|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İçki, dinimiz ve sağlığımız
Şarabın, alkollü içkilerin, sağlığa faydalı olduğu, dozunda içki içmenin günah olmadığı söyleniyor. İçki hakkında dinimizin emri nedir? CEVAP: Kur'an-ı kerimde, hadis-i şeriflerde hamr kelimesi geçer. Hamr=alkollü içkidir. İçkinin, çeşitli hastalıklara yol açtığı, aklı azalttığı, karaciğeri bozduğu, beyni ve sinirleri harap ettiği, ilmî olarak defalarca tespit edilmiştir. Bir kimse, müslüman olmasa bile, sağlığa olan zararından dolayı içkiden uzak durmalıdır! Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: (Ey iman edenler, içki, kumar, putlar, fal okları şeytanın necis işleridir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allahı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık hepiniz vazgeçin!) [Maide 90, 91] Hadisi şeriflerde buyuruldu ki: (İçkinin haram olduğuna dair kesin hüküm indi.) [Müslim] (İhtimar [alkol teşekkül] etmiş her içki haramdır.) [Ebu Davud] (Çoğu sarhoş eden içkinin, azını da içmek haramdır.) [Nesai] (İçkide ilaç özelliği yoktur. Hastalık yapar.) [Müslim] (İçki, bütün kötülüklerin başıdır.) [Taberani] (İçki kötülük doğurur.) [Beyheki, Ruzeyn] (İçki her kötülüğün anahtarıdır.) [İ. Mace] (Allaha ve ahirete inanan içki içmesin, içki içilen sofraya da oturmasın!) [Taberani] (İçkiden sakının! Ağaç dal budak saldığı gibi, içki de, kötülük saçar.) [İbni Mace] (İçki, günahların en büyüğüdür. İçki içen, namaz kılmaz, [sarhoş olunca] anası, halası ve teyzesi ile zina edebilir.) [Taberani] (İçki içenin hayâ perdesi yırtılır, şeytan ona yoldaş olur, her kötülüğe sevk eder ve her iyilikten alıkoyar.) [Taberani] (Rahmet melekleri, sarhoştan uzak durur.) [Bezzar] (Alkoliğin, kabrinden kalkarken, iki gözü arasında, "Bu Allahın rahmetinden mahrumdur" yazısı görülür.) [Deylemi] (İçki içenin, kıyamette yüzü kara, dili sarkıktır, pis kokusundan herkes kaçar.) [Zevacir] (Bir zaman gelir ki, içkinin adı değiştirilip helal sayılır.) [İ.Ahmed] (İçki, zinadan kötüdür.) [R.Nasıhin] (Allah, içki içene, içirene, alıp satana, yapana, saklayana, taşıyana, kendisine götürülene ve parasını yiyene lanet etti.) [İbni Mace] (Emanete hıyanet edilir, zekat ceza gibi istenmeyerek verilir, aşağı kimseler, başa geçer, zalimlere şerrinden korkulduğu için iyilik edilir, içkiler içilir, çalgılar çalınır ve sonra gelenler [türediler] öncekileri kötülerse, çeşitli felaketlere maruz kalırlar.) [Tirmizi] (Bir kral, bir adamı tutup "içki, katillik, zina ve domuz eti yemekten birini seç, yoksa seni öldüreceğim" der. Adam içkiyi seçer. Onu içince hepsini de yapar.) [Taberani, Hakim]
Vesvesenin çaresi bilmektir
Vesveseden kurtuluş çaresi, hangi meselede vesvese ediliyorsa dinimizin o konudaki hükmünü iyi bilmektir. İyi bilen vesvese etmez. Her müslüman, haramlardan, şüpheli şeylerden, hatta mubahların fazlasından da kaçmalıdır! Buna azimetle hareket etmek denir. Günah olmayan, caiz olan işleri yapmaya, ruhsatla hareket etmek denir. İhtiyaç olmadıkça, ruhsatla amel etmemeli. Azimetleri yani güç gelen işleri yapamayanın, ruhsatla yani kolay olan, izin verilen işi yapması, azimeti yapmak gibi sevap olur. İmam-ı Rabbanî hazretleri, (Gerektiğinde en kolay fetvaya uymalı. Allahü teâlâ, insanlara güç gelen şeyleri değil, kolay olanların yapılmasını istiyor. Çünkü insan zayıf, dayanıksız yaratılmıştır.) buyuruyor. İmam-ı Şaranî hazretleri de buyurdu ki: İhtiyaç halinde ruhsatla amel etmeli. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ruhsatlardan istifade etmeyen, Arafat dağı kadar günah işlemiş olur.) [Taberânî], (Bir zaman gelecek, insanlar temizlikte fazla titiz hareket edecek, [vesveseye düşerek] dinde haddi aşacaklardır.) [Ebu Dâvud] Dinimiz, kolaylıklar, ruhsatlar dinidir. Mesela, abdest aldığını bilip sonra bozulduğunda şüphe edenin abdesti var demektir. Abdest aldıktan sonra, kuru yer kalmıştır zannıyla yeniden abdest almak gerekmez. Tekrar abdest almak mekruh olur. Abdest aldıktan sonra, iç çamaşırında yaşlık görüp, idrar mı, su mu diye şüphe eden, abdestten önce çamaşırına su serpmeli! Sonra orada bir yaşlık görürse, "Bu benim serptiğim su" demeli. Hatta o yaşlık idrar bile olsa, onun idrar olduğu bilinmediği için yıkamak gerekmez. Yaş ayakla necis yerde yürünse, yer kuru ise ayaklar necis olmaz. Abdestten sonra, "Acaba başımı mesh ettim mi?" veya "Abdestim var mı?" diye şüphe etmek, namaz kıldıktan sonra "Elbisem temiz mi idi?" veya "İftitah tekbirini almış mıydım?" gibi şüpheler vaki olan kimse, yeniden abdest almaz, elbisesini yıkamaz, namazını iade etmez. Çocuk ceketin sağ koluna işemiştir, fakat biz sağ kol olduğunu bilmiyoruz, galiba sol kol diyerek ceketin sol kolunu yıkasak idrar bulunan sağ kol da temiz gibi kabul edilerek namazımız sahih olur. Önemli olan kuru yerin kalmaması değildir. Kuru yer kalsa da biz bunu bilmiyorsak bu tamamdır. Ölçü yapılıp yapılmadığını bilmemektir. İmamı Gazali hazretleri gıdalarda domuz yağı gibi necis şeyleri anlatırken diyor ki: Allah bize necis olmayan gıdaları yemeyin demiyor, necis olduğunu bilmediğiniz gıdaları yiyin buyuruyor. Eğer necis olmayanı yiyin deseydi bu çok zor, hatta imkansız olurdu. Abdest ve gusül için de kuru yer kalmasın demiyor, kuru yer kaldığını bilmiyorsak, kuru yer kalsa bile, her yer ıslanmış kabul edilir. Abdestte kuru yer kalsa, fakat kuru yer kaldığını bilmeyen o kısmı yıkamaz. Ben burada kuru yer kaldığını bilmiyorum öyle ise burası yıkanmıştır demelidir ve orayı artık yıkamamalıdır. Yine kalbde burası yıkanmadı galiba diye zan kalabilir, kalsın ona itibar edilmez. Dinimiz böyle emrederken niye dinimizin tersini yapalım ki? Kuru yer kaldı zannı ile tekrar yıkamayı dinimiz emretmiyor, aksine yasaklıyor. Yani insan yıkandığına kanaat getirmese de, dinimiz kanaate varmayı istemiyor. Kalbin tatmin olmasını isteniyor. Benden istenen üç kere yıkamak demeli ve kuru yer kaldığını bilmeyince bilmemek ölçüdür. Bu ölçüyü unutmamalı. Ben kuru yer kaldığını bilmiyorum, o halde abdestim tamam demelidir. Kalbin tatmin olmasını, kanaat hasıl olmasını beklememeli. O zaten kolay kolay ele geçmez. Bunun gibi imam ateisttir, fakat biz onu bilmediğimiz için onunla kıldığımız namazlar sahihtir.
Hasan-ı Basri hazretleri, Kâbe'yi tavaf ederken sırtında yük olan bir zat görüp (Niçin yükle tavaf ediyorsun) dedi. O kimse de, (Bu yük değil, babam. Bunu Şam'dan yedi defa getirip tavaf ettim. Çünkü, bana dinimi, imanımı öğretti. Beni islâm ahlâkı ile yetiştirdi.) dedi. Üstad o zata, (Kıyamete kadar böyle arkanda taşısan, bir defa kalbini kırmakla bu yaptığın hizmet boşa gider. Bir defa da gönlünü yapsan, bu kadar hizmete karşılık olur.) buyurdu. Kâfir olan ana-babaya da hizmet etmek, nafakalarını vermek ve ziyaretlerine gitmek gerekir. Onları kiliseden de, meyhaneden de, sırtta taşıyarak geri getirmek gerekir. Ana-babaya iyilik ve ihsan, evlada farzdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ana-babasına iyilik eden evlat, Peygamberlerle beraber Cennete girer.) [İ. Rafii], (Ana-babasına iyilik edenin ömrü uzun, rızkı bereketli olur.) [İ. Ahmed], (En faziletli amel, vaktinde kılınan namazdan sonra ana-babaya iyiliktir.) [Müslim], (Sen de malın da babana aittir.) [İbni Mace], (Ana-babaya karşı gelmek büyük günahtır.) [Buharî], (Ana-babasına asi olan Cennete giremez.) [Nesâî], (Ana-babasına karşı gelenin ömrü bereketsiz ve kısa olur.) [İslâm Ahlâkı], (Allahın rızası ana-babanın rızasındadır.) [R. Nasihin], (Ana-babasını hizmetleriyle razı eden, Allahı razı etmiş olur, onları gazaplandıran, Allahı gazaplandırmış olur.) [İbni Neccar], (Ana-babaya ihsan, bedbahtlığı saadete çevirir, ömrü uzatır ve kötü ölümden korur.) [Ebu Nuaym], Ana-baba zâlim de olsa, onlara karşı gelmek, onlarla sert konuşmak caiz değildir. (Anam-babam çok şefkatsiz, onlara nasıl itaat edeyim) diyen bir kimseye, Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Anan seni 9 ay karnında gezdirdi. 2 yıl emzirdi. Seni büyütünceye kadar koynunda besledi ve sakladı, kucağında gezdirdi. Baban da seni büyütünceye kadar birçok zahmete katlandı. İdare ve maişetini temin etti. Sana dinini, imanını öğretti. Seni islâm terbiyesi ile büyüttü. Şimdi nasıl olur da, şefkatsiz olurlar? Bundan daha büyük ve kıymetli şefkat olur mu?) [Ey Oğul İlm.] Bir zat, (Ya Resulallah, ana-baba, evladına zulmetse de rızalarını almak gerekir mi) diye sorunca, cevaben 3 defa (Evet zulmetseler de rızalarını almayan Cehenneme girer) buyurdu. (Beyhekî) Ana-baba kötü bile olsa, yine onlarla iyi geçinmelidir! Ziyaretlerini terk etmek büyük günahtır. Hiç olmazsa, selam göndererek, tatlı mektup yazarak, telefon ederek, bu günahtan kurtulmalıdır! Hz. Musa, Allahü teâlâdan 9 defa nasihat istedi. Hepsinde de, ana-babaya itaat etmesi emrolundu. Babasına asi gelen, çocuğundan mürüvvet göremez, muradına kavuşamaz, ailesi ile geçinemez, evinin tadı bozulur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ana-babaya itaat, Allaha itaattir, onlara asi olmak, Allaha asi olmaktır.) [Taberânî] , (Rabbin rızası, ana-babanın rızasında, gazabı da, ana-babanın gazabındadır.) [Buharî], (Ana-babasını razı eden mümine cennetten iki kapı, üzene de cehennemden iki kapı açılır.) [Beyhekî], (Ana-babasını razı eden mümin, Cehenneme girmez, inciten de Cennete girmez.) [Şira], Cihad için izin isteyen birine Peygamber efendimiz, ana-babasının sağ olduğunu öğrenince, (Burada kal, onlara hizmet et, onlara hizmet cihaddır.) buyurdu. (Buharî) Cihada gitmek için gelen başka birisine de buyurdu ki: (Annenin yanından ayrılma! Cennet onun ayağı altındadır.) [Nesâî] Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki: (Âlim bir evladın ana babası kâfir olsa, kuyudan su çekmeleri için ona muhtaç olsalar, o da birkaç kova çektikten sonra öf dese, bütün amellerinin sevabı yok olur.)
Bazı kimseler, dinimizi bilmedikleri için, "Kur'an varken sünnete, Peygamberin açıklamalarına ihtiyaç yok diyorlar. Halbuki Allahü teâlâ buyurdu ki: (Resule itaat, Allaha itaattir.) [Nisa 80], (Resul ne emretmişse ona uyun!) [Haşr 7], (İndirdiğim Kur'anı insanlara açıkla!) [Nahl 44] Bazıları Kur'an ve hadis varken, alimlere, mezheplere uymak gerekmez diyorlar. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ümmetimin âlimlerinin farklı ictihadları, mezheplere ayrılması rahmettir.) [Nasr El-Makdısî, Beyheki], (Kur'an-ı kerime uymak farzdır. Onda bulamazsanız, sünnetime, sünnetimde de bulamazsanız, Eshabımın sözüne uyun.) [Beyhekî], (Âlimlere tabi olun, onlar yol gösteren ışıktır.) [Deylemî], (Âlimler, peygamberlerin varisleridir.) [Tirmizî], (Âlimler [ebedi saadet yolunu gösteren] birer kılavuzdur, rehberdir.) [İ. Neccar] Resulullah, Kur'an-ı kerimde, kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'an-ı kerim kapalı kalırdı. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rükû ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Yani hiç bir âlim, bunları Kur'an-ı kerimden bulup çıkaramazdı. Bunları Peygamber efendimiz açıklamıştır. Mezhep imamları, hadis-i şerifleri açıklamasaydı, sünnet kapalı kalırdı. Sünneti, müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydana çıkmıştır. Her Müslüman, durumuna göre, kendisine kolay gelen mezhebi seçer. Allahü teâlâ dileseydi, Kur'an-ı kerimde her şeyi açıkça bildirirdi. Böylece, mezhepler ortaya çıkmazdı. Her yerde, tek bir nizam olur, Müslümanların halleri, yaşamaları güçleşirdi. Bir Müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebe uyarak, bu işi kolayca yapar. Birkaç örnek verelim: Şâfiî'de, kadın eline dokunmak abdesti bozar, Hanefî ve Mâlikî'de bozulmaz. Hacda bu iki mezhepten birisi taklit edilirse, abdest bozulmadan tavaf yapılır. Bu bir rahmettir. Bir kız, babası razı olmazsa, Şâfiî'de evlenmek caiz olmaz. Babası razı olmadığı için bir kız, her bakımdan uygun temiz bir Şâfiî gence kaçsa, babasının rızası olmadan evlenmesi mümkün değildir. O halde, Hanefî taklit edilerek evlenebilir. Bu da bir rahmettir. Seferde iken, üç mezhepte iki namazı cem etmek, yani öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı birleştirerek kılmak caizdir. Namazlarını kaçırma tehlikesi varsa, Hanefîler, bu 3 mezhepten birini taklit ederek iki namazı cem ederek kılabilir. Bu da bir rahmettir. Müslüman kadının, gayri müslim ve fâsık kadınların ve mürted amca ve dayının yanında açık durması üç mezhepte caiz değil, Hanbelî'de caizdir. İhtiyaç olunca, Müslüman bir kadın, Hanbelî'yi taklit ederek, onların yanında başını açabilir. Gusülde ağız ve burnu yıkamak Hanefî ve Hanbelî'de farz, Mâlikî ve Şâfiî'de farz değildir. İhtiyaç olunca diş dolgusu olan bir kimse, Mâlikî veya Şâfiî'yi taklit ederse, guslü sahih olur. Bu da bir rahmettir. Rahmete vesile olmak ve Müslümanlara bir hizmet olması için, ihtiyaç olan konularda dört mezhepteki farklı hükümleri herkese bildirmek gerekir. İhtiyaç yokken mezheplerin kolay gelen taraflarını taklit etmek telfik olur, caiz değildir, haramdır.
Mezhepleri taklit rahmettir
Bir kimse, kendi mezhebine göre yapamadığı veya güçlükle yaptığı bir işi, başka bir mezhepte yapılması kolay ise, o mezhebin şartlarına uyarak, bu işi o mezhebe göre yapması caizdir. (R. Muhtar, Mizan, Hadika, Berika, S. Eb. 135) Hadika'da diyor ki, (Abdest ve gusülde başka mezhebi taklit etmek caizdir. Bunun için, o mezhebin şartlarına da uymak lazımdır. Bütün şartlarına uymazsa, taklit caiz olmaz. Kendi mezhebine uymayan işi yaptıktan sonra bile, taklit yapmak caiz olur. Mesela imam-ı Ebu Yusuf'a, Cuma'yı kıldıktan sonra, guslettiği kuyuda fare ölüsü görüldü dediler, "Şafii mezhebine göre guslümüz sahihtir" buyurdu. (S. Eb. 71) Berika'da, zaruret olan her işte de başka mezhebi taklit caizdir diyor. İbni Abidin'de, zaruret olsa da, olmasa da, harac [zorluk, sıkıntı] olduğu zaman, diğer üç mezhepten biri taklit edilir" diyor. (S. Eb. 71) Bir Hanefi'nin kendi mezhebine göre yapamadığı bir işi, yapabilmesi için Şafiî'yi taklitte bir beis olmadığı Bahrürraık ve Nehrülfaık'ta da yazılıdır. (S. Eb. 135) İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki: Şafiî âlimleri, kendi mezheplerinde yapılması güç şeylerin Hanefi'ye göre yapılmasına fetva vermişlerdir. (S. Eb. 71) Zaruret olmasa da bir ibâdeti yapmakta güçlük olunca, bunu yapmak için başka mezhebi taklit caizdir. (Mizan, F. Hayriye, F. Hadisiye, Mafüvat, S. Eb. 135) Tabi olduğu mezhebe uyarak, bir işi yaparken, harac hasıl olursa, bu iş, diğer üç mezhepten, harac bulunmayan birini taklit ederek yapılır. (S. Eb. 148) İkinci mezhebe göre de özrü hasıl olanın, üçüncü mezhebi taklidi caizdir, telfik değildir. (S.Eb. 136) Bir kişi, kendine kolay gelen, dilediği bir mezhebe uyabilir. Bir işini bir mezhebe, başka işini başka mezhebe göre yapabilir. Ancak bir işin hepsini bir mezhebe göre yapmak gerekir.) [Faideli bilgiler 34-5] İbni Abidin'de diyor ki, (Zaruret olmasa da, harac olunca, diğer üç mezhepten biri taklit edilir.) Bir işin, bir ibadetin sahih olması için, dört mezhepten birine uygun olması lazımdır. Bir ibadeti yaparken, şartlarından biri bir mezhebe, başka biri de başka mezhebe uygun olursa, bu ibadet sahih olmaz. Mesela, deriden kan akarsa, Hanefi'de abdest bozulur, Şafii'de bozulmaz. Bir erkek, yabancı kadının derisine dokununca, Şafii'de, abdesti bozulur. Hanefi'de bozulmaz. Derisinden kan aksa ve kadına da dokunsa, her iki mezhebe göre abdesti bozulur. Bu abdest ile kıldığı namaz sahih olmaz. Bu kimse, iki mezhebi Telfik etmekte, karıştırmaktadır. Böyle kimsenin ibadetinin sahih olmayacağı sözbirliği ile bildirilmiştir. Bir ibadetin bir şartı bir mezhebe, başka şartı da başka mezhebe göre sahih olursa, bu ibadet sahih olmaz. Fakat bir kimse, bir ibadeti, bir işi, bir mezhebin bütün şartlarına uyarak yapıp bitirdikten sonra, bunu tekrar yaparken veya başka bir ibadeti, başka bir işi yaparken, başka mezhebin şartlarına uyarak yapması, âlimlerin çoğuna göre sahih olur. İhtiyaç olduğu zaman yapmak ise, sözbirliği ile sahih olur. Hatta bir mezhebin şartlarına uyarak yapılan bir işin, bir ibadetin bu mezhebe göre sahih olmadığı, başka bir mezhebe göre sahih olduğu sonradan anlaşılsa, o mezhebe göre sahih olduğunu düşününce, o mezhebi taklit etmiş olur. O işi sahih olur. (S. Eb. 889) Bir Hanefi, kendi mezhebine göre yapamadığı bir işi, başka bir mezhebi taklit ederek yapabilir.) Bu işi yaparken o mezhebin şartlarını da yerine getirmesi gerekir. Harac [güçlük] olmadan ve şartlarını yapmadan taklit ederse, buna telfîk denir ki caiz değildir. (S. Eb. 135), Başka bir mezhebi taklit etmek, mezhep değiştirmek demek değildir. (S. Eb. 223) [Devamı var]
Başka mezhebi taklit ederken
Başka mezhebi taklit ederken, bütün şartlarına uyulmazsa, taklit caiz olmaz. Ancak bütün şartlarına uymak imkansız olursa o zaman, uyulabildiği kadar uyulur. Birkaç misal verelim: 1- Mukimken, harac olunca, mesela doktor ameliyatta, talebe imtihanda, güvenlik görevlisi nöbette ise, hastalıkta, kadın emzikli veya istihazalı ise, abdesti bozan özürlerde, abdest ve teyemmüm için zorluk çekenlerde, a'mâ ve yer altında çalışan gibi, namaz vaktini anlamakta aciz olanın ve canından, malından veya namusundan korkanın yahut maişetine zarar gelecek olanın, iki namazı cem etmeleri caiz olur. Namazı kılmak için işlerinden ayrılmaları mümkün olmayanların, yalnız böyle günlerde, Hanbeli mezhebini taklit ederek, iki namazı kılmaları caiz olur. Ancak Hanbeli'de de gusülde ağzın içini yıkamak farzdır. Bunun için ağzında dolgu olan birisi, zaruretsiz Hanbeli'yi taklit edemez. Zaruret veya harac olunca da, taklit etmek telfîk olmaz, caiz olur. Çünkü başka çare yoktur. Namazı kazaya bırakmak haram olduğu için, Hanbeli taklit edilerek iki namaz cem edilir. (Hulasat-üt-tahkik, (S. Eb. 203) 2- Seferde Hanefi hariç, diğer üç mezhepte namazları cem etmek caizdir. Seferde bir harac varsa, Hanefi olan bu üç mezhepten birini taklit eder. Bu üç mezhepten hangisine göre guslü ve abdesti varsa o mezhebi taklit eder. Üçüne göre de yoksa mesela kadına el dokunmuşsa ve elbisesi necis ise, Şafii'yi taklit edemez, diş dolgusu varsa Hanbeli'yi taklit edemez, gusülde delk yapmamışsa Maliki'yi taklit edemez. Şimdi ne yapacak bu kişi? Yolda iken gusletmesi, elbisesini yıkaması çok zor. Namazı kazaya bırakması haram olacağı için, bu mezheplerden farzlarına daha çok riayet edeceği birini taklit ederek kılması caiz olur. 3- Bir erkeğin, hanımı ile süt kardeş oldukları, fakat bir iki kere emmiş olduğu anlaşılsa, Hanefi'ye göre nikahları bozulur. Bunu kurtarmak için diğer mezheplerde bir çare aranır. Mesela Şafii veya Hanbeli taklit edilir. Çünkü Şâfiî'de ve Hanbelî'de ayrı ayrı beş kere doya doya emmedikçe süt kardeşi olmaz. 4- Bir erkek, hanımını üç talakla boşasa, nikahlarını devam ettirebilmek için diğer mezheplerde bir çare aranır. Mesela nikahları Şafii mezhebine uygun olarak kıyılmamışsa, Şafii mezhebi taklit edilir. Yani Şafii'ye uygun nikahları yapılarak evliliklerine devam ederler. Şafii olan bir kimse de, bazı zorluklardan dolayı Hanefi veya diğer mezhepleri taklit eder. Çünkü S. Ebediyye'de diyor ki: Yolda, nakil vasıtalarında [dolmuşta, otobüste], alış verişte [pazarda, markette] kadınlara temas korkusu olan Şâfii, Hanefi veya Maliki'yi taklit etmelidir. (s. 146) Şimdi bu kaideye göre birkaç misal verelim: 1- Hacca giden bir Şafiî'nin kadınlara dokunma ihtimali olduğu için abdestli bulunması zordur. Bu durumda Hanefi veya Maliki mezhebini taklit eder. 2- Şafii bir doktor, kadınlara dokununca abdesti bozulacağı için Hanefi'yi taklit eder. 3- Şafii bir genç, bir kız kaçırsa, kızın babası razı olmazsa, Şafiî'de, velisinin rızası olmadıkça evlenmesi caiz olmaz. Hanefi'yi taklit ederek velisiz de evlenebilir. 4- Şafii'de zekat 8 sınıfa verilir, sonraki gelen Şafii âlimleri üç sınıfa verilse de caiz olacağını bildirmişlerdir. Ancak üç sınıfı bulmak da zordur. Hanefi mezhebi taklit edilerek bir sınıfa verilir. 5- Şafii'de fıtra, kâğıt para ile hatta altın ile de verilmez. Ta Van'dan buğday getiren Şafiiler gördüm. Bu kadar sıkıntıya lüzum yoktur. Hak mezheplerin farklı ictihadından faydalanmak rahmettir. Hanefi mezhebi taklit edilerek altın veya gümüş verilir. (Devamı var)
Dün, Maliki'yi taklidin lüzumunu bildirmiştik. Bugün ise bunları sual ve cevaplarla açıklıyoruz: Sual: Sık sık ağız dolusu kusan kimse, Mâlikî'yi taklit ederse, abdesti bozulur mu? CEVAP: Bozulmaz. Sual: Hemoroid sebebiyle Mâlikî'yi taklit eden, kan akarken ve elbisesinde fazla kan bulaşmış iken namaz kılsa, câiz olur mu? CEVAP: Evet. Çünkü temizlemek zordur. Sual: Ameliyatla, karnımdan delik açılarak torba bağladılar. Torbadan bazen necaset sızıyor. Malikî'yi taklit ederek namaz kılmam caiz midir? CEVAP: Evet. Sual: Gaz sıkıştırmasından rahatsızım. Zaman zaman yel kaçırdığım da oluyor. Maliki'yi taklit etsem abdestim bozulur mu? CEVAP: Abdest bozulmuş olmaz. Sual: Eli kanayan, Maliki'yi taklit edip namaz kılabilir mi? CEVAP: Namazı kaçırmamak için taklit eder. Sual: Şuurlu hastaya, idrar için, sonda takıldı. İdrar, bir torbada birikiyor. Yatalak ve üstü necasetlidir. Bu necasetle namaz kılabilir mi? CEVAP: Maliki'yi taklit ederek namazlarını kılar. Sual: Maliki'yi taklit eden, öğleyi asrı evvele kadar kılamazsa, tekrar Hanefî'yi taklit edip öğleyi asr-ı evvelde kılması câiz mi? CEVAP: Zaruret olduğu için caizdir. Sual: Maliki'yi taklide niyeti unutup namaz kılan, daha sonra hatırlayıp niyet etse namazı sahîh olur mu? CEVAP: Evet. Sual: Vakit çıkmak üzere iken, hazırda temiz elbise de yoksa, Maliki'yi taklit edilip necasetli elbise ile namaz kılmak câiz mi? CEVAP: Evet. Sual: Ağzında diş dolgusu olup Maliki'yi taklit eden, ihtiyaç olunca, mukimken iki namazı cem için, Hanbeli''yi de taklit edebilir mi? CEVAP: Evet. Sual: Necasetli su arıtmada çalışıyorum. İş elbisemden başkası olmayınca, Malikî'yi taklit ederek namaz kılabilir miyim? CEVAP: Temiz elbise bulunmazsa, Maliki taklit edilir. Sual: El kanamasından dolayı, Malikî'yi taklit edenin, ayağı kanasa, abdesti bozulur mu? CEVAP: Evet. Sual: Maliki'yi taklit eden, abdest alıp namaz kıldıktan bir ay sonra, elinde yağlı boya görse, boyayı kazıyıp yıkasa, kıldığı namaz ve abdesti sahih olur mu? CEVAP: Evet. Sual: Diş dolgusu, idrar tutamaması ve basurdan gelen kan sebebiyle Mâlikî'yi taklit edenin eli kanasa, abdesti bozulur mu? CEVAP: Evet bozulur. Sual: Malikî'yi taklit eden, abdest aldıktan sonra, Mâlikî'ye göre niyet etmediğini hatırlasa, o anda niyet etse, sahih olur mu? CEVAP: Evet sahih olur. Sual: Şafii mezhebini taklit ederken beş sene önce haccetmiştim. Fakat kadınlara dokundum. Haccım ve namazlarım sahih oldu mu? CEVAP: O haccımı ve namazlarımı Maliki'yi taklit ederek ifa ettim, denirse sahih olur. Sual: Dolgu sebebiyle Şâfii'yi taklit ediyorum. Hiç sebep yok iken, daha kolay diye, Şâfii'yi taklidi bırakıp, Maliki'yi taklit etmem uygun mu? CEVAP: Evet uygundur. Sual: Unutup necasetli elbise ile namaz kılan, namazdan sonra hatırlasa, (Bu namazı Maliki'ye göre kıldım.) dese, sahih olur mu? CEVAP: Evet. Sual: Unutarak mukimken mestlere 24 saatten fazla mesh ettim. (Bu namazları Mâlikî'ye göre kıldım) desem câiz mi? CEVAP: Evet, unutmak ile câizdir.
Komşu hakkı önemlidir. İyi komşuluğun imanla da ilgisi vardır. (Güzel komşuluk et ki, hakiki mümin olasın) hadis-i şerifi bunu açıkça gösteriyor. Peygamber efendimiz, (Komşuya da, ana-babaya hürmet eder gibi hürmet etmek gerekir) buyuruyor. Komşuya hürmet, onunla iyi geçinmektir. Onu incitecek söz ve hareketlerde bulunmamaktır. Çünkü Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Komşunun miras hakkı gibi hakkı vardır, o da komşuluk hakkıdır. Eğer müslüman ise sende iki hakkı vardır: Biri komşuluk hakkı, biri de müslümanlık hakkı.) [İslâm Ahlâkı] (Komşusuna eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden Allaha eziyet etmiş olur. Komşusu ile dövüşen, benimle dövüşmüş olur. Benimle dövüşen Allah ile dövüşmüş olur.) [Ebu Nuaym] (Namaz kılan, oruç tutan, sadaka veren, fakat dili ile komşularını inciten nice kimseler vardır ki, gidecekleri yer Cehennemdir.) [Hakim] Komşuya emr-i maruf yapmamak önemli bir kul hakkıdır. Mesela, komşularının günah işlediklerini görüp de, "bana ne" diyerek evine çekilen, uygun bir şekilde onlara nasihat etmeyen ve kendileri ile görüşmeyen, onların Cehennemden kurtulması için yardım etmeyen mesul olacaktır. Komşuları böyle bir kimseyi, kıyamette Allahü teâlâya şikayet edeceklerdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Nice kimse, kıyamette komşusunun yakasına yapışıp "Ya Rabbi, buna, niçin kapısını bana kapattığını sor. Niçin elindeki nimetlerden bana da vermedi" diyecektir.) [İsfehani] (Komşun yardım isterse yardım et. Borç isterse ver. Fakir ise gözet. Hastalanırsa ziyaret et. İyi şeylerini tebrik et, felaketlerinde sabır dile. Ölünce cenazesine git.) [Haraiti] Muazzam eserler Kâinattaki canlı-cansız her mahluk muazzam bir eserdir. Bir insanın vücudunu inceleyen insaf sahibi bir kimse, bunun muazzam bir eser olduğunu, bunun mutlaka bir yaratıcısının bulunduğunu kabul eder. Hayvanları, hatta cansızları inceleyen de aynı neticeye varır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Gökleri yedi kat ve birbirine ahenkli şekilde yaratan Rahmanın yarattığı her şeyde bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü çevir de ibretle bak, bir aksaklık, bir eksiklik var mı? Bir aksaklık var mı diye gözünü tekrar çevir de bak, ama umduğunu bulamayıp bitkin düşersin.) [Mülk 3-4] Makbul olan iyilik Allahın rızasına kavuşturucu iyiliğin ne olduğunu dinimiz bildirmiştir. İman etmeden yapılan iyiliğin kıymeti olmaz. Yalnız Allaha inanmak da iman değildir. Amentü'de bildirilen altı esasa inanmak şarttır. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Asıl iyilik, Allaha, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanmak, Allah rızası için akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, saillere ve mükateb köle [ve esirlere] sevdiği maldan harcamak, namaz kılmak, zekât vermek, antlaşmada sözlerini yerine getirmek, sıkıntı, hastalık ve savaşta sabretmektir.) [Bekara 177] Bu ayet-i kerimede, insanı olgunlaştıran esaslar açıkça bildirilmiştir. Bunlar da sağlam iman, iyilik, yardım ve nefsin ıslahıdır. Bu hasletleri kendisinde toplayan bir kimse, iman ve itikadına göre, sıdkla vasıflandırılmış, takva ile övülmüştür. Peygamber efendimiz, (Bu ayetin bildirdiği hususlarla amel eden kimse, kâmil iman sahibi olur) buyurdu. (Tibyan)
Bir gayri müslim dükkanına dini bir levha asıyor. Bir fâsık, menfaat için dindar gibi görünüyor. Yahut bir müslüman dini istismar ediyor. Gerek şahsi, gerek siyasi menfaat veya nüfuz sağlama işine din istismarı denir ki, bunun dinimizdeki adı riyadır. Koltuk kapmak, alkış toplamak, bir grup insanı peşine takmak gibi bir menfaat peşinde koşmak, Allah rızasından başka niyetlerle yapılan her iş riya olur. İmam-ı Gazalî hazretleri buyuruyor ki: İyi bil ki riya haramdır, riyakârı Allah sevmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ahir zamanda dünya menfaati için dini alet eden, gösteriş yapanlar çıkar. Sözleri baldan tatlıdır. Bunlar kuzu postuna bürünmüş birer kurttur.) [Tirmizî] Din alet edilerek elde edilen mal için şair diyor ki: (Lânet ola ol mala [makama, şöhrete] ki, tahsiline onun ya din ola, ya ırz, ya namus ola alet.) Din, güzel ahlâk sahibi olmayı, merhamet, muhabbet ve büyüklere itaat, küçüklere şefkat emreden, şahsi menfaatler için dini kullanmayı en büyük günah sayan, insanları doğru yola götüren, Allahü teâlânın razı olduğu yoldur. Dini politikaya alet etmek, yahut başka zararlı maksatlar ve menfaatler için kullanmak, bir takım cahilleri, din ismi altında, tahrik etmek çok büyük bir günahtır. Allahü teâlâ, en çok bunu kötülemektedir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Yazıklar olsun ilmini ticaret vasıtası yapan ilim sahibi kötü kimselere ki, devlet adamlarına yaklaşır ve kazanç temin ederler. Allah onların ticaretine kesatlık versin!) [Hakim] (Ahir zamanda âlimler, halkın istediği yönde fetva verip, helale haram, harama helal derler, Kur'anı ticarete, menfaate alet ederler.) [Deylemî] Vaaz etmek ve dini yazı, dini kitap ve dini dergi çıkarmak, ancak Allah rızası için olunca, mevki, mal ve şöhret kazanmak için olmayınca faydalı olur. Mezhepsizler, insanları kendi sapık düşünceleriyle Cehenneme sürüklemektedir. Bunlar, dini dünyaya alet eder, dine çok zarar verir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Hak teâlâ, Âdem aleyhisselama bin çeşit sanat öğretip buyurdu ki: Çocukların ve neslin, bu sanatlardan biri ile rızkını talep etsin, sakın ola ki dini geçim vasıtası yapmasın, din ile dünya menfaatini talep edenlere yazıklar olsun!) [Hakim], (Bir zaman gelecek ki, insanlar, yalnız malın, paranın gelmesini düşünüp, helal-haram olduğuna bakmayacaktır.) [R. Nasıhin] El-İhtiyar kitabındaki, (Malını müşteriye gösterirken tüccarın Allah demesi, Kelime-i tevhid okuması günahtır. Bunları para kazanmaya alet etmek olur) ifadesinden, müşteri çekmek gayesiyle dükkanına dini levhalar asmanın da, dini ticarete alet etmek olacağı anlaşılmaktadır. Hele dinden, imandan habersiz kimselerin bu hareketi, din istismarı olur. Akıllı insan, ahiretin sonsuz kazancını dünyanın geçici kârı ile değiştirmez. Bütün iyiliklerin, dinin emirlerine uymakta olduğunu bilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ahiret, dünyaya tercih edilince, La ilahe illallah sözü, Allahın gazabından korur. Dünya kârını, ahirete tercih eden, La ilahe illallah dediği zaman, Allahü teâlâ, "Yalan söylüyorsun, sözünde sadık değilsin" buyurur.) [Beyhekî] İlmi; mala ve mevkie alet etmek uygun değildir. İlim bunu yasakladığı hâlde, bildiği hâlde ilme uymamak büyük vebaldir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Din bilgilerini dünya menfaati için öğrenenlere, ilmini paraya değişenlere kıyamette ateşten gömlek giydirilir.) [Deylemî]
Sağlam bir kimsenin, gemi, tren, uçak ve otobüs gibi vasıtalarda, farzları oturarak kılması caiz değildir. Ancak teyemmüm yapmak için gereken özürler varsa caizdir. (Halebi, R. Muhtar) Zaruri özürler şunlardır: Malın, canın, hayvanın tehlikede olması, inince hayvanın veya hayvandaki veya yanındaki eşyanın, malın çalınması, yırtıcı hayvan, düşman, yerde çamur olması, yağmur olması, hastanın, inerken, binerken iyi olmasının gecikmesi veya hastalığının artması, arkadaşlarının beklemeyip tehlikede kalması, indikten sonra hayvana yardımcısız binememek gibi sebepler birer özür olur. Böyle bir özürle vasıta içinde ima ile namaz kılmak caiz olur. Namazda oturur gibi yere veya koltuğun üzerine oturarak ve kıbleye dönerek namaz kılınır. Bildirilen özürler yoksa, oturarak vasıtada namaz kılınmaz. Otobüslerin verdiği molalarda kılınabilir. Yahut otobüsü durdurup namaz kılınır. Durdurulamazsa, inilir, namaz kılındıktan sonra başka vasıta ile gidilir. İlk otobüse binerken, (Namaz vakitlerinde yolda duruyorsanız sizden bilet alayım) diye pazarlık ederek binmelidir. Bu da yapılamazsa, diğer üç mezhepten biri taklit edilerek iki namaz cem edilir. Giden gemide farzları, özürsüz oturarak kılmak, iki imama göre caiz değildir. Baş dönmesi özürdür. Deniz ortasında demirli gemi, rüzgarla çok sallanıyorsa, giden gemi gibidir. Çok sallanmıyorsa, sahile yanaşmışsa, farz namazları oturarak kılmak caiz olmaz. Giden gemide, namaza başlarken kıbleye karşı durmak ve gemi dönünce, kıbleye dönmek gerekir. Seferi olan, vapurda ve trende, farz namaza kıbleye karşı durup secde yerinin yanına pusula koymalı, vapur ve tren döndükçe, kendisi kıbleye karşı dönmelidir. Yahut başka birisi, sağa sola dön demelidir. Namazda göğsü kıbleden ayrılırsa, namazı bozulur. Çünkü, vapur ve tren ev gibidir. Hayvan gibi değildir. Otobüste, trende, dalgalı denizde kıbleye dönemeyenin, farz namazları caiz olmaz. Bunlar yolda seferi oldukları müddetçe Maliki, Şafiî veya Hanbeli'yi taklit ederek, iki namazı cem ederek kılabilir. Namazı geciktirmek Günümüzde çok yolculuk yapıyoruz. Yolculukta namazları kılmak bazen zor oluyor. Namazı dini bir özür olmadan kazaya bırakmak, büyük günahtır. Namazı vaktinden sonraya bırakabilmek için, beş özür vardır: 1- Savaşta, düşman karşısında, oturarak ve kıbleden başka tarafa dönerek bile namaz kılmaya imkan yok ise, hayvan üstünde giderek de kılamazsa, 2- Misafir; yolda hırsız, eşkıya, yırtıcı hayvana yakalanmamak için, 3- Annenin veya çocuğunun telef olacağı zaman, ebenin ve acil ameliyatlarda doktorun müdahalesi, 4- Unutmuşsa, 5- Uyuyup kalmışsa, namazı geciktirmek özür olur. Bunlara benzer bir özür olmadan namazı kazaya bırakmak haramdır, büyük günahtır.
İyi anlaşılamayan sualler
Gazetede çıkan aşağıdaki sual ve cevaplar, bazı okuyucularımız tarafından iyi anlaşılmamıştır. Sual: Maliki'yi taklit eden, öğleyi asrı evvele kadar kılamazsa, tekrar Hanefî'yi taklit edip öğleyi asr-ı evvelde kılsa câiz olur mu? CEVAP: Caiz olur. Açıklaması şöyledir: Öğle namazı, ikindi ezanı okununcaya kadar kılınamazsa kazaya kalır. Ancak İmamı a'zam hazretlerine göre, ikindi vakti, bugünkü ikindi ezanlarından çok sonra giriyor. [Yazın 72 dk, kışın 36 dk sonra giriyor.] Yani şimdi ikindi ezanları okunurken, öğle vakti henüz çıkmamış, ikindi vakti de girmemiş oluyor. Öğle namazı, bu vakitte kılınınca vaktinde kılınmış oluyor. Bu vakte (Asrı evvel) deniyor. İmam-ı a'zam hazretlerinin bildirdiği ikindi vaktine (Asrı sani) deniyor. Demek ki, trafik sıkışıklığında kalmak, imtihanda olmak, namaz kılacak yer veya abdest alacak su bulamamak, unutmak gibi herhangi bir mazeretle öğleyi vaktinde kılamayan, asrı evvelde kılarsa, İmam-ı a'zam hazretlerine göre vaktinde kılmış olur. Maliki, Hanefi veya Şafii olan kimse, bu kavle uyarak, öğleyi birinci ikindide (Asrı evvelde) kılarsa, öğleyi kazaya bırakmamış, vaktinde kılmış olur. İyi anlaşılamayan sual-cevaplardan biri de şudur: Sual: Eldeki kanamadan dolayı, Maliki'yi taklit edenin, ayağı kanasa, abdesti bozulur mu? CEVAP: Evet. Kitaplarda diyor ki: Namaz kılarken semavi [gayr-i ihtiyari yani elinde olmayan] bir özürle abdesti bozulan Hanefi, hemen namazdan çıkar. Maliki'de ise, namazı bozulmaz. O anda özür sahibi olur. Namazına devam eder. Semavi özürler, Maliki'yi taklit edenin de abdestini bozmuyor. Mesela namazda ishalini tutamasa, çıbanından veya yarasından kan aksa, burnu kanasa, kulağından irin aksa, makattan solucan çıksa, idrarını tutamasa, kadınlardan akıntı çıksa, basurdan kan, fistüllerden, göbekten akıntı çıksa, gaz kaçırsa, yani gelen gazı tutamasa, ağız dolusu kussa, bunlar semavi özür oldukları için, hiç birisi Maliki'yi taklit edenin abdestini bozmaz. Abdesti bozulmadığı için namazına devam eder. Böyle özürleri olan kimsenin ayağını veya öteki elini bıçak kesip kan çıksa, abdesti bozuluyor, çünkü bu semavi özür olmuyor. Ama ondan sonra ayağından veya öteki yaralı elinden çıkan kanlar, irinler semavi özür halini aldığı için, abdestini bozmuyor. Bu özürler abdesti bozmuyor ama, çamaşırımıza kan, irin, idrar ve ishal bulaşıyor. Özürle meydana gelen bu necasetlerle kılınan namaz da sahih olur. Çünkü Maliki'de necasetsiz elbise ile namaz kılmak farz değil, sünnettir. Âlimlerimizin bildirdiğine göre, unutup necasetli elbise ile namaz kılan, namazdan sonra, necasetli elbise ile namaz kılmış olduğunu görse, o namazı iade etmeyip, (Bu namazı Maliki'ye göre kıldım) demekle namazı sahih olur. Bu ruhsatlardan faydalanmamak takva ve azimet olmaz. Aksine Allahın rahmeti olan nimetleri tepmek olur. Çünkü Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Seferde [sıkıntı içinde] oruç tutmak takvadan sayılmaz.) [Buhârî] (Seferi iken [sıkıntı içinde] Ramazan orucunu tutan, mukimken oruç yiyen gibidir.) [Nesâî] (Ruhsatlardan faydalanmayan, Arafat dağı kadar günah işlemiş olur.) [Taberânî] Bir ayet meali: (Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.) [Bekara 185]
Mezhep taklidi ve taassup
Günümüzde mezhep taklidi ile ilgili müslümanlar üçe ayrılır: 1- Zaruret de olsa, başka hak mezhebi taklit etmeyi caiz görmeyenler. (Taassup ehlinin yolu) 2- Her mezhebin kolay gelen hükümlerini alıp ortaya yeni mezhep çıkarmaya çalışanlar. (Mezhepsizlerin yolu) 3- Bir zaruret veya ihtiyaç olunca, başka mezhebi taklit edenler. (Ehl-i sünnet ulemasının yolu) İslamiyet, ifrat ve tefrit, yani aşırı hareketlerden uzak her müslümanın rahatça uygulayabileceği hükümler topluluğudur. Mezhep taklidinden kaçanlar tefrit ehlidir. Telfık yapanlar, yani her mezhebin kolay tarafını toplayanlar ifrat ehlidir. Bunların her ikisi de yanlıştır. Seadet-i Ebediyye'de, İbni Abidin, Hadika, Berika ve Hulasat-üt-tahkik gibi daha birçok kitaptan delil gösterilmiştir. Bütün gerçekler, vesikalar kendisine gösterildiği hâlde, kabul etmemek taassup olmaz mı?. Taassup ehli, kendisinin yeni duyduğu hak ve doğru bir şeyi kabul etmekte zorlanır. Zamanın şeyhülislamı matbaanın Türkiye'ye girmesi için fetva verdiği halde, kabul etmemekte direnenler çıkmıştır. İmam-ı Rabbani hazretlerinin bildirdiğine göre, Medine'deki bir Vehhabi âlim, bid'atlere alıştığı için, Hz. Mehdi'nin sünnet olarak bildirdiklerini kabul etmeyecek, "Bu adam dinimizi yıkacak" diye Hz. Mehdi'ye karşı gelecektir. Ama Hz. Mehdi, bu Vehhabi'yi öldürecektir. Mason Abduh'un çömezleri de, hiç mezhep tanımayarak, hangi hüküm akıllarına yatıyorsa ona tâbi oluyorlar. "Hanefi'nin bu kavlini, Maliki'nin bu görüşünü tercih ederiz" diyerek ortaya yeni bir din çıkarmaya çalışıyorlar. Ehli sünnet ulemasının yolu, bir haraç [sıkıntı] olunca başka mezhebi taklittir. Ama yeni duydukları doğru bilgileri, kabul etmekte zorlanan bazı kimseler, bu işte taassup gösteriyorlar, taklidi başka mezhebe geçmek sanıyorlar. Mesela, ödünç almakta zorluk çeken birisine, "Maliki'yi taklit et, gün tayin ederek ödünç al" dedim. Olur mu öyle şey diyerek itiraz etti. Sonra, "Yazdıkların doğru ama, alışmadığımız için kabullenmek bize zor geliyor" diye itiraf etti. Hak olan mezheplerin rahmet olan ayrılıklarından, yine o âlimlere uyarak, faydalanmamak cahillikten başka ne olabilir? İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: (Gerektiğinde en kolay fetvaya uymalı. Allahü teâlâ, insanlara güç gelen şeyleri değil, kolay olanların yapılmasını istiyor. Çünkü insanın zayıf, dayanıksız yaratıldığını bildiriyor. Kur'an-ı kerimde, (Allah, size kolaylık ister, zorluk, güçlük istemez.) buyuruldu. (Bekara 185) Allahü teâlâ böyle isterken, kolay kavle uymayı öcü gibi görmek taassup değil midir? Dinimiz ruhsatlarla bile amel etmeyi tavsiye etmektedir. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Allahın verdiği kolaylık ve ruhsatlardan faydalanın!) [Buharî] (Allahü teâlâ, ruhsatla da amel edilmesini sever.) [Beyhekî] (Ruhsatlardan faydalanmayan, Arafat dağı kadar günah işlemiş olur.) [Taberânî]
Aklı ölçü alan Mutezile fırkası, kabir hayatını ve kabir azabını inkâr etmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri ise, bunların var olduğunu vesikalarla bildirmişlerdir. Günümüzde de aklı ölçü alan bazı cahiller, kabir azabını inkâr ediyor. Kabir azabının varlığını bildiren vesikalar çoktur. İmam-ı a'zam hz. buyurdu ki: Mümin suresinin, (Onlar, sabah-akşam ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı günde, "Firavn hanedanını azabın en çetinine sokun!" denilecek) mealindeki 46. ayeti, sabah-akşam görecekleri azap kabir azabını gösteriyor, bu ayetin devamında onların şiddetli azaba sokulacağı bildiriliyor. Yani birincisi kabir azabı, ikincisi ise cehennem azabıdır. (El-Kavlülfasl) İmam-ı Gazalî hz. de, (Bu ayet-i kerime kabir azabını gösteriyor) buyurdu. (İhya) Nuh suresinin, (Günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe atıldılar.) mealindeki 25. âyetinde geçen "Feüdhılu" kelimesindeki F harfi, hiç ara verilmediğini gösterir. Yani (Suda boğulduktan hemen sonra kabirdeki azaba maruz kaldılar.) demektir. (El-Kavlülfasl) Ali imran suresinin, (Allah yolunda öldürülenleri [Şehitleri] ölü sanmayın! Bilakis onlar diridir) mealindeki 169. ayeti de, kabir hayatını bildirmektedir. (El-Kavlülfasl) İmam-ı Şaranî hz. buyuruyor ki: Taha suresinin 124. ayetindeki "Maişeten danken" kabir azabını bildiriyor. Çünkü hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Mümin kabrinde yemyeşil bir bahçe içindedir. Ayın 14'ü gibi aydınlatılır. "Feinne lehü maişeten danken" ayeti, kâfirlerin kabirde görecekleri azabı bildirir. 99 tinnin yılanı, kâfirleri kıyamete kadar kabrinde sokup azap eder.) [Tirmizî] Tekasür suresinin 3. ayetindeki, bu övünmenizin kötü akıbetini "İleride bileceksiniz!" demek, "Ölürken" demektir. 4. ayetindeki "Yine ileride bileceksiniz" ise "Kabirde" demektir. (Celaleyn, Medarik, M. Tezkire-i Kurtubi) Bekara suresinin, (Ölü iken sizi diriltti. Tekrar öldürecek ve tekrar diriltecek) mealindeki 28. ayetinde bildirilen, ikinci dirilme kabirde olacaktır. İmam-ı Nesefi de bu ayetin kabir azabı ve nimetine işaret ettiğini bildirmiştir. (Tefsiri Şeyhzade) İmam-ı Nesefi hz. Araf suresinin, (Orada yaşayıp, orada öleceksiniz, yine oradan dirilip çıkarılacaksınız.) mealindeki 25. ayetindeki "Orada"dan maksat kabir hayatıdır. Casiye suresinin, (Allah sizi diriltir, sonra öldürür.) mealindeki 26. ayetinde, diriltmenin kabirde olacağını bildiriyor. (Şeyhzade), Tevbe suresinin, (Onları iki defa azaba uğratacağız.) mealindeki 101. ayetindeki azabın birisi kabir azabıdır. (Kadi Beydavi) İmam-ı Süyutî'nin "Kabir azabı" ile ilgili Şerhussudur isminde müstakil bir eseri vardır. Buharî, Müslim ve diğer hadis kitaplarındaki kabir azabı ile ilgili hadisler nakletmiştir. Her hadis kitabında kabir azabı bildirilmektedir. Kabir azabını inkâr eden, bütün hadis kitaplarını ve Resulullahı inkâr etmiş olur. Hz. Aişe, (Ya Resulallah, bu ümmet, kabirde azap görecek, benim gibi zayıfların hali ne olacak?) diye suâl edince, Resulullah, İbrahim suresinin, (Allah, iman edenlere, dünya ve ahirette de sağlam sözlerinde sebat ihsan eder) mealindeki 27. ayeti okudu. (Bezzar) Bu ayette, kabir hayatının hak olduğu, müminlere sözlerinde sebat ihsan edildiği bildiriliyor. (Tefsir-i Celaleyn)
Dün, ayet-i kerimelerle kabir azabının hak yani gerçek olduğunu bildirmiştik. Bugün de kabir azabı ile ilgili hadis-i şeriflerden bazılarını bildiriyoruz. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz buyuruyor ki: (Kabir azabı haktır.) [Buharî] (Kabir, ya cennet bahçesi veya cehennem çukurudur.) [Tirmizî] (Sadaka, kabir azabından korur.) [Beyhekî], (Tebâreke sûresini okumak kabir azabından korur.) [İbni Mürdeveyh] (Cuma günü veya gecesi ölen mümine kabir azabı olmaz.) [Tirmizî, Ebu Nuaym] (Kovuculuk, kabir azabına sebep olur.) [Beyhekî] (Kabir azabının çoğu, üzerine idrar sıçratmaktan olur.) [İ. Mâce, Nesai, Hakim, Dare Kutni] (İdrardan sakının! Çünkü kabirde ilk hesap bundan olacaktır.) [Taberânî] (Allahü teâlâ, bazı kimseleri, insanların ihtiyaçlarını gidermek için yaratmıştır. İnsanlar, ihtiyaçları için onlara başvururlar. İşte bunlar, kabir azabından emindirler.) [Taberânî] (Şehid kabir azabından emindir.) [İbni Mace, Beyhekî, İmamı Ahmed] (Dün gece rüyamda , bir kimseyi kabir sıkarken gördüm. Namazı gelip onu kabir azabından kurtardı.) [Hakim] (Cuma gecesi "Fâtiha" ve 15 kere "İzâ zülzilet" okuyarak iki rek'at namaz kılan, kabir azabından emin olur.) [Deylemî] (Fisebilillah gözcü olarak vefat eden, kabir azabı görmez.) [İ. Ahmed] (Allahım, kabir azabından sana sığınıyorum.) [Müslim, Nesai, Hakim, Harâiti] (Kabir azabından Allah'a sığınınız.) [Müslim, İ. Ahmed, İ. Ebi Şeybe] (Gizleyebilseydiniz, kabir azabını işitmeniz için Allaha duâ ederdim.) [Müslim, Nesâî, İ. Ahmed] (Allaha yemin ederim ki, 99 tinnin yılanı, Kıyamete kadar, kâfire kabrinde azap eder.) [Ebu Yala, İbni Hibban, Tirmizî] (Namaz kılmayanın kabri ateşle dolar. Gece-gündüz onu yakar. Bir tinnin, her namaz vaktinde onu sokar.) [Kurretül-uyun] [Tinnin isimli yılan, dünya yılanı değildir. Kâfire ve günahkâra azap etmesi için Allahın yarattığı bir mahluktur.] Peygamberimiz, iki kabir yanında durup, (Bunlardan biri idrar sıçramasından sakınmadığı için, diğeri ise, müslümanlar arasında söz taşıdığı için, kabir azabı çekiyorlar) buyurdu. (İbni Mace) Peygamber efendimiz bir cenazede, (Ya Rabbi bunu kabir azabından koru) diye dua etmiştir. (Müslim, Nesâî, Tirmizî) Peygamber efendimiz, (Taha suresinin 124. ayet-i kerimesindeki "Maişeten danken" kabir azabını bildiriyor) buyurdu. (Ebu Ya'la)
Ehl-i sünnetin ve hanefî mezhebinin reisi olan İmam-ı a'zam hazretleri buyurdu ki: (Kabirde ruhun cesede iadesi, kâfirleri ve bazı günahkâr müslümanları kabrin sıkması ve azap edilmesi haktır.) [Kavl-ül fasl] İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olan İmam-ı Rabbanî hazretleri, (Kabrin bedeni sıkması vardır) buyurdu. (Mektubat-ı Rabbanî c.3, m.17) Yine İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olan İmam-ı Gazalî hazretleri de, (Kabir azabı ruha ve cesede birlikte olacaktır) buyuruyor. (İhya-i ulûmiddin) Karada ve denizde ölene de suâl sorulur. Bu da ruhun bedene iade edilmesinden sonra olur. [Nuhbet-ül-leâli s.116, Bidaye s.91] Ruh ve bedene azap Ruh ve beden beraber günah işledikleri için, kabir azabı da, her ikisine birden yapılacaktır. (El-Müstened) İmam-ı Süyutî hazretleri (Şerh-us-Sudur), Abdurrahman ibni Receb Hanbelî hazretleri (Ehvâl-ül-kubur) kitabında, İmam-ı Şaranî hazretleri Tezkire-i Kurtubî Muhtasarı'nda bildiriyor ki: Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Ömer hazretleri, (Yerden boynu zincirli birinin çıktığını, bir adamın bunu dövdüğünü, zincirli adamın yerde kaybolduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm) dedi. Resulullah efendimiz, bu zata, (O gördüğün kimse, Ebu Cehil'dir, kıyamete kadar kabrinde böyle azap çeker) buyurdu. (Taberânî) Ebu Cehil'e azap İmam-ı Taberânî'nin bildirdiği bu hadis-i şerif, mezhepsiz İbni Teymiyye'nin talebesi olan İbni Kayyım-ı Cevziyye'nin (Kitab-ür-ruh) isimli eserinde de vardır. Özetini aldığımız hadis-i şerifin metninde Ebu Cehil'in İbni Ömer hazretlerinden su istediği de yazılıdır. Demek ki, Ebu Cehil'in sadece ruhuna değil, bedenine de azap yapılmaktadır. Cehennemde de, çürüyen vücut yerine yeni bir vücut yaratılacak, cehennemdekiler böylece hem ruh, hem de bedenleri azap görecektir. Azap görecek olan bu çürüyen beden değildir. Ruhun tasarrufu altında olan beden azap görecektir. İmam-ı Süyutî hazretleri buyuruyor ki: Her ölünün ruhu, cesedine, bilmediğimiz bir hâlde bağlıdır. Ruhların kendi cesetlerine tesir ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Ölü kabirde çürüse de, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. (El-mütekaddim) Günahları ikisi birlikte işlediği için, yalnız ruha azap yapılması, hikmete ve ilâhî adalete uygun değildir. Beden kabirde çürüse de, Allahü teâlânın ilminde vardır. Allahü teâlâ, ölüleri diriltmeye gücü yettiği gibi, bedene de azap yapmaya gücü yeter. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, Onun kudretinden şüphe eden kâfirdir. (M. Nasihat)
Günümüzde aklını dinde ölçü kabul eden bazı kimseler, yanarak ölene kabir suâli ve kabir azabı olamaz sanıyor. Ehl-i sünnet itikadını en güzel şekilde anlatan meşhur (Emali) şerhinde buyuruluyor ki: (Bir kimse kurtlar tarafından parçalanıp yense, yahut ateşte yanıp kül olsa, denizde çürüse, kabir suâli olur, kabir azabına veya kabir nimetine kavuşur.) İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Kabir azabı, ahiret azaplarındandır. Dünya azabına benzemediği gibi, rüyada görülen azaba da benzemez. Böyle sanmak, kabir azabını bilmemekten ileri gelir. Kabir azabına inanmayan bid'at sahibi olur. "Hakkında hadis-i şerif olsa da, olmasa da, kabir azabına inanmam, akıl ve tecrübe bunu kabul etmez" diyen kâfir olur. (Mektubat-ı Rabbani C.3, m.17- 31) Aklın almadığı şeyleri akılla çözmeye kalkışmak çok yanlıştır. Akıl, göz gibi, din bilgileri de ışık gibidir. Göz, ışık olmadıkça, karanlıkta görmez. Göz, karanlıkta görmediği şeylere "Yok" diyemez. Akıl da, manevîyatı, fizik-ötesini anlayamaz. Aklımızdan faydalanmamız için Allahü teâlâ, din ışığını gönderdi. Göz, ışık olmadan karanlıkta cisimleri göremediği gibi, din bilgileri olmadan da akıl, manevî şeyleri anlayamaz. O halde akıl, din ışığı ile ancak manevi şeyleri anlayabilir. Ölen kimse acı duyar Amerika'daki vahşilerin, oklarının uçlarına sürdükleri, "Kürar" ismindeki zehir, sinirlerin uçlarını felce uğratır. Adale hareket edemez. Ağrı yapmadığından insan zehirlendiğini anlamaz. Elini, ayağını oynatamaz, yere yıkılır, taş gibi kalır. Görür ve işitir ise de, gözünü kırpamaz, dilini oynatıp bağıramaz. Kabir azabı da buna benzetilebilir. Ölü, acı duyar, fakat kıpırdayamaz. İnsan, ruhu sayesinde ayakta durur. Aklı, düşüncesi, ruhu sayesinde vardır. İnsanın, vücudu bir marangozun aletleri gibidir. İnsan ölünce, aletleri olmadığından, ruh bir iş yapamaz. Bir kimseye, başkasının bütün organları takılsa, o insanın aklında, düşüncesinde değişiklik olmaz. Marangozun eski aletleri yerine, yeni aletleri gelmiş demektir. Alet değişmekle, marangozdaki bilgi, kabiliyet değişmez. Kesmeyen bir testere yerine, iyi kesen bir testere gelirse, daha kolay iş yapar. İnsan, ruhu sayesinde vardır Görmeyen gözün yerine sağlam göz takılırsa görür. Kanı, kalbi, beyni de değişse, yine düşünceye tesir etmez. Sağlam organ takılmışsa, daha kolay iş görür. Çünkü insan, ruh demektir. Bir insan yanmakla yok olmaz. Sadece aletleri elinden alınmış olur. Ahirette ona yeni aletler verilir. Mümin ise cennete, kâfir ise cehenneme gider. Ruh, kendisine verilen vücut sayesinde, ya nimete kavuşur veya azaba maruz kalır. Ruhun mahiyetini bilmeyen veya Allahın kudretinden şüphe eden kimse, insan yanınca yok olduğunu, kabir suâli ve kabir azabının olmadığını zanneder. Hâlbuki kabir azabının olduğunu dinimiz açıkça bildiriyor. Bu konudaki ayet-i kerime ve hadis-i şerifleri 2-3 gün önce bildirdik.
Ahirette hesaba çekilen herkes sıkıntı görür. Onun için sorgusuz sualsiz cennete girmeye çalışmalı! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kıyamette hesaba çekilen, helak olmuştur.) [Buharî] (Hesaba çekilen azap görmüş olur.) [Bezzar] (Kıyamette herkes, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz: 1- Ömrünü nasıl geçirdi? 2- İlmi ile nasıl amel etti? 3- Malını nereden, nasıl kazandı, nereye harcadı? 4- Bedenini nerede yordu?) [Tirmizî] Ancak hesabı çok kolay geçenler de olacaktır. Mesela (Sen falanca mısın?) diye sorulacak, sonra bekletmeden Cennete konacaktır. Mesela Hz. Osman bunlardan biridir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Osman'ın şefaati ile cehennemlik olan 70 bin kişi, sorgusuz suâlsiz Cennete girer.) [İbni Asakir] (Kıyamette hesaba çekilirken, üç defa "Allahtan alacağı olanlar, kalksın ve Cennete girsin" diye ses duyulur. Oradakiler, "Allahtan alacaklı olan da olur mu ki?" derler. "İnsanları affedenlerdir" denir. Bunlar, kalkıp hemen sorgusuz sualsiz Cennete girerler.) [Taberânî] (Hacca giderken veya gelirken ölenin, bütün günahları affolur. O kimse, hesaba çekilmeden ve azap görmeden cennete girer.) [İsfehani] (Sabırlı ve ihlâslı olanlar, hesaba çekilmeden cennete girer.) [Taberânî] (Kibri, hıyaneti ve kul borcu olmayan mümin, hesaba çekilmeden cennete girer.) [İbni Hibban] (Allahü teâlâ, namazlarını doğru olarak kılana, azap etmeden, sorgusuz sualsiz cennete koyacağına söz vermiştir.) [Hakim] (Din kardeşinin bir işini yapmak için gidenin, her adımında 70 günahı affedilir ve ona 70 sevap verilir. Bu iş bitinceye kadar böyle devam eder. İş yapılınca, bütün günahları affedilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz sualsiz cennete girer.) [İbni Ebiddünya] (Ümmetim üç sınıftır. Bir kısmı sorgusuz sualsiz cennete girer. Bir kısmı hafif hesaba çekilerek girer. Bir kısmı da günahlardan temizlenerek girer.) [Taberânî] Suda boğularak ölen şehitlerin kul borçları da affedilir. Hak sahipleri, bu şehitten haklarını istedikleri zaman, Allahü teâlâ, (Ondaki haklarınızı benden isteyin) buyuracak, hak sahiplerine alacaklarını fazla fazla verecektir. Şehit de, sorgusuz sualsiz cennete girecektir. Cennete sorgusuz sualsiz giren fazilet sahiplerine, sizin ameliniz ne idi diye sorulduğunda, (Dünyada bize yapılan hakârete ve zulme sabreder ve bunları affederdik) derler. Bazı kimseler de, hesapları görülür görülmez, apar topar cehenneme atılacaktır. Mesela bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Şu altı sınıf kimse, altı şeyden hesaba çekilir, mahşer yerindeki azabı da gördükten sonra, hemen cehenneme atılır: 1- Hükümdarlar zulümden, 2- Araplar ırkçılık gayretinden, 3- Köy muhtarları kibirden, 4- Tüccarlar hıyanetten, 5- Köylüler cehaletten, 6- Âlimler hasetten) [Ebu Ya'la]
Abdülaziz Dehlevi hazretleri buyuruyor ki: Cenab-ı Hakkın rızasına kavuşmak, şeytanın aldatmasından kurtulmak için, silsile itibariyle hocaları Resulullah efendimize dayanan bir evliyayı sevmek, onun tarafından sevilmek gerekir. Hadis-i şerifte, (Evliyanın kalbi nazargah-i ilahidir. Böyle bir kalbde bulunan kimseye Hak teâlâ rahmet eder) buyuruluyor. Böyle bir kalbe girdikten sonra, maksadına kavuşmadan ölen kimse, kurtuluşa ermiş demektir. Çünkü Kur'an-ı kerimde, (Allah ve Resulüne hicret etmek üzere evinden ayrılıp yolda iken ölen, maksadına varmış gibi mükâfatlandırılır) buyuruluyor. (İmad-ül-İslâm) Kişi sevdiği ile beraber olur. Sevenler, sevdiklerini de beraberce götürürler. Bir kimse, Allahı ve Onun Resulünü ve evliyasını seviyorsa, bilsin ki onlar da kendisini seviyor demektir. Çünkü Kur'an-ı kerimde mealen, (Allah onları sever, onlar da Allahı sever) buyuruluyor. Allahü teâlâ, önce kendi sevgisini bildirmiştir. Yani sevilmeyen sevemez. Şu hâlde sevilmeye layık olmak için de, İslâm âlimlerinin bildirdiği yolda bulunmak gerekir. Rahmet olan ayrılıklar Hanefî'de (Ali ile konuşursam, Allah rızası için oruç tutacağım veya sadaka vereceğim) diye adakta bulunan kimsenin, adağını yerine yetirmesi gerekir. Diğer üç mezhepte, dilerse yemin kefareti verebilir. Hanefî'de, ödünç verirken zaman tayin etmek câiz değildir. Diğer üç mezhepte caizdir. Hanefî'de, ödünç verirken bir menfaat şart koymak fâiz olur. Şart koymadığı hâlde, öderken ayrıca bir şey fazla vermek câizdir. Bazı âlimler, şart etmeden alması câiz olur dedi ise de, bazıları, şartsız hediye almak da câiz olmaz dedi. Mâlikî'de, ödünç verirken, şart olmasa da, borçludan hediye almak, yemeğini yemek ve ondan herhangi bir suretle menfaat temin etmek câiz değildir. Şâfiî ve Hanbelî'de, söz kesilirken şart edilmezse, câiz olur. Hanefî'de baba, evladına verdiği hediyeyi geri isteyemez, diğer üç mezhepte isteyebilir. Hanefî'de, sigara içmek, soğan, sarmısak yemek gibi, tab'an mekruhtur. Şâfiî âlimlerinin çoğuna göre, tenzihen mekruhtur. Vakıf malını satmak üç mezhepte caiz, Hanefî'de hakimin o malda satılmaz kararı varsa caiz olmaz. Kovandaki arıyı satmak Hanefî'de caiz değil, diğer üç mezhepte caizdir. Erkek hayvanın dişi hayvan ile çiftleşmesinden ücret almak üç mezhepte haram, Mâlikî'de caizdir. Medeniyet nedir? Güzel ahlâk sahibi olan ve zamanının fen bilgilerini iyi kullanan müslümana medeni denir. Fende ilerlemiş, fakat ahlâkı bozuk olana zalim, yani eşkıya ve diktatör denir. Fen ve sanatta geri ve ahlâkı bozuk olana vahşi denir. Medeniyet, şehirler yapmak ve insanlara hizmettir. Bu da, fen ile sanat ve güzel ahlâk ile olur. Kısacası, fen ve sanatın güzel ahlâk ile birlikte olmasına Medeniyet denir. Medeni insan, fen ve sanatı insanların hizmetinde kullanır. Demek ki, hakiki müslüman, medeni kimsedir. Ev ararken Her müslümanın, bilhassa yeni evlilerin, ehl-i sünnet olan ve haramlardan sakınan, ibâdetini yapan salih müslümanlar arasında ev araması gerekir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ev satın almadan önce, komşuların nasıl olduklarını araştırınız! Yola çıkmadan önce, yol arkadaşınızı seçiniz!) [Şir'a]
İmam-ı Rabbani hazretleri, insana belanın geliş sebeplerini sual ve cevaplarla şöyle açıklıyor: Sual: Enbiya ve evliya, hep dert ve bela içinde yaşadı. Halbuki, Şura suresinde, (Size gelen belalar, kabahatlerinizin cezasıdır) buyuruldu. Bu ayete göre, dertlerin çokluğu, günahın çokluğunu gösteriyor. Enbiya ve evliya olmayanın, çok sıkıntı çekmesi gerekirken dostlarına, neden dert, bela veriyor? Düşmanları neden rahat ve nimet içinde yaşıyor? CEVAP: Dünya, zevk yeri değil. Ahiret, bunun için yaratıldı. Dünya ile ahiret, birbirinin zıttı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Yani, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. O halde, dünyada nimetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara lazım olan şükrü yapmazlarsa, ahirette çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyada, tehlikelerden sakındığı halde, çok acı çeken mümin, ahirette çok lezzete kavuşacaktır. Dünyanın ömrü, ahiretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun için dostlarına merhamet ederek, sonsuz nimetlere kavuşmaları için, dünyada birkaç gün sıkıntı çektiriyor. Düşmanlarına, biraz lezzet verip, çok elemlere sürüklüyor. Sual: Allahü teâlâ, her şeye kadirdir. Dostlarına, hem dünyada, hem ahirette nimetler verseydi ve dünyada verdiği lezzetler, ahirette, bunların elem çekmesine sebep olmasaydı, daha iyi olmaz mı idi? CEVAP: Bunun çeşitli cevapları vardır. Yedisi şöyledir: 1- Dünyada, birkaç gün dert, bela çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedi nimetlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmeyen, rahatlığın kıymetini bilmez. Dünyada bunlara elem vermek, sanki daimi lezzetleri arttırmak içindir. Bu elemler, bir nimet olup, cahil halkı denemek için, büyüklere verilen nimetler, elem olarak gösterilmektedir. Yabancılara elem şeklinde gösterilen, dostlar için nimettir. 2- Belalar, sıkıntılar, cahil için sıkıntı ise de, bu büyüklere, sevdiklerinden gelen her şey, tatlı olur. Nimetlerden lezzet aldıkları gibi, belalardan da lezzet duyarlar. Hatta, bela sadece sevgilinin arzusu olup, kendi istekleri karışmadığı için, daha tatlı gelir. Nimetlerde bu lezzet bulunamaz. Çünkü, nimetlerde, nefislerinin istekleri de vardır. Bela gelince, nefisleri ağlar, inler. Bu büyükler, belayı nimetten daha çok sever. Bela, bunlara, nimetten daha tatlı gelir. Bunların dünyadan aldıkları lezzet, belalardan, musibetlerden gelir. Dünyada dert ve bela olmasaydı, bunların gözünde, dünyanın hiç değeri olmazdı. Dünyanın acı olayları olmasaydı, onu boş, abes görürlerdi. O halde, Allahü teâlânın dostları, dünyada da, ahirette de sevinçlidir. Dertlerden aldıkları lezzetler, ahiret lezzetlerinin azalmasına sebep olmaz. Ahiret lezzetlerini gideren, cahillerin aradıkları lezzetlerdir. Allahü teâlâ nın başkalarına verdiği nimetler, dostlarına rahmettir. Onlara dert, elem olanlar da, dostlarına nimettir. Başkaları nimet gelince sevinir, dert gelince üzülür. Bu büyükler, nimette de, dertte de sevinçlidir. Çünkü bunlar, işlerin güzelliğine, çirkinliğine bakmaz, işleri yapanın güzelliğine bakar. İşleri yapan sevgili olduğu gibi, işleri de sevgili olur ve tatlı gelir. Bu dünyada, her şey, güzel olan yapıcının işi olduğundan, dert ve zarar verse de, bunlara, istedikleri ve sevdikleri şey olur. Kendilerine tatlı gelir. Allahü teâlâ, dostlarını her an, kendi arzusuna razı ettirip, zevk ve lezzet içinde tutuyor. Başkasına dert olan, dostlar için, cemal ve kemal oluyor. Bunların arzularını, arzu edilmeyen şeyler içine yerleştirdi. Dünya lezzetlerini, başkalarının aksine, ahiret derece ve lezzetlerinin artmasına sebep eyledi. [devamı var]
3- Bu dünya, imtihan yeridir. Burada hak ile batıl; haklı ile haksız karışıktır. Burada, Allahü teala, dostlarına sıkıntılar, belalar vermeseydi, yalnız düşmanlarına verseydi, dost, düşmandan ayrılır, belli olurdu. İmtihanın faydası kalmazdı. Halbuki, gayba iman etmek gerekir. Dünya ve ahiretin bütün saadetleri, görmeden inanmaya bağlıdır. Hadid suresinin, (Allahü teâlâ, Peygamberlerine, gaybdan, görmeden, yardım edenleri bilmek için...) mealindeki 25. ayetinde, bu hal bildirilmektedir. Dostlarını bela içinde göstererek, düşmanlarının gözünden sakladı. Dünya, imtihan yeri oldu. Dostları, görünüşte belada, gerçekte ise, zevk ve sefada. Peygamberlerin, düşmanlarla savaşması da böyle olurdu. Bedir'de Müslümanlar, Uhud'da kâfirler galip gelmişti. (Al-i İmran 140) 4- Evet, Allahü teâlâ her şeye kadirdir. Dostlarına hem dünyada, hem de ahirette rahatlık verebilir ama, adeti böyle değildir. Kudretini, hikmeti ve adeti altına gizlemeyi sever. İşlerini, yaratmasını, sebepler altında gizlemiştir. O halde, dünya ahiretin aksi olduğundan, dostların, ahiret nimetlerine kavuşmak için, dünyada sıkıntı çekmeleri gerekir. [Allahü teâlânın dostları, dertlere, belalara, tehlikelere karşı tedbir alır. Bunlardan kurtulmaya çalışır. Dayanılamayacak şeylerden kaçınmak, Peygamberlerin sünnetidir. Tedbirlere, çalışmalara rağmen başa gelen belalardan zevk alırlar. Dertlerden zevk almak, yüksek derecedir. Çok az seçilmişlerin yapacağı iştir.] ASIL CEVAP: Dertlerin, belaların gelmesine sebep, günah işlemektir. Fakat, belalar, sıkıntılar, günahların affedilmesine sebep olur. O halde, dostlara, belalar, sıkıntılar çok gelirse günahları kalmaz. [Ama tövbe, istiğfar edince de, günahlar affolur. Dert ve bela gelmesine lüzum kalmaz. O halde, dert ve beladan kurtulmak için, çok istiğfar okumalı.] Dostların günahını, düşmanların günahları gibi sanmamalı. (İyilerin, iyilik sandıkları şeyleri, dostlar, günah bilir) buyuruldu. Bunların günah ve kusurları olsa da, başkalarının günahları gibi değildir. Yanılmak ve unutmak gibidir. Niyet ederek, karar vererek yapılmış değildir. Taha suresinin, (Âdem'e önce söyledik. Fakat unuttu. Azm ile, karar ile yapmadı) mealindeki 115. ayet-i kerime bunu bildiriyor. O halde, dostlara gelen dertlerin, belaların, çok olması, günahların çok olduğunu göstermez, günahların çok affedildiğini gösterir. Dostlarına çok bela vererek, günahlarını affeder, temizler. Böylece bunları, ahiret sıkıntılarından korur. Cehennemdeki çok şiddetli azapların, birkaç günlük sıkıntı ile giderilmesi ve günahların temizlenmesi için dünyada sebepler gönderilmesi ne büyük nimettir. Dostlara bu muamele yapılırken, başkalarının günahlarının hesabını ahirete bırakıyorlar. O halde dostlara, dünyada çok dert ve bela vermesi lazımdır. Başkaları, bu ihsana lâyık değildir. Çünkü, büyük günah işlerler, yalvarmaz, boyun bükmez, ağlamaz ve Ona sığınmazlar. Günahları sıkılmadan ve kasten işlerler. Hatta inat edercesine işlerler. Hatta, Allahü teâlânın ayetleri ile alay edecek, inanmayacak kadar ileri giderler. Ceza, suçun büyüklüğüne göre değişir. Günah küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa, bu suç, dünya dertleri ile affolunabilir. Fakat, günah büyük, ağır olur ve suçlu inatçı, saygısız olursa, bunun cezası ahirette sonsuz ve çok acı olmak lazım gelir. (Allahü teâlâ, onlara zulmetmez. Onlar, kendi kendilerine zulmedip, ağır cezaları hak ettiler) buyuruldu. (Nahl 33) [Devamı var]
Dert ve belanın geliş sebebi (3)
Cahiller, ahmaklar, (Allah, dostlarına niçin bela gönderiyor da, nimet vermiyor) diyerek, bu sevgili kullara inanmıyorlar. Kâfirler, insanların en iyisine de böyle söylerdi. (Kâfirler, bu nasıl Peygamber, bizim gibi yiyip içiyor, sokakta geziyor. Peygamber olsaydı, kendisine melek gelir, yardımcıları olur, bize onlar da haber verir, Cehennem ile korkuturlardı. Yahut, Rabbi, para hazineleri gönderir veya meyve bahçeleri, çiftlikleri olur, istediğini yerdi dediler...) [Furkan 7] Böyle sözler, ahiret hayatına inanmayanların sözleridir. Cennet nimetlerinin, Cehennem azaplarının sonsuz olduğunu bilen kimse, dünyanın birkaç günlük belalarına, sıkıntılarına hiç önem verir mi? Bu dertlerin, sonsuz saadete sebep olacağını düşünerek, bunları nimet olarak karşılar. Belalar, sıkıntılar, sevginin, şaşmayan şahitleridir. Ahmakların bunu anlamamasının ne önemi olur. 6- Bela, kemend-i mahbubdur [sevgilinin, âşıkını kendine çekmek için gönderdiği kemenddir. Âşıkları, sevgiliden başka şeylere bakmaktan koruyan bir kamçı gibidir. Âşıkları, sevgiliye döndürür. O halde, dertlerin, belaların dostlara gönderilmesi lazımdır. Belalar, dostları, sevgiliden başka şeylere düşkün olmak günahından korur. Başkaları, bu nimete layık değildir. Dostları, zorla sevgiliye çekerler. İstediklerini dert ve bela ile çekerler ve onu sevgili derecesine yükseltirler. İstemediklerini başıboş bırakırlar. Bunların içinden, sonsuz saadete layık olan, kendisi doğru yola gelip, çalışarak, uğraşarak, ihsana kavuşur. Görülüyor ki, seçilenlere, bela çok gelir. Çalışanlara, uğraşanlara o kadar çok gelmez. Bunun içindir ki, seçilmişlerin, beğenilmişlerin ve sevilmişlerin baş tacı olan Peygamberimiz, (Benim çektiğim acı gibi, hiçbir Peygamber acı çekmedi) buyurdu. O halde, dert ve belalar, öyle usta bir kılavuzdur ki, dostu dosta, şaşmadan kavuşturur. Sevgiliden başkasına bakmakla onu lekelemekten korur. Ne kadar şaşılır ki, âşıklar, hazinelere malik olsa, hepsini verip, dert ve bela satın alır. Aşk-ı ilahiden haberi olmayan, dert ve beladan kurtulmak için, varını yoğunu harcar. Sual: Dert ve bela gelince, dostların bazen üzüldükleri de görülüyor. Bunun sebebi nedir? CEVAP: O üzüntü görünüştedir. Tabiattendir. Bu üzüntünün faydaları vardır. Çünkü, bu üzüntü olmasa, nefis ile cihad edilemez. Peygamberimiz vefat edeceği zaman, görülen sıkıntısı, nefis ile cihadın son parçaları idi. Böylece, son nefesi de düşman ile mücadelede geçmiş oldu. Ölüm anında en şiddetli mücadeleyi yaptı. İnsanlık sıfatları, tabiat istekleri kalmadı. Mübarek nefsini tam itaate, hakiki itminana getirdi. O halde, bela, aşk ve muhabbet pazarının tellalıdır. Muhabbeti olmayanın tellal ile ne işi olur. Tellalın buna ne faydası olur ve bunun gözünde tellalın ne kıymeti vardır? 7- Bela gelmesinin bir sebebi de, doğru âşıkları, dost görünen yalancılardan ayırmaktır. Doğru olan âşık, beladan lezzet alır, sevinir. Yalancı ise, acı duyar, sızlanır. Muhabbetin tadını tatmış ise, hakiki acı duymaz. Acı duyması görünüştedir. Âşıklar, bu iki acıyı birbirinden ayırır. Bunun için, (Veli, veliyi tanır) buyurmuşlardır.
İslâmın beşinci şartı hacdır. Yani, gücü yetenin, ömründe bir kere, Kâbe'ye gidip, oraya mahsus ibadetleri yapması farzdır. İkinci ve daha sonra yapılan haclar, nafile olur. Hac; ıstılahta, belli bir yeri, belli bir zamanda, belli şeyleri yaparak ziyaret etmek demektir. Bu belli şeylere menasik denir. Menasikten her birine nüsük denir. Nüsük, ibadet demektir. Farz olan hacca gitmeye çalışmalıdır! Bir kere farz olan haccı yapmak, 20 kere Allah yolunda savaşmaktan daha sevaptır. Hadis-i şerifte, (Hac, suyun kirleri temizlediği gibi, günahları yok eder.) buyuruldu. Kabul olan hac, namaz, oruç ve zekât borçlarının affına sebep olmaz. Bunları geciktirme günahlarının affına sebep olur. Kul borçları da verilmedikçe, veya helallaşılmadıkça ödenmiş olmaz. Kul ve Hak borçlarından başka günahlar affedilir. Hadis-i şerifte, (Arafat'ta vakfeye durup da günahlarının affedilmediğini sanan, büyük günaha girmiş olur) buyuruldu. Haccın sahih ve kabul olmasının şartları vardır. Sahih olması için vaktinde hac yapılması lazımdır. Kabul olması için de, haccın sahih olması, o kimsenin itikadının düzgün olması, bid'at ehli olmaması gibi şartları vardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bid'at işleyenin, orucu, haccı, cihâdı kabul olmaz.) Haccın kabul olması için, haccın farzlarını, vaciplerini ve sünnetlerini eksiksiz yapmaya çalışmalı, niyeti düzeltmeli, riya karıştırmamalı, ihlasla hareket etmeli ve helal para ile gitmelidir! Ticareti, dünyalık işleri hac işine karıştırmamalıdır. Borçları varsa ödemeli, hak sahipleri ile helallaşmalı, günahlarına tövbe etmelidir. Bunlara riayet edilerek yapılan hac makbul olur. Hadis-i şerifte (Hac edin ki, muhtaç olmayın. Seyahate çıkın ki, sağlığa kavuşun.) buyuruldu. Hacca giderken orada ölmekten korkmamalıdır! Hatta hac yolunda ölmeyi ganîmet bilmelidir. Hadis-i şerifte, (Hacca giderken veya gelirken ölenin geçmiş günahları affolur. O kimse, hesaba çekilmeden ve azap görmeden cennete girer.) buyuruldu. Hacca giden, başkalarına sıkıntı vermediği gibi, onlardan gelecek sıkıntılara da katlanmalı, yumuşak davranmalıdır. Hadis-i şerifte, (Sertlikten ve çirkin şeyden sakının. Yumuşaklık insanı süsler, çirkinliği giderir) buyuruldu. Hacca gidip gelenin değil, haccı kabul olanın günahları af olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kabul olan bir hac, geçmiş günahları yok eder.) (Hac yolunda ölene, kıyamete kadar hac sevabı yazılır.) (Hac için harcanan mala, cihâddaki gibi yedi yüz misli sevap verilir.) (Hacceden fakirleşmez, zenginleşir.) Hac çeşitleri Üç türlü hac vardır: 1- İfrad hac: Bu haccı yapana müfrid hacı denir. İhrama girerken, yalnız hac yapmaya niyet eden kimsedir. Mekke'de oturanlar, yalnız müfrid hacı olur. 2- Kıran hac: Bu haccı yapana karin hacı denir. Hac ile umreye birlikte niyet eden kimsedir. Önce umre için tavaf ve say edip, sonra ihramını çıkarmadan ve tıraş olmadan, hac günlerinde hac için, tekrar tavaf ve say yapar. 3- Temettü hac: Bu haccı yapana mütemetti hacı denir. Hac aylarında [yani Şevval, Zil-kade ile, Zilhiccenin ilk on gününde] umre yapmak için ihrama girip ve umre için tavaf ve say yapıp ve tıraş olup, ihramdan çıkar. Memleketine gitmeyerek, o sene, terviye gününde veya daha önce, hac için ihrama girerek, müfrid hacı gibi hac yapar. Yalnız, tavaf-ı ziyaretten sonra da say yapar. Karin ve mütemetti hacıların şükür kurbanı kesmesi vaciptir. Kesmeyecek ise, Zilhiccenin yedi, sekiz ve dokuzuncu günlerinde ve bayramdan sonra, memleketinde de olsa, yedi gün daha oruc tutması lazım olur. Hepsi on gün olur. (Devamı var)
Haccın şartları iki kısımdır: Vücûb şartları: 1- Müslüman olmak. 2- Kâfir memleketinde olanın, haccın farz olduğunu işitmesi. 3- Akıllı olmak. 4- Bâlig olmak. 5- Hür olmak. 6- Geçim ihtiyacından fazla olarak hacca götürüp getirecek ve geride kalan kimselere yetecek kadar, helal parası olmak. 7- Hac vakti gelmiş olmak. [Hac vakti, arefe ve bayram günleri olmak üzere, beş gündür.] 8- Hacca gidemeyecek kadar, kör, hasta, çok ihtiyâr ve sakat olmamak. Eda şartları ise şunlardır: 1- Hapsedilmiş veya yasaklı olmamak. 2- Hac için gideceği yolda ve hac yerinde selamet ve emniyet olmak. 3- Kadının hacca gidebilmesi için, üç mezhepte, zevcinin veya nikâhı düşmeyen ebedî mahrem akrabasından fâsık ve mürted olmayan âkıl ve bâlig veya mürâhık bir erkeğin beraber gitmesi lazımdır. Bunun yol parasını verecek kadar, kadının zengin olması da lazımdır. Hadis-i şerifte, (Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez!) buyuruldu. [Şâfiî'de, mahremsiz olarak, iki kadın ile, farz olan hacca gidebilir. Kadının mahreminin hac yolunda ölmesi, Şâfiî mezhebini taklit etmesi için özür olur.] 4- Kadın, iddet hâlinde olmamak. [Vücûb şartları bulunmakla beraber, eda şartları da kendisinde bulunan kimsenin, o sene hacca gitmesi farz olur. O sene, hac yolunda ölürse hac sâkıt olur. Vekil gönderilmesi için vasiyet etmesi lazım olmaz. O sene gitmez ise, günah olur. Sonraki senelerde, hac yolunda veya evinde hasta veya hapis, sakat olursa, yerine başkasını, kendi memleketinden bedel göndermesi veya bunun için vasiyet etmesi lazımdır. Bedel gönderdikten sonra iyi olursa, kendinin gitmesi de lazım olur. Sonraki senelerde hacca giderse, tehir günahı af olur.] Vekilin, ihrama girerken, emreden kimse için, kalb ile niyet etmesi şarttır. Hac borcu olanın, öldükten sonra kendi için hac yapacak vekilin adını bildirerek, vasî olan kimseye emir vermesi lazımdır. Meyyit veya meyyitin vasî yaptığı yabancı kimse, vârislerden birini, diğer vârisler izin vermedikçe, vekil yapamaz. Bir kimse izin vermeden, başkasının, bunun yerine hacca gönderilmesi câiz değildir. Yalnız vâris, ölen akrabası, vasiyet etmemiş, yani hac parası ayırmamış ise, kendine miras kalan para ile, onun yerine hacca gidebilir veya başkasını gönderebilir. Böylece anasını veya babasını hac borcundan kurtarmış olur. Kendine de, farz olmuş ise, kendi için, ayrıca gitmesi lazımdır. İstanbul'da bulunan bir kimsenin babası Erzurum'da sâkin iken vefat etse, babası, vasiyet etmedi ise, babası için birini vekil göndermek isterse, Erzurum'dan göndermesi farzdır. Başka yerden göndermesi Hanefî'de câiz değildir. Şâfiî'de Mîkât dışındaki her yerden göndermesi câizdir. Hatta, hacca giden birine para vererek, Mekke-i mükerremede bir vekil bulup, babası için, buna Mîkât'tan hac yaptırtması Şâfiî'de câizdir. Hanefî olanlar, paraları az ise, Şâfiîyi taklit ederek, vasiyet etmemiş ana, baba ve yakınları için, Mekke'de vekil tutabilirler. Fakat, parayı verirken, Şâfiî'yi taklit ediyorum diye niyet etmesi lazımdır. Erkeksiz kadın hacca gidemez. Giderse, haccı kabul olur ise de, haramdır. Erkeği ile gidince de, otelde, tavafta, say'da ve taş atarken, erkekler arasına karışması haramdır ve haccın sevabını giderdiği gibi, büyük günaha girer. Ebedî mahrem erkeği bulunmayan kadın, ihtiyarlayınca, göremez olunca veya iyi olmayacak bir hastalığa yakalanınca, yerine vekil gönderir. Daha önce göndermez. Haccın farzları üçtür. 1- Haccı, ihramlı yapmak. 2- Vakfeye durmak. (Arefe günü Arafat'ın, Vâdi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde, öğle ve ikindi namazlarından sonra vakfeye durulur.) 3- Kâbe-i muazzamayı (Tavaf-ı ziyaret) etmektir. (Devamı var)
İhram, iki parçalı bez olup, iple bağlanmaz, düğümlenmez. Tavafa başlarken, ihramın ortasını sağ koltuk altından geçirip, iki ucunu sol omuz üstüne getirmek sünnettir. Hac, umre, ticaret veya herhangi birşey için uzaktan gelenlerin, mîkât denilen yerleri, ihramsız geçerek, Mekke-i mükerreme Haremi'ne girmeleri haramdır. Geçenin, geri mîkâta gelip ihrama girmesi lazımdır. İhrama girmezse, kurban kesmek gerekir. Mîkât denilen yerler ile, Harem-i Mekke arasına Hil denir. Mîkâttan geçerken, bir iş için Hil'de kalmaya niyet edenlerin ve Hil'de oturanların, hacdan başka niyet ile, ihramsız Harem'e girmeleri câizdir. Mîkât yerlerini geçerken, niyet ederek ve telbiye yaparak, usûlü ile, ihrama girilir. Mîkât yerinden önce, hatta kendi memleketinde de giymek câiz ve daha iyidir. İhramlıya yasak olanlar 1- Karadaki av hayvanlarını öldürmek, 2- Dikilmiş elbise giymek, 3- Bir yerini tıraş etmek, 4- Cima etmek, 5- Kavga ve münakaşa etmek, 6- Koku sürünmek, 7- Tırnak kesmek, 8- Mest, ayakkabı giymek ve başını örtmek [Erkek için], 9- Eldiven, çorap giymek, 10- Kendiliğinden çıkan ot ve ağaçları koparmak. Bunları bilerek veya bilmeyerek, unutarak yapanlara, kurban, sadaka cezaları lazım olur. Ceza olarak kesilen kurban etinden sahibi yiyemez. İfrad hacda bir kurban icap ettiren suçu, karin hacı işlerse, biri umre için, iki tane kesmesi lazımdır. İhramlıya yasak olmayanlar 1- Pire, her türlü sinek, başkasının üzerinde bulunan bit, fare, yılan, akrep, kurt, çaylak gibi zararlı ve insana saldıran hayvanları öldürmek, 2- Başını sabun ile yıkamak, 3- Terlik gibi üstü açık ayakkabı giymek, 4- Diş çektirmek, 5- Renkli ihram giymek, 6- Gusletmek, 7- Başına dokundurmamak şartı ile, tavan, çadır, şemsiye altında gölgelenmek, 8- Başı âdet olmayan şey ile [tas, tepsi] örtmek, paket gibi şeyler koymak, 9- Beline kuşak, kemer, para kesesi, silâh bağlamak, 10- Yüzük takmak, 11- İnsanların dikip yetiştirdiği sebze ve ağaçları koparmak, 12- Düşman ile dövüşmek, 13- Kadınların, deriye değmemek üzere yüzlerini örtmeleri ve dikilmiş elbise, mest, çorap giymeleri, örtü altına zînet eşyası takmaları câizdir. Bir hacı, Arefe günü, öğle ezanından bayramın birinci günü, sabah namazı vaktine kadar olan zaman içinde, Arafat'ta biraz dursa veya ihramlı olarak Arafat'tan geçse veya ihramlandıktan sonra hasta olup, uykuda iken, baygın iken sedye içinde veya başka bir şeyle taşınarak nüsükler yaptırılırsa veyahut ihrama girmeden önce, hasta olan, bayılan yerine başkası ihrama girip, bu uyanmadan, ayılmadan önce, o, bunun yerine de nüsükleri ayrıca yaparsa veya Arefe günü olduğunu bilmeyerek, Arafat'ta dursa, haccı sahih ve tavaf-ı kudûm sâkıt olur. O yerin Arafat olduğunu bilmek ve niyet etmek lazım değildir. O gün veya gece, Arafat'ta bulunmayan veya Arafat'tan geçmiyen hacı olmaz. Zemzem içmeyi bir nimet bilmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Zemzem, doyurucu ve hastaya şifa vericidir.) (Zemzemi, belalardan korunmak niyeti ile içeni Allah korur.) Abdullah ibni Mübarek hazretleri, (Resulullah "Zemzem, içildiği niyete göre faydalı olur" buyurduğu için, ben de kıyamette susuzluktan kurtulmak için zemzemi içiyorum) derdi. İbni Abbas hazretleri de, zemzem içerken, (Ya Rabbi, senden faydalı ilim, bol rızık ve her türlü hastalıktan şifa istiyorum) diye duâ ederdi. (Devamı var)
1- Tavaf-ı kudûm'dan sonra ve hac ayları içinde olmak şartı ile, Safâ ile Merve tepeleri arasında, yedi kere say etmek, yani, usûlü ile yürümek. Tavafsız say, sahih olmaz. 2- Arafat'tan dönüşte, Müzdelife'de, vakfeye durmak. 3- Mina'da, şeytan taşlamak, yani üç gün, temiz taş veya teyemmüm câiz olan şey atmak. 4- İhram'dan çıkmadan önce, başın en az dörtte birini ustura ile tıraş ettirmek veya en az 3 cm, kendisi veya başkası kırkmak. Berber veya ustura bulamamak özür sayılmaz. Saçsız olan veya başı yara olan da, usturayı, değmeden baştan geçirir. Kadın, saçını tıraş etmez. Makasla biraz keser. 5- Âfâkî, yani mîkât denilen yerlerden daha uzak memleketlerin hacıları, Mekke'den son ayrılacağı gün, tavaf-ı sadr, yani tavaf-ı veda yapmak. Hayzlı kadına bu tavaf vacip değildir 6- Arafat'ta, güneş battıktan sonra da, biraz kalmak. Güneş batmadan önce, Arafat meydanından dışarı çıkanın kurban kesmesi lazım olur. 7- Tavaf-ı ziyarette, Kâbe etrafında dörtten sonra üç kere daha dönmek. 8- Tavafta abdestsiz ve cünüp olmamak. 9- Üzerindeki elbise temiz olmak. 10- Tavaf yaparken, Hatîm denilen yerin dışından dolaşmak. 11- Tavafta, Kâbe-i muazzama, sol tarafta kalmak. 12- Tavaf-ı ziyareti, bayramın üçüncü gününün güneşi batıncaya kadar yapmak. 13- Tavaf ederken, avret yeri kapalı olmak. 14- Safâ tepesi ile Merve tepesi arasında say ederken, Safâ'dan başlamak. (Safâ tepesine çıkınca, Kâbe'ye dönüp, tekbir, tehlil ve salevat getirmek ve duâ etmek. Sonra Merve'ye doğru yürümek. Safâ'dan Merve'ye dört, Merve'den Safâ'ya üç kere gidilir.) 15- Her tavaftan sonra, (Mescid-i haram) içinde iki rekât namaz kılmak. 16- Şeytan taşlamasını bayram günlerinde yapmak. 17- Tıraşı, bayramın birinci günü ve Harem hududu içinde yapmak. 18- Say'ı yürüyerek yapmak. (İki yeşil direk arasında erkek hızlı, kadın yavaş gider.) 19- Kıran ve temettü hac yapan, şükür kurbanı kesmek. 20- Kurbanı, bayramın ilk günü kesmek. 21- Cima gibi yasak olan şeyler, Arafat'ta durmadan önce yapılırsa, haccı bozar. Bunları Arafat'tan önce yapmamak farzdır. Cimadan başkalarını, ihramdan çıkıncaya, cimayı, tavaf-ı ziyareti yapıncaya kadar terk etmek vaciptir. [Bilerek veya bilmeyerek, bir vacibi vaktinde ve yerinde yapmayana ceza lazım olur. Hastalık, ihtiyarlık veya kalabalık gibi bir özürle terk edince, bir şey lazım gelmez. Bir vekile yaptırmak gerekmez.] Haccın sünnetleri 1- Âfâkî olanların, hemen Mescid-i harama girerek (Tavaf-ı kudûm) yapmaları. 2- Tavafa Hacerül-esved'den başlamak ve burada bitirmek. 3- İmamın üç yerde hutbe okuması. Birisi, Zilhicce ayının 7. günü Mekke'de; ikincisi, 9. günü, öğle namazı olunca, öğle ve ikindi namazlarından önce, Arafat'ta; üçüncüsü, 11. günü, Mina'da okunur. Arafat'ta, hutbe bitince öğle ve hemen sonra ikindi namazı, cemaat ile kılınır. İmama yetişemeyen, ikindi namazını, ikindi vaktinde kılar. Namazdan sonra, Mescid-i Nemre'den, Mevkıf'e gelip, kıbleye karşı, ayakta veya oturarak vakfeye durulur. Cebel-i rahme kayaları üstüne çıkmak ve vakfe için niyet lazım değildir. 4- Arafat'a gitmek için, Mekke'den, Terviye [zilhiccenin 8.] günü, sabah namazından sonra çıkmak. [Mekke'den Mina'ya gidilir.] 5- Arefe gününden önceki ve bayramın birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin geceleri, Mina'da yatmak. [Üçüncü gece ve günü Mina'da kalmak mecbûrî değildir.] 6- Arafat'a gitmek için, Mina'dan, güneş doğduktan sonra yola çıkmak. 7- Arefe gecesi Müzdelife'de yatmak. 8- Müzdelife'de, vakfeye, fecir ağardıktan sonra durmak. 9- Arafat'ta, vakfeden önce gusletmek. 10- Mina'dan Mekke'ye son dönüşte, önce Ebtah denilen vadiye gelip, burada bir miktar durmak. Buradan Mekke'ye gelip, dilediği kadar kalır. 11- Hacca giderken, muhtaç olmayan ana-babadan, alacaklılardan, kefilinden izin almak sünnettir. Ana-baba muhtaç ise, izinsiz gitmek haramdır. Nafaka bırakmadı ise, hanımından izinsiz gitmesi de haram olur. Haccın sünnetini yapmayana ceza lazım gelmez. Mekruh olur. Sevabı azalır.
Mîkâttan önce: 1) Tırnaklar kesilir. 2) Koltuk altı ve kasık temizlenir. 3) Gusledilir, olmazsa abdest alınır. 4) Erkek, ihramla örtünür. [Kadın elbisesini çıkarmaz.] 5) Baş açık ve ayaklar çıplak olur. Mîkât sınırında: İhramın sünneti olarak iki rekât nafile namaz kılınır. Sadece umre için niyet ve telbiye yapılır. Böylece ihrama girilmiş olur. İhramdan sonra: İhramdan çıkıncaya kadar ihramlıya yasak olan işlerden sakınılır. Tekbir, tehlil, salevat-ı şerife ve telbiye söyleyerek yola devam edilir. Mekke-i mükerremede: 1) Gusledip veya abdest alıp Harem-i şerife giderek "Umre tavafı" yapılır. 2) Tavaftan sonra, "Tavaf namazı" kılınır. 3) Zemzem içilir, üstüne, başına da dökmek iyi olur. 4) Safâ ile Merve arasında "umrenin say'ı" yapılır. Sonra saçın en az dörtte biri veya tamamı kesilir yahut kısaltılır. Böylece umre bitmiş, ihramdan çıkılmış olur. 5) İhramsız olarak Mekke'de kalınır. İstenildiği kadar nafile tavaf yapılabilir. Terviye günü [8 zilhicce]: Terviye günü hac için niyet ve telbiye yaparak yeniden ihrama girilir. Sabah namazı Mekke'de kılınıp Mina'ya çıkılır. Arefe günü sabah namazını müteakip Arafat'a hareket edilir. Arefe günü [9 zilhicce]: 1) Her fırsatta telbiye, tesbih, tekbir, tehlil ve salevat okunur. Kendine, ana-baba ve bütün müminlere duâ edilir. 2) Öğle ve ikindi namazları, öğle vaktinde cem-i takdim ile kılınır. 3) Öğleden sonra vakfe yapılır. 4) Güneş batmadan Arafat'tan ayrılmamalı. Güneş battıktan sonra, akşam namazı kılınmadan Müzdelife'ye hareket edilir. 5) Akşam ve yatsı namazları Müzdelife'de cem-i tehir ile kılınır. Gece Müzdelife'de kalınır. Şeytan taşlamak için taş toplanır. Bayramın birinci günü [10 Zilhicce]: 1) Sabah namazı kılınınca, Müzdelife'de Meş'aril harama gidilip, orada vakfe yapılır. 2) Ortalık ağarıp güneş doğmadan, Mina'ya hareket edilir. Mina'da [çadıra yerleştikten sonra]: 1) Akabe cemresine 7 taş atılır. 2) Vacip olan şükür kurbanı kesilir. Kesilemezse, Zilhiccenin yedi, sekiz ve dokuzuncu günlerinde ve bayramdan sonra yedi gün daha oruç tutulması lazım olur. Hepsi on gün olur. 3) Saçın en az dörtte biri veya tamamı kesilir yahut kısaltılır. Böylece, ihramdan çıkılmış olur. Bayramın 2, 3 ve 4. günleri: 1) Bayramın ilk günü yapılmamışsa, ziyaret tavafı yapılır. [Ziyaret tavafını bayramın birinci günü yapmak daha faziletlidir.] Daha önce yapılmamışsa, haccın say'ı yapılır. 2) Küçük, Orta ve Akabe Cemrelerine [üç şeytana] her gün 7'şer taş atılır. Mina'dan dönünce: "Veda tavafı" yapılır. Beytullah'a karşı durup kana kana zemzem içilir. Baş ve yüz yıkanır. Sonra Kâbe-i şerifin yüksek eşiği öpülür. Ceza gerektiren şeyler: 1- Bedene [deve veya sığır] gerektirenler. 2- Dem [koyun veya keçi] gerektirenler. 3- Sadaka gerektirenler. 4- Bedelini ödemeyi gerektirenler. Bedene kesmeyi gerektirenler: 1- Arafat vakfesinden sonra ve ziyaret tavafından önce cimada bulunmak. [Arafat'ta durmadan önce olursa, haccı bozar.] 2- Ziyaret tavafını cünüp olarak yapmak. Dem kesmeyi gerektirenler: 1- Kudûm ve veda tavafını cünüp yapmak. 2- Bir uzvun tamamına koku sürmek. 3- Saçına yağ sürmek, kına yakmak. 4- Dikişli elbiseyi tam bir gün giymek. 5- Başını bir şeyle örtmek. 6- Tıraş olmak. 7- Koltuk veya yüz kıllarını veyahut boyun kıllarını koparmak. 8- Tırnakları kesmek. 9- Haccın vaciplerinden birini terk etmek veya zamanında yapmamak. Fıtra miktarı sadaka gerektirenler: 1- Bir uzuvdan az bir yere koku sürmek. 2- Bir günden az elbise giyinmek. 3- Başın veya sakalın dörtte birinden daha azını tıraş etmek. 4- Bir tırnak kesmek 5- Veda tavafını abdestsiz yapmak. 6- Veda tavafından bir şavtı terk etmek. 7- Cemrelerde eksik taş atmak. 8- Başkasını tıraş etmek veya başkasının tırnağını kesmek. Fıtra miktarından az sadaka gerektirenler: Çekirge öldürmek. Bedelini ödemeyi gerektirenler: Av hayvanını öldürmek. Ayrıca Harem'in, kesilmesi haram olan bitkilerini kesmek.
Kurban, davar [koyun, keçi], sığır [manda, inek, dana, öküz, boğa] veya deveyi, Kurban bayramının ilk üç gününde, kurban niyeti ile kesmek demektir. Kurban, vacip vazifesini yerine getirerek sevaba kavuşmak için kesilir. Mukim olan, akıllı, büluga ermiş, hür ve Müslüman erkeğin ve kadının, ihtiyaç eşyasından fazla nisâb miktarı malı veya parası varsa, Kurban bayramı için niyet ederek, belli günlerde, kurban kesmeleri vacip olur. Peygamber efendimize kurban kesmek farz idi. İhtiyacı olan eşyadan ve borçlarından fazla olarak, zekât nisâbı kadar malı veya parası bulunan Müslüman'ın kurban kesmesi vaciptir. Kurban nisâbı hesabına katılacak malın, ticaret için olması şart olmadığı gibi, elinde bir yıl kalmış olması da gerekmez. İhtiyaç eşyaları kurban nisâbına dahil edilmez. Yani sadece aşağıda bildireceğimiz şeyleri bulunan kişinin kurban kesmesi vacip olmaz. Bunlar; bir ev, bir aylık yiyecek, her yıl üç kat elbise, evde kullanılan eşya ve aletler, binecek vasıtası, meslek kitapları ve ödenecek borçlardır. İki evi olanın kurban kesmesi gerekir. Bir zengin, bir kurban aldıktan sonra, sefere çıksa ve bayramın üçüncü günü seferî olursa, o hayvanı kurban etmesi gerekmez. Bir zengin, bayram kurbanını kestirmek için birini vekil etse, kurban kesildiğinde kendisi mukim ise, vacip sevabı alır. Kendisi seferde ise, yine çok sevaba kavuşur. Zengin, bayramın birinci veya ikinci günü, kurbanını kesmeden sefere çıkarsa, bayramın üçüncü günü seferde olduğu için günaha girmiş olmaz. Bayramın birinci veya ikinci günü kurbanını kesip sefere çıkarsa, vacip sevabı alır ve üçüncü günü seferden dönse, artık kendisine tekrar kurban kesmek gerekmez. Eğer kesmeden çıkarsa, seferde kesmiş olsa bile, üçüncü günü mukim olunca, kesmesi gerekir. Üç kat elbise demek, üç ceket, üç pantolon, bir palto, üç gömlek, üç atlet, üç don ve bir kazak demektir. Bundan fazla olanlar kurban nisâbına katılır. Üç kat elbiseden fazlası eski de olsa nisâba dahil edilir. Kullanılmayan eski ev eşyaları, kurban nisâbına dahil edilir. Evlenince kullanmak üzere, nisâbı bulacak değerde, buzdolabı, dikiş makinesi, halı gibi ev eşyaları alan, fakat henüz evlenmediği için kullanmayan kimsenin kurban kesmesi vaciptir. Ticaret için olmayan, ihtiyacından artan eşya, kiradaki evler, evindeki kullanılmayan fazla ev eşyası, sanat ve ticaret aletleri, ihtiyaç eşyası sayılmaz. Yani, bunlar, kurban nisâbına dahil edilir. Hepsi hesaplanınca 96 gram altın değerinde olursa, böyle kimsenin kurban kesmesi vacip olur. Kadınların altın ve gümüşten başka ziynet eşyaları, ne kadar çok olursa olsun, zekât nisâbına dahil edilmez. Fakat kurban nisâbına dahil edilir. Yani nisâbın üstünde ziynet eşyası olan kadın zengindir, kurban kesmesi vaciptir. Tabanca, teypler, kasetler, kıymetli dinî levhalar, avizeler kurban nisâbına dahil edilmez. Çünkü bunlar kullanılmaktadır. Kurban kesmenin vacip olmasında, bayramın üçüncü gününe itibar olunur. Bayramın ilk günü, zengin-fakir, mukim-misafir, akıllı-deli olmaya bakılmaz. Bayramın üçüncü günü nisaba malikse, kurban kesmek vacip olur. Bayramın ilk günü sefere çıkan, seferî iken kurban kesen, bayramın üçüncü günü memleketine gelip mukim olan zenginin, tekrar kurban kesmesi vacip olur. Fakir bir kimse, bayramın birinci veya ikinci günü, bir kurban kesse, bayramın üçüncü günü zengin olsa, bir kurban daha keser. Muteber eserlerde, sonradan gelen âlimler, "Fakir, bayramın birinci günü kurban kesse, üçüncü günü zengin olsa, tekrar kurban kesmesi gerekmez" demişlerdir.
Adak kurbanını kesmeyip, bedelini sadaka olarak vermek câiz değildir. Çünkü adağı yerine getirmek vacip olduğu için, bedeli verilmez. Eğer Kurban bayramında kesilememişse, bedeli sadaka olarak verilir. Kurban denilmemişse, adak hayvanı her zaman kesilebilir. Gecikse de, yine bedeli verilmez, kesmek gerekir. Çocuklar için akika kesmek iyi olur. Erkek çocuk için iki, kız çocuk için bir koyun kesilir. Malı çok olup da zekât, sadaka vermeyen kimse, sıkıntı içinde yaşar. Az da olsa, her gün sadaka vermeye alışmalı. Kendisinin veya aile fertlerinin hastalığı olan çok sadaka vermeli! Çünkü Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Hastalarınızı sadaka ile tedavi edin. Sadaka, her hastalığı defeder.), (Sadaka vermekte acele edin, çünkü belâ sadakayı geçemez.) İlim tahsili yapılan yerlere, gerek zekât, fıtra, adak ve akika, gerekse sadaka şeklinde yapılan yardım, insanı kazalardan, belalardan korur. Dünyada, sıhhat ve afiyet içinde bir ömür sürmeye sebep olur. Ayrıca farz olan ilim yayma sevabına kavuşulur. Böylece yardım yapan kişi, hem dünyada, hem de ahirette çok büyük nimetlere kavuşmuş olur. İlim yaymanın sevabını Peygamber efendimiz şöyle ifade buyuruyor: (Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda savaşa verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Savaş sevabı da, emr-i mâruf ve nehy-i anilmünker sevabı [dinin emir ve yasaklarını yayma] yanında, denize nispetle bir damla su gibidir.) İhlas Vakfı, Türk Dünyası'ndan gelen fakir öğrencilere her türlü yardımı yapmaktadır. Azerbaycan, Türkmenistan, Çeçenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Kırım, Doğu Türkistan ve diğer Türk topluluklarından gelen öğrencilere Türkiye'nin büyük şehirlerinde açtığı 30 öğrenci yurdunda her türlü maddi ve manevi yardımı yapmaktadır. Yurtlarda üç öğün yemek çıkmakta, İhlas Vakfı, öğrencilere sevgi ve şefkat kucağını açmaktadır. İhlas Vakfı öğrenci yurtlarının bir yıllık et ihtiyacı hayırsever insanların verdikleri kurban vekaletleri ile karşılanmaktadır. Vakfa verilen kurban vekaletleri ile hayırseverler adına, kurbanlıklar satın alınmakta ve dinimize uygun olarak kesilen kurbanlar, soğuk hava depolarında muhafaza edilmektedir. Bir yıl boyunca da, bu etler yurtların yemek ve et ihtiyacında kullanılmaktadır. Yıllardan beri ülkemizin ve Türk dünyasının binlerce gencine, öğrenci yurtlarında bir aile ortamı sıcaklığında sevgi ve şefkatle muamele eden İhlas Vakfı'na kurban vekaleti vererek yardım ediniz, destek veriniz. Hayra vesile olan hayır yapmış demektir. Yetmiş yıllık komünizm zulmünden kurtularak ülkemize gelen misafir öğrencilere en iyi ev sahipliği yapan İhlas Vakfı, ülkemizin yüz akıdır. Eğitime ve devletimize verdiği hizmet ve destek ile en iyi şekilde kamu hizmeti yapmaktadır. Böyle hayır kurumlarını ve ilim yuvalarını bütün hayırseverlerin her türlü imkan ile, desteklemesi ve yardım etmesi, milli ve dini bir vazifedir. Dünya tarihinde vakıf medeniyetini kuran dedelerimizin torunu olarak vakıfları ve hayır kurumlarını destekleyelim. Bilgili, kültürlü öğrencilerin yetişmesinde, kurban vekaleti vererek, bizim de katkımız olsun. Bütün okuyucularımı İhlas vakfına kurban vekaleti vermeye, İhlas Vakfı'nın hizmetlerine iştirak etmeye davet ediyorum. Kurban vekaleti vermek isteyen hayırseverler, kendilerine en yakın İhlas Vakfı öğrenci yurduna veya Türkiye Gazetesi bürosuna giderek veya telefon ederek, kurban vekaleti verebilirler. İhlas vakfı ile irtibat için: (0 212) 513 99 00 numaralı telefona, veya (0 212) 513 68 57 numaralı faksa başvurabilirler. Her türlü yardımın yapılacağı İhlas Vakfı hesap numarası ise, Vakıflar Bankası Nuruosmaniye Şb. (2007042)'dir. NOT: Kurban bedeli: Küçük boy 100 milyon, orta boy 125 milyon, büyük boy 150 milyon liradır.
Kurban bayramının bulunduğu aya Zilhicce denir. 13 şubat çarşamba günü yani bugün Zilhicce ayının birinci günüdür. Zilhicce ayının ilk on gününde yapılan ibadetlerin, iyiliklerin kıymeti çoktur. Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı şöyledir: (Hiçbir ibâdetin kıymeti, Zilhicce ayının ilk on gününde yapılanın kıymeti gibi olamaz.) (Zilhiccenin ilk günlerinde tutulan oruç, bir yıl oruç tutmaya, bir gecesini ihya etmek de Kadir gecesini ihya etmeye bedeldir.) (Zilhiccenin ilk on gecesinde yapılan amel için, 700 misli sevap verilir.) (Zilhiccenin ilk 9 gününde oruç tutan, her günü için, helal malından yüz köle azat etmiş veya Allah yolundaki mücahitlere yüz at vermiş veya Kâbe'ye kurban için yüz deve göndermiş gibi sevaba kavuşur.) (Bu on günün hayrından mahrum olan kimseye yazıklar olsun! Bilhassa dokuzuncu [Arefe] günü oruçla geçirmelidir! Onda o kadar çok hayır vardır ki, saymakla bitmez.) (Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutana, her günü için bir yıllık oruç sevabı verilir.) (Zilhiccenin ilk on günü fazilette bin güne, Arefe günü ise, on bin güne eşittir.) (Allah indinde zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bugünlerde tesbihi, tahmidi, tehlili ve tekbiri çok söyleyin!) [Tesbih: Sübhanallah, Tahmid: Elhamdülillah, Tehlil: Lâ ilâhe illallah, Tekbir: Allahü ekber, demektir.] Peygamber efendimiz, Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerin, diğer aylarda yapılan amellerden daha kıymetli olduğunu bildirince, Eshab-ı kiram, (Ya Resulallah, Allah yolundaki cihattan da mı daha kıymetlidir) diye sual ettiler. Peygamber efendimiz, cevabında, (Evet cihattan da kıymetlidir. Ancak canını, malını esirgemeden harbe gidip şehit olan kimsenin cihâdı daha kıymetlidir.) buyurdu. Ebüdderda hazretleri de buyurdu ki: (Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutmalı, çok sadaka vermeli ve çok duâ ve istiğfar etmelidir! Çünkü Muhammed aleyhisselam, (Bu on günün hayır ve bereketinden mahrum kalan kimselere yazıklar olsun!) buyurmuştur. Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutanın, ömrü bereketli olur, malı çoğalır, çoluk çocuğu belâlardan muhafaza olur, günahları af olur, iyiliklerine kat kat sevap verilir, ölürken kolay can verir, kabri aydınlanır, Mizan'da sevabı ağır gelir ve cennette yüksek derecelere kavuşur. Zilhiccenin on günü içinde muhtaçlara yardım eden, Peygamberlere tazim etmiş olur. Bu on gün içinde, bir hasta ziyaret eden, Hak teâlânın dostları olan kulların hâtırını sormuş ve ziyaret etmiş gibi olur. Bu on gün içinde din ilmi meclisinde bulunan kimse, Peygamberler toplantısında bulunmuş gibi olur. Din ilmini öğrenmek kadın erkek herkese farzdır. Çocuklarına öğretmek, birinci görevdir. Her hafta saç, sakal ve bıyık tıraş etmek, tırnak kesmek, koltuk, kasık temizlemek sünnettir. İbni Âbidîn hazretleri, (Zilhicce ayının ilk on günü, bu sünnetleri geciktirmemelidir. Hadis-i şerifte, (Kurban kesecek kimse, Zilhicce ayı girince, saçını kesmesin ve tırnak kesmesin!) buyurulması, emir değildir. Bunları, kurban kesinceye kadar geciktirmek müstehabdır. Fakat daha fazla geciktirmek ve hele kırk gün uzatmak günah olur) buyurmaktadır. Görülüyor ki, kurban kesecek kimsenin, Zilhicce ayının birinci gününden, kurban kesinceye kadar, saçını, sakalını, bıyığını ve tırnağını kesmemesi müstehabdır. Fakat vacip değildir. Bunları kesmesi günah olmaz ve kurban sevabı azalmaz.
Kurban kesmesini bilmeyenin, başkasına kestirirken, (Allah rızası için bayram kurbanımı kesmeye seni vekil ettim) demesi ve kalben de niyet etmesi gerekir. Eğer kurbanı da başkasına aldıracaksa, kurbanı alacak kimse de, kesmeyi bilmediği için başkasına kestirecekse, (Allah rızası için bayram kurbanımı almaya, aldırmaya, kesmeye ve kestirmeye seni umumî vekil ettim) der. Bir kimse, kendisine kurban kesmesi vacip olmasa da, vekil vacip diye kesse, kurban yine sahih olur. Adak hayvanı yanlışlıkla vacip diye kesilse mahzuru olmaz. Nafile kurban da vacip diye kesilse mahzuru olmaz. Bir kimsenin kendi hayvanını başkası adına kesmesinin câiz olması için, bu kimsenin, kendi hayvanını başkasına veya onun vekiline hediye etmesi, onların da teslim alması, sonra bunu vekil ederek geri verip kestirmeleri gerekir. Başkasının hayvanını ondan habersiz, onun için kurban etmek câizdir. Başkasının hayvanını, ondan izinsiz, kendi için kurban eden, sonra kıymetini öderse, câiz olur. Sahibi kıymetini kabul etmeyip, kesilmiş hayvanı alırsa, sahibi için kurban edilmiş olur. Bir kimse, birine, kurban işimi hallet dese, vekâlet vermiş olur. Vekil de bir hayvan alıp kesebilir. Biri, benim için bir kurban al, kes dese, o kimse de, kendi parası ile alıp kesse, kurban sahih olur. Vekâleten kurban kesene, kimi çok, kimi az para verebilir. Kimi de hiç para vermeden, (Bana da bir hisse verin) diyebilir. Vekil asîl gibidir. Vekil, vekâlet aldığı kimseler adına kurban keser veya kestirebilir. Daha sonra vekil, ondan para ister veya istemez. İki kurbana yetecek para veren için de iki kurban alır veya ona iki hisse verir. Yahut iyisinden bir kurban alır. Çünkü umumî vekil, tam yetkilidir. Kurban kesmeye vekil olan, zekât hariç, sahibinden ayrıca izin almadıkça veya, (İstediğini yap) diyerek umumî vekil edilmedikçe, başkasını kendine vekil yapamaz. Umumî vekil ise, başkasını, o da bir başkasını vekil yapabilir. Birden çok kişiye vekâlet vermek sahihtir. Bir işe vekil olan iki kişiden biri, tek başına yetkili olamaz. Ancak emaneti vermede, borcu ödemede, kurban kesme gibi işlerde birisi tek başına yetkili olabilir. Çünkü bu işlerde vekillerden birisinin, diğerinin görüşünü sormaya ihtiyacı yoktur. Bir kimse, kurbanını kesmek üzere dört kişiye vekalet verse, bu vekillerden biri kesince ötekilerin görüşünü almaya ihtiyaç yoktur. Derisini, evde dağarcık, mest, sofra, seccade gibi şeyler yapıp kendisi de kullanır. Derisi, eti satılırsa, parası fakire sadaka verilir. Kesene, kesme ücreti olarak da deri ve et verilmez. Necaset yiyen hayvanın etinin temiz olması için, deve 40, sığır 20, davar 10, tavuk 3, serçe 1 gün hapsedilir. Bir başka kavil ise, deve ile sığır 10, koyun 4, tavuk 3 gün hapsedilir. İki kişinin kurbanı karışırsa, her birinin kendinin sanarak kestiği, kendi kurbanı olur. Yedikten sonra helalleşirlerse, yine sahih olur. Emanet olarak bulunan hayvanı kurban etmek câiz değildir. Başkasının koyununu gasp eden veya çalan, kıymetini sonradan öderse, kurban etmesi veya satması câiz olur. Çünkü, kıymeti ödenince, gasp ettiği zaman mülkü olur. Gasbetmek günahına ayrıca tövbe gerekir. Borcu olmayan fakir, kurban keserse, çok sevap olur. Borcu varsa, önce borcunu vermelidir. Çünkü borç ödemek farzdır. Kurban nisâbına malik olmayan fakir, kendi malı olan hayvanını kurban etmeyi niyet ederse veya kurban niyeti olmayarak, hayvanı bayramda satın alıp, sonra kurban etmeyi niyet ederse, yahut kurban niyeti ile bayramdan önce satın alırsa, bunları kesmesi vacip olmaz. Keserse, nafile olur ve etinden yiyebilir ve fakirlere verdiği et sadaka olur.
