|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Abdülaziz iki bileğini birden mi kesti?
CUMARTESİ YAZILARI
Yıldız Mahkemesinin iddianamesine göre, Sultan V. Murad ve annesi Şevk-efza Valide Sultan o günkü sadrazamı ve bazı bakanları eski padişah Abdülaziz’in öldürülmesi yönünde teşvik etmişler, bunlar da üç adam bulup Mabeyinci Fahri Bey aracılığıyla bunları saraya sokarak söz konusu cinayeti işletmişlerdir. Saraydaki bir cariye ile iki harem ağası buna şahit olmuşlardır.
Günümüz tarihçileri çoğunlukla söz konusu olayı Yıldız Mahkemesinin iddianamesini esas alarak anlatıyorlar. Hatta iddianamedeki cümleleri aynen tekrarlıyorlar. Oysa siyasi mahiyeti belli olan bu mahkeme ve iddianameye ilişkin olarak sanıklardan Mithat Paşa ile Mabeynci Fahri Bey’in hatıratlarında farklı iddialar ve açıklamalar var. Özellikle Mithat Paşa kendisi aleyhinde ileri sürülen suçlamalardaki tutarsızlıkları, mantıksızlıkları ve maddi yanlışları teker teker göstererek bütün iddiaları çürütmeye çalışır Taif zindanında yazdığı hatıralarında.
Sultan Aziz’in en yakınındaki kişilerden biri olan Fahri Bey de dikte edilen ifadeleri kabul etmesi için çok ağır işkenceler gördüğünü, hatta kendisini bizzat sorgulayan Abdülhamid’in hakaret, tehdit ve işkencelerine maruz kaldığını anlatıyor. Ayrıca mahkemece yöneltilen suçlamaların geçersizliğini gösteren birtakım maddi kanıtlar ileri sürüyor.
Elbette ki burada sanıkların beyanlarını doğru kabul etmek zorunda değilsiniz ama hadise anlatılırken bunlara hiç bakılmayıp yalnızca iddianamedeki anlatının tekrarlanmasıyla yetinilmesi objektif bir yaklaşım olmasa gerektir.
Bu noktada şunu da hatırlatmak gerekiyor: Midhat Paşa kendisinin sorgulama esnasında yaptığı açıklamaların iddianameye alınırken “çoğunun lafız ve ibareleri tahrif edilerek yerine başka kelimeler ve konuya uymayan lakırdılar ilave edilmiş” olduğunu ileri sürüyordu. Yıllar sonra (1960’larda) Uzunçarşılı’nın bulup yayımladığı “gayriresmi” mahkeme dosyası bunun doğruluğunu gösterdi. Kendisi daha evvel Abdülaziz’in öldürüldüğü kanaatinde olan tarihçimiz, Sultan Hamid’in hususi evrak arşivi içinden çıkan bir dosyada -sanıklara ait orijinal sorgu tutanaklarının da içinde olduğu- Yıldız yargılamasındaki bütün belgelerin yer aldığını görmüş ve bunları tetkik ettiğinde görüşü değişmiştir. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi”, TTK, 1967)
Padişah için hazırlanmış olan dosyada bulunan sorgu zabıtlarını inceleyen yazar “Bazı sanıkların sorgularının biri gayrı resmi, diğeri resmi olarak iki şekilde yapıldığını anladım” demektedir. Resmî tutanaklarda iddia makamının ileri sürdüğü senaryoyu açığa düşürebilecek ifadeler titizlikle ayıklanmıştır. Sanıklar ve tanıklar istenen tarzda ifade verinceye kadar defalarca yeniden sorgulanmışlar, resmî dosyaya bu son sorgu zaptı konmuştur. Ancak önceki sorgulamaların tutanaklarının da ortadan kaldırılmadığı, biri doğrudan padişaha ve diğeri Adalet Bakanlığına verilen iki nüsha olarak dosyalandıkları anlaşılıyor.
“Abdülhamid’in malum merakı ve tecessüsü dolayısiyle”, diyerek anlatıyor Uzunçarşılı, “Bu davanın istintakına ve bu husustaki teferruatına ait kısımları ona ait dosyada hıfzedilmiş, adliye evrakı ikişer nusha olarak bu dosyaya konmuştur. Bu vesikaların birer sureti de Adliye Nezaretinde hıfzedilmiş ise de sonradan adliye yangınında bu dosyalar yanmış olduğu için Abdülhamid evrakı arasındaki Yıldız muhakemesi evrakı ile Abdülaziz’in olumu meselesi aydınlanmıştır. Eğer Abdülhamid, maznunların asıl istintak evrakıyle diğer suretlerini kendi hususi evrakı arasında saklamamış olsa idi, Midhat Paşa ve arkadaşlarına ait olan bu davanın hakikati meydana çıkamayacak ve eskisi gibi intihar ve katilden hangisi olduğu tereddütleri ve münakaşaları devam ettirecekti.”
***
Tarihçinin fikrini değiştirmesine yol açan somut örneklerden biri şudur: Midhat Paşa’nın Taif kalesinde kaleme aldığı hatıratta zindan arkadaşı Fahri Bey’den naklen anlattığına göre, Çadır Köşkü’nde sorguya alınan eski mabeyinci kendisini epeyce tazyik ettikleri halde istenen surette ifade vermeyince görgü tanığı olarak yargılamaya dahil edilen harem ağaları getirtilip olay esnasında ne gördükleri sorulur.
Reyhan isimli harem ağası olay günü duyduğu feryat figan sesleri üzerine herkes gibi padişahın dairesine koştuğunu, orada büyük bir kalabalığın toplanmış olduğunu ve Sultanın intihar etmiş olduğunun söylendiğini anlatır. Diğer arkadaşları da Reyhan’ın ifadesini tasdik ederler. Sorgu görevlileri şaşkınlık içinde kalmıştır. Belli ki Harem ağaları heyecandan kendilerine öğretilen sözleri unutup bildikleri gerçeği söylemişlerdir. Şaşkınlık ve kızgınlık içindeki istintak memurları derhal Fahri Bey’i dışarıya çıkarmışlar ve istintaka nihayet verilmiştir. Bundan üç dört gün sonra ise Fahri Bey’in bu sefer huzur-ı şahanede icra kılınan istintakında kendisi yine suçlamaları reddedince harem ağaları yeniden çağrılmış ve bu ikinci sorguda üç kişinin Sultan Aziz’i katlettiğine şahit olduklarını ve Fahri Bey’in de cinayete iştirak ettiğini gördüklerini anlatmışlardır.
Uzunçarşılı burada sözü edilen hadiseye ilişkin her iki sorgu kaydını -ve buna benzer diğer gayrı resmi kayıtları- da görünce Mithat Paşa ve arkadaşlarının haklılığına kanaat getirerek Yıldız’daki yargılamanın siyasi bir tertip olduğu hükmüne varmış ve Abdülaziz’in ölüm şekli konusunda önceki görüşü değişmiştir.
Belki biz de en başta mahkeme kayıtları olmak üzere farklı kaynaklara göz atarak resmi tarih ezberlerinden bağımsız şekilde kendi kanaatlerimizi şekillendirebiliriz.
Mesela bugün için “Abdülaziz intihar etmedi, öldürüldü” anlatısını inandırıcı hale getiren en önemli detay eski padişahın iki bileğini birden kesmesinin mümkün olmadığının düşünülmesi. Gerçi intihar vakaları arasında bunun çokça örneği olduğu biliniyorsa da Sultan Aziz’in iki bileğini birden kesmesi söz konusu değildir. Sol kolundaki kesik ölümcülken, sağdaki basit bir yaradır. Nitekim Pehlivan Mustafa’nın ifadesinde “sağ kolunu yalnız birkaç yerinden yaraladım” demiş olması, mahkemenin de iki bileğin birden kesildiği iddiasında olmadığını gösterir. Ortada doktor raporları ve şahitler varken böyle bir iddiada bulunulamazdı zaten. Necip Fazıl gibi bazı sonraki dönem yazarları belki de detaylara vakıf olamadıkları için bu iddiada bulunmuşlardır.
Zaten cinayet zanlısı Mustafa Çavuş, ifadesinde, Mahmud Paşa’nın kendisini çağırarak “Sultan’ın işini intihar ettiği sanılacak şekilde bitirin. Önce sol kolunun damarlarını, sonra sağ kolunun damarlarını keserek işini bitirin” dediğini söylüyordu. Demek ki “olay intihar sanılsın diye” eski padişahın iki bileği birden kesilmek istenmiştir. Tuhaf değil mi?
Bu hususta Midhat Paşa’nın değerlendirmesi ise şu şekildedir: “Merhumun naaşını görenlerin şahidi olduğu ve doktorların raporunda da açıklandığı üzere, sol koldaki damarın açılmasıyla hasıl olan yara beş santimetre çapında olup, merhum sağ kolundaki damarı da bu yüzden kesmek istemiş olduğu halde gücü yetmeyerek yalnız birkaç yerinde makasın kestiği yara kalmış olmasıyla, buna uyması için Mustafa’nın ifadesinde ‘sağ kolunun yalnız birkaç yerinden yaraladım’ demesi güzel ve yolunda düşünülmüş ise de, ‘sol kolunun damarlarını büküm mahallinden bir iyice kestim’ tabiriyle oradaki damarların hepsini kestiğini kastetmiştir. Bu ise ölenin durumuna uymamakta, yani herkesin bildiği gibi, sol kolundaki kan damarı bütün bütün kesilmeyerek makasla açılmış ve oradan kan akarak merhumun vefatı bunun neticesi üzerine olmuştur. Acaba nasıl olmuş da Mustafa’nın ifadesinde, burasında gaflete düşülerek ve yanlışı düzeltilmeyerek buraya yazılmıştır?”
(Midhat Paşa’ya göre, Mustafa ve arkadaşları kendilerine dikte edilen ifadeleri bir yandan tehdit ve işkenceler, diğer yandan aldatıcı vaatler dolayısıyla kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bu zavallılar belki de ancak Taif zindanına gönderildiklerinde başlarına gelen işin mahiyetini anlamışlardır. Sorgulamalarında nasıl işkencelere maruz kaldıklarını ve kendilerine hangi vaatlerde bulunulduğunu pişmanlık içinde açıklamışlar, bu beyanları cezaevinde kayda alınıp hazırlanan tutanak şahitler tarafından teker teker imzalanarak gizlice İstanbul’a gönderilmiştir.)
***
Sultan Aziz’in ölümü hakkında -bilahare resmi tarih anlatısına dönüşecek olan- cinayet senaryosundaki detayları tartışmaya önümüzdeki hafta da devam edeceğiz. NOT: Yazıdaki alıntıların kaynağı: Osman Selim Kocahanoğlu (haz), “Midhat Paşa’nın Hatıraları: 2 / Yıldız Mahkemesi ve Taif Zindanı”, Temel Yay., 1997
Eski padişah ‘Feriye Sarayında ölü bulundu’
CUMARTESİ YAZILARI
Geçen haftaki “Cumartesi Yazısı”nda yakın tarihin en tartışmalı hadiselerinden biri olan Sultan Aziz’in trajik ölümüne ilişkin iki karşıt tezden söz etmiş ve sonraki haftalar için “Peki, işin aslı ne” sorusuna cevap aramayı vadetmiştim.
Tam da bu sırada Sultan Abdülaziz, biliyorsunuz, başka bir vesileyle gündeme geldi. “Osmanlı padişahlarının opera sevgisi” konulu ilginç tartışma vesilesiyle...
“Ecdat opera mopera bilmezdi” diyenlere tarihî gerçekleri hatırlatan KARAR. yazarı Yıldıray Oğur ünlü Alman besteci Wagner'in inşa ettirdiği konser salonu için ilk bağış yapanlardan birinin Abdülaziz olduğunu yazdı.
Evet, gerçekten de Osmanlı padişahlarının hemen hemen hepsi gibi sanata düşkündü Abdülaziz. Ama bu yöndeki eğilim kimilerinin iddia ettikleri üzere genetik olarak tevarüs edilmiş olmaktan ziyade, şehzadelerin içinde bulundukları muhitin ve aldıkları eğitimin eseriydi herhalde.
Osmanlılar arasında şair ve müzisyen padişah çoktur ama besteleri yanısıra resim yapan tek padişah Abdülaziz’dir. (Uluslararası Kültür ve Sanat Derneği [UKSD] 2013 yılında Dolmabahçe Sanat Galerisi'nde padişahın resim eskizlerinden oluşan bir sergi düzenledi ve bu serginin açıklamalı kataloğunu yayımladı.)
Abdülaziz’in oğlu “son halife” Abdülmecid Efendi de Türk resim tarihinde yeri olan önemli bir ressamımızdır.
Aynı zamanda kendi heykelini yaptıran ilk ve tek Osmanlı padişahı olan Sultan Aziz, güzel sanatlara duyduğu yakınlık itibarıyla bugünkü siyasetçilerimiz için de olumlu bir örnek olabilir. Keşke bu yönü örnek alınsa!
Ne var ki besteci, ressam ve güreşçi padişahımız “bir devlet başkanı olarak” ise tarihçiler tarafından pek örnek gösterilmiyor.
Dediklerine göre tahta çıktığında Abdülmecid döneminde önü alınamaz hale gelen lüks harcamaları ve israfı durdurmak için çaba göstermiş, mali düzenin sağlanması ve Tanzimat prensiplerinin uygulanması yolunda çalışmış ve dış politikada başarılı sonuçlar veren işlere imza atmıştır.
Ancak bu nispeten başarılı dönem 1871’de Âlî Paşa’nın ölümüne kadar devam etmiştir. Çünkü bu dönemde yönetim aslında fiilen Fuat ve Âlî paşaların elindeydi. Sultan Aziz fonksiyonu olmayan bir figür durumundaydı. Öyle ki Âlî Paşa vefat ettiğinde “Padişah olduğumu ilk defa bugün hissettim” demişti.
Fuat ve Âlî paşaların sahneden çekilmeleriyle “paşalar diktatoryası” adı verilen devrin kapanmasının ardından Sultan Aziz gerçek manada sultan oldu ama önceki dönemde hiç değilse belirli bazı alanlarda sergilenen nispeten başarılı ve dengeli yönetim bundan sonra sürdürülemedi. Devletin idari ve siyasi yapısını modernleştirmeye yönelik Tanzimat reformculuğu ise tamamen terk edildi.
Mahmut Nedim Paşa bu dönemin simge şahsiyetidir. Âlî Paşa’nın diktasından bizar olmuş olan padişahın hiçbir isteğine hayır demeyen, dış politikada Rusya taraftarlığını temsil ettiği için “Nedimov” diye anılan bu sadrazam iş başına gelir gelmez bütün tecrübeli devlet adamlarını yönetim kademelerinden uzaklaştırdı. Yolsuzluk ve rüşvet iddialarının yanısıra Rus yanlısı tutumu da kamuoyunda büyük tepki toplayan Mahmut Nedim’i padişah kısa süre sonra görevden aldıysa da birkaç yıl sonra “Rusların yardımıyla Hersek isyanını bastıracağı” vaadiyle yeniden sadrazamlığa getirildi.
Ancak işler çok daha kötüye gitti. Abdülaziz saltanatını sona erdirecek süreç iyice hızlandı.
Bu noktaya tekrar dönmeden önce şunu da belirtelim ki Sultan Aziz’in operaya, baleye ve tiyatroya -yani Avrupa sanatına- ilgisi de işte bu ikinci döneminde başladı. İlk döneminde Batı kültürüne bir hayli mesafeliydi. Zaten yetişme çağında da Arapça ve Farsça öğrenmiş, Batı dilleriyle ünsiyet kurmamıştı.
Tahta geçtiğinde ilk olarak saraydaki Avrupa tarzı orkestrayı dağıtarak yerine alaturka saz takımını koydurmuştu. Kendisi de opera veya tiyatro değil orta oyunu seyrediyordu bu dönemde.
Anlaşıldığı kadarıyla Avrupa’ya gidip geldikten sonra kültürel eğilimleri değişti. Orada görüp tanıştığı hükümdarlarınki gibi bir yaşayışa heves etti. Fransız ve Avusturya stilinde saraylar, köşkler, kasırlar yaptırmaya girişti. Bu arada, bir emirle kaldırtmış olduğu saray orkestrasını yeniden kurdurdu.
Şatafattan ve israftan kaçınma tutumunu saltanatının daha ilk yıllarında çabucak terk etmişti zaten.
Ancak milyonlarca altına liraya mal olan yeni sarayların ve diğer anıtsal yapıların inşası için alınan büyük borçlar devlet bütçesinde görülmemiş büyüklükte açıklar doğurdu.
Keza bu dönemde donanmaya harcanan paralar da sonraki yıllarda tartışmalara yol açacaktı.
Abdülaziz’in o günkü büyük devletlerle yarışma isteğiyle çok sayıda savaş gemisi satın alınmasında plansızlık olduğu, ihtiyaç duyulan gemiler yerine gösterişli olanlarına yatırım yapıldığı şeklindeki eleştiriler Osmanlı deniz gücünün Abdülhamit devrinde ihmal edilmesinin de gerekçesi olarak öne sürülmüştü.
Netice itibarıyla bütçe iç ve dış borçlarla çevrilir duruma gelmiş, bu borçlar da yine dışarıdan borç alarak ödenmeye çalışılmış ve devlet sonunda mali iflasla karşılaşmıştı.
Diğer yandan, yönetimdeki zafiyetler yüzünden iç karışıklıklar ve isyanlar baş edilemez boyutlara ulaşmış ve Avrupa’daki büyük devletlerin Osmanlı’nın iç işlerine müdahale girişimlerine zemin hazırlar hale gelmişti.
Bütün bu dönem boyunca başta Mithat Paşa olmak üzere tecrübeli devlet adamları kötü gidişatı durdurmak için çırpındılar. Ama padişah artık kimsenin lafına itibar etmiyordu. Son zamanlarında yalnızca Mahmut Nedim Paşa’yı dinliyordu. O da yalnızca Rus büyükelçisini.
Bunun üzerine, Midhat ve Hüseyin Avni paşaların önderlik ettiği devlet erkanı Abdülaziz’i işbaşından uzaklaştırmaya karar verdiler. Şunu da söylemek lazım ki Midhat Paşa’nın asıl hedefi parlamento ve anayasaya dayalı bir meşrutiyet yönetimine geçilmesiydi. Bunun için önce talebe nümayişleri ve ulemanın baskısıyla hükümet değişikliği sağlandı. Reformcu paşalar yönetime geldi. Ancak bir süre sonra yeniden Mahmut Nedim’i sadarete getirmek isteyen padişah tahttan indirilip yerine -meşrutî bir yönetimin kurulmasına taraftar olduğu bilinen- Şehzade Murad geçirildi.
Bundan üç gün sonra ise devrik padişah “Feriye Sarayı’nda ölü bulundu.”
Bundan beş yıl sonra Sultan V. Murad ve annesi Şevk-efza Valide Sultan ile Midhat Paşa ve Mahmut Celalettin Paşa gibi kişiler aleyhinde Sultan Aziz’i intihar süsü vererek öldürtmek suçlaması yöneltilecekti.
Bundan yüz elli yıl sonra ise bir gazete yazarı Abdülaziz için “Feriye Sarayı’nda ölü bulundu” ifadesini kullanıyordu. Ne “öldürüldü” ne de “intihar etti” demeye cesaret edemediği için muhtemelen... Çünkü tarihçilerin bile üzerinde uzlaşamadığı bu mesele hakkında görüşünüzü açıklamanız toplumun iki kutbunu oluşturan malum ideolojik kanatlardan birinin hışmına uğramanız anlamına geliyor.
Bilhassa bugünkü Türkiye’de böyle bir konu hakkında konuşurken bu temkini göstermek yanlış bir tutum değil. Yine de yakın tarihimizdeki belli figürlerin ve grupların asli yönelimlerini anlamak bakımından bunca önem taşıyan bir hadisenin iç yüzünü merak etmek de faydasız bir iş olmasa gerek.
.
Bugün muhalefette Erdoğan olsaydı
Bugünlerde muhalefet partileri birbirine düşmüş, bir taraftan seçim yenilgisinin suçunu birbirlerinin üzerine atıyor, bir yandan da önümüzdeki yerel seçimde ittifak yapıp yapmayacaklarını tartışıyorlar.
Peki, konuştukları mevzuların halkın umurunda olduğunu mu düşünüyorlar acaba?
Gözden kaçırılmaması gereken tek bir siyasi realite var bugün Türkiye’de. O da 14 Mayıs-28 Mayıs seçimlerinin sonucu.
İktidar bloku her şeye rağmen halktan onay aldı ve muhalefetin seçim yenilgisi muhalif seçmen kitlesinde büyük bir hayal kırıklığı ve ümitsizlik yarattı. Elimizdeki realite bu.
Demek ki muhalefet öncelikle yüzde 48’in hayal kırıklığına ve ümitsizliğine çare bulmaya uğraşmak zorunda. Ama bunu yapabilecek moral motivasyonu yok.
Onun için bunu yapmak yerine yaşanan büyük yenilgiden küçük zaferler çıkarmaya, majör kayıptan minör kazançlar elde etmeye çalışıyorlar. Hem de son seçimde aldıkları oyun ceplerinde olduğu varsayımıyla yerel seçim hesapları yapıyormuş gibi görünüyorlar.
Oysa muhalefet partileri açısından durum o kadar parlak görünmüyor. Bugünkü şartlarda ittifaksız seçim kazanmak çok zor. Türkiye genelinde oyları yüzde onun altında olan partilerin “Biz yerel seçime kendi adaylarımızla katılacağız” demeleri ise akla aykırı bir tutum.
Belki de muhalefet partilerinin arasındaki ittifak kavgaları aslında liderlerin kendi partilerine sahip çıkma, yani parti içi iktidarlarını tahkim etme çabalarının zemininden ibaret.
Ne yazık ki bu ittifak kavgalarında söylenen yeni bir şey yok. Topluma gösterilen cezbedici bir hedef yok.
Vaat edilen bir ufuk yok. Ümit yok. İnanç yok.
Muhalefetin topluma yeniden ümit ve güven aşılaması gerekmiyor mu? Bunun için atılan bir adım var mı? Bir hazırlık var mı? Bir arayış var mı? Hatta bir niyet var mı?
Bugün itibarıyla artık siyaset yapmanın yeni yollarını aramak, bu yolda farklı yöntemler denemek gerektiği aşikâr. Muhalefet partileri bunun ne kadar farkında? Meseleyi geçen seçimdeki ittifakı sürdürmek veya dağıtmak ikilemi içinde ele almanın kime ne kazandırabileceği düşünülüyor acaba? Bu şekilde topluma ne söylenmiş oluyor? Hangi hedef gösteriliyor?
Son bir soru: Kendilerinin kendilerinden ümitleri var mı ülkenin geleceği adına?
***
Şimdi mevcut muhalefetin durumunu bir kenara bırakıp muhal bir varsayım üzerinde kafa yormaya ne dersiniz?
Farzı muhal, bugün Erdoğan ve partisi muhalefette olsaydı ve iktidarda olanlar da yine bugünkü gibi bir yönetim performansı sergiliyor olsalardı ne olurdu?
Mesela ülkede işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, zamlar vs. halkın belini bükerken iktidardakilerin “vatan, millet, din, kitap” konularını gündeme getirmeye çalışmasına AK Partili bir muhalefet nasıl tepki gösterirdi?
Hayat pahalılığı yüzünden evine et, süt, yumurta götüremez hale gelen vatandaşın şikayetine karşı “Soğanı sarımsağı boş verin, vatan elden gidiyor” retoriğine baş vuran bir hükümete ne cevap verirdi?
“İslam dünyasının lideri olacağız, Kudüs’ü kurtaracağız, Ay’a çıkıyoruz, uzaya gidiyoruz…” iddialarına nasıl karşılık verirdi?
Bir düşünelim, muhalefetteki AK Parti adayının kazandığı belediye seçimini iptal edip yenileselerdi ne olurdu?
Seçim kampanyasında “Bunlar terör örgütlerinin uzantısı, bunlar talimatı Kandil’den, Pensilvanya’dan alıyor” denseydi, “AK Parti iktidara gelirse erkekler erkeklerle evlenecek” diye propaganda yapılsaydı ne tepki gösterirlerdi?
İktidar mensupları “Bu seçim, işgalcilere karşı istiklal mücadelesi seçimidir, muhalefeti Cudi’ye, Gabar’a gömeceğiz” diye konuşsalardı ne olurdu?
Türk tipi yönetime geçiyoruz diyerek kuvvetler ayrılığı ortadan kaldırılsa, parlamento etkisizleştirilse, devlet kurumları işlevsizleştirilse, yönetim kadrolarında liyakat yerine sadakat esas alınsa AK Parti ne şekilde tepki gösterirdi?
Orman yangınını söndüremeyen… Depremde 48 saat boyunca müdahale edemeyen… Vatandaşın cebindeki paranın değerini koruyamayan… Soğan sarımsak fiyatını kontrol etmeye gücü yetmeyen bir iktidar karşısında nasıl bir muhalefet yapardı Erdoğan?
Erdoğan’ın siyaset yapma tarzını az çok bildiğimizden bu farazi sorulara yine farazi bazı cevaplar vermek kolay olmalı. Bu vereceğimiz cevapların aynı zamanda mevcut muhalefetin mevcut iktidar karşısındaki zaaflarının da açıklaması olacağı muhakkak.
.
Abdülaziz’in ölümü: İntihar mı cinayet mi?
CUMARTESİ YAZILARI
Ülkemizin yakın tarihine ilişkin birbirine zıt iki ayrı tarih anlatısının dolaşımda olması şüphesiz ciddi bir problem. Hatta tehlike. Bu anomaliyi tarif etmek için “tek millet iki tarih” demiştim vaktiyle ama aslında iki ayrı tarih varsa tek bir milletten söz etmek ne kadar doğru?
Ortak tarihi olmayan bir toplum ortak değerler etrafında ortak bir gelecek tasavvuru geliştirebilir mi?
Zaten iki ayrı tarih anlatısının mevcudiyeti aynı zamanda iki ayrı değerler seti ve iki ayrı gelecek duygusunun mevcudiyetine işaret değil mi?
Geleceği bırakın, böyle bir toplum halihazırdaki hayatını barış içinde sürdürebilir mi? Bu şekilde insanlar arasında karşılıklı güven ve dayanışma tesis edilebilir mi?
Hasılı kelam, söz konusu problem göründüğünden çok daha ciddi. Çünkü daha ciddi ve daha derin başka bir problemin tezahürü aslında karşımızdaki problem.
***
Yakın dönem Türk tarihine ilişkin anlatıların iki kola ayrılıp giderek iki karşıt rivayet zincirine dönüşmesi esas olarak cumhuriyet sonrasında gerçekleşen bir olay.
İlgili tartışmaların evveliyatı olsa bile ancak Cumhuriyetten sonra ayrışma kesinleşti ve netleşti. İki ana kolon oluştu.
Bunlardan biri yeni rejimin ürettiği resmî tarih, diğeri ise yeni rejimin kimi özelliklerinden veya bir kısım uygulamalarından -dinî/etnik/ideolojik hassasiyetler sebebiyle- rahatsızlık duyan kesimlerin nesilden nesle aktararak ve sürekli geliştirerek bugüne kadar yaşattıkları alternatif anlatı.
Ancak “iki tarih” sorununu ortaya çıkaran ihtilafların geçmişi cumhuriyetten çok daha önceye dayanıyor. Bu karşıt tarih yorumlarının birbirinden ayrışmasının başlangıcı olarak Abdülhamit dönemini görüyoruz. Sultan Aziz’in bir saray darbesiyle tahttan indirilmesi ve ardından trajik ölümüne dair iki farklı anlatıyla başlıyor ayrışma.
Sultan Hamid’in olaydan beş yıl sonra ortaya attığı “Abdülaziz intihar etmedi, öldürüldü” iddiası söz konusu ayrışmanın başlama noktası.
O dönemde iktidar taraftarları -doğal olarak- Sultan Aziz’in öldürüldüğü görüşünü paylaşmaktaydılar. Ne de olsa cinayetle suçlanan kişiler üst üste iki padişahı (Abdülaziz’i ve V. Murad’ı) tahttan indirip yerine Abdülhamit’i geçiren ama sonra yeni padişahla araları açılmış olan paşalardı.
Rejim muhalifleri ise Abdülhamit’in devlet yönetiminde dizginleri tamamen ele geçirebilmek için, kendisini o makama getirmiş olan kadroyu tasfiye etmek üzere bu suikast iftirasını uydurduğu görüşündeydiler.
İkinci Meşrutiyet devrine kadar resmî anlatı Sultan Aziz’in öldürüldüğü şeklindeydi, o tarihten yakın zamanlara kadar ise intihar rivayeti resmî anlatı olarak kabul gördü. Mamafih cumhuriyet döneminde bazı dindar ve milliyetçi gruplar o günkü iktidar karşısında siyasi duruşlarını Abdülhamitçilik şeklinde ifade etmeye yöneldiklerinde Sultan Aziz’in ölümü konusunda da o günkü resmî tarihle çatışan anlatıyı benimsemişlerdir. Bunun sonucunda belirli bir dönemden itibaren Abdülaziz öldürüldü demek sağcılık, intihar etti demek solculuk şeklinde anlaşılır olmuştu.
Son dönemde ise mevcut iktidarın karakteri paralelinde sağcı yorum tamamen baskın hale geldi. Bugünkü popüler literatür bu doğrultuda kaleme alınmış eserlerden oluşuyor. Bugünkü “resmî anlatı” da cinayet iddiasını esas almış bulunuyor.
Belki yarın siyasi iklim değişirse yeniden intihar anlatısı resmi görüş haline de gelebilir tabii, bilinmez.
***
Peki, işin aslı neydi?
Bugünkü siyasi yahut ideolojik angajmanlarımızdan bağımsız şekilde söz konusu hadisenin iç yüzünü anlayıp değerlendirmemiz mümkün olabilir mi? Böylesi bir tarihî hadiseyi “inanç konusu” olmaktan çıkarabilir miyiz? Bu hususta tarafsız (olacaklarını var sayacağımız) tarihçilerin ne dediğine baksak mesela?
Sultan Abdülhamit’in en kapsamlı biyografisini kaleme almış olan Fransız tarihçi François Georgeon’a bakalım isterseniz.
Olaylara alabildiğine objektif yaklaşmaya çalışan saygın bir tarihçi Georgeon. Eserinde de Abdülhamit’i ne yüceltmeye ne de karalamaya çalışır. Olumlu yönlerini de olumsuz yanlarını da gösterir. Mesela 31 Mart ayaklanmasında padişahın kışkırtıcı bir rol oynadığına dair suçlamaları reddediyor. Ancak Mithat Paşa ve arkadaşlarının Abdülaziz’i öldürdükleri suçlamasını da reddediyor; bunun kesinlikle siyasi bir kurgu olduğunu söylüyor.
Georgeon’a göre olaydan beş yıl sonra bu suçlamanın gündeme getirilmesi Sultan Hamid’in siyasi hesaplarının ifadesidir. Özellikle de ilk başlarda çok işine yarayan ama daima iktidarına tehdit olarak gördüğü Mithat Paşa’nın tasfiyesine yönelik bir tertiptir.
Padişahın, tahta çıktığının ertesi günü söylediği, “Bugün benim izleyeceğim siyaset, vekillerin sözünü dinlemektir. Gerekli olanı öğrendiğimde, siyasetimi değiştirecek ve vekillere kendi sözümü dinleteceğim” şeklindeki sözlerini hatırlatarak, “Bu vaktin artık geldiği anlaşılıyor: 1881'de sultanın çıraklık dönemi sona ermişti” diyor.
Fransız tarihçinin dikkat çektiği bir başka detay da şu: “1881’e gelindiğinde, Abdülhamid'in tahta çıkmasına yardım etmiş olanların hepsinin yerinde yeller esmektedir. Artık sultanın çevresinde, bulunduğu mevkiyi sadece onun lütfuna borçlu olanlar kalmıştır.” (François Georgeon, “Sultan Abdülhamid”, Çev. Ali Berktay, İletişim Y., 2003)
“Sultan'ı tahta çıkaranların en ön safında Midhat Paşa bulunuyordu. Onun başlangıçtaki desteği olmasa, Abdülhamid ‘iktidarı ele geçirmeyi’ muhtemelen başaramazdı” Georgeon’a göre… “Midhat'ın oynadığı bu belirleyici rol bir anlamda onu sultanın gözünde en tehlikeli insan haline getirmişti. Abdülaziz ve Murad'ı art arda hal’ etmiş Midhat, aynı yolda devam niyetinde olamaz mıydı?”
