ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Ses dosyasını dinlemek için Flash Player gereklidir.
Ses dosyasını indirmek için tıklayın.
Sual: Tevessül ne demektir?
CEVAP
Resulullah veya evliya zatlarla, Allahü teâlâya tevessül etmek, yani bunların hürmeti için, dilekte bulunmak caizdir. Tevessül etmek, şefaatini istemek demektir. Ehl-i sünnet âlimleri, bunun caiz olduğunu bildirdi. Tevessül edenin duasının kabul olması, tevessül olunanın kerameti olur. Yani, öldükten sonra keramet göstermesi olur. (Hadika)
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki:
Diriyken tevessül olunan, feyz alınan zata, öldükten sonra da tevessül edilerek feyz alınır. (Mişkat)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Resulullah, muhacirlerin [hicret eden eshabı kiramın] fakirleri ile tevessül edip, fetih ve yardım talep etti. (3/93)
Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki:
Peygamberler ve evliya zatlar öldükten sonra da, bunlar vasıtasıyla Allahü teâlâya yalvararak dua etmeye, tevessül ve istigase etmek denir; çünkü bunlar ölünce, mucizeleri ve kerametleri devam eder. (Berika)
Şihabüddin-i Remli hazretleri buyuruyor ki:
Enbiya ölünce mucizeleri, evliya ölünce de kerametleri kesilmez. Peygamberlerin mezarda diri olduklarını, namaz kıldıklarını, haccettikleri, hadis-i şerifler açıkça bildirildi. Şehitlerin de diri oldukları, kâfirlerle savaşırken, yardım ettikleri bildirildi. (Şevâhid-ül-hak)
Seyyid Davud bin Süleyman buyuruyor ki:
Tevessül demek, bizim için dua etmelerini dilemektir; çünkü onlar, Allahü teâlânın dünyada da, ahirette de sevgili kullarıdır. Onların istediklerine kavuşacaklarını, her dilediklerinin verileceğini, Kur’an-ı kerim bildirmektedir. (Minhat-ül-vehbiyye)
Sebeplerden değil, yalnız Allahü teâlânın yaratacağına inanarak, dileği yalnız Allah’tan beklemek dinimize uygun tevessül olur. (Kıyamet ve Ahiret)
İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyuruyor ki:
Resulullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile her zaman tevessül etmek çok iyidir. Yaratılmadan önce ve yaratıldıktan sonra, dünyada da, ahirette de, Onunla tevessül olunur. Yaratılmadan önce Onunla tevessül olunacağını gösteren vesikalardan biri, Peygamberlerin ve ümmetlerindeki Velilerin Onunla tevessül etmiş olduklarıdır. (Cevher-ül-munzam)
Yusuf Nebhani hazretleri buyuruyor ki:
Hazret-i Ömer zamanında kıtlık oldu. Eshab-ı kiramdan birisi, Resulullahın kabrine gelip, (ya Resulallah! Ümmetine yağmur yağması için dua eyle! Ümmetin helâk olmak üzeredir) dedi. Resulullah buna rüyada görünüp yağmur yağacağını haber verdi. Öyle de oldu. Rüyada ayrıca, (Ömer’e selam söyle! Yağmur yağacağını müjdele. Yumuşak hareket etmesini de söyle!) buyurdu. Hazret-i Ömer, dinin emirlerini yerine getirmekte şiddet gösterirdi. Bu kimse, Halife’ye olanı anlattı. Halife dinledi ve ağladı. Burada, Eshab-ı kiramın, Resulullahın kabrine gelerek tevessül etmiş olduğu bildiriliyor. (Şevâhid-ül-hak)
Sevene atılan kement
Sual: Selefiyim diyen biri, (Hazret-i Ömer, Osman, Ali ve Hüseyin gibi zatlar, şehit olurken, Resulullahtan yardım istemediler; çünkü biliyorlardı ki, Resulullah ölüdür, kabirdeki yardım edemez) diyor. Gerçekten onlar yardım isteseydi, Resulullah elbette yardım ederdi. Yardım etmemesinin sebebi nedir?
CEVAP
(Ölüler yardım etmez) sözü Vehhabi inanışıdır. Enbiya ve evliya ölü değildir. Hatta Allah yolunda ölen müminler bile ölü değildir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar Rablerinin yanında diridir, rızklandırılır.) [Al-i İmran 169]
Allah yolundaki müminler ölü olmayınca, peygamberlere ve evliyaya nasıl ölü denebilir ki? Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Peygamberler kabirlerinde diridir, namaz kılarlar.) [Ebu Ya’la, Beyheki]
Resulullah, (Cuma günü bana çok salevat getirin; çünkü salevatınız bana arz olunur) buyurunca, Eshab-ı kiram, (Ya Resulallah, salevatımız sana nasıl ulaşabilir ki, sen artık kabrinde toprak olmaz mısın?) dediler. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
1- Nimet gelince sevinir; dert belâ gelince isyan eder. [Genelde fâsıklar böyledir]
2- Nimete sevinir; belâya isyan etmez; sabredip, gitmesini ister. [Genelde salihler böyledir]
3- Dert belâya da sevinir, razı olur. [Evliya zatlar böyledir.]
4- Dert belâya da sevinir, hatta nimetlerden alınan zevkten daha çok zevk alır; gitmesini istemez. Tatlı gelen şeyin gitmesi istenir mi? [Peygamberler, Eshab-ı kiram böyle idi.]
Bildirilen şehit zatlar, bu dördüncü sınıfa dâhildir. Allahü teâlânın gönderdiği şehitlik nimetini, geri teperler mi hiç? Bilirler ki, dert ve belâ kemend-i mahbûbdur. Kement, sevilenin, seveni kendine çekmek için attığı iptir.
Peygamber efendimiz, bir gün bir dizine torunu Hazret-i Hasan’ı öteki dizine de oğlu Hazret-i İbrahim’i almış severken, Cebrail aleyhisselam gelip, (Allahü teâlâ bunun ikisinden birisini almak istiyor, hangisini tercih edersen onu alacak) dedi. İkisini de almasın deseydi, Allahü teâlâ onun duasını elbette kabul ederdi. Buna rağmen, birisine razı oldu. Hazret-i Hasan’a razı olsa idi, kızı da, damadı da üzülecekti. Onların üzülmemesi için Hazret-i İbrahim’e razı oldu. Allahü teâlânın attığı kemende severek yapıştı.
Evliyadan yardım istemek
Sual: Enbiya ve evliyadan bir şey yapmalarını istemek mesela, (Yâ Abdülkadir Geylani, kiralık ev bulmama yardım et) demek caiz midir?
Birisinden yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun, Allahü teâlânın yardımına mazhar olduğu düşünülmezse, haramdır. Eğer yalnız, Allahü teâlâya güvenilip, o kulun Allah’ın yardımına mazhar olduğu, Allahü teâlânın her şeyi sebeple yarattığı, o kulun da bir sebep olduğu düşünülürse, caiz olur. Peygamberler ve Evliya da, böyle düşünerek başkasından yardım istemişlerdir. Böyle düşünerek birisinden yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur.(Tahkik-ul-hakkıl-mübin)
Abdülhakim-i Siyalküti hazretleri de buyuruyor ki:
Ölü yardım yapamaz diyenler, ne demek isterler ki? Dua eden, Allahü teâlâdan istiyor. Duasının kabul olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vasıta yapıyor. (Ya Rabbi! Kendisine bol bol ihsanda bulunduğun bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver) diyor. Yahut Allahü teâlânın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek, (Ey Allah’ın Velisi, bana şefaat et! Benim için dua et! Allahü teâlânın dileğimi ihsan etmesi için vasıta ol!)diyor. Dileği veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Veli, yalnız vesiledir, sebeptir. (Zad-ül-lebib)
Ebu Hasan-ı Harkani hazretleri, sefere çıkan talebelerine, (Sıkışınca benden yardım isteyin) buyurur. Yolda talebelerini, eşkıya yakalar. Onlar, kurtulmaları için Allahü teâlâya dua ederler; fakat kurtulamazlar. Bir talebe, (Yâ Ebel Hasan, imdat!) der. Eşkıya o talebeyi göremez. Diğerlerinin nesi varsa alırlar. Seferden dönünce hocalarına, (Biz Allah’tan yardım istediğimiz halde soyulduk; fakat şu arkadaşımız, sizden yardım isteyince kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?) derler. O da, (Allahü teâlâ günahkâr kimselerin duasını kabul etmez. Arkadaşınız, benden yardım isteyince, onun duasını Allahü teâlâ bana duyurdu. Ben de, “Yâ Rabbi, bu talebemi kurtar!” dedim. Allahü teâlâ da kurtardı. Ben sadece vasıta oldum, dua ettim. Kurtaran Rabbimizdi) diye cevap verdi.(Tezkiret-ül-evliya)
Bir kimsenin, (yâ Abdülkadir Geylani, kiralık ev bulmama yardım et) demesinin hiç mahzuru olmaz. Şartlarına uyarak isterse, Allahü teâlâ ona kiralık ev nasip eder. Bu şartlar, o zatın Allahü teâlânın sevgili kulu olduğuna, nerede yardım istenirse oradaymış gibi yardım edeceğine inanmak ve yardım edeceğinde hiç şüphe etmemektir.
.
Vesile arayın
Sual: Maide suresinin, (Allah’a yaklaşmak için vesile arayın)mealindeki 35. âyet-i kerimesinde, Allahü teâlânın yaratması için, vesileye [sebeplere] yapışmak emredilmektedir. Sebeplere yapışmak nasıl olur?
CEVAP
Etkisi kesin olan sebeplere yapışmak farzdır. Mesela, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, dine uymak ve dua etmek emrolundu. Diğer sebepler ve tesirleri açıkça bildirilmediği için, bunlara uymak sünnet oldu.
Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından ve ilaçlardan şifa beklemek ve dertlerden, belalardan kurtulmak için bunları vesile yapmak sünnet oldu. Mezhepsizler, bu sünnete şirk, küfür diyerek, âyet-i kerimeye zıt konuşuyorlar. Evliya, enbiya yaratıcı değildir. Allahü teâlâ, istenilen şeyi onların hürmetine yaratır. Yani onlar vesiledir, sebeptir.
Cenab-ı Hak, her şeyi yoktan yarattığı halde, yaratmasına bazı şeyleri sebep kılmıştır. Mesela Hazret-i Âdem’i ana-babasız yaratmış; fakat çamuru vesile kılmıştır. Bütün çocukları yaratan da Allahü teâlâdır. Fakat çocukların yaratılması için, ana-babayı vesile kılmıştır. Hazret-i Âdem’i yarattığı gibi, bütün insanları da ana-babasız yaratabilirdi. Fakat ana-babayı vesile kılmıştır. Onun âdeti böyledir.
(Dua eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duasının kabul olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vasıta yapmaktadır. (Ya Rabbi, bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver) demektedir. Yahut evliyadan bir zata, (Ey Allah’ın velisi, bana şefaat et, bana vasıta ol, benim için dua et) demektedir. Dilekleri yerine getiren, yalnız Allahü teâlâdır. Veli, yalnız vesiledir, sebeptir. O da fanidir, tasarrufu, gücü yoktur. Böyle inanmak, Allah’tan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de dua istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Diriden de dua istemek, bir şey istemek, yasak edilmedi. Bir cahil, dileğini Allah’ın kudretinden beklemeyip (Veli yaratır) der, bu düşünce ile ondan isterse, bu elbette yanlıştır. Bunu ileri sürerek, İslam âlimlerine dil uzatmak çok yanlıştır.)[Zâd-üllebib]
Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
(İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Kâmillerin, velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevi olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan, ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın, dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diriler vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes, her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olmaktadır.) [Mişkat]
Ali Ramiteni hazretleri buyurdu ki:
(Günah işlememiş bir dil ile dua ediniz ki, kabul olsun!) Yani, Huda dostlarının huzurunda tevazu eyleyiniz, yalvarınız da, sizin için dua etsinler. İstigase, yani bir Veliye tevessül de, bu demektir.
[İsa aleyhisselama gelip derler ki, dua ediyorsunuz, devasız hastalıklar iyi oluyor. Hangi duayı okuyorsunuz, bize de söyler misiniz? İsa aleyhisselam da onlara okuduğu duayı söyler. Adamlar bir süre sonra tekrar gelirler, efendim okuyoruz okuyoruz bir şey olmuyor, acaba bize yanlış dua mı öğrettiniz derler. İsa aleyhisselam, (Dua doğru ama ağız yanlış) buyurur, yani doğru dua öğrettim, dua aynı dua ama, ağız aynı ağız değil!]
İmam-ı Nesefi hazretleri buyuruyor ki:
(Her mümin uykuda da mümin olduğu gibi, öldükten sonra da mümindir. Bunun gibi Peygamberler, öldükten sonra da Peygamberdir. Çünkü, Peygamber olan ve iman sahibi olan ruhtur. İnsan ölünce, ruhunda bir değişiklik olmaz. (Umdet-ül-itikad)
İnsan ruh demektir. Beden, ruhun konak yeridir. Kıymetli olan, ev değil, evde oturanlardır. Cebrail aleyhisselam, Peygamber efendimize insan şeklinde görünürdü. Ekseriye, Dıhye ismindeki sahabi şeklinde görünürdü. Eshab-ı kiramdan bazıları da, Cebrail aleyhisselamı insan şeklinde gördüler. Cebrail aleyhisselam insan şeklinden çıkarak, kendi şekline girince, ruh gibi olunca, yok oluyor denilemez. Şekil değiştirdi denilir. İnsan ruhu da, bunun gibidir. İnsan ölünce, ruhu bir âlemden başka âleme geçmektedir. Ruhun böyle değişikliğe uğraması, kerametinin kalmayacağını göstermez.
Kerametin yirmiikincisi, Evliyanın çeşitli insanların şekillerinde görülmesidir. (Tabakat-ül-Kübra)
Ehl-i sünnet âlimleri, Meryem suresinin, ([Cebrail Meryem’e] insan şeklinde göründü) mealindeki16. âyetinden, Evliyanın ruhlarının çeşitli şekillerde görüleceğini anlamışlardır.
Ruhun ölmediğine inanmayan yoktur. Bunun için, onun duyduğuna, işittiğine, gördüğüne de inanmak gerekir. Böyle olunca, ruhtan şefaat dilemek, ondan yardım istemek gibi, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta olmasını beklemeye, itiraz edilmez. Bozulmuş dinler bile, insan ölünce, ruhun diri kaldığını bildiriyor. Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep oldukları gibi, diri ruhların da, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacağı inkâr edilemez.
Dua ederken evliyayı vasıta etmek
Sual: Dua ederken evliyayı vasıta etmek caiz midir?
CEVAP
Caizdir ve iyi olur. Mesela sabah ve yatsı namazından sonra büyük âlimlerin [mesela silsile-i aliyyenin] isimlerini, sonra Fatiha okuyarak ruhlarına gönderip, onları vesile ederek yapılan duanın kabul olduğu tecrübe edilmiştir. (Fevaid-i Osmaniyye)
Sual: Vefat eden evliyadan nasıl yardım istenir?
CEVAP
Onun büyüklüğüne inanmak ve onun yolunda olmak gerekir. Ruhuna Yasin-i şerif veya üç İhlas, bir Fatiha okuyup hediye edilir. Sonra hiçbir şey düşünmeden, saygı ve tevazu ile ismini söyleyerek, vasıta [aracı] olması için yalvarılır.
Sual: Duanın, kabul olması için, Evliyayı vesile etmek gerekir mi?
CEVAP
Duanın kabulü için, Ehl-i sünnet itikadında olmak, haram işlemekten, özellikle haram yemekten, içmekten sakınmak, farzları yapmak, Allahü teâlâdan istediği şeyin sebebini öğrenip, bunu aramak gerekir. Ağızdan girene ve çıkana dikkat etmeli, yani haram yememeli, haram söz söylememeli, söz taşımamalı, gıybet etmemeli, fuhuş sözleri ağza almamalıdır. Herkesin, bu şartların, hepsini yerine getirmesi ise, zor olur. Evliyayı vesile edince, Allahü teâlâ duamızı onlara duyurur ve onlar da bizim için dua ederler, Allahü teâlâ da, onların duasını kabul eder.
İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ya Rabbi, senden isteyip de verdiğin zatların hatırı için istiyorum.) [İbni Mace]
(Çölde yalnız kalan kimse, bir şey kaybederse, “Ey Allah’ın kulları bana yardım edin!” desin; çünkü Allahü teâlânın, sizin göremediğiniz kulları vardır.) [Taberani]
Duaları izin ile okumak
Sual: Yapılan zikirler için bir âlimden izin almak gerekir mi?
CEVAP
Gerekmez. Fakat bir duayı, zikri şifa için veya bir ihtiyacın hasıl olması için okurken, izin ile okumak şifanın hasıl olmasına sebep olur.
Muhammed Masum hazretleri buyurdu ki:
Farz ve sünnet olan amelleri, zikri, dua ve âyet-i kerime okumayı sevab kazanmak için yaparken, izin almaya gerek yoktur. Bunları şifa için, bir ihtiyacın hasıl olması için okurken tesir etmeleri, üstadın izin vermesine bağlıdır. (2/36)
İmam-ı Rabbani hazretleri de, (Kalbi temizlenmesi için, zikri izin ile yapmalıdır) buyuruyor. (3/25)
Mürşid-i kâmillerin kitaplarından öğrenip okumak, izin almak olur. İzin alan, izin verenin vekili olur. Bunun okuması, vekil edenin okuması gibi tesirli, faydalı olur. (İslam Ahlakı)
İzinli zikir
Sual: (İzinsiz çekilen zikir veya kelime-i tevhidin sevabı olmaz)deniyor. Bu doğru mudur?
CEVAP
Doğru değildir, fakat izinli olursa daha çok sevab olur ve kalbi de temizler. O büyük âlimlerin kitaplarındaki zikirler okunursa, izinli yapılmış sayılır.
Sual: Enbiya ve evliyaya dua ederek, Allahü teâlânın yardımı olmadan, kendiliğinden bir şey yapacaklarına inanıp, ya Resulallah, ya Şemseddin-i Paniputi, ya Tezveren dede, bana şunu ver demek caiz midir?
CEVAP
Caiz değildir, böyle söylemek küfürdür. Zaten hiçbir Müslüman da böyle söylemez. Bu, vehhabilerin Ehl-i sünnet itikadında olan Müslümanlara yaptıkları bir iftiradır. (Ya Rabbi, Resulullah hürmeti için, Abdülkadir-i Geylani hürmeti için bana şunu ver. Seyyidet Nefise hürmetine hastama şifa ver) demek ise caiz ve faydalıdır. Bir de, zikir olarak değil de, rabıta olarak, büyükleri hatırlamak için, mesela Ya Şemseddin-i Paniputi diyerek devamlı söylemek de caizdir. Ya diyerek isimlerini söylemekle, büyüklerle irtibat kurulmuş olur.
Peygamber hakkı için dua etmek
Sual: Peygamber hürmetine veya Peygamber hakkı için diye dua etmek caiz midir?
CEVAP
Elbette caizdir. Çünkü Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Üzerimize hak oldu ki, müminlere yardım ederiz.) [Rum 47]
(Allahü teâlâ kullarına merhamet etmeyi kendisine lazım kıldı.)[Enam 12]
Muteber kitaplarda buyuruluyor ki:
Bu âyet-i kerimeler merhamet ve ihsan ederek, sevdiklerine haklar verdiğini göstermektedir. (İbni Abidin, Hadika, Dürer ve Gurer)
(Peygamberin hakkı için demek, Onun peygamberliği haktır demek olur. Peygamber efendimiz de, bu niyet ile (Peygamberin Muhammed hakkı için) demiş ve harplerde Allahü teâlâdan, Muhacirlerin fukarası hakkı için yardım dilemiştir. İslam âlimlerinden (Senden istedikleri zaman verdiğin kimseler hakkı için) ve (Muhammed Gazalinin hakkı için) gibi dualar yapanlar ve kitaplarına yazanlar çok olmuştur.) (Hısn-ül-hasin) kitabı böyle dualarla doludur. (Berika, Faideli Bilgiler)
Ölü veya diri, Peygamber ve Evliya hürmeti için dua etmek caizdir.(Bezzaziyye)
Peygamber efendimiz (Allahümme inni es’elüke bihakkıssailine aleyke= Ya Rabbi, senden isteyip de, verdiğin kimselerin hatırı için, senden istiyorum!) der ve Böyle dua ediniz buyururdu. (İbni Mace)
Resulullah efendimiz, Hazret-i Ali’nin annesi Fatıma’yı kendi mübarek elleri ile mezara koyunca (İgfir li ümmi Fatımate bint-i Esed ve vessialeyha medhaleha bi-hakkı Nebiyyike vel Enbiyaillezine min kabli inneke erhamürrahimin) buyurdu. (Taberani, İbni Hibban, Hakim, İ.Süyuti) [(Ya Rabbi, annem Fatıma bint-i Esedi mağfiret eyle, günahlarını af eyle! İçinde bulunduğu yeri genişlet! Peygamberinin hakkı için ve benden önce gelmiş, Peygamberlerin hepsinin hakkı için bu duamı kabul et! Sen, merhametlilerin en merhametlisisin) demektir.]
Buradaki hak kelimesi, hürmet, kıymet demektir. Sevdiklerine verdiği kıymetli dereceler hatırı için istemektir. Bu duada, dileğin kabul edilmesi için, Muhammed aleyhisselamı vesile etmesi emir olunmaktadır.
Eshab-ı kiramın büyüklerinden Osman bin Huneyf bildiriyor ki:
İyi olması için dua isteyen bir a’maya, abdest alıp, iki rekat namaz kılmasını, sonra (Allahümme inni eselüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin Nebiyyirrahme, ya Muhammed inni eteveccehü bike ila Rabbi fi haceti-hazihi, li taktıye-li, Allahümme şeffihü fiyye) okumasını emretti. (Merakıl-felah,Tahtavi, Nimet-i İslam, Şifa üs-sikam, Nur-ül-İslam, Dürer-üs-seniyye)
Bu duayı ona Resulullah öğretti. Kendisi dua etmedi. Onun teveccüh eylemesini, yalvarmasını, Resulullah ile istigase etmesini, dilediğinin böyle hasıl olmasını arzu buyurdu. (Faideli Bilgiler)
Eshab-ı kiram, bu duayı hep okurdu.
Enbiya ve evliyayı vesile ederek dua etmelidir. (Hısn-ül-hasin, Şir’aşerhi)
İbni Hacer hazretleri, Cevher-ül-munzam kitabında buyuruyor ki:
Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyorlar ki: Resulullah ile her zaman tevessül etmek çok iyidir. Yaratılmadan önce ve yaratıldıktan sonra, dünyada da, ahirette de, Onunla tevessül olunur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
Âdem aleyhisselam, (Muhammed aleyhisselamın hakkı için beni affet!) diye dua etti. Allahü teâlâ ise, (Onu henüz yaratmadım. Nereden bildin?) buyurdu. Hazret-i Âdem de, (Arşta "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazılı olduğunu gördüm. Anladım ki, şerefli isminin yanına ancak en çok sevdiğinin ismini layık görürsün) dedi. Allahü teâlâ da buyurdu ki: (Ya Âdem, doğru söyledin. O bana insanların en sevgilisidir. Onun hürmetine dua ettiğin için seni affettim. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım.)[Taberani, Hakim]
Burada Muhammed aleyhisselamın hakkı demek, Allahü teâlânın Onu çok sevmesi, Ona çok kıymet vermesi demektir. Allahü teâlânın Ona ihsan ederek, Onun için kendi üzerinde tanıdığı hak demektir. Bunun gibi, bir hadis-i şerifte, kulların Allahü teâlâ üzerindeki hakkı nedir? diye soruldukta, (Burada hak demek, lazım olan şey demek değildir) buyuruldu. Çünkü, Allahü teâlânın hiçbir şeyi yapması lazım, vacib değildir. Dilerse yapar, dilerse yapmaz. Allahü teâlâdan Resulullah hakkı için bir dilekte bulunmak, Resulullah için istemek değildir. Allahü teâlâ Resulünü çok sevdiğini, Ona yüksek mertebe verdiğini bildiriyor. İşte bu sevginin, bu yüksek derecenin hakkı, yani hürmeti, kıymeti için, Allahü teâlâdan istenilmektedir. Allahü teâlânın, Resulüne olan ikramlarından, ihsanlarından biri de şudur ki, yani Onun hakkı için, Onun yüksek derecesi için yapılan duaları kabul buyurur. (Faideli Bilgiler)
Allahü teâlânın sevdiği kullarına ve her şeyden önce Peygamberlerin efendisi olan Muhammed aleyhisselama tevessül etmenin, onlardan şefaat istemenin caiz olduğunu gösteren âyet-i kerimelerden biri de,Bekara suresinin 89. âyet-i kerimesidir. Hadis âlimleri, sözbirliği ile bildiriyorlar ki, bu âyet-i kerime, Hayber Yahudileri için gelmiştir. Cahiliyye zamanında, yani Resulullahdan önce, bu Yahudiler, (Esed) ve (Gatfan) kabileleri ile savaş ediyorlardı. Savaş ederken, (Ya Rabbi, ahir zamanda göndereceğin Peygamber hakkı için, bize yardım et) diyerek yalvarıyorlardı. Ahir zaman Peygamberini vesile ederek, zafer kazanıyorlardı. Fakat, Resulullah gelip, İslamiyet'i bildirince, kıskandılar, inat ettiler, inanmadılar.
Vehhabilerin allame deyip müctehid bildikleri ibn-ül-Kayyımı CevziyyeBedayi-ul-Feraid kitabında diyor ki:
Yahudiler, cahiliyye zamanında komşuları olan Araplarla savaş ederlerdi. Resulullah dünyaya gelmeden önce, Onun mübarek vücudu ile Allahü teâlâdan yardım isterlerdi. Allahü teâlâ, onlara yardım eder, galip gelirlerdi. Resulullah, dünyaya gelip, İslamiyet'i yaymaya başlayınca, inanmadılar, kâfir oldular. Dünyaya gelmeden önce inanmamış olsalardı, Onun sebebi ile yardım istemezlerdi.
Beydavi tefsirinin bazı açıklamalarında, Sadeddin-i Teftazani’den şöyle nakil olunuyor:
Resulullahın mübarek ismini söyleyerek yardım istiyorlardı. Mübarek ismini, şefaatçi ediniyorlardı.
Salih ve zahid âlimlerden Takıyyuddin Husni, Mevlid-ün-nebikitabında diyor ki:
Bir Müslüman, Resulullahın iyi huylarını, yumuşaklığını, affını ve sabrını öğrenince, Onun Allahü teâlâ yanındaki kıymetini, üstünlüğünü anlayıp, her işinde Onu vesile eder. Çünkü O, şefaatçidir. Allahü teâlâ, Onun şefaatini reddetmez. Allahü teâlânın sevgilisidir. Onu vesile kılarak, Onu şefaatçi ederek istenilenleri, Allahü teâlâ verir. Allahü teâlâ, bunu Kur'an-ı kerimde bildiriyor ve Evliyasına ilham ediyor. Onun ve bütün Müslümanların düşmanı olan bile, Onu vesile kılarak, istediklerine kavuştuklarını haber veriyor. Onu çok sevdiği, çok üstün yaptığı için, Onların dileklerini verdim buyuruyor.
Abdullah ibni Abbas hazretleri buyuruyor ki:
Muhammed aleyhisselamın Allahü teâlâ yanındaki kıymetine, şerefine ve üstünlüğüne bakınız ki, Onu vesile eden kâfirlerin bile duasını kabul buyurmaktadır. Yahudilerin, O sevgili Peygambere en büyük düşman olacaklarını ve O yüce Peygamberi çok inciteceklerini bildiği halde, Onu vesile ederek yaptıkları duaları kabul buyururdu. Dünyayı teşrif etmeden önce, şerefi, şefaati böyle olunca, âlemlere rahmet olarak gönderildikten sonra, Onu vesile ve şefaatçi etmenin suç olacağını, hangi akıllı, insaflı kimse iddia edebilir? Buna inanmayanların Yahudilerden daha kötü oldukları anlaşılmaktadır.(Müslimana Nasihat)
(Peygamber hakkı için, ölü diri bir veli hakkı için dua etmek mekruhtur. Çünkü, kimsenin Allahü teâlâ üzerinde hakkı yoktur) diyenler çıkmışsa da, böyle dua etmek, (Ya Rabbi, onlara vermiş olduğun hak için) niyeti ile caiz olduğu yukarıda bildirildi.
Yalnız Senden yardım isteriz
Sual: Allah’tan başka bir şeyin veya bir kimsenin bir iş yaptığını söyleyen, mesela (Aspirin ağrıyı kesti) veya (Resulullahın hürmetine, Abdülkadir Geylani’nin hürmetine Allah duamı kabul etti) diyen, Fatiha suresindeki (Biz yalnız senden yardım dileriz)mealindeki âyete göre müşrik oluyormuş. Öyleyse ilaçtan, aspirinden, Enbiyadan veya Evliyadan yardım isteyen müşrik mi oluyor? İnsanlardan herhangi bir yardım istemek, mesela bir arkadaşa, (Bana yardım et, şu yükü taşıyalım) demek şirk mi oluyor? Teröristler beni döverken, civardaki insanlardan yardım istemek, (İmdat, beni kurtarın) demek şirk mi olur?
CEVAP
Hiçbiri şirk olmaz. Şirk olur diyenler, Vehhabilerle, onlara aldanan zavallılardır. İnsanlara yardım etme kuvvetini veren de Allahü teâlâdır. Asıl, Allahü teâlânın kudretinden şüphe eden müşrik olur.
Vehhabiler, (Ölmüş Evliya ve Enbiyadan yardım istenmez) diyor. Mesela darda kalan insanlara, Hızır aleyhisselamın ruhunun yetiştiğini kabul etmiyorlar. Hâlbuki ruhun ölmediği, âyet ve hadislerle açıkça bildirilmiştir. (İmdat ya Hızır) demek şirk olmaz, yardım istemek olur. (İmdat ya Resulallah, şefaat ya Resulallah) demek de şirk değil, yardım istemek olur. Allahü teâlâ yardım isteyenin sesini bu zatlara duyurmaya ve onların ruhlarına da yardım etme kuvvetini vermeye, elbette kadirdir. Dirilere yardım etme kuvvetini veren Allahü teâlâ, ölmüş zatlara da kuvvet vermektedir. Bunlara şirk demek, Allahü teâlânın kudretinden şüphe etmek olur.
Evliyanın diri veya ölü olması arasında fark yoktur. Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, hatta artar. (İrşad-üt-talibin)
Maliki mezhebinin büyük âlimlerinden Ali Echuri hazretleri, (Veli, dünyadayken, kınındaki kılıç gibidir. Ölünce, kınından çıkan kılıç gibi olur, tasarrufu, tesiri kuvvetlenir.) buyurmuştur. Bu sözü, Ebu Ali Senci hazretleri de, Nur-ül-hidaye kitabında yazmaktadır. (Berika)
Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir. Onların hatırı için istenileni yaratır. Diriler Allahü teâlânın yaratmasına sebep olduğu gibi, ruhları da diri olduğu için, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olur. Hazret-i Âdem, Muhammed aleyhisselamın hürmeti için dua etti, duası kabul oldu. Allahü teâlâ da, (Ya Âdem, Muhammed aleyhisselamın ismiyle, her ne isteseydin kabul ederdim, O olmasaydı, seni yaratmazdım.) buyurdu. (Hâkim, Beyheki)
Ölü-diri her velinin ruhundan yardım istenir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Halil-ür-rahman [Hazret-i İbrahim] gibi 40 kişi her zaman bulunur. Onların sebebiyle yardım görülür ve zafere kavuşulur. Onların bereketiyle gökten yağmur yağar. Onların yerine yeni biri gelmedikçe, ölen olmaz.) [Taberani]
(Çölde yalnız kalan kimse, bir şey kaybederse, “Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin” desin! Çünkü Allahü teâlânın sizin göremediğiniz kulları vardır.) [Taberani] Bu hadis-i şerif, yanında olmayan kimseye seslenerek, ondan yardım istemeyi emretmektedir.(El-Üsul-ül-erbe’a)
Fatiha suresindeki, (Yalnız senden yardım isteriz) mealindeki âyet-i kerime, ölünün de, dirinin de bir şey yapmasına tesir eden kudretin, Allahü teâlâdan başka bir güç olduğunu göstermez. Mesela acıkan kimsenin, hiçbir sebebe yapışmadan, (Ya Rabbi, beni doyur) demesi, bu âyete uygun değildir; çünkü Cenab-ı Hak, doyurmak için yemek yemeyi sebep kılmıştır. Yemek yiyip doyanın da, doymayı Allah’tan bilmesi gerekir. Rabbimiz, yemek yemeden de doyurur; fakat yemek yenmesini sebep kılmıştır. (Yalnız senden yardım isteriz) diyen kimsenin fırıncıya gidip, (Bana ekmek ver) diye ondan yardım istemesi Allah’tan başkasından yardım istemek değil, Allahü teâlânın emrettiği sebeplere yapışmak olur. Ölü veya diri Evliyadan yardım istemek de, sebeplere yapışmaktır. Sebeplere yapışmak da, Allahü teâlânın emrine uygundur.
Kendisiyle tevessül edilen şahıslar esas gaye ve maksat yerine geçirilmediğİ ve onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir salâhiyetlerinin bulunmadığı unutulmaz ve bütün bunlarda meşîet-i ilâhiyenin esas olduğu nazardan kaçırılmazsa tevessül vardır ve olmuştur. Bunun şirkle, uzaktan yakından herhangi bir alâka ve irtibatı da yoktur.
Tevessül’ Arap dilinde ‘vesile’den gelen bir kelimedir. Vesile ise Arapça’da hacet/ihtiyaç anlamında kullanılmıştır. Nitekim Antere bir şiirinde vesile kelimesiyle ihtiyaç (hâcet) anlamını kastetmiştir.1 Vesile kelimesine çoğu kaynaklarda ise yakınlık anlamı verilmiştir.2
Kur’ân’da “tevessül” tabiri geçmemekle birlikte, aynı kökten gelen “el-vesile” kelimesi Mâide Sûresi 35. ve İsrâ Sûresi 57. âyetlerde geçer. Bu âyetlerden konumuzla doğrudan ilgili olan birincisinin tefsiri üzerinde genişçe durulacaktır.
Bazı Arap dili sözlüklerinde “vesile” için özet olarak şu anlamlar verilmektedir: Sultanın yanındaki makam, derece, yakınlık. Meselâ:
ًوَسَلَ فُلاَنٌ إِلىَ اللّٰهِ وَسِيلَة denildiği zaman “kişi Allah’a yaklaşabildiği bir iş yaptı” anlamı kastedilir.
تَوَسَّلَ إِلَيْهِ بِوَسيِلَةٍ sözüyle de “Allah’a bir amel ile yakınlaştı” denilmek istenir.3 Diğer bir deyimle vesile, kendisiyle başkasına yaklaşılan şeydir. Çoğulu, “vüsül” ve “vesâil” gelir. Hadîslerde ise bu kelimeyle Allah’a yakınlık, bir kavle göre şefaat, bir diğer görüşe göre de cennetteki konaklardan biri kastedilmiştir.4
Râğıb el-Isfahânî’ye göre, vesile, bir şeye istekli ve arzulu olarak ulaşmaya gayret etmektir. Bu kelime, yani vesile, sad harfiyle yazılan vasîle’den daha özel bir anlama sahiptir. Çünkü vesile kelimesinde arzu ve rağbet anlamı mevcuttur.5
‘Vesile’den türetilen ve kavramlaşan ‘tevessül’ün terim anlamı ise Allah katında kıymet ve makam sahibi olan birini, duanın kabulü için vesile kılmaktır. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını, Allah ve Resulü’ne olan imanı, sâlih amelleri, Peygamberleri ve salih zatları vesile kılmaktır.6
Vesile ile alâkalı olarak, yukarıda işaret ettiğimiz iki âyetten, konumuzla doğrudan ilgili birincisini, yani Mâide Sûresi 35. âyeti ve tefsirini vereceğiz.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُوا فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve O’na yaklaşmaya vesile arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”
Âyet iki cümleden teşekkül etmekte; ilkinde, takva dairesine girmemiz, ikincisinde ise Allah’a götüren/ulaştıran vesile aramamız ve cihad etmemiz istenmektedir. Buna göre âyette üç ana husustan söz edilmektedir: Takva, vesile aramak ve cihad. Netice ise dünyevî/uhrevî felah veya kurtuluş.
Kimi müfessirlerimiz âyetteki takva ve vesile arama eylemlerini aynı çizgi üzerinde mütalâa ederek, âyeti, “Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve O'na (ulaştıran) vesile arayın. Yani kendisiyle sevaba nail olacağınız şeyleri ve sizi ona yaklaştıran itaatleri yerine getirip isyanlardan da kaçının.”7 şeklinde tefsir etmişlerdir.
Bazıları ise vesile için “sevgi” anlamı vererek âyeti, ‘Allah sevgisine ulaşın, ya da kendinizi Allah’a sevdirin.’8 tarzında izah etmişlerdir. Bu izah da makuldür zîrâ, insanların gönlüne girebilmenin en iyi yolu ve yöntemi sevgidir. Sevginin açamayacağı kapı pek nadirdir.
Kimi de söz konusu âyeti, “İtaatte bulunarak ve hoşnut olduğu amelleri yaparak Allah’a yaklaşınız.” şeklinde tefsir etmektedir.9
Daha farklı bir yorum ise Seâlibî tarafından yapılmıştır; şöyle ki:
“Bu âyet Allah ve Rasulü’nün emir ve yasaklarına karşı harp eden kimseleri zikrettikten sonra gelmiş olup, Allah’tan bir öğüt ve nasihattir. Bu hitap, mücerret vaazdan daha beliğ ve etkilidir. Çünkü buradaki öğüt, insanlara, (önceki âyetin tehdidi ile) korkar ve titrer vaziyette oldukları hâlde gelmektedir. وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَifadesinin anlamı, Hz. Muhammed (s.a.s.) için, O’nun Allah’a daha yakın bulunması ve O’nun katında faziletli olmasını istemektir. O’nun hakkındaki bu talep, dünyada iken yakınlık ve fazilet verilmesine yöneliktir. Bunun âhiretteki meyvesi ise makâm-ı mahmûdda şefaat sahibi olmasıdır.”10
Zemahşerî, el-Keşşâf isimli tefsirinde ‘vesile’yi şöyle tarif etmiştir: “Vesile, kendisiyle tevessül edilen ve yaklaşmaya araç kılınan her türlü fiil ve davranıştır. Burada kendisiyle Allah’a yaklaşılan itaatleri yapmak ve isyanlardan kaçınmak anlamlarından mecaz olarak gelmiştir.”11 Hulâsa, vesile kelimesi ihtiyaç, yakınlık ve kurbiyet, hedefe ulaştıran vasıta ve Zemahşeri’nin dediği gibi yakınlaşma vasıtası olan her türlü fiil ve davranıştır.
Elmalılı Hamdi Yazır ise âyeti şöyle tefsir etmekte ve değerlendirmektedir: “Biz mü’miniz, Allah bizi sadece kendisine iman etmemizle sever deyip de lâubali olmayınız, Allah’tan korkunuz, kötü ahlâktan ve çirkin işlerden sakınınız. Sonra yalnız korkmak ve sakınmakla da kalmayınız, iradenizi sarf edip sebeplere de başvurunuz. Allah’ın emirlerini yerine getiriniz ve bununla da kalmayıp Allah’a yaklaşmak için daima vesile arayınız. Her fırsatı değerlendirerek kendi gönlünüz ve isteğinizle farz ve vaciplerin dışında güzel güzel işler ve Allah’ın rızasına uygun ameller yaparak kendi tarafınızdan da kendinizi Allah’a sevdirmek isteyiniz. İsteyerek, yalvararak çalışınız ve uğraşınız (…) Hâsılı vesile lüzumludur. Ve onu bulmak için isteyip aramak ve tevessül etmek de lâzımdır. Çünkü vesilenin vesilesi de iman ve ittika ile talebi sevdirme arzusudur. Ve işte “O’na vesile arayınız.” Bu kasd ü niyet ile esbabı araştırmak ve sevilen huylar, salih ameller gibi rıza-i ilâhîye muvafık güzel vesileler edinerek kulluğa yönelik sa’y ü gayret göstermeyi emreder. Ve bunun içindir ki bunun peşinden mücahede emri getirilmiştir. İman, ittika ile; ittika, vesileyi aramak ile; vesileyi aramak ise mücahede ile kemale erer.”12
Allâme Hamdi Yazır burada ‘vesile’nin İslâm’ın meşru dairesinde aranması gerektiğini vurgulamakta, ilâhî hoşnutluğa ve muhabbetullaha da ancak meşru çerçevede ulaşılabileceğine işaret etmektedir. Vesile kavramı, işârî tefsirlerden ‘Rûhu’l-beyân’da da şöyle izah edilmektedir: “Bil ki bu âyet-i kerime açıkça vesile aramanın ve peşine düşmenin gerekli olduğunu emreder. Çünkü Allah’a ancak vesile ile vâsıl olunur. Vesileler ise hakikat bilginleri ve tarikat meşâyihidir. Kişinin mürşid olmadan kendi kendine amellerde bulunması nefsini büyütür, ziyadeleştirir. Ama bir mürşidin işaretine uygun olarak ve peygamberlerin ve evliyanın rehberliği ile amel eden kişi ise nefsi varlıktan kurtarır, perdeyi kaldırır ve talibi Rabbu’l-erbâb’a ulaştırır.”13 Bursevî vesileye kendi meşrebi açısından bakmış ve alanını daraltmış olsa da kâmil mürşitlerin önemine dikkat çekmiş olmakla rıza-i ilâhîye ulaşmanın en önemli ve esaslı dinamik vesilelerinden birine işarette bulunmuştur.
Vesile kavramına ilişkin bilgi ve yorumları serdettikten sonra Kur’ân ve Sünnet’in engin ufkundan yararlanarak tevessülün konusunu daha açık şekilde ve kısımlarıyla şöyle ifade edebiliriz:
1. Allah’a İsim ve Sıfatlarını Vesile Kılarak Yalvarmak
Bu tevessül şöyle misâllendirilebilir. “Allah’ım, Senin Rahmân, Rezzak vb. isimlerinin hakkı için beni şununla rızıklandırmanı veya bana şunları ihsan etmeni diliyor ve dileniyorum.” Bu duada Allah’tan istenenler, O’nun Rahmân ve Rezzak ismi vesile kılınarak istenmektedir.
Efendimiz (s.a.s) de pek çok hadîslerinde Cenâb-ı Allah’a isim ve sıfatlarını vesile kılarak tazarru ve niyazda bulunmuşlardır. Allah Resulü (s.a.s) çok sıkıntılı olduğu anlarda, “Ey Hayy ve Kayyum olan Allah’ım! Sen’in rahmetinden medet bekliyorum.”14 diye yalvarmıştır.
Bir diğer dualarında ise şöyle buyurmuşlardır: “Bir kul başına gelen bir sıkıntı ve üzüntü karşısında, ‘Allah’ım, ben Sen’in kulunum, bir kulunun oğluyum, bir cariyenin oğluyum, benim bütün her şeyim Sen’in elindedir. Sen, hakkımda istediğin hükmü verirsin; Sen’in verdiğin bütün hükümler benim için âdilânedir. Kendini bize tanıttırdığın bütün isimlerinin hakkı için, kitabında inzal buyurduğun bütün isimlerinin hürmetine veyahut kullarından birine talim buyurduğun isimlerinin hürmetine yahut da gayb ilmindeki bize açıklamadığın isimlerinin hürmetine, Kur’ân’ı kalbime bahar kılmanı, gönlüme ışık yapmanı, onun vasıtasıyla sıkıntı ve üzüntümü gidermeni diliyorum.’ derse, Allah onun sıkıntı ve üzüntüsünü giderir ve o sıkıntılar yerini sevinç ve feraha bırakır.”15
2. Allah’a, Geçmişte Yapılan Salih Amelleri Vesile Kılarak Dua Etmek
Bu şekilde tevessül ile duaya örnek olarak, Allah Resulü’nden nakledilen, mağarada mahsur kalan üç adamın kıssası verilebilir. Hazreti Enes Allah Resulü’nden şöyle işittiğini anlatıyor:
“Üç kişi birlikte yürürken yağmura yakalanınca dağdaki bir mağaraya sığındılar. Dağdan kopup yuvarlanan bir kaya parçası, sığındıkları mağaranın ağzını kapattı ve onları mağaraya hapsetti. Birbirlerine şöyle dediler: ‘Allah için yaptığımız amelleri araştıralım ve o amellerle Allah’a dua edelim. Ümit edilir ki, Allah o amellerimizin hürmetine bizi bu sıkıntıdan kurtarır.’
Biri yaşlı ve ihtiyar anne ve babası olduğunu, eşi ve küçük çocuklarından önce onları doyurmak için sabaha kadar başlarında uyanmalarını beklediğini ifade ettikten sonra, ‘Allah’ım, eğer biliyorsan ki bunu yalnız senin rızan için yaptım, mağaranın ağzını birazcık arala da gökyüzünü görebilelim.’ diyerek yalvardı. Allah da bunun üzerine mağarayı biraz açtı, o aralıktan göğe baktılar.
İkincisi çok sevdiği bir amcakızından bahisle, onu çok sevdiğini, bir gün onunla yalnız kalarak evlilik dışı ilişki kurmayı talep ettiğini ve sonunda kızın direnmesi ve Allah’tan kork demesiyle vazgeçtiğini anlattıktan sonra, ‘Allah’ım, eğer bunu Sen’in için yaptığımı biliyorsan, mağaranın ağzını biraz daha arala.’ diyerek yalvardı. Allah da bu duaya mukabil mağaranın ağzını biraz daha açtı.
Üçüncü kişi de ücret mukabilinde işçi tuttuğunu ama işçinin hakkını almadan ayrılıp gittiğini, ancak o ücreti çalıştırarak nemalandırdığını, yıllar sonra o işçi yanına gelip de hakkı olan ücreti istediğinde sürülerle hayvanların ona ait olduğunu ve sonunda adamın o sürüleri götürdüğünü ifade ettikten sonra ‘Allah’ım, eğer bunları senin rızan için yaptığımı biliyorsan, mağaranın geri kalan kısmını da açıver.’ dedi. Akabinde Allah mağaranın geri kalan kısmını da açıverdi.”16 Anlaşıldığı üzere her üç mağara arkadaşı yaptıkları Salih bir işi Allah’a arz ederek o amellerle tevessülde bulunmuşlardır.
3. Allah’la İrtibatının Kuvvetli Olduğuna İnanılan Birini Vesile Kılarak Allah’a Dua Etmek
Bu tarz tevessül şöyle izah edilebilir: Birisi salih bir zâta gider ve ondan mevcut sıkıntısını gidermesi için Allah’a dua etmesini istirham eder. Hadîslerden buna misâl olarak Hazreti Ömer’in naklettiği şu rivayet zikredilir: “Allah Resulü’nden şöyle derken işittim: ‘Tâbiînin en hayırlısı, Üveys adındaki şahıstır. Onun bir annesi vardır. Vücudunda da beyazlık vardır. Ona söyleyin de sizin için Allah’a istiğfarda bulunsun.’” Diğer bir rivayette ise “Sizden kim onunla karşılaşırsa, sizin için dua etmesini istesin.” demiştir.17 İmam Nevevi bu hadisin şerhinde şöyle der: “Bu hadîsten, dua talep eden daha faziletli de olsa, salih zâtlardan dua istemenin müstehap olduğu anlaşılmaktadır.”18
Osman İbn Huneyf nakleder: Gözünden rahatsız olan bir adam Allah Resulü’ne geldi ve “Ey Allah’ın Resulü, bana afiyet ve sıhhat vermesi için Allah’a dua et.” Efendimiz, “İstersen dua edeyim ya da istersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır.” Adam “Dua et” dedi. Bunun üzerine Allah Resulü ona mükemmel ve kusursuz bir abdest almasını ve şu dua ile yalvarmasını tavsiye etti: "Allah’ım, rahmet peygamberi olan Sen’in peygamberin Muhammed’in hürmetine sana teveccüh ediyor ve senden istiyorum. Sen’inle bu ihtiyacımın giderilmesi konusunda Rabbime teveccüh ettim. Allah’ım, o Rahmet Peygamberi’ni benin iyileşmem için vesile eyle."19
4. Dua Esnasında, Bekâ Yurduna İrtihal Eden Peygamber, Veli ve Diğer Salih Kulları Vesile Kılmak
Bu nevi tevessül de önceki üç türde olduğu gibi, İslâm bilginlerinin çoğunluğu tarafından kabul görmüştür. Yani cumhur-u ulemanın kâhir ekseriyetinin genel görüşü budur. Buna göre bir peygamber, bir şehit veya velinin kabri ziyaret edildiğinde ziyaret edenle kabirde medfun olan zât arasında mânevî alışveriş söz konusudur. Karşılıklı istifade ve istifâza bahis mevzudur. Nitekim bu konuyu Allâme Fahreddin Razi şöyle izah etmektedir:
“İnsanın ruhu bedeni öldükten sonra ebedî olarak kalıcıdır. Bedenlerini terk eden ruhlar henüz bedenlerden çıkmamış ruhlardan pek çok yönden daha güçlüdürler. Şöyle ki ruhlar bedenlerini geride bıraktıkları zaman perdeler kalkar, onlara gayb perdesi ve âhiret menzillerine ait sırlar ayân olur. Ruh bedende, yani hayatta iken delille elde edilen bilgiler bedenden ayrıldıktan sonra zaruri/kesin bilgiye dönüşür. Beden kaybolunca bu ruhlar aydınlanır, nurlanır ve bir nevi kemale erer. Diğer taraftan henüz bedende olan ruhlar da bazı yönlerden bedenlerini terk etmiş ruhlardan daha güçlüdürler. Çünkü onlar talep etme/araştırma ve kazanma vesileleri olan tefekkür ve nazar sayesinde her gün yepyeni bilgilere ulaşırlar. Bu durum ölenlerin ruhlarında olmaz.
İkinci mesele ise şudur: Ruhların bedenleriyle olan ilişkisi şiddetli bir aşka ve tam bir sevgiye benzer. Bu sebeple, dünyada elde etmek istediğin her şeyi bu bedenini rahat ettirmek ve ona iyilik etmek için yaparsın. İnsan öldüğünde ve ruhu bedenini terk ettiğinde o muhabbet ve aşk kaybolmaz. Böylece ruhlar geride bıraktıkları bedenlerine meyilli ve müncezip olarak kalırlar. Bunların üzerine şunu bina edebiliriz: İnsan, kâmil ve etkili bir ruha sahip bir zatın kabrine vardığında ve orada bir süre durduğunda onun nefsi/ruhu o topraktan etkilenir. Ölen zatın ruhunun o toprakla olan ilişkisi malumunuzdur. İşte ziyaret esnasında canlı bedenin ruhu ile orada yatan zatın ruhu o toprak vesilesiyle karşılaşırlar. Sanki cilalanmış aynaya benzeyen bu iki ruh ışıklarını birbirine aksettirmeye başlarlar. Ziyaret edenin ruhunda hâsıl olan ilim, mârifet, fazilet, Allah’a boyun eğme ve kadere teslimiyet gibi güzellikler oradaki meyyitin ruhuna akseder. Diğer taraftan o meyyitin ruhundaki parlak ve kâmil ilimler de nur olarak ziyaret eden kişinin ruhuna akseder. Böylelikle bu ziyaret hem ziyaretçi hem de ziyaret edilen hakkında büyük bir menfaate ve güzelliğe vesile olur. Kabir ziyaretinin meşruiyetindeki asıl hikmet de budur. Burada zikrettiğimizden daha ince, daha esrarengiz sırlar da hâsıl olabilir; ama eşyanın hakikatlerini kuşatıcı şekilde bilmek Allah’a mahsustur.”20
Aynı şekilde Sa’duddin Teftâzânî de dünyada iken aralarında muârefe olan kişiler arasında kabir ziyareti anında mânevî alışveriş olacağından söz eder ve şöyle der: “Kabirleri ziyaret faydalıdır. Dünyada hayır yörüngesinde yaşamış olan şahsiyetlerin ruhlarından iyiliklerin celp edilmesi ve birtakım musibetlerin defedilmesi konusunda yardım istenebilir. Zîrâ insanın ruhu bedeninden ayrıldıktan sonra bedeni ve onun defnedildiği toprakla sımsıkı bir alâkası olur. Hayatta olan kişi o toprağı ziyaret ettiğinde iki ruh arasında bir mülâkat ve karşılıklı bir feyiz alışverişi olur.”21 Sözün tam burasında Allâme Kevserî der ki: “Büyük imamın bu meselede vardığı sonuç böyledir. Acaba bu imam da tevhid ile şirki ayırt edemeyen kimselerden midir? Tuh böyle tahayyül edenlerin yüzüne!”22
Konuyu tevessüle dair bazı ölçü ve prensiplerle bağlamak ve sonuçlandırmak istiyoruz:
a. Allah her şeyin yaratıcısıdır. Her şey O’nun kudret elindedir. Hakiki anlamda bütün işleri evirip çeviren O’dur. O’ndan başka Hâlık, Mûcid ve Müdebbir yoktur. Nebiler ve veliler ise kendilerinden yardım istenilen ve O’nun inayetine davetiye anlamında birer vesile-sebeptirler.
b. Bizim Allah’a ve Peygamber Efendimiz’e yönelik sevgimiz ve muhabbetimiz, O’nun dışındaki her şeyden bize daha sevimli olmalıdır. Allah’tan ötürü Efendimiz’i, velileri, şehitleri, sıddîkleri vs. severiz.
c. Hakiki anlamda Allah’ın dışında medet ve yardım edecek hiç kimse yoktur. Her ne kadar o yardımlarını yaratıklarının eliyle veya vasıtasıyla bize ulaştırıyorsa da bütün yardım ve medetler O’ndandır.
d. Bizler, dua ederken, “Nebinin hakkı için, onun yüzü suyu hürmetine veya filan veli kulunun hürmetine” dediğimizde, bu ifadelerle Allah’a daha yakınlaşmayı ve o zatların Allah katındaki mevkilerinin hürmetine dualarımızı kabul etmesini istiyoruz.
e. Tevessülün cevazı konusunda yaşayan biriyle vefat eden biri arasında ayrım yapmak, yani yaşayan biriyle tevessülü kabul edip de bekâ yurduna intikal edenlerle tevessülü reddetmek temelsiz bir iddiadır. Kaldı ki peygamberler ve şehitler bu dünyadan irtihal etmiş olsalar da, belirli bir hayat mertebesinde yaşamakta ve dünya ile alâkaları devam etmektedir. Dünya ile irtibatlı olan peygamber ve şehitleri vesile kılmakla bedeni ile hayatta olanı vesile kılmanın ne farkı olabilir ki?
f. Hakikatte tevessül, Allah’ın belirlediği ve takdir ettiği neticeler için yerine getirilmesi gereken sebeplerden sadece biridir. Hakiki tesir Allah’tan olmakla birlikte, Allah, varlık âleminde sebeplerle sonuçlar arasında bir mukarenet (birliktelik, yakın sebeplilik) kılmıştır. Buna göre tevessülün hükmü diğer sebeplerden farklı değildir. Zîrâ Allah’ın bir hastalığın iyileşmesini ve şifa bulmasını yahut herhangi bir ihtiyacın giderilmesini veya rızık genişliğine kavuşmayı salih kullarından birinin duasına bağlamış olabilir.23
Sonuç olarak, kendisiyle tevessül edilen şahıslar, esas gaye ve maksat yerine geçirilmemeli ve onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir yetkilerinin bulunmadığı unutulmamalıdır. Bütün bunlarda İlâhî iradenin esas olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu kıstaslara uyularak yapılacak bir tevessülün, şirkle ilgisi yoktur. Ancak her masum düşüncenin kötüye kullanımı mümkün olduğu gibi, bunu da suiistimal eden bir kısım cahiller bulunabilir. Bu, meselenin özüne zarar vermez.
* Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
merdal@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Ğazzî, İtkânu mâ Yahsünü mine’l- Ahbâri’d- Dâirati ale’l- Elsün, Kahire, 1415, I, 348; Suyûti, ed-Dürrü’l- Mensûr, Dâru’l- fikr, Beyrut, 1993, III, 71, Divanü Antere ibn Şeddad, www.adab.com; Ez-Zebidi, Tacü’l- Arûs, I, 6467
2. Şihâbuddîn Ahmed ibn Muhammed, et-Tibyân fî Tefsîri Ğarîbi’l- Kur’ân, Tah: Fethi Enver, Dâru’s- sahâbe, Kahire, 1992, I, 182.
3. İbn Manzûr, XI, 724.
4. İbn Manzûr, XI, 725. Ayrıca bkz. er-Râzî, Ebû Bekr, Muhtâru’s- Sıhâh, s. 300; el- Münâvî, Muhammed Abdurraûf, et-Tevkîf alâ Mühimmeti’t-Teârîf, I, 726.
5. Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi ğaribi’l-Kur’an, Kahraman yay., İstanbul, 1986, وسل mad.
6. Abdullah el-Hümeyri, et-Teemmül fi hakikati’s- tevessül, Dâru Kurtuba, Beyrut, 1422, s.11.
7. Beydâvî, Envâru’t- Tenzîl ve Esrâru’t- Te’vîl, I, 321.
8. Taberî, VI, 227.
9. İbn Kesîr, II, 53.
10. Abdurrahmân es-Seâlibî, el-Cevâhiru’l- Hisân fî Tefsîri’l- Kur’ân, I, 460.
11. Zemahşeri, el-Keşşaf an hakaiki ğavamidi’t-tenzil, Beyrut, 1995, I, 615.
12. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1979, III, 1670.
13. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l- Beyân, II, 388.
14. Tirmizi, Sünen, Daru ihyai’t-türasi’l-arabi, Beyrut, Tarihsiz, V, 539, Hadis no: 3524.
15. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-VI, Müessesetü Kurtuba, Mısır, Tarihsiz, I, 452; Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, I-XX, Mektebetü’l-ulum ve’l-hikem, Musul, 1983, X, 169.
16. Müslim, Zikir, 27, Hadis no: 2743.
17. Müslim, Fedâilü’s- sahâbe, 55, Hadis no: 2542.
18. Ebu Zekeriyya en-Nevevi, Şerhu Sahihi Müslim, I-XVIII, Dâru ihyâi’t-türâsi’l-arabî, Beyrut, 1392, XVI, 95.
19. Tirmizi, Sünen, V/ 569; Nesâî, Sünen, VI/169.
20. Kevseri, Makâlât, s.383-384.
21. Et-Teftazânî, Şerhu’l- mekâsıd fî ilmi’l- kelâm, Pakistan, 1981, II/ 43.
22. Makâlât, s.385.
23. Abdullah el-Humeyri, et-Teemmül fi hakikati’t-tevessül, Dâru Kurtuba, Beyrut, 1422, s.50 vd.
Yaşadığımız çağda bir yandan fikir akımlarının etkisi, diğer yandan İslâmî konularda giderek artan eğitim eksikliği, son derece yüzeysel bazı eleştirilerin zamanla yanlış bir şekilde kemikleşmesine sebep oluyor. İtikat sahasına dair mevzular da bu yanlıştan nasibini alıyor. Geçtiğimiz aylarda ele aldığımız şefaat konusu gibi, tevessül de kaynaklara bakmadan, yeterince düşünülmeden ele alınan bir konu. Ne yazık ki yapılan eleştiriler kafaları karıştırıyor. Oysa aynı mevzular İslâm’ın ilk asırlarında da söz konusu olmuş ve İslâm alimleri bu konuları kesin olarak çözmüşler, Kur’an ve Sünnet’e dayanarak gerekli cevabı vermişlerdir.
Vesile kelimesi “vasıta, yol, sebep, derece, yakınlık, şefaat ve fırsat” gibi manalara gelir. Dinî bir terim olarak da “Allah katında derece elde etmek, bir fayda sağlamak veya bir zararı savmak, dünya ve ahirette arzulanan bir şeyi elde etmek için Allah’a taatte bulunup salih amel işlemek veya bir peygamber, Allah katında derece sahibi olan bir veli üzerinden Allah’tan istemek” demektir.
Ayrıca vesile, “cennette yüksek bir derecenin, bir makamın ve Hz. Peygamber s.a.v.’e verilecek şefaatin adıdır.” (Buharî, Müslim)
Vesile ile aynı kökten türemiş olan tevessül de aynı manadadır. Son devrin İslâm alimlerinden Ebu Bekir Câbir Cezâirî, “Akîdetü’l-Mü’min” adlı eserinde şöyle tarif eder: “Allah Tealâ’ya yaklaşmak, huzurunda manevi itibar ve derece bulmak yahut bir faydanın elde edilip zararın defedilmesiyle ihtiyacı gidermek için salih bir amel veya salih bir zatla Cenab-ı Hakk’a yakınlık sağlamaktır.”
Diğer bir tarife göre tevessül, herhangi bir arzusu veya isteği olan kişinin “Allahım! Şu sıkıntımın giderilmesi veya şu isteğimin gerçekleşmesi için falan zatın senin katındaki yeri, mevkii, hakkı, hürmeti adına, onun hatırına senden istiyorum” diyerek dua edip ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arz etmesidir. (Muhammed Nesib Rifâî, et-Tevessül) Yaşadığımız çağda bir yandan fikir akımlarının etkisi, diğer yandan İslâmî konularda giderek artan eğitim eksikliği, çok yüzeysel bazı eleştirilerin zamanla yanlış bir şekilde kemikleşmesine sebep olmuş bulunuyor. İtikad sahasına dair mevzular da bu alanın içine giriyor.
Geçtiğimiz aylarda ele aldığımız şefaat konusu gibi tevessül de, bu konudaki kaynaklara bakmadan ve yeterince düşünülmeden ele alınan bir konu. Ne yazık ki yapılan eleştiriler kafaları karıştırıyor. Oysa aynı mevzular İslâm’ın ilk asırlarında da söz konusu olmuş ve İslâm alimleri bu konuları kesin olarak çözmüşler, Kur’an ve Sünnet’e dayanarak gerekli cevabı vermişlerdir.
İsimler, işler hakkı için
Şüphesiz ilk tevessül Cenab-ı Mevlâ’nın isimleri ile yapılan tevessüldür. Kur’an-ı Kerim ve hadis kitapları incelendiğinde tevessülün bu kısmının büyük yer tuttuğu görülecektir. Hak Tealâ şöyle buyurmaktadır:
“En güzel isimler Allah’a aittir; o halde O’na bu isimler ile dua edin.” (A’raf, 180)
Yine kaynaklarından öğrendiğimize göre namaz, oruç, Kur’an tilaveti, zikir gibi ibadetlerle ve af dilemek, hayır işlemek, haramdan sakınmak gibi salih amellerle de tevessül edilebilir.