İnsanları herhangi bir şekilde sevindirmek büyük sevabdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, bazılarına dünyada çok nimet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nimetleri Allahü teâlânın kullarına ulaştırırlarsa, nimetleri azalmaz, ulaştırmazlarsa, Allahü teâlâ da, nimetlerini bunlardan alır, başkalarına verir.) [Tebarani], (Din kardeşinin bir işini yapana binlerce melek duâ eder. O işi yapmaya giderken, her adımı için bir günahı affolur ve kendisine kıyamette nimetler verilir.) [İbni Mace], (Din kardeşinin bir işini yapmak için gidenin, her adımında 70 günahı affedilir ve 70 sevab verilir. O iş bitene kadar, böyle devam eder. İşi yapılınca, bütün günahları affedilir. O işi yaparken ölürse, sorgusuz, hesapsız Cennete gider.) [İbni Ebiddünya], (Bir kimse, din kardeşinin rahata kavuşması veya sıkıntıdan kurtulması için hükümet adamlarına gidip uğraşırsa, kıyamette sırat köprüsünden, çok kişinin ayaklarının kaydığı zaman, Allah, onun süratle geçmesi için yardım eder.) [Taberânî], (İnsanların iyisi, insanlara iyilik edendir.) [İ. Ahmed], (Müslüman kardeşini sevindirmek mağfirete sebep olur.) [Taberânî], (Allahü teâlânın en sevdiği iş, elbise vererek veya doyurarak veya başka bir ihtiyacını karşılayarak, bir mümini sevindirmektir.) [Taberânî], (Farzlardan sonra en kıymetli amel, Müslüman kardeşini sevindirmektir.) [Taberânî], (Bir Müslümanın sıkıntısını giderene, Allahü teâlâ iki nur verir. Bu iki nurla Sıratta o kadar çok kimse aydınlanır ki sayısını ancak Allah bilir.) [Taberânî], (Duâsının kabul, kederinin yok olmasını isteyen, darda kalanı ferahlandırsın!) [İbni Ebiddünya], (Kim, arkadaşının ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını karşılar.) [Taberânî], (Allahü teâlâ, bazılarını, halkın ihtiyaçlarını karşılamak, onlara yardımcı olmak için yaratmıştır. İhtiyaç sahipleri bunlara başvurur. Bunlar için ahirette azap korkusu olmaz.) [Taberânî], (Amellerin en faziletlisi, bir müminin aybını örtmek, karnını doyurmak ve bir ihtiyacını karşılamak suretiyle sevindirmektir.) [Taberânî], (Her iyilik sadakadır.) [Tirmizî], (Kalbler, kendine ihsan edene sevgi, kötülük edene de nefret duyacak şekilde yaratılmıştır.) [Ebu Nuaym], (Arkadaşın iyisi arkadaşına, komşunun iyisi ise komşusuna iyilik edendir.) [Tirmizî], (En iyiniz, kendisinden hep iyilik beklenen ve kötülük etmeyeceğinden emin olunandır.) [Tirmizî], (Hayra vesile olan, hayır işlemiş gibidir. Allahü teâlâ, sıkıntıya düşene yardım edeni sever.) [İ. Neccar], (Layık olana da, olmayana da iyilik et. Eğer layık olana iyilik edersen ne iyi. Eğer o kimse iyiliğe layık değilse, sen, iyilik ehlinden olursun.) [İbni Neccar] (Cehennemlik biri, Cennetlik birine rastlayınca ona, Beni (tanıdın mı?) der. Oda, (Sen kimsin?) der. (Benden abdest suyu istemiştin, ben de onu sana hediye etmiştim) der. Cennetlik olan, ona şefaat eder. Yine Cehennemlik biri Cennetlik olana, (Beni tanıdın mı?) diye sorar. O da, (Sen kimsin?) der. (Bana bir iş söylemiştin, ben de o işini yapmıştım) diye cevap verir. Bunun üzerine ona şefaat eder ve şefaati kabul edilir.) [İbni Mace] (Fakire verilen bir lokma, sahibine beş şeyi müjdeler: 1- Bir tane iken beni çoğalttın. 2- Küçük idim, büyüttün. 3- Düşman iken, beni dost ettin. 4- Fânî, yok olmak üzere iken, beni sonsuz kalıcı ettin. 5- Bugüne kadar sen beni muhafaza ettin, artık ben seni muhafaza ederim.) [Ey Oğul İlmihâli]
1- Bir çocuk, bayramın üçüncü günü bülûğa erse, diğer şartlar da varsa, ona kurban kesmek vacip olur. Bir kimse de, bayramın üçüncü günü ölse, ona kurban vacip olmaz, kurban borcu ile ölmüş olmaz. 2- Baygın iken, bayramın üçüncü günü ayılanın, diğer şartlar da varsa, kurban kesmesi vacip olur. Bayramın üçüncü günü bayılıp, güneş battıktan sonra ayılan zenginin kurban kesmesi vacip olmaz. 3- Önceleri fakir iken, üçüncü günü zengin olanın, diğer şartlar da varsa, kurban kesmesi vacip olur. Fakir bir kimse, bayramın üçüncü günü ikindiden sonra da zengin olsa, kurban kesmesi gerekir. 4- Seferî iken, bayramın üçüncü günü mukim olanın, diğer şartlar da varsa, kurban kesmesi vacip olur. Mukim iken, bayramın üçüncü günü sefere çıkanın, kurban kesmesi vacip olmaz. Daha önce kesmişse, vacip sevabı alır. Kesmemişse, sefere çıktığı için borç üzerinden düşer. 5- Esir iken, üçüncü günü hür olanın, diğer şartlar da varsa, kurban kesmesi vacip olur. Hür iken, bayramın üçüncü günü esir olup, güneş batana kadar esir kalanın kurban kesmesi vacip olmaz. Fıtra ve kurban nisâbına malik olana zengin denir. Bunun fıtra vermesi vacip olur. Mükellef ise, yani büluğa ermiş akıllı ve mukim ise, yalnız kendisi için kurban kesmek de vacip olur. Bunun zekât alması haram olur. Miras ve mehir malları, nisâb hesabına katılır. Nisâb miktarı malı teslim aldıktan bir yıl sonra yalnız o yılın zekâtı verilir. Borçlar alacaklardan ve mevcut maldan çıkarılır. Kalan alacaklar, zekâtta olduğu gibi, kurban nisâbına dahil edilir. Nisâb değerinde Mushafı, hadis, fıkıh ve diğer ilim kitapları bulunan kişi, bunları okuyorsa, nisâba dahil etmez. Okumuyorsa, okumayı bilmiyorsa, dahil eder. Çeyiz olarak alınan eşyalar, kimin ise, o kurban keser. Baba, çeyiz olarak aldığı hâlde, evlenecek çocuğuna hediye etmemişse, çeyiz hâlâ babanın malıdır. Babanın kurban kesmesi gerekir. Hediye etmişse, çocuğunun kesmesi gerekir. İhtiyaç eşyası demek; kıymetleri ne kadar çok olursa olsun, bir ev, bir aylık yiyecek, her yıl 3 kat elbise, çamaşır, evde kullanılan eşya ve aletler, hizmetçiler, binecek vasıtası, meslek kitapları ve ödeyeceği borçlarıdır. Bu eşyanın mevcut olması şart değildir. Eğer mevcut iseler, zekât, fıtra ve kurban için nisâb hesabına katılmazlar. Ticaret için olmayan, ihtiyacından artan eşya, kiradaki ev, evindeki süs eşyası, yere serili olmayan halı, kullanılmayan fazla ev eşyası, sanat ve ticaret aleti, burada ihtiyaç eşyası sayılmaz. Bunlar fıtra ve kurban için, nisâb hesabına katılır. Babanın, çocuğu için, çocuğun malından da kurban kesmesi gerekmez. Deli ile bunak, çocuk hükmündedir. Büyük çocuk ve hanımdan izinsiz, onlar adına kurban kesilmez. Tarlasından aldığı mahsûl veya tarlanın, evin, dükkânın [atölyenin, kamyonun] bir senelik kirası, ne kadar çok olursa olsun, bir yıllık ev ihtiyacını veya aylık geliri ve aldığı maaş ve ücret, aylık ihtiyacını ve kul borcunu karşılamayan kimse, İmam-ı Muhammed'e göre fakirdir. Fetva da böyledir. Şeyhayn'e göre zengin sayılır. Çünkü mülkü olan tarlanın ve bu demirbaş malların değeri, ihtiyacını karşılar ve nisâb kadar da artar. Bunun kirayı her alışta, bir miktar ayırıp, biriktirerek fıtra vermesi ve kurban keserek büyük sevaba kavuşması gerekir. Böyle bir kimse, fıtra vermez ve kurban kesmezse, İmam-ı Muhammed'e göre, günahtan kurtulur. Tarlasından hiç mahsûl almayan, kiraya da veremeyen kimse ve ihtiyacından fazla malı olup da, parası bulunmayan kimse, İmam-ı Muhammed'e uyarak, fıtra vermez ve kurban kesmez. Verir ve keserse, ikinci ictihada göre, fıtra ve kurban sevabına kavuşur.
Kurban kesemeyen kimse, ölürken, bıraktığı maldan kendi için kurban kesilmesini, vârisine vasiyet ederse, vasiyet edilen kurban, bayram günleri kesilir. Adak olduğu için bunun etinden, kesen kimse, fakir olsa da yiyemez. Etinin hepsini fakirlere vermesi gerekir. Vasiyet etmemiş ölü için, vârisi veya başkaları, her zaman kendi malından hayvan kesip, sevabını o kimseye hediye edebilir. Sevabı, kesenin olur. Ölüye de hediye edilir. Bunların etinden, kesen de yiyebilir. Kurban, ölü için değil, yalnız Allah rızası için kesilir. Kesilen kurbanın sevabı ölülere veya dirilere gönderilebilir. Farz olsun, nafile olsun, herhangi bir ibadeti yaparken veya yaptıktan sonra, sevabı, ölü, diri herkese hediye edilebilir. Namaz, oruç, hac, umre, sadaka, Kur'ân-ı kerim okumak, evliyanın kabrini ziyaret, kurban gibi ibadetlerin sevapları başkasına hediye edilebilir. Hediye edenin kendi sevabından hiç azalmadan, bütün müminlere de sevabı erişir. Yani sevap, hediye edilen kimselere, taksim edilmeden, her birine bütünü kadar erişir. Her ibadetin sevabı, Resulullah efendimizin mübarek ruhuna da gönderilebilir. İbni Ömer hazretleri, Peygamber efendimiz için umre yapmıştır. İbnis-Serrâc, Resulullah efendimiz için on bin hatim okumuş, mübarek ruhu için kurban kesmişti. Şu hâlde, her mümin yaptığı ibadetlerin sevaplarını, başta Resulullah olmak üzere, ana-babasına ve bütün Müslümanlara hediye etmelidir! Sevabı hepsine de gider. Kendi sevabından da bir şey eksilmez. Kurban; deve, sığır veya davardan olur, başka hayvandan kurban olmaz. Vahşî ve ehlî [evcil] olan hayvandan doğan bir hayvanda, itibar anasınadır. Eğer ana ehlî ise, kurban olur; değilse olmaz. İki hayvandan, eti çok olanı iyidir. Koyunun erkeği ve beyazı siyahından çok olanı, keçinin dişisi daha sevaptır. Kıymetleri eşit ise, koyun kesmek, sığır kesmekten daha sevaptır. Koyunun, keçinin bir yaşını, sığırın iki, devenin beş yaşını geçmiş olması gerekir. Altı ayını geçmiş kuzu iri ve semiz ise, câiz olur. Enenmiş [burulmuş], enenmemiş olandan daha iyidir. Çünkü kısırlaştırılan koçlar, daha yağlı ve etleri de daha lezzetli olur. Peygamber efendimiz, kısırlaştırılmış bir koç kurban etmiştir. Boynuzu kırık veya boynuzsuz olan, kurban olur. Kulakta ekserisi kesilip ayrılmasa, asılı kalsa kerâhetle câizdir. Yarıdan azı kesik olsa kurban olur. Kulağı enine veyahut uzununa yarık olsa kurban olur. Kulağın yırtık olması tenzihen mekruhtur. Burnunun hükmü de kulak gibidir. Kulağı veya kuyruğu küçük olarak doğan ve uyuz olan hayvan kurban olur. Sürüsünden ayrılan ve otlayamayacak kadar deli olan hayvan kurban olmaz. Bir gözünde görmeye mâni olmayan perde bulunan hayvanı kurban etmek câizdir. Kurbanlık, kesilme yerine getirilirken, tepinir ve bir ayağı kırılır; sonra da kesilirse, câiz olur. Kurbanlık hayvanın dişlerinin ekserisi olsa, mekruh olmakla beraber câizdir. Eğer dişsiz olup, karnını, dişli hayvan gibi yayılıp doyurursa, câiz olur. Husyeleri küçük, doğurması yakın, kurt kuyruklu, iri gözlü, tüyü dökülen hayvanı kurban etmek mekruhtur. Merinosun küçükken kuyrukları kesiliyor. Kesilmezse Merinostan da kurban olur. Bir gözü görmeyen, topal olup yürüyemeyen, dişlerinin yarısı yok olan, gözünün, kulağının veya kuyruğunun çoğu, bir ayağı kesilmiş olan, çok zayıf olan, ölmek üzere olan hasta hayvan kurban olmaz. Burnu veya dili kesik veya ekserisi yok olan hayvan kurban olmaz. Davarın memesinden biri, sığırda ikisi kesik olsa, kurban olmaz, fakat yavrusunu emzirebiliyorsa, olur. İki kulağı kesik, biri kökten kesik, kuyruğu kesik; doğuştan kulağının biri veya ikisi olmayan hayvan kurban olmaz. Terviye, Arefe gününden bir önceki güne denir. Yani yarın terviye günüdür. O gün oruç tutmak iyidir. Hadis-i şerifte, (Terviye günü oruç tutan ve günah söz söylemeyen Müslüman cennete girer.) buyuruldu.
Kıymetli geceye kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Fakat Arefe ve Kurban bayramının üç gecesi böyle değildir. Bu dört gece, bugünleri takip eden gecelerdir. Arefe, yalnız Zilhiccenin 9. günüdür. Başka güne Arefe denmez. Arefe günü sabah namazından, Kurban bayramının dördüncü günü ikindi namazına kadar, erkek-kadın herkes; cemaatle kılsın, yalnız kılsın, 23 vakit farz namazda selam verir vermez, (Allahümme entesselam...) demeden önce, bir kere, vacip olan teşrik tekbirini söylemeli, yani, (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahil-hamd) demelidir. Camiden çıktıktan veya konuştuktan sonra, artık okumak gerekmez. Bugün tutulan oruç, bin gün nafile oruca bedeldir. Ayrıca geçmiş ve gelecek yılda yapılan tövbelerin kabul olmasına da sebep olur. Oruç tutmak her zaman iyidir. Arefe günü oruç tutmak da çok sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Arefe günü oruç tutana, Âdem aleyhisselamdan, Sûr'a üfürülünceye kadar yaşamış bütün insanların sayısının iki katı kadar sevap yazılır.) (Oruçlunun uykusu ibadet, susması tesbih, duâsı makbul ve günahı affolmuştur. Ameline de kat kat sevap verilir.) (Arefe günü tutulan oruç, bin gün [nafile] oruca bedeldir.) (Aşûre günü orucu bir yıllık, Arefe günü orucu da, iki yıllık [nafile] oruca bedeldir.) (Arefede tutulan oruç, iki bin köle azat etmeye, iki bin deve kurban kesmeye ve Allah yolunda cihâd için verilen iki bin ata bedeldir.) (Arefe günü [Besmele ile] bin İhlâs okuyanın günahları affedilir ve duâsı kabul olur.) (Arefe günü tutulan oruç, biri geçmiş, biri de, gelecek yılın günahlarına kefaret olur.) [Bu oruç, geçmiş ve gelecek yılda yapılan tövbelerin kabul olmasına yarar.] (Arefe gününe hürmet edin! Arefe, Allahın kıymet verdiği bir gündür.) (Arefe günü, kulağına, gözüne ve diline sahip olan mağfiret olur.) (Şeytan, Arefe gününden başka bir günde daha zelil, rezil, hakir ve kinli görülmez.) (Allahü teâlâ, Arefe günü, zerre kadar imanı olanı affeder.) (Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, reddolmaz. Fıtr ve Kurban bayramının birinci gecesi, Berât ve Arefe gecesi.) Dua için bugünü fırsat bilmeli! Hadis-i şerifte, (Duânın faziletlisi, Arefe günü yapılanıdır.) buyuruldu. Çok değerli bir gün olduğu için, Arefe gününü ibadetle, Allahı anmakla ve tefekkürle geçirmeye, insanlara iyilik etmeye çalışmalıdır! Peygamber efendimiz, (Arefe gününe hürmet edin! Arefe, Allahü teâlânın kıymet verdiği bir gündür) buyurdu. Hürmet etmek, günah işlememekle olur. Hadis-i şerifte, (Arefe günü, kulağına, gözüne ve diline sahip olan mağfiret olur.) buyuruldu. Kulağına sahip olmak, gıybet, müzik gibi haram olan şeyleri dinlememek demektir. Eğer biz istemeden kulağımıza gelmişse, bize günah olmaz. Gözüne sahip olmak da, haram olan şeylere bakmamak ve mubah olarak baktığı şeylerden ibret almak demektir. Diline sahip olmak ise, yalan söylememek, gıybet etmemek, kötü söz söylememek, hatta boş şey konuşmamak, kimseyi dili ile incitmemek demektir. Bunlara riayet eden Arefe gününü değerlendirmiş olur. Arefe gecesini de değerlendirmelidir. Hadis-i şerifte, (Arefe gecesi ibadet eden, cehennemden azat olur.) buyuruldu.
Kurban nisâbına malik olanın kurban kesmesi vaciptir. Zaruretsiz kurban kesmemek günah olur. Kurban kesmesi vacip iken, içindekilerin kurban kesmediği ev, inleyerek, sâhibine bedduâ edip, "Kurban kesmediğin gibi cenab-ı Allah sana iyilik yapmayı nasip etmesin" der. O ev, o yıl belalara düçâr kalır. Kurban kesenin evi ise, memnun olur, sahibine hayır duâ eder. Bu bakımdan kurban kesmeyi bir nimet bilmelidir! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Cimrilerin en kötüsü, [vacip iken] kurban kesmeyendir) (Hâli vakti yerinde olup da kurban kesmeyen, namaz kıldığımız yere gelmesin!) (Kurbanın her parçasına ve postunun her kılına sevap verilir.) (Sırat'ta sizin binekleriniz olan kurbanlarınız semiz olsun.) (Kurbanın kılı sayısınca sevap vardır. Her damla kanı kadar mükâfat vardır. Bunlar mizanınıza konacaktır. Müjdeler olsun!) (Kurbanlarınızı, isteyerek gönül hoşluğu ile kesin! Kurbanın kanı, boynuzu, yünü, her şeyi kıyamette sevap olarak kendi mizanına konur.) (Sevap umarak kurban kesen, cehennemden korunmuş olur.) (Kurbanı seve seve kesin, onunla nefsinizi temizleyin! Kurban bayramında yapılan amellerden akraba ziyareti hariç, Allahü teâlâ katında kurban kesmekten daha kıymetlisi yoktur. Daha kanı yere düşmeden, Allahü teâlâ, onu muhafaza eder. ) (Kesilen kurbanın akan ilk kan damlası ile günahların affedilir.) (Kurban, kıyamette, eti ve kanı ile 70 kat büyüyüp mizana konur.) Kurban kesen, kendini cehennemden azat etmiş olur. Resulullah efendimiz, iki kurban keserdi. Biri kendisi için, biri de ümmeti için idi. Kestiği iki kurban için, (Biri kendim ve evlatlarım için, biri de kurban kesemeyen ümmetim için) buyurdu. Resulullah için de kurban kesmek müstehabdır ve çok sevaptır. Resulullah efendimiz, Veda Haccı'na giderken yüz kurbanlık deve götürdü. 63'ünü kendi kesti. Sonra bıçağı Hz. Ali'ye verdi. Geri kalanı o kesti. Böylece 63 yıl yaşayacağına işaret etmiş oldu. Peygamber efendimiz için kurban keserken, Allah rızası için kurban kesmeye ve sevabını Resulullah efendimize hediye etmeye diye niyet edilir. Bir kimse, biri adak, biri akika, biri vacip olan bayram kurbanı, biri nafile, biri ölü için, biri de Peygamber efendimiz için kurban kesmek istese, bir inek alıp kesebilir. Hayatının nimetine şükür olarak kesmeyi düşünerek alınan hayvanı kesmek vacip olur. Temel atılırken veya yeni bir araba alınınca, Allah rızası için kesilmesi düşünülerek alınan hayvan da adak olur, eti fakirlere verilir. Başıma gelecek belâlardan kurtulmak niyetiyle, Allah rızası için bir koyun keseceğim demek de adak olur. Hanefî mezhebinde olduğu gibi, Şâfii mezhebinde de, akika kurbanı, çocuk nimetine karşılık, Allahü teâlâya şükretmek için hayvan kesmektir. Akika, çocukları belalardan, hastalıklardan korur. Yaşlı kimse, kendisi için de kesebilir. Peygamber efendimiz de, kendisi için akika kesmiştir. Bunun için hangi mezhepten olursa olsun, herkesin akika kesmesi çok iyi olur. Hacca giderek, orada 15 günden fazla kalan kimseye, mukim olduğu için, kurban kesmek vacip olur. Bayram kurbanını kestirmek üzere telefonla Türkiye'deki bir yakınına vekâlet verip kestirebilir. Fakat şükür kurbanını Harem'de kesmesi gerekir, vekâletle Türkiye'de kestiremez. Mukim bir zengin, seferdeki bir vekile kurban kestirse, vacip sevabı alır. Sefere çıkarken kurbanını kesmek için birini vekil eden zengin, gittiği yerde mukim olsa, vekilin kestiği hayvan, vacip kurban olur. Çünkü zengin mukimdir ve vekâletle istediği şehirde kestirebilir.
Hüsnü zan, iyi, güzel fikir besleme, sui zan ise kötü fikir besleme demektir. Müslüman yaşlı ise, daha çok Allahü teâlâya hüsnü zan etmelidir. Yani (Ben çok günahkâr isem de, Allahü teâlâ beni affeder) diye ümit etmelidir! Hadis-i kudside buyuruldu ki: (Kulum beni nasıl zannederse, ona o şekilde muamele ederim.) [İ. Ahmed] (Yani Allah beni affeder diye ümit ediyorsa onu affeder. Allahtan ümidini kesmişse, ben mutlaka Cehennemliğim diyorsa Cehenneme gider.) Allahü teâlâya hüsnü zan etmenin ibâdet olduğunu düşünerek Allahın rahmetinin, affının bol olduğunu bilmelidir. Günahlarımız çok olsa da Allahü teâlânın affedebileceğini düşünmek hüsnü zan olur. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Ey günahı çok olan kullarım, Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah günahların hepsini affeder. O sonsuz magfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) [Zümer 53] Ölüm döşeğinde (Korkuyorum; fakat Allahın rahmetinden ümidimi de kesmiyorum) diyen zata, Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Müminin kalbinde korku ile ümit varsa, Allahü teâlâ, ona umduğunu verir, korktuğundan da emin eder.) [Tirmizî] Allahın rahmetinden ümidini kesmek çok tehlikelidir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Kötü zanda bulundunuz. Bu yüzden helake mahkum kavim oldunuz.) [Feth 12] (Rabbinize olan [ümitsizliğiniz, kötü] zannınız sizi helak etti.) [Fussilet 23] Allahü teâlâ, Hz. Davud'a (Beni sev, beni seveni sev ve beni kullarıma sevdir! Beni sevsinler) diye vahyetti. Hz. Davud, (Ya Rabbi bunu nasıl yapayım?) diye sordu. Allahü teâlâ, (Nimet ve ihsanlarımı onlara hatırlat, onlar benden ancak iyilik beklesinler) buyurdu. Kadı Yahya bin Eksem hazretleri vefat edince, rüyada görüp halini sordular. O da, (Allahü teâlâ bana, (Ey kötü ihtiyar) diye azarlayınca beni büyük bir korku kapladı. Ben de, "Ya Rabbi, böyle sorguya çekileceğimi bildirmediler" dedim ve ravilerin ismini sayarak, (Ben azimüşşan müslüman olarak saçı sakalı ağaran kuluma azab etmekten hayâ ederim) buyurduğunu bildirdiler, dedim. (Sen ve raviler sadıksınız. Ben de seni magfiret ettim) buyurdu. İnsanları Allahın rahmetinden ümitsizliğe düşüren, onlara hep zorluk gösteren kişiyle, kıyamette Allahü teâlâ, (Sen kullarıma rahmetimden ümit kestirdin. Bugün sen de rahmetimden mahrum kaldın) buyuracaktır. O hâlde her mümin, Allahü teâlânın azabından korkmalı, rahmetinden de ümidini kesmemeli! (İ. Gazali) Müminleri fâsık yani haram işleyici zannetmek, sui zan olur. Sui zan haramdır. Haram işlediğini öğrenerek, bilerek onu sevmemek, sui zan olmaz, Buğd-i fillah olur, sevap olur. Din kardeşinin ayıbını görünce, ona hüsnü zan etmeli, teviline çalışmalıdır. Onu düzeltmelidir. Kalbe gelen düşünce, sui zan olmaz, kalbin o tarafa kayması sui zan olur. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: (Ey iman edenler, su-i zandan sakının! Zannın bazısı günahtır.) [Hucurat 12] Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Sui zan yanlış karar vermeye sebep olur.) [Müslim] İnsanları sui zandan kurtarmak için, kendisini töhmet altında bırakacak yerlerden, işlerden uzak durmalı. Dedikodulara kendisi sebep olduğu için onların işleyecekleri günaha ortak olur. Peygamber efendimiz hanımı ile konuşurken, oradan geçenlere, (Bu kadın hanımımdır) buyurdu. (Ya Resulallah, sizden de mi şüphe edilir) dediler. (Kan damarlarda dolaştığı gibi, şeytan da insana nüfuz eder, vesvese verir.) buyurdu. (Buharî) Bir adam, bir kadınla şüpheyi uyandıracak şekilde konuşurken Hz. Ömer, adamın yanına vardı. Adam (Bu, benim hanımım) dedi. Hz. Ömer, (Hanımınız ise, ne diye şüpheyi üzerinize çekecek şekilde konuşuyorsunuz?) buyurdu.
Şafiî (Tenvir-ül kulub) kitabında diyor ki: Muhakkikler güneşi Remlî hazretlerinden, "Şafiîler, Allah ve Resûlüne muhalefet edip, beş vakit namaza altıncı bir farz ilâve ettiler" diye iftira edene, ne ceza gerekir, diye soruldu. O da, bunu söyleyenin, en az benzerleri gibi, tazir cezasıyla cezalandırılması gerektiğine fetva verdi. Farz olan beş vakti, altıya çıkarmak, dinden çıkmayı gerektirir. Dine ilâve yapılamaz. Şafiîler dine ilâve yapmıyor. Cuma namazının birden fazla câmide kılındığı yerlerde, o günkü öğleyi de kılıyorlar. Müdiriyye kadısı, Şafiîlerin, cuma namazından sonra öğle namazı kılmalarını yasaklamıştı. Fakat adı geçen fetva, kadıya okununca, kadı, insaf ehli olduğu için, "Ey Şafiîler, ben hatalıyım. Yine cumadan sonra öğle namazını mescitte kılmaya devam edin" demiştir. Bu konu hakkında Şafiî âlimlerinden Yusuf Nebhanî hazretleri de bir eser yazmıştır. Bu eserde, birden fazla yerde cuma kılınan şehirlerde, cuma namazından sonra, öğle namazını kılmanın sadece Şafiîlere mahsus olmadığını, dört mezhep âlimlerinin de aynı hükmü bildirdiklerini söylemiştir. Muhammed Şirvanî de bu hususta bir eser yazmıştır. Cuma namazından sonra öğle namazının kılınması gerektiğini bildirmiştir. Aynı zat, Hanefî âlimlerinin cumanın birden fazla yerde kılınması veya namaz kılınan yerin şehir sayılıp sayılmayacağı hususunda şüphe edilmesi hâlinde öğle namazının kılınması gerektiğini bildiren cevaplarını (Davuş-Şema fi salât-iz zuhri badel cumua) eserine almıştır. Bu değerli âlim, bu hususta ele alınan bütün itirazları teker teker çürütmüştür. Resûlullah efendimizin zamanında cuma tek mescitte kılınıyordu. Cumaya geç kalanların ikinci, üçüncü cemaat yapmalarına izin verilmiyordu. Hulefa-i raşidin de bu yolu tuttu. Hz. Ömer döneminde fetihler yapılıp şehirler çoğalmasına rağmen, birden fazla câmide cuma kılınmasına müsaade edilmedi. Valilere yazılan mektuplarda, cumanın tek mescitte kılınması emredildi. Emevîler döneminde ve Abbasîlerin ilk yıllarında bu durum aynen devam etti. Cumanın birden fazla câmide kılınmasının, İmam-ı Şafiî hazretlerinin vefatından 76 yıl sonra olduğunu Hatib Bağdadî ve İbni Hacer hazretleri bildirmektedir. Fakihlerin cumhuruna göre, cumanın tek câmide kılınması vaciptir. Birden fazla câmide namaz kılmak sünnetten ayrılmaktır. İmam-ı Şafiî hazretleri, ihtiyaç olsun olmasın bir şehirde birden fazla câmide cuma kılınmasının caiz olmadığını bildirmiştir. Zamanının İkinci Şafiîsi olarak kabul edilen İbni Sübkî hazretleri de aynen İmam-ı Şafiî hazretleri gibi fetva vermiştir. Sözü hüccet mezhep âlimleri, birkaç câmide cuma kılındığı takdirde, öğle namazının da kılınması gerektiğini bildirmişlerdi. Çünkü ihtiyatlı davranmak gerekir. Hadis-i şerifte, "Şüphelerden sakınan dinini korumuştur" buyuruldu.) Birden fazla yerde cuma namazı kılınan mescitlerde Şafiîler öğle namazını kılmaları gerekir. Hanefîlerin ise, cuma namazından sonra, (Vaktine yetişip kılmadığım son öğle namazına) diye niyet ederek (Zuhr-i ahir) adıyla bir namaz kılmalarının gerektiğini İbni Hümam ve İbni Abidin hazretleri gibi Hanefî âlimleri bildirmektedir. Bu şekilde kılınınca, cuma kabul olmuş ise, bu namaz, kaza namazı yerine geçer. Cuma namazı kabul olmamışsa öğlenin farzı yerine geçer. (R. Muhtar)
.Hidayete kavuşturan yollar
Bir kâfir, şu üç sebeple müslüman olur: Allahın lütfu ile, kendi araştırması ile ve birine iyilik yapıp onun duâsına kavuşmakla. 1- Allahın lütfu ile: Allahü teâlâ, bir kimsenin hidayetini, yani müslüman olmasını dilemişse, o kimse, severek müslüman olur. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini İslâma açar.) [Enam 125], (Allah, dilediğini hidayete kavuşturur.) [İbrahim 4] 2- Kendi araştırması ile: Hakkı, doğruyu bulmak gayreti ile, bütün dinleri inceler. İslâmiyetin güzelliğine hayran olup müslüman olur. Allahü teâlâ, İslâmiyeti doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğini vaat buyurmuştur. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Doğru yolu arayanları, saadete ulaştıran yollara kavuştururuz.) [Ankebut 69], (Allahü teâlâ, kendine kavuşmak isteyenlere, kavuşturan yolu gösterir.) [Şûra 13] Doğru yolu aramayıp, nefislerine uyarak îman etmeyenleri, azıp can yakanları, cehennemde sonsuz olarak yakacağını haber veriyor. İslâmiyeti işitmeyen çok kimse vardır ki, akl-ı selimleri olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin adamlarına aldanmamışlar, astronomide ve fen bilgilerinde ve bilhâssa tıp ilminde gördükleri nizâmlı ve harika olayların birbirlerine bağlantılarını düşünerek, yaratılışın sırlarını, bu hesaplı düzenin gerçeğini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selimleri sayesinde, islâmiyetin bildirdiği güzel ahlâkın birçoğunu bulup, müslüman gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. Allahü teâlâ, Ankebût sûresinde vaat ettiği üzere, bunlar iman etmeye sebep olan rehberlere, kitaplara kavuşur (Ruh-ul-beyan 6. cüzün son âyeti) Rabbimiz vaadinden, yani verdiği sözden dönmez. Bunun için (Ya Rabbi! Sana inanıyorum, seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasib et, beni, din düşmanlarına ve bid'at ehline aldanmaktan koru) diye duâ etmeli, istihare yapmalıdır. Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir. Duâ ederken, duânın şartlarını gözetmelidir. Şartlarına uygun duâ edilince, duâ kabul olur. Duâ kabul olunca da, doğru olan, hak olan bulunmuş olur. 3- Birinin duâsına kavuşmakla: Birisinin duâsı ile müslüman olmuş çok kimse vardır. Hz. Ömer bunlardan biridir. Hz. Ömer okuduğu bir ayet için, "Hakikaten, ne kadar doğru" dedi. Eniştesi Habbab, "Müjde ya Ömer, Resulullah, (Ya Rabbi! Bu dini, Ebu Cehil ile veya Ömer ile kuvvetlendir) diye duâ etti. İşte bu devlet, bu saadet sana nasib oldu" dedi. (Tirmizî) Okuduğu ayet-i kerime, Ömer'in kalbindeki düşmanlığı sildi. Resulullah sevgisi ile yanmaya başladı. Hemen Resulullah nerede diye sordu. O gün, Resul-i ekrem, Hz. Erkam'ın evinde Eshabı ile sohbet ediyordu. Ömer'in kılıçla geldiği görüldü. Eshab-ı kiram, Resulullahın etrafını sardı. Hz. Hamza, "Ömer'den çekinecek ne var, o kılıcını çekmeden, ben onun başını yere düşürürüm" derken, Resulullah, (Yol verin, içeri gelsin) buyurdu. Hz. Cebrail, daha önce, Ömer'in iman ettiğini haber vermişti. Resulullah, onu tebessümle karşıladı. Ömer, Resulullahın önünde diz çöktü, kelime-i şehadet getirdi. Resulullahın duası kabul olmuştu. Herkes birisinin duasına kavuşmalıdır.
Gelenek diye her gün İslamın bir hükmünü kaldırmaya çalışıyorlar. İskata bid'at diyen sapıklar vardır. Halbuki iskat, Kitap ve Sünnet ile, kıyas-ı fukaha ile sabittir. Kur'an-ı kerimde namazların nasıl kılınacağını açıkça anlamamıza imkan yoktur. Kur'an-ı kerimde namazın nasıl kılınacağı bildirilmemiş diye, namaz kılma şekli inkar edilebilir mi? Her husus Kur'an-ı kerimde açıkça anlatılmamıştır. Bunlar, diğer delillerle bildirilmiştir. Dinimizde dört delil vardır: Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas. Bu dört delile Edille-i şerıyye denir. Âlimler, Kitap ve Sünnete dayanarak iskatın hükmünü bildirmişlerdir. Mesela Nur-ül-izah, Haşiye-i Tahtavi, Halebi, Dürr-ül-muhtar, Mülteka, Dürr-ül münteka, Vikaye, Dürer, Cevhere ve Birgivi vasiyetnamesi şerhi gibi kıymetli kitaplarda, ölü için iskat ve devrin gerektiği bildirilmektedir. Tahtavi haşiyesinde buyuruluyor ki: (Bir kimsenin, kaza edemediği namazlarının iskatının yapılması için bütün âlimlerin sözbirliği (icma) vardır. Namazın iskatı olmaz demek çok yanlıştır. Çünkü bu hususta mezheplerin sözbirliği vardır. [Nesâî'deki] hadis-i şerifte (Bir kimse, başkası yerine oruç tutamaz ve namaz kılamaz. Ama onun orucu ve namazı için fakir doyurur) buyuruldu.) [s.356] Nimet-i İslâmdaki bu hadis-i şerif, Dürer'de de mevcuttur. Görüldüğü gibi, iskat Kitap ve Sünnette vardır. Ancak, iskatın hükmü Kur'an-ı kerimden açıkça anlaşılmadığı için, âlimler, istinbat yolu ile çıkarmışlardır. Âlimlerin bu yol ile çıkardığı hükümlere Kıyas-ı fukaha denir. Kıyas-ı fukahayı inkâr edene mezhepsiz denir. Mecmaul-enhür'de diyor ki: (Nefsine ve şeytana uyarak namazlarını kılmamış, ömrünün sonuna doğru buna pişman olup kılmaya ve kaza etmeye başlayan kimsenin, kaza edemediği namazlarının iskatının yapılması için vasiyet etmesi caizdir.) (Müstasfa) Oruç, namaz, zekât borcundan başka, kul hakları, ödenecek borçlar, emanet, hırsızlık, dövmek, sövmek, alay, iftira, gıybet gibi hakların da iskatı yapılır. (Cila-ül-kulub) Bazı din cahilleri, iskatı kabul ediyorlar, fakat iskat devri için, (Parayı, bir başka fakire hediye etmekle iskat nasıl yapılır, kim kandırılıyor?) diyorlar. İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki: (Bir kimse, zekâtını fakire verse, fakir de zekâtı aldıktan sonra, getirip zengine hediye etse, zekât verilmiş olur.) [Zekât bahsi] İskat işinde de, fakirin parayı, gönlü ile hediye etmesi gerekir. Gönlü ile hediye ederse, (Kimi kandırıyor?) denilemez. Herkes mülkünü dilediğine hediye edebilir. (Hidaye) Bugün çok yerde iskat işleri dine uygun yapılmadığı gibi, zekât da ekseriya dine uygun verilmemektedir. Dine uygun verilmediği için "zekât kaldırılmalı" denilemeyeceği gibi, uygun yapılmadığı için de "iskat kaldırılmalı" denilemez. Dine uygun olarak nasıl yapılacağı bildirilir. Bazı mezhepsizler "Orucun iskatına dair ayet vardır. Bekara suresinin (Hasta veya yolcular, tutamadığı günler kadar, diğer günler oruç tutar. [Yaşlılık veya şifa ümidi kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da] oruç tutmaya güçleri yetmeyenlerin bir fakir doyumu fidye vermeleri gerekir) mealindeki 184. ayeti, oruç iskatının gerektiğini emrediyor. Ancak namaz için böyle bir ayet yok" dedikleri halde, samimiyetsiz oldukları için, hiçbir mezhepsizin oruç için fidye verip iskat yaptığı ve oruç iskatını dahi tavsiye ettiği görülmemiştir. (Yarın devir nasıl yapılır?)
28.02.2002
Peygamberlerden sonra, insanların en iyileri Eshabı kiramdır. Eshab-ı kiramın üstünlüklerini bildiren âyet-i kerimelerden bazıları şunlardır: (Muhammed [aleyhisselam], Allahın peygamberidir, Onunla birlikte bulunanların [Eshabın] hepsi, kâfirlere karşı çetin ve birbirlerine karşı merhametlidir. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir. [Feth 29] (Mekke'nin fethinden önce Allah için mal veren ve savaşanlara, fetihten sonra verenlerden ve savaşanlardan daha yüksek derece vardır. Bunların dereceleri eşit değildir. Hepsi için Hüsnayı [Cenneti] söz veriyorum.) [Hadid 10] (Mekkenin fethinden önce müslüman olanlar sonrakilerden daha kıymetlidir. Ama sonrakiler de cennetliktir. Hz. Ebu Bekir Mekke'nin fethinden önce, mal verip savaşlara katılanlar arasında idi. Bu ayet Hz. Ebu Bekr'in şanının çok yüksek olduğunu göstermektedir.) (Allah, [Eshab-ı kiramın] hepsine de en güzeli [cenneti] vâdetmiştir!) [Nisa 95] ([Resulullahın eshabı olan] sizler, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a inanırsınız.) [Âli İmran 110] (İyilik yarışında önceliği kazanan muhacirler ve ensar ile onlara [eshabı kirama] güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur. [Tevbe 100] (Resulüm sana Allahü teâlâ yetişir ve seni müminlerle [Eshabınla] destekler.) [Enfâl 62] İmam-ı Begavî, (Me'âlimüttenzîl) ismindeki tefsîr kitabında diyor ki: Câbir bin Abdullah dedi ki, Resûlullah, (Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu. Bu sözleşmeye, (Bî'at-ür-rıdvân) denir. Çünkü, Allahü teâlâ, bu 1400 kişiden râzıdır. Kur'an-ı kerimde: (Ağaç altında, sana söz veren müminlerden, Allahü teâlâ elbette râzıdır) buyuruldu. (Feth 18) İbni Haceri Mekki hazretleri buyuruyor ki: Araf ve Hicr surelerinde (Biz azimüşşan, onların kalblerindeki gıl ve gışşı nezettik) buyuruluyor. Yani kalblerindeki kin ve düşmanlık gibi şeyleri kökünden çıkarıp attık. Demek ki, hiçbir sahabi, başka bir sahabiye haset ve kin beslemez. Çünkü, hepsi Hakkulyakîn mertebesine ulaşmışlardır. Aralarındaki savaşlar ictihad sebebi ile idi. Her biri, kendi ictihadı ile hareket etmeye mecbur olduğundan, hiçbiri kötülenemez. Eshab-ı kiramdan birini kötülemek, (Allah onlardan razıdır) mealindeki âyete inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan) Allahü teâlânın sıfatları ebedîdir, sonsuzdur. Onlardan [eshabı kiramdan] razı olması da sonsuzdur. Artık bir daha sözünden dönmez, hep razıdır.
Eshab-ı kiramın üstünlüğü
Dün Eshab-ı kiramın fazileti ile ilgili ayetleri bildirmiştik. Bugün de hadis-i şerifleri bildiriyoruz: (Eshâbımın hiçbirine dil uzatmayınız. Onların şânlarına yakışmayan bir şey söylemeyiniz! Allahü teâlâya yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshâbımdan birinin bir müd arpası kadar sevap alamaz.) [Ebu Davud] (Eshâbımdan herhangisine uyarsanız, Allahü teâlânın sevgisine kavuşursunuz.) [Beyheki] (Allahü teâlâ, beni insanların en asîlzâdesi olan Kureyş kabîlesinden seçti ve bana insanlar arasından en iyileri arkadaş olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezîr olarak ve dîn-i islâmı yaymakta yardımcı olarak seçti. Bunlardan bazılarını da Eshâr [kadın tarafından akraba] olarak ayırdı. Bunlara kötü söyleyenlere Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların lâneti olsun! Allahü teâlâ, kıyâmet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabûl etmez.) [Hakim] (Eshâbımın ve akrabâmın ve bana yardım eden, gösterdiğim yolda gidenlerin sevgisinde benim hakkımı koruyunuz! Onları sevmek suretiyle benim Peygamberlik hakkımı koruyanları, Allahü teâlâ, dünyada ve âhırette belâlardan, zararlardan korur. Benim Peygamberlik hakkımı düşünmeyerek, onları incitenleri, Allahü teâlâ sevmez.) [Savâ'ik-ul-muhrika] (Ensarı müminden başkası sevmez, münafıktan başkası da buğzetmez. Ensarı seveni Allah da sever, onlara buğzedene Allah da buğzeder.) [Buharî] (Eshabıma dil uzatmakta Allahtan korkun! Benden sonra onları kötü emellerinize alet etmeyin! Onları seven, beni sevdiği için sever. Onları sevmeyen, beni sevmediği için sevmez. Onları gücendiren, Hak teâlâya eza etmiş olur ki, bunun da cezası gecikmeden verilir.) [Buharî] (Eshabım, cin ve insanların hepsinden daha üstündür.) [Bezzar] (Eshabımın ve akrabamın ve gösterdiğim yolda gidenlerin sevgisinde benim hakkımı koruyun! Onları sevmek suretiyle peygamberlik hakkımı koruyanları, Allahü teâlâ, dünyada ve ahirette belâlardan, zararlardan korur. Peygamberlik hakkımı düşünmeyip, onları incitenleri, Allahü teâlâ sevmez. Allahü teâlânın sevmediklerine de azap etmesi yakındır.) [Taberânî] (Eshabımın ismini işitince, susun, şanlarına yakışmayan söz söylemeyin!) [Taberânî] (Eshabımı kötüleyene Allah lânet etsin.) [Taberânî, Beyhekî, Hakim] (Kimi çıkıp, Eshabımı kötüleyecek. Bunlar, Müslümanlıktan ayrılacaklardır.) [Beyhekî] (Eshabımın kusurlarını söylemeyin! Kalbleriniz onlara karşı değişir. Eshabımı iyilikle anın ki, kalbleriniz ülfet etsin!) [Deylemî] (Eshabımın bundan sonraki hatalarını, Allahü teâlâ affedecektir. Onların İslâmiyete hizmetini kimse yapmamıştır) [İ. Süyutî] (Beni gören müslüman, Cehenneme girmez.) [Taberânî] (İnsanların en hayırlısı asrımdaki müslümanlar [Eshab-ı kiram]dır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenler [Tabiin] dir. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenler [Tebe-i tabiin] dir. Artık bunlardan sonra yalan yayılır. Bunların [Eshabımın yolunda olmayanların] sözlerine ve işlerine inanmayınız!) [Buharî] (Eshabım arasında fitne çıkacak, o fitnelere karışanları, Allahü teâlâ benimle olan sohbetleri hürmetine af ve mağfiret edecektir. Sonra gelenler, bu fitnelere karışan Eshabıma dil uzatarak Cehenneme girecektir.) [Müslim]
İmam-ı Rabbani hazretleri, faydalı ilimler hazinesi Mektubatında (c.2, m.99'da) buyuruyor ki: Şeyhaynın [Ebû Bekr'in ve Ömer'in]bütün Müslümanlardan üstün olduğunu Sahabe ve Tabi'în sözbirliği ile bildirdi. Sahabe-i kiramın hepsi, sonra gelen Müslümanların hepsinden daha üstündür. Çünkü insanların en iyisinin sohbetinin üstünlüğüne benzeyen hiçbir üstünlük olamaz. Eshab-ı kiramın, islamiyetin zaîf olduğu ve Müslümanların az olduğu o zamanda, dîni kuvvetlendirmek için ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için yaptığı ufak bir hareketine, o kadar sevap verilir ki, başkaları, bütün ömrünü, sıkı riyazetle ve ağır mücahedelerle ve ibadetlerle geçirse, o kadar sevap alamaz. Bunun için Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Eshabımın hiç birine dil uzatmayınız, lekelemeye uğraşmayınız! Kudreti ile yaşamakta olduğum Allaha yemin ederim ki, bir kişi, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshabımdan birinin bir müd arpa sadakasının sevabını bulamaz.) [Begavi, Mevahibi ledünniyye] Ebu Bekr'in bu ümmetin en üstünü olmasının sebebi, îmana gelmekte, malının çoğunu ve canını feda etmekte ve her türlü hizmette, başkalarının önünde bulunmasıdır. Şu ayet onun için inmiştir: (Mekke'nin fethinden önce malını veren ve cihad eden kimseye, fetihten sonra malını dağıtan ve cihad edenden daha büyük derece vardır. Allah, hepsine cenneti va'detti.) [Hadîd 10] Bazı kimseler, fazîletlere, olaylara bakarak, bunun en üstün olduğunda duraklıyor. Halbuki, bilmiyorlar ki, üstünlüğün sebebi, fazîletler ve harikalar olsaydı, fazîletleri ve harikaları çok olan herhangi bir Müslümanın, o kadar harikası olmayan kendi Peygamberlerinden üstün olması lazım gelirdi. Demek oluyor ki, üstünlüğün esrarı, sebebi, fazîletlerden ve harikalardan başka bir şeydir. Bu fakîre göre, bu sebep, dîni kuvvetlendirmekte ve mal ve can feda ederek Allahın dînine yardım etmekte başkalarının önünde bulunmaktadır. Her önde olan, sonra gelenlerden daha üstün olur. Önde gelenler, sonra gelenlerin, dinde üstadı ve hocasıdır. Sonra gelenler, önce gelenlerin nûrları ile aydınlanmakta, onların bereketlerinden faydalanmaktadır. Peygamber hepsinden ileride, önde olduğu için, hepsinden üstündür. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden sonra, bu devletin, bu saadetin sahibi, Ebû Bekr-i Sıddîktır. Çünkü dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için, malını dağıtmakta, cihad etmekte, şiddetli mücadele etmekte ve şanını, şerefini kaybetmekte, öncelerin öncesi Odur. O halde, hepsinden daha üstün Odur. Peygamber efendimiz islamiyetin yükselmesinin ve kuvvetlenmesinin, Ömer-ül Farûkun yardımı ile olmasını istedi. Allahü teala, sevgili Peygamberine yardım etmek için, onu kâfi gördü. Abdullah ibni Abbas, Enfal sûresinin, (Ey Peygamberim, sana yardımcı olarak Allah ve müminlerden sana tâbi olanlar yetişir) mealindeki 64. ayeti, Ömer îman ettiği zaman geldi) buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîktan sonra, en üstün olan budur. Eshab-ı kiram ve Tabi'în, bu ikisinin en üstün olduğunu sözbirliği ile bildirdi. Hz. Ali (Ebû Bekr ile Ömer, bu ümmetin en üstünüdür. Beni onlardan üstün sanan, iftira etmiş olur ...) buyurdu. (c.2, m 99.)
Resulullahın kadın tarafından akrabaları ile ilgili hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ bana insanların en iyilerini sahabi olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezir olarak, İslam dinini bildirmekte yardımcı olarak seçti. Bunlardan bazılarını da eshar [hanım tarafından akraba] olarak ayırdı. Onlara dil uzatanlara Allahın, meleklerin ve bütün insanları lâneti olsun!) [Hakim] (Eshabımın ve akrabamın ve gösterdiğim yolda gidenlerin sevgisinde benim hakkımı koruyun! Onları sevmek suretiyle peygamberlik hakkımı koruyanları, Allahü teâlâ, dünyada ve ahirette belâlardan, zararlardan korur. Peygamberlik hakkımı düşünmeyip, onları incitenleri, Allahü teâlâ sevmez. Allahü teâlânın sevmediklerine de azap etmesi yakındır.) [Taberânî] (Allahü teâlâ, bana eshab ve akraba olarak en iyileri seçti. Birçok kimse, eshabıma ve akrabama dil uzatır, kötülemeye çalışırlar. Böyle kimselerle oturmayın! Birlikte yiyip içmeyin, bunlardan kız alıp vermeyin.) [Dare Kutni] (Allahü teâlâ bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraber olacaktır.) [Deylemî] (Benimle evlenen veya kız alıp verdiklerim, Cehenneme girmez.) [Deylemî İ. Neccar] (Kızlarımı evlendireceğim kimselerle, evleneceğim kadınların Cennetlik olmasını Rabbimden istedim. Rabbim de kabul etti.) [Şirazi] (Eshabımı, zevcelerimi ve Ehl-i beytimi seven ve onlara dil uzatmayan, Cennette benimle beraber olur.) [Ramuz] (Esharımın [Hanım tarafından olan hısımlarımın] Cennetlik olmasının istedim. Rabbim de bu isteğimi kesin olarak kabul etti.) [Hakim] Eshardan, Peygamber efendimize akraba olmakla şereflenip cennetlik olanlardan bazıları şunlardır: 1- Kayınpeder olanlar: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ebu Süfyan. 2- Damat olanlar: Hz. Osman ve Hz. Ali. 3- Kayınvalide olanlar: Aişe validemizin annesi Ümmü Ruman, Hafsa validemizin annesi Hz. Zeyneb, Ümm-i Habîbe validemizin annesi Hz. Hind. 4- Kayınbirader olanlar: Hz. Abdullah bin Ömer, vahiy kâtibi Hz. Muaviye. Bu dört grup akrabadan birini sevmemek münafıklık alametidir. Çünük bir hadis-i şerifte, (Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin sevgisi bir münafığın kalbinde toplanmaz.) buyuruldu. (İ. Asâkir) Ebu Süfyan bin Harb Taif gazasında çok kahramanlık etti. Bir gözü kör oldu. Resulullah, (Ya Eba Süfyan! Hangisini istersin? Eğer dilersen, dua edeyim, gözün yerine gelsin. Eğer dilersen Allahü teâlâ, Cennette sana bir göz versin) buyurdu. Ebu Süfyan: Ya Resulallah! Cennette göz verilmesini isterim dedi ve avucunda duran gözünü yere attı. Ebu Süfyan hazretleri Yermük gazasında da, çok kahramanlık etti. İkinci gözü de çıktı. Orada şehid oldu. (Medaric-ün nübüvve, Mevahib-i ledünniye) Resulullah efendimiz, kayınbiraderi Hz. Muaviye için de, (Ya Rabbi, ona kitap öğret, ülkelere sahip et ve azaptan koru.) buyurdu. (İmam-ı Ahmed, Taberani)
Ağaç altında söz veren eshab
Maveraünnehir âlimleri buyurdu ki: Üç halife, Fetih suresinin, 18. ayetinin (Sana, ağaç altında söz verenlerden Allah razı oldu. Hepsini sevdi) mealindeki 18. âyeti arasına da girmekle şereflendikleri için bunları kötülemek küfür olur. Eshab düşmanları diyor ki: "Bu üç halife, birkaç iyi iş yapmışlarsa da, daha sonra kötülük yaparak, verdikleri sözü bozmuş ve Allah da rızasını onlardan kaldırmıştır. Peygamber, Ali'nin halife olmasını emrettiği halde, bu emre uymadılar. Fatıma'yı incittiler. Hadis-i şerifte, (Onu inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allahı incitir) buyurulmuştur. Ahzab suresinde, (Allaha ve Resulüne eziyet edenlere, dünyada da, ahirette de lanet olsun) buyuruldu. Bu kötü işlerinden, üç halifenin üçünü de kötülemek ve onlara sövmek gerekir." Bu sözlerle Allah hâşâ cahillikle suçlanmış oluyor. Allah onların ne yapacaklarını bilmiyor muydu? Allahın zatı gibi sıfatları da ebedidir. Birkaç seneliğine razı olup, sonra rızasını kaldırmaz. Allah verdiği sözden dönmez. (Ali imran 9) İlk dört halifeyi kötülemek Resulullahı kötülemek olur. Resulullah, âlemlere rahmet olarak gelip, çok kıymetli idi ki, onun ehli beyti, hanımları ve eshabı da çok kıymetli oldu. (Feth 29) Bir hadisi şerifte de buyuruluyor ki: (Allahü teâlâ, beni insanların en soylusu olan Kureyş kabilesinden gönderdi ve bana en iyileri arkadaş olarak ve birkaçını da bana yardımcı olarak seçti. Bu iyi kimselerden bazılarını da Eshâr [Kadın tarafından akraba] olarak ayırdı. Bunlara kötü söyleyenlere lânet olsun!) [Hakim] (Bu dört halife, aynı zamanda Eshardan idi.) Allahü teâlâ, ağaç altında söz veren Eshabdan razı olduğu zaman, onların niyetlerini elbette biliyordu. Allahü teâlâ, onların verdiği sözü beğenince, iman ile giderler. Çünkü, Allah, ileride kâfir olacakların hiçbir işinden razı olmaz. İmansız ölecek olanlar, güzel iş yapsa da, Allah bunların, böyle işlerini de beğenmez. Kâfirlerin yaptığı güzel işler için, Nur suresi, 39. âyetinde (Kâfirlerin yaptığı güzel işler, çölde görülen seraba benzer. Susuz olanlar, bunu uzaktan su sanır. Yanına gidince, bir şey bulmaz.) ve Maide suresi, 57. âyetinde, (Kâfir olarak ölenin yapmış olduğu bütün iyi işleri yok olur. Dünya ve ahirette fayda vermez) buyuruldu. Âhirette işe yaramayacak olan bir işten, Allah razı olur demek, Allahın sıfatlarını inkâr etmek olur. Hz. Ali'nin ilk halife olmasını, Resulullah bildirmedi. Eğer bildirseydi, Hz. Ali, bu emri gizlemez, açıkça söyler ve Hz. Ebu Bekr'in halifeliğini kabul etmezdi. Nitekim Hz. Ebu Bekir, (Halifeler Kureyş'te#dir) hadis-i şerifini söyleyerek, Ensarın halife olmasını kabul etmedi. Ensar da, razı olup, halifelik isteğinden vazgeçtiler. Fatıma'yı incitmemek için olan emir, her türlü incitmeyiniz demek değildir. Çünkü, Hz. Ali, onu, birkaç defa incitti. İncitmesi suç olmadı. Bunun gibi, Resulullah, (Âişe'yi üzerek, beni incitmeyiniz! Biliniz ki, onun yatağında iken bana vahiy gelmektedir) buyurmuştu. Âişe'yi incitmenin, kendisini incitmek olduğunu bildirdi. Halbuki, Hz. Âişe, Hz. Ali'den elbette incindi. Bunun için (incitmeyiniz) emri, şeytana uyarak incitmeyiniz, demektir. Yoksa, islamiyetin, emrini yerine getirmek için üzmek yasak olmaz. (Biz Peygamberler, miras bırakmayız. Bıraktıklarımız, fakirlere sadaka olur) hadisi şerifine uyarak Hz. Ebu Bekir, Fedek hurmalığının gelirini Hz. Fatıma'ya vermeyip fakirlere dağıttı. Hz. Ali de, halife olunca, Fedek hurmalığının gelirini Hz. Fatıma'nın mirasçılarına vermeyip, emre uyarak o da fakirlere dağıttı. (Bu yazı, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Reddi revafıd risalesinden alarak hazırlanmıştır.)
İmam-ı Cafer'in konuşmaları
Seyyid Eyyub bin Sıddik (Menakıb-ı Çihar yar-i güzin) kitabında, 63. menkıbede diyor ki: Küfede Abdülmecid adında bir sapık vardı. İmam-ı Cafer Sadık hazretlerine sordu: - Eshab arasında, en üstün kimdir? - Ebu Bekir'dir. - Yâ Cafer, delilin nedir? - Allahü teâlâ, onun için, (Resulden sonra, ikinci) buyurdu. Bundan üstün şeref olmaz. - Ali, Resulün yatağında, kâfirlerden korkmadan, yatmadı mı? - Ebu Bekir bir şeyden korkmadan, Resulullahtan önce mağaraya girdi. - Yâ Cafer, kâfirlerden korkmasaydı, girmezdi. Allah, Resulüne haber verip, Ebu Bekr'e korkma dedi. - O, Resulullaha bir zarar gelirse diye korktu. Ayağını bir deliğe koydu. Yılan onu kaç kere ısırdı. Acısına katlanıp, Resulü rahatsız etmemek için, ayağını çekmedi. Resulü uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehirlenerek, canını Resule feda etmezdi. - Maide suresinin (Rükuda iken sadaka verirler) mealindeki 58. ayeti ile övülen Ali'dir. - Aynı surenin (Allah, mürtedlerle cihad eden bir kavim getirir. Allahü teâlâ bunları sever) mealindeki 54. ayeti, Ebu Bekir-i Sıddik içindir ve daha çok yükseltmektedir. - (Mallarını, gece-gündüz, gizli-açık verenler) mealindeki ayet ile övülen Ali değil mi? - Velleyli suresine Ebu Bekir övülüyor. Çünkü, o, 40 bin altın verdi. Kendisine hiç bırakmadı. Allahü teâlâ, Resulüne Cebrail aleyhisselamı gönderip (Ben Ebu Bekir'den razıyım) buyurdu - Tevbe suresinin (Hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haramı bina etmeyi, iman ve Allah yolunda cihadla bir mi tutuyorsunuz? Böyle değildir) mealindeki 20. ayeti ile övülen Ali'dir. - Hadid suresinin (Mekke'nin fethinden önce, sadaka verip, cihad eden ile, fetihden sonra veren ve cihad eden bir değildir. Önce olanın derecesi, daha yüksektir) mealindeki 10. ayet ile Ebu Bekir övülüyor. Ebu Cehil, Resulullaha vurmak isterken, Ebu Bekir yetişip, önledi. - Fakat Ali, hiç kâfir olmadı. - Allahü teâlâ, Tevbe suresinin, (Muhacir ve Ensarın önce gelenlerinden Allah razıdır. Onlara Cennette sonsuz nimetler vardır) mealindeki 101. ve Zümer suresinin (Doğru haberle gelen ve Ona inanan için Cennette, istedikleri her şey vardır) mealindeki 33. ayeti ile Ebu Bekr'in imanını övmektedir. Başkasının imanı, böyle övülmedi. Mekke'de, Resulullah, her ne söylerse, kâfirler, yalan söylüyorsun derken, Ebu Bekir, hemen yetişip, doğru söylüyorsun, ya Resulallah derdi. - Allahü teâlâ, (Uhud gazasında, şeytana uyup, dağılanlar) ayeti ile şikayet etmiyor mu? - Âyetin sonunu da oku! (Onların bu kusurlarını affettim) buyuruyor. - Ali'yi sevmek farzdır. (Yakınlarımı seviniz) ayeti ile bildirilenler, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'dir. - Ebu Bekr'i de sevmek farzdır. Haşr suresi 10. ayetinde (Muhacir ve Ensardan sonra, kıyamete kadar gelen müminler, 'Ya Rabbi, bizi ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi [Eshab-ı kiramı] affet' derler) buyuruldu. Hüseyni tefsirinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki; Eshab-ı kiramdan birini sevmeyen, bu ayette bildirilen müminlerden olmaz. Bu duadan mahrum olur). - Resulullah, (Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin üstünüdür. Babaları daha üstündür) buyurdu. - Ebu Bekir için bundan daha iyisini buyurdu. Ceddim İmam-ı Ali buyurdu ki, Resulullahın huzurunda idim. Ebu Bekir'le Ömer geldi. Resulullah (Yâ Ali, bu ikisi, Cennet erkeklerinin en üstünüdür) buyurdu. (Devamı var)
Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ali'nin konuşmaları
Bir gün, Hz. Ebu Bekir, Resulullahın evine geldi. İçeri girerken, Hz. Ali de geldi. Ebu Bekir geri çekilip, ya Ali, sen buyur dedi. - Ya Eba Bekir! Sen önce gir, her iyilikte önde olan sensin. - Sen önce gir ya Ali, Resulullaha daha yakın sensin. - Ben, senin önüne nasıl geçerim? Çünkü, Resulullahtan işittim, (Ümmetimden Ebu Bekir'den daha üstün bir kimse üzerine güneş doğmadı) buyurdu. - Kızını sana verdiği gün, (Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim) buyurma dı mı? - Senin için, (İbrahim aleyhisselamı görmek isteyen, Ebu Bekr'in yüzüne baksın) buyurdu. - Senin için de, (Âdem aleyhisselamın hilm sıfatını ve Yusüf aleyhisselamın güzel ahlakını görmek isteyen, Ali Mürtezaya baksın!) buyurdu. - Senin için, (Ya Rabbi! Beni en çok seven ve eshabımın en iyisi kim?) sualine Cenab-ı Hak (Ebu Bekir-i Sıddiktır) buyurmadı mı? - Senin için de, (İlmi birine veririm ki, Allahü teâlâ, onu sever. Ben de çok severim) buyurdu. - Ama senin için (Cennetin kapıları üzerinde, Ebu Bekir habibullah yazılıdır) buyurdu. - Senin için de, Hayberde, bayrağı verip (Bu bayrak, melik-i galibin, Ali'ye hediyesidir) buyurdu. - Senin için, (Ya Eba Bekir! Sen benim gören gözüm ve bilen gönlüm yerindesin) buyurdu. - Senin için de, (Kıyamette, Ali Cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenab-ı Hak buyurur: "Ey Resulüm, baban İbrahim, ne güzel baba, kardeşin Ali ne güzel kardeştir) buyurdu. - Senin için, (Kıyamette, Cennet meleklerinin reisi olan Rıdvan, Cennetin anahtarlarını getirir. Bana verir. Sonra, Cebrail aleyhisselam gelip, ya Resulullah, Cennetin ve Cehennemin anahtarlarını, Ebu Bekr'e ver. O da istediğini Cennete göndersin der) buyurdu. -Senin için de, (Ali kıyamette benim yanımdadır. Havz ve Kevser yanında, benimledir. Sıratta benimledir. Cennette benimledir. Allahü teâlâyı görürken, benimledir.) buyurdu. - Senin için, (Ebu Bekr'in imanı, bütün müminlerin imanları toplamından daha ağırdır) buyurdu. - Senin için de, (Ben ilmin şehriyim. Ali, bunun kapısıdır) buyurdu. - Senin için, (Ben sadıklığın şehriyim. Ebu Bekir, bunun kapısıdır) buyurdu. - Senin için de, (Kıyamette, Ali güzel bir ata biner. Görenler bu hangi Peygamber der.) buyurdu - Senin için, (Ben ve Ebu Bekir, bir topraktanız. Tekrar bir olacağız) buyurdu. - Senin için de, (Hak teâlâ, Cennetin dört köşeni, dört kişi ile bezerim. Biri, peygamberlerin üstünü Muhammed aleyhiselam, biri, Allahtan korkanların üstünü Ali. Üçüncüsü, kadınların üstünü, Fatıma, dördüncü köşesindeki de temizlerin üstünü Hasan ile Hüseyin'dir) buyurdu. - Senin için (8 Cennet "Ey Ebu Bekir, sevdiklerinle birlikte Cennete gir" der) buyurdu. - Senin için de, (Ben bir ağaca benzerim. Fatıma gövdesi, Ali budağı, Hasan ve Hüseyin, meyvesidir) buyurdu. - Senin için, (Allahü teâlâ, Ebu Bekr'e çok rahmet etsin. O, kızını bana verdi. Hicrette bana yardım etti. Bilal-i Habeşiyi, benim için alıp azat etti) buyurdu... Resulullah, bunları içeriden dinlerken (Ey kardeşlerim, artık içeri girin! Cebrail aleyhisselam gelip dedi ki, Kıyamete kadar, birbirini övseler Allah yanındaki kıymetlerini anlatamazlar) buyurdu. İkisi birbirine sarılıp, Resulullahın huzuruna girdiler. (Menakıb-ı çihar yar-ı güzin)
Hz. Ebu Bekr'in üstünlüğü
İmamı Cafer'le sapığın konuşmasına bugün de devam ediyoruz. Sapık, (Ya Cafer, Âişe mi üstün, Fatıma mı?) dedi. - Âişe, Resulullahın hanımı idi. Cennette, onun yanında olur. Fatıma da Ali'nin hanımı idi. Onun yanında olur. [Resulullahın makamı elbette daha yüksektir.] - Âişe, Ali ile savaşmadı mı?. - Ahzab suresinin (Resulullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikahlamayınız. Bunların ikisi de büyük günahtır) mealindeki 53. ayeti için Beydavi ve Hüseyni tefsirlerinde diyor ki, bu ayet gösteriyor ki, Resulullah vefat ettikten sonra da, ona saygı için, hanımlarına da saygı gerekir. - Ebu Bekr'in halife olacağı Kur'anda var mı? - Hem Kur'anda, hem Tevrat'ta ve hem İncil'de vardır. Enam suresi, 165. ayetinde, (Allah, sizi yer yüzünün halifesi yaptı) buyuruluyor. Birbirinizin yerini tutarsınız. Nur suresi, 55. ayetinde de, (İman eden ve emirlerimi yapanlarınızı, yer yüzüne hakim kılacağımı söz veriyorum. İsrailoğullarını halife yaptığım gibi, sizi de, birbiriniz ardı sıra halife yapacağım) buyurdu. Beydavi ve Hüseyni diyor ki, bu ayet, gaybdan haber verip, Kur'an-ı kerimin, Allahü teâlânın kelamı olduğunu ve dört halifesinin haklı olduğunu göstermektedir. Feth suresinin, (Resulullah ve Onunla birlikte olanlar, birbirlerini her zaman ve çok severler ve her zaman kâfirlere düşman olurlar) mealindeki son ayetinde, bütün Eshab bildirilmekte ve Ebu Bekr'in şerefine işaret edilmektedir. Bu ayetin sonunda, (Eshabının misalleri Tevrat'ta ve İncil'de bildirildi) buyuruyor. Ceddim Ali'nin haber verdiği hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği kerametleri bana verir. Kıyamette mezardan, önce kalkarım, Allahü teâlâ, dört halifeni çağır buyurur. Onlar kim derim. Ebu Bekir'dir buyurur. Yer yarılıp Ebu Bekir, herkesten önce mezardan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali kalkar...) buyuruldu. Sapık (Bunlar da Kur'anda var mı?) dedi. - Zümer suresi, 69. ayetinde, (Peygamber ve bunların şahitleri, hesap için getirilir) buyuruldu. - Ya Cafer, üç halifeyi sevmezdim. Şimdi pişman oldum. Tövbem kabul olur mu? - Elbette bu tövbe, saadetine alamettir. Bu hal ile ahirete gitseydin, dinin boşa giderdi. Ebu Bekir-i Sıddık vefat edince, Medine'de herkes ağladı. Hz. Ali de ağlayarak geldi. Kapı önünde durup özetle dedi ki: (Ya Eba Bekir, sen, Resulullahın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşaviri idin. Önce imana gelen sensin. Herkesten zengin, herkesten daha cömerttin. Resulullaha en yardımcı, sen idin. Hayır sahiplerinin birincisi sendin! Her iyilikte ilerideydin. Resulullahın huzurunda, senin derecen en yüksek idi. Ona en yakın, sen oldun. İkramda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşta, başta, Ona en çok benzeyen, sen oldun. Resulullaha herkes yalancı derken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Allahü teâlâ seni, Kur'an-ı kerimde (sıdk) ile şereflendirdi. Barışta, Resulullahın huzurunda, savaşlarda, Onun yanında idin. Onun ümmetinin halifesi, Onun dininin koruyucusu idin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş aslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken, sen Resulullahın yolunu tuttun. Küfür ve mürtedlik ateşini söndürdün. Allahü teâlânın kaza ve kaderine razı olduk. Ya Eba Bekir! Resulullahtan ayrılık acısından sonra, bize senin vefatından daha acı bir musibet gelmedi. Münafıklara karşı, çok sert idin. Allahü teâlâ, seni Muhammed aleyhisselamın huzuruna kavuştursun! Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler versin!) Hz. Ali'nin bu sözleri ile Feth suresinin son ayeti Eshab-ı kiramın, birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini açıkça göstermektedir.
Eshâb-ı kirâmın her sözü senettir
Eshab düşmanları diyor ki: (Bir hadisi Ali, imam-ı Hasen, imam-ı Hüseyn, Selman, Ebu Zer, Miktad ve Ammar bin Yaser rivayet ederse muteberdir, başkalarının sözüne itibar edilmez. Çünkü Peygamber, (Benden rivayet olunan hadisler, dört kimseden zahir olabilir. Onların beşincisi yoktur. Başkaları münafıktır) buyurdu. Bu münafıkları Müslümanlar başına getirdiler. Eshabın hiçbiri, Resulullaha sual soramazdı. Çünkü sual sormak ayetle yasak edilmişti. Yalnız Hz. Ali sorardı) CEVAP: Ehl-i sünnet âlimleri tefsir ve hadis bilgisini, dört halife içinden, en çok Hz. Ali'den almıştır. Çünkü, üç halife önce vefat etti. Hz. Ebu Bekir, ilk imana geldiği, dini yaymakla vakit geçirdiği, ahkam-ı islamiyeyi ve Müslümanların işlerini yapmaya uğraştığı için, kendinden gelen haberler az oldu. Bundan dolayı, Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu, bilgilerini Hz. Ali'den aldı. Hz. Ali: Benden istediğinizi sorunuz! Her ayet, gece mi, gündüz mü geldi, savaşta mı, barışta mı, ovada mı, dağda mı geldi bilirim buyurdu. Her ayetin ne için geldiğini bilirim. Her ayetin manasını sordum, öğrendim, ezberledim, anlatırım. Bana sorun buyurdu. İbni Mesud, (Kur'an-ı kerim, yedi harf, yani yedi lugat üzerine geldi. Her harfinin iç ve dış manaları vardır. Bu manaların hepsi Ali'dedir) buyurdu. Ehl-i sünnet âlimleri tefsir ve hadis-i şerif bilgilerini, İmam-ı Ali, Hz. Hasan, Hüseyin ve Selman ile Ebu Zer'den öğrendikleri gibi, Eshab-ı kiramın hepsinden de aldı. Hepsi yüksek idi, adil idi. (Mevduat-ül Ulum) Resulullahın vefatında, 124 bin Sahabi vardı, hepsi de adil idi. (Envar li-amel-il-ebrar) Eshab-ı kirama sövmek haramdır. Büyük günahtır. Çünkü,124 bin Eshab-ı kiramın hepsi müctehiddir. O savaşlarda, ictihadlarına uygun davranmaları vacib idi ve öyle yaptılar. İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: İmam-ı Hasan'ın ve İmam-ı Hüseyin'in nasıl şehid olduklarını ve Eshab-ı kiram arasındaki savaşları anlatmak, yazmak haramdır. Çünkü, Eshab-ı kiramdan herhangi birini kötülemeye, sevmemeye sebep olur. İslamiyeti sonradan gelenlere ulaştıran, onların hepsidir. Onlardan birini kötülemek, islamiyeti kötülemek, dini yıkmak olur. Müctehid her hadisle amel eder. Eshab-ı kiramın her sözü senettir. (Ravdatül-Ulema) İmam-ı azam hazretleri talebelerine buyurdu ki: Eshab-ı kiramdan birinin sözü, benim ictihadıma uymazsa, benimkini bırakın, sahabinin sözü ile amel edin! Hz. Ebu Bekir, Peygamberler hariç, insanların en üstünüdür. Müslümanlıktan önce de, Allahü teâlânın lütfu ile, putlara tapmadı. Bundan sonra, insanların en üstünü Hz. Ömer'dir, sonra, iyilikler hazinesi, hayâ, iman ve irfan kaynağı, Hz. Osman'dır. Bundan sonra, şaşılacak üstünlükler sahibi, Allahın aslanı Hz. Ali, sonra, en üstünleri Aşere-i mübeşşere, yani Cennet ile müjdelenen on kişi, sonra, Bedir gazasındaki 313 kişi üstündür. Sonra Uhud gazasındaki 700 kişinin hepsi, daha sonra da Biat-ür-rıdvan, yani ağaç altında söz veren 1400 kişi üstündür. Ondan sonra da diğer Eshab-ı kiramdır. Hepsi de cennetliktir. (Hadid suresi 10) Resul-i Ekrem efendimizin yolunda, can ve mallarını feda eden, Ona yardım eden Eshab-ı kiramın hepsinin isimlerini, saygı ile, sevgi ile söylemek vaciptir. Onların büyüklüğüne yakışmayan sözler söylemek asla caiz değildir. İsimlerini saygısızca söylemek sapıklıktır. Resulullahı sevenin, Onun Eshabının hepsini de sevmesi gerekir.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Ebu Hüreyre, anlatıyor ki: Resulullah beni çağırdı. Mübarek nalınlarını verdi. (Bunlarla git! Her karşılaştığına, Kelime-i şehadete iman edenlerin Cennete gireceklerini müjdele!) buyurdu. Emirlerini yapmak için sokağa çıktım. Önce, Ömer karşıma geldi. Nereye gidiyorsun, dedi. Müminlere müjde vermeye gittiğimi anlattım. Bana vurdu. Geri dön dedi. Ağlayarak döndüm. Resulullaha anlatırken, Ömer de geldi. Dinledi. Resulullah, Ömer'e ne yaptığını sordu. O da, anam babam sana feda olsun ya Resulallah! Ebu Hüreyre'yi, nalın-ı şerifinizle gönderip (kalbinde, Kelime-i şehadete iman bulunanlara Cenneti müjdele) buyurmuşsunuz, dedi. Resulullah efendimiz de, (Evet) buyurdu. Ömer (Ya Resulallah! Bunu işitenler, buna güvenerek, farzları, vacibleri yapmakta gevşek davranabilirler.) dedi. Resulullah da bu teklifi kabul buyurdu. Ömer'in bu hareketi, dikkat edilirse, Allahın ve Resulünün emirlerini red etmek olmuyor mu? Böyle yapmak, emirlere karşı gelmek değil midir? Böyle bir adamın halife olması, Müslümanların işlerinin bunun eline bırakılması nasıl caiz olabilir? CEVAP: Hz. Ömer'in böyle yapması, Resulullahın emrini red etmek değildir. İtaatsız olmayı göstermez. Resulullaha düşüncesini, görüşünü bildirmiştir. Düşüncesi, ya kabul buyurulur veya kabul olunmaz. Resulullahın son emri beklenir. Resulullaha karşı (Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!) diyerek, pek edeple, çok yumuşak, saygı ile söylemesi, emrini yapmaya hazır olduğunu açıkça göstermektedir. Resulullah, Hz. Ömer'i, bu işinden dolayı hiç paylamamış, Müslümanlar için iyi olduğunu görerek kabul buyurduğundan dolayı da, Ebu Hüreyre'ye, (Nalınları bırak ve öyle söyleme) buyurmuştur. [Kabul buyurmasa idi, sen karışma buyurur, Hz. Ebu Hüreyre'yi yeniden görevlendirirdi.] Böyle işleri yalnız Hz. Ömer yapmış değildir. Hz. Ali dahil Eshab-ı kiramın çoğu da yapmıştı. Peygamber efendimiz de, çoğunu kabul buyurmuştu. Resulullah efendimiz, (Dünyaya gelen her insan için Cennette veya Cehennemde yer ayrılmıştır) buyurdu. (Buhari) Dinleyenlerden biri, ya Resulallah! Öyle ise, ibadet yapmasak da, Allahü teâlâ bize hangisinde yer ayırmış ise, oraya gitsek olur mu? dedi. Resulullah efendimiz bu kimseye (İbadetlerinizi bırakmayın. Çünkü, Cennete gideceklere, Cennete götürecek işler yaptırılır. Cehenneme gidecekler de, Cehenneme götürecek işleri yapar) buyurdu. Sonra, Velleyli suresinin beşinci ayetini okudu. İşte, Hz. Ömer'in konuşması, Resulullahın bu cevabına benzemektedir. Hatta, Hz. Ömer, bu konuşmasını, Resulullahın bu hadis-i şerifine dayanarak yapmıştır. Yani, ya Resulallah! Cahillere bu gibi müjdeleri söylemenin uygun olmadığını sizden öğrendik. Çokları, Kelime-i şehadete güvenerek, farzları, vacibleri yapmayı, İslamiyete yapışmayı gevşetmesinler demek istedi. Hz. Ömer'in düşüncesinin ancak bu olduğu kabul buyurularak iyi karşılanmıştır. Hz. Ali de, böyle, saygısızlık sanılan sözleri çok söylemiştir. Hatta, Nevasıb fırkası, böyle sözlerinden dolayı Hz. Ali'ye dil uzatır. Sapıklardan Abdülhamid Naci, bu sözleri vesikaları ile kitabında yazarak, imam-ı Ali'yi küçültmeye kalkışmıştır. Endülüs âlimlerinden Ali bin Ahmed ibni Hazm (Tafsil) kitabında ve Şii âlimlerinden şerif Mürtada (Tenzihül enbiya) kitabında bunlara cevap verip, Naci'yi red etmişlerdir. (Hucec-i katiyye)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
[Seçkin dört sevgili] Resulullahın dört halifesinden Hz. Ebu Bekir'in faziletini bildiren hadis-i şeriflerden birkaçı şöyledir: (Ebu Bekir'i sevmek ve ona şükretmek her mümine vaciptir.) [Deylemî] (Ebu Bekir, insanların en üstünüdür. Yalnız Peygamber değildir.) [Deylemî] (Ebu Bekir varken, başkasının imam olması layık değildir.) [Tirmizî] (Allah Ebu Bekir'e "Sıddık" ismini verdi.) [Deylemî] (Allahü teâlâ, Ebu Bekir'e rahmet etsin! Bana kızını verdi. Hicrette bana yardım etti.) [Hakim] (Kıyamette, Ebu Bekir'den başka herkese hesap sorulur.) [Hatib] (Şeytan, Ebu Bekir'in şekline giremez.) [Deylemî] (Ebu Bekir'in imanı, herkesin imanları toplamı ile tartılsa, hepsinden ağır gelir.) [M. Ç. Güzin] (Göğsümdeki marifetlerin, bilgilerin hepsini, Ebu Bekir'in göğsüne akıttım.) [Reddi revafıd] Sevgi, bağlılık çok oldukça, faydalanmak da o kadar çok olur. Bunun içindir ki, Hz. Ebu Bekir bütün Eshabın en üstünü oldu. Resulullaha bağlılığı da, herkesten çok idi. (Ebu Bekir'in üstünlüğü, namaz ve orucunun çokluğu ile değil, onun kalbinde bulunan bir şey iledir) hadis-i şerifte bildirilen şey, Resulullahın sevgisidir. [İ. Gazali] Hz. Ömer'in faziletini bildiren hadis-i şeriflerden birkaçı da şöyledir: (Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu.) [Tirmizî] (Cebrail gelip, "Ömer müslüman olduğu için gökte melekler, bayram ediyorlar" dedi.) [Hakim, Ebu Nuaym] (Şeytan, Ömer'i Müslüman olduktan sonra görünce, yüzüstü yıkıldı.) [Dare Kutni] (Geçmiş ümmetler içinde keramet ehli zatlar vardı. Ümmetimden Ömer onlardandır.) [Buharî] Hz. Ömer, Medine'de hutbe okurken, İran'daki ordusunun mağlup olmak üzere olduğunu görüp, kumandana (Ya Sariye arkanı dağa ver) buyurdu. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Şevahid) Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'i birlikte bildiren hadis-i şeriflerden birkaçı da şöyledir: (Benden sonra Ebu Bekir'e ve Ömer'e iktida edin, uyun!) [Tirmizî, Hakim] (Cennete ilk girecek olan Ebu Bekir ve Ömer'dir.) [Deylemî, İbni Neccar] (Bu ikisini kötüleyen bana ve İslâma kastetmiş demektir.) [Ebu Nuaym] (Bu ikisini sevmek, iman, bunlara düşmanlık küfrdür.) [İ. Adiy, İ. Neccar] Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'e sövmek küfürdür. (Hulasa-tül-fetava, Mirat-ı Kâinat ) İnsanların en hayırlıları olan Eshabı kiram, Hz. Ebu Bekir'i halife olarak seçmişlerdi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ümmetimin oyları dalalet üzerinde toplanmaz.) [Ebu Nuaym] (Müminlerin güzel dediği şeyi, Allahü teâlâ da güzel kabul eder.) [İ. Ahmed] (Allah, namaz, zekât ve orucu farz ettiği gibi, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi sevmeyi de farz etti) [Vesile] (Başınıza Ebu Bekir gelince, onu zahid ve ahirete ragıb bulursunuz. Ömer gelince, onu kuvvetli, emin ve Allah yolunda kimseden çekinmez görürsünüz. Ali gelince, hadi ve mühdi olur. Sizi doğru yola götürür bulursunuz) [Hakim] İlk üç halifesi ile Uhud dağına çıktıkları zaman dağ sevinçten sallanınca, Peygamber efendimiz, buyurdu ki: (Ey dağ, sallanma! Senin üstünde bir peygamber, bir sıddık, iki de şehit [Ömer ve Osman] vardır.) [Buharî]
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Resulullaha iki defa damat olmakla şereflenen Hz. Osman hakkındaki hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Osman'ın şefaati ile cehennemlik olan 70 bin kişi sorgusuz sualsız Cennete girecektir.) [İbni Asakir] (Her peygamberin bir arkadaşı var. Benim cennette arkadaşım Osman'dır) [Tirmizî] (Yâ Osman, benden sonra sana da hilafet verilecektir. Münafıkların sözüne bakıp da hilafeti terk etme! O gün oruçlu ol, benim yanımda iftar edersin.) [İbni Adi] (Yâ Osman, Allahü teâlâ sana hilafet gömleğini giydirecektir. Münafıklar çıkartmak isteyeceklerdir. Bana kavuşuncaya kadar onu çıkartma!) [İbni Mace, Tirmizî] Resulullah efendimiz, kızı Hz. Rukayye'ye buyurdu ki: (Ey canım kızım, Osman'a çok sevgı göster! Zira Eshabım arasında ahlâkı bana en çok benzeyen odur.) [Begavî] Mirat-ı kâinat'ta deniyor ki: Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın emri ile kızı Rukayye'yi Hz. Osman'la evlendirdi. Hz. Rukay'ye vefat edince, Hz. Osman ağlamaya başladı. Bunu gören peygamber efendimiz (Yâ Osman ağlama! Allaha yemin ederim ki, yüz kızım olsa ve vefat etseler, bir tane kalmayıncaya kadar sana verirdim. İşte, Cebrail aleyhisselam geldi. Allahü telalanın, ölen kızımın yerine kardeşini, [Ümm-i Gülsüm'ü] aynı mehr ile sana vermemi emrettiğini bildirdi.) buyurdu. Kızı Ümm-i Gülsüm'e de, (Kızım, zevcin Osman, Ceddin İbrahim peygambere ve babana herkesten daha çok benzemektedir) buyurdu. Bir Peygamberin iki kızını nikahlamak, Hz. Osman'dan başka hiçbir insana nasip olmamıştır. Hz. Osman gelince Peygamber efendimiz, mübarek ayaklarını örttü. Sebebi suâl edilince, (Osman'dan melekler hayâ eder, ben hayâ etmez miyim?) buyurdu. Tebük gazvesinde Hz. Osman, kendi ticaret malından üç bin deve, 70 at, onbin altın getirdi. Resulullah efendimiz, bunları askere dağıtıp, (Bugünden sonra Osman'a günah yazılmaz) buyurdu. [Bundan sonra Allah, Osman'ı günah işlemekten korur.] (Tirmizî) ve (Yâ Rabbi, Osman'ın geçmiş, gelecek, gizli-açık ve kıyamete kadar işliyeceği günahları affet!) diye duâ etti. (Ebu Nuaym) (Allahü teâlânın sevdiği kula, günah zarar vermez) hadis-i şerifi de (Allahü teâlâ onu günah işlemekten muhafaza eder) ve (Allahü teâlâ, sevdiği kula tövbe imkanı verir, ölmeden onun günahlarını affeder) şeklinde açıklanmıştır. (Deylemî, R. Münire) Feth suresinin (Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti) mealindeki 2. ayet-i kerimesi, (Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi geçmişte ve gelecekte günah işlemekten korudu) şeklinde açıklanmıştır. (Şifa-i şerif)] Hz. Ali, bir gün Hz. Fatıma'yı incitmişti. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer Peygamber efendimize ricada bulundularsa da, Peygamber efendimiz Hz. Ali'yi affetmedi. Hz. Osman rica edince affetti. Sebebini sorduklarında buyurdu ki: (Öyle birinin şefaatini [ricasını, af talebini] kabul ettim ki, yer ile göğün yerini değiştir diye, Allah'tan istese, Allahü teâlâ bunu kabul edip değiştirir. Yahut "Yâ Rabbi bu ümmetin hepsinin günahlarını affet!" dese, affeder) [Begavî] Resulullahın yanına bir cenaze getirildi. Namazını kılmadı ve (Bu adam Osman'a düşman idi. Onun için, Allahü teâlâ da, buna düşmandır) buyurdu. (Tirmizî) Peygamber efendimiz, Ebu Musa Eşari'ye, (Kapıdan girenleri Cennetle müjdele!) buyurdu. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer girdi. Kapı tekrar çalınınca, (Gelenin de Cennetlik olduğunu müjdele! Başına belâlar geleceğini de söyle!) buyurdu. İçeri giren Osman idi. (Buharî)
Şâh-ı merdan Hz. Ali'nin fazileti
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Ehl-i beytten ve dört halifeden Hz. Ali'nin ve çocuklarının herkes üzerinde hakları vardır. İnsanların en şereflileri onlardır. Onlara tazim, dinimizin emridir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ali'yi ancak mümin olan sever ve ona ancak münafık olan buğzeder.) [Nesâî] (Ali'yi sevmek, ateşin odunu yaktığı gibi, müslümanların günahını yok eder.) [İ. Asakir] (Ali'ye düşman olanın düşmanı Allahtır.) [Ramuz] (İlim on kısımdır. Dokuzu Ali'de, biri diğer halktadır. O, bu biri de onlardan iyi bilir.) [E. Nuaym] (Ali'nin yüzüne bakmak ibâdettir.) [Hakim] (Ali'yi seven, beni sevmiştir. Ona düşmanlık, bana düşmanlıktır. Onu inciten beni incitmiştir. Beni inciten de elbette Allahı incitmiş olur.) [Taberânî] (Ya Ali, senin sevdiğini sever, senin buğzettiğine buğzederim.) [Taberânî] (İmanın alametleri vardır. Birinci alameti Ali'yi sevmektir.) [M. Ç. Güzin] (Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır.) [Deylemî] (Ali'yi sevmek, iman, ona düşmanlık, nifak alametidir.) [Kurret-ül-ayneyn] (Ya Ali, bana, Harun'un Musa'ya yakınlığı gibisin. Yalnız benden sonra peygamberlik yoktur.) [Buharî] (Ya Ali! Fatıma bana senden daha sevgilidir. Sen bana, ondan daha kıymetlisin.) [E. Kiram] Hz. Ali, şehit olacağından az önce, (Ölüm için hazır ol, ölüm kapıyı çaldıktan sonra feryad fayda etmez) beytini okudu. Camiye girerken İbni Mülcem tarafından şehit edilince, (Kâbe'nin Rabbi hakkı için umduğuma nail oldum) buyurdu. Kelime-i tevhid söyleyerek vefat etti. Hz. Ali'nin mübarek sözlerinden bazıları şöyledir: Dostların kötüsü, senin için külfete giren, seni özür dilemeye mecbur bırakandır. Cehennemlik görmek isteyen, kendi oturduğu hâlde, başkasını ayakta tutan kimseye baksın! Bedende baş ne ise, imanda da sabır aynıdır. Başsız beden, sabırsız iman da olmaz. Dost edinin! Onlar sizin için dünya ve ahiıret sermayesidir. Müslümanlar ahirete inanıyor. Kitapsız kâfirler inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayanlar, bir şey kazanmaz, Müslümanlar da zarar etmezdi. Fakat herkes dirilince, kâfirler sonsuz azap çekeceklerdir. Ahmak ile arkadaşlık etme! Ondan kendini koru! Nice ahmaklar var ki, arkadaş oldukları akıllı kimseleri helak ederler. Kişi arkadaşı ile ölçülür. Kalbler buluştuğu zaman birinin diğerine tesiri vardır. Resulullah bana buyurdu ki: (Ya Ali! Sen İsa gibisin! Yahudiler, Ona düşman oldu. Mübarek annesi Hz. Meryem'e iftira etti. Hıristiyanlar da, Onu aşırı yükselttiler. Ona yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar.) [İ. Ahmed] Hz. Ali bu hadis-i şerifi haber verdikten sonra, (Benim yüzümden iki türlü insanlar helak olur. Birisi, beni aşırı severek, bende olmayan şeyleri bana takarlar. Ötekiler de, bana düşman olup, birçok iftira yaparlar) buyurdu. Bu hadis-i şerifte, hariciler, Yahudilere; Eshab-ı kirama düşmanlık edenler de, Hıristiyanlara benzetilmiştir.
"Evi başınıza yıkarım" demek
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Eshab düşmanları, (Ömer, Hz. Fatıma'ya hücum ederek biat etmezseniz evinizi yakıp yıkacağım, dedi) diyerek, Müslümanların gözbebeği olan, ayet ve hadisle övülen, adaleti, şanı ve şerefi dünya tarihlerini dolduran, Müslümanların yüce emirine iftira atıyorlar. Tuhfe kitabında diyor ki: Bazı sapıklar da, (Evi yakmak istemişti, ama yakmadı) diyor. Halbuki istemek kalbde olur. Fesatçılar, Hz. Fatıma'nın evinin yanında toplanmışlar, (Biz burada oldukça kimse bize bir şey yapamaz) diyorlar, halife seçimini karıştırmak, fitne fesat çıkarmak istiyorlardı. Hz. Fatıma, bunların gürültüsünden çok sıkılmıştı. Fakat, başını çıkarıp oradan kovmaya edebi, hayâsı bırakmıyordu. Hz. Ömer, oradan geçerken, bunları gördü ve anladı. Onları korkutmak için, (Evi başınıza yıkarım) dedi. Böyle söylemek, korkutmak için Arabistan'da âdet halinde idi. Nitekim, Resulullah da, camiye, cemaate gelmeyenleri irşad için, (Eğer bu halden vazgeçmezlerse, evlerini başlarına yıkarım) buyurmuştu. (Buhari) Hz. Ebu Bekir Resulullah efendimiz tarafından namaz için imam yapılmıştı. Bazı kimseler, Ona uymamayı, cemaate karışmamayı düşünmüşlerdi. Resulullah Onları da böyle korkutmuştu. Mekke'nin fethedildiği gün, Peygamber efendimizi kötüleyen şiirler söyleyen İbni Hatal isimli bir kâfirin, Kâbe'ye sığındığı, perdesinin altında saklandığı haber verildi. Resulullah, (Hiç çekinmeyin. Hemen orada öldürün) buyurdu. Allahü teâlânın dinine karşı gelenlerin, Allahın evine sığınması caiz olmayınca, nasıl olur da, Hz. Fatıma'nın duvarına sığınabilirler? Hz. Fatıma da, o sapıkların sığınmasından nasıl olur da üzülmez? Çünkü, Resulullahın o temiz kerimesi, Allahü teâlânın ahlakı ile ahlaklanmış idi. Hz. Fatıma da, onların dağılmasını emir buyurmuştu. Hz. Osman şehid edilince, Hz. Ali halife olduğu zaman, birkaç kişi ortalığı karıştırmak için, Mekke'den Medine'ye gittiler. Müminlerin annesi olan Hz. Âişe'nin evine sığınarak, Hz. Osman'ın katillerine kısas yapılmasını istediler. Savaşa hazır olduklarını bildirdiler. Bunların içinde Eshab-ı kiramdan kimse yoktu. Hz. Ali haber alınca, bunları orada öldürttü. Bu işi yaparken, Resulullahın muhterem zevcesine, müminlerin annesine saygısızlık olacağını düşünmedi. Bu işte, Resulullahın mübarek zevcesine olan saygısızlık yanında, Hz. Ömer'in korkutmak için söylediği söz, pek küçük kalır. Hz. Ali, yerinde bir iş yapmıştı. Bütün Müslümanlara yayılacak fitne ve fesadı önlerken, böyle küçük ve ince şeyleri gözetmesi lazım olmazdı. Bunu gözetmek için fitneyi başlangıçta ezmeseydi, din ve dünya işleri karmakarışık olurdu. Resulullahın mübarek kızının evine saygı göstermek lazım olduğu gibi, Resulullahın muhterem zevcesine de saygı göstermek lazım idi. Hz. Ömer, yalnız korkutmak için söylemişti. Bir şey yapmamıştı. Hz. Ali ise, işlerin en ağırını yaptı. Hz. Ömer'in sözü, Hz. Ali'nin yaptığı işten çok hafif olduğu halde, bu sözü için Onu kötülemek, taassup ve inattan başka bir şey olamaz. Halbuki, Ehl-i sünnet âlimleri, Hz. Ali'nin halife olduğunu ve milletin selameti için, Resulullahın pak zevcesi Hz. Âişe'nin hatırını ve hurmetini gözetmediğini söylüyor. Ona dil uzatmaya izin vermiyor. İslamın başlangıcında, din ve iman fidanının henüz sürmeye başladığı zamanda, bu haklı hilafetin düzenini bozanların, fitne ve fesat çıkarmak isteyenlerin öldürülmesi lazım iken, Hz. Ömer'in söz ile korkutması niçin kötülenecek bir şey olsun ki? Hz. Ömer sözle, Hz. Ali kılıçla cevap veriyor. Bazıları, Resulullahın halasının oğlu Zübeyr bin Avvam, Hz. Ömer'in korkuttuğu gençler arasında idi diyorlar. Hz. Ebu Bekr'in hilafetinde, Zübeyr bin Avvam'ın fesatçılar arasında bulunması, hiç kusur olmuyor da, yine Hz. Zübeyr'in Hz. Osman'ın kısasını istediği zaman sert konuşması, öldürülmesine sebep oluyor. Hz. Fatıma'nın evinde fesat hazırlamak, fitneye kalkışmak hoş görülüyor da, Resulullahın muhterem zevcesinin yanında Hz. Osman'ın katillerinden şikayet etmek veya kısaslarını istemek niçin suç sayılıyor ki? Bu tenakuzlar, bozuk inanışlardan ileri gelmektedir.
Eshabı kiramın üstünlük sırası
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Mevahib-i ledünniyye kitabında deniliyor ki: Peygamberlerden ve meleklerin üstünlerinden sonra, bütün yaratılmışların en üstünü, Eshab-ı kiramdır. Eshab-ı kiramın her biri, bu ümmetin hepsinden daha üstündür. Çünkü, Resulullahı görmek gibi üstünlük olamaz. Eshab-ı kiramın herbirini büyük ve üstün bilmek, hepsine iyi gözle bakmak, herbirinin adil ve salih olduğuna inanmak lazımdır. Hiçbirine dil uzatmamak, lanet etmemek, düşmanlık etmemek ve bir kısmını sevmek için başka Sahabiye düşman olmaktan sakınmak lazımdır. İmam-ı Teftazani hazretleri buyuruyor ki: Eshab-ı kiram arasındaki ayrılıkların, iyi sebeplerle, güzel niyetlerle yapıldığına inanmamız lazımdır. Eshab-ı kiramdan birini kötülemek caiz değildir. Hz. Aişe gibi nass ile üstünlüğü bilinen bir sahabiyi kötülemek küfürdür. Nass ile bildirilmemiş bir sahabiyi kötülemek ise, bidat ve büyük günahtır. (Şerh-i Akaid) İmam-ı a'zam hazretleri, (Ehl-i sünnet mezhebi şöyledir ki; Ebu Bekir ile Ömer'in en üstün olduklarına inanmak, Resulullahın iki damadını sevmek, ayaklara giyilen meste mesh etmek iyi-kötü her müslümanın arkasında namaz kılmaktır) buyurdu. Eshab-ı kiramın üstünlük sırası şöyledir. Muhacirler: Mekke alınmadan önce, Memleketlerini terk ederek, Medine'ye hicret edenlerdir. Ensar: Medine ve civarında, Evs ve Hazrec kabilesindeki Müslümanlara denir. . Diğer Eshab-ı kiram: Mekke alındıktan sonra imana gelenlerdir. Bunlara Muhacir ve Ensar denmez. Yalnız sahabi denir. İmam-ı Süyuti diyor ki: Ehl-i sünnet âlimleri, söz birliği ile bildiriyor ki, Eshab-ı kiramın en üstünleri, dört halifedir. Sonra, Aşere-i mübeşşere ile Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Bedir eshabıdır. Sonra Uhud'daki 700 kahramandır. Bunlardan sonra, ağaç altında Resulullaha, (Ölmek var, dönmek yok) diye söz veren 1400 sahabidir. Bu sözleşmeye (Biat-ı Rıdvan) denir. (Tarih-ul-Hulefa) Eshabı kiramın sayısı çoktur. Mekke fethinde on bin, Tebük'te 70, Veda haccında 90 ve Resulullah vefat ettiği zaman 124 binden ziyade Sahabi mevcut idi. (Mevahib-i ledünniyye) Resul aleyhisselam, vefatından 8 gün önce, Hz. Ebu Bekir'i kendi yerine imam tayin buyurarak, halife olacağına işaret eyledi. Bir seferinde de, Hz. Ebu Bekir bulunmadığı için, Hz. Ömer imam oldu. Resul aleyhisselam, Hz. Ömer'in sesini işitince, (Hayır, hayır, Allahü teâlâ ve Müslümanlar Ebu Bekir'den razıdır, namazı Ebu Bekir kıldırsın!) buyurdu. Eshab-ı kiram arasında, babası, anası ve çocuklarının ve torunlarının hepsi imana gelen, Hz. Ebu Bekir'den başka kimse yoktu. Resul aleyhisselam (Ebu Bekir'in malı gibi hiçbir kimsenin malı bana faydalı olmadı) buyurdu. (İ. Ahmed) Bilali Habeşi'nin azat edilmesi için para verince, Leyl suresinde övüldü: (Temizlenmek için malını hayra verip, [günahtan] çok sakınan ateşten uzaktır. O, iyiliği bir menfaat için değil, Rabbinin rızasını kazanmak için yaptı. Kendisi de, (cennete girip) hoşnut olacaktır.) [Leyl 17-21] Al-i İmran suresinin (İşlerinde onlara danış) mealindeki 159. ayeti, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile müşavere etmek için geldi. Bir hadis-i şerifte de, (Cebrail bana dedi ki: Allahü teâlâ Ebu Bekir ile istişareyi sana emrediyor) buyuruldu. Tevbe suresinin 41. ayetinde, (Mağaradaki iki kişinin ikincisi) buyurularak, Hz. Ebu Bekir övüldü. Leyl suresinin 5. ayeti de, Hz. Ebu Bekir'in şanını bildirmektedir. Bekara suresinin, (Gece-gündüz, gizli-açık, mallarını hayra sarf edenlerin mükafatlarını Rableri verecektir. Onlara korku ve üzüntü yoktur) mealindeki 274. ayeti, Ebu Bekir için inmiştir. Çünkü, o, geceleri on bin altını gizli, on bin altını da, gözönünde olarak ve gündüzleri de böyle onar bin altını sadaka vermiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ebu Bekir ile Ömer'i sevmek iman, bunlara düşmanlık küfürdür.) [İbni Adiy] (Bu yazı Mirat-i kâinat kitabından alınmıştır.)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Muharrem ayının onuncu günü yani bugün Aşure günüdür. Muharrem ayı, Kur'an-ı kerimde, kıymet verilen dört aydan biridir. Bu ayın en kıymetli gecesi de Aşure gecesidir. Allahü teâlâ, birçok duâları Aşure günü kabul etmiştir. Hz. Âdem'in tövbesinin kabul olması, Hz. Nuh'un tufandan kurtulması, Hz. Yunus'un balığın karnından çıkması, Hz. İbrahim'in ateşte yanmaması, Hz. İdris'in canlı olarak göğe çıkarılması, Hz. Yakub'un, oğlu Hz. Yusuf'a kavuşması, Hz. Yusuf'un kuyudan çıkması, Hz. Eyyüb'ün hastalıktan kurtulması, Hz. Musa'nın Kızıldeniz'i geçmesi, Hz. İsâ'nın doğumu ve ölümden kurtulup, diri olarak göğe çıkarılması Aşure günü oldu. Bugün yapılacak işler: 1- Aşure günü oruç tutmak sünnettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Aşure günü oruç tutanın, bir yıllık günahları affolur.), (Aşurenin faziletinden faydalanın! Bu mübarek günde oruç tutan, melekler, peygamberler, şehitler ve salihlerin ibâdetleri kadar sevaba kavuşur.) [Yalnız Aşure günü oruç tutmak mekruhtur. Bir gün öncesi veya bir gün sonrası ile tutmalıdır!] Peygamber efendimiz bir gün öğleye doğru (Herkese duyurun! Kim bugün bir şey yemişse, akşama kadar yemesin, oruçlu gibi dursun! Bir şey yemeyen de oruç tutsun! Çünkü bugün Aşure günüdür) buyurmuştur. Peygamber efendimiz, bugün mübarek ağzında bir hurmayı ıslatıp çocuklara verirdi. Çocuklar, Resulullahın mucizesi olarak akşama kadar bir şey yiyip içmezlerdi. Bugün bazı hayvanların bile bir şey yemediği bildirilmiştir. Bir avcı, Aşure günü, bir geyik yakaladı. Geyik, yavrularını emzirip akşamdan sonra dönmek üzere, avcının izin vermesi için, Resulullah efendimizden, şefaat istedi. Avcı, geyiğin akşama kalmadan hemen gelmesini isteyince, geyik, (Bugün Aşure günüdür. Bugünün hürmetine yavrularımızı emzirmeyiz. Onun için akşamdan sonra gelmek için izin istedim) dedi. Bunu duyan avcı, geyiği Resulullah efendimize hediye etti. O da, geyiği serbest bıraktı. 2- Sıla-i rahim yapmalı. Yani akrabayı ziyaret edip, hediye ile veya çeşitli yardım ile gönüllerini almalı. Hadis-i şerifte, (Sıla-i rahmi terk eden, Aşure günü akrabasını ziyaret ederse, Yahya ve İsa'nın sevabı kadar ecre kavuşur) buyuruldu. 3- İlim öğrenmeli! Hadis-i şerifte, (Aşure günü, ilim öğrenilen veya Allahı zikredilen bir yerde, biraz oturan, cennete girer) buyuruldu. Bu gece ilim olarak ilmihal okumalıdır. 4- Sadaka vermek sünnettir, ibâdettir. Hadis-i şerifte, (Aşure günü, zerre kadar sadaka veren kimse, Uhud dağı kadar sevaba kavuşur) buyuruldu. (Bugün aşure pişirmek ibâdet) diyerek aşure pişirmek günahtır. Aşurenin bugüne mahsus ibâdet olmadığını bilerek, bugün aşure veya başka tatlı yapmak günah olmaz, sevap olur. Bu inceliği iyi anlamalıdır. Tedavi niyetiyle sürme çeken, bugün de sürmelenebilir. Hadis-i şerifte, (Aşure günü ismitle sürmelenen, göz ağrısı görmez) buyuruldu. 5- Çok selam vermeli. Hadis-i şerifte, (Aşure günü, on Müslümana selam veren, bütün Müslümanlara selam vermiş gibi sevaba kavuşur) buyuruldu. 6- Çoluk çocuğunu sevindirmeli! Hadis-i şerifte, (Aşure günü, aile efradının nafakasını geniş tutanın, bütün yıl nafakası geniş olur.) buyuruldu. 7- Gusletmeli. Hadis-i şerifte, (Aşure günü gusleden mümin, günahlardan temizlenir.) buyuruldu.
Aişe validemizin üstünlüğü
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Hadis âlimlerinden Abdulhak Dehlevi hazretleri, (Medaric-ün-nübüvve) kitabında buyuruyor ki: Aişe-i Sıddika hazretlerinin faziletleri, üstünlükleri, sayılamayacak kadar çoktur. Eshab-ı kiramın Fıkıh âlimlerindendi. Çok fasih ve beliğ konuşurdu. Eshab-ı kirama fetva verirdi. Fıkıh bilgilerinin dörtte birini Hz. Aişe haber vermiştir. Hadis-i şerifte, (Dininizin dörtte birini Humeyra'dan öğreniniz!) buyuruldu. (Kurret-ül-ayneyn) [Resulullah, Hz. Aişe'yi çok sevdiği için, Ona (Humeyra) derdi. ] Ürvetübni Zübeyr hazretleri buyuruyor ki: Kur'an-ı kerimin manalarını ve helal ve haramları ve Arab şiirlerini ve nesep ilmini, Hz. Aişe'den daha çok bilen kimse, görmedim. Hz. Aişe'nin şan ve şereflerinden birisi de Resulullahın, Onu çok sevmesidir. Resulullaha, en çok kimi seviyorsun denilince, (Aişe'yi) buyurdu. Erkeklerden kimi diye sorulunca, (Aişe'nin babasını) buyurdu. (Buhârî) {Bir hadisi şerifte de buyuruldu ki: (Erkeklerden vezirim Zübeyr bin Avvam, kadınlardan ise Âişe'dir.) [Deylemî]} Hz. Aişe'ye sordular ki, Resulullah en çok kimi severdi? Fatıma'yı severdi, dedi. Erkeklerden en çok kimi severdi dediler. Fatıma'nın zevcini buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki, zevceleri arasında, Hz. Aişe'yi, çocukları arasında, Hz. Fatıma'yı, Ehl-i beyti arasında, Hz. Ali'yi, Eshabı arasında ise, Hz. Ebu Bekir'i en çok severdi . Hz. Aişe buyuruyor ki: (Bir gün Resulullah mübarek nalınlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübarek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nur saçıyordu. Gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru baktı. (Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun?) buyurdu. Ya Resulallah! Mübarek yüzünüzdeki nurların parlaklığına ve mübarek alnınızdaki ter tanelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim, dedim. Resulullah kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasını öptü ve (Ya Aişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin kadar, ben seni sevindiremedim) buyurdu. Hz. Aişe'nin mübarek gözlerinin arasını öpmesi, Resulullahı severek, Onun cemalini anlayarak gördüğü için aferin ve takdir olmaktadır. Hz. Aişe, kendisinin, ezvac-ı tahiratın hepsinden daha üstün olduğunu söyler, Allahü teâlânın nimetlerini sayar, (Resulullah benimle evlenmeden önce, Cebrail aleyhisselam, benim resmimi Resulullaha gösterip "Bu senin zevcendir" demişti) derdi. O zaman canlı resmi yapmak haram olmamıştı ve resmi, insan da yapmamıştı. Resulullah, Aişe validemize buyurdu ki: (Seni üç gece rüyada gördüm. Melek, beyaz ipek üzerindeki resmini bana gösterdi. Bu senin zevcendir, dedi. Rüyada, meleğin gösterdiği resmini unutmadım.) [Buhari ve Müslim] Resulullaha, Hz. Aişe'den başka, hiçbir zevcesinin yatağında (vahiy) gelmedi. Bu da, Hz. Aişe'nin Allahü teâlâ indinde kıymetinin pek çok olduğunu göstermektedir. Ümm-i Seleme validemiz Hz. Aişe için bir şey söyleyince, Resulullah, (Aişe için beni incitme. Bana vahiy, yalnız Aişe'nin yatağında iken gelmektedir) buyurmuş ve Ümm-i Seleme validemiz de, tövbe etmişti. Hz. Aişe, (Bana karşı yapılan iftiranın yalan olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi) diyerek öğünürdü. Allahü teâlâ, Nur suresindeki 17 âyeti göndererek, Hz. Aişe'ye iftira edenlerin Cehenneme gideceklerini bildirdi. Hz. Aişe'nin izzeti ve şerefinin yüksekliği bu âyet-i kerimelerle de anlaşıldı.
Münafıkların yaptığı iftira
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Mearicünnübüvve kitabında diyor ki: Münafıklar Hz. Aişe validimize iftira edince, Resulullah, arkadaşlarından bazılarını çağırdı. Bunlardan Hz. Ömer'e ne düşündüğünü sordu. O da dedi ki: (Ya Resulallah! İyi biliyorum ki, münafıklar yalan söylüyorlar. Allahü teâlâ, senin üzerine sinek kondurmuyor. Bir murdar yere konup da, sonra senin üstünü kirletmesin diye muhafaza ediyor. Seni az bir pislikten saklayan Allah, pisliklerin en kötüsünden elbet saklar.) Sonra, Hz. Osman'ı çağırdı. O da dedi ki: (Bu sözü münafıkların yaydığı ve yalan olduğunda şüphem yoktur. Hepsi iftiradır. Allahü teâlâ, senin gölgeni yere düşürmüyor. Mübarek gölgenin bile pis bir yere düşmesini, yahut habis bir kişinin, O gölgeye basmasını önlüyor. Mübarek evine pislik sokmasını hoş görür mü?) Sonra Hz. Ali'yi çağırdı. O da dedi ki: (Bu sözler yalandır, iftiradır. Münafıkların uydurmasıdır. Sizinle namaz kılarken mübarek nalınınızı çıkardınız. Size uyarak biz de çıkardık. (Nalınlarınızı niçin çıkardınız?) dediniz. Size uymak için dedik. Siz de, (Cebrail aleyhisselam geldi. Nalında necaset bulaşığı olduğunu bana haber verdi. Onun için çıkardım) buyurmuştunuz. Namaz içinde bile vahiy ederek seni pislikten koruyan Allah, mübarek zevcelerine böyle pislik yapılmasına izin verir mi? Böyle bir şey olsaydı, bunu da hemen haber verirdi. Mübarek kalbin üzülmesin. Allahü teâlâ, vahiy edip, mübarek zevcenizin pak olduğunu elbette size bildirir.) Hz. Ali, (Onu cariyesi olan Büreyde'den de sorun!) dedi. Ona soruldu. O da, (Allaha yemin ederim ki, çok zaman Onun yanında bulundum. Onda hiçbir ayıp görmedim. Ağızlarda dolaşanlar doğru olsaydı, Allahü teâlâ, Onu sana bildirirdi) dedi. Hz. Üsame de, (Ya Resulallah, biz senin zevceni iffetli biliriz) dedi. Bu sözlerin hepsine sevinen Resulullah, Ebu Bekir'in evine teşrif buyurdu. Hz. Aişe diyor ki: O gün ben durmadan ağlıyordum. Ansızın Resulullah gelip selam verdi. Yanımda oturdu. Bana dönüp, (Ey Aişe! Senin için bazı şeyler söylediler. Eğer sen, dedikleri gibi değil isen, Allahü teâlâ, yakında senin doğru olduğunu bildirir. Eğer bir günah hasıl oldu ise, tövbe istiğfar eyle! Allahü teâlâ, günahına tövbe edenlerin tövbesini kabul eder) buyurdu. Babama dönüp, cevap vermesini söyledim. (Vallahi bilmem ki, Resulullaha ne cevap vereyim. Cahiliyet zamanında bile hiç kimse bizim kadınlarımıza böyle bir şey söyleyemezdi) dedi. Sonra anneme döndüm. O da, (Ben ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Sen söyle) dedi. Sonra ben, "Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu lafların hepsi yalandır. Yapmadığım bir şeye evet dersem, kendime iftira etmiş olurum" dedim. Rabbim temiz olduğumu bildirir diyordum. Çünkü, suçum yoktu. Fakat, benim için âyet-i kerime göndereceğini, kıyamete kadar her yerde, benim için âyet-i kerime okunacağını sanmıyordum. Peygamberine rüyada veya kalbine ilham eder, diyordum. Resulullah, henüz oturduğu yerden kalkmamıştı ki mübarek yüzünde vahiy alametleri göründü. Vahiy bitince, bana gülümseyerek, (Müjde ya Aişe, Allah, senin temiz olduğunu bildirdi) buyurdu. Babam hemen (Haydi kızım, Resulullaha teşekkür et) dedi. Ben de, vallahi Allahtan başkasına şükretmem! Çünkü, Rabbim benim için âyet-i kerime indirdi, dedim. Sonra Resulullah, Nur suresinin 11. âyetinden başlayarak, on âyet-i kerime okudu. Babam hemen kalkıp başımı öptü. (Mearicünnübüvve)
İftira ile ilgili âyetlerin tefsiri
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Hz. Aişe için gelen 17 âyet-i kerimeden birincisinin tefsirini (Mevakib tefsiri) şöyle bildiriyor: (Aişe'ye iftira edenler, sizden birkaç kişidir. Siz bu iftirayı kendiniz için kötülük sanmayın! Bu sizin için hayırlıdır. [Bu iftira sebebi ile çok sevap kazandınız. Onların yalanı meydana çıktığından, sizin şanınız, şerefiniz arttı. Âyet-i kerime, sizin temiz olduğunuzu bildirdi.] O iftira edenlerden her biri için kazandıkları günah kadar cezaları vardır. Büyük iftira yaparak, çok çirkin şeyi söyleyenlere dünyada ve ahirette büyük azap vardır.) Bunlara had vurulduktan sonra, Abdullah bin Ebi, hakir, zelil oldu. Hassan'ın gözleri kör, Mistah'ın eli çolak oldu. 12. âyet-i kerimede (Bu iftirayı işitince, mümin erkek ve kadınlar, kendi ailelerine iyi gözle bakmalı. Bu, meydanda bir yalan ve iftiradır, demelidirler) ve 19. âyet-i kerimede (Müminlerin kötü olarak anılmasını sevenlere, dünyada ve ahırette acı azaplar vardır) ve 26. âyet-i kerimede (Habis söz söylemek, habis adamlara layıktır. Habis adamlara, habis kelam yakışır) buyurulmuştur. Hasais-ul habib kitabında diyor ki: Resulullahın mübarek zevcelerinden birini kötüleyenin kâfir olduğuna Abdullah ibni Abbas hazretleri fetva vermiştir. Hele, Hz. Aişe'yi kötülemek, Kur'an-ı kerimi inkâr etmek olur. Bunun küfür olduğu icma ile sabittir. (Mirat-i kâinat) İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Hz. Aişe-i Sıddika, Allahü teâlânın sevgilisinin sevgilisi idi. Peygamberimiz vefat edinceye kadar, onu çok sever ve yanından ayırmazdı. Onun odasında, onun yatağında ve mübarek başı onun kucağında iken can vermişti. Onun misk kokulu odasında defnedilmiş, kalmıştır. Bütün bu üstünlüklerden ve kıymetlerden ayrı olarak kendisi büyük âlim ve müctehit idi. Peygamber efendimiz, dinin yarısının bildirilmesini ona bırakmıştı. Eshab-ı kiram sıkıştıkları zaman, ona gelip, ona sorup öğrenirlerdi. Müctehid olan böyle bir Sıddikaya, Hz. Ali'ye uymadı diye, dil uzatıp, ona yakışmayan çirkin iftiraları söylemek Müslüman olana yakışmaz. İmanı olan kimsenin ağzından böyle sözler çıkmaz. Bu fakir [yani imam-ı Rabbani] miskinleri doyurduğum zaman, Ehl-i beytin ruhlarına niyet ederdim. Yani Resulullah ile birlikte, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in ruhlarına da gönderirdim. Bir gece rüyada, Fahr-i alemi görüp selam verdim. Selamımı almadı ve mübarek yüzünü döndürüp (Ben yemeği Aişe'nin evinde yerdim. Bana yemek göndermek isteyenler, Aişe'nin evine gönderirlerdi) buyurdu. Bundan anladım ki, rüyada yüzünü çevirmesinin sebebi, yemek dağıtırken, niyette Hz. Aişe'yi ortak etmediğim içinmiş. Ondan sonra Hz. Aişe'yi de hatta zevce-i mutahharaların hepsini niyette ortak eyledim. Ehl-i beytin hepsini araya koyarak dua eder oldum. Çünkü, bunlar da, Ehl-i beyttendir. O halde Resulullaha Hz. Aişe-i Sıddika yolu ile gelen eziyet, Hz. Ali yolundan gelen eziyet ve cefadan daha çoktur. Aklı ve insafı olan, bunu pek iyi bilir. Bu sözlerimiz, Hz. Ali ve Peygamber efendimizi sevenler ve sayanlar içindir. (Eshab-ı kiram kitabı)
Münafıklar için inen âyetler
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Selefiyye ve necdi denilen sapık fırka kâfirler için inen âyetleri Müslümanlara, Hurufiler ise, münafıklar için inen âyetleri, Eshabı kirama yüklüyorlar. Mesela, (Mücadele 8, Münafıkun 1, Muhammed 16 gibi) Bu iftiralara Hucec-i katiyye kitabı şöyle cevap veriyor: Önceleri, münafıkların sayısı çoktu. Sonra azaldı ve Resulullahın vefatına doğru, münafıklar, müminlerden ayırt edildiği. (A. İmran 179) da bildirilmiştir. Buhari'deki hadis-i şerifte de, (Demirci ocağı, demiri pasından ayırdığı gibi, Medine şehri de, münafıkları müminlerden ayırır) buyuruldu. Aşağıdaki âyetlerle övülen eshabı kiramı, münafıklarla aynı kefeye koymak çok çirkindir: (Sizler, en hayırlı ümmetsiniz.) [Âli İmran 110] (Eshabın hepsi, birbirlerine karşı merhametlidir.) [Feth 29] (Mekke'nin fethinden önce ve sonra Müslüman olanların hepsine de, Hüsnayı [Cenneti] söz veriyorum.) [Hadid 10] (Allah, Eshabın hepsine cenneti söz verdi.) [Nisa 95] (Allah, muhacir ve ensardan razı olmuş ve onlara cenneti hazırlamıştır.) [Tevbe 100] Mücadele suresi 8. Âyetinin bir kısmı münafıklar için, bir kısmı da Yahudiler için inmiştir. Âyette münafıkların gizli toplantı yaptıkları bildirildiği gibi, (Sana selam verdikleri zaman, Allahın, seni selamladığı gibi vermiyorlar) kısmı ile de Yahudiler azarlanmaktadır. Yahudiler, Resulullahın yanına geldikleri zaman, (Selamün aleyküm) yerine, (Samı aleyküm) derlerdi. Resulullah da (ve samı aleyküm) buyururdu. Bunun için, bu âyetin sonunda, (Yerleri Cehennemdir) buyuruldu. Münafıkun suresinin, (Münafıklar, sana geldiği zaman) mealindeki ilk âyeti münafık Abdüllah bin Selul ve arkadaşları için indiği bütün tefsirlerde yazılıdır. Muhammed suresinin (Onlardan, seni dinleyenler, yanından çıktıkları zaman...) mealindeki 16. âyeti, münafıklar için gelmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, müminleri, münafıklardan ayırarak, âyetin sonunda, (Onların kalblerini Allah mühürledi...) buyurmuştur. Bundan sonraki âyette de Eshabı kiramı kurtuluş ile müjdeledi. Said bin Cübeyr, "Muhammed suresinin (Kalblerinde hastalık olanları gördün) mealindeki 20. âyeti, münafıkları açıkça göstermektedir" buyurdu. Huneyn gazvesindeki dağılmak da, kaçmak değil, bir harp oyunu idi. Her savaşta, buna benzer oyunlar olur. Sonra, bu dağılanlar, Eshab-ı kiramın büyükleri de değildi. Birkaç ay önce, Mekke'nin fethinde, azat edilmiş olan esirlerdi. Sonunun zafer olacağı belli idi. Hatta bu çekilmenin zafere yol açtığı, Tevbe suresinin, (Sonra, Resulüne ve müminlere sekine indirdi) mealindeki 20. âyeti ile bildirildi. Resulullah bunu bildiği için, o gün dağılanlara hiçbir şey söylemedi. Hiçbirine darılmadı. Eshabı kiram aleyhine indiği söylenen âyetler, üç halife için inip de Hz. Ali'nin bundan istisna edildiğini bildirmiyor. Eğer bu âyet, eshabı kiramı suçluyorsa, o zaman Hz. Ali de suçlanmış olur. [Görüldüğü gibi, sahabi düşmanlığı yapacağız diye Hz. Ali'ye de hücum ediyorlar ve haşa "Bir âyette eshabın tamamı övülüyor, bir âyette de suçlanıyor" diyerek Allahı tenakuzlu âyet göndermekle suçlamış oluyorlar.]