Yıldız Mahkemesinin olağan dışı yapısı ve işleyişi yanında bazı sanıkların ifadelerinin işkenceyle alındığı iddialarına da yer veren Georgeon, netice itibarıyla “Bütün davanın en başından itibaren Abdülhamid tarafından, Midhat Paşa'dan kesin bir biçimde kurtulmak amacıyla tezgahlandığı ortadadır” hükmüne varmıştır.
Ezberlerimizi askıya alıp konuya farklı açılardan bakma denemelerine girişmek için bir girizgâh oluştursun diye Georgeon’un değerlendirmelerini paylaşmak istedim. Yoksa elbette böyle bir konuda bilgi ve fikir sahibi olabilmek için tek başına tek bir tarihçinin değerlendirmesiyle yetinemeyiz. Başka kaynaklara da bakacağız. Bu arada, Yıldız Mahkemesi sürecini İzmir Suikastı davasına veya Ergenekon yargılamalarına benzetmenin doğru olup olmadığını da anlamaya çalışacağız.
Haftaya “Abdülaziz cinayet kurbanı” görüşünü savunanların gösterdikleri kanıtları ve ondan sonra da -en önemlisi- konuya ilişkin belgelerin ne dediğini ele alıp tartışalım.
CHP’yi büyütmek muhalefeti küçültmek
Bugünlerde kimileri eğer genel başkan değişikliği gerçekleştirilirse CHP’nin toplumun geniş kesimlerine ulaşıp oylarını arttırabileceğini söylüyorlar. Aslına bakarsanız, CHP ulaşabileceği en geniş seçmen kesimine son seçimde kurduğu ittifak sayesinde ulaştı. Dilini değiştirerek ulaştı, helalleşme adımlarıyla ulaştı. Neticede Kılıçdaroğlu muhalefetin “ortak adayı” olarak yüzde 48 oy aldı.
Öyleyse genel başkanı değişse de değişmese de oylarını arttırmak ve iktidar olma iddiasını sürdürmek için söz konusu ittifakı ortaya çıkarmış olan siyaseti terk etmemesi ve tabii ayrıca bunu bir adım ileri götürmesi lazım. Ne var ki seçim sonrası oluşan psikolojik atmosferin etkisiyle olacak, bugünlerde bu hususta akıl ve mantık dışı yaklaşımlar ortada dolaşıyor ve bunlar rağbet görüyor. 14 Mayıs’ta yaşadığı büyük hayal kırıklığıyla sarsılmış olan CHP tabanını da zehirleyen bu yönelim artık geri dönülemez noktaya ulaşmış görünüyor.
Millet İttifakını oluşturan unsurlara yönelik “muhalefet” seçim öncesinde bile CHP’li bazı kalemlerin önceliği durumundaydı. Bunlar partilerinin “sağcılarla” ittifak yapmasını içlerine sindiremediklerini, zaten iktidar partisiyle muhalefette olanlar arasında fark görmediklerini söylüyorlardı.
Ama oy oranı yüzde 22 olan bir partinin yüzde 50+1 oy alabilmesi için ne yapılması gerektiğini söylemiyorlardı. Gerçi bu kesim için iktidar hedefi diye bir düşünceden söz etmek ne kadar doğru, o da tartışılabilir.
Düşünün ki seçimden önce CHP’nin iktidara gelmek uğruna ideolojik çizgisinden taviz vermemesi gerektiğini yazanlar, söyleyenler bile çıktı.
Platon’un son zamanlarda Facebook’ta sürekli paylaşılan “Demokrasi eğitimli toplumlar için uygun bir rejimdir” sözüne gönderme yapıp önce halkın eğitilmesi gerektiği görüşünü savunanlar seçimden sonra iyice çoğaldı.
Ama iktidar olmadan bunu nasıl yapabilecekleri şimdi daha da belirsiz.
***
Cumhuriyet gazetesinin önceki günkü birinci sayfasında yer alan bir haberde “parti tabanından bazı isimlerin” önümüzdeki belediye seçimine Ankara’da şimdiki başkan Mansur Yavaş’la değil, “CHP’li bir adayla” katılmak istediği duyuruluyordu. Haberin başlığı da şu şekildeydi: “Sağcı değil CHP’li olsun”.
Sağcı ne demek? CHP’nin bir “sol belediyecilik” anlayışı var da Yavaş bunun yerine “sağ belediyecilik” anlayışını mı uyguluyor?
Yoksa partinin logosundaki “altı ok”un temsil ettiği ilkeleri benimsemediği mi düşünülüyor CHP’li başkanın? Laikliğe mi, milliyetçiliğe mi, halkçılığa mı ayak uyduramıyor?
Anlaşılan o ki Yavaş’ın “geldiği yer” problem oluşturuyor. Yani kökeni. Şimdi nerede durduğu değil, hangi kabileye mensup olduğu önemli.
Aynı dışlayıcılığın Ekrem İmamoğlu’nu da hedef aldığı malum. Babasının veya başka bir yakının geçmişte siyaset yaptığı adresin işaret edilip “Bizden değil, ANAP’lı” diye adata aforoz edilmek istenmesi başka yerde göremeyeceğiniz bir tuhaflık.
Daha önce sağ partilerde siyaset yapmış başka isimlerin CHP’ye katılımında da problemler yaşandı. Bünye “yabancı unsurları” kabul etmedi. İtirazların gerekçesi “Bunlar bizim kabileden değil” diye özetlenebilir.
“Bu katılımların bize nasıl bir katkısı olabilir, bu yeni isimler sayesinde daha önce yapamadığımız neleri yapabiliriz” şeklinde bir yaklaşım benimsenemedi belirli kesimlerce. Parti yönetiminin geniş toplum kesimlerine ulaşma siyaseti de bu yüzden yeterince başarılı olamadı.
***
Ankara’yı bilenler Mansur Yavaş olmasa CHP’nin belediye başkanlığını kazanmasının hayal olduğunu söylüyorlar. Buna rağmen başka bir adayla seçime girmeyi tartışmak akılla açıklanabilir bir tutum değil. Bu bakımdan “Sağcı değil CHP’li olsun” haberindeki dışlayıcı dil söz konusu partideki asıl meselenin ne olduğunu anlamamız için yeterli bir veri paketi sunuyor bize.
CHP’nin yakın geçmişteki birçok girişime rağmen “geniş toplum kesimlerine ulaşma” konusunda neden bir türlü başarı gösteremediğinin açıklaması bulunabilir bu haberde.
Demek ki kendi partilerinin adayı olarak seçim kazanmış ve dört yıldır “CHP’li belediye başkanı” olarak Ankara’yı yöneten kişiyi bile hâlâ benimseyemeyen, dışlayan, ötekileştiren bir kafa var ana muhalefet partisinde.
Parti yönetimine yönelik çağrıları gazete manşetlerinde yer bulabildiğine göre ciddiye alınması gereken bir kesimden ve bunların temsil ettiği bir anlayıştan söz ediyoruz. Bu anlayış partiyi büyütebilecek, oylarını arttırabilecek bir anlayış mı? Değil tabii ki.
Tam aksine partiyi büyütmeye, seçmen tabanını genişletmeye yönelik çabalara “küçük olsun bizim olsun” diye karşı duranların anlayışı bu.
Seçim yenilgisinin ardından daha da güçlenmiş görünen bu anlayış yerinde durdukça CHP’nin ne genel başkanını değiştirmesi fayda sağlar ne başka bir şey.
Toplumun geri kalanıyla kavgalı olmaya dayalı bir siyaset kaçınılması gereken bir tuzaktır. Ancak 14 Mayıs’tan sonra çanak çömlek patlamış görünüyor. Kırılan vazoyu tamir etmek çok zor. Artık yeniden CHP liderliğinde bir muhalefet bloku tesis etme imkânından söz edilemez. Bunu görmek lazım.
Dolayısıyla önümüzdeki süreçte toplumun çoğunluğuna hitap edebilecek yeni bir muhalif hareketin toplumsal yelpazenin sağ tarafından başlatılmasına yönelik arayışlar kıymet kazanabilir. Bugünkü konjonktürde daha zor gibi görünse de şimdilerde isimleri ortalıkta dolaşan kimi siyasi aktörlerin bunu uzun vadede tercih edilecek seçenek olarak görmeleri mantık dışı olmaz herhalde.
.
Bu toplumun neresi muhafazakar?
AK Parti kurulduğu zaman -Milli Görüş gömleği çıkarılmış olduğu için- partinin ideolojik kimliğini tanımlama ihtiyacıyla kendilerine “muhafazakar demokrat” diye bir sıfat uydurdular. Bu adlandırmayı benimseyen, kendi siyasi veya ideolojik duruşunu ifade etmek için kullanan kimse çıkmadı ama AK Parti’deki genel görünümün etkisiyle galiba, sonraki yıllarda dindar insanlara yapışan bir adlandırma olarak kaldı muhafazakar sıfatı. Dindar demiyoruz, muhafazakar diyoruz. Yahudi yerine Musevi demek gibi gereksiz bir dil kibarlığı.
Oysa muhafazakârlık dinî değerlerin muhafazası talebinden ibaret bulunmayan ve çok geniş bir alanda hükümferma olan bir tutumdur. Din dışı muhafazakarlıklar da vardır. Hatta din karşıtı muhafazakarlıklar bile vardır.
Okuyanlar hatırlayacaktır, Tolstoy’un Anna Karenina romanı şu cümlelerle açılır: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, mutsuz ailelerin ise her birinin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
Aynı şekilde bütün toplumların kendine özgü muhafazakarlıkları vardır. Söz gelimi meşhur İngiliz muhafazakarlığı -ana karakteri itibarıyla- sınıf temelli birtakım geleneklere bağlılık anlamındadır. Alman muhafazakarlığının merkezinde otorite kavramı ve devlet (bürokrasi) yer alır. Fransız muhafazakarlığı dil ve kültür odaklıdır. Amerikan muhafazakarlığı din (Protestanlık) üzerine bina edilmiştir vs. vs…
Türk toplumundaki muhafazakarlık ise en fazla aile kurumunun üzerine titrer. Dinî muhafazakarlık güçlüdür ama sanıldığı ölçüde güçlü değildir. Kültürel muhafazakarlık çok zayıftır. Gelenek muhafazakarlığı daha da zayıftır. Yeniliklere ve değişime açık bir toplumuz biz aslında. Bir tek aile değerlerini ayrı tutuyoruz, onları her durumda titizlikle muhafaza etmeye çalışıyoruz.
***
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hakan Yılmaz 2006 ve 2012 yıllarında yaptığı “Türkiye’de Muhafazakârlık” araştırmasında bunu ampirik olarak ortaya koymuştu.
Söz konusu araştırmaya göre “en çok muhafaza edilmek istenen kurum” olarak aileyi görenlerin oranı 2006’da yüzde 45 iken 2012’de yüzde 50’ye çıkmıştı.
En çok muhafaza edilmek istenen değerler arasında din yüzde 22, devlet yüzde 15, millet yüzde 11 oranlarında tercih edilmişti.
Araştırma sonraki yıllarda sürdürülmediği için bugünkü oranları bilmiyoruz ama çok fazla değiştiğini düşünmek için bir sebep görünmüyor.
(Bu noktada, yanlış anlaşılma olmaması için, şunu söylemek lazım yalnız: Din, devlet, millet gibi değerlerin değişime veya yenilenmeye karşı koruma altına alınması gerektiğini düşünenlerin oranı buradaki rakamlar. Yoksa bu değerlerin önemsenmemesi söz konusu değil. Aynı araştırmada kendilerini dindar olarak tanımlayanların oranı yüzde 90 bulunmuştur zaten.)
Prof. Yılmaz 2006’da gerçekleştirdiği ilk araştırmanın sonuçlarını değerlendirirken şunu söylemişti:
“Türkiye’deki muhafazakârlığın orta yerinde devleti ve onu sarmalayan bir ideoloji olarak da seküler ya da dinsel yeni milliyetçilikleri bulacağımızı sanıyorduk. Oysa derine indikçe, görüntülerin ötesine geçtikçe, ailenin din, devlet ve millet gibi rakip kurumlara fark atarak, korunması en çok istenen, gelenekleri doğuran ve geleneklerin uygulandığı ana kurum olarak belirdiğine şahit olduk.”
***
Peki, aile konusunda gösterilen bu hassasiyet nasıl oluyor da Türk muhafazakarlığının ana çekirdeğini oluşturuyor?
Şöyle söyleyelim: Muhafazakarlık tanımı itibarıyla değişime direnç demektir. Eldekinin korunması, eski yolun sürdürülmesi tercihidir.
Bu anlamda Türk toplumunda değişim taleplerinin en az duyulduğu -veya değişim taleplerine en fazla direnç gösterildiği- alan ailedir. Geleneklerin yenilenmesi, siyasi düzenin dönüşmesi, hatta dinî uygulamaların şeklinin ve din dilinin değişmesi bile ailenin değişmesi tehdidi kadar büyük direnç ve tepki oluşturmaz.
Aile dediğimiz kavramın içerisinde geniş bir toplumsal değerler seti yer alır. Kadın-erkek ilişkilerinin şekli ve mahiyetiyle ilgili kurallar, kadının ve erkeğin toplumsal rolleriyle ilgili normlar, iki cinsin aile içindeki rolleriyle ilgili kabuller vs…
Bütün bunları siz ataerkil zihniyet, cinsiyetçi kültür vs. diyerek reddedebilirsiniz tabii ama görmezden gelemezsiniz. Yokmuş gibi yapamazsınız. Toplumdaki milli hassasiyetleri veya milliyetçi duyguları adında milliyetçi sıfatı olan partilerin siyasetiyle ilgili bir konu zannetmek kadar vahim bir hata olur muhafazakarlığı yalnızca kendilerine muhafazakar demokrat diyenlerin meselesi zannetmek…
.
Yasal sorumluluk var siyasal sorumluluk yok
Millet tarafından kendilerine devlet kurumlarını yönetme yetkisi verilen iki zümre var. İlki memurlar, ikincisi siyasetçiler.
Memurlar veya bürokratlar görevlerini iyi yapamazlarsa siyasi otoritenin tecziyesiyle, ellerindeki yetkiyi suistimal ederlerse yasal yaptırımla yüz yüze gelirler.
Devlet makinasını çalıştırma görevi verilen siyasetçilerin ise yasal sorumlulukları çok sınırlıdır. Hatta neredeyse yoktur. Olsa olsa hırsızlık yolsuzluk gibi suçları işleyip cürmümeşhut halinde yakalanırlarsa mahkeme önüne çıkabilirler ancak.
Söylemeye gerek yok ki yolsuzluk öteden beri bu ülkedeki en büyük şikayet konusu. Mamafih bugüne kadar böylesi bir yüz kızartıcı suçlama sebebiyle yargılanmış çok az siyasetçi vardır. Olanlar da siyasi rakipleri tarafından hedef alındıkları için Yüce Divan önüne çıkartılıp itibarlarına zarar verilmek istenen kişilerdir çoğunlukla.
Siyasetçinin yasal sorumluluklarının sınırlı olması doğru bir tedbir aslında. Yasama kurumunun yargı kurumunun tehdidi altında bulunmasını önlemek kuvvetler ayrılığı prensibini ayakta tutmanın gereklerinden biri. Aynı şekilde “memurin muhakematı” düzenlemesi de bürokrasinin dış etkilerden korunması için düşünülmüş bir tedbir.
Zaten bizim problemimiz “yasal sorumluluk” konusuyla ilgili değil; Türkiye’deki asıl problem siyasetçinin “siyasal sorumluluk” taşımaktan uzak olması.
Mesela istifa kurumunun hiç işletilmemesi…
***
Yanlış işler yapan siyasetçilerimizin kimi Japon meslektaşları gibi harakiri yapmasını beklemiyoruz tabii ama hiç değilse Avrupa ülkelerinde olduğu gibi istifa edip kenara çekilebilirler. Böylelikle doğruyla yanlış arasında veya başarıyla başarısızlık arasında bir fark gözetildiği anlaşılmış olur. En önemlisi, devlet idaresinde yapılan yanlışların siyaseten de ödenmesi icap eden bir bedelinin olduğu kabullenilmiş olur.
Bu yapılmıyor, çünkü siyasi bedel ödenmesi beklentisinin yerleşip alışkanlık olması istenmiyor. Böyle bir uygulamanın küçükten büyüğe doğru bütün makamlara şamil bir beklenti oluşturması arzu edilmiyor.
Bunun yerine, ülkedeki yanlışlar konusunda dış güçleri suçlamak veya kabahati muhalefetin üstüne atmak daha tercihe şayan görülüyor.
Geçen gün KARAR.’ın manşetindeydi… Bankadan dolarla kredi çeken bir iş insanı döviz kurlarının astronomik seviyeye fırlaması üzerine borcunu ödeyemeyince mahkemeye düşmüş. Mahkeme “Madem dövizle kredi çektin, dövizle geri ödeyeceksin” demiş kendisine. Yargıtay’a gitmiş, orada da “Basiretli tacir dövizle kredi almanın sonuçlarını öngörmeliydi” hükmüne varılmış.
Yargı kararının haklılığı veya haksızlığı tartışılabilir elbette ama burada yargılama konusu olan sıkıntılı durumun başka bir sorumlusu daha yok mu?
“Merak etmeyin, döviz kuru kontrol altında” açıklaması yapan, “Kurda ralli olmayacak” diye söz veren, “Doların 5 lira, 10 lira olmasını çok beklersiniz” diyen siyasi yetkililer mesela…
Onların bir sorumluluğu yok mu bu işte?
Sözlerini tutmadılar veya tutamadılar neticede.
Hiç değilse bir özür borçları da mı yok?
***
Keza büyük deprem felaketinde yaşananlarla ilgili bir sorumlu da çıkmadı karşımıza. Adı üstünde doğal afet deyip geçemeyiz. Çünkü bu doğal afetin yıllar önce merkez üssüne, büyüklüğüne ve şiddetine kadar tahmin edildiği ve raporlandığı ortaya çıktı. Buna rağmen afete hazırlık için adım atılmadı, bilakis deprem beklenen yerlerdeki riskli binalar imar affından yararlandırıldı!
Bütün bunlar bir yana, depremin ilk üç gününde devlet afet bölgesinde adeta yoktu. Oradaki insanlar söylüyordu bunu. Arama-kurtarma çalışmalarına vaktinde başlanamadı, çadır tedarik edilemedi, ülkenin dört bir yanında toplanıp bölgeye gönderilen yardımlar ihtiyaç sahiplerine ulaştırılamadı…
(Bu arada devlet nerede diyen sesleri susturmak için Twitter kapatıldı, internet kesildi.)
İlgili kurumlarda ciddi manada bir hazırlıksızlık ve koordinasyon eksikliği olduğu ayan beyan ortadaydı.
Ama hiç kimse sorumluk kabul etmedi, hiç kimse özür dilemedi, hiç kimse istifa etmedi, herkes “Cumhurbaşkanımızın talimatıyla depremin ilk anından itibaren bütün birimlerimizle bölgedeydik” şeklinde açıklamalar yaptı. Biz de ağzımız açık dinledik bu açıklamaları.
Milletin kendisine verdiği görev ve yetki çerçevesinde yaptıklarının veya yapmadıklarının sorumluluğunu üstlenmeyen bir siyasetçi profili tamamen bize özgü bir model. Bu toprakların ürettiği bir vâkıa.
Dolayısıyla da “Yaptığı yanlışlardan dolayı istifa etmiyorsa, çıkıp özür dilemiyorsa ne olacak?” sorusunun cevabını bulmak için bakabileceğimiz bir örnek yok dünyada.
Yapılabilecek tek şey seçmenin sandıkta hesap sormasıdır. Ancak seçmen de oy verip iktidara getirdiği kadroyu ülkenin başına gelenlerin sorumlusu olarak görmüyorsa söylenecek bir şey yoktur.
Artık bir sonraki seçim beklenecektir.
.
Polybios’tan Altılı Masa’ya
CUMARTESİ YAZILARI
Roma ordusunun Yunanistan’ı işgalinin ardından bir tür siyasi esir olarak İtalya’ya götürülen Polybios adlı genç bir devlet adamı yaklaşık yirmi yıl kaldığı, dilini ve kültürünü iyice öğrendiği bu ülkeden dönüşünde bir kitap yazar. Roma İmparatorluğunun siyasi, ekonomik ve askeri bir güç olarak Akdeniz dünyasının tamamına hükmeder hale geldiği devrin ayrıntılı bir tarihidir bu kitap. Roma’nın “bunu nasıl bir yönetim modeli sayesinde başardığını” açıklamaktır niyeti Polybios’un. Ancak bundan önce Yunan dünyasında tanık olduğu siyasi rejim döngüsünü açıklar:
Bu döngünün ilk evresinde bir kişi kendi liderlik özellikleri dolayısıyla toplumun başına geçer, böylece monarşi oluşur. Ama hükümdarlık hanedana dönüşüp babadan oğula geçmeye başlayınca hiçbir meziyeti olmayan kişiler de ülkeyi yönetmeye başlar. Üstelik ilk hükümdar halktan biri gibiyken sonrakiler ahaliye tepeden baktıkları saraylara yerleşirler. Halkın bu duruma tepki göstermesi karşısında yönetim de zorbalıkla iktidarını sürdürmeye çalışır. Monarşi tiranlığa dönüşmüştür.
İkinci evrede ise halkın hoşnutsuzluğunu paylaşan toplum seçkinleri sahneye çıkar. Monarşiyi yıkıp aristokrat yönetimini kurarlar. Ama bilahare aristokrasi de bozulmaya yüz tutar, baskı ve sömürü düzenine dönüşür.
Üçüncü evrede halk eşitlik talebiyle ayağa kalkar, demokrasi kurulur. Ancak bu evrenin sonunda demokrasi de yozlaşır ve “oklokrasi” ortaya çıkar. Artık halkın içinden yeni bir liderin ortaya çıkıp düzeni sağlaması gerekmektedir. Döngü yeniden başlar...
***
Tarihteki gelişmeleri tıpkı Polybios gibi -sonradan tarihsel döngü veya döngüsel tarih adı verilen- bir anlayışla değerlendiren İbn Haldun’a göre ise bir devletin ömrü beş evreden oluşur. İlk evrede yeni ortaya çıkan enerjik bir güç çürümüş eski yönetimin yerine geçer. Bu yeni devleti kuranlar akraba dayanışması (asabiyet) içinde ülkeyi beraberce yönetirler. Devlet başkanı eşitler arasında birinci durumundadır. Halk yönetimden memnundur, refah ve adalet vardır ülkede.
İkinci evrede ise hükümdar akrabalarını/eski yoldaşlarını tasfiye edip devleti kapı kulları yardımıyla tek başına yönetmeye başlar. Ancak halka refah ve adalet temin etmeye de devam eder.
Üçüncü evre devletin en güçlü, en zengin olduğu zamandır.
Dördüncü evrede sorunlar ortaya çıktığında eldekini korumak veya devleti ayakta tutmak tek amaç haline gelir. Bunun için önceki yönetimlerin yaptıkları taklit edilir, yeniliklerden kaçınılır.
Beşinci evrede sorunlar büyürken iktidar sahipleri keyfi yönetime, israfa, kayırmacılığa, yolsuzluğa yönelirler. Liyakat ortadan kalkar, bürokrasi bozulur, çürüme son haddine ulaşır ve nihayet yeni ve enerjik bir güç bu köhnemiş yönetime son verip kendi devletini kurar. Döngü yeniden başlar…
***
İbn Haldun’dan üç asır sonra yaşayan İtalyan düşünür Vico’nun döngüsel tarih teorisinde ise üç evre vardır: İnsan topluluklarının barbarlıktan çıkıp medeniyet ve devlet kurdukları ilk evrede (Tanrılar Çağı) mitler ve dinler hâkim fikirleri oluşturur. Toplumun yönetim şekli teokrasidir.
İkinci evrede (Kahramanlar Çağı) iktidar elinde silah olan soylular sınıfının eline geçmiştir. Halkın söz hakkı yoktur. Yönetim şekli monarşi veya aristokrasidir.
Üçüncü evrede (İnsanlar Çağı) vatandaşlar eşit bireylerdir, yönetim şekli demokrasidir. Ancak demokrasi de dejenere olunca barbarlık geri gelir. Döngü yeniden başlar...
***
Hepsini kabaca özetlediğim bu döngüsel tarih teorileri içinde Polybios’un şeması ile Vico’nun modelinde öne çıkan ortak nokta, iyi yönetim arayışlarının nihai evresini oluşturan demokrasinin dejenerasyonu sonucunda yeniden en başa dönülmesi… Polybios demokratik bir yönetimin çürüyerek “oklokrasi” (kalabalıkların yönetimi) adı verilen bir rejime dönüştüğünü ve bundan sonra her şeyin baştan başladığını söylüyor ayrıca.
Oklokrasi bütün vatandaşların eşit olduğu ama bazılarının “daha eşit” olduğu yönetimdir. (Bkz. Orwell’in “Hayvan Çiftliği”.) Bizim bugün popülizm dediğimiz siyasi ideoloji bu. Milletin iktidarını tesis etmek için yola çıkan birilerinin daha sonra toplumu “milletin gerçek evlatları ve diğerleri” şeklinde ikiye ayırarak iktidarlarını sürdürmeye çalışmaları. Böyle bir yönetimde liyakat çöpe atılır, kurumlar etkisizleşir, niteliğin yerine niceliğin hâkim olduğu bir anlayış yerleşir.
Şimdi buradaki oklokrasi tarifini gören bizim klasik Kemalistler “İşte mevcut AK Parti yönetiminin tarifi” diyorlar. Benzerlikleri fark etmek için fazla zekaya gerek yok zaten. Lakin bu gidişin Türkiye’de aslında çok partili demokrasiye geçilmesiyle başladığını, o günden bu yana cahil insanların oylarını alarak iktidara gelen sağcı siyasetçilerin ülkeyi bu hale getirdiklerini söylemek zekâ işi değil.
Bugünkü yönetimle ilgili eleştirileri bir yana, sorunun kaynağı ve çözüm yolları konusunda söyledikleri tümden yanlış. “Bizim gibi gelişmemiş toplumlarda demokrasi doğru sonuç vermiyor” görüşünün şimdi son seçim sonuçlarının yarattığı haletiruhiyenin de etkisiyle yeniden gündeme gelmiş olması tehlikeli de.
Bu dönemde demokrasinin lafta kaldığından şikâyet ediyorlar ama buna karşı çözüm olarak “eğitimsiz çoğunluğu aydınlanmış bir azınlığın yönetmesini” öneriyorlar. Yani demokrasi yerine jakoben idare.
Bunun hem uygulaması imkânsız hem de sorun bu kadar basit değil. Çünkü siyasi rejimlerin hepsi aynı veya benzer tehditler karşısında savunmasız kalabiliyorlar. Yönetme yetkisini bir şekilde ele geçirenler bazen yetersizlikleri yüzünden, bazen de kötü niyetli oldukları için yanlış yollara sapıp sistemi yozlaştırabiliyorlar. Meseleyi “demokrasinin bazı toplumlara büyük gelmesi” olarak görmek doğru bir yaklaşım değil.
Polybios demokratik düzenin belirli bir süreçte bozulup oklokrasiye dönüşebileceğini söylüyor ama bu tehlike karşısında çözüm olarak Roma modelini gösteriyor. Monarşinin, aristokrasinin ve demokrasinin bir tür karışımı. Lider özelliklerine sahip üstün meziyetli bir kişinin tahtta oturduğu ama toplum seçkinlerinin de yönetimde rol üstlendiği ve halkın oy kullandığı bir rejim. “Roma mucizesinin sırrı” da budur Polybios’a göre.
Aslında Yunan tarihçinin 22 asır önce söylediği şey özetle şu: Bir siyasi sistemin sorunsuz işlemesi için temel şart toplumu oluşturan farklı unsurların bir çeşit denge denetleme mekanizması oluşturacak şekilde yönetimde rol almalarıdır.
Nitekim monarşilerin yerini millet egemenliği prensibinin aldığı sonraki asırlarda da demokrasinin dejenere olması ve oligarşiye veya oklokrasiye dönüşmesi tehlikeleri konusunda kafa yoran düşünürlerin buldukları çözüm de aynıdır: Kuvvetler ayrılığı.
Türkiye’de geçmiş yılardaki siyasi krizlerin sebebi kuvvetler ayrılığı prensibinin bürokratik vesayet anomalisini meşrulaştıracak şekilde tefsir edilmesiydi.
Bugünkü AK Parti iktidarını yönetemeyen (sorun çözemeyen) bir otokrasi haline getiren de Türk tipi başkanlık sisteminin getirilip kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılmasıdır.
Altılı Masa’nın adayının seçimde yüzde 48’de kalması “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerisinin en makul çözümü ifade ettiği gerçeğini değiştirmediği gibi, Türkiye’nin hâlâ bundan başka bir çözüm yolu yok.
.
Atatürk mü, Abdülhamit mi?
Son seçimde bir kere daha görmüş olduğumuz gibi, Türkiye’de seçmen blokları kültürel değerler üzerinden ayrışıyor. İyi yönetim-kötü yönetim veya ehil kadro-yetersiz kadro seçenekleri karşısında tercih belirtme şeklinde değil, kimlik ve aidiyet itibarıyla sağda veya solda yer almanın gereği olarak oy kullanıyoruz çoğumuz.
Oy verme tercihleri itibarıyla toplumun yaklaşık yüzde yetmişi sağda, yaklaşık yüzde otuzu solda duruyor. Bu neredeyse hiç değişmiyor. Ne darbeler ne ekonomik krizler ne de başka bir şey değiştirebiliyor bu tabloyu. Yalnızca 1973’te yüzde 33 oy alıp Erbakan’la koalisyon kuran Ecevit “Kıbrıs fatihi” olarak girdiği 1977 seçimlerinde partisinin oyunu yüzde 41’e çıkarabilmişti. Başka bir örneği yok yüzde 30’lar bandını aşma tecrübesinin.
Ancak burada ilginç olan siyasi bloklaşmanın hiç değişmeden sürmesinden ziyade kültürel/ideolojik bloklaşmanın hep aynı koordinatlarda gözleniyor olması. Türkiye’de son yarım asır boyunca şehirleşme, sanayileşme, eğitimin yaygınlaşması gibi çok önemli sosyolojik dönüşümler yaşanmasına rağmen toplumsal değerlerin yerli yerinde kalması çok dikkat çekici bir durum.
Bizde toplumsal değerler tarihî ve kültürel semboller üzerinde ifade alanına kavuşur. Her toplumda öyledir ama bizdeki biraz daha vurgulu. Sembollerin rolü bizim toplumda başka ülkelere nazaran biraz daha dominant. Tabii bizdekinden daha dominant olanlar da var ama onlar artık iyice patetik örnekler.
Mushaf, bayrak, İstiklal Marşı vs. kendi aslî anlamlarının ötesinde birer sembol olarak da işlev görür toplum hayatında. Atatürk, Abdülhamit gibi tarihî şahsiyetler de öyle. Daha önce de değinmiştim bu hususa: Dönemlerinde toplumsal yarılmalar ve siyasi dönüşümler daha görünür olan bu iki isim diğer tarihi kişiliklere nispetle sembolleşmeye daha müsait figürler.
Ama tabii “gerçek Atatürk”ü veya “gerçek Abdülhamit”i bulmak peşinde değiliz. Görmek istediğimiz, öyle olduğuna inandığımız, öyle olmasına ihtiyaç duyduğumuz tarihî semboller arıyoruz. Aradığımızı da buluyoruz. Hem Sultan Hamid hem de Atatürk politik hayatları boyunca karşılaştıkları farklı problemlere karşı farklı zamanlarda farklı tutumlar sergilemiş oldukları için buralardan her meşrebe uygun malzeme bulunabiliyor. Yakın geçmişte “sağcı Atatürkçüler”le “solcu Atatürkçüler”in her biri Atatürk’te kendi çizgilerine meşruiyet temin edecek bir şeyler bulabiliyordu.
