ADRESE TESLİM E-TİCARET YASASINDA 2. PERDE.. SKANDAL BULUŞMA
ADRESE TESLİM E-TİCARET YASASINDA 2. PERDE.. SKANDAL BULUŞMA
Gelelim adrese teslim E-Ticaret yasasında ikinci perdeye…
Esrarengiz bir el, Aydın Doğan’ın şirketinin rakibini sipariş bir yasayla AK Parti üzerinden bertaraf etmek istedi.
Bugün Sabah Gazetesi’nde şöyle bir haber vardı;
- E-Ticarette yerli firmaları korumak ve rekabeti sağlamak adına Meclis'te tüm partilerin oyu ile geçen yasayı CHP AYM'ye taşımıştı. Yapılan tespitlerde İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener'in CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ‘nu arayarak yasayı AYM'ye taşımalarını sağladığı öğrenildi.
“Desteksiz atma” diye ben buna derim.
Madem yasanın iptali için Akşener Kılıçdaroğlu ‘nu aradı, İptal başvurusuna neden tek bir İYİ Partili imza koymadı?
Yeme bizi Sabah Gazetesi…
Sabah Gazetesi bu haberi birebir aynı olarak iki gündür manşetten çakıyor.
Bu telaşın sebebi, Anayasa Mahkemesi’nin bu yasayı yarın (Perşembe günü) görüşecek olması.
Haber aynı dedim ama tek bir farkla.
İlkinde Erdoğan’ın ağzından yasayla ilgili sözler girmişler ve Erdoğan’ın CHP’nin önce oy verip sonra Anayasa Mahkemesine iptal başvurusu yapmasını eleştirdiğini yazmışlardı.
Külliyen yalan.
Sabah Gazetesi zaten palavrasının farkına varmış olmalı ki, ikinci gün yayınladığı kopya haberinde Erdoğan bölümünü tamamen çıkarmış.
Şimdi gelelim CHP meselesine…
Aydın Doğan lobisi yasayı çıkarmak için çalışırken, bu işin içerisinde CHP’nin de yer almasını istedi.
Maksat; Türkiye için gerekli bir yasaydı” imajı vermekti.
İşte o günlerde CHP’nin TBMM'deki yöneticilerinden biri, bir ünlü İşadamıyla buluştu. (İsimleri bende saklı)
Görüşmenin konusu E-Ticaret yasasıydı. O masada belli ki bir pazarlık yapıldı.
O hafta E-Ticaret yasası TBMM Genel Kurulu’na geldi.
Yasa, sürpriz bir şekilde CHP’nin oylarıyla kabul edildi.
CHP ilk kez AK Parti’nin bir yasasına itirazsız evet oyu verdi.
Seçim sürecindeki karmaşalardan işin bu yönü pek fazla dikkat çekmedi.
Mitingler başlamıştı ki, Kılıçdaroğlu’nun katına bomba gibi düşen bir haber geldi.
CHP Genel Başkan yardımcısının bu yasa oylaması öncesi o işadamıyla toplantısı duyulmuştu. Hatta şahitler vardı.
Bunun açıklanmasının Kılıçdaroğlu’na zarar vereceğine karar verildi.
Seçimde bir sıkıntı çıkmaması için bu kez kendi oy verdiği yasayı kendi eliyle Anayasa Mahkemesi’ne götürdü.
Şimdi meseleyi anladın mı Sabah Gazetesi?
Adrese teslim yasada Sabah Gazetesi’nin esas büyük vukuatı bu değil.
Sabah Gazetesi benim çok üzüldüğüm bir skandala daha imza attı.
Meclis Kanun çıkartır, bakanlıklar çıkan kanunu uygular.
Kanunu uygulatmak için yönetmelikler çıkarır.
E-Ticaret Yasası çıktığında, Ticaret Bakanlığı ardı ardına yönetmelikler çıkardı.
Yasa adrese teslim ve eşitlik ilkesine aykırı bir sürü saçma sapan maddeler barındırdığı için yönetmeliklerde bir o kadar saçma sapan oldu.
Danıştay 10. Dairesi, bu saçma yasanın saçma yönetmeliklerini anında iptal etti.
Aman Allah’ım kıyamet koptu.
Ticaret Bakanlığı bir yandan, Bakan Mehmet Muş öte yandan ve Sabah Gazetesi beri yandan bu daireyi adeta topa tuttu.
İftiralar ve hakaretler havada uçuştu.
Sabah Gazetesi, Danıştay 10’ncu dairesini Çin lobisinin etkisinde kalmakla suçladı. Hatta menfaat ilişkisi imasında bulundu.
Peki, Kim bu Danıştay 10’uncu dairesi.
Bu daire; hepimizi ağlatan Ayasofya’nın ibadete açılmasına kararını veren daire…
Danıştay 10’ncu dairesi, verdiği Ayasofya kararıyla bütün milletin duasına mazhar oldu.
Yazıklar olsun size…
Aydın Doğan’a kıyak yapmak için bu daireye etmedik iftira bırakmadınız.
Buradan Sabah Gazetesi’nin sahibi Albayraklara sesleniyorum…
Vallahi Billahi bunun vebalini hem bu dünyada hem ahirette ödeyemezsiniz.
Tez tövbe edip, Danıştay 10’uncu dairesindeki bu güzel insanlardan helallik alın.
Helalleşmezseniz dünyada da ahirette de işiniz zor.
Sabah Gazetesi’nin ezeli düşmanı Aydın Doğan için ahiretini bile tehlikeye attı.
Bu militanlığı vallahi hayıra alamet değil, billahi değil.
Sebebini ben biliyorum da, sizi daha fazla üzmek istemiyorum.
Mehmet Muş’un koltuğuna oturan yeni Ticaret Bakanı Ömer Bolat ile alakalı iyi şeyler işitmiştim ta ki dünkü açıklamasını okuyana kadar.
Ticaret Bakanı Ömer Bolat, E-Ticaret Yasasıyla alakalı şunu söylemiş;
-Okyanustaki en büyük köpek balığı, diğer balıkları yutuyor ve hiçbir balığın okyanusta yer almasına izin vermiyordu. İşte bu yeni E-ticaret yasası bunun önüne geçen bir düzenleme…
Yapmayın sayın bakanım…
Bu ülkeye çok büyük yatırım yapmış yabancı yatırımcıları köpekbalığına benzetmeniz hiç hoş olmamış.
Bu ifade; ne bir ticaret Bakanına, ne temsil ettiğiniz bakanlığı ne de mensubu olduğunuz AK Parti’ye yakışmadı.
Ticaret bakanı olarak bu ülkeye yatırıma gelmiş gruplara, “köpekbalığı” deyip hakaret ederseniz, bir daha yabancı sermaye göremezsiniz.
Sayın Cumhurbaşkanımız bu demecinizi okudu mu bilmiyorum. Okumuşsa çok bozulacağını biliyorum. Kendisi yabancı sermayeyi getirebilmek için ülke ülke gezerken, bir bakanının gelenleri kaçırtmasını eminim hoş karşılamaz.
Sayın bakanım orada, “Küçük esnafı korumak istiyoruz” demişsiniz.
Bu yasanın küçük esnafı korumakla ne alakası var.
Bu yasanın kimi koruduğunu siz benden daha iyi biliyorsunuz.
Küçük esnaf işinde gerçekten samimi olsaydınız; 6 zincir market on binlerce bakkalı hap gibi yutarken, kenarda izlemez bu işe el atardınız.
Bir firmanın reklam yapmasıyla küçük esnafın ne alakası var.
Pazaryeri firmaları küçük esnafın malını satmıyor mu? Sattıkları bu malın reklamını yapmaları bu esnafa destek değil mi?
Siz de biliyorsunuz ki, yasanın amacı ikinci sıradaki Aydın Doğan’ın şirketi HEPSİBURADA ’yı kollamak.
Bu arada Sayın Bakanım..
Yarın Anayasa Mahkemesi’nde yasayı savunacaksınız.
Sizin bir daire başkanınız Anayasa Mahkemesi’ne mitil atmış durumda.
Kapı kapı gezip yasanın onaylanması için çalışıyor. O kadar çok ısrar ediyor ki, herkes canından bezdi.
O daire başkanınızı uyarsanız iyi olur.
Bu işi o kadar aleni yapıyor ki, muhalefetten biri görse emin olun hakkınızda gensoru bile verir.
Sayın bakanım.. Sizden rica ediyorum. Selefiniz için değil millet için karar verin..
Son olarak iki gündür uzun uzun anlattığım lobiye bir çağrım var.
Düşün şu Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın yakasından.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın yıllarca ilmik ilmik ördüğü yeni Türkiye’ye, eski Türkiye’nin pisliğini getirmeyin…
.
ADRESE TESLİM E-TİCARET YASASI
Ankara’da duyanın ağzını açıkta bırakan bir durum var.
Olay bu kez siyasette değil ticarette.
Kısaca durumu anlatayım, ayrıntılara sonra geleyim.
Bir önceki AK Partili Ticaret Bakanı Mehmet Muş seçimden hemen önce bir E-Ticaret Yasası hazırladı.
Yasa, AK Parti ve CHP’nin ortak oylarıyla TBMM’den geçti.
Yanlış okumadınız…
Siyasette anlaşamayan AK Parti ve CHP, ne hikmettir ki ticarette anlaşıverdi.
“Paranın yüzü tatlıdır, dini imanı yoktur” diye boş yere dememişler.
Peki, yasada ne var?
Bu yasa ile açık ve net şekilde Aydın Doğan’ın şirketi korunuyor.
Aydın Doğan’ın şirketi korunması uğruna, Türkiye’nin en büyük yabancı yatırımcı şirketlerinden birisi infaz ediliyor.
İnfazcı da; işi yabancı sermayeyi çekip, ticareti geliştirmek olan Ticaret Bakanlığı…
Emin olun böyle bir olay Mesut Yılmaz hükümetleri döneminde olsa, değil kalem oynatmak mevzu bile etmezdim.
Ama Ak Parti döneminde ve bir AK Partili bakan tarafından Aydın Doğan’ın kollanması, beni bu yazıyı yazmak mecburiyetinde bıraktı.
Türkiye’de 6 büyük E-Ticaret şirketi var.
Bunların başında yabancı sermaye ortaklığı olan TRENDYOL, hemen arkasından Aydın Doğan ailesine ait olan HEPSİBURADA geliyor. Sonra, Yemek Sepeti, Getir, Amazon ve N11 diğerleri..
Gelelim olayın hikayesine..
TFF Başkanı Mehmet Ekşi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a giderek, Milli takım için sponsorlarla görüşeceğini belirtip bunun için e-ticaretin lideri olan şirketin adını verdi.
Bu şirket Erdoğan’ın da takdirini kazanmış, yatırımlarıyla pek çok kişiye iş imkânı sağlamıştı.
Bu şirket Çinli ortakları bulunan hepinizin yakından tanıdığı Trendyol’du.
Erdoğan’dan olur alan Mehmet Büyükekşi Trendyol yönetimine sponsorluk meselesini açınca, beklemediği bir şok yaşadı.
Firma yetkilileri, “Hay hay Sayın Başkan. Biz de TFF destek olmak isteriz ama bu yasal olarak mümkün değil” dedi.
Büyükekşi, “nasıl” dedi ve işin aslı ortaya çıktı.
Mesele şu;
Görevden alınan Ticaret Bakanı Mehmet Muş, bakan olduğu dönemde e-ticaret yasası çıkardı.
Yasa, seçim öncesi oldubitti ile TBMM’den geçip yasalaştı.
İşin ilginç yanı, AK Partili bakanın yasasına CHP’de hiçbir değişiklik önerisinde bulunmadan kabul oyu verdi.
E-ticaretteki 6 büyük şirketin 2022 verileriyle büyüklüğü şöyle;
Trendyol isimli pazaryerinin net işlem hacmi 111 milyar TL,
Hepsiburada’nın 39,5 milyar TL,
Yemek Sepeti’nin 16,75 Milyar TL,
Getir ‘in 14,75 Milyar TL,
Amazon’un 8,5 Milyar TL,
N11’in ise 7,5 Milyar.
Hepsiburada isimli şirketi Aydın Doğan’ın damadı Mehmet Ali Yalçındağ yönetiyor.
Son seçim öncesinin çıkan e-ticaret yasasının ayrıntılarını okuduğunuzda ağzınız açık kalır.
Tabir yerindeyse, ADRESE TESLİM BİR YASA.
Ankara’da adrese teslim ihaleleri duymuştuk da, adrese teslim yasaya ilk kez şahit olduk.
Yasa; yatırım yapan, ülke ekonomisine katkı sağlayan ve her sene daha fazla vergi veren birinci firmayı cezalandıracak, yatırım ve istihdama katkı sağlamayan diğer şirketleri ödüllendirecek bir şekilde ayarlanmış.
Kanunun Ek 2’nci maddesinde; net işlem hacmi 60 milyar Türk lirasının üzerinde olan elektronik ticaret aracı hizmet sağlayıcılara yönelik olarak ödeme hizmeti, kargoculuk ve ilan faaliyetlerine ilişkin kısıtlamalar yer almaktadır.
Bu rakamın üzerinde tek bir şirket var; TRENDYOL…
Sektörün diğer şirketleri kendi mallarını taşıyabilirken, sadece TRENDYOL’a kendi malını taşıyamazsın hükmü getirildi.
Böylece yasa ile birbirine rakip olan şirketlerin 5’ine KIYAK, birine DAYAK atıldı.
Dünyada eşi benzeri olmayan bir durum.
TRENDYOL dayak yiyince en çok kıyak, ikinci sıradaki HEPSİBURADA ’ya yapılmış oldu. Yani Aydın Doğan ailesine…
Yasanın sağladığı inanılmaz avantajlarla, ikinci sıradaki Aydın Doğan’ın şirketi, birincinin cirosunu kapacak.
Yasa sayesinde, hiç uğraşmadan milyarlarca lira kazanacak.
Böyle şey olur mu?
Trendyol, net işlem hacminin BİNDE 3’ü oranında reklam harcaması yapabilecekken, Hepsiburada, Yemek Sepeti YÜZDE 2’si oranında…
BİNDE 3 nere, YÜZDE 2 nere..
Farkı anlıyorsunuz sanırım.
Sektör lideri ile peşinden gelen 2 şirket arasında yaklaşık 7 kat, diğer 3 şirket ile ise sınırsız bir fark oluşmaktadır.
Serbest piyasa ekonomisinde reklam yasağı da olur mu?
Olur, efendim olur.
Türkiye’de yaşıyorsan olur.
Birinciye reklam yasağı; tek geliri reklam olan TV ve gazetelere de darbe vuran bir garabet karardır.
TRENDYOL gazete ve TV’lere en çok reklam veren kuruluştur.
Bu yasakla birlikte bütün medya kuruluşlarının reklam geliri büyük bir darbe yemiş oldu.
Sadece basın yayın alanı değil, Devlet de bu işten zararlı çıktı.
TRENDYOL pek çok kamu kuruluşuna sponsor olan bir firmaydı.
Devlet, TRENDYOL ’un devlete sponsor olmasını yasakladı.
Adrese teslim yasa derken bir örnek daha vereyim…
E-Ticaret Yasası’na göre; Trendyol, net işlem hacminin binde 3’ü oranında promosyon ve indirim yapabilecekken, Hepsiburada ve Yemek Sepeti yüzde 2’si oranında, Getir, Amazon, N11 ise sınırsız promosyon ve indirim yapabilecektir.
Yani birinci olan BİNDE 3 oranında indirim yapabilecek, arkasından gelen YÜZDE 2 oranında indirim yapacak.
Bu; yatırım yapıp, çalışıp çabalayan ve birinci olan şirkete madalya vermek yerine sopayla dövmektir.
Nal toplayan şirketlere de aferin deyip madalya takmaktır.
Bu sadece Trendyol değil, buradan alışveriş yapanlara da haksızlık ve zulüm.
Anayasaya göre; yasalar herkese eşit olmak ve davranmak zorundadır.
Yasanın daha birinci maddesi Anayasa’ya aykırı…
Bitti mi? Bitmedi..
İkinciyi kollama yasasında başka garip maddeler de var.
TRENDYOL ’un kendi kargo şirketi var. Burada 30 bin civarında kurye çalışıyor. Ürünlerini kendi şirketi ve elemanlarıyla taşıdığı için hem ürünleri özenle tüketiciye ulaşıyor hem de hızlı bir şekilde geliyor.
Bu kargo şirketi dışarıya da iş yapıyor.
Sen misin işini iyi yapan?
Yasa, bu kargo işine de yasak getiriyor.
Trendyol’a kendi pazaryeri dışında kargo ve taşımacılık hizmeti vermesi yasaklanırken, diğer 5 şirket sınırsız şekilde kargo hizmeti sunabilecektir (Yasanın Ek m.2/4).
Evet, evet Yasak sadece TRENDYOL’a…
Gülsek mi ağlasak mı? Bilemedim.
Bitmedi, devam edelim:
Trendyol, e-cüzdan, e-para ve benzeri ödeme araçlarını kullanamazken, diğer 5 şirket sınırsız şekilde kullanabilecektir (Ek m.2/4).
Trendyol, kendi pazaryerinde emlak ilan hizmeti veremeyecekken, diğer 5 şirket sınırsız şekilde bu hizmeti sunabilecektir (Ek. M.2/4).
Yasa; işini iyi yapıp büyüyen büyüdüğü oranda istihdam sağlayıp vergi veren şirketi dövmekle kalmamış adeta işkence yapmış.
Ben operasyon diye buna derim.
Emin olun benim diyen doktor böyle bir operasyon yapamaz.
İşin tuhaf tarafı, Eski Ticaret Bakanı Mehmet Muş, o dönem ekrana çıkıp ballandıra ballandıra bu yasayı övüyordu.
Yasanın haksız rekabeti önlediğini savunuyor.
İyi de sayın bakan… Bu senin işin değil ki..
Türkiye’de Rekabet Kurumu var. Bu iş onların işi.
Rekabet Kurumu Trendyol'a hiç bir ceza vermemişken senin yasa ile cezalandırman; ne yasalara ne de vicdana sığar.
Mehmet Muş Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından görevden alındı. O artık bakan değil bir milletvekili..
Gelin görün ki hala bu yasanın Anayasa Mahkemesi’nden geçmesi için çırpınıyor.
Yasa için bakan olmadığı halde gazetelere demeçler veriyor. Sosyal medyada paylaşımlar yapıyor.
Tuhaf değil mi?
Bu savunulacak yanı olmayan yasayı savunsa savunsa yeni Ticaret Bakanının savunması lazım.
Mehmet Muş, sınırını aşarak yeni bakanın alanına giriyor.
Bakan bey doğruları söyleyip yasanın karşısında olanları lobici olmakla suçlayıp, töhmet altında bırakıyor.
Ayıp oluyor Sayın Bakan…
Her eleştirinin altında menfaat ararsanız, yarın başkaları da sizin Trendyol'u eleştirmenizin altında başka şey arar.
Pilavın çok su kaldırdığı gibi bu yasa da çok söz kaldırır.
Yazımın ikinci kısmında da inanılmaz olaylar var…
METİN ÖZER /HABERVİTRİNİ
TÜRKİYE’YE SAİD NURSİ MODELİNİ GETİRECEĞİZ DİYEN 6’LI MASA LİDERİ KİM?
Kasetle FETÖ’ye köle yapılan Kılıçdaroğlu ve Akşener’den sonra, gelelim masanın üçüncü ismine…
Oraya gelmeden önce kısa bir bilgi vereyim.
Nurcular kendi aralarında pek çok gruba ayrıldı.
CIA ajanı olan FETÖ’cüleri de Nurcu sayarsak, onlardan sonra en tanınan grup Yeni Asya grubudur. Grubun başında da Mehmet Kutlular (Allah rahmet eylesin) vardı.
Mehmet Kutlular 2021 yılında vefat edene kadar grubunu FETÖ’den uzak tuttu.
Hem gazetesi hem de arkadaşları FETÖ’ye bulaşmadı.
Kutluların vefatından sonra FETÖ’cüler her yere sızdıkları gibi, buraya da sızdılar.
Yeni Asya grubu birden bire AK Parti ve Erdoğan muhalifi oldu.
FETÖ’ye destek veren haberler sayfalarında göründü.
Bu bilgileri niye verdim?
Fetullahçı Terör Örgütü yani FETÖ suç örgütü olarak kabul edildiği için, bu örgüttü yer almak suç sayılıyor. Âmâ mesela Yeni Asya’cı olmak suç değil.
Bu yüzden bazı FETÖ’cüler bu açığı kullandı.
Bu bilgilerden sonra gelelim şu üçüncü isme…
O Demokrat Partisi Genel Başkanı Gültekin Uysal…
Gültekin Uysal oyu küçük, gücü büyük bir isim.
Gültekin Uysal, bir zamanlar FETÖ’nün en güçlü faaliyet gösterdiği yerlerden olan Houston Üniversitesi’nde eğitim aldı.
Amerika’da tanınmış FETÖ’cülerle aynı ortamı paylaştı.
Demokrat Parti’nin başına geçtikten sonra şöyle dedi;
- Vatan hasretiyle yaşayan Sayın Fetullah Gülen’e de bu ülkeyi yeniden özgürce yaşayabilecekleri, vatan yapabilecek onların hukuklarını koruyabilecek tek parti biziz.'
Gültekin Uysal kendisini Yeni Asya grubuna yakın gören bir isim.
Yukarıda yaptığım izahı şimdi daha iyi anlamışsınızdır…
Şimdi sorulacak soru şu;
- Kılıçdaroğlu Gültekin Uysal’ı neden 6’lı masaya ortak alıp, sandalye verdi?
Uysal, 57 milyonun seçmenin olduğu son seçimde topu topu 65 bin oy aldı.
Türkiye genelinde oy yüzdesi; 0.16.. Yani yüzde 1 oyu bile yok.
Yüzde 0.1 oyu olan Gültekin Uysal, Kılıçdaroğlu’na ne kazandıracak?
İşte zurnanın zırt dediği yer burası…
Gültekin Uysal masaya oyuyla değil, okyanus ötesinin oyunuyla oturdu.
O aslında masanın en güçlü adamı.
Ne masadakiler ne de onların partileri kendisini eleştiremiyor…
Eleştirmeye kalkan da küfürü yiyor.
Ümit Özdağ kendisinin nurcu olduğunu açıklayınca; bizim bebek yüzlü Gültekin Uysal canavara döndü.
Ümit Özdağ için, “Tecavüz ürünü bu şerefsiz…” diye başlayan ağır bir Tweet attı.
Bırakın bir genel başkanı, sokaktaki sıradan insanlara bile yakışmayan küfürler etmesi herkesi şaşkına çevirdi.
Hele hele hiç tanımadığı Özdağ’ın annesine bunları söylemesi sosyal medyada ayıplandı.
Rezil olduğunu gören Uysal, anında yazdıklarını sildi.
Kendisi bir politikacı da olmadığı için zaten önce yazıyor, rezil olunca kaldırıyor.
Cumhur İttifakı'nı eleştirmek için Tweet atan Gültekin Uysal, " Tek bir hedefleri var; Erdoğan'ın iktidarını devam ettirmek." Dedi.
İlkokul seviyesindeki bir çocuğun yapabileceği bu DERİN ANALİZ! Dalga konusunda oldu ve altına binlerce alay mesajı geldi.
Uysal bu büyük tespitini de sildi.
Dediğim gibi zaten bir politikacı falan de değil.
Siz kendisini hiç tek başına miting yaparken gördünüz mü?
Görmediniz.
Şöyle bir Kameraların karşısına geçip Türkiye’nin sorunlarını ve çarelerini anlattığını duydunuz mu?
Duymadınız…
Pardon…
O bir tek Yeni Asya Gazetesine konuştu.
- Bediüzzaman’ın Said Nursî’nin koymuş olduğu tüm ölçüler hepimiz için önemli meselelerdir. Siyaset ve din meselelerinde Türkiye’nin bugün Said Nursî modeline ihtiyacı olduğunu düşünüyorum."
Din meselesini anladım da, Said Nursi’nin siyaset modelini bilmiyordum.
Daha doğrusu biliyorum da dilim gitmiyor.
Sanırım Gültekin Uysal FETÖ’nün güttüğü çarpık siyaset anlayışını kastediyor.
Said Nursi’nin siyasi modelini biraz açsa da, hepimiz bu konuda bilgi sahibi olsak.
Bütün bu bilgiler ışığında Gültekin Uysal’ı masaya kimin oturttuğunu ve gücünün nereden geldiğini anlamışsınızdır.
Kılıçdaroğlu’ndan seçilecek yerden 3 milletvekilliği ve bir de Cumhurbaşkanı yardımcılığı kapmasının sırrını da anladınız sanırım.
O; bilgi, birikim ve oyuyla değil, Pensilvanya yoluyla masada oturuyor.
Ona verilen vazife; Okyanus ötesinden gelenleri masaya iletmek, masada olup bitenleri de Okyanus ötesine bildirmek.
Bir nevi getir/götür yapıyor.
Masada kriz çıktığında anında haber veriyor. Gelen emri masaya iletip krizi noktalıyor.
Akşener masadan kaçtığında da aynısı oldu.
Kılıçdaroğlu FETÖ’den gelen kaset ve dosyaları alıp çantasına koyup, Marriot Otel'in yolunu tuttu.
Hışımla masadan kaçan Akşener, Kılıçdaroğlu’nun çantasından çıkardıklarını görünce, 18 dakikada ikna olup tıpış tıpış masaya geri döndü.
Hipnoz etsen dahi 18 dakikadan uzun sürer.
Kılıçdaroğlu’nun çantasındakiler, Meral Hanım’ı 18 dakikada geri döndürdü.
Bizim 6’lı masa olarak bildiğimiz bu masa aslında tamamen bir halüsinasyon.
Altılı masa gerçekte FETÖ’nün çalışma masası. Daha doğrusu CIA ile birlikte Türkiye’yi bölme masası.
Masada görünen siyasi kimliklerde birer FETÖ kölesi..
6’lı masaya seçtiklerine bakın!..
İçlerinde bir tane Türkoğlu Türk yok.
Ermeni var.
Bilderberg var.
FETÖ var.
Münafık var.
Bu arada Alevi de yok.
O aleviyim diyenin annesine bakın ne olduğunu anlarsınız.
Böylesine kozmopolit bir güruhu bir araya toplamışlar, bu milleti esir almaya çalışıyorlar.
Kaçmasınlar diye arkalarına FETÖ ve PKK’yı dikmişler.
Esas patronlar kapının dışında duruyor.
Kim bunlar?
CIA, Pentagon, MOSSAD ve Almanya Federal Haber Alma Servisi (BND) gibi istihbarat örgütleri..
Amerika, Fransa, Almanya başta olmak üzere DERİN AB…
Bunların hepsinin amacı; Sünni Türkiye’yi yıkmak, kendilerine köle bir Türkiye kurmak.
Hem dinimize hem de vatanımıza göz koymuş durumdalar.
Onlar niyetlerini saklamadan kartlarını açık açık oynarken, ‘Patates soğan’ deyip bunlara oy veren onlardan daha haindir.
Bir soğana ülkesini satan alçaktır.
Devir hesap kitap yapacak devir değil, Ehlisünnetin son kalesini koruma devridir.
Bugün Millet ittifakına kim oy verirse şehitlerin kemiğini sızlatır.
Emin olsunlar ki; mezara düştüklerinde o şehitler onların boğazına sarılacaktır.
CHP’ye veya diğerlerine oy verecek kardeşlerime sesleniyorum.
Vallahi; halüsinasyona oy verirken ülkenizi ele geçirmek isteyenlere oy vermiş olacaksınız.
Gelin bu vebale girmeyin.
Sandıklara sefer bizden, Zafer Allah’tan…
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
ERDOĞAN’LA BAHÇELİ’Yİ HASIMLIKTAN HISIMLIĞA ÇEVİREN OLAY
2014 seçimlerinden önce Türkiye’deki siyaset aritmetiği şöyle idi;
AK Parti % 45, CHP % 25, MHP % 15 ve HDP % 15
CIA/FETÖ şer cephesinin bütün amacı Erdoğan’ı devirmekti.
Bu aritmetikte Erdoğan’ı devirmenin yolu CHP, MHP ve HDP’yi bir blokta birleştirmekten geçiyordu.
İşte bugünkü 7’li masa projesi, o yılda temeli atılmış bir projeydi.
O gün sorun şu idi; Milli olan Baykal HDP ile asla bir araya gelmiyordu.
Milliyetçi olan Bahçeli ise bırakın HDP ile bir araya gelmeyi HDP’yi yok etmeye çalışıyordu.
FETÖ, Ulusalcı Baykal’ı seks kasetiyle oyun dışı bıraktı.
Baykal’ın koltuğuna HDP takıntısı olmayan Alevi Kılıçdaroğlu ’nu oturttu.
Operasyonun ilk ayağı böylece tamamlandı.
Sırada MHP ayağı vardı.
FETÖ’cülerin Bahçeli’ye özel bir kini vardı.
Bahçeli, FETÖ elebaşı Gülen’e yakın kuruluşlar ve basın-yayın organlarına her zaman mesafeli durdu hatta onlara akreditasyon yasağı uygulatıp MHP’ye sokmadı.
Fetullah haini, o dönem Baş Yüceler Kurulu üyesi Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan’ı Bahçeli’ye gönderdi.
Bahçeli, kendisini kovmaktan beter etti. Aracısının kovulması Fetullah Gülen’i daha da öfkelendirdi.
İşte o tarihte Bahçeli’yi devirmek için planlar masaya yatırıldı.
Bu görüşmeden 1 yıl sonra MHP’ye kaset operasyonu yapıldı.
FETÖ, Bahçeli’yi de tıpkı Baykal gibi kasetle MHP’nin başından uzaklaştıracaklarına inanıyordu.
Bahçeli bekârdı ve bir kadınla kolaylıkla görüntüleyeceklerini zannediyorlardı.
FETÖ’cü polisler Bahçeli’yi yakın takibe aldı.
Kaset kumpasıyla ilgili görülen davada savcı; Bahçeli’nin 6 ay boyunca izlendiğini ortaya çıkardı.
Evine ve partiye kameralar yerleştirilmişti.
Altı ayın sonunda FETÖ’cülerin eli boş kaldı.
Bahçeli namuslu adamdı, kendileri gibi namussuz değildi.
Bahçeli’den sonuç alamayınca bu kez A takımına yöneldiler.
FETÖ’cü polisler MHP yöneticilerini yakından izlemeye başladı.
Bu izlemeler sonucunda bazı MHP’li isimlerin kadınlarla ilişkisi belirlendi.
O kadınların evlerine kameralar yerleştirildi.
Burada acı olan şu ki; kadınların bazıları MHP’li milletvekillerinin dini nikâhlı ikinci eşiydi.
İkinci eşleriyle olan yatak odası görüntülerini kasete çekip yayınladılar.
İşte FETÖ böyle alçak bir örgüttür.
Kendi amacına hizmet için; ne din tanır ne de iman. Ne ahlak tanır ne de utanma.
FETÖ önce, ‘Farklıülkücülük.com’ isimli bir site kurdu.
MHP'de Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ekici'nin görüntüleri, 21 Mayıs 2011’de burada yayınlandı.
Herkes bu siteyi yakın takibe almışken, kaseti yayınlanacak MHP’li isimler teker teker duyuruldu.
Bu isimlerin MHP’den istifası istendi.
Onlar istifa etmeyince ardı ardına kadınlarla görüntüler sitede yer aldı.
MHP Genel Başkan Yardımcıları ve milletvekilleri; Ümit Şafak, Recai Yıldırım, Metin Çobanoğlu, Osman Çakır, İhsan Barutçu, Ahmet Deniz Bölükbaşı, Bekir Aksoy, Mehmet Ekici ve Bülent Dinmez şantaj ve tehditlerden sonra istifa etti.
O tarihte MHP yöneticisi olan şimdi Akşener’in danışmanı Cihan Paçacı’da kaseti olduğu duyurulunca, görevinden istifa etti.
12 Haziran 2011 seçimine hazırlanan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, sarsıldı ama yıkılmadı.
FETÖ’nün kaset saldırısıyla girdiği seçimde %13 oy alıp 55 milletvekili çıkardı.
2014 yılında CHP ve MHP Erdoğan’a karşı Ekmelettin İhsanoğlu’ nu çıkardı.
Bahçeli’nin sert tepkisi yüzünden bu ittifaka HDP giremedi.
Ekmelettin İhsanoğlu % 38 oy alarak % 51.7 oy alan Erdoğan’a yenildi.
Bahçeli’nin HDP tepkisiyle Erdoğan’a karşı firesiz bir ittifak kuramayan FETÖ, bu kez fiili darbeye yöneldi.
Önce yargı sonra askeri darbe yaptı.
İkisinin de sonu HÜSRANLA BİTTİ.
FETÖ yine de yılmadı ve durmadı.
Tekrar MHP’ye yöneldiler.
İşte 2015 yılının Haziran ile Kasım arası MHP açısından müthiş olaylara sahne oldu.
Haziran seçimi öncesinde Akşener MHP Genel Başkanı olabilmek için parti içerisinde kulis faaliyetlerine başlamıştı.
Emrin nereden geldiğini söylemeye gerek yok sanırım.
25 Haziran seçimlerinden hemen sonra Fetullah Gülen haininin bir aracısı Bahçeli’yi ziyaret etti.
Bahçeli’ye, koltuğu bıraktığı takdirde cemaatin bütün maddi ve manevi desteğini vereceğini bildirdi.
Öfkelenen Bahçeli aracıyı odasından kovdu.
Bahçeli işte o günlerde Meral Hanım’ın FETÖ’cülerle sık sık görüştüğünü öğrendi.
Aldığı bu bilgilerden sonra ilk işi, Meral Akşener’i tasfiye etmek oldu.
Haziran 2015 genel seçimlerinde MHP İstanbul milletvekili olarak Meclis’e giden Akşener, altı ay sonra yapılan Kasım 2015 Türkiye genel seçimlerinde MHP’den aday bile gösterilmedi.
O yıllarda büyük tartışmalara neden olan ve sebebi bir türlü çözülemeyen olayın nedeni, FETÖ’cülerin Akşener’e yakın ilgisiydi.
Akşener’in o tarihte aday gösterilmeme sırrını, ilk kez bugün benim köşemden öğreniyorsunuz.
Kasım 2015 seçimlerinde MHP %11.9 oy ile 40 milletvekili çıkarabildi.
MHP’nin oy kaybını bahane eden Akşener Genel Başkanlığa talip olduğunu belirterek olağanüstü kurultay talebinde bulundu.
MHP yönetimi talebi reddedince Akşener ve ekibi mahkemeye gitti.
Önceden ayarlanan FETÖ’cü hâkimler, Akşener’in istediği gibi 15 Mayıs 2016’da olağanüstü kongre kararı verdi. Mahkeme bununla da kalmadı, Bahçeli’nin yerine kayyum atanmasını kararlaştırdı.
MHP yönetimi başka mahkemelerden bu karara ihtiyati tedbir koydurdu.
Akşener bu kez kamikaze bir FETÖ’cü hâkim buldu.
Meseleyle uzaktan yakından alakası olmayan Ankara 2’nci İcra Mahkemesi, kongrenin 15 Mayıs’ta yapılmasına karar kıldı.
İşte tam o günlerde MHP’nin FETÖ’nün eline geçeceğini fark eden Tayyip Erdoğan, istihbarat ekibini ve yakınlarını Bahçeli’ye yollayarak olup bitenlerden haberdar etti.
İşte Bugünkü Erdoğan Bahçeli ahbaplığı o ziyaretle kuruldu.
Erdoğan ve Bahçeli MHP’ye FETÖ saldırısına karşı birlikte harekete geçtiler.
Önce Ankara 2’nci İcra Mahkemesi’nin kongre kararı ortadan kaldırıldı.
Akşener lehine karar veren Ankara 2’nci İcra Mahkemesi hâkimi Burhan Yaz’ın daha sonra FETÖ’cü olduğu ortaya çıktı.
MHP'li muhaliflere kurultay yolunu açan Burhan Yaz'a, yargılandığı davada; FETÖ üyeliğinden 8 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası verildi. Burhan Yaz hâkimlikten de ihraç edildi.
Akşener’in her girişiminin altından FETÖ çıkması tesadüfle açıklanabilir mi?
FETÖ’cü hâkimlerin temizlenmesiyle yargı MHP yönetiminin lehine karar vererek Olağanüstü kongre kararını tümden iptal etti.
Akşener ve ekibi birer birer partiden ihraç edilerek yollandı.
Bahçeli partinin FETÖ’nün elinden kurtarılması nedeniyle Erdoğan’a adeta hısım gibi oldular.
2015’deki bu dostluk 2023 seçiminde de daha da sağlam bir şekilde yürüyor.
Bazı MHP’liler Bahçeli’nin muhalif olduğu Erdoğan’a bu yakınlığına akıl erdirememişti.
İşte bu dostluğu sebebini ilk kez buradan öğreniyorlar.
Allahü teala FETÖ şerrinden muazzam bir hayır çıkardı.
Erdoğan’la Bahçeli’yi hem kader hem de yol arkadaşı yaptı.
Allah; hayırdan şer, şerden hayır, karanlıktan aydınlık, aydınlıktan karanlık çıkarır.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
FETÖ’NÜN ELİNDEKİ KILIÇDAROĞLU KASETİNDE NE VAR?
CIA’nın Türkiye’deki siyasi mühendisliğinde kullandığı maşa FETÖ idi.
Muhalefeti Erdoğan’a karşı organize etmek için önce Baykal’ın alaşağı edilmesi gerekiyordu.
Bunun için önce olağanüstü kongre kapısı zorlandı.
Baykal’ın 40 yıllık kadim dostu Önder Sav ve yakın arkadaşları kendine savaş açtı.
Uğraştı ve didindiler ama Baykal’ı deviremediler.
Onlar legal yolda uğraşırken, FETÖ çok daha alçakça ve adi bir yöntemle çalışıyordu.
FETÖ’nün emrindeki istihbarat polisleri, Baykal’ın ofisine ve evine böcek yerleştirdi.
Kamera konulan yerlerden birisi de, Baykal’a görüntüsü yayınlanan Özel kalem Müdürü Nesrin Baytok’un Ankara Çukurambar’daki eviydi.
30 kişilik FETÖ ekibi kameralar yerleştirdikten sonra, binanın kapısında kayda başlıyordu.
Bu çalışmaların sonunda; Baykal, Özel Kalem Müdürü Nesrin Baytok ile yatakta görüntülendi.
Ham kaset Amerika’ya Fetullah Gülen’e gönderildi.
O dönemde Fetullah Gülen’e o kadar çok porno kaset gönderildi ki, iddia ediyorum dünyada kimsenin elinde bu kadar porno görüntü yoktur.
Baykal ile alakalı kaset kumpasının başı FETÖ’nün emniyet imamı Kozanlı Ömer kod adlı Osman Hilmi Özdil’di. Emniyet İstihbaratın polis şefleri işin içerisindeydi.
Firari Cevheri Güven, porno kasetler operasyonunun medya ayağındaki ismiydi...
Operasyon başlamış ama henüz kaset yayınlanmamıştı.
FETÖ’cü Samanyolu grubu ve Zaman Gazetesi yöneticileri Kılıçdaroğlu’na giderek; Baykal’ın yakında gideceğini ve CHP’nin başında kendisini görmek istediklerini bildirdi.
Kılıçdaroğlu, teklifi geri çevirdi.
Gelenler Baykal’la ilgili bir kasetin ortalıkta dolaştığını, bu kaset yayınlandığında genel başkanlığı bırakacağında ısrar etti.
Hatta kasetten bazı bölümleri Kılıçdaroğlu’na izlettiler.
Fetullah Gülen’den yayınlatın emri gelince; FETÖ’cüler Baykal’ın kasetini yayınlayacak bir haber sitesi aramaya başladı.
Bu pis işi de Nokta dergisinin eski genel yayın yönetmeni Cevheri Güven üstlendi.
Cevheri Güven, elinde Baykal’ın porno kasetiyle haber sitelerini dolaşmaya başladı.
Kimse yayınlamaya yanaşmadı.
O dönem Vakit Gazetesi Ankara Temsilcisi olan Yener Dönmez aynı zamanda Habervaktim isimli bir haber sitesinin başındaydı. (Yener Dönmez 22 yıl hapse mahkum oldu)
FETÖ ile bağlantılı olan Dönmez, Baykal’ın kasetini yayınlamayı kabul etti.
Yeri geldiği için Cevheri Güven denilen FETÖ müptezeline birkaç kelam etmek isterim.
Bu yatak odası röntgencisi, gazeteci kimliğiyle uçkur peşine düşmüş bir sapıktı.
Kimsenin tanımadığı birisiyken, Baykal’ın porno kasetiyle tanındı.
Deşifre olunca da yurtdışına kaçtı.
Cevheri Güven denilen firari FETÖ pornocusu, bugünlerde Youtube üzerinde açtığı kanalında millete dürüstlük ve ahlak dersi veriyor, önüne gelene iftira atıyor.
Bütün FETÖ’cüler gibi bunun da suratında manda derisi kaplı.
Sonuçta Habervaktim’de porno kaseti yayınladı… Ortalık birbirine girdi.
Birkaç gün sonra Baykal istifa etti.
Baykal İstifa ederken de porno kasetini çeken FETÖ’yü şu sözlerle temize çıkardı:
- Bir sorumlu arayışına çıkacaklara yardımcı olmak üzere, ABD’den, Pensilvanya’dan aldığım üzüntü ve destek mesajlarının samimiyetine inandığımı da belirtmek isterim.
Henüz ortada tek bir şüpheli yokken Baykal FETÖ’yü neden temize çıkardı?
Onun da iki nedeni var.
Birincisi; Bir milletvekili arkadaşının Oran’daki evinde başka kadınlarla da görüntüsü çekilmişti. Onlardan bazıları da milletvekiliydi.
İkincisi; Kaset sansürlenerek yayınlanmıştı. Görüntülerin tamamı FETÖ’deydi.
Kaset yayınlandığında Baykal aslında istifa niyetinde değildi. Görevde kalıp, bu komployu kuranları açığa çıkarmayı ve onlardan intikam almayı düşünüyordu.
Tam o günlerde; Baykal’ın başka kadınlarla özel görüntülerinin yer aldığı yeni bir kasetin varlığı dillendirilmeye başlandı.
İkinci kaset söylentisinin yayıldığı gün Baykal’ı; Fetullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen AK Parti milletvekili İlhan İşbilen aradı. (İşbilen ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm oldu.)
Baykal’a lisan-ı hal ile bu kasetlerin varlığı duyurularak, kesinlikle cemaati suçlamamasını istedi.
İstifa etmediği ve cemaati hedef gösterdiği takdirde bu kasetlerin de dolaşıma sokulacağını açık bir dille ifade etti.
Eli kolu bağlanan Baykal, istifa açıklamasında FETÖ’yü aklayarak siyaset sahnesinden çekildi.
Şunu da belirteyim… Siyaseti bırakan sadece Baykal değildi.
Baykal’la birlikte CHP’li bir kadın milletvekili sessizce Ankara’yı terk edip İzmir’e yerleşti.
O günlerde Baykal gündemde olunca, siyaseti bırakan CHP’li kadınlar fazlaca dikkat çekmedi.
Baykal, operasyonun içerisinde Kılıçdaroğlu’nun olduğunu biliyordu.
Bu yüzden Kılıçdaroğlu’na soğuk davranıyor ama FETÖ şantajı nedeni ile bildiklerini ve başına gelenleri tam olarak açıklayamıyordu.
Gelelim Kılıçdaroğlu cephesine…
O dönem CHP Grup Başkanvekili olan Kılıçdaroğlu, Genel Başkanlık için adaylığının söz konusu olmadığını bildirdi. Hatta bu konuda kesin kararlı olduğunu duyurdu.
Peki, ısrarla aday olmayacağını açıklayan Kılıçdaroğlu, ertesi gün neden fikir değiştirdi.
O gece ve ertesi gün neler yaşandı da CHP Genel Başkanlığına adaylığını açıkladı.
Çarkçı Kemal CHP’de de çark ederek yola çıktı.
Yukarıda anlattığım gibi; FETÖ, CHP’nin başı için zaten kendisinde karar kılmıştı.
CIA ile yürüttükleri siyaset mühendisliği tıkır tıkır işlemiş, Kılıçdaroğlu piyasaya sürülmüştü.
Gelelim Kılıçdaroğlu’nun nasıl ikna olduğuna?
FETÖ ekibi; Kılıçdaroğlu’nu Genel Başkanlığa oturtmak için yaptıkları bütün görüşme ve pazarlıkları gizlice kasete almıştı.
Daha ortada hiçbir şey yokken Baykal’ın porno kasetini izlediği söylentisi kulislere yayılmıştı.
Bunun ortaya çıkması sadece Siyasi hayatını bitirmekle kalmaz, FETÖ ile birlikte kumpas kurmaktan yargılanırdı.
Baykal FETÖ’ye uçkurdan, Kılıçdaroğlu ’da seyirden yakalandı.
Bay Kemal çaresiz FETÖ şantajına boyun eğdi.
Kılıçdaroğlu O gün bugündür, bir FETÖ kölesi gibi talimatları yerine getiriyor.
FETÖ ne yollarsa, onaylayıp partiye gönderiyor.
Danışmanlarından parti yöneticilerine, il başkanlarından adaylara kadar isimler Pensilvanya’dan geliyor, Kılıçdaroğlu uygundur mührü ile işleme koyuyor.
CHP Listelerinde Atatürkçü ve Laiklerin olmamasının nedeni işte bu.
CHP’liler, bu bakımdan listelere çok şaşırmayın.
Kılıçdaroğlu’na oy verdiğinizde, Fetullah Gülen’e…
CHP’ye oy verdiğinizde FETÖ’ye oy vermiş oluyorsunuz…
METİN ÖZER/HABERVİTRİN
.
ERDOĞAN’I ÇİLEDEN ÇIKARTAN 200 KİŞİLİK FETÖ LİSTESİ
2010 yılı, FETÖ’nün Erdoğan ve AK Parti’ye savaş başlattığı yıldır.
Bu yönüyle Türk siyasetinin bir dönüm noktasıdır.
Bugün yaşanan 6’lı masa meselesi de işte o gün başlayan bu savaşın bir sonucudur.
Dönelim işin aslına…
2011 seçimlerinden önce 2010 yılının başlarıydı.
FETÖ’nün Baş yüceler takımından bazı isimler Erdoğan’ı ziyaret etti.
Ziyarete kalın bir klasörle gelmişlerdi.
Hoş beşten sonra ağızlarındaki baklayı çıkardılar..
- Muhterem hocamız seçimlerde milletvekili olmasını arzu ettikleri isimleri size iletmemizi istedi. Biz de onların hangi ilde kaçıncı sırada olacağına yönelik bir çalışma yaptık. Bunu size arz etmek için geldik dedi.
Erdoğan dosyanın kapağını açtığında büyük bir şoka uğradı.
Fetullah Gülen haini, 200’ye yakın örgüt mensubunun seçilebilir yerlerden listeye girmesini istemişti.
Her ilde kimin listede olacağı isim isim belirtilmişti.
O dönemde toplam 550 milletvekili vardı. İktidar olmak için de 276 milletvekili gerekiyordu.
Tayyip Bey listeyi görünce sinirden kıpkırmızı oldu ve şöyle dedi;
- Bari partinin anahtarını da isteseydiniz.
Sesini yükselterek, “Biz siyaset yapıyoruz. Siz eğitimle ilgileniyorsunuz. Siz kendi işinizi yapın biz de kendi işimizi yapalım. Biz Hakka ve halka mesulüz. Hocaya söyleyin size en fazla 5 yerde adaylık verebilirim. İsterseniz 5 isim bildirin. Yoksa biz kendi listemizi yaparız” dedi.
Tayyip Bey bu olayı, FETÖ darbesinden sonra bir TV’de kısaca anlattı.
FETÖ’cülerin getirdiği bu dosya hala Tayyip Bey’de duruyor mu? Bilmiyorum.
Duruyorsa o listedeki kişileri teker teker yakalamak lazım.
En azından bunu hatırlatmış olayım.
Fetullah Gülen’i Kâinat imamı olarak gören şürekâsı, böyle bir cevap beklemediği için mosmor oldu.
Başbakan’ın cevabını korka korka Fetullah’a ilettiler.
Bir itirafçının aktardığı gibi Pensilvanya’daki sarayda kıyamet koptu.
Kibir kumkuması olan Fetullah Gülen sinir krizi geçirdi.
“O kim ki benim isteğimi geri çeviriyor. Seçimleri kendi mi kazanıyor. Seçimleri benim duamla kazanıyor. Bizim duamızla oyların şekli değişiyor. Bundan sonra bir seçim kazansın da görelim” dedi.
“Duamı almadan kazanamaz” dedi ama yapılan ilk seçimde Tayyip Erdoğan, büyük bir zafer Kazandı.
% 49,8 oy alarak 61. Hükûmeti kurdu.
İşte bu olay AK Parti ile FETÖ ilişkisini bitiren olay oldu.
Fetullah haini o günden sonra Erdoğan’ın adını asla anmadı ve ona, “Uzun” diye hitap etti. Uzun aşağı uzun yukarı…
FETÖ’cülerin artık tek bir amacı vardı; Erdoğan’ı devirmek.
Erdoğan’la iplerin koptuğu 2010 yılında, pis bir siyaset mühendisliğine giriştiler.
O günlerde şöyle siyaset tarafında bir manzara vardı.
Bir tarafta AK Parti diğer yanda CHP, MHP, BBP ve diğer muhalefet partileri. Onların dışında da kendi başına hareket eden HDP.
CHP’nin başında sıkı bir Kemalist ve Ulusalcı olan Baykal vardı.
FETÖ planının işlemesi için öncelikle Baykal’ın bertaraf edilip, CHP’nin başına söz dinleyecek güvenilir birisinin oturtulması gerekiyordu.
Fetullahçılar her yeri ele geçirmişti.
En önemli ve kritik yer Emniyet İstihbarat dairesiydi.
Buranın çaycısı bile FETÖ’cüydü.
Emniyet İstihbarat Dairesi, ülke çapında istediği herkesi dinleyebilir ve izleyebilirdi.
Bütün pis işlerini de buradan yürüttüler.
Fetullah’ın emri ile izledikleri herkesi, yatak odasına kurdukları kamera düzenekleriyle röntgenlemeye başladılar.
Terörist kovalamakla görevli polisler, Fetullah için milletin uçkurunu kovalamaya başladı.
Elde edilen görüntüler internet üzerinden Pensilvanya ’ya bizzat Fetullah’a yollanıyordu.
AK Parti’nin bakanları, milletvekilleri ve önemli isimleri takipteydi.
AK Partili bazı üst düzey isimlerin evlerine ve ofislerine kameralar yerleştirdiler…
FETÖ’nün alçaklıkta bir sınırı da yoktu.
AK parti her sene FETÖ’ye ait Kızılcahamam’daki Termal tesiste kamp yapıyordu.
Darbeden sonra anlaşıldı ki burada kalan AK Parti milletvekillerinin odalarına ve banyolarına kameralar yerleştirilmiş.
Bu örgüt işte böyle rezil ve iğrenç bir örgüttür.
İşte o günlerde ilginç bir olay yaşandı.
AK Parti’nin önemli isimlerinden birisinin sevgilisi vardı.
Ankara’nın Çukurambar semtinde sevgilisine bir ev tutmuştu. Bazı geceleri o evde geçiriyordu. İşte o ev de FETÖ’cü polislerin gözetimi altındaydı.
AK Partili isim sevgilisinin evini gitme hazırlığındaydı.
Fetullah’ın bir adamı kapısına geldi…
Fetullah Gülen haini bu olayı şöyle anlattı;
- "Bana akşamüstü bir telefon geldi. Türkiye'de gece yarısıydı sanıyorum. Dediler ki filan nefsine uyarak bir yerde bir alüfte (Hayat Kadını) ile buluşmaya gidiyor.
Türkiye'de onu tanıyan bir arkadaşa telefon ettim. Kalk dedim, gece yarısı deme evine koş git. O mevzudaki telefon sabit. Benim kendisine o ricada bulunduğum o zat da hala hayatta.
Sizin de anladığınız gibi takipteki FETÖ’cü polisler başlarındaki sorumlu imamı bilgilendirmişler. O da bölge imamını o da Türkiye İmamını.
Türkiye imamı Fetullah’ı arayıp durumdan haberdar etmiş.
FETÖ’de çark böyle dönüyor.
Bütün pis işler röntgenlemeler dâhil Fetullah’ın izni ile yapılıyor.
İzlenip dinlendiğinden habersiz o AK Partili isim adeta şok geçirdi.
Bu olayın Fetullah’ın çok büyük bir kerameti olduğuna inandı. Bağlılık ve sadakati arttı.
AK Parti’nin bu üst düzey ismi böylece FETÖ’ye uçkurundan yakalanmış oldu.
O isim günümüzde bile FETÖ’ye toz kondurmuyor ve kaset yüzünden FETÖ’cülere destek veriyor.
Esas meselemize dönelim…
FETÖ’nün büyük hedefi CHP idi.
FETÖ’cülerin CHP ve TSK’ya karşı özel ve büyük bir kini vardı.
Bunların dışında yeni düşmanları “Uzun” yani Erdoğan’ı yıkabilecek tek partiydi CHP..
Bu yüzden de CHP’yi ele geçirmeye karar verdiler.
CHP’yi ele geçirir geçirmez Kemalist ve laikleri temizleyecekler, onların yerine getirdikleri kendi adamlarıyla AK Parti’nin karşısına dikileceklerdi.
Dikileceklerdi dikilmesinde de bu hiç de kolay değildi.
Karşılarında kaya gibi Baykal vardı.
Baykal’ın kendileriyle asla uzlaşmayacağını da biliyorlardı.
Zaman ve Samanyolu grubunun önde gelen isimleri, CHP ile ilişkilerini sıkılaştırdı.
CHP’lilerle sık sık röportajlar yapıp, ekrana çıkardılar.
Bütün bunlar CHP’ye yakınlaşmak içindi.
Baykal’ı devirmekle iş bitmeyecek, yerine söz dinleyecekler birinin oturtmaları gerekiyordu.
Kemal Kılıçdaroğlu 1999 yılında CHP Bilim Yönetim Kültür Platformu’na "yolsuzluk raporu" hazırladı. Bu rapor Kemal Kılıçdaroğlu’na CHP'nin kapılarını açtı.
Baykal; Kılıçdaroğlu ’nu CHP kontenjanından Türkiye İş Bankası’nın yönetim kuruluna aldı.
Kılıçdaroğlu; 2002 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul milletvekili olarak Meclise girdi.
2004 yerel seçimleri sonrasında partide Baykal yönetimine karşı partide olağanüstü kurultay çağrıları dile getirilmeye başlandı.
30 CHP milletvekili “iktidara yürüyüş hareketi“ başlıklı bir bildiri yayımladı.
Bildiriyi imzalayanlar arasında Kılıçdaroğlu da vardı.
Bildiriyi imzalayanların çoğu Baykal tarafından tasfiye edilirken, ne hikmettir bilinmez Kılıçdaroğlu’na dokunulmadı.
Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal’ın isteği üzerine grup başkan vekilliğine seçildi.
Kılıçdaroğlu bütün konuşmalarında AK Parti’yi yolsuzlukla suçluyor, Erdoğan’ı hedef alıyordu.
İşte Kılıçdaroğlu’nun bu özellikleri, FETÖ için kendisini ideal aday durumuna getirdi.
Fetullah Gülen Baykal’ın yerine Kılıçdaroğlu ’nu oturtmak için kolları sıvadı..
Devamını öteki yazıya bırakalım…
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
KASETÇİ KEMAL’İN AKŞENER DOSYALARI
KASETÇİ KEMAL’İN AKŞENER DOSYALARI
Meral Akşener 6’lı masayı terk ettiğinde partisinde şöyle dedi…
Dayatma, tuzak, kumpas ve suikast.
Dayatmanın Kılıçdaroğlu’nun adaylığı olduğunu yine kendisi açıkladı.
Kumpasın da masanın diğer ortaklarının kendinden habersiz Kılıçdaroğlu ismi üzerinde uzlaşmasını gösterdi…
Tuzak ve suikastken kastının hala açıklamadı.
Masayı devirdikten iki gün sonra bütün bu söylediklerini yutarak kumar masasına tıpış tıpış geri döndü.
Gidişiyle dönüşü arasında masada bir fark yoktu.
Tek fark; yel hızıyla gidip, sel hızıyla gelişiydi.
Belli ki o iki gün içerisinde siyasi hayatına mal olacak bir tehdit yapılmıştı.
Akşener’in nikâh masasındaki ‘ZORAKİ GELİN’ olduğu zaten yüzüne de vurmuştu.
Kılıçdaroğlu’nun adaylığını açıklanırken yüzü Çarşamba Pazarı gibiydi.
Ertesi gün çıktığı Fatih Altaylı ’nın programında yüzünün halini üç sebeple açıkladı…
Uykusuzluk…
Işık…
Depremzedelere üzülme…
Arkasından da bastı kahkahayı..
Kendi sözüne kendi de inanmamıştı…
Fatih Altaylı saatler süren programında Akşener’in ayrılırken kullandığı, “Dayatma, tuzak, kumpas ve suikast.” Sözlerini bir türlü sormadı.
Bunun yerine tabir yerindeyse geyik muhabbeti yaptı. Zaten danışıklı bir programdı.
Şimdi biraz geriye gidelim.
Kılıçdaroğlu tam bir yıl önce adaylık kararı almıştı. Daha doğrusu okyanus ötesine onaylatmıştı.
Masanın minikleri hemen biat etti. Ancak Akşener’den direniş geldi.
Bay Kemal; vekillerine ve yandaş gazetecilerine, “Adayımız Kılıçdaroğlu” dedirtiyor.
Akşener’den duymak istediği cevap yerine, “Seçilecek aday” karşılığı geliyordu.
Kılıçdaroğlu ile Akşener arasında iki büyük sıkıntı vardı.
Birisi adaylığı diğeri de HDP ile birlikte olma meselesiydi.
Bay Kemal baktı ki Akşener’in ikna olacak hali yok, hemen yan yollara saptı.
Kendisi kasetle CHP’nin başına geçtiği için, bu yöntemin en kestirme yol olduğunu öteden beri biliyordu.
Kasetçi Kemal bu kez Akşener’le ilgili bilgi, belge ve dosya toplamaya başladı.
Partideki yakın çevresi de bu konuda kolları sıvamıştı.
İşte o günlerde CHP’li Yaşar Okuyan kendisine Akşener’le ilgili bir dosya getirdi.
4 Şubat’ta bir televizyon kanalına çıkan Yaşar Okuyan, gündemi sarsan bir boşboğazlık etti.
Spikerin Akşener’in masayı terk etmesi ihtimalini sorunca Okuyan şöyle dedi;
- Kılıçdaroğlu’na Meral Hanım ile ilgili bir dosya verdim. O, kullanmayacak onu, ben ve benim nesil çok önemli arkadaşlar kullanacak. Akşener bir yere gidemez.
Yaşar Okuyan’ın, masayı bırakması halinde Akşener’e bu dosyalarla şantaj yapılacağını ilan etmesi siyaset gündemine bomba gibi düştü.
İYİ Parti ayaklandı.
Ertesi gün yani 5 Şubat’ta bir açıklama yapan Kılıçdaroğlu Yaşar Okuyan’ı hedef aldı;
- Böyle bir şey yok.Şantaj benim çalışma anlayışıma da uygun değil. Bana böyle bir dosya getirmedi. Kendisi Akşener ile aramıza nifak sokmak istiyor.
Arkasından da Okuyan’ın CHP ile ilişiğinin kesildiği duyuruldu.
İYİ Parti’nin safları buna inanıp meseleyi kapattı.
Ta ki 23 Şubat’a kadar.
23 Şubat’ta Kılıçdaroğlu ile bir saat görüştüğünü açıklayan Yaşar Okuyan; fotoğraf olarak da elindeki dosyaları gösterince, Kılıçdaroğlu’nun yalan dolanı ortaya çıktı.
Bay Kemal, “Fitne çıkartıyor” dediği Yaşar Okuyan ile gizli gizli görüşüyordu.
CHP ile ilişik kesme işi de bir yalandı.
Okuyan’ın ikinci ifşası sonrası CHP resmi bir açıklama yaparak; daha önce ihraç ettiği Yaşar Okuyan’ın yeniden ihraç edildiğini duyurdu. Şaka gibi...
18 günde partisinden iki kez ihraç edilen Yaşar Okuyan dünya siyaset tarihine geçti.
Bu ülkenin Cumhurbaşkanı olmaya talip olan Kılıçdaroğlu’nun bu paniğinin ve yalanlarının sebebi ne idi?
O sebep ile Mart başında Akşener’i masaya döndüren sebep aynı idi.
- ŞANTAJ DOSYALARI
Akşener’in tabiriyle tuzak ve suikast…
Peki; Okuyan’ın sallaya sallaya götürdüğü o zarfta Akşener ile hangi belgeler var?
Hemen söyleyeyim belge denilenlerden bir kısmı gazete kupürleri.
Ancak bazı fotoğraflar ve görüntüler var.
ODA TV haber müdürü onların FETÖ ile alakalı olduğunu iddia etti.
Bunlardan bir tanesi; FETÖ darbesinin ertesi günü, 16 Temmuz sabahı Akşener’in evinin önünde yakılan evrakların fotoğrafı.
Bir vatandaş çekilen görüntülerde; Akşener'in evinin önünde bir adam acele bir şekilde bazı kâğıtları yakıyordu.
Adam, Akşener’in koruma polislerinin kulübesinin hemen yanında evrakları yakıp kül etti.
İşte o evrakların yakılmayanları, öyle anlaşılıyor ki Kılıçdaroğlu’nun elindeydi.
Bir de şantajın FETÖ boyutu var.
FETÖ darbesinin biraz öncesine dönelim..
Meral Akşener o tarihlerde; 'başbakan olacağım', 'MHP'nin başına geçeceğim' diyerek herkese meydan okuyor ve konuşmalarında sık sık 'yurtta sulh' ifadesini dilinden düşürmüyordu.
Ortada bir savaş veya bir gerilim yokken Meral Hanım’ın hemen hemen her konuşmasında, “Yurtta sulh” demesine kimse bir mana veremedi.
Ta ki 15 Temmuz gecesine kadar.
Fetullah’ın darbecileri TRT’de okuttukları bildiride; “Yurtta Sulh Konseyi” kurulduğunu duyurdu.
Sonraki günlerde, “Yurtta Sulh” cümlesinin FETÖ darbesinin şifresi olduğu ortaya çıktı.
Darbeden önce FETÖ şifresini sık sık kullanan Akşener de ortadan kayboldu.
Uzun süre sesi soluğu çıkmadı.
Şimdi hepinizin dikkatini yeni bir şifreye dikkat çekeceğim.
Akşener darbe öncesinde yaptığı konuşmalarda ‘Yurtta sulh’ kadar başka bir kelimeyi de kullandı;
- Başbakan olacağım.
Dişe dokunur bir oyu ve milletvekili olmamasına rağmen bunda ısrar etti.
İşte o ısrarın sebebini Gazeteci Fuat Uğur yazdı.
Fuat Uğur, “FETÖ darbesinin esas başbakan adayı Meral Akşener’di. Fetullah Gülen’in tek güvendiği isim Akşener’di ve Başbakanlık koltuğuna onu oturtacaklardı.”
Buraya dikkat edin…
Meral Hanım altılı masaya oturduğu günden bu yana yine ısrarla, ‘başbakan olacağını’ söylüyor.
Tıpkı FETÖ darbesi öncesinde dillendirdiği gibi.
Bu sözüne şimdi de kimse bir mana veremedi, çünkü öyle bir parlamenter sistemi yok.
Sistem olsa bile Başbakanlık Koltuğuna oturabilmesi için en çok milletvekili sayısına sahip olmak lazım.
O da yok.
Peki, o zaman neden “başbakanlık” diye tutturdu.
Bu da bir şifre. FETÖ’ye yollanan bir mesaj.
Öyle anlaşılıyor ki; ya birileri bu şifreyi çözdü, ya da FETÖ Akşener’i sattı.
Şifresi çözülmüş belgeler masadan ayrıldığı günün gecesi, cep telefonuna ve mailine atıldı.
Meral Hanım’ın dönüş hızına bakarsak, belgelerin çok sağlam olduğu anlaşılıyor.
Kılıçdaroğlu’nun isminin açıklandığı zamanki yüz ifadesine dikkatli bakın…
O yüz ifadesinde yaşadığı hayal kırıklığı ve uğradığı suikastın izleri açık açık belli oluyordu.
Şimdi Meral Hanım’ın önünde bir HDP imtihanı daha var.
Ya sineye çekecek siyaseten intihar edecek.
Ya masadan çekilip mücadele edecek.
Bunun hangisinin olacağını masasına konan belgelerin ağırlığı belirleyecek.
Bekleyelim görelim.
Kılıç ile oynayan kılıçla kesilir.
FETÖ ile oynayan FETÖ ile basılır.
.
AKŞENER’E KURULAN KORKUNÇ TUZAK VE DAĞITILAN RÜŞVET
Akşener Erdoğan’ı devirmek için kurulan 6’lı masayı devirerek, ortaklarını terk etti
Giderken de şok eden şu sözleri söyledi;
- Dayatma, tuzak, kumpas ve suikast.
Aslında konuşulması gereken bunlar iken, masanın dağılması tartışıldı.
Akşener’e ve İYİ Parti yöneticilerine kimse, bu tuzak ve suikastın ne olduğunu sormadı.
Oysa meselenin can damarı burasıydı.
Akşener kaçınca; masada 4 minik bir de büyük ortak kaldı.
Masanın cini sakallı olanı. Ötekiler saftirik.
Akşener’e tuzağı Bay Kemal'in işaretiyle sakallı kurdu.
Kılıçdaroğlu yaklaşık bir yıldır “adayım” diye bas bas bağırıyor sonra da İYİ Parti’ye kulak kabartıp bir ses gelecek mi diye bekliyor.
Adaylık cazgırlığını direk kendisi yapmıyor.
Bunu partililerine ve CHP’li gazetecilere yaptırıyor.
Kılıçdaroğlu her seslendiğinde; Akşener’den, “Seçilecek aday” cevabı geliyor.
Bir yıl ve 11 altılı masa toplantısında durum hiç değişmedi.
Akşener, HDP ile kol kola olan Kılıçdaroğlu’nun asla kazanamayacağını biliyordu.
Kılıçdaroğlu ‘da Akşener olmadan seçimi kazanamayacağını biliyordu.
İşte tuzak, kumpas ve suikast buradan geldi.
12’nci toplantı 6’lı masanın cini Karamollaoğlu’nun ev sahipliğine denk getirildi.
O hafta içerisinde Karamollaoğlu, diğerleriyle tek tek ve başbaşa görüştü.
Akşener’e dayatma o görüşmelerde planlandı.
Kılıçdaroğlu kenarda durup, tezgâh vazifesini Bay Temel’e verdi.
Bu planda masanın diğer dört ortağına resmen rüşvet verildi.
Halk bazında yüzde 0.01 oyu olan Gültekin Uysal’ın partisi Demokrat Partiye; 1 Cumhurbaşkanı yardımcılığı, 1 bakanlık ve 5 milletvekilliği verildi.
Kamuoyu araştırmalarında yüzde 0.2 civarında oyu olan Davutoğlu’na; Bir Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı, bir bakanlık ve 20 milletvekilliği verildi.
Oyu yüzde 0.5 civarında olan Ali Babacan’a; bir Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı, bir bakanlık (Maliye Bakanlığı) ve 15 milletvekilliği verildi.
Yüzde 0.6 oyu olan Karamollaoğlu’na da bir Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı, bir bakanlık ve 20 milletvekilliği verildi.
Kılıçdaroğlu 12’nci toplantı öncesi görüştü TİP ve iki komünist partiye 10 milletvekilliği sözü verdi.
CHP lideri aylar öncesinde Başkan seçildiği takdirde HDP’ye 2 bakanlık sözü vermişti.
Kılıçdaroğlu’nun bütün amacı başkan olmaktı.
Milletvekillerinin bir önemi yoktu. O yüzden o yüzden 70 milletvekilliğini bir çırpıda dağıtmıştı.
Karamollaoğlu bu rüşvet gibi üleşmeyi diğer üç lidere tek tek ulaştırdı.
Onlarla görüşürken Akşener’in sıkıntı çıkaracağını anlatıp, Kılıçdaroğlu ile kurduğu tezgâhı ayrıntılarıyla anlattı.
Hepsine toplantı sırasında ne demeleri gerektiğini de tembih etti.
Bütün bunlardan habersiz olan Akşener toplantı başladığında söz alıp, İmamoğlu ve Yavaş isimlerini masaya getirecekti.
Bu iki isimle ilgili halk desteği çalışmalarını ve bunların ayrıntılarını çıkardığı 5 ayrı dosya hazırlamıştı. Dosyada birbirinden farklı anket şirketlerinin rakamları vardı.
Bunları diğerlerine verip; “Aday olarak bu iki isim de kazanır. Siz bu iki isimden kimi tercih ederseniz ben de onu tercih ederim. İkisi de CHP’nin başkanları. Ben İYİ Partili birisini önermiyorum. CHP’li iki başkanı öneriyorum” diyecekti.
Ama diyemedi..
Dayatma hazırlanmış, tezgâh kurulmuştu.
Akşener tam ağzını açacaktı ki, Karamollaoğlu araya girdi.
Ev sahibi olarak o gün heyet başkanı o idi.
Karamollaoğlu, “Ben ilk sözü Gültekin Bey’e veriyorum” dedi.
Bir bakanlık 5 vekillik kapan Gültekin Uysal, “Benim adayım Kemal Bey” deyip Kılıçdaroğlu’nun faziletlerini anlattı.
Bay Temel ikinci olarak Babacan’a söz verdi.
O da aynısını tekrarladı.
Üçüncü sırada Davutoğlu söz aldı. O da “Kılıçdaroğlu” dedi.
Akşener’i atlayan Karamollaoğlu, “Benim de adayım Kemal Bey’dir” şeklinde görüşünü bildirdi.
Bu dört desteğin ardından Kılıçdaroğlu, “Teşekkür ederim ben adayım” deyince, Meral Hanım’ın bütün hazırlığı boşa gitmiş oldu.
Akşener diğer 5 kişinin toplantı öncesinde konuşup anlaştıklarını işte orada fark etti.
Kendisinin dışlandığını da işte orada anladı.
İYİ Partililerin ‘Biz masadan kalkmadık. Onlar bizi terk etti’ demelerinin sebebi buydu.
Beşli dayatma ve kurulan tezgâha öfkelenen Akşener, “Sert bir ses tonu ile Kemal Bey kazanamaz. İmamoğlu ve Yavaş dışında biz bu seçimi kaybederiz” dedi.
Akşener, Ekrem İmamoğlu ve ABB Başkanı Mansur Yavaş'ın anketlerde önde çıktığını belirtip, kamuoyu yoklaması yapılmasını teklif etti.
Akşener’in bu teklifi üzerine Kılıçdaroğlu sinirle ayağa kalkıp, “Böyle bir şey olmayacak. 4 lider bende karar kıldı. Siz de yazılı metni imzalayacaksınız ve adaylığımı duyuracağız” dedi.
Akşener; “Ben partime sormadan böyle bir karar veremem” diye karşılık verdi.
Kılıçdaroğlu da yüksek sesle, "Siz imzalamayın o zaman biz imzalarız ve duyururuz” dedi.
Akşener; “Bu şartlarda siz zaten çoktan karar vermişsiniz. Benim de masadan kalkmamı istiyorsunuz. Peki, öyle olsun. Ben kalkıyorum” deyip ayaklandı.
İlk Ali Babacan durdurmak istedi. Başaramadı.
Karamollaoğlu son bir hamleyle, “Meral Hanım yapmayın. Bu birliği kurmak için uzun zamandır uğraşıyoruz. Bir kez daha düşünün” dese de, Akşener toplantıyı terk etti.
Akşener partiye gelip kurmaylarına, kurulan tezgâhı ve kumpası en ince ayrıntılarıyla anlattı.
Sonra il başkanlarıyla konuştu.
En sonunda da kameraların karşısına geçip şöyle dedi;
- İYİ Parti kıskaca alınmıştır, buna boyun eğmeyeceğiz. Dayatmaya boyun eğmeyeceğiz. Biz bugünlere; dayatmalara direnerek geldik. Biz bugünlere; kirli pazarlıkları reddederek geldik.
İşte buradaki dayatma Kılıçdaroğlu isminin tezgâh kurularak dayatılmasıydı.
Kirli pazarlıklarda; dağıtılan Cumhurbaşkanı Yardımcılıkları, bakanlıklar ve milletvekili rüşvetiydi.
Bir bunlardan daha korkunç olanı var o da suikast meselesi.
Kasetle gelen Kılıçdaroğlu, Akşener’i dosya ile diz çöktürmek istedi.
Onu da diğer yazıya bırakayım.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
CHP’NİN KİRLİ YÜZÜNÜ ANLATAN ALBAY ORTADAN KAYBOLDU…
Biliyorsunuz geçen hafta Emekli Albay Seyfeddin Yılmaz’ın, 1960 darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı mektubu köşeme taşımıştım.
Seyfeddin Albay mektubunda CHP’nin gerçek yüzünü anlatarak, İnönü’nün yargılanması gerektiğini bildirmişti.
Bugün de 7 sayfalık mektubunun ikinci bölümünü aşağıda sayfama taşıdım
İNÖNÜ RAHAT DURMAZ
Zahiren cahil görünen bu saf ve zeki Türk Milleti, yapılan inkılâbın hakikatini münevverlerden daha iyi anlamış ve kavramıştır. Onların başlıca düşünceleri din ve mukaddesat düşmanlarının tuzaklarına tekrar düşmemektir.
‘MASON VE SOLCULARIN İKTİDARA GELDİĞİNİ BİR DÜŞÜNÜN’
Diğer mühim bir mesele de, devlet reisimiz ve Bakanımız Sayın General’in son günlerde gazetelere vaki olan beyanatında dinin istismar edilmemesi için anayasaya bir kayıt konulacağı sözleri.
Bu sözler halk arasında menfi bir tesir ve teessür husule getirmiştir. Bunu kısaca bir misal ile arz edeyim.
Bu madde anayasaya konduğu vakit; Dine ve Kur’an ahkâmına inanmayan masonlarla solculardan müteşekkil bir parti iktidara geldiğinde, dinini müdafaa etmek isteyen muhalif parti milletvekillerine karşı anayasadaki bu kayıttan istifade ederek “dini istismar ediyorlar” diye ceza-î baskılar tatbikine tevessül edeceği açıktır.
Yine bu maddeye dayanarak din ve mukaddesat taraftarı partileri kapatabileceği gibi öteden beri tatbik edilegelen mürteci ve saire gibi kelime oyunlarıyla bir takım baskı usullerine girişmelerine açık kapı bırakılmış olur.
‘ANAYASAYI MASON CHP’LİLER HAZIRLIYOR’
Nitekim ekserisi CHP’ye mensup solcu ve mason hukuk uzmanları tarafından yazılmakta olan yeni Anayasa taslağından gazetelere akseden yazılardan birinde şöyle yazılmaktadır:
- “Bu arada, yeni anayasada vatandaşların kanun teklifinde bulunmaları yer almayacaktır. Buna sebep olarak da bazı irticai fikirlere sahip olan kimselerin bu konuda yapacakları tekliflerle umumî efkârı bulandırabilecekleri gösterilmiştir.”
CHP İKTİDARA GELİRSE DİNE SALDIRIR
İşte bu gazetenin verdiği şu iki satırlık haber, CHP ile Anayasa heyetinin zihniyetlerini apaçık anlatmaktadır ki, bu efendiler iktidara geldikleri takdirde anayasaya rağmen yine din ve mukaddesata muhalefet edeceklerinin bir delilidir.
Şu halde Sayın Orgeneralin buyurdukları gibi Anayasaya “din istismar edilemez” kaydı konduğu takdirde yüzde 90’nı dindar ve Müslüman olan bir milletin iktidara mensup olmayan milletvekilleri tarafından dinin müdafaasına veyahut din ve mukaddesatı hakkında her hangi bir kanun tekliflinde bulunmalarına imkân verilmeyecektir.
‘YA DİNSİZSİNDİR YAHUT DİNDAR’
Şunu iyi bilmek lâzımdır ki, anayasasını yeniden tanzim etmek isteyen bir devlet ya dinsiz veya dindar olur. Bunun ortası başı, kıçı ve aşırısı olamaz.
İslâm dini öyle bir bütündür ki, asla bölünme kabul edemez. Ya hep ya hiçtir.
Din ahkâmından ve esaslarından bir veya birkaçını kabul etmeyerek kasten terk edenler, dinden ve İslamiyet’ten çıkmış addolunur.
Bugünkü acıklı ve şaşkın duruma düşmemizin başlıca sebebi, şimdiye kadar gelip geçen iktidar mensuplarının din mevzuunu ciddî surette ele almamalarından; daha doğrusu tam bir Müslüman olmamalarından ileri gelmiştir.
Dünya devletleri dinsiz Rusya hariç bir dine mensup ve kendi dinlerine ait kitaplara tam manasıyla bağlıdırlar.
Bunların anayasalarında dinlerinin aleyhine tek bir kelime bulmak mümkün olmadığı gibi bilakis başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere anayasalarında: “Din aleyhinde bir kanun yapılamaz, emir de verilemez” kaydı mevcuttur.
Dinsiz ve ahlâksız idarelerin, mensup oldukları devleti ve milleti felâket ve inkıraza sürükledikleri tarihen malum bir keyfiyet olmakta beraber bunu bizzat Allah kelâmı olan Kur’an-ı Kerim’den aldığım iki âyet ile de teyit etmek isterim…
Mesela: Kur’ân-ı Kerim de Rad suresinin 11’inci Ayetinde mealen;
“Muhakkak ki Allah bir topluma verdiği nimeti, onlar, kendilerindeki iyi hali fenalığa çevirmedikçe bozmaz.”
Yine Kur’an Kerim’in 20’nci Taha suresinin 124’üncü ayetinde mealen:
“Her kim ki Allah’ını, kitabını ve Peygamberini inkâr veya onları anmaktan yüz çevirirse onlara dar bir maişet verir, geçimlerini daraltır, güçleştiririz. Ve onları kıyamet gününde de gözleri kör olarak haşrederiz” buyurulmaktadır.
Mealleri arz edilen ayeti kerimelere dikkat edilecek olursa vuku bulacağı zikir ve beyan buyurulan dünyevî cezalar; yurdumuzun muhtelif bölgelerinde yer yer, vakit vakit vukua gelen yer sarsıntıları, sel baskınları, yangınlar, insan ve hayvanlara arız olan çeşitli hastalık vesaire suretinde tecelli edecektir…
İkinci ayette beyan buyurulduğu veçhile bugün; önüne geçilemeyen iktisadî buhran, pahalılık ve kara borsa sebepleri yüzünden halkın maişeti daralmakta ve geçim hususunda sıkıntılara maruz kalmaktadırlar.
Bu hâli önlemek için tatbik edilen cezalarla kanuni tedbirlerden hiç biri fayda vermemektedir. Vermek ihtimâli de yoktur. Çünkü Allah’ın emri yerine gelmektedir ve gelecektir.
Şu halde nüfusunun yüzde 90’ı İslâm dinine mensup olan bir devletin fertleri de Cumhurbaşkanından halkın son dümen neferine kadar dinini sevecek, icabında serbestçe müdafaa edecek ve Kur’an’ın emrettiği veçhile tatlı dil, güzel yazı ve nasihatlerle din kardeşlerine dininin hakikatini fayda ve güzellikleriyle inceliklerini öğretmek dinî vazifeleridir.
Zira Sevgili Peygamberimiz bir Hadis-i Şeriflerinde “Din, nasihatten ibarettir” buyurmaktadır. Nasihatsiz din zevâle mahkûm olduğu gibi dinsiz bir devlet de inkıraza mahkûmdur.
ANAYASAMIZ DİNSİZ MASONLARA HİZMET EDİYOR…
Devletimizin içinde azınlığı teşkil ve temsil eden din ve mukaddesat aleyhtarı bir zümrenin yazılmakta olan anayasamıza; aşırı sağcı ve aşırı solcu gibi komünistlerle, solcu ve masonların gizli maksat ve emellerine hizmet eden bir takım lastikli kelimeler koyarak dini kösteklemelerine ve dindarları baskıya almalarına meydan verilmemelidir.
Esasen dinin devlet idaresine ve devletin de din işlerine karışmayacağı anayasada laiklik kelimesiyle hudutlandırılmış ve bertaraf edilmiştir.
Fakat laiklik kelimesi öteden beri olduğu gibi bir takım din ve mukaddesat aleyhtarı solcular tarafından dindarlara bir nevi din baskısı olarak kullanılmaktadır.
Bunun önlemek için anayasaya şüphe ve tereddüde mahal kalmayacak tarzda laikliğin ne manaya geldiğine yönelik bir tefsirin eklenmesine ihtiyaç vardır.
Bu yapıldığı takdirde, Dinî emirleri ve Dinî vazifelerini yapmak isteyen hakikî müminlere karşı din aleyhtarlarının ağızlarında sakız gibi çiğnedikleri ve bütün Müslümanların kalplerini rencide eden irtica ve mürteci gibi sözlerin de ortadan kalkması temin edilmiş olur.
İnkılâp ve inkılâpçı kelimelerinin de tefsire ihtiyacı vardır.
“CHP’nin 6 okunun Anayasadan çıkarılması icap eder.” Zira yapılan bir inkılâp her zaman değiştirilemeyeceği gibi ilânihaye kıyamete kadar da baki kalmasına imkân yoktur.
“İnkılâpçıyız” diyerek mütemadiyen inkılâp yapmağa kalkılırsa, devlet idaresindeki istikrar bozulur. Fayda yerine zarar husule gelir.
Bu kelimenin de ya büsbütün kaldırılması veyahut esaslı bir tefsire ihtiyacı vardır.
Mesela en son ve tekemmül etmiş bir din olması itibariyle bir değişiklik yapılamayacağı Kur’an-ı Kerim ahkâmından olmasına rağmen dinin (d)esinden haberi olmayan, ömründe alnını secdeye koymamış olan kimseler “dinde reform yapacağız” deyip dine dil uzatmaktan çekinmiyorlar.
Binaenaleyh her işi ehline terk ile aklı ermeyenlerin işe karışmamaları ve karıştırılmamaları lâzımdır. Bu hususlar temin edildiği takdirde devlet de rahat eder.
Ve faydalı memleket işleriyle meşgul olur. Halk da rahat ve huzura kavuşur.
Kıymetli zamanınızı heder ederek sizleri meşgul ettiğimden dolayı vaki olan kusurumun affımı rica eder, cidden çok mühim ve hayatî olan vazife ve işleriniz için Cenâb-ı Hak’tan muvaffakiyetler diler, hürmetlerimi sunarım. Aziz kardeşim, Efendim! 25.7.1960
Türk Milletinin selâmeti uğrunda hayatını feda etmek üzere ant içen Ağabeyiniz
Emekli Albay Seyfeddin Yılmaz
Bu cesur albayın bundan 60 yıl önce yaptığı tespitler düne kadar bizim de başımıza gelenlerdi.
AK Parti’den önce hatırlayın irticacı, mürteci denilerek kaç iktidar darbe ile alaşağı edildi.
CHP ile alakalı bu muazzam tespitleri yapan ve ölümü göze alarak darbecilere mektupla ileten Seyfeddin Albay’ı çok aradım.
Maalesef hiçbir yerde bulamadım.
Ne ölüsünden ne de dirisinde bugüne ulaşan bu mektuptan başka bir bilgi yok.
Mektup da 1960 ihtilalinin belgelerinin arasında arşivlendiği için ortaya çıktı.
‘Kendisini tanıyanız bilenin var mı?’ bilmiyorum.
Ortadan kaldırıldığına yönelik kaygılarım var.
Edilmemişse bile çoktan vefat etmiştir.
Rabbim mekânını cennet etsin. (ÂMİN)
Seyfettin Albay’ın CHP’nin masonlarla birlikte dini, imanı ve inancı nasıl ortadan kaldırdığını hatta bunun için kendisini görevli addettiğini anlattığı mektubunu bulunca aklıma Necip Fazıl geldi.
Üstad Necip Fazıl CHP’nin bu çirkin yüzünü deşifre ettiği için yıllarca zindanda yattı.
Albayın tespitleriyle üstadın tespitleri birebir örtüşüyor.
Ne demişti necip Fazıl;
- CHP bir parti değil. Türk’e dinini, dilini ve özünü kaybettirmeye memur bir katliam müessesidir.
Üstadın dediği gibi, CHP bu milletin başına gelmiş en büyük felakettir.
Bu topraklardaki bütün kötülüklerin anası CHP’dir
Bir karabasan gibi millete çökmüştür.
Şimdi bir takım süslü laflarla yıkıma uğrattığı dindarlardan oy kapma derdine düştü.
Aman ha… sakın ha…
CHP ile helalleşme değil hesaplaşılmadan bu coğrafyaya huzur gelmez…
METİN ÖZER / HABERVİTRİNİ
ALBAYDAN İBRETLİK MEKTUP! HAYVANLAŞMIŞ BİR NESİL YETİŞTİREN CHP BU MİLLETİN KÂBUSUDUR
Geçen haftaki yazımda Emekli Albay Seyfettin Yılmaz’ın, Millî Birlik Komitesi Genel Sekreteri Albay M. Şükran Özkaya’ya yazdığı mektubu dile getirmiştim.
Seyfettin Albay’ın mektubu tam 7 sayfa…
Her satırında CHP’yi anlatmış hem de nasıl anlatmış?
Bugün köşemi Seyfettin Albay’ın mektubuna bırakacağım.
İbretle okuyacağınızı sanıyorum.
Millî Birlik Komitası Genel Sekreterliği’ne…
Sayın kardeşim ve Meslektaşım, 5.7.1960 tarihli Maruzatıma zeyildir:
30 seneden beri gelip geçen iktidar hükümetleri erkânının takip ettikleri din ve mukaddesat düşmanlığı yüzünden umumî ahlâk bozuldu.
Kalplerde Allah korkusu olmadığı için Halk ve bilhassa yeni nesil gençleri arasında büyüğüne hürmet, küçüğüne şefkat hissi kalmadı. Üç, beş liralık bir menfaat için en yakın akraba ve sevgili arkadaşının canına kastetmekten çekinmez oldu.
Ufak bir mesele yüzünden anasını, babasını ve öz kardeşlerini öldürenlerin vukuat haberleri günlük gazetelerin başlıca haber sermâyesi oldu. Hırsızlık, uğursuzluk, dolandırıcılık, ırza ve namusa tecavüz vakaları alelâde bir vukuât hâlini aldı.
Esnafta merhamet ve insaf kalmadı. Ne narh dinledi, ne kanun, ne de nizâm. Halkı tutturabildiğine soyup soğana çevirdi. Kara borsa her tarafta aldı yürüdü.
Sanatkârlar her işinde hileye saptı. Çürük malzemeden yaptığı şeyi birinci kalite diye medh ederek akılları durduracak yüksek fiyatlarla satıp halkı dolandırmakta hiç tereddüt etmediler.
Memurlar arasında rüşvet, vazifeyi suiistimal el ile tutulacak bir hâle geldi.
Yazımı fazla uzatarak kıymetli zamanınızı heder etmemek için hulâsa etmek icap ederse A’dan Z’ye kadar yüksek ve orta halk tabakasından her biri fırsattan istifadeye kalktı.
Yapılan çeşitli kanunlar, tatbik edilen şiddetli cezalar hiç fayda vermedi, veremezdi de. Çünkü kalplerden Allah korkusu silinmiş; bunun yerine hırs, tamah ve para biriktirme arzusu kaim olmuştu.
Halkta maneviyat adına bir şey kalmadı.
Din ve ahlâktan bahsedenlere mürteci damgası vurularak maddiyat âleminde kulaç atmağa devam ile mevcut apartmanının yanına bir veya birkaç daha ilâve etmekten başka bir şey düşünülmez oldu.
‘CHP HÜKÜMETLERİ KORKUYLA HALKI SUSTURDU
Senelerden beri dini ve mukaddesâtı baltalamakla meşgul olan CHP hükümetleri zamanında dinî ve ahlâkî yazılar hakkında neşriyât yasağı ve şiddetli cezâları ihtiva eden (ve elyevm de meriyyette bulunan) kanunlar vazederek zavallı milleti susturdular. Ağız açamaz, yazı yazamaz bir hale getirdiler.
‘EN AĞIR HASTALIK MANEVİYAT HASTALIĞIDIR’
Malûmu âliniz bir hastalığı tedavi için evvel emirde teşhisi konur. Ondan sonra ilâcı verilerek tedaviye başlanır. Ağır baskılar ve şiddetli kanunlar yüzünden şimdiye kadar hiç kimsenin teşhisine dahi cesaret edemediği bu hastalık maneviyat hastalığıdır.
Bu öyle sâri ve öldürücü bir hastalıktır ki veba ve kolera salgınından daha tehlikelidir.
Maddî hastalıklar yalnız fertleri öldürür, zayıf düşürür. Ve neslin cılız kalmasına sebep olur.
Manevi hastalıklar ise bununla yetinmeyip bir aile ve cemiyeti veya bir devleti mahv ve inkıraz uçurumlarına sürükler.
İLAÇ: HAKİKÎ İSLÂM AHLÂKI
Bu hastalığın tek bir ilâcı vardır ki, o da hakikî ve kuvvetli bir iman, sağlam bir din bilgisi ile halkın ve bilhassa genç neslin kalplerine Allah sevgisi ve Allah korkusunu zeval bulmayacak tarzda aşılamaktır.
Bu da ilmiyle amel eden, söylediklerini bizzat ve bilfiil tatbik eden öğretmenlerle mümkün olur.
Milli Birlik Komitası Hükümeti, Türk milletinin ve devletinin eski ve yüce satvetine ulaşmasını arzu ediyorsa maddiyattan ziyade manevi kalkınmaya ehemmiyet vererek dinî kalitesi yüksek ve kültürlü öğretmenler yetiştirmelidir.
Şunu iyi bilmelidir ki, kalplerinde kuvvetli bir iman ve Allah korkusu mevcut olan kimseler, Allah’ın kendini her an gördüğünü ve yaptığı işi, hatta hatır ve hayâlinden geçenleri dahi bildiğine inanır.
Bunun için böyle kimseler kanunun ve polisin gözünden uzak ve yalnız başına kaldıkları zamanlarda dahi herhangi bir cinayet ve ahlâksızlıkta bulunmaları şöyle dursun, sokakta ve yerde buldukları bir kurşun kalemini dahi hemen ceplerine indiremezler. Sahibini arar, bulur ve teslim ederler.
İşte hakikî İslâm ahlâkı da budur.
LAİKLİK BAHANESİYLE DİNDEN MAHRUM BIRAKILDIK
Başımızı çevirip de geride bıraktığımız günlere bakacak olursak; 30 seneden beri lâyıklık (laiklik) bahanesiyle okullardan din ve ahlâk derslerinin kaldırıldığını, din uzmanı yetiştiren müesseselerin kapandığını, körpe dimağların din bilgisi, hakikî bir iman, Allah bilgisi ve Allah korkusundan mahrum bırakıldıklarını görürüz.
Evlatlarına hususî surette din ve mukaddesat bilgisi vermek isteyenlerin de yalnız men edilmekle kalmayarak hapislere, zindanlara atıldıklarını, mürtecilik ve gericilik ile itham edildiklerini görürüz.
Cami ve mescitlerimizde mevcut imam ve müezzinler, yavan bir ekmek parasına dahi kâfi gelmeyecek bir meblağ ile geçinmeye mecbur bir duruma düşürüldüler.
Bu da kâfi gelmiyormuş gibi, zavallılar bir kısım mecmua ve günlük gazetelerimiz tarafından (matbuatımız için ilelebet yüz karası teşkil edecek tarzda) bir takım yazı ve karikatürlerle tahkir ve tezyif ediliyorlardı.
‘CHP MİLLETİN KÂBUSU’
CHP; Cesaret, ahlâk ve seciye itibariyle dünya milletlerinin mazharı takdir ve tahsinini celbeden bu saf ve temiz ruhlu Türk milletinin başına 30 seneden beri bir kâbus gibi çöktü.
Genel başkanıyla idarecilerinin din ve mukaddesat aleyhtarlığı yüzünden saf ve körpe dimağlar dinsiz ve Allah ’sız hayvanlar gibi yetişerek bugün resmi ve hususî âmme hizmetlerinin en mühim mevkilerini İşgal etmektedirler.
Son inkılap hareketiyle iç yüzleri meydana çıkan yüz kızartıcı suiistimallerin maznunlarına dikkat edilirse büyük bir çoğunluğun 40-45 yaşlarındaki maznunlardan ibaret olduğu ve o devirde ekilen ahlâksızlık VE dinsiz tohumlarının mahsulü oldukları anlaşılır.
‘CHP, DİNSİZ VE AHLÂKSIZ BİR NESİL TÜRETTİ’
Eğer hakikî bir adâletle sağlam temele dayanan bir ahlâk ve kanun devleti kurulmak isteniyorsa, iktidarda kaldıkları 30 sene gibi uzun bir müddet zarfında Anayasayı hiçe sayarak dinsiz ve ahlâksız bir neslin türemesine sebep olan CHP genel başkanı ve devlet başkanı İsmet İnönü ile kabinesi erkânının fiillerinin hesabını vermeleri ve lâyık oldukları cezalara çarpılmaları hem kanunî ve hem de âdilâne bir hareket olur.
MENDERES İNÖNÜ’DEN HESAP SORSAYDI BUGÜN BU İHTİLAL OLMAZDI
Çoğunluğu teşkil eden tarafsızlarla bir kısım partililerin istedikleri ve bekledikleri de budur.
Sakıt DP idarecileri de iktidar mevkiine geçer geçmez CHP iktidar mesullerini hesaba çekmiş olsalardı bilahare kendileri de dürüst hareket etmek mecburiyetinde kalırlar ve bugünkü felâkete maruz kalmazlardı. CHP idarecileri de iktidar mevkiine geldikleri takdirde eski ve sakat programlarını takip etmekte ısrara cesaret edemezlerdi.
‘CHP UMUMÎ AHLÂKI İFSAT ETMİŞ OLAN BİR PARTİ’
Celâl Bayar’ı iktidardan indirip 30 sene zavallı milleti din ve mukaddesattan mahrum ederek inim inim inleten, mısır koçanından ve fındık kabuğundan mamul kuru taş gibi ekmeklerin karnesini kara borsadan tedarike mecbur etmiş ve umumî ahlâkı ifsat etmiş olan bir partinin lideri İsmet İnönü’yü onun yerine oturtmak gibi alelâde bir parti kavgası hâlini alarak ehemmiyet ve kutsiyetini zayi eder. Halk arasında ve tarih sahifelerinde alelâde günlük bir vukuat haberi olmaktan ileri geçemez.
‘SİZE HZ. ÖMER’İN ADALETİNİ TAVSİYE EDERİM’
Tarihlerde ebedî olarak kıymet ve ehemmiyetini muhafaza eden vakalar, evvel emirde halkın kalbinde kendiliğinden yer tutmuş olan vakalardır. Nitekim Hazreti Ömer (Radıyallahü anh)’ın hilâfeti esnasında gösterdiği emsalsiz adâlet hüsnü idaresi üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen yalnız tarihte değil elân halkın kalbinde de tazeliğini muhafaza etmekte ve daha asırlarca da muhafaza edeceğinden asla şüphe edilemez.
‘İNÖNÜ HESAP VERMELİDİR’
Yukarıda arz edilen sebeplerden maada parti lideri İsmet İnönü ile parti idarecilerinin hesap vermelerini icap ettiren daha birçok meseleler de yok değildir.
Bunlardan birincisi, önümüzdeki seçimlerle iktidara geldikleri takdirde takip edecekleri hatt-ı hareketi göstermekte ve halkı şimdiden bedbinliğe sevk etmiş olması itibariyle çok mühimdir.
Şöyle ki; Ankara’da toplanmış olan Dil Kurumu Kongresi başkanlığına seçilen ve mahkeme kararıyla komünistliği sabit olan CHP iktidarının Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in Dil Kurumu başkanlığına seçilmesini müteakip kongreden aldığı ilk karar, Ezan-ı Muhammedi’nin (yine saltanatları zamanında olduğu gibi) Türkçe okunması olmuştur.
Bu karar, partinin iktidara geldiği takdirde takip edecekleri programın ilk habercisi olduğu gibi evvelki seyyielerinin hesabını vermeden iktidar mevkiine geldikleri takdirde zavallı milletimizin başına daha ne gibi felâketler yandıracaklarının inkâr kabul etmez bir delilidir.
Emekli Albay Seyfeddin Yılmaz
DEVAM EDECEK…
Mektup yaklaşık 60 sene önce yazılıp yollandı.
Seyfettin Albay’ın yazdıkları o günden bu yana pek değişmedi.
Neden?
Çünkü CHP’nin zulmeti bu ülkenin üzerinden hala da kalkmadı.
AK Parti ile birlikte gökte bir delik açılıp temiz hava alındı ama esas itibarıyla dini ve ahlakı duman eden CHP sisi ülkenin üzerinden çekilmedi.
CHP’yi tam olarak anlamayan sözde bir takım sağcılar, para ve makamla satılık yağcılar ve din cahili bir takım cemaatçiler CHP ile iş tutuyor.
“AK parti mescidimizi yıktı” deyip DİNİ YIKAN CHP’nin safında dindarlara ok atıyor.
Kim kiminle ise ahirette de onunla olur.
Sonuç itibarıyla; KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR. Hayırda da şerde de…
METİN ÖZER /HABERVİTRİNİ
ŞOK MEKTUP… İNÖNÜ LOZAN’DA KATOLİK DİNİNİ KABUL ETTİ
ŞOK MEKTUP… İNÖNÜ LOZAN’DA KATOLİK DİNİNİ KABUL ETTİ
Yunanistan’ın yenilmesini hazmedemeyen bir grup subay ihtilal yaparak yönetimi ele geçirdi. Kral Konstantinos tahttan çekildi.
İhtilalciler Yunan yöneticilerinin tamamını yargıladı. Bunların altısını idama mahkûm etti.
Türkiye Lozan’a galip devlet, Yunanistan ise mağlup devlet olarak gitti.
Gelin görün ki, bu manzara, Lozan masasında tersine döndü.
Türkiye yenilmiş Yunanistan ise zafer kazanmış olarak masadan kalktı.
CHP’liler ve Kemalistler ne kadar aksini iddia ederse etsin, Lozan savaşta zafer kazanmış Türkiye için bir hezimet olmuştur.
Öyle bir hezimet ki; 100 yıldır yediğimiz Lozan kazığını hala çıkaramadık.
Bugün bile İnönü’nün çaktığı bu kazığı sökmeye çalışıyoruz
Lozan’da hiç masaya getirmediğimiz 12 adaları 1947’de kaybettik.
1947’deki Paris anlaşmasına çağrıldığımız halde gitmeyince, 12 adalar Yunanistan’a gitti.
Lozan’da alma girişiminde dahi bulunmadığımız Kerkük Musul ile petrol zengini bir ülke olma şansını kaybettik.
Bu millet yıllarca fakir kaldıysa, bunun müsebbibi CHP ve İnönü’dür.
Lozan’da Kerkük ve Musul’a alsaydık, bugün petrol ihraç eden bir ülke olurduk.
Kayıplarımız bunlarla da sınırlı kalmadı.
Burnumuzun dibindeki Türk yurdu Batı Trakya’yı da Lozan’da kaybettik.
Batı Trakya’yı kaybettiğimiz içindir ki; Amerika bugün gelip Dedeağaç’a üs yaptı.
İpsala Gümrük Kapısı'ndan 30 dakika ve sadece 40 kilometre mesafedeki Türk şehri Dedeağaç’ı Yunan’a resmen hediye ettik.
Dedeağaç aslında öz be öz bir Türk şehridir.
1923 yılında; Dedeağaç’ta 11 bin 744 Türk, 10 bin 227 Bulgar, 4 bin 800 Rum, 253 Yahudi ve 449 Ermeni vardı.
Lozan’da görüşmeler sırasında Dedeağaç masaya gelince beklenmedik bir durum oldu.
Bulgaristan Başbakanı Stamboliyski Dedeağaç’ın Bulgar toprağı olması gerektiğini söyledi.
Stamboliyski bu talebi Yunanistan’ın Lozan Heyeti başkanı Venizelos’un sinirlenmesine neden olup şöyle dedi;
-“ Türklere mağlup olduk… Bulgarlara ne oluyor? Bulgarlar neden bizden toprak ister? Bulgaristan’a da mağlup olmadık ya!”
Adam; “Savaşı biz kaybettik Türkler kazandı, Dedeağaç’ı vereceksek Türkler alabilir” dedi.
Venizelos’un sinirle söylediği bu sözlerle bize gol pası verdi, bundan bile yararlanamadık.
O gün almadığımız Dedeağaç’a bugün Amerika geldi üs kurdu ve etrafımızı çevirdi.
Tek başına Dedeağaç skandalı bile Lozan’ın ne olduğunu anlatmaya yeter.
Bütün bu kayıplardan sonra; CHP ve Kemalistlerin Lozan’ı bir zafer gibi sunmaları, arsızlık ve yüzsüzlüktür.
Şehitlerin ve ülkesinin hakkını koruyamayan İnönü, hezimete rağmen kahraman ilan edildi.
CHP’liler Türkiye genelinde sözde Lozan zaferi şenlikleri düzenledi.
Türkiye’de bunlar yaşanırken; Lozan’a matem havasında giden Yunan Heyeti başkanı Venizelos da ülkesinde kahraman gibi karşılandı.
Yunanlılar Lozan zaferinden dolayı günlerce kutlama yaptı.
İki kişi maç yaptığında; maçın sonunda ikisi de seviniyorsa birisi ahmaktır. Çünkü her maçtan bir galip çıkar.
Ahmak kim anlayın!
Lozan’daki kayıplar halktan gizlendi. Millete resmen masal anlatıldı.
CHP, TBMM’deki gizli Lozan oturumu tutanaklarının yayınlanmasını yasakladı.
Gerçeklerin üstü örtülerek, milletin bu büyük hezimeti görmesi engellendi.
İnönü daha yurda gelmeden CHP medyası her gün tam sayfa, İnönü’nün olmayan başarısını tefrika etti.
Yandaş yalaka yazarlar Lozan hezimetini zafer olarak takdim etti.
Gaza gelen ahali kahraman sandıkları İnönü’yü karşılamaya koştu.
Mekatip-i İptidaiye Muallimleri Cemiyeti tarafından bir karşılama programı hazırlandı. İnönü’yü Çatalca'da karşılamak üzere bir özel tren hazırlanmış ve bu trenle hareket etmeleri için 650 kişiye davetiye gönderilmişti.
Her vagonuna Millî Mücadele'nin önemli şehir ve zaferlerinin adının verildiği bu tren İstanbul’dan hareket etti.
Tren lokantasıyla beraber 18 vagondan oluşuyordu.
Sulh ismini taşıyan ilk vagon, İsmet Paşa'ya ayrılmıştı.
Lozan’ın sırrı İsmet İnönü için ayrılan vagonun adında gizliydi.
İnönü, trenin duraklarında toplanan halka kısa konuşmalar yaptı.
İnönü yaptığı konuşmada, “Sulh kazandı. Lozan’dan sulh ile dönüyoruz” dedi.
Vagonuna verdirdiği “sulh” isminin sırrı da bu idi.
Böyle rezalet ve böyle bir skandal olabilir mi?
Lozan’a zafer kazanmış bir devlet olarak gittik, sulh kazanmış bir devlet olarak geri geldik. Bir de üstüne kutlama yapıp buna seviniyoruz.
Tam bir ahmaklık.
İki devlet savaşmış biri galip gelmiş öteki mağlup olmuşsa, hangisi sulh ister?
Elbette savaşta yenilmiş olan Yunanistan sulh ister. Hatta sulh karşılığı pek çok taviz vermeye meyilli idi.
Gelin görün ki biz galip olarak sulh aldık, Yunanistan da mağlup olarak Batı Trakya’yı ve 12 adaları aldı.
Yetmedi, katlettiği on binlerce Türk için tazminat ödemekten kurtardı.
Yetmedi ülkesinde çıbanbaşı gördüğü Türkleri mallarına el koyup, Türkiye’ye yolladı.
Yetmedi Selanik’i ele geçiren Sebatay Yahudilerini Türkiye’ye postalayıp şehrini kurtardı.
Bize gönderdiği o 40 bin Sabetay ilerleyen dönemde bizim anamızı ağlattı. Bu Sabetaylar tam 100 sene Müslümanlarının başına bela oldu.
Yediğimiz kazıklar say say bitmez.
Türk milletine bütün bu kazıkları çakan İnönü; “Sulh kazandık” diyerek İstanbul’a geldi, hem de ‘Sulh’ isimli vagon ile.
İsmet İnönü ve arkadaşlarını getiren özel tren, 10 Ağustos 1923'de Sirkeci'ye ulaştı. Lozan heyeti on binlerce kişiden oluşan kalabalık tarafından büyük bir tezahüratla karşılandı.
İsmet İnönü trenden indiğinde ahali etrafını kuşattı.
İnönü’yü karşılayan beyaz elbiseli ve kanatlı bir genç kız "sulh perisini’ temsil ediyordu.
Vay anasını sayın seyirciler.
Verdiklerinden dolayı Yüce Divan’da yargılanması gereken İsmet İnönü, bir anda milli kahraman oluverdi.
Niçin? Galip devlet olarak SULH elde ettiği için.
Hezimetten 8 sene sonra 1931 yılında İnönü ve eşi Mevhibe Yunanistan’a gitti. Başbakan olarak ilk resmi yurtdışı ziyaretiydi. Yunanlılar kendisini görmek için alana koşturdu.
Nasıl koşturmasınlar?
Galip iken kendilerine bu kadar ikramda bulunan enayilerin kim olduğunu merak ediyorlardı.
İnönü arabadan indiğinde çılgınlar gibi alkışladılar. Adeta avuçları patladı.
Emin olun; Yunanlılar İnönü’ye Türkiye’deki karşılamadan daha fazla tezahüratta bulundu.
Heyecan o kadar yüksekti ki; Venizelos İnönü’nün karısı Mevhibe’yi koluna takıp koşturmaya başladı.
Eşini Venizelos’un kolunda gören İnönü, onların arkasında yürüyordu. Hem yürüyor hem de sevincini gösteren gülücükler atıyordu.
Venizelos’un Mevhibeyi koluna takıp turalaması, Başvekil İnönü’yü pek mutlu etmişti.
Sorarım size; “ Hangi namuslu erkek karısını düşmanının kolunda görünce mutlu olur?”
Dini ve imanı bir kenara bıraktım, işte CHP’nin namus anlayışı da budur vesselam...
İsmet İnönü Yunanlılara şöyle dedi; “Biz Venizelos’la çok sağlam bir bina inşa ettik. Bu yapı için çok iyi malzeme kullandık. Bu yapının kuruluşunda kullanılan harç, sağlamdır”
Şimdi sıkı durun...
Tarihleri biraz hızlı sardırayım…
1960 darbesi...
Emekli Albay Seyfeddin Yılmaz, 5 Temmuz 1960 tarihinde yani 27 Mayıs darbesinden çok kısa bir süre sonra Millî Birlik Komitesi Genel Sekreteri Albay M. Şükran Özkaya’ya bir mektup gönderdi...
Seyfettin Albay’ın amacı; yönetime el koyan meslektaşlarına bazı özel bilgiler verip, CHP ve İnönü’nün ihanetini anlatmaktı. Mektubunda şöyle dedi;
-Uzun zamanlar tarih encümenlerinde vazife gören merhum ve mağfur bir general ağabeyimizin anlatmış olduğu tüyler ürpertici bir malûmatı da kayd-ı ihtiyatla arz etmeyi faydalı görmekteyim.
Bu zât şöyle söylemiştir: “Bir gün Lozan muahede ve protokollerini tetkik ederken takriben şu mealde çok gizli bir protokol gördüm. ‘Türk hükümeti esas itibariyle Katolik dinini kabul etmeyi taahhüt eder. Fakat halkımızın din hususunda mutaassıp bulunmaları yüzünden tedricî olarak ve şimdilik laikliği kabul ile din tedrisatını men etmeyi kabul eder.’
Ahlâkından ve seciyesinden emin olduğum bu zatın sözlerine itimat etmekle beraber; kalbimde uyanan şüpheyi de bugüne kadar izale edemedim, idarenin Millî Komite’nin elinde olması dolayısıyla Lozan muahede ve protokolleri arasında böyle bir protokolün mevcut olup olmadığını komitenizce tetkik etmek mümkündür.
Hakikaten böyle bir protokol mevcut ise İslâm Türk Milletine karşı bundan daha büyük bir ihanet tasavvur edilemez,
Hakikatin anlaşılması protokolün tetkikine mütevakkıf olduğundan bu hususta fazla bir şey ilâvesine lüzum görmüyorum.
Buradan ben de Sayın Cumhurbaşkanı’na arz ediyorum.
Bu ülke için kanayan yara olan Lozan görüşmelerini tarihçilere ve araştırmacılara açın.
Seyfettin Albay’ın duyurduğu böyle bir belgenin olup olmadığını tetkik ettirin.
Varsa böyle bir belge, bu CHP’nin batışı olur.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
MUSTAFA KEMAL’İN SİLAH ÇEKTİĞİ CHP’Lİ MİLLETVEKİLİ
Anayasadan, “Devletin dini İslam’dır” ibaresini çıkartıp Türk milletini dinsiz yapan CHP, şimdi kalkmış başörtüsüne özgürlük getirmeye çalışıyor.
Seçim sath-ı mailine gelince Kılıçdaroğlu’nun aklına başörtüsü ve Müslümanlar geldi.
Bu din istismarının babasıdır.
Gerçi CHP’nin dini yok ki, Din-i İslam için bir şey yapsın.
CHP kendisini din olarak görüyor.
CHP kendini din olarak gördüğü için; icraatlarını iman, rakiplerinin yaptıklarını da küfür görür.
AK Parti’nin eserlerini yıkacağının söylemesinin sebebi tamamen budur.
Onlara göre millete hayırlı bile olsa kendi yapmadıkları küfürdür.
CHP’liler partilerinin yaptığı bir eylemi savunmamayı, imansızlık sayar.
Onlar için CHP’nin icraatları her şartta savunulması gereken iman maddeleridir.
Örnek mi?
Lozan hezimeti…
Savaşta kazandıklarımızı masada verdiğimiz Lozan, CHP’liler için bir zaferdir.
Çünkü Lozan anlaşması CHP iktidarında gerçekleşmiş ve CHP tarafından imzalanmıştır.
Savaş meydanında şehitlerimizin kanıyla kazandığımız zaferi, Lozan’da CHP’liler sayesinde masada kaybettik.
Silahlı savaşı kazandık, silahsız savaşta yenildik.
Lozan’da kaybettiğimiz için hala 3 kuruşluk Yunanistan’la uğraşıyoruz.
Miçotakis üç gün önce Türkiye’nin Lozan anlaşmasını çiğnediğini söyledi.
Yunanistan Lozan’ı zafer kabul ediyor.
Biz de yenildiğimiz Lozan’ı biz kazandık sanıp yıldönümünde kutlama yapıyoruz.
CHP siyahı beyaz, beyazı siyah gösterme ustasıdır.
Biraz Lozan bilgisi vereyim…
Lozan görüşmelerine katılacak heyetin başında İnönü vardı. Bir kısmı mason bir kısmı Sabetay CHP’li yöneticiler heyette yer alıyordu.
CHP içerisinde büyük kesim, yönetim yanlısıydı. Bunlara birinci grup deniliyordu.
Bir de sayıları az da olsa muhalifler vardı. Bunlara da ikinci grup denilirdi.
Samimi muhaliflerin başında Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey vardı.
Aynı zamanda gazeteci de olan Ali Şükrü Bey, hem dindar hem de milliyetçiydi.
Ali Şükrü Bey Lozan heyetinin başında İsmet İnönü’nün bulunmasına şiddetle karşı çıkıyordu.
İnönü’nün dış politika ve diploması yönünün zayıf olduğunu, heyetindekilerin de benzer durumda olduğunu belirterek, tecrübeli bir heyet kurulmasını istedi. Ama dinlenmedi.
İnönü; petrol zengini Kerkük ve Musul’u, Kıbrıs’ta dâhil adaları İngilizlere, Batı Trakya’yı Yunanistan’a, Hatay’ı Birleşmiş milletlere teslim etti geldi.
İşin ilginç yanı dönüşünde büyük bir zafer kazanmış gibi on binlerce kişi tarafından alkışlarla kazandı.
CHP’yi anlamak için bu olay bile yeter.
CHP zihniyeti kendi hezimetini bile zafer gösterir. O günden bugüne değişmez hal budur.
Lozan’da nelerden olduk? Yazar Yavuz Bahadıroğlu madde madde şöyle sıraladı..
1. Kıbrıs, İngiltere ile aramızda tartışmalı bir konuydu. Hak bizimdi. Lozan’da İngiltere’ye terk ettik. İngiltere de Yunanistan’a hediye etti. Adada yaşayan Türklere ya İngiliz vatandaşlığına geçin ye de Türkiye’ye göçün şartı konuldu. (Lozan; 20. Madde)
2. Gemilerimizi kaybettik… Birinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere’ye sipariş edip parasını nakit ödediğimiz savaş gemilerine İngiltere haksız ve hukuksuz bir şekilde el koymuştu. Lozan’da bu gemilerin kurtarılması gerekiyordu. Gemileri de ödediğimiz parasını da ama İngiltere’ye bıraktık… (Lozan; Madde 58)
3. Mısır, Sudan ve Libya üzerindeki tüm hak ve ayrıcalıklarımızdan Lozan’da vazgeçtik. Buralar bugün bizim olsaydı petrol zenginiydik. (Lozan; Madde 17-22)
4.Batı Trakya Yunanistan’a verildi. (Lozan; Madde 1)
5. Boğazların kullanım hakkının 5 devletin kontrolüne bırakılmasına razı olduk. Kıyıdan itibaren 8 kilometrelik alana asker sokmamayı bile taahhüt ettik. (Boğazların kullanımına ait sözleşme Madde 1-6)
6.Ek protokolde, Türkiye ve Yunanistan karşılıklı olarak ülkelerinde Yunanlı, Rum ve Türkler için genel af ilan etti.
İşgal sırasında Anadolu’da katliam yapan, Osmanlı vatandaşı iken Osmanlı Devleti’ne ihanet eden binlerce Rum ve Yunanlı affedildi. [Madde 1-2-3-4].
7. Türk adaletini 5 yıl için Avrupalı yargıçların denetleyecek. (Madde 1-6)
8.İzmir ve havalisinde katliam yapan, İzmir’de taş taş üstünde bırakmayan Yunanistan’dan savaş tazminatı talep edilmeyecek.
9.Musul, Kerkük, Süleymaniye İngiltere’ye terk ediliyor. Elimizdeki petrolü İngilizlere teslim ettik. Kerkük ve Musul’da dünyanın en kaliteli petrolü çıkarılıyor. Abdülhamid Han’ın raporunda buranın önemi uzunu uzun anlatılıyor ama Lozan heyeti buna bile bakmamış.
10. Hatay BM’ye bırakıldı.
11. Ortodoks Patriği Ankara’nın ısrarına rağmen Türkiye’den atılamadı.
12. Lozan’da Limni adasını almayı “unuttuk” (Cemil Bilsel, Lozan, Cilt 2, sayfa 246.)
Sonuçta savaşı kazanmış bir devlet olarak oturduğumuz masadan İnönü ve CHP’liler sayesinde yenilmiş bir devlet olarak kalktık.
Lozan’da varılan bu anlaşmanın yürürlüğü girebilmesi için TBMM’de onaylanması gerekiyordu.
24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşmasına kadar, TBMM’de hararetli tartışmalar yapıldı.
Anlaşma maddelerini gören Ali Şükrü Bey adeta çıldırdı. Hem TBMM’de hem gazetesinde bu anlaşmayı imzalamanın vatana ihanet olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti.
Ali Şükrü Bey TBMM’de şöyle dedi;
- Efendiler, düşmanların altı ay sonra iade etmiş olduğu bir toprak var mıdır? Yoktur.
Hangi toprak bir daha iade edilmiştir? Musul’u bir sene sonraya bırakmak kaybetmek demektir… “Mehmetçiğin süngüsüyle kazanılan muazzam zafer, Lozan’da heba edildi…(21 Şubat 1923) (Sözde Kerkük ve Musul Türkiye’ye iade edilecekti. Bu asla gerçekleşmedi. Ali Şükrü Bey’in bu itirazında ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı)
Ali Şükrü Bey, Lozan heyetinin Lort Curzon’un oyunlarına kurban gittiğini iddia ediyordu.
O kadar çok kürsüye çıkıp konuştu ki, Lozan muhalifleri arasında bulunan Rauf Bey (Orbay) bile dayanamayıp, “Şükrü, yeter! Artık söz alma!’ diye bağırdı.
Ali Şükrü Bey; “Rauf! Ben bu işin fedaisiyim, anladın mı?” diyerek kürsüye yürüdü.
Ali Şükrü Bey’in konuşmaları en çok Mustafa Kemal’i sinirlendirdi.
Şükrü Bey tekrar söz isteyince Atatürk, “Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarardide (Zarara uğramış) gösteriyorsun. Maksadını nedir?” dedi.
Ali Şükrü Bey, maksadını anlatmak isterken, Mustafa Kemal tabancasını çekerek üzerine yürüdü.
Atatürk’ün TBMM’de tabancasını çekmesi üzerine, Ali Şükrü Bey de silahına sarıldı.
CHP’nin önde gelenleri araya girip, büyük bir skandalı son anda önledi.
Bu arada herkes Meclis’in ortasında birbirine bağırmakta olan mebusların etrafında toplanmıştı.
Ali Şükrü Bey, ‘kimseyi ithama hakkınız yoktur’ diye bağırıyor ve Sinop Mebusu Hakkı Hami Bey de ‘Meclis’te emniyet yok mudur?’ diye feryat ediyordu.
Meclis’te zabıt kâtipliği yapan rahmetli Mahir İz hatıralarını yazdığı, “Yılların İzi” isimli kitabında o günü şöyle anlatmış;
- Zabıt Müdürü Zeki Bey’in kulağıma, “Ali Şükrü Bey bu gece idam fetvasını eliyle imza etti” diye fısıldadı diye yazdı.
Zabıt müdürünün fısıltısı doğru çıktı.
Silah çekme vakasından kısa bir süre sonra Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey 27 Mart 1923’da ortadan kayboldu. İki gün süren aramadan sonra Çankaya Köşkü’nün arkasında Mühye Köyü yakınlarında bir çoban cesedini buldu.
İple boğularak vahşice katledilmişti.
Cesedin bulunduğu gün Topal Osman’ın bir adamı cinayeti kendisinin işlediğini ve emri de Topal Osman’ın verdiğini söyledi.