Büyük zatlara iftira etmek
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Eshab-ı kiram kitabında diyor ki: İkiyüzlülük, hainlik alametidir. Eshab-ı kirama ve hele en kıymetlilerinden olan Hz. Ali için, ilk üç halifeyi kabul etmediği halde, ikiyüzlülük gösterip sustu demek ne kadar çirkindir. Allahın aslanına, tam 30 yıl, hainlik alametini yüklemek ve bu uzun zamanda, hep ikiyüzlülükle yaşadı demek, ne kadar çirkin bir iftira olur. Hadis-i şerifte, (Küçük günaha devam edilirse, büyük olur.) buyuruldu. Münafıkların bir kötülüğünü 30 yıl durmadan yapmanın, artık ne olacağını düşünmeli. Üç halifenin üstünlüğünü söylemekle, Hz. Ali küçültülmüş olmaz, yüksek mertebesine dokunulmuş olmaz. Halbuki, fitnecilerin dediği gibi, onu ikiyüzlü bilmekle, bütün bu meziyetler, kıymetler, kendisinden alınmış olur. Çünkü, ikiyüzlülük, münafıkların, en aşağı, yalancı ve dolandırıcı kimselerin işidir. Eshab-ı kiramın hepsi ve Hz. Ali, Resulullahın hatırı için sevilir. Çünkü Resulullah efendimiz, (Eshabımı seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık, bana düşmanlıktır) buyurmuştur. (Buharî) Eshab-ı kiram, İslamiyeti yaymak ve Resulullaha hizmet etmek için, insan gücünün üstünde çalışmışlar, din uğrunda gecelerini, gündüzlerine katmışlardır. Mallarını Allahü teâlâ yolunda feda ettiler. Akrabalarını, ailelerini, çocuklarını, vatanlarını, evlerini, tarlalarını, ağaçlarını Resulullahın sevgisi yolunda terk ettiler. Onun mübarek vücudunu kendi vücutlarına ve Onun sevgisini, mallarının ve evlatlarının sevgisine tercih ve takdim ettiler. Bunlar, sohbet, yani arkadaşlık şerefine nail olmuşlar ve o sohbette, başkalarına nasip olmayan bereketlere ve derecelere kavuşmuşlardır. Başkaları dağ kadar altın sadaka verse, onların bir avuç arpa sadakası sevabına, hatta yarısına yetişemez. Allahü teâlâ, onları överek, (Onlardan razıyım) buyurdu. Fetih suresinde de onlara kızanlara, düşman olanlara kâfir buyurdu. Şu halde, onlara kötü söylemekten, küfürden kaçar gibi kaçmalıdır. Farklı ictihadlarından dolayı bir şey denemez. İmam-ı Ebu Yusuf, müctehid olduktan sonra, İmam-ı a'zama uysaydı hata olurdu. İmam-ı Şafii Sahabe-i kiramın sözlerine uymaz, kendi reyine tabi olurdu. İster Hz. Ebu Bekir olsun, ister Hz. Ali olsun, hiçbirinin sözlerine uymaz, kendi reyi ile karar verirdi. Bir müctehidin, Sahabinin sözüne uymaması caiz iken, Sahabe-i kiramın farklı ictihadları niçin suç olsun? Sahabe-i kiram ictihad işlerinde, bazen Server-i âleme de uymamış, bu bir suç olmamış ve azarlanmamışlardı. Bu farklı ictihadları Allahü teâlâ beğenmeseydi, elbette azap edeceğini bildirirdi. Halbuki, Resulullah ile yüksek sesle konuşanları yasaklamış ve azarlamıştı. Bedir'de alınan esirlere yapılacak iş hakkında Sahabe-i kiramın görüşleri farklı olmuştu. Ömer ve Sa'd ibni Muaz esirleri öldürelim dedi. Diğer Sahabiler ise, para karşılığı bırakalım, demişlerdi. Server-i alem de, bunu kabul buyurmuştu. Sonra, âyet gelerek, birinci görüşün doğru olduğu bildirildi. (Eshab-ı kiram) İbni Hacer-i Mekki hazretleri diyor ki: Müslümanın birinci vazifesi Eshab-ı kiramın sevgisini, Ehl-i beytin sevgisi ile cem etmektir. Ehl-i beyti, Resulullahın evladı oldukları için sevdiğimiz gibi, diğerlerini de, Onun Eshabı oldukları için sevmeliyiz! Çünkü, Eshab-ı kiramın nail oldukları şeref pek yüksektir. O şerefe başkaları kavuşamaz. Her müslümanın bunların hepsini adil, salih, veli, âlim ve müctehit bilmesi lazımdır. Kendilerinden bir hata çıksa da cenab-ı Hak hepsini af ile müjdelemiş ve (Allah, hepsinden razıdır) buyurmuştur. Sahabe-i kiramdan birini kötülemek, bu âyeti inkâr olur. (Savaik-ul-muhrika)
31.03.2002
XXXXXX
FİTNELERDEN UZAK DURMALIDIR
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Ahmet Cevdet Paşa diyor ki: Eshab-ı kirama düşman olmak fitnesini ilk ortaya çıkaran (Abdullah bin Sebe) isminde Yemenli bir Yahudidir. Bu Yahudi, Müslüman görünerek önce Basra'ya geldi. "İsa tekrar dünyaya gelecek de, Muhammed gelmez mi? O da gelecek, Ali ile birlikte dünyayı küfürden kurtaracak. Hilafet Ali'nin hakkı idi. Üç Halife, Onun hakkını elinden zorla aldı" diyordu. Basra'dan kovuldu. Kufe'ye gelip, halkı kışkırtmaya başladı. Buradan da kovuldu. Şam'a geldi. Şam'da da yüz bulamayınca Mısır'a kaçtı. Mısır'da, kendisini Ehl-i beytin aşıkı olarak tanıtarak, Halid bin Mülcim, Sudan bin Hamran, Gafıki bin Harp ve Kinane bin Bişr gibi soysuz, azılı haydutları etrafına topladı. "Ali'ye uymayanlara düşman olmak lazım" ve kendisine inananlara da, "Peygamberden sonra, en üstün Ali'dir" diyordu. Sözlerine inandırmak için, âyetlere yanlış manalar veriyor, hadis uyduruyordu. "Peygamber kendinden sonra Ali'nin halife olmasını emretti. Eshab, Peygamberi dinlemedi, dünya çıkarları için, dinlerini terk ettiler" diyordu. Bu sırları herkese açmayın, diye de tembih ediyordu. (Ben şan ve şöhreti sevmem. Tek maksadım, size doğru yolu bildirmektir) diyordu. Böylece Hz. Osman'ın şehit edilmesine sebep oldu. Sonra, Hz. Ali'nin askerleri arasına, üç Halifenin düşmanlığını yaydı.. Buna aldananlara Sebeiyye denir. Hz. Ali, bu dedikoduları haber alınca, üç Halifeye dil uzatanları ağır suçladı. İbni Sebe, Hz. Ali'nin kerametlerini ileri sürerek, (Bu insan gücünün üstündeki işleri, Onun ilah olduğunu gösteriyor) diyordu. Hz. Ali, bu sözleri de haber alınca, İbni Sebe ve ona inanan hurufileri ateşte yakacağını bildirdi. Bunları Medayn şehrine sürdü. Fakat, orada da rahat durmadı. Adamlarını Irak ve Azerbaycan'a göndererek, sahabe düşmanlığını yaydı. Hz. Ali, Şamlılarla savaştığından, bunlarla uğraşmaya vakit bulamadı. (Kısas-ı Enbiya) Şah Veliyyullah Dehlevi hazretleri de diyor ki: Kurnaz Yahudi İbni Sebe, Müslüman görünerek, Mısırlıları aldattı. Hz. Osman'ın şehit edilmesine sebep oldu. Büyük bir fitne çıkardı. Bu yüzden, milyonlarca müslüman kanı aktı. Sebecilik, 8. asırda Hurufilik ismini aldı. Hurufiler, üç halifeye olmadık iftiralar ettiler. Halbuki üç Halife, Hz. Ali'yi baş üstünde taşıdılar. Onun mübarek kalbini incitecek bir şey yapmadılar. Birkaç zâlimin, ahmağın, imam-ı Hasan'ın cenazesine yaptığı saygısızlığı bahane ederek ve olayları değiştirerek Müslümanlara saldırıyorlar. Yahudi dönmeleri, Müslümanları parçalamak, milleti birbirine düşman etmek için, tarihi olayları şişirerek ortaya atıyorlar, inanması ve öğrenmesi farz olmayan hatta örtülmesi lazım olan acıklı olayları anlatarak, kardeşi kardeşe saldırtmak istiyorlar. Bu sinsi düşmanların yalanlarına aldanıp parçalanmamalı. Birlikten kuvvet hasıl olur. Ayrılık felakete sebep olur. Sahabe-i kiram arasındaki savaşları anlatan tarihlerin çoğu, Emevileri kötüleyen Abbasiler zamanında, onların arzularına göre yazıldığı için, Sahabe-i kiramı kusurlu gösteriyorlar. Maide suresinin, (Ey iman edenler! Dinden çıkarsanız, Allah, sizin yerinize başkalarını getirir. Onları sever. Onlar da Allahı severler) mealindeki 54. âyeti, dinden dönenlere karşı gelenleri, Allahü teâlânın sevdiğini bildirmektedir. Bu da, Hz. Ebu Bekir zamanında oldu. Hz. Ebu Bekir, dinden dönenlerle savaşmış, onların tehlikesini önlemiştir. Cennetlik oldukları âyet ve hadis ile bildirilen böyle mübarek insanları kötülemek büyük felakettir, bölücülüktür. (Kurret-ül-ayneyn)
Kurtuluş fırkası hangisidir?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Hadis-i şerifte, Müslümanların 73 fırkaya ayrılacakları, sadece bir fırkanın kurtulacağı bildirildi. Bu 73 fırkadan her biri, Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırkanın kendi fırkası olduğunu iddia eder. Rum suresinde de, (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinir) buyuruldu. Peygamber efendimiz ise, (Kurtuluş fırkası, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır) buyurdu. İslamiyetin sahibinin, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da, söylemesine lüzum olmadığı halde, bunları da söylemesi, (Eshabım benim yolumdadır, benim yolum, Eshabımın yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Nisa suresi, 79. âyetinde, (Resule itaat, Allaha itaattir) buyuruldu. Eshab-ı kiramın yolunda gitmeyip de, Peygambere uyduğunu söyleyen, Ona uymuş olmaz. Böyle yol tutan kurtulamaz. Mücadele suresinin, (Doğru bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır) mealindeki 18. âyeti bu gibilerin halini gösteriyor. Ancak Eshab-ı kiramın yolunda giden Ehl-i sünnet vel-cemaat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. Çünkü, Eshaba dil uzatan, bunlara uymaktan, elbette mahrumdur. Onlara dil uzatmak, Resulullaha dil uzatmak olur. (Eshab-ı kirama saygı göstermeyen, Resulullaha iman etmemiştir) buyuruldu. Çünkü, onların kötülenmesi, sahiplerinin, efendilerinin kötülenmesi olur. Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkan ahkamı bizlere getiren, Eshab-ı kiramdır. Onlara dil uzatılınca, onların getirdiği şey de, kıymetten düşer. İslamiyeti bizlere getiren, birkaç eshab değildir. Bunda, her birinin hizmeti, payı vardır. Hepsi adalette, doğrulukta, öğretmekte eşittir. Onların birine dil uzatılınca, İslamiyet kötülenmiş olur. Eshab-ı kirama uymuş olmak için, hiçbirini inkâr etmemek lazımdır. Bir kısmı beğenilmeyince, diğer kısmına uyulmuş olamaz. Çünkü Hz. Ali, diğer üç halifenin büyük ve uyulmaya layık olduklarını biliyordu. Bunlara, seve seve biat etmiş, hilafetlerini kabul etmişti. Diğer üç halifeyi sevmedikçe, Hz. Ali'ye uyduğunu söylemek yalan olur. Hatta, Hz. Ali'yi beğenmemek, onun sözlerini, kabul etmemek olur. Allahü teâlânın aslanı Ali için, onları idare ediyordu, yüzlerine gülüyordu demek, cahilce söz olur. Allahın aslanının, o kadar ilim ve kahramanlığı ile, tam 30 sene, üç halifeye karşı düşmanlığını saklayıp, dost göründüğünü ve onlarla yalandan arkadaşlık ettiğini hangi akıl kabul eder? En aşağı bir Müslüman bile böyle ikiyüzlülük yapamaz. Onu bu kadar küçülten, aciz, hileci ve münafık yapan böyle sözlerin çirkinliğini düşünmek lazımdır. Peygamber efendimizin bu üç halifeyi övmesine, bütün yaşadığı müddetçe, bunlara kıymet vermesine ne diyecekler? Efendimize de, ikiyüzlü mü diyecekler? Peygamberin doğruyu bildirmesi vaciptir. İdare ediyordu diyen zındık olur. Münafıklar, "Muhammed, vahiyden, işine gelenleri söylüyor, işine gelmeyenleri söylemiyor" diyordu. Bunun üzerine, Maide suresinin, (Ey Resulüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır! Bunları, doğru bildirmezsen, Peygamberlik vazifeni yapmamış olursun) mealindeki 70. âyeti gelerek her şeyi doğru söylediği bildirildi. Peygamberimiz, ahirete teşrif edinceye kadar, üç halifeyi över, başkalarından üstün tutardı. Demek ki, Resulullaha uyarak bunları üstün tutmak lazımdır. (Eshab-ı kiram kitabı) [Devamı var]
İman edilecek şeylerde ayrılık olmaz
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: İman edilecek şeylerde Eshab-ı kiramın hepsine uymak lazımdır. Çünkü, itikat edilecek şeylerde, birbirlerinden hiç ayrılıkları yoktur. Eshab-ı kiramdan birine dil uzatan kimse, hepsini lekelemiş olur. Çünkü, hepsinin imanı, itikadı birdir. Birine dil uzatan, hiçbirine uymamış olur. Birbirlerine uygun olmadıklarını, aralarında birlik bulunmadığını söylemiş olur. Onlardan birini kötülemek, onun söylediklerine inanmamak olur. İslamiyeti bizlere bildiren, onların hepsidir. Onların her biri adildir, doğrudur. Her birinin İslamiyette bildirdiği bir şey vardır. Her biri âyet-i kerimeleri getirerek, Kur'an-ı kerim toplanmıştır. Bir kısmını beğenmeyen, İslamiyeti bildireni beğenmemiş olur. Beğenmeyen de cehenneme gider. Kur'anı kerimde, (Kur'an-ı kerimin bir kısmına inanıyorsunuz da, bir kısmına inanmıyor musunuz? Böyle yapanların cezası, dünyada, rezil, rüsva olmaktır. Ahirette de, en şiddetli azaba atılacaklardır) buyuruldu. (Bekara 85) Kur'an-ı kerimi toplayan üç halifeyi kötülemek, Kur'an-ı kerimi kötülemek olur. Aklı olan kimse, Eshab-ı kiramın hepsinin, yanlış bir kararda birleşeceklerini söyleyemez. Halbuki o gün, Eshab-ı kiramdan 33 bini, hep birden, istekle ve seve seve Ebu Bekir'i halife yaptı. 33 bin Sahabinin, yanlış bir işte, söz birliği yapması, olacak şey değildir. Nitekim, Resulullah, (Ümmetim, dalalette birleşmez, yanlış bir iş üzerinde ittifakta bulunmazlar.) buyurdu. (İbni Mace) Eshab-ı kiram arasında olan ayrılıklar, kötü düşüncelerden değildi. Çünkü onların mübarek nefisleri tertemiz olmuştu. Onların bütün istekleri, İslamiyete uymaktı. Ayrılıkları, ictihad ayrılığı idi. Yanılanları da sevaba kavuşur. İmam-ı Şafii, (Allahü teâlâ, ellerimizi o kanlara bulaştırmadı. Biz de dillerimizi bulaştırmayalım. Resulullahtan sonra, Eshab-ı kiram çok düşündü. Ebu Bekir'den daha üstün kimseyi bulamayıp, onu halife yaptılar) buyurdu. Bu da, Hz. Ali'nin ikiyüzlü olmadığını ve Ebu Bekir'i seve seve halife yaptığını göstermektedir. (c.1, m. 80) Muhammed Masum hazretleri de buyuruyor ki: Allahü teâlâ, (Ya Musa! Benim için ne amel yaptın?) buyurdu. O da, (Ya Rabbi! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekat verdim ve seni zikrettim) deyince, Allahü teâlâ, (Namaz, senin için burhandır. Oruç, seni Cehennemden koruyan kalkandır. Zekat, mahşer günü, herkes sıcaktan yanarken, sana gölge yapacaktır. Zikir de, o gün, karanlıkta, sana nur olacaktır. Benim için ne yaptın?) buyurdu. Hz. Musa , (Ya Rabbi, senin için olan amel nedir) dedi. Allahü teâlâ, (Sevdiğimi benim için sevdin mi ve düşmanımı düşman bildin mi?) buyurdu. Hz. Musa, Allahü teâlânın sevdiği amelin, Onun dostlarını sevmek ve düşmanlarını sevmemek olduğunu anladı. Demek ki, sevgilinin sevdiklerini sevmek ve düşmanlarına düşman olmak, sevginin alametidir. Mümtehine suresinin, (İbrahim ve Eshabı, kâfirlere, biz sizden ve putlarınızdan uzağız. Sizin, bir olan Allaha inanana kadar, aramızda düşmanlık olacaktır dediler. Bunların bu güzel halleri, size örnek olmalıdır.) mealindeki 4. âyeti gösteriyor ki, iman sahibi olmak için, bu düşmanlık şarttır ve Allah düşmanlarını sevmek, imanı yok eder. Resulullahın sohbetine kavuşmakla şereflenen Eshabı kiram, birbirlerini çok severlerdi. Birbirlerine değil, kâfirlere düşman idi. Fetih suresinin (Kâfirlere düşman, birbirlerine merhametli idiler) mealindeki 29. âyeti sözümüzü ispat etmektedir. (m. 29)
Mümin olanların iyi işleri
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Hucec-i katiyye kitabında diyor ki: Hurufiler, (Ali'yi sevene hiçbir günah zarar vermez) diye hadis uydurdukları gibi, Peygamber Efendimiz, (Ali'nin taraftarlarına kıyamette, küçük-büyük hiçbir günah sorulmaz. Onların kötülükleri, iyiliğe çevrilir) buyurdu diye, Resulullaha iftira ediyorlar. Hz. Ali, Peygamberden daha mı kıymetli de, peygamberi sevene günah zarar veriyor da, Hz. Ali'yi sevene günah zarar vermez mi? İbni Babeveyh uydurup (İbni Abbas buyuruyor ki) diyerek, Peygamber efendimizin güya (Ali'yi seveni cehennem yakmaz) dediğini söylüyor. Yine (Ali'yi seven, Yahudi de olsa cennete girer) sözüne de hadis diyorlar. Resulullaha böyle iftira yapmak, islamiyete de, akla da uymaz. Bu yanlış sözleri şu âyet-i kerimelere de zıttır: (Kötülük yapan, cezasını bulur.) [Nisa 123] (Zerre kadar kötülük yapan, cezasını görür.) [Zilzal 8] (Kimse kimsenin günahını çekmez. İnsana, ancak dünyada çalışarak [ihlas ile] yaptığı işler [ahirette] fayda verir.) [Necm 38-39] Bunlardan başka Ehl-i beyti sevmek, bir ibadettir. Bunun kıymetli olması için, bütün ibadetlerde olduğu gibi, önce iman sahibi olmak, yani Hıristiyan ve Yahudi olmamak lazımdır. Birçok âyet-i kerimede, (Amenü ve amilussalihat) geçiyor. Mümin olan kimsenin yaptığı iyi işlerin ancak makbul ocağı, kâfirlerin iyi işlerinin ise boşa gideceği bildiriliyor. İyi işlerle ilgili üç âyet-i kerime meali şöyledir: (Mümin olan kimsenin yaptığı iyi işler, inkâr edilmez.) [Enbiya 94] (İman edip iyi iş yapanlar cennetliktir.) [Bekara 82] (İman edip iyi iş yapanlar için tükenmeyen bir mükâfat vardır.) [Fussilet 8] İmansızların iyi işlerinin boşa gideceğini bildiren üç âyeti kerime meali de şöyledir: (Kâfirlerin beğendikleri işleri, kıyamette boşa gidecektir.) [Tevbe 17] (Kâfirlerin dünyada yaptıkları iyi işler, çölde görünen seraba benzer.) [Nur 39] (Ahirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler boşa gider.) [Hud 16] [İmanın altı şartı vardır. Peygamberlere ve Allahın gönderdiği kitapların hepsine inanmak şarttır. Yahudiler de, Hıristiyanlar da bizim Peygamberimize ve Kur'anı kerime inanmıyorlar. Onun için] Yahudi ve Hıristiyan gibi, iman şerefine kavuşmamış kimselerin, yalnız Ehl-i beyti sevdikleri için Cennete gireceklerini söylemek, küçük-büyük günahların, bunların sevgisi ile, iyilik, sevap şekline döneceğine inanmak, islamiyete taban tabana zıttır. Hz. Ali kendi Ehl-i beytine her zaman (Soyunuza güvenmeyin! İbadet yapmaya devam edin! Allahü teâlânın emirlerini yapmaktan zerre kadar sapmayın!) derdi. {Meşhur iki hadisi şerif meali de şöyledir: (Sevgili kızım Fatıma hırsızlık ederse, cezasını hemen veririm!) [Müslim] (Kızım ya Fatıma, takva üzere ol. Allahın farzlarını yerine getir.) [Ebu Davud]} Dünya ve ahiret saadetlerinin ele geçmesi için ve dünya işlerinin düzgün gitmesi için, herkesi günah ve yasakları işlemekten korkutmak, vazgeçirmek lazım iken, (günahlar, sevap haline dönecektir) demek, ne kadar yanlıştır. Bu söz, kötü kimseleri ve hatta kendilerini de, günah ve çirkin işleri yapmaya sürükler. Böylece dini yıkar. Biraz aklı olan kimse, bu sözlere itibar etmez, nefretle karşılar. (Hucec-i katiyye)
Sebecilerle Yahudilerin benzer inanışları
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Seyyid ve şerif Abdülkadir-i Geylani hazretleri, Gunye'de buyurdu ki: (72 bid'at fırkasından biri olan Yahudi İbni Sebe'nin fırkası (Hurufilik), birçok yönden Yahudilere benzemektedir. Şöyle ki: 1- Yahudiler, imamlık belli bir zümreye mahsustur, derler. Sebeciler de, Halifelik yalnız imam-ı Ali ve onun soyundan olanların hakkıdır. 2- Yahudilere göre, Deccal çıkıncaya kadar, cihad [savaş] caiz değildir. Sebecilere göre de, Hz. Mehdi çıkıncaya kadar cihad caiz değildir. 3- Yahudiler de, Sebeciler de yıldızlar çıkıncaya kadar oruç bozmaz. 4- Yahudiler çoraba mesh eder. Sebeciler de çoraba veya çıplak ayaklara mesh ederler. 5- Yahudi'nin, Müslümanı öldürmesi helâldir. Sebecilerin de Ehl-i sünneti öldürmesi helaldir. 6- Yahudiler, boşadığı kadınla iddet beklemeden evlenirler. Sebeciler de, iddet beklemez. Bir saatliğine de evlenip boşarlar ve arkasından başka bir Sebeci o kadınla evlenebilir. 7- Yahudilerde üç boşanma nikâha mani olmaz. Sebeciler de üç kere boşadığı kadınla yine evlenebilirler. [Selefiyecilerin piri İbni Teymiye de, bir anda üç kere boşamayı bir boşamak kabul eder.] 8- Yahudiler Tevrat'ı ve İncil'i değiştirdiler. Sebeciler de, bazı âyetleri değiştirerek yazdılar. Kur'anı Eshab topladığı için, Eshaba olan düşmanlıklarından dolayı, Kur'anda eksik ve fazlalık var derler. 9- Yahudiler, Cebrail aleyhisselama düşmandır. Sebeciler de, vahiy Ali'ye gelecek iken, Cebrail Muhammed'e indirdi diyerek, Cebrail aleyhisselama düşman oldular. 10- Tevrat'ta tavşan haram edildiği için Yahudiler yemez. Sebeciler de tavşan eti yemez. Halbuki dinimizde tavşan eti helaldir. (Dürer) Tezkiye-i ehl-i beyt kitabının müellifi Osman efendi anlatıyor: Maarif meclisine gittiğim zamanlarda, Sebecilerin bir sandık içinde tefsirleri geldi. Basılmasına izin verilmedi. Sebebini sordular: (İslamiyete uymayan bir yeri mi var?) dediler. Evet, (Hz. Ali'nin kâfir ve zalim olduğunu yazıyorsunuz) dedim. Hiddetten gözleri döndü. Kızma, az dinle dedim: Kitabın başında yazılmış ki: (Talha, Ali'ye sordu ki, Osman Kur'andan 70 âyeti, Ömer de, 80 âyeti çıkardı deniyor. Bu söz doğru mu? Ali evet doğrudur, dedi. Talha yine sordu ki: Değişmemiş olan Mushaf sende imiş, öyle mi? Ali, evet bendedir. Hem de, bu Kur'anın iki katı bende var, dedi. Sende bulunan Kur'anı Müslümanlara göstermeyecek misin? dedi. Eğer Ebu Bekir yerine, beni halife yapsalardı verirdim. Bana biat etmedikleri için, vermem ve vasiyet edip, kıyamete kadar evladımın elinde gizli kalacak, buyurdu.) Tefsirinizde böyle yazıyor. Yahudiler, Tevrat'taki Muhammed aleyhisselamı bildiren 20 âyeti sakladıkları için, Allahü teâlâ, bunlara (Kâfir) diyor. Hz. Ali, Kur'anın iki mislini ki üç binden fazla âyeti saklamış oluyor. Bu yazınız ile, Hz. Ali'ye kâfir demiş oluyorsunuz, dedim. [Hz. Ebu Hureyre diyor ki: (Bekara 159, Al-i imran 187) âyetleri olmasa idi, hiçbir hadis rivayet etmezdim. Bir hadis-i şerifte de, ilmini saklayanların kıyamette ağzına ateşten gem vurulacağı bildirildi. (Buhari, İ. Mace)] Sebeci, şaşırıp kaldı, bir cevap veremedi. Daha sonra "Ben ne şii, ne de sünniyim, ben masonum" dedi. [Masonluğu da Yahudiler kurmuştur. Her tefrikanın, her oyunun içinde bir Yahudi parmağı niçin vardır?] Bu yalanları çıkaran kimseler, açıkça gösteriyor ki, ne şii, ne de sünnidir. İbni Sebe denilen bir Yahudi ve onun oyununa gelen zavallılardır. (Tezkiye-i ehl-i beyt)
Yehova Şahitleri ve Selefiye
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Yehova (Yehve), Yahudilerin milli ilâhlarıdır. Yehova dini, önce Russel tarikatı, 1931'de Yehova Şahitleri adını aldı. "İsa'nın dünya krallığı başladı" diyerek, devletlerin sonunun yaklaştığını, tarihler vererek ortaya attılar. Bu tarihler, 1914, 1918, 1925 ve 1975'tir. Tabii hepsi de boşa çıktı. Öteki Hıristiyanlar (İsa üç tanrıdan biridir) derler iken, Yehovacılar için, ilâh tek ise de, (İsa, Yehova'nın oğludur) derler. Hz. İsa'yı ilahlıktan çıkarmaları diğer Hıristiyanları kızdırmıştır. Milliyet ve vatan sevgisini reddederler ve askerlik yapmaya karşıdırlar. Mevcut rejimlere ayaklanmaları, isyanı teşvik ederler. Yahudilik dışında bütün dinleri düşman bilirler. Yöneticilerin hemen hepsi Yahudi'dir. Yahudi'lerin 19 kitabını bunlar da mukaddes kabul ederler. 144 bin seçkin Yahudi'nin dünyayı yönlendireceğine, Cennetin dünyada olacağına, Hz. İsa'nın dünyadaki cennette krallık kuracağına, Yehovacıların dışında herkesin ölüp bir daha dirilmeyeceğine ve ölen Yehovacıların dirileceğine ve bir daha ölmeyeceğine inanırlar. Her çocuk günahkâr doğar derler. Müslümanları aldatmak için, Yehova yerine "Allah" ve diğer İslami terimleri kullanırlar. Şık, süslü giyinmiş güzel kızlarla, tatlı, okşayıcı dillerle cahilleri aldatmaya, Hıristiyan yapmaya çalışırlar. Ele geçirdikleri adreslere broşür, kitap ve kaset gönderirler. Maillerle, sitelerle zehir kusarlar. Bunlar, birçok yönden Selefiyecilere (Necdilere) benzerler. Bazıları şöyledir: 1- Yehovacılar, "İlk Hıristiyanlar gibi, İncillere sarılalım" derler. Selefiyeciler de, "Yalnız Kur'ana sarılalım" derler. 2- Yehovacılar da, selefiyeciler de mezhebe, tarikata karşıdırlar. Selefiyeciler, birçok tasavvuf büyüğüne kâfir derler. 3- Yehovacılar, ilk Hıristiyanların yolunda olduklarını söylerler. Selefiyeciler de aynı mantıkla ilk Müslümanların yolunda olduklarını söylerler. (Selef, ilk Müslümanlar manasına gelir.) 4- Yehovacılar cehennemi inkâr ederler. Selefiyeciler de, pirleri olan İbni Teymiye gibi cehennem sonsuz değil derler. 5- Yehovacılar, Allah insan gibi düşünür diyerek "Tanrının düşüncesi" tabirini kullanırlar. Selefiyeciler de, "Kur'anî düşünce, İslâm düşüncesi" gibi tabirler kullanırlar. Halbuki İslamiyeti bir düşünce olarak kabul etmek küfürdür. 6- Yehovacılar da Selefiyeciler de, Allah gökte derler. 7- Yehovacılar ruha inanmaz, "elektriğe benzeyen kişiliksiz bir kuvvet" derler. Bazı selefiyeciler de meleklere, rüzgar, tabiat kuvvetleri derler. 8- Yehovacılar, doğum günü kutlamazlar. Doğum günü kutlamasına yaratıklara tapınmak derler. Selefiyeciler de doğum günü olan mevlidi bid'at sayar, Peygambere tapmak derler. 9- Yehovacılar, kadere inanmazlar. Selefiyecilerin bir kısmı da kadere inanmaz. 10- İncilleri işlerine geldiği gibi yorumlar, Yehovacı olmayanlara kâfir derler. Selefiyeciler de, Kur'anı işlerine geldiği gibi yorumlarlar. Selefiyeci olmayanlara müşrik derler. İbni Sebe, bir Yahudidir, Hıristiyanlığı bozan Pavlos da Yahudi'dir. Selefiyecilerin Yehovacılara benzemeleri tesadüf değildir. Her bozuk fırkanın altında, bir Yahudi veya İngiliz parmağı vardır. Her taşın altında onlar gizlidir.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İctihadın ıstılah (terim) anlamı, müctehid bir âlimin âyet ve hadislerden, manaları açıkça anlaşılmayanları, açıkça bildiren diğer hükümlere kıyas ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya uğraşması demektir. Mesela Kur'anı kerimde, (Ana babaya, öf demeyin) buyuruldu. Burada dövmeyin, sövmeyin denilmemiş, bunların en hafifi bildirilmiştir. Müctehidler, dövmenin, sövmenin ve hakaret etmenin de haram olacağını ictihad etmişlerdir. Yine Kur'an-ı kerimde şarap içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemiştir. Şarabın haram olmasının sebebi, sarhoş edip aklı giderdiği içindir. Bundan dolayı müctehidler, şarabın haram olmasındaki sebep, herhangi bir içkide bulunsa haramdır, diye ictihad etmişler. Sarhoş eden her şeyin haram olduğunu bildirmişlerdir. Kur'an-ı kerimde, ictihad ediniz buyuruldu. Fatebiru âyet-i kerimesi, (Ey akıl sahipleri, akıl erdiremediğiniz meselelerde, onları bilen ve derinliklerine tam ermiş olanlara tâbi olunuz) demektir. O halde, ilimde ihtisası tam olan müctehidlerin, manaları açıkça anlaşılmayan âyet ve hadislerin içlerinde saklı bulunan ahkamı ve meseleleri, ictihad ederek açığa çıkarması farzdır. İctihad makamına layık olabilmek için, birçok şartlar vardır. Bu yüksek vasıfları taşıyan kimseler, ancak asr-ı saadette, Sahabe-i kiramın zamanında, Tabiin ve Tebei tabiin devrinde bulunabiliyor, sohbet bereketi ile yetişiyordu. Zaman ilerleyip, fikirler bozulduktan, bid'atler çoğaldıktan sonra, böyle kıymetli kimselerin azaldığı, hicri dördüncü asırdan sonra, bu sıfatlara malik bir âlimin ortada kalmadığı, Mizan-ül-kübra, Redd-ül-muhtar ve Hadika'da yazılıdır. İctihad makamına varmış bulunan yüksek kimseler, kendi ictihadlarına göre hareket etmek mecburiyetindedir. Başka müctehidlerin ictihadlarına tabi olamazlar. Hatta Peygamberlerin zamanlarında da, sahabeden biri, kendi Peygamberinin ictihadına uymayan ictihadda bulunursa, kendi ictihadına göre hareket ederdi. Peygamberler de ictihad ederlerdi. Fakat ictihadlarında hata ederlerse, Allahü teâlâ, derhal Cebrail aleyhisselamı göndererek, hataları vahiy ile düzeltilirdi. Yani Peygamberlerin ictihadları hatalı kalmazdı. Mesela, Bedir gazasında alınan esirlere yapılacak şey için, Server-i alem bazı Sahabe-i kiram ile birlikte bir türlü, Hz. Ömer ise, başka türlü ictihad etmişlerdi. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hz. Ömer'in ictihadının doğru olduğunu bildirdi. Bunun gibi Abese suresi de, bir ictihad hatasını düzeltmek için nazil olmuştu. Peygamber efendimizin vefatları sırasında, hokka ve kalem hakkındaki emirlerinin anlaşılmasında Hz. Ömer'in ictihadı da, öyledir. Eshab-ı kiramdan sonra meşhur dört imam ve bunların mezheplerine göre ictihad eden imam-ı Ebu Yusuf, imam-ı Nevevi, imam-ı Gazali gibi yüksek âlimler yetişti. Asr-ı saadet uzaklaştıkça, hadis-i şerifleri nakil ve rivâyet eden 12 silsilenin haber verme zincirinin halkaları arttı. Hadis-i şeriflerin hangi silsileden ve hangi kimselerden alınacağı, düşünülecek bir mesele oldu ve çok güç ve belki imkansız oldu. Bundan dolayı, dördüncü asırdan sonra, ictihad edebilecek bir âlim yetişemez oldu. Bütün Müslümanlar, bu dört imamdan birine tâbi olup, o imamın mezhebine uymaya mecbur oldu. (Eshab-ı kiram kitabı)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İctihad, bir ibadet, yani Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihadına yanlış diyemez. Çünkü, her müctehide, kendi ictihadı hak ve doğrudur. Beyheki'deki hadis-i şerifte, (Müctehid âlimlerin farklı ictihadları rahmettir) buyuruluyor. İmam-ı Şafii hazretleri, İmam-ı a'zam hazretlerinden farklı ictihadları olduğu ve Hanefi mezhebinde olmadığı halde, (İmam-ı a'zam Ebu Hanife'nin rey ve ictihadını beğenmeyene, Allahü teâlâ lanet etsin!) buyurmuştur. İmam-ı Ebu Yusuf ve imam-ı Muhammed ve diğer imamların, İmam-ı a'zama uymayan sözleri, onu beğenmemek, kabul etmemek değildir. Kendi ictihadlarını bildirmektir. Bunu bildirmeye memurdurlar. Mezheplerdeki farklılıkların çoğu, Resulullah efendimizin ibâdetleri değişik şekilde yaptığındandır. Bir de âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden müctehidlerin farklı anlayışları vardır. Müctehid ictihadında yanılabilir. Fakat yanılsa da mahzuru yoktur. Buharî'deki hadis-i şerifte de, (Müctehid, ictihadında isabet ederse iki, yanılırsa bir sevap alır) buyuruluyor. Demek ki ictihad hatası, günah değil, aksine sevaptır. Farklı ictihadlarından dolayı Eshab-ı kirama ve müctehidlere dil uzatılmaz. Server-i âlem uzak ülkelere gönderdikleri Sahabe-i kirama, güçlük karşısında kalınca, âyet-i kerimelere müracaat etmelerini, orada bulamazlarsa, hadis-i şeriflere müracaat etmelerini, orada da bulamazlar ise, kendi rey ve ictihadları ile hareket etmelerini, kendilerinden daha yüksek ilimli ve fikirli olsalar dahi, başkalarının ictihadına uymamalarını emrederdi. İşte bunun gibi, imam-ı Ebu Yusuf ve imam-ı Muhammed de hocaları olan imam-ı a'zamın reyine tâbi olmayıp, kendi ictihadları ile hareket ederlerdi. Halbuki, İmam-ı a'zamın ilmi onların üstünde idi. Dört mezhep arasındaki farklar da, bundan ileri gelmektedir. O halde namaz, oruç ve diğer ibadetlerde, büyük âlim olan mezhep imamlarımızın birbirine uymayan ictihadları için, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış dememiştir. Sahabe-i kiram da böylece birçok işlerde birbirlerine uymamışlarsa da, hiçbiri diğerinin ictihadına yanlış dememiş, dalalet, fısk demeyi hatırlarına bile getirmemişlerdir. Mesela, Ebu Bekir-i Sıddık halife iken, Müslüman olmasını teşvik için, yeni Müslüman olan birisini, bir sahabinin yanına katarak, beyt-ül-malın muhafaza memuru olan Hz. Ömer'e gönderdi. Buna zekat hissesini versin dedi. Ömer ise, bu parayı vermedi. Müellefe-i kulub ismi verilen bu gibi kimselere zekat verilmesi, âyet-i kerimede emr edilmiş iken, niye vermedin diye sorunca, Hz. Ömer, (Kâfirlerin kalblerini yumuşatmak emri, Allahü teâlânın vaad ettiği zafer ve galibiyet başlamadan önce, kâfirlerin azgın olduğu zamanda idi. Şimdi ise, Müslümanlar kuvvetlenmiş, kâfirler mağlup ve aciz olmuştur. Şimdi kâfirlerin kalplerini mal ile kazanmaya lüzum kalmamıştır.) buyurduktan sonra, Müellefe-i kulub denilen kâfirlere zekat verilmesi emrini nesh eden, yani yürürlükten kaldıran âyet-i kerimeyi ve Muaz hadisini okudu. Hz. Ömer'in bu ictihadının, Sıddik-ı a'zamın rey ve ictihadına uymaması, onun bu emrini red etmek değildir. Beyt-ül-malın muhafazasına ve idaresine memur olduğu için, ictihadını söylemişti. Ebu Bekir de bu ictihadından dolayı ona bir şey dememişti. Hatta, ictihadını değiştirerek, Eshab-ı kiramın hepsi, Hz. Ömer gibi ictihad eylediler. (Eshab-ı kiram kitabı)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Ehl-i sünnet Müslümanlarının en büyük âlimi, İmam-ı azam hazretleri, bütün dünya işlerini, talebelerini ve vazifeleri bırakarak, iki sene, İmam-ı Cafer Sadık hazretlerinin sohbetinde bulundu. İmam-ı Cafer Sadık hazretlerinin ilim deryasından doya doya bilgi topladı. Onun, Resulullahtan gelen nurları saçan mubarek kalbinden feyzler aldı. (İmam-ı Cafer Sadık hazretlerine iki sene hizmet etmeseydim, bir şeyden haberim olmayacaktı) buyurdu. İmam-ı azam Ebu Hanife hazretleri, İmam-ı Cafer Sadık'tan aldığı bilgilerle, feyizlerle olgunlaştı. Çok kimseye nasip olmayan yüksekliklere kavuştu Şii kitapları da bildiriyor ki: Ehl-i sünnet imamları, iman ve Fıkıh bilgilerinin ve tasavvuf marifetlerinin, hatta tefsir ve hadis bilgilerinin çoğunu Ehl-i beyt imamlarından öğrendi. Onların terbiyeleri ile yetiştiler. Onların teveccühleri ile yükseldiler. Onlardan müjdeler aldılar. Mesela şii âlimlerinden ibni Mutahhir-i Hulli (Nehcülhak) ve (Minhecülkerame) kitaplarında, İmam-ı azam ile imam-ı Malik'in, İmam-ı Cafer Sadık'tan ders aldıklarını, Onun yanında yükseldiklerini yazıyor. İmam-ı azam, İmam-ı Muhammed Bakır'dan ve Zeyd-i şehidden de ders aldı. Bu mübarek imamlara yıllarca hizmet ederek ilim ve feyz almış olan Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzatmak ne kadar çirkindir. Zerre kadar vicdanı olan kimselerin, o yüce imamlardan fetva vermek ve ictihad etmek için icazet almış olan bu âlimlere itaat etmeleri farz olmaz mı? İmam-ı azamın, İmam-ı Bakır'dan ve Zeyd-i şehidden ve İmam-ı Cafer Sadık'tan, fetva vermek için icazet aldığını şii imamlarından şeyh-i Hulli de bildiriyor. İmam-ı azamın, ictihad etmek şartlarını taşıdığı, bu imamların şehadetleri ile anlaşılıyor. İmam-ı azama dil uzatmak, masum olduğunu söyledikleri 12 imamın şahitliğini reddetmek olur. Bu ise, bütün şiilerce küfür olmaktadır. Hele masum imamın bulunmadığı bu zamanda, İmam-ı azamın mezhebine girmek, yani Ehl-i sünnet olmak, bütün şiilere farz olmaz mı? Şii âlimlerinden şeyh Hulli diyor ki: Ebu Hanife, İmam-ı Cafer Sadık'ın yanına geldi. İmam-ı Cafer Sadık, ona, "Sen babamın sünnetini her yere yayacaksın. Şaşırmışlara yol göstereceksin. Korkuda olanların yardımcısı olacaksın. Kurtuluş yolunun rehberi olacaksın. Allahü teâlâ yardımcın olsun" dedi. Şii kitaplarının hepsi diyor ki: Ebu Hanife, Abbasi halifelerinden Ebu Cafer Mansur'un yanına geldi. Orada bulunan İsa bin Musa, Ebu Hanife'yi görünce, "Ya Halife! Bu gelen, bugün yeryüzünün en büyük âlimidir" dedi. Mansur sordu: Ya Numan, ilmi kimden öğrendin? Hz. Ali'nin talebeleri vasıtası ile Hz. Ali'den ve Hz. Abbas'ın talebeleri vasıtası ile Hz. Abbas'tan öğrendim, dedi. Halife de çok sağlam vesikalar bildirdin, dedi. Şii kitaplarında diyor ki: Ebu Hanife, Mescid-i haramda oturmuştu. Herkes etrafına toplanmış, kendisine sual soruyorlardı. Onlara cevap veriyordu. Sanki cevapları hazır cebinden çıkarıyormuş gibi saçıyordu. İmam-ı Cafer Sadık, ansızın yanına geldi. İmamı görünce, hemen ayağa kalktı. "Ey Resulün torunu! Burada olduğunu önceden bilseydim, böyle iş yapmazdım" dedi. İmam-ı Cafer Sadık da, "Otur ya Eba Hanife! İlim öğretmeye devam et! Babalarımdan öğrendiklerini herkese yay!" buyurdu. Bunlar, İbni Hulli'nin (Tecrid)i şerhinde yazılıdır.
Kur'an-ı kerimde Yahudi ve Hıristiyanlar
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Hz. Yakub'un adı "İsrail" olduğu için, Yahudilere İsrail oğulları denildi. Hz. Musa Tur dağına gidince, bunlar dinden çıktı. Buzağıya taptı. Sonra pişman olup tövbe ettikleri için, Yahudi denildi. Yahudi, doğru yolu bulucu demektir. Yahudiler, Hz. Musa'ya çok eziyet etti. Sonra gelenleri, bin Peygamberi şehit etti. Hz. İsa ve annesine iftira ettiler. İncil'i tahrif ederek Hıristiyanlığı bozdular. Peygamber efendimizi zehirlediler. Hz. Osman zamanında, fitne çıkararak, Halifenin şehit edilmesine sebep oldular. İbni Sebeciliği, Hurufiliği meydana çıkarıp, Müslümanları parçalayıp, birbirine düşman ettiler. Yehovacılığı çıkarıp Hıristiyanları birbirine düşürdüler. Dinleri yok etmek için masonluğu kurdular. Yahudiler hakkındaki âyetlerden bazıları şunlardır: 1- Tevrat'ı değiştirdiler. (Bekara 79) 2- Peygamberleri öldürdüler. (Âl-i İmran 183) 3- Hz. İsa'yı öldüremediler. (Nisa, 157) 4- Fesat çıkardılar. Allaha cimri dediler. (Maide 64) 5- Hz. Meryem'e iftira ettiler. (Nisa 156) 6- İman edenlere en şiddetli düşmanlık edenler Yahudi ve müşriklerdir. (Maide 82) 7- Üzeyr Allahın oğludur dediler. (Tevbe 30) 8- Kıskançlık ve maddî çıkar yüzünden Kur'ana inanmadılar. (Bekara 146) 9- Çoğu iman etmeyecektir. (Bekara 100; Nisa 155) 10- Allahı inkârlarından dolayı lânete uğradılar. (Bekara 88-89) Kur'ana göre Hıristiyanlar 1- Meryem oğlu Mesih'e, Allah diyenler, kâfir olmuştur. (Maide 72) 2- Allah üç ilahtan biridir diyenler kâfir olmuştur. (Maide 73) 3- Meryem oğlu Mesih bir Peygamber, anası da sadık bir kadındır. (Maide 75) 4- İsa Mesih'e Allahın oğlu dediler. (Tevbe 30) 5- Yahudilere göre, Hıristiyanlar Müslümanlara daha yakındır. (Maide 82) Yahudi ve Hıristiyanların ortak yönleri: 1- Bilginlerini, rahiplerini Rabler edindiler. (Tevbe 31) 2- Yahudi bilginleri ve Hıristiyan rahipleri halkın mallarını yediler. (Tevbe, 34). 3- Allahın oğullarıyız dediler. (Maide 18) 4- Bile bile hakkı gizlediler. (Âl-i İmran 71) 5- Allah çocuk edindi diye iftira ettiler. (Bekara 116) 6- Allahın âyetlerini inkâr ettiler. (Âl-i İmran 70) 7- Allaha iftira ettiler. (Âl-i İmran 78) 8- Yahudi ve Hıristiyanlar, birbirinin dostlarıdır. (Maide 51) 9- Resulullah, dinlerine girmedikçe, Yahudi ve Hıristiyanlar ondan razı olmazlar. (Bekara 120) 10- Dinlerinde aşırı gittiler. (Nisa 171) 11- Kitaplarındaki bilgileri gizlediler. (Maide 15) 12- Ehli kitap, "Cennete ancak Yahudi ve Hıristiyanlar girecek" dediler. (Bekara 111) 13- Ehl-i kitap ve müşriklerden olan inkârcılar, cehennem ateşinde ebedi olarak kalırlar. İşte onlar, halkın en şerlileridir. (Beyyine 6) Bu âyeti kerimelerden açıkça anlaşılıyor ki, Yahudiler Tevrat'ı değiştirdiler. Hz. Musa'nın dini değişince Allahü teâlâ, İncil ile Hz. İsa'yı gönderdi. Hz. İsa'nın dini de bozulunca, İncil, inciller haline gelince, Allahü teâlâ, İslamiyeti göndermiştir. Yakında açıklayacağımız gibi, kâfir oldukları birçok âyet ile bildirilen Ehli kitabın da Cennete gideceğini söylemek ne büyük bir dalalettir.
Bütün peygamberler Müslüman idi
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Allahü teâlânın var ve bir olduğunu bildiren ilahi dinlerin hepsi, insanlar bozmadan önce, amele ait hükümler hariç, inanılacak şeylerde hepsi aynı idi. Bütün Peygamberler Müslüman idi. Mesela Yahudi ve Hıristiyanların bizim peygamberimiz dedikleri nebiler için Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi. O Allah'ı tanıyan doğru bir Müslüman idi.) [A. İmran 67] (İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları [Müslümandır], onların Yahudi veya Hıristiyan olduğunu söyleyenlere de ki, siz mi iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allahın bildirdiğini gizleyenden daha zâlim kim olabilir.) [Bekara 140] Hz. Âdem'den başlayarak, gelen bütün hak dinler, Hz. Musa'dan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama kadar gelen 3 din, [Musevilik, İsevilik ve İslâmiyet] Allahın bir ve Peygamberlerinin de birer insan olduğunu bildirmiştir. Ancak Yahudiler, Hz. İsa'ya inanmadılar. Hıristiyanlar da putlara tapınmaktan kurtulamadı. Hz. İsa, (Ben de sizin gibi bir insanım. Allahın oğlu değilim, Onun oğlu kızı yok) dediyse de, Baba, Oğul ve Kutsal ruh ismi ile 3 ayrı ilaha tapındılar. Hz. Hud, Ad; Hz. Salih, Semud kavmine; Hz. Musa, Benî İsrail'e gönderilmişti. Harun, Davud, Süleyman, Zekeriyya ve Yahya "aleyhimüsselam" da, yine Benî İsrail'e gönderilmiştir. Fakat, bunların ayrı dini olmayıp, Benî İsrail'i, Hz. Musa'nın dinine davet etmişlerdi. Hz. Davud'a inen Zebur'da emir ve yasakları bildiren hükümler yoktu. Vaaz ve nasihat dolu idi. Tevrat'ı neshetmedi, yani, yürürlükten kaldırmadı, onu kuvvetlendirdi. Bunun için Hz. Musa'nın dini devam etti. Fakat zamanla Yahudiler Tevrat'ta değişiklik yaptılar, Musevilik bozuldu. Hz. İsa gelince, bunun dini, Hz. Musa'nın dinini neshetti. Yani Tevrat'ın hükmü kalmadı ve bundan sonra, Hz. Musa'nın dinindeki bozulmayan hükümlerine de uymak caiz olmadı. Hz. İsa'nın dinine uymak lazım oldu. Fakat, Yahudilerin çoğu, "Biz Tevrat'a uyarız" diyerek Hz. İsa'ya iman etmedi. Bozulan Yahudilikte kaldılar. Hz. İsa, Beyt-ül-lahmde doğdu. Sonra Mısır'a gidip, daha sonra da. Nasıra'ya yerleşti. Burada 30 yaşında nebi oldu. Bunun için, Hz. İsa'ya iman edene Nasrani ve hepsine Nasara denir. Yahudiler, Hz. Musa'nın dinine uyuyoruz, Tevrat ve Zebur okuyoruz diyor. Nasara da Hz. İsa'nın dinine uyuyoruz, İncil okuyoruz diyor. Hâlbuki, bütün cihana gönderilen Muhammed aleyhisselamın dini yani İslamiyet, daha önce gelmiş bütün dinleri neshetmiştir. Sadece bozulan kısımları değil, bozulmayan kısımları da yürürlükten kaldırmıştır. İslam dininin hükmü kıyamete kadar süreceğinden, başka bir dinde bulunmak caiz olmaz. Çünkü Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah indinde hak din ancak İslâm'dır.) [A. İmran 19] (Sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.) [Maide 3] (İslâm'dan başka din arayanın bulacağı din asla kabul edilmez.) [A. İmran 85] Peygamber efendimizden sonra, hiç peygamber gelmeyecektir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Muhammed aleyhisselam, Allahın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.) [Ahzab 40] (Bu bakımdan ben peygamberim veya yeni peygamber gelecek diyen sapıklara itibar edilmez.)
Ehli kitapla iman birliğimiz yok
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Daha önce açıkladığımız gibi, Hz. Musa'nın getirdiği din bozulunca ve Tevrat'ta değişiklikler yapılınca Allahü teâlâ, Hz. İsa'yı gönderdi. Musevilik böylece yürürlükten kalkmış oldu. İsevilik çok geçmeden bozuldu. Pavlos isimli bir Yahudi Hıristiyanlığı iyice bozdu. Ortaya birbirinden farklı inciller çıktı. Aralarında eleme yaparak incil sayısı dörde indirildi. Nihayet, bir daha değişmemek ve hep baki kalmak üzere İslam dini geldi. Bazı cahiller, "Yahudilik de, Hıristiyanlık da hak dindir, onlar da Allaha inanıyorlar. Onlar da cennete gidecektir" diyorlar. Hatta bu işte şahince davranan, ehli kitaba [Hıristiyan ve Yahudilere] kucak açan bir yazar, "Ehli kitapla iman birliğimiz var" diyecek kadar ileri gitti. Amentü'deki altı esasa inanmayanlarda iman birliği olur mu? Ehli kitap, bütün peygamberlere [mesela bizim peygamberimize] inanıyor mu ve bütün kitaplara [mesela Kur'anı kerime] inanıyor mu? Hatta onların Allaha inançları bile farklıdır. Hıristiyanlar teslise [üç tanrıya] inanırlar, Hz. İsa'ya Allahın oğlu dediler, Yahudiler de, Hz. Üzeyir'e Allahın oğlu dediler. Bu nasıl iman birliği ki? Kur'an-ı kerimde, Ehl-i kitabın kâfir olduğunu bildiren birkaç âyet şöyledir: (İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyandı. O Allahı tanıyan doğru bir Müslüman idi.) [A. İmran 67] [Her peygamber gibi Hz. İbrahim de Müslüman idi. Ehli kitap hak olsa idi, böyle denmezdi.] ("Yahudi veya Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız" diyenlere de ki: "Aksine biz, hanif [doğru olan] İbrahim'in dinine uyarız.") [Bekara 135] [Demek ki doğru olmak için Hz. İbrahim'in dini olan İslam'a uymak gerekir.] (Yahudiler, Üzeyr'e, Hıristiyanlar da İsa'ya Allahın oğlu dediler. Daha önce kâfir olmuş kişilerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin.) [Tevbe 30] [Ehli kitap, diğer kâfirleri taklit ettikleri için kötülenmektedir.] (Ehl-i kitap [İslâm'a] iman edip, [kötülükten] sakınsalardı, kötülüklerini örter ve onları nimetleri bol cennete sokardık.) [Maide 65] [İslam'a inanmadıkları için iman etmiş olmazlar.] (Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar, [İslâm düşmanlığında] birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardan [kâfir] olur. Allahü teâlâ, [kâfirleri dost edinip, kendine] zulmedenlere hidayet etmez.) [Maide 51] [Ehli kitap kâfir olduğu için dost olmaz.] (Müminler, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allahın dostluğunu bırakmış olur.) [A. İmran 28] [Kâfirlere kucak açanlar da, Allahın dostluğunu bırakmış olur.] (Sen, onların dinine uymadıkça, Hıristiyanlar ve Yahudiler senden hoşnut olmazlar. De ki "Doğru yol, ancak Allahın yoludur.") [Bekara 120] [Yani, Ehli kitap, doğru yolda, [Allahın yolunda] değildir. Ehli kitabın bozuk dinine girmedikçe, Resulullahtan hoşnut olmazlar. Kiliseye gitmekle, Papa'nın elini öpmekle, Hıristiyanlar, Müslümanlardan hoşnut olmaz.] (İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi veya Hıristiyan olduğunu söyleyenlere de ki: Siz mi iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allahın bildirdiğini gizleyenden daha zâlim kim olur.) [Bekara 140] [Demek ki her peygamber Müslüman, Ehli kitap ise bâtıldır.]
Allaha inanan gayri müslim kâfir mi?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bu konudaki âyeti kerimeleri dün bildirmiştim. Bugün de üç âyet daha bildirelim: [Ey habibim, Yahudi ve Hıristiyanlara] de ki: (Eğer Allahı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.) [A. İmran 31] [Demek ki Ehli kitap olan Hıristiyan ve Yahudiler, Peygamber efendimize iman etmedikçe, Allah onları sevmez.] (De ki: "Ey Ehli kitap, gelin aramızda şu müşterek söze uyalım: "Ancak Allaha kulluk edelim, Ona şirk koşmayalım, Allahı bırakıp insanları Rabler edinmeyelim" Yine de, yüz çevirirlerse, "Şahid olun ki, biz Müslümanız" deyin!) [A. İmran 64] [Ehli kitap yani Yahudi ve Hıristiyanlar buna yanaşmadı, yani Müslüman olmadılar.] ([Senden önce peygamberlere] iman edenler, Yahudi, Hıristiyan ve sabiinlerden Allaha ve ahirete inanıp salih amel işleyenler için elbette Rablerinin katında mükâfatlar vardır.) [Bekara 62] [Hz. Musa zamanında, ona inanan Yahudiler ve Hz. İsa zamanında ona inan Hıristiyanlar, elbette cennete gidecektir. Çünkü, bütün peygamberler gibi, Hz. İbrahim gibi, Hz. Musa da, Hz. İsa da Müslüman idi.] Diğer dinler bozulduğu için Allahü teâlâ, en son olarak İslam dinini gönderdi. Başka dinleri kabul etmediğini açıkça şöyle bildirdi.: (Allah indinde hak din ancak İslâm'dır.) [A.İmran 19] (Sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.) [Maide 3] (Kim İslâm'dan başka din ararsa, bilsin ki, o din asla kabul edilmez.) [A.İmran 85] Bu konudaki birkaç hadisi şerif meali de şöyledir: (Cennete sadece Müslüman olan girer.) [Buharî, Müslim] (Beni duyup da iman etmeyen Yahudi ve Hıristiyan [ve her kâfir] elbette cehenneme girecektir.) [Hakim] (Yahudi ve Hıristiyanlara selam vermeyiniz!) [Müslim] (Ehli kitap size selam verdiği zaman, ve aleyküm deyin.) [Buharî] (Yahudi ve Hıristiyanlar sakal boyamaz. Onlara benzemeyin, boyayın!) [Müslim] (Saçlarınızı kırmızı veya sarıya boyayın, ehli kitaba muhalefet edin!) [İ. Ahmed] Peygamber efendimiz imanı şöyle tarif etmiştir: (İman; Allaha, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmaktır.) [Nesâî] Amentü'deki altı esastan birini inkâr eden kâfir olur. Sadece Allaha inandım demek kâfi değildir. Hıristiyan ve Yahudiler, bizim peygamberimiz dahil bütün peygamberlere inanmadıkça kâfirlikten kurtulamazlar. Yahudiler, Hz. İsa'ya, Hıristiyanlar da, Muhammed aleyhisselama inanmadıkları için kâfir oldular. Amentü'de bildirilen altı husustan birini, mesela kaderi inkâr eden, kâfir olur, bütün iyi amelleri yok olur. (R. Muhtar) Cenab-ı Hak buyurdu ki: (Onlardan kimi, ona [Muhammed aleyhisselama] iman etti, kimi de, ondan yüz çevirdi. Bunlara da çılgın ateşli cehennem yetti. Âyetlerimizi inkâr ederek kâfir olanları elbette ateşe atacağız.) [Nisa 55-56]
Allah var demek yeter mi?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bazıları, bütün ömürlerini Allahın varlığını ispat etmekle geçirmekte, "Asıl maksat iman olduğuna göre, Allahın varlığını ispat ile uğraşmak, ibâdetle, fıkıh ilmi ile meşgul olmaktan daha iyidir" diyerek, her zaman, bitkilerin, insan ve hayvanların anatomisini incelemek suretiyle imanı kuvvetlendirmek gerektiğini söylüyorlar. Allaha inanan insan için devamlı bunlarla meşgul olmak zararlıdır. Allaha inanan kimsenin, Allahın sıfatlarını da bilmesi gerekir. Bilmezse veya yanlış bilirse, Allaha inanmış sayılmaz. Allaha sıfatları ile inanan kimsenin, kendisine gereken ibâdet bilgilerini öğrenmesi farz olur. Fıkhı bırakıp da, Allahın varlığını ispat ile uğraşması çok yanlıştır. İman bilgilerini anlatan kelam ilmini akıl ve nakil ile ispat edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek ancak din âlimlerine gerekir. Başkalarına caiz değildir. Başkaları bu ilimle meşgul olursa, bâtıl yollara kayar, zındık olur. İslam âlimleri buyuruyor ki: İlm-i kelam ile uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günah islemek hafif kalır. Ehl-i sünnet itikadını iyi öğrenmeden önce, ilm-i kelam ile uğraşmanın zararı bilinseydi, kelam ilmi ile uğraşmaktan, aslandan kaçar gibi kaçınılırdı. (İ. Şafii), Kelam ilmi ile uğraşan hep şüphe içindedir. (İ. Ahmed), Resûlullah, Fıkhı teşvik etti. Kelâmı men etti. (Hadika), Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır. (İ. Abidin), Tasavvuf sayesinde iman sağlamlaşır, şüphe getiren tesirlerle sarsılmaz. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen iman böyle sağlam olmaz. (İmam-ı Rabbanî), İman bilgilerini, ihtiyaçtan fazla öğrenmek câiz değildir, bid'atlerin yayılmasına sebep olur. (Hindiyye) İbni Sakka isimli bir âlim, her şeyi akılla ispata kalkardı. Akla çok önem verirdi. Allahın varlığını, birliğini 99 delil ile ispat ederdi. Zamanla aklının almadığı konular da çıktı, şüpheleri arttı, bocalamaya başladı. Nizamiyye Medresesi'nde vaaz eden Yusuf-i Hemedani hazretlerine bir şey sordu. O da (Otur, senin sözünden küfür kokusu geliyor) buyurdu. İstanbul'a elçi olarak gidince, Hıristiyan oldu. Hıristiyan olduktan sonra da, 100 delil ile Allahın 3 olduğunu ispata kalkıştı. (F. Hadisiyye) Bir kimse, Allaha, âhiret gününe inansa, peygamberlerden sadece birine inanmasa kâfir olur. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine inanmaktan başka, bütün peygamberlere inanmak gerektiğini bildirmiştir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Onlar, sana ve senden önce gönderilen kitaplara ve peygamberlere ve âhiret gününe iman ederler.) [Bekara 4] Peygamber efendimiz, Kur'an-ı kerimi açıklayarak, imanı şu şekilde tarif etmiştir: (İman; Allaha, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, cennete, cehenneme, hesaba, mizana, kadere, hayrın ve serrin Allah'tan olduğuna inanmaktır.) [Nesâî] Amentü'deki 6 esastan birini inkâr eden kâfir olur. Sadece Allah var demek kâfi değildir. Gayri Müslimlerden de Allah var diyenler çoktur. Mümin olmaları için bütün peygamberlere inanmaları gerekir. Yahudiler ve Hıristiyanlar, Muhammed aleyhisselama inanmadıkları için kâfir oldular. Bir Müslüman da, Amentü'de bildirilen 6 esastan birini, mesela kaderi inkâr etse, kâfir olur, bütün iyi amelleri yok olur. İman esasları, Allahın kesin emridir, olmazsa olmazlardandır. Samimi olanlar, yani akıl, ilim, insaf sahipleri için, Allahın emrini, yani iman esaslarını kabul etmekten daha makul, bir şey yoktur. Aksi, şeytanın, cahilliğin, inadın insanı kâfirliğe götürdüğü bâtıl bir yoldur.
İctihad ayrılığı suç değildir
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İmam-ı a'zam ve diğer Ehl-i sünnet imamları, 12 imamın talebeleri oldukları halde, niçin onlardan farklı ictihadlarda bulundukları hakkında şii âlimlerinden Kadi Nurullah Şuşteri'nin Mecalisülmüminin kitabında diyor ki: (İbni Abbas, Hz. Ali'nin talebesi idi. İctihad derecesine varmıştı. Onun yanında ictihad yapardı. Birçok ictihadı, Onun ictihadlarına uymazdı. Hz. Ali, Onun böyle ictihadlarını kabul ederdi. Bundan anlaşılıyor ki, müctehidin kendi anlayışına göre cevap vermesi lazımdır. Evet, âyet ve hadislerde açık bildirilmiş olan şeyler için ictihad yapılmaz. Yani böyle açık bilgilerden ayrılmak haramdır. Fakat, açık bildirilmemiş olan şeyleri anlamak için ictihad etmek lazım olur. Şu kadar var ki, masum olan imam, ictihadında hiç yanılmaz. Başkaları ise yanılabilir. Fakat bu yanılmaları suç olmaz. Yanılmalarına bir sevap verilir.) Şiilerin Meâlimül-üsul kitabında da, böyle diyor. Kendilerine, ilk olarak şii diyenler, Sıffin'de Hz. Ali'nin ordusundaki birlik kumandanları idi. Hz. Ali'nin sözleri, hareketleri, şii kitaplarına, hep bunlardan işitmekle yazılmıştı. Halbuki, hain, fasık, asi ve yalancı oldukları Nehcülbelaga gibi şii kitaplarında yazılıdır. Hz. Ali, bunların münafık olduklarını haber verdi. Küfe şehrindekilerin inançları ve ibadetleri hep bunlardan işittiklerine göre idi. Bunlardan Kesai ve Zekeriya bin İbrahim'in Müslüman olduğu belli değildi. Ebu Cafer Muhammed bin Hasan Tusi ve başkaları, bundan işittiklerini yazmışlardır. Zekeriya'nın Hıristiyan olduğu meydana çıktı. Abbasi hükümdarları, Ehl-i beyt imamlarını zindanlara sokmuşlardı. Yanlarına gitmek, konuşmak yasaktı ama, Ehl-i sünnet âlimleri, tehlikeyi göze alıp, ziyaretlerine giderlerdi. Onlardan ilim, feyz alırlardı. Bütün tarihler bildiriyor ki, İmamı Musa Kazım zindanda iken, Ehl-i sünnet âlimlerinden Muhammed Şeybani ve Ebu Yusuf ziyaretine gider, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. O sıkı zamanda, imamın huzuruna gidebilmek için, çok sevgi ve ihlas lazım gelir. Bunlar, şii kitaplarında da yazılıdır. İmamiye âlimlerinden Füsul kitabının sahibi, imam-ı Musa Kazım'ın kerametlerini anlatırken, imam-ı Muhammed ve imam-ı Ebu Yusuf'tan işiterek bildiriyor ki, Harun Reşit, imam-ı Musa Kazım'ı hapsetmişti. İkimiz yanına gittik. Zindancılardan biri geldi. Sana bir şeyler lazım ise, bana söyle! Yarın gelirken getireyim, dedi. Hz. İmam, bir şey lazım değil, buyurdu. Adam gidince, bize dönerek, (Bu adam, benden bir şey soruyor ve yarın getireceğini söylüyor. Halbuki, bu gece ölecektir) buyurdu. Adamın o gece öldüğünü haber aldık. Kamus-ül-alam kitabında diyor ki: İmam-ı Cafer Sadık, Hz. Ali'nin torununun torunudur. Annesi, Hz. Ebu Bekr'in torunu olan Kasım'ın kızı idi. İmam bunun için, Hz. Ali'den gelen Vilâyet kemallerine kavuştuğu gibi, Hz. Ebu Bekir'den gelen Nübüvvet kemallerine de kavuştu. Her iki kemalden imam-ı a'zam Ebu Hanife'ye bol bol ihsan eyledi. İmam-ı Cafer Sadık, cebr, kimya ve diğer fen bilgilerinde de âlim idi. Büyük islam kimyageri Cabir, imam-ı Sadıkın talebesi idi. Ebu Müslim Horasani, Emevilere karşı isyanını başarabilmek için, İmam-ı Caferi halife ilan etmek istedi. Hz. İmam bunu kabul etmedi. Hatta, Ebu Müslim'in mektuplarını yaktı. Yedi erkek oğlundan en büyüğü İsmail, babasından önce öldüğü için, imamdan sonra, ikinci oğlu Musa Kazım imam oldu. Bunlardan bir kısmı, ayrı yol tutarak, İsmail'i ve oğullarını imam tanıdılar. Bunlara İsmailiye denildi.
Eshabı kiramın en büyükleri
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Ehl-i sünnet âlimleri, söz birliği ile, (Şeyhaynı üstün tutmak ve iki damadı sevmek lazımdır) demektedir. Yani, Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer, Eshab-ı kiramın hepsinden daha yüksektir ve Hz. Osman ile Hz. Ali'yi sevmek lazımdır. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in üstün olduğunu Eshab-ı kiramın hepsi söz birliği ile bildirmiştir. Bu söz birliğini de, Tabiin-i izamın hepsi haber vermiştir. Böyle söz birliği olduğunu, bize din imamlarımızın büyükleri, mesela imam-ı Şafii bildirmektedir. İtikattaki iki imamımızdan biri olan Ebül Hasan-i Eşari hazretleri, (Ebu Bekir ile Ömer, bu ümmetin en yükseğidir) buyurdu. Hz. Ali'nin, halife iken, idare ve kuvveti elinde iken, büyük bir cemaate karşı (Ebu Bekir ile Ömer, bu ümmetin en üstünüdür) buyurduğunu, İmam-ı Zehebi yazmaktadır ve bu üstünlüğün tevatür yolu ile bizlere geldiğini bildirmektedir. Hz. Ali, (Peygamberimizden sonra, insanların en üstünü Ebu Bekir'dir. Ondan sonra Ömer'dir) buyurunca, orada bulunan oğlu Muhammed bin Hanefiyye (Ömer'den sonra üstün olan sensin!) dedi. Hz. Ali'nin (Ben ancak Müslümanlardan birisiyim) dediğini, İmam-ı Buhari haber vermektedir. Ebu Bekir ile Ömer'in en üstün olduklarını haber veren güvenilir, sağlam kimseler o kadar çoktur ki, tevatür halini almış, inanmak zaruri olmuştur. Buna inanmayan, ya cahil veya mutaassıp bir inatçıdır. Şii âlimlerinin büyüklerinden olan Abdürrezzak bin Ali Lahici, diyor ki: (İmam-ı Ali, Ebu Bekir ile Ömer'in, kendisinden daha yüksek olduğunu söylediği için, ben de onun gibi söylerim. İkisinin de daha yüksek olduklarına inanırım. Eğer Hz. Ali, onların daha yüksek olduğunu söylemeseydi, ben de söylemezdim. Hz. Ali'yi sevdiğim için, onun gibi söylerim. Onu çok sevdiğim halde, onun gibi söylemez isem, günah işlemiş olurum) demiştir. Resulullahın iki damadının, [Hz. Osman ile Hz. Ali'nin] halife oldukları zamanda fitneler çıktığı için, insanların kalbinde kırıklık, soğukluk hasıl olmuştu. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimleri, iki damadı sevmek lazım geldiğini bildirmişler, böylece, cahillerin, Resulullahın arkadaşlarına dil uzatmasını önlemişlerdir. Son nefeste imanla gitmek için, Ehl-i beyti çok sevmek lazımdır. Ehl-i beyti sevmek, Ehl-i sünnetin sermayesidir. Bu fakirin [yani imamı Rabbani hazretlerinin] babası çok âlim, zahir ve batın ilimlerinde pek derin idi. Diğer Ehli sünnet âlimleri gibi, herkese, Ehl-i beytin sevgisini aşılar, "Onları sevmek, son nefeste imanla gitmeye yardım eder" buyururdu. Görülüyor ki, Ehl-i sünnet olmak için, Eshabı kiramın hepsini ve Hz. Ali'yi de sevmek, şarttır. Hz. Ali'yi sevmeyene, Harici denir. Hz. Ali'yi sevmekte taşkınlık eden, onu sevmek için, Resulullahın Eshabını kötülemek lazımdır diyen, Eshabın, Tabiinin ve Selefin yolundan ayrılanlara Sapık denir. Resulullahın halifelerine düşman olmak ve Onun Eshabını kötülemek şart tutulan bir çılgınlığa, Ehli beyt sevgisi ismi verilebilir mi? Bu nasıl din ve nasıl mezhep ki, imanlarının temeli, Resulullahın Eshabına sövmek olmaktadır. (Mektubat c.2, m.36)
Ehli beyt ve Eshabı kiram
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, (Ehl-i beyt, âsi [günahkâr] olsalar da, bunları sevmek lazımdır. Bunları sevmek, kalb ile, beden ile ve mal ile yardım yapmakla olup, bunlara riayet ve hürmet etmek iman ile ölmeye sebep olur) buyurdu. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Ehl-i beyti seveni Hak teâlâ sever, buğz edene de buğz eder.) [İ. Asakir] (İslâmın esası, bana ve Ehl-i beytime sevgidir.) [İbni Asakir] (Allahın kitabı ve Ehl-i beytime uyan, hidayette olur, uymayan sapıtır.) [İ. Hibban] (Ehl-i beytim, Nuh'un gemisi gibidir. Tutunan kurtulur, tutunmayan, boğulur.) [Taberânî] (Ehl-i beytime buğzeden, yüzüstü cehenneme atılır.) [İ. Ahmed] (Ehli beytime, cehennemlikten başkası buğzetmez.) [İ. Ahmed] (En iyiniz, Ehl-i beytime iyilik edendir.) [Hakim] (Ehl-i beytimi sevmeyen, ihtilafa düşer ve şeytana yoldaş olur.) [Hakim] (Vallahi Ehl-i beytimi sevmeyenin kalbine iman girmez.) [İ. Ahmed] (Benim soyuma dil uzatarak, beni incitenlere, Allahü teâlâ çok azap yapar.) [Deylemî] (Allahü teâlâ, oğlum Hasan'la iki Müslüman ordunun arasını barıştırır.) [Buhari] (Ya Rabbi, Hasan'la Hüseyin'i seviyorum. Sen de sev. Bunları sevenleri de sev!) [Tirmizi] (Fatıma benden bir parçadır. Onu inciten beni incitmiş olur.) [Hakim] (Fatıma'yı Ali'den daha çok severim, Ali, bana, Fatıma'dan daha çok kıymetlidir.) [Hakim] (Allah, Fatıma ve nesline Cehennemi haram kıldı.) [Taberânî] (Kızım Fatıma'nın adı "Allah onu ve sevenlerini Cehennemden korur" manasındadır.) [Deylemî] (Ali'yi ancak mümin olan sever ve ona ancak münafık olan buğzeder.) [Nesâî] (Ali'yi sevmek, ateşin odunu yaktığı gibi, Müslümanların günahını yok eder.) [İ. Asakir] (Ali'ye düşman olanın düşmanı Allahtır.) [Ramuz] (Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır.) [Deylemî] (İlim on kısım. Dokuzu Ali'de, biri diğer halktadır. O, bu biri de onlardan iyi bilir.) [Ebu Nuaym] (Ali'yi seven, beni sevmiştir. Ona düşmanlık, bana düşmanlıktır. Onu inciten beni incitmiştir. Beni inciten de Allahı incitmiş olur.) [Taberânî] (İmanın birinci alameti Ali'yi sevmektir.) [M. Ç. Güzin] (İslâma, Peygambere ve nesline hürmet edenin, dini ve dünyası korunur.) [Taberânî] (Ehl-i beytimi ve Eshabımı çok sevenin, Sırat köprüsünde ayağı kaymaz.) [Deylemi, İ. Adiy] (Eshabımı, ezvacımı ve Ehl-i beytimi seven, cennette benimle beraber olur.) [Ramuz] Eshabı kiramla ilgili 4 âyet meali: (Mekke'nin fethinden önce Allah için mal veren ve savaşan eshabın derecesi, fetihten sonra veren ve savaşanlardan daha yüksektir. Hepsi için hüsnayı [cenneti] söz veriyorum.) [Hadid 10], (Eshabın hepsi, kâfirlere şiddetli ve birbirlerine merhametlidir.) [Feth 29], (Sizler en iyi bir ümmetsiniz.) [Âli İmran 110], (Muhacir ve Ensar ile iyilikte onların izinden gidenlerden, Allah râzıdır. [Tevbe 100] Demek ki, kurtuluş için Ehli beytin ve Eshabı kiramın yoluna sarılmak lazımdır.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Hucec-i katiyye kitabında, Molla başı Ali Ekber ile, Ulemadan Abdullah Süveydi'nin konuşmalarının sonu şöyle bildirilmektedir: Molla başı dedi ki: - Eshabın yalnız beşi hariç, ötekilerin hepsi, Hz. Ali'yi halife seçmedikleri için mürted oldu, dinden çıktı. Cevap olarak dedim ki: - Hz. Ali, kızı Ümm-i Gülsüm'ü, Hz. Ömer'e nasıl nikâh eyledi? - İstemeyerek, zorla verdi. - Allah için yemin ederim ki, siz Hz. Ali'yi öyle aşağılıyorsunuz ki, Arapların en alçağı bile, bu kadar aşağılığa razı olmaz. Hz. Ali'yi bu kadar kötülemek, çok alçak bir planın uygulanması için olduğu meydandadır. Allah bilir ki, Arapların en alçağı, en bayağısı bile ırzını, namusunu korumak için canını verir. Nerede kaldı ki, bütün Arap kabileleri arasında, soyu, erkekliği, şerefi, şanı hepsinden yüksek ve üstün olan Haşim oğullarından bir zat ve dolayısıyla bütün bu kabile böyle bir lekeyi, alçaklığı kabul edebilir mi? En alçak kimselerin bile razı olmadığı bir işi, Allahın aslanı diye, adı bütün dünyaya yayılan şanlı, şerefli bir kahramana nasıl yakıştırabiliyorsun? - Cin perilerinden birinin, Ömer'e âşık olup da, Ümm-i Gülsüm şeklinde görünmesi de olabilir. - Bu söz, öncekinden daha alçaklıktır. Böyle şeyi, akıl nasıl uygun görür. Bu yola gidilecek olursa, islamiyetin bütün emirleri altüst olur. Mesela bir adam evine gelince, hanımı buna, sen benim kocam değilsin. Sen cinsin diyerek, adamı eve sokmaz. Adam iki şahit getirse, şahitleri de, insan değildir, cindir diyerek kovar. Böylece, her ev, her yer karmakarışık olur. Bir katil, bir hırsız, ben o adam değilim. Sizin dediğiniz kimse, cin olabilir, diyerek, islamiyetin emrinin yapılmasına karşı gelir. Hatta, İmam-ı Cafer Sadık da cin olabilir. Molla başı şaşırıp sustu. İkinci suali sordum: - Zalim olan bir halifenin emirleri kabul edilir mi? - Sahih değildir. Kabul edilmez. - Hz. Ali'nin oğlu olan Muhammed bin Hanefiyye'nin annesi kim? - Cafer kızı Hanefiyye'dir. - Bu Hanefiyye'yi esir alan kimdir? - Ben bilmem. Halbuki, bildiği halde bilmem diye, sözü kesmek istedi. Orada bulunanlardan birkaçı, Ebu Bekir'in esir aldığını söylediler. - Evlenirken dikkatli davranmak lazım olduğunu herkes bilir. Hak üzere imam ve meşru olarak halife değildir dediğiniz, Ebu Bekir gibi bir zatın esir eylediği bir cariyeyi nikah edip, bundan çocuk yapmayı, Hz. Ali, nasıl caiz gördü? - Belki, Hz. Ali bunun kendisine hediye edilmesini, yakınlarından istedi. Bunlar da, cariyeyi kendisine nikah etmiş olabilirler. - Belki ile, zan ile hüküm verilmez. Molla başı hiçbir şey diyemedi. (Huceci katiyye)
Hazreti Osman'ın halifeliği
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Sebeciler ve Necdiler, Hz. Osman'a (İş başına akrabasını getirmesi yanlış) diyerek dil uzatıyorlar. Eshab-ı kiram kitabında diyor ki: Hz. Osman'ın kendi akrabasına ihsanda bulunması da, İslamiyet'in emrettiği bir şeydir. Sıla-i rahm sevabına kavuşmuştur. Bunları, Beytülmaldan değil, kendi malından verdi. Fakat, beyt-ül-malda olan hakkını almayıp, Müslümanlara dağıtmak, fazilet iken, bir suç gibi göstermek çok çirkindir. Hz. Osman'ın akrabaları cihat ettiler, çok kahramanlık yaptılar. Her mücahid gibi, bunlara da haklarını vermesi gerekirdi. Hz. Osman zamanında, İslamiyet'in Asya'ya, Afrika'ya yayılmasında, onun bol ihsanlarının çok faydası oldu. Resulullah da, ganimetten, Kureyş kabilesinden olanlara başkalarından daha çok verirdi. Haşim oğullarına bunlardan da çok verirdi. Hz. Ali, Hz. Osman'ın katillerine kısas yapmadı. Ebu Musel-Eşariye ve Ebu Mesud-i Ensariye saygı göstermedi. Müslümanların kanlarının dökülmesine mani olmadı. Tebük gazvesinde bulunmadı. Bunlar, Hz. Ali'nin şerefini azaltmaz. Müctehidin, kendi ictihadı ile hareket etmesi suç olmaz. Halifenin, dilediğini, dilediği işin başına geçirmesi hakkıdır. Hatta vazifesidir. Akrabasının kabiliyetlerini daha iyi bildiği ve kendisine daha itaatli oldukları için, onları tercih etmesi iyi oldu. Onların yaptığı yanlış işler, onun emri ile değildi. Halifenin gaybı bilmesi lazım gelmez. Velid bin Ukbeye kısas yapmaması, şikayetleri değerlendirebilmek içindi. Kufeliler, Velid şarap içti diye haber verdiler. Hz. Ali'ye emredip, Velid'e had cezası vurdurdu. Hz. Osman çok zengin bir tüccar idi. Bütün malını ve mülkünü Resulullah için feda etti. Mesela, Tebük gazvesinde Hz. Osman, kendi ticaret malından üç bin deve, 70 at, on bin altın getirdi. Resulullah efendimiz, bunları askere dağıtıp buyurdu ki: (Bugünden sonra Osman'a günah yazılmaz, yani Allah onu günahtan korur.) [Tirmizî] Hz. Osman'ı öven hadis-i şeriflerden üçü şöyledir: (Osman'ın şefaati ile, cehennemlik olan 70 bin kişi sorgusuz cennete girecektir.) [İ. Asakir] (Benim cennette arkadaşım Osman'dır.) [Tirmizî] (Ya Osman, Allahü teâlâ sana hilafet gömleğini giydirecek, münafıklar çıkartmak isteyeceklerdir. Bana kavuşuncaya kadar onu çıkartma!) [İbni Mace] Hz. Osman zamanında Horasan, Hindistan, Maveraünnehr, Semerkand, Kıbrıs, Kafkasya, Afrika'nın birçok yerleri ve Endülüs fethedildi. Acem devletini tarihten sildi. Amcasının oğlu ve damadı Mervan bin Hakemi vezir yaptı. Mervan, çok zeki, çok akıllı ve fıkıh âlimi bir zat idi. Kur'an-ı kerimi çok güzel okur, günahlardan sakınırdı. Mührünün üzerinde (Allaha güvenirim, ondan isterim) yazılı idi. İbni Sebe denilen Yemenli bir Yahudi, Müslüman şekline girerek, islamiyeti içerden parçalamaya, yıkmaya uğraştı. Medine'de çok çalıştı ise de, başaramayacağını anlayıp Mısır'da, fitne, fesat yaymaya başladı. Cahil ve serserilerden meydana getirdiği bir çapulcu alayı, Medine'ye gelip, Hz. Osman'ı Kur'an-ı kerim okurken şehit ettiler. (Eshab-ı kiram kitabı)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Dört halifeyi ve peygamberleri seven kişiye günah zarar vermez diyenlere kitaplardan naklen verdiğim bir cevaptan dolayı, Pendik'ten Garip Kul rümuzlu bir okuyucumuz, fıkıh kitaplarından aldığım bu yazının aşağıdaki âyetlere zıt olduğunu, dört halifeyi sevene günahın zarar vermeyeceğini bildiren bir mektup yollamış. Bizim gibi insanlar âyet ve hadislerden hüküm çıkaramaz. Mektubat'taki bir hadis-i şerifte, (Kur'anı kendi görüşüne göre açıklayan kâfir olur) buyuruluyor. Bunun için biz âyetten ve hadisten fıkhi hüküm çıkaramayız. Ehli sünnet âlimleri, kimi seversek sevelim, günah işlersek elbette günahların zarar vereceğini bildirmişlerdir. Alimlerimizin bildirdikleri âyetleri de yayınlamıştım. "Garip"in bildirdiği bir âyet meali şöyledir: (Tevbe edip iman eden ve salih amel işleyenlerin günahlarını sevaplara çeviririm. Allah çok affedici ve çok esirgeyicidir.) [Furkan 70] Ehli sünnet âlimleri, bu âyet-i kerimenin, Hz. Vahşi Müslüman olunca indirildiğini bildiriyorlar. Ayet-i kerimeden de açıkça anlaşılabileceği gibi, bir kâfir, küfrüne tövbe eder, Müslüman olursa, Allah onun bütün günahlarını affeder. Affetmekle bırakmaz, işlediği bütün günahları da sevaba çevirir. Bu rabbimizin büyük ihsanı ve rahmetidir. Müslüman olmuş kâfirlerin eski günahlarını söyleyerek onlara hakaret etmek bu bakımdan da asla caiz değildir. Kılıç korkusu ile Müslüman olmuş demek de yanlıştır. Çünkü dinimiz zahire, yani görünüşe göre hüküm verir. Müslümanım diyen Müslümandır. Savaşta la ilahe illallah diyen birisi öldürüldüğü zaman, Peygamber efendimiz, o kimseye, (La ilahe illallah diyen kimseyi niçin öldürdün) diye sormuş. O da (Kalben Müslüman olmamıştı, kılıç korkusu ile la ilahe illallah dediği için öldürdüm) diye cevap verdi. Bunun üzerine, (Kalbini yarıp da baktın mı?) diyerek o kimseyi azarlamıştı. "Garip"in bildirdiği bir âyet meali de şudur: (Allaha ve Resûlüne itaat edenler, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!) [Nisa 69] Elbette Allah ve Resulüne itaat eden salihler büyük mükafata kavuşacaktır. İtaat etmek günah işlememekle olur. Sevgi itaat demektir. İtaat olmadan sevgi olmaz. Sevginin derecesi, itaatteki sürat ile ölçülür. Günah işleyen itaat etmiş olamaz. İşlediği günahlarının da cezasını çeker. Garip kulun bildirdiği üç âyet meali de şöyledir: (Rabbinizin magfiretine ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! Onlar bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik edenleri sever. Onlar, bir kötülük yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı zikredip günahları için istiğfar ederler. Günahları da, Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.) [Ali imran 133-4-5] Bu âyetlerde de takva sahibi yani günahlardan kaçan kimsenin kavuşacağı nimetler ve istiğfar edenlerin günahlarının affolacağı bildiriliyor. Ne bu âyetlerde, ne de başka âyetlerde dört halifeyi, hatta Resulullahı sevene günah zarar vermez diye bir ifade yoktur. Namaz kılma, oruç tutma ve her günahı işle, ben Resulullahı seviyorum bana günah işlemez de, bu dinimize aykırıdır. Allahü teâlâ, (Zerre kadar şer yapan cezasını görecektir) buyuruyor. (Zilzal
Tavşan, Yahudi ve Hurufiler
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Tavşan yemek helaldir. Çünkü, Peygamber efendimize tavşan eti kebabı hediye getirdiler. Eshabına, (Bunu yiyin) buyurdu (Mecma'ul-enhür) Tevrat'ta tavşan yenilmez, dediği için, yenilmez demek yanlıştır. Tevrat'a uymamız emredilmedi. Kur'an-ı kerim, Tevrat'ın çok emirlerini nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Hem de bugün, doğru Tevrat hiçbir yerde yoktur. Yahudi İbni Sebe yolunda olan Hurufiler, onun gibi, tahrif edilmiş Tevrat'ı ölçü kabul ediyorlar. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Sizde bulunan Tevrat'ı, Allahın birliğinde ve azap ve sevap ve iman bilgilerinde doğrulayan Kur'ana inanın!) [Bekara 41] (O Kur'an haktır. O zamanda bulunan Tevrat'ı tasdik eder.) [Bekara 91] (Kur'anı hak olarak indirdik. Daha önceki kitapları tasdik edicidir) [Maide 48] İmam-ı Beydavi hazretleri buyuruyor ki: Bu ayetlerdeki, Kur'an-ı kerimin Tevrat'ı tasdik etmesi demek, Kur'an-ı kerimin, Tevrat'ın haber verdiği kitap olduğunu bildirmektir. Allahü teala, Hz. İsa'nın sözlerini bildirerek buyuruyor ki: (Benden önce Tevrat'ta bildirilmiş olanları tasdik edici geldim. Size haram edilmiş olanları helal etmek için geldim.) [Al-i İmran 50] Bu ayet-i kerime açıkça gösteriyor ki, Hz. İsa'nın İncili, Hz. Musa'nın Tevrat'ını hem tasdik etmekte, hem de, ondaki haramlardan bazılarını helal yapmaktadır. İşte bunun gibi Kur'an-ı kerim, Tevrat'ı tasdik ettiği gibi, Tevrat'taki helal ve haram hükümleri de değiştirmiştir. Yahudi İbni Sebe yolunda olan Hurufiler, âyet ve hadislere yanlış mana veriyorlar. Kur'an-ı kerime yanlış mana verenin kâfir olacağı hadis-i şerif ile bildirilmiştir. Mesela, Cuma suresinin, (Tevrat'a inanmayanlar, kitap yüklü merkep gibidir) mealindeki beşinci ayeti, tefsir kitaplarında, şöyle açıklanmaktadır: (Tevrat'ın ahkamını yüklenmeye emredilmiş iken, yalnız okuyup emir ve yasaklarına uymayan Yahudiler, ilim kitaplarını yüklenip, boşuna eziyet çeken merkebe benzer) Tevrat, Allahtan gelen kitaptır. Fakat, şimdi Yahudilerin ellerinde bulunan kitap gerçek Tevrat değildir. Çünkü Yahudiler, Allahın gönderdiği Tevrat'ı değiştirdiler. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allahın kitabındaki, [Tevrat'taki] kelimeleri değiştirdiler.) [Maide 15] (Yahudilerden bir kısmı, Tevrat'taki emirleri, yasakları değiştirirlerdi.) [Bekara 75] İmam-ı Taberani'nin rivayet ettiği (Yahudiler Tevrat'ı terk edip kendi yazdıkları kitaba uydular) hadis-i şerifi, şimdi Yahudilerin elinde bulunan Talmut, Mişna ve Gamara adındaki Tevratların, Hz. Musa'nın getirdiği kitap olmadığını haber vermektedir. En'am suresinin, (Yahudilere her tırnaklı hayvanı haram ettik. Koyunun ve sığırın iç yağını da haram ettik) mealindeki 146. ayeti, iç yağının Yahudilere haram olduğunu bildiriyor. Onlara haram olduğu için Müslümanlara da haram olur, demek yanlıştır.
Evliyadan yardım istemek şirk mi?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Selefiyiz diyen necdiler, bir iş yapılırken sebebine yapışmaya, enbiyadan, evliyadan şefaat ve yardım istemeye şirk diyorlar. Halbuki bu şefaat ve yardım, Allahın yaratıcılığını inkâr etmek değildir. Bulut vasıtası ile Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilaç içerek Allahü teâlâdan şifa beklemek, bomba, füze, uçak kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek gibidir. Bunlar sebeptir. Allahü teâlâ, her şeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmak, şirk değil, dinin emridir. Peygamberler sebeplere yapıştılar. Allahü teâlânın zafer vermesi için, savaş vasıtaları yapıldığı gibi, Allahü teâlânın duâyı kabul etmesi için de, Peygamberin, Evliyanın ruhlarına gönül bağlanır. Allahü teâlânın elektromagnetik dalgalarla yarattığı sesi almak için radyo kullanmak, Allahı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir. Çünkü, radyo kutusundaki aletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren Allahtır. Allahü teâlâ, her şeyde, kendi kudretini gizlemiştir. Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez. Müslüman, sebeplere, mahluklara, tesir, hassa veren Allahü teâlâyı düşünür. İstediğini Ondan bekler. Geleni Allahü teâlâdan bilir. Müminler, (Yalnız Senden yardım isteriz) âyetini, (Ya Rabbi, dünyadaki arzularıma, ihtiyaçlarıma kavuşmak için maddi, fenni sebeplere yapışıyor ve bana yardım etmeleri için, sevdiğin kullarına yalvarıyorum. Bunları yaparken ve her zaman, dilekleri verenin, yaratanın yalnız sen olduğuna inanıyorum. Yalnız senden bekliyorum!) şeklinde anlarlar. Peygamber gibi evliya da, gaybı bilmez. Allahü teâlâ bildirirse, ancak onu söyler. Evliya, yoku var; varı da yok edemez. Kimseye rızık veremez, çocuk yapamaz, hastalığı gideremez. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: (De ki, kendime fayda ve zarar vermeye gücüm yetmez. Ancak Allahın dilediği olur.) [Araf 188] Bunun için hacetini bizzat Evliyadan bekleyerek, Evliyaya adak yapmak caiz olmaz. Ancak şarta bağlı olarak evliyaya adak yapmak, kendisini, günahı çok, duâ etmeye yüzünün olmadığını düşünerek, mübarek birini vesile edip, onun hürmetine Allahü teâlâya yalvarmak şeklinde olursa mahzuru olmaz. Yine bu necdiler, "İlaç hastalığıma iyi geldi demek şirktir, Terörist çocuğu öldürdü demek de şirktir" diyorlar. Evet öldüren de dirilten de yalnız Allahtır. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Dirilten ve öldüren yalnız Odur) [Yunüs 56], (Ölüm zamanında insanı, Allah öldürüyor.) [Zümer 42] Azrail öldürdü, Azrail can aldı demek de mecazidir. Öldüren, hastaya şifa veren Allahtır. Çünkü Allahü teâlâ, (Hasta olduğum zaman ancak O bana şifa verir) buyuruyor. (Şuara 80) Cenab-ı Hak her şeyi sebep ile yaratıyor. İlaçsız da şifa verir ama, ilacı sebep kılıyor. Her şeyi yaratanın, şifa verenin Allahü teâlâ olduğunu bilen bir Müslümanın, (Aspirin başımın ağrısını giderdi), (Falanca falancayı öldürdü), (Azrail babamın canını aldı) veya (Doktor, hastayı iyileştirdi) demesi şirk ve günah değildir. Bu bir mecazdır. Böyle örnekler Kur'an-ı kerimde de çoktur: (Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.) [Secde 11] (Körlerin gözünü açar, baras hastalığını iyi eder ve Allahın izni ile ölüleri diriltirim.) [A. İmran 49] Birinci âyette Allahın izni ile meleğin öldürdüğü, ikinci âyette de Hz. İsa'nın ölüyü dirilttiği bildiriliyor. Evliya da Allahın izni ile kendisinden isteyene yardım ediyor. Allahü teâlânın kudretinden niye şüphe edilir ki?
.XXXXXXXXXXXX
Ölüden yardım istemek şirk mi?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Necdi denilen kimseler, (Peygamber mucize, evliya keramet gösterir demek şirktir. Çünkü insana yaratıcılık vasfı verilmiş olur. Bunun için peygamberin veya evliyanın kabrini ziyaret edip onlardan şefaat istemek, onların hürmetine dua etmek şirktir) diyorlar. Bu zihniyetteki insanlar eshabı kiramın kabirlerini yıkıp yerle bir etmişlerdir. Buharî'deki hadis-i şerifte, Benî İsrail'den gaibi bilen, keramet sahibi zatların bulunduğu ve bu ümmetten de Hz. Ömer'in onlar gibi keramet sahibi bir zat olduğu bildirilmektedir. Hz. Âdem, çok duâ etti ise de kabul olmadı. Peygamber efendimizi vesile ederek, Onun hürmeti için duâ edince duâsı kabul oldu. Allahü teâlâ, (Ya Âdem! Habibimin ismi ile, her ne isteseydin kabul ederdim, O olmasaydı seni yaratmazdım.) buyurdu. (Beyhekî) Hülasat-ül-kelam'da Resulullahı ve evliyayı vesile ederek duâ etmenin caiz olduğu bildiriliyor. Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı da şöyledir: (Ya Rabbi, senden isteyip de verdiğin zatların hatırı için, senden istiyorum.) [İbni Mace] (Çölde yalnız kalan kimse, bir şey kaybederse, "Ey Allahın kulları bana yardım edin!" desin; çünkü Allahü teâlânın, sizin göremediğiniz kulları vardır.) [Taberânî] (Hayvanı kaçan, "Ey Allahın kulları bana yardım edin, Allah da size acısın" desin!) [Hısn-ül hasin] (İbrahim Peygamber gibi 40 kişi her zaman bulunur. Onların bereketiyle gökten yağmur yağar, suya kavuşulur, yardım görülür ve zafere kavuşulur. Onların yerine yeni birisi gelmedikçe, içlerinden biri ölmez.) [Taberânî] Selefi görüşlü bazı kimseler, (Eğer Peygamberin, evliyanın yardım etmeye gücü yetseydi, Müslümanlar dünyada perişan olmazdı) diyerek Allahın peygambere ve evliyaya verdiği güçten şüphe ediyorlar. Biz Allahü teâlânın gücünün sonsuz olduğunda ve Onun peygamberlerine ve evliyasına verdiği güçlerden hiç şüphe etmiyoruz. (Allah, her şeye gücü yettiği halde, niye Müslümanlar böyle perişandır? Allahın gücü yetseydi, Müslümanlar perişan olmazdı) demek mi istiyorlar? Allahın yardım etmeyişinin de elbette sebepleri vardır. Evliyanın, peygamberin yardım etmesi de ancak Allahın izni ile olur. O izin vermezse nasıl yardım edebilir? O izin verince de kim mani olabilir? Necdinin bu yardımı inkâr etmesinin ne önemi vardır. Evliya, enbiya yaratıcı değildir. Allahü teâlâ istenilen şeyi onların hürmetine yaratır. Yani onlar vesiledir, sebeptir. Cenab-ı Hak, her şeyi yoktan yarattığı halde, yaratmasına bazı şeyleri sebep kılmıştır. Mesela Âdem aleyhisselamı ana babasız yaratmış, fakat çamuru vesile kılmıştır. Bütün çocukları yaratan da Allahü teâlâdır. Fakat çocukların yaratılması için, ana babayı vesile kılmıştır. Âdem aleyhisselamı yarattığı gibi, bütün insanları da ana babasız yaratabilirdi. Fakat ana babayı vesile kılmıştır. Onun âdeti böyledir. Onun için Kur'an-ı kerimde, (Allaha yaklaşmak için vesile arayınız) buyuruluyor. (Maide 35) Hadika'da (Ölülerden, ruhlardan bir şeyi isterken, yani sebeplere yapışırken; bu işleri sebeplerin değil, Allahü teâlânın yaptığına inanmalı) buyuruluyor. Sebebe yapışan kimse, dileğini Allahü teâlâdan bekliyor. Allahü teâlâdan çocuk isteyen kimsenin, sebeplere yapışması, yani evlenmesi gerekir. Evlenmeden (Ya Rabbi bana çocuk ver) denmez. Sebeplere yapışarak duâ etmelidir!
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Müslüman ölü de, kafir ölü de işitir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar, Rableri indinde diridir ve rızıklandırılmaktadır.) [Al-i İmran 169] (Allah yolunda öldürülenler diridir, ama siz anlayamazsınız.) [Bekara 154] Şehidlerden üstün olan peygamberler de, elbette diridir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Her peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyhekî] (Tanıdığının kabrine uğrayıp selam vereni ölü tanır, ona cevap verir.) [İ. Ebiddünya] (Ölü kabre konurken, onların ayak seslerini işitir.) [Buharî] (Ölüler yaptığınız iyi işlerinizi görünce sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İ. Ebiddünya] Peygamber, şehit ve Müslüman her ölü işittiği gibi, kâfir olan ölü de işitir. Çünkü ruh ölmez. Peygamber efendimiz, Bedir'de bir çukura gömülü olan müşriklerin yanına varıp (Rabbinizin size vâdettiğine kavuştunuz mu?) buyurunca, Hz. Ömer, (Ya Resulallah leşlere mi söylüyorsun, onlar işitir mi?) dedi. Cevaben buyurdu ki: (Siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz.) [Buharî] (Sen ölüye işittiremezsin) âyetinde, diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölü kalblileri [kâfirleri] imana kavuşturamazsın) deniyor. (Ölülere, sağırlara işittiremezsin) buyurulduktan sonra, ancak iman edenlere işittirebileceği bildiriliyor. (Rum 52, 53) Fatır suresinin (Diri ile ölü [mümin ile kâfir] bir olmaz. Allah dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin [imana kavuşturamazsın]) mealindeki 22. âyet-i kerimesinde de, kâfirler, ölülere benzetilmiştir. (Beydavi) (Sen ölülere işittiremezsin, ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) buyurulup, kâfirlerin işitmeyeceği, yani hakkı kabul etmeyeceği, ancak müminlerin işitecekleri bildirildi. (Neml 80, 81) (Kâfirlerin gözleri değil, göğüslerindeki kalbleri kördür) buyurulup, hakkı görmedikleri için kâfirlere kör denildiği bildiriliyor. (Hac 46) Ayrıca 2/18, 5/ 71, 6/ 50, 7/ 64, 10/ 42, 11/24, 13/16, 17/72, 27/ 66, 41/ 17, 43/40 ve daha başka âyet-i kerimelerde, kâfirler ölüye benzetilmiş, onların kör, sağır ve dilsiz oldukları yani hakkı görmedikleri, işitmedikleri, söylemedikleri dolayısıyla hidâyete kavuşmadıkları bildirilmektedir. Buradaki işitmek, kabul etmek demektir. (Beydavi) Ölü işittiği için, ölüye telkin vermek sünnettir. (Deylemi) Hz. Mevlana da, (Ben ölünce, beni düşünün, imdadınıza yetişirim) buyurdu. Mektubat-ı Dehlevi'de (Ruhaniyetime teveccüh edin veya Mazhar-ı Canan'ın kabrine gidin! Ondan hasıl olan fayda, bin dirinin faydasından daha çoktur.) buyuruldu. İbni Kemalpaşa'nın Hadis-i erbain'deki (Bir işinizde, sıkışıp bunalınca, kabirdekilerden yardım isteyin.) ve Deylemî'nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı) hadis-i şerifleri de, Allahü teâlânın izni ile, ölülerin dirilere yardım ettiğini göstermektedir. (M. Nasihat)
İslamiyet teröre karşıdır
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Gazetelerdeki haber şöyle idi: Kuracağı örgüte finansman sağlamak için banka soyan Dr. Hakan İnce, 'Her şeyi göze almıştım, karşı koyanı vuracaktım' dedi. Yaptığı banka soygunlarından sonra yakalanınca, "Seyyit Kutub'un felsefesini Türkiye'ye yerleştirmek istiyoruz" dedi. (Milliyet 3.4.2002) Din ve toplum üzerinde araştırmalar yapan Fransız Prof. Jacques Rollet diyor ki: İslamiyette şiddet yok. Teröristler, İbni Teymiyye'nin fikirlerini referans alıp, yörüngelerini buna göre çizen Hasan El-Benna, S. Kutub, Mevdudi gibi insanların fikirlerini pratiğe döktüler ve bugünkü radikal gruplar oluştu. (28.9.2001 tarihli Gazeteler) Yine İbni Teymiyye'nin fikirlerini pratiğe döken Muhammed bin Abdülvehhab, İngiliz casusu Hempher'in tavsiyelerine uyarak, kanlı çatışmalar neticesinde Suudi Arabistan'da Vehhabiliği kurdu. Çeşitli fitnelere sebep olan Usame bin Ladin de Suudi Arabistan'da yetişmiş İbni Teymiyyeci bir mezhepsizdir. 1906'da Mısır'da doğan Seyyit Kutub, makaleleri ve kitaplarıyla kendilerine "İslamcı" diyen fitnecilerin manevi liderlerinden biri oldu. 1954'te Mısır lideri Abdunnasır'a suikast girişiminde bulunmaktan tutuklandı. Serbest kaldıktan sonra yazdığı "Yoldaki İşaretler" adlı kitabıyla Mısır devletine darbe girişiminde bulunduğu gerekçesiyle 1967'de idam edildi. Dinimizde fitne çıkarmak haramdır. Fitne, Müslümanlar arasında bölücülük yapmak, onları sıkıntıya, zarara, günaha sokmak, insanları isyana kışkırtmak demektir. (Hadika) Ehli sünnetin dört hak mezhebinin dışında kalan mezhepsizler tarih boyunca fitne kaynakları olmuşlar, Müslümanları birbirlerine düşürmüşlerdir. Fransız profesörün de tespit ettiği gibi bunların manevi liderleri İbni Teymiyye'dir. Sonra bunu takip eden mason Efgani, mason Abduh ve birer mezhepsiz olan Reşit Rıza, Seyyit Kutub, Hasan El Benna, Mevdudi, Hamidullah ve bunların yolunda giden fitnecilerdir. İsmi "seyyid" fakat kendisi "fellah" olan S. Kutub'un masonlara nasıl maşalık yaptığını, başta Eshabı kiram olmak üzere ehli sünnet büyüklerine nasıl dil uzattığını, Kur'an-ı kerimi kendi kafasına göre nasıl tefsir ettiğini, İbni Teymiyyeci ve mason Abduhcu mezhepsiz bir sosyalist olduğunu Mezhepsizler isimli kitabımda açıkladım. S. Kutub'un kitapları, Türkçe'ye tercüme edilirken galiz hatalar çıkarılmıştır. Türkçe tercümelerinde bile ne zehirler kusmuştur. S. Kutub önceleri sosyalist idi. Ancak bir kimsenin öncelerinin sosyalist olması onu kınamayı gerektirmez. Fakat, dinimizi sosyalist açıdan anlatmakla, Marksistliğin tesirinden kurtulamadığı ve hâlâ sosyalistliğinin devam ettiği görülmektedir. Zekat konusunda ise Marksistliğini gizlememektedir. Üstad Necip Fazıl der ki: S. Kutub bir İbni Teymiyye meddahıdır. Ve kellesini kaptırdığı sosyalizm yularının zoruyla Hz. Osman'a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır. M. Şevket Eygi de diyor ki: "S. Kutub selefi ve mezhepsiz bir zihniyete sahiptir." Zümer suresinin 3. ayetinin tefsirinde, (Bugün İslam ülkelerinde Evliyaya ibadet ediliyor, onlardan şefaat isteniyor) diyerek Vehhabi olduğunu gizlemiyor.
Fitne çıkaran lanetliktir
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
S. Kutup, kitaplarında, İbni Teymiyye ve diğer mezhepsizlerin yolunda olup, kendisinin de onlar gibi bir "fitne kaynağı" olduğunu çok açık şekilde ispat etmektedir. Çıkardığı fitneler yüzünden birçok Müslümanın hapse girmesine, yandaşlarının ifadelerine göre de, 50 bin Müslümanın idam edilmesine sebep olmuştur. Mısır'da Cem'iyyet-ül Meşar'i tarafından neşredilen Nehc-üs-Seviy Firreddi alâ S. Kutup isimli kitapta bildirildiğine göre S. Kutup, "Küçük meselelerde de olsa idareciler Allahın hükmü ile hükmetmedikleri müddetçe yeryüzünde müslüman yoktur." diyor. Halbuki İmam-ı Kurtubi buyuruyor ki: (Allahın hükmü ile hükmetmeyenler hakkındaki ayetin manası şöyledir: Kur'an-ı kerimi reddederek ve Resulullahın sözünü inkâr ederek Allahın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir.) [Ahkam-ul-Kur'an] Hz. İkrime de bu âyetin tefsirinde, (İnkâr ederek, Allahü teâlânın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir. İnanıp da hükmetmeyen günahkârdır) buyurdu. Ehl-i sünnette amel, imandan parça değildir. Günah işleyene kâfir denmez. Günah işleyene kâfir demek, Vehhabi inancıdır. Bu yüzden Vehhabiler ehli sünnete kâfir derler. Müslümana kâfir diyenin ise kendisi kâfir olur. S. Kutup, yine aynı eserde, herkesi mürtedlikle itham ederek de şöyle diyor: "Bütün beşer mürted olmuştur. İslam, bütün hayatı içine alır. Bir meselede de ona uymayan, imandan ayrılmış, dinden çıkmıştır. Küçük bir meselede beşer kanununa uyan La ilahe illallah dese de müşrik olur, dinden çıkar. Bugün İslamiyet yoktur. Biz müşrik bir toplumda yaşıyoruz. Bütün beşeriyet mürteddir, cahiliyet devrine dönmüştür. Bugün müslüman hükümdar ve müslüman tebaa yoktur. Müslümanlar asırlar önce yok olmuştur." [Bu sözlere kendi yolunda olanlar da dahil mi? Dahil değildir denemez. Çünkü, kâfir sultana sadece uyan değil, uymayan da kâfirdir diyor. Dünyadaki herkese kâfir diyor. Ne hayrettir ki, kendilerine kâfir denilen kimseler onu savunuyorlar.] S. Kutup'un izinden gidenlerin bir kısmı avukat, bir kısmı da, pasaport çıkarmak gibi işlerde beşeri kanunlarla hareket ediyorlar. Onların başka bir kısmı da, bu beşeri kanunlar çerçevesinde eserlerini izinsiz basmıyorlar. Yani beşeri kanunlara tabi oluyorlar. Hani beşeri kanuna uyan kâfir idi? (Nehc-üs-Seviy...) S. Kutup bir taraftan Müslümanlar ihtilalci olur, ihtilalle başa geçer derken, bu kitabında da aksini söylemektedir: "İktidara geçmek isteyen, ancak bir tek yoldan bu makama ulaşır: Halkın mutlak arzusu ile, hür seçim yolu ile" [C. Sulhu s.119] İslami Etütler kitabında ise diyor ki: "Diktatörlerin ve taşkınların yüzüne durarak haykırmayanlar, ya bir büyük günah işliyorlar, ya münafık oldukları için böyle davranıyorlar.", "Biz bütün vatandaşları, umum gelir kaynaklarından müsavi hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız. Çünkü bu nizamda, mülkiyet esas itibariyle Allah tarafından yetki verilmiş olan cemiyete aittir. Ferdi mülkiyet geçicidir ve ancak faydalanma sınırları dahilindedir. Lüzum görüldüğünde fazla malları alma hakkı cemiyetindir." (s.34 ve 86] S. Kutup'un çağırdığı nizam budur. Bu nizamda mülkiyet esas itibariyle cemiyete aitmiş. Mülkiyet yalnız komünizmde cemiyete aittir. S. 89'da, "İslam'ı ya bütün olarak alın yahut bırakın" diyor. Halbuki İslam âlimleri bir şeyin tamamı mümkün değilse, mümkün olanı almak gerektiğini belirtmişlerdir. Birkaç örneğini verdiğimiz S. Kutup, işte böyle bir fitne kaynağıdır. Dr. Hakan İnce, bu fitnecinin etkisinde kalarak onun yolunu savunmak için banka soymuştur. Bu durum da bize S. Kutup'un zihniyetini göstermektedir.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Osmanlıyı savaşlarda yenemeyen düşmanlar, taktik değiştirdiler, Müslümanların arasına girdiler, bazı grupları, bazı din adamlarını satın aldılar. Özel yetiştirilmiş oldukları için çabuk yükseldiler. Önemli yerleri tuttular. Bilim adamı âlim olarak çıktılar. Müctehid olarak lanse edildiler. Milleti cahil yapmak, dinlerinden uzaklaştırmak için akla hayale gelmeyecek hilelerle tahribat yaptılar. Oldukça başarı da elde ettiler. İmparatorluğu parçalayıp yıktıkları yetmiyormuş gibi hâlâ faaliyetlerine devam ediyorlar. Bu düşmanların en önemli zararlarının başında, âlimlere itimadı sarsmak, müslümanlarla aralarındaki bağı koparmak oldu. (Dini yalnız Kur'andan öğren) gibi içi zehir dolu yaldızlı kelimelerle insanların itikatlarını bozdular. Milleti parçaladılar. Halkı birbirine düşürdüler. Vehhabiliği kurdular. İbni Sebecileri ve diğer mezhepsizleri desteklediler, Müslümanları birbirine düşman edip, aralarını açtılar. Kötü din adamlarını avlayıp, gruplar kurdurdular. Her gruba başkalarının sapık, hatta kâfir olduklarını aşıladılar. Bunların oyununa gelen her grup, (bizim hocamız doğru, bizim kitaplar doğru, diğerleri yanlış, sapıklık) gibi sözlerle bir başka müslümanı beğenmiyor, kabul etmiyorlar. Onlardan önce İslamiyet yok muydu? Onların hocasından önce âlim yok muydu? Nedir bu halimiz? İnsan tuzağa düşebilir ama bu kadarına da ahmaklık denmez mi? Bu yanlışlık yetmezmiş gibi, kime ve neye hizmet ettiği malum olmayan din veya ilim adamı maskesi altında bazıları çıkıp, (Namaz 3 vakittir, hayzlı iken Kur'an okunur, namaz kılınır, oruç tutulur, balıktan kurban olur. Tesettür yoktur. Gayri müslimlerle 'Amentü'de ittifakımız var) vs. gibi dine imana sığmayan yalanlarla milleti dinsizleştirmeye, bu güzide vatanı parçalayıp bölmeye ve yıkmaya çalışıyorlar. Din yeni çıkmış gibi; insanlara göre değişirmiş gibi, her gün dinin bir meselesi sorgulanıyor. Mesela içkili namaz kılınır mı sorusuna herkes bir şey söylüyor. Kimisi, ben onaylamıyorum, kimisi, bir sakıncası yok diyor. Hiç birisi kitaplardaki hükmü bildirmiyor. Halbuki fıkıh kitaplarında, (Sarhoş olarak kılınan namaz sahih olmaz. Az içkili olarak kılmak mekruhtur. Sallanacak kadar sarhoş olanın abdesti de bozulur) deniyor. Bu art niyetliler, yalnız Kur'an diyerek, Kur'anı kerimin açıklaması olan hadis-i şeriflere gölge düşürüp, Allahın resulünü [elçisini] İslamiyetin sahibini devre dışı bırakmaya çalışıyorlar. İslam âlimlerini, mezhep imamlarını kabul etmiyorlar. İslamiyet bunlara mı geldi? Bu anarşi, bu fitne neyin nesi? İslamiyet'te açıklanmamış ne var? Sadece İmam-ı azam zamanında 600 binden fazla mesele açıklanmıştı. Şimdi kim neyi açıklayacak? Bir örnek vermeden yeni meselelere çözüm getirmek lazım diyorlar. Kendi anladıklarını Kur'an zannederek Kur'ana uyun diyor, ben Kur'andan söylüyorum diyor. Peki mezhep imamları, müctehidler Kur'andan ayrı mı söylüyorlar? Kimisi de, müctehidler arasındaki ictihadlardan birini aklına göre daha uygun olup onu seçiyor, "Bu Kur'anın ruhuna daha uygun" diyor. Sanki öteki müctehidlerin ictihadları Kur'andan, dinden ayrı! Din yeni gelmedi. Hem de kâmil olarak geldi. Eksik olarak gelmedi. İslamiyet saf, berrak şekildedir. Zamanla din değişmez. Kıyamete kadar aynıdır. Zamanla değişen adetlerdir, tıp, teknik, astronomi vs. gibi fen bilgileridir. Fende değişiklik olur, dinde değişiklik olmaz. Din düşmanlarının oyunlarını anlayalım, tuzaklarına düşmeyelim.
Doğruyu bulup kurtulmanın çaresi
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Birçok kültür dalında bilgisi olan aydın kimseye entelektüel denir. Bir yabancı yazar ise, entelektüeli, ihtisas alanına girmeyen her konuda konuşan ve sözlerinde hiç mesuliyet hissi duymayan sorumsuz kişi olarak tarif ediyor. Böyle kimselere, entelektüel bozuntusu veya ukala da diyorlar. Kimi de yarım aydın, çeyrek aydın diyor. Herkes, bildiği işte, ihtisas alanına giren konuda fikir yürütür. Bu normaldir. Ama dini konu olunca, bilsin bilmesin herkes, ulu orta konuşur, müctehid kesilir. Dini bir şahsın fikri gibi tenkide tabi tutuyorlar. Mesela şöyle diyorlar: (Tek kaynak Kur'andır, herkes Kur'andan anladığı ile amel etmeli.), (Namaz Türkçe kılınmalı.), (Tesettür teferruattır, ilim öğrenmek için, saçları açmalı), (Ehli kitapla iman birliğimiz var, onlara yaklaşmalıyız.), (Horozdan, balıktan kurban olur.) Herkes ancak ihtisas alanında konuşmalı, her işe burnunu sokmamalı. Maalesef bu fikirleri söyleyenler arasında ilahiyatçı olanlar da vardır. Onlar da, (Biz Kur'ana göre konuşuyoruz) diyorlar. Her grup, (Bizim yolumuz doğru) diyor. Kur'an-ı kerimde de, (Her fırka, her grup doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir) buyuruluyor. Hadis-i şerifte de, bu ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı, sadece içlerinden bir fırkanın doğru olduğu bildiriliyor. Bunların arasında kurtuluş fırkasının alameti de bildirilmiş, (Bu fırkada olanlar, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır) buyurulmuştur. Peygamber efendimizin, kendini söyledikten sonra, Eshabını da, söylemesi gerekmezken, bunları söylemesi; (Benim yolum, Eshabımın yoludur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Akla uyarsak doğruyu bulmak çok güç olur. Her fırkadaki insan, "Bu fırka doğru yolda" diyor. Bu işte selim olmayan akıl ölçü olmaz. Ölçü olsaydı, 72 sapık fırka meydana çıkmazdı. Her fırkaya girenler de, aklına göre bu fırkaları tercih etmiştir. Akla uyulursa, insan sayısı kadar fırka meydana çıkar. O hâlde ne yapmalı? Cenab-ı Hak, anlaşamadığımız bir işte, âlim olanların, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uymasını emrediyor. Âlim olmayanların ise, âlimlere uymasını emrediyor, (Bilmiyorsanız, âlimlere sorun) buyuruyor. Âlim geçinenler de, Kur'an-ı kerime yanlış mana vererek, insanları çeşitli fırkalara ayırıyorlar. Soracak âlim yoksa veya bir kimsenin gerçek âlim olup olmadığını bilmiyorsak ne yapacağız? Dinimiz, bunun da yolunu bildirmiştir. Allahü teâlâ, İslâmiyeti doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz vermiştir. Rabbimiz sözünden dönmez. Bunun için (Ya Rabbi! Sana inanıyor, seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasip et ve beni, din düşmanlarına aldanmaktan koru) diye duâ etmeli, istihare yapmalıdır. Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir. Duâ ederken, duânın şartlarını da gözetmeli. Şartlarına uygun duâ edilince, duâ kabul olur. Duâ kabul olunca da, doğru olan, hak olan bulunmuş olur. Bütün kerametler bize verilse, fakat itikadımız düzgün değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün dertler bize verilse, itikadımız doğru ise, üzülmek gerekmez. Doğru itikat, ehli sünnet itikadıdır. Felaketten kurtulmanın tek çaresi, kurtulanlarla beraber olmaktır. Kıtmir, köpek iken, Eshabı kehf [kurtulanlar] ile beraber olduğu için cennete girdi. O halde kim olduğumuz değil, kimlerle bulunduğumuz önemlidir.
