|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Müslüman Şahsiyetin Temel Bir Özelliği: TEVAZU
Tevazu yani alçak gönüllülük, dinimizin değer verdiği en güzel huylardan biridir. Tevazu, kendi değerini, olduğundan aşağı görmek ve başkalarını asla küçük görmemektir. Başka bir ifade ile tevazu; makam ve mertebe itibariyle kendinden aşağıda olanlara karşı büyüklenmemek, Allah'ın kullarına üstünlük taslamamak ve onları aşağılamaktan sakınmaktır. Ancak tevazu; her yapılanı tolere edecek ölçüde hoşgörülü olmak olarak anlaşılmamalıdır. Tevazuun zıddı, kibir ve gururdur. Mütevazı insan, haddini bilir ve kendisini başkalarından üstün görmez. Mütekebbir ve gururlu kişi ise, -haksız olarak- kendisini başkalarından daha büyük, daha üstün ve daha değerli görür.
Tevazuun Temeli
Soyu sopu, malı mülkü, makamı mevkii, gücü kuvveti, şanı şöhreti, eşi dostu, boyu posu, ilmi irfanı, zühdü takvası ne kadar çok ve iyi durumda bulunursa bulunsun, bütün bunları yok sayıp kendini başkalarından üstün ve önemli görmemek, tevazuun temelidir. Mütevazı insan; kendi itibar ve derecesini düşük görür, başkalarını aşağılayıcı duygu ve davranışlardan kendini arındırır, layık olduğundan daha düşük bir dereceye râzı olur. Kalbindeki tevazu, dış organlarına da huşû olarak akseder. Dolayısıyla mütevazı insan; dış görünüşünden de kolayca belli olur. O; duruşuyla, hareketleriyle, mimikleriyle ve bakışlarıyla kimseyi rahatsız etmez.
Mütevazı İnsan Haddini Bilir!
Mütevazı insan; haddini ve sınırlarını bilir, her konuda iyi olmak gibi bir iddiası yoktur, hatalarını kabul eder, sahip olduğu imkânlardan memnundur, kendisini övmekten kaçınır, her şeyi kendisine mal etmez, kendisine yapılan iyiliklere teşekkür eder, kendisini başkalarıyla karşılaştırmaz, her zaman öğrenmeye açıktır ve başkalarına yardım etmekten zevk alır. Kibirli kişi; daima kendisinden söz ederken, mütevazı insan, hiç kendisinden bahsetmez.
Mütevazı Kişi, İfrat ve Tefritten Uzaktır
Diğer ahlakî erdemlerde olduğu gibi tevazu konusunda da ifrat ve tefritten uzak, itidal üzere bulunmak kıymetlidir. Bir insanın kendisini başkalarından üstün görmesi, kibir ve gururdur. Bu bir ifrat halidir. Başkalarını kendinden üstün görürken, kendini hor ve hakir görmesi, zillet ve meskenettir ki, bu da tefrittir. Kendisini, başkalarıyla eşit olarak görmesi ise itidal halidir ki, tevazu işte budur. Yani insan haddini bilecek; kendisini, ne olduğundan büyük ne de aşırı derecede küçük ve değersiz görecek.
Kula Tevazu Yakışır
Kuran-ı kerimin, meydana getirdiği zihniyet değişikliğinin temel alanlarından biri de Rab-kul münasebetidir. Kuran-ı kerim, Allahü Teâlâyı “bütün kâinatın sahibi” olarak zihinlere yerleştirmiş ve O'nun yüce iradesine mutlak teslimiyeti emretmiştir. Çünkü Allah rab, insan ise kuldur. Kulun görevi, rabbinin karşısında mütevazı olmaktır. İhlaslı bir ibadet, Allahü Teâlâya karşı en güzel tevazu göstergesidir. Câhiliye insanının ahlâk anlayışına sertlik, isyan, taassup, kibir ve serkeşlik egemen iken; islamla şereflenen fertlerin karakterine; teslimiyet, itaat ve tevazu ifade eden hasletler hâkim olmuştur. Yani kibir cahilî bir karakter, tevazu ise İslamî bir ahlaktır.
Müslüman Şahsiyetin Temel Özelliği
Mütevazı olmak, müslüman şahsiyetin temel özelliklerindendir. Çünkü insanın sahip olduğu bütün nimetler, Allahü Teâlânın ihsanıdır. Bunun için mevki ve servet sahiplerinin tevazu göstermeleri, onların imanlarını ve olgunluklarını gösterir. Tevazu herkes için güzeldir, fakat en güzeli zenginlerin tevazuudur. Abdulkerim El-Kuşeyrî hazretleri, “Tevazu Hakk'a teslim olmak ve hükmüne itiraz etmemektir,” derken tevazuu, takvâ ehlinin en üstün ahlâkî özelliği ve şeref sebebi saymıştır.
Büyüklük Allah'a Mahsustur
Kibirlenmeyi kınayan çok sayıdaki âyet-i kerime, tevazuun ahlâkî bir görev olduğunu gösterir. Zira büyüklük Allahü Teâlâya mahsustur. Şu halde insanın kendinde büyüklük görmesi her şeyden önce Allah'a karşı edepsizliktir. Bunun için pek çok âyet-i kerimede büyüklük taslayanlar ağır biçimde zemmedilmiş, şeytanın lanetlenmesinin asıl sebebinin de kibre kapılarak baş kaldırması olduğu bildirilmiştir. İnsanın tevazu sahibi olabilmesi için, dünyaya nereden geldiğini, nereye gideceğini bilmesi lazımdır.
İnsan, hiç yoktu. Önce birşey yapamayan, kendi başına hareket edemeyen âciz bir bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak ve ölmek korkusu içindedir. Nihayet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Hayvanlara, böceklere gıda olacaktır. Kabir azabı görecek, sonra diriltilip kıyamet sıkıntılarını çekecektir. Bunu düşünen bir insan tekebbür etmez, tevazu gösterir. Gerçekten başkaları tarafından dünyaya getirilen, başkaları tarafından eğitilen ve nihayet hayatının kuralları, başkalarınca belirlenen bir kişiye kibir yakışmaz; sadece ve sadece tevazu yakışır. Bir damla sudan yaratılan, ne zaman dünyaya geleceği ve ne zaman dünyadan çıkacağı kendi elinde olmayan bir insan, tevazu göstermeyecek de kim gösterecek?