Ali Şükrü Bey’i katledenler bir taşla iki kuş vurup Topal Osman’dan da kurtulmak istemişti.
Kurulan tezgâhı anlayan Topal Osman yüz adamı ile Çankaya Köşkü’nü bastı.
Topal Osman’ın bir vukuat işleyeceğini düşünün Mustafa Kemal, Latife Hanımı da alarak Çankaya Köşkü’nden çıkıp Rauf Orbay’ın evine gitmişti.
Topal Osman ve adamları Atatürk’ün yatak odasını kurşunlarla delik deşik etti.
1 Nisan 1923 gecesi Papazın Bağı’nda kıstırılan Topal Osman Ağa yaralı olarak ele geçirildi.
Topal Osman, Muhafız Alayı Komutanı İsmail Hakkı Tekçe tarafından yaralı halde kafası kesilerek infaz edildi. Böylece konuşması önlenmiş oldu.
Ali Şükrü Bey’in ailesi katilin Topal Osman olmadığını iddia etti ama mesele kapatıldı.
Cenazeye katılanlar gerçek katilin İsmail Hakkı Tekçe olduğunu dillendirdi.
Ali Şükrü Bey’in katledilmesinden sonra TBMM Lozan anlaşmasını 213 kabul, 14 ret oyu ile tasdik etti. Ret oyu vermemesi için muhalif vekiller tek tek tehdit edilmişti.
İsmet İnönü’yü yanına aldığı Konya tren yolculuğunda Mustafa Kemal gazetecilere TBMM’deki gizli oturumdaki Lozan görüşmelerini şöyle anlattı;
“Gizli celselerde bir takım beyanatta bulunanlar oldu. Meclise gittim; dedim ki: ‘Efendiler! Ne istiyorsunuz? Karaağaç, Musul vesaire için harp mı edelim? Millet harpten usanmıştır. Takati kalmamıştır. Harp edemeyiz”
Vatan toprağı için 39 yaşında şehit edilen Ali Şükrü Bey’in cenazesine on binlerce insan katıldı.
Ali Şükrü Bey’in kabri Trabzon’da Boztepe’de bulunuyor.
Trabzon’da olup da bugüne kadar kabrine gidip bir Fatiha okumayanlar varsa, onlara tavsiyem bu güzel insan için acil kabrini ziyaret etsin.
Bir insan ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir.
Siz de Ali Şükrü Bey’e dua ederek kıymet verdiğinizi ve tarafınızı gösterin.
.
LAİK YOBAZLARIN CHP DİNİ
CHP kurulduğunda yaptıkları ilk iş, ‘Devletin dini, İslam’dır’ ibaresini kaldırmak, yerine laikliği getirmek oldu.
Böylece; CHP için laiklik, dine dönüştü.
Geçen zamanda evrim geçirdiler.
Geçirdikleri evrimle; laiklikle CHP yer değiştirdi.
Bu kez, laikler için CHP din haline geldi.
CHP’yi din haline getirince, bu partiye oy vermeyi bir ibadet gibi görmeye başladılar.
Laikler, CHP’ye oy vermedikleri takdirde ahirette Mustafa Kemal tarafından hesaba çekileceğine inanıyor.
CHP’ye oy vermezlerse; imanlarının gidip, dinsiz kalacaklarını sanıyor.
Oy vermemek bir yana, sandığa gitmemeyi bile büyük günah görüyorlar.
Böyle gördükleri için de her seçim ve her şart altında CHP’den şaşmıyorlar.
Örnek mi?
En güzel örnek, Kemal Kılıçdaroğlu…
Kılıçdaroğlu CHP’nin başına geldiği 2010 yılından beri; 2 halk oylaması, 3 genel seçim, 2 yerel seçim ve bir cumhurbaşkanlığı seçimi kaybetti.
CHP’liler; Erdoğan’a karşı 8 seçim kaybeden Kılıçdaroğlu’na 9’uncu seçimde de oy vermeye hazırlanıyor.
Bir güzel örnek de İzmir.
Af buyurun İzmir’i B.k götürüyor, kimin umurunda.
Başkan CHP dininden olsun yeter.
Her yağmurda İzmir’i sel basıyor.
İzmirli dert edinmiyor.
İzmir Körfezinde kokudan geçilmiyor.
CHP’liler o pis havayı içine çekip, Soyer’e övgüler yağdırıyor.
Soyer kanalizasyonu içme suyu şebekesine bağlasa, emin olun bu İzmirliler asla rahatsız olmaz.
O pis suyu bardaklara koyup ‘Şerefe’ diye kafaya dikerler.
Başkanın CHP’li olması yeterli.
İzmirliler icraata değil dindaşlarına oy veriyorlar.
CHP’ye oy vermemeyi dinsizlik gibi gören bu güruhtan başka ne beklenir.
Önümüzde bir seçim var.
İzmir’in oyuna bakın, sözlerimin ispatını görürsünüz!
Ankara’nın Çankaya’sı, İstanbul’un Kadıköy, Şişli ve Beşiktaş’ı hep aynı kafa.
Yeter ki başkan CHP’li olsun.
Bizim Laikler icraat veya başarıya değil, din gibi gördükleri CHP’ye oy verir.
Son 50 yılın seçim sonuçlarına bakın.
10 Ekim 1965 seçimleri; CHP % 28.
2 Ekim 1969 seçimleri; CHP % 27.
6 Kasım 1983 seçimleri; CHP % 30.5.
29 Kasım 1987 seçimleri; CHP % 24.5.
20 Ekim 1991 seçimleri; Sosyal demokrat Halkçı Parti % 21.
24 Aralık 1995 seçimleri; CHP+DSP % 25.
18 Nisan 1999 seçimleri; DSP % 22. (CHP katılmadı)
3 Kasım 2002 seçimleri; CHP % 19.5.
22 Temmuz 2007 seçimleri; CHP % 20.8.
12 Haziran 2011 seçimleri; CHP % 25.9.
7 Haziran 2015 seçimleri; CHP % 24.9.
1 Kasım 2015 seçimleri; CHP % 25.3.
24 Haziran 2018 seçimleri; CHP % 22.6.
CHP yüzde 20-25 bandına demir atmış durumda.
50 yılda dünyada pek çok şey değişti. Değişmeyen CHP’nin oy oranı oldu.
Ne artıyor ne azalıyor. Yüzde 20-25 oranına demir atmış haldeler.
50 yıl önce CHP’ye oy verenler ölüp gitti.
Ölen CHP’lilerin eksikliğini, CHP dinine göre yetiştirdikleri çocukları aldı.
Bunların “Z kuşağı” dediği aslında o ölen CHP’li babaların çocukları.
Babaları sağlıklarında çocuklarını sıkı bir eğitimle CHP’ye iman ettirdi.
Bu çocuklar aynı babaları gibi; isme ve icraata bakmaksızın CHP’ye oy veriyor.
Babaların yerini bu çocuklar alınca, seçimlerde CHP’nin oyu ne artıyor ne de azalıyor.
Ha bu arada, CHP’ye oy verenler öyle cahil falan da değil.
Hepsi okumuş çocuklar.
Büyük kısmı üniversite mezunu, Öğretim görevlisi, Doktor, Avukat, İşadamı, yazar, çizer, tiyatrocu ve sanatçı.
Okumuşlar ama hepsi yobaz olmuş.
Parti değiştirmeyi din değiştirmek gibi görüyorlar.
Vücudunu teşhir etmekten başka bir meziyeti olmayan bir manken, AK Parti’ye oy verenlerle ilgili şöyle demişti, “Benim oyumla çobanın oyu nasıl bir olabilir?”
Aklı sıra AK Partilileri küçümsemişti.
Çoban dediklerinin oy verdiği o parti; SİHA yaptı, milli uçak yaptı, helikopter yaptı, Milli motor yaptı. Milli denizaltı ve uçak gemisi yaptı. Sayısız füze yaptı.
Yetmedi; yol yaptı, tünel yaptı, köprü yaptı, denizin altında araba geçirdi. Her şehire bir havalimanı yaptı, Metro yaptı ve hızlı tren yaptı. Bütün yurda muazzam hastaneler yaptı.
Şimdi dar gelirli vatandaşını ev sahibi yapıyor.
Senin oy verdiğin parti ne yaptı?
Heykel yaptı, musluk yaptı.
Daha önce yazmıştım…
Bunların bu körlüğünün nedeni kanlarına giren Laik yobaz virüsü.
Bu virüsün çok sinsi bir özelliği var.
Laik Yobaz Virüsü ilk önce beyinde din ve maneviyat duygusunun olduğu bölüme saldırıp, burasını tahrip eder.
Allah göstermesin bu virüs bir kere bulaştığı zaman, son nefese kadar yakanı bırakmaz.
Koronavirüs gibi maskeyle falan da kurtulamazsın.
Allah’tan bulaşıcılığı yok.
Laik yobaz virüsü, genetik bozuklukla oluşuyor.
Soydan geçiyor yani.
Direk beyne yerleşip kişinin yaşam kalitesini düşürüyor.
Virüs beyinde dolaşırken girdiği kısımları katılaştırıp, sertleştirir.
Laik Yobaz Virüsü taşıyanlara, “Beton kafalı” denilmesinin sebebi de budur.
Laik yobazlara bir bakın!
Kelime hazneleri çok dardır. Hemen hepsi benzer kelimeler kullanır.
Cumhuriyet, Atatürk, laiklik, barış, çağdaş, demokrat, ilericilik, yurttaş, özgürlük ve hakça düzen…
Kurdukları her cümlede bu 10 kelime, bir veya birkaç yerde geçer.
Laik Yobazlar Bir yere başkan seçildiklerinde, o yerin cadde ve sokak isimlerini de mutlaka bu 10 isimle değiştirir.
Park ve bahçelere; Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli ismi vermeye bayılır.
Laik yobazlar; kendilerini ilerici, kendilerinden olmayanı gerici kabul eder.
İlericidirler ama özlemleri hep geçmişedir!
Laik Yobazlar İslam’ın olmazsa olmaz emri olan; namazı kılmaz, orucu tutmaz, zekâtı vermez ve hacca gitmez.
Buna karşılık dinen haram kılınan; içkiyi içer, zinayı yapar, örtünmez ve faiz yer.
Haksızlık etmeyelim, cenaze namazlarını kaçırmazlar.
Bir yakınları öldüklerinde işi gücü bırakıp camiye, pardon cami bahçesine koştururlar.
Cenaze namazı caminin içinde olsaydı muhtemelen buna da gelmezlerdi.
Laikler, laik olmayanların bastığı yere basmaktan pek hoşlanmaz.
Bir de çorapla dolaşmayı sevmezler. Bu yüzden caminin içi yerine dışını tercih eder.
Laikler; Allah’ın ‘yap’ dediklerini yapmaz, ‘yapma’ dediklerini eksiksiz yapar.
Bu haldeyken dindarların cehenneme, kendilerinin cennete gideceğine inanır.
Nedenini sorduğunuzda; “Bizim kalbimiz temiz. Biz hayvanları seviyoruz” der.
Laikler 50 yıldır depresyonda ve mutsuzdur.
Nasıl mutlu olsunlar?
Her seçimde kaybet, her seçimde kaybet.
Hemen hemen bütün CHP’liler, depresif moda girmiş durumda.
“Depresif mod” un belirtileri; Hayattan az keyif alma ya da hiç almama, Çevresinde olup bitenleri tam algılayamama. (Türkiye’nin doğalgaz keşfine, Milli uçak ve SİHA yapımına sevinmeme nedeni bu aslında) Bilişsel süreçlerde yavaşlama, Değersizlik ve suçluluk duyguları.
Adamlar haklı. Bir Tayyip Erdoğan’a bakıyorlar bir Kemal Kılıçdaroğlu’na bakıyorlar, efkârdan bir 70’lik rakı bitiriyorlar.
İnanın; bu ülkede üretilen rakının yüzde 90’ını CHP’liler tüketiyor.
Kılıçdaroğlu, “Aday olacağım” diye tutturunca laikleri gene bir karamsarlık sardı.
Rakı satışları resmen fırladı.
“Korkarım yine Erdoğan kazanacak o da Osmanlı’yı geri getirecek” demeye başladılar.
Şimdilerde rakı sofralarında; “Erdoğan tekrar kazanırsa ne yapacağız?” tartışmaları yapılıyor.
Büyük kısmı artık Türkiye’de yaşamayacağını söylüyor.
Laikler seçimden sonra BÜYÜK GÖÇE hazırlanıyor.
Arkanızdan su dökecek değiliz.
Gidişiniz olsun da dönüşünüz olmasın!
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
DEDESİ MUSEVİ MEZARLIĞINDA YATAN GENEL BAŞKAN
Abdullah Gül olağandışı bir tesadüf eseri 2. Elizabeth’in öldüğü gün İngiltere’de çıktı.
Belli çevreler tarafından, ‘Kraliçe’nin Oğlu’ denilen Gül, İngiltere’de olduğunu gizleme gereği de duymadı.
Kraliçe öldüğü gün İngiltere’de olunca; kendisinin 2011 yılında paylaştığı bir görüntü yeniden gündeme geldi.
Yaptığı paylaşımda, kendisi, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu türbanlı eşleriyle bir locada otururken görülüyor.
Gül o fotoğrafın altına şöyle yazmış; "Kraliçe bize, Müziğin kalbi konumunda olan Royal Albert Hall'de kendi locasını tahsis etti."
AK Parti’nin 3 muhafazakâr ismi yanlarına türbanlı eşlerini alarak Kraliçenin özel davetiyle Mozart’ı dinlemişler.
Bunu da bir büyük itibarmış gibi kamuoyuna duyurdular.
Ne büyük bir şeref!
Ali Babacan o tarihte Başbakan Yardımcısıydı. Davutoğlu da Dışişleri bakanıydı.
Kraliçe; AK Parti’nin iki bakanına ve bir eski Cumhurbaşkanına özel locasını bahşetmiş.
Görüyorsunuz değil mi?
Kraliçe; bugün Erdoğan’ı devirmek için harıl harıl çalışan bu üçlüyü taa o günlerde bilmiş.
Bu 3’lü; 2011’de AK Parti çınarının ağaçkakanı mıydı yoksa sonradan evrim geçirip kuş mu oldular bilmek zor.
Sonuçta kraliçe ve adamları malını iyi biliyor. Sepetteki çürük elmaları daha çürümeden buldular.
Gül’ün paylaştığı fotoğrafta önemli bir eksik var.
İngiliz Temel (Karamollaoğlu) locada gözükmüyor.
Bu beni çok şaşırttı.
Kraliçe kendisini locaya davet etmemişse çok ayıp etmiş!
Bay Temel şu ana kadar Kraliçe için bir taziye de yayınlamadı.
Belki de Buckingham Sarayı’nın duvarına dayanmış ağlıyordur.
Şaka bir yana; Osmanlı’yı yıkan, Çıkardığı fitneyle Arapları bize düşman eden, kurduğu Vehhabilikle kutsal toprakları münafıklara teslim eden ve Müslümanlara zulmeden kraliçenin ölümüne üzülenin kanı bozuktur.
Değil Müslüman, insan bile değildir.
Kanı bozuk deyince…
Locanın has adamı Ali Babacan’a değinmek isterim.
Ben bu ülkede; birden bire ortaya çıkıp parlatılanlardan daima huylanmışımdır. Bu yüzden bir gözüm hep Babacan’ın üzerinde oldu.
Babacan parti kurduktan sonra sık sık Bahçeli’yi tenkit ediyordu.
İşte o günlerde Çakıcı’nın oğlu kendisine sert bir uyarı yaparak şöyle dedi;
- Ali Babacan denen, kader arkadaşı Sayın Devlet Başkanımıza (Erdoğan’a) ihanet eden bu devşirme Yahudi dönmesine şunu hatırlatmak isterim… ABD’de 41.state‘de kaldığını söylemektedir. Orada FBI adına ajanlık yapıp Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili sürekli ABD derin devletine bilgi verdiğini bizler bilmekteyiz. Ali Babacan’ı AK Parti kurulduğu yıllarda Amerikan derin devleti AK Partinin içine yerleştirdi.
Vay babam vay…
Babacan, bu yenilir yutulmaz lafları hap gibi yuttu.
Bir daha da Bahçeli’nin yakınından bile geçmedi.
Biz Babacan’ı Ankaralı biliyoruz.
‘Bu Yahudilik meselesi nereden çıktı?’ biraz kurcalayayım dedim…
Hay kurcalamaz olaydım.
Ali Babacan'ın ismini taşıdığı dedesi, 1911 yılında Ankara’nın Şereflikoçhisar’a bağlı Parlasan köyünde doğdu.
Dede Babacan; Askerlik sonrası 1928 yılında katır ve develere yüklediği çeşitli tuhafiye mallarını köyler arasında dolaşıp satarak çerçilik yaptı.
Ali Babacan 1911 yılının öncesine ilişkin bir bilgi vermemiş.
Onun vermediği bilgiyi; Türkiye’de Musevilere ve Sabetaylarla ilgili geniş bir çalışma ve kitapları olan Prof. Dr. Yalçın Küçük verdi.
Yalçın Küçük; Babacan ve Davutoğlu’nun, ‘Kırımlı Türk Yahudi’si olduğunu iddia etti.
Şimdi anladınız mı onlar niçin Kraliçe’nin locasındalar?
Bizim Ankaralı sandığımız Babacan, meğer Kırım Tatarı Karaymış.
Tıpkı Şirin Payzın gibi…
Yalçın Küçük şöyle dedi;
- Babacan adı çok, çok tipik bir Karay adıdır. Karaylar kullanır. İsterseniz Karay Türkleri deyin, isterseniz Karay Yahudileri deyin. Babacan ismi Karay Musevilerinin kullandığı bir isimdir. Babacan isminde bulunan Baba, İbranice de Tanrı demektir, Can ile birleşince “kurtarmak” fiilini çağrıştırmaktadır.
Yalçın Küçük’e göre Ali Babacan, bir kripto Yahudi’dir.
Yalçın Küçük bu iddiasını hem kitabında, hem de gazetedeki köşesinde yazdı.
Gel gör ki; Ali Babacan kendisini ne tekzip etti ne de yalanladı.
Tıpkı Oğul Çakıcı’ya yaptığı gibi sessiz kaldı.
Babacan'ın Musevi/Yahudi Karaim veya Karay Türklerine olan kültürel yakınlığı Litvanya’da ortaya çıktı.
Küçük ’ün Kırım Karay Musevi’si olduğunu iddia ettiği Babacan, Dışişleri Bakanı iken 2006 yılında Litvanya’ya gitti.
Babacan Vilnius’ta yaşayan Karay Türklerini ziyaret etmek için ısrar etti.
Yaklaşık 250 Karay Türkü /Musevi’siyle görüşen Babacan akrabalarıyla hasret giderdi.
Dışişleri Bakanı olduktan sonra 2008 yılında iki kez Ukrayna'nın başkenti Kiev'de temaslarda bulunan Ali Babacan; resmi programında yer almamasına rağmen Türkçe Gözleve, Rusça Evpatorya olarak bilinen şehre gitti.
Burada Karay Musevilerinin yattığı bir mezarlık bulunuyordu.
Karay Musevilerine ait mezarlıkta Babacan adının kazındığı dedelerinin mezarlarını ziyaret edip, kabirleri başında dua etti.
Büyük dedesi halen bu mezarlıkta bulunmaktadır.
Bir bilgi daha verelim.
Ali Babacan Dışişleri bakanı olduğu dönemde; New York’ta ‘Sefarad Yahudileri ’nin kültürel izleri isimli bir sergi açıldı. Sergide Türkiye’de bulunan Sefarad Yahudilerinin kültürlerini koruma zorlukları anlatılıyordu.
Dışişleri Bakanlığı Babacan’ın özel emri ile, Sefarad Yahudilerinin bu sergisi için yüksek miktarda ödeme yaparak sponsor oldu.
Gelelim şu Bilderberg toplantılarına…
Fikir babaları ve en büyük destekçileri ünlü Yahudi Rockefeller ve Rotschild aileleri olan ve 1954 yılında üst düzey bir Mason olan Joseph Retinger tarafından kurulan kulüp Bilderberg, dünyanın en gizemli organizasyonudur.
Derin Amerika’ya bağlı Bilderberg Toplantıları, dünya çapında etkin siyasi liderlerin yanı sıra iş dünyası, basın-yayın ve akademi çevrelerinin en önde gelen temsilci ve uzmanlarının bir araya gelmesiyle yapılan yaklaşık 120-150 kişinin katıldığı yıllık özel toplantılardır.
Toplantılara Amerika ve İsrail karşıtı olmayan kişiler davet ediliyor.
Toplantıda konuşulanların dışarıya sızdırılması kesinlikle yasak.
Babacan; 2003, 2004, 2005, 2007, 2008, 2009, 2012 ve 2013 yıllarında düzenlenen toplantılara “davet edilen” en seçkin Türk konumunda.
Bilderberg’in müdavimi olan Babacan, toplam sekiz kez davet edilerek bir rekor kırdı.
Parti kurduktan sonra bir vatandaş kendisine, “Derin Yahudi kuruluşu Bilderberg toplantılarında ne işin vardı?” şeklinde bir soru sordu.
Soruya, “Tayyip Bey gönderdi ben de gittim” diyerek cevap veren Babacan, bu konuyu da Erdoğan’a yıkmaya kalktı.
Bu toplantılara; İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu veya başka bir AK Partili bakanın neden hiç davet edilmediğine bir açıklık getirmedi.
Ali Babacan; 2002 yılında 36 yaşındaydı, siyasette tecrübesi yoktu. Tayyip Erdoğan Babacan’ı Gül’ün tavsiyesiyle genç yaşta bakan yaptı. Ekonominin patronluğundan, Dışişleri bakanlığına kadar en kritik yerlere getirdi. Yetmedi Başbakan Yardımcısı yaptı.
AK Parti hükümetlerinde her kabinede görev alan tek isim, Ali Babacan’dı.
Bu nankör; kendisini bu görevlere getiren ve oğlu gibi gören Erdoğan’ı sırtından hançerlemeye kalktı.
Allah’tan bunu bile beceremedi ve kendisinin hain yüzü ortaya çıktı.
Kılıçdaroğlu 6’lı masaya aldığı Babacan’a ekonomide tek patronluk sözü verdi.
Şimdi CHP’nin kazanına odun taşıyor. Aslında CHP’ye değil ahiretteki kendi kazanına odun taşıyor.
Bütün bu yazdıklarımdan sonra bazılarınız aklına şu gelebilir; “Bu adam muhafazakâr, eşi türbanlı. Musevilikle ne ilgisi olabilir?”
Bilderberg ile ne işi varsa Musevilerle de o işi var. Bilderberg ile ne işi varsa CHP ile de o işi var.
SON SÖZ!
‘Her gördüğün sakallıyı deden, her gördüğün türbanlıyı müemmen’ sanma.
.
İBRANİ ŞİRİN PAYZIN’IN KOMÜNİST TEYZESİ…
Türkiye’de bir grup var.
Malum gazetelerin köşe başlarına kurulmuşlar, fırsat kollar.
“Allah” dediğinde zıplar, “Din” dediğinde hoplarlar.
Topluca feryat edip, “Laiklik elden gidiyor” diye tepinirler.
Bunlara verilen görev bu.
Hep aynı tipler.
Geçenlerde bunun bir örneğini gördük.
İçişleri Bakanı Soylu, mezun olan subay ve astsubaylara konuşma yaparken; “Görevinize Allah rızası için abdestli çıkın. Ayet-el Kürsi okuyun" deyip, Askerlerimizi koruyacak formülü söyledi.
“Allah” lafzını duyan eski Türkiye artıklarının tüyleri diken diken oldu.
Onlardan birisi olan Şirin Payzın, “Bu nasıl olabilir. Soylu Türkiye’nin laik bir ülke olduğunu unutmuş.” Diye höykürdü.
Arkasından da bir gözdağı verdi; Sen önce oğlunla, şirketinle ilgili iddialara cevap ver.
Vay canına!
Müslüman bir ülkede; Peygamber ocağı Orduda, duaya bile tahammülleri yok.
Adı Şirin, Soyadı Payzın…
Dıştan bakınca senin benim gibi bir Türk ve Müslüman.
Tabi yersen…
Hanımefendi gerçekte ne Türk ne de Müslüman.
O bir İbrani… Ancak açık açık “Ben Yahudi’yim” demiyor.
Suret-i haktan görünüp; milletin dinine ve imanına saldırıyor.
Bunlar utanmadan herkese dürüstlük dersi vermeye kalkar.
En büyük sahtekâr; gerçek dinini ve milliyetini saklayandır.
Sahtekârlık bunların geninde var… Babaları da dedeleri de böyleydi.
Şirin Hanım, “Bakanın İslami sözleri, bir Yahudi olarak beni rahatsız etti” dese, sorun olmayacak.
Biz de “Elbette, bir Yahudi İslami tavsiyelerden rahatsız olur” deyip kendisini ciddiye almayacağız.
Ama o öyle yapmıyor.
Bir Türk ve Müslüman bakanın İslami söylemlerinden rahatsız oluyor imajı veriyor.
Zaten sıkıntı da sorun da burada.
Bunlar bizden gözüküp, bizi içeriden vurmaya kalkıyor.
Şirin Payzın Türkiye’deki Yahudilerin çıkardığı Şalom Dergisine şöyle dedi;
- “Kazan Tatar’ı olan dedem, Bolşevik İhtilali sırasında Rusya’yı bırakarak tek başına Türkiye’ye geliyor. Ve önce İstanbul’da, ardından da Ankara’da sıfırdan yeni bir hayat kuruyor.”
Şu sözlerine bakınca, Şirin’i Kırım Türk’ü sanıyorsun.
Sözüne dikkat edin, “Türk’üm” demiyor ‘Kazan Tatar’ı diyor.
Peki, Kim bu Kazan Tatarları?
‘Kırım’ denildiğinde, biz Kırım Tatarlarını anlıyoruz, ama orada üç ayrı millet ve 3 ayrı halk var.
Bir tanesi Kırımskiye Tatarı yani Kırım Türkleri, ikincisi Karainler, üçüncüsü de Kırımçaklar.
Kırımçaklar; Türk dili konuşan ve Kırım'da yaşayan Rabbânî Yahudilerdir. Kırım Karayları ile birlikte yaşamışlardır.
19. Yüzyılda diğer Yahudilerden farklı olduklarını belirtmek amacıyla onlara, “Kırımçak” ismi verildi. Daha önce kendilerine, "İsrail'in çocukları" manasına gelen “Srel Balaları” deniyordu.
Kırım Tatarları Kırımçaklara, ‘zuluflı çufutlar’ (favorili Yahudiler) ve Karaylara, ‘zulufsız çufutlar’ (favorisiz Yahudiler) diye hitap ederlerdi.
Kırımçaklar, net olarak Yahudi kabul edilir.
Karainler yani Karaylar, Karay inancı veya mezhebindendir. Karayiler Yahudiliğin bir koludur. İbraniler “Karaim” der; Batılılar, “Karaibler”, orada yaşayanlar, Türkler ve Ruslar ise “Karaim” derler.
Kırım Tatarlarının veya Kırımlı dediklerimizin önemli bir bölümü Karaim’dir. Bunlara ya “Karia” deriz veyahut “Karia Türkleri” deriz.
Şimdiki Başkanları Vladimir Örmeli ‘dir. Dini liderleri Davut Yel olup, Kiev'de ikamet etmektedir.
Bunlar “kara” sözcüğünden gelirler. “Kara” İbranicede “okumak” demektir. Bunlardan bildiğimiz bir kişi var, o da Refik Halit Karay’dır.
Kırım Tatarları ya da Kırımlılar, Karadeniz'in kuzeyindeki Kırım yarımadası olan Türk halkıdır…
1783'te Kırım Hanlığı ‘nın Rusya tarafından ilhak edilmesiyle birlikte Osmanlı Devleti'ne zorunlu göçe tabi tutulup kendi vatanlarında azınlığa düştüler.
SSCB'nin yıkılmasıyla sürüldükleri topraklardan Kırım'a geri dönen halk, Ukrayna'nın ana Müslüman topluluğunu oluşturdu.
Kırım’ı işgal eden Putin, şimdi bunları tekrar kendine bağlamaya çalışıyor.
AK Parti’nin hükümete getirip meşhur ettiği üç tane Kırımlı var. Ali Babacan, Cemil Çiçek ve Ahmet Davutoğlu.
Bunların; ‘Kırımçak’ mı, ‘Karay’ mı veya ‘Kırım Tatar’ı mı olduğunu sonraya bırakalım.
Davutoğlu ve Babacan’ın Erdoğan’ı devirmek için aynı anda harekete geçip, eş zamanlı partiler kurmasının sebebini siz zaten anlamışsınızdır.
Gelelim meselemize…
İşte bu Karay Yahudilerinden birisi de bizim Şirin Payzın Hanım.(Kırımçak olduğu da iddia ediliyor)
Şirin Payzın Şalom dergisine akrabalarıyla ilgili şöyle dedi; “Hem anne tarafında, hem de baba tarafında siyasetçiler var, üstelik epeyce karışık. Hem CHP’li var, hem de İşçi Partili var. Büyük teyzem Behice Boran. Kısacası siyasetin içinde, siyasetle pekişmiş bir aileyiz.”
Bizim Şirin’cik meğer azılı komünist Behice Boran’ın yeğeniymiş.
Bugüne kadar hiç bahsetmedi. İlginç değil mi?
Kim bu Behice Boran?
Sabetayların ünlü okulu Robert Kolej'inde okumuş, Amerikan Michigan Üniversitesi’nde özel bursla yetiştirilmiş bir azılı Komünist (Tabi yersen)…
Amerika’da yetiştirilen Behice Boran, Türkiye’de Komünist görüşlü Türkiye İşçi Partisi’nin genel başkanlığına kadar yükseldi.
1981'de vatandaşlıktan çıkarıldı. Yurt dışında iken TKP (Türkiye Komünist Partisi) ile TİP'in (Türkiye İşçi Partisi) birleşme kararı aldıklarını duyurdu ve iki gün sonra da öldü.
Cenazesi, çoğu Sabetay’ın gömüldüğü Zincirlikuyu Mezarlığına defnedildi.
Ecevit de Robert Kolej'inden mezun olup Rockefeller Vakfı'nın bursu ile ABD'ye gitmişti.
Güzel ülkemin Sosyalist ve Komünistleri de Amerikan patentli…
Şirin Payzın’ın İbraniliği nasıl ortaya çıktı?
Türkiye’deki Sabetaylarla ilgili geniş araştırmaları bulunan Yazar Yalçın Küçük şöyle yazdı;
- Türkiye'de üç kadın bilirim. Halide Edip Adıvar, Sabiha Sertel ve Behice Boran. Üçü de İbrani.
Behice Boran’ın yeğeni olan bizim Şirin’cik meğerse yıllardır İbrani olduğunu saklamış.
Türk ve Müslüman ayakları yapıp; dinimize, imanımıza ve milletimize saldırdı.
Şirin Payzın, ne zaman dürüst olup gerçek kimliğini açıklayacaksın?
Şirin’in sakladığı tek sırrı, kökeni ve teyzesi değil elbette…
Bir de babası meselesi var.
Payzın babasıyla alakalı şöyle demiş;
- Babam da gazeteciydi, ama TRT’nin kuruluşundan sonra, yani 70’li yıllardan sonra TRT’de çeşitli kademelerde çalışmaya başladı. En son Dış Haberler Müdürü’ydü. Ekranlarda pek görünmedi.
Şirin hanım, bir kez de doğru söylesen!
Baban Nizam Payzın gerçek bir yalan makinasıydı.
Söylediğin gibi TRT’de değil, Cumhuriyet Gazetesi ve Hürriyet gazetelerinde çalışmıştı.
Baban, yalan haber yapmaktan yargılanmış bir gazeteciydi.
Şirin Payzın, senin baban demokrasiyi yıkan Başbakanı asan askeri darbecilere övgüler dizen birisiydi.
Menderes aleyhine Yalan ve uydurma haber yapan Nizam Payzın, 27 Mayıs darbesinden sonra cuntacıların özel olarak seçtiği tetikçi bir gazeteciydi.
Nizam Payzın; 1 Haziran 1960 tarihli Hürriyet gazetesinde, “27 Mayıs Cuma Sabahı her şey halloldu ve Türk Milleti İçin Yeni Bir Devir Başladı” başlıklı haberde, darbecileri yere göğe sığdıramadı.
Nizam Payzın’ın, Menderes’e olan düşmanlığının sebebi, ezanın tekrar Arapçaya döndürülmesiydi.
Nizam Payzın, gazetecilik hayatı boyunca CIA elemanı olarak tarif edildi.
Tıpkı baban gibi yalan haber yapmaktan sana da dava açıldı.
Sen de tıpkı baban gibi bu milletin dinine ve imanına düşman oldunuz.
İslamiyet’e düşmanlık sizin ailenizin geninde var.
Boş yere şirin görünmeye çalışma.
Teyzen Behice Boran’ın izinden gidip, PKK’lılara övgüler dizdin.
PKK’lı teröristleri aklamak için Kandil’e gidip hatıra fotoğrafları çektirdin ve hakkında terör örgütü propagandası yapma suçundan dava açıldı.
Mehmetçikle çatışmada öldürülen PKK’lı teröriste rahmet diledin.
Sıkışınca taktığınız Laiklik ve Kemalist maskeniz düştü, İbranilik yüzünüz ortaya çıktı.
Baban, Rahmetli Menderes’e ve millete çok çektirdi.
Sen ve senin soyun; Erdoğan’a ve bu millete çektiremeyeceksiniz.
Payzın; Farsça ayağına pranga vurulmuş kimse demek.
Dedesi bu soy ismini alırken ‘Müslümanlar arasında esir haldeyiz” sinyali verdi.
Emin ol; biz ne seni ne de senin gibi dönmemiş dönmeleri zorla tutmuyoruz.
Eskiden bir devletiniz yoktu. Şimdi İsrail gibi bir devletiniz var.
Biz sizden memnun değiliz, siz de bizden memnun değilsiniz.
Bu durumda ayağındaki prangayı çözüp, İsrail’in dibine kadar yolunuz var.
Defolup gidin ülkemden, biz de kurtulalım siz de kurtulun!..
Yolun açık, bahtın kapalı olsun Şirin’cik…
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
ÇANKAYA KÖŞKÜ'NÜN SUİKASTÇİ GENERALİ : İSMAİL HAKKI TEKÇE
ÇANKAYA KÖŞKÜ’NDE KELLE KESEN KARANLIK GENERAL
Ali Şükrü Bey cinayeti, Yeni cumhuriyetin ilk siyasi cinayetidir.
Cinayet zanlısı Topal Osman’ın vahşice katledilmesi Ankara’da endişe dolu günler yaşanmasına sebep oldu.
Endişe edenlerden birisi de Kazım Karabekir idi…
Kazım Karabekir günlüğüne şöyle not etmiş;
- Ne kötü tesadüftür ki, Ali Şükrü Bey’in ortadan kaybolması ve bunun da M. Kemal Paşa’nın muhafız taburu komutanı Topal Osman Ağa’nın bir cinayeti olarak yayılması, Ankara havasında bir samimiyetsizlik ve itimatsızlık uyandırmaya sebep oldu.
Yeni intihaba karar verildiği bir günde, Ankara’da matbaa açmış ve gündelik bir siyasî gazete çıkarmaya başlamış bulunan bir muhalif mebusun ortadan yok edilmesi çirkin olduğu kadar tehlikeli bir işti.
Muhalif mebuslar bu olayı doğrudan doğruya M. Kemal’den biliyorlar ve tevkif müzekkeresi çıkarmaya kadar da ileri gidiyorlardı.
2 Nisan sabahleyin ikamet ettiği daireden Başvekil Rauf Bey, Müdafaa-i Milliye Vekili Kâzım Paşa telefonla yaverime şunu yazdırmış:
-Bugün saat 6’dan beri Çankaya’da Gazi’nin köşkü civarında Muhafız taburuyla Osman Ağa taburu arasında müsademe (çatışma) başladı. Osman Ağa ve en kıymetli heyeti maktul düşmüş (öldürülmüş).
Gazi M. Kemal Lâtife Hanım ile birlikte istasyonda Rauf Bey’in yanında. İsmet ve Kâzım Karabekir Paşaların da gelmelerini istiyorlar.)
Derhal gittim. Muhafız Nizamiye taburunun kendi dairesini delik deşik ettiklerini anlattı.
‘Neticede Osman Ağa taburuyla anlaşır mı?’ diye endişe ediyorlardı. Kars’tan gönderdiğim bu bin kişilik Giresun taburunun sonunu böyle görmek beni çok müteessir etti.
14 Ocak günü trenle Bursa’dan ayrıldığımız gün Gazi M. Kemal’in Cevat Abbas Bey’e, Ali Şükrü Bey ve matbaası hakkında söylediği şiddetli sözler ve benim kendilerini teskinim gözlerimde canlandı.
Bu aralık Muhafız tabur komutanı İsmail Hakkı Bey geldi. Gazi M. Kemal, endişesini ona da söyledi ve ‘taburundan emin misin?’ diye sordu.
O da emin olduğunu söyledi.
Nihayet mesele birçok masumun ölümü ile neticelendi.
Ali Şükrü Bey’in cesedi de ertesi gün ortaya çıktı. Ali Şükrü Bey de telefon telleriyle boğulmuş ve ‘Çankaya’ gerilerinde bir yere gömülmüş.
4 Nisan’da Ali Şükrü Bey’in cenazesi İkinci Grup’un (Muhalifler) elleri üstünde Meclis kapısına getirildi ve ‘ikinci kurban gidiyor’ diye haykırışmalar oldu” (Sayfa 78, 79)
Ali Şükrü Bey ikinci kurban ise ilk kurban kimdi?
Oda Ali Şükrü Bey gibi Trabzon’un en önemli simalarından Yahya Kâhya idi…
Yahya Kâhya Trabzon kayıkçılar kethüdası yani kâhyasıdır.
Çoğunuz bu ismi direkt bilmese de gerçekleştirdiği eylemi ile yakından biliyorsunuz.
O günlerde Komünist Fırkası Başkanı Mustafa Suphi, Sovyetlerden 17 arkadaşıyla beraber Erzurum’a geldi.
Bolşevikler Türkiye’yi komünist yapması için yanına torba torba altın vermişlerdi.
Maksadı; Doğu ve Karadeniz bölgesinden başlayarak bütün Türkiye’ye Komünizmi yaymaktı.
Mustafa Suphi Buhara’da Türk subaylarını Bolşeviklere ihbar ederek tutuklatmıştı.
O sırada Erzurum'da bulunan Kazım Karabekir Paşa, Mustafa Suphi’nin bu hainliğinden haberdardı.
Mustafa Suphi ve beraberindeki 17 kişi 18 Ocak 1921 günü, Erzurum’a gitmek üzere Kars’tan trenle yola çıktı.
Komünistler 22 Ocak’ta Erzurum’a vardığında; kendilerini Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin örgütlediği eylemler bekliyordu.
Cemiyet’in 18 Ocak 1920 tarihinde yayınladığı bildiride şunlar yazılıydı:
- “Rusya’dan gelmiş, anası babası belirsiz, mazileri karanlık, cani iblislerin, Allah, Peygamber, Halife ve şeriat yok dediği, kadınlardan başlayarak namahremliği ortadan kaldıracak. Kadınların kamuya açık yerlere erkeklerle karışık girip çıkması, erkeklerle çalışması ve erkeklere hizmet etmesinin mecbur kılınacak.
Üç yaşından büyük çocuklar umumi depolarda toplanacak, cinayet ve diğer suçlara ait kanunları kaldıracak, çalışmayan ekmek yiyemeyecek. Başkırdistan, Taşkent ve Buhara’daki milyonlarca Müslümanın bütün servetlerinin, ırz ve namuslarının ellerinden alınması gibi buradakilerin de ırz ve namusları ellerinden alınacak.
Galeyana gelen ahali Komünistleri Erzurum’a sokmadı ve dekovil hattıyla Aşkale yakınlarındaki Karabıyık köyüne yollandılar.
Kazım Karabekir Paşa; "Suphi Yoldaş'ın yeri Türkiye değil Rusya'dır", diyerek, Rusya'ya iade etmek üzere hepsini Trabzon'a gönderdi.
Mustafa Suphi ve 17 adamını Trabzon’da dönemin ünlü kabadayısı Yahya Kâhya karşıladı.
Yahya Kâhya, Suphi Yoldaş'ı ve Buhara'dan beraberinde getirdiği on yedi arkadaşını Batum'a geri götürülmek üzere bir motora bindirip, hepsini denizin ortasında suya attırdı.
Yanında 3 bin kişi bulunan kabadayı Yahya Kâhya, bölgenin ünlü isimlerinden birisiydi.
Yahya Kâhya, Mustafa Suphi hadisesi nedeniyle Karabekir'in emriyle 1921'de tutuklanıp, Sivas'ta yargılandı ve beraat etti.
Yahya Kâhya Mustafa Suphi olayından bir yıl kadar sonra 3 Temmuz 1922'de faili meçhul bir cinayete kurban gitti.
Cinayeti Topal Osman'ın işlediği şayiası yayıldı. Zira olay yerinde aba zıbkalı iki kişi görüldüğünden bu iş Osman Ağa’ya nispet edildi.
Topal Osman bu cinayetle bir alakasının olmadığını söylese de hep zan altında kaldı.
İlerleyen zamanda Ali Şükrü Bey cinayeti de Topal Osman’ın üstünde kalınca, şüpheler daha da arttı.
Yıllar sonra hiç beklenmedik bir itiraf geldi.
Faili meçhul cinayete kurban giden Yahya Kâhya’nın katili, 55 yıl sonra ortaya çıktı.
İsmail Hakkı Tekçe ölümünden sonra yayınlanmak üzere bıraktığı hatıratında; Yahya Kâhya’yı aba zıbkalı iki kişiyle birlikte kendisinin öldürdüğünü itiraf etti.
4 Aralık 1977 tarihli Günaydın gazetesinde yayınlanan ‘General İsmail Hakkı Tekçe ‘nin anıları’nda olay şöyle anlatıldı;
- Ankara’dan Trabzon’a geldim. Yahya Kâhya’yı inceliyor ve takip ediyordum. Adamlarım Polathane’de (Akçaabat) benim talimatımı bekliyorlardı. Nihayet Soğuksu’ya gidip geldiğini tespit ederek adamlarımla pusu kurup işini bitirdik.
Böylece o yılların en çok konuşulan faili meçhul cinayeti çözüldü.
Fail Topal Osman değil Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı İsmail Hakkı Tekçe idi.
Çankaya Köşkü’nün bu karanlık generali, cinayeti Yahya Kâhya’nın konuşmaması için işlediğini anlattı. Emri verenin kim olduğunu açıklamadı.
İsmail Hakkı Tekçe hatıralarında yaralı yakaladığı Topal Osman’ı konuşturmak yerine neden kafasını kestiğine de değinmedi.
Peki, Ali Şükrü Bey’i de gerçekten Topal Osman mı öldürdü?
Tarihçi Teoman Alpaslan, “Topal Osman Ağa” isimli eserinde Ali Şükrü Bey cinayetin gerçek failinin İsmail Hakkı Tekçe olduğunu yazdı.
Alpaslan, asıl katilin İsmail Hakkı Tekçe olduğunu söyledi ve öldürme emrini verenin Mustafa Kemal Paşa ve çevresi olduğunu ima etti.
Alparslan kitabında şöyle dedi;
- “…Osman Ağa Ali Şükrü Bey’in öldürüleceğini bilseydi kesin olarak evine davet etmezdi. Ali Şükrü Bey Osman Ağa’nın evinden ayrıldıktan sonra birileri tarafından kaçırılıp, öldürülmüştür.
Osman Ağa’nın cinayetten sonradan haberdar olduğu kesindir. Çünkü cinayet işlendikten sonra son derece rahat bir şekilde Ankara’da dolaşmış, hatta Meclise bile gelmiştir…
Ali Şükrü Bey’i öldürenler arasında İsmail Hakkı Tekçe kesin olarak vardır. Yaralı yakalanan Osman Ağa’nın ‘bana tuzak kurdunuz’ yakınmaları üzerine kurşun yağmuruna tutan ve öldükten sonra da hırsını alamayan ve başını kesen İsmail Hakkı Tekçe’dir…
Bir kere düşünün; Osman Ağa yakalansaydı, Yahya Kâhya ve Ali Şükrü cinayetini işleyenin İsmail Hakkı Tekçe olduğunu açık olarak söyleyecekti. Bu nedenle İsmail Hakkı Tekçe Osman Ağa’nın vücudunu kurşun yağmuruna tutup, kafasını kesmiştir…”
İsmail Hakkı Tekçe, gözü kara komitacıdır. Aldığı emirleri hiç tereddüt etmeden bir robot gibi yerine getirmekte hiç tereddüt etmemiştir.
Kendisine selam vermeyen Meclis polislerinden Sabri Efendi’yi döve döve hastanelik eden İsmail Hakkı Tekçe, Bandırma Adalet gazetesi sahibi Bahriyeli Ali Kemal’e suikast düzenlediğini itiraf etti.
Bu karanlık general, dönemin pek çok faili meçhul suikastlarında bizzat yer aldı.
1975 yılında yalnız başına ölen Tekçe ’nin mezarında, tek bir İslami ibare bulunmuyor.
METİN ÖZER/HABERVİTRİN
.
LOZAN MUHALİFİ ALİ ŞÜKRÜ BEY TOPAL OSMAN TARAFINDAN ÖLDÜRÜLDÜ
KARABEKİR’İN KAYIP GÜNLÜKLERİ!.
Kazım Karabekir konağı basılıp evindeki yazılı bütün kâğıtların götürülmesinden sonra aklı başına geldi ama geç kaldı.
Bir dönem omuz omuza çarpıştığı silah arkadaşlarının bir ajanmış gibi evini bastırması ve 40 çuval kitap ve günlüklerini almasının şokunu uzun süre üstünden atamadı.
Baktı ki CHP yönetimi ve onun emrindeki polisler kendisini rahat bırakmayacak, bu ablukadan çıkmak için harika bir yol buldu.
Karabekir’in üç kızı vardı. Emel ve Hayat adlı ikizler ile Timsal Karabekir.
Karabekir kızları olgunluğa erişince; günlüğündeki konuları tek tek ve uzun uzun anlatarak kızlarına ezberletti.
Önemli gün ve olayları yazmak yerine, onların kızlarının hafızasına yükledi.
Böylece günlüklerini CHP ve sivil polislerin hiç bulamayacağı bir yere yerleştirdi.
Hayat Karabekir Feyzioğlu, 1949 yılında evlendiği eşi Prof. Dr. Feyzi Feyzioğlu’nu 1983 yılında Ankara Esenboğa’da meydana gelen uçak kazasında kaybetti.
2000 yılında kardeşi Timsal Karabekir ve merhum ikizinin kızı Gülden Gazioğlu ile beraber Kazım Karabekir Vakfını kurdu.
Bu vakıf aracılığıyla Paşa’nın bütün kitaplarını bastılar.
Tabi herkes Kazım Karabekir’in kayıp günlüklerinin peşine düşmüştü.
Günlüklerin peşine düşen isimlerden birisi de Gazeteci Uğur Mumcu idi.
Uğur Mumcu 1990 yılında Karabekir’in kızlarından Hayat Hanım ile seri bir röportaj yaparak, bu günlükleri parça parça gün yüzüne çıkardı
Karabekir’in günlükleri 1990 yılı Haziran ayı içerisinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlandı.
Etkisi çok büyük oldu.
Resmi tarihi yerle bir eden günlükler, yalaka tarihçilerin yalanlarını da yüzüne çarptı.
Uğur Mumcu o seri yazısını daha sonra, “Kazım Karabekir Anlatıyor” adıyla kitaplaştırdı.
Karabekir Paşa günlüklerinde korkunç bir cinayeti not almış.
14 Ocak 1923 günü M. Kemal, Karabekir ve Fevzi Paşa ile trenle İzmir’e gider.
M. Kemal o gün çok öfkelidir. Öfkesinin nedeni de Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in çıkaracağı gazete için Ankara’ya matbaa makinası getirmesidir.
Karabekir o günü şöyle not etmiş;
- Gazi M. Kemal pek asabi idi. Muhaliflerden Ali Şükrü Bey, (Ankara’ya matbaa makinası getirmiş. Tan adında bir gazete çıkaracakmış, siz hâlâ uyuyorsunuz) diye yaveri Cevat Abbas Bey’e verdi; veriştirdi. Ve (yakın, yıkın) diye çıkıştı.
Yalnız kalınca kendilerini teskin ettim. Bu tarzdaki beyanatının dışarıya aks edebileceğini ve pek de doğru olmadığını anlattım.
Bu sözlerden 2.5 ay sonra Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey ortadan kayboldu. TBMM’de muhalif milletvekilleri adeta kıyamet koparttı.
Sonrasını Karabekir’den öğrenelim:
- “Ne kötü tesadüftür ki, bugün Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’in ortadan kaybolması ve bunun da M. Kemal Paşa’nın muhafız taburu komutanı Topal Osman Ağa’nın bir cinayeti olarak ortaya yayılması, Ankara havasında bir samimiyetsizlik ve itimatsızlık uyandırmaya sebep oldu.
Yeni intihaba karar verildiği bir günde, Ankara’da matbaa açmış ve gündelik bir siyasî gazete çıkarmaya başlamış bulunan bir muhalif mebusun ortadan yok edilmesi çirkin olduğu kadar tehlikeli bir işti.
Muhalif mebuslar, bu olaydan dolayı Gazi M. Kemal’in bir parmağı olduğunu dillendiriyorlar ve tevkif müzekkeresi çıkarmaya kadar da ileri gidiyorlardı.
Peki, bu Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey kimdir?
Ali Şükrü Bey; son derece dürüst, dinine ve milletine bağlı bir isimdi. Kendisi aynı zamanda gazeteci idi. Meclisteki muhalefet vekillerinin de önde gelen ismi idi.
Mustafa Kemal’in önderliğindeki Birinci Grup'a muhalif milletvekillerinin toplandığı İkinci Grup'un liderlerinden biri oldu.
Mustafa Kemal’in Hâkimiyet-i Milliye gazetesine karşı Tan gazetesini yayımlamaya başladı.
Lozan görüşmelerinden sonra yapılan meclis oturumlarında; İsmet Paşa'nın hariciyeci olmadığı için Lozan'da acemice işler yaptığını ve TBMM'nin kendisine verdiği yetki sınırlarının dışına çıkarak müzakereleri sürdürdüğünü savundu.
Lozan'da devam eden müzakerelerin durumu hakkında TBMM'ye açıklanan resmi bilgiler ile dış kaynaklı haberler arasında çelişkileri dile getirdi.
Meclisin en aktif ismi olan Ali Şükrü Bey’in ağır eleştirileri hükümeti zor durumda bırakıyordu.
Ali Şükrü Bey; Halifeliğin ve Saltanatın kaldırılmasına şiddetle karşı çıkmış, Dinen haram kılınan içkinin yasaklanması için kanun teklifi vermişti.
Ali Şükrü Bey; 27 Mart 1923 günü ortadan kayboldu. Kaybolduğu iki gün sonra kardeşi Şevket (Doruker) Bey tarafından Başbakan Rauf Orbay’a bildirildi.
Mecliste Lozan’a dair sert tartışmaların yaşandığı bir zamanda Ali Şükrü Bey’in kaybolması, siyasi bir cinayete maruz kaldığı söylentisine sebep oldu.
Kaybolduktan üç gün sonra da cesedi Çankaya Köşkü yakınlarındaki Mühye Köyünde toprağa gömülmüş halde bulundu.
Yapılan soruşturmalar neticesinde Osman Ağa ve adamlarından Mustafa Kaptan’ın cinayetin faili olduğu bilgisine ulaşıldı.
Bunun üzerine Mustafa Kaptan tutuklandı. Mustafa Kaptan, cinayeti Osman Ağa’nın yaptırdığını itiraf etti.
Mustafa Kaptan; Ali Şükrü Bey’i Kuyulu Kahve’de otururken gördüğünü, Osman Ağa’nın ayağındaki kurşunun çıkarıldığını söylediğini ve birlikte yanına gitmeye onu ikna ettiğini belirtti…
Topal Osman’ın Saman Pazarı’ndaki evine götürüldüğünü, Yatakta bulunan Osman Ağa’nın karşısına oturtulan Ali Şükrü Bey’in kahve içtiği sırada arkasından saldırılıp Topal Osman ve sekiz adamı tarafından kementle boğulduğunu itiraf etti.
Topal Osman, bir saldırı geleceği öngörüsüyle köşkten ayrılıp Başbakan Rauf Bey’in dairesine geçmiş olan Mustafa Kemal’i köşkte bulamadı. Topal Osman’ın öfke ile kapıyı kırıp içeri girmesi ve önüne geleni parçalaması olayı tarihe Çankaya Köşkü Baskını olarak geçti.
Topal Osman’ın bu gücü nereden geliyordu?
Topal Osman aslında bir eşkıya idi.
Dosyasında işlenmemiş bir suç kalmamıştı. Dosyasındaki vukuatları şöyle idi;
Ordudan aldığı buğdayları Panço adındaki bir Rum ile birlikte 100 bin liralık sahte bir mazbata ile Giresun Nokta Kumandanlığına satarak halk ve devleti dolandırdı.
Rum ve Müslümanların arazilerini gasp ederek kendi ve akrabaları arasında pay etti.
60 bin lira değerindeki sığır ve koyunu gasp ederek Giresun'a getirip sattı.
Başkasının kente kasaplık hayvan sokmasını da engelleyerek fahiş fiyattan para kazandı, kardeşiyle birlikte hükümetin kentte banka kurmasını engelledi.
Topal Osman, Giresun Belediye Reisi Dizdarzâde Eşref Bey'in sağlık gerekçesiyle görevi iâde etmesi üzerine yasal bir yetkisi olmadan ve kimseye danışmadan kendisini belediye reisi ilan etti.
Savaştan sonra memleketine dönüp Giresun ve Samsun havalisinde Pontus çeteleri ile uğraştı ve bu konuda pek çok başarı elde etti. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra kendisini kimseye danışmadan Giresun belediye başkanı ilan etti.
İstanbul’da kurulan Divan-ı Harp mahkemesi, savaşta işlediği suçlar nedeniyle hemen yakalanması ve İstanbul'a getirilmesine karar verdi.
19 Mayıs 1919'da Osmanlı Devleti'nin ordu müfettişi olarak Samsun'a gelen Mustafa Kemal Paşa'nın görevlerinden birisi, Topal Osman'ı ve çetesini yakalayıp etkisiz hale getirmekti.
Kimi kaynaklara göre Topal Osman, Mustafa Kemal ile 29 Mayıs 1919’da Havza’da gizlice görüştü. Bu tanışıklıktan sonra Mustafa Kemal Topal Osman’ı yanından bir daha ayırmadı.
Eşkıya olan Topal Osman zaman zaman muhalif isimlere uyarılar yaparak onların susturulmasını sağladı.
Dönelim meselemize…
Hakkında tutuklama kararı verilen Topal Osman; kendisini tutuklamaya gelen Muhafız Tabur Komutanı ve askerleriyle Çankaya Köşkü’nde çatışmaya girdi.
Çok sayıda asker hayatını kaybederken, Topal Osman 100 silahlı adamıyla Çankaya’da ‘Papaz’ın Bağı’na sığındı.
Teslim olmayı kabul etmeyen Topal Osman, 1 Nisan'ı 2 Nisan'a bağlayan gece Muhafız Taburu jandarmaları ile kendi adamları arasında yaşanan çatışmada yaralı olarak ele geçirildi.
Çıkan çatışmalarda yaralı olarak ele geçirilmiş ancak Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı Tekçe tarafından başı gövdesinden ayrılmak suretiyle kesilerek öldürüldü.
Yaralı olan Topal Osman’ın kaçma tehlikesi kalmamışken, sorgulanmadan infaz edilmesi pek çok şüpheyi de beraberinde getirdi:
Herkes Topal Osman’ın anlatacaklarını merak ederken, Muhafız Alayı Komutanı bu cinayeti işleme sebebini bile sormadan hemen oracıkta başını kesip temelli susturdu.
Başı kesilen Topal Osman alelacele gömüldü.
Ertesi gün Meclis şaşırtan bir karar verdi.
Hükûmet, olayın failinin Milis Topal Osman Ağa olduğuna hükmetti ve asılmasına karar verdi. Bu konuda da yazılı karar çıkartıldı.
Ancak ortada bir sorun vardı.
Topal Osman çoktan öldürülmüş ve gömülmüştü.
Bu durum anlatılınca; hükümetten, “ Mezarından çıkartıp asın karar böyle” denildi.
Yine bir sıkıntı vardı.
Topal Osman’ın asılmak için başı yerinde değildi…
Hükümet uzun görüşmeden sonra, “Karar verdik. Çaresiz asacağız. O zaman ayaklarından asın” emri verdi.
Mezarından çıkartılan Topal Osman; Ulus Meydanı'nda başı olmadan ayaklarından asıldı.
Kardeşlerinin M.Kemal ’den ricası üzerine Giresun’a nakledildi ve Kurban Dede mezarının yanında Giresun Kalesi’ne defnedildi.
Ölüsü, Atatürk’ün Giresun’u ziyaretinde verdiği emir üzerine 1925 yılında kalenin en yüksek tepesinde yaptırılan anıt mezara nakledildi.
Pek çok masumun kanına giren, sayısız cinayet işleyen ve insanların malına el koyan Topal Osman, korkunç bir ölümle cezasını buldu.
Herkese ders olacak ibretlik bir vaka…
METİN ÖZER/ HABERVİTRİNİ
KAZIM KARABEKİR’İN KİTAPLARI NEDEN YAKILDI?
Cumhuriyet Halk Fırkasını kurduğunda, başka bir partinin olmaması eleştirilere neden oldu.
Bunun üzerine CHP’ye karşı sözde muhalif bir parti kurulmasına karar verildi.
Kazım Karabekir, M.Kemal ’in hem silah arkadaşı hem de yakın arkadaşıydı.
Kazım Paşa yapısı gereği biraz da saftı. Yeni parti için en ideal adamdı.
Kendisi de dine yatkın olan Kazım Karabekir’in başkanlığındaki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kurulur kurulmaz görülmedik bir ilgi gördü.
CHP’nin din düşmanlığına ve zulmüne öfkeli olan halk, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na koştu.
CHP karşıtları bu parti çatısı altında toplandı.
Sadece CHP karşıtları değil, pek çok CHP’li partisinden istifa edip Karabekir’in partisine kaydoldu.
CHP’nin kısa sürede eleman ve itibar kaybı, Mustafa Kemal ve İnönü’yü çileden çıkardı. Mustafa Kemal; sahada değil kâğıt üzerinde muhalif bir parti istemişti.
Beklemediği bir alaka gören Karabekir; partiyi emir ile kurduğunu unutup gerçek bir muhalefet lideri gibi açıklamalar yapmaya başlayınca, ipini de çekmiş oldu.
Mustafa Kemal Paşa, İzmir Valisi Kâzım (Dirik) Bey tarafından gönderilen ve kendisine karşı İzmir'de suikast düzenleneceği bilgisini içeren bir telgraf aldı.
15 Haziran 1926’da gelen bu telgrafta bahsi geçen mektupta adı geçenler teker teker tutuklandı.
Tutuklananlar arasında Kurtuluş Savaşı'nda yer alan; Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Cafer Tayyar Paşa, Bekir Sami Bey, Rüştü Paşa, Refet Paşa ile eski maliye bakanı Cavit Bey de vardı.
Karabekir’e idam kararı çıkacağı gün subaylar mahkemeyi bastı. Uçaklardan ‘Karabekir suçsuzdur’ kâğıtları atıldı ve sonuçta ordunun bastırmasıyla beraat etti.
Beraat etmesine rağmen siyasetten uzaklaştırılarak inzivaya çekilmek zorunda bırakıldı.
Konağında adeta ev hapsine alınan Kurtuluş Savaşı’nın Şark Orduları Komutanı Kazım Karabekir, pek dışarı çıkmıyordu.
Sivil polisler konağının dışında 24 saat gözcülük yapıyor, girenleri çıkanları rapor ediyordu.
Konağında bulunan Karabekir de boş durmuyordu.
Onun bir merakı daha sonra ortaya çıktı.
Kazım Karabekir Paşa, yaşadığı her günü ve olayları günlüğüne not etmişti.
Kitabı basılana kadar günlük tuttuğundan kimsenin haberi olmamıştı. En başta da Mustafa Kemal’in hiç bilgisi yoktu.
1930 yılında yeni cumhuriyetin kuruluşundan öncesini ve sonrasını belgeleriyle anlattığı “İstiklal Harbimiz” kitabı basıldı.
Kitap basıldığı anda Ankara’nın haberi oldu. Henüz mürekkebi bile kurumamıştı.
CHP’nin memurları Kâzım ve Ali Bey gece yarısı kitabı basan matbaanın sahibi Sinan Bey’in evine dayandılar.
“-Sen bir kitap basıyormuşsun.”
“-Evet, ama gizli kapaklı bir şey değil. Kâzım Karabekir’in hatıratı...”
Sinan beyi yaka paça Pangaltı’da Radyoevi karşısındaki 16 numaralı eve götürdüler.
Burası dönemin İstiklal Mahkemesi Reisi “Kel Ali” lakaplı Ali Çetinkaya’nın eviydi.
Mustafa Kemal’in yanından hiç ayrılmayan ve koruması gibi olan Kılıç Ali de oradaydı.
Kılıç Ali Sinan beye basmakta olduğu kitabın, “ Tehlikeli ve muzır” olduğunu söyledi.
Sinan Bey, “Ben okudum, zararlı bir şey görmedim.” diyecek oldu ama sesini kestiler.
Kılıç Ali kızdı: “Sen bilmezsin. Kâzım Karabekir bu kitabı Gazi Paşa’ya karşı yazdı. Biz bu adamı İstiklal Mahkemesi’nde asacaktık, ama Gazi Paşa müsaade etmedi”
İmha işini Sinop Mebusu Recep Zühtü üstlendi. O gece matbaaya gitti.
Kitapları çuvallara, çuvalları da itfaiye aracına yükleyip, Hocapaşa Hamamı’na gittiler.
Hamam sahibi “Bunca kitabı burada yakarsak bizim ızgaralar tıkanır” deyince Topkapı’daki tuğla harmanlarına yöneldiler. 3 bin nüsha kitap orada yakıldı.
Kitabı yakan CHP’liler tam matbaadan çıkacakken; basılan ciltlerin beşer adedini Karabekir’in aldığını öğrendiler.
Haziran’ın 4’ünü 5’ine bağlayan gece, sabahın 4’ünde, 100 polisle Paşa’nın Erenköy’deki köşkünü bastılar.
O günü anlatan Karabekir Paşa’nın kızı Hayat Karabekir şöyle dedi;
-“Sabahleyin çok erken, gürültülerle uyandık, iki kardeş bir odada yatardık. Odadan çıkıp, ne oluyor diye üç katlı evden aşağı inmeye çalıştık. Her katın merdiveni başında iki tane polis var. İnemezsiniz diyor. Sonra annem, ‘gelin çocuklar. Gelin, biz buradayız. Bugün aşağı kata inemezsiniz. Babanın evraklarını almaya gelmişler.’ dedi.
Evin içi polisle dolu. Bir çuvala babamın kitaplarının konulduğunu gördük…
Bir dolap vardı. Gelenler dolap olduğunu anlamazlardı. Babam en son bu dolabı açtı. “Bak evlâdım, burada kitaplar var. Hani bunu görememişsen, onun içine de bak. Mademki her tarafa bakıyordun, bunun içine de bak” dedi.
Galiba 40 çuval kadardı. 40 çuvalı gözümüzün önünde aldılar götürdüler.
Annem, böbrek hastası, yukarı kattaydık. Aşağıda büfede ilâcı kalmıştı onu bile vermediler.
Belgeleri götürmüşler, 5 tane kitabı kalmış babamın. O kitapları ararlarmış. Kitabın kaç tane basıldığını matbaadan öğrenmişler. Onu arıyorlar.
Polis müdürü ısrarla anneme sormuş. Annem bu 5 kitabı kendisinin yaktığını söylemiş.
Polis müdürü, “Bu devirde kitap yakılır mı?” deyince, annem, “Siz hepsini yaktınız, ben de beşini yaktım” dedi.
Hiçbir zaman bulamadılar bu 5 kitabı.”
Yakılan Kitap, saklanabilen birkaç nüsha sayesinde 1951'de ortaya çıktı.
Kitabın yayınlanmaması için açılan davalar sonucunda ancak 1960 yılında basılabildi.
Karabekir´in arşivinde; yakın tarihimize ışık tutacak resmi tarihten çok farklı 39 defter bulundu.
1906-1948 yılları arasında neredeyse günü gününe tutulmuş günlüklerin 1932-1938 yıllarına rastlayan bölümleri, görünmez bir el tarafından yok edildi.
Günlüklerin; yakın tarihi yeniden yazdıracak 6 yıllık bölümünün başına ne geldiği bugünde tam olarak bilinmiyor.
Karabekir Paşa’nın yakılan kitabında; özellikle hilafet tartışmaları ve yeni yönetimin dini kaldırmaya yönelik çalışmalarıyla ilgili çarpıcı bilgilere ve anılara yer verilmişti.
Karabekir Paşa kitabında şöyle yazdı;
"... Ankara’da yeni bir hava esmeye başladı. ’İslâmlık, terakkiye mâni imiş’, ’Halk fırkası lâdini ve lâahlâkî olmalı imiş’ Türkiye, İslâm kaldıkça, Avrupa ve hele İngiltere müstemlekelerinin çoğu İslâm olduğundan, bize düşman kalacaklarmış. Sulh yapmayacaklarmış!"
10 Temmuz 1923 Ankara İstasyonu’ndaki kalem-i mahsus binası.
Mustafa Kemal Paşa: "Dini ve namusu olanlar kazanamaz, fakir kalmaya mahkûmdur. Önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz." (Paşaların kavgası Sayfa : 183/ Kazım Karabekir)
Kâzım Karabekir: "Dinsiz ve ahlâksız bir millete hayat hakkı yoktur. Bu akide, bizi Bolşevikliğe götürür. Halkın asla hoşuna gitmeyecek, benim bile derin bir uçurum olarak gördüğüm bu formülü, zorla halka kabul ettirecek bir idare kurmaya gidiyorsunuz. Böyle yapmayınız. Milli birliğimiz sarsılır."
Karabekir, o yıllarda CHP yönetiminde dini tamamen ortadan kaldırmak isteyen bir ekip bulunduğunu anlattığı bölümde;
- "Ankara İstasyonu’ndaki kalem-i mahsus binasına gitmiştim. Mevcut azadan Tevfik Rüştü Bey ’Ben kanaatimi Meclis kürsüsünden haykırırım, kimseden korkmam’ dedi.
Ne konuştuklarını bilmediğim için sordum: ’Nedir o kanaat?’
Tevfik Rüştü Bey yerine, Mahmut Esat (Bozkurt) cevap verdi: ’İslâmlığın terakkiye mâni olduğu kanaati! İslâm kaldıkça yüzümüze kimsenin bakmayacağı kanaati!’
...Fethi Bey (Okyar) söze karışarak gayet mütehakkim bir eda ile dedi ki: ’Evet Karabekir, Türkler İslâmlığı kabul ettikten sonra böyle geri kaldılar. İslâm kaldıkça da geri kalmaya mahkûmdurlar.’
İşte Karabekir’in cevabı: Paşam... Millet Meclisini tekbirler, salâtlar arasında açtınız. İslâmlığın en yüksek din olduğunu hutbelerle de ilân ettiniz. Şimdi ne yüzle ve ne hakla, bir kanlı maceraya atılacağız!"
Karabekir, o günlerde, Ankara’nın Keçiören semtinde “Kubbeli Köşk” diye bilinen bir küçük köşkte kira ile oturuyordu.
19 Ağustos 1923 günü M. Kemal eşi Lâtife Hanım ve İsmet İnönü bu köşke yemeğe geldiler.
Yemekte tartışma çıktı Tartışma Karabekir ve İsmet İnönü arasındaydı. M. Kemal, tartışmayı sessizce izledi. Her hangi bir müdahalede bulunmadı.
Karabekir o yemeği şöyle anlattı;
İsmet Paşa bir inkılâp hamlesi teklif etti:
— Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bugün bu inkılâbı yapmazsak hiçbir zaman yapamayız.
İlk Fethi Bey grubundan işittiğim bu yeni inkılâp zihniyetini İsmet Paşa da bir çırpıda tamamladı.
Bu üç şahsiyetin üç maddelik programı kulaklarımda tekrarlandı:
1 — İslâmlık terakkiye (Gelişmeye) manidir.
2 — Arap oğlunun yavelerini (Saçma sapan bilgilerini) Türklere öğretmemeli.
3 — Hocaları(Dini anlatan âlimleri) toptan kaldırmalı. (Sayfa 97, 98)
Kazım Karabekir'in başka bir kitabı olan "Paşaların Kavgası" kitabı sayfa 162.
19 Ağustos 1923'te Ankara istasyon binasında yapılan "İslamı Yok Etme" toplantısında, İsmet İnönü şöyle dedi;
- " Elimizde kuvvet varken hocaları ortadan kaldıralım. Bunu yaparsak, Gençliğin kafasını Allah ve peygamber gibi boş laflardan ve kavramlardan kurtarmış olacağız"
Bu İnönü’yü bir de dindar diye bize yutturmaya kalktılar. Yazıklar olsun.
Karabekir; Terakkiperver Cumhuriyet fırkası ve yazdığı kitaplar sayesinde Kurtuluş savaşında birlikte omuz omuza savaştığı silah arkadaşları tarafından dışlandı, adeta kovuldu.
Bir devrim önce kendi evlatlarını yer.
Sonuç: Zalime yardım eden o zalimin zulmüne uğrar…
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
HİLAFETE YARDIM PARASIYLA KURULAN BİRA FABRİKASI
Kurtuluş Savaşı’ndan zafer haberleri geldikçe, Hindistanlı Müslümanlar sokaklara dökülüyor ve toplu olarak dua ediyorlardı. Yollarda şükür kurbanları kesiyorlardı.
O tarihte Pakistan ve Bangladeş devlet olmadıkları için Hindistan çatısı altındaydı. ‘Hindistan Müslümanları’ deyince; Hindistan, Pakistan ve Bangladeş Müslümanları olarak anlayın.
Hindistan Müslümanları bu zaferleri kendi zaferleri gibi görüyordu.
Savaş kazanılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulunca, bayram edip toplu duaya çıktılar.
Kısa bir süre sonra sevinçleri kursaklarında kaldı.
‘İşgalden kurtulsun’ diye yardım paraları gönderip, sabahlara kadar dua ettikleri Hilafetin temelli kaldırılacağına yönelik haberler gelmeye başladı.
Büyük zaferden sonra Başvekil İsmet İnönü İstanbul’u ziyaret ettiğinde, Halife’ye uğrama gereği bile duymadı. Bu dinen de yönetim olarak da nezaketsizlikti…
Bu haber İslam âleminde duyulunca, Hilafetin kaldırılacağına yönelik kaygılar arttı.
Halifeliğin merkezinin şehir değiştireceğine ve Konya’ya taşınacağına (İkdam gazetesi, 9 Teşrin-i sani 1923) dair çıkan haberle başlayan söylentiler, Halifenin istifa edeceği haberleri ile tartışmaların büyümesine sebep oldu.
Tanin Gazetesi 2 Aralık 1923 tarihli neşriyatında İnönü’nün Halifeyi ziyaret etmemesini şu sözlerle eleştirdi;
- Hilafet diye bir müesseseyi tanıyacaksak – ki tanıyoruz- hilafeti memleketimizde alıkoyacaksak – ki koyuyoruz ona layık olduğu derecede hürmet göstermeliyiz. Çünkü tabiidir ki, hilafeti tanımakla ve ona hürmetimizi istinatgâh olarak göstermekle bir menfaat-ı vataniye takip ediyoruz.
İşte bizim Ankara zimamdaranını kabahatli gördüğümüz noktalar korkaklık ve miskinlik ile mantıksızlık ile itham ettiğimiz cihetler bunlardır.
Ya hilafeti istemeyiz diyecekler ve memleketten çıkaracaklar yahut isteriz memlekette lazımdır ve faidelidir diyecekler ve ondan sonra da hiç olmazsa adab-ı muaşeretin icabeti dairesinde hürmet göstereceklerdir. Bundan başka çıkar yol yoktur” (Kaynak: Gamze Yaylagül)
Hilafetin kaldırılma konusu o günlerde Hindistan gazetelerinde bir numaralı mesele olarak manşetlerden düşmüyordu. Her yerde bu konu konuşuluyordu.
Hindistanlı Müslüman önderler İsmet İnönü’ye ithafen yazdıkları mektupta; halifeliğin İslam camiası için öneminden bahsettikten sonra halifeliğin kaldırılmaması için gözdağı verdi.
Bu mektup İnönü’nün eline geçmeden önce Türkiye’deki bazı gazetelerde yayınlandı.
İsmet İnönü’nün direktifi ile mektubu neşreden gazeteciler gözaltına alınıp, İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. ‘Hıyanet-i Vataniye’ kanunu çerçevesinde İngiliz ajanı olup olmadıklarının araştırılması istendi.
Konu Hindistan’daki Ecnebiler ve Şii’ler arasında tartışılmaya başlanınca; Hindistan Sünni birliği şöyle bir açıklama yaptı;
“Türkiye’nin şekli hükümeti meselesi tamimiyle Türk meselesidir ve münhasıran Türk milleti tarafından hal edilmesi lazım ve vaciptir.
Hilafet meselesi ise Sünni mezhebine mensup olan Müslümanlar dünyasını alakadar eder. Milyonlarca Sünni Müslümanlar arasında Hilafet meselesini Türkiye ile bilaitilaf hal ve tavsiyeye muktedir pek çok erbap akıl ve iktidar vardır ki bunlar gayri Sünni Müslümanlardan rey ve nasihat almak lüzumu hissetmezler. Sünni Müslüman dünyası kendi haricinde olanların Hilafet davasını müdafaa etmesini istemez” (İkdam, 11 Kânunuevvel, 1923- Gamze Yaylagül).
Hilafete son veren Kanun 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilerek, halifelik kaldırıldı.
TBMM’deki görüşmenin neticesinde, “Hanedan erkânları hudut haricine çıkarılacak, kadınlardan isteyenler Türkiye dâhilinde kalabilecektir” kararı verildi.
Böylece halife dâhil bütün Osmanlı hanedanı sürgün edildi.
Hilafetin kaldırılıp halifenin sürülmesi Hindistan Müslümanları arasında inanılmaz bir şoka neden oldu. Ülkede resmen matem yaşandı.
Hilafetin kaldırılmasından 10 sene sonra, 1934’de Hindistanlı Müslümanlar ikinci bir şoka daha uğradı...
Hindistanlı Müslümanlar kurtuluş savaşı için 675 bin lira yollamıştı. Bunun 330 bin lirası savaş sırasında harcandı.
Elde kalan 445 bin lira ile ne yapıldı?
1. 250.000 liraya - İş Bankası kuruldu (Dörtte bir hisse)
2. 120.000 liraya – Gazi Orman Çiftliği kuruldu…
3. 65.000 liraya - İş Bankası'ndan Maden T.A.Ş. hisseleri alındı (çiftliklerde kullanıldı)
Cumhuriyet kurulduğunda sadece Osmanlı Bankası vardı.
M.Kemal 26 Ağustos 1924'te yerli bir bankaya ihtiyaç var diyerek, 1 milyon lira sermaye ile İş Bankası'nı kurdu. Bu paranın dörtte birini, yani 250.000 lirasını Atatürk verdi.
Bu para, Hindistan’dan yollanan yardım paralarının bir kısmı idi.
İş Bankası kurulunca, Mustafa Kemal Osmanlı Bankası’nda bulunan yardım paralarının kalanını ve kendi hesabını İş Bankası’na aktardı.
Tam o günlerde beklenmedik bir olay yaşandı.
Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa, İngilizlerin ülkeyi ele geçirmesinden sonra ortada kaldı.
Mısır’a girmesi yasaklandı. Bu yasakla birlikte vatansız ve kimliksiz kaldı.
Türk vatandaşlığına geçmek için başvurdu ancak başvurusu reddedildi.
Kendisi çok zengindi. Beykoz sırtlarındaki Hidiv Kasrı’nın da sahibiydi. Abbas Hilmi Paşa,
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı karşılığı, 900.000 bin lira bağışlayacağını bildirdi.
Mustafa Kemal, Abbas Hilmi Paşa’nın Cumhuriyet Halk Fırkasına 900.000 lira bağışlaması karşılığı Türk Vatandaşlığına kabul etti. (Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hatıralar, C.2,s.686.)
Kısaca parayla Türk vatandaşı oldu. Olmakla kalmadı kendisine pasaport çıkartıldı.
Vatandaşlık için neredeyse bir İş Bankası bağışladı.
Abbas Hilmi Paşa'nın verdiği 900.000 liranın bir kısmı İş Bankası 2 numaralı hesaba yatırıldı. 2 numaralı hesap, Mustafa Kemal’in şahsi hesabıydı.
Bir kısmıyla da CHP adına İş Bankası'ndan hisse senetleri alındı.
Atatürk o zamanki adı Gazi Orman Çiftliği'nde bir bira fabrikası kurdurmaya karar verdi.
O yıllarda tek bir bira fabrikası vardı.
İsviçreli Bomonti kardeşlerin kurduğu Bomanti Bira fabrikası İstanbul’da idi…
Ankara'da üretilecek biranın Türkiye'ye dağıtılması oldukça zahmetli ve masraflı bir işti.
Atatürk, özel kalem müdürü Hasan Ziya Soyak aracılığıyla Danimarkalı uzmanlara meseleyi inceletti.
Uzmanlar, Gazi Orman Çiftliği'nde üretilen biranın fıçılarla İstanbul'a taşınıp Haydarpaşa'da şişelenmesi halinde, Bomonti ‘yle rekabet edeceği raporunu verdi.
Bir sorun daha vardı.
Bomonti Bira Fabrikası'nda Başvekil İsmet Paşa'nın epey yakını olan isimler vardı.
İsmet İnönü'nün eniştesi Kudüslü Abdürrezzak'ı Bomanti Bira Fabrikasının idare meclisindeydi.
Abdürrezzak, Ankara'da kurulacak bira fabrikasının kar etmeyeceğini İsmet İnönü'ye telkin etti. Başvekil İsmet İnönü’de bunları Mustafa Kemal’e anlattı.
Mustafa Kemal bu anlatılanlardan tatmin olmamış olmalı ki kendisi ayrı tahkikat yaptırdı.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak,
“Atatürk beni çiftliğe çağırdı. Bira fabrikasıyla ilgili İsmet İnönü’ye yalan yanlış bilgiler vermekle suçladı. Bende bunun doğru olmadığını İsmet Paşa’nın kendisi bizzat bu işe karşı dedim”
Bu görüşme sırasında Dâhiliye Bakanı Şükrü Kaya’da vardı. O da Mustafa Kemal’in bu görüşmesini Başvekil İnönü’ye aktarınca kıyamet koptu.
İnönü rakı ve şarabı sevmez ama viskiye bayılırdı. Ölçüsüz viski içerdi.
O gün akşam hükümet üyeleri Çankaya Köşküne davetliydi.
İsmet İnönü, bu toplantıya “viskiyi fazla kaçırmış" olarak geldi.
Sofrada bir ara bira fabrikasının durum bahis konusu olur... Ve İsmet İnönü birden alevlenip sarhoş kafayla M.Kemal’e, “Benim söylediklerimi başkalarından tahkike kalkışıyorsun. Etrafında bulunanlar benim aleyhimde tezviratta bulunuyorlar." dedi.
İnönü’nün bu tavrına kızan Mustafa Kemal sabah Hasan Rıza Soyak’ı çağırıp bira fabrikasının derhal faaliyete geçirilmesi emrini verdi.
Bira fabrikası için İş Bankası’ndaki Hindistan Müslümanlarının yardım parasından 120 bin lirayı çekip kendisine teslim etti.
Hindistan Müslümanlarından Hilafetin kurtarılması için 675 bin lira yardım parası gelmişti. Bu yardım parasından Kurtuluş savaşında harcananlardan sonra 445 bin lira kalmıştı.
Bunun 250 bin lirası İş Bankası’nın kuruluşuna harcandı.
120 bin lirası da Bira fabrikasının kuruluşuna gitti. 65 bin lirası ile İş Bankası’ndan maden hissesi alındı.
Sonuçta Müslümanların parasıyla İş Bankası ve Bira fabrikası kuruldu.
Bira Fabrikasıyla ilgili olağanüstü reklamlar yapıldı.
Tekel Bira Fabrikası’nın açılışında, Mustafa Kemal Atatürk Kucağında manevi kızı Ülkü, Arjantin bira bardağıyla bol köpüklü birasını yudumlarken çekilen o ünlü resim o gün ortaya çıktı.
İlk bira fabrikası 1934 yılında ikincisi de 1937 de açıldı.
Helal parayla kurulan haram bira fabrikası bir türlü iflah olmadı.
1937 yılında TEKEL’e devredildi. Ardından da bira üretimi yerine viski üretmeye başladı. O da tutmayınca kapandı.
CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun, “Biz fabrikalar kurduk siz de sattınız” diye övündüğü fabrikalardan biri bu bira fabrikasıydı.
CHP ayıklara değil ayyaşlara çalışır.
Allah şerlerinden korusun.
Türkiye’de her kötülüğün mimarı olan CHP, rüşvetle vatandaşlığın da mucididir.
CHP, Abbas Hilmi Paşa'nın verdiği 900.000 bin lirayla kuruldu.
Mustafa Kemal’in öldüğünde vasiyeti gereği İş Bankası’ndaki 2 nolu hesabı açıldı.
2 numaralı hesabında bulunan; Bir milyon 519 bin 892 lira ile 114.891 adet hisse senedini CHP'nin denetimine ve yönetimine bıraktı.
CHP bugün hala bu parayı yiyor.
CHP’liler şimdi AK Parti hükümetinin Türkiye’ye yatırım yapan yabancılara vatandaşlık vermesini eleştiriyor.
Hatta bunu vatan hainliği sayıyor.
Abbas Hilmi Paşa’yı ne çabuk unuttunuz?
Aynaya bakın da utanın be… Ama nerede sizde utanacak yüz.
VAHDETTİN HAN’IN HACİZLİ NAAŞI BİR AY SALONUN ORTASINDA KALDI
Osmanlı’nın Hıristiyan memleketlerce işgal edilmesi, dünyadaki cümle Müslümanı hüzne boğdu. Özellikle Hilafetin merkezinin işgali, İslam memleketlerini harekete geçirdi.
Osmanlı; Hindistan Müslümanları, Pakistan, Doğu Bangladeş, Singapur, Malezya, Endonezya, Türkistan Hanlıkları, Nijerya ve Kamerun'u hilafetten kendisine bağlamıştı.
Bu kutlu devlet, 64 ülkelik toprağı yüzlerce yıl sorunsuz idare etti.
Dünya Müslümanları bütün umutlarını İslam’ın son bağımsız devleti olan Osmanlıya bağlamıştı. Bunların da başında Hindistan Müslümanları geliyordu.
Hilafetin başkenti İstanbul işgal edilince, Hindistan Müslümanları harekete geçti.
Halifeliğin korunması için İngiltere'ye baskı yapmak üzere Hindistan Hilafet Komitesi ve Hindistan Hilafet Kongresi gibi dernekler kuruldu.
İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinden 10 gün sonra, Londra'da Hintli Müslümanlar ilk protesto mitingini düzenledi.
24 Mart 1921 günü, Hindistan'dan Londra'ya giden bir heyet, İngiltere Başbakanı Lloyd George ile görüşerek İngilizlerin İstanbul'dan çekilmelerini istedi.
Hint Müslümanları, İngilizler üzerindeki baskıyı artırmak için İngiliz mallarını satın almıyorlardı.
Bu sırada Delhi'de gönüllü asker toplayarak, İstanbul’da hilafeti korumak üzere 'Ankara Lejyonu' oluşturdular. Askerler toplanırken Londra’ya mesaj yolladılar;
-Trakya ve İstanbul’u teslim etmezseniz bu Lejyonları İstanbul’a göndeririz.
Bu beklenmedik destek İngilizleri ürküttü. Bu öfke dinmezse o lejyon bize yönelir korkusuyla hilafeti işgalden geri adım attılar.
İngilizleri baskı altına alan Hindistan Müslümanları, Kurtuluş savaşı için kıta genelinde büyük bir yardım kampanyası başlattı.
Katılım inanılmaz oldu. Hintli Müslümanlar ne var neyi yoksa hilafeti kurtarmak için verdi. Erkekler paralarını kadınlar ise bileziklerini yardım için komiteye teslim etti.
Yardım için kurulan Hindistan Hilafet Hareketi’ne adeta para yağdı.
Hint Müslümanları liderlerinden Mevlana Muhammed Ali, bir yardım komitesi kurmuştu.
Komite açtığı yardımları Ankara ve İzmir Sandığı adıyla topladı.
Ankara yardım fonu; askere silah ve mühimmat alımı.
İzmir fonu ise; halka ilaç, yiyecek ve giyecek yardımı içindi.
Kurtuluş savaşı sırasında şanlı ordumuzun bütün silah, mühimmat ve maaşları Hindistan Müslümanlarının parasıyla karşılandı.
Sadece askerler değil halkın; yiyecek, içecek ve ilaç ihtiyaçları yine bu yardımlar sayesinde görüldü.
Türkiye Cumhuriyeti; Kemalist Laiklerin burun kıvırdığı bu Müslüman ülkelerin yardım paraları ve desteğiyle kuruldu.
Laik yazar ve tarihçiler bundan hiç söz etmezler.
Yardım eden Müslüman olunca; dilleri lal, gözleri kör, kulakları sağır olur.
Hindistanlı Müslümanlara ne ‘Allah razı olsun’ dediler, ne de dedirtirler.
Tıpkı Sultan Vahdettin Han’a dedirtmedikleri gibi...
“ Beni temsil ediyor. Onun sözü benim sözümdür” yazısıyla, Mustafa Kemal’i Anadolu’da işgale karşı isyan hareketi başlatmak üzere Samsun’a yollayan Vahdettin Han’dı.
Hanedanın gemisini emrine verip, yanına da 20 bin altın koyan da Vahdettin Han’dı.
Bütün bunlara rağmen bizim Kemalistler, kendisini İngiliz ajanı ve hırsız ilan etti.
Sahtekâr tarihçiler tarih kitaplarında; Vahdettin Han’ın İngiliz ajanı olduğunu ve Cumhuriyet Kurulunca kaçtığını yazdı.
İngiliz işgaline karşı milleti ayaklandırmak için kendisini görevlendirdiğini bizzat Mustafa Kemal açıkladı.
Bu alçakların “kaçtı” dedikleri Vahdettin Han, Cumhuriyet kurulduğunda İstanbul’da idi.
1924 tarihinde kabul edilen yasa ile bütün hanedan ile birlikte zorla sürgüne gönderildi.
“Hırsız” dedikleri Vahdettin Han sürgüne giderken hakkı olan maaşını bile almamış ve beş parasız yola çıkmıştı. Yanına sadece babadan kalma halı ve benzeri eşyaları almıştı.
Giderken isteseydi Yıldız Sarayının hazinelerini de yanına alırdı. Bırakın hazineyi yanına almayı, parmağındaki yüzüğünü çıkartıp masaya koyup gitti.
Vahdettin han kendisine yapılan ithamlara karşılık şöyle dedi;
- Bu yaştan sonra mezarıma padişah yazdırmak hevesinde değilim. Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum. Saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim. Eğer, akılane (Akıllıca), bi-garazane (kin ve garazsız) ve bi-tarafane (tarafsız) devleti idare edecek bir halefim olsaydı ömrümün son zamanına bu büyük yükü Vallahi, billahi ve Tallahi kabul etmezdim. Saltanat tahtı ile teneşir arasında ne kadar mesafe olduğunu bilirim. Bir tarafta taht, diğer tarafta tabut durur.
Zorla sürgüne yollanan Vahdettin Han için kızı, İtalya’nın San Remo kasabasında bahçeli bir ev kiraladı.
Sürgünden 1.5 sene sonra mali sıkıntıya düştü. Yiyecek içecekleri bile borçla almaya başladı.
16 Mayıs 1926’da evinde kalp krizinden vefat etti.
Sultan Vahdeddin, o gece kadınları, hazinedarlarını, odasına toplamış ve geç vakitlere kadar pek tatlı ve neşeli sohbetlere dalmışlardı. Sohbeti en hararetli yerinde kesip;
‘…Haydi, yatsı namazını kılınız da geliniz. Sohbetimize yine devam ederiz’ dedi ve eşi ve kızı namazlarını kılmak üzere çıktılar.
Bu esnada Sultan Vahdeddin, daima yanında bulunan ve hizmetlerine bakan son zevcesi Nevzat Hanım’a seslenerek; ‘…Biraz safram kabarıyor, bana bir tas getir’ dedi.
Nevzat Hanım, leğeni musluğa döküp ve acele ile odaya döndüğü zaman Sultan Vahdeddin’i uzandığı şezlongunda cansız buldu.
Son sultanın çilesi ölünce de bitmedi… Hatta daha da şiddetlendi.
Sultan Vahdeddin’in ölümü üzerine kıymetli evrak ve paralarını muhafaza ettiği küçük çekmecesi açıldığında; içinden on yedi tane çeyrek Osmanlı altını ile taşları sökülmüş bir Hanedan-ı âli Osman nişanı bulundu. Başka bir serveti çıkmadı.
Bu paraları da tabutu ve cenaze masrafları için kullanılmasını vasiyet etmişti.
Vahdeddin Han’ın öldüğünü duyunca kapıya üşüşenlerin alacaklıların başında; mallarının parasını aylardan beri alamamış olan bakkal Steiner ile manav Morini vardı.
Steiner ile Morini’nin alacakları da dâhil olmak üzere bütün esnafa borç 60 bin liretti. Onların hemen arkasından icra memurları göründü.
Yerlerdeki İstanbul’dan getirilmiş halılardan bütün öteki eşyalara ve ev halkının şahsî mallarına kadar Manolya Villasında ne varsa her şey açık arttırma ile satılmak üzere haciz kapsamına kondu ve odalar mühürlendi.
Haciz yapılırken eşi görülmedik bir hadise yaşandı.
Vahdeddin Han’ın cenazesinin bulunduğu tabut, büyük salona indirildi. Salondaki eşyalarla beraber cenaze de haczedildi… Villa mühürlenip giriş çıkış yasaklandı.
1926’da bir sterlin 150 İtalyan liretiydi.
Vahdettin Han, bu hesapla yaklaşık 1000 sterlin borçlanmıştı.
Bugünün rakamıyla 20.600 lira.
3 kıtaya hâkim olmuş Osmanlı’nın son Sultanının Naaşı, 20 bin lira bulanamadığı için haczedildi. Haczedilmekle kalmadı, cesedi tabutta esir kaldı.
Yakınları Vahdettin Han’ın tabutunun odanın ortasında kaldığını Türk Büyükelçisine söyledi. Onlarda Türkiye’ye ilettiler ama Ankara ret cevabı verdi.
Bir baloda 1.300 şişe şampanya ve 4-5 bin şişe viskiye servet harcayan CHP’li İsmet İnönü, son Osmanlı padişahı için bir kuruş vermedi.
Padişahının cesedi parasızlıktan bir ay o evin ortasındaki tabutta yattı ve koktu.
Kızı ve damadı bir ay içerisinde oradan buradan borç alarak tabutu evden çıkartabildi. Vasiyeti olan Selahattin-i Eyyubi Camiinin bahçesine gömülmesi de, Türkiye tarafından kabul görmedi. Dirisini sürdükleri padişahın ölüsünü bile kabul etmediler.
İşte bu nedenle CHP’nin zulmü, bu memlekete zulmet olarak çöktü. Hala da temizlenmedi.
Çaresiz kalan ailesi, naaşını 15 Haziran 1926’da bir gemiyle Beyrut’a götürdü.
Bir ay tabutta bekleyen Vahdettin Han’ın naaşı tabutunda kokmuştu. Gemi kokudan dolayı tabutu açık havada tuttu. Tabut yağmur ve dalga yiyerek Lübnan’a geldi.
Lübnan’dan trenle Şam’a götürüldü.
Vahdettin Han Vefatından tam 47 gün sonra, 3 Temmuz 1926’da Suriye Şam’da Yavuz Selim Camii’nin bahçesine gömüldü…
Bu dünyaya çileli gelip çileli giden Vahdettin Han’dan geriye söylediği şu sözler kaldı; “…Ben anlaşılmayı tarihçilere bıraktım. Memleketin parçalanmasına engel olamadıysam da, tüm kötülükleri üzerime çekerek ve Ankara’ya zaman kazandırarak bir nevi paratoner vazifesi gördüm.
Kemalist/ Laik tarihçiler, bu çilekeş sultanı; Vatan haini, İngiliz ajanı ve hırsız diye yaftaladı.
Tarih kitaplarına, “Cumhuriyet kurulunca ajanı olduğu İngilizlere kaçtı” iftirasını yerleştirdi.
Halen de pek çok kişi Vahdettin Han’ın kaçtığını sanır. Bunlar sahtekâr tarihçilerin yalanıydı.
Allah sizin belanızı versin…
Neyse konumuza dönelim…
Hilafet komitesi tarafından toplanan paraların Türkiye’ye gönderilmesinin nedeni hilafetin kurtarılmasıydı.
Hindistan Hilafet Komitesi; 26 Aralık 1921’den 12 Ağustos 1922 tarihine kadar toplam 675 bin 494 Türk Lirası ve 156 bin İngiliz sterlini Ankara’ya gönderdi. (Bu 156.000 sterlin daha sonra buhar oldu. Hiçbir yerde kaydı geçmedi.)
Bu paralar Mustafa Kemal’in emri ile Osmanlı Bankasında muhafaza edildi.
675 bin lira korkunç bir miktardı. Büyük bir bankayı satın alabilecek bir miktardı.
Hindistan’dan gelen yardım paraları Cumhurbaşkanlığı arşivinde şöyle yer alıyor;
-Hindistan Müslümanları, Milli Mücadele'ye destek olmak için 14 seferde toplam 675.000 lira yolladı. Büyük Taarruz öncesinde ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için bu paranın 500.000 lirasını Milli Savunma Bakanlığı'na verildi.
500 bin liranın bir kısmı Büyük Taarruzdan önce askerin birikmiş maaşları ve birliklerin mühimmatları için harcandı.
Büyük Zafer'den sonra 500.000 liranın kullanılmayan 380.000 lirası Atatürk’e iade edildi.
Mustafa Kemal, gelen paranın 110 bin lirasını, Ankara hükümeti için harcadı.
Milli Mücadele sonrasında Atatürk'ün elinde; 380.000+65.000=445.000 lira kaldı.
(Cumhurbaşkanlığı Arşivi, A.III-10-a, Dos.44, F.47, F.10-23, Türk İstiklal Harbi, İdari Faaliyetler, C.VII, s. 175.)
METİN ÖZER /HABERVİTRİNİ
.
M.KEMAL VE İNÖNÜ ARASINDA SARHOŞ KAVGASI
M.KEMAL VE İNÖNÜ ARASINDA SARHOŞ KAVGASI
Yalancı tarihçiler M. Kemal ile İnönü’yü, “Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi” diye yutturdu.
Bırakın birlikte yemeyi, İnönü M.Kemal ’in ünlü içki sofrasına bile nadiren çağrılırdı.
Hemfikir oldukları iki mesele vardı…
Birincisi; Osmanlı’nın yıkılıp hilafetin kaldırılması.
İkincisi; Dinin yok edilmesiydi.
Bunun dışındaki hemen hemen bütün konularda ters düştüler.
Başvekil İsmet İnönü 1936'da Faşizmi incelemek üzere İtalya'ya CHP Katib-i Umumisi (Genel sekreteri) Recep Peker'i gönderdi.
Recep Peker dönüşünde bir rapor yazarak faşizmi övdü ve bir "Faşist Konsey" kurulması gerektiğini yazdı.
Başvekil İnönü Faşist Konsey kurulmasına yönelik kanun hükmündeki kararnameyi imzalayıp, onay için Çankaya Köşkü’ne yolladı.
Riyâset-i Cumhur Kâtib-i Umûmisi (Cumhurbaşkanlığı özel kalem müdürü) Hasan Rıza Bey, yazdığı kitabında bu kararnamenin gelişini ve sonrasını şöyle anlattı;
- ”… Bir akşamüstü elime geçen bu evrakı biraz karıştırdıktan sonra, Atatürk’e götürdüm. Kısaca bizzat Başvekil tarafından verildiğini arz ettim. Misafirleriyle beraber, sofraya oturmak üzereydi, ”Kütüphanede masamın üstüne bırak sonra okurum’ buyurdu.
Ertesi sabah yanına gittiğimde çok sinirliydi. Beni görünce azarlar gibi sordu;
‘- …Bu zorbalar kimlerdir, onları kim seçecek?’
Şaşırmıştım, kekeledim, ‘ … Hangi zorbalar Paşam?’,
Bu kez daha sert ve yüksek sesle, ‘Sen, dün akşamüstü bana getirdiğin kâğıtları okumadın mı?’ dedi.
İnönü’nün Faşist Konsey kurma kararnamesi M. Kemal’i çileden çıkartmıştı.
Öfkelendiği bu olay üzerine alelacele İsmet Paşa ile Recep Bey ‘i Çankaya ‘ya çağırdı… Bir saatlik görüşmeden sonra kararnameyi Başvekile iade etti.
Bu olay basının kulağına gitti.
M.Kemal gazetecilere bilgiyi verdi;
- Başvekil (Başbakan) hazretleri anlaşılan yorgunluktan, önüne gelen raporları okumadan imzalıyor!
İnönü gazetelere yapılan açıklamaya çok bozuldu.
Kararnamenin iadesinden çok kendisine reva görülen duruma bozuldu.
Bakanlar Kurulu toplantısında bütün bakanların önünde çok istediği ‘Faşist Konseyi’ni Atatürk’ün incelemeden haksız olarak iptal ettiğini anlatıp, "Bu memleket sarhoş sofralarından mı idare edilecek?" deyiverdi.
Bazı bakanlar bu sözü anında Mustafa Kemal’e ulaştırdı.
İnönü’yü çağıran Mustafa Kemal ona hitaben;
"Ben sarhoşsam seni bu mevkilere getirenin de bir sarhoş olduğunu unutuyorsun!"
Uzun bir süredir Çankaya köşkünde hemen her gece sofra kuran Mustafa Kemal, bu sofrada içki içtiğini de zaten saklamıyordu.
Mustafa Kemal’in sofra arkadaşlarından bazıları şunlardı;
Falih Rıfkı Atay (Başyazar), Hakkı Tarık Us (Vakit Gazetesi Başyazarı) , Recep Peker (Halk Partisi Genel Sekreteri ), Şükrü Saraçoğlu (İnönü zamanında Başbakanlık yapmıştır), Şükrü Kaya (İçişleri Bakanı), Tevfik Rüştü Aras (Dışişleri bakanı), Atatürk’ün Selanik’ten beri arkadaşı, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Ali Kılıç, Yunus Nadi, Salih Bozok (Başyaver) ve Atatürk’ün Selanik’ten arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu…
Akşamın erken saatlerinde başlayan sofra sohbetleri, gece yarısından çok sonralara ve bazen sabaha kadar sürerdi. Sofrasına hiç kimse davetsiz gelemezdi.
M.Kemal; sofrayı, sohbeti, içmeyi severdi.
İçkiye, özellikle de rakıya düşkünlüğünü kimseden saklamadı.
Sarayburnu gazinosunda, “Milletinin şerefine” içiyorum deyip şöyle devam etti;
- ‘Bana içki içiyor’ diyorlar. İçerim. Gençliğimden beri içerim. (Aydemir, C. 3, s. 480-481)
Bu sofrada bulunanlara; “Zevat-ı muteda” yani her zamanki kişiler deniliyordu.
O günlerde büyük bir skandal patladı.
M. Kemal’in sofrasının değişmez içkisi olan rakı, genellikle Galata’daki ‘Dimitrakopulo Biraderler ‘den alınırdı.
Üç yıldız düz rakı, yani anasonsuz rakı olan Duziko tercih edilirdi. Önceleri şişelenmiş şekilde ama okka ile satılırdı. Nihayetinde kilo ile satılmaya başlandı.
Dimitrakopulo kardeşlerden Çankaya Köşkü’ne sandık sandık içki taşınırdı.
İstanbul’dan Ankara’ya gidecek olan içkiler, özenle sandıklara konur ve trenle yollanırdı.
İçkilerin başına yolda bir şey gelmemesi için sandıklarının başına bir de polis verilirdi.
İlk başlarda ödemeler aksamadan yapılıyordu.
Alımlar artıp miktar çoğalınca, ödemeler de aksamaya başladı.
27 Nisan ve 11 Haziran 1933’te on sandık müskirat (içki) alındı ancak 568 liralık fatura bir ay boyunca ödenmedi.
Dimitrakopulo Biraderler, 13 Temmuz’da o sırada Dolmabahçe Sarayı’nda bulunan Hasan Rıza Bey’e; “Beyefendi, Mümkünse alacağımız olan 568 liranın tesviyesini (ödenmesini) rica ederim” deyip, nazik bir üslupla alacağını istedi.
568 lirayı o yıllarda bir servetti.
Haziran’da çekilen bu telgrafa rağmen bir ay boyunca bu içki borcu ödenmedi.
Dimitrakopulo bu kez yeni bir telgraf çekerek; “Hasan Rıza Bey, bugünlerde elimiz çok dardadır” diyerek sabırlarının tükenmekte olduğunu bildirdi.
Devletin düştüğü duruma bakın…
Tabi bu telgraflar fısıltı gazetesiyle anında kulaktan kulağa yayıldı ve bir anda Türkiye’nin en çok konuşulan konusu haline geldi.
Şimdi size o yıllarda Köşkteki sofralarda tüketilen içkilerin dökümünü vereyim. Böylece halkın neden bu konuyu konuştuğunu daha iyi anlarsınız.
Gazeteci Murat Bardakçı, “Atatürk’ün mutfağı” isimli bir kitap yazmak için Cumhurbaşkanlığına başvurdu.
Uzun uğraşlar sonucunda kitabı için sınırlı bir bölümü incelemek üzere özel izin koparttı.
Araştırmacılara kapalı olan, “Cumhurbaşkanlığı Atatürk Arşivi’nden elde ettiği belgelerin sadece bir kısmını kullanarak ‘Atatürk’ün mutfağı” isimli kitabını yazdı.
Bardakçının kitabının; 138,140, 161 ve 174’ncü sayfalarında Köşke alınan içkileri, miktarlarını ve fiyatlarını tek tek yazmış.
Ortaya rakamlar şaşkına çevirecek türden.
Şubat 1932 senesinin ilk haftasına ait bir liste:
2 Şubat: 18 şişe bira, 6 şişe rakı, 2 şişe şarap.
3 Şubat: 1 şişe rakı, 5,5 kilo rakı, 6 şişe bira.
4 Şubat: 2 şişe rakı, 18,5 kilo rakı, 7 şişe bira, 1 şişe konyak.
5 Şubat: 12 şişe bira, 2 şişe rakı, 12 şişe rakı (listede ayrı ayrı yazılı), 1 şişe konyak.
6 Şubat: 4 şişe bira, 16 şişe rakı, 10 şişe rakı.
7 Şubat: 3 şişe bira, 2 şişe rakı, 10 şişe rakı.
1 haftada toplam; 50 şişe bira, 85 şişe rakı, 2 şişe konyak, 2 şişe şarap.
29 Ocak ile 4 Haziran 1933 arasında
7787 lira 61 kuruş tutarında şampanya ve viski alındığı, CHP’ye gönderilen 133 sandık şampanya ile 4 sandık viski ve İsmet İnönü’ye yollanan 12 sandık şampanya ile 5 sandık viskiye 5547 lira 24 kuruş verildiği kayıtlıdır.
1934 Temmuz’u ile Kasım’ı arasında
Şampanya, viski ve rakıya Özel Kalem’in 3141 lira 54 kuruş, aynı senenin Eylül’ünde de CHP için alınan 83 sandık şampanya ile 4 sandık viskiye de 3394 lira 44 kuruş ödendiği kayıtlıdır.
27 Mart 1935’te 157 liralık viski alınmış.5 Ekim 1935’te, Dışişleri’ne gönderilen 2 sandık şampanya ile 1 sandık viskiye 117 lira ödenmiştir.
Fikir sahibi olmanız için şu bilgileri de verelim.
O tarihlerde düz memurlar aylık 25 lira, amiri 30 lira civarında maaş alıyordu.
Yaklaşık sekiz bin lira içki parası 200 memur maaşına denk geliyordu.
Çankaya, Reisicumhur ’un (M. Kemal’in) şahsı için Tekel’e her sene için 100 sandık şampanya ile 100 sandık viski getirtiyordu.
İnhisarlar Umum Müdürü (Tekel müdürü) 10 Ekim 1935’te Çankaya’nın özel kalemine gönderdiği yazıda; Cumhurbaşkanlığı’nın talimatı ile 100 sandık Cordon Rouge şampanya ile 100 sandık siyah etiketli Johnny Walker marka viski getirildiğini hatırlatıyor.
Bunların çoğu talep üzerine Ankara’ya gönderildikleri için ellerinde 14 sandık şampanya ile 3 sandık viski kaldığını söylüyor ve bir sonraki sene ne kadar şampanya ile viskiye ihtiyaç duyulacağının bildirilmesini rica ediyor.
Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Bey ertesi gün verdiği cevapta Atatürk’ün şahsı için bir sonraki sene de aynı marka şampanya ile viskiden yine 100’er sandık getirtilmesini istedi.
Diğer belgede; Konya Milletvekili ve CHP’nin Muhasip Üyesi Kazım Hüsnü Bey, M. Kemal’in Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Bey’den, verilecek 10. Yıl Balosu için Tekel’den 1.300 şişe şampanya ve 4 sandık viski teminini rica etti.
1937 yılında bu millet ekmeğe muhtaç iken, CHP 1.300 şişe şampanya ile balo yapıyor.
İşte bunların halkçılığı böyle bir yalandır.
CHP’nin halkçılığı, söğüşledikleri halkın parasıyla ziftlenmek için bir maskedir.
Dün böyleydi, bugün de böyledir ve yarın da böyle olacaktır.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
MASONLARLA MEYDAN SAVAŞI
Mustafa Kemal’in masonlara düşman kesilmesi elbette bir sebebe dayanıyordu.
Masonları bitirmek için savaş gibi strateji geliştirdi.
Kendisi geride kalıp en yakını isimlerini sahaya sürdü.
Mahmut Esat Bozkurt ve dönemin CHP Genel sekreteri parti genel sekreteri Recep Peker, masonlarla savaşta cephenin en önündeydi.
Bu savaşta bir isim hiç ortada görünmedi.
O isim de Başvekil İsmet İnönü idi.
Her olayda başrolde yer alan İnönü, konu masonlar olunca topa girmedi.
İşin sırrı da buradaydı.
Mustafa Kemal, kökü dışarıda olan masonların kendi yerine İnönü’yü hazırladığına inanıyordu.
Masonlar; aşırı sert ve diktatör kabul ettikleri Atatürk’ün yerine, daha ılımlı ve uzlaşılabilir İnönü’yü kendilerine yakın görüyorlardı.
Kemalistlerin masonlarla savaşı çeşitli mecralarda 1935 yılına kadar devam etti.
Masonlar 1932 yılında Mustafa Kemal ve Kemalist hükümete karşı resmen gövde gösterisi yaptı.
İstanbul’da uluslararası masonik genel kurulu topladılar. Diğer adıyla konvan toplandı.
Bunun için farklı ülkelerin mason üstatları İstanbul’a geldi.
Bunlar Osmanlı’yı içeriden dışarıdan yıkan ekipti.
Masonların hâkim olduğu gazeteler bu toplantıları ballandıra ballandıra anlatıp, masonların nasıl birer iyi insan olduklarını yazdı.
Bununla da yetinmediler.
Şehir hatları vapurunu kiralayıp, vapurun her yanına dev masonluk işaretleri ve resimler koyarak toplantıya katılanlara boğaz turu yaptırdılar.
Kemalistlerle savaşta büyük darbe alan masonlar; Büyük Üstatları Mim Kemal Öke önderliğinde son bir gayretle Mustafa Kemal’i iknaya gitti.
1935 yılındaki ziyarette Mustafa Kemal’e Meşrik-i Azam olup bütün masonların başına geçmesini teklif ettiler.
Mim Kemal Reis-i Cumhur'a hitaben şöyle dedi:
- Efendimiz biz zaten maiyet-i devletindeyiz fakat siz Meşrik-i Azam'ımız (Mason Mahfillerinde ve Localarında En Üst Rütbeli Kişi.) olursanız, bir pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız.
Reis-i Cumhur Mustafa Kemal: "Peki, bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra... Siz Avrupa'da hangi locaya bağlısınız ve Üstadınızın ismi nedir?” diye sordu.
Mim Kemal Öke bu soruya; "Biz Cenova'ya tabiyiz ve Reisimiz Barca Mişon cenaplarıdır." dedi. Bunun üzerine Mustafa Kemal onlara hitaben: "Haydi defolun buradan cehennem olun gidin. Yahudi uşakları!.. Bu gece sabaha kadar Türkiye'deki bütün locaları kapatmadığınız takdirde, yarın teşkil edeceğim, Divan'ı Harb-i Örfi'ye hepinizi verir ve astırırım. Haydi defolun karşımdan." diyerek onları kovdu. (İbrahim Arvas, tarihi hakikatler, s.71-72)
Büyük mason Üstadı Mim Kemal Öke önce Mustafa Kemal’in sonra da İnönü’nün özel doktoruydu.
Mustafa Kemal’in mason düşmanlığı onların inanç ve Yahudi bağlantısıyla ilgili değildi.
Masonların kendisine karşı bir darbe yapacağına inanıyordu.
3 sene sonra da korktuğu başına geldi.
1938 yılında şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti ve İnönü Reis’i Cumhur olarak devletin başına geçti.
İşin bu yönünü diğer yazıya bırakıp devam edelim.
Atatürk’ten ağır hakaretler işiterek kovulan masonlar, o gece yıldırım hızıyla durumu İzmir, İstanbul ve Adana’daki localara haber verdi.
Sabah olmadan Türkiye’deki bütün localara sözde kapanma kararları aldırdılar. Kapanma belgelerini de daha kahvaltı sofrasından kalkmayan Atatürk’ün önüne koyup, asılmaktan kurtuldular.
Kapatma ile ilgili karar, şu ifadenin yer aldığı, 12 Ekim 1935 tarihli, tek cümlelik bir genelge tüm localara gönderildi;
- İlgili orundan (Makamdan) aldığımız buyruk üzerine cemiyetimizin toplantıları yeni bir buyruğa kadar tatil edilmiştir.
Mustafa Kemal’in emri ile mason derneklerini kapatmak için uzun süredir uğraşan CHP sekreteri Recep Peker, meclis kürsüsüne çıkıp şu müjdeyi verdi;
- Arkadaşlar! Bu günden itibaren Türkiye’de masonluk kalmamıştır… Bütün localar kapanmıştır.
Bu sözler üzerine meclis salonunda bir kıyamettir koptu. Alkışlar sevinç çığlıkları ve “Kahrolsun Yahudi Uşaklar” nidaları ile ortalık inledi.
İşin acı tarafına bakın ki, o alkış tufanını yapan CHP milletvekillerinin tamamına yakını masondu.
Yaptıkları alkış, attıkları naralarda takiyye idi.
Tıpkı mason derneklerinin kapatılması gibi…
Masonlar derneklerini asla kapatmadılar. Onlar kendi tabiri ile uykuya yattılar.
Toprağın üzerinden toprağın altına indiler.
Mason derneklerinin büyük kısmı gizli gizli faaliyetlerini hiç ara vermeden sürdürdü.
Uykuya yatış kararı, kendisi de bir mason olan dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın çağrısı üzerine yapılan toplantıda alındı.
O toplantıya; Süprem Konsey Başkanı (Grand Komandör) İsmail Hurşit, dönemin Mason Büyük Üstadı İstanbul Emlak Bankası direktörü Muhittin Omay, Fuat Süreyya Paşa, Mustafa Hakkı Nalçacı ve Muhip Nihat Kuran Ankara’ya geldi.
Ankara’da bulunan masonlardan; Danıştay Başkanı Reşat Mimaroğlu, CHP Milletvekili Rasim Ferit ve Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın da katılımıyla bir toplantı yaptılar.
O toplantıda; devlet kendilerini kapatmadan, mason derneklerinin uykuya yatırılması kararı aldılar.
Mason Locaları kısa süre içinde birer birer uykuya yattı.
Bu şeytani bir hamleydi.
Aldıkları bir başka karar da mal varlıklarının CHP’nin Halkevlerine bağışlanmasıydı.
Halkevlerinin açılmasında adı geçen tanıdık isim, Mason İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ydı.
Uyanık masonlar aslında mallarını bir yere bağışlamıştı. Mallarına göz kulak olması için Halkevlerinin başındaki mason Şükrü Kaya’ya emanet etmişti.
1934 yılına gelindiğinde Halkevlerinin sayısı 103’e çıktı. Üye sayısı 55 bini bulan Halkevlerinde, bu süre içinde 2 milyona yakın kişi “eğitim” den geçirilmişti.
Halkevlerinde eğitime alınanlar dine ve Osmanlı’ya düşman olarak yetiştiriliyordu.
Bu eğitimler; dinsizlik üzerineydi ve eğitime alınan millete laiklik dersleri veriliyordu.
İslam dininin ilerlemeye engel olduğu anlatılıp; batılı yaşam tarzı övülüyor, İçki ve zina teşvik ediliyordu.
İşte bugünün din düşmanı beton kafalı dinsiz laikleri, buradan yetişenler ve onların çocuklarıdır.
CHP’nin seçmen ve yönetici olan kemik kadrosu da bunlardır.
Başörtülü kadınlara saldıran, okulda namaz kılan öğrencilere höyküren, Kuran-ı Kerim okuyan devlet adamlarına saydıran ve Allah diyene çemkiren de bunlar.
Aranızda konuşurken; “Kim bunlar. Bunların dini imanı yok mu?” dediğiniz kişiler var ya, işte onlar da bu tezgâhtan standart ürün olarak çıkartılanlardır.
Zinayı aşk, fuhuşu eğlence gösteren, kendini teşhir edenleri cesur ilan eden de bunlar.
1935 yılında Atatürk'ün 'kökü dışarıda' olduğu gerekçesiyle kapattığı cemiyet, tüm mal varlığını CHP'ye devrederek (halkevleri) kendini gizledi.
Masonluk, sonuçta yasal kurulmuş bir dernekti, yasal bir derneğin de yasal bir süreç ile kapatılması gerekirdi.
Yasal bir süreç işletilmesine fırsat vermeyen Masonlar, kendilerini yerin altına attı.
Bu durum da karmaşaya sebep oldu.
Bu muğlaklıkta yeniden açılmalarını kolaylaştırdı.
Mustafa Kemal’in baskısıyla yeraltına inen mason dernekleri, CHP Genel Başkanı mason İsmet İnönü tarafından 1945'de yeniden açıldı.
Mason derneklerinin yeniden faaliyete geçmesi, Adnan Menderes’in Demokrat Partisi’nin önemli isimlerini rahatsız etti.
Bunlardan birisi de DP Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaşı idi.
Gazi Yiğitbaşı 1951 yılında cevaplaması isteğiyle dönemin İçişleri Bakanı Halil Özyürek’e ( Özyürek’te önde gelen masonlardandı) şu soruyu sordu;
- Mason cemiyetinin ifşa edilen bazı sırlarına göre; Allah, din, mukaddesat tanımadığı gibi, millet içerisinde de çeşitli sınıf imtiyazları oluşturduğu anlaşılmaktadır.
Beynelmilelci (Uluslararası), gizli, zararlı ve kökü dışarıda olduğundan dolayı evvelce Atatürk tarafından kapatılmış olan Masonluk cemiyetinin Halk Partisi Hükümetleri zamanında yeniden açılmasına neden izin edilmiştir.
Mason olan Özyürek şöyle cevap verdi;
-Arz ettiğim bu bilgiler dışında kökünün dışarıda olduğu, gizli ve zararlı Beynelmilelci bir cemiyet bulunduğu hakkında malûmat mevcut olmadığı gibi, Atatürk tarafından kapatıldığı hakkında bir kayıt yoktur. Yalnız evvelce arz ettiğim gibi üyelerinden birisi tarafından 1935 senesinde faaliyetinin tatil edildiğinden başka da bir bilgi bulunmamaktadır.
Bazı bakanların mason oldukları ve başkalarını mason olmaya tahrik ve teşvik ettikleri hakkında bir bilgimiz de yoktur.
Nerede olursa olsun bir Mason Cemiyetinin mutlaka ve behemehâl kökü hariçte olan bir merkeze bağlı olduğunu da bilmiyoruz.
Biz bunu mücerret bir cemiyet olarak tanıyoruz.
Bir mason, masonluğu ancak bu şekilde savunur.
Mustafa Kemal; mason derneklerini kapatarak, yurt dışındaki güçlerin hükümet üzerindeki ellerini kesmek istemişti.
Uykuya yatan masonlar; ellerini ve parmaklarını değil sadece tırnaklarını kesti.
İnönü’nün sayesinde kestikleri tırnaklarını bileyerek yer altından yer üstüne çıktılar.
O hışımla da FETÖ darbesi de dâhil bütün darbelerde perde arkasında aktif rol alıp, keskinleştirdikleri tırnaklarını bu ülkenin milliyetçi muhafazakârlarına geçirdiler.
İşin acı tarafı da şu ki;
Dine ve millete zulümleri; düşmanı oldukları Atatürk’ün Kemalizm maskesiyle yaptılar.
.
CHP’NİN MASONLARI
Cumhuriyet hükümetinin Sabetay – Mason ittifakı, kısa süre sonra çatırdamaya başladı.
Masonların ve Sabetayların CHP ve bürokraside köşe başlarını tutması, hem parti içerisinde hem de devlette rahatsızlıklara yol açtı.
Masonlarla bir kavga çıkması beklenirken, ilk kavga Sabetaylarla çıktı.
Bir Sabetay olan Karakaşzade Rüştü, kendi topluluğu Sabetay dönmelerinin içerisindeki bir grubun bu ülkeye düşman olduklarını devletine ihbar etti. Atatürk’e ve TBMM’ye mektup yazıp, “İçimizde bir grup bir türlü Türkiye ve Türklerle asimile olmuyor. Onlar yaşadıkları ülkede kendi nizamlarını kurmak istiyorlar. Onların Türklere asimilesi sağlanmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde bu kesim Türk milletinin başına bela olacaktır.” dedi.
Bugün yaşadıklarımıza bakarak; Karakaşzade ’nin bu ihbarında ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı.
Karakaşzade Rüştü’nün ihbar mektubuyla birlikte, gazetelerde Sabetaylarla Sabetay olmayanlar arasında karşılıklı hakaretlere varan yazılar çıkmaya başladı.
