|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Müslüman Felsefeciler
Pzt, 03/22/2010 - 16:59 — HUSEYIN SASMAZ
İlahiyatla ilgili konularda felsefi meseleler Müslümanlar arasına sızdığında, Hasan el-Basri, Gaylan ed-Dımeşki ve Cehm b Safvan gibi bir kısım âlimler, Emevi asrının sonları ile Abbasi asrının başlarında birçok kelami meselelerle karşı karşıya geldiler. Onlardan sonra gelen âlimler Aristo mantığını öğrendiler. Tercüme edildikten sonra kendilerini bazı felsefi kitaplara verdiler. Böylece kelami meselelerde araştırma sahası genişledi ve bilinen kelam ilmini araştırır oldular. Vasıl b Ata, Amr b. Ubeyd, Ebi Huzeyl el-Allaf ve Nazzam gibi şahsiyetler bunların başında gelmektedirler. Ancak bunların yapmakta oldukları felsefi çalışmalar kâmil, eksiksiz bir felsefi çalışma olmayıp felsefi düşüncelerin genişletilmesi çerçevesinde yapılan çalışmalardı. Hatta felsefedeki farklı görüşleri bütün felsefi konuları değil, takip ettikleri, ilgilendikleri meselelerde her felsefi grubun görüşünü öğrendiler.
O felsefeciler bazı felsefi araştırmalarla uğraşmalarına rağmen Kur'an'a imanla bağlıydılar. Bu nedenle onlar İslâm'dan çıkmadılar. Ancak delil getirme sahasını genişlettiler ve kendilerini delillere çok önem veren kimseler saydılar. Ancak onların bu çalışmaları imanı kuvvetlendirici ispatlar getirmede ve Allah'ı her şeyden tenzih etmeye özen göstermede ağırlık kazanıyordu. Bu nedenle, bazı görüşlerinde farklılık olmasına rağmen onların hiçbirinde inançlardan sapma görülmedi. Onların hepsi İslâm'ı savunan Müslüman kimselerdi.
Kelamcılardan sonra ise cemaat veya mezhep olacak seviyeye ulaşamayan, her ne kadar bir takım fertler onların araştırmalarını güzel bulduysalar da grup olarak Müslümanlardan tabileri bulunmayan bir takım kimseler geldi. İşte kelamcılardan sonra gelen bir dönemde İslâm topraklarında Müslümanlar arasında vücut bulan ve “Müslüman felsefeciler” olarak isimlendirilen kimseler bunlardır.
Kelamcılardan sonra gelen asırda felsefi düşünceler ve felsefi kitaplarla tanışmanın Müslümanlara felsefi araştırmaları sevdirmesiyle, felsefecilerin Müslümanlar arasında bulunmalarını sağladığı ve onların önünü açtığı zannedilir. Bu durum bazı kişilerin bu düşüncelerde genişlemelerine neden oldu. Felsefeyi derinlemesine ve geniş bir şekilde, her şeyde, her düşüncede, her yönüyle kapsamlı bir şekilde incelediler. Bütünüyle ona yöneldiler. Felsefeden önemli bir bölümü hazmetmeleri onlara felsefi düşünebilme ve felsefi sonuçlar çıkarabilme yeterliliğini kazandırdı.
Müslümanlar arasında felsefecilerin bulunması, felsefi konularda özellikle ve özel bir şekilde de Yunan felsefesi üzerinde yapılan bu geniş ve derin inceleme ve araştırmaların sonuçlarıdır.
Müslümanlar arasında ortaya çıkan ilk Müslüman filozof H. 260 yılında vefat eden Yakub el-Kindi'dir. Daha sonra bunu diğer Müslüman filozofların çıkışı izledi. Bu nedenle kelamcılar ortaya çıkmadan önce ve kelamcıların takip ettikleri metod egemen olduktan sonra ancak İslâm topraklarında Müslüman felsefecilerin varlığına rastlandı. Felsefecilerin metodu olan tartışma ve münazara kelamcılardan ve âlimlerden birçoğunun gözünde felsefeyi büyüttü. Ancak bundan önce Müslümanlardan hiçbir kimse filozof olmamıştır. Böylece İslâm topraklarında Müslümanlar arasında kelamcılar ve felsefeciler de yer aldılar.
Ancak kelamcılarla felsefeciler arasında fark vardır. Kelamcılar sadece birtakım felsefi düşünceler hakkında bilgi sahibi idiler. Felsefeciler ise felsefe âlimleridirler. Bu nedenle felsefeciler kelamcıları cahil kimseler olarak görürler. Kelamcıları safsatacı ve cedelci kimseler sayarlar. Felsefecileri ise, akledilebilen şeyleri doğru bir felsefi araştırma ile akli olarak araştırırlar.
İlahiyatla ilgili konularda araştırma yapan kelamcıların ve felsefecilerin metodları arasında fark vardır. Bu farklar şu şekilde özetlenebilir:
1. Kelamcılar iman kaidelerine inandılar, onların doğruluğunu kabul ettiler ve iman ettiler. Sonra inandıkları şeyleri akli kanıtlarla delillendirmeye başladılar. Mantıki kanıtlarla akli olarak akidevi konular hakkında delil getiriyorlardı. Akidelerini ispat etmek için mantıki üslûp ile akli araştırmayı esas alıyorlardı. İslâm'ın temel kurallarına inandıkları için, iman ettikleri hususları ispat etmede kanıtlar ve deliller üretiyorlar, oluşturuyorlardı.
2. Her ne kadar araştırmalarında kelamcılardan ve felsefecilerden Müslüman olanlara cevap vermeleri belirgin ise de kelamcıların araştırmaları; ister -anlayış farklılığından dolayı birbirine muhalif olan Mutezile, Mürcie, Şia ve Hariciler gibi- Müslüman guruplara karşı olsun, isterse Hıristiyan, Yahudi, Mecusi vb. Müslüman olmayan gruplara karşı olsun akidelerini savunmaya dayalı ve karşıtlarının görüşlerinin çürütülmesi ile ilgili konuların araştırılması ile sınırlı kalmışlardır.
3. İslâmî görüşlerle çelişmesi ve farklılıklar arzetmesi ile birlikte kelamcıların araştırmaları İslâmî araştırmalar sayılır. Kelamcılardan herhangi bir grubun görüşüne inanan Müslüman, İslâmî bir görüşe inanmış sayılır ve inandıklarına İslâmî akide olarak itibar edilir.
Kelamcıların metodunun özeti işte budur. Felsefecilerin metodunu ise şu şekilde özetlemek mümkündür:
1- Felsefeciler sadece soyut meselelerin araştırılması ile ilgileniyorlardı. Araştırmalarının metodu ve temel direği kanıtların da işaret ettiği gibi meselelere bakışta odaklaşmaktadır. İlahiyat konusuna bakışları ise “mutlak varlığa” ve “mutlak varlığın zatının” gerektirdiği hususlara bakışlarında görülür. Onlar, olaylara kanıtların ulaştırdığı bir bakış açısı ile bakarlar ve bu yol üzere adım adım yürüyerek ulaşabildikleri sonuca kadar giderek vardıkları sonuca inanırlar. Felsefeden maksat ve felsefenin temeli de budur.
Felsefecilerin yaptıkları araştırmalar içerisinde her ne kadar İslâm'la alakalı bazı konulara rastlanılsa da araştırmaları sırf felsefi araştırma olup İslâm'la alakası yoktur. Onlar genelde, ölmek ve yeniden dirilmek, şu andaki beden ile yeni bir hayata başlamak gibi doğruluğu veya yanlışlığı hakkında akli deliller getirilmesi mümkün olmayan nakle dayanan hususları araştırmalarına konu edinirler. Çoğu kere Yunan felsefesindeki bazı görüşleri sahip oldukları İslâm akidesinden etkilenerek açıklarlar ve herhangi bir meseledeki hükmü bu esasa göre verirler. Yine çoğu kere birtakım felsefi meselelerle İslâmî meseleleri birbirine uyumlaştırmaya çalışırlar. Ancak onların bu davranışları Müslüman olmaları ve İslâm'dan etkilenmelerinin ürünüdür. Fakat felsefeciler kelamcılarda olduğu gibi düşüncelerine İslâm'ı esas alarak, fikri bakımından İslâm'dan etkilenmiş kimseler değildirler. Tıpkı Hıristiyan felsefecilerin Hıristiyanlıktan, Yahudi felsefecilerin Yahudilikten etkilenmeleri gibi uzak bir şekilde İslâm'dan etkilenmişlerdir. Araştırma esnasında ortaya konulan konuların, eskiden kalan mefhumların kalıntılarından etkilenmesi elbette ki kaçınılmazdır.
Ancak felsefecilerin üzerinde yürüdükleri esas “mutlak varlık” ve “mutlak varlığın zatının” gerektirdiği hususlar olduğu halde onlar, gerçekte Yunan felsefesinin etkisinde kalmışlardır. Düşünce yapıları Yunan felsefesine göre şekillenmiştir. Felsefi düşüncelerini Yunan felsefesinde iyice olgunlaştıktan sonra yazmışlardır. Ortaya koydukları felsefelerin İslâm'la herhangi bir bağı da yoktur.
2- Müslüman felsefeciler, İslâm'ı savunmakla yetinmeyerek birtakım hakikatlerin kabullenilmesi ve delillerle ispatlanması ile uğraşmışlardır. Her ne kadar zaman zaman İslâm'dan etkilenmişlerse de İslâm'a ters düşen söylemlerin reddedilmesi ve bunlara karşı İslâm'ın savunulması gibi konulara girmemişlerdir. Araştırmalarının temelini akli araştırmalar oluşturmakta ve her şeyde akla dayanmaktaydılar.
3- Müslüman felsefecilerin araştırmaları İslâm dışı araştırmalardır. İslâm'la alakası olmayan sırf felsefi araştırmalardır. Araştırmalarında İslâm'ın yeri yoktur. Dolayısıyla ortaya koydukları görüşler İslâmî görüşler sayılmadığı gibi İslâm kültüründen de sayılmaz.
İşte, kelamcılar ile Müslüman felsefeciler arasındaki fark bunlardır. Müslüman felsefecilerin gerçek yüzü de budur. Ancak ne yazık ki gerçeğin tam tersine İslâm'a sokulan aldatmacaların etkisi ile el-Kindi, Farabi, İbni Sina ve benzeri Müslüman felsefecilerin uğraştıkları felsefeler "İslâm felsefesi" olarak isimlendirilmiştir. Oysa bunların felsefelerinin İslâm'la herhangi bir şekilde bağı olmadığı gibi, temel yapısı ve detayları itibarı ile de İslâm'la tamamen çelişen felsefelerdir.
Bunların felsefelerinin temelde İslâm'la çelişen tarafı, kâinat ötesi/metafizik konuları yani “mutlak varlık” hakkındaki araştırmalarında görülür. Oysa İslâm bunların tersine, kâinat hakkında yalnızca hissedilebilen nesneler üzerinde araştırma yapılmasına izin verirken Allah Subhenehû ve Teala’nın zatı ve kâinat ötesi konular hakkında araştırma yapmayı yasaklamakta ve naklen bildirilenlere şüphesiz bir şekilde teslim olmayı emretmektedir. Aklın bu alanlarda herhangi bir araştırma yapmasına izin vermeden eksiksiz ve fazlasız emredilenler sınırında kalınmasını istemektedir.
Müslüman felsefecilerin detay konularda İslâm'la çelişen düşünceleri ise, İslâm'ın küfür saydığı birçok konu hakkındaki araştırmalarında görülür. Evrenin ezeli ve kadim (başlangıcının ve sonunun bulunmadığı) olduğu, Cennet nimetlerinin maddi değil ruhi olduğu, Allah Subhenehû ve Teala’nın eşyanın detaylarını bilemeyeceği gibi İslâm’ın nazarında kesinlikle açık küfür sayılan konular hakkındaki araştırmalarında ve düşüncelerinde görmek mümkündür. Bu kadar açık çelişkilere rağmen nasıl olur da bunların ortaya koydukları felsefeye “İslâm Felsefesi” denilebilir? Kaldı ki mutlak olarak İslâm’da felsefe yoktur. İslâm’ın hissedilebilen şeyler hakkında akli araştırma yapılmasına izin verip, duyularla algılanamayan metafizik konular hakkında akli araştırma yapılmasını yasaklamasından dolayı İslâm, bütün felsefi araştırmalardan uzaktır ve apayrı bir yol takip etmektedir. İslâm’da felsefi araştırmaların varlığına dair herhangi bir ihtimal dahi yoktur. Bu nedenle “İslâm felsefesi’ diye bir şey söz konusu değildir. İslâm’da Kur’an-ı Kerim ve nebevî sünnet ile ilgili araştırmalar vardır. Akide, hükümler, emir, nehiy ve haberler olarak İslâm’ın aslı sadece Kur’an ve Sünnettir.
İctihad
Per, 04/08/2010 - 15:30 — HUSEYIN SASMAZ
Lügatte “ictihad”; meşakkati ve külfeti gerektiren bir işi gerçekleştirebilmek için bütün gücü sarfetmektir. Usulcülerin ıstılahında ise ictihad; insanın daha fazlasını yapmaktan aciz kaldığını hissedeceği bir seviyede, Şer’î hükümlerden zannı istenen bir şeyde bütün gücü kullanmaktır.
İçtihat, hadis ile sabittir. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Ebu Musa el-Eşari'yi Yemen'e gönderince ona şöyle dediği rivayet edilir:
أَقْضِي بِكِتَابِ اللَّهِ, فَإِنْ لَمْ تَجِدْ فِبسُنَّةِ رَسُولِ اللَّهِ, فأجْتَهِدُ رَأْيِك "Allah’ın Kitab'ı ile hükmet. Onda bulamazsan Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Sünneti ile hükmet. Onda da bulamazsan (Kur'an ve sünnete göre) görüşünle ictihad et."
Yine Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel ile Ebu Musa el-Eşari'ye şöyle söylediği rivayet edilir:
بم تقضيان؟ فقال: أن لم نجد الحكم في الكتاب والسنة قسنا الأمر بالأمر فما كان أقرب إلى الحق عملنا به "Ne ile hükmedeceksiniz? Onlar: Eğer hükmü Kitapta ve sünnette bulamazsak bir işi diğerine kıyaslar ve hakka en yakın olan ile amel ederiz."
İşte bu kıyas, hükmü istinbat etmek için yapılan bir kıyastır ve Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem de onların bu sözlerini onaylamıştır.
Yine Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderdiğinde ona şöyle dediği rivayet edilir:
بم تحكم؟ قال بكتاب الله قال: فإن لم تجد. قال بسنة رسول الله. قال: فإن لم تجد. قال: اجتهد رأيي. فقال: الحمد لله الذي وفق رسول رسول الله لما يحبه الله ورسوله “Ne ile hükmedeceksin? Allah’ın kitabı ile. Allah’ın kitabında bulamazsan? Allah’ın Resulünün sünneti ile. Allah’ın Resulünün sünnetinde de bulamazsan? Kitap ve sünnete göre kendi görüşümle ictihad ederim, dedi. Bunun üzerine Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle dedi: “Allah’ın Resulünün elçisini Allah ve Resulünün sevdiği şeyde muvaffak kılan Allah’a hamd olsun."
İşte bu olay Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Muaz'ın ictihad yapmasını ikrar ettiğine dair açık bir ifadedir.
İçtihada karşı çıkan hiç kimse de olmamıştır. Şer’î delilden istinbat edilen görüş ile hükmedilebileceğine Sahabe de icma etmiştir. Yani Sahabe, hakkında nass ile gelen açık hüküm bulamadıkları her olay hakkında ictihad yapma hususunda icma etmişlerdir. Bu icma hiç şüphesiz tevatüren bize ulaşmıştır.
Ebu Bekir Radıyallahu Anhu'nun الكلالة “kelâle” hakkındaki sözü bunun için bir örnektir. Bu konuda Ebu Bekir şöyle diyordu: "Bu meselede ben görüşümü söylüyorum. Görüşüm doğru ise bu Allah'tandır. Hatalı ise benden ve şeytandandır. Allah bundan beridir. Kelale; babası ve çocuğu olmaksızın ölen kimsedir."
“Bu meselede ben görüşümü” söylüyorum sözü, bu benim aklıma dayanan bir görüştür anlamına gelmez. Bu ifade; ben, ayetteki “Kelâle” lafzından anladığımı söylüyorum anlamına gelmektedir. “Kelâle” kelimesi Arap lügatinde üç şeye kullanılır:
1. Geride oğlu ve babası olmaksızın ölen kimse,
2. Ölenin geride kalanlarından herhangi birisinin ne babası ne de çocuğu olmayan kimse demektir (üvey evlat gibi),
3. Baba ve evlat tarafından akraba olmayan kimseye de "Kelâle" denir.
Bu üç anlama göre hangi mana ayetteki "Kelâle" kelimesine uyacaktır. Ebu Bekir Radıyallahu Anhu Allahu Teâla'nın;
وَإِنْ كَانَ رَجُلٌ يُورَثُ كَلالَةً أَوْ امْرَأَةٌ "Eğer bir adam bir kelaleye veya bir kadına miras bırakırsa…"[1] ayetinde geçen “kelâle” kelimesini bu üç anlamdan biri ile anlamıştır. Ayette geçen كَلالَةً kelimesi كان'nin haberidir. Yani, eğer adam kelale ise mirastan pay alabilir. Ebu Bekir’in “kelâle” kelimesinin manasını, ikinci bir ayette geçen;
قُلْ اللَّهُ يُفْتِيكُمْ فِي الْكَلالَةِ إِنْ امْرُؤٌ هَلَكَ لَيْسَ لَهُ وَلَدٌ وَلَهُ "De ki; Allah Kelâle hakkında hüküm bildiriyor. Çocuğu olmayan bir kimse ölünce…"[2]
“Kelâle” kelimesinden ve bu ayetin nüzul sebebi olarak rivayet edilen hadisten anlamış olabilir. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem hastalanmış olan Cabir b. Abdullah'ı ziyaret etti ve Cabir: "Ben kelaleyim malım hakkında nasıl hüküm vereyim?" diye sorması üzerine "...bir kimse ölünce" ayeti indi. İşte Ebu Bekir'in açıklamış olduğu bu görüş, kendinden çıkardığı kişisel bir görüş değil bir ictihadtır.
Aynı şekilde Ebu Bekir'in ölenin anneannesine miras verip babaannesine miras vermemesi de ictihadtır. Bu olay üzerine Ensar'dan bir kısmı itiraz ederek şöyle dedi: "Sen öyle bir kadına miras verdin ki, kendisi (anneanne) ölmüş olsa idi kızı ona varis olamazdı. Ve öyle bir kadını da mirastan mahrum bıraktın ki, kendisi (babaanne) ölen olsa idi, çocuğu (baba) onun bütün malına varis olurdu."
Bunun üzerine Ebu Bekir mirası bunların ikisi arasında paylaştırdı.
Bir başka örnek: Ebu Bekir'in, muhacirlerle İslâm'a istemeyerek girenlere ganimetleri eşit miktarda pay vermesi üzerine Ömer; “Yurdunu ve mallarını bırakıp Allah’ın Resulüne hicret edeni, istemeyerek İslâm'a girenle bir tutma” deyince, Ebu Bekir; Onlar ancak Allah için Müslüman oldular. Onların ücretini Allah verecektir. Dünyada ise işimiz ancak tebliğdir.
Bir başka örnek: Ömer'in dede -babanın babası- hakkında; "Görüşümle hükmediyorum ve bu konuda kendi görüşümü söylüyorum" yani nasslardan anladığımı söylüyor ve ona göre hükmediyorum sözü de ictihada işaret etmektedir. Ömer; ana-baba bir olan iki kardeş ile başka babadan anaları bir olan iki kardeş çocuklar bırakıp ölen bir kadının mirasının taksimi problemi ile karşılaştı. Ömer ana bir iki kardeşe terikenin 1/3'ünü miras olarak verdi. Fakat ana-baba bir kardeşlere bir şey kalmadı. Bunun üzerine ana-baba bir kardeşler Ömer'e; Ey müminlerin emiri! Tut ki babamız eşekti -bir rivayette de taştı- biz aynı anadan değil miyiz? diyerek itiraz etmeleri üzerine Ömer, görüşünden döndü ve onları da 1/3 hisseye ortak etti. Yani onlara da mirastan 1/3 verdi. Aynı olayda bazı Sahabeler başka bir görüşe sahiptirler. Onlar kocaya terikenin/mirasın yarısını, Ömer'in davranışında ve açık nassta olduğu gibi anaya 1/6, ana bir kardeşlere nass ile amel ederek 1/3 verdiler. Geride ise ana-baba bir kardeşlere bir şey kalmadı. Bu nedenle de onlara terikeden bir şey vermediler. Ömer; babaları farklı olsa da bir anadan olan kardeşlerin aynı baba ve anneden olan kardeşler gibi olduklarını anlamıştır. Anneleri bir olduğu için başka babadan olan kardeşlerin mirasta hakları olduğunu kabul etti. Diğer Sahabeler ise daha farklı anladılar. Her biri nassı anladıkları şekilde ictihad ettiler.
Bir başka misal daha verelim: Semre'nin Yahudi tüccarlardan onda bir olan vergiyi içki olarak aldığı ve onu daha sonra sirke haline getirerek sattığı Ömer'e bildirilince Ömer'in; "Allah Semre'yi kahretsin. Allah’ın Resulünün şöyle dediğini bilmiyor mu?
لَعَنَ اللَّهُ الْيَهُودَ حُرِّمَتْ عَلَيْهِمُ الشُّحُومُ فَجَمَلُوهَا فَبَاعُوهَا قَالَ سُفْيَانُ جَمَلُوهَا أَذَابُوهَا "Allah Yahudilere lanet etti. Onlara iç yağları haram kılınmıştı da onlar onu eritip güzelleştirdiler ve sattılar."[3] demesi ve Ömer'in içkiyi yağa kıyas ederek içkinin haramlılığının, bedelinin de haram kılınmasına işaret olduğunu belirtmesi de bir ictihad örneğidir.
Yine Ali Radıyallahu Anha'nın içki içene uygulanacak had ile ilgili olarak söylediği; "Kim bunu içerse sayıklar. Kim de sayıklarsa iftira eder. Kim de iftira ederse ben ona müfteriye uygulanması gereken haddi uygun görürüm" sözü de yine ictihada bir örnektir. Ali Radıyallahu Anha, içki haddini iftira haddine kıyas etti. Çünkü içki içenin iftira atacağına dair zan vardır. Zira Şeriata göre bir şey hakkında zan varsa bunun hükmü bilinip zan edilmeyen şeyin hükmüne uydurulur. İkisi de aynı hükme sahip olur. Örneğin; uykuda kalan kimse kendisinden bir şey çıkacağı zannını, gerçekten kendisinden bir şey çıktığına tatbik eder. Böylece bir kimse uyuyunca abdesti bozulmuş sayılmıştır. Yine Şeriat; biri evlenip kadına dokunursa/cinsî münasebette bulunursa ve sonra da kadını boşarsa boşanmış kadına hamile kadının iddet hükmünü uygular. Adam münasebette bulunduğu için kadın hamile olmuş olabilir. Bu zan var olduğu için gerçek hamile kadının hükmünü vermektedir.
İşte, bunların hepsi Sahabenin Allah onlardan razı olsun yaptığı ictihadlara ve ictihad hakkındaki icmalarına açık ve kesin örneklerdir.
Bir ictihadın kapsamına giren meselelere hükmü tatbik etmek ictihad değil Şer’î hükmü anlamaktır. Çünkü ictihad; ister, zorla bir malı alan gaspçıya, Şâri tarafından hırsıza uygulanan el kesme cezasının uygulanması gibi külli delilden külli bir hükmün istinbatı şeklinde olsun, isterse; فَإِنْ أَرْضَعْنَ لَكُمْ فَآتُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ "Sizin için (çocuklarınızı) emzirirlerse onlara ücretlerini verin"[4] şeklinde gelen Allahu Teâla'nın sözüne ve Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Beni Deel'den uzman birisini ücretle kiralamasına veya yine Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in; أَعْطُوا الْأَجِيرَ أَجْرَهُ قَبْلَ أَنْ يَجِفَّ عَرَقُهُ "Ücretliye ücretini alnının teri kurumadan veriniz."[5] hadisine göre işini bitirdiği zaman ücretlinin ücretini vermesini gerektiren nassa dayanarak cüzi bir delilden icare hükmü gibi cüzi bir hükmü istinbat şeklinde olsun, nassın ya mantukuna, ya mefhumuna, ya delaletine ya da nassta geçen bir illete dayanarak hüküm istinbat etmektir. Gerek külli bir delilden külli bir hükmü istinbat olsun gerek cüzi bir delilden cüzi bir hükmü istinbat olsun, bunların hepsi bir delilde bulunan hükmü almak anlamına geldiği için ictihad sayılır.
İctihad; bir delile dayanarak hükmü anlamada bütün gücü harcamak anlamına geldiği için genel bir delilden genel bir hükmün çıkarılması veya özel bir delilden özel bir hükmün çıkarılması durumu değiştirmez.
İstinbat edilen bir hükmün manası ve içeriği kapsamında bulunan yeni meselelere hükmü uygulamak ictihad değil, hükmü vakıasına indirmektir. Örneğin Allah Subhenehû ve Teala ölü etini haram kılmıştır. Bu nedenle başına vurulan bir darbe sonucunda ölen bir ineğin eti yenmez. Çünkü o Şeriata göre boğazlanmadan ölmüş bir hayvandır. Ölü eti ise haramdır. Kesilmeden ölmüş bir ineğin etinden yapılan bir konservenin alımı ve satımı da Şeriata göre haramdır. Bu hüküm istinbat edilmiş bir hüküm değildir. Bu hüküm "ölü eti" kelimesinin kapsamına giren bir hükümdür.
Örneğin, Müslüman'ın veya Ehl-i Kitabın kesmesinden sayılmadığı için Dürzinin kestiği bir hayvanın eti de yenmez. Dürzinin kestiği bir hayvanın etinin haram oluşu da bir istinbat değildir. Bu hüküm, Ehl-i Kitabın dışındaki kâfirlerin kestiklerinin yenmeyeceği şeklinde bilinen bir hükmün aynı türden bir başka olaya uygulanmasıdır.
Yine kadının şûra (ümmet) meclisine üye olmasının cevazı ile ilgili Şer’î hüküm bir ictihad değildir. Bu hüküm, ancak vekâlet hükmünün uygulanmasıdır. Şura meclisine üye olmak görüşte vekâlet etmektir. Kadının kendi görüşünü temsilen başkasını vekil tayin etmesi veya başkasının görüşünü temsilen kendi vekâlet alması caizdir.
Örneğin; zekât ancak Şer'an delil olarak itibar edilen şeylere dayanarak, zanna dayalı işaretlerle fakir olduğu bilinen kimselere verilir. Buna dair hüküm de zann ile adaleti bilinen fasık olmayan bir kimsenin şahitliği ile olur. Bir takım araştırmalardan sonra kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmek de böyledir.
Bütün bunlar, Şer’î delillerden hükümlerin istinbat edilmesi olarak sayılan ictihad türünden bir hüküm olmayıp ancak, bilinen hükümlerin cüzi meselelere uygulanması veya cüziyatları anlayıp hükümleri onlara tatbik etmektir. Bu ise ictihad kapsamına değil yargı kapsamına girer. Belli bir Şer’î hükmü karara bağladığı için ictihad sayılmaz. Bu ancak daha önceden bilinen bir Şer’î hükmün herhangi bir olaya tatbik edilmesidir. Aynı olay gibi bir başka olay olduğunda bu olaya tatbik edildiği gibi ona da tatbik edilir. Onun için bu ictihad sayılmaz.
Şer’î hükümler delilinden bilindikten sonra ictihadı değil uygulamayı gerektirir. Şer’î nasslar ise bunun tersine içinden Şer’î hükmü almak için ictihadı gerektirir. Bu nedenle muteber olan Şer’î ictihad; Şer’î nassları anlamada ve Şer’î nasslardan hüküm istinbat etmede bütün gücü harcamaktır. Yoksa ictihadın kapsamına giren meselelere Şer’î hükümleri uygulamada bütün gücü harcamak ictihad sayılmaz.
İslâm'ın Şer’î nassları, Müslümanlara ictihadı farz kılmaktadır. Çünkü Şer’î nasslar insanoğlunun karşılaşacağı bütün olaylara uygulanacak nitelikte tafsilatlı olarak değil mücmel olarak gelmiştir. Bu nedenle karşılaşılan her olaya Şer’î hükmü uygulamak için bu nassları anlamak ve nasslardan Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü istinbat etmede bütün gücü harcamak gerekir. Hatta mufassal/ayrıntılı olarak gelen nasslar bile, gerçek yapısıyla mücmel ve genel olduğu için açıklanmayı gerektirir.
Örneğin; miras ayeti mufassal olarak gelmiştir. Ancak bu mufassal hükümler hakkında dikkatli bir tafsilata girildiğinde "kelâle" ve "hacb" (diğer akrabaları mirastan engelleyen durum) meseleleri gibi birçok mesele cüzi hükümler olmasından dolayı anlamaya ve istinbata/hüküm çıkarmaya muhtaçtır. Bütün müctehidler evladın, ister erkek olsun isterse kız olsun mirasta kardeşlere hacb/mani olduğunu söylerler. Çünkü (ولد) kelimesi her erkek ve kız hakkında kullanılır. Oysa İbni Abbas, kızın hacb olmadığını söyler. Çünkü İbni Abbas'a göre "veled" kelimesi yalnızca erkek çocuklar için kullanılır. Bu nedenle tafsilata sunulan nasslar bile mücmel olarak gelmiştir. Onlardan hüküm çıkarmak için ictihad yapmaya muhtaçtırlar.
Ancak tafsilatlı olarak gelen bu nasslar, yeni olaylar üzerine uygulanmaya muhtaçtırlar. Fakat burada tatbikten maksat ictihad değildir. Bu tatbikten maksat, tafsilatı gerektirse bile mücmelinden hüküm istinbat etmektir. Çünkü Şer’î nasslar genel ve mücmeldirler. Tafsilatlı olarak gelmiş olsalar bile genel ve mücmel olması teşrii nassların tabiatındandır. İster Kitap olsun ister Sünnet olsun Şer’î nasslar düşünme sahası için teşrii nassların en elverişli olanı, genellik için en geniş sahayı kaplayanı ve genel kuralları çıkartmak için kuralların yerleşmesi bakımından da en elverişli toprağa sahip olanıdır. Bütün halk ve ümmetlere teşrii nass olabilecek güçtedir. Düşünme sahasının en elverişli olanı olması, insanlararası her çeşit ilişkilerin tamamını kuşatmasıyla barizdir. Bu ilişkiler ister fertlerin birbiri ile olan ilişkileri olsun, ister devletle idare edilenler arasındaki ilişkiler olsun, ister devletle halklar ve ümmetler arasındaki ilişkiler olsun bunlar ne kadar yenilenirse, çeşitlenirse ve artarsa artsın bu Şer’î nasslar bunlarla ilgili hükümler istinbat etmeye ve üzerinde düşünmeye imkân verebilecek güçtedir. Bu nedenle bütün teşrii nasslar arasında düşünme sahası en geniş, en elverişli olanını Şer’î nasslar oluşturur. Genellik için en elverişli nasslar olması, mantuk, mefhum, delalet, illetlendirme ve illetlendirme kıyasını kapsamına almasından dolayı cümlelerinde, lafızlarında ve kalıpların üslûbunda açıkça görülmektedir. Bu hususlar kolay, daimi ve her işi kapsayıcı bir şekilde hüküm çıkarma imkânını sağlar.
Genel kuralların yeşermesi için en verimli toprağa sahip olması ise, bu nassların ihtiva ettiği genel anlamların zenginliğinde ve bu genel anlamların tabiatında açıkça görülür. Bu nedenle Kur'an ve hadis, tafsilatlı konularda bile ana hatları ile gelmiştir. Genel hatların tabiatı, külli ve cüzi meseleleri kapsamına alabilecek genel manaları içeriğinde barındırır. Ki; anlamlarının zenginliği de zaten buradan kaynaklanmaktadır. Üstelik bu genel manaların delalet ettikleri şeyler, mantıki, farazi ve nazari şeyler değil, hissedilebilen ve vakıası olan şeylerdir. Aynı zamanda bunlar yalnızca belirli fertlerin ihtiyaçlarına çözüm getirmeyip insan cinsinin ihtiyaçlarına çözüm getirmektedir. Yani insanın yaptığı bir fiilin türü ne olursa olsun insana ait fiilin hükmünü açıklamaktadır. Bu nedenle birçok hükümlere ve anlamlara uygun bir şekilde gelmiştir. Bunun için genel kaidelerin yeşerebileceği en verimli toprağa sahip nasslar Şer’î nasslardır.
Teşrii açıdan Şer’î nassların hakikati işte budur. Bunlara ilave olarak bu nasslar insanoğluna gelmesinden dolayı da bütün ümmetler ve halklar için teşrii kaynağı olarak gelmiştir. Bu nedenle, bu Şer’î nassları Şer’î anlayışla anlayıp, her olayın Şer’î hükmünü Şer’î nasslardan çıkarıp, her zaman uygulayabilme imkânını sağlayacak müçtehitlerin bulunmasına ihtiyaç vardır.
Olaylar her gün yenilendiği için bir dairede sınırlandırılamaz. Dolayısıyla çıkan her yeni olay hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü bildirecek müçtehitlerin bulunması zaruridir. Aksi takdirde yeni çıkan olaylar hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü bilinmemiş olur ki bu caiz değildir.
İctihad ise Müslümanlara farz-ı kifayedir. Eğer onların bir kısmı bu farzı yerine getirirlerse, diğerlerinin üzerinden sakıt olur. Hiçbiri bunu yerine getirmezse, içinde müctehid bulunmayan o asırda yaşayan bütün Müslümanlar günahkâr olmuş olurlar. Bundan dolayı, bir asırda mutlak şekilde bir müctehidin bulunmasından yoksun olması asla caiz değildir. Çünkü dinde fakih olmak ve ictihad yapmak farz-ı kifayedir. Eğer bütün Müslümanlar bunun terki üzerine birleşirlerse hepsi günahkâr olurlar. Nitekim bir asırda bütün Müslümanlar bunun terki üzerine birleşirlerse sanki dalalet üzerine birleşmiş olurlar. Başka ifadeyle Allah Subhenehû ve Teala’nın ahkâmını terk etmek konusu üzerine ittifak etmiş sayılırlar. Bu ise, asla caiz olmaz.
Buna ek olarak, Şer’î hükümleri bilme yolu ictihadtan geçer. Buna göre Şer’î hükümleri bilme hususunda, kendisine dayanılabilecek bir müçtehitten bir asrın yoksun olması, Şeriatın iptal edilmesine ve Şer’î hükümlerin yok olmasına yol açar. Bu ise kesinlikle caiz değildir.
Müçtehit, hüküm istinbatında bütün gücünü harcar. İçtihadında isabet ederse iki sevap, hata ederse bir sevap alır. Bu konuda Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle demektedir:
إذا حكم الحاكم فاجتهد ثم أصاب فله أجران وإذا حكم فاجتهد ثم أخطأ فله أجر واحد "Hakim ictihad eder ve ictihadında isabet ederse iki sevap kazanır, hata ederse bir sevap kazanır."[6]
Sahabe, zanna dayalı fıkhi konularda müctehidin hata etmesi durumunda ondan günahın kaldırılacağında icma etmişlerdir. Ancak farz olan ibadetler, zinanın ve haksız yere adam öldürmenin haram olması gibi kat'i konularda ictihadın yapılmayacağında ise şüphe yoktur. Bu nedenle Sahabe, zanni meselelerde ihtilaf ettikleri halde kat'i meselelerde asla ihtilaf etmemiştir.
Müctehid kendi görüşünde hata ihtimali olsa bile kendi ictihadıyla ulaştığı zannî meselelerde isabet etmiştir. Ancak müctehidin isabet etmesi demek, mutlak olarak doğruya isabet ettiği anlamına gelmez. Çünkü bu durum zannî hüküm açısından vakıaya uygun değildir. Çünkü Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem müctehidi "hata eden" olarak isimlendirmiştir. Yoksa müctehidin isabet etmesinden kasıt hatadan tamamen uzak olması anlamına gelmediği gibi isabeti hata karşılığı olarak yapılan bir isabet de değildir. Hatalı olan müctehidi doğruyu söyleyen kimse olarak adlandırmak ise nassın itibarına göre olmuştur. Çünkü nass o müctehidin her halde ecir alacağını bildirmiştir. Yoksa kendisi hiç hata etmemiş anlamına gelmez. Buna binaen her müctehid kendi zannına göre isabetlidir. Nitekim bu isabet etme konusu bir hatanın var olabileceği ihtimalini kaldırmaz. Çünkü o mutlak doğruluğu bulmuş değil, ancak bir doğruluk üzerindedir
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Nisa: 12
[2] Nisa: 176
[3] Buhari, Ehadis el-Enbiyai, 3201; Müslim, Musâkâh, 2961; İbni Mace, Eşrebeh, 3374; Ahmed b. Hanbel, Müs. El-Eş’areh, 165; Daremi, Eşrebeh, 2012
[4] Talak: 6
[5] İbni Mace, Ahkâm, 2434
[6] Buhari, Muslim
.
İCTİHAD VE TAKLİD
Salı, 04/06/2010 - 16:14 — HUSEYIN SASMAZ
Allah Subhenehû ve Teala, Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in risaleti ile bütün insanlara hitab etti. Buna işaret eden birtakım ayeti kerimelerde Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ "Ey insanlar! Rabbinizden size burhan/ kesin bir delil geldi."[1]
يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمْ الرَّسُولُ بِالْحَقِّ مِنْ رَبِّكُمْ "Ey insanlar! Resul Rabbinizden size hak ile geldi."[2]
يَاأَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا "(Ya Muhammed! De ki; Ey insanlar doğrusu ben Allah’ın hepiniz için gönderdiği resulüyüm."[3]
Aynı zamanda Allahu Teâla müminlere ve insanlara hükümleri ile hitab etti:
يَاأَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ إِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ "Ey insanlar! Rabbinizden sakının; Doğrusu Kıyamet Gününün sarsıntısı büyük şeydir."[4]
يَاأَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ "Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan Rabbinizden sakının."[5]
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قَاتِلُوا الَّذِينَ يَلُونَكُمْ مِنْ الْكُفَّارِ وَلْيَجِدُوا فِيكُمْ غِلْظَةً "Ey iman edenler! Yakınınızda bulunan inkârcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar."[6]
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لا تَقْرَبُوا الصَّلاةَ وَأَنْتُمْ سُكَارَى "Ey inananlar! Sarhoşken namaza yaklaşmayın."[7]
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَتَبَيَّنُوا "Ey inananlar! Allah yolunda yürüdüğünüz zaman iyice araştırın."[8]
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ لِلَّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ "Ey iman edenler! Allah için adaleti ayakta tutan şahidler olun."[9]
Hitabı duyan kimsenin onu anlaması ve iman etmesi, inanan kimsenin ise yine onu anlaması ve inandığı ile amel etmesi gerekir. Çünkü o Şer’î hükümdür. Bu nedenle, Müslüman için aslolan Şari’in hitabı olan Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü bizzat kendisinin anlamasıdır. Çünkü hitab, doğrudan doğruya Şari'den herkese yönelik bir hitaptır. Yalnızca müctehidlere veya âlimlere yönelik bir hitap değil, mükellef olan herkese yönelik bir hitaptır. Dolayısıyla hitabın gerektirdiği ameli yapabilmeleri için mükelleflerin bu hitabı anlamaları farzdır. Çünkü hitabı anlamadan hitabın gerektirdiği ameli yapmak mümkün değildir. Şer’î nasslardan Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü istinbat etmek/çıkarmak, yani ictihad mükelleflere genel olarak farzdır. İşte bundan dolayı, mükellefte asıl olan, Şari'in hitabından Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü bizzat kendisinin çıkarmasıdır. Çünkü mükellef bu hitabın muhatabıdır ki o da Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmüdür.
Ancak mükelleflerin vakıası, nassları anlamada ve kavramada, öğrenmede, ilim ve cehalet açısından farklılık arzetmektedir. Bu nedenle, herkes Şer’î delillerden Şer’î hükümlerin tamamını istinbat etme hususunda, yani mükellef olanların tamamı müctehid olmada mazeretli sayılırlar. Asıl maksat hitabı anlamak ve onunla amel etmektir. Hitabı anlamak yani ictihad bütün mükelleflerin üzerine farzdır. Bütün mükelleflerin eğitimde, idrakte ve anlamadaki farklı seviyelere sahip olmaları, bizzat kendilerinin hitabı anlamada da farklı olmalarına neden olduğu için mazeretli sayılmaları ictihadı farz-ı kifaye haline getirmektedir. İnsanlardan bir kısmı müctehid olduğu zaman diğerlerinden bu farziyet kalkar. Bu nedenle Şer’î hükümleri istinbat edecek müctehidleri içlerinde bulundurmaları, yetiştirmeleri Müslüman mükelleflere farzdır.
Bu açıklamalara binaen, mükelleflerin durumları ve Şer’î hükümlerin hakikati, Müslümanların müçtehitler ve mukallidler olmak üzere iki gruba ayrıldığını göstermektedir. Herhangi bir konudaki Şer’î hükmü doğrudan doğruya delillerden çıkarabilen kişi müctehid sayılır. Bir meseledeki Şer'i hükmü bir müctehide sorup öğrenen kimse ise mukalliddir.
Soru soran kişinin soruyu öğrenmek ve amel etmek için sorması, öğrenip başkalarına da öğretmek için sorması, yalnızca öğrenmek için sorması veya soran kimsenin mukallid olmasını değiştirmez. Şer’î hükmü bilip başkasına söyleyebilme imkânına sahip olan fakat müctehid olmayan bir kimse, kendine yöneltilen soruya cevap vermesine rağmen mukallid sayılır. Kendisine soru sorulan kimse ister âlim olsun, ister ammi olsun, bunların hepsi bu Şer'î hükümde başkasının mukallididir. Hatta o hükmü istinbat edeni bilmese dahi. Çünkü mükelleften şahsı taklit etmesi değil, Şer’î hükmü alması istenmektedir.
Kişinin mukallid olması demek, bizzat kendisi istinbatta bulunmadan başka bir kişi vasıtasıyla Şer’î hükmü alması demektir. Yoksa mukallid demek şahsı taklit eden kimse demek değildir. Çünkü söz konusu edilen şey şahıs değil Şer’î hükümdür. Dolayısıyla müctehid ile mukallid arasındaki fark şudur: Müctehid; Şer’î hükmü Şer’î delillerden bizzat kendisi istinbat eder. Mukallid ise; hükmü istinbat edeni bilsin bilmesin, Şer’î hüküm olduğuna güvendiği sürece, kendisi dışındaki bir kişiden istinbat edilen Şer’î hükmü alan kimsedir.
İnsanlardan herhangi bir şahsın kendisine ait bir görüşün alınması Şer’î taklidden sayılmaz. Veya falan âlimin, falan düşünürün, falan filozofun görüşü olması itibarı ile bir görüşün alınması gibi olayların hiçbiri Şer’î taklit sayılmaz. Böyle bir olay ancak İslam dışı bir şeyi almak demektir ki bu da Şer'an haramdır. Bir Müslüman’ın böyle yapması helal olmaz. Çünkü Allah Subhenehû ve Teala bize kim olursa olsun Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'den başkasından hiçbir şeyi almamamızı emretmektedir. Bu nedenle Allahu Teâla ayette şöyle buyurmaktadır:
وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا "Resul size ne verdiyse onu alın, sizi neden yasakladıysa ondan sakının."[10]
İnsanların kendilerine ait bir görüşün alınmasını yasaklayan nass vardır. Ubade b. es Samit'ten: Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'i şöyle söylerken işittim:
إِنَّ اللَّهَ لا يَنْزِعُ الْعِلْمَ بَعْدَ أَنْ أَعْطَاكُمُوهُ انْتِزَاعًا وَلَكِنْ يَنْتَزِعُهُ مِنْهُمْ مَعَ قَبْضِ الْعُلَمَاءِ بِعِلْمِهِمْ فَيَبْقَى نَاس جُهَّالٌ يُسْتَفْتَوْنَ فَيُفْتُونَ بِرَأْيِهِمْ فَيُضِلُّونَ وَيَضِلُّونَ "Allahu Teâla size ilmi verdikten sonra onu sizden söke söke almaz. Fakat âlimleri bitirerek ilmi sizden söker. Bundan sonra öyle cahil insanlar kalır ki, onlardan fetva istenir, kendi görüşlerine göre fetva verirler. Böylece bunlar saparlar ve diğerlerini de saptırırlar."[11]
Yani bunlar şahsi görüş ve düşünceleri ile fetva verirler ve arkasındakileri yanıltırlar. İstinbat edilen bir görüş istinbat edenin/müctehidin kişisel görüşü değil Şer’î hükümdür. Kişinin kendi şahsi görüşü olarak itibar edilen bir görüşü Resul bid'at olarak isimlendirmiştir. Sahih bir hadiste Nebi şöyle demektedir:
خَيْرَ الْحَدِيثِ كِتَابُ اللَّهِ وَخَيْرُ الْهُدَى هُدَى مُحَمَّدٍ وَشَرُّ الأمُورِ مُحْدَثَاتُهَا وَكُلُّ بِدْعَةٍ ضَلالَةٌ "Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. Hidayetin en hayırlısı ise Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem 'in hidayetidir. İşlerin en şerlisi ise sonradan ortaya çıkartılandır. Her bid'at ise sapıklıktır."[12]
Hadiste "sonradan ortaya çıkartılanlar" bid'at olarak nitelendirilmiştir. Bid'at, ister ameli olsun, isterse sözlü olsun, hükümlerden; İcmaya, Kitab’a ve Sünnete muhalif olan her şeydir.
