|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Müctehid ve müceddid kime denir - Sorularla İslamiyet Sesli ...
www.ehlisunnetbuyukleri.com/Sorularla-Islamiyet/.../Muctehid.../1094
Sual: Müctehid ve müceddid ne demektir? ... kapalı bildirilmiş olan bilgileri de anlayıp, açıklayabilen derin âliml
Müctehid ve müceddid - Dinimiz İslam
Sual: Müctehid ve müceddid ne demektir? Herkesçe bilinen müceddidler kimlerdir? CEVAP Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3226
Müctehid taslakları - Dinimiz İslam
Günümüzde müctehid var mıdır? Olsa bile, (Şu mezhebin şu görüşleri doğru, fakat diğer görüşleri yanlıştır) deme yetkisine sahip midir? Yani Abduhçuların ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=6000
Tasavvuf ehli müctehid idi - Dinimiz İslam
Sual: Tasavvuf büyüklerinin bir mezhebe bağlanmadıkları, mutlak müctehid oldukları söyleniyor. Böyle bir şey var mıdır? CEVAP Tasavvuf büyüklerinin hiçbiri, ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3223
Sahabenin hepsi müctehiddir - Dinimiz İslam
Âlim olmayana, müctehid olmayana uyulur mu? Buradan da sahabenin tamamının müctehidolduğu anlaşılmıyor mu? CEVAP Elbette, hepsi müctehiddir.
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1565
Müctehide uymak - Dinimiz İslam
İmam-ı a'zamın sözü, kendisi gibi müctehid olan zatlar içindir. Müctehid, başka müctehideuymaz, kendi ictihadına uyar. Onun için far
Müctehid ve müceddid kime denir
Sual: Müctehid ve müceddid ne demektir? Herkesçe bilinen müceddidler kimlerdir?
Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, toplayan, kitaba geçiren; açıkça bildirilmemiş, kapalı bildirilmiş olan bilgileri de anlayıp, açıklayabilen derin âlimlereMüctehid denir. Eshab-ı kiramın hepsi müctehid idi. Sünnette kapalı kalan yerleri, müctehid âlimler açıklamış, mezhepler meydana çıkmıştır. Bu mezheplerden yalnız dördü kitaplara geçmiş, diğerleri unutulmuştur.
Bu mezheplerin imanları, Eshab-ı kiramın ortak imanıdır. İmanda ayrılık caiz olmaz. Bu dört hak mezhebe, (Ehl-i sünnet) denir. Bu dört mezhepten hiçbirine uymayana mezhepsiz denir.
Mezheplere bağlı hiçbir âlim, ictihad derecesine yükselse bile, mezhebinin imamının üsul ve kaidelerine, hiçbir zaman muhalefet etmez. Mezhepsiz olan hiçbir İslam âlimi yoktur.
Müceddid, dinde yenileyici, bid’atleri çıkarıp dini eski hâline getiren âlim demektir. Mesela imam-ı Rabbani hazretleri (kuddise sirruh) ikinci binin müceddidir.
Hicretten 400 yıl sonra, müctehid yetişmedi. Müctehide ihtiyaç da kalmadı. Çünkü Allahü teâlâ ve Onun resulü Muhammed aleyhisselâm, kıyamete kadar, hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin şamil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni olaylara nasıl tatbik edileceklerini, tefsir ve fıkıh kitaplarında bildirirler. Müceddid denen bu âlimler kıyamete kadar mevcuttur. (S. Ebediyye)
Cahiller ve din düşmanları tarafından Müslümanlar arasına sokulmuş olan hurafeleri, bid’atleri, yanlış inançları, kendilerinden bir şey ilave etmeden dini eski haline getiren müceddidlerdir. Hadis-i şerifte, (Her yüz yılda bir müceddid gelir. Ümmetimin işlerini yeniler) buyuruldu. Mesela, sultanlar içinde Ömer bin Abdülaziz, din bilgilerinde İmam-ı Şafii, tasavvufta Maruf-i Kerhi, esrar bilgilerinde İmam-ı Gazali, feyz vermekte ve harikalar, kerametler göstermekte,Abdülkadir Geylani, hadis ilminde İmam-ı Süyuti, tarikat, hakikat ve akaid bilgilerinin inceliklerini açıklamakta ve kalblere akıtmakta İmam-ı Rabbani, müceddid idiler. Hepsi, İslamiyet’in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet ettiler. (Mekatib-i şerife) Âlimin farz ve haram deme yetkisi Atalarımızın yolundayız Başka mezhebi taklit Bir mezhebe uymak Dinimizde dört delil vardır Dinimizi bozmaya çalışanlar Dört delilde dört mezhep Eshab-ı kiramın mezhebi İbadetler değişmez İcmanın manası ve dereceleri İctihad ve kıyas İctihad ve rahmet İmam-ı Rabbaniyi de tenkit İtikatta tek mezhep Kalbe danışmak Kıyas, örf ve ictihad Kitap, sünnet ve icma Mezhep nedir Mezhep taklidi ve Telfîk Modernist İslamcılık ve fıkıh Müctehid ve müceddid kime denir Taklitçi maymunlar Taklitçilik nedir, ne değildir Tasavvuf ehli müctehid id .
Sual: Müctehid ve müceddid ne demektir? Herkesçe bilinen müceddidler kimlerdir?
Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, toplayan, kitaba geçiren; açıkça bildirilmemiş, kapalı bildirilmiş olan bilgileri de anlayıp, açıklayabilen derin âlimlere Müctehid denir.
Hicretten 400 yıl sonra, müctehid yetişmedi. Müctehide ihtiyaç da kalmadı. Çünkü Allahü teâlâ ve Onun resulü Muhammed aleyhisselâm, kıyamete kadar, hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin şamil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni olaylara nasıl tatbik edileceklerini, tefsir ve fıkıh kitaplarında bildirirler. Müceddid denen bu âlimler kıyamete kadar mevcuttur. (S. Ebediyye)
Cahiller ve din düşmanları tarafından Müslümanlar arasına sokulmuş olan hurafeleri, bid’atleri, yanlış inançları, kendilerinden bir şey ilave etmeden dini eski haline getiren müceddidlerdir. Hadis-i şerifte, (Her yüz yılda bir müceddid gelir. Ümmetimin işlerini yeniler)buyuruldu. Mesela, sultanlar içinde Ömer bin Abdülaziz, din bilgilerinde İmam-ı Şafii, tasavvufta Maruf-i Kerhi, esrar bilgilerindeİmam-ı Gazali, feyz vermekte ve harikalar, kerametler göstermekte,Abdülkadir Geylani, hadis ilminde İmam-ı Süyuti, tarikat, hakikat ve akaid bilgilerinin inceliklerini açıklamakta ve kalplere akıtmakta İmam-ı Rabbani, müceddid idiler. Hepsi, İslamiyet’in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet ettiler. (Mekatib-i şerife)
Sual: Halkın mezhebinin olamayacağını söyleyip, mezhepler üstü hareket eden bir Abduhçu, hak veya bâtıl mezhep demeden, mezheplerdeki kavillerden birini alıp, (Benim tercih ettiğim doğru görüş budur) diyor. Günümüzde müctehid var mıdır? Olsa bile, (Şu mezhebin şu görüşleri doğru, fakat diğer görüşleri yanlıştır) deme yetkisine sahip midir? Yani Abduhçuların yaptığı gibi, dinimizde, mezhepler üstü ictihad yapabilen bir müctehid sınıfı var mı?
Hayır, asla böyle bir müctehid sınıfı yoktur. Müctehid olsa bile, kendi ictihadını bildirir, başka ictihada yanlış diyemez. Fakat günümüzde mutlak müctehid değil, mezhepte müctehid de yoktur. Hadis-i şerifte, (Her asır, önceki asırdan daha bozuk olur. Böylece Kıyamete kadar hep bozulur) buyuruluyor. (Tezkire-i Kurtubî muhtasarı, Hadika)
Bozula bozula hiç müctehid, hattâ hiç Müslüman kalmayacaktır. Kıyamet, kâfirlerin üstüne kopacaktır. Bir tek Müslüman kalsa Kıyamet kopmaz. (Bugün yarın Kıyamet kopabilir) yahut (Şu sene Kıyamet kopacaktır) diyenler de yanlış yoldadır. Bir hadis-i şerif:
(Yeryüzünde Allah diyen Müslüman kaldıkça Kıyamet kopmaz.)[Müslim]
Demek ki Müslümanlar gittikçe azalacak, müctehid zaten kalmayacak. Bu durumu bilen âlimler, (İctihad edecek kimse kalmadı, bu kapı kapandı) buyurmuşlardır. Bu, ictihadın yasak edilmesi demek değildir. Müctehid olmayınca kapı elbette kapanır. Bunun için Yusuf Nebhanîhazretleri, (Bugün müctehidlik taslayanın, aklı veya dini noksandır) buyurmuştur. Mizan-ül-kübra’da, dört mezhep imamından sonra, hiçbir âlimin, mutlak müctehid olduğunu iddia etmediği bildirilmiştir. Müctehid âlimler, Asr-ı saadette, Sahabe-i kiramın zamanında, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn devrinde bulunuyor, sohbet bereketiyle yetişiyordu. Zaman ilerleyip, fikirler bozulup, bid’atler çoğalınca, böyle kıymetli zatların azaldığı, hicri 4. asırdan sonra, bu vasfa malik bir âlimin kalmadığı da, Mizan-ül-kübra, Redd-ül-muhtar ve Hadika’da yazılıdır. Dört mezhepteki fukaha yedi derecedir:
1- Müctehid-i fiş-şer: Mutlak ve müstakil müctehiddir. Dört mezhebin imamları böyledir.
2- Müctehid-i fil-mezhep: Mezhebde mutlak müctehiddir. Müntesib müctehid de denir. İmam-ı Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed gibi. İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi âlimler de böyledir.
3- Müctehid-i fil-mesail: Bunlar meselede müctehiddir, kendi mezhebinin delillerini bilir. Ortaya yeni çıkan meselelerin hükümlerini bulurlar. Tahavi, Kerhi, Halvani, Serahsi, Pezdevi, Kadıhan gibi derin âlimler bu tabakadandır.
4- Eshab-ı tahric: Bunlar müctehid değildir. Mücmel [kısa] sözleri ve mübhem [kapalı] hükümleri açıklarlar. Ebu Bekr Ahmed Razi bu tabakadandır.
5- Eshab-ı tercih: Rivayetlerin sıhhat derecelerini, sahih, evla olanları seçerler. Kuduri ve Hidaye sahibi böyledir.
6- Eshab-ı temyiz: Kuvvetli, zayıf, zahir ve nadir haberleri birbirlerinden ayıran mukallid âlimlerdir. Kenz, Muhtar, İhtiyar, Vikaye kitaplarının sahipleri böyledir. Bunların kitaplarında zayıf rivayet olmaz. (Ümmetimden hak üzere olan âlimler, Kıyamete kadar bulunur) hadis-i şerifinde bildirildiği gibi, bu tabakadaki âlimler kıyamete kadar bulunurlar ve hakkı bâtıldan ayırırlar.
7- Mukallid: Bunlar, öteki tabakalarda bulunan âlimlerin kitaplarından doğru nakil yapabilen âlimlerdir. Bunlar, meşakkat olmadıkça, mezhebe muhalif fetva veremezler. Tahtavi, İbni Âbidin ve Dürr-ül-muhtar sahibi bunlardandır. (Mecmua-i Zühdiyye)
Görüldüğü gibi yedi tabakanın içinde, Abduhçu’nun dediği şekilde, kendini her mezhebin üstünde görerek, mezhepler arasında ictihad yapabilen bir müctehid tabakası yoktur. Bu bir hilkat garibesidir. Böyle söyleyen kimse, Abduh’un mutlak müctehidden de üstün olduğunu söylemiş olur. Tabiî kendisini de aynı kategoriye sokmuş oluyor. Başka bir husus da, dört hak mezhepten başkasını hak kabul etmek de yanlıştır. Bunlar İbni Teymiyye gibilerin görüşlerini de tercih edebiliyorlar. Böylece tam bir mezhepsizlik ortamı meydana çıkarmaya çalışıyorlar.
Abduhçular, her konuda reform yapmaya çalışıyorlar. Mesela, (Fıkıhta iki diyar vardır. Birine, dar-ül-İslam, diğerine de dar-ül-harb denir) diyorlar. Buna rağmen, mezhepler üstü müctehid diye bir şey çıkardıkları gibi, bir de dar-ül-sulh diye bir şey uydurdular. Yarın dar-ül-ittifak, dar-ül-diyalog gibi, kim bilir ne diyarlar çıkaracaklardır.
İbni Âbidin hazretleri, Hanefi mezhebindeki en kıymetli fıkıh kitabı olan kıymetli eserleriyle yedinci tabakada olunca, günümüzün müctehid taslakları hangi tabakaya girebilirler? Buna rağmen kendilerini birinci tabakada, hatta daha üstün görüyorlar.
Abdülgani Nablusi hazretleri buyuruyor ki:
Bir ibadette, bir konuda, birkaç mezhebi telfik etmek, dört mezhepten çıkmak ve beşinci bir mezhep meydana getirmek olur. Bu iş, karıştırmış olduğu mezheplerin hiçbirine göre sahih olmaz, bâtıl olur. Dini oyuncak yapmış olur. (Hulasat-üt-tahkik)
Görüldüğü gibi, hiçbir tabakada mezhepler arası tercih diye bir şey yoktur.
Mezheplerdeki kolay gelen, aklına uygun gelen hükümleri toplamayatelfik denir. Telfik ise haramdır. (Tahtavi)
Tasavvuf ehli müctehid idi
Sual: Tasavvuf büyüklerinin bir mezhebe bağlanmadıkları, mutlak müctehid oldukları söyleniyor. Böyle bir şey var mıdır?
Tasavvuf büyüklerinin hiçbiri, dört mezhepten ayrılmamıştır. Dört mezhepten ayrılmak, İslamiyet'ten ayrılmak olur. Tasavvuf büyüklerinin hepsi kemale gelmeden önce bir fıkıh âliminin mezhebinde idi. Mesela Cüneydi Bağdadi, Süfyan-ı Sevrinin mezhebinde idi. Abdülkadir-i Geylani, Hanbeli; Ebu Bekri Şibli, Maliki; İmam-ı Rabbani; Hanefi, Harisi Muhasibi Şafii idi. Zamanla mezhepte mutlak müctehid olanlar oldu. Mezhepte mutlak müctehid, dört mezhebin imamları gibi müstakil müctehid değildir.
Tasavvuf ehlinin mezhebi yoktur demek, mezheplerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evla olanı, ihtiyatlı olanı yapar demektir.
Tasavvufun yüksek derecesine varmış olan arif-i kamiller, zevk ve vicdan ile ictihad sahibi olurlar. Helal olan şeyleri, güzel kokuları ile, haramları da, habis kokuları ile anlarlar. Bir Arif-i kamilden feyiz almadıkça, ictihad derecesine yükselmek mümkün değildir. Bu dereceye yükselen Velinin, bir mezhebi taklit etmesine lüzum kalmaz. Onların Hanefi, Şafii olduklarını söylemeleri, bu dereceye yükselmeden önce taklit etmiş oldukları mezhepleridir. (Mizan-ül-kübra)
Dört mezhepteki fukaha yedi derecedir:
1- Müctehidi fiş-şer: Mutlak ve müstakil müctehiddir. Dört mezhebin imamları böyledir.
2- Müctehidi fil-mezhep: Mezhebde mutlak müctehiddir. Müntesib müctehid de denir. İmam-ı Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed gibi. İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi.
3- Müctehidi fil-mesail: Bunlar meselede müctehiddir, mezhebinin delillerini bilir. Ortaya yeni çıkan meselelerin hükümlerini bulurlar. Tahavi, Kerhi, Halvani, Serahsi, Pezdevi, Kadıhan gibi derin âlimler bu tabakadandır.
4- Eshabı tahric: Bunlar müctehid değildir. Mücmel sözleri ve mübhem hükümleri açıklarlar. Ebu Bekr Ahmed Razi bu tabakadandır.
5- Eshabı tercih: Rivayetlerin sıhhat derecelerini, sahih, evla olanları seçerler. Kuduri ve Hidaye sahibi böyledir.
6- Eshabı temyiz: Kuvvetli, zayıf, zahir ve nadir haberleri birbirlerinden ayıran mukallid âlimlerdir. Kenz, Muhtar, İhtiyar, Vikaye kitaplarının sahipleri böyledir. Bunların kitaplarında zayıf rivayet olmaz. (Ümmetimden hak üzere olan âlimler, Kıyamete kadar bulunur) hadis-i şerifinde bildirildiği gibi, bu tabakadaki âlimler kıyamete kadar bulunurlar ve hakkı batıldan ayırırlar.
7- Mukallid: Bunlar, öteki tabakalarda bulunan âlimlerin kitaplarından doğru nakil yapabilen âlimlerdir. Bunlar, meşakkat olmadıkça, mezhebe muhalif fetva veremezler. Tahtavi, İbni Abidin ve Dürr-ül-muhtar sahibi bunlardandır. (Mecmuai Zühdiyye)
Sahabenin hepsi müctehiddir
Sual: Kur’anda, (Âlimlere uyun!) buyuruluyor. Ayrıca Eshab-ı kiramdan Allah’ın razı olduğu, hepsinin Cennetlik olduğu bildiriliyor. Peygamberimiz de, onlara uyanın hidayete kavuşacağını bildiriyor. Âlim olmayana, müctehid olmayana uyulur mu? Buradan da sahabenin tamamının müctehid olduğu anlaşılmıyor mu?
Elbette, hepsi müctehiddir. Sekiz muhaddisin [hadis âliminin] bildirdiği bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.) [Taberanî, Beyhekî, İbni Asakir, Hatîb, Deylemî, Darimî, İ. Münavî, İbni Adiy]
Bu kadar hadis âliminin bildirdiği bir hadis-i şerifi bir kalemde silebilmek için, süper mezhepsiz olmak gerekir.
Eshab-ı kiramın her biri müctehid ve mezhep imamıydı. (Mizan, Hadika)
İbni Hacer-i Mekkî hazretleri buyurdu ki:
Eshab-ı kiramın nail oldukları yüksek şereflere başka hiç kimse kavuşamaz. O şereflerden biri şudur: Resulullah'ın mübarek nazarları onlara işlemiş ve hepsine manevi imdatla yardım etmiştir. Bu özellik, bunlardan başkasında bulunmuyor. Bunların üstünlüklerine, geniş ilimlerine, Resulullah’tan aldıkları hakikat mirasına, sonra gelenlerden hiçbiri kavuşamadı. Hepsi âdil, salih, veli, âlim ve müctehiddi. Kur’an-ı kerimde, (Allah onların hepsinden razıdır) buyuruldu. Onlardan birini kusurlu bilmek, bu âyet-i kerimeye inanmamak olur. (Savaik-ul-muhrika)
İmam-ı Busayrî hazretleri buyuruyor ki:
Eshab-ı kiramın hepsi de ictihad sahibiydi. Allahü teâlâ hepsinden razıydı, onlar da Allah’tan razıydı. Onlara hata isnat edilmez. (Kaside-i hemziye)
İmam-ı Şafiî, Risale-i kadime’de, (Eshab-ı kiram ilim, ictihad ve akılca hepimizden üstündür) buyurdu. (Mizan)
Sahabeyi kötülemek haramdır, çünkü hepsi müctehiddir. (M. Çihar Yâr-i Güzîn)
Sehl bin Abdullah Tüstürî hazretleri buyuruyor ki:
Sahabenin hepsini büyük bilmeyen, Resulullah’a iman etmiş olmaz.(Redd-i revafıd)
İmam-ı Teftazanî hazretleri buyurdu ki:
Sahabeye dil uzatanın sözü, Kur’an ve hadislere uygun değilse kâfir olur. Uygunsa büyük günaha girer, bid’at sahibi olur. (Şerh-i akaid)
İmam-ı a’zam, İmam-ı Mâlik gibi büyük din imamları, Sahabe-i kiramdan her birinin sözlerini, hareketlerini, işlerini hüccet ve senet olarak almışlardır. Müctehid olmayanın sözleri senet olarak alınmaz.
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki:
Eshab-ı kiram, sohbette, daha ilk günde, öyle şeylere kavuştu ki, sonra gelen en büyük Evliya, en nihayette, ancak, bundan bir parçaya kavuşabildi. İşte bunun içindir ki, Vahşi, Hazret-i Hamza’yı şehit etmişken, Müslüman olunca, bir kerecik sohbetle şereflendiği için, Tâbiinin en üstünü olan Veysel Karani’den daha üstün oldu, çünkü sohbetin fazileti, bütün faziletlerin ve kemâllerin üstündedir. (1/66, 1/210)
Muhammed Masum Farukî hazretleri buyuruyor ki:
Eshab-ı kiramın hepsi fena fillah [Evliya] makamına yükselmiştir. Bu marifete [bu dereceye] kavuşanlara müjdeler olsun! (2/6)
Eshab-ı kiram sohbette bulundukları için, hepsi Cennetlik olmuştur. Hepsi de, peygamberler hariç bütün insanlardan üstündür. Dört hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Rabbim bana vahyetti ki: “Eshabın gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı bazısından daha parlaktır. Onlardan birine uyan hidayet üzeredir.”) [Deylemi]
(Eshabım, cin ve insanların hepsinden daha üstündür.) [Bezzar]
(Eshabımdan herhangi birine uyan, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur.) [Beyhekî]
(İnsanların en hayırlısı, asrımdaki Müslümanlar [Eshab-ı kiram]dır.) [Buharî]
Meşhur bir beyt şöyledir:
Âlimin bir nazarı, bulunmaz hazinedir,
Bir sohbeti, yıllarca, bitmez kütüphanedir.
Âlimin bir nazarı bir hazine olursa, Resulullah’ın mübarek nazarının, sohbetinin ne büyük servet olacağını düşünmelidir.
Sual: Evet sohbet kıymetli ama ilim öğrenmeye sebep olmaz. Sohbet ile insan müctehid olur mu hiç? Sohbet ile müctehidlik karışmış olmuyor mu?
Allah Resulünün sohbeti ile, Şevkani’nin, Efgani’nin ve Abduh’un sohbetini birbirine karıştırmamak lazım. Bunların sohbeti zehir, Resulullahınki kalblere şifadır. Resulullahın sohbetinin üstünlüğü, bütün derecelerin, bütün faziletlerin, bütün şereflerin üstündedir. Bunları ancak bid’at ehli olan inkâr eder.
Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden olan İmam-ı Rabbanihazretleri buyuruyor ki:
Ehl-i beytin ve Eshab-ı kiramın hepsini sevmek, saymak lazımdır. Birini sevmemek, hepsini sevmemek olur. Çünkü, insanların en iyisinin sohbeti ile şereflenmek fazileti, hepsinde vardır. Sohbetin fazileti ise, bütün faziletlerin üstündedir. İşte bunun için, Tâbi’inin en üstünü olan Veysel Karani, Eshab-ı kiramın en aşağısının derecesine yetişemedi. Hiçbir üstünlük, sohbetin üstünlüğü kadar olamaz. Çünkü, sohbete kavuşanların [Eshab-ı kiramın] imanları, sohbetin bereketi ve vahyin bereketi sayesinde, görmüş gibi kuvvetli iman olur. Sonra gelenlerden hiçbir kimsenin imanı, bu kadar yüksek olmadı. (m.59)
Eshab-ı kiram arasındaki ayrılıklar, savaşlar, nefslerine uyarak değildi. Onların mübarek nefsleri, insanların en iyisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmakla, kalbleri cilalayan sözlerini dinlemekle, tezkiye bulmuş, emmârelikten kurtulmuştu. Nefslerinde, İslamiyet’e uymayan istek kalmamıştı. (m.54)
Eshab-ı kiram, o Serverin “aleyhisselam” sohbetinde, daha ilk günde, öyle şeylere kavuştu ki, sonra gelen en büyük Evliya, en nihayette, ancak, bundan bir parçaya kavuşabildi. İşte bunun içindir ki, Vahşi, Hazret-i Hamza'yı şehit etmiş iken, Müslüman olunca, bir kerecik, Seyyid-il-evvelin vel-âhirinin sohbeti ile şereflendiği için, Tâbi’inin en üstünü olan, Veysel Karani’den daha yukarı oldu. Hayr-ül-beşerin “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselam” sohbetinin başlangıcında Vahşi’ye “radıyallahü anh” nasip olanlara, Veysel Karani, o kadar yüksek olduğu halde, sonunda bile kavuşamadı. (m.66)
Hiç bir şey sohbet gibi faydalı değildir. Resulullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshabı, sohbet ile, başkalarından daha üstün oldular. Peygamberlerden “aleyhimüsselam” başka herkesten, hatta Veysel Karani’den ve Ömer bin Abdülaziz’den daha üstün oldular. Halbuki Veysel Karani ile Ömer bin Abdülaziz son dereceye yükselmişler ve sohbetten başka kemâlâtın hepsine varmışlardı. Bunun için, Hazret-i Muaviye’nin yanılması, Resulullahın sohbeti bereketi ile, o ikisinin doğru işlerinden daha hayırlı oldu. Bunun gibi, Amr ibni Âs’ın yanlış bir işi, o ikisinin şuurlu işinden daha üstün oldu. Çünkü bu büyükler, Resulullahı görmekle, melekle birlikte bulunmakla, vahyi ve mucizeleri görmekle, imanları görerek inanmak oldu. Bu saydığımız üstünlükler, bütün başka üstünlüklerin temelidir, kaynağıdır. Eshab-ı kiramdan başkası bunlara kavuşamadı. Veysel Karani, sohbetin bu üstünlüklerini bilseydi, hiçbir şey onu sohbetten alıkoyamazdı. Bu üstünlüğe kavuşmak için her şeyi bırakırdı. (m.120)
Tâbi’inin en üstünü olan Veysel Karani, Hazret-i Hamza'nın katili olan Vahşi’nin “radıyallahü anhümâ”, Resulullahın bir kerecik sohbetinde bulunmakla yükseldiği mertebeye yetişemedi. Çünkü sohbetin fazileti, bütün faziletlerin ve kemâllerin üstündedir. Çünkü, onların imanları, görerek kuvvetlendi. Bu nimet, başkalarına nasip olmadı. (m.210)
Veysel Karani, yanında olmadığı için, yanında olanlardan [Eshab-ı kiramdan] en aşağıdakinin derecesine yükselemedi. Bunun için de, onun dağ kadar altın sadaka vermesi, bir avuç arpa sadakalarının sevabı gibi olamadı. Hiç bir şeref, sohbet şerefi gibi olamaz! (m.222)
Üveys-i Karniyi “rahmetullahi aleyh” düşünün! Uzlet etmek istedi. Bunun için, insanların en iyisinin “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselam” sohbetine kavuşamadı. Sohbetin yükselttiği derecelere erişemedi. Tâbi’inden oldu. Birinci olmaktan, ikinci dereceye düştü. (m. 270)
Sual: Eshab-ı kiram, mahlukların en iyisinin “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslimât” sohbetinde bir kere bulunmakla, bütün ümmetin Evliyasından daha üstün oldular. Acaba bütün bu Seyr ve Süluk ve Fenâ ve Bekâ, bunlarda bir sohbette mi hasıl oldu? Yoksa, bu bir sohbet, seyr ve sülukun ve fenâ ve bekanın hepsinden daha mı üstün idi?
Bu güç sorularınızı cevaplandırmak, yazmakla olmaz. Bir arada bulunmak, uzun zaman hizmet etmek lazımdır. Bu kadar zaman içinde kimsenin söylemediği şeyleri bir defada söylemek ve bir kalemde yazmak kolay olur mu? Fakat, sorduğunuz için, cevapsız bırakmak da olamaz. Fenâ ve Bekâ ve Süluk ve Cezbe ile olan yaklaşmaya Kurb-i vilâyet denir. Bu ümmetin evliyası, bu yaklaşmak ile şereflenmişlerdir. Eshab-ı kiramın, Hayr-ül-enâmın = [insanların en hayırlısının] sohbetinde “aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselam” kavuştukları yakınlık ise, Kurb-i nübüvvet’tir. Resulullaha uyarak ve Ona vâris olarak kavuşmuşlardır. (m.313)
Görüldüğü gibi İmam-ı rabbani hazretleri, diğer insanlardan her bakımdan üstün olduğunu bildiriyor. İman yönüyle üstündür, fazilet yönüyle üstündür, ilim yönüyle üstündür. Zahiri ve Bâtıni ilim yönünden üstündür. İlim yönüyle üstün olunca, başka müctehidlerden elbette üstündür.
İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyuruyor ki:
Eshab-ı kiramın hepsini adil, salih, evliya, âlim, müctehid bilmek her Müslümana lazımdır. Kur'an-ı kerimde, (Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdır) buyuruluyor. Onlardan birini kötülemek, bu âyete inanmamak olur. (Savaık-ul muhrika)
Dikkat edilirse İbni Hacer-i Mekki hazretleri de eshab-ı kiram için müctehid idi diyor, aynen İmam-ı Rabbani hazretleri gibi söylüyor. Zaten İslam âlimleri inançla ilgili bilgilerde birbirine farklı konuşmaz, amele ait ictihadları farklı olabilir. Bu da dinimizin emridir.
Âlimin bir nazarı, bulunmaz hazinedir,
Bir sohbeti, yıllarca, bitmez kütüphanedir.
Âlimin bir nazarı bir hazine olursa, Resulullahın nazarı ne olur acaba düşünebiliyor musunuz?
Sual: Size göre bir insan büyük günah işlese, mesela içki içse bu kimse evliya olabilir mi?
Bize göre size göre din olmaz. Allah neyi bildirmişse, Resulü neyi açıklamışsa, Resulullahın vârisleri neyi bildirmişse doğru odur.
Allahü teâlâ (Onların hepsine Cenneti söz verdim, ben onlardan razıyım, onlar da benden razıdır) buyuruyor. Resulü de, (Eshabım bütün insan ve cinlerden üstündür) buyuruyor. Ehl-i sünnet uleması, (En büyük evliya, eshab-ı kiram derecesine yükselemez)buyuruyor. Hâşâ, Allah ve Resulü ve Ulema yanlış mı söylüyor?
Sual: Evliya büyük günah işler mi? Sahabeden büyük günah işleyenler olduğuna göre, sahabeye evliyadan üstün gözü ile bakmak uygun olur mu?
Evliya büyük günah işlemekle evliyalıktan düşmez. Evliya büyük günahta ısrar etmez. İşte vesikası:
Büyük âlim ve on üçüncü asrın müceddidlerinden Mevlana Halidi Bağdadi hazretleri, (Adab-ı tarikai aliyye) kitabında buyuruyor ki:
(Ehlullaha itiraz eden kimsenin küfür üzere öleceğini gösteren hadis-i şerifler vardır. Evliyanın masum olması şart değildir. Eshab-ı kiram arasında had cezası verilen ve eli kesilen oldu. Halbuki, Sahabenin en aşağı derecede olanı da Veli idi. Hepsi, Sahabi olmayan Velilerin hepsinden daha yüksek idiler. Velilerin hepsi, günaha devam etmekten mahfuzdur. Belki, bazen günah işlediği için pişmanlıkları, ağlamaları, Allahü teâlâya yalvarmaları daha çok olur. Dereceleri artar. Bu sebeple, Hikemi Ataiyye’de, (Zillet ve inkisara sebep olan günah, izzeti nefse ve kibre sebep olan taatten daha hayırlıdır) denilmiştir. Amelleri ve sıfatları müsavi olan iki Veliden, tevbesi daha çok olanın, masum olandan daha üstün olduğu bildirildi.) Buhari’de diyor ki: (Eshab-ı kiramdan Abdullah adında birine, şarap içtiği için had cezası verildi. Resulullah buna lanet edildiğini işitince, (Ona lanet etmeyin! Çünkü O, Allah’ı ve Resulünü sevmektedir) buyurdu. Merec-ül-bahreyn’de, Ahmed Zerruktan alarak diyor ki: (Masum olmak, kusursuz olmak, Peygamberlere mahsustur. Velinin masum olması şart değildir. Israr ve devam olmadan, büyük günah işlemek, vilayeti bozmaz. Veli, günahından vazgeçer ve tevbe eder. Günah işlemek, insanı helak etmez. Günaha devam etmek, tevbeyi terk etmek, helak eder. Âdem aleyhisselamın zellesi ile, İblisin isyanı, bundan dolayı farklı oldu.)
Sual: Sahabenin hepsinin müctehid olduğunun söylemek akla aykırı değil mi? Nakil de olmadığına göre, sahabeye müctehid denemez, öyle değil mi?
Akıl senet değildir. Hele sizin ve bizim aklımız hiç senet olmaz. Nakilden kastınız galiba Abduh ve benzerleridir. Âyet, hadis ve Ehl-i sünnet uleması değildir. Eğer bunlara itibar edilseydi, (Eshabın hepsine Cenneti söz verdim onların hepsinden razıyım, hepsi seçilmiştir, diğer ümmetlerden üstündür) meallerindeki âyet-i kerimelere ve (Eshabım cin ve insanların hepsinden üstündür, hepsi Cennetliktir) mealindeki hadis-i şeriflere inanmak gerekirdi. Bunları ve ulemanın sözlerini nakil kabul etmiyorsanız, size başka sözümüz olamaz.
Sual: Sahabe de bizler gibi bilgi yönünden farklı kimseler değil miydi?
Elbette farklılık vardı ancak parlaklıkta, yıldızların birbirine olan parlaklığı gibi olduğu, âyet-i kerimede ve hadis-i şeriflerde bildiriliyor.(Sonra Müslüman olanlar öncekiler gibi olamaz, ama hepsi de Cennetliktir) buyurulmuyor mu?
Evliya mum ışığı ise, eshab-ı kiram yıldızdır, Resulullah ise güneştir.
Sual: Eshab-ı kiramın içinde, işçi, köylü, çiftçi, esnaf, köle, hizmetçi ve çoban olan kimseler var idi. Bu bakımdan sahabenin hepsinin müctehid olduğunu söyleyenleri duyunca aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Sizin aklınıza böyle bir şey olmuyor mu?
Siz aklınızı kaçırsanız da, Allahü teâlâ, Resulü ve Resulullahın vârisleri öyle demiyor. Onların müctehid olacak kadar ilme sahip olmaları Resulullahın mucizeleri ile oluyor. Allahü teâlâ, Eshab içinde çoban, köle, işçi, köylü olacağını bilmiyor muydu? Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an-ı kerimde niye onları övdü? Hepsinden razıyım niye dedi? Hepsi Allah’tan niye razı oldu? Hepsine Cenneti söz veriyorum diye niye söyledi? Hâşâ onlar cahil ise, Resulullah niye onları, (Hidayet yıldızları) olarak gösterdi? Dört mezhep imamı eshab-ı kiramın sözlerini niçin senet olarak aldılar?
İşçi, köylü, çoban, çiftçi dediğiniz mübarek zatlar, o ilimleri Nuri efendiden, Dursun efendiden tahsil etmediler. Onlar, Allah Resulünden aldılar. Allah’ın Resulü bir bakmakla o makama yükseldiler. Bu mucizeden şüphe eden Allahü teâlânın kudretinden şüphe etmiş olur. Sizin aklınızı oynatacak gibi olmanız, mucizeye inanmayışınızdan dolayıdır. İnansanız Allah’ın kudretinden şüphe etmezsiniz. Mucizeleri kabul etmeyen bid’at ehli hep tevil etmiştir. Mesela Abduh, Ebabil kuşlarının bir taş atarak askerleri öldürmesine, mikrop demiştir. Mucizeye bir türlü akıl erdirememiş ve akıllarını oynatmışlar, kimi mason olmuş, kimi de mezhepsiz.
Miraca çıkan, Ay’ı ikiye yaran ve sayısız mucizeleri gösteren Allah Resulünün bir bakışı, eshabı en yüksek dereceye yükseltti. O ilim için senelerce tahsil gerekmez. Elçi olarak yabancı ülkeye gidecekler, bir anda yabancı dilleri öğreniyordu. Bunlar Resulullahın mucizesidir. Abduh ve yandaşları böyle mucizelere inanmaz.
Sual: Eğer sahabe içinde müctehid varsa, mezhepleri hakkında niçin en ufak bir bilgi yoktur? Eğer müctehid iseler, lütfen bana dört halifenin mezhebinin esaslarını söyleyebilir misiniz? Neydi onların mezhebi?
Bu konu geniş olarak sitemizde diğer maddelerde var. Burada kısaca şunu söyleyelim, sadece Eshab-ı kiram değil, tabiinden de, tebe-i tabiinden de bir çok müctehid zatlar var idi. Mesela Hasan-ı Basri, Süfyan-ı Sevri, Muhammed Bakır, müctehid âlimler idi. Ancak ne dört halifenin, ne diğer eshab-ı kiramın, ne de bu saydığımız zatların hiç birinin mezhebi tedvin edilmedi. Bunun için onların mezhepleri bilinmiyor. Mezhepleri bilinmiyor diye onlar müctehid değil mi diyeceğiz?
Sual: Ebu Hanife, (Resulullah'ın hadis-i şerifleri başımızın tacıdır. Eshab-ı kiramın sözlerine uyarız. Tâbiînin sözleri ise, bizim sözlerimiz gibidir) diyor. Zamanın Halifesi de, İmam-ı Malik’e, (Eserin Muvatta’yı Kâbe’nin duvarına asalım, bütün Medine halkı bununla amel etsin) dediğinde, İmam-ı Mâlik, Resulullah'ın kabrini gösterip, (Bu kabrin sahibi dışında herkesin sözü, alınabilir de, alınmayabilir de) diyor. Böylece, bu iki imam da bir mezhebe uymayı caiz görmediği hâlde, âyet ve hadisten başka delil olduğu söylenebilir mi?
Mezhep imamlarımızın, bir mezhebe uymayı caiz görmediklerini söylemek, onlara iftira olur. İmam-ı a'zamın sözü, kendisi gibi müctehid olan zatlar içindir. Müctehid, başka müctehide uymaz, kendi ictihadına uyar. Onun için farklı mezhepler meydana çıkmıştır. İmam-ı Mâlik’in sözü de, hem müctehidler için, hem de herkesi tek mezhebe uymaya zorlamanın, rahmeti daraltacağını, sünnete uymayacağını bildirmek içindir. Çünkü (Müctehid âlimlerin farklı ictihadları rahmettir) hadis-i şerifine göre, herkes bir mezheple amel etmeye zorlanırsa, rahmet daralmış, diğer mezheplerden istifade imkânı kalmamış olur. İmam-ı Mâlik, (Her mezhep yaşasın, tek mezheple amel etmeye mecbur etmeyin) demek istemiştir.
(Herkesin sözü, alınabilir de, alınmayabilir de) sözü de, herkesin tek bir mezhebe uymasının zorunlu olmadığını, dört mezhebin de hak olduğunu, müctehid olan zatların kendi ictihadlarıyla amel etmesi gerektiğini göstermektedir. Bir mezhebe tâbi olan bizlerin ise, mezhebimizdeki fetva verilen hükme uymamız şarttır. Bizim, mezhebimizdeki müctehid âlimin sözünü almama gibi bir yetkimiz yoktur. Öyle olsaydı, Kur’an-ı kerimde, (Bilmiyorsanız âlimlere sorun) buyurulmazdı. Müctehid âlimler, Resulullah'ın vârisidir. Vâris olan âlimlerin bildirdiği hükümleri atmaya, kimsenin yetkisi yoktur. Hattâ yetkili bir âlim bile, diğer bir âlimin sözünü yetkisiz hâle getiremez, çünkü Mecelle’deki (İctihad ictihadla nakzedilemez)kaidesi meşhurdur.
KALFAT.COM YANİDİİİNİMİZİSLAM.COM
İctihad nedir, müctehid kime denir?
Günlerdir; İslamın anayasası olan Kur’an-ı kerimin esas muhatabının, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam olduğunu, gerçek tefsirini ancak onun yapacağını bildirdik. Peki, Kur’an-ı kerim tefsiri, açıklaması olan Hadis-i şerifleri anlayabilir miyiz, bunlarla amel edebilir miyiz?
Bu da mümkün değil, çünkü nasıl ki, Kur’an-ı kerimin muhatabı Peygamber Efendimiz ise, hadisi şeriflerin de muhatabı Eshab-ı kiram ve islam hukukçusu olan müctehid alimlerdir. Şimdi ictihad nedir, müctehid nedir, biraz da bunun üzerinde durmak istiyorum.
Bilindiği gibi, edille-i şerriyye yani dinimizin kaynağı dörttür. Bunlar, Kur’an-ı kerim, Sünnet (hadis-i şerifler), İcmaı ümmet ve Kıyas-ı fukahadır. Sünnet, icma ve kıyas, Kur’an-ı kerimde bulunmıyan şeyleri eklemek değildir. Bunlar, Kur’an-ı kerimin içinde kapalı olarak bulunan bilgileri meydana çıkarmaktadır. Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını, Kur’an-ı kerimde açık olarak bulamazsa, hadis-i şeriflere bakar. Bunlarda da açıkça bulamazsa, bu iş için, İcma var ise, öyle yapılmasını bildirir. Bunların dışında kalan herşey bid’attir.
Büyük âlim Muhammed Hadimi hazretleri Berika kitabında buyurdu ki: “Edille-i şerıyyenin dört olması, müctehidler içindir. Mukallidler, yani dört mezhebden birinde olanlar için delil, senet, bulunduğu mezhebin hükmüdür. Çünkü, mukallidler, nasstan (ayet ve hadisten) hüküm çıkaramaz. Bunun için, bir mezhebin bir hükmü, nassa uymuyor gibi görünse de, yine o mezhebe uymak gerekir. Çünkü nass, ictihad isteyebilir, tevili gerekebilir, neshedilmiş olabilir. Bunu da ancak müctehid anlar.”
Dini bozmak, dinde reform yapmak istiyenler, dinimizdeki dört delilden ikisini inkar edip sadece “Kitap ve sünnet” diyorlar. Hatta bazıları, son zamanlarda daha ileri gidip, sünneti de kabul etmiyorlar. Tek kaynak Kur’an diyorlar. Bunların asıl maksadı Kur’an-ı kerimi inkardır. Edille-i şerıyyeden, dindeki dört delilden üçü inkar edilince, herkes kendi anladığını doğru kabul edecek, herkesin anladığı din olacak.
Böylece insan sayısı kadar din meydana gelecek. Bir kargaşa yaşanacak. Maksatları İslâmiyeti yıkmaktır. Fakat buna muvaffak olamıyacakları Kur’an-ı kerimde bildirilmektedir. Mealen “Onlar, ağızları ile Allahın nurunu (Allahın dinini, kitabını, delillerini) söndürmeye yelteniyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır” buyuruluyor. (Saf
Mezheplerin kaynağı olan kıyas
Ehli sünnete göre mezhepler, dinin dört kaynağı olan Kıyas üzerine bina edilir. Kıyas, bir şeyi başka şeye benzetmek demektir. Fıkıhta, nasstan (Kur’an-ı kerimden, Hadis-i şeriflerden) anlaşılamıyan bir şeyin hükmünü, bu şeye benziyen başka şeyin hükmünden anlamak demektir.
Kıyas, Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin, derin, örtülü manalarını meydana çıkarmaktır. Eshab-ı kiram da kıyas yapar, onların da ayrı mezhebleri var idi. Beydavi tefsirinde kıyas ve icmaın, İmran suresinin 108. ayetinde emredildiği yazılıdır. İbni Abidin hazretleri, “Kıyas ile anlaşılan bilgileri kabul etmiyen, doğru yoldan saparak bid’at ehli olur, muhakkak Cehenneme girer” buyuruyor.
Kıyasın delil olduğu aklen ve naklen sabittir. (Fatebiru) ayet-i kerimesine, “Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyas edin” manası verilmiştir. Bu ayet-i kerimenin, kıyasın caiz ve gerektiğini bildirdiği, Beydavi tefsirinde yazılıdır.
Araf suresinin, “Allahü teâlâ, rüzgarı, rahmeti olan yağmurdan önce, müjdeci gönderir. Rüzgarlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırır, o yağmurla yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de mezarlarından böyle çıkaracağız” mealindeki 57. ayet-i kerimesi de kıyasın hak olduğunu isbat etmektedir. Bu ayette, ihtilaflı olan bir şeyi, sözbirliği ile anlaşılmış olana benzetmek bildirilmektedir. Çünkü, Allahü teâlânın yağmur yağdırdığını ve yerden ot çıkardığını, hepsi biliyordu. Öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu, yeryüzünün kuruduktan sonra tekrar yeşillenmesine benzeterek isbat etmektedir.
Kıyası, ictihad yapma yetkisi olan müctehidler yapabilir. İctihâd, gücü, kuvveti yettiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. İctihâddan maksat, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden, mânaları açıkça anlaşılmıyanları, açıkça bildiren diğer ahkâm-ı şer’ıyyeye kıyâs ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya uğraşmak, çalışmak demektir.
Meselâ anaya, babaya itaati emreden âyet-i kerimede,”Onlara, öf sıkıldım demeyin!” buyuruluyor. Dövmekten, söğmekten bahis buyurulmamıştır. Âyet-i kerimede, yalnız bunların en hafîfi olan “öf” kelimesi açıkça bildirildiğine göre, müctehidler, dövmenin, söğmenin ve hakâret etmenin elbette haram olacağını ictihâd etmişlerdir.
İctihad kapısını zorlayanlar!
İslamiyeti yıkmak için uğraşanlar, kitaplarında ve konferanslarında “ictihâd kapısı kapandı” sözüne saldırıyor. Gerçek müctehidleri kötüleyip, cahillikle suçlayarak bunları safdışı bırakmak istiyorlar. Bunların yerine, kendilerini açıkca söylemeseler de müctehid ilan ediyorlar. Çürük ve boş kafalarından, ağızlarına sızan hezeyânları, dinleyicilere gülünç olmaktan başka tesîr yapamıyor. Çünkü aklı başında çok kimse, böyle söyliyenlerin maksatlarını artık anlıyabiliyor. İctihad kapısını açmaktaki gayelerinin, mezhepsizliği meşrulaştırmak “dini yok etmek için yeni kapı açmak” olduğunu görebiliyorlar. Çünkü, mezhepsizlik dinsizliğe bir köprüdür.
Geçmişte ehli olan kimselerin yaptığı İctihâdlar, bir ibâdet olduğundan, yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihâdına yanlış demez, onu kötülemez. Çünkü, her müctehide, kendi ictihâdı haktır ve doğrudur.
Meselâ, imam-ı Şâfi’î, Hanefî mezhebinde olmadığı hâlde, “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin re’y ve ictihâdını beğenmiyene, Allahü teâlâ lânet etsin!” yâni merhamet etmesin buyurmuştur.
Server-i âlem uzak memleketlere gönderdikleri Sahâbe-i kirâma, güçlük karşısında kalınca, âyet-i kerimelere mürâcaat etmelerini, orada bulamazlarsa, kendi re’y ve ictihâdları ile hareket etmelerini emir buyururdu. Kendilerinden daha yüksek ilimli ve fikirli olsalar dahî, başkalarının fikir ve ictihâdına uymamalarını emir buyururdu.
İşte bunun gibi, imam-ı Ebû Yûsüf ve imam-ı Muhammed de hocaları, üstâdları olan imam-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin fikir ve re’yine tâbi olmayıp, kendi ictihâdları ile hareket ederlerdi. Hâlbuki, İmâm-ı a’zamın ilmi, fikri, onların üstünde idi ve onların üstâdı idi.
Dört mezhep arasındaki farklar da, bundan ileri gelmektedir. Meselâ Hanefî mezhebinde kan akınca abdest bozulduğu hâlde, imam-ı Şâfi’înin ictihâdında bozulmuyor. Şâfi’î mezhebinde bulunan biri, elinden kan akınca, abdest almadan namaz kılarsa, hiçbir hanefî, ona abdestsiz namaz kıldı diyemez. Çünkü onun tâbi olduğu mezhep imamının ictihâdı böyledir.
Hanefî mezhebinde bulunan bir kimse, yabancı bir kadının derisine dokunduktan sonra, abdestini yenilemeden namaz kılsa, hiçbir şâfi’î de, o hanefînin abdestsiz namaz kıldığını söyliyemez. Birbirine uymıyan sözleri, hep ictihâdları olup, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış, bozuk dememiştir.
Mazlumun bedduasından sakın!
İslam âlimleri, ictihad etme ehliyeti olanın ictihad etmesinin lazım olduğunu şu meşhur hadis-i şeriften çıkarmışlardır: Peygamber Efendimiz, bir gün sabah namazını kıldırdıktan sonra cemaate yüzünü döndürüp “Hanginiz Yemen’e hazırlanıp gider?” diye sordu. Muaz bin Cebel hazretleri kalkıp “Ben giderim ya Resulallah!” dedi. Peygamberimiz “Ey Muaz! Bu vazife, senindir!” buyurdu.
Muaz bin Cebel, kadılık, hakimlik yapacak, halka İslamiyeti, Kur’an okumayı öğretecek, Yemen ülkesinde tahsil edilen zekat ve sadakaları da vazifelilerinden teslim alacaktı.
Peygamber Efendimiz, Muaz bin Cebel hazretlerini bu vazifelerle Yemen’e gönderirken “Sana bir dava getirilip arz edildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verirsin?” diye sordu.
Muaz bin Cebel “Allahın Kitabındaki hükümlere göre hüküm veririm!” dedi. Peygamberimiz “Eğer Allahın Kitabında dayanacağın açık bir hüküm olmazsa? Neye göre hüküm verirsin?” diye sordu
Muaz bin Cebel “Resulullahın o husustaki hükümlerine Sünnetine göre hüküm veririm!” dedi. Peygamberimiz “Eğer, Resulullahın hükümlerinde Sünnetinde de dayanacak bir hüküm bulunmazsa, ne yaparsın?” diye sordu
Muaz bin Cebel “O zaman, ben de tereddüd etmeden kendi görüşüme göre ictihad eder, hüküm veririm!” dedi
Bunun üzerine, Peygamberimiz, elini Muaz bin Cebel’in göğsünü sığayarak “Hamd olsun o Allah’a ki, Resulullahın Elçisini , Resulullahın hoşnud olacağı şeye muvaffak kıldı.” buyurdu.
Sonra şu tavsiyelerde bulundu:
“Sen, Kitap ehli olan bir kavme gidiyorsun. Onları, Allahdan başka ilah bulunmadığına, benim de, Resulullah olduğuma şehadet getirmeğe davet et! Eğer, bu hususta sana itaat ederlerse, kendilerine bildir ki: Allah onlara, her gün ve gecede, beş vakit namazı farz kılmıştır. Eğer, sana bu hususta da, itaat ederlerse, onlara bildir ki: Allah, kendilerine, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek bir zekat farz kılmıştır. Eğer, sana bu hususta da, itaat ederlerse, sakın, mallarının en kıymetlilerini alma! Mazlumun bedduasından sakın! Çünkü, bu dua ile yüce Allah arasında perde yoktur! Allah için tevazu göster. Allah, seni yükseltir. Sakın, iyice bilmedikçe, hüküm verme! Sana, müşkil, karmaşık gelen işi ehline sor, danış, utanma! En sonra ictihad et!” buyurdu.
Doğru ve yanlış ictihâdlar
Dinimizin emir ve yasaklarının hepsi Kur’ân-ı kerîmden çıkmaktadır. Kur’ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere gönderilmiş olan, bütün kitaplardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamaktadır. Kur’an-ı kerimdeki ahkam üç kısımdır: Birinci kısım, ilim ve akıl sahiplerinin anlıyabileceği açık hükümler. Kur’ân-ı kerîmdeki ikinci kısım ahkâm açıkça anlaşılmaz. İctihâd yolu ile meydâna çıkarılabilir.
İctihadda, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize uymayabilirdi. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamânında hatâlı ve şüpheli olamazdı. Çünkü, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı.
Bundan dolayıdır ki, vahiy zamanında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ’ hâsıl olmıyan ictihâdlarda şüphe etmek, îmânı gidermez.
Kur’ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize gösterilmiş, bildirilmiştir. Başkasına bildirilmez.
Bu ahkâm da, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılamaz. Bütün Müslümanların, bunlara inanması ve tâbi’ olması lâzımdır.
Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi’ olması lâzımdır. Peygamberimiz uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes’elelerde, Kur’ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur’ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re’y ve ictihâdları ile amel etmelerini emir buyururdu.
Kendilerinden dahâ âlim, daha yüksek olsalar bile, başkalarının fikir ve ictihâdlarına tâbi’ olmaktan men’ ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.
Vücut yapısı ve iklim şartları
Eshâb-ı kirâmın inanışları hep aynı idi. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş işleri yapmakta da, birbirlerine uygun idiler. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş birşeye inanmayı dînimiz emretmemiştir.
Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla uygun olanlara inanılır. Açıkça emir veya yasak edilmemiş işler ise, böyle değildir. Böyle işleri yapıp yapmamakta, açıkça bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü teâlâ, derin âlimlere emretmekdedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere “Müctehid” denir. Bu benzetmek işine, “İctihâd” denir.
Bir müctehidin ictihâd ederek elde etdiği bilgilerin hepsine, o müctehidin “Mezheb”i denir. Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyyet bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tesavvuf ma’rifetlerinde birer deryâ idiler. Bu bilgilerin hepsini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek cemâlini görmekle ve kalblere işliyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler.
Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veyâ çok farklı idi. Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kirâmın mezheblerinden yalnız dördü kitâblara geçip, dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin îmânları, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ortak olan îmânıdır.
Bunun için, dördüne de “Ehl-i sünnet” denir. İmânları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymıyan işlerini de, zarûret olunca, birbirlerini taklîd ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemiştir.
Bu ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından Müslümanlara rahmet olduğunu, Peygamberimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, Müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır.
Her Müslüman, vücûd yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayâtına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbâdetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, herşey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsıl olmazdı. Kıyâmete kadar, dünyânın her yerinde, her Müslümanın tek bir nizâm, tek bir emir altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.
Kitap, Sünnet ve İcmâ-i ümmet
İmam-ı Şarani hazretleri “Mîzân-ül-kübrâ” kitabında buyuruyor ki: Hadîs-i şerîfte, “Resûlün yanında nizâ’, cidâl yapmayınız!” buyurdu. Onun dîninin âlimleri ile nizâ’, cidâl yapmak, onların doğru olan ictihâdlarının çürük olduklarını göstermeğe kalkışmak, Onunla cidâl etmek demektir. Çünkü, âlimler, Resûlullahın vârisleridir.
Resûlullahın getirdiklerinin hepsine, hikmetlerini, delîllerini anlamasak bile, îmân ve tasdîk etmemiz lâzım olduğu gibi, mezheb imâmlarımızdan gelen bilgilere de, delîllerini anlamasak bile, islâmiyyete muhâlif olmadıkları için îmân ve tasdîk etmemiz lâzımdır.
Peygamberlerin hepsinin “aleyhimüssalâtü vesselâm” dinleri amelde ihtilâflı, hattâ birbirlerine zıt hükümleri bulunduğu hâlde, hepsine îmân ve tasdîk etmemiz lâzımdır. Böyle olduğunu âlimlerimiz sözbirliği ile bildirmişlerdir. Mezhebler de, bunun gibidir.
Müctehid olmıyanların, mezhebler arasında ayrılıklar bulunduğunu gördükleri hâlde, hepsine îmân ve tasdîk etmeleri lâzımdır. Müctehid olmıyan birinin, bir mezhebi hatâlı görmesi, o mezhebin hatâlı olduğunu göstermez. O kimsenin hatâlı olduğunu, anlayışının kıt olduğunu gösterir.
İmâm-ı Şâfi’î, teslim olmak, îmânın yarısıdır buyurdu. Rebî’ hazretleri bunu işitince, hayır, îmânın hepsidir dedi. İmâm-ı Şâfi’î, bu sözü kabûl eyledi. Yine imâm-ı Şâfi’î “İmânı kâmil olan, üsûl bilgilerinde söz yapmaz. Ya’nî, niye böyledir, öyle değildir demez” buyurdu. Üsûl bilgileri nedir? dediklerinde, Kitap, Sünnet ve İcmâ-i ümmetdir, buyurdu. İmâm-ı Şâfi’î hazretlerinin bu sözü gösteriyor ki, Rabbimizden ve Peygamberimizden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen haberlerin hepsine inandık demeliyiz. İslâm âlimlerinin bildirdikleri de bunun gibidir. Ya’nî imâmlarımızın sözlerine, söz etmeden ve cidâl etmeden inanırız demelidir
İmâm-ı ibni Abd-il Berr bunun için “İmâmlarımızdan hiçbirinin, talebesine belli bir mezhebi iltizâm etmelerini, ya’nî taklîd etmelerini emrettikleri işitilmemiştir. Diledikleri mezhebin fetvâlarına uymalarını söylemişlerdir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmetinden birinin belli bir mezhebi iltizâm etmesini emir buyurduğu, sahîh veyâ zayıf hiçbir hadîs-i şerîfte bildirilmemiştir” dedi.
Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshab-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resulullahın kalblere işliyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veya çok farlı idi.
Tabiinin ve Tebei tabiinin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshab-ı kiramın mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları Eshab-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymıyan işlerinde, zaruret olunca, birbirlerini taklid ederek yaparlar.
Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, peygamberimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman, vücud yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar.
Allahü teâlâ dileseydi, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, herşey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhebler hasıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, tek bir nizam olurdu. Müslümanların halleri, yaşamaları güç olurdu.
Kur’an-ı kerimi hadis-i şerifler, hadis-i şerifleri de mezheb imamları açıklamıştır. Kanunlar, Anayasanın gösterdiği istikamette hazırlanmış, mezhebler de, Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği istikamette teşekkül etmiştir.
“Ben İslâma göre hareket ederim, mezhebe uymam” demek, “Ben devletin emrine uyarım. Fakat, kanunu, polisi, hakimi dinlemem” demeye benzer. Çünkü İslâma uymak demek, dört hak mezhebden birine uymak demektir. İslâm ayrı, mezheb ayrı değildir.
“Yüksekten düşen şehîd olur”
« Son Düzenleme: 20 Şubat, 2010, 20:10:01 ÖS Gönderen: Ramazan »
Ynt: İctihad nedir, müctehid kime denir?
« Yanıtla #1 : 20 Şubat, 2010, 20:07:07 ÖS »
“Yüksekten düşen şehîd olur”
Bugün kullanılan bazı Arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka mânaya, tefsîr ilminde ise daha başka mânaya gelmektedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur’an-ı kerimdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka mânalar bildirmektedir. Bu geniş ilimleri bilmiyenlerin, bugünkü Arabçaya göre, yaptıkları Kur’an tercümeleri, Kur’an-ı kerimin mânasından bambaşka birşey oluyor. Meselâ, zâlimler kelimesi tefsîr ilminde, kâfirler demektir. Fıkıh ilminde, başkasının hakkına saldıran kimselere denir. Tasavvufta ise, ayrı mânası vardır.
Bunun için bir ilme âit bir kitabı okuyup anlıyabilmek için, önce kelimelerin bu ilimdeki husûsî mânalarını bilmek lâzımdır. Yarım yamalak Arapça ile, Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerlerden hüküm çıkartmaya kalkışmak, para kazanmak için tercüme ve tefsîr yapmak zararlı olmaktadır. Ayrıca Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler çok veciz olduğu, yani az sözle çok şey anlatıldığı için anladığını zannedenler yanlış anlamaktadırlar.
