(Muhatabını “ilim adamı” olarak kabul edilmeyi hak etmeyen biri olarak gördüğünden, burada söyleyeceklerim daha ziyade tekdir muhtevalı olacak.!)
Bu sapkınlık nereye kadar gidecek, duracaksa nerede duracak, bilemem. Bildiğim şu: Yıllardır dilimizde tüy bitti anlatmaktan: “Ey insanlar, bir kısım kimseler ellerinde Kur’an tutarak sizi bir yere çağırıyor. Ellerinde tuttukları Kur’an’a değil, sizi nereden koparıp nereye savurduklarına bakın. Elinde Kur’an tutmak, her iddiasının arkasından –kendi meallandirmesiyle– bir kısım ayetler okumak tek başına bir iddiaya meşruiyet/makbuliyet kazandırmaz. Aksi söz konusu olsaydı tarih içinde gördüğümüz onca itikadî fırka ortaya çıkmazdı. Unutmayın, o fırkaların her birinin elebaşı da elinde Kur’an tutuyor” ve “Ey insanlar, şimdiye kadar aldatıldınız; size doğru Kur’an anlayışını ben gösteriyorum” diyordu.
Dolayısıyla ey Ümmet, bu insanlara sırf ellerinde Kur’an tutuyorlar diye aldanmayın. Bu insanlar dillerini eğip bükerek söylediklerini “bu Allah’ın ayetidir” diye pazarlayarak ve ayetler arası ilişkiyi kendi hevalarına göre tayin ederek sizi bir yerlere çağırıyor. Bilin ki çağırıldığınız yer “muradullah” değil. Bu adamların heva ve heveslerinin peşinde savrularak size emanet edilen bu hayatı heba etmeyin!
Din’in temel sabitelerine ilişkin olarak geride bıraktığımız 1400 yıl içinde bu Ümmet’in ıskalayıp da ahir zamanda bir kısım yeni yetmelerin keşf ettiği herhangi bir hakikat olabileceğine ihtimal veriyorsanız, üzerinde konuştuğunuz dinin sahiden İslam olup olmadığını bir daha sorgulayın!
Sadece –Sünnîsiyle bid’isiyle– İslam Ümmeti’ne mensup kesimlerin değil, temeli vahye dayanan dejenere olmuş dinlerin mensuplarının dahi üzerinde ittifak ettiği “Hepiniz Âdem’densiniz; Âdem de topraktandır” hakikatini “öyle değilmiş, Âdem’in de babası varmış” diyerek reddedilmesi gerekenler kategorisine sokuyorsanız, bulunduğunuz yer Sofistaiyye’dir, bilesiniz!..
Evet “ilim”in yerini “retorik”in, Usul’ün yerini sloganın aldığı bir ortamda Mustafa İslamoğlu’yla hangi ciddi meseleyi hangi seviyede konuşabiliriz? Hatta konuşabilir miyiz? İslamoğlu’nun ilim adına anladığı dil hangisidir? Bu soruların bende cevabı yok.
“Kendini ilim adamı olarak görüyorsan, ilim adamının ilmî meseleleri başkalarıyla ilmî seviyede müzakere etmesi tabiidir; gel konuşalım” diyorsunuz; duvardan ses varsa ondan da var.
“İlim adamı değilsen, haddini bil, boyunu aşan meselelere girme” diyorsunuz; çilekeş mazlum ideal adamı pozlarına bürünerek “düşmanlarım üstüme çullanıyor” diyor. Aşağılıyorsunuz, “nisan yağmuru yağıyor” diyor. Peki sen hangi dilden anlarsın güzel kardeşim? Onu söyle o dilden konuşalım…
Aranızda, “İslamoğlu’yla uğraşman şart mı; bırak ne hali varsa görsün” diyen çıkar mı, bilmiyorum. Çıkmamasını umarım. Bu “adam”ın “Kur’an’ı silah olarak kullanıp” bu Ümmet’in inancına, değerlerine, aidiyetlerine… saldırması karşısında susarsak hangi yer bizi üstünde taşır, hangi gök bizi altında barındırır?.. “Suriye’yi İran’a verelim” diyecek kadar gözü dönmüş; ekmeğini yiyip suyunu içtiği topraklara da, Suriye halkına da, Ümmet’e de ihanetini en açık tonda ifade edecek kadar gemi azıya almış bir “adam”dan bahsediyoruz…
Her geçen gün tiynetini biraz daha açık ediyor. “Atalar dini” dedi, Ümmet’e savaş açtı; “İsrailiyat” dedi, Sünnet’e savaş açtı. Şimdiki savaş ilanı doğrudan Kur’an’a!..
(Bu arada, “Savaş açtı” tabirini kullandığıma bakıp da “ne muktedirmişim” diye şişinmesine vesile olmak da istemem. “Savaş” dediğim Donkişotvari olanından. Ama o Sanço’yu inandırabilmişti sadece, bizimkinin dili alabildiğine zehirli…)
Herhangi bir şeyi “tartıştırmadan kabul ettirmek” istiyorsanız, önce algıyı oluşturur, şartlandırırsınız; arkasından diyeceğinizi dersiniz. “Cuk” diye oturur. Ayete bir anlam yükler, ardından “Kur’an böyle diyor” dersiniz; sonra da “Kur’an kendisine yanlış anlam verilmesini kabul etmez; derhal reddeder” diye eklersiniz. Karşınızdaki kitle, ayetler üzerindeki her manipülasyonunuzu Allah Teala’dan gelmiş bir “ayet” olarak algılar. Bir anlamda “hokkabazlık” yani. Ama bu da yetmez; kitlenin, “unique” olduğunuzu düşünmesi için, bir taraftan da şişik egonuzla yıkımcılık yapmalısınız. Hem de züccaciye dükkânına girmiş fil gibi…
Hz. Âdem (a.s)’ın babası?