Galiba bugün de bulabiliyorlar… Metropoll’ün son araştırmasından çıkan sonuç bunu gösteriyor.
“Aşağıdakilerden hangisi tarihte en beğendiğiniz liderdir?” sorusuna katılımcıların yüzde 58,2’si Atatürk, yüzde 28,5’i Fatih Sultan Mehmet, yüzde 8,2’si de Abdülhamit cevabını vermiş. Türk toplumunun ortalaması itibarıyla şaşırtıcı olmayan oranlar bunlar.
Ankete katılan vatandaşlar parti tercihleri bakımından kategorize edildiğinde ise AK Partililerin yüzde 45’inin Atatürk, yüzde 35’inin Abdülhamit dediği ortaya çıkmış. Bu sonuç parti propagandistlerinin diskuruyla geniş seçmen tabanının duygu dünyası arasındaki mesafenin hiç de az olmadığını gösteriyor olmalı.
Mevcut iktidarın diğer ortağının seçmenleri arasında Atatürk cevabı verenlerin oranı ise yüzde 31,8’de kalmış. MHP seçmeninin verdiği Fatih Sultan Mehmet ve Abdülhamit cevapları AK Partililerden daha yüksek oranda. Burada AK Parti ve MHP tabanları sanki yer değiştirmiş gibi bir tablo çıkıyor karşımıza.
Belki de belirli ölçüde böyle bir gelişme vaki olmuş olabilir son dönemde. Hepten yabana atılmaması gereken bir ihtimal.
CHP ve İYİ Parti seçmeninde Atatürk cevabının yüzde seksenlerde çıkması ve Abdülhamit diyenlerin oranının en düşük seviyede olması şaşırtıcı olmayan sonuçlar. Ancak HDP seçmeninin verdiği cevaplar bir hayli şaşırtıcı. Seçimde HDP/YSP’ye oy verdiğini söyleyen vatandaşların “en çok beğendiği tarihsel kişilik” yüzde 51,2 ile Atatürk. MHP’lilerden bile daha fazla!
Oysa bu partinin propagandistleri Atatürk’ün Koçgiri’de, Ağrı’da, Dersim’de vs. Kürtlere karşı katliam yaptığını söyleyip duruyorlar. Buna rağmen, Kürtlerin en büyük iftiharı Molla Gürani tarafından yetiştirilen Fatih Sultan Mehmet ile tarihteki “en büyük Kürt dostu padişah” Abdülhamit seçenekleri karşısında Atatürk cevabının önde çıkması ilginç.
Belki bazı vatandaşlar anketörlere kendi gerçek duygularından ziyade “resmî görüşlerini” açıklamış olabilirler tabii… Ama asıl konu başka burada: Bahsettiğimiz tarihî figürler kendi devirlerinde üstlendikleri rollerle değil bugün temsil ettikleri değerlerle birer sembol olarak işlev görüyorlar. Demek ki HDP seçmen tabanının en az yarısı Atatürk sembolünün temsil ettiği değerlerle barışık.
Bu arada TİP seçmeninin de yüzde 70’inin Atatürk cevabı vermesine bakılırsa, Fatih ve Abdülhamit sembollerinin modern ve seküler değerleri temsil eder görünmediği sonucuna varabiliriz. Tarihî gerçekler ve kavramsal analizler kimilerimizi farklı yerlere götürebilir ama önemli olan toplumdaki mevcut sembol yapısının nasıl işlediği, hangi değerin hangi sembolle temsil edildiği.
Seçmen kitlelerinde kabaca “yüzde 70’e yüzde 30” şeklindeki sağ/sol bölünmesinin sınır çizgilerini de bahsettiğimiz araştırmanın ortaya çıkardığı tabloda kolaylıkla görebiliyoruz.
.
Cihan Harbi’nde İttihatçılar
CUMARTESİ YAZILARI
Problem şu ki siyasi veya ideolojik duruşlarını nedense tarihe yansıtma ihtiyacı duyan kimileri oradaki bazı figürleri realiteyle alakasız surette yeniden yontup şekillendirmeye uğraşıyorlar. Abdülhamid öyle bir figür. Enver, Talat, Mustafa Kemal paşalar da öyle.
Yalnız bugün değil, yakın geçmişte de öyleydi. Cumhuriyet devri boyunca siyasi kavgaları ve ideolojik çekişmeleri “tarih tartışması” şeklinde idrak ettik biz. Bu meyanda İttihatçılar tarihimizin günah keçisi oldular. Çünkü en kolay hedef onlardı. Çünkü artık ortada yoklardı. Kendilerini savunacak kimse de yoktu.
Cumhuriyet devri İslamcılarının ve muhafazakâr milliyetçilerinin günah keçisi oldular, çünkü Abdülhamit efendimizi devirmişlerdi! Kemalistlerin günah keçisi oldular, çünkü yeni yönetimin eskisinden daha tercihe şayan olduğunun gösterilmesi gerekiyordu. (Bu arada potansiyel siyasi tehdit olarak görülen “İttihatçıların A kadrosunun” 1926’da mevcut muhalefetle birlikte tasfiyesini de haklı gösterecek bir anlatıya ihtiyaç vardı.)
Böylelikle, aslında patenti İtilafçılara ait olan “Alman hayranı maceracı İttihatçılar devleti batırdı” iddiası sonradan Kemalistler tarafından “resmî tarih görüşü” yapılırken, muhafazakâr milliyetçi cenahta da “alternatif tarih görüşü” olarak aynen benimsendi. Her iki kesimde de yarı aydınların ezberi haline gelen bu tarih anlatısına sosyalistler ve liberaller de kendilerince başka gerekçelerle sahip çıktılar.
Dört yandan desteklenen bir resmî anlatının uluorta reddedilmesi kolay değil. Kabul edersiniz ki zaten gerçeğin ne olduğunu öğrenmeye fazlaca ihtiyaç da duyulmuyor. Tarih yazımının siyasi ve ideolojik konumumuza hak verdirecek şekilde olması yeterli geliyor çoğumuza.
Buna karşılık konu hakkında akademik nitelikte bazı objektif çalışmalardan önceki haftalarda söz etmiştim. Elbette konu hakkında kendimize ait bir fikir sahibi olabilmemiz için baş vurmamız gereken kaynaklar bunlardan ibaret değil. Kimi arkadaşlarım okunması gerektiğini söylediğim eserler arasında özellikle iki kitabın zikredilmemesini eleştirdiler. Bence de önemli ve kesinlikle okunması, gözden geçirilmesi icap eden eserler hatırlattıkları. O yazıda adlarını anmamış olmam yalnızca yazının akışıyla ilgiliydi. Unutmuş olduğum için değil yani.
Söz konusu eserlerden biri emekli büyükelçi Altay Cengizer’in “Adil Hafızanın Işığında Osmanlı’nın Son Savaşı” başlıklı eseri. Bu önemli çalışmadan daha önce başka bazı vesilelerle söz etmiştim diye hatırlıyorum. Bilhassa kullandığı kaynakların çeşitliliği açısından paha biçilemez değerde devasa bir eser ortaya koymuş olan Cengizer, özgün ve cesur analizleriyle de birçok ezberi paramparça ediyor kitabında. Her halükârda başvuru listesinde bulunmak durumunda olan bir kaynak bu.
Birden fazla arkadaşımın dikkat çektiği ikinci eser Cihan Harbi’ne girme kararı alan kabinenin sadrazamı “İslamcı mütefekkir” Said Halim Paşa’nın hatıraları.
Birçok kaynakta “Harbe girmeye taraftar olmadığı ama Alman hayranı maceracı İttihatçılara ses çıkaramadığı için bu yanlış kararı sineye çekmek zorunda kaldığı” söylenen dönemin sadrazamı hatıralarında tam aksi yönde görüşler ortaya koyuyor.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’nin bağımsızlığının ve bütünlüğünün Sevr Antlaşması günlerinden daha ciddi bir tehdit altında olduğunu söylüyor. “O dönem ile günümüz arasındaki yegâne fark” diyor eski Sadrazam, “1914’teki tehlikenin herkes için 1919’daki kadar açıkça görülebilecek derecede bariz olmamasıydı.”
Paşa’nın 1921 sonlarında Ermeni teröristler tarafından Roma’da şehit edilmesinden kısa bir süre önce yazdıkları şunlar: “Türkiye’yi mütarekeden sonra silahlanmaya [Millî Mücadele’yi başlatmaya] zorlayan sebepler onu dünya savaşına katılmaya mecbur eden sebeplerin aynısıdır. Ne o zaman ne de bugün üzerine düşenleri yerine getirmeseydi de kaderi değişmeyecek ve milli varlığının her halükârda sona erdiğini görecekti.
“Türkiye, bugün Allah’ın lütfu ve evlatlarının hayran olunası sadakati sayesinde varlığını korumak için hâlâ mücadele edebiliyorsa bunun sebebi 1914’te görevini kavrayarak harekete geçmesi ve savaştığı korkunç kuvvete yılmadan karşı koyma cesareti göstermesidir.” (Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı, Çev. Fatih Yücel, Kronik, sh. 32)
“Eğer Türkiye bu savaşa katılmakta mütereddit davransaydı, Rusya bugünkü galipler arasında yer alacak ve mazisi yücelik ve şerefle dolu Türk milleti, kabul etmek zor da olsa, Sevres’inkinden daha tahripkâr bir barışa razı olarak hiç de layık olmadığı bir netice ile karşı karşıya kalacaktı.” (Age, sh. 50)
Birçok kaynakta “Harbe girmeye taraftar olmadığı ama Alman hayranı maceracı İttihatçılara ses çıkaramadığı için bu yanlış kararı sineye çekmek zorunda kaldığı” söylenen, hatta kabinedeki savaş yanlısı bir grubun zorlamaları karşısında son ana kadar direndiği anlatılan Said Halim Paşa, hatıratında ayrıca Almanya ile ittifak yapmanın kendi arzusu olduğunu, Alman Sefiri Wangenheim ile birlikte iki ülke arasında bir ittifakın gerçekleşmesi için ne çok çaba gösterdiklerini de açıklıyor.
Osmanlı devletinin Almanya ile ittifak yaparak Cihan Harbine girmesine karşı çıktığı bilinen bir devlet adamının, savaştan sonra “Almanya ile İttifak benim fikrimdi… Savaşa girmemiz zorunluydu” gibi açıklamalar yapması çok mantıklı görünmüyor. Sahiplenilecek bir zafer de yok ortada. Tam aksine, felaketle sonuçlanmış savaş.
Demek ki savaşa girilmesine karşı değildi devrin sadrazamı. Peki, öyleyse niçin neredeyse bütün kaynaklarda savaş karşıtı bir Said Halim portresi çiziliyor?
Bu durumun iki tür açıklaması olabilir. Kendisinin de ifade ettiği üzere, sadrazam savaşa girmeye kategorik olarak karşı değildi ama bunun zamanının Osmanlı devleti tarafından belirlenmesi gerektiğini savunuyordu. Çünkü seferberliğin tamamlanması için zamana ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.
Almanya’nın, imzalanan antlaşmanın gereklerini hatırlatarak “Bir an önce savaşa katılın” şeklindeki çağrılarına direnmesi savaş karşıtlığı olarak algılanmış olabilir. Ya da -daha büyük ihtimalle- kabine üyelerinin vakit kazanmak için hem İtilaf hem de İttifak devletleri temsilcileri karşısında iyi polis ve kötü polis oyunu oynamaları ve İtilaf karşısında iyi polis, İttifak karşısında ise kötü polis rolünde olan sadrazamın “Savaş karşıtı” sanılması.
Üçüncü bir sebep, Osmanlı’nın fiilen savaşa girmesine yol açan Yavuz ve Midilli gemilerine Rus donanmasına saldırı emrinin kendisinden habersiz verildiğini düşünerek görevinden istifa etmeye kalkışmasının kamuoyunda oluşturduğu izlenim olabilir. Ama istifasını geri aldığı ve 1917’ye kadar hükümetin başında kaldığı unutulmamalıdır.
Bu arada kabinede savaşa katılma konusunda iki ayrı görüşün olduğu da bir gerçek. Bir grup bunu -seferberliğin tamamlanabilmesi için- mümkün olduğunca geciktirmeyi savunurken bir grup da bir an önce savaşa dahil olmamız gerektiği fikrindeydi.
Ancak aralarında Talat ve Enver’in de yer aldığı bu grubun motivasyonu Almanya’nın menfaatini Türkiye’nin menfaatlerinin önüne koymaları değildi tabii. İmzaladığımız antlaşmaya rağmen savaşa katılmaya yanaşmıyor göründüğümüz taktirde -kendimizi büyük zorluklarla kabul ettirdiğimiz- İttifakın dışında bırakılma riskini göze alamıyor olmalarıydı.
Yeniden ele alınıp tartışılması gereken çok fazla boyutu var konunun…
.
Meğer ne rasyonel milletmişiz!
Geçen hafta kamuoyunda oluşan haletiruhiye karşısında şöyle düşündük çoğumuz: Memleket rasyonaliteye o kadar hasret kalmış ki seçimden önce yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 22 olarak açıklayan Merkez Bankası’nın şimdi öngörüsünü yüzde 58’e çıkarması hepimizi sevince boğdu!
Oysa yeni ekonomi kadrosunun iş başına geldiği günden bu yana çarşıda pazarda değişen bir şey yok. Ne hayat pahalılığında bir gerileme var ne de milli paranın satın alma gücünde artış. Hatta döviz kuru daha da yükseldi, ekstra vergiler geldi. Benzin 37 TL’yi buldu.
Bütün bunlara rağmen yeni ekonomi kadrosundan ümidimizi kesmedik. “Hiç olmazsa aklımızla alay etmiyorlar” diyoruz. Bu kadarı yetiyor. Toplum olarak ülkeyi yönetenlere artık “Gerçekçi ol canımı ye” diyecek hale geldik.
Peki, gerçekten rasyonaliteye aşık bir toplum muyuz biz? Her şeyi akıl süzgecinden geçirmek milli alışkanlığımız mı? Öyle olsaydı heterodoks ekonomi denilen safsataya seçim sandığında tepki göstermez miydik?
Safsata dedim diye kızmasın sakın Nebati Bey. Safsata mantık yanlışı demek. Eskilerin “kıyas-ı batıl” dedikleri şey. Bir öncülden sonuca giderken akıl yürütme sürecinde yapılan hata. Eski Atina’da Sofistler bunu bilinçli şekilde, yani tartışmada muhataplarını alt etme yöntemi olarak kullanırlarmış. Ama çoğumuz bilinçsiz yapıyoruz bu hataları.
Birçok türü var safsatanın. Adlandırma safsatası veya tanımlama safsatası bunlardan biri. Mesela “Benim yöntemim heterodokstur, öyleyse ortodoks yöntemlerin çözemediği sorunları çözecektir” diyen bir kişi safsata yapmaktadır. Zira heterodoks yöntemin tanımında ortodoks yöntemin çözemediği problemleri çözme kabiliyeti yoktur. Ayrıca ortodoks yöntemin problem çözemediği iddiası temelsizdir. Bu ikincisi de karalama safsatası oluyor. Çifte kavrulmuş mantık dışılık yani.
Bu arada başka bazı uygulamalar hakkında ileri sürülen yerli ve millidir gibi başka tanımlar da benzer problemler taşıyor mantık yönünden. Örnek vermeye gerek yok herhalde.
Hasılı kelam, hoşumuza giden ve hoşumuza gittiği için inandığımız her iddia mantıklı ve dolayısıyla doğru olmak zorunda değil.
Buradaki soru şu: Madem rasyonaliteye bu kadar önem veriyoruz toplum olarak, öyleyse neden irrasyonel politikalara aklın almayacağı derecede krediler verebiliyoruz?
Bu sorunun birkaç farklı cevabı, çünkü durumun birkaç yönden açıklaması, var. İlk akla gelen cevap şu tabii: Yeni ekonomi yönetiminin gerçekçi yaklaşımından ümide kapılan, seçimden sonra atılmaya başlanan adımları “İşte hasret kaldığımız rasyonel yaklaşım” diyerek alkışlayan kesim vaktiyle yerli ve milli diyerek sözüm ona heterodoks yöntemleri alkışlayan kesim olmayabilir.
Mamafih bu açıklama büyük ölçüde doğru görünüyor olsa da başka açıklamalara da ihtiyaç olduğunu kabul etmek zorundayız.
Bir defa belirli durumlarda görünür gerçekliğe gözünü kapatma eğilimi bizim toplumumuza özgü bir refleks değil. Toplumların rasyonalite ile ilişkisi her yerde aşağı yukarı aynı şekildedir. Çünkü insan böyle. Biz zeki ama rasyonel olmayan bir canlı türüyüz. Son kertede aklımızı kullanma becerimiz bizi başka canlıların önüne geçirmiş olsa da gerçekte aklımızı da yöneten ve yönlendiren duygularımızdır.
Bilim insanlarının konu hakkındaki araştırmalarının gösterdiği kadarıyla, insanın “hoşlanmadığı gerçeklerle” mücadelesinde devreye giren birden fazla otomatik mekanizma var.
Mesela, bu sütunda daha önce de sözünü ettiğim üzere, tutarlı kalma baskısı bunlardan biri: Herhangi bir konuda herhangi bir tercihte bulunduğumuzda bundan sonraki davranış ve tutumlarımızın bu önceki tercihe uygun olması zorunluğunu hissetmemiz.
Bir başka açıklama bilişsel çelişki -veya zihinsel uyumsuzluk- kuramından geliyor: Bir insan inançlarıyla davranışları arasında uyumsuzluk ortaya çıktığında iç dünyasını rahatsız eden bu uyumsuzluğu çözmek zorunluluğu duyar Prof. Leon Festinger’e göre.
İnsanın bu gerilimden kurtulmasının ise üç yolu olduğunu ileri sürüyor ünlü psikoloji bilgini: Ya davranışını ya gerçeklik algısını ya da değerlerini değiştirmek. Yani mesela ekonomiyi uçuracağına inandığı için oy verdiği partinin ekonomiyi batırdığını gören seçmen ya partisini terk edecek ya ekonominin battığını reddedecek ya da bunun kafa yormaya değecek kadar önemli olmadığına karar verip başka konulara yoğunlaşacak. Dördüncü bir yol yok.
.
Kıyamet kopsa gündemimiz değişmez
Gündem konularının önem sırası vardır bizim ülkede. Mesela yeni anayasa, mesela kızlar için ayrı okul, mesela CHP’nin başına kim geçsin gibi konular dururken eğitimin kalitesinden, yeni nesil endüstriden, küresel ısınmanın beklenen etkilerinden falan söz etmek ciddiyetsiz bulunur.
Onun için geçen haftaki hava sıcaklığı konusunu “Hiç esmiyor mübarek!” şeklindeki yorumlarla geçiştirdik. Oysa bilim insanları “Bu ay son 120 bin yılın en sıcak temmuzu olabilir” diyorlar. Yanlış okumadınız, 120 bin yıl. Demek ki nerdeyse insan ırkının tarihi boyunca görülmemiş bir sıcaklık ortalamasına yeniden erişmiş bulunuyor gezegenimiz. Yıllardır birilerinin feryat figan dikkatimizi çekmeye çalıştıkları küresel ısınma hadisesi gerçekten de ciddi bir sorunmuş yani.
Ufak çaplı bir kıyametten söz ediliyor aslında. Hava sıcaklıklarının bazı dönemlerde ekstrem ölçülerde değişmesiyle yaşama kalitemizin azalacağını söylüyor uzmanlar ama söyledikleri şeyler bizim gözümüzde bir resim canlandırmıyor. Geçen gün yazı işlerinde bu haberleri konuşurken, dünyayı bekleyen kâbusu tasavvur edemeyişimizden bahis açıldı. Amerikan filmlerinde var aslında bunun örnekleri dedik. “Çılgın Max” serisini andık hep beraber. Bilimin haber verdiğini sanat gösteriyor yani.
Bilimkurgu edebiyatında “post-apokaliptik (kıyamet sonrası) dünya” adı verilen ve Hollywood filmlerinde yaygın kullanılan bir izlekten söz ediyoruz. Dünyada yaşanan nükleer bir savaş ya da korkunç bir pandemi veya ekolojik bir felaket medeniyeti ortadan kaldırmıştır. Şehirler, kasabalar harabe halindedir. İnsan nüfusu iyice azalmıştır. Zaten artık mevcut şartlarda hayatta kalmak da zorlaşmıştır. Gökyüzünden toz yağmakta, toprakta ot bitmemektedir. Besin kaynakları azalmıştır, bir bidon benzin verip bir şişe su alınmaktadır. Bu arada toplumsal düzen, asayiş, hukuk vs. kalmamıştır. Hobbes’un “doğa durumu” tarifindeki gibi insan hayatı yalnız, yoksul, mutsuz ve kısadır.
120 bin yıl önce yaşanan aşırı sıcaklıklar da böyle bir tablo mu ortaya çıkarmıştı acaba? Bilmiyoruz. Zaten henüz homo sapiens ırkı bile yeni yeni çıkıyordu tarih sahnesine o sıralarda. En azından henüz Afrika’dan çıkıp dünyaya dağılmamıştı atalarımız. Gerçi tam da o tarihlerde Sina yarımadası üzerinden Avrasya’ya bir çıkış teşebbüsü olmuş ama bugünkü Filistin ve Suriye bölgesinde Neandertal kuzenleri tarafından geri püskürtülmüştü bu kafileler. Bilim insanlarının çoğuna göre ırkımızın Afrika’dan çıkışı ancak 90 bin yıl önce başlayabilmiştir.
Ancak bu ilk çıkış (“exodus”) da dahil olmak üzere insanların göç hareketlerini en başta iklim değişikliklerinin tetiklediğini biliyoruz. Hava sıcaklıklarının aşırı artması veya azalması doğrudan besin kaynaklarını daralttığı için insanlar karınlarını doyurabilecekleri başka hayat alanları bulmaya yönelmişlerdir tarih boyunca.
Uygurların “Göç Destanı”nda ülkedeki kutsal bir kayanın Çinlilere verilmesinden sonra yaşananlar anlatılır. Irmaklar kurumuş, göl suları buharlaşmıştır. Ülkedeki canlı cansız bütün hayvanat ve nebatat “Göç! Göç!” diye inlemeye başlar. Bu “ilahi ikaz” üzerine tüm millet toparlanıp yola koyulur ve bugünkü Doğu Türkistan topraklarına gelip yerleşirler.
Uygur destanına konu olan göçten yüzyıllar önce başlamış olan büyük bir nüfus hareketi daha var tarihte: Bugünkü Avrupa’nın etnik haritasını şekillendiren Kavimler Göçü de büyük ihtimalle Orta Asya’da yıllarca süren kuraklıkların sonucudur.
Tarih kitaplarında okuduğumuza göre önce Hunlar yurtlarını terk edip komşularının topraklarını işgal etmiş, sonra Hunlar’ın önünden kaçan diğer kavimler de birbirini deviren domino taşları gibi her biri kendi önündekini daha batıya doğru iterek ilerlemişlerdi. Kavimler Göçü başladığı sırada bugünkü Ukrayna civarında yaşayan Gotlar birkaç yüz sene içinde İspanya’ya ve hatta oradan Kuzey Afrika’ya kadar sürüklenmiş bulunuyorlardı. Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışına da sel gibi gelen ve önünde ne varsa yıkıp geçen bu Barbar akınları yol açmıştır.
İklim değişikliklerinin beklenmeyen sonuçlarından bilahare Osmanlı imparatorluğu da etkilenmiştir. 16’ncı yüzyılın ikinci yarısında baş gösteren ve bilahare sosyal düzeni de olumsuz yönde etkileyen ve devletin çöküş sürecini başlatan büyük mali buhranın sebeplerinden biri o dönemde yaşanan iklim değişikliğine bağlı kuraklıklardı. 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar sürdüğü söylenen Mini Buzul Çağı boyunca kuzey yarımkürenin başka yerlerinde de zaman zaman benzer olaylar görüldü tabii.
Şimdiyse küresel ısınma tehdidi var önümüzde. Bilim insanları önümüzdeki yıllarda daha da yoğunlaşarak devam edecek olan iklim anormalliklerinden en çok etkilenecek ülkelerden birinin Türkiye olduğunu söylüyor. Öyleyse acilen harekete geçmemiz lazım. Tarımsal üretim ve gıda tedariki başta olmak üzere birçok alanda yeni iklim şartlarına uyum sağlamaya yönelik bir endüstriyel dönüşümün planlanması gerekiyor mesela.
.
Atatürk’e göre Cihan Harbine girmemizin sebebi
CUMARTESİ YAZILARI
"Birinci Dünya Savaşı’na girmek zorunda değildik, İttihatçıların maceracılığı yüzünden bu felaket başımıza geldi” iddiasını Mütareke devrinde Damat Ferit başta olmak üzere Hürriyet ve İtilaf takımı ileri sürmüştü ilk olarak. Ne var ki bu devirde bilhassa İngilizlerle iyi geçinmek durumunda olan -İtilafçı olsun olmasın- bütün İstanbul hükümetleri siyasi bir zorunluluk olarak “Cihan Harbine girmek İttihatçıların yanlış politikalarının sonucuydu. Ama biz İtilaf devletlerine karşı dostane ve uyumlu bir siyaset izleyeceğiz” diyorlardı.
Savaşın ardından İttihatçılık gayrimeşru bir siyasi kimlik haline geldiği için iş başındaki İstanbul hükûmetinin İttihatçılıkla ilişkisinin olmadığına, eski yönetimin politikalarının terk edildiğine, İngilizlerle işbirliğinin samimiyetle benimsendiğine karşı tarafı inandırması gerekiyordu.
İngilizlere güven vermeyen İzzet Paşa ve Tevfik Paşa kabinelerinin ardından göreve getirilen Damat Ferit’in zaten işgal güçlerini kendi dostluğuna inandırma ihtiyacı yoktu. Mamafih savaş galibi İngilizlerin “İttihatçı bir hareket” olarak gördüğü Millî Mücadele’ye gizli ve açık destek veren Ali Rıza Paşa kabinesi kurulduğunda bu zorunluluk tekrar ortaya çıktı.
Yeni kabine İngilizlere ve diğer galip devletlere İttihatçı politikaların kesinlikle terk edildiğine dair teminat verirken aynı zamanda Anadolu’daki hareketin de yabancı işgaline ve iç saldırılara karşı halkın doğal savunma refleksinden doğduğunu savunuyor, İttihatçılıkla ilgisinin olmadığını ileri sürüyordu.
***
Bu politikanın etkili ve faydalı olabileceğine en fazla inananlardan biri İkinci Ordu Komutanlığı sırasında Kuvayi Milliye hareketinin tesisinde ciddi emekleri bulunan Mersinli Cemal Paşa‘ydı. Daha sonra Ali Rıza Paşa kabinesinde deruhte ettiği Harbiye Nezareti görevinde de Millî Mücadele’nin en büyük destekçisi olan Mersinli Cemal, İngilizlerin ve İngiliz taraftarlarının içeride ve dışarıda Kuvayi Milliye aleyhindeki propagandalarıyla mücadele için İkinci Kolorduya 16 Ekim 1919 tarihli -metnini biraz kısaltıp sadeleştirdiğim- şu genelgeyi göndermişti:
“Milli hareketin Avrupa kamuoyunda uyandırdığı olumlu etkiyi ortadan kaldırmak amacıyla bazı bozguncular mütemadiyen çalışmakta ve bu hareketin İttihatçılıkla ilişkili olduğu, ordunun bütünüyle Alman taraftarı bulunduğu tarzında haberler yaymaktadırlar. Bu şayiaların az çok etkili olduğu, bilhassa milli hareketi olumlu karşılayan Fransız kamuoyunda tepkiler doğurduğu görülmektedir. Diğer taraftan Anadolu’da Hristiyan hayatının tehlikede bulunduğu gibi haberler uydurulmaktadır. Bu iftiraları yalanlamak ve söylentileri reddetmek için Kolordulara esaslı bir propaganda vazifesi düşmektedir. Bu propagandada izlenecek hususlar şunlardır:
1- Ordunun siyasetle ve Alman taraftarlığıyla hiçbir alâkası olmadığı, yalnız en önemli görevlerinden olan asayişin korunmasıyla meşgul olduğu,
2- Hristiyanların hayatlarının ve yasal haklarının her bakımdan güvende olduğu,
3- Kuvayi Milliye’nin yalnızca milletin sinesinden çıktığı, ordu ile bir alâkası olmadığı ve bunların İttihatçılıkla ilgilerinin bulunmadığı ve bilhassa memleketimizi bugünkü felâkete sürükleyen İttihatçı liderlerin artık bu memlekete bir daha dönmelerinin mümkün olmadığı şeklindeki bu propagandanın icrasında da aşağıdaki usuller takip olunabilir.
a) Sırası düştükçe tesadüf edilen her ecnebiye sözünü bilir kişiler tarafından telkinde bulunulması.
b) Belirli mevkilerdeki İtilaf devletleri temsilcileri ve subaylarıyla temas edilerek aynı surette açıklamaların yapılması.
c) Mümkün olursa gayrimüslimler imzasıyla İstanbul basınına veya yabancı ülkelere asayiş ve emniyetin koruma altında olduğuna dair telgraflar gönderilmesi.” (Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Yıl 3, sayı 9, Eylül 1954, 217 numaralı vesika. Dijital kopya: https://www.msb.gov.tr/Content/Upload/Docs/askeritariharsiv/ATBD_9.pdf)
***
Cemal Paşa benzer içerikteki önerilerini bundan bir hafta önce -o sırada Heyeti Temsiliye Reisi sıfatını taşıyan- Mustafa Kemal Paşa ile de paylaşmıştı. Ankara’ya çektiği 9 Ekim 1919 tarihli telgrafta Heyeti Temsiliye’ye “Bu hareketin İttihatçılıkla ilişkisinin olmadığına ve Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşına girmesinin tasvip edilmediğine” dair açıklamalar yapılması tavsiye edilmekte; bunun içeride ve dışarıda yanlış anlamaların önüne geçeceği için ülkenin yüksek çıkarlarının icabı olduğu belirtilmektedir.
Mustafa Kemal’in bu telgrafa verdiği cevapta “İttihatçılarla ilişki” meselesi hakkında söyledikleri şöyledir: “Milli teşebbüslerimizin ve teşkilatımızın İttihatçılıkla hiçbir alaka ve münasebeti olmadığı, kötü niyetliler dışında gerek millet ve gerek temasta bulunulan yabancılar tarafından görüldüğü halde, yalnızca buyurduğunuz yanlış yorumları ve dedikoduları önlemek amacıyla Sivas Kongresi’nin birinci oturumunda müzakerelere başlanmadan evvel bütün delegeler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin canlandırılmasına çalışılmayacağına dair birer birer yemin ettirilmiş ve bu yemin metni her tarafa gönderilmiştir. Bundan başka münasebet düştükçe ve bilhassa yabancılarla temaslarda bulunuldukça bu noktaya özel önem gösterilerek gerekli açıklamalar yapılmaktadır.”
***
Mustafa Kemal Paşa, “Birinci Dünya Savaşına katılmamızın yanlış olduğu şeklinde görüş açıklanması” tavsiyesine ise -kısmen sadeleştirdiğim- şu sözlerle cevap vermişti: “Tamiri imkânsız felaketlere ve acı sonuçlara yol açmış olduğundan bugün milletin memnuniyetsizliğini celp eden Harbi Umumi’ye iştirak etmemek elbette arzu edilirdi. Fakat bunun imkânı yoktu. Çünkü savaşa katılmamak silahlı bir tarafsızlığı yani Boğazların kapalı tutulmasını icap ettiriyordu. Halbuki vatanımızın coğrafî mevkii, İstanbul’un stratejik vaziyeti, Rusların İtilâf devletleri yanında yer almış olması bizim seyirci kalmamıza asla müsait değildi.
