Seçkinlerin nitelikleri ve toplumsal rolleri
3.1.2016 - Bu Yazı 249 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Toplumumuzda demokrasi karşıtı "seçkincilik" kadar "seçkinlik"in tanımlanmasında kullanılan ölçütler de önemli bir sorun olabilmektedir.
Türkiye'de resmî ideoloji ile onu sahiplenen "sol," yukarıdan aşağıya ve "halka rağmen" gerçekleştirilecek bir modernleşme projesini benimsediği için egemen "sağ" siyaset "elitizm karşıtlığı"nı temel tezlerinden birisi haline getirmiştir. Bu yaklaşım, söz konusu karşıtlıktan hareketle "seçkinlerin varolmadığı bir toplum ideali"ni kutsamaktadır.
Halbuki katılımın en yüksek olduğu toplumlarda dahi seçkinlerin varlığı doğal olduğu gibi demokratikleşmenin amacı da bunları ortadan kaldırmak değildir. Toplumumuzda varolan sorun "seçkinlik"in tanımlanması alanında yaratılmış olan tekelin kırılması ve bu kategorinin demokratik yollarla üretilerek değişik eğilimleri yansıtmasıdır. Bu gerçekleşmediğinde çatışan "seçkinlik"ler inşa edilecek, bu ise mevcut kutuplaşmayı artıracaktır.
Türkiye, Erken Cumhuriyet döneminde, seçkinlik kriterlerinin esnek olduğu ve "seçkinliğin planlı olarak inşa edilmediği" bir yapıdan katı ölçütlerle belirlenen ve projeleştirilen bir elit yaratılması sürecine geçiş yapmıştır.
Bunun neticesi olarak Türkiye'de "seçkin" statüsü için üç temel belirleyici olduğu düşünülmüştür. Bunlar eğitim, resmî ideolojinin içselleştirilme seviyesi ve Batılılaşma derecesidir. Son yıllarda ivme kazanan büyük toplumsal değişim bu kriterlerin hepsinin anlamsızlaşmasına neden olmuştur. Buna karşılık dar, ancak toplumsal etkinliği yüksek bir çevrenin bunların uygulanması alanında gösterdiği ısrar kutuplaşmayı artırıcı bir tesir icra etmektedir.
Entelektüel aristokrasi
Tanzimat sonrası Osmanlı literatisi on dokuzuncu asır Avrupa'sında yaygın bir kanaat olan "modernlik" ile "bilim"in "entelektüel aristokrasi"yi zorunlu kıldığı tezini içselleştirmişti. John Stuart Mill, 1859'da yayınlanan Thoughts on Parliamentary Reform(Parlamenter Reform Üzerine Düşünceler) çalışmasında, bu amaca ulaşmak için eğitim derecesinin kullanılan oyun ağırlığını belirlediği bir sistem yaratmaya çalışmıştı.
Mill'in çalışmalarından derin biçimde etkilenen Osmanlı literatisi, bu yaklaşımı asır sonu Avrupa entelektüel tartışmasının önemli vülgarizatörlerinden Gustave Le Bon'un, Dr. Delaunay'in Parisli şapkacıların müşterileri üzerine yaptığı "deneyler" sonucunda zihinsel faaliyetlerde bulunanların daha büyük beyinlere sahip olduğunu "ispat ettiği" çalışma ile bağdaştırarak "bilimselleştirmiş"ti. Entelektüel aristokrasi "beyin kapasitesi" benzeri "bilimsel" temele dayandığı için modern toplumun dizginlerini ele alması gereken sınıfı oluşturmaktaydı.
"Siyasal seçkinler"in entelektüel birikimle belirlenmesi şüphesiz demokratik bir yaklaşım değildir. Bu, son tahlilde, "aydınlar"ın toplumu "yönetmesi gerektiğini" savunan "entelektüel aristokrasi" arzusunun bir yansımasıdır.
Cumhuriyet bu yaklaşımı devralmış ancak farklılaştırmıştır. Osmanlı uygulamasında varolan diğer seçkinlik kategorileri ve eğitimin çeşitliliği, bu "aristokrasi"nin nispeten çoğulcu biçimde yaratılması ve farklılıklara sahip olmasını mümkün kılarken, yeni rejimin benimsediği "Cumhuriyet seçkinliği," daha katı ve dışlayıcı bir inşa projesinin benimsenmesine yol açmıştır.
Hangi okuldansın?
Eğitim ile seçkinlik arasında ilişki kurulması şüphesiz anlamsız değildir. Sorun Pierre Bourdieu'nün Fransa örneğinden yola çıkarak ortaya koyduğu gibi b��ylesi bir "seçkinlik"in belirli eğitim kurumları tarafından sürekli biçimde yeniden üretilmesi ve bunun doğal olduğunun düşünülmesidir.
Erken Cumhuriyet ideolojisi, çoğunluğu Osmanlı'dan müdevver yapılar ile tesis ettiği yeni kurumlara "grandes écoles" işlevi yüklemenin ve Bourdieu'nün kullandığı ifade ile "yönetici sınıf"ı bunlar aracılığıyla yeniden üretmenin anlamlı olduğunu varsaymıştır. Bu, uzun süre etkili olmuş ve "seçkinlik" katmanına çıkışı daraltan süzgeç görevi ifa etmiştir. Ancak eğitimin demokratikleşmesi, çeşitlenmesi ve toplumsal tabana yayılması Türkiye'de bu yeniden üretim sürecini imkânsız kılmıştır.
Resmî ideoloji
Erken Cumhuriyet, Türkiye'de Fransız Üçüncü Cumhuriyeti'nin eşini yaratmayı temel hedefi olarak görmüştü. Christophe Charle, Les élites de la République çalışmasında Üçüncü Cumhuriyet'in pozitivist ilkelerinin nasıl seçkinlik ve bürokratik kariyer için temel ölçütler haline geldiğini, seçkinliğin serbest biçimde oluşması tercihinin yerini süreç içinde onun planlı biçimde yaratılması ve belirli toplumsal ve siyasal yaklaşımları benimseyenlere açık tutulması fikrine bıraktığını anlatır.
Erken Cumhuriyet rejimi de benzer bir yaklaşımla seçkinlik statüsünün ideolojisini benimsemeyenlere kapatılmasının anlamlı olduğunu düşünmüştür. Bu yaklaşıma göre resmî ideolojinin bilimci ve milliyetçi tezleri elit kampına katılabilmenin anahtarı durumundaydı.
Resmî ideolojinin otokrasi altında benimsettirildiği, logokrasi rejiminde tekrar ettirildiği dönemlerin sonrasında vesayet sisteminin çöküşü, bu sınırlamaları, küçük bir azınlık dışında, anlamsızlaştırmıştır.
Batılılaşma ve din
Erken Cumhuriyet döneminde âdâbı mu'aşeret kitaplarının satış rakamlarının tavan yapması seçkinlik ile "yaşam tarzı" arasında kurulan ilişkinin doğal neticesi idi. Bir kadının elinin nasıl öpüleceği, hangi yemeklerle Médoc şaraplarının içilmesinin uygun olduğu, yeni yıl kutlamalarının ne şekilde yapılacağı benzeri konuları ele alan bu kitaplar, bir anlamda seçkinlik sınavı rehberleri işlevi görüyorlardı.
Bu "yaşam tarzı" temelli seçkinlik doğal olarak dindarlığı dışlamıştır. Resmî ideolojinin "bilimcilik" savunusuyla da uyumlu bu yaklaşım, toplumun önemli bölümünü "seçkin olamaz" sınıflamasına sokmuştur.
Türkiye'nin "yaşam tarzı" temelli tekil modernlik yaklaşımını sorgulaması son derece zor olmuş, ancak gösterilen şiddetli dirence karşılık bu alanda önemli mesafe alınmıştır. Benzer şekilde "dindarlık"ın "seçkin" kategorisine dahil olmayı imkânsız kılacağı tezi de süreç içinde anlamsızlaşmıştır.
Türkiye'de fiilen anlamsızlaşmış olan seçkinlik ölçütlerinin değiştirilmesi ve bu sınıflamanın sınırlarının genişletilmesi akademik bir faaliyet olmaktan uzaktır. Bunun alternatifi iddia edildiği gibi "seçkinsiz toplum" yaratılması değil karşı seçkinliğin inşa edilmesi ve bunun belirli kurumlarda eğitim almayanlara, özgün bir dünya görüşünü içselleştirmeyenlere, yaşam tarzını benimsemeyenlere ve dindar olmayanlara kapatılmasıdır, ki bunun emareleri görülmeye başlanmıştır.
Bu, "beyaz"ların "yeni zenci," "zenci"lerin ise "yeni beyaz"lar haline geldikleri çatışan bir toplum yapısını, rol değişiklikleriyle yeniden üretmektir. Bunun önlenmesi ise "dışlayıcı" seçkinlik kriterlerinin "kapsayıcı" hale sokulması ve seçkinliğin çoğulcu yollarla üretilmesiyle mümkün olabilir...
.
"Ya özyönetim ya çatışma" siyaseti anlamlı mı?
10.1.2016 - Bu Yazı 262 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Egemen Kürt siyasetinin kısa süre içinde "Türkiyelilik çerçevesinde çözüm" yaklaşımından tek yanlı "özyönetim" ilânları ve sokak savaşları çizgisine kayması toplumun en önemli sorununun yeni bir aşamaya taşındığını ortaya koymaktadır.
Bu gelişme, zor da olsa, "Türkiyelilik" ortak paydasında uzlaştırılabilecek iki farklı tasavvur arasındaki farklılık makasının kapanması imkânsız biçimde açılması anlamına geldiğinden, uzun yıllardır süren düşük yoğunluklu çatışmanın daha ciddî boyutlara taşınması potansiyelini de haizdir.
Tasavvurlar arası makas
Burada egemen Kürt siyasetinin "özyönetim" talebinin geliştirilmiş "adem-i merkeziyet (decentralization)"i değil yetki devri (devolution) ile kendini yönetme (home rule) karması (hattâ bunların da ötesine geçen) bir idareyi dile getirdiğinin altı çizilmektedir.
Bu talep düşünsel düzeyde Stalin'in, Springer ile Bauer'in başını çektikleri "kültürel otonomi" savunucularına karşı 1913 yılında ileri sürdüğü "toprak temelli" yaklaşımı benimseyen ve onun aynı konuda Pravda'da 1921'de dile getirdiği "eşit olmayan uluslar ile sömürgelerin merkezden idare ortadan kaldırılmadan özgürleştirilemeyeceği" tezinden esinlenen bir yaklaşımı yansıtmaktadır.
Bu tasavvur pratik düzeyde ise 1997'de İşçi Partisi'nin başlattığı Westminster'in yetkilerinin bir bölümünün coğrafî temelde kurulacak temsilî kurumlara (İskoç Parlamentosu, Galler Ulusal Meclisi ve Kuzey İrlanda Meclisi) devri süreci ile ortaya çıkan ya da 1978 İspanya Anayasası'nın 2. maddesi çerçevesinde oluşturulan muhtar yapıların da ilerisine giden bir düzenlemeyi talep etmektedir.
Egemen Kürt siyaseti TBMM'nin belirli bir coğrafyaya Westminster'in İskoçya'da gerçekleştirdiğinden çok daha sınırlı müdahalesini arzulamakta, İspanya Anayasası'nın anılan maddesindeki "İspanyol milletinin bölünmez bütünlüğü" ve "tüm İspanyolların bölünmez anavatanı" benzeri hükümlerin varolmadığı, "farklılık" ve "statü" temelli yeni bir toplum sözleşmesini talep etmektedir.
Bunların yanı sıra bu tasavvur Britanya ya da İspanya benzeri örneklerden farklı olarak "Türkiye ile sınırlı olmayan" bir yapılanmayı düşlemekte ve milliyetçilik ötesinde bir "pan" hareketinin siyasal projesi olma özelliği taşımaktadır.
"Toprak ve statü temelli" olması, toplumun geri kalanı kısmıyla pamuk ipliğine bağlı bir ilişkiyi savunmasına ek olarak Türkiye ile de sınırlı kalmayan bu tasavvurun kültürel haklar alanında belirli bir noktanın ötesine geçmekte zorlanan, ademi merkeziyeti güçlendirmekte ciddî tereddütler yaşayan merkez tarafından kabûlünün ne denli güç olduğu ortadadır.
Tarihî gelişmelerin de merkezin bu alandaki kuşkularını beslediği kuşkusuzdur. On dokuzuncu asır sonrasında oluşturulan Sisam, Sırbistan, Cebel-i Lübnan, Şarkî Rumeli, Girit benzeri toprak temelli tüm muhtariyetlerin "ayrılık öncesi ara statüsü" işlevi görmesi, İstanbul'un "hakimiyet-i siyasîye"ye indirgenen kontrolünün daha sonra pamuk ipliği gibi kopartılması merkezi bu konuda ihtiyatlı bir tavır benimsetmeye yöneltmektedir.
Bunların da ötesinde Kürt egemen siyasetinin söz konusu tasavvurunu fait accomplibiçiminde, tek yanlı olarak ve şiddet kullanımı tehdidiyle merkeze dayatması onun tartışma masasına dahi konulmasını imkânsız kılmakta, uslûp ve yöntem içeriğin önüne geçmektedir.
Mağduriyet ve meşruiyet Çözüm
sürecini savunan bir merkez ile "Türkiyelilik" üzerinden toplumun geri kalan kısmıyla yeni köprüler inşa etme arzusunu vurgulayan bir hareketin, şiddeti askıya alarak yeniden bir "biz" kavramsallaşması yaratmaya ve bunun yasal zeminini oluşturmaya çalışmaları sonrasında gelinen nokta fazlasıyla üzücüdür.
Kürt vatandaşlarımızın Erken Cumhuriyet döneminde başlatılan siyasetler ile ağır mağduriyetlere uğratıldığı, kimlik, kültür ve dillerinin inkâr edildiği, kamusal alana "kendileri olarak" dahil olmalarına izin verilmediği doğrudur. Bu siyasetlerin şiddet kullanımı ile hayata geçirilmesi söz konusu mağduriyeti daha da artırmıştır.
Bu alanda yaratılan tabuların Kürt vatandaşlarımızın toplumun geri kalan kısmının istifadesine sunulan demokratik kazanımlardan yararlanabilmelerini de sınırlandırdığı gerçeğini inkâr mümkün değildir. Söz konusu tabuların gücü, merkezin radikal dönüşümler yapmasına da engel olmuş, yeni düzenlemeler, sürekli olarak taleplerin gerisinde kalmaları nedeniyle anlamlı neticeler üretmemişlerdir.
Ancak bunlar egemen Kürt siyasetinin günümüzde savrulduğu "tasavvurumuzu kabûl etmezseniz savaşırız" dayatması, Kruşevo Cumhuriyeti'ni andıran tek yanlı özyönetim ilânları ve sokak muharebelerini meşrulaştırmaz. Bunların Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi sürecinden istifade ile talep edilerek, "Türkiyelilik" bağlamından kopuk bir "pan" hareketiyle eklemleştirilmesi çözümü daha da zorlaştırır ve çatışmanın tırmanmasına davetiye çıkarır.
Rubicon geçildi mi?
Demokrasimizin kapsamlı sorunları olduğu ve "demokrasi süper ligi"nde mücadele etmediği âşikârdır. Buna karşılık Kürt vatandaşlar adına dile getirilecek değişik taleplerin kamusal alanda tartışılması için demokratik kanallar bütünüyle kapalı değildir. Egemen Kürt siyaseti mecliste üçüncü partidir ve yerel yönetimlerde hatırı sayılır temsile sahiptir. Bu çerçevede özyönetim de dahil olmak üzere her türlü talebin dile getirilmesi ve kamusal alanda tartışılması mümkün ve meşrudur. Kürt siyasetinin değişik taleplerine kamuoyunun geri kalan bölümünden verilen ciddî bir destek de söz konusudur.
Bu nedenle egemen Kürt siyasetinin tek yanlı biçimde maksimalist dayatmalar üretme ve şiddeti temel talep dile getirme aracı olarak işlevselleştirmeye son vermesi zorunludur. Bunların yapılması şüphesiz sorunu çözmeyecektir. İki aktörlü bir ilişkide mevcut sorunların halli için karşılıklı adımların atılması mecburîdir. Bu çerçevede merkez de çözüm sürecini yeniden canlandırmak için girişimler yapmalıdır. Fakat ilk adımı atması gereken egemen Kürt siyasetidir.
İçinde bulunduğumuz durum maalesef bu adımların atılması konusunda ümitvâr olmamızı mümkün kılmamaktadır. Ancak çok daha kötü gelişmelerin yaşanmaması için artık yapılacak birşey kalmadığını, Rubicon'un çoktan geçildiğini söylemek de anlamlı değildir. Buna karşılık iki tasavvur arasında fazlasıyla açılan makasın kapatılması da genellikle varsayılandan zordur.
Sorun, son tahlilde, "Türkiyelilik" kavramında düğümlenmektedir. Kürt siyaseti yeniden bu yaklaşımı benimsemedikçe söz konusu makasın kapanması mümkün olmayacaktır.