İş dallanıp budaklanınca, M.Kemal iki tarafa da haber gönderip İstiklal Mahkemesi tehdidiyle kavgayı noktaladı.
1925 yılından itibaren bu kez Masonluğa karşı tepkiler yükselmeye başladı.
Bu tepkiler dini açıdan gelen tepkiler değil, devletin ve iktidarın gücünü paylaşma tepkileriydi…
Masonlarla savaşı, M.Kemal ’in yakın adamlarından Mahmut Esat Bozkurt başlattı.
Kim bu Mahmut Esat Bozkurt?
1911 yılında İstanbul Hukuk Mektebini bitirdi, İsviçre’de (Lozan ve Freiburg Üniversiteleri) “Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi” üzerine verdiği tezle Hukuk Doktoru unvanını kazandı.
Mahmut Esat, dönemin adliye bakanıdır.
Laik hukuk sisteminin ve Medeni kanunun mimarıdır. Bugün yürürlükte olan pek çok yasa onun elinden çıkmıştır.
1926 yılında Ege denizinde Türk gemisi “Bozkurt” ile Fransız gemisi “Lotus ”un çarpışmalarının Adalet Divanında görülen davasında Türk tarafını temsil etti.
Yaptığı savunma sonucunda davayı kazandı. Bu nedenle, daha sonra, Bozkurt soyadını aldı.
30 Kasım 1925’te kabul edilen yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı.
Mahmut Esat, o dönemde kapatılmaya uğraşılan tekke ve zaviyelerle birlikte Mason derneklerini de kapattırmak için çaba harcıyordu.
Bu derneklerin, tekke ve zaviyeleri kapatan kanun kapsamında olmasını istiyordu.
Fevzi Çakmak, Şükrü Saraçoğlu ve Recep Peker’de kendisine tam destek verdi.
Bu ekibe karşı masonlar da mecliste son derece güçlü ve etkiliydi. Zira CHP’nin ağır toplarının büyük bir kısmı masondu.
Cumhuriyetten hemen sonra, CHP milletvekillerinin tamamına yakını mason olmak için başvurmuştu.
O kadar çok talep gelince: Masonlar ileride Başbakan veya bakan olma ihtimalini görmedikleri milletvekillerinin başvurularını geri çevirmeye başladı.
Masonlar; Mahmut Esat’ın mason olmak için başvuruda bulunduğunu ancak bunun kabul edilmediğini açıkladı ve ardından şu bilgiyi verdi;
- Mahmut Esat Bey masonluğa kabul edilmemesi kararına tepki göstererek; İzmir’de içkili olduğu bir akşam, Loca binasına tabancası ile ateş etti.
Vaka polis tarafından kapatıldı ama kendisi masonluk aleyhinde gazetelerde savaş başlattı.
Aynı yıl Atatürk’ün de hazır bulunduğu bir meclis oturumunda Mahmut Esat Bozkurt söz alarak mason localarının kapatılması talebini çok ağır ifadelerle ortaya koydu.
Esad Bozkurt’un masonlara saldırısı, Mustafa Kemal’in talimatıyla bir vazifeye dönüştü.
Mustafa Kemal mason derneklerinin kapatılması için Esat Bozkurt’u sahaya sürdü.
O yıllarda Masonların büyük üstatları CHP milletvekilleriydi.
Mason üstadı olan CHP’li bu milletvekilleri, Meclis’teki diğer mason vekiller tarafından büyük saygı görüyordu.
Bir dedikleri iki edilmiyor, istedikleri kanunları gündeme getiriyorlardı.
Mason CHP milletvekilleri, hükümetten çok bu üstatlarının sözünü dinliyordu.
CHP’de hiyerarşi tamamen bozulmuştu.
Atatürk elindeki gücü, başka bir gücün ele geçirmesinden veya kullanmasından uzun zamandır rahatsızlık duyuyordu.
Masonların kökünün dışarıda olması da ayrı bir sıkıntıydı.
Bu kesimden şahsına yönelik her an bir tehlike geleceğini inanıyordu.
Bu yüzden de tehdit olarak gördüğü masonları yok etmeye karar verdi.
Mahmut Esat Bozkurt'un 1931'deki yazılarıyla başlattığı kampanyayı, perde gerisinden bizzat Mustafa Kemal idare etti.
Mahmut Esat Bozkurt'un masonlarla ilgili bilgilenmesi için ona kitaplar veren Mustafa Kemal, “ Bunları güzelce mütalaa et, bir önergeyle Halk Partisi grup başkanlığına ver, grupta bunlara şiddetli hücum yap ve grupça mason derneklerinin kapanmasına önayak ol ” emri verdi.
Mahmut Esad Bozkurt aldığı emir üzerine gazetelerde makaleler yazıp, masonluğu yerden yere vurdu.
Masonluğa karşı ahaliden de destek almak amacıyla, şehirlerde konuşmalar yaptı.
Bununla da yetinmedi.
1931 ve 1932 yıllarında Anadolu, Hürriyet ve Yeni Asır gazetelerinde yayımlanan yazılarını, “Masonları dinleyiniz” isimli kitapta topladı.
Masonlar, Kemalist hükümetin yoğun saldırı ve bombardımanına uzun süre dayandı.
5 yıl süren gizli ve açık çaba ve çalışmalar, 1935 yılında sonuç verdi.
3 Kânunuevvel 1935’te muhittin Osman imzası ile İstanbul Valiliği’ne verilen bir beyanname ile masonluk faaliyetine son verildiği bildirildi.
Emniyeti Umumiye ’deki dosyasında bulunan malûmata göre, tatili faaliyet etmesini müteakip menkul ve gayrimenkul mallarını kendi rızasıyla Halk Partisine devri teslim ettiği görülüyor.
Kapatılma sırasında dönen oyunları ve kurulan tezgâhı da bir sonraki yazıya bırakalım.
O dönemin ünlü masonları şunlardı.
1925 yılında masonların büyük üstadı CHP Bilecik milletvekili Fikret Takiyeddin (Onuralp) idi.
Bu Mason; Havuz/Yavuz yolsuzluğunda rüşvet aldığını itiraf edince masonluktan kovuldu.
İki yıl sonra masonların büyük üstatlığına yine CHP İstanbul milletvekili (Sonra Gümüşhane milletvekili oldu) olan Edip Servet Tör getirildi.
1930’da Büyük Üstad seçilen ardından da seçime siyaset karıştığı için istifa eden Mehmet Servet Yesari de CHP’li idi. Sırayla yerine gelen Büyük Üstatlar, Atatürk’ün özel doktoru Büyük Üstad Mim Kemal (Öke), Büyük Üstad Mustafa Hakkı (Nalçacı), Büyük Üstad Muhittin Osman Omay CHP’ye yakın isimlerdi.
Masonlar sadece CHP’yi değil devleti de sarmıştı.
Ankara İstiklal Mahkemesinin mason reisi Dr. Reşit Galip gibi pek çok mason, kritik noktalara yerleştirilmişti.
Bunların en önemlileri şöyleydi…
Başbakan ve meclis başkanları;
Başvekil İsmet İnönü, Başbakan Fethi Okyar, Rauf Orbay ve Hasan Saka.
Refet Bele Paşa, Ali İhsan Sabis Paşa, Meclis Başkanı Kazım Özalp Paşa ve Abdülhalik Renda…
Bakanlar;
İçişleri Bakanları Şükrü Kaya ve Mehmet Cemil Ubaydın, Dışişleri Bakanları Bekir Sami Kunduh, Selim Sarper ve Tevfik Rüştü Aras, Sağlık Bakanları Rıza Nur, Adnan Adıvar, Refik Saydam, Behçet Uz, Milli Eğitim Bakanları Reşit Galip, Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel, Ekonomi Bakanı Sırrı Bellioğlu.
Adalet Bakanı Hasan Menemencioğlu, Ticaret Bakanı, Adalet Bakanı Mümtaz Ökmen, Millî Savunma Bakanı Münir Birsel ve Hulusi Köymen, Çalışma Bakanı Mümtaz Tarhan, Ticaret Bakanı Zühtü Velibeşe, Millî Emniyet Başkanı Celal Tevfik Karasapan…
Milletvekilleri;
Cevat Abbas, Atıf Bey, Edip Servet Tör, Yunus Nadi, Reşit Saffet Atabinen, Memduh Şevket Esendal, Hilmi Uran, Tevfik Fikret Sılay, Ahmet Ağaoğlu.
CHP Milletvekillerinin çoğu masondu. Tek tek isimlerini yazsak sayfalar yetmez.
Bürokratlar;
Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ve Belediye Başkanı Süleyman Asaf İlbay, İstanbul Valileri Muittin Üstündağ, Lütfü Kırdar, Danıştay Başkanı Mustafa Reşat Mimaroğlu.
Hava Kuvvetleri Komutanı Zeki Doğan Paşa, Jandarma Genel Komutanı Galip Paşa, İstiklal Mahkemesi Başkanı Necip Ali Küçüka, Amiral Mehmet Ali Paşa, Münakalat Vekili Yümni Üresin Paşa, Yüksek Şura Üyesi Eşref Manas Paşa…
Dönemin bazı ünlü masonlarının isimlerini de aktaralım…
Gazeteci ve Yazar Şinasi.
Milli Şair ve Devlet Adamı Ziya Paşa.
Milli Şair Namık Kemal.
Millî Şair Mehmet Emin Yurdakul.
Yazar Mehmet Emin Bey.
Yazar ve Gazeteci Ahmet Rasim.
Yazar ve Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın.
Şair ve Noter Mithat Cemal Kuntay.
Yazar ve Gazeteci Ahmet Emin Yalman.
Yazar ve Öğretmen Reşat Nuri Güntekin.
Gazeteci Yazar Nail Güreli.
Müzisyen Şükrü Şenozan.
Ressam Ali Sami Boyar.
Sahne Sanatçısı İ.Galip Arcan.
Karikatürist Ramiz Gökçe.
Opera Sanatçısı Nurullah Şevket Taşkıran.
Piyanist Mithat Fenmen.
Sinema Sanatçısı Ayhan Işık.
Sahne ve sinema sanatçısı Zeki Alasya.
Sahne sanatçısı Ferdi Merter Fosforoğlu.
KAYNAK: Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Resmi Web Sitesi.
Bunlar, adlarının açıklanmasına müsaade edilin kişiler. Bir de açıklanmayan gizli isimler var.
Masonların üzerine Türk ve Müslüman görünümlü Sabetay dönmelerini de ekleyin.
Memleket ne haldeydi anlayın!
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
M. KEMAL’E ATATÜRK ADINI VEREN ERMENİ
İngilizlerin kontrolündeki Masonlar, Osmanlıyı içeriden çökertti.
Bunu yaparken de Sabetaylardan tam destek aldı.
Yahudiler tarafından dışlanan Sabetaylar, Masonlar ile adeta ikiz kardeş gibi oldu.
Sabetaylar ile Masonları birleştiren çimento ise laiklikti.
Sabetayların itirafçısı olan Ilgaz Zorlu, “Sabetayların dini laikliktir” dedi.
Günümüzde; ister siyasetçi, ister gazeteci isterse de sanatçı kim, “Laiklik, laiklik” diye tutturuyorsa o kişide Masonluk veya Sabetaylık izi vardır.
Hiç tanımadığınız kimseleri bu iz sayesinde çok kolay keşfedebilirsiniz.
Dönelim meselemize…
Canlarını kurtarıp topraklarımızda yurt verdiğimiz bu Yahudiler, bu millete en büyük ihaneti yaptı.
Hem Osmanlı’yı sırtından vurdu, hem de kendilerini misafir eden Türk milletinin dinini yıkmaya kalktı.
Mason ve Sabetay ittifakına daha sonra Ermeniler de katıldı.
Bu ittifakın ilk hedefi, iktidarda bulunduğu 33 sene boyunca bir karış toprağımızı vermeyen Abdülhamid Han’ı tahttan indirmekti.
Her yerde karışıklıklar çıkarıp halkı isyana teşvik ettiler.
İsyan için en uygun şehirlerden birisi Selanik idi.
1909’da Selânik Hürriyet Meydanı’nda bir miting yapılarak halkı padişaha karşı kışkırttılar.
Mitinge katılan biraz Türk, Rum, Sırp, Arnavut, Bulgar, Makedon, Ermeni ve Yahudilerden oluşan 20-30.000 kişilik bir kalabalık, “Silâh başına arş İstanbul’a!” sloganı attı.
31 Mart Vakasını bastırma bahanesiyle iki taburu Yahudilerden geri kalanı Rum, Ermeni, Sırp, Bulgar, Arnavutlardan ve Makedonlardan oluşan Hareket Ordusu, Selanik’ten trenle İstanbul’a gelip Sarayı kuşattı.
İç ve dış ihanet ile Sultan II. Abdülhamit Han tahttan indirildi.
Ne kadar acı değil mi?
Din ve Türk düşmanı gayrimüslimler bir olup İstanbul’a kadar geliyor, Ulu Sultan’ı tahttan indiriyor.
Ahali de maç seyreder gibi bu alçaklığı izliyor.
Dün ve bugün başımıza gelenler sebepsiz yere gelmiyor yani.
Abdülhamid Han’ı tahttan eden bu çete, daha sonra gözünü Osmanlı’ya dikti.
Sonuç itibarıyla Osmanlı yıkıldı ve yeni bir Cumhuriyet kuruldu.
Cumhuriyet ile birlikte de Cumhuriyet Halk Fırkası, yani Cumhuriyet Halk Partisi kuruldu.
Türk milletinin kâbusu, CHP’nin kurulmasıyla başladı.
CHP’nin kuruluş amacı dini yıkmaktı.
Partinin; plan, program ve tüzüğü buna ayarlanmıştı.
İlk iş olarak hilafeti kaldırdı. Ardından din işleri bakanlığı iptal edildi. Sonra dini mahkemeler kaldırılıp fes ve sarık giymek yasaklandı. Fötr şapka giyme mecburiyeti getirildi.
10 Nisan 1928’de İsmet İnönü ve 264 CHP milletvekilinin oyu ile Anayasa'da yer alan, "Türkiye Cumhuriyetinin resmi dini İslam'dır." cümlesi kaldırıldı.
Kısaca Türkiye Cumhuriyeti dinsiz yapıldı.
Devlet dinsiz yapılınca bu kez halkı dinsiz yapmak üzere yeni yasaklar ve yasalar getirildi.
1 Kasım 1928’de Osmanlıca ve Arapça yasaklandı. Latin harflerine geçildi.
Koca millet bir gecede zırcahil edildi. Devletin arşivi ve kitapları hükümsüz oldu.
1934 yılındaki çıkan soyadı kanununun altında da İsmet İnönü ve CHP milletvekillerinin imzası vardı.
İşte o günlerde gazeteci yazar Refik Ahmet Sevengil denilen dinsiz, Uyanış dergisinde şöyle yazdı;
- Padişah ile beraber Allah’ı da hal’ettik. Sultanı da Allah’ı da tahttan indirdik (HAŞA)
Bakalım seni toprağın altında nasıl hallediyorlardır…
Bu kâfir bu sözlerinden sonra bırakın tepki görmeyi, CHP yönetimi tarafından iltifata uğradı.
Önce İstanbul Şehir Meclisi üyesi ardından ise CHP Tokat milletvekili yapıldı.
CHP’de kim İslam’a hakaret ediyorsa hızla yükseliyor, hayal bile edemeyeceği noktalara geliyordu.
Hal böyle olunca CHP’liler sürekli olarak dine saldırıyor, İslam’ın kutsallarını hedef alıyordu.
Bunlardan bazıları şöyle idi.
CHP’nin Başbakanı Saraçoğlu: "Din zehirdir. Dini içimizden tamamen yok etmek için bize 30 sene lazım."
CHP’li adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt: "İslâm 14 asırlık sakat bir inançtır. İslâmiyet ilerlemeye engeldir. Bu dinle yürünmez, mahvoluruz. “
Eski Başbakanlardan Recep Peker: "Biz İttihadı Muhammedi’nin bu memleketteki hayat yıkıcı tesirlerini görmüş insanlar değil miyiz? Komünizm denen bir zehirden bünyeyi korumak için şeriat hayatının ikamesi ihtimalini tedbir diye düşünmek, bir öldürücü zehrin onun kadar öldürücü olan başka bir zehirle tedavi edileceğini zannetmekten ibarettir."
CHP milletvekili Falih Rıfkı Atay: "İslamiyet denince aklıma çorap kokusu gelir."
Kemalizm dini kitabını yazan Mehmet Şeref Aykut, "Yakılan ve ebediyen çöken Arap-Acem dini tahakkümdü. Ayet ve Hadis saymakta mana yoktur. İslam dini çökmüştür."
O yıllardaki CHP’nin önemli isimlerinin büyük bir kısmı dinsizdi.
Üstad Necip Fazıl: "CHP bir parti değil, Türke dinini, dilini ve özünü kaybettirmeye memur bir katliam müessesesidir." sözünü boş yere söylemedi.
CHP’nin; dini yıkma ve Türk’e özünü kaybettirme savaşının bir nedeni vardı.
Cumhuriyeti kuranlar; Osmanlı’nın yıkılışı sırasında Mason-Sabetay ittifakından yardım ve destek almıştı.
Tabi her yardım ve desteğin bir faturası olur.
Hele hele bir Yahudi, babasına bile karşılıksız günahını bile vermez.
Bu desteğin karşılığı olarak devletin ve CHP’nin önemli noktalarına masonlar ve Sabetaylar geldi.
Onların talebiyle; 1924 yılında Yunanistan ile yapılan mübadele ile bu ülkeden gelen 500 bin Türk’ün arasına 30 bin civarındaki Selanikli Sabetay da gizlenerek Türkiye’ye getirildi…
Getirilen Sabetayların gençleri bürokrat yapıldı. Diğerlerine de Türkiye’nin en güzel yerleri olan İzmir’den İstanbul ve Trakya’ya kadar sahil şeridi verildi.
CHP milletvekilleri arasında çok sayıda Mason ve Sabetay vardı.
Bunlar kısa süre içerisinde köşe başlarını tuttular.
Nereye el atsanız karşınıza bunlar çıkıyordu.
Sadece devlet ve bürokrasi değil; medya, sanat, sinema ve eğitimi de ele geçirdiler.
Sabetay iken camiasını deşifre eden Ilgaz Zorlu, Sabetayların Türkiye’nin köşe başlarını nasıl ele geçirdiğini şöyle anlattı;
- "O dönemde önce basın ellerine geçti. Vatan Gazetesi Ahmet Emin Yalman’ın elindeydi. Yalman Yakubi’dir. Tan gazetesi Serteller’e aitti. Serteller Sabetaycıdır ve Kapancı koluna mensuptur. Ahmet Emin Yalman’ın yanında yetişen Abdi İpekçi’yi görüyoruz. İpekçi ailesi Sabetaydır. Daha sonra Hürriyet grubunu yönetti. Yakın zamana kadar Sabah Gazetesi, Akşam Gazetesi Sabetaycı idi…"
Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibi Yunus Nadi aynı zamanda bir Mason ve Karaim Yahudi’sidir.
Cumhuriyet Gazetesi’nin esas yükselişi Millî Şef İnönü döneminde iki Yahudi şirketten aldığı destek sayesinde olmuştur.
Basın Sabetaycıların Türkiye’de etkinlik kazanmasında çok etkili oldu.
Siyaset ve medya desteğiyle Sabetaylar devletin kılcal damarlarına kadar girdi.
Durumu şöyle anlayın…
2015 FETÖ darbesinden hemen önce FETÖ’cüler nasıl devletin bütün birimlerini ele geçirmişse, o tarihte de Mason-Sabetay ekibi devleti ele geçirmişti.
Dini de, Türklüğü de ve devleti de bunlar şekillendiriyordu.
Düşünün ki; CHP’nin akıl, Kemalizm’in fikir babası olan Tekin Alp Yahudi idi.
Moiz Kohen adındaki bu Sabetay, Türkçülüğün el kitabını yazdı.
Sabetayların, Türkiye Cumhuriyeti’nin kritik noktalarına yerleşmesi, yabancıların da dikkatini çekti.
Özellikle Yahudiler bundan büyük sevinç duyup, hadsiz sözler söylemeye başladı.
İsrail devletinin ilk Cumhurbaşkanı Chaim Weizman, “Biz Yahudiler 20. Yüzyılda Orta Doğu’da yıkılmaz denen devleti yıkarak (Osmanlı) 2 tane devlet kurduk. Onlara öyle güzel sistem inşa ettik ki, Türkler bize Filistin’i vermeyen Abdülhamit’e en az 200 sene daha söverler!”
İsrail Cumhurbaşkanı Weizman, Abdülhamid Han’a söven Meral Akşener’i daha o günden bilmiş…
ABD eski Dışişleri Bakanlarından Yahudi asıllı Henry Kissinger tarafından da benzeri sözlerin telaffuz edildiği bazı kaynaklarda yer almaktadır.
İsrail’in ikinci Cumhurbaşkanı Yitzhak Ben-Zvi idi.
Osmanlı İmparatorluğu devrinde Galatasaray Lisesi'nde öğrenim gördü. Fanatik bir Siyonist idi.
Yitzhak Ben-Zvi denilen bu küstah, “Ben dünyada kurulan ilk Yahudi devletinin değil, ikinci Yahudi devletinin ikinci Cumhurbaşkanıyım. İlki Türkiye’dir” demişti.
Türkiye’deki Sabetay kadrolaşması üzerine Yahudi araştırmacı Prof. Uriel Heyd, “Yahudiler 20. Asrın ilk yarısında iki tane devlet kurdular, bunlar Türkiye ve İsrail’dir” deme cüretini gösterdi.
İşin ilginç yanı o tarihte yapılan bu açıklamaların hiç birisine ne tepki gösterildi ne de bir karşılık verildi.
Eski bakanlardan Süleyman Arif Emre de yazdığı Siyasette 35 Yıl isimli kitabında şöyle diyor;
-Uluslararası bir toplantıda bir sözcü, “Dünyada şu 4 ülkeyi Yahudiler doğrudan yönetmektedir; ABD, Fransa, Türkiye ve İsrail” dedi, salondaki Türk diplomatların hiç biri buna itiraz etmedi.
O yıllarda dikkat çeken bir isim de Hagop Martayan idi. Martayan, Türk Dil Kurumu'nun ilk genel sekreteriydi.
Türkiye’nin Türkçesi bu Ermeni vatandaşımıza emanet edildi.
1934'te kabul edilen Soyadı Kanunu'na dek kullandığı Martanyan soyadının yerine, Türkçenin geliştirilmesi için olan katkılarından dolayı Atatürk'ün önerdiği "Dilâçar" soyadını kullandı.
Kökenlerine o derece bağlıydı, soyadını değiştirmesine rağmen aslını ve adını asla değiştirmedi.
Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadını öneren de Ermeni Hagop Martayan’dı. Bilinen adıyla Agop Dilâçar’dı..
Agop Dilâçar, Türk Dil Kurumu'ndaki görevini ve dil çalışmalarını 1979'daki ölümüne kadar sürdürdü.
Agop; Gömültük (mezarlık), Kokusavar (Deodorant) gök avrat (hostes), saklam (emanet), örteç (maske) yontu, kakınç gibi uydurukça kelimelerin de mucididir.
Agop, yaklaşık 50 yıllık görevi boyunca 40’a yakın Ermenice kelimeyi dilimize soktu.
Bunların büyük bir kısmı kullanılmazken aralarında; avanak, godoş, kaban, madımak, mor, moruk, mucur, pezevenk, tırtıl ve zangoç günlük yaşamda kullanılıyor.
Sizin de dikkat ettiğiniz gibi dilimize giren Ermenice kelimelerin büyük kısmı, küfür ve argo kelimeler.
Agop Dilâçar’ın Türkçe ’ye bunları neden soktuğu ise bir sır.
Sonuç itibarıyla demem şu ki;
Dinimizi dinsize, Türklüğümüzü Yahudi’ye, devletimizi Masona, dilimizi Ermeni’ye, medyamızı Sabetaya ve direksiyonu İngiliz’e teslim etmişiz.
Bu ekibin kıyım ve yıkımından bugünlere sağ salim çıkmak, Allahü teala’nın bize büyük bir ihsanıdır.
Yüce Allah Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’a; “Ümmetini küffara karşı daima galip ederim” vaadini yerine gelmiş, din düşmanları yıkılıp giderken dini ayakta tutmuştur.
Bugünkü hal bu haldir.
Ya Rabbi!
Ümmet-i Muhammed’i muhafaza, Din ve millet Düşmanlarını kahreyle.
.
KEMALİZMİN AMENTÜSÜNÜ YAZAN YAHUDİ
KEMALİZMİN AMENTÜSÜNÜ YAZAN YAHUDİ
10 Nisan 1928 yılında devleti dinsiz yapan CHP’nin esas hedefi, ahaliyi dinsiz yapmaktı.
Başta İnönü olmak üzere CHP yöneticileri bunu da açıkça söylüyorlardı.
CHP’nin Başbakanlarından Rüştü Saraçoğlu, “Din zehirdir. Türkiye’den dini tamamen atabilmek için bize 30 sene daha lazım.” Demişti.
30 sene, Türk milletini dinsiz yapmak için hazırlanan projelerin uygulanması için gereken zamandı.
CHP’liler öncelikle şunu düşünüyorlardı; “Dini ortadan kaldırdıktan sonra yerine öyle bir şey koyalım ki halk dağılmasın”
Bunun için de iki alternatif üzerinde durdular. Kemalizm veya Türkçülük.
Laiklik başta düşünülmüyordu.
Laikliği daha çok Sabetay Yahudileri savunuyordu.
Bugün laikliği din gibi gösterip bu millete dayatmaya çalışanlar da zaten bu Yahudilerdir.
Doğu Perinçek’in Kemalist Devrim kitabında Mustafa Kemal’in şu sözleri yer alıyor;
- İslâmlık devrini yapmış, fayda ve zararlarını ortaya koyarak eskimiş, ömrünü bitirmiş bir şeydir. O müesseseyi ne korumaya, ne de yeniden aşı yaparak gençleştirmeye niyetimiz yoktur. Zaten böyle bir teşebbüs, kurumuş bir ağaca hayat vermeye çalışmak gibi beyhudedir. Vahiy yoktur, Kur'an Muhammed'in düşüncelerinin ürünüdür. ( 3 Mart 1924)
İşte bu ve benzer konuşmaları işaret kabul eden CHP’li milletvekilleri, Kemalizm’i din yapmak için kollarını sıvadı.
Kemalizm’in kuruculularından Ahmet Ağaoğlu Mecliste şöyle dedi;
- "Efendiler! Cumhuriyet, inkılap baştanbaşa bir dindir, bir imandır. (Milletvekilleri/Mebuslar 'Onda şüphe yok!' diye tezahürat yapıyorlar.) Bu dinin, bu imanın bir kitabı olacaktır, bir ibadeti olacaktır, dâhileri olacaktır, müminleri olacaktır…"
1936 yılında, Atatürk'ün de onayıyla, Kemalizm’i anlatmak için Edirne milletvekili Şeref Aykut’un kaleme aldığı "Kamâlizm" adlı kitapta şöyle denildi;
"Kamâlizm, dünya hayatı üzerine kurulu, prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir."
Kısaca dinsiz bir din.
Ahireti reddeden sadece dünyada yaşama üzerine kurulmuş bir sistem.
Bu kitabı yazan zavallının dinin manasından bile bihaber olduğu anlaşılıyor.
Din; Allah’a inanıp ona iman etme yoludur.
Bu zırcahil; Kemalizm’i Allah’a inanmayan, ahireti kabul etmeyen bir ekonomik nizam olarak tanımlamış.
Bu tanımladığı şey din değil olsa olsa bir yönetim biçimi olur. Onun da adı din olmaz.
Neyse devam edelim..
CHP’liler tarafından o yıllarda tartışmaya açılan ve halka dayatılan Kemalizm’e göre İslam dini, Türk Milletinin sırtına yüktür.
Dinsiz olan eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel; "Menşei Sami olan Müslümanlık, aslında tabiatçı olan Türk kültürünü sarmış, bozmuş ve böyle unsurlarla özlüğünü kaybettirmiştir…"
Afet İnan "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" isimli kitabında şöyle der: "Türkler İslâm dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din; ne Arapların; ne ayrı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin millî bağlarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu"
Görüyorsunuz değil mi? Bu zavallıların gerçekleri nasıl çarpıttığını…
Türk milleti İslam’la şereflendikten sonra şaha kalkmış, üç kıtaya hâkim olmuştur.
Alınmaz denilen İstanbul’u almış ve bütün dünyaya adaleti taşımıştır.
İslam’a yönelik bu saldırılar sürerken; 1931’de toplanan CHP üçüncü kongresinde Kemalizm, 6 ok diye bilinen ilkelerin bütünü olarak açıklandı.
CHP o gün yaptığı açıklama; Kemalizm’i bir din olarak değil bütün ilkelerin toplamı olarak lanse etti.
1931’deki CHP kongresinden sonra Gazetelerde hergün Kemalizm’i anlatan makaleler yayınlanıyordu.
Ardından Kemalizm üstüne kitaplarda basılmaya başlandı.
Ünlü Türkçü Tekin Alp 1936’da basılan kitabında Kemalizm’i din olarak tanımlayıp amentüsünü bile yayınladı.
Kemalizm’i din yapan Tekin Alp kimdir?
Tekin Alp, Munis Tekinalp takma adıyla yazdığı yazılarla tanınıyordu.
Kendisi gibi Türkçü olan Ziya Gökalp ile bir yakınlığı vardı.
Tekin Alp; yazdığı makalelerinde tıpkı Afet İnan gibi İslam’ı kötülüyor, İslam’ın Türklerin ayağına pranga olduğunu savunuyordu.
Osmanlı’nın Türk olmadığı gibi Türklüğü tamamen ortadan kaldırdığını söylüyordu.
Bunların hepsi çok büyük birer yalandır.
Türk Milleti en başta Zülkarneyn Aleyhisselam’a iman etmiş, 1928’de CHP kaldırana kadar asla dinsiz olmamıştır.
Türk milletinin en büyük başarıları bunların yalanlarının aksine İslam ile tanıştığı dönemlerdir.
Türkler ile Müslüman Araplar tarihte ilk kez 751 yılında ittifak oluşturdular.
Talas Irmağı kenarında gerçekleşen savaşta, Arap ve Türk orduları Çinlileri ağır bir yenilgiye uğrattı. Talas Savaşı, Türk-Müslüman ilişkilerinde ve Türklerin Müslümanlaşmasında bir dönüm noktası oldu.
Aramıza sızan bu ajanlar; Türk milletini İslam’dan önce çok büyük devlet olduklarını iddia ederken, bunun hangi yıllarda olduğunu asla açıklayamamıştır.
Bu tezler, Türk milletini İslamiyet’ten soğutmak için atılmış bir iftiradır.
Cumhuriyet dönemi Türkçülerinin tek derdi vardı, o da Din-i İslam.
O yıllardaki Türkçülerin büyük bir bölümü, azılı birer din düşmanıydı. Zaten onlar Türk değildi.
29 Mayıs-3 Haziran 1939 tarihleri arasında toplanan CHP 5.Büyük Kurultayında, Kazım Nami Duru, Kemalizm’in yeterince bilinmemesinden şikâyet edip şöyle bir serzenişte bulundu;
- ‘Kemalizm nedir? Görüyorum ki birçok yerlerde Kemalizm’in ne olduğunu bilenler yoktur. Hatta parti arkadaşlarımız arasında partimizin, Türkün amentüsü sayarak onu okumuş, hazmetmiş ve ona göre hareketi kendisine prensip ittihaz etmiş olanlar azdır.
Maatteessüf arkadaşlar, bunun üzerine hiç kitap yazılmamıştır.
O tarihe kadar aslında iki kitap yazılmıştı.
Birisi yukarıda anlattığım Şeref Aykut’un kaleme aldığı "Kamâlizm" ve diğeri Kemalizm’in Amentüsü ve İlmihali isimli kitabı yazan Tekin Alp’ti.
Tekin Alp, 1928 yılında Mustafa Kemal’in bilgisi dâhilinde "Türk'ün Yeni Amentüsü “nü kaleme aldı.
Kitabında Kemalizm’in amentüsü bölümünde şunları yazdı;
"…Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim… İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, Türk ordusunun birliğine ve Gazi'nin, Allah'ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulusuyla şehadet ederim…"
" İnkılabın İlmihali” isimli bir konferanstaki sunumunda ise metni şöyleydi;
"İnanışlarımızı bir defa daha sıralayalım; dil ile ikrar, kalp ile tasdik edelim: Cumhuriyete inanıyoruz. Kayıtsız ve şartsız hâkimiyet milletindir. Milliyete inanıyoruz. Halka inanıyoruz. Devlete inanıyoruz. Laikiz. İnkılaba inanıyoruz."
Kemalistler yaptıkları bu yeminle CHP’nin altı okunu, imanın altı şartına dönüştürdüler.
Tekin Alp azılı bir din ve Osmanlı düşmanı idi…
Kemalizm’in amentüsü adlı kitabının her sayfasında İslam’a hakaret vardı.
Tekin Alp’e göre Şeriat, ‘çöl hayatından mülhem kanunlardır. Kanunlar ve aynı zihniyet Türk milletini Garb (batı) kültüründen uzağa itmiştir”
Tekin Alp laiklik bahsine tahsis ettiği 11. Bölüme ‘ Kahrolsun Şeriat Hükümeti’ başlığını attı...
CHP’nin akıl, Kemalizm’in fikir babası olan Tekin Alp’in gerçek kimliğini açıklayalım…
Bu kişi tam manasıyla bir sahtekârdır.
Adı sahtedir. Soyadı sahtedir. Uyruğu sahtedir. Dini sahtedir. Türkçülüğü sahtedir.
Tekin Alp, Moiz Kohen adında bir Yahudi’dir.
1883’de Serez’de doğan Moiz Kohen, Musevi, İshak Kohen ’in dokuzuncu ve sonuncu çocuğudur. Babası Yahudi ve haham idi. Kendi de Selanik’te haham okulunda okudu.
Selanik’te Türkçü Ziya Gökalp’in de bulunduğu çevre ile arkadaşlık kurdu ve onlarla birlikte Türkçülük üzerine yazılar yazdı.
Tekinalp; 1944’te çıkan “Türk Ruhu” adlı kitabının 287’nci sayfasında, Ziya Gökalp’in “Türkçülüğün hakiki peygamberi” olduğunu iddia etti.
“Kemalizm” in Avrupa’da tanıtılması vazifesi verilen Moiz Kohen, sıkı bir Siyonist idi.
Anadolu’yu “Siyon yurdu” yapmayı hedefleyen Yahudi asıllı Moiz Kohen, bir Türk adı alıp kendini gizleyerek Selanik’ten İstanbul’a geldi.
Alp Er ve Tekinalp sahte isimleriyle aramıza sızan bu Yahudi Ajan, CHP’nin ve Kemalizm’in akıl hocalarından birisi oldu.
O yıllarda Türkçülerin Üstadı kabul edildi.
Günümüzde bile bazı saf ülkücü, bu Yahudi’yi üstad olarak görür.
Moiz Kohen o kadar fanatik bir Yahudi idi ki hastalanınca, bir İslam memleketinin topraklarına gömülmemek için Fransa’ya gitti.
1961 yılında Fransa’nın Nice şehrinde öldü ve Yahudi mezarlığına gömüldü.
Bu münafığın habis bedeni, şehit kanlarıyla sulanmış bu toprakları kirletmedi (Elhamdülillah)
Bedeni topraklarımıza değmedi ama pisliği ve mikrobu hava yoluyla özellikle CHP’lilere bulaştı
CHP’liler bugün de Osmanlı’ya ve İslam’a saldırıyorlar.
Sadece onlar mı? Onlarla iş tutanlarda Abdülhamid Han üzerinden ecdadımıza hücum ediyor.
Günümüzün ecdat düşmanları da tıpkı Sabetay Yahudileri gibi, Kemalizm’i kendine maske yapıyor.
İddia ediyorum!
Bugün; dinine, milletine, ecdadına hakaret eden bu soysuzların soyu karışıktır.
Bunların soy ağacını istesek; ya Yahudi ya da Ermeni çıkar.
Elinizden geleni ardınıza koymayın!
Et ile tırnak gibi olan Din-i İslam ve Türk milletini asla ayıramayacaksınız.
Kahrolsun içimizdeki hainler ve onların yerli işbirlikçileri.
Yaşasın İslam, Yaşasan vatan.
Yaşasın millet. Yaşasın ehlisünnet
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
CHP’NİN DİNİ
Kılıçdaroğlu şöyle demiş, ”Biz CHP olarak dine karşı değiliz. Biz dinin siyasete alet edilmesine karşıyız”
Bu söz zaten Türkiye’deki bütün laiklerin atasözüdür.
Her sıkıştıklarında bu cümleyi kurarlar.
Laflarına baksan CHP’yi dindar bir parti bile sanırsın. Oysa bunların bütün işleri dini yıkmak üstünedir.
Bay Kılıçdaroğlu;
Dindar olduğunuz için mi millete dinini öğreten siyasetten bihaber bunca âlimi astınız?
Dindar olduğunuz için mi Kuran-ı Kerim’leri toplayıp köy meydanlarında yaktınız?
Dindar olduğunuz için mi Arapçayı yasaklayıp Türkçe ezan okuttunuz?
Dindar olduğunuz için mi milletin başından takkeyi sarığı çıkartıp Yahudi şapkası giydirdiniz?
Dindar olduğunuz için mi yolda dudakları oynayan insanları Salavat çekiyor diye hapse tıktınız?
Dindar Olduğunuz için mi Başörtülü kızların başörtülerini çeke çeke okullardan attınız?
CHP’liler ve Laikler dinin olmazsa olmaz emri olan; namazı kılmaz, orucu tutmaz, zekâtı vermez, örtünmez ve hacca gitmez.
Buna karşılık dinen haram kılınan; içkiyi içer, zinayı yapar ve faiz yer.
Kısaca; Allah’ın ‘yap’ dediklerini yapmaz, ‘yapma’ dediklerini eksiksiz yapar.
Kıldıkları tek namaz, bir dostları öldüğünde ayıp olmasın diye katıldıkları cenaze namazıdır.
Onu da yanlış kılar, ninelerinden gördükleri gibi namazda ellerini göğsünde bağlayıp rezil olurlar.
Bir de bu hallerine bakmaz, kendini dindarlardan bile daha Müslüman görür.
Hatta dindarların çoğunun cehenneme, kendinin cennete gideceğine inanır.
Ey CHP’liler ve laikler, kedi köpek sevmekle cennete gidilmez.
Cennete Allah’ı sevmekle gidilir.
Allah’ı seven; Allah’ın ‘yap’ dediğini yapar, ‘yapma’ dediğini yapmaz.
Bırakın bu yalanı dolanı, dürüst olun mert olun.
Çıkın ortaya; Göğsünüzü gere gere, “Biz dindar da değiliz Müslüman da değiliz.” deyin.
Ey Müslüman görünen laikler;
Dinimiz, Kemalizm
Kıblemiz, Anıtkabir.
Kitabımız, Nutuk.
Marşımız, İzmir marşı.
Kutsal yerimiz, Rakı sofrası.
Bayramımız, Milli bayramlar.
İbadetimiz, eğlence.
Deyin…
Bunları da diyemiyorsanız kestirmeden, “Dinsizim” deyip ferahlayın.
Siz de rahatlayın biz de rahatlayalım.
Nedir bu çileniz arkadaş…
Yıllardır içinizdeki gerçeği haykıramadığınız için; bunalıyorsunuz, ıkınıyorsunuz, sıkılıyorsunuz.
Size de yazık bize de yazık.
Emin olun bunları itiraf ederseniz kimse size kızmaz. Hatta memnun olur…
Bize ne sizin dininizden, dinsizliğinizden?
Biz sizin ne olduğunuza değil, biz sizin bizden olmadığınız halde bizden görünmenize karşıyız.
Bırakın artık tiyatro oynamayı… Ayıp oluyor beyler...
Laiklerin bir kısmı zaten Sabetay…
Onların hayatı takiyye.
Nüfus cüzdanlarının din kısmında, ‘İslam’ yazar ama onlar İbrani’dir.
Nüfuslarında ‘Türk’ yazar, ama onlar Yahudi’dir.
Liderleri Sabetay Sevi’dir, onlar ‘Atatürkçüyüz” derler.
Devlet, “Değiştirebilirsiniz” dedi ama yine de bu bilgileri değiştirmediler.
Yalana devam yani.
Ilgaz Zorlu da Sabetaydı.
Arslan gibi gitti mahkemeye, “Ben Müslüman değil İbrani’yim, Türk değil Yahudi’yim. Nüfus cüzdanıma bunlar işlensin” dedi. İşlendi.
Bir Ilgaz Zorlu kadar olamadınız. Tanışmasam da Yahudi Ilgaz Zorlu’yu takdir ettim.
Kılıçdaroğlu, “Dindarın da güvencesi biziz, onlar da bizi seviyor” dedi.
Şimdi bakalım CHP dindarları nasıl korumuş dindarlar CHP’yi nasıl seviyormuş?
Aşağıda vereceğim isimler ve bilgiler tamamen devletin resmi kayıtlarından alınmıştır. Yalan dolan ve hayali değildir.
İşte devletin bire bir o kayıtları…
1928’de Arapça ve Osmanlıca yasaklandı ve Latin harflerinden uyarlanan Türkçe kabul edildi.
Bu yasaya uymayanlara ceza getirildi.
4 Ocak 1932 tarihinde yayınlanan bir talimatnamede; Arap harfleriyle eğitim yapmak için gizli veya aleni dershane açanlara, üç aya kadar hafif hapis veya 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezası hükme bağlandı.
1 Kasım 1935 ve 30 Kasım 1936 tarihleri arasında çeşitli illerde 35 kişi gizli bir surette Arap harfleri ile tedrisat yapmak suçundan yakalanıp 3 ay hapse mahkûm edildi.
1937 yılında Gaziantep’te 50 yaşlarındaki bir Kadının kendi evinde gizlice eski usul Arap harfleri ile çocuk okuttuğu haber alınmış ve suçüstü yakalanarak, aramada ele geçen kitaplarla birlikte mevcuden mahkemeye sevk edilmiştir.
Kadının evinde ele geçirilen suç unsuru kitaplar ve bazı eşyalar ise şunlardır: 3 adet Mevlut, 5 Tebareke cüzü, 25 Amme cüzü, 1 Kadesemiallah, 7 Kur’an- Kerim, 10 Elif Cüzü, 2 Minder, 1 sıra ve 1 sopa…
Benzer şekilde, Arapça namaz sûresi okutmak veya Arapça tedrisatta bulunmak suçundan 1938 yılı içerisinde; Çankırı’da iki gözü kör birisi, Kastamonu’da bir kadın, Isparta’da muhtelif şahıslar, Bursa’da bir şahıs, Rize’de 19, Erzurum’da ve Çorum’da bazı şahıslar hakkında işlem yapılmıştır.
19.3.1940 tarihinde İçel’de kılık ve kıyafetinden şüphe edilen Kayserili Ahmet İbiş adındaki şahıs, polis tarafından yakalanmıştır.
Sorgusunda açıkça rejim, devrimler ve Atatürk aleyhinde sözler söyleyen şahıs hakkında zabıt tutulmuş, şahıs Nakşi ve Kadiri Tarikatı’na mensup olduğunu itiraf etmiş, ancak yapılan doktor muayenesinde şuurunun bozuk olduğuna karar verilerek men-i muhakeme kararı verilmiştir.
Kocaeli Akça Camiinde 1 Ekim 1943 tarihinde kılınan Bayram namazından sonra vaaz veren Şevket Sezen “Muhitimiz laiktir, fakat din yoktur, mekteplerde ise din olmağı› gibi dine de alaka yoktur. Siz babalar evlatlarınıza evlerinizde din dersi öğretiniz, namaza ve camilere alıştırınız. Mesuliyet-i maneviye velilere aittir, sonunda siz mesul olursunuz” şeklinde sözler sarf etmesi üzerine adliyeye sevk edilmiştir.
Arapça ezan okuyan binlerce kişi hakkında tahkikat yapılmış bir kısmı hapse tıkılmıştır.
Onlardan bazı örnekler…
1941 yılında Arapça ezan okuyanlara getirilecek cezaları düzenleyen yasanın görüşülmesi esnasında söz alan, Rasih Kaplan'ın anlattığı bir olay bu insanları şaşkına çevirecek türden…
- Antalya’dayım. Savcı’nın yanında müftüyü gördüm. Hayret ettim. Çünkü Müftü Millî mücadelede çok çalışmış, karakterli bir arkadaşımızdır. Müftü gittikten sonra hayretle sordum.
Savcı dedi ki; “Birisi imam olmak istemiş, polis kaydında, uyuşturucu madde kullandığı görülmüş. Müftü, (Sen imam olamazsın) demiş.
İşte bu adam Savcı’ya bir ihbarname verip şöyle şikâyet etmiş; ‘Dün öğle namazında camiye gittim, müftü camide idi, müezzin Türkçe kameti getirdikten sonra müftü namaza başlamadı. Dikkat ettim dudaklar kıpırdıyordu, Arapça kamet getiriyordu.’
Savcı bu ihbar üzerine bunun üzerine takibata başlatıp, müftünün Arapça kamet getirip getirmediğini sorguladı.
Aynı yıl İstanbul Fatih’te yolda yürüyen bir kadının dudaklarını sürekli kıpırdattığını fark eden bir sivil polis, peşine takılarak ne dediğini duymaya çalıştı. Kadının sessizce Salavat okuduğunu işitince, yaka paça karakola götürüp mahkemeye çıkardı. Yasak olan salavat okumaktan 3 ay hapse mahkûm edildi.
Erzurum Vilayeti Hınıs kazasında Ramazanda imamlık yapmış olan Molla Ahmed Arapça sala verdikten sonra kaçmış, bir daha da kendinden haber alınamamıştır.
Silivri kazasının Seymen köyü ziraat memuru Behçet, Arapça kamet getirmekten 1 gün hapis cezasına çarptırılmıştır.
Yozgat'ın Boğazlıyan kazasında Büyük Camii'nde Bayram namazında Arapça tekbir getiren Ali Gence'nin kastı olmayıp yanlışlıkla ağzından kaçırdığına ikna olunarak, takibat icralarına mahal olmadığına karar verilmiştir
Karamürsel'in Ayazma köyün Boşnak asıllı Bekir (Duran) Çarşı camiinde Arapça ezan okumaktan dolayı adliye sevk edildi, ancak cezai ehliyeti olmadığından serbest bırakıldı. Şahıs Arapça ezan okumaya devam edince Bakırköy Akıl Hastanesi'ne sevk edildi.
Arapça ezan okumaktan Yusufeli kazasından Hüseyin, 'şuur bulanıklığı olduğuna yönelik doktor raporu ile serbest bırakılmıştır.
27.2.1939 tarihinde Yeni Foça kazasında camide olmadığı sırada, Kâzım adında bir şahıs Arapça ezan okurken sanığın Bahriye yüzbaşı iken akıl hastalığından emekliye ayrılmış bir deli olduğu anlaşıldığından serbest bırakılmıştır…
O yıllarda Arapça ezan ve salavat getirenleri gözaltına alırken, vicdan sahibi bazı doktorlar bunlara deli veya şuuru bulanık raporları vererek cezaevine girmesine engel oluyordu.
Bunun gibi binlerce örnekler var…
18 Temmuz 1945 tarihinde Millî Kalkınma Partisi'nin kuruluşuyla başlayan çok partili hayatla birlikte Türkçe ezan ve diğer uygulamalara karşı Türkiye genelinde açık direnişler başladı. Özellikle M. Kemal Pilavoğlu şeyhliğindeki Ticaniler bu işin öncülüğünü yapıyordu.
1949 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclis'inde beklenmedik bir eylem gerçekleştirdiler.
Meclis müzakerelerinin devam ettiği sırada; dinleyici locasında bulunan iki kişi ayağa kalkıp yüksek sesle Arapça ezan okuyarak, yasağı protesto etti.
Dış basına da yansıyan bu olay, laik cumhuriyete karşı ilk sivil başkaldırıydı.
Gazeteler TBMM’de okunan Arapça ezanı; "görülmemiş hadise” olarak yorumladılar.
CHP tarafından getirilen ve 18 yıl süren Arapça Ezan ve kamet yasağı, 1950 yılında rahmetli Adnan Menderes Hükümeti tarafından çıkarılan 5665 sayılı yasayla kaldırıldı.
Dine yasakları kaldıran Adnan Menderes 10 yıl sonra CHP’nin kışkırtmasıyla gelen 27 Mayıs darbesiyle zalimce asılarak şehit edildi.
Onu asanlar; tıpkı geçmişte âlimleri asanlar gibi acılar içinde hakir ve zelil olarak can verdi.
İşte CHP böyle bir din düşmanıydı. Şimdi kalkmış dindar numaraları yapıyor.
Bütün bunlara şahit olan Temel Karamollaoğlu din düşmanı zalimlerle ittifak kuruyor.
Anıtkabir’e gidip, “İmanımı tazeledim” diyen Akşener ile bu CHP’ye biat eden Bay Temel’e bu kadar hadiseden sonra ne demeli?
Ne diyelim!
Benim dinim bana, senin dinin sana…
Kim kiminle beraberse onunla haşrolunur.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
İNÖNÜ 50 TON OSMANLI ARŞİVİNİ HANGİ ERMENİ’YE SATTI?
10 Nisan 1928 yılında İnönü önderliğinde 264 CHP milletvekili, Türkiye Cumhuriyeti’ni dinsiz yaptı.
O gün bugündür Türkiye Cumhuriyeti’nin bir dini yok maalesef…
Devleti dinsiz yapan İsmet İnönü’nün tek hedefi bu değildi. İnönü ahalinin de dinsiz olmasını istiyordu.
Hedefe ulaşmak için gizli odalarda ince ince hesaplar yaptılar. Adım adım ilerlediler.
İşe hilafeti kaldırmakla başlanıldı.
Osmanlı Hilâfeti, 1924 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından feshedildi.
Türkler o güne kadar hilafet sayesinde bütün İslam âlemine, önderlik ve ağabeylik yapıyordu.
Onları koruyup kolluyor ve bir arada tutuyordu. Anlaşmazlıklarında hakem oluyordu.
Hilafet kaldırılınca, Türkiye’nin İslam memleketleriyle bütün bağı kesildi.
Bu karar sadece bizi değil bütün İslam âlemini etkiledi.
Hilafetin kaldırılmaması için dünyanın dört bir yanından Müslüman ulema Türkiye’ye gelip zamanın yönetimine adeta yalvardı, ama kimse dinlemedi.
Hilafetin kaldırıldığı gün başta Hindistan ve Pakistan Müslümanları olmak üzere bütün İslam âlemi gözyaşına boğuldu.
Başsız kalan Müslümanlar ne yapacaklarını bilemez oldu.
Her kafadan bir ses çıkmaya başladı.
Oluşan bu kargaşa ortamı sayesinde düşmanlıklar arttı ve nihayetinde bölündüler ve parçalandılar.
Onlar küçülünce, İngilizlerin ve batının sofrasında meze oldular.
CHP’nin pisliği sadece bize bulaşmadı, bütün İslam âlemine zarar verdi.
Bugün Ortadoğu coğrafyasında onlarca devletin olmasının tek nedeni, Türkiye’nin hilafeti kaldırmasıdır.
İsrail diye bir devletin kurulmasının nedeni de Türkiye’nin hilafeti kaldırmasıdır.
Kılıçdaroğlu ‘Helalleşme” diyor ya, emin olun CHP bugün helalleşmeye başlasa bin yıl sürer.
Bugün Filistin de Gazze’de Müslümanlar kırılıyorsa sebebi bizim CHP’dir.
Bugün Mekke ve Medine Vehhabilerin elinde ise, abartısız söylüyorum bunun müsebbibi CHP’dir.
Bugün Yemen’de siviller öldürülüyorsa, bunun da vebali CHP’nin boynunadır.
Aynı şekilde sürekli işgale uğrayan Afganistan, Irak ve Afrika ülkelerinde katledilen Müslümanların vebali de, Hilafetin kaldırılması için el kaldıran CHP Milletvekillerinin ve o partinin mensuplarınındır.
Biz ,“CHP’ye oy vermek büyük bir vebaldir” derken sadece ülkemizdeki zulümleri değil, cümle İslam âlemindeki zulümleri kastettik.
Üstad Necip Fazıl; "CHP bir parti değil, Türke dinini, dilini ve özünü kaybettirmeye memur bir katliam müessesesidir." Demişti.
Emin olun Üstad az söylemiş.
CHP sadece Türke değil bütün İslam âlemine; dinini, imanını, birliğini, toprağını ve hürriyetini kaybettirme müessesesidir.
CHP, İslam memleketlerini batıya peşkeş çektirme virüsüdür.
Bulaştığı yerde ne din ne de iman bırakır. Allah muhafaza çok ağır din arazlarına sebep olur.
İsmet İnönü’nün de zaten gayesi vatanı düşmandan kurtarmak değil, İslamı ortadan kaldırmaktı.
Buyurun size bir örnek…
Silah arkadaşı Kazım Karabekir İsmet İnönü ile arasında geçen konuşmayı şöyle nakletti;
- "Türk milleti Müslüman olarak kalmaya devam ettiği müddetçe güvende olamayacaktır.
İngiltere ve batının dostluğunu kazanamayacaktır. Bulgarları kendimize örnek alalım."
(Kazım Karabekir'in "Paşaların Kavgası" kitabı sayfa 162)
Aynı kitapta 19 Ağustos 1923'te Ankara istasyon binasında (Ulus’taki Eski Meclis binası) yapılan "İslamı Yok Etme" toplantısında, İsmet İnönü’nün şöyle dediği tarihe not edilmiş;
- " Elimizde kuvvet varken hocaları kaldıralım. Bunu yaparsak gençliğin kafasını Allah ve peygamber gibi boş laflardan ve kavramlardan kurtarmış oluruz."
İsmet İnönü’nün İslam’a ve dine olan düşmanlığının tek şahidi Kazım Karabekir de değil.
1933 senesinde Türkiye'nin Sofya Büyükelçisi Tevfik Kamil. Yıllık iznine gelmiş.
Aile dostu olan Başbakan İsmet Paşa'yı ziyarete gitti. Sohbet ederlerken bir ara şöyle dedi; "Biraz da manevi gelişmeye hizmet etseniz."
Milli Şef büyükelçiye hiddetlendi : "Hala böyle şeyler mi düşünüyorsunuz. Biz 30 sene sonra Türk gençliğin kafasını Allah ve peygamber gibi boş laflardan ve kavramlardan kurtarmış olacağız."
Allah’a çok şükür ki; bu milletin sonraki nesilleri asla dinlerini unutmadığı gibi CHP’ye de iktidar yüzü göstermedi. Ancak sırtını dayadıkları askerlerin darbeleriyle iktidara gelebildiler.
Şimdi de iktidar olabilmek için Türkiye’yi yıkmak isteyen HDPKK’dan medet umuyorlar.
Çaresizlikten, PKK necasetinden medet umar hale geldiler.
Bu hal bile, CHP’nin nasıl bir kanalizasyon çukuruna düştüğünü gösteriyor.
Sadece PKK mı?
İnönü’nün yaptığı gibi gizli gizli İngilizlerle ve Amerika ile temasa geçtiler.
Neyse biz bugünü bırakıp meselemize dönelim.
İnönü bilinçli bir din düşmanıydı.
Cumhuriyet’ten sonra getirilen bütün dini yasaklarda onun teklifi ve imzası vardı.
1925 yılında Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nda değişiklik yapıldı.
Dini siyasete alet edenlere idam cezası verilmesi, ceza kanununa girdi.
Dini siyasete alet edenler bu bahaneyle asıldı ama siyasetin dine karışması serbest kılındı.
İşin doğrusun söylemek lazımsa, din bir şeye karışmadı esas CHP dine karıştı.
1925’de "Şapka Kanunu" yayınlandı, dini kıyafetler giymek yasaklandı.
Bu kanunla Yahudilerin milli şapkası olan fötr şapka giymek mecbur kılındı.
Bu kanun bütün dünyada alay konusu oldu.
Dönemin ünlü Fransız “La Presse” gazetesi, TBMM’nin aldığı bu şapka kanunuyla dalga geçip baş makalesinde şunları yazdı;
“Bir memlekette ki, hükümetin giymesini istediğini şapkayı giymeyeni asarlar, orada Cumhuriyet olur mu? Sizde (Türkiye’de) Millet Meclisi mi var?” (Kaynak: La Presse gazetesi, 9 Eylül 1928 nüshası)
Ve bir başkası…
”Şapka giyenler, her yerde külah giyenlerin karşısına çıktı. Hatta neredeyse baş giysisini değiştirecek yerde fes de ısrar edenlere veya şapka giymeyip başı açık dolaşanlara karşı dayak dâhil her türlü enerjik çarelere başvurulurdu. Birçok fırsatlarda sokaklarda, vapurda, gösteri salonlarında ”şapka”lar,”fes”lere hücum etti! Fes ve fesliler daima yenildi. Fesler şapkalılarca parçalandı, ayaklar altına alınıp ezildi veya denize atıldı.” (Kaynak: Paul Gentizon, M. Kemal ve Uyanan Doğu, sayfa 99, 100. Belgelerle gerçek tarih)
İşin acı tarafına bakın ki CHP, fötr şapka giymeyen onlarca garibanı da sokak ortasında astı.
Şapka Kanunu'na muhalefetten Sivas, Rize, Giresun, Maraş, Erzurum gibi illerde en az 78 kişi idam edildi, çok sayıda kişi hapis cezalarına mahkûm oldu ve sürgüne yollandı.
Bunların bir kısmı şapkaya karşı çıktığı için değil, alacak parası olmadığı için şapka giymemişti.
Bay Kemal, Bunlarla da helalleşecek misin?
1 Kasım 1928’de büyük bomba patladı:
Latin harflerinden uyarlanan Türk alfabesi kabul edildi.
Türk milleti yeni bir lisan ile bir gecede cahil edildi. Âlimle cahil, okumuşla okumamış eşitlendi,
Devletin arşivi, kütüphane ve evlerdeki bütün kitaplar bu kararla çöpe atıldı.
Koca Türk tarihi resmen yok edildi. Arapça ve Osmanlıca arşiv ve eserler yakılmaya başlandı.
Böyle bir kültür ve tarih katliamını işgal kuvvetleri bile yapmamıştı.
1931 yılında Türkiye'nin 600 yıllık askeri, siyasi ve iktisadi belgeleri, Maliye Bakanlığınca Latin alfabesine geçildiği, Osmanlı Türkçesi, Arapça ve Farsça yazılı belgelerin işlevini yitirdiği gerekçesi ile yakılmak istendi. Sonra bu kâğıtlardan para kazanabileceklerini düşünerek yakmaktan vazgeçtiler
Osmanlı’nın dağ gibi arşivi, gelir elde edilmesi amacıyla satışa çıkarıldı.
Askeri, mali, siyasi, hukuki, edebi, denizcilik ve bilim tarihi ile ilgili yaklaşık 30-50 ton arası değerli belge; Sofya'da faaliyet gösteren Srnee Berger kâğıt fabrikasının sahibi İsviçre Asıllı Ermeni Berger ailesi tarafından, Maliye Arşivi'nden kâğıt hamuru yapılmak üzere Okkası 3 kuruştan satın alındı.
Oğuz Kaan’dan (Rahmetullahi Aleyh) Sultan Alparslan’a, Ertuğrul Gazi’den Vahdettin Hana büyük bir itinayla tutulan Türk Milletinin tarihini, balyalayıp 103 vagonla Bulgaristan’a yolladılar.
Osmanlı arşivinin yakılması veya satılmasını isteyen Maliye Bakanı, CHP’nin önemli isimlerinden Şükrü Saraçoğlu idi. Türk milletinin tarihini Bulgar’a satan bu adam sıkı Türkçü geçiniyordu.
Araştırmacı yazar Aytunç Altındal, 1942’de başbakan olan Saracoğlu’nun Kod adı Harem olan Amerikan Ajanı olduğunu belgeledi.
Saraçoğlu Millet Meclisi kürsüsünden, "din zehirdir!" diyebilecek kadar cüretkâr ve küstahtı.
30 sene içerisinde dini tamamen ortadan kaldıracaklarını söylüyordu, Yüce Allah onu ortadan kaldırdı. Hem de korkunç bir şekilde.
Ölüm anını gören bir hoca şöyle anlattı; “Adamın öyle korkunç, simsiyah, kömür gibi bir suratı var ki, bakılamıyor. Öyle bir ıstırap içinde, öyle bir bağırıyordu ki, heyecandan ben bir şey okuyamadım”
Arşivin satışını öğrenen Son Posta Gazetesi yazarı İbrahim Hakkı Konyalı, evrak satışının durdurulması için uğraştı, ama başarılı olamadı.
Satış izni veren İnönü tarihimizi yok etmeye çoktan karar vermişti.
Arşivin satışının durdurulması için Manisa Milletvekili Refik Şevket TBMM'ye önerge verdi.
Ortalığın karışacağını düşünen İnönü, Bu önerge üzerine genelge yayınlayarak arşivin geri kalanının satışını durdurdu.
Türk basınının tepkisi üzerine Bulgaristan Başkonsolosluğu'nda görevli Panço Doref, Sofya'daki Srnee Berger fabrikası tarafından satın alınan kâğıtların lüzumsuz kâğıt değil, önemli Osmanlı belgeleri olduğunu kendi hükümetine bildirdi.
Büyükelçi, gelen arşivin eritilip hamur edilmesinin ileride savaş sebebi bile olacağını belirtti.
İşin ciddiyetini fark eden Bulgar hükümeti; arşiv belgeleri Ermeni’nin fabrikasına ulaşmadan, Sofya Tren İstasyonu'nda el koydu.
Bu sayede Osmanlı arşiv belgeleri, hamur olmaktan kurtarıldı.
Gelen belgeler Bulgar yetkililer tarafından teker teker tasnif edildi. Bizim belgelerimizle bir Osmanlı enstitüsü kurdu.
Türkiye’de bile olmayan en büyük Osmanlı arşivi CHP ve İnönü sayesinde Bulgaristan’dadır.
Bugün, Bulgaristan Milli Kütüphanesi Nadir Eser Departmanı'nda Osmanlı Devleti'ne ilişkin bir milyona yakın arşiv belgesi bulunuyor.
Bunların büyük bir bölümü Osmanlı Türkçesi, geri kalanı ise Arapça ve Farsça belgelerdir. Kütüphanede; 191 adet kadı sicili, 720 maliye, 405 tımar defteri bulunuyor.
Özal döneminde, Türkiye’nin hafızası niteliğindeki bu arşivin getirilmesi için çok uğraşıldı ama başarılı olunamadı. Asılları yerine bir bölümünün kopyasını alabildik.
Çıldırmamak elde değil.
İşte bu yüzden yakın tarihimizi bilmemizi istemiyorlar.
CHP demek, yıkım demektir.
CHP demek, Bu milletin tarihine ve dinine düşmanlık demektir.
CHP’ye oy veren de destek veren de yaptıklarından ve yapacaklarından mesuldür.
Bay Temel, Kılıçdaroğlu’nun ayaklarına paspas ettiğin partin de sende bu vebale artık ortaksınız.
Babacan’a ve Davutoğlu’na sakın kızmayın.
Cenab-ı Allah bunları helak etmek için CHP’yi sebep kıldı.
Onlar da hırsının kurbanı olup kurtuluşu CHP’de sandı.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
SABETAYCILARIN KEMALİSTLERE YUTTURDUĞU LAİKLİK HAPI
10 Nisan 1928 yılında "Türkiye Cumhuriyeti'nin Dini İslam'dır" ibaresi, İnönü’nün teklifi 264 CHP’li milletvekilinin oyu ile kaldırıldı.
Kaldırılış o kaldırılış…
2023 yılı itibarıyla Türkiye Cumhuriyeti resmi dini olmayan dinsiz bir ülkedir.
95 yıldır gelen iktidarlar 1924 anayasasından yer alan, “Türkiye Cumhuriyeti'nin Dini İslam'dır" ibaresini tekrar yerine koyamadı.
Bugün dünyada kime sorsanız Türkiye Cumhuriyeti’ni ‘Müslüman bir ülke’ olarak tanımlar. Gelin görün ki biz “Ülkemizin resmi dini İslam’dır” diyemiyoruz.
TBMM’nin 3. Dönem 1. Yasama Yılı 59'ncu birleşiminde Türkiye dinsiz yapıldı.
O gün yapılan oylamada 52 milletvekili karşı oy kullandı.
Bu tarihi oylama, TBMM tutanaklarında yer almıyor.
Kürsüye çıkan milletvekilleri lehte ve aleyhte ne gerekçe ile görüş bildirmişler?
Ret oyu verenler kimler?
3. Dönem 1. Yasama Yılı 59'ncu birleşiminin üzerine adeta örtü çekilmiş.
Bu konuda sadece Osmanlıca birkaç bilgi var ama tartışmalarla ilgili tutanaklar yok.
Bu konuda yazılmış bir tez ve kitap da bulamadım.
Buradan TBMM Başkanı Mustafa Şentop’tan rica ediyorum. 1928 yılının tutanaklarının tamamını Türkçe olarak yayınlayın.
Devletinin niçin dinsiz edildiğini milletin bilme hakkı var.
Buradan birkaç kelam da zamanın ahalisine söylemek isterim.
Türk milletinin tarihinde ilk kez devletinin dini olan İslam kaldırıldı. Birinizin gıkı çıkmadı.
3-5 kişi de olsa Meclis’in kapısına dayanıp, “Siz ne yapıyorsunuz?” diye soramadınız.
Ne oldu?
Onlarda öldü siz de öldünüz.
İpte sallanmak yerine tozlu çul yataklarda can verdiniz.
İpte ölseniz kahraman olurdunuz. Çulda ölüp hiç oldunuz.
Allah dinine sahip çıkmayan bu nesili, zaten iflah etmedi.
Hakir ve zelil kıldı.
O nesil gün yüzü görmedi. Bir kuru ekmeğe muhtaç kaldı.
At dışkısından arpa ayıklayacak hale düştü.
Tıpkı Nazım Hikmet’in Mehmetçik Memet şiirinde yazdığı gibi;
Pozantı’da bir dere içi, güneş yakıyor.
Gardıfen Kartallı Kazım bakıyor:
bir deri bir kemik Memet
düşmüş bıyıklar.
Memedin ayağında yarım çarıklar.
Memet yüzükoyun yatmış sayıklar.
Memet beygir fışkısından arpa ayıklar.
Arpayı götürüp derede yıkar.
Güneşte kurutup yiyecek Memet.
Dağ taş Memet dolu, dağ taş sevkiyat.
Ölüm Allahın emri, açlık olmasa fakat.
Neyse meselemize dönelim
1928 yılında yapılan bu değişiklikle devletin dini bölümü gitti, yeri boş kaldı.
9 sene böyle durumu idare ettiler.
Baktılar ki din kısmının boşta olması sıkıntı çıkartacak, bu kez yeni bir yol buldular.
CHP, 1937 yılında kendi partisinin altı okunu Anayasa soktu.
“Türkiye Cumhuriyeti; Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır” ifadesi Anayasaya girdi.
Böylece Türkiye Cumhuriyeti, bir CHP Cumhuriyetine dönüştü.
İlerleyen yıllarda CHP ilkelerinin anayasa olması, itirazlara sebep oldu.
İnönü, 1950 yılında “Altı Ok ”un anayasadan çıkarılacağını açıkladı.
Söz vermesine rağmen, CHP’nin 6 okunu Anayasa’dan asla çıkartmadı.
İşin ilginç yanı, 1950 seçimlerinde İnönü’yü deviren Demokrat Parti’de bunu yapmadı.
27 Mayıs 1960 darbesini yapan ihtilalciler, 6 okun 5’ini anayasadan çıkardı.
Laiklik okunu ise anayasaya daha sağlam bir şekilde bir mızrak gibi sapladı.
Bu tarihten itibaren Laiklik, dinsiz devletin yeni dini hüviyetine büründü.
Laikliği anayasamıza sokanların sözüm ona amacı, dinin devlete karışmasını engellemekti.
Din devlete karışmadı ama devlet dine karıştı.
Zamanla birileri Laikliği din gösterip bunu da millete zorla kabul ettirmeye kalktı.
Müslümanlar baskı altında tutuldu. Bu ilke Müslümanların üzerinde bir kılıç gibi sallandı.
Laiklik gerekçe gösterilerek; ihtilaller yapıldı, muhtarılar verildi.
İnsanlar işkence gördü, hapislerde yattı. Başını açmayan kızlar, okuldan atıldı.
Halkının yüzde 95'i Müslüman olan bu ülkede neredeyse, ‘Allah’ demek suç sayıldı.
Bütün bunlar Laikliği din yapmak veya göstermek isteyen bir grubun çabasıyla oldu.
Kim bunlar?
Aramıza karışan Sabetaylar ve onların kontrolündeki din düşmanları.
Bu benim de iddiam da değil ayrıca… Bizzat kendileri itiraf etti.
Yahudi dönmesi Sabetay Ilgaz Zorlu şöyle dedi;
- Laiklik bir din değildir, fakat Sabetaycılar laikliği bir din haline getirdiler. Müslüman değildir Sabetaycılar... (Resmen Müslüman görünseler de Nüfus cüzdanlarında öyle yazsa da) Müslümanlığı hiç görmediler hiç yaşamadılar.
Bunlar hiçbir zaman İslam dinine inanmadı. Yahudi kabalizmine bağlı inançlarını sürdürdü. Laiklik bu insanlar için bir düşünce olarak hep var oldu. Bunu bir din haline getirdiler. Bana göre Sabetaycıların dini laikliktir.
Benzer bir açıklamayı da ünlü tarihçi İlber Ortaylı yaptı. Ortaylı, “Son yetmiş yılın laik gelişmeleri içinde Sabetaycılık, laisizmin en ateşli öncüleri ve uygulayıcısı olmuştur’’ dedi.
Laikliği din kabul eden Sabetaylar, Kemalist maskesiyle maalesef bu virüsü etraflarına da hızla yaydı.
Bunun için de ellerindeki medyayı kullandılar. Yetmedi devletin, partilerin ve ordunun içerisine sızdırdıkları adamlarını yararlandılar.
Sabetaycılar ve masonlar; ağırlıklı olarak CHP içerisinde faaliyet gösteriyordu.
Bu yüzden öncelikle CHP’ye ve CHP üzerinden devlete, “laiklik dini” hapı yutturdular.
Sabetayların laiklik hapını yutan, GERÇEKTEN HAPI YUTUP kısa sürede din düşmanı kesildi.
Bugün; Sanat, siyaset, ticaret, medya ve bürokrasideki laiklerin din düşmanı olmasının sebebi, Sabetayların laiklik hapıdır.
Hapı yutan Kemalistlerin İslam’a saldırma nedeni de budur.
Laiklik hapı, onların şuurlarını bulandırdı. Kökenlerini ve geçmişini unutturdu.
Hapın etkisiyle; Müslümanların kapılarına bıçaklarıyla dayanıp, kendilerini koyun gibi keseceklerini sanıyorlar.
Müslümanları; cahil, gerici, kültürsüz birer çoban gibi görüyorlar.
Kendilerini ise; ilerici, çağdaş, kültürlü ve eğitimli birer kişi kabul ediyorlar.
Kemalistlerin din hezeyanı öyle bir hale geldi ki; namaz kılan bir çocuğu bile düşman gibi görür oldular.
Sonuçta bir avuç Sabetay topluluğu; İslamiyet’i ve Müslümanları nasıl görüyorsa, CHP ve Kemalistlere de aynısını gördürmeyi başardı.
Sonunda öyle bir hale geldiler ki; Kudüs’te Yahudi askerleri Müslümanları ne gözle görüyorsa, bizim laiklerde bu ülkenin Müslümanlarını aynı gözle görmeye başladı.
4 gün önce İsrail askerleri kadın gazeteci Şirin Ebu Akile’yi başından vurup öldürdü.
“Gazetecilik” deyince, “kadın hakları” deyince kıyamete kopartan bizim laik gazeteciler tek satır yazdı mı?
Yazmadı…
Niye?
Öldürülen Müslüman, öldüren Yahudi olunca dillerini yuttu.
Uğur Dündar, Yılmaz Özdil, Fatih Altaylı, Can Ataklı, Ertuğrul Özkök, İsmail Saymaz, Merdan Yanardağ, Emin Çölaşan, Emre Kongar, Can Dündar, Hasan Cemal, Güneri Civaoğlu, Hikmet Çetinkaya, Soner Yalçın ve Deniz Zeyrek niye sesiniz çıkmadı…
Ya Kadın hakları savunucusu Kemalist laik kadın yazarlara ne demeli?
Ruhat Mengü, Mine Kırıkkanat, Ayşegül Arslan, Özlem Gürses ve Işıl Özgentürk kadın meslektaşınız canice katledilmedi mi?
Niye ses vermiyorsunuz?
Hayrola! Biz bunu söyleyince sancınız mı tuttu?
O gazeteci İsrailli, öldüren Filistinli olsa buradan koro halinde çemkirirdiniz.
CHP’den bugüne kadar, İsrail’in hapse atıp işkenceyle öldürdüğü Filistinliler hakkında tek kelime duydunuz mu?
Duymadınız…
Şirin Ebu Akile’nin katledilmesine sessiz kalan CHP ve Laik medya; ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni isyan çıkartarak yıkmaktan’ mahkûm olan Osman Kavala için kıyamet koparttı…
Osman Kavala bir Sabetay Yahudi’si de onun için.
Osman Kavala Yahudi olmasa bu kadar tepinir miydiniz?
Osmanlı için padişahlara, CHP’yi yendiği için Menderes’e, vatansever diye Türkeş’e, din için Erbakan’a, Köşkte namaz kıldı diye Özal’a saldıranlar, bugün de Erdoğan’a ve Bahçeli’ye saldırıyor.
Devir değişse de saldırdıkları değişmez.
Bunlar isimlere değil; İslam’a ve Türk milletine düşmanlar.
Bunların ismi değişir ama kini değişmez.
Ey halkım anlayın artık.
Bilemezsin kim dost kim düşman.
Bazen tuttuğun eldir seni sırtından vuran.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
TÜRKİYE’Yİ KİM DİNSİZ YAPTI?
20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen ilk anayasanın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) 2'nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin dininin İslam olduğu yazıyordu.
1923’de Cumhuriyeti kuran ekip 1924’de yeni bir anayasa için kollarını sıvadı.
18 Temmuz 1923 günü Ankara İstasyonundaki binada Teşkilat-ı Esasiye ‘de yapılması düşünülen değişiklik müzakere ediliyordu.
Bu müzakerelere belli isimler çağrılmıştı.
Çağrılmayanlardan birisi de İstiklal Savaşı’nın önemli komutanı Kazım Karabekir’di.
Karabekir Paşa ne olduğunu merak edip Ankara İstasyonundaki binaya gitti.
Karabekir içeriye girdiğinde, haraketli bir şekilde yeni cumhuriyetin dininin ne olacağı tartışılıyordu.
Kendisi Sabetay yani Yahudi olan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, büyük bir ısrarla Devletin dini kısmından İslam ibaresinin çıkartılması gerektiğini savunuyordu.
Aras, İslam dininin Türklerin değil Arapların dini olduğunu, Türkiye’nin Batılılaşmak istiyorsa bu dini terk etmesi gerektiğini iddia ediyordu.
Tevfik Rüştü Aras bu kanaatini her yerde haykıracağını söyleyince, Karabekir Paşa’nın tepesi attı;
-''Teşkilatı Esasiyede dinimizin İslâm olduğu yazılıdır Tevfik Rüştü Bey. Hangi kanaati haykıracaksın? Hıristiyanlığı mı?''
Cevap Yahudi Aras yerine Türkçü gözüken dönemin Adliye Vekili Mahmut Esad Bozkurt’tan geldi;
- Evet Hristiyanlığı. Çünkü İslâmlık terakkiye manidir. Bu dinle yürünmez mahvoluruz. Ve bize de kimse ehemmiyet vermez."
Ne kadar acı değil mi?
Sözde Türkçü, Türk milletinin dininin Hıristiyanlık olmasını istiyor…
Bunun dedesi Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesi için İstanbul’a giden ekipte yer almıştı.
Kazım Karabekir söz alıp şöyle dedi:
- İslamlığın terakkiye mani olduğu Avrupalıların uydurmasıdır.
Bu meseleyi istediğiniz kadar münakaşa edebiliriz. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, din değiştirme gayretidir.
Netice İslam kalırsak mahvolmayız, fakat din değiştirme oyunu ile bizi kolay mahvedebilirler.
Hıristiyan Bizans'ı Müslüman Türk yıkmış ve yerine geçmiştir.
Fransızlar 1855’te Müslüman Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak yaparak Hıristiyan Rus İmparatorluğuna karşı harp yaptılar.
Dünya Savaşında Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan yine Müslüman-Türk’le ittifak yaptılar. Ve Hırıstiyan İtilaf Devletlerine karşı birlikte savaştılar. Yüzümüze kimse bakmaz ne demek?
Bu kez dönemin Başvekili Fethi Okyar söz alıp Karabekir’e sert karşılık verdi:
- Evet Karabekir… Türkler İslâmlığı kabul ettiklerinden böyle kaldılar. Ve İslâm kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Bunun için İslâm kalmayacağız…
Duyduklarından sonra Karabekir geri adım atmayıp daha da sertleşti ve şöyle dedi;
- Fethi bey, bu yabancı fikri şiddetle reddederim. Geri kalmamıza sebep din değildir. Fütühatçılık, temsil kudreti gösterememek, Avrupa’nın ilim ve irfan cephesiyle temassızlık, idarede istibdat gibi mühim sebepler vardır.
“İslamlık terakkiye manidir” fikrini de garip bulurum. Bu yabancı ve tehlikeli fikrin, aramızda da münakaşaya tahammül edemeyecek kadar taraftar bulmasından çok müteessir oldum.
Ben iddia ediyorum ki, Türk Milleti ne Hırıstiyan olur, ne de dinsiz kalır. Hakikat budur.
Bir milletin asırlardan beri, en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğine inanışınız objektif bir görüş değil, hayâlinizdir. Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdat ile başlar ve İstiklal Harbinin birliğini de birbirine katar.
Böyle bir iç savaşın nasıl bitebileceğini de söyleyebilirim: Düşmanlarından kanı pahasına istiklâlini kurtaran Türk Milleti, hürriyetini kendi evlatlarına boğdurmayacak. Buna cüret edenlerin de hakkından gelecektir Fethi Bey…
Kazım Karabekir Paşa’nın bu sert sözleri ve milletin ayaklanacağını ima etmesi, herkesi suspus ettirdi.
Karabekir daha sonra Mustafa Kemal’e dönerek;
- Paşam, Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız görüyorum ki, bizi fikir kuvvetiyle mahvedecekler. Buna müsaade edecek misiniz?
Millet Meclisini tekbirler, sâlatlar arasında açtınız. İslamlığın en yüksek bir din olduğunu hutbelerle ilan ettiniz. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız...
Bu tartışmaları kesmeden ve araya girmeden dinleyen TBMM Meclisi Başkanı Mustafa Kemal, Karabekir’in sözünü keserek, "Müzakereler çok hararetlendi, burada kesiyorum." dedi.
Kazım Karabekir’in “Devleti dinsiz ederseniz, halk ayaklanır” sözü ilerleyen günlerde çok tesirli oldu.
1924 Anayasası’nda “Devletin resmi dini İslam’dır” ibaresi korundu.
Korundu korunmasına ama içimizdeki Sabetayların ve din düşmanlarının çabaları durmadı.
Bu kez dinin temel eğitim yerleri olan tekkeler kapatılıp, din adamları İstiklal Mahkemeleri’nde birer birer asıldı.
İstiklal Mahkemeleri ile ahali sindirilirken, Şapka Kanunu ile batıya alıştırıldı.
1928 yılında, İsmet İnönü Malatya Mebusu olarak, 120 arkadaşıyla birlikte, Anayasanın Maddelerinin Tadiline Dair Teklif verdi.
İnönü’nün değiştirilmesini istediği maddelerden bir tanesi; Anayasa’nın 2 maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” hükmü idi.
10 Nisan 1928 tarihinde “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” hükmü anayasadan çıkartıldı. Milletvekillerinin yeminlerindeki “vallahi” kelimesi “namusum üzerine söz veririm” ifadesiyle değiştirildi.
Meclisin görevleri arasında yer alan “ahkâm-ı şer ’iyenin tenfizi” (dini hükümlerin yerine getirilmesi) maddesi anayasadan kaldırıldı.
İnönü ve 120 CHP’li vekilin teklifiyle, Türkiye Cumhuriyeti DİNSİZ bir devlet yapıldı.
Oylama yapıldığında TBMM’de toplam 316 milletvekili vardı.
Bu milletvekillerinden 264’ü, Dinsiz devlete kabul oyu verdi. Sadece 52 milletvekili teklifi reddetti.
Kısaca milletvekillerinin yüzde 84’ü, dinsizliğe el kaldırdı.
4 sene önce Karabekir Paşa’nın karşı çıkmasıyla ertelenen tasarı, 4 sene sonra 10 Nisan 1928 yılında hayata geçirildi.
Peki, o tarihte Karabekir Paşa ne durumda idi.
Karabekir Paşa, İzmir’de Mustafa Kemal’e suikast iddiasıyla İstiklal Mahkemesi’nde idam cezasıyla yargılanıyordu. Olaya karıştığına dair hakkında bir delil yok idi.
Buna rağmen hakkında tam idam kararı çıkacaktı ki, mahkeme salonunun üzerinden alçak uçuş yapan savaş uçaklarından, “Karabekir Paşa suçsuzdur” yazıları atıldı.
Askerler ayaklanmıştı…
Karar günü bir grup silahlı subay mahkemeyi basarak, Mahkeme Başkanı Kel Ali’yi tehdit etti.
Ordu Karabekir’in arkasında durunca, Atatürk ivedi olarak kendisini affetti.
Bu yapılanları hazmedemeyen Karabekir Paşa evine çekildi. Siyasetten elini eteğini tamamen çekti.
10 Nisan 1928 yılı Türk milletinin asla unutmaması gereken kara bir gün olarak tarihe geçti.
Atam Oğuz Kaan’dan bu yana İslam’ın bayraktarlığını yapan, 3 kıtaya İslam’ı yayan Türk milleti, 264 CHP’li vekil sayesinde resmen dinsiz yapıldı.
Kâğıt üzerinde devleti dinsiz yaptılar ama Türk milletinin gönlünden İslam’ı asla silemediler.
Türklük beden, İslam ise ruhtur.
Türk- İslam milliyetçiliği, ayrılmaz bir bütündür.
Tarih boyunca bu ikisini kimse birbirinden ayıramamıştır.
İslam’ın kılıcı ve kalkanı olan Selçuklu ve Osmanlı, “Nizam-ı Âlem” davasını, üç kıtaya taşıyıp, hüküm sürdü.
Bugün yeryüzünde Müslüman olmayan Türk olmadığı gibi, Müslüman olduktan sonra millî şuurunu kaybedip tarihte yok olan bir Türk Topluluğu da olmamıştır.
İslam, Türk milletine ışık olmuş, Türk milleti bu ışığı takip ettikçe hep yükselmiştir.
Anadolu topraklarını Müslüman Türk’e yurt yapan Sultan Alparslan, 26 Ağustos 1071’de, Malazgirt Meydanı’nda ordusuyla birlikte kıldığı cuma namazını müteakip, askerlerine dönerek “Ey mücahitler! Düşman ne kadar çok görünürse görünsün! Biz onlardan daha güçlüyüz. Çünkü biz Allah’a inanıyoruz...” dedikten sonra, toprak üzerinde secde ederek şöyle dua etti; “Ya Rabbi! Sana tevekkül ettim. Hazreti Peygamberimiz aşkına bize yardım et! Fikrimizle fiilimiz bir değilse bizi helak et!”.
Osmanlı Devleti’nin ikinci Padişahı Orhan Gazi, ‘Oğul’a Nasihat’ında, “Unutma ki, dünya saltanatı geçicidir. Lakin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamberimiz aleyhisselâmın şefaatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir!..” dedi.
Kızıl Elma, Türk’ün fetih hayalidir.
Türk’ün Kızıl elması, i'lâ-yi kelimetullahı dünyaya yayma ülküsüdür.
i'lâ-yi kelimetullah; Allah'ın dinini ve Tevhîd inancının yüceltilip yaygınlaştırılması yolunda gösterilen gayret ve faaliyetlerdir. Gerekirse bunun için cihad etmektir.
Bu şanlı vazife, Atamız Oğuz Kaan’dan bugüne her Türk’e mirastır ve vasiyettir.
Bu kutlu vazifeyi bu milletin kalbinden kimse çıkartamadı, çıkaramaz da… Nitekim de öyle oldu.
Dönemin Dışişleri Bakanı Sabetay Yahudi’si Şükrü Saraçoğlu, Anayasa’dan İslam ifadesin çıkardıktan sonra, “Din zehirdir. İslam’ı milletin kalbinden tamamen söküp çıkarmak için daha 30 yıla ihtiyacımız var” demişti.
Fenerbahçe Stadına adı verilen Yahudi dönmesi çok fena yanıldı.
Onların anayasadan çıkardığı İslam’ı bu millet asla gönlünden çıkarmadı. Çıkarmadığı gibi 20 senedir de memleketi bir Müslüman partiye teslim etti.
Kendisi gibi dinsizler geriledi, astıkları Müslümanlar ilerledi.
Söz buraya gelmişken bazı cemaatlere ve partilere iki çift lafım var.
Son seçimlerde bir kısım cemaatler CHP’yi destekledi. O destekleriyle İstanbul ve Ankara gibi şehirler CHP’nin eline geçti.
O cemaatlerden birisi, CHP’ye geçişe sebep olarak, AK Parti’nin bir mescitlerini yıkmasını gerekçe gösterdi.
İyi de kardeşim!
AK Partili belediye ruhsatsız mescidini yıktı diye senin dinini yıkmaya kalkan CHP’ye geçmek de ne oluyor.
Müslüman kinine ve nefsine göre değil, hak ile batıla göre davranır.
Bir sözüm de Karamollaoğlu’na…
“Tayyip Bey parti kurarken gelip bize danışmadı” diye köpürttüğünüz kibiriniz, boyunuzu aştı.
DÜN DİNDAR İKEN BUGÜN KİNDAR OLDUNUZ.
Bu kin gözünüzü o kadar kör etti ki, düşmanınız olan CHP’nin ocağına düştünüz.
Bay Temel, bir koyun ömrü kadar bir ömrün ya var ya yok.
Yakışıyor mu size bu yaşta, CHP’nin tandırına tezek taşımak?
Dikkat edin de, ayağınız tökezleyip taze tezekle tandıra düşmeyesiniz!
Yanlış anlama olmasın.
Ben kimseye, “Gidip AK Parti’ye oy verin” demiyorum.
Ben, “Dini ve devleti yıkmaya çalışanlara oy vermeyin” diyorum.
Sonuç şu;
Dinin sahibi Yüce Allah’tır. Dinini koruyanda odur.
Kim bu dine saldırırsa, er veya geç belasını bulur.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
CHP’NİN ADALETİ! 10 YIL HAPSE İTİRAZ ETTİ, İDAM ETTİLER
Şeyh Said isyanı sadece Şark’ı etkilemedi. Bu isyan Ankara’da yıkımı neden oldu
İsyanında en büyük zararı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gördü.
Cumhuriyet kurulduğunda, M.Kemal ’in partisi olarak bilinen CHP’nin rakibi yoktu.
Batı Türkiye’de çok partili bir demokrasi istiyordu.
Tek parti idaresini diktatörlük olarak görüyordu.
Bir iddiaya göre M. Kemal, tıpkı Komünist fırkasını kurdurduğu gibi yakın arkadaşlarına bu kez Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdurdu.
Bütün amaç ve niyet; batıya karşı çok partili bir demokratik düzen görüntüsü vermekti.
CHP’nin dine bakışı ve batıya olan düşkünlüğünden rahatsız olanlar, büyük bir hızla yeni kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası şemsiyesi altına girdi.
Kısa sürede halkın teveccühü de bu partiye yöneldi.
CHP; ülke genelinde büyük bir hızla erimeye, TCF ise anormal bir şekilde yükselmeye başladı.
Bu durum M. Kemal için kabul edilemez bir durumdu.
M. Kemal; CHP Grup İdare Kurulu’nda yaptığı sert konuşmada, silah arkadaşı Kazım Karabekir’in kurduğu fırkanın kendisine karşı bir komplo olduğunu belirterek şöyle dedi;
- Efendiler! Sizi çok önemli bir meseleye karar vermek için topladım. Memlekette menfi tahrikât son haddini bulmuştur. İstanbul basını, TCF’nin dini siyasete alet eden propagandası şurada burada sinmiş olan mürtecilere cesaret vermektedir. Yer yer Cumhuriyet idaresi aleyhinde ağır isnatlar ve iftiralar yapılmaktadır.
Buradaki ağır isnatlardan maksat şu idi;
-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ’nın bazı yöneticileri, dine uygulanan baskılardan ve batıya özentiden rahatsızlardı ve bu düşüncelerini açıkça söylemeye başlamışlardı.
Hatta gazetelere beyanat verip; CHP yönetiminin sarhoşluğu, zinayı ve ahlaksızlığı yaygınlaştırdığını, milleti dinsiz etmek istediğini söylüyordu.
Atatürk’te o gün zaten bu noktaya işaret ederek şöyle dedi;
- ‘Din elden gidiyor, aile hayatımız, binlerce yıllık geleneklerimiz birbiri ardınca yıkılıyor, bu gidişle Garp medeniyetini alacağız diye dinimizden olacağız’ yolundaki propagandaların tesirsiz kalacağını sanmak budalalık olur.
Benim görüşüme göre yakın bir zamanda bir ihtilal ile karşılaşmamız mümkündür.
Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseleri yıktık. Bunların
binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lazım.
Mustafa Kemal konuşmasının sonunda bu düşüncedekilere karşı çok sert tedbirler istedi.
CHP grubu, M.Kemal ’in istediği taleplerin hiç birisini yerine getirmedi.
M.Kemal‘ in partisi CHP’ye söz geçirememesi. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı daha da güçlendirdi.
Batıya görüntü vermek için yakın arkadaşlarına kurdurduğu parti, kendi partisi CHP’nin üzerine çıkmıştı.
Emin olun o tarihte bir seçim yapılsa, TCF CHP’yi ezip milletvekilliğini silip süpürürdü.
M. Kemal bu meseleye bir çare ararken, Şarktaki Şeyh Sait isyanı adeta ilaç gibi geldi.
İsyan için çıkartılan Takrir-i Sükûn yasası ve kurulan İstiklal Mahkemeleri, hür basının ve muhalefet partisi TCF’nin susturulmasına sebep oldu.
Meclis’te Takrir-i Sükûn yasası ve kurulan İstiklal Mahkemeleri kurulması tartışılırken, Ilımlı tavrıyla bilinen Başbakan Ali Fethi Bey, şöyle dedi;
- “Bütün Şark illerinin valilerine, jandarma alay kumandanlarına ve polis müdürlerine şifreyle isyanın oralarda olup olmadığını sordum. Aldığım cevapların hepsi bu isyanın hiçbir vilâyet, kaza ve köylerinde emaresi ve aşarı (eserleri) bulunmadığı mahiyetindedir.
Bu isyan yalnız ve yalnız Şeyh Saîd ile Çapakçur halkının isyanıdır.
Binâenaleyh ben Allah’a, tarihe ve millete karşı elimi haksız kana boyayamam. Seve seve başvekâletten çekilirim.”
Ali Fethi Bey’in konuşmasından sonra söz alan İsmet İnönü şöyle dedi;
- Bu isyan şamildir ve müretteptir (umumidir ve tertiplenmiştir). Binâenaleyh beni iktidara getirirseniz ben İstiklâl Mahkemeleriyle Divan-ı Harp-i Örfîleri (sıkıyönetim mahkemelerini) kurar bunları asar, keser ve sürerim.
M.Kemal’ in baskısıyla Ali Fethi Bey elini kana bulamadan istifa etti. Yerine ise İnönü; asmak, kesmek ve sürmek için Başvekil koltuğuna oturdu.
Şeyh Said asıldıktan sonra; İsyana destek verdiği iddia edilen bâzı gazete ve dergiler kapatıldı. Bunlar Tevhîd-i Efkâr, İstiklâl, Son Telgraf, Sayfa gazeteleriyle Sebîlürreşad ve Aydınlık dergileriydi.
Bir müddet sonra bâzı muhalif gazeteciler de tutuklandı.
Velid Ebüzziya, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Eşref Edib, Sadri Ethem, Ahmed Emin Yalman, Suphi Nuri İleri, Ahmed Şükrü Esmer, İsmail Müştak Mayakon, Abdülkadir Kemali Öğütçü bunlar arasındaydı.
Şeyh Saîd Olayı ve olmayan İzmir Suikasti bahane edilerek çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanılarak; Cumhuriyet döneminde ilk muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 3 Haziran 1925’te kapatıldı.
Mustafa Kemal; Şeyh Said’in Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasından cesaret aldığına inanıyordu.
Bu fırkanın tüzüğüne konulan, “TCF, DİNİ İNANIŞLARA SAYGILIDIR” ifadesi Atatürk’ü çok kızdırmıştı.
Bu kızgınlığını her fırsatta açıkça da bildirdi ve TCF’nin dini siyasete alet ettiğini söyledi…
Mustafa Kemal silah arkadaşı olan Terakkiperver Fırka kurucularını; Cumhuriyet düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan kışkırtıcılığı ve vatan hainliği ile suçladı.
Bunların her biri idamlık suçtu.
Nitekim partinin önemli isimlerini ipe götüren kararlar da bu suçlamalara dayandı.
Şeyh Said isyanının hemen ardından gelen ve halen de tartışmalı olan İzmir Suikasti olayı, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucularının idam fermanı oldu.
14 Haziran 1926'da İzmir Suikastı sonrasında TCF KURUCUSU paşalar tutuklandı.
Onların en önemlisi Kazım Karabekir’di.
Karabekir gözaltına alındığı anı ve mahkemeyi şiirle anlattı;
Tam yüz kişiyle sarılmıştı evim.
Cürüm ne imiş henüz yoktu haberim.
Jandarmalar, memurlar, kamyonlar, polisler, etrafı sarmışlar, köşkümü gözlerler.
Nihayet aldılar köşkümde.
Bir sabah erken.
İki kere yapıldı bu merasim, iki gün arayla bana.
Acısını sormalı köşkte ağlayana.
Gidiyor İstiklal Harbi’ni kuran merasim-i mahsusla.
İzmir İstiklal Mahkemesine çifte polisle.
Ben çok acı hakikatler attım ortaya.
Mahkemeyi sarstım, fakat etraf kaya Ölü her şey.
Ve kımıldamıyor bir şey.
Hükümet fırkası (CHP) muhakeme ediyor.
Muhaliflerinin(Muhalefet Partisinin) mücrimini (suçunu) seçiyor.
Yargılanan isimler arasında ise Kazım Karabekir’in dışında Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar Eğilmez gibi bir dönemin kahraman Paşaları vardı.
Türk ordusunun güçlü paşalarının hain gibi sefil bir şekilde yargılanması, bazı subayları rahatsız etti.
Vazife başındaki bu subayların silahları ile mahkeme salonunu basıp hep bir ağızdan, “Kel Ali, Kel Ali...” diye bağırmaları üzerine ortalık karıştı.
“Kel Ali” diye bağırdıkları; Devrin İslam âlimlerini verdiği keyfi kararla darağacına gönderen İstiklal Mahkemeleri’nin zalim Başkanı Ali Çetinkaya idi.
Hiçbir hukuk bilgisi yokken mahkeme başkanlığına getirilen Çetinkaya, 1920-1927 yılları arasında Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde verdiği idam kararlarıyla tam 2 bin 470 kişiyi astı.
Silahlı subayların mahkemeyi basması, hem Kel Ali’yi hem de CHP’yi korkuttu.
İçlerinde Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşa gibi İstiklal Savaşı'na katılanların da bulunduğu bu komutanlar, Mustafa Kemal’in "özel affı" ile idamdan kurtuldu.
Mahkeme kararınca Şükrü Bey, Sarı Efe Edip, Ziya Hurşit, Laz İsmail, Abidin Bey, Çopur Hilmi, Ayıcı Arif Bey, Hafız Mehmed, Gürcü Yusuf, Baytar Rasim ve Rüştü Paşa idam edildi.
Hapis cezası alanlar arasında ilk Başbakanlarımızdan Hamidiye Kahramanı Hüseyin Rauf Orbay, idam edilenler arasında ise Arif Bey, Ziya Hurşit, İsmail Canbulat ve Halis Turgut gibi dönemin önemli isimleri vardı.
İdamlıklardan Kara Kemal Bey kolluk kuvvetlerine teslim olmayıp intihar etti.
Asılanlardan birisi de İsmail Canbulat’dı.
Osman Canbulat önemli bir Osmanlı istihbaratçısıydı. İttihatçı Çerkez lakabıyla tanınıyordu. Bu suikast ile hiçbir alakasının olmadığını belirtip karar itiraz etti.
İstiklal Mahkemelerinde savunma ve avukat diye bir şey yoktu.
Şevket Süreyya Aydemir’in, “Bu mahkemelerde avukat bulundurmak, hatta şahit dinlemek gibi usullerle vakit kaybedilmediğini” yazdığı olay zuhur etti.
İsmail Canbulat bu cezayı hak etmediğini, karara itiraz edeceğini söyledi. Oysa istiklal mahkemesi, sanıklara avukat tutma hakkı vermediği gibi, üst mahkeme yolunu da baştan kapatmıştı.
Ne hikmet ise; İsmail Bey’in itirazı kabul gördü ve savunmaya çağrıldı.
İsmail Canbulat, savunmasını vermesinin ardından bu kez de idama mahkûm edildi.
Kendisi gibi 10 yıl hapse mahkûm edilen ve karara itiraz eden Halis Turgut için de idam kararı çıktı.
Böylece İzmir Suikasti Davasında asılanların sayısı 13’e çıktı.
İsmail Canbulat; kemendi boynuna geçirirken gözlüğünü çıkarmaya çalışan cellada "bırak gözlüğümü, sen işine bak" diye bağırarak ölüme gitti.
Mahkeme Başkanı Kel Ali’nin ağzından, “Zanlının idamına, şahitlerin bilahare dinlenmesine karar verildi” şeklinde dalga geçmeler bu kararlardan sonra çıktı.
İstiklal Mahkemeleri’nin müebbet hapse mahkûm ettiği Hüseyin Cahid Bey’in mahkemede söylediği şu söz, İstiklal Mahkemelerini tasvire kâfidir: “Böyle bir mahkemede hâkim olmaktan ise, mahkûm olmayı tercih ederim.”
İşte CHP’nin adaleti…
İnönü’nün dediği gibi.
Allah diyeni; asar, keser ve sürer.
Milleti düşman bilip, Kâfiri över.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
EHL-İ SÜNNET ULEMASI ŞEYH SAİD İÇİN NE DEDİ?
İsyanda başarısız olan Şeyh Said, İran’a geçmek istiyordu.
Yanındaki Hükümet ajanı akrabası Binbaşı, Çarbuhur’a gitmeye ikna etti ve yolda askerler yakaladı.
Ayaklanma başladığında Ankara’da da olağanüstü saatler yaşanıyordu.
Bakanlar Kurulu acil bir toplantı yaparak, olağan üstü durum ilan etti. Ayaklanma bölgesinde bir ay süreyle sıkıyönetim kararı aldı.
Meclis, 4 Mart’ta 58 nolu Takriri Sükûn Kanunu çıkardı ve hükümete geniş salahiyetler verdi.
Bu kanun yürürlüğe girer girmez, İnönü’nün önerisi ile İstiklal mahkemeleri kurulmasına karar verildi.
Birinci İstiklal Mahkemesi Ankara da kuruldu. Yetkileri sınırlı ve bütün Türkiye içindi.
Bu mahkemenin İdam kararlarının TBMM'nin onaylanması gerekiyordu.
İkinci İstiklal mahkemesi ise, Vilayeti Şarkiye’ye Şark illerine bakan sınırsız yetkili mahkemeydi.
Şark İstiklal Mahkemesi’nin İdam kararları için TBMM’nin onayı gerekmiyordu.
Ayaklanmanın bastırılması ve Şeyh Said’in yakalanması Ankara’da bayram havası estirdi.
Ankara Hükümeti milletvekillerinden oluşan bir heyeti, İstiklal Mahkemesi olarak Diyarbakır’a gönderdi.
İstiklal Mahkemesi deyince, Hâkim ve hukukçular sanmayın. İstiklal Mahkemesi başkan ve üyeleri TBMM üyesi milletvekilleriydi.
Şeyh Said ve 81 adamı, 26 Mayıs günü Diyarbakır’a getirilip CHP milletvekillerinden oluşan İstiklal Mahkemesi’nde yargılamalarına başlandı.
Şeyh Said ve adamlar savunmalarını kendileri yaptı.
Sanıklardan çoğu Türkçe bilmedikleri için, savunmalarını Kürtçe ve Arapça yaptı.
Şeyh Said yakalandıktan sonra merak edilen soru; ‘Ayaklanmanın bir plan dâhilinde dış güçlerin desteği ile mi gerçekleştiği yoksa kendiliğinden mi geliştiği’ sorusuydu.
Mahkeme Başkanı ve üyeleri en çok da bunun üzerinde durdu. Özellikle de Ankara’dan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasından destek alıp almadıklarını sorguladılar.
Mustafa Kemal, Şeyh Said’in Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasından cesaret aldığına inanıyordu.
Bu yüzden de İstiklal Mahkemesi üyelerine bunun iyice soruşturulması talimatını vermişti.
Buradan anlaşılıyor ki; M. Kemal Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kapatmaya çoktan karar vermiş ve buna bir gerekçe arıyordu.
Şeyh, bu sorulara cevaben, 'hükümetin icraatlarından uzun süredir rahatsızlık duyduğunu, fakat Palu’daki olay sonrası gelişen hadiselerle isyan ateşinin bir anda tutuştuğunu; bunun Allah’ın bir kaderi' olduğunu söyledi.
Arkasında İngilizler veya bir dış güç olmadığını Ankara’dan da kimse bulunmadığını söyledi.
İsyandan önce rahatsızlıklarını yazılı olarak hükümete iletmeyi planladığını fakat bunun kendisine nasip olmadığını anlatırken, Şark İstiklal Mahkemesi Reisi Müfit Bey araya girdi;
- Şeyh Efendi, Piran’a gelmezden evvel din meselesinden dolayı kıyamı tasavvur ediyordunuz değil mi?
Şeyh Said: Kalbimde tasavvur ediyordum, lakin muharebe suretiyle değil. Risale yazıp şeriat ahkâmını tasrih ederek (açıkça söyleyerek) kanunları da şeriata mutabık bir şekilde talep etmek istedik. Meclis-i Mebusan’a göndermek istedim.
Reis Müfit Bey: Ne için yapmadınız, böyle bir risale yazmadınız?
Şeyh Said: Evet, arz ettiğim gibi biz evvela bu fikri kitabeten (Yazılı olarak) halletmek için gidip münakaşa-i ilmiye yapayım dedim ve bazı rüfeka (Arkadaşlar) bulmak istiyordum.
Fakat kader-i ilahi beni Piran’a sürükledi. Piran vak’ası çıktı. Önünü alamadım. Ben ne bu hareketin önünde ne de arkasında; herkes gibi içindeyim (Kaynak: Mehmet Mazlum Çelik)
Yakın tarihin üzerinde kalın bir örtü olduğu için, bu yargılama konusunda farklı farklı yorumlar yapıldı.
Günümüzde Şeyh Said’e yapılan en büyük iki suçlama; İngiliz ajanı olduğu ve Kürt devleti için ayaklandığı şeklindeydi.
Mahkemenin bütün zorlamasına ve sanıkları sıkıştırmasına rağmen ayaklanmanın arkasında bir İngiliz desteği bulunamadı.
Günümüzde açılan İngiliz arşivleri incelendiğinde, İngilizlerin konuyla alakalı bir yazışması ya da istihbarati belgesi çıkmadı.
İngilizler zaten ezeli ve ebedi düşmanı Osmanlı’ya karşı, Ankara hükümetini destekliyordu.
Hilafeti kaldırıp batılılaşmaya yönelen hükümeti devirmesi için bir sebepleri de yoktu.
Dönemin Başbakanı İsmet İnönü, Şeyh Said ayaklanmasında İngilizlerle bir bağlantısı olmadığını belirterek şöyle dedi;
- Şeyh Said İsyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır. Fakat bundan şüphe edilmiş ve gerekli tahkikat yapılmıştır.
Kürtçülük meselesinde ise durum biraz farklıydı.
Şeyh Said isyanı şeriat için başlattı, kendisinin şahsi bir Kürtçülük meselesi yoktu.
Mahkemede kendisine zaten Kürtçülük meselesi de soruldu.
Başkan Müfid Bey kendisine şöyle dedi;
-Türklere karşı büyük bir nefret besliyormuşsun, doğrumu?
Şeyh Said’in tutanaklara geçen cevabı şöyle oldu, “Hamd olsun hepimiz Müslümanız. Kürt Türk yoktur. ”
Burada bir konuya daha dikkat çekmek isterim.
Şeyh Said her ne kadar mahkemede kabul etmese de aslında bir ayaklanma planlamıştı.
O ayaklanma için yaz ayını hesapladı. Ancak Palu’daki o düğünde gerçekleşen beklenmedik olaylar, hesabını bozdu ve ayaklanmayı öne aldırdı.
Böylece yeteri kadar hazırlık yapamadan isyana kalkışmış oldu. Sonuçta da yenildi.
Meselenin özü şu idi; Şeyh Sait ayaklanmasında iki grup yer alıyordu.
Birincisi; Şeriat isteyenler…
İkincisi; Kürt devleti isteyenler…
Bugün PKK’lı hainlerin Şeyh Sait isyanından ilham almalarının nedeni, bu ikinci gruptur.
O tarihte isyana katılan Kürtçü aşiretler, bugün de PKK’ya destek veriyor.
O tarihte Kürtçülük yapan aşiretler, 100 yıl sonra bugün de aynı şekilde Kürtçülük yapıyor.
O tarihte devleti bölmek isteyen o Kürtçü aşiretler, şimdi de devleti bölmek için çabalıyor.
100 yıl geçse de onların zihniyeti ve ihaneti hiç değişmedi.
Esas isyankâr da bunlar zaten.
Emin olun, bugün HDP’nin arkasındakiler de PKK’nın arkasındakiler de işte bu aşiretlerdir.
Bunların derdi Kürt devleti falan da değil. Öyle olsaydı gider Kuzey Irak’ta Barzani’nin bölgesinde yaşarlardı. Gider Suriye’de YPG’lilerle birlikte yaşarlardı.
Bunların tek gayesi var; huzursuzluk çıkarıp Türkiye’yi karıştırmak. Aldıkları emir böyle.
Neyse meselemize dönelim…
Yargılanan 81 sanıktan Şeyh Said ve 46 arkadaşı idama mahkûm edildi.
Şeyh, gün ışımaya başladığında vasiyetini bitirmişti.
İdamlıklar avluya çıktıklarında; kendileri için hazırlanmış 47 sandalyeyi ve yağlı urganın etrafında Kolordu Komutanı General Mürsel Bey, Vali Mithat Bey, İstiklal Mahkemesi üyesi Müfit Özdeş Bey, Diyarbakır milletvekillerinden Cavit Bey, Şeref Bey’i buldular.
Şeyh Said, Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi Başkanı Ali Saip Ursavaş'a şöyle seslendi:
-Seni severim ama Mahşer günü seninle muhakeme olacağız.
O sırada Vali Mithat Bey şöyle dedi;
- “Mahşer gününde yargıçlarımızla değil ocaklarını söndürdüğün masumlarla muhâkeme edileceksin”
Şeyh Said’in cevabı kısa oldu;
- Boynuzsuz keçinin ahını boynuzludan alırlar.
Şeyh Said asılmadan hemen önce kendisine verilen deftere şunları yazdı;
-Benim ölümüm Allah ve din için ise darağacında asılmama perva (Sakınmam, korkmam) etmem.
Ardından 49 arkadaşıyla çıktıkları sehpalar birer birer devrildi.
13 Şubat 1925 de başlattığı isyanı, 29 Haziran 1925 de canıyla ödedi.
Şeyh Said ve arkadaşlarının mezarı nerede hala bilinmiyor. Hatta kişisel eşyaları dahi ailesine teslim edilmemiş.
Dönemin İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmet Süreyya 25 Temmuz 1957’de Dünya gazetesine verdiği mülakatta; vasiyetinin, kişisel eşyalarının ve bir miktar parasını kendisine teslim ettiğini, kendisinin de İçişleri Bakanlığına ilettiğini söyledi.
Bu bilgiden sonra mirasçıları özel eşyalarını almak için resmi başvuruda bulundu.
Ne emniyet kayıtlarında ne de Jandarma’nın arşivinde Şeyh Said’in kişisel eşyalarına ait bir belgenin olmadığı, mirasçılarına yetkililer tarafından 2009’da belirtildi.
Şeyh Said’in mezarının nerede olduğuna dair henüz resmi bir açıklama da yapılmış değil.
Şeyh Said’in torunlarından Diyadin Fırat, Şeyh Said ve arkadaşlarının idam edildikten sonra Dağkapı mevkiindeki Yenişehir sineması ve Askeri gazino arasında bir mevkide olabileceğini söylüyor.
Geçenlerde ilginç bir olay yaşandı.
Şeyh Said ile birlikte CHP hükümetini yıkmak için ayaklanan Hasenan Aşireti, ayaklanmanın Kürt takımındandı.
Mayıs 1923’te, Erzurum’da, Azadi(İstiklal) ya da Kürt Azadi Cemiyeti adıyla gizli bir örgüt kurulmuştu.
Günümüzün PKK’sı gibi.
Hasenan aşiret reisi Halit Hüsnü Bey de bu örgütün üyelerindendi.
Hasenan Aşireti’nin günümüzdeki lideri Abdullah Atik ve aşiret mensubu 2 bin kişi törenle CHP’ye katıldı.
Abdullah Atik’e rozetini de Kılıçdaroğlu eliyle taktı ve geç kaldığı için Kürtçü aşiretten özür diledi.
Ne tuhaf değil mi?
Ayaklanan aşiret dedelerini asan CHP’ye geçiyor.
CHP de dedelerini astıklarını rozet takıp partiye alıyor.
ALAN memnun, SATAN memnun…
Neyse, meselemize dönelim.
Şeyh Said isyanının başarısız olmasının en önemli nedenlerinden birisi de dönemin İslam ulemalarının kendisine destek vermemesiydi..
Son asrın Silsile-i Aliyye büyüğü, bu olay kendine sorulduğunda, “ Şeyh dinle ilgili itirazlarında haklı, isyana kalkmasında ise haksız idi. Onun başlattığı isyan çok sayıda Ümmet-i i Muhammed’i canından etti.” dedi.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
ŞEYH SAİD İSYANI VE ŞEYHİ İHBAR EDEN AKRABASI AJAN BİNBAŞI…
ŞEYH SAİT İSYANI VE ŞEYHİ İHBAR EDEN AKRABASI AJAN BİNBAŞI…
M.Kemal ’in silah arkadaşları olan Kâzım Karabekir, Rauf (Orbay) Bey, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Refet (Bele) Paşa ve Adnan (Adıvar) Bey’in öncülüğünde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyetin ilk muhalefet partisi oldu.
Amasya Tamimi ile Kurtuluş Savaşı'nı başlatan beş kişilik kumandan kadrosunun Mustafa Kemal hariç tüm üyeleri; Kâzım Karabekir, Rauf Bey, Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa Terakkiperver Fırka'nın kurucu ve liderleri arasında yer aldı.
Bir muhalefet partisinin kurulması, Halk Fırkasında bomba etkisi yaptı.
Önce şaşkınlık sonra kızgınlık daha sonra büyük bir öfke oluştu.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ’nın Parti tüzüğünde liberalizmin ve demokrasinin benimsendiği belirtilirken aynı zamanda ‘dini inançlara’ da saygılı olunduğu açıklandı.
İşte bu “Dini inançlara saygı” maddesi Atatürk’ü çileden çıkardı.
M.Kemal Nutuk'ta, Terakkiperver Fırka kurucularını vatan hainliği ile suçladı.
Arkasından da şöyle dedi;
"...'Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır' ilkesini bayrak olarak eline alan kimselerden iyi niyet beklenebilir miydi?
Bu bayrak, yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları kandırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi?
Türk milleti, yüzyıllardan beri, sonu gelmeyen felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakârlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi? Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirmek isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları, dinî bağnazlığı coşturarak, milleti, Cumhuriyet'e, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi?
M.Kemal Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına çok sert tepki vermişti. Bu konuda dönemin gazetelerine de çok sert demeçler veriyor ve eski silah arkadaşlarını vatan hainliğiyle suçluyordu.
El altından gösterilen bütün bu sopalara rağmen Terakkiperver Fırka kurucuları geri adım atmadı.
Onlar geri adım atmayınca arkasından M.Kemal, açık açık ihtilal imasında bulundu;
-‘Din elden gidiyor, aile hayatımız, binlerce yıllık geleneklerimiz birbiri ardınca yıkılıyor, bu gidişle Garp medeniyetini alacağız diye dinimizden olacağız’ yolundaki propagandaların tesirsiz kalacağını sanmak budalalık olur. Bana göre yakın bir zamanda bir ihtilal ile karşılaşmamız mümkündür.
Arkasından da gelmekte olanı şöyle duyurdu;
- Barut kokusu alıyorum.
M.Kemal ’in aldığı barut kokusu ne Ankara’dan ne de garptan geldi. O koku şarktan geldi.
1925 Ocak ayı sonlarında, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Erzurum Milletvekili Ziyaeddin Efendi, TBMM kürsüsünde, iktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası ‘nın icraatlarına ağır eleştiriler yöneltti.
Ziyaeddin Efendi; Yeniliğin isret (içki içme), dans, plaj sefasından başka bir şey ifade etmediğini, fuhuşun arttığını, Müslüman kadınların edeplerini kaybetme yolunda olduklarını, sarhoşluğun himaye, hatta teşvik olunduğunu, en önemlisi dinî duyguların rencide edildiğini, yeni rejimin sadece ahlaksızlık getirdiğini, rezil bir yönetimin memleketi çamurların içine sürüklediğini ilan etti.
(Kaynak: Metin Toker, Şeyh Sait ve İsyanı, Akis Yayınları, Ankara 1968, sayfa 21.)
Ankara’da bu gerilim yaşanırken, Ziyaeddin Efendi’nin konuşmasından iki hafta sonra Şeyh Sait isyanı başladı.
Şeyh Sait isyanı; dini hassasiyeti olan bir şeyhin, çok planlı olmayan bir kıyam hareketiydi.
Şeyh Sait, dedesinin kabrini ziyaret ve düğün için geldiği Palu’da kendi bilgisi dışında gerçekleşen bir hadisesin ortasında kaldı.
Van eski Milletvekili İbrahim Arvas Bey hâtıratında olayı şöyle anlattı: “Şeyh Saîd’in evinde düğüne davetli kalabalık bir grup vardı. On beş kişilik bir müfreze, bir küçük zâbit kumandasında, mahkeme tarafından istenilen bâzı adamları köylerinde aramışlar, hepsinin de Şeyh Saîd’in düğününde olduklarını öğrenmişlerdi. Ve doğru Şeyh Saîd’in evine gelerek müttehim (aranan) adamları istemişlerdi.
Şeyh Saîd bunlara hitaben:
- “Siz iki-üç gün benim misafirim kalınız. Bu kalabalık dağıldıktan sonra bunları o zaman size teslim ederim; alıp götürün. Şimdi yedi-sekiz yüz silahlı insan topluluğu var. Hepsi de birbirlerinin akrabalarıdır. Siz bunları zorla götürmeye kalktınız mı, korkarım ki bir çatışma olur ve nâhoş bir netice verir. Sizden istirham ederim üç gün sabırlı olun, arzunuz tamamen yerine gelir der.
Küçük zâbit; “Hayır! Ben emir aldım. Bunları götüreceğim ve beklemem” diyerek neferlerle berâber onların bulunduğu yere gider:
“Haydi, düşün önüme. Gideceğiz. Mahkeme sizi istiyor”
Onlar da; “Düğün bitsin, sonra geliriz. Düğünü yarıda bırakmak ayıp olur” derler.
Münâkaşa, sonunda müsâdemeye döner, silâhlar patlar, her iki taraftan da iki ölü ve yaralı olur. Kendi evinde asker ve zâbit vuruldu diye, Şeyh Saîd telâşa düşer ve yüksek dağ başındaki köyüne çekilir.
Bu sefer Şeyh Saîd’i götürmeye gelen kuvvetle Şeyh Saîd’in adamları arasında müsâdeme başlar, ölü ve yaralananlar olur. Derken iş büyür ve isyan bu suretle isyan başlamış olur.
Lâkin Şeyh Saîd Olayı hiçbir zaman Şark illerimize sirâyet etmedi. Ancak Çapakçur kazâsı bütün köyleriyle berâber Şeyh Saîd’e iltihak etti.”
Şeyh Said yakalandığında verdiği ifadesinde olayı benzer şekilde şöyle anlatmıştı;
- Sabah Piran’a taraf gittik meğer on mahkûm var imiş, bilmiyordum. Her onu da Bahri bin Mehmed Ağa’nın misafiri olmuşlar ve Piran ’da (Dicle) dahi yirmi süvari jandarma ve iki mülazımdan mürekkep bir müfreze var imiş.
İşbu müfreze mahkûmları görürler ve Mehmed Ağa hanesini basarlar. Mahkûmlar da talak-ı selase ile yemin edip ki teslim olmayacağız. Haber aldım. Teşvişe düştüm (Endişelendim) . Bir niza’ çıkmamak (tartışma çıkmaması) için bir iki adam ricacı gönderdim. Bir mülazım geldi. Kıyam ettim (hürmeten tevazu ettim) . Bir iki defa rica ettimse de kabul buyurmadılar. Derhal hayvanları hazır etmeyi söyledim. Hazırladılar, derakap (Akabinde) silah sedası (sesleri) açıldı.
Galiba bir mecruh (Yaralı) Kürtlerden, iki de jandarmalardan vâki oldu. Biz de Piran’dan çıkıp Hınıs’a doğru yola düştük…
Çıkan çatışmada askerlerden bazıları şehit edildi, diğerleri de esir edildiler.
Şeyh Said Piran ’da meydana gelen olayı yerinde sınırlı tutmak için acele Genç'e gitti, fakat geç kaldı.
Kardeşi Şeyh Tahir’in 10 Şubat'ta iki yüz adamıyla gelip Lice postanesine el koydu.
Bu haber istim üstündeki bölgede ayaklanmanın başlamasına yol açtı. Ayaklanma kısa sürede dört vilayeti kapsayan geniş bir alana yayıldı...
