Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyanın büyüklerinden olan, Celaleddin-i Rumî, ney çalmadı. Musiki dinlemedi ve raks etmedi. Yani dans etmedi. Bunları yaptı demek, Mevlana hazretlerine en büyük iftiradır. Ney, Farisî dilinde yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarında yok olmuştur. Ney, insan-ı kâmil manasında da kullanılmaktadır. İkinci Sultan Abdülhamid Han zamanında, Ankara valisi olan Abidin Paşa, Mesnevî şerhinde, ney'in insan-ı kâmil demek olduğunu, dokuz türlü ispat etmektedir. Mevlevîlik, sonraları cahillerin eline düştüğünden, ney'i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmaya, dans etmeye başlamışlar, ibadete haram karıştırmışlardır. Dinimizin yasak ettiği bu oyun aletleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstadının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyaret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakta ise de, o hakikat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır. Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celaleddin-i Rumî hazretleri, yüksek sesle zikir bile yapmazdı. Nitekim “Mesnevî”sinde buyuruyor ki: Pes zi can kün, vasl-ı cananra taleb, Bi leb-ü bigam migu, nam-ı Rab! Yani, “O hâlde, sevgiliye kavuşmayı, can-u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!” demektir. Sonradan gelen Mevlana'yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Dinimize uygun olmayan bu hâllerine ibadet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, “Mevlana da böyle Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celaleddin-i Rumî hazretleri, yüksek sesle zikir bile yapmazdı. Ney'in manası yapardı. Biz Mevlevîyiz, onun yolundan gidiyoruz” diyenler, Mevlana'ya büyük iftira etmiş olurlar. Ahirette bunların yakasına yapışır Mevlana! Mevlana'da keder ve ümitsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve merhamet vardır. Bunun için Mevlana buyurmaktadır ki: “Gel, gel, her kim olursan ol, gel! Allaha şirk koşanlardan, Mecusîlerden, puta tapanlardan da olsan gel! Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir, Tevbeni yüz defa bozmuş olsan bile gel!” Bazıları Mevlana'nın bu ifadelerini yanlış anlamaktadırlar. Mevlana hazretleri ne olursanız olun gelin, geldiğiniz gibi kalın demiyor. “Ne olursanız olun gelin, fakat burada imana gelin, müslüman olun, hidayete erişin” demektedir. “
Su gibi mütevazı ol!” 17 ARALIK 1997 Birbirleriyle dargın olan iki kimseyi, Mevlana hazretlerinin huzuruna getirdiklerinde, barışmaları için onlara şu nasihatta bulundu: “Allahü teâlâ, bazı insanları su gibi latif, mütevazı, daima aşağıya akıcı ve yumuşak huylu, bazılarını da toprak, taş gibi sert mizaçlı yarattı. Su, toprağa karışır, meyvelerin büyümesini, canlıların içerek hayatlarının devam etmesini sağlar. O sulardan ruhlara ve bedenlere gıda temin edilip, menfaat sağlanır. Su toprağa gitmezse, topraktan ve sudan layıkıyla istifade edilmez. Ey Nureddin! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup, yerinden kalkmaz ve barışmaz ise, sen su gibi tevazu üzere olup, anlaş! Herkes bilir ki, iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa, cennete ötekinden önce girecektir. Daha çok sevap kazanacaktır. Dolayısiyle, bu barıştan her ikiniz de istifade etmiş olacaksınız.” Bunu dinleyen iki küs kimse, daha çok sevap kazanmak gayretiyle hemen barıştılar. Bir kimse, geçim darlığından, fakirlikten şikayette bulundu. Bunun üzerine Mevlana hazretleri o kimseye sordu: - Eğer sana, organlarından birini, mesela gözünü çıkarıp, yerine bin altın verelim deseler razı olur musun? O da cevap verdi: - Hayır, razı olmam. Bunun üzerine Mevlana hazretleri de buyurdu ki: - Ey kardeşim! Madem ki razı olmazsın, niçin geçim sıkıntısından şikayette bulunursun? Fakirim diyorsun da, bu kadar altından daha kıymetli organların var iken, vücudun sıhhatte ve afiyette iken, niçin bunları sana bedavadan ihsan eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; “Eğer kulum elindeki nimetlerin şükrünü eda ederse, ben o nimeti daha arttırırım” buyurdu. Mevlana hazretlerine sordular: - Efendim! Allahü teâlânın velî kulları vefat edince, tasarruf hakkına sahip olurlar mı? Hayatta oldukları gibi insanlara yardım edip, sıkıntılarını giderirler mi? Bunun üzerine Mevlana hazretleri de buyurdu ki: - Cenab-ı Hakkın evliya kulları ahirete intikal ettiklerinde, dünyadakine oranla daha çok tasarrufa sahip olurlar. Dünyadaki tasarruf hudutlu, ahiretteki ise hudutsuzdur. Oradakiler dediler ki: - Dostlarınıza ve talebelerinize dünyadaki gibi ahirette de ihsan ve merhamet eder misiniz? Her ne olursan gel! Toprak susuz kalırsa... Su, toprağa karışır, meyvelerin büyümesini, canlıların içerek hayatlarının devam etmesini sağlar. O sulardan ruhlara ve bedenlere gıda temin edilip, menfaat sağlanır. - Ey dostlarım! Kılıç kınında iken kesmez. Kınından çıktığı zaman keser. Bize şefaat hakkı verilirse, elbette biz de sizlere şefaat ederiz. Vefatı yaklaştığı günlerde, dostlarını ve talebelerini toplayarak, onlara nasihat etti. Buyurdu ki: Vefatımdan sonra, “Perişan ve huzursuz oluruz, hâlimiz ne olacak?” diye hatırınıza gelmesin. Ne hâlde olursanız olunuz, benimle olun! Beni hatırlayın! Allahü teâlânın izniyle size maddî ve manevî yardımlarda bulunurum. Gizli ve aşikâr Allahü teâlâdan korkunuz! Günahlardan sakınınız! Az yiyip, az uyuyup, az konuşunuz! Çok oruç tutunuz! Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendiriniz! Daima şehveti terkedip, sefihlerle, cahillerle mücadele etmeyi, onlarla oturup kalkmayı bırakınız! Onları kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla beraber olunuz! Ya hayır konuşunuz veya susunuz! Mahlukatın sıkıntılarına sabrediniz! Biliniz ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır. Kabrimin üzerine yapacağınız türbenin kubbesi yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün. Çünkü, türbemi görenler Allahü teâlâya, beni vesile ederek duâ ederler. Beni vesile ederek Allahü teâlâdan rahmet ve magfiret isterlerse, duâlarının kabul olması için, ben de Rabbimize yalvarırım. Böylece duâlarının neticesi, Allahü teâlânın izniyle hasıl olur. Rahmet ve magfirete mazhar olurlar.