Tevazu Önemli Bir Yetenektir
Hayattan keyif alabilmek, mütevazı olmaya bağlıdır. Mütevazı olmak da kanaatkâr olmaya bağlıdır. Kanaatkâr olmak ise mevcutla yetinmeye bağlıdır. Var olanla yetinmek de bir yerde durmayı bilmeye bağlıdır. Tevazu, önemli bir yetenektir. Çünkü insan, tevazu sayesinde çevresindekilerle etkileşime girerek onların potansiyellerinden istifade eder. Basit şeylerden keyif almayı tevazu sayesinde başarırız. Aynı şekilde, tevazu sayesinde hayatın zorluklarıyla mücadele edecek gücü kendimizde buluruz. Mütevazı bir insan, hiçbir tecrübeyi basit görmez, hiçbir insanı aşağılamaz, hiçbir anını dikkatsiz geçirmez. O; her detaya özen gösterir. Bir işi sıkıcı, yorucu, moral bozucu veya zaman kaybı olarak görüp es geçmek yerine baştan sona kadar sabır gösterir, onu en ince noktasına kadar öğrenmeye ve hakkını vermeye çalışır.
Tevâzu Her İyiliğin Anahtarıdır
Tevâzu, her türlü iyiliğin; kibir de, her çeşit kötülüğün anahtarıdır. İnsanların kusurlarını affeden mütevazı kimseler toplumda çok sevilir; mağrur ve kibirli olanlar ise; cemiyette hiç itibar görmezler. Kibir ne kadar kötü ise, tevazu da o kadar iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Allah, bana birbirinize karşı mütevazı olmanızı, kimsenin kimseye üstünlük taslamamasını vahyetti.” (Müslim)
“Bir kişi, Allah için tevazu gösterirse, Allah da onu yüceltir.” (Tirmizî)
“Allah için affedenin şerefi artar, tevazu eden de yücelir.” (Müslim)
“Kişi kibirlenince, iki melek, ‘Ya Rabbi bunu alçalt,' derler. Tevazu ederse, ‘ya Rabbi bunu yükselt,' derler.” (Beyheki)
“Kişi tevazu edince, Allahü Teâlâ, onu yedi kat göklere kadar yükseltir.” (Beyheki)
“Tevazu edin ki, Allahü Teâlâ size merhamet etsin!” (İsfehani)
Her nimet sahibi haset edilir. Haset edilmeyen tek nimet, tevazudur. İnsanın değerini yükseltmesi, şerefini arttırması gibi bireysel faydaların yanında tevazu, toplumda kin beslemeyi ve birbirinden uzaklaşmayı önler, huzur ve kaynaşmaya vesile olur, böylece bir sevgi ortamı oluşturur. Çünkü insanlar arasında kibir kadar kin doğuran, tevazu kadar da sevgi üreten başka bir şey yoktur.
İmanın Tabiî Semeresi: Amel-i Sâlih
Biz imtihan için bu dünyada bulunuyoruz. Bu imtihanı kazanmamız ise, iki şeye bağlıdır: Bir; Haramlardan yani dinen yasak olan şeylerden titizlikle uzak durmak. İki; bol bol amel-i sâlih işlemek. Biz bu yazıda amel-i sâlih üzerinde duracağız. “Amel”, lügatte; iş, fiil ve davranış, demektir. “Sâlih” de; doğru, uygun ve münasip manasına gelir. Bu durumda “amel-i sâlih”; uygun, münasip ve doğru iş, demektir. Dinde ise, “amel-i sâlih”; Allahü Teâlânın rıza-i bârîsine uygun olan; iyi, doğru ve faydalı her iş ve davranış, manasına gelir. Kısacası kişiye, sevap kazandıran herşey, amel-i sâlihtir.
İnsanın bedeni veya organlarıyla yaptığı iş ve eylemlere zâhirî yani bedenî ameller denir. Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekât vermek ve emr-i maruf yapmak gibi. Zâhirî olmayan ameller ise, bâtınî yani kalbî amellerdir. İnanmak, tasdik etmek, tefekkür etmek, ibret almak, sevmek ve iyi niyetli olmak gibi.
Amel-i Sâlih Herkese Lâzım
Amel-i sâlih, Allahü Teâlânın lütfu keremi ile; sahibine sevap kazandırır ve âhirette kurtuluşuna vesile olur. Bunun için her mümin, amel-i sâlih işlemeye çok muhtaçtır. “Amel-i sâlih”, Kuran-ı kerimde doksan küsür yerde doğrudan veya dolayı olarak emir ve tavsiye edilmiştir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Allah, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” (Mülk 2)
“İman edip amel-i sâlih işleyenler, ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır).” (Rad 29)
“İman edip amel-i sâlih işleyenler... Firdevs cennetleri onlar için bir konaklama yeridir.” (Kehf 107)
“Hiç şüphesiz Allah, iman edenleri ve amel-i sâlih işleyenleri, altından ırmaklar akan cennetlere koyacak.” (Hac 23)
“Artık iman edip amel-i sâlih işleyenlere gelince; Rableri onları Kendi rahmetine sokar. İşte apaçık olan büyük mutluluk ve kurtuluş budur.” (Casiye 30)
“Sabredenler ve amel-i sâlih işleyenler başka. İşte, bağışlanma ve büyük ecir bunlarındır.” (Hud 11)
Şükreden Bir Kul Olmak
Bunun için Efendimiz aleyhissalatü vesselam; çok hayır yapar ve çok ibadet ederdi. Hazret-i Âişe radıyallahü anha anlatıyor: “Peygamber Efendimiz aleyhisselam, geceleri mübarek ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi. Ben kendisine, ey Allah'ın Resûlü, Allahü Teâlâ geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı halde, niçin bu kadar yoruluyorsun, dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Ya Âişe, Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhârî)
Amel-i sâlih, İmanın Dışa Vurmasıdır
İslam, sadece inançtan ibaret nazarî ve teorik bir din değildir. O, aynı zamanda hayat dini olup; emir ve yasaklarına titizlikle uyulmasını ister. İslâm'da inanmak ve inanılan şeyi yapmak esas olduğundan, imanla amelin birlikte bulunmasının lüzumuna büyük önem verilmiştir. Bunun için Kuran-ı kerimde; iman ve amel-i sâlih hemen hemen hep beraber zikredilmiştir.