Şeyh Said, 13 Şubat 1925 Cuma günü, Piran camisinde verdiği vaazda halka şöyle seslendi:
- Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı ve din mektepleri Millî Eğitim’e bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim.
Şeyh Said bu arada, direnişe destek vermeleri için Alevi Zaza aşiret reisleri, Kürt bey, ağa ve aşiret reisleri ile Ergani’deki Türk bey ve ağalarına da aynı imza ile mektuplar gönderdi ve onları Kemalist yönetime karşı ortak mücadeleye davet ederek yardım istedi.
Yayınlanan beyannamelerden birinde;
- Kurulduğu günden beri din-i mübini Ahmedi’nin [İslam] temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi M. Kemal ve arkadaşlarının, Kur’an’ın ahkamına aykırı hareket ederek, Allah ve Peygamberi inkar ettikleri ve Halife-i İslam’ı sürdükleri için, gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz olduğu, Cumhuriyetin başında bulunanların ve Cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının şeriat-ı garrayı Ahmediyye’ye [Muhammed'in şeriatına] göre helal olduğu…” hususlarına yer veriliyordu.(Kaynak : M. Şerif Fırat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi, TKAE Yayını, Ankara 1981, sayfa 180)
Şeyh Said, Varto’daki Alevi Zaza olan Hormek aşireti reisleri Halil, Veli ve Haydar Ağalara gönderdiği mektupta da söyle yazıyordu:
- Din-i mübini Ahmedi’yi, M. Kemal’in yedi zulmünden tahlis etmek (kurtarmak) gazası niyetiyle Susar’a hareket edildi. Bu gaza ve cihadın mezhep ve tarikat tefrik edilmeden, ‘Lailahe illallah Muhammedün Resulüllah’ diyen bütün İslam muvahhidleri üzerinde farz olduğundan, büyük bir gayret ve secaat sahibi olan Müslüman aşiretinizin de şeriat-ı garrayı Ahmediyye’ye ve bu cihad-ı ekbere itba’ edeceğinize itimadım berkemaldir.
Ya eyyühel-ensar, dinimizi ve namusumuzu bu mülhidlerin(imansızların) elinden kurtaralım, size istediğiniz yerleri verelim. Bu dinsiz hükûmet bizi de kendisi gibi dinsiz yapacaktır. Bunlarla cihad farzdır.” (Kaynak : M. Şerif Fırat, a.g.e., sayfa 181.)
20 Şubat 1925 de Hanili Salih Bey kuvvetleri kendisine katılarak Lice ve Hani'ye el koydu.
28 Şubat ta Şeyh Şemsettin'e bağlı kuvvetlerden büyük bir bölümü Diyarbakır yakınlarında kendisine katıldı.
Şeyh Said'in kardeşi Abdürrahim, 29 Şubatta Maden nahiyesinde (Elazığ'ın ilçesi) ayaklandı. Şeyh Eyüp de beş yüz savaşçı ile Çermik'te Şeyh Abdürrahim’e katıldı ve ikisi birlikte Ergani'ye yöneldiler.
Palu, Şeyh Said'in yirmi bin savaşçıya ulaşan ordusunun karargâhı oldu.
Ankara önceleri hadiseleri sıradan eşkıyalık vakası olarak değerlendirse de Şeyh’in kısa sürede önemli şehir ve beldeleri teker teker ele geçirmesinden sonra bunun büyük bir isyan olduğu anlaşıldı ve derhal harekete geçildi.
İsyancılar sırayla Darahini, Hani, Palu, Lice, Varto ve Elaziz’i zapt ederek Diyarbakır merkezini muhasara altına aldı.
Kürt kuvvetleri Diyarbakır'ı ele geçirmek için 11 Mart gecesinde, savaşçılardan seçilmiş bir kuvvet Mardin kapısından şehre girmeyi başardı. Takviye gelen askerler, aynı gece yüz elli Kürdü öldürdü.
Şeyh Said durumun kötüye gitmesi üzerine, askerlerine geri dön emrini verdi.
Geniş çaplı bir sevkiyatın ardından toplu saldırıya geçen (26 Mart) ve bir bastırma harekâtıyla ayaklananların çoğunu teslime zorlayan askeri birlikler, İran'a geçmeye hazırlanan ayaklanma önderlerini Boğlan'da (bugün Solhan) sıkıştırdı.
Şeyh Said, diğer Şeyh ve aşiret reisleriyle Dara Hêni'yi terk ederek, 27 Mart'ta Çapakçur'a gitti.
6 Nisan'da Türk askerleri Çapakçur'a girince, Şeyh Said beraberindekilerle (300 atlı) Solhan'a çekilmek zorunda kaldı.
Şeyh Şerif ve yanındaki bazı aşiret reisleri Palu'da yakalanırken, Şeyh Said de Varto yakınlarında yakın bir akrabasının ihbarıyla Carpuh Köprüsü'nde ele geçirildi (15 Nisan 1925).
Şeyh Said’i ihbar edip yakalatan bacanağı emekli Binbaşı Kasım Ataç Kürt asıllı olup; Muş, Varto’da meskûn bulunan Cibran aşireti mensubuydu.
Cibran aşireti reisi Miralay Halit Bey’in kayınbiraderi olan Kasım, aynı zamanda Türk hükûmetinin de ajanıydı.
Diyarbakır'da kurulan Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı, Ahmet Süreyya Örgeevren, 1957 yılında Dünya gazetesinde dizi halinde yayınlanan anılarında konu ile ilgili olarak: "Cibranlı aşiretinden, Vartolu emekli Binbaşı Kasım Bey'in tertip, teşvik ve yardımıyla Abdurrahman Paşa Köprüsü yanında, ordu takip kuvvetleri tarafından yakalandı.
Şeyh Said ve avenesinden oluşan 39 kişilik kafile, 6 Mayıs 1925 günü Diyarbakır'a getirilerek mahkemeye teslim edildi” dedi.
DEVAM EDECEK
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
İSTİKLAL MAHKEMESİ BAŞKANININ BÜYÜK YOLSUZLUĞU! HAVUZ-YAVUZ VAKASI
İSTİKLAL MAHKEMESİ BAŞKANININ BÜYÜK YOLSUZLUĞU! HAVUZ-YAVUZ VAKASI
Mustafa Kemal, kurtuluş savaşı için Sovyetlerden destek bekliyordu. Onlara yakın görünmek için de Komünist fırkayı kurdurmuştu. 24 Ocak 1921’de Ankara’da görüştüğü Sovyet Elçilik Temsilcisi Upmal Angorski’ye şunları söyledi;
- Şahsen ben ve yoldaşlarımdan birçoğu komünizm taraftarıyız. Ama hâl ve şartlar, bizim bu konuda susmamızı gerektiriyor. Eğer ben yarın komünist olduğumu açıklarsam, benim tesirimden eser kalmaz… Anlamak gerekir ki, komünizm bile Türkiye’de bizim işimizdir.
O yıllarda Ankara’daki okullarda Komünist marşı okunuyordu.
O marş şöyleydi;
“Yeri göğü inletir demir döğen işçiler
Kayaları titretir saban süren çiftçiler
Anadolu şuralar hükümeti var olsun
İşçilerin emeği özlerine yar olsun.”
Buradaki “Şura” Sovyet hükümeti demekti.
Türkiye Komünist Fırkası ’nın, Komünist Enternasyonal’e yaptığı üyelik başvurusu kabul edilmedi.
Başvurunun reddi, Türkiye için de bir dönüm noktası oldu.
M.Kemal, komünistlerin kendi kurduğu fırkayı reddetmesi üzerine öfkelendi.
O öfkeyle de kurduğu Komünist Fırkayı kapattı ve Komünizmi yasakladı.
Sovyetler o tarihte bu başvuruyu kabul etseydi, bugün Türkiye’de belki de Cumhuriyet Halk Partisi yerine Türkiye Komünist Partisi olacaktı. Muhtemelen de CHP diye parti hiç var olmayacaktı.
M. Kemal Komünist fırkayı kapattıktan 3 yıl sonra 1923’te Halk Fırkasını, yani CHP’yi kurdu.
CHP’nin ilk parti kurucuları; Refik Saydam, Celâl Bayar, Sabit Sağıroğlu, Münir Hüsrev Göle, Cemil Uybadın, Kâzım Hüsnü, Saffet Arıkan ve Mehmet Zülfü Tigrel, ilk Genel Sekreter ise Recep Peker'di…
29 Ekim 1923'te, Halk Fırkası üyesi 158 milletvekili Cumhuriyet'i ilan ederek Mustafa Kemal’i Cumhurbaşkanı seçti.
İlerleyen aylarda halifeliğin kaldırılması ve TBMM'de muhalif milletvekillerinin sayısının azaltılması gibi bazı hususlardan rahatsız olan muhalifler, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF) kurdu.
Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Hüseyin Avni Ulaş, Cafer Tayyar Eğilmez, Refet Bele, Bekir Sami Kunduh ve Hüseyin Cahit Yalçın gibi bazı milletvekilleri Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ‘nın kurucuları arasındaydı.
Şeyh Sait isyanı ve İzmir Suikastı bahane edilerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı, kurucularının çoğu asıldı.
1946 yılına kadar CHF/CHP TBMM seçimlerine tek parti olarak katıldı.
Tek Parti olarak devlete hâkim olan CHP, kısa süre içerisinde kadrolaştı.
1924 yılında CHP’nin bankası olarak bilinen Türkiye İş Bankası kuruldu.
Türkiye İş Bankası; Mustafa Kemal’in, 1.000.000 lira sermayesi ile 20 Ağustos 1924 yılında kuruldu.
Bankanın ilk yönetim kurulu, M.Kemal ’in yakın çevresini oluşturan kişilerdi.
Siirt Mebusu Mahmut (Soydan) : Siyasetçi, Gazeteci, İş Adamı, asker, yazar.
Cebelibereket Mebusu (Osmaniye) İhsan (Eryavuz) : 1922-23 arasında Ankara İstiklâl Mahkemesi başkanlığı yaptı.
Gaziantep Mebusu Kılıç Ali (Kılıç) : İstiklal Mahkemelerinin ünlü celladı…
İnönü idamların neden durduğunu sorduğunda, “Asılacak âlim kalmadı. Bildiğiniz biri varsa hemen
asayım” sözüyle meşhurdur. Kılıç Ali; Kasım Gülek’in de büyük dedesi olan Polyo Yahudi’si Giritli Mustafa Naili’nin torunudur.
Bozok Mebusu Salih (Bozok) : Mustafa Kemal’in çocukluk arkadaşıydı ve daha sonra yaverliğini yaptı. Atatürk'e en yakın kişi olarak bilinir. Selaniklidir. Babası Arnavut Cafer.
Fikret Onuralp Bilecik mebusu: Mason olan Onuralp'ın 1928'de Yüce Divan'a gönderilmesiyle Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'ndaki görevi son bulmuş, cezalandırılması üzerine Dernek kaydı silinmiştir.
Rize Mebusu Ahmet Fuat Bulca: Kendisi asker kökenlidir ve Selaniklidir.
Sivas Mebusu Rasim Başara: Darül Fünun Edebiyat şubesi mezunudur.
İzmir Mebusu Mustafa Rahmi Köken: İstanbul Hukuk Mektebi mezunudur.
Ankara Mebusu Kınacı zade Şakir Kınacı: Rüştiye mezunudur.
Pek çok masumu yok yere idam eden İstiklal Mahkemeleri’nin iki başkanının birden İŞ Bankası yönetiminde yer alması manidardı.
Bu görev, onlara bir ödüldü.
Burada iki isme dikkatinizi çekeceğim.
Birisi Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı İhsan Eryavuz diğeri de Fikret Onuralp…
İŞ Bankası’nın yönetim kurulu üyesi bu iki isim, Cumhuriyet tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk olayına karıştılar.
Bu olay; CHP’nin mahkeme kararıyla kesinleşen, ilk rüşvet ve yolsuzluğudur.
Kılıçdaroğlu partisinin kökeninde rüşvet ve hırsızlık olmadığını savunuyor ya; bakalım neler olmuş.
Cumhuriyet’in ilanından başlayarak uzun yıllar Yüce Divan’a gönderilen ve burada hüküm giyen tek bakan, CHP’li Bahriye Vekili İhsan Eryavuz ’dur.
CHP Mebusları; İhsan Bey ve Fikret Bey, birlikte ihaleye fesat karıştırmak ve rüşvet almaya teşebbüs etmekten mahkûm oldular.
Bu olay yakın tarihimize “Yavuz-Havuz Davası” olarak geçmiştir.
Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’nda görev yapan Yavuz zırhlısı, Mütareke yıllarında yaralı bir halde Tuzla ile Adalar arasında bir yere çekilmişti.
Yavuz’un onarıma ihtiyacı vardır.
Bu nedenle Meclis, Yavuz’un onarımı için 1924’te Bütçeye 2 milyon liralık bir ödenek ayırdı.
Bu iş duyulur duyulmaz Enver Paşa’nın eski eniştesi Ömer Nazım, hemen Alman şirketini aradı.
Ömer Nazım; hükümetteki işleri takip için de şirketine ortak yaptığı Bilecik milletvekili Dr. Fikret Bey ve Osmaniye Mebusu İhsan Bey’i devreye soktu.
Görüşmeler sürerken Osmaniye mebusu İhsan Bey, Bahriye Vekâletine (Denizcilik Bakanlığı’na) getirilir.
Tesadüfe bak.
Hırsızlık için kılıflar hazırlandı. CHP bu konularda çok mahirdir.
Tamir havuzu için iki Alman şirketi Flander ve Dockbau yarıştı.
226 bin lira teklif eden Dockbau Şirketi ihalenin kendinde kalacağını sanırken, İhaleyi bin lira düşük tutan Flander Şirketi’nin kazandı.
Kazandı kazanmasına ama Flander şirketi işi zamanında bitiremedi. Yaptığı havuz da Yavuz’u alacak büyüklükte değildi.
Bu arada Yavuz’un onarım ihalesi de yapıldı. İhale Fransız St. Nazaire şirketine verildi.
Bu şirketin temsilcilerinden Sapancalı Hakkı Bey, Bahriye Vekili İhsan Bey’in arkadaşıdır.
Havuz tamam olmayınca, Yavuz’un onarımına da başlanamaz.
1927’de Fransız Yavuz’un tamiri işini alan Nazaire şirketine, havuzu da birlikte yapması teklif edildi.
Şirket bunu kabul etmedi.
Yavuz, işi yapamayan Alman şirketi tarafından havuza alınırken hasar görmüştür.
Görüşmeler uzar, sonunda yeni bir anlaşma yapılır.
Bu arada beklenmedik bir gelişme yaşanır.
Bahriye Vekili İhsan Bey, ilk yaptığı anlaşmayı değiştirmeyerek Fransızlar yerine havuzu yapamayan Alman Flander Şirketiyle yeni bir anlaşma imzaladı.
Bu anlaşmadan sonra yolsuzluk ve rüşvet iddiaları ayyuka çıktı.
Bahriye vekili İhsan Eryavuz ve Bilecik Mebusu Fikret Onuralp için Yüce Divan’da yargılama kararı alındı.
Açılan Meclis soruşturmasında suçu itiraf eden Bilecik mebusu Fikret Bey “2 milyon liralık ihaleden 210 bin lira komisyon aldıklarını, Denizcilik Bakanı İhsan Bey'in 100 bin lira, kendisinin 55 bin lira aldığını, geriye kalanın da bürokratlara verildiğini” itiraf etti...
Yüce Divan, Yavuz’un onarımı için başka bir firmanın Ankara’daki nüfuzlu kişilere birkaç yüz bin Frank gönderdiğini belirledi.
Yüce Divan; her iki ismin dokunulmazlıkları kaldırıp, mebusluklarını düşürdü.
İhsan Eryavuz’a 2 sene, Fikret Onuralp’e 4 ay hapis cezası verildi...
Mason olan Onuralp, 1925’de Büyük Üstat olarak seçilmişti. Yolsuzluktan mahkûm olmasından sonra ‘Büyük Loca'daki görevi ve dernek kaydı silindi.
Büyük bir utanç içerinde Türkiye’yi terk edip, Fransa’ya yerleşti orada da öldü.
Eski Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı İhsan Eryavuz, soyadı Kanunu ile aldığı "Eryavuz" soyadını Yavuz-Havuz Yolsuzluğu Davası'ndan sonra "Topçu" olarak değiştirdi.
Yüzlerce masumun ahını alan İstiklal Mahkemesi eski Başkanı İhsan Eryavuz, rezil ve zelil bir şekilde öldü.
Bu olay; Cumhuriyet tarihine ve CHP'nin siciline , “YAVUZ-HAVUZ” hırsızlığı olarak geçti.
KÂHİN VE ŞEYTANI YAKAN ŞİHAB ATEŞİ
Cahiliye dönemlerinde en itibarlı kişiler kâhinlerdi.
Sadece avam değil krallarda haşa gelecekten haber verdiğine inandıkları kâhinlere danışmadan iş yapmazdı.
Saraylarda kâhin ordusu bulunurdu. Nemrut’un 10’un üzerinde kâhini vardı.
Kâhinler şeytanlarla çalışıyordu. Onlardan aldıkları bilgileri insanlara aktarıp kendilerini geleceği bilen kimseler olarak gösteriyorlardı.
Peki, şeytan bu bilgileri nasıl alıyordu?
Şeytanlar meleklerden kulak hırsızlığı yapıyorlardı. Şöyle ki;
Şanı Yüce merhameti sonsuz olan Sübhan olan hak, Levh-i mahfuzda bulunan ve kendinden başka kimsenin bilmediği bilgileri, zamanı gelince meleklere emr-ü ferman eder.
Her 24 saatte olacaklar 4 büyük meleğe iletir.
Hadis-i Şerif’te şöyle buyruldu;
Dünya işlerini dört melek idare eder: Cebrail, Mikail, İsrafil ve ölüm meleği Azrail.
Cebrail aleyhisselâmın vazifesi, Peygamberlere vahiy getirmek, emir ve yasakları bildirmektir.
İsrafil aleyhisselam Sur’a iki defa üfürecektir. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde, hepsi tekrar dirilecektir. Muhammed Cezuli Hazretleri kitabında; İsfail Aleyhisselam’ın bir vazifesinin de Levh-i mahfuza alnını dayayıp o günün emirlerini almak olduğunu bildirdi.
Mikail Aleyhisselam’a, yağmur, kar, rüzgâr gibi hava olayları, ekonomik nizamı, yani kıtlık, bolluk yapmak, ferahlık ve huzur getirmek ve her maddeyi hareket ettirmek vazifesini vermiştir.
Azrail Aleyhisselam’ı insanların ruhunu almakla vazifelendirmiştir.
Ebû Hüreyre (Radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) o anı şöyle anlattı;
- Allah, gökteki meleklere bir şeyin infaz edilmesini emrettiği zaman düz bir taş üstünde hareket ettirilen zincir sesi gibi heybetli olan bu ilâhî buyruğa (korku içinde) tam manası ile inkıyad etmek (Muti olma. Teslim olma. İtaat etme) üzere melekler kanatlarını birbirine vururlar. (Korkan kuşların kanat çırpması gibi)
Kalblerinden bu korku gidince de o melekler; Cebrail, Mikail gibi mukarrabin meleklere:
“Rabbimiz ne söyledi?” Diye sorarlar.
Mukarrebin melekleri de “Allah, hak ve söz söyledi” diye Allah'ın emir ve hükmünü bildirirler ve “Allah yüce ve büyüktür.” Derler.
Burada bildirilenler; 24 saat içerisinde olup bitecek cümle olaylardır.
Kim ölecek, kim doğacak, kim kaza geçirecek kim şifa bulacak, hangi mahlûkatın rızkı ne kadar dağıtılacak, kim kiminle evlenecek, nereye ne kadar yağmur yağacak, nerede rüzgâr olacak ve nerede deprem olacak gibi yer ve gök âleminde bütün olup bitecekler iletilir.
Bu emirler 7 kattan bir aşağıdaki meleklere o bir alta o da bir alta nihayetinde dünyanın gök âlemindeki meleklere ulaşır. Onlarda aldıkları emri eksiksiz ve hatasız yerine getirir.
Şeytanların kanadı yoktur. Onlar melekler gibi uçamazlar ama çok iyi tırmanırlar.
Yüce Allah’tan meleklere gelen emirleri duyabilmek için birbirinin üzerine tırmanarak göğe erişirler.
İbn-i Abbâs (Radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre: Şeytanlar, İsa (Aleyhisselam’ın) doğuşuna kadar göklere çıkmaktan men edilmiyorlardı. O'nun doğum tarihinden itibaren 3 gök tabakasına çıkmak şeytanlar için yasaklandı.
Yasak olmayan Göğe tırmanan şeytanlar meleklerin konuşmasına kulak kabartır.
Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu suretle kulak hırsızı şeytanlar, Allah'ın verdiği emir ve hükümleri işitirler. Bu esnada kulak hırsızı o şeytanlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) sıralanmış (kulak hırsızlığına hazırlanmışlardır.
Bu durumda iken en üstteki şeytan melekler arasında cereyan eden konuşmayı işitir ve bu sözleri, altındaki şeytana hemen aktarır. O da altındakine (Zincirleme olarak haber edilir) ve o da (En alttaki şeytan) kâhin veya sâhirin diline atar.
Nihayet kendisine haber ulaşan kâhin veya sâhir, o haberlere yüz yalan uydurup (sağa sola söyler). Neticede gökten işitilmiş olan söz gerçekleşir. (Kâhin veya sâhir bunu istismar eder ve ettirir)
İbn-i Abbas Radıyallahü anh o hadis-i şerifin devamında şöyle dedi; Peygamber Efendimizin doğumu ile beraber bütün gökler, şeytanlar için yasak edildi. Artık mel'un şeytanlar göklere çıkarak oradaki meleklerle görüşemezler. Oradan da bir haber getiremezler.
Şeytan laf dinler mi? Yasaktan sonra bakın ne yaptı?
Muhtelif yerlerde her gün yine üst üste zincir gibi olarak göğe çıkmaya kalkarlar.
Her çıkmaya kalktıklarında melekler onların üzerine Şihâb denilen parlak alev topları atar.
Meleklerin attığı Şihâb, şeytana çarparak onu parçalar. Çoğu zaman o şeytan, duyduğu haberi başka şeytana aktarmaya muktedir olamaz ve hak ettiği akıbeti boylar.
Ebû Hüreyre (Radıyallahü anh) Hicr Sûresi Tefsiri bölümünde bu olayı şöyle rivayet etmiştir. (17 ve 18’inci ayetleri) mealen;
- Göğü de, taşlanan (Allah'ın rahmetinden kovulan) her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan şeytan vardır ki, onu apaçık bir Şihâb takip eder (ve üzerine düşerek onu yakar)
Saffât sûresinin 6 ve 10’nuncu ayetlerinde bu hal mealen şöyle izah edilmiştir;
- Biz şu yakın göğü yıldızlarla süsleyip donattık. Ve inatçı her şeytandan koruduk. Onlar en yüksek melekler cemâatini dinleyemezler (sözlerine kulak veremezler) ve kovulmak için her taraftan (Şihâb yaylımına) tutulurlar. Onlar için (ahiret günü) sürekli azab vardır. Ancak o şeytanlardan, (haber) çalıp çırpan bulunur. Onu da (gökten yere doğru) delip geçen bir alev takip eder. (Sahih-i Buhari)
Şihâb denilen bir parlak ateş parçası şeytanları yakar, öldürür veya delik deşik ediverir.
Yukarıda mealleri alınan ayetlerde ve hadiste geçen Şihâb kelimesi lügatte parlak ateş alevine denir.
Şeytanlar haber çalmak için semâya yükseldiklerinde onları kovmak için meleklerin attıkları alevli ateş mermileri manasında kullanılmıştır.
İbn Abbas’tan (radıyallahü anh) rivâyete göre Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem otururken bir yıldız kayması oldu ve gökyüzü aydınlanıverdi.
Rasûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem.) ashabına, “ Cahiliyye döneminde böyle bir şey gördüğümde ne derdiniz? Diye sordu.
Ashab, “Büyük bir adam doğacak veya büyük bir adam ölecek” derdik…
Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu,
Bu yıldız hiç kimsenin doğumu ve ölümü için atılmaz ne var ki Aziz ve Celil olan Rabbimiz bir işe hüküm verdiği zaman arşı taşıyan melekler Allah’ı tesbih ederler sonra da onlardan sonra gelenler gök halkı Allah’ı tesbih ederler.
Sonra tesbih şu göğe kadar varır sonra altıncı göğün halkı yedinci göğün halkına sorar onlarda bunlara bildirirler sonra her göğün halkı birbirine haber sorar ve nihayet haber dünya semasının halkına ulaşır.
Bu arada şeytanlar da kulak hırsızlığı yapmak için birbirlerinin üzerine çıkarak semaya yükselir de bunun üzerine Allah onların üzerine bu akan yıldızları atıverir.
O şeytanlar bu kulak hırsızlığıyla elde edebildikleri bazı haberleri dünyadaki dostları olan şair ve kâhin gibi kimselere aktarırlar.
Bu bilgiler geldiği şekilde aktarılmış olsa doğru ve gerçektir. Fakat bu haberi değiştirip bazı ilavelerde bulunurlar. (Müslim, Selam: 27)
Peki, nedir bu Şihâb?
Aslında hepiniz onu çok iyi biliyorsunuz… Pek çok kez de gördünüz..
Şihâba; Astronomi dilinde Meteor yani kayan yıldız denir.
Ayette, «Gökten yere doğru karanlık tabakayı gelip geçen alev» diye tefsir edilmiştir.
Dinsiz bilim adamları bizim bu yazdıklarımıza ‘HURAFE’ derler.
Akılsız felsefeci İlahiyat hocaları da; “Bırakın böyle şeyleri, akla ve bilime inanın” diye akıl vermeye kalkarlar.
Benim bilim adamlarına ve felsefecilere üç sorum var.
Mademki kayan yıldızlar atmosfere giren meteorlardır. Atmosfere girdikleri için yandıklarından verdikleri ışıkla yıldız gibi görünüyorlar.
Her gün dünyanın dört bir yanında binlerce yıldız kayıyor..
1- Bunlar meteor ise; dünyanın etrafındaki binlerce uydu neden bunların uzaydan gelişini hiç görüntüleyemedi.
2- Dünyaya düşen(sizin iddianıza göre) bu milyonlarca meteor, neden dünyanın yörüngesinde bulunan binlerce uydu ve uzay istasyonuna hiç çarpmadı.
3- Çok uzaklardan bakıldığında koca bir yıldız gibi görünen bu meteorların aralarında bazıları birkaç ton olması lazım.
NASA bu büyüklükteki meteorların gelişini neden hiç haber vermiyor?
Bu üç sorunun cevabı gayet basit.
Çünkü Şihâb dünyanın dışından atılmıyor Yani uzaydan gelmiyor. Atmosferdeki gök melekleri tarafından atılıyor. Dolayısı ile dünyaya dışarıdan girmiyor.
Uzaydan gelmediği için de ne NASA ne de uzay araçları bunları görüntüleyemiyor.
Yerdeki HURAFECİ bilim adamları ve Felsefeci ilahiyatçılar da işkembeden sallayıp Şihâblara “meteor” diyor.
Ben de onlara diyorum ki; Aklınıza değil Allah’a inanın. Ayetlerde ve hadislerde yazanlara iman edin.
Allah’ın sözüne iman etmezseniz; şeytanla komşu olur, başınıza meteor sandığınız Şihâb yağar…
Biz bilime karşı değiliz, biz dini kabul etmeyen dinsiz bilime karşıyız.
En büyük hurafe; Allah’ın kitabında bildirip Resûlullah’ın hadisinde anlattığına inanmayıp, bilim diye aklından uydurduklarıdır.
En büyük YOBAZ bunlardır.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
İSLAMCI, KEMALİST, KOMÜNİST, TÜRKÇÜ, NAZİ VE YAHUDİ GAZETECİ
1917 Ekim Devrimi ile iktidara gelen Vladimir Lenin önderliğindeki Bolşevikler, 1922 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Birliğini kurduklarını bütün dünyaya ilan etti.
Böylece hemen yanı başımızda Komünist bir ülke kurulmuş oldu.
Komünizmin bir ihtilal ile gelmesi, devrimciliği ve etkileyici sloganları Atatürk’ün ilgisini çekti.
Atatürk 18 Ekim 1920’de Türkiye Komünist Fırkasını kurdu ve en güvendiği isimleri bu fırkaya yolladı…
Komünist Partisi’nin kurucuları şunlardı…
Tevfik Rüştü Aras… Sabetay kökenli eski Dışişleri Bakanı.
Mahmut Esat Bozkurt… Dönemin Adalet bakanı ve Laik anayasanın mimarı.
Celal Bayar… Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı. Mason olduğu için Menderes ile birlikte asılmaktan kurtuldu..
Yunus Nadi… Cumhuriyet Gazetesi’nin Yahudi sahibi.
Kılıç Ali… İstiklal mahkemelerinin zalimi, İstiklal Mahkemelerinin meşhur cellatlarından. Kılıç Ali Kasım Gülek’in de büyük dedesi olan Polyo Yahudi’si Giritli Mustafa Naili’nin torunu. At üzerinde şehir şehir dolaşıp, meydanda kurduğu açık mahkemelerle pek çok âlimi sorgusuz sualsiz idam etti.
Hakkı Behiç Bayiç… Milletvekili ve Yeşil Ordu Cemiyetinin üyesi
İhsan Eryavuz… Ankara İstiklal mahkemesi Başkanı…
Refik Koraltan… İstiklal Mahkemesi üyesi ve Konya Mebusu. Köken itibariyle Hazar Yahudilerinden
Eyüp Sabri Akgöl… İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından.. Selanik'ten İstanbul'a gelen Hareket Ordusu'nda yer aldı Sabetaydır.
Süreyya Yiğit… Kocaeli milletvekili olarak mecliste yer alan Süreyya Bey Cumhuriyet Halk Fırkası ‘nın kurucuları arasında yer aldı. Soyadı kanunu çıktığında Yiğit soyadını kendisine Mustafa Kemal verdi..
Partinin genel sekreterliğini (umumî kâtipliğini) Hakkı Behiç Bey yapıyordu.
Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, İsmet İnönü, Celal Bayar ve Kâzım Karabekir de partiye katıldılar.
Yunus Nadi'nin Anadolu'da Yeni Gün gazetesi, partinin yayın organı oldu.
Burada Yunus Nadi’ye bir bölüm açayım. Aslında bölüm değil hakkında kitap yazmak lazım.
Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu ve sahibi olan Yunus Nadi, 1880 yılında Fethiye’de doğdu. Nadi, Yahudi dönmesi Sabetayist bir aileden geliyordu.
Arnavut yazar Naci Pelistir ‘Türk Matbuatı Yahudi Kontrolü Altında’ başlıklı yazısında şöyle yazdı;
- Yunus Nadi aynı zamanda bir mason ve Karaim Yahudi’sidir. Göçlerle gelip yerleşen bir aileye mensuptur. Karaim Yahudiliği bir Yahudi tarikatıdır.
Cumhuriyet Gazetesi’nin yükselişi Millî Şef döneminde iki Yahudi şirketten aldığı destek sayesinde olmuştur”
Diğer Sabetaylar gibi Yunus Nadi’de Yahudi olduğunu asla kabul etmedi.
Buna delil olarak da burnunu gösterdi ve şöyle dedi;
- Bir defa Yahudi’ye hiç benzemem. Evet, rengim esmerdir. Fakat oldukça sevimli, bilhassa profilden bakıldığı zaman pek muntazam bir burnum vardır. Yahudi olmadığıma dair bundan daha kuvvetli bir emare bulunabilir mi?
Yunus Nadi, Rodos’ta bir ailenin uşağı idi. Bu aile, onu orada okutmuştur, sonra İstanbul’a gelip Abdülhamid Han aleyhinde casusluk etmiştir. Her devrin adamıdır. Müthiş irtikâplar yapıp Türkiye’nin en zengin adamı oldu.
İslâmcı görünen Yeni Gün gazetesinin sahibi Yunus Nadi ve Kemalist kadrosu, gazetenin ismini daha sonra Cumhuriyet’e çevirdi.
Yeni Gün Gazetesi İslamcı bir görünümdeydi. İslam’ı öven makaleler yayınlanıyordu..
Böyle görünmesinin sebebi dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlardan para desteği almaktı.
Nitekim Hindistan’daki Müslümanlar gazetesine destek olabilmek için hatırı sayılır bir miktar para gönderdi.
Yeni Gün Gazetesi’nin sahibi Yahudi Yunus Nadi’nin Kütahyalı Şeyh Seyfi Efendi Hazretleri’ne hitaben yazdığı mektup, aslında onun nasıl bir üçkâğıtçı olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Şeyh Seyfi Efendi Hazretlerine,
Benim muhterem ve imanlı şeyhim, Erenlerin himmeti de inziman (katılmak) etmek suretiyle düşmanı yıktık. Şimdi daha yıkılacak şeyler varsa onları da yıkmak ve her halde sonuna kadar vatan vazifemizi ifa edebilmek için Yeni Gün’ü ayakta tutmak lâzım. (...)
Yeni Gün’ün aylık masrafı iki bin lirayı Osmanidir ve şimdi aynı fiyatla dört sayfa olarak neşretmeye başlayacağız.
Benim hakikat-bîn şeyhim sen bilirsin ki, bu maddi meblağı hazine-i gaybîden gelmez. Bu kadarcık işaret zat-ı fazılânelerine kâfidir.
Yeni Gün bir ticaret gazetesi değildir. Varımı yoğumu onun uğruna bezl ettim ve bugün borca battım. Mamafih milletin himmet ve hamiyetinden emin olduğum için ye’s ü füturdan ebediyen uzağım. Senden dileğim odur ki (...) Kütahya merkez ve çevresinde Yeni Gün’e mümkün olduğu kadar fazla abone yazılmasını temin edesin. Gazetenin fazla tirajı bize, okunması dairesinin genişlemesi yüzünden maneviyat itibariyle millete faydalıdır.
Ricamı azami ile infaz edeceğinden emin olduğum için fazla söze lüzum görmeyerek muhterem ellerini tekrar tekrar öper ve hatm-i kelâm eylerim şeyhim efendim. İmza: Yunus Nadi (Kara, a. g.e., s.92).
Bak şu Yahudi’nin yalakalığına…
Şeyhe İslâmcı görünen Yeni Gün’ün sahibi Yunus Nadi 1924’ten itibaren çıkardığı Cumhuriyet Gazetesi ile İslâm’a ve Müslüman millete düşman kesildi…
Dini bütün değerlere savaş açtı.
“Laiklik” deyip Müslümanları hapse tıktırdı, “irtica” deyip hükümetleri yıktırdı.
Ülkücü gençleri vurdurdu. Milleti birbirine kırdırdı.
İhtilal yaptırıp Menderes’i astırdı.
Özal’ı canından bezdirdi, Erbakan’ı hükümetten indirdi.
Türkeş ve Yazıcıoğlu’nu faşist ilan edip mahkemelere düşürdü…
Ezanı Türkçe okutan, Salavat getireni 3 ay hapse attıran, şapka giymeyeni astıran da yine bu gazete ve onun sahibi Yunus Nadi idi…
Yunus Nadi; 1918'de, Halide Edip Adıvar, Ahmet Emin Yalman ile birlikte ABD Başkanı Wilson'a mektup yazarak Türkiye’yi işgal etmesi ve Amerikan mandası istemiyle başvurdu.
1920’de İslamcı olan Yunus Nadi, ertesi yılın sonunda Komünist oldu. Komünizm ’den sonra Kemalizm’e dönüş yaptı.
1920’li yılların sonunda sıkı bir Türkçü olan Yunus Nadi, Cumhuriyet Gazetesi’nde Türkçülüğün şart olduğunu anlatan makaleler kaleme aldı.
Yunus Nadi Yahudi’si Türkçülükte o kadar ileri gitti ki, tanımayanlar onun Altaylardan gelen bir yiğit olduğunu sanırdı.
Türkçülüğünün sebebi sonra ortaya çıktı.
O tarihlerde Atatürk’ün emriyle Türkçülük revaçtaydı.
1929’da CHP hükümetinin kapısını çalıp, Cumhuriyet Gazetesi’ni çıkarmakta zorlandığını hatta kapatmak üzere olduğunu bildirip yardım istedi…
CHP’de kendisine büyük bir rant sağladı.
Soma’daki linyit madeni Osmanlı döneminde de altın gibi kıymetliydi.
Dönemin İktisat Bakanlığı Soma madeninin işletme hakkını, 1926’da 70 yıl süreyle Faik Sabri-Nuri Aziz ortaklığına verdi.
Gelin görün ki Yunus Nadi gözünü buraya dikmişti.
1 Kasım 1929’da elinde 70 yıllık işletme hakkı bulunan Faik Sabri-Nuri Aziz Soma’dan kovulup, maden Yunus Nadi’ye verildi.
Burası banka gibi çalışıyordu.
Kendisi buradan çok büyük paralar kazandı.
1922 yılından 1939 yılına kadar Soma’da linyit madenini işleten Yunus Nadi, o dönem için inanılmaz paralar kazandı.
Kimse, “Sen gazetecisin. Soma’daki linyit işi de ne. Sen ne anlarsın kömürden?” diye sormadı…
Bu üçkâğıtçının baş döndüren dönüşü yine de durmadı.
1930’ların ortasında sıkı bir Hitler Hayranı kesildi.
Yahudi Yunus Nadi, bu kez Nazi oldu.
Cumhuriyet Gazetesi’nde öyle yazılar yazıyordu ki; Hitler Almanya’da bile böyle övülmüyordu.
Türk medyasında Yunus Nadi, YUNUS NAZİ ismiyle anılmaya başlandı.
Mesele sonra anlaşıldı.
Almanya’da kâğıt fiyatları ucuzdu. Yunus Nadi gazetesinin kâğıtlarını ucuz olduğu için çaktırmadan Almanya’dan getiriyordu.
İslamcı Kemalist, Komünist, Türkçü ve Nazi gibi kılıktan kılığa şekilden şekle giren bu Yahudi, Türk milletinin başına bela kesildi.
Onun yönetimindeki Cumhuriyet Gazetesi; bütün milli ve manevi değerlerimize savaş açtı.
Ölüp gitti bayrağı oğlu Nadir Nadi devraldı.
Nadir Nadi’de askerle iş tutup yalan haberlerle Adnan Menderes’i astırıp şehit ettirdi.
Nadir Nadi döneminde bu kez hedefe Türkeş ve Ülkücüler konuldu.
Ardından Özal’lı yıllar başladı. Özal’a korkunç bir muhalefet yaptılar. Ölene kadar düşmanlıklarını sürdürdüler.
Sonra Erbakan ve REFAH Yol’u hedefe koydular. İrtica yalanıyla ihtilal yaptırıp hükümeti düşürdüler.
Şimdi de halkın seçtiği AK Parti’ye savaş açmış haldeler.
Cumhuriyetin sahipleri değişti ama bunların dine ve millete düşmanlığı asla değişmedi.
Dikkat etmişsinizdir! Türk milleti kimi sevip iktidara getiriyorsa, bunlar ona savaş açıyor.
Çünkü bunlar, düşmanlarımızın içimize yerleştirdiği Truva atları.
Bunlar sahiplerinin kemiğiyle susar, kemiğiyle havlarlar.
Elhamdülillah ki Allah bunlara fırsat vermedi.
Onlar toprağın altında hesap verirken biz de toprağın üstünde bunların rezilliklerini yazıyoruz.
Bu bile Türkiye’nin nereden nereye geldiğini ispat eder.
Bu topraklar çok hain gördü ama sonunda Türk Milleti hepsini de tarihe gömdü!
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
İSTANBUL’DA YAHUDİ AYAKLANMASI… ELZA NİYEGO OLAYLARI
Osmanlı’yı İttihat ve Terakki Cemiyeti yıktı.
Bu cemiyetin tamamına yakını Mason ve Yahudi idi…
Sultan Abdülhamid Han’ı tahttan indiren Selanik’ten gelen 15 bin kişilik Harekât Ordusu’nun yüzde 60’ı Yahudi dönmelerden oluşuyordu. Yahudilerin dışında; Rum, Ermeni, Arnavut, Sırp, Yunan, Ulak ile Bulgar çeteciler vardı.
Tarihçi Yılmaz Öztuna bunlar için; ‘ipten kazıktan kurtulmuş eşkıyalar’ dedi.
Üç cihana hâkim olmuş, 7 düveli yenmiş ve bütün dünyaya İslam’ı götürmüş olan Koca Osmanlı, bu gayri Müslüm eşkıyalara kurban edildi. Yazıklar olsun…
Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinden sonra kontrol tamamen Masonların eline geçti.
Osmanlı’nın yıkılması için bütün plan ve tezgâhları Masonlar yaptı.
“Osmanlı’yı Masonlar yıktı” diyen dönemin Kudretli Paşası Kazım Karabekir; Cihan Harbine Neden Girdik, Nasıl Girdik, Nasıl İdare Ettik? Adlı kitabında şöyle yazdı;
- Hükümdarlardan başlayarak bütün ileri devlet adamlarını mason yaptılar; onlara masonlukta yüksek rütbeler verdiler. Mükellef localar açtılar. Mason olanlara büyük itibar ve menfaatler temin ettiler. Onlarla ilmî ve insanî(!) bir kardeşlik tesis ettiler. Böylece hususi bir dostluk münasebetlerini kurduktan sonra, onlardan her türlü malumatı kolayca aldılar ve her işte müzâheretlerini (desteklerini, yardımlarını) temin ettiler. Bütün Şark memleketlerinin anahtarları bu suretle Avrupalıların ellerine geçti.
Masonlar deyince bir meseleyi de düzeltelim.
O dönemde Masonlar tamamen Yahudi dönmelerin kontrolündeydi. Daha doğrusu Sabetaylar kendi inançları doğrultusunda ritüel yapabilmek için Masonluğu kurdu.
Sonraları çok az sayıda Türk de mason yapıldı ama büyük bir bölümü Yahudi idi...
Mason görünümlü Sabetaylar, Cumhuriyetin kuruluşunda da aktif olarak rol aldı.
Cumhuriyeti kuran ekiple ittifak halindelerdi.
Yahudiler yaptıkları yoğun kulis ile 1924 mübadelesinde 30 bin civarında Selanik dönmesinin Türkiye’ye gelmesini sağladı.
Bu dönmeler özellikle sahillere yerleştirildi.
İzmir’den İstanbul’a, Çanakkale’den Tekirdağ’a kadar pek çok şehirde iskân edildiler.
Çok azı göstermelik olarak Anadolu’ya gönderildi.
Şehirlere yerleşenler ticaretle, Ankara’ya gelenler siyasetle meşgul oldu.
O dönem bürokratların önemli bir kısmı Sabetay Yahudi’siydi.
Geçen anlatmıştım. Dışişleri bakanlığının tamamı Yahudilerden oluşuyordu.
Her şey sorunsuz giderken,1927’de İstanbul’da ‘Elza Niyego Olayı’ patladı.
Peki, neydi bu Elza Niyego olayı?
Eski bir valinin oğlu olan Osman Ragıp, sokakta gördüğü 22 yaşındaki Elza Niyego adındaki Yahudi bir genç kıza evlenme teklif etti.
Evli ve torun sahibi olan Osman Ragıp, reddedilmesine rağmen kızın peşini bırakmadı.
Her seferinde kız reddedince onu öldürmekle tehdit etti.
Osman Ragıp, kızı kaçırma girişiminde bulununca; şikâyet üzerine cezaevine kondu, ancak birkaç ay sonra tahliye edildi.
Elza'nın nişanlandığını öğrendiğinde ise, genç kızı işinden evine dönerken sokak ortasında bıçaklayarak öldürdü, yanında bulunan kardeşini de yaraladı.
Elza'nın yakınlarda bulunan evinden gelen annesinin ısrarlarına rağmen, cesedi üzeri örtülmeksizin üç saat sokakta kaldı.
Olay üzerine Yahudiler, devlete tepki gösterdi.
Katilin ise önemli bir ailenin ferdi olması ve tutuklanmasına rağmen kısa süre içinde serbest kalması, Yahudileri sokaklara döktü.
İstanbul’un tarihinde ilk kez bir Yahudi ayaklanması çıktı.
Ne Osmanlı ne de Türkiye böyle bir olay görmemişti.
Elza Niyego'nun cenazesine 25 bin kişi katıldı. Kortejde "Adalet İstiyoruz" sloganı atıldı.
Cenaze, Türkiye'de yaşayan Yahudilerin isyan gösterisine dönüştü.
Cenazedeki Yahudiler, Türklere ait işyerlerine saldırdı, güvenlik görevlileriyle çatıştı.
Olayların ardından, Cumhuriyet ve Akşam gibi milliyetçi gazetelerde, "Bir gayrimüslim öldürüldü diye ortalık neden bu kadar velveleye veriliyor" şeklinde haberler yapınca, bu kez de Türkler öfkelendi.
Yahudilerin İstanbul’da böyle büyük bir gövde gösterisi yapması Ankara’yı da tedirgin etti.
Olaylardan sonra, Yahudilere serbest dolaşım yasağı konuldu.
Böylece, Yahudi tüccarların faaliyet alanları da ortadan kaldırıldı.
Osman Ragıp ise akıl hastanesine konuldu. 10 yıl sonra başka bir akıl hastası tarafından öldürüldü.
Elza Niyego olayı, CHP ile Sabetayların arasındaki güveni ve ortaklığı yerle bir etti.
Sabetaylar, ittifak yaptıkları hükümetin yani CHP’nin kendilerini sırtından vurduğuna inanıyordu.
1928`de ise, azınlıkların kendi dillerini konuşmalarını engellemeyi amaçlayan "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyası başlatıldı. Yahudiler bu kampanya ile iyice köşeye sıkıştı.
Kampanyayla birlikte, azınlıklarla Türkler arasında sık sık kavgalar meydana geldi.
Küçük küçük kavga ve gerilimler sürerken, 1934 olayları patladı.
İlk olaylar; 21 Haziran 1934'te Çanakkale’de başladı.
Türkler; piyasaya hâkim olan ve kendi aralarında tekel gibi çalışan Yahudi tüccarlara karşı boykot başlattı. Kimse Yahudilerden mal almıyordu.
Boykot sırasında Türklerle Yahudiler arasındaki karşılıklı atışmalarla sonunda savaş çıkarttı
Galeyana gelen Çanakkaleliler, Yahudilerin işyerlerini ve evlerini yaktı. Çanakkale’deki olaylar Trakya’ya sıçradı.
Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Uzunköprü, Silivri, Babaeski, Lüleburgaz, Çorlu ve Lâpseki’de şiddetlenerek sürdü.
Trakya’da sayıları 13 bin ile 18 bin arası tahmin edilen Yahudiler, mallarını bırakıp İstanbul’a kaçtı.
Olaylardan sonra devlet, yörede sıkıyönetim ilan etti; resmi makamlar kınama mesajları yayınladı.
Bütün bu mesajlar; Yahudilerin gözünde, olayların ardında devletin olduğu şüphesini silemedi.
Trakya’da o tarihte peynircilik çok önemliydi.
Türkler hayvancılıkla uğraşıyor ve sütlerini mandıralara veriyorlardı.
Trakya’da mandıraların tamamı Yahudilerin elindeydi. Köylüden ucuza aldıkları sütü peynir yapıp, pahalıya satıyorlardı. Bu da bölge halkının itirazına yol açıyordu.
Yahudiler aynı zamanda bölgeye faizi getirdiler.
Trakya’daki tefecilerin tamamı Yahudi idi. Köylülere yüksek faizle para veriyorlardı. Parayı ödeyemeyen köylülerin de tarlasını ve hayvanlarını alıyorlardı.
İşte bütün bunlar, olayları tetikleyen sebep oldu.
1908’de Osmanlı topraklarındaki Yahudi nüfusu 367.400 idi…
1927’de Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudi nüfusu 81.392’e indi.
Yahudi nüfusun 46.781’i İstanbul’daydı.
1960’larda ise toplam Yahudi nüfusu 43.929’a düştü.
Özellikle İsrail Devletinin kurulması üzerine 30 bin civarında Türk Yahudi si, buraya göçtü. 1950’lerin ortasında, İsrail’e göç edenlerin %10’u Türkiye’ye geri döndü.
Amerika’nın hızla gelişmesiyle de özellikle Türkiye’deki Yahudi gençler, bu ülkeye yöneldi.
Günümüzde Türkiye’de 15.000’den az Yahudi yaşamaktadır.
Bu rakam, açık kimlik ve isimleriyle Yahudi olan kişilerdir.
Sabetay yani dönme Yahudiler, Türk ismi ve İslam kimliği taşıdıkları için bunların sayısı tam olarak bilinmemektedir.
2009 yılında İsrail'in Makor Rishon gazetesi, Türkiye'deki Sabetay cemaatinin lideri olduğunu belirttiği bir kişiyle görüştü. Bu kişi; “ Türkiye'de 30 bin Musevi, 60 bin Sabetaycı yaşıyor. İsrail devleti, artık bizi geri almalıdır.” Dedi.
Dönmelerin 85 milyonluk Türkiye’de sayısının az olmasına bakmayın. Yakın zamana kadar devlete tamamen hâkim idiler.
2003 yılında AK Parti’nin iktidara gelmesinden sonra yıl yıl etkinlikleri kırıldı.
AK Parti iktidarında; çok güçlü oldukları medya, bürokrasi ve siyasette gerilediler.
İş âleminde ise güçlerini koruyorlar.
TÜSİAD ise onların yıkılmaz kalesi durumunda.
Şimdilerde ise; Millet ittifakı üzerinden yeniden devlete çöreklenme hevesindeler.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN AMERİKAN AJANI OLAN BAŞBAKANI
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN AMERİKAN AJANI OLAN BAŞBAKANI
Şükrü Kaya ve Tevfik Rüştü Aras’tan sonra Şükrü Saraçoğlu Dışişleri Bakanı oldu.
Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra 11 Kasım 1938’de bakanlığa gelen Saraçoğlu, 1942 yılına kadar bu koltukta oturdu. Ardından da Başbakan oldu.
Fenerbahçe Stadına adını veren Şükrü Saraçoğlu, kendinden öncekiler gibi sıkı bir din düşmanıydı.
Kendisini saklamayan bir dinsizdi.
Onun dinsizliği sadece İslam’a karşı değil, bütün dinlere karşıydı.
Başka sebepleri de var ama Saraçoğlu Türkiye’de yaşayan Yahudilerin de en nefret ettiği adamlardan birisiydi.
Türk asıllı Yahudiler, Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu stadının isminin kaldırılması için kampanyalar başlattı.
İşin tuhaf yanına bakın ki; “Din zehirdir. Türkiye’den dini tamamen atabilmek için bize 30 yıl lazımdır” diyen Saraçoğlu’na bu ülkenin Müslümanları bırakın tepkiyi, gıkını bile çıkarmadı.
Millet meclisi kürsüsünden "din zehirdir!" diyebilecek kadar cüretkâr ve küstah olan bu adam, yuhalanmak yerine alkışlandı.
İşte o dönemin vekillerinin ve ahalisinin halini anlayın.
Bu dinsize Yahudiler bile tepki gösterirken, Bizim Müslümanlar sus pus oturdular.
Saraçoğlu baktı ki kimseden ses çıkmıyor, Bu kez Mübarek Peygamber Efendimize saldırdı.
Eşref Edip Fergan'ın Kara Kitap adlı eserinde şöyle diyor;
- Meclis kürsüsünden Celal Bayar'a şöyle hitap etmiştir "Şuna emin olunuz ki, memlekete kızıl tehlike bu sefer Muhammed'in bayrağı altında sokulacaktır."(Fergan, a.g. e. Sayfa :55)
1923'de milletvekili olan Saraçoğlu, CHP ideolojisine gönülden inanmış eski bir ittihatçı olarak en üst makamlara yükseldi.
1950 yılında CHP'nin yenilgisinden sonra siyasi hayattan çekildi.
CHP seçimi kaybettiğinde siyaseti temelli bırakacak kadar fanatik bir CHP’liydi.
Yakın dostu olan ve aralarında oynadıkları satranç maçlarının ünlü olduğu İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığı döneminde, siyasal yaşamının en önemli görevlerine atandı.
Bu görevlerden ilki 1938 ile 1942 arasında, Celal Bayar ve Refik Saydam hükûmetlerinde üstlendiği Dışişleri Bakanlığı oldu.
Şükrü Saraçoğlu 1942 yılında Başbakan oldu.
Başbakanlığının ilk icraatı, büyük tantanaya sebep olan Varlık vergisiydi.
Varlık Vergisi, 11 Kasım 1942'de TBMM'de kabul edildi ve 12 Kasım 1942'de yürürlüğe girdi.
Kanunla, İkinci Dünya Savaşı döneminde olağanüstü kazanç ve servete sahip olan kişilerden bir defaya mahsus olmak üzere vergi alınmasını öngörülüyordu.
Vergilerin % 93’ü gayrı Müslim ve ecnebi, % 7’si Müslüman mükelleflere yüklendi.
Aralık 1942 ve Ocak 1943 arasında İstanbul’da gayrı Müslimlere ait binlerce taşınmaz mülke haciz yoluyla el konulup haraç mezat satıldı.
İcrada satılan malları devletin belirlediği verginin altında kalanlar, çalışma kamplarına yollandı.
27 Ocak ile 3 Temmuz 1943 arasında, Varlık vergisini ödeyemeyen gayrı Müslimlerden oluşan toplam 1229 kişi çalışmak üzere Erzurum Aşkale’ye, 900’ü Eskişehir Sivrihisar’a yollandı.
Bu kararlar sadece içimizdeki Yahudi ve Ermenileri değil dünyayı ayaklandırdı.
9 - 13 Eylül 1943 tarihlerinde New York Times gazetesinde Türkiye’deki Varlık Vergisi uygulamasını eleştiren bir dizi yazı başladı.
İnönü Hitler’e ve Almanya’ya yakın duruyordu.
Bu zulüm Hitler’e yalakalık için yapılmıştı.
Amerika’nın Hitler’i devireceği ve Almanya’nın yenilme ihtimali belirince; CHP hükümeti apar topar henüz tahsil edilmemiş olan Varlık Vergisi borçlarının silinmesine karar verdi.
Aşkale ve Sivrihisar’a sürgüne gönderilen Yahudilerden sağ kalanlar, yaklaşık on aylık esaretten sonra evlerine yollandı.
Şükrü Saraçoğlu, Türkiye’den dini tamamen kaldırıp, yerine Türkçülüğü koyarak millete dinini unutturmak istiyordu.
Bu yüzden Türkçü görünüyordu. Ancak devlet kadrolarına komünistleri alıyordu.
O dönemdeki CHP yönetiminin düşüncesi bu idi.
Dini kaldırırken yerine başka bir şey koymak gerektiğine inanıyorlardı.
Kısaca esas meseleleri Türkçülük değil, dini unutturmaktı.
Dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu 5 Ağustos 1942'de TBMM'de yaptığı konuşmada şunları söyledi;
- Biz Türk'üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız.
Dönemin Türkçüleri Saraçoğlu’nun riyakârlığını keşfetti.
Devletin her tarafına "komünist" kadroların yerleştirilmekte olduğunu gören Türkçü Nihal Atsız, Şükrü Saracoğlu'na iki açık mektup kaleme aldı. Mektupta bazı isimleri şikâyet etti.
Şikâyet ettiklerinin arasında Ahmed Cevad Emre, Sabahattin Ali, Sadrettin Celal Antel, Pertev Naili Boratav ve Hasan Âli Yücel de vardı.
Hasan Ali Yücel gibi bir komünist, Milli Eğitim Bakanı yapılmıştı...
Açık mektuplarda adı geçen Sabahattin Ali, Nihal Atsız’ı mahkemeye verdi.
26 Nisan 1944'te Ankara'da başlayan ilk mahkeme, 3 Mayıs 1944'e ertelendi.
3 Mayıs’taki mahkeme salonuna giremeyen gençler, komünizm aleyhtarı sloganlar atarak Ulus Meydanı'na doğru yürüyüşe geçti.
Gençlerin gösterileri polis şiddetiyle dağıtıldı. Pek çok genç yaralanıp hastaneye kaldırıldı. Çok büyük zulüm ve işkence gördüler. Bu gösterilerde 165 üniversiteli genç tutuklanıp hapse atıldı:
CHP, milliyetçi gençlerin başına demir yumruk indirdi…
Ülkücü görünen Meral Akşener şimdilerde CHP’nin bu zulmünü tamamen unuttu. Unutmakla kalmadı ülkücüleri, bitmiş CHP’ye koltuk değneği yaptı.
Neyse devam edelim.
Prof. Dr. Zeki Velidî Togan, Hüseyin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Nurullah Barıman, Cihat Savaşfer, Nejdet Sançar, Alparslan Türkeş, Cebbar Şenel ve Cemal Oğuz Öcal’a 10 yıla kadar değişik hapis ve sürgün cezaları verildi.
İşte Ülkücülerin her sene kutladığı 3 Mayıs Türkçülük Bayramı buradan gelir.
3 Mayıs aslında, CHP’nin ülkücüleri kırıp geçirdiği zulmün tarihidir.
Gelelim tarihi skandala.
Yazar ve Araştırmacı Aytunç Altından korkunç bir iddiada bulundu; Şükrü Saraçoğlu ABD ajanıydı.
Aytunç Altındal Sabah Gazetesi’ne verdiği röportajda o günleri şöyle anlattı…
-II. Dünya Harbi sırasında İstanbul'da casuslar savaşı yaşanıyordu.
Devrin Başbakanı Amerikalılara casusluk yapıyordu. Bunu da bir tek Cumhurbaşkanı İnönü biliyordu.
1941'lerde Türkiye ile Almanya arasında bir saldırmazlık paktı imzalandı. Anlaşma, bizim Başbakan Refik Saydam döneminde imzalanıyor.
İsmet Paşa Cumhurbaşkanı, diyor ki "Biz Almanlarla her zaman dostuz, onlara saldırmayız."
İlginç bir şey oluyor ve Refik Saydam aniden ölüyor... Ki bu da ilginçtir, yerine Başbakan olarak Şükrü Saraçoğlu geçiyor.
Türkiye'ye de bir kod veriliyor. Türkiye'nin kodu: Yellow, yani sarı...
“Türkiye” demiyorlar yazışmalarda, sadece 'yellow' diyorlar.
Bir de, çok ünlü bir Türk yöneticiye kod verilmiş, o da; 'Harem'
Yazışmalarda Harem kod adlı birisi var Türkiye'de yani.
Yellow ‘un sorumlusu Harem diye geçiyor adam x
“Harem” Başbakan Şükrü Saraçoğlu... Dönemin Başbakanının ta kendisi.
İnönü cumhurbaşkanı, Saraçoğlu başbakan o dönemde. "Sarı'dan -yani Haremden- gelen bilgiye göre..." diyor ABD kaynakları.
Sonuçta Harem, yani Şükrü Saraçoğlu, ABD istihbaratına bilgi ulaştırıyor!
Bu belgeler Amerika tarafından iki yıl önce açıklandı. Ama Türkiye'de hiç duyan ve yazan olmadı.
Şükrü Saraçoğlu Time dergisinin kapağında yer alan 3. Türk’tür.
Şükrü Saraçoğlu’nun ölümü korkunç oldu
”Din zehirdir. Türkiye’den dini tamamen atabilmek için bize 30 sene daha lazım. Memlekete kızıl tehlike bu sefer Muhammed'in bayrağı altında sokulacaktır.” diyen Şükrü Saraçoğlu, Parkinson hastalığına yakalandı.
Hiç kimseyi tanımaz, söylediklerini hatırlamaz oldu.
Kaslarda sertlik nedeniyle şiddetli ağrı çekiyordu. Ağrıları o kadar dayanılmaz olmuştu ki; inim inim inliyor ve sürekli bağırıyordu. Bütün apartman bağırtısından uyuyamaz olmuştu.
Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun ibretlik ölümünün canlı şahitlerden biri Mehmed Ali ismindeki hocaydı.
Ailesi son anlarında dua okuması için çağırmıştı. Mehmet Ali Hoca o anları şöyle anlattı;
- Ben ömrümde böyle bir şey görmedim.
Adamın öyle korkunç, simsiyah, kömür gibi bir suratı var ki, bakılamıyor. Öyle bir ıstırap içinde, öyle bir bağırıyordu ki, korku ve heyecandan dilim dolaştı bir şey okuyamadım.
Biz içeri girdikten beş dakika sonra öldü.
Öldükten sonra bizi dışarıya çıkardılar, ben aşağıya indim. Kapıcı Hafız Efendi, “yoksa öldü mü” diye sordu. “Evet” dedim.
Bunun üzerine ellerini açarak; “Hey ya Rabbi, bu apartman kurtuldu ya. İğneler vuruluyor, ilaçlar veriliyor, ama adam sabahlara kadar bağırıyordu. Kimse uyku uyuyamaz oldu” dedi.
Şükrü Saraçoğlu’nun ölüm şeklini görünce; “Allah’a ve peygamberine karşı savaşanlar, dünyada aşağılayıcı bir cezaya uğrarlar. Âhirete ise onlar için büyük bir azap vardır.” Mealindeki Ayeti Kerime aklıma geldi.
Bu arada biliyorsunuz uzun bir süredir Fenerbahçe’de işler iyi gitmiyor. Sadece Ali Koç döneminde değil, Aziz Yıldırım döneminde de Fenerbahçe taraftarının yüzünü bir türlü güldüremedi.
Aziz Yıldırım bu durumu BÜYÜYE bağlayıp, stada büyü bozucular bile getirdi.
Aziz Yıldırım uğursuzluğu büyü yerine stadın isminde arasaydı, Fenerbahçe bu hallere düşmezdi..
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
TÜRK MİLLETİNE DOMUZ YEDİREN BAKAN
TÜRK MİLLETİNE DOMUZ YEDİREN BAKAN
1924 yılında Yunanistan ile yaptığımız Mübadele anlaşması, Türkiye için bir dönüm noktası oldu.
Anlaşma ile Türkiye gelen 30 bin civarındaki dönme, en az 70 sene Türkiye’yi idare etti.
Devletin her birimine girdiler.
En kritik ve stratejik kuruluşları idare ettiler.
Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Bakanlık, Milletvekilliği ve Genelkurmay Başkanlığı yaptılar…
Peki, bu nasıl oldu?
Emin olun son derece kolay oldu.
Hiçbir engel ile karşılaşmadılar, hatta teşvik edildiler.
Selanik’ten gelen Sabetaylar yoğun olarak; İzmir, Çanakkale, Bursa, İstanbul ve Trakya bölgesine yerleştirilmişti.
Bunlar Türkiye’ye iki avantajla geldiler.
Birincisi zenginlerdi ve ticareti biliyorlardı.
İkincisi, okumuş kültürlü kimselerdi.
Türkiye açısından da iki büyük dezavantaj vardı.
Osmanlı'nın son dönemlerinden Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına kadar Müslüman gençler, okumaktan ziyade tarım ve hayvancılığa yönlendirilmişti.
Planlı bir şekilde eğitim almaları engellenmişti.
Bir büyük köyden ancak bir okumuş zar zor çıkıyordu.
Türk gençleri bırakın okumayı köylerinden çıkamıyorlardı.
İkincisi Türkiye büyük bir savaştan ve işgalden çıkmıştı.
Ortada ne ekonomi ne de ticaret kalmıştı.
Dönmeler; Yunanistan tarafından sürüldüğü Türkiye’de böylesine bakir bir ortam buldu.
1924 yılından itibaren aralarında önemli kararlar aldılar.
Çocukları devlette, kendileri ticarette büyüyecekti.
Bu karardan sonra dönme gençler trenlerle Ankara’nın yolunu tuttu.
Sabetay tüccarlar da kendi aralarında başka bir karar daha aldılar.
Herkes ticaret için kendine bir alan seçecek, kimse aynı alanda birbirine rakip olmayacaktı.
Bugün TÜSİAD’ın süper zengin sanayici ve iş adamlarının büyük kısmı, işte o yıllarda Türkiye’ye gelen dönmelerdi.
Ankara hükümeti Sabetay gençlerini bağrına bastı.
Sabetaylar; tam da istedikleri batılı tiplerdi.
Dönemin başbakanı olan İnönü’nün şu sözü meşhur olmuştu;
- Ankara garında bekler, trenden inen her kravatlıyı yakalar ve Dışişleri Bakanlığı’nda memur yapardık.
İşte bugün Dışişleri’nde ‘Monşer’ diye bilinen kimseler, o trenle gelen Sabetay gençleriydi.
Dışişleri bakanlığında görevlendirilen Sabetay gençler, kısa sürede ilerleyerek bu bakanlığa tamamen hâkim oldu.
Öyle bir noktaya geldiler ki, başlarındaki bakanlar bile Sabetay Yahudilerinden seçiliyordu.
Türkler Dışişleri Bakanı olamaz hale gelmişti.
Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’ye yabancı hale gelmişti.
Dönmeler yurtdışındaki bütün elçiliklerimizi ele geçirmişti.
Yabancı ülkelerde bulunan Türk vatandaşlarına ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapıyorlardı.
Elçilikler, “Çoban” diye küçümsediği Türk vatandaşlarının sorunlarıyla ilgilenmiyor, kendilerini Türkiye’nin gerçek sahibi görüyorlardı.
Bütün Sabetaylar gibi gerçekte ev sahibi olan Türkleri çoban, misafir olan kendilerini elit görürler.
Onlar kendilerine ’Beyaz Türkler’ Bizlere de ‘Zenci Türkler’ der.
Şu hale bakar mısınız?
Arada bu hatırlatmadan sonra Dışişleri Bakanlığına tekrar dönelim.
İsmet İnönü’den sonraki Dışişleri Bakanı Şükrü Kaya, Arayış Mason Locası’nın önemli isimlerinden birisiydi.
Masonluğu söylenti falan da değildi belgelenmişti.
Şükrü Kaya Beyoğlu’nda bulunan Resne Locası’na 239 Matrikül numarasıyla kaydolmuş. 18 Haziran 1925’te kalfalığa, belgede geçtiği üzere 30 Haziran 1926’da ise 3. Dereceden üstatlığa terfi etmiş.
Hale bakar mısınız?
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı, bakan olarak Mason locasında kalfa yapılıyor.
Bu rezilliği de övünerek anlatıyor.
Bu Şükrü Kaya o dönemin değişmez bakanlarından birisidir.
1927 yılından 1938 yılına kadar da kesintisiz İçişleri Bakanlığı yaptı.
Sıkı bir din düşmanı ve ateistti.
TBMM’de yaptığı konuşmada dini şöyle anlattı;
- "Dinler işlerini bitirmiş, vazifeleri tükenmiş, yeniden uzviyet ve hayatiyet bulamayan müesseselerdir."
Şükrü Kaya’nın arkasından, “Domuz çok güzel bir gıdadır” diyen Tevfik Rüştü Aras Türkiye Cumhuriyet’inin Dışişleri bakanı oldu.
Tahmin ettiğiniz gibi Tevfik Rüştü de bir masondu.
8 Şubat 1934 tarihinde Akşam gazetesi; TBMM’de 92 Mason milletvekili olduğunu duyurarak, mason bakan ve vekilleri gururla takdim etti.
Haberde; “Meclis Reis Vekili Hasan ( Hasan Hüsnü Saka), Dâhiliye vekili Şükrü Kaya, Hariciye Vekili Tevfik Rüştü, Devlet Şurası Reisi Reşat Beyler ( Mehmed Şerif Paşa) 33 derece ihraz etmiş (Erişmiş) masonlardır” denilerek açıktan isimleri verildi.
Tevfik Rüştü de azılı bir İslam düşmanıydı.
23 Ağustos 1927’de The Times’e tuhaf bir röportaj verdi ve söyle dedi;
- Domuz çok güzel bir gıdadır. İslam bunu yasaklamış fakat bu fikir eski nesille birlikte yok olacaktır. Yıllarca pis diye korkutulan domuzu artık genç nesillerimiz yiyebiliyor. Bu reformu halkımız gönüllü kabul etmiştir.
Bununla da kalmadı Bursa’da domuz harası kurdurdu.
Bakanlıkta ekibiyle birlikte domuz yedi.
Domuzcu Canan kendisi gibi CHP’li olan Tevfik Rüştü’den fetva aldı anlaşılan.
1925 yılından 1938 yılına kadar bu görevini sürdürdü. O çalkantılı dönemde tam 13 sene domuz sayesinde koltuğunu korumayı başardı.
Tevfik Rüştü bu ülkeye çok büyük bir hainlik yaptı.
İngilizlerin, “Kerkük ve Musul’u alın” teklifini geri çevirdi.
Türkiye’ye yaptığı bu ihanetini de TBMM’de övünerek şöyle anlattı;
- Şurasını da arz etmeye Mecburum ki; İngilizler hudut üzerinde bize 1.000 kilometre murabba (Kilometre kare) miktarında araziyi lehimize tadilat ilavesi teklif ettiler.
Esas davamızın böyle bin veyahut iki bin kilometre arazi davası olmadığını söyleyerek teklifi geri çevirdik… (İYİ HALT YEDİNİZ)
İngilizlerin “Haritayı yeniden düzenleyelim bu araziyi size verelim” dediği yerde Türkmenler yaşıyordu ve Petrol deposu Kerkük ve Musul bize bırakılan arazinin içerisindeydi.
O tarihte burada o kadar yüksek petrol rezervleri olduğu bilinmiyordu.
100 yıldır çektiğimiz ekonomik sıkıntının sebebi, CHP’li Tevfik Rüştü’nün bu ahmaklığıdır.
İngilizlerin teklifinin reddedilmesinin sebebi, Din-i İslam’a duydukları kin ve nefretti.
CHP yüzünü batıya dönmek istiyordu. O yüzden de doğuya sırtlarını çevirdiler.
“Ne Arabın yüzü ne de toprağı” deyip Kerkük ve Musul’u ellerinin tersiyle ittiler.
Hariciye Vekili Tevfik Rüştü, bu hainliğiyle yapmasaydı bugün ne PKK meselemiz ne de ekonomik sıkıntımız olmayacaktı.
Türkiye petrol alan değil, satan ülke olacaktı.
PKK terörü için harcadığımız 800 milyar dolar da cebimizde kalacaktı.
Kerkük ve Musul’da şu anda yaklaşık 4 trilyon dolar değerinde petrol var.
Irak'ta tespit edilmiş 143 milyar metreküp petrol rezervi var.
Bu rezervin 45 milyar metreküpü Musul'da. 10 milyar metreküpü ise Kerkük'te.
Musul'daki petrol rezervinin değeri yaklaşık 2,5 trilyon dolar.
Kerkük'te yaklaşık 1,5 trilyon dolarlık petrol var.
Bölgedeki doğalgaz rezervlerinden hiç bahsetmeyeyim…
Türkiye son 20 yılda; Petrol, doğalgaz ve kömür gibi enerji ürünlerine tam 665 milyar dolar ödeme yaptı.
Tevfik Rüştü’nün 20 yıllık zararı bu. 100 yılı varın siz hesaplayın…
CHP; dine olan düşmanlığı yüzünden bu ülkeyi de bu milleti de mahvetmiş bir partidir.
CHP’liler şimdi kalkmış AK Partililere soruyor;
-Elektrik ve doğalgaz neden bu kadar pahalı?
Ölünün köründen pahalı...
Neden pahalı olacak?
Hain bakanınız Kerkük ve Musul’u almayıp, iade ettiği için pahalı…
Üstad Necip Fazıl şöyle demişti;
- CHP bir parti değil; Türk’e dinini, dilini ve özünü kaybettirmeye memur bir katliam müessesesidir.
CHP yapım değil yıkım partisidir.
Bugün de yapmaya değil yıkmaya geliyorlar.
Türkiye’nin son 20 yılda başardıklarını temelinden yıkmak istiyorlar.
Allah bunlara fırsat vermesin.
Onlar Türkiye’yi yıkmadan, Millet onları yıksın inşallah...
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
KARAKAŞZADE RÜŞTÜ’NÜN BAŞINA NE GELDİ
Karakaşzade Rüştü, kendi topluluğu Sabetay dönmelerinin içerisindeki bir grubun nasıl bu ülkeye düşman olduklarını devletine ihbar etti.
Hem Atatürk’e hem de TBMM’ye mektup yazarak, “İçimizde bir grup bir türlü Türkiye ve Türklerle asimile olmuyor. Onlar Yaşadıkları ülkede kendi nizamlarını kurmak istiyorlar” dedi.
Mehmed Karakaşzade Rüştü imzasıyla 29 Aralık 1923 tarihinde Ankara 'da Safa Otelinde Atatürk’e mektup yazdı.
Karakaşzade Rüştü mektubunda şöyle yazdı;
- Gazi Paşa hazretlerine...
Asırlardan beri şu mübarek vatanın nânü nimetiyle Türkler sayesinde perverde olan birçok muhtelif ırklar gibi bizler de hayat ve mevcudiyetimizi muhafaza edegelmişiz.
Dönmelerin ne irken ve ne dinen Türklerle maddî ve manevî iştirakimiz yoktur. Bunun maddî ciheti cümlece malum ve müsellem ise de manevî ciheti yalnız bendeniz gibi kabile arasında yetişmiş insanların bileceği ve ispat edeceği bir keyfiyettir.
Uzun mektubunda özet halinde diyor ki; “Dönmelerin bir kesimi rahat durmuyor. Onların Türklere asimilesi sağlanmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde bu kesim Türk milletinin başına bela olacaktır.”
Karakaş Rüştü TBMM’ye verdiği dilekçesinde; “Dönmeleri Türkleşmeye boyun eğmedikçe ve Türklerle evlenmedikçe mübadele yoluyla topraklarımıza kabul buyurmayın” dedi.
Bu iki dilekçe Türk basınında bomba etkisi yaptı.
O tarihte yayınlanan bütün gazeteler, Karakaşzade Rüştü’nün dönme dilekçelerini manşete çekti.
Bir grup iddiaları deli saçması bulurken karşı taraf destekliyordu.
Gazeteci Hüseyin Necati (Tansu Çiller’in babası), Karakaşzade Rüştü ile uzun bir mülakat yapmış ve Rüştü’nün samimi olduğuna kanaat getirmişti.
Necati’ye göre; Dönmeler kendi içerisinde üç kısma bölünmüştü. Bunlar;
“Bir nevi Yahudiliğe inananlar, geleneklerinden sıyrılıp aydınlananlar ve son olarak tamamen Türkleşmiş olanlar” şeklinde nitelendirilebilirdi.
Karakaşzade Rüştü Bey dönmeleri şöyle sınıflandırdı;
- Dönmeler üç kabiledir: Karakaşlar, Kapancılar, Yakubiler. (Hamdi Beyler) Bütün bunları birleştirerek yine üç gruba ayırabiliriz:
Birinci grup; cahildirler. Her yeniliğe kapalı tam olan Yahudi’dirler, Yahudice dua ederler, muhafazakârdırlar.
İkinci grup, aydın kimselerdir. Hurafelere pek ehemmiyet vermezler; fakat Türk unsuruna hiç karışmak istemezler. Sadece menfaatlerini düşünürler. Türklerle asla asimile olmazlar.
Üçüncü grup asimile olanlardır. Pek az kısmı Türklerle karışmışlardır. Bütün Dönmeler on beş bin kadardır ve bu üçüncü kısım ancak yüzü buluyor."
Benim kızmam ikinci sınıfadır. Nesil bozulmuştur. Daima amca, teyzekızı ala ala, hep iç içe ihtilâflar neticesinde münkariz (Batmakta, bitmiş) olmaktayız. Bunun sebebi menfaattir."
Türkiye’nin siyasetine ve dinine müdahale etmeye kalkanlar da zaten bu ikinci gruptur.
Sahip oldukları siyasi ve ekonomik güç; gözlerini kararttı. Bütün ülkeye hâkim olacaklarına inandılar.
Çok güvendikleri FETÖ’nün darbede başarısız olmasıyla aslında en büyük darbeyi dönmeler yedi.
16 Temmuz FETÖ darbesinden sonra Sabetayların ünlü isimleri, özel uçaklarıyla Türkiye’yi terk etti. Bunların bir kısmı hala dönmedi.
Devlet GSM ve uçuş kayıtlarını incelerse, bu kişilerin kimler olduğunu çok kolay bulabilir.
FETÖ’nün bir Sabetay örgütü olduğunun en güzel ispatı da bu kayıtlar olur.
Türkiye’nin ünlü tüccarları ve sanayicileri gittikleri İngiltere’den neden bir türlü dönmüyor?
Haklarında bir dava olmadığı halde neden Londra’da yaşamaya devam ediyorlar?
İşin sırrı 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminde.
Neyse devam edelim…
Medyada Rüştü Bey’in dilekçeleri tartışılırken; Türkiye ve Yunanistan 1924 yılında yaptıkları karşılıklı mübadele anlaşmasıyla, topraklarındaki Türkler ile Rumları değiş tokuş yapma kararı aldı.
Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Rum, Anadolu'dan Yunanistan'a; 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kaldı.
Ne gidenler ne de gelenler gönlü ile gelmedi.
Mübadelede ayrımın ana kıstası; ırk ya da dil değil, din oldu.
Rum denilenlerin arasında; Türkçeden başka dil bilmeyen ve konuşmayan Türk Ortodoks Hristiyan Gagavuzlar ile Karamanlı Ortodokslar vardı.
Türkiye'de sadece İstanbul ile Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada'da oturan Rumlar, Yunanistan'da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutuldu…
Büyükada ve Heybeliada gibi lüks yerlerde oturan Rumlarda aynı şekilde direnip yerlerinde kaldı.
Olan her zaman olduğu gibi garibanlara oldu.
Selanik’ten gelenlerin tamamına yakını, dönme diye tabir edilen Sabetay Yahudi’si idi.
Mübadele anlaşmasının konuşulduğu günlerde bomba bir gelişme daha ortaya çıktı.
Karakaşzade Rüştü bu kez Yunanistan parlamentosuna mektup yazarak, dönmelerin Türk ve Müslüman olmadığını onların Yahudi olduklarını belirterek Türkiye’ye gönderilmemesini talep etti.
Büyük adamsın Karakaşzade Rüştü…
O yıllarda başımıza aldığımız belanın büyüklüğünü görmüşsün.
O günlerde Amerikalı bir muhabir; Türk milletvekillerinden birisi TBMM’ye dilekçe vererek Dönmelerin Mübadele harici tutulmalarını çünkü onların gerçek birer Müslüman olmadıklarını ifade etti... O sıralarda Dönmelerin Selanik’te Yunan hükümetinden mübadeleden muaf tutulmak için istekte bulunduklarını, ancak bu isteğin de kabul edilmediğini yazdı.
Sabetay dönmeleri Yahudi olmalarına rağmen Türk ismi alıp Müslüman gibi davranırlar. Halen de buna devam ederler.
Resmiyette isimleri Türk, dinleri İslam ama gerçekte Yahudi ve İbraniler…
Dönmeler camilere hiç gitmezler. Asla abdest almazlar. Buna rağmen göstermelik namaza dururlar.
Tüccar dönmeler; oruç tutuyor görüntüsü vermek için Ramazan ayında gündüz bir şey yiyip içmezler, eve gelince iftar vaktini beklemeden sofraya kurulurlar.
Eskiden herkesin oruç tuttuğu dönemlerde yalancıktan sahura kalkarlar, komşuları görsün diye lambalarını açık tutarlardı.
O kadar mükemmel takiyye yaparlardı ki; bunların dönme olduğunu komşuları bile bilmezdi.
Dönmeleri Türkiye’ye yollayan Yunan ve bunları kabul eden Türk hükümetlerinin birbirinden çok farklı hesapları vardı.
Yunanlılar dönmeleri Türklerden bin kat daha tehlikeli görüyordu.
Dönmeler Selanik’i resmen ele geçirmişti. Limanlar kontrolleri altındaydı. Bu limanlardan bütün dünyaya mal satıyorlardı. Ticaret ise dönme tüccarların eliyle yapılıyordu.
Yunanlı tüccarlar dönmelerle asla rekabet edemiyorlardı.
Yunan hükümeti onlara bize postalayarak; hem zengin bir şehir olan Selanik’i kurtardı hem de ezeli düşmanı Türkiye’nin başına büyük bir bela sardı.
Türk hükümetinin dönmelere bakışı ise çok farklıydı.
Şeriat devleti olan Osmanlı yıkılmış, Hilafet ortadan kaldırılmıştı.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti dini esaslar yerine, batının esaslarını tercih etti.
En büyük sorun; İslam’ı 5 kıtaya yayan dinine bağlı Türk milletinin yüzünü batıya çevirebilmekti.
Bunun için de dönmelere yapışıldı.
Dönmeler, 2-3 lisan biliyorlardı. Ülke ülke dolaşmışlardı. Hepsi okumuş insanlardı ve en önemlisi batı yanlısıydı. Bu yüzden mübadele ile 30 bin ile 40 bin arası Yahudi Türkiye’ye kabul edildi.
Bunlar Yunanistan’dan gelen Türklerin arasına katılıp yurdun dört bir yanına yerleştirildi.
Aralarında dönmelerin de bulunduğu, mübadele ile gelenlerin en çok yerleştirildiği 10 şehir şöyle:
- Edirne 49.441, Balıkesir 37.174, İstanbul 36.487, Bursa 34.543, Tekirdağ 33.728, Kırklareli 33.119, İzmir 31.502, Kocaeli 27.687, Samsun 22.668 ve Niğde 15.702.
Bu şehirlere yollananların kaçının dönme olduğu sır gibi saklandı.
Türkiye’ye dağıtılan Sabetaylar; fötr şapkası ile dolaşıp, kravat takıyordu.
Kadınları elbiselerle sokaklarda son derece rahat hareket edip zaman zaman kahkaha atıyorlardı.
Dönemin hükümetinin kurmaya çalıştığı yeni nizamda aradığı rol model, Sabetaylardı.
Dönelim tekrar Karakaşzade Rüştü’ye…
Yunan hükümetine, “Dönmeleri Türkiye’ye göndermeyin, onlar Müslüman değil” diye mektup yazdığı ortaya çıkınca, Sabetaylardan büyük tepki aldı ve hainlikle suçlandı
Hain olup olmadığı sorulduğunda; Rüştü Bey, iki elinin parmaklarını yumarak göğsüne vurdu:
- Ben hâlis mûlis Dönmeyim. Ayrılık vardır. Bu toprakta Türk olacağız, başka çare yoktur.
Ben Selanik'teki çiftliklerimin muhafazasına çalışmıyorum.
Hayırlı bir işe giriştim. Samimiyetimden şüphe etmek, gayretullaha dokunur...
İsterlerse beni İstiklâl Mahkemesi'ne göndersinler. Orada bütün bunları daha iyi anlatırım.
Kendisini İstiklal mahkemesine çıkarmadılar ama önemli bir ismi yollayıp, bu dönme meselesini kapatmasını istediler.
Dönme tartışmasını yapan gazetelere de talimat verip olayı kapattırdılar.
O günden sonra dönme meselesiyle ilgili bırakın bir köşe yazısı, tek satır haber yapılmadı.
Tam bir sessizliğe bürünen Karakaşzade Rüştü, bir süre sonra bir yakınına gitti, " Evleniyorum!" dedi ve ekledi “Hem de Ailesiyle Varna'dan gelmiş, hâlis bir Türk kızıyla... Babası da Yeniköy'de bir bakkaliye sahibidir. İyi halli, terbiyeli bir kadıncık. Ben Kadıya müracaat ettim. Türk kızı alıyorum. Türk gibi evleneceğim. Zaten Türküm. Kadı, İstanbul'dan başka zevcem olup olmadığını sordu. Cevabı gelir gelmez nikâhımız olacak."
O buluşmada Sabetaylar tarafından sürekli tehdit edildiğini anlattı.
Dostu o konuşmayı şöyle anlattı;
“Bana aldığı bir tehdit mektubundan bahsetti. "Genç Selânikli" imzasıyla gelen bu mektubun son satırları şöyle bitiyordu:
- Rüştü Bey, sen Dönmelerin elinde can vereceksin.
İşte bu buluşma ondan alınan son haber oldu.
Üsküdar’daki Bülbülderesi Mezarlığına giden birisi, tesadüfen mezarını buldu.
Mezar taşında 24 Şubat 1931 günü öldüğü yazıyordu. Dilekçelerinden sadece 7 yıl sonra…
1878’de doğan Karakaşzade Rüştü, 1931 yılında yani 53 yaşında ölmüş veya öldürülmüştü.
Devlet kayıtlarında ölümü hakkında tek satır bilgi yer almadı.
Bir dönem dönmelerin gerçek yüzünü ifşa eden bu koca yürekli adam, sessizce gitti.
Ailesi veya çocukları ne haldeler onlar sağ mı ölü mü bunlar dahi bilinmiyor.
Bildiğimiz tek şey; Karakaşzade Rüştü Bey’in ifşa ettiği bir grup dönmenin gerçek yüzü oldu.
Bu büyük hizmeti sayesinde kim bilir belki de imanlı gitmiştir.
Nasıl giderse gitsin, Rüştü Bey mertliğiyle gönlümüze girmiştir.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
ABD BAŞKANINA MEKTUP YAZARAK TÜRKİYE’Yİ İŞGAL ETMESİNİ İSTEYEN GAZETECİLER
İki Sabetay Yahudi’si gazeteci; Halide Edip Adıvar ve Ahmet Emin Yalman, Türk tarihinin en büyük ihanetinden birisine imza attı.
Bu ikili 4 Aralık 1918’de İstanbul’da Wilson Fikirleri Cemiyeti isimli bir dernek kurdu.
Kuruluş yeri ve merkezi İstanbul'da Vakit Gazetesi idarehanesi idi. Yönetim kurulunda Halide Edip, Refik Halid, Ali Kemal, Hüseyin Avni, Ragıp Nurettin yer aldı.
Adına cemiyet kurdukları Wilson, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Thomas Woodrow Wilson’du.
Thomas Woodrow Wilson, müthiş bir Yahudi hayranıydı.
Bugün Amerika’nın; Yahudi sermayenin eline geçmesini sağlayan isimdir aynı zamanda.
Wilson, 8 Ocak 1918’de yaptığı bir konuşmada; savaş sonrası için ABD’nin istediği dünya düzenini on dört madde ile sıraladı.
Wilson ilkelerinin 12. Maddesi şöyleydi; “Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. Ayrıca Çanakkale Boğazı uluslararası güvencelerle gemilerin özgürce geçişine ve uluslararası ticarete sürekli açık tutulmalıdır.
Kısaca; bu bölgelerde bağımsızlığının sağlanması yani yeni devletler kurulması öngörüyordu.
Sabetay Halide Edip Adıvar ve Ahmet Emin Yalman Wilson’un bu cümlesinden cesaret alıp, Türkiye topraklarında ABD başkanı adına cemiyet kurma cüretini gösterdi.
Cemiyette dönemin ünlü Sabetay dönmeleri tam kadro vardı.
Wilson Fikirleri Cemiyeti; Türkiye’nin Doğu ve Güney doğusunda bir Hırıstiyan devletin kurulması ve daha sonra tarihe Sevr anlaşması olarak geçen anlaşmada belirlenen sınırlar içinde Türkiye’nin bölünmesini amaç edinmişti.
Cemiyetin hainliği bununla da sınırlı değildi.
Cemiyet yöneticileri 5 Aralık 1918 tarihinde Amerika Başkanı Wilson’a gönderdikleri 9 maddelik bir muhtıra ile Türkiye’ye resmen Amerikan mandasını talep ettiler.
Amerika’nın Türkiye’yi işgalini ve Türkiye’nin Amerikan sömürgesi olmasını istediler.
Bu ihanet ekibi; Türkiye’nin Amerikan mandası olması için medyayı kullandı. Amerikan mandası lehinde kamuoyu oluşturmak için özellikle basın yoluyla korkunç bir çalışma yürüttü.
Dönemin önemli gazetelerinin başyazar ve sahipleri cemiyetin üyeleri arasındaydı. Bunların büyük kısmı dönmeydi.
Ati ve İkdam gazeteleri başyazarı Celâl Nuri, Akşam gazetesi başyazarı Necmeddin Sadık, Zaman gazetesi başyazarı Cevat, Yeni Gazete başyazarı Mahmud Sadık, Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin, Yeni Gün gazetesi başyazarı Yunus Nadi aktif üyeler arasındaydı.
Durum tehlikeli bir hal almaya başlayınca; Aynı yıl Sabetayların Karakaşlar Grubu’nun içinden çıkan Karakaşzade Rüştü isimli kişi, İstanbul basınına Sabetaycılıkları ilgili bilgiler açıkladı.
Kendisi de bir Sabetay olan ancak Türkiye vefa borcu olduğuna inanan Karakaşzade Rüştü; Sabetay cemaat yönetimini Türkiye’yi sevmemekle ve asimile olmamakla suçladı.
Beklenmedik bu çıkış ortalığı karıştırdı.
Sabetaylar arasında büyük panik ve kavga çıktı.
Karakaşzade Rüştü’nün bu çıkışına kadar dönmeler asla dönme olduklarını kabul etmiyordu. Sabetaycılığı da reddediyorlardı.
O günkü İstanbul gazetelerinden Son Saat gazetesi Sertel ailesinin kontrolündeydi.
Vatan gazetesinin sahibi ise Ahmet Emin Yalman’dı.
Kendisi de bir Sabetay Yahudi’si olan Yalman; Tarihin Esrarengiz Bir Sayfası isimli bir yazı dizisi hazırladı ve Dönmeliğin varlığını kabul etti, ancak bu hareketin tarihe gömüldüğünü iddia etti.
Bu küllü yalandı. Sabetaycılık bugün bile faal bir harekettir ve asla tarihe gömülmemiştir.
Tartışmalar giderek büyüdü, Karakaşzade Rüştü T.B.M.M ye başvurdu, Atatürk’e mektup yazdı ve konu giderek alevlenmeye başladı.
Tartışma kavgaya dönüp Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl kurulduğuna kimlerin görev aldığına gelince; bizzat Atatürk bu kavga ve tartışmanın kapatılması için emir verdi.
Atatürk’ün amacı; yeni kurulan bir Cumhuriyet’te batılı bir hayat anlayışına sahip Sabetay cemaatin deşifre edilerek halkta kendilerine bir reaksiyonun oluşmasını önlemekti.
(Dönmeler / Tarih ve Düşünce / Moşe Sevilla Şaron)
Wilson Fikirleri Cemiyeti tarafından ABD Başkanı Wilson’a; “Türkiye’yi işgal edip kendi mandan altına al” teklifinde bulunulan mektupta şunların imzası vardı;
- Halide Edip Adıvar, Ahmet Emin Yalman, Ati ve İkdam gazeteleri başyazar Celâl Nuri, Akşam gazetesi başyazarı Necmeddin Sadık, Zaman gazetesi başyazarı Cevat, Yeni Gazete başyazarı Mahmud Sadık ve Yeni Gün gazetesi başyazarı Yunus Nadi…
Burada İki isme özellikle dikkatinizi çekmek isterim. İlki Halide Edip Adıvar…
Kendisi Sabetay dönmesi bir Yahudi idi… Türklükle bir alakası olmamasına rağmen Türk kızı olarak tanıtılıyordu.
Mehmet Şevket Eygi Halide Edip Adıvar için şunları yazdı;
- Romancı Halide Edip Adıvar’ın babası Mehmet Edip Bey’de Yahudilikten dönmedir. Selanikli Sabetaydır. (Dönme denilince yanlış anlaşılmasın. Bunlar İslam’a dönmüş değil. Kimliklerini gizleyip Türk ve Müslüman göründükleri için dönme deniliyor. Yoksa bir yere dönmüş değiller)
Halide Edip Adıvar hem gazeteci hem de romancıydı. Aynı zamanda aşırı bir Osmanlı ve İslam düşmanıydı.
Düşmanlığını açıktan değil gizli yapardı. Bunun için de romanlarını kullanırdı.
“Vurun Kahpeye” romanında din adamlarının şahsında dini İslam’ı hedef aldı. Romanı Yeşilçam’da film yapıldı. Filmde; İslam’a karşı romanından da daha ağır bir saldırı vardı.
Romanındaki dindar görünümlü, çıkarcı ve yobaz tip Hacı Fettah Efendi, Halide tarafından öyle bir lanse edildi ki; romanı okuyan veya filmi izleyen kimse, ondan daha aşağılık, daha çıkarcı ve daha din simsarı bir insan olamayacağına inanır.
Sabetay Halide Edip Adıvar’ın istediği de buydu zaten. Müslümanlara karşı klasik bir algı operasyonu.
Böyle bir İslam düşmanının kabrinde hala dualar okunuyor… Şaşılacak şey gerçekten…
Halide Edip Adıvar’ın gerçek kimliğinden habersiz bir grup, her ölüm yıldönümünde mezarının başına gidiyor. Giderken de yanlarında bir hoca götürüyorlar.
Müslüman olmayan Halide’nin ruhuna Yasin okutuyorlar. Halide Edip Adıvar’ın hacılara hocalara sövdüğünden habersiz o hoca, kabri başında hüzünle dua ediyor.
Allah aklımızı başımıza getirtsin.
Bu gaflet uykusundan ne zaman uyanırız? Emin olun bende bilmiyorum.
Gelelim Yunus Nadi’ye
Sanırım pek çoğunuz kendisini yakından tanıyorsunuz.
Yunus Nadi Abalıoğlu, CHP’nin ve Türk solunun amiral gemisi Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu ve gazetenin ilk sahibidir.
Yunus Nadi; Ankara hükûmeti ile Sovyet hükûmeti arasındaki yakınlaşmanın sonucu Mustafa Kemal’in emri ile kurulan, Türkiye Komünist Fırkası ‘nın kurucuları arasında yer aldı.
Yunus Nadi’nin gazetesi Yeni Gün gazetesi, Komünist Fırkası ’nın yayın organı olarak yayımlandı.
Cumhuriyetin ilanından sonra İstanbul'a giderek, cumhuriyeti ve devrimleri savunacak bir yayın organı olarak Cumhuriyet Gazetesi’ni yayımlamaya başladı.
Yunus Nadi çalışmalara kendisi gibi Sabetay Yahudi’si olan Zekeriya Sertel ve Nebizâde Hamdi ile birlikte başladı.
Sabiha Zekeriya Sertel, dönme idi…
Zekeriya Sertel, kısa bir süre Basın Yayın Genel Müdürlüğü yaptı ve ardından Cumhuriyet gazetesinin kurucularından oldu.
İflah olmaz bir komünistti. Yazılarında SSCB’yi över, Türkiye’nin komünist olmasını savunurdu.
Halk en sonunda bunlara isyan etti.
“Kahrolsun Sertel’ler”, “Kahrolsun Komünizm” çığlıkları eşliğinde, 4 Aralık 1945’te Tan gazetesi ve komünizme dair kitaplar satan ABC kitabevi demir çubuklarla tahrip edildi.
Türkiye’den kaçtı… Zekeriya Sertel’in mezarı hayranı olduğu Rusya’dadır.
Dönelim Yunus Nadi meselesine…
Amerikan Başkanına mektup yazıp Türkiye’nin işgali ve mandası olması için yalvaran Nadi, Atatürk’ün emriyle bu kez sıkı bir komünist oluverdi.
Gazetesi Yeni Gün Gazetesi’ni de Türkiye Komünist Fırkası ‘nın yayın organı yapıverdi.
Söz dinleyen Yunus Nadi, bunun mükâfatını da gördü.
Nadi, Manisa Soma'da linyit madeni işletmesini bedavadan aldı.
1922 yılından 1939 yılına kadar Soma’da linyit madenini işleten Yunus Nadi, o dönem için inanılmaz paralar kazandı.
Kimse, “Sen gazetecisin. Soma’daki linyit işi de ne. Sen ne anlarsın kömürden?” diye sormadı..
Yunus Nadi Komünistlikten sonra bir kez daha döndü..
Bu öyle bir dönüş oldu ki, emin olun Türk tarihi böyle bir dönüş görmemiştir.
Dün ülkesinin Amerikan sömürgesi olmasını isteyen ardından da emirle komünist olan Yunus Nadi bu kez NAZİ oldu.
Şaşırmayın yav…
Yahudi Nadi, gerçekten Hitlerci bir Nazi oldu.
Yazılarında Nazi’leri övüyor onları övgüler diziyordu.
Bu dönemde Alman yanlısı olarak tanındı, faşizm avukatlığı yaptığı öne sürüldü, hatta kendisine “YUNUS NAZİ” diye lakap takıldı.
Mesele sonra anlaşıldı.
Almanya’da kâğıt fiyatları ucuzdu. Yunus Nadi gazetesinin kâğıtlarını ucuz olduğu için çaktırmadan Almanya’dan getiriyordu.
Ucuz kâğıt sayesinde Komünist Yunus Nadi, Faşist YUNUS Nazi’ye dönüştü.
Ne dönüş ama…
DÖNME dediğin böyle olur.
Yunus Nadi bu ülkede DÖNMELİĞİN hakkını layıkıyla veren bir isimdir.
Hem soyu hem de karakteri DÖNMEDİR.
Amerika’nın işgalini isteyen Yunus Nadi, emir üzerine Komünist olduktan sonra bu kez gazetesi Cumhuriyet’te “Kahrolsun emperyalizm” manşetleri attı.
Dün yalvardığı Amerika’yı bu kez düşman ilan etti.
İşte bu Nadi’nin Cumhuriyet gazetesi yayın hayatı boyunca bu milletin bütün değerlerine savaş açtı.
“Allah” diyeni irticacı, “Millet” diyeni ırkçı ilan etti.
Sabetay’ın sol gazetesi; Milliyetçi ve muhafazakâr bütün parti ve hükümetlere haince saldırdı.
28 Şubat dâhil Türkiye’de yapılan bütün ihtilallerde Cumhuriyet Gazetesi’nin kışkırtması ve vebali vardır.
Allah Yunus Nadi’nin bu yaptıklarının cezasını yaşarken verdi.
Zelil ve Hakir bir şekilde ölüp gitti.
Devletin Anadolu Ajansı Yunus Nadi’nin her ölüm yıldönümünde bir mesaj yayınlar..
Son mesajda şöyle demişler; “Yunus Nadi, ülkesinin başka devletlerin boyunduruğu altına girmemesi için hem silahı hem de kalemiyle savaştı. Harici bütün akımları reddetti. Hayatı boyunca çizgisini hiç bozmadı. Halkın isteklerini önde tuttu.”
Bu haberi yazan editörü kutlamak lazım. Şayet başına silah dayamadılar ise; yılın yalakalık ödülünü vermek lazım.
Bir cümlesine 6 yalanı sığdırmayı başarmış, siyahı anında beyaz yapıvermiş. Kutluyorum.
Yunus Nadi’nin gazetesinde çalışanlar, utanmadan siyasetçilere millete dürüstlük dersi vermeye kalktı. Onların yazıp çizdiklerinin bir toz kadar değeri yoktur. Çünkü patron baştan koktu.
Sonuç; bana patronunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
SEZEN’İN ŞEYTANI TARKAN’IN KUZUSU
Sabetay Sezen Aksu’nun Müslümanların ana ve babası olan Âdem Aleyhisselam’a ve Havva Anamıza hakaretinin ortaya çıkmasının üzerinden 10 gün geçti:
10 gündün sonra garip bir açıklama yaptı;
“Ben avım sen avcı, kim yolcu kim hancı… Beni ezemezsin”
Özürü falan bir kenara bırakın, tek kelime pişmanlık ifadesi bile yok…
Bu Müslüman Türk milletine meydan okumadır. Bu hükümete meydan okumadır.
Bu açıklamasıyla ;”Ne yaparsanız yapın asla geri adım atmam” dedi.
Nedeni gayet açık.
O hepimizi GOYİM görüyor. (Yahudiler kendilerinden olmayan herkesi kıymetsiz aşağılık kimseler sayar. Onlar için sadece kendileri elit insanlardır. Yahudi olmayanlara GOYİM derler)
Onların gözünde insan suretinde hayvanlarız, hatta köpekten daha aşağılığız onların nazarında!
Bizi böyle gördüğü için tepkimizi önemsemiyor…
Sezen Aksu İsrail’de yaşamadığını yakında anlayacaktır.
Yaşadığın yer Türkiye Cumhuriyeti…
Burada 84 milyon Müslümanın anasına babasına hakaret edemezsin, Ettirmezler.
Sen kim oluyorsun da bizim babamız olan Peygamberimize laf ediyorsun…
Bu arada bir şey dikkatimi çekti.
Millet Sezen Aksu’ya vururken, bağırtısı İlahiyatçılardan geldi.
Birisi attı kendini Sezen Aksu’nun önüne; “Âdem Peygamber değil. Öyle bir peygamber gelmedi” dedi (HAŞA)
Buyur şimdi...
Bunu diyen adamın imanı düşer.
İmanın şartlarından birisi nedir?
Peygamberlere inanmaktır.
Bu peygamberlerden herhangi birisini kabul etmediğin zaman iman âkidin bozulur. Yani Müslümanlıktan çıkmış olursun…
Öteki ilahiyatçı çıktı; “Sezen Aksu doğru söyledi. İlk insan olan Âdem bir şey bilmeyen cahildi” deyiverdi. (HAŞA)
Onun da imanı gitti bu arada.
Bu zırcahil demek istiyor ki; bütün kâinatı yaratan Yüce Allah, dünyaya bir cahil gönderdi.
Bu adamlar ilahiyatçı falan değil, evrimci…
Âdem Aleyhisselam’ı cahil sanmalarının nedeni, Evrim teorisine inanıyor olmalarındandır. Orada çizilen resimdeki insan tipini ilk insan sanıyorlar.
Âdem Aleyhisselam Cennetten dünyaya gönderildiğinde kendisine bin sanat öğretilmişti.
Hadis-i şerifte Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:
- Âdem, Cennetten dünyaya inince, Hak teâlâ, ona her sanatı, her ilmi öğretti.
Kafasının içinde beyni olmayanlar bunu anlamadı.
Bir grup daha var… Sözde masum gibi görünüyorlar… Bunlar şöyle diyor;
- Yeni söylememiş ki bu şarkıyı eski şarkısı bu..
Hayrola beyler!
Peygambere hakaretin zaman aşımı mı var?
Cumhurbaşkanı Erdoğan milletin hislerine tercüman olarak şöyle dedi;
"Hakaretlerin bini bir para. Bunların karşısında dimdik duracak olanlar sizlersiniz. Hazreti Âdem efendimize Havva validemize kimse dil uzatamaz. Onlara da had bildirmek bizim görevimizdir."
Cumhurbaşkanı yumruğu vurdu, ses Sezen Aksu yerine yine başkasından geldi.
Erotik filmlerin ünlü yıldızı Müjde Ar, haddini aşarak Cumhurbaşkanına cevap verdi:
-Biz korkmadık. Annemim Âdem ve Hava ile 11 şarkı sözü var, kitap haline getireceğim
Müjde Ar sen kimsin Yav?
Baldır bacak dışında meziyetin nedir ki, Türk milletinin Cumhurbaşkanına karşılık veriyorsun.
Önce haddini bil.
Madem ortaya döküldün tıpkı Sezen Aksu gibi senin de maskeni indirelim.
Müjde Ar da nüfus cüzdanı sahtekârlarından.
Ne adı ne dini ne de milliyeti gerçek değil.
O da Müslüman görünümlü bir Sabetay…
Müjde Ar’ın gerçek adı Kamile Suat Ebrem ’dir. Değiştirdi Müjde Ar yaptı.
Bunlar benim iddiam değil, yakın arkadaşı Yalçın Küçük yazdı.
Aile dostları olan Yalçın Küçük Sabetayları anlattığı kitabında Müjde Ar için şöyle dedi; “ Kamile Suat Ebrem, buradaki “ebr” sözcüğünü “İbrani” olarak anlıyorum ve Müjde Ar’dan söz ediyorum.”
Müjde Ar’ın annesi Aysel Gürel’di… Sanat camiasından Deli Aysel derlerdi.
Aysel Gürel ölünce Zincirlikuyu mezarlığına gömüldü.
Sabetay Sevi ve yirmi altı halifesinin soyundan olmayan Sabetaycı aileler; Feriköy, Aşiyan, Zincirlikuyu, Karacaahmet gibi mezarlıklarda, cemaate ait adalara ve bölümlere gömülmektedir.
Koca bir gözlük şeklindeki mezar taşı yapılan mezarındaki şekil ve yazılar, kökenlerini ispatlıyor.
Her şerde bir hayır vardır.
Bu sezen Aksu’nun şerrinden iki tane hayr doğdu.
Hem derin uykudaki GOYİM’ler uyandı hem de Sabetaylar birer birer ortaya döküldü.
Bunlardan biri de Kenan Doğulu oldu.
Şöyle dedi Kenan Doğulu; 'Seçilmiş bir kişidir o ve bizim topraklarımıza denk gelmiştir'
Sezen Aksu’yu bir peygamber, ulu bir kişi ilan etti Kenan Doğulu…
Yaşasın Sabetay kardeşliği…
Diğeri de Tarkan oldu. Resmi ismiyle Tarkan Tevetoğlu…
Tarkan’da Sezen Aksu’ya destek çıkıp, Âdem Aleyhisselam’a hakaret sözlerini onayladı.
Tarkan Sezen Aksu gibi Rizeliydi.
Masum gözle bakarsan hemşerisine destek oldu. Oldu olmasına da Tarkan’da Sezen Aksu gibi Rizeli değil, çakma Rize’liydi…
Bunlar Rize'ye yerleştirildiler.
Tarkan’ın dedesi Ali Dursun Kaptan’ın kardeşi Fethi Tevetoğlu, sıkı bir Türkçü biliniyor.
Bunlar gerçekte Türkçü görünümlü kripto Yahudilerdir.
Fethi Tevetoğlu, Türkücülüğün kitabını yazan Munis Tekinalp’ in yetiştirmesidir.
Yıllarca Türk ismiyle sözde Türkçülük yapan Tekinalp, kripto Yahudi çıktı.
Selanik’ten gelen Tekinalp’ in gerçek adı Moiz Kohen ’dir.
Moiz Kohen skandalı, Türkçülük tarihinin en vahim olayıdır…
Medyadaki Sabetay gazetecilerin sıkı Türkçü diye pazarlamaya çalıştıkları Tarkan’ın büyük amcası, Moiz Kohen ’in yetiştirdiği kripto Yahudilerdendi.
Tarkan’ın soyadındaki Tevetoğlu’nun ‘TEVET’i, İbrani takviminin 10’ncu ayının adıdır.
Yahudi inancı Kabala ’nın iki kitabından birisi ‘Sefer Ha Yezirah’tır.
Bu kitaba göre her ayın ilk harfi bir burcu simgeler.
Bu burçların her biri İsrailoğullarının 12 kabilesini temsil eder.
Tarkan’ın soyadı olan TEVET, İsrailoğullarının Dan kabilesini temsil eder.
Dan adalet demektir. Sadece kendilerine adalet. Kendinden olmayanlar GOYİM’dir.
Tarkan’ın büyük amcası Fethi Tevetoğlu şöyle dedi;
- Soyadınıza bakan birisi bu konuyu bilen birisi, senin Dan Kabilesinden olduğunu anlar.(Milliyet gazetesi)
Tarkan’ın şarkılarındaki sözler ve kliplerinde kullandığı objelere bakarsanız, tamamen Masonluk ve Illuminati örgütünü görürsünüz.
Şarkılarında; cinsellik, Şeytan, kliplerinde Mason işaret ve şekilleri yer alır.
Başlangıçta cinsellik yoktu… Ne zaman Sezen Aksu ile çalışmaya başladı, işte o zaman şarkıları baştan sona cinsellik oldu.
Bu bir projeydi.
Türk milletinin ahlakını ve adetlerini yerle bir etme projesi…
Tarkan’ın ‘Acımayacak’ klibine; 666, üçgen piramit, dolardaki gibi tek göz, boynuz ve X sembolleri yerleştirildi.
Son derece profesyonelce yerleştirilen bu işaretlerin tamamı, Illuminati örgütüne aittir.
Tarkan’ın son şarkılarından ‘ÖP ’ün bizzat şeytana yazıldığı iddia edilmişti.
Şarkısında; “Yıkadı günahlarımdan beni masumiyeti, Cennetten gelen bir melekti sanki” Yahudi inancını anlatıyor. Şeytanla Lilit’in ilişkisini son yazımda anlatmıştım…
Şeytana bağlığı ve masumiyetini anlattığı bu şarkının sözleri kimin?
Sezen Aksu’nun elbette…
Şaşırdık mı? Asla
Kuzu kuzu, Ocağına düştüm yavrum, Kucağına düştüm yavrum, yakalarsam cık cık..
Size bir şey hatırlatıyor mu?
Hatırlamayanlara ben hatırlatayım!
Sabetaylar 1 Ocak’tan, Mart 22’ye, yani baharın birinci gününe kadar asla kuzu eti yemezler. Her eti yerler kuzu eti yemezler.
Kuzu 22 Mart’ta özel merasimle yenir. O güne kuzu bayramı denilir.
22 Mart akşamı Kadınlar iyi giyinmiş ve süslenmiş oldukları halde sofra hizmetinde bulunurlar.
İkisi erkek ikisi kadın olmak şartı ile evli dört kişinin bulunması şarttır. Bu çiftlerin sayısı arttırılabilir.
Yemekten sonra biraz eğlenilir ve muayyen zamanda ışıklar söndürülerek karanlıkta kalınır...
Orada herkes birbirinin karısıyla zina eder. Kendi eşiyle ilişki yasaktır.
O geceden doğacak çocuklara bir nevi kutsiyet atfedilir. Ona 'Dört Gönül Bayramı' adı verilir. (Gövsa, Sabatay Sevi, S. 69)
Tarkan’ın “kuzu kuzu ”su, ‘yakalarsam cık cık’ da zaten bu anlatılıyor...
Bu şımarık şarkısının söz yazarı kim?
Sezen Aksu tabi ki. Şaşırdık mı? Asla.
O yüzden birbirini koruyup kolluyorlar...
Buradan bütün Müslümanlara sesleniyorum.
Bunların alayı, imanınıza göz diken şeytanın yoldaşlarıdır…
Onların bütün şarkı sözlerinde, adamı dinden imandan eden ifadeler var.
Bunları dinlemek bir yana, şarkılarını duyduğunuz anda oradan ateşten kaçar gibi kaçın.
Tarkan da fırsat bulduğu anda tıpkı Sezen Aksu gibi İslam'a ve İslam’ın değerlerine saldırdı.
Son Kurban Bayramında şöyle dedi;
- Bazı gelenekler maalesef değişemiyor, keşke biraz değişse. Daha az hayvan öldürsek.
“Gelenek” dediği Müslümanların dini bayramı...
Tarkan efendi, Kuzu Bayramınızda kuzuları götürüyorsun ama..
Biz sizin kuzunuza karışıyor muyuz ki; sen bizim kurbanımıza karışıyorsun...
Bütün bunlar inanın tesadüf değil.
Bunların İslam dini ile kavgaları var.
Kavgalarını da mertçe yapmak yerine işte böyle ahlaksızca yapıyorlar.
Siz beğenmiyorsunuz diye Türkiye Cumhuriyeti’nin dinini değiştirecek hali yok.
Biz dinimizi değiştirmeyeceğimize göre, siz memleket değiştirip, İsrail’in yolunu tutacaksınız.
Hem de kuzu kuzu gideceksiniz.
Ya da aklınızı başınıza alıp dilinizi tutacaksınız.
Şeytan içi boş silahı değil, aklı boş insanı doldurur, Tıpkı sizin gibi.
Unutmayın!
Şeytanla ortak buğday eken, sadece samanını alır.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
SEZEN AKSU’NUN ÂDEM ALEYHİSSELAM’A ŞEYTANİ SALDIRISININ PERDE ARKASI
Şarkıcı Sezen Aksu, 'Şahane Bir Şey Yaşamak' isimli son şarkısında milletin dini değerlerine alenen hakaret etti. O hakareti de infiale neden oldu.
İnsanoğlunun babası ve annesi Hazret-i Âdem ve Hazreti-i Havva için, “CAHİL” diyen Sezen Aksu, İslam dinine olan düşmanlığını bir kez daha tekrarladı.
Sezen Aksu'nun, sözleri kendisine ait olan şarkıda HAŞA şöyle dedi;
- "Binmişiz bir alamete. Gidiyoruz kıyamete. Selam söyleyin o cahil Havva ile Âdem’e..."
Peki, Sezen Aksu durduk yere bu saldırıyı neden yaptı?
Cahillikten mi? Asla değil.
Dil sürçmesi mi? Asla değil.
Bu ifadeler son derece planlı, hesaplı ve kitaplıdır.
O sözler; İslam’ın ilk peygamberini küçük göstermek için şarkıya özel olarak yerleştirildi.
Peki, ama neden?
Bunun için önce Sezen Aksu kimdir? Buna bakmamız lazımdır.
Sezen Aksu’nun babası Sami Yıldırım, İzmir’deki ünlü Yamanlar Koleji’nin kurucusu ve ilk müdürüdür.
Bu Yamanlar Koleji biliyorsunuz FETÖ’nün kalesidir.
Fetullah Gülen’in sıkı müridi olan Sami Yıldırım, kurucusu olduğu bu koleji FETÖ’ye verdi.
FETÖ’nün bütün hain elebaşları, işte bu kolejden yetişti.
Gelelim işin aslına…
Sami Yıldırım’ın nüfus cüzdanı, baştan sona yalan ve sahtekârlıklarla doludur.
Şimdi sırayla yalanlarını suratlarına çarpalım.
Adı Sami değil, Samuel ’dir.
‘Samuel’e benzesin diye Türk ismi olan Sami ismini almıştır.
Soyadı Yıldırım, memleketi de Rize değildir.
Samuel Yıldırım’ın memleketi Selanik’tir.
Sami Yıldırım’ın Nüfus cüzdanındaki “Türk” ifadesi de doğru değildir. Kendisi Yahudi’dir.
Nüfus cüzdanında yazdığı gibi dini de, “İslam” değildir. Sami Yıldırım Musevi’dir.
Sonuçta Sami Yıldırım; Samuel Yıldırım isminde, Selanik’ten gelme, Sabetay kökenli bir Musevi vatandaşımızdır.
Yav arkadaş, El kadar nüfus cüzdanında bu kadar yalan olur mu?
İnanın oluyor. Emin olun Sami Yıldırım yalnız değil.
Bunun gibi nüfus cüzdanının her satırı yalan olan yüz bine yakın Sabetay Musevi’si var.
Gelelim ‘Minik Serçe' Sezen Aksu’ya…
Türk medyasının parlatıp dokunulmaz kıldığı Sezen Aksu, göründüğü gibi masum mu?
Samuel Yıldırım’ın kızı Sezen Aksu’nun gerçek adı; Suzin Yıldırım’dır.
Suzin Yıldırım, ilk olarak ismini sonra da soy ismini değiştirdi.
Müslüman Türk ismi alan Suzin Yıldırım, adını Fatma Sezen Yıldırım yaptı.
Tanınmaya başlayınca yine ismini değiştirdi. Bu kez ismi Sezen Aksu oldu.
Sabetay kökeni bilinen ‘Babasıyla bağı belli olmasın’ diye Aksu soy ismi kullandı.
İsmini ve soy ismini defalarca değiştirdi ama nüfus cüzdanındaki milliyetini ve dinini hiç değiştirmedi. Dini İslam, uyruğu ise Türk kaldı.
Irkçı falan değilim. Irkçılığı zaten dinimiz de yasaklayıp men etmiştir.
İnsan merak ediyor, madem bu kadar dürüstsün madem bu kadar doğrusun. Neden Müslüman olmadığın halde din bölümüne İslam, Türk olmadığın halde uyruğu yerine Türk yazdırıyorsun?
Üçkâğıtçılığın kralı budur.
Bu resmen sahtekârlıktır. Riyakârlıktır, takiyyedir…
Sadece Sezen Aksu değil, Ilgaz Zorlu dışında Selanik’ten gelen Sabetayların hiç biri yazdırmadı.
Çünkü bunlar; kuzu postunda sürüye giren kurtlardır.
Bunlar; korktukları veya çekindikleri için değil; suret-i haktan görünüp, bizi içeriden vurmak için gerçek isim ve kimlik kullanmıyorlar.
Biz bunları Türk ve Müslüman isim ve soy isimleriyle tanıyoruz. Oysa onlar bildiğin Yahudi.
Adını ve kimliğini gizlemeyen diğer Yahudi vatandaşlarımızı tenzih ederim…
Sabetayların arasındaki bir grup; Türk milletini zayıflatmak, dinini ve ahlakını bozmak için kimlikleri gizleyerek bizi birbirimize düşürdü.
Laikliği din yapmak isteyen bunlar…
Osmanlıya ve tarihimize saldıran bunlar…
Milletin seçtiği iktidarları askeri darbelerle indirten de bunlar…
Milli ve manevi bütün değerlerimize düşman olan da bunlar…
Bunların erkekleri siyasette çalışırken, kadınları da ahlakı bozmak üzere magazin âleminde çalıştı.
Türk sinema ve eğlence sektörünün yüzde 80’i Sabetayların kontrolündedir.
O yüzden bu sektörlerde dehşet bir algı çalışması yürüttüler.
Filmleri koydukları sahneler, tiyatroya ekledikleri bölümler ve TV’lerde yayınladıkları dizilerle İslam’a savaş açtılar.
Sabetayların bir kısmı şarkı sözlerine yerleştirdikleri cümlelerle, milleti imandan etti.
Sezen Aksu’nun son şarkısını söyleyen bir cahil (Haşa demezse), Allah muhafaza KÂFİR OLUR.
Neden?
İmanın şartlarından birisi Allah’ın Peygamberlerine inanmaktır. Bir peygambere hakaret imanı götürür.
Uyanık Sezen Aksu, milleti dinden imandan etmek için şarkısına Âdem Aleyhisselam’a hakareti yerleştiriverdi. O şarkıyı söyleyeni dinden imandan etti.
Sezen Aksu'nun şarkısı milletin imanını tereyağından kıl çeker gibi alıverdi. Kimsenin de ruhu bile duymadı…
Geçmiş olsun…
Şeytan bile bunu düşünemez…
Bundan büyük ŞEYTANLIK MI OLUR.
“Şeytan’ deyince gelelim meselenin öbür tarafına…
Yahudiler; (Gerçek bozulmamış Tevrat’ta değil) kendi elleriyle bozdukları kitaplarında, Âdem Aleyhisselam ve Havva anamıza asla inanmazlar.
İnsanoğlunun babası olarak da Âdem Aleyhisselam’ı görmezler.
Kitaplarında şöyle yazar;
Lilit, Hazret-i Âdem’in ilk eşidir ve aynı şekilde yaratıldığı için eşit olduğunu ileri sürerek onunla anlaşamayıp Hazret-i Âdem’i ve cenneti terk etmiştir.
Bundan sonra Hazret-i Âdem’i yalnızlıktan kurtarmak için Hazret-i Havva yaratılmıştır.
Lilit şeytanla birlikte olmuş, zamanla yeni doğan çocuklara zarar veren ve uykuda erkeklere musallat olan bir şeytana dönüşmüştür.
Yahudi kitaplarına göre; Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva'nın ilişkilerinden Âdemoğulları yani Yahudi olmayan sıradan insanlar meydana gelmiştir.