“Bir lisede öğretmen idim. Derste, bir öğrencim, Hocam, harpte ölen Müslüman şehîd olur mu? dedi. Evet olur dedim. Peygamber bunu haber verdi mi? dedi. Evet, dedim. Denizde boğulursa da, şehîd olur mu? dedi. Evet olur. Hem de sevâbı dahâ çok olur, dedim. Uçaktan düşerse de, şehîd olur mu? dedi. Evet olur dedim. Peygamberimiz bunları da haber verdi mi? dedi. Evet, haber verdi dedim.
Bir kahraman edâsı ile ve gülerek, Hocam! O zaman uçak var mı idi? dedi. Yavrum, dedim. Peygamberimizin 99 ismi var. Her bir ismi, bir güzel sıfatını bildirmekdedir. Bir ismi, “Câmi’ul-kelim”dir. Çok şeyleri, bir kelime ile bildirirdi. İşte Peygamberimiz, “Yüksekten düşen şehîd olur” buyurdu. Uçak da yüksekte olduğuna göre düşen şehid olur.
Bunun gibi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, çok kelimeler ve hükümler, yanî emirler ve yasaklar vardır ki, herbiri, muhtelif ma’nâları bildirmekdedir. Bu ma’nâları bulmağa ve aralarından lâzım olanı seçmeğe “İctihâd” etmek denir. İctihâdı yasak edilmedi. Hicretten dört asır sonra, mutlak müctehid (derin âlim) hiç yetişmediği için, ictihâd yapılmamış, ictihâd kapısı kendiliğinden kapanmışdır. Kıyâmete yakın, İsâ aleyhisselâm gökten inecek ve Mehdî çıkacak, ictihâd yapacaklardır.”
(Hatıra, İngiliz Casusunun İtirafları kitabından alınmıştır.)
Fıkıhta âlimlerin dereceleri
Fıkıh ilmini ilk kuran, ilk defâ sistemleştiren İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe’dir. Fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metotlar koyduğu gibi, Resûlullah’ın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı. Talebelerinden İmâm-ı Muhammed’in yetiştirdiği Ebû Bekr-i Cürcânî, onun da yetiştirdiği Ebû Nasr-ı İyâd, onun da yetiştirdiği Ebû Mansûr-i Mâturîdî, îtikatta mezheb imâmımız oldu. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed Şeybânî, hocasından öğrendikleri bütün fıkıh bilgilerini kitaplara geçirmişlerdir. Fıkıh ilimlerinde yetişen ve söz sâhibi olan İslâm âlimleri, yedi sınıfa ayrılır:
1. İslâmiyette mutlak müctehid olan âlimler. Bunlar “Edille-i Erbe’a”dan hüküm çıkarmak için, usûl ve kâideler kurmuşlar ve koydukları esaslara göre, ahkâm çıkarmışlardır. Dört mezheb imâmı bunlardandır.
2. Mezhepte müctehidlerdir. Bunlar, mezhep reîsinin koyduğu kâidelere uyarak, dört delilden ahkâm çıkaran âlimlerdir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed ve benzerleri bu âlimlerdendir.
3. Meselelerde müctehid olanlardır: Bunlar, mezhep reisinin bildirdiği meseleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine göre ahkâm çıkarırlar. Çıkardıkları ahkâmın, mezhep reisinin koyduğu esaslara uygun olması şarttır.
4. Eshâb-ı tahrîc: İctihâd derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardıkları kısa, kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Hüsâmeddîn Râzî bunlardandır.
5. Erbâb-ı tercîh: Müctehidlerden gelen birkaç rivâyet arasından birini tercih ederler.
6. Eshâb-ı temyîz: Mukallid âlimler olup, bir mes’ele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp, yazmışlardır. Kitaplarında reddedilen rivâyetler yoktur. Kenz-üd-Dekâık sâhibi Ebülberekât Abdullah bin Ahmed Nesefî ve Muhtâr sâhibi Abdullah bin Mahmûd Mûsulî ve Vikâye sâhibi Burhânüşşerî’a Mahmûd bin Sadrüşşerî’a Ubeydullah ve Mecma-ul-Bahreyn sâhibi İbnüssa’âtî Ahmed bin Ali Bağdâdî bunlardandır.
7. Önceki tabakalardaki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallitlerdir. Tahtâvî, İbn-i Âbidîn bu tabakanın âlimlerindendir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Şeytana karşı bir fakîh, bin âbidden (ibâdeti çok yapandan) daha kuvvetlidir.”
“O, ümmetimin ışığı olacaktır”
Fıkıh ilmini kuran, sistemleştiren Ehli sünnetin reisi İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Bunun için bu mübarek zat hakkında biraz bilgi vermek yerinde olacak.
İmâm-ı a’zam hazretleri, Ticâret ederek helâl kazanırdı. Başka yerlere mal gönderir, kazancı ile talebesinin ihtiyaçlarını alırdı. Kendi evine bol harc eder, evine harc ettiği kadar da, fakirlere sadaka verirdi. Her Cuma günü, anasının, babasının ruhu için, fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Edebinden, hocası Hammâd’ın evi tarafına ayağını uzatmazdı. Hâlbuki, aralarında yedi sokak vardı. Ortaklarından birinin, çok miktârda bir malı, dine uygun olmıyarak sattığını anlayınca, bu maldan kazanılan doksanbin akçanın hepsini fakirlere dağıtıp, hiç kabûl etmedi.
Kûfe şehrinin köylerini haydutlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar şehirde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden beri, yedi sene, Kûfede koyun eti alıp yimedi. Çünkü, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişti. Haramdan bu derece korkar, her hareketinde dini gözetirdi.
İmâm-ı a’zam, kırk sene, yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kıldı, yâni yatsıdan sonra uyumadı. Ellibeş defa hac yaptı. Son haccında, Kâbe-i muazzama içine girip, burada iki rekât namaz kıldı. Namazda, bütün Kur’an-ı kerimi okudu. Sonra, ağlayarak “Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat, senin akıl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu, bu anlayışıma bağışla!” diyerek duâ etti. O ânda bir nida geldi: “Ey Ebû Hanîfe! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin. Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve magfiret ettim...”
Her gün sabah namazını câmide kılıp, öğleye kadar tâliblere cevap verirdi. Öğleden önce, oturduğu yerde (Kaylûle) yapardı. Öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilim öğretirdi. Yatsıdan sonra evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmiye gider, sabah namazına kadar ibâdet ederdi.
Resûlullah, İmâm-ı a’zamın geleceğini haber verdi. Hadis-i şerifte, “Âdem ve bütün Peygamberler, benimle öğündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soy adı Ebû Hanîfe, ismi Nu’mân olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır” buyurdu.
“Allahü teâlânın ipine sarılınız!”
Büyük âlim allâme seyyid Ahmed Tahtâvî hazretleri buyuruyor ki: “Tefsîr âlimlerine göre, ‘Dinde fırkalara ayrıldılar’ âyet-i kerîmesi, bu ümmette meydâna gelecek olan, i’tikâd, îmân bilgilerinde, bid’at sâhiplerini haber vermektedir.
Hazret-i Ömer’in haber verdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah hazret-i Âişe’ye, “Dinde fırkalara ayrıldılar âyet-i kerîmesi, bu ümmette meydâna gelecek olan (i’tikâd, îmân bilgilerinde) bid’at sâhiblerini ve nefslerine uyanları haber veriyor” buyurdu.
En’âm sûresinin 153’üncü âyetinde meâlen, “Doğru yol budur. Bu yolda olunuz! Fırkalara bölünmeyiniz!” buyuruldu. Ya’nî, Yahûdîler ve Hıristiyanlar ve başka sapıklar doğru yoldan ayrıldılar. Siz de, bunlar gibi bölünmeyiniz!
Âl-i İmrân sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, “Hepiniz, Allahü teâlânın ipine sarılınız! Fırkalara bölünmeyiniz!” buyuruldu. Tefsîr âlimleri, Allahü teâlânın ipi, cemâ’at, birlik demektir dediler. Fırkalara ayrılmayınız emri, böyle olduğunu göstermektedir. Cemâ’at de, fıkıh ve ilim sâhipleridir.
Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan, dalâlete düşer. Allahü teâlânın yardımından mahrûm kalır, Cehenneme gider. Çünkü, fıkıh âlimleri doğru yoldadırlar. Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yapışan ve Hulefâ-i râşidînin ya’nî dört halîfenin yoluna sarılan bunlardır. Sivâd-ı a’zam, ya’nî Müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır.
Ey mü’minler, Cehennemden kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi’ olunuz! Bu da, “Ehl-i sünnet vel-cemâ’at” denilen fırkadır. Çünkü, Allahü teâlânın yardımı ve koruması ve tevfîkı bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye, bugün amelde, ibâdetlerde dört mezhebde toplanmıştır.
Ehli sünnete göre, bu dört mezhebden birine tâbi’ olmayan kimse, bid’at sâhibidir ve Cehenneme gidecektir. Bid’at sâhibi olanların hepsi de, kendilerinin doğru yolda olduklarını iddia ediyorlar. Bu iş, kuru iddia ile hayâle dayanarak isbât edilmez. Bu yolun mütehassıslarının ve hadîs âlimlerinin bildirmeleri ile anlaşılır. Bunların bildirdikleri ve bulundukları yol hak yoldur.
Dinimizde dört delil vardır
Geçen gün abdestte enseyi mesh etmek haram demiştim, siz haram değil demiştiniz. Zebra yemek haramdır dedim. Siz ise haram olduğunu söyleyen iddiasını ispat etmeye mecburdur demiştiniz. Siz değil de ben niye mecbur oluyorum? Sonra niye sorulara Kur’andan değil de başka kitaplardan cevap veriyorsunuz? Bir de, Yahudilerle ortak olduğunuz söyleniyor. Ortak olmadığınızı ispat edin diyorum, ispat size düşer diyorsunuz. Niye siz ispat etmiyorsunuz?
CEVAP: Mubah, yani haram olmayan şey çoktur. Bunlar mubah diye Kur’an ve sünnette yazılı olmaz. Ama haram azdır ve haram olduğu edille-i şer’iyyede bildirilmiştir. Bütün meyve, sebze ve otlar mubahtır. Mubah olduğuna dair delil aranmaz. Haram deniliyorsa delil aranır. Mesela sarhoş edici otları yemek haramdır. Bunun delili olur. Zehirleyen meyve veya gıdaları yemek haramdır bunun delili olur. Alerji yapıp hastalandıran gıdaları yemek haramdır. Bunun delili olur. Ama bir kivi için, bir ananas için, bir muz için mubah olduğuna dair delil aranmaz. Haram diyen çıkarsa delilini onun göstermesi lazımdır. İftira edilen kimse, kendisinin temiz olduğunu ispat edemez. İspat, iftira edene düşer. Mesela bir kimse, (Babanız hırsızdır, katildir. Falancanın malını çalmıştır, beş kişiyi öldürmüştür) dese, babanız, bunları yapmadığını nasıl ispat edecektir? Elbette bunu söyleyenin ispat etmesi, delil göstermesi gerekir. Babanız, (Ben böyle bir şey yapmadım) diyorsa, artık ondan delil istenmez. Suçu kim isnat ediyorsa, şahit ve delil ondan istenir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Şahit dava edene, yemin, inkâr edene düşer.) [Darekutni]
(İspat davacıya, yemin de inkâr edene düşer.) [Tirmizi]
Dinimizde delil sadece Kur’an-ı kerim değildir. Dinimizde dört tane delil vardır. Bunlar;
1- Kitab, 2- Sünnet, 3- İcma [âlimlerin söz birliği], 4- Kıyası fukaha [Fıkıh âlimlerinin ictihadı]
Her meselede bu dört delile bakılır. Mesela enseyi mesh etmek haram mı diye bu delillere bakılır. Bu delillerde öyle bir şey yok. Hatta sünnet olduğunu fıkıh kitapları bildiriyor. Zebranın yendiğini, köpeğin yenmediğini yine fıkıh kitapları bildiriyor. Bir de, dört hak mezhepte bazı fıkhi konular farklıdır. Bir mezhepte haram olan öteki mezhepte mubah olabilir. Onun için herkes kendi mezhebine göre amel etmesi gerekir. Bu delillerle inanmayan, dört mezhepten birisinde bulunmayıp sadece Kur’an diyen kimse mezhepsizdir. Mezhepsizin sapık veya kâfir olduğu Seyyid Ahmed Tahtavi’nin Dürr-ül-muhtar hâşiyesinin Zebâyıh kısmında bildirilmektedir.
Örf, bir şehirdeki insanların dine aykırı olmayan umumi âdetleri demektir. Edille-i şeriyye denilen dört delilden sonra dine aykırı olmayan örf ve âdetler de delil olur. Ancak, zamanın değişmesiyle örf ve âdete dayanan hükümler değişebilir. Çünkü Mecelle’nin 39. maddesinin açıklamasında deniyor ki: Zamanın değişmesiyle, örf ve âdete ait hükümler değişebilir. Nassa, delile dayanan hükümler zamanla değişmez. (Dürer-ül hükkam)
Nassa dayanan hükümler zamanla değişmez. İbadetlerde nass ile bildirilmiş olmayan bir hükmü anlamak için umumi [genel] âdetler delil olur. Âdetlerin umumi olması için Eshab-ı kiram zamanından kalması, müctehidlerin kullanmış olmaları ve devamlı olmaları gerekir. Sonradan âdet olan şeyler, şer’i delil olmaz. Muamelattaki âdete ait hükümler, nassa muhalif değilse delil olur. Örf ve âdetin nassa aykırı olup olmadığını da ancak fıkıh âlimleri anlar. (Mecelle şerhi)
Dört delil ve dört mezhep
Dört hak mezhebin, dört imamına tâbi olmanın vacib olduğu söyleniyor. Bunun delili nedir?
CEVAP: Dinimizde dört delil vardır. Mezhebe uymak bu dört delilden birisinde varsa mesele yoktur. Dört mezhebe uymak, bir değil dört delilde de vardır:
1- Hicri birinci asırdan, bugüne kadar, yani 14 asır bütün Müslümanlar, bu dört imamı taklit etmişler. Bunlara itaat etmekte icma hasıl olmuştur. ‘İcma’ya uymak ise vacibdir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ümmetim [in âlimleri] dalalet olan bir şeyde icma yapmaz!) [İ.Ahmed]
(Allahü teâlânın rızası, icmadadır. Cemaatten ayrılan, Cehenneme gider.) [İbni Asakir]
(Cemaatten ayrılan, yüzüstü Cehenneme düşer.) [Taberani]
(Ümmetim [in âlimleri], hiçbir zaman dalalette icma yapmazlar. İhtilaf olunca sivad-i a’zama [âlimlerin ekseriyetinin bildirdiği yola] tâbi olun!) [İbni Mace]
Şu halde ilk asırdan beri dört mezhepten birine uymakta icma hasıl olmuştur.
2- Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(O gün, her fırkayı imamları ile çağırırız!) [İsra 71]
Kadi Beydavi hazretleri, bu âyeti (Her ümmeti peygamberleri ve dinde uydukları imamları ile çağırırız) şeklinde açıklamıştır.
Ruh-ul beyan ve Tefsir-i Hüseyni’de ise, (Herkes mezhebinin imamı ile çağırılır. Mesela “Ya Şafii” veya “Ya Hanefi” denir) şeklinde açıklanmaktadır. Bu açıklamalar da, dört hak mezhebden birine uymanın vacib olduğunu göstermektedir. Yine Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Müminlerin [itikad ve ameldeki] yolundan ayrılan Cehenneme gider.) [Nisa 115]
Medarik tefsirinde bu âyetin açıklamasında, (Kitab ve sünnetten ayrılmak gibi icmadan da ayrılmak caiz değildir) buyuruluyor.
Beydavi tefsirinde ise, aynı âyet-i kerimenin açıklamasında (Bu âyet, icmadan ayrılmanın haram olduğunu göstermektedir. Müminlerin yolundan ayrılmak haram olunca, bu yola uymak da vacip olur, şart olur) buyuruluyor.
İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki:
(Tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimleri, kendilerine uyanlara şefaat ederler. Ruh teslim ederken, kabirde Münker ve Nekir sual ederken ve Haşirde, Neşirde, Hesapta, Sıratta yanında bulunurlar. Onu unutmazlar. Tasavvuf büyükleri, kendilerine uyanları, bütün korkulu yerlerde kolladıkları gibi, müctehid imamlar da korurlar. Bunlar, mezhep imamlarıdır. Bu ümmetin bekçileridir. Sevin ey kardeşim! Dört mezhep imamlarından dilediğini taklit et de saadete kavuş!) [Mizan-ül-kübra]
Görülüyor ki, kıyamette, herkes mezhep imamının ismi ile çağrılacaktır. İmam, kendisini taklit edene, şefaat edecektir. Dört mezhep imamlarının her biri böyle yüksek idi. Bir âyet meali şöyledir:
(Bana inabet edenin yoluna uy!) [Lokman 15 ]
Bu dört büyük imamın, bu inabet yolunda oldukları icma ile bildirilmiştir. (Devamı var)
Dört mezhebe uymak için dört delil
Dün, dört mezhebe uymakla ilgili iki delil bildirilmişti. Bugün ise iki delil daha bildirilecektir:
3- Bir âyet meali: (Hidayet yolunu öğrendikten sonra, Resule uymayıp müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleyip çok kötü bir yer olan Cehenneme sokarız!) [Nisa 115]
İmam-ı Şafii, (İcmaın delil olduğunu gösteren bu âyet, müminlerin yolundan ayrılmayı haram ettiği için, bu yola uymak vacib olur) buyuruyor. Müfessir Abdullah Nesefi, bu âyeti açıklarken, (İcmaın delil olduğunu ve icmadan ayrılmanın da caiz olmadığını bu âyet göstermektedir) buyuruyor. (Medarik)
İmam-ı Kadi Beydavi, (Bu âyet, icmadan ayrılmanın haram olduğunu gösteriyor. Müminlerin yolundan ayrılmak haram olunca, bu yola uymak vacib olur) buyuruyor. (Tefsir-i Beydavi)
Gerçek âlimler, (Bir mezhebi taklit etmek vaciptir. Mezhepsiz olmak büyük günahtır) buyuruyor. Âlimlerin bu ittifakından ayrılmak, bu âyetten ayrılmak olur) dediler. Bir âyet meali şöyledir:
(Siz, insanlar için en hayırlı ümmetsiniz. İyiyi emreder, kötüyü men edersiniz) [Âl-i İmran 110]
4- Kur’an-ı kerimde buyuruldu ki: (Bilmiyorsanız, zikir ehline [âlimlere] sorun!) [Nahl 43]
Bu âyet, ibadet ve işlerin nasıl yapılacağını bilmeyenlerin, bilenlerden sorup öğrenmelerini emretmektedir. Herkesten değil, âlimlerden sorup öğrenmek emir olunmaktadır. Bunun için, bir kimse, yapacağı şeyi, Kur’an ve hadiste arayamaz, taklit ettiği mezhebin müctehidinden sorup öğrenmesi lâzım olur. Yahut mezhebinin âlimlerinin kitaplarından okuyup öğrenir. Sorup, öğrendiğine göre yapan, o müctehidi taklit etmiş olur. Müctehidin sözüne uymayıp inkâr ederse, mezhepsiz olur. Âyetteki zikir ehli mezhep imamı demektir. Çünkü hadis-i şerifte bildiriliyor ki:
(Cihad, oruç, namaz, zekat ve hac ibadetini yapanlar içinde ecri daha büyük olan zikir ehlininkidir.) [İ.Ahmed] İbni Merdeveyh Ebu Bekr Ahmed’in bildirdiği ve Enes bin Malik’in haber verdiği hadis-i şerifte, (Namaz kılan, oruç tutan, hac ve gaza eden; eğer imamını beğenmezse, o münafıktır. Onun imamı, zikir ehlidir) buyuruldu. Demek ki, âyetteki Ehl-i zikir, ulema-i rasihin ve dört mezhebin imamlarıdır. (Ancak âlim olanlar anlar) ve (Ey akıl sahipleri, ibret alın!) mealindeki âyetler, dört mezhep imamlarının üstünlüklerini göstermektedir.
Ahmed bin Muhammed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki: (Kur’an-ı kerimdeki (Allahın ipi)nden maksat, cemaattır. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Sivad-ı a’zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Resulullahın ve Hulefa-i raşidinin yoludur. Bu yoldan ayrılanlar, Cehenneme gider. Allahü teâlânın rahmeti, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasında bulunanlara, gazabı da bu yoldan ayrılanlaradır. Fırka-i naciye, bugün dört mezhebde toplanmıştır. Bu dört mezheb, Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli’dir. Bu dört hak mezhebden birine uymayan, bid’at ehli olup Cehenneme gider.) [Tahtavi]
Bugün dört mezhebden başkasına uymak caiz değildir. (Hadika)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Mezhebden ayrılmak, mezhepsiz olmak ilhaddır. (Mebde ve Mead) [İlhad, doğru yoldan ayrılmaktır.]
Ynt: İctihad nedir, müctehid kime denir?
« Yanıtla #2 : 20 Şubat, 2010, 20:08:42 ÖS »
Selefiye itikadındaki gençler (Ümmetimin ihtilafı rahmettir) hadisi uydurmadır diyorlar. İhtilaf rahmet olunca ittifak gazap olur diyorlar. O zaman dört hak mezhebe de dil uzatmış olmuyorlar mı? Hz. Âdem’den beri gelen Allahın gönderdiği dinlerde de farklılıklar vardı. Farklı olmak rahmet olmasaydı Allah, peygamberlerin şeriatlarını [ameldeki bilgilerini] hep aynı yapardı. Farklı yapması, mezheplerdeki farklılıkların rahmet olduğunu göstermiyor mu?
CEVAP: Elbette gösteriyor. Mezhepsizlerin inkâr edemediği bir hadis meali şöyledir:
(Müctehid, ictihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır.) [Buhari]
Hatası bile sevap olan âlimlerin böyle farklı ictihadları bir rahmettir. Bunu inkâr etmek 14 asırdan beri gelen âlimleri yalanlamak ve hak mezhepleri inkâr olur. O hadisi birçok muhaddis rivayet etmiştir. Muhaddis sıradan insan değildir. Ömürleri hadis ilmi ile geçmiştir. O hadis-i şerif şu mealdedir: (Ümmetimin [âlimlerin] ihtilafı [farklı ictihadları] rahmettir.) [Beyheki, İ.Münavi, İbni Nasr, Deylemi]
Fıkıh âlimi İbni Abidin hazretleri, önsözde buyuruyor ki: Bu hadis meşhurdur. Mekasıd-ı hasene’ de yazılıdır. İbni Hacib de Muhtasar’da sahih olduğunu yazmaktadır. Nasrul-mukaddesinin Hucce kitabında ve Beyheki’nin Risalet-ül-eşariyye’sinde sahih hadis olarak bildirildiğini, İmam-ı Süyuti yazmaktadır. Halimi ve Kadi Hüseyin ve İmam-ül-Haremeyn de sahih olarak bildirmişlerdir. Mevahibi ledünniyye’de de yazılıdır.
Farklı ictihad, peygamberlerin farklı şeriatları gibi rahmettir. Bir âlim, öteki âlimin ictihadının yanlış olduğunu söylemez. Çünkü Mecelle’de (İctihad ictihadla nakzedilemez) buyuruluyor. (Madde 16)
Müctehidlerin ihtilafları, yani farklı ictihadları rahmet olmasa idi, müctehidin hatasına da sevab verilmezdi. Yanlış bir işe sevap verilmez. Müctehidin hatasına da sevab verildiğine göre, farklı ictihad rahmettir. İhtilaf rahmet olunca ittifak gazap olur demek de yanlıştır. Çünkü bu söz, Peygamberlerin getirdiği dinlerin farklı olmasına ve Selef âlimlerinin birbirinden farklı ictihad etmesine dil uzatmak olur. Resulullah da rahmet olması için farklı hadisler bildirmiştir. Hak mezheplerin farklı oluş sebeplerinden birisi de, bu farklı hadislerdir. Mesela üç hadis âlimi şu hadis-i şerifleri ittifakla bildirmişlerdir:
(Ön avretine dokunan erkeğin abdesti bozulur.) [Ebu Davud, Tirmizi, Nesai]
(Ön avretine dokunan erkeğin abdesti bozulmaz.) [Ebu Davud,Tirmizi, Nesai]
Hiç birisi uydurma dememiştir. Bu farklılığın rahmet olduğunu bildikleri için kitaplarına almışlardır. Bu büyük hadis âlimlerine dil uzatanın dili kurur. Müctehidin ihtilafı rahmet olduğu gibi, her biri cennetlik ve müctehid olan eshab-ı kiramın farklı ictihadları da rahmettir. Bir hadis-i şerif meali:
(Allahın kitabını terkte kimse özür sahibi olamaz. Onda yoksa hadislerime bakın, onda da yoksa Eshabımın sözlerine bakın. Çünkü Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz. Eshabımın ihtilafı [farklı ictihadları] sizin için rahmettir.) [Taberani, Beyheki, İbni Asakir, Hatib, Deylemi, Darimi, İ.Münavi, İbni Adiy] Görüldüğü gibi bu hadis-i şerifi 8 muhaddis rivayet etmiştir. Müctehidlerin ve hepsi müctehid olan eshab-ı kiramın da farklı ictihadları rahmettir.
Sual: İmam-ı Cafer-i Sadık, Ebu Hanife'nin hocası olduğu halde; neden İmam-ı Ebu Hanife'nin mezhebi hak oluyor da, onun hocasının mezhebi hak olmuyor?
CEVAP: Hak değil diyen kim? İmam-ı Cafer-i Sadık hazretlerinin kendisi de hak, yolu da hak, ictihadları da haktır. Çünkü bütün mübarek dedeleri gibi Ehl-i sünnettir.
İmam-ı a'zam hazretleri, ömrünün son yıllarında Cafer-i Sadık hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra, (Bu iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu), yani (Hakiki imana kavuşamazdım) buyurmuştur. İmam-ı Cafer-i Sadık hazretleri Sünni'dir. "12 İmam"ın hiç birisi Sebeci, Rafizi veya Vehhabi değildir. Hepsi de Sünni'dir, yani Resulullahın yolundadır. Sünni demek, sünnete uyan, yani Resulullahın yolunda olan demektir.
Şia, Hz. Ali'nin taraftarı demektir. Sünniler Hz. Ali'yi ve Resulullahın diğer eshabını sever, ayrım yapmaz. Çünkü hepsinin Cennetlik olduğunu bilir. Kur'an-ı kerimdeki, eshab-ı kiramın tamamının Cennetlik olduğunu bildiren âyetlerden birisinin meali şöyledir:
(Mekke'nin fethinden önce Allah için mal verip savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlarla eşit değildir. Onların derecesi, sonradan Allah yolunda harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah onların hepsine hüsnayı [en güzel olanı, yani Cenneti] söz vermiştir.) [Hadid 10]
Şimdi soruyoruz: İmam-ı Cafer Sadık hazretlerinin, babası Muhammed Bakır hazretlerinin, oğlu Musa Kazım hazretlerinin, torunu Ali Rıza hazretlerinin mezheplerine niye uymuyorsunuz? Yine biz cevap verelim. Çünkü onların toplanmış bir mezhepleri yoktu. Onun için bu mübarek zatların mezhebine uyan yoktur.
Musa Kazım ve dedesi Muhammed Bakır'ın tedvin edilmiş mezhepleri olmadığı gibi, diğer Sünni âlimlerin de mezhepleri tedvin edilmiş değildi. Mesela imam-ı Sevri de büyük bir âlimdir, İmam-ı a'zam ayarında bir âlimdir ama mezhebi tedvin edilmediği için onun mezhebine uyulmamıştır. Hz. Ali'nin Hz. Ömer'in de mezhepleri vardı, ama tedvin edilmediği için bir sistem halinde olmadığı için onların mezheplerine uyamıyoruz. Hak mezheplerin dört mezheple sınırlandırılmış olması bundandır.
Peki İmam-ı Cafer hazretlerinin mezhebi tedvin edilse idi, Müslümanlar İmam-ı a'zamın hocasının mezhebini inkâr mı ederdi? Bu hiç mümkün mü? Ehl-i beyti sevmeyen Sünni olamaz. Çünkü Resulullahı seven onun akrabalarını da, torunlarını da arkadaşlarını da, hanımlarını da sever.
Herkes Kur’ana bağlanmalı, çünkü Peygamberin mezhebi ne idi? Eshabın mezhebi mi vardı?
CEVAP: Bin küsur yıldan beri herkes bir mezhebe bağlı iken, bazı türediler, böyle sorularla zihinleri bulandırıp herkesi başı boş, mezhepsiz yapmaya çalışıyorlar. Dini delillerden anlamayanlara iki akli örnek verelim:
Milli eğitime bağlı okullar, sınıflar, müdürler, öğretmenler ve öğrenciler vardır. Okul ile sınıf, müdürle öğretmen mukayese edilmez. Çünkü hepsinin görevleri farklıdır. Öğretmenle öğrenci de mukayese edilmez. Öğrencileri müdür veya öğretmen yerine, öğretmenleri de öğrenci yerine koymak yanlış olur. Öğretmen veya müdür hangi sınıfın öğrencisi denemeyeceği gibi, şu öğrenci, hangi okulun müdürü denmez. Öğretmen ve müdüre öğrenci denmez.
Atalarımız, “Temsilde hata olmaz” demişlerdir. Müctehid âlimler birer öğretmen gibidir. Mutlak müctehidler ise müdür gibidir. İnsanlar da öğrenci gibidir. Öğretmene, bu hangi okulun müdürü denmeyeceği gibi, öğrenciye de hangi okulun öğretmeni denmez. Öğrenciler öğretmene tâbi olduğu gibi, insanlar da müctehide tâbi olur.
Öğretmenler nasıl müdüre bağlı ise, tamamı müctehid olan Eshab-ı kiram da, Resulullah efendimize bağlı idiler. Tabiinde ise müctehidler ve halk var idi. Halk müctehidlere tâbi oluyordu. Halkın mezhebi tâbi olduğu müctehidin mezhebi idi. Mezhepsiz kimse yok idi.
Eshab-ı kiram, “Resulullaha değil, biz yalnız Allaha tâbiyiz” demediler ve demeleri de mümkün değildir. Sıradan bir müslüman da “Müctehide tâbi olmam, ben yalnız Resulullaha tâbi olurum” diyemez. Müctehid, Allahın ve Resulünün emirlerini bildiriyor. Müctehide uymak Allah ve Resulüne uymak demektir. Bugün ise, bazı mezhepsizler, müctehide değil, Resulullaha bile tâbi olmayı uygun görmüyorlar. Yalnız Kur’ana tâbiyiz diyorlar.
Nasıl ki öğretmen müdüre, müdür de Milli Eğitim Bakanına, Milli Eğitim Bakanı da Başbakana bağlı ise, insanlar bir müctehide, müctehidler mutlak müctehide, mutlak müctehidler de Resulullah efendimize bağlıdır. Bağsız yani mezhepsiz kimse yok idi.
Ordudaki misal daha cazip. Bütün subayların bir sınıfı olur. Topçu yüzbaşı, piyade albay gibi. Ama general olunca artık sınıf kalmaz. Topçu general olmaz. Artık o bütün sınıfların generalidir.
Generaller de, sınıfsız ama, onlar da ya havacı, ya karacı veya denizcidir. Bunlardan birinde olmayan general olmaz. Bunlar da, ordu komutanlıklarına, ordu komutanları da Hava, Deniz veya Kara Kuvvetlerine bağlıdır. Kuvvet komutanları Genelkurmaya bağlıdır.
Dikkat edilirse, gerek eğitim sisteminde ve gerekse orduda bağımsız bir kurum yoktur. Herkesin bağlı olduğu, sorumlu olduğu bir yer vardır.
İnsanlar birer er gibidir. Bağlı oldukları bölükler, taburlar alaylar vardır. “Ben Genelkurmay Başkanına bağlıyım bölük komutanını falan takmam” diyemez. Müctehidler generaller gibidir. Mutlak müctehidler kuvvet komutanları gibidir. Resulullah efendimiz de Genelkurmay Başkanı gibidir. Genelkurmay Başkanı, hangi bölüğün eri veya hangi kuvvet komutanlığına bağlı denilemeyeceği gibi, Eshab-ı kiramın veya Resulullahın mezhebi ne idi denemez.
Bu durum iyice anlaşılınca, herkes haddini bilmeli, er olan erim demeli, subayla, generalle benim aramda ne fark var dememeli. Bir müslüman da müctehidle boy ölçüşmemeli. Hatta peygambere bile uymayıp “ben Kur’ana göre hareket ederim” demek ne kadar yanlıştır.
Sual: İtikatta ve amelde mezhebimiz nedir? İtikatta mezhebi üçe ayırıyorlar. Selefiye, Eşariye ve Matüridiye diye. Bu doğru mudur? Doğru ise biz hangi mezhepteyiz?
CEVAP: İman ve itikat aynıdır. Bunları anlatan derin ilme İlm-i kelam denir. Kelam ilmi, Kelime-i şehadeti ve buna bağlı olan, imanın altı temel bilgisini öğreten ilimdir. Kelam ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelam kitapları pek çoktur. Bu kitaplara, Akâid kitabı da denir. Kelam ilmini, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin bildirdikleri itikadı öğrenecek ve bunları akıl ile nakil ile ispat edecek ve doğru yoldan ayrılanlara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lazımdır.
Sünnilerin itikatta mezhebi, Ehl-i sünnet vel cemaattir. Amelde mezhebi ise, dört hak mezhepten birisidir. İtikatta ayrılık olmaz. İtikatta mezhep üçe ayrılmaz. Her müctehidin kendine göre bir mezhebi bulunur. Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Her müctehidin ictihadı, başka müctehidin ictihadından farklı olabilir. Birine hak, ötekine bâtıl denmez. Mesela İmam-ı Ebu Yusuf’un mezhebi, İmam-ı Züfer’in mezhebi şudur denir. Ama bunlar Hanefi mezhebinden ayrı sayılmaz. Bunun gibi İmam-ı Eşari ve İmam-ı Matüridi’nin de mezhepleri vardır. Fakat bunlar Ehl-i sünnetten ayrı değildir. İkisi de, Ehl-i sünnetin imamıdır. Ehl-i sünnetin imamı iki tane değildir, çoktur. İmam-ı a’zam, sadece fıkıhta değil, itikatta da Ehl-i sünnetin imamlarından biridir. İmam-ıRabbani, İmam-ıGazali ve Abdülhakim-i Siyalkuti birer kelam âlimi ve akaid imamıdır.
Sual: Bir tanıdığım diyor ki: “Mezhep imamlarının ictihadlarının doğrularını alır, hatalarını atarız. Yahut delilleri daha kuvvetli olanı seçeriz.” Böyle söylemesi doğru mudur?
CEVAP: Bir müctehid bile, başka müctehidin hata ettiğini bilemez. Çünkü, (İctihad ictihadla nakz olunamaz) buyuruluyor. Bunun için şu ictihad doğrudur veya delili daha kuvvetlidir denemez. Bir müctehid, Allah indinde isabet edemese, hata etse bile yine sevap alır. Bir hadis-i şerif meali:
(Müctehid, ictihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır.)[Buhari]
Sevap olan bir şey için hata tabirini kullanmak caiz değildir. Böyle farklı ictihadlar da Allahü teâlânın bir rahmetidir. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Ümmetimin [âlimlerin]ihtilafı [farklı ictihadları] rahmettir.)[Beyheki, Deylemi, İ.Münavi, İ. Nasr]
Rahmet ve sevap olan bir ictihad için, nasıl olur da İmam-ı A’zamın veya İmam-ı Gazali’nin hatası var diyebiliriz? İşte bunun için (Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında hata yoktur, uydurma hadis olmaz) deniyor. İctihadları hatalı, kitaplarında uydurma hadis var zannı ile Resulullahın vârislerine dil uzatmak caiz olmaz. Hatalı ictihad tabirini kullanmak da bu bakımdan hatalıdır.
Mezhep imamlarının hatası olmaz. Allah indinde hatası varsa o da sevap aldığı için hata sayılmaz. İnsanlar da onun hata olduğunu bilemez. Bir kimse, müctehid bile olsa, şu ictihad doğru, şu ictihad yanlış diyemez. Ancak müctehid, (Benim ictihadım şudur) diyebilir.
Halife Harun Reşid, İmam-ı Malik hazretlerinin ictihadlarını çok beğenmişti. Bunun için herkesin Maliki olmasını şiddetle arzu ediyordu. İmam-ı Malik hazretlerine “Ya İmam senin kitaplarını çoğaltıp, her yere göndereceğim. Herkesin senin mezhebine uymasını emredeceğim” dedi. İmam-ı Malik hazretleri buyurdu ki:
“Ya halife, hadis-i şerifte; “Ümmetimin âlimlerinin farklı ictihadları rahmettir” buyuruluyor. Bu farklı ictihadlar Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidayet üzeredir. Müslümanları bu rahmetten mahrum bırakmak yanlıştır.” Hakkı teslim eden halife bu arzusundan vazgeçti.
Sual: Bir kimse, Yenikapı’dan deniz yolu ile Armutlu Tatil Köyü’ne gitmek üzere, İstanbul Marmaraevleri Birinci Kısımdan çıksa, direkt Armutlu’ya vapur bulamasa, Yalova üzerinden gitmeye karar verse, Armutlu’da seferi olur mu?
CEVAP: Armutlu’ya Gemlik üzerinden gelirse, Yenikapı-Yalova arası 48 km’dir. Yalova-Armutlu 73 km’dir. 48+73=121 km olur ki seferi olur. Armutlu’ya Çınarcık üzerinden giderse Yenikapı-Yalova arası 48 km’dir. Yalova-Armutlu 58 km’dir. Toplam 106 km’yi buluyor ki bu yoldan giden de seferi olur. Mesafe Marmaraevleri’nden değil, Yenikapı’dan hesap edilir. Çünkü niyet değiştirdiği yer önemlidir. Marmaraevleri Birinci Kısımdan, Armutlu’ya deniz yolu ile giden seferi olmaz. Çünkü Marmaraevleri-Yenikapı 35 km, Yenikapı-Armutlu 58 km’dir. 104 km’yi bulmamaktadır.
Ynt: İctihad nedir, müctehid kime denir?
« Yanıtla #3 : 20 Şubat, 2010, 20:10:57 ÖS »
Sual: “Delilini bilmeden bir âlime, bir mezhebe tâbi olmak caiz değildir, haramdır, bâtıldır” diyorlar. Cahil bir kimse, delilden ne anlar ki?
CEVAP: M. Hadimi hazretleri buyuruyor ki:
Dindeki dört delil, müctehidler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü bizler, âyet ve hadisten hüküm çıkaramayız. Mezhebin bir hükmü, âyete, hadise uymuyor gibi görünse de yanlış değildir. Çünkü âyet ve hadis ictihad isteyebilir, başka bir âyet veya hadisle değişmiş olabilir veya bilmediğimiz bir tevili vardır. (Berika s. 94)
Resulullahın getirdiklerinin hepsine, hikmetlerini, delillerini anlamasak bile, iman ve tasdik etmemiz gerektiği gibi, mezhep imamlarımızdan gelen bilgilere de, delillerini anlamasak bile, iman ve tasdik etmemiz gerekir. Tabiin, Eshab-ı kiramı taklit ederler, delillerini hiç sormazlardı. Bilmeyenin bilenden sorması dinin emridir. Bir âyet meali:
(Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.) [Nahl 43]
Seferde birinin başına bir taş isabet etti ve başını yaralayıp kemiğini kırdı. Uyurken de ihtilam oldu. Arkadaşlarına, (Teyemmüm edebilir miyim?) diye sordu. Onlar da, (Hayır, su varken teyemmüm olmaz) dediler. O da gusledince öldü. Durumu Resulullaha anlattıklarında buyurdu ki:
(Bilmiyorlarsa sorsaydılar ya; cahilliğin ilâcı sormaktır, ona teyemmüm etmek kâfi gelirdi. Yarasına da bir bez parçası koyar, üzerine mesheder ve vücudunun öteki kısımlarını da yıkardı.) [Ebu Davud]
Bu hadis-i şerif de, yukarıda bildirilen âyet-i kerime de, bilenlere sorulmasını, onlara tâbi olunmasını emrediyor. Bir âyet meali de şöyledir:
(Bunun hükmünü peygambere ve ülül-emre sorsalardı, öğrenirlerdi.)
Âyet-i kerimede geçen “ülül-emr”in âlim demek olduğu tefsirlerde yazılıdır.
Üç hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Ülül-emr, fıkıh âlimleridir.) [Darimi]
(Âlimlere tâbi olun!) [Deylemi]
(Bilmediklerinizi salih âlimlerden sorup öğrenin!) [Taberani]
İctihadın ıstılah (terim) anlamı, müctehid bir âlimin âyet ve hadislerden, manaları açıkça anlaşılmayanları, açıkça bildiren diğer hükümlere kıyas ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya uğraşması demektir. Mesela Kur’anı kerimde, (Ana babaya, öf demeyin) buyuruldu. Burada dövmeyin, sövmeyin denilmemiş, bunların en hafifi bildirilmiştir. Müctehidler, dövmenin, sövmenin ve hakaret etmenin de haram olacağını ictihad etmişlerdir.
Yine Kur’an-ı kerimde şarap içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemiştir. Şarabın haram olmasının sebebi, sarhoş edip aklı giderdiği içindir. Bundan dolayı müctehidler, şarabın haram olmasındaki sebep, herhangi bir içkide bulunsa haramdır, diye ictihad etmişler. Sarhoş eden her şeyin haram olduğunu bildirmişlerdir.
Kur’an-ı kerimde, ictihad ediniz buyuruldu. Fatebiru âyet-i kerimesi, (Ey akıl sahipleri, akıl erdiremediğiniz meselelerde, onları bilen ve derinliklerine tam ermiş olanlara tâbi olunuz) demektir. O halde, ilimde ihtisası tam olan müctehidlerin, manaları açıkça anlaşılmayan âyet ve hadislerin içlerinde saklı bulunan ahkamı ve meseleleri, ictihad ederek açığa çıkarması farzdır. İctihad makamına layık olabilmek için, birçok şartlar vardır. Bu yüksek vasıfları taşıyan kimseler, ancak asr-ı saadette, Sahabe-i kiramın zamanında, Tabiin ve Tebei tabiin devrinde bulunabiliyor, sohbet bereketi ile yetişiyordu. Zaman ilerleyip, fikirler bozulduktan, bid’atler çoğaldıktan sonra, böyle kıymetli kimselerin azaldığı, hicri dördüncü asırdan sonra, bu sıfatlara malik bir âlimin ortada kalmadığı, Mizan-ül-kübra, Redd-ül-muhtar ve Hadika’da yazılıdır.
İctihad makamına varmış bulunan yüksek kimseler, kendi ictihadlarına göre hareket etmek mecburiyetindedir. Başka müctehidlerin ictihadlarına tabi olamazlar. Hatta Peygamberlerin zamanlarında da, sahabeden biri, kendi Peygamberinin ictihadına uymayan ictihadda bulunursa, kendi ictihadına göre hareket ederdi. Peygamberler de ictihad ederlerdi. Fakat ictihadlarında hata ederlerse, Allahü teâlâ, derhal Cebrail aleyhisselamı göndererek, hataları vahiy ile düzeltilirdi. Yani Peygamberlerin ictihadları hatalı kalmazdı. Mesela, Bedir gazasında alınan esirlere yapılacak şey için, Server-i alem bazı Sahabe-i kiram ile birlikte bir türlü, Hz. Ömer ise, başka türlü ictihad etmişlerdi. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hz. Ömer’in ictihadının doğru olduğunu bildirdi. Bunun gibi Abese suresi de, bir ictihad hatasını düzeltmek için nazil olmuştu. Peygamber efendimizin vefatları sırasında, hokka ve kalem hakkındaki emirlerinin anlaşılmasında Hz. Ömer’in ictihadı da, öyledir.
Eshab-ı kiramdan sonra meşhur dört imam ve bunların mezheplerine göre ictihad eden imam-ı Ebu Yusuf, imam-ı Nevevi, imam-ı Gazali gibi yüksek âlimler yetişti. Asr-ı saadet uzaklaştıkça, hadis-i şerifleri nakil ve rivâyet eden 12 silsilenin haber verme zincirinin halkaları arttı. Hadis-i şeriflerin hangi silsileden ve hangi kimselerden alınacağı, düşünülecek bir mesele oldu ve çok güç ve belki imkansız oldu. Bundan dolayı, dördüncü asırdan sonra, ictihad edebilecek bir âlim yetişemez oldu. Bütün Müslümanlar, bu dört imamdan birine tâbi olup, o imamın mezhebine uymaya mecbur oldu. (Eshab-ı kiram kitabı)
İctihad, bir ibadet, yani Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihadına yanlış diyemez. Çünkü, her müctehide, kendi ictihadı hak ve doğrudur. Beyheki’deki hadis-i şerifte, (Müctehid âlimlerin farklı ictihadları rahmettir) buyuruluyor. İmam-ı Şafii hazretleri, İmam-ı a’zam hazretlerinden farklı ictihadları olduğu ve Hanefi mezhebinde olmadığı halde, (İmam-ı a’zam Ebu Hanife’nin rey ve ictihadını beğenmeyene, Allahü teâlâ lanet etsin!) buyurmuştur. İmam-ı Ebu Yusuf ve imam-ı Muhammed ve diğer imamların, İmam-ı a’zama uymayan sözleri, onu beğenmemek, kabul etmemek değildir. Kendi ictihadlarını bildirmektir. Bunu bildirmeye memurdurlar.
Mezheplerdeki farklılıkların çoğu, Resulullah efendimizin ibâdetleri değişik şekilde yaptığındandır. Bir de âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden müctehidlerin farklı anlayışları vardır. Müctehid ictihadında yanılabilir. Fakat yanılsa da mahzuru yoktur. Buharî’deki hadis-i şerifte de, (Müctehid, ictihadında isabet ederse iki, yanılırsa bir sevap alır) buyuruluyor. Demek ki ictihad hatası, günah değil, aksine sevaptır. Farklı ictihadlarından dolayı Eshab-ı kirama ve müctehidlere dil uzatılmaz.
Server-i âlem uzak ülkelere gönderdikleri Sahabe-i kirama, güçlük karşısında kalınca, âyet-i kerimelere müracaat etmelerini, orada bulamazlarsa, hadis-i şeriflere müracaat etmelerini, orada da bulamazlar ise, kendi rey ve ictihadları ile hareket etmelerini, kendilerinden daha yüksek ilimli ve fikirli olsalar dahi, başkalarının ictihadına uymamalarını emrederdi.
İşte bunun gibi, imam-ı Ebu Yusuf ve imam-ı Muhammed de hocaları olan imam-ı a’zamın reyine tâbi olmayıp, kendi ictihadları ile hareket ederlerdi. Halbuki, İmam-ı a’zamın ilmi onların üstünde idi. Dört mezhep arasındaki farklar da, bundan ileri gelmektedir.
O halde namaz, oruç ve diğer ibadetlerde, büyük âlim olan mezhep imamlarımızın birbirine uymayan ictihadları için, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış dememiştir.
Sahabe-i kiram da böylece birçok işlerde birbirlerine uymamışlarsa da, hiçbiri diğerinin ictihadına yanlış dememiş, dalalet, fısk demeyi hatırlarına bile getirmemişlerdir. Mesela, Ebu Bekir-i Sıddık halife iken, Müslüman olmasını teşvik için, yeni Müslüman olan birisini, bir sahabinin yanına katarak, beyt-ül-malın muhafaza memuru olan Hz. Ömer’e gönderdi. Buna zekat hissesini versin dedi. Ömer ise, bu parayı vermedi. Müellefe-i kulub ismi verilen bu gibi kimselere zekat verilmesi, âyet-i kerimede emr edilmiş iken, niye vermedin diye sorunca, Hz. Ömer, (Kâfirlerin kalblerini yumuşatmak emri, Allahü teâlânın vaad ettiği zafer ve galibiyet başlamadan önce, kâfirlerin azgın olduğu zamanda idi. Şimdi ise, Müslümanlar kuvvetlenmiş, kâfirler mağlup ve aciz olmuştur. Şimdi kâfirlerin kalplerini mal ile kazanmaya lüzum kalmamıştır.) buyurduktan sonra, Müellefe-i kulub denilen kâfirlere zekat verilmesi emrini nesh eden, yani yürürlükten kaldıran âyet-i kerimeyi ve Muaz hadisini okudu. Hz. Ömer’in bu ictihadının, Sıddik-ı a’zamın rey ve ictihadına uymaması, onun bu emrini red etmek değildir. Beyt-ül-malın muhafazasına ve idaresine memur olduğu için, ictihadını söylemişti. Ebu Bekir de bu ictihadından dolayı ona bir şey dememişti. Hatta, ictihadını değiştirerek, Eshab-ı kiramın hepsi, Hz. Ömer gibi ictihad eylediler. (Eshab-ı kiram kitabı)
Müctehid ve müceddid ne demektir?
Sual: Müctehid ve müceddid ne demektir? Herkesçe bilinen müceddidler kimlerdir?
CEVAP: Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, toplayan, kitaba geçiren; açıkça bildirilmemiş, kapalı bildirilmiş olan bilgileri de anlayıp, açıklayabilen derin âlimlere Müctehid denir.
Hicretten 400 yıl sonra, mutlak müctehid yetişmedi. Buna ihtiyaç da kalmadı. Çünkü Allahü teâlâ ve Onun resulü Muhammed aleyhisselâm, kıyamete kadar, hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin şamil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni olaylara nasıl tatbik edileceklerini, tefsir ve fıkıh kitaplarında bildirirler. Müceddid denen bu âlimler kıyamete kadar mevcut olacaktır. (S. Ebediyye)
Cahiller ve din düşmanları tarafından Müslümanlar arasına sokulmuş olan hurafeleri, bid’atleri, yanlış inançları, kendilerinden bir şey ilave etmeden dini eski haline getiren, müceddidlerdir.
Ebu Davud’un rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte, (Her yüz yılda bir müceddid gelir. Ümmetimin işlerini yeniler) buyuruldu. Mesela, sultanlar içinde Ömer bin Abdülaziz, din bilgilerinde İmam-ı Şafii, tasavvufta Maruf-i Kerhi, esrar bilgilerinde İmam-ı Gazali, feyz vermekte ve harikalar, kerametler göstermekte, Abdülkadir Geylani, hadis ilminde İmam-ı Süyuti, tarikat, hakikat ve akaid bilgilerinin inceliklerini açıklamakta ve kalblere akıtmakta İmam-ı Rabbani, müceddid idiler. Hepsi, İslamiyet’in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet ettiler. (Mekatib-i şerife)
Mezhepsizlerin taktikleri
Sual: Mezhepsizleri iyi tanıyabilmek için onların taktiklerini bilmek gerekmez mi? Bu taktiklerden önemlileri nelerdir?
CEVAP: Doğru bilinirse, yanlış meydana çıkar. Doğru tektir, yanlış çoktur. İlim öğrenmek için yanlışları değil, doğruyu öğrenmek gerekir. İki noktadan, ancak bir doğru geçer. Sayısız eğri çizgiler çizilebilir. Eğriyi öğrenmek lüzumsuzdur. Çünkü doğru bilinince, ondan başka her şeyin yanlış olduğu meydana çıkar. Mesela, imanın şartının altı olduğu öğrenilince, beş veya yedi diyenlerin yanlış olduğu kendiliğinden meydana çıkar. Ehl-i bid’atin taktiklerinden bazıları şöyledir:
1- Bid’at ehli birini büyük bir zat olarak takdim edebilmek için, büyük zatların arasına sokarlar. Mesela derler ki: (Ebu Hanife, imam ibni Teymiye ve Gazzali gibi büyük zatlara dil uzatılmaz.) [Burada, ibni Teymiye iki büyük zat arasına sokulmuştur.]
Bir Maocu da aynı taktikle şöyle demişti: (Fatih ve Mao gibi büyük zatların kıymetini bilmeli.)
2- Hurafeleri sayıp, araya sünnet olanları katarlar. Mesela derler ki: (Yatırlara çaput bağlamak, mum dikmek ve ölü için Kur’an okumak, hurafedir.)
Çaput bağlamak, mum dikmek caiz değil, ama ölü için Kur’an okumak sünnettir. Mason Abduh gibi reform istiyorum diyenler de, aynı teraneyi okur:
(Bu Kur’an inmemiştir, ne fal bakmak için, ne de kabirde okumak için.)
Aynı taktik! Elbette Kur’an fal bakmak için inmedi, ama ölülere okunmasını Resulullah efendimiz bildirdi. Evliyadan yardım istemeye karşı çıkarak, yatırdaki evliya zata leş diyor: (Bu hakkı ne taştan, ne de leşten istemeli.) [Burada da taşın yanı sıra, asıl maksadını bildiriyor.]
3- Rahmet için söylenmiş farklı hadisleri bahane edip diyorlar ki: (Peygamber bir öyle bir böyle söylemez, onun için hadisler bize delil olamaz. Kur’andan başkasına bağlanmamak gerekir.)
4- Mezheplerdeki rahmet olan farklı ictihadı bahane edip, ehl-i bidatin sözlerine de ictihad diyorlar: (İmam ibni Teymiye’nin de, imam Şevkani’nin de farklı ictihadları tenkit edilmemeli.)
5- Hakiki İslam âlimlerini gözden düşürmek için şöyle diyorlar: (Her âlim bir şey söylüyor, hangisinin doğru olduğunu nereden bilelim? Onun için yalnız Kur’ana uymak lazım.)
6- Tesettürün aleyhine konuşurlar. Kapanmayı emreden açık bir âyet yok derler. Mevcut âyetleri de değiştirerek şöyle diyorlar: (Allah başınızı örtün demiyor, yakanızı, göğsünüzü örtün diyor.)
7- Namazdaki tesettürü inkâr edip diyorlar ki: (Allah her şeyi görür. Onun için hiçbir şey perde olmaz. Karanlıkta da görür, elbiseli iken de görür. Onun için, kimse yok iken namazı çıplak kılmanın mahzuru olmaz.)
8- Dini hükümleri bozmaya çalışıp diyorlar ki: (Kur’anda sadece inek ve koyun kurban edilir demiyor, balıktan da olur horozdan da olur, herkes gücünün yettiğini keser.)
9- Ezanı ve namazı bozmak için Türkçe yapılmasını isteyerek diyorlar ki: (Anlamadan yapılan ibadetin faydası olmaz. Ezanda da, namazda da, her millet kendi dilini esas almalıdır.)
10- Dinde reform yapmak, yani dini değiştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Diyorlar ki:
(Zaman sana uymazsa sen zamana uy demişler. Luther’i örnek alarak dinin zamana uymayan yönlerini değiştirmek gerekir.)
Bunların oyununa gelmemelidir.
Sual: İcma nedir? İcma’ı inkâr küfür müdür? Birkaç örnek verilebilir mi? CEVAP: Eshab-ı kiramın söz birliğine, icma denir. Tabiinin de icma’ı delildir. Bir âyet-i kerime meali:
(Müminlerin yolundan ayrılanı Cehennem’e atarız.) [Nisâ 115]
(Ümmetimin âlimleri, dalalette birleşmez.) [İ. Mace, İ. Ahmed, Taberani]
(Allahü teâlânın rızası, icmadadır.) [İbni Asakir]
İcma’ın dereceleri vardır: Eshab-ı kiramın, açıkça ve her asrın icma’ı ile haber verilmiş olan icmaları, âyet-i kerime ve mütevatir olan hadis-i şerif gibi kuvvetlidir, inkâr eden kâfir olur. Eshab-ı kiramdan bazısının icma edip, diğerlerinin sükut ettikleri icma da, kesin delildir, ama inkar eden kâfir olmaz. Eshab-ı kiramın ihtilaf ettikleri bir hükümde, sonra gelenlerde hasıl olan söz birliği icma olup, haberi vahid ile bildirilen hadis-i şerif gibidir. Bununla amel vacib ama, iman vacib değildir.
Bir asırdaki müctehidlerin bir kısmının ictihadına, diğerleri işitince susup reddetmezlerse, Hanefi’de icma olur, Şafii’de icma olmaz. İcma delil değildir diyen kâfir olmaz; bid’at sahibi olur. Dinde zaruri olan [cahillerin de bildikleri] icma bilgilerine inanmayan kâfir olur. Bir sözün küfür olduğunda, âlimlerin söz birliği yoksa, o söze küfür denmez.
İcma ile bildirilen hükümlerden bazıları şöyledir:
1- Nass veya icma ile bildirilen bir haramı inkâr, küfürdür.
2- Dört mezhebin icma’ına inanmayan, kâfir olur. (Redd-ül-muhtar, Mektubat)
3- İbadetler imandan parça değildir. Namazı terk etmekte, icma hasıl olmadı.
4- Kütüb-i sittedeki hadis-i şeriflerin hepsi sahihtir.
5- Kâinattaki her şey, sonradan yaratıldı, bunu inkâr eden kâfirdir.
6- Kerametin hak olduğu, icma-i ümmet ile sabittir.
7- Cemaat ile yirmi rekat teravih kılmak sünnettir.
8- Yayılan bid’atin kötülüğünü Müslümanlara duyurmak farzdır.
9- Müta nikahı haram olduğunda icma hasıl oldu.
10- İlk iki büyük halifenin halifeliklerine sahih değil demek küfür olur. Dört büyük halifenin üstünlükleri halifelik sırasına göredir.
11- Kabr-i şerifte, Resulullahtan yardım istemeyi inkâr, sahabenin icma’ını inkâr olur.
12- Kur’an-ı kerimin bir harfini bile değiştirmek veya musiki aletleri ile okumak haram olduğu gibi, bugün mevcut olan Mushaf’tan başkasını okumak da haramdır.
13- Namazda ayakta, âyetleri Arapça’dan başka dil ile okumak caiz değildir.
14- Cemaatle namazı terk etmeyi âdet edinmek günahtır
15- Kadınların başlarını açmaları haramdır, inkâr eden kâfirdir.
16- Dört mezhepten birine uymak vacibdir. Bu konuda icma hasıl oldu. Dördü birleştirilip bir mezhep haline getirilemez. (Tahrir, Mugîs-ül-Hak fî İhtiyâri Ehak)
Dört mezhepten birine uymayan, bid’at ehli olup Cehenneme gider. (Tahtavi)
Sual: Tam İlmihal’de, bana göre, bize göre demek, nakli esas almadan yazmak, konuşmak caiz değil deniyor. Fakat âlimlerin, bana göre, bize göre, bu fakire göre dedikleri de, naklediliyor. Bu bir çelişki değil mi?