Hz. Âdem (a.s)’ın topraktan değil, başka bir varlığın nutfesinden yaratıldığını, onun da –tıpkı diğer insanlar gibi– bir babasının ve annesinin bulunduğunu söylemek için sadece zırvalama yeteneğine değil, aynı zamanda hokkabazlığa ve hatta pişkinliğe de ihtiyaç vardır zira. Hatta bunlar da yetmez, yaratıcısına kafa tutan İblis mantığından da nasiplenmiş olmak gerekir…
Evet, ifade aynen şöyle: “(…) “Âdem’in babası kimdi?” diye soruyorum ara sıra ya! “Âdem’in babası da mı var?” diyorlar. “Var yaa! Kur’an söylüyor! İnsan suresinin ikinci ayeti Âdem’in babasının olduğunu söylüyor. Öyle ya! Herhalde toprak değil. Toprak hepimizin babası. (…) Ama Âdem’in babası var! (…) Onun için yani ısrarla bunun üstünde duruyorum. Yani Kur’an’a göre Âdem’in yaratılışını öğrenin. Gidip de uydurmalardan, Ehl-i Kitab’ın İsrailiyatın uydurmalarını Kur’an’a yamamaya kalkmayın. Anlatabiliyor muyum? Evet, nedir İnsan suresindeki? “Hel etâ ale’l-insâni hînun mine’d-dehri lem yekün şey’en mezkûrâ. İnnâ halakne’l-insâne min nutfetin…”
“El” (“halakne’l-insân” cümleciğindeki “insân” kelimesinin başındaki elif-lâm, E.S) cins içindir. İnsan türünün tamamını Allah nutfeden yarattı. Âdem insan mı değil mi şimdi? Buna karar vereceksiniz. Âdem de insan diyorsanız, o da “tür”e girer ki, o da nutfeden yaratıldı. Yani o da bir rahimden geldi. Âdem’i de taşıyan bir rahim vardı. Anlatabiliyor muyum?…”1)
Evet, bir şeyler anlatıyorsun, ama hangi mekanizmanın ifrazatı olduğu belli olmadığından, anlattığın şeyler sadece “zırva” babından bir şeyler ifade ediyor… “Ben demiyorum, Kur’an diyor” demen, söylediğin şeyin “zırva” olduğun gerçeğini değiştirmiyor. Zira onu Kur’an demiyor; sen o küçücük beyninle bu zırvayı Kur’an üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyorsun!
İnsanlara anlatmak istediğimiz şey tam olarak işte bu! Şeytanının kulağına üflediği şeyleri “matah” kılmanın en kolay ve etkili yolu, onu Kur’an söylüyormuş gibi, yani Allah Teala’nın kelamıymış gibi sunmaktır. Herifçioğlu da bunu yapıyor: “Ben söylemiyorum, Kur’an söylüyor” diyor! Ne kadar masum değil mi?
İftiranın böylesini bir Ehl-i Kitap atmıştı Âlemlerin Rabbi’ne, şimdi de bu! Hata yapabilirliğini, yanılabilirliğini dile getiremeyecek kadar uçmuş, “Bu benim anladığımdır; doğruysa Allah Teala’dan, yanlışsa bendendir” diyebilme şansı dahi elinden alınmış. Tam ibretlik bir vak’a: “Kur’an söylüyor!” Yani bu senin sapkın anlayışın değil, Allah Teala’nın –kendisine hiçbir batılın yaklaşamayacağı– sözü öyle mi?.. Estağfirullah, sümme estağfirullâh!..
Hz. Adem (a.s)’ın yaratılışı konusunda Kur’an ne söylüyor?
Kur’an’ın, Hz. Âdem (a.s)’ın bir ana-babadan dünyaya geldiğini söylediğini böyle kesin bir dille iddia eden kimsenin, bunu “mefhum” olarak değil, “mantuk” olarak ifade eden bir ayet göstermesi gerekmez mi? Hz. Âdem (a.s)’ın “topraktan” yaratıldığını “nassen” ifade eden onca ayet dururken bir ayetin “mefhum”undan hareket ederek “Kur’an böyle diyor” demenin adı “tahrif” değilse nedir?..
Yukarıda verdiğim deşifre metinde avurtlarını doldurarak “El, cins içindir” falan diyorsun ya dinleyicide Arapça’yı yalamış yutmuş izlenimi oluşturmak için; şimdi soralım: Şu ayetteki “El” ne için: “Doğrusu Biz insan türünü bir nevi konsantre bir balçıktan yarattık.” (12/el-Mü’minûn, 12)2) Meal açık, ama ben yine de yukarıdaki ifadelerini (“uyarlama” dışında) hiç bir tasarrufta bulunmadan kopyalayıp buraya yapıştırayım: “El”, cins içindir. İnsan türünün tamamını Allah bir nevi konsantre bir balçıktan yarattı. Âdem insan mı değil mi şimdi? Buna karar vereceksiniz. Âdem de insan diyorsanız, o da “tür”e girer ki, o da balçıktan yaratıldı….”
Aynı şey, 7/el-A’râf, 12; 15/el-Hicr, 26, 28; 17/el-İsrâ, 61; 23/el-Mü’minûn, 12; 32/es-Secde, 7; 55/er-Rahmân, 14 ve daha başka ayetler için de geçerli. Bütün bu ayetlerde de insan cinsinin balçıktan/çamurdan yaratıldığı açıkça zikrediliyor. Ne diyeceksin şimdi? Hz. Âdem (a.s)’ın bir ana-babadan dünyaya gediğini söyleyen gerçekten Kur’an’sa bunları söyleyen kim? Bu ayetler hakkında kıvranarak yapacağın her manevra, İnsan suresindeki ayet hakkında söylediklerin için de geçerli olacak “anlatabiliyor muyum?”
Doğrusu şu ki, âmm bir ifade umumu üzere bırakıldığında husus zorunlu olarak mühmel kalacaksa, umum, hususa hamlolunur, yani âmm ifadenin tahsisi zorunlu olur. Evet, bilhassa Hanefîler nezdinde âmm’ın hükmü kat’îdir; ancak tahsis gerektiren bir delil varsa tahsise gidilir. Burada bir değil, birçok hâss delil mevcut. Yani İnsan suresinde “cins için olan el takısı” ile gelen ayetin ifadesi âmm’dır; yukarıda adreslerini verdiğim ayetlerse hâss.
İnsan, 2 ayetindeki âmm ifade umumu üzere bırakılırsa, yukarıda adreslerini verdiğim ayetler mühmel/devre dışı kalacaktır. Dolayısıyla ister mantuk-mefhum cihetinden bakalım, ister umum-husus cihetinden, İnsan suresindeki ayetin diğerlerine takdiminin hiçbir usulî, mantıkî, Kur’anî gerekçesi yoktur! Tabii gözleri ve kalbi mühürlenmemiş olanlar için!..
“Şüphesiz Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir…” (3/Âli İmrân, 59)
Bu ayet, Hz. İsa ile Hz. Âdem (ikisine de selam olsun) arasında bir ilişki, bir benzerlik olduğunu söylüyor. Bunun özel bir anlamı olmalıdır ki, bunun, iki aziz peygamberin dünyaya gelişinin bir “baba” olmaksızın vuku bulduğu gerçeği olduğunda asla şüphe yoktur. Yoksa mezkûr iki peygamberi diğerlerinden ayıran, sadece ikisine özel bir başka benzerlik mevcut değildir. “Var” diyenin delil diye beyhude çırpınmaktan ya da İslamoğlu gibi “işkembeden atmaktan” başka yapabileceği birşey yoktur!
Bu ayetin devamı şöyle: “Onu topraktan yarattı…”
Şimdi, buradaki zamiri Hz. İsa (a.s)’a gönderecek olursak, O’nun topraktan yaratıldığını söylememiz gerekecek. O’nun yaratılış kaynağını “toprak” teşkil ettiyse, bu durum Hz. Âdem (a.s) için evleviyetle geçerlidir. Zira ilk yaratılan Hz. Âdem (a.s)’dır. Zamiri Hz. Âdem’e gönderirsek –ki doğrusu odu–- ayet, Hz. Âdem (a.s)’ın yaratılış maddesinin “toprak” olduğu noktasında “nass” olur!