Bundan başka silahlı bir tarafsızlığın sürdürülebilmesi için paramız, silahımız, sanayimiz hulâsa lâzım olan vasıtalarımız mevcut değildi. İtilâf Devletlerinin bilhassa İngilizlerin para vermemesini bırakın, gemilerimizi zapt ve milletin dişinden tırnağından arttırarak biriktirdiği yedi milyon liramızı da gasp etmeleri ve İtilaf devletlerinin harp ilanıyla beraber bizim harbe girişimizden daha dört ay evvel Osmanlı topraklarında bir Ermenistan cumhuriyeti teşkiline karar verdiklerini ilan eylemiş olmaları ve hatta Bolşeviklerin neşrettiği gizli antlaşmalardan anlaşıldığına göre İstanbul’un Çarlık Rusya’sına vaat edilmiş olması harbe İtilâf devletleri karşısında girmemizin kaçınılamaz olduğunu gösteren açık kanıtlardır. Bir de İngiltere ve Fransa’nın kendisine İstanbul’u vaat eyledikleri Rusya dururken uğursuz Balkan Harbinden sonra hiçbir askeri değer ve milli varlık atfetmedikleri milletimizi tercih edeceklerini tasavvur eylemek elbette doğru olamaz.
Harbe girmemizi bir suç saymak ve koca bir milleti dört beş kişinin oyuncağıymış gibi düşünmek fikrimizce lehimizde bir faideyi mucip olmak şöyle dursun, bilâkis düşük Ferit Paşa’nın Paris’te Avrupa’dan merhamet dilenme düşüncesiyle yaptığı zelil açıklamalara Clemenceau’nun vermiş olduğu aşağılayıcı cevabın maazallah bir kere daha işitilmesine sebep olabilir. Binaenaleyh mertçe hakikati söylemek ve kahramanca harp eden bu koca milletin mağlûbiyetin zaruri neticelerine katlanmakla beraber yaptığının suç olarak görülüp bu yüzden cezalandırılmasını kabul etmemek en salim ve en hayırlı bir prensip telâkki olunabilir.” (Nutuk C. 3: Vesikalar, sh. 1078-1082, MEB, 1969, Vesika nu. 141-142)
.
Angara’da: Anayasso! Yap bize de iltimaso!
İktidar kanadı yeniden anayasa konusunu gündeme getirmeye hazırlanıyormuş gibi görünüyor. Nitekim “Önceliklerimizin en başında Türkiye’yi darbe anayasasından kurtarmak var” dedi önceki gün Cumhurbaşkanı Erdoğan.
Darbe anayasası denilen metin 1982’de halkın yüzde 92’sinin kabul oyuyla yürürlüğe girmişti. Aradan geçen kırk yıl boyunca parça parça her tarafı değişti bu metnin aslında. Hatta Orhan Aldıkaçtı kalkıp da şimdiki metni görse “Bunu kim yazdı” diye sorar muhtemelen. Bu süreçte yapılan değişikliklerin büyük bölümü de AK Parti iktidarları devrinde gerçekleşti. Son olarak devletin yönetimini parlamenter sistemden başkanlık sistemine dönüştüren 2017 anayasa değişikliği “ülkedeki bütün sorunların nihai çözümü” olarak sunulmuş ve çoğunluk tarafından onaylanmıştı. Daha önce 2010’daki değişiklik için de benzer şeyler söylenmişti. Keza 2007 değişikliği için de.
Ama nedense her değişiklikte bir şeyler eksik kalıyor, bilahare yamalı bohça yeniden tezgâhın üstüne getiriliyor. Peki, bahsedilen değişiklikler duçar olduğumuz dertleri çözebildi mi? Ne yazık ki hayır.
TBMM’nin cumhurbaşkanı seçme iradesine yönelik tehditlere karşı yapılan 2007 değişikliğiyle “Cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesi” esası getirildi çözüm olarak mesela! Bu değişiklik partili cumhurbaşkanı uygulamasını ve bilahare başkanlık düzenini doğurdu. Yargıdaki vesayet düzenini ortadan kaldırmak için yapılan 2010 değişikliği ise yargının FETÖ tarafından ele geçirilmesine yol açtı. 2017 değişikliğinin neler getirdiği ortada zaten.
***
Her şeye rağmen “alıcısı” olan bir konu bu. Ne de olsa anayasa aydınlarımızın kızıl elmasıdır. Bir türlü ulaşılamayan kutsal hedef. Öyle ki Abdülhamid’in askıya aldığı 1876 anayasasının yeniden yürürlüğe konulması için büyük bir mücadele verip nihayet 1908 devrimiyle bu amacı gerçekleştiren kadrolar içinde mezkûr anayasa metnini okuyan çok az kişi olduğu söylenir. Bugün de iyi niyetli bazı aydınlarımızın ülkedeki sorunların çözümü için aklına gelen yegâne araç bu.
Oysa siyasetçi için anayasa başka konularda yapmak istediği işlerin yolundaki engelleri ortadan kaldırmak için kullanılan bir maniveladır. Ülkedeki gündemi değiştirmenin de en kolay yoludur bu arada. Çünkü anayasa dediniz mi daha önce halının altına süpürülmüş ne kadar tartışma konusu varsa tekrar ortalığa dökülüverir birden. Sonra toparla toparlayabilirsen!
Bizim gibi kutuplaşmış bir toplumda “milletin müşterek mutabakatı” demek olan bir anayasa metni ortaya çıkarabilmek mümkün değildir. Hatta bu türden girişimler sorunları daha da büyütebilir.
Anayasa niçin lazımdır? Milletin birliğinin ve bir arada yaşama iradesinin hem manevi hem de hukuki çerçevesini belirlemek için.
Amaç toplumun farklı kesimlerinin kaygılarını ve korkularını, karşılıklı güvensizliklerini gidermeye yönelik bir sosyal mukavele veya bir milli konsensüs oluşturmaksa bunun yolu anayasa kavgası çıkarmak değildir.
***
Daha önceki başka bir anayasa tartışması vesilesiyle yazmıştım: Anayasanın tartışılması demek toplumdaki ideolojik fay hatlarının açığa çıkması demektir. Din ve laiklik tartışmasının tekrar patlaması demektir… Milli kimlik ve etnik kimlikler meselesinin süpürüldüğü halının altından çıkarılması demektir.
Maalesef bu konular yeniden tartışılmaya başlandığında hiçbirimiz sessiz kalamayız. Hepimizin dertleri çünkü bunlar. Kimimiz toplumdaki dini görünürlüğün ortadan kaldırılmasına yönelik politikaların bir gün geri dönmesinden kaygılı, kimimiz din adına baskıcı bir kültürün topluma zorla dayatılmasından. Kimimiz ülkenin bölünmesinden endişe duyuyor, kimimiz etnik kimliğinin yok edilmek istendiğini düşünüyor. Bu kaygıların gerçek sahipleri bir araya gelip, aralarına kötü niyetli kışkırtıcıları almadan oturup konuşsalar belki birbirlerini anlayacaklar, belki kaygılarının veya korkularının beyhude olduğunu görecekler ve bir uzlaşıya varacaklar. Ama bu mümkün olmuyor ne yazık ki. Siyasi temsil pozisyonundaki kişiler ve gruplar “eldeki meselenin” ortadan kalkmasına razı gelmiyorlar çoğu zaman.
***
Şunu da unutmamak lazım: Halkın ezici çoğunluğu için, özellikle ekonomideki sıkıntılarla uğraştığımız bugünlerde, anayasa tartışması fazlasıyla “lüks” bulunabilir.
1960’larda.. yani aydınlar, sivil-asker bürokrasi ve siyasi kadrolar arasında “yeni anayasa” tartışmalarının en ciddi boyutta sürdüğü bir sırada “sokaktaki adam”ın meseleye yaklaşım tarzını dile getiren bir şiir bomba gibi düşmüştü gündemin ortasına…
Şemsi Belli’nin daha sonra şarkısı yapılan, filmlere konu olan, yıllarca konuşulan “Anayasso” başlıklı şiiri, Hakkâri’de Zap Suyu’nun kıyısında yaşayan ve suyun üstüne tel gererek tehlike içinde karşı kıyıya geçmek zorunda olan insanların İstanbul’da ve Ankara’da sürdürülen anayasa tartışmalarına bakışını acı bir mizahla yansıtıyordu:
“Şavata’tan Angara’ya ses getmiir / Biz getmeğe guvvatımız hiç yetmiir / Malımız yoh / Yolumuz yoh / Angara’ya ses verecek dilimiz yoh / Ganadımız, golumuz yoh / Bu ne biçim memlekettir hooy babooov?”
“Yerin, yurdun adresesin bilmirem / Angara’da: Anayasso! / Ellerinden öpiy Hasso / Yap bize de iltimaso / Bu işin mümkini yoh mi hooy baboov?”
.
Bilim mi felsefeden, sanat mı siyasetten
Sanat, felsefe, bilim... dediğinizde, en azından okuryazarlığı olduğunu zannedeceğiniz birilerinden hemen şöyle bir tepki geliyor: “Bize lazım olan bilim, öbürleri lüks. Biz de Almanya veya Kanada seviyesine gelelim, o zaman evinizin duvarına en güzel resimleri asarak istediğiniz kadar şiir okuyup felsefe üzerine gevezelik edersiniz…”
Bilgiçlik kisvesinde karşımıza çıkan cehaletin bu derekesine insanın isyan edesi geliyor.
Düşünün ki bir toplumun dağarcığında sanat olmadan, çıkınında felsefe olmadan bilim yolunda ilerleyebileceğini varsayan, dahası bunları insanlığın uygarlık yürüyüşüne ayak bağı olarak gören bir kafa bilimin savunucusu!
Cehalet öylesine etkili bir virüs ki yalnızca bilim karşıtlarının bünyesini değil, bilim taraftarlarının gövdesini de sarabiliyor.
Bilimden yana duran, bilime sözde önem veriyor görünen kapkara bir cehalet başka nasıl açıklanabilir?
Sözgelimi Mona Liza tablosunu “duvarda süs” olarak gören, Ay Işığında Sonata’nın herhalde “eğlence için dinlendiğini” düşünen, Spinoza’nın yazdıklarını “kuru gevezelik” sayan, Mimar Sinan’ın Selimiye’si ile E-5 kenarındaki beton yığınları arasında fark görmeyen zatı muhteremler “bilim!” diyorlar başka bir şey demiyorlar…
Diyecekseniz ki bunların bilim dedikleri de bilim değil teknoloji aslında. Evet ama sanatı ve felsefeyi fayda getirmeyen boş işler olarak gören zevatın teknolojiyi bilim zannetmelerine mi takılacağız!
***
Nasıl bir günah işlediysek artık, imtihanımız hiç bitmiyor… Bazen -güya- bilim adına saldırılıyor sanata ve felsefeye bazen de -güya- din adına.
Mesela bugünlerde kendilerini İslam adına söz söylemeye yetkili gören kimileri olanca cehaletlerini büyük bir cüretle toplumun üzerine boca ediyorlar. Bir gün sanatla, öbür gün felsefeyle, başka bir gün bilimle hesap görmeye kalkışıyorlar.
Oysa sanatın işlevini bilmeyen, bilimin kazandırdığı birikimden habersiz olan, felsefenin açtığı kapıları kullanamayan bir ilahiyatçının İslam’ın temel mesajlarını insanlara nasıl anlatacağını iyi düşünmek gerekir.
Bazen de din “pâ-bend-i terakki” olmakla suçlanıyor bilim veya felsefe taraftarı olma iddiasındaki birilerince.
Oysa bütün tarih boyunca gözlemlediğimiz beşerî ve sosyal gelişme örneklerinin bu iddiayı nakzettiğini görüyoruz. Din bir toplumdaki gelişme dinamiklerini genellikle olumlu yönde etkiliyor, destekliyor. Ancak olumsuz örnekler de yok değil. Çünkü din demek insanların din anlayışı demek, dinin yorumu demek. Bir dinin yorumlanma şekli ise toplumun zihniyetini yansıtıyor. Dolayısıyla gelişme eğilimine de gelişme karşıtlığına da dayanak olabiliyor.
***
Siyasete gelince… Bugünün seçim sonrası konjonktüründen bağımsız olarak Türk toplumunun çok uzun zamandır mütemadiyen günlük siyasetin meseleleriyle yatıp kalkıyor olması ciddi bir problem aslında.
İnsanlığın birikimi olarak anılmaya layık maddi ve manevi değerleri üreten sektörler sanattır, felsefedir, bilimdir.
Tarımı, sanayiyi, ticareti yani ekonomiyi yaratan da bunlardır. Eğitimi inşa eden, hukuku şekillendiren yani toplumsal yaşayışın kalitesini belirleyen de bunlardır.
Bunları yerine göre sınırlayan, denetleyen, düzenleyen veya örgütleyen siyaset ise üretici olmayan bir sektör.
Hayatın merkezine siyaseti koyan bir toplum üretime ve üretkenliğe değil, kısır çekişmelere yönelmiş olur. Kısır çekişmeler, adı üstünde, hiçbir yenilik üretemeyeceği gibi sorunlarımıza çözüm de üretemez.
Ne var ki bizim açımızdan ortada paradoksal bir zorunluluk var. Bu ülkedeki kilitli bütün kapıların anahtarı siyasetin elinde. Çok büyük bir çelişki bu. Üretici olmayan bir yapıdan çözüm üretmesini beklemek durumunda olmak.
Soru şu: Buradaki açmazdan bir çıkış yolu nasıl bulunabilir?
.
Savaşa girmeseydik edebiyatının kaynakları
CUMARTESİ YAZILARI
Daha sonra bir ikincisinin geleceği bilinmediğinden zamanında sadece Cihan Harbi veya Harb-i Umumi (Genel Savaş) denilen Birinci Dünya Savaşı’na biz katılmasak olmaz mıydı? Bu soruya kimileri kolaylıkla “Olurdu tabii. Katılıp katılmamak bizim elimizdeydi” cevabını verebiliyorlar. Bu cevabın hiç düşünmeden ezbere verilebilmesinde, vaktiyle siyasi sebeplerle üretilmiş olan “hayalperest ve Alman hayranı İttihatçılar” anlatısının sorgulanamamasının payı büyük.
Ne de olsa “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” bizim toplumumuzda yaygın görülen bir özellik. Zaten bizde bu süreci maddi şartlar çerçevesinde ve analitik olarak ele alıp yorumlayan eserlerin sayısı çok değil. Olanlara da rağbet gösterildiği söylenemez.
Diğer yandan, tarihi hadiseleri anlatırken başvurulan hamasî yaklaşımları kastederek “Türk’e Türk propagandası”ndan şikâyet edip duruyoruz. Ama bir de “Türk’e anti-Türk propagandası”nın örnekleri var bolca. Bir örnek… İngiliz popüler tarih yazarı Peter Hopkirk’ün İstanbul’un Doğusunda Bitmeyen Oyun isimli eseri Dünya Savaşının çıkış sebeplerini İngiliz çıkarları açısından ele aldığı ve oldukça tarafgir değerlendirmeler içerdiği aşikâr olduğu halde Türkiye’de defalarca yayınlanmış ve çokça okunmuş bir kitap. Muhtemelen okuyanlar üzerinde etkisi de olmuştur. Yazara sorarsanız Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi sadece Alman ve Osmanlı yöneticilerinin çılgınca ihtiraslarının ve İngiliz İmparatorluğuna zarar verme arzularının neticesidir.
Garip ama Türkiye’de Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin yaklaşımlarda İngilizlerin savaş dönemi propagandasının bile izleri var. Zira savaşın acı sonucu itibarıyla bir günah keçisi bulmak gerektiğinden o dönemde devleti yöneten kadroların macera peşinde ülkeyi bu badireye yuvarladıklarına ilişkin malum propagandaya sarılmak en kolay çözümdü. İkincisi, savaş sonrasında oluşan yeni rejimin de kendi meşruiyetini ve özellikle o dönemde ister istemez benimsemek durumunda olduğu dış politikanın meşruiyetini ancak eski rejimin dış politikasının ülke için felakete yol açmış olduğu argümanına dayandırma ihtiyacı, İngiliz savaş propagandasının ürettiği bir anlatının bir tür resmi tarih görüşüne dönüşmesine yol açtı. Diğer yandan İkinci Meşrutiyet rejiminin de temel unsurlarından olan İslamcı gelenek Cumhuriyet döneminden sonra bir transformasyon geçirerek -başından beri Abdülhamit rejimi taraftarı olan Nakşibendi çizgisinin ağırlık kazanmasının da etkisiyle- İttihatçı karşıtı bir tarih anlatısını benimser hale geldi.
“Abdülhamit İslamcılığı” dediğim bu yeni sürümün mensupları İngiliz savaş propagandasının Britanya sömürgelerindeki Müslüman ahaliyi Osmanlı aleyhine çevirmek ve hatta buralardan Müslüman askerleri Çanakkale önlerine getirebilmek için kullandığı “Yahudi, dönme, mason İttihatçılar”ın devleti ele geçirip içeriden yıktıkları şeklindeki anlatıyı da benimsediler. Neticede hem Kemalistler hem de İslamcılar ve hatta yakın zamanda güç ve etkinlik kazanan liberal aydınlar aynı safta buluşarak aynı tarih anlatısını çoğaltmaya giriştiler. Buna göre Osmanlı imparatorluğunun parçalanmasıyla sonuçlanan büyük savaşa hiç gerekmediği halde Almanların zoruyla ve Alman hayranı İttihatçı liderlerin macera hevesleri uğruna girmiştik. Savaşa girmemiş olsaydık veya hiç değilse savaşta İngilizlerin safında yer almış olsaydık başımıza bu felaketler gelmeyecekti.
Bu yaklaşım hem resmi tarihin hem de gayrı resmi muhalif tarih anlatısının temel dinamiğini oluşturduğu için Cihan Harbi’nin bizim açımızdan taşıdığı anlamı ortaya çıkarma derdinde olan objektif çalışmalar dikkat çekmiyor. İdeolojik kampımızın resmî tarih ezberleriyle idare ediyoruz.
Bu konudaki tartışmalarda mesela Mustafa Aksakal’ın Princeton’da doktora tezi olarak hazırladığı “Harb-i Umumi Eşiğinde Osmanlı Devleti Son Savaşına Nasıl Girdi” başlıklı kitabından söz edildiğini duydunuz mu hiç?
Aksakal bütünüyle birincil kaynaklardan yani arşiv belgelerinden yola çıkarak yaptığı çalışmada Osmanlı’nın bir oldubitti ile savaşa katıldığı veya İttihatçıların Alman hayranı oldukları için ülkeyi sonu belirsiz bir maceraya sürükledikleri gibi iddiaları ikna edici bir şekilde çürütüyor. Bu dönem üzerine çalışan en saygın uzmanlardan Eric Jan Zürcher’e göre Aksakal kitabında “Jöntürklerin de yardakçı veya kumarbaz değil, ellerindeki en iyi kartı oynamaya çalışan rasyonel siyasetçiler olduğunu ortaya koyuyor.” Dönemin bir diğer itibarlı uzmanı Feroz Ahmad ise kitabın Türkçe baskısına yazdığı sunuş yazısında “Mustafa Aksakal, ikincil kaynaklara, hatıratlara dayanan ve Enver Paşa’yı suçlayan bu savları çürütüyor” demektedir. Birinci Dünya Savaşı’na dâhil olmamızı hazırlayan şartları ve gerekçeleri ezberlerden bağımsız biçimde anlayıp yorumlamak isteyenlerin her halükârda okumaları icap eden bu çalışma, konuya ilişkin başka çalışmalarda adından bahsedilmemesi mazur görülemeyecek önemde bir kaynak.
“Birinci Dünya savaşında Osmanlı devletinin ne işi vardı” sorusuna kendi aklıyla cevap bulmak isteyenler için Stanford J. Shaw’un -üç cilt olarak tasarladığı halde ömrünün ancak iki cildini yazmaya yettiği- “The Ottoman Empire in World War I” başlıklı eseri vazgeçilmez bir kaynaktır.
Büyük ölçüde arşiv belgelerine dayanan bu anıt eserin -“Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu / Savaşa Giriş” adıyla- Türkçeye çevrilmiş olan ilk cildinde Osmanlı devletinin Cihan Harbine katıldığı sırada ülkenin karşı karşıya olduğu siyasi, askeri, sosyolojik, ekonomik, demografik ve diplomatik şartlar gerçekçi ve objektif bir şekilde resmedilir. (Henüz dilimize çevrilmemiş olan ikinci cilt ise savaşın safahatı hakkındadır.)
Birinci Dünya Savaşı konusunu Osmanlı Devleti açısından inceleyen eserlerden söz edilirken es geçilmesi düşünülemeyecek bir çalışma da Stefanos Yerasimos’un “Milliyetler ve Sınırlar” isimli eseridir. Yerasimos üç bölümden oluşan eserinde sırasıyla Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerinin aşağı yukarı aynı tarihlerden başlamak üzere Cihan Harbi’ne kadar yaşadıkları jeopolitik dönüşümleri uluslararası güçlerin bu coğrafyalar üzerindeki politikalarıyla bağlantılı olarak inceliyor. Bu çerçevede Cihan Harbi’nin sadece Almanlarla İngilizler arasındaki kavganın değil, aynı zamanda Almanya ve müttefiklerine karşı savaşan İngiltere, Fransa ve Rusya’nın kendi aralarındaki çıkar mücadelesinin de zemini olduğunu görmek için okunması elzem bir kitap Yerasimos’un Milliyetler ve Sınırlar’ı…
Aynı kapsamda bir diğer çalışma olarak da David Fromkin’in “Barışa Son Veren Barış” (A Peace to End All Peace) isimli eseri zikredilmeli. Aşağı yukarı aynı dönemde aynı coğrafyadaki aynı gelişmeleri benzer bir bakış açısıyla ve benzer kaynaklara dayalı olarak ele aldığını söyleyerek… Ne var ki Fromkin’in eserinin biraz daha İngiltere merkezli olduğunu veya hadiselerin Londra’dan bakıldığında görülen şekliyle ele alındığını hatırlatarak…
Londra’dan bakılarak yazılan bir diğer eser ise Niall Ferguson’ın başarılı çalışması The Pity of War. Yeni kuşak İngiliz(-Amerikan) tarihçilerinin en parlak temsilcisi olarak görülen ve özellikle finans tarihi alanındaki çalışmalarıyla sivrilen Ferguson bu kitabında savaşın (Avrupalı) taraflarını hangi etkenlerin bu cehenneme ittiğini araştırıp neticede, kimsenin kazanamadığı, bütün tarafların kaybettiği bir tablo çizer. Verdiği ayrıntılı bilgiler ve ilgi çekici analizlerine rağmen yazarın bakış açısı pek objektif bulunamayabilir. Eserlerinin çoğu dilimize de kazandırılmış olan Ferguson’ın Türkçe’ye henüz çevrilmemiş 672 sayfalık bu kitabının özetinin 1914: Why the World Went to War adıyla 56 sayfalık bir kitapçık olarak yayınlandığını da haber vereyim…
I. Dünya Savaşı hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler için çoğu yabancı dillerden tercüme edilen çok sayıda ansiklopedik nitelikte yayın var piyasada. Bu kapsamda Genelkurmay Harp Tarihi Dairesi’nin yayınlarını da unutmamak lazım. Hatırat türündeki kitaplar da bu konudaki belli başlı bilgi kaynaklarımızdan elbette. Ne var ki özgün bir bakış açısıyla yani resmi veya gayri resmi ezberlerden uzak bir gözle ve yeni bir şey söylemek üzere kaleme alınmış eserlerin sayısı sınırlı maalesef.
.
CHP’ye hayır nereden gelir?
Ana muhalefet partisinde işler yine karışık. Altılı masa ittifakına rağmen seçimde alınan ağır yenilginin sonrasında değişim arayışlarının ortaya çıkması normal belki ama CHP denildiğinde suların hiçbir zaman durulmadığı bir yapıdan söz ettiğimizi de unutmayalım. Türkiye’nin en eski partisinde sürekli tartışma konusu olan görüş ve anlayış farklılıkları var.
Üstelik bunlar yalnızca seçim stratejisiyle, siyasi söylemle veya mevcut yönetim yapısının işleyişiyle ilgili güncel problemler değil. Denebilirse daha derin problemler. Çünkü partinin kimlik tercihiyle veya ideolojik duruşuyla ilgili görüş ayrılıklarından söz ediyoruz.
Açık söylemek gerekirse, çok uzun bir tarihsel süreç boyunca seçim kazanarak tek başına iktidara gelme başarısı gösterememiş CHP için bir çıkış yolu aranıyor nicedir.
CHP camiasındaki farklı kesimlerin bu hususta farklı görüşleri var. Bugünkü yönetimin benimsediği görüş yakın geçmişte “CHP camiası” dediğimiz -ve içinde partili olmayan unsurların da yer aldığı- geniş çevrede en az destek bulan görüştü aslında. Ancak 90’lı ve 2000’li yıllarda kaybedilen her seçimin ardından yönetimde ve örgütlerde biraz daha güçlendi ve nihayet Kılıçdaroğlu döneminde partinin resmi politikasına dönüştü bu görüş. Özetle, “Partinin yüzde yirmiler bandındaki oylarını yükseltebilmenin yolu toplumun geniş kesimlerine ulaşmak, bunun da yolu toplumun değerleriyle barışmak” diye özetlenebilecek bir yaklaşım bu.
Toplumun değerleriyle barışık olma fikri kâğıt üzerinde hiç kimsenin karşı çıkabileceği bir önerme değil tabii. Ama somutlaştırmak gerektiğinde sorun çıkıyor. Nitekim CHP’nin bir önceki lideri Deniz Baykal bu yönde birtakım adımlar atmaya çalışırken sembolik bir mesaj verme gayesiyle “çarşaflı hanımlara” parti rozeti takması tepki çekmiş ve adımlarını yavaşlatmak zorunda kalmıştı.
Kemal Bey ise genel başkanlığa geldikten sonra partideki “derin bürokrasi”yi de tasfiye etme fırsatı bulabildiği için bu hususta daha ileri adımlar atma imkânı buldu. Ama geniş toplum kesimlerinin değerleriyle barışma düşüncesinin ana muhalefet partisi olarak resmi politika olarak benimsenmesini sağlayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin getirdiği seçim düzeni oldu. Yeni sistemde seçimi kazanmak için yüzde 50+1 oy alma zarureti ittifaklar kurulmasını zorunlu hale getirmişti. Bunun için ilk ittifakı da AK Parti ile MHP kurmuşlardı zaten.
Bu aşamada daha önceleri pek akla gelmeyen bir gelişme yaşandı ve CHP bir anda sağcı partilerle seçim ittifakı oluşturmaya yöneldi. İYİ Parti ile işbirliği hamlesiyle başlayan süreç Demokrat Parti’nin katılımı ve -Kılıçdaroğlu’nun Erbakan’ı anma törenlerine katıldığı- Saadet ile dirsek temasıyla devam etti.
2018 seçimlerinde çatı aday çıkarmaya muvaffak olunamaması -CHP’deki bazı itirazlara rağmen- bu yolun terk edilmesine yol açmadı. 2019 seçimlerinde bu ittifak sayesinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere AK Parti’nin elindeki belediyelerin kazanılması “Kılıçdaroğlu doktrini”nin işe yaradığını gösterince partideki çatlak sesler ortadan kalktı. 2023 seçimine Altılı Masa’yı Millet İttifakı haline getirerek bu anlayışla girildi.
Ne var ki seçimde alınan netice “Kılıçdaroğlu doktrini”ni de yeniden hedef tahtasına oturttu. Parti’nin, son beş yıldır ortalarda görünmeyen, iki kanadı tekrar sahneye çıktı. Gerçi sesleri eskisi gibi yüksek çıkmıyor hâlâ ama CHP’nin kendine yeni bir rota oluşturmasana ilişkin tartışmaların gündemde olduğu bir sırada etkisi olabilecek iki kesimden söz ediyoruz.
Bu kesimlerden biri “Atatürk’ün mirasına sıkı sıkıya sarılırsak halktan oy alabilir hale gelebiliriz” fikrini savunuyor. Bu minvalde laikliğin altı özellikle çiziliyor. Yobaz’lı, gerici’li, tarikat’lı, çağdaş yaşam’lı bir retorik öne sürülüyor. Başörtüsü gibi dini tezahürleri dışlayan bir laiklik anlayışıyla “halkın aydınlatılması” ve bu sayede siyasi tabanın genişletilmesi yegâne çözüm yolu olarak öneriliyor.
Pratik karşılığı olmadığı aşikâr olsa da bu fikrin ideolojik anlamda tutarlılık taşımadığını söylemek mümkün değil. Yalnızca uygulanması imkânsız.
“CHP’yi nasıl geniş halk kitlelerinden oy alabilir bir parti haline getirebiliriz” sorusu üzerinde kafa yorup kendince bir cevap öneren diğer kesim ise “sol kanat”. Bu kesim yalnızca bugünkü durumla ilgili değil, öteden beri bir çıkış yolu olarak farklı bir çözümü savunuyor. Kemalist kanadın çözümünden bir hayli farklı ama esas olarak yine diğeri gibi “ideolojik konumlanış” önerisi bu da.
Sol kanat da Kemalist kanat gibi partinin başarılı olabilmesi için geniş toplum kesimlerine ulaşabilmesi gerektiğini görüyor ama bu noktada “halkın aydınlatılması” meselesini laikliğin lüzumlu olduğu konusuyla sınırlandırmıyor. Bunun yerine “Biz sol bir hareket olarak emekçi kesimlerin haklarını savunan bir siyasi organizasyon haline gelebilirsek halkın oyunu olabiliriz” diyorlar.
Söz konusu her iki kesim de CHP’de ve ondan daha fazla CHP camiasında iyi kötü bir etki gücüne sahip olduğu için bugünkü değişim tartışmaları bağlamında bu kesimlerin yaklaşımının da hesaba katılması gerekiyor. Ancak görüldüğü kadarıyla partide ağırlıklı olarak benimsenmiş olan görüş, daha Baykal döneminde başlatılmaya çalışılmış ve sonra Kılıçdaroğlu tarafından bugüne ulaştırılmış bulunan “geniş toplum kesimlerinin değerleriyle barışık olma”yı esas alan politika anlayışı.
Genel Başkanlık için Kılıçdaroğlu’nun tek alternatifi olarak öne çıkan Ekrem İmamoğlu’nun da bu çizginin en önemli temsilcisi olduğu biliniyor zaten. Dolayısıyla muhtemel bir İmamoğlu yönetiminde bu yoldan dönülmeyeceği, hatta belki şimdikinden bile daha ileri adımlar atılabileceği belli.
Bu durumda ise sözünü ettiğimiz Kemalist kanat ile sol kanadın parti bünyesinden kopuşlarına kadar gidebilecek sancılı bir süreç yaşanabilir. Bu bakımdan önümüzdeki süreçte kamuoyu gündeminde en fazla yer alacak partinin CHP olacağını söylemek kehanet olmaz.
.
Türkiye’nin sorunu ne?
Türkiye’nin sorunu ekonomi değil. Ekonominin kötü yönetilmesi, cebimizdeki paranın hiç uğruna eriyip gitmesi, iktisadi manada önümüzü göremez durumda olmamız vs… elbette ciddi sorunlar ama bunların da gerisinde, bunları da üreten bir ana sorun var. Aslında bu “ana sorun”, yalnızca ekonomideki felaket tablosunu değil, eğitim sistemindeki çarpıklıkları da dış politikadaki yanlışları da tarımdaki aksaklıkları da ilah… üreten kaynak.
Çok sayıda ekonomistin ve az sayıda siyasetçinin her fırsatta sözünü ettikleri -ve çözümü için “yapısal reform” önerdikleri- yapısal problemlerin de kaynağı aynı.
Dünyaca ünlü ekonomistimiz Daron Acemoğlu geçen hafta -İskender Öksüz Hocamızın da okunmasını hararetle tavsiye ettiği- euronews röportajında, “Türkiye’nin problemleri çok daha yapısal, bir tek enflasyonu azaltarak çözülecek şeyler değil” dedikten sonra bu yapısal problemlerin neler olduğunu açıklıyordu: “Yolsuzluk, verimsizlik, teknolojiye yeterince yatırım yapılmaması, eğitimin durumu, kurumların kötüleşmesi…” diyerek.
Peki, bu yapısal problemler niye ortaya çıkıyor? Hadi yolsuzluğu anladık, işin içinde para var. Hukuk milletin parasını koruyamıyorsa, siz de helal haram dinlemiyorsanız anlaşılır bir sonuç. Tamam da diğer alanlarda bozulmaya neden izin veriliyor? Kurumların çökmesinde, eğitime boş verilmesinde, yönetimde rasyonalitenin kapı dışarı edilmesinde kimin menfaati var?