CEVAP: Hayır, çelişki değildir. Bana göre demek, kendini müctehid sanmak, yetkili âlim bilmek demektir. Ama bir müctehid ise, yani yetkili âlim ise, elbette bana göre demesi gerekir. Müctehidin bana göre demesi, benim ictihadıma göre demektir. Mesela İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
Evliyanın kabirleri üzerine, sanduka, örtü, sarık sarmak, bize göre, ölüye tazime sebep olmak, hakaret edilmemek, gafillerin edepli olmaları içindir, caizdir. (Redd-ül-muhtar)
İmam-ı Şafii hazretleri buyuruyor ki:
Sahabe, ilim, ictihad, vera ve akıl bakımından bizden üstündür. Onların reylerini çok beğeniriz. Bize göre, bizim reylerimizden evladır. (Risale-i kadime)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Peygamberlerden sonra, insanların en üstünü, Ebu Bekr-i Sıddık’tır. Ondan sonra, Ömer-ül-Faruk’tur. Üstünlük, bu fakire göre fazileti, meziyeti, iyi sıfatları çok olmak değildir. Önce imana gelmek, din için herkesten çok mal vermek ve canını tehlikelere atmaktır. Yani dinde, sonra gelenlere, üstad olmaktır. Sonra gelenler, her şeyi, öncekilerden öğrenir. Bu üç şartın hepsi, Sıddık’ta toplanmıştır. Herkesten önce imana gelmiş, malını ve canını din için feda etmiştir. Bu nimet, bu ümmette, ondan başkasına nasip olmamıştı. (3/17)
Bu fakire göre, yeryüzünün en kıymetli yeri Kabr-i saadettir; sonra Kâbe-i muazzamadır. Bundan sonra, Medine’de Mescid-i nebevi içindeki (Ravda-i mukaddese) denilen meydandır. Daha sonra Mekke şehridir. (1/312)
Bu fakire göre, dağda yetişip, hiçbir din duymayıp, puta tapan müşrikler, Cennete ve Cehenneme girmeyecekler, hesap yapılırken, zulümleri kadar azap çekeceklerdir. Sonra hayvanlar gibi, yok edileceklerdir. Küçük iken ölen kâfir çocukları ve Peygamberlerden haberi olmayanlar da böyle olacaklardır. (1/259)
Resulullahın en kıymetli zamanları, bu fakire göre, namazdaki zamanıdır. (1/206)
Bu fakire göre, her gece yatarken, (Sübhanallahi velhamdü lillahi ve lâ ilahe illallahü vallahü ekber) yüz defa okuyan, tesbih, tahmid ve tekbir eylemiş olur. Böylece, muhasebe yapmış olur. Kendini hesaba çekmiş sayılır. (1/309)
Ynt: İctihad nedir, müctehid kime denir?
« Yanıtla #4 : 20 Şubat, 2010, 20:11:41 ÖS »
Sual: Eleştirilerin bir ölçüsü var mı? CEVAP: Tenkitler ilmî olmalı, yani muteber bir esere dayanarak yazılmalı. Hakaret maksadı ile olmamalıdır. Çeyrek asırdan fazla oldu, hep yazıyoruz. Şimdiye kadar ciddi, ilmi bir tenkide rastlamadık. Kimi hakaret ediyor, kimi de hiçbir mesnede [delile] dayanmadan “yanlış yazıyorsunuz” diyor. Din kitaplarını değil de, aklını ölçü alıyor.
Oruç kefaretini tarif ederken, (Kefaret, oruç tutmamanın değil, geceden niyetli Ramazan orucunu kasten bozmanın cezasıdır) demiştik. Bir genç, telefon edip, “Ben mazeretsiz, Ramazanda bir gün oruç tutmazsam, cezası ne?” dedi. Ben de, “Ramazanda mazeretsiz oruç tutmamak haramdır. Ama bir gün oruç tutmazsan o bir günü kaza etmen gerekir” dedim. Genç, “Ben kasten tutmadım, niye 60 gün kefaret değil de, bir gün kaza tutmam gerekiyor?” diye sordu. Ben de, fıkıh kitapları öyle yazıyor dedim. Genç, ben ilahiyatçıyım, kitaba ne gerek var, akıl var, mantık var, kasten oruç tutmuyorsun ve kaza gerekir diyorsun, olmaz böyle şey” dedi. Tekrar, senin dediğin hangi kitapta yazıyor dedim, o da, “Kitaba gerek yok, akıl mantık var ya” dedi. “Akıl mantık yeni çıkmadı o eskiden beri var. Ama eskiden beri akla mantığa değil, kitaba bakılır, kitap ne yazarsa ona göre hareket edilir” dedim. Ama genç ikna olmadı.
Bir genç de, “Halebi imiş, Redd-ül-muhtar imiş, Hindiye imiş, bunlar senet olmaz, bana Kur’andan delil göster. Çünkü bir Müslüman için dini konularda temel başvuru kitabı Kur’andır” dedi. Bunu kim söylüyor dedim. “Falan profesörün falan kitabına bakabilirsin” dedi. “Sen Halebi’ye, İbni Âbidin’e inanmıyorsun da o kitaba nasıl inanıyorsun?” dedim. “Ama o Kur’ana göre yazıyor” dedi. “Peki Halebi’nin, İbni Âbidin’in Kur’ana göre yazmadığını nereden biliyorsun?” dedim. Öteki kitap, şu âyette diye delil gösteriyor, ama Halebi’de, İbni Âbidin’de âyetlerden bahsetmiyor” dedi.
Halbuki dinimizde delil dörttür. Her şey Kur’an-ı kerimde açıkça bulunmaz. Namazın nasıl kılınacağı, namazı bozanlar, namazın farz, vacib, sünnet ve mekruhlarını Kur’anda bulamayız. Orucun farzları, sünnetleri de öyledir. Birçok cahil kimse, “Şuna haram diyorsunuz, ama hangi âyette haram olduğu yazılı” diyor. Bazısı da, âyet yoksa, hadis var mı diyor. Hangi fıkıh kitabında yazıyor diyen yok.
Yine bir genç aradı, isim vererek, “Şu iki zatı niye kötülüyorsunuz, onlar âlimdir, ömürlerini cihad ile geçirmişlerdir” dedi. İsim verdiği için, o iki zatın yanlışlarını biliyorduk. Birer tanesini söyleyecektik. Ona dedim ki, Mirac hak mıdır? Elbette haktır dedi. Peygamber efendimiz mübarek bedeniyle mi gitti yoksa rüya gibi bir şey mi? Elbette bedeniyle gitti dedi. Bunun hakkında âyet de, hadis de var dedi. İyi ama senin övdüğün o zat, Mirac ruh ile olmuştur diye inanmıyor, bedeniyle gitmedi diyor dedim. Sonra dedim ki, Hazret-i Osman’ı nasıl bilirsin? Dedi ki: “Aşere-i mübeşşereden [Cennetle müjdelenmiş on sahabiden] biridir. Resulullahın damadıdır, her sahabi gibi Cennetliktir. Bunlar âyet ve hadisle sabittir.” Evet doğrusu öyle. Ama senin övdüğün ikinci zat, Hazret-i Osman için, “Yaşlı idi, bunak idi, Müslümanların başına geçmesi talihsizlik idi” diyor dedim. Genç, “Onlar da insan, bu kadar hatası yüzünden tenkide değer mi, bu bakımdan âlimler tenkit edilmemeli” dedi. Dedim ki: “İyi ama onlar Hazret-i Osman’ı tenkit ediyor, Hazret-i Osman âlim değil mi idi? Üstünlüğü âyet ve hadisle de sabit dedin, âyet ve hadise niye inanılmaz ki? Kimin karşısında kimi savunduğunun farkında mısın?” Ama yine ikna olmadı.
İhtilafta rahmet olur mu?
Sual: (Ümmetimin ihtilafı rahmettir) hadisi sahih olamaz; sahih olursa, o zaman ittifak, birlik, gazab-ı ilahiye sebep olmaz mı?
CEVAP: Bu hadis-i şerifi İmam-ı Beyheki, İmam-ı Münavi, İmam-ı ibni Nasr ve İmam-ı Deylemi gibi, sözleri dinde senet olan hadis imamları bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, Müslümanların imanda, doğru itikatta birleşmelerini emrediyor. Bu hadis-i şerifte bildirilen ihtilaf, cahillerin, sapıkların değil, sözleri dinde senet olan salih âlimlerin ictihadlarındaki ayrılık demektir. Yani, (Ümmetimin ihtilafı rahmettir) demek, (Müctehidlerin farklı ictihadları rahmettir) demektir. İmandaki ayrılık gazaba sebep olduğu gibi, ictihadlardaki ayrılıklar da Müslümanlar için birer rahmettir. Müctehid ictihadında hata ederse de, sevab alır. Sevab verilen şey, gazab-ı ilahiye sebep olmaz, rahmete sebep olur. Bir hadis-i şerif meali:
(Müctehid, ictihadında hata ederse bir, isabet ederse, iki sevab alır.) [Buhari]
Başka bir okuyucu da, şöyle diyor: (Ümmetimin ihtilafı rahmettir) hadisini (Mezhepler rahmettir) diye söylemek uygun olur mu?
CEVAP: Oradaki ümmet, müctehid âlimlerdir. İhtilaftan kasdın da, farklı ictihad olduğunu yukarıda bildirdik. Yani o hadis-i şerif, (Müctehidlerin farklı ictihadları rahmet) anlamındadır. Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. İctihad rahmet olunca, onun ictihadların toplamı olan mezhebi de rahmettir. O halde, (Mezhepler rahmettir) demek, gayet uygundur. Sapık olanların yani doğru itikattan ayrılanların, ictihadları da, mezhepleri de bozuktur.
Sual: Din kitaplarında bir hüküm bildirilirken, (Kitap, sünnet ve icma-ı ümmetle sabittir) deniyor. Kitap ve sünnet, başlı başına bir delil değil mi, ne diye üçü birden söyleniyor?
CEVAP: Elbette, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler başlı başına delildir. Ancak farklı teviller yapılmışsa, o âyet-i kerimeyi Resulullah efendimiz nasıl uygulamıştır, müctehidler ona bakar. Mesela namazın beş vakit olduğu kesindir. Ama üç vakit diyenler var. O zaman Resulullah efendimizin uygulamasına bakılır. İcma hangi yönde, ona bakılır. Kur’an-ı kerimde namaz yerine kullanılan salât kelimesi için bazı sapıklar, (Salât, dua demektir. İslamiyet’te, şimdi yapıldığı şekilde bir ibadet yoktur. Allah’ı anan, dua eden, namaz kılmış sayılır) diyorlar. Salât’ın bunların dedikleri gibi olmadığı, günde beş vakit kılınan namaz olduğu sünnetle açıklanmış ve icmayla da uygulandığı gösterilmiştir. Demek ki, Kur’an-ı kerimde bildirilen bir hüküm, Sünnetle ve İcma ile de uygulanarak, farz olduğu inkâr edilemez hale geliyor.
Sual: Müctehidin sözü, âyet ve hadis gibi senet olmaz. Ebu Hanife veya İmam-ı Şafii ictihadında yanılsa, hiç araştırma yapmadan, deliline bakmadan bu yanlış ictihada uymak nasıl caiz olur? Bunun için, mezheplerin içindeki isabet eden hükümleri tespit edip amel etmek, daha uygun olmaz mı?
CEVAP: Müctehid olmayanların dört hak mezhepten birisine uymaları şarttır. İmam-ı a’zam veya İmam-ı Şafii bir hükmün doğrusunu bilemiyorsa, biz nasıl bileceğiz? Sizin yapmak istediğinize, mezhepsizlik denir. Müctehide ictihad etme yetkisini, dinimiz veriyor. Bizim gibilere de, (Bilmiyorsanız âlimlere sorun) buyuruluyor. (Nahl 43)
Müctehid hata etse de, sevab alır. Onun yanlış ictihadıyla amel eden de, kurtulur. Bir hadis-i şerif meali:
(Müctehid, ictihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevab alır.) [Buhari]
Eshab-ı kiramdan Ebu Said-i Hudri rivayet ediyor:
Seferde iki kişi, su bulamadıkları için teyemmüm ederek namazlarını kılıyorlar. Sonra vaktin içinde suyu bulunca, biri kendi ictihadına göre abdest alıp namazını iade ediyor, diğeri de kendi ictihadına göre iade etmiyor. Durum Resulullaha arz edilince, her ikisini de uygun bulup şöyle buyuruyor:
(Namazı iade etmeyen; sünnete uymakla isabet etti. Abdest alıp iade eden de, iki sevab aldı.) [Nesai, Ebu Davud]
(Bu hadis-i şerif de Eshab-ı kiramın müctehid olduklarını göstermektedir. İki zat farklı ictihad ediyor ve ictihadlarına uydukları görülüyor.)
Peygamber efendimiz, müctehidlerin böyle farklı ictihadlarının Müslümanlar için rahmet olduğunu bildiriyor. Mezheplerin çıkışı da, bu hükme dayanıyor. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Farklı ictihad rahmettir.) [Beyheki, Deylemi İ. Münavi, İbni Nasr]
Sual: Ruhsatla ve zaruret halinde zayıf kaville amel etmek günah mıdır?
CEVAP: Günah değil caizdir. Bazen lazım da olabilir. Din kitaplarımızda şöyle bildiriliyor:
1- Kolaylıkları yapmak istemeyenin, nefsine muhalefet için, azimetleri bırakıp, ruhsatla amel etmesi iyi olur; ama bu, ruhsatları araştırmaya yol açmamalıdır. (Hadika)
2- Allahü teâlânın sevdiği ruhsat, emirleri yaparken, sıkıntıya düşenler için bildirilmiş olan kolaylıkları yapmaktır. (F. Bilgiler)
3- Şeytan ruhsatları yaptırmak istemez. Mesela, mest üzerine mesh ettirmez. Ruhsatla amel etmelidir. (Hüsn-üt-tenebbüh)
4- Gerektiğinde en kolay fetvaya uymalıdır. Allahü teâlâ, kolay olanların yapılmasını istiyor; çünkü insanın zayıf yaratıldığını bildiriyor ve (Allah, size kolaylık ister, zorluk, güçlük istemez) buyuruyor. (Mektubat-ı Rabbani 3/22)
5- Din adamlarının, cemaatin anlayamayacakları şeyleri söylemeleri, fitne olur. Herkese, anlayabileceği kadar söylemeli. Yapamayacakları ibadetleri emretmemeli. Zayıf kavil olsa bile, yapabileceklerini söylemelidir. (Berika)
6- İbni Abidin hazretleri, (Suyla toprak karıştırılınca, bu ikisinden biri temizse, meydana gelen çamur temiz olur. Fetva da böyledir. Bu fetvaya zayıf diyenler varsa da, harac olduğu zaman, zayıf kaville amel edilir) buyurdu. Bir ihtiyacı karşılamak için hazırlanan kolonya, ispirtolu ilaçlar ve boyalar, alkolle karıştırılan maddeleri temizse, karışımları da temiz olur. Bunun için, tentürdiyot ve kolonya, Hanefi’de temizdir. (İslam Ahlakı)
7- Başka mezhepteki bir imama uymanın sahih olması için, uyanın mezhebine göre, namazı bozan bir şeyin imamda bulunmaması gerekir. Esas kavil budur. İkinci kavle göre, imamın kendi mezhebine göre, namazı sahih olursa, uyanın mezhebine göre sahih olmasa da, buna uyması sahih olur. Bu ikinci kavil, her ne kadar zayıfsa da, harac olunca zayıf kavle uymak gerekir. (Hadika)
Bu hükümlere rağmen, ruhsata veya zayıf kavle uymayı, günah veya tembellik gibi göstermemeli. Üç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Allahü teâlânın verdiği kolaylık ve ruhsatlardan faydalanın!) [Buhari]
(Ruhsatlardan faydalanmayan, Arafat Dağı kadar günah işlemiş olur.) [Taberani]
(Allahü teâlâ, ruhsatla da amel edilmesini sever.) [Beyheki]
Sual: Masondan veya fasık Müslümandan müctehid olur mu? Mesela mason Abduh’a mutlak müctehid deniyor. Müctehid olmak için ilim yeterli mi, doğru iman ve amel şartı yok mu?
CEVAP: İctihad için gerekli zahirî ilmi, bir gayrimüslim de, bir fasık da öğrenebilir. Müctehid olmak için, gerekli şartlardan ve ilimlerden başka, kuvvetli ve doğru iman sahibi olmak ve itminan ile dolu, nurlu ve saf bir kalbe ve vicdana sahip olmak da şarttır. (Eshab-ı Kiram kitabı)
Dinimiz, fasığın doğru okuduğu ezana bile itibar etmiyor, yeniden okunması gerektiğini bildiriyor. Okuduğu ezanı kabul olmayan birinin, dinle ilgili sözüne, itibar edilir mi hiç? Masondan, fasıktan müctehid olamaz. Müctehid olmak için, ilahi mevhibe sahibi de olması gerekir.
İkinci husus ise, müctehid âlimler, asr-ı saadette, Sahabe-i kiramın zamanında, Tâbiin ve Tebe-i tâbiin devrinde bulunabiliyor, sohbet bereketiyle yetişiyordu. Zaman ilerleyip, fikirler bozulduktan, bid’atler çoğaldıktan sonra, böyle kıymetli kimselerin azaldığı, hicri dördüncü asırdan sonra, bu sıfatlara malik bir âlimin ortada kalmadığı, Mizan-ül-kübra, Redd-ül-muhtar ve Hadika‘da yazılıdır.
Şimdiki salih Müslümandan bile müctehid yetişemezken, fasıktan, masondan müctehid olur mu?
Sual: Diş dolgusu olan, Maliki mezhebini taklit ederek gusledince, guslü sahih olduğuna göre, bu sahih gusülle abdest alıp namaz kılamaz mı? Niye abdestte ve namazda da taklit etmek gerekiyor?
CEVAP: Gusül, abdest ve namaz, birbirine bağlıdır. Bunlardan biri yoksa namazı sahih olmaz.
Eğer abdestte Maliki’nin farz ve müfsitlerine uymamışsa, sadece Hanefi’ye uymuşsa, böyle abdestle kılınan namaz, Maliki’ye göre de, Hanefi’ye göre de sahih olmaz. Maliki’ye göre abdesti yok, Hanefi’ye göre de guslü yoktur. Bir mezhebe göre, üçü de sahih olmalıdır.
Din kitaplarımızda da bu husus şöyle bildirilmiştir:
1- Bir işi bir mezhebe göre yaparken, bu mezhebin, bu işin sahih olması için koyduğu şartların hepsini yapması gerekir. Bunlardan biri yapılmazsa, bu iş sahih olmaz. (Hulasat-üt-tahkik)
2- Bir işi bir mezhebe göre yaparken, başka bir mezhebi de taklit etmek gerekiyorsa, iki mezhepte de batıl olacak bir şey yapmamak şarttır. Abdestte, Şafii mezhebini taklit ederek, uzuvlarını ovmayan kimse, kadına eli değince, Maliki’ye göre abdest bozulmaz diyerek namaz kılsa, bu namazı batıl olur; çünkü kadına dokunduğu için Şafii’ye göre, uzuvlarını ovmadığı için de Maliki’ye göre abdesti sahih değildir. (Tahrir)
3- Bir iş için, başka mezhep taklit edildiği zaman, o mezhebin bu iş için koyduğu şartların hepsine uymak gerekir. Bu şartlardan biri eksikse, ibadet sahih olmaz; çünkü meşakkat olunca, mezheplerin kolaylıklarını yapmak, zaruret olmadıkça, ancak bütün şartları yerine getirmekle caiz olur. (Mizan-ül-kübra)
İHTİYAÇ HALİNDE MEZHEP DEĞİŞTİRMEK
Sual: Şafii mezhebine göre kaynak kitap ve soracak kimse bulunamıyor. Zor durumda kalınıyor. Doğru ibadet edilemiyor. Hanefi mezhebine geçmek caiz olur mu? Caizse ne yapmak gerekir?
CEVAP: Böyle bir ihtiyaçtan dolayı Hanefi mezhebine geçmek caizdir. Hanefi’deki ilmihal bilgilerini öğrenip, bundan sonra Hanefi mezhebine göre ibadet edilir. Hakikat Kitabevi yayınlarından Namaz Kitabı‘nda, Hanefi mezhebine göre ilmihal bilgileri özet bir şekilde anlatılmıştır. Oradan öğrenilip, Hanefiye göre ibadet edilir. Geniş bilgiler ise, Seadet-i Ebediyye kitabında mevcuttur.
Sual: Haram olan bir şeyi, zaruret halinde yapmak caiz olduğuna göre, elde olmayan bir sebeple, bir haramı işleyecek veya bir farzı terk edecek olanın, başka bir mezhebi taklit etmesi gerekir mi?
CEVAP: Elbette gerekir. Zaruretle işlemek günah olmazsa da, haram işlememek veya farzı terk etmemek için, önce kendi mezhebimizde çare aranır. Eğer bir çıkış yolu bulunmazsa, diğer üç mezhebe bakılır. Hangisinde çıkış yolu varsa, o konuda, o mezhep taklit edilir. Birkaç örnek verelim:
1- Bir kimse bilmeden süt kardeşiyle evlense, günah olmaz; fakat süt kardeş olduğu meydana çıkınca, başka bir mezhepte kurtuluş yolu aranır. Varsa, o mezhep taklit edilerek, evliliğe devam edilir. Mesela, Şafii’de süt kardeş olmak için ayrı zamanlarda beş kere doya doya emmek gerekir. Evli çift, eğer bir iki kere emmişse, Şafii mezhebi taklit edilip evliliğe devam edilir.
2- Dişini kaplatan veya doldurtan kimse için, Hanefi mezhebinde çıkış yolu olmadığına göre, diğer üç mezhebe bakılır. Maliki ve Şafii’de gusülde ağzın içini yıkamak farz olmadığı için, gusül, abdest ve namazda Maliki veya Şafii mezhebi taklit edilir. Bu mezheplerde de, çıkış yolu olmasaydı, salih bir doktor da, dişini doldurmak gerekir deseydi, diş dolgusu zaruret halini alıp, gusle mani olmazdı; fakat hak olan iki mezhepte, kurtuluş çaresi vardır. Hak mezhepler, sadece sözde değil, böyle fiiliyatta da haktır. Dört mezhep hak dedikleri halde, iş fiiliyata dökülünce kabul etmeyenler, dört mezhebi hak kabul etmiş olamazlar.
3- Uyumak veya unutmak, namazın kazaya kalması için özürdür; ama hatırlayınca veya uyanınca, namazı kazaya bırakmamak için çare aranır. Kendi mezhebinde veya diğer üç mezhepte çıkış yolu varken, kazaya bırakmak caiz olmaz. Mesela öğle ve akşam namazlarında, Hanefi mezhebindeki ikinci kavle uyarak, asr-ı evvel ve işa-i evvel vakitlerinde, öğle ve akşam namazlarını kılar. Bu vakitler de, çıkmışsa, Hanbeli mezhebine uyarak, mukimken de, öğleyle ikindiyi, akşamla yatsı namazlarını cem eder.
Ynt: İctihad nedir, müctehid kime denir?
« Yanıtla #5 : 20 Şubat, 2010, 20:13:05 ÖS »
Bir ateist, (Müslümanlık şekilcilik dinidir. Namazın, orucun, haccın belli şekilleri vardır. Kâbe etrafında dönmek, şeytan taşlamak, kurban kesmek tam bir şekilciliktir. Bir de günde beş vakit namaz çoktur. Hıristiyanlarınki gibi haftada bir olsa, örneğin sadece cuma namazı olsa, ben hemen müslüman olurum) diyormuş.
Ateistin, yani dinsizin şekilcilikten maksadı, dinî kurallardır. Kuralsız bir din olamayacağı gibi, kuralsız bir dernek bile olmaz. Hatta kuralsız oyun bile olmaz. Bir futbol oyununda birçok kural vardır. Mesela kale olmasa nasıl oynanır? Kuralsız, düzensiz hayat olmaz. Dünyanın dönüşü, Ay’ın ve yıldızların hareketleri belli bir kural içindedir.
Kâinatta, insan ve hayvan vücudu nasıl bir kurallar zinciri içinde ise, İslâmiyette de belli kurallar vardır. Kuralsız ibadet olmaz. Beş vakitteki namazın vakti, rekât sayısı, kıyam, rükû ve secdelerin nasıl yapılacağı, her yerde nelerin okunacağı bir kural hâlinde bildirilmiştir. Vakit girmeden namaz kılınamaz. Sabahın farzı ikidir, üç olarak kılınırsa kabul olmaz. Akşamın farzı üçtür, iki veya dört rekât kılınırsa kabul olmaz. Dini değiştirdiği için bid’at çıkarmış olur, diğer ibadetleri de kabul olmaz. Orucun hangi ayda tutulacağı, nelerin orucu bozacağı bir kural hâlinde bildirilmiştir. Haccın nasıl yapılacağı, tavafta nasıl dönüleceği, şeytanın ne zaman ve nasıl taşlanacağı, şükür kurbanının nerede ve ne zaman kesileceği ve hacıların, ihramlı iken neler yapamayacağı bir kural hâlinde bildirilmiştir. Zekâtta zenginliğin ölçüsü ve ne oranda kimlere verileceği bir kural hâlinde bildirilmiştir.
Kimlerin kimlerle evleneceği veya evlenemeyeceği bir kural hâlinde bildirilmiştir. Mesela bir kimse mahremleri ile evlenemediği gibi, başkasının nikâhlısı ile de evlenemez.
Dinimizde hangi şeyin haram, hangisinin helal olduğu da bir kural hâlinde bildirilmiştir. Şekilsiz, kuralsız din arayan bulamaz. Amirsiz toplum olmaz. Bir köyde bile bir muhtar bulunur. Hatta bir ailede bile bir aile reisinin bulunması gerekir. Bir yerde iki reis, iki âmir olursa kargaşa çıkar. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allahtan başka bir tanrı olsaydı, kâinattaki nizam bozulur, karmakarışık olurdu.) [Enbiya 22]
Ateist, (Namazı haftada bire indirelim) demekle, (dinî kuralları kendimiz koyalım, beğendiğimizi alalım, beğenmediğimizi atalım) demek istiyor. Dini biz mi kurduk da, değiştirmeye yetkimiz olsun. Dünya kanunlarını bile kim yapmışsa, yine aynı kimseler, aynı merciler değiştiriyor. Herkese bu değiştirme hakkını vermiyorlar.
Herkes dini değiştirirse, ortaya insan sayısı kadar din çıkar. Artık bu değişik şekillere de din denmez, felsefe denir. Din ile felsefeyi birbirinden ayırmak gerekir.
Bazı kimseler, dinimizdeki dört delilden icma’nın hiç olmadığını iddia ediyorlar. Halbuki sayısız konuda icma meydana gelmiştir. Dinde zaruri olan, yani cahillerin de bildikleri icma’ya inanmayan kimse, kâfir olur. İcma yani söz birliği olan hususlardan bazıları şunlardır:
İbadetler imandan parça değildir. Namaza başlarken niyet etmek farzdır. Mirac haktır. [Resûlullah’ın, Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık olur.]
Kur’an mahluk değildir. Eshab-ı kiramın hepsi, cemaat ile yirmi rekât teravih kılmıştır. Nezri yerine getirmek lazımdır. Kütüb-i sitte denilen altı hadis kitabındaki hadis-i şeriflerin hepsi sahihtir. Bid’at yayıldığı zaman, bunun kötülüğünü Müslümanlara duyurmak farzdır. Nass ile veya icma ile bildirilmiş olan harama önem vermeyen kâfir olur. Çalgı çalmanın haram olduğu, sözbirliği ile bildirildi.
Kabr-i saadeti ziyaret lazım olduğu ve çok sevap olduğu söz birliği ile bildirilmiştir. Resûlullah da, kabrinden yardım isteyene yağmur yağacağını müjdelemiştir. Resûlullah’ın kabrinden yardım istemeye inanmamak, Eshab-ı kiramın söz birliğini inkar etmek olur. Ehl-i sünnet âlimleri, söz birliği ile (Müctehid olmayan Müslümanların ibadetlerini doğru yapabilmek için, bir müctehidi ve bir mezhebi taklit etmeleri vacibdir.) demişlerdir. Yeni Müslüman olanın, dilediği bir âlimi taklit etmesinin lazım olduğunda söz birliği meydana gelmiştir. Dört mezhebin kolaylıklarını araştırıp, bunları bir araya toplayarak, yeni bir kolaylıklar mezhebi uydurmaya telfîk denir. Telfîkin batıl olduğunda söz birliği vardır. İslâm âlimleri söz birliği ile bildiriyorlar ki; şimdi bütün Müslümanların, bilinen dört mezhepten birine uymaları lazımdır. Dört mezhep birleştirilemez, bir mezhep haline getirilemez.
Müta nikahının caiz olmadığına sahabe-i kiramın icma-ı vardır.
Hz. Ebû Bekr’in ve Hz. Ömer’in halife olduklarına inanmayan kâfir olur. Çünkü, halife seçildikleri, söz birliği ile bildirilmiştir. Eshâb-ı kirâmın söz birliği ettiği, bugün Müslümanların elinde bulunan Mushaf sahihtir. Bundan başkasını okumak haramdır.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin üstünlükleri halifelik sırasına göre olduğu, Eshâb-ı kirâmın sözbirliği ile bildirilmiştir. Kainattaki her şey, yani Allahü teâlâdan gayri ne varsa hepsinin sonradan yaratıldığında sözbirliği hasıl oldu, inkâr eden kâfirdir.
Cemaatle namazı terk etmeyi âdet edinmek söz birliği ile günah olur. Namazda ayakta, ayet-i kerimeleri Arapça’dan başka dil ile okumanın câiz olmadığı söz birliği ile bildirildi.
Âlimlerimiz söz birliği ile bildiriyor ki, Kur’an-ı kerimin bir harfini değiştiren kâfir olur.
Bir sözün küfre sebep olmasında, âlimlerin söz birliği yoksa, o sözü söyleyene kâfir denemez.
Kadınların kulaklarından sarkan saçlarını örtmeleri farz değildir diyen âlimler de vardır.
Başlarındaki saçları örtmenin farz olduğu söz birliği ile bildirildi. Kadınların mahremsiz olarak sefere gitmelerinin haram olduğunu Hanefî âlimleri söz birliği ile bildirmiştir.
Ölüm hastalığındaki bir kimsenin, kaza edemediği namazlar için, oruçta yaptığı gibi iskat yapılması için, bütün âlimlerin söz birliği vardır.
Ehl-i sünnet âlimleri söz birliği ile bildiriyor ki:
Dört mezhebin kitaplarından ayrılan kimse, Resûlullah’ın yolundan ayrılmıştır. (Ümmetim dalâlet üzerinde söz birliği yapmaz!) hadis-i şerifi de gösteriyor ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin söz birliği ile bildirdiklerinin hepsi doğrudur.
Bazı kimseler, dinimizi bilmedikleri için, “Kur’an varken sünnete, Peygamberin açıklamalarına ihtiyaç yok diyorlar. Halbuki Allahü teâlâ buyurdu ki: (Resule itaat, Allaha itaattir.) [Nisa 80], (Resul ne emretmişse ona uyun!) [Haşr 7], (İndirdiğim Kur’anı insanlara açıkla!) [Nahl 44]
Bazıları Kur’an ve hadis varken, alimlere, mezheplere uymak gerekmez diyorlar. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ümmetimin âlimlerinin farklı ictihadları, mezheplere ayrılması rahmettir.) [Nasr El-Makdısî, Beyheki], (Kur’an-ı kerime uymak farzdır. Onda bulamazsanız, sünnetime, sünnetimde de bulamazsanız, Eshabımın sözüne uyun.) [Beyhekî], (Âlimlere tabi olun, onlar yol gösteren ışıktır.) [Deylemî], (Âlimler, peygamberlerin varisleridir.) [Tirmizî], (Âlimler [ebedi saadet yolunu gösteren] birer kılavuzdur, rehberdir.) [İ. Neccar]
Resulullah, Kur’an-ı kerimde, kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’an-ı kerim kapalı kalırdı. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rükû ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Yani hiç bir âlim, bunları Kur’an-ı kerimden bulup çıkaramazdı. Bunları Peygamber efendimiz açıklamıştır. Mezhep imamları, hadis-i şerifleri açıklamasaydı, sünnet kapalı kalırdı. Sünneti, müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydana çıkmıştır. Her Müslüman, durumuna göre, kendisine kolay gelen mezhebi seçer. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’an-ı kerimde her şeyi açıkça bildirirdi. Böylece, mezhepler ortaya çıkmazdı. Her yerde, tek bir nizam olur, Müslümanların halleri, yaşamaları güçleşirdi.
Bir Müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebe uyarak, bu işi kolayca yapar. Birkaç örnek verelim:
Şâfiî’de, kadın eline dokunmak abdesti bozar, Hanefî ve Mâlikî’de bozulmaz. Hacda bu iki mezhepten birisi taklit edilirse, abdest bozulmadan tavaf yapılır. Bu bir rahmettir.
Bir kız, babası razı olmazsa, Şâfiî’de evlenmek caiz olmaz. Babası razı olmadığı için bir kız, her bakımdan uygun temiz bir Şâfiî gence kaçsa, babasının rızası olmadan evlenmesi mümkün değildir. O halde, Hanefî taklit edilerek evlenebilir. Bu da bir rahmettir.
Seferde iken, üç mezhepte iki namazı cem etmek, yani öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı birleştirerek kılmak caizdir. Namazlarını kaçırma tehlikesi varsa, Hanefîler, bu 3 mezhepten birini taklit ederek iki namazı cem ederek kılabilir. Bu da bir rahmettir.
Müslüman kadının, gayri müslim ve fâsık kadınların ve mürted amca ve dayının yanında açık durması üç mezhepte caiz değil, Hanbelî’de caizdir. İhtiyaç olunca, Müslüman bir kadın, Hanbelî’yi taklit ederek, onların yanında başını açabilir. Gusülde ağız ve burnu yıkamak Hanefî ve Hanbelî’de farz, Mâlikî ve Şâfiî’de farz değildir. İhtiyaç olunca diş dolgusu olan bir kimse, Mâlikî veya Şâfiî’yi taklit ederse, guslü sahih olur. Bu da bir rahmettir. Rahmete vesile olmak ve Müslümanlara bir hizmet olması için, ihtiyaç olan konularda dört mezhepteki farklı hükümleri herkese bildirmek gerekir. İhtiyaç yokken mezheplerin kolay gelen taraflarını taklit etmek telfik olur, caiz değildir, haramdır.
Mezhepleri taklit rahmettir
Bir kimse, kendi mezhebine göre yapamadığı veya güçlükle yaptığı bir işi, başka bir mezhepte yapılması kolay ise, o mezhebin şartlarına uyarak, bu işi o mezhebe göre yapması caizdir. (R. Muhtar, Mizan, Hadika, Berika, S. Eb. 135)
Hadika’da diyor ki, (Abdest ve gusülde başka mezhebi taklit etmek caizdir. Bunun için, o mezhebin şartlarına da uymak lazımdır. Bütün şartlarına uymazsa, taklit caiz olmaz. Kendi mezhebine uymayan işi yaptıktan sonra bile, taklit yapmak caiz olur. Mesela imam-ı Ebu Yusuf’a, Cuma’yı kıldıktan sonra, guslettiği kuyuda fare ölüsü görüldü dediler, “Şafii mezhebine göre guslümüz sahihtir” buyurdu. (S. Eb. 71)
Berika’da, zaruret olan her işte de başka mezhebi taklit caizdir diyor. İbni Abidin’de, zaruret olsa da, olmasa da, harac [zorluk, sıkıntı] olduğu zaman, diğer üç mezhepten biri taklit edilir” diyor. (S. Eb. 71)
Bir Hanefi’nin kendi mezhebine göre yapamadığı bir işi, yapabilmesi için Şafiî’yi taklitte bir beis olmadığı Bahrürraık ve Nehrülfaık’ta da yazılıdır. (S. Eb. 135)
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki: Şafiî âlimleri, kendi mezheplerinde yapılması güç şeylerin Hanefi’ye göre yapılmasına fetva vermişlerdir. (S. Eb. 71)
Zaruret olmasa da bir ibâdeti yapmakta güçlük olunca, bunu yapmak için başka mezhebi taklit caizdir. (Mizan, F. Hayriye, F. Hadisiye, Mafüvat, S. Eb. 135)
Tabi olduğu mezhebe uyarak, bir işi yaparken, harac hasıl olursa, bu iş, diğer üç mezhepten, harac bulunmayan birini taklit ederek yapılır. (S. Eb. 148)
İkinci mezhebe göre de özrü hasıl olanın, üçüncü mezhebi taklidi caizdir, telfik değildir. (S.Eb. 136)
Bir kişi, kendine kolay gelen, dilediği bir mezhebe uyabilir. Bir işini bir mezhebe, başka işini başka mezhebe göre yapabilir. Ancak bir işin hepsini bir mezhebe göre yapmak gerekir.) [Faideli bilgiler 34-5]
İbni Abidin’de diyor ki, (Zaruret olmasa da, harac olunca, diğer üç mezhepten biri taklit edilir.) Bir işin, bir ibadetin sahih olması için, dört mezhepten birine uygun olması lazımdır. Bir ibadeti yaparken, şartlarından biri bir mezhebe, başka biri de başka mezhebe uygun olursa, bu ibadet sahih olmaz. Mesela, deriden kan akarsa, Hanefi’de abdest bozulur, Şafii’de bozulmaz. Bir erkek, yabancı kadının derisine dokununca, Şafii’de, abdesti bozulur. Hanefi’de bozulmaz. Derisinden kan aksa ve kadına da dokunsa, her iki mezhebe göre abdesti bozulur. Bu abdest ile kıldığı namaz sahih olmaz. Bu kimse, iki mezhebi Telfik etmekte, karıştırmaktadır. Böyle kimsenin ibadetinin sahih olmayacağı sözbirliği ile bildirilmiştir. Bir ibadetin bir şartı bir mezhebe, başka şartı da başka mezhebe göre sahih olursa, bu ibadet sahih olmaz. Fakat bir kimse, bir ibadeti, bir işi, bir mezhebin bütün şartlarına uyarak yapıp bitirdikten sonra, bunu tekrar yaparken veya başka bir ibadeti, başka bir işi yaparken, başka mezhebin şartlarına uyarak yapması, âlimlerin çoğuna göre sahih olur. İhtiyaç olduğu zaman yapmak ise, sözbirliği ile sahih olur. Hatta bir mezhebin şartlarına uyarak yapılan bir işin, bir ibadetin bu mezhebe göre sahih olmadığı, başka bir mezhebe göre sahih olduğu sonradan anlaşılsa, o mezhebe göre sahih olduğunu düşününce, o mezhebi taklit etmiş olur. O işi sahih olur. (S. Eb. 889)
Bir Hanefi, kendi mezhebine göre yapamadığı bir işi, başka bir mezhebi taklit ederek yapabilir.) Bu işi yaparken o mezhebin şartlarını da yerine getirmesi gerekir. Harac [güçlük] olmadan ve şartlarını yapmadan taklit ederse, buna telfîk denir ki caiz değildir. (S. Eb. 135),
Başka bir mezhebi taklit etmek, mezhep değiştirmek demek değildir. (S. Eb. 223) [Devamı var]
Başka mezhebi taklit ederken
Başka mezhebi taklit ederken, bütün şartlarına uyulmazsa, taklit caiz olmaz. Ancak bütün şartlarına uymak imkansız olursa o zaman, uyulabildiği kadar uyulur. Birkaç misal verelim:
1- Mukimken, harac olunca, mesela doktor ameliyatta, talebe imtihanda, güvenlik görevlisi nöbette ise, hastalıkta, kadın emzikli veya istihazalı ise, abdesti bozan özürlerde, abdest ve teyemmüm için zorluk çekenlerde, a’mâ ve yer altında çalışan gibi, namaz vaktini anlamakta aciz olanın ve canından, malından veya namusundan korkanın yahut maişetine zarar gelecek olanın, iki namazı cem etmeleri caiz olur. Namazı kılmak için işlerinden ayrılmaları mümkün olmayanların, yalnız böyle günlerde, Hanbeli mezhebini taklit ederek, iki namazı kılmaları caiz olur. Ancak Hanbeli’de de gusülde ağzın içini yıkamak farzdır. Bunun için ağzında dolgu olan birisi, zaruretsiz Hanbeli’yi taklit edemez. Zaruret veya harac olunca da, taklit etmek telfîk olmaz, caiz olur. Çünkü başka çare yoktur. Namazı kazaya bırakmak haram olduğu için, Hanbeli taklit edilerek iki namaz cem edilir. (Hulasat-üt-tahkik, (S. Eb. 203)
2- Seferde Hanefi hariç, diğer üç mezhepte namazları cem etmek caizdir. Seferde bir harac varsa, Hanefi olan bu üç mezhepten birini taklit eder. Bu üç mezhepten hangisine göre guslü ve abdesti varsa o mezhebi taklit eder. Üçüne göre de yoksa mesela kadına el dokunmuşsa ve elbisesi necis ise, Şafii’yi taklit edemez, diş dolgusu varsa Hanbeli’yi taklit edemez, gusülde delk yapmamışsa Maliki’yi taklit edemez. Şimdi ne yapacak bu kişi? Yolda iken gusletmesi, elbisesini yıkaması çok zor. Namazı kazaya bırakması haram olacağı için, bu mezheplerden farzlarına daha çok riayet edeceği birini taklit ederek kılması caiz olur.
3- Bir erkeğin, hanımı ile süt kardeş oldukları, fakat bir iki kere emmiş olduğu anlaşılsa, Hanefi’ye göre nikahları bozulur. Bunu kurtarmak için diğer mezheplerde bir çare aranır. Mesela Şafii veya Hanbeli taklit edilir. Çünkü Şâfiî’de ve Hanbelî’de ayrı ayrı beş kere doya doya emmedikçe süt kardeşi olmaz.
4- Bir erkek, hanımını üç talakla boşasa, nikahlarını devam ettirebilmek için diğer mezheplerde bir çare aranır. Mesela nikahları Şafii mezhebine uygun olarak kıyılmamışsa, Şafii mezhebi taklit edilir. Yani Şafii’ye uygun nikahları yapılarak evliliklerine devam ederler.
Şafii olan bir kimse de, bazı zorluklardan dolayı Hanefi veya diğer mezhepleri taklit eder. Çünkü S. Ebediyye’de diyor ki: Yolda, nakil vasıtalarında [dolmuşta, otobüste], alış verişte [pazarda, markette] kadınlara temas korkusu olan Şâfii, Hanefi veya Maliki’yi taklit etmelidir. (s. 146)
Şimdi bu kaideye göre birkaç misal verelim:
1- Hacca giden bir Şafiî’nin kadınlara dokunma ihtimali olduğu için abdestli bulunması zordur. Bu durumda Hanefi veya Maliki mezhebini taklit eder.
2- Şafii bir doktor, kadınlara dokununca abdesti bozulacağı için Hanefi’yi taklit eder.
3- Şafii bir genç, bir kız kaçırsa, kızın babası razı olmazsa, Şafiî’de, velisinin rızası olmadıkça evlenmesi caiz olmaz. Hanefi’yi taklit ederek velisiz de evlenebilir.
4- Şafii’de zekat 8 sınıfa verilir, sonraki gelen Şafii âlimleri üç sınıfa verilse de caiz olacağını bildirmişlerdir. Ancak üç sınıfı bulmak da zordur. Hanefi mezhebi taklit edilerek bir sınıfa verilir.
5- Şafii’de fıtra, kâğıt para ile hatta altın ile de verilmez. Ta Van’dan buğday getiren Şafiiler gördüm. Bu kadar sıkıntıya lüzum yoktur. Hak mezheplerin farklı ictihadından faydalanmak rahmettir. Hanefi mezhebi taklit edilerek altın veya gümüş verilir. (Devamı var)
Ynt: İctihad nedir, müctehid kime denir?
« Yanıtla #6 : 20 Şubat, 2010, 20:13:39 ÖS »
İctihad ayrılığı suç değildir
İmam-ı a’zam ve diğer Ehl-i sünnet imamları, 12 imamın talebeleri oldukları halde, niçin onlardan farklı ictihadlarda bulundukları hakkında şii âlimlerinden Kadi Nurullah Şuşteri’nin Mecalisülmüminin kitabında diyor ki: (İbni Abbas, Hz. Ali’nin talebesi idi. İctihad derecesine varmıştı. Onun yanında ictihad yapardı. Birçok ictihadı, Onun ictihadlarına uymazdı. Hz. Ali, Onun böyle ictihadlarını kabul ederdi. Bundan anlaşılıyor ki, müctehidin kendi anlayışına göre cevap vermesi lazımdır. Evet, âyet ve hadislerde açık bildirilmiş olan şeyler için ictihad yapılmaz. Yani böyle açık bilgilerden ayrılmak haramdır. Fakat, açık bildirilmemiş olan şeyleri anlamak için ictihad etmek lazım olur. Şu kadar var ki, masum olan imam, ictihadında hiç yanılmaz. Başkaları ise yanılabilir. Fakat bu yanılmaları suç olmaz. Yanılmalarına bir sevap verilir.) Şiilerin Meâlimül-üsul kitabında da, böyle diyor.
Kendilerine, ilk olarak şii diyenler, Sıffin’de Hz. Ali’nin ordusundaki birlik kumandanları idi. Hz. Ali’nin sözleri, hareketleri, şii kitaplarına, hep bunlardan işitmekle yazılmıştı. Halbuki, hain, fasık, asi ve yalancı oldukları Nehcülbelaga gibi şii kitaplarında yazılıdır. Hz. Ali, bunların münafık olduklarını haber verdi. Küfe şehrindekilerin inançları ve ibadetleri hep bunlardan işittiklerine göre idi. Bunlardan Kesai ve Zekeriya bin İbrahim’in Müslüman olduğu belli değildi. Ebu Cafer Muhammed bin Hasan Tusi ve başkaları, bundan işittiklerini yazmışlardır. Zekeriya’nın Hıristiyan olduğu meydana çıktı.
Abbasi hükümdarları, Ehl-i beyt imamlarını zindanlara sokmuşlardı. Yanlarına gitmek, konuşmak yasaktı ama, Ehl-i sünnet âlimleri, tehlikeyi göze alıp, ziyaretlerine giderlerdi. Onlardan ilim, feyz alırlardı. Bütün tarihler bildiriyor ki, İmamı Musa Kazım zindanda iken, Ehl-i sünnet âlimlerinden Muhammed Şeybani ve Ebu Yusuf ziyaretine gider, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. O sıkı zamanda, imamın huzuruna gidebilmek için, çok sevgi ve ihlas lazım gelir. Bunlar, şii kitaplarında da yazılıdır.
İmamiye âlimlerinden Füsul kitabının sahibi, imam-ı Musa Kazım’ın kerametlerini anlatırken, imam-ı Muhammed ve imam-ı Ebu Yusuf’tan işiterek bildiriyor ki, Harun Reşit, imam-ı Musa Kazım’ı hapsetmişti. İkimiz yanına gittik. Zindancılardan biri geldi. Sana bir şeyler lazım ise, bana söyle! Yarın gelirken getireyim, dedi. Hz. İmam, bir şey lazım değil, buyurdu. Adam gidince, bize dönerek, (Bu adam, benden bir şey soruyor ve yarın getireceğini söylüyor. Halbuki, bu gece ölecektir) buyurdu. Adamın o gece öldüğünü haber aldık.
Kamus-ül-alam kitabında diyor ki:
İmam-ı Cafer Sadık, Hz. Ali’nin torununun torunudur. Annesi, Hz. Ebu Bekr’in torunu olan Kasım’ın kızı idi. İmam bunun için, Hz. Ali’den gelen Vilâyet kemallerine kavuştuğu gibi, Hz. Ebu Bekir’den gelen Nübüvvet kemallerine de kavuştu. Her iki kemalden imam-ı a’zam Ebu Hanife’ye bol bol ihsan eyledi. İmam-ı Cafer Sadık, cebr, kimya ve diğer fen bilgilerinde de âlim idi. Büyük islam kimyageri Cabir, imam-ı Sadıkın talebesi idi. Ebu Müslim Horasani, Emevilere karşı isyanını başarabilmek için, İmam-ı Caferi halife ilan etmek istedi. Hz. İmam bunu kabul etmedi. Hatta, Ebu Müslim’in mektuplarını yaktı. Yedi erkek oğlundan en büyüğü İsmail, babasından önce öldüğü için, imamdan sonra, ikinci oğlu Musa Kazım imam oldu. Bunlardan bir kısmı, ayrı yol tutarak, İsmail’i ve oğullarını imam tanıdılar. Bunlara İsmailiye denildi.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Müctehid ne demektir? – ihvanlar.net EHLİ SÜNNET ...
www.ihvanlar.net/2013/11/29/muctehid-ne-demektir/
Cehd kökeninden gelen ve iftiâl bâbından ism-i fâil olan müctehid, Kur’an-ı kerîmdeki ve hadîs-i şeriflerdeki anlamı kapalı hükümleri açığa çıkarabilmek için tüm gücü ile çalışıp çabalayan ve sadece Allah rızası için bu sıkıntılara katlanan en büyük fıkıh âlimlerine müctehid denir. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
Allah bir kimse hakkında (iyi niyetinden dolayı) hayır dilerse, onu fakîh (fıkıhta imam) yapar ve ona doğruyu ilham eder. (Bezzar)
Müctehidlik gerçekte ilâhî lütuf ve fıtrî yeteneklere bağlı bir bilim dalıdır. Allah (c.c.) sevdiği kullarını dinde fakîh kıldığı ve onlara doğruyu ilham ettiği için müctehidler çok akıllı, süper zekâlı, duyduklarını ve ezberlediklerini hiç unutmama gibi üstün fıtrî yeteneklere sahip örnek insanlardır.
Müctehidler fıtrî yeteneklerin dışında sarf, nahiv, bedî, beyan, mantık, meânî ve sözlük gibi Arap dilbilgisinde, usûl-i fıkıh ve usûl-i hadîs gibi temel bilgilerde ve “Edille-i şeriyye” denilen Kur’an, sünnet, icmâ ve kıyas gibi kaynak bilgilerde en üst düzeyde dînî otoritelerdir.
Sana Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren O (Allah) dır. Onun âyetlerinden bazıları muhkem (anlamı açık, kesin) dir ki, onlar Kitab’ın ana (yasa) sıdır. Diğerleri de müteşâbih (örtülü anlamlar taşıyan âyet) lerdir. İşte kalplerinde kaypaklık olanlar, fitne çıkarmak ve (sapık görüşlerine
göre) yorumlamak için ondaki müteşâbihlere tabi olurlar. (Âl-i İmrân, 7)
İctihadın ana kaynağı Kur’an ve sünnet (hadîsler) dir. Ancak gerek Kur’an’da ve gerek sünnette Muhkem, Müteşâbih, Zâhir, Nâs, Müşkül, Mücmel, Nâsih ve Mensuh gibi âyetler ve hadisler olduğu gibi ayrıca Hakikat, Mecaz ve Kinâye anlamına gelen âyetler ve hadislerde olduğundan, Müctehidlik her açıdan çok geniş kapsamlı bilgi ve özel fıtrî yeteneklerin dışında, sabır, sebat ve aşırı derecede uğraşı isteyen bir bilim dalı olduğundan, her fıkıh âlimi müctehid olamaz ve sadece Allah rızası için bu sıkıntılara katlanamaz.
Çağımızda da müctehidler var mı?
Gerçeği yok ama sahtesi çok! Neden mi? İslâm’ı doğrudan Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den öğrenen, onunla birlikte yaşayan ve uygulayan sahâbelerin her biri, en üst düzeyde “mutlak müctehid” idiler. Bu nedenle Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olursanız, doğru yolu bulursunuz” buyurdu.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den sonra Asr-ı saadetin gölgesinde sahâbelerden feyiz alan ve onların sohbetinde yetişen tâbiin’in içinde de pek çok müctehidler vardı ve “Fukahâ-i seb’a” denilen yedi müctehid onların en ünlüleri idi.
Tâbiinin yetiştirdiği tebe-i tâbiin içinde ise bu oran düşmeye ve müctehid imamların sayısı azalmaya başladı.
İmâm-ı A’zam tâbiinden, İmâm-ı Mâlik ile İmâm-ı Şâfî tebe-i tâbiinden ve İmâm-ı Ahmed İbn-i Hanbel etbâ-i tebe-i tâbiinden idi. İmâm-ı Ahmed İbn-i Hanbel’den yani etbâ-i tebe-i tâbiin döneminden sonra, “mutlak müctehid” (mezheb İmâm-ı) derecesinde bir müctehid yetişmedi. Çünkü insanlar Asr-ı saadetten uzaklaştıkça, Kur’an ve sünnet ile ilgili temel bilgileri doğrudan kaynağından alamayınca, ashâb-ı kiram, tâbiin ve tebe-i tâbiin gibi dinin canlı şâhitleri de âhiret âlemine göçünce, doğal olarak ictihad kapıları kapandı ve bu nedenle “mutlak müctehid” derecesinde bir fıkıh âlimi yetişmedi. Gerçi “mes’eled müctehid” kapısı kıyâmete kadar açıktır ama,
Ne yazık ki kıyâmete yakın gerçek âlimlerin ölümü ile ilim kalkacak ve meydan kendilerini dev aynasında gören cahillere kalacak. Ekranların başına geçen ve Allah korkusundan yoksun olan o cahiller, “tüp bebek” örneğinde olduğu gibi her konuda bilinçsizce fetvâlar verip insanları sapıtacak ve kafaları karıştıracaklar.
Müctehidlerin yetiştiği döneme baktığımızda!
Müctehidler Kur’an’ın anayasa olduğu, ilâhî kanunların uygulandığı ve İslâm’ın yeryüzüne egemen olduğu bir dönemde yaşadılar ve günümüzdeki koşullardan çok farklı bir ortamda yetiştiler.
Asr-ı saadetin, mânevî feyzi, ruhsal heyecanı ve cihad ruhu devam ediyordu. Ashâb-ı kiramın yetiştirdiği tâbiin ve tâbiin’in yetiştirdiği tebe-i tâbiin’in pek çoğu hayatta idi ve bunlar dinin canlı şâhitleri ve temel kaynakları idi. Binlerce müfessir, muhaddis ve fukahâ’nın, yüzlerce ictihad ya da ictihad derecesine yakın gerçek âlimlerin yaşadığı ve ilmin en saygın olduğu bir dönemdi.
Ev hanımlarının ve sokakta oynayan çocukların bile günümüzde ekranlarda fetvâ veren çağdaş din adamlarından daha bilgili olduğu bir dönemdi.
İmâm-ı Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfî ve İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel gibi müctehidler, ilmin en yaygın olduğu bir dönemde güneş gibi parlamışlar ve kendilerini kanıtlamışlardır. İctihadları ile ilgili bütün kaynakları ve dayandıkları bütün şer’î delilleri açıkça tartışmışlar ve o dönemin ilmî otoriteleri tarafından kabul edilmişlerdir.
Hakkında bilgin olmayan bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur. (İsrâ, 36)
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
Kim bilmediği bir konuda fetvâ verirse, gökteki ve yerdeki melekler ona lânet eder.(İbn-i Asâkir)
Abdullah İbni Ömer radıyallahü anhüma’ya on mesele sorulsa, bazen birine cevap verir ve dokuzuna “Bilmiyorum” derdi.
İmâm-ı Mâlik’e bir sohbette otuz mesele sorulmuş, sadece üçüne cevap vermiş ve yirmi yedisine “Bilmiyorum” demiştir.
Dinde duyarlı olmayanların ve ilâhî emirleri yaşamayanların, ekranların ve internetin başına geçip din adına konuşmaları ve bilinçsizce fetvâlar vermeleri, en büyük dînî musîbet ve geleceğimiz açısından çok korkunç bir felâkettir.
Ey îman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu
Dinde duyarlı olmayıp açıkça günah işleyenlere, örneğin beş vakit namaz kılmayan ve açık saçık gezenlere fâsık denir. Fâsıkların fetvâları, şâhitlikleri ve dînî konulardaki sözleri, görüşleri ve fetvâları geçersizdir. Çünkü Allah (Celle Celaluhu) “fâsıkların getirdiği haberi araştırın ve güvenilir kimselere sorun” buyuruyor.
www.ihvanlar.net – Ahmet Tomor Hocaefendi
ehmed Kırkıncı | Müctehit Kimdir?
www.mehmedkirkinci.com/index.php?s=article&aid=1168
13 Tem 2010 - İçtihad Nedir? ... İşte bu devrede herbir müçtehid, kendisine terettüb eden vazifenin
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 13-7-2010
Müçtehit; Kur’an’ın esrarına hakkıyla vâkıf, içtihada ehil, İslâmî ilimlerin bütün ahkâmında mütehassıs olan her fakîhtir. Bu zâtlar âyet ve hadislerin sırlarına mazhar olma istidadına hâiz mümtaz insanlardır. Aklî ve nakli ilimlerin derinliklerine dalmış, keşfettikleri çeşitli cevherleri Müslümanların istifadesine sunmuşlardır.
Müçtehitlik, âlî ve mümtaz bir makam ve yüksek bir mertebedir. Kişi o makama iddia ile değil; ilimde rüsuh kazanma yanında Cenâb-ı Hakk’ın ikram ve ihsanı ile çıkabilir. O sahada onlarla yarışmak her kişinin kârı değildir. Nazar-ı ibretle bakılırsa enbiyaya vâris olmanın en şanlı ve en muhteşem bir numunesi, onlarda görülebilir. Müçtehidîn-i İzam Efendilerimizin herbiri nur-u hidâyete mazhardırlar. İlâhî hükümlerdeki maksatları idrak etmek onları tatbik sahasına koymak vazifesi onlardadır.
Sahabeden sonra şartlar değişmeye başladı. Muamelatta, ticarette, sanatta, ziraatte yeni inkişaflar meydana geldi ve yeni meseleler ortaya çıktı. Örf ve adetlerde değişmeler oldu. Elbetteki, bu ihtiyaçlara lakayd kalınamazdı. İşte bu devrede herbir müçtehid, kendisine terettüb eden vazifenin ağırlığını takdir ederek pek büyük bir gayret ve ihtimam ile içtihatta bulundular. Bütün himmet ve iktidarlarını sarfederek fıkıh ilminin kaide ve kanunlarını tesbit ettiler. İşte bu zâtlar sayesinde içtihat ilmi kemal noktasına vasıl oldu.
Müçtehidde Bulunması Gereken Şartlar Şunlardır:
1. Arapça’nın kaidelerini bütün incelikleriyle bilmelidir.
2. Kur’an’a ait ilimlere kemaliyle vâkıf olmalıdır.
3. Müçtehidin, icma-i ümmete muhalefet etmemek için hakkında icma meydana gelmiş bütün hükümleri bilmesi lâzımdır. Bunu bilmesi içinde tâ ashabdan itibaren bütün İslâm fukahasının nerelerde ihtilaf edip, hangi meselelerde ittifak etmiş olduklarını tahkik etmiş olması îcab eder.
4. Müçtehit, kıyasın vecihlerini bilmelidir. Zira, içtihadın ruhu kıyasdır. Bu sebeple bir müçtehit, ilm-i usulün kıyas bölümündeki bütün rükünleri, nevileri, hükümleri, şartları teferrualiyle bilmelidir.
5. Müçtehit örf ve adetlere vâkıf olmalıdır.
6. Müçtehit olan zâtın, hükümlere taaluk eden hadisleri hıfz edip onların senetlerini, râvîlerini; mütevâtir mi, meşhur mu, ah ad mi, mensuh mu olduğunu bilip ihata etmesi şarttır. Yine bu hadisleri rivayet eden zâtların cerh ve ta’dil açısından ahvallerine de vâkıf olmalıdır.
7. Ûsul-ü fıkıhta zikredilen esaslar, kaideler ve şartlar müçtehidde meleke haline gelmelidir.