Hz. Peygamber s.a.v. ibadetlerle ve salih amellerle tevessül yapılabileceğini şu hadis-i şerifte açıkça ifade buyurmaktadır:
“İsrailoğulları’ndan üç kişi yolda yürürlerken şiddetli bir yağmura yakalandılar. Yakınlarında bulunan bir dağdaki mağaraya sığındılar. Dağdan büyük bir kaya parçası mağaranın ağzına yuvarlandı ve çıkışı kapattı. Bu hal karşısında aralarından biri diğerlerine;
– Allah için yapmış olduğunuz amellerinize bakın, onların hürmeti bereketine Allah’a dua edin. Umulur ki Allah Tealâ taşı aralar ve bu sıkıntıyı giderir, dedi.
Bunun üzerine içlerinden biri şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Hayli yaşlanmış anne ve babam benim yanımdaydı. Bir de henüz küçük olan çocuklarım vardı. Onları geçindirmek için hayvan otlatırdım. Akşam yanlarına dönünce hayvanları sağar, çocuklarımdan önce anne ve babama içirirdim. Bir gün vaktinde gelemedim, geceye kaldım. Geldiğimde onları uyur buldum. Daha önce olduğu gibi hayvanlarımı sağdım. Onları uykularından uyandırmaya kıyamadım, elimde sütle başlarında bekledim. Bu arada çocuklar, açlıktan ayaklarımızın dibinde ağlaşıyorlardı. Anne ve babamdan önce onlara süt vermeyi uygun görmedim. Süt kabı elimde onların uyanmasını bekledim. Derken sabah oldu. Nihayet uyandılar, sütlerini içtiler. Ya Rabbi! Eğer bu amelimi senin rızan için yapmışsam, bize şu kapalı yerden bir yol aç da içine düştüğümüz şu sıkıntıdan kurtulalım, dedi.
Bunun üzerine mağaranın ağzını kapatan kaya biraz aralandı, fakat çıkılacak gibi değildi. Diğeri şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Amcamın bir kızı vardı. İnsanlar içinde en çok sevdiğim o idi. Ondan benim olmasını istedim, kaçındı. Nihayet bir kıtlık senesinde sıkıntıya düştü, ihtiyaçları için bana geldi. Ben de kendini bana teslim etmesi karşılığında yüz yirmi altın vereceğimi söyledim. O da kabul etti. Sonunda ona sahip olacaktım. Tam isteğime kavuşacakken bana, ‘Ey Allah’ın kulu, Allah’tan kork. Nikâhsız olarak bana ilişme!’ dedi. Ben de hemen vazgeçip kalktım, o işten vazgeçtim. Altınları da ona bıraktım. Halbuki o en beğendiğim kişiydi. Ya Rabbi! Bunu sırf senin rızan için yapmışsam, içine düştüğümüz şu sıkıntıyı gider, bizi buradan kurtar, dedi.
Kaya biraz daha aralandı, fakat çıkılacak gibi değildi. Üçüncüleri ise şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Ben ücretle işçi çalıştırıyordum. Ücretlerini verdim, fakat içlerinden biri ücretini almadan çekip gitti. Ben de onun payını kendi namına çalıştırıp işlettim. Birçok mal elde ettim. Uzun müddet sonra o işçi dönüp geldi ve ‘Allah’tan kork! Hakkım olan ücretimi ver!’ dedi. Ben de ‘Şu gördüğün deve, koyun, inek, hayvan sürüleri ve köleler senindir. Hepsini al götür.’ dedim. Adam hayret edip, ‘Allah’tan kork! Benimle alay etme!’ dedi. Ben de, ‘Seninle alay etmiyorum. Gerçekten onlar senindir, al götür.’ dedim. O da hiçbir şey bırakmadan hepsini sürüp götürdü. Ey Allahım! Eğer ben bu amelimi senin rızan için yapmışsam, şu içine düştüğümüz sıkıntıdan bizi kurtar, dedi.
O zaman kaya tamamen açıldı, adamlar mağaradan yürüyerek çıktılar.” (Buharî; Müslim; Ahmed b. Hanbel)
O’nun tevessülü, O’nunla tevessül
Enes b. Malik r.a.’tan rivayet edildiğine göre Hz. Ali r.a.’ın annesi Fatıma bint Esed (Allah ondan razı olsun) vefat ettiğinde Rasulullah s.a.v. bizzat kabre indi. Kabir hayatının rahat ve hoş olması için kabrin köşelerini genişletir gibi işaret buyurdu. Affedilmesi için Allah’a yalvardı ve duasını şu cümlelerle bitirdi:
“Ya Rabbi, peygamberinin ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için annem Fatıma bint Esed’i affet, onu kelime-i şehadet üzere sabit tut ve kendisine kabir rahatlığı ver. Çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Ebu Nuaym, Hilye)
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber s.a.v., hem kendisiyle, hem de kendisinden önceki peygamberlerle tevessül edip, elinde büyüdüğü için “annemden sonra annem” buyurduğu Hz. Fatıma b. Esed r.a. için Allah Tealâ’ya dua etmiştir.
Kendisi tevessül eden Hz. Peygamber s.a.v., biz müslümanların da Allah Tealâ’ya yönelmesine vesile olmuştur. Zira o, dünya ve ahirette huzur bulmamıza, Allah’ı tanımamıza, O’na yaklaşmamıza sebep kılınmıştır. Allah’ı ancak O’nunla tanıyabilir, ancak O’nun rehberliğinde Allah’a gidebiliriz. O’nun bize öğrettiği her amelle Allah’a yaklaşır, sevap kazanırız. Bu vesile ile günahlarımız dökülür, derecelerimiz yükselir, ihtiyaçlarımız giderilir ve O’nun şefaati ile ilâhi rıza ve cennete kavuşuruz.
Hz. Adem a.s. da Hz. Rasulullah s.a.v.’i vesile kılarak dua etmiştir. O, yasak ağaçtan yedi ve bu onun cennetten çıkarılmasına sebep oldu. Sonra kusurunu anladı, affı için ağladı ve:
– Ya Rabbi! Beni Muhammed’in hatırına affeyle, tövbemi kabul buyur, diye yalvardı. Yüce Allah:
– Ey Adem, sen benim habibim Muhammed’i nereden tanıyorsun,” diye sordu. Hz. Adem a.s.:
– Ya Rabbi! Sen beni cennete yerleştirdiğin zaman arşın üzerinde ve cennetin her yerinde, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasulullah’ cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. İsmi senin isminle birlikte zikredilen ve her yere nakşedilen bu zatın senin katında çok kıymetli ve sevgili birisi olduğunu anladım. Bundan dolayı O’nu vesile ederek affımı istedim, dedi. Yüce Allah:
– Evet, doğru söyledin, O benim habibimdir. Senin evlatlarından birisi olup peygamberlerin sonuncusudur. Seni O’nun hatırı için affettim. Eğer O’nu yaratmasaydım seni de yaratmazdım, buyurdu.
Hz. Peygamber s.a.v.’in huzuruna bir kimse geldi, o sıralarda hüküm süren şiddetli kuraklıktan şikayet edip yağmur için Allah’a dua etmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Rasulullah s.a.v. minbere çıkıp dua etti, hemen sonra yağmur yağdı.
Fakat bir müddet sonra bir grup, Rasulullah s.a.v.’in huzuruna gelip yağmurun haddinden fazla yağdığını, sıkıntıya düştüklerini, neredeyse helak olacaklarını söylediler. Yağmurun durması için dua etmesini talep ettiler. Hz. Peygamber s.a.v. dua etti, yağmur bulutları hemen açılarak şehrin etrafına doğru yayıldı. Bu durum karşısında Rasul-i Ekrem s.a.v. tebessüm etti ve:
– Hey Ebu Talip! Şimdi burada olsaydı çok sevinirdi. Onun söylediği şiiri bize kim söyleyebilir, diye sordu.
Hz. Ali r.a. ayağa kalkarak:
– Bana öyle geliyor ki siz şu şiiri kastediyorsunuz: “Hürmetine bulutlardan yağmur beklenilen bir zat terkedilir mi hiç? / O öyle bir iyiliksever ki, yetimler eline bakar, dullar ona güvenir.”
Hz. Ali r.a. bu şiirden birkaç beyit daha okuduktan sonra Kinâne kabilesinden biri kalktı ve şu beyitle başlayan bir şiir okudu:
– İlâhî! Hamdolsun ki Nebiyy-i Ekrem’in yüzü suyu hürmetine bize yağmur verdin.
Rasulullah s.a.v. okunan şiiri çok beğendiğini söyledi. Abdullah b. Ömer r.a.’ın da Ebu Talib’in yukarıdaki şiirini sık sık tekrarladığı ve Rasulullah s.a.v. yağmur duası için minbere çıktığında bir sahabinin de bu şiiri devamlı okuduğu nakledilir. (Aynî, Umdetu’l-Kârî, VI/12)
Osman b. Huneyf r.a. da bir rivayetinde şunları anlatmıştır:
Gözleri görmeyen bir adam Hz. Peygamber s.a.v.’e geldi ve:
– Ya Rasulallah, dua edin de gözlerim iyi olsun, dedi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:
– İstersen dua edeyim, istersen sabret. Ama sabretmen senin için daha hayırlıdır, buyurdu.
Adam, görmüyor olmanın kendisine çok ağır geldiğini ve açılması için dua etmesini istedi. O zaman Hz. Peygamber s.a.v. şöyle buyurdu:
– Öyleyse git, güzel bir abdest al, iki rekât namaz kıl, sonra şöyle dua et: “Ya Rabbi, ben senden diliyorum. Rahmet Peygamber’i ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Ben seninle Rabbine yöneliyorum, istiyorum ki bu yönelişim sebebiyle gözlerim açılsın. Ya Rabbi! O’nun şefaatini benim hakkımda kabul eyle ve benim de kendim için yaptığım duayı kabul et.”
Osman b. Huneyf r.a. şöyle diyor:
“Bu zat gitti, biz daha Rasulullah s.a.v.’in huzurundan ayrılmamıştık ki tekrar geldi. Gözleri iyileşmişti.”
(Tirmizî, Deavât, 119; İbn Mâce, İkâme, 189; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/138; Hâkim, el-Müstedrek, 1/526; Heysemî, ez-Zevâid, 2/279)
Unutulan ihtiyaç
Fahr-i Kainat s.a.v. Efendimiz zamanında bunun gibi birçok örnek hadise yaşanırken O’nun vefatından sonra da vesileyle yapılan duaların kabul olduğu hadiseler yaşanmıştır.
Hz. Osman r.a.’ın hilafeti döneminde muhtaç bir kişi ihtiyacı için Hz. Osman r.a. ile görüşme isteği ile uzun süredir yanına gidip geliyor, fakat karşılık bulamıyordu. Bir gün adam Osman b. Huneyf r.a. ile karşılaştı ve durumunu ona arzetti. O da kendisine:
– Git, güzel bir abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve Cenab-ı Hakk’a şöyle dua et: “Allahım! Rahmet Peygamberin Muhammed s.a.v.’i vesile ederek sana yöneliyorum. O’nun hatırı ile senden diliyorum. Ya Muhammed, ben seninle Rabbine yöneliyorum. Bu ihtiyacım hallolsun” de. Sonra da ihtiyacını Allah’a arzet, dedi.
Adam söyleneni yaptı. Sonra Hz. Osman r.a.’a gitti. Kapıcı onu huzura çıkardı. Hz. Osman r.a. bu zata: – Gel yanıma otur, ihtiyacın ne ise söyle, dedi.
O zat anlatıyor:
– Hz. Osman ihtiyacımı yerine getirdi ve kusura bakma, şimdiye kadar ihtiyacını unutup karşılık veremedim, onun için geç kaldı. Bundan sonra ne zaman bir ihtiyacın olursa gel, hemen ihtiyacını hallederim, dedi.
Adam işi görülünce gidip Osman b. Huneyf r.a.’a teşekkür etti ve:
– Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Sen benim hakkımda onunla konuşuncaya kadar ihtiyacımı görüp benimle ilgilenmiyordu, dedi. Osman b. Huneyf r.a. da:
– Allah’a yemin olsun ki onunla senin hakkında hiçbir şey konuşmuş değilim, deyip âmâ adamın Rasulullah s.a.v.’den dua istemesi hadisesini anlatmıştır. (İbn Mâce, İkâme, 189; Münzirî, et-Tergîb, I/473-475)
Peygamber Efendimiz s.a.v. gözleri görmeyen adama tevessül duasını öğretmiş ve bu olaya şahit olan Osman b. Huneyf de bu duayı Hz. Osman r.a. zamanındaki o muhtaç kişiye öğretmiştir.
Bir başka örnek hadise şudur: Halife Hz. Ebu Bekir r.a. İslâm’ı terk eden kabilelere karşı ordu hazırladığında, kendilerine cesaret vermesi amacıyla Hz. Abbas r.a.’ı yanına almış ve:
– Ya Abbas! Sen Allah’tan yardım iste, ben de amin diyeyim. Umuyorum ki Nebiyy-i Ekrem’e olan yakınlığın dolayısıyla duan boşa çıkmaz, demiştir. (Aynî, Umdetü’l-Karî, 6/13)
Ehl-i Beyt, ehl-i takva
Hz. Abbas r.a.’ın vesile kılındığının anlatıldığı bir başka rivayete göre, Hz. Ömer r.a. döneminde müslümanlar kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldiler. Bunun üzerine halife Hz. Ömer r.a., Hz. Abbas r.a.’ı vesile ederek Allah’tan yağmur talebinde bulundu ve şöyle dua etti:
“Allahım! Bizler daha önce Peygamberimiz’i vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimiz’in amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz, bize yağmur ihsan et!”
Enes b. Malik r.a., Hz. Ömer r.a.’ın bu duasından sonra kendilerine yağmur ihsan edildiğini belirtir. (Buharî)
Buharî şerhlerinde bu hadis ile ilgili aşağıdaki açıklamalara yer verilmektedir: “Yağmur için dua etme hadislerinde kaydedildiğine göre Halife Hz. Ömer r.a., dua etmesi için Hz. Abbas r.a.’a ricada bulunmadan önce insanlara:
“Rasulullah s.a.v., bir evladın kendi babasına verdiği değer ve önem kadar Abbas r.a.’a değer verirdi..” demek suretiyle onların Abbas r.a.’a tabi olmalarını ve başlarına gelecek musibetlerin gitmesi için onu vesile kılmalarını tavsiye eder ve bizzat Abbas r.a.’tan dua etmesini isterdi. O da kendisinin, Hz. Peygamber s.a.v.’e olan nesep yakınlığı ve O’nun katındaki mertebesi sebebiyle kendisiyle tevessülde bulunulduğunu zikrederek duasına başlardı.
Allah katında değeri olan zatların mertebesiyle tevessülde bulunmanın caiz olduğunu belirten Muhammed Zahid Kevserî rh.a., yukarıdaki bu hadis hakkında şöyle demektedir:
“Hz. Ömer r.a.’ın bu uygulaması, Rasulullah s.a.v.’in hayatta olan hısım ve akrabasıyla tevessülde bulunmanın cevazına delil teşkil etmektedir.
Hz. Ömer’in Abbas r.a. için, ‘Başınıza musibet geldiğinde onu (Abbas r.a.’ı) vesile edinin!’ ifadesi, ‘ondan dua isteyin’ manasına gelmez. Çünkü Hz. Ömer r.a., bu cümleyi onun dua etmesini istedikten sonra söylemiştir. Dolayısıyla bu ifade, ‘Onunla Allah’a tevessül edin!’ manasına gelir ki bu da salih zatların mertebesiyle tevessüle delalet eder.” (Makâlât)
İslâm bilginleri Halife Hz. Ömer r.a.’ın yukarıda söz konusu edilen uygulamasına dayanarak musibetler anında Ehl-i Beyt ve ehl-i takvanın Allah’a şefaatçi kılınabileceklerini kabul etmişlerdir. (Aynî, Umdetü’l-Kârî, 5/256)
Alimlerin alimlerle tevessülü
Sahabe döneminde yaşanan tevessül sonraki dönemlerde de devam etmiş, büyük mezhep imamları diğer imamları vesile kılarak dua etmişlerdir.
Büyük alim İbn Hacer el-Mekkî rh.a., “Hayrâti’l-Hısân fî Menâkıbı’l-İmam Ebi Hanife en-Numan” adlı eserinin yirmi beşinci bölümünde şöyle demiştir:
“İmam Şafiî, Bağdat’ta kaldığı günlerde İmam Ebu Hanife’nin türbesine gelir, ziyaret eder, kendisine selam verir, sonra Allah Tealâ’ya ihtiyacını gidermesi için onunla tevessül ederdi.”
Bir seferinde de İmam Şafiî hazretlerine, Mağripliler’in İmam Malik rh.a. ile tevessülde bulundukları söylenince bunu hoş görüp onları menetmemiştir.
İmam Ahmed b. Hanbel rh.a. de İmam Şafiî rh.a. ile tevessülde bulunuyordu. Oğlu Abdullah buna hayret edip babasına durumu sorunca İmam Ahmed:
– Şüphesiz İmam Şafiî insanlar için güneş, beden için sıhhat gibidir, demiştir.
Bir başka örnekte de İmam Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî k.s. şöyle demiştir:
“Kimin Allah Tealâ’ya arzedecek bir ihtiyacı olur ve giderilmesini isterse, İmam Gazalî ile tevessül edip ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arz etsin.” (Nebhanî, Şevâhidü’l-Hak, 166)
Bu örneklerde gördüğümüz gibi, Hz. Peygamber s.a.v. ile tevessülün yanında O’nun vârisi olan salih zatlarla da tevessül yapılabilir. Zira fazilet ve ilim sahibi salih kimselerle Allah’a tevessül etmek, onların şahıslarıyla değil, salih amel ve üstün meziyetleri sebebiyledir. Çünkü fazilet sahibi bu hale ancak salih amelleri ile ulaşmıştır.
Rıza ve yakınlık için
Başta Rasulullah s.a.v. olmak üzere Allah Tealâ’nın sevdiği kulları var. Peygamberler, sahabiler, veliler ve salih kullar Allah’ın rızasını kazanmış kimselerdir. Peygamberlerin durumu zaten bellidir; peygamberlik görevinin verilmesiyle en büyük mertebeyi ve en yüksek dereceyi elde etmişler demektir.
Veli ve salih kimseler ise Hz. Peygamber s.a.v.’e tabi oldukları, Allah’ın emir ve yasaklarına titizlikle uydukları için velilik ve salihlik mertebesini elde etmişlerdir. Bunlar Allah katında hatırı olan zatlardır, manevi makam ve mevki sahibidirler. Kişi bu kimseleri veya bunların makam ve mevkiini, hal ve hatırını vesile ederek Allah’tan isteyebilir. Mesela: “Allahım! Peygamberin veya filanca veli kulunun hürmetine senden istiyorum.” diyebilir.
Bu yazıda ve kaynaklarda yer alan çokça tevessül örneklerini anlamakta ve kabullenmekte zorlananların önlerindeki en büyük engelin bencillik ve kibirleri olma ihtimali bulunuyor. “Allah ile aramıza kimse giremez!” diyorlar. Sanki Allah Tealâ’nın Kur’an’da övdüğü nebilerden, sadıklardan, velilerden, şehitlerden üstünler! Halbuki onların vesilesi, Allah katında kabul görmüş varlıklarının bereketi olmasaydı bugün Allah Tealâ’dan habersiz kalacaklardı.
Kendilerinin kimseye ihtiyacı olmadığı, akıl ve fikirleriye her şeyin üstesinden gelecekleri zannını telkin eden şeytan ve nefse dikkat etmek lazım. Sanki hiç yaşanmamış gibi sayısız vesile örneğini görmezden gelmek yanlış bir tutumdur. Acaba yine şeytan ve nefs, peygamberleri ve salih insanları vesile edinmekten men ederken, insanların kendilerini örnek almalarını mı istemektedirler? Peygamberleri ve salihleri taklit etmekten men edenler, kendilerinin taklit edilmesini mi telkin ediyor olabilir mi?
Vesile ve tevessülü reddedenler iddialarını delillendirirken ayet ve hadislerin bir kısmını alıp bir kısmını terk ediyorlar. Ayetin kimler ve neler hakkında nazil olduğunu bilmeden, önceki müfessirlerin tefsirlerini dikkate almayıp, kendi görüş ve fikirlerine göre konuşmuş oluyorlar. Meselenin en temeline dönersek, Allah Tealâ kendisi ile kulları arasına vesile koyarak kendisini tanıttı, emir ve yasaklarını aktardı. O’nun adeti böyledir, bu şekilde irade etmiştir. Vesile kıldığı kullarını da Kitabında övgüyle anmıştır. Aklı başında hiçbir müslüman onları Allah Tealâ’nın yerine koymaz, fakat Allah Tealâ’ya yolculuklarında onların maddi ve manevi varlıklarının refakati ve bereketiyle yol almaya çalışırlar. Onları vesile ederek Asl’a ulaşmaya çalışırlar.
Tevessül Arapça vesile kelimesinden gelmektedir. Vesile; derece yakınlık, şefaat, başkasına yaklaşmak için vasıta kılınan şey manalarına gelir. Ayrıca vesile, cennette yüksek bir derecenin ve Efendimizin şefaatinin adıdır.
Tevessül; Allahütealâ’ya yaklaşmak, huzurunda manevi itibar ve derece bulmak yahut bir faydanın elde edilip zararın defedilmesiyle ihtiyacını gidermek için Salih bir amel veya zatla Cenabı Hakk’a yakınlık sağlamaktır.
Allahütealâ’nın razı olduğu şekil ve amellerle meşru olan vesilelerin temelini 3 şey oluşturmaktadır:
Kendisine tevessül olunan zat ki O, Allahütealâ’dır.
Tevessül eden zat ki o, Allahütealâ’nın yakınlığını isteyen yahut bir hayrın ele geçip bir şerrin defedilmesi ile ihtiyacının giderilmesini arzulayan zayıf aciz kuldur.
Kendisi ile tevessül olunan şey ki bu, kulun kendisi ile Allahütealâ’ya yakınlık sağladığı Salih ameller ve şahıslardır.
Yapılan tevessülün fayda vermesi ve ihtiyacın giderilmesi içinde bazı şartların bulunması gerekir.
1- Vesileye ve faydasına inanan Salih bir mümin olması gerekir.
2- Tevessül edilen amelin Allahütealâ’nın vesilesi için meşru kıldığı, rağbet ettiği bir amel olması gerekir.
3- Bu meşru amelin Allah Resulünün öğrettiği şekilde Allah’a yakınlık için yapılması gerekir.
Bidat ve haram olan amellerle, Salih olmayan kimselerle de Allahütealâ’ya yakınlık sağlanmaz. İman ve Salih amellerle Allahütealâ’ya yaklaşma konusunda İslam ümmetinin 11111 vardır. İhtilaf ve münakaşaya sebep olan tevessül zatlarla tevessüldür.
Peygamber efendimizi ve bütün Salihleri sevmek, onların halleriyle hâllenmek, bereketlerinden istifade etmek ilahi bir emir olup Salih amellere girmektedir.
Hayatta veya vefat eden zatların ruhlarından istifade edilebilir. Kabir ehli, âlemi berzahta hayattadır. Birbirlerini ziyaret ederler. Hayatta olanlardan kötü haber duyduklarında rahatsız olurlar. Nimetlenir ve azap görürler. Hayattakilerin ameli bu ruhlara gösterildiğinde, iyi amel gördüklerinde
Allah’a hamd edip, sevinirler ve daha fazlasını yapmaları için dua ederler.
Kötü bir amel gördüklerinde şöyle dua ederler:”Allah’ım onları taat ve ibadete döndür. Bizi hidayete erdirdiğin gibi onları da hidayete erdir.” Buharinin rivayet ettiği bir hadisi şerifte “ölen kimse defin edildikten sonra kendisini defin eden cemaatin geri dönüşlerindeki ayak seslerini işitir.” Ölü kendisini taşıyanı, yıkayanı, kabre koyanı tanır. (????? 126)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Bedir’de ölen kâfirlerin cesetlerini Kalib kuyusuna atılmalarını emretti. Onlar kuyuya atıldıktan birkaç sonra o kuyunun başına gelerek Resulü Ekrem teker teker baba adlarıyla beraber kendi isimlerini söyledi ve şöyle buyurdu “Rabbimizin verdiği vaadin doğru olduğunu gördünüz mü? Ben doğru olduğunu gördüm.”
Bu hitap üzerine Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi:” bu leş haline gelen kimselere mi söylüyorsun? Onlar nasıl duyarlar?” Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:” beni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki siz onlardan daha fazla işitici değilsiniz.” (Buhari)
Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadisi şerifte: “ bir adam kardeşinin kabrini ziyaret edip yanına oturduğunda, o kendisini tanıyarak sevinir, verdiği selama karşılık verir ve bu hal kalkıncaya kadar devam eder.”
Bir başka hadisi şerifte: “Ölülerinizin kefenlerini güzelleştiriniz. Onlara iyi kefen alınız. Çünkü onlarla iftihar edip birbirlerinin ziyaretine giderler.”
Meşru olan tevessül şu başlıklar altında toplanabilir;
Peygamber (s.a.v.) ile tevessül
Salih kullar ile tevessül
Salihlerin duası ile tevessül
Amellerle tevessül
Esma-ül Hüsna ile tevessül
Dünya ve ahirette Allah’a yaklaşmaya, O’na ihtiyaçlarımızı arz etmeye, sayesinde günahlarımızın bağışlanmasına, ihsanlara kavuşmamıza en büyük vesile Peygamber Efendimiz (s.a.v.)dir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dünyaya teşrif etmeden önce, hayatı saadetlerinde ve ahirete irtihallerinden sonra Allah’a tevessül edilmiştir.
Hz Ömer (r.a.)dan rivayet edildiğine göre; Hz Âdem(a.s.) cennetten çıkarılmasına sebep olan hatayı işledikten sonra uzun süre affedilmesi için dua ve niyazda bulundu duası bir türlü kabul edilmedi. Sonra “ Allah’ım beni Muhammed’in hakkı için affeyle tövbemi kabul buyur” diye yalvardı. Cenabı Hak Sen Muhammed’i nereden tanıyorsun?” diye sorunca Âdem (a.s.) yaratıldığı zaman başını kaldırıp arşa baktığında sütunlarında “La ilahe illallah muhammedün resullullah” cümlesini gördüğünü, ismi Allah ismiyle yazılan birinin O’nun sevdiği bir kul olması gerektiğini düşündüğünü ve bundan dolayı onun ismiyle tevessül ettiğini söyledi.
Allahütealâ doğru söylediğini, ahir zaman peygamberinin hatırına affedildiğini ve O olmasaydı kendisinin de (Âdem as) yaratılmayacağını bildirmiştir.
Hayatı saadetlerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile yapılan tevessül örnekleri:
Osman b. Hureyf (r.a.) şöyle anlatıyor; gözleri görmeyen bir adam, bir gün Peygamber Efendimize (s.a.v.) gelip şöyle dedi;
“Ya Resulullah (s.a.v.) gözlerim görmüyor siz dua edin benim bu gözlerim iyi olsun.” Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) “istersen dua edeyim istersen sabret ama sabretmen senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Ama gözlerinin görmemesinin kendisine çok ağır geldiğini ve açılması için dua etmesini istedi. O zaman Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu; ”Öyleyse git güzel bir abdest al, sonra iki rekât namaz kıl, akabinde şöyle dua et; Yarabbi ben senden diliyorum, rahmet Peygamberin (s.a.v.) ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed (s.a.v.) ben seninle Rabbine yöneliyorum ta ki gözlerim açılsın. Ya Rabbi! O’nun şefaatini benim hakkımda kabul eyle ve benimde kendim için yaptığım duayı kabul et.” Osman b. Huveys (r.a.) şöyle diyor “bu zat gitti, biz daha Resulullah‘ın huzurundan ayrılmamıştık tekrar geldi. Baktık ki gözleri iyi olmuştu.” (ibni Mace)
Vefatından sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) ile yapılan tevessül,
El Utbi şöyle demiştir. Resulullah (s.a.v.) kabri yanında oturuyordum. Araplardan biri geldi ve “es-selamu aleyke ya Resulullah! Allahütealâ’nın şöyle buyurduğunu işittim; eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlamayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.”(nisa 64)
İşte günahlarından istiğfar ederek, Rabbime seni şefaatçi edinerek sana geldim dedi ve şu şiiri söyledi.
“Ey bu topraklarda yatanın en hayırlısı ve en büyüğü! Senin güzel koku ve bereketinle bu vadi ve tepeler bereketlenip hoş oldu. Senin bulunduğun ve içinde her derde deva ile cömertlik ve kerem bulunan bu kabre canım kurban olsun.”
Bu şiiri okuduktan sonra dönüp gitti. O anda beni bir uyku bastı. Rüyamda, Resulullah’ı (s.a.v.) gördüm. Bana “ Ya Utbi arabiye yetiş ve kendisine, Allah’ın onu affettiğini müjdele” dedi.
Abdurrahman b. Sad (r.a.) şöyle anlatmıştır. İbn-i Ömer (r.a.) ile beraber oturuyordum. Ayağı birden kasıldı.
Ya Ebu Abdurrahman, ayağına ne oldu? Dedim.
Kramp girdi. Dedi
En çok sevdiğinin adını anda iyi olsun. Dedim.
Ya Muhammed! Diye nida etti, ayağı hemen düzeldi.
İmam Gazali hazretleri namaz kılan kişi ettehiyatü okuduğu zaman esselamu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullahi ve berekatühü dediği zaman şöyle düşünsün; sanki Peygamber (s.a.v.) karşısındadır. Ona hitap ediyor ve aynı zamanda itikad etsin ki Peygamber (s.a.v.) onun selamını işitip onu cevaplandırır.
Emirel müminin Ebu Cafer el Mansur ile İmam-ı Malik Peygamber (s.a.v.)in camiinde münazara ettiler. İmam-ı Malik (r.a.) Amiral Mümine şöyle dedi: bu camide sesini fazla yükseltme çünkü Cenabı Hak bazı kişileri terbiye etmek için şöyle buyuruyor;
“ey iman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin, birbirinizi çağırır gibi ona çağırmayın. Haberiniz olmadan ameliniz boşa çıkar.” (hucurat2)
Cenab-ı Hak bazı kişileri methederek şöyle buyuruyor:
Gerçekten Allah’ın peygamberi yanında seslerini kısanlar bunlar o kimselerdir ki, Allah kalplerini takva için imtihan etmiştir. Onlara marifet ve büyük bir mükâfat vardır. (hucurat3)
Bazı kişilerde yaptıklarından dolayı kötüleyerek şöyle buyuruyor:
Peygamber ait odaların önünde sana çağıranlar var ya onların çoğu aklı ermeyenlerdir. (hucurat4)
İmam Maliki bu bilgileri Amiral Mümine anlatınca, Amiral Müminin kabul edip sordu:
Ya imam, kıbleye mi dönüp dua edeyim yoksa kabri şerife mi?
Peygamber (s.a.v.) hayatta iken nasıl hürmet ve saygı lazımsa vefatından sonrada aynı şekilde hürmet ve saygı lazımdır. Sen nasıl yüzünü ondan çeviriyorsun? Hâlbuki O, hem senin hem de baban Âdem (a.s.) in kıyamete kadar vesilesidir. Bunun içindir ki, O’na yönel O’ndan şefaat dile, ta ki O da sana şefaat etsin. Bu sözleri söyleyen imam sonra şu ayeti okudu:
Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman sana gelseydiler, kendileri için Allah’tan af isteseydiler ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Cenabı-ı Hak tövbeleri ziyade kabul edici, merhametli bulacaklardı. (nisa64)
Ahirette Peygamber (s.a.v.) ile tevessül;
Ebu Hureyre , Ebu Said ve Huzayfe (r.a.) dan rivayet edilen hadisi şeriflerde kıyamet günü mahşerin dehşetinden kurtulmak isteyen bütün insanlar babaları Âdem (a.s.) dan başlayıp bütün ulul azam peygamberlere giderek, Allahütealâ’nın kendilerini bu halden kurtarması için şefaat etmelerini talep edecekler. Her biri kendisinin buna liyakatli olmadığını, kendisini meşgul edecek bir derdi bulunduğun ve bu işe en ehil olanın Hz. Muhammed (s.a.v) olduğunu, O’na gitmelerini tavsiye edecekler.
İnsanlarda Efendimize (s.a.v.) gelip durumu arz edecekler. Efendimiz (s.a.v.)de Allahütealâ’dan izin isteyip secdeye kapanarak O’na hamt edecek. Cenabı-ı Hak kendisine:
-Ya Muhammed! Başını kaldır. Söyle, sözün dinlenecek. İşte istediğin verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek.
Bunun üzerine Resul (s.a.v.)
-Ya Rabbi! Ümmetim ümmetim diyecek.
Kendisine “kalbinde zerre kadar imanı olanı cehennemden çıkar” denilecek. O da zerre kadar imanı olanı cehennemden çıkarıp cennete sevk edecek. Böylece bütün insanların en zor gününde, en büyük müşküllerini ortadan kaldırmak için Allah’ın izni inayetiyle vesile olacaktır. (Buhari Müslim)
Buraya kadar olan kısımda gördük ki çeşitli şekillerde Peygamber (s.a.v.) vesile kılınarak tevessül edilmiştir.
Tüm Müslümanlar bilirler ki Allah her şeyin yaratıcısıdır, her şeyin hâkimiyeti O’nun elindedir, bütün iler O’na döndürücüdür. Tevessül eden kişi, kendisiyle tevessül ettiği şahsa ne bir fiil ne de yaratma işini Nispet etmekte sadece o insanın Allah katındaki derece ve yakınlığını kabul edip onu aracı kılmaktadır. Allah’a yakınlık ise sabit bir gerçektir. İşte bu yakınlıkla Resulullah (s.a.v.) kıyamet gününde halka şefaat edecektir.
İnsanlar cansız varlıklara fiil isnat etmekten çekinmezler. Şu sözler herkesin dilindedir. Su hararetini giderdi. İlaç bana fayda verdi. Yemek beni doyurdu. Bu tür bir isnat Hz. Peygambere (s.a.v.) yapıldığında ise şirk yaygaraları kopararak cahilane saçmalarlar.
Bizde onlara soruyoruz “siz sıkıntınızı gidermesini istediğiniz kimsenin tek başına Allah olmadan o işi yaratacağını düşünüyor musunuz? Eğer böyle düşünüyorsanız bu durumda asıl şirke düşmüş siz oluyorsunuz.”
Allah bir hayrın ortaya çıkmasını murat etmişse o iş için sebeplerden bir sebep kılmaktadır. Konumuzun bu bölümünü Haşir suresi ayet 10 ile noktalıyoruz.
Ey Rabbimiz bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalbimizde müminlere karşı kin bırakma. Rabbimiz şüphesiz sen şefkatlisin, merhametlisin.
Yüce Allah’tan dileğimiz bizleri dinden uzaklaştırmasın ve düşmanlığı kalplerimizden uzaklaştırsın. Muhalif olan kardeşlerimize de hayır ve hidayet yoluna fazlı keremiyle ulaştırsın. Onları fitne ve fesat sebebi eylemesin.
Tevessül nedir? Kur’an ve sünnette tevessülün caiz ve meşru oluşuna dair bir delil var mıdır?
Soru
Tevessül nedir? Kur’an ve Peygamberin (s.a.a) sünnetinde ve de Ehli Beyt (a.s), sahabeler ve Müslümanların yaşantılarında tevessülün caiz ve meşru oluşuna dair bir delil var mıdır?
Kısa Cevap
Yüce Allah dışında bir başkasına tevessül etmek ve ilahi peygamber ve evliyalardan yardım dilemek, Müslümanlar nezdinde değişik zamanlarda normal ve olağan bir davranış sayılmıştır. Bu, Allah’ın fiillerinde onların ortak kılındığı anlamında değildir. Tersine, Allah’ın insanların hacet ve isteklerini onların varlıklarının bereketiyle kabul etmesi anlamındadır. Gerçekte onlar evliyaların vesilesiyle Allah’a tevessül etmektedirler. İsteklerini yerine getirmesi için Allah’a yalvarmakta ve kendilerinin isteklerini yerine getirmeyi Allah’tan istemeleri için de O’nun evliyalarına yakarmaktadırlar. Bu husus Kur’an-ı Mecid’te müminlerden istenmiştir: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın.”
[i] Özetle, Allah’ın evliyalarına tevessül etmek akıl ve şeriatın kabul ettiği bir şeydir. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), Ehli Beyt imamlarının ve ilk başından bugüne dek tüm Müslümanların yaşantıları, ilahi evliyalara tevessül etmenin caiz olduğunu göstermektedir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehli Beyt (a.s) imamları, insanları Kur’an ve Allah’ın evliyalarına tevessül etmeye teşvik etmekteydi.
Maide, 35.
Ayrıntılı Cevap
Peygamberler Ve İlahi Evliyalara Tevessül Etmek:
Tüm peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri İslam dininin gereklerinden ve tevhit rükünlerinden birisi evrenin yönetiminin Allah’ın elinde olduğu ve yaratmak, rızık vermek, diriltmek, öldürmek, gece ve gündüzü yaratmak, karanlık ve aydınlık, yağmur yağdırmak gibi meselelerin sadece Allah tarafından yapıldığıdır. Kur’an-ı Kerim değişik ayetlerde bu manayı vurgulamış ve tüm şirk çeşitlerini (ulûhiyet, rububiyet, ubudiyette vb.) sert bir şekilde ret etmiştir. Ama Yüce Allah dışında bir başkasına tevessül etmenin ve ilahi peygamber ve evliyalardan yardım dilemenin Müslümanlar nezdinde değişik zamanlarda normal ve olağan sayıldığına dikkat edilmelidir. Bu, Allah’ın fiillerinde onların ortak kılındığı anlamına gelmez. Bu, onların ilahi dergâha yakın kimseler oldukları ve Allah yanında özel bir yer ve saygınlık taşıdıkları anlamına gelir. Bu nedenle Allah’ın feyiz sebep ve vesilesi olmaktadırlar. Konunun aydınlanması için sözlük ve ıstılahta tevessül kavramının incelenmesi lazımdır. Tevessül sözlükte insanın hedefine ulaşmak için meyil ve istekle kendisine başvurduğu şeye denmektedir.[1] Bazıları tevessülün kıyamet günü şefaat etmek olduğunu söylemiştir.
[2] Müslümanların dinsel ıstılahında ise ilahi yakınlık makamına ulaşmak için peygamberler, imamlar ve değerli insanları Allah nezdinde vasıta kılmaktır. Tevessüle inanmak Kur’an-ı Kerim ve nebevi sünnet-i şeriften alınmış bir meseledir. Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”
[3] Tevessül ettiğimiz şey bazen bizi âlemlerin Rabbine yaklaştıran salih ameller ve bazen de Allah nezdinde özel bir yer ve saygınlığı olan izzetli bir insandır. Aynı şekilde bazen diri fertlere ve bazen de bu dünyadan göçmüş bireylere tevessül edilmektedir. Bunun Kur’an ve rivayetlerde belirtilmiş bazı örneklerine işaret ediyoruz:
1. Yusuf’un kardeşlerinin babaları Yakup’a tevessül etmeleri: “Oğulları, Ey babamız! Allah’tan suçlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten suçlu idik” dediler. Yakup, Rabbimden sizin bağışlanmanızı dileyeceğim. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir dedi.”
[4]Gördüğünüz gibi Yakup, evlatlarının isteğini ret etmemiş ve onlara neden direkt olarak kendiniz Allah’a yönelmiyor ve bana tevessül ediyorsunuz diye bir şey söylememiştir. O, onların tevessülünü kabul etmiş ve kendileri için Allah’tan bağışlama talebinde bulunacağına söz vermiştir.
2. Peygambere (s.a.a) tevessül etmek: “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.”
[5] Bu ayet Allah’tan bağışlama dilemek gayesiyle hatırı için Allah’ın insanın hacetini karşılayacağı onurlu bir vasıta bulmak gerektiğini göstermektedir.
3. Osman b. Hanif şöyle demektedir: Kör bir adam Peygamberin (s.a.a) yanına geldi ve şöyle dedi: Allah’tan bana şifa vermesini isteyin. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: Eğer sabredersen senin için daha iyidir, ama istiyorsan Allah’tan sana şifa vermesini isteyeyim. O adam Allah’tan bana şifa vermesini isteyin dedi. Peygamber (s.a.a) ona abdest almasını ve Allah’a şu duayla seslenmesini buyurdu: “Ey Allahım senden istiyorum ve rahmet peygamberi Muhammed’in vasıtasıyla sana yöneliyorum. Ey Muhammed hacetimi gidermesi için ben senin vasıtanla Rabbime yöneldim.”
[6] Bu sahih hadis tevessülün meşru olduğunu vurgulamaktadır; çünkü Allah Resulü (s.a.a) bu şahsı tevessül etmekten men etmemekle kalmayıp peygamberi kendi ve Allah arasında vasıta kılarak kendisine şifa vermesi için Allah’tan nasıl talepte bulunacağına dair doğru tevessül yöntemini ona öğretmektedir. Bu da ilahi evliyalara tevessül etmek anlamındadır.
4. Enes b. Malik şöyle demektedir: Bir adam Allah Resulü’nün yanına gelerek şöyle dedi: Hayvanlarım susuzluktan telef oldu. Allah’tan (yağmur yağması için) talepte bulunun. Peygamber (s.a.a) dua etti ve bir hafta boyunca yağmur yağdı. Sonra bir adam Peygamberin (s.a.a) yanına geldi ve ey peygamber evler yıkıldı, yollar kesildi ve… diyiverdi. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Allahım (rahmet yağmurunu) dağlara, tepelere, vadilerin içine, nehirlere ve ağaç yeşeren noktalara nazil et.” Ondan sonra Medine şehrinde yağmur kesildi, ama etrafta aynı şekilde yağmaya devam ediyordu.[7]
5. Âdem’in (a.s) sürçmeye maruz kaldığında şöyle dediği nakledilmektedir: “Ey Allahım Muhammed’in hakkı için beni bağışlamanı senden diliyorum.” (Bunun üzerine) Allah şöyle buyurur: Ey Âdem, henüz onu yaratmadığım halde Muhammed’i nasıl tanıdın”? Âdem şöyle cevap verir: Beni yarattığın zaman arşa baktım ve orada la ilahe illallah Muhammed Resulullah diye yazıldığını gördüm. Onun senin adına yakın olduğunu görünce kendisinin senin nezdinde en sevimli yaratık olduğunu anladım. Allah da şöyle buyurur: Benden Muhammed’in hakkı için istediğinden dolayı seni bağışlıyorum.[8]
6. Suyuti’nin İbn. Abbas kanalıyla Allah Resulü’nden aktardığı yukarıdaki rivayetin bir başka naklinde İbn. Abbas şöyle demektedir: Âdem’in (a.s) Rabbinden aldığı ve bağışlanmasına neden olan kelimeler hakkında Allah Resulü’nden (s.a.a) sordum ve kendisi şöyle buyurdu: Âdem, Allah’tan Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in hakkı için kendi tövbesini kabul etmesini istedi ve Allah da onun tövbesini kabul etti.
7. Ebu Hureyre’nin Allah Resulü’nden naklettiği bir başka hadiste de şöyle belirtilmektedir: Ey Âdem! Bunlar (Ehli Beyt) benim yakınımdırlar… Bir hacetin olduğu zaman onları vasıta kıl ve onlara tevessül et. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: Biz (Ehli Beyt) kurtuluş gemisiyiz. Kim bu gemiye binerse kurtuluşa erer ve kim de yüz çevirirse helak olur. O halde kimin Allah’tan bir istek ve haceti varsa, biz Ehli Beyt’i vasıta kılması gerekir.
8. İbn. Abbas şöyle demektedir: Ömer b. Hattab Peygamberin (s.a.a) amcası Abbas b. Abdülmüttalib vesileyle yağmur istedi ve şöyle dedi: Ey Allahım biz peygamberimizin amcası aracılığıyla senden yağmur istiyor ve onun beyaz saçları vesilesiyle şefaat talep ediyoruz. Böylece yağmur yağdı ve suya kanıksadılar.[11] Bu hadisin bir başka naklinde de şöyle yer almaktadır: Abbas yağmur talebinde bulunduğunda ve yağmur yağdığında Ömer halka yönelip şöyle dedi: Tanrıya yemin olsun ki Abbas Allah nezdinde bizim vasıtamızdır ve onun Allah yanında bir makamı vardır.
[12] Kastalani şöyle demektedir: Ömer, Abbas aracılığıyla yağmur dileğinde bulunduğu zaman şöyle dedi: Ey insanlar, Allah Resulü (s.a.a) Abbas’a baba gözüyle bakardı. Onu takip edin ve Allah ile aranızda aracı kılın.
Bu davranış, tevessülü mutlak olarak veya Peygamberden (s.a.a) başkasına tevessül etmeyi haram kılan kimselerin düşüncelerini iptal etmekte ve aracılığın bir örneğinin de Allah’a yakınlaşma sebebi olan muhterem ve makam sahibi fertler olduğunu açıkça belirtmektedir. “Tanrıya yemin olsun ki Abbas Allah nezdinde bizim vasıtamızdır ve onun Allah yanında bir makamı vardır” diye Ömer’in söylediği söz de tevessül ve yakınlaşmanın salahiyetine delalet noktasında yeterli bir açıklığa sahiptir. İbn. Hacer Askalani şöyle yazmaktadır: Peygamberin (s.a.a) amcası Abbas duasında şöyle söyledi: Senin peygamberin ile taşıdığım akrabalık bağı nedeniyle halk bana yöneldi.
[14] Elbette Abbas’ın makam ve konumuna tevessül edildiği hususunda hiçbir kuşku yoktur. Böylece Müslümanların İslam’ın ilk dönemlerinde hacetlerinin kabul edilmesi için temiz ve salih şahıslara tevessül ettikleri kesin ve katî olarak söylenebilir.
Müslümanların Yaşamında Tevessül:
Aynı şekilde hadislerden anlaşıldığı kadarıyla Müslümanların bu tarzı tevessül edilenlerin dünyadan göçmelerinden sonra da sürmüştür ve bunun bazı numuneleri şunlardır:
1. Beyhaki şöyle nakletmektedir: Bir adam Peygamberin (s.a.a) kabri başına geldi ve şöyle dedi: Ey Muhammed (s.a.a), ümmet için yağmur dile. Çok geçmeden yağmur yağdı ve halk suya kanıksadı.[15]
2. Abbasi sultanı Mansur, Maliki mezhebinin imamı Malik b. Enes’ten Peygamberi (s.a.a) ziyaret şeklini sorduğunda ve kendisine kıbleye dönerek mi dua edeyim yoksa Peygamber-i Ekrem’e mi diye söylediğinde, Malik cevap olarak şöyle dedi: Neden yüzünü ondan çeviriyorsun? O, diriliş günü senin ve atan Âdem’in (a.s) vesilesidir. Ona dön ve onu şefaatçi kıl. Allah onun şefaatini kabul eder. Allah şöyle buyuruyor: Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.
3. Şafii mezhebi imamı Muhammed b. İdris Şafii’den tevessüle ve özellikle de Allah Resulü’nün (s.a.a) ailesine tevessül etmeye derin bir şekilde inandığını gösteren bir takım şiirler kalmıştır. O şöyle demektedir: Peygamberin (s.a.a) ailesi Allah yanında benim vesilemdir ve onların hatırı için kıyamet günü amel defterimin sağ elime verilmesini ümit ediyorum.
[17] Şafii divanının bir başka yerinde de Peygamberin (s.a.a) Ehli Beyt’ini överek şöyle demektedir: “Eğer benim günahım Muhammed’in Ehli Beyt’ini sevmekse, bu hiçbir zaman tövbe etmeyeceğim bir günahtır.” Peygamberin (s.a.a) ailesi kıyamet günü ve de şan ve makamları bakanlar için aşikâr olacağı zaman bana şefaat edeceklerdir.
[18]Şafii bu şiiriyle de tam bir açıklık ile Peygamberin (s.a.a) ailesini kendi şefaatçileri olarak tanıtmaktadır.
4. İslam’ın ilk dönemlerindeki Müslümanlar arasında Allah’ın evliyalarına tevessül etme meselesi çok yaygındı; onlar geniş bir şekilde şiirlerinde ondan bahsetmekte ve Peygamberi (s.a.a) kendileri ve Allah arasında bir vesile olarak tanıtmaktaydılar. Sevad b. Karıb’ın Peygamber (s.a.a) hakkında söylediği kaside bunlardan biridir: Allah dışında bir rab olmadığına şahadet ederim. Sen her gizli ve saklı olana eminsin ve ey en üstün ve uluların evladı, peygamberler arasında senin Allah’a en yakın vesile olduğuna şahadet ederim.
[19] Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu şiiri duydu ve hiçbir zaman onu söyleyeni böyle sözler söylemekten men etmedi, şirk ve bidat ile itham etmedi.
5. Hanbelî mezhebinin büyük şahsiyetlerinden “Ebu Ali Helal” tevessüle inananlardan olup şöyle demektedir: Ne zaman bir rahatsızlık ve sıkıntım olsaydı Hz. Musa b. Cafer’in (a.s) kabrine gider ve ona tevessül ederdim. Allah da sorunlarımı çözer ve sıkıntılarım hal olurdu.[20]
Ehli Beyt imamlarının (a.s) bakışında da tevessül beğenilen bir davranıştır. Onlar insanları Kur’an ve Allah’ın evliyalarına tevessül etmeye teşvik ederdi. Örneğin İmam Seccad’ın (a.s) dualarında şöyle yer almaktadır: Ey Allahım! Ben yüksek Muhammed makamı ve aydın Alevî velayet ve tarikatı vesilesiyle sana yaklaşmayı diliyorum. Beni bunun ve onun şerrinden koruman için o ikisinin vasıtasıyla sana yöneliyorum.[21] Hz. Fatıma Zehra’nın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: Azamet ve nurundan ötürü Allah’a hamt ederim. Göklerde ve yerde olan tüm varlıklar Allah’a yakınlaşmak için vesile aramaktadır. Ve biz (Peygamber ailesi), kulları arasında Allah’a yakınlaşma vesilesiyiz.[22] Ayşe, Hariciler hakkında Peygamberin (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Hariciler Allah’ın en kötü yaratıklarıdır. Allah’a en yakın vesile olan kulların en üstünü (Ali b. Ebi Talib (a.s)) onları öldürecektir.[23] Aynı şekilde, merhum Seduk senet belirterek Allah Resulü’nden şöyle nakletmiştir: (Çoğu) İmamlar Hüseyin’in (a.s) neslindendir. Her kim onlara uyarsa Allah’a uymuştur. Her kim de onlardan yüz çevirirse ilahi buyruklardan yüz çevirmiştir. Onlar Allah’ın sağlam kulpları ve kulların O’na yakınlaşma vesilesidirler.[24] Gördüğümüz gibi hem yaşarken ve hem de vefat ettikten sonra peygamberler ve ilahi evliyalara tevessül etmek, önceki peygamberler devrinde, İslam Peygamberi (s.a.a) zamanında, Peygamberden (s.a.a) sonra, sahabe ve tabiin döneminde ve değişik İslamî çağlarda caiz ve yaygın bir husus olagelmiştir. Değişik İslamî mezheplere müntesip Müslüman halklar, sürekli hacet ve ihtiyaçlarının giderilmesi için ilahi peygamber ve evliyalara tevessül etmişlerdir. Öyleyse tevessül meşru ve İslamî bir meseledir. Eğer biri veya birileri bu beğenilen İslamî geleneği görmezlikten geliyorsa, İslamî doğru yoldan fasıla almış olanlar ve yanlışlarını düzeltip ilahi doğru yola dönmeleri gerekenler kendileri olur.
Rağıb İsfanaî, Müfredat-ı Rağıb, s. 560; Tefsir-i Kebir, Fahri Razi, 4/349, en-Nihaye Fi Ğaribi’l-Hadis, İbn. Esir, 5/185.
en-Nihaye Fi Ğaribi’l-Hadis, İbn. Esir, 5/185.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Vesile ve Tevessül Nedir?
17 Nisan 2013 tarihinde yayınlandı. Kategori: Dini Bilgiler, Genel, Öne Çıkanlar, Tasavvuf
Vesile ve Tevessül Nedir?
Yaşadığımız çağda bir yandan fikir akımlarının etkisi, diğer yandan İslâmî konularda giderek artan eğitim eksikliği, son derece yüzeysel bazı eleştirilerin zamanla yanlış bir şekilde kemikleşmesine sebep oluyor. İtikat sahasına dair mevzular da bu yanlıştan nasibini alıyor. Geçtiğimiz aylarda ele aldığımız şefaat konusu gibi, tevessül de kaynaklara bakmadan, yeterince düşünülmeden ele alınan bir konu. Ne yazık ki yapılan eleştiriler kafaları karıştırıyor. Oysa aynı mevzular İslâm’ın ilk asırlarında da söz konusu olmuş ve İslâm alimleri bu konuları kesin olarak çözmüşler, Kur’an ve Sünnet’e dayanarak gerekli cevabı vermişlerdir.
Vesile kelimesi “vasıta, yol, sebep, derece, yakınlık, şefaat ve fırsat” gibi manalara gelir. Dinî bir terim olarak da “Allah katında derece elde etmek, bir fayda sağlamak veya bir zararı savmak, dünya ve ahirette arzulanan bir şeyi elde etmek için Allah’a taatte bulunup salih amel işlemek veya bir peygamber, Allah katında derece sahibi olan bir veli üzerinden Allah’tan istemek” demektir.
Ayrıca vesile, “cennette yüksek bir derecenin, bir makamın ve Hz. Peygamber s.a.v.’e verilecek şefaatin adıdır.” (Buharî, Müslim)
Vesile ile aynı kökten türemiş olan tevessül de aynı manadadır. Son devrin İslâm alimlerinden Ebu Bekir Câbir Cezâirî, “Akîdetü’l-Mü’min” adlı eserinde şöyle tarif eder: “Allah Tealâ’ya yaklaşmak, huzurunda manevi itibar ve derece bulmak yahut bir faydanın elde edilip zararın defedilmesiyle ihtiyacı gidermek için salih bir amel veya salih bir zatla Cenab-ı Hakk’a yakınlık sağlamaktır.”
Diğer bir tarife göre tevessül, herhangi bir arzusu veya isteği olan kişinin “Allahım! Şu sıkıntımın giderilmesi veya şu isteğimin gerçekleşmesi için falan zatın senin katındaki yeri, mevkii, hakkı, hürmeti adına, onun hatırına senden istiyorum” diyerek dua edip ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arz etmesidir. (Muhammed Nesib Rifâî, et-Tevessül) Yaşadığımız çağda bir yandan fikir akımlarının etkisi, diğer yandan İslâmî konularda giderek artan eğitim eksikliği, çok yüzeysel bazı eleştirilerin zamanla yanlış bir şekilde kemikleşmesine sebep olmuş bulunuyor. İtikad sahasına dair mevzular da bu alanın içine giriyor.
Geçtiğimiz aylarda ele aldığımız şefaat konusu gibi tevessül de, bu konudaki kaynaklara bakmadan ve yeterince düşünülmeden ele alınan bir konu. Ne yazık ki yapılan eleştiriler kafaları karıştırıyor. Oysa aynı mevzular İslâm’ın ilk asırlarında da söz konusu olmuş ve İslâm alimleri bu konuları kesin olarak çözmüşler, Kur’an ve Sünnet’e dayanarak gerekli cevabı vermişlerdir.
İsimler, işler hakkı için
Şüphesiz ilk tevessül Cenab-ı Mevlâ’nın isimleri ile yapılan tevessüldür. Kur’an-ı Kerim ve hadis kitapları incelendiğinde tevessülün bu kısmının büyük yer tuttuğu görülecektir. Hak Tealâ şöyle buyurmaktadır:
“En güzel isimler Allah’a aittir; o halde O’na bu isimler ile dua edin.” (A’raf, 180)
Yine kaynaklarından öğrendiğimize göre namaz, oruç, Kur’an tilaveti, zikir gibi ibadetlerle ve af dilemek, hayır işlemek, haramdan sakınmak gibi salih amellerle de tevessül edilebilir.
Hz. Peygamber s.a.v. ibadetlerle ve salih amellerle tevessül yapılabileceğini şu hadis-i şerifte açıkça ifade buyurmaktadır:
“İsrailoğulları’ndan üç kişi yolda yürürlerken şiddetli bir yağmura yakalandılar. Yakınlarında bulunan bir dağdaki mağaraya sığındılar. Dağdan büyük bir kaya parçası mağaranın ağzına yuvarlandı ve çıkışı kapattı. Bu hal karşısında aralarından biri diğerlerine;
– Allah için yapmış olduğunuz amellerinize bakın, onların hürmeti bereketine Allah’a dua edin. Umulur ki Allah Tealâ taşı aralar ve bu sıkıntıyı giderir, dedi.
Bunun üzerine içlerinden biri şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Hayli yaşlanmış anne ve babam benim yanımdaydı. Bir de henüz küçük olan çocuklarım vardı. Onları geçindirmek için hayvan otlatırdım. Akşam yanlarına dönünce hayvanları sağar, çocuklarımdan önce anne ve babama içirirdim. Bir gün vaktinde gelemedim, geceye kaldım. Geldiğimde onları uyur buldum. Daha önce olduğu gibi hayvanlarımı sağdım. Onları uykularından uyandırmaya kıyamadım, elimde sütle başlarında bekledim. Bu arada çocuklar, açlıktan ayaklarımızın dibinde ağlaşıyorlardı. Anne ve babamdan önce onlara süt vermeyi uygun görmedim. Süt kabı elimde onların uyanmasını bekledim. Derken sabah oldu. Nihayet uyandılar, sütlerini içtiler. Ya Rabbi! Eğer bu amelimi senin rızan için yapmışsam, bize şu kapalı yerden bir yol aç da içine düştüğümüz şu sıkıntıdan kurtulalım, dedi.
Bunun üzerine mağaranın ağzını kapatan kaya biraz aralandı, fakat çıkılacak gibi değildi. Diğeri şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Amcamın bir kızı vardı. İnsanlar içinde en çok sevdiğim o idi. Ondan benim olmasını istedim, kaçındı. Nihayet bir kıtlık senesinde sıkıntıya düştü, ihtiyaçları için bana geldi. Ben de kendini bana teslim etmesi karşılığında yüz yirmi altın vereceğimi söyledim. O da kabul etti. Sonunda ona sahip olacaktım. Tam isteğime kavuşacakken bana, ‘Ey Allah’ın kulu, Allah’tan kork. Nikâhsız olarak bana ilişme!’ dedi. Ben de hemen vazgeçip kalktım, o işten vazgeçtim. Altınları da ona bıraktım. Halbuki o en beğendiğim kişiydi. Ya Rabbi! Bunu sırf senin rızan için yapmışsam, içine düştüğümüz şu sıkıntıyı gider, bizi buradan kurtar, dedi.
Kaya biraz daha aralandı, fakat çıkılacak gibi değildi. Üçüncüleri ise şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Ben ücretle işçi çalıştırıyordum. Ücretlerini verdim, fakat içlerinden biri ücretini almadan çekip gitti. Ben de onun payını kendi namına çalıştırıp işlettim. Birçok mal elde ettim. Uzun müddet sonra o işçi dönüp geldi ve ‘Allah’tan kork! Hakkım olan ücretimi ver!’ dedi. Ben de ‘Şu gördüğün deve, koyun, inek, hayvan sürüleri ve köleler senindir. Hepsini al götür.’ dedim. Adam hayret edip, ‘Allah’tan kork! Benimle alay etme!’ dedi. Ben de, ‘Seninle alay etmiyorum. Gerçekten onlar senindir, al götür.’ dedim. O da hiçbir şey bırakmadan hepsini sürüp götürdü. Ey Allahım! Eğer ben bu amelimi senin rızan için yapmışsam, şu içine düştüğümüz sıkıntıdan bizi kurtar, dedi.
O zaman kaya tamamen açıldı, adamlar mağaradan yürüyerek çıktılar.” (Buharî; Müslim; Ahmed b. Hanbel)
O’nun tevessülü, O’nunla tevessül
Enes b. Malik r.a.’tan rivayet edildiğine göre Hz. Ali r.a.’ın annesi Fatıma bint Esed (Allah ondan razı olsun) vefat ettiğinde Rasulullah s.a.v. bizzat kabre indi. Kabir hayatının rahat ve hoş olması için kabrin köşelerini genişletir gibi işaret buyurdu. Affedilmesi için Allah’a yalvardı ve duasını şu cümlelerle bitirdi:
“Ya Rabbi, peygamberinin ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için annem Fatıma bint Esed’i affet, onu kelime-i şehadet üzere sabit tut ve kendisine kabir rahatlığı ver. Çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Ebu Nuaym, Hilye)
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber s.a.v., hem kendisiyle, hem de kendisinden önceki peygamberlerle tevessül edip, elinde büyüdüğü için “annemden sonra annem” buyurduğu Hz. Fatıma b. Esed r.a. için Allah Tealâ’ya dua etmiştir.
Kendisi tevessül eden Hz. Peygamber s.a.v., biz müslümanların da Allah Tealâ’ya yönelmesine vesile olmuştur. Zira o, dünya ve ahirette huzur bulmamıza, Allah’ı tanımamıza, O’na yaklaşmamıza sebep kılınmıştır. Allah’ı ancak O’nunla tanıyabilir, ancak O’nun rehberliğinde Allah’a gidebiliriz. O’nun bize öğrettiği her amelle Allah’a yaklaşır, sevap kazanırız. Bu vesile ile günahlarımız dökülür, derecelerimiz yükselir, ihtiyaçlarımız giderilir ve O’nun şefaati ile ilâhi rıza ve cennete kavuşuruz.
Hz. Adem a.s. da Hz. Rasulullah s.a.v.’i vesile kılarak dua etmiştir. O, yasak ağaçtan yedi ve bu onun cennetten çıkarılmasına sebep oldu. Sonra kusurunu anladı, affı için ağladı ve:
– Ya Rabbi! Beni Muhammed’in hatırına affeyle, tövbemi kabul buyur, diye yalvardı. Yüce Allah:
– Ey Adem, sen benim habibim Muhammed’i nereden tanıyorsun,” diye sordu. Hz. Adem a.s.:
– Ya Rabbi! Sen beni cennete yerleştirdiğin zaman arşın üzerinde ve cennetin her yerinde, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasulullah’ cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. İsmi senin isminle birlikte zikredilen ve her yere nakşedilen bu zatın senin katında çok kıymetli ve sevgili birisi olduğunu anladım. Bundan dolayı O’nu vesile ederek affımı istedim, dedi. Yüce Allah:
– Evet, doğru söyledin, O benim habibimdir. Senin evlatlarından birisi olup peygamberlerin sonuncusudur. Seni O’nun hatırı için affettim. Eğer O’nu yaratmasaydım seni de yaratmazdım, buyurdu.