Ancak hükümlerin dışında olan davranışlar ve eşyalar bid‘at kavramının kapsamına girmez. Yasaklanan ve kınanan görüşten maksat bunlar değildir. Kınanan yasaklanan şey bir insanın şahsi görüşünden kaynaklanan hükme göre amel etmektir. Çünkü Şer’î hükmün yalnızca Şer’î delillerden alınması gerekir. Şer’î hüküm Şer’î delillerin dışındakilerden alınamaz.
Bu açıklamalara göre Şeriatın mübah kıldığı taklit; bir meseledeki Şer’î hükmü çıkarmaya gücü yetmeyen kimsenin, karşılaştığı meseledeki Şer’î hükmü kendisine öğretmesi ve alması için konuyu Şer’î hükmü bilen bir kimseye sormasıdır. Şeriata göre mukallid işte budur.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Nisa-: 174
[2] Nisa: 170
[3] Araf: 158
[4] Hacc: 1
[5] Nisa: 1
[6] Tevbe: 123
[7] Nisa: 43
[8] Nisa: 94
[9] Maide: 8
[10] Haşr: 7
[11] Buhari, el-I’tisâmi bi’l-Kitâb, 6763
[12] Müslim, Cema’ah, 1435
.
Akide İle Şer'i Hüküm Arasındaki Fark
Pzt, 04/05/2010 - 15:48 — HUSEYIN SASMAZ
Akide İle Şer'i Hüküm Arasındaki Fark
--------------------------------------------------------------------------------
Lügatte, "akide"; üzerinde kalbin düğümlendiği şey demektir. Düğümlenme ise onu kesinleştirmek, kesin olarak onu tasdik etmek demektir.
Bu, her şeydeki tasdiği kapsar bir şekilde geneldir. Ancak bir şeyi tasdik etmek olayında tasdik edilmesi istenen şeye bakılır. Tasdik edilmesi istenen şey esas bir iş veya esastan bir parça ise, onun akide olarak isimlendirilmesi doğru olur. Çünkü o, kendisi dışındakiler için bir ölçü olarak ele alınmaya elverişlidir. Bu nedenle de kalbin onun üzerinde düğümlenmesinin belirgin bir etkisi olur.
Eğer doğrulanması istenen şey, bir esas değilse veya esastan bir parça değilse bu takdirde akideden sayılmaz. Çünkü kalbin onun üzerinde düğümlenmesinin herhangi bir etkisi olmaz. Ona itikat etmede herhangi bir fayda yoktur. Eğer kalbin üzerinde düğümlendiği şeyin eseri/etkisi, insanı tasdik etme veya yalanlama yönünde bir tavır almaya iterse akideden sayılır.
Akide; insan, hayat, kâinat, dünya hayatının öncesi ve sonrası hakkında hayatın öncesi ve sonrası ile olan alakası hakkında külli/bütünsel kapsamlı bir düşüncedir.
Bu tarif her akide için geçerli olduğu gibi İslam akidesi için de geçerlidir. Kapsamına mugayyebatı/hissedilemeyenleri de alır. İslam akidesi; Allah Subhenehû ve Teala’ya, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe, Kaza ve Kader'in, Hayrının ve Şerrinin Allah Subhenehû ve Teala'dan geldiğine iman etmektir. Cennet ve cehenneme, meleklere, şeytanlara ve benzerlerine ve bunlarla ilgili düşüncelere iman da İslam akidesinden sayılır. Hislerle/duyularla idrak edilemeyen mugayyebatla ilgili konuların tamamı akideden sayılır.
Şer'i hüküm ise; kulların fiilleri ile ilgili Şari’in/Şeriat Koyucunun hitabıdır. Bir başka anlatımla; insana ait fiillerden bir fiille veya insanın fiillerinden sayılan sıfatlardan bir sıfatla ilgili fikirlerdir. Kiralama, alışveriş, faiz, kefalet, vekâlet, namaz, halifenin ve Allah Subhenehû ve Teala’nın hadlerinin ikamesi, halifenin Müslüman olması, şahidin adil olması, halifenin erkek olması ve bunlara benzeyen şeylerin tamamı Şer'i hükümlerden sayılır.
Tevhid, risalet, öldükten sonra tekrar dirilme, Resulün yalan söylememesi, Resullerin günah işlememeleri, Kur'an'ın Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olması, hesap, azab ve benzeri şeylerin tamamı da akideden sayılır.
Akideler tasdik edilen fikirlerdir. Şer'i hükümler ise insanın fiili ile ilgili hitaptır. Sabah namazının iki rekât farzı Şer'i hükümdür. Ancak onun Allah'tan geldiğini tasdik ise akidedir. Sabah namazının iki rekât olan sünneti kılınmadığı takdirde herhangi bir şeyi gerektirmez. Kılındığında ise; Şer'i hüküm olmasından dolayı, tıpkı akşam namazının iki rekât sünneti gibi kılana sevap kazandırır. Ancak sabah namazının sünnetine akide açısından baktığımızda kesinlikle tasdik edilmesi gerekir, inkârı ise küfürdür. Çünkü tevatüren sabittir. Akşam namazının sünnetinin tasdik edilmesi istenen bir şeydir. Ancak inkârı küfür değildir. Çünkü zanni delille yani Haber-i Ahad ile sabittir. Haber-i Ahad ise akidede hüccet sayılmaz. Hırsızlık yapan kimsenin elinin kesilmesi Şer'i hükümdür. Ancak Allah Subhenehû ve Teala'dan gelen bir hüküm olduğunu tasdik ise akidedir vb.
Bu açıklamalara binaen akide ile Şer'i hüküm arasında fark vardır. Akide; delile dayalı, vakıaya uygun kesin tasdiktir, iman etmektir. Akidede gerekli olan ise kesinliktir. Şer'i hüküm ise; kulların fiilleri ile ilgili Şari’in hitabıdır. Şer'i hükümde ise zann da yeterlidir, kabul edilir. Bir fikri, idrak etmek ve onun vakıada varlığını veya yokluğunu tasdik etmek akidedir. İnsanın fiillerinden bir fiili çözebileceği veya çözemeyeceği itibarı ile bir fikri idrak ise Şer'i hükümdür. Dolayısıyla fikrin çözüm sayılması için zannî delil yeterlidir. Fakat fikrin vakıasının varlığını tasdik için kesin delil kaçınılmazdır
.
Haber-i Ahad Akidede Delil Değildir
Paz, 04/04/2010 - 15:07 — HUSEYIN SASMAZ
Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in resullüğüne iman; ona itaati ve tabi olmayı, akidede ve hükümlerde Sünnet ile delil getirmeyi gerektirir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلالاً مُبِينًا "Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah’a ve Resulüne başkaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur."[1]
أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ "Allah’a itaat edin ve Resule de itaat edin."[2]
وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا "Resul size neyi getirdiyse onu alın, sizi neden men ettiyse ondan geri durun."[3]
Ancak Sünnetle delil getirmek, kendisi hakkında delil getirilecek şeye göre farklılık arzeder. Hakkında delil olarak kullanılacak konuda zannı galip yeterli oluyorsa Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in böyle bir sözü söylediğine dair kişinin zannı galibi üzere delil getirilir. Yine kişide Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den böyle bir sözü söylediğine dair yüzde yüz kesinlik bulunduğunda ise, zannı galibe nazaran bu tür sünnetin (Haber-i Mütevatirin) delil getirmede önceliği vardır. Ancak yüzdeyüz kesinliği, şüpheden arınmış olmayı gerektiren bir konuda, Sünnetle delil getirilecek kişide Resulün o sözü söylediğine dair yüzde yüz kesinlik bulunması gereklidir. Yoksa kişide Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in böyle bir sözü söylemiş olabileceği zannına dayanarak, kesinlik gerektiren bir konuda zan ile delil getirilmez. Çünkü zan, kesinlik için delil olmaya elverişli değildir. Öyleyse yüzde yüz kesinliği gerektiren bir konuda zanni delil değil ancak kesinlik, yakin ifade eden delil bulunmalıdır.
Şer'i hükümle ilgili bir konuda bir kişinin zannı galibine göre Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü budur demesi doğrudur ve ona tabi olmak gerekir. Bu nedenle ister sübutu açısından olsun isterse delaleti açısından olsun delilin zanni olması caizdir. Bunun için Haber-i Ahad, Şer'i hükümlerde delil olarak kullanılabilir. Nitekim Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem yargıda ve hadislerin rivayetinde bunu kabul etme çağrısında bulundu. Sahabe-i Kiram da, Şer'i hükümlerde bunu kabul ettiler ve uyguladılar.
Akideye gelince: Akide; bir delile dayalı vakıaya uygun kesin tasdik demektir. Akidenin vakıası ve gerçek anlamı bu olduğuna göre, delilinin kesin tasdiki oluşturan olması gerekir. Bizzat delilin kendisi, kesinlik için delil olmaya elverişli oluncaya kadar, kesinlik kazanmadıkça akidede delil olamaz. Çünkü zanni delilden kesinlik çıkmaz. Dolayısıyla da kesinlik hususunda delil olamaz. Bu nedenle zanni olduğu için Haber-i Ahad akidede delil olamaz. Akidenin kesin, şüpheden tamamıyla uzak olması gerekir. Allahu Teâla Kur'an-ı Kerimde zanna uymayı zemmederek şöyle buyurmaktadır:
لَهُمْ بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلا اتِّبَاعَ الظَّنِّ ما "Bu husus hakkında onlarda ilim (kesin delil) yoktur. Onlar ancak zanna uyarlar."[4]
وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلا ظَنًّا إِنَّ الظَّنَّ لا يُغْنِي مِنْ الْحَقِّ شَيْئًا "Onların çoğu ancak zanna uyarlar. Zann ise haktan bir şeyi ifade etmez."[5]
وَإِنْ تُطِعْ أَكْثَرَ مَنْ فِي الأرْضِ يُضِلُّوكَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلا الظَّنَّ "Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar."[6]
إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الأنْفُسُ "Onlar ancak zanna ve canlarının istediğine uymaktadırlar."[7]
وَمَا لَهُمْ بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلا الظَّنَّ وَإِنَّ الظَّنَّ لا يُغْنِي مِنْ الْحَقِّ شَيْئًا "Oysa onların bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyarlar. Zan ise şüphesiz gerçeği ifade etmez."[8]
Bu ayetler ve bunların dışındaki birçok ayet akide ile ilgili konularda zanna uyanları zemmetmede/kınamada açık, net ifadelerdir. Onların kınanmaları ve uyarı almaları, zanna tabi olmaktan men olunduklarına delildir. Haber-i Ahad zanni bir delildir. Akidede Haber-i Ahad ile delil getirmek, akide ile ilgili konularda zanna uymak demektir ki bu hususta Kur'an'da açık kınama vardır.
Şer'i delil ve akide olayı dikkatle incelendiği zaman, akide ile ilgili konularda zanni delil ile delil getirildiği zaman delilin zanni olmasından dolayı itikadı gerektirmez. Bu nedenle Haber-i Ahad akide ile ilgili konularda hüccet değildir.
Dikkat edilecek olursa zanna uymayı kınayan, yasaklayan ayeti kerimelerin Şer'i hükümlerle ilgili ayetler olmayıp akideyle alakalı ayetler olduğu görülür. Bunun için Allahu Teâla, akidede zanna uymayı dalalet saymıştır ve bu ifadeler inançlar konusunda geçmiştir. İnançlarla ilgili konularda zanna uyanları açıkça kınayarak ayette şöyle demektedir:
إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الأنْفُسُ "Onlar ancak zanna ve canlarının istediğine uymaktadırlar."[9]
Allahu Teâla bu ifadeyi şu ayetlerin hemen ardından söylemektedir.
أَفَرَأَيْتُمْ اللاتَ وَالْعُزَّى (19) وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الآخْرَى (20) أَلَكُمْ الذَّكَرُ وَلَهُ الآنثَى (21) تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى (22) إِنْ هِيَ إِلا أَسْمَاءٌ سَمَّيْتُمُوهَا أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ مَا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الأنْفُسُ وَلَقَدْ جَاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمْ الْهُدَى "Ey inkârcılar! Şimdi Lat, Uzza ve bundan başka üçüncüleri olan Menat'ın ne olduğunu söyler misiniz? Demek erkekler sizin, dişiler Allah’ın öyle mi? Öyleyse bu haksız bir paylaşma. Bunlar sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir sultan (kesin delil) indirmemiştir. Onlar ancak zanna uymaktadırlar."[10]
Bu ayetlerde sözü edilen konu görüleceği üzere akide ile ilgili meselelerdir.
وَإِنْ تُطِعْ أَكْثَرَ مَنْ فِي الأرْضِ يُضِلُّوكَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلا الظَّنَّ "Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah Subhenehû ve Teala’nın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar."[11]
Bu ayette geçen "dalalet" kelimesi zanna uymaktan kaynaklanan küfür anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla bu ifade de ayetlerdeki konunun akide ile ilgili meseleler olduğuna delalet etmektedir. Konunun açıklanması bir yönüyle böyledir. Bir diğer açıdan ise;
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Ahad Haber ile hükmettiği, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem zamanında Müslümanların Ahad Habere dayanarak Şer'i hükümleri aldıkları ve Resulün de bu davranışları ikrar ettiği sabittir. Resulün sözü Şer'i hükmün dışındaki ayetleri -ki bunlar akideler ile ilgili ayetlerdi- tahsis ediyordu. Yani bazı ayetlerin genel olmasına rağmen Şer'i hükümleri akide ile ilgili konulardan ayırıyordu
Ancak Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in krallara ve amillerine elçi olarak bir kişiyi göndermesi, Sahabenin Kâbe'ye yönelmeleri, içkinin haram kılınması emri gibi Şer'i hükümle alakalı bir konuda bir kişinin verdiği haberleri kabul etmeleri, Tevbe suresini insanlara (Mekke'lilere) okuması için Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Ali Radıyallahu Anhu'yu Mekke'ye göndermesi gibi tek kişinin haber vermesine dayanan olaylarla ilgili rivayetler Haber-i Ahad'ın akidede delil olarak kabul edildiğine delalet etmezler. Bu rivayetler ancak; ister Şer'i hükümlerin tebliği olsun isterse İslâm'ın tebliği olsun tebliğde Ahad Haberin kabul edilebileceğine delildirler.
Burada, “İslâm'ı tebliğin kabulü aynı zamanda akide için de bir kabul sayılır” şeklinde bir ifade kullanılamaz. Çünkü bir kişinin İslâm'ı tebliğ etmesinin kabul edilmesi, akidenin kabul edilmesi demek değil yalnızca bir haberin kabul edilmesi demektir. Kendisine İslâm tebliğ edilen kişi onu akletmeye çalışır. İtikat edeceği kat'i, kesin bir delil getirildiğinde kabul etmezse küfründen dolayı muhasebe edilir. İslâm'la ilgili bir Haber-i Ahadın reddi küfür sayılmaz. Ancak hakkında kesin, şüphesiz delil getirilen bir konuda İslâm'ı reddetmek küfür sayılır. Bu nedenle İslâm'ın tebliği akideden sayılmaz. Tebliğde Haber-i Ahadın kabulü de şüphesiz böyledir. İster İslâm'ın tebliği olsun, ister Kur'an'ın tebliği olsun, isterse hükümlerin tebliği olsun rivayet olunan olayların hepsi tebliğe delalet eder. Ancak akide konusunda Haber-i Ahad ile delil getirileceğine dair tek bir delil bile yoktur.
Bu nedenle akidenin delili elbette ki kesin olması lazımdır. Yani akide ile ilgili konularda bir şeyin delil olabilmesi için, inkâr edeni tekfir ettirecek ve kesinlikle alınmasını sağlayacak ve her ikisinin de delaletleri kat'i olacak şekilde ya Kur'an'dan ya da mütevatir hadisten olması lazımdır. Eğer akide ile ilgili bir konunun delili Haber-i Ahad olursa onu almak gerekmez, inkâr eden de kâfir sayılmaz. Böylece Hadis sahih olsa dahi ahad yoluyla rivayet edildiğinde, Hadis olduğundan dolayı yani Resulün onu söylemiş olmasından dolayı itikat etmeyi gerektirmediği gibi getirdiklerine itikadı da gerektirmez. Bu açıdan aynen Kur'an gibidir. Kur'an bize tevatür yoluyla nakledilmiştir, itikadı gerektirir ve inkâr eden tekfir olunur. Kur'an'dan olduğu nakledilen ancak haberi ahad yoluyla bize ulaşan; الشَّيْخُ وَالشَّيْخَةُ إِذَا زَنَيَا فَارْجُمُوهُمَا الْبَتَّةَ نَكَالاً مِنَ اللَّهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ "Zina eden yaşlı (evli) erkek ve yaşlı (evli) kadını Allah'tan bir ceza olarak ölünceye kadar taşlayınız. Allah azizdir, hâkimdir"[12] sözü Kur'an'dan bir parça sayılmaz ve itikat etmeyi de gerektirmez. Her ne kadar Kur'an'dan bir parça olduğu rivayet edilmiş olsa da Haber-i Ahad yoluyla rivayet olunduğu için, Kur'an'dan bir parça olduğunun kabul edilmesini, itikat edilmesini ortadan kaldırır. Haber-i Ahad da aynen bunun gibidir. Her ne kadar Hadis olduğu rivayet edilse de, rivayet şekli ahad yoluyla olduğu için kendisine itikat vacib olmaz. Hadis ve içerdiğine itikadın vacib oluşunu reddetmek Hadisi reddetmek anlamına gelmez. Daha doğrusu Hadis tasdik edilir ve Şer'i hükümlerde onunla amel etmek vaciptir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ahzab: 36
[2] Nisa: 59
[3] Haşr: 7
[4] Nisa:157
[5] Yunus: 36
[6] En'am: 116
[7] Necm: 23
[8] Necm: 28
[9] Necm: 23
[10] Necm: 19,23
[11] En'am: 116
[12] Ahmed b. Hanbel, Müs. Ensâr, 20261
Sünnetle İstidlal/Delil Getirmek
Cts, 04/03/2010 - 16:30 — HUSEYIN SASMAZ
Sünnetin Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in sözleri, fiilleri ve sükutu olduğu ve Kur'an gibi Sünnete tabi olmanın da vacip olduğu bilinmektedir. Ancak elbette ki, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bir sözü söylediğinin veya bir fiili yaptığının veya bir söz ve fiil karşısında sükût ettiğinin tespit edilmesi gerekir. Sünnet tespit edildiğinde, gerek Şer’î hükümlerde olsun, gerekse akaidde olsun, Sünnetle istidla/delil getirmek sahih olur.
Sünnet bu tespit edilmeye binaen hüccet sayılır ve böylece Şer’î hüküm veya inanılması gereken akide ile ilgili hususlardan birisi sayılır. Ancak Sünnetin tespit edilmesi; ya kesinliği yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan yeterli sayıdaki bir topluluğun rivayeti şartıyla, Sahabeden bir topluluğun Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den, Tabiinden bir topluluğun Sahabeden ve Tabii't Tabiinden bir topluluğun da Tabiinden rivayet etmesi ile gerçekleşir ki Sünnetin bu türüne "Mütevatir Sünnet" veya "Haber-i Mütevatir" denir. Ya da Sünnetin tespit edilmesi; Tabii’t Tabiinden bir kişinin veya farklı kişilerin Tabiinden, Tabiinden bir kişinin veya birilerinin Sahabeden, bir Sahabenin veya farklı Sahabelerin Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den rivayeti şeklinde sübutu zanni olur. Hadisin bu türüne de "Ahad Hadis" veya "Haber-i Ahad" denilir. Buradan hareketle, Haber-i Mütevatir ve Haber-i Ahad yoluyla rivayet edilen fakat Tabiin veya Tabii Tabiin asrında meşhur olan "Haber-i Meşhur" veya "Haber-i Müstefid", Haber-i Ahad kapsamında olup üçüncü bir Hadis grubunu oluşturmaz. Çünkü Haber-i Ahad derecesinden tevatür derecesine ulaşmadığı için delil getirmedeki konumu da değişmez. İster Sahabe, ister Tabiin, isterse Tabii Tabiin asrında olsun, rivayet zincirindeki sıralamalardan herhangi birisinde “Ahad” varsa Hadis, Ahad Haber sayılır. Hatta iki halkada tevatür olsa birisinde ise ahad rivayet olsa bile durum değişmez. Dolayısıyla Sünnet ya "Mütevatirdir" ya da "Ahad"dır. Bir üçüncüsü yoktur.
"Haber-i Ahad", sahih veya hasen olduğu zaman, ister ibadet, ister muamelat ister cezalarla ilgili hükümler olsun Şer’î hükümlerin tamamında delil olarak kullanılır ve onunla amel etmek de gerekir. Haber-i Ahad ile delil getirmek haktır. Şer’î hükümlerin ispatında Haber-i Ahad ile delil getirmek Şer'an sabittir ve bu konuda Sahabenin Allah onlardan razı olsun icmaı vardır. Şeriatın, bir davanın ispatı konusunda bir kişinin şehadetine itibar etmesi bunun delilidir. Şehadet ise bir Haber-i Ahaddır. Sünnetin rivayetinin ve Haber-i Ahadın kabulü şehadetin kabulüne kıyas edilir. Bu durum Kur'an'ın nassı ile sabittir. Kur'an mali konularda iki erkeğin veya bir erkek ile iki kadının şehadetine göre hüküm vermektedir. Zinada dört erkeğin şehadetini, hadlerde ve kısasta iki erkeğin şehadetini esas almaktadır. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bir şahidin şehadeti ve hak sahibinin yemin etmesine göre hüküm veriyor, emzirme konusunda ise yalnızca bir kadının şehadetini kabul ediyordu. Bunların hepsi Haber-i Ahaddır. Sahabenin hepsi de aynı esas üzere yürüdü ve onlardan herhangi birinin buna muhalefet ettiği rivayet edilmedi. Yargıda yalanın yanında doğrunun tercih edilmesinin bağlayıcılığı vardır. Şüpheler olduğu sürece, bir haber yalan töhmeti altında kalacağı için doğruluk ortadan kalkar ve sabit olmaz. Bu bağlayıcılık ancak Haber-i Ahad ile amelde geçerlidir. Yalanın yanında doğrunun tercih edilmesi için hadisi rivayet eden ravide adalet, sika/güvenilir olma zapt, hadisi rivayet ettiği kişiyi görmüş olma ve yaptığı rivayette takvalı olma özellikleri bulundukça, yalan zannı/şüphesi yok olur ve böylece de ravi hakkında bu şüphe sabit olmaz. Dolayısıyla Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'den rivayet edilen Haber-i Ahad ile amel etmek kıyasen vacib olur. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'den bize ulaşan bir Haber-i Ahadı bir hükme delil kabul etmek, şehadetin kabulü ve onun gereğince bir konuda hükmetmek gibidir. Böylece Haber-i Ahad, Kur'an'ın işaret ettiği bir delil ile hüccet/delil kabul edilir.
Bu hususa işaret etmek üzere Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
نَضَّرَ اللَّهُ عَبْدًا سَمِعَ مَقَالَتِي فَوَعَاهَا ثُمَّ بَلَّغَهَا عَنِّي فَرُبَّ حَامِلِ فِقْهٍ غَيْرِ فَقِيهٍ وَرُبَّ حَامِلِ فِقْهٍ إِلَى مَنْ هُوَ أَفْقَهُ مِنْهُ "Benim sözümü, işitip onu kavrayan ve gereğini yerine getirenin Allah yüzünü nurlandırsın. Fakih olmadığı halde fıkhı taşıyan niceleri vardır. Kendinden daha fakih olana fıkhı ulaştıran nice fıkıh taşıyıcıları vardır."[1]
Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem hadisinde نضرالله عبيداً ifadesi yerine نضرالله عيداً ifadesini kullanıyor. عبدا kelimesi cins isim olup bir veya daha çok kişiler için kullanılır. Buna göre hadis, Resulün hadislerini nakleden bir veya birden fazla sayıdaki kişileri övdüğü anlamını vermektedir.
Üstelik Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem sözünün ezberlenmesine, yerine getirilmesine çağırıyor. Bu nedenle onun sözünü tek veya toplu halde iken işiten herkese bu farz olmaktadır. Onun gereğini yerine getirenin ve kendisi dışındaki bir şahsa onu nakledenin diğer kimse üzerinde etki bırakabilmesi, nakilcinin sözü kabul edilebilir olduğunda geçerlidir. Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hadisini başkalarına ulaştırma çağrısı, onun sözünü kabule çağrıdır ki bu da hadisi nakledenin naklettiği hadisin Resulün sözü olduğunu doğrulamasını yani nakilcinin güvenilir, emin, takva sahibi, zapt sıfatına sahip, neyi taşıdığını ve neye çağırdığının bilincinde olmasını gerektirir. Böylece raviden yalan söylemiş olma zannı tamamen ortadan kalksın ve ravinin doğru söylediği kanaati tercih edilsin. Bu da, Sünnetin sarahatıyla ve delaletiyle Haber-i Ahadın hüccet olduğunun delilidir.
Bütün bunlara ilave olarak Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem, oniki elçiyi kendilerini İslâm'a davet etmek üzere oniki krala gönderiyordu. Bu olayda her krala yalnızca tek elçi gönderilmişti. Eğer Haber-i Ahad ile yapılan bir tebliğe bağlanmak caiz olmasaydı Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem İslâm'ın tebliğinde bir kişinin gönderilmesiyle yetinmezdi. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bu ameli de Haber-i Ahadın tebliğde hüccet olduğunun apaçık delilidir.
Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem elçilerinden birisi vasıtasıyla valilerine yazılar gönderdiği halde valilerinden hiçbirinin aklında Resulün mektubunu ulaştıran elçinin bir kişi olmasından dolayı Resulün emrini infaz etmeyi terk etmek gibi bir düşünce geçmiyordu. Bilakis valiler, Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in elçisinin kendilerine ulaştırdığı hükümlere ve emirlere bağlanıyorlardı. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bu hareketi de Haber-i Ahadın hüccet olduğuna, Şer’î hükümlerde, Resulün emirlerinde ve yasaklamalarında haberi ahad ile amel etmenin vacib oluşuna açıkça delalet etmektedir. Yoksa Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem valilerine bir elçi göndermekle yetinmezdi.
Raviye güvendikleri sürece Sahabe-i Kiram'ın Haberi Ahadı kabul ettikleri, Haber-i Ahad ile amelin onlar arasında meşhur bir olay ve çokça yapılan bir davranış olduğu sabittir. Aynı zamanda Haber-i Vahid olduğu için kendilerine ulaşan bir haberi herhangi bir Sahabenin reddettiğine dair bir olay da yoktur. Sahabe ancak raviye güvenmedikleri zaman ravinin verdiği haberi kabul etmiyorlardı. Böylece Kitap, Sünnet ve Sahabenin icmaı ile Haber-i Ahadın, İslâm’ın tebliğinde ve Şer’î hükümlerde hüccet olduğu sabittir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İbni Mace,Mukaddime, 232; Ahmed b. Hanbel, Bakî Müs. Mukessirîn, 12871, Müs. Medineyyîn, 16153; Daremi, Mukaddimeh, 230
.
Sünnet de Kur'an Gibi Şer'i Delildir
Cum, 04/02/2010 - 14:55 — HUSEYIN SASMAZ
Sünnet de Kur'an gibi Şer’î delildir ve Yüce Allah Subhenehû ve Teala'dan gelen bir vahiydir. Sünneti terk edip yalnızca Kur'an'la yetinmek açık küfürdür. Böyle bir görüş İslâm'dan çıkarıcı bir görüştür. Sünnetin Allahu Teâla'dan gelen bir vahiy olduğu Kur'an'ın açık nassı ile sabittir. Allahu Teâla ayette şöyle buyurmaktadır:
قُلْ إِنَّمَا أُنذِرُكُمْ بِالْوَحْيِ "De ki ben ancak vahy ile uyarıyorum."[1]
إِنْ يُوحَى إِلَيَّ إِلا أَنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُبِينٌ "Bana vahyolunur. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım."[2]
إِنْ أَتَّبِعُ إِلا مَا يُوحَى إِلَيَّ "Ben ancak bana vahyolunana uyarım."[3]
إِنَّمَا أَتَّبِعُ مَا يُوحَى إِلَيَّ مِنْ رَبِّي "Ben ancak Rabimden bana vahyolunana uyarım."[4]
وَمَا يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى (3) إِنْ هُوَ إِلا وَحْيٌ يُوحَى "O hevasından konuşmaz. Ancak O'na vahyolunur."[5]
Hiçbir şekilde tevile/yoruma yer bırakmadan, Resulün getirdiklerinin, konuştuklarının ve uyardığı şeylerin yalnızca vahiyden kaynaklandığı, vahiy ile sınırlı olduğu hususunda bu ayetlerin hem delaletleri hem de sübutu kat'idir/kesindir. Bu nedenle Sünnet de Kur'an gibi vahiydir. Kur'an'a bağlı kalmanın farziyeti gibi Sünnete bağlı kalmanın farziyeti de yine Kur'an'ın açık nassı ile sabittir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا "Resul size neyi verdiyse onu alın, sizi neden alıkoyduysa onu da bırakın."[6]
مَنْ يُطِعْ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ "Kim Resule itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur."[7]
فَلْيَحْذَرْ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَنْ تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ "Onun emrine muhalefet edenlere bir fitnenin veya elim bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar."[8]
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ "Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman, mümin erkek ve mümin kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz."[9]
فَلا وَرَبِّكَ لا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لا يَجِدُوا فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا "Dikkat edin! Rabbine andolsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar."[10]
أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ "Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin."[11]
إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللَّهُ "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah’da sizi sevsin."[12]
Getirdikleri hususunda Resule tabi olmanın farziyeti hakkında bu ayetlerin tamamı açık ve net ifadelerdir. Zira Resule itaat Allah Subhenehû ve Teala’ya itaat sayılır.
Getirdiklerine tabi olmanın farziyeti açısından Kur'an ve Hadis Şer’î delildirler. Bu konuda Hadis de Kur'an gibidir. Bu nedenle, “yanımızda Allah Subhenehû ve Teala’nın Kitabı var, yalnızca onda olanı alırız” demek caiz değildir. Çünkü bu ifadeden Sünneti terk anlaşılır. Bilakis Kur'an ve Sünnet bir araya getirilmeli ve Kur'an delil olarak alındığı gibi Sünnet de delil olarak alınmalıdır.
Hadis olmaksızın yalnızca Kur'an'la yetinmek düşüncesinin bir Müslüman’dan çıkması caiz değildir. Nitekim Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bu noktaya dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:
يوشك أن يقعد الرجل منكم عَلَى أَرِيكَتِهِ يحدث بحديثي فَيَقُولُ بَيْنَنَي وَبَيْنَكُمْ كِتَابُ اللَّهِ فَمَا وَجَدْنَا فِيهِ حَلالاً اسْتَحْلَلْنَاهُ وَمَا وَجَدْنَا فِيهِ حَرَامًا حَرَّمْنَاهُ وَإِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ اللَّهِ كَمَا حَرَّمَ اللَّهُ "Sizden bir adam çıkarak, koltuğuna yaslanır bir halde benden bir hadis okuyacak ve ardından da "sizin ile benim aramızda Allah’ın kitabı var. Onda helal bulduğumuzu helal kabul ederiz. Haram bulduğumuzu da haram kabul ederiz" diyecektir. Hâlbuki Allah’ın Resulünün bir şeyi haram kılması Allah’ın haram kılması gibidir."[13]
Cabir'den merfu olarak gelen rivayette ise şu ifade yer almaktadır:
من بلغه عني حديث فكذب به فقد كذب ثلاثة : الله , ورسوله والذي حدث به "Kim benden bir hadis duyarsa ve yalanlarsa, üç şeyi yalanlamış sayılır: Allah'ı, Resulünü ve kendisine hadis aktaranı."[14]
Bu nedenle; “Kur'an'la Hadisi kıyaslarız. Eğer Hadis Kur'an'a uymazsa onu terkederiz” denilmesi hatadır. Çünkü bu tür bir ifade Kur'an-ı tahsis etmek, mukayyet kılmak veya mücmelini açıklamak için gelen Hadisi terk etmeye götüren bir ifadedir. Hadis ile gelen bir şeyin Kur'an'a uymadığı veya Kur'an'da bulunmadığı görülebilir. Fer'i olanları asli olanlara ilhak eden Hadisler bu türden hadislerdendir. Kur'an'da olmayıp Hadisler vasıtasıyla ulaşılan birçok hükümler vardır. Özellikle açıklayıcı hükümler Kur'an'la değil yalnızca Hadislerle gelmiştir. Bu nedenle Hadisler Kur'an'a kıyas edilmezler.
Hadisin getirdikleri alınır onun dışındakiler ise geri çevrilir. Gelen bir hadis, Kur'an'da manası kat'i olan bir nassla çeliştiğinde hadis dirayeten yani metin açısından reddolunur. Çünkü Hadisin anlamı Kur'an'la çelişmektedir. Kays'ın kızı Fatıma'nın rivayet ettiği aşağıdaki Hadis dirayeten reddolunan hadislerdendir. "Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem zamanında kocam beni üç talakla boşadı. Bunun üzerine ben Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'e geldim. Fakat Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem benim için ne nafaka ne de ev hükmünü uyguladı."
Bu Hadis reddolunur. Çünkü Kur'an-ı Kerimdeki Allahu Teâla'nın şu ayeti ile çelişmektedir:
أَسْكِنُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ سَكَنتُمْ مِنْ وُجْدِكُمْ "Boşandığınız, fakat iddeti dolmamış kadınları gücünüz nisbetinde kendi oturduğunuz yerde oturtun."[15]
Bu durumda Hadis hem sübutu hem de delaleti kat'i olan Kur'an'ın nassı ile çeliştiği için reddolunur. Ancak hadis Kur'an'la çelişmiyorsa, Kur'an'ın ifade etmediği şeyleri kapsıyorsa veya Kur'an da olanın üzerine ilave yapıyorsa hem Kur'an'da olan hem de Hadiste olan alınır. Yoksa Kur'an'da geçtiği için biz Kur'an'da olan ile yetiniriz denilemez. Çünkü Allah her ikisini de emretmiştir. Her ikisine birden inanmak vaciptir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Enbiya: 45
[2] Sad: 70
[3] Ahkaf: 9
[4] Araf: 203
[5] Necm; 3,4
[6] Haşr: 7
[7] Nisa: 80
[8] Nur-63
[9] Ahzab: 36
[10] Nisa: 65
[11] Nisa: 59
[12] Âl-i İmrân: 31
[13] Hakim ve Beyhaki
[14] Mecmu’ul Zevaid
[15] Talak: 6
.
SÜNNET
Per, 04/01/2010 - 15:12 — HUSEYIN SASMAZ
“Sünnet” ve “Hadis” aynı manaya gelir. Sünnetten kasıt; Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den bize ulaşan söz, fiil ve ikrarlardır. Sahabeden mevkufen bize ulaşanlar da sünnetten sayılır. Çünkü Sahabe Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem ile birlikte yaşıyorlar, onun sözlerini dinliyorlar, onun davranışlarına şahid oluyorlar, onu görerek ve işiterek onunla konuşuyorlardı.
Hadis, Şer’î bir nass sayılır. Çünkü Allahu Teâla şöyle dedi:
وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا "Resul size neyi verdiyse onu alın sizi neden alıkoyduysa ondan da sakının."[1]
وَمَا يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى (3) إِنْ هُوَ إِلا وَحْيٌ يُوحَى (4) عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى "O hevasından bir şey söylemez, onun söylediği ancak vahiydir. Onu müthiş kuvvetli olan öğretti."[2]
Birçok ayet mücmel olarak gelmiştir. Hadis gelip onların ayrıntılarını göstermiştir. Namazın vakitlerini ve kılınış keyfiyetini Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in fiili açıklığa kavuşturmuştur. Namaz gibi daha birçok hüküm Kur'an'da mücmel olarak gelmiş ve Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bu mücmelleri açıklamıştır. Allahu Teâla Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ "Sana da insanlara indirileni açıklayasın diye bu zikri indirdik."[3]
Sahabe Allah onların hepsinden razı olsun Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in sözlerini dinlediler, onun fiillerine ve hallerine şahid oldular. Bir ayeti anlamada veya ayetin tefsirinde veya hükümlerden bir hükümde ihtilafa düştükleri zaman şüphelerini, ihtilaflarını gidermek, aydınlığa kavuşturmak için Resulün hadislerine başvuruyorlardı.
Başlangıçta Müslümanlar hadis konusunda, hadislerin yazılmasına önem vermeden ezberlemek ve kalplerde zaptetmekle yetiniyorlar, Allah Subhenehû ve Teala’nın kitabını ezberledikleri gibi hadisleri de ezberliyorlardı. İslâm yayılıp yerleşim yerleri genişlediğinde Sahabeler çeşitli bölgelere dağıldı, onların büyük bir kısmı öldü ve zapt azaldı. Bu nedenle hadislerin tedvinine/yazıyla tespitine şiddetle ihtiyaç hissedildi.
Hadis tedvini Sahabe asrına kadar uzanır. Çünkü birçok Sahabe hadisleri yazıyor ve yazdıklarını okuyordu.
Ebu Hüreyre'nin şöyle dediği rivayet edilir. "Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in ashabı içinde benden daha çok hadis bilen yoktur. Ancak Abdullah b. Ömer müstesna. O, hadisleri yazıyordu bense yazmıyordum."
Fakat hadisleri yazan sahabeler çok az sayıda idiler. Sahabenin büyük bir kısmı İslâm'ın başlangıç yıllarında hadis yazımından alıkonmakla beraber onlar hadisleri göğüslerinde muhafaza ediyorlardı. Söyledikleri şeyler hakkında da bilgi sahibi idiler, ne dediklerini biliyorlardı.
Müslim, Sahihinde Ebu Said el-Hudri'den şu hadisi rivayet etmektedir. "Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle dedi: لا تَكْتُبُوا عَنِّي وَمَنْ كَتَبَ عَنِّي غَيْرَ الْقُرْآنِ فَلْيَمْحُهُ وَحَدِّثُوا عَنِّي وَلا حَرَجَ "Benden Kur'an'ın dışında hiçbir şey yazmayın. Kim Kur'an'ın dışında benden bir şey yazmışsa onu imha etsin. Benden duyduklarınızı başkalarına ulaştırmanızda bir sakınca yoktur"[4]
مَنْ كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ "Bile bile bana yalan isnad eden kimse, cehennemdeki yerini hazırlasın"[5]
Bu nedenle Sahabe hadis yazımından sakındı ve yalnızca hadisi anlamakla ve ezberlemekle yetindi. Hadis öğrenmek Sahabe için gerçekten çok önemliydi. Birçok haberleri kabul etmede Sahabenin büyük bir kısmının son derece ihtiyatlı davrandıkları sabittir.
İbn Şihab Kubeysa'dan şöyle rivayet ediyor: "Ölenin büyükannesi Ebu Bekir Radıyallahu Anhu’ya geldi ve ondan miras hakkını istedi. Bunun üzerine Ebu Bekir Radıyallahu Anhu ona şöyle dedi: Senin için Allah Subhenehû ve Teala’nın kitabında bir şey bulamıyorum. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in de senin için bir şey söylediğini bilmiyorum. Sonra orada bulunanlara bu konu hakkında bir şey bilip bilmediklerini sordu. Bunun üzerine Muğire ayağa kalktı ve şöyle dedi: Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem altıda bir veriyordu. Ebu Bekir Radıyallahu Anhu Bu konuda seninle başka kim var dedi. Muhammed b. Mesleme Muğirenin sözünü doğruladı ve bunun üzerine Ebu Bekir kadına hakkını verdi."
Cerir Ebu Nadra'dan o da Ebu Said'den rivayetine göre; سَلَّمَ عَبْدُ اللَّهِ ابْنُ قَيْسٍ أَبُو مُوسَى الأشْعَرِيُّ عَلَى عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ رَضِي اللَّه تَعَالَى عَنْهمْ ثَلاثَ مَرَّاتٍ فَلَمْ يُؤْذَنْ لَهُ فَرَجَعَ فَأَرْسَلَ عُمَرُ فِي أَثَرِهِ لِمَ رَجَعْتَ قَالَ إِنِّي سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ إِذَا سَلَّمَ أَحَدُكُمْ ثَلاثًا فَلَمْ يُجَبْ فَلْيَرْجِعْ "Ebu Musa Ömer Radıyallahu Anhu'ma kapı arkasından üç defa selam verdi. İçeri girmesi için izin verilmeyince Ebu Musa geri döndü. Bunun üzerine Ömer Radıyallahu Anhu hemen arkasından adam gönderip onu çağırttı ve ona; ‘niçin geri döndüğünü’ sordu. Ebu Musa; Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'i şöyle derken işittim: "Sizden biriniz üç kere selam verir de cevap alamazsa geri dönsün." Bunun üzerine Ömer; ‘Bu sözünü ispatlayacak ya bir delil getirirsin ya da ben sana yapacağımı bilirim’ dedi. Biz bir yerde oturmakta iken Ebu Musa rengi solmuş bir şekilde çıkageldi ve biz ona; ‘derdin nedir?’ diye sorduk. Ebu Musa başından geçeni anlattı ve ‘sizden herhangi biriniz de bunu duydu mu?’ deyince biz de; ‘evet’ dedik. ‘Hepimiz onu işittik.’ Ardından Ebu Musa ile beraber içlerinden birini gönderdiler ve Ömer geldiğinde Ebu Musa'nın söylediği hadisi kendilerinin de Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den işittiklerini bildirdiler. Ali Radıyallahu Anhu dedi ki; "Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den bir hadis işittiğim zaman Allah Subhenehû ve Teala’nın dilediği kadar ondan faydalanırdım. Yine bir kimse bana Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bir hadis söylediğinde ona yemin ettirirdim. Yemin ederse onun hadisini kabul eder doğrulardım." [6]
Bu nedenle hadis rivayetinde ve haberleri kabul etmede Sahabenin ihtiyatlı davrandıklarını ve sebatkâr olduklarını görüyoruz. Hatta Ömer Radıyallahu Anhu üç talakla kesin olarak boşanmış bir kadına nafaka ve oturmak için ev verilmeyeceğini rivayet eden Kays'ın kızı Fatıma'nın sözüne aldırmayarak şöyle demiştir: "Ezberleyip ezberlemediğini veya unutup unutmadığını bilmediğimiz bir kadının sözü ile Rabbimizin Kitabını ve Resulünün Sünnetini bırakamayız." Bu ifade, sözü söyleyen kadın olduğu için biz onu almayız anlamına gelmemektedir. Tam tersine, ezberi veya unutkanlığı hakkında bilgimiz olmayan bir kişinin sözüne bakarak Kitabı ve Sünneti terk etmeyiz anlamına gelmektedir. Buradaki illet kişinin kadın oluşu değil ezberi veya unutkanlığıdır.
Osman Radıyallahu Anhu’nun öldürülmesinden sonra fitneler ortaya çıkınca Müslümanlar ihtilafa düştüler ve birçok grup ortaya çıktı. Her grup kendi lehlerine davalarını desteklemek için hadisler çıkarmaya ve deliller istinbat etmeye başladılar. Onlardan bazıları bir hadise ihtiyaç duydukları zaman görüşlerini desteklemek için hemen hadis uydurdular, delil olarak uydurma hadisleri kullandılar. Fitneler durulup ortalık sakinleşince Müslümanlar hadis tahkikatına yöneldiklerinde uydurma hadislerin çoğaldığını gördüler ve sahih hadis ile uydurma hadisleri birbirinden ayırma işi ile uğraşmaya başladılar.
Sahabe asrından sonra gelen Tabiinler de aynı yoldan yürüdüler ve rivayet yoluyla hadislerin yayılmasına önem verdiler. Sahabenin hadislere gösterdiği önemi bunlar da gösterdiler ve bu hususta Sahabeye uydular.