.
Ya özyönetim ya çatışma" siyaseti anlamlı mı?
10.1.2016 - Bu Yazı 264 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Egemen Kürt siyasetinin kısa süre içinde "Türkiyelilik çerçevesinde çözüm" yaklaşımından tek yanlı "özyönetim" ilânları ve sokak savaşları çizgisine kayması toplumun en önemli sorununun yeni bir aşamaya taşındığını ortaya koymaktadır.
Bu gelişme, zor da olsa, "Türkiyelilik" ortak paydasında uzlaştırılabilecek iki farklı tasavvur arasındaki farklılık makasının kapanması imkânsız biçimde açılması anlamına geldiğinden, uzun yıllardır süren düşük yoğunluklu çatışmanın daha ciddî boyutlara taşınması potansiyelini de haizdir.
Tasavvurlar arası makas
Burada egemen Kürt siyasetinin "özyönetim" talebinin geliştirilmiş "adem-i merkeziyet (decentralization)"i değil yetki devri (devolution) ile kendini yönetme (home rule) karması (hattâ bunların da ötesine geçen) bir idareyi dile getirdiğinin altı çizilmektedir.
Bu talep düşünsel düzeyde Stalin'in, Springer ile Bauer'in başını çektikleri "kültürel otonomi" savunucularına karşı 1913 yılında ileri sürdüğü "toprak temelli" yaklaşımı benimseyen ve onun aynı konuda Pravda'da 1921'de dile getirdiği "eşit olmayan uluslar ile sömürgelerin merkezden idare ortadan kaldırılmadan özgürleştirilemeyeceği" tezinden esinlenen bir yaklaşımı yansıtmaktadır.
Bu tasavvur pratik düzeyde ise 1997'de İşçi Partisi'nin başlattığı Westminster'in yetkilerinin bir bölümünün coğrafî temelde kurulacak temsilî kurumlara (İskoç Parlamentosu, Galler Ulusal Meclisi ve Kuzey İrlanda Meclisi) devri süreci ile ortaya çıkan ya da 1978 İspanya Anayasası'nın 2. maddesi çerçevesinde oluşturulan muhtar yapıların da ilerisine giden bir düzenlemeyi talep etmektedir.
Egemen Kürt siyaseti TBMM'nin belirli bir coğrafyaya Westminster'in İskoçya'da gerçekleştirdiğinden çok daha sınırlı müdahalesini arzulamakta, İspanya Anayasası'nın anılan maddesindeki "İspanyol milletinin bölünmez bütünlüğü" ve "tüm İspanyolların bölünmez anavatanı" benzeri hükümlerin varolmadığı, "farklılık" ve "statü" temelli yeni bir toplum sözleşmesini talep etmektedir.
Bunların yanı sıra bu tasavvur Britanya ya da İspanya benzeri örneklerden farklı olarak "Türkiye ile sınırlı olmayan" bir yapılanmayı düşlemekte ve milliyetçilik ötesinde bir "pan" hareketinin siyasal projesi olma özelliği taşımaktadır.
"Toprak ve statü temelli" olması, toplumun geri kalanı kısmıyla pamuk ipliğine bağlı bir ilişkiyi savunmasına ek olarak Türkiye ile de sınırlı kalmayan bu tasavvurun kültürel haklar alanında belirli bir noktanın ötesine geçmekte zorlanan, ademi merkeziyeti güçlendirmekte ciddî tereddütler yaşayan merkez tarafından kabûlünün ne denli güç olduğu ortadadır.
Tarihî gelişmelerin de merkezin bu alandaki kuşkularını beslediği kuşkusuzdur. On dokuzuncu asır sonrasında oluşturulan Sisam, Sırbistan, Cebel-i Lübnan, Şarkî Rumeli, Girit benzeri toprak temelli tüm muhtariyetlerin "ayrılık öncesi ara statüsü" işlevi görmesi, İstanbul'un "hakimiyet-i siyasîye"ye indirgenen kontrolünün daha sonra pamuk ipliği gibi kopartılması merkezi bu konuda ihtiyatlı bir tavır benimsetmeye yöneltmektedir.
Bunların da ötesinde Kürt egemen siyasetinin söz konusu tasavvurunu fait accomplibiçiminde, tek yanlı olarak ve şiddet kullanımı tehdidiyle merkeze dayatması onun tartışma masasına dahi konulmasını imkânsız kılmakta, uslûp ve yöntem içeriğin önüne geçmektedir.
Mağduriyet ve meşruiyet Çözüm
sürecini savunan bir merkez ile "Türkiyelilik" üzerinden toplumun geri kalan kısmıyla yeni köprüler inşa etme arzusunu vurgulayan bir hareketin, şiddeti askıya alarak yeniden bir "biz" kavramsallaşması yaratmaya ve bunun yasal zeminini oluşturmaya çalışmaları sonrasında gelinen nokta fazlasıyla üzücüdür.
Kürt vatandaşlarımızın Erken Cumhuriyet döneminde başlatılan siyasetler ile ağır mağduriyetlere uğratıldığı, kimlik, kültür ve dillerinin inkâr edildiği, kamusal alana "kendileri olarak" dahil olmalarına izin verilmediği doğrudur. Bu siyasetlerin şiddet kullanımı ile hayata geçirilmesi söz konusu mağduriyeti daha da artırmıştır.
Bu alanda yaratılan tabuların Kürt vatandaşlarımızın toplumun geri kalan kısmının istifadesine sunulan demokratik kazanımlardan yararlanabilmelerini de sınırlandırdığı gerçeğini inkâr mümkün değildir. Söz konusu tabuların gücü, merkezin radikal dönüşümler yapmasına da engel olmuş, yeni düzenlemeler, sürekli olarak taleplerin gerisinde kalmaları nedeniyle anlamlı neticeler üretmemişlerdir.
Ancak bunlar egemen Kürt siyasetinin günümüzde savrulduğu "tasavvurumuzu kabûl etmezseniz savaşırız" dayatması, Kruşevo Cumhuriyeti'ni andıran tek yanlı özyönetim ilânları ve sokak muharebelerini meşrulaştırmaz. Bunların Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi sürecinden istifade ile talep edilerek, "Türkiyelilik" bağlamından kopuk bir "pan" hareketiyle eklemleştirilmesi çözümü daha da zorlaştırır ve çatışmanın tırmanmasına davetiye çıkarır.
Rubicon geçildi mi?
Demokrasimizin kapsamlı sorunları olduğu ve "demokrasi süper ligi"nde mücadele etmediği âşikârdır. Buna karşılık Kürt vatandaşlar adına dile getirilecek değişik taleplerin kamusal alanda tartışılması için demokratik kanallar bütünüyle kapalı değildir. Egemen Kürt siyaseti mecliste üçüncü partidir ve yerel yönetimlerde hatırı sayılır temsile sahiptir. Bu çerçevede özyönetim de dahil olmak üzere her türlü talebin dile getirilmesi ve kamusal alanda tartışılması mümkün ve meşrudur. Kürt siyasetinin değişik taleplerine kamuoyunun geri kalan bölümünden verilen ciddî bir destek de söz konusudur.
Bu nedenle egemen Kürt siyasetinin tek yanlı biçimde maksimalist dayatmalar üretme ve şiddeti temel talep dile getirme aracı olarak işlevselleştirmeye son vermesi zorunludur. Bunların yapılması şüphesiz sorunu çözmeyecektir. İki aktörlü bir ilişkide mevcut sorunların halli için karşılıklı adımların atılması mecburîdir. Bu çerçevede merkez de çözüm sürecini yeniden canlandırmak için girişimler yapmalıdır. Fakat ilk adımı atması gereken egemen Kürt siyasetidir.
İçinde bulunduğumuz durum maalesef bu adımların atılması konusunda ümitvâr olmamızı mümkün kılmamaktadır. Ancak çok daha kötü gelişmelerin yaşanmaması için artık yapılacak birşey kalmadığını, Rubicon'un çoktan geçildiğini söylemek de anlamlı değildir. Buna karşılık iki tasavvur arasında fazlasıyla açılan makasın kapatılması da genellikle varsayılandan zordur.
Sorun, son tahlilde, "Türkiyelilik" kavramında düğümlenmektedir. Kürt siyaseti yeniden bu yaklaşımı benimsemedikçe söz konusu makasın kapanması mümkün olmayacaktır.
.
Sistem sorunu: Çarpık yarı başkanlıktan nereye?
18.1.2016 - Bu Yazı 235 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Yarı başkanlık rejimleri üzerine kapsayıcı bir çalışma kaleme alan Robert Elgie, Avusturya, Fransa ve İzlanda'dan, Peru, Burkina Faso ve Kırgızistan'a ulaşan bir yelpazedeki elli iki "yarı başkanlık sistemine dayalı anayasaya sahip ülke" arasında Türkiye'yi de zikretmekte, anayasa kabul tarihi olarak ise 2007 yılını vermektedir.
Elgie'nin de altını çizdiği gibi 2007 yılı Ekim ayında yapılarak "cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesi" alanında anayasa değişikliğine neden olan referandum Türkiye'yi "yarı başkanlık sistemi ile yönetilen" bir ülke haline getirmiştir.
Eşi başörtüsü takan bir siyasetçinin "Çankaya'ya çıkışı"nın durdurulabilmesi amacıyla yaratılan "367 Oy Krizi"nin tetiklediği söz konusu değişiklik, 1982 Anayasası'nın vesayetin "üst düzey bürokrasiyi şekillendirmek ve siyaseti sınırlamakla" vazifelendirdiği ve parlamenter sistemin limitlerini zorlayarak güçlendirdiği cumhurbaşkanlığının bu çerçevede tutulmasını daha da zor hale getirmiştir. 2007 anayasa değişikliği, 1982 Anayasası'nın 104'üncü maddesi ile cumhurbaşkanına bahşettiği, parlamenter sistem için aşırı sayılabilecek yetkilerin üzerine "halkoyuyla seçilme" gibi tahkim edici bir katman inşa etmiştir. Bunun neticesinde kural ve sınırları muğlâk, geniş bir "gri yürütme alanı"nın de facto biçimde, siyasal karizma kullanımıyla sahiplenildiği bir "çarpık yarı başkanlık rejimi" yaratılmıştır. Dolayısıyla temelini 1982 Anayasası ile attığımız, inşa sürecini 2007 referandumuyla tamamladığımız, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ise hayata geçirdiğimiz bir "sistem sorunu"muz vardır.
Bu genellikle savunulanın aksine, "Savaşı Kazanan Adam" Lloyd George'un "kişisel yönetim biçimi" nedeniyle Britanya'nın kısa süre için "fiilî yarı başkanlık sistemi"ne kayması benzeri, "şahıs ile kaim" bir gelişme değildir. O nedenle ellerimizle yarattığımız "sistem sorunu"nun "şahsî" boyuttan soyutlanarak ele alınması gerekmektedir.
Gelinen aşamada yapılması gereken "parlamenter" ve "başkanlık" sistemlerinin fayda ve sakıncalarının değerlendirilmesiyle bunlardan birisinin yarattığımız "eğreti yarı başkanlık"ın yerine geçirilmesi ya da mevcut sistemdeki çarpıklıkların giderilmesiyle onun anlamlı bir hukukî çerçeveye kavuşturulmasıdır.
Başkanlık ve parlamenter sistemlerin karşılaştırılması üzerine geniş bir literatür mevcuttur. Başını Juan Linz'in çektiği siyaset bilimciler dört temel nedenle parlamenter sistemin üstünlüğünü savunmuşlardır.
Bunların ilki her ikisi de halk tarafından seçilen başkan ve meclislerin yürütme ile yasama arasında "çatışmaya daha açık" bir ilişki tesis etmesidir. Yürütmenin "yasamadan bütünüyle bağımsız olmadığı" parlamenter sistem böylesi çatışma riskini ciddî biçimde azaltmaktadır.
İkinci neden başkanlık sisteminin, "başkan"ın görev süresinin kesin zaman sınırlarıyla belirlenmesinden dolayı, değişen koşullara cevap verebilme alanında, hükûmetlerin parlamentonun güvenine dayandığı parlamenter sistemin sahip bulunduğu esneklikten yoksun bulunmasıdır. Kendisinin başkan yapılmasını sağlayan partinin güvenini kaybeden bir "başkan"ın görev süresi sona ermeden değiştirilememesi ve "güvensizlik oyu" benzeri bir aracın yokluğu, başkanlık sisteminin anılan türde sorunlara cevap verebilmesini güçleştirmektedir.
Üçüncü olarak, başkanlık demokrasiye güçlü bir sıfır-toplamlı oyun (zero-sum game) boyutu kazandırarak "kazanan hepsini alır" eğilimini güçlendirmektedir. Bunun yanı sıra halkoyu ile seçilen başkanlar kendilerine daha kolay "misyon" yüklemekte ve bu nedenle de muhalefete karşı, parlamenter rejim başbakanlarına nazaran daha hoşgörüsüz olabilmektedirler.
Nihayet doğrudan oy ile seçilen başkanlar göreve gelmelerini sağlayan partilere daha zayıf bağlılık göstererek kişisel tercihler çerçevesinde yönetim eğilimine kayabilmekte, bu ise bâzı Latin Amerika ülkelerinde görüldüğü gibi siyasal partilerin ciddî anlamda güç kaybetmesine, "liderlik demokrasi"sinin oluşumuna yol açabilmektedir. Linz ve başkanlık sisteminin mahzurları üzerine yoğunlaşan siyaset bilimcilerin işaret ettikleri bu sakıncalara karşı Donald Horowitz, Scott Mainwaring, Matthew Shugart benzeri akademisyenler güçlü itirazlar dile getirmişlerdir. Bu eleştiriler, tıkanmaları başkanlık sisteminin değil "ikiden fazla partinin temsil edildiği yasama ile başkan arasındaki ilişki"nin doğurduğu, "kazanan hepsini alır" yaklaşımına sistemden ziyade egemen siyasal kültürün neden olduğu ve parlamenter sistemde de "cumhurbaşkanları ile başbakanlar arasında çatışma çıkabildiği" benzeri noktalar üzerinde yoğunlaşmıştır.
Arend Lijphart'ın dile getirdiği gibi akademik camiada parlamenter sistemin, bilhassa olgunlaşmamış demokrasiler için başkanlık sisteminden daha uygun olduğu konusunda egemen bir kanaat oluşmuştur.
Alfred Stepan detaylı istatistikler yardımıyla parlamenter sistemin ikiden fazla partinin iktidar yarışına girdiği demokrasilerde daha iyi işlediği ve bu sistemin ekonomik kalkınmaya başkanlık sistemine nazaran daha elverişli ortam hazırladığını savunmuş, John Gerring çok sayıda örneğe dayanarak yaptığı tahlil ile aynı vurguyu tekrarlamıştır. Ancak azınlıkta kalmakla beraber egemen kanaate itiraz eden siyaset bilimcilerin sayısı da az değildir. Örneğin, Ortadoğu siyaseti uzmanlarından Mark Gasiorowski altmış beş yıllık bir süreçte elli altı gelişmekte olan ülkeyi değerlendirdiği detaylı araştırmada "başkanlık ve parlamenter" sistemler arasında demokrasinin sürdürülebilirliği açısından ciddî bir farklılık bulunmadığını ileri sürmektedir.
"Sistem olarak" tartışmak
Dolayısıyla iki sistem arasında tercih yapmak isteyenlerin tezlerini destekleyebilecek çok sayıda bilimsel inceleme mevcuttur. Ancak yapılması gereken "oluşmuş kanaatin" seçme çalışmalar kullanımı aracılığıyla tahkimi değildir.
Bu aşamada "başkanlık Türkiye'yi prangalardan kurtararak yeni ufuklara taşır" ya da "başkanlık saltanata dönüşü simgeler" benzeri hamasî ve içi boş söylemleri tekrarlamak yerine iki sistemin "sistem olarak" tartışılarak, siyasetimizin gerçekleriyle ne ölçüde bağdaşabileceğinin irdelenmesi ve tüm detayları değerlendiren bir fayda-maliyet analizinin yapılması gerekmektedir. Bu alanda mevcut üçüncü bir seçenek ise yarattığımız "çarpık yarı başkanlık" sisteminin belirgin yetki sınırları çizen bir de jure çerçeveye oturtulmasıdır.
Bunların ötesinde "sistem" konusunda verilecek kararın talî ehemmiyeti haiz olduğu unutulmamalıdır. Aslî sorun "sistem" değil onun işlemesini sağlayan mekanizma ve kurumlardır. Dolayısıyla birinci gündem maddemiz özgürlükçü bir toplumsal sözleşme yaparak kuvvetler ayrılığı çerçevesinde işleyen güçlü fren ve denge mekanizmaları yaratmak olmalıdır.
.
Düşünceyi eleştirelim ama ifade özgürlüğünü koruyalım
25.1.2016 - Bu Yazı 213 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Bini aşkın öğretim elemanı tarafından imzalanan "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiri, kendisini takiben üç yeni metnin yayınlanmasına neden oldu. İlk açıklamayı destekleyen dört maddelik ikinci bildiriden sonra kaleme alınarak Türkiye ve yurt dışında çalışan öğretim üyeleri tarafından imzalanan iki metin konunun ifade ve akademik özgürlük boyutları üzerinde yoğunlaştı.