Hz. Peygamber s.a.v.’in huzuruna bir kimse geldi, o sıralarda hüküm süren şiddetli kuraklıktan şikayet edip yağmur için Allah’a dua etmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Rasulullah s.a.v. minbere çıkıp dua etti, hemen sonra yağmur yağdı.
Fakat bir müddet sonra bir grup, Rasulullah s.a.v.’in huzuruna gelip yağmurun haddinden fazla yağdığını, sıkıntıya düştüklerini, neredeyse helak olacaklarını söylediler. Yağmurun durması için dua etmesini talep ettiler. Hz. Peygamber s.a.v. dua etti, yağmur bulutları hemen açılarak şehrin etrafına doğru yayıldı. Bu durum karşısında Rasul-i Ekrem s.a.v. tebessüm etti ve:
– Hey Ebu Talip! Şimdi burada olsaydı çok sevinirdi. Onun söylediği şiiri bize kim söyleyebilir, diye sordu.
Hz. Ali r.a. ayağa kalkarak:
– Bana öyle geliyor ki siz şu şiiri kastediyorsunuz: “Hürmetine bulutlardan yağmur beklenilen bir zat terkedilir mi hiç? / O öyle bir iyiliksever ki, yetimler eline bakar, dullar ona güvenir.”
Hz. Ali r.a. bu şiirden birkaç beyit daha okuduktan sonra Kinâne kabilesinden biri kalktı ve şu beyitle başlayan bir şiir okudu:
– İlâhî! Hamdolsun ki Nebiyy-i Ekrem’in yüzü suyu hürmetine bize yağmur verdin.
Rasulullah s.a.v. okunan şiiri çok beğendiğini söyledi. Abdullah b. Ömer r.a.’ın da Ebu Talib’in yukarıdaki şiirini sık sık tekrarladığı ve Rasulullah s.a.v. yağmur duası için minbere çıktığında bir sahabinin de bu şiiri devamlı okuduğu nakledilir. (Aynî, Umdetu’l-Kârî, VI/12)
Osman b. Huneyf r.a. da bir rivayetinde şunları anlatmıştır:
Gözleri görmeyen bir adam Hz. Peygamber s.a.v.’e geldi ve:
– Ya Rasulallah, dua edin de gözlerim iyi olsun, dedi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:
– İstersen dua edeyim, istersen sabret. Ama sabretmen senin için daha hayırlıdır, buyurdu.
Adam, görmüyor olmanın kendisine çok ağır geldiğini ve açılması için dua etmesini istedi. O zaman Hz. Peygamber s.a.v. şöyle buyurdu:
– Öyleyse git, güzel bir abdest al, iki rekât namaz kıl, sonra şöyle dua et: “Ya Rabbi, ben senden diliyorum. Rahmet Peygamber’i ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Ben seninle Rabbine yöneliyorum, istiyorum ki bu yönelişim sebebiyle gözlerim açılsın. Ya Rabbi! O’nun şefaatini benim hakkımda kabul eyle ve benim de kendim için yaptığım duayı kabul et.”
Osman b. Huneyf r.a. şöyle diyor:
“Bu zat gitti, biz daha Rasulullah s.a.v.’in huzurundan ayrılmamıştık ki tekrar geldi. Gözleri iyileşmişti.”
(Tirmizî, Deavât, 119; İbn Mâce, İkâme, 189; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/138; Hâkim, el-Müstedrek, 1/526; Heysemî, ez-Zevâid, 2/279)
Unutulan ihtiyaç
Fahr-i Kainat s.a.v. Efendimiz zamanında bunun gibi birçok örnek hadise yaşanırken O’nun vefatından sonra da vesileyle yapılan duaların kabul olduğu hadiseler yaşanmıştır.
Hz. Osman r.a.’ın hilafeti döneminde muhtaç bir kişi ihtiyacı için Hz. Osman r.a. ile görüşme isteği ile uzun süredir yanına gidip geliyor, fakat karşılık bulamıyordu. Bir gün adam Osman b. Huneyf r.a. ile karşılaştı ve durumunu ona arzetti. O da kendisine:
– Git, güzel bir abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve Cenab-ı Hakk’a şöyle dua et: “Allahım! Rahmet Peygamberin Muhammed s.a.v.’i vesile ederek sana yöneliyorum. O’nun hatırı ile senden diliyorum. Ya Muhammed, ben seninle Rabbine yöneliyorum. Bu ihtiyacım hallolsun” de. Sonra da ihtiyacını Allah’a arzet, dedi.
Adam söyleneni yaptı. Sonra Hz. Osman r.a.’a gitti. Kapıcı onu huzura çıkardı. Hz. Osman r.a. bu zata: – Gel yanıma otur, ihtiyacın ne ise söyle, dedi.
O zat anlatıyor:
– Hz. Osman ihtiyacımı yerine getirdi ve kusura bakma, şimdiye kadar ihtiyacını unutup karşılık veremedim, onun için geç kaldı. Bundan sonra ne zaman bir ihtiyacın olursa gel, hemen ihtiyacını hallederim, dedi.
Adam işi görülünce gidip Osman b. Huneyf r.a.’a teşekkür etti ve:
– Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Sen benim hakkımda onunla konuşuncaya kadar ihtiyacımı görüp benimle ilgilenmiyordu, dedi. Osman b. Huneyf r.a. da:
– Allah’a yemin olsun ki onunla senin hakkında hiçbir şey konuşmuş değilim, deyip âmâ adamın Rasulullah s.a.v.’den dua istemesi hadisesini anlatmıştır. (İbn Mâce, İkâme, 189; Münzirî, et-Tergîb, I/473-475)
Peygamber Efendimiz s.a.v. gözleri görmeyen adama tevessül duasını öğretmiş ve bu olaya şahit olan Osman b. Huneyf de bu duayı Hz. Osman r.a. zamanındaki o muhtaç kişiye öğretmiştir.
Bir başka örnek hadise şudur: Halife Hz. Ebu Bekir r.a. İslâm’ı terk eden kabilelere karşı ordu hazırladığında, kendilerine cesaret vermesi amacıyla Hz. Abbas r.a.’ı yanına almış ve:
– Ya Abbas! Sen Allah’tan yardım iste, ben de amin diyeyim. Umuyorum ki Nebiyy-i Ekrem’e olan yakınlığın dolayısıyla duan boşa çıkmaz, demiştir. (Aynî, Umdetü’l-Karî, 6/13)
Ehl-i Beyt, ehl-i takva
Hz. Abbas r.a.’ın vesile kılındığının anlatıldığı bir başka rivayete göre, Hz. Ömer r.a. döneminde müslümanlar kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldiler. Bunun üzerine halife Hz. Ömer r.a., Hz. Abbas r.a.’ı vesile ederek Allah’tan yağmur talebinde bulundu ve şöyle dua etti:
“Allahım! Bizler daha önce Peygamberimiz’i vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimiz’in amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz, bize yağmur ihsan et!”
Enes b. Malik r.a., Hz. Ömer r.a.’ın bu duasından sonra kendilerine yağmur ihsan edildiğini belirtir. (Buharî)
Buharî şerhlerinde bu hadis ile ilgili aşağıdaki açıklamalara yer verilmektedir: “Yağmur için dua etme hadislerinde kaydedildiğine göre Halife Hz. Ömer r.a., dua etmesi için Hz. Abbas r.a.’a ricada bulunmadan önce insanlara:
“Rasulullah s.a.v., bir evladın kendi babasına verdiği değer ve önem kadar Abbas r.a.’a değer verirdi..” demek suretiyle onların Abbas r.a.’a tabi olmalarını ve başlarına gelecek musibetlerin gitmesi için onu vesile kılmalarını tavsiye eder ve bizzat Abbas r.a.’tan dua etmesini isterdi. O da kendisinin, Hz. Peygamber s.a.v.’e olan nesep yakınlığı ve O’nun katındaki mertebesi sebebiyle kendisiyle tevessülde bulunulduğunu zikrederek duasına başlardı.
Allah katında değeri olan zatların mertebesiyle tevessülde bulunmanın caiz olduğunu belirten Muhammed Zahid Kevserî rh.a., yukarıdaki bu hadis hakkında şöyle demektedir:
“Hz. Ömer r.a.’ın bu uygulaması, Rasulullah s.a.v.’in hayatta olan hısım ve akrabasıyla tevessülde bulunmanın cevazına delil teşkil etmektedir.
Hz. Ömer’in Abbas r.a. için, ‘Başınıza musibet geldiğinde onu (Abbas r.a.’ı) vesile edinin!’ ifadesi, ‘ondan dua isteyin’ manasına gelmez. Çünkü Hz. Ömer r.a., bu cümleyi onun dua etmesini istedikten sonra söylemiştir. Dolayısıyla bu ifade, ‘Onunla Allah’a tevessül edin!’ manasına gelir ki bu da salih zatların mertebesiyle tevessüle delalet eder.” (Makâlât)
İslâm bilginleri Halife Hz. Ömer r.a.’ın yukarıda söz konusu edilen uygulamasına dayanarak musibetler anında Ehl-i Beyt ve ehl-i takvanın Allah’a şefaatçi kılınabileceklerini kabul etmişlerdir. (Aynî, Umdetü’l-Kârî, 5/256)
Alimlerin alimlerle tevessülü
Sahabe döneminde yaşanan tevessül sonraki dönemlerde de devam etmiş, büyük mezhep imamları diğer imamları vesile kılarak dua etmişlerdir.
Büyük alim İbn Hacer el-Mekkî rh.a., “Hayrâti’l-Hısân fî Menâkıbı’l-İmam Ebi Hanife en-Numan” adlı eserinin yirmi beşinci bölümünde şöyle demiştir:
“İmam Şafiî, Bağdat’ta kaldığı günlerde İmam Ebu Hanife’nin türbesine gelir, ziyaret eder, kendisine selam verir, sonra Allah Tealâ’ya ihtiyacını gidermesi için onunla tevessül ederdi.”
Bir seferinde de İmam Şafiî hazretlerine, Mağripliler’in İmam Malik rh.a. ile tevessülde bulundukları söylenince bunu hoş görüp onları menetmemiştir.
İmam Ahmed b. Hanbel rh.a. de İmam Şafiî rh.a. ile tevessülde bulunuyordu. Oğlu Abdullah buna hayret edip babasına durumu sorunca İmam Ahmed:
– Şüphesiz İmam Şafiî insanlar için güneş, beden için sıhhat gibidir, demiştir.
Bir başka örnekte de İmam Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî k.s. şöyle demiştir:
“Kimin Allah Tealâ’ya arzedecek bir ihtiyacı olur ve giderilmesini isterse, İmam Gazalî ile tevessül edip ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arz etsin.” (Nebhanî, Şevâhidü’l-Hak, 166)
Bu örneklerde gördüğümüz gibi, Hz. Peygamber s.a.v. ile tevessülün yanında O’nun vârisi olan salih zatlarla da tevessül yapılabilir. Zira fazilet ve ilim sahibi salih kimselerle Allah’a tevessül etmek, onların şahıslarıyla değil, salih amel ve üstün meziyetleri sebebiyledir. Çünkü fazilet sahibi bu hale ancak salih amelleri ile ulaşmıştır.
Rıza ve yakınlık için
Başta Rasulullah s.a.v. olmak üzere Allah Tealâ’nın sevdiği kulları var. Peygamberler, sahabiler, veliler ve salih kullar Allah’ın rızasını kazanmış kimselerdir. Peygamberlerin durumu zaten bellidir; peygamberlik görevinin verilmesiyle en büyük mertebeyi ve en yüksek dereceyi elde etmişler demektir.
Veli ve salih kimseler ise Hz. Peygamber s.a.v.’e tabi oldukları, Allah’ın emir ve yasaklarına titizlikle uydukları için velilik ve salihlik mertebesini elde etmişlerdir. Bunlar Allah katında hatırı olan zatlardır, manevi makam ve mevki sahibidirler. Kişi bu kimseleri veya bunların makam ve mevkiini, hal ve hatırını vesile ederek Allah’tan isteyebilir. Mesela: “Allahım! Peygamberin veya filanca veli kulunun hürmetine senden istiyorum.” diyebilir.
Bu yazıda ve kaynaklarda yer alan çokça tevessül örneklerini anlamakta ve kabullenmekte zorlananların önlerindeki en büyük engelin bencillik ve kibirleri olma ihtimali bulunuyor. “Allah ile aramıza kimse giremez!” diyorlar. Sanki Allah Tealâ’nın Kur’an’da övdüğü nebilerden, sadıklardan, velilerden, şehitlerden üstünler! Halbuki onların vesilesi, Allah katında kabul görmüş varlıklarının bereketi olmasaydı bugün Allah Tealâ’dan habersiz kalacaklardı.
Kendilerinin kimseye ihtiyacı olmadığı, akıl ve fikirleriye her şeyin üstesinden gelecekleri zannını telkin eden şeytan ve nefse dikkat etmek lazım. Sanki hiç yaşanmamış gibi sayısız vesile örneğini görmezden gelmek yanlış bir tutumdur. Acaba yine şeytan ve nefs, peygamberleri ve salih insanları vesile edinmekten men ederken, insanların kendilerini örnek almalarını mı istemektedirler? Peygamberleri ve salihleri taklit etmekten men edenler, kendilerinin taklit edilmesini mi telkin ediyor olabilir mi?
Vesile ve tevessülü reddedenler iddialarını delillendirirken ayet ve hadislerin bir kısmını alıp bir kısmını terk ediyorlar. Ayetin kimler ve neler hakkında nazil olduğunu bilmeden, önceki müfessirlerin tefsirlerini dikkate almayıp, kendi görüş ve fikirlerine göre konuşmuş oluyorlar. Meselenin en temeline dönersek, Allah Tealâ kendisi ile kulları arasına vesile koyarak kendisini tanıttı, emir ve yasaklarını aktardı. O’nun adeti böyledir, bu şekilde irade etmiştir. Vesile kıldığı kullarını da Kitabında övgüyle anmıştır. Aklı başında hiçbir müslüman onları Allah Tealâ’nın yerine koymaz, fakat Allah Tealâ’ya yolculuklarında onların maddi ve manevi varlıklarının refakati ve bereketiyle yol almaya çalışırlar. Onları vesile ederek Asl’a ulaşmaya çalışırlar.
(Kaynak: Siraceddin Önlüer, Semerkand Dergisi, Kasım 2011; http://semerkanddergisi.com/vesile-ve-tevessul/ )
Ebu Hanife tevessüle karşı mıdır? Onun, "Falanın hakkı için." diye dua etmenin mekruh olduğunu söylediği iddia edilmektedir? Eğer doğruysa biz Hanefiler neden halan dualarımızda 'falanca hakkı/hürmeti için...' diye dua ediyoruz?
Kullanıcı:
Sorularlaislamiyet.com
| Tarih:
Cts, 18/06/2011 - 00:00
Değerli kardeşimiz;
Bu konuyu kısaca birkaç madde halinde işlemekte yarar vardır:
a. Tevessül konusu, Ehl-i sünnet alimlerinin kabul ettiği bir husustur.
b. Tahavî akidesinin metninde “Filanın hakkı için” gibi bir şey geçmemektedir. Onun şerhini yapanlar, şefaatle ilgili bir bahiste -ufak bir münasebetle- fırsat bulduklarında bu konuyu kendi anlayışları doğrultusunda seslendirmişlerdir.
Nitekim, el-Akidetu’t Tahaviye şerhlerinden birinin müellifi olan, Salih Al-i Şeyh, bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir:
“ Şarih İbn Abi’l-İz, kendi şerhinde tevessül meselesini -“Filancanın hakkı için, Senin Peygamberin hakkı için, Ömer’in hakkı için” gibi meseleleri işlemeyi uygun görmüştür. Bunları İbn Teymiye’nin “et-Tevvesülü ve’l-vesile” adlı kitabından derlemiştir. Söz konusu kitabın kendisini görmeden bu konuda bir şey söylemek doğru olmaz. Çünkü tevessülün şefaatle de irtibatı vardır. Kişinin “Filancanın hakkı için” demesi, “Onu şefaatçi yapıyorum” anlamına da gelir. Bu konunun burada işlenmiş olması, Tahavî’nin metninde geçen “şefaat” konusuna uygun düşmemektedir.(Salih Al-i Şeyh, a.g.e, el-Meseletu’t-tasia).
c. İmam-ı Azam şayet mekruh demişse, herhalde haram veya şirktir, dememiştir.
d. Şarih İbn Abi’l-İz, bu konuyu şöyle değerlendirmiştir: Dünyada, Hz. Peygamber veya başka bir adamdan “istişfa” etmek, şefaat istemek iki açıdan sakıncalıdır:
Birincisi: “Senin peygamberin hakkı için” veya “Filancanın hakkı için” deyip Allah’a yalvaran kimse Allah’tan başka birisine yemin etmiş oluyor. Oysa Allah’tan başkasına yemin etmek caiz değildir.
İkincisi: Böyle diyen kimse, insanlardan birilerinin Allah’ın üzerinde hakkı olduğunu itikat etmiş oluyor. Halbuki hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur. (Şerhu’ l-Akideti’t Tahaviye I/153-el-Mektebetu’ş-şamile)
Ancak, İbn Teymiyenin etkisinde kaldığı her halinden belli olan Şarihimiz, düşüncesini zorlayan bazı ayet ve hadisleri görmezlikten gelememiş, fakat onları da nazikçe kendi görüşüne uydurmaya çalışmıştır. Bu cümleden olarak “Hiç kimsenin Allah’ın üzerinde hakkı yoktur.” dedikten sonra, “Ancak Allah’ın kendi üzerine aldığı haklar hariç” kaydını da koymayı ihmal etmemiştir.(a.g.y).
Ona göre, insanların Allah’ın üzerinde hakkı, -şu ayette olduğu gibi- ancak O’nun vaadıyla gerçekleşir.
“Müslümanlara yardım etmek/onları desteklemek bizim üzerimizdeki bir haktı/bize düşen bir borçtu.” (Rum, 30/47).
Yine Buharî ve Müslim’de geçen şu hak’da Allah’ın vaadine bağlı olarak söz konusudur:
Hz. Peygamber (a.s.m), terkisinde bulunan Hz. Muaz’a,
“Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu bilir misin?”diye sorar. Muaz: “Allah ve Resulü bilir” der.
Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle devam eder:
“Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, ona ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi ona ortak koşmamalarıdır.”
“Peki, bu görevlerini yerine getiren kulların Allah’ın üzerindeki haklarının ne olduğunu bilir misin?” Muaz: “Allah ve Resulü bilir” der. Hz. Peygamber (a.s.m):
“Onların Allah üzerindeki hakları, Allah’ın onlara azap etmemesidir.”(Buharî, Müslim, )
Yine Ebu Said el-Hudri’nin Hz. Peygamer (a.s.m)’den naklettiğine göre, Namaz kılmak için camiye giden kimse; “Allah’ım! Bu yürüyüşümün hakkı için.. Ve senden isteyenlerin üzerindeki hakkı için..”diye dua edebilir.
Şarihe göre, bütün bunlar, Allah’ın söz vermesinden dolayı oluşan bir haktır(a.g.e). Şayet söz vermeseydi, hakları olmazdı.. Sanki, Allah’ı –haşa- sorumlu tutanlar var..
Oysa, gerek ayette, gerek hadiste olsun; insanların Allah üzerindeki haklarından çok açık olarak söz edilmektedir. Aslında Kur’an’da insanlara hak tanıyan, çalışmalarının karşılığından bahseden yüzlerce ayet vardır. İnsanlarla ilgili olarak Allah’ın adaletinden bahseden bütün ayetler, dolaylı olarak adaletin iki tarafında duran Allah ile insanlardan da söz etmektedir. Daha açık bir ifadeyle, “Allah kullarına zulmetmez.. Onlar haksızlığa uğramazlar.. Onlar yaptıklarının karşılığını tastamam alırlar..”mealindeki ve benzeri ayetlerde, özellikle kulların haklarına vurgu yapılmaktadır. Hakkı veren kim? Allah.. Hakkı alan kim? İnsan.. Demek oluyor ki, İnsanın, yaratılmış bir kul olarak Allah’a kulluk etme yükümlülüğü vardır. Allah’ın da Hak, Adl ve Adil gibi isimlerinin bir yansıması olarak kullarına haksızlık etmesi düşünülemez. Bundan anlaşılıyor ki, “hak” kavramı Allah’ın tensibiyle insan için de söz konusudur.
Şimdi bir adam -kendini hiçbir şekilde layık görmediği bir tavırla-, Allah katında değerli olduğuna inandığı bir kimseyi, özellikle Hz. Peygamber (a.s.m)’i şefaatçi ve vesile kılarak “Ya Rabbi! Senin yanında değerli olduğuna inandığım bu zatın hakkı için...” dese ne mahzuru vardır? Bunu söylerken; “Bu zat Allah’a çok iyi kulluk etmiş, onun Allah üzerinde hakkı büyüktür, onun adını zikredeyim de mecbur olup işimi yapsın...” demek istediğini düşünmek, Müslümanlara karşı -müfteriyane- bir suizandır. Çok cahil ve pek ahmak olan birkaç kişinin varlığını bahane ederek, bütün Müslümanları töhmet altında bırakmak, doğrusu şuurlu bir Müslüman’a yakışmaz.
e. Şu iki misal de vesilenin caiz olduğunun belgesidir.
Hz. Enes anlatıyor: Hz. Ömer (ra), kuraklık ve kıtlık olduğunda -halkla birlikte- yağmur duasına çıktığı her seferinde Hz. Abbas (ra)’ı vesile yapar ve şöyle dua ederdi:
“Allah’ım! Biz daha önce Peygamberimizi vesile yaparak senden yağmur istiyorduk ve sen de bize yağmur veriyordun. Şimdi ise -Peygamberimiz aramızda yok- onun amcasını vesile kılarak senden yağmur istiyoruz, ne olur bize yağmur ver.”
derdi ve hemen yağmur yağmaya başlardı.(Buharî, İstiska, 3).
Tevessülü reddetmek için, Hz. Abbas (ra)’ın buradaki vesileliği, kendisinin dua etmesi olduğunu söylemek, mesnetsiz bir taassuptur.
Hz. Ömer (ra) gibi şirkin kokusundan bile rahatsız olan bir zatın insanları vesile kılması ve daha önce Hz. Peygamber (a.s.m)’i de vesile ettiklerin seslendirmesi, tevessülün sahabe arasındaki önemini göstermektedir.
Mağara arkadaşlarının kendi amellerini vesile kılarak oradan kurtuldukları meşhur bir hadisedir. İnsanın kendi amellerini öne çıkarması, bir bakıma bir gururlanma vesilesidir. Bunun uygun görülmesi, başkasının güzel amellerinin de vesile kılınabileceğini göstermez mi?
Çünkü “Filancanın hakkı için..” demek, “filancanın yaptığı güzel amellerinin hakkı için” demek anlamına gelir. Çünkü, kişinin salihliği, güzel amellerine bağlıdır. Kaldı ki, kişinin kendi amellerini öne sürmesi, bir gurura vesile iken, başkasının güzel amellerini öne sürmesi bir tevazu ve mahviyetin işaretidir.
İmam Ahmed ve Trimizî’nin bildirdiğine göre, Gözünden muzdarip olan âmâ bir adam Hz. Peygamber (a.s.m)’e gelerek kendisi için dua etmesini istedi. Hz. Peygamber (a.s.m), ona:” İstersen senin için bunu tehir edeyim ki, ahiretin için hayırlı olur."(Tirmizî’de: istersen sabredersin); istersen sana dua edeceğim.” dedi. Adam, dua etmesini isteyince, Hz. Peygamber (a.s.m), ona güzelce abdest almasını, sonra iki rekat namaz kılmasını ve ardından da şöyle dua etmesini emretti:
“Allah’ım! Senin rahmet peygamberin olan Muhammed’i vesila kılarak senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Bu ihtiyacımın giderilmesi için seninle/seni vesile ederek, Rabbime yöneliyorum. Allah’ım! Onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur!”(Tirmizi, Daavat, 119, Müsned, IV/138)
Adam -gidip söylenenleri yaptı- dönüp geldiğinde gözleri açılmıştı.(Tuhfet’u’l-Ahvezî, ilgili hadisin şerhi).
Burada zikrettiğimiz hadisleri delil getirerek, gerek Hz. Peygamber (a.s.m)’i, gerek başka salih insanları vesile yaparak dua etmenin caiz olduğunu, muhaliflerin getirdikleri delillerin nasıl çürütüldüğünü görmek için bk. Tuhfet’u’l-Ahvezî. a.g.e.
Tevessül, hayırlı kimseleri ve kişinin işlediği salih amelleri vasıta kılarak, maksada ulaşmaya çalışmasıdır. Birçok müfessir, tevessülü bizzat yakınlaşmak ve yakın olmaya sebep olacak şeyleri aramak şeklinde tefsir etmişlerdir. (Ibni Kesir, Kurtubî, Alusî)
Bir kimse sıkıntı içindedir. Derdini Allah-ü Teâlâ’ya arz etmek ister, ancak nefsini kusurlu bulur. Böyle bir vaziyette insan kibrini kırar, tevazu gösterir, duasının kabulü için Allah katında kıymetli kabul ettiği bir zatı veya ameli anarak şöyle söyler:
“Allah’ım! Şu kâmil zatın hatırına veya şu salih amelin bereketine sıkıntımı gidermeni, isteğimi nasip etmeni talep ediyorum”
Tevessülde üç temel faktör bulunmaktadır. Bunlar;
1. Tevessülle kendisinden bir şey istenen zât: Bu Allah-ü Teâlâ’dır. İstenen şeyin asıl yaratıcısı ve dilerse ikram edecek olan O’dur.
2. Tevessül eden kimse: Bu, Allah-ü Teâlâ’nın yakınlığını arzulayan, bir hayra ulaşmak veya bir sıkıntıdan kurtulmak isteyen kuldur.
3. İsteğine ulaşmak için vesile yapılan, aracı kılınan şeyler: Bunlar, kulun kendisi ile Allah-ü Teâlâ’ya yakınlık sağladığı, duasının kabulüne vesile yaptığı, salih ameller veya şerefli şahıslardır.
Yapılan tevessülün fayda vermesi ve kulun ihtiyacının giderilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
Allah-ü Teâlâ’ya vesile arayan kimsenin, vesileye inanması gerekir. Vesileye inanmayan veya ona şüphe ile bakan kimse, tevessülden bir fayda görmez. Kendisi ile Allah’a yaklaşmak için tevessül edilen amelin, Allah-ü Teâlâ’nın meşru kıldığı ve teşvik ettiği bir amel olması gerekir. İman, zikir, tövbe, gözyaşı, dua, sadaka, ihlâs, namaz, Allah için sevgi, fakirleri sevindirmek gibi. Bu salih amelin, Allah Resulünün (as) öğrettiği şekilde Allah’a yakınlık için yapılması gerekir. Vesile edilen şahsın, Allah katında bir itibari, kıymeti, nazı ve niyazı olması gerekir. Allah düşmanları, açıkça günahkâr olanlar ve gafilleri vesile ederek Allah’ın rahmetine ulaşılamaz. Buna göre, bidat ve haram olan amellerle vesile gerçekleşmez. Salih olmayan kimselerle Allah’a yakınlık sağlanamaz.
Yukarıda arz ettiğimiz şartları taşıyan her vesile bütün zaman ve mekânlarda caizdir, faydalıdır. Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teâlâ Hz.leri kulun dünyada ızdırabdan, ahirette azaptan kurtuluşu için, şu yolu göstermiştir:“Ey müminler! Allah’tan korkun ve O’na (yaklaşmaya, sevilmeye) vesile arayın” (Maide/ 35).
Kulu Allah’a yaklaştıracak vesilelerin başında iman, Kur’an, ihlâs ve salih ameller gelir. Allah için sevmek, Allah’ın dostlarını sevmek ve onların meclisine girmek, dualarına ortak olmak; ilahi rahmeti çekmek için en büyük sebeplerdendir.
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki;
“Ne zaman ki, onlara (yahudilere) Allah katından yanlarında bulunan (Tevrat’ı) tasdik edici (ve doğrultucu) bir kitap (Kur’an) geldi ki, daha evvel küfredenlerin (Arap müşriklerinin) aleyhine fetih (yardım) istiyorlardı. İşte tanıdıkları O şey (Kur’an) kendilerine gelince O’na(Hasetlerinden ve mevki hırsından dolayı) küfrettiler. Artık Allah’ın (cc) laneti o kâfirlerin tepesine (olsun)” (Bakara /89)
Bakınız müfessirlerin imamı İbn-i Abbas (ra) bu ayetin tefsiri hakkında ne buyurmuştur:
Hayber yahudileri, Gatafanlılar ile zaman zaman savaşırdı. Karşı karşıya geldiklerinde yahudiler bozguna uğradılar. Bunun üzerine yahudiler şu dua ile Allah’a (cc) sığındılar;
“Bizi ahir zamanda göndereceğini vaat ettiğin Ümmi Peygamberin hakkı için bunlara karşı muzaffer eyle”. İbn-i Abbas (ra) devamla der ki; bundan sonra Gatafanlılarla karşı karşıya geldikleri her seferinde bu duayı yapıyor ve Gatafanlıları bozguna uğratıyorlardı.(El Esas Fit-Tefsir)
Daha Rasulullah (sav) gönderilmezden evvel yahudiler, O’nun hürmetine Allah’a (cc) dua ediyor ve duaları kabul olunuyor. O’nun ümmeti O’nu vesile edipte dua edince şirk mi oluyor?”
Tevessülü işaret eden hadis-i şerifte Peygamber (as) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kim evinden namaz kılmak için çıkar, Allah’ım (cc) Senden Sana dua edenlerin hakkı için istiyorum ve bu mescide giden yolun hakkı için istiyorum, diye dua ederse günahları af olur. Allah (cc) ona yüzünü döner (yani ondan razı olur) ve ona yetmiş bin melek istiğfar eder”. (İbn-i Mace)
Peygamber (sav) Efendimiz kendisini vesile ederek dua etmesini emrettiğini gösteren şöyle bir rivayet vardır.
Gözleri kapanan bir adam Peygamberimiz (sav)’e gelerek:
─Ya Rasulullah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur. Dedi.
Peygamberimiz (sav) şu karşılığı verdi:
─Abdest al, iki rekât namaz kıl, sonra da şöyle de; “Allah'ım; Peygamberin Muhammed ile Sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için Senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah'ım O’nun hakkımdaki şefaatini kabul buyur.”
Ardından Hz. Peygamber (sav) şöyle ilave etti:
─Bir ihtiyacın olduğu zaman hep aynısını yap!
Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır. (Tirmizî)
Amellerin Allah'a yakınlığa vesile olduğu, amelle tevessül edip, Hakk Teâlâ’dan talepte bulunmanın cevazının hadis kaynaklarında “mağara hadisi” diye de geçen bir hadisten çıkarıldığı görülmektedir.
Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, bir mağarada sıkışıp kalmış üç kişinin kıssasını anlatmıştır. Bu kıssa pek meşhurdur. Mağaranın ağzının açılması için içerde mahsur kalan üç kişi Allah’a (cc) dua ederler. Dualarında:
Birinci kimse; anne ve babasına olan saygılı hareketi hakkı için.
İkincisi; Zinadan vazgeçmesi hakkı için.
Üçüncüsü; Yanında çalışanın malını gözetmesi hakkı için kurtulmayı dilemişler ve Cenâb-ı Hak’da, onları, o mağaradan kurtarmıştır. İşte bu da amelle tevessüle bir delil ve işarettir.(Müslim )
Ayrıca Hz. Ömer (ra) yağmur duasın da, Hz. Abbas’ın (ra) hürmetine yağmur istemiştir.(Buhari)
Hz. Muaviye’de kıtlık esnasında yağmur duasına çıkarak:
“Ya Rab! Bugün bizim aramızda en hayırlı olan kimse, onun yüzü suyu hürmetine senden şefaat diliyoruz Ya Rab! Yezid bin Esved el Cüreşi’nin yüzü suyu hürmetine Senden şefaat talep ediyoruz” dedi.(Hayatüssahabe C/4)
“Yine Allah Resulü, fakir muhacirler hürmetine Müslümanlara zafer ve yardım ihsan etmesini Allah'tan dilerdi”.(Taberanî,)
Müfessir İsmail Hakki Bursevi (ks) gerçek âlimleri ve kâmil mürşidleri, insanı Allah’a yaklaştıran vesileler içinde saymıştır. Büyük âlimlerimizden İmam Savî (ra) vesile hakkında şu açıklamayı yapıyor:
“Kişiyi Allah’a yaklaştıran her şey, ayette bahsi geçen vesileye dâhildir. Nebileri ve velileri sevmek, Allah dostlarını ziyaret etmek, Allah yolunda infakta bulunmak, bol bol dua etmek, akraba hukukunu gözetmek, Allah’ı çokça zikretmek ve benzeri şeyler bunlardandır. Buna göre ayetin manası; “Sizi Allah’a yaklaştıran her şeye yapışınız, O’ndan uzaklaştıran her şeyi de terk ediniz”, demek olur.
Durum böyle olunca, Müslümanların, Allah dostlarını ziyaret etmelerini yanlış görüp bunun Allah’tan başkasına bir ibadet olduğunu zannederek, onları küfür ve şirk ile suçlamak, apaçık bir sapıklık ve perişanlıktır. Hayır, gerçek onların dediği gibi değildir. Allah dostlarını ziyaret ve onlara muhabbet beslemek, Rasulullah (sav) Efendimizin:“Allah için sevmeyenin imanı yoktur” buyurduğu, Allah’ın muhabbetine ve Allah-ü Teâlâ’nın “O’na vesile arayın” buyurduğu vesileyegirmektir.(Maide/ 35)
Meşhur Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır’da, bu ayetin tefsirinde, insanın sırf imanla yetinmeyip, Allah-ü Teâlâ’ya yaklaştıran sebeplere ciddi olarak sarılması gerektiğini belirtmiştir (Hak Dini). Kâmil velileri vesile edenler, onların Allah’ın kulu olduğunu bilirler. Onları, Allah’a ortak ve yardımcı görmezler. Onlarda Allah’a ait yetkilerin olduğunu söylemezler. Sadece, onlardaki ihlâs, takva ve salih amellere itibar ederler. Onların bu takva ile ilahi huzurda kabul gördüklerini, naz ve niyaz makamında bulunduklarını, dualarının kabul edildiğini, Allah-ü Teâlâ’nın onlardan razı olduğunu düşünürler.
Bu halleriyle onların: “Ben, farz ve nafilelerle bana yaklaşan kulumu sevince, O’nun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu verir, Bana sığınırsa kendisini korurum, onu özel himayeme alırım.” (Buhari, Ibni Mâce) kudsi hadisindeki iltifat ve ikrama ulaştıklarına inanırlar.
Bunun için insanlar böylesi seçilmiş zatların isimlerini dualarına ekler, güzel sıfatlarını, isteklerinin ilahi huzurda kabulüne destek yaparlar. Yoksa onlar, Allah-ü Teâlâ’dan istenecek bir şeyi velilerden istemezler. Salihleri vesile yapıp, Allah-ü Teâlâ’dan bir şey istemeyi tenkit edenler, bunun her namazda Fatiha suresinde okunan; “Allah’ım! Ancak Sana kulluk eder, sadece Senden yardım isteriz” mealindeki ayetlere ters düştüğünü savunmaktadırlar. Hâlbuki bu ayette, Allah’tan bir şey isterken içimizdeki salihlerin zikredilmesine red değil, açıkça bir işaret vardır. Çünkü ayette“sadece Senden isterim” denmiyor, “isteriz” deniyor. Ayeti okuyan kimse yalnız da olsa, “ben” değil “biz” ifadesini kullanıyor. Bununla kul, kendini aciz görüp tevâzuya bürünür ve şöyle demek ister:
“Allah’ım! Bizler topluca Sana yöneldik, ancak Sana kulluk ediyor, sadece Senden yardım istiyoruz. Ben, Senin huzurunda tek başıma bir şey talep etmeye ehil ve lâyık değilim. İçimizde gerçek kulluk yapan ve duasında samimi olan salihlerle birlikte Senden istiyorum. Benim isteğimi onların duasına kat, kabul eyle.”
Kur’an-ı Kerim ve sünnet çizgisinde yaşamamıza yardımcı olacak bir mürşid-i kâmili vesile ve rehber kılmak elbette caizdir. Çünkü mürşid-i kâmil, insana Allah'a giden yolda bir örnektir. Eğer kibrimizi kırar da Allah’a giden yolda o saadetli büyükleri terbiyemizde rehber, dualarımızda vesile edersek inşallah maksadımıza ulaşırız.
TASAVVUF'TA SORU CEVAP/ TEVESSÜL NEDİR?
Tevessül, hayırlı kimseleri ve kişinin işlediği salih amelleri vasıta kılarak, maksada ulaşmaya çalışmasıdır. Birçok müfessir, tevessülü bizzat yakınlaşmak ve yakın olmaya sebep olacak şeyleri aramak şeklinde tefsir etmişlerdir. (Ibni Kesir, Kurtubî, Alusî)
Bir kimse sıkıntı içindedir. Derdini Allah-ü Teâlâ’ya arz etmek ister, ancak nefsini kusurlu bulur. Böyle bir vaziyette insan kibrini kırar, tevazu gösterir, duasının kabulü için Allah katında kıymetli kabul ettiği bir zatı veya ameli anarak şöyle söyler:
“Allah’ım! Şu kâmil zatın hatırına veya şu salih amelin bereketine sıkıntımı gidermeni, isteğimi nasip etmeni talep ediyorum”
Tevessülde üç temel faktör bulunmaktadır. Bunlar;
1. Tevessülle kendisinden bir şey istenen zât: Bu Allah-ü Teâlâ’dır. İstenen şeyin asıl yaratıcısı ve dilerse ikram edecek olan O’dur.
2. Tevessül eden kimse: Bu, Allah-ü Teâlâ’nın yakınlığını arzulayan, bir hayra ulaşmak veya bir sıkıntıdan kurtulmak isteyen kuldur.
3. İsteğine ulaşmak için vesile yapılan, aracı kılınan şeyler: Bunlar, kulun kendisi ile Allah-ü Teâlâ’ya yakınlık sağladığı, duasının kabulüne vesile yaptığı, salih ameller veya şerefli şahıslardır.
Yapılan tevessülün fayda vermesi ve kulun ihtiyacının giderilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
Allah-ü Teâlâ’ya vesile arayan kimsenin, vesileye inanması gerekir. Vesileye inanmayan veya ona şüphe ile bakan kimse, tevessülden bir fayda görmez. Kendisi ile Allah’a yaklaşmak için tevessül edilen amelin, Allah-ü Teâlâ’nın meşru kıldığı ve teşvik ettiği bir amel olması gerekir. İman, zikir, tövbe, gözyaşı, dua, sadaka, ihlâs, namaz, Allah için sevgi, fakirleri sevindirmek gibi. Bu salih amelin, Allah Resulünün (as) öğrettiği şekilde Allah’a yakınlık için yapılması gerekir. Vesile edilen şahsın, Allah katında bir itibari, kıymeti, nazı ve niyazı olması gerekir. Allah düşmanları, açıkça günahkâr olanlar ve gafilleri vesile ederek Allah’ın rahmetine ulaşılamaz. Buna göre, bidat ve haram olan amellerle vesile gerçekleşmez. Salih olmayan kimselerle Allah’a yakınlık sağlanamaz.
Yukarıda arz ettiğimiz şartları taşıyan her vesile bütün zaman ve mekânlarda caizdir, faydalıdır. Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teâlâ Hz.leri kulun dünyada ızdırabdan, ahirette azaptan kurtuluşu için, şu yolu göstermiştir:“Ey müminler! Allah’tan korkun ve O’na (yaklaşmaya, sevilmeye) vesile arayın” (Maide/ 35).
Kulu Allah’a yaklaştıracak vesilelerin başında iman, Kur’an, ihlâs ve salih ameller gelir. Allah için sevmek, Allah’ın dostlarını sevmek ve onların meclisine girmek, dualarına ortak olmak; ilahi rahmeti çekmek için en büyük sebeplerdendir.
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki;
“Ne zaman ki, onlara (yahudilere) Allah katından yanlarında bulunan (Tevrat’ı) tasdik edici (ve doğrultucu) bir kitap (Kur’an) geldi ki, daha evvel küfredenlerin (Arap müşriklerinin) aleyhine fetih (yardım) istiyorlardı. İşte tanıdıkları O şey (Kur’an) kendilerine gelince O’na(Hasetlerinden ve mevki hırsından dolayı) küfrettiler. Artık Allah’ın (cc) laneti o kâfirlerin tepesine (olsun)” (Bakara /89)
Bakınız müfessirlerin imamı İbn-i Abbas (ra) bu ayetin tefsiri hakkında ne buyurmuştur:
Hayber yahudileri, Gatafanlılar ile zaman zaman savaşırdı. Karşı karşıya geldiklerinde yahudiler bozguna uğradılar. Bunun üzerine yahudiler şu dua ile Allah’a (cc) sığındılar;
“Bizi ahir zamanda göndereceğini vaat ettiğin Ümmi Peygamberin hakkı için bunlara karşı muzaffer eyle”. İbn-i Abbas (ra) devamla der ki; bundan sonra Gatafanlılarla karşı karşıya geldikleri her seferinde bu duayı yapıyor ve Gatafanlıları bozguna uğratıyorlardı.(El Esas Fit-Tefsir)
Daha Rasulullah (sav) gönderilmezden evvel yahudiler, O’nun hürmetine Allah’a (cc) dua ediyor ve duaları kabul olunuyor. O’nun ümmeti O’nu vesile edipte dua edince şirk mi oluyor?”
Tevessülü işaret eden hadis-i şerifte Peygamber (as) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kim evinden namaz kılmak için çıkar, Allah’ım (cc) Senden Sana dua edenlerin hakkı için istiyorum ve bu mescide giden yolun hakkı için istiyorum, diye dua ederse günahları af olur. Allah (cc) ona yüzünü döner (yani ondan razı olur) ve ona yetmiş bin melek istiğfar eder”.(İbn-i Mace)
Peygamber (sav) Efendimiz kendisini vesile ederek dua etmesini emrettiğini gösteren şöyle bir rivayet vardır.
Gözleri kapanan bir adam Peygamberimiz (sav)’e gelerek:
─Ya Rasulullah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur. Dedi.
Peygamberimiz (sav) şu karşılığı verdi:
─Abdest al, iki rekât namaz kıl, sonra da şöyle de; “Allah'ım; Peygamberin Muhammed ile Sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için Senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah'ım O’nun hakkımdaki şefaatini kabul buyur.”
Ardından Hz. Peygamber (sav) şöyle ilave etti:
─Bir ihtiyacın olduğu zaman hep aynısını yap!
Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır. (Tirmizî)
Amellerin Allah'a yakınlığa vesile olduğu, amelle tevessül edip, Hakk Teâlâ’dan talepte bulunmanın cevazının hadis kaynaklarında “mağara hadisi” diye de geçen bir hadisten çıkarıldığı görülmektedir.
Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, bir mağarada sıkışıp kalmış üç kişinin kıssasını anlatmıştır. Bu kıssa pek meşhurdur. Mağaranın ağzının açılması için içerde mahsur kalan üç kişi Allah’a (cc) dua ederler. Dualarında:
Birinci kimse; anne ve babasına olan saygılı hareketi hakkı için.
İkincisi; Zinadan vazgeçmesi hakkı için.
Üçüncüsü; Yanında çalışanın malını gözetmesi hakkı için kurtulmayı dilemişler ve Cenâb-ı Hak’da, onları, o mağaradan kurtarmıştır. İşte bu da amelle tevessüle bir delil ve işarettir.(Müslim )
Ayrıca Hz. Ömer (ra) yağmur duasın da, Hz. Abbas’ın (ra) hürmetine yağmur istemiştir.(Buhari)
Hz. Muaviye’de kıtlık esnasında yağmur duasına çıkarak:
“Ya Rab! Bugün bizim aramızda en hayırlı olan kimse, onun yüzü suyu hürmetine senden şefaat diliyoruz Ya Rab! Yezid bin Esved el Cüreşi’nin yüzü suyu hürmetine Senden şefaat talep ediyoruz” dedi.(Hayatüssahabe C/4)
“Yine Allah Resulü, fakir muhacirler hürmetine Müslümanlara zafer ve yardım ihsan etmesini Allah'tan dilerdi”.(Taberanî,)
Müfessir İsmail Hakki Bursevi (ks) gerçek âlimleri ve kâmil mürşidleri, insanı Allah’a yaklaştıran vesileler içinde saymıştır. Büyük âlimlerimizden İmam Savî (ra) vesile hakkında şu açıklamayı yapıyor:
“Kişiyi Allah’a yaklaştıran her şey, ayette bahsi geçen vesileye dâhildir. Nebileri ve velileri sevmek, Allah dostlarını ziyaret etmek, Allah yolunda infakta bulunmak, bol bol dua etmek, akraba hukukunu gözetmek, Allah’ı çokça zikretmek ve benzeri şeyler bunlardandır. Buna göre ayetin manası; “Sizi Allah’a yaklaştıran her şeye yapışınız, O’ndan uzaklaştıran her şeyi de terk ediniz”, demek olur.
Durum böyle olunca, Müslümanların, Allah dostlarını ziyaret etmelerini yanlış görüp bunun Allah’tan başkasına bir ibadet olduğunu zannederek, onları küfür ve şirk ile suçlamak, apaçık bir sapıklık ve perişanlıktır. Hayır, gerçek onların dediği gibi değildir. Allah dostlarını ziyaret ve onlara muhabbet beslemek, Rasulullah (sav) Efendimizin:“Allah için sevmeyenin imanı yoktur” buyurduğu, Allah’ın muhabbetine ve Allah-ü Teâlâ’nın “O’na vesile arayın” buyurduğu vesileyegirmektir.(Maide/ 35)
Meşhur Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır’da, bu ayetin tefsirinde, insanın sırf imanla yetinmeyip, Allah-ü Teâlâ’ya yaklaştıran sebeplere ciddi olarak sarılması gerektiğini belirtmiştir (Hak Dini). Kâmil velileri vesile edenler, onların Allah’ın kulu olduğunu bilirler. Onları, Allah’a ortak ve yardımcı görmezler. Onlarda Allah’a ait yetkilerin olduğunu söylemezler. Sadece, onlardaki ihlâs, takva ve salih amellere itibar ederler. Onların bu takva ile ilahi huzurda kabul gördüklerini, naz ve niyaz makamında bulunduklarını, dualarının kabul edildiğini, Allah-ü Teâlâ’nın onlardan razı olduğunu düşünürler.
Bu halleriyle onların: “Ben, farz ve nafilelerle bana yaklaşan kulumu sevince, O’nun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu verir, Bana sığınırsa kendisini korurum, onu özel himayeme alırım.” (Buhari, Ibni Mâce) kudsi hadisindeki iltifat ve ikrama ulaştıklarına inanırlar.
Bunun için insanlar böylesi seçilmiş zatların isimlerini dualarına ekler, güzel sıfatlarını, isteklerinin ilahi huzurda kabulüne destek yaparlar. Yoksa onlar, Allah-ü Teâlâ’dan istenecek bir şeyi velilerden istemezler. Salihleri vesile yapıp, Allah-ü Teâlâ’dan bir şey istemeyi tenkit edenler, bunun her namazda Fatiha suresinde okunan; “Allah’ım! Ancak Sana kulluk eder, sadece Senden yardım isteriz” mealindeki ayetlere ters düştüğünü savunmaktadırlar. Hâlbuki bu ayette, Allah’tan bir şey isterken içimizdeki salihlerin zikredilmesine red değil, açıkça bir işaret vardır. Çünkü ayette“sadece Senden isterim” denmiyor, “isteriz” deniyor. Ayeti okuyan kimse yalnız da olsa, “ben” değil “biz” ifadesini kullanıyor. Bununla kul, kendini aciz görüp tevâzuya bürünür ve şöyle demek ister:
“Allah’ım! Bizler topluca Sana yöneldik, ancak Sana kulluk ediyor, sadece Senden yardım istiyoruz. Ben, Senin huzurunda tek başıma bir şey talep etmeye ehil ve lâyık değilim. İçimizde gerçek kulluk yapan ve duasında samimi olan salihlerle birlikte Senden istiyorum. Benim isteğimi onların duasına kat, kabul eyle.”
Kur’an-ı Kerim ve sünnet çizgisinde yaşamamıza yardımcı olacak bir mürşid-i kâmili vesile ve rehber kılmak elbette caizdir. Çünkü mürşid-i kâmil, insana Allah'a giden yolda bir örnektir. Eğer kibrimizi kırar da Allah’a giden yolda o saadetli büyükleri terbiyemizde rehber, dualarımızda vesile edersek inşallah maksadımıza ulaşırız.
Tevessül; kişinin, kendisiyle başkasına yaklaştığı nesne, yol, vâsıta, sebep, bahâne, fırsat, elverişli vaziyet mânâlarına gelen “vesîle” masdarından meydana gelmiş bir kelimedir.
Vesîle’nin cem‘îsi (çoğulu), “veseyel” ve “vesâyil” olarak gelir. Tevessül de, vesîle edinerek ma’nen tutunmak, sarılmak demektir ki, meselâ, “Peygamber Efendimizin (s.a.v.), rûhâniyetine tevessül” gibi.
Tevessülü inkar eden vehhabilere reddiye – Tevessül’ün Meşruiyetinin Delilleri -1-
Her müslüman bilmelidir ki ; Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in kabrini ziyaret etmek Kitap,sünnet ve İcma-i ümmet ile sabittir.
Kur’an-ı Kerim’e göre bunun delili ; “Eğer gerçekten onlar (günah işleyerek) nefislerine zulmettikleri zaman (senin huzurunda tevbe etmek üzere sağlığında veya vefatından sonra) sana gelseler ve Allah’tan (af ve)mağfiret dileseler,o Rasul de kendileri için bapışlanma talebinde bulunsa,elbette Allah’ı (tevbelerini çokça kabul eden bir) Tevvab ve(lütfuyla kendilerine çok acıyan bir) Rahim olarak bulurlar.” (Nisa Suresi : 64) ayet-i kerimesidir.
Bu ayet-i kerime Müslümanların,Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in huzuruna gelmeleri ve Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in de ümmetinin mağfiretini istemesi için yanına gelerek af dilemelerini teşvik eder ve bu,ölümü ile de son bulmaz.
Müslümanların Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)e gelerek mağfiret edilmeleri için dehalet etmeleri (aman dilemeleri) onun da bağışlanmaları için Allah-u Teala’ya yönelmesi Müslümanların viddanlarının Allah-u Teala’ya bağlı olmasına delalet eder.
Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in bütün müminler hakkında istiğfar etmesi ; “Sen hem kendi günahın için,hem de inanan erkeklrle inanan kadınlar için bağışlanma talebinde bulun !” (Muhammed Suresi : 19) ayetiyle sabittir.
Yukarıdaki ayet-i kerime Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hayatta iken nazil olmuş ise de Peygamberlik vasfının hayatta iken ve ölümünden sonra da devam edeceği gerekçesiyle,İslam alimleri,Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in mezarını ziyarete gelenlerin kabrinin başında bu ayet-i kerimeyi okumasını,orada Allah-u Teala’ya istiğfarda bulunmasını müstehap kabul etmişler ve hatta : “Bu fiil yapılması sünnet olan ziyaret adabındandır.” demişlerdir.
Dört mezhebin alimleri de kitaplarında bunun haccın menasiklerinden olduğunu kaydetmişlerdir.Yine böylece Nisa Suresi ‘nin 64.ayet-i kerimesi,Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in ziyaretine gelenlerin yakından ve uzak yerlerden olması arasında bir fark olmadığına delalet eder.
Şüphe yok ki kendisinde az da olsa ilim zevki olan bir kimse Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’i ziyarete gelen kimsenin Allah ve Rasulü için hicret etmiş olduğu hükmüne varır.Gelecek hadis-i şeriflerin delaletinden anlaşılacağı gibi Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’i vefatından sonra ziyaret etmek,hayatta iken ziyaret etmek gibidir.
DELİL OLARAK HADİS-İ ŞERİFLER
“Kim benim kabrimi ziyaret ederse ona şefaatim vacip olur.”(Darekutni,no : 194,2/278,ALi-elMütteki,Kzunu’l Ummal,15/651,no : 42583 ; Süyuti,Cami’u'l-ehadis,no : 22304,20/348;Beyhaki,Şu’abu’l-iman,no : 4159,3/490)
“Kim beni ölümümden sonra ziyaret ederse,sanki beni hayatta iken ziyaret etmiştir.” (Beyhaki,Şu’abu’l-iman,No:4151,3/488)
Kim beni Midine’de ziyaret ederse,ona şefaatçi ve onun hakkında şahit olurum.Kim iki harem (mekke ile Medine)den birinde ölürse Allah onu kıyamet günü korkusuz olanlardan haşredecektir.” (Ebu Davud-et-Tayalesi,no:12,13)
Daha bir çok hadis-i şerif var.Fakat biz bunların hepsini buraya yazmayı lüzumlu görmüyoruz.
Bütün hadis-i şerifler Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), hayatında ve ölümünden sonra da her erkek ve kadının ziyaret etmesini tekid eder mahiyettedir.
Diğer peygamberlerin,salih kimselerin ve şehitlerin kabrini ziyaret etmek de böyledir.
Büyük hadîs ve Şâfi’î fıkıh âlimi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî (vefatı 973 [m. 1565]) rahimehullah diyor ki:
Hazret-i Âişe radıyallahü anhâ şöyle buyurmuşlardır: "Bir hacet gidermenin anahtarı, hacet arzetmeden önce sunulan hediyedir." Sözlerine devamla, "Allahü teâlâya hamdü senâda bulunursak O'nun rızasını almış oluruz. Efendimize salât ve selâmda bulunursak o hacetin gerçekleşmesinde, Allah katında bizlere şefaat ve yardımını sağlamış oluruz. Zira Allahü teâlâ kitabında şöyle buyuruyor: (Allah'a yaklaşmak için vesile arayın.)"
Şeyhim ve efendim Aliyyü'l-Havvâs'ın şöyle konuştuğunu duymuştum: (Allahü teâlâdan bir şey isteyeceğiniz zaman, Efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem adıyla o şeyi isteyiniz ve şöyle dua ediniz: "Ey Allah'ım! Sevgili Peygamberin Muhammed Mustafa hürmetine senden şunu... isterim" şeklinde dileğinizi açıklayınız. Zira, Allah'ın bir meleği vardır ki, bu isteğinizi anında Efendimize sallallahü aleyhi ve sellem bildirir ve O'na "Filanca kişi şu haceti için senin Allah katında aracı olmanı istemektedir" der. Efendimiz de sallallahü aleyhi ve sellem, o kişinin isteğini Allah'a yapacağı dua ile gerçekleştirir. Çünkü Efendimizin dua ve istekleri Allahü teâlâ tarafından geri çevrilmez.)
Bir kimsenin Allah'ın velîleri aracılığı ile bir istekde bulunması halinde keyfiyet Allah'ın özel melekleriyle velîlere bildirilir. Onlar da o kimsenin isteğinin gerçekleşmesi için Allah'a dua ve şefaatte bulunurlar. Allahü teâlâ onların dua ve şefaatlerini geri çevirmeyerek kişinin hacetini giderir. Kaynak: el-Uhudü'l-Kübrâ, Bedir Yayınevi, [1. Bölüm, 126. Ahid:] s. 339
Tevessül Himmet Vesile
Allah’u Teâlâ Hazretlerine vesile aramak, vesile edinmek yani tevessül ile ilgili özellikle münkirler tarafından birçok yazı kaleme alınıyor. Vesile edinmeyi, vesile edrek dua etmeyi, himmet istemeyi inkar ediyor ve şirk olarak kabul ediyorlar. Hatta bazıları: “Allah’ım şu iyi kulun hürmetine bana ver dersen, sanane benim o kulumdan cevabıyla karşılaşabilirsin” gibi akla ziyan sözlerle iddialarını savunmaktadırlar. Bu yazımızda Peygamberleri, evliyaları vesile edinmenin nakli ve akli delillerini sizlerle paylaşacağız. Böylelikle münkirlerin ağızlarına mühür vururken bizimde inancımız kuvvetlenecek. Öncelikle şunu vurgulayalım ki vesile yapmak demek, vesile yapılanı ilahlaştırmak demek değildir. Mesela Fatiha Suresinde okuduğumuz “Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım isteriz” ayeti kerimesini okuyarak “Hem Ancak Allah’tan yardım isterim diyorsun, hemde şeyhten yardım istiyorsun”diyorlar. Onlara sadece şu ayeti kerimeyi okumak cevap olarak yetecektir: Cebrail (Aleyhisselam) Meryem Valideye ne demişti: “Sana bir çocuk vereceğim” (Meryem 19) İnkarcılara sorulacak soru şu: Ayeti Kerimede sabit olduğu üzere Cebrail “Çocuk vereceğim” diyor. O halde Çocuğu veren kim? Eğer derlerse ki “Çocuğu veren Cebrail”dir o halde kendileri şirke düşmüş demektir. Yok eğer “Çocuğu veren Allah’tır, Cebrail vesiledir” derlerse zaten kendi iddialarını çürütmüş olacaklardır. Dolayısıyla inkarcıların tutunmaya çalıştığı dallar çürüktür. Ve bir mürid şeyhini vesile yaparken, himmet isterken verecek olanın Allah olduğunu bilir. Onu vesile yapar. Bu iş aslında bu kadar basittir. İkinci olarak şu hususun altını kalın bir çizgi ile çiziyoruz. İnkârcıların inkârlarına delil olarak getirdiği Kur’an-ı Kerimdeki “Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (Zümer Suresi 3) ve benzeri ayetler bütün Ehli Sünnet âlimlerinin tefsirlerine göre “müşrikler” hakkında nazil olmuş ve bu gibi ayetlerin puta tapan, puta taparak vesile yaptığını bahane eden müşrikleri haber verdiğini beyan etmişlerdir. Hiçbir Ehli Sünnet âlim, bu ayetlerin mürşitler ve veliler hakkında olduğunu beyan etmemiştir. Dolayısıyla bu ayetleri tek tek yazarak cevap vermek yersizdir.
VESİLE ARAYIN! Öyle olmasaydı Allah’u Teâlâ: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide 35) buyurmazdı. Yine bazı inkarcılar bu ayeti kerime işlerine gelmediği için: “Bu vesileden maksat ibadetlerdir ve insanın amelleridir” demektedirler. Bakın Allah’u Teâlâ başka bir ayeti kerimesinde ne buyuruyor: “De ki: “Onu bırakıp da ilâh diye ileri sürdüklerinizi çağırın. Onlar, başınızdaki sıkıntıyı ne kaldırabilirler ne de değiştirebilirler.”(İsra 56) “Onların yalvardıkları bu varlıklar, “hangimiz daha yakın olacağız” diye Rablerine vesile ararlar. O’nun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkunçtur.” (İsra 57) Allah’u Teâlâ buyuruyor ki: taptığınız taşlar bile “hangimiz daha yakın olacağız “ diye Allaha vesile arıyor. Cansız taşların bile Allah’a yakın olmak için vesile araması bizlere vesilenin sadece ibadet ile olmadığı gösteriyor.
VESİLE ARAYINIZ! Ayeti kerimelerde de gördüğünüz üzere Allah’u Teâlâ “vesile edinmeyi” emrederken cansız varlıkların bile bizlere örnek teşkil edecek derece Allah’u Teâlâ’ya yakın olmak için vesile aradıkları beyan ediliyor. Dolayısıyla bu konu ayeti kerimeler ile sabit oluyor. Peki, vesile nedir? Şimdi bu soruya cevap arayalım… Ruhul Beyan tefsirinde Maide suresi 35. Ayetin tefsiri yapılırken şöyle denmiştir: “Bil ki, ayeti kerime, açıkça vesileye yapışmayı emretmektedir, öyleyse vesile gereklidir. Çünkü Allah’u Teala’ya vuslat bir vesile ve bir vasıta ile olmaktadır. Bunun için en güzel vesile ve vuslat yolu da, hakikat alimleri ve tarikat eşyhleridir. İnsanın kendi başına amel etmesi, benlik ve varlık duygusunu artırabilir. Fakat peygamber ve velilerin tarif, mürşidin işareti ve nezareti (gözetimi) ile yapılan amelde, benlik duygusu bulunmaz. Böyle bir amel, talibi, Rabbul Âlemine ulaştırır. Ehl-i Hayrın ve Salihlerin sohbetinde büyük bir şeref ve saadet vardır.” Merhum Elmalılı Hamdi Yazır bu ayeti tefsir ederken diyor ki: “… Allah’u teala’ya vesile talep ediniz.” Boş durmayıp, mücerred iman ve havf ile iktifa etmeyip (sade bir iman ve Allah korkusu ile yetinmeyip) Allah’u Teâlâ’ya yakınlık için vesile teharri ediniz (araştırınız) En münasip esbaba teşebbüs ile muhabbet-i ilahiyye’ye şayan Allahın sevgisine layık) güzel ameller yapmaya iradenizi sarfeyleyiniz.” Bütün bunlar göstermektedir ki, mü’min kendisini Allah’u Teâlâ’ya yaklaştıracak her sebepten, her vesileden ve yoldan istifade etmelidir. İşte veli, şeyh ve rabıta da, müridin, Allah’u Teâlâ’ya yaklaşmak için şeyhini vesile ve sebep yapmasından başka bir şey değildir. Şeyh Huseyn Duseri (Kuddise Sirrahu) “er-Rametü’l-habita fi hakki’r-rabıta” isimli eserinde şöyle demektedir: “Rabıta Allah’u Teala’ya ibadette huzur üzere olmaya kavuşturan vesilelere denir. Vesileler ise maksatlar hükmünde (araçlar, amaçlar değerinde) dir.” Tevessülün ayeti kerimeler ile sabit olduğunu anladıktan sonra tevessülün iki kısmına geçebiliriz.