Amel-i sâlih, imanın tabiî bir semeresi ve sonucudur. Eğer bir kalpte iman yerleşmiş ise, bu imanın gerektirdiği hareket ve davranışlar, kendiliğinden tezahür etmeye başlar. Bu kaçınılmaz bir şeydir. Buna göre amel-i sâlih; imanın, vakit kaybetmeden kendini dışa vurması, demektir. Çünkü imanın pasif kalmaya asla tahammülü yoktur. O, hemen hareket ve davranışlarla kendini göstermek ister. Eğer bir iman, bu tabiî neticeyi sağlayamıyorsa o iman zayıf, demektir.
Kimse, Ameliyle Cennete Giremez
Bütün bunlardan sonra hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız gereken önemli bir nokta daha vardır ki o da şudur; amel-i sâlih, cennete girmenin karşılığı değil ve kimse ameliyle cenneti hak edemez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Hiç kimse ameli ile cennete giremez. (Eshab-ı kiramdan bir zat): Sen de mi ya Resulullah, deyince: “Evet, Allah'ın rahmeti Beni çepeçevre sarmadıkça, Ben de öyle, buyurdu.” (Buharî)
Amel-i Sâlih Bir Vasiledir
Evet amel-i sâlih, cennetin karşılığı değil; ancak cennete girmeye bir vesiledir. Allahü Teâlâ, Kendisine ulaşmamız için vesileler aramamızı emreder. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Ey iman edenler! Allah'ın hukukunu gözetin, onun hukukunu ihlal etmekten sakının, O'na yaklaşmaya vesile arayın ve O'nun yolunda mücahede edin ki, korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşasınız.” (Maide 35) Bundan dolayı müslüman; -ne kadar çok olursa olsun- kendi ameline değil, Allahü Teâlânın lütfu keremine güvenmelidir.
.
Hiçbir Zaman Tedbiri Elden Bırakmamalıyız!
Tedbir, bir konudaki muhtemel tehlike ve riskleri önceden görerek; gerekli önlemleri almak ve her çeşit ihtimale hazırlıklı olmak, demektir.
En güzel tedbir, yapılacak işin sonunda karşımıza çıkabilecek olumsuzluklara şimdiden çözümler hazırlamak ve daima ihtiyatlı olmaktır. Tedbirli olmak, muvaffakıyet ve başarının işaretidir.
İnsan, her konuda ve dâima tedbirli olmalıdır. Mesela konuşurken söyleyeceği sözün nereye varacağını hesaplayarak konuşmalıdır. Sarfettiği sözlerin kimleri inciteceğini iyi düşünmeli ve fincancı katırlarını ürkütmemelidir. Bir de kendisini ilgilendirmeyen konulara burnunu ve duvar deliklerine de elini asla sokmamalıdır. “Min hüsni İslami'l-mer'i terkuhu mâ lâ ya'nîhi” (Kendisini ilgilendirmeyen konulara girmemesi, kişinin müslümanlığının güzelliğindendir,) [Tirmizi] hadis-i şerifini hiçbir zaman unutmamalıdır.
Tedbirini Al ve Tevekkül Et!
Allahü Teâlâ, kâinatı hassas bir denge, mükemmel bir ahenk ve şaşmaz bir nizam içinde yaratmıştır. Meydana gelen herşey, İlahî kanun ve kurallar çerçevesinde meydana gelir. Dolayısıyla her zaman ve her konuda, kâinatta câri olan fıtrî kanunlara riayet etmek en akıllıca bir tedbirdir.
Dinimizin müsaade ettiği meşru tedbirleri almak, tevekküle asla mâni ve engel değildir. Çünkü mümin, tedbir almakla beraber muvaffakiyet ve başarıyı sadece ve sadece Allahü Teâlâdan bekler ve böyle inanır.
Aklın öngördüğü şekilde tedbirini almadan tevekkül etmek ise, genellikle tembel ve vurdumduymaz insanların işidir! Hakikî tevekkül, sebepler dairesinde tedbirini aldıktan sonra, netice hususunda Allahü Teâlâya tevekkül edip güvenmektir. Çünkü, tedbir alındığı halde tersi olabilir. Demek ki tevekkül de lüzumsuz değildir. Mesela, sabah namazını kaçırmamak için saat kurmak, akıllıca bir tedbirdir. Fakat bazan saat çaldığı halde kalkamayabiliyoruz.
Tedbir Bizden, Takdir Allahü Teâlâdandır
Evet tedbir bizden, takdir Allahü Teâlâdandır. Yani tedbir alsak da almasak da Allahü Teâlânın dediği olur. Çok kullandığımız “inşaallah” kavramının manası da budur. Yani Allahü Teâlânın istediği olur, istemediği ise hiç olmaz. Fakat tedbir alma sorumluluğumuz var. Bunun için de üç yaşındaki çocuğumuzu tek başına dışarıya salmıyoruz.
Atalarımız ne güzel söylemişler: “Tedbirde kusuru olan, takdire bahane bulur.” Yani yapılan her işte, önceden gereken tedbiri amalıdır. Gereken önlemi almakta kusur eden kimseler ise, bunun sonuçlarını şanssızlıklarına veya kadere yüklerler. Tabii ki, iş işten geçmiş oluyor. Hangi konuda olursa olsun beklenmedik bir olayla karşılaştığımızda, suçu başka yerlerde aramak yerine nerede ihmalkâr davrandığımıza bakmamız, aklın ve ilmin gereğidir.
Kaderden Kadere Kaçıyoruz
Bir gün Hazret-i Ömer radıyallahü anh, tehlike arzeden bir yere gitmekten vazgeçmişti. Kendisine Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsunuz, diye sorulduğunda; “Evet, Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz,” demişti.
Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın okuduğu önemli bir dua da bize bunu öğretiyor:
“Allahümme eûzu bi rıdake min sehatik ve bi muafatike min ukûbetik ve eûzu bike mink lâ uhsî senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsik.”