Gerçi bu meselede sapıtmadan önce yazdığın mealde3) bu ayete düştüğün 4 no’lu notta, “Zımnen: Babasız doğmak bir beşere ilahlık kazandırsaydı, bu, Hz. İsa’dan önce Hz. Âdem’in hakkı olurdu” demişsin; ama senin kıvraklığında biri için bunun sorun teşkil etmeyeceğini biliyorum…
Uzatmayalım… Geldiğin nokta şudur Mustafa İslamoğlu: Allah Teala Kur’an-ı Kerim’in hiç bir ayetinde Hz. Adem (a.s)’ı bir “ana-babadan” yarattığını söylemiyor. Bunu Kur’an’a, yani Allah Teala’ya sen atfediyorsun. Yani Allah Teala’ya ve Onun kitabına açık ve net iftira ediyorsun!
Zebunu olduğun nefis ve şeytan ikilisi seni sonunda bu noktaya kadar savurdu. Bu aşamadaki bir insanın aklının başında kalması mümkün müdür? Belli ki senin için bunu söylemek pek mümkün değil. Aksi söz konusu olsaydı Allah Teala’ya ve Kur’an-ı azimüşşana bu iftirayı atmadan önce düşünürdün: Hz. Âdem bir anne rahminde, bir babanın nutfesinden yaratıldıysa, onun babası neden yaratıldı? Esasen bu sorunun cevabı, aklını peynir ekmekle yememiş bir kimseyi dehşete düşürmek için fazlasıyla yeterlidir. Zira “Hz. Âdem’in babası” insansa, onun babası da, onun babası da… insandır. Öyle olmak zorundadır. Senin ayarı bozuk mantığına göre İnsan suresindeki ayet “insan cinsinin” nutfeden yaratıldığını belirttiğine ve Hz. Âdem dahi bundan istisna olmadığına göre, “insan” cinsi olan her varlık bir nutfeden yaratılmıştır. Peki bu silsileyi Hz. Âdem (a.s)’dan itibaren geriye doğru nereye kadar götürebileceksin?
İki ihtimal var:
-
Ya bu iş devr-i teselsüle girer ki, batıldır; sonu “taaddüd-i kudema”ya gider.
-
Bu süreç geriye doğru “insan dışı” bir çiftin insana ebeveynlik yaptığı bir noktaya kadar gider. Darwin’e buradan ekmek çıkmaz diyorsun, ama ağzından çıkanı kulağının duymadığı çok açık… Bir zamanlar Süleyman Ateş’in de düştüğünü müşahede ettiğimiz bu varta, diğerinden daha az ibretlik değildir.
Bu iki batıldan hangisini yeni bir “Kur’an söylüyor” iftirasıyla Allah Teala’ya atfedeceğin sana kalmış. Allah Resulü (s.a.v)’in, yukarıda adreslerini zikrettiğim ayetlerde ve benzerlerinde dikkatimize sunulan hakikati teyit eden “İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır; Âdem de topraktandır” beyanı “İsrailiyat”sa eğer4), vallahi bu İsrailiyat Kur’an’a, senin ifrazatından daha uygun
Not: İslamoğlu ve hempasının dillerine pelesenk ettiği şu “ensest” meselesine de en kısa zamanda değineceğim inşaallah.
Ebubekir Sifil – 12 Şubat 2016 – Sahn-ı Semân İslamî İlimler Eğitim ve Araştırma Merkezi
(İlgili yazı ve diğer yazılar kaynak gösterilmek üzere iktibâs edilebilir. Kaynak gösterilmeden paylaşılan intihal/kaynaksız paylaşımlar tespit edilmektedir. Kullanım şartları için burayı inceleyebilirsiniz.)
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
HAZRET-i
iBRAHiM
ve
GERÇEK BABASI
"EY ATEŞ; İBRAHİM'E KARŞI SERİN VE ZARARSIZ OL!.."
Enbiya; 9
ÂZER KİMDİR?
Bazı müfessirlere göre Âzer kelimesinin arapça karşılığı "muhtı/günahkar" dır. Belki de Âzer, asıl isim değil Kur'ân-ı Kerîm'in verdiği bir lakaptı. Nitekim asıl ismi Nahur'dur. Nahur, önceleri babalarının yolunda, yani mümin idi. Nemrud tarafından taltif edilerek vezirlik payesi verilince yoldan çıkmış ve putperestliğin yılmaz savunucularından olmuştur.
O dönem Mezopotamyasında Kâbîle başkanları, bulundukları şehrin adına göre isim alabiliyorlardı. Nahur ismine, Asur ve Mari dökümanlarında şehir adı olarak rastlanmaktadır. Bu şehrin yeri tam olarak bilinmemektedir. Aynı şekilde İbrahim aleyhisselamın amcalarından Aran'ın adını Harran şehir adı olarak görmekteyiz. İbrahim aleyhisselamın öz babası olan Tareh ismine, Kuzey Suriye'de antik bir şehir olan Turahi adında rastlanır. İbrahim aleyhisselama ayak direyen dönemin hükümdarı Nemrud'un adına, Dicle nehrinin kenarında ve Musul'un karşısında yer alan Nimrud şehir adında rastlanır. Benzerlikler bununla da kalmaz; Hazreti İbrahim'in dedelerinden Seruy adına, Harran'ın batısındaki Sarugi/Suruç şehir adında, Peleg'e ise Habur nehrinin ağzındaki Felig adında rastlanır. Bu şehirlerin hepsi de Mezopotamya'nın kuzeyindedir. Buna bir de İbrahim aleyhisselamın Harran'a 44 km uzaklıktaki Urfa'da doğması eklenince bu bilgilerin tesadüf olmadığı ortaya çıkar. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz. İbrahim aleyhisselamın bağlı olduğu aile sıradan bir aile değil, Kuzey Mezopotamya'da o dönemin en köklü ve kudretli ailelesiydi. Âzer'in Nemrud tarafından vezirlikle taltif edilmesinin sebebi de sahip olunan bu ailevi kudretti.
YAHÛDİ DEĞİLDİ
Kur'ânı Kerîm, İbrahim aleyhisselamın ne yahudi ne de hıristiyan olmadığını buyurmaktadır. Aynı zamanda tarihi bir gerçeğe de atıf yapmaktadır. Zira; MÖ. 2000'li yıllarda bütün Kuzey Suriye'yi dolaşan İbrahim aleyhisselam zamanında ne yahudilik vardı, ne de ibranice diye bir dil... Yahudilik terimi, MÖ. 6. yüzyılda hahamlarca ortaya atılmıştır. İbranice ise, Hazret-i Süleyman'dan bile çok sonraları MÖ. 900'lerden sonra oluşmaya başlamıştır. Sadece İbrahim aleyhisselam değil, İsrâil tarihinin iki önemli ismi olan Hazret-i Davut ve Hazret-i Süleyman bile bu dili konuşmamışlardı. Onlar, arapçanın bir kolu olan aramiceyi konuşuyorlardı. İbrani terimi ise İbrahim aleyhisselamla çağdaş olan Mısır dışındaki tüm topluluklara (asyalılara) verilen genel bir isimdi ki; "öte yakanın insanı" anlamına gelmektedir.