Sadece bu şartların olması da kâfi değildir. İçtihat için fıtrî bir istidat, dehâ derecesinde bir zekâ ve kabiliyette şarttır. Abdulkerim Zeydan, Usûl-ü Fıkıh adlı eserinde, bu hususu şöyle açıklıyor:
“Müçtehit latif bir idrake, fıkıh ilmine müstaid bir akla, safi bir zihne, nafiz bir basirete, güzel bir anlayışa, harika bir zekaya sahip olmalıdır. Bunlara sahip olamayan bir kimse, içtihat kaidelerini bilse bile müçtehit olamaz.”
Bundan sonra da şöyle bir misal verir:
“Bir insan edebiyat ve şiirde ne kadar bilgisi olursa olsun, fıtrî bir istidadı yoksa şair olamaz.”
Yine bu konuda, îmâm-ı Mâlik Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
“İlim, kesret-i rivayetle değildir; belki o bir nurdur ki, Allah Teâla onu kalbe va’z eder de onunla hak ile batılın arası tefrik olunur.”20
Evet, içtihat için ilahî bir mevhibe de şarttır. Yani kesbî olan şartlar içtihadın cesedi ise, mevhibe-i İlahî de içtihadın ruhu hükmündedir. Takva ve amel-i salihde yeterince hassas olmayan bir insan ilimde ne kadar ileri olursa olsun onun içtihadına itibar edilmez.
Bir kimsede mezkûr şartlardan birisi veya bir cüzü bulunmazsa, o kimseye ıstılâhi manasiyle müçtehit denilmez. Davayla, mücerred iddia ile sultan olunmaz. Zira, delil istenilir.
İlim ve irfan sadece insanın şahsi gayretine ve kesbine münhasır olsa elbetteki pek nakıs kalır. Çünkü, insanın fikri de, aklı da sınırlıdır. Binaenaleyh, bunlarla herşeyin, her hakikatin mahiyetini, esasını ihata etmek mümkün değildir. İlim ve marifetin tekâmülü için İlahî ilham da lâzımdır. Ancak o zaman basiret nuru parlar, birçok sırlar ve hakikatlar o nur ile keşfedilebilir. Evet, ilham ve inâyete mazhar olan bir insan hakikatlerin keşfine muktedir olabilir.
İçtihat için pek büyük bir kabiliyet ve pek geniş malûmat yanında pek büyük bir takva, salahat ve yüksek bir ahlâk da iktiza eder. Hafızalarını bütün Kur’an ile ve yüz binlerce hâdis-i şerifle tezyin etmiş nice büyük zâtlar bile içtihada cesaret edememiş, içtihat iddiasında bulunmamışlardır. Çünkü bu selahiyeti hâiz olmayanların içtihat yapmaları, mesuliyeti mucibdir. Binaenaleyh içtihada ehil olmayanların bir müçtehidi taklid etmekten başka çıkış yolları yoktur. Aksi halde, dinin kudsi ahkâmını muhafaza ve idame etmek kabil olmaz.
Ehl-i sünnet dairesinde olan müçtehit efendilerimizin cümlesinin, kâmil bir hidâyet ve müstakim bir yol üzerinde olduklarına itikat etmek, Müslümanlar üzerine bir vecibedir. Çünkü, başta Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ve sahabe-i kiramın en güzide, en salahiyetli vârisleri bu büyük müçtehitlerdir. Bunların, evliyanın da sertacı olduklarında ümmetin ittifakı vardır. Allah, dine ait hükümleri ikâme ve şeriatın hikmetlerini Kur’an-ı Kerim ve Sünnetten çıkarma hususunda bu zâtlara hususî bir ihsanda bulunmuştur.
Hakikaten onlar şeriat ve hakikatin kendilerinde zuhur ettiği muhakkik ve müdakkik asfiyaların en büyüklerindendir. Şu halde onlardan herhangi birini hafife almak, tezyif etmek veya onlarla müsavat dava etmek en azından haddini bilmezlikdir.
“Sebep olan yapan gibidir.” kaidesince, onlar kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlerin yaptıkları ibadetlerden hissedardırlar. Küllî fazilet ve ilim noktasında onların topuğuna dahi yetişilemez. Bu meselede, Bediüzzaman Hazretleri,
“Başta müçtehidin-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarikatların şahları, aktabları mı efdaldir?” sorusuna şöyle cevab vermiştir:
“Umum Müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şâfiî, Ahmed ibn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkındedirler. Fakat, hususî faziletlerdeŞah-ı Geylanî gibi bazı harika kutuplar, bîr cihette daha parlak makama sahiptirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır.”21
Müçtehitlerden bazıları Sahabe-i Kiram Hazretlerini gördüler, onlarla sohbette bulundular ve onlardan ilim ve edeb tahsil ettiler. Şer’i ahkâma ait kaide ve kanunları Kur’an ve hadislerden istihrac ettiler. Bu hükümleri istinbat hususunda azamî derecede ihtimam gösterdiler. Akıl ve nakle istinad eden şer’i meseleleri ihtiva eden kitablar yazdılar. İşte onların bu fedakârâne çalışmaları ile fıkıh ilmi tam bir istikrar ve istikamet kazandı.
Müçtehidler Örnek İnsanlardır
Müçtehitler, meslek ve meşreblerinde ciddiyete, hâl ve hareketlerinde de rıfk ve mülayemete azami dikkat ederlerdi. Onlar, “mahbub-u kulub, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus” olmuşlardı. Mugalatadan, aldatmaktan, şöhret-i kazibeden, riya ve taşanımdan şiddetle nefret ederlerdi. Hakikati taharri ve ona vusulde son derece gayretliydiler.
Müçtehidîn-i izam efendilerimiz ilim ve marifette birer umman oldukları gibi güzel ahlakta da örnek şahsiyetlerdi. Mübarek yüzlerinde muhabbetle karışık bir vakar lemaan ederdi. Allah-u Teâla Hazretleri ilmi, hikmeti, iffeti, şecaati, sehaveti onlarda cem etmişti.
Dinin ulviyeti kalblerinde yer tutmuştu. Ruhları güzel seciye ve faziletler ile münakkaşdı. İstikamet ve adalet onlarda cibilli bir emir halindeydi. Hak yolunda hiçbir kuvvet onları adaletten men edemezdi.
Onlar, fıtraten temiz, kuvve-i kudsîyeye mâlik birer insan-ı kâmildiler. Kalbleri nefsani hastalıklardan müberraydı. Onlar, hakkı izhar ve tebliğde cerbezeden ve hileden son derece uzaktılar, zâten kâmil bir akıl; insanı cahilane cüretlerden meneder.
Onlar, hak ve hakikatin aşığı idiler. Hakikat kimin ağzından çıkarsa çıksın, onu kabulde ve teslimde asla tereddüt göstermezlerdi. Benlikten, gururdan, kibirden son derece nefret ederlerdi. Nitekim İmâm-ı Şâfiî,
“Hakikatin, münazara ettiğim kimselerin elinden çıkmasından memnun olurum.”
Onlar, hakkın tecellisine o derece sarsılmaz bir aşk ve muhabbetle bağlı idiler ki, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan çekinmezlerdi. İcabında canlarını bile esirgemezlerdi. Bir takım zâlim melikler ve müstebid sultanlar bu fukaha-i izam hazretlerine her türlü ezâ ve cefâyı tatbik ettiler, İslâmiyetin nurani sahifelerini akıllara durgunluk veren zulümatlara çevirdiler, vicdanları ebediyyen sızlattılar. Gayr-i meşru arzu ve zevklerini yerine getirmek, mevki ve makamlarını muhafaza etmek için o imamları kendi siyasetlerine alet etmeye çalıştılar, fakat buna muvaffak olamadılar. Bütün bu eza ve cefaya rağmen o büyük zâtlar hak davalarında sebat edip, hakikatten zerre kadar taviz vermediler. Son nefeslerine kadar hak gördükleri mesleklerinden ayrılmadılar.
İmam-ı Azam, Ahmed bin Hanbel gibi büyük müçtehitler en zâlim sultanlara karşı hakikati söylemekten çekinmemişlerdir. İmâmı Azam kendisine teklif edilen rütbe ve payeleri reddederek hapishaneye girmeyi, hatta mazlum olarak ölmeyi tercih etti. İmâm-ı Ahmed de hapishanede zulüm ve işkencelere maruz kaldığı halde hakikatleri söylemekten çekinmedi.
Müçtehitler, hakkı ihya, batılı iptal yolunda hatır ve gönül tanımazlardı. Öyleki, haksız taraf babaları ve çocukları dahi olsa hiç tereddütsüz aleyhlerine hüküm verirlerdi. Yegane maksatları Rızây-ı Bâri’yi tahsil etmekti. Allah korkusu kalblerinde o kadar yer tutmuştu ki göz yaşları bazılarının yanaklarında izler bırakmıştı.
Onlar vüs’at-ı ihataya mâliktiler; gördükleri, işittikleri, okudukları şeyleri zihinlerinde, hafızalarında muhafaza ederlerdi. Bu nimeti Hak Teâla Hazretleri onların fıtratlarına bahşetmişti.
Hafızaları çok vüsatli birer malûmat hazinesiydi. Ayaklı kütüphane tabiri gerçekten bu gibi zâtların unvanıdır denilse yeridir. Meselâ; İmâm-ı Mâlik, bir milyon hadis-i şerifi hıfzetmişti.
Bununla beraber, nice erbâb-ı hadis vardır ki, binlerce, yüzbinlerce ha-dis ezberledikleri halde, o hadislerin ihtiva ettikleri şer’î hükümleri istihraca muktedir olamamışlardır.
Nitekim, bir gün hadis üstadı İmâm-ı A’meş, fıkıh imamlarından İmâm-ı Ebu Yusuf’tan bir meselenin hükmünü sorar. İmâm-ı Yusuf cevap verince, İmâm-ı A’meş; “Bu hükmü nereden istihrac ettin?”diye sorar. Ebu Yusuf da; “Senin bana rivayet ettiğin hadisten.” der ve hadisi okur. Bunun üzerine İmam-ı A’meş:
“Ben bu hadisi, sen daha dünyaya gelmeden ezberlemiş olduğum hâlde, bugüne kadar manasını böyle anlamamıştım.”
diyerek, İmâm-ı Ebu Yusuf un fıkıh ilmindeki derecesini takdir eder.
Müçtehitlerin bir kısmı tabiîn, diğer kısmı da tebe-i tabiîn devrinde yetişmişlerdir. Bu devirler ilim ve marifet için en güzel bir zemindir; ilim ve irfanın baharıdır. O zamanda hikmet ve marifet tohumları, az bir zamanda neşv ü nema bularak marifet çiçekleri açardı. Meselâ; Süfyan b. Uyeyne dört yaşında hafız olmuştu.
Müçtehidîn-i İzam Efendilerimiz ilim ve irfanlarını sahabelerden aldılar ve onların malûmatına kemaliyle vâris oldular. Sahabelerin bütün ahvallerini, faziletlerini, tercüme-i hallerini bilirlerdi. Herhangi bir hâdisenin zuhurunda evvela Kitap ve Sünnete sonra sahabe-i kiramın içtihatlarına müracaat ederlerdi. Bunlarda açık bir hüküm bulamadıkları meselelerde kendi rey ve içtihatları ile amel ederlerdi.
Onların mertebeleri, istidatları., ilim ve irfanları gayet yüksekti. Bunlar asr-ı saadete daha yakın olduklarından bizzat o asrın feyzine vâris olmuşlardı. Bir kısmı, Sahabe-i Kiram efendilerimizi bizzat görüp onlardan ulum-u İslâmiyeyi tahsil etmişler, içtihada ait perensipleri onlardan ders almışlardı. Bu ise, ulvi bir mansıb ve şereftir.
Müçtehitler, Sahabe-i Kiram gibi Kur’an âyetlerinin bütün meziyet ve sırlarını anlamışlardı. Ashab-ı Kiramın ittifak ettikleri meseleleri aynen kabul ederlerdi. Üzerinde icma hasıl olan meselelerde içtihada teşebbüs etmezlerdi. Müçtehitler Sahabe-i Kiram Hazretlerine hayru’l-halef oldular. Dine ait meseleleri tedkik ve tahkikde ümmet-i Muhammed’e nokta-i istinad olup müşkillerini hallettiler. Usul ve fürua ait fıkhî meseleleri bir araya toplayıp kitab haline getirerek, ümmet-i Muhammede kıyamete kadar istifade edecekleri engin ve zengin bir hazine bıraktılar.
İçtihatta kemal mertebesine nail olmak şerefi ancak dört büyük imama nasib olmuştur. Kur’an ve sünnetin esrarına hakkıyla vâkıf olan bu zâtlar, ruhlarını güzel ahlâk, salih amel ile bezetmişlerdir. Bu zâtların herbiri birer irfan harikasıdırlar. Müslümanların müşkillerini halletme hususunda birbirlerini tamamlamışlardır.
Peygamber Efendimize (a.s.m.) kemal derecede vâris olan bu zâtlar, akılları hayrette bırakan hizmetleri ile vicdan-ı umumînin takdir ve hürmetlerine mazhar olmuşlardır.
Müçtehidîn-i Kiram Hazretlerinin bu ümmete pek büyük, pek faydalı hizmetler yaptıkları inkâr edilemez. Tarihin sayfaları mütalaa edilirse bu hizmetlerin nice misalleriyle karşılaşılır.
Müçtehidin-i İzamın Tabakaları
Usul-ü Fıkıh uleması, müçtehitleri ikiye ayırıyorlar: Müçtehid-i mutlak ve müçtehid-i mukayyed. Müçtehid-i mutlak, bütün şer’i meselelerde içtihat ehliyetine haiz olan zâtlardır. Müçtehid-i mukayyed ise bazı meselelerde içtihada muktedir olup, bazı konularda ise içtihada ehil olmayan fakîhlerdir. Bunlar içtihat edemedikleri konularda diğer mutlak müçtehitleri taklid ederler.
Müçtehit kendi akıl, hayal ve hissiyatından mes’ele istihraç edemez. Ancak bütün gücünü kullanmış olmak şartiyle, şer’i deliller içinde saklı olan ve dinin itikatla ilgili olmayan fer’i meselelerini istihraç edebilir; aksi halde mesul olur.
Müçtehitlerin tabakaları birbirinden farklıdır. Bazısının derecesi daha yüksek ve daha feyizdardır.
1. Müçtehid-i fi’ş-şer’îa: Buna müçtehid-i mutlak denir. Usûl ve furû’da bir başka müçtehidi taklide mecbur olmayan İmâm-ı Ebu Hanife, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Hanbeli gibi zevattır.
2. Müçtehîd-i fi’l-Mezhep: İçtihatta tâbi olduğu mezhep imamlarının takdir ettiği usul ve kaideler üzerine hareket eden müçtehitlerdir; îmâm-ı Ebu Yusuf, İmâm-ı Muhammed gibi.
3. Müçtehid-i fi’l-mes’ele: Kendi mezhebinde hükmü mevcud olmayan bir meselede içtihada muktedir olan fukahaya denir. Meselâ: Ebu Hasan el-Kerhi, Şemsü’l-eimme el-Hülvânî, İmâm Serahsi gibi birçok zevat. Bu zâtlar ne usûlde, ne de füruda mezheb imamlarına asla muhalefet etmemişlerdir. Yalnız yeni hâdiselerde onların koyduğu usûl ve kaideler üzere içtihat yapmışlardır.
4. Ashab-ı Tahriç: Bu zâtlar, içtihat iktidarına sahip olmayan mukallitlerdir. Bunlar kendi mezhep imamlarından nakil olup da bir kaç cihete ihtimâli olan mücmel ve müphem meseleleri tefsir ve tavzihe muktedir olan fukahadır. Meselâ: Cessâs, Ebu Bekir er Razi gibi meşhur zâtlar.
5. Ashab-ı Tercih: Halkın örfünü, adetini ve zamanın ihtiyacını dikkate alarak mezhebindeki muhtelif rivayetlerden en muvafık olanını tercih iktidarına sahip olan ulema-i kiramdır. Meselâ: Meşhur “Kuduri” sahibi Ebu’l Hasan, Hidaye Sahibi Şeyh-ül İslâm Merğinâni gibi.
6. Ashab-ı Temyiz: Bunlar tercihe iktidarları olmayıp, kendi mezheplerinde mevcud bulunan kavi ile zayıf hüküm arasını temyize muktedir olan zevattır. Meselâ, Kenz’in müellifi Nesefı, Muhtar’in sahibi Ebu Fazl Müceddidi el-Mevsili, Vikaye’nin sahibi Tâcü’ş-Şerîa Mahmud Buhari, gibi...
7. Ashab-ı Taklid: Müçtehit derecesinde olmayan fıkıh alimleridir. İbn-i Abidin gibi...22
Hanefî mezhebinin temel kitaplarından olan sekiz ciltlik fıkıh kitabının sahibi olan böyle büyük bir âlimin, müçtehitlerin yedinci tabakasından sayılması, günümüzde içtihat davasında bulunanların üzerinde insafla düşünmeleri gereken bir husustur.
20 Bilmen, Ömer Nasuhi, Tefsir Tarihi, Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, Ankara, 1960, s. 130.
22 İbn-i Abidin, Dürrü’1-Muhtar Haşiyesi, Mısır, H. 1386, s.77.
Müctehid nedir? İctihad ehli kimdir? İctihad kapısı kapanmış ...
m.sorularlaislamiyet.com/index.php?oku=12680
İÇTİHAD. Bütün güç ve kuvvetini kullanmak. Hakkında kesin hüküm olmayan bir meselede ki
Müctehid nedir? İctihad ehli kimdir? İctihad kapısı kapanmış mıdır?
Müctehid nedir? İctihad ehli kimdir? İctihad kapısı kapanmış mıdır?
Bütün güç ve kuvvetini kullanmak. Hakkında kesin hüküm olmayan bir meselede kitap ve sünnete dayanarak hüküm vermek.
İçtihad, ceht ve gayret göstermek, bir konuda bütün gücünü ve kuvvetini kullanmak, mânâsına gelir. Fıkıhta ise, istinbat-ı ahkâm için, yani âyet ve hadislerdeki derin mânâları ve gizli hükümleri çıkarmak için çalışmak şeklinde tarif edilir. Bu ilmî kudrete ve bu ilâhî ihsana nail olan zâtlara müçtehit denilir.
İstinbat, kuyudan güçlükle su çıkarmak demektir.
Kâinat kitabı Allah’ın eseri olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim de O’nun fermanıdır. Kâinat kitabının su, hava, toprak gibi maddelerini herkes az çok bilmekte ve bunlardan istifade etmektedir. Ama aynı kitabın, fizik, kanunları, ışınlar, atomlar, genler gibi nice gizli meseleleri de vardır ki, bunlar bilim adamlarının araştırmalarına bırakılmıştır. Onlar, bu tükenmez ilim hazinesini araştırmaya başlamış, bu uğurda bütün güçleriyle yılmadan usanmadan çalışmış ve sonunda nice harikalar keşfetmişlerdir.
Benzer bir durum da Kur’ân-ı Kerim için söz konusudur. Kur’ân-ı Kerim'in kesin hükümleri herkese açıkça bildirilmiştir ve bu temel meseleler Bediüzzaman’ın ifadesiyle “birer elmas sütundur” ve şeriatın yüzde doksanını teşkil etmiştir. Bu temel hükümlere göre teferruat sayılabilecek birtakım hükümlerin çıkarılması da fıkıh sahasındaki yetkili âlimlerin ceht ve gayretine bırakılmıştır.
Nitekim Mektûbat’ta, “Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez.” denilir. Yani, içtihat yetkisini taşıyanlar bir meselede gerçek hükmü bulmak ve onunla amel etmek için içtihat yaparlar. Ama vardıkları bu hükmü teşri’ edemezler, yani “gerçek sadece budur, şeriat benim anladığım gibidir” diyemezler.
Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerime ile yetkili âlimlerin içtihat yapmalarını, diğer kimselerin de onlara uymalarını istemektedir:
“… Hâlbuki onlar bu haberi Peygambere ve aralarındaki yetki sahibi kimselere götürselerdi, onlar içerisinde hüküm çıkarmaya (istinbat-ı ahkâma) gücü yetenler elbette onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisâ, 4/8)
Bu âyetin verdiği müsaade ile Kur’ân’da açık hüküm bulunmayan bazı konularda bizzat Allah Resulü (asm.) içtihat yapmışlardır. Yine ashabın âlimleri de içtihatta bulunmuşlardır.
Asr-ı saadetten sonra içtihadın yasaklandığına dair bir hüküm olmadığına göre, müçtehitler de yeni meseleler hakkında içtihat yapmışlar ve bu içtihatlara tâbi olanların çoğalmasıyla mezhepler ortaya çıkmıştır.
İÇTİHAD kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye "Altı Mâni" vardır.
"Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir."
"Dinin zaruriyâtı ki, içtihad onlara giremez; çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid’akârâne bir hıyanettir."
"Nasıl ki, çarşıda, mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit be vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer metâ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyaset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi."
"Ve Selef-i Salihîn asrında ve o zamanın çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvât ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi."
"İşte, o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakîn idi ki kisbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu."
"Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyan’ın iptidâ-yı tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış; ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, “Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez."
"Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü’t-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir."
"Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını arziye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mesturesini izhar ettiğinden, semâviyedirler."
"Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir."
"İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar; ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise şeriat namına içtihad edemez."
"Üçüncüsü: (*) اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani, “Zaruret haramı helâl derecesine getirir.” İşte, şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam, su-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı, ulema-i şeriatçe aleyhinde câridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat su i ihtiyarıyla olmazsa talâk vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki müptelâsı, zaruret derecesinde müptelâ olsa da diyemez ki, “Zarurettir, bana helâldir.”
"İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur."
"Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar."
"Birincisi: “Tâ siyaset-i hazıra avâm-ı Müslimîne de o suretle tefhim edilsin.” Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye çıkabilsin."
"İkinci sebep: “Hutbe, bazı suver-i Kur’âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.” Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer’iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur’âniyenin —eğer mümkün olsaydı— tercümesi (*) belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur’ân’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, “Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur’ân-ı Hakîmin i’cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?"
"Selef-i Salihînin müctehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahâbeye yakın olduklarından, sâfi bir nur alıp hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zorla görebilirler."
"Eğer desen: Sahâbeler de insandırlar; hatadan, hilâftan hâli olmazlar. Halbuki, içtihadâtın ve ahkâm-ı şeriatin medarı, Sahâbelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet “Sahâbeler umumen âdildirler, doğru söylerler” (*) diye ittifak etmişler."
"Elcevap: Evet, Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb’ın derekesinden, âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür."
"Evet, Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur. İşte, hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve şems-i Nübüvvetin ziya-yı sohbetiyle nurlanan Sahâbeler, o derece çirkin ve sukuta sebep ve Müseylime’nin maskara-âlûd muzahrafat dükkânındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak; ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri; ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mirac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risaletin hazine-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şâşaa-i cemâliyle içtimaât-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka—ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivâyetinde ve tebliğinde—elbette ellerinden geldiği kadar talip ve muvafık ve âşık olmaları kat’îdir, zarurîdir, şüphesizdir."
"Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz."(Said Nursi, Sözler, Yirmi Yedinci Söz)
İlave bilgi için tıklayınız:
Günümüzde içtihad yapanların içtihadlarını uygulayabilir miyiz?
www.fetvameclisi.com/fetva/muctehid
Bir müctehid diğerinin hatasını bu kadar açıkça ortaya koymuşken nasıl ... Peygamberimiz K
www.ilimdunyasi.com/nassin-uygulanisi/muntesib-mutlak-muctehid/?...
Bu ne müstakil, ne de mukayyettir; buna müntesib mutlak müctehid denilir. ... İlk devirde belirlenen usûl ve k
.- Müntesib Mutlak Müctehid
Müstakil müctehidin sıfatlarını haiz fakat kendine özgü prensip ve kaideler oluşturmayan, ancak başka bir müctehidin metodunu izleyen fakihtir.
Bu ne müstakil, ne de mukayyettir; buna müntesib mutlak müctehid denilir.
İmam Suyutî, bu dediklerimizi kaydettikten sonra şöyle demiştir: "İşte ikisinin arasındaki fark budur. Müstakil ve mutlak müctehid arasında umum ve husus vardır; her müstakil mutlaktır ama her mutlak müstakil değildir. Bu dediklerimizi İbn Salah da açıklamıştır."
Nevevî Şerhu'î-muhezzeb kitabında şöyle demiştir: "Müstakil olmayan müftü, müntesib müctehid olandır. Müntesib müctehidin dört şekli vardır: Birinci şekli mezhep ve delilde imamına uymayan müstakil müctehiddir. Yalnız ictihad ederken imamının metodunu izlediği için ona nisbet ediliyor ve müntesib sayılıyor. Üstad Ebu İshak, Malik, Ahmed, Davud ve Hanefî fakihlerinin çoğunun, ictihad ederken imamlarının metodunu izlediklerini söyleyerek, müntesib müctehid olduklarını savunmuştur. Sonra Ebu İshak şöyle demiştir: "En doğrusu arkadaşlarımızdan ehl-i tahkikin izlediği metoddur. Onlar taklit etmek için değil, ancak ictihaddaki metodunu daha kolay gördükleri için İmam Şafiî'nin mezhebine geçmişlerdir İctihad etmek istediklerinde onun usûlünü alarak, kendisine hiç taklit etmeden usûlüne göre hükümleri delillerden öğrenmeye çalışmışlardır."
Ebu Ali es-Sincî buna benzer sözleri kaydederek şöyle demiştin "Şafiî'nin usûlünü daha düzgün daha racih gördüğümüz için ona uyduk; yoksa onu taklit etmek için değil." Nevevî es-Sincî'nin bu görüşünün İmam Şafiî ve Müzenî'nin tavsiyesine muvafık olduğunu söylemiştir.
El-Envar ve Şerhu'r-Ravd kitaplarında şu sözlere yer verilmiştir: "Zikredilen müctehidlerin İmam Şafiî'ye nisbet edilmeleri, ictihad ederken, delilleri kullanıp sıralarken onun usûlünü aldıklarındandır. Onlar İmam Şafiî'ye muhalefet etmekten kaçınmazlardı."
İmam Suyutî de müntesib müctehid derecesinde olduğunu şöyle ifade etmiştir: "Asrımızda hata mutlak ve müstakil müctehidin eş-anlamlı kelimeler oldukları zannından kaynaklanıyor. Oysa böyle değildir. Bizim kendimize iddia ettiğimiz ictihad ise, müstakil mutlak ictihad değil, müntesib mutlak ictihaddır. Biz İmam Şafiî'ye uyuyoruz ve ictihadda onun usûlündeyiz, metodundan hiç ayrılmıyoruz."
İmam Suyutî sözlerini şöyle sürdürüyor: "Günümüzde çoğu insanlar şu hataya düşmektedirler. Mutlak müctehidin çoktandır bulunmadığını ve çok zamandan beri ancak mukayyet ictihadın olduğunu sanmışlardır. Şüphesiz bu onların düştükleri bir hatadır. Alimlerin görüşlerine vâkıf olamadıkları gibi, mutlak müctehid ile müstakil müctehidin arasındaki farkı ve mukayyet müctehid ile müntesib müctehid arasındaki farkı bilememişlerdir. Oysa aralarında anlattığımız fark vardır. Meseledeki gerçek şudur: Mutlak müctehid, mukayyed müctehidden farklı olduğu gibi, müstakil müctehidden daha kapsamlıdır ve onu içerir. Müstakil müctehid, mezheplerdeki kaidelerden farklı olan fıkhını dayandıracak kendine özgü usûl ve prensiblere sahip olan fakihtir. İşte çoktan beri bulunmayan, bu vasfı haiz müctehiddir. Günümüzde bir insan bunu yapmak istese yapamayacaktır ve yapması da caiz değildir. Birden fazla alim bunu savunmuştur."
El-Usûl kitabında İbn Burhan el-Malikî şöyle demiştir: "Mezheplerin usûlü, delillerin kaideleri seleften nakledilmiştir. Son devirlerde buna muhalif birşeyin olması doğru olmaz." İbn el-Münîr şöyle diyor: "İctihad şartlarını haiz olan dört imamın taraftarları müctehiddirler; yalnız yeni bir mezhebi oluşturmamaları lazım. Çünkü ilk devrin kaide ve usûlüne muhalif kaide ve usûle sahip olacak yeni bir mezhebin oluşması mümkün olmayacak kadar zordur. Çünkü ilk devrin alimlerinin bırakmadıkları bir kaide ve usûl yoktur. Hepsini usûllerinde ele almışlardır."
İbn el-Hac el-Medhal kitabında buna benzer sözler söylemiştir.
Birisi şöyle bir itirazda bulunabilir. İlk devirde belirlenen usûl ve konulan kaidelere muhalefet etmeyi neye dayanarak men ediyorsunuz? Usûl ve kaideler ictihadı meselelerden ibaretse, başka bir müctehid farklı bir neticeye vardığında ya da o usûl sarih bir nassla çeliştiğinde ona muhalefet etmenin caiz olması açısından, ilk devirde belirtilen usûl ve kaidelerle sonradan belirlenen usûl ve konulan kaideler arasında ne fark vardır? Ve İmam Şafiî'nin geçmiş şu sözlerinden bu anlaşılmıyor mu: "Söylediğim her söz, koyduğum her kaide ne olursa olsun, Resulullah'tan aksini ifade eden hadîs varsa, söz Resulullah'ın sözüdür. Ben de onu diyorum." İmam Şafiî, bu sözleriyle kat'î bir nass olsa da usûllere muhalefet edilebilmesini açıklamıştır. Dolayısıyla usûl ve kaideler kimseye mahsus değildir.
Elcevap: İlk devirde belirtilen usûl ve konulan kaideler üzere bütün selefin görüşü bir olmuştur; sözleriyle destekleyerek veya susarak kabul etmişlerdir. Neredeyse icma oluşmuştur. Böylesi bir meselede selef gibi insanların râcih zanları, belirttikleri usûl ve koydukları kaidelerin dayanaksız olmadığını gösteriyor. Çünkü onlar dine sımsıkı sarılmışlardı. Vahiy ve Kur'an'ın zamanına çok yakınlardı. Bundan dolayı imamların öncüsü olan İmam Malik, Medine halkının amelini hadîse tercih ederdi ve Medine halkının üzerinde ittifak ettiği meselelere işaret ederek şöyle demiştir: "Bizce üzerinde icma edilen ve insanları üzerinde bulduğum şey..." Çünkü Medine halkının üzerinde icma ettikleri amel şüphesiz sahih bir aslı içermektedir. Çünkü onlar Resulullah'ın önceki ahvalini nesh ya da tahsis ya da takyid eden son durumunu daha iyi bilirlerdi. [82]
[82] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 78-81.
Müctehid Alim Nasıl Olur? | İslam Dergisi
www.islamdergisi.com/fikih/muctehid-nasil-olur/
21 Ağu 2013 - Sünnette kapalı kalan yerleri, müctehid âlimler açıklamış, mezhepler ... Yüz Çeviren Benden D
Müctehid Alim Nasıl Olur?
Heratmosq1Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmeyen hususları, açıkça bildirilenlere benzeterek, hüküm çıkaran derin âlimlere (Müctehid) denir. Eshab-ı kiramın hepsi müctehid idi. Sünnette kapalı kalan yerleri, müctehid âlimler açıklamış, mezhepler meydana çıkmıştır. Bu mezheplerden yalnız dördü günümüze kadar ulaşabilmiş, diğerleri unutulmuştur.
Bu mezheplerin imanları, Eshab-ı kiramın ortak imanıdır. İmanda ayrılık caiz olmaz. Bu dört hak mezhebe, (Ehl-i sünnet) denir. Bu dört mezhepten hiçbirine uymayana mezhepsiz denir.
SORU: Annemle beyim Şafii mezhebindedir. Babam ise Hanefi mezhebindedir. Benim, beyimin mezhebine mi, yoksa babamın mezhebine mi girmem gerekir?
CEVAP: Bir kimse, hangi mezhebin hükümlerini iyi biliyorsa, o mezhebe göre amel eder. Babasının veya beyinin mezhebine göre amel etmesi gerekmez.
Türkiye’de Hanefi mezhebi daha yaygın olduğu ve Hanefi mezhebine ait Türkçe kitaplar daha çok olduğu için, Hanefi mezhebine göre amel etmeniz daha uygun olur.
Bazen Hanefi, bazen Şafii mezhebine göre hareket edilmez. Sadece, yapılması emredilen bir işi kendi mezhebine göre yapmak imkanı yoksa, o zaman diğer üç mezhepten birini taklit ederek o işi yapmak caiz ve gerekir. Sıkışık durum ortadan kalkınca taklit işine son verilir. (Hadika)
SORU: Biz Hanefiyiz, Şafii imama uyarken niyetimizde bir değişiklik oluyor mu? Müezzin ikameti kendi mezhebine göre mi okur? İmam kendi mezhebine göre mi imamlık yapar, yoksa Hanefi cemaatin mezhebine göre mi?
CEVAP: Ne niyette, ne de diğerlerinde bir değişiklik yoktur. Müezzin kendi mezhebine göre ikamet okur, imam kendi mezhebine göre namaz kıldırır.
SORU: “İslam’da zekat”, “İslam’da namaz”, “İslam fıkhında tasavvuf”, “İslam’da şu”, “İslam’da bu” diyorlar. “İslam’da zekat” denince, dört mezhepten birine göre zekat anlatılmış olmadığına göre, “İslam’da” diye kitap yazmak uygun mudur?
CEVAP: Bildirdiğiniz gibi, “İslam’da zekat” denince, hangi mezhebe göre söylenildiği bilinmiyor. “Hanefi’de zekat”, “Maliki’de zekat” denilmelidir. “İslam fıkhı” tabiri de böyledir. Hanefilerin fıkıh usulleri, Şafiilerin fıkıh usullerinden farklıdır. Tasavvuf ve fıkıh iki ayrı ilim dalıdır. “İslam tasavvufunda fıkıh” veya “İslam fıkhında tasavvuf” demek, ilimleri, mefhumları birbirine karıştırmak olur.
“İslam da şu”, “İslam’da bu” demek, mezhebi bilmemek veya kabul etmemektir. Bir kimse, İslam’a göre namaz kılamaz. Dört mezhepten birine göre kılması gerekir. Mesela imam arkasında Fatiha okuyan kimse, Hanefi’de vacibi terk etmiş olur. İmam arkasında Fatiha okumazsa, Şafii’de farzı terk etmiş olur. Onun için İslam’a göre namaz kılmak mümkün değildir. Diğer İslam’a görelerin de çoğu böyledir. Bunlar ince bilgidir, elbette mezhepsizler bunları bilmez. Farklı ictihad rahmettir, müslümanların işini kolaylaştırmaktadır.
Müçtehid kimdir, kime denir? – ittihad.com.tr
www.ittihad.com.tr › Sorular - Cevaplar
23 Oca 2010 - “Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli kanlı fit
Müçtehid kimdir, kime denir?
ittihad 23/01/2010 Sorular - Cevaplar 409 Views
Risale-i Nur’ları Tenkid Eden Bazı İlahiyat Hocalarına!
Diyanetin Risaleleri Yayınlaması
Nur’un Tokadı Böyle Olur!
Akit Gazetesi ve Hasan Karakaya’nın “Risaleler Tahrif Edildi” Yazılarına Cevaptır
Kur’an ve hadislerden şer’î hüküm çıkarma salahiyetinde olan, ihatalı ilim ve kemalât sahibi zata müctehid denir. Kelime,﴾ ﴿ ج ه دmasdarından alınmıştır. Cehd, bir neticeyi elde etmek için gösterilen gayreti ifade eder.
Risalelerden seçilen bazı kısımlar şöyledir:
“Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, hâlis bir içtihad edebilirlerdi. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler.” S:484
Böyle fitne devrelerinde, inayet-i İlahiye, müslih zatları hususî tecellisine mazhar kılarak ümmeti irşad eder. Bu hakikata bakan bir bahiste şu izah var:
“ فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ [1] âyeti, fâ-yı atf hariç olarak اِسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ makam-ı ebcedîsi bin üçyüz ikidir. Demek اِستَقِمْdeki emr-i has içinde bulunan hitab-ı âmmın hadsiz müstakim efradları içinde, o bin üçyüz iki [2] tarihinde bir ferdin bir cihette istikamet emrinin imtisali bir hususiyet kazanacak. Demek ondördüncü asırda Kur’andan iktibas edip, istikametsiz sakim yollar içinde sırat-ı müstakîmi gösterecek âsârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dahil ediyor.
Hem o istikametin bir hususiyeti var ki, tarihiyle işaret ediyor.[3] Halbuki, o asırda şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesbetmek çok uzaktır. Demek, şahsî istikamet değil. Öyle ise, o adamın teşebbüsiyle neşredilen esrar-ı Kur’aniye, o asırda istikametde imtiyaz kesbedecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler içine idhali, o imtiyazaوَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ [4] sırriyle o ni’mete bir şükür olarak derim ki: O bin üçyüz iki tarihi ise, -arabî tarih îtibariyle olsa Kur’an okumağa başladığım aynı tarihe tevafuk eder. Ve -rumî tarihi hesabiyle- ilme başladığım tarihe tevafuk eder. Öyle ise, o îma edilen ferd olabiliriz. Halbuki şahsen bütün hayatı sakim ve istikametsiz olan bir ferde istikametle îma edilse ve gayr-ı müstakim iken müstakimler içine idhal edilse, elbette o ferdin mazhar olacağı âsârın istikametine îmadır. Ve o âsârın istikameti, o tarihte başlayıpفَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ emrini imtisal edecek demektir. Evet, lillâhilhamd Risale-i Nur eczaları Kur’anın bu mu’cizane îma-i gaybîsini bilfiil göstermiş, meydandadır.” St:163 remzeder. Mâdem hakikat budur, ben kat’i bir surette îtiraf ediyorum ki, hayatım istikametsiz gitmiş, kalbim sakametten kurtulmamış, o kudsî emrin imtisalinden belki yüz derece uzağım. Fakat dalâlet yolları ve zulümat tarikleri içinde sırat-ı müstakîmi gösterecek
“Resail-in Nur’un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” K:210
Bütün bu izahlar gibi daha pek çok beyanlar gösteriyor ki, mehdi hadisesi, fitne cemiyetine rağmen inayât-ı hassâya ihsanât-ı hususiyeye istinad ediyor. Müctehidler ise, bu dersin baş kısmında anlatıldığı gibi asr-ı sahabeye yakın olduklarından kemalat sahibi olup gayret ve hamiyet-i islamiyeye sahib olduklarından, zuhur eden fitne müctehid olmalarına sebeb olduğu şöyle izah ediliyor:
“Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?
Elcevab: Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerinşeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’anın muhafazasına çalıştı ve hakeza.. Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa’yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid’afırkalarının dikenleri dahi çıktı. muhafazasına, bir kısmı
Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’anın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı…” M:101
Demek fitne, ehl-i avamı ifsad ederken, ehl-i hamiyeti de gayrete getirir ve tekâmüle vesile olur. Ahirzaman fitnesi de en büyük bir fitne olduğundan bu fitneye teslim olmayıp mücahede edenlerin de derecelerine göre makbuliyetleri artar. Bu mücahid cemaata muavenet yerine muhalefet edenler de tedenni ederler.
Bu bahisde, müctehid ile müceddidin zuhur şekli hakkında gayet ehemmiyetli fark gösterildi.
“Sual: Sahabelere karşı iddia-yı rüchan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu mes’eleyi medar-ı bahsetmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izama karşı müsavat dava etmek neden ileri geliyor?
Elcevab: Şu mes’eleyi söyleyen iki kısımdır: Bir kısmı, safi ehl-i diyanet ve ehl-i ilimdir ki; bazı ehadîsi görmüşler, şu zamanda ehl-i takva ve salahatı teşvik ve tergib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibaha gelirler. Diğer kısım ise gayet müdhiş mağrur insanlardır ki; mezhebsizliklerini, müçtehidîn-i izama müsavat davası altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, sahabeye karşı müsavat davası altında icra etmek istiyorlar. Çünki evvelen: O ehl-i dalalet sefahete girmiş, sefahette tiryaki olmuş; sefahete mani’ olan tekâlif-i Şer’iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: “Şu mesail, içtihadiyedirler. O mesailde, mezhebler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tabi olmaya ne mecburiyetimiz var?” İşte bu bedbahtlar, bu desise-i şeytaniye ile, başlarını mezahibin zincirinden çıkarıyorlar. Bunların şu davaları ne kadar çürük, ne kadar esassız olduğu Yirmiyedinci Söz’de kat’î bir surette gösterildiğinden ona havale ederiz.
Sâniyen; o kısım ehl-i dalalet baktılar ki, müçtehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız nazariyat-ı diniyedir. Halbuki bu kısım ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. “Onlardan daha iyiyiz” deseler, mes’eleleri tamam olmuyor. Çünki müçtehidîn, nazariyata ve kat’î olmayan teferruata karışabilirler.Halbuki bu mezhebsiz ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil olmayan mesaili tebdil etmek ve kat’î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden; elbette zaruriyat-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilişecekler. Heyhat! Değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanların en kâmilleri olan evliyanın büyükleri; sahabenin küçüklerine karşı müsavat davasını kazanamadıkları, gayet kat’î bir surette Yirmiyedinci Söz’de isbat edilmiştir.” S:495
Yukarıda bildirilen mezhebsizler, İslam dünyasının merkezinde bulunan ve Resulullah A.S.M talim ve terbiyesinde bulunup İslamiyetin te’sisinde hayatlarını feda eden zatlara muhalefet etmiş oldukları, şu beyan temel din kitablarından anlaşıldığı gibi şu beyandan da anlaşılır. Şöyleki:
“Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur’andan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’an onlar için hakikî ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi, velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder.
Evet zahirden hakikata geçmek iki suretledir:
Biri: Tarîkat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikata geçmektir.
İkinci Suret: Doğrudan doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u İlahî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur. Demek hakaik-i Kur’aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.” M:356
Kur’anın 4. surenin 69. ayetinde onlara ittiba etmek için nazara verilen hakiki mü’minler kafilesi hakkında şu izahat veriliyor:
“Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, sâlihîn kafilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduğunu zerre mikdar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir? Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki:
كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ
Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ülema-üs sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki; lüzumsuz, zararlı bir surette şeair-i İslâmiyenin bedihiyatına karşı geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar?” M:396
Hem “İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için, nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayre ilzam edemez.
Ümmeti davetle teşri’ edemez. Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri’ olamaz.
İcma’ ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.
Yoksa davet bid’attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz…” S:705
Bu anlatılan icma ve cumhurun esas alınması, çok ehemmiyetli bir nokta-i telakidir. Bu kaideyi ölçü yapmayan cemiyet, cemaat ve ferd, hakiki ve meşru ittifak yapamaz. Evet, ittifak için nokta-i telaki şarttır. Hz. Üstad diyor ki:
“Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki maksadda ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının Küre-i Arz’da dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahiddir.” M:26
“Üçüncü Sualiniz: Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarîkatların şahları, aktabları mı efdaldir?
Elcevab: Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkındedirler. Fakat hususî faziletlerde Şah-ı Geylanî gibi bazı hârika kutublar, bir cihette daha parlak makama sahibdirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır.Hem tarîkat şahlarının bir kısmı, müçtehidlerdendir; onun için umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi’den sonra en efdallerdir denilir.” M:280
Çünkü Mehdi-i A’zamın vehbî olan mesleği, hem hakaik-i Kur’aniyenin hem şahs-ı manevi-yi âl-i beytin mazhar ve mümessilidir.
Nasılki, Hz. Ali R.A. hakkında: “Hazret-i Ali (R.A.) şahs-ı manevî-i Âl-i Beytin mümessili ve şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt, bir hakikat-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) temsil ettiği cihetle, müvazeneye gelmez.” L:23 denildiği gibi Mehdi-i A’zamın Mehdiyet hakikatı dahi müvazeneye gelmez.
Hem yine Hz. Üstad diyor: “Cenab-ı Hak merhametkârane kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki; en edna bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en a’lâ bir makam-ı müşiriyet hükmünde olan hizmet-i esrar-ı Kur’aniyede istihdam ediyor. Yüzbinler şükür olsun. Nefis cümleden süflî, vazife cümleden a’lâ.” M:321”
“Benim üstadım daima diyor ki: "Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyorlar." B:166
[3] Tevellüd: Rumi:1293 – Mi:1877 – Hicri ile:1876 (9-10 yaşlarında iken)
www.sevde.de/Fikhi/F/fetva_ve_mufti.htm
Buna göre "müfti" de aynı zamanda "müctehid" demektir. Dilimizdeki "müftü" kelimesi "müftî'nin Türk
"Fetva", "iftâ" ve "Müftî" terimlerini ayrı ayrı anlatma imkanı olmadığından beraberce anlatmaya çalışacağız."Fetva" kelimesi ile "Fütüvvet ya da "Fetâ" kelimeleri aynı köktendir. "Fütuvvet" gençlik, cömertlik ve kerem, "Fetâ" ise bu vasıf ları taşıyan genç demektir. Kelimenin kök manasında bir güç ve kuvvet mevcuttur. Bu kökten türeyen "Fetvas"da da aynı mana vardır ve o, bir olaya verilen kuvvetli cevap ya müşkil bir meselenin güçlendirici izahıdır. Çoğulu "fetâvâ" veya "fetâvî" gelir. Buradan türetilen "iftâ" açıklamak demektir. Bunlar kelimenin sözlük anlamıdır. Fıkıh istilahında ise "Fetvâ": Birisi tarafından hüküm bilinmediği için sorulan şeri bir meselenin müşkilliğini giderecek cevabının verilmesidir. Fetva verene "Müfti" sorana da "Müstefti" denir. Dolayısı ile fetvada; Müfti, müstefti, ifta ve fetva olmak üzere dört unsur vardır. Pek çok fıkıh usulcüsüne göre "fetva" ile "ictihad" arasında fark yoktur. Buna göre "müfti" de aynı zamanda "müctehid" demektir. Dilimizdeki "müftü" kelimesi "müftî'nin Türkçe ses uyumuna uydurulmuş halidir ve mecaz anlamda kullanılmaktadır. Kısaca "fetva" bir "ictihad" ameliyesidir ve fetvayı asıl anlamına ancak müctehid olanlar verebilirler. Çünkü fetva şari' (şeriat koyucu) adına hüküm vermektir ve bu yetki de ancak müctehide verilmiştir. Onun için de fetva vermek çok büyük ve tehlikeli bir iş olarak görülmüştür. Resulullah da (s.a.): "Sizin fetvaya en cüretkârınız ateşe de en cüretkarınızdır" buyurmuştur.Gerçek anlamda müfti müctehid olunca, müctehidde bulunması gereken şartların kısaca ictihad ehliyetinin onda da bulunması gerekir. Bu şartları Ebu Yusuf: Kitap ve sünnetin ahkamını, nasih ve mensuhu, müteşabih nasları, sahabi görüşlerini ve Arapçanın vücuhunu bilmek diye sayar. Imam Muhmmed de kısaltarak, isabeti hatasından çok olmak diye özetler.Ancak hakiki anlamda müftilerin bulunmadığı ya da yeterli olmadığı yerlerde dini kaynaklara müracaat edebilecek ve doğru anlayabilecek seviyedeki alimlerin önceden verilmiş, fetvaları (ictihadları) nakil yoluyla fetva vermeleri de caizdir.Bir de mütfide bulunması gereken edepler vardır: Öncelikle müfti peygamber varisi olduğunu bilmeli ve ondaki zühd ve takvadan da nasibini almalıdır. Çünkü varis, müteveffanın bıraktığı her mahalde payı olan kimsedir. Mütesahil olup, gayrette kusur ederek işin kolayına kaçmamalıdır. Duygusal anlarında fetva vermemelidir. Imkan nispetinde bu işi sırf Allah rızası için yapmalı ve karşılığında ücret almamalıdır. Yeminler ve ikrar konusunda bölgenin örfünü bilmeden fetva vermemelidir. Naklen fetva veriyorsa mutlaka sağlam kaynaklardan alıntı yapmalıdır. Fetva soranı şaşırtacak tarzda ihtilafları zikredip meseleyi karma karışık hale getirmemelidir. Sorulan soruyu zaman ve mekan unsurlarını da hesaba katarak öncelikle çok iyi anladığından emin olmalıdır. Cevabından çok emin olmadığı konuları diğer ulema ile tanışıp sonuca öyle varmalıdır. Fetvayı yazıyorsa, çok açık ve yanlışa ihtimal vermeyecek tarzda yazmalıdır. Ifade açık ve avamın anlayacağı bir üslup kullanmalıdır. Bilmediği konular için "bilmiyorum" demekten çekinmemelidir. Fetvasına besmele ve dua ile başlamalıdır. Insanlara halk arasındaki değerlerine göre değil, soru sorma sıralarına göre fetva vermelidir. Fetvada bir tarafa meyletmekten kaçınmalıdır. Kelamî konuları uzunca anlatmamalıdır.Müfti; müctehid olan ve olmayan diye ayrıldığı gibi fetva da; ictihad olarak verilen, tahric yoluyla (başka müctehidlerin ictihadlarına kıyasla) verilen ve sırf bir müctehidin sözünü nakilden ibaret olan fetva diye üçe ayrılır.Fetva vermek (ifta) ile kazâ (hüküm) bir yönüyle aynı şeyler ise de bazı yönlerden birbirlerinden ayrılırlar:1. Ifta, şer'î hükmün ne olduğunu sadece bir açıklama ve haber vermedir. Kazâ ise böyle açıklama olmakla beraber bağlayıcıdır. Kanuni müeyyidesi vardır.2. Iftâ bir velayet cinsi değildir. Oysa kazâ bir nevi velayettir. Binaenaleyh, kadının verdiği hüküm kabule zorlanır.3. Müctehid bir müftinin kendi görüş ve ictihadının aksine bir ictihad ile amel etmesi caiz olmaz. Oysa kendi ictihâdının aksine de olsa hakkındaki kazaya uymak zorundadır.4. Kaza aslında halifeye ait olup onun vekillerine intikal eder.Fetvayı ise ehil olan herkes verebilir.5. Kaza, kadının görevli olduğu süre ve mekanla sınırlıdır, fetva ise umumidir.6. Müfti diyanetten fetva verir, kâdı ise zahire göre hüküm vermek zorundadır.7. Iftada erkeklerle kadınların farkı yoktur, kazada ise kadınlar çoğunluğa göre hiç bir surette, bazılarına göre de önemli konularda görev alamaz ve kâdı olamazlar.
.
|
|
I. Ictıhad
İçtihadın Rükünleri
Hükümlerin Dayandığı Kaynaklar
İstismar Metodlarının Bilinmesine Yarayan Dört İlim:
Tamamlayıcı İki İlim
Çoğunluğun Gözden Kaçırdığı Bir İncelik
3. Hakkında İctihad Edilecek Konu (Müctehedun Fth)
Hz. Peygamberin İçtihadının Vukuunu Kabul Etmeyenlerin Gerekçeleri
B. İçtihadın Hükümleri
1. İçtihadında Hata Eden Müctehid Günahkar Olur Mu?
Günah Meselesi
Kelâmı Konular
Usûlî Konular
Fıkhiyyât
2. İctihad, Tasvîb Ve Tahtie
A. (Aklî Gerekçeler:)
B. Naklî Gerekçeleri
Dördüncü Kutub: MÜCTEHİD (Müstesmlr)
Bu konu üç anabaşlık altında incelenecektir: tctihad, taklİd, ve tearuz durumunda müctehidin bir delili başka bir delile tercih etmesi
I. Ictıhad
Burada içtihadın rükünleri ve hükümleri iki başlık altında incelenecektir.
A. İçtihadın Rükünleri
içtihadın rükünleri; müctehid, hakkında İctihad edilen konu (müctehedun fîh) ve içtihadın kendisi olmak üzere üç tanedir.
1. İctihad
tctihad, her hangi bir iş hususunda çaba sarfetmek ve olanca gücünü harcamaktan ibaret olup, sadece, külfet ve sıkıntı gerektiren İster hakkında kullanılır, msl. Arapçada ´Değirmen taşını taşımaya çalıştı/çabaladı´ denilir, fakat ´Bir hardal tanesini taşımaya çalıştı´ denilmez. Yani Araplar, ictehede fiilini, değirmen taşını taşıma hususunda kullanırlarsa da bir hardal tanesini taşımada kullanmazlar. Sözlük anlamı bu olmakla birlikte ictihad lafzı, alimlerin Örfünde, müctehidin, sert hükümleri (ahkâmu´ş-şerîa) elde etme konusunda çaba harcamasını ifade eden özel bir anlam kazanmıştır. Tam ictihad, talep hususunda, artık daha fazlasını yapamayacağını hissedecek Ölçüde güç saıfetmektir.
2. Müctehid
Müctehid için iki şart vardır:
Birinci şart: Şer´in temel kaynaklarını (Medâriku´ş-Şer1) ihata etmek ve ince-leme-düşünme yoluyla bu kaynaklar hakkında bir kanaat oluşturarak, öne alınması gerekli olanları öne almak, arkaya bırakılması gerekenleri arkaya bırakmak.
İkinci şart: Adil olmak ve adaleti zedeleyici günahlardan kaçınıyor olmak. Bu şart, müctehidin fetvasına itimat edilmesi içindir; adil olmayan kimsenin fetvası kabul edilmez. Kişinin kendisi açısından ise bu problem söz konusu değildir. Bu durumda adalet, bir bakıma, içtihadın sıhhat şartı değil, fetvanın kabulünün şartı olmaktadır.Kişinin ne zaman Şer´in temel kaynaklarını ihata etmiş sayılacağı ve ictihad makamına ulaşmak için gerekli olan bilgilerin neler olduğu sorulacak olursa, deriz ki: Kişi, hükümlerin dayandığı temel kaynaklan ve üretim/istismar keyfiyetini öğrendikten sonra fetva verebilir. Daha önce de açıkladığımız gibi, hükümlerin dayandığı kaynaklar Kitâb, Sünnet, icmâ´ ve akıl olmak üzere dört tanedir. İstismar metodu İse, ikisi mukaddime, ikisi tamamlayıcı mahiyette olan dört ilimle, aracı mahiyetteki (vasat) dört ilmi; kısaca, toplam sekiz ilmi bilmek suretiyle tamam olur. Şimdi bunları -usulcülerin ihmal ettikleri inceliklere de dikkat çekerek- açıklayalım. [1]
A. Hükümlerin Dayandığı Kaynaklar:
1) Allahın kitabı:
Allanın kitabı asıldır ve bilinmesi gerekir. Kitabla ilgili iki kolaylık getirelim:
Birinci kolaylık: Müctehİdin, Kitabın tamamını bilmesi şart olmayıp, ahkam ayetlerini (hüküm taalluk eden ayetleri) bilmesi yeterlidir. Kitabın hüküm taalluk eden ayetleri 500 kadardır.
tkinci kolaylık: Ahkam ayetlerinin ezberlenmesi şart olmayıp, ihtiyaç anında [n, 351] gereken ayeti bulabilecek biçimde, bu ayetlerin yerlerini biliyor olması yeterlidir.
2) Sünnet:
Kendisine hüküm taalluk eden hadisleri bilmek gerekir. Bu hadisler binlerce olsa bile, yine de sınırlıdır. Kitâb için zikredilen iki kolaylık bunun için de geçerlidir. Zira, müctehidin, vaaz, nasihat, ahiret ahkamı ve diğer konulara ilişkin hadisleri bilmesi gerekmez. Yine ahkam hadislerini ezbere bilmesi şart olmayıp, elinin altında Ebû Davud´un Sunerii ve Beyhakî´nin Ma´rifetu´s-Sunerii gibi ahkama ilişkin bütün hadisleri toplayan temel bir kitabın veya ahkama ilişkin bütün hadislerin özenle toplandığı başka bir temel kitabın bulunması yeterlidir. Ayrıca ahkam hadislerini ezberlemesi şart olmayıp, fetvaya gerek duyduğunda, başvurmak üzere konuların (babların) yerlerini biliyor olması yeterlidir. Eğer, ahkam hadislerini (veya hadislerin toplandığı kitabı) ezberlemeye muktedir ise, ezberlemesi elbetteki daha güzel olur.
3) îcmâ1:
Tıpkı, aykın fetva vermemesi İçin naslan bilmesi gerekli olduğu gibi, yine aykırı fetva vermemesi için, ictihad edecek kişinin icmâ´ konularını da bilmesi gerekir.Bu asıl ile ilgili kolaylık da şudur: Icmâ´ ve ihtilaf edilen konuların tamamını bilmek şart olmayıp, fetva vereceği meselelerle ilgili olanlarını bilmek yeterlidir. Ayrıca, verdiği fetvanın icmâ´a aykırı olmadığını da bilmesi gerekir. Bunu da şöyle bilebilir: Ya verdiği fetvanın, önceki alimlerden birinin mezhebine uygun olduğunu bilmek suretiyle, ya da meselenin kendi zamanında ortaya çıktığını, dolayısıyla icmâ´ ehlinin bu konuyla ilgilenmediklerini bilmek suretiyle olur. Icmâ´ ile ilgili olarak bu kadarı yeterlidir.
4) Akıl:
Burada akıl İle, ahkam açısından aslî nefyin dayanağını (müstened) kastediyoruz. Akıl, sözlerde ve fiillerde güçlük ve sıkıntının olmadığına ve bunlarla ilgili sonsuz biçimlere ait hükümler bulunamayacağına delalet etmektedir. Kitab, Sünnet gibi sem´î delillerin aslî nefiyden istisna ettiği hükümler ise, sayıca çok olsalar bile yine de sınırlıdır. Öyleyse her olayda aslî nefy´e başvurmak ve aslî nefyin de ancak nass ile veya hükmü nass ile belirlenmiş olana (mansûs) kıyas ile değiştirilebileceğini bilmek gereklidir. Bunun için de müctehid nasslan araştırıp incelemek durumundadır. Icmâ1 ve daha önce açıkladığımız üzere, fiilin delaletine nisbetle Hz. Peygamberin fiilleri de nass sayılır.[2]
B. İstismar Metodlarının Bilinmesine Yarayan Dört İlim:
istismar (hüküm çıkarma) metodlarının bilinmesine yarayan dört ilimden ikisi mukaddime kabiÜndendir.
Bunlardan birincisi, delil getirmeyi ve delillerin ve burhanların sonuç verici olmasını sağlayan şartları bilmektir. Bu bilgi dört temel kaynaktan her birisi için gereklidir.
ikincisi, arabın hitabını kolay anlayabilecek Ölçüde lügat ve nahiv bilmektir. Bu bilgi özellikle Kitab ve Sünnet için gereklidir. Bu iki bilginin her birinin ayn ayrı tafsili ve her birinde bir kolaylık bir de ağırlık yönü vardır.
Birinci mukaddime: Birinci bilginin (ilim) tafsili, delillerin kısımlarını, şekillerini ve şartlarını bilmekten ibarettir. Deliller üç kısımdır:
Aklî deliller: Bunlar, zatları itibariyle delalet ederler.
Şer´î deliller: Bunlar, Şer´in vaz´ı ile (Şer´ sayesinde) delil olmuştur.
Vaz´î deliller: Bunlar da lüğavi ibarelerdir.
Bu hususta tam bilgi usul mukaddimesinde (bkz. I, 11-72) zikrettiğimiz
[II, 352] medâriku´l-ukûl ile olur, daha azıyla değil. Çünkü delillerin şartlarını bilmeyen
kişi, hükmün hakikatini ve Şer´in hakikatini bilemediği gibi Şâri´in mukaddimesini ve Şâri´in gönderdiği kişiyi de bilemez.