RESULÜLLAHIN TEVESSÜLÜ Öncelikle Hem Peygamberi, hem de salih kimseleri vesile edinmeye delil olan bir nakil paylaşalım: Enes Radıyallahu Anh’den den rivâyet edilmiştir ki: Halk yağmursuz kalıp kıtlığa uğradıkları zaman Ömer İbnul Hattab, (Peygamber’in amcası) Abbas İbni Abdilmuttalib’i vesîle edinerek yağmur duası yapar ve duada “Ya Allah! bizler, peygamberimizi vesîle edinerek sana niyaz ettiğimizde bize yağmur ihsan ederdin. Peygamberimizin amcasını vesîle edinerek senden niyaz ediyoruz. Yağmur ihsan eyle” (Buhari, İstiska:3) Hazreti Ömer gibi bir sahabe “Peygambere yakın olması hasebiyle” İbni Abbas’ı vesile yapıyor. Buna göre Hem Peygamberi, hem de Allahu Teala’ya ve peygamberine yakın olduğuna inandığımız kişileri vesile yapmak Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh)ın da adetidir ve bunun önemini anlatması açısından büyük bir delildir. Hafız İbni Kesir (Rahimehullah) ın naklettiğine göre, Yemame vakıasında Müslümanların şiarı (nişanı) “Ey Muhammed! Bize yardım et” sözleriydi. (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye:6/324) Abdurrahman ibni sa’d (Radıyallahu anh) şöyle anlatıyor: “Bir kere Abdulalh ibni Ömer (Radıyallahu anhuma)nın ayağı uyuştu, o zaman bir adam ona: “En sevdiğin insanı an” dedi. O da “Ya Muhammed” der demez bağlardan kurtulmuş gibi rahatladı. (Buhari, el-Edebü’l-müfred:438, No:993, sh:262) Bu şekilde değişik bir rivayeti de İmam-ı Mücahid (Radıyallahu anh) vasıtasıyla ibn-i Abbas (Radıyallahu anh) yapmıştır. Bakınız bu sahabeler Peygamberimizin vefatından sonra onu vesile etmişlerdir (himmet istemişlerdir) Şafii ulemasından Allame Şihab er-Remli (Rahimehullah)’a: “Bazı insanlar zorluklarla karşılaştıklarında ‘Ya Resulallah, Ya Şeyh’ gibi nidalarla, peygamberlerden, velilerden, alimler ve Salihlerden istiğasede bulunuyor (meded dileniyor)lar, bu caiz midir? Bu zatların, vefatlarından sonra bir iğase (yardım ve destek) leri var mıdır?” diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “Resullerin, nebilerin ve velilerin, vefatlarından sonra da yardımları vardır. Çünkü Peygamberlerin mucizeleri ve velilerin kerametleri ölümlerinden sonra kesilmez. Zira birçok sağlam hadis-i şeriflerde varid olduğu üzere “Peygamberler kabirlerinde diridirler, namaz kılarlar.” (Ebu Ya’al, El Müsned, No: 3425,6/147; İbni Hacel, el-metaibul-aliye, No: 3452,3/269) Dolayısıyla onların (peygamberlerin) yardım mucizelerinden sayılır. Şehitler de diridirler, gündüz gözüyle aşikare kafirlerle harbettikleri açıkça görülmüştür. Velilerin yardımı ise onların kerametidir.” (Fetave’r-Remli, İbni Hacer El-Haytemi’nin El-Fetave’l-Kübra’sının hamişi-, 4/382; El-Fetave’l-Hayriyye,- ibni Abidin’in el-Ukududdürriyye fi tenkihi’l Hamidiyyesinin hamişi-, 2/279-280; Tehanevi, Ahkamu’l Kuran, 3/67; nebhani, Şevahidü’l-Hak, sh:113)
EVLİYANIN TEVESSÜLÜ Yukarıda zikredilen Enes Radıyallahu Anh’den den rivâyet edilen hadise nasıldı: Halk yağmursuz kalıp kıtlığa uğradıkları zaman Ömer İbnul Hattab, (Peygamber’in amcası) Abbas İbni Abdilmuttalib’i vesîle edinerek yağmur duası yapar ve duada “Ya Allah! bizler, peygamberimizi vesîle edinerek sana niyaz ettiğimizde bize yağmur ihsan ederdin. Peygamberimizin amcasını vesîle edinerek senden niyaz ediyoruz. yağmur ihsan eyle” (Buhari, İstiska:3) Bu nakil, bize sahabelerin açıkça vesile ile dua ettiklerini gösteriyor. Dolayısıyla sahabeler bile kendilerinden üstün gördükleri bir insanı vesile ederek: “yağmur ihsan eyle” diye dua ediyorlardı. Buradaki önemli husus peygamberimizin amcasının bir sahabe olduğudur. Yani o bir peygamber değildir. Ama Hazreti Ömer gibi bir sahabe tarafından vesile yapılmaktadır. Başka bir hadisi şerifte ise: Mus’ab ibn-i Sa’d (Radıyallahu anh)’den rivayet edilen: “Siz ancak zayıflarınız hürmetine yardım olunuyor ve rızıklandırılıyorsunuz.” (Buhari, Cihad:75 No:2739, 3/1061; Nesai, Cihad:43, No:3178, 6/352, 6/45; Adurrezzak, el-Musannef, No:9691, 5/303) Eğer bir şeyin hürmetine istenilmeyecek olsaydı, Allah’u Teâlâ bir şey hürmetine rızıklandırmazdı. Anlamamız açısından bir misal verelim: Bir babanın 4 tane çocuğu olsun. Bu baba içlerinden en mülayim, kendisine en itaatkar olanını seviyor ve diyor ki: “Bakın, siz benim çocuklarımsınız. Sizi besliyorum ama bu kardeşiniz sebebiyle sizi besliyorum” Şimdi bu 3 kardeş babalarından bir şey isterse babaları belki yapacaktır o işi ama çocuklar daha garanti olsun diye ne derler: “baba, bu kardeşimizin hatrına bize şunu al” derler. Ve bu istekleri o çocuk hatrına daha çabuk yerine gelir. Hadisi şerifi anlamamız açısından bir temsildir bu… İbni Mes’ud (Radıyallahu anh) dan rivayet edilen bir hadisi şerifte: “Allah, onlar sebebiyle yer halkından belaları kaldırır.” (Ali el-Müttaki, Kenzu’l Ummal, No:34612, 12/190; Ahmed İbni Hanbel, El-Müsned, No:896, 1/238) hadis-i şerifi de bazı insanlar sebebiyle belaların def edildiğini bildiriyor. Peki, Peygamberin hayatta olduğu zaman bile “hürmetine rızık verilen, sebebi ile belalar kaldırılan” bu insanlar kim? Bakınız Suyuti bu konuda ne buyuruyor: “Hadisi şerifteki zayıflardan murat; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanındaki fakir muhacirlerdir. Kutup ve gavs onlardandır. “Allah’ın kulları, Rahmanın kulları” denirdi ki Kur’an-ı Kerimde de (İnsan suresi 6, Furkan suresi 63) bu tabirler mevcuttur. Zamanımızda bu zatlara “kutup”, “Ğavs” “Evtad”, Nüceba” ve “Ebdal” (birler, dörtler, yediler, kırklar, üçyüzler” şeklinde isimler verilmektedir. (Suyuti el-Havi 2/455) Hadisi şeriflerden anlaşıldığı üzere Peygamber Efendimiz zamanında bile “hürmetine insanların rızıklandırıldığı” insanlar mevcuttu. İnsanların rızıklanmasına ve belaların kalkmasına sebep (vesile) oluyorlardı. İşte her dönemde böyle insanlar mevcuttur. Demek ki Allah’u Teâlâ Rızıklandırmak için veya belaları kaldırmak için bazı insanları vesile kılıyor. O halde bir insanın, ister “zayıfların” isterse İslamı yaşamakta son derece titiz, Peygamberimize itaatte hata kabul etmeyen, ibadette ve ahlakta en üst seviyede olan, Allah katında sevildiğine inandığı insanları sebep edinerek istemesinin ne gibi bir sakıncası olabilir? Buraya kadar özetlersek: Vesile edinmek ayet ile emredildiği gibi, sahabe-i kiramın da yapıştığı bir araçtır.
KULLARDAN HİMMET – İMDAD İSTEMEK Deliller son sürat devam ediyor Allah’ın izniyle, batıl yok olmaya mahkumdur… Utbe bin Gazvan (Radıyallahu anh)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Sizin biriniz bir şey kaybederse yahut yanında arkadaşı bulunmadığı bir yerde yardım dilerse: ‘Ey Allah’ın kulları bana yardım edin! Ey Allah’ın kulları bana imdad edin!’ Desin. Çünkü Allah’ın bizim göremediğiz kulları vardır.” (Taberani, el-Mu’cemu’l Kebir, No:290, 17/117; Haysemi, Mecme’u’zevaid, No: 17103, 10/188) İbni Abbas (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ’nın hafaza meleklerinin dışında yeryüzünde melekleri vardır ki, ağaç yapraklarından düşenleri yazarlar. Sizin birinize çöl arazisinde bir aksaklık isabet ederse: ‘Ey Allah’ın kulları! (Bana) yardım edin’ diye seslensin.” (İbn-i Hacer El-Askalani, Muhtasar-u Zevaidi’l-Bezzar, No:2128, 2/420) Abdullah ibn-i Mes’ud (Radıyallahu anh)den rivayet edilen diğer bir hadisi şerifte, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Sizin birinizin sahrada hayvanı kaçarsa: ‘Ey Allah’ın kulları hapsedin! Ey Alalh’ın kulları durdurun’ diye seslensin. Çünkü Allah’ın yeryüzünde hazır bulunan kulları vardır ki, kısa bir zaman içinde onu tutarlar.”(Ebu Ya’la, El-Müsned, No:5269, 9/177, İbni Hacer, el-Metaibu’l Aliye, No:3375, Taberani, El-Mu’cemu’l Kebir, No: 10518, 10/217, Deylemi, Müsnedü’l Firdevs, No: 1311, 1/330” İşte farklı rivayetlerle gelen ve aynı manayı işaret eden bu hadisi şerifler ismini dahi bilmediğiniz insanlardan himmet istemenin, meşruiyetinin açık delilleridir. Şimdi bu hadis-i şerifler “Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım isteriz” ayeti ile zıdlaşıyor mu? Peygamberimiz doğrudan Allah’u Teala’yı işaret etmiyor da “Ey Allahın kulları durdurun” buyuruyor. O halde Peygamber Efendimiz de mi şirk koşuyor (haşa) Ey münkirler buna nasıl cevap vereceksiniz? Bir deveyi bulmak için bile ismini dahi bilmediğiniz insanlardan “himmet” istemeyi Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve sellem) tavsiye ediyor. Bu da münkirlere büyük bir derstir.
ALLAH’U TEALA’NIN ADETİ BÖYLEDİR Nihayetinde bir şeyi Allah’u Tela’nın vereceğini bilerek Şeyhi vesile yapmak, himmet istemek ve aracı yaparak Allah’tan istemek yukarıda verilen ayet ve hadis-i şerifler ile sabittir. Bu konuyu Allah’u Teala’nın yeryüzüne koyduğu adeti de vurgulayarak noktalayalım. Suheyb (Radıyallahu anh)’den rivayete göre Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Büruc Suresinde zikredilen Ashab-ı Uhdud kıssasındaki çocuktan bahsederken şöyle buyuruyor: “O çocuk, körü ve alacalıyı iyi ediyor, insanları diğer hastalıklarından da tedavi ediyordu” (Müslim Zühd:17, No:3005, 4/2299, İbni Hıbban, Sahih-u İbni Hıbban, No:870, 2/116) Bakınız Resulüllah Efendimiz ne buyuruyor: “O çocuk, körü ve alacalıyı iyi ediyor” Peygamber Efendimiz, yegâne şifa verenin Allah olduğunu bilmiyor mu? “Benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız” O, bizim bilmediklerimizi bile bildiği, Allah’u Teâlâ’yı en iyi bilen olduğu halde neden: “O çocuk, körü ve alacalıyı iyi ediyor” diyor? Çünkü o çocuk bir vesiledir… “O çocuk iyi ediyor” derken şifayı verenin o çocuk olduğu mu anlaşılıyor? Elbette hayır. O çocuk, Allah’u Teâlâ’nın şifa vereceği kimselere vesile oluyor. Ama Peygamber Efendimizin kullandığı cümle çok manidardır. Haydi, Ey cahil inkârcılar. Yüce Peygamberi de şirk ile suçlayın… Bakınız Mevla Teala kendisi için: “Bütün işleri o yönetiyor” (Yunus 3..) buyurduğu halde, başka bir ayette“İşleri yönetenler” (Nazi’at 5) buyuruyor.. “Ruhları Allah alır” (Zümer 42) buyurduğu halde, Azrail hakkında: “Ölüm meleği sizin canlarınızı alır”(Secde 11) buyurmaktadır. En açık misallerden birisi şudur: “Allah dilediğini hidayet eder” (Nur 46) buyurmuşken “Biz onları bizim emrimizle hidayet eden önderler yaptık.” (Enbiya 73) buyurarak hidayeti verenin aslında kendisi olduğu halde, hidayet için vesileler kıldığını belirtiyor. Cebrail (Aleyhisselam) Meryem Valideye ne demişti: “Sana bir çocuk vereceğim” (Meryem 19) Bu misali en başta da vermiştik. İnkarcılara sorulacak soru şu: Ayeti Kerimede sabit olduğu üzere Cebrail “Çocuk vereceğim” diyor. O halde Çocuğu veren kim? Eğer derlerse ki “Çocuğu veren Cebrail”dir o halde kendileri şirke düşmüş demektir. Yok eğer “Çocuğu veren Allah’tır, Cebrail vesiledir” derlerse zaten kendi iddialarını çürütmüş olacaklardır. Dolayısıyla bütün bunlar vesile edinmenin, himmet istemenin, “şeyhin yardımıyla” demenin caiz oluşunu ve şirk ile uzaktan yakından alakasının olmadığını delilleriyle isbat etmek demektir.
İNKÂR ETMENİN SONU YOK! Ardı arkası kesilmeyen bunca delile rağmen vesileleri inkâr etmek İNSAFTAN VE İDRAKTEN değildir. Bu nedenle bunca delile rağmen tevessülü, istiane ve istiğaseyi (Allah dostlarını aracı yapmayı, himmet ve yardım istemeyi) kabul etmeyenler şu iki durumun dışında değillerdir: Ya bu açık delilleri anlayamayacak kadar cahillerdir veya ilimleri, işin iç yüzünü kavrayamayacak kadar yüzeyseldir. Bu yüzden ey kardeş! Elin, dilin ikrar etmeye varmıyor ise bile inkâr etme. Temiz ehli sünnet yolu varken Vehhabilerin yoluna sapma. Allah dostlarına dil uzatma. Derveşleri hakir görme. İnkar etmekle bunca delili yok sayarak hem Allah’u Teala’ya hem de Peygamberine karşı gelmiş oluyorsun… Tevhid: Allah ve Resulünün yoluna uymaktır. Asıl şirk ise o yolu inkar etmektir, reddetmektir.
Bu hadîslerden birisi İmâm Buhârî’nin el-İstiskâ(Bâbı’n)’da rivâyet etmiş olduğu hadîstir. Öyle ki, Sahîh’inde şöyle demiştir:
‘Bana Hasan İbnu Muhammed rivâyet etti (dedi). (O), bize Muhammed el-Ensârî rivâyet etti, dedi. (O), bana babam Abdullah İbnu Müsennâ, Sümâme İbnu Abdillâh İbni Enes’den, (O), Enes’den şöyle rivâyet etti (dedi):
Ömer İbnu’l-Hattâb radıyellâhu anhu kıtlığa ma’rûz kaldıkları zaman Abbâs İbnu Abdilmuttalib ile istiskâ etti ve şöyle dedi: “Ey Allah’ım!... Şübhe yoktur ki, biz Sana Nebîmiz sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül eder ve sen bize yağmur yağdırırdın. Ve şübhe yoktur ki, (şimdi) biz sana Nebîmizin amcasıyla tevessül ediyoruz. Bize yağmur yağdır. (Râvî Enes) onlara derhal yağmur yağdırıldı, dedi.”
Buhârî (1010,3710), İbnu Hibbân (2561)
İbn Hacer(Rahîmehûllah), Fethu’l-Bârî’de şöyle diyor: Hz. Ömer radıyellâhu anhu'nun (Abbas’la tevessül ettikleri)ne dâir olan sözünde, onların Hz. Ömer radıyellâhu anhu'dan kendileri için Hz. Abbas radıyellâhu anhu'dan yağmur duâsı istemesi ma'nâsının olduğuna delâlet yoktur. Zîrâ, iki hâlde de (bu sözde) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den şefâat dileyerek, Allah celle celâlü-hû'dan yağmur istemeleri ihtimâli vardır.
İki hadîs Hâfızı İbn-i Hacer ve İbn-i Rüşeyd’in şu sözleri, O'nunla tevessül etmek demek, O'ndan duâ istemektir, diyerek vehimlere dalanların vehimleri(nin asılsız oldukları) hakkında hükmünü vermektedir. Tevessül ile duânın ne alâkası vardır?!.. Evet, bazen vesîle edinilen kimse, vesîle eden için duâ da eder. Ancak, bu, tevessülün ne Şer’an ne de lüğat olarak gösterdiği bir ma'nâ değildir.
Zahîd el-Kevserî(Rahîmehûllah)
***
Bu hadîslerden bir diğeri de Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in Osman İbnu Huneyf radıyellâhu anhu’ya öğrettiği bir duâ hakkındaki hadîstir ki, onda (şu ifâdeler) vardır:
“(Bir a’mâ adam Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve ‘bana (gözümün açılması husûsunda) âfiyet vermesi içün Allah celle celâluhu’ya duâ et’ dedi. Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem de, ‘İstersen duâ edeyim, dilersen sabret; bu senin içün en hayırlısı olur’ buyurdu. Adam, duâ et, dedi. (Râvî), Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem, güzelce abdest almasını ve şu duâyı yapmasını emretti, dedi): ‘Ey Allah’ım! Ben rahmet Nebîsi, Nebîn sallellâhu aleyhi ve sellem ile senden istiyorum ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed!.. sallellâhu aleyhi ve sellem. Şübhesiz ki ben seninle, hâcetim yerine gelsin diye, hâcetim husûsunda Rabbime yöneldim. Ey Allah’ım!.. O’nu hakkımda şefâatçi yap…’ ”
Bu hadîste, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in zâtı ve rütbesiyle tevessül ve de ğıyâbında ona seslenmek vardır. Bu da yine (imâmlara) yalan söz isnâd edenlerin dilini koparır; (sesini soluğunu keser).
Bu hadîsi, Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr’inde, Tirmizî, Câmi’inin ed-Deavât bâbı sonlarında, İbnu Mâce, Sünen’inin, Salâtül-Hâce’sinde -ki onda sahîh olduğuna dâir da açık bir ibâre(si) vardır- Nesâî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle’de, Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s-Sahâbe’de, Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve’de ve başkaları (başka yerlerde), şâhid getirildiği yerlerin dışında, aralarındaki bir takım küçük farklılıklarla berâber rivâyet etmişlerdir.
Sayıları on beşe yaklaşan hadîs hâfızı, bu rivâyetin sahîh olduğuna hükmetmiştir. Sonrakilerin birçoğu hâric, Tirmizî, İbnu Hibbân, Hâkim, Taberânî, Ebû Nuaym, Beyhakî ve Münzirî onlardandır.
***
Ümeyye İbnü Hâlid İbni ‘Abdillâh Radıyallâhu Anhu Hadîsi;
(Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem) Müslümanların yoksulları ile, (Allah celle celâlühû’dan) fetih ve yardım isterdi.)
(İbnü Ebî Şeybe, Taberânî, el-Kebîr, Umeyye İbnü Abdillah’dan, Et-Teysîr:1/276)
Hadîsin Sıhhat derecesi;
1: Hadîs, Suyûtî’ye göre, Hasen’dir.
2: Münzirî, râvîleri, Sahîh’in râvileridir ve mürseldir dedi.
3: Heysemî, Taberânî bunu iki isnâdla rivâyet etmiştir ve iki isnâddan birinin râvîleri, sahîh’in râvileridir, ancak, hadîs mürseldir, dedi…
4: Hadîsi O'ndan (Umeyye’den), Beğavî de, Şerhu’s-Sünne’de, rivâyet etti.
5: İbn-i Abdi’l Berr, bence hadîs, sahîh değildir ve de mürseldir dedi.
6: Kütüb-i Sitte sâhibleri Ümeyye'den rivâyet yapmamışlardır.
7: İbnü Asâkir, bu Umeyye, sağlam bir tâbiî’dir; Abdülmelik O’nu Horosan’a vâli yapmıştır, dedi.
8: Zehebî, Muhtasar’ında, hadîs mürseldir dedi.
9:Ali el-Karî, “Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâdan, kâfirlere karşı Muhacirun’un fakirleriyle yardım talep ederdi” şeklindeki rivayetin (et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, I, 292.) şerhinde ünlü Hanefî fakih ve usulcüsü İbn Melek’in şöyle dediğini nakleder:
“Şöyle diyerek yardım talebinde bulunurdu: “Allah’ım! Fakir muhacir kullarının hakkı için düşmanlara karşı bize yardım et.”
Ali el-Karî, Mirkatu’l-Mefâtîh, I, 100.
***
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: (Allah celle celâlühû'dur canlandıran ve öldüren. O'dur diri ve ölmeyecek olan. (Ey Allah’ım!) Nebîn sallallâhu aleyhi ve sellem ve benden evvelki nebîlerin hakkıyla/hürmetine, anam Esed kızı Fâtıme’yi bağışla, O'na hüccetini telkîn eyle ve gireceği yeri (kabrini) O'na geniş eyle.)
Taberâni, el-Kebîr (24/351-352) ve [Taberânî, el-Evsat, (356-357- Mecma’u’l-bahreyn), Ebû Nüaym, Hilye:3/121]
***
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem; "Allahümme innî es'elüke bihakkıs sâilîne aleyke" yâni "Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hatırı için, senden istiyorum" diye tevessül eder ve böyle duâ ediniz buyururdu. (İbn-i Mâce)
***
İmâm Hafız Dârimî (v. 255/869), “Sünen” adlı eserinde “Allah’ın (celle celâluhû) Peygamberimize vefatından sonra verdikleri” başlığıyla açmış olduğu babta şöyle demiştir: “Ebû Nûman, Said b. Zeyd’ten, o, Amr b. Mâlik en-Nekri’den, o da Ebû’l-Cevza Evs b. Abdullah’tan şunu rivâyet etmiştir: “Bir ara Medine’ye çok şiddetli bir kıtlık isabet etmişti. Herkes durumdan, Hazreti Âişe’ye şikâyetçi olmuşlardı. Bunun üzerine Hazreti Âişe: “Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kabrine gidin ve gökyüzü ile arasında bir engel kalmayacak şekilde çatısına bir pencere açın” diye tâlimat vermişti. Gidip aynen dediğini yaptık. Akabinde otlar yetişip, hayvanlar semizleşinceye kadar yağmur yağmıştı. Hayvanlardan bol bol yağ temin ettiğimiz için bu seneyi “yağ veren yıl” olarak anmaya başlamıştık.”
[Dârimî,sayfa 277 no.93; İbnü’l-Cevzî, el-Vefa (1534); Darimî, es-Sünen I, 56; Suyutî, Hasâis, II, 280; Nebhanî, Huccetullah, s.1090; Zürkanî, Şerhu’l-Mevahib, VIII, 801; Zübeydî, Tacu’l-Arus, XIII, 388; İbn Esir, en-Nihâye, III, 409; Behcetü’l-Mehafil, II, 129; Aliyyu’l-Karî, Mirkat, X, 290; Mişkatu’l-Mesabih, (5950); Mevahibu’l-Leduniye, II, 365; Cem’ü’l-Fevaid, (2086); Şevahidu’l-Hak, s.160; İbn Teymiye, Ziyaretu’l-Kubur, s. 32; İbn Merzuk, Berâatu’l-Eşarî, s. 357; Gımarî, İrgam, s. 24; İsmail b. Mahfuz, Mesaf, s. 187; Elbanî, Tevessul, s.178.]
***
Tevessülü kabul etmeyenler Ebû Hanîfe’nin tevessülü kabul etmediğini söylüyorlar.
Doğru olan ise El Feteva’yı Hindiye c:5, s: 318 Ebû Hanîfe “Hakkı için” yapılan duâyı kerih görür. Doğrudur.
Ebû Hanîfe bu sözünü kişinin yaptığı iyi bir işten dolayı ALLAH (celle celâluhu) “o kişiye sevap vermeye mecburdur”, düşüncesinde olan Cebrîyye’nin önünü kesmek için sedd-i zerîa kabilinden söylemiştir.
Hanefî âlimlerinden ve muhaddislerinden olan İmam Aliyyü’l Kârî, bu mekruhluğun hakk sözüne vaciplik (mecbûriyet) mânâsı yüklendiği takdirde olacağını, zira vaciplik veya mecburiyet mânâsında kimsenin, ALLAH (celle celâluhu) üzerinde hakkı olmadığını, ancak hürmek ve tazîm mânâsında kullanıldığı zaman bunun tevessül babından olacağını,
ALLAH’ın (c.c.) “O’na varmaya vesile arayın” buyurduğunu ve bunu el-Hısnu’l-Hasîn’de de yazdığına göre duânın âdaplarından kabul edildiğini ve bu hususta yukarıdaki hadisin geldiğini söylüyor.
Aliyyü’l-Kârî, Fethu Bâbi’l-İnâye, 3/30.
Yine Hanefî âlimlerinden İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr’ında bunu ondan kabullenerek naklediyor.(İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 5/540)
Bunlardan da önce, “Falancanın hakkı için” ifâdesi'nin 'hürmetine' demek olduğunu, vâciplik demek olmadığını ve bunun hadislerle sâbit olduğunu, bu ifâdeyi câiz görmeyenlerin vâcibliğe mecbûriyet mânâsı yüklediğini, ama burada mânânın bu olmadığını daha önceleri İmâm Sübkî de söylemiştir.
(İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm, 138)
Allâme İbn-i Hacer-i Mekkî (rahime-hullahü teâlâ), “bi’l-Hayrâti’l-Hısân fî Menâkıbi’l-İmâm Ebî Hanîfeti’n-Nu‘mân” isimli eserinin 25. bâbında şöyle demiştir: “İmâm Şâfiî (rahime-hullahü teâlâ) Bağdat’ta kaldığı günlerde İmam Ebû Hanîfe’nin (rahime-hullahü teâlâ) türbesine gelir, ziyaret eder, kendisine selâm verirdi. Sonra da Allahü Teâlâ’ya, ihtiyacını gidermesi için onunla tevessül ederdi.” Yani Cenab-ı Hak’tan, ihtiyaçlarının, onun yüzü suyu hürmetine giderilmesini niyaz ederdi.
Yûsuf b. Nebhânî, Şevâhidü’l-Hak, Fazilet Neşriyat, s. 166-167.
Bu rivayet Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi’nde şöyle yazılı:
“Hatib-i Bağdâdî Tarih’inde İmam-ı Şâfiî’ye vâsıl olan bir sened ile Şâfiî hazretlerinin şöyle dediğini rivayet ediyor: Ben Ebu Hanîfe’nin kabrini ziyarette yümn ü bereket buldum. Ve hergün onun kabrini ziyaret etmek îtiyâdındayım. Kendime bir ihtiyaç ârız olunca hemen menzilimde iki rekat namaz kılıp Ebu Hanîfe’nin kabrine giderim. Onun merkadi yanında hâcetimi Allahü teâlâdan dilerim. Aradan çok bir zaman geçmeden hâcetim kazâ olunur.”
Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 4. cilt, s.197. Ayrıca bkz. İbni Abidin, Reddü’l-Muhtar Ale’d-Dürrü’l-Muhtar, Tercüme: Ahmed Davudoğlu, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1982; c.1, s.63. Nişancızâde Muhammed bin Ahmed, Mir’ât-ı Kâinât, Berekat Yayınevi, İstanbul, 1987; c.2, s.51.
İmam-ı Gazali diyor ki:
“Ölümü hatırlamak ve ibret almak için umumi mezarlıkları ziyaret müstehabdır. İbret almakla beraber bereket ummak için de salihlerin mezarlarını ziyaret yine müstehabdır.”
İhya, Bedir Yay., c.4, s.873.
İmam Şâfiî hastalandığı bir sırada, yıkayıp suyunu içerek şifa bulmak ümidiyle Bağdat’dan İmam Ahmed b. Hanbel’in gömleğini istemiştir. Bu hususu Menâkıbu Ahmed’de böylece yazılı gördüm.
(Muhammed b. Abdulazim, el-Kavlu’s-sedîd Risâlesi )
Allah’a Yalan İftirâ Eden Koca Zâlimler
Tevessül ve İstiğaseyi şirk kabûl eden câhil ve gerizekalılar, “Bu sizin ma'ziretiniz müşriklerin putlara ibâdet ederken ileri sürdükleri ma'ziretlerin ta kendisidir. Onlar da, biz putlara bizi Allah’a celle celâluhu iyice yaklaştırmaları için ibâdet ediyoruz, diyorlardı. Putların birşeyi yarattıklarına inanmıyorlardı. Aksine, yaratılanları, yaratanın, Allah celle celâluhu olduğuna inanırlardı. Bunun böyle olduğunu ‘yemin olsun ki şâyet onlara gökleri ve yeri kimin yarattığını, güneşi ve ayı kimin (yaratılanların istifâdesine)musahhar kıldığını soracak olursan, elbette kesinlikle Allah yarattı, diyeceklerdir’[Ankebût: 61, 63]ile ‘yemin olsun ki şâyet onlara, gökleri ve yeri kimin yarattığını soracak olursan, elbette kesinlikle Allah yarattı’ diyeceklerdir[Lukmân: 25]âyetleri gösteriyor” diyorlar.
Bu zavallıların şu şeytânî kıyâsları birçok yönü ile bâtıldır, asılsızdır; şöyle ki,
Bir:Müşrikler putları ilâh/ma'bûd kabûl ediyorlar, oysa mü'minler tek bir ilaha inanıyorlar. O ilâh kendilerine Kabe’ye doğru bana ibâdet edin dediğinde biz taşa mı ibâdet edeceğiz, demeyip Allah celle celâlühû'ya ibâdet ettiklerini bilirler. Evet, taşa doğru Allah celle celâlühû'ya ibâdet... Allah celle celâlühû öyle istediği için….. İnsana doğru dönerek ibâdet edin deseydi, insana yönelerek Allah celle celâlühû'ya ibâdet edeceklerdi. Ancak, Allah celle celâlühû emretmediği hâlde kendi kafalarından hareket edip bir mahlûka yönelerek, biz Allah’a ibâdet ediyoruz da demezler. Onlara göre, Nebî Nebîdir; Velî de Velîdir; bir başka şey değillerdir. Mü'minler Nebîleri aleyhi-müsselâm’ı ve velîleri müşrikler gibi ilah edinmezler.
İki:Müşrikler, putlarının ibâdeti hakettiklerine inanırlar. Ama mü'-minler Nebîlerin de velîlerin de ibâdet edilmeyi hak ettiklerine inanmazlar. Tevessül ettikleri hiçbir kimsenin ibâdet edilmeyi hak ettiğine inanmazlar. Onlara göre ibâdet edilecek tek varlık Allah celle celâlühû'dur.
Üç:Müşrikler ilahlarına bilfiil ibâdet ederler. Mü'minler ise tevessül ettikleri kimselere ibâdet etmezler.
Dört:Tevessül ibâdet olsaydı, yukarıdaki âyetleri getiren Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem ve arkadaşları radıyallahu anhüm'u şirk ile itham etmemiz gerekecekti. Haşa ve kellâ... Çünkü tevessül etmeyi bazen câiz gören, bazen emreden onlardır.
Beş:Tevessül ile alâkalı olarak önceki makâlelerde naklettiğimiz onca âyetleri, onlarca hadîsi kitâblarına alan nice Müfessirler, muhaddisler, husûsan Buhârîler, Ebû Dâvûdlar, Tirmizîler, Nesâî-ler, İbnü Mâceler, Darimîler, İbnü Huzeymeler, İbnü Hıbbânlar, Taberâniler, Munzirîler, Sübkîler, Kurtubîler, Nevevîler, İbnü Hacer-ler, Kastallânîler, Süyûtîler ve daha niceleri bu âyetleri anlamayıp, tevessül etmenin mahlûka ibâdet olduğunun bu âyetlerle sâbit olduğunu bilemediler; hattâ tevessülü tasvib ettikleri güzel buldukları veya yaptıkları için şirke girdiler, öyle mi? Doğrusu bu kadar terbiyesizlik bu kadar alçaklık olmaz...
Altı:Başlı başına tevessül ve istiğasenin Allah celle celâlühû’dan başkasına ibâdet etmek demek olduğunu söylemek delîlsiz bir iddiâ ve kibirden kaynaklanan bir inad ve direnmedir. Çünki bu delîl diye ileri sürülen âyetler. Allah celle celâlühû’dan başkasına ibâdet eden ve Allah celle celâlühû’ya çocuk ve zevce isnâd eden kimseler için geçerlidir.
Hüseyin AVNİ
Peygamber Efendimizin Yaptığı Tevessül
Fâtıme Binti Esed Radıyallâhu Anhâ Hadîsi
---------------------------------------------
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
"Allah celle celâlühû'dur canlandıran ve öldüren. O'dur diri ve ölmeyecek olan. (Ey Allah’ım!) Nebîn sallallâhu aleyhi ve sellem ve benden evvelki nebîlerin hakkıyla/hürmetine, anam Esed kızı Fâtıme’yi bağışla, O'na hüccetini telkîn eyle ve gireceği yeri (kabrini) O'na geniş eyle."
Hâfız Ğumârî, şöyle diyor: Hâfız Nûruddîn el-Heysemî, Mecma'u'z-Zevâidde şöyle demektedir: Ravh İbnü Salâh'ın dışındaki râvileri Sahîh'in râvîleridir. O'nu (Ravh'ı) da İbnü Hibbân ve Hâkim sika/sağlam ve güvenilir bulmuşlardır. (وفيه ضعف)/(Ve fîhi da'fun)/onda bir parça zayıflık da vardır. (Heysemî'nin sözü bitti.)
Ben (Ğumârî) de derim ki; Ravh İbnü Salâh, İbnü Seyyâbe İbnü Amr el-Hârisî'dir. Ebû'l-Hars diye künyelenir. İbnü Yûnus O'nu Târîhu'l-Ğurebâ’da zikreder ve şöyle der: Mavsıl'dan olup Mısır'a gelmiş ve orada hadîs rivâyet etmiştir. Ondan münker rivâyet edilmiştir. İbn-i Adiy O'nu el-Kâmil'de zikretmiş, O'ndan iki hadîs rivâyet etmiş ve “hadîsleri çok olup
zikretmiştir. Hâkim, sika ve emniyet edilecek birisidir, dedi. İkiyüz otuz üçte vefât etti.
Şu hâlde hadîs, İbnü Hibbân ve Hâkim'in görüşlerine göre Sahîhdir. Çünki onların şartlarına göredir. Dârekutnî ve İbn-i Adiyy'in görüşlerine göre ise zayıftır. Lâkin zayıflığı (sağlamlığa) yakın ve katlanılabilecek bir zayıflık olup şıddetli bir zayıflık değildir. Çünki onlar Ravh'ı, rivâyetini terk etmeyi îcâb ettirecek bir zayıflıkla suçlamadılar. Aksine O'nu zayıf bulmaktaki ibâreleri, cerh'de hafîf olan ibârelerden kabûl edilirler. Bu dediğimizi, önceden Heysemî'den nakletmiş olduğumuz O'nda bir parça zayıflık da vardır sözü dahî te'yîd etmektedir. Zîrâ bu ibâre, hadîs ve ricâl kitâblarından da bilineceği gibi, zayıflığın azlığı ve hafîfliğini ifâde eder.[4]
El-hâsıl bu hadîs, zayıflığı hükmüne rağmen (müctehid) imâmların ahkâm husûsunda delîl getirdiği zayıf hadîslerin bir çoğundan daha güzel ve daha kuvvetlidir. Nitekim bununla şu hadîsler tartıldığında bu dediğimiz bilinecektir…
Şaşılacak bir husûstur ki, (zayıftır iddiâsıyla bu hadîsi karalamaya çalışan) şu tâifenin kendisi, murâdlarına uyduğu vakit zayıf hadîsle amel edebiliyor ve onu sahîh hadîsin önüne geçirebiliyor. Nitekim, bid'atları ve sapıklıkları için delîl getirdikleri hadîslere vâkıf olundukta bu (dediğimiz) bilinecektir. Bu ise, (hadîslerle), gazâbı îcâb ettiren bir oynamadır. (Ğumârînin sözü bitti.)
Taberânî'nin el-Kebîr'inin muhakkiki(!) ve nâşiri de şöyle söylüyor:
Bu hadîsi Musannif (Taberânî) el-Evsat'ta (356-357, Mecmau'l-Bahreyn) dahî rivâyet etti ve bunu Âsım'dan sâdece Süfyân rivâyet etti. Bu hadîsle Ravh İbn-i Salâh teferrüd etti/tek kaldı. Heysemî el-Mecma(9/257)'de, O(nun isnâdı)nda Ravh İbn Salâh vardır. İbnü Hibbân ve Hâkim onu sağlam bulmuşlardır. O'nda bir parça zayıflık da vardır, demiştir. Bunu Musannif yoluyla Ebû Nüaym da el-Hilye(3/121)'de rivâyet etmiştir.
Şeyhimiz (Elbânî)(!) Silsiletü'd-Daîfe(rakam:23)'de Heysemî'nin el-Mecma'daki diğer râvîleri sahîh'in râvîleridir sözüne, Ahmed İbnü Hammâd her ne kadar sağlam birisiyse de, Sahîh sâhibleri ondan rivâyet etmediler, Ondan sâdece Nesâî rivâyet ettidiyerek i'tirâz etti.
Ravh İbnü Salâh'a gelince. Her ne kadar İbnü Hibbân ve Hâkim O'nu sağlam buldularsa da, bu ikisi tesâhül/gevşeklik ile tanınan kimselerdir… Oysa, O'nu zayıf bulanların cerh'i şu tenkîd imâmlarından müfesser/açıklanmış bir cerhdir. O da münkerleri rivâyet etmesidir. Böylesi bir râvî hadîsi rivâyette yalnız kalırsa o rivâyet ile hüccet ileri sürülmez. Şu hâlde hadîs zayıftır.
Deriz ki; Aslında Allâme Ğumârî, derin bir vukûfla söylenilecek olanları söyledi. Lâkin biz ilmi ve idrâki ma’lûm muhâtabların seviyelerini hesaba katarak, sözü fâideli uzatmak manasında olan ıtnâb yoluyla biraz daha uzatıyor ve diyoruz ki;
(Bir): Hasen rivâyetlerin râvîleri, elbette müfesser/sebebi açıklanmış bir cerh ile Sahîh'in râvîsi olmaktan düşerler. Durub dururken düşmezler. Bu müfesser olan cerh sebebiyle şu hadîse Hasen denilmiştir. Yoksa mübhem olan cerh belli şartlarla râvînin sağlamlığına zarar vermezdi. Boşuna bilgiçlikler sergilenmektedir…
(İki): Şu tenkîdçilerin tenkîdinin hafîf cerh olduğu ve bunun râviyi en fazla Hasenlik mertebesine düşürebileceği gösterildikten sonra bu çok bilmişçe uzatmalar hepten gevezelik olur.
(Üç): Mütekaddimûn'un yani, önceki hadîsçilerin dilinde Münker ta'bîrinin râvî tarafından teferrüd edilen Ğarîb ma'nâsında kullanıldığı erbâbınca bilinen bir husûstur.
Nitekim, Ravh,bunu rivâyet etmekte tek kaldı ifâdesi de şu dediğimizi te'yîd etmektedir. Muteahhırûn/sonraki âlimlere göre ıstılâh edinilen Münker zayıflık sebebi ise de, teferrüd veğarabet mutlak olarak zayıflık sebebi değildir. Dolayısıyla Ravh'ın münker rivâyetleri demekrivâyette tek kaldığı haberler demek olabilir ki, bu, rivâyetinin her hâl ü kârda zayıflığını îcâb ettirmez.
(Dört): İbnü Hibbân ve Hâkim'in sözü edilen tesâhülü/ gevşekliği mutlak olsaydı, eserleriSahîh ismine lâyık görülmezdi. Aksine, tahkîk odur ki, Onlar, Hasen’i de Sahîh’in mertebelerinden bir mertebe kabûl etmişlerdir ve bu onlara göre bir ıstılâhtır.
Dolayısıyla bu husûsta Onlara i'tirâz edilmez. Hasen, ister Sahîhin bir kısmı ma'nâsında nev'i/çeşiti olarak, isterse onun kasîmi/mukâbili ve karşıtı olarak kabûl edilsin, hadîs âlimlerinin çoğuna göre makbûl bir delîldir.
(Beş): İbnü Adiyy ile Dârekutnî cerh ve ta'dîl imâmıdır da, İbn-i Hibbân ile Hâkim tenkîdçi imâmlardan değil midir?.. Elbette Onlar da Cerh ve Ta'dîlde ictihâdlarına mürâcaat edilecek nükkâddan/tenkîdçilerdendirler. Nitekim bu, Cerh ve Ta'dîl kitâblarına âşina olanlara ma'lûmdur. Öyleyse işinize geldiği yerde cerh ve ta'dîl imâmlarının bir kısmını silip atmak ve canınız istediği kimselerin anlamadığınız ifâdelerine sarılmak da ne oluyor?
(Altı): Hüccet olmamak hiçbir işe yaramamak demek değildir. Bazen başka delîllerin ve mes'elenin te'yîd ve takviyesine yaraması da yeterlidir.
Üstelik bir hadîs, Hasen li ğayrihîbile olsa, Cumhûra göre tek başına delîl olmaya yeterlidir. Kaldı ki, bu rivâyet şu kadar da aşağı düşmez. Aksine, bir görüşe göre Sahîh başka bir görüşe göre de Hasen’dir.
(Yedi): Sahîh'in râvîsi demek, her zaman Sahîh ismi verilen Buhârî mi veya onun gibiSahîh olan belli kitâbların bir râvîsi mi demekdir? Yoksa bazen sikalığı bir rivâyeti sahîh yapmaya yetecek seviyede olana da şâmil midir, değil midir? Belki Heysemî kendine âid bir ıstılâh olarak geniş yelpâzeli bir ma'nâyı murâd etmiştir? Bütün bunları kesin hatlarıyla bilib zabtetmeden Heysemî'ye i'tirâz edilmez. Hem, râvî sika/sağlam oldukdan sonra, asıl mes'eleye nisbetle böylesi bir tâli noktadaki i'tirâz, sâdece mes'eleyle alâkasız faydası olmayan bir ma'lûmâtfuruşluk ve sözü uzatmak olur.
(Sekiz): İbnü Adiyy ile Dârekutnî, sâdece şu isnâdda geçen bir râvî için zayîfdır dediler; râvî bu rivâyette olması bakımından zayıftır demedikleri gibi, bu rivâyet için de zayıftırdemediler. Üstelik râvîdeki zayıflık da bir çok yanıyla ictihâdî bir husûs olduğu gibi, buzayıflık’ın isnâdı zayıf yapıp yapmayacağı dahî ictihâd ile alâkalı bir husûstur. Hem de râvîdeki bu zayıflık tek başına olarak isnâdı zayıf yapmaya her zaman yetmeyebilir. Veyâ, şu isnâd, başka bir takım telâfîler ile zayıf olmaktan kurtulabilir. Dolayısıyla, şu iki imâmın bu isnâdla alâkalı olmaksızın üzerinde konuşulan râvî hakkındaki hükümlerinden kalkarak sadedinde olduğumuz isnâda zayıflık damgası vurmak, ehli olmayanlarca yapılan yeni ve başka bir saçma sapan ictihâddır.
(Dokuz): Bir an tenezzül edip, rivâyetin zayıf olduğunu kabûl edelim ve soralım: Bu zayıf hadîs sizin o zayıf aklınızın görebildiği mücerred re'yinizden de mi zayıftır? Zayıf hadîs hadîsçilere göre en kuvvetli mücerred/salt görüşten daha kuvvetlidir.
(On): Hâsılı, bu hadîs Sahîh veya en azından Hasen’dir. Bundan aşağı düşmez. Nitekim Allâme Hâfız Abdullah el-Ğumârî, böyle demiştir.
*İmâm Mu-haddis fakîh müfessir İbnü Kesîr, Tefsîru Kur’ani’l-Azîm[10] ve el-Bidâye[11]de.
(O, el-Bidâye’de Â-dem aleyhisselâm’in tevessülünü zikretti ve uydurma olduğunu söylemedi.)[12]
Aynı eserde, Utbî’nin rivâyetinin isnâdının sahîh olduğunu söyledi[13] ve Müslümanların (Yemâme günündeki) şiârlarının ey Muhammed! yetiş olduğunu, anlattı.[14]
* Allâme Taftazani
* Seyyid Şerîf Cürcâ-nî.[15]
* Hâfız el-Heysemi Mecma-u’z-Zevâid’de
*İbnü Hacer el-Askalânî, Fet-hu’l-Bârî’de Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine gelip O’nunla tevessül eden adamın kıssasını zikretti ve isnâdının sahîh olduğunu söyledi ve bu kişinin Sahâbe radıyallahu anhüm’dan Bilâl İbnü Haris olduğunu ifâde etti. Bu hâdiseye karşı da çıkmadı. [16]
* Allâme Yûsuf ed-Dücvî (İmâm Kevserî’nin meşayıhından) Makâlât(ı içinde bir nice makâlede) Tevessül’ün meşrû’ olduğunu ilmi bir üslubla îzâh etmiştir.
* Allâme Şeyh Muhammed Bahît, Şifâu’s-Sikam Takdîminde.
* İmâm Muhaddis Zahid el-Kevserî, Mahku’t-Te-kavvul isimli makalesi ve İrğamu’l-Merîd isimli risâlesinde.
İmam Azam, Filanın "Hakkı İçin" Dua Etmek Mekruh Demiş midir?
İmam Azam Ebu Hanife efendimiz, evet, "Hakkı İçin Dua Etmek Mekruh" demiştir. Ancak bu Tasavvufu, vesileyi, tevessülü (yani sebeb kılmayı) inkar edenlerin anladığı gibi bir manada denilmemiştir. Bu yazımızda 4 kısa nakil (alıntı) yaparak, İmam Azam efendimizin aslında ne söylediğini bildirmek istiyoruz:
Orada "Hakkı için" ifadesi özellikle Tasavvuf ve Tarikatı inkar edenlerin öne sürdüğü anlamda değildir. İmam efendimizin kullandığı manada "Hakkı için": Allah Teala'yı mecbur tutmak, ona vacip kılmak demektir. Elbette böyle bir dua ve tevessül batıldır. İmam Azam Hazretleri bu tür bir duaya caiz dememiştir.
Fakat bir kimse hakkı için derken, "sebebiyle" "vasıtasıyla" "onun hatırına" gibi manaları kastediyorsa haktır. Caizdir.
Taberani, İbni Hıbban ve Hakim’in sahih kabul ettiği bir rivayete göre Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz, Hz. Ali’nin annesi Fatıma binti Esed (Radıyallahu anha)’yı kabre indirirken yaptığı duada: “Ey Allah! Peygamberin ve ondan önceki Peygamberler hakkı için annem Fatıma binti Esed’i bağışla ve kabrini genişlet” demiştir. (Taberani, el- Mu’cemü’l-kebir, no: 871, 24/352) Zaten “Onların hakkı” demek onların Allah katındaki derece ve makamları demektir, yoksa Allah Teala’ya bir şey vacip olur anlamında değildir.
İmam Ebu Hanife ise bu sözü, kimse Allah'ın üzerinde başkasına ait yapması lazım olan bir hakkı olduğunu kuruntu etmesin diye söylemiştir. Çünkü Ehli sünnetin inancına göre Allah hiç bir şeyi yapmak zorunda değildir. Dolayısıyla mutezile fırkası bu hususta sapıtarak Allah'ın, itaatkar kullarını mükafatlandırmak zorunda olduğunu söylemişlerdir ki bu söz küfürdür.
İşte İmam Ebu Hanife böyle bir kuruntuya düşülmesin diye o sözü hoş görmemiştir, yoksa "sebebine, hürmetine, vasıtasıyla, vesilesiyle" manasındaki böyle bir tevessüle karşı olduğu anlamına gelmez. Çünkü sabit olan bir hadis vardır ki onda bizzat Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) camiiye çıkarken okunulacak duayı öğrettiğinde: "Ya Allah, senden bu yürüyüşümün ve senden dileyenlerin hakkı için..." denilmesini bildirmiştir.
Bu hadisi İbni Mace süneninde, İmam Ahmed müsnedinde (3/21) Taberani dua kitabında (2/990) Beyhaki dua kitabında (1/47) rivayet etmişlerdir. Hafız ibni Hacer, hafız Dimyati, hafız Hasen el-Mekdisi ve hafız el-İraki ise bu hadisi hasen olarak değerlendirmişlerdir. Şu halde bu hafızların bu hadisi hasen olarak değerlendirmelerinden sonra bunu kendince zayıf olarak değerlendirmeye kalkan el-albaniye aldırılamaz. ------------------------------------------------------------------------- “Falancının Hakkı İçin” Bir Şey İstemek Ne Demektir? -------------------------------------------------------------------------
Evet, Hanefî fıkıh kitaplarının Kerâhiyye ve İstihsân yâhud, Hazar ve İbâhe bahislerinde "falancanın veya falan şeyin hakkı için", Allah celle celâlühû’dan bir şeyler istemenin Ebû Hanîfe’ye göre mekrûh olduğugeçmektedir.
Lâkin, Hanefî âlimlerinden ve muhaddislerinden İmâm Aliyyü'l-Kârî özet olarak şöyle demiştir:
Bu mekrûhluk hakk sözüne vâciblik/mecbûriyyet ma'nâsı yüklendiği takdîrdedir. Zîrâ, vâciblik veya mecburiyet manasında kimsenin Allah celle celâlühû üzerinde hakkı yoktur. Ancak hürmet ve tâ'zîm manasında kullanıldığı zaman bu tevessül babındadır. Allah celle celâlühû, Ona varmaya vesile arayın, [29] buyurmaktadır. Bu (hürmetine, hatırına, vesilesiyle demek) Hısnu'l-Hasîn’de [30] de söylenildiğine göre, duânın adabından kabûl edilmiştir. Şu hususta (yukarıdaki) hadîs gelmiştir. [31]
Yine, Hanefi âlimlerinden İbnü Abidîn Reddü'l Muhtâr’ında[32], bunu, O'ndan kabûllenerek naklediyor. Bunlardan önce, "Falancanın hakkı" için ifadesinin "hürmetine" demek olduğunu, "vaciblik (mecbur tutmaklık)" demek olmadığını ve bunun (yani hürmetine anlamında Hakkı İçin ifadesinin) hadîslerle sabit olduğunu İmâm Sübkî de söylemiştir. [33] Demek ki "falancanın hürmetine, demek câiz değildir" sözü, mutlak ma'nâda ise, boş bir gürültüdür… Aksine bunun Sünnet'e uyan şekli mevcûddur ve duânın âdâbındandır; sünnet veya müstehâbdır.
(Çeşitli zamanlar görüldüğü üzere; ) Ulemânın küçük bir kısmının, belli şart ve kayıdlarla sınırlı olarak, en çok mekrûhdur dediği, başka yönlerle ise mahzûrlu olmayan, hatta Sünnet olan bir mes'eleye şirktir damgasını vurmak, herhalde çağdaş mukavva müçtehidlik îcâblarından olmalıdır…
[29] Mâide, 35
[30] El-Hısnu’l-Hasîn (Hazînetü’l-Esrâr Hâmişi): 14 (Eski Baskı, Târîhsiz)
[31] Fethu Babi'l-İnâye (3/30)
[32] İbnü Abidîn, Reddü'l-Muhtâr (5/540)
[33] Şifâu's-Sikâm (138)
------------------------------------------------------------ Yasaklar ve Mubahlar Kitabı -Alış veriş faslı
-----------------------------------------------------------
Metin Kısmı [ Durr-u Muhtar i ilgili Bölümün Tamamı.]
Tatarhâniye'de el Münteka'ya nisbet edilerek Ebû Yûsuf'tan rivayet edilir. O da Ebû Hânife'den rivayet ediyor:
Hiçbir kimse için Allah'a zatından, sıfatlarından başka hiç birşeyle çağırmak uygun değildir.
İzin verilen ve emredilen dua Cenab-ı Hakkın şu âyetinden anlaşılan dua şeklidir:
«En güzel isim ancak Allah'ındır. Binaenaleyh Allah'ı o isimlerle çağırınız.» (A'râf, 180)
Müellif:
Böylece hiç kimse Peygamber'den başka bir kimseye salevât getiremez demektedir. Kişinin: «Peygamberlerinin, velilerinin, hakkı için buna şunu ver» demesi de mekruhtur. Veya: «Kabe'nin hakkı için bana ver» dese yine mekruhtur. Çünkü hiçbir mahlûkun, Yüce Halik üzerinde herhangi bir hakkı yoktur.
Eğer bir kişi başka bir kişiye: «Allah'ın hakkı için veya Allah için şunu yap!» dese en uygunu onu yapmak ise de; yemine maruz kalan kişinin onu yapması lazım gelmez.
Dürer
İZAH KISMI [REDDUL MUHTAR]
«Peygamberlerinin hakkı için demesi mekruhtur ilh...» Burada Ebû Yûsuf, İmam Azam'a muhalefet etmemiştir. Ama metinde geçen meselede İtkanî'nin ifade ettiği gibi, muhalefeti vardır. Hatta Tatarhâniye'de geldiğine göre; eserlerde bunun caiz olduğuna delâlet eden ifadeler vardır, denilmektedir.
«Çünkü hiçbir mahlukun halik üzerinde hakkı yoktur ilh...» ibaresine gelince; Allah'a vacib olan (Allah Teala’yı mecbur tutan) bir hakları yoktur, denilebilir
Fakat Allah, faziletinden onlar için bir hak kılmıştır. Veya haktan maksat, hürmet ve azamettir. Bu takdirde şu âyette geçen vesile kabilinden oluyor. Cenab-ı Hâk âyette: «Ona vardıran vesileyi arayınız» (Maide, 35) buyurmuştur.
Hısn'de sabit olduğuna göre, tevessül duanın edeplerinden sayılmıştır.
Bir rivayette şu varid olmuştur, Resulullah Efendimiz:
«Ey Allah’ım, ben servin katında dileyenlerin hakkıyla senden istiyorum. Sana atılan adımların hakkıyla senden istiyorum. Kesinlikle ben fitneci ve saldırgan olarak çıkmadım.»
Molla Ali el-Kârî'nin Nihâye üzerindeki şerhinden nakletmiştir.
Muhtemel ki: «Peygamberlerin hakkından maksat, bizim boynumuzdaki onlara iman etmek onları tazim etmek görevimiz olmasıdır.»
Yakubiye'de şu hüküm yer alıyor: Hak kelimesi mastar olabilir; sıfat-ı müşebbihe değil. O taktirde manâ: «Peygamberlerin hakkıyetiyle senden istiyoruz» demek olur. O zaman herhangi bir mani (engel) yoktur. Düşünülsün.
Yani ibarenin manâsı: Onların hak olmaklığıyla senden istiyoruz olur, onların senin katında müstahak oldukları bir hakkı vardır da ondan istiyoruz, demek değil.
Derim ki: Lâkin bütün bunlar, bu lafızdan insanın zihnine ilk anda gelen ibareye muhalif düşen ihtimallerdir. Lafız caiz olmayan bir şeyi iham ettirirse; sadece bu, onu kullanmaktan men (yasaklama) için yeterli olur. Nitekim bu durumu da önceden söyledik.
Binaenaleyh ahad haberlere zıt düşmez. Bunun için -Allah her şeyi daha iyi bilir- bizim imamlar bu tür ibarelerin kullanılmasının memnu olduğunu mutlak olarak söylemişlerdir. Bu manâların irade edilmesi takdirde Allah'dan 'başkasıyla yemin etme vehmi’ dahi vardır. Bu da ikinci bir manidir. Düşün.
Evet Allame Münâvî, «Ey Allah’ım, Rahmet Peygamberi olan Peygamberlerinle sana yöneliyor ve senden istiyorum» hadisinin şerhinde İzzuddun b. Abdüsselâm'dan rivayet etmiştir ki:
Bu sadece Hz. Muhammed efendimiz hakkında söz konusudur. Ve Hz. Muhammed'den başka hiç kimseyle Allah'a ant verdirmek uygun değildir. Bu Resulü Ekrem'in özelliklerindendir.
Münâvî der ki: «Sübki dedi ki: Peygamber ile Peygamberin Rabbine tevessül etmek güzeldir.»
Seleften ve haleften İbni Teymiyye hariç hiç kimse bunu mekruh görmemiştir, inkâr etmemiştir. İbni Teymiyye ise, kendisinden önce hiç-bir âlimin söylemediğini söylemiştir.»
-------------------------------------------------------------------------------------- İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Rahimehullah’ın Bu Husûstaki Görüşü
--------------------------------------------------------------------------------------- İmâm A’zam’a nisbet edilen Falancının hakkı ile, Allah celle celâlühû’dan bir şey istenmez, bu söz ile duâ etmek mekrûh veya harâmdır sözü ne demektir?
Burada şunu da ilâve edelim: Hanefi fıkhı kitâblarında falancanın hakkı ile duâ etmenin mekrûh [113] olduğu mevcûd ise de bunu iyi anlamak lâzımdır.
Çünkü,
Bir: Bu hüküm ve fetvâ, ittifakla değildir. Zîrâ, Ebû Yûsuf, buna benzer bir mes’elede, gelen hadîs sebebi ile beis (sakınca) görmemiştir. [114]
Bu ifâde hakkında da en azından Hasen olan bir rivâyet vardır. İleride de anlatılacağı üzere, Alîyyü’l-Kârî bu hadîsi getirerek böyle de duâ edilebileceğini nakletmiştir.
İki: Bu tâbîrin mahzurlu bulunmasının sebebi şudur: (Hak sözünde vâciblik ma'nâsı da bulunmaktadır. Hâlbuki hiçbir kimsenin Allah celle celâlühû üzerinde vâciblik ma'nâsında hakkı yoktur. Oysa bu tâ'bîrde böyle bir yanlış ma'nânın anlaşılma ihtimâli vardır.
Şöyle bir ifadeden falancanın Allah celle celâlühû’nun üzerinde, ona vermeye mecbûr olduğu bir hakkı varmış gibi bir zan uyanabilir. Bu sebeble, böyle bir tehlikeye düşmektense, Mütevâtir olmayan bir haberle amel etmemek evlâ olur), denilmiştir.
Falancının hakkıyla ifadesinin mahzurlu görülmesi işte bu görüşe dayanmaktadır. [115]
Üç: Ancak Aliyyü’l-Kârî’nin de dediği gibi, şöyle de denmektedir: Kulun Allah celle celâlühû üzerinde mecbûriyet manâsında hakkı yoksa da Allah celle celâlühû’nun lütfen ve fazlından kabûl buyurduğu hakkı olabilir. [116]
Bu takdîrde vesîle (ve tevessül) babından olmuş olur.Allah celle celâlühû O'na varmaya vesîle arayın buyuruyor. (Büyük Muhaddis İmâm Cezeri’nin eseri) El-Hısnu’l-Hasîn’de de yer aldığına göre, Nebîler aleyhimusselâm ve velîlerle tevessül etmek duânın adabından sayılmıştır.
Bu husûsta, Peygamberimizden Ey Allah’ım isteyenlerin sendeki hakkıyla (hürmetiyle) senden istiyorum haberi gelmiştir. [117]
Dört: Hanefî âlimlerinden bazıları, falancanın hakkıyla sözüyle, kul üzerine yemîn etme ma'nâsının da bulunduğunu söylemişse de bunun doğru olmadığını yukarıda Kevserî beyan etmiştir.
Beş: Sonra, Aliyyu'l-Kârî Hanefî âlimlerinin ileri gelenlerindendir. O'nu neden hesâba katmazsınız?
Altı: Hem, sizce ne zamandan beri açık hadîslerin olduğu yerde âlimlerin yeterince anlaşılmayan sözleri delîl olabiliyordu?
Yedi: Sübkî [118] ve Kevserî [119], istiğase (medet, imdat ve yardım isteme), istiâne (yardım isteme) ve tevessülün (varılmak istenen bir şey içün sebeblere tutunmanın) aynı kapıya çıkacağını söylüyorlar. Nitekim Buhârî’nin aşağıdaki hadîsi bunu gösteriyor.
...
[113] Burhânüddîn el-Merğînânî, el-Hidâye (4/96), Kâsânî, el-Bedâyi’ [(Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye): 6/504], İbrâhîm el-Halebî, Multekâ (Mücerred Metin): (192), Allîyyü’l-Kârî, Fethu Bâbi’l-İnâye: (3/30) [114] Kâsânî, Bedâyi’ (Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye): 6/504 [115] [Bedâyius-Sanâi' 5:126, (İstihsan bahsi)], Fethu Bâbi’l-İnâye (hâşiyesi): 3/30
[116] Ve de vardır. Zîrâ, Ebû Saîd’in rivâyet ettiği bu hadîsimiz ile İbnü Adiyy ve İbnü Asâkir’den buna dâir rivâyetler vardır.
[117] Aliyyu'l-Kârî, Fethu Bâbi’l-İnâye: 3/30
[118] Şifâu’s-Sikâm: 132
[119] Makalât: 395
Kendilerinin Hanefi olduğu şüpheli bulunan bir takım kimselerin, Allah Tealaya duanın edeplerinden sayılan "vesilesiyle, hürmetine, hatırına" isteme şeklini inkar etmeleri; bu inkarlarına destek İmam Azam Hz.lerinden delil getirdiklerini zannetmeleri; sonuçta bu konuyu her yerde yazarak İmam Azam Hz.lerini kullanmaları (istismar etmeleri) SAMİMİ değildir. İmam Azam efendimizin sözünü öne çıkarıp öğrencisi İmam Ebu Yusuf'a bakmamak; "Hanefiyseniz, İmamınıza uyun" deyip Hanefi alimlerine dikkat etmemek; hele de Hanefilerin Aliyyu'l Kari gibi en meşhur alimlerini ve Hısn gibi en muteber eserlerini ihmal etmek dürüstlük de değildir. Samimi ve dürüst olsalardı, bir de insaflı; İmam Azam Hz.lerinin o sözünün aslında neyi yasakladığını da iyi anlamış olurlardı. Ve hak bir sözle batıl bir dava peşinde koşmazlardı.
Tevessül; kişinin, kendisiyle başkasına yaklaştığı nesne, yol, vâsıta, sebep, bahâne, fırsat, elverişli vaziyet mânâlarına gelen “vesîle” masdarından meydana gelmiş bir kelimedir.
Vesîle’nin cem‘îsi (çoğulu), “veseyel” ve “vesâyil” olarak gelir. Tevessül de, vesîle edinerek ma’nen tutunmak, sarılmak demektir ki, meselâ,“Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.), rûhâniyetine tevessül”gibi.(1)
Ayrıca yaklaşma, sebep tutma, başvurma ve girişimde bulunma gibi mânâlara da gelmektedir.
Tasavvuf ıstılâhında tevessül; Allah Teâlâ’ya yaklaşmak, nezd-i İlâhî’de mânevî derece ve mertebe sahibi olabilmek veya bir işin, bir arzu ve isteğin yerine gelebilmesi için güzel bir ameli ya da sâlih zatları (mürşid-i kâmilleri, evliyûllah'ı) vâsıta kılmak demektir.(2)Peygamberimiz(s.a.v.)Hz. Ali’ye (r.a.) buyurmuştur ki:“Herkes halka yaklaşmak için vasıta ararken, halkın rızasını (hoşnutluğunu)gözetirken sen Hakk’ın rızasını gözet; Hakk’a yaklaştırıcı sebep ve vasıtaları ara.”(3)
NEYLE VE KİMLERLE TEVESSÜL EDİLEBİLİR?
