ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Demiryolu yapımının Medine'ye ulaştığı esnada, Sultanın verdiği şu çok özel talimat; onun,Ehl-i Beyt'in şahsında Peygamber efendimize olan sevgi, saygı ve ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=2497
SORULARLA İSLAMİYET / SUAL-CEVAB
Osmanlı Sultanlarının Ehl-i Beyt sevgisi
Sultan İkinci Abdülhamid Han, Peygamber efendimize olan tazim ve muhabbetini, Onun kutsal beldesine hizmetler götürerek ve İslam Birliği gayesini gerçekleştirmeye çalışarak göstermiştir. Hicaz bölgesiyle münasebetleri kuvvetlendirmek ve mukaddes topraklarla aradaki mesafeyi kaldırmak niyetiyle yaptırdığı Hicaz ve Bağdat Demiryolu, bunun en güzel örneği olmuştur. Demiryolu yapımının Medine’ye ulaştığı esnada, Sultanın verdiği şu çok özel talimat; onun, Ehl-i Beyt’in şahsında Peygamber efendimize olan sevgi, saygı ve bağlılıktaki hassasiyetini göstermesi açısından, eşine az rastlanır müthiş bir misaldir: “Mümkün olan aletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehl-i Beyt’in ve burada yatanların mübarek ruhları rahatsız olmasın!..”
Kulaklarım bereketlensin Sultan Abdülmecid Han son hastalığında, yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunup irade-i şahane alınıyordu. Sıradaki bir yazı için, Medine halkının bir dilekçesi okunacak denildi. (Durun, okumayın, beni oturtun) buyurdu. Arkasına yastık konup, oturtuldu. (Onlar, Resulullah efendimizin komşularıdır. O mübarek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten haya ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin!) buyurdu. Ertesi gün vefat etti.
Hadimül-haremeyn deyin Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethedip, hilafeti esaretten kurtarınca, alışkanlıkla kendisine de Sultanül-haremeyn diyen hatibi susturup, (Benim için, o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana Hadimül-haremeyn deyin) buyurmuştur.
Surre alayları Sultan Birinci Mehmed Han, Haremeyne her sene Surre alayı göndermek güzel âdetini çıkarmıştır.
Osmanlı padişahlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerifeyn ahalisine, zahidlere, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara gönderdikleri para ve değerli eşyalara surre; bunları götüren topluluğa da surre alayı denirdi.
Her şeyin en güzelini Haremeyn-i şerifeyne layık gören Osmanlılar da, surre alaylarının en güzellerini gönderdiler. Bu hizmet devletin yıkılışına kadar en zor şartlarda bile devam ettirildi.
Gönderilirken, Kur’an-ı kerim ve na’tlar okunur, kurbanlar kesilir, buhûrdânlar yakılır, tekbir getirilir, dualar edilirdi. Receb ayının on ikisinde Üsküdar’a geçirilen surre alayı halkın coşkun sevgi gösterileri arasında yeni hediye katarları ve hacı adaylarının da iştirakı ile Hicaz’a doğru yoluna devam ederdi. Yol üzerinde bulunan beylerbeyi ve sancakbeyleri surrenin emniyetini temin etmekle mükelleftiler.
Surre alaylarının sonuncusu 1915 yılında gönderildi. Daha sonra Mekke Emirinin isyânı (1916) ve toprakların elden çıkması sebebiyle gönderilen surre alayları yerine ulaşamadı.
Yüzün sür kademine o gülün
İstanbul’da Sultan Ahmed Camiini yaptıran, Birinci Ahmed Han, İslamiyet’e ve Resulullah efendimize gönülden bağlı idi. Beytullahın ve Hucre-i seadetin perdeleri Mısır’da dokunurdu. Ahmed han, İstanbul'da dokutup saygı ile göndermiştir.
Bahtî mahlasıyla şiir de yazan Ahmed Han, Nakş-ı kadem-i şerîf [Peygamber efendimizin mübarek ayak izi] şeklinde murassâ bir sorguç yaptırmış, ortasına da mavi mine üzerine altınla kendisine ait şu mısraları yazdırmıştı: N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i resmini ol hazret-i şâh-ı Rüsülün
Göl-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir.
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.
Sultan Ahmed Han, Cuma ve Bayram günlerinde ve diğer mübarek günlerde başına bu sorgucu takardı.
Kimim var hazretinden gayrı
Sultan İkinci Mahmud Han’ın, Hücre-i saadete hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki yazı, Osmanlı sultanlarının Resulullah efendimize olan hürmet ve muhabbetlerinin başka bir vesikasıdır.
Şamdan ihdaya eyledim cüret ya Resulallah!
Muradım der-i ulyaya hizmet, ya Resulallah!
Değildir ravdaya şayeste, destaviz-i naçizim,
Kabulünle kıl ihsan u inayet, ya Resulallah!
Kimim var hazretinden gayrı, halim eyleyem i'lam,
Cenabındandır ihsan u mürüvvet, ya Resulallah!
Dahilek, el'eman, sad el- eman, dergahına düştüm,
Terahhüm kıl, bana eyle şefaat ya Resulallah!
Dü- alemde kıl istishab bu Han Mahmud-i Adliyi,
Senindir evvel ü âhırda devlet ya Resulallah!
“Nakibü’l Eşraflık” müessesesi Devlet-i Âliye; Fahri Kâinat Efendimiz ve Onun kutlu soyu Ehl-i Beyt’e hürmet ve hizmetini, müesseseler kurarak da fiilen gösterme yoluna gitmiştir. Sınırları dahilindeki, Peygamber nesebine mensup Seyyid ve Şerifleri tek tek kaydederek; her türlü ihtiyaç ve hizmetlerini görmek ve şecerelerini soy kütüklerine işleyip muhafaza etmek için, özel olarak “Nakibü’l Eşraflık” müessesesi ihdas etmiş ve başına da Âl-i Beyt’e mensup “Nakibü’l Eşraf” isimli bir memur atamıştır.
Peygamber nesline bağlı olduğunu belgeleyenlere, birer berat verip kendilerini her çeşit vergiden muaf tutmuştur. Bütün bu hürmet ve imtiyazlarla, topraklarımızda dağınık halde bulunan Seyyid ve Şeriflerin, huzur ve sükun içerisinde hayat sürmelerini amaçlamıştır.
Osmanlı, Nakibü’l Eşraflara hürmet ve ihtiramda o kadar ileri gitmiştir ki, bazı padişahların Eyüp Sultan Türbesinde tertiplenen cülus merasimlerinde onlara, kılıç dahi kuşattırmıştır. Mesela, III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Mustafa Han’a, Şeyhülislam ile beraber Nakibü’l Eşraf kılıç kuşandırmıştır. Cüluslarda, Osmanlı Sultanına ilk önce, yine Nakibü’l Eşraf bağlılığını arzedip dua etmiştir. Savaşlarda ise, padişahla beraber Nakibü’l Eşraf da sefere katılıyor ve Hazret-i Peygamberin sancağı dibinde yürüyordu. Sancak-ı Şerif’in İstanbul’dan sefere çıkışından tekrar dönüşüne değin, Nakibü’l Eşraf ile maiyetindeki bütün Seyyid ve Şerifler, tekbir ve salevat getiriyorlardı.
.
.
Ehl-i beytin fazileti
Ehl-i beyt, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselamın bütün aile fertlerine denir. Mübarek hanımları, kızı Hazret-i Fatıma ile Hazret-i Ali ve bunların evlatları olan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, onların çocukları ve kıyamete kadar gelecek torunlarının hepsine de Ehl-i beyt denir. Hatta Peygamberimizin temiz soyunun bağlı olduğu Haşimoğullarına da Ehl-i beyt denir. Eshab-ı kiramdan Selman-ı Farisi de Ehl-i beytten sayıldı. Fakat özellikle Ehl-i beytdenilince, Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma ve mübarek iki oğlu Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin anlaşılır. (radıyallahü teâlâ anhüm)
Resulullah efendimizin soyu, Hazret-i Fatıma’dan devam etti. Hazret-i Hasan’ın çocuklarına ve torunlarına Şerif, Hazret-i Hüseyin’in nesline de Seyyid denir. Peygamber efendimizin temiz ve mübarek kanını taşıyan seyyidler ve şerifler, çeşitli ülkelerde yaşamaktadır. Her biri güzel ahlak numunesi olup, yurdumuzda da sayıları pek çoktur.
Doğru yoldaki İslam âlimleri, Ehl-i beyt sevgisini, son nefeste iman ile gitmek için şart görmüşlerdir. Ehl-i Beyti sevmek her mümine farzdır. Bunlarda Resulullah efendimizin zerreleri vardır. Onlara kıymet vermek, saygı göstermek her müslümanın vazifesidir. Çünkü imanın temeli ve en kuvvetli alameti, Allahü teâlâyı sevmek ve Allahü teâlânın sevmediklerini sevmemektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İmanın temeli ve en kuvvetli alameti, Allah dostlarını sevmek ve Onun düşmanlarına düşmanlık etmektir.) [İ. Gazali]
Hak teâlâ, Hazret-i İsa’ya da buyurdu ki: (Yer ve gökteki bütün mahlukların ibadetini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [İ. Gazali]
Allahü teâlâ, Ehl-i beyte buyuruyor ki: (Allah sizlerden ricsi [her kusur ve kirleri] gidermek istiyor ve sizi tam bir taharet ile temizlemek irade ediyor.) [Ahzab 33]
Peygamber efendimiz, Hazret-i Ali’yi, Hazret-i Fatıma’yı, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’i mübarek abâları ile örterek şöyle dua etti: (İşte benim ehl-i beytim bunlardır. Ya Rabbi, bunlardan kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle!) [Mesabih]
Her namazda, Âl-i Muhammed diye dua ettiğimiz Ehl-i beyt bunlardır. Allahü teâlânın en çok sevdiği resulü Muhammed aleyhisselamdır. Onun da en çok sevdiği Ehl-i beyti ve Eshabıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Şu üç hürmeti gözetenin, dini ve dünyası muhafaza edilir, yoksa hiç bir şeyi korunmaz. İslam’a, Peygambere ve Onun nesline hürmet.) [Taberani]
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, (Ehl-i beyt, asi [günahkâr] olsalar da, bunları sevmek lazımdır. Bunları sevmek, kalb ile, beden ile ve mal ile yardım yapmakla olup, bunlara riayet ve hürmet etmek iman ile ölmeye sebep olur) buyurdu.
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Ehl-i beyti seveni Hak teâlâ sever, buğz edene de buğz eder.)[İbni Asakir]
(İslam’ın esası, bana ve Ehl-i beytime sevgidir.) [İbni Asakir]
(Her şeyin temeli vardır. Müslümanlığın temeli eshab ve ehl-i beytimi sevmektir.) [İ. Neccar]
(Allah’ın kitabı ve Ehl-i beytime uyan, hidayette olur, uymayan sapıtır.) [İ. Hibban]
(Ehl-i beytim, Nuh’un gemisi gibidir. Tutunan kurtulur, tutunmayan, boğulur.) [Taberani]
(Tutunduğunuz vakit, asla dalalete düşmeyeceğiniz iki şeyi bıraktım: Allah'ın kitabı Kur’an ve Ehl-i beytim.) [Hatib]
(Ehl-i beytime buğzeden, yüzüstü Cehenneme atılır.) [İ. Ahmed]
(Ehl-i beytime, Cehennemlikten başkası buğzetmez.) [İ. Ahmed]
(Fatıma, Cennet hatunlarının üstünü, Hasan ve Hüseyin de Cennet gençlerinin yüksekleridir.) [Tirmizi]
(Ya Fatıma, Allahü teâlâ senin gazabın için gazap eder, senin rızan için razı olur.) [Hakim]
(Allahü teâlâ, Fatıma ve nesline Cehennemi haram kıldı.) [Hakim, Taberani]
(En iyiniz, Ehl-i beytime iyilik edendir.) [Hakim]
(Ehl-i beytimi sevmeyen, ihtilafa düşer ve şeytana yoldaş olur.)[Hakim]
(Vallahi Ehl-i beytimi sevmeyenin kalbine iman girmez.) [İ. Ahmed]
(Benim soyuma dil uzatarak, beni incitenlere, Allahü teâlâ çok azap yapar.) [Deylemi]
(Allahü teâlâ, oğlum Hasan’la iki Müslüman ordunun arasını barıştırır.) [Buhari]
(Ya Rabbi, Hasan ile Hüseyin’i seviyorum. Sen de sev. Bunları sevenleri de sev!) [Tirmizi]
(Fatıma benden bir parçadır. Onu inciten beni incitmiş olur.)[Hakim]
(Fatıma’yı Ali’den daha çok severim, Ali, bana, Fatıma’dan daha çok kıymetlidir.) [Hakim]
(Kızım Fatıma’nın adı, “Allah onu ve sevenlerini Cehennemden korur” manasındadır.) [Deylemi]
(Ali’yi ancak mümin olan sever ve ona ancak münafık olan buğzeder.) [Nesai]
(Ali’yi sevmek, ateşin odunu yaktığı gibi, Müslümanların günahını yok eder.) [İ. Asakir]
(Ali’ye düşman olanın düşmanı Allah’tır.) [Ramuz]
(Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır.) [Deylemi]
(İlim on kısım. Dokuzu Ali’de, biri diğer halktadır. O, bu biri de onlardan iyi bilir.) [Ebu Nuaym]
(Ali’yi seven, beni sevmiştir. Ona düşmanlık, bana düşmanlıktır. Onu inciten beni incitmiştir. Beni inciten de Allahü teâlâyı incitmiş olur.) [Taberani]
(İmanın birinci alameti Ali’yi sevmektir.) [M. Ç. Güzin]
(Ensara ancak münafık buğz eder. Ehli beytime, Ebu Bekir ve Ömer’e buğz eden de münafıktır.) [İ.Asakir]
(Ehl-i beytimi ve Eshabımı çok sevenin, Sırat köprüsünde ayağı kaymaz.) [Deylemi, İ. Adiy]
(Eshabımı, ezvacımı ve Ehl-i beytimi seven, Cennette benimle beraber olur.) [Ramuz]
(Allah'ı seven beni sever, beni seven de, Ehl-i beytimi sever.)[Tirmizi]
(Benden sonra Ehl-i Beytimle imtihan olunacaksınız.) [Taberani]
(Bana ve Ehl-i beytime salevat getirilmedikçe, dua ile Allah arasında perde vardır.) [Ebuşşeyh]
Eshab-ı kiramla ilgili 4 ayet-i kerime meali: (Mekke’nin fethinden önce Allah için mal veren ve savaşan eshabın derecesi, fetihten sonra veren ve savaşanlardan daha yüksektir. Hepsi için hüsnayı [Cenneti] söz veriyorum.) [Hadid 10]
(Eshabın hepsi, kâfirlere şiddetli ve birbirlerine merhametlidir.)[Feth 29]
(Sizler en iyi bir ümmetsiniz.) [Âl-i İmran 110]
(Muhacir ve Ensar ile iyilikte onların izinden gidenlerden, Allah razıdır.) [Tevbe 100]
Demek ki, kurtuluş için Ehl-i beytin ve Eshab-ı kiramın yoluna sarılmak lazımdır. Ehl-i beyt, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Ehl-i beytin fazilet ve kemalatı pek çoktur. Saymakla bitmez. Onları anlatmaya, methetmeye, insan gücü yetişmez.
İmam-ı Ali’yi çok sevmek, Ehl-i sünnet alametidir. Onu sevmek için, bir veya birkaç sahabiyi sevmemek, doğru yoldan ayrılmak olur.
Ehl-i beyti sevmek, her mümine farzdır. Son nefeste iman ile gitmeye sebep olur. Aklı az olan, iyi düşünemeyen bazı kimseler, burada yanılıyor. Sevmek için sevgilinin düşmanlarını sevmemek lazımdır diyorlar. İctihadları icabı olarak Hazret-i Ali ile muharebe etmiş olan Hazret-i Âişe’yi ve Hazret-i Muaviye’yi ve Hazret-i Talha’yı ve Hazret-i Zübeyr’i, Ehl-i beyte düşman sanarak, bu büyük insanlara düşmanlık ediyorlar. Böylece doğru yoldan ayrılıyorlar. Halbuki, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki, o muharebeler, dünya hırsından, mevki ve şöhret sevgisinden değil idi. İctihad ayrılığından idi. Muharebe etmek için değil, anlaşmak için karşı karşıya gelmişlerdi. Abdullah bin Sebe yahudisinin ve arkadaşlarının hilesi ile harbe yol açılmıştı. Eshab-ı kiramın hepsi, Ehl-i beyti seviyordu. Buna inanmayanlar, yani Eshab-ı kiramı Ehl-i beyte düşman zan edenler, âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere inanmamış olur. Âyet-i kerime ve hadis-i şerifler gösteriyor ki, Eshab-ı kiram, Ehl-i beytin sevgisini, imanlarının sermayesi edinmişlerdi. (Eshab-ı Kiram kitabı)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
(Babam zahir ve bâtın ilimlerinde yani kalb ilimlerinde çok âlim idi. Her zaman ehl-i beyti sevmeyi tavsiye ve teşvik buyururdu. Bu sevgi insanın son nefeste imanla gitmesine çok yardım eder, derdi. Vefat edeceklerinde baş ucunda idim. Son anlarında şuuru azaldığında kendisine bu nasihatini hatırlattım ve o sevginin nasıl tesir ettiğini sordum. O haldeyken bile, (Ehl-i beytin sevgisinin deryasında yüzüyorum) buyurdu. Hemen Allahü teâlâya hamd ve sena ettim.
Ehl-i beyti sevmemek, Harici olmaktır. Eshab-ı kiramı sevmemek sapık olmaktır. Ehl-i beyti de, Eshab-ı kiramın hepsini de sevmek ve hürmet etmek Ehl-i sünnet olmaktır.
Ehl-i beytin sevgisi, Ehl-i sünnetin sermayesidir. Ahiret kazançlarını, hep bu sermaye getirecektir. Ehl-i sünneti tanımayanlar, bu büyüklerin orta, adil, halis sevgilerini bilmeyerek, ifratı seçerek, sevgide taşkınlık yaparak, orta ve adil sevgiyi sevmemek sanıyor. Ehl-i sünnete harici damgasını basıyorlar. Bu zavallılar bilemiyorlar ki, aşırı ve taşkınca sevmek ile hiç sevmemek arasında, bir de doğru, insaflı, orta derecede sevgi vardır. Hakkın yeri de, her şeyde ortada, merkezdedir. Bu hak ve adalet merkezi, Ehl-i sünnete nasip olmuştur.
Sevmenin aşırı ve tehlikeli olması şöyledir ki, Hazret-i Ali’yi sevmiş olmak için, diğer üç Halifeye düşman olmak lazımdır diyorlar. İnsaf etmeli, iyi düşünmeli, bu nasıl sevgidir ki, bu sevgiyi elde etmek için, Resulullahın Halifelerine, yani vekillerine düşmanlık şart oluyor? Bu nasıl sevgidir ki, insanların en iyisinin, Allah’ın habibinin, Allah’ın resulünün eshabına sövmeyi, lanet etmeyi icap ettiriyor? Bu nasıl sevgidir ki, Allah resulünün mübarek hanımına, damadına, kayınbirader, kayınvalide ve kayınpederlerine sövmeyi, lanet etmeyi icap ettiriyor? Bunlar, nasıl fena bilinir, nasıl kötülenir, nasıl temiz bilinmez ki, Allahü teâlâ, hepsinden razı olduğunu, hepsine Cenneti vaad ettiğini Kur’an-ı kerimde bildiriyor. Onun resulü Muhammed aleyhisselam da eshabı hakkında kötü konuşmayı yasak ediyor. Buna rağmen onlara kötü, pis, kâfir denilebilir mi? Bu nasıl iman, bu nasıl müslümanlıktır? (Eshab-ı Kiram kitabı)
Hepsini sevmek ehl-i sünnete nasip oldu Resulullah, Eshab-ı kiramdan hiçbirinin sonradan kâfir olmayacağını, hepsinin Cennete gideceklerini haber verdi. Herhangi birine dil uzatmamızı yasak etti. Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramdan razı olduğunu, Onları sevdiğini bildiriyor. Allahü teâlânın sıfatları ebedidir, sonsuzdur. Onlardan razı olması sonsuzdur. Eshabdan hiçbiri mürted, münafık olmaz. Allahü teâlânın bunlardan razı olması değişmez. Münafıklar, Eshabdan değildir. Münafıklardan birkaçının, imansızlıklarını sonradan açıklamaları, Eshab-ı kiramın sonradan mürted olması demek değildir.
Abdülaziz Dehlevi hazretleri, Tuhfe-i isna aşeriyye kitabında diyor ki:
(Eshab-ı kiram arasında münafıklar vardı. Bunlar önceleri belli değildi. Fakat, Peygamber efendimizin son senelerinde, müminler münafıklardan ayrıldı. Resulullah vefat ettikten az sonra, bu münafıklardan kimse hayatta kalmadı. Âl-i İmran suresinin, (Ey münafıklar! Allah, sizi kendi halinize bırakmaz. Halis müminleri münafıklardan ayırır) mealindeki 179. âyeti ve Buhari’deki (Medine şehri, münafıkları müminlerden ayırır. Demirci ocağı, demiri pasından ayırdığı gibi ayırır) mealindeki hadis-i şerif, münafıklarla kâfirlerin ayrıldığını göstermektedir.
Yine (Tuhfe) kitabında diyor ki:
(Hurufiler, Ehl-i sünnet, Ehl-i beyte düşmandır, diyorlar. Bu sözlerine herkesi inandırmak için, acıklı hikayeler de söylüyorlar. Çirkin hikayelerin hepsi yalan ve iftiradır. Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, Ehl-i beytin hepsini sevmek, kadın erkek her müslümana farz ve lazımdır. Onları sevmek imanın şartıdır. Ehl-i sünnet âlimleri, Ehl-i beytin üstünlüklerini bildiren çok sayıda kitap yazmışlardır. Ehl-i sünnetin hepsi, her namazlarında, Ehl-i beyte hayır dua etmektedir.
(Benden sonra, size iki rehber bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytimi bırakıyorum) hadis-i şerifi gösteriyor ki, Kur’an-ı kerimin bir kısmına inanıp, başka yerlerine inanmamak fayda vermediği gibi, Ehl-i beytin bir kısmına inanıp sevmek, ötekilere lanet edip kötülemek de, ahirette fayda vermez. Kur’an-ı kerimin hepsine iman etmek lazım olduğu gibi, Ehl-i beytin de hepsini sevmek lazımdır. Ehl-i beytin hepsini sevmek de, (Ehl-i sünnet)ten başka hiç kimseye nasip olmamıştır. Çünkü Hariciler, Hazret-i Ali’ye ve Onun temiz evlatlarına düşman olmak alçaklığına sürüklendiler. Sebeiyye fırkası, müslümanların mübarek anneleri olan Hazret-i Âişe-i Sıddıka’ya ve Hazret-i Hafsa’ya ve Resulullahın halasının oğlu Zübeyr bin Avvam’a düşman olmak felaketine yuvarlandılar. Kiramiyye fırkası, Hazret-i Hasan’ın ve Hazret-i Hüseyin’in imamlığına inanmadılar. Muhtariyye fırkası da, imam-ı Zeynelabidin’e inanmadılar. İmamiyye fırkası, Zeyd-i şehide inanmadı. İsmailiyye de, imam-ı Musa Kazım’a inanmadı. Bunlar gibi, daha nice fırkalar, Ehl-i beyti sevmekten ve yukarıdaki hadis-i şerife uymaktan mahrum kaldılar. Hiç birini ayırmadan hepsini sevmek Ehl-i sünnete nasip oldu. (H. S. Vesikaları)
Resulullahın yakınları
Sual: Suriye’ye gittiğimde biri ile tanıştım. Şiadan olduğunu söyleyen ve aslında İbni Sebeci olan biri, Resulullahın hanımları olmak üzere bütün eshaba sövüyor, namaz kılmıyor. Sonra da, “Biz Şura suresinin 23. âyetine göre hareket ediyoruz. Bizim ehli beyti sevmemiz her şeye yeter” diyor. “Şia Kur’anda da geçiyor” dedi. Bu konularda bilgi verebilir misiniz? CEVAP Önce şia kelimesini izah edelim. Şia, fırka, kol, din, yol, fraksiyon gibi anlamlara gelir. Bugünkü tabirle taraftar demektir. Kur’an-ı kerimde iki âyette geçmektedir. 1- Min şiatihi: Onun taraftarı (Kasas 15) Buradaki O, Musa aleyhisselamdır. 2- İbrahim de, onun taraftarıdır. (Saffat 83) Yani İbrahim aleyhisselam da Nuh aleyhisselamın dininden idi demektir.
Kelime olarak, Nuh aleyhisselamın şiası olur, İbrahim aleyhisselamın ve Musa aleyhisselamın şiası olur. Çünkü onlar bir din getirmişlerdir. Muhammed aleyhisselamın şiası da olabilir. Buna âlimlerimiz, Ehl-i sünnet demiştir. Yani Resulullahın sünnetine uyanlar demektir. Ama Ebu Bekrin şiası, Ömer’in şiası, Ali’nin şiası olmaz. Böyle söylemek bölücülük olur. Hazret-i Ali, Peygamber efendimizden ayrı yol tutmadı ki, onun İslamiyet’ten ayrı bir dini olsun. Müslüman olan herkesin Resulullahın yoluna uyduğunu bildirmesi gerekir. Resulullahın yolunda olanlara da Ehl-i sünnet denir. Resulullahın sünnetine sarılan demektir. Biri biz Ömer’in şiasıyız dese bölücülük olur. Ehl-i sünnet sahabenin hepsini sever. Çünkü Kur’an-ı kerimde hepsinin Cennetlik olduğu bildiriliyor. (Hadid 10)
Ehl-i beytle ilgili olan âyetin meali de şöyledir: (Ben bununla [İslam dinini getirmekle] akrabalık sevgisinden başka hiçbir karşılık istemiyorum.) [Şura 23]
Müfessirler, buradaki “Bana yakın olanlar” kelimesinin farklı şekilde tefsir edildiğini bildirmişlerdir. Beydavi ve Medarik’te bildirildiğine göre, şu üç şekilde tefsir edilmiştir: 1- Âyette geçen (Kurbâ = yakınlık) kelimesi, Ehl-i beyt demektir. 2- Resulullaha akraba olan bütün Kureyşlilerdir. 3- Allah’a yakınlık demektir. O zaman âyetin manası şöyle olur: (De ki: Ben bu dini getirmekle sizin iyi amellerle Allah’a yakın olmanızdan, Onu ve Resulünü sevmenizden başka hiçbir karşılık istemiyorum.) [Beydavi, Medarik]
Elbette her Müslümanın Resulullahı, arkadaşlarını, hanımlarını, kayınpeder ve damatlarını sevmesi gerekir. Bunlardan bazıları sevilmezse Resulullahı sevmek yalan olur. Hristiyanların İsa’yı seviyoruz diyerek Resulullahı inkâr etmeleri nasıl bâtıl ise, Hazret-i Ali’yi seviyoruz diyerek sahabeye kin beslemek de bâtıl bir yoldur. İbni Sebecilerin Hazret-i Ali’yi seviyoruz demeleri, Hristiyanların Hazret-i İsa’yı seviyoruz demelerine benzer. İsa, ilah diyorlar. Halbuki, Hazret-i İsa böyle sevgi istemiyor. Hariciler Hazret-i Ali’ye düşmanlık etti, Rafıziler de onu aşırı sevdi. Hazret-i Ali şu hadis-i şerifi haber veriyor: (Ya Ali, sen İsa gibisin! Yahudiler, Ona düşman oldu. Mübarek annesine iftira ettiler. Hristiyanlar da, Onu aşırı yükselttiler. Ona yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar. Allah’ın oğlu dediler.)[İ. Ahmed]
Sonra, Hazret-i Ali, (Benim yüzümden iki türlü insanlar helak oldu. Biri, beni aşırı severek, bende olmayan şeyleri bana takarlar. Ötekiler de, bana düşman olup, birçok iftira yaparlar) buyurdu.
Bu hadis-i şerif, haricileri Yahudilere, Rafızileri de Hristiyanlara benzetmektedir.
.
Ehl-i beyt Cennetliktir
Sual: Ehl-i beyt için, Cennetlik demek caiz midir? CEVAP Önce Ehl-i beytin kimler olduğuna bakalım. Âlimler farklı bildirmişlerdir.
Ehl-i beyt Resul-i ekremin zevceleri, çocukları ve torunlarıdır. Hazret-i Ali de bunlardandır. O da, Ehl-i beytin akrabasındandır. (Şehzade tefsiri)
Râzî tefsirinde de, böyle bildiriliyor. Ebüssüud tefsirinde ise, (Ehl-i beytim bunlardır) hadis-i şerifi, Ehl-i beytin sadece bildirenler olduğunu göstermez deniyor. Başka bir hadis-i şerifte de, (Aşere-i mübeşşere Cennetliktir) buyuruluyor. Buna göre, sadece bu on zatın Cennetlik olduğu, başka hiç kimsenin Cennetlik olmadığı söylenemez.(Benim Cennetteki arkadaşım Osman’dır) hadis-i şerifi de, Resulullahın Cennette başka arkadaşlarının olmadığını göstermez.
Demek ki, Ehl-i beyt, sadece Hazret-i Fatıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’den ibaret değildir. Resulullahın bütün zevceleri, kıyamete kadar Resulullahın torunları olan seyyidler ve şerifler, Ehl-i beyte dahildir. Hazret-i Fatıma’nın sadece iki oğlu değil, kızları da Ehl-i beyte dâhildir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Her baba evladının kök sülalesi vardır. Nesebi onunla sona erer. Yalnız Fatıma’nın sülalesi bana çeker. Bunlar benim Ehl-i beytimdir. Onların faziletini inkâr edenlere yazıklar olsun. Onlara muhabbet edene Allah muhabbet eder; onlara buğz edene de Allah buğz eder.) [Hâkim]
İşte bu yüzden Hazret-i Ömer, sırf Ehl-i beytle akraba olmak şerefine kavuşmak için Hazret-i Fatıma’nın kızı Hazret-i Ümm-ü Gülsüm’le evlenmiştir. Hazret-i Ömer, Eshab-ı kiramdan ve aşere-i mübeşşereden olmasaydı, sırf bu akrabalık sebebiyle yine Cennetlik idi.
Başka bir hadis-i şerif de şu mealdedir: (Rabbim söz verdi ki, kızlarıyla evlendiğim ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraberdir.) [Deylemi]
Bir âyet-i kerime meali: (Ey Ehl-i beyt, Allah sizlerden ricsi [kusurları, günahları] gidermek istiyor ve sizi tam bir taharetle temizlemek irade ediyor.) [Ahzab 33] (Kusurları ve günahları yok edilince, Cennetlik olurlar.)
Bir hadis- i şerif meali de şöyledir: (Allahü teâlâ, Fâtıma ve nesline Cehennemi haram kıldı.) [Hâkim, Taberani]
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, (Ehl-i beyt, asi [günahkâr] olsalar da, bunları sevmek gerekir. Bunları sevmek, kalble, bedenle ve malla yardım yapmakla olup, bunlara riayet ve hürmet etmek, imanla ölmeye sebep olur) buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ehl-i beyti seveni Hak teâlâ sever, buğz edene de buğz eder.)[İbni Asakir]
(İslam’ın esası, bana ve Ehl-i beytime sevgidir.) [İbni Asakir]
(Her şeyin temeli var. İslam’ın temeli, Eshabımı ve ehl-i beytimi sevmektir.) [İ. Neccar]
(Eshabımı, Ezvacımı ve Ehl-i beytimi seven, Cennette benimle olur.) [Ramuz]
(Şu üç hürmeti gözetenin, dini ve dünyası muhafaza edilir, yoksa hiç bir şeyi korunmaz. İslam’a, Peygambere ve Onun nesline hürmet.) [Taberani] (İslam’a hürmet, Dinin emirlerine riayet etmektir,Peygambere hürmet, sünnetine uymaktır, nesline hürmetseyyidlere, şeriflere hürmettir.)
.
Ehl-i beyt Cennetliktir
Sual: Ehl-i beyt için, Cennetlik demek caiz midir? CEVAP Önce Ehl-i beytin kimler olduğuna bakalım. Âlimler farklı bildirmişlerdir.
Ehl-i beyt Resul-i ekremin zevceleri, çocukları ve torunlarıdır. Hazret-i Ali de bunlardandır. O da, Ehl-i beytin akrabasındandır. (Şehzade tefsiri)
Râzî tefsirinde de, böyle bildiriliyor. Ebüssüud tefsirinde ise, (Ehl-i beytim bunlardır) hadis-i şerifi, Ehl-i beytin sadece bildirenler olduğunu göstermez deniyor. Başka bir hadis-i şerifte de, (Aşere-i mübeşşere Cennetliktir) buyuruluyor. Buna göre, sadece bu on zatın Cennetlik olduğu, başka hiç kimsenin Cennetlik olmadığı söylenemez.(Benim Cennetteki arkadaşım Osman’dır) hadis-i şerifi de, Resulullahın Cennette başka arkadaşlarının olmadığını göstermez.
Demek ki, Ehl-i beyt, sadece Hazret-i Fatıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’den ibaret değildir. Resulullahın bütün zevceleri, kıyamete kadar Resulullahın torunları olan seyyidler ve şerifler, Ehl-i beyte dahildir. Hazret-i Fatıma’nın sadece iki oğlu değil, kızları da Ehl-i beyte dâhildir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Her baba evladının kök sülalesi vardır. Nesebi onunla sona erer. Yalnız Fatıma’nın sülalesi bana çeker. Bunlar benim Ehl-i beytimdir. Onların faziletini inkâr edenlere yazıklar olsun. Onlara muhabbet edene Allah muhabbet eder; onlara buğz edene de Allah buğz eder.) [Hâkim]
İşte bu yüzden Hazret-i Ömer, sırf Ehl-i beytle akraba olmak şerefine kavuşmak için Hazret-i Fatıma’nın kızı Hazret-i Ümm-ü Gülsüm’le evlenmiştir. Hazret-i Ömer, Eshab-ı kiramdan ve aşere-i mübeşşereden olmasaydı, sırf bu akrabalık sebebiyle yine Cennetlik idi.
Başka bir hadis-i şerif de şu mealdedir: (Rabbim söz verdi ki, kızlarıyla evlendiğim ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraberdir.) [Deylemi]
Bir âyet-i kerime meali: (Ey Ehl-i beyt, Allah sizlerden ricsi [kusurları, günahları] gidermek istiyor ve sizi tam bir taharetle temizlemek irade ediyor.) [Ahzab 33] (Kusurları ve günahları yok edilince, Cennetlik olurlar.)
Bir hadis- i şerif meali de şöyledir: (Allahü teâlâ, Fâtıma ve nesline Cehennemi haram kıldı.) [Hâkim, Taberani]
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, (Ehl-i beyt, asi [günahkâr] olsalar da, bunları sevmek gerekir. Bunları sevmek, kalble, bedenle ve malla yardım yapmakla olup, bunlara riayet ve hürmet etmek, imanla ölmeye sebep olur) buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ehl-i beyti seveni Hak teâlâ sever, buğz edene de buğz eder.)[İbni Asakir]
(İslam’ın esası, bana ve Ehl-i beytime sevgidir.) [İbni Asakir]
(Her şeyin temeli var. İslam’ın temeli, Eshabımı ve ehl-i beytimi sevmektir.) [İ. Neccar]
(Eshabımı, Ezvacımı ve Ehl-i beytimi seven, Cennette benimle olur.) [Ramuz]
(Şu üç hürmeti gözetenin, dini ve dünyası muhafaza edilir, yoksa hiç bir şeyi korunmaz. İslam’a, Peygambere ve Onun nesline hürmet.) [Taberani] (İslam’a hürmet, Dinin emirlerine riayet etmektir,Peygambere hürmet, sünnetine uymaktır, nesline hürmetseyyidlere, şeriflere hürmettir.)
.XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
HALVETİ.COM
Alemlere Rahmet, Hatem-ül Enbiya Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v), 23 Şubat 632 tarihinde Gadirhum denilen bir alanda, rivayetlere göre 80 bini kişiyi aşkın bir topluluğa, Deve semerlerinden bir mimber oluşturarak bunun üstüne çıkıp tarihi Veda Hutbesini okudu. Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) ümmetine seslenerek 2 emanet tavsiye etti.
1- Allahın kelamı Kuran-ı Kerim,
2- Ehl-i Beyt’i.
Hz. Muhammed şöyle buyurdu: “Kuran ve Ehl-i Beyt'imin ipine sımsıkı sarılın. Kevser Havuzunda her iki emanet birbirinden ayrılmadan bana ulaşacaktır. Ehl-i Beyt’imin hali, Nuh’un gemisi gibidir. Gemiye binenler kurtuldular, binmeyenler helak oldular”.
(Ehl-i Beyt; Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ailesi demektir ve 1- Hz. Muhammed (s.a.v), 2- İmam Ali (k.a.v.), 3- Fatmatül Zehra, 4- İmam Hasan ve 5- İmam Hüseyin olmak üzere toplam 5 kişidirler).
Kur’an-ı Kerim düşünce, kanun ve değerler kaynağıdır... Kur’an, hayat programını düzenlemek ve hayat kanunlarını belirlemek üzere inen ilahî vahiy ve sözlerdir...
Kur’an-ı Kerim’de, Ehl-i Beyt’den bahsedilirken iki üslup kullanılmıştır:
1- Onlara özel bir unvan vererek onlardan bahsetmiştir. Tathir Ayeti’nde “Ehl-i Beyt” olarak, Meveddet Ayeti’nde de “Kurba” (Peygamber’in yakınları) olarak onlardan söz edilmesini buna örnek olarak verebiliriz. Bu konuda birçok ayet nazil olmuş ve Sünnet-i Nebevî o ayetleri açıklamıştır; müfessirler ve raviler de, onları kendi hadis ve tefsir kitaplarında nakletmişlerdir.
2- Onlarla ilgili olaylar ve vakıaları kaydetmiş, onların fazilet ve makamlarını anlatmış, onları övmüş ve ümmeti onlara yöneltmek istemiştir. Bu konularda birçok ayet inmiştir. Bu ayetlerin bazılarında, Mübahele Ayeti (Âl-i İmran, 61) ve İt’am Ayeti’nde (İnsan, olduğu gibi, Ehl-i Beyt’den toplu olarak söz edilmiş, bazılarında ise Ehl-i Beyt’in bazı fertlerinden bahsedilmiştir. Örneğin; Maide Sûresi’nin 55. ayeti olan ve “Velâyet Ayeti” diye adlandırılan, “Sizin veliniz, yalnız Allah'tır, O’nun Peygamberi ve iman eden, ibadet eden ve rükû halinde zekât verenlerdir.” ayetinde Hz. Ali’den bahsedilmektedir.
Ehl-i Beyt, Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin ailesi ve evlâtlarıdır. Müminlerin anneleri, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.), Ehl-i Beytin şerefli fertleridir.( Râzî, Tefsir-i Kebir, XXV, 181)
Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şerefli nesebi Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin vasıtasıyla devam ettiği için, onların kıyamete kadar gelecek olan evlâtları da Ehl-i Beyt’in birer parçasıdır Onları sevmek her müminin vazifesidir. Bu sevgi çok şerefli ve gereklidir. Kalbinde azıcık Ehl-i Beyt sevgisi bulunmayan kimse, Hz. Resûlullah’ın sevgisinde yalancıdır.
