|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Dinde şahsi görüş olmaz
|
Sual: Dinde şahsi görüş olur mu? Zamanla değişiklik yapılabilir mi?
CEVAP
Dinde şahsi görüşlerin yeri yoktur. Dinde nakil esastır. Akla göre din olmaz. İslamiyet, nakle dayanan, selim akıl dinidir. Selim akıl, yanılmayan akıldır. Birinin aklına uygun gelmeyen bir şey, selim akıl sahibi için uygun gelebilir. Akla göre din olsa, insan sayısı kadar din olur. İslamiyet’te aklın ermediği şey çoktur. Fakat, selim akla uymayan bir şey yoktur.
Bazıları, (İslam artık toplumun gereklerine göre değişmelidir. Mesela (Teknoloji ilerledi, Avrupa uygarlığı benimsenmelidir, kadınlar daha özgür olmalıdır) diyorlar. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Yapacakları değişiklikle, dini düzelteceğini sanıp dinin noksanlığını tamamladığını söyleyenler çıkıyor. Halbuki din noksan değildir. Kur’an-ı kerimde mealen, (Bugün sizin için dininizi ikmâl eyledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum) buyuruldu. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [reform yapmaya] çalışmak, bu âyeti inkâr olur.) [m.260]
Dini insanlar çıkarmadı ki insanlar değiştirsin. Kadının nasıl giyineceğini insanlar tespit edemez ki. Allahü teâlâya inanan kimse, O ne demişse ona inanması gerekir, uyarsa daha büyük nimettir. (Ben hepsini uygulayamıyorsam da hepsine inandım, kabul ettim, beğendim) demelidir. Yoksa, günaha alışıp da bu günah mubah olmalıydı veya (bu asırda bu da günah olur mu) demek, Allahü teâlâya inanmamak olur.
Böyle söyleyenler Allahü teâlâya inanmıyorlar, inansalar böyle demezler. Allahü teâlâ her şeyi bilmez mi, bugünkü toplumu bilmiyor muydu? İslam’da reform demek ben Allah’a inanmıyorum demektir, yahut Allahü teâlâyı basit bir varlık gibi görüp bu işi iyi yapmamış demektir.
Hâşâ Allahü teâlâ, yirminci, otuzuncu asırlarda toplumların duyacakları ihtiyaçları bilememiş mi? Toplumun ihtiyacı var diye dini değiştirmek dini yıkmak olur. Birinin çıkıp açıktan açığa, (ben İslam dinini yıkacağım) dediğini gördünüz mü hiç. Elbette demez. Niye desin ki, o zaman onu herkes tanıyacak, gerçek suratını herkes görecektir. Ama dini kuralları bozarak bu çirkin emeline ulaşmaya çalışır. Peygamber efendimiz, (Âlimler benim vârisimdir) buyuruyor. Mezhepsizler ise, düşünce özgürlüğü diyerek Ehl-i sünnet âlimlerine saldırıp, (Âlimlere göre değil, hakka göre ölç!) diyorlar. Hakkı biz biliyoruz da, âlimler bilmiyor mu? Hakkı, âlimler bilemezse biz nasıl bileceğiz? (Elimizde temel ölçü olarak Kur'an olduğuna göre hakkı bâtıldan ayırırız) diyorlar. Peki, âlimlerin ellerinde Kur'an-ı kerim yok muydu? Onlar yanılabiliyor da mezhepsizler niye yanılmıyor? Bütün maksatları âlimler köprüsünü yıkmaktır. Bunlar, fikir anarşisi çıkartmak, hak ile bâtılı karıştırmak ve hak yol üzerindeki köprüleri yıkmak istiyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kurduğu köprüleri yıkıp, bid'at denizinde insanları boğmak istiyorlar. Fakat, âlimlerimizin kurduğu bu köprüler, bid'at ehlinin üfürmesiyle yıkılacak kadar zayıf değildir. Ama, kime ve neye hizmet ettikleri malum olmayan bu mezhepsizlere inanan zavallılara yazık oluyor. Bunu bildiği halde susanlar da vebal altındadır. Çünkü bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Bid'atler yayılıp, bu ümmetin sonra gelenleri, öncekilere lanet edince, ilim sahipleri bunu herkese bildirsin! Bildirmeyip ilmini gizleyen, Kur'an-ı kerimi gizlemiş sayılır.) [İ.Asakir]
Her müslüman gücü nispetinde Ehl-i sünnet âlimlerinin eserlerini yaymaya çalışarak bu vebalden kurtulmaya çalışmalıdır. Bozuk kitapların dağılmasına sebep olmak ayrıca vebaldir.