Bu sıradan kişilere İbranice "ötekiler" anlamına gelen GOYİM derler...
Kendilerinin ise şeytandan geldiklerini gururlanarak söylerler...
Satanizm ile Yahudi bağlantısı da buradan geliyor.
Bizler onlar için GOYİM'iz.
Onların gözünde insan suretinde hayvanlarız, hatta köpekten daha aşağılığız onların nazarında! Onlar ise üstün ırk...
Yahudiler Goyim'leri tıpkı bir hayvan gibi görürler...
Goyimleri yani Yahudi olmayanları kesmek, öldürmek onlara göre günah değildir.
Yahudilere göre dünyadaki ilk Yahudi, Habil'i öldüren Kabil'dir.
Yahudiler; şeytana uyup Habil'i öldüren ve insanlık tarihinde ilk katil olan Kabil'i överler, onunla iftihar ederler ve yere göğe sığdıramazlar... Onun ilk Yahudi olduğuna inanırlar...
Kabil'e derin bir sevgi duyarlar, ona ve işlediği cinayete minnettarlık duyarlar...
Yahudi, GOYİM'in yani Yahudi olmayan birinin malını çalarsa bu günah değildir, çünkü zaten kendi malını geri almış oluyor!
Hazret-i Musa'nın Yahudilere emrettiği 10 Emirdeki ;" Kardeşini öldürmeyeceksin, malını çalmayacaksın " cümlesindeki ‘kardeş’ kelimesini, ‘GOYİM dışındaki gerçek Yahudi’ diye yorumladılar.
Bir Yahudi başka bir Yahudi'yi öldüremez, bu yasaktır. Malını çalamaz, bu da yasaktır.
Yahudi olmayan sıradan insanları yani bütün GOYİM'LERİ öldürebilir, bu onlara göre mubahtır, serbesttir. Onun malını da çalabilir, bu mubahtır! (Müslüman ve Hıristiyan dâhil)
Filistinlileri katletmelerinin nedeni budur.
Gazze bombalanırken İsraillilerin fındık fıstık yiyerek izlemesinin sebebi de budur.
Onlar için katledilen İnsan değil, GOYİM’dir.
Bir İsrailli bakan Filistinliler için, “Onları hayvan gibi avlıyoruz” demişti. Sebebi bu anlayıştır.
Yahudiler şeytanı kötü, melun, dışlanmış bir varlık olarak kabul etmez, tam tersine şeytana ''Nuru Ziya'' (Aydınlanma kaynağı) derler.
Yahudilerin Kabala inancında Nuru Ziya; Bilim ve aydınlanmanın tanrısıdır
Tıpkı Şeytanın İncil ve Latincede geçen adı Lucifer gibi... Lucifer'in manası da "ışık getirendir"!
Çoğu Türk ve Müslüman maalesef, ‘Nuru Ziya’nın ‘şeytan’ demek olduğunu bilmez...
Beyoğlu'nda bir sokağın adı “Nur-u Ziya’dır’ Bu sokakta büyük mason locası bulunur.
Türkiye cumhuriyeti hükümetleri bugüne kadar o sokağın ismini değiştirmeye teşebbüs dahi edememiştir.
Yahudilik ve onun bir kolu olan Sabetaycılık'da soy sonraki nesile anneden geçer... Çünkü onlara göre gerçek babaları olan Nuru Ziya (yani şeytan) dünyada olmadığı için, Yahudiliğin anneden geçtiğini kabul ederler.
Bu özetten sonra herhalde Sezen Aksu’nun Âdem Peygambere ve Havva anamıza neden cahil dediğini sanırım anlamışsınızdır.
O kendi inancı olan Yahudilik inancını şarkısına koydu.
Sizler onu Türk ve Müslüman sandığınız için cahillikle suçladınız.
Oysa cahilliğinden değil, bile bile yaptı.
Bugüne kadar bu memlekette serbestçe at oynatan Suzin Yıldırım, sonunda yakalandı.
Kendini hala eski Türkiye’de sanıp millete yedireceğini sanan Minik Serçe, şimdi binlerce dava ile karşı karşıya…
Suzin Aksu sana tavsiyem; bir daha Türklüğümüze de dinimize de bulaşma…
Dinimize bulaşmaya devam edersen bu millet sana; ‘Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler’ şarkısını söyletir.
‘GOYİM’ler artık yıllarca güttüğünüz koyun değil. Sürüde elinizi kolunuzu sallayarak girdiğiniz sürü değil.
Başımızda çok sağlam muhafızlar var.
Tepenizde SİHA’lar dolaşıyor. Aklınızı başınıza alın.
Benden söylemesi.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
BEYAZ TÜRKLER KİMDİR, KAÇ YILINDA TÜRKİYE’YE GELDİLER!
Erdoğan’ın gündeme getirdiği, ’Beyaz Türkleri’ bir de ben anlatmak istedim.
Her şey 1492 yılında imzalanan Elhamra Kararnamesi ile başladı.
Bu kararname ile İspanya'da yaşayan Yahudiler ziynet eşyalarına el konularak kovuldu
O tarihte İspanya'da 300 bin Yahudi yaşıyordu. Bugün sayıları 40-50 bin civarında.
Kararın ardından 100 bin Yahudi, Kuzey Afrika’ya kaçtı.
2. Beyazıt, büyük bir soykırıma uğrayan bu Yahudileri topraklarımıza kabul etti.
Onlara yurt ve iş verdi.
Sefarad Yahudileri Osmanlı İmparatorluğu topraklarında; İstanbul, İzmir, Selanik ve Safed şehirlerine ve civarına yerleştirildi.
Bugün Türkiye'deki Yahudilerin % 90'ı ‘Sefarad Yahudi’si denilen bu Yahudilerdir.
Osmanlı tebaası altındaki bu Yahudiler hakikaten çalışkan kimselerdi.
Ticarette mahirlerdi. Bu sayede Osmanlının bütçesine çok önemli katkı sağladılar.
Kendileriyle ne ekonomik olarak ne din ne de siyasi olarak bir sıkıntı yaşanmadı…
Ta ki 1648 yılına kadar.
1626’da İzmir’de doğan ve kendisi de ‘Sefarad Yahudi’si olan Sabatay Sevi, 1648 yılında henüz 22 yaşındayken Mesih olduğunu ilan etti.
(FETÖ SEVİ’NİN İZMİR’DE DOĞDUĞU EVİN SOKAĞINDAKİ BİNADA İKİ SABETAY TÜCCAR TARAFINDAN KURULDU)
Her kıtada binlerce mürit edinen Sabatay Sevi, Yahudiliği ikiye böldü.
İzmirli hahamlar Sabatay Sevi'nin dinlerini bozduğu gerekçesiyle öldürülmesine karar verdi, ama yapamadılar. Kendileri yapamayınca Osmanlı sarayına şikâyet ettiler.
Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, Sevi’yi yakalatıp, Haliç'teki Bagno Zindanı'na kapattırdı.
Sabatay Sevi’yi yargılamak için bir divan kuruldu.
Sultan 4. Mehmet de divanı 'paravanın arkasından' izledi.
Sabatay Sevi, hahamların talebiyle fitne çıkarmaktan yargılandı. Sevi ise Mesih olduğunu iddia etti.
Divan reisi: "Karıştırmadığın halt kalmadı. Uyandırmadık fitne bırakmadın Sabatay Efendi. Madem Mesih’sin. Haydi, bakalım şimdi göster kerametini!" dedi.
Divan şuna karar verdi; Sevi soyunacak, vücudu okçulara nişangâh yapılacak. Oklar vücuduna işlemezse, o zaman Padişah da onun Mesih olduğunu resmi olarak tasdik edecekti.
Müritleri ona; kılıç, ok, tüfek, kurşun işlemez, hatta onu ateş yakmaz diye itikat ediyorlardı.
Divan heyetinin kararını duyan Sabatay Sevi, “Adiyo santo!”(İsp. Kutsal ses) diye titremeye başladı ve her şeyi inkâr etti. Ayrıca Mesihlik davasının bazı Yahudiler tarafından ortaya atıldığını, kendisinin asla böyle bir iddiada bulunmadığına dair yeminler etti.
Divan heyeti bu inkârından tatmin olmadı. Kararı uygulayacağını bildirdi.
Oklarla öleceğini bilen Sevi, son bir manevra yaparak Müslüman olacağını açıkladı.
Sabetay Sevi; Müslüman olduğu takdirde geçmiş günahlarının af edileceğini ve bu sayede canını kurtaracağını hesapladı.
Nitekim öyle de oldu.
Müslüman olunca hakkındaki suçlamalar düştü ve af edildi.
Canını kurtarmak için takiyye ile Müslüman olan Sevi, müritlerine farklı bir hikâye anlattı.
Osmanlı padişahının kendisini zorla Müslüman yaptırdığını, kendisinin bunu kâğıt üzerinde kabul ettiğini ama kalben asla dönmediğini bildirdi.
Oysa bu çok büyük bir yalandı.
Bizim dinimiz tebliğ dinidir. Din-i İslam’da zorlama yoktur. Çünkü İman dil ile değil, kalp ile yapılır. Böyle olunca da dile değil kalbe bakılır.
İnsanın kalbini de Allah’tan başka kimse bilemeyeceği için, hiç kimse Müslüman olması için zorlanamaz. Zorlanma da yasaklanmıştır.
Bu hakikat ışığında, Sevi’nin zorla Müslüman edilmesi asla ama asla mümkün değildir.
Sabetay Sevi’nin bu yalanı; dönmeleri, Osmanlı’ya ve Türk milletine düşman etti.
Sabetay Sevi, ölmeden önce müritlerine 18 emir bıraktı.
Bu emirlerin 16’ncı olanı;
- Türklerin adetlerine, onların gözlerini örtmek maksadıyla dikkat edilsin.
Ramazan orucunu tatbik için sıkıntı gösterilmesin ve aynı şey Kurban Bayramı için de yapılsın. (Sabetaylar gündüz oruç tutar, iftardan 5 dakika önce Müslümanlara inat açar.)
Gözün gördüğü her şey ifa edilmelidir. (Takiye olarak Müslüman Türk gibi görünün)
17’nci emri ise;
- Müslüman Türklerle nikâh akdedilmesin.(Evlenilmesin)
Böylece ‘DÖNME’ denilen Türkiye’deki Sabetayların dönemi başlamış oldu.
Bunların ismi Türk, dini İslam ama kalbi Yahudi’dir. Asla ve asla dönmemişlerdir.
Halen de Nüfus cüzdanlarına; Musevi oldukları halde dini kısmına İslam yazdırırlar.
Sevi’nin zorla Müslüman edildiklerine inanan müritleri, Osmanlı’ya ve Türklere büyük bir kin bağladı. Osmanlıyı ve Din-i İslam’ı yıkmayı kendine vazife kabul etti.
Bu topraklardaki günümüzde de dâhil, bütün fitne ve karışıklıkların ardında bunlar vardır.
Osmanlının zayıflamasını fırsat bilip İzmir ve Selanik’te bu topraklardaki ilk mason teşkilatını yine bunlar kurdu. Masonluk kisvesi altında dinsizlik yaptılar.
Sabetaycı iken itirafçı olan Ilgaz Zorlu mahkemeye sunduğu dilekçesinde şöyle dedi;
-Çok fazla sayıda Sabetaycı mason tanıdım. Ben şunu gördüm. Masonluk bir anlamda Sabetaycılar için bir din haline gelmiştir. Masonluk işaretlerinde, gizledikleri dinlerini buluyorlar. Nitekim pek çok Sabetaycının da mason olmasının sebebi budur."
Ulu Sultan Abdülhamid Han’ı tahttan indiren İttihat Terakki’nin Hareket Ordusu’nda; 700 Selanikli Yahudi’nin oluşturduğu “Gönüllü Musevi Taburu” bulunmaktaydı.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda bu Sabetaylar etkin rol aldılar. Özellikle Mason kimliğiyle önemli noktalarda görev aldılar.
1924 yılında imzaladığımız Mübadele, Türkiye için yeni bir facia oldu.
Sahada kazandığımız zafer, Lozan’da imzaladığımız mübadele anlaşmasıyla, hezimete döndü.
1924 MÜBADELESİ; Türk milletinin Batıdan ve Yunandan yediği en büyük goldür.
Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Rum; Anadolu'dan Yunanistan'a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye gönderildi.
Türkiye’ye yollananlar arasında; 30-40 bin Selanik Yahudi’si de bulunuyordu.
Bunlar Sabatay Sevi’nin müritleriydi ve kâğıt üzerinde Türk ve Müslüman görünüyorlardı.
Kısaca; İslam’a ve Türk milletine diş bileyen 40 bin kindarı içimize aldık.
Sabetaylar Osmanlı döneminde yerleştikleri Selanik’te ticaret erbabı olmuştu. Tüccarları aşırı zenginleşti. Limanları işletip büyük para kazanıyorlardı…
Yunan hükümeti, hem bunların malına el koymak hem de Sabetay belasından kurtulmak için Mübadeleyi fırsat bildi. Belayı başından atıp başımıza sardı.
30-40 bine yakın Sabetay Yahudi’sini, Türkiye’ye postalayıp kendini kurtardı.
Mübadelede Türk ve Müslüman olmayan Sabetayları aldık, ama hakiki Türk ve Müslüman olan Batı Trakya Türklerini almadık. Almaya teşebbüs etmedik.
Sabetaylar Türkiye’nin en güzel yerlerine yerleştirildi.
İzmir merkezleri oldu. Oradan Çanakkale Bursa, İstanbul ve Tekirdağ’da iskân edildiler.
Büyük çoğunluğu okumuş olan dönmelerin gençleri, babalarının teşvikiyle devlet dairesinde işe girmek için Ankara’nın yolunu tuttu.
Dönemin başbakanı olan İnönü’nün şu sözü meşhur olmuştu;
- Ankara garında bekler, trenden inen her kravatlıyı yakalar ve Dışişleri Bakanlığı’nda memur yapardık.
Maalesef o kravatlılar Sabetay gençleriydi.
İşte bugün Dışişleri’nde ‘Monşer’ diye bilinen kimseler, o trenle gelen Sabetay gençleriydi.
AK Parti dönemine kadar Dışişleri bakanlarının tamamına yakını Sabetaydı. Hatta bunlardan birisi hem haham hem de Melâmî şeyhiydi. (Emre Gönensay)
Hafta için Türkiye’nin Dışişleri Bakanı, Hafta sonu sinagogda Haham idi.
O yıllarda; Bürokrasi, Ordu ve eğitimdeki boşluk Sabetayistler tarafından doldurulmuştu. Babaları ise ticaretle uğraşıp büyük zengin oldu.
Hem ekonomik yönden hem de hâkim oldukları bürokrasi ile siyasi yönden Türkiye’nin yönetimini belirleyecek seviyeye geldiler.
Yalçın Küçük ’ün yazdığı gibi İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk Sabetaydı.
Düşünün Müslüman Türklerin başına Sabetay Cumhurbaşkanı geldi.
İhtilalci Kenan Evren’in Başbakanı Bülent Ulusu da Sabetaydı.
Sabetaylar bu güce ulaşınca, Devletin yönetimine ve milletin dinine karışmaya başladı.
Sabetaylar TSK içerisinde yuvalanıp oradan aldıkları güçle siyasete müdahale ettiler.
Ilgaz Zorlu’nun itiraflarında şöyle dedi;
- En çok örgütlendiğimiz yer ordudur. Her dönemde mutlaka kuvvet komutanı kademesinde Sabetay isimler yer alır. Genelkurmay başkanları da vardı.
Mason İsmet İnönü ve Kasım Gülek; 1960 darbesiyle ihtilal yolunu açtı.
12 Mart askeri muhtırası, 12 Eylül askeri darbesi, 28 Şubat post modern 27 Nisan e-muhtırası da mason patentlidir.
15 Temmuz darbe girişiminin elebaşı Gülen dâhil, FETÖ’yü kuran 23 kişinin 16’sı da masondu. O Masonların tamamı Sabetaydı. Fetullah da anne tarafından Sabetaydır.
Fetullah Gülen’in meşhur takiyesi, Sabetay Sevi’nin takiyesinden gelmedir.
Buradaki ‘Mason’ denilen şey; aslında Sabetaydır. Kısaca dönmemiş dönmelerdir.
Laikliği din yapmak isteyen de, hayali irtica tehdidini ortaya atıp milletin dinini yaşamasını engelleyen de bu Sabetaylar ’dır.
Gelelim BEYAZ TÜRK meselesine…
Aslında bunlar ne beyazdır ne de Türk’tür. Yaptıkları işlere bakınca bunlar zift gibi siyahtır.
AK Parti tek başına iktidara geldiğinde milleti, “Göbeğini kaşıyan adamların oyuyla” diyerek aşağılayan Gazeteci Bekir Coşkun Sabetaydı.
“Benim oyum ile çobanın oyu bir mi?” diye soran ahlak fukarası manken de Sabetaydı.
İşte Beyaz Türkler, bu iki cümlenin içerisinde gizlidir.
Sabetaylar kendilerini zengin ve okumuş saydıklarından, elit görürler.
Türk milletine ise “Çoban” deyip, cahil insanlar sayarlar.
Böyle baktıkları için Türk milletini “Zenci Türk” kendilerini de “Beyaz Türk” olarak tanımlarlar…
Tam bir “Dağdan gelip bağdakini kovmak” durumu ile karşı karşıyayız.
İki kez sürüldüler. (İspanya ve Yunanistan tarafından) İkisinde de biz sahip çıktık.
Arsızlığa bakar mısınız?
Yurt verdik, iş verdik. Şimdi bizi beğenmeyip bu topraklardan kovmaya çalışıyorlar.
Merhametten maraz doğdu.
Başta dediğim gibi…
Yunanistan bize öyle bir Sabetay hançeri sapladı ki, 100 yıldır uğraşıyoruz hala çıkaramadık…
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
TÜSİAD CEMAATİ VE İÇ DÜŞMANLAR
TÜSİAD CEMAATİ VE İÇ DÜŞMANLAR
TÜSİAD uzun süredir iç siyasetten uzak durur bir görüntü veriyordu. Ta ki TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’nin erken seçim yapılması konusunda Kılıçdaroğlu ile görüşünceye kadar.
Kılıçdaroğlu o görüşmede Kaslowski’ye, ‘Ekonomi konusunda açıklama yapın” demesiyle birlikte TÜSİAD büyük bir hırs ve kinle siyaset sahnesine dönüş yaptı.
TUSİAD, doların çıkmasıyla birlikte hükümete aba altından sopa gösterip, “faizleri yükseltin ”açıklaması yaptı.
Yaptı yapmasına da; yaptığına da yapacağına da pişman oldu.
Erdoğan’ın iktisat kitaplarında yer almayan Kur garantili mevduat kroşesiyle, önce kur, sonra muhalefet nakavt oldu.
Erdoğan, bu hamlesiyle erken öten TÜSİAD’ın kafasını kesiverdi.
Döviz fiyatları düşünce Laik solcu gazetecilerin suratları da düştü.
Bir gün önce kur fırladı diye feryat edenler, bu kez kur düşüyor diye inlemeye başladı…
Bunlardan birisi ekrana çıkıp, evini satıp 17 liradan dolar aldığını doların 11 liraya düştüğünü zararını kimin karşılayacağını sordu.
Kim karşılayacak?
Git, Dolar 30 -40 lira olacak diyen Kemal Kılıçdaroğlu’ndan iste.
Allah bizim Kemalist laiklere akıl fikir versin.
Bütün dünya döviz bozup ev alırken, bizim laikler ev bozup döviz alıyor.
Bir laik yobaz daha var.
Halk TV’deki canlı yayın sırasında sesi titreyerek, “Yanlış mı görüyorum dolar 12 liraya inmiş” deyi verdi. Kur düştüğü için az kalsın hüngür hüngür ağlayacaktı.
Günlerdir sevinçle “Döviz çıkıyor Türkiye batıyor” türküsü söyleyen Kılıçdaroğlu ve saz arkadaşları, bir anda ortadan kayboldu.
Meral Abla, Karamolla ve diğerleri adeta buhar oldu.
Yav kardeşim siz nasıl insanlarsınız?
Dolar çıkar, Türk lirası düşer sevinirsiniz…
Türk Lirası çıkar dolar düşer üzülürsünüz…
Enflasyon çıkar sevinir, enflasyon iner üzülürsünüz…
Cari açık artar sevinir, fark kapanır üzülürsünüz…
İhracat Cumhuriyet rekoru kırar, mateme bürünürsünüz…
Milli silahlar üretilir; “Yurtta sulh cihanda sulh” deyip bunları kapatacağınızı duyurursunuz.
Her yanımız düşman dolu siz, “Suriye de Libya da Katar da ve Karabağ da ne işimiz var?” dersiniz.
Salonlarda, “Muasır medeniyet seviyelerine çıkacağız” nutku atar, Türkiye uzaya uydu gönderince de “Ne gerek vardı” dersiniz.
Bir Karamolla çıkar; “Ne lüzum var bu otoyollara, köprülere, şehir hastanelerine “ der, alkış tutarsınız.
Türk milletinden umudu kesip Biden ’den yardım beklersiniz?
Din-i İslam’a düşmanlık, Türk milletine hasımlık yaparsınız…
Allah aşkına!
Siz hangi dinden ve hangi millettensiniz?
Emin olun; hiçbir ülke yoktur ki, kendi içerisinde bu kadar hain yetiştirebilsin...
Yeryüzünde Türkiye kadar hain stoklayan ikinci bir ülke daha yoktur…
Kardeşim, madem beğenmiyorsunuz bu ülkeyi, bir önce defolun gidin.
Giderler mi? Asla gitmezler…
Hem beğenmezler hem sömürürler.
TÜSİAD’a bir bakın.
Bir tane milli projesi ve yaptığı işi yok.
Ya dışarıdan getirip millete kakalar, ya da bu milletin malını ucuza kapatıp dışarıya satarlar.
TÜSİAD; asla ama asla yerli ve milli olmadı.
Onların da bağlantıları yurtdışında, tıpkı FETÖ gibi…
“Bu da nereden çıktı?” demeyin…
TÜSİAD ile FETÖ arasında muazzam bir kesişme var.
FETÖ’yü Sabetay tüccarları kurmuştu, TÜSİAD’ı da Sabetay işadamları kurdu.
Biri legal öteki illegal.
FETÖ; 1960’lı yılların ilk yarısında Sabatay Sevi’nin evinin sokağındaki Kestanepazarı Camisi’nde kuruldu.
FETÖ’yü Mason ve CIA’nın adamı olduğu devlet kayıtlarına giren dönemin Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı kurdu.
Kuruluşu için İzmir’in iki Sabetay tüccarı büyük paralar vererek destek oldu.
Sabetaylar ve Masonlar perdenin arkasında kalıp, Fetullah Gülen’i öne sürdü.
İlk ismi Kestanepazarı Öğrenci Derneği iken; 1971 yılında kritik bir karar alındı.
TBMM FETÖ darbesini araştırma raporunda aynen şu yazıyor;
- 1971 yılında Vehbi Koç’un evinde bir toplantı düzenlendi ve bu toplantıya Fetullah Gülen, Vehbi Koç, dönemin MİT Müsteşarı Fuat Doğu, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür ve aralarında TSK mensubu olan önemli isimler katıldı.
Bu toplantıyla birlikte Kestanepazarı Öğrenci Derneği ismi bugünkü FETÖ ismine dönüştü.
Devletin resmi raporunda yer alan bu bilgiyi, FETÖ’nün bir dönem en yakınındaki isim olan Latif Erdoğan’da teyit etti.
Latif Erdoğan, başlangıçta cemaat örgütlenmesi ve hiyerarşi bulunmadığını, ancak 1971 yılında Gülen'in Ankara'da "Vehbi Koç'un evinde Fuat Doğu'dan aldığı direktiflerle cemaat örgütlenmesine girdiğini" öne sürdü. (TBMM DARBE KOMİSYONU RAPORU)
Şimdi sıkı durun!
TÜSİAD da 1971 yılında Vehbi Koç tarafından kuruldu.
Hem FETÖ’nün hem de TÜSİAD’ın kuruluşunda Vehbi Koç var. Hem de aynı yıl.
Vehbi Koç’un kurduğu TÜSİAD’ın 12 kişilik kurucusu şunlardı;
Vehbi Koç, Nejat Eczacıbaşı, Sakıp Sabancı, Raşit Özsaruhan, Ahmet Sapmaz, Melih Özakat, Hikmet Erenyol ve Muzaffer Gazioğlu, İbrahim Bodur, Feyyaz Berker, Selçuk Yaşar ve Osman Boyner.
Kurucuların tamamına yakını, “BEYAZ TÜRKLER” denilen Sabetay dönmeleri.
12 kişilik kuruculardan 10’u öldü. Selçuk Yaşar ve Osman Boyner halen sağdır.
Osman Boyner’in oğlu Cem Boyner, fanatik bir AK Parti ve Erdoğan düşmanıdır.
Vehbi Koç, Feyyaz Berker’le (Sabetayların önde gelen ismidir) birlikte kurucusu olduğu TÜSİAD için 1971’de şu benzetmeyi yapmıştı; “Bugün, “fikir üreten bir fabrika” kurmaya karar verdik...”
Allah Allah.
TÜSİAD'ın açık ismi "Türk Sanayicileri ve İş Adamları Derneği" değil mi?
Fikir üreten fabrika nereden çıktı… Benim bildiğim sanayici fikir değil mal üretir.
Bugüne kadar maldan çok fikir ürettikleri için Türk siyasetine yön vermeye çalıştılar.
TÜSİAD asla bir ekonomik kuruluş olmadı.
Hep siyasetle iç içe oldular.
İktidarlar kurup, milletin seçtiği iktidarları yıktılar.
Bu ülkeden kazandıkları paraları bu millete karşı silah gibi kullandılar.
Kendilerini laiklik bekçisi görüp, dine ve millete düşmanlık ettiler.
TÜSİAD’ın tek amacı; dinin gelişip serpilmesini önlemekti.
Bunu da laiklik kisvesiyle yaptılar.
Ne zaman dindarlık yükselse, bir bildiri veya ilan çaktılar.
Ne zaman milliyetçi muhafazakâr partilerin oyu yükselse, ihtilal yaptırdılar.
Her darbeyi alkışlayan TÜSİAD, yaşanan 5 darbede de dokunulmayan tek kuruluştur.
Ülkede darbe olur TÜSİAD'a bir şey olmaz.
FETÖ ile en içli dışlı iş adamları bunlardı.
FETÖ’cülerin sandık sandık ananas götürdüğü işadamları da bunlardı.
Gelin görün ki; FETÖ darbesinde hiçbiri yargılanmadığı gibi malına da el konulmadı. Çünkü bunların dokunulmazlığı büyük yerdendi.
Elindeki muazzam para gücü, kibirini tavan yaptırdı.
TÜSİAD; sanayi ve ticareti bırakıp, gazete ilanlarıyla hükümetlerin istifasını ister oldu.
1979'da beğenmediği Bülent Ecevit hükûmetini gazetelere ilan vererek düşürdü. (İşin aslı şu idi.. Ecevit hükümeti bırakmak istiyordu ancak kaçtı dedirtmemek için Rahşan Hanım TÜSİAD’dan böyle bir bildiri yayınlamasını istedi. Bu rica üzerine o bildiri yayınlandı. Ecevit’te bildiri sonrası istenmediğim yerde durmam deyip istifa etti)
TÜSİAD; 1995 genel seçimlerinde Refah Partisi'nin (RP) seçimlerde birinci çıkması üzerine, ikinci defa verdiği gazete ilanlarıyla Erbakan hükümetine savaş açtığını duyurdu.
28 Şubat sürecinin beyni, mimarı ve destekçisi de TÜSİAD’dı.
Erbakan hükümetinin yıkılmasında başrol oynadılar.
Ne 28 Şubat darbesinde ne de diğer darbelerde tek bir TÜSİAD yönetici ve üyesi yargılanmadı.
FETÖ darbesinde de hiçbir üyesi hakkında işlem yapılmadı.
Darbede kullandıkları Generallerin rütbeleri sökülüp hapse tıkılırken; onları sahaya süren TÜSİAD üyeleri, birisi hariç paçayı kurtardı.
Tek bir TÜSİAD üyesi hapse tıkıldı. O da Osman Kavala oldu.
Hem TÜSİAD üyesi hem de Sebatay dönmesi olan Gezi olaylarının finansörü Osman Kavala, mevcut iktidarı ayaklanma ile yıkmaya çalışmaktan halen tutuklu bulunuyor.
Osman Kavala ile alakalı hem yurt içinden hem de yurt dışından gelen baskı ve tantanaların nedeni, Sebatay dönmesi olmasıdır. Hem de TÜSİAD üyesi olmasıdır.
Türkiye’nin en büyük tarikatı aslında TÜSİAD tarikatıdır.
TÜSİAD bir tarikattır; çünkü kendine has kuralları ve ayinleri vardır.
Tamamen kendi içerisinde gizli bir hayat sürerler. Yabancıları asla kabul etmezler. Masonları andıran bir yapılanmaları, Kimsenin bilmediği tuhaf gelenekleri vardır.
Öyle Anadolu’dan gelen Türk ve Müslüman bir sanayici TÜSİAD’a üye olamaz.
BEYAZ TÜRK olmayan kapıdan içeriye sokulmaz.
Yapı değişmez ama başkanları belli dönemler içinde değişir. Oylama ve seçim yapılmaz.
Hükümete parmak sallayan son başkan Simone Kaslowski aslen İtalyan’dır.
Yahudi asıllı Kaslowski ailesi; hem İtalya'da hem Türkiye'de büyük yatırımları bulunan bir ailedir.
Kaslowski ailesi, Nutella çikolatalarını üreten Ferraro'nun da sahibidir. Türkiye'de üretilen fındıkların yüzde 40'ını Kaslowski ailesi alır.
Karadenizlilerden kilosunu 25 liraya aldığı fındığı işler, Nutella yapar. Nutella ’yı da kilosu 100 liradan bütün Türkiye’ye satar.
Kaslowski, ardına aldığı TÜSİAD gücüyle Türkiye’nin içişlerini karışma cüretini gösterdi.
Bir an önce seçimlere gidilmesini ve faizlerin yükseltilmesini buyurdu!
Bu İtalyan; Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a aba altından sopa göstermeye kalktı. Aslında o sopayı Erdoğan’a değil bütün Müslüman milliyetçilere gösterdi.
Erdoğan’ın ani hamlesiyle de SAP GİBİ ORTADA KALDI.
İtalyanlar şöyle der; Rüzgâra tüküren, kendi yüzüne tükürür.
Bugün Simone Kaslowski başına gelen de aynen budur.
Kendisine bir İtalyan atasözü ile tavsiyede bulunmak isterdik;
- En iyi zırh, menzil dışında durmaktır...
Maalesef vakit geçti.
Kaslowski artık hükümetin ve Erdoğan’ın menzili içerisinde.
Sayın Cumhurbaşkanımız Türkiye’ye yapılan ekonomik saldırıların arkasında dış güçler olduğuna inanıyor. Oysa o güçler dışımızda değil, bizzat içimizdedir.
Kuru çıkaran da kriz çıkaran da bunlardır.
Menzilinize giren bazı TÜSİAD üyelerinin para hareketlerini incelerseniz, yıllardır aradığınız o güçleri kolaylıkla bulursunuz.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
DİNİ LAİKLİK OLAN GİZLİ TÜRK CEMAATİ!..
Laiklik ilkesi 1937'de anayasaya girdi.1982 Anayasası’nda asla değiştirilmeyecek ilkeler arasına sokuldu.
Laikliği anayasamıza sokanların amacı, dinin devlete karışmasını engellemekti.
Bu engellendi ama devletin dine karışması serbest oldu.
Zamanla birileri Laikliği din gibi görüp, millete zorla kabul ettirmeye kalktı.
Laikliği yeni bir din yapmak isteyenler, bu ülkede adeta terör estirdiler.
Laik terör yüzünden binlerce insan, toprağın altında veya zindanda çürüdü.
Laiklik yüzünden hükümetleri yıktılar.
Laiklik yüzünden ihtilal yapıp, demokratik düzeni yerle bir ettiler.
Laiklik yüzünden Başbakanları astılar, siyasetçileri hapse attılar.
Laiklik yüzünden partileri kapattılar.
Laiklik yüzünden; yazarların, çizerlerin, aydınların kalemlerini kırdılar.
Laik olmayan şirketleri batırıp yüzbinlerce kişiyi işsiz bıraktılar.
En büyük korkuları; Müslüman bir millet olan Türk milletinin tekrar İslam şuuruna erişmesiydi.
Daha da önemlisi Osmanlı’nın geri dönüşüydü.
Bugün etrafımızdaki Türk milletinin düşmanı bütün ülkelerin kâbusu da zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’ya dönüşmesidir.
İçimizdeki bir grup; Osmanlı’nın tekrar dönmesi korkusuyla yaşadı.
Peki, kim bunlar?
İşte bunun cevabını kendisi de eski bir Sabetay olan Yahudi Ilgaz Zorlu verdi.
İşte onun söyledikleri;
- İpekçi ailesi, Karakaşlar kolundandır. Bu grup çok kapalı olduğu için size fazla bir şey söyleyemem. Ancak, Sabetaycılığın felsefesine ve ruhuna en sadık gruptur.
Dıştan bakıldığında Müslüman gibi görünürler, ama içlerine girdiğinizde Yahudi inancını desteklediklerini görürsünüz.
Gündüzleri Müslüman gibi oruç tutar, iftardan 5 dakika önce bozarlar.
Sabetay olan Coşkun Kırca(Eski Dışişleri Bakanı), Müslüman gözükür ama İslamcılardan nefret eder.
Ben laikliğe de karşı değilim.
Laiklik bir din değildir, fakat Sabetaycılar laikliği bir din haline getirdiler.
Ey Türk milleti!..
Şimdi anladınız mı kimlerin bu millete laikliği din gibi gösterdiğini.
Kimlerin milleti zorla laik yapmak istediğini ve kimlerin Müslümanları irticacı diye zindanlara attığını..
Yahudi Ilgaz Zorlu şöyle devam etti;
- Ben Yakubiler ’in ve Kapancılar’ın dini organizasyonlarının bittiğini düşünüyorum.
Karakaşlar için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Onlar halen devam ediyorlar dini düşüncelerine. Halen organizeler ve halen din adamları yetiştiriyorlar. (İslam’a en büyük düşman bu gruptur. FETÖ’YÜ KURANLARDA KESTANEPAZARININ KARAKAŞ SABETAY TÜCCARLARIDIR)
Müslüman değildir Sabetaycılar, çünkü Müslümanlığı hiç görmediler hiç yaşamadılar. Müslüman ismi taşırlar ama bunlar hiçbir zaman İslam dinine inanmadı. Yahudi inançlarını sürdürdüler.
Laiklik Sabetaylar için bir düşünce olarak hep var oldu. Zamanla bunu bir din haline getirdiler.
Bana göre Sabetaycıların dini laikliktir.
Gördünüz mü?
İşte Sabetaylar onlarca yıldır kendilerine din edindikleri Laikliği bu millete zorla kabul ettirmeye çalıştı.
CHP’ye sızdılar.
Devlete sızdılar.
Orduya sızdılar.
Bürokrasiye sızdılar.
Medyayı ele geçirdiler.
İş dünyasına sahip oldular.
Sanat ve sahne dünyasını kontrol altına aldılar.
Buralara hâkim olunca da sahip oldukları güçle bu millete tahakküm etmeye kalktılar.
Ilgaz Zorlu Sabetaylar ile Masonların arasındaki ilişkiye de açıklık getirdi..
- Çok fazla sayıda Sabetaycı mason tanıdım. Ben şunu gördüm. Masonluk bir anlamda Sabetaycılar için bir din haline gelmiş. Nitekim pek çok Sabetaycı bugün birer masondur.
İnsanlarla Sabetaycılıkları konusunda hiç konuşmazlar. Dışarıdan baktığımızda Müslüman gibi gözükürler. İçlerine girdiğiniz zaman kuvvetli bir Yahudi inancını desteklediklerini görürsünüz.
Karakaşlar hiçbir zaman açık olmadılar. Ve çok açık olarak söylüyorum, Türk diplomasisinin yakından tanıdığı 4-5 diplomatın ailesi Karakaş grubundandır.
Büyükbabası hem haham hem Mevlevi şeyhi olan Emre Gönensay ve Coşkun Kırca. Bu isimleri saymakta hiçbir beis görmüyorum.
Ilgaz Zorlu’nun bu itiraflarını gördükten sonra emin olun ki delirmemek mümkün değil..
Düşünün ki bir haham, Türk milletinin Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı yıllarca..
Bir Sabetay Yahudi’si Müslüman Türkiye’nin Cumhurbaşkanı oldu..
Bir Sabetay Yahudi’si olan Samuel (Kemal) Derviş, Ekonomimizin başına oturdu. Türkiye’nin hazinesini IMF’de peşkeş çekti. Yaptığı devalüasyon ile Türk parasına yüzde 50 değer kaybettirdi.
Bir Yahudi Sabetay Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı yapıldı..
Onlarcası bakan, yüzlercesi milletvekili..
Vatanı korumakla görevli TSK’da Sabetay Genelkurmay Başkanları ve Kuvvet komutanları vardı..
Neyse.. Ilgaz Zorlu’nun açıklamasından devam edelim..
Bugün bir ordu komutanı ve bir kuvvet komutanı Sabetaycı kökenlidir. (2000 yılı) Ve bundan başka pek çok Sabetaycı kökenli kurmay subay var...
CHP, kendisini İttihat ve Terakki'nin devamı olarak görüp, devrimci bir kimlik edindiğini söylüyor.
Ben de bu devrimci kimliği Sabetaycıların ortaya çıkardığını ve Türk siyasetini şekillendiren önemli bir faktör olduğunu söylüyorum.
Türkiye’deki sol hareketi kuranlar Sabetaycılardır. 70’lerdeki sol hareketi Sabetaycılar kurdu.
Mustafa Suphi ve Şefik Hüsnü Sabetaycidir. Yıldız Sertel'in annesi Sabiha Sertel Sabetaycıydı
Bir dönem CHP’de ikinci adam olan Bülent Tanla da Sabetaycıdır…
Şimdi anlamışsınızdır sanırım CHP’nin laikliğe neden bu kadar yapıştığını…
CHP’nin yıllardır neden dine bu kadar karşı olduğunu..
Kılıçdaroğlu’nun bugün helalleşme numaraları da emin olun bir Sabetay projesidir.
CHP asla ama asla İslam ile helalleşmez. İstese de yapamaz çünkü Sabetaylar buna izin vermez.
Maalesef Sabetaylar ve onların kontrolündeki CHP kendilerini ülkenin birinci sınıf insanları sayıyor.
Kendinden olmayanları da ‘Göbeğini kaşıyan’ adamlar olarak görüyor.
Bu zihniyet; insanlık edip ülkemize kabul ettiğimiz ancak ihanetine uğradığımız Sabetay zihniyetidir.
Kemalizm ve Laiklik maskesi takan bu Sabetaylar, Türk milletine yıllarca kan kusturdu.
Yahudi Ilgaz Zorlu bu hali de çok güzel anlattı;
- Bakın, Türkiye'de birinci sınıf vatandaşlar ve ikinci sınıf vatandaşlar var. Diğer ayrımlar bunun gerisindedir. Sabetaylar kendilerini birinci sınıf Türk milletini de ikinci sınıf görür. CHP ise Laikleri birinci Müslümanları ikinci sınıf sayar.
Türk halkı, kendisinin bağımsız olduğu gibi yanlış bir inancı taşıyor. Hâlbuki bağımsızlık maddiyatla olur. Maddi olarak güçlü olmadığınız sürece asla ama asla bağımsız olamazsınız.
Maddi güç de Yahudilerin elindedir.
Sabetaycı kökenli politikacılar çok büyük miktarda para dağıtıyorlar. Mesela, çok merak ediyorum TESEV adlı vakıf ABD hükûmetinden ya da ABD'deki sivil toplum örgütlerinden ne kadar para alıyor ve bu paralarla kimlere is yaptırıyor? TESEV'in desteklediği bazı gazeteciler var.
Libya Lideri Muammer Kaddafi "28 Şubat sürecinde Sabetaycıların parmağı var" dediğinde bu adamlar (darbeci askerler) Libya'yla ilişkileri kesmeye kalktılar.
Aynı askerler, Çevik Bir Amerika'da Yahudi olduğunu söylediği zaman neden bir şey yapmadılar? ...
Sabetaycıları bilmeden, güçlerini ve tesirlerini hesaba katmadan, Türkiye'nin siyasi yapısını, resmî ideolojisini anlamak, zihinlere takılan sırların içyüzünü fehm etmek mümkün değildir.
Bu konuya, ciddi ve ilmi araştırmalar seviyesinde yaklaşmadan, yakın tarihimizi çözmek de mümkün olamaz...
Millet olarak bir kez daha söylüyorum, Yahudi Ilgaz Zorlu’ya tekrar tekrar teşekkür etmeliyiz.
Cumhuriyet tarihinin en karanlık örgütü olan Sabetay örgütünün küçük bir kısmını da olsa gözler önüne serdiği için.
Ilgaz Zorlu mahkemeye şu ihbarı yapmıştı..
- İçimizde bir grup var. Bunlar Türkiye’yi ele geçirip başka bir ülkenin sömürgesi yapacak.
Emin olun bu gizli grup Türkiye’nin en önemli meselesidir.
Öyle anlaşılıyor ki bunlar Sabetay’ın Karakaş Cemaati.. FETÖ’yü kuran da Masonlara hâkim olan da bu gruptur.
Aranızda Sabetayı hayatında ilk kez duyanlar vardır. Onlara birkaç hatırlatma yapayım.
Abdülhamid Han’ı tahttan indiren Sabetaylardı.
Ulu Sultan’ı tahttan indiren İttihat Terakki’nin Hareket Ordusu’nda; 700 Selanikli Yahudi’nin oluşturduğu “Gönüllü Musevi Taburu” bulunmaktaydı.
Osmanlı’yı yıkan da yine bu Selanik Yahudilerinin oluşturduğu İttihat ve terakki hareketiydi.
Türkiye’ye masonluğu getiren ve yöneten de Sabetaylardı.
Şapka kanununun çıkartılmasında da onlar etkili oldu. Fötr Yahudilerin milli şapkasıdır.
Ülkücü /Devrimci, Türk/Kürt, Alevi/Sünni ve Laik/İslamcı çatışmalarını da Sabetaylar körükledi.
Bektaşi/Mevlevi dergâhlarını da bunlar kurup, cemaatlerini bozdu.
Küçük Hüseyin ve Fetullah Gülen’e cemaat kurdurup saf Müslümanları kandıran da bunlardı.
28 Şubat’ta Sabetaycı generallerin eseriydi.
Ilgaz Zorlu’nun Sabetay olduğunu duyurduğu Çevik Bir, hayali bir irtica tehdidini gerekçe gösterip REFAH – YOL hükümetini bir post modern darbeyle yıktı. Refah Partisi’ni kapatıp Erbakan’ı siyasi yasaklı yaptı.
CHP’nin önünü açıp, Müslümanlara zulüm etti.
Sabetay kontrolündeki MASON komutanlar her 10-15 yılda bir ihtilal yaparak, Türkiye’yi istedikleri fabrika ayarlarına döndürüyorlardı.
28 Şubat darbesinden 18 yıl sonra bu kez yine İslamcı dedikleri AK Parti’ye karşı ihtilal yapmaya kalktılar.
İhtilali; Kemalist generaller yerine, Sabetayların kurduğu sözde dinci FETÖ ile denediler.
Türk milleti Allah’ın yardımıyla darbecileri perişan etti.
Sabetay örgütü ve FETÖ’yü darmadağın eyledi.
15 Temmuz Darbe girişimi Sabetayların bu ülkedeki en büyük mağlubiyetidir.
İlk kez çok ağır bir yenilgi aldılar. Hem kendileri hem de kurdukları FETÖ, dağıldı.
Darbeden hemen sonra pek çok Sabetay iş adamı ve aydını FETÖ’cülerle birlikte Türkiye’yi terk etti.
Erkekleri dini bozarken kadınları da milletin ahlakını bozdu.
Magazin basının sık sık haberlerini verdiği, ‘Cemiyet hayatı veya sosyete ” haberleri aslında Sebatay cemaatinin hayatıydı.
Hande Ataizi, Demet Şener ve Aleyna Tilki gibi yarı çıplak kadınlar da Sabetaycıların çocuklarıydı.
Kameraların önünde gayri meşru ilişki yaşarken gördüğümüzde, “Bunların babaları, kocaları yok mu” diye seslendiğimiz o kadınlar da Sabetay kadınlarıydı.
Ilgaz Zorlu’nun dediği gibi; bugün Türkiye’de kim ünlü ise, mutlaka Sabetay bağlantısı vardır. Sinemada da böyle TV’lerde de böyle, Kültür ve Sanatta da böyle. Orhan Pamuk da bir Sabetaydır.
Türk medyası Sabetayların kontrolünde olduğu için onlar kendinden olmayanı asla parlatmaz.
Biliyorsunuz bugünlerde ülkemizde bir ekonomik sıkıntı yaşanıyor. Kur, enflasyon ve stokçuluk meselemiz var.
Ekonomik meselelerin Sabetay bağlantısına yeni yazıda değinelim.
DEVAM EDECEK…
.
BİR YAHUDİNİN İTİRAFLARIYLA İSİM İSİM TÜRKİYE'Yİ YÖNETEN SABETAYLAR
SABETAYCI ILGAZ ZORLU’NUN İTİRAFLARIYLA DEVLET YÖNETİMİNDEKİ YAHUDİLER
Sabetaylar, bugüne kadar dönme yani Yahudi olduklarını asla ama asla açıklamadı… Ta ki son yıllara kadar. İki isim mertçe ortaya çıkıp, “Biz Sebatayız” dediler.
Bunlardan birisi Ilgaz Zorlu diğeri ise modacı Cemil İpekçi.
Kendisi de bir Yakubi olan Ilgaz Zorlu tabuları yıkmakla kalmadı, dönmelerin kirli çamaşırlarını ortaya döktü. Hem de tek tek isim vererek..
“Evet Ben Selanikliyim” diye bir kitap yazan Zorlu, nüfus cüzdanından dini yerindeki İslam’ın kaldırılıp Musevi yazılmasını istedi..
Açtığı dava o yıllarda olay olan Ilgaz Zorlu, Röportajında şöyle dedi;
- Sabetaycılar; Mason locaları, İttihat ve Terakki, Alevi/Bektaşi tarikatı ve ordu da çok etkindir.
İşte buraya dikkatinizi çekmek isterim.
Türk Masonlarının büyük çoğunluğu Sabetayistlerin “Kapani” kolundan geliyor.
Türkiye’de uzun yıllar siyaset ve bürokrasi de masonların kontrolündeydi.
Sabetaylar devlete bu mason localarıyla hâkim oldular.
Fahri Korutürk başta olmak üzere, Türkiye’de seçilen Cumhurbaşkanlarının bir kısmı da Sabetayist idi.
Zorlu; “İttihat ve Terakki” diyor. İttihat ve Terakki Osmanlı’yı yıkıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran teşkilattır.
Sultan Abdülhamid Han’ı tahttan indirenler de bu gruptandı.
İttihat ve Terakkicilerin büyük kısmı, Mason görünümlü Sabetaydı.
Kapancılar İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinde önemli siyasi roller üslenmiş bir gruptur.
Zorlu şöyle devam etti;
- Türkiye'de Türkçülüğün ve solculuğun temellerini Sabetaycılar attı.
Ilgaz Zorlu’nun kitabında adları zikredilen bazı Sabetay ünlüler şunlar;
İlk Türkçü Ahmet Vefik Paşa’nın dedesi, Ziya Gökalp ile birlikte Türkçülük yapan Alp Er (Moiz Kohen), Kıbrıslı Kamil Paşa, Halide Edip Adıvar’ın babası Mehmed Edip Bey, Maliye Bakanı Cavit Bey, Ahmet Emin Yalman, Abdi İpekçi aynı dönemin dönmeleri…
Acı gerçek şu ki; 'Türk'ün Yeni manifestosunu’ yazan adam, şimdi bir Yahudi mezarlığında gömülü bulunan bir Sabetaydır.
Türkçülüğün ve Kemalizm'in babası olarak gösterilen Munis Tekinalp takma adlı Moiz Kohen, sürekli olarak Türklüğü öne çıkarıp, ‘Kemalizm’e vurgu yapardı.
Tekin Alp, İslam’ın emri olan Şeriat’a “kahrolsun” der (HAŞA), Arapları düşman gösterir, Halifeliğin ve Padişahlığın kaldırılmasını savunurdu.
Sözde Türkçü Yahudi, şimdi Fransa’da bir Yahudi mezarlığında gömülü bulunuyor.
Tekin Alp (Moiz Kohen), CHP’den milletvekili adayı oldu, ancak seçilemedi. 1961 yılında öldü.
Fanatik bir Osmanlı düşmanı olan Tekin Alp’in bütün amacı Türklerin tarihinden Osmanlı’yı silip Türkleri Orta Asyalı Şaman göstermekti.
Osmanlıyı ve Selçukluyu asla Türk görmez. Onun gözünde Türk, Müslüman olmamış Türk’tür.
Moiz Kohen’e göre Orta Asya’daki Türk ruhu, Atatürk ve İsmet İnönü’de vücut buldu.
Tekinalp, Ziya Gökalp’e “Türkçülüğün hakiki peygamberi”, “Türkçülüğün mübeşşiri” gibi sıfatlar vermekle kalmadı, Gökalp’i kendisinin yetiştirdiğini itiraf etti.
Ziya Gökalp’ın, Yahudi ve Kürt olduğuna yönelik farklı iddialar var.
Kadir Mısıroğlu; "Ziya Gökalp'i Türkçüler adam zanneder, Ziya Gökalp Kürt'tür, Türkçülük yapar” dedi.
Sabetaycılar sadece Türkçüleri organize etmedi, Komünist ve sol kanadı da dizayn etti.
O devrin en önemli isimlerinden Komünist solcu Nazım Hikmet’in de Sabetay olduğuna ilişkin ciddi iddialar var. Nazım Hikmet 1933'te tutuklanınca Sabetay olan İpekçiler yalnız bırakmadı.
Nazım Hikmet'in büyük büyük dedesi Mehmet Ali Paşa Polonya Yahudi’siydi. Gerçek adı "Ludwig Karl Friedrich Detroit" Sabetaist bir Yahudi idi…
Devletin her noktasına sızan Sabetay örgütün ülkeye hâkim olabilmesi için bir silahlı gücünün olması lazımdı.O yüzden TSK’da örgütlendiler..
Ilgaz Zorlu şöyle devam etti;
- Tabii. Bugün de orduda Sabetaycılar var ve Sabetaycı generaller var. Şimdi ben burada tek tek isim vermeyeceğim. Mesela geçmiş Genelkurmay Başkanlarından Refik Tulga Sabetaycı kökenliydi. Belki de ailesi bunu yalanlar. Çevik Bir de Sabetaydır. Kendisi de itiraf etmiştir.
Sabetaycıların doğdukları ülke veya şehirlerin bir anlamı yoktur.
NTV'nin sahibi Şahenk ailesi Niğdelidir, ama Selanik göçmeni bir ailedir. Osmanlı Bankası ve Garanti Bankası da bu grubundur.
NTV Can Paker'i her hafta ağırlıyor? Çünkü Can Paker geleceğin başbakanı olarak yetiştirilen bir Sabetaycıdır kendisi...
Bu isimleri tek tek açıklayan Ilgaz Zorlu Nüfus kâğıdında dini kısmında, ‘İslam’ ifadesini değiştirmek için mertçe mahkemeye başvurdu.
Zorlu dilekçesinde de Sabetaylarla ilgili müthiş yeni iddialarda bulundu.
Ilgaz Zorlu, Sabetayların önemli isimlerini mahkemede tek tek açıkladı.
Zorlu mahkemeye verdiği uzun dilekçesinde, “ Şayet Türkiye’de Sabetaycılara baskı yapılıyor olsaydı Bölücü olan Halil Bezmen çoktan hapse girerdi. Böyle bir baskı hiç olmadı” dedi.
Zorlu şöyle devam etti;
- Aralarında İsmail (Şmuel) Cem İpekçi, Rahşan (Raşel) Ecevit, Kemal (Samuel) Derviş gibi Türkiye’nin yönetim kademelerine gelmiş bu cemaate mensup olan kişiler, kendilerini devletin ve anayasanın üstünde muamele görmektedirler.
Bu cemaat hakkında en küçük bir soruşturma açılabilmesi dahi mümkün değildir. Devlet bu kişilerin sözleri ve eylemleri karşısında eli kolu bağlı durumdadır.
… Bu cemaat üyeleri gizli Yahudi’dir. Türkiye kamuoyunda gündemi oluşturacak şekilde bir gruplaşma halindedirler ve ne yazık ki maksatlı olarak bazıları 1919 dan beri süregelen bir cemaat politikası neticesinde Türkiye’nin bağımsızlığını ve bölünmez bütünlüğünü hedef alarak bir başka ülkenin yönetimi altına sokulmasını istemektedirler.
Bu amaçla da gizli bir örgüt üyesi gibi çok mühim çalışmalar yapmaktadırlar.
İddia ediyorum; Sabetaycı kökenli olarak bu gizli cemiyet, Türkiye devletini ele geçirme gayreti içindedir.
Türkiye siyasetinde ve devletinde önemli yerlere gelen kamuoyunda liberal solcular olarak tanınanların hemen hemen hepsi ya köken olarak Sabetaycı olan kişilerden müteşekkil bu örgütün üyesidir.
Yeni Şafak’ta üç kişi var. Bunlardan biri Cengiz Çandar’dır, Sabetaycıydı ve bunu Şalom gazetesine verdiği beyanatta belirtmiştir. İkincisi, Mehmet Barlas. Üçüncüsü de Nazlı Ilıcak’tır.
Size bir çırpıda dört tane Sabetaycı Dışişleri Bakanı sayabilirim: İsmail Cem, Emre Gonensay, Coşkun Kırca ve Şükrü Sina Gürel..
Kürtler de dâhil hiçbir etnik grubun dört Dışişleri Bakanı yok ama Sabetayların var.
Şükrü Sina Gürel Sabetaycıdır, istediği kadar değilim desin. Rahşan hanım, Golda Meir'e benzer...
Sonuç olarak Sabetaycılar; Tevrat’ta yer alan “Yaşadığınız ülkenin kurallarına uyacaksınız” emrine ihanet etmiş Türkiye’yi ele geçirmeye kalkışmıştır.
Bir Sabetaycı hiçbir zaman İslam’a inanamaz, bu mümkün değil. İnanmaz ama inanmadığı İslam dinini Nüfus cüzdanına işletir. İşte en büyük iki yüzlülük budur.
Bir Sabetay’ın söylediği bu sözleri, bizim kesimden bugüne kadar kimse açıkça ifade edememiştir.
Ilgaz Zorlu şöyle devam etti;
-Sabetaycıların on dokuzuncu yüzyılda aynı gizli örgüt mantığı ile yer aldıkları Mason Locaları, Melami Tarikatı ve İttihat Terakki Partisi bugün yerini Şişli Terakki Lisesi’ne bırakmıştır.
Dışarıdan bakıldığında sıradan bir okulmuş gibi algılanan bu okulun yönetiminde yer alan Prof. Asaf Savaş Akat, Prof. İlter Turan, Prof. Ahmet Yücekök, Dr. Nafiz Can Paker bugün Türkiye yönetimine hazırlanan ve perde arkasında da çok ciddi politik ilişkileri olan kişilerdir.
Yine kendisi de Sabetaycıların Yakubi Grubu’na mensup olan Sabah Gazetesi’nin eski sahibi Dinç Bilgin’e ve ortağı Nevzat Ak’a da, bu ekiptendir.
Sabetaycılar lider anlaşmazlığıyla üç cemaate bölünmüşlerdir.
1. Grup; Kapancılar grubu yirminci yüzyıla gelene kadar özellikle İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinde önemli siyasi roller üslenmiş bir gruptur.
Bu gruba mensup olan Sabiha Sertel, Halil Ali Bezmen, Haluk Arığ, Can Paker, İlter Turan, Osman ve Mehmet Kapancı gibi şahsiyetler taşıdıkları önemli siyasi misyon sebebi ile sık sık araştırmalara konu olmuşlardır.
2. Grup; Karakaşlardır. Bu grubun üyeleri de Türkiye’nin kuruluşu sırasında önemli görevler almışlardır. Maliye Bakanı Cavit, Faik Nüzhet, Prof. Muslihiddin Adil Taylan, İsmail Cem İpekçi, Abdi İpekçi gibi isimler bu cemaatte köken olarak bağlı olan ailelerden gelmektedir.
3. Grup ise Yakubiler ’dir. Bu grubun üyeleri özellikle bürokrasi alanında önemli görevler almışlardır.
Prof. Emre Gonensay, Dinç Bilgin, Abdurrahman Arif Bilgin, Şevket Bilgin, Emin Kalafat (D.P kurucusu ve eski devlet Bakanı) gibi isimleri bu grubun köken olarak önemli şahsiyetleri arasında sayabiliriz. Ilgaz Zorlu dilekçesini şöyle tamamladı;
- Sabetaycılar bugün Türkiye’de parlamentoda şu an en az dört milletvekili olan, kabinede en az bir bakanı olan, Türk silahlı kuvvetlerinin üst kademelerinde etkin kişilere sahip bir gizli cemaattir.
Bu sebeple mahkemenizin en kısa zamanda bu davadan hareketle Sabetaycıların incelenebilmesi ve devlet kayıtlarına girecek bilgilere ulaşması gerekmektedir.
‘Türkiye Sabetaycılığı’nın yazarı Ilgaz Zorlu, din değiştirmek için verdiği hukuki mücadeleyi 2001 yılında kazandı. Mahkeme, Zorlu'nun nüfus cüzdanındaki ‘‘Müslüman’’ yerine ‘‘Musevi’’ yazılmasını hukuka uygun buldu. Zorlu, Türkiye'de nüfus kâğıdında Müslüman yazmasına rağmen, Yahudiliğe kabul edilen ilk Sabetaycı oldu.
Zorlu’nun din değiştirme talebini kabul eden mahkeme Sabetay örgütünü araştırma talebini ise geri çevirdi.
Şimdi düşünün!..
Bir Sabetay ki kendisine teşekkür ediyorum “İçimizde bir grup var. Bunlar Türkiye’yi ele geçirip başka bir ülkenin sömürgesi yapacak.” Diye ihbarda bulunuyor kimseden tık yok.
Siyasiler bu itirafı görmezden geldi.
Gazeteciler duymazdan geldi.
MİT ve Emniyet ilgilenmedi..
Savcılar ihbar bile kabul etmedi.
Peki ahmaklıkların sonucunda ne oldu?
Tam 15 sene sonra Ilgaz Zorlu’nun bağıra bağıra uyardığı felaket oldu.
İzmir Kestanepazarı’nda Sabetay tüccarların kurduğu FETÖ az kalsın darbeyle ülkeyi ele geçirecek ve Türkiye’yi İsrail’e teslim edecekti.
Yüce Allah; toprağın altındaki evliya, ulema ve şehitlerin hürmetine Sabetayların oyunlarını bozup FETÖ alçaklarını perişan etti.
.
ALEVİLERİ BOZAN OSMAN AĞA VE “MUM SÖNDÜ” HİKÂYESİ
Sabetaycılar sadece Sünni cemaatlere değil, Mevlevi ve Bektaşi dergâhlarına da sızdı. Hatta bu dergâhların şeyhi ve Alevilerin dedesi durumlarına kadar yükseldi.
Padişahın huzurunda kâğıt üzerinde Müslüman olan Sabatay Sevi, Selanik’e giderken uğradığı Edirne/Hızırlık yakınlarında bulunan bir Bektaşi tekkesine devam etti.
Bektaşiliği bozup fitne çıkartınca, tekke kapatıldı.
Bu Bektaşi/Alevi meselesi nereden çıktı bugün de bunu anlatayım.
Anlatayım ki; hem alevi kardeşlerimiz inançlarının nasıl ve kim tarafından bozulduğunu hem de alınlara bir kara leke olarak sürülen Mum söndü meselesi nereden çıktı öğrensinler.
Yahudi cemaatinin de sapkın kabul edip dışladığı Sabetayistlerden; Bektaşî, Mevlevî, Melâmî şeyhleri, hatta şeyhülislâm (Hayatîzâde Emin Efendi-1748.. 5 Nisan 1746'da şeyhülislâmlığa getirilmiştir. 25 Ekim 1746'da azledilerek Bursa'da ikamete mecbur tutulmuştur.) çıktı.
Hayatîzâde Mehmed Emin Efendi, IV. Mehmed devri hekimbaşısı olan Yahudi dönmesi Mustafa Feyzi Efendi’nin torunu ve müderris Ahmed Efendi’nin oğludur.
Selanik’in ekseriyeti Yahudi, bunların bir kısmı da Sabetayist’ti. İzmir ve İstanbul’da da sayıları çoktu.
Sevi’nin ölmesinden sonrasında Selanik’te yerleşen Sabetay cemaati, çeşitli olaylar sonucunda farklı üç ana mezhebe/fraksiyona ayrıldı.
Karakaşlar (Kuniosos), Yakubiler ve Kapancılar ya da Kapaniler.
Karakaş grubunun kurucusu Osman Baba (Baruhya Ruso) Yakup Kerido‘nun oğludur. En radikal kol olan Karakaş grubu onu Sevi’nin tek varisi olarak kabul etti
Bu durum cemaatin bölünmesine yol açtı.
Ne Osman Ağa, ne de Yakup Kerido’yu kabul etmeyenler ‘Kapancılar’ grubunu oluşturdu.
Cumhuriyet sonrası unvanlar kaldırılınca Karakaşlar Osman Ağa yerine ‘Oğan’ demeye başladılar.
Karakaşlarlara mensup olanların doğan ilk erkek çocuğunun adı kesin Osman’dır. İki isim verilirse birisi mutlaka Osman olur. Böylece Osman Oğan adı hep yaşatılır.
Diğer Sabetayist gruplar da genellikle iki ad alırlar, soyadı ile birlikte üç olur.
Eskiden iki isimden biri çoğunlukla Ahmet veya Mehmet olurdu. Ama toplum içinde Yaşar, İlker gibi ikinci ismi kullanırlar.
California Üniversitesi Tarih Doçenti Marc David Boer “Selanikli Dönmeler” kitabında Yakubilerin Mevlevi dergâhlarında, Karakaşların da Bektaşi/alevi dergâhlarında çok etkili olduğunu yazdı.
Mevlevi dergâhlarına sızan Yakubiler, zamanla bu dergâhları bozmayı başardı. Hatta kendi Yahudilik inancından bölümleri Mevlevilikmiş gibi gösterdi.
Mesela ney çalıp dönme işi tamamen Sabetaycıların uydurmasıdır.
Mevlânâ Celâlüddîn Rûmî hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı, raks etmedi.
Ney, İslâm dininde yetişen kâmil insan demektir. Bunlar, kendilerini ve her şeyi unutmuş, her an, Allahü teâlânın rızasını aramaktadır. Ney, Farsçada yok demektir.
Ney, dümbelek, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, Hazret-i Mevlana’nın vefatından 5-6 asır sonra ortaya çıkmıştır. (Sabetay Sevi’den hemen sonra)
Hâlbuki Mevlana Hazretleri, ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi.
Sabetaylar Mevlana Hazretleri’nin şiirindeki “Kamil insan” manasındaki “NEY’i çalgı olarak gösterdi. Arkasından ney çalıp dümbelek eşliğinde dans etmeye başladılar.
Sabetayistler böylece Mevlevi dergâhlarına müzik sokup; müzik aletlerinin nağmelerine göre vücut hareketleri yaparak, Mevlevî ayinleri gibi ayinler oluşturdu.
Arkasından da o ayinleri yapanlara semazen ismi verdi.
Dönmeler ney çalıp def eşliğinde dönünce, bizimkiler de onlardan hızlı dönmeye başladı. Sonuçta bu çirkin bidat semazenlik olarak resmileştirildi.
Mevlevilikte semazenlik asla yoktur. Mevlana Hazretleri, yüksek sesle zikir bile yapmazdı.
Yakubiler Mevlevi dergâhlarına sızıp bozarken, Karakaşlar da Alevi/Bektaşi dergâhlarına girdi. Girmekle kalmadı bazı dergâhlarda dede sınıfına kadar yükseldi.
Selanik'te son postnişinlerden İshak Dede bunlardan birisidir. (Eski Dışişleri Bakanı Emre Gönensay'ın dedesidir.) Yenişehirli Hasan Baba da böyledir.
Günümüzde Bektaşilik içinde ciddi bir şekilde devam eden Sabeytacı etkisi vardır. Bektaşiliğin Babazan kolu içinde Sabetaycı unsurun ağırlığı çok daha belirgindir.
Bundan rahatsız olan çok sayıda Alevi ve Bektaşiler var.
Turgut Koca Halife Babanın oğlu Şevki Koca bu konudaki rahatsızlığını çok dile getirmiştir.
Alevilik içerisinde Ali ’siz Alevilik, Sabetaycıların icadıdır.
Hem Alevi olacaksın hem de İslam’ın hiçbir emrini yerine getirmeyeceksin. Hatta İslam’a düşman olacaksın.
Hem Alevi olacaksın hem de Ateist ve Deist olacaksın.
İşte bütün bunlar dergâhlara sızan Sabetayların işidir.
Aleviliğe adını veren Hazreti Ali (Radıyallahü anh) hayatı boyunca tek bir vakit namazını kazaya bırakmadı. Peygamber Efendimize sıkı sıkıya bağlı idi.
Hazret-i Ali Efendimizin yolunda olan gerçek Aleviler, aynen böyle yaptılar.
İçlerine ajanların girdiği dergâhlar ise bozuldu, aslını ve özünü yitirdi.
Bu yüzden aklı başında pek çok Alevi kardeşimiz bu ajanlardan ve Sabetaylardan ayrılmış ve kendi dergâhlarına bunları sokmamıştır.
Son yıllarda garip bir olay ortaya çıktı.
Kendilerini “Yahudi Alevi” olarak tanımlayan gruplar, İsrail’den Hacıbektaş’a yılda 5-6 kez inanç turları düzenliyor; semah dönüp Alevi dedesinden ders alıyorlar.
Özellikle son 6 yıldır artan bir sıklıkla Hacıbektaş’ı ziyaret eden Yahudi Aleviler, buradaki köklü dergâhlardan olan Ulusoylar Dergâhına bağlılar.
Semah dönen Yahudi Aleviler, Alevi dedesinin eşliğinde dergâhta mum yakıp dans ediyor.
Hacıbektaş’a gelen Sarita Moas, adındaki İsrailli bir Yahudi, “Ben Yahudi-Aleviyim” diyor.
“Yahudi Alevi olur mu?”
Bu mümkün mü?
Yahudi bir kadından olmayan bir kimseyi dinine kabul etmeyen Yahudiler, Müslüman kökenli birisini nasıl kabul eder?
Bu da bir tezgâh…
Bu Müslüman kökenli Alevileri kâğıt üzerinde Yahudileştirme projesi.
Akıllarınca Alevi dönmeler oluşturacaklar.
Bunlar ne Yahudi ne de Müslüman olmadan ortada dönüp duracaklar.
Oyun da tezgâh da bu.
Sabetayların Alevi/Bektaşi dergâhlarının içerisinde bu kadar iş çevirmesinin nedeni, bu insanları çok sevdiği için de değil.
Şimdi size Sabetayların Alevilere attığı büyük bir iftiranın hikâyesini anlatayım.
Sabetayların KUZU BAYRAMI adını verdikleri bir bayramı var.
Sabetaylar 1 Ocak’tan, Mart 22’ye, yani baharın birinci gününe kadar asla kuzu eti yemezler. Her eti yerler kuzu eti yemezler. 22 Mart’ta kuzu özel merasimle yenir.
Bu merasimde en aşağısı ikisi erkek ikisi kadın olmak şartı ile evli dört kişinin bulunması şarttır. Bu çiftlerin sayısı arttırılabilir.
22 Mart akşamı Kadınlar iyi giyinmiş ve süslenmiş oldukları halde sofra hizmetinde bulunurlar.
Yemekten sonra biraz eğlenilir ve muayyen zamanda ışıklar söndürülerek karanlıkta kalınır...
Orada herkes birbirinin karısıyla zina eder. Kendi eşiyle ilişki yasaktır.
Bildiğiniz grup seksi yapılır.
O geceden doğacak çocuklara (Piçlere) bir nevi kutsiyet atfedilir. Ona 'Dört Gönül Bayramı' adı verilir. (Gövsa, Sabatay Sevi, S. 69)
Bu iğrenç bu pis işin onlara göre bir mantığı var.
Kuzu Bayramı Sabetay Sevi’nin emridir. Yoksulluk ve günah artınca Mesih gelecek, kurtuluş olacak. Günah işleyerek Mesih’e kavuşma Sabetayizm’in temel kurallarından birisidir.
Kuzu Bayramı ve Sabetaylarla ilgili kitap yazan yazar Yalçın Küçük şöyle dedi;
- Son zamanlarda cemiyet hayatı veya sosyete dedikleri gerçekte Sabetay ailelerde olanlara bakın. O onunla, öbürü onunla. Hele Hülya Avşar çok açık biçimde Sabetay Sevi’nin propagandisti gibi.
Aşk denilen bir elektriklenme yok. Ünlü Sabetayistlerin hiçbirinin âşık olduğunu göremezsiniz. Hiçbiri de birbirini kıskanmıyor. Daima birbirleriyle.
Tamamen sosyete içinde oluyor. Sonradan affediyorlar. Dolayısıyla evlilik müessesesini yıkıyorlar.
Evlilik müessesi yıkılabilir ama yanında büyük bir ahlaki bozukluğu da beraberinde getiriyor. Herkes bu şekilde olmaya özeniyor.
Herkes birbiriyle yatıyor. Çünkü başka bir şey yok. Benim bulgularıma göre Deniz Akkaya da Çerkez ve İbrani asıllı.
Yalçın Küçük noktayı şöyle koydu;
- “Türkiye’de kim ünlü ve para sahibiyse, hepsi İbrani asıllıdır!”
Gelelim Alevi meselesine.
22 Mart’ta bu pis işi yapan Sabetaylar, rezilliklerini Alevilerin üstüne yıktı.
Kendilerinin Kuzu Bayramını örtüp Alevilerin; ‘Horoz uçurma’ ya da ‘Mum söndü’ adıyla bilinen ayini düzenlediklerini yaydı.
Televizyonları, gazeteleri, tiyatroları ve sanat organizasyonlarını kontrol altında tuttukları için, Alevileri hedefe oturttular.
Alevi kardeşlerimiz yıllarca alınlarına sürülen bu karadan kurtulmak istediler ama nafile.
Sunduğu yarışma programında; "Sen Kızılbaşlar gibi babandan mı aldın o çocuğu" deyip olay olan Güner Ümit de Sabetaydı.
Bazı Alevi dergâhlarında bu çirkin iş yapılmadı mı? Yapıldı.
Kim yaptı?
Aleviler değil o dergâhlara sızıp ele geçiren Sabetaycılar yaptı.
Sözde Alevi/Bektaşi olan Sabetaylar, böylece hem bayramlarını kutlamış oldu hem de işin içerisinden sıyrılarak pisliklerini Alevilere mal etti.
Küçük Hüseyin’leri Fetullah Gülen’leri piyasaya sürüp Sünnileri, İshak dede, Hasan babaları dergâhlara sızdırıp Alevileri bozdular.
Sonra bunları birbirine düşürüp, keyifle izlediler.
Biz birbirimizi yerken onlar memleketi yedi.
Öküzün yalakası sabah akşam kasabın bıçağını yalarmış.
Laik sistemin yalakaları da Sabetaycıların eteğini yalamış.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
FEVZİ ÇAKMAK VE KÜÇÜK HÜSEYİN EFENDİ’NİN BÜYÜK SIRRI
FETÖ’nün Beyaz Türkler yani Sabetay tarafından kurulup işletildiğini yazdığım yazı, çok büyük ilgi gördü.
Meseleyi delilleriyle ortaya koyunca, kimsenin diyecek kelamı kalmadı.
Yazım üzerine AK Parti’nin önemli isimleri de aradı. Meslektaşlardan da arayanlar oldu.
Böylece FETÖ’nün ne olduğuna yönelik fotoğraf net olarak ortaya çıktı.
Yazıklar olsun o tabandaki FETÖ’cülere ki hala bu adama peygamber gibi inanıyorlar.
Ne yapalım.
Herkes kendi yolunu seçen, o seçtiği yol nereye götürürse oraya gider.
Bazı arkadaşlar FETÖ’nün Sabetaycılar tarafından kurulmasına çok şaşırmış.
Oysa şaşıracak bir şey yok.
FETÖ Sabetaycıların kurduğu ilk cemaat değil, muhtemelen son da olmayacak.
Bugün size FETÖ’den önceki Sabetay cemaatini anlatacağım.
Şeyh Küçük Hüseyin Efendi denilince; yenilerin aklına Üzeyir Garih eskilerin de aklına Fevzi Çakmak gelir.
Musevi İşadamı Üzeyir Garih, Şeyh Küçük Hüseyin Efendi Türbesi’nde bıçaklanarak öldürüldüğünde hepimiz şok olduk.
Musevi bir işadamının bir İslami cemaatin şeyhinin türbesinde ne işi vardı?
O şeyhin ayakucunda da Atatürk’ün en önemli adamlarından Fevzi Çakmak’ta vardı.
Küçük Hüseyin, Fevzi Çakmak ve Üzeyir Garih.
Fevzi Çakmak’ın baba tarafından dedesi Hacı Derviş Hüseyin ve anne tarafından dedesi Hoca Bekir Efendi Limni Adasında yaşıyordu. ‘HACI-HOCA’ya dikkat ettiniz sanırım.
1876’da doğan Fevzi Çakmak; ülkenin Atatürk'ten sonraki ikinci ve son mareşaliydi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Millî Savunma Bakanı ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Cumhuriyet dönemindeki ilk genelkurmay başkanıdır.
Fevzi Çakmak Atatürk’ün A takımı içerisinde en İslamcı kişi olarak tanındı ve muhafazakâr çevreler tarafından sevilip sayıldı.
1950 yılında öldü. Fevzi Çakmak öldüğünde gazeteler yas için siyah başlıklarla çıktı.
TRT radyosu ise yas yerine müzik yayını yaptı.
Halk, bilhassa Irak ve Suriye radyoları matem marşları çalarak, acılarını paylaştıkları halde Türk radyosunun ilgisiz kalmasına kızıyordu.
Çakmak’ı seven muhafazakâr ve milletçi gençler olay çıkardı. Radyoevinin önünde gençlerle polis arasında çatışmalar oldu. Taksim Gazinosu ve birçok sinemaların camları kırıldı. Şehir Tiyatrosu zorla kapatıldı.
Olaylar cenaze merasimi sırasında da sürdü. Yüzlerce kişi tutuklandı.
Fevzi Çakmak’ın cenazesi Eyüp Sultan Mezarlığı'nda Küçük Hüseyin Efendi dergâhı türbesine defnedildi.
Hükümet cenazeni Anıtkabir'de devlet mezarlığı açılınca oraya nakledilmek istedi ancak ailesi buna razı olmadı.
Fevzi Çakmak, cenazesinin Şeyhi Küçük Hüseyin’in ayak ucuna defnedilmesini vasiyet etmişti. Yine anlaşıldı ki Fevzi Çakmak Küçük Hüseyin’in müritlerinden birisiydi.
İrili ufaklı bütün cemaatlerin doğrandığı, tekkelerin kapatıldığı ve şeyhlerin asıldığı bir dönemde, Küçük Hüseyin ve cemaati nasıl ayakta kaldı?
Atatürk’ün en yakın ismi Genelkurmay Başkanı Çakmak, bu şeyhe nasıl mürit oldu ve görevine nasıl devam edebildi?
Sorular, sorular, sorular.
Peki, Bu Küçük Hüseyin Efendi kim?
Küçük Hüseyin Efendi 1828 yılında Ankara’da doğdu ve 1930 yılında, 102 yaşında öldü.
120 santimetre boyunda, zayıf cüsseliydi. Sol yanağında beni vardı. Sakalı seyrek, siyah beyaz karışımıydı. Elleri, ayakları da ufaktı.
Hiç hacca gitmemesi şüphe oluşturunca, bir başkasını kendi yerine bedel olarak hacca gönderdi.
Küçük Hüseyin Efendi’nin arkadaşları; 1859'da Sultan Abdülmecid hana suikast girişimde bulunan 41 kişinin arasında yer aldı. Çoğu yakalanıp Kıbrıs ve midilli adasına sürgün edildiler. Bir tek Küçük Hüseyin bu işten sıyrıldı.
Küçük Hüseyin Efendi Yahudilerle çok içli dışlı idi.
Yahudi, Hıristiyan veya başka kimseleri tenkitte bulunmayın. Onları kötülemeyin derdi. (Fetullah Gülen gibi)
Dişlerinden rahatsız olan Hüseyin Efendi, kendisine bir Musevi diş hekimi bulunmasını istedi. Müritleri, Yahudi olan Ezra Garih'e götürdü.
Ezra Garih, Küçük Hüseyin’in türbesinde öldürülen Üzeyir Garih ’in babasıydı.
Ezra Garih daha sonra Küçük Hüseyin’e mürit oldu. Üzeyir Garih bu yüzden babasının şeyhi olan Küçük Hüseyin’in türbesini düzenli olarak ziyaret ederdi ve bakımını yaptırırdı.
Anlayacağınız; Küçük Hüseyin Efendi de Beyaz Türklerden yani ‘SABETAY’dı.
Hepinizin anladığı gibi Fevzi Çakmak’ta bir Sabetaydı. O yüzden başına bir şey gelmedi.
Fevzi Çakmak öldükten sonra eşi Caddebostan’daki sarayı andıran malikânelerini Yahudilere verdi. O malikâne daha sonra Sinagog yapıldı.
Caddebostan’da bulunan Bet-El Sinagogu, Fevzi Çakmak’ın sarayı idi.
Küçük Hüseyin Efendi’nin müritlerinin tamamına yakını Mason ve Sabetay isimlerden oluşuyordu.
Aralarında dönemin en ünlü isimleri vardı.
Eski Başbakan, Atatürk’ün en yakını olan Hüseyin Rauf Orbay,
Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver,
Eski Washington Büyükelçisi Münir Ertegün,
Eski Adalet ve Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk,
Sağlık eski Bakanı Prof. Dr. Nihat Reşat Belger,
Eski Atina Büyükelçisi Enis Akaygen,
Eski Müzeler Müdürü Prof. Dr. Burhan Toprak.
İlk Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak
Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Kurtcebe Noyan
Atatürk’ün doktoru Prof. Dr. Mim Kemal Öke.
Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tekin Arıburun
Eski Başbakan Suat Hayri Ürgüplü
Şeyhülislam Hayri Efendi
Prof. Hasan Reşat Sığındım (Ender Mermerci'nin babası)
İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın babası Mehmet Emin Paşa,
Koç holding den Can Kıraç'ın eşi İnci Kıraç Küçük Hüseyin Efendi'nin torunudur.
(Sevgi Koç) sonradan (Gönül soyadı) Küçük Hüseyin Efendi'nin torunlarından Sabiha Hanım'ın akrabasıdır. (Medyamit)
Mason ve Sabetayistlerin bolca olduğu bir liste uzar gider…
Arusiler’in ve Mason-Yahudi güdümlü İttihat ve Terakkinin Şeyhi olan Küçük Hüseyin Efendi'nin ilk hocası Feyzullah Efendi sürgün edilmiş bir darbecidir.
Sonraki şeyhi ise Şeyh Cevdet Efendi’dir ve Şeyh Cevdet Efendi Selanik asıllı Sabataist bir YAHUDİ DÖNMESİDİR.
(Kaynak: HÜSEYİN VASSAF: SEFİNE-İ EVLİYA:2.CİLT SHF.334 de bakabilir.)
Üzeyir Garih Küçük Hüseyin Efendi’nin türbesinde öldürüldüğünde; Bazı saf yazarlar Garih ‘in gizli Müslüman olduğunu iddia etti.
Gerçek şu ki; Küçük Hüseyin ve Fevzi Çakmak Sabetaydı ve Garih de bir Yahudi idi.
Dolayısıyla olağan dışı bir durum yoktu.
Zaten Eyüp Sultan mezarlığında Küçük Hüseyin Efendi’nin türbesine gidenler, tuhaflığı anında fark ediyor.
Türbe tam olarak kıbleye bakmıyor.
Türbe İsrail yıldızı (Davut yıldızı) gibi 6 köşeli.
Küçük Hüseyin Efendi sözde çok büyük bir İslam âlimi ve şeyh olmasına rağmen türbesinde tek kelime Arapça bir yazı bulunmuyor.
Türbenin herhangi bir yerinde; Ayet ve Besmele yok.
Mezarda Türkçe yazılmış ismi var ve yine her Müslüman mezarında bulunan ‘Ruhuna Fatiha’ ibaresi de bulunmuyor. Bırakın Arapçası, Türkçesi de yok.
Kısaca Müslüman mezarlığında bir yabancı.
Sabetaycılar kendi din adamlarını İslami tarikatlar içinde yetiştirdiler.
Adam hahamdır, ama dışarıdan baktığınız zaman Melamilik, Mevlevilik ve Bektaşilik tarikatları içinde yetişmiş din adamı gibi görünür.
Bir örnek olarak, Selanik’teki Şemsi Efendi Okulu’nun kurucusu hahamdı.
Haham olduğu cemaat içinde belgelenmiştir.
Şemsi Efendi deyince aklıma bir şey geldi.
Soner Yalçın Sabetayları anlatan ‘EFENDİ’ adında bir kitap yazdı.
O kitabında uzun uzun bütün Sabetaycıların isimlerinin sonuna ‘Efendi’ unvanı aldıklarını yazmıştı.
Malum şahıs için de biliyorsunuz ‘Hocaefendi’ diyorlar. Buradaki ‘Efendi’ de sanırım Sabetay olduğunun şifresi.
Buraya nereden geldik?
Beyaz Türklerin FETÖ’yü nasıl kurduklarını anlatmıştık.
FETÖ Sabetayların ilk kurup işlettikleri cemaat değildi.
Birisi de Küçük Hüseyin’in cemaati idi.
Küçük Hüseyin’in ömrünün yetmediği işi Fetullah Gülen devraldı.
Gülen hala gözü açılmayan FETÖ’cüleri büyük bir hızla Cehenneme götürüyor.
Ölüm uykusuna giren FETÖ’cüler ise cennete gittiklerini sanıyor.
Ne büyük bir gaflet, ne büyük bir dalalet ne büyük bir felaket ve ne çirkin bir akıbet.
Kazım Karabekir bir kitabında;
Erzurum’da yakaladığımız Müslüman olmuş Rus casusunu temize çıkarmak için bir mahalle halkının karargâhıma geldiği zaman hâllerine bakıp da hatıratıma şunu kaydetmiştim:
Ey Türk oğlu! Sen pek sâfsın, seni herkes aldattı!
Erdim diyen, döndüm diyen çemberinden atlattı!
HALA DA ATLATMAYA DEVAM EDİYOR..
.
FETULLAH’IN SABETAY MÜRİDİ
FETULLAH’IN SEBATAY MÜRİDİ
Dönmelerin dönmeliği kâğıt üzerindedir…
Dilleri dönmüş ama kalpleri asla dönmemiştir.
Bunlar tıpkı sözde Mesihleri Sabatay Sevi gibi kâğıt üzerinde Türk ve Müslüman görünür, ibadet olarak Yahudilik üzerine ibadet ederler.
Dönmeler; Sabatay Sevi’nin Osmanlı Sultanı 4. Mehmet tarafından Müslümanlığa zorlanmasını asla ama asla unutmadılar.
Bu olayın kinini hep içlerinde tuttular.
Bu kadar kinlendikleri Osmanlı bu Yahudileri, 1492’de büyük bir soykırımdan kurtardı. Onları topraklarımıza getirip yurt ve iş sahibi yaptı.
Osmanlı tarafından soyu kurtulan o Yahudiler; Bu dinin, bu milletin ve Türkiye’nin en büyük düşmanı kesildi.
Bu olay; insanlık tarihinin en büyük “İyilikten maraz doğar” olaylarından birisidir.
Sabetayistler kinli oldukları dini ve devleti yıkmak için; laik, sol, batıcı kesimi merkez edindiler. Kemalist, Laik ve Çağdaş kılıklarına büründüler.
Bunlar tıpkı Müslüman göründükleri gibi sahteden Kemalist görünürler.
Sabataist Fatma Arığ bu hali şöyle itiraf etti;
- Anneanneme niye namaz kılmadığını” sorduğumda “Biz Atatürkçüyüz” diyordu. Selanikli dönme değil, “Atatürkçü ve laikiz” diyerek baskıdan ve ötelenmekten kurtuluyorlardı.
Sabetaylar sızdıkları; Kemalist, laik ve sol yapılarda Osmanlı ve İslam düşmanı bir gençlik yetiştirmek için büyük bir düzen kurdu.
Bu düzenden başbakan, bakanlar ve genelkurmay başkanları çıkardı.
Medya ve televizyonları kontrollerini alıp, Türk milletini istedikleri gibi yönlendirdi.
Bu gün Türkiye genelinde 30-40 bin kişi civarında Sabetay (Dönme) olduğu tahmin edilmektedir. Sayıları az ama etkinlikleri çok ama çok fazladır.
Bunlar daha çok Edirne, İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa’da yaşamaktadırlar.
Yoğun olarak bulundukları yer Selânik olduğu için dönmelere; “Selânik dönmesi” denilir.
Mübadele sonrasında Türkiye’nin çeşitli şehirlerine gelip yerleşen dönmelerden doğum yerleri Selânik olanlar, Selânik ismini değiştirdiler.
Dönmeler; Türkler ‘in yanında Türk isimlerini, kendi aralarında ise Yahudi isimlerini kullanır.
FETÖ’yü kurup finanse eden İzmir’in dönmeleridir.
İzmir’deki Sabetaylar arasında Karakaşzade aileler son derece zengindi.
Sabatay Sevi'nin ölümünden sonda bunlar; Karakaşlar, (Kuniosos) Yakubiler ve Kapancılar (Kapaniler) olarak üç gruba bölündüler.
Bunların üçü de birbirini sevmez.
Bu üç ayrı grupta farklı yerlerde ibadet eder.
Mezarlıkları bile birbirinden farklıdır.
Kolay kolay birbirinden kız alıp vermez ve hatta tuttukları takımlar bile farklıdır.
Yakubiler Beşiktaş, Kapaniler Fenerbahçe ve Karakaşlar Galatasaray’da güçlüdürler ve yönetimindeler.
Bu grupların Nesl-i Şerîf denilen en yüksek asil ailelere mensup birer reisi vardır.
Nesli Şerif, cemaat ihtiyarlarının reyleriyle seçilirler, ölünceye kadar bu mevkide kalırlar.
Sevi’nin kayınbiraderi olan Yakov Qerido’yu onun halifesi kabul eden Yakubiler, daha sonraları ortaya çıkan Baruhya Ruso’nun (Osman Baba, Osman Ağa) hilafetine inanan Karakaşlar ve sadece Sevi’ye inanan Kapancılardır. Kapan'ın İbranicede İzmir’im manasındadır.
Kapancılar sakallarını, Yakubiler başlarını tıraş ederler. Fanatik Karakaşlar ise, sakallarını da saçlarını da tıraş etmezler.
FETÖ’nün finansörü olan iki Yahudi Tüccar Hacı Ahmet Tatari ve Hacı Nuri Sevil de Karakaşzade idi. Karakaşlar FETÖ’nün kurulduğu Kestanepazarı’na hâkimdi.
FETÖ’nün teşkilatlanmaya başladığı Kestanepazarı’ndaki Sokak, aynı zamanda Sabetayizm’in kurucusu Sabetay Sevi’nin yaşadığı sokaktı.
Sabetayların kendilerini gizledikleri başka bir kuruluş da, MASONLUKTUR.
Türkiye’deki masonların önemli bir kısmı SABETAYLARDAN meydana gelir.
Fetullah Gülen’i mason yapan; İzmir'deki Muhterem Locası’nın kurucusu Nüzhet Hamdi Çançar’dı. Referans olan da büyük mason CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’ti.
Kuran hocasını, “Atatürk düşmanı” diye ispiyonlayan Fetullah Gülen’i daha 17 yaşındayken MİT’in kurucusu Mehmet Fuat Doğu’ya götüren ve tanıştıran da Masonların en üst derecesindeki CHP’nin güçlü ismi Kasım Gülek’ti.
FETÖ’nün gerçek patronu ve Fetullah Gülen’in hamisi Yaşar Tunagür ‘de bir masondu.
Fetullah Gülen’in İzmir’deki cemaatinin içinde, çok sayıda mason görünümlü Sabetay vardı.
FETÖ’nün kurucularının önemli bir bölümü Mason görünümlü Sabetayist’ti.
FETÖ’nün ilk kaynağı Kestanepazarı Öğrenci Derneği idi. Bu dernekte o zaman 300-400 talebe vardı. Bugün FETÖ örgütünün En üst kattaki kurmay kadrosunun önemli bir kısmı bu talebelerden seçildi.
Gülen ile doğrudan temasta olan Baş Yüceler olarak adlandırılan diğer etkin kesim de yine Kestanepazarı Derneği ve Camisi kökenlidir.
Bu talebeler arasında Abdullah Aymaz, İsmail Büyükçelebi, İlahiyat Fakültesi eski Dekanı İbrahim Kâfi de bulunuyordu.
Bunlardan İsmail Büyükçelebi ve Abdullah Aymaz, Fetullah Gülen öldükten sonra yerine geleceği konuşulan iki isim.
AK Parti milletvekili iken firar eden İlhan İşbilen, Kestanepazarı ’nın berberi idi. Gülen’i tıraş ettikten sonra milletvekilliğine kadar yükseldi.
Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 1972’de hazırladığı “Teokratik Devlet Yapılanmaları” başlıklı raporda, FETÖ ile masonların irtibat ve iş birliği ortaya konuluyor.
27 Mayıs Milli Birlik Komitesi Genel Sekreteri Şükran Özkaya’nın arşivinden çıkan orijinal resmi belgeler, FETÖ’nün masonlarca kurulduğunu gösteriyor.
1991’de Özal’a sunulan rapora göre; FETÖ’nün Gülen, Kasım Gülek ve Yaşar Tunagür’ün yanısıra 21 kişilik icra heyetinin 14’ü masondu.
Mason olarak işaretlenen 14 İstişare Kurulu Yöneticileri şunlar;
Abdullah Aymaz (Almanya ve Amerika imamı), Mehmet Erdoğan Tüzün (FETÖ'de tayin işlerinden sorumlu) Nuri Metin, M. İhsan Kalkavan, Naci Tosun, Ahmet Akdemir.
Ali Bayraktar, Nevzat Ayvacı, İsmail Büyükçelebi, İlhan İşbilen, Mehmet Çelikel, Ali Rıza Tanrısever, A. Kemal Turhan, Mehmet Deniz Katırcı, Ömer Özgül, Enver Özeren, Ömer Uğur ve Cemil Koca.
Kısaca; Fetullah Gülen ve örgütü FETÖ; Sabetaycıların tarafından kurulup yetiştirildi, Masonlar tarafından beslenip büyütüldü ve Amerika tarafından da korunup kollandı.
Şimdi size başka bir ayrıntı daha aktarayım.
FETÖ’nün yuvası ve kalesi, İzmir’deki Yamanlar Koleji’dir.
15 Kasım 1982 tarihinde eğitim hayatına atılan Yamanlar Koleji, Sabetay ailelerinin çocuklarının da eğitimi için kurulmuştu.
Bu okul aynı zamanda FETÖ’ye eleman sağlayan önemli bir kaynak oldu.
Okulun ilk müdürü Sami Yıldırım’dı. Sami Yıldırım tam 25 sene bu FETÖ kalesinde müdürlük yaptı.
O da fanatik bir FETÖ müridi idi.
Kolejin 5.’inci katında, FETÖ elebaşına tahsis edilmiş bir makam odası kurdu.
Odada Fetullah Gülen’e ait tespihler, hırkası, özel eşyaları camekânlar içinde sergileniyordu.
Okulda eğitim gördükten sonra askeriyeye giren öğrenciler bu odada FETÖ'ye bağlılık yeminleri ediyordu. Askerlerin kılıçları okulda sergilenmektedir!
15 Temmuz darbesi sonrasında yapılan aramada bütün bu materyaller tek tek ele geçirildi.
FETÖ’cüler Sami Yıldırım’ı, ‘Yaman Dede’ olarak çağırır.
Gülen ile Sami Yıldırım’ın dostluğu; kâh Yamanlar Koleji’nin müdür odasında kâh İstanbul Altunizade’de özel dairede sürdü. Gülen, Yıldırım’ın yıllar önce öğrencilere yaptığı sabah konuşmalarını okuldaki özel odasından dinlerdi.
Kurulan her yeni FETÖ okulunda; Gülen’in misafirlerine okulların sunumunu yapan da “Yaman Dede’ydi.
Peki, Gerçekte kimdi bu Sami Yıldırım?
Diğer adıyla Samuel Yıldırım…
Türkiye ondan ziyade kızı Suzin Yıldırım’ı tanıdı. Suzin Yıldırım adını Türk ismi yapıp önce Fatma Sezen Yıldırım adını aldı.
Türkiye onu daha sonra kullandığı Sezen Aksu ismiyle tanıdı.
Minik Serçe Sezen Aksu; FETÖ’nün baş müridi Samuel (Sami) Yıldırım’ın kızı idi.
Sami Yıldırım ve kızı Sezen Aksu da Sabetaydı.
“Minik Serçe ”nin neden kısa sürede bu kadar ünlenip yükseldiğini anlamışsınızdır.
Bu Sabetay Yaman dede, Fetullah Gülen’in önemli müritlerindendi.
15 Temmuz darbesinden 4 buçuk ay önce, Sezen Aksu’nun annesi öldüğünde, Gülen ABD’den bir taziye mesajı yayınlamıştı. Fetullah Gülen; Sami Yıldırım için “aziz dost”, Sezen Aksu için “güzide sanatçımız” diyor, ailenin acısını paylaşıyordu.
Geçenlerde ölen Sami Yıldırım için de benzer taziyede bulundu.
Ey FETÖ’cüler, burada bir gariplik yok mu?
Bir Sabetay bir Müslüman hocaya mürit olur mu?
Sabetay ancak başka bir Sabetaya mürit olur.
Ey FETÖ şakirtleri!
Size soruları çaldıran da kadınlarınızın başını açtırıp içki içiren de Himmet diye paranızı aşıran da devletinize düşman ettiren de işte bu dönmelerdi.
Az kalsın darbe yaptırtıp, ikinci İsrail devletini kuracaklardı.
Bunu başarsalar, ilk sizi sallandırıp temelli kurtulacaklardı.
Kör gözünüz, sağırlaşmış kulaklarının ve kararmış kalbiniz hala açılmayacak mı?
Benim yazıları okumadan siliyorsunuz ama kalbinizdeki bu FETÖ kirine bir türlü dokunmuyorsunuz.
O kiri şimdi temizlemezseniz, bilesiniz ki Cehennemde ateş temizler.
Bu gidişle de sizi zebaniler paklar.
Benden söylemesi.
.
FETULLAH’IN SABETAY MÜRİDİ
FETULLAH’IN SEBATAY MÜRİDİ
Dönmelerin dönmeliği kâğıt üzerindedir…
Dilleri dönmüş ama kalpleri asla dönmemiştir.
Bunlar tıpkı sözde Mesihleri Sabatay Sevi gibi kâğıt üzerinde Türk ve Müslüman görünür, ibadet olarak Yahudilik üzerine ibadet ederler.
Dönmeler; Sabatay Sevi’nin Osmanlı Sultanı 4. Mehmet tarafından Müslümanlığa zorlanmasını asla ama asla unutmadılar.
Bu olayın kinini hep içlerinde tuttular.
Bu kadar kinlendikleri Osmanlı bu Yahudileri, 1492’de büyük bir soykırımdan kurtardı. Onları topraklarımıza getirip yurt ve iş sahibi yaptı.
Osmanlı tarafından soyu kurtulan o Yahudiler; Bu dinin, bu milletin ve Türkiye’nin en büyük düşmanı kesildi.
Bu olay; insanlık tarihinin en büyük “İyilikten maraz doğar” olaylarından birisidir.
Sabetayistler kinli oldukları dini ve devleti yıkmak için; laik, sol, batıcı kesimi merkez edindiler. Kemalist, Laik ve Çağdaş kılıklarına büründüler.
Bunlar tıpkı Müslüman göründükleri gibi sahteden Kemalist görünürler.
Sabataist Fatma Arığ bu hali şöyle itiraf etti;
- Anneanneme niye namaz kılmadığını” sorduğumda “Biz Atatürkçüyüz” diyordu. Selanikli dönme değil, “Atatürkçü ve laikiz” diyerek baskıdan ve ötelenmekten kurtuluyorlardı.
Sabetaylar sızdıkları; Kemalist, laik ve sol yapılarda Osmanlı ve İslam düşmanı bir gençlik yetiştirmek için büyük bir düzen kurdu.
Bu düzenden başbakan, bakanlar ve genelkurmay başkanları çıkardı.
Medya ve televizyonları kontrollerini alıp, Türk milletini istedikleri gibi yönlendirdi.
Bu gün Türkiye genelinde 30-40 bin kişi civarında Sabetay (Dönme) olduğu tahmin edilmektedir. Sayıları az ama etkinlikleri çok ama çok fazladır.
Bunlar daha çok Edirne, İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa’da yaşamaktadırlar.
Yoğun olarak bulundukları yer Selânik olduğu için dönmelere; “Selânik dönmesi” denilir.
Mübadele sonrasında Türkiye’nin çeşitli şehirlerine gelip yerleşen dönmelerden doğum yerleri Selânik olanlar, Selânik ismini değiştirdiler.
Dönmeler; Türkler ‘in yanında Türk isimlerini, kendi aralarında ise Yahudi isimlerini kullanır.
FETÖ’yü kurup finanse eden İzmir’in dönmeleridir.
İzmir’deki Sabetaylar arasında Karakaşzade aileler son derece zengindi.
Sabatay Sevi'nin ölümünden sonda bunlar; Karakaşlar, (Kuniosos) Yakubiler ve Kapancılar (Kapaniler) olarak üç gruba bölündüler.
Bunların üçü de birbirini sevmez.
Bu üç ayrı grupta farklı yerlerde ibadet eder.
Mezarlıkları bile birbirinden farklıdır.
Kolay kolay birbirinden kız alıp vermez ve hatta tuttukları takımlar bile farklıdır.
Yakubiler Beşiktaş, Kapaniler Fenerbahçe ve Karakaşlar Galatasaray’da güçlüdürler ve yönetimindeler.
Bu grupların Nesl-i Şerîf denilen en yüksek asil ailelere mensup birer reisi vardır.
Nesli Şerif, cemaat ihtiyarlarının reyleriyle seçilirler, ölünceye kadar bu mevkide kalırlar.
Sevi’nin kayınbiraderi olan Yakov Qerido’yu onun halifesi kabul eden Yakubiler, daha sonraları ortaya çıkan Baruhya Ruso’nun (Osman Baba, Osman Ağa) hilafetine inanan Karakaşlar ve sadece Sevi’ye inanan Kapancılardır. Kapan'ın İbranicede İzmir’im manasındadır.
Kapancılar sakallarını, Yakubiler başlarını tıraş ederler. Fanatik Karakaşlar ise, sakallarını da saçlarını da tıraş etmezler.
FETÖ’nün finansörü olan iki Yahudi Tüccar Hacı Ahmet Tatari ve Hacı Nuri Sevil de Karakaşzade idi. Karakaşlar FETÖ’nün kurulduğu Kestanepazarı’na hâkimdi.
FETÖ’nün teşkilatlanmaya başladığı Kestanepazarı’ndaki Sokak, aynı zamanda Sabetayizm’in kurucusu Sabetay Sevi’nin yaşadığı sokaktı.
Sabetayların kendilerini gizledikleri başka bir kuruluş da, MASONLUKTUR.
Türkiye’deki masonların önemli bir kısmı SABETAYLARDAN meydana gelir.
Fetullah Gülen’i mason yapan; İzmir'deki Muhterem Locası’nın kurucusu Nüzhet Hamdi Çançar’dı. Referans olan da büyük mason CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’ti.
Kuran hocasını, “Atatürk düşmanı” diye ispiyonlayan Fetullah Gülen’i daha 17 yaşındayken MİT’in kurucusu Mehmet Fuat Doğu’ya götüren ve tanıştıran da Masonların en üst derecesindeki CHP’nin güçlü ismi Kasım Gülek’ti.
FETÖ’nün gerçek patronu ve Fetullah Gülen’in hamisi Yaşar Tunagür ‘de bir masondu.
Fetullah Gülen’in İzmir’deki cemaatinin içinde, çok sayıda mason görünümlü Sabetay vardı.
FETÖ’nün kurucularının önemli bir bölümü Mason görünümlü Sabetayist’ti.
FETÖ’nün ilk kaynağı Kestanepazarı Öğrenci Derneği idi. Bu dernekte o zaman 300-400 talebe vardı. Bugün FETÖ örgütünün En üst kattaki kurmay kadrosunun önemli bir kısmı bu talebelerden seçildi.
Gülen ile doğrudan temasta olan Baş Yüceler olarak adlandırılan diğer etkin kesim de yine Kestanepazarı Derneği ve Camisi kökenlidir.
Bu talebeler arasında Abdullah Aymaz, İsmail Büyükçelebi, İlahiyat Fakültesi eski Dekanı İbrahim Kâfi de bulunuyordu.
Bunlardan İsmail Büyükçelebi ve Abdullah Aymaz, Fetullah Gülen öldükten sonra yerine geleceği konuşulan iki isim.
AK Parti milletvekili iken firar eden İlhan İşbilen, Kestanepazarı ’nın berberi idi. Gülen’i tıraş ettikten sonra milletvekilliğine kadar yükseldi.
Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 1972’de hazırladığı “Teokratik Devlet Yapılanmaları” başlıklı raporda, FETÖ ile masonların irtibat ve iş birliği ortaya konuluyor.
27 Mayıs Milli Birlik Komitesi Genel Sekreteri Şükran Özkaya’nın arşivinden çıkan orijinal resmi belgeler, FETÖ’nün masonlarca kurulduğunu gösteriyor.
1991’de Özal’a sunulan rapora göre; FETÖ’nün Gülen, Kasım Gülek ve Yaşar Tunagür’ün yanısıra 21 kişilik icra heyetinin 14’ü masondu.
Mason olarak işaretlenen 14 İstişare Kurulu Yöneticileri şunlar;
Abdullah Aymaz (Almanya ve Amerika imamı), Mehmet Erdoğan Tüzün (FETÖ'de tayin işlerinden sorumlu) Nuri Metin, M. İhsan Kalkavan, Naci Tosun, Ahmet Akdemir.
Ali Bayraktar, Nevzat Ayvacı, İsmail Büyükçelebi, İlhan İşbilen, Mehmet Çelikel, Ali Rıza Tanrısever, A. Kemal Turhan, Mehmet Deniz Katırcı, Ömer Özgül, Enver Özeren, Ömer Uğur ve Cemil Koca.
Kısaca; Fetullah Gülen ve örgütü FETÖ; Sabetaycıların tarafından kurulup yetiştirildi, Masonlar tarafından beslenip büyütüldü ve Amerika tarafından da korunup kollandı.
Şimdi size başka bir ayrıntı daha aktarayım.
FETÖ’nün yuvası ve kalesi, İzmir’deki Yamanlar Koleji’dir.
15 Kasım 1982 tarihinde eğitim hayatına atılan Yamanlar Koleji, Sabetay ailelerinin çocuklarının da eğitimi için kurulmuştu.
Bu okul aynı zamanda FETÖ’ye eleman sağlayan önemli bir kaynak oldu.
Okulun ilk müdürü Sami Yıldırım’dı. Sami Yıldırım tam 25 sene bu FETÖ kalesinde müdürlük yaptı.
O da fanatik bir FETÖ müridi idi.
Kolejin 5.’inci katında, FETÖ elebaşına tahsis edilmiş bir makam odası kurdu.
Odada Fetullah Gülen’e ait tespihler, hırkası, özel eşyaları camekânlar içinde sergileniyordu.
Okulda eğitim gördükten sonra askeriyeye giren öğrenciler bu odada FETÖ'ye bağlılık yeminleri ediyordu. Askerlerin kılıçları okulda sergilenmektedir!
15 Temmuz darbesi sonrasında yapılan aramada bütün bu materyaller tek tek ele geçirildi.
FETÖ’cüler Sami Yıldırım’ı, ‘Yaman Dede’ olarak çağırır.
Gülen ile Sami Yıldırım’ın dostluğu; kâh Yamanlar Koleji’nin müdür odasında kâh İstanbul Altunizade’de özel dairede sürdü. Gülen, Yıldırım’ın yıllar önce öğrencilere yaptığı sabah konuşmalarını okuldaki özel odasından dinlerdi.
Kurulan her yeni FETÖ okulunda; Gülen’in misafirlerine okulların sunumunu yapan da “Yaman Dede’ydi.
Peki, Gerçekte kimdi bu Sami Yıldırım?
Diğer adıyla Samuel Yıldırım…
Türkiye ondan ziyade kızı Suzin Yıldırım’ı tanıdı. Suzin Yıldırım adını Türk ismi yapıp önce Fatma Sezen Yıldırım adını aldı.
Türkiye onu daha sonra kullandığı Sezen Aksu ismiyle tanıdı.
Minik Serçe Sezen Aksu; FETÖ’nün baş müridi Samuel (Sami) Yıldırım’ın kızı idi.
Sami Yıldırım ve kızı Sezen Aksu da Sabetaydı.
“Minik Serçe ”nin neden kısa sürede bu kadar ünlenip yükseldiğini anlamışsınızdır.
Bu Sabetay Yaman dede, Fetullah Gülen’in önemli müritlerindendi.
15 Temmuz darbesinden 4 buçuk ay önce, Sezen Aksu’nun annesi öldüğünde, Gülen ABD’den bir taziye mesajı yayınlamıştı. Fetullah Gülen; Sami Yıldırım için “aziz dost”, Sezen Aksu için “güzide sanatçımız” diyor, ailenin acısını paylaşıyordu.
Geçenlerde ölen Sami Yıldırım için de benzer taziyede bulundu.
Ey FETÖ’cüler, burada bir gariplik yok mu?
Bir Sabetay bir Müslüman hocaya mürit olur mu?
Sabetay ancak başka bir Sabetaya mürit olur.
Ey FETÖ şakirtleri!
Size soruları çaldıran da kadınlarınızın başını açtırıp içki içiren de Himmet diye paranızı aşıran da devletinize düşman ettiren de işte bu dönmelerdi.
Az kalsın darbe yaptırtıp, ikinci İsrail devletini kuracaklardı.
Bunu başarsalar, ilk sizi sallandırıp temelli kurtulacaklardı.
Kör gözünüz, sağırlaşmış kulaklarının ve kararmış kalbiniz hala açılmayacak mı?
Benim yazıları okumadan siliyorsunuz ama kalbinizdeki bu FETÖ kirine bir türlü dokunmuyorsunuz.
O kiri şimdi temizlemezseniz, bilesiniz ki Cehennemde ateş temizler.
Bu gidişle de sizi zebaniler paklar.
Benden söylemesi.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
SİYASİ SUİKAST İSTİHBARATI FETÖ’DEN..
Bu suikast meselesini geçen yıl FETÖ ortaya attı.
1990’lı yılların karanlık figürlerinden eski MİT’çi Mehmet Eymür sahneye çıktı. Eymür, “90’larda bu kadar kepazelik yoktu. Hatta zamanında söylediğim bir lafı yine tekrarlamak istiyorum. Bu gidişin sonu siyasi cinayetlerdir” dedi. Bu açıklamalar unutulmaya yüz tutmuşken FETÖ ve PKK’nın yurt dışındaki uzantıları siyasi suikast iddialarında bulundu. Bazı basın yayın organlarında “suikast listeleri” olduğu ileri sürüldü.
Bu siyasi cinayet meselesini daha sonra Sedat Peker dilendirdi.
FETÖ’nün kontrolünde olduğu söylenen Sedat Peker’in bu sözleri çok da ciddiye alınmadı.
Peker söylediğinde sadece hükümet değil muhalefet de bunun üzerinde durmadı.
Öylece kapanan bu suikast meselesi aylar sonra Kılıçdaroğlu tarafından işitilip masaya getirildi.
CHP Lideri aynen şöyle dedi;
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu dün bir grup gazeteciye siyasi cinayetler işleneceğinden kaygı duyduğunu açıkladı. Muhalefet lideri bu kaygısını da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a dayandırıyor.
Kılıçdaroğlu’nun sözleri şöyle:
• “Erdoğan gerilimi doruk noktasına çıkarıp seçime gitmek ister. Bu gerilimden olabildiğince uzak durmamız lazım. Milletvekili, il başkanlarına söylüyorum, sakin olacağız. İttifakı oluşturan diğer partiler de gerilim istemiyorlar.
• “Eğer iş belli grupların ellerine silah alıp belli kişileri öldürme yoluna gitmezlerse bir gerilim olmaz. Umarım öyle bir tablo da Türkiye’de yaşanmaz.
CHP liderinin durduk yere söylediği bu sözler, artık alıştığımız potansiyel gaflarından birisi sandık ki.. bir açıklama daha geldi..
Bu kez CHP’nin ortağı İYİ Parti benzer bir açıklama yaptı..
İYİ Parti’nin güçlü ismi Koray Aydın Kılıçradoğlu’ndan bir gün sonra şunları söyledi;
- Siyasi suikastlar yapılacağı konusunda bizim de aldığımız duyumlar var, eğer böyle bir planlama varsa başta ülkeyi yönetenler olmak üzere ileride bunun hesabını vermek zorunda kalır ağır bir bedel öderler, çok acı sonuçlar doğurur.
Partiler ayrı, şahıslar ayrı, ağızlar ayrı iddia aynı; “Siyasi suikastlar olacak”
FETÖ, MİT’çi, Mafya ve Muhalefet…
Peki Kılıçdaroğlu ve İYİ Parti’nin elinde böyle bilgiler ve belgeler var da neden savcılara teslim etmiyorlar?
Edemezler… Çünkü kaynakları onların üst akılı FETÖ..
FETÖ’den aldık diyemeyecekleri için savcıya gitmiyorlar savcı çağırsada gidemezler gitseler de anlatamazlar..
Herkes biliyor ki hem CHP’nin hem de İYİ Parti’nin yegâne haber kaynağı FETÖ’dür.
İkisi de bugüne kadar FETÖ’nün iddialarını dillendirdiler ve bunun dışında bir iş yapmadılar.
Burada Koray Aydın’a özellikle dikkatinizi çekmek isterim.
Koray aydın öyle öne çıkan, sivri kelamlar eden bir siyasetçi de değil.
Aylardır bir beyanatı da yok.
MHP’den ayrılanlar arasında en dikkat çeken isimdi Koray Aydın.
O Koray Aydın durdu durdu Siyasi Suikast söylemiyle geri döndü.
İddia ediyorum bu açıklamaları FETÖ yaptırdı.
İstihbarat da FETÖ’den…
Bu haber AK Parti’nin değil dış güçlerin yapacağı suikastların haberi.
Öyle anlaşılıyor ki Amerika FETÖ üzerinden muhtemelen PKK’yı taşeron kullanarak bazı siyasilere suikast yapacak.
Yine öyle anlaşılıyor ki, suikaste uğrayacak kişiler en sert hükümet karşıtı; Gazeteci, siyasetçi Kürt veya laik kesimden olacak.
Sonra bu suikastlarla taraftarlarını sokaklara döküp kaos çıkartacaklar.
CHP ve İYİ Parti’nin bu açıklamaları suikastları haber vermek değil, kaosta hedef alınacak kişiyi şimdiden duyurmaktır.
O hedef de Tayyip Erdoğan’dır.
Hem Hükümetin hem güvenlik birimlerinin ve hem de istihbarat kuruluşlarının artık gözlerini dört açma vaktidir.
Özellikle de milletin çok uyanık olması lazımdır.
Oyun da tehlike de büyüktür.
Bu arada Laik/solcu gazetecilere dikkat ediyorum sürekli bu konuyu işliyorlar..
Çok yanlış yapıyorlar.
Ben onların yerinde olsam Koronavirüsü bahane edip evden dışarıya çıkmam. Çünkü kapısına kapanda peynir konulan sıçan onlar.
Peynirin cazibesine kapılayım derken faka basacaklar.
Bu da benim size istihbaratım olsun.
Allah vatanımıza ve milletimize zeval vermesin.
Dinsiz imansız kâfirlerin tuzaklarını başlarına geçirsin. (AMİN)
.
FETÖ’YÜ KURUP FİNANSE EDEN SABETAY TÜCCARLAR
FETÖ’yü kuran Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür, Tapu ve Kadastroda çalışan bir memurdu. Basit bir memur gibi görünse de arkasında karanlık güçler vardı.
Esrarengiz bir şekilde kadastroyu bırakıp, fahri vaizliğe başladı. Sonra jet hızıyla müftü oldu.
Balıkesir’de İslam’a aykırı vaazlar verince, cemaatin şikâyeti ile Edirne’ye sürüldü.
Yaşar Tunagür 1962 yılında ısrarla istediği Kestanepazarı Camisi’nde görevlendirildi.
Mason olan Yaşar Tunagür, Kestanepazarı Camisi’nde din dışı şeyler anlattı. Yine şikâyet edildi…
Kovulması beklenirken arkasındaki güçler tarafında Diyanet İşleri Başkan yardımcısı yapıldı.
Yerine de yamağı Fetullah Gülen’i getirdi. Aynı zamanda Kestanepazarı Öğrenci Derneği yönetimine girdi.
Dernek yönetimi camiden ayrılmak istemeyen Gülen için Kestanepazarı Camii avlusunda hayrına tahta bir baraka yaptı. Bu baraka bir takım kimseler tarafından kutsallaştırıldı.
Gelenler barakaya ellerini, yüzlerini sürüp ağlıyordu. Kutsallık atfettikleri barakayı, Kudüs’teki Yahudilerin “Ağlama Duvarı’na” çevirdiler.
Sabetaylar Fetullah Gülen’e, “Sen bizim Mesih’imizsin” diyorlardı.
Fetullah Gülen ‘Diriliş’ adlı sohbetinde o günleri şöyle anlattı;
- Sabetay Sevi'nin İzmir'deki evini ziyaret ettim. Selanik’ten gelen bu göçmenler ailen ve ırkan Yahudi olmakla beraber, ruhen ve vicdanen İslam'ı tercih ede gelmiştir.
Bir daha okuyun FETÖ’cüler…
Fetullah Gülen; Sabetaycıların ruhen ve vicdanen İslam’ı seçtiğini söylüyor.
Yuh ki yuh..
Sabetay Sevi’nin asla Müslüman olmadığı ve Sabetaycıların arasında tek bir din değiştiren çıkmadığı aşikârken, Fetullah Gülen Sabetaycıları sevdirmek için “Bunlar ruhen Müslümanlardı” dedi.
İnanmayan varsa; ‘Diriliş’ adlı sohbetini izlesin.
Fetullah Gülen sözlerini şöyle sürdürdü;
-Yahudi Cemaati; ‘Muhterem Gülen sen bizim Mesih'imizsin' dediler.
Fetullahçıların ‘Kâinat imamı’ sandığı Fetullah Gülen, meğer Yahudilerin de ‘Mesih’i olmuş.
Fetullah Gülen’in garip ziyaretçileri ve esrarengiz ziyaretleri Kestanepazarı Öğrenci Derneği yöneticilerini rahatsız etti.
Dernek yöneticilerinden birileri Fetullah Gülen’in Yahudi sinagoglarında dua ettiğini gördü.
Kestanepazarı Fidan Eğitimleri Derneği yöneticilerinden Mustafa Yaman, Gülen’in, Havra (Sinagog) ziyaretleri yaptığının görülmesi üzerine kendisini dernekten attıklarını söyledi.
Fetullah Gülen İzmir’e gelmeden önce CHP’nin güçlü ismi Genel Sekreter Kasım Gülek ile tanışmıştı.
Gülen’in arkasındaki siyasi güç CHP’nin güçlü ismi Kasım Gülek’ti.
Kasım Gülek Masonların önde gelen adamıydı.
Yazar Süleyman Yeşilyurt Fetullah Gülen’in o günlerde nasıl mason olduğunu ayrıntılarıyla anlattı ve şöyle dedi;
- Gülen İzmir Kestanepazarı'nda görev yaptığı yıllarda Kemeraltı Çarşısı’nda eczane sahibi olan Hamdi Nüzhet Çançar ile Kasım Gülek aracılığıyla tanıştı.
İzmir'de faaliyet gösteren Muhterem Locası’nın kurucusu Nüzhet Hamdi Çançar, Sabataist bir aileye mensuptu. Fetullah Gülen bizzat Çarçar tarafından mason yapıldı.
Masonluğa girebilmek için üstat derecesindeki bir mason tarafından bir locaya “aday” olarak önerilmiş bulunmak gerekir. Fetullah Gülen’i öneren Çarçar, referans olan Kasım Gülek’ti..
Fetullah Gülen Muhterem Locası’nda diğer masonların huzurunda yemin etti.
Gülen ile Çarçar birlikte, Sabetay Sevi'nin Bahribaba Parkı'ndaki sembolik mezarına giderek dua etti.
Fetullah Gülen’in Sinagoga gitmesi bazılarını şaşırtabilir ama aslında hiç şaşırtıcı değil.
Fetullah Gülen Türkiye’deki resmi belgelerde annesinin adını Refia olarak vermişti.
Gerçek, 24 Mart 1986 tarihinde Emniyet’e verdiği Pasaport İstek Formunda ortaya çıktı.
Gülen Pasaport formunda, annesinin gerçek adını Rabin olarak bildirdi.
Rabin; Yahudi kadınların kullandığı bir isimdi. Ve kutsal kabul edilen kişi demektir.
Gelelim Yahudilerin Erzurum’da ne aradıklarına..
10. yüzyılda Yahudilerin “Karai (Karay)” mezhebi, Bizans’tan sürülüp Kırım topraklarına yerleştirildiler.
Dış görünüşleri Müslüman, ama ayinleri Yahudilikti... Tıpkı Sabetaylar gibi.
Karailer, Kırım’da yaşayan Türklerin arasına karıştı.
Kırım’da “Karai” mezhebi hızla yayılmaya başladı. Bu topluluk, “Karaim” adıyla anıldı.
Osmanlı gelen ricalarla bunların bir kısmını Kırım’dan İstanbul’a getirdi.
“Karay Türkleri” Osmanlı döneminde İstanbul Karaköy’e yerleşti.
Karaköy adının da “Karay’dan” bozularak geldiği sanılıyor.
Gelen Yahudiler İstanbul’da uslu durmadı.