Aşağıda vereceğimiz ayet ve hadislerde görüleceği üzere, Hz. Resûlullah’ın kendisine tâbi olan amcaları ve onların çocukları da Ehl-i Beyt’ten sayılmıştır.( Bkz:İbn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, IV, 384. (Beyrut, 1993))
Allah Teâlâ, Hz. REsûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Ehl-i Beytini bizzat Kur’an’da zikretmiş ve onlara şu şekilde iltifatta bulunmuştur:
“Ey Peygamber hanımları! Namazı kılın, zekâtı verin; Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb/33)
Ümmü Seleme validemiz (r.a.) demiştir ki: “Bu âyet-i kerime benim evimde indi. Hz Resûlullah (s.a.v) Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i çağırdı. Onları Hayber yapımı geniş bir elbisenin altına topladı, kendisi de içine girdi ve: “İşte bunlar benim Ehl-i Beytimdir” buyurdu. Sonra inen ayet-i kerimeyi okudu ve: “Allahım! Onlardan kötülükleri gider.
.Onları tertemiz et!” diye dua etti. Ben: “Yâ Resûlallah, ben Ehl-i Beyt’ten değil miyim? Dedim.” Hz. Resûlullah (s.a.v): “Sen benim ehlimsin. Sen zaten hayır içindesin” buyurdu.( Taberî, Câmiü’l-Beyân, Cüz:XXII, Shf:7; İbn u Kesir, Tefsir, VI, 412-413.)
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, Ashâb-ı kirâmı ve ümmetim Ehl-i Beyt’in hukunu iyi koruma konusunda şiddetle uyarmıştır. Zeyd b. Erkam (r.a) anlatıyor: Allah Resûlü (s.a.v), Mekke ile Medine arasında Hummen denilen suyun başında bir hutbe verdi. Allah’a hamd, sena ve zikirden sonra şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Dikkat ediniz; ben bir beşerim. Rabbimin ölüm elçisinin gelmesi ve benim ona icabet edip aranızdan gitmem yakındır. Sizlere hukuku ağır iki kıymetli emanet bırakıyorum. Birincisi Allah’ın Kitabı’dır. Onda nur ve hidayet vardır. Allah’ın Kitabına sımsıkı sarılın. Onunla meşgul olun, onu öğrenin, öğretin; hükümlerini anlayın. İkinci emanet Ehl-i Beytimdir. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım. ” Zeyd b. Erkam’ı dinleyenler arasında bulunan Husayn b. Sebre: “Ey Zeyd, Resûlullah’ın (s.a.v) zevceleri de Ehl-i Beyt’ten midir?” diye sordu, Zeyd (r.a): “Tabi ki Efendimizin hanımları da Ehl-i Beyt’tendir. Fakat Reasûlullah’ın (s.a.v) haklarının korunmasını istediği Ehl-i Beyt, kendilerine sadakanın haram olduğu kimselerdir” dedi. Husayn: “Onlar kimdir?” diye sorunca Zeyd b. Erkam (r.a): “Ali’nin ailesi, Akîl’in ailesi, Cafer ve Abbas’ın âilesidir” dedi. Husayn: “Bunlara sadaka haram mıdır?” diye sorunca, Zeyd (r.a): “Evet” dedi. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36; Nesâî, Sünen-i Kübrâ, Menâkıb, 9.)
Âlimlerin ekseriyetine göre Ehl-i Beyt, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şerefli aileleri, kızı Hz. Fâtıma, damadı Hz. Ali, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) ve kıyamete kadar oların sulbünden gelen zürriyetleridir. Yani Hz. Hüseyin’in torunları olan seyitler ve Hz. Hasan’ın torunları olan şerifler Ehl-i Beyt’in günümüzdeki şerefli mensuplarıdır. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şerefli nesli, kıyamete kadar hiç kesilmeyecektir.
Hz. Hüseyin’in (r.a) oğlu Ali Zeynelâbidîn (r.a), babası Hz. Hüseyin’in şehid edilmesinden sonra, Şamlılar tarafından esir edilerek Dımeşk’a getirildi. Onu böyle gören zalim bir Şamlı: “Sizin kökünüzü kazıyan ve fitnenin başını kesen Allah’a hamdolsun!” diye, güya onların fitne başı olduğunu ima etmeye çalıştı. Zeynelâbidîn (rah), adama:
“Sen Kur’an’ı okudun mu?” diye sordu, adam:
“Evet, okudum” dedi. Zeynelâbidîn (rah:
“Sen, Allah Teâlâ’nın, “Resûlüm, onlara de ki: ‘Ben bu davetime karşılık olarak sizden bir karşılık ve ücret beklemiyorum; sadece yakınlarıma sevgi göstermenizi istiyorum’ (Şûrâ/23) âyetini okumadın mı?” diye sordu. Adam:
“Bu ayette sevilmesi emredilen yakınlar siz misiniz?” diye sorunca, İmam, “Evet, onlar biziz” dedi.( Taberî, Cüz:XXV, Shf:33 (Beyrut, 1995); Suyûtî, ed-Dürrü’1-Monsûr, VII, 348)
Bir gün İmam Azâm (r.a.) hocası İmam Cafer es-Sadık hazretlerinden ilim ve hadis dinlemeye gelmişti. Hocası elinde bir asa ile çıkageldi. İmam Azam (r.a.), “Ey Resûlullah’ın evlâdı, siz henüz asaya ihtiyaç duyacak bir yaşta değilsiniz” dedi. Cafer es-Sâdık (r.a.):
“Evet dediğin gibidir, fakat bu elimdeki asa Hz. Resûlullah’ın asasıdır; onu bereket için yanımda taşıyorum” dedi. İmam Azam (r.a.), hemen ileri atılıp bastona sarıldı ve: “Ey Resûlullah’ın evlâdı, müsaade buyurun, onu öpeyim” dedi. Cafer es-Sâdık (r.a.) hemen kolunu açtı ve İmam Azam’a göstererek:
“Vallahi sen bilirsin ki bu ten Hz. Peygamber’in hücrelerini taşıyan bir tendir ve şu gördüğün kıllar da onun kılındandır. Onu öpmüyorsun da asayı öpmek istiyorsun!” dedi. Bununla, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in zürriyetinin Hz. Peygamber’in (s.a.v) bir parçası olduklarını hatırlattı (Bkz: Muhammed Besyûnî, es-Seyyidc Fâtımatu’z-Zehrâ, 37. (Beyrut, 1990))
EHLİ BEYTİ SEVMEK PEYGAMBERİ SEVMEKDİR
....Allah Teâlâ, müminlere Resûlü’nün sevilmesini farz kıldığı gibi onun parçası olan ve kendisine inanan yakınlarının da sevilmesini, bu şekilde Peygamber’in (s.a.v) sevindirilmesini istiyor. Bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
“Resûl’üm onlara de ki: Ben bu davetime karşılık olarak sizden bir karşılık ve ücret beklemiyorum; sadece yakınlarıma sevgi göstermenizi istiyorum.” (Şûrâ/23)
İbn Abbas (r.a) naklediyor: Bu ayet-i kerime indiği zaman, bazıları, “Yâ Resûlallah! Sevmemiz vacip olan bu yakınlarınız kimlerdir?” diye sordular; Efendimiz (s.a.v),
“Ali, Fâtıma ve onların çocukları Hasan ile Hüseyin” buyurdu. (Tabarânî, el-Kebîr, No: 2641; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 168) Efendimiz (s.a.v), başka bir hadislerinde, onları dost edenleri kendisinin de dost edeceğini, onlara düşmanlık edenlere kendisinin de düşman olacağını beyan buyurmuştur. (Hâkim, Müstedrek, III, 149; Tabarâni, el-Kebîr, No:2619, 2620)
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, Ehl-i Beyt’in sevgisinin, kendisini sevmekten ileri geldiğini şöyle belirtmiştir:
“Sizi nimetleriyle rızıklandırıp gıdalandırdığı için Allah’ı seviniz. Beni Allah’ı sevdiğiniz için seviniz. Ehl-i Beyt’imi de beni sevdiğiniz için seviniz.” (Tirmizî, Menâkıb, 32; Hâkim, Müstedrek, III, 150.)
Resûlullah (s.a.v) Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’le yemek yedi. Yemekten sonra, onları üzerindeki elbise ile sardı ve:
“Allahım! Bunlara düşman olana sen de düşman ol; bunları seveni sen de sev!” diye duâ etti. (Ebû Ya’lâ, Müsned, No:6951; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 166-167.)
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in amcası Abbas (r.a) bir gün üzüntülü bir şekilde, Efendimiz’in huzuruna geldi ve:
“Yâ Resûlallah! Kureyş bizden ne istiyor; birbirleriyle karşılaşınca güler yüz gösteriyorlar, bizimle karşılaşınca yüzleri değişiyor!” diye şikâyet etti. Allah Resûl’ü (s.a.v) bu hâle çok gazaplandı; yüzü kıpkırmızı oldu. Sonra:
“Allah’a yemin ederim ki, bir kalp sizleri Allah ve Resûl’ü için sevmedikçe o kalbe iman girmiş olmaz” buyurdu ve şöyle devam etti:
“Ey insanlar! Kim amcama eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Hiç şüphesiz bir kimsenin amcası babası gibidir.” (Tirmizî, Menâkıb, 28; Ahmed Müsned, I, 207.)
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, Hz. Ali’ye hitaben: “Yâ Ali, seni ancak mümin olanlar sever; sana ancak münafıklar buğzeder.” buyurmuştur.( Müslim, iman, 131; Tirmizî, Menâkıb, 20; Nesâî, iman, 19.)
Allah Resûl’ü (s.a.v), Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a) için, “Bunlar benim evlâdımdır; evlâdımın çocuklarıdır. Allahım! Ben onları seviyorum, sen de sev. Allahım, onları sevenleri de sev!” diye duâ etmiştir. (Tirmizî,Menâkıb, 50; Beğavî, Mesâbihu’s-Sünne, IV, 194. (No: 4829))
Büyük arif Muhyiddin b. Arabî hazretleri (k.s) demiştir ki: “Allah Resûlü (s.a.v), Allah Teâlâ’nın emriyle bizden yakınlarına muhabbet etmemizi istemiştir. (Şûrâ/23) Bundan sonra bir mümin Hz. Peygamberin (s.a.v) bu talebim kabul etmezse, yarın kıyamet gününde ona hangi yüzle bakacak ve onun şefaatini nasıl umacaktır?”
Bir sadık âşık demiştir ki: “Sevgilinin yaptığı her şey sevgilidir. Eğer senin Allah ve Resûl’ü için muhabbetin sahih ise, Hz Peygamber’in (s.a.v) Ehl-i Beyt’ini de seversin. Herkesin imanı onların muhabbeti ile ölçülür.” (İbn u Arabî, el-Futûhâtu’1-Mekkiyye, I, 29. Bölüm. (Özetle alındı))
.Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz buyurmuştur ki:
“Şüphesiz, (ahirette) çağrılıp gitmem yakındır. Size iki büyük ve hukuku ağır emanet bırakıyorum. Birisi, Aziz ve Celil olan Allah’ın kitabı Kur’an. Diğeri de gözümün nuru Ehl-i Beytimdir. Allah’ın kitabı Kur’an; semadan yeryüzüne uzatılmış (ilâhî ve nuranî) bir iptir. Lâtif ve habîr olan (her şeyi bilen Rabbim) bana bildirdi ki: Kur’an’la Ehl-i Beytim (âhirette) Havz-ı Kevser’in başında bana gelene kadar birbirinden ayrılmayacak. Öyleyse, sizler (size emanet ettiğim) bu iki şeyde bana nasıl halef olduğunuza (benden sonra onlara nasıl davrandığınıza) iyi bakınız; onların hakkını korumaya dikkat ediniz!” (Ahmed, Müsned, 111,17;V,182;Tabarânî, el-Mu’cemu’1-Kebir, V, 154 (No:4922, 4923). Bkz: Tirmizî, Menâkıb, 32 (No:3788. Aynı konuda biraz farklı bir rivayet))
Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) gerçek âşığı Ebû Bekir Sıddîk (r.a) demiştir ki:
“Resûlullah’m Ehl-i Beytini sevip memnun ederek Resûlullah’ın (s.a.v) hatırını gözetin. Vallahi, Resûlullah’ın yakınlarının haklarını korumak, benim için kendi yakınlarımın haklarını korumaktan daha sevimlidir.” (Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebi, 12.) Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz buyurmuştur ki:
“Sizin en hayırlınız, benden sonra Ehl-i Beytime karşı en hayırlı davranan kimselerdir” (Hâkim. Müstedrek, III, 311; Ebû Ya’lâ, Müsned, No:5924)
“Allah’a yemin ederim ki, bana ve ehl-i Beytime buğzeden ve bizi kızdıran kimse, muhakkak cehenneme girer.” (Hâkim, Müstedrek, III, 150; İbn u Hıbbân, el-Ihsân, XV, 435. (No:6978).)
.
“Ehl-i Beytim Nuh’un gemisi gibidir; ona binen kurtulur; uzak duran boğulup helâk olur.” (Hâkim, Müstedrek, III, 151; Ahmed, Müsned, III, 157; Tabarânî, el-Kebîr, No:2636-2638.)
“Rabbim bana, Ehl-i Beytim içinde kim Allah’ın birliğini ve benim peygamberliğimi kabul ederse ona azap etmeyeceğini vaadetti.” (Hâkim, Müstedrek, III, 150.)
Şu hâdiseden ibret alalım:
Ashabın hafız ve ileri gelen âlimlerinden Zeyd b. Sâbit’e (r.a) binmesi için bir hayvan getirildi. Abdullah b. Abbas (r.a) hemen üzengisini tutup binmesine yardımcı olmaya çalıştı. Zeyd (r.a): “Ey Resûlullah’ın amcaoğlu, lütfen böyle yapma, üzengiyi bırak!” dedi. İbn Abbas (r.a): “Biz âlimlerimize ve büyüklerimize karşı böyle davranmakla emrolunduk” dedi. Bunun üzerine Zeyd b. Sabit (r.a): “Elini bana verir misin?” dedi ve İbn Abbas elini uzatınca onu öptü ve biz de Hz. Peygamber’in Ehl-i Beytine karşı böyle davranmakla emr olunduk” dedi. (İbn u Abdilberr, Beyâni’1-tlm, I, 127; Kandehlevî, Hayâtu’s-Sahâbe, II, 440. Son kısmı hâriç bkz: ibnu Hacer, el-lsâbe, No:2888; (Beyrut, 1995); Hâkim, Müstedrek, III, 423.)
Müfessir İbn Kesir (r.a.) demiştir ki: “Ehl-i Beyte karşı hayır tavsiyede bulunan, onlara karşı iyiliği, hürmet ve ikramı emreden kimseyi yadırgamayız. Çünkü onlar tertemiz bir zürriyetten gelmektedirler. Onlar, övünme, nesep ve itibar yönünden yeryüzündeki en şerefli hanenin evlâtlarıdır. Özellikle Hz. REsûlullah’ın şerefli sünnetine tâbi olan ve ondan hiç ayrılmayan Ehl-i Beyt, bu hürmet ve hizmete en lâyık kimselerdir. Çünkü Efendimiz (s.a.v) sahih bir hadiste: “Size iki tane hukuku ağır emanet bırakıyorum. Birisi Allah’ın Kitabı, diğeri de Ehl-i Beytimdir. Kur’an ve Ehl-i Beytim, kıyamette havzın başında bana kavuşana kadar birbirinden ayrılmayacaktır” buyurmuştur. (İbn u Kesir, Tefsir, VII, 201. (Riyad, 1997))
“Resû’lüm onlara de ki: Ben bu davetime karşılık olarak sizden bir karşılık ve ücret beklemiyorum; sadece yakınlarıma sevgi göstermenizi istiyorum” âyet-i kerimesi (Şûrâ/23) Resûlullah’ın (s.a.v) Eh-i Beytini ve ashabını sevmenin vacip olduğunu göstermektedir. Allah Resûl’ü (s.a.v) sahih hadislerinde:
“Fatıma benden bir parçadır; onu üzen beni de üzer” (İbn u Kesir, Tefsir, VII, 201) buyurmuş, Hz. Ali’yi, Hasan ve Hüseyin’i sevdiğini belirtmiştir. Efendimizin sevdiği kimseleri sevmek, bütün ümmete vaciptir. Sonra, her namazın sonunda Hz. Peygamberin Ehl-i Beyti’ne salât ve selâm okunması, bütün ümmete emredilmiştir. Bu büyük bir makamdır; onlardan başka hiç kimseye nasip olmamıştır. Bütün bunlar gösteriyor ki, Hz. Peygamberin Ehl-i Beyti’ni sevmek vaciptir.
.Yukarıdaki âyetin içine Efendimize iman ve itaat eden bütün Sahâbe-i Kiram da girmektedir. Onlar da Efendimizin yakınlarıdır. Kısaca, Ehl-i Beyt’i ve Ashâb-ı Kiram’ı sevmek vaciptir. Bir hadiste: “Eh-i Beytim Nûh’un gemisine benzemektedir. Ona binen kurtulur; binmeyen suda boğulur.” buyrulmuştur. Bir diğer hadiste ise: “Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine tâbi olursanız doğru yolu bulursunuz” buyrulmuştur. Şu anda bizler, ilâhî teklif denizinde bulunuyoruz. Bu arada şüphe ve şehvet dalgalan da devamlı bize çarpıp durmaktadır. Denizde giden bir kimsenin iki şeye ihtiyacı vardır. Birisi, kusuru bulunmayan ve içine su geçilmeyecek şekilde sağlam bir gemi.
Diğeri de, yön tayin edecek açık parlak yıldızlar. Bir kimse sağlam bir gemiye biner ve parlak yıldızlarla yönünü belirlerse, hedefine selâmet içinde ulaşır. Bunun gibi, biz ehl-i sünnet cemaati de Hz Peygamberin Ehl-i Beyt’inin muhabbet gemisine bindik ve gözlerimizi hidayet semasının yıldızlan olan Ashâb-ı Kirama diktik; böylece yol alıyoruz. Bu durumda Allah Teâlâ’dan ümidimiz bizleri dünya ve ahirette selâmete ulaştırmasıdır. (Râzî, Tefsir-i Kebir, XXVII, 143.)
“Allah ve melekleri devamlı Peygamber’e salât ediyor; ey müminler siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.” (Ahzab/56.)Âyeti nazil olunca, Ashab’tan bazıları, Rasûlullah (s.a.v) Efendimize gelerek:
“Yâ Rasûlallah! Size nasıl selâm vereceğimizi biliyoruz, fakat size, Ehl-i Beytinize nasıl salât okuyalım?” diye sordular. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
Şöyle deyin:
“Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve onun âline (ailesine ve zürriyetine) salât et. Peygamberin İbrahim’e ve âline salât ettiğin gibi. Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve onun âline (ailesine ve zürriyetine) bereket ihsan et, onları mübarek kıl. Peygamberin İbrahim’e ve âline bereket verdiğin gibi.” (Buhârî, Ehâdisü’l-Enbiyâ, 10; Müslim, Salat, 65-69.) Bu ayet ve hadislerden anlaşılacağı gibi namazın son oturuşunda Efendimize salât okumayı namazın farzlarından saymıştır. Getirilecek salâtın en kısasının, tercih edilen görüşe göre “Allahümme salli alâ Muhahemmedin ve âlihi” olduğu belirtilmiştir. (Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I, 270 (Beyrut, 1997. Tahriçli Baskı); Zuhaylî, el-Fıkhu’l-Islâmî ve Edilletühû, I, 670.)Yukarıda geçen sözle bu kastedilmiştir.
Meşhur şair Ferazdak, Ehl-i Beyt’ten Zeynelâbidin’i tanıtırken bir beytinde şöyle söyler: “O öyle bir ailedendir ki, onları sevmek din, onlara buğzetmek küfürdür. Onlara yakınlık kurtuluş ve emniyettir.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, III, 139; ibnu Hacer el-Heytemî, es-Savâiku’l-Muhrika, II, 574)
.
Bu konuda Resûlullah (s.a.v) Efendimiz buyurmuştur ki:
“Bütün muttakiler, Muhammed’in âlidir (ehl-i beytidir.)” (Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, III, 89; (No:5624); Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 269.) ”Ehl-i Beyt’imden bazıları kendilerinin bana insanların en evlâsı (en sevgilisi) olduğunu düşünüyorlar. Hâlbuki durum öyle değildir. Şüphesiz benim içinizdeki dostlarım, muttakilerdir. Onlar (nesep ve yer olarak) kim olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun, değişmez.” (Taberânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, no: 318, Deylemî, Müsncd, I, 287 (No:904))
Resûlullah (a.s), Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken, onunla birlikte uğurlamaya çıktı. Kendisine tavsiyelerde bulundu. Muaz (r.a) binekte, Rasûlullah (a.s) ise yerde yaya yürüyordu. Uğurlama yerine geldiklerinde Efendimiz(a.s):
“Yâ Muaz! Belki bu seneden sonra benimle burada karşılaşıp görüşemeyeceksin!” buyurdu. Resûlullah (a.s)’ın ayrılığından (ve bu işaret yollu vefat haberinden) dolayı Muaz (r.a) ağladı. Sonra Rasûlullah (a.s) geri dönüp, Medine’ye yönelerek:
“Benim için insanların en evlâsı (en yakını) her kim olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun, muttaki olanlardır.” buyurdu.( Ahmed, Müsned, V, 235; Ali el-Muttakî, Kenz, III, 91.)
Allah Resûl’üne olan sadâkati ve sevgisi İran asıllı Selman-ı Fârisî Hz.lerini Ehl-i Beyt’in içine katmıştır. Selman (r.a) İslâm’a girişiyle ve Hendek harbindeki ince siyaseti ile bütün ashabın gönlüne girmişti. Muhacirler: “Selman bizdendir.”diye onu kendileri gibi görmüşlerdi. Ensâr ise: “Hayır, aslında Selman bizdendir.” diye ona sahip çıkmak istemişlerdi. Allah Resûl’ü (s.a.v) bizzat araya girdi ve: “Selman bizdendir; Ehl-i Beytimizdendir” (İbn u Sa’d, Tabakât, IV, 83; Muhammed eş-Şâmî; Sübülü’1-Hüdâ, IV, 365.) buyurarak, onu has dairenin içine aldı; kıyamete kadar hayırla anılacak grubun içine kattı.
İman, sevgi ve takva yolunda hizmet ile herkes bu şereften bir derece pay sahibi olabilir. Bu kapı herkese açıktır. “Allah’ın dostları ancak muttakilerdir.” (Enfal/34) âyeti nazil olunca, Hz.Resûlullah (s.a.v): “Benim dostlarım ancak muttakilerdir.” (Hâkim, Müsterdek, II, 328; İbn u Kesir, Tefsir, IV, 51) buyurarak, işin esâsının iman ve takva olduğunu belirtti.
Bir kimse, hem Allah Resûl’ünün temiz nesebine, hem de edebine vâris ve sahip olursa, o nur üstünü nur olur. Böyle olduğu için, geçmişte ve günümüzde, takva imamlığını en liyakatli şekilde temsil eden onlar olmuşlardır. Yani, irşad kutubluğu, Ehl-i Beytin şerefli mensubu ariflere nasip olmuştur. Bu, Allah Resûlü’nün (s.a.v) kıyamete kadar devam eden nübüvvetinin bir tezahürüdür. Velâyet, nübüvvet mucizesinin bir devamıdır ve bu nur en parlak şekilde o nübüvvetin sahibi Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz’in evlâtlarında zuhûr etmiştir ve hâlen de etmektedir.
Allahım! Bizi Ehl-i Beyt sevgisiyle yaşat ve o sevgi içinde hasret. Bizi takva ile şereflendir; rızâ ve cemâlinle sevindir. Âmîn, bi hürmeti Seyyidi ‘1-Mürselîn. Velhamdü lillahi Rabbilâlemin.
"Nimetleriyle sizi beslediği için Allah'ı sevin. Beni de Allah sevgisi için sevin. Ehl-i Beytimi de benim sevgim için sevin." [Tirmizî, Menâkıb, (3792).]
Bu hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), fıtrî ve tabiî bir sevgiden hareketle, Ehl-i Beyti'nin sevilmesi gereğini ifade ediyor. Şöyle ki İslâm ulemâsı, insan fıtratındaki "sevgi"nin üç şey sebebiyle hasıl olacağını belirtirler:
1- Kemâl,
2- İhsan,
3- Menfaat (4356. hadise bak).
Bu hadiste Resûlullah, hayatımızın devamını sağlayan gıdamızı Allah'ın verdiğini hatırlatarak, ihtiyaçlarımızı gören Rabbimizi sevmenin fıtrî ve tabiî birşey olduğunu bildiriyor. Allah'ı sevdik mi ister istemez kendisini yani Hz. Peygamber'i seveceğiz, çünkü O, Habîbullah'tır. Dostun dostu sevilir. Ayrıca Kur'an'da Allah'ı sevenlere, Resûlullah'a ittiba ve onu sevmek emredilmiştir. (Bu hususlar da 4356. hadiste açıklandı). Resûlullah'ı sevince, onun sevdikleri ve sevilmesini emrettikleri de sevilecektir. Âl-i Beyt bunlardandır: Resûlullah hem sevmiştir, hem de sevmemizi emretmiştir. Âl-i Beyt Aleyhissalâtu vesselâm'ın bu alâkası, akrabalık gayretinin bir sonucu olmayıp, risalet vazifesinin icabı olduğunu, ileride sayıca çok artacak ümmetinin, yeryüzünün her tarafına dağılarak İslâm'a fıtrî bağlarla bağlı ve ciddi taraftar bir cemaat teşkil edeceğini; ilim, maneviyat, cihad gibi cemiyetlerin dinamiği olan, milletlerin ayakta kalmasını sağlayan ve devamları için şart olan hususlarda onların daima önde olacakları ve onların sevilmesi ve sayılmasının ümmetî birliğe temel teşkil edeceği hikmetine dayandığını Bediüzzaman merhumdan kaydettiğimiz bir pasajda göstermiştik, burada tekrar etmeyeceğiz (4434. hadis).
2. (4493)- Sa'd İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Şu âyet indiği zaman, (meâlen): "Sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle bu hususta mücadele edecek olursa de ki: "Gelin, çocuklarımızı ve çocukarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendinizi ve kendimizi çağırıp toplanalım, sonra niyaz edelim ki, Allah'ın laneti yalancılar üzerine olsun!" (Âl-i İmrân 61), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Aliyi, Fatıma'yı, Hasan ve Hüseyin (radıyallahu anhüm ecmaîn)'i çağırdı ve:
"Allah'ım, bunlar da benim ehlim (âilem)" buyurdu." [Tirmizî, Tefsir, Âl-i İmrân, (3002).]
3. (4494)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın evinin kapısında iken şu âyet nazil oldu: "...Ey peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" (Ahzab 33). Evde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve:
"Allahım, işte bunlar benim ehl-i beytimdir, bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden tertemiz kıl!" buyurdu. Ben atılıp:
"Ey Allah'ın Resûlü! Ben ehl-i beytten değil miyim?" dedim. Bana:
"Sen (yerinde dur, sen zaten) hayırdasın, sen Resûlullah'ın zevcesisin!" diye cevap verdi." [Tirmizî, Menâkıb, (3870).]
1- Bu hadis, ehl-i beyt'in, ümmet arasındaki mümtaz yerini tesbit etmektedir. Ancak, Kur'an'da teşrif edilen bu "Ehl-i Beyt"e kimler dahildir? hususu âlimler arasında ihtilaflıdır.
* İbnu Abbâs, İkrime, Atâ ve Kelbî, Mukâtil, Sa'îd İbnu Cübeyr (radıyallahu anhüm)'e göre ayette mezkur olan Ehl-i Beyte, hassâten Aleyhissalâtu vesselâm'ın zevceleri dahildir. Derler ki: "Beyt'ten murad, beytu'n-Nebî ve zevcelerinin meskenleridir. Zira ayette: "Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini, ilim ve hikmeti tefekkür edin" (Ahzab 34) buyurulmaktadır. Keza Kur'an'da Resûlullah'ın zevceleri ile ilgili gelen şu kısımdaki âyetlerin siyakı da zevcât-ı tâhîrât'ın ehl-i beyte dahil olduğunu gösterir: "Ey Peygamber! Hanımlarına de ki..." den... "Şüphesiz ki Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyden haberdar" (Ahzâb 28-34. âyetler) âyetine kadar."
* Ebû Sâidi'l-Hudrî, Mücâhid, Katâde ise Kur'ân'da mezkur olan Ehl-i Beyt'i hassâten Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hüseyin (radıyallahu anhüm)'ün teşkil ettiğini söylemişlerdir. Onların bu hükme varmada delillerinden biri, ayetteki hitabın kadınlara değil, erkeklere yapılması sahih olacak şekilde gelmiş olmasıdır. Zira ayette erkekleri ifade eden عَنْكُمْ ve وَلِيطْهِرَكُمْ denmiştir. Bu hitap sadece kadınlara olsaydı عَنْكُنَّ وَيُطَهِّرَكُنَّ denmesi gerekirdi. Ancak önceki görüşte olanlar, bu iddiaya: "İfadenin müzekker muhataba göre gelmesi ehl kelimesini esas almaktan dolayıdır. Nitekim âyet-i kerîmede Cenab-ı Hak اَتَعْجَبِينَ مِنْ أمْرِ اللّهِ رَحْمَتُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ اَهْلَ الْبَيْتِbuyurmuştur. Arapçada kişi arkadaşına, zevcesine veya zevcelerini kastederek كَيْفَ اَهْلُكَ der, o da هُمْ بِخَيْرِ der, kastedilenler kadın olduğu halde erkek zamiri kullanılır" diye karşılık vermişlerdir.
Bu iki görüş sahiplerinin getirdikleri delilleri burada serdetmeye gerek görmüyor, bunlar arasında üçüncü mutavassıt bir görüş daha var, onu kaydediyoruz:
* Kurtubî, İbnu Kesîr gibi bir kısım muhakkik ulemâya göre, âyette mezkur olan Ehl-i Beyt'e Resûlullah'ın zevceleri, Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin dahildirler. Bunlara göre, zevcât-ı tâhirat dahildir, çünkü işaret edilen ayetlerle kastedilenler onlardır, onlar Resûlullah'ın evlerinde sakindirler. Bu hususu te'yid eden bir kısım rivayetler İbnu Abbas ve başkaları tarafından rivayet edilmiştir. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin hazerâtının da dahil olması ise, neseb yönüyle yakınlıklarından ve ailesine dahil olmalarındandır. Keza âyetin onlar sebebiyle indiğini te'yid eden rivayetlerde bu görüşe delil kabul edilmiştir. Bu durumda ayet-i kerîmenin bu iki zümreden sadece birini kasdetmiş olduğunu iddia edenler, yapılması gereken bir şeyi yaparken, ihmali câiz olmayan bir hususu da ihmal etmiş olmaktadırlar.
2- Resûlullah'ın Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)'ya söylediği: "Sen yerinde (dur, sen zâten) hayırdasın..." sözü hususunda iki te'vil yapılmıştır.
* Birine göre mana şudur: "Sen (zaten) hayırlısın. Benim ehl-i beytimden olman sebebiyle, bir de örtümün altına girmeye ihtiyacın yok." Onu girmekten men edişinin sebebi Hz. Ali'nin oradaki varlığıdır.
* Diğer te'vile göre, mana şöyledir: "Sen ehl-i beytimden olmasan da sen hayırlısın." Mübârekfûrî, önceki görüşün râcih ve hatta muteber görüş olduğunu belirtir.
4. (4495)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Şu âyet indiği zaman (meâlen): "...Ey peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" (Ahzâb 33), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazına giderken, altı aya yakın bir müddette, Hz. Fâtıma (radıyallahu anhâ)'nın kapısına uğrayıp:
"Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt "Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor!" buyurdu." [Tirmizî, Tefsîr, Ahzâb (3204).]
ـ4496 ـ5ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالتْ: ]خَرَجَ رَسُولُ اللّهِ # وَعَلَيْهِ مَرْطٌ مُرَحَّلٌ أسْوَدٌ، فَجَاءَ الْحَسَنُ فَأدْخَلَهُ، ثُمَّ جَاءَ الْحُسَيْنُ فَأدْخَلَهُ، ثُمَّ جَاءَتْ فَاطِمَةُ فَأدْخَلَهَا، ثُمَّ جَاءَ عَليٌّ فَأدْخَلَهُ. ثُمَّ قَالَ: إنَّمَا يُرِيدُ اللّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ أهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيراً[. أخرجه مسلم.»المِرْطُ« كساء من خز أو صوف يتغطى به.و»المُرَحَّلُ« الموشى المنقوش الذي فيه صور الرجال، وقال الجوهري: هو إزار خز فيه أعم .
5. (4496)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), üzerinde siyah (yünden) nakışlı bir kumaş olduğu halde sabahleyin (evden) çıktı. O sırada Hasan geldi, onu örtünün altına soktu. Sonra Hüseyin geldi onu da soktu. sonra Fatıma geldi, onu da soktu. Sonra Ali geldi onu da örtünün altına soktu. Sonra da:
"Ey Ehl-i Beyt Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" (Ahzâb 33) buyurdu" [Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 61, (2424).]
"Haberiniz olsun! Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunlardan biri Allah Teâlâ'nın Kitabı'dır. O, Allah'ın (sema-arz arasına uzanmış) ipi olup, kim ona tutunursa hidayet üzere olur, kim de onu terkederse dalâlete düşer. İkincisi itretim, Ehl-i Beytim'dir." Biz, Zeyd İbnu Erkam'a sorduk:
"Kadınları da Ehl-i Beyt'inden midir?"
"Hayır! dedi, Allah'a yemin olsun, kadın bir müddet erkekle beraber olur. Sonra (kocası) onu boşar, o da babasına ve kavmine döner. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ehl-i Beyt'i aslı ve kendinden sonra sadaka haram olan asabesi'dir." [Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 37, (2408).]
1- Kur'an ve Âl-i Beyt için sakaleyn (ağırlık) denmesi, onun kıymetce, şerefceüstünlüğündendir. Bazı rivayetlerde iki ağır halife خَلِيفَتَيْنِ ثَقَلَيْنِ diye gelmiştir.
2- Münâvî, Âl-i Beyt'le Ashâb-ı Kisâ'nın kastedildiğini belirtir. Zekat haram edilenlere ehl-i beyt diyenlerin zayıf görüşte olduklarına işaret eder. Hanefilere ve Şâfiîlere göre, bu hadiste zikri geçen Âl'den murad, Benî Hâşim'dir. Yani, Hz. Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbas hazerâtının sülaleleri ve onların azatlılarıdır; bunlara zekât verilmez. İmam Mâlik yalnız Benî Hâşim'e zekat verilmeyeceği görüşündedir. Bütün Kureyş'e zekat verilmeyeceğini söyleyenler de olmuştur. Bu rivayette, Hz. Zeyd'in, Ezvâc-ı Tâhirât'ı Al-i Beyt'ten saymaması bütün Kureyş kabilesini Ehl-i beyt kabul edenlerin sözünü reddetmeye müteveccihtir. Gerçi onlardan Hz. Aişe, Hafsa, Ümmü Habîbe, Ümmü Seleme, Sevde, Zeyneb Bintu Cahş gibi bir kısımları Kureyş'e mensup idiler.
3- Kurtubî, hadiste Kur'ân'ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak, itreti'nin sîretine uymak, hayatı onların istikametine göre yönlendirmekle hidayete erilebileceğinin belirtildiğine dikkat çeker. Sonra der ki: "Bu vasiyet ve bu büyük te'kid, Resûlullah'ın ehline ihtiram, onları tebrie, tâzime ve sevginin vacib olduğuna, müekked farzların da vacib olduğuna, bunları terke hiçbir kimseye bir özür tanımadığına delalet eder."
4- Bu hadisin Zey İbnu Sabit (radıyallahu anh)'tan gelen bir başka vechi şöyle devam eder: "Bu iki şey (Ehl-i Beyt ve Kur'ân), (Kıyamet günü, Kevser) havuzunun başında toplanıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklar."
Bir kısım alimler, bu ve benzeri ifadelere dayanarak, Kıyamete kadar, dünyanın her tarafında Kur'ân'la amel etmeyi terketmeyecek Ehl-i Beyt'e mensup kimselerin bulanacağına hükmetmişlerdir. Böylece onlar Arz ehline bir garanti teşkil etmişlerdir. Onların tamamen tükenmesi, Arz ehlinin sonu demektir.
5- Asabe, kişinin baba cihetinden gelen akrabalarına denir.
Hz. Ebû Bekr, bu sözüyle halka hitabederek, Resûlullah'ın hatırını akrabalarında gözetmeleri, Aleyhissalâtu vesselâm'ın gönüllerde yüce olan hatırı ve sevgisi sebebiyle, O'na neseben yakın olanlara hürmet etmeyi, onları incitip üzecek, gücendirecek söz ve davranışlardan kaçınmayı tavsiye etmektedir. "Gözetin" diye ifade ettiğimiz murâkabe "korumak ve kollamak" manalarına gelmektedir. Buhârî, Hz. Ebû Bekr'in bu tavsiyesinin peşinden, bunu açıklar ve tamamlar mahiyetteki şu hadisi kaydeder.
"Fâtıma benden bir parçadır, onu öfkelendiren beni öfkelendirmiş olur."
"Şayet Ensar vadiye veya geçide sülûk etse ben de mutlaka Ensar'ın gittiği vadiye ve geçide sülûk ederim. [Eğer hicret olmasaydı ben Ensâr' dan biri olurdum.]"
Ebû Hureyre der ki: "Ona annem ve babam feda olsun. (Bu sözüyle haddi aşmış, Ensarın hakkından fazlasını onlara vererek) zulmetmiş değildir. (Zira) onlar O'nu barındırdılar ve O'na yardım ettiler veya bir başka kelime (ile ifade edilecek) yardımlar yaptılar. Mallarıyla kendisine ve Ashabına muâvenette bulundular." [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 2, Temennî 9.]
"Benim kendisine sığındığım sırdaşım ehl-i Beyt'imdir, dayanağım da Ensâr'dır. Öyleyse onların (Ehl-i Beyt ve Ensâr'ın) kusurlularını affedin, faziletli olanlarına da sarılın." [Tirmizî, Menâkıb, (3900).]
ـ4502 ـ4ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: ا‘نْصَارُ كَرِشِى وَعَيْبَتِي، وَإنَّ النَّاسَ سَيكْثُرُونَ وَيَقِلُّونَ، فَاقْبَلُوا مِنْ مُحْسِنِهِمْ وَتَجَاوَزُوا عَنْ مُسَيئِهِمْ[. أخرجه الشيخان والترمذي.زاد البخاري في أخرى، عن ابن عباس بعد قوله: »وَيَقِلُّونَ حَتّى يَكُونُوا كَالْمِلْحِ في الطَّعَامِ«.قوله »كَرِشِى وَعَيْبَتِى« أي موضع سرّي وأمانتي، فاستعارهما ‘ن المجترّ يجمع علفه في كرشه، والرجل يضع ثيابه في عيبته.وقال أبو عُبَيْدَ: يقال للجماعة من الناس: كرش، كأنه أراد جماعتي وصحابتي الذين بهم أثق، وعليهم أعتمد .
"Ensâr dayanağımdır, sırdaşımdır. İnsanlar sayıca artarken onlar azalacaklar. Öyleyse onların iyilerine yapışın, kusurlularını da affedin." [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 11; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 176, (2510); Tirmizî, Menâkıb, (3901).]
Buharî, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'dan kaydettiği bir diğer rivayette: "Onlar azalacaklar" lafzının peşinde şu ziyadeye yer verir: "...Öyle ki yemekteki tuz gibi olacaklar."
"İçinizdeki Bedir ehlini ne addediyorsunuz?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Müslümanların en faziletlisi!" buyurdu. Cebrail:
"Biz de Bedir'e katılan melekleri öyle (en faziletlimiz) biliyoruz!" dedi. Rifâ'a (radıyallahu anh) da Bedir ehlindendi. Râfi' ise Akabe ehlindendi ve oğluna:
"Akabe bey'atlerinde hazır bulunmam yerine Bedirde hazır bulunmuş olmam beni sevindirmez!" derdi." [Buharî, Meğâzî 11.]