(Allahım! Öfkenden rızana, cezandan affına, Senden Sana sığınıyorum. Sana layık olduğun [meth ü] senayı yapma gücüm yok. Sen Kendini sena ettiğin gibi [yüce]sin!) (Müslim 486)
Yakup aleyhisselam, oğullarını Mısır'a Hazret-i Yusuf'un yanına gönderirken, onlara: “Oğullarım! Hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin,” (Yusuf 67) diye tenbihlemişti. Çünkü O, oğullarının insanların dikkatlerini çekerek haset ve nazara muhatap olabileceklerini, düşünüyordu. Fakat sözünün devamında da: “…Gerçi ben ne yapsam, Allah'tan gelecek takdiri önleyemem. Zira hüküm yetkisi, yalnız Allah'ındır. Onun içindir ki ben ancak O'na dayanır, O'na güvenirim. Tevekkül edenler de yalnız O'na dayanıp güvenmelidirler,” (Yusuf 67) diyordu
.
İlimsiz Mârifet Muhaldir, Mârifet’e Götürmeyen İlim Vebaldir!
İnsanoğlu; hep kendisini, çevresini ve yaşadığı hayatı anlama ve anlamlandırma çabası içinde olmuştur. Çünkü anlama ve anlamlandırma merakı, insanın fıtratında var olan bir duygudur. İnsan için; sevme, sevilme, ilgi görme ve takdir edilme duyguları ne kadar gerekli ve önemliyse, hayatı anlama ve anlamlandırma da onun için o kadar mühimdir ve tatmin edilmesi gerekir. Çünkü hayatın anlamını kavramak, yani; “ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, beni buraya kim gönderdi, yaşadığım hayat neyin nesidir”, sorularının cevabını arayıp bulmak, insan olabilmenin adeta başlangıç noktasıdır. Bu konularla ilgilenmeyen ve bu gibi sorulara cevap bulmaya çalışmayan kişi, normal bir insan sayılamaz.
Dolayısıyla burada yani hayatı anlama ve anlamlandırma noktasında yapılacak bir hata, koca bir ömrü heba etmeye yeter. Çünkü ömür dediğin şey, bizden istenildiği gibi insan olabilme mücadelesidir. İnsanlığın dünya sahnesindeki temel rolü de bu değil mi?
Hayatı anlamanın ve anlamlandırmanın ihmal edildiği zamanlar, insanlık tarihindeki en sıkıntılı dönemler olmuştur. Bunun için diğer peygamberler gibi, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem da hep; hayatın anlamını, amacını ve iyi bir insan olmanın yollarını anlatmıştır.
Bilindiği gibi hayata anlam katan, Allahü Teâlâdır. Zira bizi de, kâinatı da ve kâinatta yaşanan hayatı da yaratan ve idare eden O'dur. Öyleyse iyi bir insan olmak istiyorsak, öncelikle Mevlamızı doğru bir şekilde tanımalıyız. İslam âlimleri, bu konuyu; ‘marifet' tabiri ile ifade etmişlerdir. Zira bu manadaki ‘mârifet', Allahü Teâlâyı; bilmek, anlamak ve tanımak, demektir. Yaradanımız celle celalüh, kendisini tanımamızı emrediyor. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Ben, cinleri ve insanları ancak ve ancak Bana ibadet etsinler, diye yarattım.” (Zariyat 56) Bu âyet-i kerimede geçen “ibadet etsinler” ifadesi, “beni tanısınlar” şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü ibadet; ibadet edilenin ‘marifet'ine yani bilinmesine bağlıdır. Bilinmeyene ibadet edilemez. Dolayısıyla önce ‘mârifet' gerekir. Faraza ‘marifet' olmadan ibadet yapılsa da pek bir anlamı olmaz.
Konu ile alakalı iki âyet-i kerime daha: “Allah'ın, kalbini İslâm'a açtığı bir kimse, Rabbinden bir ‘nur' üzere olmaz mı?” (Zümer 22) ve “Ey iman edenler! Eğer Allah'a karşı takvâ sahibi olursanız O, size bir ‘furkan' verir.” (Enfal 29) İşte bu âyet-i kerimelerdeki ‘nur' ve ‘furkan' kelimeleri; ‘mârifet'e işarettir. Bir de: “Onlar Allah'ı takdir edemediler,” (Enam 91) âyet-i kerimesi vardır. Buradaki “takdir edemediler” ifadesi de, “tam olarak tanıyamadılar”, demektir.
İslam âlimleri, ‘mârifet'; Allahü Teâlânın yüce Zatı'nın bilinmeyeceğini, bilmektir,” demişlerdir. Zünnûn-ı Mısrî hazretleri de, “Allahü Teâlânın yüce Zâtı hakkında tefekkür etmek cehalettir ve de ‘mârifet'in hakikati hayrettir”, demiştir.
Binaenaleyh ‘mârifet', Mevlâ'mızın; -yüce Zatı değil- sıfatları, isimleri ve fiilleri hakkındaki bilgidir. Peki bu bilgiyi nasıl elde edeceğiz? Elbette ki ilimle. Çünkü âlimler; ilimsiz ‘mârifet' muhaldir, insanı ‘mârifet'e götürmeyen ilim de vebaldir, demişlerdir.
Bu ilim, Kuran-ı kerimde mevcuttur. Öyleyse Rabbimizin sıfatları, isimleri ve fiilleri hakkındaki bilgiyi, kendi Kelâm-ı kadîmindan öğreneceğiz. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “O'nun hak olduğunu anlayıncaya kadar âyetlerimizi onlara hem ufuklarda hem de kendi nefislerinde göstereceğiz. Rabbinin herşeye şâhid olması yetmez mi?” (Fussılet 53) Buradaki ‘âfak' yani ufuklardan maksat, insan'ın dışındaki kâinattır. ‘Enfüs' yani nefislerden gaye de; küçük kâinat olan insandır. Demek ki biz, Rabbimizin sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini tanımak için, hem dış dünyadaki delilleri hem de kendi vücudumuzdaki delilleri tefekkür edip düşüneceğiz.