Hicri yüzlü yılların başlarına gelindiğinde hilafet işlerini elinde bulunduran adil Halife Ömer b. Abdülaziz hadisin yazılmasını emretti. Bu konu ile ilgili olarak Buhari Sahihinin "Kitabu'l İlm" bölümünde şöyle der: "Ömer b. Abdülaziz, Medine'deki vali ve Kadısı Ebu Bekir b. Hazma bir mektup yazarak ona şöyle demiştir: ‘Bak ve araştır Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hadisine ait ne varsa yazdır. Çünkü ben ilmin kaybolmasından ve alimlerin gitmesinden korkuyorum. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hadisinden başkasını kabul etme. Bilenler, bilmeyenlerin de öğrenmesi ve ilmin yayılması için herkesin gelebileceği bir yerde otursunlar. Zira gizli tutulmadıkça ilim kaybolmaz."[7] Aynı şekilde büyük şehirlerdeki amillerine de yazı yazmıştır.
Ömer b. Abdülaziz'in emriyle ilk defa hadis tedvin eden kişi Muhammed b. Müslim b. Ubeydullah b. Abdullah b. Şihab ez-Zühri'dir. Bu şahıs, Sahabeden az bir gruptan Tabiin'in ise büyük bir çoğunluğundan hadis almıştır. Zühri'nin tabakasından sonra gelen tabakada ise hadis tedvini iyice yayıldı. Mekke’de İbn Cüreyc, Medine'de Malik, Basra'da Hammad b. Seleme, Kufe'de Süfyan es-Sevri, Şam'da el-Evzai ve onların dışında diğer İslâm topraklarında bu işlerle uğraşan birçok kimseler vardı. Bu şahısların topladığı hadis mecmuaları, Sahabe sözleri ve Tabiin'in fetvaları ile beraber Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hadisleri ile karışık bir halde tedvin edilmişti. Hicri ikinci asra kadar durum böyleydi. H. üçüncü asrın başlarına gelindiğinde hadis ravileri telifler yapmaya başladılar.
Hadis ile ilgili telif eserler imam-ı Buhari ortaya çıkıncaya kadar aralıksız devam etti. İmam-ı Buhari, hadis ilmindeki telif eseri meşhur kitabı Buhari'yi en güzel bir şekilde düzenledi. Kitabında kendi şartlarına göre sahih olan hadisleri topladı. Ondan sonra öğrencisi olan Müslim b. el-Haccac'da Buhari'nin izi üzere aynı yolu takip etti ve meşhur kitabı, Sahihi Müslimi telif etti ve bu iki kitap "Sahihayn" diye anıldı.
Hadis imamları hadis tedvinine başladıklarında bulabildikleri hadisler arasında mevzu/uydurma olarak bilinenlerin dışında bütün hadisleri alıyorlardı. Bulabildikleri kadarıyla hadisleri senetleriyle topladılar. Ardından da, rivayetleri kabul edilebilecekler ile reddolunacakları bilmek için ravilerin durumlarını çok titiz bir şekilde incelemeye koyuldular. Rivayetin ve ravinin durumunu araştırmayı da bu araştırmalarına ilave ettiler. Çünkü adalet ve zapt özelliklerini kendinde bulunduran herkesin rivayeti de kabul edilmez. Zira onda unutkanlık, hata, yanılma gibi rahatsızlıklar da olabilir.
Hadis; tefsir, teşri, siret gibi İslâmi bilgilerin tümünü bünyesinde barındıran çok geniş yelpazeye sahiptir. Hadisi rivayet eden bir ravi ya Kur'an'dan bir ayeti tefsir eden bir hadisi, ya bir olay hakkındaki hükmü belirten bir hadisi ve ya gazvelerden bir gazve hakkındaki bir hadisi rivayet ediyordur. Müslümanlar hadisleri toplamaya başladıklarında hadis tedvini ile beraber çeşitli şehirlerde hadisle ilgili telifler de başladı.
Hadisin cemi ile yani bir araya toplanması ile Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hadislerini diğerlerinden ayırmak hedefleniyordu. Hadis toplama hareketinde canlanma başladıktan, sahih hadislerin zayıf hadislerden ayırt edilmesinden, hadis ravilerinin cerh ve tadile tabi tutulup lehlerinde veya aleyhlerinde bir hüküm verildikten sonraki yıllarda, hicri ikinci asrın başlarında hadis tefsirden apayrı bağımsız bir ilim dalı haline geldiği gibi fıkıhtan da bağımsız hale geldi.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Haşr: 7
[2] Necm: 3,5
[3] Nahl: 44
[4] Müslim, Zühd ve Rekâik, 5326
[5] Buhari, İlm, 107, Cenâiz, 1209, Edeb, 5729; Müslim, Mukaddimeh, 4,5; Tirmizi, Fitne, 2183, İlm, 2583, Tefâil Kur’an, 2875; Ebu Davud, İlm, 3166; İbni Mace, Mukaddimeh, 30; Ahmed b. Hanbel, Müs. Aşereh, 551, Müs. Benî Hâşim, 2543, Müs. Mukessirîn, 3623; Daremi, Mukaddimeh, 233
[6] Ahmed b. Hanbel, Müs. Kufiyyîn,18689
[7] Buhari
.
Kur'an'ın Mucize Oluşu
Çar, 03/31/2010 - 16:25 — HUSEYIN SASMAZ
Kur'an, manalarına delalet ederek efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'e indirilen lafızdır. Kur'an hem lafzı hem de manası ile Kur'an'dır. Yalnızca mana Kur'an olarak isimlendirilemeyeceği gibi, mana olmaksızın yalnızca lafız da Kur'an sayılmaz. Çünkü lafızda asıl durum belirli manaya delalet etmesidir. Bu nedenle Kur'an, lafzının vasfı ile nitelendirilmiştir.
Allahu Teâla Kur'an'ın Arapça olduğunu bildirmiştir:
إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا "Hakikat biz onu (Kur'an-ı) Arapça bir Kur'an olarak indirdik."[1]
كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا "Bu Kur'an ayetleri uzun uzun açıklanmış, Arapça bir kitaptır."[2]
قُرآنًا عَرَبِيًّا غَيْرَ ذِي عِوَجٍ "(Onu her türlü) çelişki ve ihtilaftan uzak, dosdoğru, Arapça bir Kur'an olarak indirdik."[3]
أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ قُرْآنًا عَرَبِيًّا "Sana Arapça bir Kur'an vahyettik."[4]
إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا "Şüphesiz ki biz Kur'an-ı Arapça kıldık."[5]
Arapça, Kur'an'ın manalarının değil lafzının vasfıdır/niteliğidir. Çünkü Kur'an'ın anlamları, Araplığa yönelik değil insanlığa yönelik manalar içerir. Kur'an sadece Araplara ait bir kitap değil bütün insanoğluna ait bir kitaptır. Ancak Allahu Teâla'nın; وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ حُكْمًا عَرَبِيًّا "İşte böylece biz onu, Arapça bir hüküm olarak indirdik."[6] ayeti “Arap diliyle ifade edilen bir hikmet olarak indirdik” anlamına gelmektedir. Yoksa ayet; “Arapça bir hikmet” anlamına gelmemektedir.
Arapça, Kur’an’ın sadece lafzının niteliğidir. Lafzı yalnızca Arapça olarak nitelendirilebilir. Mecazi olarak da hakiki olarak da Kur'an Arapçanın dışında başka bir isimle isimlendirilemez.
Bu nedenle Kur'an'ın bir kısım anlamlarının Arap lügatinin dışında yazılmasına Kur'an denilmesi doğru değildir. Kur'an'ın Arapça oluşu kesindir ve lafzı da yalnızca Arapçadır.
Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'e verilen başka mucizelerin varlığı ile beraber Kur'an Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in resul oluşunun mucizesidir. Bizzat Kur'an'da ve sahih hadislerde de geçtiği gibi Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in elinde başka mucizeler olduğu halde o, bunlarla değil yalnızca Kur'an'la herkese meydan okumuştur. Bu nedenle Kur'an, indiği günden Kıyamete kadar geçen süreçte Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in resullüğünü ispatlayan bir mucizedir diyoruz.
Nitekim Kur’an, Arapları benzerini getirmekten aciz bıraktı ve benzerini getirmeleri için onlara meydan okudu. Allahu Teâla onlara meydan okurken şöyle dedi:
كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ "Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız haydin ona benzer bir sûre de siz getirin. Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer doğru söyleyenlerdenseniz."[7]
قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ "De ki onun sûrelerine benzer bir sûre meydana getirin. İddianızda samimi iseniz Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın."[8]
يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ "Onu kendisi uydurdu, diyorlar öyle mi? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız haydin öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre getirin. Hem Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın."[9]
Meydan okuyanın onlara yaptığı bu meydan okuyuş kendilerine ulaştı. Onlara ayetteki şu ifade ile de “siz onun benzerini getiremezsiniz”denildi:
قُلْ لَئِنْ اجْتَمَعَتْ الإنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا "De ki insanlar ve cinler birbirine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler and olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar."[10]
Kur'an benzerini getirmek için çağrıda bulunduğu kimseleri benzerini getirmekten aciz bıraktı. Onların acizliği tevatür yoluyla sabittir. Tarihi süreçte de onlardan herhangi birinin onun benzerini getirebildiği görülmemiştir.
Bu meydan okuma yalnızca hitap ettiği Arap kavmine ait bir meydan okuma değil Kıyamete kadar bütün herkese yapılan meydan okumadır. Çünkü sebebin hususi olmasına değil, lafzın genelliğine itibar edilir. Kur'an indiği günden Kıyamete kadar bütün insanlara benzerini getirmeleri hususunda meydan okumaktadır. Bu nedenle Kur'an ne yalnızca Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem zamanındaki Araplara ait bir mucize ne de herhangi bir zaman ve mekândaki Araplara ait bir mucize olmayıp bütün insanlara ait bir mucizedir. Bu meydan okumada zaman itibariyle hiçbir fark yoktur. Çünkü hitap bütün insanlaradır. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلا كَافَّةً لِلنَّاسِ "Seni ancak bütün insanlara gönderdik."[11]
Çünkü meydan okuma ayeti geneldir:
وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ "Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın."[12]
Bu ayet bütün insanları kapsamaktadır. Zira Allahu Teâla ayetle insanların ve cinlerin hep birlikte aciz kaldıklarını haber vermektedir:
قُلْ لَئِنْ اجْتَمَعَتْ الإنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ "De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler yine de benzerini getiremezler."[13]
Araplar da bütün insanlık âlemi de Kur'an'ın benzerini getirmekten aciz kaldılar. Çünkü bu özellik yalnızca Kur'an'a has bir özelliktir. Araplar Kur'an-ı işittikleri zaman, onun belağatıyla, çekiciliğiyle hemen ona yöneliyorlar ve cazibesine kapılıyorlardı.
Hatta Velid b. Muğire Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den dinlediği Kur'an hakkında insanlara şöyle diyordu:
"Allah Subhenehû ve Teala’ya yemin olsun ki sizden hiçbiriniz şiir çeşitlerini, kasidesini benim kadar, benden daha iyi bilemez. Allah Subhenehû ve Teala’ya yemin olsun ki onun söylediği bunlardan hiç birine benzemiyor. Vallahi onun söylediği sözlerde bir tatlılık, ferahlık var. Onun söylediği sözün dalları yaprak verirken kökü bereket saçıyor. O yücedir ondan daha üstünü yoktur."
İşte, Velid b. Muğire Kur'an'a inanmamasına ve küfründe direnmesine rağmen Kur'an hakkında böyle itiraflarda bulunuyordu. Zira mucize Kur'an'ın kendinden gelmektedir.
Çünkü Kur'an, dinleyenleri ve Kıyamete kadar dinleyecek olanları da cezbedecektir. Onun tesirindeki ve belağatındaki kuvvetten dolayı hayran olacaklardır. Hatta şu ayetlerde olduğu gibi tek bir cümle dahi olsa yalnızca Kur'an-ı dinlemeleri onları etkileyecek ve bırakacaktır. Şu ayetlerde olduğu gibi;
وَالأرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ "Halbuki kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun avucundadır."[14]
لِمَنْ الْمُلْكُ الْيَوْمَ "Kimindir bugün mülk?"[15]
وَإِمَّا تَخَافَنَّ مِنْ قَوْمٍ خِيَانَةً فَانْبِذْ إِلَيْهِمْ عَلَى سَوَاءٍ "Eğer bir kavmin hıyanet etmesinden korkarsan; sen de onlara karşı aynı şekilde davran."[16]
يَاأَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ إِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ (1) يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا أَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارَى وَمَا هُمْ بِسُكَارَى وَلَكِنَّ عَذَابَ اللَّهِ شَدِيدٌ "Ey insanlar, Rabbinizden sakının. Doğrusu kıyamet saatinin sarsıntısı büyük şeydir. Onu göreceğiniz gün; emzikli emzirdiğini unutur, her yüklü yükünü düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün. Oysa sarhoş değildirler, ama Allah’ın azabı pek çetindir."[17]
İşte, böylece Kur'an'ın lafızları, üslubu, anlatmak istedikleri, insanın bütün benliğini sarar ve insanı çepeçevre kuşatır.
Kur'an'ın mucize oluşu, fesahatında ve belağatındaki yüksekliğinde dehşet verici dereceye çıkmasıyla açık ve net bir şekilde ortadadır. Bu özellik Kur'an'ın mucizevî üslubunda açığa çıkmaktadır. Kur'an'ın üslubundaki açıklık, kuvvet ve güzellik beşeri kendisine ulaşmaktan aciz bırakmaktadır.
Kur'an'ın üslubu ahenkli lafızlarla düzenlenmiş manalardır. Veya lügat ifadeleri ile manaları tasvir etmek için açıklama keyfiyetidir. Üslûbdaki açıklık, kendisi ile yerine getirilen ifadede, anlatılmak istenen manaların belirgin bir şekilde ortaya konulması ile olur. Şu ayette olduğu gibi;
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لا تَسْمَعُوا لِهَذَا الْقُرْآنِ وَالْغَوْا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ "Küfredenler dediler ki; Bu Kur'an-ı dinlemeyin, onun hakkında yaygaralar yapın, belki galip gelirsiniz."[18]
Üslûbun kuvveti, anlatılmak istenen manayla uyumlu kelimelerin seçilerek mananın ifade edilmesi ile gerçekleşir. İnce anlam, ince bir lafızla anlatılır. Kalın anlamlar aynı türden lafızlarla ifade edilir. Hoşlanılmayan anlamlar hoş olmayan kelimelerle ifade edilir. Bunlara örnek verecek olursak;
وَيُسْقَوْنَ فِيهَا كَأْسًا كَانَ مِزَاجُهَا زَنجَبِيلاً (17) عَيْنًا فِيهَا تُسَمَّى سَلْسَبِيلاً "Orada karışımı zencefil olan bir kadehten de içirilirler. Orada bir pınar vardır ki selsebil adı verilir."[19]
إِنَّ جَهَنَّمَ كَانَتْ مِرْصَادًا (21) لِلْطَّاغِينَ مَآبًا (22) لابِثِينَ فِيهَا أَحْقَابًا "Şüphesiz ki cehennem bir gözetleme yeridir. Orası azgınların varacağı yerdir. Orada çağlar boyu kalacaklardır."[20]
تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى “Öyleyse bu insafsız/adaletsiz bir paylaşımdır."[21]
إِنَّ أَنكَرَ الأصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَمِيرِ "Şüphesiz ki seslerin en çirkini eşeklerin sesidir."[22]
Üslûb güzelliği cümlede veya cümlelerde anlam ve lafız bütünlüğünü sağlamaya götürecek manaya en uygun ve en net ibarelerin seçilmesi ile gerçekleşir. Tıpkı şu ayeti kerimede olduğu gibi;
رُبَمَا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْ كَانُوا مُسْلِمِينَ (2) ذَرْهُمْ يَأْكُلُوا وَيَتَمَتَّعُوا وَيُلْهِهِمْ الأمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ "Kâfirler bir zaman gelir ki Müslüman olmayı isteyeceklerdir. Bırak onları yesinler, eğlensinler ve kendilerini oyalayadursunlar. Sonra öğreneceklerdir. "[23]
Kur'an-ı inceleyen kimse, üslûbundaki açıklık, kuvvet ve güzellikle zirveye, yücelerin yücesine ulaştığını görür. Şu ayetteki açıklığı, anlatım gücünü ve güzelliği bir dinle;
وَمِنْ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلا هُدًى وَلا كِتَابٍ مُنِير ٍ(8) ثَانِيَ عِطْفِهِ لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ "İnsanların öyleleri vardır ki bilmeden, doğruya götüren bir rehberi olmadan, aydınlatıcı bir kitabı bulunmadan Allah hakkında tartışmaya girer. Allah yolundan saptırmak için, kibirlenerek yanını eğip büker."[24]
هَذَانِ خَصْمَانِ اخْتَصَمُوا فِي رَبِّهِمْ فَالَّذِينَ كَفَرُوا قُطِّعَتْ لَهُمْ ثِيَابٌ مِنْ نَارٍ يُصَبُّ مِنْ فَوْقِ رُءُوسِهِمْ الْحَمِيمُ (19) يُصْهَرُ بِهِ مَا فِي بُطُونِهِمْ وَالْجُلُودُ (20) وَلَهُمْ مَقَامِعُ مِنْ حَدِيدٍ (21) كُلَّمَا أَرَادُوا أَنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا مِنْ غَمٍّ أُعِيدُوا فِيهَا وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَرِيقِ "Bunlar çekişen iki düşman gruptur. Rableri hakkında çekişmişlerdir. O küfredenler için ateşten elbiseler kesilmiştir. Başları üstünden de kaynar su dökülecektir. Bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir. Demir kamçılar da onlar içindir. Ne zaman oradan, oradaki ıstıraptan çıkıp kurtulmak isteseler her defasında oraya geri çevrilirler. Yakıcı azabı tadın denir."[25]
يَاأَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوْ اجْتَمَعُوا لَهُ وَإِنْ يَسْلُبْهُمْ الذُّبَابُ شَيْئًا لا يَسْتَنقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ "Ey insanlar bir misal verildi, şimdi onu dinleyin: Şüphesiz ki Allah'ı bırakıp da taptıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamazlar. Ama sinek onlardan bir şey kapsa bunu da ondan kurtaramazlar. İsteyen de istenen de aciz."[26]
Kur'an'ın kendisine ait özel bir ifade tarzı vardır. Kur'an'ın nazmı ne kafiyeli/vezinli şiir metoduna göredir ne de normal düz yazı stiline göredir. Kur'an'ın nazmı şiir ile nesir karışımı veya aynı şekli kullanan bir düz yazı üslubu ile de değildir. Kur’an’ın ifade üslubu, daha önce Araplar tarafından bilinmeyen, Araplara ait olmayan bizzat Kur'an'ın kendisine ait bir üsluptur.
Araplar Kur'an'dan etkilenmelerinin şiddeti ile Kur'an'ın bu eşsiz oluşa nereden ve nasıl ulaştığını bir türlü anlayamamışlardır. Bu nedenle de; إِنْ هَذَا إِلا سِحْرٌ مُبِينٌ "Bu apaçık bir sihirdir."[27] ayetinde belirtildiği gibi Kur'an bir şair sözüdür veya bir kâhinin sözüdür diyorlardı. Bu nedenle Allahu Teâla onların bu sözlerine şöyle cevap verdi:
وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَاعِرٍ قَلِيلاً مَا تُؤْمِنُونَ (41) وَلا بِقَوْلِ كَاهِنٍ قَلِيلاً مَا تَذَكَّرُونَ "Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz? Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz?"[28]
Kur'an'ın özel bir tarzının bulunduğu, eşsiz bir dokuya sahip olduğu bütün aydınlığı ile açıkça ortadadır. Bu arada şu iki ayete bir bakalım:
وَيُخْزِهِمْ وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ "Rüsvay etsin ve sizi onlara karşı üstün kılsın ve müminler topluluğunun göğüslerini ferahlandırsın."[29]
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتَّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla birre erişemezsiniz."[30]
Her iki ayette de şiir üslûbuna yakın bir nesir özelliği vardır. Bunları bir şiir şeklinde sıralayacak olursak ortaya şöyle bir şiir çıkar:
ويشـف صدور قوم مؤمنــين ويخزهم وينصركم عليهم
حتـى تنفقـوا مـمـا تحبـون لـن تنـالـوا الـبـر
Ancak bu iki ayet bir şiir değildir, fakat eşsiz bir nesir çeşididir. Aynı zamanda Kur'an'ın bu türden bir nesirin yanında aşağıdaki ayetlerde de görüleceği üzere şiirden tamamen uzak bir nesiri de bünyesinde taşıdığını görürüz:
وَالسَّمَاءِ وَالطَّارِق ِ(1) وَمَا أَدْرَاكَ مَا الطَّارِقُ (2) النَّجْمُ الثَّاقِبُ (3) إِنْ كُلُّ نَفْسٍ لَمَّا عَلَيْهَا حَافِظٌ (4 ) فَلْيَنظُرْ الإنسَانُ مِمَّ خُلِقَ (5) خُلِقَ مِنْ مَاءٍ دَافِقٍ (6) يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَائِبِ "And olsun göğe ve Tarık'a, nereden bileceksin sen Tarık'ın ne olduğunu? O kayıp delen yıldızdır. Hiç bir nefis yoktur ki mutlaka onun üzerinde bir gözeten bulunmasın. Şu halde insan bir baksın neden yaratılmıştır? O atılıp dökülen bir sudan yaratılmıştır. Bel kemiği ile göğüslerin arasından çıkar."[31]
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلا لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللَّهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنفُسَهُمْ جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا (64) فَلا وَرَبِّكَ لا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لا يَجِدُوا فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا "Biz hiç bir resulü Allah’ın izniyle itaat edilmekten başka bir gaye ile göndermedik. Onlar kendilerine yazık ettikleri zaman sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve Resul de onlara mağfiret dileseydi elbette Allah'ı Tevvab ve Rahim olarak bulacaklardı. Hayır, Rabbine and olsun ki; aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem tayin edip sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan kendilerini tamamen teslim etmedikçe iman etmiş olamazlar."[32]
Paragraf uzadıkça ayetler tek bir nefeste okunur. Aşağıdaki ayetlerde ise paragraf ve nefes nesirde kısalır:
وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا (1) وَالْقَمَرِ إِذَا تَلاهَا (2) وَالنَّهَارِ إِذَا جَلاهَا (3) وَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَاهَا "And olsun güneşe ve aydınlığa, ardından gelmekte olan ay'a, onu açığa çıkardığında gündüze, örtüp bürüdüğünde geceye…"[33]
Her iki sûredeki ayetlerde de paragraf paragraf nesir bulunduğu halde birisi uzun bir nefesle okunmakta diğeri ise kısa bir nefesle okunmaktadır. Bir de bakıyorsunuz ayetler mürsel nesirin zirvesinde seyrediyor;
يَاأَيُّهَا الرَّسُولُ لا يَحْزُنْكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ مِنْ الَّذِينَ قَالُوا آمَنَّا بِأَفْوَاهِهِمْ وَلَمْ تُؤْمِنْ قُلُوبُهُمْ وَمِنْ الَّذِينَ هَادُوا سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ سَمَّاعُونَ لِقَوْمٍ آخَرِينَ لَمْ يَأْتُوكَ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ مِنْ بَعْدِ مَوَاضِعِهِ يَقُولُونَ إِنْ أُوتِيتُمْ هَذَا فَخُذُوهُ وَإِنْ لَمْ تُؤْتَوْهُ فَاحْذَرُوا وَمَنْ يُرِدْ اللَّهُ فِتْنَتَهُ فَلَنْ تَمْلِكَ لَهُ مِنْ اللَّهِ شَيْئًا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَمْ يُرِدْ اللَّهُ أَنْ يُطَهِّرَ قُلُوبَهُمْ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ "Ey Resul, ağızlarıyla inandık dedikleri halde kalpleriyle inanmayanlardan, Yahudilerden, yalana kulak verenler ve sana gelmeyip başka bir kavmin sözünü dinleyenlerden küfre koşanlar seni üzmesin. Sözlerin yerlerini değiştirirler de; size bu verilirse alın, verilmezse kaçının derler. Allah kimin de fitneye düşmesini isterse; onun için senin Allah’a karşı hiçbir şeye gücün yetmez. İşte onlar Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada rüsvalık onlaradır. Ve onlar için ahirette büyük bir azap vardır."[34]
Yine kafiyeli nesirin de zirvesindedir. Kur'an;
يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ (1) قُمْ فَأَنذِرْ (2) وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ (3) وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ (4) وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْ (5) وَلا تَمْنُنْ تَسْتَكْثِرُ (6) وَلِرَبِّكَ فَاصْبِرْ "Ey örtüye bürünen, kalk ve uyar. Rabbini de tekbir et. Elbiselerini temiz tut. Kötü şeylerdense sakın. Çok görerek başa kakma. Rabbin için sabret."[35]
Aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi cümle çiftlerinin birbiri ile uyumluluğunu sağlamada Kur'an'ın kendi üslûbunda yüceldiğini bulursun:
أَلْهَاكُمْ التَّكَاثُرُ (1) حَتَّى زُرْتُمْ الْمَقَابِرَ (2) كَلا سَوْفَ تَعْلَمُونَ (3) ثُمَّ كَلا سَوْفَ تَعْلَمُونَ (4) كَلا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَقِينِ (5) لَتَرَوْنَ الْجَحِيمَ "Çokluk ile böbürlenmeniz sizi öylesine oyaladı ki; mezarlıkları bile ziyaret ettiniz. Hayır, ilerde bileceksiniz. Hayır, ilerde bileceksiniz. Hayır, eğer kesin bir bilgi ile bilseydiniz. And olsun ki cehennemi muhakkak göreceksiniz."[36]
Aşağıdaki ayetlerde ise cümle çiftlenişinin uzadığı görülmektedir:
قُتِلَ الإنْسَانُ مَا أَكْفَرَهُ (17) مِنْ أَيِّ شَيْءٍ خَلَقَهُ (18) مِنْ نُطْفَةٍ خَلَقَهُ فَقَدَّرَهُ (19) ثُمَّ السَّبِيلَ يَسَّرَهُ (20) ثُمَّ أَمَاتَهُ فَأَقْبَرَهُ (21) ثُمَّ إِذَا شَاءَ أَنْشَرَهُ (22) كَلا لَمَّا يَقْضِ مَا أَمَرَهُ (23) فَلْيَنْظُرْ الإنسَانُ إِلَى طَعَامِهِ (24) أَنَّا صَبَبْنَا الْمَاءَ صَبًّا (25) ثُمَّ شَقَقْنَا الأرْضَ شَقًّا (26) فَأَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا (27) وَعِنَبًا وَقَضْبًا (28) وَزَيْتُونًا وَنَخْلاً (29) وَحَدَائِقَ غُلْبًا (30) وَفَاكِهَةً وَأَبًّا "Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! Allah onu hangi şeyden yarattı? Nutfeden onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra onun yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü, kabre koydu. Sonra dilediği zaman onu yeniden diriltir. Hayır, emrettiğini yapmadı. İnsan yiyeceğine baksın. Biz suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı güzelce yararak orada taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik."[37]
Belirli bir kafiye kullanımında devam ederken bir de bakıyorsunuz ki bir başka kafiye kullanımına dönüşüm yapıyor. Tıpkı şu ayetlerde olduğu gibi:
فَإِذَا نُقِرَ فِي النَّاقُورِ (8) فَذَلِكَ يَوْمَئِذٍ يَوْمٌ عَسِيرٌ (9) عَلَى الْكَافِرِينَ غَيْرُ يَسِيرٍ "Sur'a üflendiğinde; işte o gün, zorlu bir gündür. Kâfirler için hiç de kolay değildir."[38]
Bu ifadeleri kullanırken doğrudan doğruya hemen sonraki ayetlerde başka kafiyeye değişim yapıyor:
ذَرْنِي وَمَنْ خَلَقْتُ وَحِيدًا (11) وَجَعَلْتُ لَهُ مَالاً مَمْدُودًا (12) وَبَنِينَ شُهُودًا (13) وَمَهَّدْتُ لَهُ تَمْهِيدًا (14) ثُمَّ يَطْمَعُ أَنْ أَزِيدَ (15) كَلا إِنَّهُ كَانَ لآيَاتِنَا عَنِيدًا (16) سَأُرْهِقُهُ صَعُودًا "Bırak beni ve yarattıklarımı tek başına. Kendisine bol bol mal verdiğimi, görülen oğullar verdiğimi ve onun için yaydıkça yaydığımı. Sonra daha da artırmamı umar o. Hayır; çünkü o, ayetlerimize karşı bir inatçı kesildi. Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım."[39]
Bu kafiyelerin kullanıldığı ayetlerden sonra doğrudan doğruya başka kafiyelerin kullanıldığı ayetlere geçiş yapıyor:
إِنَّهُ فَكَّرَ وَقَدَّرَ (18) فَقُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ (19) ثُمَّ قُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ (20) ثُمَّ نَظَرَ (21) ثُمَّ عَبَسَ وَبَسَرَ (22) ثُمَّ أَدْبَرَ وَاسْتَكْبَرَ (23) فَقَالَ إِنْ هَذَا إِلا سِحْرٌ يُؤْثَرُ "Doğrusu o, düşündü ve ölçüp biçti. Canı çıkası nasıl da ölçüp biçti. Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı."[40]
İşte, böylece Kur'an ayetlerinin tamamı dikkatlice incelendiğinde her çeşidiyle ne Arap şiiri ve nesirinde kullanılan üslûba ne Arapların kullandığı sözlerden herhangi bir söze ne de herhangi bir beşerin sözüne hiçbir şekilde benzemediği ve onlarla uzaktan yakından ilgisi olmadığı görülür.
Daha sonra Kur'an'ın açık kuvvetli ve güzel üslûbunun birçok manaları ifade etme keyfiyeti açısından en ince tasvir ile ifade ettiğini görebilirsin. Şu ayetlerde olduğu gibi mananın çok ince olduğunu hissedersin:
إِنَّ لِلْمُتَّقِينَ مَفَازًا (31) حَدَائِقَ وَأَعْنَابًا (32) وَكَوَاعِبَ أَتْرَابًا (33) وَكَأْسًا دِهَاقًا "Şüphesiz ki muttakiler için kurtuluş vardır. Bahçeler ve bağlar. Göğüsleri tomurcuklanmış kızlar. Ve dolu kâseler."[41]
Dikkat edildiğinde ayetlerin ince lafızlardan ve yumuşak cümlelerden meydana geldiği görülür. Bunun yanında aynı sûre içerisinde geçen şu ayetlerde kullanılan lafızların ve cümlelerin sert ve kalın ifadelerden meydana geldiği görülmektedir:
إِنَّ جَهَنَّمَ كَانَتْ مِرْصَادًا (21) لِلْطَّاغِينَ مَآبًا (22) لابِثِينَ فِيهَا أَحْقَابًا (23) لا يَذُوقُونَ فِيهَا بَرْدًا وَلا شَرَابًا (24) إِلا حَمِيمًا وَغَسَّاقًا (25) جَزَاءً وِفَاقًا "Şüphesiz ki cehennem, bir gözetleme yeridir. Azgınlar için varılacak bir yer. Çağlar boyunca orada kalacaklardır. Orada serinlik ve içecek tadamayacaklardır. Sade kaynar bir su ve bir de irinden başka."[42]
Yine aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi sevgi dolu ifadelerin sevgi dolu lafızlarla ifade edildiğine şahit olunur:
وَرَفَعَ أَبَوَيْهِ عَلَى الْعَرْشِ وَخَرُّوا لَهُ سُجَّدًا "Ana-babasını tahtın üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi onun için secdeye kapandılar."[43]
Şu ayetlerde olduğu üzere, çirkin olan manaya yönelik bir anlam ancak uygun bir lafızın kullanımı ile mümkün olabilmektedir:
أَلَكُمْ الذَّكَرُ وَلَهُ الآنثَى (21) تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى "Demek erkekler sizin, dişiler O'nun mu? Öyleyse bu insafsız bir paylaşma."[44]
وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ إِنَّ أَنكَرَ الأصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَمِيرِ "Sesini kıs. Şüphesiz ki seslerin en çirkini eşeklerin sesidir."[45]
Bu manaları aktarırken, belirtilen manaları ifade edecek kelimeleri seçiyordu. Böylece seçilen kelimeler, manaları tasavvur eden ve idrak eden kişide adeta bir zil sesi gibi içini hareketlendiren ses ve tona sahip kelimeler haline geliyordu. Bu nedenle bu anlamlardaki derinliği ve ifadedeki belağatı idrak eden dinleyici bu durum karşısında huşu ile eğiliyordu. Hatta küfründe inat etmelerine rağmen Arap belağat ustalarından ve düşünürlerinden bazıları bu ifadeler karşısında secdeye kapanacak olmuşlardır.
Sonra yine Kur'an'ın lafızlarını ve cümlelerini dikkatlice inceleyen kimse harflerin yerleştirilmesinde, harflerin çıkış mahreçlerinde bir kelimede veya cümlede mahreç yakınlığının varlığını ve bu uyumun sağladığı ses güzelliğini gözlemler. Çünkü harfler arasında mahreç yakınlığı olmazsa yani mahreçler birbirinden uzak olursa, harfler ve cümleler arasındaki geçiş zorlaşır. Aynı zamanda müzikte gerekli tekrarlarda olduğu gibi tekrarlarında kulağa hoş gelen hafif bir mahreçten çıkan hoş bir harf kullanılmıştır. Bu nedenle; كالباعق المتدفق kelimesi yerine كصيب kelimesini ve الهعخع kelimesi yerine سندس خضر kelimelerini kullanıyor. Mahreçleri birbirinden uzak harflerin meydana getirdikleri bir kelime ile uygun bir mana ifade edilebiliyor, başka bir manaya da yol açmıyorsa ضيزى kelimesinde olduğu gibi uygun olan kelime kullanılmaktadır. Zira ظالمة ve جائرة kelimeleri ضيزى kelimesi ile aynı manaları ifade ettiği halde ضيزى kelimesi kullanılmıştır.
Kelimelerin kullanımında bu incelikle beraber, bazı ayetlerde bazı harflerin tekrar tekrar kullanıldığını görmek mümkündür. Örneğin; Ayete'l Kürsi'deki “lam” harfi yirmi üç defa tekrarlanmasına rağmen bu tekrar kulakta hoş bir etki bırakmakta hatta ve hatta dinleyenin dikkatini çekmekte ve dinleme isteğini artırmaktadır.
İşte, böylece Kur'an'ın özel bir tarza sahip olduğunu, her anlamın, kendine uygun olan lafızlarla indiğini, çevresindeki lafızlarla ve beraberindeki anlamlarla uyum halinde olduğunu görebilirsin. Bu özellikte hiçbir ayette farklılık göremezsin. Kur'an'ın hiçbir beşerin sözüne benzememesi ve hiçbir beşerin sözünün de Kur'an'ın sözüne benzememesinden dolayı özel bir tarza sahip olan Kur'an'ın üslûbundaki mucize oluş gayet açıktır.
Yine indirilen manalara uygun lafızların ve cümlelerin kullanılması açısından olsun, belağatını ve manalarındaki derinliği idrak edebilenlerin kulaklarında yankılanan lafızları karşısında Kur'an'ın önünde boyun eğip adeta secdeye kapanır gibi olanlar açısından olsun, ister manalarındaki derinliği ve belağatını idrak edemeyip ancak onun lafızlarındaki uyumun, inceliğin karşısında Kur'an'ın esiri olan, ister istemez dinleyenin kendisine boyun eğmesi açısından olsun, Kur’an’ın mucize oluşu açıktır. Bu nedenle Kur'an mucizedir ve mucizevi özelliği Kıyamete kadar da devam edecektir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Yusuf: 2
[2] Fussilet: 3
[3] Zümer:28
[4] Şura: 7
[5] Zuhruf: 3
[6] Ra'd: 37
[7] Bakara: 23
[8] Yunus: 38
[9] Hud: 13
[10] İsra: 88
[11] Sebe: 28
[12] Yunus: 38
[13] İsra: 88
[14] Zümer: 67
[15] Mü'min: 16
[16] Enfal: 58
[17] Hacc: 1,2
[18] Fussilet: 26
[19] İnsan; 17,18
[20] Nebe; 21,23
[21] Necm: 22
[22] Lokman: 19
[23] Hicr; 2,3
[24] Hacc; 8,9
[25] Hacc; 19,22
[26] Hacc -73
[27] Maide: 110
[28] Hakka; 41,42
[29] Tevbe: 14
[30] Âl-i İmrân-92
[31] Tarık-1,7
[32] Nisa; 64,65
[33] Şems; 1,4
[34] Maide-41
[35] Müddessir; 1,7
[36] Tekasür; 1-6
[37] Abese; 17-31
[38] Müddessir-8,10
[39] Müddessir; 11,17
[40] Müddessir; 18,24
[41] Nebe; 31,34
[42] Nebe; 21,26
[43] Yusuf-100
[44] Necm; 21,22
[45] Lokman-19
.
Nebilerin Günah İşlememeleri
Salı, 03/30/2010 - 15:56 — HUSEYIN SASMAZ
İslâm akidesi; Allah Subhenehû ve Teala’ya, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe, "Kaza ve Kader"e, hayrının ve şerrinin Allah'tan geldiğine inanmaktan ibarettir demek bunların dışında inanılması gereken şeyler yoktur demek değildir. Bunlar esastırlar. Bunların dışında nebilerin “ismeti”/günah işlememeleri gibi akide ile ilgili fikirler de vardır. Nebilerin ismeti, nebilere iman konusuna dâhildir.
Nebilerin ismetinin delili nakli değil aklidir. Çünkü nebinin nübüvveti ve resulün risaleti gönderildikleri insanlar tarafından hissedilebilir mucizelere dayanan bir delille aklen sabittir. Bu nedenle nebilerin ismeti hususu da aklen sabit olmalıdır. Çünkü ismet, resullerin ve nebilerin nübüvvetinin sabit olmasının gerektirdiklerindendir. Şüphesiz resullerin ve nebilerin ismeti meselesi akli bir konudur. Çünkü onların resul ve nebi oluşları Allah Subhenehû ve Teala 'dan aldıklarını tebliğ etmekte masum/günah işlemekten korunmuş olmalarını gerektirmektedir. Tek bir konuda bile günah işlemelerine imkân olursa elbette ki bu her mesele de çatlaklar getirir. Bu durumda da risalet ve nübüvvet tamamen yok olur gider. Bir şahsın Allah Subhenehû ve Teala’nın nebisi veya Allah tarafından gönderilen bir resul olduğunun sabit olması, onun Allah'tan aldıklarını tebliğ de masum olması demektir. Onun tebliğ etmedeki ismeti kesindir. Dolayısıyla nebi ya da resulün masumiyetini inkâr etmek, getirdiği risaleti ve nübüvvetini inkâr etmek sayılır. Bu nedenle her nebi ve resul tebliğde hatadan korunmuştur. Çünkü nebinin ve resulün tebliğdeki masumiyeti onların sıfatlarındandır. Her nebide ve resulde ismet sıfatının bulunmasını akıl kesinlikle gerekli görmektedir.
Nebilerin ve resullerin Allah Subhenehû ve Teala’nın emrettiği ve yasakladığı fiiller açısından masumiyetleri, onların kesinlikle ağır suçları işlememeleri esası üzere akli delile dayanmaktadır. Kesinlikle ağır suçları işlemezler. Çünkü ağır suçlardan birini yapmak günah işlemek demektir. İtaat parçalanmadığı gibi masiyet/günah işlemek de parçalanmaz. Herhangi bir günah işlenirse bu durum tebliğe de zarar verir, risaletle ve nübüvvetle çelişir. Bu nedenle resuller ve nebiler Allah Subhenehû ve Teala’dan aldıklarını tebliğde masum oldukları gibi büyük günahları işlemekten de masumdurlar.
Küçük hatalar açısından masum olup olmamaları hususunda ise alimler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım alimler bu tür fiillerden dolayı masum değildirler, çünkü bunlar masiyet sayılmaz demektedirler. Bir kısım alimler ise küçük olanlardan da masum olurlar, çünkü küçükler de masiyet sayılır demektedirler.
Doğru olan ise, kesinlikle yapılması veya yapılmaması istenenler, yani bütün farzlar ve haramlar açısından tamamen masum olduklarıdır. Yani nebiler ve resuller ister büyük olsun ister küçük olsun vacib/farz olan bir fiili terk etmekten ve haram olan bir fiili de işlemekten tamamen uzaktırlar. Diğer bir ifade ile masiyet olarak isimlendirilen ve masiyet olduğu doğrulanan her fiili işlemekten uzaktırlar. Bunların dışında mekruhları işlememeleri veya mendupları terk etmemeleri ve evla olana aykırı fiillerden dolayı masum değillerdir. Çünkü bu tür fiiller nübüvvet ve risalet vazifeleri ile çelişmemektedir. Bu nedenle mekruh olan bir fiili yapmaları veya mendub olan bir fiili terk etmeleri herhangi bir günahı gerektirmediği için bir sorun oluşturmaz. Mübah olanların bazısını yapıp bazısını yapmamaları gibi evla olana aykırı bir fiili yapmak onlar için caizdir. Çünkü bunlar bütün yönleriyle masiyet kelimesinin mefhumu içerisine girmemektedir. Akıl bunu zorunlu kılmaktadır, onların resul ve nebi oluşları bunu gerektirmektedir.
Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem hakkında akli delilden başka nakli deliller de gelmiştir. Kur’an’ı Kerim’den olan bu deliller Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem’in kerih görülen bir şey yapmadığı, hatta yapmakta olduğu her şeyin farz ya da mendup, ya da mübah olarak Allahu Teala’dan vahiy olduğuna delalet etmektedir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurdu:
أتبع إلا ما يوحى إلي "Ben ancak bana vahyolunana tabi olurum." 1
قل إنما أتبع ما يوحى إلي من ربي “Deki: Ben ancak bana Rabbimden vahyolunana tabi olurum.” 2
Ayrıca Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem Müslümanlar için örnektir. Allahu Teala şöyle buyurmuştur:
وما آتاكم الرسول فخذوه وما نهاكم عنه فانتهوا “Resul size ne verdiyse onu alın. Sizi neden nehyettiyse ondan kaçının.” 3
قل إن كنتم تحبون الله فاتبعوني يحببكم الله ويغفر لكم ذنوبكم “Deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin.” 4
Resul’ün Sallallahu Aleyhi Vesellem fiileri ile hüküm çıkartmak hakkında geçerli olan, sözleri hakkında da geçerlidir. Zira hepsi de Allah Subhenehû ve Teala’nın emrine uyarak vahiyledir. Onun için Resul’ün fiileri haram ya da mekruh olmaz. Fakat onlar evla olana ters düşebilir. Çünkü evla olana ters düşmek mübahlardan bir mübahtır.
Ancak, resullerin ve nebilerin ismet sıfatı, onların vahiy ile nebi ve resul olmalarından sonraki dönemleri için geçerlidir. Resul ya da nebi olmadan önceki dönemleri hakkında diğer insanlar için mümkün olan, onlar için de mümkündür. Çünkü ismet sıfatı, nübüvvet ve risalet içindir.
--------------------------------------------------------------------------------
1 En’am: 50
2 A’raf: 203
3 Haşr: 7
4 Ali İmran: 31
.
Mushaf'ın Yazılması
Pzt, 03/29/2010 - 14:59 — HUSEYIN SASMAZ
Mushaf'ın Yazılması
--------------------------------------------------------------------------------
Kur'an'ın yazısı tevkifi olup muhalefet etmek caiz değildir. Buna delil, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e gelen vahyi yazan kâtiplerin bulunmasıdır. Vahiy kâtipleri Kur'an-ı bu yazı ile yazdılar ve Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem de onların bu şekilde yazmalarını kabul etti. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hayatı boyunca herhangi bir değişiklik olmaksızın Kur'an'ın yazılışı bu şekilde devam etmiştir. Sahabeler de Kur'an-ı yazdıkları halde onlardan hiçbirinin bu yazı şekline muhalefet ettikleri rivayet edilmemiştir. Osman Radıyallahu Anhu hilafete geçince müminlerin annesi Hafsa Radıyallahu Anha'nın yanında muhafaza edilen sayfalardan bu yazı şekline göre mushaflar çoğaltıldı ve diğer mushafların yakılması emrolundu.
Aynı zamanda Kur'an'ın yazısı o döneme kadar alışılagelen Arap yazısının dışında bir yazı şeklini ortaya koymaktadır. Bu farklılık, Kur'an'ın yazısının bir ıstılah olmayıp yalnızca tevkifi bir yazı şekli olduğundan başka bir anlama da gelmemektedir. Bu nedenle;
- الربا kelimesi Kur'an'da niçin (ا) ve (ي) ile değil de (و) ve (ا) ile beraber الربوا şeklinde yazıldı diye sorulamaz.