Yukarıdaki tariflerden de anlaşılacağı üzere, tevessül iki kısımdır:
1. Amelle tevessül,
2. Şahısla tevessül.
Amel ile tevessül, kişinin, salih bir amelini ortaya koyarak bunu Allah Teâlâ nezdinde dilek ve arzusunun tahakkuku/gerçekleşmesi için vâsıta kılmasıdır. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve ona (yaklaşmaya) vesîle arayın”(4) âyet-i kerimesi, gerek salih ameller ve gerekse Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) ve onun vârisleri olan hakikat âlimleri ve velilerle tevessülün olabileceğine delildir.(5)
Kısacası; insanı Allâh’a yaklaştıran her şey, âyette ifade edilen vesîle’ye dahildir. Peygamberleri ve evliyâullâhı sevmek, onların kabirlerini ziyaret etmek, Allah rızâsı için sadaka vermek ve infakta bulunmak, salavât-ı şerife okumak, duâ ve iltica etmek, akrabaları ziyaret etmek, Allâh’ı çokça zikretmek gibi amellerin hepsi de birer vesîledir; kişi, bunların her biri ile Allâh’a tevessül edebilir. Hepsi de kulu Allâh’a yaklaştıran vâsıtalardır.(6)
PEYGAMBERİMİZ İLE DÜNYAYA GELMEZDEN ÖNCE YAPILAN TEVESSÜL
Rasûlüllah Efendimizle (s.a.v.) gerek dünyaya gelmezden önce, gerek hayatlarında ve gerekse vefatlarından sonra tevessül edildiği-edilebileceği gibi, yarın âhiret âleminde de onunla tevessüle ihtiyaç vardır ve yapılacaktır da.
Henüz dünyayı teşrif etmelerinden önceki tevessüle, atamız Âdem aleyhisselâmın tevbe ve bağışlanmasıyla alâkalı hâdise çok açık bir delildir.
Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet edilen hadîs-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Ne zaman ki Âdem (a.s.) hatâsını anlayıp,
– Yâ Rabbî, eğer beni (hâlen) mağfiret etmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için afvımı diliyorum, demişti.
Allah Teâlâ ona,
– Ey Âdem! Ben onu henüz yaratmadığım halde, sen Muhammed’i(n kadrini-kıymetini, nezdimizdeki şân ve şerefinin yüceliğini) nereden ve nasıl bildin? diye sordu.
O da,
– Yâ Rabbi, sen beni yed-i kudretinle yarattığın ve rûhundan bana nefhettiğin zaman, başımı kaldırıp baktığımda, Arş-ı A‘lâ’nın ayaklarında, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlüllah’ yazılmış olduğunu gördüm... Zatının ismine, ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edeceğini (düşündüm ve bu yolla) bildim, dedi. Cenâb-ı Hak ona,
– Ey Âdem, doğru söyledin. Hakîkaten o, benim nezdimde yaratılmışların en sevimlisidir. Onun hürmetine benden (afvını) dilediğinde, ben de seni affettim. Şayet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım”buyurdu.(7)
İşte bu hadîs-i şerifte de açıkça görüldüğü üzere, dînimizde vesîle vardır... Ve bunlar da, başta Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere, onun vârisi olan hakîkat âlimleridir.
Yine bu cümleden olarak kaynaklar, Yahûdilerin müşrik Araplarla savaştıklarında, Tevrât’tan vasıflarını ve geleceğini öğrendikleri âhir zaman Peygamberi Rasûl-i zîşân Efendimizle (s.a.v.), şu ifadelerle tevessülde bulunduklarını haber vermektedir:
“Allâh’ım! Kitâbımızda yazıldığını gördüğümüz Peygamberini gönder de, müşrikleri cezalandırıp öldürelim. Allâh’ım! Tevrât’ta tavsîfini bulduğumuz âhir zamanda gelecek Nebî’nle sana tevessül ediyoruz, bize yardım et. Allâh’ım! Ümmî olan Nebî’nle sana tevessülde bulunuyoruz, bize fetih ve zafer ihsân eyle.”(8)
Yahûdilerin, Rasûlüllah Efendimizle (s.a.v.) tevessülde bulunduklarını anlatan bu rivâyetler, onun zatı ile –başka bir ifadeyle– onun Allah indindeki derece ve rütbesiyle tevessül ettiklerini gösteren gâyet açık delillerdir.(9)
PEYGAMBERİMİZ İLE HAYATLARINDA İKEN TEVESSÜL
Hayatları esnasında Peygamber Efendimizle sayılamayacak kadar çok tevessülde bulunulmuştur. Basit mânâda bir siyer okuyan kimse bile bunların birçoğuna şâhit olabilir.
Bununla birlikte biz, yine de bunlardan bir tanesini anlatmaya çalışalım. Şimdi nakledeceğimiz bu hâdise, Peygamber Efendimizle (s.a.v.) hem hayatlarında, hem de vefatlarından sonra yapılan tevessüle örnek ve delildir.
Ashâb-ı kiramdan Osman b. Huneyf (r.a.) anlatıyor:
“Bir adam vardı. Bir ihtiyacı sebebiyle Halîfe Osman b. Affân’a (r.a.) gidip gelirdi. Ancak Hz. Osman o adama iltifat etmez ve ihtiyacına bakmazdı. O kimse bir gün Osman b. Huneyf’e (bu hâdiseyi anlatan zata) rastladı ve ona bu durumdan yakındı. Osman b. Huneyf o adama şöyle dedi:
– İbriği getir, bir abdest al, mescide git, orada iki rek‘at namaz kıl. Namazdan sonra da şöyle duâ et: ‘Allâhümme innî es’elüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyinâ Muhammedin sallallâhü aleyhi ve selleme, Nebiyyi’r-rahmeti yâ Muhammedü innî eteveccehü bike ilâ Rabbike celle ve azze fe-yakzıy lî hâcetî.’
Mânâsı: ‘Allâh’ım, rahmet peygamberi Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (s.a.v.) vesîle ederek senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed (s.a.v.), seni vesîle ederek Rabbin celle ve azze’ye yöneliyorum ki, ihtiyacımı yerine getirsin.’
Bu duânın ardından ihtiyacın ne ise onu söyle. Sonra da bana gel, Osman b. Affân’a (r.a.) birlikte gidelim.”
Bundan sonra birbirlerinden ayrıldılar.
O zat Osman b. Huneyf’in (r.a.) dediğini yaptı ve (arkadaşını dahi beklemeden) Hz. Osman’ın (r.a.) kapısına gitti. Kendisini kapıcı karşıladı, elinden tuttu, Halîfenin yanına götürdü. Hz. Osman onunla beraber bir minderin üzerine oturdu ve “İhtiyâcın nedir?” diye sordu.
Adam ihtiyacını söyledi, o da derhal karşıladı.
Sonra da, “Senin, bana gelip giderken bir ihtiyacını söylediğini ancak şimdi hatırlıyorum. Bundan böyle her ne ihtiyacın olursa çekinme bize gel” dedi.
O zat oradan ayrıldı, Osman b. Huneyf hazretleri ile karşılaştı. Ona, “Allah seni mükâfatlandırsın. Sen ona benim hakkımda konuşuncaya kadar bana iltifat etmedi ve ihtiyacıma bakmadı” dedi.
Osman b. Huneyf hazretleri, “Vallâhi ben ona senin hakkında hiçbir şey söylemedim. Ancak ben, Rasûlüllâh’ın (s.a.v.) huzurunda iken şöyle bir hâdiseye şâhit olmuştum:
Rasûlüllah’a (s.a.v.) a‘mâ (gözleri görmeyen) bir adam geldi ve hâlinden yakındı. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) ona,“Sabretmez misin?”buyurdu. A‘mâ adam,“Yâ Rasûlallah, bana yardımcı olacak kimse yoktur. Gözümün görmemesi bana zor geliyor”dedi. Rasûlüllah (s.a.v.) da,“Git abdest al. Sonra iki rek‘at namaz kıl, ardından şu duâları (yukarıda geçen duâlar) oku”buyurdu.
Adam bizden ayrıldı. Sohbet uzadığından biz henüz dağılmamıştık. O kimse gözünde hiçbir a‘mâlık yokmuş gibi bizim yanımıza geldi.(10)
Gerek yukarıdaki hadîs-i şerifte, gerekse başka hadislerinde, Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.), gayet açık bir ifadeyle, Allah’tan veya bir insandan ihtiyacı olan birinin, iki rek‘at namaz kıldıktan sonra, zat-ı şeriflerini vesile/vasıta ederek ihtiyacını Allâh’a arz etmesini istemiştir.(11) Bunu da sadece hayatta olmaya bağlamamıştır. Binaenaleyh tevessül edilecek zatın hayatta veya vefat etmiş olması fark etmez. Çünkü mü’minler ölmez; onlar, sadece fâni olan bu âlemden ebedî olan âleme nakl-i mekân ederler.
Peygamberimizin (s.a.v.), diğer peygamberleri (aleyhimüsselâm) vesîle edindiğini gösteren bir vak‘a şöyledir:
Enes b. Mâlik (r.a.) anlatıyor: Hz. Ali’nin (k.v.) annesi Fâtıma binti Esed vefat etmişti. Defnedilirken Nebî (s.a.v.), onun affı için Allâh’a yalvarmış ve duâsını şu cümlelerle bitirmişti:“Peygamberinin ve benden önceki peygamberlerin (aleyhimü’s-selâmü ve’t-tahiyye) hakkı için Annem Fâtıma b. Esed’i affet. Ona kelime-i şehâdeti telkîn et. Kendisine kabir rahatlığı ver. Çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin.”(12)
Görüldüğü üzere burada Rasûlüllah Efendimiz, hem kendisi, hem de kendisinden önce geçen peygamberlerle tevessül edip Allah Teâlâ’ya yönelmekte ve yalvarmaktadır. Demek ki, sadece peygamberimizle de değil, bütün peygamberlerle tevessül câizdir. Vefatlarından sonra da olsa... Bu hususta bunun benzeri daha pek çok deliller vardır.
RAVZA-İ MUTAHHARE’Yİ ZİYARET ÂDÂBI VE TEVESSÜL
Ravza-i Mutahhare, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) kabr-i şerifleridir. Kaadı İyâz hazretleri, Ravza-i Mutahhare’yi ziyâret âdâbı ile alâkalı olarak şöyle diyor:
“Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e (s.a.v.) sağlığında nasıl hürmet edilmişse, vefâtından sonra da öyle tâzimde bulunulur. Kabr-i saâdet ziyâret edilirken, huşû ve sükûn üzere derli-toplu ve şuurlu hareket edilir, ses yükseltilmez.”Bunları söyledikten sonra da şu hâdiseyi naklediyor:
“Emîru’l-mü’minîn Ebû Câfer el-Mansûr, Kabr-i Şerîf’i ziyâret esnâsında yüksek sesle konuşuyordu. Orada bulunan İmâm Mâlik (r.a.) hazretleri, îkaz mâhiyetinde şöyle dedi:
− Yâ emîre’l-mü’minîn! Mescitte ve bilhassa Kabr-i Şerîf’in yanında yüksek sesle konuşulmaz.Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de, Rasûlüllah (s.a.v.) ile sohbet âdâbını öğretmek üzere şöyle buyurmuştur:
«Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Onunla konuşurken, birbirinizle konuştuğunuz gibi yüksek sesle konuşmayın!»
Allah Teâlâ, bu edep emrine uyanları da, «Rasûlüllâh’ın huzûrunda söz söylerken seslerini kısanlar, şüphesiz Allâh’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır»diye övmüş ve müjdelemiştir.
Aksine hareket edenleri ise,«(Habîbim!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu, aklı ermez (senin yüce mertebeni anlamayan, yüksek dereceni kavrayamayan) kimselerdir»(13) buyurarak, azarlayıp kınamıştır.
Binâenaleyh Peygamber Efendimize sağlığında nasıl hürmet ve tâzim edilmişse, irtihâlinden sonra da öylece hürmet edilir.
Bu nasîhati dinleyen Halîfe Mansur, edep ve terbiyesini takınıp,
− Yâ İmam, nasıl edeyim; kıbleye karşı mı, kabr-i şerife karşı mı dönerek duâ edeyim?diye sordu.
İmam Mâlik de,
− Yüzünü ondan (başka yöne) çevirme. O senin vesîlen. Kıyâmet günü baban Âdem’e varıncaya kadar herkesin vesîlesidir. Ona teveccüh et, şefaat dile, diye cevap verdi.”(14)
Tevessül; bir zata yaklaşmak veya ondan bir şey istemek için bir başkasını vesîle edinmek, yani vâsıta kılmaktır. Meselâ, ihtiyacını doğrudan doğruya hükümdardan istemenin münâsip olmayacağını düşünen veya buna cesâret edemeyen bir kimsenin, önce hükümdârın vezirine başvurması, onu vesîle kılarak arzusunu onun vâsıtasıyla hükümdâra iletmesi gibi. Nitekim bir hadiste,“Benim makamım (câh) ile tevessül ediniz. Zira Allah (c.c.) nezdinde benim makamım çok büyüktür” buyrulmuştur. (14a)
Tevessül eden mü’min de ihtiyacını yalnız Allah’tan diler, tevessül ettiklerinden değil. Tevessül ettiklerini sadece vâsıta, onun, Allah indindeki kıymet ve mertebesi itibariyle duâsının kabûlüne, dileğinin yerine getirilmesine vesîle olsun ister. Daha açık bir ifade ile; gâyesine ulaşmak için, vâsıta ve vesîle tedârik eder.(15)
Bu Mânâda mürşidler, Hak ile halk arasında vesîle olan kâmil ve mükemmil, yani hem kendileri kemâle ermiş, olgun, hem de başkalarını olgunlaştırabilecek mânevî güce sahip insanlardır.(16)
“Bir günMervân; yüzünüRasûlüllah’ın (s.a.v.)kabr-i şerîfinin taşına koymuş bir kişiyi gördü ve yakasından tutup,
- ‘Ne yaptığını sanıyorsun?’diye îkaz etti.
Fakat, adam başını çevirince bir de ne görsün, bu zatEbû Eyyûbi’l-Ensârî(r.a.) değil mi? O da Mervân’a şöyle cevap verdi:
− Evet, ne yaptığımı biliyorum. Ben taş’a değil, Rasûlüllâh’a (şikâyete) geldim. Çünkü Rasûlüllâh’ı şöyle buyururken dinlemiştim:
- ‘Din (işlerini-hizmetlerin)i ehil olanlar üstlendi mi, din için kaygılanma. Lâkin, ehil olmayanlar din (hizmetlerin)i tedvîre başladılar mı, din için ne kadar endişelensen-ağlasan yeridir.’(17)
Evet, tarihin tozlu sayfaları; ehil olan olmayan, kabiliyetli-kabiliyetsiz pek çok idarecinin, ilim adamının ve bunların sorumlu oldukları hâdiselerin şâhididir, arşividir.
Bu arşivde, imamları-idarecileri-yöneticileri ikaz usûllerinin çeşitliliği ve zaman zaman vaziyete göre değiştiği; bazan açık ve sert, bazan nükteli ve yumuşak, fakat mutlaka yapılmış olduğu görülmektedir.
Bu gerçek, İslâm tarihinde daha dikkat çekici bir hâl arz etmekte ve hiçbir zaman terk edilmediği görülmektedir.
Bilhassa din ve dünya ayrılığı söz konusu olmayan İslâm’da, her hâdisenin bir dinî yönü ve kıymet hükmü vardır. Dolayısıyla bu dinin mensuplarının idaresini üstlenen kişilerin yaptıkları işler de, ister istemez İslâm’ı ilgilendireceği için ayrıca önem taşımaktadır.
Hadîs-i şerifte geçen hâdisede Ebû Eyyûbi’l-Ensârî’nin (r.a.), idareciyi îkaz işini –dînen mahzurlu olduğu sanılan, fakat aslında bir beis olmayan– dikkat çekici bir fiille yaptığını görüyoruz. Böylece kendisine uyarıda bulunan Mervân’ı, mukabil bir cevapla uyarmış oluyor. Yani demek istiyor ki: Ben taştan bir şey beklemiyorum, benim münâcât ve mürâcaatım Rasûlüllâh’adır. Onun tavsiyesini tutuyorum. Zira o, ehil olmayanlar din işlerini idare etmeye başladığı zaman, din için ne kadar ağlasanız yeridir, buyurmuştu. O günlere geldik, çünkü sen başımızdasın...
Bu davranışıyla ayrıca, çok mühim bir inceliğe de işaret ederek, böyle bir hareketin yapılabileceğini gösteriyor.
Bugün de evliyâullâh’ın kabrini ziyaret edip onların türbelerini-sandukalarını öpen mü’minler, bu işi aynı niyetle yapmaktadırlar. Niyetleri taşı-toprağı-tabutu öpmek değil, o zatın eşiğine yüz sürüp, onu vesîle edinerek taleplerini Allâh’a havale etmektir. Nitekim büyükŞâfiî âlimlerinden Mehmed Emin Erbilî(rh.) de bu mevzûda şunları söylemektedir:
“Maksatları teberrük, yani onu kudsî kabul edip ondan bir hayır, bir fayda, bir uğur, bir bereket ummak olunca; halkın, evliyânın eşiğini ve kabirleri üzerine konulan tabutu öpmelerinde bir beis (bir mahzur /sakınca) yoktur, (öpebilirler). Bu işte onlara itiraz etmek de münasip değildir. [Yani Müslümanların öteden beri yapageldikleri ve dinen de bir mahzuru olmayan bu ameli kabul etmeyerek, yaptıklarına engel olmaya çalışmak doğru bir davranış olmaz.] Çünkü onlar, her şeyi yapanın ve her işte hakiki müessirin (gerçek tesiri-etkisi olanın, yaratanın) Allah Teâlâ olduğuna inanırlar. Ve yine onlar bunu, Allah Teâlâ’nın sevdiklerine olan muhabbetlerinden dolayı yaparlar, (bir başka niyet veya düşünce ile değil).”(18)
PEYGAMBERİMİZ İLE ÂHİRETTE TEVESSÜL
Âhirette de Rasûlüllah Efendimizle (s.a.v.) tevessülde bulunacağız.
Hadîs-i şeriflerde belirtildiğine göre kıyâmet günü insanlar, mahşerin şiddet ve dehşetinden bir an evvel kurtulmak isteyecekler. Bu maksatla ataları Hz. Âdem’den başlayıp bütün ülû’l-azm peygamberleri (aleyhimüsselâm) ziyaret edecekler. Onlardan, Allah Teâlâ’nın kendilerini bu halden bir an evvel kurtarması için, şefaat etmelerini isteyecekler.
Ancak onların her biri kendisinin bu işe liyâkatli olmadığını, kendisini meşgul edecek bir derdi bulunduğunu, bu işe en ehil ve en lâyık olanın peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) olduğunu söyleyip ona gitmelerini tavsiye edecekler.
Bunun üzerine insanlar, Peygamber Efendimize gelip durumu arz edecekler. Peygamberimiz (s.a.v.) de Rabb’inden izin isteyip secdeye kapanarak ona hamd edecek.
Hz. Allah kendisine,“Yâ Muhammed, başını kaldır ve söyle, sözün dinlenecek. İste, isteğin verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek”buyurunca Sevgili Peygamberimiz,“Yâ Rabbî! Ümmetim, ümmetim!”diyecek.
Kendisine,“Kalbinde zerre kadar imanı olanı cehennemden çıkar”denilecek.
O da zerre miktarı da olsa imanı bulunanları cehennemden çıkarıp, cennete sevk edecek.
Böylece bütün insanların en zor gününde, onların en büyük sıkıntılarını gidermek için Allâh’ın izin ve inayetiyle vesîle olacaktır.(19)
Şefaate inanmayanlar, vesîleyi-vasıtayı-tevessülü reddedip bid‘at-hurâfe ve şirk addedenler ise, elbette ki âhirette bunlardan muhrum kalacaklardır.
İYİ İNSANLARLA TEVESSÜL
Sâlih zatlar, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yakınları, zâhirî ve bâtınî bakımdan vârisleri olan âlim ve âriflerle tevessüle gelince...
Enes b. Mâlik (r.a.) anlatıyor:
Halife Hz. Ömer (r.a.) zamanında Müslümanlar, kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle yüz yüze gelmişlerdi. Hz. Ömer Hz. Abbas’ı (r.anhüma) vesîle edinerek Allah’tan yağmur talebinde bulunduğu niyâzında şöyle yalvardı:
“Allâh’ım! Bizler daha önce Peygamberimizi (s.a.v.) vesîle edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimizin amcasını vesîle kılıyor ve senden taleb ediyoruz. Bize yağmur ihsân et.”
Hz. Enes, halîfenin bu duâsından sonra yağmurun hemen yağmaya başladığını ifade ediyor.(20)
Cesareti, kahramanlığı ve harp sanatındaki dehası ile ünlü sahabî Hâlid b. Velîd (r.a.), Yermuk muharebesi günü takkesini kaybetmişti. Askerlere onu aramalarını emretti. Uzun aramalardan sonra takke bulundu. Oldukça eskimiş bu takkeyi ısrarla aratmasını yadırgayarak sebebini soranlara şu cevab verdi:
“Peygamberimiz (s.a.v.) umre yapmış ve başını tıraş ettirmişti. Etrafında bulunanlar, onun saçının yanlardan kesilen uçlarını almak için atıldılar. Bense daha atik davranarak onun alnının perçeminden kesilen kısmı aldım ve onu bu takkemin içine koydum. Bu saç yanımdayken girdiğim her savaşta galip geldim.”(21)
Mü'minlerin annesi Hz. Esmâ’dan (r.anhâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir:“… İşte Rasûlüllah’ın (s.a.v.) cübbesi! (…) Âişe (r.anhâ) vefat edene kadar bu cübbe onun yanında idi. O vefat edince ben aldım. Rasûlullah (s.a.v.) onu giyerdi. Şimdi biz de onu hastalar için yıkıyoruz... Onunla (ondan dökülen suyla) şifa talep ediliyor.”(22)
Mu'âviye b. Ebî Süfyan (r.a.) zamanında şiddetli bir kuraklık olmuştu. Hz. Mu'âviye (r.a.) Şamlılar'la birlikte yağmur duası yapmak için minbere çıkıp oturduğu zaman, Yezîd b. el-Esved el-Cüreşî'nin nerede olduğunu sordu. Orada bulunanlar Yezîd b. el-Esved'i çağırdılar. Geldiğinde, Mu'âviye (r.a) ona, minbere çıkmasını söyledi. Yezîd b. el-Esved minbere çıktı ve Mu'âviye’nin (r.anhümâ) yanına oturdu. Hemen arkasından Mu'âviye (r.a) şöyle dua etti:“Allah’ım! Bugün en hayırlımız ve en faziletlimiz olan kişiyi bizim için sana vesile/aracı yapıyoruz. Allah’ım! Yezîd b. el-Esved el-Cüreşî'yi bizim için sana vasıta/aracı yapıyoruz.”Sonra da,“Ey Yezîd, ellerini kaldır!”dedi. Bunun üzerine Yezîd b. el-Esved ellerini kaldırdı; orada bulunanlar da ellerini kaldırdılar. Hemen oracıkta batı tarafından bir bulut beliriverdi ve bir rüzgâr çıktı. Ardından da öyle bir yağmur yağdı ki, neredeyse insanlar evlerine ulaşamayacaktı.(23)
Zehebî'nin naklettiğine göre İmam Ahmed'in oğlu Abdullah, babasının, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) saçıyla tevessülde bulunduğunu; onu öptüğünü ve içine daldırdığı kaptaki suyu şifa niyetiyle içtiğini söylemiştir.(24)
Yine aynı kaynaktan öğrendiğimize göre İmam Tebarânî ile İmam Ebû Bekr b. Mukrî ve Ebu’ş-Şeyh, Medine'de bulundukları zamanlardan birinde yiyecekleri tükenmiş, aç kalmışlardı. Açlık dayanılmaz bir hal alınca Ebû Bekr b. Mukrî,“Kabr-i Saadet”e giderek,“Ey Allah'ın Rasûlü! Açlık bizi perişan etti!”diye serzenişte bulunur. Medine’de oturanlardan birisi aynı günün akşamı kapılarını çalar ve“Bizi Rasûlüllah’a (s.a.v.) şikâyet etmişsiniz. Rüyama geldi ve size yardım etmemi emir buyurdu” diyerek elindeki yiyecek dolu sepeti kendilerine verir…(25)
“İmâm Şâfiî (rh.) Bağdat’ta kaldığı günlerde İmam Ebû Hanîfe’nin (rh.) türbesine gelir, ziyaret eder, kendisine selâm verirdi. Sonra da Allah Teâlâ’ya, ihtiyacını gidermesi için onunla tevessül ederdi.”(26) Yani Cenab-ı Hak’tan, ihtiyaçlarının, onun yüzü suyu hürmetine giderilmesini niyaz ederdi.
Sahabe’den itibaren selef-i salihinin tevessül mevzuuna giren tutum ve davranışları hususunda zikredilebilecek olanlar elbette bunlardan ibaret değildir. Daha pek çok rivayetler vardır. Ancak onları tekrar ederek sözü uzatmak istemiyoruz.
Kısacası, başta Rasûlüllah Efendimiz olmak üzere geçmiş bütün peygamberlerle, kâmil ve mükemmil mürşidlerle, veliler ve salih zatlarla gerek hayatlarında ve gerekse âhirete irtihallerinden sonra tevessül câzdir. Zira âlimler onların tasarruflarının yani insan, eşyâ ve sâir varlıklar üzerindeki mânevî tesirlerinin devam edeceğini ifade ederek özetle şöyle demişlerdir:
Cenâb-ı Hak, sevdiği kulunun yükü ağırlaşınca, anâsırdan tecrîd eder de onu rûhen mutasarrıf kılar. Yani o kulunu, vücûdunun ana maddeleri olan su, toprak, hava ve ateş unsurlarından (anâsır-ı erbaa’dan) soyar da rûhuyla tasarruf eder hâle getirir. Ruhta ise telsiz sür‘ati olduğundan, tasarruf daha sür‘atli, daha ihâtalı-kuşatıcı ve kolay olur.(27) Aksini iddiâ edenleri ise, kendi iddiâlarıyla başbaşa bırakıyoruz.
RUHLARIN ŞİMŞEK GİBİ ÇAKAN TESİRLERİ
Ahmed Rufâî (k.s.) hazretleri, el-Burhânü’l-Müeyyed isimli eserlerinde, insanları irşâda ehil, Allah ve Rasûlü tarafından selâhiyetli/yetkili olan evliyâullâhın mânevî tasarrufları ile alakalı olarak şu açıklamalarda bulunmaktadır:
“Allah Teâlâ bizleri, Rasûlüllâh’ın (s.a.v.) vekîli yapmış, kendisine insanları dâvet eden imamlar yani kılavuzlar-rehberler olarak tâyin etmiştir.
Bize uyan selâmete erer.
Bizim vesîlemizle Allah Teâlâ’ya yönelen kazanır....
Bizi yok etmek isteyen yok olur.
Bizi dövmeye kalkışan dövülür.
Bizim duvarımızdan yüksek yapılan duvar, harâb olur; (yani bize karşı büyüklük taslayan, perişan olur).
Çünkü Cenâb-ı Hak buyurdu ki:
“Şüphesiz ki Allah, (müşriklerin ezâ ve cefâlarını) iman edenlerden def‘edecektir.”(28) “(O) Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden evlâdır (kendi canlarından daha üstündür).”(29)
“Ruhların şimşek gibi çakan tesirlerini (mânevî tasarruflarını) inkâr, (onlara) her şeyi açıp salıveren Allah Teâlâ’nın yardımını bilmemektir. Allâh’ın kelâmı hükümsüz bırakılamaz. Kur’ân-ı Kerim’de Rasûlüllah Efendimiz’in şöyle söylediği açıklanmaktadır:
“Muhakkak ki benim velîm, (bana yardım etmekte, beni korumakta yegâne sâhibim) o Kitab’ı indiren Allah’tır. Ve o, bütün salihlerin de velîsidir.’(30)
“Yani onların, salih kullarının da işlerini üzerine alır, onlardan meded umanların da... Hatta onlardan yardım isteyenlere sığınanları da himâyesine alır.
“O salih kişiler ister hayatta olsun, ister olmasınlar; onlar, ister farkında bulunsun, isterse farkında bulunmasınlar... Nitekim kul merhametli olunca, uyurken açılan birisinin üzerini örter de, o uyandıktan sonra, yaptığı iyiliği ona anlatmaz. Zengin birisi, fakire iyilikte bulunur da, ona haber bile vermez.
“Allah Teâlâ ise Rahmân’dır, Rahîm’dir; o azamet sahibidir, ihsânı boldur. Dostu olan kuluna, bilmediği yerden yardım, ummadığı taraftan da rızık bahşeder.
“Cenâb-ı Hakk’ın dağlar gibi olan ulvî yardımları, kulunu keder ve sıkıntılar denizinde boğulmaktan korur. Sevgili kulundan ve onu sevenlerden, kötü olan mukadder âkıbetleri, tenezzülât-ı sübhâniyyesinin bir neticesi olarak kulunun hayrına olan kaderlerle def‘eder, giderir. Ancak bu, velî kulunun tesiriyle değil, onun vesîle ve vâsıtalığı iledir.
Efendim, Şeyhim Mansûr-i Rabbânî (k.s.) dedi ki:
‘Allah Teâlâ’ya sığınman; ona itimat etmendir, zihnini de ondan gayri varlıklardan temizlemendir.
‘Rasûlüllâh’ın (s.a.v.) vârisleri olan evliyâullah bizi irşâd ettiler, bize doğru yolu gösterdiler. Kur’an ve sünnetlerdeki inci-mercan hazînelerini kapatan perdeyi bize araladılar. Allah ve Rasûlü ile olan terbiyenin hikmetini bizlere öğrettiler.
‘Onlar öyle bir topluluktur ki, yanlarında oturanlar azıtıp sapıtmaz.
‘Allâh’a (c.c.) iman eden, Peygamberi’nin (s.a.v.) ulviyetini idrâk eden kişi, onları sevsin, onlara tâbi olsun.”
SALİH AMELLE TEVESSÜL
Mevzuya, salih amellerin vesile olduğuna dair âyetin söz konusu edildiği, bir talebe-hoca diyaloğunu naklederek başlamak istiyoruz. Şöyle ki:
Bir talebesi, üstad Ebû Ali ed-Dehkâh’ın dersinde Cenâb-ı Hakk’ın,“Ona ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da salih amel yükseltir”(31) âyetini okur. Bunun üzerine Ebû Ali, “Amelin yükseltilmiş olduğunun alamet de; yaptığın şeyin sence tamamen unutulmasıdır. Bu itibarla, eğer o amelin hâlâ senin nazarında duruyorsa, o amel geri çevrilmiş demektir. Yok unutulmuş ise, o da yükseltilmiş ve kabul edilmiş demektir” der.(32)
Salih amelle tevessüle dair ders ve ibretlerle dolu uzunca bir hadîs-i şerif şöyledir:
Abdullah b. Ömer el-Hattâb (r. anhüm) anlatıyor: Rasûlüllah’tan (s.a.v.) şöyle dinledim:
“Sizden öncekilerden üç kişi yolu çıktılar. Gecelemek niyetiyle bir mağaraya girdiler. Bu esnada dağdan kopan büyük bir kaya parçası, mağaranın ağzını kapattı. Birbirlerine,‘Sizi bu kayadan ancak salih amellerinizle duâ etmeniz kurtarabilir’dediler. Bunun üzerine içlerinden biri şöyle niyaz etti:
‘Allâh’ım! Benim yaşlı, kocamış anam ve babam vardı. Ben onlardan evvel ne çoluk-çocuğuma, ne de kölelerimden hiç birine bir şey içirirdim. Bir gün hayvanlarımı otlatacak ağaçlık bir yer aramak arzusu, beni uzaklara götürdü. Onların uyku saatlerinden önce dönemedim. Buna rağmen gelir gelmez akşam sütlerini sağdım, fakat onların uyuduklarını gördüm. Kendilerini uyandırmayı da, onlardan evvel çoluk-çocuk ve kölelerime akşam sütlerini içirmeyi de hoş bulmadım. Çocuklar ayaklarımın etrafında ağlaşırken ben, süt bardağı elimde olduğu halde, onların uyanmasını gözeterek fecir söküp ortalık ağarıncaya kadar bekledim. Nihayet uyandılar ve akşam sütlerini içtiler. Allâh’ım! Eğer ben bu yaptığımı senin rızân için yapmış isem, şu kayanın üzerimize kapanmasından dolayı düştüğümüz sıkıntıyı bizden kaldırıver.’
Kaya biraz aralandı. Ancak çıkabilecekleri kadar değildi.
Diğeri de şöyle yalvardı:
‘Allâh’ım! Benim amcamın bir kızı vardı. O bana insanların en sevimlisi idi. (Başka bir rivâyette de, ‘Onu, bir erkeğin kadını en şiddetli sevdiği gibi seviyordum’ diye ifade edilmiştir.) Ona yaklaşmak istedim, benden çekindi. Nihayet kıtlık senelerinden birinde o, kendiliğinden bana geldi. Kendisini bana teslim etmesi şartıyla, ona yüz yirmi altın verdim. Kabul etti. Ona karşı olan arzumu yerine getirmeye muktedir olunca, o bana, «Allah’tan kork! Haksız yere mührümü bozma (nikâhsız olarak bekâretime ilişme)» dedi. O bana, kadınların en sevimlisi olduğu halde ondan uzaklaştım. Verdiğim altınları da kendisine bıraktım. Allâh’ım! Eğer ben bunu senin rızân için yaptımsa, içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden kaldırıver.’
Kaya biraz daha aralandı. Fakat o açıklıktan da dışarı çıkmak mümkün olmuyordu.
Üçüncüsü ise şöyle duâ etti:
‘Allâh’ım! Bir takım amele-işçi kiralamıştım. Birisi hâriç hepsinin ücretlerini kendilerine ödedim. O bir kişi ise hakkını almadan bırakıp gitti. Onun parasını çalıştırıp çoğalttım. O kadar ki, pek çok mal meydana geldi. Bir zaman sonra o şahıs bana geldi ve «Ey Abdullah, bana ücretimi ver» dedi. Ben de (mallarını göstererek); deve, sığır, koyun ve köle olarak bu gördüklerinin hepsi senindir, dedim. O, «Ey Abdullah, benimle eğlenme» dedi. Ben de, seninle alay etmiyorum, dedim. Bunun üzerine malların hepsini aldı ve sürüp götürdü. Onlardan hiçbir şey bırakmadı. Allâh’ım! Eğer ben bu yaptığımı senin rızân için yapmış isem, içinde bulunduğumuz şu sıkıntıyı kaldırıp kurtarıver bizi.”
... Ve kaya tamamen açıldı, mağaradan yürüyerek çıktılar.”(33)
Demek ki dinimizde, peygamberlerle, velilerle, salih zatlarla olduğu gibi, sırf Allah rızâsı için yapılan salih amellerle de tevessül etmek mümkündür; yani bu usûl de meşru’ ve câizdir. Bid‘at ve hurâfeyle de ilgisi yoktur.
S O N U Ç
Hiçbir şeyin Kur’an-ı Kerim’in dışında kalması mümkün olmadığına göre, elbette ki peygamberlerin, evliyanın kabirlerini ziyaret edip ruhaniyetlerini vesile/vasıta ederek Allah Teâlâ’dan isteklerde bulunmanın hükmü de onda vardır. Bazı âyet-i kerimelerin ibâre, bazılarının da işâre mânâlarında tevessülün hükmünü bulmak mümkün. Yani kimilerinde açıkça, kimilerinde de işâret ve delâlet yoluyla Allâh’a yakınlık için bazı şeyleri vesile/vasıta edinmenin meşrûiyeti ifade edilmiştir.
Yukarıda açıkladığımız gibi dilimizde “vesîle”, kendisi ile maksada-hedefe ulaşılan vâsıtadır. Müfessirler, âyette (Mâide, 35) geçen “vesîle”ye çeşitli mânâlar vermişler... Bunlardan Fahreddîn-i Râzî hazretleri, ‘vesîle’yi, Peygamber Efendimizin vârisi olan ‘mürşid-i kâmil’ ile tefsir etmiştir.
İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) de bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken, “vesîle”den murad, salih ameller olduğu gibi, Allâh’a yakın olmak için kendisiyle tevessül edilen her şeydir, diyor. Sonra da Te’vîlât-ı Necmiye’den şunları naklediyor:
Bu âyet-i kerime, ‘vesîleyi arama’ emrini açıklamaktadır; bu, elbette ki lâzımdır. Çünkü Allah Teâlâ’ya vusûl yani Hakk’a ermek, seyr u sülûkü(34) tamamlamak, ancak vesîle ile elde edilir. Bu vesîle de, hakîkat âlimleridir....(35) Yani Peygamber Efendimizin zâhir ve bâtınına vâris olan Allah dostlarıdır... İster hayatta olsunlar, ister vefat etmiş bulunsunlar; vasıta olmaları açısından bir şey fark etmez.
Dikkatlice baktığımızda görürüz ki âyet-i kerîmede mü’minlere, kurtuluş ve selâmet için, üç şeye riâyet etmeleri emredilmiştir:
1) Allah’tan korkmak,
2) Ona yaklaşmaya vesîle aramak,
3) Onun yolunda cihad etmek...
Vesîle’den maksat ise, peygamberler, evliyalar, salih kişiler ve salih ameller olduğuna göre, onlarla tevessül etmek, onların hatırına, onların yüzü suyu hürmetine Cenab-ı Hak’tan talepte bulunmak da şüphe yok ki caizdir.
Ayrıca yukarıda geçtiği üzere, “vesîle” kavramı umumidir; mutlak olarak vesîleyi aramamız ve onunla Allâh’a yaklaşmamız emrediliyor... Karîneden mücerret emirler ise vücub ifade ettiğine göre, mü’minlerin “vesîle”yi arayıp bulmaları, onlarla Allah’a yaklaşmaları icap ediyor. Onlar, mü’minleri Allah Teâlâ’ya yaklaştıran-ulaştıran bir vâsıtadır. Nitekim tasavvufla alakalı bir eserde,“Allah” ismini zikirle meşguliyetin mahiyetianlatılırken, şu açıklamaları görmekteyiz (mealen):
“Kişi, boş ve temiz bir yerde oturur; gözlerini yumup ağzını kapayarak dilini damağına bitiştirir. İstiğfar ile kalbini iyi-kötü bütün düşüncelerden ve Allah’tan gayri her şeyden uzak tutar. Bu hususta mürşidine muhabbetle bağlanarak onun rûhâniyetinden istimdât eyler (yardım taleb eder) ki, müridin bu hususi istimdâdı, mürşidi vâsıtasıyla diğer bütün mürşidler zincirinin ve Rasûlüllah Efendimiz’in rûhâniyetine ve oradan da nihâyet Cenâb-ı Hakk’a ulaşır.”(36)
Demek ki büyük zatların kabirlerini-türbelerini ziyaret edip onların yüzü suyu hürmetine bir şeyler istediğimiz zaman da, dileklerimiz, sonuçta onlar vasıtasiyle Allah Teala’ya ulaşıyor. Âmiyane tabirle onlar amaç değil, sadece birer araç. Her şeyi veren de, alan da Allah Teâlâ’dır. Yardım da vasıtalı veya vasıtasız yalnız O’ndan gelir. Mü’min buna inanır. Dolayısiyle kabir ziyareti hususunda Müslümanların tevessülüne, aksi yönde kesin bir hüküm varmış gibi karşı çıkmak doğru değildir. Aksine, kul ile Allah arasında bazı hallerde vesile ve vasıtalar koymanın caiz olduğuna dair hem âyet, hem de hadisler mevcuttur. Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
“Ümmetimin hayırlılarından bir topluluk vardır ki, Allâh’ın rahmetinin genişliğinden dolayı, açıktan gülerlerse de, azâbının korkusundan dolayı, gizli gizli ağlarlar. Onların vücutları yerde, kalpleri semâdadır. Ruhları dünyada, akılları âhirettedir. (Yeryüzünde)sekîne ile yürürler, vesîle ile Allâh’a yaklaşırlar.”(37)
Peygamberimiz’in diliyle övülen, yeryüzünde İlâhi nur ile, sükûnet ve vakarla yürüyen bu mü’minler, doğrudan değil, vesile ile Allah’a yaklaşıyorlar.
Ayrıca tevessülün câiz olduğu hükmünü daha pek çok hadîs-i şeriften de ortaya koyabilmek mümkün. Meselâ,“Ameller niyetlere göredir; herkes için niyet ettiği şey vardır”(38)meâlindeki meşhur hadis-i şerif, bunlardan biridir. Bilindiği gibi ameller kısaca, bedenî ve kalbî olmak üzere iki kısma ayrılır. Buna göre kişi, mubah olan davranış ve düşüncelerden herhangi birine ibadet olarak niyet etse, o davranış ve düşüncenin ibadet olacağı izah ve isbâta gerek olmayacak derecede açıktır.(39)
Şu da muhakkaktır ki, tasavvufla meşgul olan âlimler, tevessülün meşru‘ olduğu hususunda icma‘ (söz birliği) etmişler... Bunlardan kalabalık bir topluluk da bu icma‘ı tesbit edip üzerinde ittifak etmiştir. Bunun muğlak ve kapalı bir yanı, şüphe ve tereddüde mahal olacak bir tarafı da yoktur.
Âlimlerin tevessül üzerindeki bu icma‘ı, inananlar için elbette ki delildir ve bunu kabul etmeleri gerekir. O bakımdan bu gibi mânevi meselelere vukufu olmayan, kuşatıcı bir ilmî yeterliliğe sahip bulunmayan kimselerin itirazlarına ise itibar edemeyiz. Onları kendi kanaatleriyle başbaşa bırakır, telakkimizin doğru olduğuna inanırız.
***
Mü’minleri, Allah Teâlâ’dan başkasına duâ ve ibadet etmekten sakındıran âyetlere gelince... Dilerseniz öncelikle bu âyetlerin meallerini görelim.
“Allâh’ı bırakıp da sana faydası ve zararı olmayan şeylere tapma!Bunu yaparsan, o halde sen hiç şüphesiz zâlimlerden olursun.”(40) “Hak davet ancak ona (Allâh’a)dır. Müşriklerin onu bırakıp da yalvarıp durdukları putlar ise, kendilerine hiçbir şeyle icabet etmezler. Onlar ancak ağzına gelsin diye, suya doğru iki avucunu açana benzer ki, o su ağzına gelmez. Kâfirlerin duâsı, sapıklık içinde bocalamaktan başka bir şey değildir.”(41) “(Müşriklere) de ki: Allah’tan başka, ilah dediklerinizi çağırın; anlarsınız ki, ne sizden zararı def etmeye, ne de değiştirmeye kaadir değillerdir.”(42) “O halde, Allah ile birlikte başka bir ilâha kulluk etme. Azap edilenlerden olursun.”(43) “... Onu bırakıp da taptıklarınız (putlar), bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip değillerdir. Kendilerine duâ etseniz, duânızı işitmezler. (Farz-ı muhâl) işitseler, size cevap veremezler. Kıyamet gününde de sizin şirkinizi (kendilerine taptığınızı) inkâr ederler. (Her şeyden hakkıyla) haberdâr olan (Allah) gibi sana haber veren olmaz.”(44) “Allâh’ı bırakıp da, kendisine kıyamet gününe kadar cevap veremeyecek olana (putlara) tapan kimseden daha şaşkın kim olabilir! Onlarsa, bunların tapmalarından habersizdirler. (Kıyamette) insanlar bir araya toplandığı vakit bunlar, onlara (tapanlarına) düşman olurlar ve taptıklarını inkâr ederler.”(45) “Gerçekten bütün mescitler, hep Allâh’ındır. O halde, Allah’la beraber başka birine ibadet etmeyin.”(46)
Evet, şimdi de bu âyetlere dayanarak “tevessül” için, “Allah Teala ile birlikte bir başkasına dua etme, yalvarma, niyazda bulunmadır” diyenlerin iddialarına gelelim...
Gayet açıktır ki, meşru olan tevessülde bunun yeri yoktur. Tevessülün meşru olduğunu söyleyen aklı başında hiçbir âlim bunu caiz görmemiştir. Ayrıca âyetlerde bahis mezzu olanlar putlardır; peygamberler, veliler değil. Bununla biklikte eğer bazı kimseler bu konuda yanlış bir tutum ve anlayış içinde iseler, onları hemen “şirk”le damgalayıp İslam dairesi dışına atmaya kalkışmak yerine, yapılması gereken, herhalde“Din nasihat(le kaim)dir, dinin direği nasihattir”(47) düsturunca kendilerini doğruya yöneltmek ve işin hakikatini açıklamaktır.
Allah Teala'dan herhangi bir şey dilerken araya bir başkasını koymayı mutlak mânâda “şirk” kabul edenlere ayrıca sormak lâzım: Bu takdirde,“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve ona (yaklaşmaya) vesîle arayın.”(48) “Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri vakit sana gelseler ve Allah'tan mağfiret dileseler, Peygamber de onlar için istiğfarda bulunsaydı, elbette Allah'ı çok affedici, çok merhametli bulurlardı”(49) vb. âyetleri nasıl açıklayacaksınız? Öyle ya, madem ki Allah Teâlâ kullarına şah damarlarından daha yakın,(50) dua edenin duasına da karşılık vereceğini(51)bildiriyor; bu durumda insan, vesileye neden ihtiyaç duysun? Günahlarının affı, kusurlarının bağışlanması için Peygamber de olsa bir başkasının duasına niçin mecbur kalsın?!
Hz. Yusuf’un, babası Hz. Yâkub’a (aleyhimesselâm), gözlerinin açılması için önceden elçilerle gömleğini gönderip yüzüne sürmelerini istemesi ve böyle yapıldığında babasının gözlerinin açılması(52) hadisesi de mevzumuz bakımından önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Onlara göre bu hadisenin -ilmi yönü bir tarafa- makul ve mantıklı bir izahı olabilir mi? Tevessül meselesinde şiddetli bir muhalefet tavrı takınanlar, dileriz ki Hz. Yâkub’un bu fiilini, gözlerinin açılması için -en hafif tabiriyle- bir “bez parçası”ndan medet ummak, Hz. Yusuf’un davranışını da o bez parçasında bir fayda vehmetmek olarak açıklama talihsizliğine düşmezler.
... Ve yine kimse zannetmesin ki, tevessülün meşru olduğunu söyleyenler, yukarıda zikri geçen Allah Teâlâ’dan başkasına dua etmekten sakındıran âyetlerden habersiz, -hâşâ- tevhid ve şirk mevzuunda hassasiyet sahibi değildir! Bilakis onlardan çok daha itinalı ve dikkatlidirler.
Yukarıda açıkladığımız üç türlü tevessül usûlünce, istediğini Allah’tan isteyen, yardımı ondan bekleyen; ancak kendi aczini, kusûrunu-küsûrunu, hata ve isyanını bildiği için bir Allah dostunu araya koyan, onun hatırına-yüzü suyu hürmetine günahlarının afvını, ihtiyaçlarının giderilmesini isteyen mü’mine, asla “senin yaptığın bid‘attir, hurâfedir; şirk koştun, haram işledin” denemez. Tasavvuf erbabı, bu gibi hususlarda, hiçbir mahzur görmemişler, hatta bunun lüzum ve faydasından bahsetmişlerdir. Onlara göre peygamberlerin, evliyanın kabirlerini ziyaret etmenin en önemli gayesi; en mühim, en faydalı kabir ziyaret şekli de budur. Bu maksatla kabir ziyaretinde bulunanların, evliyaya dua ederek onlara faydalı olmak veya kabirlerinden ibret almak gibi bir husus akıllarından bile geçmez… Bilakis bütün türbelere, dergâhlara, âsitânelere, tekkelere, yatırlara yapılan ziyaretlerde hakim olan anlayış, düşünce ve inanış onlardan istifade etmektir.
Tasavvuf anlayışında evliyanın, ister hayatta ister vefat etmiş olsun, yeryüzündeki insanlar için, Allah katında şefaatçi ve yardımcı olacaklarına inanılır. Nitekim bütün tarikatlerce makbul bir velî sayılan Ma‘ruf el-Kerhî (ö. h. 200), müridi Seriyyu’s-Sekatî’ye şöyle demiştir:“Allâh’a bir ihtiyacın olursa, beni vasıta ve vesile kılarak iste. Allah’tan hacetini bana yemin ederek dile.”Bağdat sûfileri de,“Ma‘ruf el-Kerhî’nin kabrinin her derde deva olduğu tecrübeyle sabittir”diye ifade etmişlerdir.
Sûfiler, tıpkı diri mürşidler gibi ceseden ölü evliyanın ruhlarının hayattaki insanları terbiye ve irşad ettiklerine, bazı velilerin öldükten sonra da dünyada tasarrufta bulunduklarına, bu âlemdeki nizama ve hadiselere yön verdiklerine inanırlar. Tasavvufun, bilhassa Nakşibendilerin bu mevzudaki inançlarını, dilerseniz Reşahat’tan takip edelim: “Şeyh Ebu’l-Hasan Harakâni’nin vefatı (h. 425), Şeyh Bayezid-i Bistâmi’nin vefatından (h. 234) bir müddet sonra vaki olup, Şeyh Bayezid’in ona terbiyeleri zâhirî ve surî olmayıp, ruhanîdir.” Tasavvufta üveysiyet tarîkı ve ruhanî nisbet denilen bu inanç, bütün tarikatler tarafından kabul edilmiştir.
Velhasıl bu hususta fıkıh, kelâm, hadis ve tefsir âlimleri, bilhassa selefiye mensupları dikkatli olmak ve şu hususları göz önünde bulundurmak zorundadırlar: Tasavvufla alâkadar olan mü’minleri tenkit veya onlara karşı kendi görüşlerini savunmak için dayandıkları aklî ve naklî deliller, kesin ve açık olma özelliğine sahip değildir.(53)
Dolayısıyla o insanları müşrik, bid‘atçi-hurâfeci veya sapık olmakla suçlamak, hele de şirk ile itham etmek asla caiz olmaz. Tenkit edilecek, düzeltilmesi için mücadele verilecek husus, İslâm câmiasındaki bid‘atler ve hurâfelerdir. Onun da usûlü, çıkıp basında-medyada uluorta konuşmak, onu bunu suçlamak, itham etmek değil, iyi ve hayırlı neticeler almaya yönelik metodlarla faaliyetlerde bulunmak olmalıdır.
(14a)Bu hadis hakkında her ne kadar İbn Teymiye ‘aslı yoktur’ demiş olsa da, hadisin tahriç ve değerlendirmesinde Kevserî (v. 1371/1952), bu rivâyeti “ve kad verade (vârid oldu ki...)” diye naklederek, bu sözün hadis sayılabileceğini imâ etmektedir. Lakin, rivâyetin kaynağına kendisinin de muttali olamadığı anlaşılıyor. [Hadis için Kevserî’nin, “et-Ta‘akkubu’l-Hasîs limâ Yenfîhi İbn Teymiyye mine’l-Hadis”ine bakılabilir.] Maamafih, elbetteki Allah Teala nezdinde Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) makamı-mevkii-rütbesi, bütün nebî ve rasûllerin makamından daha üstün, daha yücedir. Topyekün evvelkilerin ve sonrakilerin gıpta ettiği, Makâm-ı Mahmûd ve Kevser sahibi, Âdemoğlunun efendisi, âlemlere rahmet olan Efendimiz (s.a.v.) muhakkak ki böyledir. Bu inkârı gayr-i kabil bir hakikattir. Binaenaleyh söz, mânâ itibariyle şüphesiz doğru ve hikmet dolu bir kelâmdır. Tevessül zaten amel bakımından meşrû bir fiildir. Dolayısiyle üzerinde münakaşa etmenin bir manası yoktur. Hadis kriterlerine göre ‘hadistir, değildir’ tartışmaları da bu noktada bizi ilzam etmez. Tıpkı "Men arafe..." hadisi gibi. Bk.http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/501-men-arefe-nefsehu-fekad-arefe-rabbehu.html
İlave açıklama: Bu rivayeti İbn Teymiyye İktidâu's-Sırâtı'l-Müstakîm isimli kitabında (2/318) nakletmekte ve bu hadis, bir yalandır-mevzûdur; ehl-i hadisin itimat ettiği hiçbir kaynakta yoktur ve bunu hiçbir hadis âlimi zikretmemiştir, diyerek uydurma olduğunu söyleyip cahilleri tevessül meselesinde aldatma gayretkeşliğine düşmüştür. Halbuki bu rivâyet belli kaynaklarda olmasa bile, tevessül meselesinin bir çok delili ortada ve âşikârdır. Mesele kat’idir, sabittir.
Bu noktada, hadis ilmine ait kaide halini almış önemli bir hususu dile getirmek isteriz. Bununla hadis ilmine vâkıf olduğunu iddia edenler için,sahih ve zayıfı ayırt etmek kolaylıkla bilinir, anlaşılır. Meselenin hulâsası şudur:
Nevevî'nin (rh.) şeyhi olan hadis sahasında şeyhler şeyhi İbn Salah'tan (rh.) sonra hadis ilminde marifeti ve alışkanlığı olmayanlar için hadis-i şerifleri tashih etmek veya zayıflamak (sahihtir ya da zayıftır demek) mümkün değildir. Hadis hâfızlarının da İbn Salah'tan sonra sahihleme veya zayıflandırma yapması, ancak gizli kalmayan hadislerde olabilir. Kıssa anlatanların uydurduğu hadisler veya akla, icmâ’a muhalif hadisler gibi…
Buna ve daha pek çok hadise zayıf ve uydurma diyen İbn Teymiye’nin doğumu 1263, İbn Salah’ın (rh.) vefatı ise 1245 yılıdır. Dolayısiyle aralarında doğum ve vefat tarihi itibariyle bile 20 yıla yakın bir zaman farkı mevcuttur. Diğer bir ifadeyle İbn Teymiye, İbn Salah’ın (rh.) vefatından 18 yıl sonra dünyaya gelmiştir. Hadisler hakkında sahih, zayıf, mevzu deme hakkına sahip değildir, dese de buna itibar olunmaz.
Hâfız Celaleddin Süyûtî (rh.), Tedrîbü’r-Râvî’de (1/149) şöyle der: İbn Salah, tashih, tahsin ve tazyif kapısını, ehliyetleri zayıf olduğu için bu zaman ehli (âlimleri) üzerine kapatmıştır.
Meseleyi daha teferruatlı olarak bilmek isteyenler, Tedrîbü’r-Râvî, 1/143-149, Elfiye Şerhi Fethu’l-Muğîs, 1/44-45, 89’a bakabilir.
(15) Ebû Hâmid b. Merzûk’un, Berâetü’l-Eş‘ariyyîn min Akâidi’l-Mu-hâlifîn’inden naklen, A. Polat, Teymiyecilik–Vehhâbilik ve Tevhîdi Koruma Adına İşlenen Cinâyetler, Fazilet Neşriyat, İstanbul, bty., s. 59-60-61.
(16) Serrâc, Ebû Nasr, el-Luma‘, Kahire, 1960, s. 452.
(17) İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 422.
(18) Erbilî, Mehmed Emin, Tenvîru’l-Kulûb, s. 534.
(19) Bkz. Buhârî, Sahîh, Tevhîd, 19; Müslim, Sahîh, İman, 322; Tirmizî, Sünen, Kıyâme, 15; İbn-i Mâce, Sünen, Zühd, 37; Dârimî, Sünen, Mukaddime, 8.
(20) Buhârî, Sahîh, İstiskâ, 3; Aynî, Umdetü’l-Kârî, 6, 13.
(21) Taberânî, Mu'cemü'l-Kebîr, 4, 104; 2, 335; İmam Hâkim, el-Müstedrek, 3, 299.
(22) Müslim, Sahîh, Libâs, 10.
(23) İbn Sa'd, Tabakâtu'l-Kübrâ, 7, 210; Zehebî, Siyeru A‘lâmi'n-Nübelâ, 4, 127.
(24) Zehebî, a.g.e., 11, 212.
(25) Zehebî, a.g.e., 16, 400-1.
(26) Yûsuf b. Nebhânî, Şevâhidü’l-Hak, s. 166.
(27) Erol, Ali, Hâtırâtım, s. 38.
(28) Kur’ân-ı Kerim, Hac sûresi, 22/38
(29) Kur’ân-ı Kerim, Ahzâb sûresi, 33/6.
(30) Kur’ân-ı Kerim, A‘raf sûresi, 7/196.
(31) Kur’ân-ı Kerim, Fâtır sûresi, 35/10.
(32) Fahreddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr (Terc.) Akçağ Yay., Ankara, 1993, 15, 129-30.
(3)3 Buhârî, Sahîh, Edeb, 5; Müslim, Sahîh, Zikir 27; İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2, 116.
(34) Seyr u sülûk: Tasavvufta Hakk’a ermek için yapılan mânevî yolculuğa verilen addır.
(35) Tefsîru Rûhu’l-Beyan, 2, 387-388.
(36) Kibrît-i Ahmer, Limuharrihî, s. 5.
(37) el-Gazâlî, İhyâu Ulûm, 1, 57’de, İmam el-Hâkim ve Beyhakî’den rivâyet etmiştir; ayrıca bkz. Rûhu’s-Salât Aynü’l-Hayat. Hadis-i şerifte geçen“sekîne”kelimesi lûgatte vakar, ağırbaşlılık ve sükûnet mânâlarınadır. Tasavvufta isesekîne, kalbte bir nûrdur ki, kalb onunla müşâhede ettiklerine karşı sükûnet ve istikrar bulur, mutmain olur.(Bursevî, İsmail Hakkı, a.g.e., 9, 12) Başka bir ifadeylesekîne, gaybla ilgili hususların gelişi esnasında kalbin bulunduğu itmi’nân ve huzûr hâlidir. Sekîne; nûr, kuvvet ve ruhtan meydana gelir, korkan kişi o sayede sükûnete erer, mahzûn olan da tesellî bulur. Günahkâr-isyankâr ve cür’etkârlar ona sığınır. (Herevî, Menâzilü’s-Sâirîn, s. 29; İbnü Arabî, Istılâhâtü’s-Sûfiyye).
(38) Buhari, Sahih, Bed’ü’l-Vahy, 1.
(39) Hüseyin ed-Devserî, er-Rahmetü’l-Hâbita (Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî hâmişi), 1, 223.
(40) Kur’ân-ı Kerim, Yûnus sûresi, 10/106.
(41) Kur’ân-ı Kerim, Ra‘d sûresi, 13/14.
(42) Kur’ân-ı Kerim, İsrâ sûresi, 17/56.
(43) Kur’ân-ı Kerim, Şuarâ sûresi, 26/213.
(44 Kur’ân-ı Kerim, Fâtır sûresi, 35/13-14.
(45) Kur’ân-ı Kerim, Ahkâf sûresi, 46/5-6.
(46) Kur’ân-ı Kerim, Cin sûresi, 72/18.
(47) Tirmizî, Sünen, Birr, 17, 18; Müslim, Sahîh, iman, 95.
(48) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35.
(49) Kur’ân-ı Kerim, Nisâ sûresi, 4/64.
(50) Kur’ân-ı Kerim, Kaf sûresi, 50/16.
(51) Kur’ân-ı Kerim, Nisâ sûresi, 4/64.
(52) Kur’ân-ı Kerim, Yûsuf sûresi, 12/93-6.
(53) Doç. Dr. Vecdi Akyüz, Mukayeseli İbadetler İlmihali, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995, 2, 333-34.
Son yıllarda pek çok şeyde olduğu gibi “türbe ziyaretleri” mevzuunda da aşırılılıklardan kurtulup, ölçülü davranma, ölçülü konuşma yolunu bir türlü tutturamadık. Bu noktada maalesef halkımızın olduğu kadar, ilahiyatçı akademisyenlerimizin de sıkıntıları var. Halbuki onlar, toplumun önderleri, yol göstericileri olarak halkı itham etmek yerine, onlara doğruyu anlatma mevkiinde olmalıydılar, öyle değil mi?
İşte bu yazının hazırlanmasındaki asıl maksat, halkımıza bu işin doğrusunu anlatmaya çalışmaktır. Yoksa herhangi bir kişi veya grubu itham değildir.
Evet, halk birçok alanda yanlışlıklar yapabilir, eksiği, noksanı, hataları olabilir... Nitekim yapılan kabir ziyaretlerinin pek çoğunun, dinimiz açısından ele alındığında ne maksada, ne de usûl ve âdâba uygun olduğu görülür... DoğrudanAllah’tan başka hiçbir şeyden, hiçbir kimseden herhangi bir istekte bulunulmaz. Bu doğru... Her şeyi veren de alan da hakikatte Allah’tır. İbadetin her nev’i/türü de sadece Allah için yapılır; buna kesilen kurbanlar da dahil... Ancak dinimizde bir de “tevessül” denilen kavram var. Yani, Allah’ın yardımını dilerken araya bir vasıta koyarak, “yâ Rabbi, filan kulunun (peygamberin, evliyanın, şeyhin,...) hatırı, yüzü suyu hürmeti, nezdindeki makamı-mertebesi için bana şunu ver, lûtfet, şu dileğimi kabul buyur...” demek... Buna da meşru değildir, şirktir denilemez. Dinimizdeki bu uygulamayı, tevessülü-râbıtayı şirk sayan Vehhabiler ve o zihniyette olanlardan başka kimse göz ardı edemez.
Yardım Allah Teâlâ’dan istendiğine göre, verecekse araya aracı/vasıta koymadan da verebileceğine inanıldığına göre, “dileklerin kabulünde faydalıdır” inancı ile araya, Hakk’ın sevgili kullarından birini koyup, “onun hatırı için” demek, elbette ki şirk olmaz. Tam tersine bu davranış,Allah Teâlâ’nın, zatına yaklaşmaları için mü’minlerden uymalarını istediği bir usûlün yerine getirilmesi olur.(1)
O bakımdan İslâm âlimlerinin pek çoğuna göre, özellikle de tasavvuf erbabınca Peygamber Efendimiz (s.a.v.), diğer peygamberler(aleyhimüsselâm), ashâb-ı kiram (r.anhüm), velîler (k.esrarahüm), hatta salih ameller vasıta kılınarak Allah’a dua edilmesi, ondan yardım istenmesi meşru görülmüş, hatta teşvik edilmiştir. Bu konuda diriler için caiz olan ölüler için de caizdir... Zaten mü’minler ölmez; onlar için ölüm, mekân değiştirmekten ibarettir. Allah’ın sevgili kulları ise, fani dünyadan ayrıldılar diye, onun katındaki itibar ve değerlerinden bir şey kaybetmez; bilakis yükleri hafiflemiş, yardımları daha da sür‘atlenmiş olur.
Cenab-ı Hakk’a niyazamız; başta Habîbi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) olmak üzere diğer bütün sevdiklerinin hatırı için, çalışmalarımızı rızâsına uygun, okuyanlara da faydalı kılmasıdır.