1- Daha önce birkaç fırsatta temas edip açıkladığımız üzere, bazı vakitlerde yapılan ameller Allah nezdinde fevkalâde kıymetli olmakta ve amel sahibine tecelli ettirdiği feyiz ve bereket, o kimsenin geçmiş ömründe işlediği günahların affına yettiği gibi, gelecek hayatında işleyeceği günahların affına da yetebilmektedir. Ulemâmız meseleyi öyle değerlendirmiştir. İşte bu babta zikredilen gazveler, İslam tarihinin dönüm noktalarını teşkil edecek ehemmiyette olduğu için o gazvelere katılanların böylesi bir mağfiret ve berekete mazhar oldukları âyet ve hadislerde belirtilmiştir. Akabe Bey'atı: Ensar'ın Resûlullah'a ve müslümanlara himaye verdikleri bir akittir. Medine'ye hicret hadisesi bunun meyvesidir. İslâmî inkişafa hicretin katkısı, bu Akabe bey'atinin bir semeresidir. Bedir gazvesi neşvünema halinde olan İslâm filizinin koparılıp yok edilmesini önlemiştir. Bey'atu'r-Rıdvan, Feth-i Mübîn olan ve insanların fevc fevc İslâm'a girişini sağlamada zemin hazırlayan Hudeybiye Sulhü'ne sebep olmuştur. Bunlar Resûlullah'ın hayatında mühim dönüm noktalarıdır. Cenab-ı Hakk'ın rahmeti, bu gazvelere katılanları -ne yaparlarsa yapsınlar- bağışlayıp, ateşe girmeden cennetine koyacak vüs'attedir. Madem ki, Allah adına konuşan, hizb ve mücâzefe hakkında muhal olan Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) öyle haber vermiştir, dediği gibi, olacaktır. Nitekim Hâtıb İbnu Ebî Beltea ve başka bazı vak'alarda Resûlullah bu espriye uygun olarak onların hatalarını değerlendirme örneği de vermiştir."
2- Bu husus, sadedinde olduğumuz son hadisin Müslim'deki veçhinde daha açık görülmekte ve daha iyi anlaşılmaktadır. Rivayet şöyle: Ümmü Mübeşşir (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın birgün Hz. Hafsa'nın yanında: "Ashab-ı şecereden hiç kimse inşaallah ateşe girmeyecektir" buyurduğunu işittim. Hz. Hafsa bu söze itiraz etmek isteyerek:
"Hayır, olamaz! Ey Allah'ın Resûlü! dedi. Resûlullah (bu çıkışı sebebiyle) onu azarladı. Ama Hafsa (kanaatinde ısrarlı idi. Kendisine delil olarak şu ayeti okudu): "Sizden herkes mutlaka cehenneme gelecek" (Meryem 71).]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da Hz. Hafsa'ya ayetle cevap verdi:
"Allah Teâla Hazretleri şöyle buyurmuştur: "Allah: "Sonra Allah'tan korkan muttakileri kurtaracağız ve zâlimleri orada diz çökmüş halde bırakacağız" (Meryem 72)" buyurdu."
Alimler burada Hz. Hafsa'nın istirşâd yani o babtaki hükmün Resûlullah tarafından açıklanmasını taleb maksadıyla itiraz ettiğini; gerçekte itiraz etmediğini belirtirler. Bu meselede gerçek bir itiraz haddi aşmak olur. Zira uhrevî gaybî meselelerde Resûlullah'tan başka hiç kimsenin söz hakkı ve yetkisi yoktur. Ashabın hele Hz. Hafsa gibi bir büyük şahsiyetin bunu bilmemesi düşünülemez. Ayetteki "cehenneme gelmek"ten murad Sırat'a gelmek denmiştir. Zira üstünden geçmek üzere herkes Sırat köprüsüne gelecektir. O ise cehennemin üzerindedir.
[311] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/64-65.
Mevlânâ'da Ehl-i Beyt Sevgisi
Prof. Dr. H. İbrahim Bulut
AddThis Sharing Buttons
55
Mevlânâ’nın yaşadığı dönemde Şiî-Batınî düşüncelerin Türkler arasında etkili olduğu ve az da olsa taraftar bulduğu bilinmektedir. Söz konusu aşırı Şiî gruplar, Hz. Ali başta olmak üzere onun evladına birtakım üstün vasıflar atfetmiş ve bu çerçevede İslâm dininin özüne uygun düşmeyen görüşler ileri sürmüşlerdir.
Günümüzde bazı çevreler, Mevlânâ’nın, kendi döneminde etkili olan Şiî-Batınî görüşlerin tesirinde kaldığını, hatta Bâtinî fikirleri dile getirdiğini ileri sürmektedir. Aslında hangi mezhep ve meşrepte olursa olsun ilmi, ameli ve kişiliğiyle insanların teveccüh ettiği büyük şahsiyetler, her mezhep sahibince kendi taraftarı olarak gösterilmeye çalışılır. Bu itibarla ünlü şahsiyetlerin nesebi ve milliyeti konusunda tartışmalar olduğu gibi inancı, fikriyatı ve mensubiyeti hususunda da tartışmalar olabilir. Bu tartışmaları doğru bir şekilde sonuçlandırabilmek için söz konusu şahsın kendi eserlerine ve burada ortaya koyduğu görüşlere inmek, tarafsız ve ilmî bir tarzda bunları incelemek çoğu defa yeterli olacaktır.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, fikirleri ve eserleriyle İslâm düşüncesinde önemli bir yere sahiptir. Bu özelliği sebebiyle bazı çevreler onu kendi taraflarında gösterme çabası içine girmişlerdir. Bu gayeye matufen onun eserlerine bazı müdahaleler yapılmış ve şiirleri arasına kendisine ait olmayan bazı şiirler karıştırılmıştır. Bunlar, aşırı Şiî gruplardan İsmâiliyye mezhebine mensup şairlerin Hz. Ali’yi tanrılaştıran şiirleridir. Nitekim İranlı edip Hidayet Han’ın Dîvân-ı Şemsi’l-Hakâyık adıyla hazırlayıp 1280/1863 yılında Tahran’da neşrettiği Dîvân’da Mevlânâ’ya ait olmayan bazı şiirler bulunmaktadır. Dilimize de tercüme edilen Dîvân,1 içerdiği bazı şiirler sebebiyle Mevlânâ hakkında farklı mülahazaların ileri sürülmesine zemin hazırlamaktadır. Ancak Tahran Üniversitesinden Prof. Fîrûzanfer, Şia tarafını tutmadan, ilim aşkıyla uğraşarak şimdiye kadar basılmış veya basılmamış Mevlânâ’ya ait bütün divanları inceleyerek, nüsha farklarını da göstererek gerçekten ona ait şiirleri ortaya koymuş ve neşretmiştir. Onun bu gayretleri sonucunda Dîvân’da Hz. Ali’yi ilahlaştıran şiirlerin olmadığı anlaşılmıştır.2 Ancak önceki eseri okuyan bazı kimseler, kendine ait olmayan ve Hz. Ali’ye insanüstü bir konum atfeden bu şiirlere dayanarak Mevlânâ’nın Şiî-Bâtınî olduğunu ileri sürmüşlerdir.3
Aşağıda, Şiî anlayışı diğer İslâmî gruplardan ayıran farklılıklar dikkate alınarak Mevlânâ’nın eserlerinde söz konusu iddiayı destekleyecek Şiî unsurların bulunup bulunmadığı belirlenmeye çalışılmıştır. Özellikle Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve Kerbelâ gibi figürlerden hareketle Mevlânâ’nın bu konulardaki görüşlerinde Kur’ân ve sünnete aykırı bir anlayışının olup olmadığı incelenmiştir. Bununla birlikte onun Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Âişe ve genel itibarıyla Ashab-ı Kiram hakkındaki görüşleri de önem arz etmektedir. Çünkü Şia’ya mensup bir Müslüman'ın Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman gibi sahabilere saygı ve hürmetle bakması ve bunların faziletini dile getiren güzel sözler söylemesi mezhebî ölçülerle izah edilemez. Biz burada, Mevlânâ’nın hem Hz. Ali ve ahfadına hem de Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve diğer sahabeye karşı tutumunu değerlendirmek suretiyle onun bir Sünnî ya da Şiî veya Şia sempatizanı olup olmadığını açıklamaya çalışacağız.
A- MEVLÂNÂ’DA EHL-İ BEYT SEVGİSİ
Ev halkı anlamına gelen "Ehl-i Beyt" terkibi, ev sahibiyle onun eşini, çocuklarını, torunları ve yakın akrabalarını kapsar. Ehl-i Beyt tabiri İslâmî dönemden günümüze kadar sadece Efendimiz’in ailesi ve soyu manasına gelen bir terim olmuştur. Ehl-i Beyte kimlerin dahil olduğu hususunda farklı görüşler mevcuttur.4 Biz, en dar kapsamıyla Ehl-i Beyt derken; Hz. Peygamber, Fâtıma, Ali, Hasan ve Hüseyin’i kastetmekteyiz.
1-Mevlânâ’da Peygamber Sevgisi
Mevlânâ, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve Ashâb-ı Kirama olan sevgisini ifade etmeyi bizzat O’nun bir tavsiyesi olarak kabul etmiş ve bunu her fırsatta dile getirmekten geri durmamıştır. O, hem haliyle hem de diliyleHz. Peygamber (s.a.s.)’e daima hürmet ve muhabbet beslediğini ifade etmiştir. Nitekim bir rubaide; "Canım bedenimde oldukça Kur’ân’ın kulu ve kölesiyim; seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden bundan başka türlü bir söz naklederse o kişiden de bîzarım ben, o sözden de" diyerek hem Kur’ân’a hem de Hz. Peygamber’e bağlılığını dile getirmiştir. O, hayatıyla ve eserlerinde ortaya koyduğu fikirleriyle Efendimiz’i ve O’nun soyundan gelenleri kendine rehber edinmiştir. Aslında onun Ehl-i Beyt muhabbeti de Efendimiz (s.a.s.)'e duyduğu sevginin tabii bir sonucudur.
2- Hz. Ali Sevgisi
Hz. Ali, Ashab-ı Kiram arasında Kur’ân, hadis ve özellikle fıkıh alanındaki bilgisiyle temayüz etmiştir. Beş yaşından itibaren hicrete kadar Hz. Peygamber’in yanında yetişip büyümesi, damadı ve amcasının oğlu olması, Tebük seferi dışındaki bütün savaşlarda hazır bulunması gibi önemli özellikleri sebebiyle Müslümanlar Hz. Ali’ye büyük değer vermişlerdir. Hz. Ali’nin fazilet ve menkıbelerine dair rivayetler, diğer sahabe hakkında nakledilen rivayetlerle kıyaslanamayacak derecede çoktur. Diğer taraftan Şia'ya mensup fırkalar, Hz. Ali’nin sahih haberlerde bildirilen faziletleriyle yetinmemiş, özellikle imamet ve imamın vasıfları hususunda İslâm’ın ruhuna aykırı olan birtakım aşırı görüşler ileri sürebilmişler ve ayrıca Hz. Ali’nin rakibi olarak kabul ettikleri Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman gibi sahabileri de kötülemişlerdir. Bu itibarla genelde Ehl-i Beyt, daha dar anlamda Hz. Ali hakkında ortaya konulan tavır, kişi veya grupların İslâmî akide bakımından hangi noktada durduklarını belirlemede önemli bir kıstas olmuştur.
Mevlânâ, Hz. Ali’nin ilim ve anlayış noktasında bizzat Hz. Peygamber tarafından övüldüğünü belirtir. Hadis-i şerifte "Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır."5 buyrulmasından ilham alan Mevlânâ, Hz. Ali için "Sen ilim şehrinin kapısı ve ilim güneşinin şuasısın."6 diyerek bu hususu dile getirir. Yine Mevlânâ, "Sen Allah’ın aslanısın, pehlivanısın, cesurusun."7 diyerek Hz. Ali’yi över. Bununla birlikte o, Allah Resûlü’nün bu kadarla yetinmediğini, Hz. Ali’ye aslanlığına ve cesaretine güvenmemesi gerektiğini ve kâmil bir insanın yanında olmasını tavsiye ettiğini de belirtir.
Mevlânâ, Mesnevî’nin özellikle birinci cildinde Hz. Ali’den övgüyle bahseder. Bir yerde, ihlasın nasıl olması gerektiği hususunda Hz. Ali’yi örnek gösterir ve onun fiillerinin hile ve aldatmadan uzak olduğuna vurgu yapar.9 Bir yerde, Hz. Ali’nin nazar ve akıl sahibi büyük bir veli olduğuna dikkat çekmektedir.10 Başka bir yerde ise, "Ey gönlü sözlerle dolu olduğu halde susan âşık; ötelerden bir haber var mı? Sen "Hel etâ" sûresini oku, "La feta" nüktesini söyle!" diyerek İnsan (Dehr) sûresine işaret etmektedir. Bu sûrede, insanın insan haline gelmeden önce maddî varlığının geçirdiği safhalara işaret edilir. Sûrenin 8. ayetinden sonra –bazı tefsirlerde belirtildiği üzere- Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e sevgi, saygı duyulmasına işaret edilir. Mevlânâ, burada Ehl-i Beyt'e hususi bir saygı gösterilmesi gerektiğine dikkat çeker.
Mevlânâ, Hz. Ali’nin ağzından; "Perde kalksa benim yakînim artmaz." diyerek imanının ne denli güçlü olduğuna işaret etmekte ve onun imanının yakîn derecesinde olduğunu ifade etmektedir.12 Mevlana’nın bir Şiî olup olmadığını göstermesi bakımından Hz. Ali’yi kaçıncı sırada zikrettiği önem arz etmektedir. O, Hz. Ali'yi dört halifenin dördüncüsü olarak kabul eder ve fazilet sıralamasında onu bu konuma yerleştirir.
Hâlbuki bu durum, Şia'nın imamet anlayışına tamamen aykırıdır. Şia'nın en temel görüşü yalnızca Hz. Ali’nin imametinde düğümlendiğine göre, bir kimsenin Şiî kabul edilebilmesi için imamet görüşünü mutlaka kabul etmesi gerekir. Aksi takdirde o kimse Şia'ya dahil edilmez. Bu açıdan Mevlânâ’nın Şiî olduğunu söylemek mümkün değildir.
3- Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Sevgisi
Mevlânâ, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in güzel ahlak sahibi ve örnek kimseler olduklarını bir misal ile açıklar. "Hasan ve Hüseyin çocukken bir adamın yanlış ve kurallara uymayan bir şekilde abdest aldığını gördüler. Ona en iyi tarzda, nezaketle abdest almayı öğretmek istediler. Adamın yanına gelip 'Bu, bana yanlış abdest alıyorsun, diyor. Her ikimiz de senin önünde abdest alalım. Bak bakalım hangimizin abdesti daha doğrudur?' dediler ve her ikisi de adamın önünde abdest aldılar. Adam, 'Ey oğullarım sizin abdestiniz çok doğru, şeriata uygun ve güzel! Ben zavallının abdesti ise yanlıştı.' dedi."14 Burada Mevlânâ, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in küçük yaşta olmalarına rağmen sahip oldukları üstün ahlak ve fazileti dile getirmektedir.
B- MEVLÂNÂ’NIN SAHABEYE BAKIŞI
Mevlânâ’nın eserlerinde Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ayrı bir yeri olduğu gibi O’nun arkadaşlarının da çok özel bir yeri vardır. O, zaman zaman ashaptan örnekler vermektedir. Bu örneklerinde Mevlânâ’nın çok samimi bir dil kullandığı, onları saygı ve muhabbetle andığı görülür. Nitekim Mevlânâ, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin sahabe arasında mühim bir konuma sahip olduklarını, hatta sahabe denildiğinde bunların isimlerinin akla geldiğini belirterek dördüne de aynı önemi vermektedir.
Mevlânâ ashabın ne denli faziletli, cömert ve tevazu sahibi olduklarını izah ederken Hz. Ömer’den bir hikaye nakleder: "Hz. Ömer zamanında çok ihtiyarlamış bir adam vardı. O kadar ihtiyarlamıştı ki, kız çocuğu ona süt verir ve hizmetini görürdü. Hz. Ömer: 'Bu zamanda senin gibi babasına hakkı geçmiş bir çocuk yoktur.' buyurdu. Kız çocuğu, 'Doğru buyuruyorsun, ancak babamla benim aramda bir fark vardır. Babam beni büyüttü, yetiştirdi ve bir zarar gelmesin diye üzerime titredi. Ancak ben babama hizmet ediyorum ve gece gündüz zahmetinden kurtulmak için de Allah’a dua ediyorum.' şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer: 'Bu genç Ömer’den daha ziyade fakihtir.' buyurdu."16 Mevlânâ, 'Haşa! Ömer işlerin, sırların hakikatini bilmez olur mu? Yalnız ashabın tabiatı böyle idi. Kendilerini küçük gösterip başkalarını överlerdi.' diyerek Hz. Ömer’in şahsında sahabenin fazilet sahibi olduklarına vurgu yapmaktadır. Ashab-ı Kiram'ın ahlaki vasıflarına dikkat çeken Mevlânâ, insanlara bunu örnek göstermekte ve "Ahlakını Hz. Peygamberin ahlakına benzeten kimselerin, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi öleceklerini" söylemektedir.17 Burada Ashab-ı Kiram'ın Allah Resûlü (s.a.s.)'in ahlakıyla ahlaklandığına, bu vesile ile de yüksek bir ahlaka sahip olduklarına işaret vardır. Bu genel izahtan sonra Mevlânâ’nın Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve diğer sahabiler hakkındaki görüşlerine bazı örnekler verilecektir.
1- Hz. Ebû Bekir
Mevlânâ, Hz. Ebû Bekir’den "Sıddîk-i Ekber" olarak söz eder.18 Nitekim o, Ebû Cehil’in Hz. Peygamber’in doğruluğunu sırf kin ve nefretinden kabul etmediğini belirtirken Ebû Bekir’in Efendimiz’i manevi bir güneş olarak görüp kabul ettiğini bildirir. Mekkeli müşriklerin Allah Resûlü’nü inkar ettikleri ve alaya aldıkları bir dönemde o, bütün samimiyetiyle Allah Resûlünü tasdik etmiştir. Bu sebeple Mevlânâ, onu en büyük tasdik edici anlamında "Sıddîk-i Ekber" ismiyle anmaktadır. Diğer taraftan Mevlânâ, Hz. Ebu Bekir’i "mağara arkadaşı, dostu"19 olarak da isimlendirmektedir.20 Burada o, hicret sırasında Efendimiz ile Hz. Ebu Bekir’in arkadaşlığına ve özellikle mağarada beraber geçirdikleri üç güne atıfta bulunmakta ve bu arkadaşlığın çok önemli bir ayrıntı olduğuna işaret etmektedir.
Mevlânâ, kâmil insanın vasıflarını anlatırken Hz. Ebu Bekir’den örnekler vermektedir.21 Bir yerde o, Hz. Ebû Bekir’in imanının büyüklüğünü anlatırken "Ebû Bekir’in imanı tartılsa bütün dünya imanına üstün gelir." mealindeki hadisi nakleder ve Hz. Ebû Bekir’in imanının muhkemliğini, yakîn derecesine ulaştığını ifade eder. Başka bir vesile ile, Hz. Ebû Bekir’in faziletini anlatırken yine imanının mükemmel oluşunu örnek vermektedir: "Ebû Bekir namazı, orucu ve sadakası sebebiyle diğer ashaba tercih edilmedi. O, kalbindeki iman ile tercih olundu."22 diyerek Ebû Bekir’in sahabenin en üstünü olduğuna dikkat çekmektedir.
2- Hz. Ömer
Mevlânâ, Hz. Ömer’in imanının büyüklüğünü anlatırken onun bir kerametini zikreder. Hz. Ömer, düşmanlarına karşı kullansın diye kendisine getirilen zehir dolu bir kaseyi, kendi içindeki düşmanını yani nefsini öldürsün diye bir yudumda içer. Bu zehir Hz. Ömer’e tesir etmez.23 Burada, Hz. Ömer’in düşman olarak sadece kendi nefsini gördüğüne işaret ederek kendisiyle mücadelesine değinir ve onu büyük bir Allah dostu olarak kabul eder.
Mevlânâ, Rum elçisinin Hz. Ömer’in yanına gelmesi ve kerametlerini görmesi konusuna değinir. Burada, Hz. Ömer’in sade bir hayat yaşadığına; saltanat, para ve şöhrete hiç önem vermediğine, halkla birlikte olup onların dertlerine çareler aradığı hususuna işaret eder. En önemlisi de Hz. Ömer’in adalet sahibi veli bir kul olduğuna vurgu yapmasıdır.
Rivayete göre Hz. Ebû Bekir, kendisinden sonra kimin halife olacağıyla alakalı bir temayül yoklaması yapmış ve Hz. Ömer’e: "Benden sonra halife olursan ne yaparsın?" diye sormuştu. Ömer (radıyallahu anh), buyurdu ki: "Ben adalet gösterir, hakkı gözetirim." Ebu Bekir: "Doğru söylüyorsun, senden adalet yağıyor." diyerek onu tasdik etmiştir.
Mevlânâ, Hz. Ömer devrinden pek çok örnek verip her vesile ile onun ilim, irfan, adalet sahibi ve mütevazı bir mümin oluşundan bahseder. Halbuki Şia, Hz. Ömer’i gasıp imam olarak kabul eder. Yani Hz. Ali’nin hakkını zorla elinden almış, dolayısıyla zalim bir yönetici olarak görür. Şiî olan ya da Şia'ya meyleden birisinin Hz. Ömer hakkında –yukarıda olduğu gibi- hüsnü şehadette bulunması söz konusu olamaz.
3- Hz. Osman
Mevlânâ, hal dilinin önemini anlattığı bir yerde Hz. Osman’dan örnek vermektedir. "Osman (r.a.) halife olunca minbere çıktı. Halk, acaba ne buyuracak diye bekliyordu. O sustu ve hiçbir şey söylemedi. Sadece halka baktı ve onlarda öyle bir hal ve vecd hasıl etti ki artık dışarı çıkacak halleri kalmadı. Birbirlerini unutmuşlardı. Şimdiye kadar yüzlerce zikir, namaz ve hutbeden onlarda böyle bir durum hasıl olmamıştı…"26 Bu husus Mevlânâ’nın Hz. Osman’ı Allah dostu olarak gördüğünün delilidir.
4- Hz. Âişe
Şiî anlayışa göre Hz. Peygamber’in hadislerinin, ya Ehl-i Beyt imamlarından ya da bu imamlara gönül vermiş Ehl-i Beyt taraftarlarından gelmesi gerekir. Bu anlayışın tabii sonucu olarak Şiîler, sınırlı sayıdaki sahabeden gelen hadis rivayetlerini kabul ederler. Onlar, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr başta olmak üzere sahabenin hemen hiçbirini adalet sahibi kabul etmediklerinden onların rivayetlerini de kabul etmezler. Bu itibarla Hz. Aişe’den gelen hadisleri kaynaklarında zikretmezler. Halbuki Mevlânâ, Hz. Aişe’ye Mesnevi’sinde yer vermekte, Hz. Peygamber'le aralarında geçen bazı olayları örnek olarak aktarmakta, ondan "Sıddîka" diye söz etmekte ve Hz. Aişe’yi saygı ve hürmetle anmaktadır.27
Mevlânâ’nın Şiî olup olmadığı hususunda bir fikir verecek diğer bir konu da onun Kerbela matemiyle alakalı tutumudur. Onun Aşure matemini anlatış tarzı gerçekten dikkat çekicidir. O, Halep şehrinde öğrenci iken Şiîlerin Aşure günü mateme girmelerini görmüş ve daha sonra bu konuyu Mesnevî’de anlatmıştır.28 Burada Mevlânâ, Hz. Hüseyin ve taraftarlarını övmüş, onların Hakk’a mensup olduklarını, Müslümanların önde gelen şahsiyetleri bulunduklarını belirtmiş ve onların beden kafesinden kurtulup cennete girdiklerini açıklamıştır. Taraftarlarının Aşure matemi adı altında onlar için feryat etmelerini ise, Hz. Hüseyin ve yanındakilerin ulaştıkları yüce makamları bilmemekle açıklamıştır. Sonra da onlara dönerek "Sizler kendinize ağlayın, kendinizi kurtarın." diye tavsiyede bulunmuş; üst-başlarını yırtmak ve ağlayıp sızlamakla ne Hz. Hüseyin’e ne de kendilerine bir fayda geleceğini anlatmıştır… Mevlânâ’nın Şiî veya Şia sempatizanı olması halinde, Aşure gününü bu şekilde karşılaması ve Şiîlere bu tarzda öğütler vermesi söz konusu olamazdı. Zira Aşure matemi, Şiîlerin en önemli günlerinden olup bu günde yasa girmek, ağlayıp sızlamak, elbiseleri parçalayarak dövünmek en büyük faziletler arasında sayılmaktadır.
Sonuç olarak; Eğer Mevlânâ, iddia edildiği gibi Şiî olsaydı, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Âişe’den hiç bahsetmezdi ya da bunların hakkında kötüleyici ifadeler kullanırdı. Ancak o, Hz. Peygamber’in bütün ashabını ve özellikle yukarıda isimleri açıklanan bu seçkin sahabileri övgüyle anmış, onlardan pek çok yerde söz etmiştir. Bununla birlikte o, Hz. Ali ve ahfadını da hayırla yad etmiş ve onların faziletlerini anlatmıştır. Aslında Allah’ı ve Peygamberi seven her Müslüman'ın Hz. Ali’yi ve evlatlarını sevmesi gayet tabiidir. Bir bakıma bu durum, imanın tabii bir sonucudur. Ancak bu sevgi, hiçbir zaman Kur’ân ve Sünnet'in çizdiği çerçevenin dışına taşmamalı; Hz. Ali’ye ve evlatlarına insanüstü vasıflar kazandırmamalıdır. Ayrıca Hz. Ali’yi sevmek, diğer sahabeyi kötülemenin bir gerekçesi de olamaz. Mevlânâ, Hz. Ali’yi sevdiği gibi Hz. Ebu Bekir ve Ömer’i de sevmektedir. Onun hem Ali’yi hem de diğer sahabileri kucaklayan, onları övgüyle anan bu yaklaşımı, Ehl-i Sünnet anlayışını yansıtmaktadır. Mevlânâ’nın eserlerini okuyan ve manevî dünyasını bir nebze anlayan bir kimsenin onun Şiî olduğunu iddia etmesi makul değildir. Şu halde Mevlânâ’nın Ehl-i Beyt sevgisi hiçbir zaman aşırı fikirler içermemiş; bu muhabbet zirvede olduğu halde Sünnî çerçevede kalmıştır. Mevlânâ’nın Ali muhabbeti, yukarda delilleriyle ortaya koyduğumuz üzere onun Şiî diye isimlendirilmesine imkan vermez. Zira o, başta Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Aişe olmak üzere sahabenin hepsini hayırla anmış, haklarında Şiî argümanları destekleyecek bir yaklaşımda bulunmamıştır.
Dipnotlar
1.Mithat Baharî Beytur, İran ediplerinden Hidayet Han'ın Dîvan-ı Şemsi’l-Hakâyık adlı kitabını üç cilt halinde dilimize tercüme etmiş ve Dîvân-ı Kebir’den Seçmeler adıyla Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanmıştır. Ne yazık ki bu üç ciltlik tercümede, Mevlânâ'ya ait olmayan birçok şiir bulunmaktadır. Bu şiirler birtakım Şiî ve İsmâilî şairlere aittir. Söz konusu eserin bir ayıklama yapılmadan dilimize çevrilmesi yurdumuzda, Mevlânâ'nın yanlış tanınmasına sebep olmuştur.
2.Can, Şefik, Mevlânâ, Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri, Ötüken Yay. İstanbul 1997, s. 327.
3.Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, s.300.
4.Ehl-i beyt terimi hakkında geniş bilgi için bk. Mustafa Öz, "Ehl-i Beyt", DİA, X, 498-500.
5.Hâkim, Müstedrek, 3/137; Taberani, Mucemu'l-Kebir, 11/65; Tirmizî, Menâkıb 20.
6.Biz bu çalışmamızda Mesnevî (çev.: Veled İzbudak, Gözden Geçiren; Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1988, I-VI) ve Şerh-i Mesnevî’yi .(Tahirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, İstanbul 1963, I-IX) birlikte kullandık. Buradan sonra ilk eser Mesnevî, ikinci eser ise Şerh-i Mesnevî diye zikredilecektir. "Sen ilim şehrinin kapısı ve ilim güneşinin şuasısın" ifadesi için bkz.: Mesnevî, I, 300, by.3764; Şerh-i Mesnevî, V, 1733, by. 3754; ayrıca bk. Şems-i Terbizî, Makâlât, (çev. Mehmet Nuri Gençosman), I, s.98.
7.Mesnevî, V, 1388, by. 2958.
8.Mesnevî, I, 238, by. 2960.
9.Mesnevî, I, 297, by. 3721; Şerh-i Mesnevî, V, 1719, by. 3712.
10.Mesnevî, I, 300, by. 3760; Şerh-i Mesnevî, V, 1731, by. 3748.
11.Dîvân-ı Kebirden Seçmeler, III, 49.
12.Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s.45.; Şems-i Terbizî, Makâlât, I, s.30; Sultan Veled, Maarif, (çev.: Meliha Anbarcıoğlu), I, s.42-43.
13.Mesnevî, I, 301, by. 3773; Şerh-i Mesnevî, V, 1736, by. 3764.
14.Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s.242-243.
15.Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s.347.
16.Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s.331-332.
17.Dîvânı Kebirden Seçmeler, II, 972, by. 466.
18.Şerh-i Mesnevî, IV, 1146-1147, by. 2370-2372. ayrıca bkz.: IV, 1275, by. 2692.
19.Bu hususla ilgili bkz.: Tevbe sûresi, 40.
20.Dîvân-ı Kebirden Seçmeler, II, 160, by.441; III, 1198, by 556; V, 2173, by.1064.
21.Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s.206.
22.Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s.325-326.
23.Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s.186-187.
24.Mesnevî, I, 111, by. 1390; Şerh-i Mesnevî, III, 728 vd., by. 1390 vd.
25.Sultan Veled, Maarif, I, s.118-19.
26.Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s.202; ayrıca bk. Mesnevî, IV, 40-43.
27.Örnek olarak bk. Mesnevî, I, 160-165; Şerh-i Mesnevî, IV, 979, by. 1970-1973; IV, 997, by. 2010; IV, 1004-1006, by. 2025-2032 ; VIII, 1010, by. 7358.
28.Mesnevi, c.VI, by.793 vd.
EHL-İ BEYT
EHL-İ BEYT: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ev halkı. Ehl-i Beyt, bir evde yaşayan aile fertleri, aile demektir. İslâm fıkıh terminolojisinde bir terim olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'in hısımlarından kendilerine zekât verilmesi yasaklanan aile fertlerinin tamamını ifade etmek için kullanılmıştır. Bu anlamda Ehl-i beyt; Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ailesi, Ca'fer, Âkil, Abbâs ve aileleridir. Şia'ya göre ise; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'dir (Sahih-i Müslim, II . 751-752; .IV, 1873).
Rasûlullah (s.a.s.) ile ehl-i beyt'e de salât ve selâm getirmek müslümanların bir görevidir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 323).
Ehl-i beyt terimi Kur'ân-ı Kerîm'de Ahzâb sûresindeki şu âyette açıklanmıştır:
"Ey Peygamber hanımları, evlerinizde oturun; eski câhiliyedeki gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın, zekâtı verin;Allah'a ve Peygamber'e itâat edin. Ey Peygamber'in ev halkı, Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister."(el-Ahzâb, 33/33).
Rasûlullah (s.a.s)'in eşlerinin, diğer bir deyimle mü'minlerin annelerinin ev halkından olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır. Ayette, "Ey ev halkı" ifadesiyle onlar kastedilmektedir. Çünkü âyetin başında "Ey Peygamber'in hanımları" hitâbı vardır (Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân terc. İstanbul 1983, IV, 370). Bu terim, bir adamın hanımlarını ve çocuklarını kapsamaktadır. İbn Abbâs, Urve b. Zübeyr ve İkrime bu âyetteki ehlü'l-beyt lâfzından Hz. Peygâmber (s.â.s)'in hânımlarının kastedildiğini söylemişlerdir.
Hz. Ali ve ailesi de ehl-i beyt'tendir.
Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre: Hz. Peygamber (s.a.s), altı ay boyunca Fâtıma'nın kapısının önünden geçtiğinde, sabah namazına giderken, "Ey Ehl-i beyt namaz, namaz..." demiş ve Ahzâb suresinin otuzüçüncü âyetini okumuştur. Ebû Ammâr'ın ve başkalarının rivâyet ettiği hadis de şudur:
''...Rasûlullah (s.a.s.), beraberinde Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu halde geldi. Her birinin elini kendi eli içine almıştı. İçeri girdi ve Hz. Ali ile Fâtıma'yı önüne oturttu; Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i de kucağına aldı; sonra elbisesini onların üzerine örterek şu âyet-i kerimeyi okudu: 'Ey ehl-i beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister... ' Sonra devamla, 'Allah'ım, bunlar benim ehl-i beytimdir. Benim ev halkımın temizlenmeye en fazla hakları vardır' diye dua etti."
Bu hadis, çeşitli muhaddisler (Ahmed b. Hanbel, İbn Cerû et-Taberî, Müslim...) tarafından birçok râvîden rivâyet edilen sahih bir hadistir. Hâdislerde, Rasûlullah (s.a.s.)'in eşleri Ümmü Seleme veya Hz. Âişe'nin, Hz. Peygâmber'e kendilerinin de ehl-i beyt'ten olup olmadıklarını sorduğu, bunun üzerine Rasûlullah'ın ona: ''Sen benim için seçilmişsin" buyurduğu nakledilmiştir. Zeyd ibn Erkam, "Rasûlullah (s.a.s.)'in hanımları da ev halkındandır. Ancak onun ehli beyti kendisinden sonra onlara zekât verilmesi haram kılınmış olan Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleridir" demiştir. Mevdûdî, Rasûlullah'ın bir örtü altına alarak ehl-i beyt'ine dua ettiğine dâir hadisler Müslim, Tirmizî, İbn Hanbel, İbn Cerir, Hâkim, Beyhâki gibi muhaddislerin ve Ebû Said el-Hudrî, Hz. Âişe, Hz. Enes, Hz. Ümmü Seleme ve başka birçok râviden bu hadisin nakledildiğine değinerek; Kur'ân'ın Hz. Peygamber'in hanımlarının ev halkından olduğunu açıklıkla beyân ettiğini, Hz. Peygamber'in buna ilâveten Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i de dahil ettiğini vurgulamaktadır (Mevdûdi, a.g.e. aynı yer).
Ehl-i beyt, kavram olarak ortaya çıkışından beri birtakım ihtilâflı konulara yol açmıştır. Hatta siâ'nın doğuşuna ilişkin önemli bir yol ayrımıdır. Hem Sünnî hem Şii kaynakları, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekâleyn hadisi diye bilinen iki hadis kaydetmektedirler. Sekâleyn hadisi Şiî literatüründe önemli bir yer tutmaktadır (Cemal Sofuoğlu, Gâdir-i Hum Meselesi, AÜİFD, XXVI, Ankara 1983, 468). Gâdir-i Hum'da Hz. Peygâmber'in ''Size iki ağır emanet bırakıyorum; onlara sımsıkı sarıldıkça hiçbir zaman sapıtmazsınız..." buyurduğu rivâyet edilmiştir. Nesaî, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekaleyn hadisini bir arada vererek ikisinin de Gâdir-i Hûm'da söylendiğini yazmaktadır (Ayr. bk. Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 36; Ebd Dâvûd, Menâsik, 56; Tirmizî, Menâkıb, 32; Nesaî, Hasâis, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Menâsik, 84; Hâkim, Müstedrek, III, 109; Ahmed b. Hanbel, II, 114, IV, 367; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 414).
Hadîsin Müslim'deki Zeyd b. Erkam (ö.68/687) rivâyeti şöyledir:
"Mekke ile Medine arasında Hûm denilen bir su başında bulunurken Rasûlullah hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı; Allah'a hamd ve sena etti, vaaz ve hatırlatmalarda bulundu; sonra, 'Haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icâbet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum: Bunların birincisi, Allah'ın kitâbidir; onda mutlak hidâyet ve nur vardır. Bundan dolayı sizler Allah'ın kitâbına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız' buyurdu. Böylece Allah'ın kitâbına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi; sonra da şöyle dedi: 'Diğeri de ehl-i beyt'imdir. Ben, ehl-i beyt'im hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum' (Râsûlullah bu son cümleyi üç kere tekrarlâmıştır). (Müslim, Fedâilü's-Sâhâbe, 36; Ayrıca bk. Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, Terc. M. Sofuoğlu İstanbul 1970, VII, 311-314).
Zeyd b. Erkâm, ayrıca Hz. Peygamber'in eşlerinin de ehl-i beyt'ten olduğunu, asıl ehl-i beyt'ten kasdın Peygamber'den sonra sadaka almaları haram olanlar yani Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleri olduğunu belirtmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir başka hadisi şöyle nâkledilmiştir: "Zekât, Muhammed 'e de Muhammed 'in akrabalarına da gerekmez; o insanların kiridir.'' (Müslim, Zekât, 167; Ahmed b. Hanbel, V, 166)."Biz ehl-i beytiz bize zekât helâl değildir."(Ebû Dâvûd, Zekât, 29; Müslim, Zekât, 161). Ebû Hureyre'nin Buhârî'deki rivâyetinde de, "Hasan b. Ali-çocukken- zekât hurmalarından bir hurma aldı. Hz. Peygamber (s.a.s.) atması için 'kaka kaka' dedi. Sonra 'Sen bilmiyor musun ki biz zekât yemeyiz ' buyurdu" ifadesi vardır (Buhâri, Zekât, 57, 60; Cihad, 188; Müslim, Zekât, 161; Ahmed b. Hanbel, I, 200).
Müctehidlerin Hz. Peygamber'in yakınları ile onlara haram olan zekât konusunda farklı görüşleri vardır. Ebû Hanife ile İmam Mâlik onların Hâşimîler olduğunu söylerken, İmam Şafii, Hâşimîler ve Muttaliboğulları'dır demektedir. Ebû Yûsuf ile İbn Teymiyye, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yakınlarının yabancılardan zekât almalarının haram, birbirleri arasında ise câiz olduğunu savunmuşlardır. Yûsuf el-Kardâvî günümüzde yaşayan ve Hz. Peygamber soyundan gelenlerin zekât alabileceklerini belirtmektedir. İbn Teymiyye ganimetlerden beşte birinden pay alamayan ehl-i beyt'in darda kalmamaları için zekât almalarının câiz olduğunu söylemiştir. Yûsuf el-Kardâvî buna işaret ederek Âlu Muhammed'in, Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemdeki yakınları olduğunu vurgularken; Ebu Hanife, İmam Muhammed ve bir görüşe göre İmam Mâlik'in de böyle anladıklarını belirtmektedir. Yine o, Alu Muhammed'in zekât alamazken nâfile sadaka alabileceklerinin câiz kabul edilmesinin, minneti daha fazla olan nâfile sadakayı alırken farz olan zekâtı almamanın tutarlı olmadığını söylemektedir. Hz. Peygamber'in yakınlarına zekât yasağı koyarken, yakınlarını zekât almaktan menetmek, afif yaşamanın örneğini göstermek, kendisini ve ailesini töhmetten kurtarmak istemiştir. Bu yasağın kıyâmete kadar devam etmesinde bir hikmet bulunmamaktadır. Üstelik ganimet ve fey gelirlerinden de bugün yaşayan yakınlarını mahrum etmenin onları yoksulluğa ve fakirliğe mahkum etmek demek olduğunu savunmaktadır (Kardâvî, Fıkhü's-Zekât, Beyrut 1969, II, 732-733).