- Yine مائة kelimesinde (ا) ilavesi varken (مئة) kelimesinde ise elifin bulunmamasının,
- بأييكم kelimelerinin yazılışında (ي) harfinin iki defa yazılmasının,
- Hacc sûresindeki سعوا kelimesi elif ilavesi ile yazılmışken Sebe sûresinde سعو şeklinde elifsiz yazılmasının,
- Diğer ayetlerde elifle عتوا şeklinde yazılan kelimenin Furkan sûresinde elifsiz olarak عتو şeklinde yazılmasının,
- آمنوا kelimesi her yerde elifle yazıldığı halde باوء, جاءو, فاءو kelimelerinin elifsiz olarak yazılmasının,
- Diğer ayetlerde يعفو şeklinde yazılan kelimenin Nisa sûresinde elif ilavesi يعفوا الذي ile şeklinde yazılmasının; ‘sebebi nedir?’ denilemez. Bu şekilde soru sorulamayacağı gibi müteşabih ayetlerin bir kısmında bazı harflerin hazfedilmesinin/düşürülmesinin; ‘sebebi nedir?’ de denilemez.
-Yusuf ve Zuhruf sûresinde قرءنا kelimesindeki elif harfi düşürülürken diğer yerlerde elifle yazılması da böyledir.
-Yine Fussilet sûresinde سموات kelimesinin yazılışında vav harfinden sonra elif harfinin yazılması diğer yerlerde ise hazfedilmesi,
ميعاد kelimesinin yazılışında elif mutlak olarak her zaman sabit kalırken Enfal sûresinde ise elifin hafzedilmesi,
- Nerede geçerse geçsin سراجا kelimesindeki elif sabit kalırken Furkan sûresinde ise düşünülmesi de aynıdır.
Manada ve lafızda herhangi bir ihtilaf olmamakla beraber yazı yönünden tek bir kelimenin yazılmasında sûreler arasındaki bu farklılık, mushafın yazısının ictihada veya anlayışa dayanmayıp işitmeye/vahye dönük bir olay olduğuna delalet etmektedir. İşitmeye dayalı olan her şey ise tevkifidir. Sûrelerin tertibinde ihtilaf olduğu nakledilirken Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in gözleri önünde bu kelimelerin bu şekilde yazılmasından dolayı herhangi bir ihtilaf ortaya çıkmadığı gibi ayetlerin tertibinde de herhangi bir ihtilafın varlığından bahsedilmemiştir. Bu da mushafın yazısının tevkifi olduğuna delalet eder. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bu yazı şeklini ikrarı/kabul etmesi ve bu konu üzerinde sahabenin icması, lafız ve mana birliği ile beraber aynı kelimenin farklı sûrelerde farklı şekillerde yazılması gibi olayların tamamı, mushaflar üzerinde bulunan kelimelerin yazılış şeklinin tevkifi bu yazıya bağlı kalmanın gerekli olduğunun, bu yazının dışında bir yazı ile Kur'an-ı yazmanın haram olduğunun, onda değişiklik yapmanın kesinlikle caiz olmadığının apaçık delildir.
Burada; “Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem ümmi idi yani okuma yazma bilmiyordu. Dolayısıyla onun ikrarına, kabulüne itibar olunmaz” denilemez. Çünkü Resulün yazı şekillerini bilen kâtipleri vardı ve onlar kelimelerin nasıl yazıldığını Resule bildiriyorlardı. Üstelik bazı hadislerde de geçtiği üzere Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem harflerin şekillerini biliyordu. Ayrıca, yazdıran ve yazanlar aynı kişiler oldukları halde kâtipler, devlet başkanlarına ve krallara gönderilmek üzere yazdıkları mektuplarda, vahy geldiği zaman sahifelere yazmış oldukları Kur'an yazısının dışında Arapların alışageldikleri normal yazıyı kullanıyorlardı.
Kur'an'ın yazımında Osman Radıyallahu Anhu kullandığı yazıya bağlı kalmak yalnızca mushafın tamamına has bir durumdur. Ancak bunun yanında, delil olarak kullanırken veya eğitim amacıyla veya başka amaçlarla tahta üzerine mushafın dışında farklı bir yazım ile Kur'an-ı yazmak caizdir. Çünkü Resulün ikrarı ve Sahabenin icması diğerlerinde değil yalnızca mushaf üzerinde gerçekleşmiştir, dolayısıyla birbirlerine kıyas yapılamazlar. Çünkü mushafın yazısının tevkifi oluşu herhangi bir illete bağlı değildir. İllet olmayan yerde kıyas da olmaz, yapılamaz.
.
Kur'an'ın Toplanması
Paz, 03/28/2010 - 15:38 — HUSEYIN SASMAZ
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Rabbine kavuştuğunda Kur'an-ı Kerimin tamamının deri, kemik, ağaç dalları, yapraklar üzerinde yazılı olduğu ve yine tamamının Sahabe-i Kiram Radıyallahu Anhüm tarafından ezberlendiği yüzde yüz kesin delille sabittir. Bir veya birkaç ayet indiği zaman Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem hemen inen ayetlerin önünde yazılmasını emrediyordu. Aynı zamanda Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem vahyi yazmakla görevli olan vahy kâtiplerinin dışındaki Müslümanların inen ayetleri yazmalarını da engellemiyordu.
Müslim'in İbni Mes'ud'dan rivayet ettiği bir hadise göre Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle dedi: لا تَكْتُبُوا عَنِّي وَمَنْ كَتَبَ عَنِّي غَيْرَ الْقُرْآنِ فَلْيَمْحُهُ "Benden Kur'an'dan başka bir şey yazmayın. Benden Kur'an dışında bir şey yazan onu imha etsin."[1]
Vahiy kâtiplerinin yazmış olduğu Kur'an'ın tamamı sahifelerde idi. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
رَسُولٌ مِنْ اللَّهِ يَتْلُوا صُحُفًا مُطَهَّرَةً "Arınmış sahifeleri okuyan Allah katından bir resül.."[2]
Yani Resul, batıldan temizlenmiş, hak ve adaletle dosdoğru bir şekilde yazılmış kâğıtları okuyor. Allahu Teâla şöyle dedi:
كَلا إِنَّهَا تَذْكِرَةٌ (11) فَمَنْ شَاءَ ذَكَرَهُ (12) فِي صُحُفٍ مُكَرَّمَةٍ (13) مَرْفُوعَةٍ مُطَهَّرَةٍ (14) بِأَيْدِي سَفَرَةٍ (15) كِرَامٍ بَرَرَةٍ "Sakın; Çünkü bu bir öğüttür. Dileyen onu düşünüp öğüt alır. O, çok şerefli sahifelerdedir. Yüceltilmiş ve temizlenmiştir. Kâtiplerin elleriyle. Kıymetli, saygıdeğer."[3]
Yani bu kitap şerefli sahifelerde sabit, Allah katında yüksek derecelere sahip, şeytanların ellerinden temizlenmiş, muttakilerin elleriyle yazılmış bir öğüttür.
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem mushafın iki kapağı arasında olanların tamamını gözlerinin önünde yazılmış olarak bıraktı.
Abdülaziz b. Rafi'den dedi ki;
"Ben ve Şeddad b. Ma'kıl, İbni Abbas'ın Radıyallahu Anhum yanına girdik. Şeddad b. Ma'kıl İbni Abbas'a: Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bir şey bıraktı mı? diye sordu. İbni Abbas; ‘İki Kapağın arasındakilerden başka bir şey bırakmadı’ dedi. Bu defa Muhammed b. el-Hanefiyye'nin yanına girdim ve aynı soruyu ona da sorduk. Muhammed b. el-Hanefiyye; İki kapağın arasındakilerden başka hiçbir şey bırakmadı’ dedi."
Sûrelerdeki Kur'an ayetlerinin tamamının indiği zaman Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in önünde hemen sahifelere yazıldığı hususunda icma vardır. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem, hem Araplar hem de bütün dünya için kendisine verilen en büyük mucize olan Kur'an-ı Kerim hakkında mutmain ve huzurlu bir şekilde vefat etti. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem Kur'an ayetlerinden herhangi birisinin kaybolacağından asla korkmuyordu. Çünkü Allahu Teâla Hicr sûresi 9. ayette Kur'an-ı muhafaza edeceğini şöylece bildirmektedir:
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ "Muhakkak ki Zikri Biz indirdik onun koruyucusu da elbette Biziz."[4]
Zira bu ayetler Resulün gözleri önünde yazılıyor, sahabenin hafızalarında muhafaza ediliyor ve Müslümanların Kur'an-ı yazmalarına izin veriliyordu. Bu nedenle Sahabe-i Kiram, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in vefatından sonra riddet savaşlarında -dinden dönenlere ve yalancı peygamberlere karşı yapılan savaşlarda- hafız sahabelerin öldürülmelerinde çoğalma oluncaya kadar, Kur'an'ın tamamının bir kitapta toplanılmasına veya Kur'an'ın yazılmasına ihtiyaç hissetmediler. Riddet savaşlarında birtakım Kurraların vefatı ile Ömer Radıyallahu Anhu, birtakım Kur'an sayfalarının ve bazı ayetlerin kaybolabileceğinden korktu ve yazılan sayfaların bir araya toplanmasını düşündü. Bu düşüncesini Ebu Bekir Radıyallahu Anhu’ya açtı ve Kur'an'ın toplanması olayı gerçekleşti.
Ubeyd. b. es-Sebbak'tan rivayetle Zeyd b. Sabit Radıyallahu Anhum şöyle dedi:
أَرْسَلَ إِلَيَّ أَبُو بَكْرٍ مَقْتَلَ أَهْلِ الْيَمَامَةِ فَإِذَا عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ عِنْدَهُ قَالَ أَبُو بَكْرٍ رَضِي اللَّه عَنْهم إِنَّ عُمَرَ أَتَانِي فَقَالَ إِنَّ الْقَتْلَ قَدِ اسْتَحَرَّ يَوْمَ الْيَمَامَةِ بِقُرَّاءِ الْقُرْآنِ وَإِنِّي أَخْشَى أَنْ يَسْتَحِرَّ الْقَتْلُ بِالْقُرَّاءِ بِالْمَوَاطِنِ فَيَذْهَبَ كَثِيرٌ مِنَ الْقُرْآنِ وَإِنِّي أَرَى أَنْ تَأْمُرَ بِجَمْعِ الْقُرْآنِ قُلْتُ لِعُمَرَ كَيْفَ تَفْعَلُ شَيْئًا لَمْ يَفْعَلْهُ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ عُمَرُ هَذَا وَاللَّهِ خَيْرٌ فَلَمْ يَزَلْ عُمَرُ يُرَاجِعُنِي حَتَّى شَرَحَ اللَّهُ صَدْرِي لِذَلِكَ وَرَأَيْتُ فِي ذَلِكَ الَّذِي رَأَى عُمَرُ قَالَ زَيْدٌ قَالَ أَبُو بَكْرٍ إِنَّكَ رَجُلٌ شَابٌّ عَاقِلٌ لا نَتَّهِمُكَ وَقَدْ كُنْتَ تَكْتُبُ الْوَحْيَ لِرَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَتَتَبَّعِ الْقُرْآنَ فَاجْمَعْهُ فَوَاللَّهِ لَوْ كَلَّفُونِي نَقْلَ جَبَلٍ مِنَ الْجِبَالِ مَا كَانَ أَثْقَلَ عَلَيَّ مِمَّا أَمَرَنِي بِهِ مِنْ جَمْعِ الْقُرْآنِ قُلْتُ كَيْفَ تَفْعَلُونَ شَيْئًا لَمْ يَفْعَلْهُ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ هُوَ وَاللَّهِ خَيْرٌ فَلَمْ يَزَلْ أَبُو بَكْرٍ يُرَاجِعُنِي حَتَّى شَرَحَ اللَّهُ صَدْرِي لِلَّذِي شَرَحَ لَهُ صَدْرَ أَبِي بَكْرٍ وَعُمَرَ رَضِي اللَّه عَنْهمَا فَتَتَبَّعْتُ الْقُرْآنَ أَجْمَعُهُ مِنَ الْعُسُبِ وَاللِّخَافِ وَصُدُورِ الرِّجَالِ حَتَّى وَجَدْتُ آخِرَ سُورَةِ التَّوْبَةِ مَعَ أَبِي خُزَيْمَةَ الأنْصَارِيِّ لَمْ أَجِدْهَا مَعَ أَحَدٍ غَيْرِهِ ( لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ ) حَتَّى خَاتِمَةِ بَرَاءَةَ فَكَانَتِ الصُّحُفُ عِنْدَ أَبِي بَكْرٍ حَتَّى تَوَفَّاهُ اللَّهُ ثُمَّ عِنْدَ عُمَرَ حَيَاتَهُ ثُمَّ عِنْدَ حَفْصَةَ بِنْتِ عُمَرَ رَضِي اللَّه عَنْهم "Ebu Bekir Yemâme savaşından sonra beni çağırttı. Yanına vardığımda Ömer de oradaydı. Ebu Bekir Radıyallahu Anhu şöyle dedi: ‘Ömer Radıyallahu Anhu bana geldi ve ‘Yemame savaşında Kur'an-ı ezberleyenlerin pek çoğunun şehit düştüğünü diğer yerlerde de şehit düşen kurraların artmasıyla Kur'an'ın kaybolmasından korktuğunu ve Kur'an'ın toplanılmasını emretmemi uygun gördüğünü’ söyledi. Bunun üzerine ben de Ömer Radıyallahu Anhu'ya; Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsın? dedim. Ömer; ‘Allah Subhenehû ve Teala’ya yemin olsun ki bu hayırdır’ dedi. Ve nihayet bu işe aklım yatıncaya ve Allah Subhenehû ve Teala benim göğsümü bu işe açıncaya kadar Ömer bu görüşünde ısrar etti, birkaç defa tekrarladı ve ben de Ömer'in görüşüne iştirak ettim, uygun buldum’. Zeyd diyor ki; Ardından da Ebu Bekir bana; ‘Sen, genç, akıllı ve doğruluğundan şüphe edilmeyen bir adamsın. Sen Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem 'in vahiy kâtipliğini yaptın. Kur'an-ı incele ve onu topla diye emir verdi." Zeyd b. Sabit konuşmasına şöyle devam ediyor: "Allah Subhenehû ve Teala’ya yemin olsun ki şu dağlardan, bir dağı, taşımakla görevlendirilmek, bana Kur'an-ı toplamakla görevlendirilmekten daha ağır gelmezdi. Bu nedenle Ömer'e Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in yapmadığı bir işi yapmaya nasıl cesaret edebilirsin? diye sordum da bunun üzerine Ömer Radıyallahu Anhu; ‘Vallahi bu hayırdır’ dedi. Ömer ve Ebu Bekir Radıyallahu Anhuma'nın göğsünü açan, ferahlatan Allahu Teâla bu konuda benim göğsümü de ferahlatıncaya kadar Ebu Bekir Radıyallahu Anhu bana müracaat etmeye devam etti ve ben de onların görüşüne uydum. Ardından da Kur'an-ı yazılı bulunduğu hurma dallarından, beyaz ince taşlardan, bez parçaları ve hafızların ezberlerinden takip ettim. Tevbe sûresinin son ayetlerinden olan;
"And olsun ki size kendinizden bir resul gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz kendisine ağır gelir."[5] ayetinden Tevbe süresinin sonuna kadar olan ayet, Ensar'dan Ebu Huzeyme'nin yanında buluncaya kadar bu işe devam ettim. Bu ayeti ondan başkasında bulamadım. Derlediğim bu kitap; Ebu Bekir'in yanında ondan sonra Ömer'in yanında ondan sonra Ömer'in kızı Hafsa Radıyallahu Anha'nın yanında kaldı."[6]
Zeyd'in Kur'an-ı toplaması sadece hafızlardan alıntılara göre yazmakla gerçekleşmedi. Zeyd, Kur'an-ı toplarken özellikle getirilen ayetlerin Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in önünde yazılmış olması şartına göre topluyordu. Kendisine arz olunan bir sahifenin bizzat Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in gözleri önünde yazıldığına dair iki şahit getirilmedikçe bir sayfayı diğer sayfanın yanına koymuyordu. Üstelik aşağıdaki iki hususu bir arada bulundurmadıkça da bir sayfayı almıyordu:
1- Sahabelerden birisi tarafından yazılmış olması,
2- Sahabeden birisi tarafından ezberlenmiş olması.
Alınması istenen sahife ile herhangi bir sahabenin ezberindeki ayet aynı ise yazılı olan sayfa alınıyordu. Aksi takdirde reddolunuyordu. Bu nedenle Tevbe sûresinin son kısmını Zeyd b. Sabit ezbere bildiği halde Ensar'dan Ebu Huzeyme'nin yanında buluncaya kadar almayıp bekledi.
Yahya b. Abdurrahman b. Hatib yoluyla rivayet edildiğine göre: "Ömer Radıyallahu Anhu ayağa kalktı ve dedi ki; ‘Kim Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den Kur'an'dan bir şey aldıysa onu getirsin’.
Bilindiği üzere Kur'an ayetlerini sahifelere, levhalara ve hurma dallarına yazıyorlardı. Ve iki şahit getirmedikçe de hiç kimseden bir şey kabul etmiyordu. Bu da gösteriyor ki Zeyd, Kur'an'ın birtakım şeylerin üzerinde yazılı olmasıyla yetinmiyor, Zeyd'in kendisi ezbere bildiği halde yazılı olan ayetlerin Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den bizzat işitme yoluyla alındığına dair şahit bulunmadıkça da almıyordu. Böylece ihtiyatlı davranma hususunda mübalağa yapıyordu.”
Toplama işi, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in gözleri önünde yazılan sayfaları iki kapak arasında tek bir kitapta bir araya getirilmedikçe sona erdirilmedi. Kur'an, sahifelerde yazılı halde idi. Ancak dağınık bir halde olduğu için Ebu Bekir Radıyallahu Anhu onu bir yerde topladı. Bu nedenle Ebu Bekir Radıyallahu Anhu’nun Kur'an'ın toplanmasında yaptığı iş Kur'an'ın tek bir mushafta yazılması işi olmayıp bilakis Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in gözleri önünde yazılmış olan sayfaların bir mekânda toplanmasıdır. Toplanan bu sayfaların doğruluğunun desteklenmesi ve bundan emin olmak için de getirilen sayfaların hem Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in gözleri önünde yazıldığının iki şahitle ispatlanmış olması şartı hem de sahabeler tarafından ezberlenmiş olması şartı aranıyordu. Bu sahifeler hayatı boyunca önce Ebu Bekir'in yanında, sonra Ömer'in yanında sonra da Ömer'in vasiyeti üzere kızı ve mü'minlerin annesi Hafsa Radıyallahu Anha'nın yanında muhafaza edildi.
Buradan da anlaşılmaktadır ki Ebu Bekir Radıyallahu Anhu'nun Kur'an-ı toplaması, ancak Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in önünde yazılan sayfaların toplanmasından ibarettir. Kur'an'ın hıfzedilmesi ise Kur'an'ın ezberlenmesi demek değil, ancak çeşitli şeyler üzerine Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in gözleri önünde yazılı olan sahifelerin korunması demektir. Kur'an'ın üzerine yazılı olduğu şeyleri toplamak ve muhafaza altına almak ise ancak Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den nakledilenin aynen nakledildiğinin tekidinde mübalağalı ve ihtiyatlı davranmak içindir. Ama Kur'an'ın bizzat kendisi sahabenin göğüslerinde korunmuş ve ezberlerinde de toplanmıştı. Ezbere olan güven onların çoğunluğuna dayanmaktadır. Çünkü tamamen veya kısmen Kur'an-ı ezberleyen birçok kişi vardı.
Buraya kadar yapılan açıklama Ebu Bekir Radıyallahu Anhu döneminde Kur'an'ın toplanması açısından yapılan açıklamalardı. Osman Radıyallahu Anhu'nun halifeliğinin ikinci veya üçüncü yılında gerçekleştirdiği Kur'an-ı toplama işine gelince: Hicretin 25. yılında Şam halkıyla beraber Ermenistan'da ve Irak halkıyla beraber de Azerbaycan'da savaşan Huzeyfe İbn el Yemân, insanların Kur'an'ı okumadaki ihtilaflarından korkmuş bir halde Medine'de Osman Radıyallahu Anhu'nun yanına geldi. Bulunduğu yerlerde Şam halkının Kur'an'ı Irak halkının işitmediği bir tarzda Ubey b. Ka'b'ın kıraatıyla okuduklarını, Irak halkının da Şam halkının işitmediği bir tarzda Abdullah b. Mesud'un kıraatıyla okuduklarını ve kıraat ihtilafı nedeniyle birbirlerini tekfir ettiklerini gördü. Her iki grup da Bakara sûresindeki 196. ayeti kerimeyi farklı okuyorlardı. Birinin ayeti kerimeyi (وأتموا الحج والعمرة لله) şeklinde diğerinin ise; (وأتموا الحج والعمرة للبيت) şeklinde okumaları Huzeyfe İbn el Yemân'ı çok kızdırmış ve gözlerini kan çanağına çevirmişti.
Yine Huzeyfe'den rivayeten;
"Kufe halkı İbni Mesud'un kıraatını, Basra halkı da Ebu Musa El Eşari'nin kıraatının doğru olduğunu söylüyordu. Allah Subhenehû ve Teala’ya yemin olsun ki mü'minlerin emirinin yanına vardığımda bütün kıraatların tek bir kıraat haline döndürmesini ona emrettireceğim dedim ve Osman'ın yanına vardım."
İbn Şihab Enes b. Malik'den şunu rivayet ediyor:
"Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Suriye ve Iraklılarla beraber savaşan ve onların Kur'an-ı farklı şekillerde okumalarından korkan Huzeyfe İbni el-Yeman Osman Radıyallahu Anha gelerek; ‘Ey Mü'minlerin emiri; bu ümmet, Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarında ihtilaf ettikleri gibi kitaplarında ihtilaf etmeden, helak olmadan onlara yetiş, işin icabına bak.’ dedi. Bunun üzerine Osman Radıyallahu Anhu, Ömer Radıyallahu Anhu’nun kızı Hafsa Radıyallahu Anha'ya haber göndererek elinde bulunan mushaftan başka nüshalar çıkartacağını ve çoğaltma işi bittikten sonra da asıl nüshayı kendisine iade edeceğini söyleyerek elindeki nüshayı istedi. Hafsa Radıyallahu Anha da nüshayı Osman’a gönderdi. Osman Radıyallahu Anhu, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Said b. As ve Abdurrahman b. Haris b. Hişam'dan oluşan heyete Kur'an-ı çoğaltmalarını emretti. Osman Radıyallahu Anhu, Zeyd'in dışındaki Kureyş'li üç kişiye; ‘Kur'an hakkında Zeyd ile herhangi bir ihtilafa düşerseniz Kureyş lehçesi ile yazınız. Çünkü Kur'an, Kureyş lehçesiyle nazil olmuştur’ dedi. Onlar da Osman'ın dediği gibi yaptılar. Heyet istenilen nüshaları hazırladıktan sonra asıl nüsha Osman Radıyallahu Anhu tarafından Hafsa Radıyallahu Anha'ya iade edildi. Ve çoğaltılan nüshaların her birinden önemli merkezlere birer nüsha gönderilerek çoğaltılan nüshaların dışındaki bütün nüshaların yakılması halife tarafından emredildi."
Çoğaltılan nüshalar yedi taneydi. Bunlar sırasıyla Mekke'ye, Şam'a, Yemen'e, Bahreyn'e, Basra'ya ve Kufe'ye birer adet gönderildi. Bir nüsha da Medine'de bırakıldı.
Bu nedenle Osman Radıyallahu Anhu'nun yaptığı iş Kur'an'ın toplanması işi değil, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den alındığı şekilde Kur'an-ı olduğu gibi aynen nakletmek ve çoğaltmak işidir. Osman Radıyallahu Anhu Hafsa Radıyallahu Anha'nın yanında muhafaza edilmekte olan nüshadan yedi adet çoğaltmaktan başka hiçbir şey yapmamıştır. Bütün insanları bu çizgide toplamıştır. Bu nüshanın yazıldığı şeklin dışında herhangi bir hat veya imla ile Kur'an-ı yazmaktan insanları men etmiştir. Böylece yazı ve imla olarak bu nüshada karar kılındı. Bu hat ve imla vahiy indiği zaman Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem gözleri önünde yazılan sahifelerdeki hattın ve imlanın ve Ebu Bekir Radıyallahu Anhu'nun topladığı nüshanın da aynısıydı. Sonra da Müslümanlar bu nüshadan çoğaltmaya başladılar. Böylece ortada yalnızca Osman'ın mushafının yazı şekli kaldı. Matbaa icat edildiğinde ise aynı hat ve imla ile bu nüshaya göre Kur'an-ı Kerimler basılmaya başlandı.
Ebu Bekir Radıyallahu Anhu’nun Kur'an-ı toplaması ile Osman'ın Kur'an-ı toplaması arasında şöyle bir fark vardır: Ebu Bekir Radıyallahu Anhu Kur'anı taşıyanların ölmeleriyle Kur'an'dan bir şeyin kaybolacağından korktu. Her ne kadar Kur'an'ın tamamı sahifelerde yazılı idi ise de tamamı tek bir kitap halinde bir yerde toplanmış değildi. Bu nedenle Ebu Bekir Kur'an-ı sahifelerde bir araya getirdi. Arap lügatinin genişliği nedeniyle Kur'an kıraatlarındaki farklılıkların çoğalması ve insanların birbirlerini Kur'an-ı hatalı okumakla suçlamaları, Osman Radıyallahu Anhu'da işin daha da kötüye gitmesi endişesini artırdı ve bu mushaflar tek bir mushafta çoğaltıldı. Bu nedenle şu anda elimizde bulunan mushaf, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e inen mushafın ve Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in önünde yazılan sahifelerin bizzat aynısıdır. Ve yine şu anda elimizde bulunan Mushaf, Ebu Bekir Radıyallahu Anhu'nun bir araya getirip tek bir mekânda muhafaza altına aldığı, Osman Radıyallahu Anhu'nun da bu nüshadan yedi nüsha olarak çoğalttığı ve bu yedi nüshanın dışındakilerin yakılmasını emrettiği, yazısı ile imlasıyla ayetlerinin ve sûrelerin tertibiyle Ebu Bekir Radıyallahu Anhu zamanında bir araya toplanan mushafın aynısıdır.
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in vahyin gelişine göre yazdırdığı, Ebu Bekir Radıyallahu Anhu’nun toplayıp bir araya getirdiği ve buna göre de mushafın çoğaltıldığı ilk nüsha Medine valisi Mervan zamanına kadar mü'minlerin annesi Hafsa Radıyallahu Anha'nın yanında muhafaza edildi. Mervan, Medine valisi olduğu dönemde mushaf nüshalarının her yerde yaygın halde bulunduğu ve ilk nüshaya artık lüzum kalmadığı gerekçesiyle ilk nüshayı, müminlerin annesi Hafsa'dan alarak imha ettirdi.
İbn Şihab'dan şöyle dediği rivayet edildi:
"Salim b. Abdullah b. Ömer bana şöyle haber verdi: Mervan, Muaviye'nin Medine valisi olduğu dönemde Hafsa Radıyallahu Anha'dan Kur'an'ın yazıldığı sayfaları istedi. Ancak Hafsa yanındaki sayfaları vermeyi reddetti. Salim dedi ki; ‘Hafsa vefat ettiğinde biz onu defnedip döndükten sonra, Mervan Abdullah b. Ömer'e Hafsa Radıyallahu Anha'nın yanındaki sayfaların kendisine gönderilmesi hususunda ısrar etti. Abdullah b. Ömer de bu sayfaları gönderdi. Mervan bunların imha edilmesini emretti. Ve bu sayfalar yırtılıp yok edildi. Bu hareketini de şöyle nedenlendirdi: ‘Ben bu işi, zamanla insanların bu sayfalar hakkında şüpheye düşmelerinden korktuğum için yaptım’."
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Müslim; 4-298
[2] Beyyine; 2
[3] Abese; 11,16
[4] Hicr: 9
[5] Tevbe: 128
[6] Buhari sahih; 6-255; 9,92,93
.
KUR'AN-I KERİM
Cts, 03/27/2010 - 16:29 — HUSEYIN SASMAZ
KUR'AN-I KERİM
Kur'an-ı Kerim Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'e yirmi üç yılda parça parça indi. Kur'an-ı Kerim çeşitli konularda bazen peş peşe, bazen de aralıklı olarak iniyordu. Kur'an-ı Kerim, Allahu Teâla'nın Kur'an'da da zikrettiği hikmete göre bir defada değil olayların akışına göre inmiştir:
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلا نُزِّلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنُ جُمْلَةً وَاحِدَةً كَذَلِكَ لِنُثَبِّتَ بِهِ فُؤَادَكَ
"O küfredenler dediler ki; Kur'an ona bir kerede topluca indirilmeli değil miydi? Halbuki biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böylece azar azar indirir ve ağır ağır okuruz."[1]
Yani kalbine iyice yerleşmesi ve böylece de onu kavrayabilmen ve ezberlemen için onu azar azar indirdik, demektir.
وَقُرْآنًا فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَأَهُ عَلَى النَّاسِ عَلَى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنزِيلاً "Bir de Kur'an-ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm ve gerektikçe indirdik."[2]
Bir başka ifade ile olayların akışına göre gerektikçe, yavaş yavaş indirdik. Hem Resulün kalbine iyice yerleşmesi hem insanlara Kur'an-ı yavaş yavaş okuması ve hem de olaylara göre, soru soranların sorularına cevap verilmesi için yirmi üç senede bölüm bölüm indirdik, demektir.
Kur'an-ı Kerim Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'e iniyor ve o da Kur’an’ın göğüslerde (hafızalarda) ezberlenmesini, deriden ya da yapraklardan, ya da kemiklerden parçalar üzerine yazılmasını emrediyordu. Yani kürek kemiklerine, hurma dallarına ince ve geniş taş parçaları üzerine yazılmasını emrediyordu. Bir ayet indiğinde onu sûredeki yerine konulmasını emrediyor ve bu ayeti şu sûredeki şu ayetten sonraya koyun, yazın diyerek ayetlerin yerlerini tek tek belirtiyordu. Osman Radıyallahu Anhu'dan şöyle dediği rivayet edildi:
"Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'e ayetler iniyordu ve Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem bu ayetleri, içerisinde şu ayetlerin bulunduğu şu sûreye koyun diyordu."[3]
Kur’an’ın indirilmesi tamamlandıktan sonra Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem Rabbine kavuşuncaya kadar bu durum aynı minval üzere devam etti. Bu nedenle şu anda mushaftaki bütün sûrelerde bulunan ayetlerin tertibi, Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem 'den, onun Cibril'den, Cibril'in de Allah Subhenehû ve Teala'dan aldığı şekilde tevkifidir/vahyin emri doğrultusundadır.
Buna göre de ümmet, Kur'an-ı Kerimi Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem 'den en ufak bir ihtilafa yer bırakmadan nakletmişlerdir. Şu anda gördüğümüz şekle göre sûrelerdeki ayetlerin tertibi, bizzat Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem 'in emrettiği ve emrine göre de deri, yaprak, kürek kemikleri ve ağaç dalları üzerine yazılan ve göğüslerde muhafaza edilen Kur'an'ın bizzat aynısıdır. Bu nedenle sûrelerdeki ayetlerin tertibi kat'idir. Resulullah'tan, Cebrail'den ve Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiği üzere tevkifidir.
Fakat sûrelerin tertibi ise sahabelerinRadiyallahu anhüm ictihadına göre düzenlenmiştir.
Ahmed İbni Hanbel ve diğer sünen sahiplerinin çıkardığı, İbni Hibban ve Hakim'in de tashih ettiği İbni Abbas'ın rivayet ettiği bir hadis şöyledir:
"Osman'a; Berae/Tevbe sûresi ile Enfal sûresini bir araya getirip aralarına besmele yazmadan onları yedi uzun sûrenin arasına koymanızın sebebi nedir? diye sordum. Osman dedi ki; Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'e birkaç sûre birden iniyordu. O sûrelere ait bir şey indiği zaman vahy kâtiplerinden bazılarını çağırıyor ve onlara, şu ayetleri içinde şunların zikredildiği şu sûreye koyunuz diyordu. Enfal sûresi Medine'de inen ilk sûrelerdendir. Berae sûresi ise Kur'an'ın en son inen sûrelerindendir. Bu sûre içeriği bakımından Enfal sûresine benziyordu. Bu benzerliğinden dolayı onu Enfal sûresinden bir parça sandım. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem ruhunu Allah Subhenehû ve Teala’ya teslim etti fakat bunu bize açıklamadı."
Said b. Cübeyr İbni Abbas'tan şunu rivayet ediyor: "Bismillahirrahmanirrahim ifadesi ininceye kadar Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem bir sûrenin bitip bitmediğini bilmiyordu."
Bir başka rivayette ise: "Bismillahirrahmanirrahim ifadesi indiğinde sûrenin bittiğini biliyorlardı."
Bu da bütün sûrelerdeki ayetlerin tertibinin tevkifi olduğuna delalet etmektedir. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Berae sûresinin durumunu açıklamadığı için Osman Radıyallahu Anhu ictihad yaparak onu Enfal sûresine birleştirmiştir.
"El-ikna" isimli kitapta nakledildiğine göre İbni Mesud'un mushafında Berae sûresinin başında besmele vardır.
Ayetlerin tertibinde herhangi bir ihtilaf olmamakla beraber sûrelerin tertibinde sahabelerin farklı mushafları muhafaza ettikleri rivayet edilmiştir. sûrelerin tertibi açısından İbni Mesud'un mushafı ile Osman'ın mushafı farklıdır. İbni Mesud'un mushafının tertibinde, önce Fatiha sonra Bakara, sonra Nisa sonra da Âl-i İmrân sûresi gelmektedir. Osman'ın mushafındaki düzenleme ise Fatiha, Bakara, Âl-i İmrân ve Nisa şeklindedir. Her ikisi de sûrelerin nüzulüne göre düzenlenmemiştir. Ali Radıyallahu Anhu'nun mushafının nüzul sırasına göre şu şekilde tertip edildiği söylenir: Alak, Müddessir, Kalem, Müzzemmil, Tebbet, Tekvir, A’la sıralamasıyla önce Mekki sûreler sonra da sırasıyla Medeni sûrelere göre tertip edilmiştir. Sûrelerin tertibinde görülen bu farklılıklar sûrelerin tertibinin tevkifi olmayıp sahabenin ictihadının bir sonucu olduğuna delalet etmektedir.
Bu nedenle okurken sûrelerin tertibine uymak ne namazda, ne Kur'an tilavetinde, ne ders esnasında ne de eğitim esnasında vacib değildir. Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bir gece namazında Âl-i İmrân sûresinden önce Nisa sûresini okuması da buna delalet etmektedir. Ancak Kur'an-ı Kerimin tersten okunmasını yasaklayan rivayetler, sûreleri tersten okumayı değil aynı sûredeki ayetleri tersten okunmasını yasaklamaktadır.
Cibril, Kur'an'dan inmiş olanların tamamını her yıl bir defa Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e okuyordu. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in vefat ettiği sene ise Cibril Kur'an'ın tamamını Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e iki defa okudu.
Aişe Radıyallahu Anha'nın Fatıma Radıyallahu Anha'dan rivayetine göre;
أَسَرَّ إِلَيَّ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنَّ جِبْرِيلَ كَانَ يُعَارِضُنِي بِالْقُرْآنِ كُلَّ سَنَةٍ وَإِنَّهُ عَارَضَنِي الْعَامَ مَرَّتَيْنِ وَلاَ أُرَاهُ إِلاَ حَضَرَ أَجَلِي "Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem bana gizlice şöyle dedi: Cibril Aleyhisselam her sene bana Kur'an-ı bir defa okuyordu. Bu sene iki defa okudu. Bu da ecelimin yaklaştığını gösteriyor."[4]
Ebu Hüreyre Radıyallahu Anhum’dan: "Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem 'e Kur'an her sene bir defa arz olunuyordu/tamamı okunuyordu. Vefat ettiği sene Cibril Kur'an-ı ona iki defa arz etti."[5]
Her sene Cibril'in Kur'an-ı Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'e arz etmesi demek, ayetlerin birbiri ile olan tertibini ve ayetlerin sûrelerdeki tertibinin arz edilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü Kitabın arzı, Kitabın cümlelerinin, kelimelerinin ve tertibinin arzı demektir. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in vefat ettiği sene iki defa arz edilmesi de ayetlerin birbirlerini takip ediş sırasını ve ayetlerin sûreler içindeki tertibinin arzı anlamını ifade eder. Hadisten sûrelerin birbirleri ile olan tertibini anlamak da mümkündür. Ancak ayetlerin tertibi ile ilgili olarak birçok sarih ve sahih hadisler vardır. Bu hadisler ayetlerin tertibinin ve ayetlerin sûreler içindeki tertibinin nassıdır. Örneğin;
ضعوا هذه الآيات في سورة كذا بعد آية كذا "Şu ayeti şu sûredeki falan ayetten sonra koyunuz."
ضَعُوا هَؤُلاَءِ الاَيَاتِ فِي السُّورَةِ الَّتِي يُذْكَرُ فِيهَا كَذَا وَكَذَا "Şu ayetleri şunların zikredildiği sûreye koyun."[6] gibi emir içeren ifadeler ayetlerin tertibi konusunda geçen açık ve sahih nasslardır. Bir sûrenin bitip bir başka sûrenin başlaması Cebrail vasıtasıyla Allah'tan tevkifidir. İbni Abbas'tan; "Besmele ininceye kadar Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem bir sûrenin bittiğini bilmiyordu." Bir başka rivayette ise; "Besmele inince sûrenin bittiğini anlıyorlardı." Bütün bunlar kesinlikle sûrelerdeki ayetlerin tertibinin, sûrelerdeki ayetlerin sayısının ve yerlerinin hepsinin Allah Subhenehû ve Teala tarafından tevkifi olduğuna delalet etmektedir. Böylece ümmetin Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem 'den naklettikleri tevatüren sabittir.
Sûrelerin tertibine gelince: Her ne kadar Kur'an'ın Cebrail tarafından sunulması hadisinden sûrelerin tertibinin de tevkifi olduğu anlaşılırsa da diğer hadislerden de tevkifi olmadığı anlaşılmaktadır. Mü'minlerin annesi Aişe Radıyallahu Anha’dan;
إِذْ جَاءَهَا عِرَاقِيٌّ فَقَالَ أَيُّ الْكَفَنِ خَيْرٌ قَالَتْ وَيْحَكَ وَمَا يَضُرُّكَ قَالَ يَا أُمَّ الْمُؤْمِنِينَ أَرِينِي مُصْحَفَكِ قَالَتْ لِمَ قَالَ لَعَلِّي أُوَلِّفُ الْقُرْآنَ عَلَيْهِ فَإِنَّهُ يُقْرَأُ غَيْرَ مُؤَلَّفٍ قَالَتْ وَمَا يَضُرُّكَ أَيَّهُ قَرَأْتَ قَبْلُ إِنَّمَا نَزَلَ أَوَّلَ مَا نَزَلَ مِنْهُ سُورَةٌ مِنَ الْمُفَصَّلِ فِيهَا ذِكْرُ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ حَتَّى إِذَا ثَابَ النَّاسُ إِلَى الاَسْلاَمِ نَزَلَ الْحَلاَلُ وَالْحَرَامُ وَلَوْ نَزَلَ أَوَّلَ شَيْءٍ لاَ تَشْرَبُوا الْخَمْرَ لَقَالُوا لاَ نَدَعُ الْخَمْرَ أَبَدًا وَلَوْ نَزَلَ لاَ تَزْنُوا لَقَالُوا لاَ نَدَعُ الزِّنَا أَبَدًا لَقَدْ نَزَلَ بِمَكَّةَ عَلَى مُحَمَّدٍ صَلَّى اللَّهم عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَإِنِّي لَجَارِيَةٌ أَلْعَبُ ( بَلِ السَّاعَةُ مَوْعِدُهُمْ وَالسَّاعَةُ أَدْهَى وَأَمَرُّ ) وَمَا نَزَلَتْ سُورَةُ الْبَقَرَةِ وَالنِّسَاءِ إِلاَ وَأَنَا عِنْدَهُ قَالَ فَأَخْرَجَتْ لَهُ الْمُصْحَفَ فَأَمْلَتْ عَلَيْهِ آيَ السُّوَرِ
"Iraklı bir adam ona geldi ve şöyle dedi: Hangi kefen daha hayırlıdır? Aişe Radıyallahu Anha; Yazıklar olsun sana. Bunun sana ne zararı var? dedi. Bunun üzerine Iraklı adam; Ey müminlerin annesi mushafını bana göster. Aişe Radıyallahu Anha; Niçin? diye sorunca adam; Belki sendeki nüshaya göre telif ederim. Hangisini önce okursan sana ne zararı var. İlk önce inen sûreler Cennet ve Cehennem hakkında tafsilatı içeriyordu. İnsanlar İslâm'a yönelince helal ve haram ayetleri indi. Eğer önce içki içmeyin ayeti inseydi, biz ebediyen içkiyi bırakmayız derlerdi. Zina etmeyin ayeti inmiş olsaydı biz ebediyen zinadan vazgeçmeyiz derlerdi. Mekke'de henüz oyun oynayan bir kız çocuğu iken Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'e: "Daha doğrusu onlara va'd olunan asıl saattir. O saat ne belalı, ne acıdır."[7] ayeti indi. Bakara ve Nisa sûresi ben yanında iken indi. Sonra Aişe Radıyallahu Anha yanındaki mushafı çıkardı ve sûreleri ona yazdırdı."[8]
Bu hadis Kur'an'ın başlangıçta toplu halde olmadığına delalet etmektedir. Sahabelerin mushafı tertiplerindeki ihtilaf da buna ilave edildiğinde Kur'an'daki sûrelerin tertibinin sahabenin ittifakı ile olduğu anlaşılır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Furkan: 32
[2] İsra: 106
[3] Tirmizi, Ebu Davud
[4] Buhari, Sahih; III-35, Müslim-1803,1904/4
[5] Buhari
[6] Tirmizi, Tefsiri’l-Kur’an, 3011
[7] Kamer:46
[8] Buhari, Fedâil Kur’an, 4609
.
Resul'ün Müctehid Olması Caiz Değildir
Cum, 03/26/2010 - 16:13 — HUSEYIN SASMAZ
Resul'ün Müctehid Olması Caiz Değildir
--------------------------------------------------------------------------------
Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in; “bazı hükümlerde içtihat ettiği ve ictihadında hata yaptığı ardından da Allahu Teâla'nın onun bu hatasını düzelttiği” sözünün anlamı şudur: “Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem vahiyden alarak değil içtihat ederek insanlara Şeriatı tebliğ etmiştir ve İslâm Şeriatından insanlara tebliğ ettiklerinin bir kısmından dolayı masum değildir”, demektir.
Oysa bu sözün tamamı hem aklen hem de Şer'an batıldır. Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem, diğer nebiler ve resuller gibi nebi ve resuldür ve Allahu Teâla'dan aldıklarını tebliğde hatadan masumdur. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem akli delille kesinlikle ismet sahibidir.
Üstelik Resulün tebliğ ettiklerinin hem tamamını hem de cüziyatını ancak vahy ile yaptığına delalet eden hem sübutu hem de delaleti kat'i Şer’î deliller vardır. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem ancak vahiyden aldığı hükümleri tebliğ ediyordu. Allahu Teâla Enbiya suresinde şöyle buyurmaktadır:
قُلْ إِنَّمَا أُنذِرُكُمْ بِالْوَحْيِ "De ki: Ben ancak sizi vahy ile uyarıyorum."[1]
Yani, Ey Muhammed onlara; ‘ben sizi ancak bana indirilen vahy ile uyarıyorum, benim uyarmam ancak vahy çerçevesindedir’ de, demektir. Necm Suresinde ise;
وَمَا يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى (3) إِنْ هُوَ إِلا وَحْيٌ يُوحَى "O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak bildirilen bir vahy iledir."[2]
Ayette geçen مَا يَنْطِقُ "konuşmamaktadır" kelimesi genellik ifade eden siygalardan olup içeriğine Kur'an'ı ve Sünneti de almaktadır. Bu tabiri Kur'an ile tahsis edecek Kur'an'da da Sünnette de bir delil yoktur. Dolayısıyla ifade genel olarak kalır. Yani Resul’ün teşriden/Şeriat belirlemekle alakalı konuştuklarının tamamı vahiydir. Yalnızca Kur'an ile tahsis etmek doğru değildir. Bilakis hem Kur’an’ı hem de Hadisi kuşatıcı olarak kalması gerekir. Nitekim bunu Necm Suresi 3. ayet şu şekilde pekiştirmektedir:
إِنْ هُوَ إِلا وَحْيٌ يُوحَى “Onun konuşması ancak bildirilen bir vahy iledir."[3]
Resulün Allah Subhenehû ve Teala'dan alıp tebliğ ettiği konuların, hem teşri ile alakalı olan ve hem de teşriin dışında olan hükümlerle akaidle, fikirlerle ve kıssalar ile tahsis edilip ziraat, sanayi bilimsel konular vb dünya işlerinden sayılan vesileleri ve üslupları kapsamamasına gelince; Bu tahsis iki işte görülmektedir.