Bunun için âlimler: “Kişinin, Allahü Teâlâyı tanıması, kendi nefsini tanımasına bağlıdır ve nefsini tanıyan, Rabbini de tanır,” demişlerdir. Peki insan nefsini nasıl tanıyacak? Şöyle ki; -başta hayat olmak üzere- sahip olduğu maddî ve manevî bütün imkânlara dikkatlice bakacak ve diyecek ki: Yaşayabilmem için gerekli olan ruhum ve vücudum kimin eseridir? Sahip olduğum solunum, sindirim, dolaşım, boşaltım ve benzeri muazzam sitemler kendi kendine mi varoldu? Yine rahat yaşayabilmem için lazım olan; el ayak, dil, göz, kulak ve benzeri cihazları kim vücuduma monte etti? Sonra insafa gelip diyecek ki; ben, kendi irademle bu dünyaya gelmedim; ruhumu ve bedenimi ben yaratmadım; vücudumdaki hiçbir sistem veya organın varoluşunda bir dahlim yok. Hele hele hayat kaynağım olan rûhum hakkında hiçbir fikrim yok; görmedim bile! Daha enteresanı ise, tıp ve bilim; daha ruh ve bedenimin sır perdesini tam olarak aralayabilmiş değildir.
Sonra diyecek ki; peki içinde yaşadığım kâinatı ve küçük kâinat sayılan bu muazzam insanı kim yarattı? İşte tam bu noktada şayet aklını ve insafını çalıştırırsa; “bütün bunları yaratan, donatan ve idare eden bir sonsuz kudret sâhibi vardır,” demek zorunda kalacaktır. Sonra da itiraf edip diyecek ki, “O sonsuz kudret sâhibi yüce Zat, Allahü Teâlâdır.” Bu merhaleden sonra artık Mevlasını iyice tanımak ve kendisinden ne istediğini öğrenmek için O'nun vahy-i İlâhîsine ve yüce Kelamına başvuracaktır. İşte; “nefsini tanıyan, Rabbini de tanır,” sözünün manası kısaca böyledir.
.
Büyük Adamların Önemli Bir Vasfı: TEENNİ
Teenni; iyice düşünüp taşındıktan sonra işe koyulmak; başladıktan sonra temkinli ve sâkin hareket etmek; her zaman ağırbaşlı ve ihtiyatlı davranmak gibi, manalara gelir.
Teenni ile ‘sabır', mana bakımından birbirine yakın kavramlardır. Fakat aynı şey değildirler. Çünkü ‘sabır': Dinî emirleri yerine getirirken, haramlardan kaçarken, musibetlerlerle karşılaşırken ve zorlu hedeflere doğru yürürken; nefsi kontrol etmek, kendine hâkim olmak, pes etmemek, bırakıp kaçmamak, yılmadan sıkıntıya katlanmak ve nihayet metanetle direnip yenilmemektir.
Teenni'nin ‘rıfk' ve ‘sekine' kavramları ile de anlam ilişkisi vardır. Çünkü ‘rıfk'; sertlikten uzak yumuşak davranış, demektir. ‘Sekine' ise; kızmadan, teleşa kapılmadan sâkin ve vakur hareket etmektir.
İş yaparken ve karar verirken ‘acelecilik' de ‘tembellik' de aşırı uçlardır. Teenni ise, bu iki aşırı ucun tam ortası ve makbul olanıdır. Çünkü teenni ile hareket eden kimse, yapacağı işin sonunu düşünür; ne getireceğinin, ne götüreceğinin hesabını yapar. Dolayısıyla -zarar ve pişmanlık getirecek- fevrî ve ânî kararlardan kaçınıp sağduyu ile hareket eder.
İnsan Çok Acelecidir
İnsanoğlu; hayra, iyiliğe ve rahatlığa çabuk kavuşmak; şer, kötülük, sıkıntı ve üzüntüden de çarçabuk kurtulmak ister ve bunun için de çok acele eder. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“İnsan, yaratılışça çok acelecidir.” (Enbiya 37)
“Zaten insan çok acelecidir!” (İsra 11)
Fıtraten acelecî olan insanoğlu, genelde sabırsızdır da. Bu sebeple çabuk daralır, bunalır, sıkılır ve -hiç düşünmeden- aklına takılan şeyin hemen oluvermesini ister. Halbuki onun acele etmesi ile birşey değişmez ve -tabii olarak- herşey takdir edilen zamanda ve kıvamda meydana gelir. Çünkü herşeyin bir vakt û saati vardır. Kaza ve kadere inanmanın manası da budur.
Bunun için Dinimiz -aceleciliği değil- teenniyi emretmektedir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Ey insanlar! Yavaş olun, çünkü acelecilikle doğruya ulaşılmaz.” (Buhari)
“Teenni eden isabet eder, acele eden hata eder.” (Beyheki)
“Yavaş olmak, yumuşak davranmak, Allah'ın kuluna verdiği büyük bir ihsandır. Aceleci olmak, şeytanın yoludur. Allahü Teâlânın sevdiği şey; yumuşak ve ağırbaşlı olmaktır.” (Ebu Ya'la)
Efendimiz aleyhissalatu vesselam, Eşecc El-Asarî isimli sahabiye: “Ey Eşecc! Sende, Allah'ın sevdiği iki haslet vardır, bunlar: Hilm (yumuşak huyluluk) ve teenni (temkinli hareket) etmektir,” buyurdu. (Tirmizi 2011)
Acele İşe Şeytan Karışır
İnsanın aklına nefsanî birşey gelince, şeytan; fırsatı kaçırma, hemen harekete geç, yap, der. O da, yapar. Zaten bunun için de “acele işe şeytan karışır,” denilmiştir. Fakat Allahü Teâlâdan kalbe gelen ilhâma uyan kimse ise, teenniyi elden bırakmaz; o, aklına gelen şeyi yapmaktan Allahü Teâlâ râzı olur mu olmaz mı; o iş sevap mı günâh mı diye düşünür. Günâh ise terkeder, değilse yapabilir. Böylece anlaşılmış oluyor ki, teenni ile hareket eden; Rahman'a, acele eden ise, düşmanı olan şeytana uymuş olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Teenni ile hareket etmek Allah'tan, acele ile hareket etmek de şeytandandır.” (Tirmizi 2012)
Acele Eden, Ecele Gider
Mesela trafik kazalarının pek çoğu, genelde iki taraftan birinin veya ikisinin teenniyi elden bırakıp acele etmesinden kaynaklanır. Çünkü acele eden kimsenin, dikkati dağılır, eli ayağı birbirine dolaşır ve doğal olarak hata eder. Hata ettikten sonra da pişman olur. Fakat -ne yazık ki- iş işten geçtikten sonra bu pişmanlığın pek bir faydası olmaz. Fakat yapılan hatanın bedeli genellikle çok ağır olur. Bunun için, “acele eden, ecele gider,” denilmiştir. -Acelecilik değil-, ‘sürat' ile ‘teenni', gaz ile fren pedalları gibidir ve her ikisi de gereklidir. Önemli olan bunları yerinde ve ölçülü kullanmaktır. Çünkü gaz yerine frene ve fren yerine gaza basmak ne derece sakıncalı ve tehlikeli ise, sürat edilmesi gereken yerde teenni etmek ve teenni edilmesi gereken yerde sürat etmek aynı derecede sakıncalı ve tehlikelidir.