Siyasal ve düşünsel eleştiri
"Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiri, konuya sadece "devlet şiddeti" bağlamında yaklaşması ve "Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikası" benzeri ifadelerle çizdiği "planlanmış kırım icra eden siyasî otorite" tablosu nedeniyle fazlasıyla sorunlu bir metindir.
Savunulması mümkün olmayan insan hakları ihlâlleri ile planlanmış kırımı özdeşleştiren bu metin, toplumumuzda yaygın "siyasal şiddet meşrulaştırması" ile devletin "organize suç işleme merkezi" biçiminde kavramsallaştırılması eğilimine verilebilecek çarpıcı örneklerden birisidir.
Türkiye'de siyasal şiddet meşrulaştırması, "sol" siyasetin, otoriteye karşı şiddet kullanımının efsâneleştirildiği bir folk kültürünü, Frantz Fanon'un adını Enternasyonal marşının ilk dizesinden alan kitabı Les Damnés de la Terre'de ileri sürdüğü fikirler, Sartre'ın bu çalışmaya yazdığı önsözdeki tezler ve Herbert Marcuse'ün düşünceleri benzeri yaklaşımlarla harmanlaması nedeniyle pek çok topluma kıyasla daha yaygındır. Kendilerini Fanon ve Sartre'ın yazımındaki Cezayirliler biçiminde kavramsallaştıran kimlik siyaseti odakları ise bu meşrulaştırmayı işlevselleştirmektedir.
Benzer şekilde resmî kurumların yasa dışına çıkışı hikmet-i hükûmet zemininde meşrulaştırmakla kalmayıp bunu olağanlaştırarak âdeta "örfî hukuk" haline getirdikleri yakın geçmişimiz, "devlet" hakkında son derece olumsuz kavramsallaştırmalar yapılmasına neden olmaktadır. Bu çerçevede "devlet"in kendisi ve ajanları değişmeyen, tekil bir "özne" kimliğinde, sürekli biçimde "katliam planladığı" ve "suç işleme"nin onunsine qua non niteliği olduğu varsayılmaktadır.
Şiddeti araçsallaştırarak, siyasal ideallerini Türkiye ile sınırlı olmayan bir coğrafyada gerçekleştirmek isteyen bir hareket ve onun eylemleri ortada yokmuşcasına devletin planlı etnik temizlik yaptığını böylesi varsayımlara dayanarak savunmanın sakatlığı ortadadır.
Söz konusu hareketin uyguladığı şiddeti, birinci bildiriyi savunmak amacıyla kaleme alınan ikinci metinde dile getirildiği gibi abartılı tarihî determinizm çerçevesinde ve "imha politikasıyla mücadele" zemininde meşrulaştırmak, terörü "kör" ve mefhum-i muhalifinden hareketle "ulvî amaca hizmet eden" ayırımına tabi tutmak da aynı derecede sorunlu bir yaklaşımdır. Söz konusu iki metin "düşünsel boyut" ve "siyasal düzey"de ciddî biçimde eleştirilebilir, ki bu fazlasıyla yapılmaktadır. Ancak tenkit ötesine geçerek bu metni imzalayanları gözaltına almak, haklarında cezaî takibat yapmak ya da onlar hakkında bağlı bulundukları kurumlar aracılığıyla idarî soruşturma gerçekleştirmek vahim bir "ifade özgürlüğü" sorunu yaratır.
Neden daha önemli?
Liberal demokrasilerde ifade özgürlüğünün, yasaklanmaları daha büyük toplumsal "zarar"a neden olabilecek diğer faaliyetlere nazaran "daha fazla" korunması sadece Mill'den bu yana dile getirilen "faydacı" yaklaşımla açıklanamaz. Bunun nedeni, Frederick Schauer benzeri uzmanların da vurguladıkları gibi, ifade özgürlüğünün aynı zamanda devletin kendi doğasında varolan "aykırı fikirleri engelleme" eğilimini de sınırlamasıdır. Başka bir deyişle ifade özgürlüğü sadece "eleştiri"ye kulak asılmamasını önleyerek "toplumsal yarar"ı korumamakta, bunun yanı sıra devletin hoşgörüsüz bir çizgiye kaymasını da engellemektedir. Bu nedenle getirdiği "fayda"dan fazla "zarar"a neden olan "ifade"lerin dahi korunmasının gerektiği yaygın kabûl görmektedir.
Konu üzerine çalışanların sıklıkla kullandıkları bir örnek yardımıyla açıklamak gerekirse, 1977'de Amerikan Nasyonal Sosyalist Partisi'nin, nüfûsunun çoğunluğu Yahudilerden oluşan Skokie kasabasında svastika ve diğer Nazi sembolleri kullanarak düzenlemek istediği yürüyüş yerel mahkeme tarafından yasaklanınca, anılan örgütün yöneticileri ifade özgürlüklerinin ihlâl edildiği iddiasıyla konuyu Illinois Yüksek Mahkemesi'ne taşımışlardı. Mahkeme de müracaatı haklı bularak yürüyüşe izin verilmesi gerektiğini kararlaştırmıştı. Bu örnekte görüldüğü gibi "yasak"dan doğacak "kamusal fayda"nın onun yaratacağı "zarar"ın üzerinde olması, "ifade özgürlüğü"nün sınırlanmasına gerekçe teşkil edememektedir.
Özgürlük pahasına olmamalı
Liberal demokrasilerde bu nedenle "yasadışı faaliyete teşvik" dahi İngiliz anarşist Guy Aldred hakkında 1907'de alınan kararda ve Oliver Wendel Holmes'un sosyalist ve anarşistlerin savaş sırasında çıkarılan yasalar çerçevesinde mahkûm edilmesi hakkında 1919'da yazdığı karşı oy yazısında vurgulanan "ifadenin suça neden olacağının tartışılmazlığı" ve "açık tehlike"nin varlığı şartlarına dayandırılmaktadır. Bu yapılmadığında "sivil itaatsizlik" benzeri "demokratik" protestoların yapılması ya da ahlâkî nedenle askerlik hizmetine karşı çıkanlar benzeri grupların görüşlerini dile getirmeleri imkânsız hale gelmektedir.
Liberal demokrasilerin kriz dönemlerinde özgürlükçü yaklaşımdan saptıkları doğrudur. Ancak buradan hareketle "kriz dönemlerinde herkes ifade özgürlüğünü sınırlıyor" benzeri bir tavır alış yerine "su-i misâl emsâl olmaz" düstûruyla hareket edilmesi, "ifade özgürlüğü"nde liberal demokrasi ölçütlerinin yakalanması ve devletin "aykırı düşüncelere izin vermeme" eğiliminin sınırlanması için gereklidir.
Konunun akademik özgürlük boyutuna da FBI'ın belirli dönemlerde ortaya koyduğu ihlâl edici örnekler üzerinden değil bu hürriyetin ehemmiyetini dile getiren literatür üzerinden bakmak anlamlıdır. Örnek alınması gereken Marksist iktisatçı Paul Sweezy'nin konuşması nedeniyle mahkûm edilmesi değil bu kararı bozan Yüksek Mahkeme hâkimi Felix Frankfurter'in dile getirdiği "akademik özgürlük" yaklaşımı olmalıdır.
Türkiye'nin terörle mücadelesini özgürlükler pahasına yapması zannedilenin tersine bu alanda başarıya ulaşılmasını güçleştirmekle kalmayarak bu "başarı"yı anlamsızlaştırır. Böylesi bir yaklaşım ülkenin demokrasisi ile imajının da darbe almasına neden olur. Bu nedenlerle uzun vâdede kapsamlı sorunlara neden olacak "zecrî tedbir, cezalandırma" siyasetine yönelme yerine üçüncü ve dördüncü bildirilerde dile getirilen özgürlüklerden taviz vermeme yaklaşımını benimseme anlamlıdır.
.
Stratejik müttefik ile bölgesel rekabet yoğunlaşıyor
1.2.2016 - Bu Yazı 204 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'ın ziyareti, küresel ve bölgesel iki güç arasında yaşanan ayrılıkların üst seviyede dile getirilmesini sağladı. Bu gelişmenin de ortaya koyduğu gibi "stratejik müttefikler" arasındaki ilişki artık "farklılıkların kontrol altında tutulması" temelinde sürdürülebilmektedir. Bu ise uzun vâdedeki etkileri göz önüne alınması gereken bir sorundur.
Siyaset üretme
Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında "ittifak üzerinden dış siyaset yapma" konforunu yitirmiş, buna karşılık "hareket alanı genişliği"ne kavuşmuştur.
Küresel bir dönüşümden kaynaklanan bu gelişme dışında iki alanda yaşanan değişimler dış politika üretimini derinden etkilemiştir.
Bunlardan birincisi, görece demokratikleşme neticesinde dış siyaset tercihlerinin kamuoyu tartışılmasına açılması ve Soğuk Savaş döneminde var olmayan baskının gündeme gelmesidir. Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında "NATO müttefiki Fransa"yı destekleyebilen, İsrail ile önemli bir yakınlaşma yaşayabilen Türkiye, yeni dönemde benzer konularda kamuoyu baskısı altında kalabilmekte, dış siyaset yapımı sadece "stratejik çıkar"lara dayandırılamamaktadır.
Türkiye, ikinci olarak, ittifak üyesi değil "kendisi" olarak dış siyaset yapmaya başladığında Soğuk Savaş döneminde geliştirdiği iki önemli beklentinin sınırlarını öğrenmiştir.
Ankara, anılan zaman diliminde, Osmanlı geçmişinin ana mirasçısı olmasının kendisine Balkanlar, Kafkasya ve bilhassa Ortadoğu'da önemli bir alan açacağını düşünmüş, bunun yanı sıra Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında şekillenecek Türk Dünyası'nın doğal lideri durumuna geçeceğini varsaymıştır.
Bu beklentilerin "realpolitik"deki karşılıkları sınırlı olmuştur. Türkiye, Osmanlı geçmişinin Bosnalı Müslümanlar ve Filistinliler benzeri toplumlarla ilişkiler dışında araçsallaştırılabilecek bir "değer" değil, "Yeni Osmanlılık" kuşkusunu tetikleyebilecek bir "yük" olabildiğini tecrübe ile öğrenmiş, "Türk Dünyası" ise etkin bir yapıya dönüşmemiştir.
Beklentilerinin karşılanmamasına rağmen Türkiye bölgesel bir güç olarak stratejik çıkarlar ile ahlâkî boyutu güçlü dış siyaset yapımını bağdaştırmaya ve bunu kamuoyu tartışması altında geliştirmeye çalışmıştır.
Yeni dış siyaset, eskisinin tersine, belirli güvencelerle yapılan "durağan" bir üretim değil, sürekli biçimde değişen aktörlerle kamuoyu müdahalesi altında gerçekleştirilen, riski yüksek, "hareketli" bir yapım faaliyetidir.
Farklılaşan çıkarlar
Bu faaliyet gerçekleştirilirken Türkiye'nin bölgesel tasavvuru bilhassa Irak'ın işgali ve Arap Baharı sonrasında bağlı olduğu ittifakın lideri ile farklılaşmaya başlamıştır. Irak ile Suriye'nin geleceği konusunda farklı projeler geliştiren iki ülke, İsrail Mısır benzeri bölge aktörleriyle ilişkiler konusunda da uzlaştırılması güç yaklaşımları sahiplenmektedir.
Bu açıdan bakıldığında günümüzün Türkiye -ABD "ittifak"ı, Osmanlı -Büyük Britanya ilişkisinin 1856 sonrasında aldığı şekli andırmaktadır. William Pitt the Younger döneminde temelleri atılan, Tanzimat sonrasında gelişen ve Kırım Savaşı ile askerî işbirliğine dönüşen bu ilişki, İngiltere'nin Ortadoğu ve Güneydoğu Avrupa tasavvurlarının farklılaşması neticesinde bölgesel rekabete dönüşmüştür.
Müslüman bir güç ile ortak hareketi Britanya kamuoyuna kabûl ettirmenin güçlüğü ilişkiyi daha da zorlaştırmış, ilerleyen yıllarda Osmanlı Devleti'nin Panislâmizm siyaseti aracılığıyla "İslâm dünyasını Büyük Devletler'e karşı kışkırttığı" suçlamaları işbirliğini gerginliğe tahvil etmiştir.
1876 Tersane Konferansı'nda Kont Ignatiev ile birleşerek Osmanlı devletini Rusya karşısında yalnız başına bırakan Lord Salisbury, 1897'de Büyük Britanya'nın "Doğu'daki çıkarlarının merkezinin İstanbul değil Kahire olduğu"nu ilân etmiştir. İngiltere'nin bölgedeki değişik aktörler ile şiddetli Osmanlı itirazlarına rağmen kurduğu ilişkiler, onlara sağladığı koruma ve askerî yardım, Kuveyt Krizi ve Nevâhi-i Tis'a anlaşmazlığı benzeri sorunları patlama noktasına getirmiş, "dostlar arasında çatışma" güçlükle önlenebilmiştir.
Osmanlı hükûmetine Hıristiyan vatandaşları lehine "reformlar" yapması, otonomi vermesi için baskı uygulayan, Arap yarımadasında Osmanlı ile çatışan bölgesel aktörlerle gizli anlaşmalar imzalayan, İstanbul'u Batı karşıtı "Müslüman fanatizmi"nin mimarı olarak görerek onun ikinci plana itildiği bir Ortadoğu'yu şekillendirmek isteyen İngiltere ile görünürdeki "dostluk" ve "koruyuculuk" ilişkisi gergin bir rekabete dönüşmüştür.
Günümüzde ABD ile olan ilişki de benzer bir sarmala girmiş durumdadır. ABD Türkiye'den demokratikleşme konusunda yeni hamleler beklemekte, onun "terörist" olarak dışladığı bölgesel aktörlerle güçlü ilişkiler kurmakta, Ankara'yı en yumuşak yorumla "DAİŞ ile yeterince mücadele etmemek" ile itham etmekte, farklı bir Ortadoğu tasavvuru geliştirmekte, bu nedenlerle de kâğıt üzerindeki "stratejik ittifak" güçlü bir rekabete dönüşmektedir.
İşbirliğini yönetmek
Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye'nin Soğuk Savaş sonrasında başlayan ve günümüzde derinleşen temel sorunu, bölgesel tasavvuru kendisininki ile ciddî biçimde çatışmaya başlayan ABD ile "ilişkisini / ittifakını" yönetmektir.
Osmanlı tarihinin de ortaya koyduğu gibi çok kutuplu denge içinde ve ittifakların hızla değiştiği süreçlerde, tüm kartları elinde tutmak ve dilediğince değiştirmek isteyen küresel güçlerle ilişkiyi yönetmek fazlasıyla zor olmaktadır. Bunun alternatifi Panjdeh Krizi sonrasında II. Abdülhamid'in yönelmek zorunda kaldığı "silahlı tarafsızlık"tır; ancak bu siyasetin taşıdığı yüksek risk ortadadır.
Osmanlı tarihi, bilhassa 1907 İngiliz-Rus antantı sonrasında "silahlı tarafsızlık" çerçevesinde bölgesel güç olarak siyaset yapmanın sakıncalarını ortaya koymuştur. Türkiye 1922 sonrasında da kendisini benzer bir pozisyonda bulacaktır. Ancak iki savaş arası dönem koşullarında sürdürülebilen "silahlı tarafsızlık"ın günümüzde uygulanabilmesi imkânsızdır.
Bu nedenle ABD ile işbirliğinin "yönetilebilir" düzeyde tutulması için elden gelen gayretin gösterilmesi anlamlıdır. Ancak ilişkinin "geleceği" için iki tarafın "Ortadoğu tasavvurları"nın yakınlaşması zorunludur. Bu yapılamadığı sürece içine girilen sarmal bir noktada ilişkinin idaresini imkânsız kılabilecektir.
Unutulmaması gereken uzun süreli rekabet ve kriz yönetimi sonrasında ilişkilerin eski şekline döndürülmesinin güçleşmesidir. Kullandığımız örnek yardımıyla açıklamaya çalışırsak, iki ülke arasındaki tüm sorunları çözme iddiasındaki Anglo- Turkish Convention 5 Haziran 1914'te onaylandığında, İstanbul'da "işbirliğinde eski günlere dönüş" beklentileri filizlenmişti. Ancak "kriz yönetimi"nin "uzunluğu"nun yarattığı güvensizlik ortamı, Temmuz Krizi sonrasında tarafların karşıt saflarda yer almaları neticesini doğuracaktı...
.
Adların taşınılmaz ağırlığı
8.2.2016 - Bu Yazı 267 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Toplumsal hafızanın şekillendirilmesi genellikle varsayıldığından çok daha önemli bir faaliyettir. Onun önemli bir aracı da kurumların, yapıların ve değişik mekânların tarihî ya da yaşayan şahsiyetler ardından isimlendirilmesidir.