***
Ölüm ve kabristanlar
ÖLÜM, KABİR-TÜRBE VE MEZARLIK KAVRAMLARI
İnsan hayatı, diğer bütün canlılar gibi, doğumla başlayıp ölümle biter. Ölümü tatmayan bir canlı yoktur. “Her can ölümü tadacaktır…”(2) “Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!”(3) Allah’tan başka her şey fânidir; sonradan yaratılmış, sonu olan varlıklardır. Başlangıcı ve sonu olmayan tek varlık Allah Teâlâ’dır. Kıyamette ondan başka her şey yok olacaktır.
İnsan hayatında ölüm, çok önemli bir hâdisedir. İslâm inancına göre mü’minler ölmez, sadece geçici ve sıkıcı olan bu hayattan kalıcı ve ferah olan öbür hayata göçerler. Yeter ki insan, cennetin vizesi durumunda olan imanla ruhunu teslim edebilsin... Hatta vahye dayalı olmayan dinlerde bile, ölümden sonra ruhun yaşadığı inancı vardır. Evet vardır; ölüm ruhla değil cesetle alakalıdır; ruh ölmez, bu doğru. Ama nerede olacak?! Asıl önemli olan da burası… Cennette nimetler içerisinde, saadetler deryasında mı yüzecek; yoksa cehennemin o amansız azabı içerisinde, sürgit yanıp kavrulacak mı?
İşte bu ölüm hâdisesinin, İslâm toplumlarında, bir takım dinî icapları vardır. Bunlara aykırı olmamak kaydıyla, zaman içerisinde bazı âdet ve gelenekler de oluşmuştur. Fıkıh kitaplarında, “Cenazelerin hükümleri” ana başlığı altında, ölümle-ölüyle ilgili bütün hususlar ele alınmıştır. Dileyen oralara bakabilir.
Ölünün gömülmesi için hazırlanan yere, ziyaret edilen yer yani ziyaretgâh anlamında mezar veya ölü gömülen yer mânasında kabir denir. Birçok mezarın bulunduğu yere mezarlık, kabristan ya da makbere adı verilir. Büyük insanların, devlet başkanlarının, velilerin, salihlerin, şehitlerin gömüldüğü âbide görünüşlü mezarlar ise kümbet, türbe, yatır gibi adlarla anılır. Kabir için kullanılan diğer isimlerden bazıları ve anlamları da şöyledir:
Darîh: Yerdeki yarık, çukur, tuzak, kabir, mezar. Hazîre: Duvarla çevrili mescid, cami, medrese ve tekke civarındaki küçük mezarlık. Makber, medfen: Ölünün gömüldüğü mekân. Meşhed: Şehidin gömüldüğü yer. Merkad: Uyuma yeri, istirahatgâh. Türbe, kümbet: Mezar üzerine yapılan bina. Yatır: Evliyanın, salih zatların (ermişlerin) mezarı.
İslâm’a göre dünya hayatının sonu, âhiret hayatının başlangıcı olan ölüm, pek büyük ve çok mühim bir hâdisedir. Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi “Kabir, âhiret yolcusunun konakladığı ilk duraktır. İşte kim onun azabından kurtulursa, artık ötesi ondan kolaydır. Eğer ondan selâmete eremezse, ötesi ondan da çetindir.”(4)
Sinesinde mü’mini-münkiri, müşriki-münafığı, iyiyi-kötüyü ayırt etmeden barındıran kabir, salih Müslümanlar için cennet bahçelerinden bir bahçe, münkir ve münafıklar ile günahkârlar için de şiddetli ve dehşetli bir çukurdur. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Birbirinizi gömmemeniz endişesi olmasaydı, kabir azabı çekenlerin feryatlarını size duyurması için Allâh’a dua edecektim”(5) buyurmuşlardır.
Dünyada iken karı ile kocanın, evlat ile ana-babanın, öğrenci ile hocanın, dost ve ahbapların arasını bozmak için birinden söz alıp diğerine götüren… Ondan aldığı lafı berikine taşıyan… Neticede halkı birbirine düşürüp toplumun huzurunu kaçıran koğucular, kabirde dehşetli bir azap ile karşılaşacaklardır. O bakımdan mü’minlerin, bu ve benzeri kötü huylardan şiddetle kaçınmaları, onlardan uzak bulunmaları lazımdır.
***
KABİR ZİYARETİ
Öncelikle kabirleri-kabristanlar’ı, türbeleri temiz tutmak, ağaçlandırmak, güzelce muhâfaza etmek hayatta olanlar için önemli bir vazifedir.
Kabirlerin üstüne oturmak, çiğneyip üzerinden geçmek mekruhtur,(6) ölüye saygısızlıktır. Böyle bir davranış âdetâ onların haklarına tecâvüzdür. Bundan mümkün olduğunca kaçınmalıdır. Hadîs-i şeriflerde şöyle buyurulmuştur: “Kabirler üzerine oturmayınız, kabre doğru namaz kılmayınız.”(7) "Birinizin kor parçası üzerine oturup da ateşin elbisesini yakıp derisine kadar ulaşması, kabrin üzerine oturmasından daha hayırlıdır.”(8) Ancak kabristana ait başka yol bulunmadığı takdirde, Kur’an okumak -meselâ bir Fâtiha onbir İhlâs-ı şerif okuyup ruhlarına hediye etmek- şartıyla, kabirlerin aralarında oturmakta, üzerlerinden geçmekte bir mahzur olmaz. Bu durumda onlar o kişiyi bir nûr olarak görür ve onun kendilerine de uğramasını arzu ederler.
Kabirlerin yanında uyumak, çevrelerini kirletmek, yaş otlarını yolmak ve yaş ağaçlarını kesmek mekruhtur. Kabristandaki otlar, ağaçlar yaş bulundukları müddetçe, bir nevi hayata sahip demektir. Bunlar hâl diliyle Allah Teâlâ’yı tesbih ederler; bu vesîleyle orada yatan iman sahiplerinin rahmet-i ilâhiyeye nâil olacakları ümit edilir.(9) Nitekim İbn Abbas’tan (r.anhüma) şöyle rivayet edilmiştir: Resûlüllah (s.a.v.), bir gün iki kabre uğradı ve “Bunlar azap çekiyorlar. Azapları da büyük bir günahtan değil” buyurdular. Sonra da sözlerine şöyle devam ettiler: “Evet, biri nemîmede (laf getirip götürme) bulunurdu; diğeri de idrar sıçrıntısına karşı korunmazdı.” Ardından da yaş bir hurma dalı istedi ve bunu ikiye böldü. Birini bir kabrin, diğerini de öbür kabrin üzerine dikti. Sonra da, “Umulur ki, bunlar kuruyuncaya kadar, bu kabir sahiplerinin azâbı hafifleyecektir”(10) buyurdular.
Onun içindir ki, bazı yerlerde kabirlerin üzerine mersin ağacı dalları koymak âdet olmuştur. Fakat bu hususta aslolan yaş ağaçların dikilmesidir.Sahîh-i Buhâri şârihi Aynî merhumun dediği gibi, “Kabirlerin üzerine mücerred yaş, güzel kokulu çiçekler, yeşillikler koymak bir şey değildir. Sünnet olan, ağaç dikmektir.”
Ayrıca ağaçların, bitkilerin havayı temizledikleri, erozyona mâni oldukları, sağlık açısından da çok büyük faydaları olduğu hemen herkesçe bilinen bir gerçektir.
Kabirleri haftada bir gün, bilhassa cuma ve cumartesi günleri gidip ziyaret etmek erkekler için menduptur.(11) Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)Efendimiz “Kabirleri ziyaret ediniz; çünkü ziyaret ölümü hatırlatır”(12) buyurmuşlardır. Ölümü hatırlamak ise, nefsin ihtiraslarını frenler ve insanın doğru yolda devamını temin eder. Kabirdekiler için de rahmet ve mağfirete vesîle olur.
Dinimizde, bazı şartlara riâyet etmek kaydıyla, kadınların da kabirleri ziyâret etmesine müsaade edilmiştir. Hanımların dikkat etmesi gereken bu şartları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1) Tesettüre riâyet etmeli ve güzel koku kullanmamalı.
2) Kalabalık bir günde dahi olsa ziyaret esnasında asla erkeklerin arasına karışmamalı.
3) Ziyârete tek başına değil de ya mahremi olan bir erkekle veya birkaç kadın bir araya gelerek gitmeli.
4) Kabrin başında, mevtânın üzülmesine ve azap görmesine sebep olacak tarzda feryâd u figân ederek ağlayıp sızlamamalıdır.Peygamberimiz (s.a.v.), “Ölü, kendisine yas tutulması sebebiyle kabrinde azap olunur”(13) buyurmuşlardır.
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), evliyânın, salih zatların kabirleri de, onları vesile edinip mânevi bakımdan feyizlenmek-bereketlenmek, kendilerinden istifade edebilmek için ziyaret edilir... Velev ki uzak bir yerde dahi bulunsalar, onları ziyaret için yolculuğa çıkmak menduptur. Nitekim hadis-i şerifte, “(Dünya) işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman, kabir ehlinden (salih zatlardan, onları vasıta ederek Allah’tan) yardım isteyiniz”(14) buyurulmuştur. Bu itibarla mü’min bunaldığında, darlandığında, kendisini çaresiz hissettiğinde sınırsız lûtuf ve ihsan sahibi âlemlerin Rabbi olan Allah'a sığınarak ondan yardım diler. Fatiha suresinde devamlı okuduğumuz, “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” mealindeki 5. âyet, mânevi bir kaynaktan yardım dilenecekse bunun ancak Allah olabileceğini açıkça ifade etmektedir. Aslında maddi bir kaynaktan mesela güçlü-kuvvetli, varlıklı-zengin kimselerden gerekip de yardım istediğimizde de onlardan gelen yardımınAllah'tan olduğunu bilmemiz, bu şuur ve idrak içinde olmamız icap eder. Çünkü onlara bu gücü veren de, bize yardım etmelerine izin ve imkan bahşeden de Allah'tır.
Bu mevzuda tartışılan mesele, “tevessül” kelimesiyle ifade edilen “Allah'ın yardımını dilerken araya vasıta koymak”tır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, “yardımın yalnızca Allah'tan geleceği”ne inanmaktır. Şayet böyle değil de Allah'tan başka bir varlığın da, ondan bağımsız olarak kullara yardım edebileceğine inanılırsa bu şirk olur. “Yardım, himmet, feyiz, rahmet, bereket...” yalnızca Allah'tan gelir.Allah’tan başkaları ise sadece vasıtadır.
Peki bu yardımı dilerken, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, “Yâ Rabbi, filan kulunun (peygamberin, evliyanın, şeyhin,...) hatırı, yüzü suyu hürmeti, nezdindeki makamı-mertebesi için bana şunu ver, lûtfet, şu dileğimi kabul buyur...” dersek bu şirk olur mu? Şirk olmazsa meşru mudur, faydası olur mu?
Yardım Allah'tan dilendiğine ve onun, verecekse araya vasıta koymadan da verebileceğine inanıldığına göre, “dileklerin kabulünde faydalıdır” inancı ile araya, Allâh’ın sevgili kullarından birinin konması; yani “onun hatırı için” denmesi elbette ki şirk olmaz. Tam tersine bu davranış, Allah Teâlâ’nın mü’minlerden uymalarını istediği bir usûldür.(15)
“Meşru mudur, faydası var mıdır?” sorusunu ise İslâm alimleri farklı şekillerde cevaplandırmışlardır. Bir kısmına göre ölmüş bir kimseyi araya koymanın faydası yoktur, böyle bir uygulamanın sahih delili de bulunmadığından meşru değildir. Ancak Ehl-i Sünnete mensup âlimlere göre ise, Peygamber Efendimiz, diğer peygamberler, ashâb-ı kiram, velîler, hatta salih ameller vasıta kılınarak Allah'a dua edilmiş, ondan yardım istenmiştir. Diriler için caiz olan ölüler için de caiz olur... Zaten mü’minler ölmez; onlar için ölüm, mekân değiştirmekten ibarettir. Allah'ın sevdiği kullar ise, fani dünyadan ayrıldılar diye Allah katındaki itibar ve değerlerinden bir şey kaybetmezler; bilakis yükleri hafiflemiş, tavassutları daha da sür‘atlenmiş olur.
***
ZİYARET MAKSADI
Ölülerin mekânları olan kabirler, türbeler, mezarlıklar üç maksatla ziyaret edilir:
1. Ölüye faydalı olmak için. Bu niyetle gidilip kabrin başında Kur’an okunur, Allah’tan af ve mağfiret dilenir, duâlar edilir. Aslında kabir ziyaretleri, cenaze namazı esnasında ölüye yapılan dua gibidir. Hüküm olarak aynıdır, farklı bir durum bahis konusu değildir. Bu yapılanların, ölen mü’mine faydalı olacağı hususunda bütün âlimlerin ittifakı vardır. Ancak ölüye faydalı olmak maksadıyla sadece Müslümanların kabirleri ziyaret edilir. Çünkü İslâmi inanca göre, şartlarına uygun bir imanla Müslüman olarak ölmek esastır. İman olmayınca kişinin yaptığı ibadetlerin, işlediği hayır ve iyiliklerin, sahip olduğu ahlâki güzelliklerin kendisine bir faydası olmayacağı gibi, başkalarının onun için yaptığı dua ve niyazların da ona bir yararı yoktur. Nasıl ki abdestsiz namaz makbul değilse, iman olmadan yapılan hayır ve hasenatın da hiçbir kıymeti olmaz.
2. Hayatta olanlara faydalı olmak için. Kabir ziyareti kalpleri yumuşatır-inceltir, gözü yaşartır, ahireti hatırlatır. Ölümden ibret alan insan; kin, hırs, haset, tamah, intikam gibi kötü huyları terk eder. Ebedî hayatta faydası olacak iyi huylara, ibadet ve tâatlere, hayır ve hasenata yönelir. Bu maksatla Müslüman olmayanların kabirlerini ziyaret etmek bile caizdir, hatta müstehap(16) olduğu hususunda âlimlerin ihtilafı yoktur.
3. Ölenin ruhundan yardım istemek için. Bu maksatla kabir ve türbeleri ziyaret etmenin caiz olup olmaması hususunda, bugün olduğu gibi geçmişte de münakaşalar olmuştur. Adınatevessül denilen bu ziyareti, ileride ayrı bir bölüm ve farklı başlıklar altında geniş bir şekilde ele alacağız. Ancak şu kadarını hemen ifade etmekte fayda görüyoruz: Ölenleri de hayattakiler gibi üç sınıfta mütalaa edebiliriz. Şöyle ki:
a) Yardıma muhtaç olanlar,
b) Hallerinden ibret alınması gerekenler,
c) Kendilerinden faydalanılabilecek olanlar.
Hal böyle olunca peygamberler, evliyalar, şehitler ve salihlerin ruhaniyetlerinden faydalanmak için onların kabirlerini-türbelerini ziyaretle kendilerini vasıta ederek Allah Teala’dan yardım istemenin makul ve meşru olduğu da kendiliğinden ortaya çıkacaktır, diye düşünüyoruz. Zira onlardan istimdat (yardım istemek), meselâ “Medet yâ Seyyid Abdülkadir Geylanî!” demek, onun manevi rütbesinden, ruhaniyetinden medettir. Yoksa zatından ve cesedinden yardım beklemek değildir.
Keza Peygamber Efendimize (s.a.v.) getirdiğimiz salavât-ı şerifelerin meyvelerine/faydalarına asıl muhtaç olan bizleriz. Sevgili Peygamberimiz Cenab-ı Hakk’ın, “(Resûlüm!) Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”(17) hitabına mazhar olmakla onun hazinesi zaten ilâhi rahmetle doludur. Bu sebeple getirilen salavât-ı şerifeler, o dolu hazinenin taşmasına vesile olur da, pek çok hayır ve bereket olarak tekrar bizlere döner.
***
ZİYARET ÂDÂBI
Ziyaretçi, kabrin ayak ucuna varıp yüzünü mevtanın yüzüne doğru döner ve “es-Selâmü aleyküm dâre kavmin mü’minîn. Ve innâ inşâallâhü biküm lâhikuun.(18) Es’elüllâhe lî ve lekümü’l-âfiyeh”(19) diyerek selâm verir. Ya da Türçesiyle, "es-Selâmu aleykum, ey mü'minler diyârının sâkinleri! Bizler de inşâallah sizlere kavuşacağız. Allah Teala'dan bizim ve sizin için âfiyet, uhrevî hâilelerden sıyanet ve selâmet dilerin" der.
Kişi, ziyâret sırasında kabrin üzerine oturmaz. Şayet bir mâzereti varsa, kabri çevreleyen duvar veya demire dayanarak oturabilir. Bu esnada, mümkünse “Yâsîn” sûresini okur. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kim Allâh’ın cemâlini görmek dileğiyle ‘Yâsîn’ sûresini okursa, geçmiş günahları af olunur. Onu mevtâlarınızın yanında okuyunuz”(20) buyurmuşlardır. Şayet şartlar, vaziyet, vakit müsâit değilse; bir Fâtiha onbir İhlâs-ı şerif veya bir Fâtiha ile yedi yahut da üç İhlâs-ı şerif okuyup orada yatan mü’minlerin ruhlarına bağışlar.
Türbelere, yol kenarlarındaki ulu ağaçlara, şuraya-buraya iplikler, bezler-paçavralar bağlamak, oralarda mum yakmak suretiyle dileklerde bulunmak bid‘attir, hurâfedir, caiz değildir. Bu gibi haller asla İslâmi bir davranış olamaz, tasvip edilemez.
Türbelerin yanında kurban kesmek de bid‘attir, cahiliye devri âdetlerindendir. Halk, “filan dedeye veya yatıra kurban adadım, şu işim olursa ona kurban keseceğim” diyor. Kurban mâli bir ibadettir; ibadetlerin her türü ise sadece Allah’a yapılır. Kurban da Allah için kesilip eti fakir fukaraya dağıtılır, sevabı ölüye bağışlanır... Yoksa yatıra, evliyaya kurban kesilmez... Keza, karşılama merasimlerinde gelen kişi adına da kurban kesilmez; kesilirse o kurban murdar olur, eti yenmez.
Makbul olur düşüncesiyle kabir yanında namaz kılmak, kabirlerin üstüne mescit yapmak ve kabir civarını mescit haline getirmek de cahiliye âdetlerindendir.
Hanefî ve Mâlikîlere göre kabir ziyaretini cuma ve bunun iki yanındaki perşembe ve cumartesi günleri yapmak daha faziletlidir.
Şâfiîler, perşembe gününün ikindi vaktinden başlamak üzere cumartesi sabahına kadar ziyaretin daha uygun olacağını söylemişlerdir.
Hanbeliler, ziyaret için belli bir gün tahsis etmenin doğru olmadığını belirtmişlerdir.
Sonuç olarak cuma günü ziyaret daha faziletli ise de, diğer günlerde ziyaret de mümkün ve caizdir. (21)
Hava karardıktan sonra yani akşamleyin ve geceleyin de kabir ziyareti caiz olmakla birlikte, âdap ve emniyet açısından uygun görülmemiştir.
DİPNOTLAR (1) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35. (2) Kur’ân-ı Kerim, Ankebût sûresi, 29/57. (3) Kur’ân-ı Kerim, Nisâ sûresi, 4/78. (4) Feyzu’l-Kadîr, 2, 379; Tirmizî, Sünen, Zühd, 32. (5) Hâfız el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 4, 361. (6) Mekruh: Sözlükte, iğrenme hissi uyandıran, tiksindiren, kerih, iğrenç, menfur mânâlarınadır. Fıkıh literatüründe ise, dinî bakımdan haram edilmemekle birlikte, ancak zaruri hallerde caiz olan ve normal hallerde terk edilmesi, yapılmaması iyi görülen şey demektir. (7) Müslim, Sahîh, 3, 62. (8) Müslim, Sahîh, 3, 62. (9) Bilmen, Ömer Nasuhi, B. İslam İlmihali, İstanbul, bty., s. 265-6-7. (10) Buhâri, Sahîh, Vudû‘, 55, 56; Müslim, Sahîh, Taharet, 111. (11) Mendup: Hoş, güzel, makbul, işlenmesi dinen caiz olup teşvik edilen şey demektir. Farz, vacip ve müekked sünnetlerin dışında kalan namazlar, verilen sadakalar bu niteliktedir. Güzel bir iş sayıldığı için mendubu işleyen sevap alır, terk eden ceza görmez. (12) Müslim, Sahîh, 3, 65. (13) Müslim, Sahîh, 3, 41. (14) Müfti’s-Sekaleyn (insanların ve cinlerin müftüsü) Şeyhülislâm İbn-i Kemâl Paşa, 40 Hadis. (15) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35. (16) Müstehap: Sözlükte sevilen, hoşa giden fiil demektir. Fıkıh dilinde ise, Peygamberimizin bazan işleyip bazan terk ettikleri, selef-i sâlihinin (ilk örnek müslümanlar) sevip işlediği ve rağbet ettikleri işler mânâsında bir tâbirdir. Başka bir ifadeyle, yapılması emredilmediği halde, dinen makbul sayılan şeyler, işlenebilir fiiller ki, yapan sevap kazanır, yapmayan günaha girmez. Mendupla ve gayr-i müekked sünnetle eş anlamlıdır. Bunlara fıkıhta nâfile, fazilet, tatavvu‘ ve edeb isimleri de verilir. Kuşluk namazı, teheccüd namazı, evvâbin namazı, tahiyyetü’l-mescid namazı ile nâfile oruçlar ve nâfile sadakalar müstehap amellerdir. (17) Kur’ân-ı Kerim, Enbiya sûresi, 21/107. (18) Ebû Dâvud, Sünen, Cenâiz, 83 (19) Müslim ve Nesâî’de Büreyde’den gelen bir rivayet. Topluca mânâsı: Selâm sizin üzerinize olsun ey mü’minler yurdunun sâkinleri! İnşâalah biz de sizlere kavuşacağız. Allah Teâlâ’dan bizim için de sizin için de âfiyet (uhrevî korkulardan sıyânet ve selâmet) dilerim. (20) el-Münavi, Muhammed Abdurrauf, Feyzu’l-Kadîr, 6, 200.
Tevessül: Vesile kılmak demektir. Allah’ın affına, yardımına veya başka bir isteğe nail olabilmek için kişinin kendi ile Allah arasına salih bir kulu koymasıdır. Yine “hürmetine istemek” ve “falan kulunun hürmetine” demek de bir tevessüldür.
Tevessül Ehl-i sünnet itikadında caizdir, vacip değildir. Yani kişi dilerse tevessül eder dilerse tevessül etmeksizin doğrudan Allah’tan ister.
Selefiler ise tevessülü küfür ve şirk kabul etmekte, tevessül edeni de şirke düşmekle itham etmektedirler. Yani onlara göre, bütün Ehl-i sünnet mensupları, avamından müçtehidlerine kadar hepsi şirke düşmüştür yani müşriktir.
Bu eserde -Allah'ın izni ve inayetiyle- Selefilerin ne kadar yanıldığını kati bir şekilde ispat edeceğiz.
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz birinci delil Nisa suresinin 64. ayetidir. Bu ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş:
Onlar nefislerine zulmettiklerinde -yani günah işlediklerinde- sana gelselerdi ve Allah’tan af dileselerdi, Resul (a.s.m.) da onlar için Allah’tan af dileseydi, Allah’ı Tevvab (tövbeleri çokça kabul eden) ve Rahim ( çok merhametli) bulurlardı. (Nisa 64)
Şimdi bu ayet-i kerime üzerinde biraz tahlil yapalım:
Ayet-i kerimenin başında, “Onlar nefislerine zulmettiklerinde -yani günah işlediklerinde- sana gelselerdi.” buyrulmuş. Bu ifade açık bir şekilde, tevessülün caiz olduğunu ispat etmektedir.
— Zira tevessül neydi?
Tevessül: Kişinin kendi ile Allah arasına arzusuna nail olabilmek için salih bir kulu koymasıydı.
— Peki, ayette bahsi geçen kişilerin arzusu ne?
Arzuları Allah’ın kendilerini af etmesi.
— Bu affa mazhar olabilmeleri için Allahu Teâlâ kaç şart ileri sürüyor?
Üç şart ileri sürüyor:
Birinci şart: Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'a gelmeleri, onu aracı yapmaları yani ona tevessül etmeleri.
İkinci şart: Allah’tan af dilemeleri.
Üçüncü şart: Peygamberimiz (a.s.m.)’ın onlar için af dilemesi yani onların tevessülünü kabul etmesi.
Bakın, bu ayet-i kerime sadece tevessülün caiz olduğunu beyan etmiyor, bir de tevessülü teşvik ediyor. Çünkü ayet açık bir şekilde, günah işleyenlerin Efendimiz (a.s.m.)'a gitmelerinive onu aracı yapmalarını emrediyor. Bu tevessül değil de nedir?
Burada şu soru akla gelebilir:
— Kişinin tevessül etmeksizin tek başına tövbe etmesi caiz iken niçin bu ayet-i kerimede Efendimiz (a.s.m.)'a tevessül etmeleri şart koşulmuştur?
Bunun cevabı şudur: Her ne kadar kişinin tek başına af dilemesi tövbe için yeterli olsa da Peygamberimizin onlar için af dilemesi onların tövbesine katıldığında, tövbeleri kabule daha şayan olacaktır. Bu sebeple, onlara Peygamberimize tevessül etmeleri emredilmiştir.
Tevessülü inkâr edenler diyor ki:
— Araya peygamberi bile koyamazsın.
Peki, Nisa suresi 64. ayet ne diyor? Diyor ki: “Onlar günah işlediklerinde sana gelselerdi.” Yani seni araya koysalardı, seni aracı yapsalardı.
Kur’an böyle diyor. Onlar, “Peygamberi bile araya koyamazsın.” diyor. Peki, biz kimin sözüne inanacağız? Kur'an'ın mı onların mı? Elhamdülillah biz Kur'an'ın sözüne iman ediyoruz.
Şimdi, tevessülü inkâr edenlere soruyoruz:
1. Günah işleyenlerin Peygamberimize gitmesi, onu araya koyması ve bunun ayetle emredilmesi tevessülün caiz olduğuna delil değil midir?
2. Ayetinde devamında geçen “Sen de onlar için af dileseydin.” ifadesiyle, Efendimiz (a.s.m.)’dan onların tevessülünü kabul etmesi istenmiş. Eğer tevessül caiz olmasaydı AllahuTeâlâ Peygamberimizden onların tevessülünü kabul etmesini ve onlar için af dilemesini ister miydi? Yani -haşa- Allahu Teâlâ Peygamberimize şirk olan bir amele rıza göstermesini mi emretmiş?
Eğer “Tevessül caiz değildir.” derseniz, Allah’ın Peygamberimize şirke rıza göstermesini hatta ona ortak olmasını emrettiğini kabul etmek zorunda kalırsınız. Bunu kabul edene de değil Müslüman, insan bile denmez.
3. Siz “Tevessül şirktir.” diyorsunuz. Şirkin cezası ise cehennemde ebedî kalmaktır. Hâlbuki tahlilini yaptığımız ayet-i kerimede, Peygamberimiz (a.s.m.)’a tevessül etmeleri emredilenler hakkında: “Eğer sana gelselerdi, sen de onlar için af dileseydin, Allah’ı Tevvab ve Rahim bulurlardı.” buyrulmuş.
Eğer tevessül şirkse, onlar Cenab-ı Hakk’ı nasıl Tevvab ve Rahim buluyorlar? Onların Allah’ı Tevvab ve Rahim bulması, Allah’ın onları affedeceği manasındadır. Bu da tevessülün caiz olduğunu ispat eder.
.
.Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz ikinci delil Yusuf suresinin 97 ve 98. ayetleridir. Bu ayet-i kerimede, Yakup (a.s.)’ın evlatları şöyle diyor:
Ben sizler için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O, gafur ve rahimdir. (Yusuf 98)
Şimdi, bu ayet-i kerimeler üzerinde biraz tahlil yapalım:
Ayet-i kerimenin açık beyanıyla, Yakup (a.s.)’ın evlatları babalarına gelerek: “Ey babacığımız, bizim günahlarımız için af dile.” demiştir.
— Bu bir tevessül değil midir?
Bu apaçık gibi tevessüldür. Zira tevessül, kişinin Allah’ın affına ya da farklı bir arzusuna nail olabilmek için kendi ile Allah’ın arasına salih bir kulu koymasıdır. Yakup (a.s.)’ın evlatları da Allah’ın affına mazhar olabilmek için Allah ile aralarına Hazreti Yakup’u koymuşlar ve babalarına tevessül etmişlerdir. Bu apaçık bir tevessüldür.
Eğer tevessüle şirk derseniz, Yakup (a.s.)’ın evlatlarının şirke düştüğünü yani müşrik olduğunu kabul etmek zorunda kalırsınız.
İş sadece bununla da bitmez. Eğer tevessül şirk olsaydı Yakup (a.s.)’ın onları menetmesi ve“Evlatlarım, tevessül şirktir. Allah ile aranıza beni sokmayın, doğrudan Allah’tan isteyin.” demesi gerekirdi. Çünkü bir peygamberin şirke rıza göstermesi düşünülemez. Tevessül şirk olsaydı Yakup (a.s.) muhakkak evlatlarını bu işten menederdi. Ama menetmemiş. Bırakın menetmeyi, “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim.” diyerek evlatlarının tevessülünü kabul etmiştir.
— Acaba Yakup (a.s.) gibi bir peygamberin tevhidi anlamamış olması mümkün müdür?
— Tevessül şirk idi de Yakup (a.s.) bunu bilmiyor muydu? Bir peygamberin neyin şirk neyin iman olduğunu bilmemesi mümkün müdür?
— Evlatlarının Yakup (a.s.)'a tevessül etmesi ve Yakup (a.s.)’ın bu tevessülü kabul etmesi tevessülün caiz olduğuna kâfi bir delil değil midir?
Şunu da hemen hatırlatalım:
İtikat esasları bütün peygamberler için aynıdır. Farklılık sadece amele bakan yöndedir. Yani itikaden onlara caiz olan bir şey bize de caizdir. Madem onlar babalarına tevessül etmiş ve babaları olan Yakup (a.s.) da bu tevessülü kabul etmiş, o hâlde tevessülün caiz olması gerekir. Tevessül onlara caizse bize de caizdir.
Şimdi, tevessüle şirk diyen Selefilere şu soruyu sormak istiyorum:
— Size göre Hazreti Yakup (a.s.) ve evlatları müşrik midir?
Eğer tevessül şirktir derseniz, onların müşrik olduğunu kabul etmek zorunda kalırsınız.
Ey Selefiler! Sizler için yol ikidir: Ya tevessül şirktir sözünüzden döneceksiniz ya da Allah'ın peygamberine müşrik diyeceksiniz. Yapın seçiminizi!
.
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz üçüncü delil Benî İsrâil'in Hazreti Musa (a.s.)’a yaptıkları tevessüllerdir. Benî İsrâil Hazreti Musa’ya birçok hususta tevessül etmiş ve Hazreti Musa bu tevessüllerin tamamını kabul etmiştir.
Mesela Bakara suresinin 61. ayet-i kerimesinin beyanıyla, kavmi Hazreti Musa (a.s.)’a gelerek şöyle demiştir:
Ey Musa! Biz tek bir yiyeceğe sabredemeyiz. Rabbine bizim için dua et de bizim için yeryüzünün bitirdiklerinden çıkarsın. (Bakara 61)
Ayetin açık beyanıyla, kavmi Hazreti Musa (a.s.)’a gelerek, فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ “Rabbine bizim için dua et.” demiştir. Bu apaçık bir tevessüldür.
Onların bu tevessülüne karşı Hazreti Musa (a.s.) onları şirk ile itham etmemiş ve şöyle demiştir: Öyleyse bir şehre inin, istediğiniz şeyler orada vardır. (Bakara 61)
Ayet-i kerimede geçen “Tek bir yiyeceğe sabredemeyiz.” ifadesiyle daha önce yaptıkları başka bir tevessüle işaret edilmiştir. Şöyle ki:
Kavmi Hazreti Musa (a.s.)’a gelerek: “Rabbine dua et, Rabbin bizi rızıklandırsın.” dediklerinde, Hazreti Musa (a.s.) bu tevessülü kabul ederek kavmi için dua etmiş ve duasının hürmetine onlara bıldırcın ve kudret helvası indirilmiştir. Bu mesele Bakara suresinin 57. ayet-i kerimesinde şöyle beyan edilir:
وَأَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى
Biz size bıldırcın ve kudret helvası indirmiştik. (Bakara 57)
Daha sonra kavmi etten ve tatlıdan bıkınca, tekrar Hazreti Musa (a.s.)’a tevessül ederek: “Rabbine bizim için dua et de bizim için yeryüzünün bitirdiklerinden çıkarsın. Biz tek bir yiyeceğe yani bıldırcına ve tatlıya sabredemeyiz.” demişlerdi.
Kavminin Hazreti Musa (a.s.)'a yaptıkları başka bir tevessül de su için Allah’a dua etmesini istemeleridir. Hazreti Musa bu tevessülü de kabul etmiştir. Bakara suresinin 60. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulur:
Bir vakit Musa kavmi için su istemişti. Biz de "Asan ile taşa vur." demiştik. Ondan on iki göz pınar fışkırmıştı. (Bakara 60)
Bu ayetin açık beyanıyla, Hazreti Musa (a.s.) kavminin su için yaptığı tevessülü kabul ederek Allah’tan su istemiş, Allahu Teâlâ da onun duasının bereketiyle suyu onlara ihsan etmiştir.
Kavminin Hazreti Musa’ya yaptıkları bir başka tevessül de Bakara suresinin 67. ayet-i kerimesiyle başlayan kıssada zikredilir. Bir cinayet olayında katilin bulunması için Hazreti Musa’ya gelirler ve ادْعُ لَنَا رَبَّكَ “Bizim için Rabbine dua et.” diyerek birçok kere Hazreti Musa’ya tevessül ederler. Hazreti Musa da her bir tevessülü kabul ederek kavminin isteğini yerine getirir.
Kavminin Hazreti Musa’ya yaptığı başka tevessüller de var. Biz bu kadarıyla yetinelim. Meselemiz Benî İsrâin'in Hazreti Musa’ya tevessül ettiğini göstermektir. Verdiğimiz örnekler meselemizin ispatı için kâfidir. Dileyenler detay bilgi için tefsir kitaplarına müracaat edebilirler.
Şimdi, tevessüle dair beyan ettiğimiz bu ayet-i kerimeler üzerinde biraz tahlil yapalım:
Sorumuz şu:
— Bakara suresinin 61. ayet-i kerimesinde beyan edilen, kavminin Hazreti Musa (a.s.)’a gelerek: “Ey Musa, biz tek bir yiyeceğe sabredemeyiz. Bu sebeple Rabbine bizim için dua et.” demeleri bir tevessül değil midir?
Bu, güneş gibi apaçık bir tevessüldür. Zira tevessül, kişinin isteğine ulaşabilmesi için kendi ile Allah arasına salih bir kulu koymasıdır. Hazreti Musa (a.s.)’ın kavmi de bunu yapmış ve kendileriyle Allah arasına Hazreti Musa’yı koymuşlardır. Bu, tevessül değil de nedir?
Eğer tevessül caiz olmasaydı Hazreti Musa (a.s.) onlara şöyle derdi:
— Bana tevessül etmeyin, Allah ile aranıza beni sokmayın. Bu şirktir.
Evet, tevessül haram olsaydı Hazreti Musa (a.s.) böyle derdi. Ancak böyle dememiş ve onların tevessülünü kabul ederek onlar için Allah’a dua etmiştir.
— Acaba Hazreti Musa (a.s.) gibi ulu’l-azim bir peygamberin neyin şirk neyin iman olduğunu bilmemesi ve imanla şirkin arasını ayırt edememesi mümkün müdür?
— Tevessül şirk olsaydı Hazreti Musa (a.s.) onların tevessülünü kabul eder miydi?
— Hadi faraza hata etti, kabul etti diyelim. Bu durumda Allah onu uyarmaz mıydı?
Bırakın Allah’ın uyarmasını, Allahu Teâlâ Hazreti Musa’nın, kavmi için yaptığı her duayı kabul etmiş ve kavminin tevessül ederek istediği her şeyi Hazreti Musa hürmetine onlara ihsan etmiştir.
Kavmi Hazreti Musa’ya su için tevessül etmiş, Hazreti Musa (a.s.) bu tevessülü kabul ederek Rabbinden su istemiş; Cenab-ı Hak da onun duası hürmetine taştan on iki göz pınar fışkırtmış.
Kavmi yine Hazreti Musa’ya yiyecek için tevessül etmiş, Hazreti Musa (a.s.) bu tevessülü kabul ederek Rabbinden yiyecek istemiş; Cenab-ı Hak da onun duası hürmetine gökten bıldırcın ve kudret helvası indirmiş, topraktan da farklı nebatatı bitirmiş.
Kavmi yine Hazreti Musa’ya gölge için tevessül etmiş, Hazreti Musa (a.s.) bu tevessülü kabul ederek Rabbinden gölge istemiş; Cenab-ı Hak da onun duası hürmetine beyaz bir bulutu onlara gölge yapmış.
Kavmi Hazreti Musa’ya daha birçok kere tevessül etmiş ve Hazreti Musa (a.s.) bu tevessüllerin tamamını kabul ederek Rabbine dua etmiş ve Allahu Teâlâ da onun duası hürmetine kavminin isteğini yerine getirmiştir. Bütün bunlar tevessülün caiz olduğuna delildir.
Ey tevessülü inkâr edenler! Sizler diyorsunuz ki: Araya peygamberi bile koyamazsın. Allah ile aranıza birisini koymak şirktir!
Şimdi size soruyoruz:
— Yahu siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? Hazreti Musa’nın kavminin bu kadar tevessülünü ve Hazreti Musa’nın bütün bu tevessülleri kabul ettiğini gördükten sonra nasıl oluyor da “Tevessül şirktir.” diyorsunuz? Hazreti Musa şirke rıza mı gösterdi?
Günaha rıza günah, şirke rıza şirktir. Eğer tevessül şirkse, tevessülü kabul etmek de şirktir. Dolayısıyla bu durumda Hazreti Musa (a.s.)’ın, kavminin tevessülünü kabul ettiği için şirke düşmüş olması gerekir.
Hazreti Musa (a.s.) size göre müşrik miydi? Bunu mu kabul ediyorsunuz? “Yok, edemem.” derseniz, o zaman tevessülü nasıl şirk kabul ediyorsunuz? Nasıl bir çıkmazda olduğunuzun farkında mısınız?
Hem tevessül şirk olsaydı Allahu Teâlâ Hazreti Musa (a.s.)’ı uyarmaz mıydı? Ona demez miydi: “Ey Musa, kullarımla arama girme. Onlar sana tevessül etmeden direkt benden istesinler.” Böyle demez miydi? Peki, niye dememiş? Hiç bunu düşünmüyor musunuz?
Yoksa Allah da mı şirke rıza göstermiş? Yani -haşa, milyon kere haşa- Hazreti Musa tevessülün şirk olduğunu anlayamadı, Allah bilemedi de tevessülün şirk olduğunu siz mi bildiniz?
Ben bu sözleri söylerken titriyorum ancak itikadınızın nasıl bir cinayeti netice verdiğini göstermek için bu sözleri korka korka söylüyor ve Rabbimizden af diliyorum.
— Peki, siz, itikadınızın sizi ulaştırdığı bu neticeden dolayı korkmuyor musunuz? Hâlâ tövbe etmeyecek misiniz? Kalbiniz bu kadar ölmüş ve insafınız bu kadar kurumuş mu?
Hadi ilminiz yok, iyi de aklınızda mı yok? Zira biraz aklı olan, bu kadar ayetten tevessülün caiz olduğu hükmünü çıkarabilir.
Ya da sizin başka bir derdiniz mi var? Başka bir cereyan hesabına mı çalışıyorsunuz? Bile bilemi bunları yapıyorsunuz?
Sizleri Allah’a havale ediyoruz. Sizin hesabınız Allah’a kalmıştır. Allah’ın huzurunda bu ümmetin imanını bozmanın hesabını elbette vereceksiniz!
.
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz dördüncü delil havarilerin Hazreti İsa (a.s.)’a yaptıkları tevessüldür. Maide suresi 112 ve 113. ayetlerin beyanıyla, havariler Hazreti İsa'ya tevessül ederek gökten bir sofra indirmesini isterler ve şöyle derler:
نُرِيدُ أَنْ نَأْكُلَ مِنْهَا
Biz o sofradan yemek istiyoruz. (Maide 113)
Onların bu tevessülüne karşılık Hazreti İsa (a.s.) da şöyle der:
Ey Rabbimiz olan Allah'ımız! Bize gökyüzünden bir sofra indir. (Maide 114)
Bu duanın bereketiyle onlara gökyüzünden bir sofra indirilir. Kıssanın detayını öğrenmek isteyenler tefsir kitaplarına müracaat edebilirler. Bizler kıssanın tevessüle bakan cihetini tahlil edelim ve tevessülü inkâr edenlere bazı sorular soralım:
Ey tevessüle şirk diyenler! Şu sorularımıza cevap verin:
Birinci soru: Havarilerin Hazreti İsa (a.s.)'a gelerek gökten bir sofra indirmesini istemeleri ve o sofradan yemeği arzu ettiklerini söylemeleri bir tevessül değil midir?
Bu apaçık bir tevessüldür. Zira tevessül, kişinin kendi ile Allah arasına makbul bildiği bir kulu koyması, onun hürmetine istemesi veya ondan kendi için istemesini talep etmesidir. Tevessül budur. Havariler de bunu yapmış ve kendileri için Allah'ın bir sofra indirmesini Hazreti İsa'dan istemişlerdir. Yani kendileri ile Allah arasına Hazreti İsa'yı koymuşlardır.
— Bu tevessül değil de nedir?
— Yoksa siz tevessül deyince, bir kulun başka bir kulun önünde secde etmesini ve onu ilah kabul etmesini mi anlıyorsunuz?
Tevessül sizin anladığınız gibi değildir. Siz daha tevessülün manasını anlayamamışsız, bir de tevessül hakkında konuşmaya kalkıyorsunuz!
İkinci soru: Mezkûr ayet-i kerimenin beyanıyla, havariler Hazreti İsa'ya tevessül etmiş ve gökyüzünden bir sofra indirmesini istemiştir. Tevessül şirk ise bu durumda havarilerin şirke düşmüş olmaları gerekir.
— Acaba size göre, Hazreti İsa'nın havarileri müşrik miydi?
Üçüncü soru: Hadi faraza havariler tevessülün şirk olduğunu bilmiyordu ve bilmeden Hazreti İsa'ya tevessül ettiler. İyi de bu durumda Hazreti İsa'nın onları uyarması ve onlara: "Bana tevessül etmeyin, tevessül şirktir. Hem rızık Allah'tandır, bu sofrayı direkt Allah'tan isteyin, beni araya koymayın." demesi gerekmez miydi?
Ancak Hazreti İsa (a.s.) böyle dememiş; bilakis: "Ey Rabbimiz olan Allah'ımız! Bize gökten bir sofra indir." diyerek onların tevessülünü kabul etmiştir. Eğer tevessül şirk olsaydı Hazreti İsa (a.s.) tevessüle rıza gösterdiği için onun da şirke düşmüş olması gerekirdi. Zira günaha rıza günah, şirke rıza şirktir.
— Siz Hazreti İsa'nın şirke düştüğünü mü kabul ediyorsunuz?
— Hazreti İsa da mı neyin şirk neyin tevhid olduğunu bilmiyordu?
Herhâlde siz tevhidi Hazreti İsa'dan daha iyi biliyorsunuz.
Dördüncü soru: Hadi -haşa, binler defa haşa- Hazreti İsa (a.s.) tevessülün şirk olduğunu sizin kadar bilmiyordu. Ancak bu durumda Allah'ın onu uyarması ve "Ey İsa kulum, onların tevessülünü kabul etme, tevessül şirktir. Kullarım ile arama girme, onlar direkt benden istesinler." demesi gerekmez miydi?
Hâlbuki Allahu Teâlâ böyle bir uyarıda bulunmamış; bırakın uyarmayı, Hazreti İsa'nın yaptığı duayı kabul etmiş ve havarilerin tevessülüne Hazreti İsa'ya sofra indirmekle icabet etmiştir.
— Tevessül şirk olsaydı Allahu Teâlâ bu duaya icabet eder miydi?
Ey tevessülü inkâr eden cahiller! Sizler bu ayetleri hiç görmüyor ve hiç okumuyor musunuz?
Bakın, batıl itikadınız sizleri hangi neticelere sürüklüyor:
1. Havarileri şirk ile itham ediyorsunuz; çünkü havariler Hazreti İsa (a.s.)'a tevessül etmiştir.
2. Hazreti İsa (a.s.)'ı şirk ile itham ediyorsunuz; çünkü size göre, o da şirke rıza göstermiştir.
3. Daha da ileri gidip, Allah'ın da şirke rıza gösterdiğini kabul etmek zorunda kalıyorsunuz.
Sizleri hidayete davet ediyoruz! Gelin, Ehl-i sünnet itikadına muhalefet etmekten ve bu milletin imanını bozmaktan vazgeçin. Yoksa ahirette öyle pişman olursunuz ki hayaliniz tasavvurundan âciz kalır!
.
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz beşinci delil Yahudilerin Peygamberimiz (a.s.m.)’a yaptıkları tevessüldür. Bu tevessül Bakara suresinin 89. ayet-i kerimesinde şöyle beyan buyrulur:
Hâlbuki onlar (Yahudiler) daha önce (Peygamberimizle) kâfirlere karşı fetih talep ederlerdi. Ne zaman ki bildikleri (kendisiyle fetih talep ettikleri Peygamberimiz) kendilerine geldi onu inkâr ettiler. (Bakara 89)
Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede, Yahudilerin Peygamberimiz (a.s.m.)'ı tanıdıklarını ve onu beklediklerini beyan buyurmuştur.
Ayet-i kerimede geçen, Yahudilerin daha önce kâfirlere karşı Peygamberimizle fetih talep etmeleri hakkında tâbiînin büyük müfessiri İmam Süddî Hazretleri şöyle der:
— Yahudilerin müşriklere karşı fetih talep etmesi şu şekilde olmuştur: Yahudiler müşriklerle savaşırken savaşın kızıştığı anda Tevrat'ı çıkarıp, ellerini Peygamberimizin isim ve sıfatlarının geçtiği yere koyar ve şöyle derlerdi: Ey Allah'ımız! Ahir zamanda göndereceğini vadettiğinnebinin hürmetine, senden düşmanlarımıza karşı bugün bize yardım etmeni istiyoruz. (Tefsir-i Ruhu'l-Furkan, ilgili ayetin tefsiri)
Evet, onlar Peygamberimiz (a.s.m.)'a böyle tevessül ederek Allah'a dua eder ve bu tevessülleri hürmetine yardım görürlerdi.
"Yahudilerin daha önce kâfirlere karşı Peygamberimizle fetih talep etmeleri" hakkında Kurtubî, Taberî, Begâvî, Âlûsî ve diğer birçok tefsir kitabında İbni Abbas Hazretlerinin şöyle buyurduğu nakledilir:
— Hayber Yahudileri, müşriklerden Gaftan kabilesiyle muharebe içindeydiler. Yahudiler bozguna uğramak üzereyken: "Ey Allah'ımız, ahir zamanda göndereceğini vadettiğin ümmi nebinin hakkı için onlara karşı bize yardım et." dediler. Bunun üzerine Gaftan kabilesi bozguna uğradı. Yahudiler onlarla ne zaman karşılaşsalar bu duayı yaparak galip olmuşlardır.
Bu beyanı sahabenin en büyük altı müfessirinden biri olan ve "Kuran'ın sırlarını bana sorun. Devemin yularını kaybetsem Kur'an'da bulurum." diyen İbni Abbas Hazretleri yapmıştır. Yani bu izahı ben yapmıyorum; müfessirlerin güneşi olan İbni Abbas Hazretleri yapıyor ve bütün sahih tefsir kitapları onun bu beyanını naklediyor.
Demek, Yahudiler Peygamberimiz (a.s.m.)'ı kendisine tevessül edecek kadar iyi tanıyorlardı ve düşmana karşı galip gelmek için ona tevessül ediyorlardı.
Şimdi, mezkûr ayet-i kerimenin tevessüle bakan cihetini tahlil edelim:
Ayet-i kerimenin açık beyanıyla, Yahudiler Peygamberimiz (a.s.m.)'a tevessül ederek fetih talep ediyorlardı. Demek, tevessül sadece İslam dininde değil, diğer semavi dinlerde de olan bir ameldir. Bu da tevessülün caiz olduğunu ispat eder.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
— Tamam, ayet-i kerime, Yahudilerin Peygamberimize tevessül ederek kâfirlere karşı fetih talep ettiklerini beyan ediyor. Ancak onların bu tevessülü niçin bize delil olsun? Belki onlar da kendi dinlerinde caiz olmadığı hâlde tevessül ediyorlardı. Bu mümkün değil mi?
Bu soruya vereceğimiz cevap şudur: Bizler tevessülün caiz olduğuna, onların Peygamberimize tevessül etmelerini delil yapmıyoruz.
— Peki, neyi delil yapıyoruz?
Delilimiz, Allahu Teâlâ'nın onların tevessülünü kınamamasıdır. Eğer tevessül caiz olmasaydı, Allahu Teâlâ doğruyu öğretmek için onların bu amelini kınardı. Hâlbuki ayet-i kerimede, onların tevessül etmeleri değil, kendisine tevessül edecek kadar iyi tanıdıklar Peygamberimizi inkâr etmeleri kınanmıştır. Demek, tevessül zatında kınanacak bir amel değildir.
Ayrıca bu ayet-i kerime, gaibe tevessül edilebileceğine de delildir. Tevessülü inkâr edenlerin bir kısmı, eserinden başından beri gösterdiğimiz deliller karşısında tutunacak bir dal bulamayınca sözlerini değiştirerek şöyle demeye başladılar:
— Biz huzurda olana tevessülü caiz kabul ediyor, sadece gaibe yapılan tevessülü inkâr ediyoruz.
Şimdi onlara soruyoruz:
— Yahudilerin tevessülü gaibe tevessül değil mi?
— Peygamber Efendimiz (a.s.m.) o anda onların içinde miydi ki bu tevessül huzurda olanatevessül olsun?
Bu, apaçık bir şekilde gaibe -yani huzurda olmayana- yapılan bir tevessüldür ve gaibinhürmetine istemektir. Şimdilik gaibe tevessülün caiz olduğu meselesinin kapısını açmayacağız. Bu meseleyi daha sonra özel bir başlıkta detaylı bir şekilde işleyeceğiz.
Bu makamda şu kadar deriz ki: Bakara suresinin 89. ayet-i kerimesi, YahudilerinPeygamberimiz (a.s.m.)'a tevessül ederek kâfirlere karşı fetih talep ettiklerini bildirmiştir. Cenab-ı Hakk'ın onların bu amelini kınaması, tevessülün -hem de gaibe yapılan tevessülün-caiz olduğuna bir delildir.
Yine bundan anlıyoruz ki: Tevessül sadece İslam dininde caiz olmayıp diğer semavi dinlerde de caizdir ve vakidir.
.
.Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz altıncı delil Hazreti Yusuf (a.s.)’ın yaptığı tevessüldür. Hazreti Yusuf (a.s.) gibi bir peygamberin tevessül etmesi herhâlde tevessülün caiz olduğu hususunda kâfi bir delildir.
Hazreti Yusuf (a.s.)'ın tevessülü şu şekilde olmuştur:
Yusuf suresinde zikredilen kıssaya göre, Yusuf (a.s.) hapse atılır. Hapiste iken, iki kişi gördükleri rüyanın tabirini ona sorar. Yusuf (a.s.) ilk önce onlara bir tevhid dersi yapar ve daha sonra rüyalarını tevil eder. Rüyaları hakkındaki tabiri şöyledir:
Sizden birisi efendisine şarap sunacak. Diğeri ise asılacak. (Yusuf 41)
Hazreti Yusuf (a.s.) iki kişinin rüyasını bu şekilde tabir ettikten sonra, kurtulacağını zannettiği kişiye şöyle der:
اُذْكُرْنِي عِنْدَ رَبِّكَ
Efendinin yanında benden bahset. (Yusuf 42)
Hazreti Yusuf (a.s.) bu ifadesiyle, zindandan çıkacak kişiden, kralın yanında kendisinden bahsetmesini istemiş ve hapisten çıkmak için hem arkadaşına hem de krala tevessül etmiştir.
Şimdi, tevessülü inkâr edenlere birinci sorumuz şu:
— Hazreti Yusuf (a.s.)'ın zindandaki kişiye, "Efendinin yanında benden bahset." demesi bir tevessül değil midir?
Bu apaçık bir tevessüldür. Zira tevessül, Allah'ın yardımına mazhar olabilmek için araya bir kişiyi koymak ve Allah'ın rahmetine ulaşmak için onu vesile yapmaktır. Hazreti Yusuf (a.s.) da bunu yapmış ve zindandan çıkmak için arkadaşına tevessül etmiştir. Hem sadece arkadaşına tevessülle de yetinmemiş, arkadaşının vasıtasıyla krala da tevessül etmek istemiştir.
Ey tevessüle şirk diyenler!
— Hazreti Yusuf (a.s.) bu tevessülüyle şirke mi düşmüş?
— Böyle büyük bir Peygamber, şirkin ve tevhidin ne olduğunu sizin kadar bilmiyor mu?
Yoksa siz, "Hazreti Yusuf'un, arkadaşına ve krala yaptığı tevessül değildir" mi diyorsunuz?
O zaman size soralım:
— Bu tevessül değilse nedir?
Nasıl ki biz bir Allah dostuna tevessül ediyor ve ondan yardım diliyorsak, Hazreti Yusuf (a.s.) da krala tevessül etmiş ve ondan yardım dilemiştir. Arada hiçbir fark yoktur!
Sizin itikadınıza göre, Hazreti Yusuf (a.s.) krala tevessül etmemeliydi ve zindandan çıkmak için direkt Allah'a yalvarmalıydı.
— Şimdi, dini siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa arkadaşı Hazreti Cebrail olan ve Allah'ın vahyine mazhar olan Hazreti Yusuf mu daha iyi biliyor?
— Hanginizin sözü ve ameli doğru?
Size soracağımız ikinci soru da şu:
Hazreti Yusuf (a.s.) zindandaki kişiye, "Efendinin yanında benden bahset." diyerek, arkadaşının da krala tevessül etmesini istemiştir. Eğer "Tevessül şirktir." derseniz, HazretiYusuf'un bu kişiye şirki emrettiğini kabul etmek zorunda kalırsınız.
— Bir peygamberin şirki emretmesi mümkün müdür?
Şimdi önünüzde iki seçenek var; dilediğinizi seçin.
Birinci seçenek: Tevessülün caiz olduğunu kabul etmektir. Bu seçenek hem doğrudur hem de Ehl-i sünnet mezhebinin yoludur.
İkinci seçenek: Hâlâ "Tevessül şirktir." sözünde ısrar etmektir. Ancak bunu yaparsanız, Hazreti Yusuf (a.s.)'ı şirke düşmekle itham etmeniz gerekecektir. Zira onun zindandaki kişiye ve krala yaptığı bir tevessüldür. Tevessül şirk ise Hazreti Yusuf'un -haşa- şirke düşmüş olması gerekir.
— Bu ihtimali kabul edebiliyor musunuz?
Ayrıca Hazreti Yusuf (a.s.)'a şirki emretme ithamında da bulunmanız gerekecek. Çünkü zindandaki kişiye krala tevessül etmesini bizzat kendisi emretmiştir.
— Bir peygamberin şirki emretmesi mümkün müdür?
— Bu yoldan gidecek ve bunları mı kabul edeceksiniz?
— Kalbiniz bu kadar ölmüş ve vicdanınız bu kadar çürümüş mü?
Kalbi bu kadar ölene biz daha ne diyelim? Allah hidayet etsin.
.
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz yedinci delil Hazreti Yakup (a.s.)’ın yaptığı tevessüldür. Yusuf suresinde zikredilen kıssanın özeti şu şekildedir:
Yakup (a.s.) evladı olan Hazreti Yusuf (a.s.)'dan ayrı kalmanın üzüntüsüyle görme yetisini kaybeder. Mısır'a aziz olan Hazreti Yusuf (a.s.) yıllar sonra kardeşlerini bulur ve babasının bu durumunu onlardan öğrenir. Bunun üzerine Yusuf (a.s.) kardeşlerine şöyle der:
Ne zaman ki müjdeci geldi ve gömleği babasının yüzü üzerine koydu; gözleri birden açılıverdi. (Yusuf 96)
Şimdi bu ayet-i kerimeler üzerinde biraz tahlil yapalım:
Hazreti Yusuf (a.s.) babasının âmâ olduğunu öğrenince ona gömleğini gönderiyor ve gömleği yüzüne sürmesini istiyor.
Başka bir ifadeyle: Hazreti Yusuf (a.s.) babasından -şifa niyetiyle- gömleğine tevessül etmesini istiyor. Gömleğini göndermesinin manası budur. Zira tevessül, kişinin kendi ile Allah arasına bir vesile koymasıdır.
Hazreti Yakup (a.s.) da bu tevessülü kabul ediyor ve şifasına vesile olması için Allah ile kendi arasına Hazreti Yusuf'un gömleğini koyuyor.
Şimdi, tevessülü inkâr edenlere soruyoruz:
— Gömlek ile gözlerin açılması arasında fiziki bir bağ var mıdır?
Hayır, hiçbir fiziki bağ yoktur! Yani gömlek göze görme yetisini verebilecek bir kabiliyete sahip değildir.
— O hâlde Hazreti Yusuf (a.s.) bu gömleği niçin göndermiş?
Gömleği göndereceğine sadece ellerini açıp babası için dua etseydi ya!
— Tevessül şirk ise Hazreti Yusuf (a.s.) babasını -haşa- şirke mi davet ediyor?
Peki, ya Hazreti Yakup (a.s.)... O da gömleği alıp yüzüne sürüyor. Yani şifa için gömleğe tevessül ediyor. Tevessül caiz olmasaydı Hazreti Yakup (a.s.) şöyle demez miydi:
— Ben şifa için başka bir şeye tevessül etmem. Bu şirktir. Ben sadece dua ederim; şifa için vesile aramam...
Bunun gibi şeyler demesi lazım gelmez miydi? Ama dememiş ve gömleğe tevessül etmiş. Demek, tevessül caizdir. Zaten tevessül, neticeyi Cenab-ı Hak'tan bilerek bir sebebe yapışmaktır. Nasıl ki insan bir doktora gider; onun doktora gitmesi Allah'ın şifa vermesi için fiilî bir duadır. Yine doktorun verdiği ilacı şifa niyetiyle içer; bu içiş yine fiilî bir duadır. Yani kişi doktora giderken ve ilacı içerken şöyle düşünür:
— Ya Rabbi! Şifa ancak senden gelir ve Şâfi ancak sensin. Doktora gitmem ve bu ilacı içmem, senin bana sebeplere yapışmamı emretmenden dolayıdır. Ben doktora gitmekle ve bu ilacı içmekle ancak senin emrine uydum. Yoksa tabip de ilaç da bana şifa vermekten âcizdir. Şifa ancak senin hazinenden çıkar...
İşte nasıl ki doktora giden ve ilaç içen kişi böyle itikad ederse ve böyle itikad etmeliyse, Hazreti Yakup (a.s.) da böyle itikad ederek tevessül etmiş ve şöyle düşünmüştür:
— Ya Rabbi! Gözümü kapatan sensin, onu açacak olan da ancak sensin. Dünyanın bütün tabipleri toplansa, senin iznin ve inayetin olmadan gözümü açamaz. Ben, katında makbul olan Hazreti Yusuf'un gömleğine tevessül ediyor ve bu tevessülümle senden gözüme şifa vermeni istiyorum...
İşte Hazreti Yakup (a.s.)'ın niyeti budur. Zira tevessül eden, yardımı tevessül ettiği eşyadan ya da zattan bilmez. O eşya ve zatı ancak Allah'ın yardımına bir perde ve bir vesile bilir. Zaten tevessülü inkâr edenlerin anlayamadığı şey de budur.
Yani mesela birisi, "Yetiş ya Hazreti Hamza!" dese bununla şu manayı kasteder:
— Ey Rabbim, senden yardım istiyorum. Sen yardımını -sebepler dünyasında olduğumuzdan dolayı- bir vasıta ile yaparsın. Bazen bir meleğini gönderir, bazen salih bir kulunu gönderir, bazen de ordularından başka birini gönderirsin. Benim yardımıma, kullarından hem şehit hem de yiğit olan Hamza kulunu gönder. Onun eliyle bana yardım et...
İşte "Yetiş Ya Hamza" diyen kimse bu manayı kastederek böyle der. Sözü fazla uzatmaz,çünkü Allah'ın, niyetini bildiğini bilir.
Yok, eğer birisi Hazreti Hamza'ya tevessül edip ondan yardım istediğinde, Hazreti Hamza'nın kendi başına, Allah'ın izni ve haberi olmadan yardımına koştuğuna inanıyorsa bu yanlıştır,hem de çok yanlıştır. Ancak buradaki çözüm tevessülü inkâr etmek değil, bu kişiye doğru tevessülü öğretmektir. Hem bu kişinin tek problemi yanlış tevessül etmek de değildir. Bu kişinin asıl problemi tevhidi anlayamamaktır. Bunun çözümü de ona tevhid dersini vermektir. Yoksa tevessülü ona yasak ederek onun itikadını düzeltemezsiniz.
Velhasıl kelam: Bu başlıkta, Hazreti Yakup (a.s.)'ın Hazreti Yusuf (a.s.)'ın gömleğine şifa niyetiyle tevessül etmesini tahlil ettik. Herhâlde Hazreti Yakup (a.s.) gibi bir peygamber neyin şirk neyin tevhid olduğunu bizden çok daha iyi bilir. Madem o tevessül etmiştir, o hâlde tevessül caizdir. Bunun başka hiçbir izahı yoktur.
.
.Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz sekizinci delil İsrailoğulları'nın sandıkla yaptıkları tevessüldür. Bu tevessül Bakara suresinde anlatılan kıssada geçer. Kıssanın özeti şu şekildedir:
İsrailoğulları kendi peygamberlerine gelerek bir hükümdar göndermesini isterler ve bu hükümdar ile Allah yolunda savaşacaklarına söz verirler. Allahu Teâlâ onlara Tâlût ismindeki zatı hükümdar olarak gönderir. Ancak Tâlût fakirdir, bu yüzden İsrailoğulları onu hükümdar olarak kabul etmek istemez ve kendilerinin hükümdarlığa daha layık olduklarını iddia ederler.
Şüphesiz onun hükümdarlığının delili size sandığın gelmesidir. O sandıkta Rabbinizden bir sekine vardır. (Bakara 248)
— O sandıkta ne varmış?
Rabbinizden bir sekine...