Aradığımız cevap galiba bütün bu sorunların birbiriyle bağlantılı olmasında. Hepsinin bileşik kaplar gibi çalışmasında.
Görüyoruz ki bir kurumda yolsuzluk varsa o kurumda zaten iyi yönetim de olmuyor, liyakat da gözetilmiyor, kurumsal gelenekler de önemsenmiyor. Şu ya da bu sebeple devlet yönetiminde hukukun dışına çıkılınca yine diğer bütün olumsuzluklar hemen sökün ediveriyor. İpin ucu bir yerden kaçtı mı gerisi geliyor.
Zaten yolsuzluk, liyakatsizlik, keyfi yönetim, kurumların çürümesi vs. temel işlevleri itibarıyla aynı kapıya çıkıyor. Mesela liyakatsizlik de bir tür yolsuzluk. Hak edenin yerine hak etmeyeni getirince kurumların yozlaşması da rasyonaliteden kopuş da yolsuzluk da kendiliğinden beliriyor.
Demek ki bir yönetim anlayışı veya bir siyasi zihniyet üretiyor bütün bu sorunları.
***
Mevcut iktidarın taşıdığı zihniyeti kastetmiyorum yalnızca. Her ne kadar 2017’den itibaren en büyük bayraktarı olmuş olsa da bu zihniyeti mevcut iktidar üretmedi. Seksenleri, doksanları hatırlıyoruz mesela.
Ama yirmi küsur yıldır tek başına iktidar olmanın avantajıyla, son dönemde de tek kişilik yönetim modelinin rahatlığıyla AK Parti çıtayı çok yükseklere çıkardı.
Göç politikamıza bakın mesela: Afganistan’dan çoban alıyoruz, Avrupa’ya doktor ve mühendis gönderiyoruz. Geçen yıl üç bin doktor yurtdışına gitmiş, bu yıl bu sayının dört bine ulaşması bekleniyormuş.
Burada tek mesele ekonomi değilse de neslinin en parlak zekaları arasından seçilen ve yıllarca okuyarak yetişen bir doktorun maaşıyla müstahdem maaşı arasında sembolik denebilecek bir fark var bugün.
Müstahdemin maaşı da açlık sınırının altında gerçi ama eğitimin, kariyerin, kişisel donanımın değersizleşmesi bambaşka bir sorun.
Dar gelirli vatandaş enflasyonun altında ezilmesin diye asgari ücrete sık sık zam yapıyorlar, sağ olsunlar.
Buna mukabil doktorun, mühendisin, mimarın maaşları veya esnafın kazancı aynı oranda artmadığı için eğitimli kalifiye çalışanın geliri her geçen gün asgari ücrete biraz daha yaklaşıyor.
Türkiye’deki “ortalama ücret” 2006’da asgari ücretin iki katıydı. Bugün aradaki fark yüzde 5 civarında. Demek ki Türk toplumunun bir orta sınıfı yok artık. Küçük bir zenginler zümresi var, bir de geri kalan yoksullar.
Son dönemde uygulanan politikalar hepimizi yoksullukta eşitledi. Bu politikaların arkasında toplumun orta sınıfını teşkil eden eğitimli seçkinleri hor gören bir anlayış mı var? Buna ihtimal vermek çok abartılı bir komploculuk olur ama netice itibariyle böyle bir kuşkuya yol açıldığı da ortada.
İşin gerçeği, bizim toplum olarak eğitime de eğitimli zümrelere de bir süredir eskisi kadar sıcaklık hissetmiyor oluşumuz belki. Baksanıza, dünyada öğretmenlerinin aldığı ücret en düşük seviyede olan ülkeler arasındayız. Eğitim konusunu önemseme seviyemiz bu.
Üniversitelerin ve üniversite mezunlarının sayısı dünya ortalamasının epeyce üstünde ama akademik üretim kalitesi yerlerde sürünüyor. Dünyadaki en iyi üniversiteler sıralamasında ilk beşyüze veya ilk bine bazı dallarda bir iki üniversitemiz girebiliyor, bazı dallarda ise hiçbiri giremiyor. Yine de eğitimin sayısal boyutuyla övünmekten geri durmuyoruz. Dağa taşa, köye mezraya fakülte açılmasını iyi bir şey zannediyoruz.
***
Takdir edeceğiniz üzere, bütün bunlar ekonomiyle ilgili sorunlar değil. Toplumda egemen durumdaki zihniyetin ürettiği çarpıklıklar. Onun için genellikle devlet yönetiminde izlerini fark ettiğimiz ehliyet ve liyakat sorununun aslında hayatımızın her alanında örnekleri var.
Geçenlerde bir tarikat şeyhinin vefatı vesilesiyle bir kere daha gördük: Tarikatlarda manevi rehberlik ve irşad makamı olduğu varsayılan şeyhlik postu hanedan sistemiyle tevarüs ediliyor. Bir şeyh efendi ölünce yerine geçecek kişi tarikatların çoğunda aile içinden çıkıyor. Oğullar, kardeşler, damatlar dışında bu göreve layık biri bulunamıyor. Tarikatlar veya tasavvuf konusunda görüşünüz ne olursa olsun burada bir liyakat sorunu olduğunu görmek zor değil.
Kimilerimiz tüyü bitmemiş yetimin hakkının bulunduğu devlet malına el uzatılmasını en büyük günah olarak görüyor ama yolsuzluklar, hukuksuzluklar günlük hayatımızın olağan pratikleri.
Hazine arazisini gasp edip üstüne bina diken vatandaşın ne kendisi yaptığının hırsızlık olduğunu aklına getiriyor ne de başkaları “Burada benim de hakkım var” diye düşünüyor. Çünkü modernite öncesi asırlardan bugüne taşıdığımız devleti bir ailenin mülkü sayma anlayışına göre millet değil, devleti yönetenler devletin sahibidir. Devlet bizim millet olarak sahip olduğumuz ortak hukuk çatısı değildir. Zaten burada millet yoktur, birbirine düşman veya rakip gruplar vardır.
Ve böyle bir toplumda siyaset, devleti “onların” mı “bizimkilerin” mi ele geçireceğine ilişkin bir mücadele demektir.
Bu yaklaşım dolayısıyla hukukun üstünlüğü veya kanun hakimiyeti kavramlarına da aşinalığımız pek yok.
Yasaların ve kuralların her şart altında herkes için geçerli olması gerekmiyor. Parayı veren düdüğü çalıyor. Mühür kimdeyse Süleyman o oluyor. Bu çifte standart yolsuzluğu da hukuksuzluğu da kurumsal çürümeyi de mümkün hale getiriyor. “Yapısal problem”lerin yolu işte böyle açılıyor.
..
Cihan Harbi’ne niye girdik
CUMARTESİ YAZILARI
Geçen haftaki ‘Cumartesi’ yazısında Kemal Tahir’in romanlarındaki bir “leit motif”ten bahis açmıştım: “Osmanlı’yı yıkan İttihatçılar” tekerlemesinden…
Bu cümleden olmak üzere, mesela, Esir Şehrin İnsanları’nda romancımız, Kâmil Bey karakterinin ağzından, “İttihatçıların savaş yorgunu Osmanlı İmparatorluğu’nu -bize hiçbir fayda getirmeyeceğini bile bile- bir oldubittiyle ‘Almanların yağma savaşına’ soktuklarını” söylüyordu.
“Ama böyle bir şeyi neden yapmış olsunlar ki?” diye sormuştum… Bunu bile sormayı akıl edemeden konu hakkında ahkam kesmek olur mu?
Böyle, şehir efsanesi tadında bir tevatür sağcısının solcusunun ağzında dolanıp durur yıllardır. İdeolojik tarih anlatılarının her kesimde kolaylıkla müşteri bulduğu bir toplumuz çünkü.
Bu hayali anlatıya göre, İttihatçılar işin sonunu düşünmeden bir maceraya atılıp devleti Almanların peşinden Cihan Harbi bataklığına sokmuşlar ve sonuçta altı asırlık imparatorluğun sonunu getirmişler.
Acaba gerçekten de Birinci Dünya Savaşı’na girmeme ve böylece makus kaderimizin önüne geçme imkânımız var mıydı?
Yahut savaşın dışında kalamasak bile Almanların safında yer almamayı tercih edebilir miydik?
Her halükârda İmparatorluğu ayakta tutmanın bir yolu bulunabilir miydi?
Sorulması ve cevabı verilmesi gereken sorular bunlar… Bu soruların sorulmasından imtina edilmesi ideolojik tarih anlatılarına bırakıyor meydanı.
Ama ortada bir sonuç var: Savaş kaybedilmiş. Öyleyse buna bir sorumlu bulmak lazım. “Müttefikimiz Almanlar yenildiği için bizim de yenilmiş sayıldığımız” açıklaması yürekleri soğutmuyor ne de olsa.
***
Aslında Devlet-i Aliyye’yi 1914’e kadar ayakta tutan dinamiğin büyük güçlerin Osmanlı arazisini paylaşmada anlaşamamaları olduğunu söylemek zorundayız.
Türkiye’nin bütün bir on dokuzuncu asrı devletin ömrünü biraz daha uzatabilmek için büyük güçler arasındaki çıkar çatışmalarını kullanmaya yönelik denge politikalarıyla idame ettirilmiştir.
Mısır’ı işgal eden Fransa’ya karşı İngiltere ve Rusya’yı, Kırım’ı işgal eden Rusya’ya karşı İngiltere ile Fransa’yı yanına çeken Osmanlı hariciyesi yirminci yüzyıl başlarında “ortak düşman” Rusya’nın karşısında Japonya ile ittifak ilişkisi geliştirmeye bile çalıştı.
Bilhassa İngiliz dış politikasının kendi çıkarları adına Rus yayılmasının Türk topraklarına yönelmesini durdurma veya sınırlama refleksi içinde hareket etme mecburiyeti Osmanlı’nın ömrünü uzatan en önemli faktör olmuştu.
Yüzyılın ikinci yarısında Fransa’nın Avrupa siyasetindeki etki alanı daralırken yüzyıl sonunda birleşik bir güç olarak sahneye çıkan Almanya agresif büyümesiyle tedirgin ettiği İngiltere ile Rusya’yı birbirine yaklaştırmış, bunun doğal sonucu olarak Osmanlılar da Berlin ile yakınlaşmayı tek seçenek olarak karşılarında bulmuşlardı. Abdülhamid yönetiminin zorunlu olarak benimsediği Almanya ile ittifak siyaseti yine aynı zorunluklar yüzünden İttihatçılar tarafından da sürdürülmüştür.
Birinci Dünya Savaşının gelip çattığı günlerde Rusya ile İngiltere’nin aynı safta buluşmuş olması itibarıyla Türkiye bu savaşın öznesi olmaktan ziyade nesnesi durumundaydı. Çünkü savaş her ne kadar Almanya’nın küresel ölçekteki İngiliz hegemonyasına meydan okumasının neticesi olarak ortaya çıkmış olsa da Osmanlı idaresi altındaki toprakların kaderiyle çok yakından ilgiliydi. Zira hem İngiltere hem de müttefikleri Ortadoğu coğrafyasını parselleyip ele geçirme hevesiyle yanıp tutuşuyorlardı o günlerde.
İngilizler bir taraftan en önemli sömürgeleri olan Hindistan’ın yol güvenliği, diğer yandan petrol bölgelerinin denetimi açısından bu topraklar üzerinde stratejik hesaplar yapmaktaydılar. Rusya’nın geleneksel sıcak denizlere inme politikası, Fransızlarla İtalyanların Akdeniz’in hegemonu olma hülyaları hep aynı kapıya çıkıyordu: Osmanlı’nın parçalanıp paylaşılması... Almanya dev bir savaş makinesi olarak hızla sahneye çıkıp eski pastanın büyük dilimlerine göz dikmemiş olsa ve savaş hiç patlamamış bile olsa Avrupalı büyük güçlerin bir an önce Osmanlı topraklarının paylaşılması için harekete geçecekleri muhakkaktı. Dolayısıyla “Bu savaşa girmeseydik imparatorluğumuz yıkılmayacaktı” edebiyatının nesnel bir dayanağı yok maalesef.
“Biz aslında bu savaşa girmezdik de İttihatçıların maceracılıkları ve Alman hayranlıkları yüzünden kendimizi içinde buluverdik” şeklindeki malum resmi anlatının hangi şartların gereği olarak üretildiğini unutup bugün bile tekrarlanıp durması büyük ayıp ve ciddi haksızlık.
***
Rus arşivlerinden çıkan belgeler, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından çok zaman önce Boğazların ve İstanbul’un işgal planları yapıldığını gösteriyor. Savaşın başladığı gün Rusya’nın İstanbul’u ve Boğazları işgale girişeceği muhakkaktı. Zaten Karadeniz’de askeri güç dengesi çoktan Rusya lehine bozulmuş durumdaydı.
Kemal Tahir ve benzeri Hamidistlerin kalemlerine doladıkları “Yavuz ve Midilli olayı”na öncelikle bu zaviyeden bakılması gerekir. Kurt Kanunu yazarının gayet iyi bildiği gibi, “Yavuz ve Midilli olayı”nın aslında Abdülaziz devrinde büyük yatırımlarla güçlendirilmiş olan donanmamızın Sultan Hamid devrinde gücünü kaybetmesine kadar giden bir arka planı vardır.
Amcası Abdülaziz’i tahttan indiren hükümet darbesinde Bahriye’nin de -Dolmabahçe Sarayı’nı denizden ablukaya alarak- önemli bir rol oynadığını gören padişahın darbe paranoyası Osmanlı donanmasını Haliç’e hapsedip çürütmesine yol açmıştır kimi tarihçilere göre. Hamid taraftarlarına göre ise Abdülaziz’in hesapsızca aldığı gemilerin bakım masraflarının yüksekliği Osmanlı ekonomisine kaldırılması zor bir yük oluşturduğu için böyle istenmeyen bir tablo ortaya çıkmıştır.
İşin gerçeği bu ikisinin arasında bir yerde olmalı. Çünkü Sultan Hamid’in saltanatının son yıllarında -artan Rus tehdidi karşısında giderek daha çok hissedilen askeri savunma ihtiyaçları dolayısıyla- donanmanın güçlendirilmesi yolunda girişimler tekrar başlatılmıştı.
Mamafih gerçek sebep ne olursa olsun mezkûr dönemde Osmanlı donanmasının büyük ölçüde ihmal edildiği ve gücünü kaybettiği ortadadır. Bunun sonucu olarak özellikle 1897 Osmanlı-Yunan savaşında ve 1912 Balkan Savaşı’nda donanmamız neredeyse hiç varlık gösterememiştir.
Osmanlı deniz gücünü etkili bir savaş aracı olarak yeniden canlandırmak için 1909’dan itibaren İttihatçılar harekete geçmişler; Almanya’dan, Fransa’dan son teknolojilerle inşa edilmiş savaş gemileri alma girişimlerine hız vermişlerdir. Bu çerçevede 1911’de İngiltere’deki bir tersaneye yüksek muharebe gücüne sahip iki kruvazör sipariş edilmişti. Bunun için ödenen para da “donanmaya yardım” kampanyasıyla halktan toplanan bağışlarla sağlanmıştı. Ne var ki 1914’te teslim edilmesi gereken gemilere İngiliz hükümeti “savaş tehdidi gerekçesiyle” el koydu.
İngilizler parası ödenmiş savaş gemilerimize el koyduğunda daha ortada ne savaş ilanı vardı ne de “Yavuz ve Midilli olayı”. Demek ki kurt kuzuyu yemeye karar vermişti.
Buna karşılık, döneminin en güçlü ve en hızlı gemilerinden Goeben dretnotu ile Braslau kruvazörünün Osmanlı donanmasına katılması Karadeniz’deki güç dengesini yeniden değiştirdi, Rusların İstanbul’u ve Boğazları işgal planını da suya düşürdü. Böylece bizim için savaşın daha başlamadan bitmesi demek olan en kötü senaryoyu engellemiş oldu.
Peki, “Yavuz ve Midilli olayı” hiç yaşanmasaydı ne olurdu?
.
Zamları kim yapıyor
Birden bire üzerimize bastıran zam yağmuru aslında ekonomistlerin beklediği bir şeydi. Çünkü ekonomide vermek için almak, almak için de vermek gerekiyor. Oy almak için verilenleri yerine koymaktan söz etmiyorum yalnızca. Belirli bir süreç boyunca kaybolan değerlerin bir yerden çıkarılması da gerekiyor. Kimileri bütün bu kayıpların Karadeniz’de bulunan doğalgazla veya Gabar’dan fışkıran petrolle karşılanabileceğini ummuştu ama öyle olmadı. İğneden ipliğe her şeye gelen zamlar tek kaynağın vatandaşın cebi olduğunu gösterdi.
Son beş altı yıldır uygulanan ekonomi politikaları esas olarak bir yönetim zihniyetinin yansımasından ibaretti. Bu da anlaşılamadı. Çoğunluk kim olsa aynı sorunlar yaşanacaktı diye düşündü. Kimileri de başımıza gelenlerin uygulanan ekonomi politikalarıyla ilgisini kurmak istemedi. Dış güçlerin işi olduğuna inandı. Bütün bunlarla başa çıkabilmek için iş başındaki hükümetin etrafında kenetlenmek gerektiğini kabul etti. Söz konusu problemin sorumlusu olarak mevcut yönetimin yanlışlarını görenlerin bile bir kısmı “Onlar bozdu ama yine onlar düzeltebilir” görüşüne yatırım yapmayı tercih etti.
Nitekim seçim sathımailine girildiğinde iktidar kanadının ekonomide bozulanları yine kendilerinin onaracağına ilişkin vaatleri Mehmet şimşek ismiyle somutlaştırılarak sunulmuştu. Bunun da bir ölçüde etkili olduğu söylenebilir. Zira son tahlilde muhalefetin programında yer alan “Ekonomide yeniden rasyonel yönetimin tesis edileceği ve bilim dışı yaklaşımların terk edileceği” vaatlerini iktidar da sahiplenmiş oluyordu. İnsanların çoğu bunlara bakarak oy vermiş değil elbette ama genel anlamda muhalefetin vaatleriyle örtüşen bir beklentiyi iktidarın da üretebilmiş olması önemlidir. Bundan daha da önemlisi, gerek ekonomide gerekse başka alanlarda yaşanan sıkıntıların iş başındaki yönetim zihniyetiyle ilişkisinin kurulmamasıdır.
Bunun neticesi olarak “Kendi bozduğumuzu yine kendimiz tamir ederiz” vaadi bağlamında Mehmet Şimşek seçimden sonra göreve geldi ama bilhassa para politikalarının belirlenmesinde beklendiği ölçüde etkili olamamış göründü. Piyasaların beklentisinin altında belirlenen faiz oranları güven oluşturmaya yetmedi, kur yine fırladı, enflasyonun dizginlenmesinden ümit kesildi. Seçimden sonra Ortodoks ekonomi yönetimine dönülmesini bekleyenler boşuna beklediklerini düşünmeye başladılar. Bundan sonra Merkez Bankası’nın sembolik faiz kararlarıyla gidişatı durdurmak mümkün olamayacak. Yapısal önlemlere her zamankinden daha acil ölçüde ihtiyaç var.
Buna karşılık söz konusu yapısal önlemlerin yeterince gündeme getirilip tartışılmadığı ortada. Artık çok az sayıda ekonomi uzmanı bu konular üzerinde fikir beyan ediyor. Çünkü bunları konuşmanın bir anlamının olmadığını düşünüyor çoğu. İktidara destek veren ekonomi yazarları zaten ne yapılsa savunuyor, doğru yanlış diye ayırmıyor hiçbir icraatı.
Muhalefet kesiminde ise -yine yanlış bir muhalefet örneği olarak- işçiye, memura yapılan zamların enflasyonist etkisinden söz ediliyor boyuna.
Oysa muhalefetin işçinin, memurun maaşına yapılan iyileştirmelerden söz gelimi emeklinin neden aynı oranda faydalanamadığını sorması ve sorgulaması gerekirdi. Muhalefetten önce iktidarın diğer ortaklarının bu konuda inisiyatif alıp çözüm önermeleri dikkat çekici sayılmalı.
Öte yandan, asgari ücrete yapılan zamlara gelinceye kadar hangi yanlışların milli bütçede hangi deliklere yol açtığını anlatmalıydı muhalefet.
Bugünü bırakın, seçim sürecinde bile bunları anlatmadı muhalefet. Daha doğrusu anlatamadı. İktidarın başarıyla yürüttüğü karşı kampanya sayesinde konu bir türlü oraya gelmedi çünkü. Ancak konunun bir türlü vatandaşın gerçek problemlerine getirilmemesi iktidarın başarısı olduğu kadar muhalefetin de başarısızlığı demektir.
Önümüzdeki süreçte ise öncekinden çok daha zorlu bir sınav bekliyor muhalefeti.
.
Kemal Tahir romancı olsaydı
Kemal Tahir günümüz Türk edebiyatında ve belki ondan daha fazla Türk düşünce hayatında önemli etkilere sahip bir yazar. Komünist hareketle ilişkisi yüzünden uzunca süre hapiste yatan Kemal Tahir, Türkiye’ye özgü, yerli bir sosyalizm yorumuyla ve özellikle yakın tarihe ve Batılılaşma hareketine yönelik farklı yaklaşımlarıyla dikkati çekmiştir. Kemalist tarih tezine aykırı bir takım görüşleri savunduğu için sol kesimde şiddetle eleştirilen ve hatta bir anlamda afaroz edilen Kemal Tahir, sağ kesimde sempatiyle karşılanmıştır. Ancak sol kökenli aydınlar içinde de, yazarın –karşıtlarınca istihza ile “Tahirî” diye anılan- sıkı taraftarları ve takipçileri ortaya çıkmıştır. Kemal Tahir fanatikleri diyebileceğimiz bu ekip bir yana, günümüz aydınları Kemal Tahir’e karşı lakayt değiller. Yazarımızın kitapları hâlâ okunuyor, görüşleri hâlâ tartışılıyor.
Ya romancılığı? Bu konu da hâlâ tartışılıyor. Bir kesim özetle “Kemal Tahir iyi bir romancıdır, ama tarihçi olarak beş para etmez” diyor. Öbür kesim ise “Çok orijinal tarih görüşleri ortaya koymuş, Türkiye’nin sosyal yapısını çok iyi tahlil etmiştir, ama romancılığı zayıftır” diye fikir beyan ediyor. Beni sorarsanız, şahsen, ikinci görüşe yakınım. Zira, Kemal Tahir’in derdi, mesela Türkiye’nin Proust’u olmak değil, Ahmet Mithat Efendi geleneğini sürdürmekti zaten. Ne var ki romancımızın ne bu tercihini kabullenmek ne de bilhassa yakın tarihe ilişkin analizlerini onaylamak zorundayız.
Roman sanatını daha fazla ciddiye alsaydı -mesela hikaye kurgusuna boş vermeseydi, karakter yaratmaya özenseydi veya karakterlerin dünyasında derinleşseydi- belki de “büyük romancımız Kemal Tahir”den söz edebilirdik. Oysa şimdi yalnızca ilginç görüşlerinden bahsedebiliyoruz. O ilginç görüşlerin de en azından bir bölümü ciddi şekilde problemli.
***
Kemal Tahir ve romanları hakkında görüşüm aşağı yukarı böyleydi… Geçen gün, bir yerden aklıma düştü, “Esir Şehrin İnsanları”nı yeniden okusam dedim. Uzun yıllar olmuştur “üçleme”yi okuyup kapağını kapatalı. Bir vesile oldu, Yorgun Savaşçı’yı arada tekrar okudum yalnız. Aslında üçlemenin devamı olan Yol Ayrımı ile beraber...
Neyse, ‘Esir Şehir’leri çıkardım kitaplıktan…Zor bir işe sokuyordum kendimi. Çünkü Kemal Tahir’in arayışlarını ve düşünme çabasını önemsiyorum ama romancılığını aynı yere koyamıyorum.
Biliyorsunuz, yazarımız kendi düşüncelerini roman kahramanlarının ağzından köşe yazısı formatında anlatan “eski tarz” romancılardandır. Hangi eserdeki hangi karakterin “yazarın sözcüsü” olduğu da kolayca anlaşılır. ‘Esir Şehir’de bu görevi üstlenen kişi Kamil Bey.
Ve.. en az 25 yıl önce okuduğum Esir Şehrin İnsanları’ndan aklımda kalan “tarih analizleri” daha ilk sayfalarda yeniden karşımda… Romancımız, Kâmil Bey karakterinin ağzından, “Yavuz ve Midilli” olayından bahsediyor: İttihatçılar savaş yorgunu Osmanlı İmparatorluğu’nu -bize hiçbir fayda getirmeyeceğini bile bile- bir oldubittiyle “Almanların yağma savaşına” sokmuşlar!
Ama böyle bir şeyi neden yapmış olsunlar ki?
İşte bu noktada ister istemez birtakım komplo teorileri devreye giriyor. İngilizler, Almanlar falan… Kemal Tahir romanlarında bize bunları anlatıyor çoğunlukla.
İlginç görüşleri var yazarımızın ama bunlar tarihi gerçeklerle her zaman bağdaşmıyor. Mesela sürekli tekrarladığı “İmparatorluğu batıran İttihatçılar” diskuruyla, objektif eleştirinin ötesine geçiyor, klişe yargılarla fedakar bir aydın kuşağına toptan haksızlık ediyor bence. Bunu da asıl yapmak istediği Kemalizm eleştirisine alan açmak amacıyla yapıyor. Daha doğrusu İttihatçılık eleştirisinden Kemalizm eleştirisinin meşruiyetini istihsal etmeye çalışıyor.
Ne olursa olsun, İttihatçıları ve İttihatçılığı yakın tarihin günah keçisi yapan literatürün gelişiminde Kemal Tahir’in katkısı küçümsenemez.
Vezneciler’de, Sultan Hamid’in babasına hediye ettiği bir konakta doğmuş Kemal Tahir. Babası Yıldız Sarayı’ndaki marangozhanede görevli Hünkâr Yaveri Tahir Bey. Annesi de yine Sarayda, Abdülhamid’in kızı Naile Sultan’ın hizmetinde olan Abhaz asıllı bir hanımmış.
Kim bilir belki de hem annesi hem de babası Yıldız Sarayına mensup oldukları için, bir vefa duygusuyla, Sultan Hamid’e fazla toz kondurmayan romancımız “İttihatçıların devri iktidarında hayal kırıklığı içinde eski günleri özleyen” insanlara ise sık sık yer verir eserlerinde. 1908 devrimine katılmış veya destek vermiş olmaktan pişman olanlara da.
***
Araya başka işler de girdi, Esir Şehir üçlemesini yeniden okuma niyetimi gerçekleştiremedim. Çok da canım istemedi açıkçası… Bu bayram tatilinde ise yakınlarımın yazlığında tesadüfen “Kurt Kanunu” geçti elime, onu okudum bir kere daha. Hem de başından sonuna kadar.
İzmir Suikasti davası 1926’da asıl şeklini alan yeni rejimin neyin üzerinde kurulduğunu -ve aslında iktidar oyununun hiç değişmeyen karakterini- anlamak için önemli bir konu. Kurt Kanunu bu hadise üzerinden gerçekleştirilen büyük siyasi tasfiyenin mağdurlarının hikayesi. Ancak birkaç bakımdan problemli bir roman bu. Öncelikle roman tekniği bakımından. Ne yazık ki diğer bütün Kemal Tahir romanları gibi kurgusunda savrukluk olan bir metin var yine karşımızda.
Abdülkerim Bey’in hikayesiyle başlayıp Emin Bey’in hikayesiyle sonuçlanan, arada gereksiz uzatılan yan hikayelerle şişirilen ve yine gereksiz diyaloglarla soğutulan bir akış. Her zamanki gibi yedi göbekten İstanbullu beyzadelerin bile Çorum ağzıyla konuştuğu romandaki kahramanların karaktere dönüşememesi en büyük kusur elbette. Karakteri nispeten daha belirgin çizilmiş olan Abdülkerim’in ise ana hikâye ile ilgisiz ve adeta soft porno kıvamındaki maceralarının kapladığı yerin fazlalığı dikkat çeken bir sorun.
Ama en önemli kayıp, Emin Bey’in Dostoyevski karakterlerini aratmayan derinlikteki iç geriliminin yeterince işlenmeden yalnızca romanın son sayfalarında şöyle bir su yüzüne çıkması. Gerçek bir romancı buradaki trajik ikilemi eserinin ana ekseni yapardı. Kemal Tahir de bunu yapabilecek bir kumaşa sahiptir ama niyet roman yazmaktan ziyade tarih yazmak olunca, Kurt Kanunu büyük bir roman olabilecekken edebi değeri olmayan bir didaktik metin olmuş.
Bu metinde bulabileceğiniz tek şey, cumhuriyetin tesisi ve tek parti iktidarının teşekkülü süreçlerine ilişkin Kemal Tahir’in sıra dışı görüşleri. Mamafih burası da apayrı bir problem alanı.
En başta Kara Kemal’e Marksist perspektiften bir ekonomi politik çözümleme yaptırması... Sonra yine Kara Kemal’in ağzından İttihatçılığın güya özeleştirisi kabilinden, 31 Mart için “Bizim marifetlerimizden”, Mahmut Şevket Paşa suikasti için “Önceden haberdardık” gibi saçma laflar söyletmesi…
Saçma, çünkü en amansız ittihatçı düşmanlarının bile ciddiye almadığı bu suçlamaları İttihat Terakki’nin en önemli liderlerinden biri söylüyor!
Türkiye’deki iç siyasetin, dolayısıyla iktidar değişikliklerinin aslında dış güçler tarafından belirlendiği fikrini de Kara Kemal’e söyletiyor romancımız. “Selanik masonluğunun çoğu İngilizci… Buna karşılık Enver-Talat Almancı…” şeklinde gülünç iddiaların yanında konuyu Sovyetlere bağlamak için kullandığı iplik de fazlasıyla zayıf: “Sosyal adalet arayan Batı (Kara Kemal’in ağzından konuşan romancımız ‘komünist model’ demek istiyor) 1917’den sonra olduğu gibi etiyle kemiğiyle ortaya çıksaydı, biz Osmanlılar devlet eliyle adam zengin ederek kapitalist batıya benzeme çılgınlığından vaz geçerdik.”
Batı emperyalizmi, Kemal Tahir’e göre, Osmanlı devletini 1917’deki Bolşevik ihtilalinden etkilenmemizden korktuğu için alelacele parçalamıştır. 1917 olmasaydı bizi parçalamaya gerek duymayacaklardı...
Bunlar, tamam, çok ilginç görüşler ama ne akılla mantıkla ne de tarihi gerçeklerle bağdaşıyorlar. Hele İttihat Terakki’nin “küçük efendi”sinin ağzından edilen şu laflar: “İktidarı hak etmemiştik. İmparatorluk bu yüzden battı…” “Ne yaptıksa, iyi kötü, hep Almanların isteğiyle, onların desteği sayesinde, onların çıkarına yaptık.”
Hani bir zamanlar Fetullahçıların tv kanallarında yayınlanan diziler vardı. Karanlık Konsey toplantısının açılışında “Evet, arkadaşlar… Türkiye’yi bölüp parçalamak için sahneye koyacağımız kötülükleri gözden geçirmek için toplanmış bulunuyoruz…” diye konuşan adamlar vardı hani.
Ne farkı var Kara Kemal’e söyletilen lafların bunlardan?
.
Değişim için değişim’ neyi değiştirir?
Değişim hayatın özünde yer alan bir olgu. Daha doğrusu hayatın kendisi değişim demek. İnsan aynı ırmakta ikinci defa yıkanamaz diyen filozof bunu söylüyor.
Bir saniye sonra ne ırmak aynı ırmaktır ne insan aynı insan. Yine bir başka filozofun dediği gibi, bu hayatta değişmeyen tek bir şey varsa o da her an her şeyin değişmekte olduğu gerçeğidir.
Şu da var ki değişme dediğimiz olay iki yönde de olabilir. Gelişme de olabilir bozulma da. Büyüme de küçülme de.
Bununla birlikte, hangi alanda olursa olsun değişime direnmek, değişimi engellemeye uğraşmak beyhude bir çabadır. Mamafih hiçbir şeyi yerinde sabit tutmaya gücümüz yetmese de değişimin yönünü belirlemeye -belirli ölçülerde- imkân bulabiliriz. Rüzgârda denizin dalgalanmasına engel olamayız ama o dalgaların üzerinde sörf yaparak suya batmamayı becerebiliriz.