Yanlış vasıtaya binen istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Mesela Paris’e giden uçağa binen, Kâbe’ye varamaz. Ehl-i sünnet yolu kurtuluş ve saadetin tek vasıtasıdır.
|
Resule itaat, Allaha itaat 15 Şubat 1998...M ORUÇ
“Allahü teâlânın yolu ile, Resulünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir.” Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyada rahat ve huzur içinde yaşamalarını, ahirette de sonsuz saadete kavuşmalarını istemektedir. Bunun için, insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzur, saadet yolunu göstermiştir. Saadete kavuşmak için, önce kendisine ve peygamberlerine inanmak lazım olduğunu bildirmiş, sonra kitaplarındaki tekliflere uymayı emretmiştir. Allahü teâlâ kullarının dinlerini, Muhammed aleyhisselamı göndermekle tamamladı. İslâm dininde olanlardan razı olacağını bildirdi. Muhammed aleyhisselamdan sonra hiç peygamber gelmeyeceğini Kur’an-ı kerimde bildirdi. Hasta ve tabip Kör olanın yol gösterenlere teslim olması gibi ve çaresizlikten şaşırmış olan hastanın merhametli tabiplere kendini teslim etmesi gibi, insanların da, aklın eremeyeceği faydalara kavuşabilmeleri ve felaketlerden kurtulabilmeleri için, Allahü teâlâ da gönderdiği peygamberi Muhammed aleyhisselama tâbi olmalarını diledi. Muhammed aleyhisselamı, peygamberlerinin en üstünü, en merhametlisi yaptı. Onun milletini, en adil ümmet eyledi. Onun dinini, hepsinden olgun eyledi. Onun hâlinde aşırılık ve noksanlık olmadığını ve derecesinin üstünlüğünü ve bütün mahlukların peygamberi olduğunu kitabında ayetlerle bildirdi. Birliğini ve hiçbir şeye benzemediğini anlatmak için ve kullarının bilgilerinin ve işlerinin düzenlenmesi ve hasta kalblerinin tedavisi için, Onu, kullarına son peygamber olarak gönderdi. Allahü teâlâ, insanları olgunlaştırmak ve kalblerindeki hastalıklarını tedavi etmek için, ezelde merhamet ederek, peygamberler göndermeyi dilemiştir. Peygamberlerin, bu vazifelerini yapabilmeleri için, itaat etmeyenleri korkutmaları, itaat edenlere müjde bildirmeleri lazımdır. Ahirette, birinciler için azap, ikinciler için sevap bulunduğunu haber vermeleri lazımdır. Çünkü insan, kendine tatlı gelen şeylere kavuşmak ister. Bunlara kavuşabilmek için, doğru yoldan sapar, günah işler. Başkalarına kötülük yapar. İnsanları kötülük yapmaktan korumak, dünyada ve ahirette rahat ve huzur içinde yaşamalarını sağlamak için, peygamberlerin gönderilmesi lazımdır. İlâhi kitapla beraber peygamber gönderilmeseydi, mesela, Muhammed aleyhisselam gönderilmeseydi, Kur’an-ı kerimi anlamamız, emir ve yasaklarını tatbik etmemiz mümkün olmazdı. Peygamberimizin İlâhi kitabı açıklama görevi de vardı. Sadece, onu postacı gibi görmek Ona hakaret olur, ayrıca ayet-i kerimelere de ters olur. Çünkü pek çok ayet-i kerimede, Peygamber efendimize Kur’an-ı kerimi açıklaması emredilmektedir. Peygambersiz olmaz Peygamberlerin, İlâhi kitapları insanlara açıklamadıkça, dinin emrini tam olarak anlamak, yapmak mümkün değildir. Allahü teâlâ peygamberine, kitabını açıklama görevi vermiştir. Şu ayet-i kerimeler bunu açıkça göstermektedir: “İndirdiğimiz hükümleri onlara iyice açıklasın diye, biz, her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.” “Sana da Kur’anı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki, düşünüp anlasınlar.” Mesela namaz vakitleri ve rekat adetleri, namazda neyin nasıl okunacağı, zekât verilmesi gerekli olan ve olmayan mallar, zekâta ait nisap miktarı gibi birçok mesele hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Çünkü Kur’an-ı kerimdeki, “Namazı kılın”, “Zekâtı verin” şeklinde kapalı olarak yer alan ayetlerden maksadın ne olduğunu anlamak mümkün değildir. Ancak Peygamberimizin açıklamasıyla anlamak mümkün olur. Hz. Peygamberi devre dışı bırakıp, sadece Kur’an-ı kerimi esas almak dini yıkmakla eş anlamlıdır. Çünkü, Resule itaat, Hak teâlâya itaat demektir. Ona uymamak, Allahü teâlâya isyandır. Allahü teâlâya itaatin, Resulüne itaatten başka olduğunu sananlar için nâzil olan, Nisâ suresinin, (Allahü teâlânın yolu ile, Resulünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir) mealindeki yüzkırkdokuzuncu ayeti, bu ayrımı yapanların müslümanlıkla ilgilerinin olmadığını açıkça bildiriyor. “Allahı seviyorsanız...” 