|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Üzülmeyiniz ve telâş etmeyiniz!"
01-01-2016 02:00
Sultan Veled zamanında Mustafa isminde zalim bir kimse vardı. Malı, mülkü ve akrabalarının çok olmasından istifade ederek bazı kimselere eziyet ederdi. Bunu, Sultan Veled'e şikâyet ettiler.
Sultan Veled o kişiyi çağırdı.
Ve nasihatler etti.
Ancak o, kaba sözlerle karşılıkta bulundu... Mustafa'nın bu kaba sözlerine sükût eden Sultan Veled hazretleri, o çıkınca "Bunun bir hafta ömrü kaldığı hâlde hâlâ yiğitlik taslayıp sıhhatine güveniyor” buyurdu.
O kimse dergâhtan çıktı.
Evine gidiyordu...
Âniden bir ok geldi.
Ve şiddetle göğsüne saplandı!.. Nereden geldiği bilinmeyen o okun verdiği ızdırapla bir hafta yattı, sonra öldü!
● ● ●
Sultan Veled hazretleri, “seksen dokuz” yaşındayken “ölüm hastalığına” yakalandı. Hastalığı sırasında yedi gün Konya'da “zelzele” oldu.
Herkes bir telâşa düştü!
O, bu hâli gördü.
Ve sevdiklerine;
"Telâş etmeyin. Bu, benim vefat edeceğimin haberidir. Zahiren aranızdan ayrılacağım ama bâtınen sizinle beraber olacağım, bunda şüpheniz olmasın” buyurdu.
Dinleyenler üzüldü!
Ve hepsi ağladılar!
O, sözlerine devamla “Allahü teâlânın veli kulları, vefat ettikten sonra da darda kalanlara, dost ve yakınlarına yardımda bulunurlar” buyurdu.
Recep ayının onuydu.
“Allah” deyip Rabbine kavuştu...
."Niçin kötü düşünüyorlar?"
02-01-2016 02:00
Sultan Behaeddin Veled anlatır:
Babamla bir gün Hüsameddin Çelebi'nin bağına gidiyorduk.
Babam beni katıra bindirdi.
Kendisi, diğer talebelerle yaya yürüyordu.
Babam önde gidiyordu.
Ben ardında gidiyordum.
Bir ara babam Mevlâna hazretlerinin mübarek vücudunu, Allahü teâlânın izniyle büyük bir “nur”un kapladığını gördüm.
Etrafa ışık saçıyordu.
Aynen “güneş” gibi.
Buna hayran kaldım.
Çok da duygulandım!
Aklıma, babamın büyüklüğünü inkâr edenler geldi.
Ve kalbimden;
“Böylelerine şaşıyorum, niçin anlamıyorlar, böyle mübarek bir zâtı nasıl tanımıyor ve inkâr ediyorlar?” diye düşünüyordum.
Babam geriye döndü.
Ve bana seslendi:
“Ey Behaeddin!”
“Buyur babacığım.”
“Sen babanı inkâr edenleri bırak da kendi nefsine bak! Sakın ucub ve kibir hastalığına yakalanmayasın” buyurdu.
Mahçup olmuştum!
Özür dileyecektim.
Babam devam edip;
“Herkes yaya yürürken sen binek üzerindesin. Bu kadarcık gönül yüksekliği, insanı ucba, kendini beğenmeye götürebilir, amân dikkat et” buyurdu.
.Sancaktar, Hazret-i Salim idi...
03-01-2016 02:00
Eshab-ı kiramın meşhurlarından Salim Mevlâ Ebu Huzeyfe (radıyallahü anh); Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazalara katıldı. Müseylemet-ül-kezzab kâfirine karşı yapılan Yemame Gazası’na da katıldı.
Çok gayret etti.
Ve şehit düştü!
Sancaktar, Hazret-i Salim idi.
Eshab-ı kiram ona "Yâ Salim! Senin başına bir zarar gelmesinden korkarız" dediler.
Hazret-i Salim;
"Eğer sancağı taşımayacak olursam Kur'ân ehlinin en bedbahtı olurum" buyurdu.
Ve sancağı kaldırdı.
Düşmana daldı.
Kâfirler, şiddetle hücum edip hazret-i Salim'in sancak tutan kolunu bir kılıç darbesiyle kestiler. Hazret-i Salim "Allah!” diye bağırdı.
Harp meydanı inledi!
Ama sancağı düşürmedi.
Öbür eliyle tuttu.
Bir kılıç darbesiyle o kolunu da kestiler. Fakat İslâm sancağı yine yere düşmedi.
Çünkü Hazret-i Salim, bütün vücudu ve kesik kollarıyla sancağa sarılmıştı!
Küffar saldırıyordu.
O, bırakmıyordu.
Sanki Hazret-i Salim'e vurulan her kılıç darbesi, onun, sancağa daha sıkı yapışmasını ve daha “bir kuvvetle” dik durmasını sağlıyordu!
Mücahitler geldi.
Sancağı aldılar.
Hazret-i Salim (radıyallahü anh), işte o zaman yere düştü ve şehadet şerbetini içti!..
."Beni onun yanına götürün!"
04-01-2016 02:00
Hazret-i Salim (radıyallahü anh), kâfirlerin en şiddetli kılıç darbeleri altında şehit düşerken “Vemâ Muhammedün illâ resûl" âyet-i kerimesini okuyordu.
Eshap ona koştular.
Gördüler ki kanlar içinde bu âyet-i kerimeyi okuyor. Eshâba Ebu Huzeyfe'yi sordu.
“Şehid oldu” dediler.
"Beni onun yanına götürün" diye mırıldandı.
Vasıyetini yaptı.
Ve şehadete erişti.
Eshab-ı Kiram, onu Ebu Huzeyfe ile beraber, birinin başı diğerinin ayağının yanında olduğu hâlde defnettiler.
● ● ●
Hazret-i Ömer'in ona hususi bir muhabbeti ve hürmeti vardı.
Onun hakkında;
"Salim hayatta olsaydı hilâfeti şûraya havale etmez, hiç düşünmeden yerime onu halife seçerdim" buyurmuştur.
Güzel Kur’ân okurdu.
Resul aleyhisselâm;
"Kur’ân-ı kerimi şu dört kimseden öğreniniz; Abdullah İbni Mes'ud, Salim Mevlâ Ebu Huzeyfe, Übey bin Kâ’b ve Muaz bin Cebel" buyurdular.
Kendi de zevkle dinlerdi.
Zira sesi çok güzeldi.
Hazret-i Ömer der ki:
“Resûlullah’ın huzurlarında Hazret-i Salim zikredildiğinde ‘Salim, Allahü teâlâyı çok severdi. Eğer Allah'tan korkusu olmasaydı bu sevgisi sebebiyle yine Ona isyan etmezdi’ buyurdu.”
.Tam bir İslâm kahramanıydı
05-01-2016 02:00
Hicretten önce İslâmiyet’i ilk kabul eden Medineli Sahabilerden Sehl bin Hanif (radıyallahü anh), tam bir İslâm kahramanıydı. Çok güzel ata biner ve gâyet iyi ok atardı.
Onu herkes severdi.
Hatta saygı duyardı.
Atına bindiği zaman gidişi, duruşu, herkesin dikkatini çekerdi. Sevgili Peygamberimiz de Hazret-i Sehl'in bu hâlini beğenirdi.
Uhud cenginde vardı.
Büyük yararlık gösterdi.
Sevgili Peygamberimizi çok sever, Onun uğrunda her şeyini feda ederdi. Uhud Gazası’nda bir ara Müslümanlar zor durumda kaldı.
Ve geri çekildiler.
Dağılır gibi oldular.
O ise sebat etti ve hep Resulullah’ı düşündü, canla başla Onu korumaya çalıştı, vücudunda onlarca ok yarası varken savaşa devam etti.
Savaş şiddetlendi!
İki taraf birbirine girdi...
O, yine Efendimizi düşünüyordu.
Etrafında “pervane” oldu.
Müşriklere karşı ok attı...
Hatta müşrikleri kendi üzerine çekmek için bir taktik uyguladı.
Ortaya çıktı.
Ve gür sesiyle;
"Sehl’i nişan alınız, oklarınızı Sehl’e atınız" diye haykırdı!
Ve devamlı ok attı...
Nihayet oku bitti.
Efendimiz bunu fark ettiler.
Ve eshaba dönüp;
“Sehl'e ok yetiştiriniz. Çünkü o, Sehl'dir; rahat ve iyi ok atar" diye seslendiler.
.Lütfen bunu kabul buyurunuz"
06-01-2016 02:00
Resulullah Efendimiz Tebük Harbi için Eshabından yardım isteyince Eshabın zengin olanları, güçleri nisbetinde yardımda bulundular.
Hazret-i Sehl bunu işitti.
Üzülüp kederlendi!
Zira kendisi fakirdi.
Yardım edemeyecekti.
Hemen evine gitti.
Çocuklarının ihtiyaçları için ayırmış olduğu “bir avuç hurma” vardı. Onu aldı ve Sevgili Peygamberimizin mübarek huzuruna vardı.
O hurmayı uzatıp;
"Ey Allah’ın Resulü! Evimizde bundan başka yiyecek bir şeyimiz yoktur. Bu hurma, benim ve kızımın yardımlarıdır. Lütfen kabul buyurunuz ve bize bereketle dua ediniz" diye yalvardı.
Efendimiz onu aldı.
Sevinip duygulandı...
O “bir avuç hurmayı” bizzat kendi mübarek elleriyle alıp diğer bütün hediyelerin üstüne koydu.
Ve bereket için dua etti.
Münafıklar bunu gördüler.
Ve onu küçümsediler.
"Allahü teâlânın, Sehl bin Hanif'in bir avuç hurmasına ihtiyacı yoktur" diyerek onu kınadılar.
Hatta aşağıladılar.
Alay konusu yaptılar.
Aralarında gülüştüler.
Münafıkların bu davranışı üzerine, Allahü teâlâ, mealen;
“Sadaka hususunda, gücünün yettiğinden başkasını bulamayan fakirlerle eğlenenlere, pek acıklı azap vardır" âyet-i kerimesini gönderdi.
.O anda ortalık zifiri karanlıktı!..”
07-01-2016 02:00
Osmanlılar zamanında Anadolu’da yetişen evliyanın en büyüklerinden Seyyid Sâlih hazretlerinin evine, hırsızın biri, gece gelip evi soymaya karar verdi...
O gece “Ay” çıkmamıştı.
Ortalık zifiri karanlıktı.
Hırsız bahçe duvarından içeri atladı, fakat o anda bahçenin birdenbire “gündüz” gibi aydınlandığını gördü.
Hayret etti!
Nasıl olabilirdi?
Kendisini görürler korkusuyla hemen kendini dışarı attı!
Fakat o da ne?!..
Ortalık yine karardı.
Zifirî karanlık oldu.
Tekrar bahçeye girdi...
O içeri girer girmez ortalık “bir anda” yine aydınlandı...
Yine dışarı çıktı.
Sonra tekrar girdi.
Şaşkın vaziyetteydi.
Nihayet evin penceresine baktığında Seyyid Sâlih hazretlerini gördü.
“Nur” gibi parlıyordu.
Hırsıza hitaben;
“Buyurun, ne isterseniz vereyim. Bir şey almaya geldiyseniz söyleyin” buyurdu.
Hırsız şaşırdı.
Ne diyeceğini bilemedi.
Onun “güneş” gibi parlayan mübarek yüzünü görüp, tatlı sözünü işitti.
Kendisine hayran kaldı.
Yaptığına pişman oldu.
Kalbi değişti.
Huzuruna gitti.
Ve candan tövbe etti...
Ondan sonraki günlerde Onun derslerine giderek ilim öğrenmeye başladı. Talebelerinden oldu ve çok istifade etti.
."Ne buyurursa yapacak mısın?"
08-01-2016 02:00
Seyyid Taha hazretlerinin oğlu Ubeydullah, babasının yerine geçen amcası Seyyid Sâlih hazretlerine talebe olmayıp, diğer halifesi Seyyid Fehim hazretlerine tâbi olmak istedi.
Ama O, istemedi.
Buna razı olmadı.
Ve kendisine "Muhterem babanız, yerine Seyyid Sâlih hazretlerini tayin ettiler. Bu sebeple siz de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız lâzımdır” buyurdu.
Lâkin o, kabul etmedi.
Hemen itiraz etti.
Bunun üzerine Fehim-i Arvasi, ona "Mübarek hocamızın kabr-i şerifine gidip soralım. Ne buyururlarsa yapacak mısın?" buyurdu.
O da "yaparım” dedi.
Birlikte kabre gittiler.
Daha hiçbir şey söylemeden, Taha-i Hakkâri hazretlerinin; "Ey Fehim! Ubeydullah'ı, kardeşim Sâlih'e götür” buyurduğunu işittiler.
Ubeydullah işi anladı...
Babasının emrine uydu.
Ve oradan ayrılıp, süratle amcasının huzuruna koştu. Amcası kendisine sarıldı ve sıktı. O anda Ubeydullah'a o kadar muhabbet geçti ki amcası “Ubeydullah’ın muhabbet ateşi, kemiklerimi eritti” buyurdu.
● ● ●
Bir gün bir talebesi, Seyyid Salih hazretlerine gelerek “Ahirette en çetin şey nedir efendim?” diye sordu.
O da cevabında;
“Kul hakkıdır, ama ‘kul hakkı’ deyince yalnız maddî haklar gelmesin hatırına. Mümini çekiştirmek, gıybet ve su-i zan, hatta mümine sert bakmak bile ‘kul hakkı’dır” buyurdu...
.Kabrimi ayak ucuna kazın!"
09-01-2016 02:00
Seyyid Sâlih hazretleri bir zaman hastalandı. Bu, son hastalığıydı. Talebelerini toplayarak her biriyle vedalaştı...
Herkesle helâlleşti.
Vasiyetini bildirdi.
Kabriyle ilgili olarak;
"Kabrimi, ağabeyim Seyyid Taha hazretlerinin kabr-i şerifinin ayak ucuna kazın. Bizden sonra Seyyid Fehim'e tâbi olun” buyurdu.
Kur’ân-ı kerim okunuyordu.
“Allah!” deyip vefat etti...
Sevdiklerine kavuştu...
Vasiyetini aynen yaptılar.
Kabrini, hocasının ayak ucuna kazdılar. Şimdi bu iki kabrin üç taşı vardır. Yani Seyyid Taha hazretlerinin kabrinin ayak ucundaki taş, Seyyid Sâlih hazretlerinin baş taşıdır.
● ● ●
Bu zat bir gün sevdiklerine “Bu dinde en zor iş, doğru yolu bulduktan sonra hep o yolda kalmak, sebat etmek, o yoldan hiç ayrılmamaktır” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Hud suresinde, Efendimize ‘Emrolunduğun doğru yolda yürü, o yoldan ayrılma!’ mealindeki âyet-i kerime inince, Efendimiz aleyhisselâm ‘Hud suresi, sakalıma ak düşürdü’ buyurdular.”
● ● ●
Bir gün de “Kardeşlerim! İki şey olmasaydı, dünyada yaşamaya değmezdi" buyurdu.
“Onlar nedir?” dediler.
Buyurdu ki:
“Biri; seher vakitlerinde tövbe istiğfar etmek, öbürü, ‘Allah dostlarıyla’ beraber olmaktır.”
."Gavs’ın üzerine yağmur yağmaz!"
10-01-2016 02:00
Seyyid Sıbgatullah Hizani hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
"Abdürrahman Tâgi, henüz hocamızın talebesi olmak şerefine kavuşmamıştı ki, hocamızın, ‘zamanın gavsı’ olduğu hakkında tereddüdü vardı. Bir gün kitaplardan ‘gavslık alâmetlerini’ okuyup huzuruna gitmeyi ve bu alâmetlerin onda olup olmadığını anlamak istedi.
Gavs ne demektir?
Öğrenmek istiyordu.
Nihayet bir kitapta;
‘Gavs’ın üzerine yağmur yağmaz’ ibaresini gördü. O esnâda bir talebe geldi ve ‘Hocam Sıbgatullah hazretleri, sizi evlerine davet ediyor’ dedi.
Buna memnun oldu.
Ve birlikte çıktılar...
Seyyid Sıbgatullah, talebeleriyle bir tepe üzerinde beklemeye başladı.
Mevsim ilkbahardı.
Gökte bulut yoktu...
Nihayet misafirler geldi.
Ve bir sohbet başladı.
O anda masmavi olan gökyüzünde ‘bulutlar’ birikmeye, şimşekler çakıp gök gürlemeye; derken şiddetli bir yağmur başladı.
Hem de ne yağmur.
Abdürrahman Tâgi, kitaplardan okuduklarını hatırladı ve dikkatle Sıbgatullah hazretlerini takip etti. Gördü ki, gökten inen yağmur taneleri, mübarek Seyyid'in üzerine inmeden etrafına meyledip yere düşüyor, hiç Onun üzerine yağmıyordu.
Herkes ıslandı.
O, hiç ıslanmadı.
Her şey ortadaydı. Abdurrahman Tâgi bu hâli görünce kalbi değişti ve hocamızın büyüklüğünü kabul ederek en önde gelen talebelerinden oldu...”
.Bizden ne kötülük gördün ki!.."
11-01-2016 02:00
Seyyid Sıbgatullah Hizani hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
“Molla Abdülgafur isminde hocamızın büyüklüğüne inanmayan biri vardı.
Namazı eda ederdi.
Sonra çıkıp giderdi.
Bir gün câminin kapısında birden hocamla karşılaştı.
Hocam o kişiye;
‘Ey Molla Abdülgafur, sen bizden ne kötülük gördün ki, arkamızdan aleyhimizde konuşup gıybetimizi yaparsın?’ diye sordu.
O, hiç cevap vermedi...
Hatta kolundan tutup;
“Bunca insanı aldatıp peşinde koşturduğun yetmez mi ki, beni de onların arasına katmak istersin’ diyerek hocamı itmeye başladı.
Hocam kolunu çekti.
Ve ona öyle bir celâlli baktı ki, Abdülgafur, yıldırım isabet etmiş çınar ağacı gibi birden yere yıkıldı!
Bir müddet öyle kaldı.
Kendine gelince hürmetle hocamın elini öpmeye başladı.
O ‘nefret’ hâli gitmişti.
Yerine ‘sevgi’ gelmişti.
Hocamın elini öperken; ‘Ne olur efendim beni affediniz, yaptıklarıma pişman oldum. Sizin büyüklüğünüzü anlayamadım’ diyordu.
Hepimiz hayret ettik!
Sonra Abdülgafur'a;
‘Ne oldu ki, böyle birden değiştin?’ diye sorduk.
Cevabında;
‘Gavs bana öyle celâlli bakınca başım Arş’a kadar yükseldi, oradan yere düştüm, bu kerameti görünce nasıl pişman olmam?’ dedi...”
.Koca taş aşağıya yuvarlandı!..
12-01-2016 02:00
Seyyid Sıbgatullah hazretleri bir gün talebelerine; “Filân tepeye çıkalım da orada sohbet edelim” buyurdular.
Talebeler sevindiler...
Birlikte yola çıktılar...
Tepenin eteklerine gelince, talebelerden bazıları önden yürüyüp oturulacak yerleri, hocaları tepeye çıkıncaya kadar düzeltmek istediler.
Seyyid Sıbgatullah,
Oğlu ve yakınları,
Abdürrahman Tâgi,
Bu üçü arkada olup, yukarıya doğru yavaşça tırmanıyorlardı.
O anda bir şey oldu...
Önden giden talebelerin birinin ayağının altından koca “bir taş” aşağıya yuvarlanmaya başladı.
Gittikçe hızlanıyordu.
Yapacak bir şey yoktu.
Koca taş, hocaları Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin ve diğerlerinin üzerine doğru hızla iniyordu.
Korkuya kapıldılar!
Abdürrahman Tâgi, hocasına zarar gelsin istemiyordu.
Taş ise hızla geliyordu.
Hocasına çarpacaktı.
Hemen kendini öne attı.
Böylece koca taşın, hocasına çarpmasına mâni olacaktı.
Hocasını kurtaracaktı.
Allah yardım etti.
Ve taş, hikmet-i İlâhî tam önlerindeki bir kayaya çarptı.
Ve arkasında kaldı.
Tehlike de ortadan kalktı.
Seyyid Sıbgatullah hazretleri, Abdürrahman Tâgi’nin, canı pahasına yaptığı bu hareketten, son derece memnun olmuştu...
."Gelin imânımızı tazeleyelim"
13-01-2016 02:00
Seyyid Sıbgatullah hazretleri anlatır:
“Bizim yolumuzun esası, sohbet ve muhabbettir.
Sohbet muhakkak lâzımdır. Sohbet; dünya bağlılıklarını keser ve insana hakiki imânı kazandırır.
İşin başı, sohbettir.
İnsan sohbetle yücelir.
Eshabın, birbirlerine;
‘Gelin, Efendimizden bahsedelim de imânımız tazelensin’ sözlerindeki imândan maksat, sohbettir.
Yani ‘Bir miktar sohbet edelim de imânımız kuvvetlensin’ derlerdi.”
● ● ●
Komşu kasabadaki talebelerinden biri hastalanmıştı.
Ölüm döşeğindeyken;
"Ey mübarek hocam, himmetinizi istirham ediyorum" diyerek hocasından yardım istedi.
Zira çok seviyordu.
Ve büyük biliyordu.
Seyyid Sıbgatullah hazretleri, o anda talebeleriyle sohbet ediyorlardı. Bir ara sohbeti yarıda kesip, Abdürrahman Tâgi'yi, o talebesine gönderdi.
O da bu emri aldı.
Hemen yola çıktı...
Kısa bir zaman sonra o hasta talebenin evine vardı ve onu, iyileşmiş, oturuyor gördü.
Sıhhate kavuşmuştu.
● ● ●
Bu zat bazen konuşurdu.
Bazan da sükût ederdi.
Bu yüksek insanların hâllerini bilmeyenler, “acaba niçin bize bir şey anlatmıyor?” deyince;
"Sükûtumuzdan istifade edemeyen, konuşmamızdan da edemez” buyururdu...
.Din kitapları ortadan kalksa da!.."
14-01-2016 02:00
Şeyh Halid isminde “bir âlim” vardı ki, Şark vilayetlerinin adliye müfettişliğini yapardı. Bütün zâhiri ilimlerde İbni Hacer ve Seyyid Şerif Cürcani hazretleri kadar âlim olduğunu söylerdi.
Aslında öyle değildi.
Ama böyle inanıyordu.
Hatta “Bütün din kitapları ortadan kalksa, ben bu ilimleri yeniden ihya ederim” derdi.
İşte bu Şeyh Halid, Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin ismini ve nâmını işitmiş, görmek istiyordu.
Niyeti, imtihan etmekti.
Kitapları karıştırdı.
Zor sualler hazırladı. Bunları o büyük veliye sorup güya Onu zora sokacaktı. Şeyh Halid geldiğinde Seyyid Sıbgatullah, onu karşıladı.
İltifatlarla içeri aldı.
Misafir edip ağırladı.
Başköşeye oturttu.
Ve sohbet esnasında bu mağrur şeyhin hazırladığı bütün sualleri, teker teker cevaplandırdı.
Mağrur şeyh utandı!
Ve bu büyük veliye;
"Ey üstadım, beni affediniz, tövbe ettim” diyerek elini öptü ve müfettişliği terk edip Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin önünde diz çöktü...
Onun “talebesi” oldu.
Seyyid Sıbgatullah hazretleri ata bineceği zaman derhâl koşar ve sırtıma bassın diye eğilirdi.
O ise buna üzülürdü.
Ve onu bundan meneder, bir daha böyle yapmamasını tembih ederdi.
Ama elinde değildi.
Onu çok severdi.
Ve bu büyük velinin teveccühüyle evliyalıkta yüksek makamlara ulaştı.
.Kıyamette mahcup olmamak için!..
15-01-2016 02:00
Seyyid Sıbgatullah hazretleri bir gün sohbetinde;
“Kardeşlerim! Namazlarınızı vaktinde kılın ki kıyamet günü pişman olmayasınız!” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Efendimiz;
‘Bir namazı vaktinde kılmayarak kazaya bırakan ve eda etmeden önce vefat eden kimsenin mezarına, cehennemden yetmiş pencere açılır ve kıyamete kadar azap çeker’ buyurmuştur.”
● ● ●
Sevdiği bir talebesi anlatır:
“Hocamız bir gün murakabe hâlinde otururken tebessüm ettiler.
Bu hâli ilk gördüğümüz için;
‘Tebessüm etmenizin hikmeti neydi efendim?’ diye sorduk.
Zira merak etmiştik...
Büyük veli bize baktı.
Yine gülümseyerek;
‘Bir talebemiz Botan Çayında başını yıkamış, saçını tararken tarak saçına takıldı. Canı acıyınca bizden yardım istedi. Onun için tebessüm ettim’ buyurdu.”
● ● ●
Bir gün de sohbette;
“Birinin çok nadide inci ve mücevherleri olsa, bunları koyacak bir yer bulamaz. Üstelik hırsız çalmasın diye de türlü çareler arar, hatta bu yüzden uykusu bile kaçar, değil mi?” buyurdu
Dinleyenler;
“Evet efendim” dediler.
Büyük veli;
“İşte imânımız da böyle çok kıymetlidir, onu korumak için tir tir titremeliyiz!” buyurdu.
.Allahü teâlâya hamd olsun ki..."
16-01-2016 02:00
Sultan Âlemgir Han, bir gün Seyfeddin Faruki hazretlerini, bahçesine davet etti. Bahçenin ortasında süslü bir havuz, içinde gözleri elmas, bedeni altından “balık” şekilleri vardı.
O, bahçeye geldi.
Havuzu fark etti.
Ancak o balık şekillerini görünce, sultana "Önce şu putları kırın” dedi.
Hepsini kırıp yok ettiler.
Sultan, “Allah adamlarına” muhabbet beslediği için bu durumlara memnun oluyordu.
Allah’a şükretti.
Ve ellerini kaldırıp;
"Yâ Rabbî! Benim zamanımda böyle evliya yetiştiği için sana sayısız şükürler olsun” dedi.
Onun bir oğlu vardı.
Şehzade Âzam Şah.
Bu büyük velinin sohbetiyle şereflenmek için dergâha geldi. Ancak dergâh çok kalabalıktı...
İçeri girmek zor oldu.
Girdi ama bu arada başından sarığı düştü ve izdihamdan elbisesi bir yerlere takılıp yırtıldı. Muhammed Seyfeddin hazretlerinin feyizli ve bereketli sohbetiyle şereflendi...
Sonra eve geri döndü.
Yaşadıklarını anlattı.
İnsanların, bu büyük veliye karşı duydukları iştiyakı, arzuyu ve gösterdikleri rağbet ve gayreti babasına anlatınca Sultan çok sevindi...
Çok memnun oldu.
Gönlüne huzur doldu.
Ve o sevinçle "Allahü teâlâya hamd olsun ki benim zamanımda sultanların bile huzuruna zorlukla çıkabileceği evliya kullar yarattı” diye şükretti.
."Bu şeyh çok büyükleniyor!"
17-01-2016 02:00
Bir gün Muhammed Seyfeddin-i Fârûkî hazretleri sohbet ediyordu.
Mecliste biri vardı.
Onun hatırından;
"Bu şeyh de çok büyükleniyor” diye geçirdi.
Seyfeddin-i Fârûkî hazretleri, bu hâli Allahü teâlânın yardımıyla sezdi.
Düşüncesini anladı...
Üzüldü tabii.
Ve ona dönüp;
"Benim bu hâlim, Allahü teâlânın kibriya sıfatının, yâni Onun büyüklüğünün tecellisidir” buyurdu...
● ● ●
Halktan biri de vardı.
Seyfeddin-i Faruki hazretlerinin büyüklüğünü inkâr ederek kabul göstermemişti.
O gece rüyasında bir grup gece bekçisi gelip onu şiddetli bir şekilde dövdüler!
O kimse şaşırdı!
“Suçum ne?” dedi.
Dediler ki:
"Allahü teâlânın sevgili kulu olan Muhammed Seyfeddin hazretlerinin üstünlüğünü inkâr ediyorsun.”
Bu korkuyla uyandı!
Yaptığına tövbe etti...
Ve onun talebeleri arasına girdi...
● ● ●
Bir gün bu zata;
“Âhirette en zor şey nedir efendim?” diye sordular.
Büyük zat cevabında;
“Kul hakkıdır. Çünkü Allahü teâlâ kendisiyle ilgili günahları affedebilir, ama ‘kul hakkı’nı affetmez. Alacaklı olsanız da helâlleşin, ahirete bırakmayın. Zira hiç belli olmaz, belki de o haklıdır” buyurdu.
."Kendinizi, vermeye alıştırın!"
18-01-2016 02:00
Seyfeddin-i Faruki hazretleri, bir sohbetinde “Kendinizi, vermeye alıştırın, vermeye alışmayanların, son nefeste işi zordur” buyurdu.
“Niçin efendim?” dediler.
Cevabında;
“Vermeye alışık olmadıkları için ruhlarını da zor verirler. Ölüm meleği, onların ruhlarını, yaş keçeden diken söker gibi çekip alır” buyurdu.
● ● ●
Bir hanım, bir gün bu zata gelerek; “Efendim, ben, Allah’ın rızasını kazanmak istiyorum, ne yapayım?” diye sordu.
Büyük zat;
“Beyinin rızasını kazan” buyurdu.
Ve şunu anlattı ona:
Fatıma validemiz, bir gün Resulullah Efendimizin hanesine gelip ağlamaya başladı!
Efendimiz sordular:
“Kızım niçin ağlıyorsun?”
Arz etti ki:
“Babacığım, bu sabah zevcim Ali’yle konuşuyorduk. Bir kelimem yüzünden kırıldı bana, ben de çıkıp buraya geldim.”
Buyurdular ki:
“Hemen geri dön kızım, beyinden özür dile, bir hanımın beyi ondan razı değilse, Allah da razı olmaz.”
Böyle buyurdu.
Ve sordu ona;
“Ey kızım! Kadın için en üstün amel nedir biliyor musun?”
“Nedir babacığım?” dedi.
Efendimiz;
“Kocasına itaat etmektir. Beyini razı eden kadına müjdeler olsun... Onun bu hâli, bin yıllık ibâdetten üstündür” buyurdu.
.Uhud Savaşında yaşı küçüktü
19-01-2016 02:00
Sehl bin Sa'd (radıyallahü anh), Uhud Savaşı sırasında yaşı küçük olduğu için bu savaşa katılamamıştı. Diğer yaşı küçük Sahabiler gibi Medine'de kalmıştı... Peygamberimizin yaralandığı haberi Medine'ye ulaşmıştı!
Herkes üzgündü!
O da çok üzüldü!
Ve Uhud'a koştu.
Kendisi o günü şöyle anlatır:
“Resûl-i Ekrem’in yaralandığını duyunca çok üzüldük!
Kızı Hazret-i Fatıma bir kalkan içinde “su” getirdi.
Babasının kanlarını sildi.
Bir hasır parçasını yaktı.
Küllerini yaralara koydu.
Bunları bizzat gördüm.”
● ● ●
Sehl ibni Sa'd (radıyallahü anh), hicretin beşinci senesinde yapılan Hendek Savaşına da yaşı küçük olduğu için katılamadı. Çünkü bu sırada on yaşındaydı.
Ama boş durmadı.
Eshap hendek kazıyordu.
O da yardımcı oldu.
Sevgili Peygamberimizin yanından hiç ayrılmazdı.
● ● ●
Kendisi şöyle anlatıyor:
Hendek'te Peygamberimizle hep beraberdim.
Onlar kazıyordu.
Biz küçük yaştakiler de omuzlarımız üzerinde toprak taşıyorduk.