Sahabenin üstün gayretleri
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Resulullah vefatına yakın, (Bana kâğıt verin, size bir şeyler yazacağım) buyurunca, oradakilerden bir kısmı, kâğıt verip de rahatsız etmeyelim dedi. Hz. Ömer, vahyin son bulduğunu, Cebrail aleyhisselamın artık haber getirmeyeceğini, rey ve ictihaddan başka bir yolla ahkam çıkarılamayacağını bilmişti. O anda Resulullahın yazacağı şeyler, ictihadla bulunacak şeyler olacaktı. Çünkü dinin kâmil olduğu, eksik kalmadığı âyet-i kerime ile de bildirilmişti. Hz. Ömer, bunları düşünerek, Resulullahı o sıkıntılı anda üzmek istemedi. (Müctehidlerin kıyas ve ictihad etmeleri için, Kur'an-ı kerim kâfidir) anlamında, (Bize Kur'an yetişir) dedi. Hallerden ve işaretlerden anlamıştı ki, yazılacak ahkamın ictihadı, hadis-i şeriflerden çıkarılmayıp, Kur'an-ı kerimden çıkarılacak şeylerdi. O halde, Hz. Ömer'in konuşması, Resulullahı hastalığın şiddetli zamanında yormamak için merhamet ve şefkatinden idi. Zaten, kâğıt istemeleri de emir değil, başkalarını ictihad zahmetinden kurtarmak için idi. Çünkü, emir şeklinde olsaydı, emirleri bildirmek lâzım olduğundan, kâğıdı istemeye önem verir, isteğinden vazgeçmezdi. Resulullah, ömründe bir şey yazmamıştı. Bundan başka, (Benden sonra yoldan çıkmayasınız) buyurmuştu. Halbuki, din kâmil olmuş iken, yoldan çıkmak nasıl olabilirdi? Bununla beraber, yoldan çıkılacaksa, 23 senede durdurulmayan bir şeyi, durdurmak için bir anda ne yazılabilirdi? Sesler yükselince, Resulullah, (Çekişmeyin, Peygamberin huzurunda çekişilmez, yanımdan gidin) buyurdu ve artık, bir şey söylemedi, kâğıt kalem de istemedi. Eshab-ı kiramın bu farklı ictihadı keyif için olsaydı mürted olurlardı. Çünkü, Server-i âleme karşı ufak bir edepsizlik küfürdür. Halbuki, bir müctehidin, başkasının ictihadına uyması yasaktır. Hadid suresinin onuncu âyetinde hepsi cennetlik olduğu bildirilen Eshab-ı kiram, ana babalarını, çocuklarını, ailelerini, o Servere feda etmişlerdi. Ona olan imanları, ihlasları o kadar çoktu ki, tıraş olunca, mübarek saçlarını, sakal kesintilerini yere düşmeden kapışırlar, bir kılını taşımayı, taç ve tahttan kıymetli bilirlerdi. Koca Roma ordularını yere seren, kaleleri, ülkeleri fetheden Halid ibni Velid, bütün bu başarılarının, başında taşıdığı bir sakal-ı şerif sayesinde olduğunu söylemişti. (Mektubat-ı Rabbani) O sırada (Yanımdan gidin) buyurması, Refik-ı a'lâ'yı istediğini göstermektedir. (Kurret-ül ayneyn) Resulullah, birçok işte, Eshabına danışırdı. Eshab-ı kiramın dediklerine uygun vahy de gelirdi. Hz. Ömer'in fikrini söylemesi, bunun için idi. Resulullah, Hz. Ömer'in sözünü doğru bulup, bir daha istemedi. Perşembeden Pazartesi gününe kadar, bir daha bunu tekrar etmedi. Arzu etseydi, bu günlerde yine emrederdi. Yazılması lazım olsaydı, tekrar istemesi lazım olurdu. Bu iş, Hz. Ömer'in, Resulullah yanındaki kıymetini, şerefini gösteren bir vesikadır. (Sorun, sayıklamış olmasın) demesi. (O sayıklamaz, hep doğru söyler. Bunun için, iyi anlamak için sorun) demektir. Bununla beraber, bu sözü Hz. Ömer'in dediğini bildiren sağlam haber de yoktur. (Hz. Ali'nin halife olmasını yazacaktı) demek, boş sözdür. Yazsa idi, Hz. Ebu Bekir'i yazardı. Çünkü, hasta iken, Hz. Aişe'ye (Baban Ebu Bekir'i çağır! Ona yazacağım ki, biri çıkıp, kendisinin Ebu Bekir'den hilafete daha layık olduğunu söylemesin. Allahü teâlâ, yalnız Ebu Bekir'den razıdır) buyurduğu Müslim'de yazılıdır. (K. Ayneyn)
Kendini büyük görme hastalığı
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Kibir, kendisini başkasından üstün görmektir. Hadisi şerifte buyuruluyor ki: (Kibir, hakka, razı olmamak ve insanları küçük görmektir.) [Müslim] Fudayl bin İyad hazretleri "Tevazu, ister cahilden, ister çocuktan duyulsa da hakkı tereddütsüz kabul etmektir" buyuruyor. Kabul edemeyen kibirlidir. Kibirli, kendini başkasından üstün görmekle, kalbi rahat eder. Burada başkasını düşünmez. Kendini ve ibadetlerini beğenir. Kibir; kötü huydur, haramdır. Allahı unutmanın alametidir. Çok kimse, bu kötü hastalığa yakalanmıştır. Kibirli olan, salih insan olamaz. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennete giremez.) [Müslim] (Yiyin, için, giyinin ve sadaka verin, fakat israftan ve kibirden sakının.) [İ. Mace] (Hz. Nuh, ölürken çocuklarına, "şirk ile kibirden çok sakının" buyurdu.) [Hakim] (Kibir, İblis'i Hz. Âdem'e doğru secde ettirmemiştir.) [İ. Asâkir] (Kibirliler kıyamette zerre gibi ayak altında kalır. Herkes onları çiğner.) [Tirmizî] (Allahın buğzettiği üç kimse: Zani ihtiyar, kibirli fakir ve zalim lider.) [Tirmizî, Nesaî] (Kibir, her güzelliğin, [her iyiliğin, her nimetin] âfetidir.) [Deylemi] (Kendisine el pençe divan durulmasını isteyen Cehenneme hazırlansın!) [İ. Ahmed] (En şerliniz, katı kalbli ve kibirli olandır. ) [İ. Ahmed] (Kibirli, ahirette Allahı gazaplı bulur.) [Buhârî] (Kibir, hıyanet ve borçtan temiz olarak ölenin gideceği yer Cennettir.) [Nesâî] (Allahü teâlâ buyurdu ki: Kibriya ve azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı hiç acımadan cehenneme atarım.) [Müslim] Kibir, diğer günahlardan niçin daha büyüktür? Çünkü kibir, yani büyüklük ancak Allahü teâlâya mahsus iken, kulun kibirlenmesi, bir kölenin hükümdarın tacını başına geçirerek onun tahtında oturup hükmetmesine benzer. Hükümdarın bir emrini yapmayarak suç işlemekle, hükümdarlığına sahip çıkmak arasında elbette büyük fark vardır. İşte kibirlenmek, Allahın emrini yapmamak gibi bir suç değil, bizzat ilah olmak gibi büyük suç oluyor. Bu suçun biraz daha aşağısı ilahlığa ortak olmaktır. Hükümdarın maiyetine hakaret eden, onlara üstünlük taslayan ve onları kendi idaresine almak isteyen kimse, bir noktada hükümdara ortak olmuş sayılır. Her ne kadar bunun tahtına oturmak gibi değilse de ona yakındır. Bütün yaratıklar, Allahü teâlânın kullarıdır. Bunlar üzerinde büyüklük, hakimiyet, yalnız Ona mahsustur. İnsanlara bu şekilde kibirlenen, Allahü teâlâya ortak olmuş sayılır. Aklı olan, kendini ve Rabbini tanıyan, hiç kibredebilir mi? İnsan aşağılığını, acizliğini, Rabbine karşı her an izhar etmek mecburiyetindedir. Bunun için her an her yerde aczini göstermesi, tevazu üzere bulunması gerekir. Büyüklenerek ben demek Allahü teâlâ ve evliyadan feyz ve bereketi keser. Hz. Ebu Bekir buyuruyor ki: Kibirden sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi, bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsızdır.
Tevazu ve kibirli görünmek
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Tevazu göstermekle, tevazu sahibi olmak çok farklıdır. Tevazu sahibi övülmüş, tevazu göstermeye çalışan ise yerilmiştir. Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, (Tevazu göstermeye çalışmak da kibirdir. Çünkü kendinde bir varlık hisseden tevazu göstermeye çalışır. Gerçek tevazu ehli, kendinde bir varlık hissetmez ki, tevazu göstermeye çalışsın. Onun tevazuu tabiidir, yapmacık değildir.) buyuruyor. Bazısı da, (Bu günahkâr, bu fakir) diyerek kendinin tevazu ehli olduğunu göstermeye çalışır. Bir günahını söyleyince hemen kızar. O zaman sözünde yapmacık olduğu anlaşılır. Din büyükleri de "bu fakir" diye kullanırlar. Fakat bunlar böyle sözlerinde samimidir. Kibirlenmek, kibirli görünmek, tevazu farklıdır. Kibirliye karşı, kibirli görünmek sadaka vermek gibi sevaptır. Hadis-i şerifte (Kibirliye kibirli görün ki, onu hakir ve küçük düşürmüş olursun) buyuruldu. (İ. Gazalî) Kibir sahibine karşı tevazu eden kimse, kendisine zulmetmiş olur. Bid'at sahiplerine ve zenginlere karşı da kibirli görünmek caizdir. Bu kibir, kendini yüksek göstermek için değildir. Onlara ders vermek, gafletten uyandırmak içindir. Savaşta, bid'at ehli ile münazara ederken onlara karşı kibirli görünmek de sevaptır. Sadaka verirken de neşe ile karışık kibirli görünmek, malı parayı çöpe atar gibi vermek gerekir. Sadaka verenin kibirli görünmesi, fakire karşı değildir. Verdiği malı küçültmek, mala kıymet vermediğini gösterir. Gösteriş yapan riyakârlara karşı da kibirli görünmek caizdir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevazu göstermek iyi ise de, bunun aşırı olmaması gerekir. Aşırı olan tevazua yaltaklanmak denir ki bu ancak üstada ve âlime karşı caizdir. Başkalarına karşı caiz değildir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Yaltaklanmak, Müslüman ahlakından değildir) [Berika] (Hak için zillete girmek, kibirlenmeye göre izzete daha yakındır.) [Deylemî] (Fakirler ile oturmak, merkebe binmek, davarını sağmak kibirden uzaklaştırır.) [Beyhekî] (Fakirlikten dolayı eski elbise giyende de kibir olur.) [İ. Ahmed] (İnsanlar çok bozuldu diyerek kendini onlardan üstün gören helak olmuştur.) [Müslim] (Selâmı önce vermek kibirden uzaklaştırır.) [Beyhekî] (Sadaka vermek kibri de giderir.) [Taberânî] (Sökük yerini diken, ayakkabısını tamir eden, hizmetçisi ile yemek yiyen ve çarşıdan yükünü kendi taşıyan kibirden uzaktır.) [Ebu Nuaym] Yanına başkasının oturmasını istememek ve hastalarla birlikte oturmamak, evine lazım olan eşyaları alıp evine getirmemek ve eski elbisesini tekrar giymekten hoşlanmamak, iş başında iş elbisesi giymek istememek, fakirlerin davetine gitmek istemeyip zenginlerinkini tercih etmek, akrabasının ve çocuklarının ihtiyaçlarını temin etmemek, doğru sözü, haklı tenkitleri kabul etmeyip münakaşa etmek, kusurunu, kabahatini bildirenlere teşekkür etmemek, içeri girince, oradakilerin ayağa kalkmaları hoşuna gitmek gibi şeyler kibir alametidir. Başkasının tenkidinden hoşlanmıyor, onun benden ne farkı var, o da bir insan diyorsa, hakkı onun ağzından duymak zor geliyorsa, bilsin ki bu da kibirdendir. Kibir, insanı, Allahü teâlânın bütün emirlerine muhalefete sevk eder. Çünkü kibirli insan, başka birinden hak ve hakikati duysa, onu kabul etmek istemez, hemen karşısına çıkar. Dînî konularda bile münazara edilse, hemen inkâra kalkışır. Hatta hakkı, karşıdakinin dilinden duysa hemen çeşitli yollardan, doğru olduğunu bile bile onu çürütmeye çalışır.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Kibir, kendini başkasından üstün görmektir. Yapıldığı yerlere göre üçe ayrılır: 1- Allahü teâlâya karşı kibirdir: Kibrin en kötüsü budur. Nemrud, Firavun böyle idi. İlahlık iddiasında bulundular. Bazı dinsizler de imanı, ibâdeti, namaz kılmayı aşağılık, gericilik sanarak kibirlenirler. Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Büyüklenerek bana ibâdet etmeyenler alçalmış olarak cehenneme girecektir.) [Mümin 60] 2- Peygamberlere karşı kibirdir: Bazıları, peygamberleri kendileri gibi bir insan gördükleri için, kibirlenerek onlara uymayı kabul etmediler. Mesela Peygamber efendimiz için dediler ki: (Bu da sizin gibi bir insan. Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, hüsrana uğrarsınız.) [Müminun 33, 34] 3- İnsanlara karşı kibirdir: Herhangi bir hususta kendini başkasından üstün gören kibirlidir. Kibrin sebepleri şunlardır: İlim, ibadet, soy, güzellik, kuvvet, servet, mevki, yakınların çokluğu. İlim: İlim silah gibidir. Düşman elinde zararı, dostun elinde faydası olur. Yani ilim, kibirlinin kibrini, tevazu ehlinin tevazuunu artırır. İlmi ile kibirlenmek, büyük felakettir. Hadis-i şerifte: (Âlimin afeti, kendini büyük görmesidir.) buyuruldu. (İ. Gazalî) İbadet: İbadeti sebebiyle kibirlenmek de büyük felakettir. Bunun için "Çok ibâdet edenin, kibirden kurtulması zor olur" buyurulmuştur. Soy: Soyu ile övünmek ahmaklıktır. Kabil, Hz. Âdem'in oğlu idi. Babasının Peygamber olması, bunu küfürden kurtaramadı. Hadis-i şerifte, (Atalarınız ile övünmeyi terkedin) buyuruldu. [Ebu Dâvud] Bir gün iki kişi birbirine üstünlük taslayarak biri, "Ben falancanın oğlu filanım. Ya sen kimsin?" dedi. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselam buyurdu ki: (Hz. Musa'nın yanında iki kişi birbirine karşı övünmeye başladı. Biri ecdadını 9 göbek geriye doğru saydı. Allahü teâlâ, Hz. Musa'ya, "Ona söyle, iftihar ettiği 9 kişi Cehennemdedir. Kendi de onuncusudur" diye vahyetmiştir.) [İ. Ahmed] Güzellik: Bu daha çok kadınlarda görülür. Başkalarını ayıplamaya, küçük düşürmeye ve gıybete vesile olur. Hâlbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, er-geç gider. Geçici olan şeyle kibirlenmek, ahmaklıktır. Kibredenin güzelliği, gübrelikte biten gül gibidir. Kuvvet: Kuvveti ile zayıflara üstünlük sağlar. Gücü, kuvveti ile kibretmek de, cahilliktir. Çünkü hayvanların kuvvetleri, insanlardan çok fazladır. Mesela bir insan fil kadar kuvvetli olamaz. Kaplan gibi koşamaz. Kuş gibi uçamaz. Hayvanlar, bir bakımdan insandan üstündür. Hayvanlarda da bulunan üstünlüklerle kibirlenmek elbette uygun olmaz. Servet: Çok zengin olmak da üstün olmayı gerektirmez. Karun'un çok malı vardı. Malı ile beraber kahrolup gitti. Geçici olarak sahip olunan servet ile, mal ile kibirlenmek, çok çirkindir. Mevki: Gelip geçici olan makam, mevki de üstünlük sebebi değildir. Birçok krallar, derebeyler, Firavunlar mevki sahibiydi. Hepsi gitti. Ancak iyilerin iyiliği, kötülerin kötülüğü söylenmektedir. Kötü birinin mevkii, makamı ile övünmesi neye yarar? Yakınların çokluğu: Akraba ve tanıdıklarının çokluğu ile üstünlük taslamak da yanlıştır. Bir kimsenin kendisi iyi değilse, bütün dünya onun akrabası olsa ne çıkar?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Allahü teâlâ, bütün kitaplarda, kibri kötülemiş ve yasak etmiştir. Kur'an-ı kerimde de, (Allah, kibirli olanları elbette sevmez!) buyurmuştur. (Nahl 23) Aklı olan, kendini ve Rabbini tanıyan, hiç kibredebilir mi? İnsan aşağılığını, acizliğini, Rabbine karşı her an izhar etmek mecburiyetindedir. Bunun için her an her yerde aczini göstermesi, tevazu üzere bulunması gerekir. Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Allah rızası için tevazu edeni, [kendini, Müslümanlardan üstün görmeyeni] Allahü teâlâ yükseltir.) [Bezzar] Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki: Allahü teâlâ ilim gibi, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsan buyurmuştur. Fakat yalnız üç sıfatı kendine mahsustur. Bu üç sıfattan hiçbir mahlukuna vermemiştir. Bu üç sıfatı, kibriya, gani olmak ve yaratmak sıfatlarıdır. Kibriya, büyüklük, üstünlük demektir. Gani olmak, başkalarına muhtaç olmamak, her şeyi Ona muhtaç olmak demektir. İnsan ise ihtiyaç sahibidir. Allah yaratıcıdır, insan ise yaratıktır, fanidir. Bunun için kibirlenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecavüz etmek olur. Kula kibirlenmek yakışmaz. En büyük günahtır. Hadis-i kudside buyuruldu ki: (Azamet ve kibriya bana mahsustur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azap ederim.) [Müslim] Tevazu sahibi olabilmek için dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilmek gerekir. İnsan, hiç yok idi. Önce bir şey yapamayan, hareket edemeyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihayet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Dünya zindanında, her an, ne zaman azaba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabir azabı çekecek, sonra diriltilip kıyamet sıkıntılarını çekecektir. Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan kimseye tekebbür mü yakışır, tevazu mu? Kibir ne kadar kötü ise, tevazu da o kadar iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allah için affedenin şerefi artar, tevazu eden de yücelir.) [Müslim] (Kişi kibirlenince, iki melek, "Ya Rabbi bunu alçalt!" derler. Tevazu ederse, "Ya Rabbi bunu yükselt!" derler.) [Beyhekî] (Zillete düşmeyecek şekilde tevazu gösterene müjdeler olsun!) [Taberânî] (Allah, tevazu edeni yüceltir.) [Bezzar] (Şeref tevazudadır.) [İ. Ebiddünya] (Kişi tevazu edince, Allahü teâlâ, onu yedi kat göklere kadar yükseltir.) [Beyhekî] (Tevazu edin ki, Allah size rahmet etsin!) [İsfehani] (Mütevazı olana tevazu göster, kibirliye de kibirli görün.) [İ. Gazali] (Allahü teâlâ, tevazu üzere olmamı emretti. Hiç kimse büyüklenmesin!) [Ebu Dâvud] Bir menkıbe: Âbidin biri, ibâdet etmek üzere dağa çıkar. Bir gece rüyasında "Falan ayakkabıcıya git! Senin için duâ etsin" denir. Âbit dağdan iner, adamı bulur, ne iş yaptığını sorar. Adam, gündüzleri oruç tutup, ayakkabı işlerinde çalıştığını, kazandığı para ile ailesini geçindirdikten sonra fazlasını sadaka verdiğini söyler. Âbit, adamın güzel bir iş yaptığını anlar, fakat kendisinin dağda sırf ibâdetle meşgul olmasını daha iyi bulur ve tekrar ibâdetine döner. Yine gece rüyasında, (Ayakkabıcıya git ve ona, "Bu yüzündeki sararmanın sebebi ne?" diye sor) denir. Âbit, gidip sorar. Ayakkabıcı, "Kimi görürsem, bu kurtulacak da, ben helak olacağım der ve kendimden korkarım. Yüzümün sararması bundandır" der. İşte o zaman âbit, ayakkabıcının bu korku ve tevazu ile üstünlük kazandığını anlar.
Tevazu hakkında büyüklerin sözleri
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Tevazu, cahilden veya çocuktan da olsa, hakkı işitince boyun büküp hemen kabul etmektir. Tevazu, karşılaştığı her Müslümanı kendinden aşağı bilmemektir. Baş olmayı seven, iflah olmaz. Kendinden daha kötü birinin bulunduğunu sanan kibirlidir. Her nimet sahibi haset edilir. Haset edilmeyen tek nimet, tevazudur. Ehli sünnet olan şerefli insan, ibâdet edip yükseldikçe tevazu gösterir. Bid'at ehli olan âdi kimse ise, ibâdet ettikçe büyüklenir, herkese tepeden bakar. Tevazu göstermek de kibirdendir. Çünkü kendinde bir varlık hisseden tevazu göstermeye çalışır. Hâlbuki mütevazı kimse, kendinde bir varlık görmez ki tevazu göstersin. Alçak gönüllü olan kurtulur, kibirli olan yanar. Tanıdık salih kimseleri ziyaret etmemek kibir, fakirleri ziyaret, tevazu alametidir. Hastalarla birlikte oturmamak, doğru sözü kabul etmeyip, münakaşa etmek, kusurunu bildirenlere teşekkür etmemek, fakirin davetine gitmemek kibir alametidir. Kibirli olan, salih insan olamaz. Kibir her iyiliğe engeldir, tevazu, her iyiliğin anahtarıdır. Kibirli değilim diyen, kibirlidir. Büyüklenerek ben demek Allahü teâlâ ve evliyadan feyiz ve bereketi keser. Kusuru başkasında arayan, sevimsizleşir, etrafında insan kalmaz, dost edinemez. Herkesi haklı, kendisini haksız bulmadıkça, kendi kusur ve noksanlarını bırakıp, başkasının kusuru ile meşgul oldukça, manevî bakımdan zerre kadar ilerlemek mümkün değildir. Nefsini aradan çeken, herkesle iyi geçinir, huzurlu olur. Nefsini aradan çek, kimseyi tenkit etme, kendini beğenme, kendinden iğren. Kendinden tiksinmeyen kurtulamaz. Toprak ol toprak, gül bitsin sende, Ancak topraktır kavuşan güle. Tevazu güzeldir, zenginde tevazu daha güzeldir. Kibir çirkindir, fakirde kibir daha çirkindir. Bütün insanlar, beni olduğumdan daha aşağılamak, hakaret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü, herkesin hakaret derecelerinden daha aşağı olduğumu bilirim. (Ebu Süleyman Darani) Mahsul, ovadaki sulu ve yumuşak toprakta yetişir, dağda, sert toprakta yetişmez. Hikmet de, mütevazı olanın kalbinde gelişir, kibirlinin gönlünde gelişmez. Bir kimse, başını yükseğe kaldırırsa, tavana değer ve yaralanır, eğerse tavan ona gölgelik eder ve kendini korur. En büyüğünüz, en küçüktür. En küçüğünüz de, en büyüktür" buyurdu. Yani, kendini büyük gören küçüktür. Kendini küçük gören büyüktür. (Hz. İsa) Kibirden kurtulmak, tevazu ehli olmak için, yaşlı birini görünce, "Bu benden daha çok ibâdet etmiştir." demeli, genç birini görünce, "Bu benden genç, benden daha az günah işlemiştir" demeli, bid'at sahibi veya bir kâfir gürünce, "Bu, hidayete kavuşabilir, ben de Allah saklasın sapıtabilirim. Şu andaki durum değil, netice önemlidir. İman ile öleceğimi bilmediğime göre, nasıl kibrederim?" demeli. Bid'at ehline kızmak gerektiği hâlde, kibirlenmek caiz olmaz. Kızmak başka, kibirlenmek başkadır. Bir misal: Bir hükümdar, gözbebeği olan biricik çocuğunu terbiye etmesi için kölesine verip, (Kusur edince döversin) dese, köle, hükümdarın yanında çocuğun kıymetini bildiği için, hatasından dolayı çocuğa kızarsa da kendini çocuktan üstün göremez, ona karşı kibirlenemez. Kötülere de bu gözle bakmalı. (Onlar hidayete kavuşur da ben imanımı kurtaramazsam halim nice olur) diyerek korkmalı ve kimseye karşı kibirlenmemeli.
Ölüme hazırlık [Büyüklerin sözleri]
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Ölmek felaket değil, öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek, tedbirini almamak felakettir. Dünya, zıll-i zâildir, yani yok olan bir gölge, bir görüntüdür. Aynadaki görüntü gibi. Bu görüntü ahiretin görüntüsüdür. Ahirette ne var, cennet, cehennem. İbadetlerimiz, iyiliklerimiz, cennetin dünyadaki görüntüsüdür. Günahlar, kötü yerler, karanlık sıkıntılı izbe yerler de Cehennemin görüntüsüdür. Cennetlik, Cennetlik işleri, Cehennemlik olan da Cehenneme götürücü işler yapar. Demiri çürüten, kendi pası olduğu gibi, insanı Cehennemlik eden de kendi günahlarıdır. Mıknatıs demiri nasıl kendine çekiyorsa, haramlar Cehenneme, ibâdetler Cennete çeker. Kıyamette nereye gitmek istiyorsak, ona göre hazırlık yapmalıyız. Ahirette Cennet ve Cehennemden başka yer yoktur. Cennete girmek için, doğru iman sahibi olmak ve dine uymak gerekir. Cehenneme götürücü tuzaklara yakalanmamalı. Bu tuzaklar şöyle bildiriliyor: (Dünya hayatı ancak bir laib [oyun], lehv [eğlence], ziynet [süs], aranızda tefahür [övünme] ve mal ve evlâdı çoğaltma isteğinden ibarettir.) [Hadid 20] Bunların bir tanesine yakalananın gönlü ölür. Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın. Önünüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah'ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın. Çünkü Allahü teâlâ, buyuruyor ki: (O gün [kıyamette] herkes, dünyada ne hayır yapmışsa, onu karşısında hazır bulacak, ne kötülük yapmışsa, onlarla kendi arasında uzun bir mesafe olmasını arzu edecektir. Kullarına karşı şefkatli, esirgeyici olan Allah size kendinden korkmanızı emreder.) [Al-i imran 30] O halde, Allah'tan korkun, yani Onun emir ve yasaklarına riayet edin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Unutmayın ki, yarın küçük büyük bütün davranışlarınızın karşılığını bulacaksınız. Rızık mukadderdir. Yani herkesin rızkı bellidir, artmaz eksilmez, rızkını almadan dünyadan ayrılmaz. İsteyene helalden gelir, isteyene haramdan. Gelen miktar aynıdır. Ecel mukadderdir. Yani herkesin ömrü bellidir, uzamaz kısalmaz, vakti dolunca dünyadan ayrılır. Kaza ve kader, hayır ve şer, zaten imanın şartlarındandır. Peki, daha ne diye isyan ediyorsun, daha ne diye şükretmiyorsun? Rızkın belli, ömrün belli, başına gelenler Allah'tan. İster isyan et, ister şükret. Değişen bir şey yok. İsyan edenin yeri Cehennem, şükredeninki Cennet. Yani aynı şeyler için, ya Cennete gideceksin ya Cehenneme. Dünya misafirhanedir. Dünyayı ele geçirmek için ahireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır. Göğsünü kıbleden çevirenin namazının bozulduğu gibi, yüzünü İslamiyet'ten çevirenin hem dünyası hem ahireti bozulur. Laf ile Müslümanlık olmaz. Dinin emir ve yasaklarına önem vermeyenin imanı gider. Önem vermemek, işlediği günaha üzülmemek demektir. Dinin en büyük düşmanı cehalettir. Cahillik Cehenneme götürür. Kıyamet derdini bilseydiniz, dünyada dert diye bir şey tanımazdınız. Bütün geçimsizlikler, ölümü unutmaktandır. Dini, nakli esas alan ehli sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmeli, yoksa şeytanın oyuncağı, kötü din adamlarının kuklası oluruz. İnsanların çokluğu, istediklerini yapmaları, gafletleri, sakın seni de gaflete düşürmesin. Sen, tek olarak ölecek, tek olarak kabre girecek, tek olarak hesabını vereceksin. Sen unuttun ama unutulmadın.
Secde-i sehv [Yanılma secdesi]
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Secde-i sehv, yanılma secdesi demektir. Namazdaki bazı noksanlıklar secde-i sehv ile tamamlanır. Secde-i sehvi yapmak için, tehiyyat okunup, bir tarafa selâm verildikten sonra, iki secde yapıp oturulur ve Tehiyyat, Salli barik, Rabbena duâları okunarak namaz tamamlanır. İki tarafa selâm verdikten sonra veya hiç selâm vermeden de secde-i sehv yapılabilir. Secde-i sehvi gerektiren haller şunlardır: 1- Farzın tehiri, 2- Farzın tekrarı, 3- Vacibin terki, 4- Vacibin tehiri 5- Vacibin tekrarı 6- Vacibin tebdili. [Sünnetler unutularak terk edilse secde-i sehv gerekmez.] Farzın tehiri halinde: İki secdeden biri unutulursa, namaz içinde hatırlanınca bu secde kaza edilir, sonra secde-i sehv yapılır. İki secde veya rükû tehir edilirse namaz bozulur. Kıraati (Kur'an okumayı) unutup sadece sübhaneke okuduktan sonra rükûya, secdeye giden kimse, geri dönüp kıraati, tekrar rükû ve secdeyi yapması gerekir. Yapmazsa namazı sahih olmaz. Son teşehhüdde ettehiyyatü okuyacak kadarı oturmayanın da namazı sahih olmaz. İki rekatli namazda, ikinci rekatte değil de üçüncü rekatte otursa, 4 rekatli namazda, dörtte oturmayıp beşinci rekatte otursa namazı sahih olmaz. Farzın tekrarı halinde: Üç secde yapan veya iki rükû yapan secde-i sehv ile namazı tamam olur. Vacibin terki halinde: Zammı sure veya Fatiha okumayı yahut kunut dualarını unutmak. Oturması gereken yerde kalkmak. [Mesela 4 rekatlı farzlarda ilk teşehhüdde oturmayıp, kalkmak] Kalkmak gereken yerde oturmak. [Mesela ilk rekatı kılıp ikinci rekata kalkması gerekirken oturmak.] Teşehhüdde duâ okunacak yerde Kur'an okumak. [Mesela teşehhüdde Ettehıyyatü'yü okumayıp Fatiha veya başka bir sure okumak.] Namazı tamamlamadan selam vermek. [Mesela Ettehıyyâtü'yü tamamlamadan selam verilirse, o anda hatırlanınca, hemen secde-i sehv yapılır.] Vacibin tekrarı halinde: Fatihayı peş peşe iki defa okumak. Bu durumda vacib olan zammı sure gecikiyor. Eğer Fatihayı sureden sonra da okursa, vacip tekrar edildiği halde secde-i sehv gerekmez. Vacibin tehiri halinde: Zammı sureleri üçüncü ve dördüncü rekatlerde okumak. Tamamlamış olduğu namazdan sonra, unutup ayağa kalkarak vacib olanı selamı geciktirmek. [Mesela iki rekatlı namazda, üçüncü rekata, üç rekatlılarda, 4. rekata, dört rekatlılarda ise beşinci rekata kalkan, secde yapmadan önce hatırlarsa, hemen oturup secde-i sehv ile namazını tamamlar. Secde yapmışsa, bir rekat daha kılar ve secde-i sehv yapar. Son olarak kıldığı 2 rekat nafile olur.] Vacibin tebdili halinde: Kur'an okunacak yerde dua okumak. [Mesela kıyamda Fatihayı unutup Ettehıyyatü okursa, secde-i sehv gerekir. Eğer hatırlayıp Fatiha'yı da okursa secde-i sehv gerekmez.] Sesli okumak gereken yerde, hafif okumak. [İmam, akşam, yatsı ve sabah namazlarında sesli okuması gereken yerlerde hafif okursa, secde-i sehv gerekir.], Hafif okumak gereken yerde sesli okumak. [İmam, öğle ve ikindide hafif okuması gerekirken sesli okursa, secde-i sehv gerekir. Çünkü vacibin vasfı değiştirilmiş oluyor. [Yarın bu konuda örnekler]
Secde-i sehv gerektiren haller
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Aşağıdakileri kasten yapanın namazı iade etmesi vacip olur. Unutarak yapana secde-i sehv gerekir: Fatihayı birinci veya ikinci rekatte peş peşe iki kere okumak. İlk Ettehıyyatü'yü okuduktan sonra, yanılıp Allahümme... demek. Tadili erkanı terk etmek veya kunut dualarını unutmak. Son rekatta salli bariki okuyup ayağa kalkmak. Son rekatta, Ettehıyyatü'den önce Fatiha okumak. Son rekatta Ettehıyyatü'yü okuduktan sonra, kalkıp bir veya iki rekat daha kılmak. İmamın, sesli okunacak yerde, Fatiha'nın yarısını gizli okuması. Namaz içindeki bir şeyi, bir rükün miktarı düşünmek. [Başka namazdakini veya dünya işlerinden birini düşünmek secde-i sehvi gerektirmez.] İki rükü veya üç secde yapmak. Zamm-ı surenin bir kısmını rüküda okumak İlk oturuşta Ettehiyyatüden sonra az da olsa bir şey okumak. Fatiha'dan sonra, zammı sureden önce ettehiyyatüyü okumak. Ettehiyyatüyü okuyacakken Fatiha okumak. Birkaç kere secde-i sehv gerekse, bir kere yapılır. Secde-i sehvde ettehiyyatüyü okumak vacibdir. Sehv secdesi yaparken sadece tehiyyatı okumak yeterlidir. Evla olanı salli barikleri de okumaktır. Son oturuşta, Ettehiyyatüyü okuduktan sonra, unutup kıyama [ayağa] kalkan, hatırlayıp oturunca, tekrar Ettehiyyatüyü okumaz. Fakat secde-i sehv yapar. İlk oturuşta, iki tarafa selâm verince hatırlayıp namaza devam edilse, namaz bozulmuş olmaz, fakat secde-i sehv gerekir. Kaç rekat kıldığını unutan, zannının kuvvetine göre kılar. Kuvvetli zan edemezse, az kıldığını kabul ederek tamamlar ve secde-i sehv yapar. Oturmayı unutup, üçüncü rekate kalkarken hatırlayan, dizleri yerden ayrılmışsa oturmaz, secde-i sehv eder. Son rekatte oturmayıp ayağa kalkarsa, secde etmeden hatırladı ise, hemen oturur ve oturmayı geciktirdiği için, secde-i sehv eder. Secdeye inince hatırladı ise, farz namazı, nafile şekline döner. Bir rekat daha kılıp, altıncı rekate oturarak tamamlar. Dördüncü rekatte teşehhüd miktarı oturup, selam vermeden beşinciye kalkarsa, secdeye gitmeden hatırladı ise, oturup teşehhüdde okumadıklarını okuyup selam verir ve secde-i sehv yapar. Secdeye gitti ise, altıncı rekati de tamamlayıp, secde-i sehv yapar. Farzı tamam etmiş olur. İki rekati de nafile olur. Secdenin ikisi birden unutulursa namaz bozulur. Çünkü namazda tertip farzdır. İki secde yapmak farz, iki secdeyi aynı anda yapmak ise vacibdir. Birisi unutulunca daha sonra kazası yapılır. Kaza yapılırken vacip gecikmiş, tehir edilmiş olduğundan secde-i sehv de yapılır, böylece namaz tamam olur. Secde-i sehv unutulursa namazı tekrar kılmak gerekmez. (Yarın secdei sehv gerekmeyenler)
Secde-i sehv gerekmeyen haller
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Aşağıdaki hususları unutarak yapmak, namazı bozmadığı gibi secde-i sehvi de gerektirmez: Fatihayı hem zammı sureden önce hem de zammı sureden sonra okumak. Her rekatte Fatihadan önce, Ettehiyyatü veya başka duaları okumak. Farzın son iki rekatinde zamm-ı sûre okumak. Farzın son iki rekatinde, Fâtihadan sonra besmele çekmek veya herhangi bir dua okumak. Son rekatte, ettehiyyatüden sonra istenildiği kadar dua okumak. Salli barikleri, iki defa okumak. Ettehiyyatü okurken veya Sübhaneke'den önce Besmele çekmek. 3. ve 4. rekatlerde Fatihadan önce veya sonra sübhaneke, ettehiyyatü veya başka dua okumak. Bütün rekatlerde Fatiha'dan önce Ettehiyyatü veya başka dua okumak. Rükuda ve secdede besmele çekmek, başka dua okumak, estagfirullah demek Namaz içinde estagfirullah, elhamdülillah, Allahümmagfirli demek. Sübhanekeden sonra, ettehiyyatüyü, sonra da Fâtihayı okumak. Birinci rekatte okuduğu zammı sureyi, ikinci rekatte okumak. Daha sonraki zammı sureyi okuyacak yerde daha öncekini okumak. Mesela Kevser suresini okuyup ikinci rekatte de, İhlası okuyacakken, unutup Fil suresini okumak. Zammı sure okurken bir veya birkaç âyet atlamak. Son teşehhüdde Ettehiyyatüyü okuduktan sonra Fatiha okumak. Seferde, dört rekatlı namazları unutarak tam kılmak. Fâtihayı veya zammı sureyi yarısına kadar okunduktan sonra, şaşırıp, yeniden başlamak Ettehiyyatüyü veya sübhanekeyi yarısına kadar okunduktan sonra, şaşırıp, yeniden başlamak. İmâm, secde-i sehv için selâm verince, Mâliki'yi taklit eden son selâmı zannedip, selâm verse, sonra hatırlasa namazı bozulmuş olmaz. Güneş doğarken, güneş batarken secde-i sehv yapılmaz. Zamm-ı sûreyi unuttuğunu rükû'da hatırlayan, kalkıp okur. Ama secdei sehv gerekmez. Secdeyi unutan, rüküda veya secdede hatırlarsa, rüküdan hemen, secdeden ise, oturduktan sonra o secdeyi yaparak rükü ve secdeyi iade eder. Sonra secde-i sehv yapar. Veya son oturuş arasında veya sonunda yapar ve tekrar oturarak tehiyyatı okur ve secde-i sehv yapar. Tekrar oturmazsa, namazı bozulur. Kaç rekat kıldığını şaşırıp, namazda düşünmesi, sonraki rüknün veya vacibin, bir rükün zamanı kadar gecikmesine sebep olursa, bu arada, âyet ve dua okusa bile, secde-i sehv gerekir. Başka bir namazı kılıp kılmadığını veya dünya işlerini düşünürse, bir rüknün gecikmesine sebep olsa bile, secde-i sehv gerekmez. İmam secde-i sehv yaparken de, camiye gelip, uymak caizdir. Secde-i sehvi bile bile yapmayan veya namazın bir vacibini, bilerek terk edenin, o namazı tekrar kılması vacib olur.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Peygamber efendimiz de şakalaşır, (Ben de şaka yaparım, fakat doğru konuşurum) buyururdu. Yabancı ile, tanıdıklarla, çocuklarla, ihtiyar kadınlarla ve mahrem kadınlarla şaka yapardı. Ailesine karşı da, insanların en zarifi idi. Aişe validemiz ile yarış etti. Bir seferinde Hz. Aişe, başka seferde de Server-i alem geçti. Müslümanın hanımı ile oynaması, günah değil, sevaptır. Çünkü hadis-i şerifte, (Hanımı ile şakalaşanı Allahü teâlâ sever, ikisine de sevap verir, rızıklarını artırır) buyuruldu. Bir defasında, yaşlı bir kadına, (Cennete kocakarı girmez) buyurunca, kadıncağız üzülür. Bunun üzerine kadına, tebessümle (Sen o zaman genç olursun) buyurur. Binek isteyen yaşlı bir kadına da (sana bir deve yavrusu vereyim, ona binersin) buyurunca kadın, (Deve yavrusu beni nasıl götürsün?) der. Tebessümle ona, (Her deve başka bir devenin yavrusudur) buyurur. Ümmü Eymen isimli bir kadın gelir, ben falancanın hanımıyım, sizi kocam davet ediyor der. Ona da, (Şu gözünde beyazlık olan adamın karısı mısın?) buyurunca, kadın, (Hayır onun gözünde bir şey yok) der. Kadına tebessümle, (Gözünde beyazlık olmayan insan yoktur) buyurur. Hz. Aişe, Sevde validemize şu bulamaç aşını yemezsen yüzüne sürerim der, o da yemeyince yüzüne sürerken aralarında oturan Resulullah efendimiz, Hz. Sevde'yi siper etmeye çalışır. Hz. Aişe de kendi yüzüne sürer, Resulullah onlara bakıp gülümser. Hadisi şeriflerde de buyuruluyor ki: (Arkadaşına üzücü şaka yapma!) [Tirmizî]] (Münakaşa etmeyen, haklı olsa da, kimseyi incitmeyen, şaka veya güldürmek için, yalan söylemeyen, iyi huylu olan Müslüman cennete girer.) [Tirmizî] (İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere, yazıklar olsun!) [Ebu Davud] (Çok gülen hafife alınır. Şakası çok olanın da vakarı gider.) [İ. Asâkir] (Şakası doğru olanı Allah sorumlu tutmaz.) [İ. Asâkir] (Ölçüsüz şaka yapan hafife alınır.) [Deylemî] Hz. Ömer, (Çok gülenin heybeti azalır, çok şaka yapan hafife alınır) buyurdu. Rabia hatun, (Günah olmayan işlerde, gönül almak için şakalaşmak mürüvvettendir) buyurdu. Hikmet ehli buyuruyor ki: Her şeyin tohumu vardır. Düşmanlığın tohumu da şaka ve alaydır. Ey oğul, az şaka yap, fazlası, insanın değerlerini giderir ve kötüleri, aleyhine cesaretlendirir. Şakayı tamamen terk etmek de dostların buğzetmesine ve samimiyetinin kesilmesine yol açar. Bir iş yaparken içine bıkkınlık gelir, ağırlık çökerse o zaman o yaptığın şeyi, bir müddet terk et, kendini dinlendir, azıcık şakalaş, bu suretle kendine neşe getir. Fakat şakalaşmayı o derece ayarla ki, yemeğe atılan tuz gibi olsun. Yani yemeğe atılan tuz, çok olunca yemeğin lezzetini nasıl giderirse, şaka da öyledir. Azı karar, çoğu zarar. Çok az olursa gönlümüzün neşesi yerine gelmez. Şaka, gönüldeki donukluğu ve o işe karşı doğan bıkkınlığı giderecek kadar olmalı. Şakada da edebi muhafaza etmeli. Mesela hoca, talebesine, ana baba evladına şaka yaparsa, talebe ve evlat, bu samimiyeti suiistimal etmemelidir.
Klasik ve modern kaynaklar
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Güncel dini meseleler istişare toplantısı sonuç bildirgesi yayınlandı. Malum basının; tesettür kalkıyor, ezan Türkçe okunacak gibi çıkardığı yaygaraların yalan olduğu meydana çıktı. Alınan kararlara bakalım: 4. maddenin c bendinde, (İslamın temel kaynağının sadece Kur'an olduğu, Sünnet'in kaynak değeri taşımadığı izlenimine yol açacak üsluptan kaçınılması) tavsiye ediliyor. Her ne kadar dinimizdeki dört delilden bahsedilmemişse de, yine de ılımlı sayılır. 5. maddede, (Klasik dini kaynakların günümüz dini problemlerinin çözümünde tek belirleyici kaynak olarak görülmesinin yetersiz olabileceği gibi, bunlar göz ardı edilerek doğrudan Kur'andan ve hadislerden çözüm üretilmesi de bazı olumsuzluklar taşıyacaktır) deniyor. Klasik kaynak dedikleri, Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'tır. Burada Kur'an ve Sünnet göz ardı edilmiyor ki. Dört delil klasik olunca, ilk ikisi nasıl modern oluyor? 12. maddede, (Dine göre kadın erkek eşittir) deniyor. Kadın ile erkek iki ayrı cinstir. Vasıfları eşit olmayan iki şey arasında mukayese yapılması ilmi değildir. Meselâ vapur, uçak ve otobüs gibi araçların, birinin diğerine üstünlüğü söylenemez. Uçak, denizde yüzemediği için vapurdan aşağı sayılmaz. Vapur, karada gitmediği için bisikletten aşağıdır denmez. Vapur başka bir vapurla, uçak başka bir uçakla mukayese edilebilir. İkisi de kara vâsıtası olduğu hâlde, bir tankla bir taksi mukayese edilemez. Her birinin vazîfesi ayrıdır. Araç olarak eşittir ama yaptıkları görev bakımından farklıdır. Tank için hızlı gidememek, taksi için de, ezip geçememek bir kusur değildir. Onun için kadın erkek eşittir sözü dini değil, politik olup, her alanda kadını sömürmek isteyen yabancıların tuzağıdır. 20. maddede, (Kadın özel halinde, Kur'an okuyabilir, mescide girebilir ve bazı bilginlerce de tavaf da yapabilir) deniyor. Klasik kaynağın dördü de buna yanlış diyor. Tirmizi'deki hadis-i şerifte, (Hayzlı ve cünüp, Kur'an okuyamaz) buyuruldu. Peygamberimiz, (Kur'ana temiz olanlardan başkası dokunamaz) âyetini (Kur'ana ancak temiz olan dokunabilir) diye açıklamıştır. (Nesâî) Klasik kaynaklara göre, Maliki'de hayzlının Kur'an-ı kerim okuması caiz ise de, zaruret olmadıkça, Maliki taklit edilerek Kur'an okunamaz. Çünkü başka bir mezhebi taklit etmek, ancak bir farzı yapmak için, kendi mezhebinde imkan bulunmadığı veya güç olduğu zaman caiz olur. Hayzlı bir kıza Kur'an okumak farz olmadığı için başka bir mezhebi taklit edemez. İbni Mace'de ki hadis-i şerifte, (Hayzlıya mescide girmek helal olmaz) ve Tirmizi'deki hadis-i şerifte, (Beytullahı tavaf etmek, namaz kılmak gibidir, temiz ve abdestli olmak lazımdır) buyuruldu. 21. maddede, (Cuma ve bayram namazlarının kadın için özendirilmesi gerekir) deniyor. Kadın, kılmaya mecbur olmadığı Cuma ve bayram namazına gelmese kime ne zararı olur ki? 35. maddede, (Unutulmamalı ki, hiçbir tercüme, aslının yerini tutamaz, çevrisine Kur'an denilemez ve o çeviri Kur'an hükmünde olamaz) ve 38. maddede, (Kurban kesmek yerine bedelinin tasadduk, bu ibadetin yerine geçmez) deniyor. Bunlar, klasik kaynaklara da uygundur. 37. maddede, namazların beş vakit olduğu ancak, alışkanlık haline getirmemek kaydıyla iki namaz cem edilebilir deniyor. Halbuki hangi mezhep, hangi şartlarda ceme ruhsat veriyorsa, ihtiyaç halinde, telfık yapmamak şartı ile o mezhep taklit edilerek cem yapılabilir. Klasik kaynaklara göre, hiçbir mezhebe uymadan cem yapılamaz.
"Ve küllen vaadallahü Husna" âyeti
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İnternet çıkalı, fitne ve fesat çıkararak bölücülük yapan ehli bid'at ve ehli dalalet, Eshabı kirama dört koldan saldırıyorlar. İbni Sebeciler, rafiziler, vehhabiler, mezhepsizler, özellikle üç halifeye insafsızca saldırıyorlar. (Hakkı bildiği halde susanlara lanet olsun) hadis-i şerifi gereğince bu yazıyı yazmak zorunda kaldım. Âyet ve hadislerde, Eshab-ı kiramın tamamı cennetlik olarak bildirilmektedir. Bir âyet meali: (Mekke'nin fetihten önce Allah için mal veren ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlarla eşit değildir. Onların derecesi, sonradan Allah yolunda harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı [Cenneti] vâdetmiştir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.) [Hadid 10] Âyeti kerimede Fetihten öncekilere Husna=cennet va'dedildiği gibi, fetihten sonrakiler, o dereceye kavuşmasa bile, onlara da Husna söz verilmiştir. Dört halife de fetihten önce, Allah yolunda infakta bulunmuş ve savaşmıştır. Bu âyeti inkâr edip üç halifeye zalim, kâfir gibi sözler söyleyenin kendisi kâfirdir. Piyasada birçok meal vardır. Hepsi de Ve küllen vaadallahü Husna âyetini birkaç kelime farkı ile aynısını bildirmiştir. Küllen kelimesini kimisi, hepsi diye, kimi de her biri diye tercüme etmiş. Her biri cennetlik demek de, istisnasız hepsi cennetlik demektir. Şimdi meallere bakalım: Diyanetin mealindeki ifade aynen şöyledir: (Allah, hepsine cenneti va'detmiştir.) Ömer Nasuhi Bilmen'in mealindeki ifade: (Allah hepsine de pek güzel mükafat vaadetmiştir.) Süleyman Ateş'in mealindeki ifade: (Allah hepsine de en güzel sonucu va'detmiştir.) Vehhabilerin dağıttığı mealdeki ifade: (Allah hepsine de en güzel olanı vâdetmiştir.) Hasan Basri Çantay'ın mealindeki ifade: (Allah her birine en güzel olanı (cenneti) va'detti.) Tibyan tefsirindeki ifade: (Allah her birine husnayı (cenneti) va'detti.) A. Fikri Yavuz'un mealindeki ifade: (Allah hepsine Husna'yi=Cenneti va'd buyurdu.) Hz. Osman'a dil uzatan S. Kutub'un ifadesi: (Hepsine de Allah en güzel olanı va'detmiştir.) Eshaba saldıran Mevdudi'nin ifadesi: (Allah her birine en güzel olanı va'detmiştir.) Elmalılı Hamdi Yazır, Konyalı M. Vehbi, Ali Arslan ve Celal Yıldırım'ın tefsirinde, M. Ali Sabuni Safvetüt Tefasirde ve piyasadaki diğer tefsir ve meallerde de aynı ifadeler geçmektedir. Aynı ifade, şu âyette de geçiyor ve oturan Eshab-ı kirama bile cennetlik deniyor: (Oturan müminler ile mal ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, mal ve canları ile cihad edenleri, oturanlardan üstün kıldı. Bununla beraber Allah hepsine de Husnayı [Cennet] va'detti.) [Nisa 95] Eshabın izinden gidenler de Cennetliktir. İşte bir âyet meali: (İslama girişte, iyilik yarışında öncelik kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onların yolunda gidenlerden Allah razı olup, bunlar için, altından ırmaklar akan, içinde sonsuz kalacakları Cennetler hazırladı.) [Tevbe 100] (Muhacir=Hicret eden eshab, Ensar=Muhacirlere yardım eden Eshabdır.)
Allah'ın hepsinden razı olduğu insanlar
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Dünkü yazımızda, üç halifeye kâfir diyen İbni Sebecilere, sahabenin tamamının cennetlik olduğunu bildiren ayetlerin birkaçını bildirmiş, Ve küllen vaadallahü Husna=Allah hepsine de, Husna'yı [cenneti] va'detmiş olduğunu piyasadaki birçok Türkçe mealden de örnekler vererek yazmıştık. İbni Sebeciler ayet ve hadisi kabul etmez. Hz. Ali'den önce halife oldular diye ilk üç halifeye, Hz. Ali ile savaşan Hz. Aişe ve diğer sahabeye kâfir diyorlar. Halbuki Kur'an-ı kerimde Eshabı kiramın tamamının cennetlik olduğu dünkü yazımızda bir kere daha ispat edilmişti. Savaşmanın, adam öldürmenin küfür olmadığı Kur'anı kerimde açıkça yazılıdır. Ayrıca, şirkten başka, bütün günahları Allahın affedeceği de, Hz. Vahşi gibi sonradan Müslüman olan kimselerin günahlarının sevaba çevrileceği de bildiriliyor. Onun için Eshab-ı kiramdan herhangi birisini kötülemek âyetleri inkâr etmek olur. Peygamber efendimiz de, (Eshabımın kusurları, yanlış hareketleri olacaktır. Ancak Allahü teâlâ, benim hatırım için onların kusurlarını affedecektir) ve (Eshabımın kusurlarını söylemeyin! Kalbleriniz onlara karşı değişir) buyuruyor. Adam öldürmek, zina, içki, hırsızlık çok büyük günah iseler de kâfirlik değildir. Çünkü Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah, dilediğinin; şirkten [küfürden] gayri günahlarını affeder) [Nisa 48, 116] (Müminlerden iki taife birbiriyle çarpışırlarsa, aralarını bulun, müminler, elbette kardeştir, kardeşlerinizin arasını bulun.) [Hucurat 9-10] Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olan Hz. Vahşi ve diğerleri, tertemiz birer müslüman, cennetlik bir sahabi olup, eski günahları da sevaba çevrilmişti. Çünkü Kur'an-ı kerimde açıkça buyuruluyor ki: (Tövbe edip iman eden ve salih amel işleyenlerin günahlarını sevaplara çeviririm.) [Furkan 70) Bu husus kâfir iken Müslüman olan herkes için geçerlidir. Hangi günah olursa olsun, şirk yani kâfirlik dahil, tövbe edilince Allah onu affeder. Bu husus, kıyamete kadar böyledir. Resulullah efendimiz, hısımlarına dil uzatanlar için buyuruyor ki: (Allahü teâlâ benim için en iyi insanları sahabi, bazılarını da eshar [hanım tarafından hısım] olarak ayırdı. Onlara dil uzatanlara lânet olsun!) [Hakim] (Rabbim söz verdi ki, kızını aldığım ve kızımı verdiğim aileler, Cennette benimledir.) [Deylemî] Allahü teâlânın zatı gibi sıfatları da sonsuzdur. Razı olması da sonsuzdur. Allah, Eshabdan birkaç sene razı oldu sonra vazgeçti denilemez. Allahü teâlâ, hicret eden ve muhacirlere kucak açan Ensar ile ağaç altında sözleşme yapılan Eshabdan da, razı olmuştur. İşte iki âyet meali: (Ağaç altında, sana söz veren müminlerden, Allah razıdır.) [Fetih 18] (Muhacir ve Ensar ile onların yolunda gidenlerden Allah razıdır.) [Tevbe 100] İmam-ı Begavi buyuruyor ki: Cabir bin Abdullah dedi ki, Resulullah, (Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez) buyurdu. Bu sözleşmeye, (Biat-ür-rıdvan) denir. Çünkü, Allahü teâlâ, bunlardan razıdır. (Meâlimüttenzil) [Bu 1400 kişi arasında Hz. Ali ile savaşan Eshab da var idi.] Allahü teâlâ, sadece cihad eden eshabın değil, evlerinde oturanların da cennetlik olduğunu bildirmiştir. İşte âyet meali: (Müminlerden, oturanlarla mal ve canları ile cihad edenler bir olmaz. Ama Allah hepsine de Husnayı [Cennet] va'detti.) [Nisa 95]
Birbirini çok seven insanlar
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
En kıymetli peygamber, bizim Peygamberimizdir, en iyi eshab onun eshabı, en iyi ümmet de onun ümmeti yani bütün Müslümanlar. Eshab birbirinin dostu idi ve birbirini çok severdi. Kur'anı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Sizler, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a inanırsınız.) [Âli İmran 110] (İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mal ve canları ile cihad edenler ve hicret eden eshabı barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72] (Muhammed aleyhisselam, Allahın Resulüdür, Onunla birlikte bulunanlar da, kâfirlere karşı şiddetli, çetin, fakat, birbirlerine karşı merhametlidir. Bunları çok zaman rüku ve secdede görürsün. Allahtan lütuf ve rıza isterler. Çok secde ettikleri yüzlerinden belli olur. Bu Onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar, ekine benzer. İnce bir filiz yerden çıkıp kalınlaşıp yükseldiği gibi, az ve kuvvetsiz oldukları halde, kısa zamanda etrafa yayılmaları, kâfirleri kızıp, öfkelendirdi.) [Feth 29] (Eshaba kızanın kâfir olduğu bu âyette de bildiriliyor.) (İnanıp iyi işler yapanlar, cennet ehlidir. Orada ebedî kalırlar. Onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Onlar derler ki: "Hidâyetiyle bizi bu nimete kavuşturan Allah'a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık. Rabbimizin resulleri gerçeği getirmişler." Onlara: İşte size cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız diye seslenilir.) [Araf 42-43] (Takvâ sahipleri, cennetlerde ve pınar başlarında olacak, onlara "Emniyet ve selâmetle girin" denilecektir. Biz, onların kalblerindeki kini söküp attık; onlar köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklardır.) [Hicr 45-47] Ehl-i sünnet âlimleri, bu âyetleri de, delil getirerek, seçilmiş bir ümmet olan Eshabı kiramın birbirlerini çok sevdiklerini, birbirine karşı çok merhametli olduklarını, kalblerinde birbirlerine karşı en ufak kin bulunmadığını bildirmişlerdir. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: (Eshâbımın hiçbirine dil uzatmayın. Yemin ederim ki, Uhud dağı kadar altın sadaka veren, eshâbımdan birinin bir avuç arpası kadar sevap alamaz.) [Ebu Davud] (Eshabımı seven, beni sevdiği için sever, sevmeyen de, beni sevmediği için sevmez.) [Buharî] (Eshab ve akrabamı sevip peygamberlik hakkımı koruyanları, Allahü teâlâ, dünya ve ahirette zararlardan korur. Onları incitenlere de azap eder.) [Taberânî] (Eshabımın ismini işitince susun, şanlarına yakışmayan söz söylemeyin!) [Taberânî] (Eshabım arasında çıkacak fitnelere karışanları, Allahü teâlâ benimle olan sohbetleri hürmetine affeder, sonra gelenler, bu fitnelere karışan Eshabıma dil uzatarak cehenneme gider.) [Müslim]
Kur'an-ı kerimde nesh vardır
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bid'at ve dalalet ehli, "Allahın, koyduğu bir hükmü, daha sonra değiştirmesi, akla uygun değildir, nesh yoktur" diyor. Bu, neshi bilmeyen cahillerin veya bildiği halde gerçekleri gizleyen hainlerin sözüdür. Bütün hak dinlerde, iman bilgileri yani Amentü'nün esasları bozulmadan önce aynı idi. İmanda değişiklik olmaz. İki âyet meali: (Kur'an, önce gelmiş olan kitapları tasdik edicidir.) [Bekara 97], (Tevrat'ı tasdik eden Kur'ana inanın!) [Bekara 41] Nesh, peygamber kıssaları ile cennet ve cehennemi bildiren âyetlerde olmaz. Yalnız, emir ve yasaklarda olur. Nesh; emir ve yasakları değiştirmek demek değil, bunların yürürlük zamanlarının bittiğini haber vermektir. Kur'an-ı kerim, Tevrat ve İncil'i nesh edip yürürlükten kaldırdı. (Beyan-ül-hak) Dinin emir ve yasakları tedrici olarak bildirildi. Mesela Bekara suresinin 219. âyetinde, önce içkinin büyük günahı yanında, bazı faydalarının da bulunduğu bildirildi. Daha sonra haram edildi. (Maide 91) Nesh hakkında iki âyet meali: (Biz, daha iyisini veya onun gibisini getirmeden bir âyeti nesh etmez veya unutturmayız.) [Bekara 106] (Ya bize bundan başka bir Kur'an getir, yahut onu değiştir diyenlere de ki, Onu kendiliğimden değiştiremem.) [Yunus 15] Demek ki nesh edilen ve unutturulan âyetler vardır. Hadis-i şerifle de olsa, nesh yine Allahın emri iledir. Çünkü Resulullahın dine ait sözleri vahiydir: (Onun sözü vahiyden başka değildir.) [Necm 5] Neshin çeşitleri şunlardır: 1- Âyetin, âyet ile neshi: Bekara suresinin 180. âyetinde, ölüm hastasının ana, baba ve yakınları için vasiyette bulunma şartı vardı. Nisa suresinin 11. âyetinde, herkesin ne kadar miras alacağı bildirilmiş ve böylece vasiyet şartı kaldırılmıştır. Nisa suresinin, (Yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini veriniz) mealindeki 33. ayetine göre, akraba olmayan iki kişi yeminleşir ve biri diğerine mirasçı olurdu. Ama Enfâl suresinin, (Yakın akrabalar vâris olmaya daha uygundur) mealindeki 75. ayeti ile neshedildi. (Ebu Davud) Nur suresinin, (Zina eden ancak zina edenle evlenebilir) mealindeki 3. âyeti, Nur suresi 32. âyeti ile ve İbni Mâce'nin bildirdiği (Önceki zina, nikâhı haram kılamaz) hadis-i şerifi ile nesh edildi. Dört mezhepte de, zina eden, zina etmeyenle ve zina etmeyen, zina edenle evlenebilir. (Cessas) 2- Âyetin, sünnet ile neshi: Bekara suresinin (Ölüm gelince, ana baba ve yakınlara vasiyet farzdır) mealindeki180. Âyeti, [Buhari'deki] (Vârise vasiyet yoktur) hadis-i şerifi ile nesh edildi. Zekât verilmesi bildirilen 8 sınıftan biri olan Müellefe-i kulub, iman etmesi veya kötülükleri önlenmek istenilen kâfirler ve yeni iman etmiş olan zayıf Müslümanlar idi. Hz. Ebu Bekir zamanında, Beyt-ül-mal emini olan Hz. Ömer, [Kütüb-i sittenin hepsinde bulunan] (Zekâtı Müslümanların zenginlerinden al, fakirlerine ver) mealindeki Muaz hadisini bildirip, (Müellefe-i kulub'a zekât verilmesini Resulullah nesh etti) dedi. Eshab-ı kiramın hepsi, bunu kabul etti. Nesh edilmiş olduğuna ve bunlara zekât verilmemesi gerektiğine icma hâsıl oldu. (R. Muhtar) 3- Sünnetin âyet ile neshi: Beyt-ül-makdis'e doğru namaz kılınırken, Bekara suresinin, (Yüzünü artık Mescid-i Haram [Kâbe] tarafına çevir) mealindeki 144. âyeti ile nesh edildi. 4- Sünnetin sünnet ile neshi: Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kabir ziyaretini yasaklamıştım, bundan sonra ziyaret edin!) [İ. Mace], (Bazı âyetlerde olduğu gibi, hadislerimden de birbirini nesh eden olur.) [Deylemî]
30.05.2002
...XXXXXXXXXXX
Kibirli hakkı kabul etmez
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Asıl düşman içerdedir, bu da nefsimizdir. En büyük düşman, insanın nefsidir. Nefsinin arzularına tâbi olanın, Allahü teâlâya kul olması zordur. Nefis daima kötü şeyleri ister. Haram işlemek nefse esir olmayı gösterir. Nefis, bütün iyiliklerden süzülmüş, sadece bütün kötülüklerin bulunduğu en ahmak yaratıktır. Nefis bir kötülük deposudur. Kendini iyi zanneder, halbuki süper cahildir. Her istediği aleyhinedir. Gıdası haramlardır. Asıl arzusu ilah olmaktır. Tatmin olmaz kötülük yaptırmakla, rahat bulur kendine taptırmakla. Büyük küçük herkeste nefis vardır. Hiç kimse emir almak istemez. Küçük diye, çocuk diye geçmemeli, onun gururu ile oynamamalı. Ankara'ya yeğenimi ziyarete gitmiştim. Yeğenimin 2-3 yaşlarında kızının ayakları çıplaktı. Bir ayağı betonda bir ayağı halının üzerindeydi. Ona, betona basma, öteki ayağını da halının üstüne koy dedim. Sen bana ne karışıyorsun, ben kârımı zararımı bilmez miyim, der gibi, bana ters ters baktı. Sonra hışımla, inatla halıdaki ayağını kaldırıp betondaki öteki ayağının yanına sertçe koydu. Çocuk olduğu için tepkisini gizleyemedi. Büyükler de aynen o tepkiyi gösteriyorlar, fakat ayıplanacağız diye tepkilerini belli etmemeye çalışıyorlar. Bir arkadaş anlattı: Kime sabah namazına gel dediysem herkes bir mazeret buldu, inşallah geliriz diyen kimse çıkmadı. Kimisi, (Sen yatsıya gelmiyorsun biz de sabaha, sen önce kendine bak. Hem biz evde çoluk çocukla cemaat yapıyoruz) dedi. Halbuki haklı bile olsalar, geçerli bir mazeretleri bulunsa bile, tepki göstermemeleri gerekirdi. Doğru söz kimden gelirse gelsin inat etmeden kabul etmek gerekirdi. Mazeretinden dolayı gelemiyorsa, (İnşallah) da denemez miydi? Nefis, kibir hepimizde mevcuttur. Bunu azaltmaya çalışmak lazımdır. Dinin her emrine uymak ve yasak ettiği her şeyden kaçmakta mutlaka nefsi kırma payı vardır. Buna riyazet ve mücahede denir. Riyazet, nefsin arzularını [haram ve mekruhları] yapmamaktır. Mücahede, nefsin istemediği şeyleri [ibadetleri] yapmak demektir. Kibir, şirkin kardeşidir. Kibir taşıyan kafada, akıl bulunmaz. Nefsi aradan çekmeli, kendimizi beğenmemeliyiz, kendimizden iğrenmeliyiz, kendinden tiksinmeyen kurtulamaz. Bir kimseye emri maruf yapınca, Allahtan kork şunu yap, şunu yapma denince, eğer kabul etmezse o kişi nefsine mağlup olmuş demektir. Hadis-i şerifte buyruldu ki: (Allahtan kork diyene, sen önce kendine bak diyeni Allahü teâlâ sevmez.) [Beyhekî] Hakkı, doğruyu kim söylerse söylesin kabul etmek gerekir. Doğru olan birşeyi kabul etmemeye inat denir. İnat, karşımızdakini aşağı görmek, ondan nefret etmek, ona düşmanlık beslemek, haset etmek gibi sebeplerden ileri gelir. Hakkı, düşmanımız da söylese kabul etmeliyiz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.) [Buharî] (Kişi, inadından vazgeçene kadar Allah ona gazap eder.) [İ. Ebiddünya] (Küçük, büyük, iyi kötü veya hoşlanmadığın biri, hakkı söylerse, kabul et.) [Deylemî] (Din kardeşine itiraz etme!) [Tirmizî] Fudayl bin İyad hazretleri "Tevazu, ister cahilden, ister çocuktan duyulsa da hakkı tereddütsüz kabul etmektir. Kabul edemeyen kibirlidir" buyuruyor. Abdülkadir Geylani hazretleri de, (Kardeşinin yaptığı öğüdü kabul et. Ona itiraz etme) buyurdu.
Dinimizi bozmaya çalışanlar
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Türkiye'ye ilk defa mezhepsizlik ve Vehhabiliği sokmaya çalışanlardan biri olan 1940'lı yıllarda vefat eden bir hoca diyor ki: (Kur'an ile hadisler sayılıdır. Olaylar ise sonsuzdur denilerek, kıyas ile birçok şey ilave edilmiştir. Kıyas ve ictihad yoktur) diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerine iftira ediyor. Kıyas ve ictihad, dine bir şey eklemek değil, Kur'an ve hadisin, derin örtülü manalarını meydana çıkarmaktır. Eshab-ı kiram da kıyas yapmıştır. İcmanın da âyetle emredildiği Beydavi tefsirinde yazılıdır. (Dinde, her şey söylenmiştir. Ancak Kitap ile Sünnetin bildirmediği her şey mubahtır) diyerek tenakuzlu konuşuyor. (Kıyas ile, din arttırılıyor, mubahlar haram ediliyor) diyerek dinin bir hükmü olan kıyasa saldırıyor. Bilmiyor ki, zaruri olarak ve icma ile bilinen inanılacak şeylerde, itikat meselelerinde kıyas yoktur. Kitab ve sünnette açık bildirilen işlerde de kıyas olmaz. (Eshabın, Kitab ve Sünnete uymayan sözleri alınmaz) diyerek, onları, Kitab ve Sünnete uymayan şey söyleyecek sanıyor. Kitabı ve Sünneti, toplayan Eshab-ı kiramdır. İslam âlimleri buyuruyor ki: (Resulullahın Peygamber olduğunu ispat edecek hiçbir şahidi bulunmasaydı, yalnız Eshabını görmek, Peygamber olduğunu bildirmeye yetişirdi. Çünkü, onların her biri, [Resulullahın mucizesi sayesinde] her ilimde, birer derya idi.) [Mucizeye inanmayan bunu imkânsız zanneder.] (Müctehidlerin, Kitab ve Sünnete aykırı ictihadlarına uyulmaz) diyerek, Kitab ve Sünnete aykırı ictihad var sanıyor. (Mezhep imamına uymak, onu Peygamber menziline çıkarmak olur. Bu ise küfürdür) diyerek bir mezhebe uyan Müslümanları kâfirlikle suçluyor. Halbuki, Redd-i vehhabi ve Hadika'da diyor ki: (Dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir. Çünkü, Eshabın ve tabiinin mezheplerini tam olarak bilmiyoruz, bilseydik, onlara da uymamız caiz olurdu. Çünkü, hepsi doğru idi. Dört mezhep, tam bilindiği ve yaygın olduğu için, her Müslümanın bunlardan birine uyması gerekir.) (İctihadlar düşünce ve görüştür. Eldeki kitaplar, mezhep kitaplarıdır) diyerek Kitap ve Sünnetten, mezhep imamlarının değil, kendi anladığını din sanıyor. Ömer Rıza Doğrul da, bu kitaba yazdığı önsözde, yazarı övüp, (Çağın ihtiyaçlarını, kıyas yolu ile dinden değil, medeniyetin terakkilerinden beklemek gerekir. Kıyas; Kitap ve Sünnet ile alakası olmayan, fakat her şeyi dine dayamak isteyen müctehidlerin icadıdır) diyerek, kendisinin de, ehl-i sünnet olmadığını, dini ve ictihadı da bilmediğini açıklıyor. Hicri 400 yılından sonra kıyas yapacak âlim yetişmedi. (Redd-ül-muhtar) Dört mezhepten sonra, hiçbir âlim, mutlak müctehid olduğunu söylemedi. Mezhepte müctehidler yetişti. Kıyamete kadar, lazım olacak bütün hükümleri, dört imam kitaplara yazmıştır. Şimdi, hiç kimse, Kitap ve Sünnetten, dört mezhebin birinde bulunmayan yeni bir hüküm çıkaramaz. (Mizan-ül-kübra) Bugün 4 mezhepten birine uymak vaciptir. Uymayan Ehl-i sünnet olamaz. (Tahtavi) Bugün teknik ilerledi diyerek dinde reform düşünmek hainliktir. Allah, Kur'anda, (İslamiyeti kâmil olarak gönderdim, Resulümün emrine uyun, yasak ettiklerinden sakının) buyurmasına rağmen, Resulüne "postacı, hadislerine ihtiyaç yok" demek din düşmanlığı değil midir?
"Modernist İslamcılık" ve fıkıh
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Emekli bir hoca, Müslümanları, modernist İslamcı ve fıkhi geleneğe bağlı Müslüman, kısaca selefci-mezhepçi olmak üzere ikiye ayırıyor. Kendisi modernist İslamcı imiş. Modernist İslamcılar, Kitap ve Sünneti esas alırlarmış, ötekiler ise, fıkhi mezhepleri esas alırmış. Bu ne cahillik?!. Dört fıkhi mezhepten hangisi Kitap ve Sünneti esas almaz ve hangisi Kitaba ve Sünnete aykırıdır? Bu İslamcılar, dört mezhepten farklı olarak ne yapmışlar da kendilerine modernist diyorlar? Namazın, orucun veya diğer ibadetlerin yeni, modern bir şekli mi olur, çağa göre ibadet değişir mi? Değişmezse, kendilerine modernist yaftasını niye takarlar ki? Müslüman isminden daha güzel ne var da, başka bir isim uyduruyorlar. Kimi de islâmcı yerine dinci diyor. Dinimiz salih, mücahid, dindar, mütteki gibi kelimeleri bildirmişken, İslamcı demek bid'attir. Hiçbir İslâm âlimi islâmcılıktan bahsetmemiştir. Türkçe'de genelde cı, cu ekleri isim ve sıfat üreten bir ektir. İsim olarak, sütçü, balıkçı, şarkıcı gibi o işin ticaretini yapan kimseye denir. Sıfat olarak pilavcı, esrarcı, yıkıcı gibi kelimeler, o şeyi yiyene ve o işten zevk alana denir. İslâmcı, dinci de bana bunlar gibi geliyor. İslâmı ve dini yiyip bitirmekle zevk alan veya onun ticaretini yapan kimse gibidir. Bunun için de hiç kimse dinci veya islâmcı olmamalı, sadece Müslüman olmalı. Selefci-mezhepçi demek de çok yanlıştır. Mezhepçilik de mezhep yiyip içen, mezhep ticareti yapan gibi bir şey. Selefci de öyle. Ne o, selef mi alıp satıyorsun sayın emekli demezler mi adama? Dört mezhebin kurucuları selef âlimleri değil mi? Bir mezhebe uyan kimse, selef âlimlerini kabul etmez mi? Selefe uyan selef âlimi olan mezhep imamlarını kabul etmiyor mu yoksa? Ehli sünnet için, (İlahiyat fakülteleri dışında, fıkıh imamlarının kültürleri ışığında anlamayı kendilerine gaye edinmiş kimseler) diyor. Fıkıh imamlarının kültürleri ilahiyat fakültelerinin dışında mı oluyor? Yoksa ilahiyat fakülteleri, fıkıh imamlarını kabul etmiyor mu? Her ikisi de değilse, nedir bu emeklinin sıkıntısı? Mezhepsizleri savunma hırsı, emekliyi böyle ne dediğini bilmez hale getirmiş. İmamı a'zam hakkındaki âlimlerin sözlerini alaya almış, İmamı a'zamın mükrehin [ölümle tehdit edilenin] talakının geçerli olmasını kabul edemiyor. (Hanefi'ye göre boş olur, üç mezhebe göre boş olmaz. Hanefi olan ne yapacak?) diyor. Mezhebin hükmü ne ise onu uygular. Mezhepsiz emekli, bir mezhebe uymayı taassup olarak görüyor ve bin yıldan beri bir mezhebe bağlanan Müslümanlara, (Bin yıl önceki mezheplere hayran olanlar) diyerek alay ediyor ve hakaretler savuruyor. (Utanmadıktan sonra istediğini yap) hadisi şerifine uygun hareketler sergiliyor. Mason Efgani, çömezi mason Abduh ve diğer mezhepsiz bid'at ehli kimselere övgüler yağdırıyor. İyi bilinmeli ki, İslami ilimler, nakli ve akli ilimler olmak üzere ikiye ayrılır. Nakli ilimler, yani din bilgileri zamanla değişmez, kıyamete kadar hep aynıdır. Zamanla değişen, âdetler ve fen bilgileridir. Nakli ilimlerin saf, berrak, bid'atsiz şekli geridedir. Akli ilimlerin ise en gelişmiş şekli ileridedir. Zamanla gelişirler. Nakli ilimleri yani din bilgilerini fen bilgileri ile karıştırmak, cahillik değilse, nedir? Sen övgüler düzdüğün mason Efganilerin yolundan git, biz de bin yıl önceki İmam'ı a'zamların yolundan gidelim. Senin yolun sana, bizim yolumuz bize.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bazıları Allaha inanan herkesin cennete gideceğini sanıyor. Bu çok yanlıştır. Amentü'deki altı esastan birine inanmayanın imanı geçersizdir. Bunun için inanmak değil, doğru inanmak önemlidir. Âhirette kurtulmak, ibâdetin çok olmasına değil, doğru imana bağlıdır. İhlaslı ameli az da olsa, hatta hiç ameli olmasa, zerre kadar doğru imanı olsa yine cennete girer. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Kalbinde zerre kadar imanı olan cehennemde kalmaz.) [Buhârî, Müslim] Dünyadan herkes ahirete yolculuk yapıyor. Herkes bir vasıtaya binip gidiyor. Bir vasıtaya binmek değil, doğru vasıtaya binmek önemlidir. Yanlış vasıtaya binen, istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Kâbe'ye gitmek için niyet edip Paris'e giden uçağa binen, niyeti halis olsa da Kâbe'ye varamaz. Allahü teala, doğruyu azcık merak edene, doğruyu arayana doğru yolu yani hakiki islamiyeti nasip edeceğine söz vermiştir. [Ankebut 69, Şûra 13], Allah sözünden dönmez. (Ali imran 9) Demek ki batıl yollardaki insanlar istemek bir yana merak bile etmiyorlar. Allahü teâlâ rızka kefildir ama imana kefil değildir. Doğru iman sahibi olmaya çalışmalıdır. İtikadı düzeltmeden önce ibâdet etmenin faydası olmaz. Doğru itikat, ehli sünnet itikadıdır. Doğru itikad 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır rakamı gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur. İhlassız, yani riya ile yapılan ameller de, soldaki sıfır gibi yani 1 rakamının soluna konan sıfır gibi değersizdir. İtikat doğru olunca ibadetleri arttırmak, insanın gayretine, ihlasına, ilmine bağlıdır. İstediği kadar artırır. Ancak, doğru itikadı, yani ehli sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç faydası olmaz, soldaki sıfır gibi değersizdir. Mutezile ve benzeri akılcı gruplara göre ibadetler amelden bir parçadır. Onlara göre günah işleyen ve farzları yapmayan kâfir olur, yani iman X amel diyorlar. Bunlardan birisi sıfır olursa netice de sıfır olur diyorlar. Yani imansız amel de amelsiz iman da makbul değil diyorlar. Ehli sünnet, Amelsiz iman makbul, imansız amel makbul değildir. Ehli sünnete göre amel X ihlas denebilir. Ancak amel işlemeden, (Param olsaydı şu fakire yardım ederdim diye ihlasla düşünen de, vermediği halde, amel işlemediği halde ihlaslı niyetinden dolayı sevaba kavuşur. Bir kimsenin ihlası ne kadar çoksa, amel ile çarpılınca netice büyük olur. Bizim ihlasımız 1 ise, bin fakire birer ekmek versek, 1x1000=bin sevap eder. Eshabı kiramın ihlası çok kuvvetli olduğu için, mesela onların ihlası 1 milyon olsun, bir fakire bir ekmek verse bir milyon sevap alır. Nitekim hadisi şerifte buyuruluyor ki: (Yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshabımdan birinin bir avuç kadar arpa sadakasının sevabına kavuşamaz.) [Buhari] Eshabı kiramın imanları çok kuvvetli ve ihlasları çok fazla olduğu için böyle sevaplara kavuşuyorlar. Eshabı kiramdan biri diğerinden daha yüksek idi. Bunun için Hz. Ebu Bekir'in verdiği bir avuç hurmanın sevabı, diğer sahabeden birinin vereceği sevap arasında dağlar kadar fark vardır. Bir hadis-i şerifte de buyuruluyor ki: (Benden sonra, Eshabımın ihtilaf edecekleri meseleler hakkında suâl ettim. Rabbim bana "Senin eshabın benim yanımda gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı diğerinden daha parlaktır. Onlardan birisine uyan hidayet üzerindedir" buyurdu.) [Deylemi]
Doğruyu bulmak zor değildir
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bugün birçok fırka, grup var. Hepsi doğru olan biziz, ötekiler yanlış yolda diyor. Bu konuda İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: [Tirmizî'nin bildirdiği] (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72'si cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir) hadis-i şerif, 72 fırkanın cehennemde azap göreceğini fakat, cehennemde sonsuz kalacağını bildirmiyor. Sonsuz kalmak, imansızlar yani kâfirler içindir. 72 fırka, cehennemde itikatlarının bozukluğu kadar yanar. Yalnız Ehli sünnet cehennemden kurtulur. Bunlardan kötü iş yapanların günahları tövbe veya şefaat ile affolunmadı ise, bunlar da günahları kadar cehennemde kalırlar. (3/38) Ehl-i Sünnet itikadına uymayan bozuk, sapık inançlara bid'at ve dalalet yolları denir. Hz. Adem'den beri, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerde bir olan husus, iman esaslarıdır. İmanda ayrılık olmaz. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uymayan, her mana yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur'ana ve hadise uyduğunu iddia eder. Kısa görüşü ile, bunlardan yanlış manalar çıkarır, doğru yoldan kayar. Allahü teâlâ, (Kur'an-ı kerimde verilen misaller, çok kimseyi saptırır, çok kimseyi de doğru yola iletir) buyurdu. (Bekara 26) , Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları manalar doğrudur. Çünkü, bu manaları, Eshabı kiramdan ve Tabiinden almışlardır. Kurtuluş yolunu, yanlış yollardan ayıran onlardır. Onların hidayet ışıkları olmasaydı, bizler doğru yolu bulamazdık. İslâmiyeti bozulmaktan koruyan onların çalışmasıdır. Onlara uyan kurtulur. Onlara uymayan sapıtır, herkesi de sapıtmaya çalışır. (m. 286) Bir hadisi şerifte, (Rabbim bana vahyetti ki: "Ya Muhammed eshabın gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı bazısından daha parlaktır. Onlardan birine uyan hidayet üzeredir") buyuruldu. (Deylemi) Kur'anı kerimde, (Her fırka, doğru yolda olduğunu zannederek sevinir) buyuruldu. (Rum 32) [m.80] Peygamber efendimiz ise, (Kurtuluş fırkası, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır) buyurdu. Resulullah efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da, söylemesine lüzum olmadığı halde, bunları da söylemesi, (Eshabım benim yolumdadır, benim yolum, Eshabımın yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Ancak Eshab-ı kiramın yolunda giden Ehl-i sünnettir. Nisa suresinin 79. âyetinde, (Resule itaat, Allaha itaattir) buyuruldu. Allaha itaatin, Resulüne itaatten başka olduğunu sananlar için buyuruluyor ki: (Allahın yolu ile, peygamberlerin yolunu birbirinden ayırmak isteyenler kâfirdir.) [Nisa 150,151], Resulullah, (Eshabımın yolundan gidin) buyurduğu halde, Eshabın yolunda gitmeyip de, Peygambere uyduğunu söyleyen, Ona uymuş olmaz. Böyle yol tutan kurtulamaz. Mücadele suresinin, (Doğru bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır) mealindeki 18. âyeti bu gibilerin halini gösteriyor. (m. 80) İhtilafları çözmek için de sünnete ihtiyaç vardır. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Anlaşamadığınız bir işin hükmünü Allahtan [Kur'andan] ve Resulünden [hadisten] anlayın.) [Nisa 59] Buradaki anlayın emri, âlimler içindir. Çünkü Kur'anı kerimde, (Bilmiyorsanız âlimlere sorun) buyuruluyor. (Nahl 43) Kur'ana, Sünnete ve eshaba uyabilmek için dört mezhepten birisine uymak gerekir. (Mizan-ül-kübra), Seyyid Ahmed Tahtavi hazretleri buyurdu ki: (Bugün her Müslümanın 4 mezhepten birinde bulunması vaciptir. 4 mezhepten birinde bulunmayan Ehl-i sünnetten ayrılır. (Dürr-ül-muhtar haşiyesi)
Kur'an-ı kerim değişmemiştir
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İbni Sebeciler, "Kur'anı ilk üç halife değiştirdi" diyorlar. "Ben bir resulüm" diyen Reşat Halife de, Tevbe suresinin son iki âyeti değişti diyor. Şimdi âyetlere bakalım: (Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini [Kur'anı] değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet] yoktur.) [Enam 115] (Kur'anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9] (Kulumuza [Resule] indirdiğimizden [Allahtan geldiğinden] bir şüpheniz varsa, iddianızda doğru iseniz, Allah'tan gayri şahitlerinizi [bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sure meydana getirin! Bunu yapamazsınız, asla yapamayacaksınız da.) [Bekara 23, 24] (De ki: Bu Kur'anın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88] (14 asır geçtiği halde, birçok din düşmanı, hâşâ Allahı yalancı çıkarmak için uğraşmışsa da bunu yapamadılar.] (Eğer Kur'an, Allah'tan başkasından gelmiş olsaydı, içinde pek çok tutarsızlık [tenakuz, çelişki] bulunurdu. Bunu düşünemiyor musunuz?) [Nisa 82] (Eğer o [peygamber] bize atfen, [Kur'ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47] (Kur'an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamdettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42] [Kur'anı Allah indirdiği için, onu bozabilecek birisinin çıkamayacağı açıkça bildiriliyor.] Kur'an-ı kerim, Resulullahın en büyük mucizesidir. İçinde bütün dünyada bugüne kadar yapılmış medeni kanunlara örnek teşkil edecek ilmi ve hukuki esaslar, eski tarihe ait birçok bilinmeyen malumat, insanlara verilebilecek en büyük ahlâk esasları, nasihatler, dünya ve ahiret hakkında, o zamana kadar hiçbir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği hususlar vardır. Bunlar kimsenin söyleyemeyeceği bir ifade ile beyan edilmiştir. Müşrikler, mucize isteyince de buyuruldu ki: (Kur'an gibi [eşsiz] bir kitabı sana indirmemiz, [mucize olarak] yetmez mi?) [Ankebut 51] "Bu Allahın kitabı değildir" diyebileceklere karşı da, böyle şüphelere yer bırakılmamıştır. Allahü teâlâ, Resulünün böyle bir kitap yazacak kudrette olmadığını ve Kur'anı kendisinin vahyettiğini teyit etmektedir. Esasen Resulünün özellikle ümmi, [okuma yazma öğrenmemiş] olmasını ve bu sebepten Kur'anın ancak Allah tarafından vahy edilebileceğinin anlaşılmasını istemiştir. Bir âyet meali: ([Ey Resulüm, bu Kur'an sana indirilmeden önce] Sen bir kitaptan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı müşrikler [Kur'anı başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış] derlerdi.) [Ankebut 48] Bu eşsiz mucize olan Kur'anı kerime uyabilmek için, Kur'anın muhatabı olan Peygamberimize uymak ve şerefli sözlerini [hadis-i şeriflerini] kabul etmek lazımdır. Kur'anı kerimde buyuruluyor ki: (Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur.) [Nisa 80] (De ki, "Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin!") [A. İmran 31] (De ki, "Allaha ve peygambere itaat edin! Eğer [uymayıp] yüz çevirirlerse, [kâfir olurlar.] Elbette Allah kâfirleri sevmez.) [A. İmran 32]
Yalnız Kur'an diyen yalancılar
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Mezhepsizler, dindeki dört delilin ikisini kabul etmeyip Kitap ve Sünnet'ten başka delil yok diyorlar. Mezhepsizleri de geride bırakan türediler, Kitap ve Sünnet tabirine bile saldırıp, "Kur'andan başka bir sünnet adı altında din çıkarmak İslâmı yıkmaktır, Peygamber Kur'anı getirmekle işi bitmiştir, o bir postacıdır" diyerek Sünneti Kur'andan farklı bir şey gibi göstermeye çalışıyorlar. Yalnız Kur'an diyenler, kesinlikle Kur'anı kerime inanmıyorlar. İslamiyeti yıkmak için inanmış gibi görünüyorlar. Bunların başında İgnaz Goldziher, Shacht gibi Oryantalist denilen gayri müslimler gelir. Hıristiyanların çıkardığı bu akıma kapılıp biz de resulüz diyenlerden Hintli Mirza Gulam Ahmet ile Mısırlı Reşat Halife ve daha başka zındıklar vardır. Reşat Halifenin kurduğu on dokuzcular bâtıl dinini savunanlar da yalnız Kur'an diyor, Sünneti inkâr ediyorlar. Dindeki dört delilden üçü inkâr edilince, herkes kendi anladığını doğru kabul edecek ve böylece insan sayısı kadar din meydana gelecek, bir kaos yaşanacak ve nihâyet din yıkılacaktır. Fakat bu dini yıkmaya muvaffak olamayacakları Kur'an-ı kerimde bildirilmektedir: (Onlar, ağızları ile Allahın nurunu [Kur'an, Sünnet, icma ve kıyastan meydana gelen Allahın dinini] söndürmeye yelteniyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de, Allah nûrunu [dinini] tamamlayacaktır.) [Saf 8] Yalnız Kur'an diyenler, Kur'andaki İslam diyenler, utanmadan yalan söylüyorlar. Sözlerinde zerre kadar samimiyet yoktur. Kur'ana inanmalarında samimi olsalardı, âyetlere inanırlardı. Allah yalnız Kur'an mı diyor? Allahü teâlâ, (Resulüme uyun, onun bildirdiği her şeyi kabul edin, haram ettiklerinden sakının, Resule uyan bana uymuş olur. Ona isyan eden bana isyan etmiş olur. Onun sözleri vahye dayanır. Onun sözünü benim sözüme aykırı görenler ve Allahın yolu ile Peygamberin yolunu birbirinden ayırmak isteyenler kâfirdir) buyurmuyor mu? İşte âyet-i kerime mealleri: (Resulümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!) [Haşr 7] (O, [Resulüm] vahyden başkasını söylemez.) [Necm 3,4] (Resulüme uyun ki, doğru yolu bulun!) [Araf 158, Nur 54] (Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur.) [Nisa 80] (Allaha ve Resulüne karşı gelen, apaçık bir sapıklıktadır.) [Ahzab 36] (Allah ve Resulüne itaat eden cennete, isyan eden cehenneme gider.) [Nisa 13,13] (İhtilaflı bir işin hükmünü Allahtan [Kur'andan] ve Resulünden [Sünnetten] anlayın!) [Nisa 59] (O Peygamber, güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar.) [Araf 157] (Biz her peygamberi kendisine itaat edilsin diye gönderdik.) [Nisa 64] (Aralarında hüküm verilmek üzere Allaha ve Peygambere çağırıldıkları vakit: "İşittik, itaat ettik" demek, ancak müminlerin sözüdür, işte kurtuluşa erenler onlardır.) [Nur 51] (Allaha ve Resûlüne karşı gelen, bilsin ki, Allahın azâbı çok şiddetlidir.) [Enfâl 13] (Allaha ve Resulüne itaat edin! [uymayıp] yüz çeviren [kâfirdir] Allah da kâfirleri sevmez.) [A. İmran 32] (Allah ile resullerinin emirlerini birbirinden ayırıp ikisi arasında bir yol tutmak isteyen kâfirdir.) [Nisa 150,151] Kur'anda, (yalnız Kur'ana uyun) denmiyor, (Allaha ve resulüne uyun) deniyor. Resulünü devreden çıkaran, Kur'anın açıklaması olan hadisleri delil saymayan, Kur'anın ifadesi ile kâfir olur.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Allahü teâlâ, Resulüne Kur'anın açıklamasını, hüküm koymasını emredip, iman, itaat ve Kelime-i şehâdette de Resulünü kendisiyle birlikte bildiriyor: (Kur'anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44] (İhtilaflı şeyleri insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidâyet ve rahmet olsun diye bu Kitabı sana indirdik.) [Nahl 64] (İhtilaflı bir işin hükmünü Allahtan [Kur'andan] ve Resulünden [Sünnetten] anlayın!) [Nisa 59] (Aralarındaki anlaşmazlıkta seni hakem tayin edip, verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmedikçe, iman etmiş olmazlar.) [Nisa 65] (Allah ve Resulü, bir işte hüküm verince, artık inanmış kadın ve erkeğe, o işi kendi isteğine göre, tercih, seçme hakkı kalmaz.) [Ahzab 36] (O Peygamber, güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar.) [Araf 157] (Allaha ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!) [Araf 158] (Allaha ve Resulüne itaat edin!) [Enfal 20] (Resulullahta sizin için [uyulması gereken] güzel örnekler vardır.) [Ahzab 21] (Allaha ve Resulüne inanmayan [kâfir olur] kâfirler için de çılgın bir ateş hazırladık.) [Feth 13] (Allah, dilediğine hikmeti verir. Hikmet verilene de, çok hayır verilmiştir.) [Bekara 269] (Size kitabı, hikmeti getiren ve bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.) [Bekara 151] İmam-ı Şafiî, (Bu âyetteki hikmet, Sünnettir. Önce Kur'an, peşinden hikmet bildirilmiştir) buyurdu. (Risale s.78) Kur'an ile birlikte bir de hikmet [Sünnet] getirildiği, bu âyet ile de bildirildi. Dünkü yazıda, yalnız Kur'an diyenlerin, Kur'ana inanmadıklarını, Kur'an ve Sünneti kabul etmedikleri için kâfir olduklarını âyetlerle bildirmiştik. Bu konudaki hadis-i şerifler de şöyledir: (Cebrail aleyhisselam, Kur'an ile beraber açıklaması olan sünneti de getirmiştir.) [Darimi] (Bana Kur'anın misli kadar daha hüküm verildi.) [İ. Ahmed] (Yalnız Kur'andaki helal ve haramı kabul edin diyenler çıkar. İyi bilin, Peygamberin haram kılması, Allahın haram kılması gibidir.) [Tirmizî, Darimi] (Bana uyan cennete girer, bana isyan eden ise giremez.) [Buharî] (Bir zaman gelir "Kur'andan başka şey tanımam" diyenler çıkar) [E. Davüd] (Kur'ana ve sünnete uyan hiç sapıtmaz.) [Hakim] (Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.) [Müslim] (Bir zaman gelir, beni yalanlayanlar çıkar. Bir hadis söylenince, "Resulullah böyle şey söylemez. Bunu bırak, Kur'andan söyle" der.) [Ebu Ya'la] (Sünnetimi öldürüp dini bozmaya çalışanlara lanet olsun) [Deylemî] (Ümmetim bozulunca, sünnetimi ayakta tutana şehit sevabı verilir.) [Hakim] (İhtilaflar çıkınca, sünnetime ve hulefa-i raşidinin sünnetine sımsıkı sarılın!) [Tirmizî] (Bize yalnız Kur'andan söyle) diyen birine, İmran bin Husayn hazretleri: (Ey ahmak! Mesela Kur'anda, namazların kaç rekat olduğunu bulabilir misin?) dedi. Hz. Ömer, farzların seferde kaç rekat kılınacağını Kur'anda bulamadık diyenlere, (Allahü teâlâ, bize, Resulullahı gönderdi. Kur'anda bulamadığımızı, ondan gördüğümüz gibi yaparız. O, seferde, 4 rekatli farzları iki kılardı) buyurdu. (Mizan-ül-kübra)
Resulullah Kur'anı açıkladı
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Kur'an-ı kerimde, (Resulüm, sana indirdiğimiz Kur'anı insanlara açıkla) buyuruluyor. (Nahl 44) İmam-ı Şaranî hazretleri de buyuruyor ki: Kur'an-ı kerimde, namazların kaç rekat olduğu, rükû ve secdede okunacak tesbihler, vakit namazları ile bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağı, namazı bozan şeyler, zekât nisabı, zekatın hangi maldan verileceği orucun ve haccın farzları, oruç kefareti, hukuk bilgileri, kedi köpek etinin yenilip yenilmeyeceği gibi birçok husus açıkça bildirilmemiştir. Yani hiçbir âlim, bunları Kur'an-ı kerimden bulup çıkaramazdı. Bunları peygamber efendimiz açıklamıştır. (Mizanül kübra) Yalnız Kur'an diyen müsteşriklere [oryantalistlere] soruyoruz. Kur'an-ı kerimde (Meyte ve kan size haram kılındı) buyuruluyor. (Maide 3) Meyte, boğazlanmadan ölen veya öldürülen yani leş olan hayvandır. Bir müsteşrik, bu âyete bakarak balık yemenin haram olduğunu söyler. Ona göre sadece delil Kur'andır. Hâlbuki Allahü teâlâ (Bir işte anlaşamazsanız, bu işin hükmünü öğrenmek için Kur'ana ve sünnete bakın!) buyuruyor. Balık kesilmeden yenir mi diye Kur'ana bakınca müsteşrik yenmeyeceğini anlar. Dalak kandır. Müsteşrik, âyete bakınca bunun da haram olduğunu anlar. Fakat sünnete bakılınca istisna olarak balık ve dalağın helal olduğu görülür. Hadis-i şerifte, (Size iki meyte ve iki kan helal kılındı. İki meyte balıkla çekirgedir, iki kan ise, karaciğerle dalaktır) buyurulmuştur. (İbni Mace, Ebu Dâvud) Yine Peygamber efendimiz, (Denizin suyu temizdir, meytesi helaldir) buyurarak deniz meytelerinin helal olduğunu bildirmiştir. (Ebu Dâvud, Abdürrezzak) Buna da açıklık getirilmiş, her meyte değildir. Mesela kendiliğinden ölüp su yüzüne çıkan balığın da yenilmeyeceği hadis-i şerifle bildirilmiştir. (Dare Kutni) Aslan, kaplan, kurt, maymun ve köpek gibi yırtıcı hayvanlarla, atmaca, kartal, doğan ve şahin gibi yırtıcı kuşların etlerinin haramlığı da hadis-i şerifle bildirilmiştir. (Müslim) (Yemîn ederim ki, ben size ancak Allahın emrettiğini emrediyor, nehyettiğini nehyediyorum) buyurdu. (Taberânî), zaten onun sözleri vahiydir. (Necm 4) Kur'ana, İslâma uymak için, Peygamber efendimize uymak gerekir. Peygamber efendimize uymak için de İslâm âlimlerine uymak gerekir. Kur'an-ı kerimde (Bilmiyorsanız âlimlere sorun) buyuruluyor. (Nahl 43) Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Âlimlere tâbi olun!) [Deylemî], (Âlimler yeryüzünün ışıklarıdır. Benim ve diğer peygamberlerin varisleridir.) [Ebu Nuaym], (Âlimler rehberdir.) [İ. Neccar], (Âlim, Allahın güvendiği kimsedir.) [Deylemî] Tahtavi hazretleri, buyuruyor ki: (Kur'an-ı kerimdeki, (Allahın ipine sarılın!) emri, (Fıkıh âlimlerinin, mezheb imamlarının bildirdiklerine uyun) demektir.) [Dürr-ül muhtar haşiyesi] Nasıl kanunlar, Anayasadan ayrı kabul edilmezse, sünnet, yani hadis-i şerifler de Kur'an-ı kerimden ayrı değildir. Onun açıklamalarıdır. Nasıl, tüzükler, yönetmelikler, kanunlara aykırı kabul edilmiyorsa, icma ve kıyas-ı fukaha da sünnete aykırı değildir. Kıyas, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin açıklamasıdır. Sünneti Kur'an-ı kerimden ayrı, kıyası [âlimlerin ictihadlarını] hadis-i şeriflerden başka göstermeye çalışanların, sapık olduğu Mektubat-ı Rabbanî'de yazılıdır.
Hadis-i şerif düşmanlarının hilesi
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Hadis, kadim=eski kelimesinin zıttıdır, yani yeni demektir. Ayrıca söz ve haber anlamına da gelir. Kur'anı kerimde geçen bütün hadis kelimeleri, söz ve haber anlamındadır. Deyim olarak, Resulullahtan rivâyet edilen haberlere hadis denir. Hadis-i şerif, Resulullah efendimizin şerefli, mübarek sözleridir. Dini yıkmak isteyenler, önce alimlerden, mezheplerden başladılar, sonra da hadis-i şeriflere saldırdılar. Sahih de olsa hadis-i şerife düşmanlıklarını gizlemediler. Ama her Müslüman bilir ki, hadis-i şeriflere düşman olmak, (O, Resul vahiyden başka söylemez) buyuran Allaha düşmanlıktır. Bu Allah düşmanları, (Yalnız Kur'an) yaftası altında, hadislerden başlayarak İslamiyeti yıkmaya çalışıyorlar. Allahü teâlâ, Resulüne uymayı, kendine uymak olarak bildirmekte ve Resulün emri ile kendi emrini ayıranlara kâfir demektedir. İşte âyet-i kerimeler: (Resule itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur.) [Nisa 80] (Allah ve Resulüne itaat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir.) [Ahzab 71] (Peygamberin verdiğini alın, yasak ettiğinden sakının!) [Haşr 7] (Resulüm de ki; "Bana uyun ki, Allah da sizi sevsin!") [Al-i İmran 31] (O, kendisine vahyedilenden başkasını söylemez.) [Necm 4] (Ona uyun ki, doğru yolu bulasınız!) [Araf 158] (De ki, "Allaha ve Peygambere itaat edin! Eğer [uymayıp] yüz çevirirlerse, [kâfir olurlar] Elbette Allah kâfirleri sevmez.) [A. İmran 32] (Allahın yolu ile, peygamberlerin yolunu birbirinden ayırmak isteyenler kâfirdir.) [Nisa 150,151] Bu âyetlere rağmen, 19'culuk dinini kuran Reşat Halife, hadislere savaş açmıştı. Onun izinden giden mezhepsizler, kasten söz anlamındaki hadis kelimesini sanki hadis-i şerif gibi göstermeye çalışıyorlar. Uygunsuz bir söz ifadesini, uygunsuz bir hadis diye tercüme ediyorlar. Hadis kelimesini söz olarak tercüme etmeyip hadis olarak söylüyorlar, mesela (Kur'andan sonra hangi söze inanacaklar?) âyetini, (Hangi hadise inanacaklar) diye değiştiriyorlar. Halbuki Kur'anda, hadis kelimesi bazen, Kur'an anlamında da kullanılıyor. O zaman hadis kelimesini, hadis-i şerif olarak göstermek, kendi aleyhlerine delildir. İşte âyet mealleri: (Bu hadise [söze=Kur'ana] inanmayanlar [helak olacakları için] arkalarından üzülerek neredeyse kendini harap edeceksin!) [Kehf 6] (Allah, hadislerin=sözlerin en güzelini bir kitap halinde indirdi.) [Zümer 23] (Şimdi siz bu hadise [söze=Kur'an'a] mı şaşıyorsunuz?) [Necm 59] (Alemlerin Rabbi tarafından indirilen bu Kur'an-ı kerime ancak temiz olanlar dokunabilir. Siz bu hadisi mi [sözü mü=Kur'anı mı] küçümsüyorsunuz? [Vakıa 77-81] Kur'an-ı kerimde levhel hadis, boş laf demektir. Âyet meali: (İnsanlardan öylesi var ki, herhangi bir ilmî delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için boş lafı satın alır.) [Lokman 6] Hadis düşmanları, buradaki boş lafa, hadis eğlencesi veya uydurma hadis demişlerdir. Bu hileye, bu oyuna gelmemelidir.
13.06.2002
XXXXXXXXXXXXXXXXXX
.Dinimizde tesettürün önemi
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Kur'an'a inanmadıkları halde, (Yalnız Kur'an) diyen zındıklarla, On dokuzculuk bâtıl dinine sarılanlar, tesettürü inkâr ediyorlar. Halbuki Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Mümin kadınlara söyle, gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, görünen kısmı hariç, ziynetlerini göstermesinler, başörtülerini yakalarına kadar örtsünler!) [Nur 31] Bu âyette bazı hususlar açık değil. Mesela kadın, gözünü neden sakınacak, ırzını nasıl koruyacak, ziynetten maksat ne? Kına, sürme mi, altın, gümüş mü, küpe, kolye, bilezik mi? Bu hususlar tam açık değildir, bunlar hadis-i şerifle açıklanarak bildirilmiştir. Allahü teâlâ, (Resule itaat Allah itaattir) ve (Sana indirdiğim Kur'an'ı, anlamaları için insanlara açıkla) buyuruyor. (Nahl 44) Resulullahın açıklamaları ile âyetin manası şöyle oluyor: (Mümin kadınlara söyle, gözlerini [yabancı erkeklere bakmaktan] sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, [el, yüz gibi] görünen kısmı hariç, [Kolye, küpe, bilezik, kına, sürme gibi] ziynetlerini [ve ziynet taktıkları baş, kulak, kol ve ayaklarını] göstermesinler, başörtülerini yakalarına kadar [saç, kulak ve gerdanlarını] örtsünler!) [Nur 31] (Celaleyn, Medarik) Mecmaul-enhür'deki, (Kadının [yüz ve iki eli hariç] bütün bedeni avrettir) hadis-i şerifi de tesettürü açıklıyor. Hz. Esma, ince elbise ile gelince, Resulullah baldızına bakmadı. Mübarek yüzünü çevirip (Ya Esma, bir kız, namaz kılacak yaşa gelince, yüz ve iki eli hariç, vücudunu erkeklere gösteremez) buyurdu. (Ebu Dâvud) Hz. Aişe de bildiriyor ki: (İlk muhacir kadınlara Allah rahmet etsin! Tesettür âyeti gelince, emri geciktirmemek için hemen peştamallarını yırtıp başlarını örttüler) buyurdu. (Buhari, Nesai) [Hz. İbrahim de, sünnet ol emrini geciktirmemek için, bıçak, doktor aramadan, hemen hazırdaki balta ile kendini sünnet etmişti.] Dinimizde iki çeşit kadın kıyafeti vardır. Hür ve cariye [köle] kıyafeti. Cariyeler başlarını örtmezlerdi, örtmek zorunda da değillerdi. Kapanma mecburiyeti hür kadınlara idi. Tesettür âyeti gelmeden önce hür kadınlar da başları açık gezerdi. Münafıklar, cariyelere sarkıntılık ederdi. Bu arada açık olan hür kadınlara da sataşırlardı. Olay duyulunca, (Biz bunu cariye sandık) derlerdi. Allahü teâlâ, (Hür kadınlar cariyeler gibi giyinmesinler, vücutlarını tamamen örtsünler, böylece cariye olmadıkları da meydana çıksın ve münafık erkekler tarafından da sarkıntıya maruz kalmasınlar) buyurdu. Bu âyetin meali şöyledir: (Ey Nebi, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına [dışarı çıkarken] dış elbiselerini giymelerini söyle! Bu, onların tanınıp, eza görmemeleri için en uygun kıyafettir.) [Ahzab 59] Bazı mezhepsizler, "[Hayızdan kesilmiş, yaşlı kadınların saçlarını göstermeleri günah olmaz" diyorlar. Ama Kur'an'da buyuruluyor ki: (Evlenme arzusu bile kalmayan ihtiyar kadınların ziynetlerini [ziynet yerlerini, baş, kulak, boyun, kol ve ayaklarını] göstermemek şartı ile, dışa giydikleri [manto gibi] elbiselerini çıkarmalarında bir vebal yoktur. Ama sakınmaları daha iyi olur.) [Nur 60] Dikkat edilirse, kuyumcuda teşhiri, satılması serbest olan ziynetlerin bile kadında olunca, gösterilmesi yasaklanıyor. Müminlerin anneleri için bile, (Siz diğer kadınlar gibi değilsiniz, [yabancılarla] yumuşak konuşmayın, kalbinde fesat bulunanlar, kötü ümide kapılır. Evlerinizde oturun, eski cahiliye kadınları gibi açılıp saçılmayın) buyuruluyor. (Ahzab 32-33) Bu delillerden sonra, "İslamiyette tesettür yok" diyenlerin art niyetli olduklarında şüphe kalmaz.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Yalnız Kur'an diyenlerle 19'culuk batıl dininde olanlar, Nur suresinin, (Mümin kadınlar, ziynetlerini göstermesinler, başörtülerini yakalarına örtsünler!) mealindeki 31. ayetinin yalnız ziynet takmayı yasakladığını, bir de sadece yaka kısmını örtmeyi emrettiğini söylüyorlar. Dün yeteri kadar açıklamıştık ama bir hususa daha değinmek istiyoruz. Nasreddin Hocanın kabri için, dört tarafı açık, ancak kapısında koca bir kilit var derler. O zaman kilidin ne kıymeti var. Deve kuşunun başını kuma sokarak saklandığını sanmasına benzemez mi? Bu zındıklara göre de, kadın her tarafını açacak, sadece yakasını kapatacak, böylece tesettür emrine uyacak, bu kadar gülünç, saçma iddia olur mu? İsra suresinin (Ana-babana öf deme) mealindeki 23. ayetini okuyan kimse, ana-babasına öf demese, fakat gözlerini çıkarsa, kulaklarını kesse, sopa ile dövse, sonra da (Ben öf demedim, Kur'an'ın emrine uydum) dese, bu zâlim, Kur'an'a uymuş mu olur? Kur'an-ı kerimde en hafif husus söyleniyor, daha ağırları elbette yasaktır. (Sana indirdiğim Kur'an'ı insanlara açıkla) emrine uyarak Resulullah efendimiz ayetleri açıklamıştır. Bu ayetin manası, (Ana-babanı üzme, hatta öf bile deme) demektir. (Beydavi) İsra suresinin, (Zinaya yaklaşmayın) mealindeki 32. ayeti de aynı anlamdadır. Kötü bir kimse, kötü bir kadınla aynı yatakta yatsa, zina hariç her şey yapsa, sonra da, (Kur'an zinaya yaklaşmayın) diyor, ben zina etmedim dese, günah işlememiş mi olur? Bu ayetin manası da açıklanmıştır. Zinaya yaklaşmayın demek, (Zinaya götürecek sebep, hareket ve işlerden sakının, yabancı kadınları düşünmeyin, onlarla konuşmayın, onlara bakmayın, onlarla tokalaşmayın, onları kucaklamayın, öpmeyin) demektir. Yabancı kadına bakmak zinaya götüren yollardan birisidir. Bunun için hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Yabancı kadını görüp, başını ondan çevirene Allah ibâdetin tadını duyurur.) [Hakim] (Harama bakmayan gözler, Cehennem ateşi görmez.) [İsfehani] (Kadına şehvetle bakanın, gözlerine erimiş kurşun dökülüp cehenneme atılacaktır.) [M. Enhür] (Avret yerini açana, başkasının avret yerine bakana Allah lânet etsin!) [Beyhekî] (Kadının yüz ve iki eli hariç bütün bedeni avrettir.) [Ebu Davud] Resulullahın bu açıklamasından sonra, (Başörtülerini yakalarına örtsünler) ayeti, vücudun tamamını örtsünler, boyun, yaka ve gerdan kısmını da kapatsınlar demektir. Bazı kadınlar eşarp taktıkları halde bu kısımları açık kalıyor. Hiçbir yer açık kalmasın demektir. Hz. Aişe de bildiriyor ki: (Tesettür ayeti gelince, muhacir kadınlar hemen peştamallarını yırtıp başlarını örttüler.) [Buharî] Herkes Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarabilseydi, (Kur'an'ı insanlara açıkla) buyurulmaz ve hadis-i şerifler lüzumsuz olurdu. Kur'an-ı kerimin 17 yerinde Resulullaha (De ki, bana tâbi olun) buyuruluyor. Allahü teâlânın Resulüne tâbi olup O'nun bildirdiği şekilde tesettüre riayet etmelidir! Bir kadın açık gezse kâfir olmaz. Fakat kapanmanın lüzumsuz olduğunu söylerse kâfir olur. Günah ile küfür farklıdır. Herkesin bir tıp kitabı okuyarak, ilaç yapmaya, ameliyat etmeye kalkması cinayettir. Yalnız Kur'an diyerek Kur'an'dan hüküm çıkarmaya çalışmak da bundan daha büyük cinayettir. Yanlış ilaç kullanan sakat kalabilir, ölebilir. Fakat yanlış hüküm çıkaran imanını kaybedip, sonsuz azaba düşebilir. Hadis-i şerifleri bir tarafa atıp, Kur'an'a herkes el uzatınca dinin yıkılacağını, insan sayısınca din zuhur edeceğini zındıklar çok iyi bildiği için (Yalnız Kur'an) diyerek dini yıkmaya çalışıyorlar. Bu oyuna dikkat etmeliyiz.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Yalnız Kur'an diyen zındıklar, "Kadının kapanması gerekmez" diyor. "Kadına çarşaf farzdır" diyenler olduğu gibi, "Çarşaf Hıristiyan rahibe kıyafetidir, giyilmez. Nitekim Abdülhamid Han çarşafı yasaklamıştı" diyenler de vardır. Dinimizdeki hükme bakalım: Kadınların vücut hatlarının belli olmayacak herhangi bir elbise ile örtünmesi farzdır. İslâm dini, kapanmayı emretmiş, ama belli bir örtü şekli bildirmemiştir. (Dürer-ül-mültekıte) Ahzab suresinde bildirilen cilbab, erkeğin de, kadının da giydiği bir elbise, bir gömlektir. Zevacir ve Berika'daki (Hayâ cilbabını [örtüsünü] çıkaranın [aleyhinde] söz etmek gıybet olmaz.) [Beyhekî] ve (Cilbabı [gömleği] haram olan erkeğin namazı kabul olmaz.) [Bezzar] mealindeki hadis-i şeriflerde cilbabın bir örtü olduğu açıkça görülmektedir. Cilbabın dış elbise olduğu tefsirlerde de yazılıdır: Cilbab, hımarın [tülbentin] üstüne örtülen ve göğse kadar inerek gömleğin ceybini [yakasını] boynu örten baş örtüsü. (Ebüssüud tefsiri) Cilbab, tek parça örtü. (Celaleyn) Cilbab, göğse kadar inen baş örtüsü. (Ruh-ul-beyan) Cilbab, milhafedir. (Beydavi) Cilbab, hımardan büyük örtü veya vücudunu örten dış elbise. (Kurtubi) Cilbab, bedeni baştan aşağı örten çarşaf, ferace, çar gibi dış giysi. (Elmalılı) Cilbab, dışa giyilen örtü. (Tibyan, A.Fikri Yavuz ve Hasan Basri Çantay'ın meali) Cilbab, milhafe, entari veya hımar. (El-Envar) [Milhafe= dış örtü ki buna ferace de denir.] Cilbab, feracedir. (Ö. Nasuhi Bilmen tefsiri) Nur suresinde, (Kadınlar, hımarlarını [başörtülerini] yakalarına örtsünler) buyuruluyor. Eğer cilbab çarşaf demek olsaydı, hımar denmezdi. Fıkıh kitapları cilbabın dış örtü olduğunu bildiriyor. Bir örnek: Hanıma verilmesi vacip olan nafaka, yemek, kisve ve meskendir. Kisve, hımar ve milhafedir. (Bahr) Tefsir, hadis ve fıkıhta cilbab dış örtüdür. Çarşafa bid'at denmez; çünkü adetteki değişiklik bid'at olmaz. Şalvar ve pantolon da böyledir. Çarşaf kelimesi, Farsça çader-şebden [gece örtüsü] bozularak Türkçe'ye girmiştir; tesettür için ev dışında giyilen üstlüktür. Tanzimatta hacca giden İranlılardan alınan çarşaf, önceleri bid'at sayılıp pek tutulmamışsa da, 1870'ten sonra yaygınlaştı. Daha sonra II. Abdülhamid Han, 4 Ramazan 1309 (2 Nisan 1892) tarihli bir emirle çarşafı yasakladı. (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi) Yaşmak ile ferace giyilirken, 1872'de Subhi Paşanın Suriye valiliğinden dönüşünde ailesi Suriye'den getirdikleri çarşafla görününce, İstanbul'da çarşaf moda oldu. (Musahibzade Celal, Eski İstanbul Yaşayışı ) 1889'dan sonra açık feraceli iki paşa kızına birkaç külhanbeyi laf atıp feracelerini yırtınca, bu defa çarşafa rağbet arttı. Bid'at diyenler de giydi. (Sermed Muhtar Alus, Aylık Ansiklopedisi sayı 36) 1913'te yüz binlerce Balkan muhacirleri İstanbul'a Ortodoks kadınlarının giydiği siyah çarşafı ile gelmişti. Zamanla bu da İstanbul'a yayıldı. Hükümetin zaten uğraşacak hali yoktu, çarşafa mani olamadı. (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimler sözlüğü) 3 Ekim 1883'te Şeyhülislamın teklifi ve padişahın emriyle ferace dışında bir şey giymek yasaklandı. Daha sonra çarşaf da giyildi. O zamanki çarşaflar farklı idi. (Vakit. 4.10.1883)
Diyalogcuyu sollayan kişi
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bir yazar, sanki azap ayetleri yokmuş gibi, hep rahmet ayetlerini yazarak, Hıristiyanlara kucak açan diyalogcuları geride bırakıyor. Kitap, sünnet, icma ve kıyasa aykırı olarak, mazlum olarak ölen Hıristiyanların şehit olduklarını söylüyor. Şöyle diyor: (Şirke girmemiş, fakat zulümle ölmüş Hıristiyanların bir nevi şehit olduklarını söylemek ayet ve hadislere aykırı değildir. Çünkü Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır.) CEVAP: Yazarın bu sözü dindeki dört delile [Kur'an'a, sünnete, icmaya ve kıyas-ı fukahaya] aykırıdır. Şirke girmemiş Hıristiyan demek, Müslüman bir kâfir demektir. Kâfirse Müslüman denmez,. Müslümansa kâfir denmez. Bu söz, necasete [pisliğe], temiz necaset demeye benzer. Yani temiz necaset denmez, temiz ise, o zaman necaset değildir. Hıristiyan gayri müslimdir, kâfirdir. Her kâfir şirke girmiştir. Şirke girmemiş olana gayri müslim veya Hıristiyan denmez, o Müslümandır. Şirke girerse kâfir olur. Hangi Hıristiyan Amentü'deki altı esasın hepsine inanıyor ki? Diyalogcu bir yazar da, (Hıristiyanlarla iman birliğimiz, Amentü'de ittifakımız var) diyordu. Ama o mazlum ölen Hıristiyana şehit demiyordu. Hıristiyanlarla aramızdaki inanç farklılıkları çok ise de birkaçını bildirelim: 1- Biz bir Allah'a inanırız. Onlar üç ilaha inanırlar. Hz. İsa'ya tanrının oğlu ve tanrı diyorlar. Onlar melekleri kız gibi görüyorlar, biz ise, meleklerde erkeklik dişilik olmadığını biliyoruz. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah ile birlikte başka ilâh edinen cehenneme atılır. Rabbiniz oğulları size ayırdı da kendisi için kız olarak melekleri mi edindi? Elbette vebali çok büyük söz ediyorsunuz.) [İsra 39, 40] 2- Onlar tanrı gökte derler, biz Allah'ı mekandan münezzeh biliriz. 3- Biz semavi kitapların hepsine inanırız, onlar, Kur'an'a inanmazlar. 4- Biz bütün peygamberlere inanırız, onlar, Muhammed aleyhisselama inanmazlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bana iman etmeyen Yahudi ve Hıristiyan, mutlaka Cehenneme girecektir.) [Hakim] 5- Biz hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanırız, onlar, (Tanrı kötülükleri takdir etmez) derler. Amentüye inanmayan cennete gider mi? Yazar, Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmış diyerek gavurlara da ahirette rahmet edileceğini söylüyor. Rahman, dünyadaki her mahluka acıyan, Rahim, ahirette yalnız müminlere acıyan demektir. Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyada müminlere ve kâfirlere, herkese birlikte yetiştiği halde, ahirette kâfirlere merhametin zerresi bile yoktur. İşte üç ayet meali: (Kâfirlerin cami yapmaları ve diğer bütün [iyi] işleri, boşa gidecek, Cehennemde sonsuz kalacaklar.) [Tevbe 17], (Bunlara ahirette yalnız cehennem vardır. Emekleri ahirette boşa gider.) [Hud 15, 16], (Kâfirlerin dünyada yaptıkları iyi işler, çölde görünen seraba benzer.) [Nur 39] Doğru iman [Ehli sünnet itikadı] şöyledir: Allah'ın azabından emin olmamak, rahmetinden de ümit kesmemek. Dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmak. Hz. Zekeriyya şöyle övülüyor: (Korku ile ümit arasında duâ ederdi.) [Enbiya 90] Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Mümin havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunursa, Allahü teâlâ, ona umduğunu verir ve korktuğundan onu emin kılar.) [Tirmizî], (İmanın temeli Mümini sevmek ve kâfiri sevmemektir.) [İ.Ahmed], (İmanın efdali Allah için sevgi, Allah için buğuzdur.) [Taberânî], Cenab-ı Hak, Hz. İsa'ya buyurdu ki: (Yer ve göklerdekilerin ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve kâfirlere düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [K.Saadet]
Allah'ın azabı çok şiddetlidir
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bir yazar, Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmış diyerek mazlum Hıristiyanların cennete gideceklerini, hatta şehit olacaklarını bildiriyor, rahmet ayetlerini yazıyor, azap ayetlerinden hiç bahsetmiyor. İslamiyet, ifrat ve tefritten [aşırılıklardan] uzak bir dindir. Allah'ın rahmeti bol olduğu gibi azabı da şiddetlidir. Mümin havf ve reca arasında olmalıdır. Havf, Allah'tan korkmak, reca da Allah'ın rahmetini ümit etmek demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.) [Tirmizî] Hep Allah'ın azabından bahsedip insanları korkutmak doğru olmadığı gibi, hep Allah'ın rahmetinden bahsedip azabından hiç bahsetmemek de yanlıştır. Mümin, ikisi arasında olmalıdır! Yaşarken, havfı, ölürken recası daha fazla olmalıdır! Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Kullarıma haber ver ki, ben gafururrahim olduğum gibi, azabım da çok acı, çok şiddetlidir.) [Hicr 49-50] (Allah'ın azabı şiddetlidir.) [Bekara 211, Yunus 70, Ra'd 6,13, 34, Taha 127, Mü'min 22, Haşr 7] (Allah'ın azabının şiddetli olduğunu bilebilselerdi!) [Bekara 165] (Elbette azabım çok şiddetlidir.) [İbrahim 7] (İşte o gün, hükümranlık çok merhametli olan Allah'ındır. Kâfirler için de pek çetin bir gündür. O gün, zalim kimse ellerini ısırıp, "Vay başıma gelene, keşke Peygamberin yoluna uysaydım da falancayı [batıl yoldakini] dost edinmeseydim.) [Furkan 26-28] (Allah ve Resûlüne karşı gelen, bilsin ki Allah, azabı şiddetli olandır.) [Enfal13] (Kurtuluşa erenler, Allah'a ve Resulüne itaat edip Allah'tan korkan ve sakınanlardır.) [Nur 52] (İşlediklerinin cezası olarak, artık az gülüp, çok ağlasınlar.) [Tevbe 82] (Allah katında en kıymetliniz, O'ndan çok korkup sakınanınızdır.) [Hucurat 13] (Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa, öylece korkun.) [A.İmran 102] (Sizden öncekilere de, size de Allah'tan korkmanızı tavsiye ettik.) [Nisa 131] Mü'minun suresinin, (Rablerinin huzuruna çıkacaklarından kalbleri korku ile çarpar) mealindeki 60. ayetinde bildirilen kimselerin hırsız mı, zani mi olduğu sorulunca, Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Bunlar, namaz, oruç ve zekât gibi ibâdetlerini yerine getirdikleri hâlde "acaba ibâdetlerimiz kabul olmadı mı" diye korkan kimselerdir.) [Tirmizî] Yine buyurdu ki: (Allah korkusu, her hikmetin başıdır.) [Taberânî] Hıristiyanlara kucak açıp kiliselere gidip ayinlerine iştirak edenler, onların cennete gideceklerini, hatta mazlumlarının şehit olacaklarını söyleyenler, şu ayetleri bilmiyorlar mı? (Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar, [İslâm düşmanlığında] birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardan [kâfir] olur. Allahü teâlâ, [kâfirleri dost edinip, kendine] zulmedenlere hidayet etmez.) [Maide 51] (Müminler, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allah'ın dostluğunu bırakmış olur.) [A. İmran 28] [Kâfirlere kucak açanlar da, Allah'ın dostluğunu bırakmış olur.] (Sen, onların dinine uymadıkça, Hıristiyanlar ve Yahudiler senden hoşnut olmazlar. De ki "Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur.") [Bekara 120]
Cennete ancak Müslüman girer
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bazı kimseler, Allah kerim diyerek günah işliyorlar. Ş. Yahya Müniri hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ, kerim, rahim olduğu gibi, azabı da şiddetlidir. Bu dünyada, çoklarına fakirlik ve sıkıntı veriyor. Çok kerim ve rezzak olduğu hâlde, çiftçilik sıkıntısı çekmeyene ekmek vermiyor. Herkesi yaşatan O olduğu hâlde, yiyip içmeyen kimseyi yaşatmıyor, ilaç kullanmayan hastaya şifa vermiyor. Yaşamak ve mal sahibi olabilmek gibi dünya nimetlerinin hepsi için sebepler yaratmış, sebebine yapışmayana hiç acımayıp dünya nimetlerinden mahrum bırakmıştır. Ahiret nimetlerine kavuşmak da böyledir. Kâfirliği ve cahilliği, ruhu öldüren zehir yapmıştır. Tembellik de, ruhu hasta yapar. İlaç kullanılmazsa, ruh hastalanır, ölür. Küfrün ve cahilliğin tek ilacı, ilimdir. Tembelliğin ilacı da, namaz kılmaktır. Bir kimse, zehir yer ve (Allah rahimdir, rahmeti her şeyi kuşatmıştır, beni korur) derse, hastalanır, ölür. İshal olan müshil içerse, şeker hastası tatlı yerse, hastalık artar. "Allah'ın bizim ibâdetimize ihtiyacı yok. İbadet yapan, boşuna sıkıntı çekiyor" veya "Ben içki içersem, zina edersem Allah'a ne zararı olur ki" diyen de çıkıyor. Böyle yanlış düşünen kimse, perhiz yapmayan hastaya benzer. Bu hastaya doktor, perhiz tavsiye ediyor. Bu ise, (Perhiz yapmazsam doktora hiç zararı olmaz) diyerek, perhiz yapmıyor. Evet doktora zararı olmaz, fakat kendine zarar vermektedir. Doktor, kendine faydası olduğu için değil, onun hastalıktan kurtulması için, perhiz yapmasını tavsiye etmiştir. Doktorun tavsiyesine uyarsa şifa bulur, uymazsa ölür gider. Bazıları, dört delile aykırı olarak, "Mazlum olarak ölen Hıristiyanlara şehittir. Çünkü Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır" diyorlar. Halbuki ayet-i kerimede, (Rahmetim her şeyi kaplamıştır) buyurulduktan sonra, ([Rahmetim] Allah'tan korkup, haramlardan kaçan, zekâtlarını veren ve ayetlerimize inananlar içindir) buyuruluyor. (Araf 156) Bundan sonraki ayette de, (Ümmi peygamberime (Resulullaha) uyanlar için buyuruyor. Bektaşi gibi yarısını gizlemekle, Hıristiyanlar cennete mi gidecektir? Onlar ayetlerimize (Kur'an'a) ve ümmi peygambere (Muhammed aleyhisselama) inanıyorlar mı? (Allah indinde hak din ancak İslâmdır.) [A.İmran 19] (İslâmdan başka din arayan, bilsin ki, o din asla kabul edilmez.) [A.İmran 85] mealindeki ayetlere inanıyorlar mı? İnansalar zaten Hıristiyanlıkta kalmazlar. İnanmayan Hıristiyan kâfiri şehit olur mu hiç? Ehli sünnet âlimleri buyuruyor ki: Müslümana kâfir, kâfire Müslüman diyen kâfir olur. (Birgivi) Allah'ın 99 "Esma-i hüsna"sından biri de Kahhardır, istediğini kahreder. İki âyet meali şöyledir: (Bugün hükümranlık Kahhar olan tek Allah'ındır.) [Mümin 16], (Allah'ın kahrı da, cezası da pek şiddetlidir.) [Nisa 84], Esma-i hüsnadan biri de Müntekimdir, intikam alıcıdır. (A.İmran 4, Maide 95, İbrahim 47, Zümer 37), Peygamberimize, Kur'an'a inanmadıkları için mazlum olarak ölen Hıristiyanlardan intikam alacak, sonsuz olarak cehennemde bırakacaktır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Cennete ancak Müslüman girer.) [Buhârî], (Bana inanmayan Yahudi ve Hıristiyan Cehenneme girecektir.) [Hakim] Cennete girmek için Müslüman olma şartı [Amentüdeki altı esas] vardır. Hıristiyanlar sizin istemenizle Cennete, bizim istememizle Cehenneme girmez. Hıristiyanlar Müslüman olmadıkları için Cehenneme girer. Müslüman olsun herkes girsin.