16 Şubat 1998 “De ki: Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın”, “Kim Resule itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur” Muhammed aleyhisselamın bütün sözleri ve bütün hareketleri, insanların olgunlaşmalarına rehberlik etmekte, imanlarının ve işlerinin doğru ve faydalı olmalarını sağlamakta ve kalblerindeki hastalıkların tedavisine ve kötü ahlâklarının giderilmesine ışık tutmaktadır. Peygamberlik de, bu demektir. Peygamberleri sadece semavî kitabı tebliğ eden, getiren sıradan bir insan olduğunu zannetmek, peygamberlik makamının ne olduğunu bilmemektir veya dini yıkmak için sinsi bir oyundur. Abesle iştigal olurdu Kur’an-ı kerimi, insanların anlaması için, peygamberimizin açıklamakla görevlendirildiğini bildiren birçok ayet-i kerime vardır. Çünkü, herşey Kur’an-ı kerimde açıkça bildirilmemiştir. Bütün hükümleri, herkesin anlayabileceği tarzda açık-seçik olsaydı, Hz. Peygamber tarafından insanlara açıklanması emri abesle iştigal olurdu. Allahın Kitabı böylesi olumsuz özelliklerden berîdir. Ayetler herkesin anlayabileceği şekilde açık olsaydı, hâşâ Allahü teâlânın, açıkla emri lüzumsuz olurdu. Peygamberimiz bu görevini yaparken, Kur’an-ı kerimin dışında gelen vahiylere göre de yapıyordu. Böyle olmasaydı. Kur’an-ı kerimi açıklamak gibi bir görevi bulunan Hz. Peygamber, Kur’an-ı kerime ilişkin, Kur’an dışında ve fakat yine Kur’an tarafından verilen bir yetkiye dayanarak bir kısım şeyler söyleyip, açıklamalar yapmadan bu emri nasıl yerine getirecekti? Kur’anın Kur’anla açıklanması, onun anlaşılması için yeterli olsaydı, ayrıca Hz. Peygambere, onu “açıklama” emrinin verilmesine ne gerek vardı? Hz. Peygamberin açıklamalarına ihtiyaç duymaksızın, herkes Kur’anı rahatça okuyup anlayabilirdi. Hz. Peygamberin bildirdiklerine itaat ve Onun söylediklerinin bağlayıcı kabul edilmesi, bizzat yüce Allahın emridir. “Kim Resule itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur”, “De ki: Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” ayetleri, bunu açık olarak bildirmektidir. Peygamberimizin açıklamalarını, hadis-i şerifleri dikkate almayıp, Kur’an-ı kerimdeki bilgilerin hepsini akla, mantığa uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, peygamberlik makamına inanmamış olur. Böyle, İslâmiyeti akıl ile, felsefe ile, demagoji ile izaha ve inandırmaya çalışan kitaplardan, şahıslardan uzak durmalıdır. Akıl ile anlaşılan şeyler, his organları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da, peygamberlik makamında anlaşılan şeyleri kavramaktan acizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlayamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir? Nakil yolu ile anlaşılan, yani Peygamberimizin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar. Yahut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, yürüyemediği, anlayamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Başka çare yoktur Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan, bir miyardır, bir alettir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, Peygamberimizin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çare yoktur. Görülüyor ki, Peygamberimize tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzumdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Ayrıca, Peygamberimizin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervasızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdaba düşebilirler. Arapça bilen anlayabilseydi... 