Bir ara Resulullah’ın;
“Yâ Rabbî! Asıl hayat, ahiret hayatıdır, Muhacirle Ensar’ı mağfiretine kavuştur” dediğini işittim.
.Kendini tutamaz, hep ağlardı!
20-01-2016 02:00
Sehl ibni Sa'd (radıyallahü anh), kendisine soru sormak için müracaat edenleri samimi olarak dinlerdi.
Sözlerini kesmezdi.
Bir şey sorarlardı.
Sevgili Peygamberimizden duyduğu hadisleri aşkla, şevkle, içten gelen bir saygı ve edeple anlatırdı.
Bazen duygulanırdı.
Kendini tutamazdı.
Gözyaşıyla ağlardı!
● ● ●
Kendisi şöyle anlatıyor:
Bir kadın, Sevgili Peygamberimize gelip, yanında getirdiği ve kendi eliyle dokumuş olduğu güzel bir elbiseyi uzatarak “Yâ Resulallah! Bunu, sizin için elimle dokudum, ne olur kabul ediniz” dedi.
Efendimiz onu kırmadı.
Ve hediyesini kabul etti.
Hemen içeri girdi...
O elbiseyi giydi.
Sonra dışarı çıktı.
O anda ziyaretine gelenlerden biri, bu elbiseyi görüp “Yâ Resulallah! Bu ne güzel elbise, bunu bana verir misiniz?” dedi.
Efendimiz içeri girdiler.
O elbiseyi çıkardılar.
Ve o kimseye verdiler.
Diğerleri ona sitem edip “Bilirsin ki, Hazret-i Peygamber bir şey isteyeni reddetmez, niçin istedin?” dediler.
O pişman değildi.
Öyle söyleyenlere;
“Ben, bu elbiseyi giymek için istemedim, aksine ben ölünce, bu elbise kefenim olacak” dedi.
Bir süre sonra öldü.
Onunla kefenlediler.
Ve defnettiler...
.İnsanların eline bakma ki…
21-01-2016 02:00
Sehl ibni Sa'd (radıyallahü anh) rivayet ediyor:
Sevgili Peygamberimize biri geldi ve “Yâ Resulallah! Allahü teâlânın ve insanların, beni sevecekleri bir işi bana öğretir misiniz” dedi.
Resul aleyhisselâm;
“Dünyadan yüz çevir ki Allah seni sevsin. İnsanların eline bakma ki insanlar seni sevsin” buyurdu.
● ● ●
Resul aleyhisselâm zamanında “Kuzman” isminde biri, Hayber Savaşı’na iştirak etmişti ve iyi dövüşüp yararlılıklar gösteriyordu.
Mücahitler onu gördüler.
Ve kendisini takdir ettiler.
Onun bu hâlini Resûlullaha da sitayişle anlatıp;
“Onun yaptığı bu hizmeti biz yapamadık" dediler.
Efendimiz dinleyip;
"Fakat o adam cehennemliktir” buyurdular.
Bu sözü işittiler.
Çok hayret edip;
"Yâ Resulallah! Bir kişi Hazret-i Peygamberin safında, Onunla omuz omuza, canla başla çarpışır da nasıl cehennemlik olur?" dediler.
Efendimiz sükût etti.
Kuzman yaralandı.
Ve acısına dayanamayıp intihar etti.
Eshab-ı kiram, Kuzman'ın intihar ettiğini Peygamberimize haber verince, Efendimiz;
"İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, cennetlik gibi görünürler fakat cehennemliktirler. Öyle insanlar da vardır ki, cehennemlik gibi görünürler fakat cennetliktirler" buyurdu.
.Cehennemden çok korkardı!
22-01-2016 02:00
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gün bir topluluğa, dünyanın boş, gerçek hayatın ahirette olduğunu anlatmak için onları bir koyun ölüsünün başına götürdü.
Ve onlara;
"Şu gördüğünüz koyun ölüsünün, sahibi yanında bir kıymeti var mı?" diye sordu.
Orada olanlar;
"Yoktur" dediler.
Efendimiz de;
"Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, dünyanın, Allahü teâlâ katında ‘sivrisinek kanadı’ kadar bir kıymetli olsaydı, ondan kâfirlere ‘bir yudum su’ içirmezdi" buyurdular.
***
Sevgili Peygamberimiz, bir gün de Eshâbı ile oturuyordu.
Onlara hitâben;
"Ey Eshâbım! Ümmetimden yedi yüz bin kişi cennete girecektir. Bazısı bazısının elinden tutacak, sondakiler girmedikçe öndekiler de girmeyecek. Yüzleri, Bedir gecesindeki ‘dolunay’ gibi olacaktır" buyurdular.
Ardından;
“Cehennemden bir ‘kıvılcım’ bu dünyaya gelse, onun hararetinden bu dünya erir, yok olur” dediler.
Orada “bir genç” vardı.
Cehennemden korkardı!
Efendimiz onu kucakladı.
Bu sırada genç vefat etti...
Efendimiz;
"Bunun teçhiz ve tekfinine bakın. Zira cehennem korkusu onun ödünü patlatmıştır!" buyurdular
.Sepet örüp satarak geçinirdi
23-01-2016 02:00
Selman-ı Farisi (radıyallahü anh), Müslüman olup kölelikten kurtulduktan sonra geçimini sağlamak için ince hurma dallarını toplardı.
Sepet örüp satardı.
Böyle para kazanırdı.
Ve sadaka dağıtırdı.
Resulullah’ın yakınlarındandı.
Çoğu geceler huzurunda bulunur, saatlerce baş başa sohbetinde kalır, çok istifâde ederdi.
Eshab-ı kiram (aleyhimürrıdvan) Efendilerimiz tarafından da çok sevilip hürmet görürdü.
Dünyadan kaçardı.
Paraya rağbet etmezdi.
Çok ibâdet ederdi.
Şöyle ki, ayakta duramayacak hâle gelinceye kadar namaz kılardı.
Yorulunca otururdu.
Diliyle zikrederdi.
Dili de yorulurdu.
Bu defa tefekkür ederdi.
Allahü teâlânın büyükyüğünü, kudretinin sonsuzluğunu, Cehennemin şiddetini düşünüp ağlardı.
● ● ●
Resul aleyhisselâm, bir gün Eshâb-ı kirâmına;
"Bir miktar tefekkür etmek, bin sene ibâdetten hayırlıdır" buyurmuşlardı.
O, bunu biliyordu.
İbâdette yorulsaydı,
Tefekkür ediyordu.
Böyle dinleniyordu.
Sonra kendi kendine;
"Ey nefsim! İyi dinlendin, şimdi kalk, Rabbine ibâdet et" derdi.
Diline de;
“Ey lisanım! Sen de Allahü teâlânın zikrine başla" derdi.
.Ziynet ve süs, Kâbe’ye yakışır
24-01-2016 02:00
Selman-ı Farisi (radıyallahü anh), Müslüman olunca “Kinde” kabilesinden bir hanımla evlendi.
Evlendiği kadının evine girdiği zaman duvarlarına süs eşyalarının asılmış olduğunu gördü.
"Ziynet ve süs, ancak Kâbe-i şerîfe yakışır" dedi.
Ve eve girmedi.
Süsleri kaldırdılar.
O zaman girdi...
Bu defa da hayli eşya görüp “Bunlar kimin içindir?" diye sordu.
"Senin ve hanımın içindir" dediler.
Bu cevabı aldı.
Ve o kimselere;
"Resulullah bana ‘Evinde, yolcunun ihtiyacından fazla şey bulundurma’ diye tavsiye etti" dedi.
Sonra bir hizmetçi gördü.
"Bu hizmetçi kimin?" dedi.
"Senin ve hanımınındır" dediler.
Cevabında;
"Resulullah Efendimiz bana ‘Evinde nikâhlı zevcenden başka kadın bulundurma’ buyurdu" dedi.
Ve onu gönderdi...
Sonra hanımına;
"Sen bana, emrettiğim şeylerde itaat edecek misin?" diye sordu.
Hanımı da;
"Ben seninle, itaat etmek üzere evlendim" dedi.
Bu cevabı aldı.
Çok memnun oldu.
Ve namaza kalktı.
Hanımına da “Sen de kalk!” dedi.
Çok ibâdet edip gözyaşı döktü!
Hanımıyla gayet zahidane bir hayat sürdüler. Eshab-ı Suffe ile beraber, Resulullah’ın önünde “İslâm ilimlerini” öğreniyordu..
.Dört kişi var ki onları seviniz"
25-01-2016 02:00
Selman-ı Farisi hazretleri; senelerce fakirlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy pınarının berrak sularından kana kana içip gideriyordu.
Ehl-i Suffe’dendi.
O Resule yakındı.
Hazret-i Âişe "Selman, geceleri uzun zaman Resulullah’ın sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resulullah’ın yanında bizden fazla o kalırdı" buyurmuştur.
● ● ●
Resul aleyhisselâm "Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevdiğini bildirdi ve bu dört kişiyi sevmemi emretti. Bunlar; Ali, Ebu Zer, Miktad ve Selman" buyurdular.
Medayin şehri alındı.
Bir vâli gerekiyordu.
Hazret-i Ömer düşündü...
Selman-ı Farisi hazretlerini oraya vâli tayin etti.
İlmi, basireti, vazifesindeki adaleti ve nezaketiyle Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı.
Çok itibar gördü.
İslâmiyet yayıldı...
Selman-ı Farisi, Hazret-i Ömer zamanında Medayin vâlisiyken “otuz bin kişiye” hutbe okuduğu zaman üzerinde iki parçadan müteşekkil bir “hırkası” vardı.
Başka elbisesi yoktu...
Ne zaman ki vâli oldu.
Ona maaş tayin ettiler.
Maaşını aldığı zaman ondan hiçbir şey harcamaz, hepsini fakirlere dağıtırdı.
Topraktan çanak yapardı.
Üç dirheme satardı.
Biriyle malzeme alır, birini sadaka verir, bir dirhemiyle de geçinirdi.
.Vefat ettiğinde iki yüz elli yaşındaydı
26-01-2016 02:00
Selman-ı Farisi hazretleri, tavanı olmayan bir evde yaşardı.
Medayin'de vâliydi.
Şam'dan birisi geldi.
Yanında bir çuval “incir” vardı.
Selman-ı Farisi'yi tek bir “hırka” ile görünce işçi zannedip;
“Gel şunu taşı" dedi.
O, hiç itiraz etmedi.
Çuvalı yüklenip başladı yürümeye.
Onu tanıyanlar;
"Sen ne yapıyorsun, bu kişi vâlidir" dediler.
Adam üzüldü!
Ve kendisine;
"Kusurumu bağışlayın, tanımadım, çuvalı indirin" dedi.
Hazret-i Selman;
“Hayır, niyet ettim, dediğin yere kadar götüreceğim" dedi.
Adamın evine kadar götürdü.
● ● ●
Bir vakit hastalandı.
Kendisini ziyarete gelen Sa'd bin Ebi Vakkas'a dünyadan ayrılacağını ve bütün servetinin bir “tas” bir “leğen” bir “kilim” ve bir “hasır”dan ibaret olduğunu söyledi.
Medayin'de vefat etti...
İki yüz elli yaşındaydı...
Hanımı anlatır:
Vefatına yakın bana “Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrafına saç, zira yanıma melekler gelecek” dedi.
Dediği gibi yaptım.
Sonra dışarı çıktım.
Az sonra odadan;
“Esselâmü aleyke ey Allah'ın velisi ve Resulullah’ın arkadaşı!" diyen bir ses duydum...
İçeri girdiğimde ruhunu teslim etmişti.
.Üç şey var ki, beni ağlatır
27-01-2016 02:00
Selman-ı Farisi (radıyallahü anh) gayet az yerdi. Bir sofrada, fazla yemesi için ısrar edildi.
O yine yemedi.
Ve Efendimizin kendisine "İnsanların ahirette çok açlık çekecek olanları, dünyada doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir" buyurduğunu haber verdi...
Çok da cömertti...
Gelirinin çoğunu dağıtırdı.
El emeğiyle geçinirdi.
Fakirleri doyururdu.
Onlarla beraber yerdi.
Kendisi çok ihtiyarlamıştı.
Öyle ki elleri titrerdi.
Yine kendi işini kendi görür, kimseye gördürmezdi.
Halk yanına koşup;
"İzin ver, taşıyalım" derlerdi.
Kabul etmezdi.
Ve o kimselere;
"Hayır, ben götürürüm" derdi.
Hâlbuki o yerin vâlisiydi.
Emrinde binlerce kişi vardı.
● ● ●
Kendisi bir gün;
"Üç şey beni ağlatır. Birincisi, Resulullah’ın vefatını düşününce ağlıyorum.
İkincisi, kabirden kalktığımda hâlim ne olur, onu bilmediğim için ağlıyorum" buyurdu.
Dinleyenler;
"Üçüncüsü ne?" dediler.
Cevabında;
"Öldüğümde cennete mi giderim, yoksa cehenneme mi? Eğer ki Cehennneme gidersem hâlim nice olur, bunları düşündükçe ağlıyorum" buyurdu.
.Hangimiz önce vefat edersek!.."
27-01-2016 02:00
Said bin Müsseyyeb (radıyallahü anh) anlatıyor:
Selman-ı Farisi, bana;
“Ey kardeşim! Hangimiz evvel vefat edersek, vefat eden, kendini hayatta olana göstersin” dedi.
Ben de sordum:
“Bu mümkün mü?”
“Mümkündür” dedi.
Ve ardından;
“Müminin ruhu bedeninden ayrılınca istediği yere gidebilir. Kâfirlerin ruhu ise cehennemde, Siccin denen bir yerde hapsedilmiştir” dedi.
Sonra vefat etti.
● ● ●
Yine o anlatır:
“Bir gün kaylule yapıyordum. Yâni öğleden evvel uyuyordum.
Hazret-i Selman'ın geldiğini gördüm.
Selâm verdi ve;
“Tevekkül et, zira tevekkül, güzel haslettir” dedi.
Hazret-i Ali de;
“Selman-ı Farisi, evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini bilen, bitmez tükenmez bir denizdir” buyurdu.
● ● ●
Selman-ı Farisi (radıyallahü anh) hakkında, Muhacirlerle Ensar arasında;
“Selman sizden mi, yoksa bizden mi?" diye bir ihtilâf çıktı.
Sevgili Efendimiz;
"Selman bizdendir, yâni Ehl-i Beyt’tendir" buyurdu.
Hadîs-i şerifte;
"Cennet üç kişiye âşıktır. Aliyy-ül- Mürteza, Ammar bin Yaser ve Selman-ı Farisi" buyuruldu.
.Üç şey var ki, beni ağlatır
28-01-2016 02:00
Selman-ı Farisi (radıyallahü anh) gayet az yerdi. Bir sofrada, fazla yemesi için ısrar edildi.
O yine yemedi.
Ve Efendimizin kendisine "İnsanların ahirette çok açlık çekecek olanları, dünyada doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir" buyurduğunu haber verdi...
Çok da cömertti...
Gelirinin çoğunu dağıtırdı.
El emeğiyle geçinirdi.
Fakirleri doyururdu.
Onlarla beraber yerdi.
Kendisi çok ihtiyarlamıştı.
Öyle ki elleri titrerdi.
Yine kendi işini kendi görür, kimseye gördürmezdi.
Halk yanına koşup;
"İzin ver, taşıyalım" derlerdi.
Kabul etmezdi.
Ve o kimselere;
"Hayır, ben götürürüm" derdi.
Hâlbuki o yerin vâlisiydi.
Emrinde binlerce kişi vardı.
● ● ●
Kendisi bir gün;
"Üç şey beni ağlatır. Birincisi, Resulullah’ın vefatını düşününce ağlıyorum.
İkincisi, kabirden kalktığımda hâlim ne olur, onu bilmediğim için ağlıyorum" buyurdu.
Dinleyenler;
"Üçüncüsü ne?" dediler.
Cevabında;
"Öldüğümde cennete mi giderim, yoksa cehenneme mi? Eğer ki Cehennneme gidersem hâlim nice olur, bunları düşündükçe ağlıyorum" buyurdu.
.Niye güzel elbise giymiyorsun?
29-01-2016 02:00
Selman-ı Farisi hazretleri (radıyallahü anh), gayet fakîrane yaşardı.
Ebu Vail diyor ki:
Bir dostumla birlikte Selman'ın ziyaretine gittik.
Karnımız da açtı.
Bize arpa ekmeğiyle tuz getirdi.
Arkadaşım;
“Şu tuzun yanında biraz da kekik olsaydı” dedi.
Selman-ı Farisi çıktı.
Matarasını rehin verdi.
Biraz kekik alıp getirdi.
Biz yiyip doyduk.
Arkadaşım dua edip;
“Bize verdiği nimete kanaat ettiğimiz Allahü teâlâya hamdü senâ ederiz” dedi.
Selman dinledi.
Ve şaka yollu;
“Eğer kanaat etseydin, benim matara rehin olmazdı” buyurdu.
● ● ●
Kendisine “Niçin güzel elbise giymiyorsun?" dediler.
Cevabında;
"Kölenin, güzel elbiseyle ne münasebeti olabilir. Cehennemden kurtulursa, kendisine çok güzel ve hiç eskimeyecek elbiseler giydirilecektir" buyurdu.
● ● ●
Selman-ı Farisi hazretlerine bir gün birisi, durup dururken hakaret edip kötü şeyler söylemişti.
Ona döndü ve;
"Eğer ahirette günahlarım ağır gelirse, senin söylediğinden daha kötüyüm. Yok, sevaplarım ağır gelirse, senin bu sözlerinin bana hiç zararı olmaz" buyurdu.
.Bu kimse benim misafirimdir"
30-01-2016 02:00
Selman-ı Farisi (radıyallahü anh), öleceği vakit ağladı!
Yakınları geldiler.
Sebebini sordular.
Cevabında;
"Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Resûl-i Ekrem Efendimiz bana; ‘Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın’ buyurmuştu. Ben bu tavsiyeye uyamadım, onun için ağlıyorum" dedi.
● ● ●
Bir gün bir misafiriyle bir yere gidiyorlardı.
Bir ara acıktılar
Yiyecek bir şey de yoktu...
Selman-ı Farisi hazretleri, ileride bir geyikle bir kuş gördü.
Onları yanına çağırdı.
Hiç itiraz etmediler.
Hemen yanına geldiler.
O iki hayvana;
"Bu kimse benim misafirimdir, sizi bu arkadaşıma ikram etmek istiyorum" buyurdu.
Boyunlarını büktüler.
Yani “pekâlâ” dediler.
O zat çok hayret etti!
Ve kendisine;
"Ey efendim! Siz geyik ve kuşu çağırdınız. Hiç itiraz etmeyip ve kaçmayıp yanınıza geldiler, ben hayret ettim" dedi.
Selman-ı Farisi de;
"Bunda şaşacak ne var? Bir kimse Allahü teâlânın emirlerine itaat eder, isyan etmezse, Onun mahlûkları da ona itaat eder, isyan etmezler" buyurdu.
.Gidin, beni affetmesini söyleyin"
31-01-2016 02:00
Anadolu'da yetişen ve Anadolu'yu aydınlatan evliyanın meşhurlarından Mustafa Safi Efendi, Bolu'ya, insanları irşat için geldiği ilk sıralarda orada meşhur biri vardı.
Hâfız Kavvam Efendi.
Kendini beğenirdi.
Safi Efendi’yi sevmezdi.
Hatta onu kötülerdi.
Hakkında “dedikodu” yapardı.
Onun bu uygunsuz davranışını, Mustafa Safi Efendi duydu.
Ve hâliyle üzüldü.
Onu huzuruna çağırıp nasihat etti. Böyle şeyleri yapmaktan vazgeçmesini ona tembih eyledi.
Ancak o, terk etmedi.
Bildiğinden şaşmadı.
Aleyhinde konuştu.
Dedikodusunu yaptı.
Ama bir gün geldi!..
Tam o mübarek zatın aleyhinde konuşuyordu ki, dili ağzından dışarıya çıkıp acı acı bağırmaya başladı.
Ordakiler korktular.
Ve bu hâle şaştılar!
“Bu ne hâldir?” dediler.
Ama o anlamıştı...
Hatasını bilmişti.
Suçunu itiraf edip;
“Mustafa Safi Efendi’nin aleyhinde konuştuğum için, ondan gelen manevi bir ok, bana isabet etti. Gidin, beni affetmesini söyleyin” dedi.
Gidip söylediler.
“Çok pişman” dediler.
Ve “affedin” diye rica ettiler.
“Yoksa ölecek” dediler.
Mustafa Safi Efendi;
"Evliyaullahın terbiyesi bazen böyle olur. Onun vefat etmesi, hakkında daha hayırlıdır” buyurdu.
Ve o gün öldü!
.Aman efendim ben kimim ki?"
01-02-2016 02:00
Anadolu'da yetişen evliyanın meşhurlarından Mustafa Safi Efendi’nin türbesi inşa ediliyordu.
Bu işle meşgul olanlar, bu büyük zatın kabri yanında, ona karşı lâzım olan edebi tam göstermiyorlardı.
Ayaklarını uzatıyorlardı.
Edepsizce oturuyorlardı.
Yine bu kabir yanında ayaklarını uzatıp oturdukları sırada, Safi Efendi’nin ruhaniyeti onlara gözüktü.
Acı acı tebessüm etti.
Ve onlardan birine bakıp;
"İbrahim Bey! Sen artık büyüdün de, bizi tanımaz ve saymaz mı oldun?” buyurdu.
O, bu zatı gördü.
Ve kelâmını işitti.
Yerinden fırlayıp “Aman efendim, ben kim omuyorum ki sizi saymayayım” dedi.
Ve uzun uzun ağladı!
Çok gözyaşı döktü!
Ayaklarına kapanıp, affını istedi.
O zât da;
“Peki, affettim” dedi.
Ve gözden kayboldu...
O kişi, kendinden öyle geçmişti ki, ancak affedildiğini öğrenince kendini toparlayabildi.
Artık bu hadiseden sonra türbenin yanına yaklaşırken tâ uzaktan ayakta durarak edep gösterirlerdi.
● ● ●
Bir gün bu zata;
“Efendim, dünya ve ahirette saadetine ne ile kavuşulur?” diye sordular.
Cevabında;
“İki şeyle kavuşulur. Biri; bir ‘Allah dostu’nu tanıyıp onu sevmek, ikincisiyse; dosdoğru kılınan bir namazdır” buyurdu.
."Ey Hatun! Senin sığırın sağdır"
02-02-2016 02:00
Evliyanın büyüklerinden Pîr Muhammed Erzincani hazretlerinin köyünde bir kadıncağızın ineği akşam evine dönmedi.
Kadın, ineğini, Şeyh Muhammed hazretlerinin talebelerinden birinin aldığını zannetti.
Onlara su-i zan etti.
Hatta dergâha gitti.
Bazı sözler sarf etti.
Bunun üzerine Pîr Muhammed Erzincani hazretleri, kadına hitaben "Ey Hatun! Senin sığırın sağdır, dağda kalmıştır, hele yarına kadar sabret” buyurdu.
Dediği gibi de oldu.
Tam seher vaktiydi...
Gerçek ortaya çıktı.
Kadıncağız etrafı gözlerken baktı ki karşıki dağdan bir aslan, kendi sığırını önüne katmış getiriyor.
Gözlerine inanamadı.
Aslan, o sığırı, sahibinin yanına kadar getirip geri gitti.
Pîr Muhammed Erzincani hazretleri oraya geldi.
Sığırı görünce;
"Ey hayvan! Nerede kaldın? Bize ve talebelerimize su-i zan edilmesine sebep oldun” diyerek sitem etti.
Sahibi de oradaydı.
O sığır dile geldi ve;
"Sahibim insafsızdır. Sütümü sağdığı zaman buzağıma bir şey bırakmıyor, ben de daha fazla otlamak için geciktim” dedi.
Kadın bunu işitti.
Aklı başından gitti.
Çok pişman oldu.
Ve Şeyh Muhammed hazretlerinden özür dileyince mübarek zat ona "Ey Hatun! Ben sağ oldukça bu olanları kimseye söyleme” diye tenbih etti.
.Arzu edenler bizimle gelsin!"
03-02-2016 02:00
Evliyanın büyüklerinden Pîr Muhammed Erzincani hazretleri bir yaz günü sabah namazından çıkınca talebelerine "Erzincan'a inmek dileriz. Sevdiklerimizden arzu eden bizimle gelsin” buyurdu.
Kırk talebesini aldı.
Erzincan'a vardı.
Ve talebelerine “Allahü teâlâ bu beldeye yakında bir zelzele takdir etmiştir. Bu belânın geri çevrilmesi için yalvaralım. Umulur ki içimizden birinin duası kabul olur da halk kurtulur” buyurdu.
Ve ibâdete başladılar.
Bir müddet geçtiğinde;
"Kardeşlerim! Şu anda kalbime ‘Ey Pîr Muhammed! Eğer bu belânın geri çevrilmesini istersen bizim yanımıza gelmelisin’ diye ilham olundu” buyurdu.
Mutlu görünüyordu.
Ve yüzü gülüyordu.
Onlara dönerek “Şimdi kim bizimle beraber şehadet şerbetini içmek isterse burada kalsın. İstemeyenlere de izin veriyoruz, dışarı çıksınlar” buyurdu.
Yedi talebesi kaldı.
Diğerleri çıktılar.
O gece “zelzele” oldu.
Câmi-i Kebir yıkıldı! Yedi talebesiyle birlikte Pîr Muhammed Erzincani hazretleri, şehitlik şerbetini içtiler. Câmiden başka hiçbir yerde bir zarar olmadı.
Ahâli bunu öğrendi.
Çok üzüldüler!
Ve “Allahü teâlânın takdiri böyleymiş” deyip Pîr Muhammed Erzincani hazretleriyle yedi talebesini defnettiler.
.Uzun boylu ve nur yüzlüydü
04-02-2016 02:00
Anadolu'da yetişen evliyanın büyüklerinden olan Müştak Baba, uzun boylu, geniş göğüslü, nurani yüzlü, elâ gözlü, çekme burunlu, heybetli, sohbeti hoş bir zattı.
Çok da cömertti...
Vermeyi severdi.
Hakkâri beylerinden olduğu hâlde dünya malı ve rütbelerinden yüz çevirmiş, babalarından kendilerine kalan yirmi yedi köyde ne kadar mal varlığı varsa hepsini terk etmiş, manevi saltanatı, dünya saltanatına tercih etmişti.
● ● ●
Müştak Baba Efendi, elini ne zaman cebine soksa avuç avuç “altın” çıkarır, fakir fukaraya dağıtırdı. Ömrü, insanlara hizmetle geçti.
Muş'ta bulunuyordu.
Bozuk itikatlı biri vardı.
Onun hücumuna uğradı!
Evinde seccadesi üzerinde ibâdetle meşgulken bu zalim kişi gizlice eve girdi...
Ve ibâdet hâlindeki bu Allah dostunu boğarak şehit etti!
Yaşı yetmiş beş idi.
Şehit olmadan önceydi.
Kırk kurban kestirdi.
Hepsinin etlerini şehrin fakirlerine taksim etti.
Fakir fukara, o gün bayram yaptılar.
Büyük zat ellerini açıp;
"Yâ Rabbî! Bu aciz kuluna şehitlik rütbesini ihsan et. Ancak o zaman sevgili kulun hocam Hasan Şirvani hazretlerine kavuşurum” diye dua ve niyazda bulundu...
Duası kabul edildi.
.Efendi hazretleri burada değil ki!"
05-02-2016 02:00
Müştak Kadiri hazretlerinin Erzurum'da konağı ve meyve bahçeleri vardı. Bir zaman İstanbul'a gitti. O sırada Erzurum'daki evinin bahçesinde meyveler olgunlaşmıştı.
Bahçıvan bunu gördü.
Olgunlaşanları topladı.
Ve kendi kendine "Âaah, Müştak Efendi burada olsaydı şu taze meyvelerden ona takdim eder, o da bana bahşiş verirdi” diye düşündü...
O anda “bir ses” oldu.
Müştak Efendi geldi.
Ve ona selâm verdi...
Hâlini hatırını sordu.
Bahçıvan bu hâle çok sevinip topladığı meyvelerden getirip takdim etti. Müştak Baba Efendi, “sedef çakısını” çıkardı.
Bir iki meyve soydu.
Onları afiyetle yedi.
Sonra koynundan bir avuç “altın” çıkarıp bahçıvana bahşiş verdi.
Sonra da geldiği gibi gitti...
Ama çakısını unutmuştu.
Bahçıvan onu gördü.
Çakıyı alıp eve koştu.
Kapıya çıkan hanımına "Efendi hazretleri, çakıyı bahçede unutmuş, onu getirdim” dedi.
Hanım şaşırdı!
Hayretler içinde "Nasıl olur, Efendi hazretleri burada değil ki... Geçen gün İstanbul'a gitmişti, sen de biliyorsun” dedi.
Ve çakıyı alıp sakladı.
Üç ay sonra Müştak Efendi dönüp de hanımı bu hadiseyi ona anlatınca "Bunlar olağan şeylerdir hanım. O çağırdı, ben de gönlü hoş olsun diye gittim, o kadar” buyurdu.
."Bize yabancı gibi bakmayınız!"
06-02-2016 02:00
Nasuhi Efendi, Allah adamlarındandır. Sakız Adası zaferinden sonra dergâhın borçlarını ödemekle meşguldü ki, Sakız’ı fetheden Hüseyin Paşa dergâha geldi.
Ve tevazu gösterdi.
Saygı ve hürmetle bu büyük veliyi konağına davet etti. Muhammed Nasuhi hazretleri, davetini kabul etti.
Konağına varınca Paşa, saygıyla ayağa kalktı.
“Buyurunuz” dedi.
Hürmetle içeri aldı.
İltifatlarda bulundu...
Ancak mübarek zat, Paşa’nın bu hâl ve hareketine hayret etti!
"Bu ne hâldir?” dedi.
Bir mânâ veremedi.
Çünkü Paşa, Nasuhi Efendi’ye daha önce böyle yakınlık göstermez, iltifat etmezdi, şimdi böyle ilgilenmesi dikkatini çekti. Sebebini soracaktı.
Ama lüzum kalmadı.
Zira kendisi anlattı.
Nasuhi Efendiye dönüp;
"Efendi hazretleri! Bize niçin yabancı gibi bakıyorsunuz? Sakız önündeki şiddetli muharebede bize zaferi müjdeleyen siz değil miydiniz?" dedi.
Evet, öyle olmuştu...
Nasuhi Efendi, muharebe ânında donanma komutanı olan Hüseyin Paşa’nın bulunduğu kalyona gelmiş, kendisine zaferi müjdelemiş ve gözden kaybolmuştu...
Paşa bunu biliyordu.
Ertesi sabah geldi.
Dergâhın borçlarını sorup hepsini ödedi. Ayrıca ne gibi ihtiyaçları varsa onları da temin etti ve büyük velinin elini öpüp ayrıldı.
."Allah kerimdir, şifa ihsan eder"
07-02-2016 02:00
Nasuhi Efendi’nin devrinde yaşayan İsa Efendi’nin kızı hastalandı. Hastalık o dereceye ulaştı ki artık ümit kesmişlerdi. İsa Efendi, Nasuhi Efendi’yi çok severdi.
Büyüklüğünü bilirdi.
Sevdiği birini çağırdı.
Ve kendisine "Nasuhi Efendi’ye git, selâmımı söyleyip hâlimi arz et. Ömrümün meyvesi biricik kızımın şifası için dua buyursun” dedi.
O da Üsküdar’a gitti.