Bunun üzerine Osmanlı sözde Karay Türklerini ‘Karay Yahudi’si” Anadolu’ya gönderdi. Onların bir kısmı Erzurum’a yerleştirildi.
Gülen'in annesinin Türkiye’ye göç etmiş olan Yahudilerden olduğu artık resmen ispatlandı.
Kestanepazarı Camisi’ne geri dönelim.
Sabetaycıların uğrak yeri Kestanepazarı Camisi’nde FETÖ’nün tohumunu atan Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı yaşar Tunagür, vaizliğe Fetullah Gülen’i getirdikten sonra bir adım daha attı.
Tunagür İzmir’de FETÖ’nün üssü olacak bir kolej kurulmasını istedi.
İsmini Fatih Koleji koyduğu bu okulun kurulması için de kendi cebinden 5 bin lira verdi.
O tarihte 5 bin lira büyük paraydı. Bir vaizin bu kadar büyük para sahibi olması ayrı bir konudur.
Kolej için Hacı Ahmet Tatari ve Hacı Nuri Sevil gibi tüccarlardan da 50'şer bin lira aldı.
Mason olan Ali Rıza Güven ise 220 bin lira değerindeki villasını verdi.
Şimdi sıkı durun…
FETÖ’nün ilk karargâhı olan Kestanepazarı Derneği’nin iki önemli finansörü ve kurucusu Hacı Ahmet Tatari ve Hacı Nuri Sevil, aynı zamanda birbirleriyle akraba olan ve Sabetay akrabalık zincirlerine sahip ailelerin mensuplarıydı.
Gazeteci Cüneyt Şaşmaz FETÖ’nün finansörleri Hacı Ahmet Tatari ve Hacı Nuri Sevil’in Sabetay olduklarını belgelerle ortaya koydu..
Bakın kim kim ile akraba?
Tatari ailesi Banat Diş Fırçalarının sahibi Zühtü-Beyhan Şenyuva çiftiyle de dünürdü.
Hacı Nuri Sevil’in dünürü Nejat Doğan’ın babası ünlü armatör Mehmet Doğan, aynı zamanda FETÖ’nün finans kuruluşu olan Bank Asya’nın kurucularından eski BJK’li yönetici İhsan Kalkavan ile de akrabadır.
Pek çok kişi ünlü işadamı İhsan Kalkavan’ın FETÖ ile ilişkisini garipsemişti.
Firari FETÖ’cü İHSAN KALKAVAN’ın durumunu şimdi daha iyi anlamışsınızdır.
Yakınlık; Müslümanlıktan değil Sabetay kardeşliğinden.
Kara Kuvvetleri’nin eski komutanlarından Kurtcebe Noyan’ın kızı Aybikem Sökmen, Kestanepazarı Derneği’nin kurucu ve finansörlerinden Hacı Nuri Sevil’in dünürü Nejat Doğan’ın yengesi Süreyya Sökmen’in oğlu Cavit Sökmen’in eşidir.
Nejat Doğan ile Hacı Nuri Sevil dünür.
Nejat Doğan'ın kızı Seher, Hacı Nuri Sevil'in oğlu Hikmet ile evlidir.
Burada önemli bir not verelim.
Sabetaylar asla yabancıya yani kendinden olmayanlara kız vermezler ve almazlar. Böyle yaparak soylarını temiz tuttuklarına inanırlar.
Kısaca bir Sabetay ailenin kızı başka bir aileye gelin gitmişse bu o ailenin de Sabetay olduğunu gösterir.
Geçtiğimiz yıllarda hayatını kaybeden Mustafa Koç’un karısı Carolina Koç, İzmirli iş adamı FETÖ finansörü Tatari ailesinden Kamil Tatari ile birlikte.
Demet Şener ve Hande Ataizi'nin Her ikisinin de akrabalarında İzmir’in Sabetay aileleri var.
Mevcut İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile de akraba olan Edin Ailesi, İzmir’in en köklü Sabetay ailelerinden.
Sonuçta İzmir’in en köklü Sabetay aileleri; kurdukları Fatih Koleji’ni Rabin’in oğlu Fetullah Gülen’e teslim ettiler.
FETÖ’nün bütün gücü, devlete sızma becerisi, yurtdışı desteği, inanılmaz mali gücü, örgütlenme ve yapılanması perdenin arkasındaki Sabetaylardan geliyordu.
Sabetaylar FETÖ eliyle Türkiye’yi ele geçirmeye çalıştılar.
15 Temmuz’da FETÖ eliyle Türkiye’yi ele geçirip 2. İsrail devletini kuracaklardı.
Allah tuzaklarını başlarına geçirdi.
Tıpkı Ali-İmran Suresi 54’ncü Ayetindeki gibi
Mealen;
Yahudiler, İsa’yı öldürmek için, tuzak kurdular; Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah, tuzak kuranların, hilekârlığa karşı ceza verenlerin, en güçlüsü, en hayırlısıdır.
15 Temmuz’da FETÖ devleti ele geçirmeye çalışırken Allah tuzaklarını bozup, devlete FETÖ’yü ele geçirtti.
Büyük kısmı hapsi boyladı gerisi ülkeden kaçtı. Neleri var neleri yok ise devlete geçti.
FETÖ’nün arkasında Amerika ve Avrupa varsa;
Bizim de imanlılara karşı Rahman ve Rahim, münafık ve küffara karşı Kahhar olan Şanı Çok Yüce Rabbimiz var.
ŞÜKÜRLER OLSUN.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
DEVAM EDECEK.
.
FETÖ BİR SABETAY ÖRGÜTÜDÜR… KESTANEPAZARININ BÜYÜK SIRRI
31 Mart 1492'de Elhamra Sarayı'nda imzalanan kararname ile kral İspanya’daki bütün Yahudileri kovdu. Göçe zorlanan Yahudiler, hangi ülkeye başvursa ret cevabı aldılar.
Mülteci durumuna düşen Yahudilere Osmanlı kucak açtı.
II. Bayezid, Kemal Reis komutasında Osmanlı donanmasını İspanya’ya göndererek, yaklaşık 150 bin Yahudi’yi Osmanlı topraklarına getirtti.
Osmanlı vatandaşı yapılan Sefarad Yahudileri başta İstanbul, Edirne ve Selanik olmak üzere; İzmir, Manisa, Bursa, Gelibolu, Amasya, Patros, Korfu, Larissa ve Manastır’a yerleştirildiler.
Osmanlı Yahudi toplumuna çok büyük bir iyilik yaptı.
Hitler’in yaptığı soykırımdan çok daha büyük bir soykırımdan kurtardı.
İyilikten maraz doğar demiş atalarımız.
Yok olmaktan kurtardığımız Yahudilerin içerisinden çıkan bir grup, kendilerini yok olmaktan kurtaran Osmanlı’yı yok etti.
Bugün yaşadığımız pek çok kötü olayın ve sıkıntının da sebebi işte bu gruptur.
Bu meseleyi sonra uzun anlatırız.
Sabatay Sevi 17. yüzyılda İzmir Agora'da doğdu.
22 yaşında Mesihlik iddiasında bulundu. Dünyayı kötülüklerden arındıracağına, tüm Yahudileri mukaddes İsrail’e götürerek orada yeniden tapınağı inşa edeceğine inanıyordu.
Mesihlik iddiası Yahudiliği ikiye böldü. Her kıtada binlerce mürit edindi.
Sevi İzmir'den İstanbul'a geçti. İstanbul’daki Yahudiler kendine tepki gösterince Sevi Selanik'in yolunu tuttu. Sevi Selanik'teki ilk günlerinde Mesihlik iddiasında bulunmazken zekâsıyla Selanikli Yahudileri kendisine hayran bıraktı. Öyle ki evinde misafir olduğu bir Yahudi, ona kızını bile verdi.
Kâğıt üzerinde evlendi ama gerçek bir evlilik yapmadı. Soranlara da Tevrat ile evli olduğunu söyledi.
Bu sözleri duyan hahamlar bunun Mesihlik iddiası olduğunu belirterek sert tepki gösterdi.
Selanik'ten ayrılıp İzmir'e döndü ardından da ikinci kez İstanbul'a gitti.
Tepkiler üzerine 1659'da babasının yanına İzmir'e geri döndü.
Kısaca İzmir Sevi’nin kürkçü dükkânı oldu.
Bu kez İzmirli hahamlar Sevi’yi Padişah’a şikâyet etti.
Sevi tutuklanıp Sultan 4. Mehmet'in huzuruna çıkarıldı.
Padişah kendisini yargılaması için bir divan kurdu.
Divan reisi: "Karıştırmadığın halt kalmadı. Uyandırmadık fitne bırakmadın Sabatay Efendi. Haydi bakalım şimdi göster kerametini!" deyince Sevi panik oldu.
Divan şu kararı verdi;
Sabatay Sevi soyunacak, vücudu en maharetli okçulara nişangâh yapılacak. Attıkları oklar Mesihlik iddiasındaki Sevi’nin vücuduna işlemezse, Padişahın kendisini resmi olarak Mesih ilan edecek.
Yahudi inancında Mesih’e; kılıç, ok, tüfek, kurşun işlemez, hatta onu ateş yakmaz, suda boğulmaz diye itikat etmektedirler.
Padişah bunu bildiği için Sevi’nin sahtekârlığını ortaya çıkarmak istedi.
Divan heyetinin teklifi karşısında Sabatay Sevi “Adiyo santo!” (İspanyolca. Kutsal melek) diye titremeye başladı ve Mesihlik iddiasını reddetti.
Padişah ve divan heyeti onun bu reddinden de tatmin olmadı.
Hekimbaşı Mustafa Fevzî Efendi, Sabatay'a Müslüman olmasını teklif etti.
Kabul etmediği takdirde fitne ve karışıklık çıkarmaktan öldürüleceğini anlattı.
Sevi, Yahudi dönmesi Hayatizade'nin tavsiyesi üzerine, canının bağışlanması karşılığında, "Bu can bu bedende kaldığı sürece..." diyerek kelime-i şehâdeti tekrarladı.
Vânî Mehmed Efendi; “Bu adamın, Müslümanlığı yürekten hisler ve ihlâsla kabul ettiğine kâni değilim. Fakat dinimiz kuşkuyu onaylamaz ve kişinin imanı üzerine hüküm, ancak Allah'ındır. ...” dedi.
16 Eylül 1666'da Divan huzurunda Müslüman olan Mordehay oğlu Sabatay Sevi, hamama götürülüp gusül abdesti aldırıldı ve kendisine Müslüman kisvesi kürk ve hil'at giydirildi.
Sevi'nin Müslüman olması Yahudi dünyasında şok etkisi yaptı.
Hahambaşılık olayı sevinçle karşıladı ve Müslüman olan Sevi'yi dinden çıkmış saydı.
Peşinden giden Yahudilerin büyük çoğunluğu onun Mesih olmadığına inanarak, Ortodoks Yahudi inancına geri döndü.
250 ailelik bir topluluk ise Sevi gibi kâğıt üzerinde İslamiyet’e geçerek onun yolundan gitti.
Bu tarihten sonra da bu topluluk. Dönme olarak adlandırıldılar.
Günümüz Türkiye’sinde ‘Dönme’ denilenler, işte bu topluluğun torunlarıdır.
Onlar asla Müslüman olmadılar ancak kâğıt üzerinde Müslüman görünürler. Bukalemun gibi her ortama girip her ortama uyarlar ve asla kendilerini belli etmezler.
Sevi zaman zaman İzmir’den İstanbul ve Selanik'e gidiyordu.
Bir süre Edirne/Hızırlık yakınlarında bulunan bir Bektaşi tekkesine devam etti.
Bu tekke 1641-1642 yıllarında "şüpheli" bulunarak yetkililerce kapatıldı.
Sabatay Sevi ve yandaşları İzmir’i üs edindi.
Sayıları artınca bir kısmı Selanik’e geçti. Orada ticaret ve sanatla uğraştılar.
1673 yılında Kuruçeşme’de bir evde yaptığı ayin sırasında Sabatay Sevi, Müslüman olduktan sonraki adıyla Aziz Mehmed Efendi’nin bir elinde Kur’an, bir elinde Tevrat olduğu halde görüldü.
Böylece Müslüman olmadıkları ortaya çıktı.
Aziz Mehmed Efendi bir defa daha yargılandı ve bugünkü Karadağ sınırları içinde bulunan Ülgen’e sürgün edildi.
Sabatay Sevi 1676 yılında Ülgen’de öldü.
Ölümünden sonra Selânik’te toplanan inananları, kâğıt üzerindeki eşi Ayşe’nin kardeşi Yakup Çelebi etrafında birleşti.
Liderlik kavgası yüzünden önce ikiye, ardından üçe ayrılarak Yakubiler, Karakaşlar ve Kapancılar adını aldılar.
Dönmeler; avdetîler, Selânikliler diye anılagelmişlerdir.
17.yüzyılın sonlarında yaklaşık 1000 kişi olan cemaat, 19. yüzyılda 10.000 kişiye ulaştı.
1923 yılında Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi sözleşmesi uyarınca; Türkiye Cumhuriyeti ve Yunanistan Krallığı'nın kendi vatandaşları din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutuldu.
Göçe tabi tutulan kişilere ise mübâdil denir.
Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Rum Anadolu'dan Yunanistan'a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kaldı.
Selanik’te yaşayan 10 bin civarındaki Sabetay Yahudi’si kâğıt üzerinde Müslüman göründüğü için MAALESEF ülkemize geldi.
Bunlar Selanik’in önde gelen Sabetay aileleriydi. Ticaretle uğraştıklarından çok zenginlerdi.
Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye'de sadece İstanbul ile Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada'da oturan Rumlar, Yunanistan'da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutuldular.
Mübadillerin yoğun olarak iskân edildikleri şehirler Adana, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, İzmir, Kırklareli, Kocaeli, Manisa, Mersin, Samsun ve Tekirdağ idi.
Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş; ancak geriye kalan az sayıda kimse de 1930 yılına kadar parti parti göç ettirildi.
İzmir’de zaten hatırı sayılı bir Yahudi nüfus vardı. Selanik’ten gelenlerle sayıları ikiye katlandı.
Günümüzde yaklaşık 1000 kişilik bir Yahudi cemaatinin yaşadığı İzmir’de geçmişte otuz dört tane sinagog yer alıyordu. Bunların dokuzu günümüze kadar gelebildi.
İzmir’de dolaşırken dünyanın başka hiçbir yerinde göremeyeceğiniz kadar çok yan yana sinagoglar görürsünüz.
Her Yahudi grubu, “Ben başkasının havrasına gitmem” diyerek kendi havrasını yaptı. İzmir dışında Kudüs’te bile sırt sırta vermiş 4 sinagog göremezsiniz.
Bu yüzden İzmir’e ‘Küçük Kudüs” deniliyordu.
O yıllarda Osmanlı ahalisinin İzmir’e ‘Gâvur İzmir’ demesinin sırrı da budur.
Gelelim FETÖ meselesine.
Biliyorsunuz İzmir FETÖ’nün kuruluş merkezi durumunda…
FETÖ İzmir’de Kestanepazarı Camisi’nde kuruldu, İzmir’de büyüdü ve halen en etkili olduğu yer de İzmir.
İyi de neden İzmir?
Fetullah Gülen Erzurumlu…
Muhafazakâr Erzurum dururken, neden Sabetaycıların başkenti İzmir’i üs edindiler.
Cevabını zaten yukarıda uzun uzun anlattım.
FETÖ’nün teşkilatlanmaya başladığı Kestanepazarı’ndaki Sokak aynı zamanda Sabetayizm’in kurucusu Sabetay Sevi’nin yaşadığı sokaktı.
Fetullah Gülen’in özel olarak atandığı Kestanepazarı Camisi, Sabatay Sevi’nin yaşadığı sokağın başında ve evine bakıyordu.
Harap haldeki cami 1667-1668 yıllarında Ahmed Ağa tarafından yeniden inşa edilerek bugünkü Kestanepazarı Camisi oldu.
Caminin yeniden yapılış tarihine dikkatinizi çekerim.
Sabatay Sevi 1666'da canını kurtarmak için Müslüman olmuştu. Onun kâğıt üzerindeki Müslümanlığından bir sene sonra evinin sokağının başına bu cami yapıldı.
Sevi ve dönmemiş Yahudiler, Osmanlı zaptiyeleri tarafından sürekli takip ediliyordu.
Sevi ve yanındakiler Müslüman olduklarına inandırmak için bu camiye gidip geliyorlardı. Sevi’nin ölümünden sonra da taraftarları Kestanepazarı camisine gitmeye devam etti
İşte bu sebeple Kestanepazarı Camisi Sabetaycılar tarafından kutsal kabul edilir.
Cumhuriyet Döneminde de Sabetaycılar bu camiye gelip, ellerini yüzlerini duvarlarına sürerlerdi.
Kestanepazarı Öğrenci Yetiştirme Derneği Başkanı şöyle dedi; “İnanın oraya üniversiteli kızlar geliyorlar, taşları öpüp ellerini sürüyorlar. (Tıpkı ağlama duvarında yaptıkları gibi.) Valimize söyledim. 'Hasan Bey Kâbe mi burası?' diye şaşkınlığını iletti.”
Kestanepazarı Camisi sadece Sabetaycılar için değil, FETÖ’cüler için de kutsaldı.
Tapu kadastrocu Yaşar Tunagür, kısa sürede fahri vaiz yapılıp ardından da jet hızıyla Sabetayların kutsalı olan Kestanepazarı Camisine atandı.
Camide İslam dışı vaazlar verdiği için şikâyet edildi.
Vaizlikten kovulması beklenirken, görünmez bir güç tarafından Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı yapıldı.
FETÖ’nün gerçek kurucusu olan Tunagür, o sırada Fetullah Gülen’i yetiştiriyordu.
Fetullah Gülen Tunagür sayesinde vaiz yapıldı. Ardından da alelacele Kestanepazarı Camisine atandı.
Fetullah Gülen Kestanepazarı Camisine atandığında, caminin bahçesindeki derme çatma bir barakada kaldı.
Bütün ısrarlara rağmen eve çıkmayı kabul etmedi.
Evlenmesi için ısrar edildi ama o da tıpkı Sabatay Sevi gibi; ‘Ben dinimle evliyim” deyip bekâr kaldı. Fetullah’ın evlenmemesinin sırrı Sabatay Sevi’dir.
Fetullah Gülen sadece evlilikte değil Mesihlik iddiasında da Sabatay Sevi’yi takip etti.
Fetullah Gülen Sabetaycıların kutsal saydıkları Kestanepazarı camisinden bir an bile ayrılmadı.
Neden acaba?
Cevabı çok basit.
FETÖ bir Sabatay örgütüdür.
FETÖ’yü mason kılığındaki Sabataylar kurmuştur.
FETÖ içeride ve dışarıda bütün gücünü Sabataylardan almaktadır.
Bu meseleyi çok uzun anlattım.
Her Müslüman Türk vatandaşının Sabetay meselesini çok iyi bilmesi ve anlaması lazımdır.
Bu meseleyi bilmeden ne Osmanlı’nın yıkılışını ne de Türkiye’deki ihtilallerin perde arkasını anlayamayız.
Sabetayı anlamadan bu ülkede milliyetçi muhafazakârların iktidar olmasına rağmen neden muktedir olamadıklarını bilemeyiz.
Sabetayı anlamadan; Müslümanların neden yıllarca baskı ve zulüm altında tutulduklarını anlayamayız.
Ve SEBATAY BİLİNMEDEN FETÖ BİLİNEMEZ.
Haftaya…
Fetullah Gülen: Kestanepazarı’nda Yahudi kardeşlerim bana MESİH diyordu.
FETÖ’YÜ DİYANET İŞLERİ BAŞKAN YARDIMCISI KURDU
FETÖ’YÜ DİYANET İŞLERİ BAŞKAN YARDIMCISI KURDU
Fetullah Gülen 1946 yılında ilkokula başladı, daha sonra medreseye gitti.
Medresedeki oda arkadaşı eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’dı.
Erzurum’da medresede okurken hocasının kendisini azarlamasına kızdı. “Atatürk’e hakaret etti” iftirası ile hocasını jandarmaya şikâyet etti.
Gülen’in şikâyet ettiği Kuran hocası, hapse atıldı.
İşte bu şikâyet Fetullah Gülen’in bütün hayatını değiştirdi.
İspiyoncu Fetullah Gülen, medreselerde kullanışlı elaman arayan MİT’in dikkatini çekti.
İsmi bir kenara not edildi.
Fetullah Gülen 1962-1963 yıllarında, Erzurum Komünizm ile Mücadele Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı ve dernekte aktif olarak görev yaptı.
Bu dernek, o yıllarda SSCB ile soğuk savaş yürüten CIA desteği ile kurulmuştu.
Gülen’in yurt dışı bağlantılarla ilk temasının bu dernek vasıtası ile gerçekleştiği ve örgütün temellerinin bu süreçte atıldığı yine devletin gizli raporlarına düştü.
Buradaki yurt dışı bağlantılarından CIA ve Vatikan kastediliyordu.
Gülen 1960’lı yılların ortasında nurcuların arasına giren 2 ayrı Vatikan papazıile de yakın ilişki içerisindeydi.
Vatikan’ın İstanbul Temsilcisi Papaz George Marovitch ve Thomas Michel aynı zamanda CIA ile bağlantılı çalışıyorlardı.
Fetullah Gülen’in yurtdışı bağını da bu ikisi sağlıyordu.
Vatikan papazları, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür ile sık sık görüşüyorlardı.
MİT ajanı olan Tunagür; gelen raporla, 20 yaşındaki Gülen’i kanatlarının altına aldı.
Yaşar Tunagür, FETÖ’nün hem fikir babası hem beyni hem de kurucusu idi.
Fetullah Gülen’i yetiştirip önce Nurcuların sonra da Müslümanların arasına atan kişi de Yaşar Tunagür ‘dür.
FETÖ’yü anlamak ve çözmek için Yaşar Tunagür’ü anlamak lazım. FETÖ’nün bütün şifresi Tunagür ’dür
Kimdir bu Yaşar Tunagür?
Bu şahıs belki de yakın tarihimizin en karanlık kişilerinden biridir.
Amerikan derin devletinin Türkiye sorumlusu ve CIA ajanıdır.
CIA kimliği ile MİT ajanı olduğu, devletin resmi kayıtlarına girmiştir.
Aynı kayıtlarda Mason olduğu da belirtilmiştir.
Yaşar Tunagür’ün dinle ve diyanetle hiçbir alakası yoktu. Kendisi Öcalan gibi Tapu Kadastro mezunudur.
1965 yılında girdiği bir imtihan ile fahri müftü ve vaiz ehliyeti aldı.
Tunagür’ün fahri vaizlik yaptığı yerlerden biri de İzmir Kestanepazarı Camisiydi.
Fahri Vaiz olarak İzmir’de dolaşan Yaşar Tunagür, arkasındaki güç sayesinde kısa sürede İzmir Merkez Vaizliği’ne atandı.
İzmir vaizliğinde din dışı şeyler anlattığı için ahali ayaklandı ancak arkasındaki güçler görevde kalmasını sağladı. Arkasından da jet hızıyla Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına atandı…
Tapu kadastrocu Yaşar Tunagür, bir anda Türkiye’deki vaiz ve müftülerin başı oluverdi.
Diyanet İşleri Başkan yardımcısı olan Tunagür’ün ilk işi; Dinde reformist Seyyit Kutup’un kitabını Türkçeye çevirmek olmuştur.
Seyyit Kutup; Başta Eshab-ı kiram olmak üzere, Ehl-i sünnet büyüklerine dil uzatmıştır. Kur’an-ı kerimi, kendi kafasına göre tefsir etmiştir. İbni Teymiyyeci ve mason Abduhcu, sosyalist zihniyetli bir mezhepsizdir.
İşte bu bozuk adamın kitabını, Diyanet İşleri üstünden piyasaya sürdü.
Tunagür, hocasını ispiyonlayan 20 yaşındaki Fetullah Gülen’i yanına aldı.
Hızlandırılmış bir hainlik eğitiminden sonra kendisini, genç yaşta İzmir Bornova Camisine vaiz olarak atadı. Arkasından da Kestanepazarı Camisinde vaizlik görevi verildi.
Kestanepazarı Camisi’nin önceki vaizi Yaşar Tunagür’dü.
Tunagür hainlik postuna genç Gülen’i oturttu. Gülen de tıpkı kendisi gibi İslam dışı garip şeyler anlatıyordu.
Kestanepazarı FETÖ’nün doğuş yeridir.
Kestanepazarı’ndan devşirilen pek çok isim, bugün FETÖ’nün tepe noktasındadır ve bu hain örgütü yönetmektedir.
Yaşar Tunagür’ün tıpkı Fetullah Gülen gibi yetiştirdiği bir isim daha var.
O da Cemalettin Kaplan.
Tunagür bir taraftan; Fetullahçıları, diğer yandan da Kaplancıları organize etti.
Cemalettin Kaplan da Fetullah Gülen gibi Tunagür tarafından devşirilip, yetiştirildi.
Gülen’in İzmir’e gönderildiği tarihte Cemalettin Kaplan da Adana Müftüsü yapıldı.
Fetullah Gülen daha sinsi davranırken, Cemalettin Kaplan daha fevri hareket etti.
Bu nedenle Cemalettin Kaplan’a zararlı faaliyetleri nedeniyle dava açıldı.
Dava sürerken Almanya’ya kaçtı.
Almanya’da Anadolu Federe İslam Devleti adlı sözde bir devlet kurdu. Alman gizli servisi BND’nin desteği ile orada yaşadı.
Ölünceye kadar fitnesini sürdürdü ve sonunda kendisini İslam Halifesi ilan ederek öldü.
Yerine oğlu Metin Kaplan geçti.
Yaşar Tunagür fitnesini bu iki isim üzerinden yürüttü.
Diyanet İşleri Başkan yardımcısı olan Tunagür çok kısa sürede Diyanetin altını üstüne getirdi.
1966’da Diyanet İsleri Başkanı İbrahim B. Elmalı’ya, mason olması teklif edildi.
Elmalı Mason olmayı kabul etmeyince kısa sürede görevden alındı.
O dönem Tunagür, Elmalı’nın yardımcısıydı...
Onu görevden eden ise Yaşar Tunagür’ den başkası değildir.
Demirel, Yaşar Tunagür’ü Diyanet İşleri Başkanı yapmak istiyordu ancak asker buna karşı çıktı.
Tunagür’ün sık sık yurtdışına çıkıp Londra’da kimliği belirsiz kimselerle toplantılar yapması, Dışişleri Bakanlığı’nın dikkatini çekmişti.
Suudi Arabistan’da Suudi yönetimi ve bazı yabancılarla buluştuğu rapora girdi. Suudi Arabistan’da Vehhabilerle ilişkisi vardı. Onlar kendisine Şeyh Yaşar diye hitap ediyorlardı.
Dışişleri Bakanlığı 1969 yılında hakkında bir rapor yazdı. Raporda Suudi Arabistan ile Türkiye’nin arasının bozulması için çalıştığı belirtildi.
Yaşar Tunagür; Süleyman Demirel’in eşi Nazmiye Demirel’e ait olan bir dairede kira vermeden otururdu. Askerin istihbarat raporlarında ‘Kürtçü’ ve ‘Bölücü’ olarak tanımlandı.
1970'te Cumhurbaşkanı Sunay'a rapor edildi.
Yaşar Tunagür’ün garip bağlantı ve ilişkileri ile Diyanet İşleri Başkanlığındaki şüpheli hareket, eylem ve davranışları Cumhuriyet Senatosu’nun da dikkatini çekti.
Yaşar Tunagür hakkında 14.01.1970 tarihinde bir araştırma komisyonu kuruldu.
Komisyonun sorularını yazılı cevaplayan bir önceki dönemin Diyanet İşleri Başkanı İbrahim Elmalı, “Vaiz Fetullah’ın Yaşar Tunagür’ün adamı olduğunu, onun tarafından korunup kollandığını, bu ikilinin vaazlarında İslam dışı şeyler anlattığını” ifade etti.
Demirel, Başkan yardımcısı Yaşar Tunagür’ü, Meclis gizli oturum, araştırma komisyonlarına rağmen görevinde tutmakta diretti.
1970’teki muhtıra ile askerler tarafından görevden uzaklaştırıldı. Ardından da tutuklandı. 6 ay hapis yattıktan sonra İngiltere’ye kaçtı.
Tunagür görevden alınmadan hemen önce; Vehbi Koç’un evinde FETÖ’yü kurdu.
Devletin resmi kayıtlarında şöyle denildi;
- 1971 yılında Vehbi Koç’un evinde bir toplantı düzenlendi ve bu toplantıya Fetullah Gülen, Vehbi Koç, dönemin MİT Müsteşarı Fuat Doğu, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür ve aralarında TSK mensubu olan önemli isimler katıldı.
O yıllarda MİT, CIA’nın kontrolünde çalışıyordu. TSK içerisinde CIA ile bağlantılı çok sayıda komutan vardı.
Bu toplantı; Masonların desteği, CIA’nın bilgisi ve oluru ile yapılmıştı.
O toplantıda; CIA, MİT ve TSK’nın bazı komutanlarının oluruyla SABATAY destekli FETÖ resmen kuruldu.
Başına da Fetullah Gülen oturtuldu.
Yurtdışından gelen yüklü miktarda parayla örgütün evleri, dershaneleri ve kuruluşları satın alındı.
CIA’nın bütün amacı bu topraklardan yeni bir Osmanlı devletinin ve İslam halifeliğinin doğmasını önlemekti.
Bunun için Müslümanların arasına kendinden gibi görünen kimselerle fitne çıkarttılar. Müslümanları birbirine düşürdüler.
Her 10 yılda bir TSK’daki adamları eliyle darbeler yaptırıp filizlenen Müslüman grupları biçtirdiler.
Darbeler tepki çekmeye başlayınca Fetullah Gülen gibi vatan hainleri eliyle ülkeyi karıştırdılar.
FETÖ darbesiyle de az kalsın Türkiye’yi temelli ele geçireceklerdi.
FETÖ’yü kuran Yaşar Tunagür; 12 Mart 1971 Muhtırasından sonra Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı görevinden alınıp, Çorum’a vaiz olarak atandı.. Ardından da tutuklanarak 6 ay Mamak Cezaevinde tutuklu kaldı.
Sivil hükümet gelince yurtdışından dönüp, İstanbul'a yerleşip ticaretle uğraştı.
Ayrıca vaaz ve sohbetleri ile toplumu etkiledi. Kalp ve solunum rahatsızlıklarının tedavisi için yatırıldığı İstanbul’da FETÖ’cülerin Sema Hastanesi’nde 2006’da öldü.
İşin hazin tarafına bakın ki; Türk tarihinin en karanlık isminin cenazesine devlet erkânı tam kadro katıldı.
Özal ailesinden Demirel ailesine, Refah Partisi’nden AK Parti’ye kadar pek çok siyasi cenazede hazır bulundu.
FETÖ’cülerin bugün aranan bütün isimleri de cenazedeydi.
Cenaze namazını Hayreddin Karaman kıldırdı.
Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, "Yaşar Tunagür Hocaefendi nin vefatı bizim için büyük kayıptır" dedi.
Tıpkı Fetullah Gülen’e hitap ettikleri gibi Yaşar Tunagür’e de ‘Muhterem Hocaefendi’ diyerek kabire koydular.
Dini yıkmak için çabalayan bir MASONU, âlim sanıp gömdüler.
METİN ÖZER HABERVİTRİNİ
.
28 ŞUBAT’IN UTANMAZ GAZETECİLERİ
Yasak, baskı ve zulümle yüzbinlerce insanın hayatını karartan 28 Şubat’ın kudretli generalleri, birer ER olarak cezaevine yollandı.
“Allah” diyen herkesi irticacı ilan eden bu generaller, Müslümanlar karşısında aslan kesilmişti.
O aslanlar şimdi kedi gibi mapushanenin yolunu tuttu.
Bazıları, “Biz bunları hak etmedik” diye söylendi.
Zalimlikleriyle aslında bunu çoktan hak ettiler.
Namaz kılan on binlerce subayı ordudan attılar. Binlerce türbanlı kızı üniversitelerden kovdurdular. Müslüman bacıların zorla başını açtırdılar.
Ajanlarını Aczimendi gösterip sokaklara saldılar sonra da laiklik elden gidiyor deyip bütün cemaatlerin kapısını kilit vurdular.
Kurup oynadıkları filmin sonunda; halkın seçtiği iktidarı, post modern bir darbeyle alaşağı ettiler.
Şimdi de kalkmış, “Biz ne yaptık, Biz bunları hak etmedik” diye ağlaşıyorlar.
Kusura bakmasınlar!
Türkiye demokratik bir ülke.
Bu suçları başka bir ülkede işleselerdi; ya kurşuna dizilir ya da asılırlardı.
O yüzden ağlaşmayı kessinler de hallerine şükür etsinler.
Şimdi size bizzat şahit olduğum bir olayı anlatacağım.
28 Şubat’ın o en ceberrut dönemiydi. Genelkurmay’da o meşhur brifinglerden birisi vardı.
Salonda kimler yok ki;
Ertuğrul Özkök, Fatih Altaylı, Emin Çölaşan, Sedat Ergin, Fatih Çekirge, Mehmet Yılmaz, Okay Gönensin, Derya Sazak, Fikret Bila, Mustafa Balbay, Uğur Dündar, Sebahattin Önkibar, Ali Kırca, Murat Yetkin, Hulki Cevizoğlu, Ardan Zentürk, İlnur Çevik ve daha niceleri…
Cumhurbaşkanının karşısında ayak ayaküstüne atan medyanın ünlü isimleri; komutan içeriye girince askerlerden önce ayağa fırlayıp, esas duruşa geçti.
Erol Özkasnak Sinevizyon perdesinin önünde elinde metal bir çubukla durdu.
Ekrana Başbakan Erbakan geldi ve görüntü orada durduruldu.
Özkasnak elindeki metal çubukla Erbakan’ın fotoğrafında başına 3 kez vurarak, “İşte irticanın başı” dedi.
Bir baktım; bizim demokrasi havarisi anlı –şanlı gazeteciler kıkır kıkır gülüşüyor.
Özkasnak; emrinde olduğu seçilmiş Türkiye Cumhuriyeti Başbakanını irticanın başı ilan etti.
Bu bile devlete İSYANDIR aslında.
Şaşkınlıkla etrafıma baktım; Aydın Doğan ve Dinç Bilgin’in gazetecileri gülüyor.
Arkasından ikinci şok geldi.
O General, “Arkadaşlar gelinen noktada Türkiye Cumhuriyeti’ne tehdit sıralaması değişmiştir.
Bugüne kadar birinci basamakta bulunan PKK ve bölücü faaliyetler ikinci basamağa, ikinci basamakta yer alan irtica ise birinci tehdit olarak ilk basamağa çıkartılmıştır” dedi.
Yuh olsun.
Şehitlerin kanında boğulun.
Arkadaşlar; TSK’yı kimlerin ve hangi kafanın yönettiğini anlayın.
Asker, polis, korucu ve sivilleri de sayarsak toplam verdiğimiz 13-15 bin şehidin kanı, 40 yılda çatışmalarda yaralanan 70-80 bin gazimizin gözyaşı sizi iflah etmesin.
28 Şubat’ın generalleri; olmayan hayali bir düşmanı, PKK’nın da önüne koyarak 1 numaralı tehdit ilan etti.
Baktılar ki böyle bir örgüt yok.
Namaz kılanları, başı kapalı olanları ve Allah diyen subayları örgüt mensubu sayıp, düşman ilan ettiler.
Kendi hastalıklı beyinlerinde kurdukları bu hayali örgütle savaştılar. Tıpkı yel değirmenleriyle savaşan bunak Don Kişot gibi..
Dikkat edin!
Türkiye Cumhuriyeti Devletine tehdit diye açıkladıkları listede, FETÖ’nün adı bile yok.
Bu arada hatırlatalım!..
15 Temmuz darbesine katılan 65 FETÖ’cü generalin 40 tanesinin, 28 Şubat sürecinde terfi aldı..
İrtica avcısı bu generaller, kendi içerisindeki 40 FETÖ’cü generali göremedi!..
Ne kadar gözleri kör anlayın.
Olmayan örgütü görür, gözünün önündeki FETÖ’cüleri görmez.
Bu kör generaller İrticayı birinci sıraya çıkarıp, PKK’yı ikinci sıraya indirince bakın ne oldu?
Devletin güvenlik kurumları mücadele için bütün dikkat ve çalışmasını irticaya yönlendirdi.
O süreçte PKK gelişip büyüdü. Köyleri, ilçeleri ve illeri teker teker kendine bağladı.
Bizim asker ve polis hayali irtica düşmanını ararken, PKK bütün o bölgeye hâkim oldu.
Binlerce vatan evladı sizin bu ahmaklığınız nedeniyle şehit düştü.
PKK’nın yol kenarına bomba koyup askeri araçları patlattığı dönem, işte bu dönemdir.
Gencecik vatan evlatları korumasız bir şekilde, hainlerin önüne atıldı.
Aktütün Karakolu’nda şehit verdiğimiz 15 Mehmetçik de sizin eserinizdir.
PKK’nın çevirip bütün gün ateş altına aldığı karakola, 10 saatte bir uçak yollayamadılar.
Neden?
Çünkü onlar dağı bırakıp şehirde irticacı arıyordu.
O karakolda verdiğimiz şehitler size kâbus olsun.
Şimdi kalkmış, “Biz bunları hak etmedik” diyorsunuz.
İşte bu yüzden sizin yatacak yeriniz yok.
Sizin irticacı gördüğünüz AK parti, ikinci sıraya attığınız PKK’yı yerle bir etti.
Kör gözünüzle göremediğiniz FETÖ’yü TSK’dan da devletten de büyük ölçüde sildi.
Gelinen noktaya bakarak yine de halimize çok şükür etmemiz lazım..
Rabbim bu milleti korumuş da, sizin gibi akılsızların önderlik edeceği bir savaşa bu ülkeyi sokmamış.
O brifinglerde soru sorulmayacağı daha baştan söylendiği için soru soramadık.
Tam bilgilendirme bitip çıkıyorduk ki, üçüncü şok geldi..
Arka sıralardan ihtiyar bir gazeteci titreye titreye ayağa kalkıp; “Paşam, Paşam” diye seslendi ve şöyle dedi;
2 saattir sizi dinliyorum. Bunları bize neden anlatıyorsunuz. Biz bunlardan çok daha fazlasını biliyoruz. Biz buraya bunları dinlemeye gelmedik.
Biz, bizi bu dinci hükümetten ne zaman kurtacaksınız bunu öğrenmeye geldik.
Ne zaman ihtilal yapacaksınız?
Atatürk Cumhuriyetini bu dincilerden ne zaman kurtaracaksınız?
Bu dincileri ne zaman hapse tıkacaksınız?
Bu kez de salondaki general ve subaylar kıkırdaşarak gülüştü.
Özkasnak gülerek şöyle dedi; “Müsterih olun, rahat olun. Her şeyin zamanı var.”
Bu gazeteci bozuntusunun adını tam hatırlamıyorum. Bildiğim kadarıyla bir savunma dergisinin sahibi ve Genel yayın yönetmeniymiş..
O brifinge katılanların listesinde adı vardır mutlaka…
Salonda bulunan demokrasi havarisi gazeteciler de askerlere katılıp dakikalarca gülüştü.
Emin olun bir tanesi bile, “Sen ne biçim gazetecisin” demedi.
Laf gazetecilere gelmişken.
28 Şubat’ın esas şeytanları bu brifinge katılan gazeteciler ve onların patronlarıdır.
Bunlar; kışkırtarak, zorlayarak ve baskı kurarak post modern darbe yaptırdılar.
Attıkları manşetler, yazdıkları köşe yazılarıyla ateşin üzerine benzin döktüler.
28 Şubat darbesinin ateşini bu gazeteciler harladı.
Onlara desteği Süleyman Demirel, imkân ve parayı ekonomik karteller verdi.
28 Şubat’ın medya ve işadamı ayağı yargılanmadan, bu hesaplaşma asla tam olmaz.
Bu postal yalayıcı gazeteci bozuntularının darbeyi hazırlama ve destekleme konusunda yazdıkları yazılar, belge olarak ortada duruyor.
Holding patronlarının yaptıkları açıklamalar da arşivde bulunuyor.
Yapılması gereken çok basit!
Bu belgeleri delil sayılıp 28 Şubat’ın diğer ayakları da topyekûn mahkemeye çıkarılmalıdır.
Çıksalar da çıkmasalar da zaten hepsi İLAHİ MAHKEMEYE çıkacaklar.
İlahi mahkemede zalimliklerin hesabını en ağır şekilde Yüce Allah’a verecekler.
“Zulüm ile abat olanın akıbeti berbat olur.” Denildi.
Şimdi tam da bu oldu.
Bunlar da 80 yaşında kodesi boylayıp, akıbetlerini berbat ettiler.
Bugün 28 Şubat darbecilerinin rütbeleri söküldü.
Artık onlar düz birer er..
Fenerbahçe Orduevi’ndeki süper lüks dairelerinden çıkartıldılar.
Onlara ve ailelerine artık orduevleri yasak oldu.
Süper villalarında tatil yaptıkları deniz kenarındaki askeri kamplara da alınmayacaklar.
Kendilerinin, eşlerinin ve çocuklarının bütün hakları kesildi.
Ailecek cıscıbıldak ortada kaldılar.
Maaşları da gitti..
Bu hal aklından siyasi iktidarlara müdahale düşünen bütün askerlere ders olsun.
Bu arada..
Şimdilerde kulağıma bazı söylentiler geliyor..
Sağdan soldan birileri bu darbecilerin yaşını gerekçe gösterip, affetmesi için Sayın Cumhurbaşkanı ricaya gidiyor.
Aman ha… Sakın ha…
Bu zalimler 28 Şubat’ta kimsenin gözünün yaşına bakmadı, kimseyi de affetmedi..
Şimdi bunları affedeni; ne tarih, ne devlet ne de millet affeder.
Hadîs-i şerifte buyruldu ki;
Zalimin çok yaşamasına dua etmek, Allahü teâlâya isyan olunmasını istemektir.
Zalime, kafire hürmet etmek, saygı ile selam vermek, üstadım demek, küfür olur.
ZALİME MERHAMET MAZLUMA ZULÜMDÜR.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
AKİT GAZETESİ SAYESİNDE NASIL 28 ŞUBAT CUNTASININ ADAMI OLDUM
Geçenlerde bir arkadaş mesaj attı;
- Abi Twitter’de bir liste dolanıyor o listede sende varsın. Seni 28 Şubat cuntasının adamı göstermişler…
10 sene önceki bir yalan ve iftira muhtemelen FETÖ’cüler tarafından tekrar pişirilmiş, dağıtılıyor…
İşin aslı şu..
28 Şubat dönemiydi.
Çevik Bir ve Erol Özkasnak, sağ kesimin medyasına Genelkurmay’a giriş yasağı koydu.
Sağın hiçbir gazete ve TV mensubu TSK’nın etkinliklerine alınmıyor, davetlerine çağrılmıyordu.
Genelkurmay’a sadece akredite kartı verilen laik ve sol kesimin basın mensupları girebiliyordu.
Yeni Şafak, Yeni Akit, Fetullahçı medyanın Zaman Gazetesi, Başbakan Erbakan’ın gazetesi Milli Gazete bile yasaklaydı. Aynı şekilde Televizyonlarda yasak kapsamındaydı.
Ben o zamanlar TGRT’nin Ankara Temsilcisiydim.
İHLAS grubunun medyası; TGRT, Türkiye Gazetesi ve İHA’da yasaklıydı.
TGRT’nin Genel Müdürü Ali Baransel’di.
Kendisiyle bu yasak meselesini konuştum. “Genelkurmay’da ne oluyor ne bitiyor hiçbir bilgi alamıyoruz. Bilgi alamayınca da haber yapamıyoruz” dedim.
Neyse o dönemde Ali Baransel uğraştı didindi. Bildiğim kadarıyla Kenan Evren’i de araya soktu.
İHLAS’a izni koparttı.
TGRT, Türkiye Gazetesi ve İHA’da TSK’ya akredite edildi.
Böylece bütün faaliyetlere davet edilmeye başlandık.
Tam da 28 Şubat’ın o ünlü brifinglerinin verildiği zamandı.
Özkasnak’ın Genelkurmay’ın ekranına yansıtılan Erbakan’ın fotoğrafına metal çubukla vurup, “İşte irticanın başı” dediği o ünlü brifingler.
Bu brifinglere: akredite olan medya kuruluşlarının; Genel müdür veya Genel Yayın Yönetmenleri ile Ankara temsilcileri çağrılıyordu.
Her medya kuruluşunda iki kişi çağrılınca yaklaşık 40 üst düzey basın mensubu içeriye alınıyordu.
O tarihte PKK ile Mehmetçik arasında kan gövdeyi götürüyordu.
Brifing veren paşa aynen şöyle dedi;
- TSK olarak tehdidin numarası ve önceliği değişmiştir. Bugüne kadar 1 numaralı tehdit bölücü ve yıkıcı faaliyetler ve PKK terörü idi. Bugün itibarıyla 1 numaralı tehdit, irticai faaliyetlerdir.
TSK olarak önceliğimiz PKK değil, irticadır.
En ön sırada oturuyordum. Kulaklarıma inanamadım. Dondum kaldım.
Etrafıma baktım kimsede tık yok. Resmen şok oldum.
İrticai tehdit dedikleri örgütlenmenin tek bir eylemi yok. Silahlı çatışma yok.
Buna rağmen PKK’dan öncelikli tehdit ilan edildi.
Bunları bir tek ben yazdım, bir tek ben anlattım.
Brifing bitip de dışarıya çıktığımızda, telefonlarımız 112 acile dönerdi.
Bakanlar, bürokratlar, içeriye alınmayan sağ kesimin gazetecileri tek tek arar içeride ne olduğunu sorardı.
Ben de açık yüreklilikle anlatırdım.
Beni genellikle: Başbakan Erbakan’ın Özel kalem Müdürü arkadaşım Mehmet Kahraman, o zamanki bakanlardan Bülent Arınç, Abdullah Gül ve Şevket Kazan arardı.
Bakanlarla, kendi düşüncemle birlikte brifingde olup bitenleri konuşurduk.
Tayyip Bey’in arayıp aramadığını tam hatırlamıyorum.
Medyadan; Yeni Şafak, Yeni Akit, Milli Gazete Ankara temsilcileri arardı.
Zaman’dan Fehmi Koru’da arardı sanırım.
Velhasıl içeriye alınmayan bizim sağ kesimin bütün yöneticileri ve muhabirleri ile geç saate kadar konuşurduk.
Neyse.
2010 yılıydı sanırım.
Bir arkadaş aradı; “Abi Akit Gazetesi seni manşet yapmış. 28 Şubat’ta kullanılan gazetecilerin arasına koymuş” dedi.
Emin olun şaka yaptığını sandım.
Akit’in sitesine girdim.. Manşet ’de şöyle diyor;
- İşte 28 Şubat’ta askerlerin kullandığı 40 gazeteci..
Altında küfürler hakaretler…
Hakikaten meseleyi anlamadım.
Akit’in başında Hasan Karakaya bulunuyordu.
Türkiye Gazetesi’nde de beraber çalışmışlığımız vardı.
Onu aradım dedim ki; “Yav Hasan bu ne rezillik. Ben abisini 28 Şubat’a şehit vermiş adamım. Beni nasıl o alçakların adamı olarak gösterirsin? Yıllarca beraber çalıştık, çok ayıp etmişsin”
O gayet rahat hatta gülerek, “Etme yav sende mi varsın?” dedi.
la havle vela kuvvete illa billah…
“Tekzip yahut bir açıklama yollayayım mı?” Dedim. “Gerek yok ben bir konuşur hallederim ”dedi.
Canım sıkıldı ama ben konuyu halloldu biliyorum.
Akşam bir baktım haber aynen duruyor.
Hasan’ı tekrar aradım. Telefonuma çıkmadı.
Cepten aradım cebini kapattı.
Bunun üzerine sekreterini aradım dedim ki; “Hasan’a söyleyin. Benim adımı burada tutarsa ona hakkım haram olsun. Bu iftira kul hakkına girer. Ben ona hakkımı helal etmiyorum. Kendisini Allah’a havale ettim. Onu asla affetmeyeceğim. Bunu bizzat kendisine söyleyin” dedim.
Yine dönmedi.
Ben bu kez Ali Baransel’i aradım. Listede o da var.
Ali Bey şöyle dedi; “Bunca yıllık bürokratım. Böyle bir cehalet görmedim. O kullanıldı diye adları verilen 40 gazeteci var ya, onlar Genelkurmay’daki brifinglere davet edilen TSK’ya akredite olan gazeteciler.
Dikkat edersen listedeki isimler, akredite medyanın Ankara Temsilcileri ve Genel Yayın yönetmenleri olmak üzere ikişer kişi.
Gülünç durum şu; o listede TRT ve AA’nın yani devletin medyasının genel müdürü ve haber müdürleri de var.
Sonradan anlaşıldı ki; Erol Özkasnak, Genelkurmay Başkanlığı Basın Yayın Halkla İlişkiler ve Tanıtım Daire Başkanlığı'na yazı gönderip, Brifinge katılan kişi ve kurumlarına teşekkür mektubu yollatmış.
İşte Akit’in “kullanılan gazeteciler listesi” diye manşet yaptığı o liste, brifinge iştirak ettikleri için teşekkür yollanan gazeteciler.
Bu arada ben o teşekkür mektubunu da hiç almadım. O mektup TGRT’nin Genel müdürlüğüne gitmiş…
Yukarıda anlattığım gibi o brifinglerden sonra beni en çok arayanlardan birisi de Akit Gazetesi idi..
Ben; iftira atanı, yazanı ve yayanı Allah’a havale edip işin içerisinden çıktım.
Şimdi gelelim meselenin iki vahim tarafına…
Benim hakkımı haram edip Allah’a havale ettiğim Akit Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Hasan Karakaya, bu olaydan kısa bir süre sonra Erdoğan’ın Suudi Arabistan gezisinde kalp krizinden hayatını kaybetti.
Buyurun…
Hasan benimle helalleşmeden ahirete göçtü.
İftira ağır bir kul hakkıdır. Kul hakkı ise günahların en büyüklerindendir.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
- Müflis, şu kimsedir ki, kıyamette, defterinde pek çok namaz, oruç ve zekât sevabı bulunur.
Fakat bazılarına çeşitli yönden zararı dokunmuştur.
Sevapları, bu hak sahiplerine dağıtılır.
Hakları ödenmeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilip Cehenneme atılır. [Müslim]
Kul hakkı beş türlüdür:
1- Mali [Parasal]
2- Nefsi [hayati yönden]
3- Irzi [Haysiyetle ilgili]
4- Mahremi [Namusla ilgili]
5- Dini.
Hadi bakalım.
Genç yaşta ölünce işin doğrusu üzüldüm ve kendi adıma affettim.
Ben affetsem de hesaba çekilir. Haysiyetimle ilgili kul hakkımı aldı çünkü..
Hem de bir iki kişiyle değil, gazetenin okuyucu ve takipçisi sayısınca…
Bu iftiraya kimler inandıysa; onların hepsi benim kul hakkımı aldı.
Kendileri veya ben ölmeden önce arayıp helallik alması icabeder.
Alan alır, almayanın canı bilir.
Bunları yazdım ki. Olur ya birisinin aklında kalır… O işin aslını öğrenip tövbe etsin..
Gelelim ikinci vahim kısmına..
Tabi dostumuz var düşmanımız var..
Birileri Akit’in bu haberini alıp dört bir yana koşturmuş…
- Efendim Metin Özer de askerin adamı çıktı.
Yuh yani..
Abisi Yalçın Özer’i 28 Şubat’a şehit vermiş bana atılan bu iftiraya o dönemde kim inandıysa, canı sağ olsun, Ama bunun mahşerde hesabının da olduğunu bilsin.
Bir müddettir FETÖ’yü perişan ediyorum ya…
FETÖ’cüler benimle ilgili 11 sene önceki bu haberi bulmuşlar.
Twitter’de bu listeyi dolaştırıyorlar.
Görüyorsunuz değil mi?
Bir iftira dünya ve ahirette nelere sebep oluyor.
Siz siz olun, iftiradan ve gıybetten ateşten kaçar gibi kaçın. Yoksa o sözleriniz ahirette ateş olup sizi yakar
Yüce Allah hepimizi kuru iftiradan koruyup esirgesin..
.
FETULLAH GÜLEN’İN DELİ RAPORUNDA ABDULLAH GÜL DETAYI
Fetullah Gülen 1971’de İzmir Sıkı Yönetim Komutanlığınca tutuklandı. Aynı yılın sonunda tahliye edildi ve Diyanet kendisini tekrar işe aldı.
1971 yılı Aralık ayında göreve başladığı İzmir’de, valiliğin şifahi emirleriyle ; “15.01.1972’den itibaren ikinci bir iş ’ara kadar” vaazdan men edildi.
İşte burada inanılmaz bir olay yaşandı.
Her devir ve her dönemde görünmez birileri tarafından korunan Fetullah Gülen, bu kez esrarengiz bir raporla koruma altına alındı.
Doç. Dr. Ahmet Satoğlu, Fetullah Gülen’le ilgili bir rapor tanzim etti.
Gülen’in nörolojik bir rahatsızlığı bulunduğu belirtilen raporda; “Kendisiyle her türlü görüşme ve tebliğ sağlığında onarılmaz tehlikelere neden olacağından yasaklanmıştır” denildi. 192 sayı ve 26.01.1972 sayılı resmi tutanakta şöyle yazıyor:
- Murakıp Nazif Öztürk Gülen'e vaazdan menedildiğini tebliğe gittiğinde; kendisinde “nöroloji” teşhis eden Doç. Dr. Ahmet Satoğlu görüşmeyi yasak ettiğinden, emri tebliğ etmek mümkün olamamıştır”
1980 yılına kadar nöroloji ve psikoloji birimleri bir idi. Bu branşlar daha sonra ayrıldı. Ahmet Satoğlu’nun verdiği bu nöroloji raporu aslında psikiyatrik rahatsızlık demekti.
Kısaca Ahmet Satoğlu şunu dedi;
Fetullah Gülen’in kafasındaki bir sürü tahtı kırık. Bir de bu raporu gösterirseniz delilikten zırdeliliğe geçiş yapar. O yüzden tebligat yapılması tıbben sakıncalıdır.
Peki, bu raporu veren Doç. Dr. Ahmet Satoğlu kimdir?
Kendisi Abdullah Gül’ün öz dayısıdır. Halen sağdır.
Ahmed Satoğlu; 1929 yılında Kayseri'de doğmuş.
Öğretmen olan babası bir haksızlığa itiraz edince Kayseri'den İzmir'e sürülmüş.
Ege Üniversitesinde sinir hastalıkları ihtisası yapmış. İzmir'de ağabeyi Nazif Satoğlu ve Süleyman Karagülle ile birlikte Akevler adlı bir oluşumu kurdular.
Bu Akevler oluşumuna ayrıca geleceğiz.
Fetullah Gülen’i kurtaran Ahmet Satoğlu gerçekten çok ilginç birisi..
Gül'ün hem eniştesi hem de halasının oğlu olan, AK Parti eski milletvekili Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu, 14 Temmuz 2013'de Star gazetesinde “Bir Allah Dostu: Ahmed Satoğlu” başlıklı bir yazı yazdı.
Prof. Dr.Tekelioğlu, yazısında Ahmet Satoğlu’nun evliya olduğu iddia etti
Peki Ahmet Satoğlu’nun Fetullah Gülen ile ilişkisi neydi?
Neden onu bir raporla kurtardı?
İşte bunlar muamma..
Devletin belgelerinde bu konuda bir not bulunmuyor, ancak başka bir nokta var ki; aslında bağlantıları açıklıyor.
Ahmet Satoğlu’nun birlikte Akevler isimli oluşumu kurduğu Süleyman Karagülle’ye dikkatinizi çekerim.
Süleyman Karagülle; FETÖ’nün amiral gemisi Zaman Gazetesi’nin eski Başyazarı Fehmi Koru’nun kayınpederi. Fehmi Koru aynı zamanda Abdullah Gül’ün kadim dostu.. Hatta “Bizim Femi” diye hitap ettiği bir gazeteci..
Bir dönem AK Parti Genel Başkan Yardımcılığı ve çeşitli bakanlıklar yapan Beşir Atalay, aynı zamanda Abdullah Gül'ün dayısı Ahmet Tahir Satoğlu'nun dünürü.
Atalay da İçişleri bakanlığı döneminde Emniyetteki FETÖ yapılanması nedeniyle en çok eleştirilen isimlerden birisiydi… PKK açılımının da mimarı Beşir Atalay’dı..
Satoğlu’nun Fetullah Gülen için verdiği ‘nörolojik hasta’ teşhisinin tam adı nedir?
Raporda bu bulunmuyor.
Bu rapor; Gülen’i korumak için mi yoksa şizofreni olduğunu anlatmak için mi verildi?
O da belli değil.
O dönemde Fetullah Gülen işten kaytarmak için o kadar çok rapor aldı ki; dosyası koca bir kitaba dönüştü.
O raporlarda çeşit çeşit rahatsızlıklar gerekçe gösterildi.
Devlet kayıtlarında hala bulunan bu raporlar, kendisinin nasıl bir üçkâğıtçı olduğunu da ortaya koyuyor.
Devlet memuru olarak bütün zamanını raporlarla geçirmiş.
27.04.1972’de Edremit vaizi iken; 51 gün izin kullandıktan sonra protez tedavisi için İzmir Devlet Hastanesinden 20 gün rapor almıştır.
Gülen, 08.06.1978 tarihinde 30 gün izin almış ve bu iznin yurt dışında kullanılması talebi, Diyanet İşlerince kabul görmüştü.
28.09.1980 tarihinde Erzurum Nöbetçi Sağlık Ocağından 20 günlük rapor almıştır. 16.10.1980 tarihinde Kayseri Tıp Fakültesi’nden 45 günlük heyet raporu almıştır.
12.09.1980 tarihinden beri raporlu olduğundan kendisine 1980 yılı Ekim, Kasım, Aralık ve 1981 yılı Ocak maaşları ödenmemiş ve Çanakkale’ye tayin emri de tebliğ edilememiş. Fethullah Gülen, 25.11.1980 tarihli karar ile Çanakkale İl Vaizliğine naklen tayin edilmiştir.
08.12.1980 tarihinde “Siyatalji” yani beldeki ana sinirin sıkışması teşhisi ile 20 günlük tek tabip raporu almış.
30.12.1980’de “Koroner yetmezliği” teşhisi ile Vakıf Guraba Hastanesinden 2 aylık Sağlık Kurulu raporu aldıktan sonra Cerrahpaşa Psikiyatri bölümünden “Reaktif Anksiyete Hali” teşhisi ile aldığı 02.03.1981 tarihli 20 günlük tek tabip raporunu müftülüğe yollamıştır.
Çanakkale İlinde Merkez Vaizi iken, kalp rahatsızlığı nedeniyle görevine devam edemeyeceğini beyan ederek 20.03.1981 tarihinde istifa etmiş.
İstifasından bir gün önce (19.03.1981) son 4 yıl boyunca devam eden kalp rahatsızlığını ve son 6 ayda tedavisi için rapor almak mecburiyetinde kaldığını belirterek 49 ay maaşsız izin için dilekçe vermiş ama bu talebi Diyanet İşleri Başkanlığınca 13.04.1981 tarihinde reddedilmiştir.
Bu kadar rahatsızlık ve rapor arasında Cerrahpaşa Psikiyatri bölümünün “Reaktif Anksiyete Hali” teşhisi son derece önemlidir.
Psikolojide anksiyete olarak bilinen kaygı;” Tehlikeli durumlarda, vücuda meydan okumaya hazır olması gerektiğini haber veren” sinyaldir.
Bu kişilerde saplantı bozukluğu görülür. İstem dışı oluşan ve gelişen düşünceler yüzünden kişiler devamlı korku halindedir.
Panik atak durumundadır. Hayati bir durum olmamasına rağmen kişide kuvvetli bir endişe ve korku hissettiren rahatsızlıktır.
Bu rahatsızlığın ilerlemiş hali ise hepinizin bildiği şizofreni hastalığıdır.
Yeni Akit Gazetesi; Fetullah Gülen’in halen iki ilaç kullandığını ortaya çıkardı.
Bunlar; Zyprexa ve Clopixol Depot..
Bu ilaçlar son derece tehlikeli ve ileri derecede şizofrenik vakalar için kullanılıyor.
Fetullah Gülen'e doktorlar yıllardır ayda bir Clopixol Depot veriyorlar.
Zyprexa; şizofreni, bipolar bozukluklar ve halüsinasyonların görülmesine sebep olan hastalıkların tedavilerinde kullanılır.
Bu ilaç, gerçekte var olmayan şeyleri duymak, görmek veya hissetmek, yanlış inanışlar, anormal şüphecilik, içine kapanmak gibi semptomların eşlik ettiği bir hastalığın tedavisinde kullanılır.
ZYPREXA; coşkulu hissetme, birbirini kovalayan fikirler öne sürerek çok hızlı konuşma ve bazen aşırı sinirlilik gibi semptomların eşlik ettiği bir durumu tedavi etmek için kullanılır. Şizofreninin bir türünde, hastalar kendine sürekli yapılan telkinleri bir müddet sonra gerçek sanır.
Fetullah Gülen 1999 yılında gerçek vatanı Amerika’ya gitmişti. İçinde bulunduğu şizofrenik rahatsızlığı CIA için bulunmaz bir fırsat oldu.
Doktorlar; CIA’nın Gülen’e sürekli istedikleri türde telkinlerde bulunarak her türlü eylemi yaptırmış olduğuna inanıyor.
Bu ilaçları kullananlarda uykusuzluk, sürekli yorgunluk ve ellerinden istem dışı hareketlilikler olur.
Gülen’e dikkat ederseniz konuşmaları sırasında sürekli olarak takkesiyle oynayıp bunu düzeltmeye çalışır. Elleri hareket halindedir ve gözaltı torbaları şişmiştir.
İşte bunlar kullandığı şizofreni ilaçlarının tesiridir…
Eskiden kendisine çok yakın olan Hüseyin Gülerce, Gülen’in geceleri uyuyamadığını anlatmış ve uyumak için diazem kullandığını açıklamıştı.
Fetullah Gülen bu durumda Tıbben deli demektir.
Zaten Türkiye Cumhuriyeti’ni ele geçireceğini düşünmesi, darbeye kalkışması başlı başına bir delilikti
Delilik ötesi zırdelilikti…
Bu durumda olan peşinden giden FETÖ’cülere oldu demektir.
Kendini; Bazen Hazret-i İsa, bazen Mehdi bazen de Kâinat İmamı olarak gösteren bir deliye tabi olarak toplu olarak kafayı yediler.
Ne buyurdu Mübarek Peygamber Efendimiz (Aleyhissalatü vesselam);
- Kim kiminle arkadaşsa haşırda da onunla birliktedir.
Bir zır deliye tabi olan deliler de sonsuza kadar onunla birlikte olur.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
28 ŞUBAT’IN 65 FETÖ'CÜ GENERALİ
Genelkurmay’da FETÖ darbesiyle alakalı çok titiz bir çalışma yapıldı.
O çalışmada korkunç sonuçlara ulaşıldı.
O rapordan önce geçtiğimiz aylarda vefat eden Mehmet Kutlular’a dönmek istiyorum.
Biliyorsunuz kızı Vildan FETÖ’nün hırsına kurban edilmişti.
1999 yılında Milliyet Gazetesi’ne konuşan Kutlular, aslında bugün yaşananları Fetullah Gülen’in ihanetini açıkça anlattı.
Kutlular şöyle dedi;
- 1980'den sonra devletin politikası değişti. Eskiden anarşist ve marksistler tehlikeydi, sonra dindarlar oldu. Derin devlet bu dindarların bir kısmı ile anlaşıp çalıştı.
Derin devlet önce bana da geldi; 'Yurtdışında Milli Görüş ve diğer irticacı örgütlere karşı beraber çalışalım' dediler, ama ben reddettim. Çünkü o adamlar sana inandığı için değil, seni kendi maksadına göre kullanmak için geliyor.
Kullandıktan sonra da seni bir kenara bırakıp, kırıp dökecekler.
Ben kabul etmeyince Fetullah Gülen’e gittiler.
Fetullah Gülen o tarihte derin devletle anlaştı.
Devlet; o tarih de Refah Partisi’ni ve Erbakan’ı çok tehlikeli ve aşırı görüyordu.
Erbakan’ın önünü kesmek ve karşısına bir rakip çıkarmak istediler. O rakip de, uzlaştıkları Fetullah Gülen oldu.
Devlet Erbakan’ın karşısına Fetullah Gülen’de karar verdikten sonra, FETÖ’cülere yol verdi.
Fetullah Gülen derin devletin kontrolündeki medyada parlatıldı.
Popüler ve saygıdeğer yapıldı ve ardından onun ağzından gerçek din ile alakası olmayan Erbakan ve partisi aleyhinde fetvalar çıkartıldı.
Gülen’in ilk sert çıkışı da Erbakan’a karşı oldu.
Devletle yaptığı anlaşmaya uygun olarak 28 Şubat sürecinde, “"Erbakan'ın işi bitmiştir, emaneti ehline teslim etmesi gerekir" deyip vazifesini yerine getirdi.
Fetullah Gülen Erbakan’a yaptığı bu atış sonrası; sahipleri tarafından taltif edildi.
Bir dediği iki edilmez oldu.
Kendisi de devletin arkasında olduğunu açıkça söylemekten çekinmedi.
O tarihte şöyle dedi;
- Yurtdışında okulları kurmamda devlet, istihbarat bana yardımcı oldu. Devlet yöneticileri ilgili devletlere referans verdi." Devlet yardımı olmazsa bu okulları kurmak mümkün değil.
Allah aşkına…
Yav FETÖ’cüler, Fetullah Gülen daha ne desin.
Adam açıkça ben derin devletin adamıyım diyor.
Keşke sadece derin devletin adamı olsaydı. Aynı zamanda Amerika, CIA, Vatikan ve Masonların adamı oldu.
Kutlular’a Fetullah Gülen’i sorduklarında şöyle cevap verdi;
- Fethullah Gülen’e gelince; hiçbir zaman "Ben Nurcuyum" demedi ki bu arkadaş. "Ben şuculuktan, buculuktan nefret ederim" dedi.
Derin devletin Fetullah Gülen’i nasıl kullandığını şöyle anlattı;
- Fethullah Hoca'yı, hoşgörüyle, okullarıyla "Örnek bir Müslüman" olarak gösterdiler. Devlet büyükleri okullarını ziyaret etti ve Hoca'yı alkışladı.
Bir takiye vardıysa devletin bunu bilmemesi mümkün müydü? Değildi.
Maksatlarını yerine getirdiler, ardından büyüdüğünü görünce de "Devleti ele geçirmek istiyor" dediler.
Aynen de böyle oldu.
Onlar, “Devleti ele geçiriyor” dediklerinde Fetullah Gülen devleti zaten çoktan ele geçirmişti.
Bizim derin devletin bilmediği şey şu idi…
Fetullah Gülen’in arkasında sadece kendileri yoktu.
Amerika, Vatikan ve Masonlar Fetullah Gülen’in gizli destekçileriydi.
Bu kadar ayrıntıyı başta anlattığım raporu daha iyi anlayasınız diye aktardım.
Gelelim Genelkurmay’ın hazırladığı FETÖ darbesi raporuna..
Milli Savunma Bakanlığı 15 Temmuz FETÖ darbe girişimine yönelik son derece titiz bir çalışma yürüttü.
Yapılan çalışmalar ardından kapsamlı bir rapora dönüştürüldü.
İlk bakılan şey; darbeye katılan general ve amirallerin durumu oldu.
Darbe yapıldığında TSK bünyesinde 358 general/amiral bulunuyordu.
Bu 358 General ve Amiralin 151’i FETÖ darbesinde bizzat yer aldı.
Bu rakam tutuklanan FETÖ’cü amiral ve general sayısıdır.
Bunun Toplam general/amiral içindeki oranı yüzde 42.1 idi.
Hakikaten korkunç bir durum.
Bir ordu düşünün ki bu ordunun komutanlarının neredeyse yarısı vatan haini olmuş.
Cenab-ı Allah bu milleti hakikaten çok büyük bir beladan kurtardı.
Bu millet bu hainleri kısa sürede yendi.
Bu millet o gece sadece FETÖ’yü değil; Amerika’yı da, CIA’yı da, Vatikan’ı ve Avrupa’yı da kısaca 7 düveli yendi.
Bakmayın siz FETÖ’cülerin 15 Temmuz’u küçük gösterme çabalarına.
15 Temmuz zaferi, Türk milletinin tarihine geçen bir destan gecesidir.
TSK’nın o çalışmasında; bu 151 general ve amiral ’in orduya ne zaman sızdığı ve kimin döneminde kurmaylık aldıkları araştırıldı.
Sonuç çok çarpıcıydı..
Önce şunu belirtelim.
Askeri öğrenciler, 9 - 11 ay görev yapar. Teğmen: 3 yıl, Üsteğmen: 6 yıl, Yüzbaşı: 6 yıl (İlk 3 yıl yüzbaşı, son 3 yıl kıdemli Yüzbaşı), Binbaşı: 5 yıl, Yarbay: 3 yıl, Albay: 6 yıl, Tuğgeneral: 6 yıl, Tümgeneral: 4 yıl, Korgeneral: 4 yıl ve Orgeneral: 4 yıl ( Bu süre Yüksek Askeri Şura kararı ile uzatılabilir?
Orduya giren bir askeri öğrenci 26- 30 yılda Tuğgeneral veya tuğamiral olabilir.
İşte bu hesaptan yola çıkarak;
FETÖ 1974 yılında askerin içine sızmaya başladı.
Fetullahçı Terör Örgütü 43 yılda Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en kritik karar alma mekanizmalarını, komuta kademesindeki hayati öneme sahip makamları ele geçirdi.
Tam 43 yıl büyük bir sabır ve dikkat ile örümcek ağı gibi örgütlendiler.
Burada iki şeye dikkatinizi çekmek isterim.
FETÖ’nün orduya ilk sızma tarihi 1974…
Peki 1974 yılında kim başbakandı?
Kıbrıs Barış Harekâtından hatırlayacaksınız; Bülent Ecevit.
Fetullah Gülen’i Ecevit’e teslim eden Kasım Gülek’ti.
Geçenlerde Zülfü Livaneli benim yazdıklarımı bire bir teyit etti ve şöyle dedi;
- Ecevit, Fethullah Gülen teşkilatıyla yan yana geldi, onlara kontenjan verdi, her türlü olanağı sundu. FETÖ'yü devlete ilk yerleştiren Tayyip Erdoğan değil, Bülent Ecevit’tir.
FETÖ AK Parti’den yaklaşık 30 sene önce devlete sızmıştı.
Raporla ortaya çıkan belgeler, “FETÖ TSK’ya 1982 yılında sızdı” tezini de doğrular nitelikte.
O belgelerde; darbe girişimine katılan orgeneral, korgeneral, tümgeneral ve tuğgeneral rütbesindeki generallerden Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda görev alan toplam 65 generalin ilk olarak 1982’de TSK’ya girdikleri dikkat çekti.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na giren toplam 463 kurmay albay ve albayın 1985’te,
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na giren 85 kurmay albay ve albayın ise ilk kez 1986’da TSK’ya sızdıkları görüldü.
1982’de kim vardı?
12 Eylül Darbecileri ve Kenan Evren..
Hani bunlar İrticanın baş düşmanıydı.
Kenan Evren ve avenesi 65 FETÖ’cü general ve amirale resmen yol vermiş.
Bu tesadüf olabilir mi?
Ecevit’ten sonra darbeci askerler resmen FETÖ’cülere yol vermiş.
Tutuklanan FETÖ’cü generallerin hangi yıl mezun oldukları araştırıldı.
1984 yılında 9, 1985 yılında 14, 1986 yılında 15, 1987 yılında 10, 1988 yılında 24, 1989 yılında 19, 1990 yılında 25, 1991 yılında 5, 1992 yılında 5 ve 1993 yılında 2 FETÖ’cü general askeri okuldan mezun olmuş.
FETÖ’cü general ve amiraller; 1988, 1989 ve 1990 yıllarında rekor kırmış. Bu 3 yılda 65 FETÖ’cü general mezun olmuş.
Şimdi size bir soru daha soracağım..
1988 yılında Genelkurmay Başkanı kimdi?
Necdet Üruğ idi…
Kendisi sıkı bir irtica karşıtı tavizsiz bir Atatürkçü idi.
Hale bakın ki FETÖ’cü generallerin büyük bir kısmı onun döneminde mezun olup göreve başladılar.
Orgeneral rütbesinden ihraç edilen iki generalden YAŞ eski üyesi Akın Öztürk 2000 yılında, 2. Ordu eski komutanı Adem Huduti ise 1999 yılında albaylıktan tuğgeneralliğe terfi ettirilmiş.
28 Şubat döneminde yani…
Erbakan’ı devirmek için post modern darbe yapan paşalar, meğer arka planda FETÖ’cü generalleri terfi ettirmekle meşgulmüş.
Raporda şu ifadeye yer verildi;
Fetullah Gülen, 28 Şubat 1997 post modern darbe sürecinden hemen sonra dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’e son derece saygılı ve itaatkâr bir mektup yazarak, yapılan müdahalenin çok doğru ve gerekli bir karar olduğunu bildirdi. Örgüte ait tüm okulları kendilerine devretmeyi teklif etti.
Her ne kadar Fetullah Gülen 1999 yılında ABD’ye kaçmış olmasından dolayı 28 Şubat sürecinin mağduru gibi gösterilmeye çalışılsa da, geriye dönüp bakıldığında 28 Şubat sürecinin Türkiye'deki en büyük kazananının Fetullah Gülen ve örgütü olduğu söylenebilir.
TSK’nın raporuna göre; FETÖ’cüler 12 Eylül darbesiyle içeriye sokuldular, 28 Şubat cuntasıyla da terfi ettirilerek generallik yolu açıldı.
Sonuç;
FETÖ dini bir cemaat veya örgüt değildir.
FETÖ; Din-i İslam’ı bozmak için o zamanki derin devletin; Türkiye’yi ele geçirmek için CIA’nın kullandığı vatan hainleri topluluğudur.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
DEVAM EDECEK
.
FETÖ SUİKASTİ!.. 17’LİK VİLDAN’A NASIL KIYDILAR
Fetullah Gülen Nur camiasıyla kavgaya girdikten sonra, kendisine ayrı bir yol seçti.
Bu seçtiği yolda bir türlü yenemediği hırsı ve kini önüne ışık oldu.
Gülen, Nur Cemaatinin tek sorumlusu ve lideri olmak istiyordu.
Cemaati bütünüyle etrafına topladıktan sonra dışarıya açılacak ve diğer cemaatleri de bünyesine katacaktı.
Büyük planı buydu.
Hatta gelinen noktada sadece Türkiye’nin değil, dünyadaki bütün Müslümanların lideri olmak gibi bir hırsa kapıldı.
Bunun için de; İslami, insani ve ahlaki bütün değerleri ayaklarının altına almaktan çekinmedi.
Fetullah Gülen’in pis niyetini ilk çözen rahmetli Turgut Özal oldu.
Özal, “Bu adam çok tehlikeli birisi. Sadece Türkiye’yi değil bütün dünyayı istiyor” demişti.
Bu büyük hedef için ilk durak, elbette kendi cemaatiydi.
Nur cemaati içerisinde ise en büyük rakibi Yeni Asya Grubunun lideri Mehmet Kutlular’dı.
Fetullah Gülen bağımsızlığını ilan ettikten sonra; hem geçmişin hesabını görmeye hem de gelecek için kendine lazım olacak elemanlar yetiştirmeye karar verdi.
Hesabını görmek istediği ilk isim de şüphesiz ki Mehmet Kutlular’dı.
Kendisiyle hem kavga etmiş hem de bir türlü biat ettirememişti.
Kutlular’ın kendisini çağırıp hesaba çekmesini bir türlü hazmedememişti.
Mehmet Kutlular o günü şöyle anlattı;
-1973 yılı idi.. Fethullah Gülen’in etrafında bir takım insanlar toplanmış, kendisine bazı makamlar izafe ediyorlardı. Kimisi ‘Hazret-i İsa,’ kimisi ‘Mehdi,’ kimisi de ‘Kahtani’ diyordu. Gülen’e aşırı iltifatlar yapılıyordu.
Kutlular; kendine izafe edilen bu makamların dinen uygun olmadığını FETÖ’nün yüzüne söyledi.
Ardından da şöyle dedi;
- Bak böyle böyle bir hadise var. Biz aynı Üstadın talebeleriyiz. Nur Talebesiyiz. Böyle ayrı bir hareket, ‘size bağlı, bize bağlı’ diye bir durum olamaz.
Fetullah Gülen bunun üzerine şöyle cevap verdi;
- Ben sizin gibi düşünmüyorum. Bunlar olabilir. Hatta bunlar Asr-ı Saadet’te de olmuş. Hatta biliyorsunuz Sahabeler kemiklerle birbirlerinin üzerine yürümüşler.
Mehmet Kutlular kendisine şöyle dedi;
- Onlar Sahabeydi. Hepsi içtihada yetkiliydiler. Fakat biz böyle değiliz. Biz talebeleriz. Bizim böyle içtihat yetkimiz yok.’
Fetullah Gülen o makamların sahibi olabileceğini belirtip, geri adım atmadı ve kavga ederek yanlarından ayrıldı.
Fetullah Gülen,Mehmet Kutlular’ın kendisini hesaba çekmesini hiç unutmadı.
1995 yılıydı.
11 Eylül gecesi Nur cemaatinde tamiri mümkün olmayan bir travma yaşandı..
17 yaşındaki Vildan, dinine bağlı ve namusuna düşkün bir kızdı.
Ailesi örtünmesine karışılmaması için İmam hatip lisesi ’ne yolladı.
Eyüp İmam Hatip Lisesi’nde okurken, Ozan adındaki bir serseri peşine düştü(veya düşürüldü)
O tarihte 25 yaşında olan bu adam, aynı zamanda esrarkeşti.
Her okul çıkışı kapısında bekleyip Vildan’ı kendine bağladı.
Vildan bu serseriye adının Pelin olduğunu söyledi ve babasının kim olduğundan asla bahsetmedi.
Onun yanında hiçbir zaman Vildan ismini kullanmadı.
Vildan 10 Eylül günü akşama doğru ailesine; “Bir arkadaşıma gidip-geleceğim… İki saat içinde dönerim” dedi ve çıktı evden. (İKİ SAAT İÇERİSİNDE DÖNERİM sözüne dikkat)
Ailesi gece yarısı olmasına rağmen gelmeyen kızları için iyice endişelendi.
Polise haber verdiler.
Tarih 11 Eylül 1995… Saat “gece 02.00” civarı!..
Polisler evde endişeyle bekleyen babaya telefonla acı haberi verdi;
- Kızınız Vildan, eroin komasına girmiş! Beyoğlu Sıra Selviler Caddesi Hocazade Sokak’ta baygın halde bulunmuş!
Çevredeki vatandaşlar tarafından bir taksiye bindirilip hastaneye götürülürken yolda hayatını kaybetti!
Adamcağız şok geçirdi. Telefon elinden düştü.
Eve gelmesini beklediği kızı, Beyoğlu’nun arka sokaklarında yarı çıplak halde bulunmuştu.
Kayda göre Vildan, altın vuruş yaparak eroin komasından ölmüştü.
“İki saat içerisinde dönerim” diyen Vildan, neden eroinle altın vuruş yapsın?
Bu sorunun cevabı sır oldu.
O Vildan; Yeni Asya Grubu’nun Lideri Mehmet Kutlular’ın kızıydı.
Olayı araştıran polisler; Vildan’ın erkek arkadaşı olarak bilinen Ozan adında bir kişiyi gözaltına aldı. Bu kişinin gerçek adının Hayri Adıgüzel olduğu ortaya çıktı.
Vildan'ın en yakın arkadaşı Burcu G. Hayri'nin Vildan'a iki kez eroin enjekte ettiğini söyledi. Bunun üzerine Hayri A. tutuklandı.(Vildan'ın ölümünden 4 yıl sonra 1999'da bu kez Burcu G. üçüncü katta bulunan evinin balkonundan atlayarak intihar etti.)
Gözaltına alınan Adıgüzel, tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu Vildan Kutlular'ın ölümüne sebep olmak suçuyla yargılandı.
Mahkemede çok rahat bir şekilde ve profesyonel davranan Hayri Adıgüzel; “Mehmet Bey, kızının katilini arıyorsa, bence kendisine baksın. Kızına sahip çıkmamış." Diyerek gerçek hedefin kim olduğunu göstermiş oldu.
Kimse Hayri Adıgüzel'in neden "Ozan" kod adını kullandığını ve kendisini Pelin olarak tanıtan Vildan’ın babasının gerçekte Mehmet Kutlular olduğunu nasıl bildiğini sormadı.
Kimse olayın perde gerisini merak etmedi.
Polisler ve savcı bunun bir planlanmış cinayet olma ihtimalini hiç değerlendirmedi.
Olay polis kayıtlarına; dikkatsizle ölüme sebebiyet vermek olarak girdi.
Hayri Adıgüzel, 18 Ocak 1996'ya kadar 3-5 ay hapis yattıktan sonra tahliye oldu.
1997 yılının Ağustos ayında eroin alacak para bulamayınca arkadaşıyla birlikte bir kuyumcuyu soydu. Gasp ve soyguna teşebbüs suçlarından 20 ay hapis cezasına çarptırılan Hayri Adıgüzel, Bayrampaşa Cezaevi'ndeki silahlı çatışma ve adam öldürme olaylarına adı karıştığı için cezası 44 yıla çıktı.
4.5 yıl hapis yatan Adıgüzel, Ağustos 2002'de şartlı tahliye edildi.
Hayri Adıgüzel bir gazeteye yaptığı açıklamada; hayatını anlatan bir günlük tuttuğunu, bu günlüğü kitaba çevireceğini duyurdu.
Hatta kitabının adını da vererek; ‘‘Kitabımın adı 'Çığlık' olacak.” Dedi.
Kitabının adı çığlık olmadan kendisi çığlıklar atarak can verdi.
Vildan’ın katili; kitap yazacağını duyurarak kendi infaz kararını da imzalamış oldu…
O kitap kararı; Vildan’ı altın vuruşla katlettirdikleri efendilerini harekete geçirdi.
Hapisten çıktıktan sonra; Boğazkesen Caddesi, Cicim Sokak, 4 numarada bulunan apartmanın en üst katındaki 4 numaralı daireye kısa süre önce taşınan Adıgüzel'den haber alamayan arkadaşları, gittikleri evde kendisini ölü buldu.
Tıpkı öldürdüğü Vildan gibi, KİRALIK KATİLİ de altın vuruşla ölmüştü.
Kiralık katilin de sonu katlettiği Vildan gibi oldu.
Vildan’a eroin enjekte edildiği evde iki kişi daha vardı.
Vildan Kutlular olayında adı geçen bir başka isim olan Serdar Yazıcı ve Kadıköy'de bir barda çalışan Sema Keskin aşırı dozda uyuşturucudan öldü. Onlarda altın vuruş kurbanı olarak sırları ile bu dünyadan ayrıldılar.
O evdeki 5 kişiden dördü altın vuruş yaparak eroinden, Reha isimli kişi de yanarak öldü.
Kara haberi alan Mehmet Kutlular, daha sonra yaptığı açıklamada şöyle dedi:
- Hedef kızım değil, benim!..
Mehmet Kutlular mahkemede ‘Benim kızım uyuşturucu kullanmıyordu. Onu arkadaşları alıştırdı. Uyuşturucu verip öldürdüler. Bu bir devlet komplosudur' deyip MİT’i adres gösterdi.
Kızının eroin kullanırken altın vuruş yapması, (Altın vuruş, bağımlının aşırı dozda uyuşturucu kullanıp ölmesine verilen ad) Mehmet Kutlular’ın itibarına suikasttı.
Mehmet Kutlular; kızının hem ölümü hem de ölüm şekliyle resmen bitti.
Cemaat içerisindeki itibarı yerle bir oldu.
Beyoğlu’nun arka sokaklarında eroinden kendinden geçmiş bulunana kadar, ne kolunda ne de vücudunun herhangi bir yerinde uyuşturucu izi yoktu.
Eroin kullananlar bu uyuşturucuyu şırınga ile kollarından damarlarına zerk ettikleri için, o bölge delik deşik olur.
Vildan da bırakın delik deşik olması, tek bir iz bile yoktu.
“Hedef kızım değil, benim!..” diyerek doğru bir tespitte bulunan Mehmet Kutlular, hedef olarak MİT’i göstererek büyük bir yanılgıya düştü.
1997 yılında Aktüel dergisinde yayınlanan "Vildan'ın Ölümünde MİT Parmağı" başlıklı haberi MİT'in tarihinde resmi bir açıklama ile yanıt verdiği ikinci haber oldu.
MİT haber üzerine açıklamasında Kutlular'ın cemaat içerisinde tartışmalı hale geldiğini vurgulayarak, “Mehmet Kutlular'ın cemaati karşısında düştüğü üzücü durumu saptırmak amacıyla milli bir kuruluş olan MİT'i hedef olarak göstermesi esef vericidir." denildi.
MİT’i adres gösteren Kutlular yanılıyordu. MİT’in Vildan’ın ölümüyle hiçbir alakası yoktu.
O yıllardaki ceberrut devletin hedef alması için Kutlular’dan çok daha tutucu cemaatler ve liderleri vardı.
MİT ve devletin diğer istihbarat birimlerinde o yıldan bugüne kadar tek bir bilgi bile yer almadı. Ancak işin FETÖ tarafından yapıldığına yönelik pek çok işaret ortaya çıktı.
Vildan; Fetullah Gülen’in diş bilediği ve cemaat içerisindeki en büyük rakibinin kızıydı.
Bu olaydan hemen sonra Fetullah Gülen’e yakın isimler Nur Cemaati içerisinde Kutlular aleyhinde çalışmaya başladı.
“Kızı eroinden ölen birisi, kızına bile söz geçiremeyen birisi cemaatimizi nasıl temsil edecek?” deyip, nurcuları kendi taraflarına çekmeye başladı.
Kızının ölümünden önce Mehmet Kutlular, Nur Cemaati’nde büyük bir kitlenin başındaydı!.
Bu olayla birlikte en yakınları bile selamı sabahı kesti.
CIA usulü bu suikast, Mehmet Kutlular’ı hayatı boyunca töhmet altına soktu.
Her başını kaldırdığında FETÖ’cüler Vildan’ı tokmak gibi başına vurdular.
Bu yüzden Nur Cemaatini tamamen ele geçirmek için Vildan’ı FETÖ katletti.
Gerek hazırlanış, gerek yapılış ve gerekse de kazanımıyla gerçekten dört dörtlük bir cinayet işlendi.
Vildan; Vicdansız FETÖ’nün tek adam olma hırsına kurban gitti.
Vildan olayı, Fetullah Gülen’i Nurcular arasında tek lider yaptı.
DEVAM EDECEK
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
TÜRKEŞ FETULLAH GÜLEN’İ ÖLDÜRMESİ İÇİN KİMİ GÖREVLENDİRDİ?
Fetullah Gülen hiç sevmediği Rahmetli Türkeş’in cenaze namazını kıldırabilmek için Zaman Gazetesi’ne yalan manşet attırmıştı.
Bununla da yetinmemiş araya bir yığın hatırlı kimseyi koymuştu.
Önce Tuğrul Türkeş sonra da Ülkücüler onun bu girişimini engelledi.
Peki, Fetullah Gülen Türkeş’in cenaze namazını kıldırmak için neden bu kadar istekliydi?
Fetullah Gülen kendi annesinin cenazesi için tek bir programını iptal etmemişken, Türkeş için neden bütün programlarını iptal edip cenazeye koştu?
Bir dönem Fetullah Gülen’in ikinci adamı pozisyonunda yer alıp darbeden sonra saf değiştiren yakın adamı Latif Erdoğan bu konuda korkunç bir iddia da bulundu;
- Alparslan Türkeş’in infaz emrini FETÖ verdi.
Fetullah Gülen’in pek çok kirli çamaşırını ortaya döken Latif Erdoğan, "Kendisi için çok ciddi engel gördüğü Türkeş'in infazını emretti. Ona yakın kripto FETÖ elemanları da emri gerçekleştirdi." dedi...
Türkeş vefat etmeden 4-5 gün önce Fetullah Gülen ile aralarında ilginç bir konuşma geçtiğini aktaran Erdoğan, “1997 yılında Gülen bana, ‘Türkeş beni öldürmek için emir vermiş. Vazifelendirdiği kişi de bizim arkadaşlardan biri. Geldi boynuma sarıldı, hocam ben size nasıl kıyarım dedi, ağladı. Sonra da olayı anlattı’ dedi.
Bu olayın üstünden 3-5 gün geçmişti. Alparslan Türkeş aniden kalp krizinden vefat etti” diye konuştu.
Böyle bir suikast mümkün mü?
O tarihte bu iddia pek çok kimseye uçuk gelebilir.
Bugün bakınca; olması, olmamasından daha mümkün görünüyor.
Türkeş’in vefat şekli ile Özal’ın vefat şekli hemen hemen birbirinin aynı…
FETÖ’nün zehirleyip şehit ettiği Turgut Özal’da kahvaltıdan hemen sonra kalp krizi geçirip vefat etmişti.
Türkeş de akşam yemeğinden hemen sonra eve gitmek için bindiği arabasında ani kalp krizinden hayatını kaybetti.
Keza; Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nu da FETÖ’cü F-4 savaş uçağı pilotu şehit etti.
Dini ve milli bütün değerlere karşı olan Fetullah Gülen’in bu milletin sevdiği liderlerini ortadan kaldırmasından daha normal ne olabilir?
Sonuçta; Fetullah Gülen efendisi Amerika’ya çalışan birisi…
Amerika bu sözde İmamı ‘!’ ve onun binlerce sözde İslamcı(!) taraftarlarını ülkesinde hayrına tutmuyor. Amerika bu hainleri kendine hizmet ettiriyor.
FETÖ’cüler de verilen bu görevin karşılığını, vatan hainliği olarak ödüyor.’
Hizmet Hareketi’nin gizli manası, Amerika ve Vatikan’a hizmettir.
Fetullah Gülen de saklamadan açık açık da bu hizmeti yerine getiriyor.
Verdiği din ve vatan hainliği hizmeti karşılığında; Amerika kendisini ve adamlarını ülkesinde tutup, koruyor.
Kusura bakmayın ama… Amerika binmeyeceği eşeğin önüne saman atmaz.
Alparslan Türkeş, Turgut Özal ve Muhsin Yazıcıoğlu…
Üçü de gerçek birer vatanseverdi.
Üçü de vatanları kadar dinlerine de düşkündü.
Üçü de devletlerinin dünya devleti olması ülküsünün peşindeydi.
Üçünün de Kızıl Elma hayali vardı.
Üçü de Fetullah Gülen’den hoşlanmıyordu…
Bunlardan ikisi; Türkeş ve Özal benzer şekilde vefat etti.
Gel de huylanma..
Fetullah Gülen Türkeş’i neden öldürtmüş olabilir?
Başbuğ’un vefat ettiği yıllarda bunun mantıklı bir cevabı yoktu.
O yüzden kimse şüphelenmedi.
Ama şimdi var…
O yıllarda Fetullah Gülen, sahte yüzünü gösteriyor gerçek niyetini kalbinde saklıyordu.
İnsanlar onu, kendini dine adamış bir hoca olarak görüyordu.
Hem ahali hem de siyaset adamları; dine hizmet eden zatların asla vatanlarına ihanet etmeyeceklerini bildikleri için, Fetullah Gülen’den şüphelenmiyordu.
Fetullah’ın kendini Vatikan’ın dinler arası diyalog adlı dinsizlik projesine adayıp, Amerika’ya hizmetkâr olacağını kimse düşünemedi.
Bugün anlaşıldı ki; Fetullah Gülen’in bütün amacı, kılcal damarlarına kadar sızdığı devleti ele geçirmek ve ele geçireceği Türkiye Cumhuriyeti’ni de ABD’ye teslim etmekti.
Bu amaca uygun olarak da; Millete önderlik edecek vatanseverler liderleri teker teker ortadan kaldırdı.
Fetullah Gülen’in bir taktiği vardı.
Her partiye ve her lidere en iyi adamlarını yollar, onları o parti ve liderin en sadık adamı gibi davranmasını tavsiye ederdi.
Bu FETÖ’cüler gittikleri partilerde ve siyasilerin yanında asla kendini belli etmezdi.
Türkeş’in güvenini kazanan da muhtemelen bunlardan birisiydi.
Öyle anlaşılıyor ki; Başbuğ, Fetullah Gülen’in hainliğini daha o yıllarda keşfetmiş ve çok güvendiği o kişiye bu meseleyi açmış.
Yıllar sonra oğlu Tuğrul Türkeş’e ' Fetullah Gülen’in ortadan kaldırılma' meselesi soruldu.
Tuğrul Türkeş şöyle dedi;
- Babam Gülen’i hiç sevmezdi. Dışarı yansıtmazdı ama onun da babamı sevmediğini biliyorum. Babam onun boynuna sarılacak kurmay bir adama, ‘Git Fetullah’ı ortadan kaldır’ diye bir emir verir mi?
İşte bizim dediğimiz de bu zaten. Tuğrul Türkeş’in o tarihte görmediği de bu.
Her siyasi liderin en yakınında Fetullah Gülen’in en sağlam adamları vardı..
Gelelim FETÖ’nün Başbuğ Türkeş'e suikast gerekçesine…
Fetullah Gülen o yıllarda CIA’nın akla ziyan projesini hayata geçirdi.
Bu projeye göre; mali durumu zayıf garibanların çocukları alınıp, cemaatin evlerine yerleştirilecek. Bu çocuklar, cemaatin dershanelerinde eğitildikten sonra üniversitelere yerleştirilecekti.
Üniversiteden mezun olanlar da öncelikle; TSK, Emniyet Müdürlüğü, Yargı ve çeşitli kamu kuruluşlarında göreve başlatılacaktı.
İşte devletin kılcal damarlarına kadar sızma harekâtı böyle başladı.
Gülen gizli kasetlerinde mahrem imamlarına şöyle seslendi;
- Her yerde olun. Sizin orada olduğunu bilsinler ama sizi görmesinler. Nefesinizi hissetsinler ama bulamasınlar. Mevcudiyetimizi hissettirmeden çok ilerilere gidin, can damarları içinde dolaşın, ve sonra eğer dönülüp gelinecekse yara alınmadan, hissedilmeden dönüp gelin. Esnek olun, sivrilmeden can damarları içinde dolanın…
Arkasından da pis niyetini şöyle açık etti;
- Arkadaşlar belli bir kıvama ulaşmadan, gereken mesafe alınmadan bir erken vuruş veya çıkışlar yaparlarsa onların başları ezilir. Türkiye’deki bütün anayasal kuruluşları aynı anda tam manasıyla ele geçireceğimiz zamana kadar sabırla ve gizlice ilerleyeceğiz. Bu gücü tam olarak ele geçirene kadar her adım erken sayılır. Bilhassa, haber alma hususunda her zaman hasım cephenin çok önünde olunmalıdır. Türkiye'deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephemize çekeceğimiz ana kadar her adım erken sayılır.
Fetullah Gülen 1998 yılında Amerika’ya kaçmadan önce yaptığı bu konuşma ile 2016 yılında gerçekleştireceği darbenin ilk kazmasını vurmuş oldu.
Devleti ele geçirme projesi için ilk olarak Işık Evleri’nin temellerini attı. Arkasından FETÖ’yü inşa etmeye ve etrafındaki kitleyi örgütlemeye de başladı.
Işık Evleri kurulan yapıya genç ve eğitimli insanların devşirildiği merkezlerdi.
Gülen’in deyimiyle örgütün yetiştirmeye çalıştığı ‘Altın Neslin’ tohumlarının atıldığı mekânlar bu evlerdi.
Gülen 1970’lerin sonuna gelindiğinde ise bu yapının güçlendirilmesi için çalışmalarını yoğunlaştırdı.
O yıllar aynı zamanda devlete sızma harekâtının da başladığı yıllardı.
Yalnız büyük bir sorunu vardı.
Başbuğ Türkeş müthiş bir kadrocuydu.
Türkeş siyaseten hiç tek başına iktidar olmadı ama devlet içerisinde çok güçlüydü.
Devletin başına bir zeval gelmemesi için vatanını milletini seven ülkücüleri, başta askeriye ve emniyet olmak üzere kritik yerlere yerleştirmişti..
Türkeş’in evlatları; devlet kurumlarında hainlere yol vermiyor hatta bulduklarının da başını eziyordu.
Fetullahçıların devlete sızma planları için o yıllardaki en büyük engel, bu ülkücülerdi.
FETÖ ısrarla üst düzey bürokrasiye, emniyete, askeriyeye sızmak istiyordu. Her girişimlerinde karşılarında ülkücüleri buluyorlardı.
MHP’li bürokratlar; FETÖ’nün birimlerine girişine ve kadrolaşmasına izin vermiyordu.
Cemaatin TSK, Emniyet, Yargı ve bürokrasi imamları, yapılan her toplantıda onların tabiriyle komandoların bu baskısından şikâyet etti.
Fetullah Gülen’in Türkeş’e yanaşma çabasının altında da bu sıkıntıları vardı.
Latif Erdoğan Fetullah Gülen’in Türkeş’e suikast emri ile alakalı şunları söyledi;
- Genelde bütün siyasi liderlere, kanaat önderlerine, paşalara ve üst düzey bürokratlara uygulanan taktik gibi FETÖ kriptoları, Alparslan Türkeş’e de yakınlık kurup, güvenini kazandı.. Türkeş, FETÖ’nün emellerinin farkındaydı ve onu engellemenin yollarını arıyordu. Türkeş’in girişimlerinden de Gülen haberdardı.
Benim tahminim Fetullah Gülen hem kadrolaşma meselesi hem de Türkeş’in kendisiyle ilgili girişimi sebebiyle infaz emrini verdi.
Latif Erdoğan Fetullah Gülen’in Türkeş’in cenazesine koşturup gelmesi ve cenazi namazını kıldırmak istemesiyle ilgili de şöyle dedi;
- Tamamen tepki ve dikkat çekmemek için böyle davrandı karda kışta, kendi annesinin cenazesini bile kıldırmadan önce programlarını iptal etmeyen adam, tüm programlarını iptal edip Türkeş’in cenazesine gitti.
Benim arşivimde Gülen’in Türkeş’e karşı çok rezil, çok galiz lafları var.
Dünyaya hiç kimseye söylemediği lafları Türkeş’e karşı söyledi. Bunları söyleyen kişi, cenazede bir de namazı kıldırmak istedi.
Başbuğ’un vefatıyla ilgili esas şüpheyi de bizzat oğlu Tuğrul Türkeş açıkladı;
- Babam gayet sağlıklıydı ve sorduğumda bana hiçbir sağlık probleminin de bulunmadığını söyledi. Vefat akşamı da yemekte bir şikâyeti yoktu.
Hiçbir şikâyeti olmayan Başbuğ Türkeş o yemeği yedikten hemen sonra bindiği aracında, tıpkı Rahmetli Turgut Özal gibi aniden kalp krizi geçirip vefat etti.
Başbuğ’un da tıpkı Özal gibi hastaneye getirildiğinde kalbi durmuştu.
Sonuçta; hedefler farklı, amaç da katil de ve kullandığı yöntem de aynıydı.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
DEVAM EDECEK
.
.
|
Bugün 128 ziyaretçi (656 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
FETÖ TÜRKEŞ’TEN VE ÜLKÜCÜLERDEN NEDEN NEFRET EDER?
Fethullah Gülen vaazlarına devam etti, yeni yurt binaları inşa etti ve 1978 yılında meşhur ağlayan çocuk resmiyle Sızıntı Dergisi yayın hayatına başladı.
Fetullah Gülen Cemaat anlayışından kopmuş, artık kendine çalışmaya başlamıştı.
Konuşmaları çoğaltılarak kaset yapıldı ve dağıtılmaya başlandı.
Bu tavrı cemaati de karıştırdı.
Yeni Asya’nın önde gelenleri Fethullah Gülen’i açıkça eleştirmeye başladı ve yayınlarının dershanelere girişini yasakladılar. Bununla da yetinilmedi sohbetine giden cemaat üyeleri dışlandı.
Fethullah Gülen de Yeni Asya Cemaati’nin; hizmet dışı olduğunu ve siyasi bir grubu dönüştüğünü iddia etti.
Fethullah Gülen Yeni Asya Gazetesine yaptığı itirazların aynısını Milli Selamet Partisi’nin yayın organı Millî Gazete ’ye de yapınca hiç beklemediği ve büyük bir tepkiyle karşılandı.
Erbakancılar Gülen’in Adalet Partisi’ni övdüğü bir konuşmasını açık alanda dinletince, Millî Görüş’ten destekçileri kendini terk etti.
Adalet Partisi’ni Yeni Asya Grubuna, Milli Selamet Partisi’ni de Millî Görüşe kaptıran Fetullah Gülen’in elinde bir tek kendi deyimiyle komandoların MHP’si kaldı.
Fetullah’ın Nur dershanelerindeki adamları, “Başbuğun Risale-i Nur okuduğunu ileride tam bir Nurcu lider olacağı” yalanını yayıyorlardı.
Cemaatin ağır topları ise Türkeş’i ezelden sevmiyordu. Türkeş’i Sait Nursi’nin mezarının ortadan kaybolmasının müsebbibi görüyorlardı.
O günlerde Türkeş’e sık sık Said Nursi'nin mezarıyla ilgili sorular soruluyordu...
23 Mart 1960 yılında Şanlıurfa'da vefat eden Said Nursi'nin Naaşı, 27 Mayıs darbecileri tarafından bir gece Urfa'dan kaçırılmıştı.
O geceden sonra ne naaşından ne de mezarından haber alınamadı.
Kulaktan kulağa iki iddia konuşuldu.
Birinci tabutuyla birlikte denize atıldığı, İkincisi ise; Isparta şehir mezarlığında kimsesizler kısmına gömüldüğü idi...
Nurcular iki iddianın peşine düşmüşken, MHP’ye yakınlığıyla bilinen Haber Ajanda isimli dergide "Muhip Alp" imzasıyla ilginç bir yazı yayınlandı…
- Afyon-Isparta arasındaki çınar ağacı altında meftun bulunan Bediüzzaman’a yolu oradan her geçtiğinde Türkeş uğrayıp dua okudu zaman zaman...
O yazıda geçen bu ifade, tartışmaları iyice alevlendirdi. Ancak kesin bir sonuç alınamadı.
Nurcuların bir kısmı Isparta şehir mezarlığında Said-i Nursi’nin ruhuna Fatiha okuyorlar; Bir kısmı da denize atıldığına inanıp Akdeniz’e bakarak arkasından dua ediyordu.
Yeni Asya Grubunun Süleyman Demirel’e büyük bağlılığı Isparta’dan gelir.
Sait Nursi’nin sürgün hayatı yaşadığı ve mezarının Şehir Mezarlığında gizlendiği Isparta’dan, bir başbakan çıkmasını hocalarının bir kerameti görüyorlardı.
Öyle gördükleri için Demirel Mason çıkmasına rağmen peşini bırakmadılar.
Söz Demirel’den açılmışken size çok ilginizi çekecek bir olay anlatayım...
Rahmetli Özal’dan sonra Demirel Cumhurbaşkanı oldu:
Cumhurbaşkanı olduktan sonra Çankaya Köşk’ünde kendine bir ekip kurdu.
İlk iş olarak farklı kesimlerden onlarca kişiyi kendisine başdanışman yaptı.
Bunlardan birisi de kendisinin sıkı muhalifi olan bir ünlü gazeteci idi.
Demirel’e yıllarca kendisine küfreden bu gazeteciyi niçin başdanışman yaptığı soruldu.
Verdiği cevap tam Demirellikti;
- Karşıda tutup bana havlatacağıma, yanımda tutup karşıya havlatıyorum.
Azılı solcuları bile kendisine danışman alan Demirel, Yeni Asya Grubu’ndan hiç kimseyi yanına almadı.
Yeni Asya tabanı ve üst yönetimi bundan fazlasıyla rahatsız oldu.
Aralarında toplantı üzerine toplantı yapıp istişarelerden bulunduktan sonra Demirel’e çıkıp rahatsızlıklarını iletmeye karar verdiler.
Randevu alındı ve köşkün yolunu tuttular.
Demirel gelen heyeti bir masada karşılıklı oturttu.
Gelenlerin yüzüne baktı ki; yüzler asık ve sallanıyor.
Demirel uyanık adam. Uzatmadan konuya girdi;
- Hayırdır sizin bu yüz asıklığınızın sebebi nedir. Bir mesele mi var?
Heyettekiler birbirine baktıktan sonra birisi söz aldı;
-Var Efendim var… Biz çok üzülüyoruz. Çankaya Köşkü’ne düşmanlarınızı bile aldınız ama bizden bir arkadaşı bile yanınıza almadınız. Arkadaşlar Çankaya Köşkü’nde cemaatimizden kimse yok diye şikâyet ediyorlar.
Adam daha sözünü tamamlamamıştı ki; Demirel masaya iki elini vurup ayağa fırladı.
- “Çankaya Köşkü’nde cemaatimizden kimse yok” da ne demek.
BEN VARIM YA... YETMEZ Mİ?
Demirel’in bu tarihe geçecek sözleri ve beklenmedik tepkisi karşısında gelen heyettekiler, süt dökmüş kediye döndü.
“Biz böyle düşünemedik. Haklısınız. Siz varsınız. Bizi affedin Sayın Reis-i Cumhur Hazretleri” dediler.
3-5 danışmanlık alma umuduyla çıktıkları Köşkten, bir de mahcup olarak ayrıldılar.
Bu olay o yıllarda Ankara’daki kulislerde en çok konuşulan konulardan birisiydi.
Demirel bu... Onunla âşık atılır mı?
Neyse... Biz devam edelim.
Kirazlı Mescit’te toplanan Nurcuların ağır topları, nefret ettikleri Türkeş ve MHP aleyhine bir broşürün hazırlanması talimatını verdi.
Nurcular; Bekir Berk’in araştırıp, Mustafa Polat’ın yazdığı “Tarihi vesikalar ışığı altında İslami Hareket ve Türkeş” adlı bir kitap ortaya çıktı.
Kitap, Zübeyir Gündüzalp ’in talimatıyla Türkiye’nin dört bir yanındaki dershanelere gönderildi.
Çoğu şehirde; “MHP ile uğraşmak cemaate zarar verir” denilerek, kitap paketlerinden çıkarılmadı.
Nurcuların Türkeş hakkındaki bu kitabı, ülkücüleri harekete geçirdi.
Ülkücüler, İstanbul’da MHP broşürün ve kitapların basıldığı matbaaya silahlı baskın düzenledi. Matbaadaki herkesi yere yatırıp, kitapları ve broşürleri alıp götürdü.
Bununla da kalmadılar...
Nurcuların Adalet Partisi’nden büyük paralar aldığını belgeleyip, yayınladılar.
Şimdi size Fetullah Gülen’in nasıl bir rüzgârgülü olduğunu anlatayım
Fetullah Gülen’in en nefret ettiği isimlerden birisi Türkeş’ti...
Başbuğ; 4 Nisan 1997’de vefat etti.
Fetullah Gülen en çok nefret ettiği Türkeş’in cenaze namazını kıldırabilmek için 40 takla attı.
Yetmedi Zaman Gazetesi’ne, “Türkeş’in cenaze namazını Fetullah Gülen Hoca Efendi kıldıracak” şeklinde manşet attırdı.
Dönemin Diyanet İşleri Başkanı olan Mehmet Nuri Yılmaz, Erkan Özben ile Furkan Sin'in yazdığı "Hatıralarla Alparslan Türkeş" kitabında Türkeş'in cenaze töreni ve tören sırasında yaşananları şöyle anlattı...
Alparslan Türkeş'in vefat haberini alınca MHP Genel Merkezi'ne gittiklerini Tuğrul Türkeş'in kendisine "Babamın cenaze namazını kıldırmanızı istiyorum" dediğini aktaran Yılmaz şöyle devam etti:
Ertesi gün sabah kalktığımızda Zaman Gazetesi'nde ‘Alparslan Türkeş'in cenazesini Fetullah Gülen kıldıracak' şeklinde bir manşet atmışlar.
Bende, Tuğrul Bey fikir mi değiştirdi acaba diye kendisine sordum. O da ‘Hayır efendim haber yalan, bir kere benim babam devlet töreni ile uğurlanacak. O kim ki babamın namazını kıldırsın, hangi vasıfla bunu yapacakmış. Biz, sizin kıldırmanızı istiyoruz. Dedi. “Ben de bu sözlere istinaden cenaze günü hazırlandım, Diyanet'in önünden yola çıkacaktık ki Fetullah Gülen karşıdan geliyor.
Kapının önünde bizim Naim Hoca (Naim Gölleroğlu) vardı, o görüp durdurmuş.
Fetullah, Naim Hoca'ya, namazı kendilerinin kıldıracağını söylemiş.
Naim Hoca da ‘Hayır efendim, Tuğrul Bey bize söyledi. Vazife bizim, Sayın Başkan kıldıracak' karşılığını vermiş.
Biz Diyanet'ten çıkarken bu da takıldı peşimize camiye beraber gittik, saflarda da ben vardım. Yanımda Demirel, onun yanında Erbakan, Erbakan'ın yanında da Fetullah vardı.
Türkeş Bey'in cenazesini kıldırmayı çok istemişlerdi artık gayeleri neydi bilmiyorum ama onlara nasip olmadı, biz üstlendik vazifeyi ve namazımızı kıldırdık.
Kocatepe'den Sakarya'ya kadar cemaat vardı. Kıldırdığım en kalabalık cemaatti.
Tuğrul Türkeş, 15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra yaptığı bir açıklamada da bir dönem Fetullah Gülen'in babasına ulaşmaya çalıştığını anlatmıştı.
Tuğrul Türkeş "Ölümünden hemen sonra da ailemize çengel atarak babamın cenazesine konmaya çalıştılar" demişti.
Siyasi partilerin tamamını rakiplerine kaptıran Fetullah Gülen, Türkeş’in MHP’sine de yanaşamayınca dımdızlak ortada kaldı.
1980 yılında kendisi açısından tarihi bir karar verdi:
Askerden ödü patlayan siyasiler yerine, askere yanaşmaya karar verdi.
Fethullah Gülen Şubat 1980 tarihinde yaptığı bir konuşmada anarşist ve teröristleri devletin asker ve polisine bildirmeyenlerin Allah katında sorumlu olduklarını belirtti.
O yıl 12 Eylül darbesi oldu.
FETÖ’nün nasıl bir dönek olduğu daha o yıllarda ortaya çıktı.
Fetullah Gülen, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından Sızıntı Dergisi’nde yayınlanan ‘Son Karakol’ başlıklı yazısıyla Kenan Evren ve darbecilere olan desteğini açık bir şekilde dile getirdi.
Fetullah Gülen yalakalıkta o kadar ileri gitti ki; Kenan Evren’in cennetlik olduğunu bile söylemekten çekinmedi.
FETÖ lideri, Kenan Evren’in, 12 Eylül sonrası seçmeli din derslerini zorunlu hale getirmekle çok yararlı bir iş yaptığını belirtip; “Bu iş, öyle büyüktür ki doğrusunu Allah bilir – hiç sevabı olmasa da bu icraatı ona yeter. Evren cennete gidebilir” dedi.
Fetullah Gülen’in İslami bütün hükümleri yok sayarak Kenan Evren’i “Cennetlik” ilan etmesi, Evren’i bile çileden çıkardı.
2005 yılında bir gazeteye konuşan Kenan Evren “kimin Cennetlik olduğunu sadece Allah bilir” diyerek cuntaya destek vermek için darbeci generalleri “cennetlik” ilan eden Fetullah Gülen’e ders gibi bir cevap verdi.
Demirel, Erbakan ve Türkeş’ten yüz bulamayan Fetullah Gülen, darbeden sonra iktidara gelen Özal’a yanaşmaya kalktı. Özal FERASETİ ile onun hainliğini daha o yıllarda keşfetti.
Şimdi bütün FETÖ'cülere soruyorum.
Bütün ömrü FIRILDAKLIKLA geçmiş birisi din adamı olabilir mi?
Fetullah Gülen; Ermeni Patriği Kalustyan'a yazdığı mektupta; Büyük Peygamberimiz Hz. İsa’nın çocuklarının Müslüman geçinen cahil insanlar tarafından katledilmesini esefle kınıyorum.” dedi.
Hangi âlim küffara böyle bir mektup yazıp kendi dinini aşağılar?
Resulallah Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bakın ne buyurdu; “Meşhur olmak için ilim öğrenen Cehenneme gider. Allah rızasından başka maksatla ilim öğrenen Cehennemdeki yerine hazırlansın.”
Burada; Fetullah Gülen’in meşhur olmak için yaptığı fırıldaklıklar kastediliyor
Hala dinini, vatanını ve milletini satan Fetullah’ın arkasından gidiyorsanız…
Ben size ne diyeyim?
Ateşe doğru yolunuz açık olsun!..
.
FETULLAH GÜLEN TÜRBANLI HATİCE BABACAN İÇİN KİMİNLE YUMRUK YUMRUĞA KAVGA ETTİ
FETULLAH GÜLEN TÜRBANLI HATİCE BABACAN İÇİN KİMİNLE YUMRUK YUMRUĞA KAVGA ETTİ
Tekrar 1980’li yıllara geri dönelim.
Fetullah Gülen devlete sızmak istiyor ama Kasım Gülek ve Ecevit dışında kimseye yaranamıyordu.
O isimlerde sol kanattaydı.
Sol devlette, sağ ise halk arasında güçlüydü.
O yıllarda Özal, Demirel, Erbakan ve Türkeş vardı.
Özal kendisini lanetlemişti.
Fetullah Gülen Erbakan’a hain, Türkeş’e düşman gözüyle bakıyordu.
Geriye bir tek Demirel kalmıştı.
Demirel için ise ciddi bir sıkıntısı vardı.
Fetullah Gülen Demirel’i 70’li yıllardan beri Nurcuların diğer kolu Yeni Asya Grubuna kaptırmıştı.
Sait Nursi’nin vefatından sonra Nurcuların abileri cemaatin dağılmasını önlemeye çalışıyordu.
Tahiri Mutlu, Mustafa Sungur, Ceylan Çalışkan, Hüsnü Yeğin, Bayram Yüksel, Mehmet Fırıncı, Bekir Berk gibi Nur Cemaati’nin ileri gelenleri Zübeyir Gündüzalp’i hareketin başına getirdi.
Gündüzalp, İstanbul Süleymaniye’deki 46 numaralı evi, Nurcuların merkezi olarak tahsil etti.
Cemaatle ilgili kararlar; açılacak dershaneler ve Risale-i Nurların basım işi hep bu evde tertip edildi
Cemaat daha sonraları “ Kirazlı Mescit Cemaati” olarak anılmaya başlandı.
Cemaatin abileri aralarında yaptıkları toplantıda daha geniş kitlelere ulaşabilmek için bir gazete veya dergi çıkarmaya karar verdi.
O zamanlar Salih Özcan, Hilal isimli bir dergiyi yayınlıyordu.
Zübeyir Gündüzalp Salih Özcan ile yeni bir gazete kurma konusunda anlaştı.
Nurcular “İttihad” adlı gazeteyi kurdu.
1967 yılında yayın hayatına başlayan İttihad ’da Salih Özcan gazetenin imtiyaz sahibi, Mustafa Polat gazete müdürü, Mehmet Kutlular ise gazetenin sorumlu yetkilisi görevine getirildi.
Tirajı kırk binlere çıkan gazetenin yazar kadrosunda; Hekimoğlu İsmail, Ahmet şahin, Altan Deliorman, Necmettin Şahiner, Tevfik Paksu, Ali Ulvi Kurucu, Abdürrahim Karakoç, Vehip Sinan, Gürbüz Azak gibi isimler vardı.
Nurcuların tek hedefi gazete çıkarmakta değildi.
Onlar bir siyasi parti ile beraber olup hem askerin baskısından kurtulmak hem de devlete adamlarını yerleştirerek güçlenmek istiyorlardı.
Bunun için en ideal parti Süleyman Demirel’in Adalet partisi idi.
Adalet Partisi’nin 1965 seçimlerinde tek başına iktidara gelmesi, Nurcuları rahatlattı.,
Adalet Partisi tek başına iktidara geldiği dönemde Tıp fakültesinde başörtüsüyle okuyan Hatice Babacan olayı yaşandı.
Hatice Babacan ismindeki kız öğrenci okula başörtülü olarak gelince, hiddete kapılan dekan kızı okuldan attırdı.
Onu savunan bir erkek öğrenci vardı onu da okuldan attılar.
Bunun üzerine okuldaki nurcu öğrenciler okulun tarihindeki ilk boykotu gerçekleştirdi.
Olay büyüdü önce gazetelerin manşetine sonra da bütün Türkiye’ye ulaştı.
Okulda toplam 450 öğrenci vardı. Bunların 400’ü boykota katıldı.
Rektör; boykotçu öğrencilerin yanına gelip Hatice Babacan’ı tekrar okula alacağına söz vermesine rağmen, okulun senatosu kararından geri dönmedi.
Nurcuların ilk fiili eylemi olan bu boykotu destekleyenlerden birisi de cemaatin başında bulunan Zübeyir Gündüzalp idi.
Gündüzalp boykota destek için; bir otobüs dolusu talebeyi alıp İstanbul'dan, Ankara'ya getirdi.
İşin tuhaflığına bakın.
Nur cemaatinin ilk eylemi başörtü üzerine olmuş iken, onların arasından çıkan Fetullah Gülen yıllar sonra, “başörtüsü teferruattır” deyip kadınların başından türbanı çıkarttı.
Devlette kritik noktalardaki ve askeriyedeki örgüt elemanlarının eşlerine mini etek giyme fetvası verdi.
TSK’daki örgüt üyelerine şaraptan uzak durmaları şartı ile rakı içebilmelerine cevaz verdi.
Neyse; eskiye tekrar dönelim..
O gün tesettüre bu kadar sahip çıkan cemaat üyeleri, Eskişehir’deki yargılama sırasındaki Sait Nursi’nin sözlerini kaynak alıyordu.
Mahkemede Sait Nursi şöyle söylemişti;
- Tesettür meselesi hanımlar için farz-ı ayndır. Tesettür ayetini 1300 senedir âlimler bu şekilde tefsir etmiş. Beni bununla mahkûm etmek, bütün bu tefsirleri mahkûm etmek demektir. Bu nedenle bana iki sene hapis değil ya müebbet hapis, ya idam, ya da beraat verin”
O gün Sait Nursi’nin bu sözlerine uyan bir kısım cemaat üyeleri, bugün Fetullah Gülen’e uyup karılarını kızlarını çıplak dolaştırıyor.
Onun ‘Takiye’ sözüne kanıp Allahü teala’nın açık bir hükmüne karşı çıkıyor.