Hıristiyanlarla dostluk kurmak
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Mektubatı Masumiyye'de buyuruluyor ki: Müminin kâfiri sevmesi üç türlü olur: 1- Onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasaktır. Çünkü onun dininden razı olmuştur. Küfrü beğenen kâfir olur. Böyle muhabbet, imanı giderir. 2- Herkesle iyi geçinmek lazım olduğu için onlarla da iyi geçinilir. 3- İkisi ortasıdır. Onlara meyleder, yardım eder. Dininin bâtıl olduğunu bilerek, akrabalık, iş arkadaşlığı sebebi ile dostluk yapar. Bu sevgi küfre sebep olmaz ise de, caiz değildir. Çünkü bu sevgi, zamanla onun dinini beğenmeye sebep olur. Zaruretsiz gayrı müslimlerle beraber olmak, kiliselerine gitmek, âyinlerine katılmak caiz değildir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Ey iman edenler, Yahudileri de, Hıristiyanları da dost edinmeyin! Onlar, [İslâma olan düşmanlıklarında] birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardan [kâfir] olur. Allahü teâlâ, [kâfirleri dost edinip, kendine] zulmedenlere hidayet etmez.) [Maide 51] (Müminler, müminleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allah'ın dostluğunu bırakmış olurlar.) [A. İmran 28] Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Bir kavmi sevip de onlarla dostluk kuran, kıyamette onlarla haşrolur) [Taberânî] [Yani bir milletin, adete, tekniğe ait işlerini değil de, onların dinlerini, ibâdetlerini, günah olan işlerini seven kimseler, kıyamette onlarla birlikte Cehenneme giderler. Fenne ait işlerini ve günah olmayan adetlerini yapmak caiz ve lazımdır. Çünkü Fen, müminin kaybettiği malıdır, nerede bulursa alması lazımdır. Gayrı müslimlerle ticaret yapılır. Aldatılmaz, kötülük yapılmaz. Herkese olduğu gibi onlara da iyi davranılır. Müslüman olmaları için dua da edilir. Fakat onları kâfir iken şerefli kabul etmek câiz değildir. Cenab-ı Hak buyurdu ki (Kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet, şeref mi arıyorlar? Bilsinler ki, bütün izzet yalnızca Allaha aittir.) [Nisa 139] (İzzet ve şeref isteyen, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah'ındır.) [Fatır 10] (Münafıklar, "Eğer bu savaştan Medine'ye dönersek, andolsun ki, şerefliler, alçakları oradan çıkaracak" diyorlardı. Oysa, şeref Allah'ın, Resulünün ve müminlerindir; ama münafıklar bunu bilmezler, anlamazlar.) [Münafikun 8] Hz. Ömer, kölesi ile nöbetleşe deveye biniyorlardı. Şam'a girerken deveye binme sırası köleye geldiği için, köle deve üzerinde idi. Şam ordusunun kumandanı olan Ebu Ubeyde bin Cerrah, bir heyetle karşılayıp, (Ya Halife! Böyle ne yapıyorsun? Bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halifesini görmek için toplandılar. Sana bakıyorlar. Bu yaptığını beğenmezler.) der. Hz. Ömer buyurur ki: (Ya Eba Ubeyde, senin bu sözün, çok zararlıdır. İşitenler, şerefi, vasıtaya binip gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Şerefin, Müslüman olmakta olduğunu anlamayacaklar. Biz aşağı insanlardık. Allahü teâlâ Müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Onun verdiği bu şereften başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelil eder. Her şeyden aşağı eder. İzzet, İslâmdadır. İslâmın ahkâmına uyan, aziz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, şerefi başka şeylerde arayan zelil olur.) Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, hakkı Ömer'in diline ve kalbine yerleştirmiştir.) [Tirmizi]
Mezhepsizleri tanıma yolları
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Mezhepsizler değişiktir, kimi Mutezilenin, kimi Cebriyyenin, kimi Şianın, kimi Vehhabinin bazı fikirlerini, kimisi her gruptan bazı fikirleri benimsiyorlar. Fikirlerini benimsedikleri ve kaynak olarak gösterdikleri şahıslardan bazıları şunlardır: Ahmet Kadiyani; Behâullah, Beykiyef, C. Efgani, Ebul ala Mevdudi, Hasan el Benna, Hasan Sabbah, İbni Hazm, İbni Kayyimi Cezviyye, İbni Rüşd, İbni Sebe, İbni Teymiyye, İzmirli İsmail Hakkı, M. Şevkani, Muhammed Abduh, Muhammed bin Abdülvehhab Necdi, Makdisi, Muhammed Hamidullah, M. Ebu Zehra, Muhammed İkbal, Muhammed Sıddık Hasan Han, N. Elbani, Reşat Halife, Reşit Rıza, S. Kutup, Seyyid Sabık, Şeyh Bedrettin, Yusuf Kandehlevi, Yusuf Kardavi, Zuhayli vs. Mezhepsizleri tanımak için fikirlerini, inançlarını bilmek gerekir. Fikirlerinden bazıları şöyledir: Mezhep taassubu tabirini çok kullanırlar. İctihad kapısı açık derler, sapık görüşlerini ictihad gibi gösterirler. Telfıkı savunurlar. Mezhepleri birleştirmeye kalkarlar. Hangi mezhepteki hüküm akıllarına yatarsa onunla amel etmeye çalışırlar. Abduh gibi masonları mezhepler üstü müctehid kabul ederler. Mezhepler bid'attir, Sahabenin mezhebi mi vardı derler. İmamı a'zama, imamı a'zam demezler, Ebu Hanife derler. Eshabı kiramdan çoğunu kötülerler. [Halbuki hepsi cennetliktir. (Hadid 10) Bir kısmı, cin ve miracı inkâr eder. Bir kısmı mucizeleri, bir kısmı da kerameti inkâr eder. Cennette de Allahü teâlâ görülmez derler. Halbuki Kıyamet suresinin (Kıyamet günü ışıl ışıl parlayan yüzler, Rablerine bakacaklardır) mealindeki 22 ve 23. âyetlerini açıklayan Peygamber efendimiz, dolunaya bakıp buyurdu ki: (Rabbinizi de, [ahirette] böyle göreceksiniz.) [Buharî] Günah işleyen namaz kılmayan kâfirdir, amel imandan parçadır derler. Peygamberden, evliyadan yardım istemek şirktir, çünkü ölü işitmez derler. Halbuki Kur'an'da (Onlar ölü değildir) buyuruluyor. Hadis-i şerifte de, (Kâfir ölüsü de işitir) buyuruluyor. (Buhari) Kabir suâlini, kabir azabını inkâr ederler. Ölüye, duâ fayda etmez derler. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Dirilerin duâları sebebi ile, ölülere dağlar gibi çok rahmet iner.) [Deylemî] Sıratı, mizanı, şefaati inkâr ederler. Halbuki bunların hak olduğu ayet ve hadisle sabittir. İskata, telkine ve kabir azabına inanmazlar. Halbuki bu konularda da sahih hadisi şerifler vardır. Yalnız Kur'an derler, bazıları da Kitap, Sünnet derler, dindeki dört delili inkâr ederler. Bir çok hadis-i şerife uydurma damgasını basarlar, İsrailiyat derler. Halbuki hiçbir İslam âliminin kitabında uydurma hadis olmaz. İyi iş yapan Hıristiyan ve Yahudiler de cennete girecek derler. Halbuki Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Bana iman etmeyen Yahudi ve Hıristiyan Cehenneme girecektir.) [Hakim] Kur'an değişmiştir derler. Halbuki (O'nu biz indirdik , biz koruruz) buyuruluyor. (Hicr 9) Namaz üç vakittir derler. Hadisi şerifte, (Namaz beş vakittir) buyuruluyor. (Buhari) Yanlış olarak, dinimize aykırı olarak İslami görüş, İslam düşüncesi, İslam felsefesi, İslamcı, Allah'ın mucizesi gibi tabirler kullanırlar.
Firavun'un çürümeyen cesedi
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Mucizeye, keramete inanmayan kimseler çoğalıyor. 19'culardan birisi, (Mısırlılar, özel mumyacılık bilgisiyle Firavunların cesedini mumyalayarak korumuşlardır. Firavun'un mumyalanmış cesedi bugün Kahire Müzesinde sergilenmektedir) diyerek Allah'ın mumyasız olarak ölmüş bir cesedi çürütmeyeceğine inanmıyor. Öteki Firavunlar mumyalanmıştır. Bu Firavun, mumyasız idi. Firavun'un bozulmamış cesedi de Kahire'de değil Londra'daki British Museum'da teşhir edilmektedir. Üç bin seneden fazla bir zaman önce ölen bu Firavun'un cesedi, mumyalanmış olarak değil, ibret-i alem için mumyasız olarak çürümeden korunmuştur. Tam bir ibret vesikası olarak vücudu hiç bozulmamış, etleri çürümemiş ve tüyleri dahi dökülmemiş şekilde ve secde eder vaziyette bulunmuştur. Çünkü Firavun ölürken secdeye kapanmıştı. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (İsrailoğullarını denizi yararak geçirdik, Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları [yarılan denizde] takip etti. Firavun denizde boğulurken, "İsrailoğullarının inandığından başka ilah olmadığına iman ettim, ben de Müslüman oldum" dedi. Ona "Şimdi mi inandın, daha önce isyan eden bir bozguncu idin" dendi. [Denizde boğulan Firavuna Allahü teâlâ buyurdu ki:] Senden sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için, bugün senin [denizdeki] cesedini [çürütmeden] çıkarıp [sahile] atacağız. Buna rağmen insanların çoğu ayetlerimizden gafildir) [Yunus 90,92] Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen isimdir. Mısır'a hâkim olan 26 Firavun sülâlesi vardı. Her sülâlede çeşitli Firavunlar asırlarca hükümdarlık etti. Musa aleyhisselâm zamanındaki Firavun, [II. Ramses olduğu söylenir], 400 sene yaşamış ve ilahlık iddiasında bulunmuştu. Kendisine secde etmeyenlere ve Musa aleyhisselama inananlara işkence ve zulüm yaptı. Musa aleyhisselam, Firavun'u dîne davet etti. Firavun kabul etmedi. Yanındaki vezîri Haman'a sordu. O da; "Musa, büyük sihirbazdır. Bizi aldatıp, ülkemizi elimizden almak istiyor" dedi. Böylece Firavun'un îmana gelmesine mâni oldu ve îman eden hanımı Asiye'nin de şehit olmasına sebep oldu. Firavun, Musa aleyhisselamın mucizelerine inanmadı, kâfirlerin suları kan oldu, kurbağa yağdı, cilt hastalıkları oldu. Üç günlük karanlık devam etti. Firavun bu mucizeleri görünce korktu. Musa aleyhisselam ile ona inananların Mısır'dan gitmesine izin verdi. Sonra Firavun verdiği bu izne pişman oldu. Askerlerle peşlerine düştü. Denizde yollar meydana geldi. Musa aleyhisselam da, İsrailoğulları ile birlikte denize girdi. Firavun ve askerleri, bunları yakalamak üzere denize girip takip etmeye başladılar. Kızıldeniz'in Süveyş kısmına gelince, denizdeki yollar kapanıp, Firavun'un askerleri boğulmaya başladı, Firavun da aynı akıbete uğrarken, hemen secdeye kapanıp, iman ettim dediyse de, boğularak askerleri ile birlikte öldü. Firavun'un cansız cesedi asırlarca denizde kalmasına rağmen Allahü tealanın kudreti ile çürümedi. Ayette de bildirildiği gibi, cesedi üç bin sene sonra sahile atıldı. Burada bulunup İngiltere'ye götürüldü. 1983'te Zafer dergisi, Firavun'un müzedeki cesedinin resmini neşretmişti. Kur'an-ı kerim, Resulullahın bir mucizesi olduğu için, bu da Peygamber efendimizin bir mucizesidir.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Sünnetler, âdetlerle ilgili olup olmama bakımından ikiye ayrılır: Sünnet-i hüdâ, ezan ve ikamet okumak gibi, İslâm dininin şiârıdır. Başka dinlerde yoktur. Sünnet-i zâide, çoğul olarak süneni zevaid denir. Resulullahın kılık kıyafeti, elbise giyiş şekli, yemek yiyiş tarzı, yürüyüşü, yatışı, vasıtaya binişi, bir işe sağdan veya soldan başlaması, saç şekli, sarık sarma şekli gibi âdetleridir. (Hadika) Resulullahın âdetlerle ilgili sünnetlerine uymak da büyük şeref ve çok sevaptır. Ama yapmamak günah hatta mekruh değildir. Mesela Peygamber efendimiz deveye binerdi. Deveye binmemek günah veya mekruh bile değildir. Arapların âdeti olarak mübarek topuklarına kadar uzun gömlek [entari] giyerdi. (İbni Asakir) Bugün Arap denilen insanların çoğu entari giymektedir. Türkiye'de ise âdet olmadığı için erkekler entari giymemektedir. Sünnet-i zâide olduğu için entari giymemek günah ve mekruh değildir. Sarıkla gezmek de âdeti idi. Kâfirleri de sarıklı idi. Hadis-i şerifte, (Sarık Arapların tacıdır) buyuruldu. (Beyhekî) Sakal da âdete ait sünnetlerdendir. Kâfirlerden de sakallı olanlar var idi. Buharî, Müslim, Nesâî, Ebu Davud, Tirmizî'nin rivayet ettiği (Sünnet olan on şeyden biri sakal bırakmaktır) hadis-i şerifi sakalın sünnet olduğunu açıkça bildirmektedir. Sakalın bir tutamdan fazlasını kesmek sünnettir. Bir tutamdan kısa bırakmak, sünnete aykırıdır. Sünnet diye bir tutamdan kısa sakal bırakmak bid'attir. Böyle bid'at sakalı, haram işlemekten kurtarmak için, bir tutam uzatmak vaciptir [yani farzdır.] (Redd-ül muhtar) Bahr-ür-râık'da, (Erkeklerin sarkan saçlarını büküp fitil yapmaları mekruh olur. Çünkü, fitil yapmak, bazı kâfirlere benzemek olur) buyuruldu. Demek ki kâfirlerin âdetlerine benzediği için yasaklanan şeyi yapmak bile haram değil, mekruh oluyor. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Müşriklere benzemeyin, bıyığınızı kısaltın, sakalınızı bırakın.) [Nesaî] (Mecusiler bıyıklarını uzatır, sakallarını kısaltır. Onlara muhalefet edin, bıyıklarınızı kısaltın, sakalınızı uzatın!) [İ.Hibban] (Namazı nalın ile kılın ki Yahudilere benzemeyin!) [Hâkim] (Nalını olmayan, mest giysin!), [Müslim] [Nalın, terliğe benzer ayakkabı] Bahr-ür-raık'ın ifadesine göre, bu hadis-i şerifler, sakal kazımanın ve çıplak ayakla namaz kılmanın mekruh olduğunu bildiriyor. Yine hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Yahudi ve Hıristiyanlar sakal boyamaz. Onlara benzemeyin, boyayın!) [Müslim] (Saçlarınızı kırmızı veya sarıya boyayın, ehli kitaba muhalefet edin!) [İ.Ahmed] Eshab-ı kiramın kimi boyadı, kimi boyamadı. Çünkü, bu âdetteki emre ve yasağa uymak vacip değildir. Burada, o şehrin âdetine uyulur. (Hadika) Eshab-ı kiram sakal kazımazdı. Çünkü, o zaman, sakal uzatmak Arapların âdeti idi. Ebu Cehil gibi birçok kâfir sakallı idi. Sünnet olan sakala kıymet vermeyen kâfir olur. Yüzünü, kadın gibi parlak yapmak, kadınlara benzemek için sakal kazıtmak haramdır. Kadınlara benzemeyi düşünmeyip, genç ve güzel görünmek için sakal kazımak mekruhtur. (K. saâdet) İbni Teymiyye, sakal kazımak haram diyor. Mason Abduh'a ve çömezi Reşit Rıza'ya İmâm diyen Mezahib-i Erbea kitabı da, İbni Teymiyyeci olduğu için, sakal kazımaya haram demişse de sözü senet değildir.
Zevaid sünnetlerin açıklanması
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Dünkü yazımızda sakal bırakmanın zevaid sünnet olduğunu bildirmiştik. Hadis-i şerif ve fıkıh kitapları sakal bırakmanın sünnet olduğunu bildirirken, vacip veya İbni Teymiyye gibi farz diyen, sünnete ve Cumhuru ulema'ya karşı gelmiş olur. Kâfirlere veya kadınlara benzemek için sakalı bir tutamdan kısa yapmak veya kazımak haramdır. Benzemek niyeti olmayıp, memleketin âdetine uymak için olursa, mekruh olur. Kısa sakala sünnet demek bid'at olur. Sünnete önem vermezse, kâfir olur. Sünneti bir özür ile terk etmek caizdir. Peygamber efendimiz papaz ayakkabısı giymiştir. (R.Muhtar, Mevâhib) Peygamber efendimiz, uzun entari giymiş, şalvar ve pantolon giymemiştir. Şalvar giymek âdette bid'attir. Âdette bid'at olan şeyi yapmak günah değildir. Uçağa binmek de âdette bid'attir, günah değildir. Bunun için âdet olan yerlerde, kâfirlerden gelmiş olsa bile, kadınların çarşaf ve erkeklerin pantolon ve şalvar giymeleri günah olmaz. Peygamber efendimiz, bazen Rum, bazen Arap elbisesi giyerdi. Tirmizî'nin bildirdiği hadis-i şerifte, kolları dar, Rum cübbesi giyerdi. (Mevâhib-i ledünniyye) Bazı kimseler, nakli esas almadan, sakal kazımak kâfirlere benzeyeceği için haramdır diyorlar. Bu yanlıştır. Çünkü (Bir kavme benzeyen onlardandır) hadis-i şerifindeki benzemek, ibâdetlerde benzemektir. Kılık kıyafetle ilgili şeyler âdettir. Çirkin olmayan âdetlerde kâfirlere benzemek günah olmaz. Kâfir gömleği giymek, saç uzatmak, uçağa binmek, masada yemek yemek, çatal kaşık kullanmak günah olmaz. Çünkü burada âdetteki sünnetlere uyulmamış olur. İbâdette kâfirlere benzemek bazı yerlerde mekruh, bazı yerlerde haram, bazı yerlerde küfür olur. Mesela haç takan kâfir olur. Zevaid sünnetleri yapmamak günah olmaz ise de, bunu değiştirip, adına sünnet demek bid'at olur. Mesela hiç sarık sarmayan, sarıkla gezmeyen kimse günah işlemiş olmaz. Fakat sünnet diye, sarığın iki ucundan birini sağ omuza, diğer ucunu da sol omuza veya öne sarkıtmak veya Sünnet diye çenede sakal bırakmak yahut kısa sakal bırakmak da bid'at olur. Evlenmek de sünnettir. Bu sünneti de terk eden günah işlemiş olmaz. (Evlenmeyen bizden değildir) hadis-i şerifi, evlenmeyenin kâfir olacağını göstermez. Evlenmeyen sünnete uymamış olur. Evlenmek sünnetine veya sakal sünnetine uymayan günah işlemiş olmaz. (Müşriklere benzememek için sakalınızı uzatın) hadisi şerifi var diye, sakal bırakmayana, müşrik denmez. Mubah olan âdetlerde kâfirlere benzemekte mahzur yoktur. (Hadika) Sünneti zevaidi de beğenmeyen ve alay eden kâfir olur. Mesela bir kimse, (Peygamberimiz, kadınlar gibi entari giyermiş) diyerek alay etse, imanı gider. Yahut sakalı beğenmeyen veya sünnete uygun sakalı olana çember sakallı diyen kâfir olur. Çünkü Peygamber efendimizin yaptığı işleri yani sünnetini, beğenmemiş olur. Hâlbuki Allahü teâlânın bütün insanların en üstünü olarak yarattığı ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği peygamberini beğenmemek, Allah'ı beğenmemek olur. (Niye böyle peygamber gönderdin) demek olur. Allah'ı da, Resulünü de beğenmeyenin kâfir olacağı pek açıktır. Ahir zamanda Müslümanların fitneye sebep olmamak için dinlerinin gereklerini gizli olarak yapmaları emredilmiştir. Bunun için dar-ül-harbde veya zulüm görmemek, nafakadan olmamak, emr-i maruf yapabilmek, Müslümanlara ve İslâmiyete hizmet edebilmek, dinini, namusunu koruyabilmek için sakalını kazımak caiz, hatta lazımdır.
İlk insan, ilk peygamber idi
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Hoca sanılan birisinin, (Âdem ve Havva ilk insan değildir. Biz, başka mahlûklardan türedik) demesi, akılla, mantıkla, ilimle bağdaşmaz. Herkes Hz. Âdem'in neslinden gelmiştir. Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlâ, insanlara hitap ederken, (Ya benî Âdem'e=Ey Âdemoğulları) buyuruyor. [Araf 26, 27, 31, 35, Yasin 60] Bu husustaki âyet-i kerime mealleri şöyledir: (Rabbin, "Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" dediği zaman, melekler, "Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek kimseler yaratacaksın?" dediler. "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" buyurdu. Adem'e bütün eşyaların isimlerini [neye yaradıklarını, ilmini, sanatını] öğretti, sonra meleklere, "Siz de biliyorsanız söyleyin" buyurdu. Melekler, "Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur" dediler. Âdem'e, "Her şeyin ismini [ne işe yaradığını] söyle buyurdu. Âdem de, hepsini söyleyince, Rabbin, "Ben göklerde ve yerde, görülmeyen, gizli açık her şeyi bilirim demedim mi" buyurdu.) [Bekara 30-33] (Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ve İmrân ailesini âlemlere üstün kıldı.) [Âl-i İmran 33] (Ey Âdemoğulları, şeytan, ana-babanızı [Hz. Havva ile Hz. Âdem'i], cennetten çıkardığı gibi, sizi de aldatmasın.) [A'raf 27] (Rabbin, Âdemoğullarının [Âdemin] sulbünden neslini devam ettirmiştir.) [A'raf 172] (Sizi bir tek nefisten, candan [Âdem aleyhisselamdan], ondan da eşini [Havva validemizi] yaratan Allah'tır.) [A'raf 189, Zümer 6] İnsanlar bir kişiden, Hz. Âdem'den yaratılmıştır. (Nisa 1, Enam 98) İlk insan topraktan, nesli nutfeden yaratıldı. (Fatır 11, Hac 5, Kehf 37, Mümin 67) Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yeryüzünün her tarafından alınan topraklardan yarattı. Bu sebeple neslinden, siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bu renkler arasında bulunanlar da oldu. Kimi yumuşak, kimi sert, kimi de temiz oldu.) [Ebu Davud] (Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yarattıktan sonra, "Git şu meleklere selam ver. İşte senin ve neslinin selamlaşması böyle olacaktır" buyurdu.) [Buhari] (Allah Cehennemdeki azabı en hafif olana "Dünyadaki her şey senin olsaydı, cehennemden kurtulmak için onları feda eder miydin?" buyurur. O da "Evet" der. "Sen Âdem'in sulbünde iken, çok az şey istedim, şirk etme dedim. Ama sen şirk ettin" buyurur.) [Hâkim] (Hz. Âdem'e kadar olan soyumda, zina eden hiç kimse yoktur. Hepsi temizdir.) [İbni Sa'd] (Hz. Âdem'den babama kadar hep nikahlı ana-babadan geldim.) [Deylemî] (Yecüc ve Mecüc de, Âdem aleyhisselamın sulbündendir.) [Beyheki] (Allahü teâlâ, Hz. Âdem'e bin çeşit sanat öğretip buyurdu ki: Evlat ve zürriyetin, bir sanatla rızkını talep etsin! Dini geçim vasıtası yapmasın!) [Hakim] (Hepiniz Âdem aleyhisselamın çocuklarısınız.) [Bezzar] Bu delillerden sonra, (Biz Âdem'den değil, maymundan, başka mahluktan geldik) diyerek insanlığı hazmedemeyene, gözü hayvanlıkta olana, kim, ne anlatabilir ki?
Peygamberler aya, güneşe tapmaz
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bazı okuyucular, bütün peygamberlerin peygamberlikleri bildirilmeden önce de, günah işlemedikleri malum iken, neden meallerde, Hz. İbrahim'in, yıldıza, aya ve güneşe "Bu benim Rabbim" dediği yazılı diye soruyorlar. Hiçbir peygamber, peygamberliğini tebliğ etmeden önce de günah işlemez, hele Allahü teâlâya şirk koşmaz. Müşrikler gibi (Güneş benim Rabbim) demez. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyandı. O gerçekten Allah'ı tanıyan doğru bir Müslümandı. Müşriklerden de olmadı.) [Al-i imran 67] (Andolsun ki bundan önce, İbrahim'e de rüşdünü [büluğundan önce hidayeti] verdik. [Onun buna ehil ve müstahak olduğunu] biliyorduk.) [Enbiya 51] Bu ayetler de Hz. İbrahim'in büluğundan önce de hidayet üzere olduğunu göstermektedir. (Beydavi) Durum böyle iken, İbrahim aleyhisselamın yıldıza, aya ve güneş taptığını söylemek, Kur'an-ı kerimdeki ifadeleri anlamamak demektir. Hemen bütün tercüme ve meallerde, yıldız, ay ve güneş için (Bu benim Rabbim) diye yazılmıştır. Hiçbir açıklama yapılmamıştır. Bu bakımdan Kur'an-ı kerim tercümelerinden fıkh, akaid gibi ilimler öğrenilmez. Tefsir-i Mazharide, Enam suresinin 76-79. ayetlerinin açıklaması şöyledir: İbrahim aleyhisselam, yıldızları, ay ve güneş gösterip: Bu mu benim Rabbim diyerek bunlara tapanları ilzam etmek istemiştir. Beydavi tefsirinin Şeyhzade haşiyesinde de böyle bildirilmektedir. Tibyanda (Acaba Rabbim bu mu?) şeklinde tercüme yapılmış. Bu ifadede bile şüphe var. Ancak tefsirlerden aldığı dört açıklama şöyledir: 1- İbrahim aleyhisselam, müşriklerin cehaletlerini bildirmek için böyle söylemiştir. 2- Müşriklerin yaptıkları şeyleri başlarına kakmak, doğruyu öğretmek için (Bunun gibi şeyden hiç Rab olur mu, bu mu benim Rabbim) demek istemiştir. 3- Müşriklerin aleyhine hüccet için, (Sizce benim Rabbim bu ha) demek istemiştir. 4- (Kavmim Rabbimin bu olduğunu söylüyor) demek istemiştir. Bu dört açıklama da Hz. İbrahim'in; yıldız, ay ve güneş için (Bu benim Rabbim) demediğini, yani müşriklerden olmadığını açıkça göstermektedir. Ay veya güneş için Bu benim Rabbim demek şirktir. Halbuki peygamberler, şirk değil, günah bile işlemezler. (Feraid) Bekara suresinin, (İbrahim, "ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" dediğinde, Rabbi "İnanmıyor musun" dedi. İbrahim, inanıyorum ama, kalbimin tatmin olması için görmek istedim, dedi) mealindeki 260. âyetinden dolayı da bazı sapıklar, (Bu ayet, Hz. İbrahim'in Allah'ın yaratmasından şüphe ediyordu) diyorlar. Halbuki yukarıdaki ayetlerde, İbrahim aleyhisselamın, büluğundan önce de rüşd sahibi, doğru bir Müslüman olduğu açıklanmıştı. Buna rağmen böyle söylemek, cahillik değil ise, art niyettir. Hz. İbrahime bu çeşit saldırılar olduğu gibi, İslamın iki göz bebeğinden birisi olan Hz. Ömer'e de İbni Sebeciler, (Ömer Hudeybiye'de, Resulullahın peygamberliğinden şüphe etmişti) diyebiliyorlar. Orada da, Hz. Ömer aynen, Hz. İbrahim gibi, Allah ve Resulüne olan teslimiyetini bildirmek için, (Ya Resulullah sen Allah'ın peygamberi değil misin? Biz hak, kâfirler bâtıl yolda değil mi?) mealindeki sözlerinden dolayı ona saldırıyorlar. Hz. Ömer, (Ya Resulallah, (Sen elbette Allah'ın resulüsün, bizim yolumuz elbette hak, kâfirler elbette bâtıl yoldadır. Zahiren aleyhimize görünen bu anlaşmada asla dinden taviz verilmemiştir) demek istediğini bütün Ehl-i sünnet âlimleri bildirmektedir. (Kurret-ül-ayneyn)
Eshabı kiramın hepsi cennetlik idi
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İslamiyet uğruna malını, canını, her şeyini ortaya koyup, herkes gizlice hicret ederken Hz. Ömer, hiç çekinmeden kahramanca ortaya çıkarak, (Anasını ağlatmak, karısını dul bırakmak isteyen varsa gelsin) diyerek düşmanlara meydan okumuştur. (Mir'ati kainat) Hz. Ömer, Medine'ye hicretle şereflenen, Allahın övdüğü muhacirlerden ve ilk iman edenlerdendir. Eshab-ı kiramın hepsi cennetlik idi. İşte bir âyet-i kerime meali: (Mekke'nin fethinden önce Allah için mal veren ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlarla eşit değildir. Onların derecesi, sonradan Allah yolunda harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı [Cenneti] vâdetmiştir.) [Hadid 10] Ayet-i kerimede, sapıklara fırsat vermemek için, ve küllen vaadallahü husna buyuruluyor. Yani Allah hepsine Cenneti söz vermiştir buyuruluyor. Fazilet bakımından elbette, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer gibi Mekke'nin fethinden önce Müslüman olup, bütün savaşlara katılanlar, Hz. İkrime, Hz. Vahşi gibi fetihten sonra Müslüman olanlardan üstündür. Ama hepsi de Cennetliktir. Allahü teâlâ, sadece Eshabı kiramın Cennetlik olduğunu bildirmekle kalmadı, o mübarek insanları sevip onların yolundan giden Müslümanlardan da razı olduğunu, onları da Cennete koyacağını bildirdi. İşte bir âyet-i kerime meali: (Muhacirlerin [Mekke'den hicret eden eshabın] ve Ensarın [Medine'de muhacir eshaba yardım edenlerin] önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allah razıdır ve bunlar da, Allahtan razıdır. Allah bunlar için, altından ırmaklar akan Cennetler hazırladı. Bunlar Cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır.) [Tevbe 100] Allahü teâlânın zatı gibi sıfatları da sonsuzdur. Razı olması da sonsuzdur. Allah, Eshabdan birkaç sene razı oldu sonra vazgeçti denilemez. Allah sözünden dönmez. Allahü teâlâ, ağaç altında sözleşme yapılan Eshabdan da razı olduğunu bildirmiştir. İşte âyet-i kerime meali: (Ağaç altında, sana söz veren müminlerden, Allah razıdır. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.) [Fetih 18] Hz. Ömer, ağaç altında söz verenlerden idi. Cabir bin Abdullah dedi ki, Resulullah, (Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu. Bu sözleşmeye, (Biat-ür-rıdvan) denir. Çünkü, Allahü teâlâ, bunlardan razıdır. (İmam-ı Begavi Meâlimüttenzil) İbni Sebeciler, birkaç sahabi hariç hepsine kâfir diyorlar. Allahü teâlâ, sahabi düşmanlarına fırsat vermemek için, sadece Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer gibi cihad edenlerin değil, evlerinde oturanların da cennetlik olduğunu bildirmiştir. İşte âyet-i kerime meali: (Müminlerden, oturanlarla malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı [Cennet] vâdetmiştir; ama cihad edenleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.) [Nisa 95] Bu âyette de, "hepsi cennetliktir" buyuruluyor. (Devamı var)
Hz. Ömer'in görüşleri isabetli idi
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Hz. Ali, Hz. Ömer'i çok severdi. Ona kızı Ümmü Gülsüm'ü verdi. Hz. Ömer hakkındaki hadis-i şeriflerin çoğunu Hz. Ali bildirmiştir. Hz. Ömer de onu çok severdi. Birbirinin dostu idi. İşte âyet meali: (İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve [hicret eden eshabı] barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72] Eshabı kiramın birbirine karşı çok merhametli olduğunu bildiren bir âyet meali de şudur: (Muhammed aleyhisselam, Allahın Resulüdür ve Onunla birlikte bulunanların [Eshab-ı kiramın] hepsi, kâfirlere karşı çetin; fakat, birbirlerine karşı merhametli, yumuşaktır.) [Feth 29] Hz. Ömer'in görüşleri [ictihadları] çok isabetli idi. Makâm-ı İbrahim için, kadınların örtünmesi için ve Bedir gazasında alınan esirler için, içkinin haram edilmesi için Allahü teâlâ, Hz. Ömer'in sözüne uygun âyet göndermiştir. Hz. Ömer buyurdu ki: Vallahi Rabbim, bana şu üç şeyde de muvafakat etti; 1- Ya Resulallah, ne olaydı makam-ı İbrahimi namaz kılınacak yer yapsaydınız dedim. Hemen Bekara suresinin, (Makam-ı İbrahimi namazgah edinin) mealindeki 125. âyeti indi. 2- Dedim ki, ya Resulallah! Sizin yanınıza fâsıklar da geliyor. Ne olurdu ki müminlerin anneleri tesettüre girseydi. Hemen Allahü teâlâ hicab âyetini gönderdi. 3- Resulullahın bazı hanımları birbirleri ile niza etmişler. Bu olayı işitince gidip, [Resulullahın hanımı ve kendi kızı olan] Hafsa'ya dedim ki: "Resulullahı üzerseniz, Allahü teâlâ, ona sizden daha iyi hatunlar verir" Hemen Allahü teâlâ; Tahrim suresinin (Eğer o sizi boşarsa, Rabbi ona, sizden daha iyi hanımlar verebilir) mealindeki 5. ayetini gönderdi. (Mealim-üt-tenzil) Bedir'de alınan esirlere yapılacak muamele hakkında, Sahabe-i kiramın reyleri [ictihadları] farklı olmuştu. Ömer-ül Faruk ve Sad ibni Muaz esirleri öldürelim dedi. Diğer sahabiler ise, para karşılığı bırakalım demişlerdi. Server-i alem de, serbest bırakalım reyini kabul buyurup salıverdiler. Sonra, şu ayet gelerek birinci reyin doğru olduğu bildirildi: (Savaşta alınan esirleri mal karşılığı olarak salıvermek, hiçbir Peygambere yakışmaz. Yeryüzünde onların çoğunu öldürmek, zayıflamalarına sebep olur. Siz dünya malını istiyorsunuz. Allahü teâlâ ise, sevap kazanmanızı, Cennete ve nimetlere kavuşmanızı istiyor. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.) [Enfal 67,68] Bu ayetler indikten sonra Resulullah buyurdu ki: (Eğer azap geri çevrilmeseydi, Ömer ile Sad bin Muaz'dan başka kimse kurtulmazdı.) [Beydavi, Mealim-üt-tenzil] Daima görüşü [ictihadı] isabet ederdi. Bir gün, Müslümanlar arasında bulunan bir kişi ile bir Yahudi, bir hususta anlaşamadı. Yahudi davayı halletmek için, Resulullahın meclisi şeriflerine gelmek istedi. O kişi de Yahudilerin reisine gitmek istedi. Sonunda, Resulullahın katına geldiler. Yahudi o davada haklıydı, onun lehine hüküm verildi. Çıkınca, o kişi bu hükme razı olmayıp, (bir de Ömer'e gidelim) dedi. Hz. Ömer Yahudilere düşman olduğu için davayı kendisinin kazanacağını sanıyordu. Hz. Ömer'in huzuruna davayı halletmesi için geldiler. Yahudi, davayı anlattı. Hz. Ömer, onun münafık olduğunu anlayıp, (Olay böyle mi?) diye sordu. O kişi, evet, öyledir. Ama ben o hükme razı olmadım, sen hüküm veresin, dedi. Hz. Ömer; (Siz az bekleyin) buyurdu. Hemen içeriden kılıcını getirip münafığın boynunu vurdu, (Resulullahın hükmüne razı olmayanın hükmü budur) buyurdu. Bunun üzerine, Resulullah efendimiz, (Hak ile batılı ayırt edici Ömer'dir) buyurup, hak ile batılı ayıran anlamında "Faruk" lakâbını verdi ve Ömer-ül-Faruk denildi. ([M. Ç. Güzin) Yine buyurdu ki: (Allahü teâlâ, hakkı Ömer'in diline ve kalbine yerleştirmiştir, yani Ömer hiç yanılmaz.) [Tirmizi, Ebu Davud, İ. Ahmed, Hakim, Taberani, İbni Neccar, İ. Münavi] (Devamı var)
Hazret-i Ömer cennetliktir
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Hz. Ömer'in Cennetlik olduğu hadis-i şeriflerle de bildirilmiştir. Bunlardan birkaçı şöyledir: (Bu ümmetten Cennete ilk girecek olan Ebu Bekir ve Ömer'dir.) [Deylemî, İbni Neccar] (Enbiyadan sonra, Cennet ehlinin en üstünü Ebu Bekir ile Ömer'dir.) [Tirmizi, İbni Mace]. (Cennette yüksek derecedekileri, aşağıdakiler sizin ufuktaki yıldızları gördüğünüz gibi görürler. Ebû Bekir ve Ömer de o yüksek derecede olanlardandır.) [Tirmizî, İbni Mâce] (Ebu Bekir ve Ömer peygamberler hariç, Cennet ehlinin kâmil seyyidleridir.) [Tirmizî] (Miracda, Ömer'e verilecek olan köşkü gördüm.) [Buhari, Müslim] (Cennete girdim. Bir köşkte bir huri [Cennet kızı] gördüm. Sen kimin içinsin dedim. Ömer ibni Hattab için yaratıldım! dedi.) [Buhari, Müslim] (Ömer'in Cennetteki derecesi, Ebu Bekir hariç, ümmetimin hepsinden yüksektir.) [İbni Mace] (Ömer Cennet ehlinin ışığıdır.) [E. Nuaym, İ. Asakir] (Ömer Cennettedir.) [Tirmizi, İbni Mace, Taberani, İ. Asakir, Beyheki, Darekutni, Hakim, Ebu Nuaym, İbni Said] Hadis âlimleri söz birliği ile bildiriyorlar ki: Ebu Musel-Eşari dedi ki, Resulullah ile bir bahçede oturuyorduk. Birisi kapıya vurdu. Resulullah (Kapıyı aç ve gelene Cennetlik olduğunu müjdele) buyurdu. Kapıyı açtım. Ebu Bekir içeri girdi. Resulullahın müjdesini kendisine söyledim. Kapı yine vuruldu. (Kapıyı aç ve gelene Cennetlik olduğunu müjdele) buyurdu. Kapıyı açtım. Ömer içeri geldi. Ona da müjdeyi söyledim. Kapı yine vuruldu. (Kapıyı aç! Gelene Cennetlik olduğunu müjdele ve başına belalar geleceğini de söyle) buyurdu. Kapıyı açtım. Osman içeri girdi. Müjdeyi ve Allahü teâlânın kaderini kendisine söyledim. Allahü teâlâya hamd olsun. Kazalarda, belalarda ancak Allahü teâlâya sığınılır dedi. (Buhari, Müslim-Kurretül ayneyn) Hz. Ömer, bir cemaat ile Hz. Ali'ye gidip dedi ki: Ya Ali, sen Resulullahın (Ömer, ehli Cennetin ışığı ve İslamın nurudur) buyurduğunu işittin mi? Hz. Ali de, evet dedi. Hz. Ömer, dedi ki, o halde işittiğini yaz. Hz. Ali de mübarek eline kalem alıp, yazdı. Hz. Ömer o yazıyı alıp, oğluna verdi. Ben ölünce, bunu kefenime koy. Allahü teâlânın huzuruna bununla çıkayım dedi. (M. Ç. Güzin) Hatib bin Ebi Beltea, Saire isimli bir kadınla Mekke'deki müşriklere, Mekke'nin fethi için hazırlık yapıldığını bildiren bir mektup gönderdi. Vahiy ile durumu öğrenen Peygamber efendimiz, üç kişiye emretti. Kadına yetişip, mektubu istediler. Kadın (Bende mektup yok) dedi. (Resulullah yalan söylemez, mektubu çıkar. Yoksa...) diyerek tehdit edilince, kadın saçlarının arasındaki mektubu çıkarıp verdi. Mektup getirilince Peygamber efendimiz, Hz. Hatib'e niçin böyle yaptığını sordu. O da (Ben müminim. Mekke'de çoluk çocuğum var. Müşriklerin bir zararı dokunmasın diye bunu yazdım.) dedi. Hz. Ömer, (Ya Resulallah, izin ver şunun kellesini uçurayım) dedi. Fakat Peygamber efendimiz (Allahü teâlâ, Bedir gazasında bulunanlara "İstediğinizi yapın! Sizin her işinizi affettim" buyurdu. Bu da onlardandır) buyurunca, Hz. Ömer, Bedir gazasında bulunan bir sahabiye suizan ettiği için ağladı. Fakat böyle bir iş uygun olmadığı için, (Ey iman edenler, düşmanımı ve düşmanlarınızı dost edinmeyin) ayet-i kerimesi indi. (Mümtehine 1) [Mevahib-i ledünniyye] Hz. Ömer de Bedire ve bütün savaşlara katılan ve ayetlerle övülen bir sahabidir. (Devamı var)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İmam-ı a'zam Fıkhu'l-Ekber'de buyuruyor ki: Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebu Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, daha sonra Ali'dir. Her müslüman eshabı kiramın hepsini hayırla anması gerekir. Hz. Ömer, şu hadis-i şeriflere de mazhar olmuştur: (Allah Ömer'e rahmet etsin, acı da olsa Hakkı söyler.) [Tirmizî] (Her şeyin bir kanadı vardır, bu ümmetin kolu kanadı da Ebu Bekir ve Ömer'dir.) [Hatîb] (Ensara, Ehli beyte, Ebu Bekir ve Ömer'e ancak münafık buğzeder.) [İ. Asâkir] (Ya Ali, müşrikler, sana aşırı bağlılık gösterecek, sende olmayan şeyleri, sana söyleyecekler, Ebu Bekir'le Ömer'i kötüleyecekler. Allah onlara lanet etsin.) [Darekutni] (Ebu Bekir ve Ömer'e buğz etmek küfürdür.) [İ. Neccâr] (Ebu Bekir'le Ömer'i sevmek imandan, onlara düşmanlık münafıklıktır.) [İbni Adiy, İ. Münavi]. (Benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) [Deylemi, İ. Münavi, Mesabih] (Allahü teâlâya hamd olsun ki, beni, Ebu Bekir ve Ömer ile kuvvetlendirdi) [Hakim] (Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer'e tâbi olun.) [Tirmizi, İ. Mâce, Hâkim, Beyheki, ibni Adiy] (Üstüne binilen inek, ben bunun için yaratılmadım, çift sürmek için yaratıldım dedi. [şaşıran olunca] Peygamber efendimiz, (Ben, Ebû Bekir ve Ömer buna inanırız) buyurdu. Bir kurt, çobanın olmadığı gün kurt gelirse, koyunları kim kurtaracak? dedi. [buna da hayret eden olunca] Resulullah, (Ben, Ebû Bekir ve Ömer buna inanırız) buyurdu. [Her ikisi de orada yoktu. Resulullah, onların iman ve ihlaslarına şahitlik ediyor, kefil oluyor.] (Buhârî, Müslim, Tirmizî) [Fetih suresinde, (Eshabı kiram kâfirlere karşı çok şiddetlidir) buyuruluyor. Hz. Ömer bunların başında gelirdi. Resulullah cemaatle namaz kıldırırken Firavun'un, "Ben sizin en büyük rabbiniz değil miyim" dediğini bildiren ayeti okuyunca Hz. Ömer, namaz esnasında, gazaba gelerek, "Ben o zaman olsa idim, boynunu vururdum" dedi. Namazdan sonra Resulullah, namazda iken konuşulmaz, namazını iade et buyurdu. Hz. Ömer namazı iade edeceği sırada Cebrail aleyhisselam, gelip, (Allahü teâlâ Ömer'in namazını kabul etti, yeniden kılması gerekmez) dedi. (M. Ç. Güzin) İmam-ı Muhammed Parisa buyuruyor ki: Hz. Ali buyurdu ki: Beni, Ebu Bekir ve Ömer ve Osman'dan üstün tutan münafıktır. (Faslülhitab) Hz. Ömer, Peygamber efendimizin kayınpederi olmakla, mübarek kızı Hafsa validemiz de müminlerin annesi olmakla şereflenmiştir. Bir ayet-i kerime meali: (Resulullahın zevceleri müminlerin anneleridir) [Ahzab 6] Resulullahla akraba olmak şerefi çok büyüktür. İmanlı olan her akrabası muhakkak cennetliktir. Çünkü hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Allahü teâlâ bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraber olacaktır.) [Deylemî] Resul-i ekrem, Hz. Ömer'in şehid olacağını, cennetlik olduğunu haber verdi. İlk üç halife ile dağa çıktıkları zaman dağ depremden sallanınca buyurdu ki: (Ey dağ, sallanma, üstünde bir nebi, bir sıddık, iki de şehit [Ömer ve Osman] var.) [Buhari] Eshab-ı kiramın tamamı evliya idi. Resulullah, Hz. Ömer'e ikram olmak için buyurdu ki: (Geçmiş ümmetler içinde gelecekten keramet ehli zatlar vardı. Ümmetimin içinde de Ömer onlardan biridir.) [Buhârî, Müslim,Tirmizî] Hz. Ömer, Medine'de kalabalık bir cemaate hutbe okurken, İran'a gönderdiği ordunun mağlup olmak üzere olduğunu görüp, kumandana (Ya Sariye arkanı dağa ver) buyurdu. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Şevahidün nübüvve)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Müta, dört mezhebde de haramdır, batıldır. Müta, şahitsiz olarak bir kadına belli para verip, belli zaman için [mesela bir saat, bir gün, on sene] beraber yaşamayı sözleşmek demektir. Mütanın haram olduğunu bütün Ehl-i sünnet âlimleri icma ile bildirdi. (Mizan-ül-kübra, İbni Abidin) Mütanın haram edildiğini bildiren hadis-i şerif, Buhari, Müslim, Tirmizi ve Muvatta'da yazılıdır. Bunu haber verenlerden biri de Hz. Ali'dir. İbni Sebe'nin, müta için Hz. Ömer'in ictihadı demesi de, çok yanlıştır. Çünkü, Eshab-ı kiramdan hiçbiri buna muhalefet etmedi ve icma hasıl oldu. Fetava-yi Hindiyye'de diyor ki: (Ücret karşılığı zina yapan fahişeye [genel evdeki kadına], İmam-ı a'zama göre had vurulmaz. İkisi de şiddetli tazir olunur ve tövbe edinceye kadar hapis olunur. İmameyne göre, ikisine de had cezası yapılır. Müta yapana da fahişe gibi had vurulmaz.) Fakat zinanın had cezası yapılmayan kısımları da haramdır. (Berika) Tefsir ve fıkıh kitapları diyor ki: Nisa suresinin (İstimta ettiğiniz kadınların ücretini verin) mealindeki 24. âyeti, müta için değil, nikahtaki mehir parasını vermek içindir. Beydavi tefsiri bu âyeti açıklarken buyuruyor ki: (Bu âyet, sahih olan nikahı bildiriyor, mütayı bildirmiyor. Mehir parasını emrediyor. Müta, önce mubahtı, sonra yasak edildi.) [Şeyhzade tefsiri c.2, s.26] Büyük âlim Burhaneddin-i Mergınani'nin Hidaye kitabının şerhi olan İnaye kitabında, Mevlana Ekmelüddin buyuruyor ki: Müta batıldır. Abdullah ibni Abbas'ın bildirdiği gibi, müta önceleri mubah idi. Fakat, hadis-i şerif ile, bunun yasak edildiğini, Eshab-ı kiram söz birliği ile bildirmektedir. Muhammed ibni Hanefiye dedi ki: (Babam imam-ı Ali buyurdu ki Hayber kalesi alındığı gün, Resulullah mütayı yasakladı. Eshab-ı kiramdan Rebi bin Meysere buyuruyor ki: "Hayber'i feth ettiğimiz gün, Resulullah, mütayı, üç gün helal etti. Ben, amcamla bir kadının kapısına geldik. Gayr-i müslim bir kadın kapıya çıktı, beni içeri aldı. O gece orada kaldım. Sabah olunca, Resulullahın sokaklarda, (Ey Müslümanlar, Resulullah müta nikahını yasak etti) diye ilan ettirdiğini duydum. Hepimiz mütadan vazgeçtik."Resulullah, hayatta iken, mütayı yasak ettiğini, Eshab-ı kiram, icma ile bildirmektedir. İcma, âyeti ve hadisi değiştirmez, âyetin ve hadisin değiştirildiğini haber verir. Cabir bin Zeyd diyor ki: Abdullah İbni Abbas da, ölmeden önce, mütanın yasak edildiğini söyledi. Böylece, icma hasıl oldu. İmam-ı Malik, Muvatta'da Hz. Ali'nin bildirdiği hadis-i şerifi yazmaktadır. Hz. Ali buyurdu ki: (Hayber kalesini aldığımız gün Resulullah eşek eti ile mütayı yasak etti.) [İnaye s. 231] İbni Mace'nin bildirdiği hadis-i şerifte, Hz. Ömer'in, (Fahr-i alem mütayı, üç kere helal, üç kere de haram etti. Vallahi, evli birinin, müta yaptığını işitirsem, onu recm eder, İslamiyetin emrini yerine getiririm) demesi, mütayı Hz. Ömer'in yasak ettiğini değil, Resulullahın yasak ettiğini, Onun yasakladığı şeyi yaptırmayacağını gösteriyor. Eshab-ı kiramın hepsi, halifenin bu sözünü destekledi. İbni Abbas hariç, hiç kimse tarafından itiraz olunmaması da, bunun önceden yasak edilmiş olduğunu herkesin bildiğini göstermektedir. Hz. Ali, Abdullah ibni Abbas'a, (Sen yanılıyorsun, Fahr-i alem, mütayı yasak etti) dedi. İmam-ı Ali'nin bu sözü üzerine, İbni Abbas da, sözünden dönmüş, mütanın sonradan haram edildiğini söylemiştir. (Buhari)
Müta ve muvakkat nikah bâtıldır
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Büyük hadis âlimi, Süleyman bin Ahmed Taberani ve Süleyman bin Davud Tayalisi buyuruyor ki: Said bin Cübeyr bildiriyor: Abdullah ibni Abbas'a dedim ki: (Ben, hiçbir zaman, mütaya helal diyemem. Siz de, helal dememeli idiniz. Çünkü, böyle demekte ne gibi zararlar doğacağını biliyor musunuz? Sizin böyle, caiz demeniz, her yere yayılır da, herkes, bu sözünüzü, müta helal imiş diye, vesika olarak kullanabilir.) Abdullah ibni Abbas şöyle cevap verdi: (Bu sözümle, mütanın, her zaman herkese helal olacağını bildirmek istemedim. Ancak, zaruret olunca, zararı gidermek için caiz olur, dedim. Allahü teâlâ, zaruret olunca, zararı giderecek kadar leş, kan, domuz eti yemeye izin verdiği kadar, mütanın da caiz olacağını düşünerek söyledim.) Demek ki, icma hasıl olmadan önce Abdullah ibni Abbas da, müta her zaman, herkese caizdir dememiş, her haram olan şeyler gibi, zaruret olursa, zararı giderecek kadar caiz olur demiştir. Hadis âlimi İmam-ı Beyheki, Abdullah ibni Abbas'ın daha sonra bu sözden döndüğünü açıkça bildirmektedir. Abdullah ibni Abbas buyurdu ki: Müta önce helal idi. Fakat, Nisa suresinin, (Ananız, bacınız, kızınız ...... size haramdır) mealindeki 23. âyeti geldikten sonra, haram edildi. (Taberani, Beyheki) Müminun suresinin (Müminler, zevcelerinden ve cariyelerinden başka olan kadınlardan sakınırlar) mealindeki 6. âyeti, mütanın haram edildiğini açıkça gösteriyor. Çünkü, bu âyetten yalnız zevcelerin ve cariyelerin helal olup, başkalarının haram olduğu pek açıktır. Kendisine zevce de, cariye de denilemeyen, müta yapılmış bir kadınla buluşmanın helal olduğunu iddia etmek, Kur'an-ı kerimin açık olan emrine karşı durmak olur. Mütacı kadın bir erkeğe varis olmaz. Bu kadının, bu erkekten olan çocuğu da, bu adama varis olmaz. Öyle ise, bu kadın zevce değil, cariye de değildir. Resulullah efendimiz Eshabı kirama buyurdu ki: (Ey Müslümanlar, müta nikahına izin vermiştim. Fakat, şimdi bunu, Allah haram etti. Kimin yanında böyle kadın varsa, bıraksın ve ona verdiği malı geri almasın!) [Müslim, İbni Mace] Mütanın haram olduğunu, Hz. Ali başta olmak üzere, birçok Sahabi bildirmiştir. Hz. Ali, Abdullah ibni Abbas'a buyurdu ki: Resulullah, Hayber gazasında, müta ile eşek etini yasak etti. (Buhari) Yine Buhari ve Müslim'deki hadis-i şerifte Resulullahın, mütayı üç kere helal, sonra, üç kere de haram ettiği bildirilmektedir. Müta dört mezhebde de batıldır. (Mizan-ül-kübra) Bir hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Muvakkat [geçici] nikah harâmdır.) [İbni Kâni'] Mütacı İbni Sebe diyor ki: (Her şey aslında mubahtır. Yasak olmaları için âyet veya hadis gerekir) diyerek mütanın mubah olduğunu söylüyorlar. Bu sözün nikah ile ilişiği yoktur. İlme [dine] uymayan bir safsatadır. Çünkü Bekara suresinin, (Allah, yeryüzündeki herşeyi sizin için yarattı) mealindeki 29. âyeti, yiyecek, içecek ve giyecek maddelerinin hepsi helal olup, ancak âyet-i kerime veya hadis-i şerif ile istisna edilenler haram olur. İnsanların nefslerine ve ırzlarına dokunmanın haram olduğunu bu âyet göstermektedir. Ancak, istisna edilenler haramlıktan kurtulup helal olur ki, bu da, sahih nikah ile almaktır. (Elmalılı tefsiri s. 1328) [Yarın İbni Sebe'ye cevaplar]
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İbni Sebe, Kur'an ve Sünnete Göre Müta isimli eserinde, Ehli sünnetin dört hak mezhebine, eshabı kirama ve islamın iki göz bebeğinden biri olan Hz. Ömer'e kinli boğa gibi saldırmaktadır. Müta zinasını hararetle savunuyor. Hz. Ömer'in, Resulullahın yasakladığını bildirmesine ateş püskürüyor. Bizzat Ömer yasakladı bunu diyor. Hz. Ömer ile Ehli sünnetin bunda ne menfaatleri vardır ki suçlanıyor? Hani dünya menfaati olsa çıkarını düşündü diye iftira edilebilir. Ama zinayı yasaklamasında ehli sünnetin ne yararı var ki? Hz. Ömer veya Ehli sünnet niye mubah olan bir şeyi yasaklasın ki? Bu, nakle olduğu gibi akla da aykırıdır. İbni Sebe (Ehli sünnetin anladığı müta bizimkinden farklıdır) diyerek şunları bildiriyor: 1- Mütada tarafların rızası şarttır diyor. CEVAP: Zinada da karşılıklı rıza yok mu? Karşılıklı rıza olması mütanın caiz olduğunu mu gösterir?. 2- Biri teklif edecek öteki de kabul edecek diyor. CEVAP: Sanki bu zinada yok mu? İcab ve kabulün bulunması mütayı meşru kılmaz. 3- Anne bacı gibi yakını olmamalı diyor. CEVAP: Zaten zina eden de anne bacı gibi yakını ile zina etmez. Bu da, mütanın meşru olduğunu göstermez. 4- Müslüman veya kitap ehli kadın olmalı diyor. CEVAP: Zinada da bu olabilir. Bu hüküm onun meşru olmasına delil olamaz. 5- Ücret ve süre belli olmalı diyor. CEVAP: Genelevde de ücret ve süre bellidir. Ücret ve sürenin belli olması mütayı meşru kılamaz. 6- İlişkiden sonra kadın ücreti hak eder diyor. CEVAP: Genelevde de böyledir. 7- Vaty olmaması gibi şart konabilir diyor. CEVAP: Böyle bir şart koymakla müta meşru olmaz. 8- Şahit şart değildir diyor. CEVAP: Zinada da şahit olmaz. Hemen dip not inerek, Malikilerde şahitsiz nikah caiz diyor. Bektaşi gibi devamını söylemiyor. Ama Malikilerde ilan şarttır, yani falanca ile filanca evlenmiştir diye herkese duyurmak şart. Mütada olduğu gibi iş bitince çekip gitmez. 9- Mütada kendi rızaları yeterli diyor. CEVAP: Bu mütayı nasıl mubah kılar ki? Zinada da, kumarda da iki tarafın rızası olur. Üç hak mezhepte velinin izni de şarttır. Hangi yönden bakılsa, müta zinadır. 10- Bir kusur için mütaya son verilebilir diyor. CEVAP: Zina edecek kimse de Nataşada AIDS, frengi gibi bir hastalık tespit ederse onunla zina etmez. Bu mütayı nasıl meşru kılar ki? 11- Mütada boşama yoktur diyor. CEVAP: Zinada da böyledir Ortada nikah yok ki boşama olsun. 12- Mütada miras yok diyor. CEVAP: Yani mütacı, kiralık kadınla birlikte iken kalbden ölse, kadın mirasa konamaz. Zinada da miras yoktur. Miras normal nikahta geçerlidir. 13- Mütada neseb hükümleri var diyor. CEVAP: Bu tamamen yalan. Hiçbir kaynağı yoktur. Eshabdan müta caiz iken müta yapanlar akşam kadın ile beraber olur, sabah elveda der çekip giderlerdi. Ertesi gün bir başkası gelip o kadınla birlikte olurlardı. Yani bir kadın bir ayda 30 erkekle müta yapabilirdi. O zaman bir çocuk olsa, bu 30 erkekten hangisinden olduğu nasıl bilinecek de miras sahibi olacaktır? Böyle yalanlarla müta zinasının meşru olduğu ispata çalışılmaktadır. Diyelim ki kadın gözetim altına alındı, kimse ile müta yaptırılmadı, birkaç ay sonra gebeliği meydana çıktı. Çocuğun nesebi de böylece tespit edildi. Şimdi bu müta caiz mi olur? (Devamı var)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
14- İbni Sebe mütada iddet vardır diyor. CEVAP: Hiçbir kaynakta iddet yoktur. Kendisi de uydurma olsun bir kaynak yazmamıştır. Çünkü bir kadın, mütadan sonra başkası ile müta yapabiliyor, zaman sınırı yok. İddet nereden çıkıyor ki? Mütayı meşru sayabilmek için uydurulmuş koskoca bir yalan. 15- Müta hükümlerini tarafların bilmesi gerekir aksi takdirde onlara izin verilmez diyor. CEVAP: Müta şahitsiz yapılıyor, kimden izin alacaklar ki? Sanki Ehli sünnet mütayı bundan farklı biliyormuş. Bu şekilde olan müta zinadır. Resulullah haram etmiş, Hz. Ömer de bunu çok kimse bildiği için, Resulullahın emrine uygun olarak yasaklamıştır. Böylece icma hasıl olmuştur. Zaten kendisi de, imamiyye dışında bütün fukahanın icması olduğunu bildirmektedir. Ehli sünnetin dört mezhebi yani bütün âlimler, (Mütaya önce izin verildi sonra haram edildi) buyuruyorlar. İbni Sebe Ehli sünnetin icmasına ateş püskürerek diyor ki: (İcma var demek, korkunç ve dehşet verici bir itirazdır. Bu itirazı yapanlar, Allah ve Resulünün bir zamanlar zinaya izin verdiğini mi söylemek istiyorlar?) CEVAP: İbni Sebe, bir zamanlardan galiba haberi yok. Bir zamanlar içki içilmiyor muydu, faiz alınıp verilmiyor muydu, açık saçık gezilmiyor muydu? Bunlar yasaklandıktan sonra artık vazgeçilmedi mi? Önceki halleri için, Allah bir zamanlar içkiye, faize, tesettürsüzlüğe izin verdi mi denir? İçki ve kumar hakkında iki ayet meali şöyledir: (İçki ve kumarı soranlara de ki:"İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür.) [Bekara 219] (Şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçin!) [Maide 91] İçki ve kumar haram edilmeden önce, günah değildi, öyle değil mi? Faiz de öyle değil miydi? Bir ayet meali şöyledir: (Allah, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra Rabbinden gelen öğüde uyup da, faizden vazgeçenin geçmişteki günahları affedilir, yediği faizler geri alınmaz. Helal diyerek tekrar faize dönenler ise, cehennemliktir ve orada ebedi kalırlar.) [Bekara 275] Bir hadis-i şerif meali de şöyledir: (Hükümsüz kıldığım ilk faiz, amcam Abbas'ın faizidir. Faizlerin hepsi hükümsüzdür.) [Müslim] Faiz haram edilmeden önce, Hz. Abbas haram işliyordu denebilir mi? Kız kardeşle evlenmek caiz midir? Elbette caiz değildir. Peki Allah ve Onun resulü Hz. Âdem, bunu emrettiği zaman zinaya mı izin verildi? Hüküm Allahındır. Bugün haram der ertesi gün helal eder, bugün helal der, yarın haram eder. Buna hangi Sebeci karışabilir ki? İç yağı Yahudilere haram idi. Sonra helal etti. Yani Allah dilediğini yapar. O helal dediği zaman helaldir, haram dediği zaman haramdır. Mütayı da, daha önce mubah etti, sonra haram etti. Daha öncekine zina demeye kimin hakkı var ki? Allahın emrini bildirmek niye korkunç ve dehşet verici bir itiraz olsun ki? Ehli sünnet âlimleri hiç dine aykırı bir şey yaparlar mı? (Devamı var)
31.07.2002
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
İbni Sebe'nin sorularına cevaplar
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Aklı başında olan hiç kimse mütayı reddetmez diyor. CEVAP: Demek ki bütün ehli sünnet âlimleri, dört hak mezhep mensuplarının aklı başında değil öyle mi? İbni Sebe'nin aklı başındadır, kasten islamı yıkmak için, zinayı meşrulaştırmak için bunu yapıyor. Zinadan uzak durmak isteyenleri de aklı başında değil diye suçluyor. Ehli sünnetin ileri sürdüğü itirazların hepsi boş ve çürüktür diyor. CEVAP: Ehli sünnetin bildirdiği âyet ve hadislere boş çürük diyebilmek için mutlaka müta sarhoşu olması gerekir! Yoksa namuslu bir ilim adamı milyonlarca ehli sünnet âlimine böyle çirkin ifadeler kullanamaz. İbni Sebenin müta sarhoşu olduğu bu sözlerinden de anlaşılmaktadır. Bir kadın, gayri müslim bir erkekle evlenmek istese, nikahın bütün şartları mevcut olsa, yine bu nikah caiz olmaz. Yani Müslüman kadın gayri müslimle evlenemez. Bunun gibi şartlarının bazıları tutsa bile, mütanın caiz olması gerekmez. Biz ahlaksız (fahişe) kadınlarla mütayı hoş karşılamayız diyor. CEVAP: Yani uygun ama hoş karşılanmıyormuş. Bununla mütanın mubah olduğu mu anlatılmak isteniyor? Hem 10-15 dakikalığına, saatliğine veya günlüğüne müta yapan, mesela 30 günde en az 30 ayrı mütacı ile birlikte olan kadın, nasıl ahlaklı olur? Namuslu bir kadın bile bu yolla fahişe olur. İbni Sebe diyor ki: Hanefilerden Kaşani'nin, bu âyet mütayı bildiriyorsa mensuh sayılır demesi, islami hassasiyetin (!) ifadesidir. CEVAP: (!) işareti dalga geçmeyi gösterir. Yani islami hassasiyeti yok, aman ne de hassasiyet demektir. Bir islam âlimi ile böyle dalga geçmek ancak Sebecilere has bir taktiktir. İbni Sebe mütanın helal olduğu zamanki hadis-i şerifleri bildiriyor, (Hz. Cabir, müta helal idi, fakat sonra Ömer bunu bize yasakladı. O yüzden bir daha yapamadık) dediğini yazıyor. CEVAP: İbni Sebe, bize yasakladı dedirirken sanki Hz. Ömer'in kendisine serbest idi intibaını vermeye çalışıyor. Bir kere Hz. Ömer mubah olan şeyi nasıl yasaklar ki? Diyelim ki yasak etti. Kur'anı kerimde (Kâfirlere karşı şiddetli ve birbirlerine karşı merhametli), (ve küllen va'adallahü husna) buyurulan yani (Hepsi için Hüsna [Cennet] söz verilen) eshabı kiram, hâşâ odun muydu, robot muydu, dilsiz şeytan mıydı, niye sustular? Hz. Ali hilafete geçince niye mütayı serbest bırakmadı? Hz. Ömer mezardan çıkacak diye korkuyor muydu yoksa? Hâşâ Hz. Ali korkak birisi mi idi? Bu ne rezalet?! Hz. Cabir, (Bize yasakladı, biz de yapmadık) demiş. Hz. Cabir o kadar korkak mıydı? (Sen bize Allah ve resulünün helal kıldığı şeyi nasıl yasaklıyorsun?) diyemedi mi? Hem Hz. Ömer Allahın emrettiği bir şeyi niye yasaklayacak ki? Bunda ne menfaati olacak ki? Âyetle ve hadislerle cennetlik olan Hz. Ömer'e bu ne çirkin iftira böyle? Biz de yapmadık ifadesinden, haram olduğunu biz de anladık artık bu işten elimizi çektik demektir. Başkaları hâşâ müta yapıyordu da Hz. Cabir niye yapamadı? Demek ki haram olduğunu bildiren hadisi şerifi duydu ki artık yapmadık diyor. Hâşâ Hz. Ömer'den bütün eshab korkuyordu diyelim, onun Sebeci bir Yahudi tarafından şehid edilmesinden sonra niye serbest edilmedi? İmamı a'zamlar, İmamı Şafiiler, İmamı Malikler, İmamı Ahmed bin Hanbeller de mi korktu? Onlar niye haram dediler? (Devamı var)
Birbirlerini çok seven insanlar
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İbni Sebe diyor ki: Mütanın ravisi Mutarrif, ehli sünnete göre, Buhari ve Müslim'in ortak ravilerinden çok itimat edilen kimse ise de, bizce o sabıkalı bir ravidir. Zira İmam-ı Ali'ye nefret dolu olduğu biliniyor. Allahın resulü de Ali'ye yalnız münafıkların buğzedeceğini haber veriyor. Resulullahın münafık dediği kimsenin rivâyetine değer verilir mi? CEVAP: Burada müthiş iftiralar yapılıyor. Haşa Ehli sünnetin iki büyük İmamı Buhari ve İmam-ı Müslim, bir münafığın rivâyetini esas alıyorlarmış. Ehli sünnete göre bu münafık çok itimat edilen kimse imiş. Bu ne çirkin iftira böyle? Hz. Ali'ye nefret duyduğu ifadesi ne büyük yalan? Farklı ictihadlar kin ve nefret mi? Hz. Ali ile savaşan eshabı kiram için, nefret dolu idi mi demek lazım? Zaten İbni Sebecilere göre eshabın beşi hariç, hepsi mürteddir, münafıktır! Çünkü Hz. Ali'yi halife seçmediler, ona kin ve nefret duydular. Ama Allahü teâlâ, eshabı kiram için ne buyuruyor? (Onlar birbirine karşı çok merhametli) buyuruyor. (Feth 29) (Onlardan razıyım, onlara Cenneti hazırladım) buyuruyor. (Tevbe 100) Ve küllen va'adallahü husna (Hepsi için Hüsnayı [Cenneti] söz verdim) buyuruyor. (Hadid 10) İbni Sebe diyor ki: Ömer dedi ki: Kur'an ve Sünnette olduğu halde, hac mütasını yasaklıyorum. CEVAP: Hz. Ömer gibi, eshabı kiramın en üstünlerinden olan büyük zata bu iftirayı ancak bir Sebeci yapabilir. Dört mezhep âlimleri bildiriyor ki: Hz. Ömer Müta haccını yasaklamadı. Mekkeliler için, ifrad haccı daha sevaptır buyururdu. Haccın birçok nüsükünde, dört mezhep arasında da ihtilaflar vardır. Bunlar ictihad ayrılıklarıdır. İctihad ayrılıkları bid'at değildir. Resulullahın haccı nasıl yaptığını, Eshab-ı kiram, bütün ayrıntıları ile haber verdiler. Bazı işleri ne niyetle yaptığını anlamakta ihtilaf olmuştur. Şafii ve Maliki, Resulullahın haccı, (İfrad) idi dediler. Hz. Ömer ve Hz. Osman da bunu söylemişlerdir. (Kurret) Eshabı kiramın hepsi cennetlik ama Hz. Ömer, Ebu Bekri Sıddık hariç, hepsinden daha üstündür. Âyet ve hadisler övülen en güzide bir sahabidir. Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Mekkenin fethinden önce Allah için mal veren ve savaşanlar, fetihten sonra mal veren ve savaşanlardan daha üstündür.) [Hadid 10] (Hz. Ömer fetihten önceki sahabilerdendir.) (Muhacirlerin ve Ensarın önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allah razıdır. Bunlar cennette sonsuz kalırlar.) [Tevbe 100] (Hz. Ömer, bu muhacirlerin başta gelenlerindendir.) (Ağaç altında, söz veren müminlerden, Allah razıdır.) [Fetih 18] (Hz. Ömer söz verenlerdendir.) Birkaç hadis-i şerif meali de şöyledir: (Allahü teâlâ bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraber olacaktır.) [Deylemî] (Resulullah, Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa ile evlendi) (Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu.) [Tirmizi] Resulullah, ilk üç halife ile dağa çıktıkları zaman dağ sevinçten sallanınca buyurdu ki: (Ey dağ, sallanma, üstünde bir nebi, bir sıddık, iki de şehit [Ömer ve Osman] vardır.) [Buhari] (Devamı var)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bazıları Allaha inanan herkesin cennete gideceğini sanıyor. Bu çok yanlıştır. Amentü'deki altı esastan birine inanmayanın imanı geçersizdir. Bunun için inanmak değil, doğru inanmak önemlidir. Âhirette kurtulmak, ibâdetin çok olmasına değil, doğru imana bağlıdır. İhlaslı ameli az da olsa, hatta hiç ameli olmasa, zerre kadar doğru imanı olsa yine cennete girer. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Kalbinde zerre kadar imanı olan cehennemde kalmaz.) [Buhârî, Müslim] Dünyadan herkes ahirete yolculuk yapıyor. Herkes bir vasıtaya binip gidiyor. Bir vasıtaya binmek değil, doğru vasıtaya binmek önemlidir. Yanlış vasıtaya binen, istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Kâbe'ye gitmek için niyet edip Paris'e giden uçağa binen, niyeti halis olsa da Kâbe'ye varamaz. Allahü teala, doğruyu azıcık merak edene, doğruyu arayana doğru yolu yani hakiki islamiyeti nasip edeceğine söz vermiştir. [Ankebut 69, Şûra 13], Allah sözünden dönmez. (Ali imran 9) Demek ki batıl yollardaki insanlar istemek bir yana merak bile etmiyorlar. Allahü teâlâ rızka kefildir ama imana kefil değildir. Doğru iman sahibi olmaya çalışmalıdır. İtikadı düzeltmeden önce ibâdet etmenin faydası olmaz. Doğru itikat, ehli sünnet itikadıdır. Doğru itikad 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır rakamı gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur. İhlassız, yani riya ile yapılan ameller de, soldaki sıfır gibi yani 1 rakamının soluna konan sıfır gibi değersizdir. İtikat doğru olunca ibadetleri arttırmak, insanın gayretine, ihlasına, ilmine bağlıdır. İstediği kadar arttırır. Ancak, doğru itikadı, yani ehli sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç faydası olmaz, soldaki sıfır gibi değersizdir. Mutezile ve benzeri akılcı gruplara göre ibadetler amelden bir parçadır. Onlara göre günah işleyen ve farzları yapmayan kâfir olur, yani iman x amel diyorlar. Bunlardan birisi sıfır olursa netice de sıfır olur diyorlar. Yani imansız amel de amelsiz iman da makbul değil diyorlar. Ehli sünnet, Amelsiz iman makbul , imansız amel makbul değildir. Ehli sünnete göre amel x ihlas denebilir. Ancak amel işlemeden, (Param olsaydı şu fakire yardım ederdim diye ihlasla düşünen de, vermediği halde, amel işlemediği halde ihlaslı niyetinden dolayı sevaba kavuşur. Bir kimsenin ihlası ne kadar çoksa, amel ile çarpılınca netice büyük olur. Bizim ihlasımız 1 ise, bin fakire birer ekmek versek, 1x1000=bin sevap eder. Eshabı kiramın ihlası çok kuvvetli olduğu için, mesela onların ihlası 1 milyon olsun, bir fakire bir ekmek verse bir milyon sevap alır. Nitekim hadisi şerifte buyuruluyor ki: (Yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshabımdan birinin bir avuç kadar arpa sadakasının sevabına kavuşamaz.) [Buhari] Eshabı kiramın imanları çok kuvvetli ve ihlasları çok fazla olduğu için böyle sevaplara kavuşuyorlar. Eshabı kiramdan biri diğerinden daha yüksek idi. Bunun için Hz. Ebu Bekr'in verdiği bir avuç hurmanın sevabı, diğer sahabeden birinin vereceği sevap arasında dağlar kadar fark vardır. Bir hadis-i şerifte de buyuruluyor ki: (Benden sonra, Eshabımın ihtilaf edecekleri meseleler hakkında suâl ettim. Rabbim bana "Senin eshabın benim yanımda gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı diğerinden daha parlaktır. Onlardan birisine uyan hidayet üzerindedir" buyurdu.) [Deylemi]
Hazreti Ali'yi sevmeyen var mı?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İbni Sebe, rafizi rivayetlere dayanarak diyor ki: Hz. Ali, (Ömer mütayı yasak etmeseydi, pek az kişi zina ederdi) demiştir. CEVAP: Kesinlikle aslı olmayan uydurma bir rivayettir. Hâşâ Hz. Ali, iktidara geçince, insanların zina etmeye devam etmesini mi istedi de müta zinasını serbest bırakmadı? Hz. Ali'ye bu iftirayı yapanlar, kendisi buna iktidarında göz yumduğu için zinayı teşvik etti demek istiyorlar. Yani, Hz. Ömer'in vefatından sonra kendisi halife iken, mütanın meşru olduğunu niye ilan edip herkese duyurmadı? Duyurdu da Ehli sünnet hâşâ Hz. Ali'ye düşman olduğu için, biz müta yapmayız mı dedi? Bu rafizi rivâyetlerinin yalan olduğu her yönü ile bellidir. İbni Sebe diyor ki: Ehli sünnete göre, İmamı Ali İbni Abbas'ı mütaya cevaz verdiği için ikaz ediyor ve Hayber hadisini okuyor. Halbuki İbni Abbas, ömür boyu mütaya cevaz veren seçkin bir sahabidir. CEVAP: Hz. Ali, İbni Abbas'ı ikaz ediyor, (Evet Resulullah daha önce mütaya cevaz vermişse de, sonra bunu haram kıldı) buyuruyor. İbni Abbas, onun bildirdiği bir hadise niye karşı çıkacak ki? Seçkin olmayan sahabi var mı? Allah hepsi cennetlik buyurmuyor mu? Cennetlik olmak seçkin olmak değil mi? İbni Abbas seçkin de Hz. Ömer seçkin değil mi? Üç halife seçkin değil mi? Ehli sünnetin bildirdiğine göre İbni Abbas, daha sonra gerçeği öğrenince görüşünden vazgeçiyor. Rafızi görüşlerini esas alıp da, ehli sünnetinkileri yok saymak Sebecilere mahsus bir Yahudi taktiğidir. İbni Sebe diyor ki: Hayber hadisini nakleden ez-zühri, Ehli sünnete göre, sika, sağlam bir hadis hafızı, rivâyetlerine güvenilen birisi ise de, biz o görüşte değiliz diyor. CEVAP: Bu iftirasına da, İbni ebil Hadid gibi rafiziyi de senet gösteriyor. Sebecilerin o görüşte olmaları ne yazar ki? Zaten biz onların görüşünde olsak idik, biz de Sebeci, rafızi olurduk. Biz Resulullahın sünnetine uyan, Ehl-i sünnetiz. Biz ne sadece Hz. Ali'nin şiasıyız, ne de sadece Hz. Ömer'in şiasıyız. Biz Resulullahın şiasıyız, yani bütün eshabı kiramın şiasıyız.. Resulullahın sünnetine tabiyiz. İşte bundan dolayı bize Ehl-i sünnet denildi. Şia taraftar demektir. Hz. Ali'nin şiasıyız diyerek, eshabı kirama kin ve nefret beslemek âyetleri inkârdır. Hıristiyanların Hz. İsa'yı seviyoruz diyerek Resulullahı inkâr etmeleri nasıl bâtıl ise, Hz. Ali'yi seviyoruz diyerek Eshabı kirama kin beslemek de bâtıl bir yoldur. İbni Sebecilerin Hz. Ali'yi seviyoruz demeleri, Hıristiyanların İsa'yı seviyoruz demesine benzer. Taşkınca severek, Ona, ilah diye tapınıyorlar. Halbuki, Hz. İsa böyle sevgi istemiyor. Hariciler Hz. Ali'ye düşmanlık etti, rafıziler de onu aşırı sevdi. İmam-ı Ahmed İbni Hanbel, imam-ı Ali'den şu hadis-i şerifi haber veriyor: Resulullah buyurdu ki: (Ya Ali, sen İsa gibisin! Yahudiler, Ona düşman oldu. Mübarek annesine iftira ettiler. Hıristiyanlar da, Onu aşırı yükselttiler. Ona yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar. Allahın oğlu dediler.) [İ. Ahmed] Hz. Ali bu hadis-i şerifi haber verdikten sonra, (Benim yüzümden iki türlü insanlar helak oldu. Birisi, beni aşırı severek, bende olmayan şeyleri bana takarlar. Ötekiler de, bana düşman olup, birçok iftira yaparlar) buyurdu. Bu hadis-i şerif, haricileri, Yahudilere, Eshab-ı kirama düşmanlık eden rafızileri de Hıristiyanlara benzetmektedir. (Devamı var)
İbni Sebe alimlere saldırıyor
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İbni Sebe, El- Cessas gibisi uydurmaya dayandığı için cidden ayıp etmiştir, diyor. CEVAP: Cessas, İbni Sebe gibi söylemediği için ayıp ediyor. Dört mezhebin bütün âlimleri, müta zinasına hayır dedikleri için ona göre ayıp ediyorlar. Ayıp etmeyen tek ehli sünnet âlimi yoktur. Ne günlere kaldık ya Rabbi, "avrat kiralayanlar" ayıp etmiyor da, Ehli sünnet âlimleri ayıp ediyor! Aynı sayfada "Senet bakımından berbat bir rivayet" diyor. Rafizilerinki berbat değil de Ehli sünnetinki berbat öyle mi? İbni Sebe diyor ki: İbin Hacer Askalani bile büyük bir bunalım ve zorlama içinde. CEVAP: İbni Sebe'ye göre Ehli sünnet âlimleri içinde hiçbir tane insaflı, bunalım içinde olmayan, zorlama içine girmeyen kimse yoktur. İbni Sebe, Zeydiye'den mezhepsiz Şevkani'yi delil gösterip diyor ki: Önce insafa geliyor, akıl mantık çerçevesinde düşünüyor. Ancak bir de bakıyor ki, asırlardır kendine öğretilenlerle çelişecek. Hemen toparlanıyor. Gözünü kırpmadan gerçekleri inkâr ediyor. Taassup işte böyledir. CEVAP: Gerçekleri inkâr edene ve İbni Hacer Askalani hazretlerine iftira edene Allah lanet etsin. Bu büyük zat, İbni Sebeci mi de gerçekleri inkâr etsin? Sebecilere göre gerçekleri inkâr etmeyen tek ehli sünnet âlimi yoktur. Çünkü hepsi müta zinasına, avrat kiralamaya haram demiştir. Öyle ise onların insafı yoktur, gerçekleri inkâr ediyorlar. Vehhabiler, mezhepsizler Ehli sünnet âlimlerine taassup ehli diye saldırıyorlar. İbni Sebeciler de aynı alçaklığı yapıyorlar. İbni Sebe diyor ki: Doğuştan gelen bu duygu, cinsel arzu, şöyle ya da böyle [helal veya haram yoldan] mutlaka karşılanacaktır. CEVAP: Aynı cümleyi yiyip içmek için de kullanmak gerekir: Doğuştan gelen bu duygu, yiyip içme arzusu, şöyle ya da böyle [helal veya haram yoldan] mutlaka karşılanacaktır. Helal yol dururken bu ihtiyaçları niye haram yoldan karşılanması savunulur ki? Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Nikâh, sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin. Zira ben, sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar ederim. Gücü yeten evlensin. Evlenemeyen oruç tutsun. Zira oruç bir enemdir.) [İ. Mâce] İbni Sebeci, Resulullahın bu sözü ile alay ederek diyor ki: Genç delikanlının cinsel duyguları bastırıyorsa bunu, oruç tutmakla avutamazsınız. CEVAP: Önlenmesi zor bile demiyor, avutamazsınız demekle, Resulullahla alay etmiş oluyor. İbni Sebe akli delilleri sıralıyor: Kadınlar erkeklere göre daha çok fazladır. Bir kadını ömür boyu kumalığa mahkum edemezsin diyor. CEVAP: Kumalık kötü mü? Resulullah niye kuma olacak hanımlarla evlendi? O kadar kadınla niye evlendi? Haşa bir tanesi ile müta yapardı. İbni Sebe diyor ki: Mütaya haram diyenlerin başında Ehli sünnet gelir. Tamamı bu görüştedir. Mutezile ile [şiilerden] Zeydiye ve zahiriler de aynı görüşü paylaşıyor. CEVAP: Bid'at fırkaları bir tarafa, Ehli sünnetin tamamı haram diyorsa haramdır. (Devamı var)
Mütada talak ve miras yoktur
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İbni Sebe, mütada talak, miras yok diyen Ehli sünneti demagoji yapmakla itham ediyor. Müslümanla evlenen gayri müslim kadın da miras alamaz diyerek mütaya meşruluk arıyor. CEVAP: Dinimiz, kitap ehli kadınla evlenmeye izin veriyor, ama miras alamaz diyor. Bu ayrı bir hüküm, istisnai bir durumdur. Müslüman kadının namaz kılma zorunluluğu vardır, içki içemez. Ama Müslüman erkekle evli Hıristiyan kadın, namaz kılmaz, içki de içer, domuz da yer, kiliseye de gider. Bunlar ayrı bir hükümdür. Gayri müslim kadın miras alamaz ama, bu adamdan olan çocuğu miras alır. Müta caiz iken bile, mütacıdan doğan çocuğu da miras alamazdı. Mütada nikâh olmadığı için boşama da yok, kiralama var. Kira süresi sona erince kendiliğinden ayrılırlar. Halbuki nikâhta boşama vardır. İşte bir âyeti kerime meali: (Kadınları boşayacağınızda, onları, iddetlerini gözeterek boşayın.) [Talak 1] Boşama olmayınca nikâh da yoktur, iddet yoktur. Çünkü müta meşru değildir. İbni Sebe diyor ki: Hz. Aişe'nin mütanın caiz olmadığını söyleyip, ardından, Müminun suresinin (Müminler, zevcelerinden ve cariyelerinden başka olan kadınlardan sakınırlar) mealindeki 6. âyeti okuduğu rivayeti de suludur. Böylece onu Allaha ve Resulüne iftiracı veya ne dediğini bilmez konumuna iteceksiniz. Yahut bu rivayetin uydurma olduğunu söyleyip duvara çarpacaksınız. CEVAP: Görüldüğü gibi, mütacı, Ehli sünnet âlimlerinin nakillerine "sulu" tabirini kullanıyor, duvara çarpılacak rivayet diyor. Bütün Ehli sünnet âlimleri yalan, iftira, uydurma nakiller yapıyor, sadece İbni Sebeciler doğru söylüyor! Yazıklar olsun hakkı inkâr edenlere. Nisa suresinin, (Ananız, bacınız, kızınız ...... size haramdır) mealindeki 23. âyeti geldikten sonra, müta haram edildi. (Taberani, Beyheki) Müminun suresinin (Müminler, zevcelerinden ve cariyelerinden başka olan kadınlardan sakınırlar) mealindeki 6. âyeti, tevile imkân bırakmayacak şekilde mütanın haram edildiğini bildiriyor. Çünkü, bu âyette yalnız zevcelerin ve cariyelerin helal olup, başkalarının haram olduğu bildiriliyor. Kendisine zevce de, cariye de denilemeyen, mütacı [kiralık] bir kadınla buluşmanın helal olduğunu iddia etmek, Kur'an-ı kerimin açık olan emrine karşı durmak olur. Mütacı kadın bir erkeğe varis olmaz. Bu kadının, bu erkekten olan çocuğu da, bu adama varis olmaz. Öyle ise, bu kadın zevce değil, cariye de değildir. Bu âyetle de müta haramdır. (Hucec-i kat'iyye) İbni Sebe, Cabir bin Abdullah'tan, Resulullahın, (Müta kıyamete kadar haramdır) dediğini yazıyor. Birçok ehli sünnet âliminden naklen Resulullahın mütayı yasakladığını bildiriyor. Birisi şöyledir: Ebra bin Mabed el Cüheni, Mekke'nin fethinde, bir süre için izin verdi, sonra da buyurdu ki: (Ey insanlar, mütaya izin vermiştim, artık Allah bunu kıyamete kadar haram kıldı.) [İ. Ahmed, Müslim, Darimi, İbni Mace, Beyheki] Dikkat edin, beş tane hadis âlimi bunu naklediyor, mütacının kılı bile kıpırdamıyor. Çünkü ona göre, bütün hadis âlimleri, bütün fıkıh âlimleri de nakletse hiç önemi yok, "çal duvara, at çamura" diyor. Gerçekte de Ehli sünnet olan bütün hadis âlimleri, fıkıh âlimleri, kelam âlimleri, tefsir âlimleri mütanın haram olduğunda birleşmişlerdir. (Devamı var)
İbni Sebe sahabeye saldırıyor
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Allahın ve Resulünün övdüğü sahabelere bakın nasıl kin kusuyor: Bir rivâyetin başında Ebu Hureyre'nin bulunması, onun reddedilmesi ve kaldırıp atılması için yeterlidir. CEVAP: Hz. Ebu Hüreyre, eshab-ı kiramın büyüklerinden, ileri gelenlerinden cennetlik bir zattır. Savaşta ve barışta Resulullahın yanından hiç ayrılmazdı. Hafızası çok kuvvetli olduğundan, çok hadis-i şerif ezberlemişti. Eshab-ı kiramdan ve Tabiinden 800'den fazla kimsenin, kendisinden hadis öğrendiğini Ehli sünnetin en kıymetli hadis kitabını hazırlayan İmamı Buhari hazretleri bildiriyor, Abdullah bin Ömer'den sonra en çok hadis bilen bu zattır. Eshabı kiramdan herhangi birine dil uzatmak ancak Sebecilere mahsus adi bir taktiktir. Eshabı kiramın hepsi cennetlik, hepsinden Allah razıdır. (Hadid suresi 10, Fetih 29, Tevbe 100) "Salebe hadisinde mütanın Hayber'de yasakladığı söyleniyor. Bu ise kesinlikle doğru değil, tarihi hakikatlere [yani sebeciliğe] tamamen aykırıdır. Bu yüzden kabul edilmesi imkânsız" diyor. CEVAP: Kabul edilmesi imkânsız denmez, (Kabul etmemiz imkânsız) demesi gerekir. Kabul edilmesi imkânsız olsa idi, binlerce İslam âlimi kabul eder mi idi? Ehli sünnetin tamamı kabul ediyor ya. Sahih rivâyetler mi önemli, tarihi hakikatler mi? Tarih de yine rivâyetlerden meydana geliyor. İbni Sebe bilerek veya bilmeyerek şu hususun üstünde yanlış olarak çok duruyor. Hayber'den sonra da müta yapıldığına göre, Hayber'de yasak edildi diyen kim olursa olsun asla kabul etmem diyor. Resulullah Hayber'den sonra da izin verip sonra yasakladıysa, ki öyle olmuştur, o zaman İbni Sebe'nin imkânsız dediği şey bal gibi olmuştur. Ehli sünnetin kütübi sitte denilen en kıymetli hadis kitaplarından olan İbni Mace için bakın ne diyor: İbni Mace hadisi, Ehli sünnetin sandığı gibi, sahih bir rivâyet değil, münker ve asılsızdır. CEVAP: Bundan önce de hafızası zayıf birisinden bu hadisi naklediyor diyor. Her raviye bir kulp takıyor, kimi Hz. Ali'ye yan bakardı, kimisi Emevi devletinde vazife aldı, kimisi, şişman, kimi zayıftı. Müfteri sarhoşa ne demeli? Farklı rivâyetleri bahane ediyor. Halbuki Resulullah üç kere izin veriyor üç kere yasaklıyor. İzin verme ve yasaklamalar çeşitli tarihlerde olduğu için, İbni Sebe diyor ki: Mekke'nin fethinde, mütayı ebedi olarak haram kılan bir peygamber, iki ay gibi kısa bir süre sonra buna izin verebilir mi? CEVAP: Bu ne terbiyesizlik böyle? Sen peygamberi sorguya mı çekiyorsun? İki ay sonra da yasaklayabilir iki gün sonra da yasaklayabilir. İki sene sonra da yasaklayabilir. Buna kim itiraz edebilir ki? Resulullahın haram etmesi vahye dayanır. Hangi mütacı Allahtan hesap sorabilir ki? Allah layüseldir, layüsel, yaptığı işlerden hesap sorulmayan, hükmü elinde olan, istediği gibi hareket eden demektir. Eskiden içki mubah idi, sonra niye yasakladın, iç yağı önceleri haram idi, niye mubah ettin demeye kimin hakkı vardır? Eskiden yakını ile evlenmek caiz idi, sonra bunu niye haram kıldın demeye hiç kimsenin hakkı olamaz. Ama İbni Sebe, Ehli sünneti suçlayabilmek için Peygamber bunu nasıl yapabilir diyerek kirli dilini gösteriyor. (Devamı var)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İbni Sebe'ye göre; mütayı haram gören her islam âlimi, ya kör, ya sağır, ya basiretsiz, ya hafızası zayıf, ya zavallı, ya aklı başında değil, ya sarhoş, ya Hz. Ali'ye kin güdüyor, ya Şamlı veya yobaz. Sağlam tek sünni âlim yok. İki sünni âlim için bakın ne diyor: (Böylesine zavallı ve üzücü laflar eden El Cessas gibi, er-Razi gibi aklı başında olduğunu sandığımız âlimlere yakıştıramıyoruz. Çünkü bunlar gözleri perdelenmiş, basiretleri körleşmiş kimselerdir. ) CEVAP: Fahreddin Razi gibi büyük bir âlime, müfessire, zavallı, basiretsiz diyenin mutlaka kanı bozuktur. Peki bu âlimler ne demiş de böyle kin kusuyor? Demişler ki: (Ömer'in bu sözü, sahabe huzurunda Resulullahın haram kılıcı bir sünneti olmadan, söylemesi düşünülemediği gibi, sahabenin de sessiz kalması düşünülemez. Çünkü Resulullah söylemeden öyle bir şey söylemek söyleyeni küfre düşürdüğü gibi, dinleyip de itiraz etmeyenleri küfre sokar.) İbni Sebe bu sözler için bu iki âlime basiretsiz, zavallı, akılları başlarında yok gibi hakaretler savuruyor. Bu iki âlim ne kadar isabetli ve ne kadar mantıklı konuşmuşlar. Resulullahın hadisi olmadan kendi başına Hz. Ömer nasıl böyle bir şey yapabilir ki? Allahın Kur'anı kerimde övdüğü şanlı eshab, nasıl haksızlık karşısında dilsiz şeytan durumuna düşer ki? Hz. Ebu Bekir, (Ben Resulullahın yolundan ayrılırsam ne yaparsınız?) diye sorduğunda, o büyük ve şanlı kahramanlar, (Seni kılıcımızla düzeltiriz) demediler mi? Hz. Ömer yanlış iş yapacak da, (Kendi aralarında merhametli, kâfirlere karşı şiddetli) diyen Allahın övdüğü o aslanlar, susacak ve kılıçları ile düzeltmeyecekler, bu mümkün mü? Peki Hz. Ali niye kılıcını çekip de Hz. Ömer'i düzeltmedi? Niye ona kızını verdi? İbni Sebe, "O anda Hz. Ali yoktu. Sonra duydu" diyor. Diyelim ki öyle. O zaman niye kılıcını çekip de Hz. Ömer'i düzeltmedi. Bir Yahudi Hz. Ömer'i şehid etti de, Allahın aslanı bunu yapamaz mıydı? Demek ki Hz. Ali mütayı haram eden hadisi şerifi bildiği için ses çıkarmadı. Zaten Hz. Ali'nin mütaya haram dediğini kendisi de bildiriyor. Ama kansızlığından dolayı zayıftır, ravisi Şamlı idi gibi bahanelerle bunu reddediyor. Raviler Şamlı olsa da hepsi şanlı kimselerdir. İbni Sebe'nin böyle itirazları bana hep İblisin itirazını hatırlatıyor. İblis, (Ben Allaha isyan etmedim, ben Âdem'e secde etmedim) demişti. Hz. Âdem istikametinde secde etmemekle Allaha isyan etmişti. İbni Sebe de aynı mantıkla, aynı kafayla diyor ki: Biz Allahın resulüne değil, Ömer'e itiraz ediyoruz. CEVAP: Hz. Ömer, Resulullahın emrini tebliğ ediyor, kendiliğinden hüküm koymuyor ki. Dolayısıyla İbni Sebe, Resulullahın haram kıldığı mütayı kabul etmiyor. Hem savcı hem hakim rolünü oynuyor. Önce bu zayıf ve uydurma diyor, arkasından görüyorsun ya zayıf ve uydurma olan bir hadis senet olamaz diyor. Uydurma olduğunu sen söylüyorsun, kararı da sen veriyorsun. İbni Sebe'ninki şu mantık önermesine benziyor: Memeli hayvanlar uçmaz Yarasa da memelidir O halde o da uçmaz. İlk önerme yanlış olunca netice de yanlış oluyor. İbni Sebe diyor ki: Ehli sünnet doğru söylemez Ömer de Ehli sünnet O halde o da doğru söylemez. (Devamı var)
Kur'an-ı kerimde neshin mahiyeti
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İbni Sebe, yalnız Kur'an diyenler gibi, "Biz neshi kabul etmiyoruz" diyor. CEVAP: Kur'anı kerimde buyuruluyor ki: (Biz, daha iyisini veya onun gibisini getirmeden bir âyeti neshetmez veya unutturmayız.) [Bekara 106], (Ya bize bundan başka bir Kur'an getir, yahut onu değiştir diyenlere, de ki, Onu kendiliğimden değiştiremem.) [Yunus 5] [Ancak Allahın emri ile değiştirebilirim.] İki tane de hadis-i şerif bildirelim: (Kur'an âyetleri, birbirini nesh ettiği gibi, hadislerim de birbirini nesh eder.) [Deylemî] (Kabirleri ziyaret etmenizi yasak etmiştim, bundan sonra ziyaret edin!) [İ. Mace] Bu konuda birçok âyet ve hadis vardır. Mesela Resulullah, Beyt-ül-makdis'e doğru namaz kılarken, Bekara suresinin, (Yüzünü artık Mescid-i Haram tarafına çevir) mealindeki 144. âyeti ile neshedilip, kıble Kâbe olmuştur. Allaha ve Resulüne dün böyle diyordun bugün niye değiştirdin, çelişki içindesin mi denir? Allah öteki dinlerde haram olan bazı şeyi bu ümmete helal kılmış, helal olanları da haram kılmıştır. Hâşâ Allaha niye böyle yaptın denebilir mi? Mütayı da üç defa mubah kılmış, üç defa da yasaklamıştır. Buna çelişki denir mi? Din Allahın değil mi? İstediğini yapamaz mı? Kız kardeşinle evlen dese evlenmeyecek misin? Nitekim Âdem aleyhisselamın çocukları ikiz olmayan kız kardeşleri ile evlenmişlerdir. O zaman mubah kılmıştı, bugün ise yasakladı. Mütayı sonradan yasakladı diye Allah ve Resulü suçlanır mı? Bunu nakleden şanlı sahabe suçlanır mı? Resulullahın müta haramdır emrini bildiren Hz. Ömer'e kin kusulur mu? Sarhoş mütacı diyor ki: (Ömer'in oğlu Abdullah da, mütaya olumsuz bakıyor. Zaten Abdullah'a da bundan başkası yakışmaz. Çünkü o babasının oğlu.) CEVAP: Oğlu da babası gibi yalancının teki demek istiyor. Allah onlar seçilmiş bir ümmet diye övüyor, Tevrat'ta, İncil'de övüldüğünü bildiriyor, hepsi cennetlik buyuruyor. İbni Sebe ise babasının oğlu diyerek bir taşla iki kuş vurmaya, hem Hz. Ömer'i hem de oğlunu, iki güzide sahabiyi suçlamaya kalkıyor. Allahın övdüğü kimselere, Resulullahın kıymetli arkadaşlarına dil uzatanlara yazıklar olsun! İbni Sebe bir de müta zinasına karşı çıkan sahabe ve tabiine, hakaretler savurduğu gibi, iddia ediyor tabirini kullanıyor. Yani gerçek değil de öyle uyduruyor diyor. Bir örnek verelim: Şam uyruklu fukahadan sayılan mekhul da mütanın zina olduğunu iddia ediyor. CEVAP: Bir zamanlar TRT de, muhalefet konuşunca "şöyle iddia etti" derdi. Mütanın zina olmadığını söyleyen bir tek Ehli sünnet âlimi var mı? Hepsi de zina diyor. Had vurulup vurulmaması ayrı bir konu. Zina eden bekara da had vurulmaz, başka ceza verilir. İmam-ı Cafer Sadık'ın mütaya zina dediğini bildiriyor. Sonra bu sözü tevil ediyor. Ehli sünnetin kafasındaki mütaya zina demiştir diyor. Peki o yüce imam, mütanın şu şekli haram, şu şekli caiz diyemez miydi? Ehli sünnetin kafasındaki müta ile Sebecilerin mütası farklı değil ki. Sonra hiçbir delil göstermeden, (İmam Cafer'in mütayı zina kapsamına soktuğunu anlamak imkansızdır) diyor. Hani delil? O yüce imamın müta denilen zinaya mubah diyeceği hiç düşünülebilir mi? "Ehli sünnetin icmasını da kabul etmeyiz" diyor. CEVAP: Böylece, (Ümmetimin âlimleri yanlış bir şeyde, dalalette ittifak etmezler. İhtilaf olunca çoğunluğa uyun) buyuran Resulullahı da yalanlıyor. (İbni Mace) (Devamı var)
İbni Sebe diyor ki: Ömer'in sözünün hüccet olduğu şu iki hadise dayandırılabilir: (Sünnetime ve benden sonraki raşid halîfelerin sünnetine tâbi olun) [İ. Ahmed, Darimi, Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace, Hakim rivâyet etmiştir. Bu hadise bir diyeceğimiz yok, mesajı da doğru, isnadı da sahihtir.] CEVAP: Şimdiye kadar Ehli sünnet kitaplarındaki bütün hadislere birer kulp takmıştı. Bu hadise sahih demesine çok hayret ettik. Hemen altına bakınca, art niyeti meydana çıkıverdi. Diyor ki: (Ebu Bekr'in ve Ömer'in Kur'ana ve sünnete aykırı pek çok uygulamaları olduğu bir gerçek iken, Allah ve Resulü böyle kimseleri bize tavsiye eder mi, onlara uymamızı ister mi? Bu iman ve insafa sığar mı? Akıl mantık bunu kabul eder mi?) CEVAP: Sahih diye saydığın 6 hadis âlimi ve ehli sünnetin tamamı hulefai raşidinin 4 halife olduğunu ittifakla bildiriyor. Bu alimler iman ve insaf ehli değil mi? Yine aynı sakat mantık önermesi: Ömer kötüdür, Peygamber kötüyü övmez, O halde Peygamber Ömer'i övmez. İbni Sebe, önce Hz. Ömer'e kötü diyor, sonra peygamber kötülerin sünnetine uyun der mi diyor. Tam bir Yahudi taktiği. Hz. Ömer'e kötü diyen tek Ehli sünnet âlimi var mı? Allah onu övüyor. Sahabenin hepsine cenneti söz verdim diyor. İbni Sebe, (Benden sonra Ebu Bekir ile Ömer'e uyun) hadis-i şerifini naklettikten sonra, (Bu hadisi Ebu Hanife, İbni Ebi Şeybe, İ. Ahmed, Tirmizi, İbni Mace, Hakim Tahavi, İbni Sa'd rivâyet etmiştir) diyor. Devamında diyor ki: Resulullah, Ebu Bekir ile Ömer'e uyun dese bile bundan ne anlarsınız? Dine aykırı icraatta bulunsalar bile onlara uymak gerektiği çıkar mı? CEVAP: Kur'an-ı kerimde (Resulüme uyun) deniliyor. Şimdi buradan dine uygun olan sözüne uyun anlamı çıkar mı? Elbette, dine uygun emir verecek ki Allah (Resulüme uyun) buyuruyor. Hz. Ömer de dine uygun emir verecek ki, Resulullah, (Ömer'e uyun) buyurdu. Hâşâ Resulullah o kadar basiretsiz mi ki, dine aykırı emir verecek olana (uyun) buyursun. Ve ağzındaki baklayı çıkarıyor, (Ebu Bekir ile Ömer'e uyun sözü asılsızdır. Peygamber böyle çelişkili söz söylemez) diyor. CEVAP: Peki bu sekiz hadis âlimi yalan söylüyor öyle mi? Bu hadis âlimleri öteki hadisi de naklediyorlar, o zaman onlar da yalan olur. Yalancıların sözlerine inanılır mı? Aynı ravilerin rivayet ettiği öteki hadise nasıl sahih diyor? Tabii bu bir takıyyedir. Ehli sünnetin reisi ve en büyük imam olarak bilinen yani imamı a'zam olarak meşhur olan Numan bin Sabit de bu hadisi naklediyor. İmamı a'zam hazretlerine yalancı demek Ehli sünnete yalancı demektir. Zaten Yahudinin bütün gayesi de bu ya. Resulullah böyle demiş olsa bile diyor, demişse ki, dediğini kendisi de itiraf ediyor. Demek ki bu söz onların çok büyük bir insan olduğunu gösterir. Allaha ve Resulüne asla asi olmayacaklarını gösterir. Allah ve Resulüne asi olacaklarını Allah bilmez mi? Öyle ise niye onlara uyun buyuruyor? Demek ki onlar kendilerine uyulacak kimselerdir. Zaten sahabenin tamamı böyledir. Allah hepsini övüyor. Ama Sebeciler, (Allah o zaman öyle demişti ama sonradan sapıttılar, Hz. Ali'yi halife seçmedikleri için hepsi mürted oldu) diyorlar. Böylece Allaha da yalancı diyorlar. (Devamı var)
İbni Sebe diyor ki: Gerek Ammar'ın ve gerekse İbni Mesud'un ilk iki halifeye hiç uymayan ters düşünce ve ictihadları var! O zaman biz kimi tercih edeceğiz? İbn Mesud mütaya evet diyor; Ömer ise hayır! Şimdi biz ne yapacağız!? CEVAP: Siz mi? Siz fitne çıkarmaya devam edeceksiniz. Fakat ehli sünnet biliyor ki İbni Mesud hazretleri de diğer sahabeler gibi mütanın caiz olduğunu bildirmişti. Haram edildiğini işitince, diğerleri gibi, o da haram dedi. Eğer başka farklı ictihadları varsa, her sahabinin farklı ictihadı olur. Bunun için hiç birisi kötülenemez. Çünkü ictihad etmek de, ictihad ederken yanılmak da günah değildir. Yanılan bile sevap alır. İbni Sebe diyor ki: Bize [Sebecilere] göre Peygamberler için ictihad diye bir şey söz konusu değildir! Ehli sünnete göre ise peygamberlerin de ictihadı olur. CEVAP: Eshab-ı kiramdan birinin bir husustaki ictihadı, Peygamberimizin ictihadından farklı olabilirdi. Fakat Resulullahın ictihadı hata üzere kalmazdı. Çünkü, Cebrail aleyhisselam gelerek, yanlış olan ictihadlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Bedir'de alınan esirler hakkında, Sahabe-i kiramın ictihadları farklı olmuştu. Hz. Ömer ve Sad İbni Muaz esirleri öldürelim dedi. Diğer sahabiler ise, para karşılığı bırakalım demişlerdi. Server-i alem de, serbest bırakalım ictihadını kabul buyurup salıverdiler. Sonra, şu âyet gelerek birinci ictihadın doğru olduğu bildirildi: (Savaşta alınan esirleri mal karşılığı olarak salıvermek, hiçbir Peygambere yakışmaz. Yer yüzünde onların çoğunu öldürmek, zayıflamalarına sebep olur. Siz dünya malını istiyorsunuz. Allahü teâlâ ise, sevap kazanmanızı, Cennete ve nimetlere kavuşmanızı istiyor. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.) [Enfal 67, 68] Bu âyetler indikten sonra Resulullah buyurdu ki: (Eğer azap geri çevrilmeseydi, Ömer ile Sad bin Muazdan başka kimse kurtulmazdı.) [Beydavi] İbni Sebe yine yalan söyleyerek diyor ki: Ömer'in ictihadı Allahın hükmüne karşı ictihaddır. Nas varken ictihad olmaz. CEVAP: Nas varken ictihad eden kim? Hz. Ömer müta hakkında ictihad etmedi ki, Nassı bildirdi, yani Resulullahın emrini açıkladı. Resulullahın mütayı yasak ettiğine dair sayısız hadis var. Ama İbni Sebe'ye göre nakledenler de ya hafızası bozuk, ya Şamlı veya Emevi devletinde görev almıştır. Onun bir hadisi uydurma görmesi ile sahih bir hadis uydurma olmaz. İbni Sebe diyor ki: Ehli sünnet "Mütada özellikle kadın açısından onur kırıcı, aşağılayıcı bir durum vardır. Namus pazarlanıyor ve para karşılığı satılıyor. Bu ise namussuzluktur" diyor. Müta madem namussuzluktur; o halde Allah ve Resulü buna neden izin vermişti? CEVAP: Kişinin kız kardeşi ile evlenmesi çok çirkin ve çok günah değil mi? Peki hal böyle iken Allah ve resulü Hz. Âdem, bunu nasıl emretmişti? Demek ki Allah emrettiği zaman iyi, yasakladığı zaman da kötü olur. Şimdi birisi ehli sünnet olan bir insanın, anasına, bacısına, kızına yarım saatliğine müta teklifinde bulunsa, buna hangi ehli sünnet rıza gösterir? İbni Sebeci için bunlar önemli değil. Önemli olsa idi, müta zinasını [avrat kiralamayı] savunmak için koskoca kitap yazmazdı. (Devamı var)
Allah yasakladığı için kötüdür
İbni Sebe diyor ki: Hüsün ve Kubuh aklî mi, şer'î mi? İki görüş var: Aklî, yani bir şeyin iyi ya da kötü olduğu akıl ile bilinir. Allah bir şeyi emretmişse; o şey aslında güzel bir şey olduğu için emretmiştir. "Bir şeyi de yasaklamışsa; o şey zaten kötü olduğu için yasaklamıştır. Şia, Mutezile Matürîdî ekolü bu kanaatte. Hiç kuşku yok; doğrusu da bu. CEVAP: Hani (İctihad ictihadla nakzolunmaz) diyordun. Ne çabuk unuttun? Bir ictihadın doğru olduğunu ancak Allah bilir. Doğrusu kuşkusuz bu denmez. Matüridi tam öyle demiyor. İbni Sebe devam ediyor: Şer'î, yani bir şeyin iyi ya da kötü olduğu akıl ile bilinmez. Bir şey Allah tarafından emredildiği için iyi, yasaklandığı için kötüdür, çirkindir. CEVAP: Bu ictihad taraftarları diyor ki: Hz. Âdem zamanında Allah, kız kardeşle evlenmeyi emrettiği için o zaman bu iş iyi ve güzel idi, şimdi yasakladığı için kötü ve çirkindir. Aynen müta da böyle. Emredildiği zaman iyi idi, yasaklandığı için kötü oldu. İbni Sebe diyor ki: Kur'an'ın ruhuna ve akla tamamen aykırı olan bu görüşü ise; Ehli sünnetin çoğunluğunu oluşturan Eşarî ekolü benimsiyor. CEVAP: Yani Ehli sünnetin çoğu Kur'anın ruhuna aykırı hareket ediyor öyle mi? Hani ictihad ictihadla nakzedilmezdi? İbni Sebe Ehli sünnetin çoğunluğunu bu konuda da silip atıyor. Cessasa yine sataşarak diyor ki: el-Cessas, O gün zina değildi; sonra zina oldu derken; bu konuda kendi çizgisinin dışına çıktığının [Eşari'nin ictihadını kabul ettiğinin] farkında mıdır? CEVAP: Eşari Ehli sünnet değil mi? Ehli sünnetin iki imamı vardır. İsteyen müctehid, istediğine uyar. Bunun ayıplanacak nesi var ki? Müta sarhoşu diyor ki: Cessas, "Mütada, ırz ve namusun bir eşya gibi belli bir süreyle kiralanması doğru değildir" diyor. CEVAP: İbni Sebe, mugalata yaparak diyor ki: Kadını bir eşyaya benzeten, onun onurunu tümden rencide eden bu sözleri Cessas gibi ilim adamına yakıştıramadım doğrusu. CEVAP: Amma da demagoji... Eşyaya benzeten kim? Müta, satılık mala benziyor diyor. Kadını eşyaya benzetmekle ne alakası var. Cevap veremeyince böyle zırvalıyor işte. Yahut Resulullah daha önce niye cevaz verdi diyor? Onun cevabını da aldı. Bakalım şimdi ne iftiralar düşünüyor ki? Hepsi cennetlik olan Eshabı kiramdan Abdullah bin Ömer için de diyor ki: (Bu söz gerçekten ona aitse, Resulullaha iftira atmış demektir.) CEVAP: Eshabı kiramdan Resulullaha iftira eden birisi olur mu? Allah onları âyetlerle övüyor, hepsine cenneti vâdettim buyuruyor. Cennetlik insanlar için bu ifadeyi ancak sarhoş Sebeciler kullanır. Eğer Eshabı kiramdan biri kötülenirse Allah ve Resulü yalanlanmış olur. Müta zaten mübah önyargısı ile yola çıkan İbni Sebe diyor ki: (Allah ve Resulünün izin verdiği mütaya, Abdullah bin Abbas zina diyecek kadar edepsiz olabilir mi? Ancak bu rivâyeti ona isnat edenler cahil ve edepsizdir.) CEVAP: Ehli sünnetin tamamı mütaya zina diyor. Böylece İbni Sebe içindeki necaseti kusuyor. Abdullah bin Ömer'in ve Ehli sünnetin müta zinasını yasaklamakla ne menfaatleri olacak ki? Ama İbni Sebeciler, müta adı altında zinayı yaygınlaştırmakla Yahudiliğe hizmet etmiş olacaklar. Bir millet ahlaksız oldu mu yıkılması artık kolaydır. Sarhoş Yahudinin esas gayesi bu. (Devamı var)
İbni Sebe, müta zinasına haram diyen âlimler için, taklitçi Hanefi âlimleri tabirini kullanıyor. CEVAP: Kötüyü, yanlışı ve batılı taklit, ne kadar zararlı ise, iyiyi, doğruyu ve hakkı taklit de o kadar faydalıdır. Eshab-ı kiramın hepsi mutlak müctehid olduğu hâlde, Peygamber efendimizi görüp taklit ettikleri için, peygamberlerden sonra en yüksek makama kavuşmuşlardır. Tabiin, Eshab-ı kirama tabi oldukları, onları taklit ettikleri için yüksek şerefe kavuşmuştur. Onlardan sonra gelenler de onlara tabi oldukları, onları taklit ettikleri için Tebe-i tabiin şerefine nail olmuştur. Peygamber efendimiz de, (Âlimler rehberdir, âlimlere tabi olun) buyurdu. O hâlde âlimleri taklit etmek gerekir. (Berika) Ehli sünnet için YOBAZ tabirini kullanıyor. CEVAP: Bugün herkes biliyor ki, ateistler, zina yapmayanlara, içki içmeyenlere, gerici, yobaz diyorlar. Mütacının kimlerle aynı fikirde olduğu böylece meydana çıkmış oluyor. Avrat kiralamayı kabul etmedikleri için Ehli sünnete yobaz diyor müta sarhoşu. Ayrıca, Ehli sünnet âlimlerinin ictihadları için kaçamak ictihadlar tabiri kullanıyor. CEVAP: Kaçamak yapmak tabiri, ara sıra zina etmek anlamındadır. Kaçamak ictihad tabiri de, zina yapmak için Ehli sünnet ictihad bulmuş demek istiyor. Kendi yaptığı müta zinasını örtmek için böyle tabirler buluyor. Hiçbir fıkıh kitabında kaçamak ictihad diye bir şey yoktur. En önemlisi de, kendisi de tasvip ettiği (İctihad ictihadla nakzedilmez) kuralını çiğnemeye çalışıyor. Ehli sünnetin ictihadlarını, Sebeci ictihadları ile nakzetmeye gayret ediyor, kırk dereden su getiriyor, bir bardak suda fırtınalar koparıyor. Delil bulamayınca da Şamlı diyor, yobaz diyor, Emevilerde görev aldı diyor. Ehli sünnetin kaçamak ictihadı şudur diyor: (Belli bir ücret karşılığı zina için kiralanan kadına zina haddi (cezası) tatbik edilmez.) CEVAP: Peki ictihadın devamı ne? Bu ifadeye bakanlar sanki kiralanan kadına hiç ceza verilmediğini anlar. Ehli sünnette zina cezası ikiye ayrılır: 1- Had vurulan zinalar, 2- Had vurulmayıp başka ceza verilen zinalar. Had vurmak öldürmek demektir. Bu namuslu kadınlara uygulanan bir cezadır. Fahişe veya kiralanan kadınlarda zaten namus perdesi yırtılmış olduğu için dinimiz onlara had vurdurmuyor, başka cezalar veriyor, belli bir sopa vurmak, hapsetmek, sürgün etmek gibi cezalar veriyor. Müta da, ikinci sınıfa girdiği için had vurdurulmuyor. Kadın zaten kiralık, bunda namus denen şey kalmamış ki niye namussuzluk yapıyorsun diye had vurulup öldürülsün! Ancak müta zinasına fahişeye verilen ceza veriliyor. İbni Sebe sanki had vurulmaz deyince Ehli sünnet zinaya izin verdi gibi göstermeye çalışıyor. Diyelim ki müta caiz olsa idi, bir kadın ayda 30-40 erkekle birlikte olacaktı. Böyle bir kadında artık namus mefhumu kalır mıydı? Resulullah efendimiz bunu boşuna mı yasakladı? İbni Abbas'ın buyurduğu gibi, içki içmeyi mubah kılan bir özür gibi, zaruret halinde buna izin verilmiş, lüzum kalmayınca kaldırılmış. Başka zaman yine ihtiyaç olunca yine izin verilmiş, sonra yine kaldırılmış. Üçüncüde ise ebediyen haram kılınmıştır. (Devamı var)
Dinimiz zahire göre karar verir
İbni Sebe diyor ki: Ehli sünnet, (Bir kimse, geçici bir süreyle evlendiğini içinde gizleyerek (örneğin bir ay sonra boşamak kasdıyla) bir kadınla nikâhlansa; bu nikâh caiz ve sahihtir) diyor. Bu nikâhın mütadan ne farkı var? Diliyle açıktan söylediğinde yasak sayılıyor da, içinden aynı şeye niyetlendiğinde neden caizdir deniyor?! Bu da bir cins müta değil mi? CEVAP: Asla müta değildir. Bunun mütadan çok farkı var. Dinimiz zahire hükmeder, kalplerdekine göre hüküm verilmez. Müslümanım diyen müslümandır. Dinimizde bazen söze, bazen niyete veya işe itibar edilir. Niyetin geçersiz, sözün geçerli olduğu yerlerden bazıları şunlardır: Nikâhta: Bir kimse, şakadan veya rol icabı, iki şahit yanında evlense, gerçekten evlenmiş olur. Boşamakta: Bir kimse, şaka ile, alay olsun diye veya hanımını korkutmak niyetiyle "seni boşadım" dese, hanımı boş olur. Hadis-i şerifte, (Bir kadınla nikâhlanan veya hanımını boşayan kimse, "ben şakadan yaptım" dese, nikâhı da boşaması da geçerli olur.) buyuruldu. (Taberânî) Vazgeçmek: Bir kimse, hanımına "seni boşadım" dese, sonra, şakadan boşamaktan vazgeçtiğini bildirse, boşamaktan vazgeçmiş olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Üç şeyin şakası da, ciddisi gibi sahihtir. Nikâh, boşamak, boşamaktan vazgeçmek.) [Tirmizi] Adakta: Adak yaparken hiç niyet etmese de, söz arasında dilinden çıksa da, adağını yapması vacip olur. Çünkü, adakta niyetsiz, düşünmeden söylemek, ciddi, isteyerek söylemek gibidir. Hatta, "Allah için, bir gün oruç tutmak üzerime borç olsun" diyeceği yerde, "bir ay oruç tutmak" diye ağzından çıksa, bir ay oruç tutması gerekir. Söz geçerli, niyet geçersizdir. (Dürer) Alış verişte: Alış veriş yapıldıktan sonra, alıcı veya satıcıdan birisi, ben şaka yapmıştım, bu alış verişten vazgeçtim dese de itibar edilmez. Alış verişte de söze bakılır, niyete bakılmaz. Hediyede: Alacağı olduğu bir parayı borçlusuna veya başkasına hediye eden, şakadan söylemiştim dese de, hediyesinden vazgeçemez. Niyet geçersiz, söz geçerlidir. Yeminde: Kalbden yemin geçerli olmaz, söz geçerlidir. Küfürde: Bir kimse şakadan ben Hıristiyanım dese kâfir olur. Nikâh kıyılırken: Bir kimsenin niyeti bir kadını nikâhlayıp kimsenin görmediği yerde öldürmek veya başka yere bırakıp sonra boşamak olsa bile, niyeti evliliğine mani olmaz. Yukarıdaki örnekler, niyete değil, söze itibar edildiğini göstermektedir. İbni Sebe'nin bu iddiasının da geçerli olmadığı böylece ispat edilmiş oldu. İbni Sebe diyor ki: Müta yapmanın cezası Ehli sünnet mezheplerine göre şöyledir: Hanefîler'de müta yapana had vurulmaz, ta'zîr cezası verilir. Şafîî ve Hanbelîler'de hanefiler gibi had vurulmaz. Malikîler'de iki görüş var: Zina haddi uygulanır, ta'zîr olunur. CEVAP: İbni Sebe'nin de söylediği gibi, Ehli sünnetin dört mezhebinde de müta zinasına fahişelere uygulanan ceza veriliyor. Ama namuslu kadınlar zina yaparsa onlara had tatbik ediliyor. Mütanın haramlığına dair bildirilen icma, tamamen kuru bir iddiadır diyor. CEVAP: Bu da tamamen sulu bir iddiadır. Çünkü bizzat kendisi Ehli sünnetin tamamı mütaya ceza verdiğini bildiriyor. Bu icma değil de nedir? Buna itiraz eden bir tek sünni mezhep, hatta sünni bir âlim var mıdır? Açıkça icma vardır. Sebecilerin meşru sayması icmaya mani olamaz.