Gâdir hadîsinin Şiî kaynaklardaki anlatımında Hz. Peygamber'in Vedâ Haccı dönüşünde Gâdir-i Hûm'da önemli bir hususu tebliğ etmek için konaklayarak ashâbına, "Allah bana; 'Ey Peygamber, sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O 'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez.' (el-Maide, 5/67) âyetini indirdi" buyurarak, Cebrâil'in şu emri getirdiğini söylemiştir: "Ali b. Ebû Tâlib benim kardeşim, vâsim, halifem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar Allah onu size velî ve İmam olarak tâyin etti; ona itâat etmeyi herkese farz kıldı. Ona muhâlefet eden mel'un, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve itâat ediniz. Allah mevlâmız Ali ise imamınızdır. İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyâmete kadar devam edecektir." Ayrıca Ebû Sâd el-Hudrî şöyle demiştir: "Mâide sûresinin 67. âyeti Hz,. Ali hakkında nâzil olmuştur'' (Mecmau'l-Beyân, III, 223; Dairetü'l-Maarifü'l-İslâmiyye eş-Şiâ, 37; Vahidi, Esbâbu'n-Nüzûl, 115). Bu ibareler, Şiî kaynaklarda bu şekliyle kaydedilmektedir.
Şiâ tefsirinde, sözkonusu âyette Rasûlullah'ın tebliğ etmesi istenen şey Hz. Ali'nin hilâfetidir. Hasan el-Basrî'nin (ö.110/728) rivâyetine göre; Cebrâil Hz. Ali'nin velâyeti konusunda Hz. Peygamber'e delil olmasını istemiş, o da 'amcasının oğlunu korudu' diye düşünmesinler niyetiyle bunu tebliğ etmemiş, âyet bunun üzerine inmiştir... Hz. Peygamber daha sonra "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır" buyurmuştur. İbn Teymiyye bu hadisin mevzû olduğunu yahut bu rivayetin Şiîler tarafından arzuları ve görüşleri doğrultusunda değiştirildiğini kaydetmektedir (bk. İbn Teymiyye, Minhacü's-Sünne, Gâdir-i Hum). Sekaleyn hadisi Ehl-i Sünnet'ten otuz dokuz, Şiâ'dan sekseniki rivâyet yoluyla gelmiştir. Bu kadar çok rivâyet yoluyla gelmesinin sebebi, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bunu birçok yer ve zamanda tekrar tekrar söylemiş olmasıdır. Şiâ, bu hadisten ehl-i beyt'in mâsum olduğunu ve Kur'ân'dan ayrılmazlığı anlamını çıkarmış; bunların yalnız birine değil her ikisine de tutunmak gerektiğini, çünkü Hz. Peygamber'in "iki emanet"ten kasdının bu olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i beyt, kıyâmete kadar Kur'ân'ın yanındadır (Muhammed Takiy el-Hakim, Usûlü'l-Fıkhi'l-Mukârin, 167). Sünni alimler ise hadisin lâfzını, "Allah'ın Kitabı ve Râsûlullâh'ın sünneti" şeklinde açıklamaktadırlar (bk. İbn Hişâm, es-Sıre, IV, 251; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mace, Menasik, 84; Ahmed b. Hanbel, IV, 267; İmâm Mâlik, Kader, 3; Buhâri Târih, 375; Askalânî, Tehzib, VII, 327; İbn Abdilberr, el-İstiâb, II, 473; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, V, 214, İbnü'l-Esir, Üsdü'l-dâbe, 111, 307).
Ehl-i beyt'in Kerbelâ* katliamından sonra siyasetle ilgisini kesip kendisini tamamen ilme vermesine rağmen Emevi ve Abbâsilerin onlar üzerindeki baskısı her zaman varolmuştur. Ali Zeynelabidin, oğulları İmam Zeyd ve Muhammed Bâkır (ö.114) Hz. Peygamber'den tevârüs ettikleri ilmi sürdürmüşlerdir, Muhammed Bâkır'ın oğlu İmam Câfer-i Sâdık (ö.148) ehl-i beyt'in fikri, fıkhı ve ilmî mirasını sistemleştirmiş, o, İmam Zeyd'in, Hz. Ali'nin torunlarından en-Nefs-üz-Zekiye'nin, İbrahim'in, Abdullah b. el-Hasem'in şahâdetlerini görmüştür. Onun zamanında başta Irak olmak üzere İslâm ülkelerinde Ehl-i Beyt olduklarını öne süren "Dâî" * ler ortaya çıkmış; bunlar helâli haram kılarak, hattâ İmam Câfer'i tanrılaştırarak İslâm'dan sapmışlardır.
İslâm tarihinde ehl-i beyt'in Hz. Ali'den sonra tarihte çeşitli aşamalar geçirdiği ve her bir dönemde ayrı ayrı şekil ve kalıplar alarak bugünkü hale ulaştığı bilinen bir husustur. İlmin kapısı olan Hz. Ali'ye ashâb arasında sevgi ve hürmet besleyenler, hattâ onun halife olacağını savunanlar vardı; ancak onlar mezhep oluşturmamışlardı. Ebû Zerr, Mikdât b. el-Esved, Câbir b. Abdullah, Ubey b. Kâb, Ebû'l-Tufeyl, Abbas ve çocukları, Ammâr b. Yasir, Ebû Eyyub el-Ensârı bunlar arasındadır. Daha sonrâları Hz. Osman zamanında fitneler başlamış, aşın tarafçılık eğilimleri belirmiş, Emeviler zamanında ehl-i beyt'e büyük bir zulüm gösterilmesi bütün ümmetin Emevilere karşı nefretini doğurmuştur. Irak'ta gelişen Şiîlik, aşırılarıyla ve mûtedilleriyle tarihte önemli bir hareket olmuştur.
Hz. Ali yoluyla gelen ehl-i beyt; Hasan, Hüseyin, Muhammed İbn el-Hanefiyye, Abbâs ve Ömer'den yayılmıştır. Hz. Ali şehid edildikten sonra (661) yerine Hz. Hasan halife seçilmiş ve halifeliğinde suikasta uğramış, iyileştikten sonra hutbesinde şöyle demiştir: "Ey Irak halkı bizim için Allah'tan korkun. Biz sizin emirleriniz ve misafirleriniziz. Biz ev halkıyız. Çünkü Allahu Teâlâ bizim hakkımızda, 'Ey ehlü'l-beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.'diye bahsetmiştir."
Şiâ'ya göre mâsum olan ve ehl-i beyt'den gelen on iki İmam şunlardır: Hz. Ali, Hz. Hasan Hz. Hüseyin, Ali Zeyne'l-Abidin, Muhammed el-Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rıza, Muhammed el-Cevad, Ali el-Hâdî, Hasan el-Askerî, Muhammed el-Mehdi. Ehl-i beyt'in Hz. Ali'den gelen imamlarına tarih boyunca zulmedilmiş, bunların birçoğu şehid edilmiştir.
Hz. Hasan'ın soyundan: Muhammed en-Nefsü'z-Zekiye (145/763), İbrahim, Hüseyin b. Ali (169/785), Muhammed b. Tabat (199/814), Muhammed b. Süleyman (814), Zeyd b. Musa el-Kâzım ve Ali b. Muhammed, İbrahim b. Musa, el-Hasan b. Zeyd (250/864), el-Hüseyin, İsmail b. Yûsuf, Muhammed b. Zeyd, Ahmed b. Muhammed, Hasan b. Ali gibi kimseler gelip ehl-i beyt'in liderliğini yapmış Emevi ve Abbâsilere karşı kıyam etmişlerdir.
Hz. Hüseyin'in soyundan gelip de ehl-i beyt davası uğruna şehid olanlar ise şunlardır: Zeyd b. Musa el-Kazım, Muhammed b. Câfer es-Sâdık, el-Hüseyin el-Aftas, Muhammed b. Kasım, el-Hasan el-Karkî, Muhsin b. Câfer (404) (Mes'ûdî, Murûcü'z-Zeheb) Hz. Peygamberin ehl-i beytinden gelenler günümüzde İslâm âleminin değişik yerlerinde yaşamaktadırlar. Hz. Hüseyin soyundan gelenlere Seyyid, Hz. Hasan soyundan gelenlere Şerif denilmektedir .
Hz. Peygamber'in ehl-i beyt'inin işleriyle meşgul olan görevlilere tarihte Nakîbü'l-Eşrâf denilmiştir. Nakîbü'l-Eşrâf, Peygamber hânedânı efrâdının umûmî bir vâsisi hükmünde olup, gördüğü vazifenin şerefinden ötürü en yüksek mansıblardan sayılmış, İslâm devletlerinde her zaman bunlara hürmet ve ta'zimde bulunulmuştur (Ayrıca bk: Ehl-i Sünnet).
(Şamil İ.A.)
.
Ehl-i beyt konusunda en çok merak edilenler
1 Hz. Fatıma neden gece defnedilmesini vasiyet etmiştir?
2 Günümüzde Ehl-i beytin devamı olarak göreceğimiz bir alim veya evliya var mıdır?
3 Peygamberimizin Fedek arazisini Ehl-i beyte verdiği iddiası doğru mudu
.
Ehl-i sünnet ve Ehl-i beyt kavramlarını açıklar mısınız?
Soran : lonely41
Tarih: 16.08.2011 - 04:09 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Hz. Peygamberin torunları Ehl-i sünnet midir?
- Ehl-i beyt, Ehl-i sünnet yolunda değil miydi?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İslam’a bağlı olmakla beraber, çok farklı yönleri bulunan kesimler açısından bakıldığında, genel olarak farklı iki ayrı zihniyet söz konusudur. Bunlardanbirincisi,Ehl-i sünnet ve cemaat;ikincisi,Ehl-i bid’a olanlardır.
Ehl-i sünnet ve cemaat, hadis-i şerifte “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu çizgiyi takip edenler.” olarak tanımlanmıştır.(Mecmauz’-zevaid,1/189). Dolayısıyla bu itikada bağlı olmayanlar bid'at ehli sayılır. Bunlar yetmiş iki fırkadır. Mutezile, Cehmiye, Kaderiye, Şia ve benzerleri bu kısma dahildir.
Ehl-i sünnet ve cemaatin kendi arasında iki ayrı itikadî mezhepleri vardır: Eşarî ve Maturidî. Bunların temel esaslara ait hususlarda pek bir farkları yoktur. Detaylarda bazı nüansları vardır. Bu sebeple ikisi de aynı kesimi temsil etmektedir.
Kur’an ve sünnet çizgisi üzerinde olduğumuzun belgesi ise, Ehl-i sünnet ve’l-cemaat denilen mezhep alimlerinin takip ettiği yoldur. Bilindiği üzere, her biri parlak bir yıldız gibi parlayan alimleri barındıran bu büyük cemaat, daha önce on iki mezhepten oluşuyordu. Sonra dörtte karar kıldı. Bu kadar büyük âlimlerden oluşan bir ekolün –camia olarak- yanlış yapma ihtimali çok azdır. Nitekim bir hadiste Peygamberimiz
“Ümmetim, dalalet üzerinde birleşmez.” (Mecmauz’-zevaid, 5/208)
buyurmuştur. Ve İslam alimleri, Ehl-i sünnet ve cemaatin doğru bir çizgide olduğuna delil olarak bu hadisi zikrederler. (Daha fazla bilgi için bk. Ebu Davud, Sünnet, 1; Tirmizî, İman,18; İbn Mace,Fiten, 17; İbn Hanbel, 2/332)
Şunu da unutmayalım ki, ümmetin büyük çoğunluğunu teşkil eden, en büyük dahi alimleri içinde barındıran, Kur’an ve Sünnet çizgisini yol haritası olarak benimseyen Ehl-i sünnetin çizgisini takip etmek, -deyim yerinde ise- marjinal grupların arasına girip kendini riske sokmaktan çok daha mantıklı bir yoldur. Büyük cadde dururken, izbe yollara sapmanın bir manası yoktur.
Ehl-i beyt, Hz. Peygamber (asm)'in Hz. Fatıma’dan doğan neslinin adıdır.
Ehl-i beyti Ehl-i sünnet dışında tasavvur etmek, üzerinde düşünülmesi gereken bir cehalet zirvesidir.
Çünkü Ehl-i beytin başında Hz. Ali ve Hz. Fatıma gelir. Ehl-i sünnet, Hz. Peygamber (asm)'in yolunu takip etmek manasına geldiğine göre; acaba, eğer Hz. Peygamber (asm)'in en yakını olan ve en sevdiği kimseler olan bu mübarek iki şahıs Ehl-i sünnetten değilse, başka kim Ehl-i sünnetten olabilir?
Ehl-i beytten olan on iki imamın her biri kendi devrinde çok büyük saygı görmüş birer ünlü alimdir.
Hz. Ali’den sonra Ehl-i beytin imamları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. Cennetin efendileri ve Resulullah’ın kokladığı iki gülü olan bu iki zatın, Ehl-i sünnetten olmadığını, yani Hz. Peygamber ve ashabının üzerinde bulunduğu çizginin dışında olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi hiç bir müslüman da böyle bir iddiada bulunmaz.
- Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den sonra gelen Ehl-i beytin baş imamı Zeynelabidin’dir. Hz. Hüseyin’nin oğlu olan bu zatın asıl adı dedesinin adıdır; Ali’dir. Fakat ilim, irfanla kalmayıp ibadet ve velayetiyle bit kutup olduğu için devrin alimleri kendisine Zeynelâbidin (İbadet edenlerin süsü, gülü) unvanını vermişlerdir. Gece ve gündüzleri -her gün- bin rekat nafile namaz kılmakla şöhret bulması (bk. İbn Hacer, Tahzib, 7/304) bu unvana ne kadar layık olduğunun göstergesidir. Başta muhaddislerin hocası İmam Zührî olmak üzere, Ehl-i sünnet alimlerinin Zeynelabidin Hazretlerinden nasıl hadis rivayet ettiklerini, onu nasıl övdüklerini görmek için, kaynaklara bakmak yeterli olacaktır. (bk. İbn Hacer, Tahzib, 7/304).
- İmam Muhammed Bakır Zeynelâbidin’in oğludur. İlim, irfan ve takvasıyla nam salmış bir Ehl-i beyt imamıdır. İshak es-sebuî, Zuhrî, İbn Ata, Evzaî, İbn Cürec, Mekhul gibi Ehl-i sünnet alimlerinin yıldızlarından olanların, ondan hadis rivayet etmeleri, İbn Sad, Nesaî, Iclî gibi muhaddislerin onu övgüyle anmaları(İbn Hacer, a.g.e, 9/350-352), başkalarının sözlerini hiçe indirger.
- İmam Muhammed Bakır’ın oğlu İmam Cafer-i sadık sadakatiyle maruf ve meşhurdur. Ehl-i sünnet imamlarından İmam-ı Azam'ın ona talebe olması, ondan hadis rivayet etmesi ve İmam-ı Malik’in,
“Ben bazı zamanlar kendisini ziyaret ederdim, her defasında, ya namaz kılıyor, ya oruçlu oluyor yahut da Kur’an okuyor olduğunu görürdüm. Onun abdestsiz hadis rivayet ettiğini hiç görmedim.”
diyerek sadakatine ve takvasına şahadet etmesi, bu zat-ı mübarekin Ehl-i sünnetten olduğunu güneş gibi göstermiyor mu? (Alimlerin hakkındaki övgülerini görmek için bk. İbn Hacer, a.g.e, 2/103-105)
Şimdi dönemin alim ve evliyalarının saygı duyduğu bu zat-ı muhteremi, dedesi olan Hz. Peygamber (asm)'in yolunda gitmemekle suçlamak cinnet değil de nedir?
Başta İmam-ı Azam ve İmam-ı Şafii olmak üzere dört mezhep imamı ve diğer pek çok Ehl-i sünnet alimi, Ehl-i beyte olan saygı ve sevgilerinden dolayı Şia olmakla suçlanmış ve dönemin bazı devlet yetkilileri tarafından işkenceye tabi tutulmuştur. Hatta İmam Şafii, bu zulümlere karşı haykırmış ve “eğer Ehl-i beyti sevmek rafizilik (Şiaların aşırı bir kolu) ise, bütün ins ve cin şahit olsun ki ben rafiziyim” diyerek, Ehl-i beyte karşı aşkını ilan etmiştir. Acaba Ehl-i sünnetin tarih boyunca temsilciliğini yapmış olan dört mezhep imamlarının bu şahitliklerini kale almayıp da -Haricilik, Vahhabilik damarıyla- Ehl-i bid’anın, Ehl-i beyt hakkındaki safsatalarını mı kale alacağız!..
Özetle, Ehl-i beyt imamları Ehl-i sünnet ve cemaattendir. “Ehl-i beyt” unvanı onlar için bir eksiklik değil, ayaklarını göklere bastıracak bir derecedir. Bunların bazı konularda farklı içtihatları da olabilir. Nitekim dört mezhep imamlarının da farklı farklı içtihatları vardır.
Esefle belirtelim ki, Ehl-i beyte taraftar olan bir kısım Şia grupları, onlardan yaptıkları rivayetlerinde onlara iftira edip yanlış şeyler yazdıkları için Ehl-i sünnet alimleri (o imamlardan dolayı değil), onlardan rivayet ettikleri hadisleri, haberleri ihtiyatla karşılamışlar. Bazıları da Emevilik, Haricilik zihniyetiyle hareket ettikleri için Ehl-i beyt imamları hakkında yanlış yorumlar ve yargılar ortaya koyarak onları saf dışı bırakmak gibi hain bir amaç takip etmişlerdir.
O damar maalesef günümüzde de bazı talihsiz kimselerde devam etmektedir. Halbuki, Hz. Ömer’e karşı besledikleri kinlerini Hz. Ali’ye sevgi şeklinde yansıtan bir kısmı Şiaların bu davranışları ne kadar yanlış ise, Hz. Ali ve Ehl-i beyte karşı sempati duyan Şialara karşı besledikleri kinlerini Ehl-i sünnete bağlılık şeklinde ortaya koyanlar da o kadar yanlış bir yoldadır...
Rabbimiz biz istikametten ayırmasın. Âmin!..
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiye
.
Ehlibeyit kimdir, günahsız mı?
Soran : Anonim
Tarih: 16.07.2024 - 09:17 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Ehli beyt ehli sünnete göre 5 kişi midir ve günahsız mı?
- Ahzap suresi 33 ehlibeytin günahsız olduğuna delil mi?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İlgili ayetlerin meali şöyledir:
“Ey peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer günahtan sakınmak istiyorsanız sözü edalı bir tavırla söylemeyin ki, kalbinde çürüklük olan kimse ümide kapılmasın. Ayrıca düzgün söz söyleyin. Evlerinizde oturun ve daha önce Cahiliye döneminde olduğu gibi açılıp saçılmayın, namazı güzelce kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Ey peygamber ailesi! Allah sizi sadece günah kirlerinden arındırmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab, 33/32-33)
Bu ayette “Ey peygamber ailesi! Allah sizi sadece günah kirlerinden arındırmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor” cümlesinde iki hüküm önem arz etmektedir:
Birisi, “Peygamber Ailesi / Ehl-i Beyt” Kavramı
Fakat ayette “ehl-i beyt” terkibinden başka bir açıklama yapılmamıştır.
Buna göre, ayetin açık ifadesinden “ehl-i beyt” kimler ve kaç kişi olduğu hususunu öğrenmek mümkün değildir.
İslam alimleri, ayetin açık ifadesinde bulamadıkları manayı, ayetin sibakından, genel İslam kültüründen, başka ayetlerin desteklediği bir kısım muhtemel hakikatlerinden esinlenerek farklı yorumlar yapmışlardır:
Örneğin “Ehl-i beyt” kavramını “Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hasan ve Hüseyin” olduğunu söyleyenler vardır. Ebu Said, Enes, Aişe ve Ümmü Seleme bu görüştedir.
İbn Abbas ve İkrime’ye göre bunlar Hz. Peygamberin (asm) eşleridir. Bu konunun başında “Ey peygamber hanımları!” bu ihtimale imkân vermektedir.
Dahhak gibi bazı alimlere göre, bu ifadede hem Hz. Peygamberin (asm) asıl ailesi olan çocukları hem de eşleri dahildir. (krş Maverdi, Razi, Kurtubi, ilgili yer)
İkincisi, Rics’in Temizlenmesi
Ehl-i beytten “rics’in temizlenmesi” ifadesinde de farklı yorumlar yapılmıştır.
Bunlar genel olarak: günahlar, kötülükler, cimrilik, hırs, dünya sevgisi, kin, nefret beslemek gibi her türlü beşeri olan olumsuz ahlaki değerlerden arınmaları manasına gelir. (Maverdi, Razi, Kurtubi, ilgili ayetin tefsiri)
Tefsir kaynakların genelinden anlaşılan şudur ki:
Bu ayetlerde zikredilen “Rics”ten maksat, maddi-manevi kirlerdir. Temizlemekten maksat sadece iyi olmayan vasıfları izale etmek değil, aynı zamanda onların yerine güzel hasletleri de yerleştirmektir.
Ehl-i beytten maksat, Hz. Peygamberin (asm) eşleri ve çoluk-çocuklarıdır. Hatta bazılarına göre, Hz. Abbas gibi yakın akrabaları da buna dahildir.
Ehl-i beyt içinde olup ayrı bir özellik taşıyan ve Hz. Peygamber (asm) tarafından teyit maksadıyla özellikle ayrı bir konumda gösterilen Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Huseyin ve Efendimiz kendisini de dahil ederek “Ehl-i Beyt”in özel bir dalı olan “Al-i Aba” olarak adlandırmıştır.
Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadelerini nazara vermekte büyük yarar görüyoruz:
“Al-i Abâ hakkındaki cevapsız kalan sualinizin çok hikmetlerinden yalnız bir tek hikmeti söylenecek.Şöyle ki:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını, Hazret-i Ali (ra) ve Hazret-i Fatıma (ra) ve Hazret-i Hasan ve Hüseyn'in (ra) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretleلِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًاayetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmeyeceğiz. Yalnız vazife-i risalete taalluk eden bir hikmeti şudur ki:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-aşina ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali'yi (ra) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyn'i (ra) taziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan'ı (ra) tebrik etmek ve musalaha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faidesini ilân etmek ve Hazret-i Fatıma'nın zürriyetinin tahir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlîsine layık olacaklarını ilan etmek için o dört şahsa kendiyle beraber "Hamse-i Al-i Abâ" ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.” (Lemalar, 14. Lem'a, s. 94-95)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Ehl-i beyt, sahabeden üstün müdür?
Soran : Yate06
Tarih: 13.04.2017 - 00:07 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Bediüzzaman ayetü’l-kübrada peygamberi tasdik eden üç büyük cemaati kastetmiş ve ali beyti neden sahabeden üstün tutmuştur?
- Hülasatü’l-hülasa da
"• Ehl-i Beyt; hakkalyakîn derecesinde onu tasdik etmeleriyle..
• Sahabîler, aynelyakîn derecesinde kamil bir imanla Onu doğrulamalarıyla..
• Asfiyalar ilmelyakîn derecesinde kuvvetli tahkikleriyle..
• Kutuplar; keşif ve yakînleriyle onun peygamberliği cihetinde ittifak etmeleriyle..
• Geçmiş asırlar; kâhinler, hatifler, ariflerinin müjdeleri tevatür derecesine çıkmalarıyla..
• Mukaddes kitap ve suhuflar; İçlerinde görünen Enbiyâ ve Resullerin müjdeleriyle Onun doğruluğuna sadık şahittirler.." olarak geçiyor.
- Ve ayetü’l-kübrada da 16. Mertebe sonunda 3 cemaatin icması derken Al-i beyt başa alınmış. Halbuki sahabe efendilerimizin imanları daha yüksek olması gerekmez mi?
- Sahabelere neden aynelyakın denmiştir? Hakkalyakin olmalı değil mi?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bu konuyu birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız:
a)Hülasatü’l-hülasa’da yapılan taksimatta, kuvvetli ihtimalle -öncelikle- sahabe olan Ehl-i Beyt söz konusudur. Çünkü Hz. Peygamber (asm)'in tasdiki söz konusu olduğuna göre, geniş manada sahabeden -erkek ve kadın olarak- onlarca Ehl-i Beyt mensubu vardır. Risaletin ilk hameleleri ve Hz. Peygamber (asm)'e en yakın ve sırlarına en vakıf onlar olduğundan onların tasdiki hakkalyakin derecesindedir.
- Hz. Ali’nin “Perde-i gayb açılsa imanım ziyadeleşmez.” manasındaki sözü, bir kısım Ehl-i Beytin hakkalyakin derecesindeki imanlarının göstergesidir.
b) Sahabe olmayan “Ehl-i Beyt” kavramı ise, bu makamda umumdan ziyade daha dar çerçevedeki yüksek ilim ve velayet sahibi olanların kastedildiği açıktır.
Bu çerçevede düşünüldüğü zaman, Hz. Zeynelabidin, Cafer-i sadık, Gavs-ı azam gibi zatların hakkalyakin mertebesinde bir imana sahip oldukları kabul edilmektedir.
“Acaba yerde iken arş-ı a'zamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh-i Geylanî (ks) gibi yüz binler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri, tevhidî ve kudsî ve manevî mes'elelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz'î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder..?” (bk. Şualar, s. 102)
c) Üstad'ın söz konusu yerlerde Ehl-i Beyti birinci sıraya koymasının şöyle bir-iki hikmetinden de söz edilebilir:
Birincisi; Ehl-i Beytin bir kısmı sahabi oldukları için başa alınmıştır. Hem Ehl-i Beyt hem sahabi olma meziyetleri bunu gerektirir. Sahabi olmayan Ehl-i Beyt ise, sahabi olan Ehl-i Beyte (“tağlib sanatı” kaidesiyle) mütemmim bir cüzü olarak bağlanmıştır. Üstad'ın şu ifadelerinden bu gerçeğin ipucunu görmek mümkündür:
" 'Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek.' diyen İmam-ı Ali (Radıyallahü Anh) ve yerde iken arş-ı a'zamı ve İsrafil'in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı A'zam (ks) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi' ve Âl-i Muhammed namıyla şöhretşiar-ı âlem olan cemaat-ı nuraniyenin icma' ile tasdikleridir.” (bk. Asa-yı Musa, s. 126)
İkincisi: Makam, Hz. Peygamber (asm)'i, Kur’an’ı tasdik makamı olduğundan, vahiy atmosferine yakınlık mertebesi önemlidir. Çünkü en yakında bulunanların müşahedeleri diğerlerinin müşahedelerinden çok fazladır. Hz. Peygamber (asm)'in tebliğ işini “en yakın akrabalarından başlamasının” emredilmesi de bu gerçeğe işaret etmektedir.
d) Sahabe olmayan bir kısım Ehl-i Beyt büyüklerinin hakkalyakin derecesinde imanlarının olması, onları ilmelyakin ve aynelyakin derecesinde imana sahip olan sahabilerden üstün kılmaz. Çünkü, sohbet-i nebeviden inikas eden feyizler başka meziyetlerle kıyaslanmaz.
Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle;
“Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatın envârına mazhar olur. Çünki sohbette insibağ ve inikas vardır. Malûmdur ki: İnikas ve tebaiyetle, o Nur-u Azam-ı Nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyetiyle öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celaleddin-i Süyutî gibi, uyanık iken çok defa sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (asm) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar.”(bk. Sözler, s. 489)
e) Bir ilmi kaide var: “Mercuh, fazilet-i cüziyede racihe tereccüh edebilir.” Yani, daha aşağı derecedeki bir kimse bazı yönlerden daha yukarı derecedeki bir kimseden daha üstün olabilir.
“... Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkındedirler. Fakat hususî faziletlerde Şah-ı Geylanî gibi bazı harika kutublar, bir cihette daha parlak makama sahibdirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır.”(bk. Mektubat, s. 280)
ifadesinde bu gerçeğin altı çizilmiştir.
Daha detaylı malumat için Üstad'ın şu ifadelerine de dikkat etmek fayda vardır:
“Sual ediyorsunuz: Bazı rivayetlerde vardır ki; 'Bid'aların revacı hengâmında ehl-i iman ve takvadan bir kısım suleha, sahabe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir.' diye rivayetler vardır. Bu rivayetler sahih midir? Sahih ise, hakikatları nedir?"
"Elcevab: Enbiyadan sonra nev'-i beşerin en efdali sahabe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemaatın icmaı bir hüccet-i katıadır ki; o rivayetlerin sahih kısmı, fazilet-i cüz'iye hakkındadır. Çünki cüz'î fazilette ve hususî bir kemalde, mercuh racihe tereccuh edebilir. Yoksa Sure-i Feth'in âhirinde sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur'anın medh ü senasına mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez.” (bk. Sözler, s. 488-489)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Ehl-i beyt imamlarıyla ilgili ayetler Kuran’dan çıkarıldı mı?
Soran : Anonim
Tarih: 18.01.2020 - 10:56 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Bu rivayetler hakkında bilgi verir misiniz?
- Bu rivayetler doğru mu; nasıl anlamamız lazım?
- Özellikle en alttaki rivayet hakkında bilgi verir misiniz?
– “Kur’an’ın üçte biri Ehli Beyt ve İmamlarla ilgilidir” (el-Kâfi, 2/631’den naklen, Age, 117).
– “Ali bana bir mushaf verdi. Beyyine Sûresi’nde yetmiş kişinin ve bunların babalarının adlarını buldum” (el-Kâfi, 2/631’den naklen, Age, 117).
– “Ebu Abdullah’tan rivayetle: ”Cebrail’in Muhammed’e indirdiği Kur’an on yedi bin âyettir.” (el-Kâfi, 2/634’den naklen, Age, 117).
- el-Kâfi gibi hadis kaynaklarında Kuran’ın korunmuşluğuna aykırı yüzlerce iddia bulunmaktadır:
Mesela:
- Ra’d Sûresi, 13/25’den Ali ifadesinin çıkarıldığı, Saffat, 37/130. ayette geçen “İlyas’a selam olsun” ayetinin aslında “Ehli Beyt’e selam olsun” şeklinde olduğu, fakat Osman’ın kurduğu komisyonun onu değiştirdiği gibi iddialar var..
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bunlar, bazı Şiiler tarafından uydurulmuş iftiralardır.
Önce Rad suresinden başlayalım:
“Allah’a verdikleri sözü pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah’ın korunmasını emrettiği bağı koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya işte rahmetten mahrum olmak da onlar içindir; dünyanın kötü sonu da onlar içindir.”(Rad, 13/25)
mealindeki ayette, “Hz. Ali” ifadesinin bulunduğunu ve sonradan çıkarıldığını söylemek için hiçbir ilmi delil yoktur.
Ayetin ne sibakında ne de siyakında böyle bir şeye delalet eden bir işaret kırıntısı bile yoktur. Bu yalnız ön yargılı bir Şii’nin hayal mahzeninde yer alan bir batıllıktan öteye geçemez.
Saffat suresindeki ayette ise, “İlyas’a selam olsun.” mealindeki ayette geçen ismin peygamberlerden olan İlyas olduğu bizzat Saffat suresinin 123. ayetinde zikredilmiş ve buradaki ayet ise onun devamıdır.
Kur'an’ın bu pasajında bazı peygamberlerin ismi verilmiş, sonra da ona selam edilmiştir. Mesela İbrahim(Saffat, 37/109), Musa (Saffat, 37/120) Hz. İlyas için de “Şüphesiz İlyas da gönderilmiş peygamberlerdendir.”(Saffat, 37/123) mealindeki ifadeye yer verilmiştir. Onun hakkındaki bilgiler devam ettirilmiş ve nihayet 125. ayette “İlyasin’e/İlyas’a selam olsun” denilmiş ve “Yasin” ismindeki babasının adına da işaret edilmiştir. Bunun isminin “İlyas b. Yasin” olduğu bildirilmiştir. (bk. İbn Kesir ilgili yer)
Bazılarına göre, onun iki ismi vardı: “İlyas, İlyasin” “İbrahim, İbraham” gibi. (bk. Taberi, ilgili yer)
Soruda geçen iddiaların hiçbiri doğru değildir, tamamen iftiradır.
"el-Kâfi" adlı eser mutaassıp bir Şii kaynağıdır. Bu gibi bilgilerin menşei daha ilerleyen dönemlerde Kuleynî’nin (öl. 329/941) el-Usûl mine’l-Kâfî’sinde yer bulmuş olan iddialardır. Bunlara birçok Şiî âlim itiraz etmiş ve bu konuda müstakil eserler yazmışlardır. Örneğin:
Şîa’da tahrif iddialarına ilk karşı çıkanlardan biri olan Şeyh Sadûk olarak bilinen ve Kütüb-i Erba’a olarak Şîa nezdinde sahih kabul edilen hadis mecmuasından birinin müellifi olan Ebu Cafer Muhammed İbn Ali İbnu’l-Hüseyin İbn Babeveyh el-Kummî (öl. 381/991) şöyle der:
“Şîa inancına göre yüce Allah’ın peygamberi Hz. Muhammed’e gönderip ve iki kapak arasında toplanan Kur'an bundan ibarettir ve ne fazla ne de eksiktir, insanlara göre 114 suredir, bize göre “Duhâ” ve “İnşirâh”, “Fil” ve “Kureyş” sureleri bir tek suredir. Kim bize “bunlardan daha fazla olduğunu söylediğimizi” nispet ederse, o yalancıdır.”(Şeyh Sadûk, Risaletü'l-İ'tikadi'l-İmamiyye, s. 99-103; Kâşânî, Kitâbü'l-vâfî, IX, 1778)
Şeyh Sadûk’un öğrencisi Şeyh Müfîd (öl. 413/1022) de “iki kapak arasında cem edilen Kur'an’da herhangi bir fazlalık veya eksiltme olmadığını” söyleyerek Kur'an’dan çıkarma olduğu iftirasını reddetmiştir. (Muhammed Cevad el-Belağî, “Mecmeu’l-Beyân” Tabersî, Ön Söz s. 26-27)
Alemu’l-Hüdâ olarak bilinen Seyyid Murtaza Ali İbn Hüseyin (öl. 436/1044) şu açıklamayı yapar:
“Kur’ân’ın nakline ve korunmasına şiddetle önem verilmiş ve bu noktada etkenler çoğalmıştır. Çünkü Kur’ân, nübuvvetin mucizesi, Şer’i ilimlerin ve dini hükümlerin kaynağıdır. Müslüman âlimler onun hıfzı ve himayesinde son noktaya varmışlardır. Bu kadar titiz davranılıp korunduktan sonra, Kur’an’ın değiştirildiği ya da noksan olduğu nasıl mümkün olabilir?” (Muhammed Cevad el-Belağî, “Mecmeu’l-Beyân” Tabersî, Ön Söz s. 26-27)
Şeyhu’t-Tâife olarak bilinen başka bir Şiî âlim Ebû Ca’fer Muhammed b. Hasan et-Tûsî (öl. 460/1068) ise tefsirinde şöyle der:
“Kur'an Hz. Peygamber’in doğruluğuna delildir. Ayrıca onun en büyük ve en meşhur mucizesidir. Kur'an’da fazlalık ve eksiklik olduğunu söylemek ona yakışmayan bir şeydir. Müslümanların görüşlerinden zahir olan bunun tersidir. Bu mezhebimize göre doğruya en layık olanı ve el-Murtaza’nın savunduğu görüştür. Rivayetin zahiri de budur.”(Tûsî, Tibyan s. 3)
Keza, XI. asır ılımlı Ahbârîlerden sayılan Molla Muhsin Feyz el-Kaşânî de (öl.1091/1679),“Ona / Kur'an’a ne önünden ne de ardından batıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah'tan indirilmiştir.”(Fussilet, 41/42) ve“Kuran'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruruz.” (Hicr, 15/9) mealindeki ayetlerin açık ifadelerine dayanarak, Kur'an’ın tahrif edilmesinin mümkün olmadığını belirtmiş ve tahrif iddiasını reddetmiştir. (Kaşani, Sâfî, I, 46-51)
Son dönem Şîa ilim dünyasının önemli müfessirlerinden Muhammed Hüseyin et-Tabatabâî “Bugün elimizde bulunan Kur'an’ın 1.400 sene önce Hz. Peygamber’e inzal edilen Kur'an olduğunu, sureler ve ayetler, Müslümanlar arasında nesilden nesile mükemmel bir şekilde aktarılmış, Allah tarafından Kur'an’ın tahrif edilmeye karşı korunduğunu belirtmiş olduğunu” söyleyerek ilk nazil olduğu günden bu günümüze kadar kesintisiz olarak geldiğini vurgulamıştır. (Tabatabâî, sel-Kur’ân fi İslâm, s. 137 vd)
Özetle, Kur'an indirildiği gibi yazılmış, okunmuş, ezberlenmiş olarak günümüze kadar harfi harfine, kelimesi kelimesine muhafaza edilmiştir. Aynı şekilde kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
"Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu, Allah'ın Kitabı'dır. Semâdan arza uzatılmış bir ip durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim, Ehl-i Beytim'dir. Bu iki şey, cennette Kevser havuzunun başında bana gelip (hakkınızda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında, ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün." [Tirmizî, Menâkıb 77, (3790).]
Tîbî, bu hadiste, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kur'ân-ı Kerîm'le Ehl-i Beyt'ini birbirinden ayrılmaz ikiz kardeşler olarak takdim edip, ümmetten her ikisi hakkında da iyi muâmele taleb ettiği, "Onların hakkını kendi nefislerinize tercih edin" demek istediğini belirtir.
Tîbî ayrıca şu noktaya da dikkat çeker. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu tavsiye ile, ümmetini, Cenab-ı Hakk'ın emri olan şükür vazifesini edâya çağırmış olmaktadır. Çünkü şu âyet, mü'minlere olan in'am ve ihsanına mukâbil edâ edilmesi gereken şükran borcunu Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in Al-i Beyti'ne muhabbet ve sevgi şartına bağlamaktadır:
"(Habibim) de ki: "Ben bu (tebliğime) karşı akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükâfaat istemiyorum." (Şûrâ, 42/23).
Âyette geçen ve akrabalık diye tercüme ettiğimiz el-Kurbâ kelimesinden çıkarılan mânalardan biri, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yakınları, yâni Âl-i Beyt'idir. Yukarıda belirtilen hadis-i şerif'in bu âyeti tefsir edici mahiyette olduğu, bu maksatla îrad buyrulduğu ulemâmızca belirtilmiştir.
"Öyle ise, demiştir ulemâ, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ümmeti, nimete karşı nankörlük etmemeye çağırıyor. Kim bu vasiyeti yerine getirir, mezkûr iyiliğe -Kur'ân ve Âl-i Beyt hakkında iyi davranmak suretiyle- şükran borcunu öderse, Havz-ı Kevser'in başına gelinceye kadar kıyamet safhalarında birbirlerinden hiç ayrılmayacak olan bu ikizler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a o şahıs hakkında davranışlarıyla ilgili lehte şehâdette bulunacaklar. O zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu bizzat mükâfatlandıracağı gibi, Cenab-ı Hak da en uygun mükâfatla mükâfatlandıracaktır."
"Kim de Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu vasiyetini yerine getirmez, Kur'ân ve Al-i Beyt'inin hukukuna saygılı olmamak sûretiyle mazhar olduğu iman ve İslâm nimetinin şükrünü ödemezse, hakkında, bu açıklananın aksi bir hüküm verilecek, nankör muâmelesine mâruz kalacaktır."
"Hadisin Müslim'de gelen bir vechi şöyledir:
"Ey insanlar, bilesiniz ki: Ben bir beşerim. Rabbim'in elçisinin (Azrail aleyhisselam) gelmesi ve davetine icabet etmem zamanı yakındır. Ben size iki kıymetli şey bırakıyorum: Birincisi Kitabullah'tır, içerisi nur ve hidâyet doludur. Allah'ın Kitabı'nı alın ve ona dört elle sarılın."
buyuran Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kur'ân-ı Kerîm'e birçok teşviklerde bulunduktan sonra devamla şöyle dedi:
"Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum..." (Müslim, Fedailü's-sahabe, 36; Hakim, Müstedrek, 3/118)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Neden Ehli beyt imamlarına değil de dört mezhep imamına uyulmuştur?