17 Şubat 1998 Kur’an-ı kerimin muhatabı, Peygamber efendimizdir. Onun muhataplığını kabul etmemek, İslâm dinini kabul etmemekle eş anlamlıdır. Allahü teâlâ, insanların dünyada ve ahirette rahat ve huzur içinde olmaları için, yalnız kitap göndermekle kalmayıp, peygamberler de gönderdi. İnsanların, kendi akılları ile, mantıkları ile dünya ve ahiret huzurunu bulmaları mümkün değildir. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri görebilselerdi, bulabilselerdi, Allahü teâlâ, hâşâ, peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Kur’an-ı kerimin muhatabı Muhammed aleyhisselam olmasaydı, bizim Kur’an-ı kerimi okuyup, dünya ve ahiret saadetini buradan çıkarmamız mümkün olmazdı. Çünkü, Kur’an-ı kerimin muhatabı, Peygamber efendimizdir. Onun muhataplığını kabul etmemek, İslâm dinini kabul etmemekle eş anlamlıdır. Gönderdiği kitabı açıklamak için, eğer peygambere lüzum olmasaydı, Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimi gönderir, “İndirdiğim kitapta, hayatınızı benim rızama ve irademe uygun bir şekilde yönlendirmek için, ihtiyaç duyduğunuz bütün hükümler ayrıntılı olarak belirtilmiştir. O kitabı alın ve onunla amel edin” buyururdu. Bu durumda, insanlar arasında birtakım kulları elçi olarak seçip, onları, indirdiği vahyi insanlara açıklamakla görevli kılmasına gerek kalmazdı. Allahü teâlâ böyle yapmayıp da, Kitabını, peygamber vasıtasıyla insanlara ilettiğine göre, Onu başka bir kısım meziyetlerle donatması, Kur’anın dışında, diğer insanlara vermediği bazı bilgileri de Ona vermiş olması da gerekir. Aksi hâlde rahatça anlaşılabilecek mufassal bir kitabı, anlayıp, içindeki hükümlerle gereği gibi amel edebilmek için, insanlar neden bir elçiye ihtiyaç duysunlar? Bütün peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felakete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. İslâmiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Peygamberimizin, kitaplarımızda yazılı ilim, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adalet ve bütün saadet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyanın her tarafında gelmiş, ilim, tecrübe ve akıl sahiplerini hürmet ve hayranlıkta bırakan emirlerinde, hiçbir kimse tarafından bir kusur ve hata bulunmamıştır. Tam akıl, şaşmayan, yanılmayan akıldır. Değil aklın erişemeyeceği şeylerde, kendi günlük işlerinde bile, hiç yanılmadığını kim iddia edebilir? Böyle bir iddiaya, kimse inanır mı? Yeryüzünde hiç bozulmayan ve değiştirilemeyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur’an-ı kerimi ve Resulullahın hadis-i şerifleri, yani mübarek sözleridir. Hadis-i şerifler olmasaydı... Hadis-i şerifler, rastgele insan sözü değildir ve vahiy ile bildirilmiş sözlerdir. Kur’an-ı kerimin açıklamasıdır. Bu açıklamalar olmasaydı, bizim Kur’an-ı kerimi tam olarak anlamamız mümkün olmazdı. Çünkü, arapça bilmekle Kur’an-ı kerim anlaşılamaz. Anlaşılabilseydi, açıklamaya, peygambere lüzum kalmazdı. Bununla ilgili örnekler çoktur. Mesela, cuma ile ilgili ayette, sadece, “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrı yapıldığında, Allahı anmaya koşun...” buyurulmaktadır. Eğer Peygamber efendimiz bildirmeseydi, bu ayette zikredilen “Namaz”ın, “Cuma namazı” olduğunu nereden bilecektik? Hangi Kur’an ayetine dayanılarak, bu namazın beş vakit namazdan herhangi biri değil de, “Cuma namazı” olduğunu ve farzının da iki rekat olduğunu