Dergâhına vardı ve geliş maksadını arz etti. Nasuhi Efendi bir miktar durakladıktan sonra;
"İsa Efendi’ye selâm söyle. Cenâb-ı Hakk kerimdir, şifa ihsan eder” buyurdu.
Bir de “müjde” verdi.
O kimse geri geldi.
İsa Efendi’nin dergâhına vardığında, kendisine, hastanın kalkıp çorba içtiğini ve kendine geldiğini, iyileştiğini söylediler. Çok sevinip İsa Efendi’nin huzuruna girdi...
Elini öpüp oturdu.
Onu neşeli gördü.
Nasuhi Efendi hazretlerinin selâmını tebliğ edip hastanın iyileşeceğine dair müjdelerini bildirdi. Dergâhta bir “bayram” havası vardı ve herkes seviniyordu.
İsa Efendi’nin kızı iyileşti, ama bu defa Nasuhi Efendi’nin ergenlik çağına ulaşmış olan kızı hastalandı.
Gittikçe ağırlaştı!
Doktorlar aciz kaldılar...
İlâçlar kâr etmedi.
Nasuhi Efendi “Onun için gerekli hazırlıkları yapın, vefat edecektir” buyurdu. O gece kızı vefat etti.
Ertesi günü defnedildi...
."Kızınıza isim koymaya geldik"
08-02-2016 02:00
Allah dostlarından Nasuhi Efendi’nin sevenlerinden birinin bir “kız çocuğu” oldu. Hanımıyla konuşup çocuğun ismini “Fatıma” koymayı düşündüler...
Bu sırada Nasuhi Efendi kapıyı çaldı.
Ev sahibi çıktı.
Hürmetle karşıladı.
Ellerini öpüp;
“İçeri buyurun” dedi.
Nasuhi Efendi içeri girip "Oğlum! Biz, sizin kızınıza isim koymak için geldik” buyurdu.
Ev sahibi içeri geçip durumu hanımına söyledi.
O da çok sevindi...
"Ne iyi olur” dedi.
Çok da duygulanıp;
“Biz aramızda ‘Fatıma’ olsun dedik ama Nasuhi hazretleri ne derse o olsun” dedi.
Bebeği getirdiler.
Nasuhi Efendi’nin kucağına verdiler.
Muhabbetle aldı.
Sağ kulağına ezan okudu...
Sol kulağına da ikamet.
“Fatıma” ismini verdi.
Ve onlara "Allah bilir ya, sizin gönlünüzden de Fatıma ismi geçiyordu değil mi?” buyurdu.
Bu hadise üzerine ona olan muhabbetleri kat kat arttı...
● ● ●
Bir kişi bu zata gelip;
“Efendim, ibâdetlerimin kabul olacağını ümit etmediğim için ibâdet yapmakta bazan gevşek davranıyorum” dedi.
Büyük veli ona;
“Biz kuluz, kabul olacağını bilsek de bilmesek de ibâdet yapmalı ve peşinden istiğfar edip kabul olması için yalvarmalıyız” buyurdu.
."Bu makamda, son vaazımdır!.."
09-02-2016 02:00
Muhammed Nasuhi Efendi, 1718 senesi şaban ayının son haftası, vaazında "Bu makamda son vaazımdır” buyurdu.
Ve cemaate veda etti.
Dergâhlarına geldi.
Onlara da veda etti.
Bunu işiten talebeleri “Herhâlde hocamız Kastamonu'ya gidip oradaki büyükleri ziyaret edecek” dediler.
O hafta hastalandı.
Ramazanın ilk günleriydi...
Bir gece evden çıktı.
Bahçesinde dolaşıyordu ki, hanımı onu görüp "Efendi! Bu gece vaktinde bahçede niçin gezinip durursun?" diye sordu.
O da hanıma baktı.
Tebessüm etti ve;
"Allah bilir ama bu bayramı burada geçirsem gerektir. Kendime yer hazırlıyorum” buyurdu.
Hanımı bunu duydu.
Kederlenip “Niçin böyle söyleyip de yüreğimizi yakarsın” deyince "Takdir-i İlâhi böyle hanım” cevabını verdi.
Aradan günler geçti...
Ramazanın ortası oldu.
Mübarek zat ailesini topladı. Yerine, oğlu Alaeddin Efendi’yi tayin etti ve vasıyetini bildirdi.
Talebelerinden Şami Ahmed Efendi, vefat edeceği gün kendisini ziyarete gelip yanına oturdu.
Hâlini hatırını sordu.
Hürmetlerini arz etti.
Ve "Efendim, bir şeyler yiyip ilâç alsanız” deyince “Oğlum! Cenâb-ı Hakk bilir, ama biz İnşallah bu gece dergâh-ı izzete mülâki oluruz” buyurdu.
Ve o gece vefat etti...
."Arzu eden bizimle gelebilir"
10-02-2016 02:00
Muhammed Nasuhi Efendi (rahmetullahi aleyh), bir ara üç gün müddetle, sevenlerinden birinin daveti üzerine hava değişikliği için Çamlıca civarındaki Bulgurlu'ya gitti.
O kişi anlatıyor:
O, gece yarısı kalktı.
Teheccüd namazı kıldı.
Yanında bulunanlara;
“Bize bugün Üsküdar'a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine getirdikten sonra inşallah yine geliriz. Arzu eden bizimle gelebilir” buyurdu.
Sabah namazını kıldık.
Ve Üsküdar’a yola çıktık.
Yolda karşıdan biri geldi.
Nasuhi Efendi’yi gördü.
Ve ona şöyle arz etti:
“Efendim, ben duacınız da size geliyordum. Sebebi şu ki; Üsküdar'da bir mağarada ‘tek başına’ yaşayan bir zat var... Bana ‘Dünya hayatım bitmek üzeredir... Vefat edersem teçhiz ve tekfinimi Nasuhi Efendi yapsın’ dedi.
Kendisi çok bitkindi.
Ve zor konuşuyordu...
Son olarak;
‘Vefatımı ve vasıyetimi ona bildirmene lüzum yok... Ona Allahü teâlâ bildirir’ dedi.
Ben yine işgüzarlık yapıp geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefat etti.”
O böyle anlattı.
Ve öyle de oldu...
Nasuhi Efendi hazretleri, talebeleriyle birlikte Bülbülderesi’ne geldi.
Kabrini kazdırdı.
Cenazesini yıkadı, kefenledi. Namazını kılıp kabre koydu ve telkinini de kendisi verdi.
.Ada, ehl-i İslâm’a nasip oldu
11-02-2016 02:00
Büyük velilerden Şeyh Şaban-ı Veli hazretlerinin torunu olan Nasuhi Üsküdari hazretleri, İslâmiyete tam uyardı.
Haramdan kaçardı.
Allah’tan korkardı.
Şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terk ederdi.
Dünyayı sevmezdi.
Ve ona meyletmezdi.
Çok da ağlardı!
Allahü teâlânın korkusundan gözünden yaş eksik olmazdı!
Osmanlı yiğitleri Sakız adasını Venediklilerden almak için çarpıştıkları günlerdi.
Nasuhi Efendi, o ara Üsküdar'daki dergâhında insanları irşat ediyordu.
Sevdiklerine;
"Elhamdülillah, Osmanlı askeri, Sakız adasını düşmandan geri aldılar. Ada, ehl-i İslâm’a nasip oldu” buyurdu.
Cemaat bunu işittiler.
Pek fazla sevindiler...
Ve o tarihi bir yere kaydettiler.
Birkaç gün geçti...
Fetih haberi geldi.
Ve haber doğrulandı.
Sakız adasının fethine katılan bazı gaziler gelip, fetih sırasında, eli kılıçlı, başı sarıklı, fakat asker kıyafetinde olmayan pek çok yiğitle birlikte Nasuhi Efendi’yi de düşmanla çarpışırken gördüklerini söylediler.
Soruldu ki:
“O, hangi gündü?”
“Filân gündü” dediler.
O günün tarihini söylediler.
Öbür tarihi tutuyordu.
İkisi de aynı gündü...
."Yine de gönlümüz beraberdir"
12-02-2016 02:00
Hazret-i Sevban (radıyallahü anh) köle idi. Resûl-i Ekrem kendisini satın alıp âzât ettiği vakit “Seni âzât ettim, ama gönlümüz beraberdir. Sen, bizim Ehl-i Beytimizden sayılıyorsun" buyurmuştu.
O, buna çok sevindi...
Ve hizmete devam etti.
Resûl-i Ekrem’e olan bu sevgisinden dolayı çok sıkıntılar çekti.
Bir gün bir Yahudi geldi.
Ve Resûl-i Ekrem’e;
"Yâ Muhammed!" diye hitap etti.
Hazret-i Sevban ona;
"Niçin yâ Resulallah demedin?" deyip onunla dövüştü.
Hatta yaralandı!
Hazret-i Sevban "Peygamberimizin mübarek ismini, hürmetsiz söylemeyi günah kabul ederim" derdi.
● ● ●
Hazret-i Sevban, bir gün Resûl-i Ekrem’in huzuruna geldi ve mübarek yüzüne bir süre baktı.
Resul aleyhisselâm;
“Yâ Sevban, nedir bu hâlin? Bir yerin mi ağrıyor?" diye sordu.
Hazret-i Sevban;
"Anam babam sana feda olsun yâ Resulallah! Şuna üzülürüm ki, ben öldüğümde cennete girsem bile sizin dereceniz pek yüksek olacağı için sohbetinizde bulunamayacağım. Bu endişe beni perişan ediyor!" dedi.
O, bu sözü söyledi.
İki âyet nazil oldu.
Âyetlerde mealen "Allahü teâlâya ve peygamberlere imân edenler, ahirette sevdikleriyle beraber olacaklardır" buyuruldu.
O, bunu duydu.
Sevincinden uçacak gibi oldu...
.Bir kimse Allah'a inanıyorsa…"
13-02-2016 02:00
Süheyb-i Rumi (radıyallahü anh) Eshabın büyüklerindendir...
Efendimizin;
"Bir kimse Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, bir ananın evlâdını sevmesi gibi Süheyb'i sevsin" hadîs-i şerifiyle metholundu.
● ● ●
Ammar bin Yaser (radıyallahü anh), Hazret-i Erkam'ın evinin önündeydi.
Hazret-i Süheyb'i gördü.
Ve ona sordu ki:
"Burada ne yapıyorsun?”
Hazret-i Süheyb dedi ki:
"Sen ne yapıyorsun?”
Hazret-i Ammar da;
"Ben içeri gireceğim ve Hazret-i Muhammed'in sözlerini dinleyip bildirdiği dine gireceğim ve Müslüman olacağım" dedi.
Hazret-i Süheyb;
"Ben de aynı niyetle geldim, haydi birlikte girelim" dedi.
Ve birlikte içeri girdiler.
Efendimizle görüştüler.
Ve Müslüman oldular.
● ● ●
Peygamber Efendimiz İslâmiyet’i tebliğden önce de Hazret-i Süheyb ile konuşur ve birbirlerini severlerdi.
Hazret-i Süheyb imân etti.
İşkencelere maruz kaldı.
Zira kimi kimsesi yoktu.
Müşrikler de zâten garip ve kimsesi olmayan zavallılara çok işkence ederlerdi ekseriya!
Onun da kimsesi yoktu...
Akrabası yoktu...
Dayanağı yoktu...
Onun için müşrikler ona çok zulmeder, konuşamayacak hâle getirinceye kadar döverlerdi!
.Süheyb kazandı, kazandı!.."
14-02-2016 02:00
Hazret-i Süheyb (radıyallahü anh), hicret için Mekke’den çıktı.
Bin türlü sıkıntılarla Medine’ye vardı.
Peygamber Efendimizin mübarek huzurlarına gelince;
"Yâ Resulallah! Hicret etmek için yola çıktığımda, müşrikler beni yakaladılar. Onlara bütün servetimi teklif ettim ve bütün malımı vererek kendimi ve ailemi kurtarıp huzurunuza geldim" diye arz etti.
Efendimiz dinledi.
Ve memnun oldu.
Cevap olarak;
"Süheyb kazandı! Süheyb kazandı!" buyurdular.
Çok sevinmişlerdi.
Ve bir vahiy geldi.
Onun hakkındaydı.
Efendimiz, Eshâba;
"İnsanlardan bir kısmı, Allahü teâlânın rızasını isteyerek Ona ibâdet yolunda canlarını feda ederler" mealindeki âyet-i kerimeyi okudular...
● ● ●
Bir defasında Resulullah Efendimizin de bulunduğu bir mecliste taze hurma ikram edilmişti.
Hazret-i Süheyb de vardı.
Ve o hurmadan yiyordu.
Hâlbuki gözü ağrıyordu.
Efendimiz ona baktı.
Ve latife olarak;
"Yâ Süheyb! Gözlerinde rahatsızlık var, yine de hurma yiyorsun" buyurdu.
Hazret-i Süheyb;
"Yâ Resulallah! Gözümün birisinin yarısı sağlamdır, onun hakkını yiyorum" dedi.
Efendimiz ve orada bulunanlar hoşlanıp tebessüm ettiler.
.Bu belâyı dua gidermez!"
15-02-2016 02:00
Allah adamlarından ve evliyanın büyüklerinden Necmeddin-i Kübra hazretleri, çok kimselerin hidayetine vesile oldu.
Cengiz askeri geldi.
Harezm’e hücum etti!
O vakit talebelerine "Memleketinize gidiniz. Şarktan ‘fitne ateşi’ geliyor. Her tarafı yakıp yıkacaktır. İslâmiyet’te bu kadar zararlı fitne görülmemiştir” dedi.
Müminler üzüldüler!
Ve huzuruna gelerek;
"Efendim, dua buyursanız da bu belâ Müslüman memleketlerinden uzaklaşsa” dediler.
Ama dua etmedi.
"Bu, kaza-i mübremdir, dua bunu gideremez” buyurdu.
Talebeleri Horasan'a gitti.
Kâfirler şehre girdiler.
O da cihada çıktı.
Ve şehit oldu!
Bir kâfirin saçını tutmuş, asla bırakmıyordu. Şehadetinden sonra da kimse o saçı elinden alamadı.
Sonunda saçı kestiler.
O kadar yüksek bir zattı ki Allahü teâlânın aşkıyla kendinden geçmişken bir kimseye teveccüh etse, onu evliyalık derecelerine yükseltirdi...
● ● ●
Bir gün bir tüccar, onu görmek maksadıyla Necmeddin-i Kübra hazretlerinin hanegâhına geldi...
Büyük veliyi gördü.
Huzurunda oturdu.
Necmeddin-i Kübra hazretleri bir teveccüh edip, onu evliyalık mertebesine ulaştırdı.
Sonra da talebe yetiştirmesi için “icazet” verip memleketine gönderdi..
.Kıymetli olmak ister misiniz?"
16-02-2016 02:00
Necmeddin-i Kübrâ hazretleri, bir gün “Eshab-ı Kehf” hakkında sevdikleriyle sohbet ediyordu...
Talebeden biri, kalbinden "Acaba bu devirde sohbeti köpeğe tesir eden kimse var mıdır?" diye düşündü...
Kalbinden geçirdi.
Büyük veli anladı...
Etrafına bakındı.
Tam o sırada uzaklardan bir “köpek” çıkageldi ve bu büyük veliye yaklaşıp kuyruğunu sallamaya başladı.
Necmeddin-i Kübra'nın nazarı o köpeğe isabet edince; köpek derhâl değişti.
Bir hâllere girdi...
Kendinden geçti.
Ve bu “Allah adamının” etrafında “pervane” gibi dönmeye başladı.
● ● ●
Bu zat bir gün, bazı gençlerle sohbet ediyordu.
Onlara;
“Siz Allah katında kıymetli olmak ister misiniz?” diye sordu.
O gençler çok sevinip;
“İsteriz hocam” dediler.
“Öyleyse Allahü teâlânın kıymet verdiğine kıymet verin. Hakiki Müslüman, Allahü teâlânın emirlerine kıymet verir” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine;
“Kendinizi hiçbir Müslümandan üstün bilmeyin, bilâkis her Müslümanı kendinizden daha üstün tutun” buyurdu.
Ve ekledi:
“Her Müslümanı görünce kendi saadetinizi, onun duasını almakta bilin ve kendinizde hakkı bulunanların ‘kölesi’ gibi olun” buyurdu.
.İman eden filozof!...
17-02-2016 02:00
Evliyanın büyüklerinden Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin sohbetine bir gün inkârcı bir felsefeci gelmişti.
Bu adam, peygamberlerin mucizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefeyle çözmeye kalkışıyordu.
Soğuk bir kış günüydü...
Ortada, mangal vardı.
İçi “kor ateşle” doluydu.
Filozof söze başlayıp "Avamdan bazı insanlar, İbrahim Aleyhisselâm’ın ateşe atıldığını, fakat yanmadığını söylerler. Bu mümkün mü? Zira ateş her şeyi yakar. Çünkü yakma özelliği vardır” dedi.
Muhyiddin-i Arabi;
"Allahü teâlâ Enbiya suresinin 69. âyet-i kerimesinde mealen ‘Biz ateşe, İbrahim'e serin ve selâmet ol dedik’ buyurmaktadır” dedi.
Sonra mangalı aldı.
Onun eteğine boşalttı.
Eliyle de karıştırdı.
Bu hâli gören filozof donup kaldı. Şaşkın vaziyette olanları seyrederken mübarek zat eteğindeki “kor ateşleri” eliyle avuç avuç alıp tekrar mangala doldurdu!
Sonra ona;
"Sen de elini sok!” dedi.
Filozof elini uzattı.
Ve hızla geri çekti.
Az daha eli yanıyordu.
Kafası allak bullak oldu. Ne diyeceğini, ne söyleyeceğini bilemedi?!..
Muhyiddin-i Arabi;
"Ateşin yakıp yakmaması, Allahü teâlânın dilemesiyledir” buyurdu.
Filozof insafa geldi.
“Kelime-i şehadeti” söyledi.
Ve Müslüman oldu...
.Anne babanın mühim vazifesi
18-02-2016 02:00
Evi, Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin türbesine çok yakın olan Ahmed Halebi, bizzat gözleriyle gördüğü şu kerameti anlattı:
“Bir gece, Muhyiddin-i Arabi hazretlerini sevmeyenlerden biri, elinde “ateşle” türbeye yaklaştı.
Maksadı belliydi.
Orayı yakacaktı.
Sonra da kaçacaktı.
Ateşi attı, ancak ateş ânında sönüverdi. Adam şaşırdı ve kaçmaya başladıysa da ayaklarının altında âniden ‘bir çukur’ açıldı ve içine düşüp kayboldu...
Gözlerimle gördüm...
Ev halkı meraklandı.
Ve aramaya çıktılar.
Ben gördüklerimi onlara anlattım. Gelip gömüldüğü yeri kazmaya başladılar ve başını buldular. Çıkarmak istedilerse de, uğraşmaları boşa gitti.
Zira çıkmıyordu.
Onlar çekiyorlardı.
O daha çok batıyordu.
Nihayet kurtaramayacaklarını anlayınca, kazdıkları yeri tekrar toprakla doldurup yorgun ve perişan bir hâlde bırakıp gittiler.”
● ● ●
Bir gün bu zata “Efendim, anne babanın, çocuklarına karşı en mühim vazifesi nedir?” diye sordular.
“Dinini öğretmektir” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Hadîs-i şerifte;
‘Ey Eshabım! Her biriniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Nasıl ki çoban sürüsünden mes’ulse, siz de emriniz altındakileri cehennem ateşinden korumalısınız’ buyuruldu”
."Her günahtan sonra tövbe et!"
19-02-2016 02:00
Anadolu velilerinden Muhammed Said hazretleri; Cizre Ulu Câmi’de vaaz ve nasihatlere başladı. Pek çok kimse Onun sohbetlerinde hidayete geldi.
Alkolik biri vardı.
Bu zata geldi ve;
"Efendim, tövbe edeceğim, fakat içkiden bir türlü kurtulamıyorum. Zira bu, irademin dışında” dedi.
Büyük zat kalktı.
Ve bir nazar edip;
"Her günahtan tövbe et ve yapmamaya azmet. O zaman içkiyi de içemeyeceksin” buyurdu.
O kişi bu defa;
"Kendimi tutamıyorum” deyince,
Mübarek ciddileşip;
"İç içebilirsen!” buyurdu.
Bu söz, ona öyle çok tesir etti ki, hemen tövbe etti...
Öğle saatleriydi.
Meyhaneye gitti.
Yine içecekti.
Lâkin ne zaman kadehi eline alsa, kadehin içinde Muhammed Said hazretlerinin kamasının ucunu görüyordu.
Meyhaneciyi çağırdı.
Bardağı değiştirdi.
Olmadı bir daha.
Üç defa değiştirdi.
Her seferinde bardağın içinde Muhammed Said hazretlerinin kamasının ucu duruyordu...
Sonunda meyhaneden çıktı ve doğruca onun vaaz verdiği câmiye gitti.
Büyük zat onu gördü.
Ve tebessüm ederek;
"Üç kere yetmedi mi? Bardağını bir daha değiştirseydin kamayla iki parça olurdun” buyurdu.
O da kuvvetli tövbe etti ve ömrünün sonuna kadar bu tövbesini bozmadı.
.Otuz iki yaşında şehit edildi
20-02-2016 02:00
Büyük âlim ve veli Muhammed Sıddık Arvasi, Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin oğludur.
“Otuz iki” yaşında Ermeniler tarafından şehit edildi!
Abdülmecid Efendi der ki:
Benim yazım düzgündü.
Hocamız Abdülhakim Efendi, Muhammed Sıddık'ın hilâfetnamesini bana yazdırdı.
Bunu yazdırdıktan sonra bizimle bir hafta hiç ilgilenmedi.
Muhammed Sıddık Efendi;
“Herhâlde benim bir kabahatim oldu” diye üzülüyordu!
Başını kaldıramıyordu.
“Ne hata yaptım?” diyordu.
Abdülhakim Efendi, bana;
"Muhammed Sıddık'a söyle, yarın atına binsin ve buralardan gitsin” buyurdu.
Kendisine söyledim.
O da yola çıktı...
Ve ayrılıp gitti...
Çevkan Suyunun yanına vardığı sırada Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, ardından gidip onu geri çağırdılar. Koluna girip iki âşık gibi beraber yürüyerek geri geldiler.
Herkes onlara bakıyordu.
Muhammed Sıddık'a hilâfetnamesini verip, onunla halkın gözleri önünde çok fazla ilgilendi.
Çok iltifatlar etti.
Ve uğurlayıp gönderdi...
Ona, önce gösterdiği sert muameleye temasla;
"Her şeyi tamamdı, ancak kalbinde ‘Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin oğluyum’ diye bir nokta vardı, onu da sildik” buyurdu.
.Duanın kabul olacağı anlar...
21-02-2016 02:00
Büyük âlim ve veli Muhammed Sıddık Arvasi hazretleri Van'da müftü olduğu sırada Birinci Dünya Savaşı çıktı.
Bir gün Mejingir (Yukarı Kaymaz) köyünde Mejingir Suyu kenarında kollarını sıvamış abdest alıyordu.
Sağ ayağını yıkadı.
Solu yıkayacaktı.
Ermeniler onu gördü.
İki kişiydiler.
Saklandıkları yerden ateş edip Muhammed Sıddık Efendi’yi vurdular. Atılan kurşun sağ omuzundan girip sol böğründen çıktı.
Vurulduğunu hissetti.
Belindeki silâhı çekti.
Bir Ermeni'yi öldürdü!
Öbürünü de yaraladı.
Yetişen Müslümanlar da o yaralının cesazını verdiler...
Muhammed Sıddık hazretleri birkaç saat sonra şehit oldu!
O ara nasihat etti.
Vasiyetini yaptı...
Kabr-i şerifi, Mejingir köyündedir.
Fehmi Efendi adında fazilet sahibi bir oğlu vardı.
O da 1969 senesinde vefat etti...
Kabri, babasının kabri yanındadır.
Keramet sahibi bir veliydi...
● ● ●
Bir gün bu zata;
“Efendim, duanın kabul olacağı anlar var mıdır?” diye sordular.
Buyurdu ki:
“Elbette vardır. Farz namazlardan sonra, Kâbe-i şerifi ilk görünce ve mümin mümini görünce, yapılan dualar kabul olur. Onun için müminle karşılaşınca selâm veriyoruz. Zira selâm, en büyük duadır.”
.Allah’ın kullarına yardım edin
22-02-2016 02:00
Anadolu'da yetişen meşhur velilerden Misali Baba, Osmanlı Sultanlarından Dördüncü Murad Han’la görüşmüştür. Bağdat Seferi sırasında ziyaretine gelen Sultana, kış mevsiminde koynundan, yeni açılmış taze “bir gül” çıkarıp vermesi sebebiyle “Gül Baba” lâkabıyla anılmaktadır.
Kabr-i şerifi, Niğde'de.
Güllüce köyündedir.
Köy, ismini ondan almıştır.
Yakınındaki kubbeli türbede, misafirlerin aydınlanması için konulan gaz lâmbaları ve gaz yağı, bir gece biri tarafından çalınmak istendi.
Hırsız bunları aldı.
Ama içeride mahpus kaldı!
Ve dışarı çıkamadı...
Zira tam çıkacağı sırada türbe kapısı âniden kapandı. Açmak için ne kadar uğraştıysa da açamadı.
Aldığı şeyleri yerine koyunca kapı kendiliğinden açıldı.
Tekrar niyetini bozdu.
Onları tekrar aldı.
Yine çıkamadı...
Zira kapı kapanmıştı.
Bu sefer akıllanıp aldıklarını yerine koydu, pişman olup tövbe edince; kapı tekrar açıldı. Şaşkın vaziyette çıkıp gitti!
● ● ●
Misali Baba bir sohbetinde “Kardeşlerim! Allah’ın kullarına yardım edin” buyurdu.
Ve ekledi:
“Hadîs-i şerifte Peygamberimiz aleyhisselâm (Bir mümin kardeşinin bir ihtiyacını karşılamak için giden kimseye, her adımı için ‘yetmiş sevap’ verilir ve ‘yetmiş günahı’ affolunur) buyurdu.”
."Bu bulgurla askere pilav yap!"
23-02-2016 02:00
Osmanlı Sultanı Dördüncü Murad Han, Bağdat Seferine giderken Misali Baba'nın bulunduğu köyün yakınında bir yerde ordusunu istirahate çekmişti. Bu sırada çevreyi dolaşan Sultan, Misali Baba’nın köyüne uğradı.
Bir “kulübe” gördü.
Gidip kapısını çaldı.
Kapı hemen açıldı.
Ve Sultanı, nur yüzlü bir mübarek zat karşılayıp tebessüm ederek içeri aldı. Onun, velilerden olduğunu fark eden Sultan, hürmetle huzurunda oturup bir müddet sohbetini dinledi.
Duasını da aldı.
Ve ayrılıp gitti...
Ancak Misali Baba, Sultana birkaç avuç “bulgur” ve bir torba da “saman” verdi. Sultan “Bunlar nedir?” gibilerden bakınca “Bulgur ordun için; saman da atların için” dedi.
Sultan bunları aldı.
Ordusuna döndü.
Aşçıbaşını çağırıp;
“Bu bulgurla askere pilav yap!” diye emretti.
Bulgur pilav olurken gitgide artıp o kadar çoğaldı ki kazanlar dolusu olup bütün orduyu doyurdu.
Saman da atlara yetti.
Sultan, Misali Baba'nın bu kerameti üzerine tekrar huzuruna gitti. Ona bazı hediyeler verdi. Misali Baba, Sultanın hediyesine karşılık, elini koynuna sokup yeni açılmış bir “gül” çıkardı...
Sultana verdi.
Gül mevsimi değildi.
Sultan bunu gördü.
Misali Baba’nın duasını aldı, elini öptü ve ayrıldı. Misali Baba'nın duası bereketiyle tarihte benzeri az görülen bir zafer kazandı.
."Bana öyle bir şey öğretin ki!.."
24-02-2016 02:00
Hirat'ta yetişen âlim ve büyük velilerden Mevlâna Abdurrahman Câmi hazretleri; şöhret ve itibar kazanmaktan kaçar, halkın övmesine ve yermesine ehemmiyet vermezdi. Daima namazda oturur gibi otururdu.
İnsanlar ona giderdi.
Kederlerini unuturlardı.
Ferahlık duyarlardı.
Sofrasında misafir olmadan yemek yemez, hizmetini görenlerle beraber yemekten zevk alırdı.
● ● ●
Bir kimse Molla Câmi'ye gidip “Bana öyle bir şey öğretin ki kalan ömrümde onu yaparak Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanayım” dedi.
O da cevaben;
"Hocam Sadüddin-i Kaşgari'ye de aynı suali sordular. Mübarek sağ elini kalbinin üzerine götürüp ‘Bununla meşgul olun!’ dedi. Yani kalbinizden ‘kötü huyları’ çıkarıp,‘iyi huyları’ yerleştirin demek istedi” buyurdu.
● ● ●
Molla Câmi hazretleri, bir gün birine "Ne iş yapıyorsun?" diye sordu.
O kimse de;
"Hamdolsun huzur ve afiyetteyim. Dünyayı terk ederek bir köşeye çekildim, cenâb-ı Hakk'ın zikriyle meşgul oluyorum” dedi.
Molla Câmi;
“Huzur ve afiyet bu değildir kardeşim” buyurdu.
Adam şaşırdı:
“Ya nedir efendim?”
Cevaben;
“Huzur ve afiyet, nefsin itminana kavuşmasıdır. Nefsini îmâna getir de, ister bir köşede otur, ister insanların arasında” buyurdu.
.Bir bakışa, bir tokat!..
25-02-2016 02:00
Mevlâna Câmi hazretlerinin bir talebesi anlatır:
Bir gün hocamın mübarek cemalini ve tatlı sohbetini arzulayarak huzuruna gitmek için yola koyuldum. Yolda karşıma, fevkalâde güzel “bir kadın” çıktı.
Gayriihtiyari baktım...
İstemeyerek gördüm.
Bu, günah değildi.
Ama güzelliği kalbime işlemişti. İkinci defa bakmanın günah olacağını bile bile başımı çevirip bir daha bakmak istedim. İşte o anda bir el, şiddetli “bir tokat” vurdu bana!
Öyle ki; canım yandı!
Gözümden kan aktı.
Ama hak etmiştim.
“Yabancı bir kadına” bakmanın cezasını hemen görmüştüm.
Kan durduktan sonra hocamın bulunduğu mescide gittim. Yanındaki kimselere nasihat ediyordu…
Bir kenara oturdum.
Dinlemeye başladım.
Hocam bana baktı.
Sonra cemaate dönüp buyurdu ki:
“Birisi buraya gelirken güzel ‘bir kadın’ görmüş. İkinci defa bakayım derken o anda ‘bir el’ belirip, kendisine şiddetli bir ‘tokat’ vurmuş! Tokadın dehşetinden gözünden kan akmış! O esnada gaipten ‘Bir bakışa bir tokat, ikinciye ikinci tokat!’ diye bir ses duymuş...”
● ● ●
Hocam bunu anlattı.
Sonra bana baktı.
Ve gülümseyerek;
“İnsan, harama bakmaktan gözünü korumalı ki, ona el uzatmasınlar” buyurdu.
.Padişahın şahitliğini kabul etmedi!..
26-02-2016 02:00
Osmanlı Devletinin ilk Şeyhülislâmı ve büyük veli Molla Fenari hazretleri, Bursa’da kadıyken bir dâvâda Sultan Yıldırım Bayezid Han’ın şahitliğini kabul etmedi.
Sultan sordu:
“Sebep nedir?”
Buyurdu ki:
“İslâmiyet’in aradığı şahitlik şartlarından biri sizde yoktur.”
Yine sordu ki:
“O hangi şart?”