Bir tepenin Hürriyet-i Ebedîye, stadyumun Midhat Paşa, lisenin Kenan Evren, üniversitenin Süleyman Demirel, kışlanın Mustafa Muğlalı ya da bir bulvarın Talât Paşa olarak adlandırılması, son tahlilde, "geçmişin hatırlanma biçimi"ni şekillendirme girişimleridir.
Daniel Milo, sokak adları üzerine kaleme aldığı çalışmada yer isimlerinin tarihî gelişim kadar değişimi de gösterdiğini ve onların "hatırâ mahalli" niteliği taşımaları yanı sıra "unutma mahalli" olma hususiyetine de sahip olduğunu vurgulamış, bir sokağın Rue d'Artois ya da Rue Laffitte olarak adlandırılmasının geçmişin farklı biçimlerde inşa edilmesinin örnekleri olduğunu dile getirmiştir.
Modernliğin, geleneksel adlandırma biçimleri yerine geçirdiği ve geçmiş inşa edilmesi sürecinin aracı haline getirdiği bu faaliyet, post-modern toplumlarda ciddî bir sorgulanmaya tabi tutulmaktadır.
Son günlerde Afrika ve Avrupa'dan Amerika'ya ulaşan bir coğrafyada yaşanan tartışmalar, günümüzde mekân ve kurum adlandırılmasının çoğulculuğun sınandığı bir alan haline geldiği ve bu konuda "çoğunluk" kararının yeterli olmadığı görüşünün ağırlık kazanmaya başladığını ortaya koymaktadır.
Calhoun, Wilson, Rhodes
Geçtiğimiz yılın son günlerinde dünyanın önde gelen eğitim kurumları arasında yer alan Yale, Princeton ve Oxford üniversitelerinde Afrika asıllıların başını çektiği eylemler, adı bu kurumlarla özdeşleşen şahsiyetler ile ilgili talepleri gündeme getirmiştir.
Harekete katılan Yale öğrencileri ABD eski başkan yardımcısı ve senatörü John Caldwell Calhoun'un adını taşıyan koleje farklı bir isim verilmesini talep ederken, Princeton'da rektörlük binasında oturma eylemi yapan talebeler kurumun eski başkanlardan Woodrow Wilson'ı sahiplenmemesi arzusunu dile getirmişler, Oxford'da ise binlerce kişi tarafından imzalanan bir dilekçe ile Cecil Rhodes'un Oriel College'daki heykelinin kaldırılması istenmiştir.
Yale Üniversitesi, protestocuların ırkçılık ve kölelik savunuculuğuyla suçladıkları Calhoun'un adının kaldırılmasını reddetmiş, Princeton ise New Jersey valisi ve ABD başkanı olmadan önce sekiz yıl süre ile üniversitenin rektörlüğünü yapan Wilson'ın mirâsının nasıl değerlendirileceği yolunda bir komisyon kurulmasını kararlaştırmıştır.
Tüm faaliyetlerini kamuya açık biçimde gerçekleştirecek bu komisyon, Wilson'ın siyasetleri konusunda uzmanların görüşüne başvurduktan sonra, öğretim üyeleri, öğrenciler ve mezunlarla toplantılar gerçekleştirerek, eski başkanın "üniversite tarafından nasıl hatırlanacağı" yolunda bir karar alacak ve dünyanın önde gelen uluslararası ilişkiler okullarından birisi olan Woodrow Wilson School'un adı ile değişik binalardaki Wilson portrelerinin geleceğini belirleyecektir.
Oxford ise Cape Town Üniversitesi'ndeki Cecil Rhodes heykelinin yerinden sökülmesi sonrasında kendi öğrenci ve mezunlarının bir bölümünün aynı minvaldeki taleplerine başlangıçta olumlu yaklaşmış ve Rhodes'un Oriel College'a yaptığı bağışlar ve dünyanın en prestijli burslarından birisini başlatmış olmasının "onun kabûlü mümkün olmayan görüş ve eylemlerinin onaylanması" anlamına gelmediğini vurgulayarak adına konulmuş bir kitabenin kaldırılmasına karar vermişti.
Buna karşılık üniversite, daha sonra, Rhodes'un heykelinin kaldırılması talebini reddederken "güncel değerlerin geçmişe uyarlanması"na karşı çıktığını açıklamakla kalmamış, Chancellor Lord Patten taleplerinde ısrar eden öğrencilerin "eğitimlerini başka yerde sürdürmelerinin" anlamlı olacağını dile getirmiştir.
Siyasal doğruluk ve dönemin şartları
Bu gelişmeler "toplumsal hafızanın şekillendirilmesi" alanında global ölçekli bir değişimin yaşanmaya başladığını ortaya koymaktadır.
Günümüzde bu faaliyetin çoğulcu biçimde gerçekleştirilmesi yanı sıra azınlıkta kalan değişik hassasiyetlere cevap vermesi de gerekli hale gelmiştir.
Bu yapılırken "siyasal doğruluk" fetişizmine kapılmamak ancak "dönemin şartları" benzeri apolojetik meşrulaştırmalardan da sakınmak gerekmektedir.
Amerikan düşünce tarihindeki yeri, demokrasinin temelinin basit matematiksel değil "birbiriyle çelişmeyen" çoğunluk (concurrent majority) olduğu düşüncesinin mimarlarından birisi olması ve Savaş Bakanlığı'ndaki başarıları Calhoun'un güçlü ırkçı ve köleci yaklaşımlarının üstünü örtmemektedir.
Benzer şekilde gündelik dilde Jim Crow yasaları adı verilen ayrımcı ve Afrika asıllıları toplumun dışına iten uygulamaları federal kurumlara taşıyarak ofisleri, tuvaletleri, yemekhaneleri ayıran Wilson'ın diğer sahalardaki liberal siyasetleri, kapitalizmin vahşi boyuta taşınmasını önleme konusundaki çabaları, Cemiyet-i Akvam'ın kuruluşu alanındaki gayretleri ve aldığı Nobel Barış Ödülü onun toplumun bir bölümü tarafından "istenmeyen kişilik" olarak görülmesini önlememektedir.
Bunlara paralel olarak, İngiliz emperyalizminin önde gelen savunucularından olan, Cape Colony'deki başbakanlığı sırasında yerli halkı dışlayan siyasetleri "barbarlıkla mücadele" adına yürüten Rhodes'un girişimcilik alanındaki başarıları, kurduğu şirketin günümüzde Zimbabwe and Zambia'nın bulunduğu alanda Rhodesia adı altında devlete dönüşmüş, adına verilen burslardan Bill Clinton gibi pek çok önde gelen siyasetçinin yararlanmış olması, bir kurumun kendisini onunla özdeşleştirmesini kolaylaştırmamaktadır.
Calhoun ve bilhassa Wilson'ın olumlu biçimde hatırlanması gerekliliğini ileri süren çevrelerin, ABD'nin kurucu babalarının çoğunun köleleri olduğu, onlardan çocukları bulunduğu, geçmişe günümüz değerleri ile yaklaşılırsa ortada "kahraman" kalmayacağı yolundaki eleştirileri önemlidir.
Ancak meselenin düğümlendiği nokta bu tarihî kişiliklerin "o şekilde davranmalarının zorunlu mu olduğu" noktasıdır. Bu sorunun cevaplanması "siyasal doğruluk" fetişizmine düşmeden, ancak "dönemin şartları" meşrulaştırmasına da sığınmadan, âdil yargılara ulaşılarak azınlıkta kalmalarının önemlerini azaltmadığı hassasiyetlerin tatminini mümkün kılacaktır.
Bu soru cevaplandığında kölelik karşıtlığının ivme kazandığı bir dünyada buna şiddetle karşı çıkan Calhoun'u, Reconstruction döneminin getirdiği hakların geri alınması ve toplumun bir bölümünün ikinci sınıflaştırılmasında ciddî bir rol oynayan Wilson'ı ve emperyalizm eleştirilerinin yoğunlaştığı bir dönemde onun "üstün" Anglo-Saxon ırkının yükümü olduğunu varsayan Rhodes'u sahiplenmek güçleşmektedir.
Yer adları konusunda sorunlar yaşayan Türkiye'nin bu global gelişmeden dersler alması ve geçmişin hatırlanma biçimini şekillendirirken zikredilen soruyu sormaya özen göstermesi anlamlı olacaktır.
.
Yaza dönüşmeyen "bahar" ya da Arap devrimleri
14.2.2016 - Bu Yazı 211 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Batı siyaset ve entelektüel çevrelerinde "Arap Baharı", Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da ise "devrimler" olarak adlandırılan sürecin başlamasının üzerinden beş yıl geçti.
Tunus'ta başlayan eylemler değişik Arap toplumlarına sıçradığında, tarihçilerin 1848-51 dönemi Avrupa ihtilâllerinin tekrarı, siyaset bilimcilerin "dördüncü dalga demokrasi devrimleri," sosyologların değerleri farklı genç kuşakların isyanı, iletişim uzmanlarının "post-modern toplumda sosyal medya ürünü, ideolojik vurguları zayıf kitlesel eylemcilik," komplo kuramcılarının ise "yeni Sykes-Picot girişimi" olduğunu düşündükleri süreç başlamış oldu. Bu vetire Tunus dışında ciddî başarısızlıkla neticelenmişse de uzun vâdede etkilerinin görüleceği şüphesizdir.
Arap dünyasında önemli sarsıntılara neden olan "bahar" Mısır'a rejim değişikliği getirmiş, ancak kısa sürede daha katı bir askerî otokrasiye dönüş gerçekleşmiştir.
Libya'da sekiz ay süren iç savaş ve dış müdahale diktatörü iktidardan indirmiş, buna karşılık 2012 Ağustos ayında iktidarın Büyük Millî Kongre'ye devri sonrasında beklenen "demokrasi inşa'ı" mümkün olmamış, ülke iki başlı yönetimin doğurduğu şiddet sarmalına girmiştir.
Yemen'de protestolar, Başkan Ali Abdullah Saleh'in uzun pazarlıklar sonunda görevini bırakmasına neden olmuş, ama bu ülkede de "demokrasi" yerine dahilî aktörler ve onları dışarıdan destekleyen güçler arasında başlayan iç savaş ile yüz yüze kalınmıştır.
Şiî gençler tarafından Körfez'e taşınan "Arap Baharı," Suudi ve Katar askerleri ile BAE polisleri tarafından bastırıldığında, Bahreyn'de "Melik'in lûtfu (makrama)" olarak sunulacak iyileştirmeler yerine yasal haklar ve temsil talep edenler ağır baskıyla karşılaşmışlardır.
Fas, Cezayir, Ürdün, Suudi Arabistan benzeri Arap ülkelerinde "bahar"ın kapsamlı rejim tartışması yaratmasına fırsat verilmezken, mezhep temelli diktatörlüğün yumuşatılması konusunda ümitlerin yeşerdiği Suriye'de dile getirilen talepler yaşanılan yüzyılın en büyük trajedilerinden birisini tetiklemiştir.
Bu açıdan bakıldığında "Arap Baharı" beklentilerin çoğunun boşa çıktığı, demokratikleşme yerine değişik toplumsal fay hatları etrafında yoğun çatışmaları tetikleyen bir süreç olmuştur.
Kısa vâdeli başarısızlık
"Arap Baharı" üzerine kaleme alınan çalışmalar, ayaklanmaların sebepleri konusunda başlangıçta kabûl gören pek çok varsayımın doğru olmadığını ortaya koymuş durumdadır.
Jason Brownlee ile Tarık Mes'ud'un vurguladıkları gibi istatistikler medyan yaşın "bahar"ın etkili olduğu bölge ülkelerinde 24.3 diğerlerinde ise 26 olduğunu tespit ederek "tatminsiz genç nüfus fazlalığı" tezinin fazla anlam taşımadığını kanıtlamıştır.
Gençler arası işsizlik oranları arasındaki farkın marjinalliği de (21.2 ve 20.4) bunu teyit etmektedir.
Benzer şekilde Philip Howard ve Muzammil Hüseyin'in detaylı araştırması sosyal medya ve Internet kullanımının ayaklanmaların nedeni olmadığını, "post-modern iletişim devrimi" iddiasının yanlışlığını kanıtlamıştır. Arap Baharı, Kuveyt ve Katar benzeri Internet ve sosyal medya kullanımının % 50'nin üzerinde olduğu toplumlarda son derece sınırlı bir etki yaratırken, bu oranın sırasıyla % 13 ve % 6 olduğu Mısır ve Yemen'de rejim değişiklikleri doğurmuştur.
Hafız Ganem'in "Arap Baharı"nın iktisadî nedenleri üzerine yaptığı değerlendirme ise petrol zenginleri dışındaki Arap ülkelerinin 1991-2010 döneminde yıl bazında % 4-7 arasında değişen oranlarda gelişme hızına sahip olduğunu, bunların da dünyanın geneliyle karşılaştırıldığında siyasal kriz tetiklemenin oldukça uzağında olduğunu ortaya koymaktadır. "
Bunlar adam olmaz" mı?
"Arap Baharı"nın kısa vâdedeki başarısızlığı bu bulgular ışığında irdelendiğinde, farklı siyasal kültür, ekonomik yapı ve tarihî geçmişe sahip yapılar üzerinden genelleme yapıldığı unutulmadan, birden fazla belirleyici etkene işaret edilmesi gerekmektedir.
İlk üzerinde durulması gereken siyaset bilimcilerin "Arap demokrasi açığı" olarak atıfta bulundukları "siyasal kültür" sorunudur. Bu sorun tartışılırken, "karamah (haysiyet)"in Tunus ve Mısır'daki hareketlerin temel sloganlarından birisi olmasından yola çıkarak "Arap Baharı"nın "siyasî değil varoluşsal" olduğu, onun "Che Guevara'dan ziyade Camus içerdiğini" savunan Thomas Friedman benzeri literatinin ırkçılık kokan iddialarının aksine hareketlerin "siyasal" karakterinin altı çizilmelidir.
Weber'in patrimonyalizmin uç örneği olarak sunduğu "sultanizm"in Arap coğrafyasındaki yaygınlığı, sivil toplumun güçlenmesi ve demokratikleşme önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Bu, Alfred Stepan ve Graeme Robertson'ın ortaya koydukları şekilde, İslâmiyetten doğan bir sorun olmadığı gibi Oryantalist yaklaşımların savunduğu gibi "Araplık"tan kaynaklanan bir gelişme de değildir.
Sivil toplumun güçlenmesini engelleyen otokrasilerin oluşumu on dokuzuncu yüzyılda Asya'nın diğer coğrafyaları, Güney Amerika ve Doğu Avrupa'nın belirli bölgelerinden geri olmayan bir dünyayı günümüzde bu alandaki hiyerarşi piramidinin tabanına yerleştirmiş durumdadır.
Söz konusu "açık" demokratikleşmeyi engellemekte, Mısır'da olduğu gibi otokratik yapıların kendilerini yeniden üretmesini mümkün kılmaktadır.
İkinci sorun ekonomiktir. Petrol zengini Arap ülkelerinde "rantiye devlet" niteliğinden kaynaklanan sorunlar mevcuttur.
Böylesi kaynaklardan yoksun toplumlarda ise otokrasilerin yolsuzluğu kadrolarının tatmin aracı olarak kullanmasından kaynaklanan bir "gelir dağılımı çarpıklığı" söz konusu olmaktadır. Bu nedenle küçümsenmesi zor gelişme oranları, toplumun alt tabakaları, örneğin Mısır'da nüfûsun günde iki doların altında bir gelirle geçinen % 40'ı için, herhangi bir anlam ifade etmemektedir.
Bu iki temel soruna ilâveten, "yeni Sykes-Picot komplosu" benzeri kavramsallaştırmalardan kaçınarak, küresel güçlerin sorumluğuna işaret edilmesi gerekmektedir. "Dost" Arapların insan hakları ihlâllerine göz yuman, darbelere "darbe" diyemeyen, Sadeddin İbrahim'in deyimiyle iktidarın babadan oğula geçtiği gumlukiyya(Mısır lehçesiyle cumhuriyya ve melikiyya kelimelerinin karışımıyla yaratılan kavram) rejimlerinin diktatörlerine "lider" muamelesi yapan, Slobodan Miloşeviç'i yargılatırken çok daha kapsamlı katliamlar icra eden Beşşar el-Esed'in geçiş döneminde toplumu yönlendirmesinin doğru olacağını düşünen küresel güçlerin de "baharın yaza dönüşememesi"ndeki rolünün altı çizilmelidir.
Bu değerlendirmeler yapılırken, kısa vâdeli başarısızlığına karşılık "Arap Baharı"nın uzun dönemde yeni Ortadoğu'nun şekillenmesini ciddî biçimde etkileyeceği göz ardı edilmemelidir.
.
Sykes-Picot'ya bir "kavram" ve "süreç" olarak yaklaşmak
22.2.2016 - Bu Yazı 214 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Arap dünyasında Türkiye'deki "Sèvres korkusu"na benzer bir Sykes-Picot "paranoya"sı yaygındır. Usama bin Ladin ve DAİŞ liderlerinden, Muhammed Hasaneyn Heykal ve Edward Said'e, eski Ürdün Kralı II. Hüseyin'den Suriye diktatörü Beşşar el-Esed'e Arap kamuoyunda değişik kimliklerle ön plana çıkmış bireylerin Birinci Körfez Savaşı sonrasında gerçekleşen farklı gelişmeler için "yeni bir Sykes-Picot" kavramsallaştırması yapması söz konusu "korku"nun derinliğini ortaya koymaktadır.