bilecektik? Yine Kur’an-ı kerimin herhangi bir yerinde “hutbe”den kesinlikle söz edilmediğine göre, farz olan hutbenin okunacağını nasıl bilecektik? Saadete kavuşmak için 18 Şubat 1998 Peygamberin rehberliği şarttır. Peygambersiz de dini yaşamanın mümkün olduğunu sanmak, peygamberi devre dışı bırakmak, en büyük cehalettir. Cehalet değilse hıyanettir. Ahirette azaplardan kurtulmak, sonsuz saadete kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselama tâbi olmaya bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sadık kul olmak saadetine erer. Dünyaya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden fazla peygamberin en büyükleri, Ona tâbi olmayı istemiştir. Hz. Musa, Onun zamanında bulunsaydı, o büyüklüğü ile beraber, Ona tâbi olmayı severdi. Hz. İsa’nın gökten inip, Onun yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan müslümanlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu. Sadece akıl kâfi değildir Her ümmet, peygamberine tâbi olmakla kurtuldular. Allahü teâlâ, insanlara dünyada ve ahirette faydalı olan şeyleri, zararlılarından, peygamberleri aracılığı ile ayırt etti. Eğer bu şerefli peygamberler gönderilmeseydi, insan aklı, Allahü teâlânın var olduğunu anlayamazdı. Allahü teâlânın büyüklüğünü kavramaya ulaşamazdı. Peygamberlerin haber verdikleri; Allahü teâlânın üstün sıfatlarının var olduğu, peygamber gönderdiği, meleklerin günahsız olduğu, öldükten sonra dirilmek olduğu, cennette sonsuz nimetler, iyilikler ve cehennemde azaplar bulunduğu ve İslâmiyetin bildirdiği daha nice şeyler, akıl ile anlaşılamaz. Bunlar, peygamberlerden işitilmedikçe, insanların kısa akılları ile bulunamaz. Yunan felsefecileri ve diğer felsefeciler, “Akıl hiç şaşmaz, herşeyin doğrusunu anlar” dediler. Aklın herşeye ereceğini, sınırsız olduğunu sandılar. Aklın eremediği şeyleri de, akıl ile çözmeye kalkıştılar. Hâlbuki akıl, dünya bilgilerinde bile yanılıyor. Ahiret bilgilerini ise, hiç anlayamıyor. Akıl, duygu organları ile anlaşılamayan şeyleri bulabildiği gibi, aklın eremediği şeyler de peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır. Akıl, his organlarının üstünde olduğu gibi, peygamberlik de, akıl kuvvetlerinin üstündedir. Akıl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, peygamberlerin bildirmeleri ile öğrenilir. İnsanları var eden ve varlıkta kalabilmeleri için lazım olan her nimeti gönderen, Allahü teâlâdır. İyilik edene şükretmek lazım olduğunu herkes bilir. Allahü teâlânın nimetlerine nasıl şükredileceğini bilmek için de, yine peygamberler lazımdır. Onların bildirmediği şükür ve saygı, Ona layık olmaz. Ona nasıl şükür olunacağını, insan bilemez. Ona karşı saygısızlık olan birşeyi, şükretmek ve saygı sanabilir. Şükredeyim derken, saygısızlık yapabilir. Bunlar İlâhî kitaplardan da tam olarak öğrenilemez. Öğrenilen bilgiler eksik kalır. Mesela, Peygamber efendimiz bildirmeseydi, açıklamasaydı, Kur’an-ı kerimi okuyup, Allahü teâlânın emrettiği şekilde ibadet etmemiz mümkün olmazdı. Kur’an-ı kerimde, “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak, Allahtan korkanlar üzerine bir borçtur” buyurulmaktadır. Bu ayette ana, baba ve yakınlara vasiyet şart kılındığı hâlde, yüce Allah, Hz. Peygamber vasıtasıyla böyle bir vasiyeti neshetmiştir. Bu konudaki hadis-i şerif şudur: “Bilin ki, Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık mirasçı lehine vasiyet yoktur.” Hz. Peygamber bildirmeseydi... Keza Kur’an-ı kerimde, “Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman...” buyurularak, namaza kalkıldığı zaman, abdest alınması emir buyurulmuş. Eğer Hz. Peygamber açıklamasaydı, buradan her namaz için ayrı abdest almanın lazım olduğu anlaşılırdı. Ancak