Usul alimleri müctehid olabilmek için, âlemin sonradan olduğunu ve alemin, kendisini vareden, kendine has birtakım vacib sıfatlarla muttasıf ve imkansız sıfatlardan münezzeh bir varediciye muhtaç bulunduğunu bilmek gerektiğini, ayn-ca bu varedicİnin peygamberler göndermek ve bu peygamberleri mucizelerle desteklemek suretiyle kullarının kendisine ibadet etmesini istediğini bilmek gerektiğini de söylemişlerdir. Ta ki müctehid mucizeler üzerinde düşünmek suretiyle peygamberlerin doğruluğunu bilebilsin. Bana göre bu husustaki kolaylık şudur: Bu konuda gereken miktar kesin inanç´tır (i´tikad-ı câzim). Zira bu suretle kişi müslüman olur. Müslüman olmak da kuşkusuz müfti olmanın şartıdır. Kelam metodlarım ve kelamcıların adetleri üzere tahrir edilen delilleri bilmesi ise şart değildir. Nitekim sahabe ve tabiun arasında kelam sanatını iyi bilen yoktu. İnanç konularında taklid sınırını aşıp, delili bilmeye kadar varma ise, bizatihi şart olmayıp, belki ictihad mertebesinin zarureti sebebiyle vaki olur. Şöyle ki, ilimde icti-had mertebesine ancak, kulağına alemin yaratılmış olduğunun delilleri, yaratıcının sıfatlan, peygamberlerin gönderilmesi ve Kur´ân´ın mucize oluşu gibi hususlar girmiş olanlar ulaşabilir. Bütün bu hususları Allanın Kitabı içermektedir. Ki-tab´daki bilgiler gerçek tanımayı oluşturur ve kelam sanatıyla hiç meşgul olmamış olsa bile, bu bilgileri edinmiş olan kişiyi taklid çizgisinin dışına çıkarır.
tşte bütün bunlar ictihad mertebesinin gereklerindendir. Hatta Resulün tasdiki ve inanmanın temelleri (usûlü´1-iman) hususunda sırf mukallid olan birinin fürû´ konularında ictihad etmesi caizdir.
İkinci mukaddime: Lügat ve nahvi bilmek
Bununla, Arabın hitabını ve kullanım adetini anlayabilecek ölçüde ve sözün sarihini, zahirini, mücmelini, hakikatini, mecazını, âmmını, hâssını, muhkemini, müteşâbihini, mutlakmı, mukayyedini, nassını, fahvâsını, lahnmı ve mefhumunu biribirinden ayırabilecek derecede bilmeyi kastediyorum. Bu husustaki kolaylık, Halil ve Müberred´in derecesine ulaşmanın, lügatin hepsini bilmenin ve nahivde iyice derinleşmenin şart olmayışıdır. Gerekli ve yeterli olan miktar, Kitab ve Sünnete ilişkin olan ve hitabın vaki olduğu yerlere hakim olabilme ve bu hitabın maksatlarını idrak edebilme imkanı sağlayacak olan miktardır.[3]
Tamamlayıcı İki İlim:
Tamamlayıcı mahiyyetteki iki İlimden birincisi, Kitab ve Sünnetin nâsih ve mensûhunu bilmektir. Bu da zaten özel ve sınırlı birtakım ayet ve hadisler için söz konusudur. Bu husustaki kolaylık ise, bütün bunları ezbere bilmenin şart olmayıp, sadece hakkında fetva vereceği olaya ilişkin ayet veya hadisle ilgili olanını bilmenin yeterli olmasıdır. Bu hadisin veya şu ayetin mensuh cümlesinden ol-
madiğim bilmesi gerekir. Bu husus hem Kitab hem de Sünnet için geçerlidir.
ikincisi ise, sadece Sünnete mahsus olup, rivayeti bilmek, bu rivayetlerin sahihini fasidinden, makbulünü merdudundan ayırabilmektir. Adlin adilden rivayet etmediği hadisler hiç bir zaman hüccet olamaz. Bu husustaki kolaylık ise şudur: Ümmetin genel kabulüne mazhar olan hadislerin isnadını incelemesi gerekmez. Eğer bazı alimler bu hadise muhalif kalmışlarsa, bu takdirde, bu hadisin ravile-rini ve bu ravilerin adaletini bilmesi gerekir. Eğer bu raviler kendi nazarında [II, 353] meşhur İseler, msl. Şafiî´nin Mâlik, Nâfı ve Ibn Ömer kanalından rivayet ettiği hadisler gibi, bu hadise itimad edebilir. Çünkü bunların adaleti ve halleri halk nazarında mütevatir olmuştur. Adalet İse denemek ve müşahade etmek veya haberin mütevatir olması yoluyla bilinir. Bu mertebeden aşağısı takliddir. Sahihlerin-deki haberler hususunda Buhari ve Müslim´i taklid etmek böyledir. Bu ikisi sadece adaletini bildikleri kişilerden rivayette bulunmuşlardır. Bu sırf takliddir. Taklid, ravilerin ahvalini ve siretlerini dinleyip öğrenmek, sonra da bu siretlerin adaleti iktiza edip etmediğini İncelemekle zail olur. Ne var ki bu uzun iştir ve zamanımızda, aradaki vasıtaların çokluğu da eklenince, oldukça zordur. Bu husustaki kolaylık, tadil konusundaki mezhebinin sahih olduğunu bildiğimiz adil bir imamın tadili ile yetinmektir. Çünkü tadil ve cerh konusunda değişik mezhepler vardır. Bizden uzun zaman önce ölmüş biri hakkında deneme ve müşahade imkansızdır. Ravinİn siretinin mütevatir olması şart koşulacak olursa, meşhur imamlar dışında böylesine rastlanılamaz. Öyleyse, müctehid, ravinin siretini bilme konusunda, verdiği haberlerde adil olanları taklid etmelidir. Biz, mezhebinin sıhhatini öğrendikten sonra bu adil kişiyi taklid ederiz. Şayet müfti için, ümmetin, ravileri-ni beğendiği sahih kitaplara itimad etmeyi caiz görürsek, müftinin yolu kısalır. Aradaki vasıtaların çokluğu da dikkate alınırsa zamanımızda bu İş uzun ve külfetlidir. Üstelik asırların geçmesiyle de işin zorluğu gitgide artmaktadır.
tşte ictihad mertebesine ulaşmak için gerekli olan sekiz ilim bunlardır. Bunların büyük çoğunluğunu hadis, lügat ve fıkıh usulü ilimleri ihtiva etmektedir. Ic-tihad mertebesine ulaşabilmek için kelama ve fıkhın füruuna gerek yoktur. Fıkhın füruuna nasıl ihtiyaç olabilir! Zaten bu füruu müctehidler üretmekte ve bunlar hakkında, ictihad mertebesini elde ettikten sonra onlar hüküm vermektedirler, ictihad, bu fürudan önce bulunması gereken bir şart olduğu halde, bu füruu bilmek ictihad mertebesine ulaşmak için nasıl şart olabilir! Ne var ki zamanımızda ictihad mertebesi füru ile çok meşgul olmakla hasıl olmaktadır. Zamanımızda alışkanlık kazanmanın yolu budur. Sahabe zamanındaki metod ise bu değildi. Bugün de sahabe zamanındaki metodu uygulamak mümkündür. [4]
Çoğunluğun Gözden Kaçırdığı Bir İncelik:
Bu sekiz ilimin tamamını bilmek, yalnızca, Şer´in tamamında fetva verebilen mutlak müctehid hakkında şarttır. Bence ictihad, bölünemeyen bir makam değildir. Yani, birinin bazı konularda ictihad mertebesine ulaşması mümkündür. Buna göre, kıyâsı inceleme (en-nazaru´1-kıyasî) yolunu bilen kişinin, hadis ilminde mahir olmasa bile, kıyâsî bir meselede fetva vermesi mümkündür. Müşterek meselesini inceleyen kişinin, fakîhu´n-nefs olması, feraizin usulünü ve manalarını bilmesi yeterlidir. Ayrıca sarhoş edici şeylerin haramlığı konusunda veya velisiz nikah konusunda varid olan haberleri bilmesine gerek yoktur. Çünkü müşterek problemi hususunda bu haberlerden istifadeye gerek olmadığı gibi, bu hadislerin söz konusu meseleyle ilişkisi de yoktur. Nasıl oluyor da, bu haberlerden habersiz olmak veya bu haberleri hiç bilememek bir eksiklik sayılıyor! Zimmî mukabilin- [II, 354] de müslümamn öldürüleceğine dair hadisleri ve bundaki tasarruf metodunu bilen kimsenin, nahiv ilmini, V´emsehû bi ruûsikum ve erculekum ile´l-ka´beyn [Mâide, 5/6] ayetini anlayacak ölçüde bilmemesi ona zarar vermez. Gerisini var sen buna kıyas et!
Müftî olabilmek için her soruya cevap vermek de şart değildir. Nitekim Mâlik, kendisine sorulan 40 sorunun 36´sına ´bilmiyorum´ cevabını vermiştir. Aynı şekilde Şafiî, hatta sahabiler nice meseleler hususunda kararsız kalmış cevap verememişlerdir. Öyleyse müfti için şart olan, fetva verdiği konuda basiret üzere olması; bildiği konuda fetva vermesi; bildiğini bilmesi; bildiği ile bilmediğinin arasına ayırabilmesi; bilemediği konularda duraksayıp bildiği konularda fetva vermesidir. [5]
3. Hakkında İctihad Edilecek Konu (Müctehedun Fth)
Hakkında ictihad edilecek konu, hakkında kat´î delil bulunmayan bütün şer´î hükümlerdir. Burada ´şerT sözcüğünü, aklî konulan ve kelam meselelerini dışarıda bırakmak amacıyla kullandık. Çünkü bu meselelerde gerçek birdir; isabet eden birdir ve hata eden günahkardır. Biz ise ´müctehedun fin1 sözüyle, hata eden kişinin günahkar olmayacağı hususları kastediyoruz. Namaz ve zekatın vücubu ile ümmetin üzerinde ittifak ettiği, hakkında kati deliller bulunan ve muhalefet edenin günahkar olacağı herkesçe bilinen konular (celiyyâtu´ş-şer´) ise İctihad konusu değildir.
İçtihadın rükünleri bunlardan ibarettir. Tam ictihad, ehlinden sadır olup yerine tesadüf ederse, içtihadın ulaştığı bu sonuç hak ve doğru olur.
Müctehid olmanın şartlarından birinin de ´peygamber olmama´ olduğunu zannedenler de vardır. Bunlar peygamber için içtihadı caiz/mümkün görmemişler ve içtihadın şartı olarak da peygamberlik zamanında vuku bulmamış olmayı öne sürmüşlerdir. Bu hususları iki mesele halinde açıklayalım.
Mesele: (Hz. Peygamber zamanında kıyas ve ictihad)
Alimler, Hz. Peygamber zamanında kıyas ve ictihad ile tcabbüdün caiz olup olmadığında ihtilaf etmişler; bir kısmı bunu caiz görmüş, birkısmı caiz görmemiştir. Bir kısmı da, Hz. Peygamberin huzurunda değil de, yokluğunda, kadılar ve valiler için bunun caiz olduğunu söylemiştir.
Caiz görenlerden birkısmı bunu Hz. Peygamberin izin vermiş olmasına bağlarken bir kısmı, Hz. Peygamberin lehte ve aleyhte bir şey söylemeksizin susmasını yeterli görmüşlerdir. Caiz görenler, bunun vuku bulup bulmadığında ihtilaf etmişlerdir. Tercihe şayan olan görüş, buna gerek doğrudan izin verme ve gerekse susma yoluyla istidlal edilsin, içtihadın hem Hz. Peygamberin bulunduğu sırada hem de bulunmadığı sırada caiz olmasıdır. Çünkü ictihad ile teabbüd etmekte bizatihi bir imkansızlık olmadığı gibi, bu ictihad, ne imkansız bir sonuca götürür, ne de mefsedete yol açar. Eğer salâhın vacip olduğu görüşünde olsak bile, her konuda kesin delili belirttiği takdirde kulların azıp isyan edeceklerini bildiği için Allahın, kulların salâhını ictihadla teabbüdle irtibatlandırıİmasını gerektiren bir inceliği (lütuf) bilmesi caizdir.
Nass varken ictihad etmek muhaldir ve hükmü sarih vahyin nasst ile bilmek mümkünken insanlar zann vartasına nasıl İtilebilir denirse, deriz ki: Eğer (Hz. Peygamber) ´bana vahyedüdi ki Allahın sizin üzerinizdeki hükmü içtihadınızın ulaştığı sonuçtur ve sizin teabbüdünüz ictihad iledir´ dese bu söz nass olur. Onların "nass varken ictihad etmek muhaldir´ sözlerini biz de kabul ederiz. Fakat olay hakkında henüz nass inmemiştir. Nassın inmesinin imkan dahilinde olması icti-[II, 355] had yapılmasına tezat teşkil etmez, içtihada zıt olan ise, nass´ın inmesinin mümkün oluşu değil, bizzat nassın kendisidir. Üstelik Hz. Peygamber, şahitlerin sözüyle hüküm vermekle teabbüd etmiş ve hatta ´Siz bana husumetinizi getiriyorsunuz. Betki biriniz diğerinden hücceti ifade konusunda daha başarılı olabilir...´ demiştir. Halbuki o sırada her konuda sarih gerçeği gösteren vahyin inmesi mümkündü ve zannda bulunmaya ve hata endişesine gerek yoktu.
Hz. Peygamber zamanında içtihadın vuku bulup bulmadığı meselesine gelince, Hz. Peygamberin bulunmadığı yerlerde bunun vuku bulduğuna Muâz olayı delildir. Hz. Peygamberin huzurunda bunun vuku bulduğuna İse delil yoktur.
Denirse ki:
Hz. Peygamber Amr b. As´a ´Bazı davalarda sen hüküm ver´ demiş, Amr da ´Sen varken ben ictihad mı edeyim´ demiş, bunun üzerine Hz. Peygamber "Evet, eğer isabet edersen iki ecir, hata edersen bir ecir alırsın´ demiştir. Yine Hz. Peygamber Ukbe b. Amir ile sahabeden birine ikiniz ictihad edin! Sizin için, isabet ederseniz on hasene, hata ederseniz bir hasene vardır´ demiştir.
Deriz ki:
Muaz hadisi, ümmetin kabul ettiği meşhur bir haberdir. Diğerleri ise sabit olmamış vahid haberlerdir. Eğer bunlar sabit olsalar bile, bu işin sadece ikisine mahsus olması veya bu iznin muayyen bir vakıaya mahsus olması muhtemeldir.Biz ise, Hz. Peygamber zamanında mutlak olarak İçtihadın caiz olup olmadığından bahsediyoruz.
Mesele: (Hz. Peygamberin içtihadı)
Alimler, nass olmayan konularda Hz. Peygamberin ictihad ile hüküm vermesinin caiz olup olmadığında ihtilaf etmişler, bunun cevazı ve vukuunu tartışmışlardır
a. Cevazı:
Tercihe layık olan görüş, Hz. Peygamberin ictihadla teabbüdünün caiz olmasıdır. Çünkü bu iş bizatihi imkansız olmadığı gibi, imkansıza ve mefsedete de yol açmaz.
Denirse ki:
Hz. Peygamberin ictihad etmesine engel teşkil eden husus, Hz. Peygamberin, hükmün aslını sarih vahiy kanalıyla öğrenebilmeye muktedir olmasıdır. Böyleyken ne diye zannına dayanarak konuşsun!
Deriz ki:
Hz. Peygamber açıklama istese (istikşaf) ve kendisine "Biz senin ictihad etmene ve o ictihad ile teabbüd etmene hükmettik´ denilse, bu durumda Hz. Peygamberin Allah ile tartışmaya girme yetkisi var mıdır, yoksa kendi salahının teabbüd ettiği şeyde olduğuna inanması mı gerekir!
Denirse ki:
Hz. Peygamberin sözü zanna taban tabana zıt kat´î bir nasstır ve zanda hata ihtimali vardır. Öyleyse İkisi (zann ve nass) bir birine zıttır.
Deriz ki:
Ona ´Senin zannın hükmün alametidir´ denirse O, zannı ve hükmü yakinen bilmiş olur ve hata ihtimali kalmaz. Bizce Hz. Peygamber dışındakilerin içtihadı da böyledir ve bunların içtihadı şahitlerin doğruluğuna olan zanlari gibidir. Şahit iç durumu itibariyle yalancı bile olsa, o şahidin doğruluğunu zanneden kişi bu zann ında isabetlidir.
Denirse ki:
Eğer diğer müctehidler, her halükârda ictihadda musîb olmak bakımından Hz. Peygambere eşit iseler, bunların, kendi ictihadlanyla Hz. Peygamberin kıyasına muhalefet etmesinin caiz olduğunu söylemeniz gerekmez mi?
Deriz ki:
Şayet bununla mükellef tutulmuş olsaydı (teabbüd) muhalefet etmesi caiz olurdu. Ne var ki, tıpkı ümmetin hepsine birden muhalefetin harami iğin a olduğu gibi, O´nun içtihadına muhalefet edilemeyeceğine de icmâ1 delili delalet etmektedir. İcma´ aynı şekilde devlet başkanının (el-imâmu´1-a´zam) ve hâkimin içtihadına muhalefetin haramiıgına da delalet etmektedir. Çünkü halkın iyiliği (salâh), devlet başkanının, hakimin ve ümmetin tamamının görüşüne uyulmasındadır. Peygamber de aynen böyledir.
Musîbin tek olduğu görüşünde olanlar Hz. Peygamberin içtihadını tercih ederler. Çünkü Hz. Peygamber haladan masum, diğerleri ise masum değildir.
Bazıları da Hz. Peygamberin hata edebileceğini fakat hata üzerinde bırakılmayacağını ileri sürmüşlerdir.
Denirse ki:
O´nun içtihadına muhalefetle teabbüdün vürudu nasıl caiz olabilir!? Çünkü böyle bir şey ittibâ´a ay kın ve inkıyaddan uzaktır.
Deriz ki:
Şayet Hz. Peygamber kendi diliyle onlara ´sizin hükmünüz kendi zannınıza [II, 356] tabi olmaktır; bu zannınız Peygamberin zannına aykırı bile olsa´ dese, bu durumda Hz. Peygambere ittiba, Peygamberin kendileri için resmettiği metoda imtisal etmekle gerçekleşir; tıpkı, şahitlerin şahitliği ile hüküm vermede olduğu gibi. Şöyle ki; Peygamber, fasık olduğunu bilmediği iki kişinin şahitliğine dayanarak hüküm verse, bu iki kişi başka bir hakimin huzurunda şahitlik ettiklerinde eğer hakim bunların fışkını biliyorsa şahitliklerini kabul etmez.
Bu muhalefetin ınkıyad´dan uzaklaşma (tenfir) anlamı taşıdığı iddiası da yersizdir. Tam tersine bu hususta Hz. Peygambere muhalefet etmek, aynen şefaat (arabuluculuk), hurmaların aşılanması ve dünya mesalihi gibi konularda muhalefet etmek gibidir.
Denirse kİ:
Peygamber, bir fer´i bir asıl üzerine kıyas etse, o fer´ üzerine kıyas yapılabilir mi? a) Eğer yapılamaz derseniz, bu muhaldir. Çünkü, artık o fer´ Peygamber tarafından mansus aleyh olmuştur, b) Eğer, o fer´ üzerine kıyas yapılabilir derseniz, fer´ üzerine kıyas nasıl caiz olabilir!
Deriz ki:
Hem bu fer´ üzerine ve hem de her hangi bir asıla ilhak edileceğine ümmetin icmâ´ ettiği her fer1 üzerine kıyas yapılabilir. Çünkü bu fer´, icmâ1 ve nass sebebiyle artık fer´ olmaktan çıkarak asıl konumuna geçmiştir. Onların (icmâ´ eden ümmetin) mehazinin araştırılması da gerekmez.
Her hangi bir asıla ilhak edileceğinde icmâ´ edilmeyip bazı alimlerin bir asıla ilhak ettiği fer´ üzerine kıyas yapılıp yapılamayacağı hususunda bazı alimler, aslın İlleti bulunmasa bile, bu fer´ üzerine kıyas yapılabileceğini söylemişlerdir.
b. Vukuu:
Hz. Peygamberin ictihad ile amel etmesinin caiz olduğu görüşünde olanlar bunun vukuunda ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı, bunun vaki olduğunu, bir kısmı vaki olmadığını ileri sürerken, bir kısmı da bu hususta kararsız kalmıştır ki sahih olan da budur. Çünkü bu hususta kesin bir delil sabit olmamıştır.
Bunun vukuu görüşünde olanlar, şu örnekleri gerekçe göstermişlerdir;
a) Hz. Peygamber, Bedir esirleri konusunda Allah tarafından ´Yeryüzünde durumunu iyice güçlendirmedikçe hiç bir peygambere esir almak yaraşmaz´
{Enfâl, 8/67) denilerek sitem edilmiştir. Hz. Peygamber bu ayetin inmesinden sonra ´Şayet bir azap gelecek olsaydı, bu azaptan Ömer´den başkası kurtulamazdı´ demiştir. Çünkü Ömer, müşavere esnasında bu esirlerin öldürülmesini önermişti. Şayet Hz. Peygamber bu hükmü nass ile vermiş olsaydı kendisine böyle sitem edilmezdi.
Cevap:
Belki de Hz. Peygamber nass ile, esirlerin hepsini serbest bırakmak veya hepsini öldürmek veya hepsini fidye mukabili serbest bırakmak seçenekleri arasında muhayyer bırakılmış ve sahabeden bir kısmı, diğer seçeneklerin olamıyaca-ğını belirterek sadece serbest bırakma seçeneğini Önermişlerdi. Sitem ise Hz. Peygamber için değil, yalnızca tek seçeneği önerenler için nazil olmuştur. Fakat sitem çoğul sığasıyla varid olmuştur; bununla kastedilen ise salıverme taraftan olanlardır.
b) Hz. Peygamber ´Lâ yuhtelû halâhâ vela yu´dadu şeceruha´ dediğinde Abbas ´Izhir otu hariç (değil mi?)´ demiş, Hz. Peygamber de ´Izhir otu hariç´ dîye cevap vermiştir.
Cevap:
Belki de vahiy izhir otunun da istisna edilmemesi yönünde iken Abbasın sözüyle birlikte bunun istisna edilebileceği yönünde nazil olmuştur. Ya da Cibril o esnada orada hazır bulunup Hz. Peygambere Abbas´ın sözünü onaylamasını işaret etmiş de olabilir.
c) Hz. Peygamber, hac ile ilgili olarak, ifa edilen bir haccın bütün ömür için yeterli olacağım (li´1-ebed) söylemiş, arkasından da ´Şayet, bu yaptığınız hac sadece bu yılımız için geçerli deseydim hacc her sene için vacip olurdu´ demiştir.
Cevap:
Hz. Peygamberin bu sözünün anlamı şudur; ´Şayet bu hac sadece bu yılımız için deseydim, elbette bunu da vahiy ile söylerdim ve kuşkusuz bu vacip olurdu".
d) Savaş için bir yere konakladıklarında bîr sahabi "Eğer, buraya konaklamamız vahiy ile bildirildiyse, elbetteki uyup itaat ederiz. Ancak ietihad ve rey ile ise, burası konaklamak için pek uygun bir yer değil" demiş, Hz. Peygamber de ´Hayır vahiy ile değil ietihad ve rey iledir´ deyince oradan ayrılmışlardır.
Cevap:
Bu tamamen dünya mesalihine ilişkin bir ictihaddır. Bu konularda ictihad etmesinin caiz olduğunda zaten ihtilaf yoktur, ihtilaf Hz. Peygamberin din işlerinde içtihadının vaki olup olmadığı konusundadır. [6]
Hz. Peygamberin İçtihadının Vukuunu Kabul Etmeyenlerin Gerekçeleri:
a) Eğer Hz. Peygamberin ictihadla hüküm vermesi emredilmiş olsaydı, Hz. Peygamber vahiy beklemeksizin her soruya cevap verirdi.
b) Eğer Hz. Peygamber ictihad ediyor olsaydı, bu yaygın olarak nakledilirdi.
c) Eğer ictihad ediyor olsaydı zaman zaman içtihadının değişmesi gerekirdi ve bu görüş değişikliği yüzünden itham edilirdi.
Bu gerekçelere cevap:
a) Hz. Peygamberin vahiy beklemesi, belki kendi içtihadıyla henüz sonuca varamadığı yerlerdedir. Belki de ictihad konusu olmayan bir hüküm için vahyi beklemiştir. Ya da o konuda ictihad etmemesi istenmiştir.
b) Hz. Peygamberin içtihadının yaygın olarak nakledil memesi ise, her ne kadar Hz. Peygamber bununla amel (teabbüd) etse de insanların Hz. Peygamberin
[II, 357] içtihadına muttali olamamaları yüzünden olabilir. Belki de halen nass inmekte olsa bile, Hz. Peygamber, nass inmediği zaman ictihad İle amel ediyordu. Böylece tıpkı, nısab ve yol azığına (zâd) malik olduğunda zekat ve hacc ile mükellef olacak olan fakat henüz bunlara malik olmayan kişi gibi olur. Yani (nısab ve yo! azığına malik olmayan kişinin zekat ve hac emrine muhatap olmaması anlamına gelemeyeceği gibi) nassın halen inmekte olması, Hz. Peygamberin ictihadla amel etmediğini (müteabbed olmadığını) göstermez.
c) Hz. Peygamberin kanaat değişikliği yüzünden töhmet altında kalacağı iddiasına gelince; böyle bir gerekçeye dayamlamaz. Çünkü Hz. Peygamber, nesh sebebiyle de töhmet altında bırakılmaya çalışılmıştır. Nitekim Allah Teala ´Onlar senin bir uydurmacı (müfteri) olduğunu söylüyorlar´ {Nahl, 16/101} demiştir. Bu durum (yani onların böyle söylüyor olmaları) neshin imkansızlığını göstermez.
Diğer taraftan biz de aynı mantıkla bunun tam tersini söyleyebiliriz. Şöyle ki: Eğer Hz. Peygamber ictihad ile müteabbid olmasaydı, müctehidlerin kazandığı sevabı kaçırmış olurdu ve müctehidlerin sevabı Hz. Peygamberden daha çok olurdu. Böyle bir söz de aynı şekilde tutarsızdır. Çünkü, risaleti yüklenme ve Allah´tan aldığını eda etme sevabı her sevabın üstündedir.
Denirse ki:
Peki, İbadetlerin ve zekat nisaplarının ve miktarlarının ictihad yoluyla konulmasıyla teabbüd edilebilir mi?
Cevap:
Bunu imkansız yapan bir şey olmadığı gibi, bu imkansıza ve mefsedete de yol açmaz. Şayet iş (emir) maslahata mebni ise, Allah Tealanın, kullarının salahını peygamberinin içtihadının ulaştığı sonuçlarda görmesi hiç de uzak (yadırganacak) bir şey değildir.
Kaderiler, Hz. Peygamberin zannı bazı hususlarda maslahata (salah) uygun düşse bile her konuda maslahata uygun düşmesi mümkün değildir diyerek buna karşı çıkmışlardır. Bu görüş sakattır. Çünkü Allah´ın, kullarının maslahatına olan şeyi Hz. Peygamberin içtihadına ilka etmesi uzak bir şey değildir, işte bu aklî cevazdır. Bunun vukuu ise, İmkansız olmamakla birlikte biraz uzaktır. Anlaşılan odur ki, bütün bunlar (ibadetlerin ve zekatların nisab ve miktarlarının tayini), detayı belirleyen sarih vahiy kanalıyla olmuştur. [7]
B. İçtihadın Hükümleri
Burada, müctehidin durumu, günah girmiş olmaya nisbet (te´sîm), hataya düşmeye nisbet (tahtie), isabet, başkasını taklid etmesinin haram lığı ve ictihad kaynaklı görüşünün nakzedümesinin haramiığı gibi konular açısından, ele alınacaktır.
1. İçtihadında Hata Eden Müctehid Günahkar Olur Mu?
İçtihadını yerinde yapıp tamamlamışsa, müctehidlerin vasıflarını taşıyan kişi için günah söz konusu değildir. Tam ictihad, ehlinden sadır olup mahalline tesadüf etmişse, bu içtihadın semeresi gerçektir, doğrudur ve bu içtihadı yapan müctehid için günah söz konusu değildir. Bizim kanaatimize göre günah ve hata birbirinin mütelazimidir, yani bir varsa diğeri de vardır, biri yoksa diğeri de yoktur. Buna göre her hata yapan günahkar olur; her günahkar da hata etmiştir. Eğer kendisi için günah söz konusu değilse hata da söz konusu değildir. Şimdi burada önce günahın hükmünden bahsedelim. [8]
Günah Meselesi;
Nazarî konular (nazariyyât), önce zannî ve kat´î kısımlarına ayrılır. Zannî olan kısımda zaten hata olamayacağı için günah da söz konusu değildir. Kat´î olan kısımda hata eden ise günahkardır.
Kat´î konular, kendi içerisinde kelâmı, usûlî ve fıkhı olmak üzere üç kısımdır. [9]
Kelâmı Konular:
Kelâmı konular derken, bununla sırf aklî olan konuları kastediyoruz. Bu konularda gerçek bir/tek olup, bu gerçeği tutturamayan günahkar olur. Alemin hu-duşu, muhdis´in ve -vacip, caiz ve imkansız- sıfatlarının isbatı, peygamber gönderme ve peygamberleri mucizeler ile destekleme, niyetin cevazı, fiillerin yaratılması ve olan şeyleri dileme (iradetu´l-kâinat) ile Mutezile, Hariciler, Rafıziler ve bid´at ehli ile tartışmalı olan konuların hepsi buraya dahildir.
Sırf kelami olan konular, araştırıcının (nazır) Şer´in vürudundan önce akıl nazanyla gerçekliğini idrak edebileceği şeylerdir. Bu konularda gerçek tek olup, [II, 358] bu gerçeği tutturamayan günahkar olur. Gerçeği tutturamama, eğer Allah ve Resulüne iman gibi konularda olursa, bu kişi kafir olur. Rü´yet, kulların fi ilerinin yaratılması ve iradetu´l-kâinal gibi, kişinin Allahı ve resulünü bilmesine engel teşkil etmeyen konularda hata eden kişi, gerçeği tutturamadığı ve saptığı için günahkar, yakinen bilinen gerçeği tutturamaması yönüyle hatatı ve selef arasındayaygın olan görüşe muhalefet ettiği için de bid´atçı olur. Böyle bir kişi kafir olmaz.[10]
Usûlî Konular:
Usûlî konular derken, bununla, icmâ´ın hüccet oluşu, kıyasın hüccet oluşu ve haber-i vahidin hüccet oluşu gibi konulan kastediyoruz. Gerçekleşmiş olan icmâ´a, asrın geçmesinden (icmâ´a katılanların ölmesinden) Önce muhalefet edilebileceğini; yine ietihad kaynaklı icmâ´a muhalefet edilebileceğini caiz görenlerin ve ümmetin, içlerinden birisi üzerinde ittifak etmesinden sonra sahabe veya tabi-unun mevcut iki görüşünden diğerini almanın caiz olmadığını ileri sürenlerin görüş ayrılığı da bu konuya dahildir. Zannî konularda musîbin tek olduğu inancı da bu konular cümlesindendir.
Bu meselelerin delilleri kat´î olup, bunlarda muhalif kalanlar günahkar ve hatalıdır. Biz, usul cümlesinden bahsederken kattlerin ve zannîlerin neler olduğuna işaret etmiştik. [11]
Fıkhiyyât:
Fıkhiyyât derken bununla beş vakit namazın, zekatın, haccın ve orucun va-cipliği, zinanın, öldürmenin, hırsızlığın ve içkinin haramlığı gibi, Allahm dininde kesin olarak bilinen şeylerin hepsini kastediyoruz. Bu tür konularda gerçek birdir ve bilinmektedir. Bu konularda aykırı düşünenler günahkar olur.
Genel bir değerlendirme yapacak olursak şunları söyleyebiliriz: Eğer bir kimse, Şâri´in maksadından olduğu kesin olarak bilinen şeyleri inkar ederse kafir olur. Şarap içmenin ve hırsızlığın haramlığmı, namaz ve orucun vacipliğini inkar böyledir. Çünkü böyle bir inkar ancak Şer´i yalanlayan birinden sadır olabilir.
tcmaın hüccet oluşu, kıyasın hüccet oluşu ve haber-i vahidin hüccet oluşu gibi, kesin olarak bilinmekle birlikte bu kesin bilgi zarurî olarak değil nazar ve inceleme yolu ile oluşmuşsa, bunlar da kat´îdir. Fakat bunları inkar eden kafir olmaz; fakat günahkar ve hatalıdır, tema İle bilinen fıkhı konular da bu kısma dahildir.
Denirse ki:
Siz namaz ve orucun vacipliğinin zarurî olduğuna nasıl hükmedebiliyorsunuz. Bunların vacipliği, ancak Resulün tasdik edilmesiyle bilinmektedir. Resulün tasdiki ise zarurî değil nazarîdir.
Cevap:
Biz bununla şunu kastediyoruz; Şâri´in bunu vacip kılması ya tevatüren ya da zarureten bilinmektedir. Şâri´in vacip kıldığı ise vaciptir. Bu nazarîdir ve tas-dikleyici mucize üzerinde düşünmekle (nazar) bilinir. Peygamberin doğruluğu kendince sabit olan kişinin, peygamberin doğruluğunu itiraf etmesi gerekir. Eğer bu durumda inkar ediyorsa, bu inkarın altında Şâri´i yalanlama düşüncesinin bulunduğu anlaşılır. Şâri´i tekzib eden İse kafir olur. İşte biz bu noktadan hareketle, namaz ve orucun vacipliğini İnkar edenleri tekfir ediyoruz.
Bunların (namaz, oruç vs. vacipliği) dışında kalan ve hakkında kesin delil bulunmayan fıkhı konulara (zannî-fıkhiyyat) gelince, bunlar içti had konusudur ve bize göre bu tür konularda önceden belirlenmiş (muayyen) bir gerçek yoktur. Bu bakımdan, ictihad şartlarını taşıyarak usulüne uygun ictihad eden kişi için bir günah söz konusu değildir.
Bundan çıkan sonuç şudur: Nazari yy ât, kat´î ve zannî olmak üzere iki kısma ayrılır. Kat´iyyat hususunda hata eden günahkardır. Zanniyyat hususunda ise, gerek ´zanniyyat hususunda gerçek tektir1 diyenlere göre gerekse ´her müctehid musîbdir1 diyenlere göre, kesinlikle günah söz konusu değildir. Bu çoğunluğun [II, 359] (cemahir) görüşüdür.
Bişr el-Merîsî, füru konusunda da gerçeğin muayyen ve bir tek olduğunu söyleyerek fürûun usûle ilhak edileceğini ve hata edenin günahkar olacağını savunmuştur.
Câhız ve Anberî ise, usulün fürua ilhak edileceği görüşündedir. Anberî şöyle demiştir: Usul konularında ictihad eden herkes musîbdir ve bu konularda muayyen bir doğru yoktur. Câhız ise şöyle der: Usul konularında muayyen bir gerçek vardır. Fakat bu konularda hata eden müctehid tıpkı füruda olduğu gibi, mazurdur; günahkar değildir. Şimdi biz bu üç görüşü üç mesele halinde reddedelim.
Mesele: (Câhız´ın ictihadda hata-isabet konusundaki görüşü)
Cahız der ki: Yahudiler, Hıristiyanlar ve Dehriler gibi, islam dinine muhalif olanlar, kendi inançlarının dışındakilere karşı inatçı bir tutum içerisinde iseler günahkardırlar. Eğer inceleme-araştırma yapmış, fakat gerçeği yine de bulamamış ise, bu takdirde günahkar olmayıp mazurdur. Eğer, araştırma-incelemenin gerektiğini bilmediği için inceleme-araştırma yapmamış ise yine mazurdur. Azab görecek olan günahkar ise yalnızca inatçı davranandır. Çünkü Allah Teala hiç kimseye gücünün üzerinde yük yüklemez. Bunlar (yahudi, hrıstiyan ve dehriler!), gerçeği idrakten aciz kalmışlar ve Allah korkusuyla inançlarına bağlı kalmışlardır. Zira bilip Öğrenme yolu bunların üzerlerine kapanmıştır.
Şayet Şer1 bu yönde varid olmuş olsaydı, ki bu da caizdir, Câhız´ın bu görüşü aklen imkansız değildir. Şayet bu şekilde teabbüd caiz olsaydı vaki olurdu. Ne var ki, vakıa (gerçek) bunun aksidir. Bu yüzden Câhız´ın bu görüşü, zarurî semi delillerle batıldır. Biz Hz. Peygamberin namaz ve orucu emrettiğini nasıl zarurî olarak biliyor isek, aynı şekilde Yahudi ve Hristiyanlara da kendisine iman edip tabi olmayı emrettiğini ve kendi inançları üzerinde ısrar etmeleri sebebiyle onları kınadığını zarurî olarak biliyoruz. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, onların hepsine karşı savaş açmış ve içlerinden buluğa erenlerin erkeklerin eteğini (izar) kaldırtıp baktırmış ve buluğa erdiğini anlayınca öldürtmüştür. Onların içerisinde bî-le bile inatçı davrananların sayıca az olduğu kesin olarak bilinmektedir. Onların çoğunluğu, Hz. Peygamberin mucizelerinden ve doğru sözlülüğünden habersiz olarak sırf taklidçilik yaparak atalarının dinlerini tak]id eden kişilerdir. Kur´an´da buna delalet eden pekçok ayet vardır.
a) "Bu, kafirlerin zannıdir. Vah o kafirlere ki, ateşten nasiplerini ala*
caklar"{Sâd, 38/27}.
b) "İşte sizi zelil eden, Rabbinize karşı beslediğiniz bu zarındır." {Fussi-let, 41/23)
c) "Onlar sadece zannediyorlar." (Onların bu düşünceleri kuruntudan ibarettir) {Bakara, 2/78; Casiye, 45/24}
d) "Kendilerinin (sağlam) bir şey üzerinde olduklarını zannediyorlar"(Mücadele, 58/18}
e) "Onların kalplerinde hastalık var" {Bakara, 2/10; Müddessir, 74/31}
Kısaca söylemek gerekirse, Allah ve Resulünün tekzipçi kafirler hakkındaki kınamaları Kitab ve Sünnette epeyce vardır.
Câhız´ın ´Allah onlara güç yetiremeyecekleri şeyi nasıl yükler!´ sözüne gelince; biz Allahın onları mükellef tuttuğunu zarurî olarak biliyoruz. Şimdi onların buna güç yetirip yetiremeyecekleri ne bakalım. Allah, ihsan ettiği akıl, ortaya koyduğu deliller ve gönderdiği akılları uyaran ve inceleme-araştırma güdülerini (devai) harekete geçiren peygamberler sayesinde buna güç yetirebileceklerine dikkat çekmektedir. Ta ki peygamberlerden sonra hiç kimsenin Allaha karşı Öne süreceği bir hüccet kalmasın.
Mesele: (Anbeifnin ictihadda hata-İsabet konusundaki görüşü)
Abdullah b. el-Hasen el-Anberî, tıpkı füru´da olduğu gibi akliyyât hususunda da her müctehidin musîb olduğunu ileri sürmüştür. [II, 360]
Anberî´ye deriz ki: Eğer sen, onların sadece üzerinde bulundukları şey ile emrolunduklarım ve talep hususunda ancak buna güç yetirebileceklerini kastediyorsan, bu aklen imkansız olmamakla birlikte, icmâen ve şer´an batıldır. Buna ilişkin reddiye Câhız´ın görüşlerini değerlendirirken geçmişti.
Eğer sen bu sözünle, onun itikad ettiği şeyin, itikad ettiği şekilde olduğunu kastediyorsan, deriz ki; nasıl olur da alemin kadîm ve hadis olduğu, yaratıcının varlığı ve yokluğu, Peygamberi tasdik ve tekzıb doğru olur! Bu vasıflar (özellikler), sert hükümler gibi vaz´î olmadığı halde. Nitekim şer´î hükümlerde, eğer bu şekilde vaz´edilmîşse, bir şey Zeyd´e haram, Amr´a helal olabilir. Zati konular (zâtiyyât) ise, itikada tabi olmaz; tam tersine itikad bunlara tabi olur. Bu görüş, Câhız´ın mezhebinden de kötüdür. Câhız, hiç değilse, musîbin tek olduğunu itiraf etmiş, hata edenin mazur olduğunu söylemiştir. Hatta Anberî´nin bu görüşü, Sofistlerin mezhebinden de beterdir. Çünkü sofistler eşyanın hakikatlerini inkar etmektedirler. Bu ise, eşyanın hakikatlerini kabul ediyor ve o hakikatleri itikada tabi kılıyor.
Anberî´nin bu görüşü, Cahızınkinin hilafına, Şer´ bu yönde varid olsaydı bile imkansız olurdu. Zaten, Anberinin mutezilt kardeşleri bile bu görüşü çirkin bulup inkar etmişler ve ´O, bu sözüyle rü´yet, fillerin yaratılması, halku´l-Kur´an ve ira-detu´l-kainat gibi küfrü gerektirmeyen kelami meselelerde müslümanlar arasındaki ihtilafı kastetmiştir´ diyerek tevil etmeye çalışmışlardır. Bu meselelerde küfür lazım gelmez. Çünkü bu konulardaki ayetler ve hadisler müteşabih; şer´in delilleri müteanzdır. Her fırka, kendince Allahın kelamına, Resulünün kelamına daha uygun gördüğü, Allahın azametine ve dininin sebatına daha layık gördüğü görüşü benimsemiştir. Bu itibarla onlar musîb ve mazurdurlar.
Biz deriz ki:
Onların musîb olduklarını İddia etmek aklen imkansızdır. Çünkü bunlar zatî işler olup, teklifin aksine, izafetle (kişiden kişiye) değişmez. Kur´an´ın hem kadim, hem yaratılmış olması mümkün değildir. Bunlardan sadece birisi mümkündür. Yine rü´yetin hem mümkün hem imkansız olması da mümkün değildir. Yine masiyetlerin hem Allahın iradesiyle hem de O´nun iradesi dışında cereyan etmesi de mümkün değildir. Yine, helal ve haramın aksine, Kur´an´ın Zeyd hakkında mahluk, Amr hakkında kadim olması mümkün değildir. (Yani bir şey bir kişi hakkında haram diğeri hakkında helal olabilir). Çünkü, bu (helallik ve haramlık) zatların vasıflarına raci değildir.
Eğer (Anberi!), musîbin tek olduğunu fakat hata edenin günahkar olmayıp mazur olduğunu kastediyorsa, bu aklen muhal olmamakla birlikte Şer´İn delili ve selefin, feraiz ve fıkhın füruunda ihtilaf edenlere şiddet göstermedikleri halde, bid´atçileri kınama, onlarla ilişkiyi kesip terketme ve onlara şiddetli karşı çıkma hususundaki ittifakı İle batıldır. Bu Şer´ itibariyle kat´î bir delildir. Bunun (bu delilin) gerçekliği şudur: Bir şeyi, olduğunun aksine düşünmek (itikad), bilmemektir (cehl). Allahı bilmemek ise haramdır; kınanmıştır. Allahı görmenin caiz oluşunu, Allahın sıfatlarından biri olan kelam sıfatını, Allahın masiyetler de dahil herşeyi irade ettiğini ve Allahın kudretinin bütün hadiselere taalluk ettiğini bil-[II, 361] memek ise Allahı bilmemek ve O´nun dinini bilmemek anlamına gelir, ve haram olması gerekir. Gerçeğin bizatihi tek ve muayyen olduğu her durumda, iki kişiden biri bir şeyi olduğunun aksine bilmiş (itikat) olur ve dolayısıyla cahil olur.
Denirse ki:
Bu durumun, fıkhî meseleleri ve komutan evde olmadığı halde onu evde zannetmek ve Mekke ve Medine arasındaki mesafeyi olduğundan az veya çok zannetmek gibi dünyevi meseleleri bilememe durumunda söz konusu olmayacağı öne sürülünce bu iddia geçersiz olur.
Cevap:
Fıkhı konularda cehalet tasavvur olunamaz. Çünkü ftkhî konularda muayyen bir gerçek yoktur. Dünyevi meselelere gelince, zaten bunların bilinmesinde sevap, bilinmemesinde ise ıkab yoktur. Allanın bilinmesi meselesinde ise, bilmekte sevap, bilmemekte ıkab vardır. Bu husustaki dayanak ise akıl delili değil icmâ´dır. Aksi takdirde, akıl delili, Allahm sıfatlarını ve fiilerini bilmeyenler bir yana, Allahı bilmeyenlerden bile günahın düşmesini imkansız kılmaz.
Denirse ki:
Kişi, bilmeye muktedir olduğu ve hakkında delilin ortaya çıktığı hususlardaki bilmezliği (cehl) sebebiyle günahkar olur. Bu meselelerde deliller oldukça kapalı ve şüpheler müteanzdır.
Cevap:
Alemin hudusu, peygamberliklerin isbatı ve mucizenin sihirden ayırd edilmesi gibi meselelerde durum böyledir. Bu hususlardaki deliller de kapalıdır. Ne var ki bu kapalılık, şüpheyi delilden ayıramayacak ölçüye ulaşmamıştır. Bize göre yukarıdaki mesele hakkında da aynı şekilde gerçeğe delalet eden kesin deliller vardır. Şayet hakkında hiç bir delil bulunmayan bir mesele tasavvur olunabilsey-di, biz de o meselede insanların mükellef olmadıklarını kabul ederdik.
Mesele: (Bişr el-Merîsî´nin ictihadda hata-isabet konusundaki görüşü)
Bişr el-Merîsî, füru konularında ictihad eden kişilerden de günahın düşürülmüş olmadığı, bu konularda da kendisine delalet eden bir delilin bulunduğu muayyen bir gerçeğin var olduğu görüşünü benimsemiştir. Buna göre, tıpkı aklî meselelerde olduğu gibi fıkhî meselelerde hata eden de günahkar olur. Şu kadar ki, bu hususta hataya düşenler, ilahiyat ve nübüvvet meselelerinde hataya düşenler gibi tekfir olunmaz; belki, rüyet, halku´l-Kur´an gibi meselelerde hata edenler gibi fasık sayılabilirler. Bu hususlarda hata edenlerin, tıpkı fıkhiyyat da olduğu gibi yalnızca günahkar oldukları da söylenebilir. Bişr´in bu görüşüne, kıyası benimseyenlerden tbn Uleyye ve Ebu Bekr Esamm ile, kıyas inkarcılarının tamamı, ki tmamiyye de bunlara dahildir, katılmışlardır. Bunlar, hükümler hususunda zanna yer olmadığını fakat aklın, kesin sem´î delilin istisna ettiği hususlar hariç, aslî nefy ile hükmedeceğini söylemişlerdir. Kesin sem´î delilin isbat ettiği hüküm, kesin delille sabit olmuş, sem´î delilin isbat etmediği ise kesinlikle aslî nefy üzere kalmış olup zanna yer yoktur. Bu yaklaşım tarzı, kıyas ve haber-i vahidi inkar etmeleri sebebiyle onlar açısından tutarlı sayılabilir. Belki de onlar, umum ve muhtemel zahir ile ameli de bu görüşün kendileri açısından tutarlı olabilmesi için inkar etmişlerdir.
Onların bu sözleri musîbin tek olduğunu benimseyenleri bağlar ve onların, karşıt görüşlü kişilere fetva sormayı da yasaklamaları gerekir. Bağdad mutezilesinden birisi, bu kıyası tamamlamak için kendi aklınca ammînin de araştırma yapması ve delil araması gerektiğini söylemiştir. Bazıları ise, mukallid ister isabet etsin isterse hata etsin alimi taklit eder demişlerdir. Bu görüşün tutarsızlığını şu iki delil göstermektedir.
Birinci delil:
[II, 362] Müctehidlerin tasvibi konusunda zikredeceğimiz gibi, bu meseleler hakkında kesin delil yoktur ve bu meselelerde muayyen bir gerçek de yoktur. Zannî deliller, bizatihi delalet etmez ve izafetle değişir. Hakkında kesin bir delil bulunmayan bir meselede miictehidi isabet etmekle mükellef tutmak teküfi malayutak´tır. Icab batıl olursa, günaha nisbet etme de batıl olur. (Yani doğruyu tutturma vacip olmazsa, tutturamaması halinde günaha nisbet durumu da batı! olur). Kesin delilin olmayışı teklifin olmayışını sonuçlar. Teklifin olmayışı da günahın olmayışını sonuçlar. Bu yüzden bazen, -tasvib meselesinde istidlal edildiği gibi- günahın olmayışından hareketle teklifin olmadığına istidlal edilebilir. Bu meselede ise teklifin olmayışından hareketle günahın olmadığına istidlal edilmektedir. Tıpkı, netice veren şey neticeye delalet ettiği gibi, netice de, netice verene delalet eder.
ikinci delil: Sahabe icmâ´ı
Dede ve kardeşin mirasçılığı, avl meselesi, haram meselesi ve gerek miras gerekse bunun dışında ihtilaf konusu olan diğer meşelerde farklı görüş sahiplerine tepki gösterilmeyeceği hususunda sahabenin icmâ´ı vardır. Sahabe, birbirleriyle müşavere ediyor, ihtilaf ederek dağılıyorlar, birbirlerine itiraz etmiyorlar, birbirlerini, halka fetva vermekten men etmedikleri gibi, halkı da onları taküd etmekten men etmiyorlardı. Yine, birbirlerinin, kendi içtihadına göre hüküm vermesine karışmıyorlardı. Bu husus, kuşku götürmez biçimde tevatürle sabittir. Halbuki sahabe, diğer yandan, haricileri, zekat vermekten kaçınanları, Kureyş dışından devlet başkanı (imam) nasbedenîeri ya da iki devlet başkanını aynı anda nasbedenleri sert bir biçimde eleştiriyorlardı (tahtie). Hatta, şayet birisi, namazın, orucun vacipliğini; zina ve hırsızlığın haramhğını inkar edecek olsaydı, bu noktada da, aşın duyarlık gösterip, şiddetle karşı çıkar ve bunun günah olduğunu söylerlerdi; çünkü bu konularda kesin deliller vardır, tşte, içtihadı konular da şayet böyle olmuş olsaydı, sahabe bu konularda da duyarlık göstererek buna karşı çıkar ve günahlığım belirtirdi.
Denirse ki:
Belki de sahabe, İctihâdî konularda, birbirlerini suçlamış, fakat bu suçlamalar bize nakledilmemiştir veya ictihâdî konularda karşıdakinin günaha düştüğü kanaatinde olmakla birlikte, fitne ve kargaşa çıkmasın diye bunu açığa vurmamışlardır.
Deriz ki:
O kadar çok olay olmuş ve o kadar çok ihtilaf etmişlerdir ki, sahabenin tüm bu konularda birbirlerini günaha düşmekle suçlayıp da bu suçlamaların silinip gitmesi adeten imkansızdır; tam tersine, şayet böyle bir suçlama vuku bulmuş olsaydı, bunun nakledilmesi için yeterince sebep vardı. Nitekim zekat vermekten kaçınanlara ve mesken masuniyetini ihlal edenlere gösterilen sert tepki, yine Ali ve Osman´ın tekfir edilmesi konusunda Haricîlere gösterilen sert tepki ve Osma-nın katillerine gösterilen sert tepki nakledilmiştir. Şayet bu gibi şeylerin silinip gitmesi mümkün görülürse, bu takdirde, sahabenin birbirlerinin hükümlerini nakzettiklerini, onların ictihâdî konularda birbirleriyle savaştıklarını, halkı muhalif görüşte olanları ya da alimleri taklid etmekten men ettiklerini veya halka araştırma/incelemeyi ya da masum bir imama ittiba etmeyi vacip kıldıklarını iddia etmek de mümkün olur. Halbuki, bir çok konuda ihtilaf etmelerine rağmen, sahabenin birbirlerini tazim ettikleri tevatüren nakledilmiştir. Zira onların, birbirlerine saygı göstermeleri, müctehidin kendi içtihadıyla amel etmesini kabullenmeleri ve ona ilişmemeleri, zamanımızda alimlerimizin birbirlerine gösterdikleri saygı, kabullenme ve mücameleden daha büyüktür. Şayet sahabe, görüş ayrılığı yüzünden birdiğerinin masiyet ve günah işlemiş olduğu kanaatinde olsaydı, birbirlerini terkedip, ilişkileri keserlerdi ve mücamele ortadan kalkar ve saygı ve tazim imkansızlaşırdı.
Sahabenin, fitne çıkar endişesiyle birbirlerini suçlamaktan kaçınmış olabilecekleri varsayımı da imkansızdır. Çünkü onlar, şayet buna kanaat getirmiş olsalardı, bu hususta onları hiçbir kınama korkutmazdı ve fitne ve savaş endişesi onları engellemezdi. Kaldı ki, zekat vermekten kaçınanlarla savaş meselesinde, Ali, Osman ve Hâriciler vakasında olan olmuştur. Dolayısıyla bu varsayım, tamamen gerçek dışı ve imkansızdır.
Denirse ki:
Aslında sahabenin birbirlerini günaha düşmekle suçlamaları ve birbirlerine karşı çıkmaları hiç nakledilmemiş de değildir. Msl. İbn Abbâs, ´Zeyd b. Sabit Allah´tan kormaz mı! oğulun oğlunu oğul hükmünde tutuyor da, babanın babasını [II, 363] baba hükmünde tutmuyor´ demiş, yine ´Dileyenle tartışırım (lanetleşirim) ki Allah malda yarım ve üçteiki kılmamıştır´ demiştir. Aişe, ´Zeyd b Erkam´a haber verin ki; eğer tevbe etmezse, Resulü İlah ile birlikte yaptığı cihadı boşa çıkarmış olur´ demiştir.
Deriz ki:
Bir kere, sahabenin birbirlerini tazim edip, saygı gösterdikleri ve her müctehidin kendi içtihadıyla hüküm ve fetva vermesini ve sıradan her bir insanın da dilediği birini taklid edebileceğini kabullenmeleri yönündeki haberler, kuşku götürmeyecek biçimde tevatürle sabittir; bu haberlerin karşısına, güvenilirliği olmayan ahad haberlerle çıkılamaz. Diğer yandan, muhalif görüşte olanın, kesin bir delile muhalefet ettiğini zanneden kişi de, elbette buna karşı çıkacak ve günaha düşmekle suçlayacaktır. Önünüze sürülen bu birkaç mesele, bu görüş sahiplerince delilleri kesin zannedilen meselelerdir; tbn Abbas, hesabın kesin olduğunu dolayısıyla malda yarım ve üçteiki olamayacağını zannetmiş; yine Aişe zerianın Önünü almanın (haram veya yasak bir şeye götürebilecek yolun kapatılmasının) kesin olduğunu zannetmiş ve lyne meselesine karşı çıkmıştır. Bunlar bu zanlannda hataya düşmüşlerdir; bu meşeler de zannîdir ve sahabenin bu gibi meşelerde yanlış yapmaktan korunmuş olmaları (ismet) vacip değildir. Ancak, tüm sahabenin, muhalifleri tazim etme ve onlara karşı çıkmama sebebiyle isyana düşmekten masum olmaları ise vaciptir.[12]
2. İctihad, Tasvîb Ve Tahtie
Bu konularda alimler görüş ayrılığına düştükleri gibi, Şâfî ve Ebû Hanîfe´nin bu konudaki görüşüne ilişkin değişik rivayetler vardır. Genel hatlarıyla özetlemek gerekirse; kimi alimler, zannî konularda her müctehidin musîb olduğunu, kimileri de musîbin tek olduğunu ileri sürmüşlerdir. Her iki gruptaki alimler de, hakkında nass bulunmayan olayda, Allah´a ait olup, müctehidin amacı olan muayyen bir hüküm bulunup bulunmadığında ihtilaf etmişlerdir. Tasvipçi grubun (Musavvibe) muhakkik alimleri, hakkında nass bulunmayan olayda, zann yoluyla elde edilecek (matlup) bir hükmün olmadığını; tersine hükmün zanna tabi olacağını ve her müctehid açısından Allah´ın hükmünün, müctehidin zannına galip gelen şey olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tercihe şayan olan görüş budur ve Kadı da bu görüştedir. Musavvibe grubundan kimi alimler de, hakkında nass bulunmayan olaya ilişkin muayyen bir hüküm bulunduğunu ve talebin buna yönelik olduğunu; zira, talebin, bir matlubu olması gerektiğini; şu kadar ki, müctehidin bu hükmü tutturmakla mükellef bulunmadığını söylemişlerdir. Bunun içindir ki, müctehid, tutturmakla mükellef olmadığı bu muayyen hükümde hata etse bile, musîb olmaktadır; bu müctehid musîbdir, yani mükellef tutulduğu şeyi yerine getirmiş ve üzerine düşeni yapmıştır.
Musîb tektir diyenler ise, hakkında nass bulunmayan meselede Allah Teala-nın muayyen bir hükmü olduğunda ittifak etmişler; fakat, bu hükme delalet eden bir delil bulunup bulunmadığında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kimileri, bu yönde bîr delil bulunmadığını ileri sürmüş ve bu muayyen hükmün, tıpkı arayanın tesadüfen bulacağı bir gömü (define) gibi olduğunu ileri sürmüşlerdir, tşte bu hükmü tesadüfen bulan kişi iki ecir alır; bulamayan İse, gayreti ve talebi sebebiyle tek ecir alır. Bu hükme delalet eden bir delil bulunduğunu ileri sürenler de, bu delilin kesin mi yoksa zannî mi olduğunda ayrılmışlardır. Kimileri, bu delilin kesin olduğunu; fakat, bunun kapalılığı ve gizliliği nedeniyle, hata eden kişiden günahın kaldırıldığını söylemişlerdir. Bişr el-Merîsî, kesin delil bulunduğu noktasından itibaren kıyası devam ettirmiş ve eğer delil kesin ise, hata eden (muayyen hükmü tutturamayan) kişinin, tıpkı diğer katiyyat hususunda olduğu gibi, günahkar olacağım söylemiştir. Aslında bu yaklaşım, musîbin tek olduğunu İddia eden- [n, 364] lerin mezhebinin kıyasına tam vefa göstermektir.
Bu yöndeki delilin zannî olduğunu İleri sürenler de, bu defa, müctehidin kesin olarak bunu tutturmakla emrolunup emrolunmadtğında ihtilaf etmişlerdir. Kimileri, delilin kapalılığı ve gizliliği nedeniyle, müctehidin bunu tutturmakla mükellef olmadığını; bu sebeple de mazur ve me´cur olduğunu İleri sürmüş; kimileri de, müctehidin bunu aramakla emrolunduğunu; hata etmesi durumunda ise me´cur olmayıp, kendisinden günahın kaldırıldığını ileri sürmüşlerdir.
tctihadda hata ve isabet konusundaki görüşler genel hatlarıyla bunlardır. Bizce tercihe şayan olan görüş ise-ki biz bunu kesin görüyoruz ve aksi görüşteki-lerin hatalı olduklarını söylüyoruz- şudur; zannî konularda her müctehid musîbdir ve bu konularda Allanın muayyen bir hükmü yoktur. Şimdi bu görüşümüzü, sözün iki tarafından alarak, açık ve anlaşılır hale getirelim.
Birinci taraf:
Bir mesele düşünelim ki, bu mesele hakkında Şâri´in bir nassı bulunsun ve müctehid bunda hata etsin.