Soran : Anonim
Tarih: 04.02.2020 - 08:36 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Sahabe ve tabiin döneminden sonra, neden ehli beyt imamlarına değil de dört mezhep imamına uyulmuştur?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Mezhep imamları, kendi dönemlerinde zirvede olan şahsiyetler oldukları için, insanlar ve de alimler onlara tabi olmuştur.
- Ehl-i beytin imamlarına ise, daha önceden Ehl-i sünnet'ten ayrı bir yol takip eden Şia alimleri tabi olmuşlardır.
Cemel ve Sıffin vakalarından sonra ortaya çıkan Şia, Nasıbi ve Hariciler gibi gruplar Ehl-i sünnet'ten ayrı düşmüşlerdir.
Bu sebeple, Ehl-i sünnet grubu, Ehl-i beyt imamlarına karşı sevgi ve saygı göstermekle beraber, onların yolundan gittikleri iddia eden Şiaların ideolojik bir çizgide yürümeleri ve bu ideolojik çizgilerinde Ehl-i beyt imamlarına da iftirada bulunmaları, kendi mezheplerini desteklemek adına hadis uydurmaları gibi nedenlerden dolayı, Ehl-i sünnet onların bulunduğu çizgiden uzak durmayı tercih etmişlerdir.
Demek ki, insanların Ehl-i beytin imamlarına karşı lakayt kalmaları, onların fanatik tabilerinin yanlışlarından dolayıdır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Günümüzde Ehl-i beytin devamı olarak göreceğimiz bir alim veya evliya var mıdır?
Soran : saidyasin
Tarih: 12.02.2015 - 06:46 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Günümüzde Ehl-i beytin 12 imamdan sonra gelen ehlibeytin devamı olarak göreceğimiz bir alim veya evliya var mıdır ve kimdir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Kim Ehl-i beytin takip ettiği Kitap ve sünnete hizmet edip o yolda gidiyorsa, bu imam odur. Bu konuda her cemaatin kendilerine göre bir büyükleri, bir imamları vardır.
- Bizim kanaatimizi öğrenmek istiyorsanız; bize göre bu asırda ve gelecek asırlar için Ehl-i beytin yolunu takip eden ve Ehl-i beytin manevi bir veledi olduğunu söyleyen Bediüzzaman Said Nursi’dir ve Risale-i Nur Külliyatı'dır. Onun 12. Müceddid olması da dikkate değerdir.
Önemli olan Kitap ve sünnet dairesinde, samimi olarak bir hizmetin yapılmasıdır. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi,
“... Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.”(bk. Lem'alar, s. 21)
- Şu ifadelerden bizim kanaatimizin kaynağını anlamak mümkündür:
“Âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt'ten olacak. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (ra) bir veled-i manevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed (asm) bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt'ten sayılabilirim. Fakat Nur'un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan u şeref kazanmak olmaz. Nur'da ihlası bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur bilirim.” (bk. Şualar, s. 442)
“Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh'ın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur'un Cevşen-ül Kebir'den ve Celcelutiye'den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh'ın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mesud edebilir.” (bk. Emirdağ Lahikası-I, s. 72-73)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.EHL-İ BEYT SEVGİSİ Nedir? Nasıl Olmalıdır? Dr. M.Bahaüddin VAROL Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi The Affection of the Ahl al-Bayt Ahl al-Bayt that means people of the house of the Prophet Muhammad, has an important position in the Islamic History. The political and religious incidents which emerged after the death of the Prophet Muhammad, pushed it foreground. Hence, the Ahl al-Bayt and the affection of Ahl al-Bayt have been exploited. In order to refrain from exploiting and confusion the terms should be understood and explained properly. This study explores what and how the affection of Ahl al-Bayt is from Quran and Sunnah point of view. That is the true interpretation of ayats and hadiths and elimination of correct and sound knowledge from false one, not only indicate what the affection of Ahl al-Bayt is but also prevent from it any kind of exploitation. EHL-İ BEYT’İN İSLÂMÎ TERMİNOLOJİDEKİ YERİ VE ÖNEMİ Ehl-i Beyt denildiği zaman her Müslümanın zihninde oluşan çerçeve “Hz.Peygam-ber’in yakınlar ı” anlamıdır. Bu kavrayış, herhangi bir fark gözetmeksizin tüm Müslümanların genel anlamda kabul ettiği bir çerçeve ve belki de en doğru tanımlamadır. Ancak ne zaman ki, Ehl-i Beyt nedir? Kimler Ehl-i Beyt’tir? İslam’daki yeri neresidir? Günümüzdeki misyonu nedir? gibi sorular gündeme geldiğinde, farklı düşünce ve fikirler eşliğinde tartışma ve bölünmeler ortaya çıkmaktadır. İşte bu tartışma ve belirsizlik noktasıdır ki, taşıdığı önem açısından Ehl-i Beyt kavramını İslamî literatürdeki diğer kavramların önüne taşımıştır. Kelime anlamı yönüyle İslam öncesi Arap toplumunda ilk örneklerini gördüğümüz Ehl-i Beyt tabiri1 Hz.Peygamber döneminde gerek ———— 1 Arap dili içerisinde sürekli olarak varlığını devam ettiren bu tabir, İslam’dan önceki dönemde Kabe’ye komşu olmaları ve hacıların hizmetini görmeleri nedeniyle Kureyş’in kendisi için kullandığı bir kavram olmuştur. Bu kullanım örnekleri için bkz: İbn Hişâm, es-Siratü’n- Dipnot devamı → 110 Dr. M.Bahaüddin Varol Hz.Peygamber’in gerekse diğer insanların aile ve ev halkları için kullanılan bir tabir olmuştur. Hz.Peygamber’in irtihaliyle başlayan süreçte ise Ehl-i Beyt tabirinden anlaşılan şey -kim ve ne olduğu- farklılaşmaya başlamış ve bu farklılaşma Hz.Ali’nin şehid edilmesi, Hz.Hasan’ın halifelikten çekilmesi ve en son olarak da Hz.Hüseyin’in şehid edilmesiyle çok farklı bir anlam ve yapıya bürünmüştür. Bu görüntüsüyle Hz.Peygamber tarafından kendi önderliğinde oluşturularak birlik ve beraberliği sağlanan İslam toplumunda farklı bir îtikâdî ekolün doğmasına neden olmuştur.2 Yine bu şekliyle yıllar boyunca İslam toplumu içerisinde bir çok fikrî, siyâsî ve dînî oluşumların sahneye çıkarak birbirleriyle mücadele etmelerine neden olmuştur. Ehl-i Beyt’in işte bu özelliği günümüze kadar olan çizgide, kavramın problem olmaktan çıkarılıp kim? ve ne? olduğunun net bir şekilde ortaya konmasını engellemiştir. Bu, bugün ve yarın için çözülebilecek bir mesele olarak da görünmemektedir. Bu nedenle biz bu tartışmaları bir kenara koyarak bu araştırmamızda Ehl-i Beyt sevgisini konu edineceğiz. Ehl-i Beyt gerek kişiler noktasında gerekse kavram olarak İslam’da dolayısıyla İslam Tarihinde önemli bir yere sahiptir. Hz.Peygamber’in yakın çevresi yani ailesi olan bu kişilerin ilk İslam toplumundaki dînî ve sosyal fonksiyonları tüm Müslümanlar tarafından bilinen bir gerçektir. Bu dönemde Müslümanlar Hz.Peygamber’e karşı besledikleri sevgi ve saygının bir benzerini onun yakınları olan Ehl-i Beyt’ine karşı da beslemişlerdir. Bundan daha önemlisi Müslümanlar İslam’ın yeni nazil olan prensiplerini Hz.Peygamber’in öğretim ve uygulamasından öğrendikleri gibi ev ve aile hayatının özel konularının öğreniminde Ehl-i Beyt’ten istifade etmişlerdir. Ehl-i Beyt’in bu fonksiyonu Hz.Peygamber’in irtihalinden sonra da devam etmiştir. Sosyal açıdan ise Ehl-i Beyt ilk dönemlerden itibaren İslam toplumu içerisindeki konumunu ve ağırlığını her zaman hissettirmiştir. Devam eden süreçte Ehl-i Beyt’in siyâsî, iktisâdî ve fıkhî3 boyutları da dikkate alınacak olursa, günümüze kadar uzanan İslam Tarihi sürecinde Ehl-i Beyt’in önemi daha iyi anlaşılmış olacaktır. Konu başlığımız olan Ehl-i Beyt sevgisine geçmeden önce kısa da olsa kavramın tanımlanması ve geçirdiği tarihî süreç hakkında bilgi vermemiz yerinde olacaktır. Zira İslamî terminolojideki Ehl-i Beyt tanımlamaları, devam eden süreçteki Ehl-i Beyt’in İslam toplumundaki yeri ile problem olma özelliğini yansıtmaktadır. Kelime anlamı yönüyle Arap dilinde “ev halkı” ve “aile” anlamına gelen bu tabir bu anlamıyla her dönemde kullanılagelmiştir.4 → → Nebeviyye, Thk: Mecdi Fethi es-Seyyid, Tanta, 1995, I/179 ve 183; Makrîzî, Kitâbü’n-Nizâ’ ve’t-Tehâsum fîmâ beyne Benî Umeyye ve Benî Hâşim, Thk: Hüseyin Mu’nis, Kahire, 1988, s.39. 2 Bu bölünmeden kastımız Şîa düşüncesinin ortaya çıkışıdır. Detaylı olarak incelendiği takdirde bu kopmanın temelinde Ehl-i Beyt’e yöneltilen tanım ve bu çerçevede oluşturulan îtikâdî yapılanma olduğu görülür. 3 Ehl-i Beyt’in siyâsi olaylar içerisinde kullanılıp bu alanda çoğu zaman istismar edilmesi siyâsî boyutu, devlet bütçesinden kendileri için pay ayrılıp bunun dağıtımı noktasında zamanla ortaya çıkan problemler iktisâdî boyutu, bu çerçevede fıkhî hükümlere konu olması da fıkhî boyutu ifade etmektedir. Bu alanların herbiri müstakil bir araştırma konusu olacak kapasite ve önemdedir. 4 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1300 h., XI/28; el-Ezherî, Tehzîbü’l-Lüğa, Thk: Muhammed Abdülmünim el-Hafâcî ve Muhammed Ferruh, Kahire, 1964, VI/418; Ayrıca bkz: Râğıb elIsfahânî, Mu’cemü Müfredâti'l-Elfâzi’l-Kur’ân, Beyrut, 1972, s.25. Ehl-i Beyt Sevgisi 111 Hz.Peygamber döneminde bu anlamıyla kullanılmıştır. Gerek hadis gerekse İslam Tarihi rivayetlerindeki örneklere baktığımız zaman tabirin hem Hz.Peygamber’in ailesi hem de diğer insanların aileleri ve ev halkları için kullanıldığını görürüz.5 Hulefâ-i Râşidîn dönemi için de aynı şeyi söylememiz mümkündür. Ancak bu dönemde az sayıdaki rivayetlerde de olsa kavramın farklı anlaşılmaya başladığının ipuçlarını görmekteyiz. Dolayısıyla bu dönemi yani Hulefâ-i Râşidîn dönemini tam manasıyla olmasa da Ehl-i Beyt’ten farklı şeylerin anlaşılıp farklı misyonların yüklenmeye başlandığı bir dönem olarak görebiliriz. Tabirin gerek kavram gerekse fonksiyon olarak ilk dönemden farklı bir görünüm arzedip istismar sürecinin başlama noktası ise Hz.Hüseyin’in şehid edilmesidir. Bu olaydan sonra Ehl-i Beyt tabiri daha çok bir mefhum olarak kullanılmıştır. Müslümanların geneline şamil olmak üzere onlara saygı, sevgi ve hürmet gösterilmiş, gönüllerdeki bu yerleri her zaman muhafaza edilirken, Ehl-i Beyt’e karşı beslenilen bu sevgi ve saygı, kimileri tarafından kişisel ve siyâsî çıkar amaçlı kullanımlar için bir malzeme olarak görülmüş ve bu durum amaçlarını gerçekleştirmede bir fırsat kabul edilmiştir. Bu dönemi Ehl-i Beyt kavramı açısından istismar süreci olarak adlandırmamız yanlış olmayacaktır. İşte kısaca ifade etmeye çalıştığımız Ehl-i Beyt kavramının bu tarihî süreci Müslümanları Ehl-i Beyt’in kim ve ne olduğunu araştırmaya, Kur’an ve Sünnet kaynaklı tanımlar yapmaya sevketmiştir. Konuya bu noktadan yaklaşan Ehl-i Sünnet itikadı içerisinde kavram için farklı tanımlar yapılmıştır. Kimi tanımlar Ehl-i Beyt’i sadece Hz.Peygamber’in ev halkına yani hanımları ve çocuklarına hasrederken bazıları da Hz.Ali ile torunları Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’i de bu çerçeveye dahil etmişlerdir. Yine bazı tanımlar Hz.Peygamber’in ailesiyle birlikte yakın ve uzak akrabalarını da bu kapsama alırken diğer bazıları “Ehl” ve “Âl” kelimeleri arasındaki ilişkiye dayanarak Kur’an ve Hadisten getirdikleri delillerle tüm Hz.Muhammed ümmetinin Ehl-i Beyt olduğunu savunmuşlardır.6 Ehl-i Sünnet îtikâdı içerisindeki bu farklı yaklaşımlara karşın Şîa, Ehl-i Beyt konusunda ortaya koyduğu ve kabul ettiği tek bir tanımla Ehl-i Beyt’i Hz.Muhammed, Hz.Ali, Hz.Fatıma, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’e hasretmiş, Hz.Hüseyin soyundan gelen imamları da kendilerine tâbî olunacak yegane masum -günahtan korunmuş- önderler olarak takdim etmiştir. Şîa Ehl-i Beyt’i bu şekliyle îtikâdî sistemin temeline oturtur, bu konuda hiçbir itirazı kabul etmez ve tartışmaya girmez. İşte İslam dünyasındaki îtikâdî kırılmanın temel noktası burasıdır. Diğer tartışmalar bu noktadan sonrasına aittir. EHL-İ BEYT SEVGİSİ Hz.Peygamber’in yakınları olan, hayatı boyunca ona hizmet eden, her türlü sıkıntı ve zorluğa göğüs geren, bu noktada diğer Müslümanlara örnek olup onlara yol gösteren bir özelliğe sahip olan Ehl-i Beyt, Hz.Peygamber’in dostları olan Ashâb’dan başlamak suretiyle günümüze kadar olan süreçte tüm Müslümanların saf, temiz ve samimi olarak sevgi besleyip saygı gösterdikleri, her zaman için hayırla yâdettikleri kimseler olmuşlardır. İlk örneklerini ve en doğru ———— 5 Bu kullanım örnekleri için bkz: M.Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt Gerçeği, İst.,2001, s.47-52. 6 Geniş bilgi için bkz: M.Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt Gerçeği, s.55-81. 112 Dr. M.Bahaüddin Varol şeklini Ashâb’da gördüğümüz Ehl-i Beyt’e sevgi ve saygının temelinde yatan unsur Hz.Peygamber sevgisidir. Hz.Peygamber sevgisinin temelleri ise Kur’an ve Sünnet’tedir. Kur’an-ı Kerim’de Müslümanların Allah’a karşı sevgi ve itaatleri Hz.Peygamber’e itaate bağlanmıştır. “Rasûlüm de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”7 Görüldüğü gibi Allah’ı sevmek Hz.Peygamber’e itaatle mümkündür. Hz.Peygamber’e itaat etmek ise ancak onu sevmek ile mümkündür. Zira bir Müslümanın kendisine hidayet yolunu öğreten ve insanca yaşama mertebesini kazandıran bir kimseye yani Hz.Peygamber’e sevgi ve saygının en üst seviyesini göstermesi kadar daha tabiî bir şey yoktur. Gerçek anlamda itaat işte bu sevginin samimiyetinde gizlidir. Bunun için insanlar Hz.Peygamber’e itaate çağrılırken aynı zamanda ona sevgiye de çağrılmışlardır. “De ki, Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kafirleri sevmez.”8 “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin…”9 Yine diğer bir ayet Müslümanlardaki imanın samimiyetini Allah ve Rasül sevgisine bağlamakta, onlara karşı sevginin dünya nimetlerine karşı beslenen sevgiden mutlak olarak çok daha fazla olması gerektiği vurgulanmaktadır.10 Hz.Peygamber ise bir mü’minin imanının tadına varabilmesini, onun kendisine tesirini hissedebilmesini “Allah ve Rasûlünün sevgisinin her şeyden daha fazla”11 olmasına bağlamıştır. Yine, “sizden biriniz beni kendi babasından, çocuklarından ve diğer tüm insanlardan daha çok sevmedikçe tam iman etmiş sayılmaz”12 şeklindeki ifadesi bu sevginin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Kıyametin ne zaman kopacağını soran bir sahabiye onun için ne hazırladın? diye cevap veren Hz.Peygamber onun: “Çok fazla namaz kılıyor, çok fazla oruç tutuyor ve çok fazla sadaka veriyor değilim. Ancak Allah’ı ve Rasûlünü çok seviyorum yâ Rasûlallah…” cevabıyla karşılaşınca: “Kişi kimi seviyorsa kıyamette onunla beraber olacaktır”13 buyurarak, gerek Ashâb gerekse tüm Müslümanlar için Allah ve Peygamber sevgisinin önemini en açık bir şekilde göstermiştir. Görüldüğü gibi kişinin kendisine iyilik ve güzelliğin kapılarını açarak hayatı anlamlandıran bir kimseye karşı sevgi besleyip saygı göstermesi fıtrat gereği ve sosyal bir olgu olmasının yanında Hz.Peygamber’e sevgi Kur’an ve Sünnet’e konu olmuştur. Böyle bir emrin ilk muhatabı olan insanlar olarak Ashâb, insan olma şerefine doğru atılan adımları bizzat çevrelerinde görmenin verdiği güven ve samimiyetle Hz.Peygamber’e sevginin en doğru şeklini çizerek bunun nasıllığını ve niceliğini asırlar boyunca tüm Müslümanlara göstermişlerdir. İslam Tarihi ve Siyer kaynakları Ashâb’ın bu teslimiyet, fedakarlık ve sevgi örnekleriy- ———— 7 Âl-i İmrân, 31. 8 Âl-i İmrân, 32. 9 Enfâl, 46; Mâide, 92. 10 Tevbe, 24. 11 Buhârî, İman, 9,14; Müslim, İman, 66,67. 12 Buhari, İman, 7,8. 13 Müslim, Birr ve’s-Sıla, 50. Ehl-i Beyt Sevgisi 113 le doludur. Örnek alınması gereken bu sevgi ve fadakarlıklar olmalıdır. Ashâb’ın Ehl-i Beyt’e karşı gösterdiği sevgi de işte Hz.Peygamber’e gösterilen bu sevginin yansıması şeklindedir. Ehl-i Beyt’e sevginin kaynağı burasıdır. Hz.Muhammed’i peygamber olarak kabul eden bir Müslümanın onun Ehl-i Beyt’ini sevmesi ve saygı göstermesi için kanımızca başka bir sebep aramaya gerek yoktur. Zaten direkt ve net olarak Ehl-i Beyt’e sevgiye işaret eden herhangi bir ayetin ve yine Hz.Peygamber’in kendisi sebebiyle Ehl-i Beyt’ini sevmeye çağıran bazı sahih rivayetler haricinde Ehl-i Beyt’e farklı bir konum vererek özel bir muameleyi tavsiye eden herhangi sahih bir rivayetin de olmaması bu konuda bizim için esas hareket noktası olmalıdır. İslam dünyasında ortaya çıkan siyâsî ve fikrî hareketler neticesinde farklı bir yapıya ve kimliğe büründürülen “Ehl-i Beyt” mefhumu çevresine oturtulan fikir ve düşünceler bizim için asıl olamaz. İşte buradan hareketle Ehl-i Beyt sevgisine işaret ettiği iddia edilen ayet ve hadisleri değerlendirdikten sonra Ashâb’ın bu konuda bize örnek olması gereken hareket ve tavırlarını belirlemeye çalışacağız. KUR’ÂN-I KERİM’DE EHL-İ BEYT SEVGİSİ Bu başlık altında İslâmî terminolojide “Meveddet Ayeti” olarak bilinen Şûrâ suresi 23. ayetle ilgili değerlendirmeye geçmeden önce Ehl-i Beyt tabirinin Kur’ân-ı Kerim’deki kullanımlarına kısaca işaret etmemiz yerinde olacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de Ehl-i Beyt tabiri üç yerde geçmektedir. Bunların birincisi Hz.İbrahim kıssasında,14 ikincisi Hz.Musa kıssasında15 üçüncüsü de Hz.Peygamber’in hanımlarına yönelik tavsiyeleri ihtiva eden Ahzâb suresindedir.16 Hz.İbrahim kıssasında geçen ayette Ehl-i Beyt tabiri ile kasdedilen kişi Hz.İbrahim’ın hanımıdır. Hz.Musa kıssasında geçen tabir ise Hz.Musa’ın annesine işaret etmektedir. Hz.Peygamber’le ilgisi olması yönüyle bir çok tartışma ve farklı görüşlerin üretildiği delil olarak dikkati çeken Ahzâb suresi 33.ayetinde ise hitap Hz.Peygamber’in hanımlarına yöneliktir. Yani Ehl-i Beyt tabiri ile kasdedilen kimseler çok açık ve net olarak Hz.Peygamber’in hanımlarıdır. Daha sonra gelişen olaylar neticesinde ortaya çıkan Ehl-i Beyt tanımlamaları çerçevesinde bu ayetlere yönelik yorum ve değerlendirmeler konumuz dışındadır. Ancak burada dikkat çekmek istediğimiz husus bu üç ayetin hiç birinin gerek direkt gerekse dolaylı olarak Ehl-i Beyt sevgisine işaret etmediğidir. Meveddet Ayeti ve Bu Konudaki Görüşler Kur'ân-ı Kerim’de Ehl-i Beyt’e sevgiyi konu edindiği iddia edilen ayet Şûrâ suresinin 23. ayetidir. Bu ayet, içerisinde geçen “meveddet” kelimesi nedeniyle İslâmî terminolojide “Meveddet Ayeti” diye meşhur olmuştur. Şîa itikâdî ekolünde Ehl-i Beyt kavramının geçtiği hemen hemen her yerde bu ayete rastlamak mümkündür. Çünkü bu ayetin Ehl-i Beyt’i sevme ve ona tâbî olmanın vücûbiyetini ortaya koyduğu görüşü tartışma götürmez bir konu olarak kabul ———— 14 Hûd,73. 15 Kasas,12. 16 Ahzâb,33. 114 Dr. M.Bahaüddin Varol edilmiştir. Bu tavır ve düşüncenin bir yansıması şeklinde bir çok Ehl-i Sünnet kaynağında da aynı şeyi görmek mümkündür. Yani nerede Ehl-i Beyt konu edilmişse orada mutlaka meveddet ayeti zikredilmiş, adeta kavramın ayrılmaz bir parçası olmuştur. İşte bu nedenle bu ayet üzerinde biraz daha detaylı durup bu noktadaki delil olma özelliğini tartışmamız gerekecektir. Mekke’de nazil olan Şûrâ suresindeki bu ayette: “O söylenenler Allah’ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimettir. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını artırırız, şüphesiz Allah bağışlayan (iyiliğe) karşılık verendir” buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi ayetin hem lafız hem de mana yönüyle Ehl-i Beyt ile herhangi bir bağlantısı yoktur. Ancak ayete yöneltilen yorumlarla Ehl-i Beyt’le ilişkisi kurulmuş ve Ehl-i Beyt’e sevginin vucûbiyetinin delili olarak kabul edilmiştir. Bu ayetle ilgili farklı görüşlerin kaynağı “Kurbâ” kelimesidir. Bu kelimeye verilen farklı anlamlar ayetin farklı anlaşılmasına ve yorumlanmasına neden olmuştur.17 Biz bu konudaki detayı bir kenara bırakarak ayete yöneltilen yorumlara ve konumuzla ilgisine bakacağız. Bu ayetle ilgili kaynaklarda verilen ilk ve genel kabul gören yoruma göre bu sure Mekke’de nazil olmuştur. Hz.Peygamber İslâmî tebliğin başlangıcında Kureyş kabilesinin yani akrabası olan insanların zulüm ve işkencelerine maruz kalmış, ciddi sıkıntılar çekmiştir. İşte bu durum karşısında Allah, Rasûlüne “De ki, ben sizden akrabalık sevgisinden başka bir şey istemiyorum…” ayetini indirmiştir. Genel kabule göre bunun anlamı, Allah’ın bir elçisi göreviyle size ulaştırdığım İslâmî prensipler ve sizi hidayete çağırmam karşılığında sizden herhangi bir şey istemiyorum. Sizden sadece istediğim beni bir akrabanız olarak sevmeniz ve bana eziyet etmemenizdir, demektir. Buhâri’de nakledilen bir rivayete göre İbn Abbâs’a bu ayet sorulmuştu. Aynı mecliste bulunan Saîd b. Cübeyr ondan önce atılarak: “Kurbâ Âl-i Muhammed, yani Hz.Muhammed’in akrabaları” diye cevap vermişti. Bunun üzerine İbn Abbâs: “Acele ettin, Kureyşin bütün kollarının Rasûlüllah ile akrabalığı vardır.”18 diye cevap vermiştir. Yine onun görüşünü bildiren diğer bir rivayette: “Rasûlüllah Kureyş içerisinde ortada bir nesebde idi. Kureyş’ten bütün kollarla akrabalığı vardı. Allah: “De ki, ben sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum…” buyurmuştur. Bunun anlamı sizi davet ettiğim şeyler hususunda hiç olmazsa akrabalık sebebiyle bana eziyet etmeyiniz ve beni koruyunuz demektir” dediği nakledilmektedir.19 Görüş itibariyle bir çok müfessir tarafından paylaşılan bu yorum Mücâhid, Katâde, Ebû Mâlik, Süddî, Abdürrezzâk b. Zeyd b. Eslem, Dahhâk, Atâ b. Dînâr ve tâbiîn tefsircileri tarafından kabul edilip nakledilen bir görüştür.20 Arap toplumunun ———— 17 Bu konu ile ilgili geniş bilgi için bkz: Murat Sarıcık, Kavram ve Misyon olarak Ehl-i Beyt, İst. 1997, s.25,26. 18 Buhârî, Tefsiru’l-Kur’ân, 262, Menâkıb, 2; Tirmîzî, Tefsîru’l-Kur’ân, 43. 19 Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, Thk: Abdülmutî Kal’âcî, Beyrut, 1985, I/185. 20 Heytemî, Ahmed b. Muhammed b. Muhammed b. Ali b. Hacer, es-Savâiku’l-Muhrika alâ Ehli’rRafdi ve’d-Dalâli ve’z-Zendeka, Thk: Abdurrahman b. Abdullah et-Türkî ve Kamil Muhammed Harrâd, Beyrut, 1997, II/489, 490. Ehl-i Beyt Sevgisi 115 önde gelen özelliklerinden olan asabiyet -kabilecilik- ruhu aralar ında çok sıkı bir işbirliği ve yardımlaşmayı sağlıyordu. Ancak Hz.Peygamber tebliğine başlayınca bütün Kureyş ona karşı cephe almış ve zulme varan karşı çıkış noktasına gelmişlerdi. İşte Allah onların bu özelliklerine dikkat çekerek Peygamberine aralarından -Benû Hâşim’den- çıkmış akrabalarından birisi olarak davranmalarını, kendisine zulüm ve işkence ile değil hiç olmazsa akrabalık sevgisi ile muamele etmelerini istemesini tavsiye etmiştir. Hz.Peygamber de zaten peygamberliğinden önce onlarla iyi geçinmiş, akrabaları ziyarete önem vermiş, zayıf ve güçsüzlerin yanında olmuş, bu özellikleriyle de herkesin güven ve sevgisini kazanmıştı. Onun bu durumu onlardan böyle bir sevgiyi talep etmesinin haklılığını göstermektedir. Meveddet ayeti ile ilgili ikinci görüş ise ayetin, “De ki, ben sizden buna karşılık akrabalar ımı sevmenizden başka bir şey istemiyorum...” şeklinde anlaşılması ve terceme edilmesidir. Bu, Şîa’nın tartışmasız olarak kabul ettiği bir konudur.. Yukarıda İbn Abbâs’ın düşüncelerinin nakledildiği rivayette Saîd b. Cübeyr’in ifade etmek istediğinin de bu olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre ayette geçen “Kurbâ” lafzı akrabaları şeklinde anlaşılmış ve bu şekilde tefsir edilmiştir. Bu kabulün akabinde ortaya çıkması tabii olan diğer bir tartışma konusu ise bu akrabaların kimler olduğudur. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Şîa kaynakları bunların Hz.Ali, Hz.Fâtımâ, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin olduğunda görüş birliği içerisindedirler. Zaten Şîa kaynaklarında bu ayetin sıkça ele alınıp tekrar edilmesinin altında yatan husus da budur.21 Bu konuda zikredebileceğimiz bir örnek, Küleynî’nin naklettiği bir rivâyettir. İsmail b. Abdülhâlık şöyle demiştir: “Ebû Abdillah’ın (Hz.Hüseyin), Ebû Ca’fer’e Basra halkının meveddet ayeti hakkında ne düşündüklerini sorduğunu duydum. O: “Basralılar: “Bunlar (kurbâ) Rasûlüllah’ın akrabalar ıdır” diyorlar dedi.” Bunu üzerine Ebû Abdillah: “Yalan söylüyorlar, bu ayet Ehl-i Beyt’e mahsustur. Bunlar, Ali, Fâtımâ, Hasan ve Hüseyin yani Ashâb-ı Kisa’dır” demiştir.”22 Şîa’nın bu konudaki aşırılığı ve düşüncelerindeki taassubunu ortaya koyan şu rivâyet de dikkat çekicidir. Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: “Allah, Peygamber’leri çeşitli ağaçlardan yaratmıştır. Beni ve Ali’yi ise bir ağaçtan yaratmıştır. Onun gövdesi ben, dallar ı Ali ve Fâtımâ’dır. Hasan ve Hüseyin onun meyvesi, Şîamız (taraftarlar ımız)ise yapraklar ıdır. Kim onun dallarından birine yapışırsa kurtulur. Kim de onlardan uzak kalırsa, binlerce yıl Safâ ile Merve arasında ibadet etmiş olsa da bizim sevgimize ulaşmadığı takdirde Allah onu cehennemine atacaktır. Sonra şu ayeti okudu: “Sizden, akrabalar ıma sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum”. 23 Bu görüşe delil olabilecek rivâyetleri Şîa kaynaklarının haricinde bazı Ehl-i Sünnet kaynaklarında da görmemiz mümkündür. Nakledildiğine göre bu ayet ———— 21 Meclisî, Şeyh Muhammed Bâkır, Bihâru’l-Envâr, Beyrut, 1983, XXIII/228-253; Tabersî, Ebû Ali el-Fadl b. Hasen el-Fadl, Mecmeu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut, 1997, IX/34,35; Mûsevî, Abdülhüseyin Şerafüddin, Kelimetü’l-Ğarrâ fî Tafdîli’z-Zehrâ, Necef, 1967. (Bu eser yazarın elFusûlü’l-Mühimme fî Te’lîfi’l-Ümme, (Necef, 1967) isimli eserinin zeylindedir.), s.201,202. 22 Muhammed Bâkır Muhakkık, “el-Kur’ân ve Ehlü’l-Beyt”, Terc: Ali Cemal Hüseynî, Risâletü’lKur’ân, Kum, 1413 h., Sayı:9, s.39. 23 Tabersî, Mecmeu’l-Beyân, IX/35; Meclisî, Bihâru’l-Envâr, XXIII/231,232. 116 Dr. M.Bahaüddin Varol nazil olunca Müslümanlar Hz.Peygamber’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü kendilerine sevgi beslememiz vacib olan yakınlarınız kimlerdir?” diye sormuşlar. Rasûlüllah da: “Ali, Fâtımâ ve Fâtımâ’nın evladıdır” buyurmuştur.24 Görüldüğü gibi bu rivâyet, meveddet ayetinin, Ehl-i Beyt’e tâbî olmayı vacip kıldığı şeklindeki görüşe delil olarak sunulmasının yanında, aynı zamanda Ehl-i Beyt’in de Hz.Ali, Hz.Fâtımâ, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin olduğu yönündeki iddiaya delil olmaktadır. Ancak, İbn Abbas’dan nakledilen bu rivâyetin ravilerinin şîî olduğu, bu nedenle zayıf kabul edildiği belirtilmiştir.25 Bihâru’l-Envar’da Hz.Ali ve Hz.Hüseyin’den nakledilen rivâyetlerde onlar, bu ayetin, kendilerine yani Ehli Beyt’e delalet ettiğini belirtmişlerdir.26 Bu ayetin, Hz.Peygamber’in yakınlarını sevmeye delalet ettiğinin ifade edildiği bu görüş, genel olarak bazı hususlar yönüyle tenkit edilmiştir. Ayetin Mekke’de nazil olduğu gerçeğinden hareketle o dönem içerisinde zaten Hz.Ali ve Fâtımâ evliliği söz konusu olmadığı gibi, Hasan ve Hüseyin de dünyaya gelmiş değillerdi. Bununla birlikte Abdülmuttalib oğullarının hepsinin Müslüman olmadığı gibi, içlerinde Ebû Leheb gibi İslam’ın azılı düşmanlarından olanlar da vardı. Hz.Peygamber’in böyle bir ortamda akrabalarına sevgi istemesi mümkün görünmemektedir. Kaldı ki, İbn Abbas’ın rivâyetinde ifade edildiği gibi, sadece Benû Hâşim veya Benû Muttalib değil, hemen hemen tüm Kureyş Hz.Peygamber’in akrabası idi. İslâmî tebliğ esnasında kendisine karşı iyi davranmayan müşriklerden, akrabalarını sevmelerini istemesi olabilirliği üzerine hiç ihtimal verilmeyecek bir husus gibi görünmektedir. Ayetin tefsirinde ileri sürülen diğer bir görüş ise, “Kurbâ” kelimesinin nesebî yakınlık değil de, Allah’a yakınlık olarak değerlendirildiği görüştür.27 Buna göre ayet: “Sizden, tebliğ ve risaletime karşılık bir ücret istemiyorum. Ancak, Allah’a, itaat ve ibadette bağlılık gösterin yeter” anlamındadır.28 İbn Abbas’dan nakledilen diğer bir rivâyet bunu destekler mahiyettedir. Nakledildiğine göre İbn Abbas bu ayetle ilgili olarak: “Getirdiğim apaçık ayetler ve hidayet için sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Ancak, Allah’a olan sevginiz bundan müstesnadır. İbadetlerinizle ona yaklaşınız”29 demiştir. İbn Hacer elHeytemî, bu rivâyeti naklettikten sonra, bu görüşün önceki yorumla çelişmeyeceğini bilakis Rasûlüllah’ı ve Ehl-i Beyt’ini sevmekle Allah’ı sevmeye ulaşılacağını, genel olarak bu sevgi ve bağlılığın da Allah’a olduğunu belirtmiştir.30 Görüldüğü gibi ayetle ilgili ileri sürülen görüşlerin genel olarak incelenmesinden sonra anlaşılan şey ayetin direkt olarak Ehl-i Beyt ile bir bağlantısının ———— 24 İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut, 1970, VI/198; Heytemî, esSavâik, II/650; Heytemi bu rivâyetin zayıf olduğunu bildirmektedir. 25 Nâsır b. Ali, Âiz Hasen eş-Şeyh, Akîdetü Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâ’a fi’s-Sahâbeti’l-Kirâm, Riyad, 1995, II/577..vd, Heytemi, es-Savâik, II/487. 26 Meclisî, Bihâru’l-Envâr, XXII/322. 27 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İst. Thz., VII/25; krş: Mustafa Öz, “Ehli Beyt”, DİA, İst., X/499. 28 Murat Sarıcık, Kavram ve Misyon olarak Ehl-i Beyt, s.28. 29 Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, (Tefsîru’tTaberî), Kahire, 1954, XXV/15. 30 Heytemi, es-Savâik, II/491. Ehl-i Beyt Sevgisi 117 olmadığıdır. Ayetin sahih rivayetler ışığında en makul ve mantıklı yorumu genel kabul gören ilk görüş çerçevesindeki yorumudur. İbn Abbâs gibi Ashâb’ın en meşhur müfessirinin ayete bakışı da böyledir. Ayeti kendi düşünceleri için bir delil kabul eden bazı kimseler bu noktada bir takım rivayetler uydurarak bunları sahih rivayetmiş gibi kabul etme gayreti içerisinde olmuşlar, hatta bu rivayetleri İbn Abbâs’a dayandırmak suretiyle sahih rivayet imajı vermek istemişlerdir. Kaldı ki tüm olumsuzluk ve zorluğuna rağmen ayeti ikinci yorumunda anlayacak ve o şekilde kabul edecek olsak bile, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Hz.Peygamber’in yakın çevresini ve akrabalarını sevmek, onlara saygı göstermek Müslümanlar için zaten var olan bir olgudur. Bu sevginin kaynağı da bizzat Hz.Peygamber sevgisidir. Diğer yönüyle akrabaların sözkonusu edildiği bir ayette bunu Ehl-i Beyt’e inhisar ettirmenin ve hele hele yine bu lafızdan hareketle Ehl-i Beyt’i sadece Hz.Muhammed, Hz.Ali, Hz.Fatıma, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’e has kılmanın herhangi bir mantığı yoktur. Bu ayetle ilgili son olarak dikkat çekmek istediğimiz husus ise şudur: Ayetle ilgili hangi görüşü alırsak alalım herhangi bir sonuç doğurmayacağı, zira bu ayetin daha sonra nazil olan bir ayet ile neshedildiğidir. Bu görüşe göre ayetin anlam yönüyle Hz.Peygamber’in yerine getirmiş olduğu tebliğ görevi karşısında bir şey beklediği, bunun ise “De ki, ben sizden bir ücret istemiyorum, o sizin olsun, benim ecrim ancak Allah’a aittir, O verecektir”31 ayetiyle neshedildiği belirtilmiş, Allah Rasûlü’nün insanlardan gelecek bir menfaate ihtiyacı olmadığı kabul edilmiştir. EHL-İ BEYT SEVGİSİ İLE İLGİLİ DİĞER AYETLER Ehl-i Beyt sevgisi ile ilgili herhangi bir ayetin olmadığı şeklinde yukarıda belirttiğimiz ifademiz ile böyle bir başlık ilk anda çelişkili gibi görünmektedir. Ancak özellikle Şîî düşünce sistematiği içerisindeki Ehl-i Beyt olgusu bakış açısıyla bir çok ayetin Ehl-i Beyt sevgisi ve Ehl-i Beyt’in faziletleri ile irtibatlandırıldığı göz önüne alınacak olursa bu başlığımızın ne anlama geldiği anlaşılmış olacaktır.32 Anlam yönüyle çok farklı olan bazı ayetlerin Ehl-i Beyt yada Ehl-i Beyt sevgisi ile irtibatlandırılması Kur’ân’ı bizzat Kur’ân, Sünnet ve Ashâb yorumuyla tefsir eden müfessirler nezdinde olduğu gibi Müslümanların geneli tarafından da kabul edilmemiştir. Biz burada örnek olması yönüyle birkaç ayeti zikredip Ehl-i Beyt sevgisinin hadislerdeki temellerine geçeceğiz. 1. Tathir Ayeti: Bu ayet araştırmamızın giriş kısmında sözkonusu ettiğimiz Ahzâb suresinin 33. ayetinin “...Ey Ehl-i Beyt Allah sizden her türlü eksikliği (kusuru) giderip sizi tertemiz kılmak ister.” anlamındaki kısmıdır. Bu ayet kendisine yöneltilen ———— 31 Sebe’,47. 32 Bu konudaki örnekler için bkz: el-Âmirî, İmâdüddîn Yahya b. Ebî Bekir, Behcetü’l-Mehâfil ve Buğyetü’l-Emâsil, Medine, thz., s.399; el-Hâirî, Şeyh Fadlullah, Min Müsnedi Ehli’l-Beyt, London, 1987, s.100,101; Adil Edib, Devru Eimmeti Ehli’l-Beyt fi’l-Hayati’s-Siyâsiyye, Beyrut, 1988, s.62,63; Muhammed Bakır Muhakkık, el-Kur’ân ve Ehlü’l-Beyt, s.33-40; Meclisî, Bihârü’l-Envâr, 25/212..vd. 118 Dr. M.Bahaüddin Varol yorumla Şîa tarafından Ehl-i Beyt’in fazileti, üstünlüğü, masumiyeti ile onlara karşı sevgi beslemenin ve onlara tâbî olmanın en önemli delili olarak kabul edilmiştir.33 Halbuki bu ayet hem anlam yönüyle hem de siyak-sibak ilişkisi yönüyle Hz.Peygamber’in hanımlarını muhatap almakta, onlara yapılan tavsiyeler ile bu tavsiyelere uydukları takdirde kazanacakları mükafatları ortaya koymaktadır.34 2. Mübâhele Ayeti: Âl-i İmrân Suresinin 61. ayeti Hz.Peygamber’in Necranlı Hristiyanlarla yaptığı görüşme ve bu görüşme sonunda ortaya çıkan mübâhele olayını konu almaktadır. “Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara de ki, geliniz sizler ve bizler de dahil olmak üzere karşılıklı olarak kadınlarımızı ve çocuklar ımızı çağıralım. Sonra yalancılar üzerine lanet etmesi için Allah’a dua edelim” şeklindeki bu ayetin nazil olmasından sonra Hz.Peygamber’in Hz.Ali, Hz.Fatıma, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’i yanına alarak Hristiyanların karşısına çıktığı rivayet edilmiştir.35 İşte ayetin Ehl-i Beyt ile ilişkilendirilmesi bu nedenledir. Şîa bu ayeti Ehl-i Beyt’in bu beş kişiden ibaret olduğu, Hz.Ali’nin velâyeti ve Ehl-i Beyt’in masumiyeti konularında delil göstermektedir.36 Halbuki müfessirlerin bu ayet ile ilgili yorumları bundan farklı olup daha çok Hz.Peygamber’in savunduğu ilkelerin doğruluğu ve gerçekliğinin farklı bir isbatı şeklindedir.37 Bu ayette Ehl-i beyt’e sevgi ve saygı beslemek ile ilgili ne doğrudan ne de dolaylı herhangi bir ifadenin olmadığı açıkça görülmektedir. 