Hz. Peygamber vasıtasıyla bir tek abdest ile birkaç namazın kılınabileceği gösterilmiştir. Hatta Hz. Peygamberin bir tek abdest ile beş vakit namazı kıldığı sabittir. Demek ki, dini öğrenmede, tatbikte peygamberin rehberliği şarttır. Peygambersiz de dini yaşamanın mümkün olduğunu sanmak, peygamberi devre dışı bırakmak, en büyük cehalettir. Cehalet değilse hıyanettir. Aklına güvenenin hâli 19 Şubat 1998 “İslâmiyeti ayakta tutan, din bilgileri olmuştur. Âlimleri, ilmi yok edip, halkı cahil bırakmadıkça, onların dinlerini bozmak mümkün değildir.” Onsekizinci yüzyılın başlarında, İngiltere’nin İslâm ülkelerine gönderdiği binlerce gizli servis elemanlarından biri olan Hempher, üzgün bir şekilde memleketine döner. Derhal daire başkanının makamına çıkarak der ki: - Yıllardır, Osmanlı ülkelerinde, yerine göre sıradan bir müslüman, yerine göre tarikat şeyhi, yerine göre medrese hocası bir âlim gibi görünerek dolaşıyorum. Canla başla çalıştığım hâlde, gözle görülür bir netice alamadım. Müslümanların aralarına fitne sokamadım, dinlerini bozamadım. Beni bu işten almanızı istirham ediyorum. Tecrübeli daire başkanı, bu konuşmanın sonunda, sinsi bir tebessümle ayağa kalkar. Karşısında ayakta duran servis elemanının sırtını okşayıp, oturması için yer gösterir. Kendisi de karşısına oturup, “Evladım şu konuşmamı iyi dinle” diyerek, başlar anlatmaya: İslâmiyeti ayakta tutan - Sen bu işlerin, birkaç senelik çalışma ile neticeleneceğini mi zannediyorsun? Bırak birkaç seneyi, bu ektiğimiz tohumların meyvelerini, ben de sen de göremeyeceğiz, belki de senin, benim torunlarımız bile göremeyecek. Bu tohumların meyvelerini en az yüz senede, belki de 200 senede ancak alabileceğiz. Çünkü, bugüne kadar İslâmiyeti ayakta tutan, din bilgileri olmuştur. Âlimleri, ilmi yok edip, halkı cahil bırakmadıkça, onların dinlerini bozmak mümkün değildir. Bunun için, âlimleri, mezhepleri hissettirmeden kötüleyeceğiz. Bir müddet sonra da, peygamber sözleri hakkında, “Uydurmaydı, değildi” diyerek şüpheye düşüreceğiz. Ancak bunları başarıp, halkı cahil bıraktığımız zaman, meyveleri toplamaya başlayacağız. Bir kültürü, hele asırların birikimi olan din kültürünü yıkmak, kısa zamanda olacak şey değildir. Bugün İslâm ülkelerinin darmadağın olması, birbirleri ile uğraşmaları, hep bu faaliyetlerin neticesidir. Bu karışıklıklara bakıldığında, meyvelerin artık olgunlaşıp, toplama zamanının geldiği açık seçik anlaşılıyor. Meydan boş kalınca, cehalet diz boyu olunca, din adına konuşulanlar akla hafsalaya sığmıyor. Zaten hadis-i şerifte, “Nerede ilim varsa, orada İslâmiyet vardır, nerede ilim yoksa orada İslâmiyet de yoktur” buyurulmuştur. İslâmiyeti bozmada da daha çok felsefeye kayan, sadece akla önem veren, nakle önem vermeyen kimseler kullanılmıştır. Çünkü felsefeciler, asırlar önce de peygamberlere önem vermemişler, küfür bataklığından kurtulamamışlardır. Şu hadise ibret vericidir: Her felsefeci gibi Eflatun, kendine çok güvenirdi. Her işin, her düşüncenin en doğrusunun kendisine ait olduğunu söylerdi. Birbirlerini beğenmeme, kötüleme hastalığı bütün felsefecilerde vardır. Mesela, Eflatun, hocası Sokrat’ın fikirlerini beğenmezdi. Talebesi Aristo da Eflatun’un fikirlerini beğenmezdi. Eflatun, İsa aleyhisselamın zamanında bulunmak şerefine kavuşmuştu. Kendisine, İsa aleyhisselamdan bahsedip, görüşmesini tavsiye ettiklerinde, onlara sordu: - Bahsettiğiniz kimse neler anlatıyor? - Hakikatı anlatıyor, hakikata nasıl ulaşılacağını anlatıyor. - Benim başkasının aklına ihtiyacım yoktur. Böy
lece, O yüce peygamberin ümmeti olmak ve sonsuz olarak cennete gitmek nimetinden mahrum kaldı. |
|
Bugün 201 ziyaretçi (247 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|