Birincisi; Teşride onu tahsis eden diğer nassların gelmesi. Nitekim Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem hurma ağaçlarının aşılanması konusunda şöyle demektedir:
أنتم أدرى بأمور دنياكم "Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz."[4]
Ve yine Bedir savaşında ordunun konaklayacağı yer hakkında: “Bu Allah’tan gelen bir vahiy midir yoksa görüş savaş ve hile midir?” diye Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e sorulduğunda Allah Subhenehû ve Teala’nın Resulü şöyle dedi: هو الرأي والحرب والمكيدة " O görüş, savaş ve hiledir."[5]
İşte, bu nasslar vahyin; dünya işlerinin ve savaş taktiği cinsinden olan konuların dışındakilerle tahsis edildiğinin delilleridir.
İkincisi: Vahyin teşrii, akaid ve hükümlere ait konularla tahsis edildiği apaçık ortadadır. Şüphesiz ki O, bir elçidir. Söz konusu olan onun kendisi ile gönderildiği husustur. Bu durumda da tahsis edilen şey söz konusu olmakta ve genellik siygası ise genel olarak kalmaktadır. Ancak tahsis bütün konuları değil yalnızca geldiği konuları ilgilendirir. Evet, “sebebin hususi/özel olmasına değil lafzın umumi/genel olmasına itibar edilir” kaidesi doğrudur. Ancak sebepten kasıt Kur'an'ın nüzul sebebini teşkil eden olaydır. Dolayısıyla konu, yalnızca ona has olmayıp bütün olayları kapsar. Fakat tahsiste bütün konular söz konusu değildir. Hâlbuki içtihat meselelerinde söz konusu olan şey vahiydir. Yani uyarmadır, teşridir ve hükümlerdir. Zira ayette Allahu Teâla şöyle demektedir:
قُلْ إِنَّمَا أُنذِرُكُمْ بِالْوَحْيِ "De ki; Ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum."[6]
إِنْ يُوحَى إِلَيَّ إِلا أَنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُبِينٌ "Bana sadece vahy olunuyor. Doğrusu ben ancak apaçık uyarıcıyım."[7]
Vahiyden kastın; Resulün gönderildiği inançlar, hükümler, tebliğ etmekle ve uyarmakla emrolunduğu her şey olduğu açıkça görülmektedir. Bu nedenle vahiy yürümek, konuşmak yemek vb. insan tabiatından sayılan fiilleri ve üslûpları kapsamına almaz. Akaid ve hükümler kapsamına girmeyen üslûp ve vesile türünden şeyler dışında yalnızca inanılması gereken şeylerle ve Şer’î hükümlerle alakalı konulara tahsis edilir. Buna göre; Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in getirdiklerinden tebliğ etmekle emrolunduğu; kulların fiilleri ve fikirlerle alakalı şeylerin tamamı Allah Subhenehû ve Teala'dan gelen vahiydir.
Vahiy, Resulün fiillerini, sözlerini ve gördüğü bir konu hakkındaki sükûtunu da kapsar. Bu nedenle biz ona tabi olmakla görevliyiz. Zira Allahu Teâla ayette şöyle buyurmaktadır:
وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا "Resul size neyi getirdiyse onu alın neyi yasakladıysa onu da bırakın."[8]
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ "Allah’ın Resulünde sizin için en güzel örnek vardır."[9]
Resulün sözleri, fiilleri ve sükûtu Şer’î delildir ve bunların tamamı Allah Subhenehû ve Teala'dan gelen bir vahiydir.
Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem Allah Subhenehû ve Teala'dan kendisine gelen vahyi alıyor ve onu tebliğ ediyordu. İşleri vahye göre çözüyor, kesinlikle vahyin dışına çıkmıyordu. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
إِنْ أَتَّبِعُ إِلا مَا يُوحَى "Ancak bana vahyolunana tabi olurum."[10]
إِنَّمَا أَتَّبِعُ مَا يُوحَى إِلَيَّ مِنْ رَبِّي "De ki: Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım."[11]
Yani Rabbimin bana vahyettiğinden başkasına asla uymam. Böylece Resulün uyduğu şeyler vahiyle sınırlandırılmaktadır. Bunların tamamı genel olarak açık ve net şeylerdir. Yalnızca Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in tebliğ etmekle emrolunduğu şeyler vahyin konusunu oluşturmaktadır. İnsanlara hükümleri açıklamada, teşride ve diğer konularda Resulün hayatı bu minval üzeredir. Zihar, lian ve bunların dışında birçok konudaki hükmü belirtmek için Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem vahyin gelmesini bekliyordu. Allah Subhenehû ve Teala'dan vahiy gelmedikçe bir mesele hakkındaki hükmü söylemiyor, teşri ile alakalı bir fiili yapmıyor veya sükût etmiyordu.
Bazı zamanlarda Sahabe, kullara ait fiillerden bir fiille ilgili hükmün, bir şey hakkında görüş belirtmekle mi, üslûpla mı yoksa vesile ile mi alakalı olduğunda karışıklığa düşüyorlar ve ‘bu vahiy midir yoksa şûra kapsamına giren işlerden midir ya Resulallah?’ diye soruyorlardı. Eğer Resul onlara bunun vahiy olduğunu söylerse susuyorlardı. Çünkü yaptığı şeyin kendisine ait bir davranış olmadığını biliyorlardı. Eğer onlara, şûra ve görüş belirtme cinsindendir derse o zaman Resulle tartışıyorlardı. Çoğu kere de Bedir savaşında, Uhud'da ve Hendek savaşında olduğu gibi Resul Sahabenin görüşüne uyuyordu. Allah'tan aldığı tebliğle alakalı olmayan konular hakkında ise şöyle diyordu: أنتم أدرى بأمور دنياكم "Siz dünya işlerinizi daha iyi biliyorsunuz." Hurma ağaçlarının aşılanması meselesinde olduğu gibi.
Eğer Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem teşri ile alakalı konularda da vahyin dışında konuşsaydı bir konuda hüküm vermek için vahyin gelmesini beklemezdi. Ve Sahabe de ona; "Vahiy midir yoksa görüş müdür?" diye sormazdı. Kendiliğinden cevap vermiş olsaydı böyle bir soru sormaya gerek duymaksızın Sahabe Resul ile tartışırdı. Bu nedenle Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den, Allah Subhenehû ve Teala'dan gelen vahyin dışında ne bir söz, ne bir fiil ne de sükût görülmemiştir. Çünkü davranışları kendine ait görüşün sonucu değildi.
Bundan dolayı Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem kesinlikle ictihad yapmamıştır. İçtihad yapması aklen de Şer'an da doğru değildir.
Şer'an, ictihad yapmadığına ve Allah Subhenehû ve Teala’dan aldığı tebliğle ilgili meselelerin tamamının vahiy ile sınırlı olduğuna delalet eden şu sarih ayetler kesin delillerdir.
قُلْ إِنَّمَا أُنذِرُكُمْ بِالْوَحْيِ "De ki: Ben ancak sizi vahiy ile uyarıyorum."[12]
إِنْ أَتَّبِعُ إِلا مَا يُوحَى "Ancak bana vahyolunana tabi olurum."[13]
وَمَا يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى "Hevasından konuşmaz."[14]
Kendisine sorulan bir soru hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü açıklamaya gerçekten muhtaç olduğu halde cevap vermeyip vahyin gelmesini beklemesi ise bu konudaki akli delildir. Eğer ictihad etmesi caiz olsaydı vahyi beklemeden hemen ictihad eder ve cevap verirdi. Hâlbuki o, vahiy gelinceye kadar hükmü geciktiriyordu. Bu da onun ictihad yapmadığına ve ictihad yapmasının da caiz olmadığına delalet etmektedir. Eğer ictihad yapması caiz olsaydı cevabını vermek zorunda olduğu bir hükmü bekletmezdi.
Ayrıca Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e uymak vaciptir. Dolayısıyla hata ettiğinde de ona uymak gerekir. Bu ise batıldır. Çünkü Allah Subhenehû ve Teala hata olan bir şeye uymayı emretmez. Üstelik Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem tebliğde hatadan masumdur. Bu nedenle Resulün tebliğde hata ettiğini söylemek kesinlikle caiz değildir. Çünkü Resulün hata yapmasının caiz olması, risaleti ve nübüvveti yok eder. Risaleti ve nübüvveti kabullenmek Resulün hata yapmasının caiz olmamasını gerektirir. Tebliğde hatadan yoksun olması ise kesinlikle gereklidir. Bu nedenle Resulün Allahu Teâla'dan aldıklarını tebliğ etmede hata yapması kesinlikle mümkün değildir. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in ictihad yapması da caiz değildir. Sözlü, fiili ve takrir yoluyla ulaştırdığı hükümlerin tamamı yalnızca Allahu Teâla'dan vahiydir.
Şöyle söylenemez:
“Resul ictihad yapıp ictihadında hata ettiğinde Allah Subhenehû ve Teala onu hatada durdurmaz ve ona en kısa sürede doğru olanı açıklar. Çünkü Resul ictihadında hata ettiği zaman bu haliyle Müslümanların üzerine farz olur ve doğrusu açıklanıncaya kadar da ona uymaları gerekir. Bu açıklama ise önceden verilmiş olan hükmün dışında yeni bir hüküm özelliğini kazanıp hatalı olan birinci hükmü terkedip ikinci hükme uymalarını gerektirir.”
Bu batıldır ve Allah Subhenehû ve Teala, insanlara ilk önce hatalı olan bir şeye uymalarını emredip sonra da onu terkedip doğru olana uymalarını emretti anlamına gelir ki böyle bir söz Allahu Teâla için geçersizdir. Resul hakkında da; bir hükmü tebliğ edip ardından da Sahabeye bu hüküm hatalıdır, çünkü benim ictihadımdır, doğru olan ise Allah Subhenehû ve Teala'dan gelen şu hükümdür, diyerek hatalı hükmü terketmelerini ve doğru hükmü almalarını onlara tebliğ etmesi gibi bir şey söylemek doğru değildir.
Burada şöyle bir itiraz da ileri sürülemez:
“Siz yukarıda Şer’î bir husus hakkında akli bir delil ortaya koydunuz ki bu caiz değildir. Çünkü Şer’î bir işin delilinin de Şer’î olması gerekir.”
Evet, böyle bir itiraz doğru değildir. Zira yalnızca Şer’î hükümle alakalı bir hususun delilinin Şer’î delil olması gerekir. Akide ile ilgili konularda ise delil, akli de olur Şer’î de olur. Resulün müctehid olması veya olmaması konusu Şer’î hükümler kapsamına giren konulardan değil, akide kapsamına giren konulardandır. Dolayısıyla delili Şer’î de olur akli de.
Böylece Resulün müctehid olmaması hem akli hem de Şer’î delille sabittir. Çünkü Resulün müctehid olması konusu akide ile ilgili konulardandır.
Şöyle de söylenmez:
“Resul birçok meselede fiilen ictihad etti, ancak Allahu Teâla Resulün hatalı ictihadını indirdiği ayetle düzelterek hükmünü açıkladı ve böylece yanlışı düzeltti.”
Böyle bir şey söylenemez, çünkü Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümlerinden herhangi bir hükmü tebliğde ictihad ettiği kesinlikle görülmemiştir. Tam tersine Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in vahiy ile tebliğ ettiği hem Kur'an'ın hem de sahih sünnetin nassı ile sabittir. Hem teşri ile ilgili, hem akaidle ilgili meseleleri hem de bunlara benzer konuları vahiy gelmedikçe tebliğ etmediği sabittir. Herhangi bir konuda vahiy inmediği zaman vahiy ininceye kadar beklerdi.
Resulün bilfiil ictihad yaptığını söyleyenlerin kullandıkları ayetlere gelince: Onlar Resulün bu ayetlerle ilgili olarak ictihad yaptığı vehmine kapıldılar. Oysa böyle bir şey olmadığı gibi herhangi bir ayetle ilgili olarak Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem ictihad da yapmamıştır. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in ictihad yaptığını iddia edenlerin delil olarak kullandıkları ayetlerin bazıları şunlardır.
مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الأرْضِ "Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir nebiye yakışmaz."[15]
عَفَا اللَّهُ عَنْكَ لِمَ أَذِنتَ لَهُمْ "Allah seni affetsin onlara niye izin verdin."[16]
وَلا تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا وَلا تَقُمْ عَلَى قَبْرِهِ "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma mezarı başında da oturma."[17]
عَبَسَ وَتَوَلَّى (1) أَنْ جَاءَهُ الأعْمَى "Yanına kör bir kimse geldi diye (resul) yüzünü asıp çevirdi."[18]
Bu türden ayetler ve hadisler bir hükümde ve hükmün insanlara tebliğinde ictihat kabilinden şeyler değildir. Bu ayetler ancak, Resulün yapması evla/daha uygun ve öncelikli bir konuda Resule itab/uyarı türünden gelen ayetlerdir. Öyleyse Resulün insanlara belirli bir hükmü tebliğ ettiği, ardından da hükümdeki ve ictihadındaki hatasını gösteren bir ayetin indiği, sonra da Resulden hatasını düzelten doğru hükmü tebliğ etmesinin istendiği gibi bir durum söz konusu değildir. Oysa buradaki olayın aslı şudur:
Daha önce vahy ile kendisine inen Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümlerinden bir hükmü tebliğ etmek amacıyla bir iş yapan Resulün, bu hükme göre yapması evla olana muhalif bir şekilde insanlara hükmü tebliğ etmesinden ve bu muhalefetinden dolayı itab edilmesinden ibarettir. Yoksa bu itab, yeni bir hükmün teşri edilmesi değildir. Hüküm zaten önceden teşri edilmiş ve Resul de onunla emrolunmuştu. Buna göre de Resul onu tebliğ ediyordu. Bu olaylar nedeniyle gelen bu ayetler, ancak Resulün Allah Subhenehû ve Teala’nın kendisine emrettiği bir emri yerine getirmek için çalışırken evla olanın tersine hareket etmesi nedeniyle Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'e gelen bir itabtır. Ayetler de, Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in evla olanın tersine davranması ile ilgili olarak gelen itab ayetleridir. Yoksa ayetler ne daha önceden olmayan hükümleri teşri ediyor, ne herhangi bir ictihadı tashih ediyor/düzeltiyor, ne de Resulün yaptığı hatalı bir ictihadın hükmüne muhalif olan bir başka hükmü teşri kılıyordu.
Resullerin ve nebilerin aklen de Şer'an da evla olana aykırı bir fiili yapmaları caizdir. Çünkü evla olana aykırılık, mübah olan bir hüküm demektir. Ancak bazı amelleri bazısından daha evladır. Veya mendup hükmünü taşıyan bir olay olup bazı davranışları diğerinden daha evladır. Kişinin şehirde oturması da köyde oturması da mübahtır. Ancak şehirde oturmak yönetim ile ilgili işlere önem vermek ve yöneticileri muhasebe açısından köyde oturmaktan daha evladır. Sadakayı açık vermek de gizli olarak vermek de menduptur. Ancak gizli olarak vermek açıktan vermekten daha iyidir. Açıkça sadaka verilirse evla olana ters davranılmış olur. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in de evla olana aykırı bir davranışı yapması caizdir. Hatta Resulün masiyetler kapsamına girmeyen fiillerin hepsini yapması bile caizdir. Resul evla olana aykırı bir fiili yapmış Allahu Teâla'da onu itab etmiştir. Ayetleri inceleyen kimse, ayetlerin mantukunun, mefhumlarının ve delaletlerinin ancak bunu gösterdiğini görür. Şimdi bu konudaki ayetleri sırasıyla inceleyelim:
1- مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الأرْضِ "Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir nebiye yakışmaz."[19]
Bu ayet önce ishan “yere serme/güçsüz bırakma” şartıyla esir almaya delalet etmektedir. Bunu şu ayet de desteklemektedir:
حَتَّى إِذَا أَثْخَنتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ "Onlara üstün geldiğinizde onları esir alın."[20]
Bu nedenle esir alma hükmü yukarıda geçen; مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى "Esir almak hiçbir nebiye yakışmaz."[21] ayeti ile inmiş bir hüküm değildir. Zira esir alma hükmü Kıtal sûresi diye de isimlendirilen bundan önce inen Muhammed sûresi ile inmiş bir hükümdür. Kıtal suresi ise Enfal sûresinden önce inmiştir. Esir alma hükmü Muhammed sûresinin şu ayeti ile hükme bağlanmıştır:
فَإِذا لَقِيتُمْ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى إِذَا أَثْخَنتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاءً حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا "Öyleyse küfredenlerle karşılaştığınızda onları yere serip sindiresiye kadar hemen boyunlarını vurun. Sonra onları esir alın. Savaş sona erince de onları ya karşılıksız ya da fidye karşılığında serbest bırakın."[22]
Bu nedenle esir hükmü; مَا كَانَ لِنَبِيٍّ "Nebiye yakışmaz…"[23] ayeti inmeden önce inen ve bilinen bir hükümdür. Çünkü Enfal 67'de esirlerle ilgili bir teşri yoktur, lafzında da böyle bir anlam yoktur. Ayet, ancak düşmanlarının kolunu kanadını kırmadıkça esir almaması gerektiği yönünde Resule hitabı içermektedir. Ayette geçen اثخان “İshan” kelimesi öldürmek ve şiddetlice korkutmak anlamına gelmektedir. Sahabenin Bedir günü büyük bir grubu öldürdüğü ve savaşı kazandıkları şüphesizdir. Ancak savaş meydanındaki bütün insanları öldürmek اثخان “ishan” şartından değildir. Sahabe birçoklarını öldürdükten sonra bir cemaati esir aldılar. Bu ise hem Muhammed suresinde geçen ayete göre hem de Enfal 67'deki ayete göre caizdir. Bu da öldürdükten ve şiddetli bir şekilde korkuttuktan sonra esir almanın caiz olduğuna açıkça delalet eder. Bu nedenle Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem, esir aldığı zaman esir alma hükmünde ictihad etmesi ve ayet gelerek Resulün ictihadını düzeltmesi söz konusu değildir.
Yine Bedir'de Resulün esir alarak teşride bulunması ve ardından da ayet gelerek hatasını açıklaması da söz konusu değildir. Böylece Bedir'de Resulün esir alması inmiş olan bir hükme muhalefet sayılmaz. Yalnızca Muhammed sûresinde geçen "Sonra onları esir alın" hitabının esirlerle ilgili hükmünü Resulün bu olaya uyguladığına delalet eder. Bu olay ise Bedir savaşıdır. "İshan"ın yani şiddetli korkunun daha da bariz olması için bu savaşta öldürmenin daha fazla olması evladır. Bu nedenle gelen ayeti kerime, daha önce inmiş olan hükmü, evla olanın tersine uygulaması nedeniyle Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'i itab etmektedir. Yani ayet bir hükmün teşriini değil daha önce inen bir hükmün tatbikatındaki fiili kınamayı ifade etmektedir. Yanlış bir ictihadı da tashih etmemektedir. Ayeti tamamlayan Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözüne gelince;
تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللَّهُ يُرِيدُ الآخِرَةَ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ "Geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah, ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, hâkimdir."[24]
Bu ifade de ayetteki kınamayı tamamlayan bir parçadır. Yani siz savaşta onları iyice sindirmeden önce fidye almak maksadı ile esirler aldınız. Onları esir almanın tabii sonucu olan fidye almak için dünya hayatını istediniz. Oysa Allah Subhenehû ve Teala, onları esir almayı değil savaş meydanında onları öldürerek dininin aziz olmasını ister. Konu, esir almaktır. Dünya hayatını istemek ise esir almayı gerektiriyor. Yoksa burada fidye alınmasına karşı bir itab yoktur. Buradaki kınama ancak, onları iyice yere sermeden önce esir alma hususunda yapılan bir itabtır. Bu nedenle yukarıdaki ifade ayetin başlangıcını tamamlayıcı nitelikte bir ifadedir. Ayetin tamamında Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الأرْضِ تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللَّهُ يُرِيدُ الآخِرَةَ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ "Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir nebiye yakışmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür hâkimdir."[25]
Bu ayetin hemen ardından gelen şu ayete gelince;
لَوْلا كِتَابٌ مِنْ اللَّهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap erişirdi."[26]
Bazılarının vehme kapıldıkları gibi fidye aldıkları için Allah'tan onlara bir azap va'di yoktur. Ayet, savaş esnasında müşrikleri iyice yere serme hususuna daha fazla önem vermeden önce esir almakla savaşan, Müslümanların kâfirler tarafından öldürülmeleri ve savaşı kaybetmeleri ile sonuçlanabileceğini bildirmektedir. Bu ise “Allah Subhenehû ve Teala’nın azabı” değildir, fakat Müslümanlar için büyük bir azap sayılır. Eğer sizin zafer kazanacağınız hususu Allah Subhenehû ve Teala’nın ilminde olmasaydı kâfirleri iyice yere sermeden önce esir almakla düşmanlarınız tarafından size ölüm ve parçalanma isabet ederdi, demektir.
Allahu Teâla Kur'an'da “azap” kelimesini bazen savaşta öldürme anlamında da kullanmıştır. Nitekim bir ayette Allahu Teâla şöyle demektedir:
قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمْ اللَّهُ بِأَيْدِيكُمْ "Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azaplandırsın."[27]
Bu nedenle ayette geçen "azap" kelimesi "Allah Subhenehû ve Teala’nın azabı" anlamına gelmemektedir. Çünkü hitap hem Resule ve hem de müminlere yönelik genel bir hitaptır. Resulün ictihad yaptığını söyleyenlerin ifadesine göre ayet; “hatalı bir ictihadı tashih etmektedir. Öyleyse Resulün hatası affolunmuştur ve Allah Subhenehû ve Teala'dan gelen bir azabı haketmemiştir.” Ayet; evla olana aykırı olanın terkinden dolayı bir kınama olarak değerlendirildiğinde de Allah Subhenehû ve Teala katından gelebilecek bir azabı hakettirmez. Kesinlikle Allah Subhenehû ve Teala’nın azabını gerektirmez. Ayetin gerçek anlamı, bu davranışınızla size, sizin düşmanlarınız tarafından öldürülmeniz ve küçük düşürülmeniz isabet eder demektir.
Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak rivayet edilen hadisler ise ahad haberlerden olup akide konusunda delil olmazlar. Resulün ictihad yapmasının caizliği veya caiz olmaması ise akide ile ilgili bir konudur.
2- Allahu Teala’nın şu sözüne gelince;
عَفَا اللَّهُ عَنْكَ لِمَ أَذِنتَ لَهُمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَتَعْلَمَ الْكَاذِبِينَ "Allah seni affetsin; doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin verdin?"[28]
Bu ayet de ictihadın varlığına delalet etmez. Çünkü dilediğine izin verme hükmü bu ayet inmeden önce Resule verilmiş bir haktır. Resule verilen bu izin Nur suresindeki şu ayetle tanınmış bir haktır:
فَإِذَا اسْتَأْذَنُوكَ لِبَعْضِ شَأْنِهِمْ فَأْذَنْ لِمَنْ شِئْتَ مِنْهُمْ "Ey Muhammed, bazı işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver."[29]
Bu sûre Hendek savaşında Haşr sûresinden sonra inmiştir.
عَفَا اللَّهُ عَنْكَ "Allah seni affetsin."[30] ayeti ise Tevbe sûresindedir. Tevbe sûresi ise Hicretin dokuzuncu yılında Tebük savaşı ile ilgili olarak inen bir sûredir. Resulün izin verebilmesi hakkındaki hüküm bilinen bir hükümdür. Nur suresindeki ayet ise, Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in onlara izin verebileceğine açıkça delalet etmektedir.
Ancak Tebük Gazvesiyle ilgili olarak inen Tevbe sûresindeki ayet; güçlü bir ordunun donatılmasının, Resulün, münafıkların arkada kalmalarına izin vermesinden daha evla olduğuna işaret etmektedir. Özellikle bu olayda Resul onlara izin verdiğinden dolayı Allah Subhenehû ve Teala, bu fiili kınamıştır. Yani evla olana aykırı bir fiilden dolayı kınama vardır. Yoksa ayet herhangi bir ictihadı tashih etmemektedir. Resulün ictihad yoluyla ortaya koyduğu hükme muhalif bir hükmü de teşri etmemektedir. Ayet yalnızca evla olana aykırı bir fiili kınamaktadır.
3- Allahu Teala’nın şu sözüne gelince;
وَلا تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا وَلا تَقُمْ عَلَى قَبْرِهِ إِنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَمَاتُوا وَهُمْ فَاسِقُونَ "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma. Mezarı başında da durma. Çünkü onlar Allah'ı ve resulünü inkâr ettiler, fasık olarak öldüler."[31]
Bu ayet, şu ayetten sonra inmiştir:
فَإِنْ رَجَعَكَ اللَّهُ إِلَى طَائِفَةٍ مِنْهُمْ فَاسْتَأْذَنُوكَ لِلْخُرُوجِ فَقُلْ لَنْ تَخْرُجُوا مَعِي أَبَدًا وَلَنْ تُقَاتِلُوا مَعِي عَدُوًّا إِنَّكُمْ رَضِيتُمْ بِالْقُعُودِ أَوَّلَ مَرَّةٍ فَاقْعُدُوا مَعَ الْخَالِفِينَ (83) وَلا تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ "Allah seni geri döndürüp, onlardan bir toplulukla karşılaştığınız zaman, senden savaşa çıkmak için izin isterlerse de ki: "Benimle asla çıkamayacaksınız. Benim yanımda hiçbir düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü baştan oturup kalmaya razı oldunuz. Artık geri kalanlarla beraber oturun" Onlardan birisinin (cenaze) namazını sakın kılma."[32]
Nitekim Allahu Teâla'nın; فَإِنْ رَجَعَكَ اللَّهُ إِلَى طَائِفَةٍ مِنْهُمْ "Allah seni geri döndürüp onlardan bir toplulukla karşılaştırdığı zaman."[33] ayeti, onların küçümsenmeleri ve ihanetleri sebebiyle cihad şerefine ve Resulle beraber savaşa çıkma şerefine nail olmamaları için, Resulün gazvelerinde onlarla arkadaşlık yapmaması gerektiğini açıklamaktadır. Hemen ardından gelen ayette ise; وَلا تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ "Onlardan birisinin (cenaze) namazını kılma."[34] diyerek konuya açıklık getirmektedir. Bu ayet onların küçük düşürülmeleri, hakarete uğramaları hususundan başka bir şeyi ifade etmemektedir. Münafıkların yok edilmeleri için yapılan hamle esnasında gelen bir ayettir. Bu ayet, önceki ve sonraki ayet, münafıklarla ilgili hükümleri, onlara karşı takınılması gereken tavrın niteliğini, onların küçümsenmelerini ve müminler rütbesinden indirilmelerini açıklamaktadır. Yoksa ayet Resulün herhangi bir hükümde ictihad yaptığına delalet etmediği gibi Resulün ictihadına aykırı bir ayetin geldiğini de ifade etmemektedir. Ayet münafıklar hakkında başlı başına bir teşriyi bildirmektedir. Ayet, aynı sûrede geçen münafıklarla ilgili diğer ayetlerle uyumlu haldedir. Bu nedenle ayetin ne mantukunda, ne mefhumunda ne de delaletinde, yapılan bir ictihadın tashihine ve hataya dikkat çeken en ufak bir şüphe ifadesi dahi yoktur.
Bu ayetin nüzul sebebi olarak geçen haberler ise ahad haberler olup akidede delil olarak kullanılamazlar. Resulün tebliğini ancak vahiy ile yaptığını, vahyin dışında hiçbir şeyi tebliğ etmediğini ifade eden kat'i nasslarla da çelişemezler. Üstelik bu hadisler, münafıklar üzerine namaz kılmaması için Ömer'in, Resulullah'ı engellemeye çalıştığını rivayet ediyor. Bu rivayete göre iki durum söz konusudur:
a- Ya Ömer, kendisi ile hüküm konulan bir fiili yerine getirmekten Resulü men etmek istiyordur.
b- Ya da konulmuş olan bir Şer’î hükme göre ibadet görevini yerine getirmek isteyen Resulü engellemek istiyordur.
Böyle bir şey ise Resul hakkında kesinlikle caiz değildir. Bu hadisle amel Resulün risaleti ile çelişir dolayısıyla hadis dirayeten reddolunur. Yine aynı hadis, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in gömleğini Abdullah b. Übeyy'e verdiğini ve münafıkların lideri olduğu halde onun cenaze namazını kılmak istediğini bildirmektedir. Oysa Allahu Teâla Beni Mustalık gazvesinden sonra onun halini açığa çıkarmış ve oğlu Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e gelerek; eğer Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem onun öldürülmesine karar vermişse, bu görevi kendisine vermesini istemişti. Allahu Teâla Beni Mustalık gazvesinden sonra münafıklarla ilgili sûreyi indirerek onlar hakkında Resule şöyle diyordu:
هُمْ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمْ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ "Düşman onlardır, onlardan sakın. Allah canlarını alsın. Nasıl olup da döndürülüyorlar."[35] Yine aynı surede; فَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ "Onların kalpleri mühürlendi."[36]
وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ "Allah, münafıkların şüphesiz yalancılar olduklarına şehadet eder."[37]
Allah Subhenehû ve Teala buyurmasına rağmen Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in gömleğini münafıkların reisine vermesi ve onun cenaze namazını kılmaya kalkışmasını Ömer'in engellemesi açıkça yukarıdaki ayetlerle çelişir. Tevbe suresindeki ayet Münafıkun suresinden seneler sonra hicretin dokuzuncu yılında inmiş bir suredir. Ömer hadisi, gömlek hadisi ve bunlardan başka konu ile ilgili diğer hadisler Beni Mustalık gazvesinden sonra münafıklarla yapılacak muamele hükmü ile ve daha önce inen münafıklar hakkındaki ayetlerle de çelişmektedir. Onun için bu rivayetler bu yönden de dirayeten reddedilir.
4- Allahu Teala’nın şu sözüne gelince;
عَبَسَ وَتَوَلَّى (1) أَنْ جَاءَهُ الأعْمَى (2) وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى "Yüzünü asıp çevirdi, kendisine âma geldi diye. Ne bilirsin belki de o, temizlenecektir."[38]
Ayet hiçbir şekilde ictihad yapıldığına delalet etmemektedir. Resul, daveti bütün insanlara tebliğ etmekle ve İslâm'ı öğretmekle görevlidir. Her iki emir de Resulün her zaman yapması gereken bir emirdir. Abdullah b. Ümmü Mektum Müslüman oldu ve İslâm'ı öğrendi. Abdullah b. Ümmü Mektum, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in yanına geldiğinde onun yanında Kureyş'in ileri gelenlerinden Utbe, Şeybe, Rabia'nın çocukları, Ebu Cehil b. Hişam, Abbas b. Abdulmuttalib, Ümeyye b. Halef ve Velid b. Muğire vardı. Allah Subhenehû ve Teala’nın Resulü onların Müslüman olmaları ile onların dışındaki insanların da Müslüman olabilecekleri ümidi ile onları İslâm'a çağırdığı bir anda Abdullah b. Ümmü Mektum Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e gelerek; ‘Ey Allah’ın Resulü Allah’ın sana bildirdiklerini bana oku ve bana öğret’ isteğinde bulunmuş ve Resulün o anda kavminin ileri gelenleri ile meşgul olduğunu bilmediği için de isteğini birkaç defa tekrarlamıştı. Bu nedenle de Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem onun bu davranışını hoş karşılamayıp sözünü keserek yüzünü ondan çevirmesi üzerine bu ayet inmiştir. Resul hem tebliğ ile hem de İslâm'ı öğretmekle emrolunmuştur. Resul o esnada İslâm'ı tebliğ etmekle meşgul olduğu için öğretim isteğinden yüz çevirdi. Evla olan ise Ümmü Mektum'a sorduğunu bildirmesiydi. Ancak o, böyle yapmaması nedeniyle Allah tarafından itab olundu. Yani Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem evla olanı terk ettiğinden dolayı uyarıldı. Yoksa ayet Resulün bir konudaki ictihadi hükmünü tashih için gelmiş değildir. Ayet ancak, Allah Subhenehû ve Teala’nın bir hükmünü uygulama esnasında, Resulün evla olanı terk ettiği için Allahu Teâla tarafından itab edildiğini göstermektedir.
Bu nedenle yukarıda geçen ayetlerin hiçbiri Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in ictihad yaptığına delalet etmemektedir. Öyleyse Resulün Allahu Teâla'dan tebliğ ettiklerinde kesinlikle ictihad yoktur ve Resulün ictihad yapması da, hem aklen hem de naklen caiz değildir. Dolayısıyla Resul müctehid değildir. Müctehid olması caiz de değildir. Ancak ona Allahu Teâla'dan vahyolunur. Bu vahiy ise, Kur'an'ı Kerim gibi hem lafız ile hem de manasıyla olur ya da manasıyla vahiy olup Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem bu vahyi ya kendi sözleriyle, ya hükme işaret eden sükutu ile ya da fiili ile ifade eder ve bunların hepsi Sünnetten sayılır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Enbiya: 45
[2] Necm: 3,4
[3] Necm: 3
[4] Muslim
[5] Hakim
[6] Enbiya: 45
[7] Sad:70
[8] Haşr: 7
[9] Ahzab: 21
[10] Ahkaf: 9
[11] Araf:203
[12] Enbiya: 45
[13] Ahkaf: 9
[14] Necm: 3
[15] Enfal: 67
[16] Tevbe: 43
[17] Tevbe: 84
[18] Abese: 1,2
[19] Enfal: 67
[20] Muhammed: 4
[21] Enfal: 67
[22] Muhammed: 4
[23] Enfal-67
[24] Enfal: 67
[25] Enfal: 67
[26] Enfal:68
[27] Tevbe: 14
[28] Tevbe: 43
[29] Nur: 62
[30] Tevbe: 43
[31] Tevbe: 84
[32] Tevbe: 83, 84
[33] Tevbe: 83
[34] Tevbe: 84
[35] Münafıkun: 4
[36] Münafıkun: 3
[37] Münafıkun:1
[38] Abese; 1,3
.
Vahiy
Per, 03/25/2010 - 16:03 — HUSEYIN SASMAZ
Vahiy de akideye dahil hususlardandır. Müslüman’ın vahye inanması farzdır. Ancak vahyin delili aklî değil naklidir. Vahy, hissin algılama sahasına girmediği için kesinlikle akılla ispat edilemez. Vahyi akılla ispat etmeye çalışmak yanlış bir çabadır. Hislerin algılama sahası içerisinde olmadığı için vahyin akıl yoluyla ispatı mümkün değildir. Bu nedenle vahyin delili aklî değil naklidir. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'e vahyin geldiği, Kur'an'ın kat'i nassıyla sabittir. Allahu Teâla Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
كَذَلِكَ يُوحِي إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكَ اللَّهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ "Aziz, Hakim olan Allah sana da senden öncekilere de işte böyle vahyeder."[1]
وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا "İşte böylece biz sana da emrimizden bir ruh vahyettik."[2]
وَمَا يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى (3) إِنْ هُوَ إِلا وَحْيٌ يُوحَى "Kendiliğinden konuşmaz o. Yalnızca kendisine ilka edilen bir vahiydir"[3]
إِنَّا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ كَمَا أَوْحَيْنَا إِلَى نُوحٍ وَالنَّبِيِّينَ مِنْ بَعْدِهِ "Nuh'a ve ondan sonra gelen nebilere vahyettiğimiz gibi, şüphesiz sana da vahyettik."[4]
وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ وَاصْبِرْ حَتَّى يَحْكُمَ اللَّهُ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ "Sana vahyedilene uy. Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O hüküm verenlerin en hayırlısıdır."[5]
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e vahiy üç şekilde iniyordu. Her nebiye bu hallerden birisi ile vahy geliyordu. Bunların dışında vahyin geliş şekli yoktur. Vahiy ile ilgili bütün haller bu üç halin kapsamı içerisine girer. Allahu Teâla vahyin geliş hallerini Kur'an'da sınırlandırarak açıkça belirtmiş ve şöyle buyurmuştur:
وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَنْ يُكَلِّمَهُ اللَّهُ إِلا وَحْيًا أَوْ مِنْ وَرَاءِ حِجَابٍ أَوْ يُرْسِلَ رَسُولاً فَيُوحِيَ بِإِذْنِهِ مَا يَشَاءُ "Bir beşer için Allah’ın kendisiyle konuşması olacak şey değildir. Meğer ki; bir vahy ile veya perde arkasından yahut elçi gönderip de izniyle dilediğini vahyetsin."[6]
Yani Allahu Teâla bir kimseyle ancak vahyederek veya perde arkasından işittirerek veya bir elçi göndererek konuşur. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e vahiy iki şekilde gelmekteydi. Kendisine vahyin nasıl geldiği sorusuna karşılık şu şekilde cevap vermiştir:
أَحْيَانًا يَأْتِينِي مِثْلَ صَلْصَلَةِ الْجَرَسِ وَهُوَ أَشَدُّهُ عَلَيَّ فَيُفْصَمُ عَنِّي وَقَدْ وَعَيْتُ عَنْهُ مَا قَالَ وَأَحْيَانًا يَتَمَثَّلُ لِيَ الْمَلَكُ رَجُلًا فَيُكَلِّمُنِي فَأَعِي مَا يَقُولُ "Bazen zil sesi şeklinde gelir ki bana en ağır geleni budur. O hal benden gider gitmez meleğin bana söylediğini kavramış olurum. Kimi zaman da melek bana bir insan şekline bürünerek gelirdi. Benimle konuşur ve ben söylediğini iyice bellerdim."[7]
Bu iki halin detayı şöyledir:
1- Vahiy meleğinin konuşmaksızın "ilka" yoluyla vahyin geldiğine Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem işaret etmektedir. Nitekim Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem meleğin gönlüne ilka etmesi olayını bir hadiste şöyle belirtmektedir:
أن روح القدس نفث في روعي أنه لن تموت نفس حتى تستكمل رزقها وأجلها فاتقوا الله أيها الناس وأجملوا في الطلب "Bir kimse kendisi için takdir edilmiş rızkını ve ecelini tamamlamadıkça kesinlikle ölmeyeceğini Ruhu'l Küdüs benim gönlüme üfledi. Allah'tan korkun ey insanlar ve Allah'tan isterken en güzel bir şekilde isteyin (rızkınızı meşru yoldan gözetin.)"[8]
Uykuda iken de vahiy gelirdi. Bu da Allah Subhenehû ve Teala'dan bir vahiydir. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'e hem uykuda hem de uyanıkken vahyolunurdu. Uyanık halde iken bir şeyin kendisine "ilham" edilmesidir. Bir şeyin uykusunda kendisine rüya yoluyla gösterilmesi de ilhamdır. Mü'minlerin annesi Aişe Radıyallahu Anha’nın dediği gibi; "Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e Vahyin başlangıcı uykuda sadık rüya görmekle olmuştur. Sabahın aydınlığı gibi çıkmayan hiçbir rüyası yoktur" Veya Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem vahyin geldiğini hisseder ancak o bunu görmezdi. Aişe Radıyallahu Anha’dan; Haris b. Hişam Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e; ‘Ya Resulallah vahiy sana nasıl geliyor?’ diye sordu. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem de şöyle dedi:
أَحْيَانًا يَأْتِينِي مِثْلَ صَلْصَلَةِ الْجَرَسِ وَهُوَ أَشَدُّهُ عَلَيَّ فَيُفْصَمُ عَنِّي وَقَدْ وَعَيْتُ عَنْهُ مَا قَالَ "Bazen çıngırak sesi gibi gelmektedir. O benim üstümde vahyin en şiddetli olanıdır. O hal benden gittikten sonra meleğin söylediklerini kavrarım."[9]
İşte bu çeşit vahiyler; ilham, uyku, konuşma olmadan gizlice verme, gibi hallerin hepsi Allahu Teâla'nın; إِلا وَحْيًا "Ancak vahiyle"[10] ayetinin kapsamına girmektedir. Çünkü lügatte (أوحى) demek "bir kimseye işaret etti", "Allah ona ilham etti" anlamına gelmektedir.
Yine Allahu Teâla ayette şöyle buyurmaktadır: وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ "Rabbin arıya vahyetti"[11] "Arıya vahyetmek", ona ilham etmek, kalbine bırakmak ve bal yapmasını ona öğretmek demektir.
2. Meleğin dili ile vahyin gelmesi: Vahiy olduğunu ve melek olduğunu kesin olarak bildikten sonra Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in işitme yoluyla vahyi almasıdır. Burada melekten kasıt Cebrail'dir. Allahu Teâla; نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الأمِينُ (193) عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنْ الْمُنذِرِينَ "Onu Ruhu'l-Emin indirmiştir; senin kalbine ki uyarıcılardan olasın"[12] Böylece Allah Cibrili gönderiyor ve Cibril Resul ile konuşuyor. Resul onun sözünü işitiyor ve ezberliyordu. Bu nedenle Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle diyordu: وَأَحْيَانًا يَتَمَثَّلُ لِيَ الْمَلَكُ رَجُلًا فَيُكَلِّمُنِي فَأَعِي مَا يَقُولُ "Bazen de melek getiriyor benimle konuşuyor ve ben de onu kavrıyorum"[13]
Ebu Hüreyre Radıyallahu Anhum’dan şu rivayet edilmiştir:
أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَوْمًا بَارِزًا لِلنَّاسِ إِذْ أَتَاهُ رَجُلٌ يَمْشِي فَقَالَ يَا رَسُولَ اللَّهِ مَا الإيمَانُ قَالَ الإيمَانُ أَنْ تُؤْمِنَ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَلِقَائِهِ وَتُؤْمِنَ بِالْبَعْثِ الآخِرِ قَالَ يَا رَسُولَ اللَّهِ مَا الإسْلإمُ قَالَ الإسْلإمُ أَنْ تَعْبُدَ اللَّهَ وَلإ تُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَتُقِيمَ الصَّلإةَ وَتُؤْتِيَ الزَّكَاةَ الْمَفْرُوضَةَ وَتَصُومَ رَمَضَانَ قَالَ يَا رَسُولَ اللَّهِ مَا الإحْسَانُ قَالَ الإحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللَّهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ قَالَ يَا رَسُولَ اللَّهِ مَتَى السَّاعَةُ قَالَ مَا الْمَسْئُولُ عَنْهَا بِأَعْلَمَ مِنَ السَّائِلِ وَلَكِنْ سَأُحَدِّثُكَ عَنْ أَشْرَاطِهَا إِذَا وَلَدَتِ الْمَرْأَةُ رَبَّتَهَا فَذَاكَ مِنْ أَشْرَاطِهَا وَإِذَا كَانَ الْحُفَاةُ الْعُرَاةُ رُءُوسَ النَّاسِ فَذَاكَ مِنْ أَشْرَاطِهَا فِي خَمْسٍ لإ يَعْلَمُهُنَّ إِلإ اللَّهُ ( إِنَّ اللَّهَ عِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَيُنْزِلُ الْغَيْثَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الأرْحَامِ ) ثُمَّ انْصَرَفَ الرَّجُلُ فَقَالَ رُدُّوا عَلَيَّ فَأَخَذُوا لِيَرُدُّوا فَلَمْ يَرَوْا شَيْئًا فَقَالَ هَذَا جِبْرِيلُ جَاءَ لِيُعَلِّمَ النَّاسَ دِينَهُمْ "Bir gün Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem insanlar arasında iken bir adam geldi ve ona; İman nedir? dedi. Resulullah; Allah’a, meleklerine Allah’a kavuşmaya (ahiret gününe), resullerine ve öldükten sonra dirilmeye inanmandır dedi. Adam; İslâm nedir? diye sorduğunda Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem; Allah’a ibadet etmen ve ona ortak koşmaman, namaz kılman, farz olan zekâtı vermen, ramazan orucunu tutmandır dedi. Adam ihsan nedir? diye sorunca Resül Sallallahu Aleyhi Vesellem; Sen görmesen de seni görüyormuş gibi Allah’a ibadet etmendir. Şüphesiz ki o seni görür. Adam, kıyamet ne zaman? deyince, Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem; Sorulan kişi sorandan daha bilgili değildir. Fakat onun şartlarından bazılarını haber vereceğim: Cariye kendi efendisini doğurduğu, deve çobanları binaları yükselttikleri zaman. Beş şey vardır ki Allah'tan başkası onları bilmez dedikten sonra; "Kıyamet saatinin bilgisi şüphesiz ki Allah katındadır."[14] ayetini okudu. Adam sonra dönüp gitti. Allah Resulü onu bana getiriniz buyurdu. Onu getirmek üzere aradılarsa da bulamadılar. Bunun üzerine Nebi; Bu Cibril'dir insanlara dinlerini öğretmek için geldi dedi".[15]
Cebrail'in konuştuğu ve sözlerinin işitildiği şekilde inmesi hadislerde zikredildiğine göre birkaç halde olmuştur. Resule vahyetmesi ki bu haldeki vahiy, meleğin Resule anlamları sözle ilka etmesidir.