Sekine: Maddi ve manevi bereketler ve feyizler demektir. İşte o sandıkta böyle bir sekine vardı. İsrailoğulları bu sandıkla Allah’ın rahmet ve bereketine mazhar olurlardı.
Fahru'r-Râzî, Ebu's-Suud, Hazîn, Kurtubî ve Âlûsî tefsirlerinin beyanlarına göre, İsrailoğullarıHazreti Musa (a.s.)’ın vefatından sonra bozulup isyan edince Cenab-ı Hak onlara Amalikakavmini musallat etti. Bu kavim sandığı onlardan aldı. Daha sonra Mevla Teâlâ Tâlût’unhükümdarlığına bir alamet olarak melekleri vasıtasıyla o sandığı tekrar İsrailoğulları'nagönderdi.
Ayette geçen تَحْمِلُهُ الْمَلآئِكَةُ “O sandığı melekler taşır.” ifadesi, sandığın melekler tarafından taşınarak onlara getirildiğini bildirmektedir.
Kıssanın detayını tefsir kitaplarına havale ediyoruz. Burada bilmemiz gereken şey şudur:
İsrailoğulları'nın, kendisiyle bereketlendiği bir sandık vardı. Kur’an bu sandık hakkında şöyle der:
فِيهِ سَكِينَةٌ مِن رَبِّكُمْ O sandıkta Rabbinizden bir sekine vardır. (Bakara 248)
İsrailoğulları bu sandığa tevessül ederek sekineye yani feyze ve berekete mazhar oluyorlardı.Sonra günahları sebebiyle bu sandık onlardan alındı ve daha sonra Tâlût’un hükümdarlığına bir alamet olması için melekler tarafından taşınarak tekrar İsrailoğulları'na iade edildi.
Şimdi, berekete medar bu sandık üzerinde biraz daha derinlemesine tahlil yapalım:
Bir sandık, bir tahta parçası, izn-i İlahî ile maddi ve manevi bereketlere ve feyizlere sebep olabiliyor. Ona tevessül edenler onun bereket ve feyzinden istifade ediyor. Ve ona tevessül edilmesini ve saygı gösterilmesini de Allah istiyor.
Şu noktayı iyi anlamak lazım: Bereket ve feyiz, sandığın zatî malı değildir; ona Allah tarafından konulmuştur. Her bereket, her nimet ve her ihsan ancak Allah’ın hazinesinden çıkar. Ondan gayrı ihsana sahip olabilecek hiç kimse yoktur.
Lakin Allahu Teâlâ şu hikmet dünyasında sebeplerle iş görür. Meyveyi ağacın dalına takar. Sütü ineğin memesiyle içirir. Suyu bulut ile gönderir. Sebzeleri toprağın eliyle bize sunar. Ve hakeza… Her nimet bizlere bir sebep ile gelir. Hakiki iman, sebebi inkâr etmek değil; o sebep üzerinde Allah’ın rahmet elini görmektir. Sebebi inkâr eden, rahmetten mahrum kalır.
Tefsirini yaptığımız ayet-i kerimede bahsi geçen sandık sadece bir vasıtadır. Ondaki sekine onun zatî malı değildir, mal sahibi ancak ve ancak Allahu Teâlâ’dır. Lakin Allahu Teâlâ o sandığı bereketine bir sebep ve feyzine bir vasıta yapmıştır. O hâlde burada yapılması gereken şey tevhid namına sandığı yakmak değil, o sandığa Allah hesabına saygı göstermek ve ondan gelen sekineyi Allah’tan bilmektir. Bu hem tevhid hem de akıldır.
Şimdi, tevessülü inkâr edenlere bazı sorular soralım:
Allahu Teâlâ bir sandığa, bir odun parçasına feyiz ve bereket koyabiliyor ve onu rahmetine vesile yapabiliyor. Ona tevessül edenler, Allah’ın rahmetine ulaşıyor. Siz bunu Kur’an’da okuyorsunuz.
— Acaba bir peygamberin, bir evliyanın Allah katında bir odun parçası kadar değeri yok mu?
— Bir sandığa Allah hesabına tevessül edenler sekineye mazhar oluyorlar da bir peygambere Allah hesabına tevessül edenler niçin sekineye mazhar olmasınlar?
— Sandığa tevessül şirk olmuyor da peygambere tevessül şirk mi oluyor?
Zannım şu ki: Eğer siz o zamanda yaşasaydınız, sandığa tevessül edenlere müşrik der ve ilk fırsatta sandığı ateşte yakardınız.
Eee sizin aklınız bu kadar çalışır! Bu kadar çalıştığı için Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ınsakal-ı şerifini ziyaret edenlere müşrik diyorsunuz. O hâlde biz de size soruyoruz:
— Bir sandığa feyiz ve bereket koyan Rabbimiz, en sevgili kulunun vücudundan kopmuş sakalına niçin bir feyiz ve bereket koymasın? Niçin onu rahmetine bir vesile yapmasın?
Bizler sakal-ı şerif ziyaretinde sakalı ayetteki sandık gibi kabul ediyoruz; feyzin ve bereketin hakiki sahibi değildir. Her feyiz ve bereket ancak Allah’ın hazinesinden çıkar. Lakin Allahu Teâlâ bazen bir sandıkla bunu kullarına ulaştırır, bazen bir sakalla; bazen de şu maddi âlemde olduğu gibi, ağaçla, koyunla, bulutla ve başka bir sebeple.
Tevhid, sebepleri inkâr etmek değildir. Tevhid sebepler üzerinde müsebbibu’l-esbabı yani sebepleri yaratan Allah’ı görmektir. Hakiki tevhid budur. Siz hakiki tevhidden ne kadar uzaksınız; tevhid namına sebepleri inkâr edip akıldan istifa ediyorsunuz!
Şimdi size soruyoruz:
1. Eğer tevessül haram olsaydı Allahu Teâlâ o sandığa sekine koyar mıydı?
2. Onlara sandığa tevessül etmelerini emreder miydi?
3. Sandığı kaybetmelerinden sonra Tâlût’un hükümdarlığına alamet olsun diye bu sandığı onlara iade eder miydi?
Bakın, neticeyi Allah’tan bilmek kaydıyla bir sandığa bile tevessül edilebiliyor. O hâlde Allah katında sandıktan bin derece daha fazla kıymeti olan peygamberlere ve evliyaya -neticeyi Allah’tan bilmek şartıyla- hayli hayli tevessül edilebilir.
Sandığa tevessül şirk olmuyorsa, peygamberlere ve evliyaya tevessül asla şirk olmaz
.
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz dokuzuncu delil Münâfikûn suresinin 5. ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş:
Onlara: “Gelin, Allah’ın Resulü sizin için af dilesin.” denildiğinde başlarını çevirirler ve onları büyüklük taslayarak yüz çevirmiş bir hâlde görürsün. (Münâfikûn 5)
Şimdi bu ayet-i kerime üzerinde biraz tahlil yapalım:
Ayet-i kerimenin beyanıyla, onlara şöyle deniliyor: Gelin, Allah’ın Resulü sizin için af dilesin.
Sorumuz şu:
— Onların Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’a gelmeleri ve Peygamberimizin onlar için af dilemesi tevessül değil midir?
Bu apaçık bir tevessüldür. Zira tevessül, kişinin Allah’ın affına ya da başka bir arzusuna nail olabilmesi için Allah ile kendi arasına salih bir kulu koymasıdır.
Ayet-i kerimenin açık beyanıyla, onlardan "Allah’ın Resulüne gelmeleri" istenmiş; Allah ile aralarına Peygamberimiz (a.s.m.)’ı koymaları emredilmiş ve şöyle denilmiş:
— Gelin, Allah’ın Resulü sizin için af dilesin.
İşte bu, inkârı mümkün olmayan bir tevessüldür!
Tevessülü inkâr edenler diyor ki: Allah ile aranıza peygamberi bile koyamazsınız, bu şirktir.
Biz de onlara soruyoruz:
— Araya peygamberi bile koyamıyorsak ne diye bu ayet-i kerime Peygamberimiz (a.s.m.)’a gelmeyi emrediyor?
— Ne diye Peygamberimiz (a.s.m.)’ın onlar için af dileyecek olmasından bahsediyor?
— Araya peygamberi koymak caiz olmasaydı onlara: “Gelin, Allah’ın Resulü sizin için af dilesin.” denilir miydi?
"Gelin, Allah’ın Resulü sizin için af dilesin.” demek, Allah’ın Resulüne tevessül edin, Allah ile aranıza onu koyun; o da sizin için af dilesin demektir. Bu da tevessülün ta kendisidir.
— Peki, ayet-i kerime nasıl devam ediyor?
Rabbimiz diyor ki: Onlara böyle denildiğinde başlarını çevirirler ve kibirlenirler.
İşte tevessülü inkâr edenler bu zümreye dâhildir. Zira biz onlara: “Gelin, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın hürmetine isteyin.” dediğimizde, onlar: “Araya peygamber giremez, biz onun hürmetine falan istemeyiz.” diyorlar.
— Bu, ayetin ifade ettiği "yüz çevirmek ve kibirlenmek" değil midir?
Tevessülü inkâr edenler diyor ki: Kur’an’da tevessülü destekleyecek tek bir ayet bile yoktur!
Yahu biraz insaf! Siz hiç Kur’an okumuyor musun? Bu naklettiğimiz dokuzuncu ayet-i kerime, daha başka ayetler de var.
Şimdi, tevessülü inkâr edenlere sormak istiyoruz:
1. Mezkûr ayet-i kerime apaçık bir şekilde, “Allah’ın Resulüne gelin, o sizin için Allah’tan af dileyecek.” diyor. Eğer tevessül caiz değilse niçin onlara Peygamberimize gelmeleri emrediliyor?
2. Niçin tek başlarına tövbe etmeleri emredilmiyor?
3. Niçin Peygamberimiz (a.s.m.)’ın onlar için af dileyecek olmasından bahsediliyor?
4. Peygamberimiz (a.s.m.)’a gelmeyenler yani tevessül etmeyenler niçin kınanıyor ve niçin onlara kibirli deniliyor?
5. Araya Peygamber (a.s.m.)’ı sokmak şirkse, Kur’an şirki mi emrediyor?
Yahu daha kaç soru soralım! Aklınızı başınıza nasıl getirelim! Artık biz sizleri Rabbimize havale ediyoruz!
.
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz onuncu delil Maide suresinin 35. ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş:
Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na vesile arayın. (Maide 35)
Bu ayet-i kerime apaçık bir şekilde tevessülü emretmektedir.
Şimdi diyeceksiniz ki: Ayet-i kerime bu kadar açık bir şekilde tevessülü emrederken, tevessülü inkâr edenler bu ayeti görmüyorlar mı? Onlar bu ayete nasıl mana veriyorlar?
Dilerseniz, bu sorunun cevabı için ayet-i kerimeyi biraz daha derinlemesine tahlil edelim ve tevessül hakkındaki bilgimizi biraz daha derinleştirelim:
İşte bu kısım açıklanmamış ve mutlak bırakılmıştır. Tevessül üç şeyle yapılabilir:
Birincisi: Allah’ın isim ve sıfatlarıyla yapılır. Yani “Ey Rabbimiz, senden Rahman ve Rahim isimlerinin hürmetine istiyorum.” demek gibi, Allah’ın isim ve sıfatları hürmetine istenir ve bu isimlerle tevessül edilir. A’raf suresi 180. ayette bu tevessül çeşidine şöyle işaret edilir:
وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا
Bütün güzel isimler Allah’ındır. O güzel isimlerle Allah’a dua edin. (A'raf 180)
Bu ayet-i kerime, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tevessül etmemizi emretmektedir.
İkincisi: Amel ile tevessüldür. Yani kişinin “Ya Rabbi, şu kıldığım namaz hürmetine, tuttuğum oruç hürmetine, yaptığım hac hürmetine…” gibi sözlerle, yapmış olduğu ibadetleri vesile yapması ve onlarla tevessül etmesidir. Bakara suresi 45. ayette bu tevessül çeşidine şöyle işaret edilir:
وَاسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ
Sabır ve namazla yardım dileyin. (Bakara 45)
Bu ayet-i kerime ibadetle tevessülü emretmektedir. Bu konuda daha başka ayet-i kerimeler de vardır.
Üçüncüsü: Zat ile tevessül etmektir.
Tevessülü inkâr edenler, tahlilini yaptığımız وَابْتَغُوا إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ “O’na vesile arayın.” ayetindeki vesileyi, birinci ve ikinci çeşit tevessülle izah ediyorlar ve diyorlar ki: “Burada aranması emredilen vesile zat ile değil, Allah’ın isimleri ve ibadetlerle olan vesiledir.” Yani onlara göre, zat ile yapılan tevessül ayetin kapsamı dışındadır.
Şimdi, onlara çok basit bir soru sormak istiyoruz:
— Zat ile yapılan tevessülün ayetin kapsamı dışında olduğuna deliliniz nedir?
Dilerseniz, soruyu biraz daha açalım: Bir ayetin hükmü ya mutlak olur ya da mukayyed yani kayıtlı olur. Mutlak olan bir hüküm ancak başka bir ayetin ya da hadis-i şerifin beyanıyla kayıtlanabilir. Kur’an’da mutlak bırakılan bir hüküm varsa, ona kayıt koymak bir ayetin ya da mütevatir bir hadisin işidir; yoksa bizim vehmimizin ve nefsimizin haddi değildir.
Bu açıklamadan sonra, “O’na vesile arayın.” ayetini “Sadece Allah’ın isimleriyle ve ibadetlerle tevessül edilebilir.” diye izah eden kişilere şunu sormak istiyoruz:
– Kur’an “Allah’a vesile arayın.” demiş, neyle vesile aranacağını zikretmeyerek hükmü mutlak bırakmış. Sizler Kur’an’ın mutlak bıraktığı bu hükme hangi ayetin beyanıyla kayıt koyuyor ve “Zat ile tevessül olmaz.” diyorsunuz?
Hâlbuki daha önceki derslerimizde, Kur’an’da geçen zat ile tevessülleri anlattık. Siz bütün bu tevessülleri nasıl görmezden geliyorsunuz? Vehminizin hükmüyle ayetin mutlak olan emrine nasıl kayıt koyuyorsunuz?
Çok değil, sadece Kur’an’dan “zat ile tevessül edilemeyeceğine” dair tek bir ayet getirin; biz sizin sözünüzü kabul edecek ve haklı olduğunuzu söyleyeceğiz. Tek yapmanız gereken bize bir ayet göstermek.
Ama sakın, putlara tevessülü yasaklayan ayetleri göstermeye kalkmayın. Biz, “Allah’a putlar ile tevessül edilir.”demiyoruz ki bizim davamızı putlara tevessülü reddeden ayetlerle çürütebilin. Biz sizden peygamberlerle ve salih kullarla tevessül edilemeyeceğine dair tek bir ayet istiyoruz.
Eğer “Ha put ile tevessül ha peygamber ile tevessül, ikisi de tevessül değil mi? Biri yasaksa diğeri de yasaktır.” derseniz biz de deriz ki hiç de öyle değil... Nasıl ki elma ile kuş kıyas edilmez, çünkü aynı cins değildir. Öyle de peygamberler ile tevessül putlarla tevessüle benzetilmez, çünkü bunlar aynı şey değildir. Aralarında çok farklar vardır. Bu farkları ileride özel bir derste izah edeceğimizden bu kapıyı burada tamamıyla açmıyor, sadece birkaç farkı beyanla yetiniyoruz:
Birinci fark şudur: Cenab-ı Hak putlara buğzediyor. Öyle buğzediyor ki onları ateşin yakıtı olarak cehenneme atacağını bildiriyor. Peygamberleri ve salih kulları ise seviyor, onları cennetine koyacağını söylüyor.
— Hiç Allah’ın cehenneme atacağına yapılan tevessülle, cennetine koyacağına yapılan tevessül bir olur mu?
İkinci fark: Putlara tevessül edenler putları ilah kabul ediyor. Peygamberlere ve evliyaya tevessül edenler ise onları Allah’ın salih kulları ve makbul hizmetçileri biliyor.
— Hiç putu ilah kabul edip ona tevessül eden ile diğerleri müsavi olur mu?
Üçüncü fark: Putlara tevessül edenler putları malik-i hakiki ve icraat sahibi kabul ediyor. Peygamberlere ve evliyaya tevessül edenler ise malik-i hakiki olarak Allah’tan başka kimseyi kabul etmiyor; kâinattaki bütün fiillerin faili olarak yalnız Allah’ı biliyor. Peygamberler ve evliyalar ise sadece Allah’ın nimetine kavuşmaya birer vesile ve birer sebeptir. Hakiki ihsan sahibi ancak Allah’tır.
— Hâl böyle iken, puta tapanla peygambere tevessül eden nasıl eşit kabul edilebilir?
Daha birçok farklar var, hepsini izah etmeye makam müsaade etmiyor. Bu farkları ileride kendi başlığında izah edeceğiz.
Burada şu kadar deriz ki: Eğer puta yapılan tevessül ile Allah’ın salih kullarına yapılan tevessül aynı olsaydı, Kur’an’da salih kullara yapılan tevessülün haram olduğunu beyan eden bir ayet-i kerime olurdu. Ama böyle bir ayet yok. Kur’an’ın hangi suresine bakarsanız bakın, böyle bir ayet bulamazsınız.
— O hâlde puta ibadet ile Allah’ın salih kullarına yapılan tevessül nasıl aynı kabul edilebilir?
Sevgili kardeşlerim, tevessülün caiz olduğuna dair bu bölüme kadar on ayet-i kerimeyi tahlil ettik. Daha başka ayet-i kerimeler de var. Ancak yolumuz uzun. Daha bu konudaki hadis-i şerifleri göstereceğiz. Sonra sahabelerin uygulamasına bakacağız. Daha sonra bu konudaki icmayı yani İslam âlimlerinin ittifakını beyan edeceğiz. En sonunda da tevessülü inkâr edenlerin sözlerine cevap vereceğiz. Yani yolumuz uzun...
Bu sebeple, bu delille birlikte artık Kur’an’ın kapısını kapatıyor ve hadis-i şeriflerin kapısını açıyoruz. Dersimizin bundan sonraki bölümünde tevessülü hadis-i şeriflerle ve sahabelerin uygulamalarıyla ispat edeceğiz
.
.Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz ilk hadis-i şerif Hazreti Ömer’in rivayet ettiğişu hadis-i şeriftir:
— Ey Rabbim! Muhammed’in hakkı için senden beni affetmeni istiyorum.
Bunun üzerine Allahu Teâlâ dedi ki:
— Ey Âdem, ben daha onu yaratmamışken sen Muhammed’i nasıl bildin?
Hazreti Âdem dedi ki:
— Ey Rabbim! Şüphesiz sen beni -kudret- elinle yaratıp bana ruhundan üflediğinde başımı kaldırdım ve Arş’ın direkleri üzerinde şöyle yazılı gördüm: "Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Resulüdür." Bunun üzerine bildim ki şüphesiz sen kendi isminin yanına ancak kullarından en çok sevdiğinin ismini katarsın.
Bunun üzerine Allahu Teâlâ da dedi ki:
— Doğru söyledin ey Âdem. Şüphesiz o, kullarımın bana en sevgilisidir. Onun hakkıyla -yani onun hürmetine- dua et, şüphesiz ben de seni affettim. Eğer Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım.
Gördüğünüz gibi, Hazreti Âdem (a.s.) Peygamberimiz (a.s.m.) ile tevessül ediyor ve onun hürmetine af diliyor. Allah Teâlâ da اُدْعُنِي بِحَقِّهِ “Onun hakkıyla dua et.” diyerek Peygamberimiz (a.s.m.) ile tevessül etmesini emrediyor.
Şimdi, bu hadis-i şerifin kaynaklarını inceleyelim:
Bu hadis-i şerifi Hakîm “Müstedrek”te sahih olarak rivayet etmiştir.
İmam Süyûtî “Hasâis-i Nebeviye” isimli eserinde sahih olarak rivayet etmiştir.
İmam Beyhakî “Delâil-i Nübüvve” isimli eserinin başında, mevzu yani uydurma hadisleri rivayet etmediğini belirtmiş ve bu eserinde mezkûr hadisi rivayet etmiştir.
İmam Kastallânî ve Zürkânî bu hadisi “Mevâhib-i Leduniyye” isimli eserlerinde rivayet etmişlerdir.
İmam Sübkî “Şifâü-s-Sikam”da, İmam Taberânî “Evsat”ta, Şeyhülislam Belkînî “Fetavâ”sında, İbnü'l-Cevzi “Vefa” isimli eserinde, İbni Kesir “Bidâye” isimli eserinde bu hadisi rivayet etmişlerdir.
İşte naklettiğimiz bu hadis-i şerifin senedi bu kadar sahihtir. Zikrettiğimiz hadis âlimleri bu hadisin sıhhatinde ittifak etmişlerdir.
Aynı zamanda bu hadis-i şerif, gaibte olanla yani huzurda olmayanla tevessül edilebileceğine de delildir. Çünkü Hazreti Âdem (a.s.) Peygamberimiz (a.s.m.)’ın ismiyle tevessül ettiğindedaha Peygamberimiz yaratılmamıştı.
Demek, hayatta olmayan kimseyle tevessül caizdir ve bunu ilk yapan Hazreti Âdem (a.s.)’dır.
Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz:
Şu sabit bir kaidedir ki: Bir fende veya ilimde, münakaşaya sebep olan bir meselede, o fennin ve ilmin dâhilerinin sözü geçer. O ilimden olan küçük birinin sözü, o ilimden olmayan büyük bir dâhinin sözüne tercih edilir. Mesela bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde küçük bir doktorun sözü, tıp ilminden olmayan bir dâhinin sözüne tercih edilir. Bu, değişmez bir kaidedir.
Burada meselemiz hadistir. Bir sözün Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’a ait olup olmadığı hususunda söz hakkı, ezberinde yüz binlerce hadis-i şerif olan hadis hafızlarına ve bu ilmin dâhi ulemasına aittir. Başkasının sözünün onların sözü yanında sivrisineğin vızıltısı kadar kuvveti yoktur!
Dolayısıyla hadis ilmini bilmeyen hadis inkârcılarının, nefislerini kaynak kabul ederek bir hadise “uydurma” demelerinin hiçbir kıymeti yoktur.
Şimdi, tevessülü inkâr eden ve "Tevessül şirktir, araya peygamberi bile koyamazsın." diyenlere deriz ki:
Hazreti Âdem’in Peygamberimiz (a.s.m.) ile tevessül ettiğine dair hadis-i şerifi işittiniz. Bu hadis-i şerifi hadis ilminin dâhileri olan Hakîm, İmam Süyûtî, İmam Beyhakî, Kastallânî, Zürkânî, İmam Sübkî, İbni Kesir, İmam Taberânî, İbnü'l-Cevzi ve daha birçok âlim rivayet etmiş.
Bütün bu âlimler bu hadisin sahih olduğunda ittifak etmişler. Şimdi bize cevap verin:
— Size göre bu âlimler yalan mı söylemiş? Hata mı etmiş? Uydurma olan bir sözü sahih mi zannetmiş? Yoksa Peygamberimize bilerek mi iftira etmiş? Onların sahih kabul ettiği bu hadise siz hangi ilminizle uydurma diyorsunuz?
— Yoksa onlardan daha mı âlimsiniz? Hadis hafızı olabilmek için en az 100.000 hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezberlemek gerekir. Sizin ezberinizde 100.000 değil, 100 hadis var mı? Neyinize güvenerek İmam Süyûtî’ye, İmam Beyhakî’ye, İmam Taberânî’ye ve diğerlerine iftira atıyorsunuz?
Şimdi de bizi insafla dinleyen kardeşlerime soruyorum:
Hadis ilminin hafızları ve dâhilerinin sözü yanında, tevessülü inkâr eden bu cahillerin sözleri kaç para eder? Bunların sözü o âlimlerin sözünün önüne geçebilir mi? Bırakın önüne geçmeyi, bunların sözü hadis ilminde kayda alınır mı?
Artık bunların peşinden gidenler kimi kime tercih ettiğine dikkat etsin. Bir tarafta hadis ilminin dâhi uleması, diğer tarafta ezberinde yüz hadis bile olmayan bunlar...
Biz hadis ilminin hafızlarının sözünü tercih ediyoruz. Elhamdülillah.
Ey Allah’ımız! Şüphesiz ben senden rahmet nebisi olan Peygamberin Muhammed ile istiyor ve onunla sana yöneliyorum! Ey Muhammed! Bu ihtiyacımın yerine getirilmesi için seninle Rabbime yöneldim! Ey Allah’ımız! Onu benim hakkımda şefaatçi kıl!
— Bu zat gitti. Biz daha Resulullah’ın huzurundan ayrılmamıştık ki tekrar geldi. Baktık ki gözleri iyi olmuş.
Şimdi, bu hadis-i şerifin kaynaklarını inceleyelim:
İmam Tirmizî Hazretleri bu hadis hakkında şöyle demiştir: Bu, hasen-sahih bir hadistir. Biz onu Ebû Cafer Hatmî tarikinden bilmekteyiz.
Ebû İshak bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
Yine Hakîm hadisin sahih olduğunu söylemekte ve Zehebî ona muvafakat etmektedir.
Buhârî “Târihu'l-Kebir” isimli eserinde bu hadisi rivayet etmiştir.
İbni Mâce bu rivayeti sahih bulur.
İmam Nesâî, İbni Hibban, Ebû Nuaym, İmam Beyhakî ve Münzirî gibi birçok hadis hafızı bu rivayetin sahih olduğunu söyler.
Yani bu kadar muhaddis bu hadisin sıhhatinde ittifak etmiştir.
Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz:
Bu hadis-i şerifteki mühim nokta, âmâ sahabeye öğretilen “Peygamberin ile sana yöneliyorum.” duasıdır. Burada Peygamberimiz (a.s.m.)’ın olmadığı bir mekândan seslenme vardır. Ayrıca hadisin açık beyanıyla, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın duasıyla tevessül edilmemiş; bizzat Peygamberimizin zatıyla tevessül edilmiştir. Bunun delili, “Ey Muhammed! Ben senin ile Rabbime yöneldim!” denilmiş; “Peygamberin duasıyla yöneldim!” denilmemiştir.
Demek, bu hadis-i şerifte tevessülün iki çeşidine işaret vardır. Şöyle ki:
Âmâ zat Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın Allah katındaki değerini biliyordu. Bu sebeple ona gidip kendisi için dua etmesini istedi ve tevessülün çeşitlerinden birini yaptı. Peygamberimiz (a.s.m.) da ona öğrettiği duayla, caiz olan tevessüllerden diğerini tatbik ettirdi. Yani ona eve gidip, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın olmadığı o mekânda, onun adını anarak dua etmesini söyledi. Bu sahabe de evinde, Resulullah’ın olmadığı o yerde, ona tevessül ederek dua etti ve neticede matlubuna nail oldu.
Demek, bu hadis-i şerif sadece tevessülün caiz olduğuna değil, aynı zamanda gaibte olana tevessül edilebileceğine de delildir.
Ayrıca hadisin bir rivayetinde şu ziyadelik vardır:
وَاِنْ كَانَتْ حَاجَةً فَافْعَلْ مِثْلَ ذَلِكَ Eğer bir ihtiyaç olursa bunun gibi yap.
Bu ziyadeyi İbni Ebî Heysem sahih bir senetle rivayet etmiştir.
Bu ziyadeye göre, bu dua sadece o an için geçerli olmayıp, bütün ihtiyaçlar için her vakit yapılabilecek bir duadır. Bu sebeple, hadisin ravisi olan Osman İbni Huneyf Peygamberimiz (a.s.m.)’ın vefatından sonra insanlara bu duayı öğretmiş ve ihtiyacı olanların bu duayla Peygamberimize tevessül etmesini nasihat etmiştir.
İmam Taberânî, Hazreti Osman’ın halifeliği zamanında, İbni Huneyf’ten bu duayı öğrenen kişinin bu duayla matlubuna nasıl nail olduğunu “Mu’cemu’l-Kebir” isimli eserinde uzunca zikreder.
Bu hadis-i şerif hakkında söylenecek daha çok söz var. Biz daha fazla uzatmayıp hadisin tahlilini burada kesiyor ve tevessülü inkâr edenlere bazı sorular sormak istiyoruz:
Tevessülü inkâr edenler diyor ki: Tevessül şirktir, araya Peygamberi bile koyamazsınız.
Biz şimdi onlara soruyoruz:
Peygamberimiz (a.s.m.) âmâ olan sahabeye kendisiyle tevessül etmesini emretmiş, bu sahabe de evine giderek Peygamberimiz (a.s.m.)’ın zatıyla tevessül etmiştir. İmam Tirmizî, Ebûİshak, Hakîm, Zehebî, İmam Buhârî, İbni Mâce, İmam Nesâî, İbni Hibban, Ebû Nuaym, İmam Beyhakî ve Münzirî gibi birçok hadis hafızı bu rivayetin sahih olduğunu söylemiş ve bu hadisin sıhhatinde ittifak etmişlerdir.
— Siz kim oluyorsunuz da bu kadar âlimin sahih kabul ettiği bir hadisi görmemezlikten geliyorsunuz?
— Onların sahih kabul ettiği bu hadise siz hangi ilminizle karşı çıkıyorsunuz?
— Yoksa onlardan daha mı âlimsiniz?
— Ezberinde yüz binlerce hadis olan bu âlimlere hangi ilminizle muhalefet ediyorsunuz?
— Yoksa onlar hata etmiş de doğrusunu siz mi bulmuşsunuz?
— Hadis ilminin yıldızları olan İmam Buhârî, İbni Mâce, Tirmizî ve diğerlerinin sözü yanında sizin sözünüzün ne kıymeti olur, bunu hiç düşünmüyor musunuz?
Şimdi de bizi insafla dinleyen kardeşlerime soruyorum:
— Hadis ilminin hafızları ve dâhilerinin sözü yanında bunların sözleri kaç para eder? Bunların sözü o âlimlerin sözünün önüne geçebilir mi? Bırakın önüne geçmeyi, bunların sözü hadis ilminde kayda alınır mı? Bunların sözüyle amel edilir mi?
Şimdi, bunların peşinden gidenlere sesleniyorum: Kimi kime tercih ettiğinize dikkat edin! Bir tarafta hadis ilminin dâhi uleması, diğer tarafta ezberinde yüz hadis bile olmayan cahiller!
Bizden uyarması! Eğer bunların sözünü tercih etmeye devam ederseniz ahirette çok pişman olursunuz! Gelin, bu hatadan vazgeçin ve hadis ilminin hafızlarının sözünü onların sözüne tercih edin!
Biz tercih ettik. Elhamdülillah.
.
Tevessülün caiz olduğunu gösteren hadis-i şerifleri nakletmeye devam ediyoruz. Bu bölümde mana cihetiyle birbirine benzeyen üç hadis-i şerif nakledeceğiz:
Birinci hadis-i şerifimizi İbni Abbas Hazretleri rivayet etmiştir. Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
Şüphesiz Allah’ın -hafaza meleklerinin dışında- yeryüzünde melekleri vardır. Bu melekler ağaçlardan düşen yaprakları yazarlar. Eğer sizden birine çöl arazisinde bir aksaklık isabet ederse şöyle seslensin: Ey Allah’ın kulları, yardım edin!
— Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ıssız bir yerde sıkıntıya düştüğümüzde ne yapmamızı emrediyor?
يَا عِبَادَ اللَّهِ أَغِيثُوا "Ey Allah’ın kulları, yardım edin!" diyerek yardım istememizi emrediyor.
Şimdi soruyoruz:
— Böyle demek tevessül değil midir?
Naklettiğimiz bu hadis-i şerif hakkında İbni Hacer Hazretleri şöyle der: Bu hadisin isnadı sahihtir.
Sehâvî hadisin hasen olduğunu söyler.
Heysemî: “Ravileri güvenilirdir.” der.
Hadis âlimlerinden hiçbiri bu hadise itiraz etmemiştir.
Ahmed İbni Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle demiştir: Babamdan işittim, o şöyle dedi:
— Yaya olarak yaptığım haclardan birinde yolumu kaybettim. "Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin!" demeye başladım. Ben böyle demeye devam ederken birden yolumubuluverdim.
Bu hadiseyi İmam Beyhakî ve İbni Asâkir sahih bir isnatla nakletmişlerdir.
İmam Taberânî: “Bu denenmiştir.” demiştir.
İmam Nevevî, sıkıntıya düştüğünde “Ey Allah’ın kulları, yardım edin!” demeyi tecrübe ettiğini beyan etmiş ve şöyle demiştir:
— Benim de aralarında bulunduğum bir cemaatte hayvan kaçmaya başladı. Yardım isteme lafzını söyledim. Benim bu sözümden sonra hayvanlar durdular.
Şimdi, tevessülü inkâr edenlere şu soruyu sormak istiyoruz:
Ahmed İbni Hanbel ve İmam Nevevî Hazretlerinin kendi ifadelerinden öğrendik ki sıkıntıya düştüklerinde, “Ey Allah’ın kulları, yardım edin!” diyerek yardım istemişler.
— Acaba onlar yardım istedi diye şirke mi düştü, müşrik mi oldu? Onları şirkle itham edebilir misiniz? Ahmed İbni Hanbel’e ve İmam Nevevî’ye müşrik diyebilir misiniz?
Bakın, biraz önce zikrettiğimiz:
"Eğer sizden birine çöl arazisinde bir aksaklık isabet ederse, ‘Ey Allah’ın kulları, yardım edin!’ diye nida etsin.” hadisini imamınız olan İbni Teymiye bile kabul etmiş ve sünnete uygun duaları yazdığı “el-Kelimu’t-Tayyib” isimli eserinde bu hadisi naklederek bu şekildedua etmenin sünnet olduğunu söylemiş. Demek, imamınız olan İbni Teymiye bile bu hadisi inkâr edememiş.
— Bu hadisi inkâr edememek tevessülü kabul etmek değil midir?
Yoksa siz şimdi şöyle mi diyorsunuz:
— Hadiste geçen "Ey Allah’ın kulları, yardım edin!" ifadesiyle, kendisinden yardım istememiz emredilenler meleklerdir. Meleklere tevessül caizdir ama diğer kullara tevessül caiz değildir.
Eğer böyle diyorsanız, biz de deriz ki:
Hadi diyelim ki kendisinden yardım istenilmesi emredilenler meleklerdir. İyi de meleklere tevessül caiz oluyor da diğer salih kullara tevessül niçin caiz olmuyor? Arada ne fark var? Melekler de Allah’ın kulu; peygamberler ve evliyalar da Allah’ın kulu. Meleklere tevessül edilebilirken, salih kullara niçin tevessül edilmesin?
Yardımı Allah’tan bildikten sonra meleklerden de yardım istenir, Allah’ın salih kullarından da. Yeter ki onları yardıma gönderenin Allahu Teâlâ olduğunu bilelim.
Mezkûr hadis-i şerifin tahlilini burada tamamlayalım ve aynı manayı ifade eden ikinci hadis-i şerife geçelim:
Bu hadis-i şerifin ravisi Utbe b. Gazvan Hazretleridir. Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
Sizden birisi bir şey kaybederse veya yanında arkadaşı olmayan bir yerde yardım dilerse şöyle desin: "Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin; ey Allah’ın kulları, bana yardım edin!" Çünkü Allah’ın bazı kulları vardır ki biz onları göremeyiz.
— Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu hadiste bizlere neyi emrediyor?
Bir şeyi kaybettiğimizde veya arkadaşımızın olmadığı bir yerde yardım dilediğimizde, “Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin!” dememizi emrediyor.
— Yahu tevessülü inkâr edenler bu hadisi görmüyorlar mı?
İmam Taberânî Hazretleri bu hadisi rivayet edip ravilerini güvenilir kabul etmiş.
Büyük hadis ve tefsir âlimi Allame Muhammed b. Allân şöyle demiş: Bu hadiste geçen Allah’ın kullarından maksat ya melekler, ya Müslüman cinler, ya da ebdal diye isimlendirilen seçkin velilerdir.
Tevessülü inkâr edenlerin imamı olan Elbânî dahi bu hadisi reddedememiş ve demiş ki: Hadiste geçen "Allah’ın kulları" melekler olabilir.
Biz şimdi Elbânî’ye ve ona tabi olanlara diyoruz ki: Hadi diyelim melekler olsun. İyi de meleklerden istemek ve onlara tevessül etmek caiz oluyor da diğer salih kullara tevessül etmek niçin caiz olmuyor? Arada ne fark var? Meleğin eliyle gelen yardım da bizzat Cenab-ı Hakk’ın izni ve iradesiyle değil midir? Melekleri yardıma gönderen Rabbimiz, salih kulların ruhlarını niçin yardıma göndermesin veya gönderemesin?
İkinci hadis-i şerifin tahlilini burada tamamlayalım ve aynı manayı ifade eden üçüncü hadis-i şerife geçelim.
Bu hadis-i şerifin ravisi İbni Mesud Hazretleridir. Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
Sizden birinizin hayvanı sahrada kaçarsa şöyle desin: "Ey Allah’ın kulları, onu yakalayın; ey Allah’ın kulları onu yakalayın!" Şüphesiz Allah’ın yeryüzünde hazır bulunan kulları vardır ki onu yakalarlar.
Bu hadis-i şerifi Ebû Yâlâ Hazretleri “Müsned”inde, İbni Hacer “Metâlibu'l-Âliye”de, İmam Taberânî “Mu’cemu’l-Kebir”de zikretmiştir.
Şimdi, tevessülü inkâr edenlere soruyoruz:
— Gösterdiğimiz bu kadar ayete ve hadise gözlerinizi mi kapatacaksınız? Hâlâ anlamayacak mısınız ki yapılması gereken, caiz olan tevessüle haram demek değildir. Yapılması gereken, tevessülün şartlarını öğreterek yanlış tevessülün önüne geçmektir.
Biz tevessül caizdir derken, her tevessül eden şeriat dairesinde tevessül ediyor, demiyoruz. Yardımı Allah’tan değil de tevessül ettiği şahıstan bilenler ya da tevessül ettiği şahsın bizzat malik-i hakiki olduğunu zannedenler elbette vardır. Ve bu, büyük bir hatadır.
Lakin bunun önüne geçmenin yolu tevessüle haram demek değildir. Çünkü tevessüle haram derseniz, bu hadis-i şerifleri izah edemezsiniz. Yapılması gereken, tevessül edecek olana doğru tevessülü öğretmektir. Bunun başka bir yolu yoktur!
.
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz sekizinci hadis-i şerifi Hazreti MeymûneValidemiz rivayet etmiştir. Hadis-i şerif şöyledir:
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hazreti Meymûne Validemizin yanında gecelemişti. Efendimiz (a.s.m.) sonra kalkıp namaz için abdest aldı.
Hazreti Meymûne Validemiz diyor ki:
— Onu abdest aldığı yerde üç defa "Lebbeyk, lebbeyk, lebbeyk." ve üç defa da "Sana yardım edildi, sana yardım edildi, sana yardım edildi." derken işittim. Ona: "Ey Allah’ın Resulü, babam sana feda olsun! Seni üç defa 'Lebbeyk', üç defa da 'Sana yardım edildi.' derken işittim. Sanki bir insanla konuşuyordun. Yanında biri mi vardı?" diye sordum.
Bu, Benî Ka’b kabilesinin şiir okuyanı. Bana seslenip yardım istedi ve Kureyş’in onlara karşı Benî Bekir kabilesine yardım ettiğini iddia etti.
Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki: Benî Ka’b kabilesinden bir kişi Peygamberimiz (a.s.m.)’dan gaybi bir surette yardım diliyor. Peygamberimiz (a.s.m.) da uzak bir mesafeden onun sesini -Allah’ın işittirmesiyle- duyuyor ve ona “Sana yardım edildi.” diyor.
Bu hadis-i şerifi İmam Taberânî ve Ebû Nuaym Hazretleri eserlerinde rivayet etmiştir. Heysemî Hazretleri ve bazı hadis âlimleri bu hadisi zayıf bulmuşlardır.
Şimdi, burada çok önemli bir noktadan bahsetmek istiyoruz. Bu nokta çok önemli bir noktadır. Şöyle ki:
Bir hadisin zayıf veya sahih kabul edilmesi hadisin senediyle ilgilidir. Bazı hadis âlimleri hadisin senedindeki bir ravinin hafızasını zayıf görür, ona güvenmez veya başka bir sebepten dolayı hadisi zayıf addeder. Başka bir hadis âlimi ise raviye güvenir, hafızasını kuvvetli bulur ve diğer şartlarla hadisi sahih kabul eder.
Dolayısıyla bir hadisi zayıf kabul etmek hadisin senediyle ilgili bir durumdur.
Bazı âlimlerin bu hadis-i şerifi zayıf kabul etmesi bizim meselemizi zayıflatmaz. Çünkü zayıflık emaresi varsa, hadisin senediyle ilgilidir; manasıyla değil.
Şimdi şunu bir düşünün:
— Eğer tevessül şirk olsaydı bu hadisi İmam Taberânî ve Ebû Nuaym Hazretleri nakleder ve kitaplarına alırlar mıydı?
— Ve hadis âlimleri hadisin üzerinde cerh ve tadil yaparlar mıydı?
Eğer tevessül şirk olsaydı hadise zayıf denmez, uydurma denirdi ve hadis kitaplarında nakledilmezdi. Ne yani, hadis hafızları şirki tavsiye eden bir hadis üzerinde sahihtir-zayıftır tartışması mı yapacak?
Eğer hadisin manası İslam’ın ruhuna uygun olmasaydı hadisin senedine bakılmaksızın hadis reddedilirdi. Ama zayıf diyen dahi hadisi reddetmiyor, sadece senedindeki bazı ravileri zayıf buluyor. Eğer tevessül şirk olsaydı, zayıf diyenler hadise zayıf demez; “Bu hadisteki haber şirktir; bu hadis hadis olamaz.” derlerdi. Ama kimse böyle dememiş. Hatta bir kısım hadis âlimleri hadisi sahih kabul etmiş ve bu hadisi eserlerinde rivayet etmiş. Bütün bunlar tevessülün caiz olduğuna delildir.
Dolayısıyla tevessülü inkâr edenler gösterdiğimiz hadis-i şeriflere “zayıftır” diyerek davamızı iptal edemezler. Faraza, naklettiğimiz bütün hadis-i şeriflerin zayıflığını ispat dahi edecek olsalar yine de davamızı çürütemezler. Çünkü bir hadisin senedi üzerinde tartışma yapılması, o hadisin manasının İslam’ın ruhuna uygun olduğunu ispat eder. Eğer tevessül caiz olmasaydı hadis âlimleri bu hadislerin senetleri üzerinde tahlil yapmaz ve topyekûn hadisi reddederlerdi. Zira şirki emreden bir hadise zayıf demekle yetinilmez.
Bu izahlardan sonra şimdi, tevessülü inkâr edenlere şu soruyu soruyoruz:
— İmam Taberânî gibi bir hadis hafızı bu hadisi “el-Kebir” isimli eserinde rivayet etmiş. Acaba İmam Taberânî, manasında şirk olan bir sözü hadis diye nakleder mi? O koca imam,tevessülün şirk olup olmadığını sizin kadar bilmiyor mu? Eğer tevessül şirk olsaydı İmam Taberânî bu hadisi eserine alır mıydı?
— Yine tevessül şirk olsaydı Ebû Nuaym Hazretleri bu hadisi kitabında rivayet eder miydi?
— Onların bu hadisi eserlerine alması tevessülün caiz olduğuna dair kâfi bir delil değil midir?
Daha ne arıyorsunuz!
Sevgili kardeşlerim, tevessüle dair eserimizin bu bölümüne kadar, önce tevessülün caiz olduğunu Kur’an'ın ayetleriyle ispat ettik ve 10 ayet-i kerimeyi meselemize delil yaptık. Daha sonra tevessülü hadis-i şeriflerle ispat ettik ve 8 hadis-i şerifi meselemize delil yaptık. Daha gösterebileceğimiz çokça hadis-i şerif de var.
Ancak yolumuz uzun. Daha bu konudaki sahabe uygulamasına bakacak, sonra bu konudaki icmayı gösterecek ve tevessülü inkâr edenlerin sözlerine cevap vereceğiz. Bu sebeple, tevessül hakkındaki diğer hadis-i şeriflere geçmiyor ve sekiz hadisle yetiniyoruz. Zaten arife işaret yeter, hepsini nakletmeye gerek yoktur.
Şimdi sorulacak soru şu:
— Eğer tevessül caiz olsaydı sahabeler bunu uygulardı. Acaba sahabeler tevessül etmiş midir?
Eserimizin bundan sonraki bölümünde bu konuyu işleyecek ve sahabelerin tevessülüne dair örnekler vereceğiz.
.
Sahabe Efendilerimizin tevessül ettiğine dair vereceğimiz ikinci örnek Mâlik ed-Dâr (r.a.)tarafından rivayet edilmiştir. O şöyle anlatıyor:
Hazreti Ömer (r.a.) devrinde halk şiddetli bir kuraklığa maruz kalmıştı. Derken, bir adam Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın kabrine gelerek şöyle dedi:
— Ya Resulallah! Ümmetin için yağmur yağmasını iste. Zira onlar helak oldular.
Bunun üzerine rüyasında o adama şöyle denildi:
— Ömer’e git, ona selam götür. Halkın suya kavuşacağını haber ver ve ona şöyle de: Senin vazifen iyi muamelede bulunmak, adil olmak ve güzel hareket etmektir.
Adam derhâl giderek durumu Hazreti Ömer’e bildirdi. Bunun üzerine, Hazreti Ömer ağladı ve sonra şöyle dedi:
— Rabbim, üstesinden gelemediğim şeyler hariç, çaba sarf etmekten geri durmuyor ve elimden geleni yapıyorum.
Şimdi, bu rivayetin kaynaklarını inceleyelim:
Bu rivayeti nakleden hadis imamlarına dikkat etmenizi istiyorum. Bu haberi bu şekliyle rivayet eden hadis imamları şunlardır:
1. İmam Buhârî
2. İmam Beyhakî
3. İmam Sübkî
4. İmam Heysemî
5. İbni Ebî Şeybe
6. İbni Asâkir
7. İbni Hacer
8. İbni Kesir
Bütün bu hadis imamları haberin senedinin sahih olduğunda ittifak etmiş ve eserlerinde bu hadiseyi nakletmiştir. Hadisin senedi İbni Ebî Şeybe, Ebû Muaviye, A’meş, Ebû Salih Zekvanve Mâlik ed-Dâr yoluyla gelmiştir. Senedi sahihtir.
İbni Hacer Hazretleri yağmur isteyen kişinin Bilal İbni Haris olduğunu nakletmiştir.
Bu hadisede Hazreti Ömer’in tavrına da dikkat çekmek istiyoruz:
Peygamberimiz (a.s.m.)’a yağmur için tevessül eden Bilal İbni Haris hadiseyi Hazreti Ömer’e anlattığında, Hazreti Ömer onun tevessül etmesine karşı çıkmamış; aksine ağlayarak Cenab-ı Hakk’a dua etmiştir.
Hazreti Ömer ve diğer sahabelerin şirk olan bir hususta sessiz kalmaları düşünülemez. Eğer tevessül şirk olsaydı Hazreti Ömer tevessül eden Bilal İbni Haris’e şiddetli bir şekilde kızar ve onu bu amelinden menederdi. Ancak gördüğünüz gibi, menetmemiştir. Bu da HazretiÖmer’in tevessüle sükûti olarak cevaz vermesidir.
Bütün bu izahlardan sonra, tevessülü inkâr edenlere şu soruları sormak istiyoruz:
— Hazreti Ömer ve Bilal İbni Haris tevessülün şirk olduğunu anlayamadı ve şirke düştü ama siz sivri zekânızla bunun şirk olduğunu hemen anladınız, öyle mi?
— Yine İmam Buhârî, İbni Hacer, İmam Beyhakî, İmam Sübkî, Heysemî, İbni Ebî Şeybe, İbni Asâkir ve diğer allameler şirk olan bir ameli halis tevhid zannetti ama siz bunun şirk olduğunu hemen anlayıverdiniz, öyle mi?
Eee, tabi siz onlardan daha üstünsünüz, daha zekisiniz...
Yani ezberinde yüz binlerce hadis-i şerif olan hadis hafızları tevessülün şirk olduğunu fark edemiyor ama sizler gibi, ezberinde yüz hadis bile olmayanlar, bunun farkına hemen varabiliyor!
Aklınızı başınıza alın! Siz tevessüle şirk dediğinizde, bütün bu hadis âlimlerini müşrik olmakla hatta şirk ile tevhidin arasını ayırt edemeyecek kadar cahil olmakla itham ediyorsunuz. Bu cinayeti işleyen kişiye ne denir ve ben ne diyeyim! Sizleri ancak Allah’a havale ediyorum!
Ayrıca şunu da sormak istiyorum: Hep diyorsunuz ki: Sahabeler tevessül etmemiştir, bize ulaşan tek bir haber bile yoktur.
İşte haber, işte sahabe, işte bu haberi nakleden hadis imamları! Hani yoktu? Hadis ilmi okumazsanız, tabii size göre yok olur.
Bakın, imamınız İbni Teymiye bile zikrettiğimiz bu hadiseyi inkâr edememekte ve “İktizâu's-Sırati'l-Müstakim” isimli eserinde şöyle demektedir:
— Kuraklık olduğu zaman birisi Peygamberimizin kabrine geldi ve kuraklık hakkında şikâyet etti. Daha sonra Peygamberimizi rüyasında gördü. Peygamberimiz ona: "Ömer’e git ve yağmur namazı kılmasını söyle." buyurdu.
İbni Teymiye şöyle devam ediyor:
— Buna benzeyen birçok sahih rivayet mevcuttur. Bazı kimseler Resulullah’tan veya ümmetine mensub salih bir şahsiyetten dilemişler ve bu dilekleri yerine gelmiştir. Bu da çok görülen bir olaydır. Şunu bilmek gerekir ki: Resulullah’tan ve onun ümmetinden olan salih bir şahsiyetten bu dileklerin karşılanmış olması, söz konusu dileklerde bulunmanın müstehapolduğunu göstermez. Böyle bir dileğin yerine gelmesi, başında dua edilen mezardaki ölünün kerameti olarak sayılabilir.
Gördünüz mü İmamınız olan İbni Teymiye bile bu hadiseyi inkâr edemiyor? Hatta Peygamberimiz (a.s.m.)’a ve salih kişilere yapılan tevessül neticesinde istenilen şeye ulaşmanın çok görülen bir şey olduğunu ve bunun kabirde yatan zatın bir kerameti olduğunu kabul ediyor.
Ancak daha sonra yanılarak, “Böyle çokça tevessül edilmesi bu işin müstehap olduğunu göstermez.” diyor ve yanlış bir hükme varıyor. Yani Hazreti Ömer’e ve sahabelere “Yaptığınız yanlıştır.” diyecek kadar ileri gidiyor.
Demek, naklettiğimiz olayın vukuunda hiçbir şüphe yoktur. İbni Teymiye dahi bunu kabul etmek zorunda kalmıştır.
Şimdi, bizi dinleyenlerin karar vermesi gereken bir mesele var. O mesele şudur:
Bir yerde hem Peygamberimiz (a.s.m.)’a tevessül eden hem de tevessül edeni kınamayan sahabeler var. O sahabeler ki şirk olan bir amel karşısında aslan kesilirler. Diğer yanda ise sahabeyi şirke düşmekle itham eden ve tevessüle şirk diyen ehl-i bid’a var. Bizi dinleyenlerartık bir seçim yapmalı:
— Tevessüle şirk diyenler mi doğru yoksa Sahabe Efendilerimiz mi?
Biz Sahabe Efendilerimiz diyor ve onların yolundan gidiyoruz. Elhamdülillah.
.
.Sahabe Efendilerimizin tevessülüne dair dördüncü örneği İmam Taberânî Hazretleri “Mu’cemu's-Sagîr”de şöyle nakletmektedir:
Bir adam, halifeliği döneminde Hazreti Osman’a bir ihtiyacı için gidip geliyordu. HazretiOsman (r.a.) ise ona iltifat etmiyor, hacetine bakmıyordu. Adam İbni Huneyf ile karşılaştı ve Hazreti Osman’ı ona şikâyet etti. İbni Huneyf ona şöyle dedi:
— Abdest yerine git, abdest al. Sonra mescide gidip hemen iki rekât namaz kıl. Sonra da şöyle dua et:
(Ey Allah’ım! Ben rahmet nebisi olan Nebimiz Muhammed ile sana yöneldim ve senden istiyorum! Ey Muhammed! Ben ihtiyacımın görülmesi için seninle Rabbime yöneliyorum!)
İşte böyle de ve böyle dedikten sonra da hacetini söyle... O adam gitti ve hemen İbniHuneyf’in dediğini yaptı. Sonra da Hazreti Osman’ın kapısına geldi. Kapıcı geldi, onun elinden tuttu ve Hazreti Osman’ın yanına soktu. Hazreti Osman onu yaygı üzerine oturttu ve“Hacetin nedir?” dedi. O da hacetini söyledi. Hazreti Osman da hacetini yerine getirdi ve“Hacetini şimdiye kadar neden anlatmadın? Hangi ihtiyacın olursa bize gel.” dedi.
Sonra adam onun yanından çıktı ve İbni Huneyf ile tekrar karşılaştı. Ona: “Allah hayırlı mükâfat versin. Ne ihtiyacımı görüyor ne de bana iltifat ediyordu. Nihayet sen onunla benim hakkımda konuştun.” dedi.
Bunun üzerine İbni Huneyf şöyle dedi: Vallahi ben onunla konuşmadım! Fakat bir vakit Resulullah’ın yanına varmıştım; ona âmâ bir adam gelip körlüğünden şikâyet etmişti. Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.) ona: "Sabreder misin?" buyurdu. Âmâ: "Ya Resulallah, benim çekip götürecek adamım yok. Körlük bana meşakkat verdi." dedi. Bunun üzerinePeygamberimiz (a.s.m.) şöyle dedi: "Abdesthaneye gidip abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl. Sonra da bu duaları oku…”
İbni Huneyf şöyle devam etti: Vallahi biz ayrılmamıştık ve sözümüz uzamamıştı ki adam yanımıza geldi. Onda sanki hiçbir zarar ve keder yoktu. (Mu’cemu's-Sagîr, I, 184)
Şimdi bu rivayetin kaynaklarını inceleyelim:
Bu hadiseyi Ravh İbnu’l-Kasım’dan Şebîb İbni Saîd el-Mekkî rivayet etmiştir ki o, hadiste sika yani güvenilir bir ravidir.
Yine bu hadiseyi Hazreti Şu’be, Ebû Cafer el-Hatmî’den rivayet etmiştir. O da hadis ilminde güvenilir kabul edilmiştir.
Yine bu hadiseyi Hâkim ve Heysemî gibi hadis hafızları da sahih kabul etmişlerdir.
İmam Beyhakî “Delailü'n-Nübüvve”de, İmam Taberânî “el-Kebir”de bu hadisi rivayet etmişlerdir.
Bu muhaddislerin bu hadisi sahih bulmasından sonra herhâlde söylenecek bir söz yoktur.
Bu hadisten çıkan netice şudur:
Sahabe Efendilerimiz açıkça tevessül etmiş ve tevessülü şirk görmemiştir. Sahabelerin şirk görmediği bir şey şirk değildir. Tevhidin ve şirkin ne olduğunu onlardan daha iyi kimse bilemez. Zira onlar tevhidi bizzat Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’dan öğrenmişler ve Peygamberimiz (a.s.m.)’ın rahlesinde yetişmişlerdir. Tevessülü şirk kabul etmek sahabeleri şirke düşmekle itham etmektir.
Herkes şunu bilsin ki Resulullah’ın o güzide sahabelerine şirki isnad eden, ne bu dünyada ne de ahirette felah bulur!
Sahabe Efendilerimizin tevessülüne dair beşinci örneği İbni Teymiye’nin bir talebesi olan büyük müfessir İbni Kesir’den dinleyeceğiz. Hafız İbni Kesir'in naklettiğine göre:
Yemame Savaşı’nda Müslümanların şiarı يَا مُحَمَّدَاهُ sözü idi. Bu söz, “Ey Muhammed, imdadımıza yetiş!” manasındadır. Halid İbni Velid Hazretleri de bu sözü söyleyenlerdendir. Bu söz hem tevessüldür hem de istigâse yani “doğrudan yardım istemek”tir.
Tevessülü inkâr edenler: “Sahabeler tevessül etmemiştir.” diyorlar. Alın size sahabe tevessülü... Hem de bir kişi değil, bir ordu tevessül ediyor... Bu ordunun içinde Halid b. Velidde var... Hem sadece tevessül de değil, aynı zamanda istigâse yani doğrudan yardım isteme.
Bu haberi nakleden zat da sizin en çok kabul ettiğiniz âlimlerden İbni Kesir. İmamınız olan İbni Teymiye’nin talebesi Hafız İbni Kesir!
Şimdi, biraz Arapça bilenler için يَا مُحَمَّدَاهُ sözünü tahlil edelim:
يَا مُحَمَّدَاهُ sözündeki يَا harfi nida olup “Ey!” demektir. مُحَمَّدَ kelimesi münâdâdır yani kendisine seslenilen kişidir. Münâdâdan sonra gelen elif ise "elif-i istigâse" yani yardım isteme elif’idir.
Buna göre, يَا مُحَمَّدَاهُ sözünden çıkan mana “Ey Muhammed, imdadımıza yetiş; bize yardım et!” şeklinde olur.
Sizleri biraz tebessüm ettirecek bir şey nakledeyim:
Tevessülü inkâr edenler, Yemame Savaşı’na katılan Müslümanların, “İmdadımıza yetiş Ey Muhammed!” manasındaki يَا مُحَمَّدَاهُ sözleri karşısında söyleyecek bir şey bulamayınca saçmalamaya başladılar ve dediler ki:
— يَا مُحَمَّدَاهُ sözünü sahabeler parola olarak kullanıyordu. Yoksa Resulullah’tan yardım istemiyorlardı.
Onların bu komik sözlerine cevap olarak deriz ki:
— Size göre şirk olan bir kelimeyi sahabeler parola olarak mı kullanıyordu?
— Sahabe şirk olan bir kelimeyi nasıl parola olarak kullanır?
Hem bunun parolayla ne ilgisi var? Parola karşılıklıdır. Mesela birisi “güneş” der, diğeri “ay”. İnsanlar parolayı birbirlerini tanımak için kullanırlar.
— "Yetiş Ey Muhammed!” manasındaki يَا مُحَمَّدَاهُ sözünü nasıl parola kabul edersiniz?
Yahu hadi hiç ilminiz yok, iyi de aklınızda mı yok! Sahabelerin birbirlerini tanımak için şirk olan bir sözü kullanabileceğine nasıl ihtimal veriyorsunuz? O hâlde size göre, yine parola olarak “Yetiş ya Uzza, yetiş ya Menat!” gibi sözler de söylenebilir ve putlardan medet istenebilir. Bunu kabul ediyor musunuz?
Aklınızı başınıza alın! “Yetiş Ey Muhammed!” manasındaki يَا مُحَمَّدَاهُ sözü bir parola değil, bir tevessül ve istigâsedir. Ve bu sözü bütün bir ordu söylemiştir.
Bütün bu izahlardan sonra şimdi, tevessülü inkâr edenlere şu soruları sormak istiyoruz:
— Halid b. Velid dâhil Yemame Savaşı’na katılan bütün Müslümanlar şirke mi düştü, müşrik mi oldu?
— Onlar nasıl olur da bütün ömürlerini Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ile geçirmelerine rağmen tevessülün şirk olduğunu öğrenememişler?
— Halid b. Velid gibi bir İslam kahramanı nasıl müşrik olur?
— Onlar mı müşrik oldu yoksa siz mi yanılıyorsunuz?
Sevgili kardeşlerim, eserimizin bu bölümüne kadar, tevessülün caiz olduğunu önce Kur’an’ın ayetleriyle, sonra hadis-i şeriflerle, daha sonra da sahabelerin uygulamasıyla ispat ettik. Daha gösterebileceğimiz başka sahabe uygulamaları da var. Ancak bu bölümü daha fazla uzatmaya gerek duymuyoruz.
Bir sonraki bölümde, başta dört mezhep imamı olarak, âlimlerin bu konudaki icmaınıgöstereceğiz. İnayet ve tevfik Allah'tandır.
.
.Bu dersimizde tevessül hakkındaki icmayı yani İslam âlimlerinin ittifakını beyan edeceğiz.
Sabit bir kaidedir ki bir meselede ihtilaf edilse, söz hakkı o fennin âlimlerine aittir. Büyük bir hastalığın tedavisinde küçük bir doktorun sözü büyük bir mimarın sözüne tercih edilir.
Madem meselemiz tevessüldür ve tevessül dinin bir meselesidir, o hâlde bu konuda söz hakkı müçtehitlerin, allamelerin ve hadis hafızlarınındır. Onların sözü yanında bir başkasının sözü, gök gürültüsü yanında sivrisineğin vızıltısı gibi sönük kalır.
Şimdi, İslam âlimlerinin tevessül hakkındaki sözlerine kulak verelim:
İmam-ı Azam Hazretleri tevessülü caiz kabul eder. İmam-ı Azam Hazretlerinin görüşünü bir sonraki derste detaylı bir şekilde tahlil edeceğimizden dolayı burada görüşünün detayına girmiyor ve sadece caiz kabul ettiğini beyanla yetiniyoruz.
İmam Şafiî Hazretleri bizzat kendi yaptığı tevessüllerden bahsederek şöyle der: Ehl-i beyt (Peygamberimiz (a.s.m.)’ın ailesi) benim aracım ve onunla aramdaki vesilemdir. Onların vesilesiyle yarın amel defterimin sağ elimden verileceğini umuyorum. (İmam Şafiî, Divan, Lübnan, Beyrut: Dâru’l-Fikir, 2005)
Yine İmam Şafiî Hazretleri şöyle der: Bir ihtiyacım olduğunda iki rekât namaz kılar ve İmam-ı Azam’ın mezarına gidip orada dua ederdim. Onun bereketiyle ihtiyacım hemen karşılanırdı. (Heysemî, el-Hayrâtü'l-Hisan, 94)
Yine İmam Şafiî Hazretleri şöyle der: Ben, İmam-ı Azam’ın kabrini ziyarette çok bereket buldum. Her gün onun kabrini ziyaret etmek itikadındaydım. Kendime bir ihtiyaç arız olunca hemen menzilimde iki rekât namaz kılıp onun kabrine giderdim. Onun kabri yanında hacetimi Allahu Teâlâ’dan dilerdim. Aradan çok zaman geçmeden hacetim kaza olurdu. (Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 197)
İmam Şafiî Hazretlerinin talebelerinden Rebi b. Süleyman şöyle anlatır: Bir gün İmam Şafiî bana: "Rebi, bu mektubu al, Ahmed b. Hanbel’e götür." dedi. Ben mektubu Ahmed b. Hanbel’e götürdüm. Ahmed b. Hanbel mektubu okuduktan sonra çok sevindi. Üzerindeki gömleği çıkarıp bana hediye etti. Mektubun cevabını İmam Şafiî’ye getirdim. İmam Şafiî bana şöyle dedi: "Sana hediye edilen gömleği alıp seni üzmek istemeyiz. Ancak hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu bize ver ki biz de o gömleğin bereketine böylece ortak olalım.” (İbnu'l-Cevzi, Menâkibu'l-İmam Hanbel, 609)
Dikkat edilecek bir husus bu kıssayı eserine alıp bize nakleden İbnu’l-Cevzi tevessülü kabul etmeyenlerin en çok itibar ettiği âlimlerdendir.