MISIR HAYATI
İbrahim aleyhisselam, Harran'dan ayrıldıktan sonra Mısır'a hicret eder. Beraberinde hanımı Sârâ ile kardeşinin oğlu Lût aleyhisselam vardır. Lût aleyhisselam yarı yolda, Allahü tealanın emriyle peygamberlikle görevlendirildiği için vazife yapacağı Filistin'de kalır. Hazret-i İbrahim, hanımıyla birlikte Mısır'a giriş yapar. Dönemin Mısır meliki Hazret-i Sare'ye Mûsâllat olur. Fakat vücuduna peşpeşe inen felçler sebebiyle ilişemez. Üstelik Hâcer isminde bir genç kızı Sare'ye verir.
İbrahim aleyhisselamın Mısır'da geçirdiği günlerle ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de her hangi bir kayıt yoktur. Ancak hadis-i şerifler bu konuda bizi aydınlatmaktadır. Kitab-ı Mukaddes'te ise ulu'l azm bir peygambere hiç yakışmayacak iftiralar ve sapıklıklar isnad edilmektedir ki bu satırlar ahiretlerini dünya nimetleri için satan şerefsiz yahudi din adamları tarafından Tevrat'a sokulmuştur.
Kaynaklar, İbrahim aleyhisselamın Mısır'ın neresine indiğinden bahsetmezler. Ancak o dönemde Mısır dendiği zaman Delta bölgesi anlaşılırdı. İbrahim aleyhisselamın yaşadığı MÖ. 2.000'li yıllarda da Mısır idarecileri bu bölgede otururlardı. Bu dönemde Delta bölgesinde yaşayan ilk hükümdar Amenemhat I'dir. Kendisi, Thebes şehrini bırakıp Menfis'in 25 km. güneyinde kendisine askeri ve siyasi bir karargah kurmuştu. Amenemhat I ve peşinden gelen oğlu Sesostris I, Amenemhat II ve Sesostris II dönemleri, Mısır'ın en bereketli olduğu yıllardı. Bu da, Asya'dan Mısır'a olan göçlerin en cazip olduğu bir devredir. Amenemhat I, Filistin ve ötesinden gelecek tehditlere karşılık Deltanın doğusundaki sınır boyunca büyük bir duvar inşa ettirmişti. Mısır'a göç edenler bu duvarın önünde sorguya çekilip gözden geçirildikleri muhakkaktır. Belki böyle bir kontrol esnasında Hazret-i Sare'nin güzelliği keşfedilerek hükümdara gönderilmişti. Bu hükümdar kayıtlarda Sinan b. Ulvan olarak geçmektedir. Hükümdar, Sare'nin güzelliğine meftun olur. Elde etmek için bir kaç kez teşebbüs etse de her seferinde Hazret-i Sare'nin Allahü tealaya sığınması sonucu felç geçirir. Öyle ki nefes alamaz duruma gelir. Düştüğü bu zilletten yine Hazret-i Sare'nin duası ile kurtulur. Bunun üzerine Hazret-i Sare'yi serbest bırakarak kendisine Hâcer isimli bir genç kızı hizmetçi olarak verir. Kaynaklarda Hâcer'in cariye olduğu yazılıdır. Ancak İbrahim aleyhisselama eş, Hazret-i İsmail'e anne ve Efendimiz Muhammed aleyhisselama nine olma şerefine kavuşan birisinin Mısır sarayında alelade bir cariye olması düşünülemez. Nitekim; kaynakları taradığımızda bu doğrultuda önemli ipuçlarına rastlayabiliriz. Bunlardan ilki, Hazret-i Hâcer'in Mısır meliklerinden birisinin hanımı olduğu şeklindedir. Kocası bir baskın neticesi öldürüldüğünde kendisi esir edilerek Sinan b. Ulvân'ın sarayına alınır. İkinci ipucumuz ise Kitab-ı Mukaddes yorumcularından meşhur haham Troyesli Salamon Ben İsaac'ın naklidir. Tekvin; 16/1'i tefsir ederken şöyle yazmıştır; "Hâcer hükümdarın kızı idi. Hükümdar, Sare'de gördüğü bu harikuladelikler karşısında; "Kızımın Sare'ye hizmetçi olması, başka bir evde hizmetçi olmasından evladır." diyerek Hacer'i, Sare'nin hizmetine vermiştir." Buna bir de Hazret-i Sârâ ve İbrahim aleyhisselamın, Kuzey Suriye'nin en kudretli ailesine mensup olmaları da eklenince hükümdarın kızını güvenle teslim etmesini daha iyi anlamış oluruz.
Allah Dostu Örnek Bir Resûl: İbrahim Aleyhisselâm
Her zaman itminan ufuklu yaşayan Hz. İbrahim (aleyhisselâm), ruhundaki hullet özüne Cenâb-ı Hak'tan fevkalâde tecellîler sayesinde, değişik istihâleler geçirerek duyguları, düşünceleri, himmeti, gayreti, sözü ve sohbetiyle kemalâtının ufkuna erişmiş ve zamanla da farklı bir tabiatın sesi-soluğu hâline gelmiştir. Öyle ki, artık o oturup kalkıp her yerde Hakk'ı ilân etmekte, Hak da ona "Halîlim" demektedir.Allah Teâlâ, zât, sıfât ve esmâsı itibariyle müstakim bir ulûhiyet anlayışını ortaya koymak, kullarının sorumluluklarını ve bu sorumlulukları nasıl ifa edeceklerini, yürüdükleri yolun âdâb ve erkânını nasıl talim edeceklerini göstermek maksadıyla vahiy ve peygamberlik müessesesini vaz etmiştir. Cenâb-ı Hak, insanlığa gönderdiği bu İlâhî buyruklarında herkesi muhatap almamış, böylesine önemli bir konuda sadece özel donanımlı, müstesna karakterleri seçerek onlarla konuşmuş, varlık ve insanlık adına vaz ettiği bütün yüce hedefleri peygamber dediği o yüce kâmetlerle gerçekleştirmiş ve onları ibadet, istikamet, ihlâs ve âhiret yurduna ulaştırmanın rehberleri kılmıştır. Dolayısıyla hemen her devri ayrı bir peygamberin mevcudiyetiyle şereflendirmiş ve beşeriyeti hiçbir zaman nebisiz bırakmamıştır.Peygamberlerin hemen hepsi, tertemiz fıtrat timsali, yüksek ahlâk örneği, iffet ve namus âbidesi, emniyet kahramanı ve sadakat numunesidir. Onlar, üstün karakterleri, ciddi tavırları, güven vaad eden simaları, hep müstakim tavırları ve derinlerden derin kulluk şuurlarıyla her zaman parmakla gösterilen örnek şahsiyetlerdir. Hemen her nebi, insanları dünya ve ahiret saadetine ulaştıran emin bir rehber, müessir bir nasihatçi, kusursuz bir mürşit, fevkalâde bir insan sarrafı, mükemmel bir terbiyeci, kararlı bir halaskâr ve insanları Hakk'a ulaştırmanın en güvenilir kılavuzlarıdır.1Peygamberlerin fazileti ve örnekliği Bütün peygamberler insan-kâinat-ulûhiyet hakikatleri adına birbiriyle mütenasip, dinin temel esaslarına dair müşterek mesajlar getirmişlerdir. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) diliyle ifade etmek gerekirse, "Peygamberler, tıpkı anaları ayrı babaları bir kardeşler (gibi)dirler; dinleri ise aynıdır."2 Ayrıca, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Benimle, benden önce gelen peygamberlerin durumu, tıpkı bir bina yapan, onu güzelce süsleyen, fakat bir tuğlasını eksik bırakan bir adamın durumu gibidir... İşte onun eksik bıraktığı tuğla benim ve ben aynı zamanda peygamberlerin de sonuncusuyum."3 buyurmuştur. Dolayısıyla peygamberler tıpkı aynı anne babadan neşet eden evlâtlar gibidirler; aynı dili konuşurlar; mutlaka birbirlerini tasdik ederler ve asla birbirlerini tekzip etmezler.Peygamberler, kendilerine bahşedilen bazı özel hususiyetler ve faziletler itibariyle birbirlerinden farklı mertebelere sahiptirler. Kur'ân'da bu hususa şöyle işaret edilir: "Biz, o peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık. Allah onlardan bazısına hitap buyurdu, bazısını birçok derecelerle yükseltti."4 Müfessirlerin beyanına göre, âyette 'derecelerle yükseltildiği' beyan edilen peygamber, Sidre-i Müntehâ'dan geçirilip 'kâbe kavseyn' sırrı ile mutlak yakınlık makamında âlemlere rahmet olarak gönderilmiş, Allah'ın sevgilisi son peygamber Hz. Muhammed'dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Dolayısıyla Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), pek çok hususiyeti itibariyle diğer peygamberlerden faziletlidir. Kendisi de bunu ifade etmiş ve: "Ben Âdemoğullarının efendisiyim. Lâkin bu hususta böbürlenme ve övünme yok!"5 buyurmak suretiyle tevazuu elden bırakmamıştır. Efendimiz, diğer peygamberlerin kendi yanında kıymetleri yokmuş gibi düşünülmesine razı olmadığı için de, "Beni Yunus b. Metta'ya tercih etmeyin"6 demiş ve bir başka münasebetle "Beni Musa'ya tercih etmeyin. Haşr u neşir olduğunda onu Arş'ın kaidelerine tutunmuş olarak göreceğim..."7 buyurmuştur. 'Hâsılı, diğer peygamberler de, peygamber olmayanların asla ulaşamayacağı mertebededirler; fakat onlar bazı hususlarla anılıyor olsalar bile, mutlak fazilet "Kâinatın İftihar Tablosu"na aittir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) fazilet bakımından en öndedir.'8Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın rızasına uygun bir hayat sürebilmek için Efendimiz'in örnek ve model bir şahsiyete sahip oluşundan şöyle bahsetmektedir: "Hakikaten, Allah'ın Resulünde sizler için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ vardır."9 Bu husus, Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) Allah'a olan bağlılığı ve pek çok hususiyeti sebebiyle onun hakkında da nazara verilmektedir:لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِيهِمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ ۚ وَمَنْ يَتَوَلَّ فَإِنَّ اللهَ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ (Onlarda (İbrahim ve ashabında) sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı arzu edenler için güzel bir örnek vardır. Ama kim de aksine giderse bilsin ki Allah ganî ve hamîddir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, her türlü hamd ve övgü O'na mahsustur)."10Âyette zikri geçen أُسْوَةٌ tabiri lügatte, 'bir kimsenin bir başkasına tâbi olurken içinde bulunduğu durum ve keyfiyeti' olarak tarif edilmektedir. Bir başka ifadeyle, 'üsve', bir kimsenin hasletlerinin bir başkasınınkine benzemesi, hâl ve hareketlerinde ona uyması, hoşlandığı şeylerden hoşlanıp hoşlanmadığı şeylerden kaçınması hâlidir.11 Fıtrat itibariyle insan, kendisinden daha üstün vasıflara sahip insanları örnek edinme temayülünde bir varlıktır. Bu münasebetle Yüce Allah insanoğluna, iktida edeceği, yaşantısını rehber edineceği üstün vasıflarla donatılmış peygamberleri eşsiz modeller olarak göndermiştir. Kur'ân'da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile birlikte İbrahim (aleyhisselâm) da pek çok hususta örnek alınması gereken bir model olarak takdim edilmiştir. İbrahim (aleyhisselâm), her peygamberde olması gereken vasıfların yanı sıra, sadece kendisine mahsus bazı özellikleri dolayısıyla müminler için hususi bir model olarak tavsif edilmiştir.Efendimiz'in diliyle Hz. İbrahim (aleyhisselâm) Resulü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) atası olarak gördüğü Hz. İbrahim'den (aleyhisselâm) övgüyle bahsetmiş ve kendisine, 'insanların en hayırlısı' diye hitap eden bir sahabiye: "O (vasfın sahibi) İbrâhim (sallallâhu aleyhi ve sellem)!" şeklinde karşılık vermiştir.12 Ayrıca onun 'kıyâmet günü ilk elbise giydirilen kişi'13 olacağını da beyan etmiştir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilgili âyetin emri gereğince ümmetine salât ü selâmı talim ederken İbrahim'i (aleyhisselâm) de zikretmiş ve onu da ümmetin bu şümullü duasına dâhil etmiştir.14Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) İsrâ gecesi İbrahim (aleyhisselâm)'ı gördüğünden bahsederek, "İbrâhim'i de gördüm, zürriyeti içerisinde ona en çok benzeyen benim..."15 diye tarif etmiştir. Kendisinin Hz. İbrahim'in duasına mazhar oluşunu da "Ben babam İbrâhim'in duâsı, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım."16 ifadeleriyle beyan etmiştir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) getirdiği dinin de tevhid dini olduğunu vurgulayarak, "Ben müsâmahalı ve kolay olan Hanîflikle (İbrâhim'in tevhid dini ile) gönderildim."17 buyurmuştur.Resulü Ekrem Efendimiz onu ayrıca şöyle tasvir eder: "Bir gece bana rüyamda her zaman gelen iki melek (Cebrâil ve Mikâil) geldi. Bunlarla beraber gittik. Nihayet uzun boylu birinin yanına vardık. (Semâya doğru yükselen) boyunun uzunluğundan başını neredeyse göremeyecektim. O, İbrâhim (aleyhisselâm) idi."18Allah (celle celâlühü) ile münasebetleri açısından örnekliği İbrahim (aleyhisselâm) Allah'ın sevgisine mazhar olmuş bir kul ve elçi olması dolayısıyla Kur'ân'da pek çok hususiyetiyle zikredilmiştir. Kur'ân'da onun evvâh (başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık),19 halîm, (çok yumuşak huylu),20 münîb (gönülden Allah'a sığınan),21 hanîf (muvahhid, Allah'ı bir tanıyan ve Hakka yönelmiş),22 kânit (Allah'a derinden kulluk eden),23 şâkir (Allah'a çokça şükreden)24 gibi vasıflarla adından en çok bahsedilen ulu'l-azm peygamberlerden biri olduğu görülür.