Allah’ın hükmünü bırakıp, o hükmün tersine olan hocasının hükmüne uyanın gideceği yer bellidir.
Allah Müslümanları bunların yolunda ve istikametinde etmesin.(ÂMİN)
Hatice Babacan olayı Nurcuların bölünmesine yol açtı.
Bu olayda Adalet Partisi ve Süleyman Demirel’den beklediği destek gelmeyince homurtular da başladı.
Bir grup Nurcu, “AP Döneminde Müslümanlara zulüm yapılıyor” diyerek yeni bir parti için kolları sıvadı.
Nurcular; “Parti kurmak isteyenler”, “Karşı çıkanlar” ve “Tarafsız kalanlar” şeklinde 3 parçaya bölündü..
Nurcuların bu kafa karışıklığı ve bölünmüşlüğü gazetelerine de yansımıştı.
Cemaatin İttihat Gazetesi’nde yazılar yazan Şule Yüksel Şenler, Bugün Gazetesi’ne transfer oldu.
Şule Yüksel Şenler’in ağabeyi Said-i Nursi'nin hizmetini gören talebelerinden biri olan Üzeyir Şenler’di.
Daha önce yazmıştım.
Üzeyir Şenler biliyorsunuz ölmeden hemen önce Fetullah Gülen’in mason olduğunu bildirmişti.
Nurcuların İttihat Gazetesi, bu türban meselesinde rektörü savunan CHP’yi çok sert eleştiriyordu.
CHP’nin eleştirilmesi Fetullah Gülen’i rahatsız etti.
Fethullah Gülen, İttihat Gazetesi’ne telefon açarak Mustafa Polat’a “ Sağa sola yapılan sataşmaları” bırakmasını istedi.
Bu yayın politikasına devam edilirse ittihat Gazetesi’ni okumayacaklarını beyan etti.
Gülen’i Erzurum’dan çocukluk yıllarından tanıyan Polat’ın cevabı çok sert oldu;
- Bu gazete benim değil Nurcuların gazetesidir. Nurcuların faaliyetlerini senin ağa baban olan İnönü bile durduramadı. Sen hiç bir şey yapamazsın
Görüyorsunuz değil mi?
O yıllarda bile Fetullah Gülen’e CHP’nin adamı deniliyordu.
Fetullah Gülen’in bugün CHP ile nasıl kanka olduklarını hayret edenler, boş yere şaşırmasın.
Fetullah Gülen anadan doğma bir CHP’lidir.
O Nurcu olarak CHP’ye sokulmadı. Bilakis CHP’li olarak nurcuların arasına karıştırıldı.
Bu arada şunu da belirteyim..
Mehmet Polat şurada yanılıyordu.
Fetullah Gülen İnönü’nün değil Kasım Gülek’in adamıydı.
26 Ocak 1970'te Necmettin Erbakan ve 17 arkadaşı tarafından Milli Nizam Partisi kuruldu.
Erbakan’ın sağda dindar bir parti kurması hem Süleyman Demirel’i hem de Demirel’i destekleyen Nurcuları panikletti.
Gençlerin o türban olayından dolayı Demirel’e kızgın olduğunu bilen Demirelci Nurcular, tabanlarını Milli Nizam Partisi’ne kaptırmamak için anında harekete geçti.
İlk iş olarak AP’ye sert eleştiriler yapan İttihat Gazetesi yerine yeni bir gazete çıkarmaya karar verdiler.
Sait Nursi’nin avukatı Bekir Berk’in Yeni Asya adını koyduğu gazete, Demirel’in Boğaz Köprüsü’nün temelini attığı 21 Şubat 1970 tarihinde yayın hayatına başladı.
Zübeyir Gündüzalp ’in liderliğindeki cemaat bu tarihten itibaren Yeni Asya Cemaati olarak anılmaya başlandı.
Gazetede yayınlanan yazılarda; Nurculara Erbakan’ın arkasından gitmemeleri ve MNP’ye kapılmamaları, buna karşılık AP’den kopmamaları tavsiye ediliyordu.
Yeni Asya Cemaati, bu dönemde tamamıyla CHP ve MNP karşıtı, AP yanlısı bir yayın organı haline geldi.
Cumhuriyet Başsavcılığı, 5 Mart 1971'de, MNP hakkında "laikliğe aykırı çalışmalar yürüttüğü" gerekçesiyle dava açtı.
Anayasa Mahkemesi, 20 Mayıs 1971'de, partinin "laik devlet niteliğinin ve Atatürk devrimciliğinin korunması prensiplerine aykırı olduğu" gerekçesiyle kapatılmasına karar verdi.
Bununla birlikte, Milli Nizam Partisi yöneticileri hakkında herhangi bir ceza davası açılmadı. Erbakan, MNP'nin kapatılmasından sonra İsviçre'ye gitti ve bir süre orada kaldı.
Kapatılan MNP'nin kadroları, 1,5 yıl sonra 1972'de, Millî Selamet Partisi (MSP) adıyla yeni bir parti kurdu.
Partinin genel başkanlığına Süleyman Arif Emre getirildi.
1971’de sıkıyönetim mahkemesi 53 nurcuyu tutukladı.
Bunlardan birisi de Sait Nursi’nin avukatı Bekir Berk idi.
Bekir Berk mahkemede savunma yaparken açıkça Nurcu olduğunu söyledi. Bir yıl hapse mahkûm oldu.
Fetullah Gülen ve diğer arkadaşları ise Nurcu olduklarını kabul etmediler.
Bunların hepsi berat etti.
Tahmin ettiğiniz gibi CHP’nin kudretli adamı mason Kasım Gülek Fetullah için devreye girmişti.
O günlerde askerler Fetullah Gülen’in Edremit’teki bir kampını bastı. Buradakileri toplayıp götürdü.
Edremit’teki bir kampa yapılan baskını Yeni Asya Gazetesi “bir nurcu kampa baskın” şeklinde verince Fethullah Gülen adeta çıldırdı.
Mehmet Kutlular ve Mehmet Kırkıncı Fethullah Gülen’in yanına gidip öfkesinin sebebini sordu.
Fethullah Gülen kendisinin Nurcu diye belirtilmesinin uygun olmadığını belirtince, Mehmet Kutlular “Biz sizi Nurcu biliyoruz” deyip sinirlendi.
Fethullah Gülen ise “Bilmeniz ilan etmenizi gerektirmez. Ben geniş kitlelere ulaşmak için Nurcu kimliğimi kullanmayacağım” dedi.
Türbanlı Hatice Babacan olayı; sadece Nurcuları bölmekle kalmadı, Fetullah Gülen ile Mehmet Kutlular'ın karşılıklı hakaretlerle yumruklaşmasına sebep oldu.
Bu tartışmadan Fetullah Gülen ile Yeni Asya Grubu arasında ipler tamamen koptu.
Kopmakla kalmadı bu kavgadan bir cinayet çıktı.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
SEDAT PEKER’İ KİM NEREYE GÖTÜRDÜ?
Suç Örgütü elebaşı Sedat Peker, Dün akşam saat 23.00’de özel bir uçakla apar topar Dubai’yi terk etti.
Dubai Birleşik Arap Emirliklerine bağlı bir emirlik.
Peker bu kaçış için, “Kıymetli dostlarım bir tane namusu olmayan şahıs kaldığım otelin yayınını yapmış” dese de bunun gerçekle alakası yok.
Her şey önceki gün Financial Times'a konuşan BAE'li yetkililerin Türkiye ile artık dost olmak istediklerini açıklamalarıyla başladı.
Bu beyanat Peker’i ve yanındakileri huylandırdı.
Bir yandan Türkiye ile dost olmak öte yandan topraklarından Türkiye düşmanlığı yaptırmak olmayacaktı.
BAE Emiri Muhammed bin Zayed’in dostluk işareti olarak Peker’i paketleyip Türkiye’ye teslim edebileceğine yönelik işaretler belirince; Peker ekibi apar topar yola döküldü.
Sedat Peker yeraltı dünyasını tanıdığı kadar yer üstü dünyasını pek tanımıyor anlaşılan.
Yerin üzerinde işler belli yasalar ve kurallar çerçevesinde yürür.
Yerin altında silah ve korku, yerin üzerinde yasalar ve siyaset etkilidir.
Devletler arasında ise diplomasi her şeyin üzerindedir.
Dün düşman olduğun ülke ile bugün dost olabilirsin.
Şekil 1 A’da görüldüğü gibi.. BAE buna en güzel örnektir.
O bakımdan Duabi’de barınamadı, barındırmadılar.
Sağ kalır da bir ülkeye inerse o ülkede de barınacağı şüphelidir.
Bugün dünyada hiçbir ülke Türkiye Cumhuriyeti Devletini karşısına alamaz.
Amerika bile..
Bakın şimdiden haber vereyim.
Amerika’da bile Fetullahçılar ile ilgili yakında çok sürpriz kararlar gelebilir.
S-400’lerle ilgili inat kırılabilir.
O yüzden ülkelerin ilişkilerinde her an her şey değişebilir.
Peker’in yaptığı açıklamada bazı şifreler var.
Peker şeyle dedi;
- Bu yüzden uzun bir yolculuk yapacağım. Malum, aileyle yolculuk zor oluyor ama biz her zorlukta olduğu gibi bunların da altından kalkmasını biliriz.
Bu sözler çok dikkat çekici.
Peker’in bütün ailesi hala Türkiye’de..
Bu, “Kalabalık aile” sözü gerçek ailesini değil, kendisini elinde tutanları anlatıyor.
Sedat Peker’i saklandığı otelde 7 si yabancı 4’ü Türk 1’i de tercüman olmak üzere 12 kişilik ekip yönetiyordu.
Burada bahis ettiği ‘uzun yolculuk’ bir aşağıdaki veda gibi, “ölmez sağ kalırsak”
ifadesiyle birleştirilince bu gidiş Ahiret yolculuğuna da benziyor.
Bu ifadeler aynı zamanda kendi hayatından endişe duyduğunu gösteriyor.
Kısaca sözlerinden; “Kullandılar. İşleri bitince öldürüp bir köşeye atacaklar” manası da çıkabilir.
Yok gerçekten uzun bir seyahat ise; Birleşik Arap Emirliklerine çok uzak bir ülkeye götürülüyor olmalı.
Bu öyle bir ülke olmalı ki; Bizim MİT ve İstihbarat birimlerimizin operasyon yapamayacağı bir ülke olmalı.
Türkiye Cumhuriyeti Devletiyle Suçluların iadesi anlaşması olmamalı.
Bu durumda tek ülke var. Amerika..
Amerika Fetullah Gülen gibi Sedat Peker’i de uzun süre topraklarında tutabilir.
Amerika son dönemde Türkiye ile ilişkilerini düzeltmeye çalışıyor.
NATO zirvesi öncesi böyle bir riske girer mi?
Bence girmez.
Tabi Türkiye’yi bir uyuşturucu sevkiyatı merkezi bir ülke göstermek için Peker’i ülkelerine götürmüyorlarsa..
Bu da bir ihtimal..
Diğer ülke İsrail..
İsrail bize açıktan düşmanlık yapmaz.
Onlar sinsi sinsi yapar..
Bu durumda uzun yol; ABD veya İsrail’in kontrolündeki 3.dünya ülkelerinden birisi veya bir ada olmalı.
O ülke Güney Amerika’da uyuşturucu bataklığı olmuş bir ülkede olabilir.
Uzun yolculuğun sırrı kısa sürede ortaya çıkar.
Peker’in özel uçağı Dubai’den az önce Saat 23.00’da havalandı.
Havadan takip ediliyor.
İndiği yer bizim de bilgimiz dâhilinde olacak.
Gidişini haber verdiğimiz gibi inişini de haber vereceğiz inşallah.
Bakalım Sedat Peker’i ahirete mi yolladılar yoksa başka bir ülkeye mi?
Hangisine yollarlarsa yollasınlar artık onun için her ikisinde de huzur ve rahat olmayacak.
.
ÖZAL’I CANINDAN EDEN FETULLAH GÜLEN RAPORU
ÖZAL’I CANINDAN EDEN FETULLAH GÜLEN RAPORU
Kasım Gülek’in desteğiyle Diyanet kadrosuna alınan Fetullah Gülen,1964 Edirne’ye vaiz olarak yollandı.
O yıllarda din işiyle uğraşanlar tamamen devletin kontrolündeydi.
Verdikleri vaazlar laik devleti övmek üzerine kuruluydu.
Fetullah Gülen Edirne'deki görevi sırasında Dar'ul-Hadis Camii'nin imam odasında özel sohbetlere başladı..
O sohbetleri alışılmış sohbetler değildi.
Vaazları Mason Kasım Gülek’in kontrolü altında yapıyordu..
1965’te Kırklareli’ne 1966'da İzmir'e merkez vaizliğine atanan Gülen, 1971 yılına kadar vaizlik yaparak taraftar topladı.
Ağlayarak hararetli konuşmalar yapıyor hatta rol icabı ayılıp bayılıyordu.
1970 ve 1980 yılları arasında yavaş yavaş devlete sızma girişimlerini başlattı.
Bunun için de siyasilere yanaşmaya başladı.
1980'de 12 Eylül Darbesinden sonra askeri cuntanın İzmir ve Ege Ordu Sıkıyönetim Komutanlıkları tarafından yakalanma emri yayımlandı. Aynı tarihte İzmir'i terk etti.
1981 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığındaki vaizlik görevinden istifa etti.
Ecevit ile gizli ilişkisi vardı. Fakat CHP’liler bunu bilmiyordu. Böyle olunca o yıllarda CHP cephesinde rahat hareket edemedi.
1983 yılında Özal iktidara gelmişti.
Fetullah Gülen bunu fırsat bilip hemen Özal’a yanaştı.
Özal feraset sahibiydi.
Daha ilk görüşte Fetullah Gülen’in düzgün bir pabuç olmadığını anlamış ve hemen yanından uzaklaştırmıştı.
Bir daha da asla randevu vermedi ve bakanlarına yaklaştırmadı.
Fetullah Gülen’de utanma-ar diye bir şey yok.
Tıpkı sakız gibi yapıştığında asla çıkartamazsın.
Turgut Özal kalp ameliyatı için Amerika’ya gitti.
Fetullah Gülen’de bunu fırsat bilip Vatikan papazı ve CIA ajanı Maroviç sayesinde aldığı vize ile Amerika’nın yolunu tuttu.
Turgut Özal ameliyat sonrası hastane odasında uyurken, Gülen içeriye girip koltuğa oturdu. Özal’ın başında tek kare fotoğraf çektirdi.
Fetullah Gülen CIA’daki dostları sayesinde hastane odasına sızıp, amacına ulaştı.
O fotoğraf ile Özal’a ne kadar yakın olduğunu gösterip, ANAP’a yanaşacaktı.
Kendine geldiğinde Fetullah Gülen’in tezgâhını öğrenen Turgut Özal dehşete düştü.
Oğlu Ahmet Özal’a şöyle dedi;
-Aslında babamın odasına girilmesi yasakken uyuduğu sırada gizlice girip yanına oturuyor. Resim çektiriyor.
Babam, 'Ben bu adamdan çekindim' dedi. Ben korktum dedi.'
Peki, Fetullah Gülen girilmesi hem sağlık açısından hem de güvenlik açısından yasak olan o odaya nasıl girdi?
Elbette onu koruyup kollayan Amerikan ajanları tarafından odaya sokuldu.
Özal Başbakan olduğu için hastanedeki korumasını bizim Türklerin yanında CIA ajanları da yapıyordu.
Fetullah Gülen bu ajanlar sayesinde içeriye çok kolay sızdı.
Sağlığına kavuşan Özal parti teşkilatlarına emir verip Fetullah Gülen’i ne yanına ne de partiye sokmadı.
Buna rağmen Fetullah Gülen yine de rahat durmadı.
Özal; Fetullah’ın devlete sızmak için gizli gizli çaba gösterdiğini görünce, 1991’de örgüt hakkında rapor hazırlanmasını istedi.
Özal’ın emriyle yapılan çalışmada; Gülen’in ilişkileri ve örgütün yapılanma biçimi ayrıntılarıyla ortaya konuldu.
Raporda Gülen’in dışında 20 üst düzey yöneticinin isimleri veriliyor ve bu kişilerin 14’ünün Mason olduğu yer alıyor.
Gülen Örgütün Moon tarikatıyla ilişkisi de uzun uzun anlatıldı.
Raporda şu ifadeler dikkat çekti;
-CIA ile bağlantıları güçlenen Fetullah Gülen cemaati, İslami hareketlerin en önemli bir parçası haline gelmiştir.
Sürecin bir parçası olarak gelişen ve kendilerine neo Nurcu hareket olarak tanımlayan cemaat, kendini gelişen durumlara göre uyarlayarak dış destekli hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadır.
Özal’ın Gülen’le ilgili rapor yayınladığı tarihte Rahmetli Yalçın Abim kendisiyle röportaj yapmıştı.
Röportajın bir bölümünde Özal Yalçın abime şöyle dedi;
- Yalçın, bu Fetullah Gülen grubu hiç de dışarıdan sanıldığı gibi değil. Bunlar çok ama çok tehlikeli. Fetullah Gülen tuhaf ilişkileri var. Bunlar sadece Türkiye’yi değil bütün dünyayı istiyor.
Yalçın Abimin Özal’a bu özel röportajının bazı bölümleri zaten geçenlerde yayınlandı.
Masonluğu ve CIA ile ilişkisini anlatan rapordan haberdar olan Gülen, Sızıntı dergisinin Ağustos 1991 sayısında “Şaşkın Kaptan” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Özal’ın hazırlattığı raporu öğrenen Fetullah Gülen adeta çıldırdı.
Hakaretler savurduğu Özal’ı ölümle tehdit ederek şöyle dedi:
- Milletin yolunu kesen kanlı kâbus, sen çağdaşlık ve çağ atlama naralarıyla kendini avuta dur.
Şimdi istersen uyu, bundan sonra kopacak kıyamet senin kıyametindir.
Aynı yazıda Gülen yine Özal’a hitaben şunları yazdı;
- Sen karanlık düşüncelerin esiri, ikide bir zamanın çıkmazına düşen ve elli defa burnunu yerlere sürtmeden kendine gelmeyen içi geçmiş ruh!..
Sürekli ufuksuz!.. Bilinmezlere yelken açan sarhoş ve şaşkın kaptan!
Ey, kinin, nefretin, garazın, muhakemesizliğin azat kabul etmez kölesi!
Ey, kendi tarihinin sayfalarını kanla kirleten tarihin kanlı delisi, cinnetinin de bir sınırı olmalı değil mi? Aslında senin, çağdaşlığın da çağı yakalaman da sadece bir züğürt tesellisi ve kendi kendini aldatma.
Senin icraatın sırf bir taklit ve başkalarına bakıp geviş getirme; idaren de, kurtları çobanlığa yükseltip, çobanları da sürüleştirmenden ibaret. ”
Yıl 1991 yılındaki yasının finalini şu cümle ile yaptı;
“BUNDAN SONRA KOPACAK KIYAMET SENİN KIYAMETİNDİR”
Kişinin kıyameti kişinin ölümüdür.
Fetullah Gülen Özal’a kısaca, “yakında öleceksin” yani “öldürüleceksin” dedi.
Yıl 1993; Özal zehirlenerek şehit edildi.
1991’de Özal’a hakaret edip tehditler savuran Fetullah Gülen, 1.5 yıl sonra Özal rahmetli olunca yere göğe sığdıramadı.
Timsah gözyaşları döküp, taziye ilanları verdi.
“Biliyorsunuz katil cinayeti işlediği yere mutlaka döner” derler.
M. Fethullah Gülen'in 18 Nisan 1993 tarihli Zaman Gazetesi’nde Özal için bir taziye ilanı yayınlandı. Gülen, taziyet ilanında şunları yazıyordu;
- Büyük düşünce ve devlet adamı, sivil cumhurreisi Müslüman Türk dünyasının vesile-i ümidi Sayın Devlet Başkanımızı kaybetmiş bulunuyoruz. Hayatı boyunca yüksek gayeler arkasında koşmuş, hep ufuklu yaşamış ve yaşadığı gibi de milletimiz için bir yitik olarak Rabbine yürümüş bulunan muhterem Turgut Özal’a Cenab-ı Hak’tan merhamet ve mağfiret, topyekûn Türk milletine ve İslam âlemine de başsağlığı dilerim.
Türkiye böyle riyakârlık görmemiştir.
Fetullah Gülen’in bu ikiyüzlü hareketi, Suikaste kurban giderek şehit edilen Özal’ın vefatında parmağının olduğuna işarettir.
O işareti sadece biz almadık.
Özal’ın oğlu Ahmet Özal’da aldı ve şöyle dedi;
"Rahmetlinin zehirlenmesinde FETÖ'yle ilgili kuşkularım var..
Dedi demesine ama bazı çevreler, “Yok daha neler? Her ölüm FETÖ’ye bağlanıyor” diyerek konuyu sulandırdı.
Aslında Ahmet Özal doğru söylüyordu.
Türk milleti o yıllarda FETÖ’nün CIA’nın Türkiye masası olduğunu bilmiyordu.
Gerçi halen de başta hükümet olmak üzere çoğu kimse bunu bilmiyor.
FETÖ, CIA’nın Türkiye’de kılık değiştirmiş halidir.
Devlet bunu kabul etse; bütün mesele ve sorular bir anda çözülecek ama hala onlar FETÖ’yü İslami bir cemaat sanıyor.
Ahmet Özal, “Rahmetlinin zehirlenmesinde FETÖ'yle ilgili kuşkularım var ve bu konunun üzerine mutlaka derinlemesine gidilmesi lazım.” Dedi.
Yalçın Özer'in Turgut Özal'la 1991'de yaptığı ve yıllar sonra yayınlanan bir röportajında FETÖ'nün çok tehlikeli bir örgüt olduğunu söylediğini aktaran Ahmet Özal, "Babam bunların çok tehlikeli olduğunu, sadece Türkiye'yi değil, bütün dünyayı istediklerini sezmiş o zaman." dedi.
Özal’ın naaşında biliyorsunuz zehir bulundu.
Naaşı da suyun içerisinde olmasına rağmen bozulmamıştı..
Bu da şehit olduğuna işarettir.
Türk Cumhuriyetleri Rusya meselesinden dolayı CIA elemanların cirit attığı bölgeler.
Özal’ı muhtemelen son gezisi olan Türkmenistan’da zehirlediler.
Türkmenistan’da bir ara yemekte limonata getirmişler. Tadını pek beğenmediği için bir kısmını içebilmiş. Türkiye’ye döndüğü günün sabahında da vefat etti.
Vefatı kadar vefatından sonrası da tuhaf oldu.
Ne kanına ne de saçına bakıp zehir aramadılar.
Ne o limonataya ne de orada yiyip içtiklerini araştırmadılar.
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı; sokakta buluna bir sahipsiz kimse gibi apar topar mezara konuldu.
Tıpkı Fetullah Gülen’in 1.5 yıl önce yaptığı tehdidinde anlattığı gibi..
Fetullah Gülen benzer ifadeleri Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu için de sarf etmişti.
Fetullah Gülen Muhsin Yazıcıoğlu ile alakalı videosunda şöyle dedi;
- Aldansanız bile kimseyi aldatmayın. Çünkü aldatma günahtır. Aldanırsanız böyle kurban gidersiniz.
Bir Perşembe akşamı vefat edersiniz, bir Cuma günü cenazenize ulaşırlar.
Şehit edilen Muhsin Yazıcıoğlu için de böyle oldu.
Çok yakın uçarak hava dalgalanmasıyla helikopteri düşüren FETÖ’cü F-4 pilotu Muhsin Yazıcıoğlu’nu şehit etti.
Tıpkı Gölbaşında PKK ile çatışmadan gelen 51 Özel Harekat polisini bir bombayla şehit ettikleri gibi..
FETÖ’cüler arama ekibini tam aksi yöne yönlendirip, yolladıkları ekiple helikopterin telsiz kayıt cihazını söküp götürdü.
Helikopter pilotu uçağın üstlerine yaklaştığını görünce muhtemelen dehşete düşüp telsizle uyarıda bulundu.
İşte o telsiz kayıtlarını alıp gittiler.
Sonra da utanmadan, “Hatıra olsun diye söktük” dediler.
Tabi yukarıda anlattığım şekliyle suikastı ortaya çıkartacak bütün deliller FETÖ’cüler tarafından yok edildi
Turgut Özal Türkiye’ye çağ atlatmıştı, Amerika rahatsız oldu.
Muhsin Yazıcıoğlu, geleceğin lideri olarak anılıyordu. Amerika istemedi.
Tayyip Erdoğan ile Muhsin Yazıcıoğlu’nun omuz omuza olduğu bir Türkiye düşleyin.
İşte o düşü, Amerika’dan aldığı emirle tetikçi FETÖ yok etti.
Ey Fetullah Gülen..
Bakalım senin kıyametin nasıl kopacak?
Özal’ın bedeni yıllar sonra bile bozulmadan kaldı.
Bu kadar hainlikten sonra toprak seni kabul edecek mi?
.
FETÖ NASIL DİNSİZ OLDU?
1996 yılı, FETÖ’nün değişim yılıdır.
FETÖ elebaşı 1996 yılından itibaren yayın organları üzerinden 'misyonerlik' mesajları verip Papa ile görüşmesinin yolunu yaptı.
O yıllarda Gülen’in sadık adamlarından Papa'nın elini öpen Aladdin Kaya, Zaman Gazetesi’nin sahibi durumundaydı.
Aladdin Kaya döneminde; Zaman Gazetesi’nde Hıristiyanlık övülmeye, Vatikan ve Rum Fener Patrikhanesi'nin bütün etkinlikleri haberleştirilmeye başlandı.
Oysa aynı Zaman Gazetesi, 23 Mayıs 1991'de 'Papa'dan büyük ayıp' manşetiyle yayına girmiş. Haberde, Hristiyanlığı tehlikede gören Vatikan'ın misyonerlerden Müslümanları Hristiyanlaştırmaları ve bunu yapamazlarsa dinsizleştirmelerini istediği anlatılmıştı.
FETÖ’nün bir işareti ile bütün cemaat 5 yıl sonra toptan misyoner oluverdi.
1996 yılından itibaren sadece yazılı basında değil FETÖ’nün TV ve Radyolarında Hıristiyanlık övülüyor ve destekleniyordu.
FETÖ’nün yayın organları iki yıl boyunca birer misyoner kuruluşu gibi çalışmaya başlaması savcıların da dikkatini çekti.
FETÖ’nün Hıristiyanlığı, yargılandığı ana davanın iddianamesine de girdi.
O iddianamede şöyle denildi:
-FETÖ, İslam inancının temeli ile bağdaşmayan faaliyetler yürütmektedir.
Örgüte ait Aksiyon Dergisi'nin, 10'uncu yıl özel sayısının "İnsanlık Onu Bekliyor Hz. İsa" kapağıyla çıkarak üst yöneticilerin gizli birer Hırıstiyan olduklarını göstermişlerdir.
İddianamede Fethullah Gülen'in 1965 yılında vaizken dönemin Ermeni Patriği Kalustyan'a yazdığı mektuba dikkat çekildi.
Fetullah Gülen mektubunda; “Büyük Peygamberimiz Hz. İsa’nın çocuklarının Müslüman geçinen cahil insanlar tarafından katledilmesini esefle kınıyorum.” Dedi.
Mektubunda; Peygamber Efendimiz için tek kelam etmeyen Fetullah Gülen İsa Aleyhisselam için, “Büyük Peygamberimiz” diyerek daha 1965 yılında Vatikan’a selamı çaktı.
Fetullah o mektubuyla; Ermeni soykırımını kabul eden ilk vatan haini olarak da tarihe geçti.
Hıristiyanlık propagandası sadece Zaman Gazetesi eliyle yapılmadı.
Aksiyon Dergisi 10'uncu yılına özel olarak hazırlanan sayısında Hıristiyanlık sevgisi ve dönüşümü aşikâr oldu.
Dergi; 'İnsanlık Onu Bekliyor Hz. İsa' temalı sayının satır aralarında misyonerlik mesajları verdi. Sadece mesaj vermekle kalmadı küfre girdi. Yani dinden çıktı.
Derginin kapağında sözde İsa Aleyhisselam için Hıristiyanların kullandığı resim yer aldı.
Bir peygamberin veya evliyanın resmini yapmak ve yaymak dinimizde şiddetle yasaklanmıştır.
Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem; “Canlı resmi yapan, kıyamette en şiddetli azap görecektir” buyurdu.
Bu resimleri yayanın halini varın siz düşünün.
Burada bir başka ayrıntı daha var. Konu sadece resim ile de bitmiyor.
Hıristiyanlar; Eflatun felsefesi ve Romalıların putperestliğini karıştırarak, resimler ve heykellerde ilahlık sıfatları bulunduğuna inandılar.
Böyle olduklarına inanılan resimlere, heykellere put denir.
Bunlara hürmet etmeye tapınmak denir. Tapınma işine de şirk denir.
FETÖ’nün dergisi Aksiyon, o kapağı ile resmen şirke girdi. KISACA DİNSİZ OLDU.
Dergi; daha sonraki yayınlarında da, bırakın Müslüman bir kuruluşu, Hıristiyan yayın kuruluşunun bile yapamayacağı kadar Hıristiyanlık yaptı.
Fetullah Gülen Papa ile görüştükten sonra, o tarihe kadar gizli yaptığı Hıristiyanlık övgüsünü aleni ve resmi hale getirdi.
Fetullah Gülen bir sohbetinde iyice zıvanadan çıktı.
Haçlı ordularına övgüler dizen Gülen, "Haçlının ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir" dedi.
Böylece Anadolu’ya İslam’ı getiren atalarımıza ve Din-i İslam’a hakaret etti.
Gülen dua ederken; ellerini çenesi altında birleştirmek suretiyle yaptığı orans dua, (Hıristiyanların yalvarma şekli) Hıristiyanların yakarış şeklidir.
Fetullah Gülen’deki bu değişim örgütüne anında sirayet etti.
Amerika’daki FETÖ’cüler Türkçe olan isimlerini değiştirip, Hristiyan isimleri aldı. Hıristiyan tarikatlara girip, ayinlere katılmaya başladı.
Bu konuda o kadar ilerlediler ki; FETÖ’cülerin önemli bir kısmı Namaz ve Oruç gibi ibadetleri bıraktı. Bunun yerine kiliselere buluşmaya başladılar.
ABD New Jersey'de yaşayan FETÖ'cüler, Türklere ait Bergen Diyanet Cami 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde olmasına rağmen, uzaktaki Trinity Episcopal Kilisesi’ne gidiyor.
FETÖ’cüler kiliselerde buluşmakla kalmadı; farklı ülkelerde Kiliseler satın aldılar.
Örgütün 'İngiltere İmamı' tarafından İskoçya’da kurulan bir şirkete Bank Asya'dan aktarılan paralar ile bir kilise ve bu kiliseye bağlı papaz evinin satın alındı.
İşin en acı tarafı da şu.
Satın alınan kiliselerin ve yapılan misyonerlik faaliyetlerinin parasını, Türkiye’de namaz kılan sözde dindar cemaat üyeleri ödüyor.
Ahmak FETÖ’cüler, Fetullah Amerika’da kilise alsın Hıristiyanlık yapsın diye karısının kolundan bilezikleri çıkartıp satıyor.
Evlerini ve arabalarına haraç mezat satıp Fetullah’a gönderiyor.
Şaşılacak şey!..
Bugün bir FETÖ’cüye gidip desen ki, “Amerika’da kilise satın alacağız. Bize yardım eder misin?” desek inanın bizi sopayla kovalar.
O FETÖ’cü Fetullah aynı şey için para isteyince, koşa koşa bankanın yolunu tutuyor.
Gelinen noktada FETÖ, Hıristiyanlığı da aşıp dinsiz oldu.
Nasıl oldu? Anlatayım..
Hepiniz okumuşsunuzdur.
Alman hükümeti geçtiğimiz günlerde ; "House of One" adında bir proje başlattı.
Kısaca, “Tek ev” demek. Yani bütün inanışlar için tek bir ibadethane.
Bu projeye göre; Hıristiyanlar, Yahudiler ve FETÖ’cüler (Onlar Müslümanlar diye reklam yapıyor) bir araya gelip, yapılacak bir binada aynı anda birlikte ibadet edecekler.
Böylece bütün inanışları birleştirip, ortaya yeni bir sözde din çıkartacaklar.
Budistler, ateşe tapan Mecusiler, Şeytana tapan Ezidiler de diğer yoldan çıkmışlar daha sonra bu sözde dine alınacak.
Tabi konu Hıristiyan ve Yahudi dostluğu olunca FETÖ koşa koşa gidip projeye imza attı.
Projede yapılacak olan sözde binaya bir bakın Allah aşkına.
İslam’la ilgili ve İslami tek bir işaret ve hava yok. Minare zaten hak getire.
O binanın içerisine heykeller ve resimler konulacak. İsrail’in yıldızları yerleştirilecek.
Her köşesinde mumlar yakılacak.
Bizim FETÖ’cüler sıralara oturup ibadet edecek.
Bunun adı küfürdür. Bunun adı dinsizliktir. Bunun adı şirktir.
FETÖ resmen Level atlayıp dinsiz oldu.
İşin daha acı bir tarafı daha var.
Proje için Federal Alman Hükümeti 20 milyon, Berlin Eyalet Hükümeti de 10 milyon Euro ile destek verirken, geri kalanı bağış ve yardımlarla sağlanacak.
Kısaca bizim ahmak FETÖ’cülerin eşlerinin bilezikleri, kursaklarından kestikleri paralar ve sattıkları arabalarının parası bu dinsizlik projesine aktarılacak.
Baştan beri söylüyorum.
FETÖ, şeytanın bile esas duruşta selam durduğu bir yapıdır.
Pırıl pırıl mütedeyyin muhafazakâr Anadolu insanlarının çocuklarını alıp, onları ülkesine silah sıkıp yıkacak hale getirtmek şeytanın bile başaramayacağı bir iştir.
Bu milletin dindar ailelerini birer misyoner yapıp, Hıristiyanlığa hizmet ettirmek, iblisin bile hayal bile edemeyeceği bir olaydır.
Bu ülkenin vatan evlatlarına, vatanını sattırmak Hasan Sabbah’ı bile imrendirecek bir ihanettir.
5 vakit namaz kılan ibadetlerini tam ve eksiksiz yapan abitlerin imanını tereyağından kıl çeker gibi almak, iblise dahi “yok artık” dedirtecek bir hadisedir.
Fetullah Gülen kendine güvenen ve inanan inançlı adamlarının imanını, ruhları bile duymadan söktü ve aldı.
Emin olun.. Şeytanın Fetullah Gülen’i görünce yolunu değiştiriyordur.
O geçtikten sonra kendini kontrol edip bir özelliğini kaptırıp kaptırmadığına bakıyordur.
Fetullah Gülen sayesinde İblis erken emekliye ayrıldı. Şimdi oturduğu yerden emekliliğinin keyfini sürüyor.
Bugün karşımızda böyle bir büyük şeytan ve böyle bir örgüt var.
Ne devleti yönetenler ne de FETÖ’cüler Fetullah Gülen’i tam olarak anlayabilmiş değil.
Devlet darbe olunca ayıkır gibi oldu.
FETÖ’cülerin darbesi de Ahirette gerçekleşecek. Hem de ne darbe.
Kuran’ı Kerim’de şeytan ve avanesinin arasındaki kavga anlatıldı.
Şeytan cehenneme girince, onun imandan ettiği ne kadar cehennemlik varsa başına toplanıp diyecekler ki;
“Pis iblis, bizi kandırıp cehennemlik ettin. Hepimizi sonsuz azaba gark ettin.”
Buna karşılık şeytan onlara diyecek ki;
- Allah’ta size bir vaatte bulundu, bende bir vaatte bulundum. Siz Allah’ı bırakıp bana inandınız. Böylece kendi nefsinize zulmettiniz. Başınıza gelen benim değil sizin kendi kendinize ettiğinizdir. Bakın bende sizin gibi yanıyorum.
Kıyamet ve Mahşerden sonra Ehl-i sünnet yolunda olan cennetlikler Kevser Irmağı kıyısında kuzu çevirirken, Zebaniler FETÖ’cüleri kızgın ateşte kuzu gibi çeviriyor olacak.
Tıpkı yukarıdaki gibi; FETÖ’cüler, Fetullah’ın başında toplanıp şöyle diyecekler;
- Pis melun. Bizi kandırdın imanımızı aldın. Senin yüzünden cehenneme düştük. Burada sonsuz ateşe gark olduk. Bunlar başımıza senin yüzünden geldi.
İşte o zaman muhtemelen Fetullah Gülen’de tıpkı iblis gibi cevap verecek;
- Ehlisünnet âlimleri de size bir vaatte bulundu. Ben de bir vaatte bulundum. Siz onların yolu yerine benim gösterdiğim yola geldiniz. Ben sağ iken gizli saklı kelam etmedim. Söylediğim şeyler Din-i İslam’a tamamen tersti. Resûlullah’ın sünnetine tamamen aykırı idi. Ehl-i Sünnete muhalif idi. Siz yine de benim gösterdiğimiz yola geldiniz.
Başınıza gelenlerin sorumlusu ben değilim, sizin ahmaklığınızdır. Dağılın başımdan.
Allah bu münafıkların şerrinden Ümmet-i Muhammed’i muhafaza eylesin.
.
FETULLAH GÜLEN 40 YILDIR CIA’YA ÇALIŞIYOR
FETÖ darbesi sırasında Büyükada da bulunan ve darbenin başarılı olması halinde Ankara’ya geçerek, kontrolü alacak olan CIA'in eski direktör yardımcısı ve Türkiye masası şefi Graham Fuller, uzun zamandır Fetullah Gülen’le çalışıyor.
Graham Fuller aynı zamanda Fetullah Gülen’in Amerika’da oturma izni alabilmesi için çıkartılan Greencard’a da kefil olan CIA ajanı.
Dünyaca ünlü ABD'li stratejist Prof. William Engdahl, CIA – Fetullah Gülen ilişkisini ortaya çıkarmayı başaran isimlerden birisi.
Prof. William Engdahl, konuyla ilgili bir araştırmasında bu ilişkinin başlangıç süresi konusunda müthiş bir iddiada bulunarak şöyle dedi;
- CIA ajanları Avrasya'da Gülen okulları aracılığıyla kimliklerini gizlemesi dâhil olmak üzere yaklaşık 40 yıldır Fetullah Gülen’le birlikte çalışıyor.
1980 darbesinin yanı sıra Gülen cemaatinin eski Sovyetler Birliği coğrafyasında da CIA için çalıştığını aktaran Engdahl "CIA, 1990'ların Orta Asya'daki Sovyet sonrası kaosunda, Gülen'i ve onun ılımlı İslam imajını en geniş yıkım ağlarından birini inşa etmek için kullandı. Bu ağ Özbekistan, Kırgızistan ve hatta Çin Halk Cumhuriyeti'ndeki Sincan Uygur Özerk Bölgesi dahil olmak üzere Türki olarak adlandırılan eski Sovyet Orta Asya bölgesinin tamamını kapsadı" dedi.
Gülen'in Green Kart başvurusu için hazırlanan tavsiye mektubunda Fuller'in yanı sıra ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz de imzası bulunuyor.
CIA – FETÖ ilişkisi kısaca 1980 yıllarının başına dayanıyor.
Engdahl araştırmasında çarpıcı bir olaya yer veriyor.
12 Eylül darbesinde CIA ve Gülen’in ortak hareket ettiğine işaret ediyor.
Bu da Kenan Evren’in neden Gülen’e dokunmadığını anlatıyor.
Ey FETÖ’cüler…
Biz demiyoruz Amerikalı Profesör diyor arkasından gittiğiniz adamın CIA elemanı olduğunu.
Ben çenemi boş yere yormayayım.
Dünyanın gözünün önünde yaptığınız darbeyi bile inkâr eden siz, bunu hayda haydaya inkâr edersiniz.
Neyse..
Siz yolunuza biz yolumuza.. Allah yollarımızı kesiştirmesin..
CIA ajanı Fuller halen; FETÖ’ye övgüler yağdırıp, Erdoğan’a ve AK Parti’ye ağır sözlerle saldırıyor.
Fetullah Gülen CIA ile 1980 yılında çalışmaya başlaması aniden olmadı.
O tarihe kadar tam 20 senelik bir eğitimden geçti.
Gülen 1960’lı yılların başında devşirildi.
Vatikan Papazları George Marovitch ve Thomas Michel onu özel olarak yetiştirdi.
Bu iki isim zaten aleni olarak cemaatin bütün toplantılarında boy gösteriyordu.
Marovitch; hem bir Vatikan papazı hem bir mason ve hem de CIA ajanıydı.
Bu papazın kucağında pamuk gibi olan Fetullah Gülen, Türk mason birader Kasım Gülek’e teslim edildi.
Kasım Gülek’de Fetullah Gülen’i siyasete sokup hızlı yükselmesini sağladı.
Burada bilinmeyen şey şudur.
Fetullah Gülen, AK Parti’ye kızıp CHP’li olmadı.
O baştan beri CHP’liydi.
1960’lı yıllarda CHP’ye üye oldu.
Bir daha da başka bir parti üyesi olmadı.
Kasım Gülek Ecevit’i keşfedip CHP’ye yerleştirdi.
Ecevit 1972 yılında istifa eden İsmet İnönü'nün yerine CHP genel başkanlığa seçildi.
CHP’nin başına geçince Kasım Gülek’in emaneti olan Fetullah’ın Gülen’in hamisi oldu.
Ta ki Amerika’ya kaçırtıncaya kadar.
Fetullah Gülen Amerika’ya kaçtıktan sonra Ecevit’in kendisini nasıl koruyup kolladığını şöyle anlattı;
- Ecevit hayatı boyunca hiç oruç tutmadı... Namaz kılmadı ama inancı sağlamdı...
Sosyal demokrat bir zeminde doğdu ve İsmet İnönü’ye ortanın solu dedirtti...
Okullara çok sahip çıktı... İşin büyüklüğünü sezmişti...
Önüne bir dosya getirildiğinde elinin tersiyle itti... Eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkânı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım…
Yuh diyorum başka bir şey demiyorum.
Ne diyor Fetullah Gülen; “Ecevit hayatı boyunca hiç oruç tutmadı... Namaz kılmadı ama inancı sağlamdı...”
Bu nasıl olabilir?
İnancı sağlam olan, Allah’ın emrini yerine getirir.
İşte Fetullah’ın özlemi olan din böyle bir din.
İşin tuhaf yanı, şefaat müessesesini de bilmiyor Fetullah Gülen.
Bir kişiye şefaat edilebilmesi için o kişinin son nefeste iman etmesi icabeder.
Kişinin son nefesi ise meçhuldür. Ama Fetullah meçhul olan imanın hiç ibadet etmeyen Ecevit’te zuhur edeceğini sanıyor.
Kusura bakmasın.
Bizim dinimizde böyle bir hüküm yok.
Sanırım kendi inancının kitabı İncil’de vardır.
O zaten Müslüman, Hıristiyan, Putperest, ateşe tapan, Hindu, hatta ateist herkesin cennete gireceğine inanıyor.
Buna inanan birisi elbette ilk önce Ecevit’i cennetlik eder.
Devam edelim.
Ecevit Rahşan Hanımı bulup evlendi.
Rahşan Hanım’da Kemal Kılıçdaroğlu ’nu keşfetti.
Rahşan Hanım Kılıçdaroğlu ‘nu 1997 yılında SSK’nın başına müdür olarak getirdi.
Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı seçildiği 2010 tarihindeki 33. Cumhuriyet Halk Partisi Olağan Kurultayına Rahşan Hanım da katıldı.
O kurultaya DSP Genel Başkanı olarak katılan Rahşan Ecevit, Kılıçdaroğlu’na desteğini açıklayıp kenara çekildi.
Papaz Maroviç, Kasım Gülek, Fetullah Gülen, Bülent Ecevit, Rahşan Ecevit ve Kemal Kılıçdaroğlu Rus Matruşka bebekleri gibi sırayla birbirinin içerisinden çıktı.
Bu bebeklerin sonuncusu ve en küçüğü ise Kılıçdaroğlu idi.
Kılıçdaroğlu’nun içerisinden de maalesef FETÖ çıktı.
Fetullah Gülen için Kasım Gülek bir baba gibiydi.
O ne derse onu yapardı.
Evlatlar babasının izini takip eder.
O tarihte bağımsız milletvekili olan Bağımsız milletvekili Kasım Gülek, 1968’de NATO Parlamenter Asamblesi Başkanlığına seçildi.
Vatikan Papazı Marovitch’in tavsiyesi ile eşi Nilüfer Devrimel ile birlikte Vatikan’a giderek Papa 6.Paul’ü ziyaret etti.
Bu ziyaret sırasında Papa ile tam 1 saat 15 dakika görüştü.
Bu alışılmadık bir süreydi.
Papa devlet başkanlarıyla bile bu kadar uzun görüşmüyordu.
Ne hikmet ise Kasım Gülek’e bu kadar uzun bir zaman ayırdı.
Görüşme sırasında Kasım Gülek Tarsus’ta Saint Paul Cemiyeti'nin kurulmasını talep etti...
DİNLER ARASI DİYALOĞ projesini Vatikan ilk götüren Fetullah Gülen değil, manevi babası Kasım Gülek’ti.
Bir Müslüman(!) Papa’ya gidip ülkesinde Hıristiyan cemaati kurulmasını istiyor.
“Bu Saint Paul Cemiyeti nereden çıktı?” demeyin.
Tarsus’ta Aziz Paul Kilisesi bulunuyor.
Kasım Gülek 1102’de inşa edilen bu tarihi kilise için bir cemiyet kurulmasına çalışıyor.
Kısaca Müslüman mahallesinde salyangoz satıyor.
Aziz Paul Kilisesi Hıristiyanlar için önemli bir kilise.
Burası 1862’de yeniden inşa edildi ve sıkı durun 1888’de yanına bir okul açıldı;
Tarsus Amerikan Koleji.
Tarsus Amerikan Koleji, Tarsus’ta merkezi Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunan Board Heyeti adli misyoner örgütü tarafından kuruldu.
Tabi izin İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı hainlerden.
Şimdi sıkı durun!..
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Çukurova sorumlusu kimdi?
Kasım Gülek’in babası, Mustafa Rıfat’tı.
Bu okulun izin belgesini de muhtemelen o vermiştir veya o aracı olmuştur.
Okulun kuruluş amacı, "Türkiye için liderler, dünya için liderlik" sloganından da anlaşılabileceği gibi eğitilmiş lider adayları yetiştirmektir.
Okul Türkiye'de kurulmuş ilk Hristiyan misyoner okullarından biridir.
Başlangıçta adı Hristiyan din büyüklerinden Aziz Paul'ün adına St. Paul's Institute at Tarsus olan okul sonraları Tarsus Amerikan Koleji adını aldı.
Tarsus Amerikan Koleji Amerikan sistemine uygun bir şekilde Amerikalı ve diğer yabancı eğitimcilerle yönetilir ve yabancı idarecilerin yanı sıra bir Amerikalı müdürü bulunur.
Okul yönetimi günümüzde kabul etmese de pek çok kez misyonerlik yapmakla suçlanmıştır.
Kasım Gülek babasının açtırdığı bu okul için Papa’ya bir cemiyet kurdurdu.
1992-1993 yıllarında Vatikan tarafından Aziz Paul Sempozyumu ve Ayini düzenlendi.
Gülek’in Türkiye’de Hıristiyanlığın geliştirilmesine yönelik teklifleri Papa’nın o kadar hoşuna gitti ki; , Vatikan ziyaretinden sonra Vatikan Nişanı kazandı.
Bu nişan Kasım Gülek’in ölümünden sonra kızı Tayyibe Gülek’e verildi.
Tayyip Bey’in karşısına çıkartılarak Türkiye Cumhuriyeti’ne Cumhurbaşkanı yapılmak istenilen Tayyibe Gülek’in Vatikan nişanı var anlayacağınız.
Dedik ki evlatlar babalarını takip eder.
Kasım Gülek de babasının izinden gitti.
Bizim Fetullah Gülen’de manevi babası Kasım Gülek’in izinden gidip Vatikan’dan Papa ile görüştü.
Gülen Papa ile görüşmeden bir yıl önce 1997’de ABD’de “Anti Defamation League (ADL) - İftira ve Karalama ile Mücadele Birliği” Başkanı Abraham Foksman ile buluştu.
Foksman, Gülen’den İslam’da hoşgörüyle ilgili bir kitap yazmasını istedi.
Gülen’de Hıristiyanların istediğine uygun bir kitap yazdı ve ADL bu kitaba “destekleyici” olarak ve çevirerek dağıttı.
Papazlar tarafından ısmarlanan ve o papazların istediği bir İslamiyet anlayışı Fetullah Gülen’in kalemiyle yazılıp, ahmak şakirtlere dağıtıldı.
Fetullah Gülen, gidip elini öpmeden önce papaya 9 maddelik bir mektup sundu.
Mektubunda Hıristiyanlığı öve öve bitiremedi.
Fetullah Gülen mektubunda kendini küçültüp Papayı yücelterek, “Allah’ın aciz kulu Fethullah Gülen’den Aziz pedere..” diyerek başladı.
Fetullah Gülen mektubunda; Milenyumun Hoşgörü ve Dinler Arası Diyalog Projesi’nin bir parçası olmayı, kendisinin görevlendirilmesini açıkça istedi.
Resmen Vatikan’dan görev istedi.
Yav Allah aşkına..
Bırakın bir alimi, ulemayı.. Cahil bir Mümin bile Hıristiyan’dan görev istemez.
Yediği halt bununla da kalmadı.
Mektubunda, Müslümanları suçlayarak Papa’dan özür diledi ve şöyle dedi;” İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır. Müslüman dünyası, İslam’ın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkânını bağrına basacaktır.” Dedi.
Önerilen programlar aşırı büyük işler gibi algılanabilir; ama bunlar erişilmez değildir. Dünyada iki tip insan vardır. Bazıları kendilerini topluma adapte etmeye çalışır. Diğer bazıları ise topluma uymaktansa toplumu kendi değerlerine adapte etmek ister. Toplum bütün ilerlemeleri bu ikinci tip insanlara borçludur. Onları yarattığı için Rabb’e şükürler olsun.” (M. Fethullah Gülen / Rabb’in aciz kulu / 9 Şubat 1998)
Fetullah Gülen’de Tıpkı manevi babası Kasım Gülek gibi bir Hıristiyan Okulu ve cemiyeti kurulmasını talep etti.
Sadece şehir farklıydı.
Gülen bu görüşmede Papa’ya, Şanlıurfa’nın Harran ilçesinde çeşitli dinleri inceleyen bir üniversite kurulmasını ve Filistin’in El Halil kentinde olduğu üzere Müslüman ve Hıristiyanlar için ortak bir ibadet yeri açılmasını istedi.
Şükürler olsun ki Cenab-ı Allah peygamberler şehri Şanlıurfa’ya böyle bir okul ve ibadet yerini nasib etmedi.
DEVAM EDECEK/METİN ÖZER
.
TAYYİP BEY’E KARŞI TAYYİBE HANIM
Fetullah Gülen’in Amerika’da kalıcı oturma izni için CIA görevlileri Graham Fuller ve George Fides, Fetullah Gülen'e ayrı ayrı kefil oldu.
CIA Fetullah’ın Amerika’ya yerleşmesi için resmen seferberlik ilan etti.
Gülen’in Amerika’ya aldıran Morton I. Abramowitz hem CIA hem Soros’un adamı,
aynı zamanda Bilderberg’in Türkiye ayağının sorumlusuydu..
15 Temmuz darbesi gecesi Büyükada’da toplanan CIA elemanları, darbenin başarılı olmasını bekledi.
Darbe başarılı olsaydı Ankara’ya geçip Türkiye’nin yönetimini ele alacaklardı.
O isimler; Graham Fuller ve bir başka emekli CIA yetkilisi George Fides’di.
Darbe başarısız olunca kuyruklarını kıstırıp tüydüler.
Toplantı yaptıkları otelden kaçarken bir de iz bıraktılar: Pensilvanya çanı
Liberty Bell, Türkçe karşıtı olarak Özgürlük Çanı olarak anılır.
CIA ajanları bıraktıkları Pensilvanya çanı ile Fetullah Gülen’in darbesine için geldiklerinin mesajını da vermiş oldu.
Akılsız FETÖ’cülere tekrar soruyorum.
CIA, sizin hocanın selameti için niye bu kadar çırpınıyor?
Biraz aklınız olsa bunu düşünür Fetullah’dan ateşten kaçar gibi kaçardınız ama nerde..
Hatta daha da yaklaştınız..
“Hocam gurbete gitti “ diye arkasından gözyaşı döktünüz.
Hocanız gurbete falan gitmedi öz vatanına gitti.
Gurbet meselesi sizin gibi safları keklemek ve sömürmek için kullandığı bir yöntem.
Hapisteki enayileri de “Yusufçuk” masalıyla uyuttu.
Siz uyumaya devam edin.
Neyse..
Bülent Ecevit, Kasım Gülek ve Fetullah Gülen üçgenine tekrar döneyim.
Kasım Gülek; Bülent Ecevit’i siyasete, Fetullah Gülen’i Müslümanların arasına fitne olarak attı.
Fetullah Gülen’e ilgi duyan sadece Kasım Gülek değildi. Gülek’in karısı, kızı ve baldızı Fetullah Gülen’e her türlü desteği verdiler.
Hatta Gülek’in karısı Nilüfer Gülek, Fetullah Gülen ve örgütüne İstanbul’da 70 dönümlük arazilerini gözünü kırpmadan verdi.
FETÖ’cü gazeteci Halit Esendir, FETÖ’ye bağlı Fatih Üniversitesi'nin İstanbul Beylikdüzü'ndeki arazisini Kasım Gülek'in eşi Nilüfer Gülek bağışladığını duyurdu.
Esendir; yazdığı kitabında Kasım Gülek'le bu konuya ilişkin bir anısına da yer vererek, ABD Büyükelçisi ülkesine Gülen lehine rapor yazacağı sırada Kasım Bey'e: ' Fetullah Gülen hizmetlerinde para işini nasıl yürütüyor?' diye sormuş.
Kasım Gülek cevaben: 'Hayrette kalacaksınız, benim hanım bile bu hizmetlere para veriyor. Türkiye'deki hamiyetperver insanlarla yürütüyor' demiş. Gerçekten eşi Nilüfer Hanım, Fatih Üniversitesi'ne 70 dönüm arazisini bile bağışladı.”
Mason çete daha o yıllarda Fetullah Gülen lehine ABD elçisine olumlu rapor yazdırılıyor.
Raporun ne olduğunu tahmin edersiniz;
- Kullanılmaya elverişli eleman
Dönelim Ecevit Gülek kısmına..
Ecevit Kasım Gülek’e karşı hayatı boyunca saygılı oldu.
Kasım Gülek’in kızı Tayyibe Gülek, Fetullah Gülen’i Amerika’ya sokan teyzesi Pentagon Subayı Albay Aylin Radomisli’nin yanında büyüdü.
1991 yılında Harvard Üniversitesi Ekonomi Bölümünden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini Londra Üniversitesi Londra Ekonomi Okulunda 1992 yılında tamamladı.
Tayyibe Gülek 1994 yılında Türkiye’ye döndü ve Başbakanlık danışmanı yapıldı.
Ecevit Tayyibe Gülek’i 1999 seçimlerinde DSP listesinden Adana milletvekili yaptı.
2002 yılında kurduğu hükümete Devlet Bakanı olarak atadı.
Tayyibe Gülek, Ecevit’in vefası sayesinde siyasette inanılmaz bir hızla yükseldi.
Siyasete Ecevit’le roket gibi giriş yapan Tayyibe Gülek, Ecevit’ten sonra Çin uydusu gibi aynı hızda düştü..
Ta ki geçen Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar.
Son Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde CHP kanadında Erdoğan’a karşı bir rakip aranıyordu.
Bir grup CHP’li, bir kadın aday çıkarma fikrini ortaya attı.
“Kim olabilir” diye düşünülürken; Tayyibe Gülek akıllarına geldi.
Tayyip Bey’e karşı Tayyibe Hanım..
Doğuştan CHP’li..
Yıllarca yurtdışında kalmış.
Ekonomi ve Avrupa Birliği konusunda çok bilgili..
Ecevit hükümetinde bakanlık yapmış..
Amerika tarafından kolayca desteklenir..
Genç, modern ve çağdaş..
Konuyu Kılıçdaroğlu’na açtılar.
Fikir fena değildi..
Kılıçdaroğlu ne karşı çıktı ne de onayladı..
Kemal Bey her konuda olduğu gibi bu konuda tek başına karar veremiyordu.
Amerika’daki üst akıldan haber bekliyordu.
Kılıçdaroğlu o günlerde, “Bizim adayımız Ekonomiyi iyi bilen birisi olacak” dedi.
Bu sözleri üzerine herkesin gözü İlhan Kesici ’ye döndü.
Oysa Kılıçdaroğlu’nun kastettiği Harvard Üniversitesi Ekonomi Bölümünden mezun olan Tayyibe Gülek’ti..
Tayyibe Gülek; 2002 yılında Dünya Ekonomik Forumu (World Economic Forum, Davos) tarafından Geleceğin Genç Liderleri arasına seçilmişti.
Kılıçdaroğlu’nun kafasında isim belli olmuş, geriye Amerika’daki üst akılın fikri kalmıştı.
CHP Lideri Tayyibe Gülek’in yıpratılmaması için bu konuda hiç kimseye tek kelime etmedi.
Tam da o günlerdeydi.
Kılıçdaroğlu ve Akşener; CHP'nin kudretli genel sekreteri, ABD’nin has adamı, Türkiye'deki Mason yapılanmasının önde gelen ismi, Fetullah Gülen'i 1960'lı yıllardan ölünceye kadar kollayıp koruyan Kasım Gülek'in kızı Tayyibe Gülek'in İstanbul'daki evinde bir araya geldi
Kılıçdaroğlu’nun maksadı Akşener’i Tayyibe Gülek ile tanıştırmaktı..
Ne orada ne de öncesinde Tayyibe Gülek ismi konusunda niyetinden bahis etmedi.
O buluşmaya Tayyibe Gülek’te oldukça hazırlıklı gelmişti..
Evde Tayyibe Gülek’in adaylık meselesi açılmadı ama CHP ile İYİ Parti’nin nişanı yapıldı.
Birkaç gün sonra da Kılıçdaroğlu, Akşener ve Gülek Avcılar Hilton'da buluştu. İttifak nişanı evliliğe döndü, yüzükleri de Tayyibe Gülek taktı.
Orada İYİ Parti’nin TBMM’de grup kurabilmesi için 15 CHP'li vekil İyi Parti'ye ödünç olarak verildi.
İttifak evliliği yapılırken Kılıçdaroğlu ’da Amerika’daki üst akıldan Tayyibe Gülek ile alakalı kararı bekliyordu.
Karar beklediği gibi olmadı.
Tayyibe Gülek’in babasının FETÖ’nün hamisi olmasının Erdoğan’ın işini kolaylaştıracağına karar verilerek bu mesele açılmadan kapandı.
Üst akıldan başka bir karar gelmişti.
Tayyibe Gülek’in CHP ve Meral Akşener arasında arabulucu olarak çalışması ve bu ittifaka HDP’nin dâhil edilerek ortak bir aday çıkartılması isteniyordu.
O adayda Abdullah Gül’dü..
Babacan AK Parti’de bulunduğu sırada, el altından Tayyib Bey’e karşı Gül’ü aday ettirmek için çalıştığını bizzat kendi açıkladı.
Büyük bir ihanet olan bu itiraf AK Parti’den infiale neden oldu.
Erdoğan; “Hem AK Parti milletvekili rozetini taşıyacaksınız, hem de AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı tasfiye planının “tam göbeğinde” yer alacaksınız. Bu siyasi ikiyüzlülükten başka bir şey değil.” Dedi.
Babacan’ın yaptığı ihanet sanılandan daha da büyüktü.
Ak parti milletvekili olarak Tayyip Erdoğan’ın yenilmesi için iç ve dış bütün bağlantılarını kullandı.
Hatta Bilderberg ekibinden bile yardım istedi.
Masonlar ve bazı işadamlarıyla görüşmeler yaptı.
Karamollaoğlu ile gizli gizli buluşup, iş çevirdi.
Bütün bunları da AK Parti rozetiyle yaptı.
Biz tekrar o tarihe dönelim..
FETÖ’nün isteğiyle Kılıçdaroğlu Gül’ü aday göstermek için yoğun bir çabanın içerisine girdi.
Tayyibe Gülek de Gül için çalışıyordu.
Sadece onlar değil, Amerika ve Masonlar da Gül’ün aday yapılmasında ısrarcıydı.
HDP de Gül’e razı olmuş Saadet Partisi baştan beri Gül’den yana kulis yapıyordu.
Akşener bu konuda Gül’e karşı beklenmedik bir direnç gösterdi.
Akşener’in direncini kırma işi Temel Karamollaoğlu’na verilmişti.
Karamollaoğlu ’da bir sonuç alamayınca devreye Tayyibe Gülek girdi.
Akşener ile kim oldukları hala açıklanmayan bir grupla toplantı yaptırdı.
Farklı partilerden eski siyasetçiler, Kemalist bazı gazeteciler ve bazı işadamlarının bulunduğu grup, Akşener’den HDP ile ortaklığı ve ortak bir aday olan Gül’e itiraz etmemesini istedi.
Akşener o toplantı ve toplantıya katılanlarla ilgili daha sonra şöyle dedi;
- İyi Parti, CHP ve SP’nin de bir araya gelerek HDP ile birlikte çatı aday göstermemiz istendi. Toplantı yaptığımız grup çok garip bir gruptu. Abdullah Bey’i . çok isteyen bir grup varmış ama birbirine benzemez bir grup.
Meral Akşener o grubu görünce hakikaten ürktü ve inadında ısrar etti.
Meral Hanım’ın bu direnci her türlü takdire layıktır.
Bir büyük oyun ve tezgahı tek başına bozdu.
FETÖ son bir gayretle Gül’ün adaylığı için bastırdı ama sonuç alamadı.
Umduğunu bulamayan Kılıçdaroğlu çaresiz, “Gel bakayım Muharrem” deyip gönülsüzce Muharrem İnce’yi aday gösterdi.
İnce’nin arkasında durmayıp, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına razı oldu.
DEVAM EDECEK
METİN ÖZER/ HABERVİTRİNİ
.
FETULLAH GÜLEN’İ AMERİKA’YA SOKAN KADININ SIR ÖLÜMÜ
Ecevit’in Fetullah Gülen’e ‘Amerika’ya kaç” diye haber verdiğinde bilmediği bir şey vardı.
Fetullah Gülen’e aynı bilgiyi CIA ve adamları tarafından günler öncesinde almıştı.
CIA, Gülen için hem yasal prosedürü hem de kalacağı yeri ayarlıyordu.
Sonunda Virginia’daki CIA merkezine 3.5 saat uzaklıktaki Pensilvanya’da karar kılındı.
Fetullah Gülen Amerika’nın gayri resmi adamı olduğu için, resmi kabul için zorlu engeller vardı.
Onun da çaresi bulundu.
1999 yılıydı.
Pentagon Subayı olan Aylin Radomisli isimli bir kadın ortaya çıktı.
Kasım Gülek’in eşi Nilüfer Gülek'in kız kardeşi "Aylin Radomisli", ABD ordusunda çalışan bir subaydı. Aylin Radomisli, Fetullah Gülen’in ABD’ye yerleşmesine yardım eden isimler arasında başta yer aldı.
Fetullah Gülen ABD’de oturma izni konusunda şunları dedi: “Kasım Gülek Bey’in baldızı Aylin Hanım Amerika’daydı. Pentagon’la irtibatları vardı. Kendisine Beyaz Saray’dan bunlar nedir diye bizi sormuşlar. O da endişe edilecek bir şey yoktur demiş, referans vermiş."
Sadece Ecevit değil, CHP’nin eski Genel Sekreteri Kasım Gülek’in ailesi de ilkokul mezunu bu vaiz için adeta seferber oldu.
Anlayacağınız Fetullah Gülen’in CHP sevdası yeni değil ta o zamandan kalma.
Kasım Gülek’e tekrar dikkatinizi çekmek isterim.
Gülen ve örgütü FETÖ’nün kime hizmet ettiğini çözmek için, Kasım Gülek’in ne yaptığını bakmak lazımdır.
Kasım Gülek in Babası İttihat Terakki Cemiyeti'nin Çukurova sorumlusu Nebioğlu ailesinden Mustafa Rıfat Bey’dir.
Başlangıçta gizli bir dernek olarak kurulan bu örgüt; İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra iktidarı denetleyen bir siyasî parti (İttihat ve Terakki Fırkası) halini almış; 1912 yılında ise iktidar partisi olmuştur.
Arkasında İngilizler bulunan bu örgütünün yöneticilerinden tamamına yakını ise masondu.
Tek amaçları vardı o da Osmanlı’yı ve hilafeti yıkmaktı.
Bugünkü İsrail bu alçak hainler sayesinde kuruldu.
İttihatçılar, Masonların desteğiyle Ulu Sultan Cennet mekân Abdülhamid Han’ı tahttan indirdikten kısa bir süre sonra, Yahudiler ‘in Filistin'de toprak almalarını sağlayacak yasayı çıkarttı...
İşte bu büyük ihanet çetesinin Çukurova sorumlusu Kasım Gülek’in babası Mustafa Rıfat’tı.
Muhtemelen de masondu..
Ölmüş CHP'yi diriltmek için eşeksırtında Anadolu'yu gezen genel sekreter Kasım Gülek, 13 Aralık 1905’te Adana’da doğdu.
Gülek eğitimini Robert Kolej’de aldı.
Tıpkı Ecevit gibi..
Kasım Gülek 1928-1930 yılları arasında ise dünyayı yöneten derin ailelerden biri tabir edilen, Rockefeller Bursu'nu kazanarak, ABD Colombia Üniversitesi’nde iktisat alanında doktorasını tamamladı.
Tıpkı Ecevit gibi..
1930’da tekrar Rockefeller Bursu desteğini tekrar kazanarak, İngiltere Cambridge Üniversitesi “London School of Economics” ve Berlin Üniversitesi’nde Ekonomi alanında Hukuk Doktorası yapıyor.
Görüyorsunuz değil mi..
Derin yapılar ve derin aileler Müslüman ülkelerdeki gençleri nasıl devşiriyor?
İslam düşmanı derin yapı tarafından devşirilen Kasım Gülek, 4 yıllık son eğitimden sonra ‘Has adam’ ve mason birader olarak Türkiye’ye yollanıp siyasete sokuldu.
Artık mükemmel bir CV’si vardı.
Arkasında bırakın bakanı, Başbakan olabilecek bir büyük güç buluyordu.
Para zaten zembille..
Gerisi tanışıklıklarda..
1934’de Türkiye’ye dönen Kasım Gülek, Mustafa Kemal ile tanışıyor ve Mustafa Kemal’in emri ile CHP’ye üye oluyor..
Zaten dinen ve siyaseten CHP’nin başına geçecek şekilde tornadan geçirilmişti.
Gülek, Yurtdışından döndükten topu topu 6 sene sonra 1940’da, CHP milletvekili seçilerek Meclis’e adım attı.
Gülek, 1. Hasan Saka Hükümeti'nde Bayındırlık Bakanı, 2. Hasan Saka Hükümeti'nde Ulaştırma bakanı olarak görev yaptı.
Gülek’in bu hızlı ilerlemesi İnönü’yü rahatsız etti. Kendisini başka bakanlığa kaydırınca Gülek bakanlıktan istifa etti.
1957 seçimlerine az vakit kala Kasım Gülek, Rockefeller bursu ile ABD'de okuyan Ecevit'e Ankara'ya dönüp CHP'de vekil olması için mektup yazdı.
1957 seçiminde Ecevit vekil oldu.1961'de kurulan hükümette de çalışma bakanı oldu
Gülek; 1958 yılında keşfettiği Fetullah Gülen’i CHP Gençlik Kollarına üye yaptırdı.
Kısaca Ecevit ve Gülen aynı zamanlarda CHP’ye girdi.
Ecevit CHP’de yürürken Gülen Türkiye’deki Müslümanların ve devletin içerisine bir fitne olarak atıldı.
Amerika güçlü bir Türkiye, güçlenmiş bir Sünni İslam görmek istemiyordu.
Barış gönüllüleri üzerinden PKK kurulurken, Fetullah Gülen üzerinden FETÖ kuruldu.
Maksat; hem Türkiye’yi hem de dini karıştırmaktı.
Ecevit’i bakan yapan Gülek, Fetullah Gülen’in de yaşını büyütüp Diyanet kadrosunda vaiz yaptırdı.
Ecevit o yoldan Başbakanlığa kadar yükselirken, Fetullah Vatikan ve Amerika’nın has adamı bir vatan haini oldu.
1995 yılının sonlarında Kasım Gülek nefes darlığı nedeniyle Amerika’ya gitti.
CHP’nin İnönü’den bile güçlü kabul edilen genel sekreteri Amerika’da Walter Reed Askeri Hastanesi’nde tedavi altına alındı.
Washington'daki Walter Reed Askeri Hastanesi, o günlerde sivillerin kabil edilmediği ve üst düzey Amerikan subaylarının tedavi edildiği bir hastaneydi.
Peki?
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanı bu hastaneye nasıl kabul edildi?
Anlıyorsunuz değil mi?
Eeee.. Derin Amerika Devletinin sahibi Rockefeller ailesinin adamı olursan, her hastane senindir.
Yeter ki onların gözüne girecek hizmet et..
Kasım Gülek, 19 Ocak 1996'da nefes darlığı tedavisi gördüğü Washington'daki Walter Reed Askeri Hastanesi'nde 91 yaşında öldü.
O arada bir sürpriz daha yaşandı.
Dinle alakası olmayan hatta karşısında olan, Masonlukta en üst düzeye çıkmış olan CHP’nin efsanevi Genel Sekreteri Kasım Gülek, bir vasiyet hazırlamıştı.
Kasım Gülen vasiyetinde öldüğünde namazını sadece Fetullah Gülen’in kıldırmasını istedi.
Anlıyorsunuz değil mi?
Şıracı şahit olarak kendine bozacı seçmiş.
Amerika’nın adamı; imam olarak yetiştirdiği Fetullah Gülen’de ısrar etti.
O tarihte bu karanlık ilişkiler bilinmediği için, Gülek’in vasiyeti ve Fetullah Gülen ayrıntısı CHP ve Kemalist kanatta adeta şok etkisi yaptı.
Cenazesi Türkiye'ye getirilen Gülek, Ankara'da Kocatepe Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra Adana'da defnedildi.
Her halde Kasım Gülek, Ecevit ve Fetullah Gülen üçgenini ve derin ilişkileri anlamışsınızdır.
Dönelim 1999 yılına.. Yani Fetullah Gülen’in Amerika’ya kaçışına..
Pentagon Subayı Albay Aylin Radomisli Fetullah Gülen’in Amerika'ya 1992 yılında ilk gidişinde kefil oldu.
Gülen’in bu Aylin Radomisli ile tanışıklığı daha öncesine dayanıyordu.
1992 yılında Amerika’ya ilk gittiğinde Kasım Gülek baldızını arayarak kendisiyle ilgilenmesini istemiş ve bu kadın Fetullah Gülen’i misafir etmişti.
Misafir etmekle kalmadı CIA ile Pentagon ile tanıştırdı.
Ilımlı İslam ve dinler arası diyalog projeleri orada gündeme geldi.
Siz aslında bu Aylin Radomisli’yi çok iyi tanıyorsunuz.
Ayşe Kulin'in ADI AYLİN adındaki ünlü romanı Aylin Radomisli’yi anlatıyordu.
Kasım Gülek’in kızı Tayyibe Gülek'i de büyüten bu Albay Aylin Cates’di..
Teyzesi yani...
Aylin Radomisli veya kızlık adıyla Aylin Devrimel, 18 Ocak 1995 günü Bedford'daki evinin önünde esrarengiz bir şekilde ölü bulundu.
Ölmeseydi bir gün sonra Amerikan Silahlı Kuvvetleri Er Eğitim Komisyonu'na çok önemli bir rapor verecek, belki üstlerinin hoşuna gitmeyecek açıklamalarda bulunacaktı...
Aylin'in esrarengiz ölümünün soruşturması kısa sürede örtbas edildi ve kapandı...
Fetullah Gülen’in Amerika’daki en büyük referansı ise Morton I. Abramowitz’di.
1990'lı yılların başından beri Türkiye'de ''ılımlı İslamcıların'' iktidara gelmesini desteklemek uğruna derin girişimlerde bulunan Abramowitz, George Soros tarafından fonlanan sivil toplum kuruluşlarında yöneticilik yaptı.
Kısaca CIA ve Pentagon Fetullah Gülen’in sağ salim ülkesine gelmesi için resmen seferber oldu.
Bir vaiz için gösterilen bu ilgili size tuhaf geliyor ama maalesef FETÖ’cüler bunu görmek istemiyor.
Dünyada İslam’a savaş açan Amerika’nın bir sözde İslamcı Vaize bu kadar destek vermesini çözemiyorlar.
Düşünün..
Amerika bu vaiz için, NATO’nun ikinci büyük ordusunun sahibi Türkiye gibi bir stratejik ortağı ve müttefikini kendisine düşman etmeyi dahi göze alıyor..
Neden acaba?..
Çünkü FETÖ sadece Türkiye değil, bir dünya projesidir..
160 ülkede okulu bulunan FETÖ, CIA’nın gayri resmi ajanlık üssüdür.
Bu okullar; CIA’ya istihbarat, Vatikan’a misyonerlik hizmeti sunar.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
DEVAM EDECEK
FETÖ’NÜN BAŞ MASONU.. ÖLÜM ANINDA FETULLAH'IN MASONLUĞUNU İTİRAF ETTİ
Papaz Maroviç, cemaatin önemli adamlarıyla yakınlık kurdu.
Öyle ki; Said Nursi’nin ölüm döşeğindeyken George Marovitch’in de başucunda dua ettiği dahi söylüyordu.
Hatta Kırkıncı Hoca, Maroviç’in odada Cevşen okudu dahi söyledi.
Cemaatinin güçlü adamları Papaz Maroviç’e cemaat kalesinin kapısını içeriden açınca, olanlar oldu. Cemaatin içerisine gizlice sızan değil alenen giren Maroviç, kendisinin bile beklemediği kadar rahat hareket etti.
1965 yılında Fetullah Gülen’i ele alıp yetiştiren Mason Papaz Maroviç, önemli bir karar aldı.
Nur cemaati içerisinde yeni bir yapı kuran Papazlar, bu yeni yapının merkezi olarak İzmir’de karar kıldı.
Ankara, Başkent olduğu için çok göz önündeydi. İstanbul’da dikkat çeken bir yerdi.
O yüzden İzmir’de karar kıldılar.
Maroviç tarafından yetiştirilen Fetullah Gülen, tecrübe kazanması için Kırklareli’ne vaiz olarak yollanmıştı.
Fetullah Gülen, Papazların ilk emrini burada yerine getirdi.
Haddi ve vazifesi olmadığı halde dönemin Ermeni Patriği Şinork Kalutsyan'a bir mektup yazdı.
Bu ihanet mektubunda, Müslümanları karalayıp Hıristiyanları öven Gülen, hangi dine mensup olduğunun ilk işaretini de yine bu mektupta verdi.
Gülen şöyle dedi;
- 1915 senesinde Ermenilere gerçekleştirilen büyük soykırımı lanetle yad etmeden geçemeyeceğim. Hz. İsa'nın çocuklarının Müslüman geçinen cahiller tarafından katledilmesini esefle kınıyorum..."
FETÖ haini daha o yaşta Ermeni soykırımını kabul etti.
Gülen'in bir Vatikan ve CIA ortak projesi olduğunun açık ve ilk işaretidir bu mektup. Aynı zamanda kilisenin gizli evladı olmayı daha o tarihte kafasına koyduğunun da ispatıdır.
Kısaca; Vatikan ziyareti ve Kardinallik unvanının tohumu bu mektupta atıldı.
Fetullah Gülen’in Ermeni Patriği Şinork Kalutsyan'a ve Papa’ya ayrı zamanlarda yazdığı mektuplarında İslamiyet’i övücü, dinimizi metheden tek bir ifade bulunmazken, bu mektuplarda Papa ve Hıristiyanlığı metheden onlarca ifade yer aldı.
Bu bile Fetullah Gülen’in aslında ne olduğunu anlatan bir vakadır.
Meselenin bir tuhaf yanı daha var.
O zaman baskıcı ve ceberut bir devlet vardı.
Katı Kemalist yöneticiler en ufak bir farklılığa müsamaha göstermiyorlardı.
Bu Kemalistler Fetullah Gülen’in Ermeni soykırımını kabul ettiğini bildirdiği mektuba neden bir tepki vermedi?
Mason biraderlerin kardeşliği sayesinde elbette..
“Masonluk nereden çıktı?” demeyin.. İşte tam da oraya geldik.
Bu mektubun ardından 1966 yılında Fetullah Gülen Diyanete bağlı olarak, Kestanepazarı Camisi'nde vaizlik görevini yapmaya başladı. (Mektuptan sonra terfi etti yani)
İzmir’deki Kestane Pazarı Öğrenci Yetiştirme Derneği, bu örgütün merkezi oldu.
Burada ateşli ve hararetli konuşmalar yapan Fetullah Gülen kısa sürüdü tanındı.
İzmir’deki faaliyetlerini yeni oluşumun ‘Hayırsever işadamı’ olarak tanıttığı Ali Rıza Güven üstlenmişti.
Bu Ali Rıza Güven ismine dikkatinizi çekmek isterim. Kendisi hayırsever bir işadamı olarak tanıtılıyor.
Ali Rıza Güven, CIA ajanı Mason papaz Maroviç ’in arkadaşı ve dostu.
İzmir’deki Nurcuların ve Fetullah Gülen’in de merkezi olarak bilinen Kestane Pazarı Öğrenci Yetiştirme Derneği başkanı.
YEDİKLERİ İÇTİKLERİ AYRI GİTMEDİ
Ali Rıza Güven'le ilgili bir belgeselde Gülen ve Güven ilişkisi net olarak anlatılıyor. Güven'in Fetullah Gülen ile tanışması dönemin İzmir Merkez Vaizi Yaşar Tunagür'ün Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı'na atanmasıyla başlıyor.
Yaşar Tunagür, FETÖ’nün Diyanet’teki koruyucu ve hamisi durumunda.
Ankara'ya giden Tunagür, Gülen'in tayinini İzmir'in Kestanepazarı Cami’sine çıkarıyor. Burada ilk olarak Ali Rıza Güven'le tanışan Gülen, o günleri şu cümlelerle ifade ediyor:
“Bir masanın etrafına toplandılar. Hacı Ahmet Bey o zaman 100 bin lira verdi. Ali Rıza Bey 50 bin lira verdi. Değişik yerlerde platformlarda hizmet derken bu yol (FETÖ) değerlendirilebilecek bir yol denildi. O gün karar alındı”
SON NEFESİNDE ALİ RIZA GÜVEN VE FETULLAH GÜLEN’İN MASON OLDUKLARINI İTİRAF ETTİ
Maroviç, FETÖ içerisinde önemli bazı isimleri mason yapmayı başardı.
Bunlardan birisi de Fetullah Gülen’di.
Said-i Nursi'nin hizmetini gören talebelerinden biri olan Üzeyir Şenler (Kadın Yazar Şule Yüksel Şenler’in ağabeyi) Ölüm döşeğinde verdiği röportajda örgütün masonlarını isim isim saydı.
Papaz Maroviç ‘in yakın arkadaşı Kestanepazarı Derneği kurucu başkanı Ali Rıza Güven'in kendisine mason teşkilatında görev alması teklifinde bulunduğunu belirtip, çok sert tepki verdiğini anlattı.
- Dilinin altında bir bakla var, baklayı çıkarmak istemiyordu. Fazla dayanamadı en sonunda çıkardı baklayı ağzından. Baklayı şöyle çıkardı ağzından. ‘Sizi’ dedi biz inceledik. Yakinen sizi tanıyoruz. Sizde dedi öyle bir kabiliyet var ki, artık başladı şey etmeye. Ondan sonra siz dedi yalnız çok yükseklerde olmanız gereken bir şeydesiniz, gaste maste…
Ardından da Ali Rıza Güven bana masonluk teşkilatına girme teklifinde bulundu.
Şenler, Güven'in aynı teklifi Fetullah Gülen'e de yaptığını söyledi.
Üzeyir Şenler, Fetullah Gülen'in masonik bağlantılarını şu ifadelerle deşifre etti:
- Mesela şu anda bir numara olan birisi (Fetullah Gülen) onunla beraber, çok sıkıydı. Sıkı münasebeti vardı. Her an beraberlerdi. Artık söylemek… Fetullah ya Fetullah!”
Yeni Şafak Gazetesi’nin Fetullah Gülen’in masonluğu ile alakalı bulduğu belge bu idi..
Gülen böylece din adamı kisvesiyle masonluğa adım attı.
FETÖ’nün en kritik adamlarından birisi ve aynı zamanda İsrail imamı olan Abdullah Aymaz, Ali Rıza Güven’in ölümünden sonra Zaman Gazetesi’nde bir yazı yazdı ve örgütü Masonlaştıran bu adamı öve öve bitiremedi.
Bir not da şöyle aktarayım..
FETÖ’cüleri Mason yapan Ali Rıza Güven hala büyük saygı görüyor. Her sene ölüm yıldönümünde mezarı başında toplanan FETÖ’cüler, Güven’e dua ediyor..
Allah akıl fikir versin..
Maroviç ve Ali Rıza Güven perdenin arkasında durarak FETÖ’yü büyütüp genişletti.
FETÖ; ABD, Vatikan ve masonlardan aldıkları maddi, manevi ve istihbarati destekle neredeyse Türkiye’yi ele geçirecek hale geldi.
Maroviç; 2007 yılında Roma'da istasyonda beklerken şüpheli bir şekilde raylara düşerek bir trenin altında kaldı. Ağır yaralanan Maroviç ne hikmetse ne İtalya’da ne Vatikan’da ne de Amerika’da tedavi görmek istemedi.
Oysa Maroviç O tarihte de Vatikan’ın İstanbul temsilcisiydi.
Papaz Maroviç kendini, kendi kurduğu örgüt olan FETÖ’nün eline teslim etti.
Maroviç; FETÖ’nün Özel Sema hastanesine kaldırıldı ve yoğun bir tedavi aldı. Maroviç’in tedavisi 1,5 yıl boyunca sürdü.
Sema Hastanesi FETÖ örgütünün en önemli sağlık kuruluşlarından birisiydi.
Darbe girişiminden sonra ilk el konulan kuruluşlardan birisi de Sema Hastanesi idi.
Bu hastane FETÖ’nün 2 numarası ve örgütün beyni Mustafa Özcan’ın yönetimindeydi.
Anlayın işte bu ilişkilerin nasıl yürüdüğünü..
81 yaşındaki Papaz ve CIA ajanı George Maroviç, 18 Mart 2012’de sepsis rahatsızlığıyla, Özel Sema Hastanesi hastanede yaşamını yitirdi.
Hastaneden yapılan açıklamada; George Maroviç ‘in kalp durması sonucu öldüğü duyuruldu.
Hastaneye Türkiye gelmesi gibi gömülmesi de tuhaf oldu.
Vatikan papazı Maroviç ülkesinde değil de, Şişli'deki Fransız Latin Katolik Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Said Nursi'nin talebesi Fırıncı Hoca cenazeden hemen sonra, Maroviç'in İslamiyet'i seçtiğini iddia edince ortalık karıştı.
VASİYETİNİ BİLMİYORUM
Said Nursi'nin öğrencilerinden olan 84 yaşındaki Mehmet Fırıncı; Maroviç'in Aksaray Yusuf Paşa'daki Selçuk Dershanesi'nde, Risale-i Nur okumaları sonrasında birlik ve beraberlik mesajı verip, cemaatin önünde 'Kelime-i Tevhit' getirerek Müslüman olduğunu iddia etti.
Fırıncı o günü şöyle anlattı: 'Sayın Maroviç, Bizim Risale-i Nur okuma toplantılarımızdan birine katılmıştı. Gençlere 'Bakın biz işte kol kola yan yanayız. Farklı din mensubu gibi yanlış bakmayın' dedi. Ardından Kelime-i Tevhit getirdi.
Vay saflar vay..
Maroviç'in bu sözleri Hıristiyan kuruluşlarını şaşkına çevirdi..
VATİKAN FETÖ’YÜ FIRÇALADI, FETULLAH GÜLEN PANİKLEDİ
Aynı tarihte; 'Risale Haber.com' adlı internet sitesinde yayınlanan haberde, Maroviç'in ölmeden önce bazı arkadaşlarına 'Müslüman olduğunu ve Müslüman mezarlığına defnedilmek istediğini söylediği' iddiası da yer aldı.
Tabi bunların hepsi hayaliydi.. Aslı ve esası yoktu.
Nurcuların içinden FETÖ’yü çıkartan Maroviç, fanatik bir Hıristiyan’dı.
FETÖ’nün gazetesi Zaman ve örgütün diğer yayın organlarında yer alan bu haberlere Vatikan ve Maroviç’in ailesi büyük tepki gösterdi.
Müslüman oldu iddiasına ailesi ve Vatikan yetkililerinin karşı çıktı ve o haberler kaldırıldı.
CENAZESİNE TOPBAŞ VE SARIGÜL DE KATILDI
Maroviç, Saint Esprit Kilisesi'ndeki ayinin ardından toprağa verildi. Ayini Latin Katolik Episkoposu Lovis Pelatre yönetti.
Törene, Türkiye Süryani Katolik Patrikvekili Yusuf Sağ, Türkiye Ermenileri Patrik vekili Aram Ateşyan, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, dönemin Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül ve FETÖ’yü temsilen İsrail İmamı Harun Tokak katıldı.
FETÖ ve Fetullah Gülen’in büyük abisi böylece cehenneme postalandı. Ateşi bol olsun..
DEVAM EDECEK
.
ÖZAL’I KİM VURDURDU, KİM ZEHİRLETTİ? ÖZAL’IN ÖLÜMÜNÜ GÖRDÜM
Allah rahmet eylesin Turgut Özal’ın vefatının üzerinden tam 28 yıl geçti..
Benim rahmetli Özal ile ayrı bir bağımız vardı.
Ben Özal’ı babam gibi görür o da beni evladı sayardı.
O yıllarda Türkiye gazetesinin Cumhurbaşkanlığı muhabiriydim.
Özal nerede ben orada.
İşim bu..
Hem de çok sevdiğim bir iş..
Bu sayede Özal’dan o kadar çok şey öğrendim ki dünyaya bakışım değişti.
Çok büyük bir devrimciydi.
Bizim çakma solcu devrimciler gibi değil, hakikaten devrimciydi.
Bizimkiler terörist devrimcisi..
Özal ise statükoyu yıkan bir devrimciydi.
O yıllarda bütün vaktim Özal’la geçiyordu.
Yurtiçi ve yurtdışındaki bütün toplantılarına katılıyordum.
1993 yılıydı..
İhlas TGRT’yi kurmuş ve deneme yayınları yapılıyordu.
Resmi açılış için de hazırlık vardı.
16 Nisan Cuma Günü idi..
Enver Abi aradı..
TGRT’nin resmi açılışını yapacaklarını belirterek, “Turgut Bey için bir davetiye gönderdim. Onu kendisine götür ve bizzat elinle teslim et. Selamımı söyle katılıp katılmayacağını öğren. Şayet o gün bir işi varsa biz açılış gününü onun programına göre değiştiririz” dedi.
Ertesi gün cumartesi günü idi..
Sabah Köşk’e çıktım.
Yanlış hatırlamıyorsam Özel kalem müdürü Volkan Bozkır’dı.
Volkan Bey, “Beyefendi şu an sabah yürüyüşünü yapıyor. Makama geçince ben seni yanına alırım” dedi.
Volkan Beyin arkasında açık olan el telsizinden, “Acil ambulans isteyin” diye, bir anons geçti. Anonsu yapan kişinin ses tonunda bir anormallik sezmediğimiz için çok da üzerinde durmadık.
Hatta ben biraz takıldı, “Turgut Baba çok çalıştırıyor herhalde, teker teker hastanelik oluyorsunuz” dedim.
Kısa bir süre sonra;
- Beyefendiyi dışarıya çıkartıyoruz
Anonsu geçti.
“Beyefendi” ifadesi köşkte sadece Cumhurbaşkanı için kullanılır.
Volkan Bey ile aynı anda ayağa fırladık..
O içeriye koştu ben dışarıya..
Ağaçların arasından hızla ön tarafa doğru koştum.
Biraz uzakta kalmıştım.
Özal’ı siyah bir tuhaf aracın içerine almaya çalışıyorlardı. Yüzü yukarıya doğru idi. İki koruma kollarına girmiş taşıyordu ama orada birkaç kişi daha vardı. Özal'ın yüzü gökyüzüne çevrilmiş, sırtı yere doğruydu. Ayakları yere sürtüyordu.
Dışarıdan bakınca çok ambulans havasında olan bir araç değildi. O arada bir kişi o aracın arka kapısını açıp, sedye çıkarmaya çalıştı. Birkaç dakika uğraştılar, sedyeyi çıkarmak için. Bağırış, çağırışlar vardı. Meğerse ambulansın sedyesi sabitmiş. Bu yüzden sedyeyi çıkaramadılar.
Sonradan anlaşıldı ki ambulansa benzeyen o araç; 1957 model bir sağlık aracıydı. Alman hükümeti hediye etmiş. Sedyesi sabit bir araçtı.
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı o araca karga tulumba bindirildi.
Ağaçlık yerde şoka girdim resmen.
Gazetecilik refleksiyle beni bekleyen Türkiye Gazetesi'nin aracına koştum. Yan kapıdan şimdi 5 no'lu kapıdan çıkış yaptılar. Biz de son sürat çıkış yapan siyah aracın arkasına takıldık.
Meslek hayatımdaki en büyük üzüntülerden birisidir.
Benim bir alışkanlığım vardı.
Nereye gidersem gideyim mutlaka fotoğraf makinamı yanıma alırdım.
Davetiye götürürken makinamı yanıma almadım.
Alsaydım bütün bu sahneyi fotoğraflayıp tarihe not düşecektim.
Neyse..
Hayırlısı o anın çekilmemesiymiş..
Bizim görev arabasında da telsiz vardı.
Her gazete hem birbirini hem de polisleri dinliyordu.
O yüzden telsizden olayı anlatmadan istihbarat şefi olan arkadaşa, “İki hastaneye hemen ekip yolla” dedim.
O da tamam dedi.
O sırada yanlış hatırlamıyorsam Köşk'ün siyah bir Mercedes'i bizi büyük bir hızla solladı. İçinde Semra hanımın olduğunu hastaneye gidince öğrendim. Köşk'ten direk Kızılay'a doğru iniyorduk. Kızılay'a gelince biz ambulansı kaybettik.
Ben Özal'ın o halini görünce en yakın hastaneye götürüleceğini düşündüm. İbn Sina ya da Hacettepe Hastanesi aklıma geldi.
Ve önce Hacettepe Hastanesi'nin Acil servisine yöneldik. Acil servisin önüne geldiğimizde o siyah aracın arka kapısı açılmış, birkaç dakika önce Özal, içeriye alınmıştı.
O anı görmedim.
Baktım kapıda ne bizden bir ekip ne de başka bir gazeteci var.
Bizimkiler ağırdan davranınca oradan da görüntü alamadık.
Elbette ki bütün bunları sıcağı sıcağına gören birisi olarak, Özal'a ne olduğunu anlamaya çalıştım.
Olay duyuldu.. Çok kısa bir süre içerisinde inanılmaz bir kalabalık geldi, devlet hastaneyi ablukaya aldı.
Ben hem içeride ne olduğunu ve Özal'ın durumunun ne olduğunu kendi kaynaklarımdan öğrenmeye çalışıyordum.
O an acil serviste görev yapan genç bir doktora ulaştım. Ancak ismini vermedi. Ama enteresan bazı bilgiler verdi.
Özal'ın hastaneye geldiğinde ex olduğunu söyledi. Elektro şoka da hiçbir şekilde tepki vermediğini belirtti. Hastane yönetiminden hiç kimseye konuşmayın talimatını aldıklarını ve ilk müdahalenin ardından kendilerinin Özal'ın yanından uzaklaştırıldığını söyledi.
Ben o an sıcağı sıcağına bir suikast ihtimali var mı onu sordum.
Kendisi de 'Hastayı getirenler kalp krizi olduğunu söylediler. Biz de onun üzerinde durduk ve hayata döndürmeye çalıştık. Onun dışında bir tetkik yapma şansı bize verilmedi. Bir şey diyemem' dedi. 'Her şey olabilir' dedi.
Doktor, çok önemli bir tıbbi bilgiyi benimle paylaştı.
'By-Pass geçiren bir insanın ilk iki kalp krizlerini atlatabildiğini bugüne kadar ilk iki krizi atlatanlar için üçüncü kriz ölümcül risk taşır.’
Genç bir doktorun verdiği bu bilgi, doğal olarak herkes biliyordu
Geçmişte öldürülmek istenen bir insanın ölümü, hiçbir zaman normal olmaz.
Sıradan bir doktorun rutin işlem dediği kan, idrar hatta gayta ve saç örneklerinden hiçbir zaman bir tahlil yapılıp, sonucu kamuoyuyla ya da ailesiyle paylaşılmadı.
Zehirle ilgili ne saçını aldılar ne de kontrol ettiler.
Aldıkları kan tahlilleri de sonradan ortadan kayboldu.
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı'nın vefatını sıradan bir ölümmüş gibi gösterip, olayın kapattılar.
Ben bunları NTV’deki canlı yayında ve Yeni Şafak Gazetesi’ne verdiğim röportajda da anlattım.
Düşünün ki hastanede alınmayan saç, mezarı açılarak alındı.
Bu ihmal başka ülkede olsa hükümet düşer.
Ailenin ısrarla aldırdığı o saç örneklerinden de zehir bulundu.
Turgut Özal'ın bedeninden alınan örneklerde dört ayrı zehirli madde tespit edildi.
DDT (zehir), Kadmiyum (ağır metal), Amerikyum ve Polonyum (radyoaktif madde).
Uzun vadede radyoaktif maddelerle vücudun yorulduğu, sonra böcek ilacı ile ani ölümün sağlandığı belirlendi.
Kısaca Türkiye Cumhuriyeti’nin 1 numarası, bilinmeyen bir güç tarafından zehirlenerek şehit edildi.
İşin özeti budur.
Peki Özal’ı kim şehit etti?
1988 yılında Özal Başbakanken herkesin gözü önünde Kartal Demirağ denilen bir tetikçi tarafından vuruldu.
Tetikçi yakalandı. Sorgulandı..
Sonuç yine aynı; Sıfır.
Bir ülkenin başbakanı canlı yayında suikaste uğrayıp vuruluyor, tetikçi yakalanıyor, ama emri veren ortaya çıkartılmıyor.
Ne ilginç değil mi?.
Bir gün Özal ile röportaj için Marmaris’teki Okluk koyuna gittim.
Özal çok neşeliydi..
Kendisine şöyle dedim;
- Sayın Cumhurbaşkanım!.. Sizi tanıyorum siz hiçbir meseleyi yarım bırakmazsınız. Bırakmadınız da.. Birazdan soracağım şeyi de yarım bıraktığınıza inanmıyorum.
Size suikast emrinin veren perdenin arkasındaki kişiyi buldunuz mu?
Özal güldü ve, “O kişiyi biliyorum” dedi.
“Efendim kim?” dedim
“Devletin selameti için açıklamadım. Asla açıklamam. Sende bu kısmı yazma” dedi..
Devletin selameti..
Eminim Özal’ı kurşunlatanlar da, “Devletin selameti” diyerek bu işi yaptırdılar.
İhtilal yapanlar da bildirilerinde hep aynı cümleyi kullandı : Devletin selameti için..
Herkesin selameti kendine..
Bir amiral cübbe giydi diye gece yarısı bastonlarla masaya oturup muhtıra yazan 104 amiral de devletin selameti demişti..
104 Amiral namaz kılıp cübbe giyen bir amirale tahammül edemedi.
Bu amiraller Özal Cumhurbaşkanı iken genç birer subaylardı.
Kim bilir!.. Özal Cumhurbaşkanı olarak namaza durduğunda nasıl dişlerini gıcırdattılar?
“TC Cumhurbaşkanı nasıl olur da namaza durur” diye masaları yumrukladılar.
Demem o ki..
Özal’ı vurduran da zehirleyen de aynı..
İsimleri ayrı olsa da gerekçeleri de aynı :
- Devletin selameti..
Sizin selamet, millete felaket.
Devletin selameti için yok olmanız artık fakruzaruret.
METİN ÖZER/ HABERVİTRİNİ
.
PKK DA FETÖ DE CHP’NİN ESERİDİR.. İSMET İNÖNÜ’NÜN BÜYÜK İHANETİ
Nur Cemaatin önde gelen isimleri gittiği yerlerde Papaz George Maroviç’i övüyordu.
Kim bu Papaz George Maroviç?
O da Vatikan’ın İstanbul’daki resmi temsilcisiydi. Hem masondu hem de CIA ile ilişkisi vardı.
Türkiye’de masonik yapılanmanın önemli isimlerinden birisiydi.
CIA ile de teması vardı.
CIA’nın basına yansıyan belgelerinde ismi açık olarak yer aldı. Bu belgelerle CIA ajanı olduğu resmen ilan edildi.
George Maroviç, FETÖ içerisinde masonik yapıyı kuran kişidir.
Monsenyör George Maroviç aynı zamanda Fetullah Gülen’i Vatikan’a götürüp Papa ile buluşturan adamdır.
Ziyaret sırasında Papa’ya eşlik eden ve Fetullah Gülen’in kardinal unvanı almasını sağlayan da bizzat kendisidir.
Vatikan’ın İstanbul Temsilcisi Monsenyör George Maroviç bu buluşma ile alakalı şöyle dedi;
- Ben onun Rusya’daki bir okulunu gördüm; çok etkilendim. Okulda Atatürk köşeleri vardı. Muhterem Fetullah Gülen ile görüşmemiz sırasında kendisinin Vatikan’ı ziyaret etmek isteyip istemediğini sordum.
Çabalarım sonucunda davet geldi ve ben de tercümanlık yapmak üzere seyahate katıldım; görüşmelerine şahit oldum.
Gülen ile ilgili gözlemlerimi Papa’ya aktardım. ‘Hakiki İslamiyet budur’ dedim.”
Kısaca Vatikan’da İslam âlemine enjekte etmemiz gereken İslam anlayışı FETÖ’nün sapkın din anlayışı olduğu söylenmiş.
Bunun devamında 160 ülkede CIA ile birlikte FETÖ okullarının açılması kararlaştırıldı.
CIA ajanı mason papaz, FETÖ’nün İslamiyet’i olduğunu söylemiş..
Böyle bir adamın bırakın hocanızı sizi övmesi bile hakarettir.
Vah FETÖ’cülere vah..
Bu Papaz Maroviç, CIA’nın adamı olarak Türkiye’ye neden geldi?
Kısaca onun da bilgisini veriyim ki; Büyük fotoğrafta eksik kısım kalmasın.
1961 yılı idi.
O yılda ABD Başkanı olan John F. Kennedy, o yıl "Barış Gönüllüleri" adıyla bir örgüt kurdu.
Bu örgütte istihdam edilen ABD vatandaşları, askerlik yerine 2 yıl boyunca geri kalmış ülkelerde görev yapacaktır.
Faaliyeti anlamışsınızdır sanıyorum.
Bu faaliyet casusluk faaliyetidir.
Barış Gönüllüleri’nin tamamı CIA tarafından özel olarak yetiştirildi.
Kâğıt üzerindeki görünür amaçları; ABD'yi dünya siyasetinde yeniden güçlü ve etkin hale getirmek, bölgedeki ülkelerin Sovyetlerin kontrolüne girmesini engellemekti.
Bir de gizli amaçları vardı..
Osmanlı’nın yeniden canlanmasını önlemek, Hilafetin geri gelmesini engellemek.
Bu amaçları için Türkiye’nin kendi deyimleriyle ‘Hasta adam’ pozisyonunda durması gerekiyordu. Başına belalar sardırılarak rahat yüzü görmemesi amaçlandı.
1961 yılından bu yana 200.000'den fazla Amerikalı 139 ülkede Barış Gönüllüsü olarak çalışmıştır.
Barış Gönüllüleri 1962'den itibaren aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 139 ülkede faaliyet göstermeye başladı.
1962 yılında Başbakan İnönü idi.
8. İnönü Hükümeti olarak adlandırılan bu hükümet, Amerika ile anlaşma imzalayarak CIA ajanı Barış Gönüllülerine kapıları sonuna kadar açtı.
Bu ihanet anlaşmasına imza atan İsmet İnönü’dür.
Başbakan Adnan Menderes’i vatan haini diye asan Kemalist generaller, CIA ajanı Amerikan gönüllülerinin ülkemize girmesini alkışlarla karşıladı.
İrtica diye tepinen bu generaller, misyonerlerin topraklarımıza girmesine selam durdu.
İnönü anlaşmaya göstermelik bir madde koymuştu.
O madde ile bu Barış gönüllülerinin Doğu ve Doğu Anadolu’ya asla gitmeyecekleri hükme bağlanmıştı.
Yazılı hükme rağmen Amerikan ajanları Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinden hiç çıkmadı. Daha doğrusu bütün faaliyetlerini burada yürüttü.
Bütün gayeleri Türkiye’nin başına bela olacak bir oluşum kurmaktı
İnönü sayesinde bu faaliyetler ve anlaşmayı ihmal görünmezden gelindi.
CHP hükümeti ve İnönü de buna göz yumarak, tarihin en kirli ve kanlı ihanetlerinden birisine imza attı.
Neydi bu ihanet?
27 Ağustos 1962 tarihinde yapılan ikili anlaşma ile Türkiye'ye gelmeye başlayan Barış Gönüllüleri'nin bu ülkedeki faaliyetleri 1971 yılına kadar devam etti, bu süre içinde Türkiye'de 1460 Barış Gönüllüsü görev aldı.
Gönüllülerin %67'si İngilizce öğretim programlarında ‘İngilizce Öğretmeni’ sıfatıyla görev yaptılar. Bunların bir bölümü Maarif Bakanlığı Kolejlerinde çalıştı.
Türkiye’ye gelen gönüllülerinin dörtte biri Ankara’da, dörtte üçü da taşrada görev yaptı.
%25’i Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde görev yaptı.
PKK’sının tohumu da bu Barış Gönüllüleri tarafından o yılda atıldı.
Amerika bir yandan Sovyetlerden çekinirken öbür yandan da Türkiye’den korkuyordu.
Türkiye’nin Osmanlı’yı yeniden kurma ihtimali uykularını kaçırıyordu.
Bu bakımdan Kürtler üzerinde PKK’yi bir örgüt ortaya çıkarırken Müslümanlar içerisine de FETÖ diye başka bir örgüt çıkartıp attılar.
Sonuç itibarıyla FETÖ’yü de PKK’yı da kuran yöneten ve sevk eden Amerika idi.
Barış Gönüllülerinin faaliyetleri 1972 yılına kadar legal olarak devam etti.
O 10 yıllık sürede başta Tunceli olmak üzere, Diyarbakır, Mardin, Hakkâri ve Van’da özellikle çeşitli Kürt aşiretleri Türkiye’ye karşı örgütlendirildi.
Para ve silah desteği sözü verildi.
Barış gönüllülerinin ülkemizden gitmesinden 10 sene sonra PKK silahlı eylemlere başladı.
Barış gönüllülerinden bir grup Kürtler üzerinde çalışırken, Ankara’da kalan ekipte dini cemaatlere yöneldi.
Sızdıkları ilk cemaat Nur cemaatiydi.
Hem Papaz hem de CIA ajanı olan Maroviç ’de barış gönüllüsüydü.
PKK gibi FETÖ’nün de tohumu o yıl atıldı.
O alçak tohumlardan Öcalan ve Fetullah hainleri doğdu.
Anlayacağınız Amerikan Barış Gönüllüleri, sadece PKK’yı kurmadı aynı zamanda FETÖ’yü de kurdu.
FETÖ ve PKK; anaları ayrı babaları aynı üvey kardeştir.
FETÖ’cü de PKK’lı da Veled-i zinadır. Her ikisinin de babası aynı gavurdur.
FETÖ’cü kardeş külahlı, PKK’lı kardeşi silahlıdır.
FETÖ’cü kardeş imanını, PKK’lı kardeş canını alır.
FETÖ’cü münafık ve Hıristiyan, PKK’lı Zerdüşt ve dinsizdir.
FETÖ’cü Fetullah’a, PKK’lı Öcalan’a tapar.
FETÖ’cü himmet, PKK’lı haraç toplar.
FETÖ’cü soru, PKK’lı evlat çalar:
FETÖ’cü hipnoz ederek, PKK’lı ise sıkarak öldürür.
Her ikisi de vatan hainidir.
Her ikisinin de tasmalarını tutan çoktur.
Gelelim FETÖ’nün “Din-i İslam’ı yayıyor” dedikleri Yurt dışındaki okullarına..
Amerika’nın 1961 yılında başlatıp 15 sene sonra iptal ettiği ‘Barış gönüllüleri’ projesini şimdi gayri resmi olarak FETÖ üzerinden yürütüyor.
Amerika’nın 1973’de kapattığı Barış Gönüllüleri örgütü şimdi FETÖ olarak faaliyet gösteriyor.
Amerika; FETÖ’ye 160 ayrı ülkede okullar açtırıp hem misyonerlik hem de casusluk yaptırıyor.
FETÖ’nün yurtdışındaki okullarında; İngilizce öğretmeni görünümlü CIA ajanları, din dersi hocaları olarak da Vatikan’ın papazları misyonerlik görevi yürütüyor.
Bu okullarda dini-i islam adına hiçbir şey yoktur.
İşin esas acı tarafı; Bu okulların giderlerini Amerika değil Türkiye’deki FETÖ’cüler karşılıyor.
FETÖ okullarına yardım adı altında; eşlerinin bilezikleri, evlerini ve arabalarını satan şakirtler, gerçekte misyonerliğe paralarıyla destek vermiş oluyorlar.
Bu vebal bile onların helak olmasına yeter.
FETÖ eliyle bu okullarda yetiştirdikleri öğrencileri önümüzdeki yıllarda o devletlerin yönetimine sokacaklar.
FETÖ okulundan mezun olacak olan Hıristiyan misyonerler, birer Amerikan ajanı olarak ülkesinin önemli noktalarına gelecek. Hatta bakan ve başbakan olacaklar.
Bu büyük projenin başı FETÖ örgütüdür.
Şimdi anladınız mı Amerika FETÖ konusunda neden kıvırıyor.
Cumhuriyetçi Trump da Demokrat Biden’de Fetullah Gülen hainine neden dokunmuyor?
Çünkü FETÖ; Amerika’nın dünya genelindeki büyük projesidir.
İşte bu nedenle Amerika Fetullah Gülen’den asla vaz geçmez ve Türkiye’ye de teslim etmez.
Amerika Hıristiyan bir CIA ajanını başka bir ülkeye verir mi?
Tayyip Bey boş yere Amerika’ya belge ve bilgi yollamakla uğraşmasın.
Asla ama asla vermezler..
Neyse biz kaldığımız yerden devam edelim..
CIA o bölgede bu örgütlenmeyi yürütürken, başta Ankara ve İstanbul’da bunlara karşı bir öfke oluşmaya başladı.
Çeşitli gazetelerde Barış Gönüllüleriyle ilgili olumsuz yazılar yer almaya başladı.
O tarihte Barış Gönüllüleri Türkiye'den çekildi.
Yerlerini FETÖ ve PKK'ya bırakarak tabi...
Bugün başımıza sarılan bu iki belanın müsebbibi CHP ve İsmet İnönü’dür.
DEVAM EDECEK..
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
FETÖ’NÜN PAPAZI ERDOĞAN’A SALDIRDI
Papaz Michel, Said Nursi ile alakalı iki kitap çıkardı.
“Bediüzzaman'a Göre Müslümanlık-Hıristiyanlık Münasebetleri” adlı kitabında şöyle diyor;
- Bediüzzaman'ın, Müslümanların gerçek Hıristiyanlarla birlik olarak modern çağın tehditlerine karşı durmaları gerektiğini savunduğunu görmüştür.
İkinci kitabı, “Akademisyen Bir Rahibin Gözüyle Risale-i Nur'dan Düşünceler” kitabı ile alakalı şu bilgi veriliyor;
- Thomas Michel ‘Dini din olduğu için seven’ bir Hristiyan ruhani olarak Bediüzzaman’ın sadece çağın sosyal hastalıklarına yazdığı reçeteyi değil, imanın insan hayatına etkisini anlatan varoluş reçetesini de çok yerinde ifade etmiş.
Papaz Michel’in iki kitabı da Türkçe idi..
Bu kitaplar tamamen cemaati yemlemek için yani kandırmak için özel olarak yazılmıştı.
Papazın kitaplarında üstatlarını övdüğünü gören pek çok cemaat mensubu, bu adama hayranlık ve muhabbet duymaya başladı.
Bu sayede de Vatikan papazları cemaatin içerisinde çok rahat at koşturdu.
Papaz uyanık.
Şöyle bir araştırdım.
Said Nursi’yi övdüğü kitapları, Vatikan da ve batı da yok.
İngilizce ve başka bir dilde de yayınlanmamış.
Kitaplarından sadece birini Katar’daki Georgetown Üniversitesi, İngilizceye çevirmiş. Başka yerde yok yani..
Anlayacağınız papaz kitapları cemaate sızmak için kaleme almış.
Kısaca Thomas Michel bu kitapları Yurt dışında satmıyor, dağıtmıyor ve hatta konferanslarında bile anlatmıyor.
O kitaplar Türkiye’deki cemaat üyelerine yönelik.
Onların gözünü boyayıp, zehrini akıtabilmek için kullandığı bir yöntem.
Ey FETÖ’cüler!.
Ben size daha ne diyeyim?
İmamla papaz, ateşle barut gibidir. Asla yan yana gelemez.
Kurtla kuzu bir arada olmayacağı gibi imamla papaz da bir arada olmaz.
Hak ile batıl aynı yerde durmaz.
FETÖ tezgahında papazla imam bir arada duruyorsa; o zaman iki şık var..
Ya imam imam değil, ya da papaz papaz değil.
Papaz Michael, geçen Ay Güney Afrika’daydı. Orada kilisede bir ayine katıldı. Ve Hıristiyanlığı övdü.
Yani Papaz papazlığını yaptı.
Bu durumda İmam imam değil.
Kısaca münafık olan Fetullah Gülen.
Bunu anlamanız için başka ne yapmak lazım.
Madem hocanız o kadar büyük bir evliya ve sizin aklınızı alacak kadar nefesi ve imanı kuvvetli:
Peki; Fetullah Gülen 25 benedir bu papazları nasıl imana getiremedi o zaman?
Fetullah’ın böyle bir derdi yok ki.. Bugüne kadar da olmadı..
Papaz papazlığını yapıyor, Fetullah münafıklığını yapıyor.
FETÖ’cüler kusura bakmayın.
Bozuk olan sizin sütünüz.
Buradan soruyorum.
Allah aşkına bir İslami cemaatin içerisinde papaz ne arar?
Bu papazlar din değiştirmeden nasıl olur da İslami cemaatin hizmet erleri olur?
Dünya üzerinde FETÖ’den başka içerisinde Papaz olan İslami bir oluşum var mıdır?
Bütün dünyada din-i İslam’a savaş açan Avrupa ve Amerika nasıl olurda FETÖ’cüleri bağrına basar?
İşte FETÖ’cüler kendi vicdanlarına bu soruyu sormalı ve bu sorulara akli ve dini bir cevap bulmalıdır.
Bu cevabı verdiler, verdiler… Vermezlerse sonları hüsran ve helak olur.
Hepinize bir şey daha soruyorum.
Madem Fetullah Gülen sizin iddia ettiğiniz gibi ‘Kâinat imamı’ (HAŞA), o zaman bütün dünyayı imana getirtmiş olması lazım değil mi?
Valla kâinattan da vazgeçtim.
Fetullah Gülen’in imana getirip Müslüman ettiği bir kişi gösterin..
Emin olun o da yok.
Çünkü Fetullah Gülen imana getirtmiyor, imanı götürüyor.
Ah.. Ah..
Siz de bunu son nefeste anlayacaksınız ama o zaman da yapacak bir şey olmayacak..
Neyse devam edelim.
Cemaate sızana kadar merhum Said Nursi’yi öven Vatikan Papazı Thomas Michel, 25 yıl boyunca eğitime alıp yetiştirdiği Fetullah Gülen’i övmeye başlıyor.
Vatikan papazı halen Fetullah Gülen’in en sıkı savunucusu durumunda.
Kendi yetiştirdiği Fetullah ve kurduğu FETÖ örgütüne yönelik övücü konuşmalar yapan Papaz Michel, Erdoğan ve AK Parti hükümetini suçlayıcı yazılar yazıyor.
Fetullah’ı da yere göğe sığdıramıyor..
"Dünya barışını amaçlayan Gülen'in akıl ve kalbi birleştiren bir eğitim felsefesi benimsemiş olmasıdır" diyen Prof. Michel, Gülen'in eğitimde çığır açtığını ifade etti.
Fetullah Gülen’in Cizvit Kilisesi'nin kurucusu olan II. St. Ignatius de Loyola'nın da benzer bir felsefeyi benimsediğini söyleyen Papaz Michel, FETÖ okullarının ne olduğunu ve ne eğitimi verdiğini şu sözlerle itiraf etti;
-Okullarımızla Gülen Hareketi okulları arasındaki en büyük fark, Gülen okullarında hiçbir dini sembol bulunmaması ve bu okulların seküler olmasıdır. (Buyurun bakalım)
Cizvit okulları ise bilinçli biçimde aşırı dindar okullardır. Mesela ben Cizvit okulunda okudum biz her sabah derse dua ve Hıristiyan ayinleriyle başlar, her gün Hıristiyanlık eğitimi alırdık.
Hareketin okullarında (FETÖ okullarında) batılı bilim dersleri (Müslümanlıkla akalaları yok diyor) yapılıyor
Cizvit okullarında ise, edebiyat, felsefe gibi sosyal bilimler ön plandadır.
Kısaca Papaz Michel, “ Fetullah Gülen’in okulları ile Cizvit Papazlarının yetiştiği okullar arasında küçük ayrıntılar dışında bir fark yoktur ”diyor.
Ah Fetullahçılar ah.
Allah size akıl versin, idrak versin izan versin.
Helak olup gideceksiniz.
Kör gözlerinizi ve sağır kulaklarınızı ne zaman açacaksınız.
Yalan değil iftira değil.
Bunlar Papazınızın sözleri..
Sizi bu Cehennem uykusundan uyandırmak için başka ne yapalım?
Emin olun ben bilmiyorum.
Bütün bu yazdıklarımdan sonra hala Fetullah’ın peşinden giden akılsızların bundan ders çıkarması lazım ama nerede?
Neyse ben devam edeyim..
Vatikan’ın Cizvit papazı FETÖ’nün darbe kalkışmasını da reddederek hükümeti suçluyor.
Darbeden hemen sonra 2016’da ise şöyle dedi;
- Fetullah Gülen’i 20 yıldır tanıyorum.. Acaba sizin anti-Hizmet seferberliğiniz, kendi aile üyelerinizle ilgili gerçeği açığa çıkarmalarından ötürü bir intikam hamlesi, ya da yolsuzluk suçlamalarına yönelik soruşturmaları engellemeye yönelik bir göz boyama olabilir mi?
FETÖ’nün papazı darbeci FETÖ’cülerin tutuklanmasını Erdoğan’ın yolsuzluğunu ortaya çıkarması olarak görüyor.
Papaz Michel, FETÖ’nün Türkiye’de bir darbe yapmaya kalkışmadığını, 15 Temmuz darbesinin Erdoğan’ın muhalifleri susturmak için planladığı bir oyun olduğunu belirterek Erdoğan’ın Hizmet’e yönelik “McCarthy benzeri bir cadı avı” başlattığını aktarıyor.
Papazın Erdoğan ve hükümete saldırıları halen devam ediyor.
Papaz Michel geçen hafta dini pozisyonunu bir kenara bırakıp Zaman Gazetesi’nin Avusturya’daki baskısında Erdoğan’a ve AK Parti’ye ağır sözler ifadelerde bulundu ve şunları söyledi;
- Erdoğan ve AK parti şu anda inançlı kimselere karşı (FETÖ) bir soykırım uyguluyor. Zulüm yapanların ömrü yetmeyecek, Hizmet devam edecek.
Bizim büyükelçilikler bu adamı neden takip etmiyor, bilmiyorum.
Buradan Dışişleri Bakanlığı’na bir çağrıda bulunuyorum.
Bu Thomas Michel denilen Papaz, aynı zamanda bir Vatikan görevlisi..
Dini sıfatının yanında devlet görevi de var.
Resmi Vatikan görevlisi bir papazın; Türkiye ve Erdoğan’ı hedef almasına neden sessiz kalıyorsunuz?
Bu Papazın her yerde FETÖ propagandası yapmasına neden müsaade ediyorsunuz.
DEVAM EDECEK..
HAFTAYA; (FETÖ VE PKK’YI BAKIN KİM KURDU?)
METİN ÖZER HABERVİTRİNİ
.
VATİKAN’DA NE OLDU, PAPAZLAR FETULLAH GÜLEN’İN İKİZİNİ NEREDE BULDU?
Vatikan Dinler Arası Diyalog birimi sorumlusu, Cizvit papazı Thomas Michel ve hem mason hem de Illuminati bağlantılıydı.
İki papaz, Cemaatin bazı güçlü adamlarının desteğiyle bugün FETÖ olarak bilinen örgütünün temelini attı.
Nurcuların Fırıncı hocasının "Bir Hırıstiyan nur talebesi “diyerek övgü yağdırdığı Thomas Michel, Vatikan’ın en karanlık adamlarından birisidir.
Bu papaz sadece Türkiye değil bütün İslam ülkelerinde zehir saçtı.
Vatikan’ın ana hedefi; özellikle Sünni memleketlerde İslam’ı bozmaktı.
O yıllarda bu Papazlarla ilgili öyle hikâyeler anlatıldı ki; cemaat üyeleri, Thomas Michel’in Nur talebesi olduğunu hatta imana bile geldiğine inanmaya başladı.
İmana geldiğini sandıkları papazların, dinler arası diyalog küfrü ile inananları nasıl imandan ettiğini etraflıca anlatacağım.
FETÖ’NÜN KURUCUSU THOMAS MİCHEL, DİNDE REFORMİST İBNİ TEYMİYE’NİN KİTABINI YAZDI
Bu Thomas Michel’i biraz daha yakından tanıtayım..
Thomas Michel, ABD'nin Missouri eyaletine bağlı St. Louis şehrinde 1941'de doğdu. 1967'de bir Katolik rahip olarak görev aldı.
İslam’da fitne çıkarmak için görevlendirildiği Mısır ve Lübnan'da Arapça ve İslami araştırmalar konusunda çalıştı.