Şimdi de Maliki mezhebinin imamı olan İmam MalikHazretlerinin tevessüle bakışını nakledelim:
İbni Humeyd’in bildirdiğine göre, Abbasi Halifesi Ebû Cafer hac ziyaretinde Medine’ye gittiği zaman, Hazreti Peygamber (a.s.m.)’ın kabrine vardığında, orada bulunan İmam MalikHazretlerine: “Ya Eba Abdillah, yönümü kıbleye mi dönüp dua edeyim?” dediğinde İmam Malik Hazretleri: “Niçin yönünü Peygamberimiz (a.s.m.)’dan çevireceksin? Hâlbuki o, senin baban Âdem (a.s.)’ın vesilesidir. Bilakis Resulullah’a dön. Onun şefaatini iste.” demiştir. (Kastalânî, Şerhu’l-Mevâhib)
Hanbeli mezhebinin imamı Ahmed İbni HanbelHazretleri de tevessül hakkında şöyle der: Yağmur kesilince dua edene, Peygamberimiz (a.s.m.) ile tevessülde bulunması müstehaptır. (İmam Mirdavî, el-Hanbelî el-İnsaf marifeti’r-râcih mine'l-hilaf)
Ahmed İbni Hanbel’in oğlu Abdullah, babasının “Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın saçıyla tevessülde bulunduğunu, onu öptüğünü ve suyun içine daldırdığını, kaptaki suyu şifa niyetiyle içtiğini” söylemiştir. (ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi’n-Nübela, XI, 212)
Ebû Bekir el-Marvazi der ki: Ahmed İbni Hanbel her ibadet ettiğinde Peygamberimize tevessül ederek şu sözleri söylerdi: Ey Allah’ım! Ben sana senin peygamberinle, rahmet Peygamberin Muhammed (a.s.m.)’la dönüyorum! (Mensek)
İbni Teymiye tevessülü inkâr edenlerin imamıdır ve tevessülü inkâr onunla başlamıştır. İşte bu İbni Teymiye’nin çokça övdüğü büyük âlim İmam Sübkî tevessülün müstehab olduğuna dair dört mezhebin naslarını “Şifaü's-Sikam fî ziyaret-i hayri'l-enam” adlı kitabında geniş olarak açıklayıp, kendisi de tevessülü caiz görmüştür.
İmam Sübkî Hazretleri bu makamda şöyle der: Şunu bil ki Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ile tevessül etmek, ondan istigâsede bulunmak ve onu Allah’a karşı aracı koymak hem caizdir hem de güzeldir. Bunun caiz olması, her dindar kimse için bilinen hususlardandır. Tüm dinler arasında hiç kimse bunu inkâr etmemiştir. Bunu inkâr İbni Teymiye ile başlamıştır.
Gördüğünüz gibi, İmam Sübkî’nin beyanına göre, İbni Teymiye’ye kadar hiçbir âlim tevessülü inkâr etmemiştir. İbni Teymiye Hicri 661’de doğmuştur.
Demek, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın asrı dâhil yaklaşık yedi yüz sene tevessülü inkâr eden tek bir kişi olmamıştır.
— Yani şimdi bu din yedi yüz sene -hem de en iyi anlaşıldığı, en mümtaz allamelerin yaşadığı yedi yüz sene- yanlış mı yaşanmış?
— Yedi yüz sene boyunca haram olan bir amel helal mi kabul edilmiş?
— Şirk olan bir iş iman mı zannedilmiş?
— Ve başta sahabeler, dört mezhep imamı ve diğer müçtehitler bunun farkına varamamışlar mı?
Bu ihtimali kim kabul edebilir?
Tevessül hakkında âlimlerin sözlerine devam edelim:
İbni Hacer el-Heytemi şöyle der: İbni Teymiye’nin kötü eyleminden önce bu dünyada hiç kimse Resulullah’la tevessül ve istigâseye karşı gelmemiştir. (Cevheru'l-münezzem fi ziyaretu'l-kabri’l-mükerrem)
Yine İbni Hacer el-Heytemi “el-Cevheru'l-munazzam” isimli eserinde ölülerden yardım istemekten bahsediyor ve bunun caiz olduğunu söyleyip şöyle diyor: Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’dan, hayatında olduğu gibi vefatından sonra da ihtiyaçların giderilmesi için dua istenebilir. Bu, hakkında icma olan mütevatir haberlerin bulunduğu bir husustur.
İbni AbidinHazretleri şöyle der: Ben Allahu Teâlâ’ya Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ile itaat ehlinden her muazzam makam sahibiyle ve imamımız İmam-ı Azam’la tevessül ederek, lütuf ve kereminden bu işi bana kolay eylemesini, doğru ilham buyurmasını, kusurlarımı bağışlamasını, hatalarımı af etmesini niyaz eylerim. (Reddü'l-Muhtar, V, 540)
Vehhabilere Vehhabi denilmesi, görüşlerinin kaynaklarından birinin de Muhammed b. Abdulvehhab olmasından dolayıdır. Muhammed b. Abdulvehhab, Vehhabilerin itikatta imamlarından biridir. İşte bu zat “Mecmûatü'l-Müellefat” isimli eserinde şöyle diyor: Birisi dua ederken, "Allah’ım, ben senden peygamberlerin ya da salih kullarının vesilesiyle şunu şunu istiyorum." diye dua ederse, sadece Allah’a dua ettikten sonra, herhangi bir kabrin yanında dua ediyor olsa bile, bu bizim reddettiğimiz bir şey değildir. (Mecmûatü'l-Müellefat, 3. kısım, sf. 68)
Muhammed b. Abdulvehhab’ın bu sözleri tevessülün ona göre de caiz olduğunu göstermektedir.
İmam KudameHazretleri Peygamberimiz (a.s.m.)'ı ziyaret adabında şöyle diyor: Kabrin yanına giderek şöyle söylenir: “Günahlarımdan tövbe ederek sana geldim ve seni Allah katında vesile ve şefaatçi kıldım.” (el-Muğni maa'ş-Şerh, III, 258; Şerhu'l-Kebir, III, 494)
Tevessülü kabul etmeyenlerin de itibar ettikleri büyük âlimlerden Ferec b. El-Cevzi ki İbnü'l-Cevzi ismiyle meşhur olmuştur. (Bu zat, İbni Teymiye’nin talebesi olan İbnu’l-Kayyim el Cevziyye’den bir asır önce yaşamıştır; bu zat ile karıştırılmasın) Ferec b. el-Cevzi der ki: Nefsimi terbiye edemedim. Bazı salih kişilerin kabrine gidip onları aracı yapıp düzelmem için dua ettim. (Ebu’l-Ferec el-Cevzi, Saydu'l-Hatır)
İmam Şekvânî şöyle diyor: Allahu Teâlâ’ya fazilet ve ilim sahibi zatlarla tevessül etmek, hakikatte onların salih amelleri, faziletleri ve meziyetleriyle tevessül etmektir. Zira fâzıl zat ancak yaptığı amellerle faziletli olur. (ed-Dürru’n-Nedide, 5-6)
Vehhabilerin en büyük imamlarından İbnu’l-Kayyum “Kitabu’r-Ruh” isimli eserinde “Artık gözü Allah ile görür, kulağı Allah ile işitir.” hadisini izah ederken şöyle diyor: Yüce Allah bu kudsi hadiste, kendisine yaklaşan kuluna olan sevgisinin faydalı olacağını belirtmiştir. Allah, kulunu sevince kulağına, gözüne, eline ve ayağına yaklaşır. Artık gözü Allah ile görür. Kulağı Allah ile duyar. Onunla tutar, onunla yürür. Kalbi eşyaların gerçeklerinin belirtildiği saf ayna gibi olur. Ferasetinde oldukça az yanılır. Çünkü kul Allah ile varlığa bakınca, onu olduğu gibi görür. Allah ile işitince, onu olduğu gibi işitir. İşte kâmil bir veli, darda kalıp kendisinden yardım isteyen bir mümine, İlahî izinden sonra, mesafe ne olursa olsun, Allah’ın izni ve dilemesiyle, dünyanın en uzak mesafesindeki bir insanı görebilir. Uzaktakinin sesini işitip Allah izin ve güç verirse yardım da edebilir. Bu, Allah’ın dilediği kullar için kolay ve mümkündür.
İbnu’l-Kayyum yine aynı eserinde ölülerin birtakım tasarruflarda bulanabileceklerini ve dirilere yardım edebileceklerini söylemektedir.
Bunu söyleyen, tevessülü inkâr edenlerin imamı olan İbnu’l Kayyum... İmamınız böyle diyor, siz imamınıza bile muhalefet ediyorsunuz. Daha size ne söylenir!
Bu dersimizde başta dört mezhep imamı olarak âlimlerin bir kısım sözlerini işittiniz. Bir kısım âlimlerin sözlerini de hadislerin izahında nakletmiştik. Daha fazla nakil yapmaya herhâlde gerek yok. Zaten hicri ilk yedi yüz senede tevessülü hiçbir âlimin reddetmediğini ve tevessülü inkârın İbni Teymiye ile başladığını belirmiştik.
Şimdi, tevessülü inkâr edenlerin önünde iki yol var:
Birinci yol: Tevessüle şirk diyenlerin sözlerini dinlemeye ve tevessülü şirk kabul etmeye devam edecekler. Ancak bilsinler ki bunu yaptıklarında, başta dört mezhep imamı olarak, sahabeler de dâhil, ilk yedi asırda yaşamış bütün âlimlerin müşrik olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Zira İbni Teymiye’ye kadar -yedi yüz sene boyunca- tevessülü bütün âlimler caiz kabul etmiştir. Sadece ilk yedi asır da değil, o asırdan sonra bu zamana kadar bütün Ehl-i sünnet âlimleri tevessülü caiz görmüştür.
Şimdi, tek bir İbni Teymiye’nin sözünü bu kadar allame ve müçtehide tercih edebiliyorsanız ve onların tamamını şirke düşmekle itham edebiliyorsanız, tevessülün şirk olduğu görüşünüze devam edebilirsiniz. Bunu yapabilene bizim daha söyleyecek bir sözümüz yoktur.
İkinci yol: Bütün İslam âlimlerinin isabet ettiğini ve İbni Teymiye’nin yanıldığını kabul etmektir. Bizler bu seçeneği kabul ediyor ve Ehl-i sünnet âlimlerinin peşinden gidiyoruz. Ve inanıyoruz ki onların peşinden giden zarar etmez
.
.Eserimizin bu bölümüne kadar tevessülü hem ayet-i kerimelerle, hem hadis-i şeriflerle, hem sahabe uygulamalarıyla, hem de âlimlerin bu konudaki ittifakını beyanla ispat ettik. Eserin bundan sonraki kısmında tevessülü inkâr edenlerin sözlerine cevap vereceğiz.
Cevabını vereceğimiz birinci sözleri şu:
Onlar diyor ki: İmam Azam Hazretleri tevessülü mekruh görmüştür. Yine İmam ÂlûsîHazretleri de tevessülü caiz görmemiştir. Bu iki büyük imamın tevessülü caiz görmemesi tevessülün caiz olmaması için kâfi bir delildir.
İşte onlar böyle diyorlar. Onlara göre, hem İmam-ı Azam Hazretleri hem de İmam ÂlûsîHazretleri tevessülü çirkin görmüş. Onların bu sözüne cevap verdiğimizde, onların hakikatleri nasıl gizledikleri ve delil göstermedeki âcizlikleri ayan beyan ortaya çıkacaktır. Çünkü mesele hiç de onların dediği gibi değildir. Dilerseniz, önce meseleyi izah edelim, sonra konuyu nasıl çarpıttıkları üzerine konuşalım:
Önce İmam-ı Azam Hazretlerinin böyle bir sözü var mıdır ona bakalım. Evet, İmam-ı Azam Hazretleri şöyle der:
— Dua eden kimsenin, "Filanın hakkı için veya nebilerin ve resullerin hakkı için veya Beytü'l-Haram’ın ve Meş’ari’l-Haram’ın hakkı için senden istiyorum." demesi mekruhtur.
Demek, İmam-ı Azam Hazretleri “hakkı için” denilerek yapılan duaya mekruh görmüştür.
— İyi ama bunun sebebi nedir? Niçin “hakkı için” denilerek yapılan duayı mekruh kabul etmiştir?
Bunun sebebi, İmam-ı Azam Hazretlerinin Mutezile mezhebini reddetme niyetidir. Zira Mutezile’ye göre, bir kişinin yaptığı hayırlı bir işten dolayı Allah’ın o kişiye sevap vermesi vaciptir. Mutezile mükâfat vermeyi Allah’a vacip görür.
İşte İmam-ı Azam Hazretleri, Mutezile’nin bu görüşüne reddiye olarak, “hakkı için” denilmesini mekruh görmüştür. Zira hiçbir mahlukun Allah üzerinde bir hakkı yoktur.
Ama İmam-ı Azam Hazretlerine göre, “hürmetine veya hatırına” denilerek istemek caizdir. Yine “hakkı için” derken “hürmetine” manası kastediliyorsa, bu da caizdir.
Demek, İmam-ı Azam Hazretleri tevessülü reddetmiyor, sadece Mutezile’nin, “İyiliğe karşı Allah’ın mükâfat vermesi vaciptir.” sözüne reddiye olarak, Allah’a hiçbir şey vacip değildir; hiçbir varlığın Allah üzerinde bir hakkı olamaz diyor. Ve Mutezile’nin bu yanlış görüşünü hissettirebilir zannıyla, tevessülde “hakkı için” demeyin, “hürmetine” deyin diyor. Ve yine diyor ki ameller niyete göredir; eğer “hakkı için” derken “hürmetine” manasını kastediyorsanız, bu da caizdir.
Yaptığımız bu izahın aynısını Hanefi âlimlerinden Aliyyü’l-Kârî Hazretleri yapar ve “Fethu’l-Babi’l-İnaye” isimli eserinde şöyle der:
— İmam-ı Azam’ın "hakkı için" sözüne mekruh demesi, "hak" sözüne vaciplik ve mecburiyet manası yüklendiği takdirdedir. Zira vaciplik ve mecburiyet manasında hiç kimsenin Allah üzerinde bir hakkı yoktur. Eğer "hakkı için" sözü "hürmet" manasında olursa bunu kullanmak caizdir. (Fethu’l-Babi’l-İnaye, II, 30)
Aliyyü’l-Kârî Hazretleri böyle derken, aynı izahı İbni Abidin Hazretleri de yapmıştır. Hanefi uleması İmam-ı Azam’ın sözünü bu şekilde izah etmiştir. Bir Hanefi’ye düşen, mezhepimamının sözünü Hanefi mezhebi âlimlerinin izah ettiği şekilde anlamaktır; yoksa mezhepsizlerin izah ettiği gibi anlamak değildir.
Sözün özü: İmam-ı Azam Hazretleri tevessülü değil, mecburiyet manasına atfedilen “hakkı için” sözünü kerih görmüştür. “Hatırı ve hürmeti” kastıyla yapılan duayı ya da “hakkı için” derken, hürmetin kastedildiği duayı caiz görmüştür.
Şimdi, gördünüz mü bu mezhepsizler sözleri nasıl çarpıtıyor? Âlimlere nasıl iftira ediyor ve hakikatlerin üzerini nasıl örtüyor?
Eğer yaptığımız bu izahı bilmiyorsanız, onların iftirasını doğru kabul eder ve “Vay be! İmam-ı Azam da tevessüle caiz değil demiş.” dersiniz. Hâlbuki gördüğünüz gibi, İmam-ı Azam Hazretleri başka bir şeyden bahsediyor ve Mutezile’ye reddiye yapıyor.
2. Bu ehl-i bid'anın, sözlerini ispatlayabilmek için her türlü yalanı söyleyebileceğini.
Bu iki maddeyi de iyi kavrayalım ki onların her sözüne itimat etmeyelim.
Şimdi de İmam Âlûsî Hazretlerinin tevessülü kabul etmediği iddiasını tahlil edelim. Bakalım, o ne demiş?
İmam Âlûsî Hazretleri “Ruhu’l-Meânî” isimli eserinde Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın zatı ve makamı ile tevessül edilebileceğini beyan ediyor. (Âlûsî, Ruhu'l-Meânî, VI, 128)
Yine aynı eserde, Allah katında üstün bir yeri olduğu kesin bilinen kimseyle de tevessül edilebileceğini söylüyor.
Yani İmam Âlûsî’ye göre, “dostlarının hatırına” denilebilir; ancak “dostun Ahmed Efendi hatırına” denilemez. Çünkü Ahmed Efendinin Allah katında rütbesi var mı yok mu bilinmiyor. Bu yüzden onunla tevessül Allah’a karşı bir cürettir.
İşte İmam Âlûsî Hazretleri böyle diyor. Ona şöyle cevap verilebilir:
Burada hüsnüzan asıldır. Müminin cenaze namazında mümine şahitlik etmesi de bu hüsnüzanna binaendir. En fazla olsa olsa kişi yanılmış olur; yanılmış olsa da bir zarar yokturve endişe yersizdir.
Gördüğünüz gibi, İmam Âlûsî Hazretleri tevessülü inkâr etmiyor, Allah katında makamı belli olmayan kişiyle tevessülü reddediyor. Bunun da cevabını verdik.
İmam Âlûsî Hazretleri “Ruhu’l-Meânî” isimli eserinde şöyle diyor:
— Allahu Teâlâ bazen dostlarından dilediklerine, ölmeden önce olduğu gibi, öldükten sonra da dilediği kerameti verir. Allahu Teâlâ hastayı iyileştirir, boğulmakta olanı kurtarır, düşmana karşı yardım eder, yağmuru yağdırır ve bunu o kula keramet olarak verir. (Ruhu’l-Meânî, VI, 128)
Yine şöyle diyor:
— Allahu Teâlâ'nın Peygamberimize olan sevgisi sebebiyle tevessül edilmektedir. Tevessülün hikmeti burada saklı olsa gerek. (Ruhu’l-Meânî, VI, 128)
Hani İmam Âlûsî tevessülü inkâr ediyordu? Bu yaptığımız nakiller Hazretin kendi eserinden yapıldı. Ne dediği ayan beyan bellidir. Eğer İmam Âlûsî Hazretlerinin tevessülü reddettiğine dair bir sözü varsa, muhtemelen bunun manası, Allah hatıra getirilmeksizin ve yapılan yardımın Allah’tan değil de kuldan bilindiği tevessüldür. Zaten böyle bir tevessül diğer âlimlere göre de caiz değildir. Bu bahsi bir sonraki derste detaylı bir şekilde işleyeceğiz. Bu yüzden bu bahsi burada açmıyoruz.
Sözün özü: Ne İmam-ı Azam Hazretleri, ne İmam Âlûsî Hazretleri ve ne de İbni Teymiye’yekadar yedi asır boyunca hiçbir âlim tevessülü reddetmemiş ve caizliği konusunda en ufak bir tereddüt oluşmamıştır. Selef âlimlerinin hiçbir kitabında tevessülün caiz olmadığına dair bir beyan bulamazsınız!
.
Tevessülü inkâr edenlerin en çok başvurdukları yol, putlara ibadet eden müşrikler hakkındaki ayetleri gösterip, tevessül edeni puta ibadet eden müşrike benzetmeleridir. Mesela şöyle derler:
— Zümer suresi 3. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Allah’tan başka dostlar edinenlerşöyle derler: ‘Biz onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’” Bu ayetin beyanıyla, müşrikler Allah’a yaklaşmak için putlara ibadet ediyorlardı. Tevessül eden de Allah’a yaklaşmak için bir kula dua eder. Dolayısıyla tevessülün puta tapmaktan bir farkı yoktur ve caiz değildir.
İşte tevessülü inkâr edenler bu manadaki ayetleri gösterip, böyle sözler söylerler. Gösterdikleri bütün ayetleri saymaya ihtiyaç yoktur. İşin özü, gösterdikleri bütün ayetlerin puta tapan müşrikler hakkında olduğudur. Onlara göre, puta tapan müşrik ile tevessül eden aynıdır.
Bizler bu derste puta tapmakla tevessül arasında hiçbir benzerliğin olmadığını kati bir şekilde ispat edeceğiz. Gerçi benzerliğin olmadığını onlar da biliyor. Zaten kimin zerre miskal insafı varsa ikisinin aynı olmadığına hükmeder. Lakin onların amacı hakkı ortaya çıkarmak değil, Ehl-i sünnet itikadını bozmak olduğundan, alakasız her şeyi delil diye gösteriyorlar.
Şimdi, tevessül ile puta tapmanın arasındaki farkları maddeleyelim:
Puta tapmak ile tevessül etmek tamamen birbirine zıt iki eylemdir. Aralarındaki farklardan bazıları şunlardır:
1. Putlar Allah’ın düşmanıdırlar. Bu sebeple, Allah Teâlâ putları cehenneme atacağını beyan buyurmuştur. Salih kullar ise Allah’ın dostlarıdır ve Allah cenneti bahusus onlar için hazırlamıştır.
2. Puta tapan putu ilah bilir. Tevessül eden ise tevessül ettiği zatı sadece Allah’ın salih bir kulu bilir.
3. Puta tapan putu tasarruf sahibi bilir. Yani o putu yaratma, besleme, öldürme gibi sıfatlarla mevsuf kılar. Hâlbuki tevessül eden, tasarruf sahibi olarak sadece Allah’ı bilir. Yaratan da öldüren de besleyen de Allah’tır. Tevessül ettiği zat ise Allah’ın rahmetine ulaşmak için sadece bir vesiledir.
4. Puta tapan putuna secde eder, onun önünde eğilir ve ona tazim gösterir. Tevessül eden ise Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmez, kimseye secde etmez, kimseye tazim göstermez. Yahu biraz insaf! Hiç putun önünde secde edenle salih bir kula tevessül eden aynı mıdır?
5. Puta tapan puttan ister. Tevessül eden ise Allah’tan ister. Tevessül ettiği zata, mecaz-i akli nevinden tevessül eder. (Mecaz-i aklinin ne olduğunu önceki derste izah etmiştik.)
6. Puta tapan Allah’ı hatırına getirmez. Onun ilahı ve sevgilisi o puttur. Tevessül eden ise Allah’ı hatırına getirir ve O’nu düşünür, onun ilahı ve sevgilisi Allah’tır.
7. Puta tapan putunu nihayet derecede kudretli, her şeyi bilen, her şeyi duyan ve her şeyi gören kabul eder. Tevessül eden ise tevessül ettiği zatı nihayet derecede âciz bilir. Onun bilmesi, duyması ve görmesinin ancak Allah’ın bildirmesiyle, duyurmasıyla ve gördürmesiyle olacağına itikat eder.
8. Puta tapan putun bizatihi kendi başına yardıma koşacağına inanır. Tevessül eden ise tevessül ettiği zatın kendi başına yardım edemeyeceğini bilir; onu yardımına gönderecek olanın Allah olduğuna inanır. Ve şuna inanır ki bütün yardımlar ancak Allah’ın izni ve iradesiyle olur. Allahu Teâlâ bazen sebepsiz ve vesilesiz yardım eder, bazen de bir sebep ve vesileyle yardım eder. Tevessül eden Allah’tan o sebebin, tevessül ettiği zat olmasını ister. Yoksa yardımı asla tevessül ettiği zatın kendi malı bilmez.
9. Puta tapan putu Allah’ın şeriki ve ortağı kabul eder. Tevessül eden ise tevessül ettiği zatı Allah’a ortak koşmaz. Allah’ın bir kulu ve abdi olduğuna inanır.
10. Puta tapanın putuna olan sevgisi mana-yı ismiyledir. Tevessül edenin tevessül ettiği zata olan sevgisi ise mana-yı harfiyledir. Mana-yı ismi ve mana-yı harfinin ne olduğunu sizlerin bildiğini farz ediyor ve izahını yapmıyoruz. Bilmeyenler bu iki kavramı internetten araştırabilirler. Bu da onlar için ilmî bir çalışma olur.
On tane fark saydım ve inanın bu farkları sayarken saatlerce düşünüp kurmadım. Bunlar bir çırpıda aklıma gelen farklar. Derinlemesine tefekkür etsek, daha onlarcasını buluruz.
— Yahu sizin hiç mi insafınız yok! Puta tapmakla tevessül arasında zerre miskal benzerlik yokken, aralarındaki fark yerle gök arası kadarken, nasıl oluyor da tevessülü puta tapmaya benzetiyorsunuz? Nasıl oluyor da puta tapmayı reddeden ayetleri gösterip tevessülün şirk olduğunu iddia ediyorsunuz? Sizleri insafa davet ediyorum!
.
Tevessülü inkâr edenlerin dillerine doladıkları bir söz de uzakta olanın veya ölünün, sesi nasıl işiteceği meselesidir. Onlar der ki:
— “Yetiş falanca!” denilerek kendisinden yardım istenilen şahıs orada hazır değildir. Ya dünyanın başka bir ucundadır ya da ölmüş ve ahiret âlemine gitmiştir. Dolayısıyla bu kişinin, kendisini yardıma çağıranın sesini duyması mümkün değildir. Onun sesini duyabileceğini kabul etmek ona ilahlık sıfatlarını vermekle olur ki bu daha kötü bir şirktir.
İşte onlar böyle sözler söyler. Bizler ilk önce yanımızda olmayan kişiden yardım istemeyi, sonra da ölüye yapılan istigâseyi tahlil edeceğiz.
Tevessülü inkâr edenler diyor ki: Dünyanın öbür ucunda olan birisi senin sesini nasıl duyacak?
Biz de bu işi zor hatta imkânsız gören kişiye soruyoruz:
— "Uzakta olanın sesi işitmesi imkânsız.” diyorsun. Peki, yanında olan kişinin sesi işitmesi normal mi?
Yani şunu bir düşün: Bu dil sadece bir et parçasıdır. Ondan kelimelerin çıkması bir mucize değil midir? Kulak da dil gibi bir et parçasıdır. Kulağın sesleri işitip, hiçbir sesi başka bir sesle karıştırmaması alelade bir şey midir?
— Yani konuşmak ve işitmek insana ait olup insanın yarattığı fiillerden midir?
— Bu fiilleri yaratmak çok kolay olduğu için bunları insan mı yapmaktadır?
Hayır, uzaktakine duyurmak ne kadar zorsa, yakındakine duyurmak da o kadar zordur. Bu zor işin kolayca yapılması Allah’ın kudretine kolay geldiği içindir.
Eğer Allah’ın kudreti olmasaydı ne dil konuşurdu, ne göz görürdü, ne de kulak işitirdi. Bütün bu fiillerin faili Allah’tır. Bu fiilleri yaratmak için sonsuz bir kudrete ve nihayetsiz bir kuvvete ihtiyaç vardır.
Bu sırdandır ki Allahu Teâlâ Kur’an-ı Hakîm’inde bu fiilleri zikreder ve bu fiillerle kendi kudretini izhar eder.
Demek, yakındaki kişiye seslenmemiz ve o kişinin bizi duyması bunların kolay olduğundan değil, Allah’ın kudretinin sonsuz olduğundandır.
Cep telefonuyla dünyanın öbür ucundaki kişiyle konuşabiliyoruz. Sesimiz o kısa zaman diliminde dünyanın öbür ucuna ulaşabiliyor. Hatta NASA uzaya gönderdiği astronotlarla konuşabiliyor. Birinin yerde, diğerinin uzayda olması konuşmalarına ve birbirlerini duymalarına mâni olmuyor.
Bunları gördükten sonra, tevessül eden kişiye, “Sesini uzaktaki kişi nasıl duyabilir?” denilir mi? Onun sesini duyuracak olan Allah’tır.
Herhâlde “Uzaktaki insan sesini nasıl duyabilir?” diyen kimse olaya kendi kuvveti cihetinden bakıyor. Bu cihetten bakıldığında doğrudur; kişi kendi kuvvetiyle sesini uzak mesafedeki bir kişiye duyuramaz. Ama işe kendi kuvveti cihetiyle bakıldığında kişi sesini yakınında olana da duyuramaz hatta kendisi de konuşamaz ve göremez. Kişi zatındaki kuvvetle bir hiç hükmündedir, elini kıpırdatmaktan bile âcizdir.
Biz: “Tevessül eden zatın sesini uzaktaki kişi duyar.” derken, bu sesi, tevessül eden zatın kendisinin duyurduğunu iddia etmiyoruz. Bizim iddiamız şudur: Allahu Teâlâ dilerse tevessül eden kişinin sesini tevessül ettiği zata duyurur ve hikmeti müsaade ederse onu yardımına gönderebilir. Bizim iddiamız bu.
Yoksa siz "Allah bu işi yapamaz" mı diyorsunuz? Bu işi akıldan uzak görmenizin sebebi nedir?
Bir de önümüzde örnekleri var. Telefonla bir anda sesimizi dünyanın öbür ucuna ulaştırabiliyoruz. Hatta bir kamerası varsa görüntümüzü dahi gösterebiliyoruz. NASA’daysanız, siz yerdeyken uzaydaki kişiyle aynı anda konuşup birbirinizi görebiliyorsunuz.
Belki teknolojinin bu kadar gelişmediği ve örneklerinin göz önünde olmadığı bir asırda yaşasaydık, Hazreti Ömer’in şu hadisesini örnek olarak naklederdik:
Hazreti Ömer (r.a.) Medine’de hutbe okurken birden yüzlerce kilometre uzaklıkta, İran’ın Nihavent bölgesinde düşmanla savaşan İslam askerlerini ve askerlerin komutanı olan Sâriya'yı görüyor; düşmanın arkadan çevirdiğini bildirmek için “Sâriya, dağa dağa!” diye sesleniyor. Hazreti Sâriya o sesi 2.000 km uzaktan işitiyor.
Bu hadiseyi İmam Beyhakî, İbni Hacer, İbni Merde ve İbni Kesir eserlerinde nakletmişlerdir.
— Bu hadiseyi, “Sesleri uzaktan işitmek mümkündür?” sadedinde nakletmeye gerek var mıdır?
Şimdi soruyoruz: Televizyonların naklen yayınla görüntüyle birlikte sesi naklettiği, telefonların aynı işi yaptığı hatta bilim adamlarının eşyanın fizikî olarak nakline çalıştığı bir asırda; birisi kalkıp: “İyi de yardım isteyeni, dünyanın öbür ucundan o zat nasıl duyacak?” derse bu kişiye gülünmez mi?
Kaldı ki duyurma işi insana değil, Allah’a ait bir fiildir. Allah da her şeye kadirdir.
Herhâlde yaptığımız bu izahla uzaktakine yapılan seslenmede, uzakta olanın sesi duymasının son derece mümkün olduğu anlaşılmıştır.
Şimdi de ölüye yapılan istigâseden bahsedelim:
NASA çalışanları dünyanın dışına çıkan bilim adamlarıyla konuşabiliyor, görüşebiliyor, seslerini onlara işittirebiliyor.
— Peki, bizler gayb âlemine giden ölmüşlerimize sesimizi neden işittiremeyelim?
Kaldı ki bu sesi işittirecek olan da Allah’tır. Allah’ın kudretine bu zor mudur?
— Hem “ölü” dediğinizde yok olmuş, ademe gitmiş, hiç olmuş birini mi anlıyorsunuz?
Ölü yok olan değil; başka bir âleme göçen kişidir. Ölü yokluğa giden değil, varlık âleminde vücut bulan kişidir. Ölü hiçlikte kaybolan değil, berzah âleminde yaşayan kişidir. Onların kendilerine göre bir hayatları vardır. Allah’ın duyurmasıyla bizi duyarlar. Eğer Allah hâlimizi gösterirse bizi görürler. Eğer Allah yardımımıza gönderirse bize yardım ederler.
Bedir Savaşı’nda Allahu Teâlâ Müslümanlara 5.000 melekle yardım etmiştir. Melekler nereden geldi, dünyadan mı? Hayır, gayb âlemlerinden.
— Gayb âlemlerinden melekleri bu dünyaya yardımımıza gönderen Rabbimiz, niçin o âlemde hayy ve diri olan salih kulların ruhlarını bize yardıma göndermesin ve gönderemesin?
— Mantığınızın almadığı yer neresi? Bunda hangi gariplik var?
— Bunu Allah’ın kudretine zor mu görüyorsunuz?
— Allah’ın hikmetine muhalif mi görüyorsunuz?
— Bunu inkârdaki sebebiniz nedir?
Sizler Müslüman’sınız, öldükten sonra bir hayata inanıyorsunuz. Ruhların gayb âlemlerinden bir âlem olan berzah âleminde beklediğine imanınız var. Bedenin ölüp ruhun baki kaldığını ve ölmediğini kabul ediyorsunuz.
— Bütün bunları kabul ettikten sonra, Allah’ın izni ve iradesiyle o ruhların temessül ederek yardım edebileceğini niçin inkâr ediyorsunuz?
— Meleklerle yardım oluyor da salih kulların temessül eden ruhlarıyla niçin yardım olmasın?
— Yine insanların yardımına melekleri göndermek ve meleklerle onlara yardım etmek şirk olmuyor da salih kulların ruhlarını yardıma göndermek ve temessül eden o ruhlarla yardım etmek neden şirk oluyor?
Biraz insafla düşünürseniz, bunun gayet normal ve vaki olduğunu kabul edersiniz.
Sevgili kardeşlerim, 26 derstir tevessül bahsini işliyoruz. Tevessülü önce Kur’an’ın ayetleriyle, sonra hadis-i şeriflerle, sonra Sahabe Efendilerimizin uygulamalarıyla ve sonra da âlimlerin ittifakı olan icmanın beyanıyla ispat ettik. Daha sonra da tevessülü kabul etmeyenlerin sözlerine cevap verdik. Bütün bu izahlarla da tevessülün caiz olduğunu kati bir şekilde ispat ettik.
Ancak şunu da biliyoruz ki hidayet ve tevfik bizim elimizde değil ancak Allah’ın elindedir. Bizler kimseye hidayet veremez ve kimseye sözümüzü kabul ettiremeyiz. Hidayet vermek sadece Allah’a mahsustur. Sözümüzün tesirini gönüllerde yaratmak da ancak O’na hastır. Allah dilediği kul için, sözümüzün tesirini gönlünde halk eder ve sözümüzü ona kabul ettirir. Hidayetten nasibi olmayansa ya kaşımıza bakar ya gözümüze, bir kusur bulur ve eski hâliyle devam eder.
Rabbim bu eseri kusurlarımıza, günahlarımıza ve gafletimize kefaret yapsın. Bizi kendine kul, Habibine ümmet eylesin. Bizleri Ehl-i sünnet itikadından ayırmasın. Bu itikat üzere yaşatsın, bu itikat üzere öldürsün ve bu itikat üzere diriltsin. Âmin.
..
Tevessül hadisi sahih mi?
Soran : Xalid18
Tarih: 03.12.2023 - 20:03 | Güncelleme:
Soru Detayı
- İbnu Ebi Şeybe şöyle demiştir: Ömer radıyallahu anh’ın haznedarı Malik ed Dar Radıyallahu anh anlatıyor;
“Ömer radıyallahu anh’ın zamanında halk şiddetli bir kıtlığa maruz kalmıştı. Derken bir adam Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kabrine gelerek; “Ya Rasulullah! Ummetin için yağmur iste! Zira onlar helak oldular.” dedi. Bunun üzerine adama ruyasında şöyle buyruldu; “Ömer’e git, ona selam götür, halkın suya kavuşacağını haber ver ve ona şunu söyle; “Senin vazifen, iyi muamelede bulunmak, ölçülü ve güzel hareket etmektir” Adam derhal giderek durumu Ömer radıyallahu anh’e bildirdi. Bunun üzerine Ömer radıyallahu anh ağladı ve; “Rabbim! Üstesinden gelemediğim şeyler hariç, çaba sarf etmekten geri durmuyor ve elimden geleni yapıyorum!” dedi.
- Bu hadis sahih mi? Delilleri ile paylaşır mısınız?
- Eğer sahihse Peygamber efendimiz öldükten sonra onunla tevessülün açık delilidir.
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Tevessül: Vesile kılmak demektir. Allah’ın affına, yardımına veya başka bir isteğe nail olabilmek için kişinin kendi ile Allah arasına salih bir kulu koymasıdır. Yine “hürmetine istemek” ve “falan kulunun hürmetine” demek de bir tevessüldür.
Tevessül Ehl-i sünnet itikadında caizdir, vacip değildir. Yani kişi dilerse tevessül eder dilerse tevessül etmeksizin doğrudan Allah’tan ister.
İlgili rivayet hadis kaynaklarında geçmektedir.(1)
Çok değişik kaynaklara ve araştırmalara baktık. Bunların neticesi olarak elde ettiğimiz bilgininin özeti şöyledir:
a) Bildiğimiz bir kısım âlimler, “tevessülü” inkâr etmek için bu hadisin zayıf olduğunu ispat etmeye çalışırlar. Bunların başında İbn Teymiye gelir. Son asırların araştırmalarından “Neo hariciler” denilen Selefiler, Vehhabiler, değişik yorumlarla bu rivayetin senedini zayıf göstermeye çalışırlar.
Getirdikleri delillerin önemli bir kısmı yorumsal mecraya sokulmuş komik yorumlardır.
Örneğin, İbn Hacer “Ebu Salih es-Semman tarikiyle gelen bu hadisin senedi sahihtir.” demiştir.
Tevessüle karşı olan yorumcu: “İbn Hacer’in bu ifadesinden maksadı, ‘Senedin tamamının sahih olduğu değil, Ebu Salih’e kadarki kısmı sahih olduğudur’ ”(2) şeklinde gülünç duruma düşecek bir açıklama yapmıştır.
Allah’tan korkan bir kimsenin bu tür hatalı yorumlara tevessül etmesi düşünülemez. Ve bu inhirafî tevessülle gerçek tevessülün rafa kalkacağını düşünen kimsenin ne kadar gabavet içinde olduğunu izah etmeye gerek olmadığını düşünüyoruz.
b) Ehl-i sünnet âlimlerinin bu hadis hakkında söylediklerini birkaç madde hâlinde zikredeceğiz:
Birincisi: Hadisi rivayet eden İbn Ebi Şeybe’nin ilgili senedi âlimler tarafından sahih olduğu bildirilmiştir.
İkincisi: Hafız İbn Hacer, İbn Ebi Şeybe’nin rivayet ettiği hadisin senedinin sahih olduğunu bildirmiştir.(2)
Üçüncüsü: Vehhabiler, ravilerden Maliku’d-dar adlı ravinin meçhul olduğunu söyleyerek rivayeti zayıf kabul edip tevessülü inkâra devam ediyorlar. Hâlbuki, meşhur "Tabakat" sahibi İbn Sad, onun maruf olup bilinen ve meçhul olmayan bir zat olduğunu vurgulamıştır.(3)
Dördüncüsü:Beyhaki, "Delailu’n-nübüvve" isimli eserinde sahih bir senetle bu kıssayı aktarmıştır.(4)
İbn Hacer, "el-İsabe"de (3/484) bu zatın tercümesine yer vermiştir.
Hülasa: Soruda işaret edildiği üzere, bu hadis rivayeti tevessülün caiz olduğunun açık kanıtıdır.
Tevessül, Allah'ın hayatta olmayan diğer kulları için de geçerli midir?
Soran : Anonim
Tarih: 03.02.2014 - 12:56 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Bu konuyla ilgili sorular sitede mevcut ancak kafam bir ayrıntıya takıldı ve iyice karışmış durumda. İnternet üzerinden tebliğ yapan ismini vermek istemediğim tanıdık bir isimle tartıştım. Bana tevessülün sadece hayatta olanlarla yapılabileceğini, Kur'an ve sünnette buna dair hiçbir delilin olmadığını ve böyle yapılırsa şirke girildiğini söyledi.
- Bana müçtehidlerin yapmış oldukları içtihadları değil de eğer sünnette buna dair bir delil varsa buraya yazabilir misiniz?
- Kafam çok karışık. Üstelik bu arkadaş söylediklerini internet ortamında paylaşmş ve onlarca insan seyretmekte, seyrediyor. O arkadaşa sitede bu konuyla alakalı bu linki verdim incelemesi için: http://www.sorularlaislamiyet.com/article/13324/hz-omer-ra-hz-abbas-a-giderek-yagmur-duasi-icin-onu-vesile-kilmistir-hz-peygamber-asv-in-ruhu-kabir-hayatinda-hayatta-oldugu-halde-neden-onun-hatiri-icin-istememistir-tevessul-sadece-yasayanlarla-mi-olur.html Dördüncü maddenin aynen yukarıda dediğim gibi hatalı olduğunu, şirk olduğunu ısrarla söylüyor. - Onun dedikleri doğru mu? Eğer öyleyse biz şirke mi giriyoruz? ...
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Öncelikle şunu hiç düşünmüyorlar mı: Hayatta olanlarla tevessül etmek neden şirk olmuyor da ölülerle tevessül etmek şirk oluyor? Şirkin ölüsü dirisi mi olur?
İkincisi: Ölülerle tevessül etmenin şirk olduğuna dair arkadaşınızın ortaya koyduğu sahih bir hadis var mı?
Üçüncüsü: Arkadaşınızın savunduğu görüş bazı Vehhabilerin düşüncesidir.
Dördüncüsü: Vehhabilerin bir kısmı ne sağ ne de ölülerle tevessül edilmez derken, bir kısmı da Hz. Ömer’in Hz. Abbas’la tevessül etmesini inkâr edemedikleri için “Tevessül sağ olanlarla olur, ölü olanlarla olmaz.” diyorlar.
Beşincisi: Vefat edenler de berzah aleminde ruhları hayattadırlar. Vefat etmek yok olmak değildir; berzah hayatına geçmektir. Anne rahminden dünya hayatına geçenler gibi, dünya rahminden de kabir hayatına geçilmektedir. Buna göre onlar da hayattadırlar. Buna göre dünya hayatından berzah hayatına geçenlerle de tevessül edilebilir.
Sorunuzda geçen rivayet şöyledir:
Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre ikinci halife döneminde Müslümanlar kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldikleri zaman halife Ömer, Abbas b. Abdulmuttalib’i vesile kılarak Allah’tan yağmur talebinde bulunur ve şöyle derdi:
“Allah’ım! Bizler daha önce Peygamber’ini vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimizin amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz. Bize yağmur ihsan et!”
Enes b. Malik, Hz. Ömer’in bu dualarından sonra kendilerine yağmur ihsan edildiğini bildirir. (Buhari, İstiska, 4)
Aynı konunun işlendiği "İstiska" hadisiyle ilgili bazı rivayetlerde kaydedildiğine göre; Hz. Ömer, dua etmesi için Hz. Abbas’a ricada bulunmadan önce “Resulüllah’ın, bir evladın babasına verdiği önem kadar Hz. Abbas’a değer verdiğini” belirtmiş ve bundan dolayı Müslümanların Abbas’a tabi olmalarını ve başlarına gelecek musibetlerin def’i karşısında onu vesile kılmalarını tavsiye ettikten sonra Hz Abbas’tan dua etmesini talep edermiş. Hz. Abbas da
“Allah’ım! Muhakkak ki her bela işlenen günahların bir sonucudur. Ve bunların defedilmesi de ancak tövbe ile olur. Şimdi ise, Hz. Peygamber’e olan yakınlığım sebebiyle insanlar beni vesile kılarak sana teveccüh ediyorlar. İşte günahkâr ellerimiz ve tövbekâr nasiyemiz / anlımızla sana yalvarıyoruz. Ne olur bize yağmur ver!”
diyerek dua etmiş ve hemen yağmur yağmaya başlamıştır. (bk. İbn Hacer, Ahmed b. Ali b.Muhhammed b. Ali b. Hacer el Askalani, İbn Hacer, Fethu'l-Bari bi Şerhi’l-Buhari, Kahire, 1378/1909, 3/150–151)
Vahhabi alimlerinden Elbanî, bu hadise dayanarak, ölülerle tevessül edilmeyeceğini söyler. Ona göre, Hz. Peygamber (asm) ölü olduğu için, Hz. Ömer onunla değil de amcası Abbas’la tevessül etmiştir. (Elbani, Muhammed Nasiruddin, et-Tevessül, trc. M. Emin Akın, İstanbul, Guraba Yayınları, 1995, s. 55-59)
- Ehl-i Sünnet alimlerinden Zahid el-Kevseri ise, bu hadisi ölülerle tevessül edilebileceğine delil olduğunu belirtmiştir. (Muhammed Zahid el Kevseri, Makalatü’l-Kevseri, Kahire, Türasu’l-Ezheriyye y.y, h.1414 / m.1994, s.450–452)
Hz. Abbas’ın yukarıda yer alan “Hz. Peygamber’e olan yakınlığım sebebiyle insanlar beni vesile kılarak sana teveccüh ediyorlar” manasındaki sözleri bu görüşü desteklemektedir.
- İbn Hacer gibi Ehl-i sünnet alimlerine göre, “Hz. Ömer’in Hz. Abbas’ı vesile kılması, salih kimselerle tevessül etmenin, onları şefaatçi kılmanın müstehap" olduğunu göstermektedir. (bk.İbn Hacer, a.y)
- İslam Ulemasının Cumhurunun Görüşü Şöyledir:
"Allah’tan istenecek bir şeyin ölü veya diri bir kuldan istenmesi caiz değildir. Fakat hakkında hüsnü zan beslenen, salih bilinen diri veya ölü bir kimseyi vesile/şefaatçi/aracı kılarak Allah Teala’ya yalvarmak; Ondan dileklerin ihsanını istemek, bunun için peygamberlerin ve salih kulların kabirlerini ziyaret etmek caizdir. Ayrıca bu ziyaretten manevi feyiz ve bereketler de hâsıl olur.” (bk.Hayrettin Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, 1/74)
- Adamın biri bir gün Hz. Osman b. Hanif’e“Halife Osman’a bir ihtiyacı için kaç defa gittiğini, fakat kendisine kulak verilmediğini” söyleyerek şikayette bulunur. Hz. Osman b. Hanif, ona şu tavsiyede bulunur:
“Git abdest al, Mescid-i nebevide iki rekat namaz kıl, sonra da şöyle dua et: 'Allah’ım! Rahmet peygamberi olan senin elçin Muhammed’i vesile kılarak sana yalvarıyorum. Ya Muhammed! Ben seni vesile kılarak -ihtiyacımı gidermesi için- Rabbime yalvarıyorum.' de ve sonra istediğin ne ise onu dillendir.”
Adam gidip aynısını yaptı ve sonra Hz. Osman’ın yanına gitti, Halife Osman; derhal isteklerini yerine getirdi ve “bu arzusunu daha önce unuttuğunu” belirtti ve bundan sonran her ihtiyacını kendisine arz etmesini tembihledi."
Sonra adam Osman b. Hanif’le karşılaştı ve Halife ile kendisiyle ilgili konuştuğu için teşekkür etti. Osman b. Hanif, Halifeyle bu konuda konuşmadığını, ancak daha önce, gözü görmeyen bir âmaya Hz. Peygamber (asm)'in bu şekilde dua etmesini tavsiye ettiğini ve onun da bu duayı yaptıktan sonra hemen iyileştiğini belirtti ve buna şahit olduğunu söyledi.” (bk. Taberanî/es-Sağir, 1/306; Beyhakî, Delail, 6/167-168; Münziri, et-Terğıb,1/273; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 2/379; Mübarekfuri, Tuhfetu’l-Ahvezi, 10/24)
Tabreni bu rivayetin sahih olduğunu belirtmiştir. (bk. Taberanî, a.g.y; Heysemi, a.y)
- Bu rivayetten de anlaşılıyor ki, Hz. Peygamberi (asm) hayatında olduğu gibi, vefatından sonra da vesile kılmak, onunla tevessül etmek caizidir.
İslam dininde "tevessül", yani Allah katında makbul bir şeyi vasıta kılarak Allah’tan bir şey istemek caizdir.
Mesela; "Allah’ım, Kâ’be hakkı için beni affet." demek, "Peygamber hürmetine bana yardım et.", "İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vesilesi ile beni şu musibetten kurtar" demekte İslam âlimlerince hiçbir mahzur görülmemiştir. Bunu mahzurlu ve şirk görenler ehl-ibid’at olan Vehhabilik mezhebidir ki; Ehl-i sünnetin dışında olan batılbir mezheptir.
Vesileleri vesilelikten çıkarıp, bizzat vesilelerden istemek şirk olur.
Mesela; "Ey Kâbe bana şunu ver", "Ey Peygamber beni affet", "Ey filanca, benim başımdan şu musibeti al" demek şirktir. İkisini birbiri ile karıştırmamak gerekir.
Tevessül, yani vesile ile Allah’tan istemek caizken, bizzat vesileden yardım ve talepte bulunmak şirktir.
Vesile edilen şey Allah ile kul arasında kesif bir perde olup, Allah’tan istemeyi engelliyor ise, bu vesile şirk unsuru oluyor. Eğer vesile Allah ile kul arasında şeffaf bir perde olup Allah’tan istemek manasına kuvvet veriyor ise, bu makbul ve caizdir. İşte Vehhabi zihniyeti bu hakikati idrak etmediği için tevessülü şirk olarak kabul ediyor.
Vesile edilerek yapılan duaların makbul ve hak olduğuna dair ayet ve hadisler şöyle geçiyor:
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun, ona ulaşmak için vesile arayın ve onun uğrunda cihad edin. Umulur ki, felâha kavuşursunuz.” (Maide, 5/35)
“Onların yalvardıkları da Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar. Ve O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur.”(İsra, 17/57)
Hz. Enes anlatıyor:
Hz. Ömer, kuraklık ve kıtlık olduğunda -halkla birlikte- yağmur duasına çıktığı her seferinde Hz. Abbas’ı vesile yapar ve şöyle dua ederdi:
“Allah’ım! Biz daha önce Peygamberimizi vesile yaparak senden yağmur istiyorduk ve sen de bize yağmur veriyordun. Şimdi ise -Peygamberimiz aramızda yok- onun amcasını vesile kılarak senden yağmur istiyoruz, ne olur bize yağmur ver.” derdi ve hemen yağmur yağmaya başlardı...(1)
İmam Ahmed ve Trimizî’nin bildirdiğine göre, gözünden muzdarip olan a’ma bir adam Hz. Peygamber (a.s.m)’e gelerek kendisi için dua etmesini istedi. Hz. Peygamber (a.s.m), ona:
"İstersen senin için bunu tehir edeyim ki, ahiretin için hayırlı olur." (Tirmizî’de: istersen sabredersin); istersen sana dua edeceğim.” dedi.
Adam, dua etmesini isteyince, Hz. Peygamber (a.s.m), ona güzelce abdest almasını, sonra iki rekat namaz kılmasını ve ardından da şöyle dua etmesini emretti:
“Allah’ım! Senin rahmet peygamberin olan Muhammed’i vesile kılarak senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Bu ihtiyacımın giderilmesi için seninle / seni vesile ederek, Rabbime yöneliyorum. Allah’ım! Onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur!”(2)
Adam -gidip söylenenleri yaptı- dönüp geldiğinde gözleri açılmıştı.(3)
Ayrıca Ehl-i sünnet âlimlerinin hiçbirisi vesileyi inkâr etmemişler, bilakis kabul edip teşvik etmişlerdir. Risale-i Nurları ve makbul evliyaları vesile yaparak dua etmekte ve onun hürmetine Allah’tan bir şey talep etmekte herhangi bir beis yoktur.
Bizim ölçümüz ve mihengimiz ehlisünnet vel cemaattir, bu ölçü ve mihenge uymayan bütün görüşleri reddederiz. İbn-i Teymiye’nin ehlisünnete uymayan birçok fikirleri vardır, bunları kabul etmek doğru olmaz. Ama bütünü ile de inkâr ve tekfir caiz değildir. Zira ne kadar ifrat ve yanlış fikirleri olsa da İslam dairesi içindedir. İslam dairesi içinde olan bir âlimi de bütünü ile inkâr ve tekfir etmek büyük bir hatadır.
Günümüzde bu İbni Teymiye ve İbni Kayyım el-Cevziyye gibi âlimlerin tesirinde kalan ve onun ifrat görüşleri ile hareket eden fikrî dalalet fırkaları da vardır. Bunların başında Vehhabilik gelir ki; bunların en ziyade ileri sürdükleri fikirler, tasavvuf mesleğini bütünü ile inkâr ve tevessülü yani makbul zatları vesile ederek dua etmeyi şirk saymalarıdır.
Ölülerle tevessülün caiz olduğunu söyleyenler kimlerdir?
Soran : MESELEM1
Tarih: 10.10.2016 - 01:44 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Ölülerden tevessülün, istiğasenin caiz olduğuna sahih delillerle hükmeden meşhur alimler kimlerdir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bir kimsenin hayatındayken tevessülde bulunulması caiz ise, vefatından sonra da caiz olur. Zira vefat edenler, sadece kabir hayatına intikal etmişlerdir. Onları yok olmuş gibi düşünmek, ne kadar yanlış ise, dünya hayatlarındayken tevessülü kabul edip kabir hayatlarında tevessülü inkar etmek de o kadar yanlış olur.
Örneğin, Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam ile tevessülde bulunmak, dünyaya gelmeden önce, hayatta iken ve ölümünden sonra onun zatı ve Allah katındaki derecesiyle Allah’tan talepte bulunmak anlamına gelir.
Kur'an’da müminlere Allah’a yakın olmak için vesile aramaları(Mâide, 5/35), Allah’ı sevenlerin peygamberine itaat etmeleri emredilmiş ve ona uyanları Cenâb-ı Hakk’ın seveceği bildirilmiştir. (Âl-i İmrân, 3/31-32)
Allah’a yaklaşma vesilelerinin başında Resul-i Ekrem (asm) gelir; ayrıca sevgi ve itaat ancak Resulullah’ın zatına yönelik olabilir.
Ashaptan itibaren fıkıh, kelâm ve tasavvuf âlimlerinin Hz. Peygamber (asm)’in zatıyla tevessülde bulunmayı caiz görmeleri de bu konuda bir delil teşkil eder.
İbn Teymiyye’ye kadar bu hususta alimler arasında herhangi bir ihtilaf çıkmamıştır.
Resûlullah (asm)’ın zatıyla tevessülde bulunmanın onun henüz dünyaya gelmeden önce başladığına dair telakkiler vardır. (bk. Müsned, IV, 138; Himyeri, et-Teemmül fî hakikati’t-tevessül, Beyrut 2001 s. 303-318)
Hz. Ömer’in Hz. Abbas ile tevessülde bulunması, sonuçta Resul-i Ekrem (asm)’le tevessül etmek anlamına gelir.
İmam Malik, Resûlullah (asm)’ın kabrine yönelerek tevessülde bulunmakta bir sakınca görmemiştir. (Sübkî, s. 134-143; Âlûsî, VI, 128; Kevserî, s. 11-12)
Sünni alimlerin çoğunluğu bu görüştedir.
Peygamberler, Veliler ve Salih Kullarla Ölümlerinden Sonra Tevessülde Bulunmak
Peygamberler, veliler ve salih kullarla ölümlerinden sonra tevessülde bulunmayı Eş‘ariyye, Mâtürîdiyye ve Sûfiyye’ye mensup âlimler bir sakınca görmemiştir. Bunlara göre, ölümlerinden sonra da Allah’ın iyi kullarıyla tevessül edilebilir. Çünkü tevessülle elde edilen sonucu yaratan Allah’tır ve salih kulun diri veya ölü olması durumu değiştirmez. İyi kullarla tevessülün sebebi, onların Allah nezdindeki dereceleridir.
Dünyada eksik ruhları tamamlama görevini yerine getiren iyi kullar, bu fonksiyonlarını öldükten sonra da sürdürebilir.
Nitekim, Kur'an’da kâfirlerin ölen yakınlarından ümit kestiğinin(Mümtehine, 60/13), ayrıca ölenlerin de nimet veya azap içinde bulunduğunun belirtilmesi bunu kanıtlar niteliktedir.
Ölülere selam verilmesi onların da ruhen buna mukabele etmesini gerektirir.
Ayrıca, temiz ruhların, kabirlerini ziyarete gelenlerin ruhlarıyla ilişki kurması, onları hayra yöneltmesi ve nurlandırması mümkündür.
Nitekim Şafiî Ebû Hanife’nin, İbn Huzeyme Ali er-Rıza’nın, Ebû Ali el-Hallal Musa el-Kazım’ın kabrine gidip tevessülde bulunmuştur.
Fahreddin er-Râzî, Teftazani, Seyyid Şerîf el-Cürcani gibi âlimlerin bu tevessülü caiz görmesi ashaptan itibaren Müslümanların uyguladığı bu fiilin meşruluğunu gösterir. (el-Metalibü’l-aliye, VII, 275-277; Şerhu’l-Makasıd, II, 43; Kevseri, Muhikku't-takavvul fî mes'eleti't-tevessül, s. 5-9)
Kabir ziyaretinin amacı, ölüden yardım dileme (istiğâse), dualarda bir peygamberi veya veliyi aracı kılma (tevessül), ahirette sıkıntılardan kurtulmak ve bazı geçitleri aşabilmek için Allah’ın sevdiği kulların yardımından faydalanmak (şefaat) asırlardan beri Müslümanlar arasında doğru veya yanlış anlaşılmaya, ulema arasında da tartışmaya konu olmuştur. Bu saydıklarımı caiz ve vaki görenler karşı tarafı tekfirden tebdî’a (bid’at ehlinden olmaya) kadar damgalamışlar, bunları caiz ve vaki görmeyenler de karşı tarafı şirke düşmekle itham etmişledir.
Bu tartışmaları takip ederken dikkatimi çeken husus şu oldu: İstisnaları bulunmakla beraber taraflar birbirinin görüş ve delillerini olduğu gibi değil, kendilerine uygun düşecek ve ithamlarına dayanak olacak şekilde aktarıyor, sonra da genellikle insaf ve itidal ahlakı dışına çıkarak konuşuyor ve yazıyorlar.
He iki tarafın da akıl ve nakil delilleri var; bu delillere dayanarak düşünüyor, yorumluyor ve bir sonuca ulaşıyorlar. Sonuç beşeri bir yorum olduğuna göre “Deliller bizi bu sonuca götürüyor, bize göre başka bir görüş ve yorum hatalıdır, ama mademki tevil vardır, şu halde tekfir yoktur.” deseler mesele kalmayacak ve ümmet bölünmeyecek.
Allah Teâlâ izin vermedikçe kimse kimseye hiçbir yardımda bulunamaz. Yaşayan veya ölmüş bulunan bir kimsenin bir başkasına yardımcı olabilmesi için kendisine Allah Teâlâ tarafından böyle bir izin ve imkânın verilmiş olması gerekir. Peygamberimize (s.a.v) şefaat ve duada aracılık yetkisi verildiğine dair sağlam hadisler vardır, bunlara dayanarak O’nunla (hayatta iken veya vefatından sonra) tevessüle ve ahirette şefaatine inanan kimseleri şirk ile suçlamak asla yerinde değildir. Bunları yine delile dayanarak caiz görmeyenlere kâfir veya bid’at ehli demek de doğru değildir. Ben sevgili Peygamberimizin (s.a.v) ahirette şefaat yetkisine Allah’ın izniyle sahip olduğuna inanıyorum. “Allah’ım, Peygamberinin hatırı için duamı kabul buyur” demekte de bir sakınca görmüyorum.
Peygamberler dışında müminlerin de ahirette birbirine şefaatçi olabileceklerine dair sahih hadisler vardır.
Kendilerinin veli (evliyâ) olduğuna inanılan kimselere gelince, ilham, keşif ve bunlara dayalı haber sebebiyle bunlardan istiğâse ve tevessülün de şirk ile alakası olmadığına inanıyorum. Çünkü bunlara inanan ve uygulayanlar, “Allah Teâlâ bu sevdiği kullara izin verdiği için yaptıklarına” inanıyorlar, Allah’a rağmen veya O’nun yanında ikinci bir otorite olarak yaptıklarına inanmıyorlar. Sonuç olarak ibadet Allah’a, yardım dileme de Allah’tan oluyor; teşbihte hata olmazsa “Allah Teâlâ nasıl rızkımızı kulları vasıtasıyla veriyorsa, bazı yardım ve lütuflarına da bazı kullarını aracı kılıyor.”
Kabir ziyareti konusunu daha önce de yazmıştım. Hadislere göre bu ziyaretten maksat, kabirde yatan cesedin faydalanması değil, ziyaret edenin ölümü hatırlayarak ve ibret alarak faydalanmasıdır. Ölülerin ruhları kabirde yatan cesetleri terk etmişlerdir ve berzah denilen bir başka âlemde bulunmaktadırlar. Ölü için yapılacak dualar ve hayırlar onlara o âlemde ulaşacak ve Allah izin verirse faydalı olacaktır.
Bu konuyu bir ay kadar önce el-Ezher’in Araştırma Enstitüsü’ne sormuşlar, onlar da şu açıklamayı yapmışlar:
Kabirleri ziyaret şu sebeplerle müstehaptır: İbret almak, ölümü ve ahiret hallerini hatırlamak, yapılacak dualardan ölülerin faydalanması.
Bu hükmün delilleri şunlardır: Peygamberimizin (s.a.v) daha önce yasaklamış olduğu halde sonradan buna izin vermiş, kendisi için Allah’ın Hz. Amine’nin kabrini ziyaretine izin verdiğini açıklamış, Uhud şehidleri ve Medine’deki Bakî’ kabristanını ziyaret etmiş, onlara selâm verip dua ederek şöyle demiştir: “Mümin ve Müslüman yurtlarının sakinleri, esselamu aleykum, biz de Allah isteyince size katılacağız, size ve bize Allah’tan afiyet diliyorum.” Hz. Fâtıma’nın amcası Hamza’nın kabrini ziyaret ettiği, daha başka sahâbîlerin de kabir ziyaretinde bulundukları bilinmektedir. En uygun ziyaret günleri Cuma veya ondan bir gün önce yahut bir gün sonradır.
İnsan ölünce ruhu bedenini terk eder ve ruha ait olan düşünme, duyma, acı ve lezzeti hissetme gibi özellikler bedeni terk etmiş olur, beden çürür, cansız nesnelere karışır. Ruh ise, dünya ile ahiret arasında bir başka âlem olan Berzah’a gider, orada diriliş gününe kadar kalır; burada acıyı, elemi, lezzeti ve saadeti tadar, başka ölülerin veya dirilerin ruhlarıyla da buluşup yalnızlığını giderebilir, Kabrini ziyaret edenlerden haberdar olur; ilgili hadislere dayalı olarak Ehl-i Sünnet çoğunluğunun inancı budur.