İbrahim (aleyhisselâm), Rabbi tarafından imtihan edilmiş ve bu imtihanında muvaffak olmuştur: "Şunu da hatırda tutun ki: Bir vakit Rabbi İbrahim'i birtakım emirlerle (kelimelerle) sınamıştı. O da onları hakkıyla yerine getirdiğinden Rabbi kendisine: 'Seni insanlara önder (İmam) yapacağım.' dedi."25 İbrahim (aleyhisselâm), bu gibi hususiyetlerinin dışında, Allah'la münasebetleri açısından hususiyle kendisine mahsus vasıflardan, 'halilullah',26 teslimiyette zirve bir insan,27 tek başına bir millet,28 kalb-i selim sahibi29 ve imanda yakîn mertebesini arayan30 model bir insan olarak da tavsif edilmektedir. Şimdi onun bu gibi vasıflarını daha yakından tanımaya çalışalım.311) O Halilullah'tı Kur'ân-ı Hakîm, Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) Allah'ın dostluğunu kazanmasından şöyle bahseder: وَاتَّخَذَ اللهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا (Allah İbrahim'i dost edinmiştir.)32Âyette zikredilen 'halîl (خَلِيل)' kelimesi, 'bir insanın bütün hücrelerine sirayet eden ve manen onu kuşatıp kaplayan sevgi hâlesi' demektir. Dolayısıyla bir kimsenin halili (dostu) olmak, onun en ince işlerine ve gizli sırlarına vâkıf olmak, sevgisiyle dostu olduğu kimsenin iç derinliklerine kadar nüfuz edebilmek demektir. Bu mertebe sevgide en zirve noktadır. Allah'ın bir kulunu sevmesi de, kuluna hayır, ihsan ve bereketler nasip etmesiyle anlaşılır.33 Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de, fevkalâde sadakati ve vefası, emre itaatteki incelikleri kavrama hassasiyeti, her ortamda hakka daveti ve tevhidi haykırması, başına gelen onca dert ve sıkıntıyı tevekkül, teslimiyet ve tefvîz üstü bir ruh hâletiyle karşılaması, Nemrud'un ateşine doğru gülerek yürümesi, Rabbi emrettiği için yurdundan-yuvasından ayrılıp yâd ellere düşmesi, sevgili eşini insiz-cinsiz bir vadiye bırakması, Hakk'ın muradı olan evlâdını Hakk'ın emrine teslim ve inkıyâd etmesi, varını yoğunu kimseyi tefrik etmeden herkese infak etmesi, hâsılı, İlâhî ahlâkla ahlâklanıp, geçmiş bütün enbiyânın medâr-ı iftiharı olabilecek bir ufka ulaşması dolayısıyla Müslümanlar nezdinde hep hayırla anılması ve arkadan gelenler arasında da dualarla yâd edilmesi bakımından 'hullet'in (dostluk) en parlak siması olmuştur.34Allah (celle celâluhu) 'halili' olan Hz. İbrahim'e (aleyhisselâm) pek çok iyilik, ihsan ve lütuflarda bulunmuştur. Ona yeryüzünde ve gökyüzündeki bütün varlıkların melekûtunu (içyüzünü, hakikatlerini) göstermiş,35 insanları tevhid dinine davet ederken ateşe atılmış, fakat Allah'ın emriyle sebepler sükût edip ateş onu yakmamış,36 çok sevdiği evlâdını kurban edecekken İlâhî bir ihsan olarak kendisine kurbanlık takdim edilmiştir.37 İbrahim (aleyhisselâm), Allah için yaptığı pek çok fedakârlık neticesinde insanlara 'önder (imam)' kılınmış, hükümranlık ve peygamberliğin onun neslinden geleceği müjdelenmiştir. 38Fahreddin Râzî'nin ifadesiyle, 'bir kimse özünü ve ruhunu cismani arzu ve hırslardan kurtarıp nurlu, parlak ve yüce duygularla donatırsa, sonra bu arınmışlığı güzel amelleriyle parlatıp cilalandırır ve tefekkürle bezenirse, bu insan mukaddes ve müzekkâ (arınmış) bir âleme dalar, böylelikle cismaniyetinin ve bayağı duygularının esaretinden kurtulmuş olur. Bu kimse bu hâline devam ettiği müddetçe öyle bir mertebeye ulaşır ki, gözü Allah'tan başkasını görmez, gönlü O'ndan başkasına yönelmez, O'nun için durur, O'nun için yürür, O'nu duyar ve her daim O'nu hisseder. İnsan bu mertebeye ulaştığında, Allah'ın Celâl ism-i şerifinin şuaları onun bütün bedenî kuvvetlerinin yanı sıra bütün istidat ve kabiliyetlerine de sirayet eder. İşte bu insan artık bir Halilullah (Allah Dostu) olmuştur. Çünkü Allah sevgisi onun her tarafını çepeçevre kuşatmıştır.39 Dolayısıyla Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) şahsında örnek bir vasıf olarak sunulan bu haslet, müminlerin de ulaşabilecekleri bir hususiyettir.2) Teslimiyette zirveydiKur'ân'da Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) bu vasfına da şöyle temas edilir: إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْۖ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ "Rabbi ona: 'Kendini canı gönülden Hakka teslim et!' deyince o derhal: 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum' demişti."40Teslimiyet, Allah'ın emirlerine razı olup boyun eğmek, kendi arzusuna uymayan işlerde bile Allah'ın kazasına ve takdirine itiraz etmeden rıza göstermek, kısaca kazaya rıza ile karşılık vermektir. Bu mânâda tevekkülle teslimiyet arasında çok yakın bir irtibat vardır. "Tevekkül; kalbin Allah'a tam itimat ve güveni, hattâ başka güç kaynakları mülâhazasından bütün bütün sıyrılması mânâsına gelirken, iki adım ötesi, çok Hak dostu tarafından 'gassâlin elindeki meyyit' sözüyle ifadelendirilen de teslim mertebesidir. Birkaç kadem ötede ise, her şeyi bütün bütün Allah'a havale edip, yine her şeyi O'ndan bekleme makamı sayılan 'tefviz' gelir. (O hâlde) tevekkül, bir başlangıç, teslim onun neticesi, tefviz de semeresidir."41 Dolayısıyla tevekkül bütün peygamberlerin, teslim, Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm), tefviz ise Hz. Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vasfıdır.Allah'ın Hz. İbrahim'i seçme sebebi de, onun Allah'ın buyruklarına karşı kayıtsız teslimiyetidir. O, iman hakikatlerini duyurma uğruna ateşe atılmayla karşı karşıya kaldığında Allah'ın takdirine boyun eğerek tam bir teslimiyet göstermiştir.42 Gördüğü bir rüya sonrasında biricik evlâdını Allah için kurban etmesi talep edildiğinde de bütün varlığıyla teslim olmuştur: "Her ikisi de Allah'ın emrine teslim olup, İbrahim oğlunu şakağı üzere yere yatırıp, Biz de ona: 'İbrahim! Rüyanın gereğini yerine getirdin (onu kurban etmekten seni muaf tuttuk)' deyince (onları büyük bir sevinç kapladı). Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!"43 Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ve oğlu Hz. İsmail'in (aleyhisselâm) bu ağır imtihanda Rabblerine karşı eşsiz teslimiyet göstermeleri, onların nesiller boyu insanlara örnek olarak takdim edilmelerine vesile olmuştur. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsında daha üstün örneklerini müşahede ettiğimiz teslimiyet şuuru, insan-ı kâmil olmanın en temel hususiyetlerinden biridir.3) Tek başına bir milletti Kur'ân-ı Kerîm Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) bu vasfına da şöyle işaret eder: إِنَّ إِبْرَاهِيمَ كَانَ أُمَّةً قَانِتاً لِلهِ حَنِيفاً وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِكِينَ "Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allah'a itaat üzere bulunan tek başına bir ümmet, bütün hayırlı halleri kendinde toplayan bir önder idi. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı."44Hz. İbrahim (aleyhisselâm) âyette zikredilen güzel vasıfları şahsında cemettiği için tek başına bir millet olarak vasıflanmıştır. O, himmeti milleti ve bütün bir insanlık olduğu için, tek başına bir millet olarak yadedilmiştir. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) kânit (itaatkâr) bir insandı. Allah'ın emirlerini en güzel şekilde yerine getirmiş, yalnızca Allah'a itaat etmiş ve O'na boyun eğmişti. Hanîf (tevhid ehli) bir insandı. Şirkin her çeşidini terk ederek, taklid yoluyla değil, bilakis basiret yoluyla tevhid dinine iman etmişti. Hep hoşgörülü, müsamahalı ve kolaylaştırıcı olmuştu. Nitekim Resulü Ekrem de bu hususa şöyle tercüman olmuştur: "Ben haniflik üzere olan, müsamahalı ve kolaylaştırıcı bir dinle (İslam'la) gönderildim."45 "O hâlde siz, babanız İbrahim'in yoluna giriniz."46İbrahim (aleyhisselâm) yaşadığı toplumun şirke dayalı bütün inanışlarına başkaldırmış ve babasının da baskısına rağmen müşriklerden olmamıştı. O, bu yönüyle, bütün semavî dinlerin saygın kabul ettikleri ortak bir şahsiyettir. Mekkeli müşrikler bile ona tâbi olmakla iftihar etmişlerdir. O, hep şükreden bir kul olmuştu. Az-çok nimetin her çeşidine her zaman şükretmişti: "Hamd olsun Allah'a ki, hayli yaşlı olmama rağmen, bu ihtiyarlık hâlimde İsmail ve İshak'ı bana ihsan etti. Şüphesiz ki Rabbim duayı kabul buyurur."47Hz. İbrahim (aleyhisselâm) bu güzel vasıfları sebebiyle Rabbi tarafından seçilme şerefine ermiştir. O, salih bir kul olarak elde ettiği bütün her şeyin kendisine Allah tarafından ihsan edildiğine tam iman etmiştir. Sırat-ı müstakime ulaştırılmıştır. İfrat ve tefrite düşmeden mutedil ve müstakim bir yola kavuşturulmuştur. Kendisine dünyada iyilik ve ihsanda bulunulmuştur. Risalet verilmiş, salih evlâtlar müjdelenmiş ve insanların sevgilisi olma ve hayırla yadedilme vasfı bahşedilmiştir. Ahirette de ilâhî lütuflarla müjdelenmiştir. Ahirette ilk olarak o diriltilecek ve salih insanlar arasında nimetlendirilecektir.484) Kalb-i selim sahibiydi Hz. İbrahim (aleyhisselâm) bu hususta da şöyle yâd edilmiştir: وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ إِذْ جَاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ "İbrâhim de, şüphesiz onun (Nuh'un) yolundan gidenlerdendi. O, Rabbine tertemiz bir kalb ile yöneldi."49 Kalb-i selim, hastalıksız ve arızasız kalb demektir. Daha has mânâda o, İslâm'dan başka her şeye kapalı olan kalbdir. Kalb-i selim, kalbin her türlü mânevî kirlerden arınmış olması, bâtıl inançlardan, her türlü şirkten ve dünyevi hırstan tezkiye edilmesidir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da selim bir kalbe sahip olunmasını öğütlerken şöyle buyurur: "Dikkat edin, bedende bir et parçası vardır, eğer o sâlim olursa bütün beden sâlim olur. Eğer o fâsid ve bozuk olursa bütün beden bozulur. Dikkat edin, o kalptir."50 Ayrıca selim kalb, insanlara zarar veren şeylerden sâlim olan kalb mânâsına da gelir. Zîrâ bir hadîste "Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kişidir."51 buyrulmaktadır.Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de selim bir kalbe sahipti. Söz konusu âyet de bize bu hakikati anlatmaktadır. O, ahirette insana ancak selim bir kalbin fayda vereceğini söylerdi. Yani küfrün hâkim olduğu bir kalbin, selâmete ermesi kat'iyen düşünülemezdi. Kâfir olan kimsenin evlâdı Hz. İbrahim bile olsa, eğer onun kalbine küfür hâkimse, Hz. İbrahim de olsa ona bir yararı dokunmayacaktır. Evet, O İbrahim Halilullah ki, pek çok peygamberin babasıdır ve ihraz ettiği makam itibarıyla, ahir zamanda gelecek, en büyük nebi, Nebiler Sultanı'nın, "Ben ona benziyorum." diyerek iftihar ettiği bir insandır.