Değişmeme, yani aynı yerde kalma şansımız yok ama hangi yöne doğru yürüyeceğimize karar verme şansımız var.
Siyaset dünyasındaki değişim tartışmasına getireceğim sözü. Daha doğrusu “muhalefet dünyasındaki” arayışlara.
Seçimin sonucu itibarıyla muhalefetin topyekûn başarısız sayılması gerektiğine göre bugüne kadar uygulanan yöntemlerin de siyaset anlayışının da kadroların da değişmesi tartışılmaz bir zorunluluk. Ancak bu değişimin ölçüsü ve yönü de belirlenmeli. “Değişim için değişim” yaklaşımı arzu edilen sonucu vermeyebileceği gibi bugünü aratan bir tabloya da yol açabilir.
Yeri geldikçe tekrarlıyorum, ecnebilerin dediği gibi “Leğendeki kirli suyla birlikte içindeki bebeği de sokağa atmamak lazım.”
Millet İttifakının ortak adayı olarak Kılıçdaroğlu’nun aldığı yüzde 48 oranındaki oy, “sonuç itibarıyla” başarısızlık. Ama değişim yaparken muhalefeti yüzde 48 çıtasına ulaştıran birikimi çöpe atmak akıllıca olmaz.
Elbette yeter ki mevcut durum yerinde kalsın diye, ortadaki bariz sonuca rağmen “hiçbir şey olmamış gibi” davrananların mazereti olamaz buradaki incelik. CHP yönetimi için söylemiyorum. Ortadaki başarısızlık muhalefet blokunun müşterek malı olduğuna göre, hepsi için söylüyorum. Değişim tartışmasının CHP ile sınırlanması en büyük yanlış zaten. Yalnızca ana muhalefet partisinde gerçekleşecek bir değişimin muhalefetin bütünü için olumlu bir gelişme temin etme imkânı olamaz. Değişim konusunun hep birlikte ve aynı amaç doğrultusunda ele alınması gerekir ki bundan olumlu bir sonuç çıkabilsin.
Öte yandan, iktidar da kainattaki değişim yasasının gereklerinden muaf değil. Seçimi kazanmış olmak bu yasayı yürürlükten kaldırmaya yetmiyor. Nitekim hükümetteki bakanların nerdeyse hepsini “değiştirmek” kendi dışındaki değişimlerin zorunlu kıldığı bir adım. Heterodoks ekonomi modelinin terk edildiğinin ilanı da öyle.
AK Parti iktidarları veya Erdoğan her alanda kendi dışındaki değişimlere kendi içinde değişim gerçekleştirerek cevap veriyor. Söz gelimi İsrail ile, BAE ile, Sisi’nin Mısır’ı ile barışmak birçoğumuzca tutarsızlık, öngörüsüzlük veya ilkesizlik olarak görülse de aynı zamanda bir reddeden sonra değişim akıntısına karşı yüzmenin imkansızlığını yok sayamayan bir rasyonalite var burada. Değişim zarureti karşısında tutarsız veya ilkesiz görünmeyi göze alabilen bir siyasi pragmatizm.
Yine de iktidarın seçimden sonra futboldaki “Kazanan takım bozulmaz” anlayışıyla hareket edeceğini gösteren işaretler var. Kazanan takım derken seçimi kazandıran stratejiyi kastediyorum. Aynı stratejiyle “değişen şartlarda da” aynı sonucu almanın ise garantisi olmadığı malum. Yani cumhurbaşkanlığı seçiminde başarılı olan siyasetin belediye seçimlerinde aynı sonucu vermeme ihtimali var. Nitekim Erdoğan yüzde 52 alırken milletvekili seçiminde AK Parti oylarının 2002 seviyesine kadar gerilemiş olması vatandaşın desteğinin her durumda çantada keklik olmadığını gösteren bir örnek.
Değişim yasası biraz da budur, bir seçimi kazandıran strateji bir başka seçimi kaybettirebilir. Öyleyse AK Parti’nin de önümüzdeki yerel seçime doğru 14 Mayıs şartlarındaki değişimin ölçüsüne ve asıl önemlisi istikametine göre yeniden değişim adımları atması sürpriz olmaz.
Gerçi muhalefet blokunun bugün içine düştüğü dağınıklık, uyumsuzluk ve hedefsizlik ortamında iktidarın değişime hiç ihtiyaç duymadan yoluna devam etmesi de sürpriz olmaz.
Ancak, seçime daha sekiz ay var. Bu sürede daha çok şey değişecektir herhalde.
.
Bizim göçmen sorunumuz bize özgü
Fransa’da devam eden sokak eylemlerinin Türkiye’de de yaşanabileceğini ileri sürenler varmış. AK Parti sözcüsü Ömer Çelik’in açıklamasından ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bu yöndeki sosyal medya paylaşımlarla ilgili soruşturma başlattığı haberinden öğrendik bunu.
Başsavcılıktan yapılan açıklamada “Son günlerde Fransa’da meydana gelen olaylar ile ilgili olarak benzer olayların ülkemizde yaşayan mülteciler açısından da olabileceği yönünde halkı kin ve düşmanlığa tahrik içeren, yanıltıcı, gerçek dışı ve yanlış algı oluşturarak kamu düzenini ve kamu barışını bozmaya yönelik provokatif ve manipülasyon içeren paylaşımlar…” ifadesi kullanılıyor.
AK Parti’li Ömer Çelik ise “Son günlerde bazı siyasetçi, gazeteci ve yorumcular, Fransa’da yaşanan son hadiseler üzerinden sığınmacıların Türkiye’de de benzer çatışmalara yol açabileceği iddiasını dile getiriyorlar. Türkiye’nin insani değerlere dayanan göç politikası ile Fransa’nın sömürgeci politikalarına ve ırkçı şiddete duyulan tepkiyi mukayese etmek, şuursuz ve kötü niyetli bir yaklaşımdır” diye bir tweet attı.
Hassas bir konu bu… Dolayısıyla hükümetin hassasiyetini anlamak gerekir. Mamafih ülkemizdeki sığınmacıların durumunun ileride birtakım asayiş problemlerine yol açabileceği kaygısını taşıyan herkesin kötü niyetli olduğunu varsaymak doğru mu?
Fransa’daki olayların arkasındaki sosyolojik faktörlerin Türkiye’deki göçmen meselesiyle benzerliği yok. Bu bir gerçek. Ama Türkiye’nin kendine ait bir göçmen meselesi olduğu da başka bir gerçek. Bu konunun “tabu”ya dönüştürülmesi çare değil. Üzerinde konuşup tartışıp ortak bir çözüm yoluna yönelmemiz lazım.
Daha önce de defalarca dile getirmeye çalıştım: Ülkelerindeki iç savaştan kaçan Suriyeli sığınmacıları Türk milleti bağrına bastı. Ne var ki aradan geçen zamanda bu insanların geleceğine ilişkin hiçbir vizyon ve hiçbir somut politika üretilmedi. Ülkedeki sığınmacılar konusunun bugüne kadar ciddi bir sosyal krize dönüşmemiş olması Türk toplumunun olgunluğu ve tarihi tecrübesi itibarıyla geliştirebildiği empatik yaklaşım sayesinde mümkün oldu. Ancak mesele bir devlet politikası çerçevesinde ele alınmayınca bazı toplum kesimlerinde doğal olarak oluşan huzursuzlukların kontrol edilebilmesi zorlaştı.
Suriyeliler haricinde ise, son birkaç yıl içinde Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden gelen dikkat çekici sayıdaki “18-30 yaş arası erkek” göçmen kitlelerinin durumu ise ayrıca izaha muhtaç bir mesele iken, konuyu ısrarla hükümet politikalarının dışındaki bir alana çekmeye çalışmak çok yanlış bir yaklaşım olur.
Elbette sığınmacılarla ilgili sıkıntılar öncelikle iş başındaki hükümetin sorumluluğu altında olan bir konu. Ancak muhalefetin bu konuda şimdiye kadar göstermiş olduğu yaklaşımın da tatmin edici ve topluma güven verici nitelikte olduğunu söylemek mümkün değil. Nitekim seçimde bunun neticesini gördük. İlk tura kadar adeta görmezden gelinen bir problemin ikinci tur öncesinde en abartılı şekilde ele alınması seçmende olumlu bir karşılık oluşturmadı.
Geniş seçmen kitlesinin muhalefet cephesinde gördüğü neydi: Bir yanda “muhalif” olma iddiasındaki bir kesimin ateşe benzin dökerek sosyal bir krize zemin hazırlamaya açık sorumsuzluğu, öbür yanda ise muhalefetin başka bir kesiminin böyle bir sorun yokmuş gibi davranması ve topluma bir çözüm vaadinde bulunmaktan imtina etmesi…
Yine her fırsatta şu hususu vurgulamaya çalışıyorum: Toplumda her geçen gün büyüyen göçmen hassasiyetinin sebebi ne göçmenlerin kendisi ne de bu ülke insanının değerleri. Asıl problem ülkedeki göçmen veya sığınmacı varlığına ilişkin olarak rasyonel ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmemiş olması.
Halihazırda nüfusunun yüzde onu civarında bir göçmen kitlesine sığınak olan Türkiye Avrupa’da “göçmen bakanlığı” bulunmayan az sayıda ülkeden biri. Bunun üzerine başka ne söylenebilir?
Birinci problem politikasızlık. İkinci problem ise bu politikasızlığın ideolojik tartışmalarla örtülmeye çalışılması.
Suriyeli sığınmacıların büyük bölümünün ülkede kalıcı olacağını “sokaktaki adam” da biliyor ve söylüyor. Bunu söylemek siyaset üretmek değil. Siyaset üretmek kalacaklar için de gidecekler için de program ve proje hazırlamakla olur.
Diğer yandan, Suriyeli sığınmacılar meselesinin ideolojik tartışma konusu yapılması, argümanların bilhassa ümmet, ensar, muhacir vs. kavramlarıyla ifade edilmeye çalışılması bazı kesimlerde farklı kaygılar uyandırıyor. Hükümetin bu kaygıları da giderecek adımlar atması, ekonomide olduğu gibi bu alanda da rasyonel siyaset diline geri dönmesi gerekiyor. Hamaset dili sorun çözmüyor.
.
Modern mitolojiler, yerli ve milli anlatılar
CUMARTESİ YAZILARI
Mitoloji eskilerin hikayeleridir. Esatir’ül-evvelin. Bu hikayelerde evrenin, dünyanın, doğanın kökeni, yapısı, işleyişi hakkında eski toplumlardaki inanışların, kavrayışların, anlayışların metaforik anlatımları veya sembolik temsilleri yer alır. Bir anlamda mitoloji toplumsal değerlerin alegorik (temsilî) hikayelerin içinde somutlaştırılması demek.
Mitoloji insan yaratıcılığının en anlamlı ürünlerinin başında gelir. Çünkü bilimin, sanatın, hatta bugünkü şekliyle din kurumunun henüz teşekkül etmediği devirlerde insanoğlu yaşadığı dünyayı anlamlandırabilmek için ihtiyaç duyduğu kendi içinde tutarlı bir anlatıyı mitler aracılığıyla kurmuştur.
Böylece bilimin ve sanatın ilk şekilleri mitler olmuştur. Bu bakımdan kimi düşünürlere göre beşeriyetin gelişmesinde en önemli faktör dil yetimiz sayesinde edindiğimiz mit yaratma kabiliyetimiz olmuştur.
Aynı zamanda atalarımızdan tevarüs ettiğimiz inanç ve düşünce kalıpları demek olan mitler karanlık bilinçaltımızın aydınlatılmasında da işe yarayabilecek araçlar olarak görülmüştür. Freud mitleri kullanarak kişilerin bilinçaltındaki nevrozları, Jung ise toplumların ortak hafızasındaki arketipleri bulmaya çalışmıştı.
Peki, bugün “eskilerin masalları” tamamen hayatımızdan çıktı mı? Bilimin, sanatın, felsefenin ve dinin sistemleşmesi sonrasında mitlere ihtiyacımız kaldı mı? Daha doğrusu, yeni mitler üretmeye ihtiyacımız var mı? Galiba ihtiyacımız devam ediyor. Çünkü modern zamanlarda da modern mitolojiler ürettiğimiz bir hakikat.
Homo sapiens ırkı olarak bugün antik çağlarda yaşamış atalarımızın zihin dünyasından epeyce uzakta olsak bile insanı insan yapan özelliklerimizi koruyoruz. Mit üretimini de sürdürüyoruz. Ne bilim ne sanat ne felsefe ne de din engel olabiliyor buna.
Önce mitolojiyi oluşturan unsurlar tek tek üretiliyor. Siyasi liderler de popüler sanatçılar da yüksek edebiyatın temsilcileri de dini figürler de fani giysileri soyulup mitik kişiliklere dönüştürülüyor. Mesela, edebiyat okuru bile olmayan insanlarda gördüğümüz Nazım Hikmet hayranlığı veya Cahit Zarifoğlu sevgisi “kişileri mitleştirme” ameliyesinin ürünleridir.
Aşık Veysel, Ahmet Kaya, Hazreti Ali, Che, Atatürk, Hacı Bektaş, Yılmaz Güney posterleri olurdu eskiden bazı berber dükkanlarında. Şimdilerde ise sosyal medya mecralarında yüksek edebiyat temsilcilerinin posterlerine rastlıyoruz.
Daha da ilginci, bazı popüler mizah dergileri ilave olarak veriyor bu posterleri. İslamcı veya muhafazakâr denilen yayınlarda ise -tv dizisi de yapılan- Yedi Güzel Adam “efsanesi” yaşatılıyor. Poster düzenlemelerinde ise Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu gibi “yerli ve milli” figürlere Aliya İzzetbegoviç ve Cat Stevens gibi “ümmet büyükleri” eşlik ediyor.
Bunlar muhakkak ki kendi alanlarında çok değerli isimler. Ancak yan yana dizilen posterler üzerinde topluca ifade ettikleri anlam kendi değerlerinin ifadesini aşan bir mesaj içeriyor. Kapsamlı bir anlatının unsurlarına dönüşüyor her biri.
Aynı şekilde yan yana dizilen Menderes, Özal, Erdoğan resimleri bu isimlerin tek tek temsil ettiği anlamların ötesinde bir anlam kazanıyor; yerli ve milli liderlerin dış güçlerin hedefi olduğuna dair anlatının ifade aracı oluyor.
Peki, son zamanlarda adaylık tartışmaları bağlamında sıkça dile getirilen “siyasetçinin bir hikayesi olması” ne demek? Bizim gibi sıradan bir insanın mitik bir karaktere dönüştürülmesi demek. Kişilerin mitleştirilmesi için bütüncül bir anlatının kahramanı olmalarının gerekmesi demek.
Mamafih bu bütüncül anlatının aynı zamanda bir “büyük anlatı” içinde anlam ifade etmesi de lazım. Her şeyi açıklayan, her soruya cevap veren bir anlam setinin yani. Bu büyük anlatıya ister mitoloji ister ideoloji deyin, fark etmez. Çünkü ideoloji ve mitoloji birbirinden ayrı alanların kavramları değil aslında.
Günümüzün mitolojileri ideolojilerdir, desek yeridir. Biliyorsunuz, ideoloji günlük dilde çoğunlukla siyasi doktrin anlamında kullanılıyor olsa da sosyal bilimler terminolojisinde anlamı daha geniştir. Bir toplumun değerlerinin bütünü kastedilir ideoloji derken. Bu anlamda antik toplumların mitolojisi ile modern toplumların ideolojisi aynı şey değilse de benzer şeylerdir. Her ikisi de birtakım toplumsal ihtiyaçlara cevaben üretilen/inşa edilen yapılardır.
Fransız göstergebilimci Barthes’ın “Mitolojiler” diye bir eseri var. Rahmetli Tahsin Yücel “Çağdaş Söylenler” diye çevirdi. Yani modern mitolojiler. Birtakım popüler kültür ürünlerinin veya gündelik yaşayışımızdaki bazı rutinlerin toplumsal iletişim yapıları içerisinde kendi asıl anlamlarından daha fazlasını temsil edebildiğini anlatıyor o kitapta Barthes.
“Paris Match’ın bir sayısı. Kapakta, Fransız üniforması giymiş genç bir zenci, gözleri yukarıda, hiç kuşkusuz üç renkli bayrağın bir kıvrımına dikili, asker selamı veriyor” diyerek bir berber dükkanında yaşadığı deneyimi aktaran Barthes’ın düşüncesince, kapağına Fransız bayrağını selamlayan bir siyahi asker fotoğrafını koyan dergi, bununla bize şunu söylemektedir: “Fransa büyük bir imparatorluktur, renkli renksiz tüm oğulları bayrağının altında bağlılıkla hizmet eder, sözde sömürgecilik suçlayıcılarına, bu zencinin sözde sömürücülerine hizmet etme çabasından daha iyi bir yanıt olamaz.”
Bu dergi kapağında kullanılan fotoğraf gibi sıradan nesneler, bağlamına göre, kendi basit anlamlarının ötesinde ideolojik anlamlar (mitler) üretiminin bir parçası olarak işlev görebilirler yapısalcı göstergebilimciye göre.
Yapısalcı göstergebilimin kurucusu Saussure dildeki gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin sebepsiz (rastlantısal) olduğunu ortaya koymuştu. Mit üretiminin dilsel göstergeye yeni bir katman eklemek olduğunu düşünen Barthes ise, kökleri dilin içinde olmakla birlikte, mitlerin birer gösterge sistemi olarak belirli bir amaç doğrultusunda yaratıldığını ve burada gösterilen ile gösterenin ilişkisinin sebepsiz olmadığını savunur. Mitlerin görevi bir dünya görüşünü doğal bir gerçek gibi görmemizi sağlamaktır. Yani fikirleri ve inançları insanlar tarafından yaratılmış şeyler olarak görmemize engel olur mitler. Barthes’ın kendi sözleriyle mit “insan eylemlerinin karmaşıklığını ortadan kaldırır, onlara özlerin basitliğini verir.”
Mitolojiler yazarına göre mitin gücü etkileyiciliğinde ve şaşırtıcılığındadır. Bu özelliği miti çürütebilecek her türlü rasyonel açıklamadan çok daha güçlüdür. Demek ki mit amacını gizlediği için değil, amacını doğallaştırdığı için iş görür.
Özetleyecek olursak, bazı kavramlar kendi başlarına ifade ettikleri anlama karşılık belirli bir anlatının içinde yer aldıklarında bambaşka bir anlam ifade edebilirler. Bugünlerde çokça kulağımıza gelen “İhalarsihalar”, nas, LGBT kavramları gibi…
.
Başarısızlığın sebebi sağcı partiler mi?
Salı günü bu sütunda çıkan bir önceki yazıda millet İttifak içindeki sağ partilerin seçimde AK Parti ve MHP tabanlarından kayda değer miktarda oy çekemediğini hatırlatıp “Bu cephedeki hatalar, kusurlar, yetersizlikler konuşulmadan muhalefetin seçimdeki başarısızlığını değerlendiremeyiz. CHP yönetiminin yanlışları kadar Masa’daki ortaklarının zaafları da analiz edilmeli” demiştim.
Mamafih şunu kimse gözden kaçırmamalı: Kılıçdaroğlu veya CHP sağ partilerle ittifak yaptı diye seçimi kaybetmiş değil. Bilakis sağ partilerle ittifak yaptığı için seçim kazanma potasına girebildi. Bunun da kendi başına bir başarı sayılması gerektiği açık. Tabii, yüzde 48’i temin eden dinamiklerin muhafazası ve geliştirilmesi doğrultusunda bir siyaset benimsenirse, ulaşılan bu başarı çıtasının anlamı olur. Bunun yerine seçimdeki başarısızlığa günah keçisi arama yolu tercih edilirse onca çabanın üzerine bir bardak soğuk su içilir, konu kapanır.
Seçim sonrasında muhalif kesimin genelinde sergilenen tutumu üzüm yemeye yönelik bir çaba olarak görmek zor.
Seçime CHP çatısı altında giren dört partinin çıkardığı milletvekili sayısıyla ilgili tartışma bağlamında “Getirdiklerinden fazla vekil aldılar”, hatta “CHP’yi dolandırdılar” gibi suçlamalar -ortamın psikolojisi dolayısıyla çok fazla kabul görmüş olsa da- hem asıl meselenin konuşulmasını zorlaştıran hem de haksızlık içeren bir yaklaşımın tezahürü.
Seçimden hemen sonra yazmıştım: Saadet, Gelecek, DP ve DEVA’nın seçime CHP logosu altında girmeleri iyi fikir değildi. Belki en önemli hatalardan biri buydu. CHP yönetiminin “Meclis çoğunluğunu kazanmak için ittifak olarak daha fazla milletvekili kazanmalıyız” diyerek baskı yapması sonucunda adı geçen partiler bu hatayı işlediler. Ama şimdi de hak etmedikleri kadar vekillik aldılar diye suçlanıyorlar. Oysa karşı çıkılması gereken ittifaktaki ortakların vekillik sayısı değil, izlenen yanlış siyaset olmalıydı.
Aslına bakılırsa, seçimin kazanılması durumunda işletilmesi planlanan bir politikanın gereği olarak milletvekili adaylarını “çatı parti” listesinde gösterdi söz konusu dört parti. Mecliste müttefik sağ partilerin bir ya da birkaç grubunun bulunmasını ortak yönetim vizyonunun bir boyutu olarak önemsiyordu Kılıçdaroğlu. Ayrıca ittifaklar için özel olarak düzenlenmiş olan yeni seçim yasasının da mecbur bıraktığı bir yoldu bu. Bunun için de kendi logolarıyla seçime girmek isteyen partiler ikna edildi.
Ne var ki CHP’li bir ittifaka ancak “bu partiler orada olduğu için” oy vermeye ikna edilebilen “CHP’ye mesafeli sağ seçmenin” önüne altı ok logosu koymanın birtakım ciddi riskleri olduğuna o günlerde dikkat çekmiştik.
O günün atmosferinde fazla dikkate alınmayan sakıncalar seçimde ciddi bir problem oluşturdu. Seçimin kaybedilmesi sonrasında ise dört partinin vekil sayısı o zaman bu meseleye hiç kafa yormak istemeyen muhaliflerin gözlerine batar hale geldi.
Söz konusu partilerin seçimde arzu edilen performansı gösterememiş oldukları bir gerçek ama başarısızlığın tek suçlusu gibi gösterilmeleri doğru değil. Ayrıca kimi CHP yöneticilerinin bu kesimin ittifaka katkısının yüzde sıfır ile yüzde bir arasında olduğu şeklindeki beyanları en hafifinden kafa karıştırıcı.
Dört partinin ve adaylarının çatı partisine temin ettiği katkının sayısal olarak hesaplanması zor tabii. Ancak bu partilerin geniş sağ seçmen kitleleri nezdinde CHP’ye ve ittifakın ortak adayına sağladığı siyasi meşruiyetin sayısal olarak hesaplanmaya kalkışılması da yanlış olur.
Sayısal açıdan bakıldığında bile, meselenin müttefik partilerden ziyade CHP ile ilgili olduğu görülebilir.
CHP bir önceki seçimde aldığı oyu yüzde iki buçuk oranında arttırmış durumda. Ancak daha detaylı olarak bakılırsa aslında ciddi miktarda oy kaybının olduğu görülüyor. İlk turda Sinan Oğan’a ve Muharrem İnce’ye oy verenlerin yanı sıra kasıtlı olarak geçersiz oy kullanan bir milyon seçmenin iktidar yanlısı olmadığı ortada. Kamuoyu araştırmacıları TİP’e giden -yüzde 2’ye yakın- oyun da çoğunlukla CHP kökenli olduğunu düşünüyor.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda Sinan Oğan’a verilmiş veya geçersiz kullanılmış olan oyların büyük bölümü ikinci turda geri kazanılmış görünse bile bu defa da katılımda düşüş yaşandı, biliyorsunuz.
Yani ilk turda Kılıçdaroğlu’na oy verenlerin bir kısmı da ikinci turda vermediler. Bunun başlıca sebebi aradaki farkın on beş gün içinde kapanabileceğinden ümit kesilmesiydi herhalde. Dolayısıyla seçmenlerin bir kısmı sandığa gitme zahmetine katlanmadılar.
İkinci turda sandığa gitmeyenlerin tamamının muhalif seçmen olduğunu söylemeye imkân yok belki ama Konda’nın sandık analizine göre katılımdaki düşüşün en yoğun olduğu bölgeler Batı Marmara, Ege gibi CHP oylarının nispeten yüksek olduğu yerler.
Diğer yandan, 14 Mayıs’ta oyları 2002 seviyesine düşen AK Parti’nin kaybettiği seçmenin muhalefet blokuna geçmek yerine Cumhur İttifakı içinde kalmasının Millet İttifakı’nın sağ bileşenlerinin cazibe eksikliğiyle ilgili bir durum olduğu muhakkak. Ne var ki söz konusu “dört sağcı parti”nin oy katkısının büsbütün yok sayılması haksızlık olur. Sayısal olarak bile.
Ne olursa olsun, “CHP ayağına pranga olan sağ partilerle ittifakından kurtulup kendi siyasi programıyla halkın karşısına çıkmalı” diyenlerin hayal ettikleri Türkiye gerçekte var olmayan bir Türkiye.
.
Mevcut iktidardan memnun CHP’liler
Millet İttifakının ortak adayı Kılıçdaroğlu esas itibarıyla milliyetçi muhafazakâr sağ seçmenden gerektiği kadar yüksek oranda bir destek alamadığı için seçilemedi. Çünkü bizim toplumumuzdaki baskın siyasi eğilim sağdadır. Sağdan oy alamadan iktidar yolu açılmaz.
Millet İttifakı CHP ile sağ muhalefetin işbirliğine dayalı bir hareketti gerçi ama ittifakın sağ kanadı beklenen başarıyı gösteremedi; AK Parti ve MHP tabanlarından kayda değer miktarda oy çekemedi.
Bu sonuçtan dolayı ittifak içindeki sağ partileri suçlayanlar haksız değiller elbette. Bu cephedeki hatalar, kusurlar, yetersizlikler konuşulmadan muhalefetin seçimdeki başarısızlığını değerlendiremeyiz. CHP yönetiminin yanlışları kadar Masa’daki ortaklarının zaafları da analiz edilmeli.
Ne var ki esas olarak “sağ kesimden yeterli oy gelmemesi” realitesine dayanan söz konusu başarısızlığın bir sebebi de “CHP solu”nun sağ seçmeni aslında bu işbirliğinin hiç de cazip olmadığına ikna etmiş olmasıdır.
***
Altılı masanın teşekkülü yalnızca siyasi açıdan değil, Türkiye’deki toplumsal kutuplaşma ikliminin zayıflatılması gereği bakımından da değerli bir fırsattı. Her ne kadar öncelikle siyasi aritmetiğin ve konjonktürün gereği olarak bir araya gelmiş olsalar da farklı kültürel/ideolojik arka planlara sahip partilerin farklılıklarını bir yana bırakıp milletin selameti adına iş birliği masasına oturabilmiş olmaları önemli bir imkândı.
Buna karşılık tam da kutuplaşma ikliminin etkisiyle bu iş birliği masasını kabullenmekte zorlanan birileri de vardı. Sokaktaki adamdan söz etmiyoruz. Belirli bir camiada kanaat önderi konumunda görünen aydınlardan, yazarlardan söz ediyoruz.
Söz gelimi belirli bazı yayın organlarında çıkan ve “Altılı masanın sağcı partilerini” hedef alan yazılarda kendilerini söz konusu masanın sahibi gibi gördükleri anlaşılan kimi kalemler masadaki beş partiyi “masadan atmakla” tehdit etmekten geri kalmıyorlardı.
İYİ Parti için “ırkçı otoriter siyasetten gelen”, Saadet için “Demokratik Rejim karşıtı şeriatçı hayalleri olan”, Demokrat Parti için “Demokratik Rejimi tahrip eden Demokrat Parti ile adı bile aynı olan parti”, Gelecek ve DEVA için ise “Bu siyasal kâbusu başımıza getirenlerin lider kadrosu tarafından kurulan öteki iki küçük parti” ifadelerinin kullanıldığı yazılar kaleme alınıyordu.
***
“Sağcılardan oy almak uğruna Atatürk’ün kurduğu partiyi Atatürk düşmanlarına teslim ettiniz” suçlaması en çok tekrarlanan ezberlerden biriydi söz konusu kesimde.
Oysa bu “Atatürk düşmanları” kategorisi o kadar geniş ki bu yüzden CHP oyları 1970’lerden bu yana bir türlü yüzde yirmiler bandının üzerine çıkamadı. Milletin yüzde seksenini onca zamandır “Atatürk’ün kurduğu parti”den uzak tutma başarısını (!) göstermiş bulunan bu zümrenin bugünkü CHP’deki yenilenme çabalarına da Atatürkçülük adına itiraz etmeleri sürpriz değil.
CHP’yi toplumun geniş kesimleriyle buluşturmanın “gerçek anlamda sol bir siyaset izlemekle” veya “gerçek anlamda Atatürkçü bir siyaset izlemekle” mümkün olduğunu savunup duranlar bunu bir türlü başaramadılar. Toplumun geniş kesimleriyle diyalog ve iş birliği içinde kitle partisi siyaseti izleyen bugünkü yönetim bunu başardı. Kılıçdaroğlu “dostlarla birlikte iktidar” siyasetiyle işlevsel bir muhalefet bloku inşa ederek muhalif seçmenin ortak hareket etmesini sağlayabildi. Bu sayede CHP İstanbul ve Ankara belediyelerini çeyrek asır sonra AK Parti’nin elinden aldı.
Buna karşılık o günlerde “Ekrem İmamoğlu yeterince Atatürkçü değil, Mansur Yavaş yeterince solcu değil” diyerek bu siyasete itiraz edenlerin sesi hiç kesilmedi. Bu sesler kulaklarda uğuldamaya devam ederken girdiğimiz 14 Mayıs ve akabinde 28 Mayıs seçimlerinde milliyetçi muhafazakâr sağ seçmenin Millet İttifakı’na teveccühünü sağlamak kolay değildi.
Durumu özetleyerek söylemeye çalışırsak, CHP seçmeninin değil ama CHP camiasında bir kesimin ilk günden bu yana AK Parti’ye “eşleri başörtülü diye” karşı olmasıyla Erdoğan yönetiminin ikinci on yılda otokrasiye yönelmesine yönelik itirazların büyüttüğü sağ muhalefet kan uyuşmazlığı yaşadı. Mevcut iktidara karşı oluş gerekçeleri aynı değildi çünkü.
Bunun neticesinde geniş sağ kesimden arzu edilen oy geçişi gerçekleşmediği gibi, CHP camiasında da -herhalde sağ siyasetle bir arada olmayı sindirmenin zorluğu yüzünden- Millet İttifakı’na destekte ciddi fireler görüldü. Öyle ki “Banyo terliğini bile aday yapsalar oy vereceğiz” diyenlerin bir kısmı bile Kılıçdaroğlu’na oy vermedi.
Şimdi bütün bu ahval ve şerait altında, “CHP’nin yenilenmesi” konusu tartışılıyor…
Otokrasiye karşı parlamenter sisteme dönme, kuvvetler ayrılığını ve rasyonel yönetimi yeniden tesis etme gibi amaçlar doğrultusunda Altılı Masa’da yer alan muhalif partiler ile iktidardaki AK Parti ve MHP arasında hiçbir fark görmeyen bir zümrenin bu tartışmalarda sesinin yine çok çıkması “Cumhuriyeti kuran parti”nin geleceği adına ne yazık ki ümit verici bir alamet değil.
.
Macaristan tecrübesini hafife almışız
Aşağıdaki yazıyı yedi sekiz ay kadar önce kaleme almış ama birtakım sebepler yüzünden yayımlamamıştım. Bu sebeplerin ilki galiba o sıralarda gündemin bir anda değişmesi ve başka bir konuya eğilme zaruretiydi. Ancak bu ertelemenin asıl sebebi yanlış anlaşılma endişesiydi. Gazete yazarı kimliğiyle buradaki eleştiri ve uyarıları ifade etmenin maksadı doğru anlaşılmayabilirdi. Artık yanlış anlaşılacak bir durum kalmadığı için “aslında buraya nereden ve nasıl geldiğimizi” bir kez daha hatırlatmak üzere o yazıyı şimdi paylaşmak istedim...