“Cemaate gelmiyorsunuz. Dinimizde, cemaatle namaz kılmayı terk edenin, mahkemede şahitliği makbul değildir” buyurdu.
Sultan bunu dinledi.
Kendisine hak verdi.
Ve hemen sarayının yanına bir cami inşa ettirerek, beş vakit namazı, hep cemaatle kılmaya başladı.
● ● ●
Bir gün de bazı gençler bu zata geldiler ve “Dinimizi nereden öğrenelim?” diye sordular.
Buyurdu ki:
“Dininizi ‘Allah dostları’ndan, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarından öğreniniz. Bu büyüklerin kitabını okuyan, hem dinini doğru olarak öğrenir, hem de feyiz alır.”
Sordular ki:
“Feyiz nedir efendim?”
“Feyiz, nur demektir” buyurdu.
Ve daha açıklayıp;
“Yani bu kitapları okuyanın kalbi temizlenir, nurlanır ve parlar. Çünkü o büyüklerin kalbindeki ‘feyizler’ kitaplarına sinmiştir. Okuyanlar, satırlar arasında onları görür ve o feyizlerden istifade ederler” buyurdu.
."Rabbimden ümidim şudur ki!.."
27-02-2016 02:00
Bursa'da müderrislik ve kadılık yapan Molla Fenari hazretleri, ipekçilik yaparak nafakasını temin eder, kazandığı paralarla çok hayrat ve hasenatta bulunurdu...
Ömrü sona yaklaştı.
Gözlerine perde geldi.
Sultanın bir veziri vardı.
İsmi Hacı İvaz Paşa olan bu vezir, bir konuda Molla Fenari'ye kızmış ve gözleri görmez olunca, hırsından "Dilerim o âmâ ihtiyarın namazını ben kıldırayım” demişti.
O, bunu duydu.
Ve buyurdu ki:
"Ol kimse cahildir. Cenaze namazını kıldıramaz. Rabbimden ümidim şudur ki; bana şifa buyurup onu âmâ eyleye ve onun namazını ben eda edeyim.”
Bir müddet geçti...
Gece “bir rüya” gördü.
Efendimiz ona “Taha suresini tefsir et" buyurdu. O da, “Yüksek huzurunuzda, Kur’ân-ı kerimi tefsir etmeye gücüm olmadığı gibi gözlerim de görmüyor” dedi.
Server-i âlem, mübarek “hırkasından” bir parça “pamuk” çıkarıp mübarek tükrüğüyle ıslattıktan sonra gözlerinin üzerine koydu.
Molla Fenari uyandı...
Pamuğu, gözlerinin üstünde buldu.
Usulca onu aldı.
Ve görmeye başladı.
O pamuğu saklayıp; “Öldüğümde, bunları gözlerimin üzerine koyun” diye vasıyet etti.
Bir müddet geçti...
O vezir “kör” oldu.
Sonra vefat etti. Cenaze namazını Molla Fenari hazretleri kıldırdı..
.Zeki ve celâlli Şehzade!..
28-02-2016 02:00
Osmanlı âlimlerinden, büyük veli Molla Gürani hazretleri zamanında Şehzade Mehmed (Fatih), bu sırada Manisa'da emîr idi. Babası İkinci Murad Han, oğlunun yetişmesi ve eğitilmesi için pek çok âlimi ona hoca olarak göndermişti.
Şehzade zeki ve celâlliydi!
Yâni ele avuca sığmıyordu...
Onun için giden hocalar, onu bir türlü derse yanaştıramadılar. Bu sebeple Padişah, bu oğlunu yetiştirecek “heybetli” bir muallim arıyordu. İşte Molla Gürani’de bunlar vardı.
Hem heybetliydi!
Hem de vakur...
Sultan, Onun bu hâlini görünce, bu iş için onu tayin etti. Onu iyi bir eğitimden geçirmesini söyledi, “Gerekirse dövebilirsin” dedi.
Ve Manisa'ya gönderdi...
Molla Gürani geldi.
Ve vazifeye başladı.
Şehzade Mehmed'in (Fatih'in) yetişmesi için gerektiği şekilde davrandı. Hırçınlık yaparsa, vakur ve sert tutumuyla, onu yatıştırdı.
Hatta bir gün ders yapıyordu.
Şehzadeye sertçe bakıp;
“Darabtühu te'dîben" dedi.
Ona da bunu tekrarlattırdı.
Bu ibare, “Terbiye için onu dövdüm” mânâsına geliyordu ki bu tutum karşısında Şehzade Mehmed derslere devam edip kısa zamanda Kur’ân-ı kerimi hatmetti.
Ve ilim öğrendi.
Padişah buna sevindi...
Çok memnun oldu.
Ve hocası Molla Gürani hazretlerine bol miktarda mal ve para hediye gönderdi..
.Yalan söyledin ey yalancı!.."
29-02-2016 02:00
Bir gün Gavs-ül âzam Abdülkâdir-i Geylani hazretleri, sıcağın tesiriyle pek fazla susamıştı.
Ama içecek “su” yoktu...
Zira çölün ortasındaydı.
Hakk teâlâ ona bir “bulut” gönderdi...
O, buluttan bir “yağmur” boşandı.
Kana kana içip ferahladı...
O ara bir “ışık” belirdi.
O, buluttan bir “ses” duydu...
Kendisine hitap ediyordu.
Kulak verip dinledi ki;
“Ey Abdülkâdir! Ben, senin hâlıkınım. Bütün haram şeyleri, sana helâl kıldım” diyordu.
O, bu sesi işitti.
Ve hiddetlenip;
“Kezzebte yâ kezzab!” buyurdu.
Yani “Yalan söylüyorsun ey yalancı!” dedi.
Zira ona böyle hitap eden, Şeytan'dı.
Şeytan bu defa;
“Ey Abdülkâdir! Sana benim vesvesem hiç tesir etmedi. Hâlbuki ben bu yolla, nice tasavvuf ehlini aldatıp doğru yoldan çıkarmıştım” dedi.
Oğlu merak edip;
“Babacığım, onun şeytan olduğunu nasıl bildin?” diye sordu.
Gavs-ı âzam;
“Çok kolay” buyurdu.
“Nasıl kolay babacığım?”
Oğluna bir baktı.
Ve ona şefkatle;
“Evlâdım! O mel'un bana ‘Ey Abdülkâdir! Her günahı sana helâl kıldım’ dedi. Hâlbuki bu dinin sahibi olan Resulullah Efendimiz bile her haramdan kaçmıştı. Allahü teâlâ haramı Ona bile helâl kılmazken bana helâl kılar mı? İşte bundan anladım” buyurdu.
."Kendinizi üstün görmeyin!"
01-03-2016 02:00
Molla Gürani hazretleri; heybetli, vakur ve sarsılmaz bir ilim haysiyetine sahipti!
Uzun boylu, gür sakallı, doğru ve açık sözlüydü. Vezirleri adlarıyla çağırır, Sultanın huzuruna girince yüksek sesle selâm verirdi.
Bir arefe günüydü...
Sultan, Molla Gürani'ye bir haberci göndererek "Yarın bayramı kutlamak üzere teşrif eder misiniz” diye ricada bulundu.
O, bu haberi aldı.
Ve o haberciye;
"Yağışlı günlerdir, her yer çamur. Gelirsek, kılık kıyafet değiştirmek icap eder. Yarın bizi bağışlasınlar. Biz uzaktan dua ederiz. Bayramı uzaktan kutlayalım” dedi.
Haberci geri döndü.
Bunu Sultana iletti.
Padişah, haberciye "Biz, ancak onların gelmesiyle bayram yaparız. Her şeye rağmen gelmelerini bekliyoruz” dedi.
Ve üzerlerinin çamur olmaması için sarayın selâmlığına kadar atıyla girmesine izin verildi.
● ● ●
Bu zat bir gün sevdiklerine “Kendinizi hiç kimseden üstün görmeyin. ‘Allah dostları’; kendilerini hiç kimseden üstün görmezler ve böyle olduğuna inanırlardı” buyurdu.
Sordular ki:
“Açıkça günah işleyen fasıklardan da mı üstün görmezlerdi efendim?”
Buyurdu ki:
“Evet, bir Müslümanı görünce ‘Benim saadete kavuşmam, bu kardeşimin kalbini kazanmakla ve duasını almakla olabilir’ diye düşünürlerdi.”
.Rabbimden ümidim odur ki..."
02-03-2016 02:00
Molla Gürani hazretleri, vefat ettiği sene kış geldiğinde iyice halsizleşti. İstanbul'daki konağına göçüp yatak hazırlanmasını istedi.
Kuşluk namazını kıldı.
Kıbleye dönerek sağ yanı üzerine yattı. O gün kendisinden Kur’ân-ı kerim ve kıraat ilmi öğrenen hâfızların toplanmasını istedi.
Onlara haber gitti.
Yanında toplandılar.
Talebelerine "Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamanı bugündür. İkindi vaktine kadar üzerime Kur’ân-ı kerim okuyunuz” dedi.
Hâfız talebeleri;
“Başüstüne” dediler.
Ve okumaya başladılar. Vezir Davud Paşa, Molla Gürani hazretlerinin hâlini görünce ağlamaya başladı!
Molla Gürani baktı.
Ağladığını gördü!
"Niye ağlarsın ey Davud!" dedi.
Davud Paşa "Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım” dedi.
Molla Gürani;
"Sen kendi hâline ağla! Ben, dünyada huzur içinde yaşadım. Rabbimden ümidim odur ki; ‘son nefesimde’ de selâmette olurum” dedi.
Rahat görünüyordu.
Sonra o vezirlere;
"Bayezid Hana selâm söyleyin. Adalet üzere olup kulları himaye etsin. Namazımı kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin" dedi.
Öğle namazının vakti girdi.
Îma ile eda etti.
"İkindiye ne kadar var?" dedi. O esnada müezzin “Allahü ekber” diye ezana başlayınca, o da "Lâ ilâhe illallah" diyerek vefat etti..
.Siz, bunun öleceğini sandınız!"
03-03-2016 02:00
Muhammed Masum-i Faruki hazretlerinin büyük oğlu Muhammed Sıbgatullah, daha beş-altı aylıkken şiddetli bir hastalığa yakalandı.
Hekimler aciz kaldı.
Çare bulamadılar.
Ölecek zannettiler. Nihayet nabzının atması bile hissedilemez olmuştu.
Ebeveyni cenaze hazırlıklarına, başladılar.
Bu haber İmâm-ı Rabbâni hazretlerine ulaşınca hemen torununun yanına geldi.
Örtüsünü kaldırdı.
Yüzüne dokundu.
Ve tebessüm ederek "Bâbâ! Annene-babana yaptığın naz yetişir. Onları üzdüğün yeter... Haydi kalk artık. Kalk ki rahat bir yemek yesinler ve huzurla uyusunlar” buyurdu.
O, bunları buyurdu.
Çocuk gözlerini açtı.
Ve ağlamaya başladı!
Sonra hareketlendi, mırıldandı ve etrafa gülücükler saçtı.
Velhasıl tamamen iyileşti.
İmâm-ı Rabbâni, oğlu Muhammed Masum’a dönüp "Siz, bunun öleceğini sandınız, ben ise bu evlâdımı, yetişip kemale gelmiş, olgunlaşmış, sakalları beyazlamış, binlerce insan huzurunda oturmuş istifade ediyor görüyorum” buyurdular.
● ● ●
Muhammed Sıbgatullah hazretlerine “Dünya sevgisinden kurtulmak nasıl olur efendim?” diye sordular.
Cevabında;
“Bunun için ahirette işe yarayan işlere yapışmak, yani İslâmiyet’in iyi olarak bildirdiği işleri yapmak lâzımdır” buyurdu.
.Aniden bir gürültü koptu!..
04-03-2016 02:00
Kayyum-i Zaman Muhammed Sıbgatullah hazretleri, Emk beldesinde, o memleketin kadısının evinde misafir bulunuyordu.
O sırada kadı evde yoktu...
Âniden bir gürültü koptu...
Kavga sesleri geldi.
Nihayet bin kişi kadar olduğu tahmin edilen bir kalabalığın, Kadı Efendi'nin evini yağmaya geldikleri anlaşıldı. Kadının ailesi ve yakınları çok korktular!
Ağlamaya başladılar!
O anda bir şey oldu...
O hırçın kalabalık, birden geri çekilmeye başlayıp birbirlerine girdiler. Ağlama ve feryat sesleri yükseldi! Çoğunun başı kesilip yere düştü!
Çil yavrusu gibi dağıldılar...
Ve gözden kayboldular…
İyi de kimdi bunlar?
Maksatları neydi?
Meğer zamanın kadısını çekemeyen “fitneci” insanlar toplanmış, karışıklık çıkarmak ve Kadı Efendi’ye zarar vermek için gelmişler.
Onlardan biri geldi.
Ve şöyle anlattı:
“Biz Kadı Efendi’nin evine yaklaştığımızda, beyaz sakallı, heybetli ve nurani bir zat gördük. Elinde uzun bir kılıç vardı. Onu her sallayışında onlarca baş yere düşüyordu! Kaçanlar kurtuldu, gerisi telef oldu.”
Merak edip sordular:
“Kimdi o zat?”
“Tanımıyorum” dedi.
“Nasıl biriydi?” dediler.
O zaman tarif etti.
Evet, tarife göre; o şahsın Kayyum-i Zaman Muhammed Sıbgatullah hazretleri olduğu anlaşıldı... Hâlbuki kendisi o sırada o evde namaz kılıyordu.
.Öyle pınarlar vardır ki...
05-03-2016 02:00
Bir kimse şöyle anlatır: Kayyum-i Zaman hazretleri (rahmetullahi aleyh); bir zaman Kabil'e gelmiş, benim evimde misafir kalıyordu.
Benimse ayaklarımda “nikris” denen bir rahatsızlık vardı.
Bu sebeple doktorlar soğuk su içmemi yasaklamışlardı.
Mevsim yaz idi.
Hava çok sıcaktı...
Hararet oluyordu.
Kayyum-i Zaman hazretleri bir gün bana dönüp;
“Öyle pınarlar vardır ki, suyu kardan soğuk olur. Bu yakınlarda böyle bir pınar var mı?” diye sordu.
Ben cevaben;
“Yoktur efendim” dedim.
Bana bir baktı.
Ve tebessümle;
“Görmeden cevap verme, kalk, o pınarı ara” buyurdu.
Olmadığını biliyordum.
Lâkin emirlerine uymuş olmak için aramaya çıktım.
Daha kapıdan çıkar çıkmaz bir “pınar” gördüm az ileride.
Hemen oraya koştum.
Yerden kaynıyordu.
Sütten beyazdı.
Kardan soğuk...
Eğilip avucumla içtim.
Gayet nefis su idi.
Evden bir kap getirdim.
Doldurup kendilerine arz ettim.
Ve merak içinde;
“Efendim, burada hiç böyle bir su yoktu. Bu, zât-ı âlinizin himmetiyle hâsıl oldu” dedim.
Allahü teâlâya şükretti.
Bu pınara, “Nur Pınarı” ismini verdi.
O pınar, uzun yıllar öylece aktı...
.“Kıtlık ve veba salgınından perişan olduk”
06-03-2016 02:00
Kayyum-i Zaman hazretlerinin zamanında Hindistan’da büyük bir “kıtlık” vaki oldu ve uzun zaman devam etti. Aynı zamanda “veba salgını” da başgösterdi.
İnsanlar bunaldı.
Huzurlarına gelip;
“Efendim bu ‘kıtlık’ ve ‘veba’ salgınından perişan olduk! Dua buyursanız da bu belâdan kurtulsak” diye ricada bulundular.
Ona yalvardılar.
Büyük veli;
“Sabredin!” buyurdu.
O günden sonra ne zaman gökte “bir bulut” görülse, insanlar Kayyum-i Zaman’ın huzuruna gelir;
“Havada bulut var, acaba yağmur yağacak mı?” derlerdi.
O zat da dinler ve;
“Bu bulutta yağmur yok” derdi.
Ama bir gün geldi.
Ve etrafındakilere;
“Gökyüzündeki bulutu görüyor musunuz?” diye sordu.
İnsanlar baktılar.
“Evet gördük” dediler.
Ancak o bulut, yağmur bulutuna benzemiyordu. Hiç ümitlenmeyip “bundan yağmur yağmaz” dediler.
Büyük veli, onlara;
“Bu, her tarafı yağmurla dolduracak bir buluttur” buyurdu.
Gerçekten öyle oldu.
Bulut gittikçe büyüdü.
Ve her tarafa yayıldı...
Derken gök gürültüsü, ardından rüzgâr, şimşek ve nihayet “bir yağmur” başladı ki, insanlar da doydu suya, hayvanlar da.
Üç gün üç gece yağdı.
“Kıtlık” da bitti, “veba” da...
.Hastalığı kendi üzerine çekti!..
07-03-2016 02:00
Kayyum-i Zaman hazretlerinin kıymetli oğlu Meyan Şeyh Ehlullah “sıtma” hastalığına yakalandı.
Bir sene geçti.
Ama iyileşmedi.
Doktorlar aciz kaldıklarını söylediler.
Büyük veli üzüldü.
Bir gün dergâha geldi.
Ve talebe arasına girip;
"Sevgili oğlumun hastalığı çok uzadı, üstelik de gittikçe ağırlaşıyor. Hastalığı kendime çekip, bundan sonraki ağrılarını ben yüklenmek istiyorum” buyurdu.
Vaktâ ki böyle buyurdu.
Çocuk sıhhat buldu.
İyileşip ayağa kalktı.
Bu defa kendisi hastalandı.
İki sene kadar hasta yattı.
Sonra şifaya kavuştu...
● ● ●
Bir gün bazı sevdikleri;
“Efendim, kıyamette cehennem azabından kurtulmak için acaba ne yapmak lâzımdır?” diye sordular bu büyük veliye.
Cevabında;
“Önce itikadı düzeltmeli, sonra fıkıh bilgilerini öğrenip yapmalıdır. Yani farzları, vacipleri, hatta sünnet ve müstehapları yapmak, helâli ve haramı gözetmek ve İslâmiyet hududunun dışına taşmamak lâzımdır” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de “Efendim şehid olmak için ne yapalım?” diye sordular.
Cevabında;
“Ehl-i Sünnet âlimlerini ve evliyâları seven ve İslâm’a hizmet eden mümin, yatağında ölse bile şehiddir” buyurdu.
."Ona arz edersen, kurtulursun!"
08-03-2016 02:00
Kayyum-i Zaman hazretlerinin muhlis talebelerinden olan “Gülendam” isimli bir zat şöyle anlatır:
Şeytan bana çok musallat olur, lüzumsuz hayal ve düşüncelerle beni meşgul ederdi.
Beni günaha sürüklerdi.
Ama ben istemiyordum.
Ve çok üzülüyordum!
Bir gün ‘can kulağım’a “Sen, Kayyum-i Zaman'ın talebesisin. Bu derdini niçin ona açmıyorsun? Ona arz edersen kurtulursun” diye bir ses geldi.
Bir gece teheccüde kalktım.
Ve bunu Ona arz ettim.
Hocam beni dinledi.
Bu hâlime acıdı.
Ve şefkatle bakıp;
“Korkma, şeytan senden ümidini kesti” buyurdu.
O anda kalbimde bir ferahlama hissettim ve o günden sonra bir daha musallat olmadı...
● ● ●
Kayyum-i Zaman'ın talebelerinden birisi huzuruna gelip "Efendim, bizim bahçede bir ağaç var, meyve vermiyor” diye arz etti.
Büyük veli;
“Pekâlâ” buyurdu.
Ve asasını ona verip "Bunu o ağacın gövdesine dokundur, inşallah meyve verir” buyurdu.
O talebe, asâyı aldı.
Ağaca dokundurdu.
Kendisi bu hususta;
"Allahü teâlâ hocamın hürmeti ve asasının bereketiyle ağacı meyveyle donattı ve bu hâl, bütün şehirde ‘darb-ı mesel’ oldu, herkes ondan bahsederdi” demiştir.
."Onun her hâli İslâmiyet’tir"
09-03-2016 02:00
Kayyum-i Zaman'ın halifelerinden Sufi Abdüllatif-i Kabili anlatır:
Üstadım Kayyum-i Zaman Muhammed Sıbgatullah hazretlerini çok görmek istiyordum.
Bir gün arzum şiddetlendi...
Yerimde duramıyordum.
Ancak ben Kabil'deydim, O ise Serhend şehrindeydi. Birden hatırıma geldi ki, yüksek babası Muhammed Masum hazretleri, bir talebesinin daveti üzerine “bir anda” Serhend'den Kabil'e gelmişti.
Bunu hatırladım.
Hocam da büyük veliydi.
Tam babası gibiydi.
O da gelebilir ve bu zavallı âşığı şereflendirirdi. Bu lütuf, onun kereminden beklenir, diye düşündüm... Bu düşünce içinde çarşıya doğru gidiyordum ki birden hocamı gördüm.
Gülerek geliyordu...
Ellerine kapandım.
Hürmetle öptüm.
O da benim alnımdan öptü. Ayaküstü bir müddet sohbet ettik, sonra gözden kayboluverdi...”
● ● ●
Bir gün bazı gençlere “Kendinize, Peygamber Efendimizi örnek alın. Çünkü Onun her sözü, her hâli İslâmiyet’tir” buyurdu.
Gençler dinliyordu.
O ise devam etti ve;
“Onun herhangi bir sözüne, hatta oturuşuna, kalkışına, bakışına itiraz etmek, 'küfür’dür. Çünkü O, açık duran bir Kur’ân-ı kerimdir. Kur’ân-ı kerimin yaşayan şeklidir. Cenâb-ı Hakk’ın razı olmadığı bir söz, bir fiil, bir hareket ve bir bakış, Onda olmaz” buyurdu.
."Hepsini pişiremedim efendim"
10-03-2016 02:00
Kayyum-i Zaman Muhammed Sıbgatullah hazretleri henüz gençken babası Muhammed Masum hazretleri hacca gidiyordu...
Yanlarında talebelerinden bir kısmıyla Muhammed Sıbgatullah da vardı ve kafilenin ekmek ve su ihtiyaçlarını temin vazifesi ona verilmişti.
Bir müddet gittiler.
Sonra mola verdiler.
Hizmetçiler, Sıbgatullah'a "Hamur hazır, fakat etrafta çalı çırpı olmadığı için ateş yakıp ekmek pişiremiyoruz. Arkadaşlar da acıktı, şimdi ne yapacağız” dediler.
O, hizmetçilere;
"Hamuru getirin!” buyurdu.
Koşup getirdiler.
Hamuru eline aldı.
"Kimse gelmesin, ben bunları şu tümseğin arkasında pişirip getireyim” dedi ve oraya gitti.
Orada başını açtı.
Bir parça hamur aldı.
Başına koyunca çabucak pişiverdi.
Bir daha koydu.
Onu da pişirdi.
Bir daha, bir daha, böylece bütün hamuru pişirip ekmek yaptı. Bitmesine az kalmıştı ki talebeden biri “Gidip bakayım, ekmeği ne ile pişiriyor?” deyip yanına geldi.
Bu vaziyeti gördü.
O ise başını örttü ve hiçbir şey belli etmeden “sıcak ekmekleri” ve artan “hamuru” alıp babasının yanına geldi ve "Odun kâfi gelmedi, hepsini pişiremedim efendim" dedi.
Babası gülümsedi.
Ve ona tebessümle;
“Şu arkadaş gelmeseydi odun yetişecekti değil mi?" buyurdu...
."Hastalığının şifası bunlardadır"
11-03-2016 02:00
Kayyum-i Zaman Muhammed Sıbgatullah hazretlerini çok seven bir kimse, ağır bir hastalığa yakalanmıştı.
Doktora gitti.
İlâç kullandı.
Ama şifa bulamadı.
Bir akşam derdini arz etmek ve kendisinden dua istemek üzere bu büyük velinin yüksek huzuruna geldi. Kayyum-i Zaman o sırada yemek yiyordu.
Onu da içeri aldı.
Sofraya buyur etti.
Ve tebessüm ederek “Tam üzerine geldin, ne iyi ettin, bu yemeklerin hangisinden yemek istersin?" buyurdu.
Adam yemeklere baktı.
Hepsi de ona yasaktı.
Zira doktor, ona “Şu şu yemekleri yeme!” demişti.
Cevap olarak;
"Efendim, hepsinden de yemek isterim. Çünkü hepsini de çok seviyorum. Ama ne yapayım ki doktor bana perhiz verdi” dedi.
Tesadüf bu ya...
Doktor da oradaydı.
Perhizi o vermişti...
Büyük veli doktora dönüp "Bu yemekler ona zarar verir mi?" diye sordu.
Doktor, edeple;
"Tıp bilgimize göre zarar verir, hatta öldürebilir” diye arz etti.
Büyük veli, hastaya;
"Sen ona bakma, bu yemeklerden ye, zîra hastalığının şifası bunlardadır” buyurdu.
Adam çok sevinip;
“Başüstüne” dedi.
Oturup iştahla yedi.
Ve tamamen iyileşti...
.Kötü huylu insan nasıl olur?
12-03-2016 02:00
Vaktiyle iyi kalpli biri, çıkar evinden.
Bir dostunu ziyarete gider.
Yolda yorulur ve acıkır.
Bir fırından “ekmek” ister.
Ancak parasını evde unutmuştur.
Ne yapsın? Fırıncıya;
“Üzerime para almamışım, sonra versem olur mu?” der.
Fırıncı, inanmaz. Üstelik içinden;
“Bıktım bu yalancılardan” der.
Bir ekmeğin içine zehiri doldurur, bu zavallıya verir.
Bir şeyden haberi yoktur garibin.
Zehirli ekmeği alıp ayrılır.
Az ileride rastlar “genç” birine.
Askerliği bitmiş, dönüyormuş evine.
Gencin çok aç olduğunu öğrenir.
Ekmeğini ona verir ve yoluna devam eder.
Genç ise ekmeği yer, eve gider.
Gider, ama başlar zehirin tesiri.
Zangır zangır titrer her yeri!
Ev halkı merak ve telâş içindedir!
Zira genç, ölüm döşeğindedir.
Ne yapacaklarını bilemezler.
Genç, “son nefeslerini” verirken “Yolda ekmek aldım birinden, ne olduysa onu yedikten sonra oldu” diye mırıldanır.
Genç, o fırıncının oğludur.
Fırıncı, bunu duyunca başlar dövünmeye!
“Eyvâh, o zehiri ben koymuştum ekmeğe, ben ne ettim... Oğlumu kendi elimle zehirledim’ der.
Bin pişmandır yaptığına.
Ama ne fayda! Ne kadar pişman olsa, ne kadar üzülse de içten.
Artık faydasızdır. Geçmiştir iş işten.
."Peygamber efendimizin kabrini aç!"
13-03-2016 02:00
Tâbiinin büyüklerinden Kâsım bin Muhammed (rahmetullahi aleyh), çok alçak gönüllü idi.
Bir gün bir “köylü” geldi.
Huzuruna girdi...
Ve "Sen mi daha çok biliyorsun, Salim bin Abdullah mı?" diye sordu.
O da "Salim çok iyidir” dedi.
Başka şey söylemedi.
● ● ●
Kâsım bin Muhammed hazretleri şöyle anlatıyor:
Resulullah Efendimizin Eshabından birinin gözleri “kör” oldu.
Ziyarete gittiler.
Sebebini sordular.
O da cevabında;
“Ben, bu gözlerle Sevgili Peygamberimizin güzel yüzünü görmekle şerefleniyordum. O, şimdi yok... Allah'a yemin ederim ki Yemen'de, Tübâle beldesinin geyiklerinden birinin güzel gözlerini verseler, artık istemem” dedi.
● ● ●
Kâsım bin Muhammed hazretleri diyor ki: Bir gün halam Hazret-i Âişe'nin yanına vardım. Ona “Ey Anacığım! Bana, Peygamber Efendimizin kabrini aç” dedim.
“Peki açayım” dedi.
Ve hücre-i saadeti açtı.
Üç kabir gördüm.
Pek yüksek değillerdi.
Yerle beraber de değillerdi.
Peygamberimizin kabr-i şerifi, hepsinden ilerideydi. Hazret-i Sıddık'ın başı, Fahr-i Kâinat’ın mübarek sırtı hizasında; Hazret-i Ömer'in başı, Resulullah’ın ayağı hizasındaydı.
.Vallahi her şeyi bilmiyorum"
14-03-2016 02:00
Tâbiinin büyüklerinden Kâsım bin Muhammed hazretleri, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi.
Yine de korkardı!
Bir şey sorulsaydı.
Hemen fetva vermezdi.
Ve o soranlara;
“İnsanın, Allah’ı bildikten sonra cahil yaşaması, bilmediği şeyde fetva vermesinden hayırlıdır” buyururdu.
Ona bir mesele sorarlardı.
“Bilmiyorum!” derdi.
Israr ederlerdi.
O zaman da;
“Vallahi her şeyi bilmiyorum... Bilseydim sizden saklamazdım. Bildiğini saklamak caiz değildir” derdi.
● ● ●
Kâsım bin Muhammed hazretleri şöyle anlatıyor:
“Âdetim üzere bir gün sabah namazını kıldıktan sonra halam Hazret-i Âişe’yi ziyarete gittim.
Kuşluk kılıyordu.
Kulağımı verdim.
Zamm-ı sure olarak;
‘Allah, lütfedip bizi kavurucu azaptan korudu’ meâlindeki âyet-i kerimeyi tekrar tekrar okuyor, ağlıyor ve yine aynı âyeti okumaya devam ediyordu...
Biraz bekledim.
Namazı bitmedi.
Az daha bekledim.
Yine bitmedi. Bir işim vardı, ‘onu hâlledip de geleyim’ dedim.
İşimi bitirip döndüğümde yine aynı hâlde, aynı âyet-i kerimeyi tekrar tekrar okuyup ağlamakta olduğunu gördüm.”
."Niyet ettiğin şey güzeldir"
15-03-2016 02:00
Sultan Hasan'ın devlet adamlarından “iki kişi” İbrahim Gülşeni hazretlerini ziyarete geldiler.
Onları içeri aldı.
Hâl hatır sordu.
Sonra birine bakıp "Niyet ettiğin şey güzeldir, fakat buradaki malından değil, köyden gelecek olandan ver” dedi.
Sonra öbürüne baktı.
Ve kızgın olarak;
"Niçin gusletmeden buraya geldin? Kalk git, gusül abdesti al da öyle gel!” buyurdu.
İkisi de şaşırdılar!
Meğer birincisi; kendi yerine, hacca vekil gönderecekmiş. Düşündüğü bir kimsenin bu işi yapıp yapamayacağı hakkında tereddüt ediyordu. Vereceği paranın helâlden olup olmadığında da şüphesi vardı.
Adam bu kerameti gördü.
Sultan Hasan'a gitti.
Ve olanları anlattı.
Sultan, İbrahim Gülşeni hazretlerinin büyüklüğünü daha iyi anladı ve onu memnun etmek için Kadı Hasan'la bazı hediyeler gönderdi.
Kadı Hasan geldi.
Hediyeleri arz etti.
Ancak büyük veli, hediyeleri kabul etmedi. Kadı, kabul etmesi için ısrar ediyordu ki, "Kadı Efendi! Israrı bırak da çabuk evine koş, kitapların yanıyor!" buyurdu.
Kadı hızla eve koştu.
Gördü ki ev yanıyor.
Su döküp söndürdü.
Meğer mangaldan sıçrayan ateşle kütüphanesi yanmaya başlamış. Az gecikseydi evi de, kitapları da yanacaktı.
."Bu koku, cennet kokusudur!"
16-03-2016 02:00
İbrahim Gülşeni hazretlerinin oğlu Ahmed Hayali, babasından otuz yedi sene sonra vefat etti... İbrahim Gülşeni'nin türbesine defnedildi.