.Akıllının düşmanlığı 28 EKİM 1997 Mesnevî’den seçmeler: Atlı bir kimse, yolda giderken, kenarda uyumakta olan bir adamın ağzına yılanın girmekte olduğunu gördü. Hemen o tarafa koştu ise de yetişemedi. Yılan adamın ağzından içeri girmişti. Hemen elindeki kamçıyı vurarak, uyuyan kimseyi uyandırdı. Adamın canı yandığı için kaçmaya başladı. Sonunda bir elma ağacının yanında durdu. Atlı da peşinden geldi. Atından inip, ağacın altında bulunan çürük elmaları yemesini söyledi. Adam yemek istemeyince de, elindeki kamçıyı vurarak zorla yedirtti. Adam zoru görünce, bir taraftan çürük elmaları yiyor, bir taraftan da şöyle söyleniyordu: - Ey yolcu, bana niçin zulüm ediyorsun? Ben sana ne yaptım? Senin bana yaptıkların reva mıdır? Eğer maksadın beni öldürmek ise, niçin eziyet ediyorsun? Bir an önce kılıcını boynuma vur da öldür! Senin gibi zalim birine rastlamam, benim için ne büyük talihsizlik! Ya Rabbi, bana zulmeden bu kimsenin cezasını ver! Süvari, bu kimsenin konuşmalarına, ettiği bedduâlara hiç aldırmadı. Atına binip, adamı düz ovada koşturmaya başladı. Yetiştiği yerde, elindeki kamçıyı vuruyor, adam da can havliye koşabildiği kadar koşuyordu. Karnı tıka basa dolduğu için, midesi bulanmaya başladı. Nihayet başı döndü ve yere yıkılıp kaldı. Kusmaya ve midesinde ne var, ne yok hepsini çıkarmaya başladı. Bu arada yılan da dışarı çıktı. Bu hâli görünce, çektiği bütün sıkıntıları unuttu. Süvarinin saatlerce, niçin kendisine eziyet verdiğini anladı. Söylediği sözlere çok pişman oldu. Adamdan özür dileyerek dedi ki: - Sen ne kadar iyi bir kişiymişsin. Sen Allahın bir rahmetisin, tam zamanında beni gördün. Beni ölümden kurtardın. Ne mutlu senin gibilerle beraber bulunanlara! Senin için her şeyim feda olsun. Ben sana sert konuştum. Küstahça davrandım. Ey şahların şahı! Sana söylediğim kötü sözler, bilgisizliğim sebebiyledir. Durumu biraz bilseydim, böyle sözler söylemezdim. Ey güzel huylu kimse, vaziyeti biraz anlatsaydın, seni över duâ ederdim. Fakat, sustun ve durmadan vurdun. Dünyayı başıma zindan ettin. Ey iyi huylu kimse, lüzumsuz, aptalca konuşmalarımdan dolayı beni affet! Bunun üzerine süvari şöyle cevap verdi: - Eğer sana vaziyeti söylemiş olsaydım, korkudan ödün kopardı, ölürdün. Yılanın zehirinden önce, korku seni öldürürdü. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahvolurdu. Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya, ne de namaz kılmaya kuvvet bulamazdınız.) İşte akıllı olanların düşmanlığı hep böyle görünüşte düşmanlıktır. Hakikatte ise, o kimseye iyiliktir. Akılsızın dostluğu ise, insana cefa olur. Sen ne iyi kimseymişsin... İçimdeki düşmanı bilseydin Bu hâli bilenler, kedinin pençesindeki fare gibi olur. Kurt gören kuzu gibi şaşırır. İçindeki düşmanı bilseydin, ne elmayı yiyebilir, ne de kusmak için mecalin kalırdı. Sen bana bedduâ ettikçe, ben, “Ya Rabbi! İşimi kolaylaştır. Bir an önce şunun içindeki düşmanı çıkartayım” diye duâ ediyordum. Ne sebebi söylemeye ruhsatım, ne de seni bırakıp gitmeye kudretim vardı. İşte akıllı olanların düşmanlığı hep böyle görünüşte düşmanlıktır. Hakikatte ise, o kimseye iyiliktir. Akılsızın dostluğu ise, insana cefa olur.
.
|
|
|
|
|
Bugün 560 ziyaretçi (2322 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|