***
Geçtiğimiz aylarda Macarların popülist başbakanı Orban’ın altı partili muhalefet ittifakına karşı kazandığı seçim zaferi Türkiye’de de gündem olmuştu. Macaristan seçiminin bu derecede ilgimizi çekmesini daha çok iki ülke liderleri arasındaki benzerliklere bağlayarak şunları yazmıştım o zaman:
“Macar Başbakanı Orban popülist politikalarıyla bütün dünyanın dikkatini çeken bir siyasi figür olarak zaman zaman bizim cumhurbaşkanına benzetiliyor. O da tıpkı Erdoğan gibi sık sık özellikle Batı kamuoyunun tepkisine yol açan birtakım açıklamalar yapıyor. Ülkesindeki muhalefete, basına ve sivil topluma karşı sert önlemlere başvuruyor. Yargıyı kontrol altında tutmakla suçlanıyor. AB üyesi bir ülkenin lideri olmasına rağmen Rusya ile ilişkilerine özel önem veriyor. Kovid aşısını bile Alman veya İngiliz firmalarından değil, Rusya’dan ve Çin’den aldı. Muhaliflerini dış güçlerin destekçisi olmakla suçluyor. Batı ülkelerinin kendisini devirmek için uğraştığını savunuyor. Aslına bakarsanız iktidara ilk geldiği zamanlar epeyce ‘Batı yanlısı’ bir siyasetçiydi Orban. Sonradan ülkede yaşanan sıkıntıların sorumlusu olarak dış güçleri işaret etmenin faydasını keşfetti. Popülizme yöneldi.”
***
Öte yandan, iki ülkenin muhalefet blokları arasındaki benzerliklerin ise neredeyse altı sayısından ibaret olduğunu savunmuştum o vakitler. Çünkü Macaristan’da muhalefet insicamdan mahrum durumdaydı. Tavanda teşkil edilen ittifak tabanda karşılık bulamamıştı. Muhalefet bloku içindeki bazı partilerin kendi aralarındaki anlaşmazlık ve çekişmeler iktidarla olan ihtilaflardan daha derindi. Çünkü aşırı sağdan aşırı sola çok geniş bir yelpaze söz konusuydu. Dolayısıyla ortak bir dil geliştirmeyi başaramamışlardı. Ortak aday konusunda da ancak halkta karşılığı olmayan bir kişi üzerinde mutabakat sağlanabilmişti.
Macaristan seçimleri sırasında bizdeki muhalefet bloku ise çok farklı bir yapı gösteriyordu. Asgari uyum sağlanmıştı, az çok dil ve politika birliği vardı. Tabanda da tavanda da seçimi riske atabilecek derecede bir çelişki yoktu. Üstelik burada 2018 ve 2019 seçimlerinde ittifak problemsiz çalışmıştı. 2019 yerel seçiminde çok önemli bir başarı da sağlanmıştı.
Altılı Masa bu yönleriyle Macaristan’daki altılı masanın zaaflarını taşımıyor görünüyordu. Ne var ki son zamanlarda bizdeki masa da Macar muhalefet blokunu gitgide daha çok andırmaya başladı.
Bir süredir özellikle temel problemler konusunda Altılı Masa olarak ortak bir tutum geliştirme eğilimi terk edilmiş gibi görünüyor. Bunun yerine muhalefet partilerinin her birinin kendi siyasi hesaplarına uygun ayrı ayrı tutumlar sergilemesi ister istemez Macaristan’da yaşanan tecrübeyi hatırlatıyor.
Olmayacak şeyler oluyor… Biri hiç kimseye sormadan HDP’ye bakanlık veriyor. Öbürü ortaklarına haber vermeden masaya yeni üye kaydediyor. Muhafazakâr taban için çok kritik ve hayati bir mesele olan başörtüsü konusunda biri yasal düzenleme talebiyle ortaya çıkıyor, öbürü “Bu kapanmış bir yara, kaşımayın” diyerek itiraz ediyor. Birinin medyası öbürünü itibarsızlaştırma kampanyası yapıyor, öbürünün destekçileri diğerini masadan atmakla tehdit ediyor.
Böyle olmaz… Bu gidişin sonu iyi olmaz…
***
Bütün bunlara bir dur denmesi lazım ki muhalefet bloku bir iktidar alternatifi olarak varlığını sürdürebilsin, siyaset sahnesinde kalabilsin.
Büyük ümitlerle ve karşılıklı fedakarlıklarla oluşturulan Altılı Masa’nın şimdilerde seçim sonrasının hesaplarına dalıp Uhud’daki okçular gibi ganimet paylaşma heyecanıyla boşaltılması tarihî bir fırsatı heba edecektir.
Büyük hedefler uğruna küçük amaçlardan vaz geçilmediği takdirde doğabilecek sonucun sorumluluğu taşınamaz bir yük olacaktır.
Bu olağanüstü süreçte kişisel ikbal planları, siyasi çıkar hesapları, ideolojik refleksler devreden çıkarılmazsa hiç kimsenin vatanseverlikten söz etmeye hakkı olmayacaktır.
Bunun için yine masadaki liderlere görev düşüyor. Bu dağınıklığı ortadan kaldırma yolunda gerekirse ellerini taşın altına koymak suretiyle gereğini yapmazlarsa kaybeden herkes olacak çünkü.
Liderleri bu işe zorlamak için ise kamuoyu baskısına da ihtiyaç var. Önümüzdeki seçimin Türk demokrasisi açısından “köprüden önceki son çıkış” olabileceğini kendilerine hatırlatıp parti siyasetini bir yana bırakmalarını, var güçleriyle ülke siyasetine yönelmelerini talep etmek gerekiyor.
.
Size lider mi lazım, kurtarıcı mı?
Muhalefet cephesinde seçimin ilk turundan beri moraller bozuk, sinirler gergin, kafalar karışık. İkinci tura da o dağınık psikoloji içinde girildi zaten. Ama şimdi artık sakinleşmeye çalışmak, “Biz nerede hata yaptık” diye düşünüp tartışmak gerekmiyor mu?
Bunu yapmak yerine alelacele suçlu aramaya çıkmak veya bütün meseleyi “Kılıçdaroğlu kalsın mı gitsin mi” tartışmasına indirgemek doğru mu?
Konuşulanlara bakarsanız, eleştiri adına “Kılıçdaroğlu niye aday oldu, onun yüzünden kazanamadık” cümlesi dışında söylenen bir şey yok. Analitik bir değerlendirme arayışı yok. İzlenen siyaseti, uygulanan stratejiyi, seçmeni harekete geçiren fikirleri, toplumdaki algıları, hassasiyetleri vs. konuşan kimse yok.
Siyaset değil konuştuğumuz. Fikirler değil, algılar değil, strateji değil, nerde yanlış yaptık değil, nasıl değişir değil.
İsimleri konuşuyoruz yalnızca. Ahmet gelirse, Mehmet giderse… Ama biraz da öyle olmak zorunda. Çünkü siyaset diline, gelecek vizyonuna, yönetim programına, yol haritasına oy vermiyor seçmenin çoğunluğu. Ahmet’e veya Mehmet’e veriyor.
Gelgelelim Ahmet’in, Mehmet’in donanımı, eğitimi, birikimi değil bizi kendisine çeken. Tuttuğunu koparması, bir. Bize benzemesi, iki. Yani aslında “biz” demek olmalı liderimiz. Ama aynada gördüğümüzden daha başarılı veya daha becerikli bir biz.
İktidarı, muhalefeti fark etmiyor. Sağcıda, solcuda fazla şey değişmiyor. Hepimiz her şeye gücü yeten bir lider istiyoruz başımızda. Bir kurtarıcı istiyoruz. Alsın götürsün bizi, başarıdan başarıya ulaştırsın. Destanlarda, masallarda, filmlerde, şiirlerde, hatta tarih kitaplarında olduğu şekilde…
Brecht gibi, “Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar? / E bir aşçı olsun yok muydu yanında?” diye sormak pek aklımıza gelmiyor. Mesele kazanma kaybetme meselesi olunca başarıyı da başarısızlığı da başka yere yormuyoruz.
“Kılıçdaroğlu yüzünden kazanamadık” diyen muhalifler de aslında “Bize kurtarıcı lazımdı. Kılıçdaroğlu iyi bir kurtarıcı değildi” demek istiyorlar sanki. O anlamda haklılar belki. Ancak halkın yüzde 48’inin oyunu alabilmiş bir adayın pekâlâ yüzde 50 de alabileceği -yani bu adayla da kazanmanın mümkün olduğu- düşünülürse meselenin tek başına ve kesinkes aday meselesi olmadığı görülebilir.
Yüzde 48’den, 50’den söz ediyoruz ama esasen seçimin yapıldığı günün şartları itibarıyla muhalefet blokunun çok daha yüksek oranda oy alabilmesi, adayın kim olduğunun da önemli olmaması gerekirdi.
Bunun gerçekleşmemiş olması bu süreçte izlenen siyasetin kusur ve zaaflarıyla izah edilmek durumunda herhalde.
Seçmenin yaklaşık yüzde yetmişini teşkil eden milliyetçi-muhafazakâr sağ kitlenin ancak sınırlı bir bölümünün altı ok amblemine mühür vurmaya razı edilebilmiş olmasıdır yaşanan hadise.
AK Parti’nin oyları 2002 seviyesine düşmüş olsa da Erdoğan sağın bütün renklerini bir araya getirerek oluşturduğu “iktidar bloku” sayesinde seçimin galibi oldu. Nitekim aynı modeli daha önce CHP de başarıyla uygulamış, sağ partilerle oluşturduğu “muhalefet bloku” İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını kazanmıştı.
Bu seçimde de Kılıçdaroğlu muhalefet blokunun adayı olarak yarışa girdi ama aynı başarı sağlanamadı. Bu olumsuz sonucu yalnızca adayın kimliğine bağlamak bazı problemlerin gözden kaçırılmasına ve dolayısıyla bunlara karşı önümüzdeki süreçte de hazırlıksız kalmaya yol açabilir.
Yüzde 70’lik kitlenin hassasiyetlerine yeterince cevap verememek en başta…
Seçim sürecinde HDP/PKK ve hatta FETÖ iltisakı suçlamalarına tatmin edici şekilde karşılık verilememiş olması bu sonucun ortaya çıkmasında bütün her şeyden daha fazla etkili olmuş görünüyor.
HDP’nin kendi adayını çıkarmayıp Kılıçdaroğlu’na destek vermesi, Demirtaş’ın -nasıl oluyorsa- cezaevinden günde üç kere tweet atıp sürekli gündemde kalması ve bu arada Kandil’deki terör elebaşılarının alışılmadık tuhaflıktaki mesajları Millet İttifakına yönelik suçlamalara inandırıcılık kazandırdı. Muhalefetin ciddiye alınacağına pek ihtimal de vermediği bu suçlamaların bütün iletişim kanalları devreye sokularak sürekli ve sistemli olarak devam ettirilmesi durumu değiştirdi.
Burada Kılıçdaroğlu’nun da kabahati var, diğer beş partinin liderlerinin de.
Gerçi her şeye rağmen yine de sonucun böyle olacağını çoğu kişi tahmin etmiyordu ama bu durum siyasetçinin ve bilhassa liderlerin sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor.
Muhalefet seçimde başarısız oldu. Bunun tartışma götürür yanı yok. Mamafih, ecnebilerin dediği gibi, leğendeki kirli suyla beraber içindeki bebeği de sokağa atmak gerekmiyor.
Sonuç muhalefet blokuna başarı getirmedi ama farklı gelenekleri temsil eden altı partinin aynı amaçla bir araya gelebilmesi, ortak hükümet programı üzerinde uzlaşma sağlamaları ve nihayet bir ortak cumhurbaşkanı adayı çıkarabilmeleri -sonucu değiştirmeye yetmemiş olsa da- bundan sonraki süreçte atlama taşı yapılabilecek bir “başarı” değil mi?
Hatalar eksikler belirlenip yine bu noktadan yola devam edilmesi gerekmez mi?
Yüzde 48 elbette başarısızlık. Ama bu yüzde 48 aynı zamanda korunması gereken bir kazanım değil mi?
Bu yüzde 48’i yüzde 50 yapmanın yolunu aramak gerekmiyor mu?
Kılıçdaroğlu’nun bundan sonra yeniden aday olması, hatta partisinin başında kalması söz konusu olmasa bile inşa ettiği siyaset modelinden ne muhalefet blokunun ne de CHP’nin bir anda vaz geçme lüksü var mı?
Ana muhalefet partisinde yönetim değiştiğinde “Helalleşme siyasetini terk ediyoruz, birleşe birleşe kazanma stratejisini çöpe atıyoruz, farklı toplum kesimlerine ulaşmak istemiyoruz, bundan sonra kendi yağımızla kavrulacağız” mı diyecekler?
Değişim de değişim deyip duran CHP camiasının bu hususta ne düşündüğü önemli.
.
Devleti ‘benim’seme zihniyetimiz
Sandık sonuçlarının netleşmesinin ardından kazanan tarafça “Seçim bitti, artık 85 milyon millet evladı bizim için birdir. Kimseye inancı, ideolojisi veya siyasi görüşü sebebiyle ayrımcılık yapmayacağız” şeklindeki demokratik mesaj bir kez daha yinelendi.
Seçim öncesinin diline nazaran bu olumlu bir değişim sayılabilir gerçi ama olması gereken bu zaten. İş başına gelen hükümet tabii ki yalnızca kendisine oy verenlerin değil bütün milletin hizmetinde olacaktır. Ancak bunlar söylenirken bir taraftan da şu lafları duymaya devam ediyoruz:
“AK Partili belediyenin etkinliğinde CHP’li şarkıcının işi ne?”
“Seçimde Millet İttifakına oy vereceğini söyleyen falanca sanatçı TRT’deki dizide nasıl oynayabilir?”
“Bizim paramızla onları besliyorsunuz!”
Gazetelerde TRT dizilerinde rol alan “muhalif” oyuncuların isim listeleri yayınlanıyor. Sosyal medyada kampanyalar yapılıyor, “Falancayı işten atın” diye.
(Belirli bir siyasi görüşü olmadığı halde günün atmosferine uyup anlamını bilmediği laflar edenlerin başına gelenler ayrı konu. Onlar bir şekilde kendilerini affettirip işlerine devam edebiliyorlar.)
Oysa belediye de TRT de devlet kurumu. “Falancalar buradan içeri giremez” demeye hakkı yok hiç kimsenin. Bu kurumların “Bizim paramız” dediğiniz bütçeleri ülkedeki bütün vatandaşların ortak hazinesinden geliyor. O para bütün vatandaşların ihtiyacı için harcanmak üzere o kurumları yönetenlere emanet edilmiş bir para. 85 milyonun hakkı var onda. Kendi partinizin çıkarı için, kendi taraftarınızın keyfi için harcayamazsınız.
Bunları söylediğinizde alacağınız cevap belli: İyi ama muhalefet partilerinin yönettiği belediyelerin programlarında da AK Partili veya MHP’li sanatçılara yer verilmiyor.
Mesele yanlışı kimin yaptığı değil ki! Yanlış yanlıştır. Ayrıca bir devlet kurumu olan belediyeyi devletin kendisi olarak görmekten değil, hükümet karşıtlığını devlet düşmanlığı olarak nitelendirmekten kaynaklanıyor konuştuğumuz mesele.
Mamafih özellikle şu son sekiz on yılda mevcut iktidarı destekleyen toplum kesimleri nezdinde “devlet” ve “hükümet” kavramlarının giderek eşanlamlılık kazandığı bir vakıa olsa da burada herhangi bir siyasi grubun yaklaşımından ziyade bizim toplumumuzda baskın durumdaki bir zihniyeti ele almak zorundayız.
Bu zihniyet herhangi bir siyasi görüşün değil, Türk toplumunun tamamının davranış kodlarını belirliyor.
Söz konusu zihniyet sosyolojik anlamda millet olma aşamasına ulaşamamış topluluk zihniyeti. Burada aidiyetimiz geniş millet kimliğine değildir, küçük grup kimliklerinedir. Millet nosyonu gelişmediği için devlet nosyonu da gelişmemiştir. Milli varlığın siyasi çatısı olarak görmeyiz devleti. “Benim” saymayız. “Benim”semeyiz.
Devlet, bizim olmadığına göre, ele geçirilecek bir kaledir. Onlar ele geçireceğine bizimkiler ele geçirsin dediğimiz güç kaynağıdır. Bu yüzden kurumların iyi yönetilmesi değil “bizimkiler” tarafından yönetiliyor olması tercih edilir.
Bizde seçime yüksek katılımın sebebi de demokrasiye duyulan iştiyaktan ziyade, seçimin devleti ele geçirme aracı sayılmasıdır. Belli toplumsal şartlar itibarıyla modern millet hakimiyeti anlayışının gelişemediği zihinlerde devlet hâlâ bize ait olmayan, bizim dışımızda bir varlıktır.
Buna göre millet değil, devleti yönetenler devletin sahibidir. Zaten burada millet yoktur, birbirine düşman gruplar vardır. Ve böyle bir toplumda siyaset “yegâne güç ve zenginlik kaynağı olan” devleti “onların” mı “bizimkilerin” mi ele geçireceğine ilişkin bir mücadele demektir.
Bu yüzden seçim sandığı mühimdir. Siyasi angajmanların kolayca değişmemesinin de sebebi budur.
Siyasi angajmanlar kişisel tutumlardan ziyade aidiyetlere dayanır. Seçim de devleti kimin daha iyi yöneteceğini belirleme işi değildir. Devleti kimin ele geçireceğinin belirlenmesidir.
Demek ki siyasetin yapısının değişmesi için zihniyetimizin değişmesi gerekiyor önce.
.
Meclis Başkanı niye tarafsız olsun?
TBMM Başkanlığına seçilen Numan Kurtulmuş dışarıdan da görüldüğü gibi kibar, saygılı bir insan; öyle kavgacı veya ağzı bozuk siyasetçilerden değil. Demek ki devletin en prestijli postlarından biri için “yine” ılımlı bir profil tercih edilmiş. Burası işin olumlu yanı.
Kurtulmuş 2002’den bu yana parlamento çoğunluğunu elinde bulunduran AK Parti’nin adayı olarak seçilen dokuzuncu başkan. İlginç bir detay: Bu dokuz başkandan yedisi hukukçuydu. Binali Yıldırım’ın bu makama getirildiği 2018-2019 dönemine kadar Meclis Başkanı’nın hukuk nosyonuna ve donanımına sahip olmasını gözetiyordu AK Parti. Numan Kurtulmuş bu kuralın ikinci istisnası oldu.
Ancak Numan Bey hukukçu değilse de ılımlı kişiliği ve pozitif iletişimiyle bu göreve uygun biri aslında. Gelgelelim bugün parlamentonun siyasi ve idari sistem içindeki yeri eskisinden çok farklı olduğu gibi Meclis Başkanlarının rolleri de eskisinden çok farklı.
Daha çok sembolik bir rol bu. Sembolik olmadığı durumlarda da siyasi iktidarın meşruiyet sağlayıcısı olması gerekiyor. Bu minvalde geçen dönem yaşanan tatsız örnekleri hatırlatmaya gerek yok ama geçen hafta Meclis çatısı altında gerçekleşen faaliyetlerin sembolizmine dikkatinizi çekmek isterim:
Cumhurbaşkanlığı kabinesinde görev alan yeni bakanlar TBMM genel kurulunda yemin ederek görevlerine başladılar mesela.
Bakanlar niye mecliste yemin ederler? Çünkü o göreve meclis seçerdi onları daha önce.
Milletvekillerinden oluşan Bakanlar Kurulu meclisten güven oyu almak zorundaydı. Herhangi bir bakan -veya bakanların tamamı- gerektiğinde meclisin güvensizlik oyuyla görevden alınabilirdi de.
Şimdiki bakanların meclisle hiçbir ilgileri yok. Milletvekilleri bakan olamıyor zaten. Cumhurbaşkanının atadığı bakanların meclisten güvenoyu alması gerekmiyor, meclis tarafından görevlerine son verilmesi de söz konusu değil. Öyleyse niye mecliste yemin ediyorlar?
Meclisteki yemin töreni esnasında kendi kendine bu soruyu soran olmuş mudur acaba?
“Yüce Meclis”in üyesi olarak her bir milletvekilinin sorması gereken bir soru daha var: “Meclis Başkanı gereken hallerde cumhurbaşkanına vekâlet ederdi önceki sistemde. Neden?”
Sorunun cevabı bazit aslında: Çünkü devletin en yüksek organı, Cumhurbaşkanlığının ardından, Meclis’tir. Çünkü halkın oylarıyla seçilmiştir. (Üstelik Türkiye’deki meclis milli mücadeleyi yönetip cumhuriyet rejimini kuran güçtür.)
Bugün ise cumhurbaşkanının vekili kendi atadığı yardımcısı. Memur statüsünde biri yani. Neticede halkın seçmediği bir kişi. Peki neden seçilmiş bir kişiye verilmiyor bu görev? Neden cumhurbaşkanına meclis başkanı vekâlet etmiyor artık? Yüzde 50+ oy ile seçilmiş biri varken diğer seçilmişlere çok da prim vermemek için herhalde.
İyi ama bürokrat statüsündeki bir Cumhurbaşkanı Yardımcılığı makamının varlığı da çok problemli bir durum. Her ne kadar söz konusu göreve yeni atanan Cevdet Yılmaz bu postta oturmaya layık bir siyasetçi olsa da mesele isim meselesi değil. Bu seviyedeki bir görevin seçilmiş olmayan birilerine tevdi edilmesi son derece yanlış ve sakıncalı.
Söz gelimi ABD’de Başkan Yardımcısı olacak kişi Başkan adayı ile birlikte seçime girip seçilir. Bizde niye böyle yapılmıyor? Hiç kimseye ikinci adam rolü vermemek için herhalde. Ama bu sistemik problemler doğuran bir eksiklik.
Peki, iktidarın Beştepe’de temerküz ettiği ve Meclis’in yetkilerinin çoğunun ortadan kalkmış olduğu bugünkü sistemde Meclis Başkanı’nın rolü ne olabilir?
Numan Kurtulmuş sanki bu soruya cevap verircesine, TBMM Başkanlığına seçildiği oturumda yaptığı teşekkür konuşmasında, “Türkiye Yüzyılı olarak adlandırdığımız dünyada sözü güçlü gücü tesirli olma mücadelesine hep birlikte TBMM olarak omuz vereceğiz” dedi. Yani “tarafsız başkan” olarak, kendi partisinin seçim sloganıyla mesaj verdi. Bu arada Erdoğan’ın “Türkiye’nin lideri” olarak seçildiğini de vurguladı.
Hadi, bunları ağız alışkanlığına verelim. Ama bilahare Meclis Başkanlığı görevini geçici başkan Devlet Bahçeli’den devralırken de “Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ı yeniden seçtiği ve Cumhur İttifakına meclis çoğunluğu verdiği için” millete teşekkür etti.
Artık bu kadarına da ağız alışkanlığı demek zor tabii. Demek ki millet iradesinin tecelligâhı olan Meclis’in yürütme organından bağımsızlığının “Meclis Başkanı’nın şahsında temsili” hususunda daha fazla hassasiyet gerekiyor.
.
Kendisi muhalefette, fikirleri iktidarda!
Seçmenin yüzde 52’si mevcut iktidarın ülkeyi yönetmeye devam etmesine, Millet İttifakı partilerinin ise muhalefette kalmalarına karar verdi. Burası net. Gelgelelim seçimde halkın oyuna sunulan ve netice itibariyle seçmen çoğunluğundan onay alan fikirler de kadrolar da -sanki sandıktan tam aksi yönde bir karar çıkmış gibi- iktidar mevkiinden uzaklaştırılmış görünüyor.
Şöyle anlatayım: Seçimde biz Türk halkı olarak hükümetin ekonomi yönetimine geçer not verdik. (52 sayısı 48’den büyük olduğu için sonuçta hepimiz aynı kararı vermiş olduk.) “Faiz sebep enflasyon sonuç” görüşünün doğru olduğuna.. “Nas” sebebiyle tabela faizinin düşürülmesi gerektiğine.. Dolar kurunu yerinde tutmak için sürekli döviz borçlanıp bunları sönmemesi gereken bir fırına atarak yakmanın yanlış olmadığına karar verdik.
Yani yüzde 52 buna karar verdi. Yüzde 48 ise uygulanan ekonomi politikalarının yanlış olduğu görüşüne destek verdi. Ama en nihayet yüzde 52’nin desteğiyle iş başına gelen hükümet yüzde 48’in görüşlerini uygulayacağını açıkladı!
Halkın çoğunluğu Bakan Nebati’nin temsil ettiği ekonomi anlayışının uygulanmaya devam edilmesi yönünde bir irade ortaya koyduğu halde Nebati’nin yerine Altılı Masa’nın ekonomi anlayışını temsil eden Şimşek getirildi.
Biraz kafa karıştırıcı bir durum…
Üstelik, yalnızca ekonomi alanında görülen bir şey de değil bu kafa karıştırıcı durum.
***
“Atanmış bir devlet memuru olarak” siyasi açıklamalar yapıp Kılıçdaroğlu’na “Siz kimsiniz, ne olduğunuzu zannediyorsunuz?”, Akşener’e “Siyasi çapsızlık yapmasın”, Davutoğlu’na “Allahtan kork” diye seslenebilen Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay da gitti.
Parti toplantısındaki “Vur de vuralım, öl de ölelim” sloganlarına “Onun da zamanı gelecek, bekleyin” yanıtını veren Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar da gitti.
“Millet İttifakı’na giden her oy teröre nefes olur. 14 Mayıs akşamı ya şampanya patlatıp bunu sabaha kadar kutlayanlar olacak ya da temiz alnını secdeye koyup Rabb’ine hamd edenler olacak” ifadeleriyle bölücülüğün nasıl yapılacağını gösteren Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da gitti.
“Evet, sel 15 canımızı aldı ama toprak da suya kavuştu” diyen Tarım ve Orman Bakanı Vahit Kirişçi de gitti.
Deprem bölgesinde Erdoğan konuşma yaparken soğuğun altında kürsünün önünde bekleyen çocuklardan birinin başından kapüşonunu ve beresini çıkardığı görüntülerden hatırladığımız Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu da gitti.
Şanlıurfa’da bir okul müdürünü, “Buraya bir basketbol sahası yapılmaz mı? Siz ne biçim adamsınız ya? Siz ne iş yapıyorsunuz? Para istediniz de para mı vermedik?” diyerek azarlayan Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer de gitti.
“Bunlar gelirse erkekler erkeklerle, insanlar hayvanlarla evlenecek” diyerek halkın çoğunluğunu ikna eden, “Seçimi biz kazanamazsak bunu darbe kabul ederiz” sözleriyle de muhalif seçmene mesaj veren İçişleri Bakanı gitti.
Yüzde 52 Süleyman Soylu’nun işini iyi yaptığına, söylediklerinin doğru olduğuna karar vermişti. Ama neticede Bakan Bey’in siyaset tarzını beğenmeyen yüzde 48’in dediği oldu. Kabinedeki görevlerinden ayrılan diğer bakanlar için de aynen geçerli bu durum.
Bu işte bir terslik yok mu?
***
Yüzde 48’in dediği oldu derken ironi yapmaya çalışmıyorum. İroni seçimin ardından ortaya çıkan siyasi manzaranın kendisinde.
Düşünsenize, önceki kabinedeki bakanlardan yalnızca ikisi kaldı görevinin başında. Nöbet değişimi diyebilirsiniz buna tabii. Ancak bu kadar geniş ölçekli bir nöbet değişimi hiçbir yerde olmaz. Başarı kazanmış -çünkü seçim kazandırmış- bir kadro komple değiştirilmez. Futbol takımında da şirket yönetiminde de değiştirilmez. Demek ki burada bir başarı görmüyor bakanları toptan değiştiren irade. Ya da oyların çoğunluğunu almış olma başarısını hükümet icraatıyla ilişkilendirmiyor belki.
Bakanların zaten seçimde milletvekili adayı yapılmış -yani kabinenin değişeceğine önceden karar verilmiş- olması da çelişkiyi ortadan kaldırmıyor. Ona bakarsanız, seçimden önce “Yeni dönemde rasyonel ekonominin geri getirileceği”, hatta “Eski AK Parti’nin politikalarına dönüleceği” yolunda da açıklamalar yapılmıştı. Aslında daha o günden ortaya konulan yaklaşım seçmenden oy isterken hükümet icraatına pozitif bir referansa gerek görülmediğiydi.
Peki, burada bir ironi var mı? Bilmiyorum.
.
Harp hiledir’ siyaseti
İktidar partisi seçim kampanyasını rakiplerinin PKK ve FETÖ’den talimat aldığı, LGBT’ci olduğu gibi tuhaf iddialar üzerinden yürütüyor. Kendi dönemlerinde memleketin başına gelen tahribat gündeme gelmesin diye akla hayale gelmeyecek konular ortaya atıp bunları tartıştırmaya çalışıyorlar.
Esas olarak mevcut siyasi iktidarın kaderini oylayacağımız önümüzdeki seçimi sanki “PKK’ya evet mi hayır mı” sorusunun cevaplanacağı bir referandum gibi göstermek istiyorlar. Bu akıllıca kurgulanmış siyasi stratejiyi ellerindeki bütün iletişim kanallarını senkronize şekilde seferber ederek uyguluyorlar.
Bunun yanısıra, neye dayandığı belli olmayan her türlü suçlama havada uçuşuyor: Bunlar başörtüsünü yasaklayacak, bunlar Diyanet’i kapatacak, bunlar Ayasofya’yı kilise yapacak…
Açıkçası, belden aşağı yöntemler kullanılarak bir siyasi mücadele yürütülüyor. Ancak bu siyasi mücadelenin güya Türkiye’nin bekası ve dünyaya İslam’ın hâkim kılınması gibi yüce hedefler doğrultusunda yürütülen mukaddes bir dava olduğuna inanmamız isteniyor.
“Yalanla, dolanla, iftirayla mı hizmet ediyorsunuz davanıza” denildiğinde yaptıklarını savunmak için “Harp hiledir” hadisini ileri sürüyorlar.
Buna karşı “Siz kendi vatandaşlarınızla savaş halinde misiniz? Seçim demek milletin ülkeyi hangi kadroların yöneteceğine karar vermesi demek değil mi?” gibi sorular sormak beyhude. Yürüyebilecekleri başka yol kalmadı çünkü.
Bu arada, dini ve milli hassasiyetlerini istismar ederek harekete geçirdikleri belirli bir kitleyi yaptıklarının meşruiyetine ikna etmiş durumdalar. Daha da kötüsü, belirli bir kitleyi ulvi bir amacı gerçekleştirmek için her yolun mübah olduğuna inandırmış durumdalar. Evet, tanıdık bir mantık. Vaktiyle FETÖ üyeleri de bu mantıkla kumpaslarını meşru görüyor ve göstermeye çalışıyorlardı.
Şimdi de birileri, rakiplerinin söylemediği sözleri söylenmiş gibi göstererek propaganda yapıyorlar.
Yetmiyor, rakip partinin logosuyla sahte afişler, taklit broşürler hazırlayıp dağıtmakta beis görmüyorlar.
Hatta miting meydanlarında sahte reklam filmleri gösteriyorlar. Erzurum’da CHP’liler birbirlerini taşladı diye resmî açıklamalar yapılıyor.
Ve maalesef “Harp hiledir” gerekçesiyle yapılıyor bütün bunlar...
Aslında savaş taktiği anlamına gelen “hile” (hud’a) kavramının yer aldığı hadis rivayetinin sıhhatiyle ilgili tartışma bir yana, Peygamberimizin bizzat katıldığı savaşlarda dahi “hile” denebilecek bir davranışı olmadığını İslam tarihi kaynakları bildiriyor. Bedir’de de Uhud’da da sahabelerin mertçe dövüştükleri anlatılır bu kaynaklarda.
Savaşları bırakın, Hz. Peygamber getirdiği mesajdan dolayı kendisini yok etmeye çalışan Mekke müşriklerine karşı mücadelesinde hangi hileyi yapmış acaba?
Söz gelimi “Ebu Süfyan dış güçlerin adamı” diye bir iddia mı ortaya atmış?