Abdullah bin Sebe kimdir?
Müslümanlar arasında Eshab-ı kiram düşmanlığını ilk aşılayan Yahudi dönmesi Abdullah bin Sebedir, "Sebeiyye" denilen sapık yolun kurucusudur. Hz. Osman'ın halifeliği zamanında Yemen'den Medine'ye geldi. Ben müslüman oldum dedi. Halifenin gözüne giremeyince, her yerde halifeyi kötülemeye başladı. Fitne ve fesat çıkaracağı anlaşılarak Medine dışına çıkartıldı. O da gittiği Basra, Şam ve Kufe'de de Halife Osman'ın aleyhindeki faaliyetlere devam etti. Eshab-ı kiramın büyüklerine uygunsuz sözler söyleyerek bozgunculuk yaptıysa da fazla taraftar bulamadı. Mısır'a gelerek cahilleri etrafına topladı. "Hz. İsa'nın döneceğine inanıp da Hz. Muhammed'in döneceğine inanmayana şaşarım" dedi. "Halifelik Hz. Ali'nin hakkıydı, Osman onun hakkına tecavüz ederek zalimlik yaptı" dedi. Hatta Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in hilafete geçmeye hakları olmadığını söyledi. Etrafına topladığı cahilleri isyana teşvik etti. İbni Sebe ve taraftarlarının yaptığı fitnenin etkisinde kalarak Mısır ve Irak'tan Medine'ye gelen isyancılar Hz. Osman'ı şehid ettiler. Hz. Ali zamanında da fitne ateşini körüklemeye çalışan ibni Sebe, Kufe'ye giderek Hz. Ali'ye yaranmaya çalıştı. Hz. Ali'ye "sen tanrısın" diyerek ona secde etti. Hz. Ali, onu Medayin şehrine sürdü. Sebeiyye fırkası, Cemel ve Sıffin olayının hazırlayıcılarıdır. Hz. Ali'yi de şehid ettiler. Hz.Ali şehid olunca; "O ölmedi, bulutlara yerleşti, şimşek, yıldırım onun emri ile olmaktadır" derdi. Daha nice düzmece sözleri ile cahilleri aldatıp Müslümanları içeriden yıkmaya çalıştı. (Rehber ansiklopedisi) Yahudi İbni Sebe, 654'te Mısır'dan Medine'ye gelmiştir. (Müncid) İbni Sebe Mısır'da isyana sebep oldu, ona inanan çapulcular, Osman'ı şehid etti. (Kamusül alam) Yahudiler Resulullahı zehirledikleri halde, öldüremeyince bu sefer müslümanların arasında fitne çıkarmaya başladılar. İbni Sebe, her peygambere Allah tarafından vasi verildiği ve Hz. Muhammed'in vasisinin Hz. Ali olduğu hakkında propagandaya girişti. Mısır'dan Medine'ye gelmiştir. Hz. Ali'ye secde etmiştir. Hz. Ali de onu Medayin şehrine sürmüştür. (İslam Ansiklopedisi) Cemel Savaşını hazırlayan ibni Sebe'nin müslümanlığa karşı kazandığı zaferin bu ikincisi idi. Daha önce Hz. Osman'a karşı hazırladığı isyanı kazanmıştı. (Kısası Enbiyâ, Mir'atül'iber) Hz. Osman halife iken, Abdullah bin Sebe isminde Yemenli bir Yahudi, Medine'ye geldi. Halifeden yüz bulamayınca, Hz. Osmanı kötüledi. Halife de, bunu Medine'den çıkardı. Bu da, Mısır'a gidip, halifeyi kötülemeye başladı. Çok bilgili olduğundan, cahilleri etrafına topladı. (Her Peygamberin bir veziri var idi. Peygamberimizin veziri de Ali'dir. Hilafet, onun hakkı idi. Osman, onun hakkını elinden aldı) diye her yerde konuşmaya başladı. (Tarih-i Taberi) Eshabı kiramı kötüleyenlerin ilki, Abdullah bin Sebe'dir. (İbni Mülcem Hz. Ali'yi öldürmedi. Şeytan Ali'nin şekline girmişti. Şeytanı öldürdü. Ali, bulutlar içindedir. Gök gürlemesi, onun sesidir. Şimşek, kamçısıdır) derdi. İbni Sebe Yahudisinin sözlerine aldanan (Sebeciler), gök gürültüsü işitince, (Ey emirel-müminin! Sana selam olsun) derler. (Reddi revafıd) Sebeiyye sapık inanışını kuran, Abdullah bin Sebe adında Yemenli bir Yahudidir. "Sen tanrısın" dediği için Hz. Ali bunu Medayin'e sürdü. (Tuhfe-i isna aşeriyye): Eshabı kiramın hepsini sevenlere Ehl-i sünnet denir. Bir kısmını sevmeyenlere Şii denir. Tamamına düşman olanlara Rafizi denir. Rafiziler, ibni Sebenin yolundadır. (Cennet yolu ilmihali)
Dinde elbette zorlama yoktur
(Yalnız Kur'an) diyerek Resulullahı dışlamaya çalışan zındıklarla, Mısırlı Reşat Halife'nin kurduğu "ondokuzculuk" dininde olanlar, Buhari'de, (Dininden dönüp mürted [kâfir] olanı öldürün) mealindeki sahih hadis-i şerif için, "Bu hadis Kur'ana aykırıdır. Çünkü Kur'anda dinde zorlama yoktur âyeti ile çelişmekte" diyerek Resulullahı suçlamaya kalkıyorlar. Önce şunu söyleyelim ki, bunlar, kesinlikle Kur'ana inanmıyorlar. İnansalar, Kur'an-ı kerimde Allahın, (Onu âlemlere rahmet olarak gönderdim, Beni seven ona tabi olur. Ona itaat bana itaattir. Onun getirdiklerini alın, yasak ettiklerinden sakının. O kendiliğinden konuşmaz) diye övdüğü peygamberinde hiç suç ararlar mı? Bunlar, Buhari'deki bir hadise uydurma diyoruz da diyemezler. Hadis, her bakımdan sahihtir. Çamur at izi kalır diyorlarsa, iyi bilinmeli ki, sadece Buhari'de değil, hiçbir hadis kitabında veya hiçbir Ehli sünnet âlimin kitabında uydurma hadis olmaz. Böyle suçlamalar, din düşmanlarının, dini bize ulaştıran eshâb-ı kirama ve Resulullaha itimadı sarsmak ve dolayısıyla müslümanları dinden uzaklaştırmak için uyguladıkları hain bir planın maddelerinden biridir. İslam devleti Hıristiyan ve Yahudilerin ibadetlerine karışmaz. Hiçbir baskı yapılmaz. Bu kaideler, Müslümanların ahlâkını ve milli birliğini bozulmaktan muhafaza eder. (Dinde zorlama yoktur) âyeti, başka dinde bulunan bir kimsenin zor ile Müslüman yapılamayacağını ifade etmektedir. (Allah yolunda göç edinceye kadar hiçbir kâfiri dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün) mealindeki Nisa suresinin 89. âyeti ise, islamiyeti kabul ettikten sonra, ondan yüz çevirip mürted olanların öldürülmesi gerektiğini bildirmektedir. Bir gayr-i müslim, zorla Müslüman yapılmaz. Müslümanlar hiçbir zaman, Hıristiyanların yaptıklarını yapmazlar. Yani maddi ve manevi kazançlar bahşederek veya müdür, profesör, dekan gibi unvanlar vererek bir insanı Müslüman yapmaya teşebbüs etmezler. İslamiyet tebliğ edilirken de, hiçbir zorlama ve tehdit yapılmamıştır. Düşmanlarla yapılan savaşı ise şahıslar değil, İslam devleti yapar. Bunu da her gayri müslimle değil, insanlara zulmeden zalim krallarla yapar. Müslüman olmaya kimse zorlanmaz. Çünkü Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Dinde zorlama yoktur.) [Bekara 256] Fert olarak hiç kimse asla öldürülmez. Ama ortada bir devlet varsa, devlet başkanının izni ve emri ile zalim krallara savaş açılabilir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Eğer sizden uzak durmaz, barış teklif etmez ve ellerini çekmezlerse onları yakalayın, rastladığınız yerde öldürün. İşte onlar için size apaçık yetki verdik.) [Nisa 91] (Fitne tamamen yok oluncaya kadar onlarla savaşın.) [Bekara 193, Enfal 39] (Onları [kâfirleri] bulduğunuz yerde öldürün.) [Bekara 191) (Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tövbe eder, namazı doğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın.) [Tevbe 5] (Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kabul etmeyen kitap ehli, küçülüp cizye verinceye kadar savaşın.) [Tevbe 29] (Yakınınızda bulunan inkârcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar.) [Tevbe 123] (İnandıktan sonra inkâr edip, inkârda aşırı gidenin tövbesi kabul edilmez.) [Ali imran 90]
İki namazı birleştirip kılmak
Bazen iki namazı birleştirip bir vakitte kılmak, gerekebiliyor. Ameliyattaki doktor, doğum esnasında ebe veya boğulmakta olan bir insanı kurtarmak, o saatte bir imtihanda olmak veya hasta olmak gibi bir sebeple namaz kılınamazsa, iki namazı cem etmek yani birleştirip bir vakitte kılmak bazı mezheplerde caizdir. İkindiyi öğle vaktinde, öğle ile birlikte veya yatsıyı akşam vaktinde, akşam ile birlikte kılmaya cemi takdim denir. Öğleyi ikindi vaktinde ikindi ile veya akşamı yatsı vaktinde, yatsı ile birlikte kılmaya cemi tehir ederek denir. Sabah namazı cem edilmez. Hanefi mezhebinde: Hacılar, Arafat'ta, hutbe okuyan imamın arkasında öğle ile ikindiyi öğle vaktinde takdim ederek kılar. Çadırlarda cemaatle veya yalnız kılarken, cem edilmez. Müzdelife'de ise akşam ile yatsı, yatsı vaktinde tehir edip kılınır. Müzdelifedeki cem için cemâ'atle kılmak şart değil; münferit de cem edebilir. Maliki mezhebinde: Üç günlükten az olsa da, mubah olan seferde, önemli bir hastalıkta, ihtiyarlıkta, camide cemaatle kılarken karanlıkla beraber şiddetli yağmur ve çamur olunca öğle ile ikindi, akşam ile yatsı takdim edilir. Vitir vaktinde kılınır. Evde kılan cem edemez. Arafat'ta öğle ve ikindi, Müzdelife'de ise akşam ile yatsı imam arkasında kılarken cem edilir. Bu sünnettir. Deniz yolculuğunda iki namazı birleştirmek caiz olmaz. Maliki'de iki namazı birleştirirken öğleyi ikindiden, akşamı yatsıdan önce kılmak, birinci namaza dururken cem etmeyi, niyet etmek, iki farzı ard arda kılmak gerekir. İki farz arasında abdest almak ve kamet getirmekte mahzur yoktur. Sünnet kılmak mekruhtur. Baçı alimlere göre, düğün gibi bazı ihtiyaç hallerinde de mukimken cem caizdir. Dolgu dişi olan Hanefi, hasta iken Hanbeli'yi değil, Maliki'yi taklit ederek cem edebilir. Şafiî mezhebinde: Mubah olan seferde, Arafat ve Müzdelife'de, öğle ikindi ile, akşam yatsı ile cem edilir. Şiddetli yağmurda sadece camide cemaatle cemi takdim caiz, cemi tehir caiz değildir. Başka bir kavle göre de münferit kılan da cem edebilir. Bir kavle göre, hastalık halinde de, cem etmek caizdir. Bir korku sebebiyle cem caiz olduğu gibi, önemli ihtiyaç halinde mukimken de cem caizdir. Nevevi ve İbni Münzir de böyle demiştir. Şafii'de cem ederken öğleyi ikindiden, akşamı yatsıdan önce kılmak, birinci namaza dururken cem etmeyi, niyet etmek, ikisini peş peşe kılmak gerekir. İki farz arasında sünnet kılınırsa cem caiz olmaz, fakat abdest almak ve kamet getirmekte mahzur yoktur. Hanbeli mezhebinde: Arafat ve Müzdelife'de, mubah olan seferde, hastalıkta, emzikli olanda, istihaza, idrar ve yel kaçırmak gibi abdesti bozan özürlerde, abdest ve teyemmüm için meşakkat çekenlerde, âmâ olan, yer altında çalışıp da namaz vaktini anlamakta âciz olan, can, mal ve ırzından korkan, maişetine zarar gelecek olan da iki namazı cem edebilir. Soğuk, kış, yağmur, çamur, fırtınada, yatsıyı akşam ile, evde de cem caiz, öğle ile ikindi caiz değildir. Cem ederken öğleyi ikindiden, akşamı yatsıdan önce kılmak, birinci namaza dururken cem etmeyi, niyet etmek, ikisini ard arda kılmak gerekir. Abdest almak ve ikamet okumak zarar vermez. Sünnet kılarsa cem sahih olmaz.
Aklı hiç olmayana deli denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana ahmak denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz, kötü huylu kimsedir. Kârını ve zararını iyi düşünemez. Hikmet, iyiyi kötüden, hakkı batıldan ayıran kuvvettir. Hikmetin lüzumundan az olmasına ahmaklık denir. Ahmak, hayrı, şerri birbirinden tam ayıramaz. Âlimler buyuruyor ki: Ahmakla arkadaşlıktan sakın. Çünkü, sana iyilik edeyim derken, zararı dokunur. (Hz. Ömer) Dişi ile tırnak uçlarını ısırmak ahmaklık alametidir. (Hz. Ali) Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Cafer-i Sâdık) Dünyayı ele geçirmek için âhireti [dinini] vermek ahmaklıktır. Yaratıkların en ahmağı nefistir. Çünkü her isteği kendi aleyhinedir. (İmâm-ı Rabbânî) Kaza borcu varken, nafile kılmak ahmaklıktır. (Ebu Bekir Sıddık, S. Abdülkâdir-i Geylânî ) Ahmaklığın alâmeti, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmaktır. (Sırrî-yi Sekatî) Ve ma cevab-ül ahmak-ı illes sükut=Ahmağa verilecek en güzel cevap ancak sükuttur. (İbni Hibbân) Nefsin arzuları peşinde koşan ahmaktır. (Muhammed Masum) Hatasında ısrar eden ahmaktır. (S. Abdülhakîm Arvâsî) Hikmet ehli de buyuruyor ki: Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir. Akıllı ile istişare galibiyet, ahmakla istişare mağlubiyettir. Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez. Ahmağın üç alameti vardır: Farzlarda tembellik, abesle iştigal ve yaratıklara eziyet etmek. Günah işlemeye devam eden kimse unutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır. Aklımız sınırlıdır. Aklın eremediği şeyleri akıl ile anlamaya kalkışmak ahmaklık olur. Ahmağa nasihat kâr etmez. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: (Akıllı, nefsine uymaz, ibâdetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye ümit eder.) [Tirmizî] (Akıllı, Allaha ve Peygamberine inanıp ibâdetini yapan kimsedir.) [İbni Muhber] (Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ. Gazali] (Ahmak, ahmaklığından fâsıkın günahından daha büyük sıkıntıya düşer.) [Hakîm] (Ahmak olanla ilgini kes.) [Beyhekî] (Akşam üstü uyumak ahmaklıktır.) [İ. Maverdi] (Sofradan düşen kırıntıyı yiyen fakirlik görmez, çocukları da ahmak olmaz.) [İ. Neccâr] (Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.) [Deylemî] (Ahmaklığın en kötüsü, Müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir.) [Deylemî] Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim Müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir arpa tanesini, bir karıncayı yaratmaktan aciz olanın, kâinatın tesadüfen meydana geldiğini, bir yaratıcının bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu? Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Kâfirlere "Müslümanların inandığı gibi siz de inanın" denilince, "Biz o sefihler, o ahmaklar gibi iman eder miyiz hiç?" derler; halbuki asıl ahmak kendileridir.) [Bekara 13] (Devamı var)
Ahmaklığın çaresi var mıdır?
Önce İslam âlimlerinin ahmaklık hakkındaki sözlerinden bazılarını bildirelim: İnsanların en ahmağı zekasına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da, suçu kendinde arayan ve bilmediklerini âlimlere soran kimsedir. Salih amel işlemeden yani cehennem tohumu ekip, cennet beklemek ahmaklıktır. Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle, Allahın var olduğunu anlar. İmana kavuşur. Eseri görerek müessirin, yani eseri yapanın varlığını anlamamak, ahmaklık olur. İyiye ihanet edince, kötüye iyilik edince, akıllıyı sıkıntıya sokunca, ahmağa acıyınca, şerlerinden sakın! Soyu ile övünmek ve kibirlenmek, cahillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselamın, Kenan ise, Nuh aleyhisselamın oğlu idi, fakat kâfir idiler. Babalarının Peygamber olması, bunları küfürden kurtarmadı. İnsanın övündüğü soyu, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların salih olmaları ile övünmek yerine, onlar gibi salih olmaya, onların yolunda bulunmaya çalışmalıdır. Kadınların çoğu, güzellikleri ile kibirlenirler. Halbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyet, emanet olan şeyle kibirlenmek, ahmaklıktır. Nefsine de ki: Ey nefsim, akıllı olduğunu iddia ediyor ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Halbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin halin, şu katile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, cezalanacağını bildiği halde, tedbirsiz dolaşıyorsun. Bu ahmaklık değil mi? Üstünde akrep olan bir kimse, o akrebi üstünden atmaya, onu öldürmeye çalışmayıp da, başkasının yüzüne konan sinekleri kovalamaya çalışması ahmaklıktır. Bir ahmaklık hikâyesi şöyledir: Ormanda bir ayının ayağı, kütük arasına sıkışmış, kurtaramıyormuş. Birisi bunu görüp, ayının ayağını kütüğün arasından çıkarmış. Ayı da kendisine iyilik eden bu adama, ormandaki arıların yaptığı petekleri alıp getirmiş. Adam balı yiyince orada uyumaya başlamış. Fakat sinekler, adamın yüzüne konarak rahatsız ediyormuş. Ayı ise, adam rahat uyusun diye sinekleri kovuyormuş. Bakmış kovmakla gitmiyor, sinekleri öldüreyim bari diye, kocaman bir taş alıp, adamın yüzüne konan sineklere vurmuş. Sonucu tahmin ediyoruz. Ayı ahmak olduğu için, sinekleri öldürmek için vurduğu taşın adama zarar vereceğini düşünememiş. Ahmak olmamak lazım. Kendisini ebedi tehlikeye atan akıllı olamaz, ahmaktır. Kur'an-ı kerimde, (Düşünmüyor musunuz) ikazı çok geçer. Hadis-i şerifte, (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyuruldu. (Tirmizî) Ahmaklığın tek kelime ile tarifi, akılsızlıktır. Akılsızlık ise doğuştandır. Kaza kader konusudur. Bir hadisi şerif meali şöyledir: (Her şey Allahın takdiri iledir. Akıl ve ahmaklık bile.) [Buhârî] Hz. İsa, (Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek zor gelmedi. Ama ahmağa, doğru sözü anlatamadım) buyurdu. Ahmaklıkta cahillik de vardır. Cahilliğin ilacı ise ilimdir. Ahmak, hak ile batılı ayıramaz ve daha başka zararlar yapar. O halde hak ile batılı ayıran ve faydalı şeyleri bildiren Ehli sünnet âlimlerine tâbi olan ahmaklığın zararından kurtulur. Ahmaklar, bir adada mahzur kalmış insanlara benzer. Bunlar kendi imkanları ile sahile çıkamaz. Tecrübeli bir kaptanın gemisine binerlerse sahile kavuşurlar. Binmeyen sahile çıkamaz. Onun için âlimlere uyan kurtulur. Hadis-i şerifte de, (Âlimler rehberdir, âlimlere uyun) buyuruldu.
"Allah gökte" demek küfürdür
Hz. İsa'nın, göğe çıkıp, Allahın sağına oturduğu ve Allahü teâlânın gökte olduğu inancı Hıristiyanlığa sonradan sokulmuştur. Hıristiyan İngilizler tarafından kurulan Vehhabi inanışına göre de tanrı gökte, Hz. Muhammed de sağ tarafında oturmaktadır. Kitabül-Arş isimli Vehhabi kitabında, "Allah Arş'ın üzerinde oturur, yanında Resulullah'a da yer bırakır" deniyor. Hıristiyanlarla Vehhabiliğin bu konuda da birbirine benzemesi tesadüf değildir. Ehli sünnet âlimlerinin hepsi "Allah mekandan münezzeh" buyuruyor. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ, zamanlı, mekânlı, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, yönleri O yaratmıştır. Cahiller, Onu Arş'ın üstünde veya yukarıda gökte sanır. Arşı da, yukarısını da, aşağısını da O yaratmıştır. Sonradan yaratılan bir şey, kadim [ezeli] olana yer olamaz. Allah, madde, cisim ve hâl değildir. Benzeri, ortağı, zıttı yoktur. Bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Hatıra gelen her şey yanlıştır. O kâinatın ne içinde, ne de dışındadır. İçinde, dışında olmak, var olan iki şey arasında düşünülür. Hâlbuki kâinat, hayal mertebesinde yaratılmıştır. Hayal mertebesindeki âlemin devamlı var görünmesi, Allahın kudreti ile oluyor. Bir filmdeki cansız resimler, aynen canlı gibi hareket etmektedir. Bir kimse hayal kursa, hayalinde çeşitli işler yapsa, (Bu kimse, hayalinin içindedir, dışındadır) denemez. Çünkü hayal gerçek değildir. Rüya da hayale benzer. Rüya gören kimse, rüyasının ne sağındadır, ne solundadır. Rüyasında gözsüz görür, kulaksız işitir, dilsiz konuşur, yer, içer, hatta rüyasında rüya bile görür. Allahü teâlânın kudreti ile hep devam etse, insan rüyayı gerçek bilir, rüyadan başka hayat yok zanneder. Bu dünya hayatı da bir rüyadan ibarettir. Demek ki; kâinat hayal mertebesinde yaratıldığı için bize var gibi görünmektedir. Ezelî ve ebedî var olan yalnız Allahü teâlâdır. O halde, Allah, hayal olan bu kâinatın içinde, dışında denemez. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: Allah, yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Her varlık, Arş'ın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O, Arş'ın üstündedir. Fakat bu, Arş Onu taşıyor demek değildir. Arş, Onun lutfu ve kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir. Arş'ı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedi sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. Onda değişiklik olmaz. İmam-ı Gazalî hazretleri buyuruyor ki: (Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. Ehl-i bâtıl, istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için sapıtmışlardır. Allahın, Arşı istiva etmesi, Arşı hükmü altına alması demektir. "Hükümdar, Irak'ı kansız olarak istiva etti" demek, "Irak'ı kansız olarak ele geçirdi" demektir. Bu sapıklıklarına da "Selefin yolu" diyerek selef-i salihine, [Eshaba ve Tabiine] iftira ediyorlar. Yedullahtaki yed kelimesini el gibi düşünmemeli. Mesela "Falanca şehir, filanca valinin elinde" denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında olduğu anlaşılır. İstiva, vech gibi kelimeler böyle tevil edilir.) [İlcam-ül-avam] Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de buyuruyor ki: Allahü teâlâ, zamanlı ve mekânlı olmadığı için, hazır ve nâzırdır sözü mecâzdır. Yani zamansız ve mekânsız [hiçbir yerde olmayarak] hazırdır [bulunur] ve nâzırdır [görür] demektir. Allahü teâlânın bütün sıfatları zamansız ve mekânsız olduğu gibi, hazır ve nâzır olması da, zaman ile ve mekân ile değildir. (Devamı var)
.XXXXXXXXXXXXXX
.Müteşabih âyet ve hadisler
Kur'an-ı kerimde manası açık olan âyetlere Muhkem âyetler, manası açık olmayan, tefsire, izaha muhtaç olanlara Müteşabih âyetler adı verilir. Müteşabih olanlara açık manalarını vermek akla ve dine uygun olmazsa, uygun mana vermek, yani Tevil etmek gerekir. Açık manalarını vermek günah olur. Âyetler gibi hadis-i şerifler de, muhkem ve müteşabih diye ikiye ayrılır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kur'anda yedi şey bildirilir: Yasak, emir, helal, haram, muhkem, müteşabih ve misaller. Helali helal, haramı haram bilin, emredilenleri yapın! Yasak edilenlerden sakının! Misal ve hikâye olanlardan ibret alın! Muhkem olanlara uyun! Müteşabih olanlara inanın!) [Hakim] (Gece seher vakti, Allahü teâlâ dünya semasına iner), (Resulullah, Allah gökte diyen cariyeyi tasdik etmiştir) hadis-i şerifleri müteşabihtir. Mücessime ve Müşebbih fırkaları, (Allah cisim gibidir. Arş üzerinde oturur, iner, yürür) gibi şeylere inandıkları için kâfirdir. (Tatarhaniye, Milel ve Nihal) [Mısır, Şam, Kudüs kadılıkları da yapmış olan Şafii fıkıh ve hadis âlimlerinden Muhammed ibni Cemaanin (Erreddü-alel-müşebbihi fi-kavlihi teâlâ Errahmanü alel Arş-isteva) kitabı bu konuda çok güzeldir.] Mevlana Halid Bağdadi hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın yönü, karşıda bulunması yoktur, madde, cisim değildir. Sayılı değildir. Ölçülmez. Onda değişiklik olmaz. Mekanlı değildir. Bir yerde değildir. Zamanlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yoktur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, Onun hiçbir şeyini anlayamaz. Onun nasıl görüleceğini de kavrayamaz. El, ayak, yön, yer ve bunlar gibi, Allah için caiz olmayan kelimelerin, âyet ve hadislerde bulunması, bizim anladığımız ve bildiğimiz, bugün kullanılan manalarda değildir. Böyle âyet ve hadislere Müteşabihat denir. Bunlar, kısa veya uzun olarak, Tevil olunur. Yani, Allaha yakışacak başka mana verilir. Mesela, (Allahın eli, onların ellerinin üstündedir) ve (Arş'ın üzerine istiva eden Allah, nerede olursanız olun, sizinle beraberdir) mealindeki âyetler için, burada ne murat edilmişse, öylece inandım demeli. Allahın ilmi, bizim ilmimize, benzemez. Onun eli de, elimiz gibi değildir, istivası da bizim istivamıza benzemez, beraber olması bizim beraber olmamıza benzemez demelidir. (İtikatname) Selefiyeciler, bu âyetin beraber olma kısmını tevil ediyorlar da, istiva kısmını tevil etmiyorlar. Tevil etmeyince ikincisindeki tuhaflığı görüyorlar da, birincisindekini göremiyorlar. Birçok âyette, (Onlar kördür) buyuruluyor. Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler Kureyş lügatı ve lehcesi iledir. Kelimelere, 1400 yıl önce, Hicaz'da kullanılan manaları vermek gerekir. Zamanla değişip, bugün kullanılan manaları vermek yanlış olur. Zıllullah için, Allahın gölgesi diyorlar. Âlimler, zıl=gölge kelimesine himaye, koruma gibi manalar vermiştir. Mesela, (Ali, Veli'nin gölgesinde geçiniyor) denince, Ali'nin Veli'nin himayesinde olduğu anlaşılır. (Allah, gölgesinden [himayesinden] başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamette, yedi sınıf insanı kendi gölgesinde gölgelendirir.) [Buharî], (Sultan, yeryüzünde Allahın gölgesidir.) [Taberânî] mealindeki hadislerde geçen gölge himaye demektir. Sultan, Allahın gölgesidir demek, (Sultan Allahın emirlerini uygulamak yetkisine sahip) demektir. (Din, kılıçların gölgesi altındadır) hadis-i şerifi ise, (Din, devletin himayesi ile yayılır) demektir. Nasıl ki, Beytullah=Allahın evi kelimesini, hâşâ Allahın barındığı ev olarak anlamıyorsak, gölge, el, yüz, istiva gibi kelimeleri de böyle anlamak gerekir.
Yanlış düşünenlere cevaplar
İbni Teymiyeci diyor ki: İbni Kayyım en-Nuniyye şiirinde Allah Arş'a oturdu diye açıklıyor. CEVAP: İbni Kayyım, İbni Teymiye'nin talebesidir. Onun açıklaması ölçü olamaz. Çünkü hocasının mücessimeden olduğunu Ehli sünnet âlimleri bildiriyor. Dört mezhep imamı ne demiş? İmamı Gazali ve İmamı Rabbani ne demiş? Bunlar önemli. Hepsi de Allah mekandan münezzeh diyor. Bunu iki gün önceki yazımızda açıklamıştık. İbni Teymiyeci diyor ki: "Ehl-i sünnet vel cemaate göre yüce Allahın kendi zatı hakkında haber verdiği şekilde Arş'ı, üzerinde yüce zatının bildiği bir keyfiyet ile yarattıklarından ayrı olmak üzere istiva etmiştir. Nitekim imam Malik ve başkaları da, istiva haktır, ancak keyfiyeti meçhuldür (nasıllığı bilinemez.) Ehl-i sünnet vel cemaat, Onun Arş'ın üzerinde oluşu herhangi bir mahlukun, bir başka mahlukun üzerinde oluşu gibidir, demiyor. Burada ve Allahın diğer sıfatlarında da uydukları kaide şudur: Onun benzeri hiçbir şey yoktur ve o her şeyi işitendir, görendir. (Şura 11)" CEVAP: Şu açıklaması bile, kendini tezata düşürüyor. Madem Allahü teâlâ insanlara hiç benzemiyor, onun benzeri yoktur. O halde nasıl Allah Arş'ta oturuyor denebilir? İstiva, insanların oturması gibi nasıl kabul edilebilir. Kendisi de itiraf ediyor ki, Ehli sünnet âlimleri, istiva haktır, keyfiyeti meçhuldür, yani nasıl olduğu bilinmez dedi. Peki meçhul olan, bilinmeyen şey hakkında nasıl kesin konuşulabilir? İbni Teymiye, bu meçhulleri bilinmeyenleri kesin olarak söylüyor, Allah oturur, yürür, iner çıkar diyerek mücessime fırkasından olduğunu gizlememiştir. Bunun için Ehli sünnet âlimleri ona kâfir demiştir. Yed=el kelimesi de, istiva kelimesi gibidir. Yed var ama keyfiyeti meçhuldür. İmam-ı Gazali hazretleri bunu şöyle açıklıyor: (Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. İstiva demek, Arş'a hükümran olması, Arş'ı hükmü altına alması demektir. "Hükümdar, Irak'ı kansız olarak istiva etti" demek, "Irak'ı kansız olarak ele geçirdi" demektir. Yedullahtaki yed kelimesini el gibi düşünmemelidir. Mesela "Falanca şehir, filanca valinin elinde" denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında olduğu anlaşılır. İstiva, vech gibi kelimeler böyle tevil edilir.) [İlcam-ül-avam] İbni Teymiyeci, Bektaşinin yaptığı gibi, Hadid suresinin dördüncü âyetinin yarısını almış, Nerede olsanız, O sizinle beraberdir kısmını gizleyerek şöyle yazmıştır: (O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş'a istiva edendir.) [Hadid 4] Halbuki âyet tam olarak Vehhabi mealine göre şöyledir: (O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.) [Hadid 4] Diyanetin mealinde ise, (Arş'a istiva eden) yerine (Arş'a hükmeden) denmiş. Doğrusu da budur. Vehhabi meali de yanlış değildir. Ama istivayı, Arş'ta oturuyor gibi tevil etmek yanlıştır. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir kısmı da tevil edilmezse, hâşâ Allah her yerde herkesle beraber anlaşılır. Ehli sünnet âlimleri Allah mekandan münezzeh diye açıklamışlardır. İbni Teymiyeci de, âyetin bu kısmını, tevil ediyor da, ilk kısmını tevil etmiyor? Halbuki âyet müteşabihtir, tevili gerekir.
İbni Teymiyeci âyetleri değiştiriyor
Denize düşen, yılana sarılır. İbni Teymiyeci de yalana sarılıyor. Bir âyeti şöyle değiştirmiş: (Allah semadan bütün dünya işlerini idare eder.) [Secde 5] CEVAP: Vehhabi meali bile şöyle diyor: (Allah, gökten yere kadar her işi yönetir.) [Secde 5] İbni Teymiyeci, gökten yere kadar olanları idare etmeyi, gökten idare diye değiştiriyor. Bir âyeti de şöyle değiştirmiş: (Üstlerindeki Rablerinden korkarlar.) [Nahl 50] , Halbuki Diyanet'in mealinde şöyle deniyor: (Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.) [Nahl 50] Rablerinden korkan kim? Âyette geçen fevk ne demek? Fevk, rütbesi üstün demektir. Peygamberler insanların fevkindedir. Allah ise peygamberlerin de, meleklerin de fevkindedir. H. Basri Çantay, (Kahir ve hâkim olan Rablerinden korkarlar) diyor. Muteber tefsirlerde ise şöyle deniyor: Kendi güçlerinin üstünde olan Rablerinin gücünden korkarlar; çünkü helak edici azap gökten iner. Melekler, yeryüzünden yukarıda olmalarına rağmen korktuklarına göre yerdekilerin daha önce korkması lazım gelir. Burada meleklerin olduğunun delili, âyetteki (emrolundukları şeyleri yaparlar) ifadesidir. Meleklerin hepsi emre uyar, insanların hepsi emrolunana uymazlar. (Kurtubi) İbni Teymiyeci gökteki Allah diyerek şu âyeti de yazmış: (Göktekinin sizi yere geçirmesinden, taş yağmuruna tutmasından emin mi oldunuz?) [Mülk 16,17] CEVAP: Göktekinin kim olduğunu açıklamadan önce, şunu bildirelim. Nasıl Amerika ile Türkiye birbirinden farklı yer ise, dünya ile gök, gök ile Arş birbirinden çok farklıdır. Yedi kat sema vardır. Hepsinin üstünde Arş vardır. Hâşâ Allah Arş'ta ise, gökte demek doğru olur mu? Gökte denirse o zaman Arş'ta denir mi? Aralarında muazzam uzaklık vardır. Dünya, gezegenlere göre bile çok küçüktür. Hele göklere göre nokta bile değildir. Gökte olan bir şey, yerde niye olmasın ki? Bu tam bir tenakuzdur. Âyette bahsedilen gökteki kelimesi için Vehhabi meali bile Ehli sünnete uygun olarak diyor ki: (Âlemin tedbiri ile görevli olan meleklere, işaret bulunduğu belirtilmekle beraber, asıl fiili yaratan ve cezayı veren Cenabı Allahtır. Her şey onun izni ve emri ile meydana gelmektedir.) [S. 562] İmam-ı Beydavi ise, (Sizi yere batıracak veya sizi taş yağmuruna tutacak olan Allahın bu âlemin tedbirine müvekkel kıldığı melekten emin misiniz?) diye açıklıyor. Canımızı ölüm meleği Hz. Azrail aldığı halde, âyette buyuruluyor ki: (Allah, ölümüne hükmettiği kimselerin canını alır.) [Zümer 42], Allahü teâlâ, bu işi müvekkel kıldığı ölüm meleği ile yapar. İşte âyet meali: (Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.) [Secde 11] Canımızı alan da, gökten taş yağdıracak olan da Allahtır. Ama bunu meleklerine yaptırır. Görüldüğü gibi göktekine Allah demek ne kadar yanlıştır. İbni Teymiyeci, Firavun'a da sarılarak şu âyeti yazmış: (Firavun, Ey Haman, bana yüksek bir kule yap; belki göklerin yollarına erişirim de Musa'nın Tanrısı'nı görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Firavun'a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı.) [Mümin 36/37] CEVAP: Firavun'un Allahı gökte sanması bir delil mi? Hem âyette, Firavun'un yaptığına kötü iş, yanlış iş deniyor. Yani Onun zannettiği gibi Allah gökte değil deniyor. Görüldüğü gibi İbni Teymiyecinin delil getirdiği âyetlerin hiç birisinde Allah gökte denmiyor. Gökte diyenin kâfir olacağını Ehli sünnet âlimleri açıkça bildiriyor. Bu âlimler, o âyetleri bilmiyor muydu da, Allaha mekan ittihaz edenleri tekfir eylediler?
Feraidül fevaid kitabında diyor ki: Allahü teâlânın zati sıfatları altıdır: 1- Vücud=Ezelden ebede kadar vardır. 2- Kıdem=Varlığının öncesi yoktur, ezelidir. 3- Beka=Varlığının sonu yoktur, ebedidir. 4- Vahdaniyet=Eşi, benzeri ve ortağı yoktur. 5- Kıyam bi-nefsihi=Mekana muhtaç değildir. Madde, mekan yok iken de, o vardı. 6- Muhalefetün lilhavadis=Yarattıklarına yani hiçbir mahluka benzemez. Allahın sübuti sıfatları ise sekizdir: 1- Hayat=Diridir, hayattadır. 2- İlim=Her şeyi bilicidir. 3- Sem=Her şeyi işiticidir. 4- Basar=Her şeyi görücüdür. 5- Kudret=Her şeye gücü yeter. 6- İrade=Dilediğini yapıcıdır. 7- Kelam=Konuşur. 8- Tekvin=Yaratıcıdır. Bu sıfatlar Kur'an-ı kerimde de bildirilmiştir. Allahü teâlâ hiçbir mahluka benzemez. Bir ayet-i kerime meali şöyledir: (Leyse ke mislihi şeyün=Onun benzeri hiçbir şey yoktur.) [Şura 11] Allahü teâlâ, noksan sıfatlardan münezzehtir, sıfatlarının hepsi kâmildir. Zaten Sübhaneke=Seni noksan sıfatlardan tenzîh eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederim demektir. Bir âyet-i kerime meali de şöyledir: (Sübhanekellahümme=Allahım, Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederim.) [Yunus 10] Âyetlerde geçen Sübhanallah, Sübhanehü, sübhanellezi gibi kelimeler. Allahın hiçbir noksanı olmadığını, her bakımdan tam mükemmel olduğunu bildirir. Bir kimse, Allah, oturur, iner çıkar, yürür, eli ayağı vardır derse, Allahın bir şeylere muhtaç olduğunu söyleyerek insanlara benzetmiş olur. Müteşabih olan istiva kelimesi, oturmak anlamında kullanılırsa, hâşâ Allaha noksan sıfat izafe edilmiş olur. Arş'a oturdu demekle de, ikinci bir noksan sıfat daha verilmiş olur. Allahın mekana ve oturmaya ihtiyacı olur mu? O yarattıklarına nasıl benzer? Allahı bir mahluk gibi bildiren âyet ve hadisler var. Bunlar müteşabihtir, hiç yorum yapmadan öylece kabul edilir. Allahın sıfatlarına aykırı olarak tevil etmek asla caiz olmaz. Nitekim Kur'an-ı kerimde bildiriliyor ki: (Müteşâbih âyetleri, kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamaya çalışırlar. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. Ulema-i rasihin, ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındadır, derler. Bu inceliği ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.) [Ali imran 7] (Mevduat-ül-ulum ve Mektubat-ı Rabbani gibi eserlerde müteşabihatı ulema-i rasihin de anlar buyuruluyor.] Müteşabih bir âyet olan istiva kelimesini oturdu diye yanlış tevil edenlerin kalblerinde eğrilik olduğunu bu âyeti kerime açıkça bildirmektedir. Allahı Arş'a ve oturmaya muhtaç sanmak küfürdür. Hadis-i şerifte de, (Allah her türlü noksandan münezzehtir) buyuruluyor. (Müslim) Gökleri altı günde yaratmasının hikmetini bilmeyiz. Bir anda da yaratırdı. Çünkü Allah, Ol dediği zaman oluverir. Kur'an-ı kerimde bunu açıkça bildiriyor: Allah bir şeyin olmasını isterse, kün feyekün=Ol der, o da hemen oluverir. Kün feyekün geçen âyetler. (Bekara 117, Ali imran 47, Enam 73, Nahl 40, Meryem 35, Yasin 82, Mümin 68)
Müteşabih nasların keyfiyeti bilinmez
Müteşabih olan âyetlerden üçünün meali şöyledir: (Kıyamet günü bütün yeryüzü Allahın kabzasında [avcundadır]. Gökler Onun sağ eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin şirkinden yüce ve münezzehtir.) [Zümer 67] , (Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır [sıkıdır], dediler. Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır.) [Maide 64], (Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir.) [Fetih 10] Bu üç âyette bildirilen el, insan eli gibi bir el sanılır. Halbuki Allah hiçbir mahluka benzemez. O halde selefi salihin [sahabe, tabiin ve tebei tabiin] gibi, el var, ama keyfiyeti meçhuldür demek lazımdır. Bekara suresinin, (Doğu da batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır) mealindeki 115. âyetinde Allahın bir mahluk gibi yüzü olduğu anlaşılabilir. Yüzden kasıt nedir bilinmez. Nur suresinin, (Allah yerin ve göklerin nurudur) mealindeki 35. âyetinden Allah nur sanılır. Halbuki nur yaratıktır. Bunun da keyfiyeti meçhuldür. Esas konumuzu teşkil eden âyet ise şudur: (O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ edendir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.) [Hadid 4] Allah için yaratmak zor değildir, yaratması için altı güne ihtiyacı olmaz. Ol derse hemen olur. Kün feyekün âyetleri de bunu göstermektedir. Altı günde yarattığına inanırız, fakat keyfiyeti meçhuldür deriz. Bazı âlimler günden maksat devirdir demişlerdir. Gökleri yarattıktan sonra Arş'a istiva ettiği bildiriliyor. Arş'a istiva ettiğine inanırız ama keyfiyetini bilemeyiz. İbni Teymiyeciler gibi Arş'ta oturuyor demeyiz. Çünkü böyle söylemek onu mahlukata benzetmek olacağı için küfürdür. Âyetin sonunda ise, (Nerede olursanız olun, sizinle beraberdir) buyuruluyor. İbni Teymiyeci, bu âyeti tevil ediyor da ötekini tevil etmiyor. Bu da, bir kimsenin bir kimse ile beraber olması gibi elbette değildir. O zaman mahluka benzemiş olur. Allah her yerde demek de, mekan isnat edildiği için küfürdür. Bir hadis-i şerifte, (Allah her yerde hazır ve nazırdır) buyuruluyor. Halbuki Allah mekandan münezzehtir. O halde, (Allah her yerde hazır ve nazırdır) ifadesi mecazdır. Yani zamansız ve mekansız hiçbir yerde olmayarak hazır ve nazır demektir. (Eşedd-ül-cihad) Vehhabiler, müteşabih ayet ve hadislere veya zahir ifadelere bakarak, (amel imandan parçadır) diyorlar. Günah işleyene mesela içki içene veya namaz kılmayana kâfir diyorlar. (Şu günâhı işleyen Cennete giremez veya mü'min değildir) demek, (O günahtan tövbe edilmezse, af veya şefâate uğramazsa, günâhının cezasını çekmeden cennete girmez) demektir. Çünkü zerre kadar imanı olan cennete girecektir. Günâh ile, imansızlık ayrı şeylerdir. (Hadika) Tevilsiz yanlış anlaşılacak bazı hadisler: (Allah, gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamette, yedi sınıf insanı kendi gölgesinde gölgelendirir.) [Buharî] (Burada gölge himaye demektir.), (Sultan, yerde Allahın gölgesidir.) [Taberânî] (Müslüman sultan yetkilidir.), (Allah gece sabaha doğru yer semasına iner.) [Buhari] (Rahmeti iner), (Üç sınıf kimseye, Allah güler.) [Taberânî] (Gülmek razı olmaktır.), (Cennet kılıçların gölgesi altındadır.) [Müslim] (Cihad eden mümin cennete gider), (Cennet anaların ayakları altındadır.) [Müslim] (Cennet müslüman ana babanın rızasındadır), (Namazı kasten terk eden kâfirdir.) [Taberani] (Namazın farz olduğuna inanıp, tembellikle kılmayana kâfir denmez.), (Mümin, zina ederken, şarap içerken ve hırsızlık ederken mü'min değildir.) [Müslim] (Bunlar bu halde iken kâmil mümin değildir.)
İyi kimselerin son sözleri
İbni Münkedir hazretleri ölüm döşeğinde ağlıyordu. Sebebini sordular. "Kasten büyük bir günah işlemedim. Önem vermediğim küçük bir günah, Allahın gazabına sebep olduysa diye kortuğum için ağlıyorum" dedi. Âmir bin Abdülkays da ölürken ağlıyordu. Soranlara, "Boşa geçirdiğim günlerim için ağlıyorum" dedi. İbni Mübarek hazretlerinin ölürken yoksul halini gören azadlı kölesi İbni Abdullah ağlamaya başladı. "Sen ne kadar zengin idin, evinde bir şey kalmamış. Bu hallere mi düşecektin" diye sızlandı. İbni Mübarek hazretleri, "Ağlaman lüzumsuzdur. Ben zengin olarak yaşamak, fakir olarak ölmek için dua ederdim. Allahü teâlâ da duamı kabul buyurdu" dedi. Salih bin Mismar'a "Ölüyorsun, çoluk çocuğu birine emanet etmeyecek misin?" dediler. O da "Onları acizlere emanet edemem, Allahtan utanırım" buyurdu. Ebu Süleyman Darani, ölürken "Ne mutlu sana ki, affı ve rahmeti bol Allaha gidiyorsun" dediler. O da, "Evet iğneden ipliğe her şeyin hesabını vermek üzere gidiyorum" dedi. Sırri Sekati, ölüm döşeğinde kan-ter içinde iken, kendisini yelpaze ile serinletmeye çalışan Cüneyd-i Bağdadi'ye, "Ciğerleri yanan adama yelpazenin ne faydası olur?" buyurdu. Hikem bin Abdülmelik, baygın yatarken, orada bulunan biri "Ya Rabbi, bu kimse pek iyi bir hayat yaşamadı, fakat cömert idi, ölümü ona kolaylaştır" diye duâ ederken Hikem bin Abdülmelik gözlerini açıp dedi ki: Azrail aleyhisselam, geldi, "cömertlerin canını rıfk ile alırım dedi." Salih bir zatın hanımı, efendisinin ölmek üzere olduğunu görünce ağlamaya başladı. Hanımına "Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. O da, "Senin için" deyince, "Sen kendine ağla, ben 40 yıldır bugün için ağlıyorum" buyurdu. İbrahim Ziyad, "Ölü için sessiz ağlanabilir. Ama en iyisi, kendi akıbetini düşünüp ağlamaktır" buyurdu. Büyük zatlardan biri, "Eskiden biz gittiğimiz cenazelerde herkes hüngür hüngür ağladığı için cenaze sahibinin kim olduğunu tanıyamaz, taziyede zorluk çekerdik" buyuruyor. Hâlbuki şimdi mezarlıkta bile gülenler oluyor. Bir gün kendisinin de öleceğini düşünmüyor. Bu gafletin sebebi işlenen günahlar yüzünden kalbin kararmış olmasıdır. Bir sarhoş öldü. Hanımı cenazeyi yıkayıp defnedecek kimse bulamayınca, iki hamal tutup cenazeyi kabristana getirdi. Orada bir zahid, bir cenazenin namazını kılmaya hazırlanırken, onu görenler de gelip cenazenin namazını kıldılar. Fakat bir zahidin, bir sarhoşun namazını kılmasına hayret ettiler. Zahid dedi ki: "Bu gece rüyamda kabristana gitmemi, orada sahipsiz bir cenazenin namazını kılmamı söylediler. 'O cenaze affedilmişlerden biri' dediler." Sarhoşun hanımından kocasının iyi yönleri olup olmadığını sordular. O da şöyle anlattı: "Beyim, fâsık idi, içki içerdi. Fakat namazını hiç terketmedi. Sabah namazını hep cemaatle kılardı. Öksüzlere merhamet eder, onların nafakalarını temin ederdi. İçki içip ayıldığı zaman, "Ya Rabbi benim gibi fâsıkı cehennemin neresine atacaksın?" diyerek ağlar, içkiyi bırakamadığına üzülürdü." Zahid bunları dinledikten sonra, "Demek affedilmesine bu güzel huyları sebep oldu" buyurdu. Peygamberimizin son sözlerinden biri, (Namaza dikkat edin) idi. (İ. Mace)
Dört halifenin son anları
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Hz. Ebu Bekir, ölüm döşeğinde iken, ziyaretine gelip öğüt isteyenlere şöyle nasihat etti: (Allahü teâlâ size fetih kapılarını açacaktır. İhtiyacınızdan fazla dünyaya sarılmayın! Sabah namazını kılan Allahın himayesindedir) Hastalığı ağırlaşıp iyileşmesinden ümit kesilince, yerine birisini halife tayin etmesini istedikleri zaman Hz. Ebu Bekir buyurdu ki: (Size halife olarak Ömer'i seçtim. Yarın ahirette "İnsanların en hayırlısını onların başına halife tayin ettim" derim.) Sonra da halife seçtiği Hz. Ömer'e buyurdu ki: (Bil ki Allahü teâlânın insanlar üzerinde hakları vardır. Gündüz yapılması gereken ibâdetin gece, gece yapılması gereken ibâdetin de gündüz yapılmasını kabul etmez. Farz borçlarını ödemedikçe, o farzla ilgili nafileleri kabul etmez. Kıyamet gününde mizanın ağır gelmesi için hakka uy ve onu hakim kıl. Allahü teâlânın, rahmet ve azab ayetlerini bir arada bildirmesinin sebebi, kulun, korku ile ümit arasında olması içindir. Bu vasiyetime uyarsan, ölümden daha sevgili bir şeyin olmaz. Bunlara uymazsan ölümden kötü bir şeyin olmaz. Hâlbuki ölüm muhakkak seni bulacaktır.) Hz. Ömer, sabah namazına duracağı an, Ebu Lü'lü isimli kâfir bir köle, bıçakla saldırdı. Yakalamak isteyenleri de bıçakladı. Kaçamıyacağını anlayınca bıçağı kendine sokup intihar etti. Hz. Ömer, imamlığa Abdurrahman bin Avf hazretlerini geçirdi. O da, kısa surelerle namazı kıldırdı. Hz. Ömer, kendisini bıçaklayanın kim olduğunu sordu. Yahudi köle Ebu Lü'lü dediler. (Allaha hamdolsun ki, beni Müslüman değil de, bir gayrı müslim öldürüyor. Benim ona çok iyiliğim de dokunmuştu) buyurdu. Hz. Aişe validemize haber gönderdi. (Resulullah ile Hz. Ebu Bekir'in yanına defnedilmeme izin verir mi?) diye sordurdu. Hz. Aişe, (Burasını kendime ayırmıştım. Ömer'i kendime tercih ederim. Oraya defnedin) buyurdu. Hz. Ömer, (Elhamdülillah benim için bundan büyük nimet yoktur) dedi. Daha sonra altı kişinin ismini bildirip, (Bunlardan birini halife seçersiniz. Halife seçilen zat, herkese iyilik etsin, gayrı müslimlere iyi davransın) buyurdu. Vefat edince de, Resulullahın yanına defnedildi. Hz. Ali, (Ömer'den üstün insan kalmadı) buyurdu. Hz. Osman, Mısırlı fellahlar tarafından evi sarılınca, birkaç hadis-i şerif bildirdi. Bunlardan biri şöyledir: Peygamber efendimiz, dağda Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'la beraber otururken dağ sallandı. Resulullah efendimiz, (Ey dağ, dur, senin üzerinde bir peygamber, bir sıddık ve iki şehid vardır) buyurmuştu. Hz. Osman, bu hadis-i şerifi bildirdikten sonra, yemin ederek (Ben şehid olacağım) buyurdu. Kanlar içinde yatarken de, (Ya Rabbi müslümanlar arasındaki tefrikayı kaldır) diye üç kere duâ etti. Daha sonra Allahı anarak vefat etti. Hz. Ali, sabah namazında İbni Mülcem tarafından kılıçla alnına vurularak şehid edildi. Kufe'de, [Necef'te] medfundur. Hz. Ali'nin kızı ve aynı zamanda Hz. Ömer'in hanımı olan Hz. Ümmü Gülsüm, olayı duyunca (Babam da, kocam Ömer gibi sabah namazında suikaste uğradı) dedi. Hz. Ali, ölmek üzere iken (Yemin ediyorum ki umduğuma kavuştum) buyurdu. Kelime-i şehadet getirerek vefat etti.
Dinde niyetin önemi büyüktür
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Kötü iş işlemesek, fakat niyetimiz işlemek olsa, sırf bu niyetimizden dolayı günah işlemiş olur muyuz? Yahut bir iyilik yapmadık ama, niyetimiz o iyiliği yapmaktır. Bu niyetle sevap alabilir miyiz? CEVAP: Dinimizde niyetin önemi büyüktür. Kötü niyet için günah, iyi niyet için sevap vardır. Sevap kazanmak için niyetin halis olması gerekir. Amel mümkün olmasa da halis niyet, yalnız başına hayırdır. İyi bir amel işlemeye niyet edip, fakat onu işlemek nasip olmayana, niyetinin sevabı yazılır. Bir hadis-i şerifte (Müminin niyeti amelinden hayırlıdır) buyuruluyor. (Taberânî) Mubah, taat, farz ve haram işlerken de niyet önemlidir. Mubahlar iyi niyetle yapılırsa taat olur; sevap, kötü niyetle yapılırsa günah olur. Niyet yoksa mubah işe sevap da, günah da olmaz. Üç örnek verelim: 1- Yiyip içmek mubahtır. Yiyip içerken, Allahü teâlânın emirlerini yapıp yasak ettiklerinden kaçmak için kuvvet kazanmaya niyet edilirse, sevap olur. Günah işlemeye kuvvet kazanmak için yenirse, günah olur. 2- Uyumak mubahtır. İbadetleri rahat yapmak, sabah namaza vaktinde kalkabilmek niyetiyle uyumak ibadet olur. Onun için hadis-i şerifte, (Âlimin uykusu ibadettir) buyurulmuştur. Yarın bir haramı işlemek düşüncesiyle yatan günah işlemiş olur. Hiçbir şey düşünmeden gafletle yatan, sevap kazanamaz. Böyle gafletin devam etmesi günaha sürükler. 3- Elbise giymek mubahtır. Yeni ve temiz elbise giyinirken ibadet için, namaz için süslenmeye, İslâmın vakarını, şerefini korumak için niyet edilirse sevap olur. Gösteriş için yahut karşı cinse şık görünmek için güzel giyinen günah işlemiş olur. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, sizin şeklinize, mallarınıza bakmaz. Kalplerinize ve amellerinize bakar) buyuruldu. Yani, insanın yeni elbisesi, mal ve rütbesi için sevap verilmez. Bunları yaptığı niyete göre sevap veya günah yazılır. Taat için de üç örnek verelim: 1- Camide oturmak taattır. Camiye kötü niyetle, mesela ayakkabı çalmak için giren, günah işlemiş olur. Caminin Allahın sevdiği yer olduğunu düşünen kimse, burayı ziyarete de niyet ederse sevabı daha çok olur. Namaz kılmayı beklemek için, vaaz dinlemek için de niyet ederse, her niyeti için ayrı sevaba kavuşur. 2- Fen bilgilerini öğrenmek taattır. Allahı tanımak ve insanlığa hizmet etmek niyetiyle bu ilimleri öğrenmek çok sevaptır. Bu bilgileri kötüye kullanmak niyetiyle öğrenen de günah işlemiş olur. 3- Sadaka vermek taattır. Fakire, ihtiyaçlarını gidermesi için sadaka vermek çok sevaptır. Açıktan günah işleyene sadaka vermek günah olur. Farz için de üç örnek verelim: 1- Hacca gitmek farzdır. Ancak hacıların paralarını çalmak ve kendisine hacı dedirtip itimat kazandırmak için hacca giden, hac borcunu ödemiş ve farzı yapmamak cezasından kurtulmuş olur ise de, sevap kazanamaz ve günaha da girer. 2- Oruç tutmak farzdır. Sırf sağlığa faydası var diye oruç tutmak sahih olmaz. Sağlığa da faydası olur niyetiyle oruç tutarsa, sağlık niyeti çoksa sevap kazanamaz. Fakat oruç borcundan kurtulmuş olur. 3- Namaz kılmak farzdır. Namaz kılan, kulluk vazifesini yapmayı niyet etmeyip, namazın bir jimnastik, olduğunu düşünerek kılarsa, namazı sahih olmaz, spor yapmış olur. İslâmiyetin emrettiği bir şey, dünya menfaati için yapılınca makbul olmaz. Dünya işi de, ahiret menfaati için yapılınca, ibadet hâlini alır. Haramda da niyetin önemi vardır. Bir kâfiri müslüman yapmak için içki içmek caiz olmaz. Çünkü haram, iyi niyet ile yapılsa da haramlıktan çıkmaz. (Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur) hadis-i şerifi, taatlara ve mubahlara niyete göre sevap verilir demektir. Haramdan iyi niyet ile vazgeçen sevap kazanır. Başka bir sebep ile haram işlemezse, sevap kazanmaz. Yalnız, günahından kurtulur. (Hadîka)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Receb ayı, hürmet edilmesi gereken dört kıymetli aydan birisidir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allahın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü, haram [hürmetli] olan aylardır. Bir ayın haramlığını başka aya geciktirmek, ancak kâfirliği arttırır. Kâfirler, böylece sapıtıyorlar. Onlar, Allahın haram kıldığı ayların sayılarını denk getirmek için, haram ayı bir yıl helal edip, başka yıl onu yine haram ederler. Böylece, Allahın haram kıldığını helal kılmaya çalışırlar.) [Tevbe 36,37] İslâmiyetten önce Arablar, mesela Muharrem ayında savaşmak isteyince, o yıl Muharrem ayının ismini, sonraki aya koyarlar, sonraki ayın ismini, Muharrem ayına verirlerdi. Böylece, haram ay, Muharremden bir sonraki ay olurdu. Yukarıdaki âyet-i kerime, ayların yerlerini değiştirmeyi yasak etti. Abdullah bin Ömer hazretleri bildiriyor ki: Resulullah veda haccında Mina'da teşrik günlerinin ortasında okuduğu hutbede buyurdu ki: (Ey insanlar, Allahın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü, haram [hürmetli] olan aylardır. Bu aylar, Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharremdir.) [İbni Cerir, İbni Munzir, İbni Merdeviyye] M. Bahili, Resulullahın huzurunda Müslüman olduktan sonra uzaklara gitti. Bir yıl sonra perişan halde, tekrar geldi. Resulullah tanıyamayıp, (Sen kimsin?) dedi. Bahili kendisini tanıtınca, Resulullah efendimiz, (Şeklin niye böyle değişti?) buyurdu. (Sizden ayrılalı çok az yiyip içtim de ondan) dedi. Resulullah, (Niye kendine işkence ettin) diyerek (Sabır ayını [Ramazanı] tuttuktan sonra, her aydan bir gün oruç tut yeter) buyurdu. Bahili, (Ben güçlüyüm, daha fazla oruç tutarım) dedi. (O halde iki gün tut) buyurdu. Bahili yine, (Daha da fazla tutarım) dedi, (Üç gün tut) buyurdu. Bahili tekrar daha da fazla tutarım dediği zaman, Resulullah buyurdu ki: (Haram aylarda bir gün oruç tut bir gün ye, bir gün tut bir gün ye.) [Ebu Davud] Abdullah bin Ömer bildiriyor ki: Resulullah Receb ayına çok değer verir, çok ibadet ederdi. (Kenzül Ummal) Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ bazı beldeleri bazısından üstün yarattı. En kıymetli yer, haram beldesidir. Zamanların en hayırlısı haram aylardır. En kıymetli ay Zilhicce ayıdır, Zilhiccenin ilk on günü daha kıymetlidir. Allahü teâlânın günlerden en çok sevdiği gün ise Cuma günüdür. En kıymetli gece de, Kadir gecesidir. En kıymetli vakitler ise namaz vakitleridir. Sözlerin en kıymetlisi, "La ilahe illallah, Allahü ekber, sübhanallah ve elhamdülillahdır.") [Beyheki] (Receb ayında Allaha çok istiğfar edin; çünkü Allahü teâlâ Receb ayının her vaktinde cehennemden azat ettiği kulları vardır. Ayrıca cennette öyle köşkleri vardır ki, ancak Receb ayında oruç tutanlar girer.) [Deylemi] (Haram aylarda Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri oruç tutana iki yıllık ibadet sevabı yazılır.) [Taberani] Yarın haram aylardan Recebin ilk perşembe günüdür. Gecesi de Regaib gecesidir. Yarın oruç tutmak çok sevaptır.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Receb'in ilk cuma gecesine Regaib gecesi denir. Her cuma gecesi kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli oluyor. Allahü teâlâ, bu gecede, müminlere, ragibetler [ihsanlar, ikramlar] yapar. Regâib, ihsanlar, ikrâmlar demektir. Bu geceye hürmet edenleri affeder. Regaib gecesi yapılan dua kabul olur, namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir. Regaib gecesini ibadetle geçirmeli, kazası olan, hiç değilse bir günlük kaza namazı kılmalı! Kazası olmayan da nafile namaz kılar, Kur'an-ı kerim okur, tesbih çeker, tövbe istiğfar eder. Bugün oruç tutup, gecesini de ihya etmek çok sevaptır. Receb ayında oruç tutmak faziletlidir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Allahü teâlâ, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder.) [Gunye] (Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb'in hepsini tutmuş gibi sevap verilir.) [Miftah-ül-cenne] (Ramazan ayı dışında Allah rızası için bir gün oruç tutan, iyi bir yarış atının bir asırda alacağı mesafe kadar Cehennemden uzaklaşır.) [Ebu Yala] (Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez: Regaib gecesi, Şabanın 15'inci gecesi, Cuma gecesi, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.) [İ. Asâkir] (Receb'in ilk cuma gecesini ihya edene, kabir azabı yapılmaz. Duâlarını kabul edilir. Yalnız, 7 kimsenin duasını kabul olmaz: Faizci, Müslümanları aşağı gören, ana babasına eziyet eden, Müslüman olan ve dinin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, çalgıcı, livata ve zina eden, beş vakit namazı kılmayan.) [S. Ebediyye] (Bunlara tövbe edip vazgeçmedikçe, duaları kabul olmaz.) (Receb büyük bir aydır. Allah bu ayda hasenatı kat kat eder. Receb ayında bir gün oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. 7 gün oruç tutana, Cehennem kapıları kapanır. 8 gün oruç tutana Cennetin 8 kapısı açılır. On gün oruç tutana, Allah istediğini verir. 15 gün oruç tutana, bir münadi, "Geçmiş günahların af oldu" der. Receb ayında Allahü teâlâ Nuh aleyhisselamı gemiye bindirdi ve o da, Receb ayını oruçlu geçirdi. Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti.) [Taberânî] (Kim Receb ayında, takva üzere bir gün oruç tutarsa, oruç tutulan günler dile gelip "Ya Rabbi onu mağfiret et" derler.) [Ebû Muhammed] Hz. İbni Abbas dedi ki: (Resulullah, bazen Recebde öyle çok oruç tutardı ki, ayı hep oruçlu geçirecek zannederdik. Bazen de, oruç tutmaz, bu ay hiç oruç tutmayacak zannederdik.) [Buhârî] Hz. Aişe validemiz, (Resulullah, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya çok önem verirdi) buyuruyor. Hadis-i şerifte, (Ameller Allahü teâlâya pazartesi ve perşembe günleri arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini istiyorum.) buyuruldu. (Tirmizî) Receb ayında yapılan dua kabul edilir, hatalar affedilir. Günah işleyenin cezası da kat kat olur. (Receb Allahın, Şaban benim. Ramazan da ümmetimin ayıdır.) [Ebû Feth] Recep ayı girdiği zaman Resulullah efendimiz, "Ya Rabbi, Recep ve Şaban'ı bizler için mübarek kıl ve bizi Ramazan'a eriştir" diye dua ederdi. (Beyhekî) Regaib geceniz mübarek olsun.
Aşırılıklardan uzak tek yol
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İfrat ve tefritin ikisi de kötüdür. Hak, ortadadır. İfrat ve tefriti anlatan Türkçe bir kelime yok. Tarifle anlaşılır. Aşırılık denebilir. Tefrit de ifratın zıddıdır. İfrat normalden fazla, tefrit de normalden az demektir. Her işte ifrat ve tefritten yani aşırılıklardan uzak olmak ve vasat yani orta yolu tutmak gerekir. Dinimiz, aşırılıklardan uzak, orta yolda olmayı emretmektedir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (İfrat ve tefritten uzak durun.) [Buharî], (Aşırı giden helak olur.) [Müslim], (İşlerin en iyisi vasat olanıdır.) [Deylemî, Beyhekî] (Din kolaylıktır. Vasattan ayrılıp aşırı gideni din mağlup eder.) [Nesâî] Demek ki vasat, ifrat ve tefritten yani aşırılıklardan uzak olmak demektir. İslamiyet vasat bir dindir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Sizi vasat bir ümmet kıldık.) [Bekara 143] İyilik, tam orta yol demektir. Vasattan ileri veya az olmak veya ortanın sağında, solunda olmak, iyilikten ayrılmak olur. Ortadan uzaklığı kadar, iyiliği azalır. Hak yol birdir. Sapık, bozuk yollar ise, çoktur. Orta yol deyince, iki şey anlaşılır: Bir şeyin tam ortasıdır. İkincisi, izafi, takdiri orta olmaktır. Yani belli bir şeyin ortasıdır. O şeyin ortası olduğu için, her şeyin ortası olmak lazım gelmez. Ahlak bilgisinde kullanılan, bu ikinci ortadır. Bunun için, iyi huy, herkese göre farklı olur. Hatta, zamana ve yere göre de değişir. Birinde güzel olan bir huy, başkasında iyi olmayabilir. Bir zamanda iyi denilen bir huy, başka zamanda iyi olmayabilir. O halde iyi huy, tam ortada olmak değil, ortalamada olmaktır. Kötü huy da, bu ortalamanın iki tarafına ayrılmaktır. İyi huyların hepsi vasati [ortalama] miktarlardır. Her birinin ifrat ve tefriti birer kötü huy olur. (Ahlak-ı alai) İfrat, tefrit ve vasata birkaç örnek verelim: 1- Cimrilik tefrit, israf ise ifrattır. Cömertlik ise vasattır. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Harcarken, ne israf, ne de cimrilik ederler; ikisi arasında bir yol tutarlar.) [Furkan 67] 2- Tembellik tefrittir, acele ise ifrattır. Tembellik, şimdi yapılması gereken bir işi geciktirmek, daha sonraya bırakmak demektir. Hadis-i şerifte, (Tesvif eden [hayırlı iş yapmayı sonraya bırakan] helak olur) buyuruldu. Acele edip düşünmeden o işi yapmak ise ifrattır. Acele edende gevşeklik ve bezginlik hasıl olur. Hayırlı bir işin olması için acele eden, gecikince, bezginliğe, ümitsizliğe düşer. Duâ eder, hemen duâsının kabul olmasını ister. Duâsı gecikince duâyı bırakır, maksudundan mahrum kalır. Acele edenin ihlası, takvası bozulabilir. Şüpheli şeylere, hatta haramlara dalabilir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Acele şeytandandır.) [Tirmizî], (Acele eden hata eder.) [Beyhekî] 3- İnsan bir şeye kızabilir. Bunun da ifratı ve tefriti vardır. Öfkenin aşırı olmasına saldırganlık denir. Saldırgan kimse, hiddetli olur, kendine ve başkasına zarar verir, bu hâl, küfre götürebilir. Hadis-i şerifte, (Öfkenin ifratı imanı bozar) buyuruldu. Öfkenin lüzumlu olanına şecaat [kahramanlık, yiğitlik], lüzumundan az olmasına da korkaklık denir. Şecaat orta yoldur. Şecaat halindeki öfke iyidir. İmam-ı Şafiî, (Şecaat gereken yerde, korkan kimse, eşeğe benzer) buyurdu. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: (Kâfirlere ve münafıklara sert davran.) [Tevbe 73], ([Eshab-ı kiram] kâfirlere karşı çetindir.) [Fetih 29] Düşmanlara karşı korkaklık caiz değildir. Korkarak kaçmak, Allahın takdirini değiştirmez. Korkak kimse, karısına, kızına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir, onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer, hainlik yapanı görünce susar.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İslamiyet her işte orta yolu tutmaktır. Birkaç örnek verelim: 1- Çok yemek ifrattır, gerekenden az yemek tefrittir. İhtiyaç kadar yemek vasattır. Hadis-i şerifte, (Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır) buyuruldu. Dayanamayan kimsenin açlık çekmesi de caiz değildir. Açlık çekmenin tahrimen mekruh olması, buna dayanamayanlar, bedenine ve aklına zarar verecek olanlar içindir. Çünkü, kendini tehlikeye düşürmek haramdır. Açlığın da tokluğun da zararı bulunduğu için, yiyip içmekte, aşırılıktan kaçmak, orta yolu tutmak gerekir. 2- Havf, Allahtan korkmak, reca da Allahın rahmetini ümit etmek demektir. Allahın rahmetinden ümit kesmek ifrattır. Allahın rahmetinden ancak sapıklar, kâfirler ümit keser. (Hicr 56) Allahtan korkmayıp rahmetini garanti bilmek de tefrittir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Her istediğini yapıp, rahmete kavuşacağını ümit eden ahmaktır.) [Tirmizî] Vasat yol ise ikisi arasında olmaktır! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.) [Tirmizî] 3- Çok uyumak ifrattır, gerekenden az uyumak tefrittir. İhtiyaç kadar uyumak vasattır. 4- İbadet yapmakta da ifrat tefrit olur. Az ibadet etmek tefrittir. Gece gündüz hep ibadet etmek de ifrattır. Gücünün yetmediği şekilde ibâdet etmeye çalışmak, mesela geceleri hiç uyumadan namaz kılmak, gündüzleri hep oruç tutmak, hanımından uzak kalmak, et, süt, tatlı gibi şeyleri hiç yememek, ifrattır, aşırı gitmektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Din kolaylıktır. Dinde aşırı gideni, din mağlup eder.) [Nesâî], (Dinimizde ruhbanlık yoktur. Et yiyin, hanımlarınızla mübaşeret edin! [Nafile] oruç da tutun! Tutmadığınız günler de olsun! [Nafile] namaz da kılın! Uyuyun da. Ben bunlarla emrolundum.) [Taberânî] Her işin bir Azimet [güç] tarafı ve Ruhsat, [kolay] tarafı vardır. Azimetleri yapamayanın, ruhsatla, kolay olan, izin verilen işi yapması, azimeti yapmak gibi sevap olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlânın size verdiği kolaylık ve ruhsatlardan istifade edin!) [Buharî] (Allahü teâlâ, emrettiği şeyler gibi, ruhsat, izin verdiği şeyleri yapmanızı da sever.) [Beyhekî] (Ruhsatlardan istifade etmeyen, Arafat dağı kadar günah işlemiş olur.) [Taberânî] Bu hadis-i şeriflere bakarak, mutlaka ruhsatla amel etmek lazım geldiği anlaşılmamalıdır. Çünkü (Vera üzere olan, insanların en abidi olur) hadis-i şerifi gösteriyor ki, orta yol diye her zaman yalnız ruhsatlarla amel edilmez. Yapabilenin azimetle de hareket etmesi gerekir.. Peygamber efendimiz, mübarek ayakları şişinceye kadar geceleri çok namaz kılmıştır. Fakat, ümmetine çok merhamet ettiği için, onların böyle sıkıntı çekmelerini istemezdi. Ümmetine ruhsat ile de emrederdi. Kendisi azimet ile ibâdet yapardı. (Allahın helal ettiklerini kendinize haram etmeyiniz) âyeti, (Ruhsat, izin verilen, günah olmayan şeyleri haram saymadan, terk eder, çekinirseniz iyi olur) demektir. (Sünnetime uymayan benden değildir) hadis-i şerifi, ruhsat, izin verdiğim şeyleri yapmayan, kendine sıkıntı vermiş, sünnetime uymamış olur demektir. Günah olmayan, caiz olan işleri yapmaya, ruhsatla hareket etmek denir. İhtiyaç olmadıkça, ruhsatla amel etmemelidir.
Her çeşit aşırılık zararlıdır
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İfrat ve tefrite örnek vermeye devam ediyoruz. 1- Kibirlenmek ifrat, aşırı tevazu [temelluk] da tefrittir. Tevazu ise vasattır. Kendinden aşağı olanlara karşı tevazu göstermek iyi ise de, bunun ifrata kaçmaması, yani aşırı olmaması gerekir. Aşırı olan tevazua temelluk denir. Temelluk, ancak üstada ve âlime karşı caizdir. Başkalarına karşı caiz değildir. Hadis-i şerifte, (Temelluk, Müslüman ahlâkından değildir) buyuruldu 2- Hz. İsa'yı aşırı sevmek ifrat, sevmemek tefrittir. Hz. İsa'ya Allah ve Allahın oğlu diyen Hıristiyanlar ifrattadır, onu sevmeyen, anasına iftira eden Yahudiler ise tefrittedir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Yahudiler, Üzeyir Allah'ın oğlu dediler, Hıristiyanlar da, İsa Allah'ın oğlu dediler.) [Tevbe 30] (Yahudiler, hahamlarını; Hıristiyanlar da rahiplerini ve İsa'yı rab edindiler. Halbuki ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu.) [Tevbe 31] (Meryeme büyük iftira edip Allahın elçisi İsa'yı öldürdük dedikleri için, [Yahudileri] lanetledik.) [Nisa 156] Müslümanlar ise Hz. İsa'yı Allahın kulu ve peygamberi bilir, bu ise vasat yolda olmaktır. 3- Hz. Ali'ye de aynı aşırılığı gösterenler vardır. Hz. Ali'yi sevmeyen hariciler [Yezidiler] tefrit ehlidir. Hz. Ali'ye peygamber veya ilah diyen ibni Sebeciler ifrat ehlidir. Ehli sünnet ise, Hz. Ali'yi kendi bildirdiği gibi Resulullahın bildirdiği gibi sever, bu ise vasat yoldur. Hz. Ali anlatır: Resulullah bana buyurdu ki: (Ya Ali, Sen İsa gibisin! Yahudiler, ona düşman oldu. Mübarek annesi Hz. Meryem'e iftira etti. Hıristiyanlar da, Onu aşırı yükselttiler. Ona yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar.) [İ. Ahmed] Hz. Ali bu hadis-i şerifi haber verdikten sonra, (Benim yüzümden iki aşırı grup insan helak olur. Birisi, beni aşırı severek, bende olmayan şeyleri bana takarlar. Ötekiler de, bana düşman olup, birçok iftira yaparlar) buyurdu. Bu hadis-i şerifte, hariciler, Yahudilere; İbni Sebeciler de, Hıristiyanlara benzetilmiştir. 4- İdarecinin elemanlarına sert davranması ifrattır, hiç ilgilenmemesi de tefrittir. Maiyete ne sert, ne de yumuşak davranmalı, orta yolu takip etmelidir! Maiyete karşı fazla yumuşak davranılırsa, laubali olurlar. İşler ciddiyetle yapılmaz. Sert davranılırsa, âmirden nefret ederler. 5- Bir kimseyi aşırı sevip bütün sırlarını ona vermek ifrattır. Arkadaşına sevgisini belirtmemek, her şeyini ondan gizlemek de tefrittir. Düşmanlıkta da aşırı gitmek ifrattır. Dostlukta da ve düşmanlıkta da aşırı gitmemelidir. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Bir kimseyi günün birinde, aranızın açılabileceğini hesaba katarak sev. Buğzettiğine de günün birinde dost olabileceğini düşünerek buğzet.) [Tirmizî] 6- Kaderi inkâr etmek tefrit, suçu kadere yüklemek de ifrattır. Mutezile, (İnsan kendi kaderini kendi çizer) diyerek, Allahın takdirini inkâr eder. Cebriye de, (İnsan kaderine mahkumdur. Allah her işi zorla yaptırır) diyerek suçu kadere yükler. Vasat olanı ise Ehli sünnetin itikadıdır. İmam-ı a'zam, hocası imam-ı Ca'fer-i Sadık'a, (Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzularına bırakmış mı) diye sordu. O da, (Allahü teâlâ, yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü kullara bırakmaktan münezzehdir. Ancak cebir de yoktur. Yaratmayı kullara bırakmak da yoktur. İkisi arası olagelmektedir) buyurdu. Yani, hayır şer, Allahü teâlânın yaratması iledir. Sevap ve günah işlemek, kulların ameline, yani insanın irade-i cüziyesine bağlı kılınmıştır ki, buna kesb denir. Kesb yani bir şeyi yapmayı istemek kuldan, yaratmak Allahtandır. Allahü teâlâ, insanlara zorla günah işletmediği gibi, bunu tamamen onların arzusuna da bırakmaz. Bu işler ikisi arası olagelir.
İnsanların yaratılış gayesi
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İnsanlar, Allahü teâlâya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. Sonsuz saadete kavuşmak için yaratılış gayesine dikkat etmelidir. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir, ahirete gitmek için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı olan bu fâni dünyaya düşkün olmaz, kulluk vazifesini hakkıyla yapar. Şu üç kimsenin haline şaşılır: 1- Ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, o dünyalık peşindedir. 2- Gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde, unutulmamış olup, hesaba çekilecektir. 3- Rabbinin kendinden razı olup, olmadığını bilmediği halde, rahatça güler.. Ölümden şüphen varsa, yatıp uyuma. Uyumak zorunda kaldığın gibi, ölüme de mahkumsun. Dirilmekten de şüphen varsa, uyanma hiç. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin. Dünya deniz gibidir. Çok kimse boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, hâlin tevekkül olursa kurtulursun. Nasihat ederken kendini unutma! Muma benzeme. Mum aydınlatırken kendini yakıp eritir. Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikrederken, sen uykuda olma. Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alameti de onun mâlâyani ile (ne dinine ne de dünyasına faydalı olmayan işlerle) vakit geçirmesidir. Allahü teâlânın bir kulunu sevdiğinin alameti ise, onun fıkıh ilmi ile meşgul olmasıdır. İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren! Allahü teâlâ iyilik murat ettiği kullarını iyilikte, felaket murat ettiği kullarını felakette kullanır. Müslüman için en büyük felaket, ehli sünnet itikadına sahip olmamak, olunca da bu nimetin kıymetini bilmemek olur. Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamah etmekten sakın. Kazaya razı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanaat et. Dünya hiçtir, hiç ile uğraşan da hiçtir. Tövbeyi yarına bırakma, ölüm ansızın gelip yakalar. Allah bir kuluna iman vermiş ise, ne vermedi. İman vermedi ise, ne verdi? Her namazı "bu son namazım" diye kıl. Şu üç şeye sarıl, bunlara mani olan her şeyi terk et. 1- Namazları vaktinde kıl, 2- Haramlardan sakın 3- Helal kazanç. Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerde zerre kadar iyilik yoktur. Dünya hayatı hayâldir. İnsanların çoğu hayâl peşinde koşuyor. Ne ahmaklıktır hayâl peşinde koşmak... Dünya geçici ve kısadır. Dünya hayatı ise azın azıdır. Bunun da çoğu gitti, azı kaldı. Allahü teâlâdan ümit kesmek küfürdür. Onun için Rabbimizin mağfiretinden daima ümitli olacağız. Hepimizin günahı çok, tövbemiz bozuk, tövbenin şartlarına uygun olması lazım. Tövbemizi unutuyoruz. Yüz kere tövbeni bozsan ümidini kesme buyuruluyor. İşte bu bizim için büyük müjdedir. Hastalıklar, mü'minlere, îmânı olanlara Allahü teâlânın bir ihsanıdır. Cenâb-ı Haktan gelen her şey hayırlıdır. Her ne gelirse yahşîdir (güzeldir). Allahü teâlâ kullarına kötülük yapmaz, zulmetmez. İnsanlar kendi kendilerine kazdığı kuyuya düşüyor. Allahü teâlâ rahimdir, ama aynı zamanda azabı da çok şiddetlidir. Rahmet, karşılıksızdır, azap ise isyanın karşılığıdır, cezasıdır. Azâba mâruz kalmamak için itaat şart. İtaat ettin mi korkma. Sevgi ise itaat demektir. Sevginin derecesi de itaatteki sürat ile ölçülür.
Sen unuttun ama unutulmadın [Kelamı kibar]
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Hepimiz ahiret yolcusuyuz, inkârı mümkün değil. Herkes bir sefere giderken yolda ve gittiği yerde kendine lazım olanları alır, diğerlerini almaz. İhtiyaç olmayanı almak ahmaklık olur. Dünyadan da, ahirete lazım olanlar tedarik edilir. En akıllı insan, ölüme hazırlanandır. En ahmak, dünyaya tapandır. Ahmaklar olmasaydı, dünya harap olurdu. İnsan bir yere gitmek için, bir yerde vasıtaya biner, başka yerde iner, dünya buna benzer. Yalnız, vasıtayı iyi seç. Son durakta ya cennet ya cehennem vardır. Şeytan; uzaklaştırıcı demektir. Allahü teâlanın sevgisinden, merhametinden uzaklaştıran şeydir. Üç türlü şeytan vardır. Birinci şeytan bilinen İblis ve torunlarıdır. İblis; Allah rahimdir affeder diye, günahları vesvese verir, insan bunu dinlemezse çeker gider, bu şeytanın hileleri zayıftır. İkinci şeytan nefistir; bu daha kuvvetlidir. Şeytan gibi çekip gitmez. Çok inatçıdır, tekrar tekrar aldatıncaya kadar uğraşır. Üçüncüsü daha da kuvvetlidir. Bu kötü arkadaştır. Dünyada rezil eder, âhirette cehenneme götürür. İnsanın imanını öyle çalar ki, o şahsın ruhu bile duymaz. Her türlü bozuk yayınlar da kötü arkadaştır. (Kitap, gazete, dergi, tv, vb.) İnsanı çevreleyip imanına musallat olan dört düşman vardır; Sağında şeytan, solunda nefis, arkasında kötü arkadaş, önde ise dünyadır. Dünya bu zararda rehber olmuştur. İnsanlar düşmanı dışarıda arıyorlar, halbuki düşman kendi içimizdedir. Bu düşman da nefistir. Kim kime, neye güvenirse, yardımı ondan beklesin. Kim neye benim demişse o şey ona düşman olmuştur. Dünyanın en câhil, en ahmak mahluku, insanların nefsidir. Her isteği kendi aleyhinedir. Gıdası haramlardır. Nefs, daima zararlı şey ister. Allahü teâlâ buyuruyor ki; Ey insanlar nefsinize düşman olun. Çünkü nefsiniz, benim düşmanımdır. Emrime uyan cennete, uymayan ise cehenneme gidecektir. İbadetlerin faydası Allahü teâlâya değil, herkesin kendinedir. Maaşla çalışan bir doktor, bir hastaya ilâç verse, ilâcın doktora faydası yok diye o ilâcı kullanmamak akla uygun değildir. Zehir içsem doktora ne zararı olur diyerek zehir içmesi de ahmaklıktır. İşte, günahlarımın Allaha bir zararı yok diyerek, her çeşit günahı işlemek akıl işi değildir. Öldükten sonra başına gelecekleri düşünmeyen kimse akıllı olabilir mi? Kur'an-ı kerimde sık sık, (Hiç mi düşünmüyorsunuz?) diye ikaz edilmektedir. Yanlış vasıtaya binen, istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Mesela Paris'e giden uçağa binen Kâbe'ye varamaz. İnsanların çokluğu, dilediklerini yapmaları, gaflet içinde yaşamaları sakın seni de gaflete düşürmesin. Sen tek olarak öleceksin, tek olarak kabre gireceksin, tek olarak hesabını vereceksin. Sen dini, imanı, Allahın emir ve yasaklarını unuttun. Sen unuttun ama unutulmadın. Sırat köprüsünde herkese 7 şeyden suâl sorulacaktır, cevap veremeyen düşecektir. Bunlar; imân, namaz, oruç, zekat, hac, gusül ve kul hakkındandır. Yedinci soruya kadar gelebilmek çok zordur. Yedinci soru da çok zordur. Peygamberler masum oldukları halde, günahsız oldukları halde burada korkarlar.
Büyük ve küçük günah sayısı
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Nisa suresinin "Eğer yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı örter, sizi şerefli bir makama yükseltiriz" mealindeki 31. âyetindeki büyük günahlar nelerdir? CEVAP: Büyük günahların sayısı çoktur. İnsan, her günahtan korkup sakınsın diye, büyük günahların hepsi isim olarak açıklanmamıştır. Günah Allaha isyan etmektir. Günahkâr ise, âsi demektir. Günahların hepsi Allahü teâlânın emrini yapmamak, olduğundan büyüktür. Fakat bazısı bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nafile ibâdetlerinden daha sevaptır. Çünkü nafile ibâdet yapmak farz değil, günahlardan kaçmak ise herkese farzdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Küçük görülen günahlardan sakının! Bu şuna benzer: Bir topluluk bir vadide konaklar. Ekmeklerini pişirmek için her biri çalı çırpı getirir, böylece yeterli odunu toplanır. İşte küçük gibi görülen günahlar da, toplanınca sahibini helâke götürür.) [Buharî] (Herkes, en küçük günahı sebebiyle de cezalandırılırım diye korksun.) [Ebu Nuaym) (Günahın küçüklüğüne bakmayın, onu büyük bilip yapmayın!) [K. Saadet] (Büyük günah tövbe edilince küçülüp silinir, küçük günaha devam edilince büyür.) [İ. Asakir] (Mümin, günahını dağ gibi görüp, üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını burnunun üzerine konan ve hemen uçacak sinek gibi görür.) [Buhari] Mümin, iman nuruyla küçük günahları da büyük görür. Her günah işleyişte kalbi sızlar. Günah, kulun yanında küçük ve kıymetsiz görününce, Allahü teâlâ katında büyük olur. Kul küçük günahı büyük görünce, o günah Allahü teâlânın katında küçülür. Günah küçük olsa da, devam edilince büyük günah olur. Bir taşın üzerine devamlı damlayan su, taş üzerinde iz bırakır, zamanla taşı bile deler. İyiliği, az çok demeden sayarak değil, saçarak yapmalı. Allahü teâlânın rahmeti iyilikler içinde gizlidir. Küçük sanılan bir iyilik yüzünden rahmete kavuşur. Büyük küçük demeden her günahtan da kaçmaya çalışmalı Çünkü Allahü teâlânın gazabı da günahlar içinde gizlidir. Küçük sanılan bir günah yüzünden, Allahın gazabına uğrayabilir, helak olabiliriz. Kedisini aç bırakarak ölmesine sebep olan bir kadın, sırf bu yüzden cehennemlik oldu. Susuzluktan kıvranan bir köpeğe acıyarak kuyudan su çekip ona veren fahişe de hidayete kavuştu. Bir köpeğe yaptığı iyiliğin neticesi bu olursa, bir müslümana yapılan iyiliğin hesabını düşünmek gerekir. Günahı küçümsemek veya günahı ile övünmek o günahı büyütür. "Falancanın yaptıklarını yüzüne vurarak rezil ettim" diyerek günahın açıklanması, günahı daha da büyütür. Çünkü o günahın başkaları tarafından yapılmasını teşvik etmiş olur. Halka rehber ve örnek durumunda olanların hareketleri örnek alınır, birçok kimsenin o günahı işlemesine sebebiyet verir. Bir âlim, halka kötü örnek olmuş, sonra tövbe etmişti. Allahü teâlâ, o kavmin peygamberine şöyle vahyetmiş: (Eğer günahlarını gizleseydi affederdim. Fakat birçok insanın sapıtıp, cehennemlik olmasına sebep oldu.) [Tibyan] Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: (Her mümin affedilebilir, ancak günahını başkalarına açıklayan hariç.) [Buharî] (Günahlardan uzak durun. Günah işleyen de, onu örtsün, günahını kimseye söylemesin ve tövbe etsin. Günahını açıklayana dinin hükmünü uygularız.) [Beyhekî] (Allah, pervasızca günah işleyen şuursuz mü'mine gazap eder.) [Ukaylî]
Günahtan kaçmak önce gelir
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Dinimizde, günahtan kaçınmak, sevap kazanmaktan önce gelir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Ufacık bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir) [R. Nasihin] (Az bir haramdan kaçmak, 80 bin nafile hac sevabından efdaldir.) [Deylemî] Günah işlemeyi düşünmek, işlemeye niyet etmek, karar vermek günah olmaz, yapmak günah olur. Günah işlemeye karar verip bir kere yaparsa, ısrar olur. Hiç yapmazsa, devamlı yapmaya kasd etmesi, karar vermesi ısrar olmaz. Devamlı yapmaya karar verip ve işleyip de pişman olur, terk ederse ısrar olmaz. Tekrar yapıp yine tövbe ederse, ısrar olmaz. Günde çok kere yapıp, her birinden sonra tövbe etmek, ısrar olmaz. Tövbe ederken, günah işlediğine pişman olup üzülmek ve günahtan hemen vazgeçmek ve bir daha yapmamaya karar vermek şarttır. Bu üç şartı yapmadan, yalnız dil ile tövbe etmek, yalancılık olur. Küçük günahta ısrar etmek, büyük günah olur, büyük günahı bir kere yapmaktan daha büyük olur. Tövbe edince, büyük günah da affolur. Küçük günahı küçük görmek, büyük günahtır. Küçük günah işlediğini söyleyerek övünmek, büyük günah olur. Küçük günah işleyeni, âlim ve salih sanmak da, büyük günah olur. İmanı olan, büyük günaha düşmemek için, küçük günahtan kaçar, günahın küçüğü olmaz, Allaha olan her muhalefet büyüktür. Şüpheli bir şeyle karşılaşınca, eli kalp üzerine koymalı. Kalp çarpması artmazsa, o şeyi yapmalı. Eğer, fazla çarparsa yapmamalı. Hadis-i şerifte, (Elini göğsüne koy! Helal şeyde kalp sakin olur. Haram şeyde çarpıntı olur. Şüpheye düşersen yapma! Din adamları fetva verseler de yapma!) buyuruldu. Büyük günahlar çok yapılırsa, iman gidebilir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Şu yedi büyük günahtan kaçının: (1- Allaha şirk koşmak 2- Büyücülük 3- Katillik 4- Harpten kaçmak 5- Yetim malı yemek 6- Faizcilik. 7- Namuslu kadına iftira etmek.) [Taberânî] (En büyük günah, kişinin, geçimi kendisine ait olanları ihmal etmesidir.) [Müslim] (En büyük günah, kişinin borcunu ödemek için mal bırakmadan ölmesidir.) [Ebu Dâvud] (Ana babaya eziyet ve yalan yere şahitlik büyük günahtır.) [Deylemi] (Yalan yere yemin büyük günahtır.) [Buharî] (İlimde cimri olmayın, ilmi öğretmekten geri kalmayın. İlmi gizlemeyin. Çünkü ilmi gizlemekle yapılan hıyânet, malda yapılan hıyanetten daha büyük günahtır.) [Ebu Nuaym] (Üç büyük günah: Asiler etrafında toplanmak, ana babaya isyan, zalime yardım.) [Taberânî] (Vasiyette varislerden birini zarara sokmak büyük günahtır.) [İ. Cerir] (Şirkten sonra en büyük günah zinâdır.) [İ. Ebid-dünya] (Şarap içmek, büyük günahtır. Bütün kötülüklerin anasıdır, başıdır.) [Zevacir] (Avret yerlerini [başkasının görmesi haram olan yerleri] açmak büyük günahtır.) [Hakim] (Bir müslümanın kalbini kırmak, Kâbe'yi yetmiş kere yıkmaktan daha günahtır.) [R. Nasihin] (Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennete giremez.) [Taberânî]
Haramlardan kaçan yiğittir
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Farzları herkes yapabilir; ama haramlardan herkes kaçamaz. Ancak salihler kaçar. Tasavvuf ehli buyuruyor ki: (İyi olan da, kötü olan da, iyilik yapabilir. Kötülük yapmamak ise, ancak Allah adamlarının özelliğidir. Sıddıklar günah işlemez.) [Mektubat 5/106] Bir haramdan kaçmak, milyonlarca nafile namaz kılmaktan evladır. Haram işleyerek farz, mekruh işleyerek sünnet yapılmaz. Günahtan kaçmak ibâdet yapmaktan önce gelir. (Uyun-ül-Besair) Üstünde namaza mani olacak kadar çok necaset bulunan kimse, temizlemesi mümkün değilse, başka elbisesi de yoksa, o haliyle kılar, çıplak kılmaz. Bilahare temiz elbise bulsa, artık kıldığı namazı iade etmez. Hatta temizleme imkanı olsa; fakat yanında yabancılar bulunsa, temizlemeden namazını kılar. Çünkü başkalarının yanında avret yerini açmak yasak edilmiştir. Necaseti temizlemek ise emredilmiştir. Emir ile yasak bir araya gelince, yasağa uyulur. Yani avret yeri açılmaz. Çünkü, haramdan kaçmak, farzı yapmaktan önce gelir. Bir emri yapmak, bir haramı işlemeye sebep olursa, haram işlememek için, o emir terk edilir, yapılmaz. Muteber kitaplarda buyuruluyor ki: Haramdan kaçmanın sevabı, farzları yapmanın sevabından daha fazladır. Farzları yapmamanın günahı, haram işlemek günahından daha çoktur. Burada sanki ibadet etmek haramdan kaçmaktan önce geliyor sanılabilir. Ama öyle değildir. Yine haramdan kaçmak önce gelmektedir. Mesela içki içmek mi daha büyük günah, namaz kılmamak mı? Namaz kılmamak daha büyük günahtır. Çünkü, içki içen sadece bir haram işlemiş olur. Namaz kılmayan ise, namaz kılmama günahı yanında, farzı terk etme günahı da vardır. İki günah işlemektedir. Diğer farz ve günahlar da böyledir. Bir namazda 12 farz var. Beş vakit namazda 60 farz var. Günde 60 kere büyük günah işliyor namaz kılmayan. Artık bu insanı düşünün, ne kadar iyilik yaparsa yapsın hepsi boşa gider. Kim ne kadar çok büyük günah işlerse işlesin namazı terk etmesin. Namaz kılmamak her büyük günahtan daha büyüktür, içkiden, hırsızlıktan, zinadan da büyük günahtır. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Haramlardan tamamen kaçınabilmek için, mubahların fazlasından kaçınmalı! Mubahları gerektiği kadar kullanmalı! Bir insan, mubah, yani İslâmiyetin izin verdiği şeylerden her istediğini yapar, taşkınca mubah işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsanın nefsi, hayvan gibi, kendine düşkündür. Uçurum yanında dolaşan, bir gün uçuruma düşebilir. Vera ve takvayı tam yapabilmek için mubahları gerektiği kadar kullanmalı, zaruret miktarını aşmamalı! Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazifelerini yapabilmek için kullanmaya, niyet etmelidir! Mubahların fazlasından kaçınabilmek, her vakit ve hele bu zamanda, hemen hemen mümkün değildir. Hiç olmazsa, haramlardan kaçınmalı, mubahların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmaya çalışmalı! Mubahlar lüzumundan fazla işlendiğinde, pişman olup tövbe etmeli! Bu işleri, haram işlemeye başlangıç bilmeli! Allahü teâlâya sığınmalı ve yalvarmalı! Bu pişmanlık, tövbe ve yalvarmak, belki mubahların fazlasından büsbütün sakınmak yerine geçerek, böyle işlerin afetinden, zararından korur. Cafer bin Sinan hazretleri buyuruyor ki: (Günahkârın, boynunu bükmesi, ibâdet edenin göğsünü kabartmasından daha iyidir.) [ m.76]
Mekruh işlemek günah mıdır?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Tahrimen mekruh: Vacibin terkidir. Harama yakın olan mekruhtur. Bunları kasıtla işleyen günahkâr olur. Cehennem azabına layık olur. Namazda vacibleri özürsüz terk ederek tahrimen mekruh işleyenin, o namazı iade etmesi vacibdir. İmam-ı Muhammed, tahrimen mekruh haram demektir buyurdu. İmamı a'zam ile imamı Ebu Yusuf ise, harama yakındır dedi. Tahrimen mekruh işlemek, küçük günah olur. Küçük günaha devam edenin adaleti gider fasık olur. Tenzihen mekruh: Mubah, yani helal olan işlerine yakın olan, yahut, yapılmaması yapılmasından daha iyi olan işlerdir. Gayri müekked sünnetleri veya müstehabları yapmamak gibi. Mekruh tek başına kullanınca tahrimen mekruh anlaşılır. Tahrimen mekruhlardan bazıları: Akşam namazından önce nafile kılmak. Alınan kaporayı izinsiz kullanmak. Altın ve gümüş kap ile yiyip içmek ve kullanmak. Ana babayı ve kadın kocasını adı ile çağırmak. Balık hariç, deniz hayvanlarını, deniz haşaratını yemek. Birkaç kişinin, aynı yerde, yüksek sesle Kur'an okumaları. Cami resmi bulunan seccadeyi yere sermek. Camide yüksek sesle konuşmak, nutuk söylemek, kavga etmek, dünya kelamı ile meşgul olmak. Camiye veya eve kapanıp hep ibadet etmek ve yiyip içip, evlenmek, gezmek gibi eğlenceleri terk etmek. Canlı resmi olan elbise ile namaz kılmak. Farz kılmaya az bir zaman varken sünnete başlamak. Sabahın sünneti hariç. Cenazeyi görünce, olduğu yerde ona karşı dikilip beklemek. Fasıkın ezan okuması ve imam olması. Oturarak ezan okumak. Fuhuş söz söylemek. Hıristiyan ve Yahudi kadın ile evlenmek. Hutbe ile namaz arasında hatibin dünya işlerinden söylemesi. (Mesela kaybolan şemsiyemi bulan getirsin) demek gibi. Başına mendil sarıp, tepesi açık namaz kılmak. İkinci rekatte, ilk okuduğu âyetten öncekini okumak veya ikinci rekatte birinciden üç âyet uzun okumak. Unutarak okursa, mekruh olmaz. İkinci rekatte birincide okuduğu âyeti tekrar okumak tenzihen mekruhtur. İmam olanın, kıraati ve tesbihleri sünnetten fazla okuması. İmamdan önce rüküa veya secdeye gitmek yahut önce kalkmak. İmamın arkasında Fatiha okumak. İpekle veya çalınmış elbise ile namaz kılmak. Kadının özürsüz saçını kazıması. Erkeklere benzetmemek şartı ile kulaklara kadar kısaltması caizdir. Kadınların birbiriyle öpüşmesi veya cenazeye gitmeleri. Kendisi muhtaç iken sadaka vermek. Kibir, gösteriş için mendil kullanmak. İhtiyaç için, mesela ter veya burun silmek için caizdir. Kıbleye karşı ayaklarını veya bir ayağını uzatmak. Özür ile veya yanlışlıkla uzatmak mekruh olmaz. Koltuk ve kasık kıllarını traş etmeyi kırk günden fazla geciktirmek. Namaz vakti daraldığı zaman sünnet kılmak. Namazda müekked sünneti terk. Müekked olmayan sünneti terk, tenzihen mekruh olur. Sünnetleri özürsüz kılmamakta ısrar etmek, küçük günah olur. Sünnete önem vermeyen ise kâfir olur. Namazda ve camide iki elin parmaklarını birbirine geçirmek. Başka yerlerde tenzihen mekruhtur. Özürsüz nafile orucu bozmak, bozulan nafile orucu kaza etmemek. Ramazan olup olmadığı şüpheli olan günde, Ramazan orucu tutmak. Yatsıyı gecenin yarısından sonraya, ikindiyi akşama yakın vakte kadar geciktirmek. Tavla, satranç gibi oyunları oynamak. Devamlı veya kumar ile yapılırsa haram olur. Zemzem suyu ile, yaprak ile, kâğıt ile taharetlenmek. Tuvalette kıbleye önünü ve arkasını dönmek. Unutulursa veya başka özür varsa, mekruh olmaz. Zekatı farz olduktan sonra vermeyip geciktirmek.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Allahü teâlânın açık olan emirlerine Farz, açık olmayıp, zan ile anlaşılanlarına Vacib denir. Vacibi terk etmek tahrimen mekruhtur, harama yakındır. Tahrimen mekruh olan şeyi terk etmek vacibdir. Canlı cansız varlıklardaki hesaplı nizama, düzene bakıp bunlardaki incelikleri düşünmek, kâinattaki her şeyin anlamsız yaratılmadığını anlamak herkese vacibdir. Her müminin, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri iman edilecek şeyleri öğrenmesi ve bunlara göre inanması vacibdir. Fıtra ve kurban nisabına malik olana zengin denir. Bunun fıtra vermesi vacib olur. Mükellef ise, yani akıl, balig ve mukim ise, kurban kesmesi de vacib olur. Zekat alması haram olur ve fakir olan mahrem kadın akrabasına ve çalışamayan fakir erkek akrabasına nafaka vermesi, yardım etmesi vacib olur. Ana babaya ve kocaya taat olan işlerdeki emirlerini yapmak. Ana, baba aciz ve fakir iseler, zimmi olsalar bile, nafakaları, çocuğa vacib olur. Dedeler, nineler de, ana baba gibidir. Harbi olanlarına nafaka verilmez. Ana, baba, zimmi olsalar da, hizmet etmek, ihsanda bulunmak vacibdir. Küfre teşvik edenlerine gidilmez. Salih olan mahrem akrabayı ziyaret etmek vacibdir. Mehirsiz evlenen erkeğin, mehri misil [yani âdet olan mehir] vermesi vacib olur. Kadın mehrini istediği zamanda, istemedi ise, ikisinden biri ölünce, verilmesi vacibdir. Müminin mümine dargın duramayıp, üç gün sonra gidip selam vermesi vacibdir. Ehl-i beyti ve Eshab-ı kiramın hepsini sevmek. Evliyanın kerametine inanmak... Nezri [adağı] yerine getirmek. Mesela, Allah için bir ay oruç tutmak nezrim olsun dese yahut şu işim olursa, bir ay oruç nezrim olsun dese ve o şeyi bulsa, oruç tutması vacib olur. Kefaret veremez. Kabul edeceği zan olunan kimseye emr-i maruf yapmak vacibdir. Kul hakkıdır. Birşeyi bilmeyene nasihat vermek vacibdir. Kendine ve Müslümanlara zarar gelecek olursa, el ile yapılan emr-i marufu terk etmek vacib olur. Fitne çıkacaksa dil ile yapılan emri marufu terk etmek vacib olur. Ölüm halinde su içirmek sünnettir. İhtiyacı görülürse vacib olur. Ölüm belli olunca, acele etmeli, bozulup kokmak ihtimali varsa, acele etmek vacib olur. Diğer vaciblerden bazıları şunlardır: Birinin evine girileceği zaman izin istemek. Bozulan sünnet ve nafile namazları iade etmek. Zekatı acele edip, hemen vermek. Allahü teâlânın ismini işitince ve söyleyince, celle celalüh veya teâlâ yahut sübhanallah diyerek saygı göstermek. Tekrar edince de, söylemek müstehabdır. Delilini bilmese de, müctehidin sözüne uymak. (Dürr-ül-muhtar) Bugün için dört mezhebden birinde bulunmak. (Tahtavi) Borçlu fakiri sıkıştırmamak. Bir kimseye zaruri lazım olan malı ona satmak. Dinimizin yasak etmediği âdetlere uymak. Davacının istediği zaman şahit olmak. Çocuğun selamına cevap vermek. Kadının eşine karşı temiz ve ziynetli olması. Herkese, sanatının ilmini öğrenmesi. Çocuğun, babasına hizmet etmesi ve babanın da fakir oğlunu evlendirmesi. Borçları ödeyerek, emanetleri sahiplerine vererek, ölüme hazırlanmak ve vasiyet yazmak.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Tefekkür, dinimizde önemli bir ibâdettir. Tefekkür, günahlarını, mahlukları ve kendini düşünmek Allahü teâlânın yarattığı şeylerden ibret almaktır. Kur'an-ı kerimde iyiler övülürken buyuruluyor ki: (Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allahı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını inceden inceye düşünürler. "Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen [boş, manasız şeyler yaratmaktan] münezzehsin. Bizi Cehennem azabından koru" derler.) [A. İmran 191] Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Allahın azameti, Cennet ve Cehennem hakkında bir an tefekkür, bir geceyi ihya etmekten iyidir.) [Ebu Şeyh], (Tefekkür, ibâdetin yarısıdır.) [İ. Gazali], (Tefekkür gibi kıymetli ibâdet yoktur.) [İbni Hibban], (Biraz tefekkür, bir sene [nafile] ibâdetten kıymetlidir.) [K. Saadet], ("Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardından gelişinde [uzayıp kısalmasında] akıl sahipleri için elbette ibret verici deliller var" [A. İmran 190.] âyeti varken nasıl ağlamayım? Bu âyeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun!) [İ. Hibban], (Allahın yarattıkları üzerinde düşünün, zatı hakkında düşünmeyin!) [Beyhekî], (Sükutu tefekkür, bakışı ibret olup çok istiğfar eden kurtuldu.) [Deylemî] Tefekkür, insanı bilgili eder. Bilgili olan da amel eder. (Vehb bin Münebbih), Tefekkür, iyilik ve kötülüğünü gösteren bir aynadır. (Fudayl bin Iyad), Allahın azametini düşünen insan, Ona isyan edemez. (Bişr-i Hafi), Tefekkür zekayı açar. (İmam-ı Şafiî), Dünyayı düşünmek, ahirete perdedir. Ahireti düşünmek, gafletten kurtarıp hikmet konuşturur. (Ebu Süleyman Darani) Her fırsatta Allahın yarattıklarını tefekkür etmelidir. Mesela eline bakmalı. Parmakları olmasaydı, bir şeyi tutup alması ne kadar zor olurdu. Yahut parmakları hiç kıvrılmasaydı, eller hiç olmasaydı, gözümüz olmasaydı, gözümüz başka yerde olsaydı, halimiz nasıl olurdu? Tırnağın devamlı büyüdüğü gibi, dişlerimiz de büyüseydi ne olurdu? Dişlerimiz kemikle beraber olsaydı, çürüyünce nasıl çekilecekti? Saç uzadığı hâlde, kaşın ve kirpiğin uzamadığını düşünmeli. İnsan kavak gibi büyüyüp gitseydi, ne olurdu? Bitkilerin, meyvelerin yaratılışını, yıldızların, gezegenlerin bir ahenk içinde oluşunu düşünmeli. Bunları ne kadar mükemmel yarattığı için Allahü teâlâya hamd etmeli! Böylece insanın imanı da kuvvetlenir. Fakat devamlı bunlarla uğraşıp da kendine gereken fıkıh bilgisini ihmal etmek ise çok tehlikelidir. Tefekkür, dört türlü olur: 1- Allahın mahluklarındaki güzellik ve faydaları düşünmek, Ona inanıp Onu sevmeye sebep olur. 2- Onun vâd ettiği sevapları düşünmek, ibâdet yapmaya sebep olur. 3- Onun bildirdiği azapları düşünmek, Ondan korkmaya, kötülük etmemeye, günahtan kaçmaya sebep olur. 4- Onun nimetlerine, ihsanlarına karşılık, nefsine uyarak günah işlediğini, gaflet içinde yaşadığını düşünmek, Allahtan utanmaya sebep olur. Allahü teâlâ, yerlerde ve göklerde bulunan mahlukları düşünerek ibret alanları sever. Hz. Musa'nın ümmetinden biri, 30 sene ibâdet eder, bir bulut kendisine gölgeler. Bir gün bulut gelmez, güneşte kalır. Annesi, (bir günah işlemişsindir) der. Çocuk, (Hayır, günah işlemedim) der. Annesi, (Göklere, çiçeklere bakıp da Yaratanın azametini düşünmediysen, bundan büyük hata olur mu?) der.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Tevekkül, dinimizin bildirdiği sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri yaratandan beklemektir. (Bir işe başladığın zaman, Allahü teâlâya tevekkül et, Ona güven!) âyet-i kerimesi, tevekkül ile beraber azmederek çalışmak gerektiğini gösteriyor. (Al-i imran 159) Tevekkül, herhangi bir işin, dinen, örfen sebeplerine yapışarak gayret gösterip, neticeye ihlasla teslim olmaktır. Yani sonucu Allahü teâlâdan beklemek ve bu sonucun kendisi için mutlaka hayırlı olduğuna inanmaktır. Doğru sebebe yapışan doğru netice alır. Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan üzücü olayları, ezelde takdir edilmiş bilip, üzülmemek, Allahü teâlâdan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır. İnsan, bir işin neticesinin iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayır sandığı çok şey, şerle, şer sandığı çok şey de, hayırla neticelenebilir. Muhakkak şu işim olsun diye ısrar etmemeli, "Hayırlı ise olsun" demelidir. Allahü teâlâ, kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için tedbir almayı, hasta olunca ilaç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır. Sebebi, istenilen şeye kavuşmak için bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hasıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp da sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki, bu, akla ve dine uygun değildir. Allahü teâlâ, insanların, ihtiyaçlarına kavuşmak için bu sebepler kapısını yaratmış ve açık bırakmıştır. Tesiri kesin olan ilaçları kullanmamak tevekkül değil, ahmaklıktır, haramdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Her hastalığın ilacı vardır. Yalnız ölüme çare yoktur.) [Taberânî] Hz. Musa, hastalanınca, "İlaçsız da Allahü teâlâ şifa verir" diyerek ilaç kullanmadı. Allahü teâlâ (İlaç kullanmazsan şifa ihsan etmem) buyurdu. İlacı kullanınca iyi oldu. Fakat sebebini merak etti. Allahü teâlâ, (Tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değiştirmek mi istiyorsun? İlaçlara tesir veren kimdir? Elbette tesirleri yaratan benim) buyurdu. (K. Saadet) Doktora gitmeli, ilaç kullanmalı; fakat, doktora ve ilaca güvenmemeli, şifayı Allahü teâlâdan istemelidir! İlaç kullanıp da iyi olmayan, ameliyat masasında ölen az değildir. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: (İmanınız varsa, Allaha tevekkül ediniz!) [Maide 23], (Tevekkül edene, Allah kâfidir.) [Talak 3] Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allaha hakkıyla tevekkül etseydiniz, sabah aç kalkıp, akşam tok dönen kuşlar gibi sizi de rızıklandırırdı.) [Tirmizî] Hz. İbrahim'in, mancınıkla ateşe atılırken, Hasbiyallah ve nimel vekil dediği hadis-i şerifle bildirilmiştir. [Bana Allahım yetişir, O ne iyi vekil, ne iyi yardımcı demektir.] Ateşe düşerken Hz. Cebrail gelip, "Bir dileğin var mı?" diye sorunca, "Var, fakat sana değil" diyerek sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için (Sözünün eri olan İbrahim) diye övüldü. (Necm 37) Tevekkül, kalb işidir, imandan meydana gelir. Allahü teâlânın lütuf ve ihsanının pek çok olduğuna iman etmekle hasıl olur. Bu hâl, kalbin vekile itimat etmesi, güvenmesi, ona inanması ve onun ile rahat etmesidir. Böyle bir insan dünya malına gönül bağlamaz. Dünya işlerinin bozulmasından dolayı üzülmez. Rızkından endişe etmez. Mesela, iftiraya uğrayan biri, mahkemeye düşünce kendine bir avukat tutar. Üç şeyde avukata güvenirse, bu kimsenin kalbi rahat eder. 1- Avukatı, ona yaptıkları iftirayı iyi bilir. 2- Avukatı doğruyu söylemekten korkmaz. 3- Avukatın bunu canla başla savunacağına inanır. Avukatına böyle inanır, güvenirse kendi ayrıca uğraşmaz. (Allah bize yetişir. O ne iyi vekildir) âyetini iyi anlayıp, "Rızık takdir edilmiş, vakti gelince bana yetişir" der. Demek ki, çalışmadan tevekkül dinimizde yoktur.