Böylece vahiy ya hem lafızla hem de mana ile olur -ki bu tür vahy yalnızca Kur'an-ı Kerime has bir özelliktir- ya da yalnızca mana ile vahiy olup Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in kendi sözleriyle, fiiliyle veya sükûtu ile manayı ifade etmesidir ki buna da sünnet denir. Hadis-i Kudsi de sünnet kapsamında değerlendirilir. Çünkü manası Allah'tan gelen bir vahiy olup lafzı ise Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'dendir. Hadisi Kudsi'nin lafızları mutlak surette Allah Subhenehû ve Teala'dan değildir. Çünkü Allah Subhenehû ve Teala'dan gelen lafızlar yalnızca Kur'an'a hastır ve icazı da sabittir.
Her ne kadar sünnet; ilham, uyku ve kalbe ilka etme yoluyla geliyorsa da aynı zamanda uyanık halde veya Cibril'in Resulle konuşması yoluyla da gelmektedir. Kur'an ise ancak elçi vasıtası ile gelmektedir. Çünkü Kur'an'ın lafızları Allah Subhenehû ve Teala'dandır. Kur'an'ın vahyine nass teşkil eden birçok ayet gelmiştir:
وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ قُرْآنًا عَرَبِيًّا "İşte böylece biz sana Arapça Kur'an vahyettik."[16]
وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ مِنْ الْكِتَابِ هُوَ الْحَقُّ "Ve sana kitaptan vahyettiğimiz kendisinden evvelkileri tasdik edici olarak haktır."[17]
Ayette geçen "Kitaptan" kasıt Kur'an'dır. Ayetteki (مِنْ) kelimesi ise beyan içindir.
وَأُوحِيَ إِلَيَّ هَذَا الْقُرْآنُ لأنذِرَكُمْ بِهِ وَمَنْ بَلَغَ "Bu Kur'an; bana, sizi ve ulaştığı kimseleri de uyarmam için vahyolundu."[18]
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَذَا الْقُرْآنَ "Biz sana bu Kur'an'ı vahyetmekle kıssaların en güzelini sana anlatıyoruz."[19]
وَاتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنْ كِتَابِ رَبِّكَ لا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ "Rabbinin kitabından sana vahyolunanı oku. Onun sözlerini değiştirebilecek yoktur."[20]
Ayette geçen "kitap" Kur'an'dır. Allahu Teâla'nın şu sözünde de olduğu gibi kapsamına sünneti de alan ayetler gelmiştir.
وَإِنْ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوحِي إِلَيَّ رَبِّي "Benim doğru yola ermem ancak Rabbimin bana vahyettiği şey sebebiyledir."[21]
إِنَّا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ كَمَا أَوْحَيْنَا إِلَى نُوحٍ وَالنَّبِيِّينَ "Nuh'a ve nebilere vahyettiğimiz gibi Biz sana da vahyettik"[22]
اتَّبِعْ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ "Rabbinden sana vahiy olunana tabi ol"[23]
Haklarında eserlerin (hadislerin) geçtiği vahyin geliş şeklini belirten iki durum işte bunlardır.
3- Üçüncü durum ise Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözünde belirtilmektedir:
أَوْ مِنْ وَرَاءِ حِجَابٍ "Ya da bir perde arkasından."[24]
Bu tür vahiy efendimiz Musa Aleyhisselam da görülmüştür. Ayette işaret edilen bu durum da vahiyden bir parçadır. Ki bu, Allah Subhenehû ve Teala’nın bir perde arkasından Nebi ile konuşmasıdır. Yani bazı özel adamlarına perde arkasından konuşan kimse gibi. Allahu Teâla bir perde arkasında olup, O'nun sesi işitilir, fakat zatı görünmez. Allah Subhenehû ve Teala’nın Musa Aleyhisselam ile konuşması da böyledir. Bir tek olayın dışında Allah Subhenehû ve Teala’nın Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem ile perde arkasından konuştuğu varid olmamıştır. Sahih bir hadiste geçen ve Necm Suresindeki ayetlerde de işaret edilen bu olay "İsra" ve "Mirac" olayıdır. Allahu Teâla Necm suresinde şöyle buyurmaktadır:
عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى (5) ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى (6) وَهُوَ بِالآفُقِ الأعْلَى (7) ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى (8) فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى (9) فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى "Ona çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan öğretmiştir. En yüksek ufukta iken doğruluvermiş, sonra yaklaşmış ve inmiştir. Araları iki yay aralığı kadar belki daha da yakın oldu"[25]
İsra ve Mirac olayından başka Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'le perde arkasından konuşulduğuna işaret eden bir olay yoktur. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e vahiy İsra ve Mirac olayının dışında ya doğrudan doğruya elçi gönderilme suretiyle ya da ilham yoluyla iniyordu.
Hangi halde olursa olsun vahyin geliş şekillerinin hepsi hüccettir. Meleğin sözle veya işaretle Resule haber vermesi apaçık bir vahiydir. İlham ve rüya da apaçık vahiydir. Allah Subhenehû ve Teala’nın Nebi' ile konuşması da vahyin çeşitlerindendir. Bu vahiy hem sübutu hem de delaleti kat'i nasslarda geçtiği üzere kesin bir hüccettir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Şura: 3
[2] Şura: 52
[3] Necm: 3,4
[4] Nisa: 163
[5] Yunus: 109
[6] Şura: 51
[7] Buhari, Bedeü el-Vahiy, 2
[8] Itkan; 1-46
[9] Buhari, Bedeü el-Vahiy, 2
[10] Şura-51
[11] Nahl: 68
[12] Şuara-193,194
[13] Buhari, Bedeü el-Vahiy, 2
[14] Lokman: 34
[15] Buhari, Tefsiri’l-Kur’an, 4404
[16] Şura: 7
[17] Fatır: 31
[18] Enam: 19
[19] Yusuf: 3
[20] Kehf: 27
[21] Sebe: 50
[22] Nisa: 163
[23] Enam: 106
[24] Şura: 51
[25] Necm; 5-10
.
Nebilerin Günah İşlememeleri
Çar, 03/24/2010 - 16:30 — HUSEYIN SASMAZ
İslâm akidesi; Allah Subhenehû ve Teala’ya, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe, "Kaza ve Kader"e, hayrının ve şerrinin Allah'tan geldiğine inanmaktan ibarettir demek bunların dışında inanılması gereken şeyler yoktur demek değildir. Bunlar esastırlar. Bunların dışında nebilerin “ismeti”/günah işlememeleri gibi akide ile ilgili fikirler de vardır. Nebilerin ismeti, nebilere iman konusuna dâhildir.
Nebilerin ismetinin delili nakli değil aklidir. Çünkü nebinin nübüvveti ve resulün risaleti gönderildikleri insanlar tarafından hissedilebilir mucizelere dayanan bir delille aklen sabittir. Bu nedenle nebilerin ismeti hususu da aklen sabit olmalıdır. Çünkü ismet, resullerin ve nebilerin nübüvvetinin sabit olmasının gerektirdiklerindendir. Şüphesiz resullerin ve nebilerin ismeti meselesi akli bir konudur. Çünkü onların resul ve nebi oluşları Allah Subhenehû ve Teala 'dan aldıklarını tebliğ etmekte masum/günah işlemekten korunmuş olmalarını gerektirmektedir. Tek bir konuda bile günah işlemelerine imkân olursa elbette ki bu her mesele de çatlaklar getirir. Bu durumda da risalet ve nübüvvet tamamen yok olur gider. Bir şahsın Allah Subhenehû ve Teala’nın nebisi veya Allah tarafından gönderilen bir resul olduğunun sabit olması, onun Allah'tan aldıklarını tebliğ de masum olması demektir. Onun tebliğ etmedeki ismeti kesindir. Dolayısıyla nebi ya da resulün masumiyetini inkâr etmek, getirdiği risaleti ve nübüvvetini inkâr etmek sayılır. Bu nedenle her nebi ve resul tebliğde hatadan korunmuştur. Çünkü nebinin ve resulün tebliğdeki masumiyeti onların sıfatlarındandır. Her nebide ve resulde ismet sıfatının bulunmasını akıl kesinlikle gerekli görmektedir.
Nebilerin ve resullerin Allah Subhenehû ve Teala’nın emrettiği ve yasakladığı fiiller açısından masumiyetleri, onların kesinlikle ağır suçları işlememeleri esası üzere akli delile dayanmaktadır. Kesinlikle ağır suçları işlemezler. Çünkü ağır suçlardan birini yapmak günah işlemek demektir. İtaat parçalanmadığı gibi masiyet/günah işlemek de parçalanmaz. Herhangi bir günah işlenirse bu durum tebliğe de zarar verir, risaletle ve nübüvvetle çelişir. Bu nedenle resuller ve nebiler Allah Subhenehû ve Teala’dan aldıklarını tebliğde masum oldukları gibi büyük günahları işlemekten de masumdurlar.
Küçük hatalar açısından masum olup olmamaları hususunda ise alimler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım alimler bu tür fiillerden dolayı masum değildirler, çünkü bunlar masiyet sayılmaz demektedirler. Bir kısım alimler ise küçük olanlardan da masum olurlar, çünkü küçükler de masiyet sayılır demektedirler.
Doğru olan ise, kesinlikle yapılması veya yapılmaması istenenler, yani bütün farzlar ve haramlar açısından tamamen masum olduklarıdır. Yani nebiler ve resuller ister büyük olsun ister küçük olsun vacib/farz olan bir fiili terk etmekten ve haram olan bir fiili de işlemekten tamamen uzaktırlar. Diğer bir ifade ile masiyet olarak isimlendirilen ve masiyet olduğu doğrulanan her fiili işlemekten uzaktırlar. Bunların dışında mekruhları işlememeleri veya mendupları terk etmemeleri ve evla olana aykırı fiillerden dolayı masum değillerdir. Çünkü bu tür fiiller nübüvvet ve risalet vazifeleri ile çelişmemektedir. Bu nedenle mekruh olan bir fiili yapmaları veya mendub olan bir fiili terk etmeleri herhangi bir günahı gerektirmediği için bir sorun oluşturmaz. Mübah olanların bazısını yapıp bazısını yapmamaları gibi evla olana aykırı bir fiili yapmak onlar için caizdir. Çünkü bunlar bütün yönleriyle masiyet kelimesinin mefhumu içerisine girmemektedir. Akıl bunu zorunlu kılmaktadır, onların resul ve nebi oluşları bunu gerektirmektedir.
Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem hakkında akli delilden başka nakli deliller de gelmiştir. Kur’an’ı Kerim’den olan bu deliller Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem’in kerih görülen bir şey yapmadığı, hatta yapmakta olduğu her şeyin farz ya da mendup, ya da mübah olarak Allahu Teala’dan vahiy olduğuna delalet etmektedir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurdu:
أتبع إلا ما يوحى إلي "Ben ancak bana vahyolunana tabi olurum." 1
قل إنما أتبع ما يوحى إلي من ربي “Deki: Ben ancak bana Rabbimden vahyolunana tabi olurum.” 2
Ayrıca Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem Müslümanlar için örnektir. Allahu Teala şöyle buyurmuştur:
وما آتاكم الرسول فخذوه وما نهاكم عنه فانتهوا “Resul size ne verdiyse onu alın. Sizi neden nehyettiyse ondan kaçının.” 3
قل إن كنتم تحبون الله فاتبعوني يحببكم الله ويغفر لكم ذنوبكم “Deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin.” 4
Resul’ün Sallallahu Aleyhi Vesellem fiileri ile hüküm çıkartmak hakkında geçerli olan, sözleri hakkında da geçerlidir. Zira hepsi de Allah Subhenehû ve Teala’nın emrine uyarak vahiyledir. Onun için Resul’ün fiileri haram ya da mekruh olmaz. Fakat onlar evla olana ters düşebilir. Çünkü evla olana ters düşmek mübahlardan bir mübahtır.
Ancak, resullerin ve nebilerin ismet sıfatı, onların vahiy ile nebi ve resul olmalarından sonraki dönemleri için geçerlidir. Resul ya da nebi olmadan önceki dönemleri hakkında diğer insanlar için mümkün olan, onlar için de mümkündür. Çünkü ismet sıfatı, nübüvvet ve risalet içindir.
--------------------------------------------------------------------------------
1 En’am: 50
2 A’raf: 203
3 Haşr: 7
.
Nebiler ve Resuller
Salı, 03/23/2010 - 15:56 — HUSEYIN SASMAZ
Nebiler ve Resuller
--------------------------------------------------------------------------------
“Nebi” ve “Resul” birbirinden farklı iki kelimedir. Ancak her iki kelimenin içeriğinde de Şeriatın kendilerine vahyedilmesi vardır. Nebi ile Resul arasındaki fark şudur: Resul; kendisine Şeriat vahyedilen ve bu Şeriatı tebliğ etmekle emrolunmuş kimsedir. Nebi ise, kendisinden başka resullerin Şeriatı kendisine vahyolunan ve bu Şeriatı tebliğ etmekle emrolunan kimsedir. Resul bizzat kendisine vahyedilen Şeriatı tebliğ etmekle emrolunan kimsedir. Nebi ise kendi dışındaki bir resule emredilen Şeriatı tebliğ etmekle emrolunan kimsedir. Kadı el-Baydavi;
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ وَلا نَبِيٍّ "Senden önce gönderdiğimiz hiç bir Resul ve hiçbir Nebi yoktur ki"[1] ayetinin tefsiri hakkında şöyle demektedir.
"Resul; Allah Subhenehû ve Teala’nın yeni bir Şeriatla gönderdiği ve bu Şeriata insanları davet eden kimsedir. Nebi ise kendinden önceki Şeriatı doğrulamak için Allah Subhenehû ve Teala’nın gönderdiği kimsedir."
Efendimiz Musa Aleyhisselam nebidir. Çünkü ona Şeriat vahyedilmiştir. Aynı zamanda resuldür, çünkü kendisine vahyedilen Şeriat ona ait bir risalettir. Efendimiz Harun Aleyhisselam nebidir. Çünkü kendisine bir Şeriat vahyedilmiştir. Fakat Harun resul değildir. Çünkü tebliğ etmekle emrolunduğu Şeriat kendi Şeriatı değil Musa Aleyhisselam’ın Şeriatıdır. Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem nebidir. Çünkü ona Şeriat vahyedildi. Aynı zamanda da resuldür. Çünkü ona vahyedilen Şeriat ona ait risalettir.
“Risalet”, kulların ihtiyacı olan dünya ve ahiret işleri ile ilgili çözümlerin açıklanması için kullar ile Allah Subhenehû ve Teala arasında kulun elçilik yapmasıdır. Hikmet de, maslahatların ve hükümlerin açıklanmasına ihtiyaç duyulmasından dolayı bir resulün gönderilmesini gerektirmektedir ve resullerin gönderilmesi de fiilen gerçekleşmiştir. Allahu Teâla, iman ve taat ehlini Cennet ve sevap ile müjdelemesi, isyan ve küfür ehlini de ateş ve azap ile uyarması, dünya ve ahiret işlerinden ihtiyaç duydukları hususları açıklaması için insanlar içinden insanlara elçiler göndermiştir. Çünkü akılın insanı ve insanın ihtiyaçlarını kuşatmaktan/tespit etmekten aciz olmasından dolayı nebi ya da resul gönderilmesinden başka yol yoktur.
Allah Subhenehû ve Teala nebilerini ve resullerini olağanüstü mucizelerle desteklemiştir. Çünkü mucize, nebi olduğunu iddia eden kişinin elinde, nübüvvetini inkâr edenlere karşı göstereceği ve inkâr edenleri benzerini getirmekten aciz bırakacağı olağanüstü bir iştir. Nebi olan kimse mucize ile desteklenmeseydi sözünü kabul etmek gerekmezdi ve risalet davasında doğru olan ile yalancı olan birbirinden ayırt edilemezdi. Mucize görüldüğünde, normalde insandan böyle bir şey görülemeyeceği için bu mucizeyi görerek ikna olan kimsenin mucizeyi gösteren kimseyi kesinlikle tasdik etmesi gerekir.
Nebilerin ilki Adem Aleyhisselam sonuncusu da Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'dir. Adem Aleyhisselam'ın nübüvveti Kitap ile sabittir. Zira Allahu Teâla şöyle demiştir:
وَعَصَى آدَمُ رَبَّهُ فَغَوَى (121) ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى "Adem Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı. Rabbi yine de onu seçip tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi."[2]
Yine Kur'an Adem'e emredenin ve onu yasaklayanın Allah olduğuna delalet etmektedir.
وَقُلْنَا يَاآدَمُ اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلا مِنْهَا رَغَدًا حَيْثُ شِئْتُمَا "Ey Adem sen ve eşin cennette kal, orada olandan istediğiniz yerde bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın"[3]
Bu nedenle kesinlikle Adem zamanında ondan başka nebi yoktur. Başkası değil, o vahiy ile nebi'dir. Çünkü “nebi” kendisine bir Şeriat vahyedilen kimsedir. Her emir ve yasak Şeriattır. Adem’e de vahyedildiğine göre öyleyse Adem de nebidir. Aynı zamanda nebiliği, Tirmizi'nin Ebu Said el Hudri yoluyla rivayet ettiği şu hadisle de sabittir:
أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ آدَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلا فَخْرَ وَبِيَدِي لِوَاءُ الْحَمْدِ وَلا فَخْرَ وَمَا مِنْ نَبِيٍّ يَوْمَئِذٍ آدَمُ فَمَنْ سِوَاهُ إِلا تَحْتَ لِوَائِي "Ben kıyamet gününde Adem'in çocuklarının efendisiyim. Hamd sancağının elimde olmasından, Adem ve dışındaki bütün nebilerin benim sancağımın altında olmasından başka övünme yoktur."[4]
Sahabeler de Adem'in nebi olduğu hususunda icma etmişlerdir.
Nebi olduğunu iddia eden ve mucize gösteren Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in nebiliğine gelince: Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in risaleti, nübüvvet çağrısı kesin bir şekilde tevatüren bilinmektedir. Mucize göstermesi ise; belağatlarının zirvesinde olan bütün Arap edebiyatçılarına Kur'an ile meydan okuması ve onların da Kur'an'daki sûreler gibi en kısa bir sûre getirmekten bile aciz oluşları ile Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı ile açıkça ortadadır. Hatta onlar belağat ve fesahat bakımından zirvede olmalarına rağmen sözle cevap vermekten yüz çevirerek kuvvetle ve kılıçla karşı koydular. Nakil vasıtalarının çokluğuna rağmen hiçbirinin Kur'an'ın en kısa sûresine yaklaşabilecek bir şeyi getirdiği hiç kimseden nakil edilmemiştir. Bu da Kur'an'ın Allah Subhenehû ve Teala katından indirilmiş bir kitap olduğuna ve Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in nübüvvet davasının doğru olduğuna delalet etmektedir.
Nebilerin sayıları ise kesin olarak bilinmemektedir. Çünkü Allahu Teâla Kur'an-ı Kerimde Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e şöyle demektedir:
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِنْ قَبْلِكَ مِنْهُمْ مَنْ قَصَصْنَا عَلَيْكَ "And olsun ki, senden önce de resüller gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık kimini anlatmadık."[5]
Her ne kadar bazı hadislerde nebiler ve resullerin sayıları hakkında rakamlar veriliyorsa da bu hadislerin tamamı ahad haber olduğundan bunların akide açısından değeri yoktur. Ahad haberler fıkıh usulünde belirtilen şartların tamamını bünyesinde toplamakla beraber ancak zann ifade ederler. İtikatta ise zanna itibar edilmez. Bu nedenle kesin olması nedeniyle Kur'an-ı Kerim'de geçen haberlerle yetinilir. Ayrıca resullerin sayılarını belirten mütevatir hadislere de rastlanmamıştır. Allahu Teâla Kur'an-ı Kerim'de nebiler ve resuller hakkında şöyle buyurmaktadır:
وَتِلْكَ حُجَّتُنَا آتَيْنَاهَا إِبْرَاهِيمَ عَلَى قَوْمِهِ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَاءُ إِنَّ رَبَّكَ حَكِيمٌ عَلِيمٌ (83) وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ كُلًّا هَدَيْنَا وَنُوحًا هَدَيْنَا مِنْ قَبْلُ وَمِنْ ذُرِّيَّتِهِ دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ وَأَيُّوبَ وَيُوسُفَ وَمُوسَى وَهَارُونَ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ (84) وَزَكَرِيَّا وَيَحْيَى وَعِيسَى وَإِلْيَاسَ كُلٌّ مِنْ الصَّالِحِينَ (85) وَإِسْمَاعِيلَ وَالْيَسَعَ وَيُونُسَ وَلُوطًا وَكُلًّا فَضَّلْنَا عَلَى الْعَالَمِينَ (86) وَمِنْ آبَائِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَإِخْوَانِهِمْ وَاجْتَبَيْنَاهُمْ وَهَدَيْنَاهُمْ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (87) ذَلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَلَوْ أَشْرَكُوا لَحَبِطَ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (88) أُوْلَئِكَ الَّذِينَ آتَيْنَاهُمْ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ "İşte bu, Bizim hüccetimizdir. Onu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve muhakkak ki Rabbin hâkimdir, âlimdir. Ve Biz, ona İshak'ı ve Yakub'u ihsan ettik. Her birini hidayete erirdik. Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u hidayete erdirdik. İşte böyle mükâfatlandırırız ihsan edenleri. Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da. Hepsi salihlerdendir. İsmail'i, El-Yesa'ı, Yunus'u ve Lut'u da. Her birini alemlerden üstün kıldık. Onların babalarından, zürriyetlerinden, kardeşlerinden kimini de. Onları seçtik ve onları dosdoğru bir yola ilettik. İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki; kullarından dilediğini onunla hidayete erdirir. Eğer onlar da şirk koşsalardı yapageldikleri şeyler boşa çıkardı. Onlar; kendilerine kitap, hikmet ve nübüvvet verdiklerimizdir."[6]
وَإِسْمَاعِيلَ وَإِدْرِيسَ وَذَا الْكِفْلِ كُلٌّ مِنْ الصَّابِرِينَ (85) وَأَدْخَلْنَاهُمْ فِي رَحْمَتِنَا إِنَّهُمْ مِنْ الصَّالِحِينَ "İsmail, İdris ve Zülkifl de. Onların her biri sabredenlerdendi. Ve onları rahmetimize kattık. Doğrusu onlar doğru kimselerdi."[7]
وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا "Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı…"[8]
وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا "Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik."[9]
وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا "Ad'a da kardeşleri Hud'u gönderdik."[10]
وَقُلْنَا يَاآدَمُ اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ "Ve demiştik ki; Ey Adem, sen eşinle birlikte cennette otur."[11]
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ "Muhammed, Allah’ın resulüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı zorlu kendi aralarında merhametlidirler."[12]
Bütün nebiler ve resuller Allah Subhenehû ve Teala'dan aldıkları haberleri getirmektedirler. İnsanlara öğüt verici olmaları ve doğru sözlü olmaları, onların risaletlerinin ve nebi oluşlarının manası içerisindedir. Aksi takdirde risaletlerinin ve gönderilişlerinin bir anlamı olmazdı. Onlar günah olan bir işi yapmaktan tamamen uzak oldukları gibi tebliğlerinde yalandan ve hatadan tamamıyla uzaktırlar. Fakat bazı nebilerin günah işlediklerine ve yalan söylediklerine işaret eden hadisler ya sübutu zannidirler, ya da delaleti zannidirler. Zanni delil ise, nebilerin ismeti/hatadan korunmuşluğu hakkındaki akli delilin karşısında duramaz. Ancak kat'i bir yolla Kur'an-ı Kerim'de bazı nebiler ve resuller hakkında geçen olaylara gelince; bunların hepsi onlara risalet gelmeden önce gerçekleşen olaylardır.
Kur’an’da Adem Aleyhisselam hakkında geçen olaya gelince; Adem Aleyhisselam’ın Allah Subhenehû ve Teala’nın kendisine yasakladığı ağaçtan yemesi, dünyada insanlara risaleti tebliğden kaynaklanan ismetle çelişmez. Çünkü Adem Aleyhisselam’dan meydana gelen olay, Allah Subhenehû ve Teala’nın bildiği bir hikmetten dolayı cennette meydana gelmiştir. Bu ise başka bir konudur. Çünkü ismet, dünyada yeryüzünde insanlara risaletle alakalıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Hacc: 52
[2] Ta Ha: 121,122
[3] Bakara: 35
[4] Tirmizi, Tefsiri’l-Kur’an, 3073, Menâkıb, 3548; Ahmed b. Hanbel, Müs. Benî Hâşim, 2415, 2560
[5] Mü'min:78
[6] En'am: 83,89
[7] Enbiya: 85,86
[8] Araf: 85
[9] Araf: 73
[10] Araf: 65
[11] Bakara: 35
[12] Feth: 29
.
Allah'ın Sıfatları
Paz, 03/21/2010 - 17:21 — HUSEYIN SASMAZ
Allah'ın Sıfatları
--------------------------------------------------------------------------------
Kelamcılar çıkmadan önce ne “Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları” konusu biliniyordu ne de herhangi bir araştırmada izine rastlanmıştı. Kur'an-ı Kerimde ve Hadisi şeriflerde de “Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları” şeklinde bir ifade geçmedi. Herhangi bir Sahabenin, “Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları” kelimesini kullandığı veya Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları hakkında konuştuklarına da rastlanılmadı. Kelamcıların Kur'an-ı Kerimde geçtiğini söyledikleri Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarını Kur'an'ın ışığı altında şu ayeti kerimelerin doğrultusunda anlamak gerekir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ "Senin güçlü Rabbin onların sıfatlandırdıklarından münezzehtir."[1]
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ "Hiçbir şey O'nun benzeri değildir"[2]
تُدْرِكُهُ الأبْصَارُ "Gözler O'nu görmez"[3]
Ayrıca Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları Kur'an-ı Kerimde geçtiği şekilde ancak Kur'an'dan alınır.
İlim sıfatı Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözünden alınır:
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لا يَعْلَمُهَا إِلا هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ إِلا يَعْلَمُهَا وَلا حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأرْضِ وَلا رَطْبٍ وَلا يَابِسٍ إِلا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ "Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı ve yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı, kuruyu ki apaçık kitaptadır, ancak O bilir."[4]
Hayat sıfatı da şu ayetlerden alınır:
اللَّهُ لا إِلَهَ إِلا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ "Allah, O'ndan başka ilah olmayan diri, her an yaratıklarını gözetip durandır."[5]
هُوَ الْحَيُّ لا إِلَهَ إِلا هُوَ "O diridir. O'ndan başka ilah yoktur."[6]
Kudret sıfatı da şu ayetlerden alınır:
قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِنْ فَوْقِكُمْ أَوْ مِنْ تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ أَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعًا "De ki: Üstünüzden ve altınızdan size azap göndermeye, sizi fırka fırka yapmaya kadir olan O'dur."[7]
أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأرْضَ قَادِرٌ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ "Gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’ın, onların benzerlerini de yaratmaya kadir olduğunu görmezler mi."[8]
İşitmek sıfatı Allahu Teâla’nın şu sözlerinden alınır:
إن اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ "Muhakkak ki Allah işitir ve bilir."[9]
وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ "Allah işitir ve bilir."[10]
Görme sıfatı Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözlerinden alınır:
وَأَنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ "Muhakkak ki Allah işitir ve görür."[11]
وَكَانَ رَبُّكَ بَصِيرًا "Rabbin her şeyi görür."[12]
إِنَّ اللَّهَ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ "Muhakkak ki Allah işitir ve görür."[13]
Kelam sıfatı Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözlerinde olduğu gibi alınır:
وَكَلَّمَ اللَّهُ مُوسَى تَكْلِيمًا "Allah Musa ile de konuştu."[14]
وَلَمَّا جَاءَ مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ "Musa tayin ettiğimiz vakitte gelince ve Rabbi onunla konuşunca."[15]
İrade sıfatı Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözlerinden alınır:
فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ "Her dilediğini mutlaka yapandır."[16]
إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece o şeye 'ol' demektir, hemen olur."[17]
وَلَكِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ "Ancak Allah istediğini yapar."[18]
Yaratma sıfatı da Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözlerinden alınır:
اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ "Allah her şeyin yaratıcısıdır"[19]
وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ "her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiştir."[20]
Vahdaniyet, Kıdem ve daha başka sıfatlar Kur'an-ı Kerim'de geçtiği gibi bu sıfatlar da Kur'an-ı Kerim'de geçmektedir. Bu noktada Allah Subhenehû ve Teala’nın vahdaniyeti, ezeli olması, diri, canlı, güçlü, işiten, gören, konuşan, her şeyi bilen olduğu konusunda Müslümanlar arasında hiçbir ihtilaf yoktur.
Kelamcıların ortaya çıkmasıyla Müslümanlar arasına felsefi düşünceler sızınca kelamcılar arasında Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları konusunda ihtilaflar yayılmaya başladı.
Bu konuda Mutezile şöyle demektedir:
“Allah Subhenehû ve Teala’nın zatı ve sıfatı tek bir şeydir. İlmin, kudretin ve hayatın O'nun zatına eklenmesi ile değil Allah Subhenehû ve Teala, zatıyla diridir, âlimdir ve kadirdir. Eğer Allahu Teâla, insanda olduğu gibi zatına eklenen ilim ile âlim ve yine zatına eklenen hayat ile diri olsaydı sıfat ve sıfatla nitelenen, taşıyan ve taşıdığı ile nitelenen olması gerekirdi. Hâlbuki bu, ancak cisimleşebilen şeylerde görülür. Allah Subhenehû ve Teala ise cisimleşmekten münezzehtir. Her sıfatın kendisi bağımsız olarak vardır, dediğimizde ise ezeli olanlar, başlangıcı olmayanlar çoğalmış olur. Bir başka ifade ile ilahlar çoğalır.”
Aynı konuda Ehl-i Sünnetin görüşü ise şöyledir:
“Allah Sübhanehu ve Teâla zatı ile kaimdir ve ezeli sıfatları vardır. Sıfatlar, "Ne Allah Subhenehû ve Teala'dır ne de Allah Subhenehû ve Teala'dan başkadır" Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarının olması ise, O'nun, âlim, diri ve kadir olmasıyla sabittir. İlim, hayat, kudret ve bunların dışındaki sıfatların hepsinin vacibu'l vücut/varlığı zorunlu mefhumuna ilave bir anlama delalet ettiği malumdur. Yoksa bütün lafızlar eşanlamlı lafızlar değildir. Bu nedenle Mutezilenin dediği gibi, O âlimdir fakat onun ilmi yoktur, O kadirdir fakat O'nun gücü yoktur şeklinde söylemek mümkün değildir. Bu açıkça imkânsız bir şeydir. Bu söz, "siyahta karalık yoktur" sözümüze benzer. O'nun ilminin, kudretinin ve diğer sıfatlarının ispatı hakkında nasslar konuşmaktadır. Yalnızca âlim ve kadir olarak isimlendirilmesi değil, mükemmel fiillerin ortaya çıkması da O'nun ilminin ve kudretinin varlığına delalet etmektedir.
Allahu Teâla’nın sıfatlarının ezeli olmasına gelince: Sonradan olanların varlığının O'nun zatı ile kaim olması imkânsızdır. Zira kadim ve ezelinin sonradan olan ile kaim olması imkansızdır.
Allahu Teâla'nın zatı ile kaim olmasına gelince: Bu, varlık için zaruri olan şeylerdendir. Çünkü kendisiyle var olduğu şey olmadan bir şeyin sıfatının anlamı yoktur. Bilinenle sıfatlandığında ise âlim olmasının anlamı yoktur. Bilakis O'nun âlim olması demek ilim sıfatının O'nunla var olması demektir.
Fakat sıfatın Allah Subhenehû ve Teala’nın kendisi veya kendi dışında olmamasına gelince: Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları zatının aynı değildir. Çünkü akıl, niteliğin nitelenenden başka olmasını gerektiriyor. Sıfat, zattan/kendi özünden fazla bir manadır. Çünkü o, Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatıdır, Allah Subhenehû ve Teala'dan başka değildir. Öyleyse sıfatlar, ne şeydir, ne zattır, ne de ayndır/cevherdir. Sıfat ancak zatına ait bir vasıftır. Sıfat Allah Subhenehû ve Teala’nın zatı olmamakla beraber Allah Subhenehû ve Teala’nın dışında da değildir. Bilakis Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatıdır.
Ancak Mutezile'nin; ‘her sıfatın kendi kendine var olduğunu söylersen ilahlar çoğalır’ sözüne gelince: Bu durum sıfat, zat olduğu zaman geçerli olur. Oysa sıfat, kadim zatın vasfıdır. Zatın bir şeyle vasıflanması ise zatların çoğalmasını gerektirmez. Ancak tek bir zatın birçok sıfatının olduğunu gösterir. Bu nedenle sıfatların çoğalması vahdaniyeti yok etmediği gibi ilahların çoğalmasını da gerektirmez.”
İşte böylece Ehl-i Sünnet, Mutezile'ye karşı aklen, Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarının zatının dışında olduğunu ispatlamış oldu. Sıfat O'nun zatından başka bir şeydir. Çünkü sıfat ile sıfatlanan başka başka şeylerdir. Fakat sıfat sıfatlanandan ayrılmaz. Ardından da bu ezeli sıfatlardan her birinin ne anlama geldiğini açıklayarak şöyle dediler:
“İlim sıfatı ezeli bir sıfat olup ilimle ilgili bir olay olduğunda bilinenler ortaya çıkar.
Kudret sıfatı da ezeli bir sıfat olup kudretle ilgili olaylar olduğunda güçleri etkiler.
Hayat da ezeli bir sıfattır ve diri olanın sıhhatli olmasını gerektirir. Kudret kuvvet demektir.
İşitmek, işitilenlerle alakalı ezeli bir sıfattır.
Görmek, görülenlerle alakalı ezeli bir sıfattır.
Hayal ve vehim/kuruntulanma yolunu kullanmadan, duyuların etkisi altında kalmadan ve hevanın aracılığı olmaksızın bu sıfatlarla tam olarak idrak eder.
İrade ve meşiet diri olanda var olan bir sıfattır. İrade ve meşiet sıfatıyla; Kudretin külle/bütüne nisbetin birbirine denk olmasıyla birlikte, herhangi bir vakitte takdir edilenlerden birinin gerçekleşmesinin tahsis edilmesini gerektirmektedir.
Kelam da ezeli bir sıfat olup Kur'an diye isimlendirilen kelam sıfatının bir ifade şeklidir. Allahu Teâla, seslere harflere ve bu kelimelerden meydana gelen cümleleri tertip etmeye muhtaç olmayan bir kelam ile mütekellimdir/konuşandır. Bu nedenle Kelamın zıddı olan konuşamamak ve dilsizliğin ondan nefyedilmesi gerekir. Allahu Teâla bir tek kelam sıfatı ile emreder, nehyeder ve haber verir. Emrettiği, nehyettiği ve haber verdiği herkes kendinde bir mana görür ve sonra da o manaya delalet eder.”
Ehl–i Sünnet, Allah Subhenehû ve Teala’ya ait ezeli sıfatları ispatladıktan sonra Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarının ne anlama geldiğini de böylece açıkladı. Ancak Mutezile, Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarının bu anlama geldiğini kabul etmez. Zira Mutezile, Allah Subhenehû ve Teala’nın zatından ayrı sıfatları olduğunu kabul etmeyerek şöyle der:
“Allah Subhenehû ve Teala’nın; kadir, âlim ve muhit olduğu ispatlandığına göre, Allah Subhenehû ve Teala’nın zatında ve sıfatında da herhangi bir değişiklik olmayacaktır. Değişiklik sonradan yaratılanların sıfatlarındandır. Allahu Teâla ise bundan münezzehtir. Bir şey, yok iken bir şeyi var ediyor, var iken de yok ediyorsa ve Allah Subhenehû ve Teala’nın kudreti ve iradesi her iki olaya da taalluk ederek yok olan bir şeyi var etmiş ve var olan bir şeyi de yok etmiş ise, kadim olan ilahi kudret hadis/sonradan var olan bir şeye nasıl taalluk eder ve onu meydana getirir? Onu niçin bu zamanda meydana getirdi de başka bir zamanda meydana getirmedi? Daha önce ilgilenmediği bir şeyle ilahi kudretin sonradan ilgilenmesi, ilahi kudrette bir değişimin var olduğu anlamına gelir. Oysa Allahu Teâla'nın kudretinde sonradan herhangi bir değişimin olmayacağı kesinlikle sabittir. Zira değişimin olmaması kadim ve ezeli olmanın gereğidir. İrade konusunda da durum böyledir. Aynı şey ilim sıfatı hakkında da söylenebilir. İlim, bilinenin olduğu hal üzere açığa çıkması demektir. Bilinen zamanla değişebilir. Dalında asılı duran bir yaprak bir müddet sonra düşebilir. Yaş halde bulunan bir şey kurur, canlı olan ölür. Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmiyle şey ne halde ise o hal üzere açığa çıkar. Allah Subhenehû ve Teala, olmadan önce bir şeyin ne hale geleceğini bildiği gibi şu andaki halini ve yok olduktan sonraki halini de bilir. Durum böyle iken nasıl olur da Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi varlıkların değişimi ile değişebilir? Olayların değişimi ile değişen ilim, sonradan var olan ilimdir. Allahu Teâla ise sonradan var olanlarla var olmaz. Sonradan var olanlarla alakalı olan da sonradan var olmuştur.”
Mutezile'nin bu itirazı üzerine Ehl-i Sünnet Mutezile'ye şöyle cevap vermiştir:
“Allah Subhenehû ve Teala’nın kudretinin eşyayla ilgili iki yönü vardır:
a- Bilfiil takdir olunanın varlığını gerektirmeyen ezeli kudret,
b- Bilfiil takdir olunanın varlığını gerektiren sonradan ortaya çıkan;
Kudret, bir şeye taalluk ettiği/ilgi alanına aldığı zaman o şeyi var eder. Oysa o şey kudretin ilgi alanına girmesinden önce de var idi. Kudretin şeyi ilgi alanına alması ile şeyin var olması kudretin sonradan ortaya çıkan olmasını gerektirmez. Kudretin daha önceden ilgilenmediği bir şeyle sonradan ilgilenmesi, kudrette değişiklik sayılmaz. Kudret her zaman ne ise odur. Bir şeyi ilgi alanına aldığında onu var eder. Değişen, kudret değil takdir olunandır. Kudret ise asla değişmez.
İlim sıfatına gelince; İlmin ilgi alanına alma imkânına sahip olduğu her şey bilfiil bilinendir. Bilgeliği gerektiren şey Allahu Teâla'nın zatıdır. Bilinmek ise eşyanın zatlarıdır. Allahu Teâla'nın zatı bütün eşya için eşit seviyededir. İlim, zata göre değişmez. Ancak izafet açısından değişme olur ki bu da caizdir. Muhal/imkansız olan ise, bizzat ilim sıfatının ve kudret gibi diğer kadim sıfatların değiştiğini kabul etmektir. Bu sıfatların kadim olmaları ilgi alanına girdikleri şeylerin de kadim olmalarını gerektirmez. Bu sıfatlar kadim olup sonradan olanları ilgi alanına alabilirler.”
İşte, böylece bir taraftan kelamcılardan Mutezile, diğer taraftan da Ehl-i Sünnet arasında "Kaza ve Kader" meselesinde olduğu gibi “Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları” konusunda da bir tartışma patlak verdi. Ancak ne gariptir ki, kelamcılar arasında patlak veren tartışmalar daha önce de Yunan filozofları arasında patlak veren tartışmaların aynısıdır. Yunan filozofları daha önce yaratıcının sıfatları ile ilgili bu noktalar üzerinde durmuşlar, Mutezile de onların üzerinde durdukları bu konularda Allah Subhenehû ve Teala’ya olan imanları ve tevhid inancına dair görüşleri çerçevesinde Yunan filozoflarına cevap verme düşüncesi ile bu konuları gündeme getirmiştir. Yunan felsefesinin arkasından patlak veren bu tartışmada, Mutezile'nin yükünü hafifletmek için Ehl-i Sünnet de mantıki önermeler ve nazari varsayımlarla ulaştıkları neticelerle Yunan filozoflarına cevap verme girişiminde bulunmuştur.
Ancak Ehl-i Sünnet de Mutezile'nin düştüğü aynı hataya düşerek, aynı platformda yani aklın kavrayabildiği ve kavrayamadığı, duyu organlarının hissedebildiği ve hissedemediği konular üzerinde tartışarak, sözlerini desteklemek için Kur'an ayetlerini kullanarak ve görüşlerine ters düşen ayet ve hadisleri de tevil ederek, tartışma konusu olan her konuya aklı esas alarak cevaplar verme yanılgısına düşmüştür. Böylece Mutezile, Ehl-i Sünnet ve diğer tüm kelamcılar, aklı esas alma, aklen ulaştıkları sonuçları ayet ve hadislerle destekleme veya aklen vardıkları sonuçlara uydurmak için ayetleri tevil etme konusunda aynı seviyeye düştüler.
Anlaşıldığına göre kelamcıları araştırmada bu metodu takip etmeye sürükleyen sebepler iki tanedir. Bunlar:
1- Aklın tarifini yapamamış olmaları,
2- Hakikatleri kavramada Kur'an metodu ile felsefecilerin metodu arasındaki ayırımı yapamamış olmaları.
Kelamcıların aklı tarif edemedikleri, yaptıkları akıl tarifinde açıkça görülmektedir. Kelamcıların aklı şöyle tarif ettikleri rivayet edilir:
"Akıl, nefis ve idrakler için bir kuvvettir." Onların bu sözleri şu anlama gelmektedir: "Duyuların sağlam olması halinde ilmin kendisine tabi olduğu zaruretlerdir." Akıl için getirilen bir başka tarif ise şöyledir: "Akıl müşahede edilenler, hissedilenler ve çeşitli vasıtalar ile ğaiblerin/bilinmeyenlerin idrak edildiği bir cevherdir." "Akıl, nefsin bizzat kendisidir."
Kelamcıların akla bu şekilde anlamlar yükleyip ardından da çeşitli nazariyeler ve önermelerle varlığı olmayan sonuçlar çıkarmaları ve kendi kendine işte bu sonucu akıl idrak etmektedir demeleri garipsenmemelidir. Bu nedenle onlara göre, akli araştırmalarının belli bir sınırı yoktur. Yaptıkları her araştırma onları daha da derinlere götürmüş ve kendilerinin akli araştırmalar diye isimlendirdikleri sonuçlara ulaştırmıştır.
Bu nedenle Mutezile'nin: "Allah Subhenehû ve Teala’nın ezeli kudretinin sonradan olan takdir edilene ilişkilendirilmesi kudret sıfatını hadis kılar" deyip bunu da akli araştırma ve akli sonuç saymaları garipsenmemelidir. Aynı konuda Ehl-i Sünnet ileriye sürdüğü; "Allah Subhenehû ve Teala’nın kudretinin takdir edilene ilişkilendirilmesi kudretin değişmesini ve hadis/sonradan olmasını gerektirmez. Çünkü kudreti hadis kılan şey takdir edilen değil kudretin değişmesidir" ifadesini akli araştırma ve akli sonuç olarak saymaktadır. Zira tüm kelamcılara göre akıl, nefis veya zaruriyatı ilmin kendisine tabi olduğu bir içgüdüdür. Öyleyse o, her şeyde araştırma yapabilir.
Eğer kelamcılar aklın manasını gerçek bir şekilde kavrayabilmiş olsalardı; varsayıma dayalı bu araştırmalara girme, soyut şeylerin üzerine başka soyut şeylerin kurulmasından ibaret olan ve akli hakikatler diye isimlendirilen, vakıası idrak edilemeyen sonuçlara varma yanılgısına düşmeyeceklerdi.
İşte, şimdi çağımızda aklın tarifi bizlerde açıklığa kavuşmuş durumdadır. Dolayısıyla bu tarife dayanarak aklın araştırma yapması mümkün olmayan alanlarda yapılan araştırmaların akli araştırmalar olarak isimlendirmenin mümkün olmadığını bilmekteyiz. Dolayısıyla bu konularda araştırma yapmayı kendimiz için uygun görmüyoruz. Çünkü biz biliyoruz ki akıl; "Duyu organları aracılığı ile vakıanın beyne iletilmesi ve ön bilgiler aracılığı ile beyne ulaştırılan vakıanın beyinde yorumlanmasıdır." Bu nedenle her akli araştırmada dört unsurun bulunması mutlaka gereklidir. Bunlar:
1- Sağlam bir beyin,
2- Duyu organları,
3- Vakıa,
4- Bu vakıayı yorumlamaya yarayacak ön bilgiler.