Ortadoğu'daki her gelişmeye "yeni bir Sykes-Picot" olarak bakan, bunu komplo kuramları üreten güçlü bir paranoya haline getiren indirgemeci yaklaşımın anlamsızlığı ortadadır. Ancak buradan yola çıkarak Sykes-Picot'nun gerçek hayatta işleme konmamış bir "harita çalışması" ya da "bir İngiliz asilzâdesi ile bir Fransız diplomatının düşünsel fantazisi" biçiminde kavramsallaştırılması da bundan aşağı kalmayan sorunlar taşımaktadır.
Sorun değişmesi mi?
1916'da nihaî şeklini alan Sykes- Picot-Sazonov anlaşmasının "yeni Osmanlılık siyaseti"ni eleştirme gayretiyle bir "efsâne" olarak nitelenmesi şüphesiz bu yaklaşımın uç örneklerinden birisidir.
Ortaokul tarih bilgisi ile gerçekleştirilen bir "keşif" ile günümüzdeki Ortadoğu'nun Sykes- Picot-Sazonov uzlaşması neticesinde çizilen haritadan farklı olduğunu farkederek, onun tartışılmasınının anlamsızlığını savunmak, bunun "yeni Osmanlılık amaçlı" bir ideolojik saplantı olduğunu ileri sürmek, şüphesiz, derin bir entelektüel sığlığa işaret etmektedir.
Sykes -Picot, anlaşmanın üçüncü ayağını oluşturan Çarlık rejiminin Bolşevik İhtilâli sonrasında çökmesi sonrasında, yâni daha 1917'de kapsamlı bir değişime uğramak durumunda kalmış, Trabzon'dan Van'a ulaşan bir alanın geleceğinin nasıl belirleneceği tartışmaya açılmıştı. İtalya'nın savaşa dahil olması ve Balfour Deklarasyonu'nun Yahudilere Filistin'de muğlâk bir ifade kullanarak vaad ettiği statü ise durumu daha da karmaşık hale getirmişti.
Harp sonuna kadar alandaki değişik aktörlere ve müttefiklerine birbiriyle çelişen vaatlerde bulunan İngiliz yönetimi, daha Paris Konferansı başlamadan Sykes- Picot'nun Fransa'ya fazla cömert davrandığı kanaatine varmıştı.
Lloyd George, konferans öncesinde "birkaç Türk ordusunu esir eden, yüzbinlere varan zayiata katlanan" İngiltere'nin kutsal emanetlerin çalınmasını önlemek için bölgeye "birkaç zenci polis gönderen"lere anlaşmada vaadedilen alanların tamamını vermeyi düşünmediğini söyleyerek, Sykes- Picot'da iki temel değişiklik daha yapmaya muvaffak olmuş, Sir Mark'ın Fransa'ya verdiği Musul ve Filistin'i geri almıştı.
Sykes -Picot, Paris Konferansı'ndan San Remo'ya giden yolda ve İstiklâl Harbi neticesinde ilâve kapsamlı değişikliklere de uğramıştır. 1922'ye gelindiğinde, henüz altı yıl önce çizilmiş Sykes -Picot -Sazonov haritasının tanınmaz bir hal aldığı doğrudur. Ancak bu ona "gerçekleşmemiş bir fantazi" olarak yaklaşılmasını anlamlı kılmaz.
Böylesi yaklaşımlarda düşülen temel hata Sykes- Picot'ya bir "kavram" ve "süreç" olarak değil de bir "harita" olarak yaklaşılmasıdır. Bu yapılırken "Sykes- Picot'nun aynen hayata geçirilmediğini, ülkesi bu anlaşmada varolmayan, Şerif Hüseyin'in torunu Kral Hüseyin ya da Oryantalizm eserini kaleme alan Edward Said çapında bir enteletüel bilmiyor muydu?" sorusunun sorulmaması ilginçtir.
Şüphesiz sadece bölgenin devlet adamları ve entelektüelleri değil, ortaokul öğrencileri dahi Sykes -Picot'nun kapsamlı değişikliklere uğradığını bilmektedir. Ancak onların Sykes- Picot'ya atıfta bulunurken kastettikleri bir "harita" değildir. Benzer şekilde El- Ka'ide ve DAİŞ liderleri de "Sykes- Picot Ortadoğusu'nu değiştirmenin temel hedefleri" olduğunu belirtirken, konuya, bölgede 1916 sonrasında ne olduğunu bilmeden ve "Yeni Osmanlıcı" bir açıdan yaklaşmamışlardır.
Bir kavram ve süreç
Sykes- Picot'ya bir "harita" değil bir kavram ve süreç olarak yaklaşıldığında, onun hayata geçirilemeyen bir fantazi değil kendisini sürekli biçimde yeniden üreten bir tasavvur olduğu görülür.
Sykes -Picot, şüphesiz Ortadoğu'ya yönelik Batı müstemlekeciliğinin ilk ürünü değildir. 1914'e gelindiğinde Kuzey Afrika'nın tamamı bu sömürgeciliğin pençesine düşmüştü. Bunun yanı sıra savaş başlamadan kısa süre önce onaylanan Anglo- Turkish Convention'ın çizdiği "Mor Hat," İngiltere'ye Arabistan yarımadasında fiilen işgal etmiş ya da yerel liderlerle imzaladığı kontratlarla koruma altına almış olduğu alanlara ilâveten bir de "nüfûz bölgesi" sunmuştu.
Ancak Sykes -Picot, Cezayir, Mısır ya da Trablusgarb'ın işgalinden farklı olarak belirli bir ülkeyi kontrol altına alma ve sömürgeleştirme değil değişik toplumların varolduğu geniş bir alanı düzenleme girişimi idi. Bu yapılırken de bölgedeki "dost"ları kayıran "düşman"ları ise cezalandıran bir ameliyat gerçekleştirilmeye çalışılıyordu.
Sykes- Picot tasavvuru "değiştirilemez" değildi. Paris ve Lonrdra'daki operatörler değişik organ nakilleri önerebiliyor, bölgede direnenler "oyunu bozarak" onun değişmesine neden olabiliyordu.
Bir "kavram" olarak Sykes -Picot "Ortadoğu'nun, orada yaşayanlardan bağımsız olarak," planlayıcıların ekonomik ve stratejik çıkarlarını gözetecek ve "dost" olarak görülen gruplara avantajlar sağlayacak biçimde düzenlenmesi demekti. Bunun neticesinde Beyrut vilâyetinin değişik kısımları bahşedilerek oluşturulan "Büyük Lübnan," Musul, Bağdad ve Basra vilâyetlerinin birbirine eklenmesi ile şekillendirilen Irak, "bir tarih kazası" olarak doğan Ürdün ve büyük kısmı daha sonra kurulacak İsrail devleti tarafından yutulacak olan Filistin benzeri "doğal olmayan," iktidara getirilenler dışındakilerin meşruiyetini sorguladıkları yapılar ortaya çıkmıştır.
Sykes -Picot işte bu anlamda günümüzdeki Ortadoğu'nun önemli bölümünü şekillendiren bir yaklaşımdır. Bunun da ötesinde bu tasavvur "geçirdiği tüm değişikliklere" karşılık bir "süreç" olarak devam etmiştir. Günümüzdeki haritanın 1916'da Londra, Paris ve Petersburg'da çizilenden farklı olması onun önemini azaltmaz. Bu açıdan bakıldığında Sykes- Picot bir "efsâne" değil yüz yıllık bir süreçte yanlış iliklenen ilk düğmedir.
Söz konusu sürecin, günümüzde Ortadoğu haritası yeniden çizilirken "yeni dost"ları kayıran ve stratejik çıkarları arasındaki dengenin sağlanmasını amaçlayan global aktörler tarafından sürdürülmeye çalışıldığını görebilmek zor değildir. Bunu farketmek için "yeni Osmanlı"cı olmak gerekmemektedir. "O harita bugünkü haritanın üzerine tam olarak oturuyor mu" sığlığının ötesine geçmek yeterlidir...
.
Siyasal şiddet neden bitmiyor?
28.2.2016 - Bu Yazı 211 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Patlayıcı yüklü bir aracı ulaşım servislerinin üzerine sürerek onlarca insanın ölümüne neden olan bir eylemcinin bâzı çevreler tarafından "kahramanlaştırılması," siyasal şiddet meşrulaştırılması ve kutsamasının topluma nüfûzunun derinliğini ortaya koymaktadır.
Toplumdaki ortak yaşama arzusunun marûz kaldığı hasarın derecesine de ışık tutan bu örnek, Türkiye'nin geçmişten günümüze siyasal ve kimliksel mücadelelerini neden yoğun "şiddet" kullanımı ile gerçekleştirdiği hakkında ilginç ipuçları sunmaktadır.
Toplumuna "medeniyetin bölgedeki temsilcisi" rolünü bahşederek, coğrafyasının geri kalanını "Ortadoğu bataklığında çırpınanlar" metaforuyla aşağılayan seçkinlerimizin varsaydığının tersine "siyasal şiddet" Türkiye'de yaygın biçimde meşrulaştırılan ve siyasetin temel amacı olarak görülen bir eylem biçimidir.
1970'lerde "sağ-sol" şeklinde kavramsallaştırılan mücadelenin binlerce hayata malolduğu bir kolektif cinneti yaşayan, sonrasındaki açık kimlik çatışmasının belirli dönemlerde yoğunluğu yükselen bir iç savaşa dönüştüğü, faili meçhul cinayetlerde öldürülen çok sayıda vatandaşın cesetlerine dahi ulaşılamayan bir toplumun kendisini "şiddet bataklıkları" ile çevrili "barış, huzur ve medeniyet vâhâsı" olarak algılaması bu gerçeği değiştirememektedir.
Türkiye'de "sağ" ideolojik yaklaşımlar devletin "şiddet tekelini" suistimâl etmesini, muhalefete bastırılması gereken "bozgunculuk" olarak yaklaşmasını, her türlü sorunu "beka meselesi"ne dönüştürmesini meşrulaştırırken, merkezle çatışan kimlik grupları ve "sol" da "devrimci, dönüştürücü ve özgürleştirici" rol atfettikleri "şiddet"i kutsamaktadır.
Bunun neticesinde örtülü ya da açık biçimde "kimlik"ler üzerinden yapılan siyaset "şiddet" sarmalından çıkamamakta, onu sürekli biçimde yeniden üretmektedir.
Neden "şiddet"?
Siyasal şiddetin meşrulaştırılmasında şüphesiz "şiddet"in genel anlamda toplumsal dokuya nüfûzu önemli rol oynamaktadır. Aile içi ve kadına yönelik şiddetin olağan görüldüğü bir toplumda "siyasal" şiddetin varolmamasını beklemek fazla anlamlı değildir. Ancak "siyasal şiddet"in yoğunluğu, bu olgunun bağımsız olarak değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Siyasal şiddet algısının toplumda gördüğü yaygın kabûlün tarihî kökleri bulunmaktadır. On dokuzuncu asırdan itibaren güçlenen "kimlik odaklı" siyaset, "bir arada yaşama" yerine çatışmacılığı ön plana çıkartmakta, uzlaşmayı, "boyun eğme" ve "davaya/kimliğe ihanet" olarak kavramsallaştırmakta, bu ise şiddetin araçsallaştılmasına yol açmaktadır.
Devletin siyaseti egemen kimlikler adına yapması ve ona bir "beka sorunu" olarak yaklaşması ise "şiddet tekeli" kullanımında aşırılığa neden olarak anılan sarmalın sürdürülmesine katkıda bulunmaktadır.
Toplumun on dokuzuncu asır sonrasındaki gelişimine bakıldığında "şiddet"in temel siyaset aracı olduğu, kimlik mücadelelerinin bu araçla icra edildiğini görmek zor değildir. Daşnaktsutyun, Hınçakyan Partisi, VMORO, İttihad ve Terakki Cemiyeti benzeri para-militer siyasal örgütlenmelerin temel siyaset aracı "şiddet" olmuş, bunu kullanan kadrolar ise kahramanlaştırılmıştır.
Hınçakyan Partisi'nin "asbadag", Daşnaktsutyun'un "fedaî"lerini örnek alan İttihad ve Terakki Cemiyeti de benzer bir birim oluşturmakla kalmamış, "vazife-i fedakârânesini" ifa ederken ölen her "fedaî" için, onun yaşamını anlatan bir kitap hazırlanmasını, "mübarek" mezarına gidilerek orada "evsâfı fedakârânesini" anlatan nutuklar irad edilmesini nizamnâmesinin gereği haline getirmiştir. Şiddet, siyasetin "dava" olarak algılandığı ve "kimlik savunusu" temelinde yapıldığı bir ortamda araçsallaştırıldığı için meşrulaştırılmakta ve kutsanmaktadır. Yakın geçmişimizde "dava" uğruna şiddet uyguladığı için değişik kesimlerce kahramanlaştırılan bireyler, "devrim şehitleri" benzeri kavramsallaştırmalar bu geleneğin sürekliliğine işaret etmektedir.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de kimlik siyaseti üzerindeki örtünün kalkması ve yoğunluğu konjonktüre bağlı olarak değişen bir iç savaşın sürmesinin "şiddet"in kutsanmasına, onu kullananların "kahramanlaştırılmasına" güçlü bir ivme kazandırması şaşırtıcı değildir.
Ancak Tom Nairn'in de vurguladığı gibi ulusal/ etnik kimliklerin "şiddet"i araçsallaştıran çatışma ya da "barış içinde beraber yaşama" yaklaşımlarından birisini doğurması "zorunlu" değildir. Kimlikler bu açıdan "Janus çehreli"dir; dolayısıyla "şiddet"i üreten bizatihi "kimlik"ler ya da onların sahiplenilmesi değildir.
Muhalefet, protesto ve şiddet
Burada devletin şiddet tekelini kötüye kullanımının da "çatışma sarmalı"ndan çıkılmasını zorlaştırdığı vurgulanmalıdır. Kimlikleri tanımayan, onları dönüştürmeye çalışan siyasetlerin, muhalefeti "düşmanlık" olarak görerek, fiilen ortadan kaldırmaya çalışan yaklaşımların meşrulaştırılmasının "yangına körükle gidilmesi" etkisi yarattığı ortadadır.
Buna karşılık, demokratikleşmenin ivme kazandığı, kimliklerin görece özgürleştiği dönemlerde de "şiddet" meşrulaştırılmasının gerilememesinin altı çizilmelidir. İlginç bir örnek, meşrutî idarenin yeniden tesisi sonrasında "dağdan şehire inen" Daşnaktsutyun, İttihad ve Terakki ve VMORO'nun "fedaî" teşkilâtları ve "siyasî çete"lerini dağıtmamaları, bir araç olarak "şiddet"i terketmemeleridir.
Yakın dönemden somut örnekler verecek olursak "Adalet Partisi siyasetlerine muhalefet ve değişik alanlardaki hak arayışları kır ve şehir gerillası örgütlenmeleri ve şiddet kullanılarak mı yürütülmek zorundaydı?" ya da "2016 yılında Kürt vatandaşların taleplerinin hendekler kazmak ve intihar saldırıları düzenlemek dışındaki yollarla iletilmesi mümkün değil midir?" sorularına olumlu cevap verebilmek kolay değildir.
Şiddet zorunlu mu?
Siyasal kültürün "şiddet"i temel siyaset yapma araçlarından birisi olarak meşrulaştırması, son tahlilde, "çatışmanın nedeni" ve "kimliklerin ne ölçüde sahiplenildiğinden" daha önemli bir sorundur.
Hint bağımsızlık liderlerinden, Amerikan sivil haklar eylemcilerine kadar ağır baskılarla karşılaşan pek çok toplumsal grup ve kimlik bunlara "şiddet" dışı yollarla cevap vermeyi tercih etmişler, içlerinden çıkarak mücadele şeklini değiştirmeyi amaçlayan radikal yapılanmaları marjinalleştirmişlerdir.
Buna karşılık Türkiye'de "şiddet" kimliklerin ve muhalefetin "zorunlu seçeneği" ve temel siyaset aracı olarak kavramsallaştırılmakta ve meşrulaştırılmaktadır. Zikrettiğimiz gibi devletin "şiddet tekelini" kötüye kullanmasını onayan ideolojik yaklaşımlar da sarmalın devamlılığına yardımcı olmaktadır.
Zıt ideolojik yaklaşımlar tarafından farklı nedenlerle meşrulaştırılan, kutsanan "şiddet sarmalı"ndan çıkış zannedildiğinden zordur. Bunun başarılması için "Hak talebi için şiddetten başka yol yok mudur?" ve "Her türlü muhalefeti bastırmak bekamız için zorunlu mudur?" benzeri sorulara cevap aramak, daha da önemlisi bizatihi "şiddet"in meşruiyetini sorgulamak anlamlı bir başlangıç olabilir...