Kabrini kazıyorlardı.
Güzel bir koku yayıldı...
Gönül ehli olanlar “Bu koku, cennet kokusudur” dediler.
Birisi o kabre indi.
Çıkıp şöyle anlattı:
İbrahim Gülşeni'nin kabrini açtım. Aradan “otuz yedi” sene geçmesine rağmen cesedi, gömüldüğü gibi taptaze duruyordu...
Selâm verdim.
“Aleyke selâmullah!” diye cevap verdi. Ahmed Hayali'nin cesedini kabre koyup çıktım. Üzerimdeki bütün yorgunluk gitmişti.
***
İbrahim Gülşeni hazretlerine bir gün talebeleri "Efendim, kabirdeki ölülerin azap veya nimet içinde oldukları bilinir mi?" diye sordular.
“Bilinir” buyurdu.
Ve şöyle anlattı:
Allahü teâlânın sevdiklerinden biri, bir kabre uğradığında, kabirdekinin azap içinde olduğunu gördü. Aradan bir müddet geçtikten sonra tekrar aynı kabristana geldi.
O kabre uğradı.
Ve teveccüh etti.
Önce gördüğü azabın kaldırılmış olduğunu gördü. Hayret ederek düşünceye daldı! O anda gaipten “can kulağı”na bir hitap geldi.
Merak edip dinledi.
“Bu mevtanın küçük bir çocuğu vardı, annesi onu Kur’ân-ı kerim öğrenmeye gönderdi. Çocuk ‘Besmele’yi öğrenince babasının azabı kaldırıldı” diyordu.
."Oltana ilk takılan şey ne olursa!.."
17-03-2016 02:00
Fakir bir adam oltayla “balık” tutuyordu bir gün. Padişah da oradan geçiyordu. Bu garibe;
“Oltana ilk takılan şey ne olursa, sana onun ağırlığınca ‘altın’ vereceğim” dedi.
Oltaya bir “kemik” takıldı.
Ortası da delikti.
Hükümdar “Ne yapalım, şansın bu kadarmış” dedi ve saraya geldiller.
Sultan, adamlarına;
“Bu balıkçıya, elindeki kemiğin ağırlığınca ‘altın’ verin!” dedi.
“Başüstüne” dediler.
Ve o kemiği alıp, terazinin bir kefesine koydular. Öbür kefeye de "altın liralar" koymaya başladılar.
Bir, beş, on.
Yirmi, elli, yüz...
Ama hayret!.. Kemiğin bulunduğu kefe, yerinden oynamıyordu. Hâlbuki "üç beş altını” zor tartardı görünüşte.
“Altın” koymaya devam ettiler.
Kefe doldu.
altınlar taştı.
Ama "kemik" tarafı bir milim bile oynamadı. “Bunda bir sır var” dediler.
Bir âlim çağırdılar.
Hadiseyi anlattılar.
Ve “Bu işin sırrı nedir?” diye sordular.
Âlim kemiği aldı.
Şöyle bir bakıp;
“Bu kemik, açgözlü bir insanın göz çukurudur. Bunu tartmak için ‘bütün hazineyi’ koysanız, yine tartamazsınız” dedi.
“Neden?” deyince;
“Çünkü bu, doymaz, bunu ancak bir avuç ‘toprak’ doyurur” dedi.
Hemen koştular.
"Bir avuç toprak" getirip öbür kefeye koydular. Kefe ânında yukarı kalktı!..
.Bu suyu sakla, lâzım olacak!.."
18-03-2016 02:00
Kayyum-i cihan Muhammed Seyfullah hazretleri bir gün abdest aldı.
Ve hizmetçisine;
“Bu abdestten artan suyu sakla, şifâ için ihtiyaç olacak” buyurdu.
Biraz sonra kapı çalındı.
Ve huzuruna birini getirip;
"Bu kimseyi yılan soktu, ölmek üzeredir" dediler.
Hizmetçisine;
“O suyu getir!” buyurdu.
Getirince, o suyu alıp yılanın soktuğu yere eliyle sürdü. Biiznillah adam şifaya kavuştu...
● ● ●
Muhammed Seyfullah hazretlerinin cenazesini yıkayan kimse şöyle anlatmıştır:
“Yıkama işi bitince, yüzüyle işaret yapıp ayaklarını gösterdi.
Bakınca gördüm.
Az yer kuru kalmış.
Orayı da yıkadım.
Sonra namazını kılıp kabrine indirdik.
Mübarek yüzünü kıbleye karşı çevirecektim ki kendisi çevirdi.
Yüzünde, görülmedik bir ‘nur’ parlıyor ve gittikçe artıyordu ki akıl onu anlayamaz.”
● ● ●
Muhammed Seyfullah hazretlerinin kabr-i şerifi, Ruşeni Hindi Mescidi yanındadır.
Vefat etmeden bir gün önce sevdikleriyle buraya geldi.
Bir yere oturdu.
Uzun sohbet etti.
Sonra orada olanlara "Burası yakında, kâmil ve mükemmil bir zatın mekânı olacak” buyurdu.
Az sonra vefat etti...
Ve o yere defnedildi.
.Tabipler tedavide aciz kaldı!
19-03-2016 02:00
Bir defasında Timur Şah hastalandı.
Bir türlü çare bulunamadı. Nihayet Kayyum-i Cihan hazretlerine haber gönderip;
"Tabipler tedavisinde aciz kaldı, zât-ı âlinizin himmetini beklemekteyiz” dediler.
Kayyum-i Cihan;
“Çaresi var” buyurdu.
“Nedir?” dediler.
"Esferze bitkisinden bir miktar ilâç yapıp üç gün yutsun, inşallahü teâlâ şifa bulur” buyurdu.
Tabipler bunu duydu.
Ama akıllarına yatmadı.
Ve söz birliğiyle "Onun hastalığı soğuk sebebiyle olmuştur. Eğer ‘esferze’ bitkisinden yapılan ilâç verilirse ölümüne sebep olur. Ama mademki Kayyum-i Cihan böyle buyurmuş, bir tecrübe edilsin” dediler.
Ve harekete geçtiler.
Timur Şah'ın tabibi meşhurdu. Diğer doktorlara "Hayır, tecrübe etmeyelim. Bu ilâç fayda yerine zarar verir, hatta ölümüne sebep olabilir. Bunu tecrübe etmek bir canla oynamaktır” dedi.
Şaşırıp kaldılar...
Durum bu zata bildirildi.
Mübarek zat kalktı.
Biraz "esferze otu” aldı.
Kendi eliyle ilâç hazırlayıp Timur Şaha gönderdi ve "Hiç endişelenmeyin. Bu ilâcı üç gün kullanırsa inşallah sıhhate kavuşur” buyurdu.
Timur Şah onu kullandı.
Biiznillah şifa buldu.
Bu hâle, kendisi ve bütün tabipler hayret ettiler! Kayyum-i Cihan hazretlerinin ilim ve marifet sahibi bir veli olduğunu anlayıp sohbetine katıldılar...
.Gücün yettiği kadar ikram et!..
20-03-2016 02:00
Büyük âlim, veli ve mücahit İbrahim bin Şehriyar hazretleri, “Kazeruni” ismiyle meşhur oldu.
Cömert bir zattı.
Kerem sahibiydi...
Misafirperverdi. Maddi yönden zayıf olduğunu bilen babası, ona “Oğlum! Sen fakirsin, gelen misafirleri ağırlama gücün yok... Bunda acz içine düşmeyesin” dedi.
Kazeruni onu dinledi.
Ama cevap vermedi...
Derken ramazan geldi.
Cömertliğiyle tanınmış olduğundan bir gün kalabalık bir misafir topluluğu geldi evine. Ancak mübarek zatın evinde ikram edecek bir şey yoktu... “Ne yapsam?” diye düşünürken bir kimse geldi ve;
“Bunu alın” dedi.
“Nedir bunlar?”
“Ekmek, muz ve incir, misafirlere ikram edersiniz” deyip gitti.
Hâlbuki o kimseyi tanımıyordu.
Babası bunu gördü.
Ve oğluna;
"Gücün yettiği kadar insanlara ikram et, korkma, Hakk teâlâ seni yalnız bırakmaz” deyip memnuniyetini bildirdi.
● ● ●
Bir gün, bu veli zata; “Efendim, Allahü teâlânın sevdiği kullar nasıl olur?” diye sordular.
Mübarek zat;
“Hadiselerin değişmesi, onların ahlâklarını değiştirmez. Başkalarının ayıplarına bakmaz, daima kendi ayıp ve kusurlarını görürler. Kendilerini hiçbir Müslümandan üstün bilmez, hepsini kendinden üstün görürler” buyurdu...
.Ondan manevi yardım istediler...
21-03-2016 02:00
“Kazeruni” diye meşhur olan Şeyh Ebu İshak hazretleri zamanında mücahitler, Rumlarla savaşırken zor durumda kalmışlardı.
Hemen hocaları Kazeruni'nin ruhaniyetinden yardım istediler.
O anda mescitteydi.
Âniden ayağa kalktı.
Ve asâsını eline aldı.
Hızla mescitten çıktı, atına atlayıp süratle uzaklaştı. Bu esnada mücahitler heybetli bir “süvari”nin, tozu dumana katmış geldiğini gördüler.
O süvari hızla geldi.
Düşman içine daldı.
Ve darmadağın etti.
Bu hâl, Müslümanların kalplerine kuvvet verdi. Nihayet hocalarının yardımıyla düşmana gâlip geldiler.
Kazeruni hazretleri de mescide döndü ve yerine oturdu.
Talebeleri Ona;
“Efendim ne oldu? Bir an mescitten çıkıp kayboldunuz, sonra geldiniz, merak ettik” dediler.
Mübarek yorgundu.
Onlara cevaben;
"İslâm ordusu Rum diyarında küffarla çarpışıyordu. Yardım istediler, imdâda gittim” buyurdu.
Çok hayret ettiler!
O günü ve saatini kaydettiler.
İslâm ordusu döndü.
Bu hâli sorduklarında şöyle anlattılar:
“Kâfirlerle savaşıyorduk.
Bir ara zor durumdaydık ki hocamızdan yardım istedik.
Hemen imdâdımıza yetişti.
Onun gelmesiyle moral bulduk.
Böylece küffâr hezimete uğradı.
Ve biz galip geldik...”
.Buraya kadar boşuna gelmişim!"
22-03-2016 02:00
Ebu İshak Kazeruni hazretlerinin zamanında, Basra'da Yahya bin Hasan adında bir mescit imamı vardı.
Şeyh Kazeruni hazretlerini ziyarete geldi bir gün.
Sabah namazı vaktiydi...
Bu zatın mescidine girdi...
Büyük veli imamdı.
Ona uyarak namaza durdu.
Kazeruni hazretleri, okuduğu uzun bir surede bir âyeti unutarak okumadı.
O, bunu fark etti.
Ve tuhafına gitti.
Kendi kendine "Yazıklar olsun bana! Buraya kadar boşuna yorulmuşum. Tâ Basra'dan buraya, bu adamı ziyarete geldim. Bir sureyi bile doğru okuyamıyor” dedi.
Geldiğine pişman oldu.
Nihayet namaz bitti.
Dua edildi.
Kazeruni hazretleri, o kimseyi yanına çağırıp "Gördüğünüz gibi biz böyle hata işleyip duruyoruz. Çünkü Âdemoğluyuz. Âdemoğlu hatadan, yanılmaktan, unutkanlıktan kurtulamaz” buyurdu.
O, bu sözleri dinledi.
Mahçup oldu, utandı!
Ve bu büyük velinin ellerine kapanıp özür diledi ve affını diledi.
● ● ●
Bu zat bir sohbetinde;
“İbâdet yapanların kendilerini beğenmeleri, fasıkların günahlarından daha kötüdür” buyurdu.
Ve şunu anlattı:
Bir veli câmide itikâf yapıyordu.
Sonra birden çıktı gitti.
“Niçin çıktınız?” dediler.
“Hâfızların, kendilerini beğendiklerini görüp, onlardan kaçtım” buyurdu.
."Beni bu sıkıntıdan kurtarın efendim!”
23-03-2016 02:00
Zamanın devlet adamlarından Ebül Fadl adında biri, bir gün Ebu İshak Kazeruni hazretlerini ziyarete gitti. Şeyh hazretleri, ona “Şarabı bırak, tövbe et!” diye nasihat etti.
Adam şaşırdı!
Ve cevap verip;
"Bırakamam efendim, çünkü ben, hükümdarımız Fahr-ül Mülk'ün şarap arkadaşıyım, o razı olmaz” dedi.
Kazeruni hazretleri;
"Olsun, sen yine de bırak, eğer hükümdar ısrar ederse beni hatırla” buyurdu.
O zaman;
“Peki efendim” dedi.
Ve tövbe etti...
Bir müddet sonra hükümdar; bir ziyafet tertip edip devletin ileri gelenleriyle birlikte Ebül Fadl'ı da davet etti. Ziyafette “şarap” da vardı. Ebül Fadl hükümdara;
“Ben şarabı bıraktım” dedi.
Hükümdar ise;
“İçeceksin” dedi.
Ebül Fadl, kalbinden Kazeruni hazretlerini düşünüp "Efendim himmetinizle beni bu sıkıntıdan kurtarın” dedi.
O an bir “kedi” belirdi.
Birden çıktı ortaya.
Ve masaların üstüne atılıp sürahi, bardak, tabak, ne varsa hepsini devirip kayboldu. Şaraplar ve yiyecekler dökülüp saçıldı. Ebül Fadl ağlıyordu!
Hükümdar sordu:
“Niçin ağlıyorsun?”
O da bu olanların Kazeruni hazretlerinin bir kerameti olduğunu anlatınca hepsi insafa geldi. Onlar da şarabı bıraktılar ve Kazeruni hazretlerinin huzurunda tövbe edip “talebesi” oldular.
.On yedi yaşında ders verirdi!..
24-03-2016 02:00
Mâliki Mezhebinin kurucusu olan Mâlik bin Enes (rahmetullahi aleyh), dokuz yüz âlimle sohbet etti. Yüz bin hadîs-i şerifi yazdı. On yedi yaşındayken ders vermeye başladı. Dersinde bulunanlar, hocalarının derslerinde bulunanlardan daha çoktu.
Sonra kapıcı tuttu.
Zira buna mecburdu.
Çok kişi geliyordu...
Önce talebelerine, sonra da herkese izin verir, içeri girerlerdi.
Helâya üç günde bir gider ve "Helâda çok bulunmaktan hayâ ediyorum” derdi.
Muvatta kitabını yazmaya başladı.
Nihayet yazma işi bitti.
“İhlâsından” şüphe etti.
Ve kitabı suya koyup "Eğer ıslanırsa, bu kitap bana lâzım değil” dedi.
Hiçbir yeri ıslanmadı.
İmâm-ı Mâlik hazretlerinin, Peygamber Efendimize karşı olan sevgi, saygı ve edebi sınırsızdı.
İsmi anılsaydı,
Rengi değişirdi.
Yüzü sararırdı!
Bu hâl, orada olanlara garip gelir, hikmetini anlayamazlardı.
Bir gün bu husus sorulduğunda "Benim gördüğüm kişileri siz de görseydiniz, bu hâlimi beğenir, hoş karşılardınız” dedi.
İnsanlar merakla;
“Kimi gördünüz?” dediler.
“Muhammed bin Münkedir'i gördüm. Ona ne zaman bir hadîs-i şerif sorulsaydı hemen ağlamaya başlardı!” buyurdu.
.Allah için tevazu eden, yükselir
25-03-2016 02:00
Mâlik bin Enes (rahmetullahi aleyh), bir gün mescide geldi.
Ve sohbete başladı.
Tevazudan bahsedip;
"Allah için tevazu edeni, Allahü teâlâ yükseltir” hadîs-i şerifini rivayet ettiğinde, cemaat arasında halife Harun Reşid de vardı.
Hazret-i İmama bir katır, bir deve, bir merkep ve beş yüz altın gönderdi...
İmam, altınları aldı.
Hayvanları geri verdi.
Sebebini sordular.
“Resulullah’ın toprak altında bulunduğu bir yerde hayvana binmem” buyurdu.
● ● ●
İmâm-ı Mâlik hazretleri “Resulullah’ı rüyada görmediğim hiçbir gece geçmedi” buyurmuştur.
Fetva vermede aceleciliği sevmez, çok kere “bilmiyorum" der ve “Bilmiyorum demek, âlimlerin zinetidir” buyururdu.
Halife, Harun Reşid idi.
Bir gün bu İmama geldi.
Ve "Yâ İmam! Senin kitaplarını çoğaltıp her yere göndereceğim. Herkesin bunlara uymasını ve senin mezhebinde olmalarını emredeceğim” dedi.
Ancak hazret-i İmam, bunu münasip görmedi.
Ve kendisine;
“Öyle yapma! Zira hadîs-i şerifte ‘Ümmetimin âlimlerinin ihtilâfı rahmettir’ buyuruldu” dedi.
Ve ilâve edip;
“Âlimlerin ihtilâfı, Allahü teâlânın bu ümmete rahmetidir. Hepsi hidayet üzeredir. Müslümanları bu rahmetten mahrum bırakma” buyurdu.
.İlmi aziz eden, aziz olur
26-03-2016 02:00
Halife Harun Reşid, İmâm-ı Mâlik hazretlerinden, her gün evine gelip oğulları Emin ile Me'mun'a ders vermesini istedi.
Ama o, kabul etmedi.
Sebebini de bildirdi.
Ve kendisine;
“Ey halife! Uygun olanı, çocuklarınızın bizim eve gelmesidir. İlmi aziz eden, kıymet veren, aziz ve kıymetli olur, zelil eden ise zelil olur... İlim bir yere gitmez, ilmin yanına gelinir” buyurdu.
Halife bunu duydu.
Çok pişman oldu.
Derhâl özür diledi.
Ve her gün çocuklarını bu büyük İmama göndererek, Onun evinde kendisinden ders aldırttı.
● ● ●
Halife Ebu Cafer Mensur, İmâm-ı Mâlik hazretlerine;
"Ey İmam! Resulullah’ın huzurunda dua ederken, yüzümü kıbleye mi döneyim yoksa Resulullah’a mı yönelteyim?" diye sordu.
Hazreti İmâm, cevaben;
"Ey müminlerin emîri! Yüzünü Resulullah’tan başka tarafa çevirme. Çünkü O, Allahü teâlâ katında dileklerimiz için biricik vesilemizdir. Yüzünü Resulullah’a dön de öyle dua et” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de hazret-i İmâm’a;
“Allahü teâlânın, bir kulundan razı olduğu nasıl anlaşılır efendim?” diye sordular.
Büyük İmâm;
“İbâdet etmek tatlı, günah işlemek acı geliyorsa, Allahü teâlâ o kimseden razıdır” buyurdu...
.Namazımı Şeyh Îsa kıldırsın!"
27-03-2016 02:00
Anadolu'da yetişen evliyadan Mecdüddin Îsa hazretleri rahmetullahi aleyh, bir gece rüya gördü.
Kendisine;
“Kalk, hemen yola çık" denildi.
Sesi duyup uyandı...
Kendi kendine;
“Bunda bir hikmet var” dedi.
Ve hemen kalktı.
Giyinip dışarı çıktı.
Ve yola düştü...
Ama nereye gidecekti?
Onu bilmiyordu.
O anda Trakya istikametine gitmekte olan bir kervan gördü.
Ve o kervana katıldı.
Malkara kasabasına vardığında, vaktiyle Bursa'da iken kendisinden ilim öğrendiği bir hocasının, oralı olduğunu hatırladı...
Ziyaret etmek istedi.
Kalbine öyle geldi.
Sorup soruşturdu.
Nihayet evini buldu.
Meğer bu hocası, bir haftadan beri ağır hasta olup, son anlarını yaşamaktaymış ve bir hafta evvel kendi yakınlarına;
“Vefat edersem, cenaze namazımı talebem Şeyh Îsa kıldırsın” diye de vasiyet etmiş.
Kapısını çaldı.
Ve içeri girdi...
Hocasını gördü ki, tam da vefat etmek üzere. Şeyh Îsa hazretleri içeri girince hocası gözlerini açıp;
"Evlâdım Îsa, nerede kaldın, bir haftadır seni bekliyorum" dedi.
Herkesle helâlleşti.
Ve ruhunu teslim etti...
Şeyh Îsa hazretleri, hocasının namazını kaldırıp yurduna döndü..
."Babamı hiç uyurken görmedim!”
28-03-2016 02:00
Doğu Anadolu'da yetişen evliyanın meşhurlarından Seyyid Mehmed Emin Efendi’nin rahmetullahi aleyh mübarek kabri, Doğu Bayazıd'da aile kabristanındadır...
Geceleri, parmaklarından sızan ışıkla yazı yazardı. Bu kerametini görenler, “Biz bu ışıkta satırları sayardık” demişlerdir.
Zayıf yapılı bir zattı.
Soğuktan sakınırdı.
Ekseriya evinde oturur, hep ilimle meşgul olurdu...
Kimseyle görüşmezdi.
Sebebi sorulunca da;
"Herkes fasulyeden, patatesten söz ediyor, Allah’tan Peygamberden bahseden yok” derdi.
Geceleri uyumazdı.
Bunu merak ettiler...
Oğlundan sordular.
Oğlu, cevabında;
“Ben zaten babamı hiç yatakta görmedim ki” dedi.
● ● ●
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri kuddise sirruh, Doğu Bayazıd'a akraba ziyareti ve irşat için her gidişinde Seyyid Mehmed Emin Efendi'nin evinde misafir olurdu...
Sohbet ederlerdi.
Bir defa yine gitti.
O gün Mehmed Emin Efendi’nin bir oğlu dünyaya geldi.
Ona muhabbetinin çokluğundan, bu bebeği kucağına alıp, ismini kendi ismi gibi “Abdülhakim” koydu ve hayır dualer etti.
● ● ●
Bu zat bir gün “Allah’ın kullarına yardım etmek çok sevaptır ve din kardeşine yardım edenin yardımcısı, Allahü teâlâdır” buyurdu.
.Misafirini teskin etti...
29-03-2016 02:00
Doğu Anadolu evliyasından Seyyid Mehmed Emin Efendi’nin zamanında Seyyid Muhammed Berzenci, müftü olarak Doğu Bayazıd'a tâyin olunmuştu.
Şehrin eşrafı ona gidip;
“Hoşgeldiniz” dediler.
Müftü efendi sordu:
"Bu şehirde âlim ve ariflerden kimler var acaba?"
Onlar da Seyyid Mehmed Emin'den bahsettiler. Ancak Onun büyüklüğünü bilmediği için, bir müddet “hoşgeldine” gelmesini bekledi.
Ama o, gelmedi.
Bu defa kendisi ona gitti.
Selâm verip kendini tanıttı.
Sonra da hoşgeldine gelmediği için sitemde bulundu. Ancak bu, büyük zata ağır geldi.
Müteessir oldu.
Ama belli etmedi.
“Buyurun oturun” dedi.
Müftü Efendi oturur oturmaz büyük bir dehşet ve korku içinde zangır zangır titremeye başladı! Rengi “kül gibi” oldu... Mehmed Emin Efendi’nin hanımı Seyyide Medine Hanım, kerametiyle bunu sezdi.
Kendisi alt kattaydı.
Oradan efendisine;
"Şeyh Efendi! Misafiriniz çok korkuyor, onu teskin ediniz” diye seslendi.
Meğer Mehmed Emin Efendi hazretlerinin oturduğu sedirin altında, “bir aslan” saldırmaya hazır vaziyette işaret bekliyormuş.
Mübarek zat kalktı.
Ve eliyle işaret etti.
Aslan da kayboldu...
Sonra misafirini teskin etti, rahatlattı. Ancak bu keramet, iradesi dışında vukû bulmuştu...
."Yâ Rabbî! Bizden azabı kaldır"
30-03-2016 02:00
Irak evliyasından Mekârim en-Nehr hazretleri, bir gün cehennem azabını anlatıyordu. Herkes korkup ağlamaya başladı! Lâkin orada Müslüman olmayan “yabancı biri” vardı.
O, hiç umursamadı.
Ve asla etkilenmedi.
Kendi kendine "Bu, bir korkutmadır! Yoksa gerçekten kimseyi yakacak bir ateş değildir” diye düşündü...
Büyük veli bunu sezdi.
Ve ona, mânâsı "Onlara, Rabbinin azabından ‘bir kıvılcım’ dokunsa, elbette ‘vây hâlimize, biz zalimlerden olmuşuz’ derler” olan âyet-i kerimeyi okudu...
O an garip bir şey oldu...
İnkârcının rengi soldu.
Titremeye başladı ve "İmdat, imdat!" diye bağırdı. O anda adamın burun deliklerinden “siyah dumanlar” çıkıyordu.
O, bunu gördü.
Ve çok korktu!
Büyük zat bu defa “Duhan” suresinden, mânâsı; "Ey Rabbimiz! Bizden azabı kaldır, şüphe yok ki biz müminlerdeniz” olan âyet-i kerimeyi okudu...
Adam rahatladı...
Korkusu kalmadı.
Sonra ayağa kalkıp Mekârim hazretlerinin ayaklarına kapandı ve îman edip hâlini şöyle anlattı:
“Sizin anlattıklarınızı inkâr edince içimde bir ‘ateş koru’ hissettim.
İçim ‘duman’ doldu.
Boğulacak gibi oldum.
O sırada ‘İşte bu, yalanladığınız ateştir, yoksa siz inkâr mı ediyorsunuz’ mealindeki âyeti işittim. Sayenizde kalbim açıldı ve imân etmekle şereflendim.”
.Zünnarını kesip îmân etti!..
31-03-2016 02:00
Irak evliyasından Mekârim en-Nehr rahmetullahi aleyh hazretlerinin bir sevdiği şöyle anlatıyor:
Bir gün Mekârim hazretlerinin yanındaydım. Allahü teâlâya olan sevgi ve muhabbetten konuşuyordu.
Bir aralık;
“Kalbi, Allahü teâlânın aşkıyla yanan âşıkların nûru gizlense, her yer karanlık olur” buyurdu.
Vaktâ ki o böyle dedi.
Kandiller söndü.
Zifirî karanlık oldu.
Şaşırıp kaldım.
Karanlıkta kalmıştık...
Mekârim hazretleri, bir müddet sessizce beklediler.
Biraz sonra;
“Allahü teâlânın âşıklarının nûru ortaya çıkınca, bütün kandiller pırıl pırıl yanar” buyurdu.
O böyle söyledi.
Kandiller tekrar yandı.
Mescit aydınlandı.
Etraf pırıl pırıl oldu
● ● ●
Bir sevdiği de şöyle anlatıyor:
Mekârim hazretlerinin yanındaydım... İçeri yabancı biri girdi.
Büyük veliye yaklaşıp;
“Efendim, manevî sırlara âşina olan kişilerin alâmeti nedir?" dedi.
Büyük zat cevaben;
"Bunun alâmeti şudur ki; yanına hiç tanımadığı biri gelse, onun ‘hristiyan’ olduğunu anlar ve belindeki ‘zünnar'ı görür” buyurdu.
Adama bir hâl oldu.
Feryat edip düştü!
Sonra kalkıp Mekârim hazretlerinin ellerine kapanıp hürmetle öptü ve belindeki “zünnar"ı kesip îmân etti.
."Yaş ağaçları kesmeyin sakın!"
01-04-2016 02:00
Gaziantep’te yaşayan velilerden Memik Dede, Göksüncük köyünde bir ailenin yanında uzun süre “kâhyalık” yaptı...
Burada çift sürerdi.
Ekin eker ve biçerdi.
Hayvan güderdi.
Dağdan odun kesip taşırdı. Yalan ve kötü söz söylemez, harama el uzatmazdı. Ağasından aldığı parayı hak etmek için hilesiz çalışırdı.
● ● ●
İnsanlara derdi ki:
“Yaş ağaç kesmeyin!”
“Niçin?” dediklerinde;
“Gereksiz yaş ağaç kesmek, adam öldürmek kadar kötüdür” derdi.
Bu yüzden dağa oduna gittiğinde kuruyup kendiliğinden yıkılmış ağaçların dallarından kesip getirirdi.
● ● ●
Bir gün yine öyle yaptı...
Ağası buna kızdı!
Ve sebebini sordu.
O da cevaben “Ne yapayım, yaş ağaçlardan kestiğimde o yerlerden sanki insan öldürmüş gibi ‘kan’ fışkırıyor” dedi.
● ● ●
Hayvanlara da iyi davranılması gerektiğini sık sık söylerdi. Bir gün hayvanlardan “bir inek” geç geldi. Memik Dede ineğe “Niçin geç geldin?” diye sordu.
Hayvan dile geldi...
Ve cevap verdi ki:
“Buna mecburum. Çünkü evin hanımı, beni sağarken fazla süt almaya çalışıyor, iyice doymadan gelirsem yavrum aç kalıyor. Bu yüzden tam doymaya çalışıyorum
.Ağan olsaydı da şunu yeseydi!"
02-04-2016 02:00
Gaziantep'de yaşayan velilerden Memik Dede’nin ağası hac için Mekke’ye gitmişti. Ağanın hanımı “içli köfte” yapıp, “Âh oğlum Memik! Ağan olsaydı da şundan yeseydi” dedi.
Memik Dede dedi ki:
“İstersen götüreyim.”
Kadıncağız, “herhâlde yanlış anladı, bir arkadaşına götürecek” diye düşündü ve bir tabak doldurup verdi... Derken ağa hacdan döndü.
Ziyaretine geldiler.
Hürmet gösterdiler.
Ağa, o gelenlere “Hürmet gösterilmesi gereken kişi ben değilim, bizim kâhyadır” dedi.
Sebebini sorduklarında, onlara bu hadiseyi anlatıp “köfte tabağını” gösterdi.
Memik Dede yoktu...
Tarlayı sürüyordu.
Tarladan dönüp de kerametinin ortaya çıktığını anlayınca oradan uzaklaştı. Bu iş unutuluncaya kadar kimseye görünmedi.
Derken ölümü yaklaştı.
Ölümünden az önceydi.
“Şimdiye kadar ben size hizmet ettim, bundan sonra siz bana hizmet edeceksiniz” dedi.
Nihayet vefat etti...
Aynı köye defnedildi.
Gaziantep’in Fransızlar tarafından işgalinde, Ermeniler birkaç defa Göksüncük köyünü ve Memik Dede’nin türbesini yıkmaya geldilerse de birden geri döndüler.
Sordular ki:
“Niçin geri döndünüz?”
Cevaben “Türbenin ve köyün etrafında çok kalabalık bir ‘askerî birliğin’ mevzilenmiş olduğunu görünce geri döndük” dediler.
.Bu tabaktaki etler bize lâyık!"
03-04-2016 02:00
Zebid şehrinde yetişen evliyanın büyüklerinden Merzuk Sarifi hazretleri “ümmî” idi. Yani okuyup yazması yoktu... Fakat Allahü teâlânın inayetiyle çok ilim sahibiydi...
Sultan, bu zatı severdi.
Bir gün haber gönderdi...
Ve ziyafete davet etti.
Maksadı, onun hâlini iyice anlamak, imtihan etmekti.
“Bu zâtın keramet sahibi olduğu söyleniyor, bakalım aslı var mı?” diyordu.
Bir “sığır” alıp kesti.
Bir de “at” kesti.
Ayrı ayrı pişirttirdi.
Ve ayrı ayrı tabaklara koydurdu. Sonra Merzuk Sarifi hazretlerini sofraya davet ettiler.
Mübârek zât, birkaç talebesiyle gelip sofraya oturdular.
Sultanın adamları da oturdu.
Merzuk Sarifi şöyle bir baktı.