3. Salavat Ayeti: Ehl-i Beyt’in fazilet ve üstünlüğü ile onlara sevgi beslemekle ilgili olduğu iddia edilen diğer bir ayet ise Ahzâb suresi 56. ayettir. Bu ayet: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’i överler. Ey iman edenler sizde onu övün, ona salat ve selam getirin” buyurarak Hz.Peygamber’e salat ve selamı emretmektedir. Bu ayet nazil olunca Ashâb Hz.Peygamber’e nas ıl salat ———— 33 Meclisî, Bihârü’l-Envâr, XXXV/208-236; Burada “Kisâ” hadisi diye meşhur olan ve bu ayetin nuzul sebebi olarak kabul edilen hadisin bir çok varyantları verilmiş ve genel olarak bu görüşler savunulmuştur. Ayrıca bkz.: Muhakkık, “el-Kur’an ve Ehlü’l-Beyt”, Risâletü’l-Kur’an, s.34,35.; Vüşnevî, Muhammed Kıvâmüddîn, “İmâmet ve Hilâfet”, Ehl-i Beyt Mesajı, sayı:11, İst., 1996, s.38,39; Asîfî, Muhammed Mehdi, “Tathir Ayeti Üzerine”, Ehl-i Beyt Mesajı, İst., 1995, Sayı:7, s.15,16; Tabersî, Mecmeu’l-Beyân, VIII/118-120 34 Bu görüşler için bkz: Taberî, Tefsir, XXII/7,8; İbn Kesîr, Tefsir, V/455-457; Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire, 1967, XIV/183; Sâlûs, Akîdetü’l-İmâme, 72; Mübârekfûrî, Muhammed b. Abdurrahman b. Abdurrahim, Tuhfetü’lAhvezî bi Şerhi Câmii’t-Tirmîzî, Kahire, 1963, X/289. 35 İbn Hişâm, II/222; Taberî, Tefsir, III/99; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, 1990, V/52. İbn Hişâm, II/229,230; İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut, 1957, I/357; Müslim Fedâilü’s-Sahâbe, 32. 36 Meclisî, Bihâru’l-Envâr, XXI/276..vd; Muhakkık, “el-Kur’an ve Ehlü’l-Beyt”, Risaletü’l-Kur’an, s.33; Bendiderya, Cafer, “Mübâhele Olayı”, Ehl-i Beyt mesajı, Sayı:8, İst.,1995, s.18..vd. 37 Taberî, Tefsir, III/297,298; İbn İshâk, İbn Hişâm Taberî ve Ya’kûbî gibi tarihçilerin eserlerinde böyle bir rivâyet yoktur. Bkz: Mustafa Fayda, “Hz.Muhammed’in Necranlı Hıristiyanlarla Görüşmesi ve Mübâhele”, AÜİFİİED., Ankara, 1975, Sayı:2, s.143. Ehl-i Beyt Sevgisi 119 edeceklerini sormuşlar o da: “Ey Allah’ım İbrahim’e ve Âl-i İbrahim’e salat ettiğin gibi Muhammed’e ve Âl-i Muhammed’e salat et. Sen Hamîdsin, Mecîdsin”38 deyin buyurmuştur. Hz.Peygamber’e ve onun âline duayı konu alan bu ayetin direkt olarak Ehl-i Beyt’e sevgi ve saygıyı konu edindiğini söylemek zordur.. Görüldüğü gibi örneklerini sunduğumuz bu ayetler gibi daha bir çok ayet konu ile ilişkilendirilmeye çalışılmış ve çeşitli eserlere konu olmıştur. Ancak ne varki bütün bu ayetlerin zorlama yorum ve açıklamalarını bir kenara bırakırsak Ehl-i Beyt sevgisi ile herhangi bir bağlantısı sözkonusu olmadığı görülecektir. HADİSLERDE EHL-İ BEYT SEVGİSİ Ehl-i Beyt sevgisinin hadislerdeki temellerine geçmeden önce bir konuya dikkat çekmemiz gerekecektir. Bilindiği gibi Hicrî I. asırdan itibaren İslam dünyasında ortaya çıkan siyâsî ve fikrî cereyanlar bir çok fitne ve tefrikanın sebebi olmuştur. Bu mücadele ve karışıklık içerisinde insanlar kendi düşünce ve gruplarını haklı çıkarmak diğer grup ve düşüncelere karşı savunmak için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Bu yolların en meşhuru ise bilindiği gibi hadis uydurma olgusudur. Belli görüş ve düşünceler çevresinde toplanan insanlar kendi meşruiyet zeminlerini oluşturmak için Kur’an ayetlerini kendi isteklerine göre yorumlamanın yanısıra belli söz ve düşünceleri Hz.Peygamber’e isnad etmek suretiyle hadis uydurmaktan kaçınmamışlardır. Her ne kadar hadis alimleri bunlara karşı ciddi önlemler alarak hadis usulü sistematiği içerisinde bunları temizlemeye, sahih hadisleri diğerlerinden ayırdetmeye çalışmışlarsa da bir çok uydurma ve zayıf rivayet hadis kaynaklarına girmeyi başarmıştır. İşte bu nedenle herhangi bir konuda hadisle ilgili temel oluştururken bu duruma dikkat etmek ve sahih rivayetlere yönelmek zorunluluğumuz vardır. Îtikâdî açıdan Ehl-i Beyt sevgisi ile ilgili zayıf rivayetleri dikkate alıp değerlendirmenin bir sakıncası olmaz gibi bir esneklik göstermenin bizce makul karşılanacak bir tarafı yoktur. Konunun hassasiyeti ve farklı mecralara çekilmesi açısından böyle rivayetleri dikkate alıp değerlendirmenin bizi yanlış neticelere götürmesi kaçınılmaz olacaktır. İşte bu noktadan bakınca sahih hadis kaynaklarının ve sahih rivayetlerin değer ve önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Siyâsî ve îtikâdî ihtilafların odağında bulunan bir kavram olarak Ehl-i Beyt hakkında bir çok hadis rivayetinin bulunduğu bilinen bir gerçektir.39 Ancak Buhârî ve Müslim gibi birinci derece sahih hadis kaynaklarına bakıldığı zaman direkt olarak Ehl-i Beyt sevgisi ile ilgili herhangi bir rivayetin olmadığı görülür. İkinci ve üçüncü derece hadis kaynaklarında bulunan rivayetler ise sened ve ———— 38 Buhârî, Tefsîru’l-Kur’an, 247; Müslim, Salât, 65,66; Ayrıca bu hadisin diğer kaynaklardaki tüm rivâyetleri hakkında bilgi için bkz: İbn Kayyım, Şemsüddîn Ebû Abdillah Muhammed b. Ebibekir, Celâü’l-Efhâm fî Fadli’s-Salâti ve’s-Selâm alâ Muhammedin Hayri’l-Enâm, Thk: Meşhûr b. Hasen Âl-i Selmân, Riyad, 1997, s.65..vd. 39 Bu konuda müstakil eserler kaleme alınmıştır. Dârekutnî’nin “Fedâilü’s-Sahâbe ve Menâkıbihim” isimli eseri ile Şevkânî’nin “İrşâdü’l-Ğabiy li Mezhebi Ehli Beyti fi’s-Sahabi’n-Nebiyyi” isimli eserleri örnek olarak zikredilebilir. Bkz: Nâsır b. Abdullah b. Ali el-Kafârî, Mes’eletü’t-Takrîb Beyne Ehli’s-Sünne ve ‘ş-Şîa, Riyad, 1413, s.107. 120 Dr. M.Bahaüddin Varol metin yönüyle tenkit edilmiş ve bir çoğunun uydurma olduğu belirtilmiştir.40 Bu nedenle biz konumuzla ilgili ulaşabildiğimiz rivayetlerden derlediğimiz bazı örnekleri burada zikretmek istiyoruz. Bu rivayetlerin sened ve metin tenkidini yapmak elbette bu araştırmanın sınırlarına sığmayacağı gibi farklı bir araştırmanın konusu olmalıdır. Ehl-i Beyt Sevgisi İle İlgili Bazı Hadisler § “Sizi nimetleriyle rızıklandırdığından dolayı Allah’ı seviniz, Allah’ı sevdiğinizden dolayı beni, beni sevdiğinizden dolayı da Ehl-i Beyt’imi seviniz”41 § “Hiçbir kimse, beni kendisinden daha fazla sevmediği müddetçe gerçek iman sahibi olamaz. Böylece ehlimi de kendi ehlinden, beni de kendinden daha çok sever”.42 § “Çocuklarınızı üç hasletle terbiye ediniz. Bunlar: peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur’an öğretimi”43 § “Rasûlüllah’ın akrabalarından birisi gelince Kureyş’den olan insanlar sözlerini kesiyorlar ve yüzlerini ekşitiyorlardı. Bu durum Rasûlüllah’a haber verilince, çok kızdı, yüzü kızardı, alnı terledi ve şöyle dedi: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki akrabalar ımı, Allah ve Rasûlü için sevmeyen kimsenin kalbine iman girmez”.44 § “Yemen Seferi dönüşü Hz.Ali’yi Rasûlüllah’a şikayet etmişlerdi. Hz.Peygamber: “Bana eziyet ettiniz” dedi. Onlar: “Sana eziyet etmekten Allah’a sığınırız Ya Rasûlallah” deyince: “Kim Ali’ye eziyet ederse bana eziyet etmiş olur” buyurdu.45 § “Kim Allah’ı severse Kur’an’ı sever, kim Kur’an’ı severse beni sever, kim de beni severse Ashâb’ımı ve akrabalarımı sever”46 § “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, biz Ehl-i Beyt’e ancak cehenneme girecek olanlar buğzeder”.47 § “Sizin en hayırlınız benden sonra ehlime en hayırlı olanınızdır”.48 ———— 40 Bu hadis örnekleri için bkz: el-Âmirî, Behcetü’l-Mehâfil, s.400,401; el-Hâirî, Min Müsnedi Ehli’l-Beyt, s.101-103; Zencânî, Ayetullâhi’l-Hâc es-Seyyid İbrahim el-Mûsevî en-Necefî, elAkâidü’l-İmâmiyyeti’l-İsnâ Aşeriyye, Kum, 1982, s.105..vd.; Meclisî, Bihâru’l-Envâr, 27/311- 317; Kâşânî, Muhammed b. Murtazâ, İlmü’l-Yakîn fî Usûli’d-Dîn, Kum, Thz., 2/591-617; Şeyh Muhammed Mer’î el-Emîn el-Antâkî, Limâzâ İhtertü Mezhebe’ş-Şîa, Beyrut, thz, s.80-82; İbn Hanbel, el-Müsnedü Ehli’l-Beyt, Thk: Abdullah el-Leysî el-Ensârî, Beyrut, 1988, s.3-11. 41 Mübarekfûrî, X/292; Hâkim, Ebû Abdillah en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahihayn, Beyrut, Thz, III/150. 42 Heytemî, es-Savâik, II/495; Bu hadisin “Hiçbir kimse, beni kendisinden daha fazla sevmediği müddetçe gerçek iman sahibi olamaz” bölümü Buharide de mevcuttur. Buhârî, İman, 7,8. Ancak devam eden kısmı sahih kaynaklarda yoktur. 43 Heytemî, es-Savâik, II/496. 44 Hâkim, Müstedrek, IV/75. 45 İbn Hanbel, el-Müsned, Beyrut, Thz , III/483. 46 Heytemî, es-Savâik, II/499. 47 Hâkim, Müstedrek, IV/252. 48 Hâkim, Müstedrek, III/311. Ehl-i Beyt Sevgisi 121 § “Yıldızlar yeryüzündekiler için birer emandırlar, Ehl-Beyt’im ise, ihtilaflara karşı ümmetim için birer emandırlar”.49 İşte doğrudan Ehl-i Beyt sevgisine işaret eden ikinci ve üçüncü derece hadis kaynaklarında nakledilen rivayetler belki Ehl-i Beyt’i sevme konusunda delil olarak zikredilse bile konunun îtikâdî bir mesele olarak sunulmas ı noktasında delil olması mümkün değildir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi direkt olarak Ehl-i Beyt sevgisini konu alan rivayetler sahih hadis kaynaklarında bulunmamaktadır. Ancak hemen belirtelim ki genel anlamda Ehl-i Beyt’le ilgili rivayetler sahih hadis kaynaklar ında vardır. Yine Hz.Ali, Hz.Hasan, Hz.Hüseyin ve Hz.Fatıma ile ilgili olduğu gibi Hz.Peygamber’in onlara olan sevgisini ve Müslümanların da onları sevmesine teşvik eden rivayetler de sahih hadis kaynaklar ında da vardır. Sevgi bağlamında nakledilen rivayetlerde sadece Ehl-i Beyt fertleri değil Ashâb’ın diğer fertlerinin de sevilmesine yönelik teşvik ifadelerini görmek mümkündür. Ehl-i Beyt tabiri ile ilgili olarak “Kisa Hadisi” diye meşhur olan rivayet bu konuda güzel bir örnektir. Hz.Âişe şöyle demiştir: “Bir gün Rasûlüllah, üzerinde siyah kıldan dokunmuş bir örtü olduğu halde sabah erkenden çıktı. Yanına Hasan b. Ali geldi. Rasûlüllah onu örtünün altına aldı. Sonra Hüseyin, Fâtımâ ve sonra da Ali geldi. Hepsini o örtünün altına aldı ve: “Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden her türlü kusuru giderip sizi tertemiz kılmak ister” buyurdu.”50 Aynı rivayetin Ömer b. Ebî Seleme’den nakledilen şekli ise şöyledir: “Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden her türlü eksikliği giderip sizi tertemiz kılmak ister” ayeti,51 Ümmü Seleme’nin evinde nâzil olunca, Rasûlüllah, Ali, Fâtımâ, Hasan ve Hüseyin’i çağırarak, üzerlerine bir örtü örttü ve: “Allah’ım, bunlar benim Ehl-i Beyt’imdirler. Onlardan her türlü kusuru gider ve onları tertemiz kıl” dedi. Ümmü Seleme: “Ben de onlarla birlikte miyim, Ey Nebîyyallah” diye sorunca, Rasûlüllah: “Sen yerindesin ve sen hayırdasın” diye cevap verdi.”52 Bu rivayet Ehl-i Beyt konusunun ele alındığı her yerde sözkonusu edilen bir rivayet olma özelliğine sahiptir. Yine bu rivayet Şia’nın Ehl-i Beyt’in bu beş kişiden oluştuğuna dair iddiasının da temel delilidir. Ancak konunun detayına girmeden hemen belirtelim ki, Kur’an’da Ehl-i Beyt tabiri Hz.Peygamber’in hanımları için kullanılan bir tabirdir. Dolayısıyla “Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden her türlü eksikliği giderip sizi tertemiz kılmak ister” ayeti53 nazil olunca Hz.Peygamber çok sevdiği bu dört kişiyi yani Hz.Ali, Hz.Fatıma, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’i bir örtü altına alarak dua etmiş ve ayetin fazilet ve bereketinden onların da istifade etmesini istemiştir. Yoksa Hz.Peygamber’in bu duasından sonra bu ayetin nazil olduğu şeklindeki şîî görüş doğru değildir.54 ———— 49 Fîrûzâbâdî, Fedâilü’l-Hamse, II/67. 50 Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 61. 51 Ahzab 33:33. 52 Tirmîzî, Tefsîru’l-Kur’an, 34. 53 Ahzab 33:33. 54 Bu rivayet ve konu hakkında detaylı bilgi için bkz: M.Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt Gerçeği, s.92..vd. 122 Dr. M.Bahaüddin Varol ASHÂB’IN UYGULAMALARINDA EHL-İ BEYT SEVGİSİ Kur’an ayetlerinin doğrudan veya dolaylı olarak herhangi bir emir ya da nehyinin olmadığı Ehl-i Beyt sevgisi konusunda bir çok hadis bulunmakla beraber zayıf ve uydurma rivayetlerin bolluğu bu konuda net ve kesin şeyler söylememizi engellemektedir. İşte böyle bir durumda bize söylem ve uygulamalar noktasında en doğru ve makul çerçeveyi verecek olan şey Sahâbe uygulamalarıdır. Ashâb’ın Ehl-i Beyt’e karşı tavırları ile onlara karşı gösterdikleri sevgi ve saygının niçin ve nasıllığının ortaya konması günümüz Müslümanı için çok önemlidir. Bu nedenle biz Ehl-i Beyt sevgisinin sınırı ve özelliği hakkında daha belirgin şeyler söylememize yardımcı olacak olan konunun bu yönünü daha fazla örneklerle detaylandırmaya çalışacağız. Hz.Peygamber dönemi İslam toplumunun sosyal yapısına genel çerçeveyle baktığımız zaman hayatın her alanını kapsayan yönüyle yegane ve tek otoritenin Hz.Peygamber olduğunu görürüz. İşte Hz.Peygamber önderliğinde oluşturulan İslam toplumunun birliğinin ana hammaddesi Ashâb’dır. Ashâb’ın teslimiyet, samimiyet ve fedakarlığı bu oluşumun temel esasıdır. Bir peygamber olarak Hz.Muhammed’in yönetiminde tam bir teslimiyet ve samimiyet ilkesiyle hareket eden Ashâb, asırlar boyunca İslam Tarihinde “Asr-ı Saadet” diye tabir edilen görüntünün oluşmasını sağlamıştır. İşte bu yapı içerisinde Hz.Peygamber dışında herhangi bir otorite veya güç odağından bahsetmek mümkün değildir. Yine herhangi bir grup, kabile veya bir oluşumun bu otoritede Hz.Peygamber’e ortak olduğunu söylemek de bu döneme yöneltilmiş bir iftira olacaktır. Böyle bir yapı içerisinde gerek dînî gerekse siyâsî ve sosyal açıdan özel bir yere, özel bir yapıya sahip belirli kişilerden oluşan bir Ehl-i Beyt olgusundan bahsetmek mümkün değildir. Hz.Peygamber döneminde onun oluşturduğu bu toplum içerisinde böyle bir yapıya sahip Ehl-i Beyt’in varlığını iddia etmek gerçeklerle bağdaşması mümkün olmayan kuru bir iddiadan öteye geçmeyecektir. Öyleyse bu dönemde Ehl-i Beyt’i daha sonra kendisine giydirilmeye çalışılan tanımlamalar ile siyâsî ve sosyal şekillendirmelerden ayrı düşünmek zorundayız. Ancak bu şekilde kavramı dindeki gerçek yerine oturtmuş oluruz. Bu yaklaşımla konuya baktığımız zaman Ashâb’ın Hz.Peygamber’e karşı besledikleri sevgi ve saygıdan dolayı onun yakınları olan Ehl-i Beyt’ine karşı da aynı tavrı sergilediğine şahid oluruz. Mesela Hz.Ebubekir’in: “Ey insanlar Hz.Muhammed’e olan hürmetinizi onun Ehl-i Beyt’i hususunda da muhafaza ediniz”55 ifadesi bu gerçeği en açık ve en doğru şekliyle ortaya koymaktadır. Yine onun: “Allah’a yemin olsun ki Rasûlüllah’ın akrabaları benim nazarımda kendi akrabalarımdan daha sevimli ve üstündür”56 şeklindeki ifadesi bir Müslümanın Ehl-i Beyt’e nasıl bakması gerektiğini belirleyen bir ilke mahiyetindedir. Hz.Ebubekir’in sözlerine yansıyan bu düşünceleri onun bazı uygulamalarında da görmek mümkündür. Bir defasında Hz.Peygamber Ashâb’ı ile birlikte ———— 55 Zebîdî, Sahîhi Buhârî Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhi, Terc: Kamil Miras, Ank. 1986, IX/363. 56 Buhârî, Fedâilü’s-Sahâbe, 12 ve 22. Ehl-i Beyt Sevgisi 123 mescidde otururlarken Hz.Ali oraya gelmiş ve bir müddet oturacak yer aramıştı. Hz.Peygamber, ona bir yer açılmasını ister bir şekilde Ashâb’ının yüzüne bakarken, Rasûlüllah’ın hemen sağında oturan Hz.Ebûbekir durumu sezmiş ve biraz yan tarafa yanaşarak: “Buraya ey Ebâ Hasen” diyerek açtığı yere onun oturmasını sağlamıştı. Hz.Ali de gelmiş ve Rasûlüllah ile Hz.Ebûbekir’in arasına oturmuştu. Bu duruma son derece memnun olan Hz.Peygamber, Hz.Ebûbekir’e: “Ya Ebâbekir, faziletli kişilerin faziletini ancak faziletli olanlar bilir” diyerek onu taltif etmişti.57 Ukbe b. Hâris’den nakledilen bir rivâyete göre de, Hz.Peygamber’in vefatından birkaç gün sonra Hz.Ebûbekir Hz.Ali ile birlikte ikindi namazından çıkmışlar ve Hasan’ı orada arkadaşları ile oynarken görmüşlerdi. Hz.Ebûbekir onu omuzlarına alarak: “Babasına değil de Rasûlüllah’a benzeyen çocuk...” diye sevmiş, Hz.Ali de bu sözlere gülmüştü.58 Hz.Ebûbekir’in sevgi ve saygısının sadece Hz.Ali ve çocukları ile sınırlı kalmayıp tüm Rasûlüllah’ın akrabalarına şamil olduğunu da görmekteyiz. Nakledildiğine göre, Hz.Peygamber’in meclislerinde Hz.Ebûbekir onun sağına, Hz.Ömer soluna ve Hz.Osman da onun yanına otururdu. Hz.Peygamber’in amcası Abbas b. Abdülmuttalib geldiğinde, Hz.Ebûbekir kalkar ve Abbas da onun yerine otururdu.59 Hz.Ebûbekir’de gördüğümüz bu hareketlerin benzerlerini diğer Ashâb’da olduğu gibi, Ashâb’ın büyükleri olan Hz.Ömer ve Hz.Osman’da da görmekteyiz. Belâzürî’nin naklettiğine göre bir gün Hz.Osman, Hz.Âişe’nin evine gelerek Rasûlüllah’ı sormuştu. Hz.Âişe: “Yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıktı, yedi günden beri onun evlerinde yiyecek için bir ateş yanmıyor” deyince Hz.Osman: “Allah sana rahmet etsin, neden bunu daha önce bana bildirmedin?” diyerek bir koç kestirmiş, onunla yemek yaptırıp bu yemekleri Hz.Peygamber’in hanımlarının hanelerine dağıtmıştı. Hz.Peygamber eve döndüğünde: “Bunlar nedir ya Âişe?” diye sorunca, Hz.Âişe, onları Osman’ın getirdiğini söylemiş, Rasûlüllah da Hz.Âişe’den o yemekten diğer eşlerine de götürmesini istemişti. Hz.Âişe, bütün eşlerine aynı şekilde verildiğini söyleyince de, Rasûlüllah ellerini kaldırmış ve : “Ey Allah’ım sen de Osman’ı unutma” diye dua etmiştir.60 Hz.Ömer de, gerek Hz.Peygamber zamanında gerekse kendi hilafeti döneminde Ehl-i Beyt’e karşı saygı ve sevgi üzerine kurulu bir anlayış ile muamele etmiştir. Bunun en güzel örneğini, kendi döneminde divanları oluştururken, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’e, Bedir ehline tahsis ettiği 5 biner dirhem tahsis etmesinde görüyoruz. Bu konuyu nakleden rivâyetlerin verdikleri bilgiler Ashâb’ın ileri gelenleri ile istişare ettiğinde, Hz.Ali ve Abdurrahman b. Avf, Ömer’e gelerek, önce kendinden başlamasını istemişler, ancak o bunu kabul etmemiş ve : “Hayır, önce Rasûlüllah’ın amcasından başlayacağım, sonra onun ———— 57 Bağdâdî, Ebibekir Ahmed b. Ali el-Hatîb, Tarîhu Bağdâd, Beyrut, 1985, III/105, VII/222,223; İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Ali b. Hasen b. Hibetullah b. Abdillah, Tarîhu Medineti Dımeşk, Thk: Ebû Saîd Ömer b. Ğarâme el-Amrâvî, Beyrut, 1996-1999, XLII/364-366. 58 İbn Asâkir, Târîh, XIII/174. 59 Muhibbüddîn et-Taberî, Ahmed b. Abdillah, Zehâiru’l-Ukbâ fî Menâkıbi Zevi’l-Kurbâ, Mısır, Thz., s.192. 60 Belâzürî, Ahmed b. Yahya b. Câbir, Ensâbü’l-Eşrâf, Thk: Süheyl Zekkâr, Riyad Ziriklî, Beyrut, 1996, VI/109. 124 Dr. M.Bahaüddin Varol yakınları, sonra da onların yakınları...” diyerek, Hz.Peygamber’in yakınlarına verdiği değeri ifade etmiştir. Bedir ehline beşer bin dirhem, o dönemde Müslüman olup da herhangi bir sebeple Bedir’e iştirak edemeyenlere de beşer bin dirhem, Abbas’a 12 bin dirhem, Hasan ve Hüseyin’e de babalarına verilen kadar atâ tahsis etmişti. İbn Abbas, Hz.Ömer için: “O, Hasan ve Hüseyin’i çok seviyor idi, atâ hususunda onları kendi evladından üstün tutmuştu” demektedir.61 İbn Abbas’ın sözünü teyit eden diğer bir rivâyet ise şöyledir. Hz.Ömer, Hasan ve Hüseyin için beşer bin dirhem, oğlu Ömer için de bin dirhem atâ tahsis edince, oğlu Abdullah Hz.Ömer’e gelerek: “Ben onlardan önce dünyaya geldim, onlardan önce Müslüman oldum ve hicret ettim, fakat onlar ı benden üstün tuttun” deyince, Hz.Ömer: “Yazıklar olsun sana ey Abdullah, sen bana onların dedesi gibi bir dede, onların babası gibi bir baba, onların annesi gibi bir anne, onların nenesi gibi bir nene, onların dayısı gibi bir dayı, onların teyzeleri gibi bir teyze getirebilir misin? Onların dedesi Rasûlüllah’dır, babaları Ali b. Ebî Tâlib, anneleri Fâtımâ, Neneleri Hatice, dayıları İbrahim, teyzeleri Zeynep, Rukayye ve Ümmü Gülsüm, amcaları ise Ca’fer b. Ebî Tâlib’dir” demiş ve onun isteğini geri çevirmiştir.62 Yine Hz.Ömer ve Hz.Osman’ın binek üzerinde iken, Abbas’ın onları karşılayacağı esnada bineklerinden indikleri, o yerde iken hiçbir zaman onun yanında binek üzerinde durmadıkları nakledilmiştir.63 Bir defasında Hz.Ömer, Yemen’den gelen bir kumaşı Ensâr ve Muhacirler arasında paylaştırmıştı. Hasan ve Hüseyin’in bu kumaştan almadıklarını öğrenince, kumaştan kalmadığı için derhal Yemen valisine haber göndererek aynı kumaştan göndermesini istemiş ve: “Bu ikisinin üzerinde o kumaşı görmemem beni üzer” demiştir.64 Hz.Ömer ve diğer Ashâb’ın, Rasûlüllah’ın hanımlarına gösterdikleri saygı ve korunmalarına gösterdikleri titizliğin bir örneği de Hz.Ömer’in hilafeti döneminde, Ezvâc-ı Tâhirât’ın o anda sağ olanlarının hac için Mekke’ye götürülüp getirilmeleri esnasında görülmektedir. Hz.Ömer tarafından görevlendirilen Hz.Osman ve Abdurrahman b. Avf, kafileye büyük bir titizlilikle refakat etmişlerdir. Hz.Osman arkada Abdurrahman b. Avf önde olmak üzere, onlara yaklaşan herhangi bir kimseyi hemen ikaz etmişler ve onlardan uzaklaştırmışlardır. Onların bu titizliği, Rasûlüllah’ın hanımlarının mahremiyetine verilen önem ve kendilerine duyulan saygının bir örneği olmaktadır.65 İşte örneklerini çoğaltabileceğimiz bu rivâyetler, Ashâb’ın gerek Hz.Peygamber gerekse ondan sonraki ilk halifeler döneminde Ehl-Beyt’e kar şı tutum ve tavırlarını yansıtmaktadır. Görüldüğü gibi bu dönemlerde Hz.Peygamber’e olduğu gibi Ehl-i Beyt’e karşı da saygı ve sevgi muhafaza edilmiş, diğer insanlar arasında onlara öncelik verilmiş ve onlara yapılan muamelelere dikkat gösterilmiştir. Bu dönemde daha sonraki süreçte kavrama farklı bir anlam giydirilip siyâsî alana kaydırılmasıyla ilgili delil olabilecek bir söz ———— 61 Ya’kûbî, Ahmed b. Ebî Ya’kûb b. Ca’fer b. Vehb, Tarîhu’l-Ya’kûbî, Beyrut, 1995, II/153; Muhammed Rıza, el-İmâm Ali b. Ebî Tâlib, Beyrut, Thz., s.37; Heytemî, es-Savâik, II/520. 62 Sâmerrâî, Yunus eş-Şeyh İbrahim, el-Hakâik an Âli’l-Beyt ve’s-Sahâbe, Katar, 1980, s.63,64. 63 Heytemî, es-Savâik, II/520. 64 Muhibbüddîn et-Taberî, Zehâiru’l-Ukbâ, II/293. 65 Belâzürî, Ensâb, II/104; Yakubî, II/157. Ehl-i Beyt Sevgisi 125 veya uygulama söz konusu değildir. Öyleyse, kavramın geçirdiği süreçte dönemler arasındaki farklılığın ortaya konması, bize daha sağlıklı bilgiler sunacaktır. Nitekim, Ehl-i Beyt’e mensup kişilerin daha sonraları karşılaştıkları birtakım sıkıntılar, onlar etrafında bir gurubun teşekkül etmesinin psikolojik zeminini oluşturmuştur. Emevi idaresine karşı duyulan kin ve nefretin yanında onların Ehl-i Beyt’e ve Ehl-i Beyt zürriyetine karşı takındıkları tavrı da Ehl-i Beyt’e duyulan sevgi ve saygının kontrolden çıkıp farklı mecralara doğru kaymasına neden olmuştur. İlk dönemlerde bir ekol haline gelen “Ehl-i Beyt taraftarlığı” bu sevgi ve saygıyı ifrat noktasına çekmiş, bu düşüncelere dair manzum ve mensur eserler kaleme alınmıştır.66 EHL-İ BEYT SEVGİSİ NASIL OLMALIDIR? Ehl-i Beyt, İslam toplumunun birinci asrından itibaren dînî, siyâsî ve sosyal hadiseler içerisinde gerek gerçek anlamda gerekse istismarcılar tarafından kullanılagelen bir olgu olmuştur. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Ehl-i Beyt sevgisi başlangıçtan itibaren belli dönemlerde gelişen hadiseler nedeniyle artarak, diğer dönemlerde ise normal seyrinde Müslümanların gönüllerinde her zaman için yerini ve değerini korumuştur. İşte bu araştırmamızda biz bu sevginin ifrat ve tefrit noktalarından uzaklaştırılıp dindeki asıl yerine yani olması gereken yere oturtulmasının gerekliliğini vurgulamak istedik. Bu tespit günümüzde dahi varlığını devam ettiren Ehl-i Beyt istismarının boyutlarını Müslümanlara gösterecek ve böyle düşüncelere karşı nasıl tavır alınması gerektiği noktasında fikir verecektir. Bir kavramın, bir olayın veya bir meselenin dindeki yerini belirlemek için Müslümanın bakmak zorunda olduğu iki şey vardır. Bunlar Kur’an ve Hz.Peygamber’in sünnetidir. Bizim için aslolan Ehl-i Beyt’in Kur’an’da nasıl tanımlandığı, kimleri kapsadığı ve hadislerde Ehl-i Beyt ile ilgili uygulamaların ve tanımların ne olduğudur. Yine bu iki aslî delilden sonra İslam alimlerinin tümünün kabul ettiği üçüncü esas delil Hz.Peygamber’in terbiyesi altında yetişip daha sonra gelen Müslümanlara İslam’ı ve Müslümanların nasıl olması gerektiğinin en güzel örneklerini gösteren Ashâb’ın sözleri ve uygulamalarıdır. Konumuz açısından bu son delil bize önemli ipuçları vermektedir. İşte bizde yukarıdaki satırlarda örneklerini vermeye çalıştığımız Ehl-i Beyt sevgisinin bu deliller ışığında nasıl olması gerektiğinin sınırlarını çizmeye çalışacağız. Kur’an ayetlerinde doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Ehl-i Beyt sevgisinden bahseden herhangi bir ayetin olmadığını daha önce ifade etmiştik. Ancak yine de bazı ayetlerle ilgili zorlama yorumlar yapılarak bu konuda deliller oluşturulmaya çalışılmış ise de bunu daha sonra Ehl-i Beyt’e giydirilmeye çalışılan tanım ve misyon çerçevesindeki gayretler olarak görmek mümkündür. Zira Ehl-i Beyt’in siyâsî ve dînî otorite anlamında özel bir yeri ve misyonu olsa idi Kur’an’da bunun açık işaretlerine rastlamak gerekirdi. Halbuki durum öyle ———— 66 Bu noktada önemli müellif ve şairlerden olmak üzere, Ebu’l-Esved ed-Düelî, Harb b. Münzir b. Cârûd, Kesîr b. Kesîr es-Sehmî, Amr b. Ubeyd b. Vüheyb ve Seyyid Hamîrî’nin isimlerini örnek olarak zikredebiliriz Bu kişiler ve eserleri hakkında geniş bilgi için bkz: el-Hûfî, Ahmed Muhammed, Edebü’s-Siyâse fi’l-Asri’l-Umevî, Beyrut, Thz., s.186-190. 126 Dr. M.Bahaüddin Varol değildir. Hz.Peygamber’in uygulama ve sözlerine yansıyan durum ise bu anlamda farklı değildir. Bir çok uydurma ve zayıf rivayetlerin arasından seçip örneklerini sunduğumuz bazı rivayetler göstermektedir ki Ehl-i Beyt’e sevgi Müslümanların Hz.Peygamber’e gösterdikleri sevgiden farklı bir şekil ve yapıda değildir. Genel olarak nakledilen hadisler incelendiğinde bu açık bir şekilde görülecektir. Ehl-i Beyt sevgisinin Ashâb’ın uygulamalarına yansıyan örnekleri ise bize bu konuda en makul ve mantıklı çizgiyi vermektedir. Bu uygulama örneklerini görmezlikten gelmeye kimsenin hakkı yoktur. Ashâb Ehl-i Beyt’e dinde özel bir yer verip özel bir tavır göstermekten uzak, Hz.Peygamber’e olan sevgi ve saygılarından dolayı onun yakın çevresi olan bu insanlara da sevgi ve saygı ile muamele etmişlerdir. Ehl-i Beyt sevgisinin sınırını ve nasıl olması gerektiğini belirlemek günümüz Müslümanı açısından önemlidir. Zira İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren Ehl-i Beyt’e karşı samimi, saf ve karşılıksız sevgiler farklı düşüncelere sahip insanlar tarafından istismar edilmiş ve kullanılmıştır. Bunun bir çok örneklerini İslam Tarihinin her döneminde olduğu gibi günümüzde de görmek mümkündür. Öyle ise Ehl-i Beyt sevgisinin neden ve nasıllığı bilindiği takdirde bu istismar ve yanlış görünümlere kapılar kapanacaktır. Bir Müslümanın bir kardeşine yada diğer bir ifadeyle tüm Müslümanlara sevgi ve saygı ile muamele etmesi bir Müslüman olarak görevlerinden biridir. Bununla ilgili bir çok ayet ve hadis zikretmek mümkündür. Ancak bu sevgi ve saygının bir sınırı olmalıdır. Bu sınır da Allah ve Peygamber sevgisidir. Hiçbir sevgi Allah ve Rasûlünün sevgisini aşmamalıdır. Aştığı takdirde bu, küfür ve nifak alametidir. Yine bir kişi, grup yada zümreye itaat de bunun gibidir. Bu itaat ve teslimiyet Allah’a ve rasûlüne itaati geride bırakacak olursa aynı şekilde kişiyi İslam dairesi dışına çıkarabilir. Bu konudaki bazı ayetler şöyledir: “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar da birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdırlar. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkor, namazı dosdoğru kılarlar, zekat verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Çünkü Allah azizdir, hikmet sahibidir.”67 “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.”68 “Allah’a ve Peygamberine itaat edin, çekişmeyin. Yoksa başarısızlığa düşersiniz, kuvvetiniz gider.”69 “Ey inananlar, Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Kur’ân’ı dinleyip dururken yüz çevirmeyin.”70 “Ey inananlar, Allah’a itaat edin, Peygamber’e ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz Allah’a ve ahiret ———— 67 Tevbe,71. 68 Hucurat,10. 69 Enfal,46; Mâide,92; Nûr,54. 70 Enfal,20. Ehl-i Beyt Sevgisi 127 gününe inanmışsanız, onun çözümünü Allah’a ve Peygamberine bırakın. Bu hayırlı ve netice itibariyle en güzeldir.”71 “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir kadın ve erkeğe o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur”72 “De ki, eğer ana-babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hanedanınız, biriktirdiğiniz mallarınız ve zarara uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenleriniz size Allah’dan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, Allah’ın emrinin size gelmesini bekleyiniz. Allah emrini tutmayanları (fasıkları) sevmez.”73 Burada sözkonusu edeceğimiz diğer bir mesele de Ehl-i Beyt’in kim olduğudur. Günümüzde Ehl-i Beyt var mıdır? Varsa kimlerdir? Bunlara karşı tavrımız nasıl olmalıdır? Ehl-i Beyt’in kimler olduğu noktasında söylenecek şey genel olarak kabul edilen çerçevedir. Yani Hz.Peygamber’in eşleri, çocukları, damadı Hz.Ali ve torunlarıdır. Bu çerçeveye kelime anlamının esnekliğiyle kendisine inanan tüm akrabalarını da dahil edebiliriz. Diğer bir ifadeyle Hz.Peygamber’in akrabası olup ona inanmış, ona hizmet etmiş ve onunla birlikte yaşamış olanlar Ehl-i Beyt’tir. Bu çerçevedeki insanların nesli olup Hz.Peygamber’in irtihalinden sonra dünyaya gelmiş ve onu görmemiş olanlar ise “Ehl-i Beyt Zürriyeti”dir. Bu şekilde yapacağımız bir ayırım hem teorik hem de pratik anlamda zihnimizde oluşan bir çok soru işaretinin giderilmesini sağlayacaktır. Ehl-i Beyt Zürriyetini Ehl-i Beyt gibi algılayıp o şekilde muamele etmek birtakım yanlışları beraberinde getirecektir. Nitekim bu anlayış sebebiyle günümüzde dahi bazı insanların kendilerinin Ehl-i Beyt’ten olduklarından hareketle farklı bir yere ve özelliğe sahipmiş gibi bir anlayış sergilediklerine şahid oluyoruz. Halbuki Ehl-i Beyt ile Ehl-i Beyt Zürriyetini birbirinden ayırdığımız zaman bu problemler kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Bu şekliyle günümüzde Ehl-i Beyt yoktur, ancak Ehl-i Beyt Zürriyeti olabilir. Bizim için önemli olan şey Ehl-i Beyt Zürriyetinden de olsa bir kimsenin imanı ve İslam’ıdır. Îtikâdıyla, amelleriyle tam bir Müslüman örneğini yansıtmayan bir kimsenin Ehl-i Beyt Zürriyetinden olması bir anlam taşımayacaktır. Yine böyle bir kimsenin Ehl-i Beyt’i sözkonusu edip Ehl-i Beyt sevgisinden bahsetmesinin de bir anlamı yoktur. Nitekim hicrî II. ve III. asırlarda bile bu nesil içerisinden facir ve fasık kimseler çıkmıştır.74 Günümüzde de böyle kişilerin olması muhtemeldir. Böyle kimselere sevgi ve saygı gösterilmesi bir Müslümana yakışacak bir hareket değildir. İmanıyla, îtikadıyla ve ibadetleriyle tam bir Müslüman olan Ehl-i Beyt Zürriyetinden bir kimseye gösterilecek sevgi ve saygı ise aynı özelliklere sahip herhangi bir Müslümana gösterilecek sevgi ve saygıdan farklı olmayacaktır. İslam’ın temel prensipleri açısından baktığımızda da aynı şeyleri görmemiz ———— 71 Nisâ,59. 72 Ahzâb, 36. 73 Tevbe, 24. 74 İbn Hazm el-Endelûsî, Cemheratü Ensâbi’l-Arab, Kahire, Thz., s.57. İbn Hazm burada, Ali b. Muhammed b. Ahmed b. İsa b. Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebî Talib hakkında: “Şayet neseb ilmi olmasaydı bu kafir bu nesebden olduğunu iddia edemezdi.” demektedir. 128 Dr. M.Bahaüddin Varol mümkündür. Hz.Peygamber toplumunda bir peygamber olarak kendisi haricinde hiçbir kişi, grup veya imajın özel bir yer ve muameleye muhatap olduğu görülmez. Sadece mü’minler arası kardeşlik, yardımlaşma, saygı ve sevgi muamelesi sözkonusudur. Onun terbiyesi altında yetişen Ashâb döneminde de aynı mantıksal çizgi muhafaza edilmiştir. Hz.Ömer’in vefatının yaklaştığı bir esnada kendisinden sonra halife olabilecek kimselere yapmış olduğu nasihati bu konuda bize önemli ipuçları vermektedir. O bu nasihatinde kendilerine iyi davranılması gereken kimseleri sayarken Muhacirler, Ensar, Ehl-i Emsâr, Ehl-i Bâdiye ve Ehl-i Zimme’yi sözkonusu etmiştir.75 Bu tavsiye içerisinde Ehl-i Beyt yoktur. Çünkü böyle bir imaj, böyle bir grup yoktur. En azından bugün bazı gruplar tarafından anlaşıldığı şekliyle gruplaşmış, klikleşmiş bir yapı yoktur. Bu nedenle Ehl-i Beyt bu tavsiye içerisinde yerini almamıştır. Yoksa Ashâb’ın büyük çoğunluğunun hayatta olduğu bir dönemde Hz.Peygamber’in Ehl-i Beyt’inin ihmal edildiği, onlara karşı tavır alındığı gibi bir iddiada bulunmak, Hz.Peygamber’e ve onun tebliğ mücadelesine canlarını, mallarını ve sahip oldukları her şeylerini feda eden Ashâb’a yapılabilecek en büyük bir iftira olacaktır. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Ehl-i Beyt Hz.Peygamber’in yakınları olduğu için ona hizmetleri ve onun terbiyesi altında bulunmuş olmaları sebebiyle sevilmeli, sayılmalı ve faziletleri kabul edilmelidir. Daha sonra gelen ve günümüze kadar uzanan çizgideki Ehl-i Beyt Zürriyetine karşı ise yukarıda ifade ettiğimiz gibi imanı ve imanının yaşantısındaki görünümü çerçevesinde muamele edilmeli, sevgi ve buğzda aşırı gidilmemeli, bir Müslümana karşı nasıl hareket edilmesi gerekiyorsa öyle hareket edilmelidir. Aynı şekilde Ehl-i Beyt’i kendi siyâsî ve kişisel çıkarları için bir kılıf olarak kullananlara karşı da dikkatli olunmalı, bu konuda gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Amaç İslam’ın makul ve mantıklı çizgisini bu konuda da görmek ve göstermek, istismara ve istismarcılara kapıyı kapamaktır.