Bu durumda biz deriz ki: Önce bakarız; eğer bu nass, usulüne uygun olarak aradığı takdirde, müctehidin ulaşabileceği bir nass ise ve müctehid kusurlu davranmış ve aramamışsa, bu takdirde müctehid hatalıdır ve kusuru sebebiyle günahkar olmuştur. Çünkü müctehid güç yetirebileceği bir arama ile mükellef tutulmuş ve bu talebi yapmamış, dolayısıyla da, isyan etmiş, günahkar olmuş ve Alla-hın, kendisi hakkındaki hükmünde hata etmiştir. Ancak, kendisinden kaynaklanan bir kusur sebebiyle değil de, mesafenin uzaklığı ve nassı ulaştıracak olan kişinin gecikmesi gibi engeller yüzünden nass kendisine ulaşmamışsa, ki zaten kendisine ulaşmazdan evvel nass kendi hakkında bir hüküm değildir, bu kişinin hatalı olarak adlandırılması mecaz kabil indendir; yani bu kişi, şayet kendisine ulaşmış olsaydı, kendisi hakkında hüküm olacak olan şeyin (nass) ulaşmasında hatalıdır; fakat, bu nass, kendisine ulaşmadan önce, kendisi hakkında hüküm değildir, dolayısıyla bu kişi gerçekten hatalı değildir. Örneklemek gerekirse; şayet Hz. Peygamber, Allahtn Cibril´e, vahyi Muhammed´e (s) götürmesini ve kıblenin değiştiğini haber vermesini emrettikten sonra, Beyt-i Makdis´e yönelerek namaz kılıyor olsa, Hz. Peygamber bu durumda hatalı olmaz; çünkü, Ka´be´ye yönelme emri henüz kendisine ulaşmış değildir, dolayısıyla Hz. Peygamber bu namaz hususunda hatalı değildir. Şayet Cibril bu vahyi, Küba mesc id indeki ler Beyt-i Makdis´e yönelerek namaz kıldıkları sırada, Hz. Peygambere getirip, kıblenin değiştiğini haber verse ve Hz. Peygamber bunu doğrudan kendisi veya bir haberci vasıtasıyla onlara duyurmasa, Küba mescidindekiler hatalı olmazlar; zira bu, kendilerine ulaşmadan önce kendileri hakkında hüküm değildir. Şayet Hz. Peygamber bunu Ebu Bekr ve Ömer´e duyursa ve bu esnada Mekkeliler Beyt-i Makdis´e doğru namaz kılıyor olsalar, Mekkeliler hatalı olmazlar; çünkü onlar kusurlu değildirler.
Aynı şekilde, Ibn Ömer´den nakledilen ´Rafı´ b. Hadîc bize Hz. Peygamberin muhâbere´yi yasakladığını rivayet edinceye kadar kırk sene muhabere yaptık1 sözü de böyledir. Kendilerine ulaşmazdan Önce bu, onlar için bir hata değildir; çünkü ya bu süre zarfında ravi orada değilmiştir ya da rivayette kusurlu davranmıştır. Hakkında nass bulunan meselenin hükmünün böyle olduğu sabit olursa, artık, hakkında nass bulunmayan meselede hata nasıl tasavvur olunabilir!
Denirse ki:
Siz meseleyi, mansus hükme delalet eden bir delilin bulunmadığını varsayarak ele alıyorsunuz. Biz ise, bu yönde bir delil varsa ve bu delili aramak ona vacip olmuş ve bu delili bulamamış İse, bu durumda onu hatalı görüyoruz.
Deriz ki:
Bu yönde kesin ya da zannî bir delil vardır. Eğer bu delil kesin ise ve gücü dahilinde olmasına rağmen bu delili bulamamışsa, bu kişi günahkar ve âsîdir ve bu kişiyi günaha nisbet etmek gerekir; günaha nisbet etmenin vacip olduğu yerlerde hataya nisbet etmek de vaciptir; mesele ister fıkhî ister usulî isterse kelamı [II, 365] olsun. Biz ise, burada, hakkında kesin delil bulunmayan meselelerden bahsediyoruz. Şayet böyle bir delil var olsaydı, bunu bulan sahabiler diğerlerini uyarırlardı ve onlara sert tepki gösterirlerdi. Nitekim bu gibi meseleler hakkındaki kesin delil, sarih nass veya kesin bir biçimde mansus anlamında olup, bunda şekk söz konusu olmaz ve buna dikkat çekmek kolaydır. Yoksa onlar, bütün olarak sahabenin bu delili gözden kaçırdıklarını ve icmâ ehlinin hata ettiğini mi ya da birkısmi bunu bilip de gizlediğini mi ya da bunu açıkladığı halde diğerlerinin anlamadığını mı ya da diğerleri bunu anlayıp da gerçek karşısında direttiklerini ve nassa ve nass hükmünde olan şeye muhalefet ettiklerini mi söylüyorlar! Bu ihtimallerin hepsi de kesinlikle batıldır. Hakkında nass bulunmayan fıkhî meseleler üzerinde düşünen kişi, bu meselelerde kesin delil bulunmadığını zorunlu olarak bilir. Delil bulunmadığına göre, kesin delil olmadığı halde isabet etmekle mükellef tutmak imkansızla mükellef tutmak olur. Teklif yoksa, hata da yoktur.
Denirse ki:
Bu konuda ittifakla zannî delil vardır; bu zannî delili yakalayamayan kişi hata etmiştir.
Deriz ki:
Zannî emareler bizatihi delil olmayıp, kişiden kişiye değişir. Öyle deliller vardır ki, Zeyd için zann ifade eder de, bu delili iyice kavramış olmasına rağmen Amr için zann ifade etmeyebilir. Yine aynı delil, bir kişi için, bir olayda zann ifade eder, başka bir olayda zann ifade etmeyebilir. Hatta bir şahıs için bir durumda bir meselede, şayet tek tek ele alınacak olsalardı her biri zann ifade iki müteanz delil kaim olabilir; kesin meselelerde ise tearuz tasavvur olunamaz. Bu yaklaşımı biraz açacak olursak şunlar söylenebilir: Ebu Bekr maaş (ata) dağıtımı konusunda eşitliği (tesviye) savunuyordu; zira Ebu Bekr, ´Dünya bir yetinmedir; kaldı ki insanlar, Allah için çalışmışlardır ve ecirlerini vermek Allah´a düşer´ demekteydi. Ömer ise, iyi (fadıl) ile daha iyinin (efdal) eşit tutulamayacağı görüşündeydi ve bu yüzden maaş dağılımını buna göre yapmıştı. Ömer´e göre bu dağıtım şekli, insanları faziletleri aramaya teşvik edecektir. Öte yandan müslümanhk (İslam) her ne kadar asıl itibariyle Allah için ise de, yine de hak sahipliğini (istihkak) gerektirir. İşte bu meselede, Ebu Bekr´in görüş ve yaklaşımını Ömer anlamış, fakat bu yaklaşım Ömer için zann-ı galip ifade etmemiştir; aynı şekilde Ömer´in görüşünü de Ebu Bekr anlamış; bu görüş de onun için zann-ı galip ifade etmemiş ve bu görüş kalbine yatmamıştır. İşte bu yaklaşım farklılığı Ebu Bekr ve Ömer´in durumlarının farklılığından kaynaklanmıştır. Kuşkusuz, Allah rızasını ön plana çıkarma ve özellikle öte dünyaya yönelik düşünme noktasında karakter yapısı Ebu Bekr gibi olanlar, Ebu Bekr gibi; siyaseti, maslahatlara riayeti ve iyi şeylere (hayır) teşviki ön plana çıkarma noktasında karakter yapısı Ömer gibi olanlar da Ömer gibi düşüneceklerdir, birbirlerinin hareket noktalarını ve yaklaşımlarım kavramalarına rağmen. Durumların, huyların ve ilgi alanlarının farklı olması, zannlann da farklı olmasını gerektirir; kelam ilmiyle haşir neşir olanların karakteri, zannını harekete geçiren öyle çeşit çeşit delillere yatkınlık gösterir ki fıkıh ile haşir neşir olanların karakterine bu deliler hiç uygun düşmez. Bunun İçindir ki vaaz ve nasihat ile çok meşgul olanlar, bu türden söz etmeye meylederler. Huyların farklılığı da zanmn farklılığında etkendir; sinirli (gazap) yapıda olanların nefisleri [II, 366], özellikle, intikam ve ataklık taşıyan şeylere meyleder; yumuşak huylu ve ince kalpli olanlar ise, bundan kaçar ve yumuşaklık ve kolaylık bulunan şeylere yönelirler. Emareler, tıpkı mıknatıs taşı gibidir; nasıl ki mıknatıs taşı, bakın değil de demiri hareket ettiriyorsa emareler de, kendilerine uygun tabiatları harekete geçirirler. Akıl delili ise böyle değildir; çünkü akıl delili, bizzat gerektiricidir. Medâriku´f-ukûl kısmında zikrettiğimiz birinci şekle göre, iki öncülü kabul etmek, zorunlu olarak neticeyi tasdik etmeyi gerektirir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, zannî konularda alettahkik delil yoktur; delil olarak adlandırılan şeyler ise mecaz kabilinden ve nefsin yönelimine izafetledir. Öyleyse, bu meselede yanlışlığın esası, fakihlerin zannî dellilere, bunları sübjektif değil, bizzat (objektif) delil zannedecek derecede bir ağırlık vermeleridir; bu tamamen yanlıştır ve bunun ba-tıllığını kesin burhanlar göstermektedir.
Denirse ki:
Siz ´Bu konuda kesin deliller vardır; hata edenlerin günahkar olmaması İse, bu delilin gizliliği yüzündendir´ diyenlere niçin karşı çıkıyorsunuz?
Deriz ki:
Şey, güç yetirilmesi imkansız, kolaylıkla güç yetirilebilen ve zorlukla güç yetirilebilen olmak üzere öç kısma ayrılır;
a) Muayyen gerçeği bilmek, güç yetirilmesi imkansız bir şey olup, bununla mükellef tutmak da imkansızdır.
b) Kolaylıkla güç yetirilebilen şeyi terkeden kişinin ise, kesinlikle günah işlemiş olması gerekir; çünkü bu kişi, emrolunduğu halde, güç yetirebileceği şeyi terketmiştir.
c) Zorlukla güç yetirilebilen şeye gelince; bu zorluk, -msl. seferde namazın tamamlanması gibi-, ya ruhsat için ve teklifin kaldırılması için bir sebep olur ya da zorluğa rağmen teklif aynen devam eder. Eğer teklif, zorluğa rağmen aynen devam ediyorsa, ve kişi güç yetirebildiği halde bunu terketmişse, günahkar olur. Msl. sayıca çokluklarına rağmen kafirlerle savaşta sebat etmek böyledir. Bu gerçekten çetin bir iştir; fakat, kişi bunu terkettiği zaman günahkar olur; çünkü, teklif bu zorlukla birlikte devam etmektedir. Her ne kadar nefse ağır gelse de, kadının, kumaya sabretmesi ve iyi geçinmesi de böyledir; kadın zaaf ve aczine rağmen bunu terkederse günahkar olur. Yine âlemin sonradan yaratılmışlığı meselesinde, mucizenin delaleti meselesinde delil ile şüpheyi birbirinden ayırmak da böyledir. Mucizenin sihirden ayırdedilmesi son derece bulanıktır. Bu noktada hata eden kişi, günahkar hatta kafir olur ve cehennemde ebedi kalmayı hak eder. Zorluğa rağmen, fıkhî meselelerdeki gerçek de, eğer emredil misse, bunun gibidir; Bu gerçekte hata eden kişi, günahkar olur. Eğer kişi bu gerçeği tutturmakla emrolunmayıp, zannı galibine göre davranmakla emrolunmuşsa, bu durumda kişi, bir yandan, mükellef olduğu şeyi yerine getirmiş ve Allanın kendi üzerindeki hükmünü tutturmuş, diğer yandan, kendisi hakkında hüküm olmayan, tersine, şayet bununla muhatap olsaydı ya da bunun bilinmesi yönünde kesin delil dikilmiş olsaydı, kendisi hakkında hüküm olabilecek olan hükümde hata etmiştir. Özetle söylemek gerekirse, isabet etmek ya imkansızdır ya da mümkündür; muhal teklif edilemez; mümkünle mükellef tutulup, bunu yerine getirmeyen kişi isyan etmiş ve günahkar olmuştur. Bu noktada, kişinin isabetle emrolunduğu; fakat, muhalefet etmesi durumunda asi ve günahkar olmayıp, mazur olduğu söylenemez; çünkü bu yaklaşım, emrin ve vacip kılmanın tanımına aykırıdır. Zira îcâbın tanımı; yerine getirmeyen kişinin ceza ve kınamaya maruz kalacağı şey´dir. Bizim yaptığımız bu bölümleme, insaf sahibi hiç kimseyle tartışmaya yer bırakmayan ve anlaşmazlığı lafıza irca eden kesin bir bölümlemedir. Anlaşmazlığın lafıza dönük olması da şudur; ´Müctehid, kendisi hakkında hüküm olmayan bir şeyde hata etmiştir´ sözü, kabul edilir; fakat bu hata, tıpkı kendisine haber ulaşmazdan önce Beyt-i Makdise doğru namaz kılanın hata ettiğinin söylenmesi gibi, bir çeşit metil, 367] cazdır. Üstelik bu mecaz, gökten İnen ve Hz. Peygamber tarafından dile getirilen, kıblenin değiştirilmesi ve muhabere meselesi gibi, bir hüküm hakkında söz konusu olmaktadır. Sükut geçilen konuların (meskut), kıyas ve ictihad yoluyla, dile getirilenlere (mantuk) ilhak edildiği diğer ictihadi meselelerde ise, kesinlikle muayyen bir gerçek yoktur. Zira hüküm duyulan veya kesin bir delille gösterilen hitaptır; ictihadi konularda ise hitap ve dile getirme olmadığından, bu konularda, müctehidin zannma galip gelenden başka hiç bir hüküm yoktur. Bu konuyu mesele başlığı altında tek başına ele alıp, bu meselede Allah katında olana daha benzer (eşbeh) diye bir şey olmadığını açıklayacağız. Şimdi karşıt görüşte olanların gerekçelerini (şüphe) zikredelim.
(Karşıt görüşte olanların gerekçeleri) [13]
A. (Aklî Gerekçeler:)
Dört tanedir. 1. gerekçe/şüphe:
Bu görüş (ictihadda hata olmadığı görüşü), -msl. az nebizin hem haram hem helal olması, velisiz nikahın hem sahih hem batıl olması ve bir kafiri öldüren müslUmana hem kısas uygulanması ve hem de uygulanmaması gibi-, iki zıttı birleştirmeye varması sebebiyle, bizatihi imkansızdır. Zira mesele hakkında muayyen bir hüküm yoktur ve her bir müctehid de musîbdir; öyleyse, bir şeyin hem kendisi hem de zıttı gerçek ve doğrudur. B azılan, bu delille alay ederek bu görü-Şün evveli safsata, sonu zındıklıktır; çünkü, bu görüş, başlangıçta bir şeyin kendisini ve zıttını gerçek yapıyor, sonuçta da kısıtlamayı (hacr) kaldırarak, iki delilin tearuz etmesi anında, müctehidİ, şey ile bu şeyin zıttı arasında muhayyer bırakıyor; fetva soranı (müsteftî) da, görüşler İçerisinden kendince en güzelini seçip alarak, dilediği kişiyi taklid hususunda muhayyer bırakıyor.
1. Cevap:
Bu söz, temiz kalpli, fakat usulü, çelişmenin (iki çelişiğin) tanımım ve hükmün hakikatini bilmeyen ve helallik ve hanımlığın, eşyanın (a´yân) vasfı olduğunu zanneden fakih birinin sözü olup, bu kişi, tıpkı bir şeyin hem hadis hem kadîm olmasının imkansız olması gibi, nebizin de hem helal hem haram olmasının imkansız olduğunu söylüyor; daha, hükmün, a´yâna değil, mükelleflerin fiillerine ilişkin bir hitap olduğunu ve Zeyd´e helal olan bir şeyin Amr´a haram olmasının çelişme olmadığını bilmiyor; msl. nikahlı kan, kocaya helaldir, başkasına haramdır; meyte zarurette kalan (muztarr) için mubahtır, muztar olmayan için haramdır; namaz, temiz kadına vaciptir, hayızlı kadına haramdır. Çelişki, ancak, helallik ve haramlığın, bir durumda, bir şahıs için, bir fiilde ve bir yönden bir araya gelmesi durumunda olur. Sayı birden fazla (teaddüd) ise ve bu cümleden olanlardan birine ayrışım varsa, tenakuz olmaz. Nitekim, gasbedilmiş evde kılınan namazın, bir şahıs için ve bir durumda hem haram hem tâat (kurbe) olduğunu söyleyebiliriz; fakat, haramlık ve tâat farklı yönlerdendir. Demek oluyor ki durumların farklılığı, tenakuzu ortadan kaldırmaktadır. Durumların, hayız ve temizlik, yolculuk ve ikamet, ilim ve cehalet veya zannı galib´e göre değişiklik göstermesi arasında hiç bir fark yoktur. Abdestsiz kişi, eğer abdestsiz olduğunu biliyorsa bu halde namaz kılması haramdır; eğer abdestsiz olduğunu bilmiyorsa vaciptir. Şayet Sâri1, ´Deniz yolculuğuna çıkmak, salimen varacağına zann-ı galip getiren kişi için helal; helak olacağına zannı galip getiren kişiye ise haramdır´ dese, ve korkağın zannına helak, cesurun zannına ise selamet galip gelse, ikisinin durumu birbirinden farklı olduğu için, bu yolculuğa çıkmak korkağa haram, cesur İçin helal olur. Aynı şekilde şayet Sâri´, açıkça, ´Kim, nebizin şaraba daha çok benzediğine zannı galip getirirse, ben nebizi ona haram kılmışımdır; kim de nebizin mubahlara daha çok benzediğine kanaat getirirse, ona da nebizi helal kılmı-şımdır´ dese, bu söz çelişik olmaz. Bİzİm görüşümüze göre, [II, 368] şayet bunu Sâri1 söylemiş olsa, bu söz çelişik ve imkansız olmaz. Hasmın görüşüne göre ise, bunu Sâri söylemiş bile olsa, imkansızdır. Bu söz, tıpkı, ben sani hakkında delil olmayan bir şeyi bulmakla mükellef tuttum veya Ben seni, hakkında deül bulunan bir şeyle mükellef tuttum; fakat, sen bunu gücün yettiği halde terkedecek olursan, günahkar olmazsın demek gibi olur. Birinci söz, muhal´in teklifi olması yönünden; ikinci söz ise, emrin tanımıyla çelişmesi yönünden imkansızdır; zira emrin tanımı, terkedenin asi olduğu şey şeklindedir.
2. Cevap:
Diyebiliriz ki; biz, helallik ve haramlığın, a´yanın vasfı olduğunu teslim etsek bile, bu durumda yine çelişki olmaz; zira bu vasıflar, izafi vasıflardan olur. Buna göre, msl. bir insanın, iki ayrı şahıs açısından, aynı anda hem baba hem oğul olmasında; yine bir şeyin, İki ayn kişi açısından, hem bilinen hem bilinmeyen olmasında; yine bir kadının, iki ayrı kişi açısından hem helal hem haram olmasında, msl. nikahlı eş, kocaya helaldir, başkasına haramdır; yine meyte´nin muztarr için mubah, muztar olmayan için haram olmasında bir çelişki yoktur.
3. cevap:
Asıl, çelişki, hasmın terki bindedir. Şöyle ki; Merîsi gibi saçmalamayan bütün muhassıl alimler, müctehidin, içtihadının ulaştığı sonuca göre amel etmesinin vacip olduğunda ve terketmekle asi olacağında hemfikirdir. Buna göre, kıble hususunda içti had eden iki müctehidden her birinin, sonuçta, diğerinin yönelmesi haram olan bir yöne yönelmesi vacip olmaktadır; çünkü, burada, kimin hata, kimin isabet ettiği belli değildir; dolayısıyla, bu iki müctehidden her biri, diğerinin amel ettiğinin zıttıyla amel etmek durumundadır.
2. gerekçe:
Derler ki: Eğer, sizin, ´bu görüş, şayet Sâri´ bunu açıkça bıldirmişse, bizatihi imkansız değildir´ şeklindeki sözünüzü teslim etsek bile, bu anlayış, bazı biçimlerinde imkansıza götürmektedir ve imkansıza götüren şey de imkansızdır. Bu gorüşün, İmkansıza götürmesi ise, kendi nezdinde iki delilin birbirine karşı direttiği müctehid hakkında söz konusu olmaktadır. Size göre bu müctehid, bir durumda, bir şey ile onun çelişiği (nakîz) arasında muhayyer kalır. Olayın sahibi açısından ise, msl. müctehid bir erkek, müctehid bir kadını nikahlasa, sonra bu kadına sen bâin´sin dese, müctehid koca, şâfıî mezhebine mensup olup, bu durumda rec´ati caiz gördüğünden, kadına dönse; müctehid kadın ise hanefî olup, kinayeli lafızların da, ismet ve rec´ati kaldıracağı görüşünde olsa, böylesi bir durumda, koca cinsel ilişki yoluyla rec´at yapma hakkına sahiptir, kadının ise, kocanın bu yetkisine rağmen, cinsel ilişkiye girmekten kaçınması vaciptir. Aynı şekilde, bir kadını birisi veli ile, bir diğeri velisiz olarak nikahlasa, bu iki görüş de gerçek olacağına göre, kadın her iki kocaya da helal olur ki bu imkansızdır. Bu yaklaşımın, birinci şüpheyi desteklemek için kullanılması da mümkündür. -İtiraz, olayın iki ayn şahıs açısından düşünülmesi ve bir çelişme bulunmadığına dair sözlerimizedir. Onlar bunu bir tek şahıs hakkında takrir edebilmek hususunda zorlama gerekçelere (tekellüf) başvurmuşlardır-.
Bu gerekçeye bir kaç yönden cevap verilebilir ki öz itibariyle şudur:
Bu meselelerde bir problem ve imkansızlık yoktur; mevcut işkal ise kendilerinin aleyhine dönmekte ve bu işkal yalnızca bu görüşe has kalmamaktadır. Müctehid nezdinde iki delilin tearuz etmesi durumuyla ilgili olarak bizim iki görüşümüz vardır;
a) Bu meseledeki, bizim de benimsediğimiz, birinci görüş şudur: Bu durumda müctehid, çekimser kalır (tevakkuf) ve başka bir yerden delil araştırır; çünkü müctehid, zann-ı galib´e ittiba etmekle emrolunmuştur; halbuki burada henüz zannı galip yoktur. Bu noktada bizim de diyeceğimiz sizinki gibidir. Çünkü, her ne kadar bu delillerden birisi sizi göre hak ise de, ona ulaşmak oldukça zordur ve bu durum işkal unsurunu ortadan kaldırır.
b) ikinci görüş ise, müctehidin bu durumda, iki delilden dilediği biriyle amel hususunda muhayyer kalmasıdır. Biz bu meseleyi, müstakil olarak ele alıp, bo- [n, 369] yutlannı belirtmeye çalışacağız.
ikincisine gelince, bizim bu konudaki görüşümüz de sizinki gibidir. İsabet eden, sizin görüşünüze göre, her ne kadar tek ise de, hangisinin hata ettiği hangisinin isabet ettiği belli değildir ve hata eden müctehid de, kendisinin hata etmiş olduğunu bilmediği için, kendi içtihadının gereğine göre davranmak durumundadır; zira bu müctehid, diğerinden temeyyüz edememektedir. Böylece bunlar, müctehid karının, cinsel ilişkiye imkan vermemesinin vacip olduğunu; kocanın da, taleb etmesinin mubah olduğunu söylemişlerdir ki, eğer bu imkansızsa kendileri de imkansız bir görüş ileri sürmüş olurlar. Onlar bunun imkansız olduğunu söyleyeceklerdir ki, bu da bizim ikinci cevabımız olup izahı şöyledir; kanya, cinsel ilişkiye imkan vermemesinin vacip kılınması, cinsel ilişki talebinin koca için mubah kılınmasıyla, hatta vacip kılınmasıyla çelişmez. Aksine, efendinin, iki köleşinden birine, ´sana öbür kölenin atı üzerindeki müştemilatı (seleb) vacip kıldım1 deyip, öbür köleye de ´sana da, buna imkan vermemeyi vacip kıldım´ demesi, ardından da, ilk köleye ´eğer bu selebi almazsan seni cezalandıracağım´; diğerine de ´eğer selebe sahip çıkamazsan seni cezalandıracağım´ demesi mümkündür. Aynı şekilde, velisi olduğu çocuğun malım başka bir çocuğun telef ettiğini iki adil kişinin haber vermesi durumunda, velinin bu malın tazmin (ğarâme) talebinde bulunması vaciptir. Diğer taraftan, malı telef ettiği söylenen çocuğun velisinin de, eğer telef işini yapanın başka bir çocuk olduğunu gözleriyle görmüşse veya velisi bulunduğu çocuğun telef ettiğini haber veren iki şahidin yalan söylediğini biliyorsa, bu tazminatı ödememesi ve tazmin talebini def etmesi vaciptir. Böylece, kendi kanaatinin gereği olarak, iki veliden birisinin talepte bulunması, diğerinin bu talebi savuşturması vacip olmaktadır. Aslında bu sorunun, içtihadı inkar eden, Ta´lîmiyye ve diğer gruplardan gelmesi uygun düşerdi; zira bunlar, bir çeşit çelişkiye götürmesi sebebiyle içtihadın temelden batı! olduğunu söylemektedirler. Bunun cevabı, yukarıda verdiğimiz bilgilerin içerisinde mevcuttur. Ayrıca, bu görüşe, içinden çıkamayacağı bir şekilde mukabele ederek şunları söyleyebiliriz: Zannî olan şeyler inkar edilse bile kat´î olanlar inkar edilemez, insanın, kendi kendinin helakine veya başka birinin helakine çalışması, kesin delillerle haramdır. îki şahıs, sadece birini ölümden kurtarmaya yetebilecek bir miktardaki meyte´ye ihtiyaç duysalar; yani bunu paylaşsalar ikisi birden ölecek; hiç biri almasa yine ikisi birden Ölecek; birisi alsa, diğeri ölecek; birisi diğerinin almasına izin verse, kendi helakine yol açmış olacak; bu durumda yapılması gereken nedir? Bu soruya hangi cevabı verirse versin, çelişik olacaktır ve çıkış yolu bulamayacaktır. Eğer, iki kişiden her birinin alması vaciptir dese, bu durumda, birine almayı, diğerine def etmeyi (savunmayı) vacip kılmış olacaktır; almamaları vaciptir dese, bu defa, ikisinin birden ölümüne yol açmış olacaktır; alma işini İkisinden birine tahsis etse, bu keyfi bir hüküm olur; ikisinin de almak veya ter-ketmek arasında muhayyer olduğunu söylese, yine, birine almaya, diğerini vermemeye musallat etmiş olur; çünkü birinin almayı, diğerinin vermemeyi tercih etmesi mümkündür. Bu da, kendi iddialarına göre, çelişiktir; artık ne diyebileceklerdir! Bizce, bu durumlarda, tercihe şayan olan görüş, her birini muhayyer bırakmaktır; çünkü, almak, ancak, başka birinin helakine yol açmadığı zaman vacip olabilir; terk ve başkasını kendine tercih etmek de yine, kendi helakine yol açmadığı zaman vacip olabilir; bu iki durum tearuz ettiğine göre, her ikisi de muhayyer olur. Ayrıca, tearuz etmiş iki beyyine gibi, aralarında kur´a çekilmesi de muhtemeldir.
İkinci meseleye gelince; koca ile kan arasında bir anlaşmazlık çıktığında, ihtimal dahilinde olan iki husus vardır; birincisi, anlaşmazlığı beldenin hakimine götürmektir; eğer hakim rec´atin sübutuna hüküm verirse hakimin içtihadını, ko-[II, 370] canın ve karının kendi ictihadlarına takdim etmek lazım gelir ve kan ve kocanın, bu durumda kendi ictihadlarına muhalefet etmeleri helal olur; zira, anlaşmazlık-lann kal din İması zarureti sebebiyle, hakimin içtihadı, ikisinin içtihadından daha evladır. Eğer hakime götürme imkanından mahrum iseler, bu durumda bir âlimin hakemliğine başvurmaları gerekir ve alim aralarında hüküm verir. Bu alimin verdiği hükmü kabul etmezlerse, ikisi de günah işlemiş ve isyan etmiş olurlar. Bunların hepsi de, fıkhî ihtimallerdir, ikincisi de, çekişmelerine (temamı´) önem verilmeksizin, bunların münazaa üzerinde bırakılmalarıdır; bu da, iki zıt (nakîz) şeyi, iki ayrı şahıs hakkında teklif etmek olup, çelişki söz konusu olmaz.
Üçüncü meseleye -ki bu, velisiz olarak nikahlanmış olan bir kadının, başka birine veli ile nİkahlanmasıdır- ilişkin olarak şunları söyleyebiliriz: Eğer velisiz olarak yapılan nikah, velisiz yapılan nikahın sıhhatine kanaat getiren bir hanefi-den sadır olmuşsa, bu nikah kendisi hakkında sahihtir ve bundan sonra yapılan İkinci nikah kesin olarak batıldır; çünkü kadın, birinci adamın karısı olmuştur. Eğer hanefi, bu nikahı, kendi İçtihadıyla akdetmiş ve buna bir de hanefi yargısı eklenmişse, bu daha da kuvvetlidir. Eğer hanefi, mukallid İse, nikah yine kendisi hakkında sahihtir. Eğer bu nikah, bu konudaki kanaatine aykırı olarak bir şâfiiden sadır olmuşsa, iki durum söz konusudur; birincisi, bu nikahın kesinlikle batıl olmasıdır; çünkü biz, böyle bir nikahı, ancak, gerek taklid gerekse ictihad yoluyla, bu nikahın sahihliğine kanaat getiren birisi için doğru kabul edebiliriz; çünkü bu kişi, kanaatine göre davranmış olacağından kendisi için günah ve isyan söz konusu değildir. Halbuki, bu nikahı akdeden şafii, kendi kanaatine aykırı davranmış olduğundan, isyan ve günah işlemiştir, ikincisi ise, ´boşamadıkça veya bir hakim bu nikahın butlanına hüküm vermedikçe, bu kadın başkası için helal olmaz; çünkü, bir hanefi hakimin bu nikahın sahihliğini hükme bağlaması mümkündür ve bu suretle de, bu hükmü nakz etmenin yolu da kapanmış olur. Bu hükmün nakzedil meşinden önce ise, artık, başka bir nikah ktyılamaz´ denilmesidir.
Alimler şu noktada ihtilaf etmişlerdir; bir hanefi, bir şafıi lehine komşuluk şuf asına veya velisiz nikahın sahihliğine hüküm verse, bu hüküm, söz konusu işlerin bâtın´da da helal kılınmasına etki eder mi?
Ebû Hanîfe, aşın giderek, hakimin hakkında fesih ve akid yetkisi bulunan hususlarda, yalancı şahitlerin şahitliği ile verilen hükmün, hükmü bâtınen de değiştireceğini söylemiştir. Kimileri de başka bir aşırılık sergileyerek, yargının (kaza) hiç bir şeyi helal kılamayacağmı; tam tersine, verilen yargı kararı, ictihadi konularda bile olsa, hakkında hüküm verilen konunun yargıdan önceki hükmü ne ise o şekilde kalacağım söylemişlerdir. Kimileri de, yargı kararının, ictihadi konularda etki edeceğini ve hükmü bâtınen değiştireceğini, Ebû Hanîfe´nin değiştirir dediği yukarıdaki konuda ise, değiştiremeyeceğini söylemişlerdir. Bunlar fıkhî ihtimaller olup, hiç birisi de imkansız değildir. Dolayısıyla bizim bunlardan dilediğimiz birisini tercih etmemiz çelişkili olmaz. Zaten usûl´de, bu fıkhî ihtimallerden birisini tashih etmemiz de gerekmez; bunlar, muhtemel zanlar olup, bu görüşleri ileri süren müctehidler, bu görüşlerinde isabet etmişlerdir. Üçüncü gerekçe:
Üçüncü gerekçeleri, ´Şayet sizin söyledikleriniz caiz olsa, kıble ve iki kap konusunda ictihad edip, farklı sonuçlara ulaşan iki müctehidin, birbirlerinin icti-hadlarına iktida etmeleri de caiz olurdu; çünkü, bunlardan her birinin kıldığı namaz sahihtir; hal böyleyken, namazı sahih olan birine niçin iktida edilemiyor. Aynı şekilde, şafiinin, bir hanefiye, namazda fatiha okumayı terketmesi durumunda, iktida etmesinin de sahih olması gerekir; çünkü hanefi, namazı ictihad üzere bina ettiğinden namazı sahihtir. Ümmel´in, bu iktidanın fasit olduğunda ittifak etmiş olması, gerçeğin tek olduğunu göstermektedir´ diyerek delalet yoluna tutunmaktır.
Cevap:
Bir kere böyle bir ittifakın bulunduğu kabul edilemez. Nitekim kimi alimler, mezheplerin farklılığına rağmen iktidayı caiz görmüşlerdir ve bu anlaşılabilir bir durumdur; çünkü, her namaz kılan kendisi için kılmaktadır ve ancak namazda olan birine iktida etmesi gerekmektedir; imamın namazının batıl olduğu ise kesin [II, 371] değildir; öyleyse iktida nasıl imkansız görülebilir! Hatta imamın cünüp olduğu ortaya çıksa bile, belki de namazın kaza edilmesi bile gerekmeyecektir.
Sizin söylediklerinizi kabul etsek bile, şöyle deriz: Ancak, namazı muktedi hakkında sahih olan birine iktida edilebilir; muktedi ise, ´imamın namazı kendisi hakkında sahihtir; çünkü bu namaz kendi kanaati uyarıncadır; benim hakkımda ise, fasittir; çünkü benim kanaatime aykırıdır´ diyebilir ve böylece de, bu namazın sahih olmasının, müctehide has olan tüm konularda etkisi ortaya çıkmış olur. Kendi kanaatine muhalefet etmesine ilişkin olan şeyler ise, batıl menzilesine indirgenir, tktida, iktida edene ilişkindir. Bu kişinin kıldığı namaz, her ne kadar başkaları bu namazın başkaları hakkında sahih olabileceğine kanaat getiriyorsa da, kendisi hakkında da fasit olduğuna kanaat getiren birinin iktida etmesi için uygun değildir. Şöyle ki; imam, fatiha okumamış bile olsa, kıldığı namazın, ittifakla, sahih olma ihtimali vardır. Zaten Şafiî, bunun kesinlikle hata olduğunu söylememiştir. Öyleyse, kıldığı namazın sahih olması ve batıl olması mümkün olan birine iktida etmek niçin fasid olsun! Kaldı ki, her imamın namazının, muk-tedinin bilmediği bir hades veya necaset sebebiyle fasid olması muhtemeldir ve muktedinin namazı böyle bir ihtimal yüzünden batıl olmaz. Bunun (butlanın), bir tek sebebi vardır ki o da, bu namazın kendi kanaatine göre ve içtihadı gereğince batıl olmasıdır. Yine deriz ki: Bu namaz, kendi kanaatinin gereğince, uyduğu imam hakkında değil, kendisi hakkında batıldır ve bu namazın kendisi hakkında batıl olması, o imama iktida etmesinin butlanı için yeterlidir.
Dördüncü gerekçe:
Derler ki: Eğer müctehidlerin tasvîb´i (isabet ettikleri) sahih ise, bu takdirde, furu konulanndaki münazara defterini dürmek gerekir; çünkü, münazaranın amacı, hasmı kendi görüşünden intikal etmeye çağırmaktır. Her müctehid musîb olduğuna göre, münazaracı, hasmını görüşünden vazgeçmeye çağırmayacak; aksine, ona ´senin bu kanaatin gerçektir, ondan ayrılma. Zaten benim görüşümün se-nİnkinden bir üstünlüğü yok´ demesi uygun olacaktır. Halbuki münazara, bazan vacib, bazan mendub bazan da -böyle (vacip veya mendup) olmamakla birlikte-yararlı olur. Her müctehidin isabet ettiği söylenince artık, bunların hiçbirisine gerek kalmaz.
Cevap:
Biz, bazı zayıf fakihlerin, isabet eden müctehidin tek olduğunu zannetmeleri, hatta, bunun da kendileri olduğuna ve hasmın belirgin bir biçimde hatalı olduğuna kanaat getirmeleri yüzünden, hasmı görüşünden İntikale çağırmak amacıyla münazara yaptıklarını inkar etmiyoruz. Muhassıl fakihler ise, füru konularında bu amaçla münazara yapmazlar; aksine onlar, münazaranın, iki amaç sebebiyle vacib ve altı amaç sebebiyle de müstehap olduğu kanaatindedirler,
Münazaranın vacip olduğu iki yer:
1) Mesele hakkında, nass veya nass anlamında bir şey türünden, kesin bir delil ya da tartışılan konuda hükmün menatım tahkik hususunda, kesin bir aklî delil bulunabilir. Bu delile rastlanınca, artık zann ve ictihad imkansız olur. İşte bu delili bulan kişinin, mübahase ve münazara yapması gerekir; ta ki, gözden kaçırmak sebebiyle günahkar ve asi olunan kesin delilin mevcut olup olmadığı açığa çıkabilsin.
2) Müctehid katında iki delil tearuz edebilir ve tercih yapmakta zorlanabilir. Bu durumda, tercih yapmasına yardımcı olması için mübahase yapar. Biz, her ne kadar bir görüşe göre, müctehidin bu durumda muhayyer olacağını söylemişsek de, muhayyerlik, ancak, tercih talebinden ümit kesildiği zaman olur. Ümit kesme ise, ancak, bir çok mübahaseden sonra gerçekleşebilir.
Münazaranın mendub olduğu yerler:
1) Hasmın, savunduğu görüşte inatçı olduğuna; aslında bu görüşe kanaat getirmediğine, sırf inat ve hased olsun diye muhalefet ettiğine kanaat getirildiği durumda, bunlardan su-i zann masiyetini gidermek ve kendisinin söylediği şeyin ictihad ve kanaat (itikat) kaynaklı olduğunu açıklamak için münazara yapılır. [ü, 372]
2) Hataya ve kesin bir delile aykırı davranmaya nisbet edilen kişi, kendisini hataya nisbet eden kişilerin bilmeden konuştuklarını (cehl) bilir ve bu durumda, tıpkı birincide töhmet masiyetini gidermek için münazara yaptığı gibi, burada da, onların bu bilgisizliğini gidermek İçin onlarla münazara yapar.
3) Kendi ictihad metoduna hasmın dikkatini çekmek için münazara yapar ki, hasmın benimsediği metodunun bozukluğu anlaşılırsa, duraksamasın ve muhayyer kalmasın ve metodunun fasidliğini anlayınca ve kanaati değişince, daha tutarlı olan kendi metoduna dönsün.
4) Münazaracı, kendi mezhebinin daha ağır ve daha meşakkatli olduğuna, buna bağlı olarak da, kendi mezhebinin daha üstün ve daha sevaptı olduğuna kanaat getirip, hasmı, İyi olandan alıp, daha iyi olana; hak olandan alıp, daha hak olana çekmeye çalışır.
5) Münazara, dinleyicilerin ictihad yollan hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlar; içtihada adım atmalarını kolaylaştırır; onlan ictihad mertebesine ulaşmaya teşvik eder ve yönlendirir. Dolayısıyla münazara, bir bakıma, taatler hususumda yardımlaşma ve iyi amellere (kurbet) teşvik gibi olur.
6) Mendup münazaranın en önemli sebebi olan altıncı sebep de, münazara yapan taraflara, delil hususunda inceleme/araştırma yollarının daha kolay kullanılabilir hale gelmesi biçiminde bir fayda sağlar. Böylece taraflar, zannî konulardan daha yukarılara, yani doğrunun bir/tek olduğu usul konularına yükselirler. Bu suretlede, münazara sayesinde, bir nevi zihin jimnastiği yapılmış, zihin kes-kinleştirilmiş ve hakikatleri talep hususunda minnet/gayret takviye edilmiş olur; tüm bunlar sayesinde de, eğer beldede bu farz-ı ayn´ı yerine getirecek kimse yoksa ya da usul konularında şüphe vaki olmuşsa, farz-ı ayn olan inceleme/araştırma yapılmış olur. Eğer böyle bir durum söz konusu değilse, en azından farz-ı kifâye yerine getirilmiş olur. Zira, her beldede, usuluddin konularındaki problemleri açıklama kapasitesine sahip bir alimin bulunması gereklidir. Vacib olan şeye, ancak kendisiyle ulaşılabilen şey de, eğer başka bir yol yoksa, muayyen bir vaciptir. Eğer bu vacibi gerçekleştirmek için başka bir yol daha varsa, yapılan iş, o vacibin seçeneklerinden (yollarından) birisi olmuş olur. Bu münazara, bazı durumlarda, vacip olan münazara hükmünde olur.
tşte bunlar, hasmı, mezhebinden ayrılıp kendi mezhebine intikal etmeye çağıran, hasımlarının da, kendi kanaatine göre amel etmelerinin vacipliğine ve şayet kendi kanaatine aykırı davranacak olursa isyankar ve günahkar olacağına fetva veren zayıf ve kendisini aldatan kişilerin değil, muhassıl alimlerin münazaralarının faydalarıdır. Acaba Allanın aleminde bu zayıf kişilerin düşüncelerinden daha açık bir tenakuz var mıdır!
Onların aklî gerekçeleri / şüpheleri bunlardır. Şimdi, naklî gerekçelerini görelim.[14]
B. Naklî Gerekçeleri:
Onların naklî gerekçeleri de beş tanedir.
1. gerekçe:
"Davud ve Süleyman, bir kavmin koyunlarının çiğnediği ekin hakkında hüküm veriryorlardı ve biz de onların bu hükümlerine şahit idik. Her ikisine de hüküm ve ilim vermiş olmakla birlikte, biz o hükmü Süleyman´a anlattık" {Enbiyâ, 21/78-79}.
Onlar bu ayeti gerekçe göstererek, doğrunun kaynağını (müdreku´I-hakk) özellikle ve sadece Süleyman´ın bildiğine ve gerçeğin de tek olduğuna delalet ettiğini ileri sürmüşlerdir.
Bu iddiaya üç yönden cevap verilebilir:
a) Davud ve Süleyman´ın ictihad ile hüküm verdikleri nereden bilinmektedir! Kimi alimler, peygamberlerin ictihad etmesinin aklen, kimileri de sem´an imkansız olduğunu söylemişlerdir. Peygamberlerin ictihad etmesini caiz görenler ise, onların hata etmesinin imkansız olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu durumda, Davud´a, hata nisbet edilemez; Davud´un verdiği hükmün ictihad kaynaklı olduğu da bilinmemektedir.
b) Ayet, onların görüşlerinin aksine daha fazla delalet etmektedir. Zira ayette ´Biz ikisine de hüküm ve ilim verdik´ denilmektedir. Batıl ve hata ise, hüküm ve ilim değil, zulüm ve cehalettir. Allahın hükmüne aykırı hüküm, Allahın hükmü olarak vasıflanamayacağı gibi, Allahın verdiği hüküm ve ilim olarak da vasıfla-namaz; hele hele bu söz övgü makamında söylenmişken. [II, 373]
Bu noktada bize, ayetteki ´Biz onu Süleyman´a anlattık´ sözünün anlamı nedir? diye sorulacak olursa deriz ki; Davud´a hata nisbet etmenin doğru olmadığını ortaya koyduktan sonra buna cevap vermemize gerek yoktur.
c) Üçüncü cevap tevile başvurmaktır. Şöyle ki; Davud ve Süleyman´a, kendi ictihadlarıyla hüküm verme izni verilmiş; onlar da kendi ictihadlanyla hüküm vermişlerdir ve her ikisinin de hükmü doğrudur. Daha sonravahiy, Süleyman´ın içtihadı uyarınca inmiştir. Bu durumda Süleyman´ın verdiği hüküm, Süleyman´a aksi istikamette bir vahiy inmesi sebebiyle taayyün etmiş gerçek hüküm haline gelmiştir. Şu kadar ki, vahiy Süleyman´a İndiği için, hüküm ona izafe edilmiştir. Halbuki hüküm aslında vahye istinad etmektedir. Nitekim müfessirler, Süleyman´ın, koyunların, tam bir yıl, sütünden, neslinden ve yününden istifade etmek üzere ekin sahibine teslim edilmesi şeklinde hüküm verdiğini nakletmektedirler. Bu hüküm ancak, koyunlardan bir sene zarfında elde edilecek ürünün, ekin sahibinin zarar ve ziyanını karşılayacağı bilindiği takdirde, doğru ve adil olabilir. Bunu ise sadece allâmu´l-ğuyûb olan Allah bilebilir, yoksa ki bu husus ictihad yoluyla bilinemez.
2. gerekçe/şüphe:
´içlerinden İstinbata ehil olanlar bunu bilirlerdi´ (Nisa, 4/83} ayetiyle ´Bunun tevilini sadece Allah ve ilimde rüsuh sahibi olanlar bilirler´ {Al-i Imrân, 3/7} ayetidir. Bu iki ayet, inceleme/araştırma alanında gerçeğin tek olduğuna ve istinbata ehil olanların bu gerçeği kavrayabileceklerine delalet etmektedir.
Bu gerekçe de iki yönden fasittir:
a) Belki de Allah bu ayetlerle, gerçeğin tek olduğu konulardaki, yani akliy-yat ve kesin sem´iyyat konulanndaki gerçeği kastetmiştir. Çünkü bu konulardan bazıları, müstenbat nazari kesin bir yolla bilinmektedir.
b) Bu ayetlerde alimlerden bir kısmının tahsis edilmesi sözkonusu değildir. Her alimin araştırma/incelemesinin ulaştığı sonuç, kendisinin istinbatt ve tevili olup, istinbat edilmiş bir gerçek ve Allahın avama değil alimlere izin verdiği bir tevildir. Alimlerin inceleme/araştırma ve tevil yoluyİa ulaştıkları gerçek de avam hakkındaki gerçek sayılmıştır. Burada alimlerin bir kısmının hata etmiş olması durumu söz konusu değildir.
3. gerekçe/şüphe:
Hz. Peygamber´in ´Hakim ictihad ettiğinde isabet ederse iki ecir, hata ederse bir ecir alır´ sözü, ictihadda isabet ve hatanın bulunduğunu göstermektedir. Halbuki siz, ictihadda hatanın imkansız olduğunu iddia ediyorsunuz.
Bu gerekçeye iki yönden cevap verilebilir:
a) Bu hadis, her müctehîdin İsabet ettiği konusunda kesin delildir. Zira ictihad eden herkes ecir almaktadır. Eğer her müctehid isabet etmiş olmasaydı, Allah Teâlâ´nın hükmüne aykırı hüküm veren hatalı, ecire nasıl hak kazanacaktı.
b) Biz, hatanın, müctehidin yapması gerekli olan şeye izafetle değil de, amacına (matlubuna) İzafetle kullanılabileceğini inkar etmiyoruz. Hakim, malı, hak sahibine iade etmeyi talep etmektedir; bunda hata etmesi mümkündür. Bu durumda hakim talep ettiği husus açısından hata etmiş, Allahın kendisi hakkındaki hükmü açısından, yani şahitlerin doğru sözlülüğü yönündeki kanaatine İttiba açısından, isabet etmiştir. Aynı şekilde, kıble hususunda ictihad eden kişinin de hata ettiği söylenebilir ki, bu, kıble konusunda ictihad eden kişinin talep ettiği şeyde yani kıbleyi tutturma hususunda hata ettiği anlamına gelir. Bu kişinin, amaçladığı şeye ulaşması vacip değildir; tam tersine ona vacip olan, talep etliği şeyin bulunduğunu zannettiği bir tarafa yönelmektir.
Denirse ki:
Mademki, hata ve isabet arasında fark yoktur, daha doğrusu hata yoktur; ne diye isabet edene iki ecir verilmektedir. Halbuki her ikisi de gerek teklif gerekse mükellef oldukları şeyi yerine getirme hususunda eşittirler.
Deriz ki:
Bu Allahın kazası, kaderi ve iradesi yüzündendir. Şayet Allah hata eden için
iki ecir takdir etmiş olsaydı, hata eden iki ecir alırdı. Allah, İki işin daha hafif
olanına daha fazla ecir verebilir; çünkü bu Allah´ın bir lütfudur. Öte yandan, bun-
[II, 374] daki diğer bir sebep de şudur; isabet eden müctehid, üzerine düşeni yapmış ve,
nass kendisine ulaştığı için nass ile hüküm vermiştir. Diğeri ise yine üzerine düşeni yapmış, fakat nass kendisine ulaşmadığı için nass ile hüküm vermekten mahrum olmuştur. Bu nassa ulaşmaktan aciz olması sebebiyle nassa isabet etmekle mükellef olmamış, buna bağlı olarak da bu mükellefiyetin ve nassa imtisal etmenin faziletini kaçırmıştır. Bu durum, hakkında nass bulunan her meselede ve cinayet diyetleri (urûşu´l-cinâyât), yakınlara verilecek yeterli miktardaki nafakanın takdiri gibi, hükmün men atını tahkike ilişkin tüm ictihadlarda söz konusu olabilir. Tüm bu konularda, her ne kadar müetehid isabet etmekle mükellef değilse de, Allah katında muayyen bir hakikat vardır. Aynı şekilde bu durum, her mesele hakkında muayyen bir hüküm ve Allah katındakine daha benzer (eşbeh) hüküm bulunduğunu söyleyenlere göre, -ki bu anlayışın fesadına aşağıda işaret edilecektir-, hakkında nass bulunmayan meselelerde de geçerlidir.
4. gerekçe/şüphe:
"Ayrılığa düşmeyin; Allanın size olan nimetini hatırlayın" {Al-i îmran, 3/103}; "Çekişmeyin zayıf düşersiniz" fEnfâl, 8/46}; "Ayrılığa düşen ve ihtilaf edenler gibi olmayın" {Al-i îmran, 3/105}; "Rabbinin merhamet ettikleri dışındakiler, sürekli olarak ihtilaf ederler" {Hûd, 11/118} ayetleri yanında, ülfet ve uyumluluğun teşvik edilmesi hususunda ve ayrılığın yasaklanması hususunda icmâ vardır. Tüm bunlar, gerçeğin tek olduğuna delalet etmektedir. Sizin mezhebiniz ise, Allanın dininin değişik (muhtelif) olduğu yönündedir. Şayet, Allah´tan başka birinin katından gelmiş olsaydı, bunda bir çok ihtilaf bulurlardı.
Buna bir kaç yönden cevap verilebir:
a) Hükmün, bilgi, cehalet ve zann hususundaki hallerin değişmesiyle değişmesi, tıpkı, hükmün, yolculuk (sefer) ve ikamet, hayız ve temizlik, hürriyet ve kölelik, ıztırar ve ihtiyar sebebiyle değişmesi gibidir.
b) Ümmet, ietihad hususunda farklı sonuçlara ulaşan kişilerden her birinin, kendi içtihadına göre hüküm vermesinin gerekli olduğu konusunda icmâ etmiştir. Halbuki bunlardan her birinin içtihadı bir diğerininkine aykırıdır. Farklı sonuçlara ulaşan kişilerin, kendi görüşlerine ittiba etmekle emrolunması, ihtilafı emretmek anlamına gelir. Burada söz konusu olan problem, kendi aleyhinize dönmektedir. Zaten bu sorunun, içtihadı kökten inkar edenler tarafından yöneltilmesi anlamlıdır.
c) Bu cevap aynı zamanda, içtihadı kökten inkar edenlere karşı da bir cevaptır. Şöyle ki: Şayet durum, onların zikrettikleri gibi olsaydı (yani ihtilaf caiz gö-rülmeseydi), kıble Allah katında bir olmakla birlikte, kıble konusunda ietihad eden kişilerin, farklı yönlere yönelmeleri de caiz olmazdı; yine, değişik keffaret-ler hususunda, kiminin köle azat etmesi, kiminin oruç tutması da caiz olmazdı; yine, ancak bir kişinin ölümden kurtulmasına yetecek miktarda meyte etini yeme zaruretinde kalan kişilerin kur´a çekmeleri de caiz olmazdı; yine, cinayetlerin diyetleri (erş), nafakaların miktarları, harp maslahatları hususunda ve hükmün menatını tahkik olarak adlandırdığımız tüm hususlarda ictihad etmek de caiz olmazdı. Halbuki bunların hepsi de dinde zaruri olan şeylerdir. Bizim kasdımız, yasaklanan ihtilaf değildir. Yasaklanan ihtilaf, usuluddin konusundaki ihtilaf ile valilere ve imamlara karşı yapılan ihtilaftır.
5. gerekçe/şüphe:
Derler ki: Siz ictihadda hata yolunu kapatıyorsunuz. Halbuki sahabe, hatadan sakınma konusunda icmâ etmiştir. Hatta Ebu Bekr, ´Ben kelâle konusunda kendi reyimi söylüyorum; eğer doğru ise Allah´tan, yanlış ise şeytandandır´ demiş; Ali de, Ömer´e ´Eğer İctihad etmezlerse, hakkı gizlemiş (veya yanıltmış) olurlar; eğer İctihad ederlerse hataya düşmüş olurlar. Günah meselesine gelince, ümit ederim ki senin için bunda bir günah söz konusu değildir. Ancak, diyet ödemen gerekir´ demiştir. Yine Ebu Musa el-Eş´arî, Ömer adına mektup yazarken, ´Bu, Allanın Ömere gösterdiğidir´ diye başlayınca Ömer, ´Bu ifadeyi sil, onun yerine Bu Ömerİn görüşüdür diye yaz; eğer bu görüş yanlış olursa, Ömerin yanlışı [II, 375] olsun´ demiştir. Yine Ömer mehrin aşırı ölçüde artırmayı yasaklarken, (Nisa, 4/20) ayette söz konusu edilen kınları hatırlatarak kendisine karşı çıkan kadın İçin ´Bir kadın İsabet etti, Ömer ise hata etti´ demiştir. İbn Mes´ûd, üzerinde bir ay kafa yorup ictihad ettikten sonra mufavvida konusunda, ´Eğer yanlış ise benden ve şeytandandır´ demiştir.
Cevap:
Biz, dört durumda hatanın söz konusu olabileceğini kabul ediyoruz; içtihadın ehil olmayan birinden sadır olması; müetehidin inceleme/araştırmasını tamamlamamış olması; yeri dışında ictihad etmesi, daha doğrusu, hakkında kesin bir delil bulunan bir konuda ictihad etmesi; içtihadında kesin bir delile muhalefet etmiş olması. Biz buna "Kıyasın fasitliğini göstermek üzere öne sürülen şüpheler"} zikrederken işaret etmiş ve orada kıyası zannî olarak değil kesin olarak iptal eden on durumdan bahsetmiştik. Bunların hepsinde hata söz konusu olabilir. Ancak, eğer ictihad, ehlinden sadır olmuşsa, kendi içinde tamamlanmış ise, yerinde yapılmışsa ve kesin bir delile de aykırı değilse, artık bu durumda hata söz konusu olamaz. Bununla birlikte, tıpkı, kıble konusunda ve hükmün menatını tahkik hususunda olduğu gibi, gereken şeye izafetle değil de, talep edilen şeye İzafetle hata sözcüğü kullanılabilir. Sahabenin hata sözcüğünü kullanmasına gelince, bu kullanım şu sebeplere bağlanabilir:
a) Sahabe, İctihadda hatanın mümkün olduğu kanaatinde olup, ictihadda isabet edenin tek olduğu görüşünü benimsemiş olabilir.
b) Kendi nefsi açısından, gözden kaçırdığı kesin bir delile muhalefet ettiği endişesine kapılmış olabilir.
c) Henüz araştırma/incemesini tamamlamamış ve konunun hükmü hakkında tüm gücünü harcamamış olabilir.
d) Kendisinin bu mesele hakkında içtihada ehil olmadığını düşünmüş olabilir.
e) Tüm bu hususlar hakkında kendisinden emin olduğu halde, bu sözleri, sırf tevazu için ve Allah korkusu sebebiyle söylemiş olabilir. Nitekim sahabiler, kendi imanlarından kuşku duymadıkları halde, sırf bu düşünceden ötürü, İnşallah ben müminim´ demişlerdir.
Öte yandan zikredilen bu sahabe sözlerinin hepsi de hüccet olamayacak ve kendilerinde zikrettiğimiz ihtimallerin söz konusu olabileceği ahad haberlerdir. Böylesi haberlerle, bizim zikrettiğimiz kesin burhanlar savuşturulamaz.
Mesele: îctihadî konularda muayyen bir hükmün bulunmadığına dair görüş
tctihad edenlerden sadece birisinin İsabet ettiği görüşünde olanlar, her meselede, araştırıcının kıblesi ve araştırmasının amacı olan muayyen bir hükmün bulunduğunu ve müctehidin bunda isabet veya hata edebileceğini söylemişlerdir. Ictihad eden herkesin doğruyu tutturduğunu savunanlar (musavvibe) ise, bu noktada farklı görüşlere sahip olup, bazıları, her talibin bir matlubu olacağı noktasından hareketle, her meselede muayyen bir hükmün bulunduğunu kabul etmişlerdir. Şâfiînin sözlerinde buna işaret vardır. Bunlar bu görüşlerini bazen ´müctehidin matlubu Allah katında eşbeh (daha benzer) olandır; eşbeh ise Allah katında muayyendir´ şeklinde ifade ederler. Bu müphem sözün kapalılığını açacak olan burhan şudur: Meseleler, hakkında nass bulunan meseleler ve hakkında nass bulunmayan meseleler olmak üzere ikiye ayrılır. Hakkında nass bulunan meseleleri ele alacak olursak, nass, Şer´ yönünden bir bakıma kesin gibidir; şu kadar ki bu nass, müclehide ulaşmamışsa veya müctehid buna rastlamamışsa ya da, ortada, şayet müctehid araştırmada kusur etmediği takdirde bu nassın kolayca bulunmasına yarayacak kesin bir delil bulunmuyorsa, -ki eğer bu özellikte bir nass varsa, bu nass müctehidin matlubu olup, onu araştırması gerekir, eğer bulamamışsa kusurlu ve günahkar sayılır-, bu nass müctehid hakkında bir hüküm olamaz. Ancak, tıpkı, muhabere meselesinde ve haber ulaşmazdan evvel kıblenin değiştirilmesi hususunda olduğu gibi, eğer bu nassa kolayca ulaşmayı sağlayacak kesin bir yol yoksa, bu hüküm, sadece nassın ulaştığı kişiler hakkında hüküm olabilir, ulaşmayan kimseler hakkında değil. Şu kadar ki, bu hüküm, henüz ulaşmadığı kişiler açısından hüküm olmaya da adaydır. Yani bu hüküm bilfiil hüküm değil, bilkuv-ve hükümdür. Ne zaman ki bu hüküm, onlara ulaştı veya artık bulamayanların [II, 375] günahkar olabileceği bir biçimde ulaşılması kolay hale geldi, ancak o zaman hüküm olur.