İçinde “sığır eti” olanları alıp, kendine ve talebelerine dağıttı.
İçinde “at eti” bulunan tabakları da Sultanın ve adamlarının önlerine koydu. Sultan, dikkatle takip onu ediyordu. “Sığır etlerini” kendi talebelerine, “at etlerini” ise onlara dağıttığını gördü.
Çok şaşırdı tabii.
Yine de kendisine;
“Bunların hepsi ettir. Niçin böyle ayırıyorsunuz?” diye sordu.
Merzuk Sarifi hazretleri;
“Bu tabaktaki etler biz fakirlere, diğer tabaklardaki etler de size ve adamlarınıza lâyıktır” buyurdu.
Sultan bunu duydu.
Büyüklüğünü anladı...
Hatta, “evliyâ” olduğunda zerre kadar bir şüphesi kalmadı.
."Bir an önce cennete girersin!"
04-04-2016 02:00
Zebid şehrinde yetişen evliyanın büyüklerinden Merzuk Sarifi hazretlerinin oğullarından birinin, bir kimsede alacağı vardı. Bir zaman sonra o kimseden alacağını istedi. Lâkin o, borcunu inkâr ettiği gibi Merzuk Sarifi’ye gelerek “Oğlun, hiç alacağı olmadığı hâlde benden para istiyor” dedi.
O da oğlunu çağırdı.
Ve kendisine;
“Oğlum! Sen borcu alacağı, malı parayı boş ver! Nasıl olsa öleceksin. Zaten ecelin de geldi, helâl et gitsin. Böylece ahirette hesaplaşmayı beklemeden bir an önce cennete girersin” buyurdu.
Oğlu başını eğip;
“Peki babacığım” dedi.
Ve o gece vefat etti...
● ● ●
Zamanın kadısı, Zebid’de bir cami yaptırmıştı. Câmi inşaatı tamamlanmış, sıra, “mihrab”ın yerleştirilmesine gelmişti.
İnsanlar toplanmıştı.
Merzuk Sarifi de vardı.
Mübarek zât mihraba dikkatle baktı, tam kıble istikametinde yerleştirilmediğini görünce kadıya, mihrâbın biraz sağa çevrilmesi gerektiğini söyledi.
Ancak o, itiraz etti.
Bu zâta karşı çıktı.
Merzuk Sarifi, kadıya “İnanmıyorsan gel sen de bak. İşte, Kâbe-i şerîf şu istikamette” buyurdu.
Kadı, merakla baktı.
Ve Allahü teâlânın izni, Merzuk Sarifi’nin bereketiyle Kâbe-i muazzamayı karşısında gördü.
Çok mahcup oldu.
Ve Merzuk Sarifi hazretlerinden özür dileyip, mihrâbı tam kıble istikametine çevirip tekrar yerine yerleştirdiler...
.Ateşten sandık getirdiler!..
05-04-2016 02:00
Zebid şehrinde yetişen velilerden Merzuk Sarifi hazretlerinin vefatından seneler sonra, vâlilerden İbni İydemir İsminde birisi vefat etti... Onu, Merzuk Sarifi’nin kabrinin yakınında bir yere defnettiler.
O zaman bir âdet vardı.
Ve herkes buna uyardı.
Şöyle ki;
Birisi vefat etseydi, o gece biri onu beklerdi. Kabir yanında bir “çadır” kurulur, ölenin yakınlarından birisi, o gece o çadırda yatardı. Bu ölen için de amcasının oğlu çadırda yattı.
Ve bir “rüya” gördü.
Şöyle ki;
Bir grup melek geldiler.
Ateşten “sandık” getirdiler.
Ve o gün vefat etmiş olan vâliyi kabrinden çıkarıp, getirdikleri “ateşten sandığa” koymak istediler.
O ise feryat ediyor ve;
“İmdât” diye bağırıyordu.
Merzuk Sarifi kabrinden çıktı.
Ve o meleklere;
“Onu bırakınız!” dedi.
Melekler onu gördüler.
Ve çok hürmet gösterip;
“Ey Efendimiz! Biz buna böyle yapmakla emrolunduk” dediler.
Merzuk Sarifi, onlara;
“İyi ama Rabbim beni, bu kimseye ve yakınımdaki mevtâlara şefaatçi eyledi” buyurdu.
Melekler bu defa;
“Peki efendim” dediler.
Ve onu bırakıp gittiler.
Nihayet sabah oldu.
Rüyayı gören kimse rüyasını insanlara anlatınca, yakınları sevince gark oldular. Onun büyüklüğünü daha iyi anlayıp ruhuna “Fâtiha” gönderdiler...
.Yumuşak huylu, açık sözlüydü...
06-04-2016 02:00
Medineli sahâbilerden Şeddad bin Evs “radıyallahü anh”, yumuşak huylu, açık sözlü, hiddet zamanında gadabına hâkim olan bir zattı.
Çok ibâdet ederdi.
Çok da gayretliydi.
“Allah korkusu” kalbinden çıkmazdı!
Hep tefekküre dalar, Allahü teâlânın rahmetiyle birlikte, azabını da hatırlayıp “Yâ Rabbî! Cehennem ateşinin şiddetini düşündükçe uykularım kaçıyor" derdi.
Nasihat ederdi.
Bu şeyleri, güler yüz, tatlı dille insanlara anlatırdı. Hazret-i Şeddad'ın hususiyetlerinden biri de ağzından lüzumsuz sözlerin çıkmamasıdır.
“İhlâs” sahibiydi...
Bir zat anlatıyor:
Şam Câmii’ne gitmiştim.
Şeddad bin Evs'i gördüm.
Bir yere gidiyordu.
Nereye gittiğini sordum.
Hasta bir arkadaşını ziyaret edeceğini söyledi.
"Ben de gelsem" dedim.
"Peki olur" dedi.
Beraberce gittik.
Oraya varınca hastaya, hâlini sordu. O da "Elhamdülillah, nimetler içindeyim" dedi.
Hazret-i Şeddad sevinip;
"Günahlarının affedildiğini sana müjdelerim" dedi.
"Niçin efendim?"
"Çünkü Hak teâlâ; ‘Mümin kullarımdan birine hastalık verdiğimde eğer şikâyet etmez ve hâline şükrederse; yatağından, anasından doğduğu günkü gibi günahlardan temizlenmiş olarak kalkar’ buyuruyor" dedi.
.Bu rüyayı sen göremezsin!.."
07-04-2016 02:00
İmâm-ı âzam Ebu Hanife hazretleri bir gün odasında uyurken Resulullah Efendimizi gördü rüyasında. Sabah uyanınca İbni Sirin hazretlerine gidip rüyasını anlattı ve “Bu rüyanın tâbiri nedir?” diye sordu.
Zira o, Tâbiin’dendi.
Hem âlim bir kişiydi...
Hem rüya tâbircisiydi.
İbni Sirin cevabında “Böyle bir rüyayı sen göremezsin. Bunu ancak Ebu Hanife görebilir” dedi.
İmâm-ı âzam hazretleri de;
“Ebu Hanife benim” buyurdu.
İbni Sirin şaşırdı:
“Sen misin?”
“Evet efendim.”
“Sırtını aç, göreyim.”
Açtı mübarek sırtını. İbni Sirin, sırtındaki “ben”i görünce;
“Sen öyle birisin ki, Resulullah Efendimiz, senin hakkında ‘Ümmetimden biri gelir ki onun iki omuzu arasında bir ‘ben’ vardır. Allahü teâlâ onunla bu dîni ihya eder’ buyurmuştur” dedi.
● ● ●
İmâm-ı âzam hazretleri; bir gün mescitte yatsı namazını kılıp çıkmak için bir ayağını dışarı atmış, öbür ayağı mescidin içindeyken talebesi Züfer bir sual sordu kendisine.
O da uzun uzun anlattı.
Derken sabah ezanı okundu.
Hazret-i İmam, ikinci ayağını dışarı atmadan tekrar içeri girdi...
● ● ●
Onu “Allah korkusu” öyle sarmıştı ki bu korkuyla uyuyamaz, ağlayıp gözlerinden yaş akardı!
Ağlama seslerini komşuları duyup, ona acırlardı...
.Tam elli beş defa hac yaptı
08-04-2016 02:00
İmâm-ı âzam hazretleri, “elli beş” defa hac yaptı... Sonuncuda Kâbe-i şerife girip iki rekât namaz kıldı. O namazda Kur’ân-ı kerimi baştan sona okudu...
Ellerini kaldırdı.
Gözyaşlarıyla;
“Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Ama seni, hiç kimsenin anlayamayacağını iyi anladım... Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla” diye yalvardı.
O an “bir ses” duydu...
Gaipten geliyordu...
“Ey Ebu Hanife! Sen beni iyi tanıdın ve bana hakkıyle ibâdet yaptın. Seni ve senin mezhebinde bulunup kıyamete kadar senin yolunda olan kulları af ve mağfiret ettim. Kalbin rahat olsun, üzülme” diyordu.
● ● ●
İmâm-ı âzam Ebu Hanife hazretleri çok zengindi... Bir gün evinden çıkmış dükkânına gidiyordu ki karşıdan gelen “bir kimse” onu görünce durdu.
Yüzünü Ondan çevirdi.
Hatta yolunu değiştirdi.
Hazret-i İmam o kişiyi çağırıp sordu:
“Niçin yolunu değiştirdin?”
“Size onbin akçe borcum var. Ödeyemediğim için mahcubum size karşı.”
Böyle söyledi
Ve önüne baktı.
İmâm-ı âzam, elini adamın omuzuna atıp “Ben o borcu sildim kardeşim... Düşünme onu artık. Hakkını da helâl et” buyurdu.
Adam şaşırdı;
“Benim ne hakkım var ki efendim?”
“Beni görünce sıkılıp mahcup oldun ya, onun için hakkını helâl et” buyurdu.
Adam “Helâl olsun efendim” dedi.
Ve sevinerek evine gitti...
.Malın kusurunu mutlaka söyle!"
09-04-2016 02:00
İmâm-ı âzam Ebu Hanife hazretleri “rahmetullahi aleyh”, kazancına haramın zerresini sokmazdı.
Şüpheliyse, o kârın tamamını dağıtırdı fakirlere.
Bir gün ortağına;
“Son gelen malda kusurlu elbiseler var. Onları satarken kusurunu söylemeyi unutma!” diye tembih etti.
Ortağı “peki” dedi.
Ama unuttu yine.
Ve kusurlu elbiseden bir tane sattı o gün. Sonradan hatırladıysa da bulmak imkânsızdı o kimseyi.
Zira tanımıyordu.
Yapacak bir şey yoktu.
Ama üzüldü hâliyle.
Hazret-i İmam geldi.
Ve sordu bu meseleyi.
Vaziyeti öğrenince;
“O partiden ne kadar kâr edildiyse hepsini fakirlere dağıt, kasamıza o kârın zerresi girmesin” buyurdu ortağına.
Ve öyle yaptılar.
Kâr, doksan bin akçeydi.
Hepsini fakirlere dağıttılar...
● ● ●
Bir gün bazı Müslümanlar bu büyük İmâm’a gelerek;
“Efendim, namaz kılarken kalp ne ile meşgul olmalı?” diye sordular.
Buyurdu ki:
“Namazla meşgul olmalıdır.”
Sordular:
“Namazın nesiyle efendim?”
Cevabında;
“Farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini, müstehaplarını ve her edebini en mükemmel şekilde yapmayı düşünmekle” buyurdu...
."Ey İbrahim! O dergâhı tamir et!.."
10-04-2016 02:00
Kahire'de yaşayan evliyanın büyüklerinden Metbuli hazretleri, çocukken Resulullah Efendimizi rüyasında çok görür ve annesine anlatırdı.
Annesi onu dinlerdi.
Ve ona derdi ki:
“Er o kimsedir ki, Resulullah Efendimizi uyanıkken görür ve görüşür...”
Bir müddet geçti...
Uyanıkken gördü.
Annesi sevindi ve;
“İşte şimdi erlik mertebesine kavuştun” dedi.
Metbuli hazretleri, kendi dergâhının tamiri için Resulullah Efendimizle istişarede bulundu...
Danışıp konuştu.
Efendimiz dinledi.
Ve “Ey İbrahim! O dergâhı tamir et. Allahü teâlânın izniyle o dergâh; hacılar, yolcular ve misafirler için çok güzel bir 'barınak', doğudan gelecek her çeşit belâya da 'kalkan' olacak. Burası mamur olduğu müddetçe, Mısır da mamur olacaktır” buyurdu.
● ● ●
Metbuli hazretleri, dergâhının bahçesine hurma ağaçlarını dikerken birkaç yerde “kuyu” açtırdığı hâlde su bulamayınca zor durumda kaldı.
Düşündü taşındı...
Resulullah’a arz etti.
Server-i Âlem; “İnşallahü teâlâ yarın sana Ali bin Ebi talip’i gönderirim. O sana; Hazret-i Şuayb’ın, vaktiyle koyunlarına su verdiği kuyusunu gösterir” buyurdu.
Ertesi gün oldu...
Alâmetler gördü.
Orasını kazdırınca Hazret-i Şuayb aleyhisselâmın kuyusuna rastladı ve onu açtı. O “kuyu” hâlâ açıktır ve istifade edilmektedir...
.Ne olur oğlumu kurtarın!
11-04-2016 02:00
Bir kadın, Kahire evliyasından Metbuli hazretlerine gelip yana yakıla ağlayarak “Kâfirler oğlumu esir alıp götürdüler, ne olur oğlumu kurtarın!” diye yalvardı.
Büyük zât çok üzüldü!
Kalbinden dua etti...
Ve hemen ardından;
“İşte, oğlun geliyor” buyurdu. Kadıncağız baktı, gerçekten oğlu geliyordu... Sevinçle koşup, sarıldı oğlunun boynuna...
● ● ●
Bir gün de makamına güvenip başkalarını hafife alan ve zulmeden birisi, haddini aşıp Metbuli hazretlerine de dil uzattı ve “Varsın Şeyh beni üflesin!” diye de alay etti.
O zât, bunu duydu.
Gayretine dokundu.
Ve o kendini bilmeze haber gönderip “Ben üfürükçü değilim. Ancak okumu hangi hedefe yöneltirsem tam isabet eder” buyurdu.
O an adam helâdaydı.
Çıkması hayli gecikti.
Adamları merak edip helânın kapısını açtılar. Onun, helâ çukuruna yüzüstü düşüp, orada can verdiğini gördüler...
● ● ●
Metbuli hazretlerinin Mısır’da öğle namazını kıldığını hiç kimse görmediği için, bazı kimseler ileri geri konuştular. O kimselerden biri, bir işi dolayısıyle Şam’a gitti ve öğle namazı için oranın Beyaz Câmii’ne girdi...
Baktı, Metbuli hazretleri orada.
Şaşırıp, hemen imamına gitti.
Ve bu hususu ona sordu.
İmam cevaben “Metbuli hazretleri, her gün öğle namazını bizim câmimizde kılar” deyince, hakikati anladı... Ve öyle düşündüğüne pişman olup, tövbe etti
.Ondan intikam alacaklardı!
12-04-2016 02:00
Kahire’de yaşayan evliyadan Metbuli hazretleri, talebeleri ile bir yere giderken, yolda Kemalüddin adında bir çocuğun güvercinlerle oynadığını gördü. Bu çocuk nesep olarak Türk idi.
Metbuli hazretleri geldi.
Kuşlarıyla oynamakta olan Kemalüddin’e dönüp “Şeyhülislâm Kemalüddin’e merhaba!” diye seslendi. Talebeleri, o çocuğa latife/şaka yapıyor zannettiler.
Çocuk, o an oyunu bıraktı.
Ve ilim tahsîline başladı.
Metbuli hazretlerinin talebelerinden çok yaşayanlar, o çocuğun ileride büyük “âlim” olduğunu, hatta “şeyhülislâm” olup ün saldığını ve “Şeyhülislâm Kemalüddin” olarak anıldığına şahit oldular.
● ● ●
Bir zaman nasıl olduysa, o civarda koyun otlatan çobanlarla, Metbuli hazretlerinin talebeleri arasında bir “anlaşmazlık” oldu.
Zaman ilerledi...
Husumete döndü.
Ve giderek büyüdü.
Bunun üzerine çobanlar, Mısır’dan gelmekte olan İbrahim Metbuli hazretlerinin üzerine köpeklerini salıvermek suretiyle intikam almak istediler!
Boyunları demir halkalı ve “çivili” olan on kadar “çoban köpeği”ni, bu zatın üzerine saldılar.
Hayvanlar onu gördü.
Birden munisleştiler.
Sonra birden geri dönüp, kendi sahiplerinin üzerine saldırdılar ve onları yaralayıp kan revan içinde bıraktılar. Sonra Metbuli hazretlerinin yanına gelip, etrafında edeple oturdular..
."Baban senden razı değil!.."
13-04-2016 02:00
Kahire’de yetişen velilerden Metbuli hazretleri, bir gün çok ibâdet eden, çok çalışan ve herkesin takdirini kazanan bir talebesine;
“Evlâdım! Çok ibâdet etmene rağmen ilerleyemiyorsun. Öyle zannediyorum ki baban senden razı değil” buyurdu.
Talebe az düşündü.
Ve hocasına dönüp;
“Evet efendim. Babam benden razı değilken vefat etti” diye arz eyledi.
Büyük zat üzüldü!
Ona merhamet etti.
Ve şefkatle bakıp;
“Gel babanı ziyaret edelim. Belki senden razı ve hoşnut olur da yüksek derecelere çıkarsın” buyurdu.
Genç çok sevinip;
“Peki efendim” dedi.
Ve beraberce gittiler.
Babasını ziyaret ettiler.
Adam kabirden çıktı.
Başındaki toprakları sağa sola saçtı.
Sonra doğruldu.
Metbuli hazretleri, ona;
“Ey Allahü teâlânın kulu! Buraya oğlun için geldik. Ona hakkını helâl et ki, kavuşamadığı manevi derecelere yükselebilsin’ buyurdu.
Adamcağız biiznillah konuştu.
Ve büyük veliye cevaben;
“Siz şahit olunuz ki, ben oğlumdan razı oldum ve hakkımı da ona helâl ettim” dedi.
Bunu ikisi de duydular.
İkisi de sevindiler...
Metbuli hazretleri;
“Pekâlâ, Cenâb-ı Hakk da senden razı olsun” buyurunca; gencin babası gözden kayboldu... Bu kabir, Hüseyniyye’deki Şerefüddin Câmii’nin yakınındadır.
.Yavrum, senin ismin ne?"
14-04-2016 02:00
Türkistan'da yetişen velilerden Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin talebelerinden Mevlâna Seyyid Hasan, henüz küçük bir çocuk idi.
Babası onu aldı.
Ve Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin sohbetine götürdü.
Küçük Hasan odaya girdi...
Bir “bal kavanozu” gördü.
Hemen ona koştu.
Ve yemeye başladı.
Hâce Ubeydullah hazretleri, gülümseyerek durumu seyretti.
Ve küçük Hasan'a;
"Yavrum! Senin ismin ne?" diye sordu.
Hasan ona baktı.
Ve cevaben:
"İsmim bal” dedi.
O, bu cevabı duydu.
Çok hoşuna gitti.
Ve babasına;
"Kabiliyeti, yeteneği çok kuvvetli. Zira ‘bal’ın lezzetini alınca kendisini ona verdi, ‘bal’ın sevgisinde eridi, ‘bal’da fâni oldu. Kendini ‘bal’ zannetti... Başka şey tadınca da öyle olacak” buyurdu.
● ● ●
Bir gün bazı gençler geldi.
Ve bu büyük velîye;
“Efendim, insanlığa hizmet düşüncesi ile çalışarak faydalı bilgiler ve eserler bırakmış olanlar, bu hizmetlerinin faydasını görürler mi?” diye sordular.
Büyük veli dinledi.
Ve cevap verip;
“Evet, böyle kimseler başka dinden olsalar bile, ömürlerinin sonlarında Hakk teâlânın hidâyetine kavuşmaları umulur. Eskiden Müslümanlar, böyle insanlar için ‘gizli din tutar’ derlerdi” buyurdu.
.Ben buna salahiyetli değilim!"
15-04-2016 02:00
Mısır’da yetişen evliyanın büyüklerinden Midyen bin Ahmed Eşmuni hazretlerine, yaşlı bir kadıncağız geldi.
Huzuruna girdi ve;
“Efendim, otuz dinar altınım var, bunları size vereyim. Siz de benim cennete girmeme kefil olun” dedi.
Büyük zat dinledi.
Ve o kadıncağıza;
“Böyle şey olmaz... Hem sonra ben böyle bir şeye salahiyetli kimse değilim” buyurdu.
Ancak kadın kararlıydı.
Bu isteğinde diretti.
Ve otuz dinar “altını” bırakıp gitti.
Aradan birkaç gün geçti.
Kadıncağız vefat etti...
Vârisleri geldiler.
Bu büyük veliye;
“Onun size verdiği o vekâlet sahih değildir. O altınları bize vermeniz lâzımdır” dediler.
Ve altınları istediler.
Mübarek zat;
“Peki olur” dedi.
Ama birkaç gün sonra verebileceğini bildirdi onlara.
Vefat etmiş olan kadın, o gece rüyada vârislerine göründü.
Hâlini anlattı.
Sonra onlara;
“Gidiniz, benim nâmıma Eşmuni hazretlerine teşekkür ediniz… Ben o altınları, kendisine hediye etmiştim. Allahü teâlâ da karşılığında bana işte bu cennetini ihsan etti. Sakın o altınları geri almak için uğraşmayınız” dedi.
Vârislerin sayısı çoktu.
Hepsi bu rüyayı gördüler.
Ve Eşmuni hazretlerinden “otuz altını” istemekten seve seve vazgeçip, durumu kendisine bildirdiler.
."Sert olana, yumuşak davranın!"
16-04-2016 02:00
Mısır’da yetişen evliyadan Midyen Eşmuni hazretleri, bir gün dergâhının yakınında bulunan bir dereden abdest alıyordu. Bir ara takunyasının birini hızla çıkarıp, şiddetle bir yöne doğru fırlattı!
Talebeler bunu gördü.
Sebebini anlamadılar.
Sormaya da çekindiler.
O günün üzerinden “bir sene” geçmişti ki, bu zatın, uzak doğu beldelerinden birinde bulunan bir talebesi, dergâha geldi. Eşmuni hazretlerine, kâğıda sarılı bir tek “takunya” arz etti.
Ve şöyle anlattı:
“Benim bir kızım var.
Onu bir yere gönderdim.
Issız bir yerden geçerken “ahlâksız bir adam” kızıma musallat olmak istemiş. Kızım çok zor durumda kalınca, gözlerini yummuş ve kalbinden “Yâ Rabbî! Babamın üstadı olan zatın hürmetine beni bu adamın şerrinden koru” diye yalvarmış.
İmdat istemiş.
Sonra gözünü açmış.
Ama hayrette kalmış!
Zira baktığında; o ahlâksız adam kan revan içinde yerde yatıyor, bu “takunya” da kanlı vaziyette orada duruyormuş. Sevinç içinde o takunyayı alıp eve dönmüş.”
● ● ●
Bu zat bir gün sevdiklerine “Kardeşlerim! Size karşı sert olana, yumuşak davranın, size zulmedeni affedin. Zîra hadîs-i şerifte;
‘Sert olana karşı yumuşak davrananı, zulüm yapanı affedeni, kendisini aramayanı ziyaret edeni, Allahü teâlâ yüksek derecelere kavuşturacak ve cennette köşkler ihsan edecektir’ buyuruldu” dedi.
."Bunun cevabı falan kitapta var"
17-04-2016 02:00
Mısır evliyasından Eşmuni hazretlerine bir fıkhi mesele sual edildiğinde, bazen cevap vermez ve sual edene “bunu, filân kişiye sor” buyurup, “ümmî” olan bir kimseye gönderirdi.
Yine bir gün biri geldi.
Bir fıkhi mesele sordu.
Eşmuni hazretleri “Sen bunu filân kimseye sor” buyurunca, “Ben, bunun cevabını yalnızca senden almak istiyorum” dedi.
Fakat niyeti bozuktu...
İmtihan için sormuştu.
O zat bunu anlayıp;
“Bu sualin cevabı falan kitapta var. O kitap sizde mevcuttur ve kütüphanenizin ikinci rafındadır. O kitabın onuncu sayfasının yedinci satırını okursan, o sualin cevabını öğrenirsin” buyurdu
Adam çok utandı!
Çok mahcup oldu!
Ve gidip o kitabın onuncu sayfasını açıp yedinci satırını okuyunca, hem o meseleyi, hem de bu zatın büyüklüğünü öğrenmiş oldu.
● ● ●
Bir gün bazı gençler geldiler.
Bu zattan nasihat istediler.
Cevaben onlara;
“Kardeşlerim! Biliniz ki herkes sizi, Allah’ı sevdiğiniz kadar sever, Allah’tan korktuğunuz kadar sizden korkar, Ona itaat ettiğiniz kadar size itaat eder, Ona hizmet ettiğiniz kadar size hizmet ederler” buyurdu.
Gençler;
“Allah’a hizmetten maksat nedir efendim?” dediklerinde;
“Ona hizmet, Onun dinine hizmet demektir” buyurdu.
.Birkaç gün sabredin bakalım!"
18-04-2016 02:00
Mısır’da yetişen Eşmuni hazretlerinin dergâhına yakın bir yerde, Yahudi bir “doktor” vardı. Zaman zaman dergâha gelip, talebeleri ücretsiz muayene ederdi.
Bazısı bunu anlamazdı.
Aralarında konuşur ve;
“Bu mübarek zat, bu Yahudi doktoru dergâhına niye sokuyor ki?” deyip, akıllarınca onu ayıplarlardı.
Bir gün huzuruna gittiler.
Ve bunu ona arz ettiler.
O da bunlara; “Birkaç gün sabredin, bakalım ne göreceksiniz?” buyurdu.
Birkaç gün geçti...
Doktor dergâha geldi.
Ve Müslüman olmakla şereflendi...
● ● ●
Midyen Eşmuni hazretlerinin bir talebesi, bir gün hocasına; “Efendim, memleketimdeki malımı mülkümü satıp, burada yerleşmek istiyorum, ne buyursunuz?” diye arz etti.
Büyük veli;
“İyi olur” buyurdu.
O da diyarına gitti.
Ve neyi varsa sattı. Bunların ücreti olan “altınları” bir keseye koyup onu da sarığının arasına bağladı! Sonra hocasının yanına gitmek üzere bir gemiye bindi.
Yolda fırtına çıktı.
Çok şiddetli esiyordu!
Bu esnada o talebenin sarığı, şiddetli rüzgârda başından uçup denize düştü ve “altınlar” gitti.
Çok üzüldü tabii!
Yola devam etti.
Gelip de başından geçenleri hocasına anlatınca, mübarek zat seccadesinin ucunu kaldırdı. O “kese”yi alıp talebeye uzattı. Genç baktı ki kendi kesesi. Islaktı ve su damlıyordu.
.İyi huy, yumuşak davranmaktır
19-04-2016 02:00
Hindistan'ın büyük velilerinden Seyyid Mir Muhammed Numan hazretleri şöyle anlatır:
Resulullah Efendimizi rüyada gördüm. Ebu Bekr-i Sıddık da yanındaydı. Ona buyurdular ki:
"Yâ Eba Bekir! Oğlum Muhammed Numan'a de ki;‘Şeyh Ahmed'in makbulü benim makbulümdür. Şeyh Ahmed'in merdudu/reddettiği benim de merdudumdur, benim merdudum da Allahü teâlânın merdududur.”
Bu müjdeyi işittim...
Son derece sevindim.
Kalbimden “Elhamdülillah; ben, Hazret-i İmam'ın makbulüyüm. O hâlde Allahü teâlânın da makbulü oluyorum” diye düşündüm...
Ve çok sevindim.
Efendimiz, Sıddık-ı ekber'e “Oğlum Muhammed Numan'a de ki; 'Onun makbulü, Şeyh Ahmed'in de benim de Allahü teâlânın da makbulüdür. Onun merdudu, Şeyh Ahmed'in, benim ve Allahü teâlânın da merdudumuzdur’ buyurdu.”
● ● ●
Bir gün bu zata “Güzel ahlâk nedir efendim?” diye sordular.
Cevabında;
“Güzel huy, herkese yumuşak davranmaktır” buyurdu.
Ve ilâve etti:
Hadîs-i şerifte Peygamberimiz “Allahü teâlâ refiktir, yumuşaktır. Her işinde yumuşak huylu olanları sever” buyurdu.
Yine buyurdu ki:
“Allahü teâlâ yumuşak huyu sever, böyle kimseye hep yardım eder, aksine, sert kimseye yardım etmez.”
."Rüyada Resulullah’ı gördüm"
20-04-2016 02:00
Hindistan velilerinden Seyyid Mir Muhammed Numan hazretleri anlatır:
“Bir gün sabah namazından sonra câmide oturmuş murakabeyle meşgul oluyorduk. Hocam İmâm-ı Rabbâni hazretleriyle karşı karşıya oturmuştuk...
Bir müddet geçti...
Başımı kaldırdım.
Ve çok şaşırdım?!
Zira Hazret-i İmam'ın yerinde Resulullah Efendimizin oturduğunu gördüm. Beni bir korku ve heyecan kapladı! Hemen başımı önüme eğdim.
Bir müddet durdum.
Başımı kaldırdım.
Yine şaşırdım?!
Bu defa Hazret-i İmamın da Server-i kâinatın yanında oturduğunu gördüm.
Tekrar murakabe için başımı eğdim.
Bir müddet durdum.
Başımı kaldırdım.
Gördüm ki, Resulullah Efendimizin yerinde Hazret-i İmam, Hazret-i İmam'ın yerinde de Resulullah Efendimiz oturuyor.
Yine başımı eğdim.
Murakabe ettim.
Az zaman geçti...
Başımı kaldırınca iki yerde de Resulullah Efendimizi gördüm. Biraz sonra ikisini de Hazret-i İmam buldum.”
● ● ●
Bir gün bu büyük zata “Efendim, insanlar neden ölmek istemezler?” diye sordular.
Cevaben;
“Çünkü o insanlar; dünyalarını mamur, ahiretlerini harap ettiler. İnsan, mamur bir yerden harap bir yere gitmek ister mi?” buyurdu.
."Bu kiraz kurtludur, size yaramaz!"
21-04-2016 02:00
Buhara’da yetişen evliyadan Muhammed Buharalı hazretleri, bir gün bahçelerin arasından geçerken bir bahçe sahibinin kiraz topladığını gördü. Bir miktar almak istedi. Ancak kirazın sahibi "Kurtludur, size yaramaz” dedi.
Aslında kurtlu değildi.
Ama vermek istemedi.
O da cevaben; “Pekâlâ öyle olsun!" buyurdu.
Ve ayrılıp gitti...
O günden sonra o bahçenin kirazlarına bir çeşit “kurt” musallat oldu. Öyle ki, o kurttan ötürü o bahçenin kirazlarını yemek hiç mümkün olmadı.
Sahibi bu işe şaştı!
Sebebini anlayamadı...
Ancak ertesi sene, kirazlar henüz olgunlaşmadan yine kurtlanınca, hatasını hatırladı.
Koştu o kapıya...
Elini öpüp özür diledi.
Mübarek zat affedince, kirazlar kurttan kurtuldu...
● ● ●
Bu zat bir gün “Bir şey var ki, o bir şeye kavuşan, her şeye kavuşur. O bir şeye kavuşamayan, hiçbir şeye kavuşamaz” buyurdu.
“O nedir ki?” dediler.