.
Akıllı Adam, Hayat Arkadaşını Üzmez
Evlenme, eşler arasında birlikte yaşama ve karşılıklı yardımlaşma esasına göre kurulan ve taraflara karşılıklı hak ve görevler yükleyen bir akit ve sözleşmedir. Bunun için eşlerin birbirine karşı; sevgi, saygı, sadakat ve vefa borcu vardır. Dolayısıyla; ailedeki işlerin iyilik, güzellik ve karşılıklı anlayış esasına göre yürütülmesi gerekir. Yüce Dinimiz; eşlerin birbiriyle uyum için olmalarını, birbirinin hata ve kusurlarını görmezden gelmelerini ve birbirine karşı fedakâr olmalarını emreder. Her şeyde olduğu gibi aile hayatında da yegane örneğimiz sevgili Peygamberimiz Hezret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemdir. Efendimiz aleyhisselam; eşleri ile çok iyi geçinir, onların sıkıntılarına katlanır ve bu tavrı bütün müslümanlara da tavsiye ederdi. (Biz geçen hafta erkeğin, hanımı üzerindeki haklarını işlemiştik. Bu hafta da hanımın, kocası üzerindeki haklarına temas edeceğiz inşaallah:)
Kadın, erkeğin herşeyidir; hayat arkadaşı ve evinin yılmaz bekçisidir. Akşama kadar durmadan çalışır; evini temizler, yemek yapar, çamaşırlarla meşgul olur, çocukları yetiştirir ve tabii olarak gerilir ve rahatlamak için kocasının yolunu gözler. Dolayısıyla akıllı koca; kendisine bu kadar yardımcı olan hanımını asla ve asla üzmez, bilakis ona; hep güler yüz ve tatlı dille muamele eder ve her fırsatta gönlünü almaya çalışır! Bunu başarabilen erkek çok şanslıdır. Çünkü o; erken yaşlanmaz, -Allah'ın izniyle- stres kaynaklı hastalıklarla boğuşmaz, huzur ve mutluluk içinde yaşayıp gider.
Bunun tersini yapan; yani can yoldaşı ve hayat arkadaşı olan hanımını üzen, inciten ve kızdıran adam, pek akıllı sayılmaz. Çünkü böyle geçimsiz bir erkeğin hanımı; devamlı üzülerek sinir hastası olur. Sinirler bozulunca, başka hastalıklar da ortaya çıkar. Hanımı hasta olan bir adam ise, mahvolmuş ve saadetini kaybetmiş, demektir. Çünkü o; artık hanımının hizmetinden, iyiliğinden ve yardımından mahrumdur. Hayatı; onun dertlerini dinlemekle, ona doktor aramakla ve ona; alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer.
Böyle bedbaht bir adam bilmelidir ki; bütün bu huzursuzluklara ve bitmeyen sıkıntılara kendi câhilliği ve huysuzluğu sebep olmuştur. Artık pişman olup dizlerini dövse de, ne yazık ki bu pişmanlığının pek bir faydası olmaz, çünkü artık olan olmuş ve iş işten geçmiştir.
Kadınlara iyi davranmakla ilgili âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini meydana getiren, ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinize karşı gelmekten sakının!” (Nisa 4)
“Kadınlarla iyi geçinin.” (Nisa 19)
“Erkeklerin hanımları üzerinde bulunan hakları gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşrû çerçevede hakları vardır.” (Bekara 228)
Konu ile alakalı hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruluyor:
“Hanımlarınızı üzmeyin. Onlar, Allahü Teâlânın size emanetidir. Onlara yumuşak davranın ve iyilik edin!” (Müslim)
“Bir mümin, hanımına kızmasın! Kötü huyu varsa, iyi huyu da vardır.” (Müslim)
“Kadın, zayıf yaradılışlıdır. Zayıflığını susarak yenin! Evdeki kusurlarını görmemeye çalışın!” (İbni Lal)
“Müslümanların en iyisi, en faydalısı, hanımına en iyi, en faydalı olandır. Sizin aranızda hanımına karşı en iyi, en hayırlı, en faydalı olan Benim.” (Nesai)
“Kadın doğrultmaya çalışılırken, kırılabilir. Kırılması boşanması demektir.” (Buhari)
“İman yönünden en üstün mümin, hanımına, en iyi davranandır.” (Tirmizi)
“Allahü Teâlâ, birinize mal ihsan ettiğinde, ikrama, önce kendisinden ve ev halkından başlasın!” (Müslim)
Erkeklerin, hanımları üzerinde hakları olduğu gibi, hanımların da kocaları üzerinde hakları vardır. Erkeklerin gözetmeleri gereken bu haklar, özetle şunlardır:
1- Nafakasını vermek. Helalinden nafakasını yani meşru olan bütün ihtiyaçlarını karşılamak.
2- Dinini öğretmek. Dinini bizzat öğretmek, yoksa öğrenecek imkân sağlamak.
3- Kalbini kırmamak. Üzmemek; ona güler yüzlü tatlı dilli davranmak, gönlünü hoş etmek.
4- Namusunu korumak. Evin dışında ona iş yaptırmamak ve harama girmesine imkân vermemek.
5- Sıkıntısına katlanmak. Mümkün olduğu kadar, -varsa- huysuzluklarına katlanmak ve onu hikmetle idare etmek.