Söz gelimi “Ebu Cehil LGBT’ci” diyerek en büyük hasmını karalamaya mı çalışmış?
Söz gelimi “Ebu Leheb terörist” suçlamasıyla taraftarlarını konsolide etmeye mi uğraşmış?
Haşa, elbette yapmamış. Ama siz bütün bunları, üstelik Ebu Cehillere, Ebu Leheblere karşı da değil, hiçbiri sizden daha az Müslüman olmayan kişilere karşı yapıyorsunuz. Sonra da “Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır” ayetini okuyup parti olarak bu uğurda mücadele ettiğinizi söylüyorsunuz.
Bu işte bir terslik var. Siz ya okuduğunuzu anlamıyorsunuz ya da ne yaptığınızı bilmiyorsunuz.
Rakiplerinizi karalamak için ortaya attığınız suçlamaların vebali bir yana, şunun şurasında ülkenin cumhurbaşkanını ve meclisteki milletvekillerini belirlemek için yapılacak bir seçimi “Hak ile batılın savaşı” diye göstermeye çalışmak düpedüz dinin istismarı demek. Yani kendi süfli çıkar kavgana Allah’ın dinini alet etmen demek.
Mümin ve mütedeyyin bir insanın bunu bilerek yapması asla düşünülemez herhalde. Çünkü dine bundan daha büyük bir kötülük ve saygısızlık yapılamaz.
Öyleyse her bakımdan yanlış ve her bakımdan tehlike arz eden bu siyaset dilini bir an önce terk etmek gerekir.
Ayetleri, hadisleri günlük siyasi ihtiyaçların karşılanması için kullanılan sarf malzemelerine indirgememek de gerekir bu arada.
Eğer 14 Mayıs’ta savaşa değil seçime gidiyorsak, yani o gün ülkemizi hangi kadroların daha iyi yöneteceğine karar vereceksek -bunu söylemek günahkâr bir kardeşinize düşmeyebilir belki ama- iman sahiplerinin Kitap’taki başka bir ayeti hatırlamaları daha doğru görünüyor:
“Allah size emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir” (Nisâ, 58).
.
HDP neden Kılıçdaroğlu’nu destekliyor
İktidar kanadı cumhurbaşkanlığı seçiminde HDP’nin Kılıçdaroğlu’nu tercih etmesini “Millet İttifakının PKK ile işbirliği içinde olduğu” iddiasına dayanak yapıyor. Zaten ilk günden beri “Altılı Masa’nın yedinci ortağı” propagandasını bütün gücüyle ve bütün unsurlarıyla sürdürüyor. Buradan yola çıkarak da “Bize oy vermezseniz terör örgütüne oy vermiş olursunuz” diyor vatandaşa.
HDP’nin diğer bazı sol partilerle beraber “Emek ve Özgürlük İttifakı” içinde seçime girdiğini de gözlerden gizlemeye çalışarak Millet İttifakına oy verirsek HDP’ye oy vermiş olacağımızı söylüyor. Bu yüzden seçimlerin vatanseverler ile vatan hainleri arasında gerçekleşeceğine inanmamızı istiyor.
Millet İttifakını oluşturan partilerin bölücü terör konusundaki bilinen tutumlarını da yok sayıyor. “Bunlar iktidara gelirse terör örgütleri ülkemizi işgal edecek” şeklindeki akıl ve mantık dışı bir iddiayı seçim kampanyasının temel argümanı olarak kullanıyor. Aynı şekilde “Bunlar iktidara gelirse erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla, insanlar hayvanlarla evlenecek” iddiasını da sürekli gündemde tutuyor.
Kendi açısından doğru da yapıyor. Zira böylelikle seçim sürecinde ülkenin asıl meselelerinin gündeme gelmesine engel oluyor. Bu hükümet döneminde yaşanan ekonomik krizin, hayat pahalılığının, işsizliğin, artan yoksulluğun, ayyuka çıkan yolsuzlukların, hukuksuzlukların konuşulması önlenmiş oluyor. Pandemide vatandaşına maske veremeyen, orman yangınlarını söndüremeyen, depremde enkaz altında kalan insanları kurtarmak için harekete geçemeyen bir hükümet “Altılı Masa’nın yedinci üyesi PKK” diye ortaya bir laf atarak milletin aklını karıştırmak suretiyle koltuğunu koruma hesabı yapıyor.
Peki, öyleyse HDP niye cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlu’nu destekliyor? Çünkü başka alternatifi yok. Seçim sathımailine girilirken Cumhur İttifakı ile karşılıklı yoklamalar yapıldı gerçi ama sonuç alınamadı.
Hatırlanacağı üzere, bazı HDP sözcüleri her iki ittifak ile de aynı mesafede olduklarını ve her ikisiyle de iş birliğinin eşit derecede mümkün olduğunu söyleyip durdular uzunca bir süre. Daha yakın bir zamanda HDP’nin cezaevindeki eski liderinin hastanedeki yakınlarını ziyaret etmesi için özel uçak ve helikopter tahsis edilmesi dikkat çekti. Öcalan ile görüşme trafiği ise malum.
HDP cenahının iktidar çevresinin getirdiği işbirliği önerilerine peşinen hayır cevabı vermemiş olması siyasetin doğası gereğidir. Keza AK Parti’nin HDP ile işbirliği arayışı içine girmesi de siyasetin realiteleri bakımından yadırganacak bir tutum değil.
Bu işbirliğinin iktidar partisi açısından da ciddi zorlukları olmakla beraber ileriye götürülemeyişi daha ziyade karşı tarafın isteksizliğinden kaynaklandı. Çünkü HDP tarafında AK Parti ile işbirliği seçeneğinin götürüsünün getirisinden fazla olacağı, çünkü parti tabanını bu işe ikna etmenin pek kolay olmayacağı görüldü.
Çünkü sanılanın aksine HDP seçmeni körü körüne oy kullanan bir kitle değil. Rasyonel gerekçelerle sandık tercihi yapıyorlar demek istemiyorum tabii. Türk toplumunun çoğunluğu gibi onlar da rasyonel olmaktan ziyade duygusal saiklerle oy veriyorlar. Bilhassa kimliklerinin hedef alınmasına -doğal olarak- refleks gösteriyorlar. Dolayısıyla kendi tabanınızı konsolide etmek için kullandığınız “Yallah Kürdistan’a” gibi ifadeler bu kesimi de konsolide ediyor. Üstelik muhataplarınızın -haklı olarak- dışlama ve aşağılama ifadesi olarak algıladığı bu yaklaşımın “Kürdistan sözünü TBMM çatısı altında kullanan ilk siyasetçi olmakla övünen” birinden gelmesi çok daha rencide edici oluyor.
Daha da ilginci Yallah Kürdistan’a retoriğinin söz konusu kitlenin Hendek olayları yüzünden HDP’nin izlediği siyasete tepkili olduğu dönemlerde imdada yetişmiş olmasıydı.
Aslında gerek Kobani olaylarında gerekse sonraki Hendek eylemleri dolayısıyla HDP tabanında partiye karşı büyük bir tepki oluştuğu ve erimenin başladığı görülmüştü. HDP’nin Kandil’den bile daha coşkulu destek verdiği Hendek olayları sonrasında bazı yöneticilerinin tutuklanmasını protesto etmek için partinin il binası önüne çağrılan Diyarbakırlılar bu çağrıyı duymazdan gelmişlerdi. Arşivlerden o günün gazetelerine bakın, yalnızca 20 kişi vardı protesto eyleminde.
Seçim döneminde ittifak tabanını konsolide etmek amacıyla kullanılan “Yallah Kürdistan’a” retoriği ve sonra bölge halkının şöyle ya da böyle kendi özgür seçimleriyle işbaşına getirdikleri belediye başkanlarının seçimden birkaç ay sonra görevden alınması gibi tutumlar 2015’te çözüm sürecini sona erdirip Hendek eylemlerini başlatan örgüte karşı yükselen tepkinin gelişmesini durdurmaktan başka bir sonuç vermedi maalesef... HDP’nin kendi tabanında sorgulanmaya başladığı bu doğal süreçte tabanda baş gösteren kırılma adeta devlet eliyle onarıldı...
Bunun bilinçli olarak yapıldığını söylemek kolay değil ama HDP tabanının konsolidasyonu demek bu kesimin oylarının başka bir yere gitmemesi demekti. Mesela CHP’ye gitmemesi… Mesela Gelecek ve DEVA partilerine gitmemesi…
Ne olursa olsun Türkiye’deki bölücü terör tehdidini de Kürt sorununu da yalnızca ve yalnızca pragmatizm çevresinde ele alan bir siyasi yaklaşım var karşımızda. Bu tutum kimi zaman tutarsızlık kimi zaman ise düpedüz ilkesizlik şeklinde tezahür ediyor.
Ekrem İmamoğlu kazanınca iptal edilen İstanbul seçiminin tekrarlanmasından iki gün önce devletin haber ajansı tarafından sızdırılan Öcalan mektubu, keza Öcalan’ın kardeşinin TRT’de konuşturulması gibi girişimler mesela.
Ama mevcut iktidar sahipleri siyaset oyununu o kadar iyi oynuyorlar ki bugün “Teröristbaşı ne karşılığında o mektubu yazdı, kardeşi ne karşılığında TRT’ye çıktı?” diye soranlar hakkında “Bunlar kazanırsa Öcalan’ı hapisten çıkaracaklar” diyebiliyorlar. Bazı insanlar da buna inanabiliyor. Erzurum’da miting taşlıyorlar buna dayanarak.
.
Dış güçler bu seçimde kimi destekliyor?
Görünen o ki bir devir kapanıyor artık… Ama kapanmakta olan devir epeyce uzun bir süreci kapsadığı için bu değişimi kabullenmek zor oluyor. Bu süre içinde herkesin ister istemez alışmış olduğu, alternatifini aklına getiremediği bir yönetimin son günlerinden bahsediyoruz ne de olsa.
Türkiye’deki mevcut yönetime iyice alışmış olduğu için alternatifini düşünemeyenler arasında Batı ülkeleri de var. Geçenlerde görüştüğümüz bir Avrupa ülkesinin Türkiye’deki büyükelçisine 14 Mayıs seçimleri konusunda AB’nin yaklaşımının ne olduğunu sordum.
Büyükelçi, bu hususta kendisine aktardığım izlenimleri teyid ederek, Fransa dışındaki Avrupalı büyük devletlerin arzusunun Tayyip Erdoğan yönetiminin devam etmesi yönünde olduğunu söyledi. Buna sebep olarak da “Bilinen şeytan bilinmeyen meleğe tercih edilir” şeklindeki anlayışı işaret etti. Bu bağlamda İngiltere ve Almanya’nın adı özellikle zikredildi. “Türkiye’deki iktidarı yıkmaya çalışan dış güçlerin başında İngiltere gelmiyor muydu?” sorusuna ise kahkaha atarak cevap verdi tecrübeli diplomat.
Buna karşılık, her seçim öncesinde bir Avrupa ülkesiyle -ve mümkün olursa ABD ile- kavga ediyor görünmek iktidarın hayır demeyeceği siyasi fırsatlardır. Çünkü ülkemiz(i yönetenler) ile bir başka ülkenin yönetimi arasındaki kavga (görüntüsü) milli duygularımızı harekete geçirerek seçmen konsolidasyonunu temin ediyor.
2017 referandumu ve 2018 cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Almanya ve Hollanda başta olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri ile yaşanan gerginliklerin sandığa ciddi katkılarının olduğu yazılıp çizilmişti, hatırlarsanız. 2017 referandumu öncesinde bazı Avrupa hükümetlerinin AK Partili siyasetçilerin kendi ülkelerinde seçim kampanyası yapmasına izin vermek istemediği için ortaya çıkan diplomatik kriz 2018 seçimi de atlatıldıktan sonra tatlıya bağlandı ve ilişkiler yeniden normalleştirildi.
***
Ancak yaşanan kriz bazı Avrupa hükümetlerine de kendi kamuoylarındaki Türkiye karşıtı tepkileri değerlendirme fırsatı verdiği için tek taraflı bir kazanç söz konusu değildi burada.
Önümüzdeki seçim için ise bu ülkeler, güvenlik riski bahanesini ileri sürerek, kesin bir şekilde “Kampanyanızı burada yürütemezsiniz” mesajı verdiler ve nitekim herhangi bir Avrupa ülkesine “çıkarma yapan” bir AK Partili siyasetçi görülmedi bu süreçte.
Ancak, bu sefer dışarıda değil içeride bir kriz çıkacak gibi oldu. Avrupa ülkelerinin İstanbul’da bulunan başkonsoloslukları geçici süre kapanma kararı aldıklarını açıkladılar. Hükümet kanadından büyük bir tepki geldi, art arda yapılan açıklamalarla Avrupa başkentlerinin Türkiye’ye karşı psikolojik harp yürüttükleri söylendi. Buna paralel olarak gazetelerde, TV’lerde ve sosyal medyada “Amerikan hükümeti bu konsoloslukları tam da seçim öncesinde Erdoğan’a zarar vermek amacıyla kapattırdı” yorumları yapıldı.
Akabinde dokuz ülkenin büyükelçileri bizim Dışişlerine çağrıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda “Geçenlerde Dışişleri Bakanlığımız bunların hepsini çağırdı, bunlara gereken ültimatomu verdi. ‘Eğer bu tür şeyleri devam ettirecek olursanız, bunun hesabını ağır ödersiniz’ dedi” diye konuştu.
Bundan birkaç gün sonra ise İstanbul’da düzenlenen operasyonda, IŞİD’den bazı başkonsolosluklara yönelik eylem talimatı aldıkları öne sürülen 15 şüphelinin yakalandığı açıklandı. Tam olarak neler olduğunu anlamadık ama mesele de kapanmış oldu.
Aslında devam eden bir diplomatik kriz daha var ama bu konu kamuoyunun gündemine gelmiyor, çünkü kriz nedense kriz gibi yaşanmıyor, dışarıya o şekilde yansıtılmıyor. Bir ucunda da Rusya ile ilişkilerin yer aldığı bu meselenin yüksek seviyedeki hassasiyeti dolayısıyla herhalde. Türkiye’nin Finlandiya ile İsveç’in NATO üyeliği başvurularını veto etmesi meselesi gürültüsüz bir şekilde çözülmeye çalışılıyor.
Zaten biz Finlandiya ile ilgili vetomuzu kaldırdık. Batılı diplomatlar İsveç’in NATO üyeliği konusunda da Türkiye’deki seçim sürecinin ardından bir çözüm beklediklerini söylüyorlar.
***
İsrail ile anlaşmazlıklarımızı giderdik. Suudi Arabistan ile barıştık. 15 Temmuz’un organizatörü dediğimiz BAE ile arayı düzelttik. Sisi ile de arayı düzeltmeye uğraşıyoruz. Esad ile masaya oturma sürecindeyiz.
Kırım’a el koyan Rusya’yla yahut Doğu Türkistan’ı açık hava hapishanesine çeviren Çin’le zaten derdimiz yok. Dolayısıyla bu seçim uzun zamandır başka bir ülkeyle kavga etmeden girdiğimiz ilk seçim oluyor.
Belki de bu boşluğu doldurmak için iktidar sahipleri muhalefeti “Amerika’nın adamları” diye suçluyorlar.
Yalnız, ABD’ye doğrudan bir suçlamada bulunmaksızın Millet İttifakı ortaklarına Amerikan taşeronu vs. diye ithamlarda bulunmak da ilginç tabii… Amerika ülkemize karşı bir oyun oynuyorsa Biden’a niye “Ayağını denk al bakalım Biden Efendi” diye seslenmiyorsunuz? Bence çekinmeye gerek yok. “Adamlar seçime giriyor. Seçim ortamında bunlar söylenebilir” diye tolerans gösterirler herhalde. Göstermezlerse de kendileri bilir. Üniformalarımızı kuşanıp İHA’larımızla SİHA’larımızla canına okuruz Biden denen zavallının. Tıpkı vaktiyle Trump ekrana çıkıp ağzına geleni söylediğinde, “Aptal olma” falan diye mektup yazdığında yaptığımız gibi…
Ama yine büyüklük bizde kalsın diyorsanız başka tabii. Nitekim 24 Nisan’ı soykırım günü olarak tanıyan ilk ABD Başkanı olan Biden’la bu olayın hemen ardından yapılan görüşmede konu “Çok şükür gündeme gelmedi”, yoksa hali çok kötü olurdu zavallının. “Fetullah’ı bize niye iade etmiyorsunuz” diye sormuyorsak bu da büyüklüğümüzden. Sonra iade edemezse mahcup olup üzülür gariban diye…
Zaten biz büyüklük bizde kalsın diye parti heyetimizi dolaştırdık üç ay boyunca New York ve Washington sokaklarında. Onun için “Bay Kemal Amerika’da hamburgerciye gidip talimat aldı” diyoruz, başka bir şey demiyoruz!
.
Niçin böyle konuşuyorlar?
Seçim yarışında en son düzlüğe girilirken iktidar kanadından tuhaf sesler işitilmeye başlandı. Seçim yarışını demokratik bir siyasi rekabet olarak değil, hak ile batılın savaşı olarak tanımlayanların sesi yükseldi.
Mesela “Ecevit yaşasaydı Erdoğan’ı desteklerdi” gerekçesini ileri sürerek Cumhur İttifakı içinde yer alan DSP Genel Başkanı, “14 Mayıs’ta vatanımızı küffara teslim etmeyeceğiz” dedi.
AK Parti Genel Başkan Vekili Binali Yıldırım, “Bu seçim, işgalcilere karşı istiklal mücadelesi seçimidir” diye konuştu.
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, milletvekili adayı olarak Kayseri’de yaptığı bir konuşma sırasında “Vur de vuralım, öl de ölelim” sloganları atan guruba dönerek “Bekleyin, onun da zamanı gelecek” ifadelerini kullandı.
Daha önce de muhalefeti “Cudi’ye, Gabar’a gömmekten” bahseden İçişleri Bakanı Soylu ise eli iyice yükselterek bu sefer doğrudan milli iadeyi hedef aldı; “14 Mayıs siyasi darbe girişimidir” şeklinde bir açıklama yaptı.
Akar dışında, bu tuhaf lafların sahipleri tepkilere rağmen geri adım atmadılar; sözlerinin arkasında durduklarını beyan ettiler.
Elbette haklı olarak kızıyoruz, tepki gösteriyoruz bu açıklamaların ifade ettiği siyaset yaklaşımına. Ne var ki mevzubahis kişilerin böyle bir yöne hangi amaçla saptıklarını bilmek bunlara kızmaktan daha fazla fayda sağlayacaktır bize.
Neden böyle konuşuyorlar? Akla gelen ilk ihtimal, “Ne dediklerini bilmiyor olabilirler…” Ancak bu pek geçerli bir ihtimal gibi görünmüyor. Çünkü adı geçenler arasında ne dediğini bilebilecek durumda olanlar da var. Bu kadar çok kişinin aynı anda akıl aleminin dışına savurulmuş olması düşünülemez.
İkinci ihtimal, karşı tarafı düşmanlaştırarak kendi tabanlarını konsolide etmeyi ve bu şekilde oy almayı tek seçenek olarak gördükleri için bu uygunsuz dili kullanmaya yönelmiş olmaları. Bu zaten epey bir zamandır uygulanmaya çalışılan stratejik yaklaşım. İktidar cephesi ülke yönetimiyle ilgili başarılarına referansla veya mevcut sorunların çözümüne yönelik ikna edici vaatlerle halkın karşısına çıkamadığı için, toplumdaki kültürel değerleri ve ideolojik angajmanları birbiriyle çatıştırarak kötü yönetimden şikayetçi seçmeninin başka taraflara gitmesine engel olmaya çalışıyor.
Bu yaklaşımın belli ölçülerde başarı elde ettiğini, ülkedeki büyük yıkıma rağmen iktidar partisi tabanının ciddi bölümünün dağılmadan yerinde durduğunu görüyoruz. Ancak giden kısmın götürdükleri kalan kısmın desteğini de yetersiz kılıyor artık. Ekonomik krizin iyice kendini göstermeye henüz başlamadığı, deprem felaketinin öncesiyle ve sonrasıyla kötü yönetimin en acı ve en ağır delili olarak milletin canını yakmadığı bir sırada, 2019’da yapılan yerel seçimlerde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere en önemli merkezlerde seçimi kaybetmiş olan bir Cumhur İttifakından söz ediyoruz. Aradan geçen dört yılın olumlu yönde gelişmelerle hatırlanmadığı, aksine yaşanan sıkıntıların boyutunun giderek katlanarak büyüdüğü düşünülecek olursa iktidar cephesindeki kan kaybının az ya da çok hiç durmadan devam etmesi gayet anlaşılabilir bir durum. Anketlerde de bunu görüyoruz nitekim.
Herkesin gördüğünü şüphesiz iktidar sahipleri de görüyorlar. Bu duruma ilişkin farklı senaryoların kafalarda dolaştığı varsayılabilir. Dolayısıyla seçim sürecini demokratik bir rekabet olarak değil de düşman güçler arasındaki bir savaş olarak gösterme yaklaşımı sandık yenilgisinin artık muhakkak görüldüğü anlamına da gelebilir mi?
“Küffara karşı mücadele”, “işgalcilerle mücadele”, “sandık darbesi” gibi -daha önce hiçbir seçimde görmediğimiz- tuhaf ifadeler üreten savaş dilinin tercih edilmesindeki amaçla ilgili üçüncü bir ihtimal daha var ki bu da kamuoyunda açıkça konuşulduğu için istemesek de telaffuz etmek zorundayız: Seçimi kazanma yönünde bir ümitleri kalmadığı için kendi taraftarlarına ve belki bilmediğimiz başka birtakım güçlere “Hazır olun, sandıktan hangi sonuç çıkarsa çıksın iktidarı bırakmayacağız” mesajı veriyorlar.
Bu ihtimalin de söz konusu olamayacağı, halkın oyuyla iş başına gelmiş bir siyasi kadronun milli iradeye karşı durmasının düşünülemeyeceği tartışılamaz bir gerçek. Peki, o zaman niye böyle konuşuyorlar? Niye asla konuşulmaması gereken bir konuyu seçim sürecinde gündeme getiriyorlar? Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu bu konuda Cumhurbaşkanı Erdoğan’a seslenerek, “Bazı çevreler sizin hastalığınızı da bahane ederek bir boşluğu doldurmak adına milli iradeye müdahale etme çabası içinde olabilir. Bu sizin siyasi kariyeriniz itibariyle de en kritik andır” demişti. Belki burası bir ipucu olabilir, bilmiyorum.
Mamafih, bahse konu retoriğin dış güçler ve ABD bölümü de bu ihtimalin tartışılmasına izin vermeyecek ölçüde farklı noktalara uzanıyor zaten.
“Ben ömrümde bir tek güvenlik makalesi okumamış biriyim” açıklamasıyla hatırlanan İçişleri Bakanı, her ne kadar Millet İttifakı’nın arkasında Amerika’nın olduğunu, muhalefetin ABD taşeronu olarak ülkeyi bölmek ve devleti yıkmak için Erdoğan’ın karşısına çıktığını iddia ediyor olsa da seçim tarihinin açıklanmasının ardından yaklaşık üç ay boyunca Washington ve New York’ta kapı kapı gezip görüşme trafiği yürütenler Altılı Masa’dakiler değildi, hatta hükümet görevlileri de değildi, AK Parti heyetiydi.
Haddizatında AK Parti’yi Washington ile karşı karşıya imiş gibi göstermek gerçek dışı bir iddia.
Seçime on gün kala Amerikan kamuoyunun en duyarlı olduğu konuda kritik bir adım atarak, ABD destekli PYD’nin başının belası olan IŞİD’in liderini “etkisiz hale getirdiğini” açıklayan hükümeti Amerikan karşıtı gibi göstermek bu hükümete de haksızlık olur!
.
Modern mitolojiler, yerli ve milli anlatılar
CUMARTESİ YAZILARI
Mitoloji eskilerin hikayeleridir. Esatir’ül-evvelin. Bu hikayelerde evrenin, dünyanın, doğanın kökeni, yapısı, işleyişi hakkında eski toplumlardaki inanışların, kavrayışların, anlayışların metaforik anlatımları veya sembolik temsilleri yer alır. Bir anlamda mitoloji toplumsal değerlerin alegorik (temsilî) hikayelerin içinde somutlaştırılması demek.
Mitoloji insan yaratıcılığının en anlamlı ürünlerinin başında gelir. Çünkü bilimin, sanatın, hatta bugünkü şekliyle din kurumunun henüz teşekkül etmediği devirlerde insanoğlu yaşadığı dünyayı anlamlandırabilmek için ihtiyaç duyduğu kendi içinde tutarlı bir anlatıyı mitler aracılığıyla kurmuştur.
Böylece bilimin ve sanatın ilk şekilleri mitler olmuştur. Bu bakımdan kimi düşünürlere göre beşeriyetin gelişmesinde en önemli faktör dil yetimiz sayesinde edindiğimiz mit yaratma kabiliyetimiz olmuştur.
Aynı zamanda atalarımızdan tevarüs ettiğimiz inanç ve düşünce kalıpları demek olan mitler karanlık bilinçaltımızın aydınlatılmasında da işe yarayabilecek araçlar olarak görülmüştür. Freud mitleri kullanarak kişilerin bilinçaltındaki nevrozları, Jung ise toplumların ortak hafızasındaki arketipleri bulmaya çalışmıştı.
Peki, bugün “eskilerin masalları” tamamen hayatımızdan çıktı mı? Bilimin, sanatın, felsefenin ve dinin sistemleşmesi sonrasında mitlere ihtiyacımız kaldı mı? Daha doğrusu, yeni mitler üretmeye ihtiyacımız var mı? Galiba ihtiyacımız devam ediyor. Çünkü modern zamanlarda da modern mitolojiler ürettiğimiz bir hakikat.
Homo sapiens ırkı olarak bugün antik çağlarda yaşamış atalarımızın zihin dünyasından epeyce uzakta olsak bile insanı insan yapan özelliklerimizi koruyoruz. Mit üretimini de sürdürüyoruz. Ne bilim ne sanat ne felsefe ne de din engel olabiliyor buna.
Önce mitolojiyi oluşturan unsurlar tek tek üretiliyor. Siyasi liderler de popüler sanatçılar da yüksek edebiyatın temsilcileri de dini figürler de fani giysileri soyulup mitik kişiliklere dönüştürülüyor. Mesela, edebiyat okuru bile olmayan insanlarda gördüğümüz Nazım Hikmet hayranlığı veya Cahit Zarifoğlu sevgisi “kişileri mitleştirme” ameliyesinin ürünleridir.
Aşık Veysel, Ahmet Kaya, Hazreti Ali, Che, Atatürk, Hacı Bektaş, Yılmaz Güney posterleri olurdu eskiden bazı berber dükkanlarında. Şimdilerde ise sosyal medya mecralarında yüksek edebiyat temsilcilerinin posterlerine rastlıyoruz.
Daha da ilginci, bazı popüler mizah dergileri ilave olarak veriyor bu posterleri. İslamcı veya muhafazakâr denilen yayınlarda ise -tv dizisi de yapılan- Yedi Güzel Adam “efsanesi” yaşatılıyor. Poster düzenlemelerinde ise Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu gibi “yerli ve milli” figürlere Aliya İzzetbegoviç ve Cat Stevens gibi “ümmet büyükleri” eşlik ediyor.
Bunlar muhakkak ki kendi alanlarında çok değerli isimler. Ancak yan yana dizilen posterler üzerinde topluca ifade ettikleri anlam kendi değerlerinin ifadesini aşan bir mesaj içeriyor. Kapsamlı bir anlatının unsurlarına dönüşüyor her biri.
Aynı şekilde yan yana dizilen Menderes, Özal, Erdoğan resimleri bu isimlerin tek tek temsil ettiği anlamların ötesinde bir anlam kazanıyor; yerli ve milli liderlerin dış güçlerin hedefi olduğuna dair anlatının ifade aracı oluyor.
Peki, son zamanlarda adaylık tartışmaları bağlamında sıkça dile getirilen “siyasetçinin bir hikayesi olması” ne demek? Bizim gibi sıradan bir insanın mitik bir karaktere dönüştürülmesi demek. Kişilerin mitleştirilmesi için bütüncül bir anlatının kahramanı olmalarının gerekmesi demek.
Mamafih bu bütüncül anlatının aynı zamanda bir “büyük anlatı” içinde anlam ifade etmesi de lazım. Her şeyi açıklayan, her soruya cevap veren bir anlam setinin yani. Bu büyük anlatıya ister mitoloji ister ideoloji deyin, fark etmez. Çünkü ideoloji ve mitoloji birbirinden ayrı alanların kavramları değil aslında.
Günümüzün mitolojileri ideolojilerdir, desek yeridir. Biliyorsunuz, ideoloji günlük dilde çoğunlukla siyasi doktrin anlamında kullanılıyor olsa da sosyal bilimler terminolojisinde anlamı daha geniştir. Bir toplumun değerlerinin bütünü kastedilir ideoloji derken. Bu anlamda antik toplumların mitolojisi ile modern toplumların ideolojisi aynı şey değilse de benzer şeylerdir. Her ikisi de birtakım toplumsal ihtiyaçlara cevaben üretilen/inşa edilen yapılardır.
Fransız göstergebilimci Barthes’ın “Mitolojiler” diye bir eseri var. Rahmetli Tahsin Yücel “Çağdaş Söylenler” diye çevirdi. Yani modern mitolojiler. Birtakım popüler kültür ürünlerinin veya gündelik yaşayışımızdaki bazı rutinlerin toplumsal iletişim yapıları içerisinde kendi asıl anlamlarından daha fazlasını temsil edebildiğini anlatıyor o kitapta Barthes.
“Paris Match’ın bir sayısı. Kapakta, Fransız üniforması giymiş genç bir zenci, gözleri yukarıda, hiç kuşkusuz üç renkli bayrağın bir kıvrımına dikili, asker selamı veriyor” diyerek bir berber dükkanında yaşadığı deneyimi aktaran Barthes’ın düşüncesince, kapağına Fransız bayrağını selamlayan bir siyahi asker fotoğrafını koyan dergi, bununla bize şunu söylemektedir: “Fransa büyük bir imparatorluktur, renkli renksiz tüm oğulları bayrağının altında bağlılıkla hizmet eder, sözde sömürgecilik suçlayıcılarına, bu zencinin sözde sömürücülerine hizmet etme çabasından daha iyi bir yanıt olamaz.”
Bu dergi kapağında kullanılan fotoğraf gibi sıradan nesneler, bağlamına göre, kendi basit anlamlarının ötesinde ideolojik anlamlar (mitler) üretiminin bir parçası olarak işlev görebilirler yapısalcı göstergebilimciye göre.
Yapısalcı göstergebilimin kurucusu Saussure dildeki gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin sebepsiz (rastlantısal) olduğunu ortaya koymuştu. Mit üretiminin dilsel göstergeye yeni bir katman eklemek olduğunu düşünen Barthes ise, kökleri dilin içinde olmakla birlikte, mitlerin birer gösterge sistemi olarak belirli bir amaç doğrultusunda yaratıldığını ve burada gösterilen ile gösterenin ilişkisinin sebepsiz olmadığını savunur. Mitlerin görevi bir dünya görüşünü doğal bir gerçek gibi görmemizi sağlamaktır. Yani fikirleri ve inançları insanlar tarafından yaratılmış şeyler olarak görmemize engel olur mitler. Barthes’ın kendi sözleriyle mit “insan eylemlerinin karmaşıklığını ortadan kaldırır, onlara özlerin basitliğini verir.”
Mitolojiler yazarına göre mitin gücü etkileyiciliğinde ve şaşırtıcılığındadır. Bu özelliği miti çürütebilecek her türlü rasyonel açıklamadan çok daha güçlüdür. Demek ki mit amacını gizlediği için değil, amacını doğallaştırdığı için iş görür.
Özetleyecek olursak, bazı kavramlar kendi başlarına ifade ettikleri anlama karşılık belirli bir anlatının içinde yer aldıklarında bambaşka bir anlam ifade edebilirler. Bugünlerde çokça kulağımıza gelen “İhalarsihalar”, nas, LGBT kavramları gibi…
.
|
Bugün 1130 ziyaretçi (2010 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|