Bu meseleler hakkında Allahın muayyen bir hükmü bulunduğunu söyleyip, bununla, ulaşması durumunda mükellef hakkında hüküm olmak üzere konulmuş olacağını, ulaşmadığı veya ulaşılması kolay hale gelmediği sürece bilfiil değil, bîtkuvve hüküm olacağını kastedenler doğru söylemişlerdir. Bunun dışında başka bir şey kastediyorlarsa bu sözleri batıldır.
Hakkında nass bulunmayan meselelere gelince; bu meselelerde bir hüküm bulunmadığı bilinmektedir. Çünkü Allahın hükmü, Allanın hitabıdır; Allanın hitabı da, ya peygamberden duymakla ya da peygamberin fiil veya sükutu gibi kesin bir delilin delalet etmesiyle bilinir. Fiil veya sükut, bazı durumlarda, herhangi bir sıyga işitilmesi olmaksızın Allahın hitabını bize gösterebilir. Ortada duyulan veya deminki yollardan biriyle delalet edilen bir hitab yoksa, bu konuda bir hüküm nasıl olabilir! Msl. Az miktarda alınan nebiz konusunda, eğer bunun Allah katında haram olduğuna kanaat getirilmişse, bu haramlığın anlamı az miktar nebiz konusunda ´Bunu içmeyin´ denilmiş olmasıdır ki bu bir hitabdır. Hİtab da, bir muhatabın bulunmasını gerektirir. Hitap yapılan kişiler de, ya melekler, ya cinler ya da insanlardır. Elbetteki hitap yapılan kişilerin mükellef olan insanlar olması gerekir. Bu konuda inmiş bir nass olmadığına göre, bu insanlara bu hitap ne zaman gelmiştir! Demek ki bu konu mantukun bih değil, meskutun anh´tir ve nutk-tan başka buna delalet edecek kesin bir delil de yoktur. Öyleyse, tıpkı, bilineni olmayan bir bilgi, öldürüleni olmayan bir öldürme olamayacağı gibi, muhatabı olmayan bir hitap da düşünülemez ve hitabı duymayan ve bu hitabı kesin bir delille tanımayan kişinin muhatap olması imkansızdır. Bu yönde zannî delillerin bulunduğu söylenecek olursa deriz ki; biz emarelerin delil olarak olarak adlandırılmasının mecaz olduğunu söylemiştik. Çünkü emareler, bizatihi zannı gerektirmezler; aksine, izafete göre değişirler. Zeyd için zann ifade etmeyen şey, Amr için zann ifade edebilir; Amr için bir hüküm ifade eden bir şey, Zeyd için bu hükmün zıddmı ifade edebilir. Bunun Zeyd hakkındaki tesiri iki ayrı durumda değişiklik gösterebilir. Böylece de bilgiye (marifet) giden bir yol olmaz. Şayet, bu bir yol olsaydı, isabet etmeyince isyan edilmiş oturdu. Bu yanılgının sebebi, delil isminin, mecazen, emareler için de kullanılması ve bunun hakiki delil oldu-ğununun zannedilmesidir. Halbuki zann, nefsin bir şeye yönelmesi ve resimleri güzel bulmak vs. gibi, maslahatları güzel bulmaktan ibarettir. Tabiatı bir resmin güzelliğine uygun düşen kişi, o resme meyleder ve o resmin güzel olduğunu söyler. Öte yandan bu resim başka birinin tabiatına uygun düşmeyebilir ve bu resmin Çirkin olduğunu söyleyebilir. Kimi insanlara göre esmer güzel, kimilerine göre ise çirkindir. Bunlar izafi şeyler olup, kendi zatında bir hakikati yoktur. Birisi çıkıp da esmer Allah katında güzeldir ya da esmer Allah katında çirkindir diyecek olursa, deriz ki; esmerin güzellik ve çirkinliğinin Allah katında bir hakikati yoktur; tam tersine söz konusu olan şey, esmerin kimi tabiatlara´ uygun kimilerine aykırı düşmesidir. Esmerin Allah katındaki durumu insanlar katındaki durumu gibidir. Öyleyse esmer, Zeyd´e göre Allah katında güzel, Amr´a göre ise çirkindir. Çünkü esmerin güzelliğinin, Zeydin tabiatine uygun oluştan ve çirkinliğinin de Amr´in tabiatine aykırı oluştan başka bir anlamı yoktur, işte faziletli şeylere teşvik, atâ hususundaki farklılık da, aynı şekilde Ömer´e göre güzel ve onun görüşüne uygundur. Aynı şey Ebu Bekr´e uygun gelmemiştir; aksine Ebu Bekr´e göre güzel olan, dünyayı bir yetinme (belâğ) kabul edip, itibar etmemektir. Zannlar- [II, 377] daki bu hakikatin anlaşılması gerekir ki kapalılık ortadan kalksın. Tıpkı kimi alimlerin güzellik ve çirkinliği zatların bir vasfı olduğunu zannetmeleri gibi, fa-kihler de, helal ve haramın, eşyanın (a´yân) vasfı olduğunu zannettikleri için yanılgıya düşmüşlerdir.
Denirse ki:
Biz, hakkında nutk veya kesin bir delil varid olmamış şeyler hususunda, inmiş ve konulmuş bir hüküm bulunmadığını inkar etmiyoruz. Fakat biz, talibin kıblesi olan hususlarda eşbeh sözümüzle, şayet Allah İndirecek olsaydı indirecek olduğu ve Şâri´e bu meselede soru sorulmuş olsaydı, verecek olduğu hükmü kastediyoruz.
Deriz ki:
Bu, bilkuvve hükümdür. Şayet indirecek olsaydı indireceği şey, şayet indiril-mişse bir hüküm olur; indirilmezden önce bu bir hüküm değildir. Demek ki ortada bir hüküm yoktur ve hata eden de, hükümde hata etmemiş; aksine, şayet Alla-hın takdirinde böyle cereyan etmiş olsaydı, hüküm olması ihtimali bulunan bir Şeyde hata etmiştir. Böyle bir takdir cereyan etmediğine göre, hatanın da bir anlamı yoktur. Bu yaklaşımdan, müc ten idlerin hepsinin bu hükmü takdir hususunda hata etmelerinin ve isabet etmelerinin mümkünlüğü sonucu çıkar. Çünkü şayet bir hüküm inecek olsaydı, belki de inecek hüküm her iki görüş arasında muhayyerlik şeklinde olacaktı. Bu ihtimallerin (tecvizat) sonu yoktur. Belki de Allah, kulların maslahatını, olaylar hakkında bir hüküm koymayıp, bunlann hükmünü müctehidlerin zannına tabi kılmakta görmüş ve onları, zannlarıyla mükellef tutmuştur. Bu olaylar hakkında muayyen bir hükmün bulunduğu görüşünde olanların görüşü böylece batıl olmaktadır. Bunda, nefy ve isbat yönünden muayyen bir hükmü tecviz eden bütün müctehidlerin hataya nisbet edilmesi de vardır.
Onlar şöyle diyerek ihticac ederler: Bizi bu anlayışa zorunlu olarak iten şey, talep zaruretidir. Çünkü talebin, mutlaka bir matlubu olmalıdır. Cansız şeylerin alim ve cahil olmayacaklarını bilen kimsenin, cansız şeylerin bilmesi veya bilmemesi hususunda bir zannın peşine düşmesi tasavvur olunamaz. Yine âlemin, kıdem ve hudus vasfından arınmış olduğuna kanaat getiren kimsenin, yokluğuna kanaat getirdiği bir şeyin peşine düşmesi tasavvur olunabilir mi? Talip, az miktarda alınan nebizin Allah katında helal veya haram olmadığına kanaat getirdiğinde, bu iki hükümden birini talep hususunda nasıl ictihad edecektir?
Deriz ki:
Siz, hata ediyorsunuz. Zira siz, müctehidin, Allanın hükmünün Allahın hitabı demek olduğunu bile bile, yine de Allahın hükmünü araştırdığını zannediyor-
sunuz. Halbuki, vakıa hakkında bir nass veya bir hitab yoktur. Tam tersine müc-tehid, zannı galib oluşturma peşindedir. Bu durumda müctehid, sahil kenarında bulunan ve kendisine ´Eğer, bu deniz yolculuğunun esenlikle tamamlanacağı yönünde bir zannın varsa, sana bu deniz yolculuğunu mubah kılıyorum; yok eğer senin zannın helak yönünde ise, o zaman sana bu yolculuğa çıkmanı haram kılıyorum. Zannın oluşmasından önce, senin hakında bir hüküm yoktur. Bu yolculuğun hükmü, senin zannına göre olacaktır ve zannın oluştuktan sonra bu zanna tabi olunacaktır´ denilen kişi gibidir. Böylesi bir durumda kişi, işin mübahlığıni ya da haramlığını değil, zannı talep eder.
Denirse ki:
Bu yaklaşım, deniz yolculuğu hakkında mantıklıdır; kişi, helak ve selamet belirtileri (emare) üzerinde düşünür ve zaten matlubu da budur. Tahrim ve ibaha ise, bunun ötesinde bir şeydir. Ancak bizim tartıştığımız meselede, hükümden başka bir matlub yoktur.
Deriz ki:
Zaten sîz bu noktada yanılgıya düşmektesiniz. Çünkü her iki durum arasında hiç bir fark yoktur. Şimdi iki durum arasında fark olmadığını örneklerle açıklayalım.
Biz, Şâri´e (Hz. Peygamber´e) ´Verilmesi gerekli olan ata hususunda Allahın hükmü nedir, eşitlik mi yoksa kimilerine az kimilerine fazla vermek mi?´ diye sorsak, o da bize ´Maslahatın, eşitlikdc olduğuna zanneden her devlet başkanı üzerinde Allahın hükmü eşitliktir; maslahatın tafdilde olduğunu zanneden devlet başkanları üzerindeki hükmü ise tafdildir. Zannın oluşmasından Önce Allahın [II, 378] devlet başkanları üzerine bir hükmü yoktur´ dese, Allahın hükmü zanna göre ve zanndan sonra yeni baştan oluşur; tıpkı deniz yolculuğuna çıkacak kişi üzerindeki hükmün zanndan sonra yenilendiği gibi; yine, bir olay hususunda huzurlarında şahitlik edilen iki hakime göre hükmün değişmesi gibi, -yani hakimlerden biri şahitlerin doğru söylediği yönünde bir zanna sahip ise, bu şahitlerin şahitliğini kabul etmek, yalan söylediklerine kanaat getirirse şahitliklerini reddetmek durumundadır-. Yine biz Şâri´e ´Az miktardaki nebiz hususunda Allanın hükmü nedir? diye sorup, O´nun da bize, ´Benim, az şarabı haram kıldığım kanaatinde olanlar üzerinde Allahın hükmü az nebizin haramlığıdır; çünkü bunun azı çoğuna davetiye çıkarır. Benim, az şarabı bir illet sebebiyle değil de, bizzat şarap olması sebebiyle haram kıldığıma kanaat getirenler üzerinde Allahın hükmü ise, az nebizin helalliğidir ve böyle bir zann oluşturmazdan önce Allahın bu konuda bir hükmü yoktur´ demesi de bunun gibidir. Yine bizim O´na kölenin kıymeti konusunda Allahın hükmü nedir; bu kıymeti âkile mi ödeyecektir yoksa bizzat cinayeti işleyen kişi mi? diye sorup, O´nun da bize, ´Kölenin daha çok hür insana benzediği kanaatinde olanlar üzerinde Allahın hükmü, kölenin kıymetinin akı leye ödettin 1-mesidir; kölenin hayvana benzediği yönünde bir zann oluşturanlar üzerinde Allahin hükmü ise, kıymetin cinayet işleyen kişiye ödettirilmesidir´ demesi de bunun gibidir. Yine ´Kireç ve karpuzun biri diğerinden fazla olarak alınıp satılması hususunda Allahın hükmü nedir?´ diye sorup, O´nun da bize ´Kim benim buğdayda ribe´l-Fazl´ı haram kılışımın, buğdayın yiyecek maddesi olması yüzünden olduğuna kanaat getirmişse, Allahın bu kişi üzerindeki hükmü, kirecin değil, karpuzun biri diğerinden fazla olarak satılmasının haramhğıdır. Benim bunu, keyl (ölçülebilir olma) gerekçesiyle haram kıldığımı zannedenler üzerinde ise Allahın hükmü, karpuzun değil kirecin biri diğerinden fazla olarak satılmasının haramlı-ğtdır´ demesi de bunun gibidir.
Denirse ki:
Peki, buğday libasının haram kılınmasının Allah katındaki İlleti nedir; yiyecek maddesi oluşu mu yoksa, ölçülebilir bir madde oluşu mu yoksa saklanabilir bir madde oluşu mu?
Deriz ki:
Yiyecek maddesi olması ve ölçülebilir bir madde olması, bizatihi illet olmaya uygun değildir; aksine bunun illet olmasının anlamı, sadece, bir alâmet olmasıdır. Kim, Ölçülebilirliğin bir alâmet olduğunu zannediyorsa, ölçülebilirlik onun hakkında bir alamet olur; alametin yiyecek maddesi olduğunu zanneden hakkında değil, illet, msl. kıdem ve hudusun alem için vasıf oluşu gibi, zati bir vasıf değildir ki, Allahın ilminde bunun iki vasıftan biri üzerinde bulunması vacip olsun; tam tersine bu vasıf takdirî (vazT) bir husustur ve takdiri hususlar da izafi olup, kişiden kişiye değişir. Ben bunu bu şekilde takdir ediyorum (vaz´ ediyorum). Tüm bunları Sâri açıkça söylemiş olsaydı, bunlar makul ve tutarlı olurdu. Hasmın iddia ettiği şeyi ise Sâri açıkça söylemiş olsaydı bile imkansız olurdu. Hasmın iddiası ise Allahın, hitab olmayan ve bir muhataba ve mükellefe ilişkin bulunmayan bir hükmünün olabileceği şeklinde idi. Bu iddia, hükmün tanımına ve hakikatine aykırıdır. Ya da hasım, hükmün muhataba ilişkin bulunduğunu, fakat bunu bilmenin mümkün olmadığını söyleyecektir ki bu yaklaşım da, teklif-i ma-layutak olduğu için imkansızdır. Ya da hasım, bu hükmü bilmenin mümkün olduğunu, fakat bilinemiyence isyan edilmiş olmayacağını söyleyecektir kî, bu yaklaşım da, hem vacibin tanımına hem de müctehidin, kendi içtihadına göre davranmasının vacipliği hususundaki icmâa aykırıdır. Bu durumda müctehidin kendi içtihadına göre amel etmesi nasıl vacip olacaktır?! Yine kıblenin başka bir tarafta olduğunu zanneden kişi, nasıl olur da kıbleye yönelmekle emrolunmuş olabilir?! Tam tersine icmâ ile sabittir ki; bir kişi kendi içtihadına aykın davranarak, başka bir tarafa yönelse ve kıble de, gerçekten bu tarafta bulunmuş olsa bile, bu kişi İsyan etmiş olur ve namazı kaza etmesi gerekir. Bütün bu anlatılanlardan, şer´î içtihadın imkansıza değil, mümküne göre olduğu ortaya çıkmaktadır. Te´sim ve tasvibin hükmü budur, tctihadın geri kalan hükümlerini meseleler halinde zikredeceğiz.
Mesele: (Müctehid nezdinde iki delilin tearuz etmesi) Müctehid nezdinde ilci delil tearuz etse, müctehid bunlardan birini tercihten aciz kalsa ve başka bir delil de bulamayıp, şaşırıp kalsa, ne yapacaktır?
Musîbin tek olduğunu savunanlar, bunun müctehidin acizliği sebebiyle olduğunu; yoksa ki Şer´in delilleri arasında, tercih yapılamayacak bir tearuz bulunma-[II, 379] dığını ileri sürerek bu durumda müctehidin kararsız kalmasını veya ihtiyatı almasını ya da bir tercih yolu bulmuş başka bir müctehidi taklid etmesini söylerler.
Her müctehidin musîb olduğunu savunanlar ise bu konuda farklı görüşlere sahiptirler. Kimileri, müctehidin galip zann ile amel etmekle mükellef olduğu ve bu durumda ise galip zannın bulunmadığı gerekçesiyle, müctehidin kararsiz kalması gerektiğini söylemişlerdir ki, en emniyetli ve kolay olan budur. Kadı´ya göre ise, bu durumda müctehid muhayyerdir; çünkü, nezdinde iki delil tearuz etmiştir ve biri diğerinden daha evla değildir. Öyleyse müctehid iki delilden hangisini dilerse onunla amel eder. ´Müctehid, bir durumda, bir şey ve bu şeyin zıddı arasında nasıl muhayyer olabilir´ denilerek, Kadı´nın bu yaklaşımına karşı çıkılabilir ve tutarsız olduğu söylenebilir. Ancak bu yaklaşım İmkansız değildir. Çünkü, iki hüküm arasında muhayyer bırakmanın örnekleri Şer´de mevcuttur. Msl. keffare-tin seçenekleri arasındaki muhayyerlik böyledir. Şayet böylesi bir durumda, Şer´, muhayyerliği açıkça söylemiş olsaydı, müctehid bu hakka sahip olurdu. Biz, böylesi bir durumda müctehidin muhayyer olacağını söylemeye mecbur kaldık; çünkü, hüküm bazan nassdan, bazan maslahattan bazan benzerlikten (şebeh), bazan da ıstıshâbdan alınır. Tarih belli olmayarak iki nassın bizim açımızdan çatışkıh olması ya da bir tercih olmaksızın iki umumun çatışması; iki aslın karşılaştığı meselelerde olduğu gibi iki ıstıshâbın çatışması; meselenin iki asıl etrafında dönmesi ve her ikisine benzerliğinin eşit olması sebebiyle iki benzerliğin (şebeh) çatışması; ve iki maslahatın tercih yapılamayacak biçimde çatışması mümkündür. Biz bu durumlarda müctehidin bir hüküm vermeyerek karasız kalıp beklemesi gerektiğini söylersek, bu bekleme ne zamana kadar olacaktır; belki de hükmün beklemeye tahammülü yoktur ve biz hükmü alabileceğimiz başka bir kaynak ve çatışmayı uzlaştıran bir müftü bulamamı sızdır veya bu çatışmayı gerçekliği olmayan hayali bir yolla uzlaştıran bir müftü bulunmaktadır; fakat uzlaştırma metodu diğer müctehid açısından fasittir. Müctehid tercih yöntemi olarak benimsemediği bir şeyle nasıl uzlaştırma yapacaktır! O halde, tüm bu durumlarda, muhayyer kalmaktan başka çare yoktur. Nitekim sıradan bir insan, bilgi ve vera bakımından birbirine denk iki müftü ile karşı karşıya kalsa ve bîr üçüncüsünü bula-masa, bu ikisi arasında seçim yapmaktan başka çaresi yoktur.
iki beyyinenin çatışması durumunda fakihlerin birbirinden farklı görüşleri vardır. Kimileri bu durumda, malın her ikisi arasında eşit olarak bölüneceğini söyler ki, bunun anlamı her iki beyyineyi de doğrulamak ve her biri için tam mülkiyet sebebinin bulunduğunu takdir etmektir. Şu kadar ki, mahal, her ikisine hakkını tastamam vermeye müsait olmadığından ve bir tercih unsuru da bulunmadığından, taraflar bu mala şuf a sebebiyle hak kazanmış gibi olmuşlardır; çünkü her bir şuf a hakkı sahibinin, satılmakta olan arazi parçasının tamamında hak sahibi olma hususunda tam bir sebebi vardır. Fakat, mahal, şuf a sahibi iki kişiye haklarını tastamam vermeye yeterli olmadığından İkisi arasında bölüştürülmüştür.
Özetle söylemek gerekirse, iki delilin çatışması durumunda dört ihtimal vardır:
a) Her iki delille birden amel etmek,
b) Her ikisiyle de amel etmemek,
c) Keyfi olarak iki delilden biriyle amel etmek,
d) tkisi arasında muhayyer kalmak,
Delillerin her ikisiyle birden amel etmek veya her ikisini de bırakmak mümkün değildir; çünkü bu çelişkili bir tavırdır. Zaman sınırı olmaksızın kararsız kalıp, beklemek de mümkün değildir; çünkü bu, delilleri atıl bırakmak demektir. İkisinden birini keyfi olarak belirleyip amel etmek de mümkün değildir. Geriye bir tek ihtimal kalıyor ki, o da, tıpkı iki müftüden başkasını bulamayan sıradan insan Örneğinde olduğu gibi, muhayyer kalmaktır.
Tıpkı ilk üç ihtimalin imkansız olması gibi, bu dördüncü ihtimalin de, iki zıddı bir araya getirmek olmak bakımından imkansız olduğu söylenecek olursa, deriz ki: Muhal, Şer´ tarafından dile getirilmiş olsaydı bile, ma´kul olmayan şeydir. Sâri, şayet, ´Kabeye giren kişi, hangi duvan isterse, o tarafa dönebilir´ demiş olsaydı, Kabeye giren kişinin, bir duvara yönelmek veya o duvara arkasını dönmek hususunda muhayyer olması ma´kul bir durum olurdu. Çünkü bu kişi, ne tarafa dönerse dönsün, neticede Kabe´nin bir parçasına yönelmiş olacaktır. Yine Sâri, ´Sizi ıstıshâba tabi olmakla mükellef tuttum´ dese ve daha sonra iki ıstıshâb Çatışsa, kişi hangi ıstıshâb ile amel ederse etsin, mükellef olduğu ıstıshâb ile amel etmiş olur. Msl. keffaret olarak, kendisinden haber alınamayan gaip bir köleyi [II, 380] azat etse, bu durumda iki asıl birbiriyle çatışır; kendisinden haber alınmayan kölenin yaşıyor sayılması bir asıldır, bir diğer asıl da, borçlunun zimmetinin borçtan henüz kurtulmamış olmasıdır. Aynı şekilde, müetehid, atâ konusunda eşitlikte maslahat bulunduğunu, -ki bu maslahat, ancak bir nevi İctihad ile ile takdir edilebilen farklılık miktarıyla gönüllerin yadırgamasından kaçınmaktır-, ve tefa-vütte de, faziletli işlere teşvik maslahatı bulunduğunu bildiğinde, -belki de, her ikisi de Allah katında birbirine eşit maslahattır-, hangi maslahata göre hüküm verirse versin, bir maslahata temayül etmiş olur. Aynı şekilde, bir mesele, iki asla birden aynı derecede benzerlik gösterebilir, biz de benzerliğe tabi olmakla emro-lunduğumuza göre, müetehid hangi benzerliğe göre hüküm verirse versin, emre imtisal etmiş olur. Bunun örneği Hz. Peygamberin, devenin zekatına ilişkin olarak söylediği ´fi külli erbeîne bintu lebûn ve fî külli hamsine hıkka´ sözüdür. Buna göre, kimin İki yüz devesi varsa ve zekatını htkka üzerinden vermiş ise, Hz. Peygamberin fî külli hamsine hıkka sözüyle amel etmiş olur; zekatını bintu lebun üzerinden vermiş ise, Hz. Peygamberin fî külli erbeîne bintu lebûn sözüyle amel etmiş olur. Bu iki lafızdan biri diğerinden daha evla değildir, öyleyse müc-tehid ikisi arasında muhayyerdir. Istıshab, maslahat ve şebeh arasında tearuz olması durumu da böyledir.
Denirse ki:
Haram ve haramın zıddı arasında muhayyerlik haramı, vacib İle vacibin terki arasında muhayyerlik ise vacibliği kaldırır, tki köle ktzkardeşi cem´ etmek ya haramdır ya haram değildir; Her ikisinin de olabileceğini söylemek çelişkidir.
Deriz ki:
Bir şeyin vacipliğini gerektiren delille, bu vacipliğin olmadığını gösteren iki delilin tearuz etmesi durumunda, başka bir ihtimal daha söz konusu olabilir ki, bu ihtimal her iki delilin de düştüğünü (tesâkut) söyleyip, başka yerden bir delil araştırmaktır. Tahyir uygulaması, şayet Şer1 tahyir hükmü getirecek olsaydı, çelişki arzetmeyecek olan şeylere hastır. Msl. Bintu lebun ve hıkka meselesi ve kendisine deve (bedene) ve koyun (şât) olarak vacip olan iki tahlil arasını cem´ eden İhramlı hakkındaki ihtilaf gibi durumlar böyledir. Zira bu İkisi arasındaki muhayyerlik makuldür.
iki delilin tearuz etmesi durumunda üç ihtimal söz konusudur; a) iki delilin de düşmesi (tesâkut), b) muhayyerlik, c) tafsil, yani muhayyerliğin mümkün olduğu vacipler ile mucib İle mübihin veya muhrim ile mübihîn çatıştığı deliller arasında ayırım yapmaktır. Nitekim, birinci durumda tahyir mümkün, ikinci durumda ise, tahyir mümkün olmayıp, tesakuta gidilir. Tahyirİn mutlak olarak va-cipliğinde ısrar etsek bile, bunun da mantıklı bir açıklaması vardır. Şöyle ki: Vu-cub, mutlak olarak terketmenin caizliği ile çelişir; fakat, bir şarta bağlı olarak terke tmenin caİzliğİ ile çelişmez. Bunun delili de şudur: Msl. Hacc, terâhî üzere vaciptir. Buna göre bir kimse, haccı erteleyip, daha sonra haccı eda edemeden ölse, bize göre bu kişi, eğer ilerde yerine getirmeye azmetmiş olarak ertelemişse, Alla-ha, isyan etmiş olarak kavuşmaz. Azmetmiş olmak şartıyla haccı şu an için terketmenin caiz olması haccın vacipliğine aykın değildir. Hatta yolcu olan kişi, namazı dört rekat kılmak ile ikisini terketmek arasında muhayyerdir. Bu iki rekat vaciptir ve terkedilmesi caizdir, fakat, bu terkle ruhsattan istifade etmeyi ve Allanın kullarına verdiği bir sadakayı kabul etmeyi kastetmek şartıyla. Buna göre yolcu, tıpkı, birinden dört dirhem alacağı olan ve ´eğer kabul edersen bunun iki dirhemini sana sadaka olarak veriyorum; yok eğer kabul etmeyip, dört dirhem verirsen onu da kabul ederim ve borcun Ödenmiş olur´ diyen kişi gibi olur ve borçlu isterse sadakayı kabul eder ve İki dirhem öder, isterse, dört olarak öder. Bu durumda bir çelişki yoktur. Bizim meselemiz de aynı bunun gibi olup, zimmetin halen borç taşıyor oluşu ıstıshâbı, eğer gaip bir köle azat ettikten sonra [ü, 382] başka bir kölenin daha azad edilmesinin vacipliğini gerektiriyorsa, bu durumda, başka bir köle azadını terketmek, ancak, hayat ıstıshâbını kastetmek ve bunun gereğine göre amel etmek şartıyla caiz olabilir. Muarız delili hatırına getirmeyen yahut muarız delili hatırlayıp, bununla ameli kastetmeyerek vacibi terkeden kişinin bu uygulaması caiz değildir. Aynı şekilde, Allah Teâlâ´nın "ve en tecmeû beyne´l-uhteyn" (Nisa, 4/23) sözünü işiten kimsenin, iki köle kız kardeş arasını cem etmesi haramdır. Ancak bu kişi, başka bir delilin -ki bu delil "ev mâ mele-ket eymânukum" (Nisa, 4/3) ayetidir- mucebi ile amel etmeyi kastederse, bu takdirde iki köle kızkardeş arasını cem etmesi caiz olur. Nitekim Osman, ´tki kız kardeşi cem etmeyi bir ayet helal kıldı, başka bir ayet haram kıldı´ demiştir. Yine tbn Ömer´e, her haftanın bir günü oruç tutmayı nezreden ve nezrin gereği oruç tutması gereken günün bayram gününe rastladığı kişinin durumu sorulunca tbn Ömer, yalnızca, ´Allah nezre vefa göstermeyi emretmiştir, Hz. Peygamber de bayram günü oruç tutmayı yasaklamıştır´ demekle yetinmiş, başka bir şey dememiştir. Bu sözün anlamı şudur; eğer bir tercih unsuru yoksa, nehy sebebiyle, bayram günü oruç tutmak haramdır ve ikinci delilin gereği (nezre vefa gösterme emri) ile amel etmeyi kastetmek şartıyla, bayram günü oruç tutmak caizdir. Görüldüğü gibi bu, şartlı cevaz olup, vücubla çelişmez.
Vacib kılan bir delille haram kılan bir delilin tearuz etmesi durumunda ise, bu tearuzdan mutlak muhayyerlik doğar. Msl. veli´nin, iki süt çocuğundan sadece birine yetecek ve ikisi arasında bölüştürülmesi durumunda ya da her ikisine de verilmemesi durumunda ikisi de ölecek ve birisine vermesi halinde de diğeri ölecek miktarda bir süt bulması durumunda, eğer biz, bu iki çocuktan muayyen birine vermesini söylecek olursak, velinin bu sütü bu çocuğa içirmesi hem vaciptir; Çünkü çocuk bu sütü içtiğinde yaşayacaktır, hem de haramdır; çünkü buna İçİrdi-ği takdirde diğer çocuk ölecektir. Öyleyse denilecek olan şey, velinin muhayyer olmasıdır. Yani veli içlerinden birine içirme konusunda muhayyerdir. Bu durumda muhayyer bırakmaktan başka bir çare de yoktur. Demek oluyor ki, iki tahlil arasını cem hususunda koyun ve bedene (deve) arasında muhayyer kalma meselesinde olduğu gibi, iki vacip hususunda iki delilin tearuz ettiği her durumda, muhayyerlik vardır. Vücub delili ile ibaha delilinin tearuz ettiği durumlarda ise, tıpkı, yolcunun, namazı dört rekat kılmak ile, ruhsattan istifadeyi kastetmek şartıyla iki rekat kılmak arasında muhayyer olması gibi, mubah kılan delilin muce-biyle amel etmeyi kastetmek şartıyla yine muhayyerlik vardır. Vacip kılan bir delille haram kılan bir delilin tearuz ettiği durumlarda ise mutlak muhayyerlik vardır. Bu, Kadı´nın muhayyer bırakma hususundaki tercihinin desteklediği bir yoldur.
Denirse ki:
Bir tercih unsuru bulunmaksızın iki delilin tearuz etmesi imkansızdır. Aslında tercih unsuru vardır, fakat bu müctehidin gözünden kaçmıştır. Deriz ki:
Siz bunun imkansızlığını ne ile bilmektesiniz? Bintu lebun´un mucebi ile hıkka´nın mucebinin tearuz etmesi gibi, iki ıstıshâbın, iki benzerliğin ve iki maslahatın, Allah indinde bir tercih sebebi bulunmaksızın tearuz etmesi imkansız değildir.
Denirse ki:
Öyleyse Şafiî´nin, ´mesele iki görüş üzeredir1 sözünün anlamı nedir?
Deriz ki:
Bunun anlamı, bazı konularda muhayyer bırakma, bazılarında ise tereddüt etmedir. Msl. Şafiî, besmelenin, her surenin başında bir ayet olup olmadığında tereddüt etmiştir. Çünkü bu konu tahyir´e müsait değildir; çünkü bu konu, kendi nefsinde hakiki bir durum olup, izafi değildir; dolayısıyla bu meselede gerçek birdir.
Denirse ki:
Tahyir görüşü, imkansız bir duruma yol açmaktadır. Yani, tahyir görüşü, hakimin, hasımları, komşuluk şurası hususunda veya dedenin tüm mirası tek başına alması (istiğrak) ya da bölüşüm hususunda muhayyer bırakması demektir ki bu imkansızdır. Çünkü Allahın hükmü muhayyerliktir. Yine bu muhayyerlik görüşü, tıpkı, müftünün, sıradan birini muhayyer bırakması; komşuluk şurası hususunda Zeyd lehine hüküm verip, aynı konuda Amr için bu hükmün zıddını vermek; cumartesi günü, dedenin tüm mirası tek başına almasına hüküm verip, ertesi gün bölüşüme hüküm vermek; hatta bu, şufa hakkının pazar günü sabit olup, ertesi gün başka bir görüş sebebiyle, bu hakkın geri alınması gibidir.
Deriz kİ:
İki hasmı, iki zıt hüküm arasında muhayyer bırakmak diye bir şey yoktur. [II, 382] Çünkü hakim, anlaşmazlık olması durumunda, anlaşmazlıkları çözmek için görevlendirilmiştir. Dolayısıyla hakim, tercih ettiği bir görüşle, anlaşmazlığı çözümlemek durumundadır. Msl. Zekat toplayıcısı (Sâî) ile mal sahibi arasında, bintu lebun ve hıkka konusunda ve cübrân açısından koyun ve dirhem konusunda anlaşmazlığa düşerlerse, hakim dilediği bir görüşle hüküm verir. Artık, hükmün maslahatı sebebiyle, verilen bu hükümden geriye dönüş caiz değildir. Nitekim, şayet hakimin içtihadı değişecek olsa, size göre, fetvası da değişir ve maslahat gerekçesiyle önceki hüküm nakz edilmez.
Hakimin, pazartesi günü, pazar günü verdiği hükmün aksine bir hüküm vermesi ve Zeyd hakkında Amr için verdiği hükümden farklı bir hüküm vermesi meselesine gelince, sahi siz bu konuda ne diyorsunuz; hakimin içtihadı değiştiğinde, bu şekilde farklı bir hüküm vermesi caiz değil midir? Bize göre, tıpkı hıkka ve bintu lebun meselesinde olduğu gibi, hakim nezdinde o konuda iki delilin bulunması durumunda da hakimin, değişik İşaretlerde bulunması ve Zeyd´e bintu lebun vermeyi, Amr´a da hıkka vermeyi emretmesi caizdir.
Özetle söylemek gerekirse, tıpkı içtihadın değişmesi durumunda olduğu gibi, hükmün maslahatı sebebiyle, hüküm işinin, fetva işinden başka olması da caizdir. Çünkü önceki hüküm nakzedilemez, fakat gelecekte, ikinci bir ictihadla hüküm verilebilir. Aynı şekilde kıble hususunda ictihad eden kişi de bunun gibi olup, iki yön hususunda, nezdinde iki delil tearuz ederse, namaz erteleme kabul etmediğine göre ve orada taklid edilebilecek bir müctehid de bulunmadığına göre, bu durumda kalan kişinin, iki yönden birini tercih konusunda muhayyer olup, o tarafa yönelerek namaz kılmaktan başka çaresi yoktur. Fakat bu kişinin, ictihadla kıble olmadığına kanaat getirdiği diğer iki yönden birine yönelerek namaz kılması caiz değildir. Bunlar öyle konulardır ki, şayet Sâri bunları açıkça belirtmiş olsaydı, makbul ve makul olurdu. Zaten AH ve Osman´ın, iki köle kızkardeşi cem konusunda söyledikleri ´bunu bir ayet helal kılmış, başka bir ayet haram kılmıştır´ sözlerinde de buna işaret vardır.
Mesele: içtihadın nakzedilmesi
içtihadı, hul´un fesh olduğu yönünde iken bir kadını nikahlayıp, onunla üç defa hul´ yapmış olan ve daha sonra, hul´un fesh olduğu yönündeki içtihadı değişen müctehid, bu kadınla irtibatını kesmek (tesrîh) durumundadır ve artık o kadını, kendi içtihadına aykırı olarak tutması caiz değildir. Şayet hakim, koca üç defa muhâlaa yaptıktan sonra nikahın sahih olduğuna hükmedip, daha sonra içtihadı değişse, bu durumda eşlerin arası ayrılamaz ve daha önce nikahın sahihliği yönünde verilen hüküm, hükmün maslahatı sebebiyle, nakzedilemez. Çünkü; şayet, önceki ictihad nakzedilecek olursa, daha sonra bu nakzın da nakzedilmesi durumu ortaya çıkabilir ve teselsül başlar; sonuçta hükümler istikrarsız olur ve güvenilirliğini kaybeder. Ancak, eğer bir mukallid, bir müftünün fetvası ile nikah yapmış, talakın devrinden sonra karısını tutmuş ve devrden sonra talak naçiz olmuşsa, daha sonra müftünün içtihadı değişmişse, bu durumda mukallid karısından ayrılacak mıdır (teşrih)? Bu konu tereddütlüdür. Doğrusu, tıpkı, kıble konusunda taklid ettiği kişinin içtihadının, namaz esnasında değişmesi durumunda olduğu, bu adamın da karısından ayrılmasının vacip olmasıdır. Çünkü, namaz esnasında içtihadı değişen kişi, başka bir tarafa yönelmektedir, mukallidin de ona uyarak yön değiştirmesi gerekir. Müctehidin içtihadının, kendi nefsinde değişmesi de bunun gibidir. Nakzedilmeyecek olan ise, sadece, hakimin hükmüdür, o da, ancak, bir nassa veya kesin bir delile aykırı olmaması şartıyla. Eğer hakim nassa aykırı davranmışsa, biz onun hükmünü bozarız. Aynı şekilde, hükmün menatını tahkik veya tenkih hususunda biz makul bir durumun farkına varmış isek, -Öyle-ki, şayet hakim de, bunun farkına varmış olsaydı, kesinlikle kendi hükmünün batıl olduğunu bilecek idi-, bu durumda da hakimin hükmü bozulur.
Denirse ki:
Siz daha önce, nassa aykın hüküm veren kişinin de, eğer kusurlu davranma-mtşsa, durumu uyarınca Allanın onun hakkındaki hükmünün bu olduğu gerekçesiyle, musîb olduğunu; dolayısıyla da hükmünün bozulamayacağını söylemiştiniz.
Deriz ki:
Evet bu hakim, bilmezliğinin devam etmesi şartıyla musîbdir. Nitekim, kendisini abdestli zanneden kişi hakkında Allahın hükmü, bu kişinin namaz kılması-[II, 383] nın vacipiiği; abdestsiz olduğunu bitmesi durumnda ise, Allahın hükmü, bu kişinin abdestsiz iken namaz kılmasının haremliğidir. Fakat, abdestsiz olduğunu bilmemesi durumunda namaz kılması, üzerine gerçekleşmiş bir vaciptir. Halbuki, bu kişinin bu durumda namaz kılması bilkuvve haramdır; yani, şayet abdestsiz olduğunu bilecek olsaydı, bu durumda namaz kılması haram olacaktı. Bu kişi, abdestsiz olduğunu hatırlaması durumunda, geçmiş olan namazı telafi (tedarik) etmek durumundadır. Dol asıyla abdestli olduğunu zannederek kıldığı bu namaz, bilmezliğin devamı şartına bağlıdır. Aynı bunun gibi, nass müctehide ulaştığında, müctehid verdiği hükmü nakzetmek durumundadır. Yine, nassı bilmekte olan başka bir hakim de, bu hakimin verdiği hükmü nakzeder.
Söz buraya gelmişken bir inceliğe de işaret edelim. Biz, zann ve bilgi konusunda mükellefin durumunun değişiklik göstermesinin, tıpkı, yolculukta ve ikamette, temizlikte ve hayızdaki durum değişikliği gibi olduğunu, buna bağlı olarak da, bunun hükmün değişik olması için bir sebep teşkil edeceğini söylemiştik. Fakat bu iki durum arasında bir fark vardır ki şudur; yolculuk veya acizlik sebebiyle üzerinden bir vacip kalkan kişinin, vücub gerçekleşsin diye yolculuk veya acizlik durumunu izale etmesi gerekmez. Halbuki, bilgisizlik sebebiyle kendisinden bir vacibin kalktığı kişinin ise, bu bilgisizliği izale etmesi vaciptir. Çünkü bildirme, Şer´in hükmünü tebliğ etme ve bunun sebeplerini açıklama vaciptir. Aynı şekilde biz diyoruz ki; elbisesi üzerinde bulunan necasetten habersiz olarak namaz kılan kişinin namazı, bir görüşe göre, sahih olur ve kaza etmesi gerekmez. Ancak bu pisliği gören kişinin, onu bundan haberdar etmesi lazım gelir. Diğer taraftan, birisi teyemmüm edip namaz kılsa, başka birisi ona su getirmek suretiyle onun suya ulaşma acizliğini gidermeye muktedir olsa, bu suyu getirmesi gerekmez. Bu incelikte, bilme ve bilmemenin hükmü ile diğer vasıfların hükmü değişmektedir.
Denirse ki:
Hakim, şayet celî kıyasa aykırı davransa, hakimin bu hükmü bozulur mu?
Deriz ki:
Fakihler bu hükmün bozulacağını söylemişlerdir. Eğer fakihler, bununla (celî kıyas sözü ile), asıl anlamında olup, kesin gözüyle bakılabilecek bir kıyası kastetmişlerse, bu sözleri doğrudur. Eğer bununla, celî olmakla birlikte, zannî bir kıyası kastetmişlerse, yukardaki sözleri tutarlı değildir. Zira, bir zannla diğer bir zann arasında fark yoktur. Kesin olan delil yoksa, zann izafete göre değişir ve izafete göre değişen şeyi araştırmak mümkün değildir.
Denirse ki:
Sizin, haberi vahidin sıhhatine, emir sıygasının vucuba ve nehİy sıygasının da salt nehiy olmak sebebiyle fesada delalet etmeyeceğine kesin gözüyle baktığınız da göz önüne alınırsa, haberi vahide aykırı bir hüküm veren veya salt emir stygasıyla veya salt nehiy sıygasına dayanarak fesada hüküm veren hakimin hükmü nakzedilir mi?
Deriz ki:
Mesele zannî olduğu sürece, bu durumlarda hakimin hükmü nakzedilmez; çünkü biz bu hakimin, haberi vahidi redd için hüküm verdiğini ya da onun salt emir sıygası sebebiyle hüküm verdiğini bilmiyoruz. Belki de o, kendisi için zahir olan başka bir delile dayanarak hüküm vermiştir. Eğer biz onun, başka bir delile dayanarak değil de, bununla hüküm verdiğini biliyor isek ve mesele de bununla birlikte, zannî ictihâdî bir mesele ise, bu takdirde hakimin hükmünü bozmak yerinde ve gerekli değildir. Çünkü zannî mesele hakkında Allah Teâlâ´nm muayyen bir hükmü yoktur. Hakim de, bazı müctehidlere göre Allanın hükmü olan bir şeyle hüküm vermiştir. Hakim, bu hükmü verirken, metodda hata etmiş olsa bile, bizzat hükümde hata etmiş değildir; tam tersine o, ictihad konusu olan bir hususta hüküm vermiştir.
Özetle söylemek gerekirse; hakkında bir haberi vahid bulunan meselede, habere aykın hüküm vermek, mutlak olarak haberin reddi ile hüküm vermek değildir. Kesin olan şey, haberin, prensip olarak hüccet olmasıdır. Ancak tek tek meseleler söz konusu olduğunda, bu meseleler hakkında her hangi bir hükme kesin gözüyle bakılamaz.
Denirse ki:
Hakim, kendi içtihadına aykın bir hüküm verse, fakat verdiği bu hüküm başka bir müctehidin içtihadına uygun olsa ve onu taklid etse, hakimin bu hükmü nakzedilir mi? Yine şayet mukallid bir hakim, imamının mezhebine aykırı bir hüküm verse, bu hüküm nakzedilir mi?
Deriz ki:
Bu, müctehid hakim hakkında yakinen bilinemez; aksine müctehid hakimin içtihadının değişmiş olması da muhtemeldir. Mukallid hakime gelince, Şafiî´ye göre, mukallid hakimin hüküm vermesi sahih olmaz. Biz, her ne kadar, kendi za- [H, 384] mammızda, vaktin zarureti sebebiyle, mukallid hakimlerin verdiği hükmün tenfi-zine hüküm veriyorsak da, eğer, mukallid hakimin, dilediği bir müftüye ittiba etmeşinin caiz olmadığına; aksine, onun, kendi zatınınca doğru olmaya daha layık olan kendi imamına uyması gerektiğine hükmedersek, bu takdirde mukallid hakimin bu hükmünün nakzedümesi, yerinde ve gerekli olur. Yok eğer, bunu caiz görüyorsak, bu takdirde, hakimin hükmü eğer bir başka müctehidin mezhebine uygun düşmüşse, hüküm ictihad mahallinde vaki olmuş olur ve nakzedilemez. Bunlar, yani, söz konusu biçimlerde hükmün nakzedilmesi, fıkhî meşeler olup, hiç bir surette usul meselesi değildir. Vallahu a´lenı.
Mesele: Müctehidin ictihad etmesinin vacipliği ve başkasını taklid etmesinin harami ığı:
Bir müctehid içtihadını tamamlayıp, zannına bir hüküm baskın geldiğinde, artık, kendi içtihadını (nazarını) terkedip, başka birin içtihadıyla amel etmek suretiyle, karşıt görüşte olan birini taklid etmesinin caiz olmadığında alimler ittifak etmişlerdir. Ancak, henüz o konuda ictihad etmemiş ve inceleme yapmamış olması durumuna gelince; eğer kendisi, sıradan biri (âmmî) gibi ictihaddan aciz ise, başka birini taklid edebilir. Bu kişi, müctehid değildir, fakat, belki, bazı konularda ictihad edebilecek duruma gelir ve bazılarında da aciz kalır. Bu da ancak, -msl. nahivle ilgili bir meselede, nahiv ilmini, isnadının sahih olup olmadığı üzerinde İnceleme yapılan haberi bir meselede, ravilerin sıfatlan ve hallerini bilme gibi bir ilmi başlangıç kabilinden tahsil etmekle olur. Bu durumda olan kişi, bazı ilimleri tahsil etmiş olması bakımından âmmiye benzememektedir. Bu ilmi tahsil etmemiş olması bakımından da âmmi gibidir. Şimdi bu kişi, âmmi hükmünde mi tutulacaktır, yoksa alim hükmünde mi? Bu konu tartışmaya açıktır. Meşhur ve eşbeh olan, bu kişinin, animi hükmünde tutulmasıdır. Müctehid İse, kendisinde bilgilerin ´kuvve karîbe´ (kolayca fiile dönüşebilir) olarak bulunduğu kişidir. Öte yandan, eğer kişi, öğrenme hususunda hala, büyük bir emek vermek durumunda İse, bu alanda (bu fende) aciz demektir. Gerçi bu kişinin, bu ilmi tahsil etmesi mümkün ise de, aynı şekilde âmminin tahsil etmesi de mümkündür. Öyleyse bu durumda olan kişi, bunu tahsil etmek durumunda olmayıp, içtihadı terketmesi caizdir.
Özetle söylemek gerekirse: time yeni başlayan kişi ile, olgunluk noktasına ulaşmış kişi arasında, her iki nokta arasında yer alan birçok ara kademe vardır. Tüm bu ara kademeler tartışma götürür. Biz ise, burada, şayet, bir meseleyi araştırmış, deliller üzerinde kafa yormuş olsaydı, artık, bu meselede bağımsız olacak olan ve başkasından bir ilim öğrenmeye gerek duymayacak olan müetehidden bahsediyoruz, tşte bu kişi müetehiddir. İmdi bu durumda olan kişinin ictihad etmesi vacip midir yoksa başka birini taklid etmesi caiz midir? Alimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Kimileri, sahabe dtşındakileri taklid etmenin caiz olmadığında İcmâ1 bulunduğunu söylemiş, kimileri de, buna tabiunu da katmıştır. Hal böyleyken bu icmâ´ iddiası nasıl sahih olabilir! Bir alimin başka bir alimi taklid edebileceğinî söyleyenler arasında Ahmed b. Hanbel, îshak b. Râhaveyh ve Süfyan es-Sevrî de vardır. Muhammed b. Hasen ise, bir alimin, kendisinden daha alim olan birini taklid edebileceğini; fakat kendine denk veya kendinden daha aşağı birini taklid edemeyeceğini söylemiştir. Iraklıların çoğunluğu, gerek fetva verdiği konularda gerekse kendine has olan konularda, bir alimin başka bir alimi taklid edebileceğini söylemişlerdir. Kimi alimler de, fetva verdiği konularda değil de, kendine has konularda başka bir alimi taklid etmesini caiz görmüşlerdir. Kimileri ise, kendine has konular içerisinden, şayet ictihadla meşgul olacak olursa, kaçacak olan şeyleri tahsis etmişlerdir. Kadı ise, alimin, sahabeyi ve sahabeden sonra gelenleri taklid edemeyeceği şeklindeki görüşü tercih etmiştir. Bize göre en zahir olan görüş de budur. Mesele zannî bir meseledir. İsmeti sabit olmamış ve isabet ettiği gerçekte bilinmeyen, aksine hata etmesi mümkün olan birini taklid etmek, şer´î bir hüküm olup, şer´î hükmün, ya nass İle ya mansusa kıyas ile sabit olur. Burada ise, nass ve mansus olmayıp, sadece âmmî ve müctehid vardır. Zira, [u( 385] müctehid, tahakkuk etmemiş bile olsa, kendi içtihadını alabilir. Ammİ de mücte-hidin bu görüşünü alabilir. Müctehid, bilgiden aciz olması sebebiyle kendi zannı-na göre hüküm verebilir dedik, çünkü, hakkında kesin bir delil bulunmayan tüm meselelerdeki zaruret bunu gerektirmektedir. Ammi hakkında ise, kendi başına bilgi ve zann oluşturmaktan aciz olması sebebiyle başka birini taklid etmesini caiz gördük. Müctehid aciz değildir. Dolayısıyla aciz gibi değerlendirilemez. Öyleyse müctehid, kendi başına gerçeği (hak) araştırmak durumundadır. (Taklid edeceği) Alimin, içtihadı mahalli dışına koymak, içtihadı tamamlamadan hemen görüş açıklamak ve kesin delili gözden kaçırmak suretiyle hata etmesi imkan dahilindedir. Halbuki kendisi, bazılarında yakîne bazılarında zanna ulaşmak için, tüm bunları bilmeye muktedirdir; kendisi görür (basîr) iken, nasıl olur da, sanki kör gibi, işi körlük üzerine bina edebilir!
Denirse ki:
O da, sadece, bir zan elde etmeye güç yetirebilmektedir. Kendisinin zannı da -özellikle size göre; çünkü siz her müctehİdİn isabet ettiğini savunuyorsunuz- tıpkı başkasının zannı gibidir.
Deriz ki:
Buna ilaveten şu da söylenmelidir; kendi bir zann elde ettiğinde, artık başkasının zannına ittiba etmesi caiz değildir. Kendi zannı asıl, başkasının zannı ise, -ancak mübdel (asıl) bulunmadığı zaman kendisine gidilebilen- bir bedel olmaktadır ki, tıpkı diğer bütün bedel ve mübdellerde olduğu gibi, mübdel var iken bedele gitmek caiz değildir. Ancak bunun şöyle bir istisnası vardır: Bu yönde bir nass varid olup, iki şey arasında muhayyer bırakmış, dolayısıyla da bedeltik durumu (bedeliyyet) kalkmış ise veya nass, -tıpkı, 25 devede bir bintu mahâd ve(ya) bir bintu lebun zekat verileceğinin bildirilmesinde olduğu gibi- bunun yokluk durumunda değil de varlık durumunda bedel olduğu yönünde varid olmuşsa. Çünkü, bintu mahad´ın vacip olması, ibnu lebunun kabul edilmesine engeldir; bintu ma-had´ı satın almaya güç yetiriyor olmak, diğerinin verilmesine engel değildir.
Denirse ki:
Siz Önce, gerçeği bilme yolunu ilhâk´a hasrettiniz, sonra da ilhak yolunu kestiniz. Biz, gerçeği bilme yolunun ilhak olduğunu kabul etmiyoruz; aksine bunu bilmenin yolu, ´Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun!´ {Nahl, 16/43} ayeti gibi, hem âmmiyi hem alimi içine alan umum ifadelerdir. Bu ayette Allah, eğer bilmiyorsanız derken, hiç bir şey bilmemeyi kastetmemiştir; çünkü hiç bir şey bilmeyen, ya delidir ya da çocuktur; aksine, bu meseleyi bilmeyen kişileri kastetmiştir. Yine Allah Teâlâ´nın ´Allaha itaat edin; Resule ve içinizden çıkmış emir sahiplerine de itaat edin´ {Nisa, 4/59} sözü de bunun gibidir. Burada emir sahipleri, alimler anlamındadır.
Deriz ki:
Bir kere, ´Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun´ ayetinde hiç bir hüccet yoktur. Şöyle ki;
a) Bu ayetle kastedilen, avamma, alimlerden sormayı emretmektir. Zira, soranın sorulandan ayırd edilmesi gerekmektedir. Buna göre ilim ehlinden olanlar, soran değil, kendilerine sorulan kişilerdir. Söz konusu mesele, o anda zihninde bulunmaması sebebiyle kişi, ilim ehlinden olma vasfını kaybetmez. Çünkü bu kişi, başkasından öğrenmekstzin, bu meseleyi kendi kendine bilebilecek güçtedir.
b) Bunun anlamı ´öğrenmek için sorun´ şeklindedir. Yani, tıpkı, ´doymak için ye!´, ´kanmak için iç!´ sözlerinde olduğu gibi, bilgiyi elde etmek için delilini sorun anlamındadır.
Emir sahipleri meselesine gelince; Allah bu sözle idarecileri (valileri) kastetmiştir. Zira bunlara itaat, tıpkı, Allah´a ve Resulüne itaat gibidir. Müctehidin başka bir müctehide uyması ise vacip değildir. Eğer emir sahipleri sözüyle kastedilenler idareciler ise, itaat etmek durumunda olanlar, halktır. Eğer bu sözle kaste-[II, 386] dilen alimler ise, bu takdirde, itaat etmek durumunda olanlar avamındır. Biz bunun dışında başka bîr şey anlamıyoruz.
öte yandan diyoruz ki; bu umum ifadelere, bunlardan daha güçlü olan ve bu meseleye başlangıçta hareket noktası olabilecek başka umum ifadeler karşı gelmektedir (tearuz). Msl. ´Ey basiret sahipleri ibret alın!1 {Haşr, 59/2},´... içlerinden istinbat yapabilenler bunu bilirlerdi´ {Nisa, 4/83}, Kur´an´ı hiç düşünmezler mi? yoksa kalpler üzerinde kilitler mi vardır!1 {Muhammed, 47/24}, ´Hakkında tartıştığınız her bir şeyin hükmü Allah´a aittir* {ŞÛrâ, 42/10}, ´Her hangi bir konuda çekişmeye düşerseniz onu Allah´a ve Resule götürün´ {Nisa, 4/59} ayetleri böyledir. Bu ayetlerin hepsi de, tedebbürü, istin-batı ve itibarı emretmekte olup, hiç birisi avamma hitap değildir. Geriye tek bir muhatap kalıyor ki, bunlar alimlerdir. Mukallİd ise, tedebbürü, istinbatı ve itibarı terketmiştir. Aynı şekilde, ´Size Rabbİnizden indirilene uyun, Onun dışında başka dostlara uymayın1 {A´raf, 7/3J ayeti de böyledir. Bu ayet, zahiriyle, yalnızca Kitab´a başvurulmasını vacib kılmaktadır; fakat Kitab, Sünnet´e ittibaı; Sünnet de icmâ´a ittibaı; icmâ´ da kıyasa ittibaı vacip kılmaktadır. Netice de bunların hepsi indirilmiş hükmünde olmaktadır. Dolayısıyla ittiba edilecek otan, kulların sözleri değil, budur. Bu ayetler zahir ifadelerdir (zevahir). Mesele de zannî bir mesele olup, bu meselede bu gibi zahir ifadelere tutunulabilir. Üstelik bu yaklaşım sahabe uygulaması ile desteklenmektedir. Nitekim sahabe, dedenin mirası, avl, mufavvida ve daha bir çok meselede müşavere etmişler, sonuçta, hiç biri diğerini taklid etmeksizin, her biri, kendi zannı ile hüküm vermiştir.
Denirse ki:
Kendileri şura ehlinden olmalarına rağmen ve bu konularda tartışma meydana geldiği halde, Talha, Zübeyr, Sa´d ve Abdurrahman b. Avf ten (bu) hükümler konusunda bir görüş nakledilmemiştir. Bu durumda onların ictihad etmeyip, başka birini taklid ettikleri belirgin bir ihtimal olarak ortaya çıkmaktadır.
Deriz ki:
Onlar, başkalarının fetva işini yapmalarını yeterli görmeleri sebebiyle fetva vermemişlerdir. Fakat, bunlann, bizzat kendileri hakkındaki amelleri ise, ancak Hz. Peygamber´den duydukları bir şeyle ve Kitab ile olmuştur ve bunu da bildirmişlerdir. Onlar, hakkında bir delil bilmedikleri bir olay gerçekleşince, başkalarıyla müşavere ederlerdi; fakat bu müşavere taklid etmek için değil, delili öğrenmek içindir.
Denirse ki:
Peki siz, alim birinin kendisinden daha alim olan birini taklid etmesi konusunda ne dersiniz?
Deriz ki:
Vacib olan, Önce inceleme (nazar) yapmaktır; eğer bunun sonucunda, daha alim olan kişinin görüşüne uygun bir zann elde etmişlerse, bir problem yoktur. Eğer, daha alim olan kişinin görüşüne aykırı bir zann elde etmiş ise, diğerinin daha alim olmasının bir önemi yoktur ve zaten bu durumda daha alim olan kişinin görüşü bu alim nezdinde müzeyyef hale gelmiş olmaktadır. Daha alim otan kişinin de hata etmesi mümkündür. Bu kişinin elde ettiği zann, kendisi hakkında, bir başkasının zannından daha güçlüdür. Bu durumda bu kişi, bizzat kendi zannına göre davranabilir ve diğerini, daha alim olması sebebiyle taklid etmesi gerekmez. Dolayısıyla, bir alimin, daha alim olan başka birini taklid etmesinin caiz olmaması gerekir. Sahabenin, tbn Abbas, tbn Ömer, İbnu´z-Zübeyr, Zeyd b. Sabit ve Ebu Seleme b. Abdirrahman gibi yeni yetme sahabilerin, Ebu Bekr ve Ömer gibi büyük sahabilere (Allah hepsinden razı olsun) muhalefet etmesinin caizliği hususundaki icmâ´ı da buna delalet etmektedir.
368
Denirse ki:
´Kendine hass olan şey´ ile ´fetva verdiği şey´ arasında hiç fark yok mudur?
Deriz ki:
Müctehidin, kendisinden fetva soran birine Şafiî´nin ve Ebû Hanîfe´nin görüşlerini nakletmesi caizdir; fakat, kendine fetva soran kişiye, başkasını taklid etmesi yönünde bir fetva veremez. Zira şayet bu caiz olacak olursa, avammın fetva [II, 387] vermesi de caiz olur. Kendine hass olan konulara gelince, eğer vakit daralmışsa ve kendisi araştırma yaptığı takdirde kaçırma (tefvit) durumu söz konusu ise, bu durumda kalan alim, taklid hususunda aciz hükmünde tutulabilir mi? Bu konu, ftkhî bir inceleme/tartışma konusu olup, biz bunu vaktin daralması ve kuyunun başında da çok sayıda insanın sıra bekliyor olması durumunda teyemmüme yeltenme meselesinde zikretmiştik. Bu mesele ihtimal I i bir meseledir. Valtahu a´lem.[15]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/315-316
[2] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/316-317
[3] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/317-318
[4] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/318-319
[5] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/319-320
[6] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/320-325
[7] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/325-326
[8] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/327
[9] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/327
[10] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/327-328
[11] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/328
[12] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/328-335
[13] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/335-340
[14] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/340-347
[15] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/347-370
.Fakih Ne Demek
FAKÎH; Bir şey bilen, fıkıh ilmine sahip olan kimse, fıkıh âlimi, İslâm hukukçusu. Çoğulu fukahâ'dır. Bu kelime fıkıh usûlü ilminde müctehid* anlamına gelmektedir. Müctehid, şer'î hükümleri delillerinden çıkarma yetkisi ve ilmine sahip olan kimsedir. Müctehid olmayan bir fakîhe, diğer müctehidlerin söz ve fetvâlarını nakil ve hikâye etmesi sebebiyle mecâzen müftî, sorulan İslâmi bir meseleye fakîh bir kimsenin verdiği cevaba ise fetvâ denir. Fetvâ, ictihada göre daha özel bir anlam taşır. Çünkü ictihad; herhangi bir soru sorulsun veya sorulmasın fıkhı hükümleri kaynaklarından çıkarmaktır. Gerçek fetvâ, ictihad şartları ile birlikte, diğer şartları da kendinde toplayan müctehid tarafından verilir.