30.09.2002
XXXXXXXXXXXXXXXXX
.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
M. Masumi Faruki hazretleri buyuruyor ki: Sebeplere yapışmak tevekküle zıt değildir. Sebeplerin tesir etmesinin Allahü teâlâdan olduğunu bilen, tesiri Allahü teâlâdan bekleyen ve tecrübe edilmiş sebepleri kullanan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmiş, yalnız Ona güvenmiş olur. Tesir etmeyen, hayâli sebepleri kullanmak, tevekkül olmaz. Tesiri çok görülmüş olan sebepleri kullanmak gerekir. Ateş yakar, fakat, ateşe yakma kuvvetini veren, Allahtır. Aç olan, bir şey yer; bu şeye doyurma kuvveti veren Odur. Gerektiği zaman, böyle sebepleri kullanmadığı için zarar gören kimse, Allaha asi olur. Tecrübe edilmiş sebepleri kullanmak gerekir. Allahü teâlâ, meşveret etmeyi, bilenlere danışmayı emretti. Meşveret de, sebebe yapışmaktır. Meşveretten sonra tevekkülü emretti. Ahiret işlerinde tevekkül olamaz, çalışmak emrolundu. Burada, azabından korkmak ve merhametinden ümitli olmak gerekir. Allahın keremine, ihsanına güvenmeli ve emrolunan ibâdetleri yapmalı, yasak edilenlerden sakınmalıdır! Tevekkül budur ve kulluk böyle olur. (1/182) Bir ayet meali: (Azmedip de bir işe başlayınca, Allaha tevekkül et, Ona güven! Allah size yardım ederse, kimse size galip gelemez. Size yardım etmezse, kimse yardım edemez. O hâlde, müminler Allaha tevekkül etsinler!) [Al-i İmran 159,160] Kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir şeydir. Bundan başka egoistliğe, kendini beğenmeye yol açar. Tevekkül, iş yapmayıp tembel oturmak değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül gerekir. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için de tevekkül gerekir. Bu âyet, tevekkül ile beraber çalışmayı ve çalışmada azmin de gerektiğini bildiriyor. Demek ki her müslüman çalışacak, azmedecek ve sonra da güvenecektir. Tevekkül bir zaaf değil, bir kuvvettir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Deveni bağla ve sonra Allaha tevekkül et!) [İbni Asakir] Dinimiz, insanlara daima çalışmak, aklını doğru kullanmak, her türlü yeniliği öğrenmek, başarmak için her türlü meşru çareye başvurmayı emretmektedir. Bir müslüman ancak herhangi bir işte aklını kullandığı, her çareye başvurduğu ve son derece de çalıştığı hâlde, bir başarıya ulaşamazsa, üzülmemeli ve bu sonucun, Allahü teâlânın kendisi için münasip gördüğü bir husus olduğunu kabul ederek kaderine razı olmalıdır. Yoksa hiçbir şey yapmadan, çalışmadan, öğrenmeden ve bilmeden yan gelip yatarak beklemek, İslâmiyette yoktur. Böyle yapmak büyük günahtır. Bir âyet meali: (İnsana, ancak dünyada çalışarak [ihlas ile] yaptığı işler [ahirette] fayda verir.) [Necm 39] İnsanlar, bazen her şeye başvurdukları ve çok çalıştıkları hâlde, istediklerine kavuşamazlar. İşte o zaman, bu işte kendi ellerinde olmayan bir kudret bulunduğunu ve bu kudretin insanların yaşamaları ve başarıları üzerinde etkili olduğunu ve onlara yön verdiğini kabul ederler. İşte kısmet budur. Kısmet aynı zamanda büyük bir teselli kaynağıdır. (Ben vazifemi yaptım, ama ne yapayım ki kısmetim bu imiş) diyen bir müslüman, bir işte başarısız olsa bile, ümitsizliğe kapılmaz ve büyük bir iç huzuru ile çalışmaya devam eder. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: (Güçlükle beraber elbette bir kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine teşebbüs et ve hacetini yalnız Rabbinden iste!) [İnşirah 5-8] Yani başarısızlıktan ümitsizliğe düşmeyip çalışmaya devam etmelidir.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Denizde, hamamda, kaplıcada, "Hepimiz erkeğiz veya hepimiz kadınız" diyerek, erkek erkeklerin yanında, kadın kadınların yanında açık duruyorlar. Bu günah değil midir? Nur suresinin, (Ey Resulüm, müminlere söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan korusunlar) mealindeki 31. âyetinde bildirilen avret yerleri nerelerdir? CEVAP: Bakılması haram olan yere avret yeri denir. Hanefî ve Şâfiî'de erkeğin avret yeri göbek ile diz arasıdır. Mâlikî ve Hanbeli'de ise yalnız seveteyn, yani sadece ön ve arka kısımdır. Kadınların birbirlerine avret yeri, erkeğin erkeğe avret yeri gibidir. Müslüman kadının, gayri müslim ve fâsık kadınlar ile dinsiz amca ve dayının yanında örtünmesi üç mezhepte farz, Hanbeli mezhebinde caizdir. Hanbeli mezhebinin farklı yönü şöyledir: Erkeğin erkeğe avret yeri, diz ile göbek arası değil, sadece seveteyn, yani iki kaba avret mahallidir. Kadının kadına avret yeri diğer mezhepler gibi, diz ile göbek arasıdır. Ancak diğer mezheplerden farklı olarak, gayri müslim kadınlara da, göbek ile diz arası hariç, diğer yerlerini göstermesi caizdir. Diğer üç mezhepte caiz değildir. Zaruret olunca Hanbeli mezhebi taklit edilerek kapalı kadın, açık kadınların yanında başını, kollarını açabilir. Avret yerini açmak veya başkasının avret yerine bakmak büyük günahtır. Hamama, kaplıcaya, denize gidenin diz ile göbek arasını ve dizlerini de örtmesi farzdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki (Erkeğin göbek ile dizleri arası avrettir.) [Ebu Davud] (Uyluk avret yeridir.) [Buhârî, Ebu Davud, Tirmizî] (Avret yerini açmak büyük günahtır.) [Hakim] (Erkek, erkeğin; kadın, kadının avret yerine bakması helal olmaz.) [Müslim] (Evlerin en kötüsü hamamdır. Orada sesler yükselir, avretler açılır. Tedavi veya kirden temizlenmek için girecek olan örtülü girsin.) [Taberânî] (Allaha ve ahirete inanan hamama peştamal ile örtülü girsin!) [Nesâî] (Avret yerini açana ve başkasının avret yerine bakana Allah lânet etsin!) [Beyhekî] (Din kardeşinin avret yerine kasten bakanın kırk gecelik namazı kabul olmaz.) [İ. Asâkir] Evde kimse yok iken de, çıplak durmak günahtır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Yalnızken de, avret yerinizi açmayın! Zira yanınızda hiç ayrılmayanlar [hafaza melekleri] vardır. Onlardan utanın ve onlara saygılı olun.) [Eşiat-ül-lemeat] (Avret yerlerinizi örtün! Yalnız iken de Allahü teâlâdan hayâ edin!) [Tirmizî] (Allah hayâyı ve örtünmeyi sever. Öyle ise yıkanırken avret yerinizi örtün.) [E. Davud] (Gece guslederken avret yerini açmaktan sakının. Eğer sakınmayan çıkar da, onda delilik alameti görülürse, kendisinden başkasını suçlamasın.) [Hakim.] Kapalı da olsa kadına şehvetle bakmak günahtır. Kadının erkeğe bakması da günahtır. Ümm-i Seleme vâlidemiz anlatır: Resulullahın yanında iken, iki gözü de görmeyen İbni Ümmi Mektûm, izin isteyip içeri girdi. Resulullah bize, (İçeri girin) buyurdu. (O âmâ değil mi, bizi görmez) dedim. (O sizi görmüyorsa, siz onu görmüyor musunuz?) buyurdu. (Tirmizi, Ebu Dâvud) Yine buyurdu ki: (Erkeğin kadına, kadının da erkeğe [şehvetle] bakması haramdır.) [Taberânî]
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Miraç, merdiven demektir. Resûlullah efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gecedir. Recebin 27. gecesidir. Mutezile fırkası, Resulullahın bir anda, cenneti, cehennemi ve daha birçok yerleri gezip gelmesine akıl erdirememiş, "Miracı kabul etmek, Allaha mekan ittihaz etmek olur" diyerek Miracı inkâr inkâr etmiştir. Allahü teâlâ, Hz. Musa ile Tur dağında konuşmuştur. Tur dağı Allahın mekanı mıdır? Elbette değildir. Cennete giren müminler de Allahü teâlâyı görecektir. Cennet de Allahü teâlânın mekanı değildir. Allahü teâlâ mekandan münezzehtir. Kavl-ül-fasl kitabında deniyor ki: İsra suresinin ilk ayetinde, Allahü teâlâ, kudret ve azametinden nice acayip işlerden bazılarını göstermek için, Muhammed aleyhisselamı, Mekke'den Kudüs'e götürdüğünü bildiriyor. İsra kelimesi, rüya için kullanılmaz. Uyanık iken, gece yürümek manasına kullanılır. (Sana [Miraç'ta] gösterdiğimiz temaşayı insanlar için bir fitne kıldık) âyetindeki fitne, imtihan demektir. İmtihan ise uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamazdı. Bir kısmı inkâr edip mürted olmaz, bir kısmı da [Hz. Ebû Bekir gibi] tasdik edip, yüksek derecelere kavuşmazdı. Resûlullahın, Mekke'den Kudüs'e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan sapık olur. (Bahr) Birkaç saniyede Mekke'den Kudüs'e götüren Allahü teâlâ, neden daha uzaklara götüremesin? Allahın kudretinden ancak kâfirler şüphe eder. Peygamber efendimiz, Miracını özetle şöyle anlatıyor: Burak'a binip Beyt-ül-Makdis'e geldim. Onu, önceki Peygamberlerin bağladığı halkaya bağladım, sonra Mescide girdim ve orada iki rek'at namaz kıldım. Sonra çıktım. Cebrail aleyhisselam bir kap şarap, bir kap da süt getirdi. Ben sütü seçtim. Hz. Cebrail, yaratılışa uygun olanı seçtin, dedi. Sonra bizi birinci semaya çıkardı. Gök kapısında, "Sen kimsin" diye bir ses geldi. Ben Cebrail'im dedi. Yanındaki kim? dendi. Muhammed aleyhisselam dedi. O, Peygamber olarak gönderildi mi? dendi. Cebrail, evet dedi. Gök kapısı açıldı. Hz. Âdem ile karşılaştım. Bana merhaba diyerek hayır dua etti. İkinci semaya çıktık. Yine orada da aynı konuşmalar geçti. Göğün kapısı açıldı. Burada iki teyze oğlu İsa ve Yahya ile karşılaştım. Onlar da bana merhaba diyerek dua ettiler. Üçüncü semaya çıktık. Bu kapıda da aynı konuşmalar geçti. Göğün kapısı açıldı. Orada Hz. Yusuf'u gördüm. O da bana dua etti. Dördüncü semaya çıktık. Aynı sualler ve konuşmalar oldu. Kapı açıldı. Hz. İdris ile karşılaştım. Merhaba diyerek bana dua etti. Beşinci semaya çıktık. Yine aynı konuşmalar geçti. Kapı açıldı. Hz. Harun ile karşılaştım. O da bana dua etti. Altıncı semaya çıktık. Yine aynı konuşmalar oldu ve kapı açıldı. Hz. Musa ile karşılaştım. Bana merhaba diyerek dua etti. Yedinci semaya çıktık. Yine aynı konuşmalar geçti ve kapı açıldı. Arkasını Beyt-ül-mamura dayamış Hz. İbrahim'i gördüm. O da bana dua etti. Beyt-ül-Mamur'u gördüm. Sonra Hz. Cebrail beni Sidretü'l-Münteha'ya götürdü. Allahü teâlâ, günde elli vakit namaz farz kıldı. Hz. Musa'nın yanına indim. Ona elli vakit namaz farz kılındığını bildirdim. Rabbine dönüp, ondan azaltmasını iste. Ümmetin buna güç yetiremez. Ben tecrübe ettim, dedi. Birkaç defa Rabbim ile Hz. Musa arasında gidip gelmeye devam ettim. Nihayet Rabbim buyurdu ki: "Yâ Habibim, beş vakit namazı farz kıldım. Her vakit için on sevap vardır. Böylece elli vakit namaz olur." (Müslim)
Kur'an-ı kerimi herkes anlayabilir mi?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Kur'an-ı kerimi herkes anlayabilir mi, yoksa Resulullah efendimizin açıklaması şart mıdır? CEVAP: Kur'an-ı kerimi tam olarak yalnız Resulullah anlamıştır. Çünkü muhatabı Odur. Kur'an Ona gelmiştir. Ondan başkası tam anlayamaz. Onun için Allahü teâlâ buyuruyor ki: (İnsanlara açıkla diye Kur'anı sana indirdik.) [Nahl 44] Açıklamak, âyet-i kerimeleri, başka kelimelerle ve başka suretle anlatmak demektir. Bırakın bizleri, ümmetin âlimleri de, âyetleri anlayabilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları tebliğ et der, açıklamasını emretmezdi. Bu ve benzeri âyetlere rağmen, (Resulullah Kur'anı getirmekle işi bitmiştir, o bir postacı idi) diyen mezhepsiz türediler vardır. Eshâb-ı kirâm, ana dilleri Arapça olduğu hâlde, bazı âyetleri anlayamayıp, Peygamber efendimize sorarlardı. Resulullah, Kur'an-ı kerimin tefsirini Eshâbına bildirmiştir. Eshâb-ı kirâmın bildirdiğinden başka türlü söyleyenler, dalalete, hatta küfre düşer. Tefsir, yoruma değil, nakle dayanır. M. Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki: (Bir gün Peygamber efendimiz, Hz. Ebu Bekir'e ince marifetleri, onun seviyesine göre anlatıyordu. Yanlarına Hz. Ömer gelince, konuşma üslubunu onun da anlayacağı şekilde değiştirdi. Hz. Osman gelince, yine konuşma tarzını değiştirdi. Hz. Ali de gelince konuşmasını, hepsinin anlayacağı tarzda değiştirdi. Resulullahın her defasında konuşma üslubunu değiştirmesi, oradaki zatların istidatlarının farklı oluşlarından meydana gelmiştir.) [Mek. Masumiyye 59] Hadis-i şeriflerde (Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.), (Osman'ın şefaati ile cehennemlik 70 bin kişi sorgusuz cennete girecek) ve (Ben ilmin şehriyim Ali de kapısıdır) buyuruldu. Her üçü de bu derece yüksek olduğu ve Arabiyi çok iyi bildiği hâlde, Hz. Ebu Bekir'e anlatılan tefsiri bile anlayamadılar. Çünkü Peygamber efendimiz herkese derecesine göre anlatıyordu. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İnsanlara akıllarına, anlayışlarına göre söyleyin, inkârcı olmasınlar, Allahı ve Resulünü yalanlamasınlar.) [Buharî] Şahsi görüşe göre tefsir yapmanın büyük zararını iyi bilen Hz. Ebu Bekir buyuruyor ki: (Kur'an-ı kerimi kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler) buyurmuştur. (Şir'a) Kur'an-ı kerimi, Arapça bilen de tam anlayamaz. Dil bilmek ayrı, ilim bilmek ayrıdır. Türkçe bilen, tıp, hukuk, fen bilgisini anlayabilir mi? Hadis-i şerifte, (Kur'an, Allahın metin ipidir. Manalarının hepsi anlaşılmaz) buyuruldu. Kur'an-ı kerim çok veciz olup, bitmez tükenmez manalarının bulunduğu, bütün manaları bildirilse bile, yazmak için kâğıt ve mürekkep bulunamayacağı şöyle bildirilmektedir: (De ki, Rabbimin [hikmetli] sözleri için, denizler mürekkep olsa, bir o kadar daha deniz ilave edilse, denizler tükenir, Rabbimin sözleri tükenmez.) [Kehf 109] Mevduat-ül-ulum'da deniyor ki: (Kur'an ilmi, içinde şaşılacak, akıllara durgunluk verecek, sayısız acayip haller bulunan engin bir denizdir. Ondaki her ilmi öğrenmek, sırrına erişmek imkansızdır.) İnsanların yazdığı anayasayı bile anlamak için hukukçulara gidiliyor. Bir kanundan bile herkes aynı şeyi anlamazken, Allahın kelamını nasıl anlayabilir? (Devamı var)
Kur'an-ı kerimin açıklanması
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Yusuf suresinin, (Anlayabilmeniz için, Kur'anı Arapça olarak indirdik) mealindeki ikinci âyeti kerimesi, tefsirlerde özetle şöyle açıklanıyor: (Kur'an-ı kerimi herhangi bir lisan ile değil, en geniş, en açık olan Arapça olarak indirdik. Eğer iyi düşünürseniz, bu Kitabın ulviyetini, kendisinin bir şaheser, sözlerinin, bütün insanlığa hitap ettiğini görür, müslüman olmayı en büyük bir vazife, en yüksek bir saadet telakki edersiniz. Ey Araplar, Kur'an-ı kerim, sizin dilinizle indi. Edebiyatçıların, şairlerin sözlerine benzemediğini gördünüz. Bunun insan sözü olmadığını, İlâhî bir kelam olduğunu düşünürseniz, anlarsınız.) Demek ki âyetteki anlamak, bunun ilahi kelam olduğunu anlamaktır. Yoksa ahkamını anlamak değildir. Eğer öyle olsaydı, Allahü teâlâ, (Resulüm, Kur'anı insanlara açıkla) buyurmazdı. (Nahl 44) Fussilet suresinin, (Eğer biz Kur'anı yabancı bir dil ile gönderseydik, "âyetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalıydı. Araplar için, Arapça olmayan bir kitap mı olur" derlerdi. De ki: O Kur'an, inananlar için doğru yolu gösteren bir rehber ve şifadır. İnanmayanların ise, kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. Sanki onlara uzak mesafeden bağırılıyor da Kur'anın ne söylediğini anlamıyorlar) mealindeki 44. âyetin açıklaması da şöyledir: Kur'an-ı kerim, [İbranice, Yunanca, Rusça değil de], sizin lisanınızda, yani Arapça'dır. Siz Arap olduğunuza göre, ifadelerinin vecizliğinden, şaheserliğinden bu Kur'anın ilâhî bir kelam olduğunu anlarsınız. Yoksa, (Arapça bildiğinize göre, Kur'anın hükümlerini de anlarsınız) denmiyor. Ayetin devamında, inanmayanların, [yalnız Kur'an diyen zındıkların] Kur'anı sağırlar gibi duymadıkları ve anlayamadıkları bildiriliyor. Zaten herkes Kur'andaki aynı şeyi doğru olarak anlasaydı, 72 sapık fırka meydana çıkmazdı. İmanı, farzları ve haramları öğrenmek farzdır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkhı, âlimler, âyet ve hadislerden çıkarmışlardır. (Hadika) Namazların kaç rekat olduğunu, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisabını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Resulullah açıklamasaydı Kur'an-ı kerimden anlamak mümkün değildi. İmran bin Hasin hazretleri, (Bize yalnız Kur'andan söyle) diyene, (Ey ahmak, Kur'andan her şeyi anlamak mümkün mü? Mesela namazların kaç rekat olduğunu bulabilir miyiz?) buyurdu. Hz. Ömer'e de, (Farzların, seferde kaç rekat kılındığını Kur'anda bulamadık) dediler. Cevaben, "Biz, Kur'anda bulamadığımızı, Resulullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde dört rekatlık farzları, iki rekat olarak kılardı" buyurdu. (Mizan) Kur'an-ı kerim hiçbir dile, hatta Arapça'ya bile tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak izah edilebilir. Kur'an-ı kerimin manası tercümeden anlaşılmaz. Bir âyetin manasını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan, murad-ı ilahiyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre anlamış olduğunu öğrenir. Hele tercüme eden bid'at ehli ise, mana tamamen değişir. Tefsir, murad-ı ilahiyi anlamak demektir. Kendi görüşüne göre verilen mana, doğru olsa bile, meşru yoldan olmadığı için hata olur, mana yanlış ise, küfür olur. (Berika) Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kur'anı kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa bile, muhakkak hata etmiştir.) [Nesâî], (Kur'ana ehliyeti olmadan mana veren, cehennemde azap görecektir.) [Tirmizî], (Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur.) [M. Rabbani]
Hadisi şerifler delil değil midir?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Kur'an-ı kerimin birçok yerinde Resulüme uyun buyuruluyor. Eğer Kur'anı herkes anlasaydı, (Resule uymaya lüzum yok, herkes Kur'andan anladığına uysun) denirdi. Aksine Kur'anın açıklanması istenerek buyuruluyor ki: (İhtilafa düşülen şeyleri açıklayasın diye bu kitabı sana indirdik.) [Nahl 64] Kur'an-ı kerimde, sadece (Allaha uyun) denmiyor. Resulüne de uyulması emrediliyor. (Resule itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur.) [Nisa 80] (Demek ki Resulullaha uymak Allaha uymaktan ayrı değildir.) (Allah ve Resulüne itaat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir.) [Ahzab 71] (Resulüm de ki, "Bana uyun ki, Allah da sizi sevsin!") [Al-i İmran 31] (O, kendisine vahyedilenden başkasını söylemez.) [Necm 4] (Ona uyun ki, doğru yolu bulasınız!) [Araf 158] (O ümmî Peygamber, temiz şeyleri helâl, pis, çirkin şeyleri haram kılar.) [Araf 157] Demek ki Resulü de haram etme yetkisine sahiptir. Bir hadisi şerifte buyuruluyor ki: (Peygamberin haram kılması, Allahın haram kılması gibidir.) [Tirmizî] (Peygamberin verdiğini alın, yasak ettiğinden sakının!) [Haşr 7] (Allaha ve Resûlüne karşı gelen kâfirler, bilsin ki, Allahın azabı çok şiddetlidir.) [Enfâl 13] (Allahın yolu ile, peygamberlerin yolunu farklı göstermek isteyenler kâfirdir.) [Nisa 150-1] (De ki, "Allaha ve Peygambere uyun! Eğer [uymayıp] yüz çevirirlerse, [kâfir olurlar] Allah da kâfirleri sevmez.) [A. İmran 32] (Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Yakında, "Allahın kitabının dışında uyacağımız bir şey tanımıyorum" diyenler çıkacaktır.) [Ebu Dâvud], (Bir zaman gelir, beni yalanlayanlar çıkar. Bir hadis söylenince, "bunu bırak, Kur'andan söyle" derler.) [Ebu Yala] (Bir zaman gelir, sünnetimi öldüren kimseler çıkacak. Allah bunlara lanet etsin!) [Deylemî] (Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.) [Müslim], (Bana uyan cennete girer, uymayan, isyan eden cennete giremez.) [Buharî] Sünnetten yüz çevirip yalnız Kur'an diyenlerin kâfir olduklarını bu âyetler ve hadis-i şerifler açıkça bildirmektedir.) (Anlaşamadığınız bir işin hükmünü Allaha [Kur'ana] ve Resulüne [Sünnete] arz edin!) [Nisa 59] (Yani, bir işte anlaşamazsanız, bu işin nasıl yapılacağını âlimler, Kur'an ve sünnetten anlasınlar, âlim olmayan ise, âlimlere uyarak yapsın demektir. R. V. Hindi) Resulullaha uymanın önemi anlaşılınca, Kur'an-ı kerimin açıklaması olan hadis-i şeriflere de uymanın gereği anlaşılır. Sünnet, [hadis-i şerifler] olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu ve nasıl kılınacağı, zekât, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinemezdi. Yani hiç kimse, bunları Kur'an-ı kerimden çıkaramazdı. Şu hâlde Kur'anı anlamak için, onun açıklaması olan hadis-i şeriflere ihtiyaç vardır. Hadis-i şerifleri de anlamak için âlimlere ihtiyaç vardır. Allahü teâlâ, (Peygambere sorun, âlimlere sorun) buyuruyor. Sapıklar, biz de anlarız diye inat ediyorlar. Herkes Kur'anı anlayabilseydi o zaman peygambere ne lüzum kalırdı? Eğer herkes Kur'an-ı kerimi doğru anlasaydı, 72 sapık fırka meydana çıkmazdı. Kur'anı kerimde buyuruluyor ki: (Eğer onun hükmünü peygambere veya ülül-emre [yetkililere, âlimlere] sorsalardı, öğrenmiş olurlardı.) [Nisa 83], (Verdiğimiz bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43], (Bilmiyorsanız âlimlere sorun.) [Nahl 43], (Allahtan en çok korkan âlimlerdir.) [Fatır 28] Bu âyetler, Kur'anı anlamak için âlimlerin açıklamasına da ihtiyaç olduğunu bildirmektedir.
Siz hiç düşünmez misiniz?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Kur'an-ı kerimde, birçok yerde (Akıl etmez misiniz) ifadesi geçmektedir. Bid'at ehli ile felsefeciler, bu âyetleri istismar edip, (Allah akıl edin, düşünün, derken, bizi düşünmekten, akıl etmekten, akılla Kur'anı anlamaktan, dini hükümler çıkarmaktan bizi kimse alıkoyamaz) diyorlar. Akıl etmekle ilgili âyetlerin hiç birinde, (Kur'anı anlamak veya dini hüküm çıkarmak için akıl edin diye bir ifade yoktur. Birkaç örnek: (Ey kavmim, buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ücretim beni yaratana aittir. Akıl etmez misiniz?) [Hud 51] Resulullah, dini bildirirken ücret istemiyor, makam ve padişahlık istemiyor. Benim bu işte dünyalık bir menfaatim yok. Ben sırf Allah rızası için yapıyorum. Bu kadarını da akıl etmiyor musunuz, düşünmüyor musunuz diyor. Akıl etmek, akıl ile hüküm çıkarmak demek değildir. (Geceyi gündüzü, Güneş'i, Ay'ı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da Onun emrine boyun eğmiştir. Bunlarda, akıl edenler için dersler vardır.) [Nahl 12] Gecenin gündüzün gelişinde, ayın güneşin insanlara sağladığı faydalarda, yıldızların Allahın emri ile var oldukları, hareket ettikleri konusunda akıl eden, düşünebilen kimseler için alınacak ibret dersleri vardır deniyor. Yoksa aklını kullan da dini hüküm çıkar denmiyor. (İbrahim: "Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar veremeyen putlara niçin taparsınız? Size de, taptıklarınıza da yazıklar olsun! Akıl etmiyor musunuz?" dedi. [Enbiya 66-7] Ellerinizle yaptığınız putların size bir fayda ve zarar vermediği meydanda iken, onlara tapmanın vereceği zararı akıl etmiyor musunuz deniyor. Yoksa aklını kullan da dini hükümler çıkar denmiyor. (Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha iyi ve devamlıdır. Akıl etmez misiniz?) [Kasas 60] Dünya hayatındaki şeyler ne kadar kıymetli olursa olsun, hepsi bir gün yok olacak, ama ahirette verilecek olanlar ise devamlıdır. Bunu düşünemiyor musunuz deniyor. Yoksa akıl edin de akıl ile hüküm çıkarın denmiyor. (Kur'anı öğüt almak için kolaylaştırdık. Düşünüp öğüt alan yok mu?) [Kamer 17] Kur'anı ezberlemek için kolaylaştırdık. O hâlde onun öğütlerini dinleyen, onu ezberleyen yok mu? (Celaleyn) (Akıl edesiniz diye Kur'anı Arapça okunan bir Kitap kıldık.) [Zuhruf 2-3] Kur'an-ı kerimi herhangi bir dil ile değil, en geniş, en açık, en ahenkli olan Arapça olarak indirdik. Eğer iyi düşünürseniz, bu Kitabın ulviyetini, kendisinin bir şaheser, sözlerinin, bütün insanlığa hitap ettiğini görür, müslüman olmayı en büyük bir vazife, en yüksek bir saadet telakki edersiniz. Ey Araplar, Kur'an-ı kerim, sizin dilinizle indi. Edebiyatçıların, şairlerin sözlerine benzemediğini gördünüz. Bunun insan sözü olmadığını, İlâhî bir kelam olduğunu düşünürseniz, anlarsınız. Demek ki âyetteki anlamak, bunun ilahi kelam olduğunu anlamaktır. Yoksa ahkamını anlamak değildir. Eğer öyle olsaydı, (Ey Resulüm, Kur'an-ı kerimi insanlara açıkla) buyurulmazdı. (Nahl 44) Bazıları da, (insanın namazda okuduğunu anlaması gerekir, onun için Kur'anın tercümesini okumalı) diyorlar. Böyle demek, ibâdetlerin ne demek olduğunu bilmemektir. Çünkü, namazı, insanın kendisi tertip etmedi. Her ibâdetin nasıl yapılacağını Allahü teâlâ Resulüne bildirdi. O da, bunları öğrendiği gibi Eshâbına bildirdi. Din imamlarımız bunların hepsini Eshâb-ı kirâmdan öğrenerek bildiriyorlar ki: Namazda okunacak Kur'anın, Allah kelamı olması gerekir. Tercümeleri Allah kelamı olmaz. Namaz dışında her Müslüman, kendi dili ile de, duâ edebilir. (Fetava-i fıkhiyye)
Kur'an-ı kerimi nasıl anlarız?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Kur'an-ı kerimin hakiki manasını anlamak isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam ve fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalı. Bu kitapların hepsi, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmıştır. Kur'an tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların düşüncelerine ve maksatlarına esir edip, dinden ayrılmalarına sebep olur. Kur'an-ı kerim hiçbir dile tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin bile, tam tercümesine imkan yoktur. Ancak izah edilebilir. Kur'an-ı kerimin manası tercümeden anlaşılmaz. Bir âyetin manasını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan, murad-ı ilahi'yi öğrenemez. Tercüme edenin anlamış olduğunu öğrenir. Hiçbir Kur'an tercümesinden din öğrenilemez. Dinini öğrenmesi için bir kimsenin eline, en uygun tercümeyi vermek, okyanus ortasında bulunan insana bir tahta parçası vermekten daha kötüdür. Çünkü bu tahta parçası ile insan sahile çıkabilir, çıkamazsa ölür ve imanlı ise Cennete gider. Fakat tercümeden din öğrenmeye kalkışan, imanını kaybedebilir. Yahut denizde yüzenleri görüp de, (Yüzmek kolay, herkes yüzebilir) sanarak yüzme bilmeyen bir genci, okyanusun ortasına atmak, Kur'ana mana vermek yanında çok hafif kalır. Çünkü yüzme bilmeyen boğulur; fakat Kur'an-ı kerime yanlış mana veren, küfre düşüp Cehenneme gider. Zaten, bizim gibilerin, dini öğrenmek için, tefsir ve hadis okuması uygun değildir. Çünkü Kur'an ve hadisi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Bu inceliği iyi bildiği için, Hz. Ebu Bekir, (Kur'anı kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler) buyurdu. (Şir'a) Muteber tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek gerekir. Tefsir ilmini bilmeyenin hadis ve tefsir okumaya kalkışması, mide hastasının, kuvvetlenmek için, baklava, börek yemesine benzer. Hâlbuki, bu hastanın, önce perhiz yapması, sonra, kuvvetli yemesi gerekir. Ana ilimleri okumayan, din öğrenmek için, Kur'an tercümesi, tefsir, hadis okumaya kalkışırsa, bunları yanlış anlayarak, dini, imanı da kaybeder. Muteber tefsirler bile, ehlinden başkasına zararlı olur. Kur'an-ı kerimi anlamak için Resulullahın açıklamalarını bilmek gerekir. Sünneti de anlamak için Eshâb-ı kirâmın ve âlimlerin açıklamalarını bilmek gerekir. Piyasadaki Türkçe tefsirlerde, şahsi düşünceler vardır. Okuyana zararı, faydasından çoktur. Hele islâm düşmanlarının, zındıkların, bid'at sahiplerinin, Kur'an-ı kerimin manasını bozmak için yaptıkları tefsirler, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, birtakım şüpheler, itirazlar hasıl olur. Kur'anın hakiki tefsirini yapan, doğru manasını veren, ancak onun muhatabı olan Muhammed aleyhisselam ve onun hadis-i şerifleridir. Bu hadis-i şerifleri de, ancak Eshâb-ı kirâm ve müctehid imamlar anlayabilmiş, Müslümanlar da bu âlimlerin anladıklarına uymuştur. Şu hâlde, Kur'andan ve hadisten ve bunların tercümelerinden din öğrenmek mümkün olmaz. Her Müslüman, dinini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından hazırlanan ilmihallerden öğrenmelidir. Bazı sapıklar, "Anlamadan Kur'an okumanın faydası olmaz, mealini okumalı" diyorlar. İmam-ı Gazalî hazretleri buyuruyor ki: (İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Allahü teâlânın, (Anlayarak da, anlamayarak da Kur'an okuyan benim rızama kavuşur) buyurduğunu bildirdi.) [İhya]
İnanmayan Kur'anı anlayamaz
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Allahın yolu ile Peygamberimizin yolu birbirinden ayrı değildir. Yalnız Kur'an diyerek ayırmaya çalışanların kâfir olduklarını Kur'an-ı kerim bildiriyor: (Allah ile resullerinin emirlerini birbirinden ayırıp ikisi arasında bir yol tutmak isteyen kâfirdir.) [Nisa 150,151], (Allaha ve Resulüne uyun [uymayıp] yüz çeviren [kâfirdir] Allah da kâfirleri sevmez.) [A. İmran 32], (Ey inkârcılar [Resulümün bildirdiklerini] yalanladığınız için, yakanızı azap bırakmaz.) [Furkan 77] Kur'anda (Meyte ve kan size haram kılındı) buyuruluyor. (Maide 3) Meyte, boğazlanmadan öldürülen yani leş olan hayvandır. Yalnız Kur'an diyen kâfirler, bu âyete bakarak (balık ve dalak yemeye haramdır, çünkü Kur'anda öyle yazıyor) derler. Halbuki yalnız Kur'an diyen kâfirler ve diğer inanmayanlar Kur'anı anlamaz. İşte iki ayet meali: (De ki: O Kur'an, inananlar için doğru yolu gösteren bir rehber ve şifadır. İnanmayanların ise, kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. Sanki onlara uzak mesafeden bağırılıyor da Kur'anın ne söylediğini anlamıyorlar.) [Fussilet 44] (Okuduğun Kur'anı dinleyen kâfirlerin, anlamalarına engel olmak için kalblerinin üstüne kat kat perde, kulaklarına da ağırlık koyduk.) [Enam 25] Balık boğazlanmadan [kesilmeden] ölürse meyte olur, yalnız Kur'an diyenlere göre yenmemesi gerekir. Ama Allahü teâlâ, (Bu Kitabı, insanların ihtilafa düştükleri şeyi açıklayasın diye sana indirdik) buyuruyor. (Nahl 64) Müslümanlara da, (Bir işte anlaşamazsanız, bu işin hükmünü öğrenmek için Kur'an ve sünnete bakın!) buyuruyor. (Nisa 59) Balık yenir mi diye Kur'ana bakınca yalnız Kur'an diyenler yenmeyeceğini anlar. Dalak kandır. Âyete bakınca buna da haram derler. Fakat sünnete bakılınca balık ve dalak helaldir. Hadisi şerifte buyuruldu ki: (Size iki meyte ve iki kan helal kılındı, iki meyteden biri balık, iki kandan biri de dalaktır.) [İbni Mace] Eğer Resulullah Meyteyi açıklamasaydı, müslüman balık yiyemezdi. Namazın nasıl kılınacağını, zekâtın nasıl verileceğini, hangi mallardan ne kadar verileceğini âyetlerden çıkarmak imkansızdır. Resulullah, (Kur'anı insanlara açıkla) emrine uyarak açıklamıştır. Cebrail aleyhisselam, Kur'anı getirdiği gibi, açıklaması olan sünneti de getirmiştir. (Darimi), Zaten Resulullahın sözleri vahy ürünüdür. (Necm 4) Kur'ana uymak gibi sünnete uymak da farzdır. Birkaç ayet meali: (Ona uyan doğru yolu bulur.) [Araf 158], (Resule itaat eden Allaha itaat etmiş olur.) [Nisa 80], (Hayır Rabbine andolsun ki anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.) [Nisa 65], Allahü teâlâ "Yalnız bana uyun " demiyor, çok yerde "Allaha ve Resulüne uyun" buyuruyor. (Enfal 20), Yalnız bana isyan etmeyin demiyor, (Allaha ve Resulüne isyan etmeyin) buyuruyor. (Nisa 14) Hadisi şeriflerde de buyuruluyor ki: (Peygamberin haram kılması, Allahın haram kılması gibidir.) [Tirmizî], (Bana uyan cennete girer, bana isyan eden cennete giremez.) [Buharî], ("Kur'andan başka bir şeye uymayız" diyenler çıkar.) [Ebu Dâvud], ("Hadisi bırak, Kur'ana bak" diyenler çıkar.) [Ebu Yala], (Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.) [Müslim]
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Mezhep imamlarına saldıran Vehhabiler, kâfirler için inen âyetleri, müslümanlara yüklüyorlar. Ehli sünnete, (Siz mezhep imamlarının yoluna gidiyorsunuz, halbuki Allah atalarının yolundan gidenleri kötülüyor) diyorlar. Ataların yolu ile ilgili âyetleri tefsirlerden alarak meallerini aşağıya çıkardık: (Onlara, "Allahın indirdiğine uyun" dendiği zaman, "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu bulamamışlarsa? Kâfirlerin hâli, bağırıp çağırmak dışında bir şey duymayan, yine de haykıran kişiye benzer. O kâfirler sağır, dilsiz ve kör oldukları için akıl edemezler.) [Bekara 170, 171] (Kâfirler Allaha karşı yalan uydururlar ve çoğu da akıl etmez. Onlara, "Gelin Allah'ın indirdiği Kitaba ve Resule uyun" denildiğinde, "Atalarımızın yolu bize yeter" derler; ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyse?) [Maide 103, 104] Bu iki âyet de müşrikler için inmiştir. Allaha ve resulüne uyun denilince, biz atalarımız gibi putlara taparız diyorlar. Bu ataların mezhep imamları ile ve diğer müslümanlar ile hiç ilgisi yoktur. Putperestler Hud aleyhisselama dediler ki: (Sen bize tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın taptıklarını [putları] bıraktırmak için mi geldin? Eğer sözünde sadık isen, tehdit ettiğin azabı getir.) [Araf 70] Kâfirler, kendilerini hak dine davet eden Peygamberlere dediler ki: (Siz de bizim gibi bir insansınız. Siz bizi atalarımızın taptığı şeylerden [putlardan] döndürmek istiyorsunuz.) [İbrahim 10] Kâfirler, Peygamberleri için dediler ki: (Bu da aynen sizin gibi bir insandır. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah isteseydi, elbette [peygamber olarak] melekleri gönderirdi. Biz atalarımızdan böyle [bir Allaha ibadet etmek diye] bir şey duymadık.) [Müminun 24] Hz. İbrahim putlara tapanlara dedi ki: (Atalarınızın ve sizin neye taptığınızı şimdi gördünüz mü? Taptığınız putlar elbette benim düşmanımdır. Dostum ancak âlemlerin Rabbidir.) [Şuara 75-77] (Musa kâfirlere, apaçık mucizelerimizle gelince: "Bu uydurma bir sihirdir. Önceki atalarımızdan böyle [tek ilaha ibadet etmek diye] bir şey işitmedik" dediler.) [Kasas 36] (Onlar [kâfirler] atalarını sapıklıkta buldular ve peşlerinden koşup gittiler.) [Saffat 69,70] Görüldüğü gibi bu âyetler müşrikler, putperestler için gelmiştir. Müslümanlar, Resulullahın vârisleri olan âlimlere uyarsa, müşriklere uymuş olmazlar. Eğer Müslümanların ataları doğru yolda ise elbette uymak gerekir. Nitekim Yakup aleyhisselam, ölürken oğullarına dedi ki: (Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?) dedi. Oğulları dediler ki: (Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz.) [Bekara 133] Hz. Yusuf da dedi ki: (Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum.) [Yusuf 38] Demek ki atalarımız Müslüman ise, müşrik değil ise, onlara uymamız lazımdır. Yusuf aleyhisselam müslüman olan atalarının yolundan gittiğine göre, biz de müslüman atalarımızın yolundan gitmeliyiz.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Gayb, duygu organları ile veya hesap ile, tecrübe ile anlaşılmayan şey demektir. Gaybı ancak Allah bilir. O, Âlim-ül-gayb=gaybı bilendir (Haşr 23) ve Allâmül-guyûb=gaybları en iyi bilendir. (Sebe 48) Bu konudaki birkaç âyet meali şöyledir: (Allah'ın, gaybları en iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı?) [Tevbe 78] (De ki: Gaybı bilmek Allaha mahsustur.) [Yunus 20] (Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir.) [Hud 123, Nahl 77] (De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur.) [Neml 65, Hücurat 18] Gaybı Peygamberler de bilmez. Bu konudaki birkaç âyet-i kerime meali şöyledir: (Ben gaybı da bilmem.) [Enam 50, Hud 31] (Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır.) [Enam 59] (De ki: Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim.) [Araf 188] Gaybı cinler de bilmez. Bir âyet meali: (Cinler gaybı bilselerdi, zelil edici azap içinde kalmazlardı.) [Sebe 14] Falanca hoca, filanca falcı gaybı biliyor demek küfür olur. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Falcının, büyücünün veya başka birinin gaybdan verdiği haberlere inanan, Kur'an-ı kerime inanmamış olur.) [Taberânî] Allahü teâlâ dilerse, Peygamberlerine bazı gayblarını bildirir. Bu konudaki iki âyet meali şöyledir: (Allah size gaybı bildirmez; fakat dilediği Peygamberine gaybı bildirir.) [Ali imran 179] (Allah gayba kimseyi muttali kılmaz; ancak dilediği Peygamber müstesna. Çünkü her Peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar.) [Cin 26, 27] Hz. Musa, ledün ilmine sahip, yani Allahın kendisine gaybları bildirdiği bir zata, (Rabbimizin sana öğrettiği doğruyu bulmama yardım edecek hayra götürecek bir ilmi bana da öğretmen için, sana tabi olmak istiyorum) dediği Kur'anı kerimde bildiriliyor. (Kehf 66) Gaybları bilen, ledünni ilme sahip olan bu zatın Hızır aleyhisselam olduğu bildirilmiştir. Resulullah efendimize ise, birçok gayblar bildirilmişti. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Saflarınızı tamamlayın. Çünkü sizi elbette arkamdan da görüyorum.) [Müslim] (Rükû ve secdeleri düzgün yapın, Allaha yemin ederim ki, sizin rükû ve secde yaptığınızı arkamdan görüyorum.) [Buharî, Müslim] (Gözde görmeyi yaratan Allahü teâlâ, diğer uzuvlarda da görmeyi yaratmaya kadirdir. Resulullahın bu mucizesini inkâr eden, Allahın kudretini inkâr etmiş olur.) Resulullahın gündüz aydınlıkta nasıl görürse, gece karanlıkta da aynen gördüğü Buhari'deki hadisi şerifte bildirilmiştir. Bir gün Resulullahın devesi kayboldu. Münafıklar bunu fırsat bilip "Hani göklerden, cennetten, cehennemden bahsediyordu. Kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor" dediler. Münafıkların bu sözü Resulullaha ulaşınca, (Vallahi ben ancak Rabbimin bana bildirdiklerini bilirim. Şu anda Rabbim, bana devemin nerede olduğunu bildirdi. Devem, şu anda falanca yerdedir) buyurdu. Tarif edilen yere gidip deveyi bir ağaca bağlı olarak buldular. (Mevahibi ledünniyye) Allahü telâlâ birçok gaybı Resulüne bildirmiştir. Yarınki yazıda yeterli bilgi vardır.
Allah gaybı kimlere bildirir?
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Evliya gaybı bilmediği gibi Resulullah da gaybı bilemez, diyorlar. CEVAP: Evet Allahtan başka gaybı kimse bilemez. Bilir demek küfürdür. Dün bu konuyu açıklamıştık. Ancak Allah bildirirse Resulü de, evliyası da bilebilir. Önce Resulullahın gaybdan haber verdiğini bildirelim. Sonra evliyanın gaybı bilmesini vesikalandıralım. Resulullah efendimizin mucize olarak gelecekten haber verdiği (Bir zaman gelecek) diye başlayan hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır: (Bir zaman gelecek, yalnız para düşünülüp, helal haram düşünülmeyecek.) [Buharî] (Rüşvet, hediye diye verilecek, gözdağı için suçsuz kişiler öldürülecek.) [İ. Gazalî] (Âmirler, imamlar, namazı öldürecek, vaktinden sonraya bırakacaklar.) [Müslim] (Peygamberim diyen yalancılar çıkacak, benden sonra peygamber gelmeyecek.) [Mişkat] (Peygamberim diyen birçok yalancı çıkmıştır.) (Kur'andan başka bir şeye uymayız diyenler çıkacak.) [Ebu Dâvud] (Hadisi bırak, Kur'ana bak diyerek beni yalanlayanlar çıkacak.) [Ebu Yala] (Kur'andan başka delil kabul etmem diyenler çıkacak.) [Ebu Dâvud] (Kâfirler için inen âyetleri, müslümanları kötülemek için kullananlar çıkacak.) [Buhari] (Sonra gelenler, önceki âlimleri cahillikle suçlayacak.) [Asakir] (Erkekler azalacak, kadınlar çoğalacak.) [Buharî] (İstanbul fethedilecektir.) [Hakim, İ. Ahmed, İ. Süyuti] (Ey dağ, sallanma, üstünde bir peygamber, bir sıddîk, iki de şehit var.) [Buhari] (Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın şehit olacağını haber verdi.) (Ya Osman halife olacaksın, hilafet gömleğini çıkarmak isteyecekler, sakın çıkarma! O gün oruçlu olursun, yanımda iftar edersin.) [Hâkim] (Aynen vaki olmuştur.) (Fuhuş yayılacak.) [Hakim] (Fuhuş yayılınca da [frengi, AIDS gibi] bulaşıcı hastalıklar çıkacak.) [Beyhekî], (Çalgı her yere yayılacak) [Beyhekî], (Anarşi ve ölüm çoğalacak.) [İbni Mace], (İşler, ehli olmayana verilecek.) [Buharî], (Âlimler, isteğe göre fetva verecek, harama helal diyecek.) [Deylemî], Kıyametin kopması ile ilgili hadis-i şerifler: (Deprem, fitne, katillik artmadıkça, kıyamet kopmaz.) [Buharî] (Kötüler dünyaya hakim olmadıkça kıyamet kopmaz.) [Tirmizî] (Allaha inanan müslüman varken kıyamet kopmaz.) [Müslim] (Kalbleriniz temiz olsa idi, siz de benim duyduklarımı duyardınız.) [İ. Ahmed, Taberani] (Bu hadis-i şerifteki gibi kalbi temiz olan Hz. Ömer, Medine'den İran'daki ordusunu görüp, komutanı Sariye'ye, "Dağa yanaşl" demiştir. (Ş. Nübüvve) Yine bir hadisi şerifte buyuruluyor ki: (Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı gaybları haber veren keramet ehli zatlar var idi. Ümmetimden de Ömer onlardandır.) [Buharî, Müslim] Hz. Ömer'inki gibi başka evliyadan da bir çok keramet görülmüştür. Kur'an-ı kerim bunu bildirmektedir. (Neml 38-40, Meryem 24, Ali imran 37, Kehf 17, 18) Netice: Allah dilediğine gaybı bildirir ve o da gaybdan haber verir. (Avarif-ül-mearif) [Yarın ruhların kerameti]
Beden ölse de ruhlar ölmez
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
İnsan ölünce yok olur ve ölülerin ruhlarının faydası zararı olmaz sanılıyor. Halbuki beden ölüp çürüse de ruh ölmez. Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki: İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet ve hadisler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Velîlerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevî olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olur. (Mişkat) Eshab-ı kiram, bütün evliyadan üstün olduğu hâlde, kerametleri az duyulmuştur. Asr-ı saadetteki insanların imanı kuvvetli idi. Kerametle imanlarının kuvvetlenmesine ihtiyaç yok idi. Daha sonra gelenlerin imanı zayıfladı. İmanlarının kuvvetlenmesi için keramete ihtiyaç hasıl oldu. Onun için daha sonra gelen evliyada keramet çok görüldü. (Şevahid-ün-nübüvve) Abdülgani Nablüsi hazretleri de, (Evliyayı inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya ve enbiya da kuldur. Harika, keramet hasıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, enbiyasını ve evliyasını başkalarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları, bu zatlara ihsan etmiştir. Maruf-i Kerhi hazretleri, talebelerine, "Duâ ederken beni vasıta edin! Ben Allahü teâlâ ile aranızda vasıtayım" buyurmuştur. Çünkü evliya, Resulullahın varisidir. Varis olan, varisi olduğu zatın bütün üstünlüklerine kavuşur. (Hadika) Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki: Bazı evliyanın Hz. Hızır ile konuşmaları, onun diri olduğunu göstermez. Ruhu insan şeklini alır, iş yapabilir, darda kalanlara yardım edebilir. Kabirde nimetler ve azaplar olduğuna iman ederiz. Ölülerin birbirleri ile konuştukları, kabirde azap olunanların seslerinin işitildiği birçok hadis-i şerif ile bildirilmiştir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Eğer kabre konan kişi mü'min ise, Kabri genişletilir. Kıyâmette insanlar diriltilinceye kadar kabri hoş kokularla doldurulur. Kabre konan kişi kâfir ise, demirden bir tokmakla başına vurulur. Öyle bir çığlık atar ki, cin ve insanların dışındaki bütün canlılar işitir. Kabri öyle daraltılır ki, kaburga kemikleri birbirine geçer.) [Buharî, Müslim] (c1, m. 182) Yine hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Kabir azabı haktır.) [Buharî], (Kabir, ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurudur.) [Tirmizî] İmam-ı Süyutî, (Şerh-us-Sudur), Abdurrahman ibni Receb Hanbelî (Ehvâl-ül-kubur) kitabında, İmam-ı Şaranî Tezkire-i Kurtubî Muhtasarı'nda bildiriyor ki: Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Ömer, (Yerden boynu zincirli birinin çıktığını, bir adamın bunu dövdüğünü, zincirli adamın yerde kaybolduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm) dedi. Resulullah, (O gördüğün kimse, Ebu Cehil'dir, kıyamete kadar kabrinde böyle azap çeker) buyurdu. (Taberânî)
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Berat Gecesi, şaban ayının on beşinci gecesidir. Yani 14 şabanın bittiği günün gecesi ki, bu yıl pazarı pazartesine bağlayan bu gecedir. Berat gecesinin günü, 21 Ekimdir. Oruç tutmak isteyen pazartesi günü tutmalı. Bünyesi zayıf olanın, şabanın 15'inden sonra oruç tutmayıp, farz olan Ramazan-ı şerif orucuna hazırlanması iyi olur. Sağlığı yerinde olan ise, şaban ayının çoğunu, hatta tamamını oruçlu geçirebilir. Aişe validemiz buyuruyor ki. (Resulullahın, hiçbir ayda, şaban ayından daha fazla [nafile] oruç tuttuğunu görmedim. Bazen şabanın tamamını oruçla geçirirdi.) [Buhari)] Resulullah efendimiz en çok Şaban ayında oruç tutmayı severdi. Sebebi sorulduğunda buyurdu ki: (Şaban, öyle faziletli bir aydır ki, insanlar bundan gafildir. Bu ayda ameller, âlemlerin Rabbine arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini isterim.) [Nesâî] Bu konudaki hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir: (Ramazandan sonra en faziletli oruç, şaban ayında tutulan oruçtur.) [Tirmizî] (Şabanda üç gün oruç tutana, Hak teâlâ, Cennette bir yer hazırlar.) [Eyoğul ilmihali] (Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban bayramı gecesi.) [İ. Asâkir] (Şabanın 15'inci gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: "Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim." Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace] (Hz. Cebrail gelip, "Kalk namaz kıl ve duâ et! Bu gece şabanın 15'inci gecesidir" dedi. Bu geceyi ihya edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız, müşrik, büyücü, falcı, cimri, kindar, müşahin, içkici, faizci ve zaniyi affetmez.) [Taberânî] (Müşahin, bid'at ehli, mezhepsiz demektir.) (Salih akrabayı terk eden, ana babaya asi olan da bu gece affa kavuşamaz.) [Beyhekî] İçki içmek, cimrilik, kin gütmek, ana babaya isyan gibi günahları işleyen kâfir olmaz. İmanı düzgün ise, günahlarının cezasını çektikten sonra cennete girer. Sevapları günahlarından daha çok ise cehenneme girmeden de cennete gider. Kıyamette pişman olmamak için, bu geceyi ganimet bilmeli, tövbe istiğfar etmeli, kaza namazı kılmalı, Kur'an-ı kerim okumalı! Bilhassa ilim öğrenmeli, yani ilmihal okumalıdır. Peygamber efendimiz Berat gecesinde, (Allahümmerzuknâ kalben takıyyen mineşşirki beriyyen lâ kâfiren ve şakiyyen) duâsını çok okurdu. Hz. Aişe validemiz, (Ya Resulallah, Allahü teâlâ seni günah işlemekten muhafaza buyurduğu halde, neden Berat gecesinde çok ibadet ettin?) diye sordu. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Şükredici kul olmayayım mı? Bu yıl içinde doğacak her çocuk, bu gece deftere geçirilir. Bu yıl içinde öleceklerin isimleri, bu gece özel deftere yazılır. Bu gece herkesin rızkı tertip olunur. Bu gece herkesin amelleri Allahü teâlâya arz olunur.) [Gunye]
Ölü işitir ve kabir azabı vardır
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Mutezile fırkası ile Vehhabiler, kabir azabına inanmıyorlar ama ruhun ölmediğini de inkâr edemiyorlar. Ruhun bedene olan bağlılığı öldükten sonra yok olmaz. Ölünün kemiğini kırmak ve kabir üzerine basmak, bunun için yasak edilmiştir. Kabirde azap yapılması da, ruhun ölmediğini gösterir. Mü'min suresinin 46. âyetinde, (Firavun'a ve adamlarına her sabah akşam gidecekleri Cehennem ateşi gösterilir) buyuruldu. Ölü görmeseydi, gösterilir demek lüzumsuz ve yanlış olurdu. Buhari'deki, (Her ölüye, sabah akşam ahiretteki yeri gösterilir. Cennetlik olana, Cennetteki yeri, Cehennemlik olana, Cehennemdeki yeri gösterilir) hadis-i şerifindeki gösterilir sözü, gördüklerini bildirmektedir. İmam-ı a'zam buyurdu ki: Mümin suresinin 46. âyeti, kabir azabını gösteriyor, âyetin devamında onların şiddetli azaba sokulacağı bildiriliyor. Birincisi kabir azabı, ikincisi ise cehennem azabıdır. (El-Kavlülfasl) Nuh suresinin, (Günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe atıldılar) mealindeki 25. âyetinde geçen "Feüdhılu" kelimesindeki F harfi, hiç ara verilmediğini gösterir. Yani (Suda boğulduktan hemen sonra kabirdeki azaba maruz kaldılar) demektir. (El-Kavlülfasl) İmam-ı Şaranî hazretleri buyuruyor ki: Taha suresinin 124. âyetindeki "Maişeten danken" kabir azabını bildiriyor. Çünkü hadis-i şerifte buyuruldu ki: ("Feinne lehü maişeten danken" âyeti, kâfirlerin kabirde görecekleri azabı bildirir.) [Tirmizî] Tekasür suresinin 3. âyetindeki, bu övünmenizin kötü akıbetini "İleride bileceksiniz" demek, "Ölürken" demektir. 4. âyetindeki "Yine ileride bileceksiniz" ise "Kabirde" demektir. (Celaleyn, Medarik, M.Tezkire-i Kurtubi) İmam-ı Nesefi, Araf suresinin, (Orada yaşayıp, orada öleceksiniz, yine oradan dirilip çıkarılacaksınız) mealindeki 25. âyetindeki "Orada"dan maksat kabir hayatıdır. (Şeyhzade) Bekara suresinin, (Ölü iken sizi diriltti. Tekrar öldürecek ve tekrar diriltecek) mealindeki 28. ayetinde bildirilen, ikinci dirilme kabirde olacaktır. İmam-ı Nesefi de bu âyetin kabir azabı ve nimetine işaret ettiğini bildirmiştir. (Tefsiri Şeyhzade) Casiye suresinin, (Allah sizi diriltir, sonra öldürür) mealindeki 26. ayetinde, diriltmenin kabirde olacağını bildiriyor. (Şeyhzade) Tevbe suresinin, (Onları iki defa azaba uğratacağız) mealindeki 101. ayetindeki azabın birisi kabir azabıdır. (Kadi Beydavi) Her hadis kitabında kabir azabı bildirilmektedir. Kabir azabını inkâr eden, bütün hadis kitaplarını ve Resulullahı inkâr etmiş olur. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Kabir azabı vardır) [Buharî], (Kabir, ya cennet bahçesi veya cehennem çukurudur.) [Tirmizî], (Şehid kabir azabından emindir.) [İbni Mace, İ. Ahmed, Beyhekî], (Kabir azabından Allah'a sığınınız.) [Müslim, İ. Ahmed, İ. Ebi Şeybe], (Gizleyebilseydiniz, kabir azabını benim işittiğim gibi, sizin de işitmeniz için Allaha dua ederdim.) [Buhari Müslim, İ. Ahmed, Nesâî] Bütün bu sahih rivâyetler, kabir azabının var olduğunu, ruhun ölmediğini göstermektedir.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Dünkü yazımızda, kabir azabının hak olduğunu, ruhların ölmediğini, ya nimete veya azaba düçar olduklarını âyet ve hadislerle ispat etmiştik. Bugün de, ruhların ölmediğini bildireceğiz. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar, Rableri indinde diridir ve rızıklandırılır.) [Al-i İmran 169], (Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Bilâkis onlar diridir, ama siz bunun şuurunda değilsiniz.) [Bekara 154] (Yani akıl, onların hayatını anlamaktan acizdir.) Birinci âyette, Allah yolunda öldürülmüş olanların diri olduğu ve yiyip içtikleri bildiriliyor. Peygamberler, sıddıklar, ulemai rasihin ve emr-i maruf yapanlar Allah yolundadır ve şehitlerden daha üstündür. Allah yolunda öldürülen ölü olmazsa, Peygamberler ve diğer büyükler elbette ölü değildir. İkinci âyette de, yine şehitlere ölü demeyin diye ikaz ediliyor. Bedir'de falanca filanca öldü gitti denildiği zaman, Allahü teâlâ, şehitler için ölü denmesini yasakladı. (Tibyan) Diri olmak ve rızıklandırılmak ve ruhların Cennete girmesi, yalnız şehitler için değildir. Peki sadece şehitler için değilse niye ötekilerin ismi de geçmiyor diyen çıkıyor. Âyette şehitler buyurulması, şehitlerin ölüp yok oldukları sanılarak, cihaddan korkulmasını önlemek içindir. Cihada gitmeye ve şehit olmaya mani olan şüpheyi gidermek, Allah yolunda ölmenin yüksek faziletini bildirmek içindir. (Tefsiri-i mazhari) İsra suresinin (Fakirlik korkusu ile evlatlarınızı öldürmeyin) mealindeki 31. âyeti de, bunun gibidir. Fakirlik korkusu olmadan da öldürmek caiz olmadığı halde, fakirlik korkusu ile öldürenler çok olduğu için, âyet, olaylara göre gönderilmiştir. Yani sadece şehitler ölü olmadığı halde, şehitler için ölü değil denmesi gibi, fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin demek de böyledir. Çocuklarımızı başka sebeplerle de öldürmemiz caiz olmaz. Yine İsra suresinin (Ana babana öf deme) mealindeki 23. âyeti de böyledir. Bir kimse, ana-babasına öf demeden sopa ile dövse, sonra da (Ben öf demedim Kur'anın emrine uydum) dese, Kur'ana uymuş mu olur? Ana babana öf deme denilerek, nasıl daha büyük eziyeti yapmamak gerekiyorsa, şehitlerden daha üstün olanlara da ölü dememek gerekir. Yani şehitler diri olunca, şehitlerden üstün olanlar elbette diridir. Mesela peygamberler, sıddıklar, ulemai rasihin, evliya-i kiram şehitlerden üstündür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez.) [Ebu Davud], (Her peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyhekî, Ebu Yala], (Tanıdığının kabrine uğrayıp selam vereni ölü tanır, ona cevap verir.) [İ. Ebiddünya], (Ölü kabre konurken, ayak seslerini işitir.) [Buharî], (Ölüler yaptığınız iyi işlerinizi görünce sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İ. Ebiddünya], Ölü işittiği için, ölüye telkin vermek sünnettir. (Deylemi) Resulullah, Bedir'de öldürülen kâfirlerin gömüldüğü çukurun başına gelip, ölülerin ve babalarının isimlerini birer birer söyleyerek, (Rabbinizin, size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum) buyurdu. Hz. Ömer, (Ya Resulallah, leşlere mi söylüyorsun?) dedi. Resulullah, (Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz. Fakat cevap veremezler) buyurdu. (Buhari, Müslim) [Hz. Ömer'in ölünün işittiğini bildiği halde böyle orması, dindeki bir hükmün vesika haline gelmesi içindir.]
Kur'anı kerimdeki mecazlar
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Her kelimenin belli bir manası vardır. Buna hakiki manası denir. Bir kelime, kendi hakiki manasında kullanılmayıp da, bir bağlantısı, ilişkisi bulunan başka bir manada kullanılınca, bu kelimeye Kinaye veya Mecaz denir. Kinaye, bir şeyi, açık anlamı başka olan kelimelerle anlatmaktır. Kur'anı kerimde mecazi ifadeler çoktur. Müteşabih âyetler vardır. Bunlara görünen manayı vermek çok yanlış olur. Bilhassa Allahü teâlâ ile ilgili mecazlar, müteşabih olanlar daha önemlidir. Allahü teâlâ hiçbir mahluka, yani hiçbir şeye benzemez. Çünkü, Kur'anı kerimde buyuruluyor ki: (Leyse ke mislihi şeyün=Onun benzeri hiçbir şey yoktur.) [Şura 11] (Sübhanekellahümme=Allahım, Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederim.) [Yunus 10] Peki Allahü teâlâ hiçbir şeye benzemediği halde, sanki benzediğini bildiren âyetlere ne denecek o zaman? Onlara müteşabih âyetler denir. Bunlardan bazısının meali şöyledir: (Kıyamet günü yeryüzü Allahın kabzasında olur, gökler de sağ eliyle dürülür.) [Zümer 67] (Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, dediler. Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır.) [Maide 64] (Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir.) [Fetih 10] (Doğu da Batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır.) [Bekara115] (Allah Arş'a istivâ edendir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.) [Hadid 4] (Allah yerin ve göklerin nurudur.) [Nur 35] Bu âyetlerde bildirilen el, yüz ifadeleri, bir mahlukun eli veya yüzü gibi sanılabilir. Halbuki Allah hiçbir mahluka benzemez. İstiva kelimesi oturmak sanılırsa Allah mahluklara benzetilmiş olur ve yukarıdaki âyetlere aykırı olur. Nerede olursanız sizinle beraberdir ifadesi de mecazidir. Çünkü O mekandan münezzehtir. Son âyette Allah nur sanılır. Halbuki nur da yaratıktır. Kur'anda tevil gereken Kinaye, Mecaz ifade eden birçok âyet vardır. Birkaç örnek daha verelim: Cima için lems=dokunmak kelimesi kullanılmıştır. (Kadınlara dokununca gusledin, su yoksa teyemmüm edin) [Maide 6], Kadınlar için libas=giysi kelimesi kullanılmıştır. (Kadınlar size, siz de onlara libassınız) [Bekara 187] Zâlim köylüler için (zâlim köy) denmiştir. (Nisa 75), (Köy halkına sor) yerine, (köye sor) denmiştir. (Yusüf 82) Böyle ifadeler Türkçede de vardır. Mesela, (Şu sınıf tembel, şu sınıf çalışkandır) gibi. Sınıftan maksat öğrencilerdir. Resulullaha, (Vahfid cenaheke lil mü'minin=Kanadını müminler için indir) buyuruluyor. (Hicr 88) [Resulullahın tek kanadı mı var? Elbette mecazdır. Yani şefkat et, tevazu göster demektir.] (Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak], gölge ile sıcak [cennetle cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22 Celaleyn, Beydavi] Bu âyette, kâfire kör, mümine gören, cennete gölge deniyor. Resulullah kabirdekilere ne söyleyecek de işittirecek? Hâşâ bu abes, boş söz olmaz mı? Kabirdekileri niye hidayete kavuşturmaya uğraşsın ki? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın) buyuruluyor. Demek ki kabirdekilerden maksat, yaşayan inatçı kâfirlerdir. (Beydavi) [Devamı var]
İşittirmek kabul ettirmek demektir.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Vehhabiler, ruhun ölmediğini söyledikleri halde, Resulullah da ölüdür, işitmez, 'şefaat ya resulallah' diyen kâfir olur diyorlar. Mecazı bilmiyorlar. Bu konudaki birkaç âyetl kerime meali şöyledir: (Savaşta öldürülenleri siz değil, Allah öldürdü. Attığın zaman da, sen değil, Allah attı.) (Enfal 17) Birileri, ötekileri öldürüyor, Allah, ben öldürdüm diyor, Resulullah atıyor, sen atmadın ben attım buyuruyor. Aşağıda da kabirdekilere sen değil, ben işittiririm buyuruyor. (Kâfirler, sağır, dilsiz, kör oldukları için doğru yola gelmezler.) [Bekara 18], (Kâfirler sağır, dilsiz ve kör oldukları için, akıl edemezler, düşünemezler.) [Bakara 171] Yani hakkı işitmedikleri için sağır, doğruyu söylemedikleri için dilsiz, gerçeği görmedikleri için kör, denilerek hidâyete kavuşmadıkları bildirilmiştir. Buradaki işitmek, kabul etmek demektir. (Beydavi) (Bu dünyada kör olan, ahirette de kördür.) [İsra 72] (Bu âyette de yaşayan ve ölen kâfirlere kör deniyor. Yoksa dünyadaki körler ahirette kör olmayacaktır. (Sağırlara işittiremezsin. Körleri ve sapıkları doğru yola eriştiremezsin.) [Zuhruf 40] Bu âyette işittiremezsin demek, sen hakkı kabul ettiremezsin demektir. Kabirlerdekilere işittiremezsin demek de, inatçı kâfirlere işittiremezsin, yani hakkı kabul ettiremezsin demektir. (Beydavi) (Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak], gölge ile sıcak [cennetle cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22 Celaleyn, Beydavi] Bu âyette, kâfire kör, mümine gören, cennete gölge deniyor. Resulullah kabirdekilere ne söyleyecek de işittirecek? Hâşâ bu abes, boş söz olmaz mı? Kabirdekileri niye hidâyete kavuşturmaya uğraşsın ki? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın), yani vazifen kâfirleri hidayete kavuşturmak değil, sadece tebliğdir buyuruluyor. Demek ki kabirdekilerden maksat, yaşayan inatçı kâfirlerdir. (Beydavi) (Kâfirlerin gözleri değil, göğüslerindeki kalbleri kördür.) [Hac 46] Cenabı Hak burada kâfirlerin gözleri değil, basiretlerinin kör olduğunu açıkça bildiriyor. Yani öteki âyetleri de açıklamış oluyor. Yukarıdaki âyetlerde sadece onlar kör, sağır ve dilsiz diye geçiyordu. Bu âyette ise kör demek, maddi gözün olmadığı, kalblerinin kör olduğu yani kâfir oldukları bildiriliyor. O halde kör denilince baş gözü anlaşılmadığı gibi, ölü veya kabirdekiler denilince de, mezardaki ölü anlaşılmamalıdır. (Sen, ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da daveti duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin; ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin.) [Neml 80, 81 Rum 52 53] Burada diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölüleri [kâfirleri] imana kavuşturamazsın) deniyor. (Ölülere, sağırlara işittiremezsin) ifadesinden sonra, (Sen ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) buyuruluyor. Kâfirlerin işitmeyeceği, yani hakkı kabul etmeyeceği, ancak iman edeceklerin işitecekleri, yani kabul edecekleri açıkça bildirilmektedir. Eğer gerçekten kabirdekilerden maksat ölü olsa idi, ölü de işitmeseydi iman edenlere işittirebilirsin ifadesi yersiz ve yanlış olurdu ve kâfir ölü işitmez, mümin ölü işitir anlamı çıkardı. Halbuki Buhari'deki hadisi şerifte kâfir ölü de işitir buyuruluyor.
Toprak mahsullerinin zekatı
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Toprak mahsullerinin zekatına uşur denir. Fakir veya borçlu olanın da uşur vermesi gerekir. Fakat ticaret malı ve hayvan zekâtı böyle değildir. Borçlar düşüldükten sonra kalanı, nisap miktarını buluyorsa zekât verilir. İmam-ı a'zam hazretleri buyuruyor ki: (Mahsul topraktan alındığı zaman, az olsun, çok olsun onda birini veya kıymeti kadar altın veya gümüşü Müslüman fakirlere vermek farzdır.) İmameyn'e göre, uşur vermek için mahsulün bir yıl dayanıklı olması ve miktarının 1250 litreden [yaklaşık bir tondan] çok olması gerekir. Mesela yarım ton buğdayı çıkan fakir, İmameyn'in kavline göre uşur vermezse günaha girmez. Fakat zenginin yüz kg. buğdayı olsa onda birini vermesi gerekir. Uşur veren fakir, başkalarının verdiği uşru alabilir. Fakat zenginin zekât alması haramdır. Bir kimse tarlasının veya bahçesinin onda birini bir fakire verse, tarlasının veya bahçesinin kalan kısmının uşrunu yine her sene vermesi gerekir. Gülün uşru verilmez. Fakat ticaret niyetiyle yetiştirildiği zaman zekâtı verilir. Buğday ve arpanın uşrunu, arpadan vermek caizdir. Buğdayın uşrunu, başka yılın buğdayından veya undan da vermek caizdir. Zeytinin uşrunu ise zeytinyağı olarak vermek caizdir. Mal sahibi ile kiracı eşit mahsul almışsa, uşru yarı yarıya verirler. Ev bahçesine sebze yerine buğday ekilse, ev bahçesi olduğu için uşru verilmez. Ev bahçesi, ticaret niyetiyle yetiştirilirse uşru verilir. İhtiyaç için yetiştirilen sebzenin uşru olmaz. Açıktan oruç yemek Bazı kimseler, "Allahın bildiği kuldan saklanmaz" diyerek, oruç tutan müslümanlara saygısızlık yapıyorlar, açıktan oruç yiyorlar. Açıktan oruç yemek günahtır. Çünkü günahı, açık da, gizli de işlemek caiz olmaz. Fakat nefsine, şeytana uyarak günah işleyen, günahını gizlemelidir! Günahı gizlemek birkaç yönden faydalıdır: Eğer günahlarımız açığa çıkmamışsa sevinmelidir! Cenab-ı Hak, (Günahı gizleyin) buyuruyor. Peygamber efendimiz de, (İnsan günahını dünyada gizlerse, Allahü teâlâ da, Kıyamette, bu günahı kullarından saklar.) buyurdu. Allahü teâlâ açıktan, çekinmeden günah işleyenlere daha çok buğz eder. Fakat üzülerek günahını gizleyenleri, gizlediği için affedebilir. Hadis-i şerifte, (Bir günaha düşen, günahını gizlesin! Allahü teâlânın örtüsünü onun üzerinde bulundursun!) buyuruldu. Günah işlerken halktan olsun utanmalı! Başkasını kendi hakkında konuşturmamak, gıybetini ettirmemek için günahı gizlemeli! Hadis-i şeriflerde, (Hayâ imandandır), (Hayâsızın dini olmaz ve hayâsız kişi cennete giremez) buyurulmuştur. Kötü örnek olmamak, başkalarının da günah işlemesine cesaret vermemek için günahı gizlemelidir! Böyle sebeplerden dolayı günahı gizlemeli, gizli de olsa günah işlemekten sakınmalıdır! Çünkü günahlar öldürücü zehirdir. İmanı olan günah işlemekten çok korkar. Hadis-i şerifte, (Mümin, günahını dağ gibi görür, üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını, burnuna konmuş, hemen uçacak bir sinek gibi görür) buyuruldu.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Avrupa'daki bazı Müslümanların, yatsı ve sabahın vakti girmeyen yerlerde cemaatle nafile namaz kılarak ayrılığa sebep olduklarını işitiyoruz. Müslümanlık, birlik dinidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Şeytan, insanın kurdudur. Sürüden ayrılan koyunu kurt yakaladığı gibi, şeytan da İslâm topluluğundan ayrılanı yakalar. Sakın ayrılmayın, cami ve cemaatlerde bulunun!) Kur'an-ı kerimde, beş vakit namazın vakitleri, çeşitli ayet-i kerimelerde bildirildiği hâlde, "Beş vakit namaz" tabiri geçmez. Bunun hikmetlerinden birisi de, kutuplara yakın yerlerde, beş vakit namazın hepsinin vaktinin girmemesidir. Şafiîlerin çoğuna göre, yatsı ve sabah namazının vakti girmeyen yerlerde bu namazlar, vakitleri giren en yakın bölgeye kıyas edilerek kılınır. Hanefi âlimlerinin çoğuna göre de, vakit girmediği için bu iki namaz farz olmaz. Nitekim, ayakları olmayan kimse için abdestin farzı dört değil, üçtür. Biri sakıt olmuştur. Bulunmayan ayaklar yerine vücudun başka yerini yıkamak gerekmez. Zengin, İslâmın beş şartını da yapmakla mükellef iken, fakire zekât vermek ve şartları yoksa, hacca gitmek de farz değildir. Şu hâlde ifa bakımından, İslâmın şartı zengine göre beş iken, fakire göre üçtür. Fakire de, (Sen İslâmın beş şartını yapmaya mecbursun) denilemez. Çünkü onda zenginlik şartı yoktur. Muayyen özrü on gün devam eden bir kadın, her ay on gün namaz kılmaz. Çünkü namaz kılmak için o kadında, hadesten taharet şartı mevcut değildir. Özürden kurtulunca kaza etmesi de emredilmemiştir. Kısa gecelerde şafak kaybolmadan fecrin tulu ettiği ülkelerde, yatsı ve vitrin vakitleri girmediği için bu namazları kılmak gerekmez. (Nimet-i İslâm) Halebi'de buyuruluyor ki: Vakit girmedikçe, namaz farz olmaz. Nitekim Sadrüddin Bürhan-ül eimme, (Vakti girmediği için yatsı namazı size farz olmaz) diye fetva vermiştir. Şems-ül-eimme Hulvani, (Vakit girmeyen yerlerde yatsı namazı kaza olarak kılınır) diye fetva vermiştir. Ancak bu fetvayı duyan Harezm'de Şeyh-i Kebir Bakkali, (Vakit girmeyen yerlerde yatsı namazı farz olmaz) diye fetva verdi. İmam-ı Hulvani bu fetva üzerine, Şeyh-i Kebir'e, (Beş vakit namazdan birini kaldıran kimse, kâfir olmaz mı?) diye sordurunca, Şeyh-i Kebir de, (Dirsekleri ile birlikte elleri veya aşık kemikleri ile birlikte ayakları olmayan kimse için abdestin farzı kaçtır?) dedi. Daha sonra, (İşte bir abdest uzvu noksan olana abdestin farzı, dört değil, üç olduğu gibi, namaz vakitlerinden bazısı girmeyen yerdeki Müslümanlara, sadece vakti giren namazlar farzdır) buyurdu. Bu cevap karşısında, İmam-ı Hulvani, hakkı teslim edip, önceki fetvasından rücu etti. Hanefi'de vakit, namazın hem şartı hem de sebebi olduğu için, sebep bulunmayınca yani vakit girmeyince, o namaz farz olmaz. Vakit girmeden de kılınmaz. Kaza etmek de gerekmez. Fakat bazı âlimlere göre bu iki namazı kılmak farzdır. İhtiyata riayet etmek çok iyi olur. Bu bakımdan bu iki namaz, (Vaktine yetişip de kılamadığım yatsı veya sabah namazının farzını kılmaya) diye niyet edilerek kılınmalıdır. Bu iki namazı, vakitlerinin başladığı en son günün vakitlerinde kılmak iyi olur. Seferi olanın, dört mezhepte de oruç tutması farz değildir. Kutuplara ve Aya giden Müslüman, seferi ise oruç tutmaz. Geriye dönünce kaza eder. Ramazan ayı gelince, oruç tutmak farz olur. Bu bakımdan gündüzleri çok uzun olan yerlerde ikamet eden bir Müslüman, oruca saat ile başlar, saat ile bozar. Vakitleri normal teşekkül eden en yakın bölgelere kıyas edilir. O hâlde gündüzleri çok uzun olan yerde yaşayan Müslümanlar, gündüzü böyle uzun olmayan bir şehirdeki Müslümanların zamanına uyarak oruçlarını tutarlar. (Dürer)
Mübarek Ramazan ayı, çok şereflidir
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Ramazan ayı yaklaşmaktadır. Bu konuda İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Mübarek Ramazan ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir oruçluya iftar verenin günahları affolur. Cehennemden azat olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı hiç azalmaz. Bu ayda, emri altında bulunanların, işlerini hafifleten, onların ibadet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de affolur, cehennemden azat olur. Ramazan-ı şerif ayında, Resulullah, esirleri azat eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibadet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmeli, elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü teâlânın razı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir. Kur'an-ı kerim, Ramazanda indi. Kadir gecesi, bu aydadır. Ramazan-ı şerifte, iftarı erken yapmak, sahuru geç yapmak sünnettir. Resulullah bu iki sünneti yapmaya çok önem verirdi. İftarda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeye ve dolayısıyla her şeye muhtaç olduğunu göstermektedir. İbadet etmek de zaten bu demektir. Hurma ile iftar etmek sünnettir. İftar edince, (Zehebez-zama' vebtellet-il uruk ve sebet-el-ecr inşaallahü teâlâ) duasını okumak, teravih kılmak ve hatim okumak önemli sünnettir. Bu ayda, her gece, Cehenneme girmesi gereken, binlerce Müslüman affolur, azat olur. Bu ayda, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır. Şeytanlar, zincirlere bağlanır. Rahmet kapıları açılır. Allahü teâlâ, bu mübarek ayda Onun şanına yakışacak, kulluk yapmayı ve Rabbimizin razı olduğu, beğendiği yolda bulunmayı, hepimize nasip eylesin! Açıktan oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Namaz kılmayanın da, oruç tutması ve haramlardan kaçınması gerekir. Bunların orucu kabul olur ve imanları olduğu anlaşılır. Ramazanda oruç tutmak hakkındaki hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Ramazanda oruç tutmayı farz bilip, sevabını da Allah'tan bekleyip oruç tutanın günahları affolur.) (Ramazan orucunu tutup ölen mümin, cennete girer.) (Ramazan bereket ayıdır. Allah bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder. Bu ayın hakkını gözetin! Ancak cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrum kalır.) (Ramazan orucu farz, teravih namazı ise sünnettir. Bu ayda oruç tutup, gecelerini de ibadetle geçirenin günahları affolur.) (Ramazan ayında ailenizin nafakasını geniş tutunuz! Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda yapılan harcama gibi sevaptır.) (Oruç tutanın susması tesbih, uykusu ibadet, duası müstecap ve amelinin sevabı da çoktur.) (Bilhassa oruçlu iken çirkin konuşmayın! Birisi size sataşırsa, "Ben oruçluyum" deyin!) Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevaptır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Özürsüz, Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu. Ama dini bir mazeret varsa oruç tutmamak günah olmaz.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Oruç, yalnız aç ve susuz kalmak değildir. Bir hayvanı veya inanmayan bir kimseyi bir odaya hapsedip aç, susuz bırakmakla oruç tutturulmuş olmaz. Orucun, sabır, şükür, nefis terbiyesi gibi diğer ibadetlerle irtibatı vardır. Onun için hadis-i şerifte, (Her şeyin bir kapısı vardır. İbadetlerin kapısı ise oruçtur) buyuruldu. Sinir sistemimizin vücuttaki yeri çok mühimdir. Dil sinirleri felç olan konuşamaz. Bacaktaki sinirler felç olursa, insan yürüyemez. Sinirimizin bozulması nispetinde hayatımız, az veya çok tehlike içindedir. Siniri bozuk kimse, huzursuz olur, sabredemez. Cemiyetteki kavgaların, cinayetlerin çoğu sinirli olmaktan, sabredememekten ileri gelmektedir. Hadis-i şerifte, (Oruç sabrın, sabır da imanın yarısıdır) buyuruldu. Böylece orucun imandan olduğu görülmektedir. İmanlı olan da, imanının kuvvetine göre suç ve günah işlemez. Sinirine hakim olur. Her şeyin bir zekatı vardır. Vücudun zekatı ise açlıktır. Oruç tutarak aç kalanın arzuları kırıldığı için sabretmesi kolay olur. Oruç tutan aç durur. Aç durmak iyidir: Aç duranın basireti açılır. Anlayış kabiliyeti artar. Hadis-i şerifte, (Aç duranın idraki artar, zekası açılır) ve (Tefekkür, ibadetin yarısı, az yemek ise tamamıdır) buyurulmuştur. Çok yiyen çok uyur, çok uyuyanın da ömrü boşa geçmiş olur. Çok yiyen sarhoş gibi olur, dimağı yorgunlaşır. Zekası, zihni dumura uğrar. Açlık, kalbde incelik doğurur. Hadis-i şerifte, (Az yiyenin içi nurla dolar ve Allahü teâlâ, az yiyip içen ve bedeni hafif olan mümini sever) buyuruldu. Açlıkta arzular kırılır, nefsimiz uysallaşır, serkeşliği kalkar. Çok yemek, gafleti doğurur. Azgın bir atı zaptetmek zor olduğu gibi, çok yedirmekle azan nefsi zaptetmek de zordur. Açlıkla terbiyesi kolaylaşır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İnsan kalbi tarladaki ekin, yemek ise yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla gıda da kalbi öldürür.) Her zaman tok olan şefkatsiz ve merhametsiz olur. Tok, acın halini bilmez. Çok yiyen sert ve katı kalbli olur. Hadis-i şerifte, (Çok yiyip içmekle kalbinizi öldürmeyin!) buyuruldu. Sinirlerine hakim olan huzurlu olur. Açlık, günah işleme arzusunu kırar, kötülük etmeye mani olur. Hadis-i şerifte, (Açlık ve susuzlukla nefisle cihad etmek, Allah yolunda cihad gibidir) buyuruldu. Çok yiyen çok su içer. Çok su içen çok uyur. Çok uyuyanın ömrü uyku ile geçtiği için dünya ve ahiret kazancına mani olur. Demek ki açlık, sinirleri uyanık, zinde tutar. Fazla tokluk ahmaklığa yol açar. Okuduğunu ezberlemesi ve hatırında tutması zor olur. Hadis-i şerifte, (Her gün bir defa yemek yimek itidaldir) buyuruldu. İki günde üç defa yemek yemenin normal olduğu bildirilmiştir. Hastalıkların çoğu çok yemekten ileri gelir. Hadis-i şerifte, (Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır) buyuruldu. Az yiyenin vücudu sıhhatli olur. Hadis-i şerifte, (Oruç tutan sağlıklı olur) buyuruldu. Çok yiyende acıma hissi azalır. Arzuları artar, harama dalar. Gayri meşru arzuları harekete geçiren yolları tıkamak gerekir. Açlık şeytanın yolunu tıkar. Hadis-i şerifte, (Şeytan, damardaki kan gibi, vücutta dolaşır, açlık ile yolunu daraltın) buyuruldu.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Orucun vücuda zarar verdiğini söyleyenlere itibar etmemelidir. Çünkü Allahü teâlâ, insanlara zararlı olan bir şeyi emretmez. Tıp uzmanları diyor ki: Oruçlu kimselerde adrenalin ve kortizon hormonları kana daha kolaylıkla karışmaktadır. Bu hormonlar, tesirlerini kanserli hücreler üzerinde de göstermektedir. Böylece bu hormonlar kansere karşı bir çeşit kalkan rolünü oynamakta, yani kanser hücrelerinin çoğalmasını önlemektedir. Oruç tutan bünye, adeta bakıma girer, iç organları saran yağlar erir, vücudun zindeliği artar, direnme gücü kazanır, mide, böbrek, şeker, kalb ve karaciğer hastalıklarına karşı mukavemeti artar. Karaciğer, oruçlu iken, 3-5 saat istirahat eder, gıda depolama işine bir müddet ara vermiş olur. Bu arada, korunma sistemini güçlendirici globülinleri hazırlar. Midedeki kaslar ve salgı ifraz eden hücreler, oruç müddetince birkaç saat dinlenir. Kan hacmi de azaldığı için tansiyon düşerek kalb rahatlar. Gıda artıkları iyi yakılmayınca, damarları yıpratır. Yakılmayan yağlar, damarları daraltır, damar sertliği denilen rahatsızlığa sebep olur. Akşama doğru vücutta gıda hemen hiç kalmaz. Yani bütün gıdalar yakılmış olur. Bu bakımdan bilhassa "damar sertliği" olanların sık sık oruç tutmaları iyidir. Oruç iken vücudun diğer organlarında da dinlenme olur. Az yemek ve oruç tutmak vücudun sıhhati için önemlidir. Zekat, malın kiridir. Zekat veren, malını kirden koruduğu gibi, oruç tutan da vücudun zekatını ödemiş, hastalıklardan onu korumuş olur. Peygamber efendimiz, (Her şeyin bir zekatı vardır. Vücudun zekatı ise oruçtur) buyurmuştur. Orucun sevabı diğer ibadetlere göre daha fazladır. Hadis-i kudside, (Her iyiliğe, on mislinden 700 misline kadar sevap verilir. Fakat oruç bana mahsustur, onun mükafatını ben veririm) buyuruldu. Her iyiliğin sevabını Allahü teâlâ verdiği halde, orucun sevabı için, (Ben veririm) buyurmasının hikmeti vardır. Yeryüzünün tamamı Allahü teâlânın mülkü olduğu halde, Kâbe'ye (Beytullah) yani (Allah'ın evi) denmesi ona şeref vermek içindir. (Oruç bana mahsustur) demekle de ona özel bir şeref vermiştir. Oruç tutana verilecek sevabın muayyen bir ölçüsü yoktur. Oruçlunun durumuna göre, çok sevap verilecektir. Başkaları oruç yerken oruç tutmak daha sevaptır. Hadis-i şerifte, (Oruçlunun yanında oruçsuzlar yiyince, melekler, oruçluya dua eder) buyuruldu. Herhangi bir sebeple nafile oruç tutamayan, şükretmeli; misafirlere, fakirlere yemek yedirmelidir. Hadis-i şerifte, (Şükredip yemek yediren, sabredip oruç tutan gibidir) buyuruldu. Şükredenlere çok mükafat verilecektir. Şükür, İslamiyete uymak demektir. İmam-ı Rabbani hazretleri, (Ramazanda nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu aya saygısızlık edenin, bu ayda günah işleyenin bütün senesi günah işlemekle geçer.) buyurmaktadır. O halde bilhassa Ramazan ayında günah işlemekten daha çok sakınmak gerekir. Mübarek yerlerde yapılan ibadetlere de daha çok sevap verilir. Hadis-i şerifte, (Mekke'de bir Ramazan orucu tutmak, başka yerde tutulan bin Ramazan orucundan efdaldir) buyuruldu. Cuma günü yapılan ibadetlere de kat kat sevap verilir. Cuma günü işlenen günahlar da iki kat yazılır. Kıymetli günlerin değerini bilmek ve gereğini yapmak gerekir.
31.10.2002
XXXXXXXXXXXXXXXXXX
.
.Günah işleyenin orucu
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bazı cahiller, (Namaz kılmayan, içki içen, açık gezen veya başka günah işleyen bir kimse, boşuna oruç tutmamalı) diyorlar. Bu, söz dine aykırıdır. Birkaç günah işleyenin, diğer günahları da yapması gerekmez. Hem oruç tutup hem de günah işleyen kimse, oruç tutmakla hasıl olan büyük sevaba kavuşamaz. Fakat ahirette niçin oruç tutmadın diye hesaba çekilmez. Oruç borcunu ödemiş olur. Hatta orucun bereketiyle diğer günahlardan da kaçma imkanı olur. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: (Bütün günahlara tövbe edip hepsinden kaçmak büyük nimettir. Bu yapılamazsa, bazı günahlara tövbe etmek de nimettir. Bunların bereketiyle belki bütün günahlara tövbe etmek nasip olur. Bir şeyin bütünü ele geçmezse, hepsini de kaçırmamalı.) Namazın dinimizdeki yeri, oruca göre daha önemli ise de, bir kimseye namaz kılmadığı için, (oruç da tutma) denmez. Aksine, (Namaz kılamıyorsan, orucu bari terk etme) denir. Namaz kılmamakla büyük bir günaha giren kimse, oruç tutmazsa günah miktarı daha da çok artar. Birkaç günaha müptela olan kimse, birinden vazgeçmek isterse, ona, (Diğerlerini bırakmadığına göre bu günaha da devam et) denmez. Günah miktarı ne kadar azaltılırsa o kadar iyi olur. Allah'tan korkup bir günahtan vazgeçmek iman alametidir. Hadis-i şerifte, (Ömründe bir defa Allah'ı anan veya O'ndan korkan Müslüman, cehennemden çıkar) buyuruldu. Günah işleyen, oruç tutuyor veya zekat veriyorsa, (Aman bunları bari bırakma) demelidir! Bu ibadetleri de yapmazsa, dinden tamamen uzaklaşabilir. Korkutmaktan çok, müjdeleyici olmak gerekir. Peygamber efendimiz, (Allah'ın rahmetinden ümit kestirip, dinden nefret ettirenlere lanet olsun! Kolaylaştırın, güçleştirmeyin) buyurdu. Bir genç, Peygamber efendimize, (Şu üç günahı bırakamıyorum) dedi. O üç günah, yalan, zina ve içkidir. Resulullah efendimiz, (Bu üç günahtan yalanı benim için bırak) buyurdu. O genç, kabul edip gitti. Daha sonra, diğer iki günahı işlemek isteyince, (Bu günahları işleyip Resulullahın karşısına çıkınca, "Ben işlemedim" desem yalan söylemiş olurum. Eğer işlediğimi söylersem, beni cezalandırır) diye düşündü. Diğer iki günahtan da vazgeçip salihlerden oldu. Kelime-i şehadeti dil ile söyleyip kalb ile de tasdik eden Müslümandır. Günah işleyen Müslümanlıktan çıkmaz. Hadis-i şerifte (Cebrail aleyhisselam, "Ümmetine müjde ver ki, şirk üzere ölmeyen cennete girer" dedi. Ben, "Zina ve hırsızlık eden de mi cennete girer?" diye üç defa sordum. "Evet, zina ve hırsızlık eden de cennete girer" dedi. Daha sonra, "İçki içse de yine cennete girer" dedi.) buyuruldu. [Ancak bu günahların cezaları çekildikten sonra cennete girilir.] Bu müjdeler, insanı günah işlemeye sevk etmemelidir! Her günah, kalbi karartır, insanı küfre sürükler ve ebedi cehennemde kalmaya sebep olabilir. Allah'ın gazabı günahlar içinde saklıdır. Onun için her günahtan kaçınmalıdır. Belam-ı Baura, çok ibadet eden büyük bir âlim iken, bir günah yüzünden kâfir oldu. Günah işleyen hemen tövbe etmelidir! Not: Seçim boyası abdeste mani değildir.
İmsakiyelerin farklı olması
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Ramazan münasebetiyle çeşitli firmalar tarafından imsakiyeler dağıtılacaktır. Dağıtılacak olan bu Ramazan imsakiyeleri farklı farklıdır. Eğer imsak vaktinden sonra yiyip içilmeye devam edilirse, oruç tutulmamış olur. Bunun için imsak vaktinde yiyip içmeyi kesmek şarttır. Bugün ülkemizde, iki çeşit imsakiye dağıtılmaktadır. Bir kısmı, yüz senedir kullanılmakta olup, doğruluğunda en ufak bir şüphe, tereddüt hasıl olmamış namaz vakitleri cetvelini aynen muhafaza eden takvimler; bir kısmı da, 1983'ten sonra, çok oruç tutuyoruz diyenleri susturmak gayesiyle, imsak vaktini uzatan takvimlerdir. 1983 yılından önce bütün takvimler aynı idi. Fakat 1983'ten itibaren Diyanet İşleri temkin vakitlerini kaldırdığından, böyle farklı iki durum ortaya çıkmıştır. 1983 tarihinden önceki takvimlerin yanlış olmadığını herkes kabul etmektedir. Bu hususta bir ihtilaf yoktur. Nitekim, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 30 Mart 1988 tarih ve 234-497 sayılı müftülüklere gönderdiği tamimde şöyle denilmektedir: "1983 öncesi takvim ile yeni uygulama arasında sadece temkin farkı bulunmaktadır. Buna göre 1983 öncesindeki uygulama yanlış değildir." Türkiye Gazetesinin Takvimi ve Fazilet takvimi ile diğer bazı takvimler, doğruluğunda ittifak olan 1983 öncesine göre hazırlanmaktadır. Diyanetin tamiminde bildirdiği gibi, 1983 yılından önceki uygulamaya göre hazırlanan takvimler ile bu takvimlere dayanılarak hazırlanan "Ramazan imsakiyeleri" yanlış değil, sadece temkinlidir. Temkin nedir, âlimler, bu temkini niçin koymuştur? Kısaca bunu da izah edelim: Bir namaz vakti hesaplanırken, hesabı yapılan şehrin arazisinin yükseklik ve alçaklık, doğu-batı, kuzey-güney, genişlik gibi durumlarının göz önüne alınması gereklidir. Ayrıca vakte tesir edecek atmosfer şartlarının da en anormal hâli düşünülerek, bütün bu şartların hepsini karşılayarak, vakti emniyet altında tutacak zamana, vaktin temkini denir. Bu vakit, ibadet vaktinin emniyeti bakımından zarurî olarak konulması şart olan bir zamandır. Temkinsiz yapılan ibadet, vaktin dışında yapılmış demektir. Bilindiği gibi, namazları vaktinde kılmak şarttır. Birkaç dakika önce kılınsa namaz sahih olmaz. Oruç da böyledir. Güneş batmadan önce yiyip içilince, oruç sahih olmaz. Namazları vakit girdikten üç-beş dakika sonra kılmakta hiç mahzur yoktur. Güneş battıktan 5-10 dakika sonra orucu açmakta da mahzur yoktur. Hatta yıldızlar görülünceye kadar geciktirmek câizdir. Nûr-ül izâh şerhinde; "Bulutlu gecelerde, orucun bozulmasından korunmak için, ihtiyatlı davranarak oruç açmayı biraz geciktirmelidir. Yıldızlar görülmeden önce iftar eden acele etmiş olur" buyuruluyor. Yeni takvimlerde, imsak vakti 10-15 dakika geciktirilmektedir. Böyle olunca, oruç tehlikeye sokulmaktadır. İmsak vaktinde eski cetvelleri esas alıp, yeni takvimlerden 10-15 dakika önce yiyip içmeyi kesmekte hiç mahzur yoktur. Hatta çok iyi olur, tedbirli ve temkinli hareket edilmiş olur. Tedbirsizlik ve temkinsizlik sebebiyle namaz ve oruçları ifsat etmemek gerekir. İki takvim arasında fark, biri temkinli, öteki temkinsizdir. Türkiye Gazetesi Takvimi, ehil kimseler tarafından, çok hassas bir şekilde hazırlanmıştır. Bu hususta takvimimizde her ay, "Mühim Tenbih" başlığı altında ikaz yapılmaktadır. Mevcut takvimler içinde, Türkiye Gazetesi Takvimi ve bu takvim esas alınarak hazırlanan "Ramazan imsakiyeleri" temkinli olup, en uygun olanıdır.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Peygamber efendimiz Ramazan-ı şerifin fazileti hakkında buyuruyor ki: (Ramazan ayı mübarek bir aydır. Allahü teâlâ, size Ramazan orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir. O gecesinin hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır.) (Ramazan ayı gelince, "Hayır ehli, hayra koş, şer ehli, sen de kötülüklerden el çek" denir.) (Ramazan bereket ayıdır. Allah bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder.) (Ramazan gelince, Allahü teâlâ meleklere, müminlere istiğfar etmelerini emreder.) (Farz namaz, sonraki namaza kadar; cuma, sonraki cumaya kadar; Ramazan ayı, sonraki Ramazana kadar olan günahlara kefaret olur.) (Peş peşe üç gün oruç tutabilenin, Ramazan orucunu tutması gerekir.) (Bu aya Ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir.) (Ramazan ayının başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise, cehennemden kurtuluştur.) (İslam, kelime-i şahadet getirmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve haccetmektir.) (Allahü teâlânın, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin hayaline bile gelmeyen nimet dolu sofrası, ancak oruçlular içindir.) Resulullah Efendimizin rüyası Rüyamda acayip şeyler gördüm. Ümmetimden birini azap melekleri yakalamıştı. Aldığı abdestler gelip, onu içindeki zor durumdan kurtardı. Birini gördüm, kabri onu sıkıyordu. Kıldığı namazlar gelip, onu kabir azabından kurtardı. Birine şeytanlar musallat olmuştu. Ettiği zikirler gelip, şeytandan onu kurtardı. Birinin de susuzluktan dili çıkmıştı. Tuttuğu Ramazan orucu gelip, susuzluğunu giderdi. Birini zulmet sarmıştı. Yaptığı hac gelip karanlıktan çıkardı. Birine ölüm meleği gelmişti. Ana babasına yaptığı iyilikler gelip, ölümüne engel oldu, geciktirdi. Birini Müslümanlarla konuşturmuyorlardı. Sıla-i rahim gelip, ona şefaat etti, onlarla konuştu. Peygamberinin yanına gitmek isteyen birine engel oluyorlardı. Aldığı gusül, onu alıp yanıma getirdi. Ateşten korunmak isteyen birisine, sadakası gelip ateşe perde oldu. Birini zebaniler alıp cehenneme götürürken, yaptığı emr-i maruf ve nehy-i münker gelip kurtardı. Biri cehennem ateşine atılmıştı. (Allah korkusu ile döktüğü) gözyaşları gelip oradan kurtardı. Birine amel defteri solundan verilirken, Allah korkusu gelip, defterini sağa aldı. Sevapları hafif gelen birine, kendinden önce ölen çocukları gelip, sevabını ağırlaştırdı. Cehennemin kenarında, korkudan titreyen birine, Allah'a olan hüsnü zannı gelince, titremesi durdu. Sırattan zorla geçen biri, cennete geldi. Fakat kapılar kapalıydı. Kelime-i şahadeti gelip, onu cennete koydu.
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Bugün Ramazan-ı şerifin birinci günüdür. Oruçla ilgili lüzumlu bilgileri yazıyoruz: Orucun farzı kaçtır? CEVAP: Orucun farzı üçtür. Bunlar: 1- Niyet etmek. 2- Niyeti, ilk ve son vakitleri arasında yapmak. 3- İmsak vaktinden güneşin batmasına kadar olan zaman içinde, orucu bozan her şeyden sakınmaktır. Oruca niyetin vakti ne zaman başlar? CEVAP: Ramazanda ve nafile oruçlara niyetin ilk vakti, güneş battıktan sonra başlar. Son vakti ise, ertesi günü öğleye bir saat kalıncaya kadardır. Kaza ve kefaret oruçlarında ise, akşamdan imsak vaktine kadardır. Ramazanda oruca niyet ederken, akşamdan imsak vaktine kadar, "Yarın oruç tutmaya", imsaktan sonra ise "Bugün oruç tutmaya" denir. Yanılıp yanlış söylense de, oruç tutulacak gün bilindiği için mahzuru olmaz. Ramazanda bir aylık oruca toptan niyet edilmez, her gün ayrı ayrı niyet etmek farzdır. Gece yatarken yemeği yiyip veya yemek yemeden niyet edilse, sonra gece uyanınca, sahura kalkınca yemek yemekte mahzur yoktur. Akşam yemeği yerken niyet etmek iyi olur. Niyetten sonra da, imsak vaktine kadar yiyip içmekte mahzur yoktur. Ramazanda, "Yarın dişim ağrımazsa oruç tutarım, ağrırsa tutmam" diye akşamdan niyet edilse, böyle şüpheli niyet ile oruç tutmak sahih olmaz. Bozulursa kefaret olmasın diye, Ramazan orucuna imsaktan sonra niyet etmek caiz mi? CEVAP: Caizdir, fakat böyle bir şeye lüzum yoktur. Ramazanda gece niyet etmeyi unutan ne yapmalı? CEVAP: Öğleye bir saat kalıncaya kadar niyet edilir. Sahura kalkmak niyettir, oruç tutmak niyetiyle yatmak da niyettir, sahura kalkılmasa da oruca niyet edilmiş olur. Takvimlerde yazılı olan imsak ne demektir? Bu vakitte sabah namazı kılınır mı? CEVAP: İmsak, gecenin bitimi, yiyip içmenin yasak olan vaktin başlaması demektir. Türkiye Gazetesi Takvimi'nde yazılı olan imsak vaktinde, yiyip içmeyi kesmelidir! Bundan 20 dakika kadar sonra sabah namazı kılınabilir! Yanlış takvimlere göre hareket edip de, yiyip içmeye ezan okununcaya kadar devam eden kimsenin, suçu yanlış takvime bulması, kendini mesuliyetten kurtaramaz! Babam oruç tutarken, takvime göre değil, Kur'an'a göre hareket ediyor. Siyah iplikle beyaz iplik birbirinden ayrılıncaya kadar yiyip içiyor. Ortalık ağardığı için şüpheleniyorum. Doğru mu? CEVAP: Bekara suresindeki, (Beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyip için) mealindeki 187. ayetindeki iplikler, gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığıdır. Ayet-i kerimenin anlamı, (Gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı, iplik gibi birbirinden ayrılıncaya kadar yiyip için) demektir. Bu ayeti kerimeyi duyan bir zat, (Ya Resulallah, ben gündüzün geceden ayrıldığını öğrenmek için yastığımın altına bir beyaz iplik ile bir siyah iplik koydum. Fakat gecenin bitişini yine de tespit edemedim) dedi. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz, (O iplikler, gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığıdır) buyurdu. Eğer Peygamber efendimiz açıklamasa idi, beyaz ipliğin aydınlık, siyah ipliğin karanlık olduğunu nereden bilecektik? Kur'an-ı kerimden anladığımıza uyarak, gencin babası gibi, bilhassa bulutlu havalarda, daha ortalık karanlık diye, güneş doğana kadar yiyip içerdik.
İftarı geciktirmek caiz mi?
Bir iş sebebiyle iftarı ne kadar geciktirmek caiz olur? CEVAP: Akşam vaktinin girdiği kesin olarak biliniyorsa, önce hurma, su gibi bir şey ile oruç açılır sonra namaz kılınır. Yemeği tezce yiyip sonra namaz kılmak da caizdir. Ancak iftar sofrasında çeşitli yemekler olduğu için, akşam namazı gecikebilir. Namaz mekruh vakte kalabilir. Bu bakımdan önce namazı kılmak ve sonra yavaş yavaş yemeği yemek daha uygun olur. Vaktin girdiği kesin belli değilse, önce namazı kılmak gerekir. Daha sonra vaktin girmediği anlaşılırsa, namazı iade etmek mümkündür. Fakat vakit girmeden oruç açılırsa, oruç bozulmuş olur. Telafisi de mümkün olmaz. Hadis-i şerifte, (İftarı acele edin) buyuruldu. Acelenin son vaktinin, muteber kitaplarda, yıldızlar görününceye kadar olduğu bildiriliyor. Bu da takriben akşam vakti girdikten yarım saat sonradır. Hadis-i şerifte, (Yıldızlar görünmeden iftar eden, sünnetimle amel etmiş olur.) buyuruldu. Güneşin battığı iyi anlaşılınca, önce E'ûzü ve Besmele okuyup, (Allahümme yâ vâsi'al-magfireh igfirlî ve li-vâlideyye ve li-üstâziyye ve lil-müminîne vel müminât yevme yekûmülhisâb) denir. Bir iki lokma iftarlık yiyip, (zehebezzama' vebtelletil-urûk ve sebetel-ecr inşâallahü teâlâ) denir ve yemeğe başlanır. İftar duasının manası, (Açlık zamanı bitti. Damarlarımızın suya kavuşması vakti geldi. İnşâallah sevap hasıl oldu) demektir. Ramazanda şöyle dua da edilir: Ya Rabbi, Ramazan-ı şerifin şefaatine nail eyle! Ramazan-ı şerifte af ve mağfiret eylediğin ve cehennemden azat eylediğin kulların arasına bizleri de dahil eyle! Oruç tutmamayı mubah kılan özürler nelerdir? CEVAP: Oruç tutmamayı mubah kılan özürler şunlardır: 1- Hastalık: Hasta olan veya oruç tutunca hastalığı artan kimse, oruç tutmaz veya tutuyorsa bozabilir. Hastaya bakan da, hasta hükmündedir. Hastaya bakmak için sıkıntıya girerse, oruç tutmayabilir. 2- Sefer: 104 km uzağa giden kimse, 15 günden az kaldığı yerde seferi olur. Yolculukta sıkıntı olur, iş aksar veya kazaya sebep olacak bir durum olursa, orucu kazaya bırakmak caiz olur. Hadis-i şerifte, (Seferde, sıkıntı içinde oruç tutmak iyilik sayılmaz) buyuruldu. 3- Gebe ve emzikli olmak: Kendine veya çocuğuna bir zarar gelecekse, gebe ve emzikli kadın oruç tutmaz. Hadis-i şerifte, (Allahü teala, gebe ve emziklinin orucunu tehir etti) buyuruluyor. Emzikli kadın, ister kendi çocuğunu emzirsin, isterse başkasının çocuğunu emzirsin hüküm aynıdır. 4- Açlık ve susuzluk: Kendisine şiddetli açlık ve susuzluk meydana gelen kimse, ölüm tehlikesi varsa veya aklı gidecekse yahut hastalanıp bir zarara uğrayacaksa, orucunu bozabilir. 5- İhtiyarlık: Çok yaşlı kimse, oruç tutamayacak halde ise, oruç tutmaz, iyileşme ihtimali de yoksa, tutamadığı günler için fidye verir. 30 günün fidyesi 53 kg undur. 6- İkrah: Oruç tutan, (Orucunu bozmazsan seni öldürürüm veya bir uzvunu keserim) diye tehdit edilmişse, dediğini yapmaya gücü yetiyor ve blöf yapmıyorsa, oruçlunun orucunu bozması mubah olur. Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevaptır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Özürsüz, Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu. Ama dini bir mazeret varsa oruç tutmamak günah olmaz.
Peygamber efendimiz, 3-4 gün teravihi cemaatle kıldırmış, daha sonra evden çıkmamıştır. Sebebi sorulunca, (Teravih namazının size farz olacağından korktuğum için evden çıkmadım) buyurmuştur. Teravihin yirmi rekat oluşu ve cemaatle kılınması hadis-i şerifle bildirilmiştir. Sünnet olduğu Eshab-ı kiramın İcmaı ile sabittir. Peygamber efendimiz, teravihi, 8, 12 ve 20 rekat olarak da kılmıştır. İbni Abbas hazretleri bildiriyor ki, Resulullah, yatsıdan sonra, vitirden önce, 20 rekat namaz kıldıktan sonra, (Ramazanda 20 rekat teravih namazı kılanın, yirmi bin günahı affolur) buyurdu. Teravihin yirmi rekat olduğuna inanmayanın sapık olduğu (Nur-ül-izah) şerhinde de yazılıdır İmam-ı a'zam hazretleri, (Teravih namazı sünnet-i müekkededir. Hz. Ömer, teravihin 20 rekat olarak cemaatle kılınmasını kendiliğinden ortaya çıkarmamıştır. O, elindeki sağlam esasa, yani Resulullahın sünnetine dayanarak emretmiştir) buyuruyor. (El-İhtiyar) Peygamber efendimiz, teravihi hiç kılmasa bile hulefa-i raşidinin kılması, sünnet olması için kâfidir. Hadis-i şerifte, (Sünnetime ve hulefa-i raşidinin sünnetine sımsıkı sarılın!) buyuruldu. Teravihin cemaatle kılınması Sünnet-i kifaye'dir. Yani bir mahallede cemaatle kılınınca, diğerleri evde kılsa, sünnet ifa edilmiş olur. Erkeklerin camide cemaatle namaz kılmalarının, evde kıldıkları namazdan 27 derece daha fazla sevap olduğu, kadınların ise, evde namaz kılmalarının, camide namaz kılmalarından daha çok sevap olduğu hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Kadınlar, zaruretsiz camiye gidemez. Çünkü Redd-ül-muhtar'da buyuruluyor ki: (Genç ve yaşlı kadınların 5 vakit namaza, Cuma ve bayram namazları için, vaaz dinlemek için camiye gitmeleri caiz değildir. Eskiden, yalnız çok yaşlı kadınların, akşam ve yatsı namazına gitmesine izin verilmiş idi ise de, şimdi bunların da gitmesi caiz değildir.) Teravih namazı iki veya dört rekatta bir selam vererek kılınır. Fakat iki rekatta bir selam vermek daha iyidir. Teravih namazını on rekatta bir selam vererek iki selamla bitirmek caiz, fakat mekruhtur. Şafii'de ise hiç sahih olmaz. Teravih, vitirden önce kılınır. Vitirden sonra da kılmak caizdir. Kılınamayan teravih namazının kazası gerekmez Yatsıyı cemaatle kılan, teravihi yalnız, vitri de cemaatle kılsa mahzuru olmaz. Hatta teravihi kılmasa da, farzı kılmış olduğu imama uyarak vitri kılabilir. İmamla birlikte yatsının farzı kılınsa, sonra imam gitse, cemaatten biri imam olup teravihi ve vitri kıldırsa sahih olur. Birkaç kişi camiye girince, yatsının farzının kılınmış olduğunu görseler, biri imam olup yatsının farzını kıldırsa ve teravih kıldıran imama uysalar vitri de bu imamla kılsalar sahih olur. Bir özrü sebebiyle camiye gidemeyen kimse, teravihi evde yalnız başına kılabilir. Hanımı, anası ve kızı ile de cemaat yapıp kılabilir. Fakat imam, sünnete uygun kıldırıyorsa, erkekler camiye gitmelidir. Bazı imamlar tadil-i erkana riayet etmeyerek teravihi hızlı kıldırıyor. Halbuki Hanefi'de tadil-i erkan vaciptir. Vaciplerinden biri kasten terk edilerek kılınan namazı tekrar kılmak vaciptir. Unutularak vacip terk edilirse, secde-i sehv gerekir. Ta'dil-i erkan, Şafii'de ise farzdır. Farz terk edilince namaz sahih olmaz. Teravih de olsa, sahih olmayacak kadar hızlı kılmak caiz olmaz.
Seferde oruç tutmak gerekmediği hâlde, Ramazan orucunu tutan nafile sevabı mı alır? CEVAP: Seferi olan, Ramazan orucunu tutarsa, farz sevabı alır. Devamlı şehirler arasında şoförlük yapanın, oruç tutmaması günâh olur mu? CEVAP: İşi aksatacak zorluk yoksa, Ramazan-ı şerifte oruç tutmak çok sevaptır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günâhtır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Şer'i mazeretsiz, Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevâba kavuşamaz.) [Tirmizî] Şu hâlde bir özür olmadan oruç yememelidir! Dini bir özrü olanın orucunu kazaya bırakması caiz olur. Yolculukta sıkıntı olur, iş aksar veya kazaya sebep olacak bir durum olursa, orucu kazaya bırakmak caiz olur. Hadis-i şerifte, (Yolculukta [sıkıntı içinde] oruç tutmak takvâdan sayılmaz) buyuruldu. (Buhârî) [Yolculuk, sefer demek, 104 km'den uzak yere gitmek üzere yola çıkmaktır. Bunlardan daha kısa yola giden seferî olmaz. Burada takvâ daha çok sevap kazanmak manâsındadır.] Günaha şeytanlar sebep olduğuna göre, Ramazanda şeytanlar nasıl günah işletiyor? CEVAP: Günah işlememize yalnız şeytanlar değil, kendi nefsimiz de sebep olmaktadır. Nefsin zararı, şeytanınkinden çok fazladır. Nefsin her istediği kendi zararınadır. Ramazanda günah işleten, nefsimizdir. Bu ayda, şeytanlar bağlı olduğu için, vesvese veremezler. Ramazanda esnemeler de şeytandan değildir. Asabi esnemeler, yorgunluk, uykusuzluk gibi hâllerde meydana gelir. Bazı imsakiyeler, Türkiye gazetesi takviminden farklıdır. Hangisine uymak ihtiyatlı olur? CEVAP: İhtiyata riayet etmek tedbirli ve temkinli hareket etmek elbette iyi olur. Türkiye gazetesi takvimine göre hareket edilmelidir. Yoksa oruçlar tehlikeye girer. Türkiye gazetesinin hesapları yüz yıldır uygulanan hesaplardır. Bazıları diyor ki, Ramazanda orucun ilk gününü tutmazsak diğerlerini de tuttuğumuz zaman gerektiği zaman bozabilirmişiz. Böyle bir şey var mı? CEVAP: Öyle bir şey yok. Ramazanda her gün oruç tutmak farzdır. Böyle hurafelere inanmamak lazım. İnsan sağlık durumuna göre, ilk günler tutamaz da sonraki günler tutabilir veya ilk günler tutar da hastalanınca diğer günler tutamaz. Bu hallerde ne yapılacağı, nasıl yapılacağı ilmihal kitaplarında vardır. [Böyle hurafelere inanmamak için dinimizi öğrenmemiz lazım. Dinimizi doğru öğrenmek için de, ehli sünnet alimlerinin kıymetli eserlerinden tercüme edilerek hazırlanan, Tam İlmihal Seadeti Ebediyye kitabını okumak gerekir.] Kalb hastasının göğsüne sürdüğü ilaç orucu bozar mı? CEVAP: Orucu bozmaz. Çünkü, sağlam deriye sürülen ilaç, deriden içeriye girse de orucu bozmaz. İstemeyerek ağız dolusu kusmak orucu bozar mı? CEVAP: Bozmaz. İsteyerek, zorlayarak az bir kusma da orucu bozmaz ise de, ağız dolusu kusmak bozar. Hadis-i şerifte (Kendiliğinden ağız dolusu kusanın orucu bozulmaz. İsteyerek ağız dolusu kusanın orucu bozulur, kazası gerekir) buyuruldu. Tıraş olurken kanayan yere, kanın durması için kantaşı sürmek orucu bozar mı? CEVAP: Hayır, bozmaz.
İğne (enjeksiyon) orucu bozar
Bir hastalık sebebiyle de iğne [enjeksiyon] yapılınca oruç bozulur mu? CEVAP: Evet bozulur, kaza gerekir. Oruç bu şekilde bozulduktan sonra yiyip içmek, kefareti gerektirmez. Gündüz uyurken ihtilam olunca oruç bozulur mu? CEVAP: Hayır, bozulmaz. Uyanınca ilk fırsatta gusledilir. Hadis-i şerifte, (İhtilam olmak orucu bozmaz) buyuruldu. Gusletmekle de oruç bozulmaz. Guslederken vücudun içine su girmemesine dikkat etmelidir! İçeri su girerse oruç bozulur. Bir hasta, ilaç alarak, orucunu bozsa, kefaret gerekir mi? CEVAP: Gerekmez. Çünkü dinimizin bildirdiği bir özürle, yani zaruretle oruç bozulunca yalnız kaza gerekir. Fakat basit bir hastalık için oruç bozmamalıdır! Ağızdaki yara için oruçlu iken ilaçla gargara uygun mu? CEVAP: Ağızdaki yara, namazda okumaya mani değilse, ilaçla gargara mekruh olur. Okumaya mani olursa, ilaçla gargara etmek mekruh olmaz. Çünkü özür vardır. İşyerinde iş gereği toz oluyor, ayrıca sigara içen de oluyor. Bunlar orucuma zarar verir mi? CEVAP: Tozlu, dumanlı şey koklamak, başkasının içtiği sigara dumanı yahut tütsülerin dumanını çekmek orucu bozar. Fakat ağzından veya burnundan boğazına toz, duman kaçsa, oksijen gazı tüpü ile sunî hava verilse, başkalarının içtiği sigaranın dumanı ağzına, burnuna girmesinden sakınmak mümkün olmasa, oruç bozulmuş olmaz. Unlu işlerde çalışanın sakındığı halde, ağzına burnuna giren un tozları orucu bozmaz. Kömür işinde çalışan kimsenin ağzına, burnuna kömür tozu girse, orucu bozulmuş olmaz. Çünkü bundan sakınma imkanı yoktur. Midesi tamamen alınan kimse, oruç tutabilir mi? CEVAP: Müslüman olan mütehassıs doktorlar, "Midesi alınanın oruç tutmasının hiç mahzuru olmaz. Aksine iyi olur. Bu ameliyatı geçirenlerde bağırsak, genişleyerek mide hâlini alır" diyorlar. O hâlde oruç tutmalıdır. Oruç tutamayacak kadar yaşlı veya iyi olmasından ümit kesilen hasta, oruçta ne yapar? CEVAP: Çok yaşlanıp, ölünceye kadar Ramazan orucunu veya kaza oruçlarını tutamayacak ihtiyar ve iyi olmasından ümit kesilen hasta, gizli yiyip içmelidir! Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Oruç tutamayacak kadar yaşlı veya iyi olmasından ümit kesilen hasta fidye verir.) [Nesâî] Çok yaşlı olup oruç tutamayan kimse, zengin ise, her günün orucu için fidye verir. Fakir olan fidye vermez, duâ eder. Fidye olarak, her gün için bir fıtra miktarı un, hurma veya üzüm verilir. Mesela 30 gün oruç için 53 kg un veya 105 kg hurma veya üzüm verilmesi kâfidir. Yahut bu kadar unun kıymeti kadar altın tutulamayan otuz gün orucun fidyesi olarak, bir veya birkaç fakire, Ramazanın başında veya sonunda verilebilir. Fakir, aldığı fidyeyi kendisi kullandığı gibi, başka birine de verebilir. Fidye verdikten sonra, oruç tutabilecek hâle gelen tutamadığı oruçlarını kaza eder. (Nehr-ül-fâık) Hastalık, yaşlılık gibi bir özürden dolayı Ramazan orucunu tutamayan zenginin, bu durumu ölünceye kadar devam etse, fakirlere yemek verilmesini vasiyet eder. Velîsi de, onun, tutamadığı her oruç için, fakire bir fıtra veya değerini verir.
Rahatsızım, oruç tutmasam günah olur mu? CEVAP: Orucun, birçok hastalığa faydalı olduğu, tıp mütehassısları tarafından açıklanmıştır. Hadis-i şerifte, (Herşeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur) buyuruldu. [Beyhekî] Zekât veren, malını kirden temizleyip, tehlikelerden koruduğu gibi, oruç tutan da vücudunu hastalıklardan korur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Sağlığa kavuşmak için oruç tutunuz!) [Taberânî] Midesinden veya başka bir yerinden rahatsızlığı olan bazı kimseler, hastalıklarını bahane ederek oruç tutmuyorlar. Oruç tutmanın kendisine zararı olup olmayacağını bilemeyen hasta, salih ve branşında mütehassıs olan doktora sorar. Böyle bir doktor, "Oruç tutmak sana zarar verir" derse, orucunu kazaya bırakır. Salih olmayan doktorun sözü ile hareket edilmez. Doktorun açıkladığı gibi, ilaç kullanan hastalar da ilaçların dozunu sahur ve iftara göre ayarlayarak oruçlarını tutabilirler. Oruç tutmaya mâni olan hastalık çok azdır. Bu bakımdan salih bir doktora sormadan, orucu kazaya bırakmamalı! Şeker hastası oruç tutabilir mi? CEVAP: Şeker hastalığı çeşitlidir. Salih bir doktor, "oruç tutamaz" demişse, tutmaz, fidye verir. Hamile kadın zayıf olursa oruç tutmayabilir mi? CEVAP: Hasta, hastalığı artacak ise; hâmile veya süt veren kadın, zayıf olursa, oruç tutmayıp, iyi olunca kaza eder. Ramazanda bir kadının muayyen hâli zuhur ederse, yiyip içebilir mi? Muayyen hâli sona erince, yiyip içmesi günah olur mu? CEVAP: Ramazan-ı şerifte, gündüz muayyen hâli sona eren kadın, birşey yiyip içmeden oruçlu gibi durur. Fakat oruçlu iken muayyen hâli zuhur eden kadın, oruçlu gibi durmaz, yiyip içebilir. Ancak oruçluların gözü önünde yememelidir! Bir kadın akşamdan yarınki oruca niyet etse, yarın hayzı başlasa o gün oruç tutacak mı tutmayacak mı? CEVAP: Hayz başlayınca oruç bozulmuş olur, yer içer. Adetimiz bitince yiyip içmekte mahzur var mı, bir de oruçlu iken adet gören yiyip içebilir mi? CEVAP: Ramazan-ı şerifte gündüz muayyen hali sona eren kadın, birşey yiyip içmeden oruçlu gibi durur. Fakat oruçlu iken muayyen hali zuhur eden kadının, oruçlu gibi durması gerekmez, yiyip içebilir. Malikiyi taklit eden bir kadının hayzı 13 veya 15 gün devam etse, on günden sonra, orucunu tutup namazını kılması gerekir mi? CEVAP: Hayır, 10 günden sonra 15 güne kadar hayz devam ederse, bu 5 gün namaz kılmaz, oruç tutmaz. Daha sonra 10 günden sonraki kılamadığı namazlarını kaza eder. Hanefide olsun, Malikide olsun, hayz sebebiyle tutamadığı oruçların hepsini kaza eder. Ramazanda oruç tutarken ağır hastalanan kimseye su vermek câiz midir? CEVAP: Câizdir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Oruçlu iken vefât edene, kıyâmete kadar oruç tutmuş gibi sevap yazılır.) [Deylemî] Ramazan-ı şerîf hâricinde ölüm hâlindeki oruçlu hastalara, su vermek müstehaptır.
İhtiyacı olan eşyadan ve borçlarından fazla olarak zekat nisabı kadar malı, parası bulunan Müslümanın fıtra vermesi vacip olur. Nisaba malik değilse fıtra vermesi vacip olmaz. Fakat vermesi iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ramazan orucu, gökle yer arasında durur. Sadaka-i fıtr verilince yükselir.) (Sadaka-i fıtr, oruçlunun, uygunsuz sözlerinden meydana gelen günahları temizler.) (Sadaka-i fıtr, zenginlerinize bir tezkiyedir. Fakirleriniz de verirse, Allahü teâlâ onlara daha çoğunu verir.) [Tezkiye, temize çıkarma, temizleme demektir.] Diğer üç mezhebde, bir günlük yiyeceği olanın fıtra vermesi farzdır. Hadis-i şerifte, (Sadaka-i fıtrı, küçük büyük, zengin fakir herkesin vermesi gerekir.) buyuruldu. Dinen zengin olmayan herkes, fıtra, zekat alabilir. İhtiyacı olan eşya ve borçlarından fazla olarak, zekat nisabı kadar malı, parası bulunan müslümanın, fıtra vermesi vacip olur. Fıtra, zekat alması, haram olur. Fıtra nisabına katılacak malın ticaret için olması şart olmadığı gibi, elinde bir yıl kalmış olması da gerekmez Halk arasındaki zenginlikle, dinin bildirdiği zenginlik farklıdır. Nisap miktarı malı veya parası olmayan bir kimse, fakir demektir. Evi olmayan, kirada oturan bir kimse nisap miktarı paraya, altına veya ticaret malına sahip ise dinen zengin sayılır, böyle bir kimsenin zekat vermesi gerekir ve zekat alması caiz olmaz. Ticaret için olmayan malların zekatı verilmez. Gelirleri nisaba dahil edilir. Nisaba malik olmayan herkes fakir sayılır, zekat alabilir. Nisaba malikse fıtra vermesi vacip olur. Asgari maaş alan bir kimse, borçları çıktıktan sonra, nisaba malik ise, zengin sayılır, fıtra vermesi gerekir. [Nisap, 96 gr altın veya bu değerde para, ticaret malı demektir.] Sadaka-i fıtr, Ramazan-ı şerifte verilir. Ramazandan önce ve bayramdan sonra da vermek caiz ise de bayram namazından önce verilmiş olması daha çok sevaptır. Şafii'de Ramazandan önce verilmez. Bayramdan sonraya da bırakılmaz. Hastalık gibi herhangi bir özürden dolayı oruç tutamayan kimsenin de, zengin ise fıtra vermesi gerekir. Sadaka-i fıtrın miktarı her yıl değişmez. Fıtra olarak yarım sa' buğday veya un, yahut bir sa' arpa, hurma veya kuru üzüm verilir. Yarım sa ölçek, ihtiyatlı olarak 1750 gramdır. Bir sa' ise 3500 gramdır. Bu miktarlar kıyamete kadar hiç değişmez. Fıtra olarak, ya bizzat buğday, un, arpa, hurma veya kuru üzüm verilir. Yahut değeri kadar altın veya gümüş verilir. Buğday, un ve diğerlerini vermek güç olursa, bunların kıymeti kadar, ekmek veya mısır verilebilir. Fıtra miktarları ve bugünkü değerleri yaklaşık olarak şöyledir: Fıtranın cinsi/Miktarı (gr)/Değeri (TL) Buğday 1750 600.000 Un 1750 900.000 Un (İyi) 1750 1.400.000 Arpa 3500 700.000 Kuru üzüm 3500 6.500.000 K. Üzüm(İyi) 3500 9.000.000 Hurma 3500 5.000.000 Hurma (İyi) 3500 40.000.000
Haram işlemek orucu bozar mı?
Yalan, gıybet, harâma bakmak gibi günâhlar orucu bozar mı? CEVAP: Hadîs-i şerîfte, (Gıybet etmek, söz taşımak, yalan yere yemin etmek, nâmahreme şehvetle bakmak orucu bozar) buyuruldu. İmâm-ı a'zâm hazretleri, bu hadîs-i şerîfi açıklıyor: (Bu günâhlar orucun sevâbını bozar, sıhhatini bozmaz, oruç mekrûh olur) buyuruyor. Yani bu günâhları işleyen, oruç borcundan kurtulur ise de, oruca mahsus büyük sevâba kavuşamaz. Hadis-i şerifte, (Nice oruç tutan var ki, açlık ve susuzluktan başka bir şey elde etmez.) buyuruldu. Oruç, mü'minler için bir nimet ve emânettir. Emânete riâyet etmek lâzımdır. Onun zâyi olmaması için şartlarını ve edeplerini gözetmek gerekir. Harâma bakmaktan sakınmalıdır! Hadîs-i şerîfte, (Harâma bakmak, şeytanın zehirli bir okudur. Allahtan korkup bunu terk edene, Allahü teâlâ öyle bir îmân verir ki, tatlılığını kalbinde bulur) buyuruldu Oruçlu, dilini de korumalıdır! Hadîs-i şerîfte (Oruç, ateşe kalkandır. Gıybetle parçalanmadıkça korur. Oruçlu, câhillik edip de kötü söz söylemesin! Biri kendine sataşırsa, "ben oruçluyum" desin!) buyuruldu. Gözü ve dili günâhlardan koruduğumuz gibi, kulağımızı da korumamız lâzımdır. Konuşulması harâm olan şeyi, dinlemek de harâmdır. El, ayak ve diğer uzuvları da harâmdan korumalıdır! Oruç tutup azaları ile günâh işleyen, ilaç yerine zehir içen hastaya benzer. Çünkü günâh zehirdir. İbâdetlerimizin sevâbını yok eder. Onun için oruçlarımızı ve diğer ibâdetlerimizi harâm işleyerek sevapsız hâle getirmemeliyiz! Depresyon halinden şuursuz olarak oruç bozunca kefaret gerekir mi? CEVAP: İmsaktan sonra, ezan okunurken, ne yaptığınızı bilmeden orucu bozmuşsanız kaza gerekir. Eğer orucu bozduğunu biliyorsanız, kefaret gerekir. Anlattığınız depresyon hâlinden sanki şuursuz olarak bozduğunuz anlaşılmaktadır. Şuursuz bozulunca da kaza gerekir. Morfinle dişini çektirdikten sonra, "orucum bozuldu" diye yiyip içene kefâret mi gerekir? CEVAP: Kefâret gerekmez, kaza gerekir. Bir hastalık sebebiyle de iğne yapılınca oruç bozulur ve kaza lâzım gelir. Oruç bozulduktan sonra yiyip içmek, kefâret gerektirmez. Abdest alırken hata ile boğazına su kaçan, orucu bozulduğu için yiyip içse, kefaret mi gerekir? CEVAP: Orucu kasten bozmadığı için, yalnız kaza gerekir. Nisâiyeci bir kadın doktora muayene olanın, orucu bozulur mu? Bozulursa, kefaret mi gerekir? CEVAP: Doktor, eldivene herhangi bir ilaç, yağ sürerse, oruç bozulur, sadece kaza gerekir. Oruçlu olduğunu unutarak yiyen, sonra bilerek yiyip içmeye devam ederse, kefâret gerekir mi? CEVAP: Oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen kimse, orucunun bozulduğunu zannederek yiyip içmeye devam ederse kaza lâzım olur, kefâret lâzım olmaz. Eğer unutarak yiyip içmenin orucu bozmadığını bildiği hâlde, kasten yiyip içmeye devam ederse, hem kaza, hem de kefâret lâzım olur. Ramazanda birkaç gün oruç tutmadım. Kefâret gerekir mi? CEVAP: Ramazanda mazeretsiz oruç tutmamak büyük günâhtır. Önce tutulmayan oruçlar için tövbe edilir. Sonra gününe gün yani kaç gün tutulmamışsa o kadar gün kaza orucu tutulur. Bir kimse, Ramazan ayında 30 gün oruç tutamasa, tutamadığı gün kadar kaza gerekir, kefâret gerekmez. Kefâret, oruç tutmamanın değil, niyetli iken Ramazan orucunu mazeretsiz bozmanın cezâsıdır.