.
"Büyük resim" ve detaylar
7.3.2016 - Bu Yazı 256 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Toplumlar için "önemli dönemler" değerlendirmesi yapabilmek zordur. Pratikte bir yandan içinde yaşanan gerçekliğin "önemi" abartılmakta, öte yandan da toplumun geneli için yaşamı doğrudan etkilemediği sürece gelişmelerin kapsamını kavrayabilmek kolay olmamaktadır.
Örneğin tarihçiler, 1789 Fransız İhtilâli'nin bir taraftan "dünya tarihinin dönüm noktası" olarak yorumlanırken diğer taraftan onun, içinde yaşayanların önemli bir kısmı tarafından, fazlasıyla sıradan bir olay olarak algılandığına işaret etmektedirler. Benzer bir şekilde mimarlarının "İnkılâb-ı Kebîr" olarak adlandırdığı 1908 İhtilâli sonrasında İstanbul sakinleri tarafından kaleme alınarak ağırlıklı olarak artan asayişsizlikten şikâyet eden mektup ve posta kartları, toplumun önemli bir bölümünün gelişmenin kapsamını kavrayamadığını ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla toplumların yaşadıkları gelişmeleri abartılı biçimde değerlendirmeleri ya da onların önemini yeteri derecede kavrayamamaları olağan bir gelişmedir. Gelişmelerin önem ve kapsamı, geçmişi değişen gerçeklikler nedeniyle soğukkanlı biçimde tahlil eden tarihçiler tarafından yapılmaktadır.
Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye'nin içinden geçtiği sürecin abartılı biçimde değerlendirilmesi ya da bunun olağanlaştırılması fazla şaşırtıcı değildir. Bu alanda anlamlı değerlendirmeler şüphesiz gelecek dönemlerde yapılabilecektir.
Buna karşılık toplumumuzun güncel tartışmasının somut "bireyler," soyut "sistemler" ve duygusal "coğrafî aidiyetler" üzerinde yoğunlaşması, ileride tarihçiler tarafından altı çizilecek büyük bir dönüşümün öneminin kavranmasını güçleştirmektedir.
Savaş sizinle ilgilenir
Türkiye'nin içinde yer aldığı coğrafya, yerel, bölgesel ve küresel güçlerin katılımıyla yeniden şekillen(diril)mektedir. Bu değişim neticesinde fazla da uzak olmayan bir gelecekte bölgemizde yeni devletler ve sınırlar oluşacaktır. Bunları Irak ve Suriye'ye ait "iç meseleler" olarak görmek ve "büyük resim" ile ilişkilerini reddetmek ciddî bir indirgemeciliktir.
Bu gelişmeden "ben bu coğrafyaya ait değilim, beni ilgilendirmez" yaklaşımıyla kaçabilmek mümkün değildir. Troçki'nin "siz diyalektik ile ilgilenmeyebilirsiniz ama diyalektik sizinle ilgilenir" özdeyişindeki özneyi değiştirerek "siz savaş ile ilgilenmeyebilirsiniz ancak savaş sizinle ilgilenir" düstûrunu geliştiren siyaset felsefecisi Michael Walzer'ın öngörüsü çerçevesinde "coğrafyasını şekillendiren çatışmalar Türkiye ile ilgilenecektir." Bu tek yanlı arzu ve girişimler ile engellenemez.
Dolayısıyla yapılması gereken "Ortadoğu bataklığına bulaşmayalım" türünden hayâller peşinde koşmak yerine, Türkiye'nin bu süreçten en az zararla çıkmasını sağlayacak siyasetler geliştirmektir.
Avrupa dengesi (European concert)'in doğuşundan sonra liberal dünyanın lideri (İngiltere) ile mutlakiyetçi büyük güç (Rusya) "status quo"nun değişimi ve Osmanlı coğrafyasının geleceği konusunda iki kez (1875-77 Büyük Doğu Krizi ve 1907 İngiliz-Rus Antantı sonrasında) anlaşmışlar, bunlar da Osmanlı dağılmasını şekillendirmiştir.
Bölge için günümüzde ulaşılan ABD-Rusya uzlaşması bu bağlamda değerlendirildiğinde Türkiye için ciddî tehlike çanlarının çaldığını fark etmemek için sağır olmak gereklidir. Türkiye, Cumhuriyet tarihindeki önemli dış siyaset kriz ve tehditlerinden birisi ile boğuşmak, coğrafyasını biçimlendiren dönüşümden asgarî hasarla çıkmak durumundadır.
Kırılgan fay hatları
Bölgenin yeniden şekillenmesi süreci "dış" gelişmelerin "iç siyaset"e Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde etki yapmasına neden olmuştur. Kimliklerin görece demokratikleşme neticesinde özgürleşmesinin ivme kazandırdığı bu olgu "kimlik siyaseti"ne çatışmacı boyut kazandırmıştır.
Türkiye'nin logokratik söylemin ezberlettiği "kaynaşmış bir kitle" değil kimliklerin belirlediği kırılgan fay hatları ile ayrılmış bir toplum olması toplumsal sorunlar ve bölgenin şekillenmesi sürecine yönelik zıt yaklaşımların geliştirilmesine neden olmaktadır.
Örneğin, "Suriye'nin geleceği nasıl olmalıdır" sorusuna "kimlikler" çerçevesinde cevap verilmektedir. Çok sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, Suriye'de etnik ya da mezhepsel "kimlikler"in belirlediği saflarda çatışmaktadır. Mezhep diktatörlüğünün katliamlarından kaçan iki milyonu aşkın Suriyeli ülkemize sığınmıştır. Dolayısıyla "savaş Türkiye ile ilgilenmiş" durumdadır.
Söz konusu fay hatları ülke içinde her konuda farklı yaklaşım benimsemekle kalmayarak fiilen "çatışan" yapılanmalar doğurmuştur. Bu çatışmalar toplumu "ruhen" bölmekte, sorunlara "biz" olarak yaklaşılmasını mümkün kılan "ortak payda"ları ağır biçimde tahrip etmektedir. Bu sürecin devamının ne gibi neticeler doğurabileceği konusunda laboratuvar hizmeti sunan son dönem Osmanlı tarihi karamsar bir tablo çizmektedir.
Detaylarda boğulmak
"Büyük resim," Türkiye'nin son derece kapsamlı ve geleceğini derinden etkileyecek bir süreçten geçtiğini göstermektedir. Toplumun geniş bir bölümünün bunu hissedememesi olağandır. Ancak, tüm siyaset yapıcıların "kişi," "sistem" ve "aidiyet" sorunlarını bir kenara bırakarak ve bunların "talî" niteliğini kavrayarak "büyük resim" üzerine yoğunlaşması gerekmektedir.
Bunu yapmamak, yanlış bilgilerle geliştirdiğimiz "Konstantinopolis kuşatmada iken Bizans seçkinlerinin meleklerin cinsiyetini tartışması" (Gregorios Palamas ve Semineralı Barlaam tarafından önceki asırda başlatılan teolojik tartışmanın artçı sarsıntıları ve Roma kilisesi ile birleşme konusunda yaşanan derin bölünmeye karşılık dinî liderler de dahil olmak üzere şehir ahalisi cansiperâne biçimde müdafaaya katılmıştı) hayalî örneğine benzer bir yaklaşım olacaktır.
Bunun yapılması yerine odaklanılması gereken "büyük resim" iki alanda geniş toplumsal mutabakata dayalı girişimler yapılmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Türkiye, ilk olarak, coğrafyasındaki büyük değişimden en az zararla çıkmasını sağlayacak siyasetler üretmek zorundadır. Bu konuya iktidar-muhalefet ilişkisi çerçevesinde yaklaşmak ve onu bir "hata bulma" ve kavga malzemesi yapmak herkesin altında kalacağı bir yıkıntıya neden olma potansiyelini haizdir.
Bunun yanı sıra "kimlik siyaseti" tarafından derinleştirilen fay hatlarını onarmak ve farklılıklarımıza karşın "biz" olabilmemizi sağlayacak girişimlerin yoğunlaştırılması gereklidir. Bunun ilk adımının 1982 Anayasası yerine birey merkezli ve özgürlükçü bir toplumsal sözleşmenin kaleme alınması olduğu ortadadır. Herkesin "kırmızı çizgi"leri bir kenara bırakarak bu alanda uzlaşma zemininin yaratılmasına katkıda bulunması gerekmektedir.
"Büyük resim"in fırtınayı yansıttığı bir ortamda onun arka fonundaki detayları tartışmak geleceğin tarihçilerine ilginç bir örnek sunabilir. Ancak bunun, aynı zamanda, taşınması güç bir vebâl olacağı unutulmamalıdır.
.
Siyasetimizin tavuk-yumurta sorunsalı: Baskıcılık ve komploculuk
14.3.2016 - Bu Yazı 137 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Tanzimat'tan günümüze ulaşan siyasetimizin değerlendirmesi yapıldığında şaşırtıcı bir devamlılık göze çarpmaktadır.
İki asra yaklaşan uzunluktaki bir süreçte, toplumsal taleplere "yeni ve farklı" cevaplar verme ve "daha özgür" düzen oluşturma iddiasıyla ortaya çıkan "iktidar"lar, kısa süreli balayı dönemleri sonrasında "otoriter" siyaset üretmeye başlamışlar, buna karşılık muhalefet de temel yaklaşımlarını "karşıtlık üretme" temelinde şekillendirmiştir.
Muhalefet, buna ilâveten iktidarı kişiselleştirmiş ve belirli program ve siyasetler üretmek yerine "iktidar karşıtları"nın bir araya geldiği "cephe"ler oluşturmaya yönelmiştir.
Bu şekilde yapılanan iktidar ve muhalefet arasında temel karakteri "baskıcılıkkomploculuk" olan bir ilişki geliştirilmiştir. Bu ilişkide iktidar "otoriter"liğini muhalefetin "komploculuğu"na bağlarken muhalefet de yasallık sınırlarını zorlayan karşıtlığın nedeninin "baskıcılık" olduğunu ileri sürmüştür.
Sarmalın sürekliliği
İktidar ve muhalefetin ideolojik eğilimlerinden bağımsız olarak sürekli biçimde yeniden üretilen bu sarmal "kişiler" ya da "temel yaklaşımlar"dan ziyade "siyaset" yapılanması ve onun kavramsallaştırılmasından kaynaklanmaktadır.
Örnekler vermemiz gerekirse toplumu "tanzim etme," bireylere yeni haklar getirme iddiasıyla ortaya çıkan Tanzimat liderliği kısa sürede bürokratik diktatörlüğe evrilmiş, anayasal rejimin ilk sultanı olan II. Abdülhamid muhaliflerinin "istibdad" olarak kavramsallaştırdığı bir düzene geçmiş, "hürriyeti ilân" eden İttihad ve Terakki Cemiyeti ise fazlasıyla baskıcı bir tek partiye dönüşmüştür.
Buna karşılık, Mustafa Fâzıl Paşa'nın finansal desteğiyle Tanzimat bürokrasisine bayrak açan Yeni Osmanlılar, II. Abdülhamid'i devirmek için çok sayıda darbe girişimi organize eden Jön Türkler, İttihad ve Terakki'yi iktidardan indirmek için ayaklanmadan sadrazâm katline her yolu deneyen "karşıtlar cephesi" yasal sınırları zorlayan, komplocu muhalefet örnekleri sunmuşlardır.
Cumhuriyet tarihimiz aynı sarmalı farklı aktörlerle üretmiştir. İktidarı halka vereceğini ilân eden "cumhuriyetçilik" baskıcılıkta İttihad ve Terakki ile yarışan bir tek partiye dayanmış, "Yeter! Söz Milletin" sloganıyla ortaya çıkan Demokrat Parti 1955 yılındaki "ispat hakkı" tartışması sonrasında tedricen otoriter siyasete kaymış, "hürriyet" için eyleme geçtiklerini iddia eden 27 Mayıs darbecileri katılımı sınırlama ve siyasal alanı daraltmayı temel hedefler haline getirmişlerdir.
Cumhuriyet dönemi muhalefet hareketleri ise son dönem Osmanlı siyasal karşıtlık cephelerinin "komplocu" karakterini yeni zirvelere taşımışlardır. Bu örnekleri aktörlerin ideolojik yaklaşımlarından bağımsız olarak çoğaltarak günümüze kadar taşıyabilmek mümkündür.
Diğer bir ifade ile değişik ideolojik eğilimler taşıyan, farklı programlar geliştiren "iktidar" ve "muhalefet"ler bunlardan bağımsız olarak söz konusu "baskıcılık- komploculuk" sarmalını kıramamışlardır. İlginç olan her iki tarafın da bu sarmalın oluşumundaki sorumluluğu diğerine yüklemesidir, ki bunda gerçeklik payı da vardır.
Örnekler yardımıyla yaklaşacak olursak, sayısız darbe ve suikast teşebbüsü ile karşılaşan, istihbarat örgütü başkanının yeraltı örgütlenmelerine yardım ettiğini, muhaliflerinin Papa'dan bile kendisini devirmek için yardım almaya çalıştığını gören II. Abdülhamid "otoriter" siyasete yönelme dışında başka bir şansı olmadığını savunurken, açık muhalefet ve siyaset imkânı bulamadıklarını, kanguru mahkemeleri tarafından haksız cezalara çarptırıldıklarını, yargılama dahi olmadan sürgüne gönderildiklerini, haksız yere "anarşist" olmakla suçlandıklarını iddia eden Jön Türkler "komplocu" eğilimleri sultanın baskıcılığının doğurduğunu iddia etmişlerdir.
Olağanüstü hal-O/onlar gitsin
Bu açıdan bakıldığında, kendisini sürekli biçimde yeniden üreten söz konusu sarmal, siyasetimizin "tavuk-yumurta" sorunsalı gibidir. Karşı örneklere bakılmadıkça, her iki tarafa da hak verebilmek mümkündür.
Bu tartışma iktidarın sürekli biçimde "olağanüstü bir dönemden geçildiği," beka sorunu niteliğinde kapsamlı bir tehdit ile karşılaşıldığı, onun izâlesi sonrasında "olağan" şartlara geri dönüleceği söylemini kullanması, buna karşılık, muhalefetin tüm sorunların çözümünü "o/onlar gitsin" reçetesine indirgemesine neden olmaktadır.
Bireylerin Soullier Sirki'nde cambazlık izlediği yıllardan dünyadaki gelişmeleri görüntülü olarak cep telefonlarından takip ettikleri günlere ulaşan bir süreçte toplumumuzda "olağanüstü"lük sonlanmamış, siyasal muhalefet ise "o/onlar gidecek, sorunlar çözülecek" indirgemeciliğinin ötesine geçebilen bir söylem geliştirememiştir. Sayısız "o ve onlar" gitmiş/ gönderilmiş ama onları gönderenler iktidara geldiklerinde "yeni olağanüstülükler nedeniyle otoriterleşmek zorunda" kalmışlardır.
Yapısal belirleyiciler
İçinde savrulmayı sürdürdüğümüz bu sarmalın "nedeni"nin otoriterlik ve komploculuğa indirgenmesi yapısal belirleyicilerin göz ardı edilmesine neden olmaktadır.
Siyasetimize söz konusu niteliği kazandıran üç temel yapısal neden bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, fren ve dengelere dayalı bir sistem yerine siyasal iktidar ile bürokratik/ jüristokratik eğilimlerin kıyasıya çatıştığı bir mekanizmanın varlığıdır. Yasamanın fiilen yürütmenin emrine sokulduğu bir ortamda iktidar her türlü yargı müdahalesini "siyasal alana tecavüz," bürokratik denetimi de "atanmışların engellemesi" olarak görürken, jüristokratik eğilimleri güçlü yargı "siyasetin hukuka müdahale ettiğini," bürokrasi ise "kuralların ihlâl edildiğini" savunmaktadır.
İkinci temel neden, siyasetin fiilen "kazanan hepsini alır" ilkesine dayandırılması ve siyasal kültürün bunu meşrulaştırmasıdır. Siyasal alanın "paylaşılmaması" ve "paylaşılmamasının normal olduğunun düşünülmesi," genellikle göz ardı edilen, ancak söz konusu sarmalın oluşumuna önemli katkılarda bulunan bir husustur.
Üçüncü etken siyasetin kavramsallaştırılma biçimidir. Siyasetin "mega söylemler" kullanımıyla "dâvâ uğruna cehd" biçiminde kavramsallaştırılması, "muhalefet"in "ezelden ebede sürdürülen destansı mücadeleleri engellemeye çalışan karşıtlık" olarak yorumlanmasına neden olmaktadır. Muhalefetin de benzer amaçlarla "siyaset" yapması tartıştığımız kısır döngünün yeniden üretilmesini kolaylaştırmaktadır.
Bu temel nedenlere ek olarak, siyasal katılımın sadece "seçimler"le ve "dikey" olarak gerçekleştirilmesi, "iktidar"ın sivil toplumla "yatay" iletişim kanalları kurmaması da muhalefetin "karşıtlık"a dönüşmesinde etkili olmaktadır.