Kur'an ve sünnette açık seçik hükme bağlanan konularla, İslâm hukukçularının ittifâkı (icmâı) ile çözümlenen meselelerde ictihada ihtiyaç olmaz. Bunun dışında kalan fer'î amel; problemler istihsan, maslahat, örf, âdet, zerâyi' * eski şerîatler gibi tâli delillere dayanılarak çözümlenir ki, iste ictihad ve fetva daha çok bu alanda cereyan eder. İslâm hukukunda şûrâ heyetinin teşri' faaliyeti de bu fer'î meseleler üzerinde cereyan edebilir. İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkları Kur'an ve sünnetten alınan şer'î hükümlere göre çözümleme faaliyetine ise "kaza" denir. Kaza işini yürütene kâdı (hâkim) adı verilir.
İslâm'da teşrîin kaynağı Allah ve Resuludür. Hz. Muhammed, icrâ ve kaza (yargı) işini de bizzat yürütüyordu. Ancak İslâm Devleti'nin sınırları genişleyince çevreye gönderilen valiler (emirler), o beldede icrâ ve yargı yetkisine, hatta kitap ve sünnette çözümü bulunmayan meselelerde ictihad yetkisine sahip kılınmışlardı. Hz. Muhammed tarafından Muâz b. Cebel'in Yemen'e hem vali, hem hâkim ve hem de ictihadla yetkili olarak gönderilmesi buna örnek gösterilebilir (bkz. en-Nisâ, 4/65; Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236, 242; Tirmizî, III, 616; İmam s-Sâfı, el-Ümm, VII, 273).
Arapça'yı iyi bilmeleri Hz. Peygamber'le beraberlikleri sayesinde Allah ve Resulu'nün maksadını çok iyi anlamaları sebebiyle sahâbe neslinden müctehid fakîhlerin sayısı bir hayli çoktur. Ancak kendilerinden hüküm ve fetva nakledilen müctehid sahâbe sayısı yüz otuz kadardır. Bunlardan yedi tanesinin fetvâları birer kitap olacak kadar çoktur. Bunlara el-Fukahâu's-Seb'a* denir ki bu yedi fakih şunlardır: Ömer b. el Hattâb (ö.44/664), Ali b. Ebı Tâlib (ö.60/680), Hz. Âişe, Zeyd b. Sâbit (ö.45/665), Abdullah b. Mes'ûd (ö.32/652), Abdullah b. Abbâs (ö.68/687) ve Abdullah b. Ömer (ö.73/692).
Medine'de sahâbenin elinde yetişen yedi meşhur, tâbiin devri fakihleri de şunlardır: Saîd b. el-Müseyyeb (ö.94/713), Urve b. ez-Zübeyr (ö.94/713), el-Kasım b. Muhammed (ö.106/724), Ebû Bekir b. Abdirrahmân (ö.94/713), Ubeydullah b. Abdillah (ö.98/716), Süleymân b. Yesâr (ö.107/725), Hârice b. Zeyd b. Sâbit (ö.99/717).
Gerek sahâbe ve gerekse tâbiîler devrinde yetişen bazı fakihler çeşitli konulardaki fetva ve ictihadlarıyla birer fıkıh ekolü (mezhep) çığırı açacak güçte idiler. Hz. Âişe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes'ud ve benzerleri böyleydi. Tâbiılerden Medineli yedi fakih ve Nâfi' (ö.117/735) Kûfe'den Alkame b. Kays (ö.62/682), İbrahim en-Nehaî (ö.96/714) Hammad b. Ebı Süleyman (ö.120/738) Basra'dan, el-Hasanü'l-Basri (ö.I 10/728) bunlar arasında sayılabilir.
Abbâsilerin (750-1258 M.), ilk 200 yıllık devresi, fıkhın tedvin edildiği, geliştiği ve büyük İmam ve müctehidlerin yetiştiği devredir. Bu dönemde bazı fakihler görüşlerini tedvin etmiş ve onların görüş ve ictihadları başkalarınca taklid edilmeye başlanmıştır. Bunlar şu fakihlerdir: Mekke'de, Süfyân b. Uyeyne (ö.198/813); Medine'de, Mâlik b. Enes (ö.179/795); Basra'da, el-Hasenü'l-Basri (ö.110/728); Kûfe'de, Ebû Hanife (ö.150/767) ve Süfyan es-Sevri (ö.161/778); Şam'da, el-Evzâi (ö.176/792); Mısır'da, es-Şafii (ö.204/819) ve el-Leys b. Sa'd (ö.175/791); Nişabur'da, İshâk b. Râhûye (ö.238/852); Bağdat'ta, Ahmed b. Hanbel (ö.241/855), Dâvud ez-Zahiri (ö.270/883) ve ibn Cefir et Taberî (ö . 3 10/922) . Bunların herbirinin farklı ictihad sistem ve metodları ve bunlarla varılmış reyleri vardır. Bunların çoğu tabileri kalmadığı, İslâm hukukunu bir bütünlük içinde, bir hukuk sistemi olarak ortaya koyamadıkları veya Zâhirilerde olduğu gibi kıyası redd ettikleri ve diğer mezheplere karşı şiddetli davrandıkları için tarihe karıştılar.
Ancak İmam Ebû Hanife, İmam Şâfîi, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel'e nisbet edilen mezhepler varlığını sürdürdü ve büyük halk kitlelerinin kabulüne mazhar oldu. Diğer yandan bazı Şia kollarıyla, mutedil Hâriâ mezhepleri de varlığını sürdürdüler. Bahsi geçen bu mezheplerin büyük. fakihlerinden bazıları şunlardır:
a) Ebû Hanife Numân b. Sâbit* H. 80 yılında Kûfe'de doğdu. Hanefi mezhebinin kurucusudur. H. 150'de Bağdat'ta vefat etti. Seçkin âlimlerin çoğundan hadis ve fıkıh ilmini aldı. Hocası Hammâd Ebi Süleyman'dan on sekiz yıl süreyle özel anlamda ders okuyarak fıkıh ilminde uzmanlaştı. Onun ilmi, hocası Hammâd vasıtasıyla İbrahim en-Nehâi (ö.95/714), Alkâme (ö.62/681) ve Esved (ö.95/714) yoluyla, Abdullah b. Mes'ud (ö.32/652), Hz. Ali (ö.40/660) ve Hz. Ömer (ö.23/643) gibi sahâbe müctehidlerine dayanır. Birçok öğrenci yetiştirmiştir. İçlerinde ictihad yapacak güçte olanlar vardır. Dört tanesi meşhurdur. Ebû Yûsuf Ya'kub b. İbrahim el-Kûfi (ö.182/798), Hârun er-Reşîd devrinde baş kadı olmuştur. Hanefi mezhebi esaslarının tedvininde ve dünyaya yayılmasında onun payı büyüktür. Muhammed b. él-Hasen es-Seybânî (ö.189/805) ilk ilmini Ebû Hanife'den aldı; Ebû Yûsuf'tan eksiklerini tamamladı; Hanifi'lerin en güvenilir ilk kaynak eserleri olan Zahiru'r-Rivâye kitaplarını kaleme aldı. Ebu'l-Huzeyl Züfer b. el-Huzeyl b. Kays (ö.158/775) İsfahan'da doğdu. Basra'da vefat etti. Aynı zamanda hadis bilginiydi. Sonra re'y ictihadında üstün oldu. Kıyası başarıyla uygulardı. Mutlak müctehittir. el-Hasen b. Ziyad el-Lü'lüî (ö.184/800) önce Ebû Hanife'nin, daha sonra Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'in öğrencisi oldu. Hadis ve Ebû Hanife'nin görüşlerini rivâyetle tanırdı. Ancak onun rivâyeti İmam Muhammed'e ait olan Zahiru'r-Rivaye kitaplarının dışında kalır.
b) Mâlik b. Enes*, H. 93'te Medine'de doğdu ve 179'da orada vefat etti. Mâliki mezhebinin kurucusudur. Hadis ve fıkıhta önder idi. el-Muvatta' isimli kitabı hem hadis hem de fıkıh eseridir. İctihad metodunda; sünneti, Medinelilerin uygulamasını, mesâlih-i mürsele*yi, senedi sağlam olduğu takdirde sahâbeye ait sözleri ve istihsanı delil olarak kullanması en dikkati çeken özelliklerdir. Meşhur öğrencileri şunlardır: Abdurrahmân b. el-Kasım (ö.132/749), Mâlik'ten yirmi yıl süreyle fıkıh okudu; el-Leys b. Sa'd dan (ö.175/791) ilim aldı, Mâliki mezhebinin meşhur el-Müdevvene isimli eserini nakletti. Bu eseri Sahnûn (ö.240 H.) O'ndan alarak, fıkıh tertibi üzere düzenledi. Yahyâ b. Yahyâ el-Leysî (ö.234/849), Mâliki mezhebini Endülüs'te yayan bir hukukçudur. Eşheb b. Abdülaziz (ö.204/819), Mâlik ve el-Leys'in yanında fıkıh ilminde uzmanlaştı. İbnü'l-Kasım'dan sonra Mısır'da fıkhın önderi oldu. İçinde İmam Mâlik'in fıkhının nakledildiği yine el-Müdevvene adlı bir eser yazdı. Buna Müdevvenhetü Eşheb denir. Ali b. Ziyâd (ö.184/800), Afrika'nın fakîhi idi. Abdülmelik b. el-Mâcişûn (ö.213/828), kendi devrinde Medine'nin müftisi sayılıyordu. Hatta el-Muvatta'ı İmam Mâlik'ten önce onun yazdığı nakledilir.
c) İmam Şâfii* (ö.204/819) Ebû Abdillah Muhammed b. İdrîs el-Keruşî el-Hâşimî. Hz. Peygamber'in dördüncü dedesi Abdi Menâf'ın dokuzuncu göbekten torunudur. Filistin'deki Gazze'de H. 150 tarihinde doğdu, 204'de Mısır'da vefat etti ve oraya defnedildi. Küçük yaşta Kur'an'ı hıfzetti. Mekke'de bâdiyede oturan ve çok fasih arapça konuşan Huzeyl kabilesi içinde şiir ve edebiyat sanatlarını öğrendi. Mekke, Medine ve Irak'ın önde gelen bilginlerinden ilim aldı. İmam Mâlik'ten Muvatta'ı dinledi ve dokuz gecede onu ezberledi. Süfyân b. Uyeyne'den (ö.198/813) hadis rivâyet etti. Şâfîi mezhebinin kurucusudur. er-Rısâle, el-Hucce ve el-Ümm adlı eserleri vardır. Onun öğrencisi ve müntesibi olan âlimlerden bazıları şunlardır: Yûsuf b. Yahyâ el-Buveyti (ö.231/845), el-Hasen b. Muhammed ez-Za'ferâni (ö.260/874), İbrâhim b. Yahyâ el-Müzenî (ö.264/877), er-Rabi' b. Süleymân (ö.270/883), Yûnus b. Abdi'l-A'lâ (ö.264/877).
d) Ahmed b. Hanbel * eş-Şeybân;. Hanbel; mezhebinin kurucusudur. H. 164 yılında Bağdat'ta doğdu, orada yetişti ve 241/855'te vefât etti. Özellikle hadis ilmi için Kûfe, Basra, Mekke, Medine, Şam, Yemen ve el-Cezire'yi dolaşmış, uzun süre İmam Şâfîi'nin öğrencisi olmuştur. Buhârî, Müslim ve hadiste onların tabakasında bulunan kimseler ondan hadis rivâyet ettiler. O, fıkıh konusunda herhangi bir kitap telif etmedi. Öğrenci ve arkadaşları onun mezhebini, söz, fiil ve sorulara verdiği cevaplardan aldılar. el-Müsned adlı bir eseri vardır ki, kırk bin hadis ihtiva eder. Ahmed b. Hanbel'e talebelik yapan ve onun ilmini yayan alimlerden bazıları şunlardır: Salih b. Ahmed b. Hanbel (ö.266 H.), İbn Hanbel'in en büyük oğludur. Fıkıh ve hadis ilmini babasından ve zamanının diğer bilginlerinden aldı. Babasının fıkıhla ilgili görüşlerini nakletmiştir. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel (ö.290 H.) İbn Hanbel'in diğer oğludur. Daha çok hadis rivayetiyle meşgul olmuştur. Ebû Bekir el-Ersem (ö.273 H.), Ahmed b. Muhammed b. el-Haccâc (ö.274 H.) ile İbrahim b. İshak el-Harb; (ö.285 H.) diğer öğrencileridir. (bkz. el-Mekkî, Menâkıbu'l-İmam Ebı Hanife, Haydarâbâd 1903, I, 74-78; Zehebî, Menâkıb, nşr. el-Kevserî, Daru'l-Kitâbi'l Arabî (ty), s.20-21; İbnü'l-Kayyim, İ'lâmu'l-Muvakkıîn, nşr. M.M. Abdülhamid, Mısır 1955, I, 25, 77, 227 İbn Hazm, el-ahkâm, nşr. A. M. Şâkir, Mısır (ty), 929; Kâtip Çelebi, Keşfüz-zünûn, s.1515, 1619; el-Hudârî, Tarihu't-Teşriî'l-İslâmî. H. Hatiboğlu s.244 vd; ez-Zuhaylî el-Fıkhü'l-İslâmi ve Edilletüh, Dimaşk 1985, 1, 27 vd.; Hamdi Döndüren Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s.70 vd.).
e) Dâvûd b. Alî ez-Zâhirî (ö.270/883)H. 202'de Kûfe'de doğdu ve Bağdat'ta vefat etti. Zâhir; mezhebinin kurucusudur. İbn Hazm el-Endülasi (ö.456/1063) daha sonra bu mezhebi devam ettirdi. İbn Hazm'ın en önemli eserleri fıkıhta el-Muhallâ ile fıkıh usûlü sahasındaki el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm'dır. Zâhiriye mezhebinin esası; kitap ve sünnetin açık anlamı ile amel etmek, ayet, hadis olmayan konuda yalnız sahâbenin icmâmı almak, nass ve icmâ bulunmayınca da istishâb deliliyle amel etmektir. İstishâb; her şeyin aslının mübah oluşu demektir.
f) Zeyd b. Al; Zeyne'l-Âbidîn (ö.122/740), Zeydiye mezhebinin kurucusudur. Kur'an ilimleri, kırâat ve fıkıh konularında derinleşti. Fıkıhta el-Mecmû adlı eseri en eski müdevven eserdir. İtalya'da basılmış, Şerefuddin el-Hüseyn b. el-Haymî (ö.1221 H.) tarafından dört cilt hâlinde şerh edilmiştir. Şerhin adı; er-Ravdu'n-Nadır Şerhu Mecmûl'i-Fıkhı'l-Kebir'dir. İmam Zeyd'in 15 kadar eseri vardır. Hadiste, el-Mecmu' bunlardandır. Zeyd, Hz. Ali'yi diğer sahâbelerden üstün sayıyordu. Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in hilâfetini kabul etmişti. Zâlim idarecilere başkaldırmayı gerekli görür, Hz. Ebû Bekir ve Ömer'i hilâfetlerinden ötürü suçlayanlara karşı çıkardı.
Muhammed b. el- Hasen b. Ferrûh el-Kummî (ö.290/903), fıkıhta İmâmiye mezhebinin kurucusudur. İmâmiye, oniki masum imamın imâmetine inanır. Bunların ilki Ebu'l-Hasen Alı el-Murtezâ, sonuncuları ise Muhammed el-Mehdi'dir. el-Mehdi'nin gizlendiğine ve mevcut İmam olduğuna inanılır. İbn Ferrûh İran'da İmâmiyye Şiasını "Beşâiru'd-Derecât fi Ulûmi Âli Muhammed ve Mâ hassahümüllâh bihi" adlı eseriyle kurdu. Musâ Kâzım'ın (ö.183/799), ''el-Helâl ve'l-Haram" adlı eseri daha önce yazılmıştı. Alı Rızâ'nın "Fıkhu'r-Rızâ"sı, el-Küleynî'nin (ö.328/940) "el-Kâf fî İlmi'd-Dın" eseri İmâmiyye'nin önemli kaynaklarındandır. Bu sonuncu eserde ehl-i beyt vasıtasıyla rivâyet edilen 16099 hadis bulunur. (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 42-44).
İctihad ehliyeti nedir? | İlim Dergisi
www.ilimdergisi.org/ictihad-ehliyeti-nedir/
23 Haz 2014 - İctihad ehliyeti, müctehidin taşıması gereken özelliklerdir. İctihad ehliyetine sahip o
Last update on 23 June 2014 under Kısa Soruşturmalar, Kıyas ve İctihad
5. Sayı (Temmuz- Ağustos 2013) kısa soruşturması: İctihad ehliyeti nedir?
Prof. Dr. Hüseyin Esen Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İctihad ehliyeti, müctehidin taşıması gereken özelliklerdir. İctihad ehliyetine sahip olabilmek için bir taraftan doğuştan gelen, Allah vergisi yeterli kabiliyet yani zekâ ve muhakeme gücüne sahip olmak, diğer taraftan da çalışarak gerekli olan ilimleri tahsil etmek gerekir. Doğuştan gelen kabiliyet, çalışma ile elde edilemeyeceğinden, Müslüman toplumun, kabiliyetli çocuklarını ictihad için gerekli ilimlerin tahsiline yönlendirmesi ve onları desteklemesi gerekmektedir. İlim olarak ise bir taraftan önceki görüş ve uygulamalarıyla birlikte İslam dinini öğrenmeli, diğer taraftan da içinde yaşanan zamanın şartlarını bilmelidir. Dini ilimler için Arapça bilgisi bir anahtar konumundadır.
Bundan sonra öncelikle Fıkıh Usulü’nü ve Fıkh’ı iyi bilmek gerekir. Fıkıh Usulü içinde, başta Kur’an ve Sünnet olmak üzere hüküm kaynaklarını, kaynaklardan çıkarılan hükümleri ve hüküm çıkarma metotlarını bilmek yer alır. Zamanın şartlarını bilmek ise, yeni gelişmeleri yakından takip edip, önceki görüşlerden değişmesi gerekenleri değiştirmek ve yeni ortaya çıkan meselelere çözüm sunabilmek demektir. Dini hayat, zamanla değişimler gösteren ve yaşamaya devam eden bir organizma gibidir. Dini hayatı, müctehid denilen kişiler yönlendirmelidir. Bu sebeple her devirde gerektiği kadar kaliteli müctehid yetiştirmek, ümmet üzerine bir farzdır. Yetişen müçtehidin kalitesi, o devirde yaşayan İslam toplumunun kalitesini belirler.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
Prof. Dr. Nasi Aslan Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İctihad ehliyeti, Müslüman ilim adamının yaşadığı toplumda ortaya çıkan şer’î ameli (dinî boyutu olan pratiğe dair) meselelere çözüm sunmaya ehil olmasını ifade eder. Bunun şartlarının çok abartılmaması gerektiğini düşünüyorum. Ancak burada olmazsa olmaz şartları şöyle sıralayabiliriz.
-Klasik kaynaklarımızı anlayacak kadar Arapça bilmesi.
-Ahkam ayetleri ve ahkam hadisleri bağlamında Kur’an ve Sünneti iyi bilmesi.
-Kendi yaşadığı toplumun sosyal gerçekleri ile vahiy arasında sağlıklı bir bağ kurabilecek fıkıh nosyonu ve usûl bilgisine sahip olması.
-Son olarak da ki en çok önemsediğim husus, ictihad edecek ilim adamının “adalet” sahibi olmasıdır. Bunu da “dünyevî ve kişisel çıkar uğuruna değerlerinden ödün vermeyecek bir dinî duyarlılık” olarak güncellemenin gerektiği kanaatindeyim.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
Prof. Dr. Saffet Köse İzmir Katip Çelebi Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi
İçtihat, dinin hayatla bağlantısını kuran dinamiktir. Dinin ana kaynaklarında iki yol belirlenmiştir. Birincisi sayısı az da olsa zaman ve mekan kaydı olmaksızın her halükarda geçerliliği bulunan ayrıntılı ve kesin hükümler konulmuştur. Bunlara aynen belirlendiği şekilde uymak gerekir. Çünkü bunlardaki insanlığın maslahatı sabittir. İkincisi ise nasslar, ya temel ilkeleri belirlemiş ya da bu ilkelere imkan verecek zenginlikte gelmiştir (nüzûl-vürûd). Bu ilkeler evrenseldir ve zaman-mekan üstüdür. İslam’ın dinamizmini sağlayan evrensellik ve süreklilik özelliğini görünür kılan büyük ölçüde bu potansiyelidir. İçtihat ise bunun aracıdır.
İçtihat ehliyeti denildiğinde ise ilk olarak o beceriyi göstermeye imkan verecek bir kabiliyet / yetenek, ikinci olarak da bu kabiliyeti işletebilecek bilgi birikimine / donanımına sahip olmak anlaşılır. Birincisi vehbî diğeri ise müktesebtir. İsabetli bir içtihat için de sağlıklı bir yöntem, içtihat yapılacak konuya tam anlamıyla hakimiyet ve ilgili delil ile sağlıklı bağlantı şarttır. Bu konular fıkıh usulü kitaplarında anlatılmaktadır.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
Prof. Dr. Orhan Çeker Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İctihad, cihad kelimesi ile aynı kökten türemiştir. Yani insanın, savaş meydanında can havliyle sarfettiği gayret ve enerjiyi İslâmî bir mesele için sarfetmesine ictihad denir. İctihad edebilen kişiye Müctehid adı kullanılmıştır. Sahabe toplumu dahil bütün İslam toplumlarında müctehid sayısı çok az olmuş, ama o az müctehid bütün topluma yetecek kadar bereketli olmuştur. Sahabe toplumunda tek ictihadda bulunmuş olan kişiyi bile hesaba kattığımızda tüm sahabe müctehidlerinin sayısı 162 (yüz altmış iki) kişidir. Sahabe nüfüsunu 162 bin olarak varsaysak şu sonucu elde ederiz: Sahabe toplumunda müçtehid oranı en iyimser oranla 1/1000 (binde bir)dir. 999/1000’i ise mukallid sahabeden oluşur.
İctihad ehliyeti 2 şey ile elde edilir: 1. Nass (Kitab ve Sünnet) bilgisi, 2. Muhakeme kabiliyeti.
Muhakeme olmadan sadece hafıza/ezber ile ictihad yapılamaz. Zamanımızda kimileri ‘Ben şu kadar hadis biliyorum, kendim ictihad ederim’ diyor. Bu sözü sahabe toplumuna vurduğumuz zaman aslı olmayan bir söz olduğunu görürüz. Çünkü hadis konusunda 1 numara olan Ebu Hureyre, fıkıhta 1 numara değildir. O söz doğru olsaydı Ebu Hüreyre’nin fıkıhta da 1 numara olması gerekirdi. Öyleyse ictihad sadece hadis bilgisi ile yapılıyor değildir. İctihad Ehliyeti de diyebileceğimiz konuda yani ictihad edebilmek için nas (Kitab ve Sünnet) bilgisi ve muhakeme kabiliyeti gerekir. Sadece hafıza gücü ictihad için yeterli değildir. Allah insanları çeşit çeşit yaratmıştır. Hem hafıza hem de muhakeme her ikisi de değerlidir.
Müslümanlar hafıza ile dînî malzemeyi (nassları) olduğu gibi nakletmişler, muhakeme ile de onu amele/yaşama uyarlamışlardır. Yani bu uyarlama ile murad-ı ilahi’yi tesbit edip o şekilde amel etmeye çalışmışlardır. Demek oluyor ki dinimiz hafıza/ezber ile nakledilmiş, muhakeme ile yaşatılmıştır. Bu bakımdan ezbere karşı çıkan eğitim anlayışını reddediyoruz. Bizde hem ezber hem muhakeme eğitimi olmalıdır. Şunu da ekleyelim ki sahabe toplumunda hadis rivayet eden sahabe oranı ile ictihad eden sahabe oranı 1/10’dur, Yani 1 tane müctehide 10 tane hadisçi düşmektedir. 162 müctehid sahabiye karşılık 1600 civarında hadis rivayet eden sahabi mevcuttur.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
Doç. Dr. Mehmet Boynukalın İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi
İctihad kelimesi Arapçada herhangi bir konuda elinden gelen gayreti göstermek, çalışmak ve çaba harcamak demektir. Fıkıh usulü açısından meseleye bakıldığında ictihad şer’i hükmü kaynağından çıkarmak için gösterilen çabayı ifade eder. Fıkıh usulü eserlerinde İslam alimleri ictihadla ilgili görüşleri, ictihad ehliyetini, ictihadın şartlarını, müctehidin durumunu uzun uzadıya incelemişlerdir.
Bu konuda İslami ilimler tarihine baktığımızda zengin bir birikimin var olduğunu ve bu meseleyle ilgili alimlerimizin farklı görüşleri bulunduğunu görürüz. Genellikle ictihad ikiye ayrılmıştır: Mutlak ictihad ve mezhebe bağlı ictihad. Diğer bir ayrım şekli ise mutlak ictihad ve meselede ictihaddır. Mutlak ictihad kişinin fıkhın bütün alanlarında söz sahibi olması ve ortaya çıkan bütün problemler hakkında fikir yürütebilecek ve şer’i hükmü ortaya koyabilecek bir bilgi ve melekeye/kabiliyete/potansiyele sahip olmasını ifade eder. Bu çapta bir ictihad ehliyeti fıkıh tarihinde az sayıda insan için kabul edilmiştir. Mesela dört mezhebin imamları gibi. Sonraki dönemlerde mutlak ictihad derecesinde olduğu ifade edilen alimler olsa da bunlar genellikle bir mezhep içinde kalmayı ve o mezhebin usulü çerçevesinde ictihad etmeyi veya yeri geldiğinde ve ihtiyaç hissedildiğinde farklı mezheplerden istifade etmeyi tercih etmişlerdir. Meselede ictihad ise bir alimin belli bir meseleyi derinlemesine incelemesi, o meseleyle ilgili ayetleri, hadisleri, alimlerin görüş ve kanaatlerini irdelemesi sonucunda belli bir kanaate ulaşmasını ifade eder. Bu da özellikle ortaya çıkan yeni problemler hakkında alimlerin yaptıkları belli bir meseleyle ilgili ictihad anlamına gelir.
İctihad ehliyetine sahip olmak için gereken asgari şartların ne olduğu üzerinde farklı görüşler olmakla birlikte, bunlar kısaca bilgi ve meleke/kabiliyet olmak üzere özetlenebilir. Bilgi Arapça, Kur’an-ı Kerim, sünnet ve hadisler, icma, fıkıh usulü, önceki fıkıh alimlerinin görüşleri gibi hususlar hakkında geniş malumat sahibi olmayı ifade eder. Meleke/kabiliyet ise kişinin bu bilgi birikiminden hareketle fikir yürütüp tahlil yapabilmesini ve bir sonuca ulaşabilmesini ifade eder. İctihadı sınırlayan en önemli esas yapılan yeni ictihadların nassa (yani Kur’an ve sünnetin açık ve kesin hükümlerine) ve icmaya (yani bütün İslam alimlerinin görüş birliği ettiği hükümlere) aykırı olmamasıdır. Aksi takdirde bu “ictihad” usulüne aykırı şekilde yapıldığı için ictihad sayılmaz ve reddedilir.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
Doç. Dr. Osman Şahin Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İçtihat genel olarak, “şer’î hükümlerin tafsîlî delillerinden elde edebilmesi için, olanca gücün sarf edilmesi” şeklinde tanımlanmaktadır (Gazzâlî, Mustasfâ, II, 350). Daha açık bir ifadeyle ehliyet sahibi bir müçtehidin amelî bir mesele hakkında dinî-şer’î hükmü tespit edebilmesi için gerek meseleyi net olarak tespit etmede, gerekse meseleyle ilgili dinî kaynak ve yöntemleri bir araya toplama ve onları değerlendirmede olanca gücünü ortaya koyması demektir. İçtihad bir açıdan dinî-amelî konularda görüş beyan etmek (iftâ) olduğu için, üzerinde önemle durulmuş ve ehil olmayanların içtihat etmeleri haram sayılmıştır.
Müçtehit olabilmek için, Müslüman ve mükellef olma şartlarına ek olarak bazı şartlar daha bulunmaktadır. Bunları istinbat formasyonu, kaynak bilgisi, furuât bilgisi ve kabiliyet olmak üzere dört grupta toplamak mümkündür.
İstinbat formasyonuna sahip olmak, yani teknik anlamda istinbat yapabilmek için, Arapça ve fıkıh usulü bilgisine vakıf olmak, şarttır.
Bilindiği üzere, İslam hukukunun temel kaynağı olan Kur’ân, Arapça nazil olduğu gibi, onu açıklayan Sünnet de aynı dille ifade edilmiştir. Dolayısıyla nasslardan hüküm çıkarabilmek için, Arapça’yı iyi bilmek zorunlu bir şarttır.
Fıkıh usulü bilgisine gelince, her müçtehidin kaynakları doğru anlayabilmek için, bu ilme ihtiyacı vardır. Çünkü fıkıh usûlü, hangi delillerden hüküm çıkarılacağını, bu delillerin kaynak değerini, bunların delalet yönünü ve bunlardan nasıl hüküm elde edileceğini öğretir. Dolayısıyla, kişi diğer ilimlerde ne kadar ileri düzeyde olursa olsun, fıkıh usulünde ileri dereceye ulaşmadıkça müçtehit olamayacaktır.
Müçtehit ayrıca İslâm hukukunun kaynaklarından Kitap, Sünnet ve icmâya ait bilgiye de vakıf olmalıdır.
Kur’ân, hem içtihat edebilmenin, hem de diğer delillerin temel kaynağı olduğu için, ahkam ayetleri başta olmak üzere, genel olarak bilinmesi şart koşulmuştur. Kur’ân’da bir hüküm bulunmadığında veya kapalılık söz konusu olduğunda, akabinde başvurulan ilk kaynak sünnettir. Bu sebeple sünnet bilgisi de olmazsa olmaz şartlardandır. Sünnet bilgisini şart görenler, bunun miktarında farklı görüşler ileri sürmüşlerse de, bunun ahkâm hadisleriyle sınırlı olması görüşü ağırlık kazanmıştır.
Ayrıca İslam hukukunun esas yapısını ve ayet ve hadislerdeki şer’î manaların tespit ve korunmasını sağlayan başta sahabe icmâsı olmak üzere, mevcut icmâ birkimine aykırı davranılmaması için, icmâ edilen konuları bilmek de icmâyı delil olarak kabul eden çoğunluğa göre şart olarak görülmektedir. (Bk.İbn Hazm, İhkâm, V,121; Molla Hüsrev, Mir’ât, II, 466)
Müçtehidin, daha önceden mevcut olan furuât bilgisine sahip olmasının gerekli olup olmadığı tartışılmış olup bazı âlimler furûât bilgisini, her müçtehid için gerekli görürken (Molla Hüsrev, Mir’ât, II, 46), kimileri de müstakil müçtehit olmayanlar için bu şartın makul olduğunu beyan etmişlerdir (İbn Salâh, Edebü’l-Fetvâ, s.37).
Cüveynî gibi, kimi usulcüler tarafından müçtehit olabilmek için, kişinin yaratılıştan içtihada kabiliyetli olmak da öngörülmüştür.(Bk.Cüveynî, Burhân, II, 1332) Bunlara göre, içtihat ehliyeti, bu bilgiler yanında, doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmaya bağlıdır. Hatta Abdülkerim Zeydan’a göre kişide bu yetenek yoksa nasıl ki, kelime ve vezin bilmeyle şair olunmuyorsa, kişi içtihat için gerekli diğer ilimleri tahsil etmiş olsa bile, müçtehit olamaz. Nitekim müçtehit imamlar da sadece içtihat ilimlerine vakıf oldukları için değil, aynı zamanda içtihada kabiliyetli oldukları için otorite olmuşlardır (Zeydan, Usul, s.405-406).
Kanaatimizce, kabiliyetli olmayı şart koşanlar, bunu en üst seviyede müçtehit olmak için öngörmektedirler. Yoksa tahriç ve tercih şeklindeki içtihatları yapabilmek için, başarılı bir eğitimin genel itibariyle yeterli olacağında kuşku yoktur.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
Yrd. Doç. Dr. Fetullah Yılmaz Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İctihad ehliyeti, anlaşılacağı üzere ictihad etmeye ehil olmaktır. Bu ehliyet için fıkıh tarihi boyunca çeşitli şartlar öne sürülmüştür. Kimisi bunları ayrıntılarıyla zikrederken, kimisi de özetleme yoluna gitmiştir. Özetle bu şartlar, rivayet ve dirayet tarafı olmak üzere ikidir. Birincisi; Kitap, Sünnet, icma edilen konular, kıyas, Arapça dilbilgisi ile bunlara taalluk eden ilimleri bilmeyi ifade eder. “Dirayet” ise, bu delil ve kaynakların ruhuna nüfuz edecek zekâ ve fıkhî melekeye sahip olmaktır.
Günümüzde genelde branş dışı çevrelerce İslam dünyasının geri kalışı –mahiyet ve boyutları tartışmalı olmakla birlikte- ictihad kapısının kapanmasına bağlanmış ve ictihad için zikredilen bir çok şartın gerekli olmadığı düşüncesi dile getirilmiştir. Yukarıda geçtiği üzere ictihad ehliyeti bir meleke olup, rivayet ve dirayet şartları yanında ahlaka (takva) dayalı bir bakış açısıdır. İslam’ın ilk dönemleri ve İslam kültürü içinde yetişenler için bazı şartların zikredilmesine belki gerek duyulmamıştı. Çünkü onlar bu bakış açısını oluşturacak altyapıyı (dilbilgisi, ahlak vs.) alma imkanına daha fazla sahiptiler. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın garipsenmediği günümüzde seküler eğitim insanlara “şer’î maksadlar”dan farklı bir bakış açısı vermekte, en açık nasslar bile bağlam ve maksadı hilafına “ictihad”a tabi tutulabilmektedir. Bunun sonucunda dini anlamak ve yaşamak amacıyla tesis edilen ictihad müessesesi, bir çok dini hükmün ta’tiline araç kılınmaktadır.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
Yrd. Doç. Dr. Menderes Gürkan Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İki kelimeden oluşan ‘ictihad ehliyeti’ kavramı, fıkıh kültürünün inşasında temel bir görev üstlenmiştir. Esasınsa, Hz. Peygamber ile başlayan ictihad süreci, belirli dönemlerde hız kazansa ve belirli dönemlerde duraksasa da bugüne ulaşmış ve bundan sonra da ihtiyaç duyuldukça devam edecektir. Müslüman milletlerin hukuk, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda bağımsız olmalarının ve kendilerine has bir medeniyet oluşturmalarının bir garantisi de, ictihad ehliyetini haiz simalara sahip olmasıdır. Bu nedenle ictihad ehliyetine sahip simalar yetiştirmek Müslüman milletler üzerine kifâî farzdır. İctihad yaygın olarak, “Müctehidin şer‘î ameli hükümleri tafsili delillerden çıkarabilmesi için olanca gücünü-gayretini ortaya koymasıdır.” şeklinde tarif edilir. Esasen tarif, ictihadı gerçekleştirecek kişide bulunması gerekli vasıflara işaret etmektedir. Yaklaşık 10’a yakın bu vasıfların ayrıntılarına fıkıh usulü kitaplarında genişçe yer verilir. Söz konusu vasıfların tamamına veya bir kısmına sahip olma açısından ictihad/müctehid kısımlara ayrılsa da, fıkıh kültürünün inşasında her biri çok değerli katkılar sunmuşlardır.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
murat şimşekYrd. Doç. Dr. Murat Şimşek Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Her Müslüman, Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamber’in (s.a.s) sünnetine karşı eşit derecede sorumludur. Ancak naslar ile hayat arasındaki irtibatı kurmak bir ihtisas ve ilgiyi gerektirir. Bu da içtihada ehil insanların varlığını zorunlu kılar. Hz. Peygamber bizzat ictihad ederek bunun yöntemini göstermiştir. İctihad, Hz. Peygamber’in teşri fonksiyonunun ümmet tarafından devamını sağlayan önemli bir mekanizmadır. Sahabe ictihad etmeseydi, sonraki dönemde hiç kimse ictihad edemezdi. Yolu onlar açtılar. Ancak onlar arasında da âlim olanlar ile böyle olmayanlar vardı. Sosyal bir varlık olmanın gereği olarak görev paylaşımının gerekli oluşu; naslardan hüküm çıkarma işinin son derece ciddi ve ihtisas gerektiren bir sorumluluk oluşu ve de ilmi disiplinlerin doğma zorunluluğu kendiliğinden bir ulema / fukaha sınıfını doğurdu. Bunun temellerini sahabeye kadar götürmek mümkündür. Dolayısıyla da bu görevi ifa edecek kişilerin liyakat ve ehliyeti gündeme geldi.
İctihad ehliyeti tartışmalarında ilk akla gelen kişi Gazzâlî’dir. O, ehliyet şartlarını gerçekçi bir zeminde ele almıştır. Ona göre ictihad ehliyetine sahip olabilmek için Kur’ân’ın tamamını bilmek şart olmayıp, ahkam ayetlerini (hüküm bildiren ayetleri) bilmek; ezbere bilmesi şart olmaksızın ahkam hadislerini (hüküm bildiren hadisleri) ve bunları toplayan eserleri bilmek; aykırı fetva vermemesi için fetva vereceği meselelerle ilgili icmâ konularını bilmek ve ahkam açısından olumlu ya da olumsuz hüküm bulunmayan meselelerin tespitinin dayanağı olması bakımından aklın yerini ve kolaylık prensibi ve hükümlerin sonsuz olmadığı gibi çıkarımlarını bilmek yeterlidir.
Günümüzde ictihad tartışmalarının ehliyet üzerinden değil, yöntem açısından yapılması gerektiği kanaatindeyim. Doğrudan Kitap ve sünnetten hüküm çıkarma olgusu 20. asrın sorunudur. Fıkıh usulünü, ekol (mezhep) sistematiğini hatta fıkhın tahammül/taşıyabilme sınırlarını aşan bir ictihad yönteminin bizleri nereye götüreceği kestirilemez.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
emrullah dumluYrd. Doç Dr. Emrullah Dumlu Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İctihad, fıkhın dinamizmini sağlayan en önemli faktördür. Zira ictihad, fıkhın/hukukun hayatla birlikte yürüyebilmesini sağlayan en ulvi fikri ameliyedir. Vahyin son bulmasıyla birlikte, yaşanan olaylara doğrudan vahyî çözümlemeler sunma süreci de sona ermiştir. Nassların sınırlı, olayların sınırsız olması hasebiyle ortaya çıkan yeni problemlere çözüm bulma işi müctehidlere dolayısıyla ictihada kalmıştır.
İctihad, nassların lafız ve manalarından hareketle istinbat metotları kullanılarak nassın bulunmadığı alanlar için fıkhî çözümlemeler sunma çabasıdır. Gelinen noktada yaşanan hayatın ruhuna uygun çözümlemeler sunabilmek için ictihadın işlevsel olması elzemdir. İslam âlimlerinin ictihad ehliyeti için sundukları hususlar da bizatihi ictihad ürünü olduğu için müçtehit için önerilen birikim ve yönteme ilişkin değerlendirmeler de farklılık arz etmektedir. İctihad kapısı açık mıdır, kapalı mıdır gibi bizatihi içtihadın ruhuna aykırı tartışmalardan ve ictihadın bölünüp bölünememesi şeklindeki entelektüel yaklaşımlardan sarfı nazar ederek diyebiliriz ki, günümüzde artık ictihad “mesele” eksenli olarak yürütülmelidir. Yeterli düzeyde kaynak, alet ilmi ve usul bilgisine sahip olmak bu ameliyenin asgari şartları konumundadır. Kanaatimizce zikri geçen asgari şartlar yanında içtihada konu olan mesele hakkında etraflıca bilgi sahibi olmak o mesele hakkında ictihad etmek için yeterli görülmelidir.
Fıkıh da Müctehidlerimiz | İsmailağa.com.tr - İsmailağa ...
www.ismailaga.com.tr/fikih-da-muctehidlerimiz.html
Kıyas-ı Fukahaya gelince: Bundan maksad da, bir olayın kitab, sünnet veya icma-i ... muamelelere ve cezalara dai
KATEGORİ: BÜYÜK İSLAM İLMİHALİ
Dünyanın her tarafına yayılmış olan milyonlarca müslüman, İslam tarihinin ilk asırlarından zamanımıza kadar ibadet ve hukuk meseleleri hususunda dört büyük müctehidden birine bağlana gelmişlerdir. Bu dört müctehid şu zatlardır:
1- İmam-ı Azam Ebu Hanife: Adı Numan’dır. Babasının adı da Sabit’dir. Hicretin 80. yılında Kûfe’de doğmuş ve 150 tarihinde Bağdad’da vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun…
Sabit, İmam Hazret-i Ali’nin hizmetinde bulunmuş ve kendi nesli için onun duasını almıştır.
İmam-ı Azam’ın annesi, babası Sabit öldükten sonra, İmam Caferi Sadık ile evlenmişti. İmam-ı Azam bu muhterem zatın yanında yetişmişti. Ashab-ı Kiram’dan birkaç zatı görmüş olmak şerefini kazanmıştır.
İmam-ı Azam’a uyanlardan her birine Hanefî veya Hanefiyyü’l Mezheb denir. Biz Türkler ve diğer ırklara bağlı olan birçok müslümanlar bu büyük müctehidin mezhebine uymuş bulunmaktayız. Onun için amel bakımından imamımız, İmam-ı Azam’dır.
İmam Ebu Hanife Hazretleri bütün Ehl-i Sünnet tarafından saygı duyulan dört büyük müctehidin birincisidir. İmam-ı Azam denilince yalnız bu hatıra gelir. İlmi, zekası, zühd ve takvası çok yüksekti. İçtihadındaki yükseklik, mezhebindeki kolaylık ve mükemmellik bütün müslümanlar tarafından benimsenmiştir.
İmam-ı Azam’ın yetiştirdiği alimler arasında güçlü müctehidler vardır; fakat hepsi de esas bakımından hocalarına uymuş, hepsi de Hanefî mezhebinin fıkıh alimlerinden sayılmışlardır. Bunların en ünlüleri İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer’dir.
İmam Ebû Yusuf’un adı Yakub İbni İbrahim El-Ensarî’dir. Dedesi Sa’d ashab-ı Kiram’dandır. Hicretin 113 yılında Kûfe’de doğmuştur. 182 veya 192 tarihinde Bağdad’da vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun… Harunürreşid’in Kadılar Kadısı (Kadı’l-Kudat’ı) olarak görev yapmıştı.
İmam Muhammed, Hasan Şeybanî’nin oğludur. Babası Şamlıdır. Hicretin 135. yılında Vasıt’da doğmuş olup Kûfe’de yetişmiştir. 189 tarihinde Rey şehrinde vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun… Din ilimleri üzerinde doksan dokuz kitab yazdığı rivayet ediliyor. El-Mebsut, El-Ziyadat, El-Camiu’s-Sağır, El-Siyeru’l-Kebir, El-Siyeru’l-Sağir adlı kitablar bunlardan bazılarıdır. Bu kitablardaki meselelere “Zahirü’r-Rivaye” denir. Kitablara da “Zahirü’r-Rivaye Kitabları” denir.
Hanifî mezhebinde en geçerli rivayetler de bunlardır. İmam Muhammed, İmam Malik’den ders okumuştur. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e İmameyn (İki imam) denir.
İmam Züfer İsfahan’da ve Basra’da valilik etmiş olan Hüzeyl adında bir zatın oğludur. İmam-ı Azam’ın Züfer’e verdiği değer büyüktü. Hicretin 110 yılında doğmuş ve 158 tarihinde Basra’da vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun…
İlmihalimizin ibadetlere dair kapsadığı meseleler bütünüyle İmam-ı Azam’ın mezhebine göre yazılmıştır. Bununla beraber bazı önemli meselelerde diğer müctehidlerin mezheblerine de işaret edilmiştir.
Hanefî mezhebinin ihtilaflı meselelerinde önce İmam-ı Azam’ın sonra İmam Ebû Yusuf’un, sonra İmam Muhammed’in, sonra İmam Züfer’in görüşü ile işlem yapılır. Bu bir esastır. Bunlardan yalnız bazı meseleler ayrı tutulur ki, sırası gelince açıklanacaktır.
2- İmam Malik İbni Enes: Hicretin 93. yılında Medine-i Münevvere’de doğmuş ve 179 tarihinde Medine’de vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. İmam Malik, müslümanların haklı olarak kendileriyle övündükleri dört büyük müctehidin ikincisidir. Çok yüksek bir ilme, üstün bir zekaya, büyük bir zühd ve takvaya sahib idi. Mezhebi önceleri Endülüs’e, bütün Mağrib’e (Fas’a) yayılmıştı. Bugün de Fas, Sudan, Trablusgarb, Cezayir ve Yemen taraflarında benimsenmiş bulunmaktadır.
3- İmam Muhammed İbni İdris El-Şafiî: Hicretin 150. yılında Askalan’da veya Şam beldelerinden Gazze’de doğmuş, 240 tarihinde Mısır’da vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun…
İmam Şafiî soyca Kureyş kabilesindendir. Büyük dedesi Şafiî gençliğinde Resül-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize kavuşma şerefine ermişti. Onun babası Sabit de, Bedir Savaşı’nda İslamiyeti kabul etmişti. Saygıdeğer bir sahabî idi.
İmam Şafiî, dört büyük müctehidin üçüncüsüdür. Büyük bir alimdir. Çok büyük bir tefsir ve hadis alimidir. Tıb ilminde şiir ve edebiyatta da ehliyeti vardı. Mezhebi doğu ve batı yönlerine yayılmıştır.
4- İmam Ahmed İbni Muhammed İbni Hanbelî: Şeyban kabilesidendir. Aslen Mervez’lidir. Hicretin 164 yılında Bağdad’da doğmuş ve 241 tarihinde yine Bağdad’da vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
İmam Ahmed de pek büyük bir alimdir ve dört büyük müctehidin dördüncüsüdür. Hadîs ilminde üstün bir yetkiye sahibdi. Ezberinde bir milyon hadisi şerif bulunduğu rivayet edilir. “Müsned” adındaki kitabında otuz bin hadis vardır. Büyük alim Kuhistanî’nin sözüne göre, hadislerin sayısı elli bin yedi yüzdür. Zühd ve takvası, yüksek ahlakı her türlü övgünün üstünde idi. Mezhebi, Necd ülkesine ve İslam aleminin diğer bazı yerlerine yayılmıştır.
Bu yetkili dört büyük imamın mezhebleri, kitab, sünnet, ümmetin icmai ve fukahanın kıyası üzerine kurulmuştur.
Kitab’dan maksad Kur’an-ı Kerîm’dir. Sünnet’den maksad, Peygamberimizin mübarek sözleri, yaptığı veya yapıldığını görüp de yasaklamadığı işlerdir. Peygamber Efendimizin evvelce yasaklamadığı bir şeyi görüp de ona karşı susmaları, o şeyin meşru olduğunu gösterir.
Ümmet’in icmaından maksad, bir asırda bulunan bütün müctehidlerin bir olayın şer’î hükmü hakkında birleşmeleridir. Peygamber Efendimiz: “Ümmetim (sapıklık) üzerinde toplanmaz,” buyurmuştur. Bir hadis-i şerifte de: “Müslümanların güzel gördüğü bir şey, Allah yanında da güzeldir,” buyurulmuştur. Onun için müslümanların din varlıklarını temsil eden bütün müctehidlerin bir mesele üzerinde aynı görüş ve fikirde bulunmaları, o meselede şer’an geçerli bir delil, bir hüccettir.
Kıyas-ı Fukahaya gelince: Bundan maksad da, bir olayın kitab, sünnet veya icma-i ümmet ile sabit olan hükmünü, aynı illet ve sebebe, aynı hikmete bağlayarak o olayın tam benzerinde de göstermekten ibarettir. Bu ikinci olay üzerinde varılan hüküm de güzel düşünülünce, anlaşılır ki, yine hüküm, kitab, sünnet ve icma-i ümmet ile sabit olmuştur. Müctehid yaptığı kıyas ile bu hükmü yeniden meydana çıkarmış oluyor.
Kıyas-ı Fukaha, bir ictihad meselesidir. Bunun meşru ve makbul olması şeriatça sabittir.
“Ey akıl ve düşünce sahibleri! İbret alınız” (Haşr: 2) mealindeki Kur’an emri buna delildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz ümmetinin fıkıh alimleri için böyle bir içtihadı caiz görmüş ve övmüşlerdir.
Bir örnek gösterebiliriz: Peygamberimiz ashab-ı kiramdan Muaz İbni Cebel’i (radıyallahu anh) kadı tayin etmişti. Peygamberimiz ona: “Ey Muaz, ne ile hükmedeceksin?” diye sorunca:
– Kitab ile hükmedeceğim, onda bulamazsam sünnet ile hükmedeceğim, onda bulamazsam ictihadımla hükmedeceğim cevabını vermişti.
Peygamber Efendimiz de bu cevap üzerine: “Yüce Allah’a hamd olsun ki, peygamberinin görevlendirdiği elçisini, peygamberinin razı olduğu şeye kavuşturmuştur,” buyurarak memnuniyetini açıklamıştı.
Bu bakımdan yetkili alimlerin kıyas yolu ile ictihad yapmaları da şeriatça pek güzel bulunmaktadır.
Kitab, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha’ya Edille-i Erbaa, Usul-i Erbaa (dört delil, dört esas) denir. Bütün müctehidler tüm olarak bu dört delili kabul etmişler ve bütün şer’î hükümleri bu dört delilden birine veya bir kaçına dayamışlardır. Artık bu delillerin hepsini kabul etmek de bir vecibedir. Bu deliller, insanların hak ve vazifelerini bildiren İslam hukukunun gelişmesini sağlayan birer yüksek feyiz ve hikmet kaynağıdır. Müslümanların dinî hayatı, bu feyizli hikmet ve ihtiyaç kaynağından asla uzak kalamaz.
Yukarda adlarını yazdığımız dört büyük İmam, müslümanlar için Allah’ın bir rahmetidir. Bunlar dört delilden dinî hükümleri çıkarmışlar ve müslümanlara izleyecekleri yolu göstermişlerdir. Artık bunlardan herhangi birinin mezhebine uyan kimse, hak bir mezhebe bağlanmış, peygamberimizin yolunda bulunmuş demektir.
Bu saygıdeğer büyük müctehidlerin hepsi de dinî meselelerin esasında birleşmişlerdir. Bu bakımdan aralarında ayrılık yoktur. Ancak ikinci derecede bulunan bir kısım meseleler üzerinde ayrılık göstermişlerdir. Fakat güzelce incelenirse görülür ki, bunların çoğu görünüşte olan bir ayrılıktan başka birşey değildir.
Çünkü bu meselelerin bir çoğunda bu büyük zatlardan biri “Azimet-Takva” yolunu, diğeri de bir “Ruhsat-Müsaade” yolunu seçmiştir. Böylece mü’minlerin önüne geniş bir rahmet sahası açılmıştır. İşte: “Ümmetim arasında bulunan görüş ayrılıkları bir rahmettir”, hadis-i şerifi ile buna işaret buyurulmuştur.
Düşünelim: Müslümanlıkta ibadetlere, muamelelere ve diğer konulara ait ne kadar çok mesele vardır. Bunların hükümlerini Kur’an’dan, Sünnet’ten ve Ümmetin icmaından bulup meydana çıkarmak öyle her müslüman için kolay bir şey değildir. Bu çok büyük bir ilim ve dirayet işidir. İşte bu büyük müctehidler yalnız Allah rızası için, müslümanlara gerekli olan bütün meseleleri açıkça bildirmişlerdir. Her asırda milyonlarca müslümana ışık tutmuşlardır. Artık bu büyük zatların müslümanlık alemine ne büyük hizmetlerde bulunduklarından, ne kadar teşekküre hak kazandıklarından kim şübhe edebilir?!..
Bu kıymetli alimler, büyük bir ihlas ve ciddiyetle ve çok güzel bir niyetle ictihad alanında çalıştıkları içindir ki, doğruyu buldukları meselelerden dolayı ikişer kat, hata ettikleri meselelerden dolayı da birer kat sevab kazanmışlardır.
Şunu da ekleyelim ki, bu dört müctehide ait dört mezhebden her birinin bağlıları, kendi mezheblerinin daha doğru, daha isabetli, sünnet ve maslahata daha uygun ve daha elverişli olduğuna inanır. Aksi halde o mezhebi seçmelerinin bir manası kalmaz. Bununla beraber diğer mezheblerin kıymetini azaltmak da akıllarından geçmez. Bu dört mezhebin dördüne de saygı duyarlar. Bu saygı Ehl-i Sünnet’in bir alametidir.
Bilindiği gibi, İslam hukukuna ait ilme “Fıkıh” denir. Fıkıh, lügat anlamında bir şeyi olduğu şekilde tam olarak bilmek ve anlamak demektir. İbadetlere, muamelelere ve cezalara dair dinî hükümleri bildiren ilme de “Fıkıh İlmi” adı verilmiştir. Yazdığımız “İlmihal” bu fıkıh ilminin bir bölümüdür.
Dinî hükümleri ayrıntılı delillerden, yukarda yazdığımız dört delilden anlayıp çıkarmaya yetkisi olan İslam alimlerinden her birine “Fakih”, çoğuluna da “Fukaha” denir. Müctehidler ise, fukahanın en yüksek tabakasını teşkil ederler.
Dinî hükümleri göstermek ve açıklamak yetkisi, bu ehliyetli Fukaha’ya aittir. Ezberlerinde binlerce hadis-i şerîf, binlerce ilmî mesele bulunan nice insaflı alimler, dinî hükümleri belirlemek hususunda sözü Fukaha’ya bırakmış, bu çok ince ve zor görevi yerine getirmek için kendilerinde yetki görmemişlerdir.
Gerçek şu: Mübarek isimleri ile sayfalarımızı süslediğimiz dört büyük imamdan ve muhterem müctehidden her birine uyan zatlar arasında öyle derin ve geniş muhtelif ilimlere sahib kudretli alimler vardır ki, her biri üstün ilim ve irfana sahib iken, ictihad yapmaya cesaret göstermemiş, bu imamdan birine uymayı şeref kabul etmiştir.
Artık dar bilgili kimselerin kendilerinde böyle bir yetki görmeye nasıl hakları olabilir?
Kabul etmeliyiz ki, dinî meselelerle ilgili olayların hükümlerini öteden beri herkes tarafından kabul edilen bu büyük müctehidlerden öğrenmek zorundayız. İctihad gücünde olmayan kimselerin dinî konular üzerinde, müctehidlerin mezhebine aykırı olarak, kendi anlayışlarına göre hüküm vermeleri, kendi düşüncelerine göre cevab vermeleri, Allah katında çok büyük bir sorumluluğa sebeb olur. Bu şekilde bir kimse vereceği cevabda doğru olsa bile, bilmeksizin cevab vermiş olacağından yine sorumluluktan kurtulamaz. Bu konuda bir hadis-i şerîfin meali şöyle: “Sizin ateşe atılmaya en cesaretliniz, fetvaya (dinî meselelere) cevab vermeye en çok cesaret göstereninizdir.”
Bir düşünelim: Bir kimse tababet, matematik veya astronomi ilmine dair bilgisi olmadığı halde, bunlar üzerinde söz söylemeye ve yazı yazmaya cesaret edemez. Cesaret edecek olursa, büyük hatalara düşmüş ve kendini çok küçük düşürmüş olur. Artık bu ilimlerden çok daha önemli ve geniş olan, üstelik sorumluluğu büyük olan dinî ilimler üzerinde yeterince bilgisi olmayanların söz söylemeye ve cevab vermeye cesaret göstermeleri nasıl doğru olabilir? Böyle bir cesaret, büyük sorumlulukları gerektirmez mi? Bunun benzeri, insanların yapmış oldukları kanun maddelerini bilmeyen kimselerin bu maddeler konusunda gelişi güzel söz söylemeleri, bunların nelerden ibaret olduğunu ve nasıl uygulanacağını açıklamaya kalkışmaları asla doğru görülmez. O halde Allah kanunu olan yüce dinin yüksek hükümleri hakkında yeterli bilgi sahibi olmayanların söz söyleyip cevab vermeye kalkışmaları nasıl doğru olabilir? İnsan bunun manevî sorumluluğunu düşünüp titremelidir. Maddî çıkarlar, hiç bir zaman manevî sorumlulukları karşılayamaz.
Eğer din konusunda herkes, müslümanlar tarafından kabul edilen muhterem bir müctehide uymaz da kendi düşüncesine göre söz söyleyecek olursa, hak dinin yüce aslını kaybetmiş ve büyük bir sapıklık içine düşmüş olur. Nitekim böyle karanlık bir durum, geçmiş ümmetlerden bir çoğunun başına gelmiştir. Bu sebebden dolayı, müslümanlar böyle bir sapıklığa düşmemek için, öteden beri bu dört büyük müctehidden birine uymuşlar ve onu yol gösterici kabul etmişlerdir. Bu sayede de manevî sorumluluktan kurtulmak çaresini elde etmişlerdir.
Sonuç: Bu dört müctehidin büyüklüğü üzerinde ve onların mezheblerinin hak olduğunda müslümanlar çoğunluğunun birliği vardır. Bu dört mezhebden başkasına uyulmaması konusunda da yine bütün müslümanların sanki bir birlik anlaşmaları olmuştur. Çünkü bu dört mezhebi kuran dört müctehidden her biri, Hazret-i Peygamberimizin devrine çok yakın bir zamanda yetişmiş, büyük bir ilim ve güzel amellerle vasıflanmışlardı. Üstün bir zekaya sahib olan, eserleri zamanımıza kadar ulaşan ve bütün müslümanların takdirini kazanan kimseler olmuşlardır. Böylece müslümanlar arasında fazla ayrılık kapısı kapanmış, tam yetki sahibi olmayanların içtihada kalkışmalarına meydan kalmamıştır.
Ara sıra meydana çıkacak bazı mesele ve olayların hükümlerini belirlemek için bu dört müctehidden birinin uygulamış olduğu esasa ve benimsemiş olduğu usule başvurmak yeterlidir. Bunlara uyarak din ilimlerinde yetki ve faziletleri kabullenilmiş olan kimseler tarafından, bu gibi mesele ve olayların hükümleri çözümlenip belirlenebilir.
Bu saygıdeğer dört müctehide, Eimme-i Erbaa (Dört İmam) denir. İmam-ı Azam’dan başka üçüne de, Eimme-i Selâse (Üç İmam) denir. Yüce Allah hepsinden razı olsun. Amîn…
|
|
Bugün 74 ziyaretçi (147 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|