Her ne kadar dört unsurdan birinin olmadığı yerde mantıki araştırmadan veya hayal ve kuruntudan söz etmek mümkün ise de bu dört unsurdan birisinin olmadığı bir yerde akli araştırmadan söz etmek kesinlikle mümkün değildir. Zira aklın unsurlarından uzak bir şekilde varılan sonuçların tamamının hiçbir değeri yoktur. Çünkü bu sonuçlar aklın kavrama alanına girmemekte veya kaynağını akıl idrak edememektedir. Tüm kelamcıların aklın manasını kavrayamamış olmaları, onları hissen algılanamayan veya hakkında herhangi bir ön bilgiye sahip olmadıkları konular üzerinde araştırma yapmaya ve bunlara önem vermeye sürüklemiştir.
Kelamcıların akli araştırmada Kur'an'ın metodu ile felsefecilerin metodunu birbirinden ayıramamalarına gelince;
Hem Kur'an hem de felsefeciler ilahiyatla alakalı konulardan bahsetmektedir. Ancak felsefecilerin ilahiyatla alakalı konulardan bahsetmeleri, mutlak varlık ve mutlak varlığın zatı için gerekenler üzerinde yoğunlaşmıştır.
Felsefeciler kâinat yerine kâinat ötesi konuları araştırdılar. Bu amaçla önermeleri için birtakım deliller düzenlediler ve bu delillerle birtakım sonuçlara ulaştılar. Daha sonra vardıkları bu sonuçları daha başka sonuçlar çıkarmada kullandılar. Takip ettikleri bu metot üzere zatın hakikatinden ve bu zat hakkında gerekenlerden saydıkları noktaya varıncaya kadar devam ettiler. Vardıkları farklı sonuçlara rağmen onların tamamı araştırmalarında tek bir metot takip etmişlerdir ki bu metodun özü, tabiat ötesi yani metafizik konularda araştırma yapmaları veya farazi varsayımlara dayanan ya da diğer kanıtlara dayanan deliller düzenleyerek kesin kabul ettikleri ve inandıkları sonuçlara varmalarıdır.
Oysa araştırmada takip edilen bu metot Kur'an'ın metoduna ters düşmektedir. Çünkü Kur'an-ı Kerim araştırmasını bizzat kâinat, varlık âlemi; yeryüzü, güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar, insanlar, develer, dağlar ve diğer hissedilebilen varlıklar üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Bununla da Kur'an, dinleyene kâinatın ve varlık âleminin yaratıcısını, güneşin, devenin, dağların, insanın ve diğer varlıkları idrak ederek bunların yaratıcısını idrak etmesini sağlamayı amaçlamaktadır. Kur'an duyularla algılanamayan, varlık âleminin idrak edildiği gibi idrak edilemeyen metafizik konulardan bahsederken, belli bir vakıayı nitelemekte veya bir gerçeği vurgulamakta ve bunlara kesin bir şekilde iman edilmesini istemektedir. Bu noktada insanın dikkatini bunları kavramaya veya onları kavramaya aracılık edecek şeylere yönlendirmemekte ve bu türden şeylere önem vermemektedir. Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları, Cennet ve Cehennem, cinler ve şeytanlar Kur'an'ın bahsettiği konulardandır.
Bu metodu takip eden ve anlayan Sahabeler, İslâm risaleti ile kendileri mutlu oldukları gibi diğer insanların da mutlu olmaları için İslâm risaletini diğer insanlara taşımaya koyuldular. Hicri birinci asır boyunca bu durum devam etti.
Yunan felsefesine ve diğer milletlere ait felsefi düşünceler Müslümanlar arasına sızdığında “kelamcılar” diye bilinen bir grup oluştu ve bu grup akli araştırma metodunu değiştirdiler. Allah Subhenehû ve Teala’nın zatı ve sıfatları hakkında tartışmalar başladı. Bu konular üzerindeki tartışmalar kısır bir tartışma olduğu gibi kesinlikle akli araştırma da değildi. Çünkü yapılan tartışmalar ve araştırmalar, hissen idrak edilemeyen alanlarda yapılan tartışmalar ve araştırmalardı. Hissen algılanamayan şeylerin araştırılması hiçbir surette akli araştırma olması mümkün değildir. Üstelik Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları konusundaki "sıfat zatın aynı mıdır değil midir?" şeklindeki araştırma Allah Subhenehû ve Teala’nın zatı hakkında yapılan bir araştırmadır. Allah Subhenehû ve Teala’nın zatını araştırmak ise hem Şer’an yasaklanmıştır hem de imkansızdır.
Bu nedenle tüm kelamcıların Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları hakkında yaptıkları araştırmalar, yersiz ve kesinlikle yanlış bir araştırmadır. Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları, “tevkifi”dir/haber vermekle alâkalıdır. Kat’i nasslarda ne kadar zikredildi ise biz de o kadar konuşabiliriz. Kat’i nassların dışına çıkamayız. Kat’i nassların bildirdiğine ilave yapmamız, açıklamalarda bulunmamız caiz değildir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Saffat: 180
[2] Şura: 11
[3] En'am: 103
[4] En'am: 59
[5] Âl-i İmran: 2
[6] Ğafir: 65
[7] En'am: 65
[8] İsra: 99
[9] Enfal: 17
[10] Bakara: 224
[11] Hacc: 61
[12] Furkan: 20
[13] Mü’min-20
[14] Nisa: 164
[15] Araf: 143
[16] Buruc: 16
[17] Yasin:82
[18] Bakara-253
[19] Zümer: 62
[20] Furkan: 2
.
Rızık Yalnızca Allah'ın Elindedir
Cts, 03/20/2010 - 15:57 — HUSEYIN SASMAZ
Rızık Yalnızca Allah'ın Elindedir
--------------------------------------------------------------------------------
Rızık mülkiyetten başkadır. Çünkü rızk, “vermek” demektir. رزق kelimesi اعطي anlamına yani "verdi" anlamına gelmektedir. Mülkiyet ise, Şeriatın caiz kıldığı sınırlar çerçevesinde bir mala, bir şeye sahip olmak demektir. Hâlbuki rızk helal de olabilir haram da. Bunların hepsine de rızk denilir. Kumar oynayan kişinin başkasından kumar yoluyla elde ettiği mal bir rızktır. Çünkü kumar oynayan kimse, rızkın elde ediliş şekillerinden biri ile rızkı elde etmeye kalkışmakla kumar oynayanlardan birisine Allah Subhenehû ve Teala’nın verdiği bir malı almaktadır.
İnsanlarda kendi kendilerini rızıklandırdıkları şeklinde bir zan vardır. Servete yani mala veya menfaate ulaştıkları durumları rızkın sebebi saymaktadırlar. Her ne kadar rızıklandıranın Allah Subhenehû ve Teala dan olduğunu dilleriyle söylüyor olsalar da, gayretiyle belirli bir miktarda maaş alan bir memurun kendi kendini rızıklandırdığını sanıyorlar. Çok fazla gayret sarfettiğinde veya ücretini artırmak için çeşitli yollarla çalışıp çaba harcadığında bu fazla çalışma ile kendini rızıklandırmış olduğunu sanıyorlar. Uğraştığı ticarette çaba harcayarak sattığı maldan kâr elde eden tüccarın, çabasıyla hastasını iyileştiren doktorun, kendi kendini rızıklandırdığı sanılır. Böylece her şahıs doğrudan doğruya çalışırsa, bu çabasıyla mal kazanır ve kendini rızıklandırmış olur. Bu şekilde düşünenlerce rızkın sebepleri hissedilen ve elle tutulabilen şeylerdir. Malı kazanmaya götüren de sebeplerin oluşturduğu bu durumlardır. Bu durumları yerine getirenler bu malla rızıklanırlar. İster bizzat rızklandırılan kendisi olsun isterse başkası olsun fark etmez.
İnsanlar, kendilerine rızkı getiren durumların gerçek yapısını doğru bir şekilde kavrayamamalarının sonucunda bu türden ifadeleri kullanmaktadırlar. "Sebep" ile rızkın elde edildiği "hal " arasında ayırım yapamadıkları için, rızkın elde edildiği halleri rızkın sebebi zannetmektedirler. Gerçekte ise rızkın elde edildiği bu durumlar, rızkın sebepleri değil sadece rızkın elde edildiği hallerden bir haldir. Eğer bunlar gerçek sebepler olsaydı kesinlikle aksi olmazdı. Hâlbuki bunun aksi olayların gerçekleştiği hissen gözlemlenmektedir. Bazen rızkın elde edilebildiği bu haller gerçekleştirildiği halde rızk gelmemekte, bazen de bunların hiçbiri olmaksızın rızk elde edilebilmektedir.
Eğer çalışma ve benzeri haller rızkın elde edilmesinin sebebi olsaydı müsebbibin yani sebep olan olayın, neticesi rızk olan kesin sonuca götürmesi gerekirdi. Rızkın elde edilmesi için gerekli olan sonucun varlığına rağmen rızık elde edilememekte, bazen de tam tersi olmaktadır. Bütün bunlar, insanların birçoğunun sebep olarak gördükleri olayların sebep değil ancak rızkın elde edildiği durumlar olduğuna delalet etmektedir.
Bir ay boyunca rızkını elde etmek için çalışan bir memurun maaşına bir önceki ayın borcunu ödemesi için haciz konulabilmekte veya maaşını üzerine nafakasını temin etmesi vacib olan kimseler için veya vergilerini ödemek için harcayabilmektedir. Böyle bir durumda rızkın elde edildiği hal yani memurun çalışması gerçekleşmiştir. Fakat memur ücretini almadığı için rızk hasıl olmamıştır.
Bazen de Kudüs’te evinde oturan bir şahsa postacı, kendisinin tek varisi olduğu Amerika'daki bir yakının öldüğünü ve yakınından kendisine miras kaldığını, mirası alması için ya bizzat kendisinin ya da yetkili kıldığı birisi tarafından alınmak üzere çağrıldığını bildiren bir haber getirebilmektedir. Bu miras, evinde oturan kişinin bilmediği fakat ona gelen bir rızktır.
Veya bir adamın evinin bir tarafı yıkılır ve yıkıntının altında önceden saklanmış bir mal bulur ve onu alır.
Eğer insanın oluşturduğu ortamlar rızkın sebebi olsaydı tersi hallerde rızkın elde edilmemesi, ancak bu haller bulunduğunda rızkın elde edilmesi gerekirdi. Rızkın çalışmadan da elde edilmesi, elde ediliş olaylarının rızkın sebebi değil rızkın elde edildiği haller olduğuna delalet etmektedir. Sebep sanılan herhangi bir hal olmadan rızkın elde edildiği olaylar sayılamayacak kadar çoktur. Yemek halleri, yolculuk, yemek için hazırlanan bir yemeğin bırakılması ve daha birçok olaylar gözle görülür olaylardır. İşte kendisi ile rızkın elde edildiği bu durumlar rızkın sebebi değil rızkın elde edildiği hallerdir.
Üstelik bunlara ilave olarak var olduğu zaman rızkın geldiğine itibar edilen durumların rızkın sebebi sayılması mümkün de değildir. Bu halleri yerine getiren kimse de hiçbir şekilde bu haller vasıtasıyla rızkı elde etmiş olmaz. Çünkü böyle bir düşünce hem delaleti hem de sübutu kat'i olan Kur'an'ın nassı ile çelişmektedir. Bir şey delaleti ve sübutu kat'i olan Kur'an'ın nassı ile çeliştiğinde ise tereddüt etmeden Kur'an'ın nassı esas alınır ve onun dışındakiler tek sözle reddedilir. Çünkü Allah’tan olduğu kat'i delille sabit olan bir meselede kat'i delille sabit olanı almak ve onun dışındakileri terk etmek vacib olur.
Bu nedenle Müslüman’ın üzerine düşen görev rızkın insanlardan değil Allah'tan olduğu gerçeğine teslim olmaktır. Te'vile/yoruma yer bırakmayacak kadar açıklıkla rızkın insandan değil, yalnızca Allahu Teâla’dan olduğuna delalet eden birçok ayet vardır. İşte, bu ayetler rızkın elde edilmesindeki birçok vesile ve üslûbun ancak rızkın elde edildiği haller olduğu gerçeğine bizi götürmektedir. Bu konu ile ilgili olarak Allahu Teâla ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
وَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمْ اللَّهُ "Allah’ın size verdiği rızıktan yiyin."[1]
الَّذِي خَلَقَكُمْ ثُمَّ رَزَقَكُمْ "Sizi yaratan sonra rızıklandıran Allah'tır."[2]
أَنفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُمْ اللَّهُ "Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden harcayın.“[3]
إِنَّ اللَّهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ "Allah dilediğini rızıklandırır."[4]
اللَّهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ "Sizin de onların da rızkını Allah verir."[5]
لَيَرْزُقَنَّهُمْ اللَّهُ "Elbette Allah onları rızıklandıracaktır."[6]
يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ "Dilediği kimseye rızkı genişletir."[7]
فَابْتَغُوا عِنْدَ اللَّهِ الرِّزْقَ "Öyleyse rızkı Allah katında arayın"[8]
وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الأرْضِ إِلا عَلَى اللَّهِ رِزْقُهَا ”Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın."[9]
اللَّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ "Şüphesiz ki rızıklandıran Allah'tır."[10]
Bu ayetler ve bunların dışında hem delaleti hem de sübutu kat'i olan birçok ayet vardır. Bu ayetler yalnızca tek manaya delalet ederler ve tevili de kabul etmezler. Bunlar, rızkın Allah Subhenehû ve Teala’dan başkasından değil yalnız Allah Subhenehû ve Teala 'dan olduğu anlamını ifade ederler. Yalnızca Allah Subhenehû ve Teala'dır rızk veren. Rızk yalnızca Allah Subhenehû ve Teala’nın elindedir.
Rızkın yalnızca Allah Subhenehû ve Teala'dan geldiğini ifade eden ayetlerin varlığıyla beraber, kendisi ile rızkın elde edildiği hallerden birini seçme gücünü insana vererek rızkı elde etmek için çalışmayı da Allah Subhenehû ve Teala kullarına emretmiştir. İnsanlar kendi serbest seçimleriyle rızkın elde edildiği bütün hallere girişirler. Ancak bu haller rızkın sebebi değildir. Ayetin açık nassında da olduğu gibi rızkı getirenler de değildir onlar. Bilakis rızkın helal veya haram olmasına bakılmaksızın bu hallerde onları rızıklandıran Allah Subhenehû ve Teala'dır. Bu halleri Allah Subhenehû ve Teala’nın onlara farz, haram veya mübah kıldığına ve rızkın elde edilip edilmediğine de bakmadan onları rızıklandıran Allah Subhenehû ve Teala'dır.
Ancak İslâm, rızkın elde edildiği hallerden Müslüman için caiz olanları ve olmayanları açıklamıştır. Rızkın hallerini değil, mülk edinme nedenlerini açıklayarak mülkiyeti bu durumlarla sınırlandırmıştır. Şer’î bir neden olmadan bir kimse mülk edinemez. Her ne kadar helal de haram da rızk olarak Allahu Teâla'dan ise de Şeriata göre ancak helal rızk mülk edinilebilir. Onun dışındakiler haram olup mülk edinilemez.
Geriye tek mesele kalmaktadır: “Kişinin sahip olduğu her şey, sahip olduğundan faydalanmasa dahi onun rızkı mıdır yoksa yalnızca faydalandığı şeyler mi onun rızkıdır?”
Bunun cevabı şudur: Kur'an'ın ayetleri, faydalansa da faydalanmasa da insanın sahip olduğu her şeyin onun rızkı olduğuna delalet etmektedir.
لِيَذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَهِيمَةِ الأنْعَامِ "Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine onun adını ansınlar."[11]
اللَّهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ "Allah dilediği kimseye rızkı genişletir."[12]
وَمَنْ قُدِرَ عَلَيْهِ رِزْقُهُ "Rızkı kendisine daraltmış olan da."[13]
ْ أَنفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُم"Size rızık olarak verdiklerinden infak edin."[14]
كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ "Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin. "[15]
وَارْزُقُوهُمْ فِيهَا وَاكْسُوهُمْ "Kendilerini bunların geliri ile rızıklandırıp giydirin..."[16]
وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنْ الثَّمَرَاتِ "Halkını mahsullerle rızıklandır."[17]
كُلُوا وَاشْرَبُوا مِنْ رِزْقِ اللَّهِ "Allah’ın rızkından yiyin, için..."[18]
İşte, bu ayetler sahip olunan şeylerin tamamının rızık olarak isimlendirileceğine açıkça delalet eder. Doğal olarak da kendisinden faydalanılan şeyleri de kapsar rızk kavramı. Tahsis edici olmadan rızık kelimesi yalnızca kendisi ile faydalanılan şeylerle sınırlandırılamaz. Çünkü hem ayetler hem de delaletleri geneldir.
Bu nedenle sana ait bir malı hırsızlıkla veya zorla veya zimmetine geçirmek suretiyle alan bir kimse için; o senden senin rızkını aldı denilemez. Bilakis o, kendi rızkını senden aldı denilir. İnsan bir mala sahip olduğunda rızkını almış olur. Ondan malı alındığında ise, rızkı alınmış sayılmaz. Bilakis mala kim sahip olursa, sahip olan kimse diğerinden rızkını almış sayılır. Hiçbir kimse bir başkasının rızkını alamaz, ancak başkasından kendi rızkını alır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Maide: 88
[2] Rum: 40
[3] Yasin: 47
[4] Al-i İmran: 37
[5] Ankebut: 60
[6] Hacc: 58
[7] Ra'd: 26
[8] Ankebut: 17
[9] Hud: 6
[10] Zariyat: 58
[11] Hacc: 34
[12] Ra'd: 26
[13] Talak: 7
[14] Yasin: 47
[15] Ta Ha: 81
[16] Nisa: 5
[17] Bakara: 126
[18] Bakara: 60
.
Ecelin Bitmesi, Ölümün Tek Sebebidir
Cum, 03/19/2010 - 16:39 — HUSEYIN SASMAZ
Her ne kadar ölüm tek olsa da insanlardan birçoğu ölümün sebeplerinin çok sayıda olduğunu zannetmektedirler. Ölüm tektir fakat ölümün birçok sebebi vardır demektedirler. Ölümün bazen veba gibi öldürücü bir hastalık ile bazen bıçaklama veya kurşunlanma ile veya ateşte yakmakla veya başı kesmekle veya başka şeylerle geldiğini görmektedirler. İnsanların birçoğuna göre bunların hepsi doğrudan doğruya ölüme götüren sebeplerdir. Yani bunlar nedeniyle ölümün gerçekleştiğini zannediyorlar. Bundan dolayı bu tür şeyleri ölümün sebebi olarak ilan etmektedirler. Buna göre de bunlar gerçekleştiğinde ölümün de gerçekleşeceğine, bunlar olmadığında ise ölümün de gerçekleşmeyeceğine inanırlar. Her ne kadar dilleriyle insanın eceliyle öldüğünü söyleseler de onlara göre ölüm, ecelin sona ermesiyle değil bu sebepler nedeniyle meydana gelir. Ve yine her ne kadar dilleriyle diriltenin ve öldürenin Allahu Teâla olduğunu söyleseler de öldürenin Allahu Teâla değil de bu sebepler olduğunu zannederler.
Gerçekte ise hem ölüm hem de onun sebebi tektir. Bu sebep, ecelin sona ermesidir. Öldüren yalnızca Allahu Teâla’dır. Ölümü gerçekleştiren doğrudan doğruya Allahu Teâla'dır.
Bir şeyin sebep olarak kabul edilebilmesi için onun kesinlikle sonuca götürücü olması gerekir. Yalnızca onun sebebiyle sonuç elde edilmedikçe, sebep kılınanın sonuç vermesi mümkün değildir. Bunun tersi haller ise bir şeyin içinde normal olarak meydana geldiği özel görünümlü özel durumlardır. Bu şey o durumda meydana gelmeyip o durum olmaksızın da meydana gelebilir. Yani o durum içinde meydana gelmesi kesin değildir. Örneğin hayat, hayvandaki hareketin sebebidir. Hayvanda hayat varsa onda hareket de vardır. Hayvanda hayat yok olduğunda hareket de yok olur. Enerji, motordaki hareketin sebebidir. Enerji bulunduğunda motor hareket eder. Enerji bulunmadığında ise motor hareket etmez. Bu durum, ekinlerin bitmesi için gerekli olan yağmurun tersine bir durumdur. Yağmur, ekinlerin bitmesi için sebep değil, kendisiyle ekinin bittiği hallerden bir haldir. Yağmur ekini yetiştirir. Ancak bazen yağmur yağmasına rağmen ekin bitmez. Bazen de yaz ekini gibi yağmur yağmaksızın sadece toprağın rutubeti ile ekinin bittiği görülür. Aynı şekilde veba hastalığı, kurşunlanma veya başka bir olayla karşılaşılmasına rağmen ölümle karşılaşılmaz. Bazen de insanlar tarafından ölümün sebebi olarak nitelendirilen şeylerin hiçbirisi olmadığı halde ölüm olayının gerçekleştiği olur.
Ölümün gerçekleştiği birçok olayı ve bizzat ölümü inceleyenler, pratik olarak bundan emin olurlar. Ölümle sonuçlanabilecek bu şeylerin oluşumuyla bazen ölüm olayı gerçekleşirken bazen gerçekleşmez. Bazen de bunlar olmadan ölüm gerçekleşir. Örneğin öldürücü bıçak darbesiyle yaralanan bir kişinin bu yaradan dolayı öleceği hususunda doktorlar ittifak etmelerine rağmen insan ölmeyebiliyor, iyileşip sağlığına kavuşabiliyor. Bütün doktorların yaptığı dikkatli bir muayene sonucunda kalbin durmasına yol açacak bir bulguya rastlanılmamasına karşın, kalbin aniden durması sonucunda görünen bir sebep olmaksızın da insan bazen ölebilir. Dünyadaki hastaneler her gün bu türden binlerce olaya şahit olmaktadır ve doktorlar da birçok olayı bilmektedirler. Bazen kesin olarak ölüme götürücü bir durumun varlığına rağmen kişi ölmeyebilirken bazen de görünürde ölüme götürücü herhangi bir neden bulunmaksızın kişi aniden ölebilmektedir. Bu nedenle bütün doktorlar, tıbbî bilgileri çerçevesinde hiçbir şekilde iyileşme ümidi görmedikleri bir hastanın iyileşmesini, “bu bizim bilgimizin çok çok üzerinde bir durumdur” şeklinde itiraf etmektedirler. Bazen de, hayati bir tehlike söz konusu değildir, tehlikeyi atlatıp sağlığına kavuşacaktır denilen bir hastanın rahatsızlığı aniden şiddetlenip ölebilmektedir. Bu olayların tamamı hem doktorlar hem de insanlar tarafından yakînen müşahede edilmektedir.
Bütün bu olaylar, kendisi ile ölümün gerçekleştiği bu şeylerin hiçbirinin ölümün sebebi olmadığına açıkça delalet etmektedir. Zira bunlar ölümün sebebi olmuş olsaydı aksi bir durumun görülmemesi ve başka türlü olmaması gerekirdi. Yani hissedilen bir sebep olmadan ölümün gerçekleşmemesi gerekirdi. İnsanlar tarafından ölüme sebep olarak kabul edilen şeylerin tersine sadece bir kere bile olsa ölümle karşılaşılmaması veya bunlar olmadan ölümün gerçekleşmesi, bunların hiçbirinin ölümün sebebi olmadığına, sadece ölüm hallerinden bir hal olduğuna kesinlikle delalet etmektedir. Ölümün gerçek sebebi, ölümle sonuçlandıran sebep kesinlikle bunlar değildir. Şöyle denilebilir:
“Evet, normalde ölümün gerçekleştiği bazı şeyler ölümün sebepleri değil ölüm hallerinden bir haldir. Çünkü bazen bu şeylerin tersi olmaktadır. Ancak bununla beraber birtakım şeyler de vardır ki gerçekleştiği zaman kesinlikle ölümün gerçekleştiği gözlemlenmektedir. Dolayısıyla da ölümün sebebi olmaktadır. Örneğin, boynun kesilerek başın vücuttan ayrılmasıyla kesinlikle ölüm olayı gerçekleşir. Bunun tersi mümkün değildir. Kalbin durması ile de kesinlikle ölüm gerçekleşir. Bunun da tersi mümkün değildir. Bu nedenle bu ve benzeri insan bedenine ait organlardan birisinden dolayı kesinlikle ölüm gerçekleşir. Bu da ölümün sebebidir. Evet, boynun kılıçla vurulması, kalbin bıçaklanması gibi olaylar ölüm hallerinden bir haldir. Fakat ölümün sebebi değildir. Ancak boynun vurulması ve kalbin durması ölüm için bir sebeptir. Öyleyse neden, bunlar ölümün sebebidir, demiyoruz?”
Bunun cevabı şudur:
Boynun kesilip başın vücuttan ayrılması ne bizzat bedendendir ne boyundandır ne de kafadandır, bunların dışındaki bir etkenden kaynaklanmaktadır. Bu durumda ise boynun kesilmesi sebep olmaya elverişli değildir. Kesmek fiili sebep zannedilendir. Kesmenin bizzat kendisi sebep değildir. Çünkü kesme, kendiliğinden değil dış etkenden gelmektedir. Aynı şekilde kalbin durması da kendiliğinden gerçekleşmeyip kalbin dışındaki bir etkenden kaynaklanmaktadır. Bu durumda da kalbin durması ölümün sebebi olamaz. Kalbin durması bizzat ölümün sebebi değildir. Bilakis kalbi durduran nedenin ölümün sebebi olduğu zannedilmektedir. Çünkü kalp kendi kendine değil bir dış etkiyle durur. Bu nedenle, bizzat boynun kesilmesi veya kalbin durması kesinlikle ölümün sebebi sayılamaz. Bu durumda ise ölüm için muhtemel olan tek sebep kalıyor ki o da bir dış etkendir.
Bunlara ilave olarak Allahu Teâla eşyalarda bir takım özellikler yaratmıştır. Bu özellikler yok olduğu zaman etkisi de yok olur. Bir şeyin özelliği aynen var olmadıkça özellikler de olmaz. Örneğin, Allahu Teâla, gözde görme özelliğini, kulakta işitme özelliğini, sinirlerde hissetme özelliğini, ateşte yakma özelliğini, limonda ekşi olma özelliği gibi özellikleri yarattı. Bu özellikler bir şeyin var olmasındaki doğallığın bir sonucudur. Onun niteliklerinden bir nitelik konumundadır. Mesela; akıcılık suyun doğal niteliklerindendir, sulama ise özelliklerindendir. Hareket, motorun doğal niteliklerinden, sıcaklık ise özelliklerindendir. Nabız, kalbin doğal sıfatındandır, canlılık ise özelliklerindendir. Sulama, sıcaklık ve canlılık, bir şeyin özelliklerinden olmakla beraber, aynı zamanda doğal sıfatlarından bir sıfattır. Bir şeydeki özelliğin varlığı kendi özelliğinin eseri olan işin sebebi değildir. Bu durumda ise özelliğin yok olması, özelliğin eseri olan işin yok olmasına da neden olmaz. Bu nedenle ateşteki yakma özelliği yakmak için yeterli olmadığı gibi yakmanın sebebi olmaya da elverişli değildir. Ateşteki yakma özelliğinin varlığı yakmanın varlığı için de sebep olmadığına göre ateşten yakma özelliğinin kaldırılması da yakmanın yokluğuna sebep olamaz.
Böylece kalpteki hayat özelliğinin varlığı hayatın var olması için yeterli olmadığı gibi hayatın sebebi de olamaz. Hayat özelliğinin varlığı, hayatın varlığı için sebep olmadığına göre kalpteki hayat özelliğinin yok olması da hayatın yokluğunun sebebi olamaz. Bu nedenle, bir şeyin gitmesi onun özelliklerinin gitmesi için de sebeptir denilemez. Çünkü bir şeydeki özelliklerin gitmesinin sebebi, şeyin kendisinin dışından gelmektedir. Dış etken şeyin özelliklerini giderir. Ancak şey özelliksiz olarak olduğu gibi kalır. Veya şeyle beraber özellikleri de gider. Bu durumda ise şeyi veya şeyle beraber özelliğini de gideren sebep dış etkendir. Yoksa özelliği gideren sebep bizzat şeyin kendisi değildir. Bu açıdan bakıldığında da yani bedenin üzerindeki başın varlığı hayatın özelliklerinden bir özellik olması, kalp atışının kalbin özelliklerinden bir özellik olması nedeniyle, başın boyundan ayrılması ve kalbin durması ölümün sebebidir denilemez. Bilakis sebebin beklendiği zaman, başın gövdeden ayrılmasıyla ondaki özelliğin ve kalbin durmasıyla da kalpteki özelliğin giderilmesidir. Yoksa başın gövdeden ayrılması ve kalbin durması sebep değildir. Dolayısıyla da bir organın yok olması yani kalbin durması ve başın kesilmesi ölümün gerçek sebebi olamaz. Çünkü böyle bir olayın ölümün sebebi olması imkânsızdır. Zira hayat, organdaki özelliktir. Organdan bu özelliğin gitmesi veya organla beraber özelliğin gitmesi, organın kendinden kaynaklanan bir husus değil, ancak organ dışındaki bir etkenden kaynaklanmaktadır. Ancak ölümün sebebi dış etken de değildir. Çünkü hem aklen hem de vakıa itibarıyla bazen dış etkenin var olmasına rağmen ölüm olayı gerçekleşmemektedir. Bazen de hiçbir dış etken bulunmadan ölüm gerçekleşmektedir. Dolayısıyla sebep olan etken kesinlikle sonuca götürmelidir. Bu durumda ise kesinlikle sonuca yani ölüme götürecek ölümün gerçek sebebinden başka bir şey kalmamaktadır geriye. Bu sebep ise tamamen bunlardan başkadır.
Aklın algılama sahasına girmediği için ölümün gerçek sebebini aklın kavraması mümkün değildir. Elbette ki bunu bize Allahu Teâla'nın haber vermesi gerekir. Kendisine iman etmemiz için ölümün gerçek sebebi, hem sübutu hem de delaleti kat'i/kesin delillerin verdiği haberlerle sabit olmalıdır. Çünkü ölümün gerçek sebebi akide kapsamına giren inanılması gereken şeylerdendir. Akide ise ancak kat'i delille sabit olur.
Allahu Teâla ise birçok ayette bize ölümün sebebinin ecelin sona ermesi olduğunu bildirmektedir. Muhakkak ki Allah Subhenehû ve Teala'dır öldüren. Ölüm şüphesiz ecelin bitmesi ile gerçekleşir bunun aksi mümkün değildir. Bu nedenle ölümün tek sebebi eceldir. Öldüren de Allahu Teâla'dır. Ölüm fiili doğrudan doğruya Allahu Teâla'ya aittir. Bu konuda birçok ayetler vardır. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَنْ تَمُوتَ إِلا بِإِذْنِ اللَّهِ كِتَابًا مُؤَجَّلا "Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O, vadesiyle yazılmış bir yazıdır."[1]
Yani ölüm ileri ve geri alınması mümkün olmayan, bilinen bir ecele göre vakti belirlenmiş, vadesiyle yazılmış bir yazıdır.
اللَّهُ يَتَوَفَّى الأنْفُسَ حِينَ مَوْتِهَا "Ölüm anında ruhları alan Allah’tır."[2]
Yani ölüm anında insanı öldüren, ruhunu alan, insandaki hayat özelliğini ondan söküp koparan, Allahu Teâla'dır.
رَبِّي الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ "Benim rabbim öldüren ve diriltendir."[3]
Yani hayatı yaratan ve vareden, ölümü yaratan ve gerçekleştiren doğrudan doğruya Allahu Teâla'dır.
وَاللَّهُ يُحْيِ وَيُمِيتُ "Halbuki öldüren de dirilten de Allahu Teâla'dır."[4]
Yine Allahu Teâla kâfirlerin sözlerine ayetlerle şöyle cevap vermektedir:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لا تَكُونُوا كَالَّذِينَ كَفَرُوا وَقَالُوا لإخْوَانِهِمْ إِذَا ضَرَبُوا فِي الأرْضِ أَوْ كَانُوا غُزًّى لَوْ كَانُوا عِنْدَنَا مَا مَاتُوا وَمَا قُتِلُوا لِيَجْعَلَ اللَّهُ ذَلِكَ حَسْرَةً فِي قُلُوبِهِمْ وَاللَّهُ يُحْيِ وَيُمِيتُ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ "Ey iman edenler, siz; küfredip de yeryüzünde dolaşan veya gazada bulunan kardeşleri hakkında: Onlar yanımızda olsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdi, diyen kâfirler gibi olmayın. Allah bunu onların kalplerinde bir hasret olarak koydu. Halbuki öldüren de dirilten de Allah'tır. Ve Allah yaptığınız şeyleri bilir."[5]
Yani ölüm Allah Subhenehû ve Teala’nın elindedir. Bazen yolcuyu ve gaziyi canlı bırakırken bazen de oturanı dilediği gibi öldürür.
أَيْنَمَا تَكُونُوا يُدْرِكُّمْ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍ "Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır."[6]
Yani siz nerede bulunursanız bulunun, hatta sağlam kalelerde bulunsanız dahi ölüm sizi yakalayacaktır.
قُلْ يَتَوَفَّاكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذِي وُكِّلَ بِكُمْ "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak."[7]
Bu ayet kâfirlere cevaptır. Allahu Teâla, canlarını alması için ölüm meleğini onlara gönderdiğinde Allah Subhenehû ve Teala onları öldürecek ve onlar Rablerine döneceklerdir demektedir.
وَقَالُوا أَئِذَا ضَلَلْنَا فِي الأرْضِ أَئِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ بَلْ هُمْ بِلِقَاءِ رَبِّهِمْ كَافِرُونَ (10) قُلْ يَتَوَفَّاكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذِي وُكِّلَ بِكُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّكُمْ تُرْجَعُونَ "Dediler ki; Toprağa karışıp yok olduktan sonra mı biz yeniden yaratılacağız? Evet, onlar, Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir. De ki Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak sonra Rabbinize döndürüleceksiniz."[8]
Yani canlarınız alınacaktır. التوفي kelimesi "ruhu almak" anlamına gelmektedir.
قُلْ إِنَّ الْمَوْتَ الَّذِي تَفِرُّونَ مِنْهُ فَإِنَّهُ مُلاقِيكُمْ "De ki; Gerçekten sizin kaçıp durduğunuz ölüme mutlaka yakalanacaksınız."[9]
Yani kendisinden köşe bucak kaçmakta olduğunuz ölümü istemeye temenni etmeye cesaret edemezsiniz. Şüphesiz ki sizler işlediğiniz küfür suçunuzdan dolayı oraya götürüleceksiniz, onunla karşılaşacaksınız. Kaçış mümkün değildir.
فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلا يَسْتَقْدِمُونَ "Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince, ne bir an geri kalır ne de bir an ileri gidebilirler."[10]
Yani onlar için takdir edilmiş olan ecel vakti geldiği zaman ne bir an öne alınırlar ne de bir an geri alınırlar. Ayette geçen ساعة kelimesi en küçük bir vakti ifade eden kinayedir.
نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمْ الْمَوْتَ "Aranızda ölümü biz takdir ettik."[11]
Yani aranızda ölümü belli bir şekilde biz takdir ettik ve meşietimizin gerektirdiği gibi birbirinden farklı olarak rızkı size taksim ettik. Ömürleriniz uzun, kısa ve orta sürelerde olmak üzere farklılaştırıldı.
Hem delaleti hem de sübutu kat’i olan bu ayetler ve başkaları, hiçbir sebep ve müsebbib/neden olan olmaksızın bilfiil öldürenin ve diriltenin Allahu Teâla olduğu anlamı dışında hiçbir anlama gelmemektedir. İnsan ancak ecelinin bitmesi ile ölür. İnsanlar tarafından ölüme sebep olduğu zannedilen şeylerden herhangi birinin gerçekleşmesi ile ölmez. Bu nedenle ölümün sebebi, ölüm hallerinden biri değil yalnızca ecelin sona ermesidir.
Burada şöyle denilmez: “Ölümün Allah Subhenehû ve Teala’ya isnad edilmesi, Allah Subhenehû ve Teala’nın ölümü yaratması açısından yapılan bir isnattır. Doğrudan doğruya sebep ya insandır ya da ölüme neden olan şeylerdir. Aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi:”
وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى "Attığın zaman da sen atmadın fakat Allah attı."[12]
فَمَنْ يُرِدْ اللَّهُ أَنْ يَهدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإسْلامِ وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا "Allah; kimi hidayete erdirmek isterse; onun kalbini İslâm'a açar. Kimi de dalâlete düşürmek isterse onun da kalbini daraltır."[13]
يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ "İstediğini dalâlete düşürür, istediğini hidayete iletir."[14]
Bu şekilde söylenemez. Çünkü bu ayetlerde fiili doğrudan doğruya Allah'tan alıp insana yönelten karineler vardır. Bu durumda ise anlam şöyle olur: Atmayı, göğsü daraltmayı ve genişletmeyi, hidayeti ve dalaleti yaratan Allah Subhenehû ve Teala 'dır. Fakat doğrudan doğruya bu fiili işleyen Allahu Teâla değil ancak insandır. Bu karineler hem akli hem de Şer’î karinelerdir. Çünkü رميت “attın” kelimesinin anlamına göre, atmak Resulden kaynaklanmaktadır. Dalalette olanın cezalandırılması, İslâm üzere olana sevap verilmesi, insanın seçme hakkına sahip olduğuna delalet eder. İslâm'ı veya küfrü seçmesi, fiili işleyenin doğrudan doğruya insan olduğuna delalet eder. Eğer fiili işleyen doğrudan doğruya Allahu Teâla olsaydı azap etmemesi ve sevap vermemesi gerekirdi. Aynı zamanda aklen de idrak edilmektedir ki, atan şahıs resuldü. Aklını doğru bir şekilde kullanarak hidayete eren veya aklını dosdoğru bir şekilde kullanmamakla da dalalete düşen de doğrudan doğruya insandır.
Ancak ölüm olayı bunun tam tersinedir. Çünkü ölümün doğrudan doğruya Allah Subhenehû ve Teala 'dan başkasına ait olduğuna ve ecelin sona ermesinin dışında ölümün gerçekleştiğine delalet eden herhangi bir karine yoktur. Böylece ölüm için hissedilen bir sebebin bulunmadığı sabitleşmektedir. Ayetlerin anlamlarını açık anlamlarının dışında bir başka anlama götürecek bir nassın ve ölümün doğrudan doğruya Allah Subhenehû ve Teala'dan başkasına ait olduğuna delalet edecek herhangi bir karinenin bulunmamasından dolayı ayetlerin anlamları lügat ve Şer’î karşılıklarının delalet ettiği anlamlar çerçevesinde kalmaktadır. Ayetlerin, ölümün doğrudan doğruya Allah Subhenehû ve Teala’nın elinde olduğu anlamını ifade ettiği kesinlik kazanmaktadır.
Bütün bu anlatılanlardan akli delille anlaşılmaktadır ki, içinde ölüm olayının gerçekleştiği şeyler, ölümün sebebi değil sadece ölüm hallerinden bir haldir. Gerçek sebep ölüm hallerinin dışında ve hissen algılanması mümkün olmayan şeydir. Kendisi ile ölümün ortaya çıktığı ölüm hallerinin hiçbirinin ölümün gerçek sebebi olmadığı ve ölümü meydana getiremeyeceği şer’î delille de sabit olmaktadır. Delaleti kat’i olan ayetler de ölümün gerçek sebebinin ecelin bitmesi olduğunu, öldürenin de Allahu Teâla olduğuna delalet etmektedir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ali İmran: 145
[2] Zümer: 42
[3] Bakara: 258
[4] Al-i İmran: 156
[5] Al-i İmran: 156
[6] Nisa: 78
[7] Secde: 11
[8] Secde: 10,11
[9] Cuma: 8
[10] Araf: 34
[11] Vakıa: 60
[12] Enfal: 17
[13] En'am: 125
[14] Nahl: 93
.
Hidayet ve Dalalet
Per, 03/18/2010 - 17:47 — HUSEYIN SASMAZ
Hidayet ve Dalalet
--------------------------------------------------------------------------------
"Hidayet" kelimesi lügatte; "doğru yolu bulmak ve yol göstermek" anlamına gelir” (هداه للدين) denildiğinde, "ona dini gösterdi"; (وهديته الطريق) denildiğinde; "ona yolu gösterdim, evi gösterdim, tanıttım" anlamları kastedilir.
"Dalâlet" kelimesi ise doğru yolu bulmanın zıddı bir anlamı ifade eder.
"Hidayet" kelimesi Şeriatta İslâm'ı bulmak ve ona iman etmektir.
“Dalâlet” kelimesi ise; Şeriatta, İslâm’dan sapmak, anlamındadır. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bir hadisinde şöyle demektedir:
إن الله لاَ يَجْمَعَ أُمَّتِي عَلَى ضَلاَلَةٍ "Allah ümmetimi dalâlet üzerinde birleştirmez."[1]
Allahu Teâla cenneti hidayette olanlar, Cehennemi de dalâlette olanlar için yaratmıştır. Yani Allah, hidayette olana sevap, dalâlette olana da azap verecektir. Sevap vermenin ve cezalandırmanın “hidayet” ve “dalâletle” ilişkilendirilmesi, “hidayet” ve “dalâletin” Allah Subhenehû ve Teala’ya ait değil insana ait fiiller olduğuna delalet eder. Eğer Allah Subhenehû ve Teala 'dan olmuş olsaydı, Allah Subhenehû ve Teala’nın hidayet üzere olana sevap, dalâlet üzere olana da ceza vermemesi gerekirdi. Çünkü böyle bir durum, zulümü Allah Subhenehû ve Teala’ya nisbet etmeye götürür. Dolayısıyla Allah Subhenehû ve Teala’nın saptırdığı bir kula azap etmesi ona zulmetmesi anlamına gelir. Oysa Allahu Teâla zulümden münezzehtir ve yücedir. Allahu Teâla şöyle buyurdu:
وَمَا رَبُّكَ بِظَلامٍ لِلْعَبِيدِ "Ve Rabbin kullara zulmedici değildir."[2]
وَمَا أَنَا بِظَلامٍ لِلْعَبِيدِ "Ben kullara zulmedici değilim."[3]
Ancak Kur'an-ı Kerimde hidayet ve dalâleti Allah Subhenehû ve Teala’ya nisbet eden ayetler de vardır. Bu ayetlere bakıldığında, hidayet ve dalâletin kuldan değil ancak Allah Subhenehû ve Teala'dan olduğu anlaşılmaktadır. Başka ayetlerde ise hidayet ve dalâletin kula nisbet edildiği görülür. Bunlardan da hidayet ve dalâletin kuldan kaynaklandığı anlaşılıyor.
Bu ayetleri teşrî bir kavrayışla anlamak gereklidir. Yani bunların kendisi için konuldukları teşrî vakıaları idrak edilmelidir. O zaman Subhenehû ve Teala’ya nisbet edilen hidayet ve dalâletin vurguladığı anlamın insana nisbet edilen hidayet ve dalâletten başka bir anlamda olduğu, bunlardan her birinin üzerinde durduğu konu diğerinin üzerinde durduğu konudan başka olduğu ortaya çıkar. Böylece teşrî mana tamamen ortaya çıkar.
Evet, hidayet ve dalâleti Allah Subhenehû ve Teala’ya isnad eden ayetler hidayete erdirenin ve saptıranın Allah Subhenehû ve Teala olduğunu açıkça ifade etmektedir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
قُلْ إِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ "De ki: Allah dilediğini dalâlete düşürür, kendisine yöneleni de hidayete eriştirir."[4]
فَإِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ "Muhakkak ki Allah dilediğini dalâlete düşürür, dilediğini hidayete erdirir."[5]
فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ "Bundan sonra Allah dilediğini dalâlete düşürür, dilediğini de hidayete iletir."[6]
وَلَكِنْ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ "Ama o, dilediğini dalâlete düşürür, dilediğini hidayete iletir."[7]
فَمَنْ يُرِدْ اللَّهُ أَنْ يَهدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإسْلامِ وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاءِ "Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun kalbini İslâm'a açar. Kimi de dalâlete düşürmek isterse, onun da göğe yükseliyormuş gibi kalbini daraltır."[8]
مَنْ يَشَأْ اللَّهُ يُضْلِلْهُ وَمَنْ يَشَأْ يَجْعَلْهُ عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ "Allah; kimi dilerse, onu dalâlete düşürür. Kimi de dilerse, onu hidayet üstünde tutar."[9]
قُلْ اللَّهُ يَهْدِي لِلْحَقِّ "De ki; Allah hakka hidayet eder."[10]
وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلا أَنْ هَدَانَا اللَّهُ
"Hamd olsun Allah’a ki; bizi buna hidayet etti. Eğer Allah bizi hidayete erdirmemiş olsaydı biz hidayete erecek değildik."[11]
مَنْ يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِي وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا "Allah kimi hidayete erdirirse o, doğru yola ermiştir. Kimi de dalâlete düşürürse artık onu doğru yola erdirecek bir kılavuz bulamazsın"[12]
إِنَّكَ لا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ "Muhakkak ki sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Ama Allah dilediğini hidayete erdirir."[13]
Bu ayetlerin mantukunda yani doğrudan doğruya sözlerin gösterdiği manada hidayeti ve dalâleti yapanın insan değil Allahu Teâla olduğuna açıkça işaret vardır. Yani insan kendiliğinden hidayete eremez. Ancak Allah ona hidayet verdiğinde hidayete erer, saptırdığında da sapar.