Dolayısıyla yeni bir toplumsal sözleşme hazırlama aşamasında bulunan Türkiye'nin değişik yönlerini tartıştığımız ve "kim neden oluyor/ suçlu kim" gibi "verilen cevabın sorunu çözmeyeceği" tartışmayı bir kenara bırakarak "otoriterlik ve yasal sınırları zorlama" davranışlarını üreten "yapısal" sorunlar üzerine odaklanması gerekmektedir.
.
Sorun değişmemiştir çözüm de değişmemelidir
21.3.2016 - Bu Yazı 164 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Ankara'da gerçekleşerek çok sayıda vatandaşımızın hayatını kaybetmesine neden olan terör saldırısının yarattığı infiâl, karşı karşıya olduğumuz sorunun niteliğinin değerlendirilmesi ve ona cevap verilmesi alanlarında yanlış adımlar atılmasına neden olmamalıdır.
Hedefsizlik bir hedef mi?
Masum insanları "rastgele biçimde" öldüren söz konusu caniyâne eylemin "kör terör saldırısı" karakteri taşıması, son tahlilde, karşı karşıya olduğumuz sorunun niteliğini değiştirmemektedir. Rastgele ölüm saçmayı amaçlayan bu tür eylemlerin gerçekte belirgin bir "hedefi" vardır. Şiddetin kırdan şehire taşınması gibi "intihar saldırısı" da bir "araç değişikliği"dir.
Karşı karşıya olduğumuz terör, topluma ve kurulu düzene yönelik bir anarşist çıkış, Kropotkin'in, Erken Cumhuriyet Türkiye'sinde fazlasıyla etkili olan Jean-Marie Guyau'nun "vecibesiz, müeyyidesiz ahlâk" tasavvuruna dayandırdığı türde bir tepki değildir.
Başka bir ifadeyle şekil ve hedef alanlarında görülen benzerlik, Ankara'da bomba yüklü bir aracı otobüs durağındaki insanların üzerine sürenlerin, 1894'te Paris'te Café Terminus'a, orada oturanlardan bağımsız olarak, "rastgele öldürme" amacıyla bomba atan Émile Henry'ninki türünden bir amaca hizmet ettiğini düşündürmemelidir.
Marûz kaldığımız, topluma yönelik "ahlâkî tepki"nin dışa vurulması amacıyla hedef gözetmeksizin şiddet icra eden "anarşi" değildir. Bu alanda var olan benzerlikler "niteliksel" olmayıp "şekilsel"dir.
Toplumsal gürültü
Saldırının "biçim" ve "hedef"i üzerine odaklanmak kadar, bu konuda mevcut geniş literatür yardımıyla neden "intihar saldırısı" yönteminin kullanıldığını tartışmak da detayda kaybolmaktır. Bu literatür, Peter Simonson'un farklı bir aktivizm için geliştirdiği kavramsallaştırmadan hareketle, intihar saldırılarını iletmeye çalıştığı "mesaj" ve "sembolizm"i merkezli analize tabi tutmakta ve "toplumsal gürültü (social noise)" olarak sınıflamaktadır.
Buna karşılık Ankara saldırısının önemi, onun "toplumsal gürültü" yaratarak "vermeye çalıştığı mesaj" ya da intihar eylemcisinin kendisini silaha dönüştürerek dile getirdiği sembolizmin oldukça ötesindedir.
Türkiye, değişik şiddet biçimlerini araç olarak kullanan, ayrılıkçı- milliyetçi bir hareketle mücadele durumundadır. "Şiddet"in şekli ve "hedef kitlesi" değişmiş, yarattığı dehşetin eşiği yükselmiştir; ama "sorun" aynıdır.
Söz konusu milliyetçiliğin şiddete yönelmesinde Erken Cumhuriyet döneminden itibaren benimsenen devlet siyasetlerinin de rolü vardır.
Ancak maksimalist milliyetçi, toplumun genelinin demokratikleşmesinden bağımsız olarak statü mücadelesi sürdüren ve "pan" karakteri de taşıyan bu hareket, "şiddet"i temel siyaset ve talep iletme aracı haline getirmiştir.
Siyasal çözümün masaya konulmaya çalışıldığı dönemde dahi "şiddet"i terk etmeyi reddeden, onu talep ettiği statü için yaptığı pazarlığın temel aracı olarak gören bu hareket için "güvenlik birimlerine saldırı," "hendekte savaş" ya da "intihar saldırısı" hedefe ulaşmak için kullanılan değişik araçlar olmanın ötesinde anlam taşımamaktadır. O nedenle saldırının şekli ve hedef kitlesi üzerine yoğunlaşmak, onlardan neticeler çıkartmaya kalkmak hatalı olur.
Çözüm yolu aynıdır
Türkiye, Cumhuriyet ile ivme kazanan eski bir sorunu çözmek ve sorunun temel aktörlerinden birisi haline gelen milliyetçi- ihtilâlci bir hareketle mücadele etmek zorundadır. Uygulanan hatalı devlet siyasetleri iki sorunun iç içe geçmesine neden olmuştur. Ancak gelinen noktada birinci sorunun halli ikinciyi "bütünüyle" ortadan kaldırmayacaktır.
Yaratılacak "vatandaşlık" temelli eksiksiz bir "ethnos" tasavvuru dahi amacı hak, eşitlik ve bunları garanti altına alacak yasal düzenlemeler değil "coğrafî merkezli statü" olan ve bu amaçla her türlü "şiddet"i araç olarak kullanabilen milliyetçiliği tatmin etmeyecektir.
Buna karşılık Kürt sorununu çözmek için geliştirilmeye çalışılan ama tavsayan "ethnos" temelli toplumdan "demos"a dönüşme çabaları yeniden başlatılmakla kalmayarak ivme kazanmalıdır. Bu kısa ve orta vâdede "şiddet"i durdurmayacaktır. Fakat "şiddetin durmaması" demokratik bir "demos" yaratma çabasının terk edilmesine neden olmamalıdır. Türkiye'de etnik temelli şiddetin uzun vâdede marjinalleşmesi ancak bunun inşa edilmesiyle sağlanabilir.
Siyaset alanını daraltmayalım
Ankara'da yaşanan vahşet, sorunun çözümünü hedefleyen çabalara sekte vurmamalıdır. Duyulan haklı infiâl ise "şiddet" ile mücadele konusunda yanlışlara düşülmesine neden olmamalıdır. Siyaset alanını daraltmak ve ifade özgürlüğünü sınırlamak sorunun çözümüne katkıda bulunmak bir yana tam tersi etki doğuracaktır.
Mahmud Şevket Paşa suikastı sonrasında İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin, Şeyh Said İsyanı sonrasında CHP'nin başvurduğu böylesi yöntemler sorunları daha çetrefil hale getirmiş ve genel anlamda otoriterliğin şiddetlenmesine neden olmuşlardır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmadığı, siyasetin alanının daraltılmadığı, ifade özgürlüğünün Takrir-i Sükûn Kanunu ile askıya alınmadığı bir Türkiye şüphesiz sorunlarını çözme alanında farklı adımlar atabilirdi.
Dolayısıyla HDP milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırma benzeri tedbirlerle siyasetin alanını daraltmak, hükûmet tarafından işlendiğini iddia ettikleri "suça ortak olmayacaklarını" ilân eden öğretim üyelerini tutuklayarak ifade özgürlüğünü sınırlamak beklenenin tam tersine neticeler yaratır.
Şiddetle arasına mesafe koyamayan, "Türkiyelilik"i söylem ötesine taşıyamayan, teröre "terör" dememek için bin dereden su getiren HDP'nin toplumun beklentilerine cevap veremediği ortadadır.
Benzer şekilde Türkiye Cumhuriyeti'ni hiçbir neden yokken bir etnik gruba soykırım uygulamaya çalışan bir devlet olarak dünyaya şikâyet eden, devlet dışı şiddeti meşru müdafaa olarak kavramsallaştırmaya çalışan öğretim üyelerinin fazlasıyla sorunlu bildiriler kaleme aldıkları inkâr olunamaz.
Ancak Ankara saldırısının yarattığı infiâl sonucunda bu konularda zecrî yöntemlere başvurmak, tersine neticeler doğurduğu defaatle görülmüş siyasetlerden fayda ummak anlamını taşır. Bu vahim hataya düşülmemesi, HDP milletvekillerinin toplumun sinir uçlarına dokunan eylemleri ile zikredilen literatinin ağır eleştirilerinin, "geniş siyaset alanı" ve "ifade özgürlüğü" bağlamında değerlendirilmesi gereklidir.
Karşı karşıya olduğumuz sorun değişmemiştir. Onun çözümü eşit vatandaşlık temelli bir "demos" yaratılması ile mümkündür. Siyasetin alanını daraltmak ve ifade özgürlüğünü kısıtlamak ise şiddetle mücadeleye katkı sağlamak yerine sorunları çetrefilleştirmekle kalmayarak Türkiye'nin imajına da ciddî darbe vurur.
.
Entelektüel düşüncemizin gelişimini anlamak
28.3.2016 - Bu Yazı 96 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Tarihi yeni bir toplum yaratma ve millet inşa etme alanlarında etkili bir araç olarak gören Erken Cumhuriyet rejimi, bu amaçla değişmez, tartışılmaz ve "değişmesi ve tartışılması teklif edilemez" bir "resmî yorum" yaratılmasının anlamlı olduğunu düşünmüştür.
Yaratılan resmî tarih, Türklerin "parlak geçmişi"ni neolitik çağa taşımakla kalmamış, fizikî antropoloji ve arkeoloji çalışmaları aracılığıyla medeniyetin kurucusu ve yayıcısı olduğunu savunduğu proto Türkler üzerine yoğunlaşırken Osmanlı geçmişini "olumsuz" bir parantez olarak dışlamıştır.
Bu yaklaşım ve yaygın kabûl gören "Cumhuriyet'in, Osmanlı geçmişinden etkilenmedentamamıyla yeni ve orijinal bir reform projesine işlerlik kazandırdığı" tezi düşünce tarihimizin uzun süre ciddî biçimde ihmâl edilmesine neden olmuştur.
İsmet İnönü'nün talimatıyla Tanzimat'ın yüzüncü yıldönümü nedeniyle kapsayıcı bir derlemenin kaleme alınması Osmanlı tarihine yaklaşımdaki yumuşamanın başlangıcı olmuştur. Buna karşılık Osmanlı araştırmalarının, antropoloji temelli tarih ve ona hizmet eden arkeoloji çalışmalarının önüne geçebilmesi için uzunca bir sürenin geçmesi gerekmiştir.
Onlar da kim?
Bu araştırmalarda da entelektüel tarih ön plana çıkmamış, siyasî ve diplomatik tarih çalışmaları ile Annales okulu etkisiyle sosyal ve ekonomik tarih incelemeleri ağırlık kazanmıştır. Daha sonraki yıllarda da bu tabloda önemli bir değişim gerçekleşmemiştir. Bunun neticesinde genel anlamda tarih bilgisi son derece zayıf olmakla kalmayarak, entelektüel düşüncesinin geçirdiği evrim hakkında neredeyse hiç bilgisi olmayan, 1923 öncesinde entelektüel tartışmanın var olmadığını varsayan "tarihsiz" bir toplum oluşmuştur.
Günümüzde beşerî ya da sosyal bilimler eğitimi alan ortalama bir üniversite öğrencisi, Hoca Tahsin Efendi, Münif Paşa, Emrullah Efendi, Ahmed Rıza Bey, Mehmed Ali Aynî benzeri önde gelen düşünce adamlarının eserlerini ve temel tezlerini değil adlarını ve hangi dönemlerde yaşadıklarını dahi bilmemektedir.
Bu alanda görülen önemli bir eksiklik düşünce tarihinin "ana hatlarını" ortaya koyan temel eserlerin yokluğudur. Birbirinden kopuk biçimde yazılan biyografik çalışmalar kapsayıcı bir tablonun ortaya konulabilmesi için yetersiz kalmış, merhum Hilmi Ziya Ülken'in Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi çalışması ise önemli bir başlangıç noktasını oluşturmuştur.
Merhum Ülken, siyasal düşünce tahlilleri konusundaki farklı yaklaşımları tartışmadan ve kronolojik biçimde yaptığı tahlillerle bir çerçeve oluşturmuş; ancak maalesef onun öncü çalışmasını yeni eserler takip etmemiştir.
Bu, şüphesiz, düşünce tarihimizin özgün alanları ve öne çıkan kişilikleri üzerine aydınlatıcı eserlerin kaleme alınmadığı anlamına gelmez. Buna karşılık, düşüncemizin en azından Tanzimat sonrasındaki gelişimini "düşünce tarihi" ve "entelektüel tarih"in nasıl yazılacağı konusundaki teorik tartışmaları da göz önüne alarak tahlil eden kapsayıcı bir "temel" eser yazılmamıştır.
Profesör Bolay'ın eseri
Dolayısıyla Profesör Süleyman Hayri Bolay'ın yazar ve editör olarak kaleme aldığı ve derlediği sekiz ciltlik Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Siyasî, İdarî ve Sosyal Düşünce Temsilcileri eseri büyük bir boşluğu doldurmuştur. Büyük emek ürünü olan bu kapsayıcı çalışma, düşünce tarihine son derece geniş bir açıdan yaklaşmakta ve siyasî, felsefî, iktisadî, edebî, ahlâkî ve dinî düşüncenin önde gelen isimleri ve akımları üzerinden bu alanlarda Tanzimat sonrasında gerçekleşen tartışmaları tahlil etmektedir. Profesör Bolay uzun yıllar sonra düşünce tarihimizin gelişimini ayrıntılı biçimde ortaya koyan bir "tablo" sunmuştur.
Düşünce tarihimize yapılan en kapsamlı katkılardan birisi olan bu değerli çalışma, Osmanlı-Cumhuriyet devamlılığı tezinden hareketle günümüze uzanan bir zaman dilimini kapsamaktadır. Eserde uzun bir süreç incelenirken, ideolojik önyargılarla küçümsenen Tanzimat sonrası entelektüel hayatımızın ne denli canlı olduğu gösterilmekte ve dolaylı biçimde de olsa toplumda yaygın kabûl gören "kopuş" tezinin anlamlı olmadığı ortaya konulmaktadır.
Çalışma bunun yanı sıra Batı ile ilişkilerin niteliğindeki değişme sonrasında Osmanlı düşüncesinin basit bir aktarıcılık düzeyine indiği yolundaki yaygın kanaati de ciddî biçimde sorgulamaktadır. Nihayet eser, Batı düşüncesinin farklı bağlamlarda ne gibi dönüşümlere uğradığı alanındaki literatüre de önemli katkılar yapmaktadır. Bu katkının daha güçlü biçimde gerçekleşmesi için çalışmanın ya da en azından kısaltılmış metninin değişik dillere çevrilmesi yararlı olacaktır.
Yeni ufuklar
Bu kapsamda bir eseri uzun yıllar süren uğraşlar sonrasında toplumun istifadesine sunan Profesör Bolay'ın takdire şâyân çabası gelecekteki düşünce tarihi çalışmaları için de önemli bir başlangıç noktası teşkil edebilir.
Düşünce tarihi çalışmalarımızın Profesör Bolay'ın değerli katkısı sonrasında ulaşılan aşamada, Quentin Skinner'in en önemli kuramcılarından olduğu Cambridge Okulu'nun önerdiği türde (bu okulun Oryantalizm suçlamalarına muhatap olmasına da neden olan, Batı dışı düşünceye yeterince ilgi göstermeme zaafını gözden uzak tutmayarak) bir yaklaşımı benimsemesi önemli bir sıçramayı beraberinde getirebilir.
Arthur Lovejoy'un entellektüel tarih alanında uzun süre egemenlik kuran tezlerine kapsamlı eleştiriler getiren böylesi bir yaklaşımın benimsenmesi neticesinde, değişik "entelektüel söylemler"in içinde şekillendikleri tarihî bağlamlar üzerinden anlaşılması ve temel tartışma metinlerinin güncel değerlerden bağımsız biçimde değerlendirilmesi mümkün olabilecektir.
Bu da entelektüel düşüncesinin gelişimini daha iyi anlayan, geçmişini "kutsama/reddetme" uçlarında tartışmak yerine "tarihselleştirme"ye gayret eden bir toplum yaratılmasına ciddî katkılar yapacaktır.
Bu arzu dile getirilirken, zikrettiğimiz eserin önsözünde nakledilen bir gelişmeden ders alınması yararlı olabilir. Profesör Bolay çalışmanın değişik bir düzenleme ile Kültür Bakanlığı'na proje olarak sunularak, kabûl edildiğini, ancak daha sonra dönemin bakanı tarafından yayın programından çıkartıldığını dile getirmektedir.
Türkiye geçmişini, entelektüel düşüncesinin evrimini siyasî mülâhazalar dışında değerlendirme olgunluğuna ulaşmak zorundadır. Bu zor görevi bilimsel sorumluluk ile yerine getirenlerin siyasî eğilimlerine takılmak, onların "neci" olduklarını sorgulamak geçmişe ait tatsız bir hâtıra haline gelmelidir.
.
.