.
Hz. Peygamber Veda Hutbesi'nde, "Size iki şey bırakıyorum, birisi Allah’ın kitabı diğeri ehl-i beytimdir. " dediği halde, "Ehl-i beyt" ifadesi neden "sünnetim" diye tercüme ediliyor?
Bu konuda iki ayrı rivayet vardır:
"Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah / Kur’an, biri Âl-i Beytim." ( Tirmizî, Menâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26)
mealindeki hadis-i şerif, ehl-i beyt dairesinin ne kadar önemli olduğunu açıkça göstermektedir.
Uzun bir hadis rivayetine göre, Peygamberimiz (a.s.m) meclisteki sahabelere ayrı ayrı iltifatta bulundu ve onları ikişer ikişer kardeş yaptı. Kendisinin geride kaldığını hisseden Hz. Ali (ra), Resulullah (asm)’ın kendisine gücendiğinden şüpheye düşüp üzüldü ve bunu ona açtı. Peygamberimiz (asm)
“Seni sona bırakmakla kendime kardeş yapmak istedim. Senin, benim yanımdaki konumun, Harun’nun Musa’nın yanındaki konumu gibidir (şu var ki benden sonra peygamber gelmeyecektir) ve sen benim varisimsin.”
diye cevap verdi. Ali (ra) “Ya Resulellah! Senden miras alacağım şey nedir?” diye sorunca, “Peygamberlerin bıraktıkları miras türü şey” diye cevap verdi. “Senden önceki peygamberler ne gibi şeyleri miras bırakmışlar?”sorusuna da “Onlar Allah’ın kitabını ve peygamberlerinin sünnetini...” diye cevap verdi.(bk. Taberanî,-el-Kebîr/Şamile, 5/163).
Bu hadis rivayetinden anlaşılıyor ki, “âl-i beyt” ile “sünnet” arasında sıkı bir ilişki vardır. Sünnetin asıl taşıyıcıları Hz. Ali (ra) ve onun riyaset ettiği ve neslinin başını çektiği Ehl-i sünnet âlimleridir.
Ebu Hüreyre’den nakledildiğine göre Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu:
“Size iki şey bırakıyorum. (Bunlara tutunursanız) asla delalete düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve sünnetim. Bu ikisi (kıyamette) havza kadar ayrılmadan beraberce geleceklerdir.” (Hâkim, 1/93).
Zehebî bu hadis üzerinde sükut etmiştir.(a.g.e)
Diğer taraftan hadis-i şerifte Allah’ın Kitabına ve Âl-i Beyt’e yapışmanın birlikte zikredilmesiyle, bizlere şu hakikat ders verilmiştir:
Allah’ın Kitabına uyan her Müslüman, Âl-i Beyt’i sevecek, Âl-i Beyt’i seven her Müslüman da Allah’ın Kitabı’yla amel edecektir. Binâenaleyh, Âl-i Beyt’i seven bir mümin, Kur’ân-ı Kerim’in ihtiva ettiği bütün inanç esaslarına iman ettiği gibi, gerek ahlâka, gerekse ibadete dair bütün hükümlerine de inanacak ve onları hayatına uygulayacaktır.
Her şey gibi Âl-i Beyt’i sevmenin de bir ölçüsünün olması lâzımdır. Bu ölçü ise, Resulüllah Efendimizin (asm.) Sünnet-i Seniyye’sini, bütünüyle yaşamaktır. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:
“Âl-i Beyt’ten vazife-i Risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyye’sidir. Sünnet-i Seniyye’yi terk eden hakikî Âl-i Beyt’ten olmadığı gibi, Âl-i Beyt’e hakikî dost da olamaz.”(bk. Lem'alar, Dördüncü Lem'a, Üçüncü Nükte)
Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:
"Ehl-i Beytimden bazıları kendilerinin bana insanların en evlâsı (en sevgilisi) olduğunu düşünüyorlar. Hâlbuki durum öyle değildir. Şüphesiz benim içinizdeki dostlarım, muttakilerdir. Onlar (nesep ve yer olarak) kim olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun, değişmez.”(2)
İman, sevgi ve takva yolunda hizmet ile herkes bu şereften bir derece pay sahibi olabilir. Bu kapı herkese açıktır. “Allah’ın dostları ancak muttakilerdir.” (Enfal, 8/34) âyeti nazil olunca, Hz. Resûlullah (asm): “Benim dostlarım ancak muttakilerdir.”(Hâkim, Müsterdek, II, 328) buyurarak, işin esâsının iman ve takva olduğunu belirtir.
Bu hakikate binâen, ancak Sünnet-i Seniyye’ye tâbi olan bir Müslüman, Âl-i Beyt’i gerçek anlamda sevmiş olacaktır.
Şu hakikati de ifade edelim ki, bizim Ehl-i Beyt’i sevmemiz onların sadece şahsiyetleri için değil, Kur’an’a yaptıkları hizmetleri, İslâm Dini’nin neşrinde gösterdikleri büyük fedakârlıkları, ilim ve irfan sahasında yaptıkları hizmetleri içindir.
Onların bu hizmetleri sayesinde, ümmet-i Muhammed itikatlarını ehl-i dalâletin sapık fikirlerinden, hurafelerden, batıl inançlardan koruyabilmiştir.
Onların bu halis, fedakâr, sadıkâne hizmetlerine bir mükâfat olarak, Cenâb-ı Hak, İslâm âlemini asırlar boyu irşat eden Zeyne’l-Abidin, Ca’fer-i Sâdık, Abdülkadir-i Geylâni Hazretleri gibi nice büyük mürşitleri onların neslinden göndermiştir.
Âl-i Beyt, ibadeti, hayatlarının en büyük gayesi bilmişler ve ömürlerinin her anında, kulluk görevini en yüksek sadakat ve ihlâsla yerine getirmişlerdir. Meselâ: Zeyne’l-Âbidin Hazretleri, en dehşetli fitneler ve siyaset çekişmeleri içinde bile, gece ve gündüzde bin rekât namaz kılardı.
Onların neslinden gelen bütün kutuplar, mücedditler, evliya ve asfiyalar da, aynı yolu takip etmişler, büyük bir gayret ve çalışmayla ümmeti bu yola yönlendirmişlerdir.
O halde, Ehl-i Beyt’i seven her mümin de, ibadet görevini yerine getirmekle, onları örnek almalı, onlara benzemeli ve onlar gibi olmaya gayret etmelidir. Ehl-i Beyt’i gerçek anlamda sevmek de ancak bu yolla gerçekleşebilir.
Buna göre, ehl-i Beyt'i sevmek Allah'ın ve Peygamberimiz (asm)'in emridir. Ehl-i sünnet onları sevmiş, hutbelerinde onlar için dua etmiş ve isimlerini çocuklarına koymuştur.
Ancak Ehl-i Beyti sevmenin en büyük ölçüsü, onların yaşadığı İslamiyeti yaşamak ve Peygamber Efendimiz (asm)'in hayat tarzına uymaktır.
Dipnotlar:
(1) bk. Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, III, 89; (No:5624); Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 269.
(2) bk. Taberânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, no: 318, Deylemî, Müsned, I, 287 (No:904), Ahmed, Müsned, V, 235; Ali el-Muttakî, Kenz, III, 91.
Allah Resulü'ne (sellallahu aleyhi ve sellem) ve Ehl-i Beyt'e karşı sevgimiz nasıl olmalı? Onları severken nelere dikkat etmeliyiz?
“-Babam zâhir ve bâtın; yani kalbî ilimlerde çok âlim idi. Her zaman Ehl-i Beyt’i sevmeyi tavsiye ve teşvik eder, bu sevginin insanın son nefeste îman ile gitmesine vesile olacağını söylerdi. Vefatı esnasında, başucunda idim ve şuurunun azaldığı son anlarda kendisine nasihatini hatırlatıp sessizce sordum:
«-Ehl-i Beyt sevgin sana tesir ediyor mu?» O hâlde iken:
Rabbime hamd ve senâ ettim. Anladım ki, Ehl-i Beyt’in sevgisi, Ehl-i Sünnet’in sermayesidir.” buyurmakta, büyük mutasavvıf İmâm-ı Rabbânî Hazretleri…
Ehl-i Beyt, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün âile fertlerine denir. Mübarek hanımları, kızı Hazret-i Fâtıma, damadı Hazret-i Ali ve onların çocukları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin Efendilerimiz ile, onların çocukları ve torunlarının hepsine verilen isimdir.
SİZİ TERTEMİZ YAPMAK İSTİYOR
Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz şöyle anlatmaktadır:
“Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, üzerlerinde siyah yünden nakışlı bir elbise olduğu halde sabahleyin (evden) çıktılar. O esnâda Hasan bin Ali -radıyallâhu anh- geldi, onu örtünün altına aldılar. Sonra Hüseyin -radıyallâhu anh- geldi, onunla beraber girdi. Sonra Fâtıma -radıyallâhu anhâ- geldi, onu da örtünün altına aldılar. Sonra Ali -radıyallâhu anh- geldi, onu da aldılar. Sonra da şu âyet-i kerimeyi tilâvet eylediler:
«Ey Ehl-i Beyt! Allah Teâlâ, sadece sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor!»(el-Ahzâb, 33)” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 61)
ALLAH'IN EHL-İ BEYT'E HİTABI
Bir bölümü hadîs-i şerîfte zikredilen bu âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hak, Ehl-i Beyt’e hitâben şöyle buyurmaktadır:
“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın! Sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Mâruf üzere, uygun, ciddî ve ağır başlı bir şekilde konuşun! Evlerinizde oturun, eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın! Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin! Ey Ehl-i Beyt! Allah Teâlâ, sadece sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (el-Ahzâb, 32-33)
EHL-İ BEYT'İ SEVMEK MÜ'MİNLERE FARZDIR
Başka bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:
“…De ki: Ben sizden yakınlarımı sevmekten gayri bir karşılık istemiyorum…” (eş-Şûrâ, 23) buyurarak Peygamber Efendimizin, peygamberliğinin mükâfâtı olarak, bize, O’nun yakınlarını böyle bir sevgiyle sevmemizi emretmiştir. Bu âyetle ilgili tefsirlerde farklı rivâyetler de vardır.[1]
Âyet-i kerîmede geçen “meveddet” kelimesi, muhabbetten daha şiddetli bir sevgiye denir. Ehl-i Beyt’i sevmek, mü’minlere farzdır. Son nefeste îmân ile gitmeye bir vesîledir.
Sa’lebî’nin “el-Kebîr”, Zemahşerî’nin “el-Keşşâf” ve Fahreddin Râzî’nin “el-Kebîr” isimli tefsirlerinde Şûrâ Sûresi 23. âyet-i kerimesinde geçen “meveddet” kelimesinin tefsiri sadedinde şu ifadelere yer verilmiştir:
“Biliniz ki, her kim Âl-i Muhammed’in (Ehl-i Beyt’in, Peygamber Efendimiz’in âilesinin) sevgisiyle ölürse, şehid olarak ölmüştür. Biliniz ki, her kim Âl-i Muhammed’in muhabbetiyle ölürse, bağışlanmış olarak ölmüştür. Biliniz ki, her kim Âl-i Muhammed’in muhabbetiyle ölürse, tevbe etmiş olarak ölmüştür. Biliniz ki, her kim Âl-i Muhammed’in muhabbetiyle ölürse, îmânı kâmil olan mü’min olarak ölmüştür. Biliniz ki, her kim Âl-i Muhammed’in muhabbetiyle ölürse, ölüm meleği onu cennetle müjdeler.”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine Ehl-i Beyt’i kastederek şöyle buyurmuşlardır:
“Allâh’a yemin ederim ki, sizi Allah için ve benim yakınlığım dolayısıyla sevmedikçe hiçbir müslüman kişinin kalbine îman girmez.”(Nesaî, Tirmizî)
“Size bahşettiği nimetler sebebiyle Allah Tealâ’yı sevin. Beni, Allah sevgisi için sevin. Ehl-i beytimi de benim sevgim dolayısıyla sevin.”(Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)
İmam Şâfiî Hazretleri, Ehl-i Beyt’in muhabbetiyle ilgili olarak bir gazelinde şöyle demektedir:
“Ey Rasûlullâh’ın Ehl-i Beyt’i! Sizi sevmek, Allah tarafından Kur’ân’da farz kılınmıştır. Size bu kadar büyüklük ve fazilet yeter ki; size salavât göndermeyenin namazı bâtıldır.”
Ferezdak ise kasîdesinde:
“Öyle bir topluluk ki, onları sevmek îman, onlara düşmanlık ise küfürdür. Onlara yaklaşmak da kurtuluş vesîlesidir. Eğer takvâ ehlini sayarlarsa, onlardır önderler… Eğer «Yeryüzünün en hayırlıları kimlerdir?» diye sorulursa, onlardır denilir.”
EHL-İ BEYT'E SAYGI VE SEVGİ
Bu yıl umrede vazifeli olarak bulunduğum zaman diliminde ciddî imtihanlarım oldu. An geldi dünya daraldı da altında kalır gibi oldum. O gün işlerimi bitirir bitirmez Kubbe-i Hadrâ’nın (Efendimizin kabr-i şerîflerinin üzerine örtülmüş yeşil kubbe) hizasında soluğumu alıp mânen Efendimize ilticâ ettim. Suud görevlisi:
“-Bid’at!..” diyerek oradan ayrılmamı söyleyince, bu kez Cennetü’l-Bâkî kabristanı ile Kubbe-i Hadrâ (Yeşil Kubbe) arasında, duvar dibinde hâlimi Cenâb-ı Hakk’a arz ettim. Her şeyden haberi olan yüce Rabbe hâlimi açıklamak, olacak şey değilse de, sıkıntım beni:
“-İlâhî, hâlimi biliyorsun; hâlim Sana mâlum! Elimden tut, Efendimizin sevgisi yüzü suyu hürmetine, Ehl-i Beyt’in sevgisi yüzü suyu hürmetine yetiş…” deme cür’etine sevk etti.
Bir süre o hâl üzere kaldım. Ne gariptir ki, dar zamanlarda dilden kelâm dökülmüyor, sadece salavât getiriyorsun. Salavât bir nevî hâlimizi izhâr gibi oluyor. Biliyorum ve îman ediyorum ki, Peygamber Efendimize getirdiğimiz bir salavât, Cenâb-ı Hakk’ın birçok derdimize yetişmesi için harika bir vesile…
Salavâtların en hası, en âlâsı Peygamber Efendimizin, sahâbe-i güzîn efendilerimize öğrettiği salli ve bârik duâları olarak bildiğimiz salavatlar olduğu için, onunla salavat getirmek çok daha huzur veriyor. Sahâbe-i kirâm efendilerimiz:
“-Yâ Rasûlâllah! Size nasıl salât edelim?” diye sorduğunda Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap vermiştir:
“-«Allâh’ım! Hazret-i İbrahim’in âilesine salât ettiğin gibi, Hazret-i Muhammed’e, eşlerine ve soyuna da salât et! Şüphesiz Sen övülmeye lâyık ve yücesin Allâh’ım!.. Hazret-i İbrahim’in âilesine bol hayır ve bereket verdiğin gibi, Hazret-i Muhammed’e, eşlerine ve soyuna da bol hayır ve bereket ihsân eyle!» deyin.” (Buharî, Deavât, 32; Müslim, Salât, 66)
Bir diğer rivâyette, Allah Rasûlü Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Kim bize, Ehl-i Beyt’e salavat getirdiği zaman tam ve bol ecir almak isterse, «Allâh’ım! Âl-i İbrahim’e salât ettiğin gibi, Nebî Muhammed’e, mü’minlerin anneleri olan eşlerine, soyuna ve Ehl-i Beyt’ine de salât et; zira Sen Hamîd’sin, Mecîd’sin.» desin.” (Ebû Dâvud, Salât, 179)
Bu salavât hâlinde bir süre geçirip akşam namazı yaklaştığı için kadınlar bölümüne doğru yol almaya başladım. Daha dördüncü adımı attım atmadım, birden üzerimde bir hafiflik hissettim. Sanki sıkıntılar uçup gitmişti ve kuş gibi hafifledim. Allah şahit, o hafiflik, vazifemi tamamlayıp memlekete dönene dek devam etti. Gerçekten Peygamber ve Ehl-i Beyt muhabbeti, Rabbim kabul buyursun inşâallâh, benim gibi bir âcize yetişivermişti.
Ehl-i Beyt’in sevgisi, Cenâb-ı Hakk’ın izni ile kulu darlıktan kurtarıyor, ferahlatıyor. İllâ dünya ferahlığı için değil, Kur’ân ve Sünnet’e ittibâ için, Allâh’ın emirlerini yerine getirmekte irâde sahibi olabilmek, hele de Peygamber Efendimizin sevgisine nâil olabilmek için samimi bir Ehl-i Beyt muhabbeti, bizler için büyük himmet kapısı oluyor... İki cihanda da Allâh’ın izni ile yetişen bir himmet...
Sahâbe-i kiram döneminden itibâren bu ümmet, Peygamber Efendimizin Ehl-i Beyt’ine daima edep ve saygı ölçüleri içinde muâmele etmiş, onları muhtaç, mahrum ve yoksul bırakmamıştır. Beytü’l-mâl’de (Müslümanların devlet hazinesi) onlar için dâimâ bir ödenek bulundurulmuş ve her türlü ihtiyaçları oradan karşılanmıştır.
NAKİBUL EŞRAF, SEYYİDLER VE ŞERİFLER
Osmanlı sultanlarından Yıldırım Bayezid, bir gün kederli ve düşünceli bir hâldeydi. Onun bu hâlini fark eden vezir Çandarlı Ali Paşa:
“-Efendim! Sizin bu hâliniz bizi endişelendirmektedir. Derdiniz nedir?” diye soruverdi. Büyük sultan:
“-Devlet işleri zordur; zaman olur insanların kalbini kırıveririz. İçimi sıkan şey odur ki, ya gönlünü kırdığımız kimse Allah dostu ise, hele de Peygamber Efendimizin soyundan mübarek birisi ise… O zaman biz bu vebâli nasıl kaldırırız? Ya emrimiz altında bulunurlarken kirli ve güç işlerde onları çalıştırıyor ve kalplerini kırıyorsak? Söyle bana Devlet-i Osmanî’de Seyyidlerin ve Şerîflerin isimlerini, nerelerde yaşadıklarını ve durumlarını bilir misin?”
Çandarlı, tanıdığı birkaç ismi söylese de bu hususta tam bir bilgi sahibi değildi. Yıldırım Bayezid bir müessese kurularak, başına evlâd-ı Rasûl’den birisinin getirilmesini, devlet içinde yaşayan âl-i Rasûl’ün belirlenip doğumlarının ve ölümlerinin kayıt altına alınmasını, borç altında olmamaları, güzel işlerde çalışmaları için gayret edilmesini istedi. “Nakîbu’l-Eşrâflık” denilen bu müessesenin başına getirilecek kişinin de Emir Sultan Hazretleri tarafından belirlenmesini uygun gördü.
Durum, büyük velî ve seyyid Emir Sultan Hazretleri'ne intikal ettirildi. Allah Rasûlü’nün soyundan gelen gönüller sultanı, böyle bir müessese kurulmasından çok memnun oldu. Osmanlı Devleti’nde ilk “nakîbü’l-eşrâf” olmak üzere, gözde talebelerinden ve evlâd-ı Rasûl’den bulunan Seyyid Ali Nattâ bin Muhammed’i görevlendirdi.
Osmanlı döneminde te’sis edilmiş bulunan Nakîbu’l-Eşraflık Müessesesi, sadece Evlâd-ı Rasûl’ün istismarlara karşı korunması vazifesini üstlenmekle kalmamış, aynı zamanda onların hukukunun muhafaza ve müdafaası işini de yürütmüştür. Devlet-i Aliyye, bu müessese kanalıyla “soy şeceresi” sahih olarak tespit edilen “Seyyid” (Hazret-i Hüseyin’in soyundan gelenler) ve “Şerîf”lerin (Hazret-i Hasan’ın soyundan gelenler) kayıtlarını belli defterlerde tutturmuş ve bunları îtinayla muhafaza etmiştir. Hiç şüphesiz bu uygulama, Evlâd-ı Rasûl’e gösterilen derin hürmet ve muhabbetin bir nişânesidir.
“Nakîbu’l-Eşraf” seyyidlerden seçilir, ulemâ sınıfından sayılırdı. Padişahtan sonra en yüksek makam, onların makamı idi. Padişah tahta çıktığında ilk biat eden, cülûs duâsını yapan, bayram tebriklerinde ilk tebrik edip bayram duâsını yapan, padişahlara zaman zaman kılıç kuşandıran bu mübarek insanlar olup, savaşlarda maiyyetlerindeki Evlâd-ı Rasûl ile sancak altında, Fetih Sûreleri okuyup tekbir ve salavâtlar getirirlerdi. Padişah, hürmeten sadece “Nakîbu’l-Eşrâf”ın karşısında ayağa kalkar, onları tahtın hemen yanı başına oturturlardı.
EN ÇOK İSTEDİĞİMİZ ŞEY
On beş yıldır Medîne’de yaşayan bir Türk hanımdan dinlemiştim:
“-Ben bu beldelere ilk geldiğimde, sıcaktan gündüz dışarı çıkamayıp akşama doğru çıktığımız, gün boyu uyuyup gece uyanık kaldığımızdan dolayı gecem gündüzüme karışmış ve düzenim çok bozulmuştu. Evlerdeki “Güneş girmesin, sıcaktan yanmayalım” diye sıkı sıkı kapatılan küçücük pencerelerden, dertleşeceğim bir insan evlâdı bulamamaktan çok bunalmış ve aklımı kaçıracak gibi olmuştum. Bu zaman diliminde öyle bir şey keşfettim ki, bunu dünyalara değişmem. Sıkıntım, kederim, öfkem vb. olumsuz hangi duygum var ise, soluğu Mescid-i Nebî’de, Ravza-i Mutahhara ya da Kubbe-i Hadrâ’nın karşında alıp Efendimize ve Ehl-i Beyt’e salât ü selâm getirerek içimin rahatladığını, sıkıntılardan âzâde, tertemiz evime döndüğümü gördüm. Artık bağımlılık yaptı; sadece kederli olduğumda değil, fırsat buldukça mescidde soluğu almaya başladım. Yoğurt mu mayalayacağım, hamur mu yoğuracağım, çocuklarım hastalandığında alınlarına elimi koyup duâ mı edeceğim; hemen:
«-El benim değil, Fâtıma Anamızın eli!..» diyorum.
Sanki mânen elini, elimin üstünde hissediyorum. O mübarekler gerçekten bizler için büyük rahmet… Allah o mübarek âileden râzı olsun.” demişti.
Hanımın yüzüne bakınca gerçekten hiç yaşını göstermediğini ve çok huzurlu bir çehresi olduğunu fark ettim. Huzur; en çok istediğimiz şey… Biz bu nîmete mübârek beldelerde olmadığımız için kavuşamaz mıyız? Tabiî ki kavuşuruz. Her nerede olursak olalım, aynı muhabbet ve hürmet ile o mübâreklere salât ü selâm getirip mânen ilticâ edilse, Allâh’ın izni ile icâbet olunuyor, hamd olsun.
RESÛL'E VE EHL-İ BEYT'E AŞIK OLANA ZAMAN DURUYOR
Peygamber ve Ehl-i Beyt âşıkları bir başka oluyorlar. Umre vazifelisi iken yine bir gün öğle vakti otelimizden çıktım. Vaaz edeceğimiz otele doğru yürüyorum. Dilime pelesenk etmişim:
Hamdolsun, Rabbim aklımıza getirdikçe yol boyu dilimizde virdimiz, yürüyoruz. Kubbe-i Hadrâ hizasına geldim, ama otelden biraz geç çıktığım için de endişeliyim. 14:00 da olmam gereken yere 13:45’de hareket ediyorum, bu biraz gecikeceğim mânâsına geliyor. Karşıma sekiz-dokuz kadar hanım çıkıverdi. Ayaklarında kalın çoraplar, naylon terlikler, eteklerinin altından görünen kalın pazen donları, gömlekleri ve uzun kalın yeleklerinin üzerine upuzun namaz tülbentleri ile orta yaş üzeri hanımlar… Telâşlı yürürken birisi beni durdurup sadece:
“-Yolu bilmiyoruz, bizi Ravza’ya götür.” dedi.
Türk gibiydiler, ama kendi aralarında konuştukları zaman dillerini anlamıyordum. Tarif ettim, anlamadılar. Birisi elimden tutup: “-Bizi götür!” dedi.
“-Düşün peşime!” dedim. Vazife yerimin tam ters istikâmetinde, elele dokuz kadın yola düştük. Hızlı yürüyemiyorlar, ağızlarında duâları habire mırıldanıyorlar. Vaaza yetişme şansımı tamamen kaybettim. Yürüyoruz yavaş yavaş… Ziyaret başlayalı yarım saat olduğu için kadınların ziyarete girdiği mescidin ön bölümünü kapatmışlar. Mescidden dışarı çıkıp Ravza ziyareti için gelen hanım cemaate kapıların açıldığı bölmeye geçtik. Hanımları, Ravza ziyareti yapacak diğer umrecilere teslim edip çıkıyorum.
Vazifeli olduğum otele ter içinde geldiğimde bir de bakıyorum; benden on beş dakika önce otelden çıkan vazifeliler daha gelmemişler. Biraz sonra onlar da içeri giriyorlar.
“-Hoca hanım sen nasıl erkenden geldin? Uçtun mu?” diye sormazlar mı?!
“-Siz bir yere mi uğradınız?” diyorum.
“-Hayır, doğruca buraya geldik.” diyorlar. Saatime bir bakıyorum; saat, otelden çıktığım saat… Yani 13:45… Hayır, saatim durmamış, çok da güzel çalışıyor. Bu nasıl sırlı bir iştir? Ben bu hanımları daha sonra hiç görmedim. Kimdiler, onu da bilemedim. Sadece ben onları Ravza girişine bıraktığım zamanki bakışlarını hatırlıyorum. Rasûl’e ve Ehl-i Beyt’e âşık olana zaman duruyorsa, o aşkın kaynakları neler yapmaz?
“es-Salâtü ve’s-selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtühû yâ ehle’l-beyti, innehû hamîdün mecîd.”
[1] Bu âyetin indirildiği yer; “Mekke” ve hitâp ettiği ilk kimseler “Mekke müşrikleri”dir. Mekke döneminde Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma henüz evlenmemiş ve çocukları olan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin Efendilerimiz dünyaya gelmemişti. Burada Peygamber Efendimizin diliyle ifade edilen “akrabalık hakkı, dostluk, meveddet” de Mekkeli müşriklerle aynı geçmişe, ortak kabile bağlarına sahip olduklarını hatırlatmak ve en azından Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemeleri noktasında insafa gelmelerine davet etmek içindir. Yoksa onlardan tebliğ vazifesine karşılık (mânevî de olsa) bir bedel istememektedir.
Kaynak: Fatma Hâle Sağım, Şebnem Dergisi, 129. Sayı, Kasım 2015
.
Ehl-i beyti ve sahabeleri sevmeyen Müslüman kafir olur mu?
Soran : Anonim
Tarih: 12.07.2024 - 14:19 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Ehl-i beyti ve sahabeyi sevmeyen Müslüman olmaz.
Sahabe sevilir, sayılır, fıkıhta görüş ve rivayetlerinden istifade edilir…
Sahabe masum (günah işlemez, hata etmez) değildir.
Önemli günahı, hatası olan belli bir sahabi hakkında “Onun bu günahını sevmiyorum.” diyen de kâfir olmaz.
Müslüman, uzman bir hekim gibi olmalıdır. Hiçbir hekim hastasına düşman olmaz, ama hastalığını da sevmez.
Bir Müslüman da başta ehlibeyt ve sahabe efendilerimiz olmak üzere bütün Müslümanları sever ve sevmeli, varsa hataları elbette o hataları sevemezler ama Müslümanları severler…
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
İmam-ı Azam Ehl-i Beyt imamlarına yardım etmiş midir?
Soran : Anonim
Tarih: 21.04.2008 - 03:35 | Güncelleme:
Soru Detayı
İmamı Azam?ın Emevi devleti zamanında zülüm gören ve cihad etmek zorunda kalan hangi ehli beyt imamına para yardımı yaptı, bu konu ve olaylar hakkında geniş bilgi verirseniz sevinirim?
Ehl-i Beyt gerek kavram gerekse özellik olarak İslam'da önemli bir yere sahiptir. Hz. Peygamber'in yakın çevresi yani ailesi olan bu kişilerin ilk İslam toplumundaki dini ve sosyal fonksiyonları tüm Müslümanlar tarafından bilinen bir husustur. Bu dönemde Müslümanlar Hz. Peygamber' e karşı besledikleri sevgi ve saygının bir benzerini onun yakınları olan Ehl-i Beyt'ine karşı da beslemişlerdir. Bundan daha önemlisi Müslümanlar İslam'ın yeni nazil olan prensiplerini Hz. Peygamber'in eğitim ve uygulamasından öğrendikleri gibi ev ve aile hayatının özel konularının öğreniminde Ehl-i Beyt’ten istifade etmişlerdir. Ehl-i Beyt’in bu fonksiyonu Hz. Peygamber' in irtihalinden sonra da devam etmiştir.
Ehl-i Beyt sevgisine geçmeden önce kısa da olsa kavramın tanımlanması ve geçirdiği tarihi süreç hakkında bilgi vermemiz yerinde olacaktır. Zira yapılan tanımlar, Ehl-i Beyt’in İslam toplumundaki yerini ve aldığı şekli yansıtması açısından önemlidir. Ehl-i Beyt Arapçada "ev halkı" ve "aile" anlamına gelen bir tabir olarak her dönemde kullanılagelmiştir. Hz. Peygamber döneminde bu anlamıyla kullanılmıştır. Gerek Hadis gerekse İslam Tarihi rivayetlerindeki örneklere baktığımız zaman tabirin hem Hz. Peygamber'in ailesi hem de diğer insanların aileleri ve ev halkları için kullanıldığını görürüz. Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra işbaşına geçen Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de aynı şeyi söylememiz mümkündür. Ancak bu dönemde az da olsa Ehl-i Beyt’e farklı anlam ve özellikler yükleyip siyasi ve fikri görüş ayrılıkları içerisinde kullanıldığı görülmektedir. Dolayısıyla bu dönemi yani Hulefâ-i Raşidin dönemini tam manasıyla olmasa da Ehl-i Beyt’ten farklı şeylerin anlaşılıp farklı özelliklerin yüklenmeye başlandığı bir dönem olarak görebiliriz.
Tabirin gerek kavram gerekse fonksiyon olarak ilk dönemden farklı bir görünüm arz etmesi Hz. Hüseyin'in şehid edilmesiyle başlar. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehid edilmesi İslam toplumunu derinden yaralamış, Hz. Peygamber'in çok sevdiği torununa reva görülen uygulama o dönemde olduğu gibi günümüze kadar devam eden süreçte bütün Müslümanların nefretle andığı bir konu olmuştur. Aslında Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi bardağı taşıran son damladır. Zira daha önce Hz. Ali bir Harici tarafından suikastla şehid edilmiş, Hz. Hasan ortaya çıkan hilafet mücadelesi nedeniyle, Müslümanların kanlarının dökülmesini önlemek amacıyla feragat ederek hilafeti Muaviye'ye bırakmak zorunda kalmıştır. Ehl-i Beyt’in önemli şahsiyetlerinin karşı karşıya kaldığı bu durumlar Müslümanlar arasında büyük bir üzüntüye sebep olmuş, bu aynı zamanda Emevi idaresine karşı nefret şeklinde kendisini göstermiştir. Bu olaylardan sonra Ehl-i Beyt tabiri daha çok bir mefhum olarak kullanılmıştır. Müslümanların geneline şamil olmak üzere onlara saygı ve sevgi gösterilmiş, gönüllerdeki bu yerleri her zaman muhafaza edilmiştir. Ancak Ehl-i Beyt’e karşı beslenilen bu sevgi ve saygı, kimileri tarafından kişisel ve siyası çıkar amaçlı kullanımlar için bir malzeme olarak görülmüş, amaçlarını gerçekleştirmede bir fırsat kabul edilmiştir. Bu dönemi Ehl-i Beyt kavramı açısından istismar süreci olarak adlandırmamız yanlış olmayacaktır. İşte kısaca ifade etmeye çalıştığımız Ehl-i Beyt kavramının bu tarihi süreci Müslümanları Ehl-i Beyt’in kim ve ne olduğunu araştırmaya, Kur' an ve Sünnet kaynaklı tanımlar yapmaya sevk etmiştir. Konuya bu noktadan yaklaşan Ehli Sünnet itikadı içerisinde kavram için farklı tanımlar yapılmıştır. Kimi tanımlar Ehl-i Beyt’i sadece Hz. Peygamber'in ev halkına yani hanımları ve çocuklarına hasrederken bazıları da Hz. Ali ile torunlarını da bu çerçeveye dahil etmişlerdir. Yine bazı tanımlar Hz. Peygamber'in ailesiyle birlikte yakın ve uzak akrabalarını da bu kapsama alırken diğer bazıları "Ehl" ve "Âl" kelimeleri arasındaki ilişkiye dayanarak Kur' an ve Hadisten getirdikleri delillerle tüm Hz. Muhammed ümmetinin Ehl-i Beyt olduğunu savunmuşlardır. Genel olarak kabul edilen görüşe göre ise Ehl-i Beyt Hz. Peygamber'in hanımları, çocukları, torunları ve Hz. Ali'dir. Ehl-i Sünnet itikadı içerisindeki bu görüşler karşısında Şia, Ehli Beyt konusunda ortaya koyduğu ve kabul ettiği tek bir tanımla Ehl-i Beyt’i Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e hasretmiş, Hz. Hüseyin soyundan gelen imamları da kendilerine tabi olunacak yegâne masum -günahtan korunmuş- önderler olarak takdim etmiştir.