Cevabında;
“Hakiki bir İslâm âlimini tanıyıp onu sevmek ve sohbetinde bulunmaktır. Çünkü o büyüklerin nasihatlerine göre yaşayan, dünyada huzurlu olur, âhirette de sonsuz cennet nimetlerine kavuşur” buyurdu.
Sordular ki:
“Böyle bir zat yoksa efendim?”
Cevabında;
“Onlar yoksa kitapları var. Onların kitabını okuyan da her nimete kavuşur” buyurdu.
."İmâm-ı Ali Rıza'nın oğluyum"
22-04-2016 02:00
Oniki İmam'ın dokuzuncusu olan Muhammed Cevad Taki hazretleri çocukken bir gün Halife Me'mun ava gidiyordu... Çocukların oynadığı sokaktan geçerken çocuklar onu görüp kaçıştılar!
O ise hiç kaçmadı.
Yerinden ayrılmadı.
Me'mun ona yaklaşıp "Bütün çocuklar kaçtığı hâlde sen neden kaçmadın?" diye sordu.
İmâm-ı Taki de;
"Yâ emîr-el-Müminin! Yol dar değil ki kenara çekilip genişleteyim. Suçum yok ki korkup kaçayım. Senin, suçsuz kişileri incitmeyeceğini de biliyorum” dedi.
Halife bunu duydu.
Ve “Sen kimin oğlusun?" diye sorunca “İmâm-ı Ali Rıza'nın oğluyum” cevabını verdi. Halife, İmâm-ı Ali Rıza'yı rahmetle andı. Muhammed Cevad, o zaman “dokuz” yaşındaydı...
Halife ayrıldı.
Av yerine vardı.
Orada, yaman avcı olan “doğan kuşunu” serbest bıraktı. Doğan kuşu az sonra pençesinde yarı canlı bir “balıkla” geri geldi.
Halife avdan döndü.
Aynı yere geldi ve Muhammed Cevad’ı görüp "Ey Muhammed! Benim av kuşum, bugün ne avladı, biliyor musun?" diye sordu.
O da cevaben;
"Evet ey halife, Allahü teâlâ suda küçük bir ‘balık’ yarattı. Halifenin av kuşu da bunu avladı” dedi.
Me'mun hayret etti!
Ona hayran olarak;
“Sen, gerçekten İmâm-ı Ali Rıza'nın oğlusun” dedi ve onu, ihsan ve ikramlarda bulunarak kendi yanına aldı.
.İmâm-ı Ali Rıza'nın oğluyum"
22-04-2016 02:00
Oniki İmam'ın dokuzuncusu olan Muhammed Cevad Taki hazretleri çocukken bir gün Halife Me'mun ava gidiyordu... Çocukların oynadığı sokaktan geçerken çocuklar onu görüp kaçıştılar!
O ise hiç kaçmadı.
Yerinden ayrılmadı.
Me'mun ona yaklaşıp "Bütün çocuklar kaçtığı hâlde sen neden kaçmadın?" diye sordu.
İmâm-ı Taki de;
"Yâ emîr-el-Müminin! Yol dar değil ki kenara çekilip genişleteyim. Suçum yok ki korkup kaçayım. Senin, suçsuz kişileri incitmeyeceğini de biliyorum” dedi.
Halife bunu duydu.
Ve “Sen kimin oğlusun?" diye sorunca “İmâm-ı Ali Rıza'nın oğluyum” cevabını verdi. Halife, İmâm-ı Ali Rıza'yı rahmetle andı. Muhammed Cevad, o zaman “dokuz” yaşındaydı...
Halife ayrıldı.
Av yerine vardı.
Orada, yaman avcı olan “doğan kuşunu” serbest bıraktı. Doğan kuşu az sonra pençesinde yarı canlı bir “balıkla” geri geldi.
Halife avdan döndü.
Aynı yere geldi ve Muhammed Cevad’ı görüp "Ey Muhammed! Benim av kuşum, bugün ne avladı, biliyor musun?" diye sordu.
O da cevaben;
"Evet ey halife, Allahü teâlâ suda küçük bir ‘balık’ yarattı. Halifenin av kuşu da bunu avladı” dedi.
Me'mun hayret etti!
Ona hayran olarak;
“Sen, gerçekten İmâm-ı Ali Rıza'nın oğlusun” dedi ve onu, ihsan ve ikramlarda bulunarak kendi yanına aldı.
.“Selâmetteler, kurtuldular, korkma!"
23-04-2016 02:00
Muhammed Cisr hazretleri, Trablus'ta yetişen büyük velilerdendir. Hacı Abdülkâdir Efendi anlatır:
Babam Hacı Osman, bir sene Süveyş yoluyla Hicaz'a gittiğinde, Şeyh Muhammed Cisr, bir gece bizim eve teşrif etti.
O gece bizde kaldı.
Birlikte oturuyorduk...
Bir ara Muhammed Cisr, sıkıntılı bir hâlde ve yüksek sesle “Yâ Latif, yâ Hâfız, yâ Allah, selâmet ver!” diye yalvarmaya başladı.
Ben çok korktum!..
Biraz sonra önceki normal hâline döndü ve bana dönüp “Selâmetteler, selâmetteler, kurtuldular, korkma!" buyurdu. Ben, babam için endişe etmiştim!
Aradan zaman geçti...
Babamdan mektup geldi.
Mektubunda, “Falan gece, Kızıldeniz'de yolcuyduk. Gemimiz kayaya çarpıp parçalandı ve eşyalarla birlikte battı. Biz ve yolcular kurtulup bir kaya üzerine çıktık ve geçen bir gemiye bindik” diye yazıyordu.
Tarihine baktık.
O günkü tarihti.
Yani o hadisenin geçtiği tarih ve saat, Muhammed Cisr'in bizde kaldığı gün ve saatin aynıydı.”
● ● ●
Bir gün bu zata “Ölüm, nimet midir, musibet mi efendim?” diye sordular.
Büyük veli;
“Ölüm; müminlere nimet, kâfirlere ve günahı çok olan müminlere musibettir. Sâlih olan mümin; ölümle dünyanın eziyet ve yorgunluğundan kurtulur. Zalimlerin ölümüyle de insanlar rahata kavuşur” buyurdu
."Sen bunu niçin üzüyorsun?"
24-04-2016 02:00
Trablus’ta yetişen velilerden Muhammed Cisr hazretleri, bir ara İstanbul'a gitti. İstanbul'dayken Mekke Şerifi Abdülmuttalip, bu büyük veli zâtı üzmüştü.
O gece rüyasında Şerif Abdülmuttalip, Peygamber Efendimizi, Muhammed Cisr'in elinden tutmuş olarak gördü.
Sevinip onlara yöneldi.
Hemen yanlarına gitti.
Lâkin Resûlullah Efendimiz, mübarek yüzünü çevirdi ondan.
Şerif Abdülmuttalip;
"Yâ Resulallah! Mübarek yüzünü benden niçin çeviriyorsunuz?" diye sordu.
Zira çok üzülmüştü!
Çok da merak etmişti.
Resûl-i Ekrem, Muhammed Cisr'i işaret ederek;
"Bunu niçin üzüyorsun? Sen benim evlâdım isen bu da benim evlâdımdır” buyurdu.
O anda uyandı...
Hatasını anladı...
Sabah olunca hemen Muhammed Cisr'in yanına gitti. Gördüğü rüyayı anlatıp kendisinden af diledi.
● ● ●
Bir gün bu zata “Dünyada en güzel şey nedir efendim?” diye sordular.
Buyurdu ki:
“Dünyada en güzel şey, dünyaya düşkün olmamaktır.”
Bir gün de bu zata;
“En kıymetli maden nedir efendim?” diye sordular.
“Altındır” buyurdu.
Sordular yine:
“Peki, altından kıymetli olan nedir?”
Buyurdu ki:
“O altını bir muhtaca vermektir.”
.Sen bunu niçin üzüyorsun?"
24-04-2016 02:00
Trablus’ta yetişen velilerden Muhammed Cisr hazretleri, bir ara İstanbul'a gitti. İstanbul'dayken Mekke Şerifi Abdülmuttalip, bu büyük veli zâtı üzmüştü.
O gece rüyasında Şerif Abdülmuttalip, Peygamber Efendimizi, Muhammed Cisr'in elinden tutmuş olarak gördü.
Sevinip onlara yöneldi.
Hemen yanlarına gitti.
Lâkin Resûlullah Efendimiz, mübarek yüzünü çevirdi ondan.
Şerif Abdülmuttalip;
"Yâ Resulallah! Mübarek yüzünü benden niçin çeviriyorsunuz?" diye sordu.
Zira çok üzülmüştü!
Çok da merak etmişti.
Resûl-i Ekrem, Muhammed Cisr'i işaret ederek;
"Bunu niçin üzüyorsun? Sen benim evlâdım isen bu da benim evlâdımdır” buyurdu.
O anda uyandı...
Hatasını anladı...
Sabah olunca hemen Muhammed Cisr'in yanına gitti. Gördüğü rüyayı anlatıp kendisinden af diledi.
● ● ●
Bir gün bu zata “Dünyada en güzel şey nedir efendim?” diye sordular.
Buyurdu ki:
“Dünyada en güzel şey, dünyaya düşkün olmamaktır.”
Bir gün de bu zata;
“En kıymetli maden nedir efendim?” diye sordular.
“Altındır” buyurdu.
Sordular yine:
“Peki, altından kıymetli olan nedir?”
Buyurdu ki:
“O altını bir muhtaca vermektir.”
.Ben de size geliyordum"
25-04-2016 02:00
Trablus’ta yetişen velilerden Muhammed Cisr hazretlerinin vefatından sonra, kardeşi Mustafa Efendi, maddi bir sıkıntıya düştü... Bir gün sabah vakti üzüntülü ve kederli olarak çıktı evinden!
Yürümeye başladı.
Nereye gidiyordu?
Kendi de bilmiyordu...
Nihayet yolda Hristiyan bir kimse ile karşılaştı...
Hristiyanın yaşı ileriydi...
Muhammed Cisr'i severdi.
Mustafa Efendi’yi gördü.
Gülümseyerek yanına geldi ve büyük bir hürmetle elini öpüp şöyle anlattı:
“Efendim, ben de size geliyordum, bu akşam rüyamda ağabeyiniz Muhammed Cisr'i gördüm. Bana ‘Kardeşim Mustafa'nın maddi sıkıntısı var. Ona bir miktar para ver’ dedi.
Uykudan uyandım.
Ve tekrar yattım.
Yine onu gördüm.
Tekrar aynı şeyleri söyledi. Şeyhin emrini yerine getirmek için şimdi size geliyordum” dedi ve cebinden bir “kese” çıkarıp Mustafa Efendi’ye verdi.
O da teşekkür etti.
Ayrılıp eve döndü.
Keseyi açıp baktı.
İçinde “yirmi beş altın” vardı. Çok sevindi ve işin içyüzünü, bir akrabasına şöyle anlattı:
“Ben iflas etmiştim... Dün gece kederli bir şekilde yattım! Sabah kalktığımda gayriihtiyari evden çıktım.
Yürümeye başladım.
Nereye gidiyordum?
Ben de bilmiyordum.
Sanki zorla çekiliyordum. Nihayet o Hristiyanla karşılaştım ve maddi sıkıntıdan kurtuldum.”
.Kur’ân-ı kerimi güzel okurdu
26-04-2016 02:00
Übeyy bin Kâb (radıyallahü anh) Eshab-ı kiramdandır. Peygamber Efendimiz "Kur’ân-ı kerimi en iyi okuyanınız Übeyy bin Kâb'dır" buyurmuştur.
● ● ●
Resulullah Efendimiz, bir gün Hazret-i Übeyy'e "Ey Münzir’in babası! Allah'ın kitabından ezberlediğin âyetlerden hangisi büyüktür?" diye sordu.
O da cevaben;
"Âyet-el kürsi'dir" dedi.
Efendimiz sevindiler...
Ve mübarek elini Übeyy bin Kâb'ın göğsüne koyup "İlim, sana mübarek olsun" buyurdular.
● ● ●
Übeyy bin Kâb, Kur’ân-ı kerimi çok güzel okurdu. Bir gün Resulullah Efendimiz;
"Yâ Übeyy! Allahü teâlâ bana, senin üzerine Beyyine suresini okumamı emretti" buyurdu.
Hazret-i Übeyy;
"Yâ Resulallah! Rabbim, zât-ı âlinize, bizzat benim ismimi verdi mi?" diye sual etti.
Efendimiz;
“Evet” buyurdular.
O, bu cevabı aldı.
Sevincinden ağladı. Resulullah Efendimiz, kendisine “Ebu Münzir” künyesini vermiş ve "Seyyid-ül-Ensar” lâkabını koymuştur.
Hazret-i Übeyy;
"Kim ki, Allahü teâlâyı zikreder ve O’nun korkusundan gözlerinden yaş gelirse, o kimsenin vücudunu ateş yakmaz! Kim ki, sünnet-i seniyye üzere yaşyıp Allahü teâlâdan çok korkarsa, bütün günahları dökülür" buyurmuştur.
."Amcan oğlu Muhammed’im"
27-04-2016 02:00
Ümmü Hani (radıyallahü anha), Mekke'nin fethi günü Müslüman olan kadın Sahabilerdendir. Ebu Talip'in kızı ve Hazret-i Ali'nin kız kardeşidir.
Mert ve cesurdu.
Güzel ahlâklıydı.
Peygamber Efendimiz, sekiz yaşından itibaren amcası Ebu Talip'in yanında büyüdüğünden, onu çok iyi tanır ve öz kız kardeşi gibi severdi.
● ● ●
Hazret-i Ümmü Hani de Peygamber Efendimizi aynı şekilde sever ve ona hürmette kusur etmezdi.
Hicretten bir yıl önceydi.
Efendimiz Taif'e gitti.
Halka bir ay nasihat etti.
Onları imâna davet etti.
Ancak Taif halkından hiç kimsenin imân etmemesi ve işkence yapmaları üzerine tekrar Mekke'ye döndü.
Çok üzgün ve kederliydi...
Her taraf düşmandı.
Gidecek yer yoktu...
Ümmü Hâni’yi hatırladı.
Evi, Ebu Talip Mahallesindeydi.
Ona gitmeye karar verdi.
Gece vakti onun evine geldi.
Ve usulca kapıyı çaldı.
Ümmü Hani henüz imân etmemişti.
"Kimdir o?" dedi.
Resul aleyhisselâm;
"Amcan oğlu Muhammed’im, kabul edersen misafir geldim" buyurdu.
Ümmü Han kapıyı açıp;
"Senin gibi doğru sözlü, emin, asil ve şerefli misafire can feda olsun! Yalnız teşrif edeceğinizi önceden bildirseydiniz bir şeyler hazırlardım, şimdi yedirecek bir şeyim yok" dedi. (Devamı yarın)
.Sabaha kadar onu gözeteyim!.."
28-04-2016 02:00
(Dünden devam)
Ümmü Hani üzgündü... Zira Efendimize ikram edecek hiç yiyeceği yoktu evinde...
Bu hâli arz etti.
Efendimiz ona;
"Yiyecek içecek istemem, hiçbiri gözümde yok... Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir" buyurdu.
Ümmü Hani;
“İçeri buyur” dedi.
Efendimiz içeri girdi.
Ümmü Hâni, Efendimize bir hasır, leğen ve ibrik verdi.
Misafire ikram etmek, Araplar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki misafire zarar gelmesi, ev sahibi için büyük “yüzkarası” olurdu...
Ümmü Hani düşündü:
“Bunun düşmanı çok. Öldürmek istiyorlar. Şerefimi korumak için sabaha kadar onu gözeteyim" dedi.
Babasının kılıcını aldı.
Ve evin etrafında dolaşmaya başladı...
Resul aleyhisselâm o gün çok incinmişti.
Abdest alıp Allahü teâlâya yalvarmaya, af dilemeye, kulların imâna gelmesi, saadete kavuşmaları için duaya başladı.
Ama çok yorgundu.
Çok da üzüntülüydü.
Hasır üzerinde uzanıp uyuyuverdi.
O anda Allahü teâlâ Cebrail aleyhisselâmı Sevgili Habibine gönderdi...
Efendimizin mîracı bu gece vâki oldu.
Bu evden çıkıp gitti.
Sonra bu eve geldi.
Ne zaman ki Mekke fethedildi. Ümmü Hani imân etti ve Müslüman oldu..
.Sirke bulunan ev fakir olmaz
29-04-2016 02:00
Resulullah Efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir gün amcasının kızı olan Ümmü Hani'ye geldi.
Orada abdest aldı.
Ve sekiz rekât kuşluk namazı kıldı.
Ümmü Hâni mutfağa girdi.
Yiyecek bir şeyler getirdi.
Ekmek, su, tuz ve sirke.
Efendimiz, ekmeği su ile ıslattı.
Tuz ve sirkeyle birlikte yedi.
Sonra Ümmü Hani'ye;
"Ey Ümmü Hani! Sirke ne iyi yiyecektir. Sirke bulunan ev fakir olmaz" buyurdu.
Ve iltifatta bulundu...
Sık sık ziyaretine giderdi.
Bir gün yine gitti.
Ümmü Hani oruçluydu.
Her zaman olduğu gibi Peygamber Efendimize kâseyle “şerbet” ikram etti.
Efendimiz alıp içtiler.
Ama hepsini içmediler.
Dibinde biraz kalmıştı.
Onu Ümmü Hâni’ye uzatıp;
“Al, sen de iç" buyurdu.
O ise oruçluydu.
Ama bunu, Ona söylemedi.
Onu çok sevdiği ve hürmet ettiği için mübarek elinden şerbeti alıp içti.
Bir müddet geçti. Efendimiz bu durumu öğrendi.
Ve kendisine;
"Ey Ümmü Hâni! Orucunu neden bozdun?" buyurdu.
Hazret-i Ümmü Hani;
"Yâ Resulallah! Size karşı olan sevgim ve hürmetimden, emrinizi geri çeviremedim. Mübarek artığınızı severek içtim" dedi.
Efendimiz memnun oldular.
Ve hayır duâda bulundular...
.Kimseyle evlenmeyeceğim!.."
30-04-2016 02:00
Ümmü Süleym (radıyallahü anha), Peygamber Efendimize on yıl devamlı hizmet etmekle şereflenen Enes bin Mâlik'in annesidir.
Medine'de İslâmiyet yayılmaya başladığında ilk imâna gelenlerdendir.
Kocası imân etmedi.
Ve Ümmü Süleym’e;
"Sen dinden mi çıktın?" dedi.
Ümmü Süleym;
"Hayır, ben dinden çıkmadım. Bilâkis dîne yeni girdim" dedi.
Oğlu Enes'e de öğretti.
Ona İslâm’ı telkin etti.
Kocası Mâlik, kızıp "Benim çocuğumu dinsiz yapıyor, onu bozuyorsun, vazgeç bundan!" dedi.
O da cevaben;
"Ben onu bozmuyorum. Bilâkis ona dînini öğretiyorum" dedi.
Mâlik diyecek şey bulamadı.
Ümmü Süleym'in, dîninden asla vazgeçmeyeceğini anladı.
Ve ayrılıp Şam tarafına gitti.
Orada bir hasmıyla karşılaştı.
Ve öldürüldü.
Böylece Ümmü Süleym “dul” kaldı.
Kendi kendine;
"Oğlum Enes büluğ çağına girip söz sahibi oluncaya kadar kimseyle evlenmeyeceğim" dedi.
Kendine söz verdi.
Bir süre “dul” kaldı.
Bir müddet sonra Medine'de kabilesinin reisi olup, “okçuluğu” ile meşhur olan Ebu Talha, kendisine evlenme teklifinde bulundu...
Ebu Talha zengindi.
Hatırı sayılır biriydi...
Ama Müslüman değildi.
Kabilesi gibi putlara tapıyordu... (Devamı yarın)
."Kalk yâ Enes! Gereğini yap!.."
01-05-2016 02:00
(Dünden devam)
Hazret-i Ümmü Süleym "Ben seni istememezlik etmem. Senin gibisi reddolunmaz, fakat sen müşriksin, bense Müslümanım" dedi.
Ve açıkça söyledi.
Sözüne devamla;
"Ey Ebu Talha! Sen; sana hiçbir faydası ve zararı olmayan bir taşa, bir ağaca tapmayı nasıl uygun görürsün? Senin, İlah diye taptığın bu ağaçlar, yerden biter, sonra onu bir marangoz yontar. Sen bir tahta parçasına tapmaktan utanmıyor musun?" dedi.
Ebu Talha onu dinledi.
Bu söz, ona tesir etti.
Hazret-i Ümmü Süleym;
"Eğer Müslüman olup Allah'tan başka İlah olmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın, Onun kulu ve Peygamberi olduğuna şehadet edersen seninle evlenirim. Hatta bunun için mehir dahi istemem" dedi.
Ebu Talha mehil istedi.
Aradan bir müddet geçti.
Ve Ümmü Süleym'e gelip;
"Teklifini kabul ettim... Allah'tan başka İlah olmadığına ve Hazret-i Muhammed'in, Onun Peygamberi olduğuna şehadet ederim" dedi.
Ümmü Süleym sevindi...
Ve evlenmeyi kabul etti.
Büluğ çağına giren oğluna "Kalk yâ Enes! Ebu Talha'yı benimle evlendirmek için gereğini yap" dedi.
Nikâhlandılar
Ve evlendiler.
Bu evliliklerinden "Umeyr" adında bir erkek çocukları oldu.
."Allahü teala emanetini geri aldı"
02-05-2016 02:00
Enes bin Malik’in annesi olan Ümmü Süleym hatunun, “Umeyr” adında bir oğlu vardı.
Bu, bir gün hasta oldu.
Ve giderek ağırlaştı.
Babası evde yokken de öldü!
Ümmü Süleym onu yıkadı, kefenledi, evin bir köşesine koydu.
Buhurlayıp üzerini örttü.
Ev halkına da;
"Ebu Talha'ya oğlunun öldüğünü hiçbiriniz söylemeyin" diye de tembih etti.
Nihayet akşam oldu.
Ebu Talha geldi ve;
"Yâ Ümmü Süleym! Çocuğumuz nasıl oldu, iyileşti mi?" diye sordu.
Ümmü Süleym;
"Çok şükür, çocuğumuzun acısı dindi, rahatladı... Bak, artık sesi çıkmıyor" dedi.
Ebu Talha anlamadı.
Çocuğun iyileştiğini sandı.
O gün de oruçluydu.
Yemeklerini yediler...
Hazret-i Ümmü Süleym, o güne kadar hiç yapmadığı şekilde süslendi.
Neşeli görünmeye çalıştı.
Daha sonra yattılar.
Sabah namaza kalktılar...
Ebu Talha giyindi, tam mescide çıkıyordu ki, Ümmü Süleym;
"Ey Ebu Talha! Şu komşumuzun yaptığına bakar mısın!" dedi.
O merakla sordu:
"Ne yaptı komşu?"
"Ona, bir emanet vermiştim. Bugün onu geri aldım diye üzülüp ağladı!"
Hazret-i Ebu Talha;
"Yoksa Umeyr mi?" dedi.
Ümmü Süleym;
"Evet, Allahü teâlâ bize verdiği emanetini geri aldı" dedi.
."Enes terbiyeli bir çocuktur..."
03-05-2016 02:00
Ümmü Süleym “radıyallahü anhâ” oğlu Abdullah'a hamile idi. Bu çocuk; Ümmü Süleym'in, Resulullah ile beraber katıldığı bir harpte dünyaya gelmişti..
Efendimiz, ona “Abdullah” ismini verip, hakkında hayır dua etmişti.
Ümmü Süleym, İslâmiyete son derece bağlıydı.
Ve “sabırlı” bir kadındı.
Efendimizi çok severdi.
Evinde pişirdiği yemekten, mutlaka Ona da ayırırdı.
Yoksa rahat etmezdi.
Resulullah Efendimiz, Medine'ye yeni hicret etmiş, Hazret-i Ebu Bekir’le birlikte Ebâ Eyyub Ensari hazretlerinin evine gelmişlerdi.
O evde kalıyorlardı.
Hizmetçileri yoktu...
Müslümanlardan güçleri yetenler, Efendimize birtakım hediyeler takdim ediyorlardı.
Ancak Ümmü Süleym’in Efendimize hediye edecek bir şeyi yoktu...
Ama oğlu “Enes” vardı.
On iki yaşlarındaydı...
Enes'in elinden tuttu.
Ve Resulullah’a getirip; "Yâ Resulallah! Enes, terbiyeli bir çocuktur ve zekidir. Haddim olmayarak size hediye ettim. Benim oğlum, sizin de hizmetkârınızdır" diye arz etti.
Efendimiz memnun oldu.
Ve kabul buyurdular.
Enes bin Mâlik der ki:
“Peygamberimize hazarda ve seferde hizmet ettim. Herhangi bir işten dolayı bana ‘Bunu neden böyle yaptın?’ veya ‘Şunu niçin yapmadın?’ buyurmadı.”
."O, aramızda sırdır anneciğim!"
04-05-2016 02:00
Bir gün Enes bin Mâlik'i, Resulullah Efendimiz bir yere gönderdiğinden eve geç gelmişti.
Annesi Ümmü Süleym;
"Niçin geç kaldın?" dedi.
Hazret-i Enes;
"Peygamberimiz, beni bir işe gönderdi de onun için" dedi.
Annesi sordu:
"Ne işiydi bu?"
Hazret-i Enes;
"O, aramızda sırdır anneciğim, söyleyemem" diye cevap verdi.
Annesi sevindi...
Ve oğlu Enes’e;
"Aferin oğlum!.. Resulullah’ın sırrını iyi muhafaza et, herkese söyleme" dedi.
● ● ●
Ümmü Süleym (radıyallahü anha); Eshab-ı kiramın diğer hanımları gibi, harplerin çoğuna iştirak edip bizzat dövüşmüş, harplerin her birinde önemli hizmetler görmüştür.
Uhud Harbi’ne de gitti.
Ve askere hizmet etti.
Kocası Hazret-i Ebu Talha, iyi bir “okçu” ve cesur bir “asker” olduğundan hep Resulullah Efendimizi korumakla meşguldü.
Oğlu Enes’in yaşı küçüktü.
Ama bu harpte o da vardı.
Su tulumlarını doldurup annesi Ümmü Süleym'e ve Hazret-i Âişe'ye veriyordu.
Harbin en şiddetli ânıydı!
Bir panik başlamıştı
Dost düşman karışmıştı...
Bu çok tehlikeli günde Hazret-i Âişe ile Hazret-i Ümmü Süleym, kırbalarla “su” taşıyorlar ve yaralı mücahitlerin ağzına su veriyorlardı.
.Eline bir hançer alıp saldırdı!..
05-05-2016 02:00
Hazret-i Âişe ile Hazret-i Ümmü Süleym “radıyallahü anhümâ”, Hendek Harbi’nde çocuklarla birlikte, kale gibi bir evde mahfuz kalmışlardı. Ümmü Süleym, hicretin yedinci senesinde Hayber Savaşı’nda Resulullah’ın yanında bulundu.
Bizzat savaşa katıldı.
Çok hizmetler yaptı...
Mekke'nin fethinde de bulundu.
Huneyn Savaşı’na da iştirak etti.
Bu sırada oğlu Abdullah'a hamileydi.
Eline bir “hançer” aldı.
Ve beklemeye başladı.
Kocası onu gördü.
Tebessüm ederek Resulullah Efendimizin yanına geldi ve “Yâ Resulallah! Ümmü Süleym'in hançerini gördünüz mü?" diye sordu.
Efendimiz baktılar.
Onu böyle gördüler.
Ve kendisine seslenip “Ey Ümmü Süleym! Bu hançerle ne yapacaksın?" buyurdular.
Ümmü Süleym;
"Bunu ben, bu günler için hazırlamıştım yâ Resulallah! Müşriklerden biri hele bana yaklaşsın, bununla karnını deşerim" dedi.
Ve çekti hançerini.
Düşmana saldırdı!
Hem de aslanlar gibi.
Dağılanlara darıldı. Resulullah’a gelip;
"Yâ Resulallah! İzin verirseniz paniğe kapılıp senin yanından ayrılanları da öldüreyim" dedi.
Peygamberimiz;
"Hayır yâ Ümmü Süleym, gerek yok... Allahü teâlâ bize zafer ihsan etti" buyurdular.
."Rüyamda cennete girdim!"
06-05-2016 02:00
Hazret-i Ümmü Süleym'in “radıyallahü anhâ” faziletleri çoktur.
Efendimize hizmeti fazladır.
Hanımlarına da hizmet etti.
Çok duâlarını aldı.
Efendimiz bir gün;
"Rüyamda cennete girdim. Bir de baktım ki, Ebu Talha'nın hanımı Ümmü Süleym de oradaydı" buyurdular.
Resulullah’ı çok severdi.
Efendimiz de onu severdi.
Hanımlarından başka kimsenin evine gidip istirahat etmediği hâlde, Hazret-i Ümmü Süleym'in evine giderdi.
Kaylule yapardı.
Biraz uyurlardı.
Ve dinlenirlerdi.
Namaz vakti gelince, hasırdan seccadeleri serip onun çocuklarıyla birlikte namaz kılardı.
● ● ●
Bir gün yine geldiler.
İstirahat için uyudular.
Mübarek alınları terlemişti.
Ümmü Süleym baktı.
Terlediklerini gördü.
Hemen eline bir şişe aldı.
Ve mübarek alınlarının “terini” bir şeyle alıp o şişeye koymaya başladı.
Efendimiz uyuyordu.
O esnada uyandılar.
Ve kendisine;
"Yâ Ümmü Süleym, böyle ne yapıyorsun?" diye sordular.
Cevabında;
"Yâ Resulallah! Mübarek alnınızın terini alıyorum” dedi.
“O teri ne yapacaksın?” diye sorunca da;
“Saklayıp esans olarak kullanacağız yâ Resulallah" dedi.
.Sen bunun için yaratılmadın!"
07-05-2016 02:00
Tâbiinden İbrahim bin Edhem hazretleri hükümdarken bir gün adamlarına "Atımı getirin!" diye emretti.
Derhâl getirdiler.
Av köpeğini aldı.
Ve ava çıktı.
Az sonra bir “geyik” gördü ileride. Onu yakalamak için mahmuzladı atını. Ancak gaipten bir “ses” duydu...
Hemen durdu.
Ve dinledi sesi.
O ses, ona hitaben;
"Ey İbrahim! Sen bunun için yaratılmadın" diyordu kendisine.
Sağa sola baktı.
Kimseyi görmeyince atını mahmuzlayıp devam etti yoluna.
Bir müddet gitti.
O sesi yine işitti.
Daha gür olarak kendisine hitaben "Ey İbrahim! Sen bu işler için yaratılmadın" diyordu.
Durdu, düşündü...
Bir şey anlamadı.
Kendi kendine;
“Bunda bir hikmet var" dedi.
Ve geri döndü.
Bir “çobana” rastladı.
Kendi elbisesini çıkarıp ona verdi. Çobanın “âbâsını” giydi.
Ve kararını verdi.
Terk etti o yeri.
Merv şehrine doğru at koştururken bir “kör” adamın köprüde yürürken ayağı kayıp düştüğünü gördü!
Ânında durdu.
Ve el kaldırıp;
"Ey büyük Allah’ım! Sen onu koru" diye dua etti içinden...
Adamcağız tam suya düşecekti ki, yavaşça süzülüp karaya iniverdi.
.Var git, işin sonunu gözle!.."
08-05-2016 02:00
Muhammed Çelebi Sultan, seyyit olup nesebi, yirmi üçüncü batında Hazret-i Hüseyin'e ulaşır.
Bir ortağı vardı.
Onun da çiftliğinde bir “değirmeni” vardı ki, bu değirmeni çalıştırarak geçimini temin ederdi. Köyün ileri gelenlerinden birinin de değirmeni vardı.