İşte bu zâtın babası Âzer'in kalbi küfürle doludur ve onun babasına hiçbir yararı olamamaktadır. Efendimiz buyuruyor ki: "Hz. İbrahim ahirette de aynı ızdırapla kıvranacak ve babasını ayaklarının dibinde görecek, 'Rabbim! Ne olur bu benim babam!' diyecek... Fakat Allah, Âzer'i meshederek, Hz. İbrahim'in içindeki alâka ve sevgiyi silecek ve ona babasını unutturacak." Böylece "Halilim, dostum!" dediği ve rahmetinin bağrına bastığı İbrahim'ine değişik bir buudda rahmetiyle tecellî edecek(tir).52İbrahim (aleyhisselâm), bu vasfa nail olabilmek için Rabbine şöyle dua etmişti: "Ya Rabb, insanların diriltilip bir araya toplandığı o mahşer gününde beni rüsvay eyleme! O gün ne mal, ne mülk, ne de evlât insana fayda verir. O gün insana fayda verecek tek şey, Allah'a selim bir kalple gelmesidir."53Kalb-i selim sahibi olan Hz. İbrahim (aleyhisselâm), Hakk'ın hiçbir tasarrufuna karşı küfran-ı nimette bulunmamıştır. Kalbini Allah'ın hoşnutluğundan başka her şeye kapamıştır. Bütün sevgilerden azat olmuş, O'nun sevgisinde fâni olmuş, O'ndan başka hiç kimseden bir beklenti içinde olmamıştır. O, bu vasfıyla da müminler için örnek bir şahsiyettir, bir üsve-i hasenedir.5) İmanda yakîn mertebesine talip olmuştu Kur'ân-ı Kerîm, onun yakîn mertebesini arzulamasından şöyle bahseder:وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَىٰ قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِنْ قَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبِي "Bir vakit de İbrahim: 'Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gösterir misin?' demişti. Allah: 'Ne o, yoksa buna inanmadın mı?' dedi. İbrahim şöyle cevap verdi: 'Elbette inandım, lâkin sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim.'"54'Yakîn, şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi rûha mâl etmek demektir. Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u a'zamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Onu, imanda delil ve bürhanları aşarak, "latîfe-i rabbâniye" yoluyla gaybları müşâhede, eşyânın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de tarif etmişlerdir.'55'Her zaman itminan ufuklu yaşayan Hz. İbrahim, ruhundaki hullet özüne Cenâb-ı Hak'tan fevkalâde tecellîler sayesinde, değişik istihâleler geçirerek duyguları, düşünceleri, himmeti, gayreti, sözü ve sohbetiyle kemâlâtının ufkuna erişmiş ve zamanla da farklı bir tabiatın sesi-soluğu hâline gelmiştir.'56 Allah (celle celâluhu) imanda yakîne ermesi için Hz. İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu (hakikatlerini) göstermiştir.57 O, ahiret gerçeğine de bütün kalbiyle inanmasına rağmen, onun mahiyetini yakîn derecesinde kavramak istemiştir. İmanda taklitçilikten kurtulup yakîn mertebesine ulaşmak, ancak ilmin kalbde derinlik kazanmasıyla mümkündür. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) itminan talebiyle, bildiği ve inandığı şeyleri ayan beyan görmek istemiştir. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususta, "Biz Hz. İbrahim'den şüpheye daha yakınız." derken,58 'Biz bile şüphe etmiyorsak, İbrahim (aleyhisselâm) ahiretin varlığı konusunda hiç şüpheye düşmemiştir.' demek istemiştir. Hasanu'l-Basrî'nin ifadesiyle, "Hz. İbrahim yakînine yakîn katmak için böyle bir talepte bulunmuştur."İbrahim (aleyhisselâm), imanda ulaşmak istediği bu mertebeyle, varlık ve hâdiselerin görünen yüzünün dışında, bir de iç derinliğinin var olduğunu göstermiş, Müminlerin imanlarında taklitçilikten kurtularak, tahkiki imana ulaşmaları gerektiği mesajını vermiştir.Netice Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müminlerin kulluk hayatında örnek alınması gerektiğinden bahsederken, iki ayrı yerde de İbrahim (aleyhisselâm) ve onunla birlikte iman edenlerin pek çok hususiyetlerini nazara vererek örnek olduklarını beyan eder. Allah'la münasebeti ve kulluk hayatı açısından Hz. İbrahim'e (aleyhisselâm) sevgide zirveyi tutmasına istinaden 'Halilullah' vasfı verilmiş, tevekkül ve teslimiyetteki tereddütsüz tavrı sebebiyle teslimiyet timsali olarak takdim edilmiş, tevhidin en yılmaz müdafii ve itaatin sembol ismi olması dolayısıyla tek başına bir millet olarak tavsif edilmiş, kalbini her türlü mânevî kirlerden arındırarak Hakk'ın hoşnutluğunun dışında her şeye kapaması dolayısıyla kalb-i selim sahibi diye anılmış, imanda kalben mutmain olmanın sancısını çeken bir kul olması itibariyle de bu örnek konumuna dikkat çekilmiştir. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) bu vasıflarıyla müminler için de bir model ve üsve-i hasene olarak takdim edilmiştir.*On Dokuz Mayıs Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi oguner@yeniumit.com.trDipnotlar 1 M.Fethullah Gülen, Nübüvvetin Çehresinde Okuduklarımız, Yeni Ümit, Nisan-Haziran 2001, Sayı: 92,s.. 2 Buhârî, Enbiyâ, 48 3 Buhârî, Menâkıb, 18 4 Bakara, 2/253. 5 İbn Hanbel, Müsned, I/5; Ebû Dâvud, Sünnet, 13; İbn Mâce, Zühd, 37; 6 İbnu'l-Esîr, Câmiu'l-usûl fî Ehâdîsi'r-resûl, VIII/526. 7 Buhârî, Enbiyâ, 34; Müslim, Fedâil, 160. 8 Gülen, Sohbet-i Cânan Kırık Testi 2,s.49. 9 Ahzâb, 33/21 10 Mümtehine, 60/6 11 İbn Manzur, Lisânu'l-Arab, XIV/5. 12 Müslim, Fezâil 150 13 Buhârî, Enbiyâ, 8 14 Buhârî, Deavât 33 15 Müslim, İman 272 16 Müsned, IV/127, 128; V/262 17 Müsned, V/266; VI/116, 233 18 Buhâri, Enbiyâ, 8 19 Tevbe, 9/114 20 Hûd, 11/75 21 Hûd, 11/75 22 Bakara, 2/135 vd. 23 Nahl, 16/120 24 Nahl, 16/121 25 Bakara, 2/124. 26 Nisâ, 4/125 27 Bakara, 2/131 28 Nahl, 16/120 29 Saffât, 37/83-84 30 Saffât, 37/84 31 Bu hususta daha fazla malumat için bkz. Durmuş Ali Karamanlı, Kur'ân-ı Kerim'de Ulü'l-Azm Peygamberlerin Örnek Özellikleri, (Yüksek Lisans Tezi), Sakarya, 2002. 32 Nisâ, 4/125 33 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, XI/59. 34 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri,s.683. 35 Enâm, 6/75 36 Enbiyâ, 21/68-70 37 Sâffât, 37/102-111 38 Bakara, 2/124. 39 Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, XI/59. 40 Bakara, 2/131. 41 M.Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s.115. 42 Saffât, 37/97-99. 43 Saffât, 37/103-105. 44 Nahl, 16/120-121. 45 Ahmed b. Hanbel, VI/116. 46 Hacc, 22/78. 47 İbrahim, 14/39. 48 Bkz.Nahl, 16/120-123 49 Saffât, 37/83-84. 50 Buhari, İman 39. 51 Buhârî, iman 5; Müslim, iman 40. 52 Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler IV, s.130. 53 Şuarâ, 26/87-89. 54 Saffât, 37/84. 55 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s.172. 56 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s.680. 57 En'am, 6/75. 58 Buharî, Enbiyâ 11.