Onlara göre, Hz. Peygamber'in hanımları Ehl-i Beyt olmadığı gibi diğer çocukları ve torunları da Ehl-i Beyt değildir. Yine Hz. Hasan nesli ve Hz. Hüseyin' in on iki imam haricindekiler Ehl-i Beyt imamları silsilesinden kabul edilmezler. Şia Ehl-i Beyt'i bu şekliyle itikat sistemin temeline oturtur, bu konuda hiçbir itirazı kabul etmez ve tartışmaya girmez. İşte İslam dünyasındaki itikadı kırılmanın temel noktası burasıdır.
Ehl-i Beyt Sevgisi
Hz. Peygamber’in yakınları olan, hayatı boyunca ona hizmet eden, her türlü sıkıntı ve zorluğa göğüs geren, bu noktada diğer Müslümanlara örnek olup onlara yol gösteren Ehl-i Beyt, Hz. Peygamber'in dostları olan ashabdan başlamak suretiyle günümüze kadar olan süreçte tüm Müslümanların saf, temiz ve samimi sevgi besleyip saygı gösterdikleri, her zaman için hayırla yâd ettikleri kimseler olmuşlardır. İlk örneklerini ve en doğru şeklini Hz. Peygamber'le birlikte yaşayan ashabda gördüğümüz Ehl-i Beyt’e sevgi ve saygının temelinde yatan temel unsur Hz. Peygamber sevgisidir. Hz. Peygamber sevgisinin temelleri ise Kur'an ve Sünnet’tedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Müslümanların Allah'a karşı sevgi ve itaatleri Hz. Peygamber'e İtaate bağlanmıştır. "Rasûl’üm de ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunur ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Al-i İmran, 31) Görüldüğü gibi Allah'ı sevmek Hz. Peygamber'e itaatle mümkündür. Hz. Peygamber'e İtaat etmek ise ancak onu sevmekle mümkündür. Zira bir Müslümanın kendisine hidayet yolunu öğreten ve insan gibi yaşama standartlarını kazandıran bir kimseye yani Hz. Peygamber'e sevgi ve saygının en üst seviyesini göstermesi kadar daha tabii bir şey yoktur. Gerçek anlamda itaat işte bu sevginin samimiyetinde gizlidir. Bunun için insanlar Hz. Peygamber’e itaate çağrılırken aynı zamanda ona sevgiye de çağrılmışlardır. "De ki, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez." (Al-i İmran,32) "De ki, eğer ana-babalarınız; çocuklarınız; kardeşleriniz, eşleriniz; hanedanınız, biriktirdiğiniz mallarınız ve zarara uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenleriniz size Allah’tan, Rasûl’ünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, Allah'ın emrinin size gelmesini bekleyiniz. Allah emrini tutmayanları (fasıkları) sevmez." (Tevbe,24)
Hz. Peygamber ise bir mü'minin imanının tadına varabilmesini, onun kendisine tesirini hissedebilmesini "Allah ve Rasûl’ünün sevgisinin her şeyden daha fazla" (Buhari, İman, 9, 14) olmasına bağlamıştır. Yine, "Sizden biriniz beni kendi babasından, çocuklarından ve diğer tüm insanlardan daha çok sevmedikçe tam iman etmiş sayılmaz" (Buhari, İman, 7, şeklindeki ifadesi bu sevginin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Kıyametin ne zaman kopacağını soran bir sahabiye: "Onun için ne hazırladın?" diye cevap veren Hz. Peygamber onun: "Çok fazla namaz kılıyor, çok fazla oruç tutuyor ve çok fazla sadaka veriyor değilim. Ancak Allah'ı ve Rasûl’ünü çok seviyorum ya Rasûlallah" cevabıyla karşılaşınca: "Kişi kimi seviyorsa kıyamette onunla beraber olacaktır" (Müslim, Birr ve's-Sıla, 50) buyurarak, gerek ashab gerekse tüm Müslümanlar için Allah ve Peygamber sevgisinin önemini en açık bir şekilde göstermiştir.
Görüldüğü gibi kişinin kendisine iyilik ve güzelliğin kapılarını açarak hayatı anlamlandıran bir kimseye karşı sevgi besleyip saygı göstermesi fıtrat gereği ve sosyal bir olgu olmasının yanında Hz. Peygambere sevgi Kur'an ve Sünnet'e konu olmuştur. Böyle bir emrin ilk muhatabı olan insanlar olarak ashab, şerefli bir insan olmaya doğru atılan adımları bizzat çevrelerinde görmenin verdiği güven ve samimiyetle Hz. Peygamber'e sevginin en doğru şeklini çizerek bunun nasıllığını ve niceliğini asırlar boyunca tüm Müslümanlara göstermişlerdir. Siyer ve İslam Tarihi kaynakları ashabın bu teslimiyet, fedakârlık ve sevgi örnekleriyle doludur. Örnek alınması gereken bu sevgi ve fedakârlıklar olmalıdır.
Ashabın Ehl-i Beyt'e karşı gösterdiği sevgi de işte Hz. Peygamber'e gösterilen bu sevginin yansıması şeklindedir. Ehl-i Beyt'e sevginin kaynağı burasıdır. Hz. Muhammed (sav)'i peygamber olarak kabul eden bir Müslümanın onun Ehl-i Beyt'ini sevmesi ve saygı göstermesi için başka bir sebep aramaya gerek yoktur. İslam dünyasında ortaya çıkan siyasi ve fikri hareketler neticesinde farklı bir yapıya büründürülen "Ehl-i Beyt" mefhumu çevresine oturtulan fikir ve düşünceler bizim için asıl olmamalıdır.
"Rasûlullah (sav)’ın akrabalarından birisi gelince Kureyş'den olan insanlar sözlerini kesiyorlar ve yüzlerini ekşitiyorlardı. Bu durum Rasûlüllah (sav)'a haber verilince, çok kızdı, yüzü kızardı, alnı terledi ve şöyle dedi: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki akrabalarımı, Allah ve Rasûlü için sevmeyen kimsenin kalbine iman girmez."
Kur'ân-ı Kerîm'de Ehl-i Beyt Sevgisi
Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i Beyt tabiri üç yerde geçmektedir. Bunların birincisi Hz. İbrahim (as) kıssasında (Hud, 73) ikincisi Hz. Musa (as.) kıssasında (Kasas, 12) üçüncüsü de Hz. Peygamber'in hanımlarına yönelik tavsiyeleri ihtiva eden Ahzab suresindedir. (Ahzab, 33) Hz. İbrahim (as) kıssasında geçen ayette Ehl-i Beyt tabiri ile kastedilen kişi Hz. İbrahim (as)'ın hanımıdır. Hz. Musa (as) kıssasında geçen tabir ise Hz. Musa (as)'ın annesine işaret etmektedir. Hz. Peygamber'le ilgisi olması yönüyle birçok tartışma ve farklı görüşlerin üretildiği delil olarak dikkati çeken Ahzab suresi 33.ayetinde ise hitap Hz. Peygamber'in hanımlarına yöneliktir. Yani Ehl-i Beyt tabiri ile kastedilen kimseler çok açık ve net olarak Hz. Peygamber'in hanımlarıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Ehl-i Beyt'e sevgiyi konu edindiği iddia edilen ayet Şura Suresinin 23. ayetidir. Bu ayet, içerisinde geçen “meveddet” kelimesi nedeniyle İslami terminolojide "Meveddet Ayeti" diye meşhur olmuştur. Bu ayette: "O söylenenler Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimettir. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını artırırız, şüphesiz Allah bağışlayan (iyiliğe) karşılık verendir" (Şura, 23) buyurulmaktadır.
Ayette Ehl-i Beyt sevgisine delalet eden açık bir lafız yoktur. Ancak farklı yorumlarla ayet bu konuda delil olarak ileri sürülmektedir. Bu ayetle ilgili kaynaklarda verilen ilk ve genel kabul gören yoruma göre bu sure Mekke'de nazil olmuştur. Hz. Peygamber İslami tebliğin başlangıcında Kureyş kabilesinin yani akrabası olan insanların zulüm ve işkencelerine maruz kalmış, ciddi sıkıntılar çekmiştir. İşte bu durum karşısında Allah, Rasûlüne "De ki, ben sizden akrabalık sevgisinden başka bir şey istemiyorum... " ayetini indirmiştir. Genel kabule göre bunun anlamı, Allah'ın bir elçisi göreviyle size ulaştırdığım İslami prensipler ve sizi hidayete çağırmam karşılığında sizden herhangi bir şey istemiyorum. Sizden sadece istediğim beni bir akrabanız olarak sevmeniz ve bana eziyet etmemenizdir, demektir. Sahabenin önemli simalarından müfessir İbn Abbas da bu görüştedir.
Arap toplumunun önde gelen özelliklerinden olan asabiyet -kabilecilik- ruhu aralarında çok sıkı bir işbirliği ve yardımlaşmayı sağlıyordu. Ancak Hz. Peygamber tebliğine başlayınca bütün Kureyş ona karşı cephe almış ve zulme varan karşı çıkış noktasına gelmişlerdi. İşte Allah onların bu özelliklerine dikkat çekerek Peygamberine aralarından -Benü Haşim'den- çıkmış akrabalarından birisi olarak davranmalarım, kendisine zulüm ve işkence ile değil hiç olmazsa akrabalık sevgisi ile muamele etmelerini istemesini tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber de zaten peygamberliğinden önce onlarla iyi geçinmiş, akrabaları ziyarete önem vermiş, zayıf ve güçsüzlerin yanında olmuş, bu özellikleriyle de herkesin güven ve sevgisini kazanmıştı. Onun bu durumu onlardan böyle bir sevgiyi talep etmesinin haklılığını göstermektedir.
Meveddet ayeti ile ilgili ikinci görüş ise ayetin "De ki, ben sizden buna karşılık akrabalarımı sevmenizden başka bir şey istemiyorum... " şeklinde anlaşılmasıdır. Bu, Şia'nın tartışmasız olarak kabul ettiği bir konudur. Bu kabulün sonrasında ortaya çıkması tabii olan diğer bir tartışma konusu ise bu akrabaların kimler olduğudur. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Şia kaynakları bunların Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olduğunda görüş birliği içerisindedirler. Görüldüğü gibi meveddet ayeti bu bakış açısıyla Ehl-i Beyt'e tabı olmayı vacip kıldığı şeklindeki görüşe delil olarak sunulmasının yanında, Ehl-i Beyt'in de Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olduğu yönündeki iddiaya delil olarak görülmektedir. Bu ayetin, Hz. Peygamber'in yakınlarım sevmeye delalet ettiğinin ifade edildiği bu görüş, genel olarak bazı hususlar yönüyle tenkit edilmiştir. Ayetin Mekke'de nazil olduğu gerçeğinden hareketle o dönem içerisinde zaten Hz. Ali ve Fatıma evliliği söz konusu olmadığı gibi, Hasan ve Hüseyin de dünyaya gelmiş değillerdi. Bununla birlikte Abdülmuttalib oğullarının hepsinin Müslüman olmadığı gibi, içlerinde Ebû Leheb gibi İslam'ın azılı düşmanlarından olanlar da vardı. Hz. Peygamber'in böyle bir ortamda akrabalarına sevgi istemesi mümkün görünmemektedir.
Kaldı ki, İbn Abbas'ın rivayetinde ifade edildiği gibi, sadece Benû Haşim veya Benû Muttalib değil, hemen hemen tüm Kureyş Hz. Peygamber'in akrabası idi. İslam’ı tebliğ esnasında kendisine karşı iyi davranmayan müşriklerden, akrabalarını sevmelerini istemesi kabul edilebilecek bir husus değildir.
Ehl-i Beyt sevgisi ile bağlantı kurulan diğer bir ayet ise yukarıdaki satırlarda ifade ettiğimiz Ahzab suresinin 33. ayetinin: " ... Ey Ehl-i Beyt Allah sizden her türlü eksikliği (kusuru) giderip sizi tertemiz kılmak ister." anlamındaki kısmıdır. Bu ayet kendisine yöneltilen yorumla Şia tarafından Ehl-i Beyt'in fazileti, üstünlüğü, masumiyeti ile onlara karşı sevgi beslemenin ve onlara tabi olmanın en önemli delili olarak kabul edilmiştir. Hâlbuki bu ayet hem anlam yönüyle hem de siyak-sibak ilişkisi yönüyle Hz. Peygamber'in hanımlarını muhatap almakta, onlara yapılan tavsiyeler ile bu tavsiyelere uydukları takdirde kazanacakları mükâfatları ortaya koymaktadır.
Ehl-i Beyt'in fazilet ve üstünlüğü ile onlara sevgi beslemekle ilgili olduğu iddia edilen diğer bir ayet ise Ahzab suresi 56. ayettir. Bu ayet, "Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed'i över/er. Ey iman edenler sizde onu övün, ona salat ve selam getirin" buyurarak Hz. Peygamber'e salat ve selamı emretmektedir. Bu ayet nazil olunca ashab Hz. Peygamber' e nasıl salat edeceklerini sormuşlar O da, "Ey Allah'ım İbrahim'e ve Al-i İbrahim'e salat ettiğin gibi Muhammed'e ve Al-i Muhammed'e salat et. Sen Hamid’sin. Mecid’sin" (Buharî, Tefsıru'l-Kur'ân, 247) diye buyurmuştur. Hz. Peygamber'e ve onun aline duayı konu alan bu ayetin "Âl" lafzı içerisine Ehl-i Beyt'i, ashabı ve ümmeti dahil edilmektedir.
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed'i över/er. Ey iman edenler sizde onu övün, ona salat ve selam getirin" buyurarak Hz. Peygamber'e salat ve selamı emretmektedir.
Hadislerde Ehli Beyt Sevgisi
Ehl-i Beyt hakkında birçok hadis rivayeti vardır. Bu hadislerden bir kısmı Ehl-i Beyt fertleri ve Hz. Peygamber'in onlarla olan ilişkileri, onlara olan sevgilerini yansıtırken diğer bir kısmı ise toplu olarak Ehl-i Beyt'i konu edinmektedir. Bu hadislerden bazı örnekleri burada zikretmek istiyoruz. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur;
• "Sizi nimetleriyle rızıklandırdığından dolayı Allah'ı seviniz: Allah'ı sevdiğinizden dolayı beni, beni sevdiğinizden dolayı da Ehl-i Beyt'imi seviniz." (Hâkim en-Nisabûrî, el-Müstedrek)
• "Hiçbir kimse, beni kendisinden daha fazla sevmediği müddetçe gerçek iman sahibi olamaz. Böylece ehlimi de kendi ehlinden, beni de kendinden daha çok sever. "(Heytemî, es-Savôik)
• "Çocuklarınızı üç hasletle terbiye ediniz. Bunlar: Peygamber sevgisi, Ehli Beyt sevgisi ve Kur'ân öğretimi." (Heytemi, es-Savaîk)
• "Rasûlullah (sav)’ın akrabalarından birisi gelince Kureyş'den olan insanlar sözlerini kesiyorlar ve yüzlerini ekşitiyorlardı. Bu durum Rasûlüllah (sav)'a haber verilince, çok kızdı, yüzü kızardı, alnı terledi ve şöyle dedi: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki akrabalarımı, Allah ve Rasûlü için sevmeyen kimsenin kalbine iman girmez." (Hâkim en-Nîsabûrî. el-Müstedrek)
• "Yemen Seferi dönüşü Hz. Ali (ra)'yi Rasûlullah (sav)’a şikâyet etmişlerdi. Hz. Peygamber: "Bana eziyet ettiniz" dedi. Onlar: "Sana eziyet etmekten Allah'a sığınınız Ya Rasûlallah" deyince: "Kim Ali'ye eziyet ederse bana eziyet etmiş olur" buyurdu. (İbn Hanbel, el-Müsned)
• "Kim Allah'ı severse Kur'ân'ı sever, kim Kur'ân'ı severse beni sever, kim de beni severse ashab'ımı ve akrabalarımı sever." (Heytemi, es-Savaîk)
• "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, biz Ehli Beyt'e ancak cehenneme girecek olanlar buğzeder." (Hâkim en-Nisabûri, el-Müstedrek)
• "Sizin en hayırlınız benden sonra ehlime en hayırlı olanınızdır." (Hâkim en-Nisâburi, el-Müstedrek)
• "Yıldızlar yeryüzündeki/er için birer emandırlar, Ehl-i Beyt'im ise, ihtilaflara karşı ümmetim için birer emandırlar."(Fîrâzâbâdî, Fedâilü 'l-Hamse)
Ehl-i Beyt'le ilgili genel olarak nakledilen bu rivayetlerden ayrı olarak Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Fatıma ile ilgili olduğu gibi ashabın diğer fertlerinin de sevilmesine yönelik teşvik ifadelerini görmek mümkündür.
Ehl-i Beyt tabiri ile ilgili olarak "Kisa Hadisi" diye meşhur olan rivayet bu konuda güzel bir örnektir. Hz. Aişe şöyle demiştir: "Bir gün Rasûlullah, üzerinde siyah kıldan dokunmuş bir örtü olduğu halde sabah erkenden çıktı. Yanına Hasan b. Ali geldi. Rasûlullah onu örtünün altına aldı. Sonra Hüseyin, Fatıma ve sonra da Ali geldi. Hepsini o örtünün altına aldı ve: "Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden her türlü kusuru giderip sizi tertemiz kılmak ister" buyurdu."(Müslim, Fedillü's-Sahabe,61) Aynı rivayetin Ömer b. Ebi Seleme'den nakledilen şekli ise şöyledir: "Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden her türlü eksikliği giderip sizi tertemiz kılmak ister" ayeti Ümmü Seleme'nin evinde nazil olunca Rasûlullah (sav), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin' i çağırarak, üzerlerine bir örtü örttü ve: "Allah'ım, bunlar benim Ehli Beytimdirler. Onlardan her türlü kusuru gider ve onları tertemiz kıl" dedi. (Tirmizi, Tefsıru'I-Kur'ân, 34)
Ashabın Uygulamalarında Ehl-i Beyt Sevgisi
Hz. Peygamber dönemi İslam toplumunun sosyal yapısına genel çerçeveyle baktığımız zaman hayatın her alanını kapsayan yönüyle yegâne ve tek otoritenin Hz. Peygamber olduğunu görürüz.
İşte Hz. Peygamber yönetiminde oluşturulan İslam toplumunun birliğinin ana hammaddesi asbabdır. Ashabın teslimiyet, samimiyet ve fedakârlığı bu oluşumun temel esasıdır. Bir peygamber olarak Hz. Muhammed'in yönetiminde tam bir teslimiyet ve samimiyet ilkesiyle hareket eden ashab, asırlar boyunca İslam Tarihinde "Asr-ı Saadet" diye tabir edilen görüntünün oluşmasını sağlamıştır. İşte bu yapı içerisinde Hz. Peygamber dışında herhangi bir otoriteden bahsetmek mümkün değildir. Bu yaklaşımla konuya baktığımız zaman ashabın Hz. Peygamber'e karşı besledikleri sevgi ve saygıdan dolayı onun yakınları olan Ehl-i Beyt'ine karşı da aynı tavrı sergilediğine şahid oluruz. Mesela Hz. Ebubekir'in: "Ey insanlar Hz. Muhammed'e olan hürmetinizi onun Ehl-i Beyt'i hususunda da muhafaza ediniz" ifadesi bu gerçeği en açık ve en doğru şekliyle ortaya koymaktadır. Yine onun: "Allah'a yemin olsun ki Rasûlullah'ın akrabaları benim nazarımda kendi akrabalarımdan daha sevimli ve üstündür" şeklindeki ifadesi bir Müslümanın Ehl-i Beyt'e nasıl bakması gerektiğini belirleyen bir ilke mahiyetindedir.
Hz. Ebû Bekir'in sözlerine yansıyan bu düşünceleri onun bazı uygulamalarında da görmek mümkündür. Bir defasında Hz. Peygamber ashabı ile birlikte mescidde otururlarken Hz. Ali oraya gelmiş ve bir müddet oturacak yer aramıştı. Hz. Peygamber, ona bir yer açılmasını ister bir şekilde asbabının yüzüne bakarken, Rasûlullah (sav)'ın hemen sağında oturan Hz. Ebubekir durumu sezmiş ve biraz yan tarafa yanaşarak: "Buraya ey Ebâ Hasen" diyerek açtığı yere onun oturmasını sağlamıştı. Hz. Ali de gelmiş ve Rasûlullah (sav) ile Hz. Ebû Bekir’in arasına oturmuştu. Bu duruma son derece memnun olan Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir’in sevgi ve saygısının sadece Hz. Ali ve çocukları ile sınırlı kalmayıp tüm Rasûlullah (sav)’ın akrabalarına şamil olduğunu da görmekteyiz. Nakledildiğine göre Hz. Peygamber’in meclislerinde Hz. Ebû Bekir O’nun sağına, Hz. Ömer soluna ve Hz. Osman da onun yanına otururdu. Hz. Peygamber’in amcası Abbas b. Abdülmuttalib geldiğinde, Hz. Ebû Bekir kalkar ve Abbas da onun yerine otururdu.
Hz. Ömer de gerek Hz. Peygamber zamanında gerekse kendi hilafeti döneminde Ehl-i Beyt’e karşı saygı ve sevgi üzerine kurulu bir anlayış ile muamele etmiştir. Bunun en güzel örneğini, kendi döneminde divanları oluştururken, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e, Bedir ehline tahsis ettiği 5 biner dirhem tahsis etmesinde görüyoruz.
Hz. Ebû Bekir’de gördüğümüz bu hareketlerin benzerlerini diğer ashabda olduğu gibi, ashabın büyükleri olan Hz. Ömer ve Hz. Osman’da da görmekteyiz. Bir gün Hz. Osman, Hz. Aişe’nin evine gelerek Rasûlullah (sav)’ı sormuştu. Hz. Aişe: “Yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıktı, yedi günden beri O’nun evlerinde yiyecek için bir ateş yanmıyor” deyince Hz. Osman: “Allah sana rahmet etsin, neden bunu bana daha önce bildirmedin?” diyerek bir koç kestirmiş, onunla yemek yaptırıp bu yemekleri Hz. Peygamber’in hanımlarının hanelerine dağıtmıştı. Hz. Peygamber eve döndüğünde “Bunlar nedir ey Aişe?” diye sorunca, Hz. Aişe, onları Hz. Osman’ın getirdiğini söylemiş, Rasûlullah (sav) da Hz. Aişe’den o yemekten diğer eşlerine de götürmesini istemişti. Hz. Aişe, bütün eşlerine de aynı şekilde verildiğini söyleyince de Rasûlullah (sav) ellerini kaldırmış ve: “Ey Allah’ım, sen de Osman’ı unutma!” diye dua etmiştir.
Hz. Ömer de gerek Hz. Peygamber zamanında gerekse kendi hilafeti döneminde Ehl-i Beyt’e karşı saygı ve sevgi üzerine kurulu bir anlayış ile muamele etmiştir. Bunun en güzel örneğini, kendi döneminde divanları oluştururken, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e, Bedir ehline tahsis ettiği 5 biner dirhem tahsis etmesinde görüyoruz.
Bu konuyu nakleden rivayetlerin verdikleri bilgiler ashabın ileri gelenleri ile istişare ettiğinde, Hz. Ali ve Abdurrahman b. Avf, Ömer’e gelerek, önce kendinden başlamasını istemişler, ancak o bunu kabul etmemiş ve: “Hayır, önce Rasûlullah’ın amcasından başlayacağım, sonra onun yakınları, sonra da onların yakınları…” diyerek Hz. Peygamber’in yakınlarına verdiği değeri ifade etmiştir. Bedir ehline beşer bin dirhem, o dönemde Müslüman olup da herhangi bir sebeple Bedir’e iştirak edemeyenlere de beşer bin dirhem, Abbas’a 12 bin dirhem, Hasan ve Hüseyin’e de babalarına verilen kadar atâ tahsis etmişti. İbn Abbas, Hz. Ömer için: “O, Hasan ve Hüseyin’i çok seviyor idi, atâ hususunda onları kendi evladından üstün tutmuştu” demektedir. İbn Abbas’ın sözünü teyit eden bir diğer rivayet ise şöyledir: Hz. Ömer, Hasan ve Hüseyin için beşer bin dirhem, oğlu Ömer için de bin dirhem atâ tahsis edince, oğlu Abdullah Hz. Ömer’e gelerek: “Ben onlardan önce dünyaya geldim, onlardan önce Müslüman oldum ve hicret ettim, fakat onları benden üstün tuttun” deyince Hz. Ömer “Yazıklar olsun sana ey Abdullah, sen bana onların dedesi gibi bir dede, onların babası gibi bir baba, onların annesi gibi bir anne, onların nenesi gibi bir nene, onların dayısı gibi bir dayı, onların teyzesi gibi bir teyze getirebilir misin? Onların dedesi Rasûlullah’tır, babaları Ali b. Ebî Talib, anneleri Fâtımâ, neneleri Hatice, dayıları İbrahim, teyzeleri Zeynep, Rukayye ve Ümmü Gülsüm, amcaları ise Ca’fer b. Ebî Talib’dir” demiş ve onun isteğini geri çevirmiştir.
Hz. Ömer ve diğer ashabın Rasûlullah (sav)’ın hanımlarına gösterdikleri saygı ve korunmalarına gösterdikleri titizliğin bir örneği de Hz. Ömer’in hilafeti döneminde, Ezvac-ı Tahirat’ın o anda sağ olanlarının hac için Mekke’ye götürülüp getirilmeleri esnasında görülmektedir. Hz. Ömer tarafından görevlendirilen Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf, kafileye büyük bir titizlikle refakat etmişlerdir. Hz. Osman arkada Abdurrahman b. Avf önde olmak üzere, onlara yaklaşan herhangi bir kimseyi hemen ikaz etmişler ve onlardan uzaklaştırmışlardır. Onların bu titizliği, Rasûlullah (sav)'ın hanımlarının mahremiyetine verilen önem ve kendilerine duyuları saygının bir örneğidir.
İşte örneklerini çoğaltabileceğimiz bu rivayetler. Ashabın gerek Hz. Peygamber gerekse ondan sonraki ilk halifeler döneminde Ehl-i Beyt'e karşı tutum ve tavırlarını yansıtmaktadır. Görüldüğü gibi bu dönemlerde Hz. Peygamber'e olduğu gibi Ehl-i Beyt'e karşı da saygı ve sevgi muhafaza edilmiş, diğer insanlar arasında onlara öncelik verilmiş ve onlara yapılan muamelelere dikkat gösterilmiştir.
Ehl-i Beyt Sevgisi Nasıl Olmalıdır?
Ehl-i Beyt, İslam toplumunun ilk yıllarından itibaren gönüllerin gıdası, sevgi ve dostlukların kaynağı, kardeşlik ve yardımlaşmanın ortak noktası olmuştur. Aynı zamanda birinci asırdan itibaren dini, siyasi ve sosyal hadiseler içerisinde farklı görüntülerle tarihe yansımıştır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Ehl-i Beyt sevgisi başlangıçtan itibaren her zaman için İslam toplumundaki yerini ve değerini korumuştur. Bu sevginin ifrat ve tefrit noktalarından uzaklaştırılıp dindeki asıl yerine yani olması gereken yere oturtulması gerekmektedir. Bu tespit günümüzde dahi varlığını devam ettiren Ehl-i Beyt istismarının boyutlarını Müslümanlara gösterecek ve yanlış düşüncelere karşı nasıl tavır alınması gerektiği noktasında fikir verecektir.
Bir kavramın, bir olayın veya bir meselenin dindeki yerini belirlemek için Müslümanın bakmak zorunda olduğu iki şey; Kur’ân ve Hz. Peygamber'in sünnetidir. Bizim için aslolan Ehl-i Beyt'in Kur’ân'da nasıl tanımlandığı, kimleri kapsadığı ve hadislerde Ehl-i Beyt ile ilgili uygulamaların ve tanımların ne olduğudur. Yine bu iki asli delilden sonra İslam âlimlerinin tümünün kabul ettiği üçüncü esas delil Hz. Peygamber'in terbiyesi altında yetişip daha sonra gelen Müslümanlara İslam' ı ve Müslümanların nasıl olması gerektiğinin en güzel örneklerini gösteren ashabın sözleri ve uygulamalarıdır.
Ehl-i Beyt sevgisinin sınırını ve nasıl olması gerektiğini belirlemek günümüz Müslümanı açısından önemlidir. Bir Müslümanın din kardeşine ya da diğer bir ifadeyle tüm Müslümanlara sevgi ve saygı ile muamele etmesi bir Müslüman olarak görevlerinden biridir. Bununla ilgili birçok ayet ve hadis zikretmek mümkündür. Ancak bu sevgi ve saygının bir sının olmalıdır. Bu sınır da Allah ve Peygamber sevgisidir. Hiçbir sevgi Allah ve Rasûlü’nün sevgisini aşmamalıdır. Yine bir kişi, grup ya da zümreye itaat de bunun gibidir. Bu itaat ve teslimiyet Allah'a ve Rasûlü’ne itaati geride bırakacak şekilde olmamalıdır.
Ehl-i Beyt'in kimler olduğu noktasında söylenecek şey genel olarak kabul edilen çerçevedir. Yani Hz. Peygamber'in eşleri, çocukları, Hz. Ali ve torunlarıdır. Bu çerçeveye kelime anlamının esnekliğiyle kendisine inanan tüm akrabalarını da dahil etmek mümkündür.
Burada söz konusu edeceğimiz diğer bir konu da Ehl-i Beyt'in kim olduğudur. Günümüzde Ehl-i Beyt var mıdır? Varsa kimlerdir? Bunlara karşı tavrımız nasıl olmalıdır? Ehl-i Beyt'in kimler olduğu noktasında söylenecek şey genel olarak kabul edilen çerçevedir. Yani Hz. Peygamber'in eşleri, çocukları, Hz. Ali ve torunlarıdır. Bu çerçeveye kelime anlamının esnekliğiyle kendisine inanan tüm akrabalarını da dahil etmek mümkündür. Diğer bir ifadeyle Hz. Peygamber'in akrabası olup ona inanmış, ona hizmet etmiş ve onunla birlikte yaşamış olanlar Ehl-i Beyt'tir. Bu çerçevedeki insanların nesli olup Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra dünyaya gelmiş ve onu görmemiş olanlar ise "Ehl-i Beyt nesli"dir. Bu şekilde yapacağımız bir ayırım hem teorik hem de pratik anlamda zihnimizde oluşan birçok soru işaretinin giderilmesini sağlayacaktır. Ehl-i Beyt neslini Ehl-i Beyt gibi algılayıp o şekilde muamele etmek bir takım yanlışları beraberinde getirecektir. Nitekim bu anlayış sebebiyle günümüzde dahi bazı insanların kendilerinin Ehl-i Beyt'ten olduklarından hareketle farklı bir yere ve özelliğe sahipmiş gibi bir anlayış sergiledikleri görülmektedir. Bir Müslüman için önemli olan şey Ehl-i Beyt Neslinden de olsa bir kimsenin imanı ve İslam’ıdır. İtikadıyla, amelleriyle tam bir Müslüman örneğini yansıtmayan bir kimsenin Ehl-i Beyt neslinden olması bir anlam taşımayacaktır. Yine böyle bir kimsenin Ehl-i Beyt'i söz konusu edip Ehl-i Beyt sevgisinden bahsetmesinin de bir anlamı yoktur. Nitekim tarihte bu nesil içerisinden facir ve fasık kimseler çıkmıştır. Günümüzde de böyle kişilerin olması muhtemeldir. Böyle kimselere sevgi ve saygı gösterilmesi uygun bir hareket değildir. İmanıyla, itikadıyla ve ibadetleriyle tam bir Müslüman olan Ehl-i Beyt Neslinden bir kimseye gösterilecek sevgi ve saygı ise aynı özelliklere sahip herhangi bir Müslümana gösterilecek sevgi ve saygıdan farklı olmayacaktır.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Ehl-i Beyt, Hz. Peygamber'in yakınları olduğu için ona hizmetleri ve onun terbiyesi altında bulunmuş olmaları sebebiyle sevilmeli, sayılmalı ve faziletleri kabul edilmelidir. Daha sonra gelen ve günümüze kadar uzanan çizgideki Ehl-i Beyt Nesline karşı ise yukarıda ifade ettiğimiz gibi imanı ve imanının yaşantısındaki görüntüsü çerçevesinde muamele edilmeli, sevgi ve düşmanlıkta aşırı gidilmemeli, bir Müslümana karşı nasıl hareket edilmesi gerekiyorsa öyle hareket edilmelidir. Aynı şekilde Ehl-i Beyt'i kendi siyası ve kişisel çıkarları için kullananlara karşı da dikkatli olunmalı, bu konuda gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Amaç İslam'ın makul ve mantıklı çizgisini bu konuda da görmek ve göstermek, istismara ve istismarcılara kapıyı kapamaktır.
.
Ehl-i sünnet, Ehl-i beyt'ten olan İmam Cafer Sadık'ın mezhebine neden tabi olmuyor?
Soran : ENGIN534
Tarih: 03.07.2006 - 18:07 | Güncelleme:
Soru Detayı
Madem bu Ehl-i beyt ve on iki imam, bu anlattığınız kadar takvalı ve Allah dostu kimselerse, biz Ehl-i sünnet olarak 6. İmam Cafer Sadık'ın öğretileri ve fıkıhı dururken, Ebu Hanife'nin mezhebini neden taklit ediyoruz?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bugün, gerek inançları, gerekse yaşayışlarındaki pek çok farklı hareketlerinden dolayı Ehl-i sünnetin dışında bir fırka olarak Şiîler; Gâliye, Zeydiye ve İmamiye gibi birkaç sınıfa ayrılsalar da günümüzde Şiî denince, umumiyetle İmâmiye anlaşılmaktadır.
Bunlar, Peygamberimiz (a.s.m.)'in dâr-ı bekaya irtihalinden sonra Hz. Ali (r.a.) ve sırasıyla iki oğlu ile torunlarını Allah’ın emri, Resulullahın tayini ve vasiyeti ile meşru imam (halife) kabul eder ve böylece On İki İmama inanmayı imânî bir rükün olarak görürler. İşte bu fırka, imam olarak sadece on iki İmamı kabul ettiklerinden dolayı, “İsnâ Aşeriyye (onikiciler)”, imamlara inanmayı îmânın şartlarından birisi olarak kabul ettiklerinden dolayı da “İmâmiye” denmektedir. Hem itikat hem de ibadet ve muamelâtta İmam Cafer Sâdık’ın görüşlerine dayandıkları için “Caferiyye” adı verilmektedir.
Başta Şah İsmail olmak üzere, pek çok kimselerin siyasî maksatlarına âlet edilerek renkten renge giren İmâmiye fırkası, zamanla itikat bakımından Mûtezile ve Müşebbihe gibi bâtıl mezhepleri de benimsemişlerdir. Esasen İmamiye, on ikinci imam olarak kabul edilen Muhammed el-Mehdî’nin gizlendiği inancından sonra bir mezhep ve sistem olarak tesis edilmiştir. Bu zamandan sonra da, İmamiyenin görüşü bütün olarak ortaya çıkmış, daha sonra tayin edilen imamların ve takip edilecek durum hakkında da esaslar kesinlik kazanmıştır.
Şiîler, imametin, yani halifeliğin, Ehl-i Sünnetin kabul ettiği gibi, Müslümanların istek ve seçimine bırakılabilecek “küçük” işlerden olmadığı görüşündedirler. Onlara göre zaten imamet, dinin aslında bulunan bir rükündür ve îman esasları arasında yer alır. Bundan dolayı bir Şiiler nasıl Allah’a, peygamberlere ve âhiret gününe îman ediyorlarsa, aynı şekilde imamın mevcudiyetine de inanmak zorundadırlar. Bu inanca göre, imamlar aynen peygamberler gibi mâsumdurlar; ne küçük, ne büyük hiçbir günah işlemezler, zulmetmezler; onları tanımayan kimse küfre girer. Hattâ, “Onların emirleri Allah’ın emirleridir; nehiyleri de Onun nehyidir. Onlara itaat, Allah’a itaattir, onlara isyan Allah’a isyandır.”
Şiîler mutlak imam olarak on iki imamı kabul ederler. Son imam, yâni “Mehdi-i Muntazır, Beklenen Mehdî”nin gizlenmesinden sonra, o tekrar dönünceye kadar onun vazifesini görecek “müçtehidler” de aynı şekilde imamın bütün selahiyetlerine sahip birer vekil hükmündedir. Bugün İmamiyeliği resmî bir mezhep olarak kabul eden İran, dinî selâhiyetleri haiz imamlık vazifesini de “Âyetullahi’l-Uzmâ”ya vermiştir. Bunun için bu “imam”a mutlak sûrette itaat gerekmektedir. Ona karşı gelmek Allah’a ve Peygambere karşı gelmek gibidir. “İran’ın resmî dini İslâm ve İsnâ Aşerî Câferî mezhebidir. Ve bu madde ebediyyen değiştirilmez” şeklinde yer alan İran anayasasında “On İki İmama” inanma mühim bir esas olarak kabul edilmektedir.1
Şiiler tarafından bu şekilde görülen imamet meselesi, Ehl-i sünnete göre, kesinlikle dinin usulü arasında yer almaz. İmam, yani halife, Müslümanların meşvereti ve seçimi ile işbaşına gelir. Din ve dünya işlerinde belli vasıfları taşıyan herhangi bir şahıs Müslümanların idaresini üstlenebilir. Hiçbir şekilde mâsum ve günahsız olamaz. Ehl-i sünnetin On İki İmama bakışına gelince; Peygamberimizin mübarek neslinden gelen Hz. Ali’nin dışındaki onbir imam fazilet, takva ve mânevî mertebe olarak büyük veli ve kutubtur. Bediüzzaman, “ümmetimin âlimleri Beni İsrâil peygamberleri gibidir" hadisinin sırrına mazhar olan zatları sayarken, On İki İmamı da zikrederek şöyle demektedir:
“Salâvatlarla Âl-i İbrahim Aleyhisselâma mukabil Âl-i Muhammed Aleyhisselâtü vesselâmın içindeki büyük evliya (r.a.) ve Ali (r.a.) ve Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) ve ehl-i Beytin Oniki İmamı ve Gavs-ı Âzam (k.s.) ve Ahmed-i Rüfâî (k.s.), Ahmed-i Bedevî (k.s.), İbrahim-i Dessûkî (k.s.), Ebu’l-Hasan-ı Şâzelî gibi aktaplar ve imamlar...”2
Yine başka bir ifâdesinde,
“Ehl-i hakikat başta Eimme-i Erbaa (dört mezhep imamı) ve Ehl-i Beytin Eimme-i İsnâ Aşer (On iki İmam) olarak Ehl-i Sünnet,..”3
diyerek On iki İmamın mânevî makamlarını kabul etmektedir.Zaten Hz. Ali’den ve Hz. Hasan’ın altı aylık halifeliğinden başka, diğer imamlar halifelik yapmamışlardır. İşte Ehl-i Sünnetin esas olarak On İki İmam hakkındaki görüşü bu merkezdedir.Oniki İmam şu zatlardır: Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Ali bin Hüseyin, Muhammed Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musâ Kâzım, Ali Rıza, Muhammed Takî, Ali Nakî, Hasan Askerî ve Muhammed Mehdî (Allah hepsinden razı olsun.)
Dipnotlar:
1. Çağımızda hîkâdî İslâm mezhepleri, s. 118-139; Muvazzah îlm-i Kelam, s. 24-25.
2. Şualar, s. 527.
3. Emirdağ Lahikası, I/201.