Ama “insafsız” biriydi...
Menfaatini düşünürdü.
Sırf “düşmanlık” olsun diye birini gönderir, o kimsenin değirmeninin oluğuna “taş” koydurup çalışmasına mâni olurdu.
Öbürü, bunun farkına vardı.
Çelebi Sultana gitti.
Ve onu şikâyet etti.
Zulme uğradığını söylediyse de, adam bir türlü vazgeçmiyordu. Bir gün yine şikâyet edip çok mağdur olduğunu arz etti.
Çelebi Sultan hazretleri az düşünüp "Ayruk etmesün” buyurdu.
Başka söz söylemedi.
Ve ayrılıp gitti...
Şikâyette bulunan kimse bu sözden pek bir şey anlayamayıp, o zatın talebelerine dert yandı.
Gençler sordular:
“Hocamız ne dedi?”
"Ayruk etmesün” dedi.
Talebeler "Öyleyse tamamdır. Artık kurtuldun, var git işin sonunu gözle” diye teselli ettiler.
O kimse değirmene gittiğinde, değirmenin yine çalışmadığını gördü.
Su oluğunu yokladı.
Taş var zannediyordu.
Ancak taş yerine, bir “adam” vardı.
Meğer o insafsız kimse, değirmenin su oluğuna taş bırakması için gönderdiği adam, taşı bırakırken “kendisi” oluğa düşmüş ve ölmüştü.
."Siz kumar mı oynuyorsunuz?"
09-05-2016 02:00
Son asırda Irak ve Mısır'da yaşamış olan velilerden Muhammed Emin Erbili hazretleri, bir gün tavla oynayanları görmüştü.
Onlara yaklaşıp;
"Kumar mı oynuyorsunuz?" dedi.
Başka şey söylemedi.
Ve oradan ayrılıp gitti...
Tavla oynayan kimseler çok müteessir olup o anda oyunu bıraktılar ve bir daha da oynamadılar.
● ● ●
Onu sevenlerden fakir bir kimse, çocuğunu sünnet ettirecekti. Ancak davet edeceği kimselere ikram edecek bir şeyi yoktu...
Muhammed Emin Erbili hazretlerine gelip, çocuğunun sünnet merasimine davet etti.
Mübarek zat sordu:
"İkram edecek neyin var?”
O kimse boynunu büktü.
Ve mahcubiyet içinde;
“Bir tavuğum, bir avuç da unum var efendim” dedi.
Büyük zat ona;
"Allahü teâlâ bereketini ihsân eder. Başka şey için kendini zorlama, ben gelinceye kadar kimseye bir şey ikram etme” buyurdu.
Adamcağız;
“Başüstüne” dedi.
Davetliler geldiler.
“Dört yüz” kişiydiler.
Muhammed Emin Erbili, yiyeceklere bereket için dua buyurdu... Onun duası bereketiyle o azıcık yemek, hepsine yetti.
Hepsi yiyip doydular...
Yemek hiç azalmadı...
Çünkü Allahü teâlâ, peygamberlerine “mucize” ihsan ettiği gibi, veli kullarına da “keramet” ihsan etmiştir.
."Dua edelim ve yalvaralım!.."
10-05-2016 02:00
Son asırda Irak ve Mısır'da yaşamış olan velilerden Muhammed Emin Erbili hazretleri, sevdiklerinden birini ziyarete gitti, fakat kendisi üzüntülüydü. Ziyaretine gittiği kimse sebebini sordu.
Buyurdu ki:
"Edirne'nin küffar eline düştüğü haberi sana ulaşmadı mı?”
O kimse;
"Ulaştı efendim, ama elimizden ne gelir ki?" dedi.
Buyurdu ki:
"Dua edelim ve yalvaralım.”
Böyle dedi.
Ve gözden kayboldu...
Bir müddet gözükmedi.
Sonra sevinçle geldi ve;
"Allahü teâlâ Edirne şehrini Müslümanlara tekrar ihsan edecek” dedi. Söylediği gibi de oldu. Bir müddet sonra “Edirne'nin kurtulduğu” haberi duyuldu.
● ● ●
Bir defa da cenazeden dönen bir talebesine "Nereden geliyorsun?" diye sordu.
“Kabristandan” deyince;
"Kabristana gidip de geri dönmeyeceğin gün de gelecek” buyurdu.
Sonra sohbet ettiler.
Ölümden bahsettiler.
Nihayet kalkarken;
“Şimdi kalkıyoruz, bir gün de mezardan kalkacağız” buyurdu.
● ● ●
Bir gün bu zata;
“Hakiki tövbe nedir efendim?” diye sordular.
Cevabında;
“Hakiki tövbe, bir günahı işledikten sonra gönülden pişman olup o günahı terk etmek ve bir daha yapmamaya kuvvetli karar vermektir” buyurdu.
."Eğer ben hacca gitmezsem!.."
11-05-2016 02:00
Hârezm’de yetişen evliyanın büyüklerinden Muhammed Harezmi hazretleri zamanında birisi, hanımına karşı öfkeyle; "Eğer ki bu sene hacca gidemezsem, sana talak verdim!” dedi.
Sonra pişman oldu.
Hacca gidemezdi ki!
Zira hiç parası yoktu...
Aslında hanımını seviyordu, ama “kızgınlıkla” öyle demişti. Ne yapacağını şaşırdı!
Velhasıl hacca gidemedi.
Bunu kadıya söyleyince;
"Dinin emri gereği, hacılar gelince senin nikâhın bozulur ve hanımın boş olur” dedi
Adam araştırdı...
Hocalara sordu.
Bir çare bulamadı.
Herkes, hanımının “boş olacağını” söylüyordu. Nihayet Şeyh Muhammed Harezmi hazretlerine gelip yaşlı gözlerle hâlini arz etti.
Harezmi, başını eğdi.
Bir müddet düşündü.
Sonra kendisine;
“Sen, Zilhiccenin dokuzuncu günü yanıma gel! İnşallahü teâlâ işin hâllolur. Bizim dinimizde keramet haktır” buyurdu.
Bunun üzerine adamcağız arefe günü Harezmi hazretlerinin huzuruna geldi.
Merak ediyordu...
Acaba ne diyecekti.
Nasıl hâlledecekti?
Harezmi hazretleri, ona "Allah’ın izni ve evliyanın himmetiyle inşallah şimdi Arafat'a varacaksın. Haccını eda et. Hemşehrilerinle görüş. Onların birinden biraz ödünç para al. Gelince verirsin” buyurdu. (Devamı yarın)
.Ben sağ olduğum müddetçe!.."
12-05-2016 02:00
(Dünden devam)
Ridasını yere serdi.
Onu üzerine oturttu.
Ve içinden dua etti...
O kimse, tayy-i mekânla “bir anda” kendini Arafat'ta buldu. Vakfe ve diğer hac vazifelerini yaptı... Hemşehrileriyle görüştü. Birinden biraz borç para aldı. Sonra bir anda kendini aynı yerde buldu.
Harezmi hazretlerinin ayaklarına kapanıp "Elhamdülillah, maksadıma kavuştum” diye arz etti.
Harezmi hazretleri;
"Ben sağ olduğum müddetçe bu hâli kimseye söyleme” buyurdu.
O da söz verdi.
Birkaç gün geçti...
Bu zaman içinde herkes ona “Hacılar dönünce hâlin ne olacak, hanımından ayrılacaksın” diyorlardı.
O da bunlara karşı;
"Ben hac yaptım” derdi.
Bunu duyanlar;
“Bu adam delirmiş” diyorlardı.
Bir zaman sonra hacılar geri döndü. Tanıdıkları ona;
“Ne zaman döndün?" diyorlardı. Derken ödünç para aldığı adam geldi.
Ve parasını istedi.
O da “isbat et” dedi.
İş kadıya intikal etti.
Alacaklı, dâvâ edip; "Ben bu kişiye, arefe günü şu kadar borç para verdim. İşte senet, altında kendi imzası var” dedi.
Ve senedi arz etti.
Kadı senede baktı.
Hiç şüphesi kalmadı. Neticede dâvâsında doğru olduğu, hacca gittiği anlaşıldı ve böylece hanımından ayrılma tehlikesinden kurtuldu...
.Allah’ın öyle kulları vardır ki…
13-05-2016 02:00
Anadolu'da yetişen büyük velilerden Muhammed Hazin hazretleri, ömrünün sonuna doğru rahatsızlanıp yatağa düştü!
Derken ağırlaştı.
Ve vefatı yaklaştı.
Hanımı yanındaydı.
Bir ara gözlerini açtı.
Ve hanımına;
"Bazı kullar öldüğünde; gökler, kendilerine yükselen amellerin son bulması sebebiyle, yerler de üzerlerinde yapılan iyi amellerin kesilmesinden dolayı ağlarlar!” buyurdu.
Sonra yine daldı.
Az sonra ayıldı.
Hanımına bakıp;
“Melekler ‘garip kuşlar’ şeklinde gelip cenazeyle birlikte giderler. Sübhanallah!.. Velilerin ruhları ne kadar hızlı hareket ediyorlar” dedi.
Sonra hanımına;
“Kur’ân-ı kerim oku!” dedi.
O da okumaya başladı.
O okurken vefat etti...
Cenazesi evden çıkarıldığında, etrafta hiç görülmemiş “garip kuşlar” uçmaya başladı.
Muhammed Hazin hazretleri, vefat etmeden önce, Siirt'teki Firsaf köyünde, türbesinin yerini yakınlarına göstererek;
"Vefattan sonra mekânımız burasıdır. Halid bin velid (radıyallahü anh), muharebede çadırını buraya kurmuştur” dedi.
Bir sene geçti...
Türbe yaptırıldı.
Türbenin yapımı sırasındaki kazıda, toprağın altından birkaç tane “ok” çıktığı rivayet edilir.
.Allah katında en iyi olanınız…
14-05-2016 02:00
Hindistan'ın büyük velilerinden Muhammed İsmail hazretleri, haramlardan şiddetle kaçar, mubahların bile fazlasını terk ederdi.
Âlimler; onun, "Allahü teâlânın indinde en iyiniz, takvası en çok olanınızdır" âyet-i kerimesiyle metholunanlardan olduğunu bildirirdi.
Nitekim henüz “genç” idi.
Garip bir hadise yaşadı.
Şöyle ki:
Kendisi gayet yakışıklıydı.
O memleketin ileri gelenlerinden birinin genç kızı, kendisine tutuldu.
Sırılsıklam âşık oldu.
Sabrı ve iradesi kalmadı.
Bu zatın babası vardı.
Bir gün onu hatırladı.
Ve bir plân yaptı kendince...
Babasının yanına gitti.
Ve kendisine;
"Efendim, evimizde bir hasta var. Ona Kur’ân-ı kerim okumak üzere oğlunuzu bize gönderebilir misiniz” diye rica etti.
Babası buna inandı.
Ve oğlunu gönderdi...
Genç İsmail, gitti o eve.
Ancak içeri girer girmez aldatıldığını anladı.
Yüzüne bile bakmadı kızın.
Ve “haram” işlemekten kurtulmak için ikinci katın açık penceresinden aşağı atladı.
Fakat ayağı kırıldı.
Acısına aldırmadı.
Ve hızla uzaklaştı oradan.
Babasının huzuruna geldi ve durumu olduğu gibi anlattı.
Adam çok sevindi.
Ve memnuniyetinden, kalkıp Cenâb-ı Hakk'a “şükür secdesine” kapandı...
.Oğlum, niye merak ediyorsun?"
15-05-2016 02:00
Anadolu velilerinden Muhammed Kadri Hazin’in babası ve annesi, Peygamberimizin neslindendir. İlim öğrenme çağı gelince, anne ve babasını kaybetti.
Buna çok üzüldü!
Ertesi gün oldu...
Abdülkâdir-i Geylani hazretlerinin ruhaniyeti ona görünüp "Oğlum! Ne merak ediyorsun? Baban, Rabbinin davetine gittiyse işte ben varım ve her hususta senin babanım, endişe etme!” buyurdu.
Birinci Dünya Harbi’ydi...
İngilizler Musul’u aldı.
Sonra Kerkük’ü aldılar.
Ve Cizre'ye elli kilometre uzaklıktaki “Zaha” kasabasına kadar geldiler. İngiliz komutanı, birkaç gün sonra Cizre'ye de geleceğini bildirdi. Bunun üzerine Cizre halkını korku sardı!
Bir kısmı silâha sarıldı.
Kimi göçe hazırlandı.
Muhammed Hazin "Hiç kimse endişe ve hicret etmesin. İngiliz kâfiri Cizre'ye giremeyecektir. Herkes rahat olsun” buyurdu.
Derken sabah oldu.
İngiliz ordusu kalktı.
Cizre'ye hareket etti. O sırada Londra'dan gelen yıldırım telgrafla "Hudud, Hizil Irmağıdır. Irmağı geçmiş olsan da hemen dön!" emri geldi. İngiliz komutanı Cizre'ye girmeden geri döndü.
● ● ●
Bir gün bu zata “Allahü teâlânın en çok sevdiği ibâdet nedir efendim?” diye sordular.
Cevabında;
“Müslümanların birbirini sevmesidir. Bu, zaten imânın da şartıdır” buyurdu.
.Kıymetli olmak ister misiniz?
16-05-2016 02:00
Anadolu velilerinden ve Allah dostlarından Muhammed Hazin hazretleri, henüz çocukken, hocasının oğlu Mahmud’la aynı dersleri okuyordu medresede.
Mahmud’un babası Molla Abdurrahman'ın bir kitabı vardı.
Onu oğluna verip;
"Yarın şu kadarını ezberleyeceksiniz?" dedi.
Muhammed Hazin’in kitabı yoktu...
Çok yerlerde aradı.
Fakat bulamadı.
Düşünceli ve üzgün bir şekilde evine gitti.
O gece rüyasında Hazret-i Ali'yi (radıyallahü anh) gördü.
Hazret-i Ali, kendisine;
“Mahmud'un babasının kitabı var da senin babanın kitabı olmaz mı?" buyurdu.
Ve ezberlenecek kısmı kendisine talim ettirdi, öğretti.
O da hemen ezberledi.
Sabah derse geldiler.
Mahmud okuyamadı.
Molla Abdurrahman, oğluna kızıp, Muhammed Hazin'e;
“Sen oku!” dedi.
Muhammed Hazin bir çırpıda okuyunca, bunun “manevi bir hâl” olduğunu hemen anladı.
Ve sebebini sordu.
O da aynen arz etti...
● ● ●
Bu zat bir gün gençlere;
“Siz, insanlar nezdinde kıymetli olmak ister misiniz?” diye sordu.
Cevap verdiler ki:
“İsteriz efendim.”
O zaman onlara;
“Öyleyse insanların kıymet verdiğine, siz kıymet vermeyin” buyurdu.
."Niçin bir hocaya bağlanıyorum ki?"
17-05-2016 02:00
Konya’nın Bozkır kazasında dünyaya gelen Muhammed Kudsi Bozkıri hazretleri, keramet göstermekten çok sakınırdı. Talebesinin “ihlâsına” sebep olacaksa izhar ederdi.
Bir talebesi vardı.
Ama kabiliyeti azdı.
Bir gün kendi kendine "Niçin bir hocaya bağlanıp sıkıntı çekiyorum, ben de diğer insanlar gibi, yalnız dünya işiyle meşgul olayım?" dedi.
Böyle düşündü...
Ve hocasına geldi.
Muhammed Kudsi, o talebeye “Güzel evlâdım! Rehbersiz olmaz. Rehberi, yol göstereni olmayana, ‘şeytan’ yol gösterir" buyurdu.
Genç, bu sözü duydu.
Pek fazla duygulandı!
Kendi kendine; “Ben, bu niyetimi kimseye söylemedim. Hocam nasıl bildi?” diye düşünüp, hocasını daha çok sevdi ve artık ondan ayrılmayı hiç düşünmedi...
● ● ●
Bu zâtın vazife verdiği bir talebesi, rahatsızlanarak, verilen vazifeyi yapmaya dayanamadı ve memleketine gitmek istedi. Muhammed Kudsi, ona da “Gitme, vazifeyi tamamla, korkma, ölmezsin" buyurdu.
Ama o, söz dinlemedi.
Ve o gün köyüne gitti.
Evinde, “hasta” ve “ümitsiz” hâlde yatarken bir gece rüyada, “hocasını” gördü.
Doktor kıyafetindeydi.
Beyaz önlük giymişti.
Ameliyat bıçağını aldı.
Ve karnını yarıp, ağrı yapan o şeyi çıkarırken uyandı... Gördü ki, hastalığından eser kalmamış. Tekrar gidip hocasına teslim oldu.
.Teyzeciğim, bu gece bizim evde ol!"
18-05-2016 02:00
Onikinci İmam Muhammed Mehdi hazretleri, Samarra'da doğdu, Medine’de vefat etti ve orada defnolundu.
Doğacağı geceydi.
Babası eve geldi.
Teyzesini gördü ve “Teyzeciğim bu gece bizim evde bulun. Allahü teâlâ bize, yerimize geçecek bir evlât verecek” dedi.
Teyzesi şaşırdı!
Ve "Hanımın Nercis'te hamilelik alâmetleri yok. Oğlun kimden olacak?" diye sordu.
O da cevaben;
"Nercis, hamilelik yükünü çekmeyecek” dedi.
Teyzesi şöyle anlatır:
O gece kalktım.
Teheccüd kıldım.
Nercis de kalktı. Kendi kendime “Sabah oluyor, henüz bebekten bir haber yok” diyordum.
Merak ediyordum.
Bir “ses” duydum...
Babasının sesiydi ve “Teyzeciğim, Nercis'in odasına git!” diyordu.
Gittiğimde Nercis beni karşıladı. Vücudu titriyordu! Onu bağrıma basıp “İhlâs” ve “Kadir” surelerini okudum.
Bir “ses” duydum...
Nercis’in karnından geliyor ve “bebek” de benimle birlikte okuyordu... Sonra birden oda aydınlandı. Baktım, çocuk doğmuştu.
Babası, bana;
“Teyzeciğim, oğlumu getir!” dedi.
Sarıp götürdüm.
Kucağına aldı.
Ve dilini, bebeğin ağzına verip “Allahü teâlânın izniyle konuş!” dedi. Çocuk “Besmele” çekip, bir âyet-i kerime okudu. Etrafımızı bazı garip “kuşlar” sardı. Bunlar, kuş değil, galiba “melek” idi.
."Bunu filân kimseye hediye et!"
19-05-2016 02:00
Mısır'da yetişen büyük velilerden Muhammed Şazili hazretleri, çok kıymetli elbiseler giyerdi.
Bir kimse vardı ki;
Bu hâli beğenmezdi.
Kendi kendine;
"Evliyanın, sultanlara yakışır elbise giymesi uygun değil. Bu zat gerçekten ‘veli’ ise o elbiseyi bana hediye eder, ben de satar, parasını çoluk çocuğuma harcarım” diye düşündü...
Büyük veli bunu sezdi.
O elbiseyi çıkardı...
Bir talebesine verip;
"Bunu filân kimseye hediye et. Satsın da parasını çoluk çocuğuna harcasın” buyurdu.
“Peki hocam” dedi.
Emrini yerine getirdi.
Adam elbiseyi aldı.
Ve hemen satıp parasını çoluk çocuğuna nafaka yaptı...
Ancak ikinci gelişinde, aynı elbiseyi yine Muhammed Şazili'nin üzerinde gördü. Meğer elbiseyi satın alan, bu zatı sevenlerden imiş.
Elbiseyi çok beğenmiş.
“Bu, ona lâyık” demiş.
Ve getirip hediye etmiş...
● ● ●
Mâliki kadılarından biri, bu zatı imtihan etmek niyetiyle huzuruna geldi. Niyetini saklayıp, öğrenmek için bir şeyler soracağını arz etti.
Ama o, bunu sezdi.
Bu niyetini anladı ve;
“Peki sor” buyurdu.
Kadı düşündü, düşündü ve “Soracağım şeyi unuttum?" dedi.
Ama anladı hatasını.
Tövbe etti ve bir daha, “Evliyayı imtihan etmeyeceğine” dair söz verdi.
.Takunyasını şiddetle fırlattı!
20-05-2016 02:00
Emîrlerden biri, Mısır’da yetişen evliyadan Muhammed Şazili hazretlerini öldürtmek istedi.
Şöyle ki:
Bir davette, “zehirli” bir kaba yemek koyup ona sundular. Ancak Şazili hazretleri ondan yemedi.
Çünkü anlamıştı...
Oradan kalktı.
Bineğine bindi.
Ve zaviyesine gitti.
O ayrılınca oradaki kaplar karıştı... Emîrin iki oğlu geldi ve Muhammed Şazili için konulan tabaktan yiyip zehirlendiler.
Adam kendi eliyle, kendi oğullarını zehirledi!..
● ● ●
Muhammed Şazili hazretleri bir gün abdest alıyordu.
Bir ara takunyasının birini alıp şiddetle bir yöne doğru fırlattı! Takunya havada uçup gitti...
Hizmetçisine;
"Eşi gelinceye kadar bu tek takunyayı sakla" buyurdu.
Bir müddet geçti...
Şam'dan biri geldi.
O tek nalını getirdi.
Ve şöyle anlattı:
Cenâb-ı Hakk size hayırlar versin efendim... Bir yolculuğa çıkmıştım. Tenha, ıssız bir yerden geçerken önüme âniden bir “eşkıya” çıktı.
Vurup yere yıktı.
Göğsüme oturdu.
Beni öldürecekti!
Çok korktum! Ama yapacağım bir şey yoktu... Kalbimden sizi düşünüp; ‘Yâ Muhammed Şazili!’ dedim.
O anda havadan bir tek “takunya” hızla geldi ve eşkıyanın göğsüne şiddetle çarpıp yere yıktı. Ben kurtuldum.
.Borç alıp, sadaka verirdi!..
21-05-2016 02:00
Mısır evliyasından Muhammed Şazili hazretleri; sadaka verecek bir şey bulamadığı zaman sevenlerinden ödünç alır, sonra Cenâb-ı Hakk ona para nasip edince öderdi. Bu şekilde aldığı borçlar “altmış bin” dirhem oldu.
Lâkin ödiyemiyordu.
Ve buna üzülüyordu!
Bir gün bir kişi geldi.
"Muhammed Şazili'de kimin alacağı varsa bana gelsin!” diye herkese haber saldı. Alacaklılar geldiler. Alacaklarını alıp gittiler.
Ancak bu zat kimdi?
Kimse tanımıyordu.
Bu büyük zâta sordular.
Muhammed Şazili hazretleri “Ben de tanımıyorum. Allahü teâlâ onu, bizim borcumuzu ödemek üzere göndermiştir” buyurdu...
● ● ●
Yusuf isimli bir kimse de Muhammed Şazili hazretlerini sık sık ziyarete gelir ve içinden "Sofraya çok az ekmek konuyor, karnım doymuyor” derdi.
Bir defa yine geldi.
İki de “ekmek” getirdi.
Ama belli etmedi.
Ekmekleri koynuna saklamıştı. Her zaman olduğu gibi yine sofra kuruldu... Yine her zamanki kadar ekmek ve yemek kondu.
Fakat o kimse, ne kadar çok yediyse de ekmeği bir türlü bitiremedi. Bitmediği gibi hiç de eksilmedi...
Büyük zat ona döndü.
Sonra kulağına eğildi.
Ve yavaşça “İyi ye, sofradan aç kalkma ki, o iki ekmeğe ihtiyacın kalmasın” buyurdu. O kimse çok mahçup oldu! Ekmekleri çıkarıp sofraya bıraktı ve öyle düşündüğüne pişman olup tövbe etti..
."Abdest için kuyudan su getir!"
22-05-2016 02:00
Mısır velilerinden Muhammed Şazili hazretlerine, bir gün bir adam geldi ve "Ey efendim! Ben çoluk çocuk sahibi fakir biriyim. Bana ‘kimya’yı öğretir misiniz” dedi.
Mübarek zat, ona;
“Bir şartla” buyurdu.
Adam sevindi ve;
“Her şarta razıyım” dedi.
Büyük velî;
“Pekâlâ, yanımızda bir sene kalıp, sohbetimize her gün devam edeceksin” buyurdu.
Bir sene doldu.
Muhammed Şazili;
“Yarın inşallah sizin işinizi yerine getiririz" buyurdu.
Ertesi gün oldu...
Büyük veli ona;
"Kalk, abdest için kuyudan su doldur da getir” buyurdu.
Adam kuyudan bir kova doldurup çektiğinde, kovanın “su” değil, “altın” ile dolu olduğunu gördü. Fakat kalbinde “para sevgisi” kalmamıştı ki...
Huzuruna geldi.
Kovayı arz etti.
Ve hürmetle;
"Ey Efendim, sayenizde ‘dünya sevgisi’ kalbimden çıkıp gitti. Bir tek kuruş dahi isteğim kalmadı” diye arz etti.
Büyük veli sevinip;
"Onu yerine dök!” buyurdu.
O da döküp geldi.
Büyük velî ona;
“Sen ‘kimya’ olmuşsun… Memleketine git ve oranın halkını irşat eyle!” buyurdu.
O da memleketine döndü. Ve yıllarca insanları Allahü teâlâya davet etti.
.Ne benimdir, ne de senin!"
23-05-2016 02:00
Sultan Ferec, önemsiz bir sebepten dolayı kendi halkının üzerine ok attırıyor, Muhammed Şazili hazretleriyse buna karşı geliyordu... Mağrur sultan, bu zâtı çağırttı.
Büyük veli geldi.
Sultan Ferec, ona;
"Bu memleket benim midir, yoksa senin mi?” diye sordu.
Muhammed Şazili;
"Ne benimdir, ne de senin... Kahhar ve tek olan Allahü teâlânındır” buyurdu.
Ve kalkıp gitti.
Sultan o gün hastalandı.
Ve bir türlü iyileşemedi
Tabipler aciz kaldılar...
Sultanın has adamları bu durumu anlayıp "Bu hâl, Muhammed Şazili hazretlerinin kalbinin kırılmasındandır” dediler.
Sultan dinledi.
Ve bu veliden özür dileyince tekrar sıhhatine kavuştu...
● ● ●
Bir gün de, bazı sevdikleri bu büyük zâta “Huzura ermenin yolu nedir efendim?” diye sordular.
“Sabır'dır” buyurdu.
Ve şöyle izah etti:
“Huzuru, bir odanın içinde ‘kilitli’ farz edin. İşte o odanın anahtarı ‘sabır’dır. Sabrederseniz kapı açılır ve huzura kavuşursunuz.”
● ● ●
Gencin biri de “Hocam! Başarılı çalışma nasıl olur?” diye sordu bu zata.
Cevabında;
“Başarılı çalışma; ahirette işe yarayan çalışmadır. Meselâ kendini cehennemden kurtaramayan bir kimse, bütün dünyayı elde etse bile ne kıymeti vardır ki. Sonunda yanacak” buyurdu.
."Peki, teklifini kabul ediyorum"
24-05-2016 02:00
Mısır’da yetişen velilerden Muhammed Şüveymi hazretlerinin yanına, bir gün “bir genç” gelerek “Efendim çok sıkıntıdayım. Bana yardım edin” diye yalvardı.
Büyük zat sordu:
“Derdin nedir?”
“Bir kıza âşık oldum efendim. Onunla evlenmek istiyorum, ama kabul etmiyor” dedi.
Büyük veli;
“Şu odaya gir, o kızın ismini tekrar tekrar söyle” buyurdu.
Genç sevinip;
“Peki efendim” dedi.
Sebebini sormadı.
Gösterdiği odaya girip, devamlı o kızın ismini söyledi. Üçüncü gün odanın kapısı tıklandı.
“Kim o?” dedi.
O kız, cevaben;
“Ben filân, teklifini kabul ediyorum” dedi.
Genç adam düşündü... Kendi kendine “Birinin ismini çok söylemekle ona kavuşuluyorsa, Rabbimin ismini çok zikreder, Ona kavuşurum” dedi.
Ve kapıyı açmayıp;
“Ben vazgeçtim” dedi.
Ve onu gönderdi...
Rabbini zikre başladı.
Kalp gözü açıldı.
Ve “evliya” oldu.
● ● ●
Bir gün bu zata “Efendim, ‘Ölümü düşünmek, ölüm getirmez’ deniyor. Bu söz doğru mu?” diye sordular.
Cevabında;
“Evet doğrudur, hatta ölümü düşünmek, ömrü uzatır ve çok da faydaları vardır. Mesela ölümü hatırlamak, insanı günah işlemekten korur” buyurdu.
."Al arkadaş, bu altınlar senindir!"
25-05-2016 02:00
Hindistan evliyasından Ubeydullah Serhendi hazretleri bir gün şunu anlattı sevdiklerine;
Vaktiyle bir Müslüman, birinden “tarla” satın almıştı...
Tarlayı sürerken bir küp “altın” çıktı toprağın altından.
Küpü kucakladı.
Gitti mal sahibine.
“Arkadaş, bu altınlar senin. Tarlayı sürerken buldum” dedi.
Adam kabul etmedi.
Ve o kimseye;
“Hayır, ben bu tarlayı sana sattım. Dolayısıyla bu altınlar da senindir” dedi.
Öbürü diretti:
“Ben tarlayı satın aldım, altındakiler sana aittir.”
“Hayır, sana aittir.”
Anlaşamadılar.
Ve kadıya gittiler...
Kadı, ikisini de dinledi.
Ve sordu birine:
“Senin evlenecek oğlun var mı?”
Cevaben;
“Var kadı efendi” dedi.
Diğerine de sordu:
“Senin evlenecek kızın var mı?”
“Var efendim” dedi.
Kadı efendi, gençlerin de rızalarını alıp nikâhlarını kıydı ve “Bu altınlar da mehir olsun” dedi.
Bu hayırlı izdivaçtan, Bayezid-i Bistami hazretleri dünyaya geldi.
● ● ●
Bir gün bu zata “Âni ölüm iyi midir efendim?” diye sordular.
Cevabında;
“Âni ölüm, mümine rahmet, kâfire azaptır” buyurdu.
.Bir et parçası nasıl zikreder?
26-05-2016 02:00
Hindistan'da yetişen büyük İslâm âlimlerinden ve evliyanın en üstünlerinden Ubeydullah Serhendi hazretleri, Muhammed Masum hazretlerinin üçüncü oğludur.
Ahlâkı çok güzeldi.
Üstün vasıfları vardı.
Bunlar yazıyla anlatılamaz.
Bir gün, o zamanın âlimlerinden Mevlâna Abdülhakim, Muhammed Masum hazretlerine;
"Efendim, kalp bir parça ettir, nasıl zikredebilir?" diye sual etti.
Bu zat da oradaydı.
Ve yedi yaşındaydı...
Hiç düşünmeden;
"Dil de bir parça ettir, ama konuşup zikrediyor. Kalp niçin zikretmesin?" diye cevap verdi.
● ● ●
Gencin biri bu zata “Efendim, ben namazlarımı muntazam kılıyorum, ama hiç lezzet alamıyorum. Acaba sebep nedir?” diye sordu.
Cevabında;
“Evlâdım! Rabbini, yalnız namazda değil, her zaman hatırla. Yani günah işleme. Günahı terk edersen namazlarından lezzet alırsın” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine “İnsan kendini severse Rabbini sevemez. Rabbini severse kendini sevemez. Bir kalpte, bu iki sevgi birlikte bulunamaz” buyurdu.
Pek anlamadılar.
Bu defa buyurdu ki:
“Kendini beğenmemek, Allahü teâlânın büyük ihsanıdır ki, bu hâle kavuşan, ‘Allah sevgisi’ne kavuşmuş demektir.” | | |