6- Eğlendirmek. Evde onunla şakalaşmak ve eğlendirip sevindirmek.
7- Beşerî ihtiyacını karşılamak. Gerektiğinde, beşerî ihtiyacını tatmin etmek.
8- Hizmetçi tutmak. Durumuna göre, icab ederse ona hizmetçi tutmak.
9- Ayrı ev tutmak. İstediği taktirde ona ayrı ev tutmak yani kendi ailesiyle oturmak zorunda bırakmamak.
10- Sıla-i rahim yapmasına müsaade etmek. Meşru bir şekilde anne-babası ve akrabalarıyla görüşmesine engel olmamak.
11- İddet nafakasını vermek. Boşanma vuku bulursa, iddet müddeti içerisindeki nafakasını vermek.
12- Cenaze mesraflarını vermek. Ölürse, kefen ve başka cenaze masraflarını karşılamak.
. dirliğin ve huzurun sağlanması için başkana tabi olmayı böylece gerekli ve zarurî görmüştür. Allahü Teâlânın erkeklere verdiği maddî ve manevî bazı özellikler, onların aile reisi olmalarını doğal ve tabiî kılmıştır. Erkek bu özellikleri sebebiyle hem kadını himaye edip korur, hem de onu çekip çevirir ve yönetip idare eder.
İyi insan olmanın ilk alameti, Rabbimizin yüce buyruğuna teslim olmaktır. İyi bir kadın da Allah'ın bu konudaki emrine başeğer. Yani Allah'ın buyruğuna uyarak kocasına itaat eder. Ona karşı görevlerini hakkıyla yerine getirir.
Hakikaten hayat yükünün çoğu, erkeğin sırtındadır. Erkek; evini geçindirmek için, akşama kadar dışarıda ve -genellikle kendisine merhamet etmeyen- yabancı kişilerle çalışıp durur. Çoğu zaman da akşam evine; yorgun, bitkin ve gergin olarak döner. Artık onun dinlenmeye, gevşemeye, rahatlamaya ve yenilenmeye ihtiyacı vardır.
Onu deşarj etmek, rahatlatmak ve neşelendirmek ise, hanımına düşer. Şayet hanımından bu doğal ilgi ve desteği görmezse, dengesi tamamen bozulup asabileşebilir, hatta hasta bile olabilir. Dolayısıyla şayet hanımı, ona bu desteği vermezse, hiç olmazsa susarak ve problem çıkarmayarak -en azından nötr kalarak- onu daha fazla üzmemeli ve bardağı taşıran son damla olmamalıdır.
Bu hakkın ve gerçeğin farkında olan akıllı ve insaflı bir kadın; kocası evde iken, ev işlerini yavaşlatır, onunla ilgilenir; onu sevindirmeye ve neşelendirmeye çalışır ki, yarın daha dinç ve daha enerjik olarak işine gitsin ve daha çok başarılı olsun. Evet bilinçli ve şuurlu bir kadın; kocasına sahip çıkar, güzel ahlakla, tatlı dille, güzel yemekler yaparak; kısacası hoşlandığı şeyler her ne ise, onları yaparak onu memnun eder ve; böylece onu hem sımsıkı bir şekilde kendisine, hem de evine bağlar. Atalarımız; “yuvayı dişi kuş yapar!..” derken bu gerçeğe işaret etmişler…
Dinimiz, bu konuya büyük önem vermiştir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Allahü Teâlânın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması ve bunların ötekilere, mallarından harcama yapması sebebiyle, erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Onun için iyi kadınlar itâatkârdırlar. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık onlar da kocalarının haklarına saygı gösterir ve namuslarını korurlar.” (Nisa 34)
Hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruluyor:
“Kadının cihadı, kocası ile iyi geçinmektir.” (Taberani)
“Kadın, beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, kendini yabancılardan korur ve kocasına itaat ederse, cennete girer.” (İbni Hibban)
“Kocası, râzı olduğu halde ölen kadın, cennete girer.” (Tirmizi)
“Kocası çağırdığı halde yatağa gelmeyen kadına melekler sabaha kadar lanet eder.” (Buhari]
“Kocası, kendisinden razı oluncaya kadar, kadının namazları ve hiçbir iyiliği kabul olmaz.” (Taberani)
Hanımların, erkekler üzerinde hakları olduğu gibi, erkeklerin de hanımları üzerinde hakları vardır. Hanımların, kocalarına karşı gözetmeleri gereken bu haklar, özetle şunlardır:
1- Kanaatkâr olmak. Açgözlülük edip, fazla harcama yaparak; onu gereksiz borca ve sıkıntıya sokmamak.
2- Ona itaat etmek. Onu kırmamak, üzmemek ve daima gönlünü hoş etmeye çalışmak.
3- Kendi temizliğine dikkat etmek. Eşini memnun etmek için: Temizlenmek, meşru şekilde süslenip koku sürünerek onun ilgisini çekmek.
4- Malını korunmak. İhanet etmemek, mal ve eşyasını titizlikle korumak
5- Akrabasına saygı göstermek. Beyinin akrabasına ve yakınlarına saygılı davranmak.
6- Sır saklanmak. Ailenin hiçbir sırrını kimseye duyurmamak.
7- Kocasının beşerî ihtiyacını karşılamak. Gerektiğinde; huzursuzluk çıkarmadan, onun beşerî ihtiyacını görmek. (İnşaalah gelecek hafta da; kadının kocası üzerindeki haklarını işleyeceğiz…)
.
Dünyadaki İlk Sosyal Güvenlik Kurumu: ZEKÂT
Malî bir ibadet olan zekât, İslam'ın beş temel esasından biri olup hicretin ikinci senesinde, oruçtan önce farz kılınmıştır. Zekât, Kuran-ı kerimde otuz iki yerde namazla birlikte zikredilmiştir.