Omuzlarımdaki ağrılar için doktor iğne yapılması gerektiğini söyledi. Yapılacak iğne ve sürülecek krem orucu bozar mı? CEVAP: İğne olmak (enjeksiyon) orucu bozar, kaza gerekir. Hiçbir krem orucu bozmaz. Abdest alırken diş etlerinden kan gelirse abdest bozulur, oruç bozulur mu? CEVAP: Kan ağızdan dışarı çıkarsa bozulur. Yutulursa abdest bozulmaz, fakat bu sefer de oruç bozulur. Tükürükten az ise, oruç da abdest de bozulmaz. Porno film seyrederken, sadece bakarken cünüp oldum, orucum bozuldu mu? CEVAP: Sadece bakarak cünüp olunca oruç bozulmaz. El ile veya başka bir şeyle cünüp olmaya yardım edilmişse, o zaman kaza gerekir. Bel gevşekliği sebebiyle meni gelse, oruç bozulur mu? CEVAP: Bozulmaz. Nezle olduğum için burnumun içine gelen akıntıyı geri çekip yuttum, orucum bozuldu mu? CEVAP: Bozulmadı. Ağzıma balgam geliyor, yutuyorum, oruç bozuluyor mu? CEVAP: Balgamı yutmakla oruç bozulmaz. İmsak vakti çok yemek yiyorum. İmsak çıktıktan sonra yemek kaynarken ağzıma geliyor, yutuyorum. Orucum bozuluyor mu? CEVAP: Bozulmaz. Hatta ağzınıza gelen kusmuğun geri gitmesi de orucu bozmaz. Oruçlu iken burna çekilen su ağzımızdan çıksa oruç bozulur mu? CEVAP: Bozulur. Buruna ilaç çekmek gibi su da çekip genze ulaşırsa oruç bozulur, kaza gerekir. Abdest alınca veya ağzımızı yıkayınca kalan yaşlığı yutmak orucu bozar mı? CEVAP: Ağzı yıkadıktan sonra ağızda kalan yaşlığı tükürük ile yutmak orucu bozmaz. Tükürüğümüz, dudağımızdan aşağı doğru sarksa, onu yalayıp yutsak oruç bozulur mu? CEVAP: Tükürüp tükürüğümüzü yalarsak oruç bozulur, kaza gerekir. Bahsettiğiniz şekilde olursa oruç bozulmamış olur. Sanki bir kısmı daha ağzımızda oluyor. Erkeklerin, damla gelip abdest bozulmasın diye idrar yoluna koyduğu pamuk orucu bozar mı? CEVAP: Orucu bozmaz. Maliki mezhebini taklit edenlerin idrar yoluna koyduğu pamuk orucu bozar mı? CEVAP: Malikide pamuk koymak bozmaz. Fakat bozsa bile biz Malikiyi oruçta taklit etmiyoruz ki. Şafiide pamuk koymak orucu bozar ama, şafiiyi namazda taklit edenlerin orucu yine bozulmuş olmaz. Banyo yapınca, banyoda oluşan buharı teneffüs etmek oruca zarar verir mi? CEVAP: Normal su buharı zarar vermez. Ramazanda bir insan yatsıdan sonra hanımıyla beraber olsa daha sonra geç vakitte uyuyup biraz sonra guslederiz deseler uyandıklarında da güneş doğmuş olsa kefaret mi gerekir? CEVAP: Kaza da gerekmez. Yani oruçları bozulmuş olmaz. İhtilam olanın da orucu bozulmuş olmaz. Fakat namaz kılmak için ilk fırsatta yıkanmak gerekir.
Göz damlası orucu bozar mı? Lens ıslakken göze takılırsa oruç bozulur mu? CEVAP: İkisi de bozmaz. Ramazanda sahurda yatmadan önce dişlerimizi fırçalıyoruz. Ağzımızı yıkamamıza rağmen tadı ağzımızda hissediliyor bu durumun oruca zararı olur mu? CEVAP: Hayır olmaz. Hanefi mezhebine göre "tükürdüğümüz zaman tükürükte tükürükten az miktarda kan olursa" abdest bozulur mu, yutunca oruç bozulur mu? CEVAP: Kan tükürükten az ise dışarı çıkmakla abdest bozulmaz, yutulunca da oruç bozulmaz. Sigara tiryakisiyim, sigara içmezsem oruç tutmam çok zor. Sigara yakıları var. Bunları koluma koysam, deri nikotini emiyormuş. Orucum bozulur mu? CEVAP: Sağlam deriye konan hiçbir yakı, ilaç, krem orucu bozmaz. Emilmesinin önemi yok. Oruçluyken kulaktan iltihap akması orucu bozar mı? CEVAP: Bozmaz Kan aldırınca oruç bozulur mu? CEVAP: Bozulmaz. Oruçlu iken kulağa pamuklu çubuk sokmakta mahzur var mı? CEVAP: Şafiide bozar, Hanefide bozmaz. Buruna ilaç sürmek orucu bozar mı? CEVAP: Katı ilaç bozmaz, sıvı ilaç bozar. Jöle, krem, deodorant orucu bozar mı? CEVAP: Hiç birisi bozmaz. Oksijen gazı tüpü ile suni hava verilince oruç bozulur mu? CEVAP: Teneffüs ettiğimiz hava orucu bozmaz. Tüple verilen oksijen de temiz hava demektir, oksijeni bol hava demektir. İçinde ilaç olsa bozar. Hanımı öpmek orucu bozar mı? CEVAP: Öpmekle orucu bozmaz. Öperken cünüp olursa bozulur. Yıkanırken kulağa sabunlu su kaçsa, oruç bozulur mu? CEVAP: Bozulmaz. Denize girmek orucu bozar mı? CEVAP: Denize girdiği için değil, su girecek deliklerden içine su kaçtığı için oruç bozulur. Eğer su girmezse oruç bozulmaz. Bacağına ameliyatla protez takılan bir hastanın ramazan ayı içerisinde göründüğü kadarı ile bir ağrısı ve sızısı olmadığı takdirde namaz kılıp oruç tutmasına engel teşkil eder mi? CEVAP: Teşkil etmez. Ayakta kılamazsa oturarak kılar. Sabah yatarken susadığımı hissettim ve saatime baktım saati 05'i 10 geçiyor olarak gördüm. Dikkatli olarak baktığıma eminim. Suyumu içtim ve gayri ihtiyari saate bir baktım ki saat 06.10 çok üzüldüm. İmsak 5.30'du. Orucum bozuldu mu? CEVAP: Evet bozuldu. Sizin kastınız olmadığı için sadece kaza gerekir.
Astım hastası, mecburiyet halinde ilaç kullanınca oruç bozulur mu? CEVAP: Evet bozulur. Sadece kaza gerekir. Ventolin, Salbutol gibi ağıza püskürtülen astım ilaçları orucu bozar mı? CEVAP: Bahsettiğiniz ilaçları kullanınca oruç bozulur. Ama oksijen gazı bozmaz. Astım tabletinin gazını teneffüs etmek orucu bozar mı? CEVAP: Sigara dumanı gibi orucu bozar. Evi haşere için ilaçladım. Bu ilacı teneffüs orucu bozar mı? CEVAP: Az olursa bozmaz. Kadın hastalıklarında bir çubukla hap ve fitil veriliyor. Guslü gerektirir mi, orucu bozar mı? CEVAP: Genelde zevk alınmadığı için guslü gerektirmez. Gündüz kullanılırsa oruç bozulur, kaza gerekir. Pamuk bile konsa, pamuk tamamen içeri girerse oruç bozulur. Yaş parmak girse de oruç bozulur. Gündüz taharette basuru yıkayıp içeri sokuyorum. Orucum bozuluyor mu? CEVAP: Dışarıdan içeri su veya herhangi bir şey girerse oruç bozulur. Eğer taharetlendikten sonra, bir havlu ile kurulanırsa basurun (hemoroidin) içeri girmesi orucu bozmaz. Oruçlu iken alışkanlıktan dolayı rujumu yalıyorum, oruç bozuluyor mu? CEVAP: Rujun oruca zararı olmaz. Fakat yenirse oruç bozulur. Kaza gerekir. Oruçlu olduğunu unutup taharette mübalağa ederek içeriye su kaçsa oruca zarar verir mi? CEVAP: Unutulunca mahzuru olmaz. Unutarak yiyip içmek de orucu bozmaz. Oruçlu olduğunu bilerek taharette mübalağa eder ve içeri su kaçarsa oruç bozulur ve kaza gerekir. Balıkların suyunu temizlerken boğazıma ister istemez su kaçtı orucum bozuldu mu? CEVAP: Ağıza kaçtı ise bozulmaz, boğazdan içeri girmişse oruç bozulur, kaza gerekir Oruçluyken misvak kullanmak mekruh mudur? CEVAP: Mekruh değildir. Şafii'de öğleden sonra kullanmamak iyi olur, çünkü ağızdaki kokuyu giderdiği için, öğleden sonra misvaklanmayı mekruh sayarlar. (Oruçlunun ağız kokusu Allah için sevimlidir. Öyle ise Allaha sevimli gelen birşeyi biz niye yok edelim) derler. Ayak tırnağımda yara var ve bu yaradan gün içerisinde sarı su, irin ve bazen de kan geliyor ve tırnak arasında birikiyor, bunlar tekrar içeri girip orucu bozar mı? CEVAP: Orucu bozmaz. İstemeyerek yağmur suyu ağzımıza kaçsa orucu bozar mı? CEVAP: Bozar. Ben diyabet hastasıyım. Kan alıp ölçü aletine koyup şekerimi ölçmem orucu bozar mı? CEVAP: Kan aldırmak orucu bozmaz. Arı soksa oruç bozulur mu? CEVAP: Bozulmaz. Kadın geceden niyet ettiği orucu öğleyin bozsa, öğleden sonra da adet görse, kaza mı gerekir? CEVAP: Âdet olmasa idi kefaret gerekirdi. Âdet olduğu için kaza gerekir. Bir kimse de orucunu bozsa, sonra oruç tutamayacak kadar hastalansa yine kaza gerekir.
Bir arkadaş migren ağrısı olduğu için ramazan orucunu tutmuyor. Ne yapması lazım? CEVAP: Çok yaşlanıp, ölünceye kadar Ramazan orucunu veya kaza oruçlarını tutamayacak ihtiyar ve iyi olmasından ümit kesilen hasta, gizli yiyip içmelidir! Hadis-i şerifte (Oruç tutamayacak kadar yaşlı veya iyi olmasından ümit kesilen hasta fidye verir) buyuruluyor. Çok yaşlı olup oruç tutamayan kimse, zengin ise, her günün orucu için fidye verir. Fakir olan fidye vermez, duâ eder. Fidye olarak, her gün için bir fıtra miktarı un, hurma veya üzüm verilir. Mesela 30 gün oruç için 53 kg un veya 105 kg hurma veya üzüm verilmesi kâfidir. Yahut bu kadar unun kıymeti kadar altın, tutulamayan otuz gün orucun fidyesi olarak, bir veya birkaç fakire, Ramazanın içinde verilebilir. Fakir, aldığı fidyeyi kendisi kullandığı gibi, başka birine de verebilir. Fidye verdikten sonra, oruç tutabilecek hâle gelen kimse, tutamadığı oruçlarını kaza eder Oruç tutamayan hasta fidyeyi ne zaman verir? CEVAP: Ramazanın içinde verilebilir. Hayzlının, Ramazanda oruç tutması caiz mi? CEVAP: Hayır. Ramazanda şeytani rüya görülür mü? CEVAP: Görülmez. Nefsani rüya görülür Ramazanda şeytanların azgınları mı bağlanır? CEVAP: Hayır hepsi bağlanır. Şeker bayramı demek caiz mi? CEVAP: Bayramdan önce hurma, şeker gibi herhangi bir tatlı yemek müstehap olduğu için caizdir. Seferde olana da ramazan orucu farz mı? CEVAP: Evet. Ama kazaya bırakması caizdir. Oruçlu iken kalbim ağrıyınca trinitrin alsam kaza mı gerekir? CEVAP: Evet. Burna tuzlu su çekmek, ilaç gibi orucu bozar mı? CEVAP: Evet. Beyne veya boğaza kaçarsa bozar. Masturbasyon kaza gerektirir deniyor. Bana göre kasten orucu bozuyor, ben kefaret gerekir diyorum. Hangi kitapta kaza gerektiği yazılıdır? CEVAP: Masturbasyon için yalnız kaza lâzım olduğu, Fetava-i Hindiyye, Bahrürraik ve Dürr-ül-muhtâr kitaplarında yazılıdır. Kefaret gerektirmez. Akıl ile din olmaz. Dinde nakil şarttır. Dayanamayıp orucunu bozana kaza mı gerekir? CEVAP: Gerçekten dayanamamışsa, kaza gerekir. Kalb için, dil altına konup, emilen hap, orucu bozar mı? CEVAP: Evet. Deri altına iğne ile ilaç zerki gibidir. Hasta, ağzına sık sık su alsa orucu bozulur mu? CEVAP: Yutulmadıkça bozulmaz. Ama böyle yapmak uygun değildir. Hasta, su buharını teneffüs etse orucu bozulur mu? CEVAP: Ciğerlere giderse bozar. Burun kanı, genizden mideye giderse, oruç bozulur mu? CEVAP: Evet. Kulağa kaçan sabunlu su orucu bozar mı? CEVAP: Bozmaz. Abdestte su kaçınca yiyip içse kefaret mi gerekir? CEVAP: Kaza lazımdır. Orucun aksamaması için hayzı ilaçla geciktirmek caiz mi? CEVAP: Caizdir.
Hadis-i şerifte, (Ramazanda bir misafire oruç açtırana, Sırat köprüsünü geçmek kolaylaşır) buyuruldu. Yolda giderken bir oruçluya bir hurma veya bir zeytin verilse de, iftar verme sevabına kavuşulur. Peygamber efendimiz, (Bir kimse, bu ayda bir oruçluya iftar verirse günahları affolur. O oruçlunun sevabı kadar ona sevap verilir) buyurunca, Eshab-ı kiramdan bazıları, bir oruçluyu iftar ettirecek kadar zengin olmadıklarını söylediler. Onlara cevaben buyurdu ki: (Bir hurma ile iftar verene de, yalnız su ile oruç açtırana da, biraz süt ikram edene de bu sevap verilir.) Peygamber efendimiz, (Ramazan ayında bir oruçluyu su ile iftar ettiren, anasından doğduğu günkü gibi günahsız olur) buyurunca da, Eshab-ı kiram, "Su az ve kıymetli iken mi?" diye sual etti. Onlara cevaben (İsterse nehir kenarında versin, aynıdır) buyurdu. Yemek yedirmek çok sevaptır. Hele oruçluya yedirmek daha çok sevaptır. Oruç tutanın sevabı kadar sevap alır, oruçlunun sevabından eksilme olmaz. Yemek yedirmeyi nimet bilmelidir! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Amellerin en faziletlisi, bir müminin aybını örtmek, karnını doyurmak ve bir ihtiyacını karşılamak suretiyle onu sevindirmektir.) (Allah, yemek yediren cömertle meleklerine övünür.) (Misafir, sofrada bulunduğu müddetçe, melekler, ev sahibine dua eder.) (Cennette öyle güzel köşkler vardır ki, bunlar, tatlı konuşan, yemek yediren ve herkes uyurken namaz kılanlar içindir.) (Arkadaşına, sevdiği yemeği verenin günahları affolur.) Dost ve arkadaşlara yemek yedirmek, sadaka vermekten efdaldir. Hz. Ali buyurdu ki: (Dostlara yedirdiğim bir ekmek, fakirlere verdiğim beş ekmekten daha kıymetlidir. Dostlarla yenilen yemek, köle azat etmekten daha makbuldür.) (O beni yemeğe çağırmıyor. Onu niye çağırayım) dememelidir! Yemeğe çağırırken de, yemeğe giderken de yalnız Allah rızasını düşünmelidir! Yemekte günah işlenen davetlere gidilmez. Fakirlerin davetine gitmeyip de, zenginlerinkine gitmek kibirdendir. Kendinden aşağı olanları ziyaret etmek de tevazu alametidir. Düğün yemeğine davet olunanın gitmesi sünnet, başka ziyafetlere gitmek müstehaptır. Bazı âlimler ise, (Düğün yemeğine gitmek vacip, diğer davetlere gitmek sünnettir) demişlerdir. Müslümanın Müslüman üzerindeki beş haktan biri, davetine icabettir. Yani davetini kabul edip gitmektir. Hadis-i şerifte, (Davete icabet ediniz) buyuruldu. Külfete girenin davetine gitmek gerekmez. Cimrinin davetine de gitmemelidir! Peygamber efendimiz, bu hususta, (Cömerdin yemeği şifa, cimrinin yemeği hastalıktır) buyurmaktadır. Samimi olarak davet edilen yere gitmelidir! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Müslüman kardeşine ikram eden, Allaha ikram etmiş olur.), (İki kişi birden davet ederse, kapısı yakın olana icabet et! Çünkü kapısı yakın olanın hakkı daha önce gelir.), (Davete icabet etmeyen, Allaha ve Resulüne asi olmuş olur.) [Dinimizin bu konudaki emrine uymamış olur]
Her zaman günahtan sakınmak gerekir ama oruçlu iken daha çok sakınmak gerekir. Hadis-i şerifte, (Gıybet etmek, söz taşımak, yalan yere yemin etmek, namahreme şehvetle bakmak orucu bozar) buyuruldu. İmam-ı a'zam hazretleri, bu hadis-i şerifi açıklıyor ve (Bu günahlar orucun sevabını bozar, sıhhatini bozmaz, oruç mekruh olur) buyuruyor. Yani bu günahları işleyen, oruç borcundan kurtulur ise de, oruca mahsus olan büyük sevaba kavuşamaz. Hadis-i şerifte, (Nice oruç tutan vardır ki, açlık ve susuzluktan başka bir şey elde etmez) buyuruldu. Oruç, müminler için bir nimet ve emanettir. Emanete riayet etmek gerekir. Onun zayi olmaması için şartlarını ve edeplerini gözetmek gerekir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Harama bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Allah korkusu ile bunu terk edene, Allahü teâlâ öyle bir iman verir ki, tatlılığını kalbinde bulur.), (Oruç, ateşe kalkandır. Gıybet ile parçalanmadıkça korur. Oruçlu, cahillik edip de kötü söz söylemesin! Birisi kendine sataşmak isterse, "Ben oruçluyum" desin!) Gözü ve dili günahlardan koruduğumuz gibi, kulağımızı da korumamız gerekir. Konuşulması haram olan şeyi, dinlemek de haramdır. El, ayak ve diğer uzuvları da haramdan korumalıdır! Oruç tutup azaları ile günah işleyen, ilaç yerine zehir içen hastaya benzer. Çünkü günah zehirdir. İbadetlerimizin sevabını yok eder. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Sahura kalkın, sahurda bereket vardır.), (Sahurda yemek yiyerek, oruç tutmanıza yardımcı olun!), (Sahur yemeğine kalkmak, Allahın size bağışladığı berekettir, bunu kaçırmayın!), (Yedikleri helal olmak şartı ile hesaba çekilmeyecek üç kişi; oruçlu, sahur yemeği yiyen ve Allah yolunda nöbet tutandır.), (Bir lokma olsa da sahur yemeği yiyin! Çünkü onda bereket vardır.), (Müminin sahurunun hurma ile olması ne güzeldir.), (Allahü teâlâ, sahura kalkanlara rahmet eder.), (Sahur yemeği mübarektir. Sahurun tamamı berekettir. Bir yudum su için de olsa sahura kalkın! Allahü teâlâ ve melekleri, sahura kalkanlara salat ve selam ederler.) [Yani Allahü teâlâ, sahura kalkanları mağfiret eder, melekler de onlar için dua eder.] İnsanlara iyilik etmek çok sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (İnsanların hepsi Allahın ıyâli [ev halkı] gibidir. Allahın en çok sevdiği kimse, Onun ıyâline [insanlara] en faydalı olandır. Allahın en buğzettiği kimse de Onun ıyâline iyilik etmeyendir.), (Şu iki şeyden daha iyisi yoktur: Allaha iman ve Onun kullarına iyilik etmek. Şu iki şeyden de kötüsü yoktur: Şirk ve insanlara kötülük etmek.), (En iyi kimse, kendisinden hep iyilik beklenendir.), (İyilik etmek ömrü uzatır.), (Kime bir iyilik yapılırsa, o iyiliği ansın! İyiliği anmak şükür, iyiliği gizlemek nankörlüktür.) İtikaf nedir? İtikaf, camiye girip ibâdetle meşgul olmak demektir. Ramazan-ı şerifte itikaf, sünnet-i müekkededir. Ancak itikaf, sünnet-i kifaye olduğu için bir mahallede birkaç kişi itikafa girerse, diğerlerinden bu sünnet sakıt olur. Bu bakımdan imkânı olanlar itikafa girmelidir! İtikaf eden kimse camide yiyip içer, yatar. Abdest için dışarı çıkabilir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (İtikafta olan, günahlardan uzaklaşır, her iyiliği işlemiş gibi sevaba kavuşur.), (Bir devenin 2 sağımı kadar itikaf eden, bir köle azat etmiş gibi sevap kazanır.), (Ramazanda on gün itikaf eden, 2 defa hac yapmış gibi sevap kazanır.)
Orucu bozan ve bozmayanlar
Kadın ve erkeğin ilaç olarak kullandıkları fitil, orucu bozar mı ve guslü gerektirir mi? CEVAP: Gündüz kullanırsa oruç bozulur. Fakat guslü gerektirmez. Burnum kanadı. Bu arada genzime giden kanı yuttum. Orucum bozuldu mu? CEVAP: Burundan genze giden kanı veya dişi kanayan ağzındaki kanı yutunca, yani kan mideye gidince oruç bozulur. Sadece kaza gerekir. Buruna sıvı ilaç veya tuzlu su çekmek orucu bozar mı? CEVAP: Beyne veya boğaza giderse bozar. Kulağı antiseptikli su ile yıkatmak orucu bozar mı? CEVAP: Bozar. İlaçsız su ile yıkamak bozmaz. Hasta, su buharını teneffüs etse orucu bozulur mu? CEVAP: Ciğerlere giderse bozar. Ağrıyan dişe, göze ve kulağa ilaç konsa oruç bozulur mu? CEVAP: Kulağa damlatılan ilaç orucu bozar. Göze damlatılan ilaç bozmaz. Dişe konulan ilaç, yutulmazsa orucu bozmaz. Hatta ilacın tadı boğazda hissedilse de bozmaz. Yaraya konan ilaç orucu bozar mı? CEVAP: Yaraya sürülen merhemin, sindirim yoluna gittiği bilinmezse oruç bozulmaz. Epilasyon orucu bozar mı? CEVAP: Bozmaz. Oruçlu iken esans koklamak orucu bozar mı? CEVAP: Çiçek, esans koklamakla oruç bozulmaz, mekruh da değildir. Ağızdaki az bir kanı yutanın namazı ve orucu bozulur mu? CEVAP: Az olduğu için bozulmaz. Oruçlu iken gusletmek orucu bozar mı? CEVAP: Gusletmekle oruç bozulmaz. Ancak ağızdan, burundan içeri su kaçarsa veya su içine oturulunca veya taharetlenirken içeri su kaçarsa oruç bozulur. Dudaktaki yaşlığı yutmak orucu bozar mı? CEVAP: Bozmaz. İmsâk vakti sona ererken yaraya konan sıvı ilaç, gündüz emilmeye başlasa oruç bozulur mu? CEVAP: İmsaktan önce konulduğu için bozulmaz. Kalb hastasıyım. Bazen çok ağrıyınca hap alıyorum. Ramazanda oruçlu iken ağrı tuttuğunda ilaç alırsam, kefaret gerekir mi? Kalb hastasının göğsüne sürdüğü ilaç, orucu bozar mı? CEVAP: Zaruret olduğu için yalnız kaza gerekir. Sağlam deriye sürülen ilaç, içeriye gitse de orucu bozmaz. Dil altına konulup emilen bozar. Diş çektirmek orucu bozar mı? CEVAP: Diş çektirmek orucu bozmaz. Eğer diş çektirilirken iğne vurulursa, oruç bozulur. Dişten çıkan kanı yutmakla da oruç bozulur. Ramazan orucunu tutarken iğne vurduranın veya dişinden çıkan kanı yutanın orucu bozulur, gününe gün kaza gerekir, kefaret gerekmez.
Bir günlük yiyeceği olanın, zekât veya sadaka istemesi haramdır. Fakat istemeden verilen sadakayı, zekâtı alması caizdir. Muhtaç olmayan fakirin, verilen zekât veya sadakayı almaması iyi olur. Birisi zekât toplamak için vazife isteyince, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem, (Seni, insanların yıkayıp attıkları kirleri toplamaya memur etmek istemem) buyurdu. Zekât olarak verilen bir deveyi isteyen bir zata, (Şişman birinin, sıcakta terleyip vücudunu yıkadığı kirli su içilir mi? Zekât böyle kir gibidir) buyurdu. Zekâtı muhtaçlara vermeli! Kur'an-ı kerimde, çok yerde namaz ile zekât beraber bildiriliyor. (Namazı kılın, zekâtı verin) buyuruluyor. (2/43) Zekât önemlidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allaha ve Resulüne inanan zekât versin!) (En faziletli ibâdet namaz, sonra zekâttır.) (Hastayı sadaka ile, malı zekât ile koruyun!) (Malın temizlenmesi için zekât farz kılındı.) (Zekât vermeyen, kıtlıklara maruz kalır.) (Zekât vermeyene Allah lânet eder.) (Zekât vermeyen, temiz malını kirletir.) (Zekât vermeyen, kıyamette ateştedir.) (Zekât vermeyen toplum, rahmetten mahrum kalır.) (Zekâtı verilmeyen mal, kara veya denizde telef olur.) (Zekâtını veren o malın şerrinden korunur.) (Zekât vermeyenin namazı kabul olmaz.) [Zekât vermemek haram olduğu için, böyle günahkârın kıldığı namaz sahih olup, borcu ödenirse de; namazdan hasıl olacak sevaba kavuşamaz. Her günah böyledir.] (Zenginlerin zekâtı, fakirlere kâfi gelmeseydi, Allahü teâlâ fakirlerin rızkını başka yollardan verirdi. Aç kalan fakir varsa, zenginlerin zulmü yüzündendir.) [Eli ayağı tutup da çalışabilenlerin zekât istemesi haramdır. İstemediği hâlde, kendisine zekât verilirse, alması günah olmaz. Zekât, çalışamayacak kadar hasta, sakat olanlara ve çalışıp da güç geçinenlere verilir. Allahü teâlâ böyle fakirleri de milletin içinde kırkta bir yaratmıştır.] (Zekât, karıştığı malı ifsat eder) [İmam-ı Ahmed hazretleri, bu hadisi şerifi, (İhtiyacı olmadığı hâlde, zekât olarak alınan mal, diğer malları helak eder) diye açıklamıştır. Resulullah, (Zekâtı verilmeyen mallar, ejderha olup sahibinin boynuna sarılır) buyurduktan sonra şu mealdeki ayet-i kerimeyi okudu: (Hak teâlânın ihsan ettiği malın zekâtını vermeyenler; iyi ettiklerini, zengin kalacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki kendilerine kötülük etmiş oluyorlar, o mallar cehennemde azap aleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına sarılıp, baştan ayağa kadar onları sokacaktır.) [3/180] Bu acı azaplardan kurtulmak için malların zekâtını, tarla mahsullerinin, sebze ve meyvenin uşrunu vermek şarttır. Zekât kırkta bir, uşur onda bir verilir. Kur'anda, (Malı, parayı biriktirip zekâtını vermeyene çok acı azabı müjdele! Zekâtı verilmeyen mal, para, cehennem ateşinde kızdırılıp, sahibinin alnına, böğrüne, sırtına mühür gibi basılacaktır) buyuruldu. (Tevbe 34,35) Fakire verilen altın, onu zengin edecek kadar fazla olmamalıdır. Borçsuz fakire nisap miktarı veya daha çok zekât vermek mekruh olarak caizdir. 10 gr altın kadar borcu var ise, 100 gr altını alması mekruh olmaz. Altın ile gümüş, ne niyetle saklanırsa saklansın ticaret eşyası kabul edilir. Nisap miktarı ise zekâtı verilir. "Ev, araba almak için biriktirilen paranın bana göre zekatı olmaz" diyen mezhepsizlere itibar edilmemelidir.
28.11.2002
XXXXXXXXXXXXXX
.Kadir Gecesinin önemi
Kadir gecesinin hangi gece olduğu, kesin olarak belli değildir. (Allahü teâlâ, rızasını taatte, gazabını günahlarda, orta namazı beş vakit namazda, evliyasını halk arasında, Kadir Gecesini Ramazan ayı içinde gizlemiştir) buyuruluyor. O hâlde Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, hiçbir iyiliği küçük görmemeli! Gazabı günahlar içinde saklı olduğu için, hiçbir günahı küçük görmemeli; orta namazı kaçırmamak için, beş vakit namazı vaktinde kılmalı; evliya halk arasında gizli olduğu için herkese iyi muamele etmeli. Her geleni Hıdır, her geceyi kadir bilmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allah indinde en kıymetli gece, Kadir gecesidir.), (Bin aydan daha kıymetli olan kadir gecesinin hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır.), (Kadir gecesinde bir defa Kadr suresini okumak, Kur'anı hatmetmekten daha sevaptır. Bu gece bir koyun sağma müddeti kadar namaz kılmak, ibâdet etmek, bir ay her geceyi ibâdetle geçirmekten daha kıymetlidir.), (Kadir Gecesini Ramazanın son on gününde arayın.) (Kadir gecesini, Ramazanın son on gününün 21, 23, 25, 27 ve 29 gibi tek gecelerinde veya Ramazanın son gecesinde arayın. Sevabını umarak Kadir Gecesini ibâdetle geçirenin günahları affolur.), (Kadir gecesi Ramazanın 27. gecesidir.) İmam-ı a'zam hazretleri, Kadir Gecesinin, Ramazanın 27. gecesine çok isabet ettiğini bildirmiştir. (Kadir Gecesine rastlamış olan bir geceyi ihya eden, Kadir Gecesini ihya etmiş gibi sevap kazanır) hadis-i şerifini düşünerek sık sık vaki olan 27. gece ihya edilirse, o gece Kadir Gecesi olmasa bile, büyük sevaba kavuşulur. Kadir Gecesini soran bir zata, Peygamber efendimiz, (Bu yıl Kadir Gecesi Ramazanın ilk gecesi idi geçti. 27. geceyi ihya et! Ramazanın 27. gecesini ihya edene, vücudundaki kıllar sayısınca, hac, umre, şehid ve gazi sevabı verilir) buyurdu. Başka birisine de, (Bu yıl Kadir Gecesi geçti, fakat Ramazanın 27. gecesini ihya et! Kadir Gecesi sevabına kavuşursun. Şefaatten nasipsiz kalmazsın) buyurdu. Hz. Aişe validemize de, (13. gece idi geçti. Kadir Gecesini kaçırdıysan, 27. geceye kavuşursun. O geceyi ihya edersen, ahiret yolculuğu için azık olarak o geceki ibâdet sana yeter) buyurdu. Hz. Aişe (Resulullah, Ramazanın son on gününde çok ibâdet ederdi) buyuruyor. İmam-ı Şarani hazretleri, (Ramazan, pazar günü başlarsa, Kadir Gecesi 29. gecedir. Salı başlarsa 27. gece, perşembe başlarsa 25., cumartesi başlarsa 23., pazartesi başlarsa 21., çarşamba başlarsa 19., cuma başlarsa 17. gecedir) diyor. Mübarek vakitlerde, günahlardan titizlikle uzak durmalı, ibâdetleri ve her çeşit iyiliği arttırmalı. Çünkü Allahü teâlâ, sevdiği kulunu, faziletli vakitlerde faziletli amellerle meşgul eder. Buğzettiği kulunu ise; faziletli vakitlerde kötü işlerle meşgul eder. Onun bu hareketi azabının daha şiddetli olmasına ve Allahü teâlânın, ona daha çok buğzetmesine sebep olur. Çünkü o, böyle yapmakla vaktin bereketinden mahrum kalmış ve onun hürmet ve şerefini çiğnemiş olur. Bu geceyi ihya için ilim öğrenmeli, mesela ilmihal okumalı, kaza namazı kılmalı, Kur'an-ı kerim okumalı, duâ, tövbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevaplarını ölü diri bütün müminlere göndermeli! Kadir Gecesini ihya edenin, Ramazan orucunu tutanın, haccı kabul olanın, bütün günahları affolursa da, namaz, oruç ve kul borçları ödenmiş olmaz. Bunları kaza ederek, ödeyerek borçtan kurtulmak gerekir. Resulullah, Kadir Gecesinde, (Allahümme inneke afüvvün kerimun tühıbbül afve fa'fü annî) duâsını okumayı bildirmiştir. (Ya Rabbi, sen affedicisin, kerimsin, affı seversin, beni de affeyle) demektir.
Zekât nisabı, 20 miskal, yani 96 gram altın veya bu değerde para veya ticaret eşyasıdır. Zekât nisabına malik olan kimseye zengin denir. Zekâta tabi malların veya paranın, sene içindeki azalıp çoğalmasına itibar edilmez. Nisaba malik olduktan bir yıl sonra elde kalan mal, nisabı buluyorsa, kırkta biri zekât olarak fakirlere verilir. Nisabdan aşağı ise verilmez. Zekât; kârdan değil, ticaret malının veya paranın tamamından verilir. Alacaklar nisap hesabına dahil edilir. Alacaklar tahsil edildikten sonra zekâtları verilir. Daha almadan verilebilir. Borçlar, mevcut para veya maldan çıkarılır. Geri kalanın zekâtı verilir. Ticaret için olmayan evler, arsalar, vasıtalar, demirbaş eşyalar zekât nisabına dahil edilmez. Ticaret için alınıp ticaret için saklanan malların, altın, gümüş, her çeşit paranın zekâtı verilir. Evin, arabanın, zekâtı olmaz. Araba, ev ve arsa alıp satan, bunların zekâtını verir. Çünkü bunlar ticaret malı olmuştur. (Her şeyin bir zekâtı var. Evin zekâtı, misafir odasıdır) hadis-i şerifi misafir kabul etmenin önemini bildiriyor. Bir zenginin bir fakirden alacağı olsa, fakire borç senedini verip, "Sana alacağım kadar zekât vermeye niyet ettim. Sen de borcuna karşılık kabul et, böylece ödeşmiş olalım" dese, fakir de kabul etse, zengin zekâtını vermiş olmaz. Çünkü zekât, borç senedi vermekle, razı olmakla verilmiş olmaz. Ancak mal teslim etmekle olur. Bu zenginin zekâtını fakire vermesi, fakirin de, aldıktan sonra, tekrar zengine geri vererek borcunu ödemesi gerekir. Ev kirasını ödeyemeyen fakir kiracıya, mal sahibi kirayı almadan ona bağışlasa, bu para zekât yerine geçmez sadaka olur. (R.Muhtar) Zekât verirken bilezik, yüzük gibi altınların işçilik ve sanat değerine değil, ağırlığına itibar edilir. Mesela Reşat altını ile Aziz lira 7.2 gram olarak kabul edilir. Yani 12 ayardan fazla olan bütün altınlar, tartılır. Kırkta biri zekât olarak verilir. Bilezik, küpe, yüzük gibi çeşitli ayarlarda altını olan, bunların içinden en yüksek olanının ayarından vermesi evla, ortalamasından vermesi caiz, en düşüğünden vermesi ise, mekruhtur. Zekâta tabi mallar, altın liraların en düşüğünün alış fiyatına göre hesap edilir. Kadınların altın ve gümüşten başka diğer süs [ziynet] eşyaları zekâta tabi değildir. Pırlanta, elmas gibi ziynet eşyalarının zekâtı verilmez. Şafiîde, kadınların altından olan ziynetlerinin de zekâtı verilmez. Nisabın üstünde bileziği olan kadın, zekâtını kendi verir. Veya (Zekâtımı sen bir fakire ver) diye kocasını veya başka birini vekil ederse, vekil kendi parası ile zekâtı verebilir. Borçlu ve fakire, hanımı zekât verebilir. Namaz kılmayan, oruç tutmayan bir müslümanın da zekât vermesi gerekir! Borçsuz fakire nisap miktarı veya daha çok zekât vermek mekruhtur. Zekât verirken, zekât demek gerekmez. Hediye denilse de caizdir. Zekât, ticareti yapılan maldan veya aynı değerde altın olarak verilir. İstenince satılabilen hisse senetleri, ticaret malı gibi, zekâtın hesap edildiği tarihteki piyasa değeri üzerinden nisaba dahil edilir. Gölde yetiştirilen balıklar satılınca, bu para diğer zekâta tâbi mallarla beraber nisaba ulaşırsa zekâtı verilir. Zekât, farz olduktan sonra verilir. Nisaba ulaşan, zengin olduğu tarihi, kameri aya göre bir yere yazar. Mesela, 3 Recep'te zengin olmuşsa, bir yıl sonra Receb ayının üçü gelince yine nisap kadar parası ve ticaret malı varsa zekâtını verir. Ramazan ayını beklemez. Günü gelmeden zekât vermekte de mahzur yoktur, çok iyi olur. Hatta gelecek birkaç yılın zekâtını önceden vermek de caizdir. Bir kimse, zekâtını yanlış hesap edip, bir altın zekat vermesi gerekirken iki altın hesap etse, fakire verdikten sonra tekrar hesap etse, bir altın vereceğini anlasa, ikinci yıl vereceği zekâta bu bir altını mahsup eder. Ana babaya, dedeye, büyük anneye, evlada, toruna, hanıma ve kâfire zekât verilmez. Fakir olmak şartı ile geline, damada, kayınvalideye, kayınpedere, kayınbiradere, üvey çocuğa zekât verilir. Hala, amca, dayı, teyze gibi akrabaya zekât vermek daha çok sevap olur.
Bazı kimseler, Kur'an-ı kerimdeki Fi-sebilillah kelimesini, Allah yolunda olan her kurum ve kuruluş dahil diyerek, dernekten partiye kadar her kuruluşa zekât verileceğini söylüyorlar. Kur'an-ı kerimde zekât verileceği bildirilen 8 sınıftan birisi de Fi-sebilillah yani (Allah yolundakiler)dir. Bu sınıfa girenler: 1- Fi-sebilillahtan murad, fakir askerlerdir. (Nur-ül izah) 2- Fi-sebilillahtan murad, cihad ve hac yolundaki muhtaçlardır. (R. Muhtar) 3- İmam-ı Ebu Yusüf'e göre, savaşa gidemeyen fakirler, İmam-ı Muhammed'e göre de hac yolundaki fakirlerdir. (Dürer) 4- Gaza veya hac için çıkıp da nafakası tükenenlerdir. (Tahtavi) 5- Üç mezhebe göre, gazi ve askerlerdir. Hanbeli'ye göre hac yolundakiler de dahildir. (Mizanül Kübra) 6- Gaziler olduğunda dört mezhebde ittifak vardır. (M. Erbea) 7- Zahid-ül Kevseri hazretleri, Makalat kitabında, (Hayır kurumlarına zekât verilmesi caiz değildir. Müctehid imamların hiçbirisi, hayır kurumlarına zekât verileceğini bildirmemiş ve bu konuda icma hasıl olmuştur. Sonra gelen âlimlerin sözleri icmayı bozamaz) buyuruyor. [Demek ki, bugün bir âlim çıksa, kurumlara zekât verilmesine fetva verse, icmayı bozamayacağı için fetvası geçersiz olur. Zaten hakiki âlim de icmayı bozucu fetva vermez.] İbni Abidin hazretleri, Bedayi'de, fi-sebilillah kelimesinin bütün kurbetler (Allah için olan bütün işler) olarak açıklandığını bildirmekte ve Nehr kitabından alarak, (Âlimler, zekât toplayanlardan başka, bütün sınıflara fakirlik şartı ile zekât verileceğinde ittifak etmişlerdir) buyurmakta, ayrıca, (Mescid, köprü, yol yaptırmak, hac ve cihad etmek gibi temlik sayılmayan yerlere zekât verilmez) hükmünü Zeylai'den naklen bildirmektedir. [Temlik, zekâtı fakirin eline vermektir.] Bedayi'de, fi-sebilillah kelimesi ile Allah yolunda çalışanlar bildirilmiştir. Mesela zengin de olsa, ilim talebesine zekât verilir. Dürr-ül-muhtar'da diyor ki: Din bilgilerini öğrenmekte ve öğretmekte olanlar da, zengin olsalar bile, çalışıp kazanmaya vakitleri olmadığı için zekât alabilirler. İbni Abidin hazretleri bunu açıklarken buyuruyor ki: Hadis-i şerifte, (İlim öğrenmekte olanın 40 yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek caizdir) buyuruldu. Durum böyle iken, çeşitli kurumlar, zekât fonu diye bankaya bir hesap numarası açıyorlar, yahut makbuzla para topluyorlar. Yukarıdaki vesikalardan anlaşılacağı gibi, bu yolla verilen paralar zekât yerine geçmez. Dinden haberi olmayan bazı kimseler de, kitaptan değil de, kendi aklını ölçü alarak, (zekâttan gaye, fakirin istifadesidir. Her ne şekilde olursa olsun fakire yardım edilirse, zekât yerine geçer) diyorlar. Bu çok yanlıştır. Zekât fonundan fakire yardım etmekle, fona yatan para zekât yerine geçmez. Mesela, "Oruç tutmaktan maksat aç kalmaktır. Ha Ramazan ayında aç kalınmış, ha Recebde aç kalınmış fark etmez" denilemez. "Kurbandan maksat, bir hayvan boğazlamaktır" denilerek bu hayvanı istenildiği zaman kesmek, kurban olmaz. Kurban vasfı olan bir hayvanı, kurban bayramında kesmek gerekir. Zekâtı da dinimizin emrettiği şekilde vermek gerekir. Ülkemizde, dine hizmet eden, ilim talebesi yetiştiren yurtlar, Kur'an kursları, vakıflar ve başka hayır kurumları vardır. Buraların desteklemek gerekir. Bunun için bu kurumların bir yetkilisi, bir fakirden vekalet alır. Fakir, kurumdaki yetkili şahsa vekalet verirken, (Benim adıma zekât almaya ve aldığın zekâtı dilediğin yere vermeye seni vekil ettim) der. Yahut sadece (Seni umumi vekil ettim) demesi de kâfidir. Vekil de, aldığı zekâtı, talebelerin ihtiyaçlarına, kurumun başka ihtiyaçlarına sarf edebilir. Böylece hem dine uygun zekât verilmiş, hem de istenilen hayır kurumuna yardım edilmiş olur.
Günümüzde herkes, dinden bahseder, aklına göre fetvalar verir. Niye böyle olmasın ki, bence bal gibi olur diyorlar. Allah ne emrediyor, Peygamberimiz ne buyuruyor, din kitaplarımız ne yazıyor demiyorlar. Akla göre ölçü olsa, akıl sayısı kadar din olur. Onun için dinde nakil esastır. Bazı kimseler, para paradır, kâğıt para ile niye zekât verilmez ki diyorlar. Şimdi bu konudaki muteber din kitaplarındaki ifadelere bakalım: Zekât olarak verilecek mallar yerine, bunların kıymetlerini de vermek caizdir. Kıymet denilince, altın ve gümüş anlaşılır, başka mal, çek, senet veya paralar anlaşılmaz. Çünkü eşyanın kıymeti altın ve gümüş ile anlaşılır. (Keşfi rümuz-i gurer) Fülus [bakır] paraların kıymetleri nisabı bulunca zekât olarak, bu fülusun değerlerinin kırkta birini gümüş olarak vermek gerekir. (Miftah-üs-seade) Bakır paranın zekâtı, aynı cins bakır paradan verilmez, gümüş olarak verilmesi gerekir. İmam-ı Ebu Yusuf hazretleri buyurdu ki: "Toprak sahiplerinden uşur ve zekât olarak, altın ve gümüş yerine, başka geçer akçe [kâğıt para] almak haram olur. Her ne kadar bunlar, herkesin kabul ettiği damgalı para ise de, altın değil, bakır paradır. " (Redd-ül-Muhtar) Altın ve gümüş olmayan, tedavüldeki para ile zekât verilmez. Zekât, ya altın veya gümüş, yahut ticareti yapılan maldan verilir. İmam-ı Nesefi hazretleri buyuruyor ki: "Bir zengin, yemek satın alıp fakire yedirse, zekât vermiş olmaz." (Zahire) Zekât olarak altın ve gümüş yerine, bunların kıymeti kadar uruz [Ticaret malı] vermek sahihtir. Elbise tüccarı, ya ticaretini yaptığı elbiseden veya değeri kadar altın, gümüş verir. (Tahtavi) Zekât olarak, erkek deve verilmez. Erkek develerin zekâtı bile dişi deve olarak verilir. Dişi devesi yoksa değeri kadar altın veya gümüş verilir. Başka mal verilmez. (Hindiyye) Niye dişi deve verilmesi gerektiğini bilemeyiz. Deveye binilir, eti yenir, yük taşır. Dişi devenin erkek deveden farkı var, süt verir, yavru doğurur. Fakat dişi deve, erkek deve olmadan yavru doğuramaz. Buna rağmen dinimiz erkek deveyi zekât olarak vermeyi caiz görmemektedir. Bir bakkal, dükkanında sattığı mallardan zekât verebilir, konfeksiyon malından zekât veremez. Bir konfeksiyoncu da, ceket pantolon gibi sattığı mallardan zekât verebilir, pirinç, yağ gibi bakkalın sattığı mallardan zekât veremez. Bir eczacı ancak, sattığı ilaçları zekât olarak verebilir. Yahut altın olarak verir. Konfeksiyon veya bakkal malzemeleri veremez. Halıcı veya mobilyacı ancak ticaretini yaptığı, sattığı malları zekât olarak verebilir. Halıcı mobilya, mobilyacı halı veremez. Bazıları (Fakire ne versen alır, yeter ki ver, fakir razı olur) diyorlar. Evet fakir razı olur. Fakat fakirin rızası önemli değildir, önemli olan Allahın rızasıdır. Kumarda da, faizde de, zinada da tarafların rızası vardır. Ama Allahın rızası yoktur. Önemli olan Allahın emridir. Niye? Niçin? demeden kitaplarda ne yazıyorsa ona uymak gerekir. Aklını kullanarak, niye altın veya ticareti yapılan maldan zekât veriliyor da, başka maldan ve kâğıt paradan zekât verilmiyor? demeye kimsenin hakkı yoktur.
Bayramda erken kalkmak, gusletmek, misvak kullanmak, güzel koku sürünmek, yeni ve temiz elbise giymek, sevindiğini belli etmek, fıtr, yani Ramazan bayramında, bayram namazından önce tatlı yemek, hurma yemek, hurmayı 1, 3, 5 gibi tek adet yemek, teke riayet etmek, yüzük takmak, karşılaştığı müminlere güler yüzle selam vermek, fakirlere çok sadaka vermek, İslamiyete doğru olarak hizmet edenlere yardım etmek, dargınları barıştırmak, akrabayı, din kardeşlerini ziyaret etmek, onlara hediye götürmek sünnettir. Ramazan gittiği için değil, günahlarımızın affolduğu için, büyük sevap ve nimete kavuştuğumuz için bayram yapıyoruz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bayram sabahı Müslümanlar, namaz için camilerde toplanınca, Allahü teâlâ, meleklere, "İşini yapıp ikmal edenin karşılığı nedir?" diye sorar. Melekler de, "Ücretini almaktır" derler. Allahü teâlâ da, "Siz şahit olun ki, Ramazandaki oruçların ve namazların karşılığı olarak kullarıma kendi rızamı ve mağfiretimi verdim. Ey kullarım, bugün benden isteyin, izzet ve celâlim hakkı için istediklerinizi veririm" buyurur.) Peygamber efendimiz, (Ramazanın son günü Allahü teâlâ, oruç tutanları affeder) buyurunca, Eshab-ı kiram, (Ya Resulallah, o gün Kadir Gecesi mi?) diye suâl etti. Peygamber efendimiz, (Bilmez misiniz ki, iş yapana, işi bitirince ücreti verilir.) buyurdu Bu mükâfatları bilen bir Müslüman nasıl sevinmez ve bayram etmez ki? Bayram günleri sevinmek, neşelenmek gerekir. Hz. Ebu Bekir, kızı Âişe validemizin evine gidince, iki cariyenin tef çalıp oynadığını gördü. Ensar-ı kiramın kahramanlıklarını övüyor, destan söylüyorlardı. Hz. Ebu Bekir, Resulullahın evinde böyle şey yapılmasının uygun olmayacağını bildirerek, onların susmalarını söyledi. Peygamber efendimiz, Hz. Ebu Bekir'e, (Onlara mâni olma! Her kavmin bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır. Bayram, sevinç günleridir) buyurdu. Hz. Ali buyurdu ki: (Bugün, orucu kabul edilmiş, çalışmasının mükâfatını görmüş ve günahları affedilmiş olanların bayramıdır.) Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, Ramazanda dört sınıf insan hariç, herkesin günahlarını affeder. Bunlar, içki içmeye devam eden, ana-babasına âsi olan, sıla-i rahmi terk eden, mümin olmaktan ümidini kesendir) buyuruldu. Eğer bunlar tövbe ederse, Allahü teâlâ günahlarını affeder. Ramazandaki sevaplar bilinseydi, her günün Ramazan olması istenirdi. Hadis-i şerifte, (Ramazandaki özel sevaplar bilinmiş olsaydı, bütün yılın Ramazan olması istenirdi.) buyuruldu. Ne mutlu günahlardan sakınarak oruç tutanlara. Bunlar, asıl bayramı ahirette yapacaklardır. Dargın olanların, bayramı beklemeyip, hemen barışması gerekir. Allahü teâlâyı ve Peygamber efendimizi seven kimse, insanların kusurlarına bakmaz, hoşgörülü olur. İyi insan yani mümin, herkesle iyi geçinir. Başkalarına sıkıntı vermediği gibi, onlardan gelecek eziyetlere de katlanır. Kimseye darılmamalı, dargınlık olduysa, 3 günden fazla sürmemeli, bayrama kadar süren bir dargınlık olduysa, daha fazla gecikmeden barışmalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Din kardeşiyle 3 günden çok küs durmak caiz değildir. Üç gün sonra, onunla karşılaşırsa, ona selam verip hatırını sormalıdır. O kimse selamını alırsa, birlikte sevaba ortak olurlar. Selamını almazsa günaha girer. Selam veren de küs durma mesuliyetinden kurtulmuş olur.) (Ameller pazartesi ve perşembe günü Hak teâlâya arz olunur. Hak teâlâ da, şirk koşmayan herkesi affeder. Ancak bu mağfiretten birbirine kin tutan istifade edemez. Cenab-ı Hak, "Onlar barışıncaya kadar amellerini bana getirmeyin" buyurur.)
Şevval ayında [bu ayda] oruç
Her zaman oruç tutmak sevaptır. Hadis-i şerifte, (Oruç, cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır) buyuruldu. Şevval ayında yani bu ayda tutulan orucun çok sevabı vardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ramazandan sonra Şevval ayında da 6 gün oruç tutan, anasından doğduğu günkü gibi günahsız olur.) (Ramazan orucu ile Şevvalde de altı gün oruç tutan kimse, bir yıl oruç tutmuş sayılır.) (Ramazan ayı orucu on aya, Ramazandan sonra tutulan 6 gün oruç da iki aya mukabil olur ki, böylece bir yıl oruç tutma sevabına kavuşulur.) Bazı alimler, bu 6 gün orucun vakit geçirmeden, bayramdan sonra hemen tutulmasının iyi olacağını bildirmişlerdir. Bu oruçları aralıklı tutmak da câizdir. Şevval ayında tutulan nafile veya kaza oruçlarını pazartesi ve perşembe günleri tutmak daha iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ameller, pazartesi ve perşembe günleri arz olunur. Ben de amelimin oruçlu iken arz olunmasını isterim.) (Pazartesi ve perşembe, günahların affedildiği gün olduğu için oruç tutuyorum.) (Cennetin kapıları pazartesi ve perşembe günleri açılır.) Oruç kazası olmayan nafile oruç tutmalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Bir gün nafile oruç tutana, yeryüzü dolusu altın verilse, o orucun sevabını karşılamaz.) (Gizleyerek, bir gün nafile oruç tutana, Allahü teâlâ, cennetini ihsan eder.) Her ay 3 gün oruç tutmak çok iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Her [kamerî] ayda, üç gün oruç tutmak, bütün yılı oruçlu geçirmek gibi sevaptır.) (İbrahim aleyhisselam, her ayda 3 gün oruç tuttu. Allahü teâlâ da ona ömrü boyu oruç tutmuş gibi sevap verdi ve ömür boyu sanki yiyip içmiş gibi kuvvet, zindelik verdi.) (Her ay 3 gün oruç tutan, yılın tamamında oruç tutmuş gibi olur.) (Her ay 3 gün oruç tutanın kalbindeki kin yok olur.) "Eyyâm-ı biyd" denilen kamerî ayların 13, 14 ve 15. günleri de tutmak iyi olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ayda 3 gün oruç tutan, ayın 13, 14 ve 15. günlerinde tutsun!) (Her ay, eyyâm-ı biyd'de oruç tutan, yılın tamamında oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur.) Nafile oruç tutarken uygun bir davete gidilince, orucu bozmak günah değildir. Bir mümin arkadaşı sevindirmek ve onu üzmemek için davetine gidilir. Davete gidip de orucunu bozmayan bir kimseye Peygamber efendimiz, (Arkadaşın senin için bu kadar külfete girdiği hâlde, sen hâlâ "oruçluyum" diyorsun. Şimdi ye, sonra yerine bir gün tutarsın.) buyurdu. Yine buyurdu ki: (Davete giden, Ramazan, kaza ve adak orucu değilse, [nafile] orucunu bozsun!) (Din kardeşinin hatırı için nafile orucu bozana, bin günlük oruç sevabı yazılır. Bu orucu kaza edince de iki bin günlük sevap yazılır.) Öğleden sonra, bir zaruret olmadıkça, nafile orucu bozmamalıdır! Hadis-i şerifte, (Nafile oruç tutan kimse, öğleye kadar muhayyerdir.) buyuruldu.
İmansız ölmemek için imanı muhafaza etmek gerekir. Bunun için şunlara riayet etmeli: 1- Gayba iman etmiş olmalı. Melekleri, Cenneti, Cehennemi gösterseler, gözümüzle gördüğümüz için, "Cennet, Cehennem vardır" demek iman olmaz. Gayri müslimlerin hepsi, ölürken Cenneti Cehennemi görüp, "İman ettik" diyecekler; fakat kabul olmayacaktır. Müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3) 2- Gaybı yalnız Allahü teâlânın bildiğine inanmaktır. Peygamber, melek, cin gaybı bilmez. Ancak Allahü teâlâ dilerse, bildirebilir. Bu bakımdan mucizeyi, kerameti inkâr etmek caiz değildir. 3- Haramı haram, helali helal bilmek. Harama helal, helale haram diyen kâfir olur. 4- Allahü teâlânın azabından emin olmamak ve gazabından çok korkmak gerekir. Kur'an-ı kerimde, Rabbin azabından korkanların, Onun azabından emin, garantili olmadığı bildiriliyor. (Mearic 27-28) 5- Bir insan ne kadar çok günah işlerse işlesin, kendini yüzde yüz Cehennemlik bilmemeli. Hadis-i kudside buyuruldu ki: (Kulum, göklere ulaşacak günah işlese; fakat rahmetimden ümidini kesmeyip, benden mağfiret dilerse, affederim.) [Tirmizî] Kur'an-ı kerimde de buyuruldu ki: (Ey günahı çok olan kullarım, Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah günahların hepsini affeder. O sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) [Zümer 53] 6- Hem Allahın azabından emin olmamalı, hem de Onun rahmetinden ümit kesmemeli! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Mümin havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunursa, Allahü teâlâ, o kuluna ümit ettiğini verir ve korktuğundan onu emin kılar.) [Tirmizî] 7- Hubb-i fillah, buğd-i fillah üzere olmak. Yani sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemektir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (İmanın temeli müslümanları sevmek ve kafirleri sevmemektir.) [İ. Ahmed] Cenab-ı Hak, Hz. İsa'ya buyurdu ki: (Yer ve göklerdeki bütün mahlukatın ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [K. Saadet] Bugün birçok fırka, grup var. Hepsi doğru olan biziz, ötekiler yanlış yolda diyor. Bu konuda İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: [Tirmizî'nin bildirdiği] (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72'si cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir) hadis-i şerif, 72 fırkanın cehennemde azap göreceğini fakat, cehennemde sonsuz kalacağını bildirmiyor. Sonsuz kalmak, imansızlar yani kâfirler içindir. 72 fırka, cehennemde itikatlarının bozukluğu kadar yanar. Yalnız Ehli sünnet cehennemden kurtulur. Bunlardan kötü iş yapanların günahları tövbe veya şefaat ile affolunmadı ise, bunlar da günahları kadar cehennemde kalırlar. (3/38) Ehl-i Sünnet itikadına uymayan bozuk, sapık inançlara bid'at ve dalalet yolları denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uymayan, her mana yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur'ana ve hadise uyduğunu iddia eder. Kısa görüşü ile, bunlardan yanlış manalar çıkarır, doğru yoldan kayar. Allahü teâlâ, (Kur'an-ı kerimde verilen misaller, çok kimseyi saptırır, çok kimseyi de doğru yola iletir) buyurdu. (Bekara 26) , Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları manalar doğrudur. Çünkü, bu manaları, Eshabı kiramdan ve Tabiinden almışlardır. Kurtuluş yolunu, yanlış yollardan ayıran onlardır. Onların hidayet ışıkları olmasaydı, bizler doğru yolu bulamazdık. İslâmiyeti bozulmaktan koruyan onların çalışmasıdır. Onlara uyan kurtulur. Onlara uymayan sapıtır, herkesi de sapıtmaya çalışır. (m. 286)
Büyük zatların büyük olmalarına bazı şeyler sebep olmuştur. Dostlarının ısrarları karşısında dikkat ettikleri, prensip edindikleri hususlardan birkaçını bildirmişlerdir. Bunlardan bazılarını, İhya, Câmiu Kerâmâti'l-Evliya, Tabakâtü'l-Evliya, Tabakâtü'l-Kübra, Nefehâtü'l-Üns, Seâdet-i Ebediyye, Şevâhidün Nübüvve, Menakıbı ciharyâri güzin, Hilyet-ül-Evliya, Tezkiretü'l-Evliya, Reşehât, Hadîkat-ül-Evliya, Makâmât-ı Nakşibendiyye gibi kıymetli eserlerden alarak yazıyoruz: Hz. Ebu Bekir'e sordular: Allah için söyle, bu mertebeye ne ile eriştin. Buyurdu ki: (Dinimi dünyaya tercih ettim. Âhiret için, Allah rızasını seçtim. Her zaman Allahın hakkını üstün tuttum, her işimde sadece Allahın rızasını gözettim ve bunun dışına asla çıkmadım.) Aynı şekilde Hz. Ömer'e sordular. Buyurdu ki: (Allah dilerse bir kulunu aziz eder dilerse zelil eder. Bunu hiç unutmadım.) Hz. Osman'a sordular. Buyurdu ki: (Kur'an ve Sünnete uydum. Allahın her şeyime vâkıf olduğunu hiç unutmadım.) Hz. Ali de buyurdu ki: (Cihad ile eriştim. 30 yıl mücahede kılıcı ile ve haşyet zırhıyla ve vera kalkanı ile, taat ve ibadet oku ile, gönül kapısında oturdum. Allahın rızasından başka hiçbir şeyi, gönlüme koymadım, hatırıma getirmedim.) Hz. Lokman buyurdu ki: (Emanete riayet, doğru söylemek ve malayaniyi [faydasız sözü] terk edip, bana gerekmeyeni bırakmakla bu dereceye kavuştum.) Hz. Musa, Hz. Hızır'a, (Ledün ilmine nasıl kavuştun?) diye sordu. O da, (Günah işlememeye sabretmekle) dedi. Kavmi, Hz. Musa'ya, (Allahü teâlâ neden razı ise, onu yapalım) dediler. Vahiy geldi: (Benden razı olursanız, sizden razı olurum.) Allahtan razı olan, onun emirlerine uyar ve yasaklarından kaçarak onun takdirine razı olur, böylece yüksek derecelere kavuşur. İmam-ı Ebu Yusuf'un oğlu ölünce, talebesine, (Defin işini siz yapın. Ben hocamın [İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretlerinin] dersine gidiyorum) dedi. Kendisini vefatından sonra rüyada Cennette muhteşem bir hayat sürerken gördüler. Bu ne ihtişam, nasıl kavuştun dediler. O da, (İlme, ilim öğrenmeye ve öğretmeye olan sevgim ile) buyurdu. Hz. Musa, Peygamber efendimizin sahip olduğu makamlardan birinin nurunu görünce, bayılacak hâle geldi, Resulullahın bu dereceye nasıl yükseldiğini sordu. Hak teâlâ buyurdu ki: (Yüksek ahlâkı sayesinde bu dereceye kavuştu. Bu ahlâk isardır. Ya Musa, ömründe bir kere isar edene, isar ahlâkı ile bana kavuşana hesap sormaktan hayâ ederim.) [İsar, muhtaç olduğu bir şeyi kendi kullanmayıp, muhtaç olana vermektir.] Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kıyamette, sorgusuz sualsiz uçarak Cennete gidenlere melekler, (Bu dereceye nasıl kavuştunuz) dediler. "İki hasletimiz vardı. Yalnız iken de günah işlemeye utanırdık ve Allahü teâlânın verdiği az rızka razı olurduk" dediler.) [İbni Hibban] Bayezidi Bistami hazretleri de, (Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle bu dereceye kavuştum) buyurdu. Hz. Musa, salih bir zata imrenip, kim olduğunu sorunca, Hak teâlâ buyurdu ki: (Bu zat, şu üç amel ile bu dereceye ulaştı: Hiç haset etmedi, ana-babasına asi olmadı ve söz taşımadı.)
Bahâeddin Buhâri hazretlerine bu dereceye nasıl kavuştun diye sordular, (Resulullah efendimize tâbi olmakla...) buyurdu. Alaaddini Attar hazretleri de buyurdu ki: (Hocam Bahâeddîn-i Buhârînin bana tek nasihatı vardı: "Alaaddin beni taklit et" buyurmuştu. Bunu yaptım. Onu taklit ettiğim her hususta onun aslına kavuştum.) Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri sohbetlerinde hep; "Hocam Ebül-Hasan-ı Şâzilî buyurdu ki, Hocam şöyle anlattı" şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Bir gün biri; "Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey söylemiyorsunuz" demesi üzerine buyurdu ki: (Ben evden bir şey getirmedim. Ne kazanmışsam dergahta kazandım. Hocamdan öğrendiklerimi "Allahü teâlâ buyurdu ki, Resulü buyurdu ki" veya "Ben diyorum ki" diyerek pek çok şey anlatabilirim. Ama bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesile, olan hocama karşı edebe riâyet ederek, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Uygun olan da budur. Hocasından bahsetmeyen, hep ben diye konuşan kimsede hayır yoktur. En iyi âlim, kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değil, nakleden, vasıta olandır. Dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar aynıdır, değişmez. Nakleden aziz, nakilsiz konuşan rezil olur.) Süfyan-ı Sevri hazretleri haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçanların başında gelirdi. Edep ve tevâzuda benzeri azdı. Dostlarından biri kendisini rüyâda görüp, Cennette nûrdan kanatlarla uçtuğunu gördü. "Bu dereceye nasıl kavuştun?" dedi. "Dîne uymakta çok hassas davranmakla" buyurdu. Seyyid Abdülkâdir Geylâni hazretleri, "Bu işe başladığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye soranlara buyurdu ki: (Temeli doğruluk üzerine attım. Hiç yalan söylemedim. İçim ile dışım bir oldu. Bunun için işlerim hep rast gitti.) Habib-i Râi hazretleri, ağaç çanağını bir taşın altına tutar, biri bal, biri süt olmak üzere iki çeşme akmaya başlardı. Oradakiler bu kerâmeti görünce, "Bu dereceye ne ile kavuştun?" dediler. "Muhammed aleyhisselama uymakla" buyurdu ve devam etti: "Hz. Musa'nın kavmi kendisine karşı oldukları halde hâre taşı onlara su verdi. Derecesi Hz. Musa'dan yüksek olan Resulullaha uyduktan sonra taş niye süt ve bal vermesin ki?" Bişr-i Hâfî hazretleri anlatır: (Rüyâmda Resulullahı gördüm, bana (Allahü teâlânın seni neden üstün kıldığını biliyor musun?) buyurdu. Ben hayır deyince, (Sünnetime tâbi olman, sâlihlere hizmet etmen, din kardeşlerine nasihat etmen, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı sevmen sebebiyle bu dereceye kavuştun) buyurdu. Râbia-i Adviyye hazretlerinin tevekkülü o dereceye ulaşmıştı ki; gök tunç olsa, yer demir kesilse, gökten bir damla yağmur düşmese, yerden bir bitki bitmese ve dünyâdaki bütün insanlar benim çocuğum olsa, Allahü teâlâya yemin ederim ki onlara nasıl bakacağım düşüncesi kalbime gelmez. Çünkü, Allahü teâlâ hepsinin rızkını vereceğini bildirmiş ve üzerine almıştır, derdi. "Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?" dediklerinde; "Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk ve ebedî olanın yani Allahü teâlânın dostluğunu istemekle" buyurdu.
Besmeleyle başlarız, güzel olsun kelâmlar, Allaha hamdü senâ, Resûlüne selâmlar. İstişâre edenler, hiç pişman olmaz elbet Danışacak bir yerin varsa ne büyük nimet İstişâre sünnettir, danışan dağı aşar, Danışmayan zavallı, düz yolda bile şaşar. Bilmemek ayıp değil, sormamak ayıp olur, Ehline soran kişi, hakîkî yolu bulur. Meşveretin Türkçesi, ehline danışmaktır, Başlamadan bir işe sebebe yapışmaktır. Şaşkınlık içindesin, sendeki bu çile ne? Eğer bin bilsen bile, sormalısın bir bilene Çabucak öfkelenen, çok yanlış karar verir, Demişler, "Keskin sirke, küpüne zarar verir." Sevgi yakınlık ister, kaçan mahrum kalırmış, Gözden ırak olanlar, gönülden de olurmuş. Mazlûm ol, zâlim olma, üzül de üzen olma! Mahşerde hesap zordur, ezil de ezen olma! Kötü cezâsız kalmaz, eden bulur sonunda, Elbette su testisi kırılır su yolunda. Allah için sabreden, Sırat'ta atlı olur. Sabır acı ise de, meyvesi tatlı olur. Dine hizmet ederken, sıkıntıyı nimet bil! Herkese nasip olmaz, hizmeti ganimet bil! Kaç kötü arkadaştan, yardan aşağı atar. Umulmadık bir anda, beş para için satar. Kalbi kara olana, günahlar tatlı gelir. Kalbi temiz olanlar, günahı zehir bilir. Kötü ile dost olan, umursamaz günahı Hak sözü duymaz olur, hatırlamaz Allahı Soğuk su katmayasın, hiç kimsenin aşına, Hayır dile komşuna, hayır gele başına. Zararın neresinden dönülse kârdır elbet. Henüz nefes alırken, hadi hemen tövbe et! Eden kendine eder, belâyı bulur azan, Kendi içine düşer, el için kuyu kazan. Cam sarayda oturan, rastgele taş atamaz Dünyayı fâni bilen, gâilesiz yatamaz. Sağlığını düşünen, mideyi az doyursun! Az yersen az uyursun, çok yersen güç uyursun. Pehlivan sayılıyor hasmını yere vuran, Kim öfkesini yener, odur asıl pehlivan. Kıyâmet yaklaştıkça, güçleşir uymak dîne, Ateş almaya benzer avuçların içine. Cenâb-ı Hak her zaman, sabreden kulu sever. Resûlü buyuruyor: Sabreden bulur zafer. Gafleti bırakmalı, ömür akar su gibi, Her yerde ve her zaman, gözetmeli edebi. Paraya gönül veren, bir gün bürünür yasa. Şifresi unutulur, kilitli kalır kasa. Dünyadan âhirete, ihlaslı amel taşı! Karıncadan ibret al, yazdan karşıla kışı. Öfkeyle kalkan kişi, ahmak nefsine uyar, İstediğini söyler, istenmeyeni duyar. İlmihâlini öğren, geçip gidiyor zaman, Elbette aldanmıştır, iki günü bir olan. Hizmet, ganîmet iken, isteme istirahat, Dünya mihnet yeridir, sâlihler etmez rahat.
Her çağa göre tefsir yazmak
Bazı ateistler, (Kutuplarda nasıl namaz kılınır, nasıl oruç tutulur. Buna kimse cevap veremiyor, görüldüğü gibi İslamiyet har asra ayak uyduramıyor) diyerek, güya İslamiyet'in bazı meselelere bir çare bulamayacağını söylüyorlar. Bunların etkisi altında kalan, reformist zihniyete sahip bazı mezhepsizler de, (Bakın dinde cevap verilmesi gereken meseleler çıkıyor, yeni ictihadlar yapılmalı, Kur'anı her çağda, o asrın teknolojisinin, ilminin ışığında yeniden tefsir etmeli, yorumlamalı) diyerek Kur'an-ı kerimi asra uydurmaya çalışıyorlar. CEVAP: İslâmiyeti gönderen, her şeye gücü yeten, her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâdır. Allah için hiçbir zorluk olmaz. Namaz, oruç gibi dinimizin bütün emirleri, zamana göre değişmez. Hiçbiri de çağın şartlarına ters düşmez. Çünkü dini gönderen Allahü teâlâ, her asırda neler olacağını bilir. Zaten bilmeyen ilah olamaz. Öyle ise Allahü teâlanın gönderdiği dinde noksanlık, yanlışlık olmaz. Noksanlık, bir karıncayı, bir arpa tanesini yaratmaktan aciz olan ateistin kafasındadır. Tefsir, moda kitabı değildir. Her çağa, her asra göre değişik tefsir olmaz. Dinimiz eksik mi ki tamamlanacaktır? Yoksa fazlalık mı var ki çıkarılacak? Dinde eksiklik ve fazlalık olmadığı için değişik, yeni bir tefsire ihtiyaç olmaz. Çünkü dine yeni bir şey eklemek bid'at olur. Dinimizin emirlerini değiştirmek büyük sapıklıktır. Her çağa, her asra göre değişik tefsir yazmak, değişik yorum getirmek demek, dini her asırda bozmak demektir. İslam âlimleri, olması mümkün olan her meselenin cevabını bildirmişlerdir. Cevap verilmedik hiçbir mesele kalmamıştır. Kur'an-ı kerimde, beş vakit namazın vakitleri, çeşitli âyet-i kerimelerde bildirildiği halde, "Beş vakit namaz" tabirinin geçmeyişinin elbette sebepleri vardır. Bunun hikmetlerinden birisi de, kutuplarda ve kutuplara yakın yerlerde, beş vakit namazın hepsinin vaktinin girmemesidir. Din kitapları bildiriyor ki: Şafiî âlimlerin çoğuna göre, yatsı ve sabah namazının vakti girmeyen yerlerde bu namazlar, vakitleri giren en yakın bölgeye kıyas edilerek kılınır. Hanefi'de vakit, namazın hem şartı hem de, sebebi olduğu için, sebep bulunmayınca, yani vakit girmeyince, o namaz farz olmaz. Vakit girmeden de kılınmaz. Kaza etmek de gerekmez. Fakat bazı Hanefi âlimlerine göre bu iki namazı kılmak da farzdır. İhtiyata riayet ederek bu namazları da kılmak çok iyi olur. Bu iki namaz vaktinin başlamadığı zamanlarda, daha önce vakitlerinin olduğu en son günün vakitlerini esas alarak, normal vakti girene kadar her zaman o vakitte kılınır. Ramazan ayı gelince, oruç tutmak farz olur. Ancak seferi olanın, dört mezhepte de oruç tutması farz değildir. Kutuplara giden Müslüman, seferi ise oruç tutmaz. Geriye dönünce kaza eder. Kutuplarda buz denizinde yaşayan insan yok ise de, biz var olduğunu düşünelim. Altı ay gündüz, altı ay gece olan yerlerde nasıl oruç tutulacaktır? CEVAP: Gündüzleri 24 saatten daha uzun yerlerde, mesela altı ay gündüz olan yerlerde, oruca saat ile başlanır ve saat ile bozulur. Gündüzü böyle uzun olmayan, vakitleri normal teşekkül eden, yani gündüzleri 24 saatten az olan bir şehirdeki Müslümanların zamanına uyularak oruç tutulur. Seferi olan kutuplarda iken eğer oruç tutmazsa, gündüzleri uzun olmayan yere gelince kaza eder. Orada yaşayanlar varsa, onlar da kitaplarda bildirildiği gibi saatle oruçlarını tutarlar.
İki namazı cem etmek için özürler
Mukim iken de, namazları vaktinde kılmak bazen zor olabilir. Bunlardan bazıları şunlardır: 1- Seferi uzaklıkta olmayan yolculuklarda da, namazları vaktinde kılma ihtimali olmayabilir. 2- Ameliyat yüzünden doktor, namazını kaçırabilir. 3- Ebe doğumda iken namaz vakti çıkabilir. 4- Boğulmakta olan bir insan kurtarılmaya çalışılırken namaz vakti çıkabilir. 5- Ameliyat olan namazları vaktinde kılamayabilir. 6- Hasta olanın namazları vaktinde kılması zor olabilir. 7- A'mâ [kör] olan vakti bilmediği için, bir namazı kaçırabilir. 8- Yer altında çalışan işçiler, vakitleri şaşırabilirler. 9- Dağda, çölde, kışta kalıp vakitleri anlamaktan zorluk çeken olabilir. Yağmur, çamur, fırtına sebebiyle namazı kaçırabilir. Namaz kılarken malı çalınabilir. 10- Güvenlik görevlisi, namaz kılarken canına veya iş yerine zarar gelebilir. 11- Bir iş yerinde, namaz kıldırmayabilirler. Tuvalette bile kılma imkânı olmayabilir. 12- Namaz kılarken düşmanlar veya anarşistler, eşkıyalar bir zarar verme ihtimali olabilir. 13- Namaz kıldığı görülürse işinden atılabilir. 14- Yeni Müslüman olmuş kimse, namaz kıldığı görülürse bir zarara uğrayabilir. 15- Ailesi ve yakınları namaz kılmasına izin vermeyebilir. 16- Uçakta abdest alması ve namaz kılması zor olabilir. 17- İmtihana giren kimseler namaz vaktini kaçırabilir. 18- Mescidi olmayan otel, restaurant, havaalanlarında, uluslararası toplantılarda, gayri müslimlerin de katıldığı iftar yemeklerinde namaz kılmak, fitneye sebep olabilir. 19- Önemli bir toplantıda bulunan bir memur, toplantıyı bırakırsa işine zarar gelebilir. 20- İstanbul gibi trafik problemi çekilen bir yerde, arabası ile giderken trafik sıkışıklığından dolayı, evine ulaşamayıp yolda da, abdest alıp namaz kılacak yer bulunamayabilir. 21- Ders saatleri uygun gelmeyen öğrenciler, abdest alacak ve namaz kılacak yer bulamayabilir. 22- Abdest almakta veya teyemmüm etmekte meşakkat çekilebilir. 23- Bir akıntısı olmak, idrar ve yel kaçırmak gibi abdesti bozan özürlerde ve bunlara benzer hallerde iki namazı cem etmek, yani birleştirip bir vakitte kılmak gerekebilir. Hanbeli mezhebi taklit edilerek mukim iken de iki namazı cem ederek kılmak caizdir. Öğle ile ikindi, akşam ile yatsı birleştirilerek, bir vakitte kılınabilir. İkindiyi öğle vaktinde, öğle ile birlikte kılmaya takdim ederek cem etmek, öğleyi ikindi vaktinde ikindi ile birlikte kılmaya tehir ederek cem etmek denir. Dolgu dişi olan Hanefi, hasta iken Hanbeli'yi değil, Maliki'yi taklit ederek cem edebilir. Akşamı yatsı vaktinde, yatsı ile birlikte kılmaya da tehir ederek cem etmek, yatsıyı akşam ile birlikte akşam vaktinde kılmaya takdim ederek cem etmek denir. İki namazı birleştirirken öğleyi ikindiden, akşamı yatsıdan önce kılmak, birinci namaza dururken cem etmeyi, niyet etmek, ikisini ard arda kılmak gerekir. Kılarken de, Hanbeli mezhebine de uymaya diye niyet edilir. İki farz arasında sünnet kılınmaz. Sabah namazı cem edilmez. Bu kolaylıktan faydalanmalı, kendini ve insanları sıkıntıya sokmamalı, islamiyeti kötülemek için din düşmanlarına fırsat vermemelidir.
Ahmed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki: Kur'an-ı kerimdeki (Allahın ipine sarılın) ifadesindeki ipten maksat, cemaattir. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Sevad-ı a'zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Resulullahın ve Hulefa-i raşidinin yoludur. Kurtuluş, Ehli sünnet vel cemaat fırkasındadır. Fırka-i naciye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu zamanda bu dört hak mezhepten birine uymayan, bid'at ehlidir. (Tahtavi) Muhammed Hadimi hazretleri buyurdu ki: (Dindeki dört delil, müctehid âlimler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü biz, âyet ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bunun için, mezhebimizin bir hükmü, âyet ve hadise uymuyor gibi görünse de, mezhebimizin hükmüne uyulur. Yahut başka bir âyet veya hadisle değişmiştir, yahut tevil edilmesi gerekir. Bunları da ancak müctehid âlimler anlar. Bunun için tefsir ve hadis değil, âlimlerin kitaplarını okumak gerekir.) [Berika] Nisa suresinin (Bir işte anlaşamazsanız bu işin hükmünü, Allah ve Resulünden anlayın!) mealindeki 59. ayeti, (Bu işin nasıl yapılacağını âlimler, Kur'an ve sünnetten anlasınlar, âlim olmayan ise, âlimlere uyarak yapsın!) demektir. (Reddi vehhabi-yi Hindi) Buradaki (Anlayın) emri âlimler içindir. Çünkü Allahü teâlâ, âlimlere sorulmasının gerektiğini bildiriyor. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43] Hadisi şeriflerde buyuruluyor ki: (Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda cihada verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Cihad sevabı da, emri maruf ve nehyi anilmünker sevabı yanında, denize nispetle bir damla su gibidir.) [Deylemi] (İbadetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.) [İbni Abdilberr] (Her şeyin dayandığı direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh ilmidir.) [Beyheki] (Âlimlerin en hayırlısı fıkıh âlimleridir.) [İ. Maverdi] (Allah, iyilik vermek istediği kimseyi fıkıh âlimi yapar.) [Buhari] (Fıkhı bilmeden ibadet eden, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkana benzer.) [Deylemi] (Allah indinde en üstün kimse fakihtir.) [M. Zühdiyye] (Az fıkıh, çok ibadetten iyidir. İhlasla ibadet edene fıkhı öğrenmek nasip olur.) [Taberani] Hz. Ebu Bekir (Ya Resulallah, savaştan başka cihad yolu var mı?) diye sordu. Resul-i ekrem buyurdu ki: (Evet vardır. Emri maruf ve nehyi münker yapmaktır.) [Tibyan] Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır. Fıkıh âliminin Müslümanlara sağladığı faydanın sevabı, cihad sevabından çoktur. (Reddül muhtar) Mezhep imamları, (Âlimlerden sorup öğrenin) mealindeki âyet gereğince, Kur'anı kerimin manasını, Tabiinden ve Eshâbı kirâmdan öğrenerek, kitaplarına yazmışlardır. Diğer âlimlerimiz de, bunların kitaplarından, tefsirden, hadisten anladıklarını, bizim gibilere açık, kolay öğretmek için, binlerce Fıkıh ve İlmihal kitabı hazırlamışlardır. (Birgivi) Ehli sünnet itikadını ve farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh, âyet ve hadislerden çıkarılmıştır. (Hadika)
Diri olan peygamber mi şehit mi?
Bedir'de falanca filanca öldü gitti denilince, Allahü teâlâ buyurdu ki: (Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Bilâkis onlar diridir, ama siz bunu anlayamazsınız.) [Bekara 154] (Tibyan) Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Uhud'da şehit olan kardeşlerinizin ruhları yeşil kuşların karnındadır. Onlar cennetin ırmaklarından su içerler, meyvelerinden yerler ve Arş'ın gölgesinde istirahat ederler. Orada yaşanan hayatın güzelliklerini tadınca, (Allahın bize neler verdiğini kardeşlerimiz bilselerdi de cihattan çekinmeselerdi) dediler. Allah da, ben onlara, sizin halinizi bildiririm buyurdu.) [Müslim] İşte âyet meali: (Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar, Rableri indinde diridir ve Allah'ın bol nimetinden sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşamayanlara [henüz şehit olmamışlara, şehitlikte] korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.) [Al-i İmran 169] İlk âyette, Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin, onlar diri diye ikaz ediliyor. İkinci âyette, bunların yiyip içtikleri de bildiriliyor. Şimdi Vehhabilere soruyoruz: Şehit mi üstün, yoksa Peygamber mi? Şehit sıradan biridir. Savaşta ölenin imanı varsa şehit olur. Attan düşüp ölen bile şehittir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Suda boğulan, yangında ve enkaz altında ölen şehittir.) [İbni Asakir], (Abdestli yatıp da ölen şehittir.) [Deylemi], (Mütteki müezzin, şehit gibidir. Ölürse kabrinde çürümez.) [Taberâni], (Allahtan sıdk ile ihlas ile şehitlik isteyen, yatağında ölse de, şehittir.) [Müslim] Allah yolunda ölen şehide ölü demek caiz değil iken, bütün ömrünü Allah yolunda geçiren Peygamberimize ölü demek nasıl caiz olur? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Her peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyhekî], (Toprak, peygamberlerin vücudunu çürütmez. Okunan salevatı, bir melek bana haber verir.) [İbni Mace] İki âyet-i kerime meali: (Peygamber, müminlere kendi canlarından üstündür.) [Ahzab 6], (Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Resulünü hidâyet ve hak din ile gönderen Odur.) [Fetih 28] Görüldüğü gibi, Peygamberimizin dini diğer dinlerden üstün olduğu gibi, kendi de herkesten üstündür. Bir hadis-i şerif meali: (Ben bütün insanların efendisiyim.) [Buhâri] Şehitlerin ruhu yaşar da, âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullahın ruhu yaşamaz mı? Kâfirin ruhu bile ölmez. Peygamberin Allah yanında bir şehit kadar da kıymeti yok mu? Şehit diri oluyor da, Peygamber niye diri olmasın? Şehit cennette rızıklanıyor da, Peygamber niye rızıklanmıyor? Peygamber hâşâ Allah yolunda değilse, şehit Allah yolunda nasıl olur? Peygamber diri olmazsa şehit nasıl diri olur? Peygamber işitmezse, şehit nasıl işitir? Halbuki şehidin, müslümanlığı da şehitliği de bu peygambere iman etmeye bağlıdır. Şehitler Allah yolunda da, hâşâ peygamberler, sıddıklar, âlimler şeytanın yolunda mı? Bu ne çirkin suçlama öyle? Resulullah şehit değil mi? Resulullah, son hastalığında, (Hayber'de yediğim zehirli etin acısını hâlâ hissediyorum. Zehrin tesirinden aort damarım, bıçak gibi kesiliyor) buyurdu. (Buhari) İbni Mesud hazretleri ve diğer Eshabı kiram, (O zehirli etin tesiriyle Resulullah şehit oldu) buyurdu. Peygamberlik şehitlikten üstündür. Fakat şehit olmak da bir nimettir. Allahü teâlâ Resulüne bu nimeti de vermek için son hastalığında bu zehrin etkisini göstermiştir. (M. Ledünniyye) Vehhabiler, "Şefaat ya Resulallah" diyenlere, (Yâ hacı, şirk şirk...) diyorlar. Onun ümmetinden olan şehide diri dedikleri halde, Resulullaha ölü demeleri ayet ve hadislere aykırıdır.
Yalnız Kur'an mı, yalnız sünnet mi?
Yalnız Kur'an, Kur'andaki din diyenlerin kâfir olduklarını bizzat Allahü teâlâ bildiriyor. Kendisi ile birlikte Resulüne uyulmasını, iman edilmesini, isyan edilmemesini, isyan edenlerin kâfir olduklarını bildiriyor. İşte âyet-i kerime mealleri: (Allaha ve Resulüne itaat edin!) [Enfal 20] (Sadece Allaha değil, Resulüne de itaat şarttır.) (Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur.) [Nisa 80] (Resule uymak, Allaha uymak demektir.) (Allaha ve Resulüne karşı gelen, bilsin ki, Allahın azâbı çok şiddetlidir.) [Enfâl 13] (Sadece Allaha denmiyor, Resulüne de karşı gelen buyuruluyor.) (Allah ve Resulüne itaat eden cennete, isyan eden cehenneme gider.) [Nisa 13,14] (Sadece Allaha denmiyor, Resulüne de buyuruluyor.) (Allaha ve Resulüne karşı gelen, apaçık bir sapıklıktadır.) [Ahzab 36] (Sadece Allaha denmiyor, Resulüne de karşı gelen buyuruluyor.) (İhtilaflı bir işin hükmünü Allahtan [Kur'andan] ve Resulünden [Sünnetten] anlayın!) [Nisa 59] (O Peygamber, güzel şeyleri helal, çirkin, pis şeyleri haram kılar.) [Araf 157] (Haram etme yetkisini Allah, Resulüne de vermiştir.) (Aralarında hüküm verilmek üzere Allaha ve Peygambere çağırıldıkları vakit: "İşittik, itaat ettik" demek, ancak müminlerin sözüdür.) [Nur 51] (Mümin olan, sadece Allaha değil, Resulüne de uyar.) (Allaha ve Resulüne itaat edin! [uymayıp] yüz çeviren [kâfirdir] Allah da kâfirleri sevmez.) [A. İmran 32] (Demek ki sadece Allahtan değil, Resulünden de yüz çeviren kâfirdir.) (Allah ile resullerinin emirlerini birbirinden ayırıp ikisi arasında bir yol tutmak isteyen kâfirdir.) [Nisa 150,151] (Yalnız Allahın değil, Resulünün emrine uymayan da kâfirdir.) (Allah ve Resulü, bir işte hüküm verince, artık inanmış kadın ve erkeğe, o işi kendi isteğine göre, tercih, seçme hakkı kalmaz.) [Ahzab 36] (Sadece Allah değil, Resulü de bir hüküm verince, kimsenin söz söylemeye hakkı kalmaz.) (Allaha ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!) [Araf 158] (Demek ki Resule de iman şart.) (Allaha ve Resulüne inanmayan [kâfir olur] kâfirler için de çılgın bir ateş hazırladık.) [Feth 13] (Resulüne inanmayan da kâfirdir.) (Allah ve Resulüne itaat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir.) [Ahzab 71] (Sadece Allaha inanan değil, resulüne de inanan kurtulmuştur.) Allahü teâlâ, Resulünü hep kendi ile beraber de bildirirken aşağıda ise sadece Resulünü bildiriyor: (Resulüm de ki; "Bana uyun ki, Allah da sizi sevsin!") [Al-i İmran 31], (Ona [Resulüme] uyun ki, doğru yolu bulasınız!) [Araf 158], (Onun sözü vahyden başka şey değildir.) [Necm 4], (Peygamberin verdiğini alın, yasak ettiğinden sakının!) [Haşr 7], (Kimi, ona [Resulüme] iman etti, kimi de, ondan yüz çevirdi. Bunlara çılgın ateşli cehennem yetti. Âyetlerimizi inkâr ederek kâfir olanları elbette ateşe atacağız.) [Nisa 55-56] (Resulünün hadislerinden yüz çeviren kâfirdir.), (Hayır, Rabbine andolsun ki ihtilaflarda seni hakem edip verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmeyen iman etmiş olmaz.) [Nisa 65] (İmanlı Resulullahın hükmüne razı olur.) Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Kur'andan başka şeye uymayız diyenler çıkacak.) [Ebu Dâvud], (Hadisi bırak, Kur'ana bak diyerek bana inanmayanlar çıkacak.) [Ebu Yala], (Kur'andan başka delil kabul etmem diyenler çıkacak.) [Ebu Dâvud], (Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.) [Müslim], (Bana uyan cennete girer, isyan eden cennete giremez.) [Buharî]
Suizan, birinin kötü bir iş yaptığını zannetmektir. Kalbe gelen kötü düşünce, o hâliyle suizan olmaz. Kalbin o tarafa kayması suizan olur. Mesela birisinde bir kalem görünce, (Acaba bu kalemi çalmış olabilir mi) diye sadece düşünmek suizan olmaz. Ama (Çalmış olabilir) diye zannetmek suizan olur. Kur'an-ı kerimde (Kötü zanda bulunduğunuz için helâke mahkum kavim oldunuz) buyuruldu (Feth 12) Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Suizan yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayın, kusurlarını görmeyin, birbirinizi çekiştirmeyin, kardeş gibi birbirinizi sevin!) [Müslim] Zan ile, başkasının kötü olduğunu kabul eden, onu gıybet eder, ona dil uzatır. Onu kötü, kendini iyi bilir. Bu da, helâkine sebep olur. (İhya) Müslümanın bir işinde veya sözünde birçok küfür alameti ile bir iman alameti bulunsa, hüsnüzan edip buna kâfir dememelidir. Ama küfrü açıksa kâfir olur, tevil fayda vermez. (Bezzâziyye) Bir zat, bir kadınla Mekke'deki müşriklere, Mekke'nin fethi için hazırlık yapıldığını bildiren bir mektup gönderdi. Vahiy ile durumu öğrenen Peygamber efendimiz, üç kişiye emretti. Onlar da, kadına yetişip mektubu istediler. Kadın, inkâr etmişse de, (Resulullah yalan söylemez, mektubu çıkarmazsan...) diye tehdit edilince, kadın saçlarının arasındaki mektubu çıkarıp verdi. Mektup getirilince, o zat, (Mekke'de çoluk çocuğum var. Müşriklerin zararı dokunmasın diye bunu yazdım) dedi. Hz. Ömer, (Ya Resulallah, izin ver, şu münafığın kellesini uçurayım) dedi. Peygamber efendimiz, onun münafık olmadığını bildirerek, (Allahü teâlâ, Bedir'de bulunanları affetti. Bu zat da onlardandır) buyurunca, Hz. Ömer ağladı. (Mevahib) Zan kesin bilgi değildir. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: (Onlar zanna uyarlar, hâlbuki zan, haktan [ilimden] hiçbir şeyin yerini tutmaz.) [Yunus 36] Bir menkıbe: Bir âlim talebelerine (Şafii mezhebinde alametlere bakarak kesin karar verilmez. Mesela bir köpeğin burnunda yoğurt bulaşığı varken evden çıktığı görülse, eve girince yoğurt çanağında köpeğin burnu kadar iz görülse, kesin olarak bu yoğurdu köpek yedi denemez) der. Talebenin birisi, (Bu kadarı olmaz) diye içinden, hocasına itiraz eder. Hocası, o gence, bir koyun kesip getirmesini söyler. O da koyunu keser. O arada sıkışır, evin kenarındaki ormanlığa kolları sıvalı ve kanlı bıçakla gidip hacetini def eder. Zaptiyeler, yeni öldürülmüş bir adamın katilini ararken bunun eli kanlı bıçakla ormana kaçtığını görürler. Hemen bunu yakalayıp, mahkemeye çıkarırlar. O gece karakolda kalır. Sabah mahkemeye çıkınca, hakim, (Bu genç, eli kanlı bıçakla kaçarken görülmüşse de, Şafii'de alametlere bakarak kesin hüküm verilmez. Bu genci serbest bırakın) diye karar verir. Genç, hocasına yaptığı suizannın cezasını çektiğini anlar. Bir hikâye: Dağ evinde, kocası yeni ölmüş tek başına yaşayan hamile bir kadın, kendisine arkadaş olması için dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Evcil bir hayvan haline gelir. Bir süre sonra kadının çocuğu doğar. Gelincik zarar vermesin diye çok dikkat eder. Bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak zorunda kalır. Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve koşarak gelir. Gelinciği, ağzındaki kanları yalarken görür. Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır, hemen öldürür. O sırada içerden bebeğin ağlaması duyulur. Anne odaya girer. Odada beşiğin içindeki bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görür... Suizannını gerçek gibi başkasına söylemek de, yani söz taşımak daha kötüdür. (Yarın söz taşımak)
Koğuculuk veya söz taşımak
Doğru olarak söz taşımak da nemime=koğuculuk olur. Yalan katılırsa iftira da olur. Koğuculuk günahtır. Ahirette cezası ağır olduğu gibi, dünyada da insanların aralarının açılmasına sebep olur. Onun için "Taş taşı da, söz taşıma" derler. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Hasetçi, koğucu ve falcı benden değildir.) [Taberani], (En kötünüz, söz taşıyan, dostların arasını bozan ve ayıp araştırandır.) [Taberani], (Koğuculuk yapan melundur.) [İ. Maverdi], (Söz taşıyan helalzade değildir.) [Hakim], (Söz taşıyan, veled-i zina veya zina karışıklığı bulunan soysuz kimsedir.) [Beyhekî], (Koğucu, kıyamette maymun suretinde haşrolunur.) [R. Nasihin], (Söz taşıyan Cennete giremez.) [Buharî] Bu hadis-i şeriflerde geçen (Cennete giremez), (Benden değil) demek, "tövbe edip helallaşmadan ölen, cezasını çekmeden Cennete giremez" manasındadır. Eğer affa veya şefaate uğrarsa veya sevapları çok olur, günahlarından fazla gelirse cennete girer. Değilse, cezasını çeker. Her doğru söylenmez. Laf taşırken doğru söylenmiş olabilir, ama bu doğruyu söylemek de büyük günahtır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Koğuculuk, kabir azabına sebep olur.) [Beyhekî], (Söz taşıyanın kabrinde bir ateş musallat olur, onu kıyamete kadar yakar.) [Şi'ra] Resulullah efendimiz, iki kabre uğradı. (İkisi de azabdadır. Biri, elbisesini idrardan korumaz, diğeri ise koğucu idi) buyurdu. (Şir'a) Salih bir zat, kendisine söz getirene dedi ki: (Bize üç kötülük getirdin. Sevdiğim kimseyi bana düşman etmek istiyorsun. Huzurlu kalbimi karıştırdın. Benim yanımda âdil, iyi biri idin, kendini fâsık, kusurlu yaptın.) Koğuculuk afetinden kurtulmak için, söz getirene karşı şu altı şeyi yapmak gerekir: 1- Ona inanmamalı. Çünkü söz getiren fâsıktır. (Fâsığa inanılmaz. Sözü ile hareket edilmez. Koğucunun sözlerini kabul etmek, koğuculuktan daha kötüdür) buyurulmuştur. 2- Onu bu münkerden nehyetmeli. Çünkü Allahü teâlâ (Münkerden nehyet) buyurdu. (Lokman 17) 3- Onu sevmemeli! Çünkü söz taşımak günahtır. Günahkâr sevilmez. Onu düşman bilmeli! 4- Söz getirdiği kimseye acaba hakikaten söylemiş mi diye sui zanda bulunup da ona kötü gözle bakmamalı! Çünkü sui zan haramdır. Hadisi şerifte buyuruldu ki: (Sui zan etmeyin! Sui zan, yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayın, kusurlarını görmeyin, münakaşa, hased ve düşmanlık etmeyin, birbirinizi çekiştirmeyin, kardeş gibi birbirinizi sevin!) [Müslim] 5- Getirilen sözün doğru olup olmadığını araştırmamalı! Çünkü tecessüsü, günahları araştırmayı, Allahü teâlâ yasak etmiş, (Birbirinizin kusurunu araştırmayın) buyurmuştur. (Hucurat 12) 6- Getirilen söz hakkında kimseye birşey söylememeli! Eğer söylenirse, başkasının perdesi yırtılmış, günahı meydana çıkarılmış olur. Kusurları gizlemeli, açığa vurmamalı. Çünkü hadisi şeriflerde buyuruldu ki: (Arkadaşının kötülüğünü gizleyenin kusurları, kıyamette gizlenir.) [Taberani] (Arkadaşının aybını görmeyip gizleyen, cennete gider.) [Taberani] (Arkadaşının aybını açığa vuranın aybı açığa çıkar. Hatta evinde bile rezil olur.) [İbni Mace] (Müslümanın aybını araştıran, ona kötülük etmiş olur.) [Ebu Dâvud] (Birini tövbe ettiği günahtan dolayı ayıplayan, aynı günaha maruz kalmadan ölmez.) [Tirmizî] Görüldüğü gibi söz taşıyan kaç tane farzı terk ediyor ve kaç tane haram işlemiş oluyor.
Zenginlik ve fakirlik üzerine
Yoksul bir ülkede zenginlerin milyarlar sarf ederek villalar yaptırması israf ve haram değil midir? CEVAP: Zekâtını fakirlere veren ve alın teri ile helalinden kazanan kimsenin villa, köşk yaptırması haram değildir, helal ve makbuldür. Asıl uygun olmayan, helal olmayan, tembel oturmak, çalışmayıp, fakir kalmak, yahut kazandıklarını haram şeylere verip, basit meskende kalmaktır. Böyle tembellerin ve malını haramlara israf edenlerin yüzünden, çalışkanları suçlamak doğru değildir. Zekâtını verenlerin köşkte oturmaları, şık giyinmeleri, fennin bulduğu bütün kolaylıklardan faydalanmaları helaldir. Allahü teâlâ, (Verdiğim nimetleri, kullanmalarını severim) ve (Çalışana veririm) buyuruyor. Çalışıp kazanmak ibâdettir. Zenginlik günah değildir. Allahü teâlâ şükreden zenginleri sever. Zengin olduğu için, kendini beğenmek, kendini başkalarından üstün görmek haramdır. Aşere-i mübeşşere'den [Cennete gidecekleri müjdelenen on kişiden] Hz. Zübeyr bin Avvam tüccar idi. Medine'de, Basra'da, Kufe'de ve Mısır'da mülkleri, geniş arazisi ve bin hizmetçisi vardı. Fakat bütün gelirini fakirlere dağıtırdı. Yine o on kişiden Hz. Abdurrahman bin Avf, vefatında iki milyon altın miras bırakmıştı. Cennetle müjdelenenlerden Hz. Talha da zengindi. Şık giyinir, süslü gezerdi. Yüzüğünde kıymetli yakut taşı vardı. Yine Cennetliklerden Hz. Osman da zengin tüccardı. Tebük gazasında on bin altın ve mal yüklü bin deve verip Resulullah efendimizin duâsını aldı. Zenginlik nimettir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ahir zamanda zengin olmak saadettir) [İ. Rafii] Hz. İbrahim, Hz. Davud ve Hz. Süleyman, çok zengin idi. Eshab-ı kiramın fakirlerinden çoğu, zenginler bizim gibi ibâdet ettikten başka, malları ile hayırlı işler yaparak çok sevap kazanıyorlar diyerek, agniya-yı şakirine [şükreden zenginlere] imrenirlerdi. Zenginliğin kötü yönleri yok mudur? CEVAP: Sadece zenginliğin değil, fakirliğin de, hatta her işin iyi ve kötü yönü olur. Mesela evlilik, bazıları için dünya ve ahiret saadetine sebep olurken, bazılarının da felaketine sebep olur. Zenginlik-fakirlik de böyledir. Onun için Peygamber efendimiz, (Ya Rabbi, azdıran fakirlik ve azdıran zenginlikten sana sığınırım) buyurmuştur. Demek ki, mal iyi kullanılırsa iyi, kötü kullanılırsa kötü olur. Fakirliğe sabredilmesi kolay olmayıp Allaha isyana sürükleyeceği için hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Fakirlik, iki cihanda da, yüzkarasıdır.) [R. Nasihin], (Fakirlik, dünya ve ahiret yoksulluğudur.) [Deylemî], (Fakirlik küfre sebep olur.) [Beyhekî], (Ya Rabbi, fakirlikten sana sığınırım.) [Nesâî] Fakirliği öven hadis-i şerifler: (Fakirlik, dünyada mümine hediyedir.) [Taberânî], (Fakir, Allahın dostudur.) [Deylemî], (Cennet sultanları fakirlerdir.) [İbn Mace], (Cennettekilerin çoğu fakirlerdir. Hor görülen fakirler cennetliktir.) [Buharî], (Ya Rabbi, müslüman fakirlerinin hürmetine zafere kavuşmayı nasip et.) [Taberanî], (Fakirlerin dua ve namazları ile bu ümmete yardım edilir.) [Nesai], (Fakirlerinizin gönlünü alarak bana yaklaşın.) [Tirmizi], (Fakirleri hor görmeyin. Onların hürmetine yardım görüyor ve rızıklanıyorsunuz.) [Buhari], (Ya Aişe, bana kavuşmak için, fakir yaşa!) [Tirmizî], (Fakirleri sevin, onları seveni, Allah sever.) [Deylemî], (Allahın takdirine razı olan fakirden üstünü yoktur.) [İ. Gazali], (Ya Rabbi, fakir yaşayıp, fakir olarak ölmeyi ve fakirlerle haşrolmayı nasip eyle!) [Buharî] (Yarın, zenginliğin üstünlüğü)
Dünya ve ahiret mal ile kazanılır. Bunun için mal kıymetlidir. Süfyan-ı Sevri hazretleri, malın insanın silahı olduğunu söyleyerek, insanın, canını, malını, sağlığını, dinini, şerefini mal ile koruyacağını bildirmiştir. Sabreden fakir gibi şükreden zengin de kıymetlidir. Dinimiz mala hayr, hayırlı şey adını vermiştir. (Bekara 180, Adiyat , Define [altın paralar] Rabbin rahmeti olarak bildirilmiştir. (Kehf 82) Zenginliği öven hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir: (Allahü teâlâ birine çok mal verir, bu da malını Allahü teâlânın razı olduğu, beğendiği yerde harcarsa, bu kimseye gıpta etmek, imrenmek yerinde olur.) [Buharî], (Ya Rabbi buna [Enes bin Malik'e] çok mal ve çok çocuk ver ve bunlarla kendisini bereketlendir!) [T. Muhammediyye], (Ahir zamanda müminler için zenginlik saadettir.) [İ. Rafii], (Mal, salih kimse için ne güzeldir.) [Taberânî], (Ahir zamanda insanların paraya ihtiyacı daha çok olur. Çünkü insan o zaman din ve dünyasını ancak para ile korur.) [Taberânî], (Müminin izzeti, halktan müstagni olmasıdır.) [Taberânî] [Müstagni=ihtiyaçsız] Mal değil, malı sevmek, mal aşkı ile yanıp tutuşmak kötüdür. Bu manada mal sevgisini kötüleyen hadis-i şeriflerden birkaçı şöyledir: (Her ümmetin bir fitnesi vardır. Ümmetimin fitnesi maldır.) [Nesâî], (Her şeyin bir afeti vardır. Ümmetimin en büyük afeti, dünyaya, paraya gönül vermektir. İyi yolda harcayan hariç, mal toplayanın çoğunda hayır yoktur.) [Deylemî], (İki aç kurdun, sürüye vereceği zarar, mal ve makam sevgisinin Müslümanın dinine vereceği zarardan daha fazla değildir.) [Bezzar], (Kişi yaşlandıkça iki şeyi gençleşir: Uzun yaşama arzusu ve mal sevgisi.) [Buharî], (Paranın kuluna lânet olsun, paraya tapan helak olur.) [Tirmizî], (Herkesin bir sanatı vardır. Benim sanatım da fakirlik ve cihaddır. Bu ikisini seven beni sevmiş, bu ikisine buğzeden bana buğzetmiş olur.) [İ. Gazalî], (Şeytan dedi ki: "Mal sahibine sabah akşam bunlar için vesvese vermeye çalışırım: Malı helâl olmayan yerden edinmesine uğraşırım. Hak olmayan yere harcatmaya çalışırım. Mala karşı içinde sevgi ve muhabbet veririm ki, onu yerine harcayamasın.) [Taberânî] Zenginlik kötü değildir. Çünkü Hz. İbrahim, Hz. Süleyman, Cennetle müjdelenen Abdurrahman bin Avf hazretleri ve evliyanın büyüklerinden Ubeydullah-i Ahrar hazretleri, çok zengin idi. Genel olarak zenginler malı sevdiği için mecaz olarak zenginler kötülenmiştir. Mesela, (Ümmetimin en kötüleri zenginlerdir) demek, (Ümmetimin en kötüleri taparcasına parayı sevenlerdir) demektir. Bizzat mal ve zenginlik kötülenmemiştir. Peygamber efendimiz, (zenginlerin çoğu Cehenneme gider) buyurdu. Bu söz, zenginliğin ve malın aleyhine değildir. Malının zekâtını vermeyen, hayır hasenat yapmayan, malını zararlı işlerde kullanan, israf eden kimseler için söylenmiştir. Müslüman kadınlar övülmüş, günahkâr kadınlar çok olduğu için de, (Cehennemin çoğu zengin ve kadınlardır) buyurulmuştur. Bu söz, zengine ve kadına hakaret değil, onları ikaz için söylenmiştir. Yine, (insanların çoğu kâfirdir) buyurulmuştur. Burada insan kötülenmiyor, kâfirlik kötüleniyor. Mal, kötüleri azdırırsa da, iyiler için çok kıymetlidir. Hz. İbrahim (Ya Rabbi, beni ve çocuklarımı puta tapmaktan koru) diye duâ etmiştir. Puttan maksat para sevgisidir. Para aşkı, puta tapmak gibidir.
Dinimizde mal kıymetlidir
Mal, Allahü teâlânın verdiği bir nimettir. Ahireti kazanmak, mal ile olur. Dünya ve ahiret, mal ile intizam bulur, rahat olur. Hac, cihad sevabı mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı görüp gözetmek, fakirlerin imdadına yetişmek mal ile olur. Mescidler, okullar, hastaneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak, asker yetiştirerek insanlara hizmet de mal ile olur. Peygamber efendimiz, (İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır) buyuruyor. (Kudai) İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nafile ibâdet etmekten daha çok sevaptır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur. Mal kıymetli olduğu için, malı israf etmek, telef etmek haramdır. Dine uymayan israf, haramdır. Mürüvvete [insanlığa] uymayan israf, tenzihen mekruhtur. Bu konudaki hadis-i şerif meali şöyledir: (Malı telef etmek haramdır, malı uğrunda öldürülen şehittir.) [Taberânî] Zenginliği öven hadis-i şeriflerden bazıları şöyle: (Allahü teâlâ birine çok mal verir, bu da malını Allahın razı olduğu, beğendiği yerde harcarsa, bu kimseye gıpta etmek, imrenmek gerekir.) [Buharî] (Allah bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kul da haramlardan kaçınır, akrabasını sevindirir, malından, hakkı olanları bilip verir ise, cennetin yüksek derecesine kavuşur.) [Tirmizî] (Mal, salih kimse için, ne güzeldir.) [Taberânî] (Mal ile şeref kazanılır.) [İ. Ahmed] (Ahir zamanda insanların paraya ihtiyacı daha çok olur. Çünkü insan o zaman din ve dünyasını ancak para ile korur.) [Taberânî] Mal kıymetli olduğu için Kur'an-ı kerimde mal ve can ile cihad edenler övülmektedir. (Nisa 95) Allahü teâlâ, Habibine verdiği nimetleri hatırlatırken, malsız iken Ona, kimseye muhtaç olmayacak kadar, mal verdiğini bildirmektedir. (Duha Büyükler, (Mal, gurbette vatandır. Fakirlik vatanda gurbettir. Bir kimse, fakirse, nerede olursa olsun gariptir) buyuruyor. Mal, silah gibidir. Kullanmasını bilmeyen, onunla kendisini helak edebilir. Bu bakımdan mal, kimisi için iyi, kimisi için kötüdür. Kimisini zenginlik, kimisini fakirlik azdırır. Mal ve çocuklar, Allahü teâlâyı anmaktan alıkoyarsa, hüsrana sebep olur. (Münafikun 9) Mal sevgisi, insanı azdırabilir. Az kimse bunun zararından kurtulduğu için kötü zenginler tenkide maruz kalmıştır. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Malı pek çok seviyorsunuz.) [Fecr 20] (Altını, gümüşü [parayı] biriktirip Allah yolunda harcamayana elim azap vardır.) [Tevbe 34] (Mal ve çocuklarınız, Allahı anmaktan alıkoyarsa, hüsrana uğrarsınız.) [Münafikun 9] (İnsan zengin olunca azar.) [Alak 6-7] Zengin olan herkes azmaz. Fakat çok kimse azdığı için böyle buyurulmuştur. Mal herkesi azdırsaydı, Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim'i, Hz. Süleyman'ı ve daha birçok salih kimseyi zengin etmezdi. Mal için imtihan vardır. (A. İmran 186, Tegabün 15)
Rahmet olan farklı hükümler
Bazı art niyetliler, "Kur'an varken sünnete, Peygamberin açıklamalarına ihtiyaç yok diyorlar. Halbuki Allahü teâlâ buyurdu ki: (Resule itaat, Allaha itaattir.) [Nisa 80], (Resul ne emretmişse ona uyun!) [Haşr 7], (İndirdiğim Kur'anı insanlara açıkla!) [Nahl 44] Bazıları da, Kur'an ve hadis varken, alimlere, mezheplere uymak gerekmez diyorlar. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ümmetimin âlimlerinin farklı ictihadları, mezheplere ayrılması rahmettir.) [Nasr El-Makdısî, Beyheki], (Kur'an-ı kerime uymak farzdır. Onda bulamazsanız, sünnetime, sünnetimde de bulamazsanız, Eshabımın sözüne uyun.) [Beyhekî], (Âlimlere uyun.) [Deylemî], (Alimler, peygamberlerin varisleridir.) [Tirmizî], Resulullah, Kur'an-ı kerimde, kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'an-ı kerim kapalı kalırdı. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rükû ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Yani hiçbir âlim, bunları Kur'an-ı kerimden bulup çıkaramazdı. Bunları Peygamber efendimiz açıklamıştır. Mezhep imamları, hadis-i şerifleri açıklamasaydı, sünnet kapalı kalırdı. Sünneti, müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydana çıkmıştır. Her Müslüman, durumuna göre, kendisine kolay gelen mezhebi seçer. Allahü teâlâ dileseydi, Kur'an-ı kerimde her şeyi açıkça bildirirdi. Böylece, mezhepler ortaya çıkmazdı. Her yerde, tek bir nizam olur ve yaşamak güçleşirdi. Bir Müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebe uyarak, bu işi kolayca yapar. Birkaç örnek verelim: Şâfiî'de, kadın eline dokunmak abdesti bozar, Hanefî ve Mâlikî'de bozulmaz. Hacda bu iki mezhepten birisi taklit edilirse, abdest bozulmadan tavaf yapılır. Bu bir rahmettir Seferde iken, üç mezhepte iki namazı cem etmek caizdir. Namazlarını kaçırma tehlikesi varsa, Hanefîler, bu 3 mezhepten birini taklit ederek iki namazı cem ederek kılabilir. Bu da bir rahmettir. Mukimken de, iki namazı cem etmek gerektirecek durumlar olabilir. O zaman da Hanbeli mezhebi taklit edilir. Bu da bir rahmettir. Kitaplarda, (Yolda, nakil vasıtalarında [dolmuşta, otobüste], alış verişte [pazarda, markette] kadınlara dokunma ihtimali olan Şâfii, Hanefi veya Maliki'yi taklit etmeli) deniyor. Demek ki, yeniden abdest almak harac, yani meşakkat, zorluk oluyor. Sırf yeniden abdest almamak için başka mezhep taklit edilebiliyor. Birkaç örnek verelim: 1- Hacda kadınlara dokunma ihtimali olduğu için Şafiilerin abdestli durması zordur. Hanefi taklit edilir. 2- Şafii bir doktor, kadınlara dokununca abdesti bozulacağı için Hanefi'yi taklit eder. 3- Şafii bir genç, bir kız kaçırsa, kızın babası razı olmazsa, Şafiî'de, velisinin rızası olmadıkça evlenmesi caiz olmaz. Hanefi'yi taklit ederek velisiz de evlenebilir. 4- Şafii'de zekat 8 sınıfa verilir, üç sınıfa verilse de caizdir. Ancak üç sınıfı bulmak da zordur. Hanefi taklit edilerek bir sınıfa verilir. 5- Bir Hanefi'nin, evlendiği kızla süt kardeş olduğu ortaya çıkarsa, eğer bir iki kere emmişse, Şafii taklit edilip evliliğe devam edilir: Çünkü Şafii'de süt kardeş olmak için ayrı zamanlarda 5 kere doya doya emmek gerekir.
Maliki mezhebini taklit ederken
S. Ebediyye'de diğer kitaplardan alınarak deniyor ki: Abdesti sık bozulan hasta ve ihtiyarlar Maliki'yi taklit ederek, ibadetlerini rahatlıkla yapar. (s.1133) Hastalık veya ihtiyarlık sebebi ile idrar kaçıran Hanefi'nin, tekrar abdest alması, harac, zahmet olacağı için, bu kimse, Maliki'yi taklit ederek, hemen özür sahibi olur, abdesti bozulmaz. (s. 148) Bir kimsenin namazda abdesti bozulursa veya abdest almak güç olursa, namaza dururken Maliki'yi taklit eder. Maliki'de, hastaların, ihtiyarların özürleri namazlarını bozmaz (s. 232) Maliki'de, özürlü olmak için, hastalık sebebi ile çıkan, abdesti bozan bir şeyin bir kere çıkması kâfidir. Bir namaz vakti içinde devamlı çıkması gerekmez. Namazdan önce veya namazda idrar, yel kaçıran hasta veya ihtiyarların abdestlerinin ve namazlarının bozulmaması için Malikiyi taklit etmeleri sahih olur. (s.131) Demek ki, Maliki'de, bir kere akmak da özür sahibi yapmaktadır. Mesela zaman zaman burnu kanayan, makattan solucan çıkan, ara sıra ağız dolusu kusan, kulağı akan, ağrı ile gözünden yaş gelen, bazen yel kaçıran, ishal olan, idrar kaçıran, istihazalı veya akıntısı olan kadın, basurdan, çıbandan, yaradan kan ve irin akan, Malikiyi taklit ederse, abdesti bu özrü sebebiyle bozulmuş olmaz. Birkaç örnek verelim: Sık sık kusan kimsenin abdesti bozulur mu? CEVAP: Maliki'yi taklit ederse bozulmaz. Gazdan rahatsız olan, zaman zaman elinde olmadan yel kaçırsa, bu hal abdesti bozar mı? CEVAP: Maliki taklit edilirse bozmaz. Maliki'yi taklit eden kimse, unutarak veya bir işi sebebiyle öğleyi asr-ı evvele kadar kılamazsa, yani öğle vakti içinde kılamasa, tekrar Hanefî'yi taklit edip öğleyi asr-ı evvelde yani birinci ikindi vaktinde kılması câiz mi? CEVAP: Caizdir. O zaman ikindiyi asr-ı sanide kılması gerekir. Çünkü öğle asr-ı evvelde kılınınca, ikindi de asr-ı sanide kılınması gerekir. Vakit çıkmak üzere iken, hazırda temiz elbise de yoksa, Maliki'yi taklit edilip necasetli elbise ile namaz kılmak câiz mi? CEVAP: Caizdir; çünkü namazı kazaya bırakmak haramdır. Hanbeli'de, Hanefi'deki gibi gusülde ağzın içini yıkamak farzdır. Diş dolgusu olduğu için Maliki'yi taklit edenin ihtiyaç halinde, mukimken Hanbeli''yi taklit ederek iki namazı cem etmesi caiz olur mu? CEVAP: Elbette caizdir. Çünkü başka çıkış yolu yoktur. Bu telfîk olmaz. Namazı kazaya bırakmak haram olur. Maliki'yi taklit eden, abdest alıp namaz kıldıktan bir ay sonra, elinde yağlı boya görse, boyayı kazıyıp hemen yıkasa, kıldığı namazlar sahih olur mu? CEVAP: Evet sahih olur. Şâfii'yi taklit eden, daha kolay diye, Maliki'yi taklit etmeye başlasa caiz olur mu? CEVAP: Evet kendine daha kolay geleni seçebilir.
Maliki'yi taklit ile ilgili meseleler
Bir yerindeki yaradan çıkan kandan dolayı, Maliki'yi taklit eden, daha sonra elini bıçakla kesse, çıkan kan, abdestini bozar mı? CEVAP: Evet bozar, çünkü kitaplarda diyor ki: Namaz kılarken semavi [gayr-i ihtiyari yani elinde olmayan] bir özürle abdesti bozulan Hanefi, hemen namazdan çıkar. Maliki'de ise, namazı bozulmaz. O anda özür sahibi olur. Namazına devam eder. Semavi özürler, Maliki'yi taklit edenin de abdestini bozmuyor. Mesela namazda ishalini tutamasa, çıbanından veya yarasından kan aksa, burnu kanasa, kulağından irin aksa, makattan solucan çıksa, idrarını tutamasa, kadınlardan akıntı çıksa, basurdan kan, fistüllerden, göbekten akıntı çıksa, tutamayıp gaz kaçırsa, ağız dolusu kussa, bunlar semavi özür oldukları için, hiç birisi Maliki'yi taklit edenin abdestini bozmaz. Abdesti bozulmadığı için namazına devam eder. Böyle özürleri olan kimsenin elini bıçak kesip kan çıksa, abdesti bozuluyor, çünkü bu semavi özür olmuyor. Ama ondan sonra yaralı elinden çıkan kanlar, irinler semavi özür halini aldığı için, abdestini bozmuyor. Bu özürler abdesti bozmuyor ama, namazda basurundan kan gelenin çamaşırına kan bulaşır veya irin, idrar ve ishal bulaşır. Böyle özürle meydana gelen bu necasetlerle [pisliklerle] kılınan namaz da sahih olur. Çünkü Maliki'de necasetsiz elbise ile namaz kılmak farz değil, sünnettir. Hastaya, idrar için, sonda takılıyor, idrar, bir torbada birikiyor. Yatalak ve üstü necis oluyor. Maliki'yi taklit ederek namazını o haliyle kılar. Kılmayıp kazaya bırakması haram olur. Unutup necasetli elbise ile namaz kılan, namazdan sonra, necis elbise ile namaz kılmış olduğunu görse, o namazı iade etmeyip, (Bu namazı Maliki'ye göre kıldım) demekle namazı sahih olur. Dinimizin bildirdiği bu ruhsatlardan faydalanmamak takva ve azimet olmaz. Aksine cahillikten dolayı Allahın rahmetini tepmek olur. Çünkü İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: (Gerektiğinde en kolay fetvaya uymalı. Allahü teâlâ, insanlara güç gelen şeyleri değil, kolay olanların yapılmasını istiyor. Çünkü insanın zayıf, dayanıksız yaratıldığını bildiriyor. Kur'an-ı kerimde, (Allah, size kolaylık ister, zorluk, güçlük istemez) buyuruldu. (Bekara 185) Dinimiz böyle derken, taklit etmemek için direnmek taassuptur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahın verdiği kolaylık ve ruhsatlardan faydalanın!) [Buharî] (Ruhsatlardan faydalanmayan, Arafat dağı kadar günah işlemiş olur.) [Taberânî] (Allahü teâlâ, ruhsatla da amel edilmesini sever.) [Beyhekî] Günümüzde mezhep taklidi ile ilgili Müslümanlar üçe ayrılır: 1- Zaruret de olsa, başka mezhebi taklit etmeyi caiz görmemek. (Taassup ehlinin yolu) 2- Her mezhebin kolay gelen hükümlerini almaya çalışmak. (Mezhepsizlerin yolu) 3- Zaruret, ihtiyaç olunca, başka mezhebi taklit etmek. (Ehl-i sünnet ulemasının yolu) İslamiyet, ifrat ve tefrit, yani aşırı hareketlerden uzak her Müslümanın rahatça uygulayabileceği hükümler topluluğudur. Mezhep taklidinden kaçanlar tefrit ehlidir. Telfîk yapanlar, yani her mezhebin kolay tarafını toplayanlar ifrat ehlidir. Bunların her ikisi de yanlıştır.
|
|
|
|
Bugün 79 ziyaretçi (225 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|