Vatikan ajanlarının dinimiz bozmak için nasıl çalıştıklarını anlamanız için biraz daha ayrıntıya gireyim
Pakistanlı akademisyen Prof. Fazlur Rahman Malik, Vatikan’ın yetiştirip parlattığı isimlerden birisiydi.
İngiltere’de okurken Vatikan tarafından özel olarak yetiştirildi. Sonra Ülkesi Pakistan’a yollandı.
1962'de İngilizlerin yoğun baskısıyla Pakistan İslami Araştırmalar Enstitüsü’nün başına getirildi.
Pakistan’da dinde reform üzerine konuşmalar yapıp ve kitaplar yazınca, öldürülmesi için başına ödül konuldu.
Fazlur Rahman tıpkı Fetullah gibi Amerika’ya sürgün edildi.
1988 yılında da burada öldü.
Kendisi Pakistan’ın FETÖ’sü durumundaydı.
Fazlur Rahman, Pakistan’da Dinler Arası Diyalog projesinin temsilcisiydi, Tıpkı bizim Fetullah Gülen gibi.
Fazlur Rahman ile Fetullah Gülen adeta birbirinin ikizi gibiydi.
İkisinin de Dinler arası diyalog temsilcileri olmasının dışında, Hıristiyanlara bakışı da aynıydı.
Fazlur Rahman bir kitabında, “Hıristiyanların mazlumları Cennete gidecek” dedi.
Bu sözü bir yerden hatırlamışsınızdır.
Fetullah Gülen’de Hıristiyanların cennete gireceğini söylemişti. Hatta bizimki bir adım daha ileri gidip listesine Yahudileri de ekledi.
Fetullah Gülen bir videosunda; Ali-İmran Suresi’ni kafasına göre yorumlayarak, “Burada İslam dinine girip kurtulun. Demiyor. Allah’a inanan kurtulur” diyor” dedi.
Kısaca, “Kim Allah’a inanırsa din, iman kitap peygamber önemli değil cennetlik olur” dedi.
Fetullah’a göre, Budistler, ateşe tapanlar da cennetlik olur. İbadet falan mühim değil.
Onun için FETÖ’cü kadınların başını açtırdı. Subaylarına içki içirip zina yaptırttı.
Elemanlarına soruları çaldırıp, kul hakkına girdirdi.
Fetullah için günah bir fürûat çünkü.
Neyse meseleye dönelim.
Fazlur Rahman’da aynı ayeti Fetullah gibi yorumladı.
Fazlur Rahman’da tıpkı Fetullah gibi Kuran’dan kendi kafasına göre mana çıkartıp; “Hristiyanların mazlumları Cennete gidecek” dedi.
Başta kendi çocukları ve ona tâbi olanların çoğu, namazı ve camiyi bırakıp diyerek kiliseye gitmeye, ayinlere katılmaya başladı, Hatta papazların da takva sahibi olduklarını söyleyerek haç çıkarıp, vaftiz oldular.
Onlardan birisi de Fazlur Rahman’ın öz oğlu idi.
Babası oğluna niçin Hıristiyan olduğunu sorduğunda ibretlik bir cevap verdi;
- Baba, Hristiyanların da Cennete gideceğini söyleyen sen değil miydin? İftihar edersin diye din değiştirdim.
Cemaatinin papazı, FETÖ’nün kurucusu ve Fetullah’ın amiri Thomas Michel’in İslam âleminde FETÖ gibi örnek gösterdiği büyük din adamı(!) işte bu Fazlur Rahman’dı.
Fazlur Rahman’da bu papazın elinden geçti.
Vatikan’ın FETÖ tezgâhının birebir aynısı Pakistan’da sahnelendi.
Fazlur Rahman FETÖ’nün adeta bir ikiziydi.
İkisi de ülkelerinde Dinler arası Diyalog için çalıştı.
İkisi de Hıristiyanlar hakkında tek kelime kötü söz söylemedi.
İkisi de Hıristiyanların cennete gireceğini savundu
İkisi de Kur’an’ı bir Hıristiyan gibi yorumlayıp benzer sonuçlar çıkardı.
İkisinin de yazdıkları kitaplardaki fikirleri birbirinin aynı idi.
İkisi de ibadet yapmağı öncelikli görmedi.
İkisi de gerektiğinde günah işlemeye cevaz verdi. (kadınların başlarını açması, subayların kimliğini gizlemek için içki içmesi, iftira, hırsızlık ve yalan gibi yasakların çiğnenmesi)
Ve ikisinin de dostu olan papazlar aynıydı.
Ve ikisi de Amerika’ya kaçtı.
Allah aşkına!..
Bu kadar tesadüf olur mu?
Ben FETÖ’cülere hakikaten hayret ediyorum.
Bunları görüp okuduktan sonra Vatikan beslemesi ve CIA ajanı bu adamı hala nasıl haşa peygamber gibi görürler?
Fazlur Rahman’a da Fetullah Gülen’e de aynı sapkınlığı yaptıranın Vatikan olduğunu hala nasıl görmezler?
Fetullah ve Rahman asla yalnız değil.
Başka islam ülkelerinde de başka Fetullah Gülen’ler ve Fazlur Rahman’lar var.
Onlar da dinler arası diyaloğu savunuyor onlar da Hıristiyanların cennete gideceğini iddia ediyor.
Bu kadar benzerlik olur mu?
Olur, hem de bal gibi olur.
Bunların hepsi Vatikan’daki tornadan seri üretim olarak çıkartıldı.
O yüzden birbirinin ikizi gibiler.
Daha ne diyeyim bilmiyorum..
Thomas Michel, başka bir dinde reformist ve mezhepsiz olan İbn Teymiye üzerine bir doktora tezi hazırladı.
Doktora tezinin başlığı; Ibn Taymiyya's Al-Jawab al-Sahih: A Muslim Theologian's Response to Christianity [Bir Müslüman İlahiyatçının Hristiyanlığa Cevabı]. idi.
İşte Dinde reformist sapıklar birbirini nasıl buluyor? Görün..
Çünkü kaynakları aynı, merkezleri aynı,
Dini İslam, özellikle de Ehl-i Sünnet nasıl bir saldırı altında anlayın..
Thomas Michel, 1978-1981 yılları arasında Endonezya'daki Sanata Dharma Üniversitesi'nde öğretim üyeliği görevinde bulundu. Tabi ki İngilizlerin bastırmasıyla..
1981'de Vatikan'ın Dinler Arası Diyalog Konsülü ‘nün Asya Masası'na tayin edildi.
1988'de Vatikan'ın aynı departmanının bölüm başkanı oldu.
1998 yılında Fetullah Gülen’i Papa ile görüştüren ve el öptüren Thomas Michel’di.
Ziyaretin hemen tüm aşamalarında kendisine dönemin Türkiye Latin Katolik Episkopal Konferansı Genel Sekreteri Monsenyor Georges Marovitch’in (Nurcuların ikinci papazı) eşlik etmişti.
O gün ve bugün hiç kimse; Fetullah Gülen’in Papa ile ne, neden veya hangi sebeple görüştüğünü sorgulamadı.
Oysa bu görüşme Fetullah Gülen ve FETÖ için tarihi bir kırılma noktasıdır.
Papa ile görüşmede kendisine bir unvan ve berat verildi.
Tabi bunlarla birlikte bir de görev verildi.
O unvanın “KARDİNALLİK “olduğu mahkeme kayıtlarına da girdi.
İzmir Cumhuriyet Başsavcılığınca FETÖ'ye finansal destek sağlanmasına yönelik hazırlanan ve mahkemece kabul edilen iddianamede çarpıcı tespitler yer aldı.
İddianamede; Gülen'in 1998'de Vatikan'da görüştüğü Papa 2. Jean Paul tarafından "Gizli Kardinal" olarak atandığı bilgisi dikkat çekti.
İddianamede Gülen'in ABD'ye gitmeden yaklaşık bir yıl önce, 9 Şubat 1998'de Vatikan'da Papa 2. Jean Paul’la görüştüğüne dikkat çekildi.
Mahkeme dosyasında; "Papa 2. Jean Paul’un bu görüşmede yüz yıla yakın süredir kullanmadığı 'in pecture' uygulaması ile ismini açıklamadığı iki gizli kardinal atadı.” İfadesi yer aldı.
21 Şubat 1998'de resmiyet kazanarak yürürlüğe giren bu atamada Papalık hakkının kullanıldığı 'in pecture' teriminin anlamı 'Kilisenin bağrına bastığı gizli evladı' anlamına geldiği, aynı zamanda 'kendi ülkesinde kimliğini gizleyen başka dine mensup kişi' anlamını da barındırmaktadır" denildi.
Fetullah Gülen’in Türkiye Kardinalı unvanını da almasını Thomas Michel ve Georges Marovitch sağladı.
Türkiye’ye atanan iki gizli kardinalden birisi Fetullah Gülen idi.
Thomas Michel, 1994-1996 yılları arasında, merkezi Tayland'ın başşehri Bangkok'ta bulunan Asyalı Piskoposlar Konferansları Federasyonu'nun Ekümenik ve Dinler Arası İlişkiler Ofisi'nin (FABC-OEIA) genel sekreter yardımcısı olarak hizmet gördü.
Hâlihazırda Roma'daki Dinler Arası Diyalog İçin Cizvit Sekretaryasının genel sekreteri ve de Asyalı Piskoposlar Konferansları Federasyonu'nun ekümenik sekreteridir.
DEVAM EDECEK..
NURCU PAPAZLAR
Said Nursi vefatından sonra onun hizmetini yapan Şule Yüksel Şenler'in ağabeyi Üzeyir Şenler, evlenmek için vekillerinden izin istedi.
Said Nursi’nin Mutlak Vekillerinden birisi evliliğe şiddetle karşı çıkarak; “Kardeşim zina et ama sakın o cinayeti işleme” dedi.
Evliliğin Peygamber Efendimiz (Aleyhisselatü Vesselam) sünneti olduğunu bilen aklıselim kişiler, sünnetin reddine karşı çıktı.
Bunlardan birisi Mehmet Kutlulardı.
Mehmet Kutlular’ın hatıralarında bahsettiği, “Bu hâdise üzerine hemen evlenmeye karar verdim. Gittiğim beldelerde otellerde hep tek odada kaldım” dediği hadise budur.
Said Nursi’nin vefatından hemen sonra “Mutlak Vekiller” olarak adlandırılan isimler; cemaati bir arada tutmak için paneller düzenlemeye başladı.
İşte o günlerde bir isim ortaya çıktı.
Vatikan’ın İstanbul Temsilcisi Papaz George Marovitch, Nur cemaatinin toplantılarında boy göstermeye başladı.
Cemaatin panellerinde ateşli konuşmalar yapan Marovitch, Nurcular içerisinde kısa sürede nam saldı.
Vatikan Papazı toplantılarda Risale-i Nur’u övüyor ve cemaat üyeleri çılgınca alkışlıyordu.
George Marovitch, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında ayrılık olmadığı hatta kardeş olduklarını belirtip, “Amentüde beraberiz” dedi.
İşte Cemaat içerisindeki, inananı dinden çıkartan, “Dinler Arası diyalog” tohumu, Papaz Marovitch tarafından böylece atılmış oldu.
“Amentüde birlik” demek sadece Allah’ın var ve bir olduğunda birlik demek değil; İslam’ın son ve hak din olduğuna, Son ve geçerli kitabın Kur’an-ı Kerim olduğuna ve Son hak Peygamberin Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (Aleyhisselatü Vesselam) inanıp iman etmek demektir.
Oysa bu papaz, Allah’ın varlığını Amentüde birlik olarak göstermiş ve ne yazık ki cemaatin mutlak vekil dediği çoğu isim bunu tasdik etmişti. (Hatta Hıristiyanlar Allahü teala’nın BİR olduğuna da inanmıyor. Onlar ÜÇ’lemeye inanıyor”
Demem o ki; ‘Dinler arası diyalog’ denilen Vatikan projesi Fetullah Gülen’in eseri değil, ondan önce hayata geçirilmiş bir projeydi.
Fetullah Gülen başlatılmış bu küfür projenin kuklasıdır.
Papazlar konusu Nurcular arasında o yıllarda tartışma çıkardı.
Dönen oyunu ve tehlikeyi fark eden bazı küçük bazı gruplar, “Bizim bu papazlarla ne işimiz olur” deyip cemaatin gemisinden indi.
Onlar; DİYALOĞÇULARLA yolunu ayırıp, Ehl-i sünnet çizgisinde kaldı.
Bu gruplar bugün de FETÖ’ye mesafeli olan nurcular.
Bizim o Nur talebelerine bir kötü sözümüz yoktur.
Bizim sözümüz, bu cemaati Vatikan’a teslim eden zihniyetedir.
FETÖ; tıpkı bir eşekarısı gibi Nur cemaatinin kovanını girmiş. Bal yapan arıların büyük kısmını temizleyip kovana sahip olmuş ve cemaatin balına konmuştur.
Arkasından da kendi eşekarılarını yetiştirmiştir.
Kovana sokulan eşekarısı Fetullah Gülen’dir.
Gelinen noktada hakikat şu ki;
FETÖ; Nurcuların mutasyona uğramış hali değildir.
FETÖ; Girdiği kovana küfr bulaştıran Vatikan virüsüdür.
FETÖ; Vatikan’ın İslam ülkelerinde Müslüman kisvesiyle yürüttüğü misyonerlik faaliyetinin adıdır.
Bunun içindir ki 185 ülkede FETÖ adına okullar açılıp bu okullarda misyonerlik yapılmıştır.
Bu okullarda İslam ve Türkiye adını ne bir işaret ne bir simge ve ne de bir eğitim yoktur.
FETÖ’nün yurtdışındaki okullarında bırakın İslamiyet’i, Hıristiyanlık teşvik edilmektedir.
İşte bunun örneği..
FETÖ’ye para yardımı yapan işadamlarından birisi Afrika’ya gidiyordu.
Hemen önümüzdeki koltuklara dört siyahi çocuk oturdu. Üçü 14-15 yaşlarında, biri 17-18 yaşlarında, biraz daha büyükçe... Aralarında bir kaç defa Türkçe konuştular.
Yolda sohbet ederken o gencin FETÖ okulunda okuduğunu ve Türkçe olimpiyatları için Türkiye’ye geldiğini öğrendi.
Gencin ismi Hıristiyan ismiydi.
İşadamı, “İsmini neden değiştirmedin? Müslümanlar Hıristiyan ismi kullanmaz” dedi.
O genç de, “Dinimi de değiştirmedim. Hıristiyan’ım” deyince bizimki afalladı;
- Siz daha değiştirmediniz mi isimlerinizi?
- Yok, niye ki? dediler..
- Yani siz Müslümansınız diye düşündüm de?
- Yok, yok biz Hristiyan’ız. dediler..
Ben şaşırmış gibi yaparak,
- Aaa gerçekten mi? dedim.
- Bunda şaşıracak ne var ki? diye cevap verdi büyükçe olan. Türkçe olarak "Elhamdülillah Hıristiyanız" dedi.
- Okulda size İslam’ı anlatmadılar mı?
O genç de, “Biz hocalarımıza sorduk. Onlar İslam dininde yapılması gereken bazı ibadetler var. Bunlar size zor gelir. Anneniz babanız, çevreniz hep Hıristiyan. İslam'ı yaşamakta zorlanırsınız. Siz zaten dinsiz değilsiniz ki. Hıristiyansınız. Müslüman olmanıza gerek yok. Siz sizin dininizi iyi yaşayın biz de bizim dinimizi.. Sonuçta hepimiz cennete gireceğiz. Orada buluşuruz” dedi.
Bu olay gazetelere düştü, ortalık da karıştı.
Siz FETÖ’nün yurtdışındaki okullarında İslam’ı ve Türklüğü anlattığını mı sanıyorsunuz?
O okullarda Vatikan ‘Dinler arası diyalog’ projesi anlatılıyor.
Namaz ve oruç hak getire.
Göstermelik bir ikisi hariç hiç birisinde mescit de bulunmuyor.
Bakın güncel bir örnek vereyim.
ABD’nin New Jersey eyaletindeki Bergen Art and Science Academy adlı FETÖ Okulu, LGBT (Eşcinsellik) müfredatı eğitimi için resmen başvuruda bulundu.
Düşünün!..
Bir Müslüman Okulu, eşcinselliği övüp anlatan ve teşvik eden eğitim verir mi?
Okulun sahibi FETÖ olursa bal gibi verir.
Cemaatin beyni erimiş mensupları da “Hocam yapıyorsa bir bildiği var” der geçip gider.
Bu halden hiç de gocunmazlar.
Amerika’daki FETÖ okullarının müfredatına bakın. İslam’ın ‘İ’si, Türklüğün ‘T’ si yok ama İTLİĞİN her türü var.
Fetullah Gülen’in yol arkadaşlarından Mustafa Sungur bu durumu, “"Cami, Kilise, Sinagog açtık yan yana" diyerek övünerek anlattı.
Gelelim ikinci papaza..
Papaz George Marovitch’den sonra cemaatin içerisine ikinci bir papaz daha girdi; Thomas Michel.
Thomas Michel de Vatikan papazıydı. Aynı zamanda Dinler Arası Diyalog bölümünün önemli ismiydi.
Cemaatin 35 sene öncesine ait iki ayrı videosunda; bu iki papazın, Said Nursi’nin Mutlak vekilleri; Said Özdemir, Mehmet Kırkıncıoğlu, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Hüsnü Bayramoğlu, Mehmet Fırıncı, Mehmet Birinci, Abdulkadir Badıllı, ve Salih Özcan ile birlikte aynı masada yan yana oturdukları görülüyor.
İlk videoda da ikinci videoda da Thomas Michel ve George Marovitch çılgınca destekleniyor. İkinci videoda; Kırkıncı'sından Birinci'sine, Fırıncı'sına cemaatin bütün ağır topları var.
Bu iki papazla teşrik-i mesai konusunda Said Nursi’nin mutlak vekilleri tam kadro olarak bulunuyor.
Thomas Michel bir papazdı ama başka iki mühim görevi daha vardı.
Birincisi masondu, ikincisi CIA ajanıydı.
İşte CIA’nin cemaatin işine elini kolunu sallayarak girmesi o yıllardaydı.
Thomas Michel, Nur camiasının ikinci papazıdır.
Kendisinin; CIA ajanı, Gladio'cu, İlluminati üyesi bir Vatikan yöneticisi olduğu 20 yıldır biliniyor.
Kendisi de zaten bunları saklamadı.
O saklamadı ama FETÖ’nün şakirtleri kulaklarını tıkayıp gözlerini kapattı.
İki papazın emrindeki Fetullah hainine sorgusuz sualsiz biat ettiler.
Cemaatin Birinci ( Mehmet Emin Birinci) ve Fırıncı hocaları (Mehmet Fırıncı) Papaz, Michel’e, "Bir Hıristiyan nur talebesi" sıfatını bundan 30 yıl önce verdi.
1966 yıllarında Fetullah toy bir cemaat üyesiydi.
Fetullah’ın yetiştiren Cemaatin ‘Kırkıncı Hoca’ dediği Mehmet Kırkıncıoğlu idi.
Mehmet Kırkıncıoğlu o günleri şöyle anlattı; “
- Fetullah Gülen’i bana teslim ettiler. Beraber gidip gelelim derken içli dışlı olduk.
Bir gün medresenin kapısında “Hocam insanın kafasına tuhaf tuhaf şeyler geliyor” deyince “Nedir onlar Fetullah Efendi?” dedim. O da “Hocam, neden her şeyi görüyoruz da Allah’ı göremiyoruz?” deyiverdi.
Hain olacak çocuğu Vatikan daha o yaşta keşfetmiş.
İçeride Kırkıncı hocaya teslim edilen Fetullah Gülen, dışarıda ise CIA ajanı Thomas Michel verildi.
Kırkıncı Hoca Risale-i Nur, Thomas Michel’de dinlerarası diyalog ve istihbarat konularında kendini yetiştirdi.
Fetullah Gülen Nur cemaati içerisinde kullanılmaya en elverişli kişi idi.
Hırslıydı, rol yapmasını biliyordu ve koşulsuz şekilde itaat ediyordu.
Nurcuların önde gelenleri Abdullah Yeğin ve Hüsnü Bayramoğlu, Ankara'daki dershanelerinde papaz Thomas Michel'e cemaat üyelerine alenen ders verdiriyordu.
papaz efendi de onlara Hıristiyanlığı ve dinler arası diyalogu anlatıyordu
Vatikan papazından seçkin cemaat üyelerine din dersi..
Vah ki vah..
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
FETÖ’CÜLER ERBAKAN’A SÖVEN GENERALDEN NE İSTEDİ?
FETÖ’CÜLER ERBAKAN’A SÖVEN GENERALDEN NE İSTEDİ?
28 Şubat’ın o karanlık günleriydi.
Amerika ekibi kurmuş, hükümetin son nefesini sayıyordu.
Ekibin başında Koç gibi ekonomik çıkar grupları vardı.
Kartel medyası denilen; Hürriyet, Milliyet, Vatan, Sabah ve Cumhuriyet Gazeteleri bu çıkar gruplarına ve din düşmanlarına tellallık yapıyordu.
Aydın Doğan da bu tellalların başındaki tellaktı.
O karanlık odalarda devleti keseliyordu.
Ekipte; masonların kontrolündeki Kemalist sivil toplum örgütleri vardı.
Bu şer ekibine, Azgın laik solcu Yargı ve CHP bürokrasisi de eklendi.
Kumarbaz Mesut da masadaki yerini aldı.
Kahveci ise Çoban Sülü idi.
Gariban milletin ürkek hükümeti REFAH-YOL; askerler tarafından esir alınıp, ellerine kelepçe vurulmuştu.
Gözleri bağlı olarak getirilip, bu çakalların ortasına atıldı.
Bir yandan Koç boynuzluyor, öte yandan Kartel medyası tekmeliyor, STK’lar bıçaklıyor, Yargı bıçaklayanı kurtarıyor, Tarafsız olmazı gereken Fötrlü bıyık altından gülüyordu.
REFAH –YOL hükümeti az dizlerinin üzerinde doğrulsa, askerler tanklarını üstüne sürüyordu.
Milletin silahlarıyla milletin iktidarını kurşunluyorlardı.
İşte tam da o günlerdi.
Erzurum’da Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek, Başbakan Erbakan’a Pez.. ile başlayan devamında çok ağır küfürlerle dolu bir konuşma yaptı.
Tabi bu da bir tezgâhtı.
Kartel medyasının Amiral Gemisi Hürriyet Gazetesi, Erbakan’ın hacca gitmesini fırsat bilip, “Hanedan Hac ’da.. Bu kaçıncı Hac” diye manşet atmıştı.
Bu gazeteyi sallayan Osman Özbek, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı resmen küfretti.
Küfürbaz Osman bu olayla ilgili yıllar sonra bir FETÖ ayrıntısını anlattı;
- Bu ağır sözlerimden hemen sonra Zaman Gazetesi’nin temsilcisi olduğunu söyleyen birisi geldi. Konuşmamı çok beğendiklerini ve haklı olduğumu Fetullah Gülen’in de kendisini takdir ettiğini söyledi.
O zaman da Zaman gazetesi hiç aleyhimde değil.. Ağızlarından bal akıyor. Benimle ilgili haberleri yumuşatılmış güzel veriyorlar ve Erbakan’ı suçluyorlardı.
Sonradan Anayasa Mahkemesi üyesi olan Mustafa Yıldırım, o tarihte Kayseri Valisiydi. Beni aradı, “Başbakan Mesut Yılmaz’ın danışmanı, Erciyes Üniversitesi’nde profesör sana gelecek” dedi.
“Kimliği ne?” dedim, ‘Paşam bu Fethullahçı’ dedi. “Niye gönderiyorsun” dedim. Çok ısrara etti dedi.
Üç kişi geldiler. Bir tane defter çıkardı. ‘Osman Özbek olarak, Fetullah Gülen okullarını öven bir paragraf yazıp imzalamanızı istiyoruz’ dedi. Yıl 1998...”
Sonra Amerika’ya gittim. Bu Fetullahçılar yine peşimi bırakmadı. Orada da beni buldular. ” Paşam Hocamız sizi çok seviyor. Vaktiniz müsaitse Pensilvanya’da misafir etmek istiyor” dediler ama gitmedim.
İşte FETÖ böyle bir örgüt.
Bu milletin öz değerlerine kim düşman ise anında onunla dost oluyor.
Maalesef bunu da din adına gösteriyor. Meselenin bu yönünü göremeyip adeta mankurtlaştırılmış FETÖ’cüler, CIA’nın içimize soktuğu bu örgütü cemaat sanıyor.
YAŞ’ta namaz kıldığı için ordudan atılan bir Binbaşı, ordudan atılmayan bir FETÖ’cü devresi için şunları anlattı;
- Kendisine nasıl kurtulduğunu sordum. İçkiye başladığını söyledi. Hatta “Abi Allah rızası için içki içerim” dedi. Ağzım açık kaldı. Sonra bu yöntem ve kılık değiştirmeler onlara adet oldu.. Laikçiler gibi yaşantıyı seçtiler. Bilahare hanımını da açtı.
Bu FETÖ’cü subay darbeye katılıp hapse tıkıldı. Mahkemeden müebbet hapis yedi.
Fetullah’ı dinleyip Allah’ın emrine karşı çıkarak ahiretini, CIA’nın emrini dinleyip darbeye katılarak dünyasını yaktı.
Neyse… Biz konumuza dönelim.
Basit bir paşanın Başbakan’a küfürü ekibin gazetelerine manşet olmuştu.
Ben de TGRT’nin Ankara Temsilcisiyim.
Enver Abi aradı..
“Ankara’da neler oluyor? Hükümetin buna bir cevabı olur mu? “ diye sordu.
Ben de, “Pek sanmıyorum Efendim. Olacak olsaydı şu saate kadar olurdu” dedim.
Enver Abi de, “Bir karşılık verilmezse, hükümet bitti demektir. Arkasından daha da ağır sözler ve işler gelir. Sen Hoca ile (Erbakan ile) bir konuş bakalım ne diyor” Dedi.
Ardından da, “Yukarıdaki sözümü benim değil de kendi fikrin olarak söyle. Beni karıştırma” diye tembih etti.
Telefon kapatınca Başbakan Erbakan’ı aradım.
Özel kalemine Mehmet Kahraman bakıyordu. Sağ olsun ben aradığımda bekletmez Hoca’yı bağlardı.
10-15 dakika sonra dönüş yaptı Rahmetli Erbakan’ın beni Balgat’taki evinde beklediğini söyledi.
Hemen Balgat’a gittim.
Bunu size anlatmam lazım.
Hoca’nın evi şöyle;
İçeriye ilk girdiğinizde sol tarafta bir salon var. Uzunca bir salon.
Salondan içeriye girdiğimde çok şaşırdım.
Salonda hiçbir eşya yok. Odanın girişe göre en dip tarafında klasik türde oymalı 3’lü bir koltuk var. Onun sol tarafından bir tekli koltuk var. Misafirlerin oturması için. Bir de o üçlü koltuğun önünde ve yanında sehpa ve telefonluk var.
Bunların dışında salonda başka bir eş yok. Yer de tamamen halı kaplı.
İçeriye girdiğimde Erbakan Hoca yeni abdest almıştı.
Başında beyaz takkesi vardı.
Koltuğun ortasında bağdaş kurmuş ve çorabını giymeye çalışıyordu.
O zaman cep telefon olsa tek kare fotoğraf çeksem sanırım yılın fotoğrafı olurdu.
Gerçi Erbakan Hoca’nın o rahatlığı beni yabancı görmemesinden daha doğrusu samimi bilmesindendi.
Başkalarına o doğallıkta olacağını sanmıyorum.
Neyse..
Yandaki koltuğa oturdum.
Erbakan Hoca başladı anlatmaya..
Ekonomiyi anlatıyor, millete yaptıklarını anlatıyor. Hortumları kestiklerini anlatıyor ama küfürbaz Osman ile alakalı tek kelime etmiyor.
Yarım saate kadar bunları anlattıktan sonra; “Metin Beyciğim sebeb-i ziyaretiniz nedir? Yapacağımız bir şey var mı?” diye sordu.
Bende kendisine, “Hocam bu Osman adlı generalin sizinle ilgili sözleri bizi çok rahatsız etti. Basit bir generalin benim Başbakanıma böyle laflar etmesi sadece beni değil bütün milleti üzdü. Bununla ilgili bir şey yapacak mısınız? Kendisini emekliye sevk edecek misiniz? ” dedim.
Erbakan’ın yüzüne baktım, belli etmediği bir öfkesi vardı. Şöyle cevap verdi;
- Ben bu adamı tek başıma görevden alamıyorum. Ancak Cumhurbaşkanı görevden alabilir. Bunun için de benim yazı yazıp teklifte bulunmam lazım. Süleyman Bey benim yazımı asla onaylamaz ve işleme koymaz.
Bir de o yazının bir nüshasını önce askerlere, diğer nüshasını da gazetelere yollar. Gerilim çıkartır.
Arkadaşlara nabız yoklattım, imzalamam demiş.
Millet bizden hizmet bekliyor. Sonuç bekliyor. Bunlar ortalığı bu kadar gererken bir de biz buna alet olmayalım.
Bunun üzerine ben de; “ Hocam en azından parti veya hükümet olarak bu hadsize bir cevap verin” dedim
Onu yapacaklarını söyledi ve hassasiyetim için teşekkür edip dua ettiğini söyledi.
Büroya dönünce Enver Abi’yi aradım.. Hoca ile konuşmamı anlattım..
Enver Abi’nin ilk tepkisi şu oldu; “ Demirel asla imzalamazdı ama hükümet bir tepki göstermeliydi. Aynı sertlikte tepki gösterilmezse arkasından daha da beteri gelir. Dedi.
Nitekim Enver Abi’nin dediği oldu.
Darbeciler Sincan’da tank yürüttü.
Askerler tarafından kafasına silah dayayıp aç köpeklerin ortasına attığı hükümet, maalesef paramparça edildi.
Mütedeyyin Müslümanlar, başörtülü analar bile linç edildi.
Refah-Yol sayesinde hortumları kesilen kartel ve kartel medyası siyasilerle bir olup, devleti soyup soğana çevirdi.
Amerika’da soyguna katılıp, Derviş’i yolladı.
İç ve dış mihraklar devleti soyup soğana çevirirken, önlerine irtica kemiği atılan bir grup laik asker de onlara gözcülük etti.
Gözcülük değil aslında en büyük ihaneti yaptı.
Vatanını sevip koruduğunu sanan Kemalist askerler, ülkesinin iç ve dış mihraklarca talan edilmesine göz yumdu.
İşte bu yüzden Akıllı düşman ahmak dosttan evladır.
Dinin de devletin de sahibi Yüce Mevla’dır.
Cenab-ı Hak; parçaladıkları milli iradeden öyle bir kurt çıkardı ki, bu çakalların hepsini parçaladı.
Kemalist laikler; AK Parti nereden başımıza bela oldu diye şimdi boş yere ağlamayın.
Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste..
Bir zamanın ulu çınarı, gün gelir olur kereste.
.
ZİLLİ
Enver Abi aramızdan ayrılalı 8 sene olmuş..
İnanılır gibi değil..
Hayatım boyunca pek çok insan tanıdım ama Enver abi gibi birisini görmedim.
Kim Enver Abi’yi görse, mutlak severdi. Seven de kolay kolay bırakmazdı.
Yakından tanıyanlar bilirler, Enver Abi sevdiklerine ‘Zilli’ derdi.
Ben bu ‘zilli’nin sırrını bir türlü çözemedim.
Bir gün Ankara’ya gelmişlerdi.
Odada otururken, “Anlat bakalım zilli, Ankara’da neler oluyor?” dedi.
Olup bitenleri anlattım.
Baş başa olunca bu zilli meselesini sordum.
“Efendim kusura bakmazsanız bir şey sorabilir miyim?” dedim.
“Sor bakalım” dedi.
- Efendim siz sevdiklerinize ‘zilli’ diyorsunuz. Bunun esrarı nedir?
Mübarek başladı gülmeye..
Dedi ki;
- Allahü teala Bir kulunu; İslam memleketinde, bir mümin ana babadan dünyaya getirtmişse, O kimse akıl balig olduğunda iman edip o imanı muhafaza etmişse, yine o kimse tek kurtuluş yolu olan Ehlisünnet yolunu bulmuş ve bu yolun bir büyüğünü tanıyıp bağlanmışsa, işte o kimse zil takıp meydanda oynamalıdır.
Bizler hocamızı tanıdık. Onun sayesinde doğru bir yolu bulduk. Bu öyle büyük bir lütuf ki; bu nimete kavuşanların hakikaten zil takıp oynaması lazımdır.
O yüzden bu nimete kavuşanlara ‘Zilli’ derim
Bir gün hocamız buyurdu ki; Allahü teala bir kuluna iman verdi ise her şeyi vermiştir.
İman vermedi ise hiçbir şey vermemiştir.
İster fakir ister zengin, bir müminin en kıymetli şeyi imanıdır.
Cenab-ı Hakk’ın verdiği imanı terazinin bir kefesine koysan, diğer kefesine de dünyanın yer altındaki ve üstündeki bütün hazinelerini koysan; imanın ağırlığının binde birisi etmez.
Bu bakımdan yaşarken en büyük saadet Hak teala’nın iman ihsan etmesidir.
Bunu böyle bilip imana sahip çıkmak, sahip çıkmaktan öte parlatmak lazımdır.
İmanı parlatmanın yolu muhabbetten geçer.
Büyüğünü seveceksin, ilminle amel edeceksin.
İşte kurtuluşun şifresi budur.
Allah ondan razı olsun.
Böylece kafamda çözemediğim bu ifadenin de sırrını çözmüş olduk.
Enver Abi sayesinde biz de bu nimete kavuştuk. Şükürler olsun. Onun için ne kadar sevinsek ve dua etsek azdır.
Enver Abi’nin hakkını kolay kolay ödeyemeyiz.
Rabbim, kavuştuğumuz bu nimetleri elimizden almasın.
Enver Abi kimseyi kırmaz, çocukla çocuk büyük ile büyük olurdu.
Kiminle ne iş için bir araya gelse önce Ahireti anlatır sonra dünya meselesine girerdi.
Tansu Çiller Başbakan’dı.
Enver Abi ile birlikte ziyaretine gittik.
Enver Abi ahiretten bir başladı anlatmaya, Çiller’in ağzı açık kaldı.
Dedi ki, “Enver Kardeşim hakikaten bu anlattıklarını ilk kez işitiyorum”
Laf Çiller’den açılmışken bir de hatıramı anlatayım..
O zamanlar, “Siyaset vitrini” diye bir program yapıyorum.
Seçimlerden hemen önceydi.
Tansu Çiller konuğumdu.
Programda İstanbul’da..
TGRT’ye geldim.
Enver Abi aradı, “Ben bugün çok yorgunum. Biraz da rahatsızım. Oraya gelemeyeceğim sen durumu idare et” dedi.
Neyse Çiller geldi.
İlk sorusu, “Enver kardeşim yok mu?” oldu.
Ben de, “Biraz yorgun size çok selam söyledi” dedim.
Çiller telefon etti, “Enver kardeşim gözümüz sizi aradı geçmiş olsun” dedi.
Neyse biz programa başladık.
Ben soruyorum, Çiller cevaplandırıyor.
O arada stüdyonun sağ tarafından stüdyonun kapısı açılmış gibi bir ses geldi.
Ben program sırasında kameraman arkadaşların olduğu tarafa pek bakmam. O yüzden sese de başımı çevirmedim.
Tekrar ses geldi.
Çiller konuşurken sesin geldiği tarafa bir baktım. Dondum kaldım.
Enver Abi stüdyoda iki kamerasının ortasına bir sandalye koymuş, bizi izliyor.
Aramızda 3 metre ya var ya yok.
Canlı yayındayız.
Hayatta aklıma gelmeyecek bir olay.
Resmen afalladım.
Çiller’de bendeki garipliği fark edince o da baktı, Enver Abi gelmiş stüdyoda oturuyor.
Başladık gülmeye.
Tabi sizlere de yani seyircilere de hissettirmiyoruz.
Güldüğüme bakmayın bir yandan ter bastı.
Enver Abi eliyle “Şahane, çok güzel” manasında işaret yaptı.
Neyse ben Çiller’e soru soruyorum, Enver Abi eliyle , “Çok iyi” işareti yapıyor.
Biz o halde programı tamamladık.
Çiller dedi ki, “Enver Bey çok sürpriz yaptınız” bize dedi.
Enver Abi de, “Baktım yokum diye üzüleceksiniz. Karşılamaya gelemedim Uğurlamaya geleyim dedim.Hem canlı yayını ekrandan değil de buradan canlı canlı izleyeyim dedim” Dedi.
Kısaca Çiller'i hem kırmamış oldu hem de sürpriz yaptı.
Enver Abi işte böyle bir insandı.
Kimsenin üzülmesini, kırılmasını istemezdi.
Enver Abi ömrü boyunca bizi bir kez üzdü, o da aramızdan ayrılmasıyla oldu.
Tabi bizler üzüldük ama büyükler her olaya farklı baktığı gibi ölümü de farklı baktılar.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
-Ölmek felaket değildir. Öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek, tedbirini almamak felakettir.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri (Rahmetullahi Aleyh) buyurdu ki:
Allahü teâlâya kavuşturduğu için, ölüm sevilir.
Sevdiğim kimsenin kalmasını da, ölmesini de severim.
Dost dosta kavuşmak istemez mi?
Azrail aleyhisselam, İbrahim aleyhisselâmdan ruhunu almak için izin istediğinde, “Nasıl olur, Dost, dostun canını alır mı hiç?” dedi.
Allahü teâlâ, Azrail aleyhisselam ile haber gönderip, “Dost dosta kavuşmaktan kaçınır mı?” buyurunca, “Ya Rabbi, Ruhumu hemen al!” diye dua eyledi.
Rabbim canımızı imanlı alıp dostu olan büyüklerimize kavuştursun.
Cennet-i Ala’da bizi büyüklerimize komşu eylesin ( Amin)
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
AMERİKA’NIN MAYIN EŞEKLERİ
İTTİFAKLARDA NELER OLUYOR?
AMERİKA’NIN MAYIN EŞEKLERİ
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Oğuzhan Asiltürk’ü ziyaret etmesi, bilmeyenler için sürpriz olsa da aslında çok önceden planlanmış bir hamleydi.
Saadet Partisi’nin gerçek lideri Karamollaoğlu değil, Asiltürk’tür.
Asiltürk Saadet Partisi’nin ombudsmanıdır.
O karar verir genel başkan uygular.
Erdoğan bu hamlesiyle rakiplerini kendi silahlarıyla vurmak istedi.
Saadet Partisi’ni olması gereken yere Cumhur İttifakına davet etti.
Benim aldığım bilgiler görüşmenin son derece makul geçtiği şeklinde...
Hemen aklınıza şu gelebilir;
- Saadet Partisi’nin eti budu ne ki, bu görüşme önemli olsun?
Saadet Partisi 2018 milletvekili seçimlerinde yüzde 1,34, son mahalli idareler seçiminde ise 2.84 oy aldı.
Bu oranları sakın küçümsemeyin.
Bunları iki ile çarpın.
Millet İttifakından düşecek, Cumhur İttifakına gelecek.
Dolayısı ile yüzde 1 oy bile son derece kıymetlidir.
Saadet Partisi’nin Millet ittifakından gelip Cumhur ittifakına katılması karşı tarafta sarsıcı bir etki yapar.
Türkiye’de bakıldığında iki grup var.
Birincisi Millet İttifakı, diğeri de Cumhur İttifakı.
Millet İttifakında;CHP, İYİ PARTİ, HDP, Saadet Partisi, Demokrat Parti var.
Bunlara Davutoğlu ve Babacan’da katıldı.
Cumhur İttifakında;AK Parti, MHP, BBP bulunuyor.
Bu tabloda hakikaten çok acı bir çarpıklık var.
Çizginin sağında durması gereken; İYİ PARTİ, Saadet Partisi, Gelecek Partisi ve Deva partisi çizginin soluna kaçmış durumda.
CHP’yi bir kenara bırakın, PKK’nın partisi HDP ile aynı sofraya oturdular.
PKK ile kardeşliği Erdoğan ile yoldaşlığa tercih ettiler.
Erdoğan kininin yaptırdığına bakar mısınız?
Aklı örtünce kin, kalmaz insanda ne iman ne de din.
İmam-ı Şafi Hazretleri (Rahmetullahi Aleyh) şöyle buyurdu;
- Dünyada en huzursuz kimse, gönlünde kıskançlık ve kin tutan kimsedir.
Bunların huzursuzluklarını en iyi anlatan ifade de budur.
Her yangını söndürmek mümkündür; ateş su ile zehir panzehir ile hüzün sabır ile söner. Fakat kin ateşi asla sönmez.
Onun için bunların kini onlarla birlikte toprağa gider.
Bunlar taşıdıkları deve kini sayesinde ihaneti bile göze almış haldeler.
“Ne ihaneti?”demeyin...
Emin olun Millet ittifakında yer alan7 partinin hepsinin patronu aynı.
Partilerinin isimlerinin farklı olduğuna bakmayın, emir aldıkları üst akıl bir
Bakın örnek vereyim!..
Durduk yere bir SMA hastalarına ilaç verilmiyor yalanı ortaya attılar.
Kılıçdaroğlu, Akşener, Davutoğlu ve Babacan bir Amerikan ilaç şirketi adına lobi faaliyeti yürüttü.
Kılıçdaroğlu şöyle bir Tweet attı;
- Milli Piyango’dan Varlık Fonu’na aktarılan 75 milyon lirayı SMA hastası çocuklar için kullanın.
Aynı dakika içerisinde aynı sözleri ve ifadeleri; Akşener, Babacan ve Davutoğlu kullanarak aynı Tweet attı.
4 ayrı lider kelimesi kelimesine aynı sözler.
Bu dahi bunların ipinin aynı el tarafından tutulduğunu gösteriyor.
Bakın tezgâhı biraz daha açayım.
Emin olun bu CHP dâhil bu 7 partinin iktidar olmak gibi bir amaçları ve hesapları yok
Onların tek dertleri var; Erdoğan’ı indirmek.
İsrail de Yunan da Ermeni de Amerika’da Pentagon da FETÖ’de PKK’da BAE’de Almanya da Fransa da ve Avrupa Birliği de aynısını istiyor.
Bizim bu 7 ahmak, ebedi düşmanımız olan 7 düvele mayın eşekliği yapıyor.
Yazıklar olsun.
Tezgâh o kadar açık ki...
Erdoğan’ı devirebilmek için önce MHP’nin oylarını çalıp, sola götürdüler.
Burada da Bahçeli ve Erdoğan kini kullanıldı.
Kinden gözü dönmüş bir kısım ülkücüler, ezeli düşmanları PKK ile iş tutmaya razı oldu.
Böylece İYİ Parti ile HDP’yi kanka yaptılar.
Sağdan sola taşıdıkları bu ülkücü oyu, Erdoğan’ı yıkmaya yetmedi.
Erdoğan; 52.59 oy oranıyla tekrar Cumhurbaşkanı seçildi.
Bu kez gözlerini AK Parti’nin oylarına diktiler.
Yüzde 50’nin üzerindeki o küsurat olan 2.59 oyu çalıp, sola taşımak için iki parti çıkardılar.
Önce Davutoğlu Gelecek Partisi’ni sonra Babacan DEVA partisini kurdu.
Bu ikisinin bütün amacı ve hesabı AK Parti’den yüzde 2,59 oy tırtıklayıp sol taraftaki CHP-HDP kazanına götürmek.
Bunların ne iktidar ne iktidar ortağı olma niyeti ve düşüncesi yok.
Bütün çalışmaları yüzde 2.59 oyu çalıp, düşmanımız olan 7 düveli sevindirmek.
Böylece de içlerinde bir türlü dindiremedikleri kinlerini, beslemek.
Babacan ve Davutoğlu oy hırsızlığı için bir iş birliği bile kurmuş.
Babacan; AK Parti’ye geçim sıkıntısından, Davutoğlu da Kürt tarafından dalacak.
Hepiniz dikkat etmişsinizdir.
Milliyetçi diye bildiğimiz Davutoğlu birdenbire Kürtçü oldu.
Güneydoğu’dan ayrılmıyor.
Davutoğlu Başbakankenkatıldığı bir TV programında"PKK/YPG veya PYD Fırat'ın batısına geçmeyecek. Geçtiği anda da vururuz dedik. 2 kere de vurduk" demişti.
Davutoğlu’nun bu sözüne karşılık Demirtaş’tan anında cevap geldi;
-YPG Fırat'ı geçecek, sen de mal mal bakacaksın.
Demirtaş’ın “Mal mal bakarsın” dediği Davutoğlu, dün bombaladığı Kürtlere gidip şimdi oy istiyor.
Alanda toplanan Kürtler de şaşkınlıkla bakıp, “Bu niye bize geldi acep” diye düşünüyor.
Davutoğlu o kadar hızlı ki; PKK’ya bile selam yollamaktan çekinmedi.
Şöyle dedi;
-Bu ülkedeKürt sorunu var. Bu sorunun halli PKK açılımıdır. Yarım kalan bu açılım tamamlanmalıdır.
Vay vay vay..
Bizim 40 yıllık Milliyetçi Davutoğlu, neredeyse PKK elebaşı gibi olmuş. Onların ağzıyla konuşuyor.
Tabi bu da tezgâh.
Efendileri kendine bir vazife vermişler, o da onu yerine getiriyor.
Vazifesi; AK Parti’yi oy veren Kürt oylarını alıp sola götürmek.
Kısaca 2.59 oyu tırtıklamak.
Gelelim ötekine...
Yani Babacan’a
O da ekonominin kötülüğünden dem vuruyor.
Türkiye’nin kötü yönetildiğini ve ülkenin büyük bir hızla uçuruma gittiğini anlatıyor.
Memur ve Emeklilerin açlık çektiğini söylüyor.
İyi de!..
Düne kadar Ekonominin patronu sendin.
İşçi, memur ve emeklilere bir kuruş koklatmazken o zamanlar böyle konuşmuyordun.
Şimdi ne oldu?
Şu oldu..
Patronu değişti...
O zaman patronu Tayyip Erdoğan’dı...
Ona göre konuşuyordu...
Şimdi patronu 7 düvel oldu
Onlara göre konuşuyor.
Hesap aynı..
Yüzde 2,59 oyu çalmak.
Ya Saadet Partisi eski genel başkanı Kamalak’a ne demeli?
“Bizim yerimiz AK Parti’nin değil, CHP’nin yanıdır”dedi.
Ey Kamalak!..
Bu CHP değil mi, senin dedeni Müslüman diye sokakta asan?
Bu CHP değil mi, camilerde ezanın sesini kesen?
Bu CHP değil mi, Kuran-ı Kerim okunmasını yasak eden?
Bu CHP değil mi Ezanı Türkçe okutan?
Bu CHP değil mi, Camiye giden babanın yolunu kesen?
Bu CHP değil mi, Türbanlı kızının başını açan?
Bu CHP değil mi, ‘İrticacı’ deyip kurduğun partiyi kapatan?
Bu CHP değil mi, Erbakan hocanı hapise atan?
Bu CHP değil mi, ‘Müslümansınız’ diye yüzünüze tüküren.
Şimdi ne oldu da “Ya Rabbi şükür” diyorsun..
Ah Kamalak Ah..
Keşke kozalak olaydın da yanıp bir işe yarasaydın...
Ziya Paşa ne güzel söylemiş!..
Adam hacı mı olur ulaşmakla Mekke’ye.
Eşek derviş mi olur taş çekmekle tekkeye?
METİN ÖZER / HABERVİTRİNİ
.
VATİKAN’DA MİSYONERLERE DERS VEREN İLAHİYATÇI
VATİKAN’DA MİSYONERLERE DERS VEREN İLAHİYATÇININ DİYANET İŞLERİ BAŞKANI OLMASINI NASIL ÖNLEDİK..
İlahiyatçı profesör bozuntusu Mustafa Öztürk’ün, Kur’an-ı Kerim’e ve Peygamber Efendimize saldırısı, toplumun gözünü biraz açtı.
En azından her ilahiyatçının ilahiyatçı olmadığını hatta bunlar arasında bol miktarda Vatikan ajanı bulunduğuna fark etti.
Profesör, din âlimi, hoca, İlahiyatçı gibi cafcaflı sıfatlar alan Vatikan ajanlarının; din-i İslam’ı yıkmak ve kendi kitaplarına yaptıkları gibi Kuran-ı Kerim’i bozmak için nasıl uğraştığına bir örnektir Mustafa Öztürk olayı.
Vatikan dışarıdan, cahil ve satılık çakma din adamlarının içeriden yıkmak istedikleri tek bir yapı var, o da Ehl-i Sünnettir.
Ehl-i sünnet Vel cemaat, iç ve dış hainlerin saldırılarına karşı yıllardır akıncı görevi üstlendi. Onların her ataklarını ve her saldırısını Yüce Allah’ın desteği ile savuşturdu. Kıyamete kadar da savuşturmaya devam edecektir.
Sünnet, Resûlullah’ın bildirdiği yoldur. Cemaat da Eshab-ı kiramdır. Sünnet ve cemaat ehli yani Ehl-i sünnet vel-cemaat, Resûlullah’ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ve Eshab-ı kiramın gittikleri, itikattaki tek doğru yol demektir.
Bu yolun mücahitleri son ana kadar canları pahasına dinini ve kitabını savunacaktır.
Dinin ve kitabın koruyucu YÜCE ALLAH, savunucuları Müminlerdir.
Vatikan ve masonların göz diktiği en önemli kuruluşlardan birisi Diyanet İşleri ve İlahiyat fakülteleridir.
Ehl-i Sünnet olan Türk toplumunun dini ve itikadı, işte buralara yerleştiren Vatikan Misyonerleri eliyle bozulmaya çalışıldı. Yıllardır bu hainlik sürüp gitti.
Karşınızdakileri çok hafife almayın.
Emin olun 10 yıl sonrasının planlamasını yapıp, kimin Diyanet İşleri Başkanı. Kimin İlahiyat Fakültesi dekanı ve hatta hangi kanalda kim dini bozma işini yapacak planlamışlar.
Her kanala ayrı bir bozguncu tayin etmişler.
Maaşa bağladıkları bu bozguncular; dinini değil kafa, karıştıracak konuları anlatıp toplumun din anlayışını bombaladı.
Bir büyük projeyi de ben ortaya çıkarmıştım.
Aranızda hatırlayanlar vardır;
2018 yılında bir yazı yazmıştım.
Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun damadı o tarihte Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisiydi.
Vatikan büyükelçisi olan Prof. Dr. Mehmet Paçacı, (Dikkat edin o da profesör. Neyin profesörü olduğu yazının içerisinde var. o da İlahiyat mezunu.) kısa sürede parlatılıp piyasaya sürüldü.
Mehmet Paçacı ardından Şıp diye Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Dış İlişkiler Genel Müdürü oluverdi.
Diyanet ve İlahiyat tamam olunca bir eksik kaldı, o da Vatikan.
O eksiği Vatikan Büyükelçisi yapılarak tamamlandı.
Dönüşünde Diyanet İşleri Başkanı olacaktı ki, bu fakire yakalandı.
Aşağıdaki yazı ile ipliğini pazara çıkardım.
Paçacı’nın Vatikan’da Müslüman ülkelerde Hıristiyanlık için çalışacak olan Misyonerlere, Müslümanları nasıl yaklaşılır dersleri verdiğini ortaya çıkardım.
Bizim Paçacı, Vatikan’da Misyonerlerin hocasıymış meğer.
Yazım o tarihte büyük olay oldu.
Cumhurbaşkanı’nın önüne kondu.
Paçacı Büyükelçilik görevinden alındı.
Deşifre ettiğim için Diyanet İşleri Başkanlığı görevi de elinden uçup gitti.
Sessizce ortadan kayboldu.
Demem o ki; Bu devirde hepimiz özellikle Ehl-i sünnet 24 saat uyanık olmalıyız.
Gözümüz uyusa kalbimiz uyanık kalmalı.
İŞTE O YAZIMIZ
.
AK PARTİ’NİN İKİ FETÖ ÇIBANI PATLADI
Bugün yağıyor maşallah..
24 Saat içerisinde Hem Bülent Arınç hem de İhsan Arslan AK Parti'den yollandı.
Her ikisi de AK Parti'deki FETÖ çıbanıydı.
Her ikisi de AK Parti'ye zarar veriyordu.
Her ikisinin de damadı FETÖ'cüydü.
Her ikisi de FETÖ ile mücadeleyi engelliyordu.
Her ikisi de FETÖ'ye toz kondurmuyordu.
Aynı gün ikisi birden gitti.
Bülent Arınç'ı hepiniz tanıyorsunuz.
Çok fazla anlatmama ve tanıtmama gerek yok.
Ben İhsan Arslan'a dikkatinizi çekmek isterim.
Bununla ilgili geçmişte yazı yazdım.
İhsan Arslan AK Parti'deki en güçlü isimlerden birisiydi. Oğlu Mücahit Arslan eskiden Erdoğan'ın danışmanıyken yanından ayrılmazdı.
Son seçimde milletvekili oldu.
İhsan Arslan ise 2 dönem AK Parti milletvekilliği yaptı.
Diyarbakırlı olan İhsan Arslan, AK Parti'yi HDP ile açılıma ikna eden isimdir.
PKK ile görüşmeleri sürdüren de İhsan Arslan’dı.
O rezilliğin başı da kendisidir.
İhsan Arslan Kızı Ayşe’yi, Diyarbakır’da FETÖ’nün önemli isimlerinden birisinin oğlu olan Mevlüt Hilmi Çınar ile evlendirdi.
Düğünlerinde Tayyip Erdoğan nikâh şahitliği yaptı.
Sıkı bir FETÖ’cü olan Mevlüt Hilmi Çınar, Amerika’ya taşındı ve Fetullah Gülen’in sağ kolu ve prensi oldu.
AK Parti eski Diyarbakır Milletvekili Mehmet İhsan Arslan’ın damadı olan Mevlüt Hilmi Çınar, Fethullah Gülen’in onursal başkanı olduğu Niagara Vakfı'nın yöneticisi oldu.
Bu vakıf halen FETÖ’nün Amerika’daki lobi faaliyetinin yürüttüğü merkez durumundadır.
Hilmi Çınar bu vakıf aracılığıyla Amerikan seçimlerinde para saçıp, senatörleri Türkiye’ye karşı kışkırtıyor.
Amerikan senatosunda Türkiye aleyhinde korkunç bir lobi faaliyeti yürüterek, ülkemize sıkıntı verecek tasarıların çıkması için çalışan ekibin başı da bu hain damattır.
Bu melun, düğününde şahit olan Tayyip Erdoğan hakkında en aşağılık söz ve iftiralarda bulunmaktan da çekinmez.
FETÖ'nün ABD'deki İki Elebaşı Recep Özkan ve Mevlüt Hilmi Çınar’dır.
Çınar'a ABD'de İngilizce olarak yayımlanan ve Türkiye aleyhtarı birçok ismi bir araya getiren "Globe Post" ve "Defense Post" adlı haber sitelerini fonlayan isimdir.
Çınar, PKK'nın Suriye'deki uzantısı YPG'nin Washington'daki temsilcilerinden biri olarak görülen Sinam Mohamed adlı kişiye; para yağdırdığı Defense Post'ta yazı yazdırıp Türkiye aleyhinde iftiralar attırdı.
Bu arada Çınar'ın kurduğu "Maestro Corporate Group" adlı yönetim danışmanlık firmasının, FETÖ'cü NBA oyuncusu Enes Kanter'e finansal danışmanlık yaptığı da kısa süre önce ortaya çıktı.
Bu şerefsiz damat, Türkiye aleyhindeki faaliyetleriyle Fetullah haininin sağ kolu oldu.
Halen de ihanetini sürdürmektedir.
AK Parti milletvekili olan kayınbabası İhsan Arslan vatan haini damadına asla toz kondurmadı.
Aleyhinde tek kelime bile söylemedi.
Hatta Amerika’ya gittiğinde de misafirleri oldu.
İhsan Arslan’ın FETÖ ile irtibatı sadece damadıyla ilgili değil.
İhsan Arslan, İslami yönetimleri takip etmek için sık sık Libya'ya ve İran'a gitti.Türkiye'nin ilk İslami mizah dergisini çıkardı.
Sahibi olduğu Zaman gazetesinin hisselerini Fetullah Gülen’in adamlarına sattı. Sattı denildi ama bunun kâğıt üzerinde bir devir olduğu söylendi.
Bu satıştan sonra Zaman Gazetesi, FETÖ yapılanmasının amiral gemisi ve yayın organı haline geldi.
İhsan Arslan; Hizbullah içindeki İlim ve Menzil grubuyla, Hizbullah'la PKK arasında müzakereler yürüttü.
Mazlum-Der'deyken bir heyetle Kuzey Irak'taki kamplarından birine giderek PKK'nın kaçırdığı askerlerin serbest bırakılması için görüşme yaptı.
Bu esrarengiz faaliyetlerinden sonra; siyasete girdi.
Oğlu Ali İhsan (Mücahit) Arslan'ın da kurucu üyeleri arasında olduğu AK Parti 2002'de iktidara geldi.
En son BBC Türkçe ’ye uzun bir mülakat veren İhsan Arslan, Tayyip Erdoğan’ın hemen hemen bütün kararlarını eleştirdi.
Esad’dan Trump’a kadar tamamen yanlış yaptığını belirtti.
Yetmedi (kendi damadını unutup), Tayyip Erdoğan’ın damadını bakan yapmasının büyük bir hata olduğunu vurguladı ve zehrini sona sakladı;
- FETÖ’den denize düştük, yılana (MHP’ye) sarıldık. MHP ile bu ilişkimiz Kürt sorununun çözümünün de ölmesi demektir:
İşte bu sözlerinden sonra Erdoğan’ın emriyle hakkında disiplin süreci başlatıldı.
Yakında da AK Parti’den atılacak.
AK Parti böylece PKK ve FETÖ’nün buluşma noktası olan çıbanını patlatmış olacak.
Darısı AK PARTİ’deki diğer çıbanbaşı kayınbabalara..
.
MESUT YILMAZ’I NASIL BİLİRDİK?
MESUT YILMAZ’I NASIL BİLİRDİK?
ÖZAL’IN HAKKINI HELAL ETMEDİĞİ 3 KİŞİ.
Mesut Yılmaz’ın çoğu devlet erkânı 50-60 kişinin katıldığı cenazesini görünce; “Vay be” dedim.
O şaşalı günleri aklıma geldi.
Arkasında gezen İhale üleştirdiği müteahhitler, şimdi tabutunun arkasında bile yoktu.
İş çevirdiği kartel medyası imparatorları da buhar olmuştu.
Emrine girdiği 28 Şubat’ın kudretli askerleri de
Devleti teslim ettiği Ekonomi devleri de bir kuru çiçekle cenazeyi geçiştirdiler.
En acısı da millet kendisini terk etmişti.
Bu hal bütün siyasilere ders olmalı.
Her siyasetçi; Bir Turgut Özal’ın bir Mesut Yılmaz’ın cenaze törenlerine bakıp yolunu ve yönünü belirlemeli.
Özal’ın ve Başbuğ Türkeş’in mahşeri cenaze törenini aklından çıkarmamalı.
FETÖ’cülerin şehit ettiği Muhsin Yazıcıoğlu ve Necmettin Erbakan’ın nasıl uğurlandıkları gözünüzün önüne tekrar gelsin.
Mesut Yılmaz’ın Özal ve Türkeş’ten farkı bu idi.
Özal da, Türkeş’de, Erbakan’da ve Muhsin Başkan da sırtını millete dayadı.
Millet; hepsini dualarla ahirete yolladı.
Mesut Yılmaz ise sırtını vesayetçilere dayadı.
Onlarda tabutunu ortada bıraktı.
Cenazesini de kaldırmak; kurun kıvırdığı Milli Görüş’ün vasilerine düştü.
Yılmaz hiçbir zaman halk adamı olmadı.
Hatta halkına tamamen zıt oldu.
Ne muhafazakâr ne de milliyetçi bir yanı yoktu.
5 vakit namaz kılmadığı gibi Cuma Namazına da gitmezdi.
Hakkını yemeyeyim, çok iyi cenaze namazı kılardı.
Birisi öldüğünde mutlaka camiye gider ilk safta cenaze namazını kılardı.
Cami ile tek teması da zaten bu idi.
Son teması da hayatını kaybedince oldu.
Milliyetçi değildi.
Ülkücüleri sevmez, Türk dünyasına değer vermezdi.
Kendi tanımıyla sıkı liberaldi.
Şu memleketin haline bakın ki; milliyetçi ve muhafazakâr olmayan Mesut Yılmaz, milliyetçi ve muhafazakâr ANAP’ın başına geçti.
Yetmedi; Milliyetçi ve muhafazakârların oyu ile başbakan oldu.
Mesut Yılmaz’ın siyasete girişi de Başbakan oluşu da ve hükümet kurması da o sırtını dayadığı güçler sayesinde oldu.
Dönemin Cumhurbaşkanı Evren, Başbakan Özal'a telefon etmiş; Yılmaz “son anda” kabineye girmişti.
ANAP’ın 1991 yılındaki kongresinde Semra Özal sayesinde önce partinin başına sonra da hükümetin başına geçti.
Gücü eline alan Mesut Yılmaz ilk olarak Turgut Özal’a sonra Semra Özal’a sırtını döndü.
Semra Özal Yıllar sonra ‘Hayatımın en büyük hatası ve pişmanlığı Mesut’tur” demişti.
Özal, hakkını helal etmeyeceği üç insan tipini şöyle sıraladı;
1- Benim inançlı olduğumu bildikleri halde, beni tekfirleyenler (kâfir olduğumu söyleyenler). Demirel ve benzerleri..
2- Mesut Yılmaz.
3- Çok iyiliğim dokunduğu halde aile efradıma sövenler. Cavit Şadi Pehlivanoğlu.
Mesut Yılmaz’a niçin hakkını helal etmediğini sorulduğunda, “vefasızdır da ondan” dedi.
“Peki niçin seçtirdiniz?” diye sorulunca da, “Ben değil, Semra seçtirdi”, dedi.
Turgut Özal Mesut Yılmaz’a kızgın ve öfkeli ve dahi hakkını helal etmeden ahirete göçtü.
Mesut Yılmaz dışarıda Almanların içeride güç odaklarının ve askerlerin adamıydı.
Bir seferinde, “Mason musunuz?” diye soruldu hayır dedi.
Bu iddialar artınca tıpkı Demirel gibi Masonlara başvurup ‘Mason değildir’ belgesi istedi. Masonlar bu isteğini geri çevirdi.
Aile efradına sövenler meselesine gelince; “kim bunlar” diye sordular.
Cevaben “onlardan birisi eski ANAP Ordu milletvekili Şadi Pehlivanoğlu’dur” dedi.
“Niçin” deyince, cevaben “Ordu ili onu milletvekili istemedi, ben de listeye koyamadım ama Türk Ticaret Bankası Yönetim Kurulu Başkanı yaptım. Daha çok kazandırdım. Buna rağmen arkamızdan küfür edip, durmaktadır. İşte bunun gibi olanlar.”
Ben de kendisini yakından tanırım.
“Enver Ören’i ve İhlas’ı başbakanlığa sokmayacaksınız” diye bağırtısı hala kulaklarımdadır.
FETÖ’nün kışkırttığı askerler bir yandan, kartel medyası öteki yandan, Masonlar beri yandan ve bürokratlar diğer yandan İHLAS’ı yıkmak için 4 koldan saldırdığı günlerdi.
Rahmetli Enver Abi’nin Holdingi kurtarabilmek için çok acil olarak Başbakan Mesut Yılmaz ile görüşmesi gerekiyordu.
Araya herkes katıldı bir türlü Enver Abi ile görüşmeyi kabul etmedi.
İşte o günlerde Rizeli hemşerisi Sebahattin ile iş çevirip onun programına geldi.
Enver Abi bundan haberdar olunca, “bizim binada görüşürüz nasılsa” deyip apar topar Ankara’ya geldi.
Enver Abi kapıda ‘Hoş geldiniz’ deyip elini uzattı, yüzüne bile bakmadı.
Program bitti Enver Abi uğurlamak için çıktı, ‘Eyvallah’ bile demeden yüzünü çevirdi ve gitti.
“Mesut Yılmaz” deyince hep bu halini hatırlarım.
Düşünün!. Rahmetli Enver Ören'in televizyonuna çıkıyor, çıktığı kanalın sahibine ne selam veriyor ne de eyvallah diyor.
Bir unutamadığım olayı daha var.
Ali Baransel TGRT Genel Müdürü idi.
O günlerde Mesut Yılmaz başbakandı. ANAP Genel Başkanlığı seçiminde de tekrar genel başkan seçilmişti.
Bürokrasiden gelen Ali Baransel beni aradı. Ben de o zamanlar TGRT’nin Ankara Temsilcisiyim. Ali Bey aradı;
“Mesut Yılmaz’ı arayıp bir randevu al da yeniden seçilmesi nedeniyle bir kutlama ziyareti yapalım”
Neyse Randevuyu aldım, Ali Bey ile birlikte ANAP’taki odasına girdik.
Ali Bey oturur oturmaz; “ Sayın Yılmaz ANAP Genel Başkanlığına tekrar seçilmenizden dolayı sizi tebrik ediyorum. Kurumum ve şahsım adıma takdire şayan başarılı çalışmaları sürdüreceğinizden hiç şüphemiz yoktur” tarzında övücü bir konuşma yaptı.
Ali Baransel övgüsünü sürdürüyordu ki; Yılmaz sözünü kesti.
- Ali Bey boş ver şimdi bu lafları.. Ne istiyorsunuz? İHALE Mİ KREDİ Mİ?
Diye sordu.
Şahsen ben dondum kaldım.
Ali Baransel’e baktım, “Kıpkırmızı” olmuş.
Şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemez halde biraz da kekeleyerek;
- Estağfurullah Sayın Başbakan, bir talebimiz yok. Sözlerimde samimiydim
dedi.
Yılmaz ısrar etti, “Yok yok. Bu kadar yağ çektiğine göre kesin bir isteğin olmalı” dedi.
Ali Baransel, başladı yemin etmeye..
Uzatmayayım dışarı çıktık ama Ali Bey şokta.
“Yav ben bunu yakından tanımıyorum. Bu ne biçim bir adamdır. Ben iş takipçisi miyim? Kendisini kutlamaya geldik, bize davranışına bak” dedi ve bir daha Mesut Yılmaz ile asla görüşmedi.
Mesut Yılmaz’ı anlatan en iyi olay budur sanırım.
Bu arada şuna da bir açıklık getireyim.
Bakmayın siz, “Ne istersiniz?” diye sorduğuna.
O İhlas’a asla bir şey vermediği gibi İhlas’ın aldığı Bursa/Yalova Elektrik Dağıtım işini de elinden aldı.
Bu hainliği yapmasaydı, Ne İhlas Finans vakası yaşanır ne de mudiler bu kadar zarar görürdü.
Bu işi İHLAS’ın elinden almak için çevirmediği numara kalmadı. En sonunda bir yasa çıkartıp alınan ihaleyi iptal etti.
Mesut Yılmaz hiçbir zaman milli olmadı.
Hep sırtını dayadığı güçlere hizmet etti.
Makam ve gücü gidince, dayandığı güç de terk etti.
Sonunda sırtüstü devrilip gitti.
Her saltanatın sonu musalla taşında biter.
Haramla kurduğun saraylarında baykuşlar öter.
Hayat böyle bir şey.
Dünyada düşeş atan, ahirette hep yek atar.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
ÖZEL HASTANELERDE FETÖ'CÜ DOKTOR TEHLİKESİ
Allah rahmet eylesin, Burhan Hoca ile alakalı ikazımı elbette boş yere yapmadım.
Bu mesele benim de şerbetli olduğum bir mesele.
Bu FETÖ’cüler Amerika’da Burhan Hoca’nın vefatını herkesten önce öğrenebiliyor.
Süleyman Soylu’nun Koronavirüse yakalandığını kimsenin haberi yokken haber veriyor ve Külliyeden önemli bir ismin (İbrahim Kalın) Korona olduğunu ilk kez duyuruyorlarsa, elbette bu artık bir Milli Güvenlik meselesidir.
Burhan Hoca’nın vefatı da bu manada şüphelidir.
Bütün bunlara bakarak, devletin bu meselenin üzerine gitmesi icab eder.
MİT, hastanelerdeki FETÖ’cü köstebekleri teker teker bulmalı ve bunları temizlemelidir.
Özel hastanelerde FETÖ’cü doktor ve sağlık personelinin çalıştırılması engellenmelidir.
Hastaneler stratejik kurumlardır.
Buralara FETÖ’cüler kesinlikle sokulmamalıdır.
Bunlar her an herkese her kötülüğü yapabilirler.
“O kadar da değil” demeyin.
Allah’tan korkmayan, Resulünden utanmayan bu hainlerin yapmayacağı kötülük yoktur.
Onlar bu yola adım attıklarında; FETÖ imamları bunların akıllarını ve vicdanlarını söküp çıkartır.
Çıkardıklarının yerine, FETÖ’ye tam itaat çipleri takılır.
Büyüğünden küçüğüne her FETÖ’cü bu operasyonu geçirdiği için bunların hepsi birbirine benzer.
Düşünce ve eylem olarak hiç birinin diğerinden farkı yoktur.
Bu yola giren bir FETÖ’cü asla yoldan dönmez.
‘Döndüm’ diyeni takiye, ‘İtirafçıyım’ diyeni hesap yapıyordur.
“İtirafçıyım” diyenlerin Hasan Sabbah gibi başka bir suikast hesabı vardır.
Bu hainler öyle bir mankurtlaştırılmış haldedir ki; davaları uğruna öldürmek şöyle dursun parçalamaktan bile çekinmezler.
Darbe gecesi Gölbaşı’nda aslan gibi 54 yiğit Özel Harekât polisini bombalayıp paramparça ettiler.
Neye karşılık?
FETÖ’nün takkesine karşılık.
Suikast yaptıkları Muhsin Yazıcıoğlu’nun can çekişmesini kameraya çekip, Fetullah’a yolladılar.
Hediye olarak gelen Fetullah’ın kirli takkesini başlarına geçirip, namaza durdular.
Zırnık vicdanları sızlamadı.
Kendi pilotlarının önünü açmak için onlarca sağlam pilotu verdikleri ilaçla kalp hastası ettiler.
O subaylar hastanede kalp krizi geçirirken, bunlar Fetullah’dan hediye gelen kokmuş atleti giyip hava atıyordu.
Darbe gecesini düşünün!..
Eli bayraklı ağzı dualı yüzlerce kişiyi katlettiler.
Bunlar ‘Allah’ diyor, bunlar ‘Vatan’ diyor ve Bunlar ‘Bayrak’ diyor bakmadılar.
‘Fetullah’ demeyeni kırdılar.
CIA’nın tezgâhından geçirilip robotlaştırılan FETÖ’cülerde kimse vicdan ve merhamet aramasın.
Eğer darbe başarılı olsaydı, ülkenin yüzde 25’ini fırınlarda yakarlardı.
Bazıları şöyle konuşuyor;
- Fetullahçıların arasında olaylara karışmamış mütedeyyin olanlar var. Onları diğerlerinden ayırmak lazım.
Yok ya.. Öyle mi?
Onların olaylara karışmama sebebi, sıranın kendilerine gelmemiş olmasındandır.
İmamları çağırsa, onlar da en ön safta seri katil olurdu.
Kimse kusura bakmasın!..
İyi FETÖ’cü kötü FETÖ’cü diye bir şey yoktur. Tıpkı iyi kafir kötü kafir gibi bir ayırım olmadığı gibi..
FETÖ’cü, FETÖ’cüdür ve KÜFÜR TEK MİLLETTİR.
Bunlardan her türlü melanet ve musibet beklenir.
Bunlar Resûlullah’ın o temiz zamanında yaşasaydı, bastıkları yerden bir daha ot bitmezdi.
Şimdi ahir zaman.
Dünya kirlendi.
O yüzden izleri belli olmuyor.
Geleyim şu FETÖ’cü doktor meselesine..
Bana kanser teşhisi konulduğu günlerdi.
Ameliyattan önce kemoterapi yapmaya karar verdiler.
Kemoterapi konusunda da deneyimli bir profesör önerdiler.
Adamın odasına girdik.
Sonuçlara baktı; “Size uygun bir kemoterapi planlaması yapmam lazım” dedi.
Yaş kilo falan gibi sorular sordu.
Sonra konuyla alakasız şeyler sormaya başladı.
Ne iş yaptığım nerede çalıştığım falan.
Adamın işime falan merak duyması beni huylandırdı.
O arada Allah’ın bir lütfu olarak, gözüm doktorun arkasındaki kütüphanesine takıldı.
Bazı kitaplar yana yatmıştı.
Onların arkasında bir baktım, Fetullah Gülen’in kitabı var.
Adam resmen FETÖ’cü yani..
Daha darbe falan olmamıştı.
Ben de o günlerde 4-5 ayrı yazımdan dolayı Fetullah ile mahkemelik durumdaydım.
Adam internete adımı yazsa, hepsi önüne gelecek.
Hemen odadaki arkadaşlara işaret ettim.
Müsaade isteyip çıktık.. Çıkış o çıkış…
Düşünün yani!..
Kemoterapi zaten bildiğiniz zehir.
Dozunu bir tık yukarı çıkartsa, seni zehirleyerek öldürmüş olur.
Başladık Ankara’da FETÖ’cü olmayan doktor aramaya.
Bir ay sonra bir doktor bulduk, kemoterapiyi ona yaptırttık.
Su uyur düşman uyumaz.
Vatan haini FETÖ’cüler hayatta uyumaz.
Bunları böyle bilip; hem milletin hem de devletin hem de devlet erkânının hep tetikte ve uyanık olması lazım.
Özellikle Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, FETÖ ile aktif olarak mücadele eden İçişleri Bakanı Soylu, Milli Savunma Bakanı Akar ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu bunların belasından 24 saat korunmalıdır.
Allah şerlerinden muhafaza eylesin.
Devletimizi, milletimizi ve dinimizi bu pislikten temizlesin (AMİN)
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
BEYRUT’U KİM PATLATTI?
BEYRUT’U KİM PATLATTI?
Beyrut 70’lerde Ortadoğu’nun Paris’i, Amerika'nın Las Vegas'ı sayılıyordu.
Beyrut haftada bir şampuanla yıkanan caddeleri, lüks otelleri, eğlence mekânlarıyla Ortadoğu’nun yıldızıydı.
Beyrut doğunun Fuhuş, içki ve kumar başkentiydi..
Rezillik o kadar fazlaydı ki azgınlıkta batıyı bile geçtiler.
Beyrut Ortadoğu’nun GÜNAH ŞEHİRİ oluverdi.
Azgınlıkta kâfirleri bile imrendirdiler.
Sapık ve sapkın kâfirler; eğlence için bu sözde Müslüman şehire akın etmeye başladı.
Hadlerini aşınca ilahi tokat beklemedikleri bir anda beklemedikleri bir yerden geldi.
İşte o yıllarda Cenab-ı Allah başlarına bir iç savaş verdi.
Birbirine düşüp, birbirlerini öldürmeye başladılar.
Lübnan’daki tatlı hayat; 1975’te iç savaşın başlaması ile bitti. Beyrut’un bir bölümü 1990’a kadar süren iç savaşta harabeye döndü.
Doğu'daki eğlencenin başkenti kısa sürede virane oldu.
Allah-ü teala'nın buyurduğu, "Başınıza gelen her musibet kendi hatanız yüzündendir" mealindeki ulu sözünden ders çıkarmayan Beyrut, iç savaş sonrası tekrar günah şehri olmaya kalkıştı.
1960’ta açılıp 1989’da kapandıktan sonra 1995’te 50 milyon dolarlık masraf ile yeniden açılan; İran Şahı, Monaco Prensi ve Ürdün Kralı Hüseyin hiç çıkmadığı 35 bin metrekarelik Casino Du Liban gibi kumarhaneleri barındıran Beyrut, kendi ülkelerinde bulamadıkları özgürlüğü Lübnan’da yaşayan Arap milyarderler için tekrar eğlence ve sefanın başkenti olmuştu ki.. İkinci bela geldi.
Dünya bu güne kadar böyle bir patlama ve yıkım görmedi.
Aman Yarabbi..
Kudretin ne kadar büyük.
Koca bir şehir bir saniyede yok oldu.
Gösterişli binalar harabe oldu.
Bu bombayı kim patlattı?
Senaryo ve komplo teorisi çok..
Şu yaptı, bu yaptı..
Kim yaptıysa yaptı, yapan sadece bir sebep.
Sebebi netice kılan Yüce Hak'tır.
Allahü teala bu patlamanın gerçekleşmesini murad etmiş ve patlama olmuştur.
HAKİKAT İŞTE BUDUR.
Kimin yaptığı meselenin küçük kısmıdır.
Burada sorulması gereken soru; kimin yaptığı değil, Allahü teala’nın bu belayı niçin verdiğidir.
Meseleye böyle bakınca; yazının başında sorduğum sorunun cevabı bellidir.
Beyrut’u kimse patlatmadı, Azgınlıkları bırakmayan Beyrut kendini patlattı.
Kul azınca bela kapıya dayanır.
Adem Aleyhisselam’dan beridir bu kural hiç bozulmadı.
Mehdi Aleyhisselam’a kadar da bu kural bozulmadan gidecektir.
Mümin, meseleye böyle bakar.
Bu yüzden her toplum; başka toplumların başına gelen musibetlere bu gözle bakarsa, doğruyu bulup azaba uğramaktan kurtulur.
Allahü teala bu yaşananlardan bize ve yöneticilerimize ders çıkartmayı ihsan etsin.
Aklımızı başımıza getirtip, bizi hak yoldan ayırtmasın.
Rabbim şimdimizi de Ahirimizi de hayır etsin, Dinimizi ve memleketimizi her türlü musibetten korusun (AMİN)
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
KORONAVİRÜSÜN ROTASI VE ZÜLKARNEYN ALEYHİSSELAM
KORONAVİRÜSÜN ROTASI VE ZÜLKARNEY ALEYHİSSELAM
Bu virüs çıktığı günden bu yana pek çok arkadaş arayıp fikrimi sordu.
Ben ilk gün de şimdi de aynı şeyi düşünüyorum.
Bana göre bu virüs, çok açık olarak yani şüpheye mahal bırakmayacak kadar açık ve net olarak bir musibettir. Hatta gelmesi muhtemel daha büyük ve yıkıcı bir azabın ilk işaretidir.
Bu musibetin sorumlusu da maalesef biziz.
Nitekim Allahü Teâla Şura suresi 30’ncu Ayet-i kerimede mealen şöyle buyurdu;
-Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.
Musibet; bela ve kötülük manasındadır.
Her musibet gibi bu musibet de gökten inmiştir.
O yüzden boş yere, yerde bir şey aramayın.
Şimdi sizin dikkatinizi bir yere çekeyim.
Bu virüs gerçekten çok akıllı bir virüs.
Hakikaten bir rotası ve bir hedefi var.
Zannımca bir adresi hatta listesi var.
Şu ana kadar rotasını da hedefini de hiç şaşırmadı.
Koronavirüs doğuda Çin’in Wuhan şehrinde başladı.
Oradan batıya yöneldi.
Bazı ülkelerin üzerinden teğet geçip, İran’da Humeyni’nin türbesinin bulunduğu Kum şehrinde mola verdi.
Oradan Türkiye’ye şöyle bir dokunup, İtalya’da modanın merkezi ve zenginlerin yaşadığı bölge olan Lombardiya’ya ulaştı.
İtalya’ya yayıldıktan sonra, Ataları kundaktaki Arap çocuklarını kılıçtan geçirdiği İspanya’yı kırıp geçirdi.
Dikkat edin.
Koronavirüs İspanya’yı kırarken hemen dibindeki Portekiz’e fazla bir zarar vermedi.
İspanya Koronavirüs ile boğuşurken Fransa rahattı.
Virüsün İspanya’dan sonraki hedefi Fransa oldu.
Fransa’da korkunç bir yıkım yaptı.
O yıkım sırasında henüz İngiltere’ye gitmemişti ve İngilizler virüsle dalga geçiyorlardı.
Hatta sürü stratejisi gibi saçma sapan planlar yapıyorlardı.
Koronavirüs Fransa’dan sonra denizi aşıp İngiltere’ye ulaştı.
İngilizler dalga geçtikleri virüsle kısa sürede duman oldular.
Ölülerine tabut yetiştiremediler.
İşte o günlerde Amerika’da tek bir vaka bile yoktu.
Trump Avrupa’nın haline gülüyor aklınca önlemler söylüyordu.
Bu arada Avrupa’dan Amerika’ya gelen bütün uçuşları durdurdu.
Uçuşlar durdu ama virüs durmadı.
Koronavirüs bilinmez bir şekilde okyanusu aşıp Amerika’nın en batısındaki New York’tan giriş yaptı.
Şimdi soru şu;
-Uçuşlar durmuş iken, gelen giden yok iken Koronavirüs Amerika’ya nasıl ulaştı.
Londra ile New York Arası 5 bin 567 kilometre. Bu virüs 5.567 kilometre hem de denizi aşıp Amerika’ya nasıl vardı?
İşte aranması gereken cevap bu. Bu sorunun cevabı bütün soruları çözer.
Koronavirüs Arap Alfabesi gibi hareket etti.
Sağdan sola doğru ilerledi. Başka bir deyişle; doğudan doğdu, batıya ilerledi.
Virüsün rotasında başka bir ayrıntı dikkatimi çekti.
VİRÜS ZÜLKARNEYN ALEYHİSSELAM’IN ROTASINI TAKİP EDİYOR
Bu virüs aynı zamanda Zülkarneyn Aleyhisselam’ın yolunu izliyor.
Doğu ile batı arasına gittikten sonra, önce kuzeye sonra güneye.
Zülkarneyn isminin muhtelif manaları olduğu söylenir. Bunlardan birisi;
Denildi ki: Zülkarneyn, yani “iki karn sahibi”nden murat doğu ve batıdır. Bundan dolayı kendisine “doğunun ve batının sahibi” anlamında “Zülkarneyn” denilmiştir.
Kehf suresi 86 ayet ’in de mealen;
“Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman, onu (sanki) kara balçıklı bir su gözesinde batıyor buldu.”
Kehf Suresi 90’ncı Ayeti kerime mealen;
“Güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu kendileriyle güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu.”
Kehf Suresi 92’nci Ayet-i kerime;
Sonra, üçüncü bir yol tuttu, doğu ve batıya paralel, kuzeyden güneye doğru gitti.
Avrupa ve Amerika virüsle boğuşurken; başta Rusya olmak üzere kuzey ülkeleri ve güneydeki ülkelerde hiç vaka yoktu.
Çevremdeki arkadaşlara şöyle dedim;
- Göreceksiniz bu virüsün yeni rotası Zülkarneyn Aleyhisselam’ın rotası gibi kuzeyden güneye olacak. Şu anda virüs görülmeyen Rusya, Kanada ve kuzey ülkeleri yakında kırılacaktır. Oradan da güneye inip oradaki ülkeleri kıracak.
Böylece Kuzeyden güneye inip birinci turunu tamamlayacak.
Tam da tahmin ettiğim gibi oldu.
Kuzey ülkelerinden Rusya, Kanada, İsveç ve hatta Japonya’ya kadar pek çok ülkede virüs patlaması yaşandı.
Oradan güne doğru inmeye başladı. Meksika, Brezilya, Şili ve Peru gibi ülkelerde yıkıcı bir etki yaptı.
Asya tarafından Hindistan’dan indi ve Güney Afrika Cumhuriyetine kadar ulaştı.
Halen de bu süreç devam ediyor.
İşte bu noktada sorulacak 2. Kritik soru şu;
Koronavirüs birinci turunu tamamladıktan sonra ne olacak?
Bunun da cevabı var.
Tabi benim bilgim; maddi yani sağlık ve bilim üzerine değil.
Benim bildiklerim tamamen MANEVİ bilgiler.
O da şu; ders almaz azgınlıklarımıza devam edersek daha da beteri gelir.
Geçmişte bunun pek çok örneği vardır.
Demem o ki; bilinmeyen, meçhul ve sürpriz bir durumla karşı karşıya değiliz.
Aksine…
Gayet açık, net ve göstere göstere gelen bir musibetle karşı karşıyayız.
Başlangıçta dediğim gibi; bu asıl felaket değil bir uyarı atışıydı.
Yüce Hak, aklımızı başımıza almamızı istedi.
Her musibet ve azaptan önce yaptığı gibi bir uyarı yolladı.
Üzülerek söyleyeceğim ki: Maalesef ama maalesef ne Ümmet olarak, ne millet olarak ne de devlet olarak aklımızı başımıza almadık.
Cenab-ı hakkın mesajını doğru okuyamadık.
Hatta bunun ilahi bir mesaj olduğunu da görmeyip, “Pandemi, Pandemi” diyerek kendimizi kandırdık.
Ne tövbe ettik ne de secdeye kapanıp af diledik..
Sonuçta çok ama çok büyük bir hata işledik, işlemeye devam ediyoruz.
Hala vaktimiz var ama çok daraldı.
Eğer bu dar vakitte; fert olarak değil, ümmet hatta insanoğlu olarak ‘lay lay lom’ şeklinde yaşamaya devam edersek ki, edeceğimiz anlaşılıyor.
Eyvah ki eyvah.
Bu son bahardan başlayarak kara bir duman, hepimizin üstünü kaplayacak.
İşte o zamanda, sadece ama sadece Allah’ın gerçek askerleri ayakta kalacak.
İnsanoğlu yaratıldığından beri bu çaplı ve bu büyüklükte bir olay yaşamadı.
Sizi bu gaflet uykusundan uyandırmak için başka ne yapabilirim, bilmiyorum.
Söylüyorum, duymuyorsunuz. Gösteriyorum, bakmıyorsunuz. Dürtüyorum, kıpırdamıyorsunuz.
İnanının sandığınızdan hatta hayal ettiğinizden de çok büyük bir olayla karşı karşıyayız.
Allah rızası için bu işi hafife almayın. Bunun büyüklüğünü ve ciddiyetini kavrayın.
Kavrayın ki tövbe edesiniz. Kavrayın ki secde edesiniz. Kavrayın ki ağlayarak dua edesiniz.
Siz siz olun!..
Gelecekle ilgili plan yapmayı bırakın da önce imanınızı sonra canınızı kurtarmaya bakın.
Dünya Sağlık Örgütü Başkanı’nın dediği gibi.
Bundan sonra gelecek, asla dün gibi olmayacak.
Virüsten önceki günlerimiz tatlı bir hatıra olarak hiç gelmemek üzere geçmişte kaldı.
Rahman ve Rahim olan Yüce hak Ümmet-i Muhammed’e; merhameti, rahmeti ve şefkati ile muamele buyursun.
Tövbemizi ve duamızı kabul ve makbul eylesin. (ÂMİN)
METİN ÖZER/ HABERVİTRİNİ
.
BİR FETÖ HATIRASI
Bizim FETÖ ile mücadelemiz; 17/25 Aralık Yargı darbesi veya 15 Temmuz FETÖ darbesiyle münasebetiyle değildi.
Biz bu hain örgütü kurulduğu günlerde çözmüş ve bunların gidişinin gidiş olmadığını o zamandan beri söyleyegelmiştik.
Bizim büyüklerimiz bunların çirkin yüzlerini ilk görenlerdi.
Allah onlardan ilmi kadar razı olsun.
Onlar bizi uyardığı için biz de bunların farkına vardık
Başta Enver Abi ve Hocamız olmak üzere büyüklerimiz bundan 50 yıl öncesinden beri bunları yolunun yanlışlığını anlattılar.
Anlatmakla kalmadılar FETÖ şebekesinin Din-i İslam’da nasıl bir fitne ve bidat ehli olduklarını bize gösterdiler.
Bizim büyüklerimiz Hak ile Batılı hatasız ayırarak, bir yanlışa düşmemize de mani oldular.
Neyse uzatmayayım!..
AK Parti ile FETÖ’nün bir muhabbet bir muhabbet oldukları günlerdi.
Birbiriyle flörtü hızla evliliğe gidiyordu.
AK Partililer FETÖ’den, FETÖ’de AK Parti’den kız alıp kız veriyordu.
Daha doğrusu, çoğunlukla FETÖ AK Parti’den kız alıyordu.
İşte o günlerde bir yazı kaleme aldım.
Şöyle dedim;
- “Tayyip Bey sen bu Fetullahçılara çok fazla yüz veriyorsun. Emin ol bunlar senin sandığın gibi değil. Bunlar çok tehlikeli. İlk fırsatta sana zarar verirler. Gel hak etmeyenlere bu kadar yüz verme”
Dememle birlikte mahkeme tebligatı ile bir polis kapıma dayandı.
Fetullah Gülen denilen hain, şahsına hakaretten 4 yıl hapis istemiyle dava açmış.
Neyse..
Mahkemeye gittik.
Duruşma salonunda en çok şu zoruma gitti…
Vatanını Amerika’ya, Dinini Vatikan’a ve Milletini de Yahudilere satmış olan Fetullah Gülen mağdur; vatan hainine ‘vatan haini’ diyen ben sanık sandalyesinde bulunuyoruz.
Ne acı değil mi?..
Yüzleri mahkeme duvarı gibi bir hakim ve savcı var karşımda..
Birkaç duruşmadan sonra benimle birlikte mahkemeye gelen arkadaşıma dedim ki;
- Bu benim hakim de savcı da kesin FETÖ’cü
O da şöyle dedi;
- Nereden anladın abi? İkisiyle de konuşmadın.
Şöyle dedim;
- Ben bu FETÖ’cüleri suratlarından tanırım. Hepsi aynı tornadan çıkmış gibi.. Yüzlerinde samiyetsiz bir ifade olur. Efkâr-ı münafıkane ve Mürai oldukları yüzüne vurur.
Duruşma sırasında da bunların FETÖ’cü olduklarını ispat edeceğim zaten.
“Aman abi” dedi. “Bir şey yapma seni tutuklarlar bunlar” deyince
Ben de; “Bunlar zaten bana 4 sene hapis cezası verecekler.” dedim.
Duruşma başladı.. Sanık sandalyesinde ayakta duruyorum.
Hakim, “Söylemek istediğin bir şey var mı?” dedi. “var” dedim ve devam ettim.
- Bu Fetullah Gülen denilen vatan haini şerefsiz ülkesini satmış birisidir. Böyle bir kimseye hakaret etmek suç sayılmamalı.
Ben bunları deyince hakimle savcının yüzüne baktım, kıpkırmızı oldular. Alınları terledi. Öfkeden duman çıkarmaya başladılar sanki..
Buda gibi taptıkları bir sapkına makinalı tüfek gibi saydırınca, deliye döndüler.
Baktım avukat da öyle..
Bu arada ayıptır söylemesi bütün davalara avukatsız girdim. Yağmur gibi davalar açılıyordu ve benim avukatlara verecek param da yoktu.
Neyse..
Hakim sertçe seslendi;
- Burada olmayan birisi hakkında hakaret etmeyin.
Ben de;
- Vatan haini olduğu için burada yok. Vatan hainlerine hakaret etmek suç değil..
Duruşmayı ileri bir tarihe erteledi..
Bizim arkadaş dedi ki; Abi valla bunlar FETÖ’cü. Bunlar seni mahkûm eder.
Ben de ;
- Merak etme Allah var gam yok.. Büyükler yetişir imdadımıza.. Yazı ile cihad ediyoruz. Allah kendi askerini kırdırtmaz. Yeter ki Allah’ın ipine tam sarılalım.
Pek çok olay var da uzatmayayım..
O arada yargıda 17/25 Aralık FETÖ darbesi oldu.
Benim duruşmada bundan bir ay sonra..
Mahkemeye gittim, kimse yok.
Katibe sordum, “Bizim duruşma vardı, ne oldu?”
Katip, “Beyefendi Hakim de savcı da FETÖ’cü imiş birisi firar etti. Öteki cezaevinde” dedi.
Sonuç…
Allah var Gam yok.
Büyükler var korku yok..
.
LAİK YOBAZ VİRÜSÜ
LAİK YOBAZ VİRÜSÜ
Virüsle savaşta işi en zor ülkeyiz.
Diğerleri tek bir Koronavirüs ile savaşırken, biz aynı anda iki virüsle boğuşuyoruz.
Bizim boğuştuğumuz ikinci virüsün adı; “Laik Yobaz Virüsü”
Koronavirüs sadece bulaştığı insanları etkiler.
Laik yobaz virüsü ise farklıdır.
Bu virüs insanlara bulaşır, insanlardan topluma, toplumdan devlete geçer.
İnsanı öldürmez ama toplumu çürütür, devleti felç eder.
Koronavirüs Çin’deki hayvanlardan, Laik yobaz Virüsü ise İngiltere’deki Kraliyet Sarayı’ndan yayıldı.
İngiliz Kraliyet Sarayı’nın zemin katındaki gizli laboratuvarında imal edilen Laik yobaz virüsü, sadece İslam ülkelerine bulaştı.
Bu virüs Müslüman ülkelerin dışındakileri etkilemedi.
Laik Yobaz Virüsü, Arabistanlı Lawrance eliyle Araplara bulaştırıldı.
Virüsü kapan bir kısım Suudiler Osmanlıya isyan bayrağı açtı.
Laik Yobaz Virüsü; 1921 yılında İngiliz ajanı Sir Ardeşir J. Reporter aracılığıyla İran’da Rıza Pehlevî’ye bulaştı.
Virüs; Vehhabiliğin kurucusu olan Muhammed bin Abdülvahhab ve Muhammed bin Suud üzerinden Suudi Arabistan’a ulaştı.
Laik Virüs, Kral Fuad üzerinden Mısır’a gitti. Yemen, Ürdün, Sudan ve Körfez ülkelerinin hepsi virüsün etki alanına girdi.
Bugün; İran hariç bu ülkelerin tamamı hala virüsün etkisi altındadır.
Laik yobaz virüsünün bir özelliği var.
Bulaştığı kimseler anında İngilizlerin emrine girer ama onlar bunu anlamaz.
Gelelim bize!
Bundan tam 131 yıl önce; İngiltere’den gelen masonlar, çantasındaki Laik Virüsünü İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bulaştırdı.
Osmanlı döneminde Laik Virüsünün kaynağı, İttihat ve Terakki Cemiyetiydi.
İngiliz virüsü daha çok; ırkından ve dininden utanan batı hayranı okumuş kesimleri etkiledi.
Siyasetçiler, gazeteciler, yazar-çizer takımı ve sanat çevreleri kısa sürede virüsün etkisi altına girdi.
Zaten virüs avamı değil üst tabakayı etkileyecek şekilde üretilmişti.
İngilizlerin laik virüsü, Türkiye’de mutasyona uğradı.
Virüsün kapan Türkler, başka görüş ve düşünceye tahammül edemez hale gelip, kendilerinden başka herkesi irticacı görecek kadar bağnaz yani yobaz oldu.
Bu virüsü taşıyanların halkı küçük görmelerinin nedeni de budur.
Bir gazetecinin halkı, “Göbeğini kaşıyan adamlar” diyerek aşağılamasına, taşıdığı Laik Yobaz Virüsü neden olmuştu.
Virüsü hazırlayanların iki gayesi vardı. Birincisi Osmanlıyı, ikincisi ise dini yıkmaktı.
Birinci amaç için virüs bulaşan Suudi bedeviler topluca Osmanlı’ya saldırdı. İçimizdeki virüslüler de onlara destek verdi. Sonuçta amaçlarına ulaştılar.
Virüsün bir hedefi daha vardı; dini yıkmak
İngilizler; Suudi Arabistan’da ‘Vehhabilik’ adında bir sapıklık icat ederek, Suudiler dinden –imandan etti. Mısır, İran, Irak ve Ürdün gibi ülkeler “Batılılaştırılarak” dinden uzaklaştırıldı.
Biz de ise ‘Laiklik’ diye bir kavram icat ederek, sözde dini devletten ayırdılar.
Ayırdılar ayırmasına da; virüsün etkisindekiler, Laikliği din zannetmeye başladı.
Çünkü bu virüsün çok sinsi bir özelliği var.
Laik Yobaz Virüsü ilk önce beyinde din ve maneviyat duygusunun olduğu bölüme saldırıp, burasını tahrip eder.
İnsan beyninde Limbik Sistem denilen bir sistem var.
Burası; beyin sapını çevreleyen kısımdır ve duygularımızı kontrol eden merkezdir.
Virüs bu merkezi kontrol altına alarak, dini duyguları yok eder.
Beyinde bir de Neokorteks denilen, düşüncenin merkezi var.
Virüsün ikinci hedefi bulaştığı kişinin sağlıklı düşünmesini engellemektir.
Beyin yaradılış gereği bildiğiniz gibi yumuşak ve elastiktir.
Virüs beyinde dolaşırken girdiği kısımları katılaştırıp. sertleştirir.
Laik Yobaz Virüsü taşıyanlara, “Beton kafalı” denilmesinin sebebi de budur.
Bu merkezleri bozulduğu için laikler asla sağlıklı düşünemezler.
Laik yobazlara bir bakın!
Kelime hazneleri çok dardır. Hemen hepsi benzer kelimeler kullanır.
Mesela; Cumhuriyet, Atatürk, laiklik, barış, çağdaş, demokrat, ilericilik, yurttaş, özgürlük ve Nazım Hikmet.
Kurdukları her cümlede bu 10 kelime, bir veya birkaç yerde geçer.
Laik Yobazlar Bir yere başkan seçildiklerinde, o yerin cadde ve sokak isimlerini mutlaka bu 10 isimle değiştirirler.
Başka bir ortak yanları da, şehirlerin her yanına heykel dikmeleridir.
Heykel, Laik yobazların olmazsa olmaz icraatlarının başında gelir.
Laik yobazlar; kendileri ilerici, kendilerinden olmayanı gerici kabul ederler.
İlericidirler ama özlemleri hep geçmişedir!..
Bunlar bir araya geldiklerinde 70’lik bir rakı açıp, Cumhuriyetin ilk yıllarının konuşup överler.
Geçmişe özlemleri o kadar fazladır ki; son teknoloji yapılan milli otomobili beğenmez, 60 sene önce yapılan Devrim otomobiline hayranlıklarını dile getirir.
Bir de din meselesi var.
Laik Yobazlar dinin olmazsa olmaz emri olan; namazı kılmaz, orucu tutmaz, zekâtı vermez ve hacca gitmez.
Buna karşılık dinen haram kılınan; içkiyi içer, zinayı yapar, örtünmez ve faiz yer.
Kısaca; Allah’ın ‘yap’ dediklerini yapmaz, ‘yapma’ dediklerini yapar.
Bu hallerine bakmaz, kendini dindarlardan bile daha Müslüman görür.
Hatta dindarların çoğunun cehenneme, kendinin cennete gideceğini iddia eder.
Nedenini sorduğunuzda; “Bizim kalbimiz temiz.” Der.
İngilizler bu virüsü; Bedevilere Türkleri, Türklere de Arapları düşman gösterecek şekilde üretti. Bedeviler Türkleri, pis ve hırsız bir millet olarak görür.
Benzer durum bizim virüs kapan Türklerde de var.
Bizim laik yobazlarda müthiş bir Arap düşmanlığı vardır.
Gerçi bunların Arap düşmanlığı, Peygamber Efendimiz ’in Arap olmasından kaynaklanır ama bunu açıktan söyleyemedikleri için Arap milletini hedef alır.
Laik yobazlar bütün siyahilerin Arap olduğunu sanır. Oysa gerçek Arap beyaz tenlidir.
İşleri karıştığı zaman, “Arapsaçına döndü’ derler. Oysa Araplar düz saçlıdır. Onların kastettiği yine zenci saçıdır.
Laik Yobazların milliyetlerine düşkünlüğü yoktur. “Türk” ifadesini Atatürk’ün adında geçtiği için severler. Ama asla ‘Türkçü’ değildirler. Hatta Türkçü olanları, ‘Faşist-ırkçı’ deyip kötüler ve küçümser.
Laik Yobazlar, soyunun ve kökünün Cumhuriyet ile birlikte doğduğunu kabul eder.
Cumhuriyet öncesi Osmanlı, Selçuklu ve Oğuz’a kadarki Türk soylarını asla kabul etmez ve bu soya mensup olduklarını şiddetle reddeder.
Laik Yobazlarda inanılmaz derecede bir Atatürk saplantısı vardır. Atatürk’e secde edecek derecede sevgi duyarlar.
Her iyi ve güzel işin altında mutlaka Atatürk olduğuna inanırlar.
Laik Yobaz gazetecilerden birisi, Türkiye’nin Çin’den satın aldığı Koronavirüs kitlerinin parasının Atatürk tarafından ödendiğini yazdı.
Bu hayal ve uydurma haberi duyan diğer laik yobazlar birbirlerine sarılıp, bayram etti.
Hiç birisi ölmüş Atatürk’ün bu parayı nasıl ödediğini sorgulamadı ve birbirine şöyle mesaj attılar; “Yine bizi Ulu Önder kurtardı”
Emin olun bu haberin sevinciyle hıçkıra hıçkıra ağlayanlar oldu.
Gelin görün ki; Çinlinin kitler arızalı çıktı.
Bu kez çark edip; kitleri AK Parti’nin iş bilmez yöneticilerinin aldığını söylemeye başladı.
Laik yobazlar İslam’la toz ucu kadar alakası olanları sevmek bir yana, nefret eder.
AK Parti’ye olan düşmanlıkları da buradan gelir.
Bu yüzden AK Parti’nin her icraatını ayırım yapmaksızın kötüler.
Sadece AK Parti değil virüs taşımayan bütün siyasetçilere düşman olmuşlardır.
Rahmetli Adnan Menderes’i virüslü olmadığı için astılar.
Laik Yobazlar tarih boyunca; Türkeş, Erbakan, Çiller, Özal, Yazıcıoğlu ve Şimdi de Tayyip Erdoğan’a eşi benzeri görülmedik kumpas ve tuzaklar kurdu.
Ne yaparlarsa yapsınlar Millet; alnı secdeye değmiş, vatanını ve milletini sevenleri seçmeye devam etti.
Bunu önleyemeyince bu kez milleti hedef alıp; “Benim oyumla çobanın oyu nasıl bir olur?” diye aşağılamaya başladı.
Laik yobazlara göre; kendileri aydın, kendinden olmayan herkes cahildir.
Doktorlar, psikologlar, ilim adamları, yazarlar-çizerler, tarihçiler ve siyasetçiler bir araya gelip, Laik Yobaz Virüsü bulaşan kimselerin nasıl kurtarılabileceğini tartıştı.
Tam 130 yıldır yer yolu denediler, her çareye başvurdular.
Ne yaparlarsa yapsınlar bunları İngiliz virüsü illetinden kurtaramadılar.
Bunun üzerine ulema şöyle bir karar aldı.
- Bu virüs; gerek TIP ilaçlarıyla, gerek telkin yoluyla, gerek terapi seanslarıyla ve dahi siyasi konuşmalarla dezenfekte edilip temizlenemez.
Bu yüzden Laik Yobaz Virüsü kapanlara boş yere nefesinizi tüketip, zamanınızı harcamayın.
Laik Yobazlar ile sosyal mesafenizi koruyun. Onları kendi hallerine bırakın.
Unutmayın ki; Laik Yobaz Virüsünü hiçbir şey temizlemez, sadece TENEŞİR temizler.
Buyurun cenaze namazına.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ.COM
NİSAN YAĞMURU KORONAVİRÜSÜ TEMİZLER
Allahü teala’nın nizamında müthiş bir ahenk vardır. Her şey bu nizamın ahengi içerisinde yürür.
Bu nizamda ağaçlar ve nebatat her son baharda ölür, her Nisan’da tekrar dirilir.
Kuruyan ve sararan her şey Nisan yağmuru ile canlanıp yeşillenir.
Kısaca Nisan yağmuru canlılar için bir rahmettir.
Nisan yağmurunun bir yönü daha var.
Bu yağmur çok iyi bir dezenfektandır.
Bütün kış oluşan kir ve mikroplar Nisan Yağmuru tarafından temizlenip toprağın altına atılır.
Bütün dünyanın boğuştuğu Koronavirüsün temel bir özelliği var.
Virüsün en dış halkası yağdan oluşuyor. Bu yağ çözüldüğünde virüs de ölüyor.
Uzmanlar bu yağı suyun çözdüğünü açıkladı.
Nisan yağmuru hem su olarak hem de içinde taşıdığı minareller ile iyi bir temizleyici olması hasebi ile zannımca Biiznillah Koronavirüsü de temizler.
Sonuç itibarıyla Nisan yağmuru yağan yerlerde; binalarda, bahçelerde, cadde ve sokaklardaki virüs ortadan kalkar.
Geriye insanların birbirine temas yoluyla geçirmemesi kalır.
Bu nedenle de Nisan yağmurundan sonra Koronavirüsün yayılmasının yavaşlamasını bekliyorum. Rabbımın izni ile.
İnşallah Rabbımın izni ile bu beklentimiz boşa çıkmaz.
Tabi ki her şeyin iyisini ve doğrusunu yalnızca Allahü teala bilir.
Benim ki; bildiklerimin ışığında bir tahmin yapmak.
Burada püf noktası şu;
Allahü teala Nisan yağmurunu nerelere ve hangi beldelere veya hangi ülkelere ihsan edecek?
Onun için siz siz olun, yaşadığınız şehirlere, hatta vatanımıza ve hatta bütün İslam memleketlerine Nisan yağmuru yağması için şimdiden dua edelim.
(Nisan ayı Rumi takvime göre Nisan ayının 14’ünde başlar. Miladi olarak girsek de henüz Nisan ayında değiliz. İlk Nisan yağmuru ayın 14’ünde nasib ise yağan yağmurdur)
NİSAN YAĞMURU İLE GELEN ŞİFÂ
Şifalı olan Rumi Nisan yağmurları, Nisan ayının on dördünde başlar, Mayıs ayının on dördünde biter.
Bu zaman içinde yağan yağmurlara “Nisan yağmuru” denir ve birçok hastalığa deva olup, saymakla bitmez faydası vardır.
* Yılanların zehiri, Balıkların incisi, hatta bal arısının balı gibi pek çok harikulade nimet hep bu yağmurun suyundan oluşur.
* Nisan yağmuru beldelere rahmet, dertlere devâ, hastalılara şifâdır.
* Sular içerisinde en saf su, Nisan yağmurunun suyudur.
* Nisan yağmuru ile mayalanan yoğurt tutar. (Tecrübe ile de sabittir)
* Nisan yağmurunda ıslanan yeni elbise çürümez. Saç dökülmez.
* Okunmuş Nisan yağmuru suyu Allâh’ın izniyle; sar’a hastalığına şifâ, Ruh hastalıklarına devadır. Ağrıları gidericidir.
Nisan Yağmurunun faydalı ve şifalı olduğuna dair hadisi şerifler vardır.
Peygamber efendimizden Sallallahü aleyhi ve Sellemden rivayet olundu ki;
Cebrail bana öyle bir ilaç öğretti ki, o ilaç sayesinde insanların doktorların ilacına hiç ihtiyacı kalmaz.
Eshâbı kirâm, “O ilaçtan bize de haber ver Ya Rasûlullah” dediler.
Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm "Nisan yağmurunu toplayınız. Ona;
70 Ayetel Kürsi,
70 Fâtiha-i Şerife,
70 defa İhlâs-ı Şerif,
70 defa Felâk,
70 defa Nâs Sûresini
70 defa tesbih duâsını "Subhanallahi vel hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illellâhu vallâhu ekber. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil-azîm."
Sonra yedi gün devamlı olarak sabah akşam birer bardak içiniz.
Beni hak Peygamber olarak gönderen Cenabı Hakka yemin ederim ki, Cebrail bana dedi ki; Bu sudan içen kimsenin cesedinden, damarından, sinirinden, etlerinden o kimseye ağrı, acı veren rahatsızlığını Cenab-ı Hak giderir, O kimseye sıhhat ve afiyet verir.
Yine Başka bir Hadisi şerifte:
"Beni hak Peygamber olarak gönderen Allaha yemin ederim ki, Çocuğu olmayan bir erkek, bu sudan hanımına içirse, Allahü teâla’nın izni ile hanımı hamile kalır. Hanımının başı ağrıyan bir erkek bu sudan hanımına içirirse, bu su ona sıhhat için yeterli olur. İçen kimsenin balgamını keser. Rüzgâr ona zarar vermez. Çirkin haller kendisine isabet etmez. Bel ağrısından, karın ağrısından şikâyeti kalmaz. Alaca hastalığından korkmaz. Göğüs ağrısı çekmez. Kalbine gelen vesvese gönlünden çıkar gider.
Kendini çok beğenmek, haset, kibir, düşmanlık, gıybet ve koğuculuk gibi (manevi hastalıklar dahil), dünyada yaşayan her fani olanlar için Bu su Allahü Teâla’nın izni ile fayda vericidir." (Tefsir-i Kebir)
Ebu Hureyre radıyallâhu anh anlatıyor: Resûlullah sallallâhû aleyhi ve sellem ve sahabeleri senenin ilk yağmuru yağdığında, gökteki ilk damlalara, değmesi için başlarını açarlardı ve Resûlullah sallallâhû aleyhi ve sellem Şöyle derdi: "Yağmur, rabbimizin en son ve yeni yarattığı bir mahlûktur ve bereketi en çok olandır." (Ebu şeyh, Ahlakun-Nebiyyi 823)
Allah’ım!.
Bildiğin şeylerin hayrından ister, sadece senin bildiğin bütün şeylerin şerrinden yine sana sığınırım.
Ümmet-i Muhammed olarak işlediğimiz bütün hata ve kusurlarımızdan dolayı yine sana sığınıp bağışlanmamızı dileriz.
Gerçeği bilen sensin, biz bilemez.
Gaybı tam olarak bilen sensin, Biz bilemeyiz.
Allah’ım!
Ümmet-i Muhammed büyük bir sıkıntı altında. Yaşadığımız bu virüs musibetinden de yine sana sığınırız.
Allah’ım!
Ümmet-i Muhammed’i bu musibetten azad eyle. Hepimizin aklını başına getirt. Bizleri sana layık birer kul eyle.
Allah’ım!.
Bizleri, cümle Ümmet-i Muhammedi, sevdiklerimizi ve ailelerimizi zatından gelen himaye ile koru. Dertlerimize deva, hastalıklarımıza şifa ve sıkıntılarımıza koruma ver.
Cenab-ı Allah her şeyi bir sebeple halk olur.
Dua edelim de Ümmet-i Muhammed’i virüs belasından kurtarmak için bu yağmuru sebep kılsın.
Rabbim Habib-i Hudâ Sultan-ı Enbiya Muhammed Mustafa ( Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve büyüklerimiz hatırına dualarımızı kabul buyursun. (AMİN)
.
MASKELİ NAMAZ!
Diyanet ekibinin Beştepe’deki kendilerine özel kıldıkları Cuma Namazı herkesi hayretler içerisinde bıraktı..
Salgın hastalıklarda Cuma Namazı zaten dinen kılınmaz.
Bunu da en iyi Diyanet bilir.
Bildiği içindir ki Cuma namazlarını yasakladı.
Peki o zaman bu namaz neyin nesi?
Belli ki Diyanet bu namaz ile Cumhurbaşkanından habersiz bir yerlere mesaj verdi.
Diyanet bu mesajı kime ve niçin verdi?
Sen, “Millet girmesin” diye camileri kitle, sonra Külliye'nin camisini aç ve ekibinle Cuma Namazı kıl.
Namaz kılanlar arasında Erdoğan'ın ekibinden kimse gözüme çarpmadı.
Belli ki Diyanet ekibi kılmış.
Allah size akıl ve fikir versin.
Namaz kılanlara dikkat ettim.
Hepsinin yüzünde maske var.
Yav Allah’dan korkun!..
Namaz Allah’ın huzurunda durmaktır.
Yüce Hakkın huzurunda; Allah’ın halk ettiği virüs korkusuyla maskeyle durmak da neyin nesi?
Önünde kimse yok, arkanda kimse yok, sağında ve solunda kimse yok. (mesafe korunmuş)
O halde maskeyle namaz kılmaya ne için ihtiyaç duydunuz?
O huzura maskeyle varmaktan hiç mi utanmadınız?
Yüce Huzurda, Allahü teala’dan çok onun yarattığı virüsten korktuğunuzu göstermenin ne büyük bir edepsizlik olduğunu bilmez misiniz?
Sizin niyetiniz namaz kılmak mı, yoksa görüntü vermek mi?
Ankara'da bu kadar cami varken, böyle bir iş için Beştepe Camisini seçmeniz, çok açık bir mesajdır.
Cumhurbaşkanından habersiz bu işi yapmanız ise, Tayyip Bey'in itibarına suikasttır.
Kusura bakmasınlar.
Şu kriz ortamında yapılan bu itibar suikastinden buram buram FETÖ kokusu geliyor.
Bu iş şekil itibarıyla, tipik bir FETÖ operasyonuna benziyor.
Bu bakımdan bu namazın devlet tarafından sıkı bir şekilde sorgulanması lazımdır.
Bu fikir kimden çıktı, bu namaz ile milleti Külliyeye düşman ettirmekle ne amaçlandı?
Bu çirkin işte FETÖ'nün parmağı var mı?
İşte devlet buna mutlaka bakmalıdır.
FETÖ virüsü Korona virüsünden çok daha tehlikelidir.
Ben Tayyip Bey'in ekibinin yerinde olsam, O camiyi hemen dezenfekte ederdim.
Rabbim virüs sayesinde kalplerdeki maskeleri, yüzlere çıkardı.
Böylece herkesin gerçek hali ortaya çıktı.
Bugün camilerde her şeyi layıkıyla yapsaydık zaten başımıza bu musibet gelmezdi.
Başta o camilerin sorumluları olmak üzere; cemaati olan bizler de pek çok hata ve kusur işledik.
İşte o kusurlarımızın karşılığı olarak da Yüce Hak; camilerin kapısın suratımıza çarptı.
Çarpmakla kalmadı, girmememiz için kapısını da sıkı sıkıya kilitletti.
Sadece Türkiye’de değil bütün İslam ülkelerinde olan budur.
Ümmet-i Muhammed, maalesef camilerden kovulmuştur.
İşte olanı böyle görürsek, en azından tövbe eder af dileriz.
Her Mümin olup bitenin sorumlusu kendini bilip tövbe edip af dilerse, emin olun sadece yüzümüze çarpılan cami kapılar değil daha pek çok kapı açılır.
Rabbım; cümle Ümmet-i Muhammed’in aklını başına getirtsin.
Herkes virüs musibetinden ders çıkartıp, Allah’ın ipine sıkı sıkıya sarılsın.
Rabbım bizleri; “Dindar” maskesiyle değil, Salih Kul boynu büküklüğü ve edebiyle Yüce Huzurunda bulundursun.
.
VİRÜS AZABI!... MUSİBET DOĞUDAN GELİR
Bu Koronavirüs denilen musibet Doğu’da bulunan Çin’den çıkıp bütün dünyaya yayılıverdi.
Resûlullah ( Sallallahü Aleyhi ve Sellem) efendimiz, Eshab-ı Kiram’a sohbet ederken doğudan gelecek iki musibeti haber verdi.
Birisinin ismini vermeyip, “Fitne yani karışıklık” dedi, diğerinin de ismini vererek, “Deccal” dedi.
“Karışıklık’ diye buyurduğu Musibeti önce, Deccâl’i sonra haber verdi.
İbn Ömer (Radıyallahü anh)’den rivâyete o anı şöyle anlattı;
- “Rasûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz minberde oturduğu yerde vaaz ediyordu. Birden bire Minberin üzerinde doğruldu ve doğu tarafını işaret ederek,” İşte bu taraf fitnelerin karışıklıkların yeridir, güneşin doğduğu yer veya şeytanın güneşe tapanları saptırdığı yönü işaret ettiler”
Resûlullah’ın ‘DOĞU’ ile alakalı ikinci uyarısı DECCÂL oldu.
DECCÂL NEREDEN ÇIKACAK?
Ebû Bekir es Sıddık (Radıyallahü anh)’den rivâyet edilmiştir.
Rasûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), bize Deccâl’den bahsederek şöyle konuştu:
“Deccâl, doğudan Horasan denilen bölgeden çıkacaktır yüzleri deri ile kaplanmış kalkanlara benzeyen insanlar ona uyacaklardır.”
Îmân, Yemenlilerdedir, küfür doğu tarafındandır.
Vakar ve tevazu koyun sahiplerinindir. Övünme ve gösteriş çadır ve at sahibi kişilerindir.
Deccâl geldiğinde Uhud’un arkasına vardığında melekler onun yüzünü Şam’a doğru çevirecekler ve orada yok olup gidecektir.”
NOT : Peygamber Efendimizin (Sallalahü Aleyhi ve Sellem) ‘DOĞU’dan kastı, Kabe’nin doğusudur. Yani yönü düşünürken Doğu denildiğinde Kabe’nin doğusu, Batı denildiğinde Kabe’nin batısı anlamalıdır.
İran, Kabe’ye göre doğudadır. Dolayısı ile İran’ın bir fitne yuvası olacağı yaklaşık 1440 yıl önce buyurulmuştur.
Deccâl’in çıkacağı Horasan, İran’dadır.
Horasan Eyaleti, İran'ın kuzeydoğu ve doğusunda yer alan bölgedir.
Horasan'da; Farslar, Horasan Türkleri, Türkmenler ve Kürtler yaşamaktadır.
Horosan Türkmenleri Şia ve Sünni mezheplerine bağlıdır. Bölgede yaşayan Farslar Şii, Kürtler Sünni’dir.
Tuhaflığa bakın ki; Horasan, Güneşin yükseldiği yer demektir.
Rasûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
-“Ümmetim on beş kötülüğü işlerlerse başlarına belalar iner.”
Ey Allah’ın Rasûlü onlar nelerdir? Denildi. Buyurdular ki:
1- Ganimet, çarçur edilir, yerinde harcanmaz.
2- Emanete hıyanet edilir, ganimet kabul edilir.
3- Zekât cereme telakki edilir. [Vermek istenmez, hile yolları aranır.]
4- Erkek karısının sözünden çıkmaz. [Kılıbık olur.]
5- Ana babaya isyan edilir, sözlerine itibar edilmez. [Geri kafalı, bunak falan denir.]
6- Ana babaya sıkıntı verilir.
7- Kötü arkadaşlara uyulur. [Ayıp olur diye çeşitli günah işlenir.]
8- Camilerde yüksek sesle konuşulur. [Hutbeyi nutuk çeker gibi okumak da buna dahildir.]
9- Kötüler, ehli olmayanlar idareci olur.
10- Şerrinden, zararından korkulanlara ikram edilir.
11- İçki içenler çoğalır.
12- Erkekler haram olan ipeği giyer.
13- Şarkıcı kadınlar çoğalır.
14- Çalgı aletleri, müzik her yere yayılır.
15- Önceki âlimler kötülenir. (Tirmizi)
Rabbım aklımızı başımıza getirsin.
|
Bugün 128 ziyaretçi (658 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|