Donald Trump’ın Cumhuriyetçi Parti adaylık yarışında gösterdiği beklenmeyen başarı Amerikan siyasetindeki kapsamlı bir değişimi yansıtmaktadır
ABD başkanlık seçimi için Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerde süren adaylık yarışı, ülke siyasetindeki önemli bir değişimin görünür hale gelmesini mümkün kılmaktadır.
Sadece ülke içi ve dışında şaşkınlık yaratan ifadeleri ve önerileri nedeniyle değil "genel yaklaşımları"ndan dolayı da "muhafazakâr" olarak tanımlanamayacağı iddia olunan Donald Trump, Cumhuriyetçi Parti adaylık yarışını önde götürürken, kendisine "demokratik sosyalist" sıfatını uygun gören Bernie Sanders, Demokrat Parti içindeki mücadelesini beklentilerin aksine sürdürmektedir.
Bu iki gelişme, Amerikan siyasetinde merkezin değişimi ve "Washington karşıtlığı"nın güçlenmesini yansıtmaktadır. Cumhuriyetçi liderlik ile sağ entelektüelliğin "muhafazakâr" bulmadığı yaklaşımlar partinin tabanından beklenmeyen bir destek görürken, ana akım siyasetin suçlama sıfatı olarak kullandığı bir ûnvanı benimseyen Sanders, Demokrat Parti yörüngesinde ciddî bir değişimin gerçekleşmesine neden olmaktadır.
Trump neyi temsil ediyor?
Cumhuriyetçi Parti'nin 2008 ve 2012 başkanlık seçimlerindeki adayları John McCain ve Mitt Romney'nin de dahil oldukları ağır toplarının Trump'ın "başkanlığa uygun olmayan ve ülkenin geleceği için tehdit oluşturan" bir şahıs olduğunu vurgulamasına, önde gelen sağ siyaset dergisi National Review'nun 22 tanınmış kamu entellektüelinin yorumları üzerinden onu "Amerikan muhafazakârlığı karşıtlığı" ile suçlamasına karşılık parti tabanının onu desteklemeyi sürdürmesi üzerinde durulması gereken bir gelişmedir.
Önde gelen Cumhuriyetçi entelektüellerin Trump'a yönelttikleri eleştiriler, onun "vülgerliğin ete kemiğe bürünmüş en uç biçimi" olması, "davranış bozukluğu sınırlarında dolaşan bir olgunlaşmama"yı yansıtması ya da "geçmişte liberalleri desteklemişbulunması" türünden kişilik temelli suçlamaların yanı sıra muhafazakâr ideoloji ile uyumsuzluğunu da dile getirmektedir.
Trump'a yönelik olarak dile getirilen "nativist (yerlileri yabancılardan üstün gören) fikirleri ve güçlü liderlik özlemi"nin kurucu ideolojiyle uyumsuzluğu, Avrupa kimlik siyaseti yaklaşımlarını Atlantik ötesine taşıması, "ucuz Sezarizm"inin Amerikan muhafazakârlığının karşı tezi niteliğinde olması, hayata bakış açısının ahlâkçılıktan yoksun Nietzscheci ve Sosyal- Darwinist çizgilere sahip bulunması ve Cumhuriyetçiliğin temel siyaset yaklaşımı olan "sınırlı hükûmet" ilkesinin tersini savunması benzeri eleştiriler, ciddî bir düşünsel dışlamayı da yansıtmaktadır.
Trump'ın kendisine "gerçek anlamda muhafazakâr ve Cumhuriyetçi" olmadığı yolunda yöneltilen entelektüel eleştirilere verdiği yanıt şüphesiz sığ ve yüzeyseldir. "Ben muhafazakârlığı 'muhafaza' kelimesinin türevi olarak mütalâa ederim. Paramızı, servetimizi muhafaza etmek isteriz" cevabının sağ entelektüelleri tatmin etmekten fazlasıyla uzak olduğu açıktır. Fakat değişen siyaset neticesinde derinlikten yoksun böylesi bir muhafazakârlık, felsefî ilkeleri tartışan yaklaşımların önüne geçmiş durumdadır.
Tepkisel muhafazakârlık
Trump'ın Amerikan muhafazakârlığının ağır topları tarafından dile getirilen sert eleştirilere verdiği sığ cevaplara rağmen sürdürdüğü "önlenemez yükseliş," ana akım siyasette yaşanan ciddî bir değişimi ortaya koymaktadır.
Lincoln'ün partisi süreç içinde kendisini şekillendiren temel ilkelerden uzaklaşarak bir "protestocular koalisyonu"na evrilmiştir. Söz konusu süreçte parti, doğum kontrolü, hücre araştırmaları benzeri konularda katı görüşleri benimseyen, değişik cinsel tercih sahiplerini toplumsal alandan çıkartmayı arzulayan Hıristiyan köktendinciler, göçmenlerin şekillendirdiği bir toplumda nativizmi ırkçılığa vardıran "beyaz üstünlükçüler," ayrıcalıklarını siyasî manevralar ve özel yasalarla sürdürmek isteyen sermaye temsilcileri ve hükûmet müdahalesi karşıtlığını sosyal devlet siyasetlerine yönelik amansız bir düşmanlığa dönüştüren bireysel özgürlükçülerin koalisyonuna dönüşmüştür.
Ortak paydaları zayıf grupların koalisyonu özgürlük kaygılarından uzak, "yasaklamacı" eğilimleri güçlü ve "tepkisel" bir "muhazafakârlık"ın şekillenmesine neden olmuştur. Donald Trump ise bu yeni muhafazakârlığı doğru okuyan, yarattığı "tecavüzcüMeksikalılar," "suç işleme eğilimindeki siyahlar," "Amerikalıları kazıklayarak zenginleşen Çinliler" ve "kafa kesen vahşi Müslümanlar" benzeri "düşmanlar" aracılığıyla onu mavi yakalı tabakalara indirebilen bir kişiliktir.
Yasal koruma altında gerçekleştirilen pozitif ayrımcılığın "ülkenin gerçek sahipleri" aleyhine işlediği, "siyasal doğruluk"un çoğunluğu konuşamaz kıldığı, düşük ücretle çalışan "göçmen ve kaçak"ların işlerini ellerinden aldığı, "güçlü Amerika"nın liberaller tarafından sıradan bir devlete dönüştürüldüğünü savunan geniş kitleler böylesi bir muhafazakârlığı siyasal pratiğe dönüştürecek "güçlü adam"ı geleneksel Cumhuriyetçi yaklaşımlara tercih etmektedir.
Washington'a tepki
Trump'ın söz konusu kitlelerin kızgınlığını siyasete dönüştüren vülger muhafazakârlığı önemli bir değişimi dile getirmektedir. Karşı karşıya olunan olgu, Trump'ın "eksantrik söylemler aracılığıyla" kitleleri etkilemesi değil, onun söz konusu toplulukların eğilimlerini ustalıkla siyasete dönüştürmesi, varolan bir boşluğu radikal ve tahrik edici ifadeler kullanarak doldurmasıdır. O, Cumhuriyetçi partiye "ehven-i şerreyn" olarak, "kerhen" oy verenlerin "ideal" siyasetçisidir.
Trump, yelkenlerini bunun yanı sıra, Ross Perot'nun 1992 ve 1996 seçimlerinde dile getirdiği türde bir "Washington aleyhtarlığı" rüzgârıyla da doldurmaktadır. Ortalama Amerikalının büyük çıkar grupları ve güçlü lobileri kayıran kararlar alarak sürekli biçimde kendisini ezdiğini düşündüğü "yerleşik Washington politikacılığı," siyasal yelpazenin her iki tarafında da güçlü bir "farklı seçenek" arama eğilimi yaratmış durumdadır.
Geniş orta ve alt toplum tabakaları Cumhuriyetçi ve Demokrat partili "siyaset sınıfı"nın kendilerini umursamadığı yolunda kuvvetli bir kanaati içselleştirmiştir. Ancak yerleşik siyaset bu sınıfı sürekli biçimde yeniden üretmektedir.
Perot, bu alanda bir seçenek yaratmış, ancak bunu önce bağımsız, daha sonra üçüncü parti (Reform Partisi) adayı olarak yapması kendisinin başarı şansını fazlasıyla düşürmüştü. Trump ise benzeri bir alternatifi ana akım partilerinden birisi kanalıyla sunmaktadır.
Amerikan siyaseti uzmanları, Trump'ın Cumhuriyetçi Parti adaylığını kazansa dahi başkan olabilme şansının fazlasıyla düşük olduğunu vurgulamaktadır. Buna karşılık onun şaşırtıcı yükselişini kullandığı "eksantrik söylem"e bağlamak yanıltıcı olur. Trump ana akım siyasetin bir kanadındaki önemli dönüşümün ete kemiğe bürünmüş halidir. Siyasetin diğer kanadı da kapsamlı bir dönüşüm geçirmektedir; o da ayrı bir yazıda ele alınacak önemdedir.
.
Bernie Sanders’ın Demokratik Parti adaylık yarışını sürdürmesi Amerikan siyasetindeki değişimin önemli göstergelerinden birisidir
Geçen hafta Donald Trump'ın Cumhuriyetçi Parti başkanlık adaylığı yarışını önde götürmesinin, kitlelerin eksantrik söylemlere gösterdiği ilgiden ziyade, Amerikan siyasetindeki değişimi yansıttığını vurgulamaya çalışmıştık.
ABD siyasetinde yaşanan değişim Cumhuriyetçi Parti ile sınırlı kalmamaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Bernie Sanders'ın Demokratik Parti adaylık yarışını sürdürmesi de siyasette gerçekleşen önemli bir eksen kaymasını ortaya koymaktadır.
Sövme değil övünç etiketi
"Sosyalist" sıfatının karalama amacıyla kullanıldığı, sekiz yıl önce Barack Obama'nın başkanlık kampanyasını, "neden sosyalist olmadığını" açıklayarak başlattığı bir toplumda,"demokratik sosyalist" olduğunu söyleyerek Demokratik Parti adaylık yarışına katılanSanders'ın gördüğü ilgi, bu partideki "sol" ağırlığın ciddî biçimde arttığını göstermektedir.
"Sosyalizm"i nasıl tanımladığından bağımsız olarak ona aidiyetini gururla vurgulayan bir adayın pek çok eyalette ön seçim kazanması, Demokratik Parti'nin süper delege sistemi olmasa başa baş gidecek bir yarışı sürdürmesi, ABD siyaseti açısından "devrim" anlamına gelmektedir.
Pew Research Center tarafından yapılan kamuoyu araştırması, Amerikalıların çoğunluğunun "sosyalizm"e olumsuz biçimde yaklaşmasına karşılık 18-29 yaş grubu içinde ona olumlu bakanların % 49 gibi geçmişte düşünülmesi imkânsız gibi görünen bir orana ulaşmış olduğunu ortaya koymaktadır. Aynı yaş grubunda "kapitalizm"e olumlu bakanların oranının % 46 olduğu göz önüne alınırsa bu alanda yaşanan değişim daha iyi kavranabilir.
"Siyasal İslâm"ın tedricen temel düşman haline getirildiği Soğuk Savaş sonrası Amerikan toplumunda "sosyalizm," bilhassa Berlin duvarının yıkılması sonrasında doğan kuşaklar nezdinde ciddî bir algı değişimine uğramıştır.
Buna karşılık yapılan bir Gallup anketi toplumun genelinde başkanlık için "bir Müslüman ya da ateist"e oy verebileceğini belirtenlerin "bir sosyalist"i seçebileceklerini söyleyenlerden fazla olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle yaşanan kapsamlı değişime karşılık "sosyalistlik"i övünç etiketi olarak gören Sanders'ın ana akım siyasetin iki temel partisinden birisinde gösterdiği başarının altı çizilmelidir.
Demokratik sosyalizm
Sanders'ın başarısı genel olarak "yeni sol"un küresel arayışları, özel olarak ise Jeremy Corbyn'in İngiliz İşçi Partisi liderliğine gelişini de doğuran bağlamda değerlendirilmelidir.
Bu çerçevede ele alındığında Sanders, neo-liberalist ekonomik siyasetlere duyulan orta ve alt sınıf tepkisini ABD bağlamında dile getiren bir liderdir. Onun kullandığı söylem ile İskandinav ülkelerinin sosyal güvenlik politikaları ve refah toplumu siyasetlerine yaptığı atıflar ABD'de şaşkınlık yaratmaktadır. Buna karşılık toplumun geneline eksantrik gelebilecek bu söylem Demokratik Parti tabanında ciddî karşılık bulmaktadır.
Rol modeli, üzerine belgesel bir film de hazırladığı Eugene V. Debs olan Sanders, "sosyalist" yaklaşımlarını ana akım siyasete uyduracak törpülemeler yapmaktadır.
Vermont eyaletindeki Burlington şehrinin belediye başkanı seçildiğinde makam odasına Debs'in büyük boy bir resmini asan Sanders, onun "Cumhuriyetçi ve Demokratik partilerin daha doğrusu Cumhuriyetçi - Demokratik Parti'nin sınıf mücadelesinde 'kapitalist' sınıfıtemsil ettiği" yolundaki tezinin aksine Demokratik Parti'yi neo-liberalist siyasetlere karşı "sol" alternatifler geliştiren bir yapıya dönüştürmeye çalışmaktadır.
1895'te yasa dışı demiryolu grevi örgütleme suçundan hapis cezasına çarptırılan, Birinci Dünya Savaşı'nın son senesinde ise halkı askere alınmaya karşı çıkmaya teşvik etmesi nedeniyle Casusluk Kanunu'na muhalefetten tutuklanan Debs, radikal bir siyasal çizgiyi benimsiyordu. Sanders böylesi bir radikalizm ile arasına mesafe koymanın yanı sıra "sınıfmücadelesi" yerine alt ve orta sınıfları koruyan, gelir dağılımı adaleti ve sosyal devlet güvencelerini güçlendiren bir toplum tasavvuru geliştirmektedir.
Sanders'ın Büyük Depresyon döneminde Franklin Roosevelt tarafından uygulanan siyasetleri "sosyalist" olarak tanımlaması, gerçekleştirmek istediği sosyal devlet girişimlerinin bunlardan farklı olmadığını savunması ana akım siyasetine uygun bir "sol" geliştirme çabasını yansıtmaktadır.
Nüfûsun % 1'ini oluşturan üst gelir sahiplerinin % 90'ını teşkil eden kitlelerden daha fazla kazandığı, geniş toplumsal katmanların sağlık sigortası olmadan çalıştığı, kadınların ücretli doğum iznine sahip bulunmadığı, asgarî ücretin fazlasıyla düşük olduğu, üniversite mezuniyetinin önemli bir borç yükü altına girilerek gerçekleşebildiği bir düzene eleştiriler getiren Sanders, bunların "sosyal devlet" siyasetleriyle düzeltilebileceğini savunmaktadır.
Bunların ne denli "sosyalist" yaklaşımlar olduğu tartışmaya açıktır. Sanders da "ben devletin üretim araçlarına sahip olmasının zorunluluğuna inanmıyorum; ama Amerika'nınservetini üreten orta sınıf ve emekçi ailelerin ondan âdil paylarını almalarının gerekliolduğunu düşünüyorum" yorumuyla, "demokratik sosyalizm" olarak nitelediği yaklaşımının radikal olmadığını vurgulamaktadır.
İsveç'te dile getirilse "sosyalist" ya da "aşırı" bulunmayacak bu söylemin ABD için fazlasıyla radikal olduğu şüphesizdir. Dolayısıyla dünya kapitalizminin merkezinde uzun süre "hakaret"e uğrama nedeni olan böylesi bir yaklaşımın "iktidar" seçeneği haline gelmesi siyasetteki önemli bir değişimi yansıtmaktadır.
Washington karşıtlığı
1981'de Burlington belediye başkanı olan, 1991 sonrasında ise Temsilciler Meclisi ve Senato'da görev yapan Sanders ana akım siyasetin yabancısı olmayan bir kişiliktir. Buna karşılık Demokratik Parti'de Corbyn'in İşçi Partisi içindeki konumunu andıran, oldukça marjinal bir çizginin savunuculuğunu üstlenen Sanders, çeyrek asırlık Washington deneyimine karşın "yerleşik Washington siyaseti"nin temsilcisi olarak görülmemektedir.
Dolayısıyla Cumhuriyetçi Parti'de Trump'a ivme kazandıran, toplumu değil çıkar grupları ve büyük lobileri düşündüğüne inanılan "yerleşik Washington siyaseti"ne duyulan yaygın tepki, Sanders'ın de yelkenlerini şişirmektedir.
Sanders'ın başkan adayı olamayacak olması, Trump'ın aday gösterilmemesi için de Cumhuriyetçi Parti yöneticilerinin her türlü yolu deneyecekleri gerçeği Amerikan siyasetindeki ciddî değişimin göz ardı edilmesine neden olmamalıdır. Birbirinden son derece farklı bu iki liderin ortak noktası, Cumhuriyetçi Parti'nin daha "sağ" Demokratik Parti'nin ise daha "sol"a kaydığı, ana akım siyasetin ise Amerikan ölçülerinde "radikalleştiği" bu değişimi ete kemiğe büründürmeleridir.
.