Zekât, lügatte; artış, temizlik ve bereket demektir. İslam'da ise, dinen zengin olan kimselerin mallarının belli bir miktarını, ihtiyacı olan müslümanlara zekât niyetiyle vermeleri mânâsına gelir. Fakirin hakkı çıkarılarak malı, cimrilik kirinden arındırarak da şahsı temizlediği ve malda berekete sebep olduğu için bu ibadete zekât denilmistir. Kuran-ı kerimde şöyle buyurulmaktadır: “Onların mallarından zekât al ki, bununla onları temizleyesin ve arındırasın.” (Tevbe: 103) “Siz hayır yolunda ne harcarsanız, Allah onun yerini doldurur.” (Sebe 39) Ayrıca malı temizleyip sıhhat ve kemaline sebep olduğu ve kişinin imanındaki sadakat ve olgunluğu gösterdiği için zekâta “sadaka” da denilmiştir.
Bir şeyin önemi, Te'min Ettiği Fayda İle Ölçülür
Bir şeyin önemi, insanlığın ona olan ihtiyacı ve te'min ettiği fayda ile ölçülür. Zekâtın; zekât veren, zekât alan ve zekât alınıp verilen toplumda sağladığı faydalar gözönüne alındığında, onun ne derece büyük bir ehemmiyet ifade ettiği kendiliğinden ortaya çıkar. Zekât, her şeyden önce kulun, Allahü Teâlânın yüce emrine itaat edip, kulluğunu göstermesinin en güzel bir nişânesidir. Çünkü, zekât vermeyi Allah emretmiştir. Kulun vazifesi de; Rabbi tarafından emrolunduğu şeyi, yapmaktır. Müslüman; sevdiği, inandığı Rabbi'nden aldığı emri; canının yongası olan malını hiçbir maddî karşılık beklemeden vererek yerine getirir.
Zekât, Nimetlere Karşı Bir Şükürdür
Zekât, aynı zamanda Allah'ın nimetlerine karşı bir şükürdür. Müslüman şöyle düşünür; elimdeki bu servet, bana yüce Allah'ın bir ihsanıdır. Nice insanlar vardır ki, benden daha güçlü ve daha bilgili oldukları halde bu mal varlığından yoksundurlar. Dolayısıyla yüce Mevlâ'nın nimetlerine karşı şükretmek gerekir. İşte bu şükür, farz olan zekâtın ödenmesiyle yerine getirilmiş olur. Müslüman, böylece şükür vazifesini yerine getirirken, aynı zamanda malının bereketlenip artmasını sağlayacak önemli bir iş de yapmış oluyor. Çünkü ayet-i kerimede buyuruluyor ki: “Eğer şükrederseniz, ben nimetlerimi daha da artırırım, ama nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, azabım pek şiddetlidir!” (İbrahim 7) Bir hadisi serifte de: “Mallarınızı zekâtla koruyunuz, hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz, bela dalgalarını da dua ile karşılayınız.” (El-Cami'us-Sağir 3728) buyurulmaktadır.
Zekât, Allah Sevgisinin Güzel Bir Göstergesidir
Zekât; mü'minlerin Allah sevgisini, mal ve servet sevgisinden üstün tuttuklarının güzel bir göstergesidir. Çünkü, zekâtını veren kimse, hiçbir maddî karşılık beklememektedir. Bunu, sadece ibadet niyetiyle Allah rızası için yapmaktadır. Binaenaleyh zekât vermek; “Ey müminler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi, Allah'ı anmaktan alıkoymasın, böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır.” (Münafikun 9) ayet-i kerimesinin işaret ettiği mânâyı gerçekleştirir.
Zekât, çok kuvvetli bir iman alametidir. Öyle ki müminlerle savaşan müşrikler, tevbe edip namaz kılmaları ve zekât vermeleri halinde, savaş hali kalkar ve o kişiler müminlerin din kardeşi olurlar. Allahü Teala şöyle buyuruyor: “O halde, hürmetli (yasak) aylar çıkınca, artık o müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekâtı verirlerse, onları serbest bırakın. Allah'ın mağrifeti ve rahmeti boldur.” (Tevbe 5)
Zekât, Muhtaçlar İçin Bir sosyal Güvencedir
Zekât, muhtaçlar açısından da son derece önemlidir ve onlar için çok büyük bir sosyal güvencedir. Çünkü zekâtın kimlerden alınıp kimlere verileceği, bizzat Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmiştir.
Zenginlerin alabildiğine lüks ve sefahate dalmaları, yoksul ve muhtaçları düşünmemeleri; geçim darlığı çekenlerin, kendilerine kıskançlık ve kin duymalarına sebep olur. Bunun neticesi olarak da toplumda sosyal patlamalar, huzursuzluklar, sınıf kavgaları ve isyanlar görülebilir. İşte zekât, bütün bu menfî hâdiselerin önünde güçlü bir set ve dara düşenleri koruyan güzel bir malî şemsiyedir.
Zekât, İslam'ın Köprüsüdür
Zekât, insanlar arasındaki dayanışmanın sağlanmasına yardımcı olur. Zenginlerle fakirler arasındaki mesafeyi daraltır. Fakirlerin gönüllerinde, zenginlere karşı doğabilecek kıskançlık ve kin ateşini söndürür. Peygamber efendimiz, “Zekât, İslam'ın köprüsüdür.” (El-Câmi'us-Sagir 4589) buyurmuştur.
Zenginin; yaşadığı ve para kazandığı çevreye bir teşekkür borcu vardır. Bu borç da, o çevredeki yoksul ve perişan insanlara yardım elini uzatmaktır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Zenginlerin mallarında fakir ve yoksulların hakkı vardır.” (Zâriyat 19)
Veren El, Alan Elden Üstündür
Kalplerde büyük bir yer tutan mal mülk sevgisi, insanı yüksek duygulardan yoksun bırakır ve bazen insanı fena işler yapmaya sürükler. İşte zekât sayesinde, kalbin bu zararlı duygusuna ve meyline direnilmiş olur, nefis de cimrilikten kurtulmuş olur.
Zekât, aynı zamanda müslümanı tembellikten kurtarır. Çünkü Efendimiz aleyhisselam, “Veren el, alan elden üstündür,” (El-Cami'us-Sağir 10027) buyurmakla, veren el olmamızı tavsiye etmektedir. Doğal olarak veren el olabilmek için de, çalışıp kazanmak gerekir. O halde, çalışma gücü olan müslümanlar, yoksulluktan kurtulmak ve zekât alan değil, zekât veren olmak için, meşru çarelere başvurarak zengin olmaya gayret etmelidirler.
.
.
|
Bugün 182 ziyaretçi (215 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|