Ancak başka karineler hidayet ve dalâleti doğrudan doğruya Allah Subhenehû ve Teala’ya isnad eden bu mantuku başka bir anlama, hidayeti ve dalâleti yaratanın Allah Subhenehû ve Teala olduğu anlamına yönlendirmektedir. Doğrudan doğruya hidayete eren ve dalâlete düşen ise kuldur. Bu karineler ise hem aklidir hem de Şer’îdir.
Şer'i karinelere gelince: Birçok ayeti kerime hidayeti ve dalâleti, dalâlete düşmeyi kula nisbet etmektedir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
مَنْ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا "Kim hidayete ererse kendi için hidayete ermiş olur. Kim de dalâlete düşerse kendi aleyhine dalâlete düşmüş olur."[14]
لا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ "Siz hidayette bulunduğunuzda dalâlete düşmüş olanlar size zarar veremez."[15]
فَمَنْ اهْتَدَى فَلِنَفْسِهِ "Kim hidayete ererse bu kendi lehinedir."[16]
وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُهْتَدُونَ "Hidayete erenler işte onlardır."[17]
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا رَبَّنَا أَرِنَا الَّذَيْنِ أَضَلانَا مِنْ الْجِنِّ وَالإنْسِ "Ve küfredenler derler ki; Rabbimiz cinlerden ve insanlardan bizi dalâlete düşürenleri bize göster."[18]
قُلْ إِنْ ضَلَلْتُ فَإِنَّمَا أَضِلُّ عَلَى نَفْسِي "De ki Eğer ben dalâlete düşersem, ancak kendi aleyhime dalâlete düşmüş olurum."[19]
فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا لِيُضِلَّ النَّاسَ بِغَيْرِ عِلْمٍ "İnsanları bilgisizce dalâlete düşürmek için Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir?"[20]
رَبَّنَا لِيُضِلُّوا عَنْ سَبِيلِكَ "Rabbimiz; senin yolundan insanları dalâlete düşürsünler diye mi?"[21]
وَمَا أَضَلَّنَا إِلا الْمُجْرِمُونَ "Ve bizi ancak suçlular dalâlete düşürmüştür."[22]
وَأَضَلَّهُمْ السَّامِرِيُّ "Onları Samiri dalâlete düşürdü."[23]
رَبَّنَا هَؤُلاءِ أَضَلُّون "Rabbimiz, işte bizi bunlar dalâlete düşürdü."[24]
وَدَّتْ طَائِفَةٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يُضِلُّونَكُمْ وَمَا يُضِلُّونَ إِلا أَنْفُسَهُمْ "Ehl-i Kitaptan bir taife sizi dalâlete düşürmek istediler. Hâlbuki onlar kendilerinden başkasını dalâlete düşüremezler."[25]
إِنَّكَ إِنْ تَذَرْهُمْ يُضِلُّوا عِبَادَكَ "Çünkü sen onları bırakırsan kullarını dalâlete düşürürler."[26]
مَنْ تَوَلاهُ فَأَنَّهُ يُضِلُّهُ وَيَهْدِيهِ إِلَى عَذَابِ السَّعِيرِ "O, kendisini dost edinen kimseyi dalâlete düşürür ve alevli azabın ateşine götürür."[27]
وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُضِلَّهُمْ "Şeytan onları dalâlete düşürmek istiyor."[28]
Bu ayetlerin mantuku, "hidayet" ve "dalâlet" fiilinin insana ait bir fiil olduğunu, hem kendini hem de başkasını dalâlete düşürdüğüne, şeytanın da dalâlete düşürdüğüne açıkça delalet etmektedir. Bu ayetler hidayet ve dalâleti, insana ve şeytana nisbet etmektedir. İnsan, kendisini hidayete ilettiği gibi kendini dalâlete düşüren da yine kendisidir.
“Hidayet” ve “dalâletin” Allah Subhenehû ve Teala’ya nisbet edilmesinin doğrudan doğruya bir nisbet değil, “hidayet” ve “dalâletin” yaratıcısı olması bakımından yapılan bir nisbet olduğunun karinesi işte budur. Birbirine zıt gibi görünen ayetleri yan yana koyup teşrî anlayışla anlaşıldığında bu ayetlerin bir kısmının delalet ettiği mananın diğer kısmının delalet ettiği manadan farklı olduğu görülür. Ayette Yüce Allah Subhenehû ve Teala şöyle diyor:
قُلْ اللَّهُ يَهْدِي لِلْحَقِّ "De ki: Allah hakka hidayet ettirir/eriştirir."[29]
Başka bir ayette de:
فَمَنْ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ "Kim hidayete ererse; yalnız kendisi için ermiş olur."[30]
Birinci ayet; hidayete eriştirenin Allahu Teâla olduğuna işaret ediyor. İkinci ayet ise; hidayete erenin insan olduğuna işaret etmektedir. Birinci ayetteki Allah "hidayet eder" ifadesi, insanın nefsinde hidayetin yaratılmasıdır. Yani "doğruyu bulma yeteneğinin yaratılması" demektir. İkinci ayette ise Allah Subhenehû ve Teala’nın insanda yaratmış olduğu hidayet kabiliyetini insanın doğrudan uygulamaya koyması ile hidayeti bulmasına işaret edilmektedir. Bu nedenle bir başka ayette;
وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ "Biz ona iki yol hidayet ettik."[31] "Hayır yolunu ve şer yolunu gösterdik. Yani Biz insanda hidayet kabiliyetini yaratarak kendi kendine doğruyu bulma işini ona bıraktık", demektir.
İşte, hidayet ve dalâleti insana nisbet eden, insanla bağlantılı hale getiren bu ayetler, hidayetin doğrudan doğruya Allah Subhenehû ve Teala 'dan kula yönlendirildiğine işaret eden Şer’î karinedir.
Bu konudaki akli karineye gelince: Allahu Teâla insanları hesaba çekecek hidayeti bulana sevap verecek, dalalete düşeni de azap ile cezalandıracaktır. Ve her insan ameline göre sorgulanacaktır. Allahu Teâla ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ أَسَاءَ فَعَلَيْهَا وَمَا رَبُّكَ بِظَلامٍ لِلْعَبِيدِ "Kim salih amel işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Ve Rabbin kullarına zulmedici değildir."[32]
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَه (7) وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَه "Kim zerre miktarı hayır işlerse; onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür."[33]
وَمَنْ يَعْمَلْ مِنْ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلا يَخَافُ ظُلْمًا وَلا هَضْمًا "Kim de inanmış olarak, salih ameller işlerse o zulümden ve hakkının yenilmesinden korkmaz."[34]
مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ "Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür."[35]
وَعَدَ اللَّهُ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْكُفَّارَ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا "Allah münafık erkeklerle, münafık kadınlara ve kâfirlere cehennem ateşini vaat etmiştir. Orada temelli kalıcıdırlar."[36]
Hidayet ve dalâleti doğrudan doğruya Allah Subhenehû ve Teala’ya isnad edersek o takdirde Allah Subhenehû ve Teala’nın, kâfir, münafık ve asilere azap etmesi zulüm olur. Oysa Allahu Teâla zulümden münezzehtir ve yücedir. Bu nedenle hidayet ve dalâlet fiilinin doğrudan Allah Subhenehû ve Teala’ya isnattan, Allah Subhenehû ve Teala’nın hidayeti yoktan yaratması ve hidayete muvaffak kılması manasına çevirmek gerekir. Bu durumda ise anlam; hidayeti bulan ve dalâlete sapan insandır şeklinde anlaşılır. Bu nedenle insanın yaptıklarına göre muhasebe edilmesi doğru olur.
Buraya kadar yapılan açıklamalar; hidayet ve dalâleti Allah Subhenehû ve Teala’ya nisbet eden ayetler açısından yapılan bir açıklama idi. Ancak hidayet ve dalâleti meşiet/dileme ile birlikte ifade eden ayetler açısından konuyu ele almaya gelince;
يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ "Dilediğini dalâlete düşürür dilediğini de hidayete eriştirir."[37]
Ayette geçenيشـاء fiilinin mastarı olan meşiet kelimesi, irade etmek anlamındadır. Dolayısıyla ayet; hiçbir kimse Allah tarafından zorla hidayete erdirilmez ve zorla dalâlete düşürülmez anlamına gelir. Bilakis hidayete eren kimse Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi ve meşietiyle hidayete ermiş, dalâlete düşen de O’nun iradesi ve meşietiyle dalâlete düşmüş olur.
Geriye, birtakım insanların ebediyen hidayete ermeyeceklerini ifaden eden ayetlerle ilgili mesele kaldı. Allahu Teâla bu hususta şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لا يُؤْمِنُونَ (6) خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ "Şüphesiz ki kâfirleri, başlarına gelecekle uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve gözlerini mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır."[38]
كَلا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ "Hayır, onların kazandıkları, kalplerini paslandırıp körletmiştir."[39]
وَأُوحِيَ إِلَى نُوحٍ أَنَّهُ لَنْ يُؤْمِنَ مِنْ قَوْمِكَ إِلا مَنْ قَدْ آمَنَ "Nuh'a vahyedildi ki: Senin kavminden iman edenlerden başkası asla inanmayacaktır."[40]
Bu ayetler, birtakım insanların asla iman etmeyeceklerinin Allah Subhenehû ve Teala tarafından Resulüne bildirildiğini ifade etmektedir ki bu tür haberler Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmine giren şeylerdendir. Bu ifadelerden, bir grup insanın iman edecekleri, bazılarının da iman etmeyeceklerinin önceden belirlenmiş olduğu gibi bir anlam anlaşılmamalıdır. Bilakis her insanda iman etme kabiliyeti vardır. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem ve ondan sonra davet taşıyıcıları bütün insanları imana çağırmakla muhataptır. Müslüman’ın herhangi bir kimsenin imanından ümitsizliğe düşmesi caiz değildir.
Ancak Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmiyle önceden bir kimsenin iman etmeyeceğini bilmesine gelince: Allahu Teâla onu bilir, çünkü O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Bildiklerinden bize haber vermedikleri hakkında hüküm yürütmemiz caiz değildir. Allahu Teâla kendilerine haber vermedikçe hiçbir Nebi herhangi bir kimsenin iman etmeyeceğine dair bir hüküm vermemiştir.
Ancak Allahu Teâla’nın şu ayetlerine gelince;
وَاللَّهُ لا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ "Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirmez."[41]
وَاللَّهُ لا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ "Allah zalimler güruhunu hidayete erdirmez."[42]
وَاللَّهُ لا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ "Allah kâfirler güruhunu hidayete erdirmez."[43]
إِنْ تَحْرِصْ عَلَى هُدَاهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ لا يَهْدِي مَنْ يُضِلُّ "Onların hidayeti bulmalarına ne kadar hırs göstersen de, muhakkak ki Allah dalâlete sapanı hidayete erdirmez."[44]
إِنَّ اللَّهَ لا يَهْدِي مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ كَذَّابٌ "Muhakkak ki Allah, haddi aşan yalancı bir kimseyi hidayete erdirmez."[45]
Bu ayetler onların hidayete ermelerine Allahu Teâla'nın muvaffak kılmayacağını ifade etmektedir. Çünkü hidayete ermekte başarılı kılmak Allah'tandır. Fasık, zalim, kâfir, dalâlette olan, haddi aşan, yalancı gibi sıfatlara sahip olanların hepsi hidayetle çelişen niteliklere sahip kimselerdir. Allahu Teâla bu tür sıfatlara sahip olanları hidayete ermekte başarılı kılmaz. Çünkü başarılı kılmak; insan için hidayete ermenin sebeplerini hazırlamaktır. Bu sıfatlara sahip olan kimseler için ise hidayet sebepleri hazır değildir, ancak dalâlet sebepleri hazırdır. Bunu en güzel Allahu Teâla’nın şu ayetleri ifade etmektedir:
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ "Bizi doğru yola hidayet et."[46]
وَاهْدِنَا إِلَى سَوَاءِ الصِّرَاطِ "Bizi doğru yola ilet."[47] Yani doğruyu bulmaya “bizi muvaffak kıl” demektir. Bu ise hidayetin sebeplerini “bize kolaylaştır” demektir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ahmed b. Hanbel, Müs. Kabâil, 25966
[2] Fussilet: 46
[3] Kaf: 29
[4] Ra'd-27
[5] Fatır: 8
[6] İbrahim: 4
[7] Nahl: 93
[8] En'am: 125
[9] Enam: 39
[10] Yunus: 35
[11] Araf: 43
[12] Kehf: 17
[13] Kasas: 56
[14] İsra: 15
[15] Maide: 105
[16] Zümer: 41
[17] Bakara: 157
[18] Fussilet: 29
[19] Sebe: 50
[20] En'am: 144
[21] Yunus: 88
[22] Şuara: 99
[23] TaHa: 85
[24] Araf-38
[25] Al-i İmran: 69
[26] Nuh: 27
[27] Hacc: 4
[28] Nisa: 60
[29] Yunus: 35
[30] Neml: 92
[31] Beled: 10
[32] Fussilet: 46
[33] Zilzal: 7,8
[34] TaHa: 112
[35] Nisa: 123
[36] Tevbe: 68
[37] Fatır: 8
[38] Bakara: 6,7
[39] Mutaffifin: 14
[40] Hud: 36
[41] Saff: 5
[42] Saff: 7
[43] Bakara-264
[44] Nahl: 37
[45] Ğafir: 28
[46] Fatiha: 6
[47] Sa'd: 22
.
Kaza ve Kader
Çar, 03/17/2010 - 17:05 — HUSEYIN SASMAZ
Kaza ve Kader
İki kelimenin iç içe girmiş bir şekilde bir arada kullanılmasıyla meydana gelen "Kaza ve Kader"in belirli bir anlamı vardır. "Kaza" kelimesinin "Kader" kelimesi ile birleşiminden meydana gelen, birinin diğerinden ayrılması mümkün olmayan "Kaza ve Kader" ifadesinin bir arada kullanılmasıyla belirli anlamı vardır. Bir başka anlamın oraya girmesi doğru olmaz. Sahabenin de Tabiin'in de böyle bir anlamı kullandıkları da görülmemiştir. Şer’î nasslar, kelimelerin sözlük anlamları, Sahabenin, Tabiin'in ve onlardan sonra gelen Tebe-i Tabiin âlimlerinin görüşleri ve sözleri incelendiği zaman, "Kaza ve Kader" kelimelerinin bir arada terim olarak belirli bir anlama delalet edecek şekilde ne bir Sahabede ne de Tabiin'de kullanıldığına rastlanmamıştır. Bu iki kelimenin ıstılah/terim anlamına delalet edecek bir ifade Kur'an'da ve Sünnette de geçmemektedir. Bezzar'ın hasen bir senetle rivayet ettiği şu hadiste geçen bu kelimeler bile ancak sözlük anlamında kullanılmıştır. Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle diyor:
أكثر من يموت من أمتي بعد قضاء الله وقدره بالأنفس "Ümmetimden ölenlerin çoğu Allah’ın nefisler hakkındaki Kazası ve Kaderinden sonra ölür."
Bu nedenle "Kaza ve Kader"in delalet ettiği anlama ancak birinci asrın sona ermesiyle Kelamcıların ortaya çıkmasından ve Yunan felsefesinin tercüme edilmesinden sonra rastlanmaktadır. Sahabe asrında bu iki kelime bir arada kullanılmadığı gibi, böyle bir anlam üzerinde tartışma yapıldığı veya herhangi bir ihtilafın vuku bulduğu da görülmemiştir. Sahabe asrı boyunca -yani H. 1. asır boyunca- Müslümanlar "Kaza ve Kader" konusunu bilmiyorlardı. Evet, her ne kadar "Kaza" ve "Kader" kelimeleri hadislerde yalnız başına kullanılmış ve yukarıdaki hadiste de bir arada kullanılmışsa da bunların tamamı sözlük anlamında olup ıstılahi anlamda kullanılmamıştır. Hasen'in rivayet ettiği kunut hadisinde "Kaza" kelimesi şu şekilde geçmektedir:
Hasen diyor ki; Vitir kunutunda okuyacağım sözleri Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bana öğretti. Sonra da kunut duasını zikretti. Onun bir bölümü şöyledir:
وَقِنِي شَرَّ مَا قَضَيْتَ إِنَّكَ تَقْضِي وَلاَ يُقْضَى عَلَيْكَ "Kaza etmiş olduğun şeylerin şerrinden beni koru. Muhakkak ki sen dilediğin gibi kaza edersin. Hiç kimse sana kaza edemez."[1]
"Kader" kelimesi de Cibril hadisi ile ilgili bazı rivayetlerde geçmiştir.
وَتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ "Dedi ki: Kadere, hayrının ve şerrinin Allah'tan olduğuna inanmandır."[2]
Yine Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bir başka hadisinde şöyle buyurmaktadır:
وَإِنْ أَصَابَكَ شَيْءٌ فَلاَ تَقُلْ لَوْ أَنِّي فَعَلْتُ كَانَ كَذَا وَكَذَا وَلَكِنْ قُلْ قَدَرُ اللَّهِ وَمَا شَاءَ فَعَلَ "Başına bir şey geldiğinde şöyle yapsaydım, şöyle şöyle olurdu deme. Ancak Allah takdir etti de. O, dilediğini yapar."[3]
Bu iki hadiste geçen "Kader" kelimesi, Allah Subhenehû ve Teala’nın takdiri ve ilmi anlamındadır. Yani bütün eşyanın Allah tarafından Levh-i Mahfuz'da yazıldığına, hayır olsun şer olsun bir iş vuku bulmadan önce Allahu Teâla'nın onu bildiğine inanmandır. De ki; Levh-i Mahfuz'da bunu Allah yazdı, olmadan önce onu bildi ve dilediğini yaptı.
Yukarıdaki hadiste geçen ve başka nerede geçerse geçsin "Kaza" kelimesinin manası üzerinde Müslümanlar ihtilaf etmemişler, ne lafzı hakkında ne de delalet ettiği şey hakkında tartışmamışlar.
İçerisinde "Kader" kelimesinin geçtiği iki hadise gelince: Yunan felsefesi Müslümanlar arasında yayılmadan önce Müslümanlar "Kader" kelimesinin delalet ettiği anlam ve lafız hakkında ne tartıştılar ne de ihtilaf ettiler. Fakat felsefe Müslümanlar arasında yayıldıktan sonra Kufe yöresinden gelen bir cemaat, "Kader" diye bir şey yoktur. Her şey "önceden bir takdir olmadan meydana gelir" dediler ve onlar "Kaderiyye" diye anıldılar. Onlar, "Kader"i inkâr ettiler.
- "Allah Subhenehû ve Teala’nın, bütün eşyanın asıllarını yaratıp eşyayı terk ettiğini Allahu Teâla'nın eşyanın cüziyatını da bilmediğini" söylediler.
Bu iddia; Kur'an'da küçük veya büyük, asıl veya furu her şeyi yaratan Allahu Teâla'dır şeklinde geçen apaçık nasslara tamamıyla ters düşmektedir. Muhakkak ki Allahu Teâla var olmadan önce her şey için bir kader tespit etmiştir. Yani her şeyi Levh-i Mahfuz'da yazmıştır, olmadan önce her şeyi bilir.
Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ "Her şeyi O yaratmıştır. Ve her şeyi O bilir."[4]
وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ إِلا يَعْلَمُهَا وَلا حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأرْضِ وَلا رَطْبٍ وَلا يَابِسٍ إِلا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ "Karada ve denizde olanı bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane yaş ve kuru müstesna olmamak üzere her şey apaçık bir kitaptadır."[5]
Ancak bu ihtilaflar ve tartışmalar, Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi anlamında olan Allah Subhenehû ve Teala’nın takdiri hakkında olmuştur.
Kaderiyye; “Allah Subhenehû ve Teala, eşyanın asıllarını bilir fakat detayını, cüziyatını bilmez”, demektedir.
Halbuki İslâm, Allahu Teâla'nın eşyanın asıllarını ve cüziyatını, detayını bildiğini söyler. "Allah Subhenehû ve Teala’nın Kaderi", yani Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi hakkında yapılan tartışma, Allah Subhenehû ve Teala'nın ilmi konusunda yapılan bir tartışmadır. Bu ise "Kaza ve Kader" konusundan ayrı, başlı başına bir konudur. Onun ortaya çıkışı da "Kaza ve Kader" konusunun ortaya çıkışından farklıdır.
Görülüyor ki "Kaza ve Kader" kelimelerinin her biri nasslarda ayrı ayrı olarak geçmiştir. Her birinin ayrı ayrı belirli bir anlamı vardır. Bu anlamların da "Kaza ve Kader" konusuyla asla ilgisi yoktur. Yani, "Kaza" ve "Kader" kelimelerinin Şer’î ve sözlük anlamlarının tamamı Şari tarafından kullanılmıştır. Bu iki kelimenin, hiçbirinin gerek ayrı ayrı bir şekilde olsun gerekse bir arada olsun "Kaza ve Kader" konusuyla alakası yoktur. Bu kelimeler yalnızca sözlük ve Şer’î anlamlarından biri ile kullanılmışlardır.
Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmini bildirmek için gelen ayeti kerimeler, Allahu Teâla'nın ilminin her şeyi kuşattığına delalet eder. Allahu Teâla:
مَا أَصَابَ مِنْ مُصِيبَةٍ فِي الأرْضِ وَلا فِي أَنْفُسِكُمْ إِلا فِي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَبْرَأَهَا إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ "Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan evvel kitapta bulunmasın. Şüphesiz ki bu Allah’a kolaydır."[6]
قُلْ لَنْ يُصِيبَنَا إِلا مَا كَتَبَ اللَّهُ لَنَا هُوَ مَوْلانَا وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُؤْمِنُونَ "De ki; Allah’ın bizim için yazdığından başkası erişmez. Müminler Allah’a tevekkül etsinler."[7]
لا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلا فِي الأرْضِ وَلا أَصْغَرُ مِنْ ذَلِكَ وَلا أَكْبَرُ إِلا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ "Göklerde ve yerde zerre kadar olanlar bile O'nun ilminin dışında değildir. O'ndan daha küçüğü de, daha büyüğü de istisnasız mutlaka apaçık kitaptadır."[8]
وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ بِاللَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُمْ بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فِيهِ لِيُقْضَى أَجَلٌ مُسَمًّى ثُمَّ إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ "O'dur geceleyin sizi kendinden geçiren. Gündüzün de ne yaptığınızı bilir. Sonra sizi tekrar kaldırır. Ta ki belirli bir ecelin kazası/hükmü yerine gelsin. Sonra sizin dönüşünüz O'nadır. Sonra ne yaptığınızı size haber verecektir."[9]
Bu ayetler Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'e indi, sahabeler de onları anladılar ve ezberlediler. Ancak "Kaza ve Kader" konusunu akıllarından bile geçirmediler. Üstelik bu ayetlerin mantuku, mefhumları ve delaletleri yalnızca Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmini ifade etmektedir. Ayetlerin "Kaza ve Kader" bahsi ile hiçbir şekilde alakası yoktur. Aşağıdaki ayetler de aynı şekildedir:
وَإِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِكَ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ فَمَالِ هَؤُلاءِ الْقَوْمِ لا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا "İman etmeyenlere bir iyilik gelirse: 'Bu Allah'tandır' derler. Bir musibet de geldi mi 'Bu, senin uğursuzluğundandır' derler. De ki; 'Hepsi Allah'tandır'. Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar."[10]
Bu ayetin de "Kaza ve Kader"le bir alakası yoktur. Çünkü bu ayet iyi ve kötü arasında ayırım yaparak, kötülüğün Resulden iyiliğin de Allah Subhenehû ve Teala'dan geldiğini söyleyen kâfirlere verilen bir cevaptır. Allahu Teâla, ayeti kerimede iyiliğin de kötülüğün de Allah Subhenehû ve Teala 'dan olduğunu bildirerek kâfirlerin sözlerine cevap vermektedir. Ayetlerde işlenen konuda doğrudan doğruya insanın işlediği iyilik veya kötülük değildir. Ayetlerde işlenen konu savaş ve ölüm hakkındadır. Aynı ayetin başlangıcı da bu hususu açıkça ortaya koymaktadır:
وَقَالُوا رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَ لَوْلا أَخَّرْتَنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَلِيلٌ وَالآخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنْ اتَّقَى وَلا تُظْلَمُونَ فَتِيلاً (77) أَيْنَمَا تَكُونُوا يُدْرِكُّمْ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍ وَإِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِكَ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ فَمَالِ هَؤُلاءِ الْقَوْمِ لا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا (78) مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنْ اللَّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاً وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا (79) مَنْ يُطِعْ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ وَمَنْ تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا "...Ey Rabbimiz, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bıraksaydın, dediler. Onlara de ki: Dünya hayatının zevki pek azdır. Ahiret işi sakınanlar için elbet daha hayırlıdır. Ve kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız. Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır. İman etmeyenlere bir iyilik gelirse: Bu Allah'tandır. Bir kötülük erişirse de: Bu senin yüzündendir, derler. De ki: Hepsi Allah tarafındandır. Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar? Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık ta kendindendir. Seni insanlara resul olarak gönderdik. Buna şahit olarak Allah yeter. Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse bilsin ki biz seni onlara bekçi göndermedik."[11]
Ayetlerde anlatılan konu; insanların yaptıkları değil, onlara isabet eden şeylerdir. Bu nedenle "Kaza ve Kader" meselesinin burada yeri yoktur.
Bu nedenle şimdiye kadar anlattıklarımızın hiç birisinin "Kaza ve Kader" konusuyla alakası yoktur. "Kaza ve Kaderi"in kastettiği anlamın içerisine de girmez. "Kaza ve Kader"i, manasıyla Yunan felsefesinden Mutezile nakletti ve ardından da bu konu hakkındaki görüşünü belirtti. Bunun üzerine Ehli Sünnet ve Cebriye Mutezile'ye cevap verirken, Ehli Sünnet aynı zamanda Cebriye'ye de cevap verdi. Araştırma aynı manayla sınırlı kaldı ve de konu aynı alanın dışına çıkmadı. Öyleyse problem; Yunan felsefesi ile silahlanan kâfirlerle Müslümanlar arasında meydana gelen münakaşalar ve mücadeleler esnasında Müslümanların Yunan felsefesinden getirdikleri bir anlamdan kaynaklanmaktadır. "Kaza ve kader" meselesi, manasıyla İslâm akidesi ile alakalı olduğundan dolayı İslâm'ın bu konu ile ilgili görüşünü belirtmek gerekmekteydi. Mutezile bu konudaki görüşünü belirtti. Cebriye de hem Mutezile'ye cevap verdi hem de bir başka görüş ortaya koydu. Ehl-i Sünnet ise hem Mutezile'ye hem de Cebriye'ye cevap vererek yepyeni bir görüş belirtti ve bu görüş, iki görüş arasında çıkan üçüncü bir görüştür diyerek görüşlerini şöyle nitelendirdi:
- "O, içenlere hoş gelen, kan ve pislik içerisinden çıkan bir süttür."
Buraya kadar yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere "Kaza ve Kader" şeklinde bilinen mesele, Yunan felsefesinden kaynaklanan bir konudur. Ancak bu konu, akide ile alakalı olduğu için Müslüman’ın bu konudaki itikadının ne olduğunun açıklanması da kaçınılmazdı. Bu nedenle Müslümanlar bu konudaki görüşlerini üç mezhep halinde açıkladılar. Bu meseledeki görüşler üç farklı mezhep halinde açıklandıktan sonra, "Kaza ve Kader" meselesi ile ilgili olarak hem "Kaza" kelimesini hem de "Kader" kelimesini sözlükte ve Şer’î nasslarda geçen anlamlarında kullanmak caiz olmadığı gibi, hayali tasavvurlarla "Kaza ve kader"e hayale ve varsayıma dayalı manalar verip, "Kaza, yalnızca külliyat hakkında külli hükümdür", "Kader de cüziyat ve tafsilatı hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın külli hükmüdür", ya da "Kader, eşyalar için ezeli karar", "Kaza ise kesin karara bağlanmış kader gereğince yaratmak ve yerine getirmektir" demek de doğru değildir.
Evet, bu tür ifadeler kullanmak doğru değildir. Çünkü bu yalnızca hayal ve tasavvurdur. Bazı kelimelerin sözlük ve Şer’î manalarının tatbikinde hile yapmaya çalışmaktır, başarısız bir uğraşıdır. Zira "Kaza" ve "Kader" kelimelerinin sözlük ve Şer’î anlamları genel manalara delalet edip onların uyguladıkları anlamlara işaret etmezler. Ayrıca tahsis eden bir işaret olmaksızın bu kelimeleri özel manalarda kullanmak delilsiz bir zorlamadan öteye gitmeyen bir uğraşıdır.
Aynı şekilde "Kaza ve Kader, Allah Subhenehû ve Teala’nın sırlarından bir sır olup bu konuda konuşmaktan araştırmaktan men edildik" demek de caiz değildir. Çünkü "Kaza ve Kader"in Allah Subhenehû ve Teala’nın sırlarından bir sır olduğuna delalet edecek bir delil bulunmadığı gibi, "Kaza ve Kader" konusu hissedilen bir konu olması nedeniyle görüş belirtmek gerekirken, nasıl olur da ‘bu konuyu araştırmayın’ denilebilir? İlave olarak bu konu akli bir konu olup, hem vakıası hissedilen hem de Subhenehû ve Teala’ya iman etmekle ilgili bir konu olması bakımından da aklın araştırma alanı içerisine giren bir meseledir. İşte, bunun için akideden bir parça haline gelen "Kaza ve Kader"i gerçek manası ile ele alıp araştırma konusu yapmak lazımdır.
"Kaza ve Kader"in anlamı, diğer bir ifadeyle "Kaza ve Kader meselesinin” aslı, kulların fiilleri ve eşyanın özellikleridir. Yani "Kaza ve Kader" meselesinin ortaya koyduğu sorun şudur:
Kulların fiilleri ve bu fiiller sonucunda insanın eşyada ortaya çıkardığı özellikler, Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattıklarından mıdır? Yoksa kuldan mıdır? Yani filleri ve fiillerdeki özellikleri yaratan ve var eden kul mudur?
Bu konuda Mutezile'nin görüşünü benimseyenler; "fiillerini insan kendi yaratır, fiili yaratan ve var eden insandır" dediler. Ancak bunlar, eşyanın özellikleri konusunda ihtilaf ettiler. Onlardan bir kısmı, "insanın eşyada ortaya çıkardığı özelliklerin hepsini yaratan ve icat eden insandır" derken bir başka grup, eşyanın özelliklerini iki kısma ayırarak; "eşyadaki özelliklerin bir kısmını insan yaratır ve icat eder, bir kısmını da Allah Subhenehû ve Teala yaratır ve icat eder" demiştir.
Cebriye ise; “insanın fiillerini ve insanın eşyada ortaya çıkardığı özelliklerin hepsini yaratan ve var eden Allah Subhenehû ve Teala 'dır. Fiili yaratma ve var etmede de bir şeydeki özellikleri ortaya çıkarmada da insanın rolü yoktur” görüşünü ortaya atmıştır.
Ehli Sünnetin olaya bakışı ise şöyledir: “Kulun fiillerini ve eşyada ortaya çıkardığı özellikleri Allah Subhenehû ve Teala yaratır. Ancak Allah Subhenehû ve Teala, bu fiilleri ve özellikleri, kul fiili yapmaya kalkıştığında ve eşyadaki özellikleri ortaya çıkarma anında yaratır. Yani fiilleri ve eşyadaki özellikleri kul yalnızca kendi gücü ve iradesi ile yaratamaz. Kulun gücü ve iradesi bulunduğu anda Allah Subhenehû ve Teala yaratır.”
"Kaza ve Kader" denilen mesele ve bu konudaki görüşlerin özeti işte budur. Konuyu dikkatlice inceleyen kimse, mutlak sonuca varmak amacıyla değil, araştırma esasının gerektirdiği neticenin elde edilmesi ve araştırmanın yerinde yapılabilmesi için elbette ki araştırmanın üzerine oturtulacağı temelin bilinmesi gerektiğini görür.
"Kaza ve kader" meselesinde konunun temeli; kulun fiillerini, Allah Subhenehû ve Teala’nın veya kulun yaratıp yaratmadığı meselesi olmadığı gibi kulun fiili ile ilgili Allahu Teâla'nın iradesinin bulunup bulunmaması da değildir. Bu irade elbette mevcuttur. Konunun esası, Allahu Teâla’nın kulun gelecekte yapacağı işleri bilmesi, ilmiyle her şeyi kuşatması meselesi de değildir. "Kaza ve Kader" meselesi Levh-i Mahfuz'da yazılanlara göre kulun, fiili yapmak mecburiyetinde olması da değildir. Evet, araştırmanın üzerine oturtulacağı temel kesinlikle bunların hiçbiri değildir. Konunun temelini oluşturan sevap ve ceza meselesi ile bunların asla ilgisi yoktur. Bu konular; yoktan var etmek, mümkün olanların hepsi ile ilgili irade, her şeyi kuşatan ilmi ve Levh-i Mahfuz'da her şeyin bulunması ile ilgili bir konudur. Bunlar ise fiile isabet eden sevap ve ceza meselesinden apayrı bir şeydir.
Hâlbuki "Kaza ve Kader" meselesinin üzerine oturtulması gereken asıl konu, fiile uygulanacak sevap ve ceza konusudur. Yani kul hayır veya şer olan bir fiili yapmaya mecbur mudur yoksa bu konuda serbest midir? Fiili yapıp yapmama serbestiyeti var mıdır yoksa böyle bir serbestiyete sahip değil midir?
Kulların fiillerini inceleyen kimse insanın iki daire içerisinde yaşadığını görür.
Bunlardan birincisi insanın hakim olduğu dairedir. Bu daire, insanın tasarrufu altında bulunan ve serbest seçimi ile insanın fiillerini dilediği gibi yapabildiği bir alandır.
İkinci daire ise; insana hakim olan dairedir. İnsan bu daire içerisinde bulunur ve fiillerini bu daire çerçevesinde yapar. Bu dairede insandan çıkan veya insan üzerine uygulanan fiillerde insanın hiçbir rolü yoktur.
A- İnsana hakim olan dairedeki fiillerde ve bunların meydana gelmesinde insanın hiçbir rolü yoktur. Bu dairedeki fiiller iki kısımdır.
Doğrudan doğruya varlık nizamının/tabiat kanunlarının gerektirdiği fiiller.
- Her ne kadar her şey varlık nizamının dışına çıkmasa da doğrudan doğruya varlık nizamının gerektirmediği fiiller.
1- Varlık nizamının doğrudan gerektirdiği fiiller, bu nizamlara boyun eğerek mecburi olarak bu kanunlara göre gerçekleşir. Çünkü insan, kâinat ve hayatla birlikte konulmuş olan özel kanuna uygun olarak yürür. Kanuna aykırı davranamaz. Bu nedenle insana egemen olan dairede meydana gelen filler insanın iradesi dışında meydana gelir. İnsan bu daire içinde zorunlu olarak hareket eder. Bu dünyaya iradesi olmadan geldiği gibi yine iradesi olmadan gidecektir. Yalnızca cismiyle/fiziki yapısıyla, havada uçamaz, su üzerinde yürüyemez. Gözlerinin rengini, kafasının şeklini, vücudunun büyüklüğünü yaratamaz. Bunların tamamında, yaratılmış olan kulun herhangi bir tesiri ve ilgisi bulunmaksızın bunları yaratan yalnızca Allahu Teâla'dır. Çünkü varlık kanunlarını yaratan ve bu kanunları varlık dünyası için bir düzenleyici haline getiren Allahu Teâla'dır. Varlık âlemi bu kanunlara göre yürümeye mecburdur, onlara muhalefet etme hakkına sahip değildir.
2- Varlık kanunlarının gerektirmediği, insanın da defetme ve kendinden uzaklaştırma gücüne sahip olmadığı ikinci kısım fiillere gelince: Bu fiiller ya doğrudan insandan çıkar ya da kendi isteği dışında insan üzerinde gerçekleşir. İnsan kesinlikle bunları kendinden uzaklaştırma imkânına sahip değildir. Duvarın üzerinde bulunan bir şahsın düşerek bir başka kişiyi öldürmesi, kuşa ateş eden kimsenin açtığı ateşin varlığından haberdar olmadığı bir insana isabet ettirip onu öldürmesi, telafisi mümkün olmayan bir arızadan dolayı bir uçağın düşmesi, bir otomobilin veya trenin devrilmesi ve bu nedenle de yolcuların ölmesi ve buna benzer birçok olay bu kapsama giren olaylardandır. İşte insanın üzerinde gerçekleşen veya insandan çıkan bu tür fiillerin olmasını her ne kadar varlık kanunları gerektirmese de, bunların hepsi insanın iradesi olmadan, ya insandan çıkmıştır ya da insanın üzerinde gerçekleşmiştir. Bu tür fiiller insanın gücü altında olan fiillerden değildir. Bunlar insana egemen olan dairede gerçekleşen fiillerdendir.
İşte, insana egemen olan bu dairede gerçekleşen fiillerin tamamı “Kaza” diye isimlendirilir. Çünkü fiile hükmeden Allah'tır. Fiilin meydana gelmesinde kulun iradesi hür değildir. Kulun herhangi bir serbestiyeti de yoktur. Bu nedenle bu fiillerin sonucunda insanın değerlendirmesine göre sevgi veya hoşnutsuzluk, fayda veya zarar olsa da, ortaya çıkan sonuçlardan Allahu Teâla kulu sorgulamaz, cezalandırmaz. Yani insan her ne kadar hayır ve şer olarak değerlendirse de bu fiillerdeki hayrı ve şerri bilen yalnızca Allahu Teâla'dır. Çünkü bu türden fiillerin oluşumunda insanın etkisi yoktur.
İnsan bu tür fiillerin niteliği ve fiil hakkında bir şey bilemeyeceği gibi fiili kendinden uzaklaştırma veya kendine doğru çekme imkânına da sahip değildir. Bu nedenle de bu tür bir fiilden dolayı ne sevap kazanır ne de cezalandırılır. İşte "Kaza" budur. Bu durumdaki bir fiilden dolayı da "Kaza" oldu denilir. Sonuç olarak da insanın kazanın Allah Sübhanehu ve Teâla’dan olduğuna inanması, iman etmesi lazımdır.
B- İnsanın hâkim olduğu dairedeki fiillere gelince: Bu daire, insanın serbestçe seçtiği nizama göre, yani Allah Subhenehû ve Teala’nın Şeriatına veya bir başka nizama göre yaşayabildiği dairedir. Bu daire insanın kendisinden kaynaklanan veya kendi iradesiyle insan üzerinde vuku bulan amellerin görüldüğü dairedir. İnsan dilediği gibi yer, içer, yürür, istediği zaman yolculuk yapar. Dilediği zamanda da bunları yapmaz. İnsan ateşle yakar, dilediği gibi bıçakla keser, dilediği gibi cinsi ihtiyacını veya mülk edinme ihtiyacını veya midevi açlığını doyurabilir. Bir fiili serbestçe yapabildiği gibi yine serbestçe de ondan vazgeçebilir. Bu nedenle de insan bu daire içerisinde yaptığı fiillerden sorumludur. Sevabı hak edecek bir fiili yaptığı zaman sevapla mükâfatlandırılır, cezalandırılmayı gerektiren bir fiili yaptığında da azap ile cezalandırılır. Bu tür fiillerin "Kaza" ile ilgisi olmadığı gibi "Kaza"nın da bu tür fiillerle ilgisi yoktur. Çünkü insan, serbest iradesi ile fiili yapmaktadır. Bu nedenle de ihtiyari/serbest irade ile yapılan fiiller "Kaza" kapsamına girmez.
“Kadere” gelince: İster insana egemen olan dairede meydana gelen olaylar olsun, ister insanın egemen olduğu dairede meydana gelen olaylar olsun, eşyadan, insan hayat ve kâinat maddesinden oluşan ve eşya üzerinde meydana gelen fiillerdir. Bu fiiller bir sonuç olarak ortaya çıkar. Yani bu tür fiilin varlığından bir işin ortaya çıkması gerekir. İşte burada şöyle bir soru gündeme gelmektedir: İnsanın eşyalarda ortaya çıkardığı özellikleri insanın kendisi mi yaratıyor yoksa eşyaları yarattığı gibi eşyalardaki özellikleri de Allah Sübhanehu ve Teâla mı yaratıyor?
İnsanın eşyada ortaya çıkardığı özellikleri dikkatlice inceleyen kimse bunların insanın fiili olmayıp eşyanın özelliklerinden olduğunu fark eder. Eşyanın kendisine ait özelliklerinden bir özellik olmadıkça insanın bir özelliği yaratamaması, eşyalardaki özellikleri insanın yaratmadığının delilidir. Eşyaların kendisine ait olmayan veya kendisinde bulunmayan bir özelliğin insanın isteği ile ortaya çıkması mümkün değildir. Bu nedenle bu işler insanın fiilleri olmayıp eşyanın özellikleridir. Hem eşyaları hem de eşyalardaki özellikleri, takdir ettiği bu özelliklerin dışına çıkamayacağı şekilde yaratan Allahu Teâla'dır. Hurma çekirdeğinde elma değil, hurma bitme özelliği vardır. İnsan menisinde hayvan değil insanın meydana gelmesi özelliği vardır.
Allah Subhenehû ve Teala eşyalarda da belirli özellikler yarattı. Ateşte yakma, odunda yanma, bıçakta kesme özelliğini yaratan ve her şey için aksi yönde hareket edemeyeceği, varlık nizamına göre hareket etmesini sağlayan kanunları koyan Allahu Teâla'dır. Allah Subhenehû ve Teala’nın eşyalar için takdir etmiş olduğu bu özelliklere ters düşen olayların eşyalarda görülmesi harikulade/olağanüstü bir olay sayılır. Böyle bir olay da ancak peygamberlerde görülür ki bu da onlara verilmiş mucizelerdir. Allah Subhenehû ve Teala, eşyalarda belirli özellikleri yarattığı gibi insanda da içgüdüleri ve uzvi ihtiyaçları yaratmış, eşyalarda bulunan özellikler gibi içgüdü ve uzvi ihtiyaçlara da muayyen özellikler vermiştir. Nevi içgüdüsünde meselâ cinsî meyil özelliğini, beka içgüdüsünde meselâ mülk edinme özelliğini, uzvi ihtiyaçlarda meselâ açlık özelliğini yaratmış ve bu özellikleri varlık kanununa göre insan için gerekli kılmıştır.
İşte, Allah Sübhanehu ve Teâla'nın hem eşyalarda yaratmış olduğu belirli özellikler hem de insanda yarattığı içgüdülere ve uzvi ihtiyaçlara "Kader" ismi verilir. Çünkü eşyaları, içgüdüleri ve uzvi ihtiyaçları yaratan ve onlara belirli özellikler veren Allahu Teâla'dır. İnsandaki şehvet duygularının kabarması, gözünü açtığında görmesi, yukarıya atıldığında taşın yukarıya doğru gitmesi, aşağıya doğru atıldığında inmesi gibi fiillerin hiçbiri insanın fiili değildir. Bunların hepsi ancak Allahu Teâla'nın eşyaları bu halde yaratmasının yani eşyayı ve eşyalardaki belirli özellikleri yaratmasının bir sonucudur. Bu nedenle özellikler insandan değil Allahu Teâla'dandır. Bunların meydana gelmesinde kulun kesinlikle herhangi bir rolü yoktur. İşte, "Kader" budur.
Bu açıklamalara göre, "Kaza ve Kader" konusunda "Kader" diye insanın eşyalarda ortaya çıkardığı özelliklere denir. Bu nedenle insanın, eşyalarda takdir edilen özellikleri Allah Sübhanehu ve Teâla'nın yarattığına iman etmesi gerekir.
Buna göre; "Kaza ve Kader", insana egemen olan dairede meydana gelen kulun fiilleri ve eşyalarda insanların ortaya çıkardıkları özelliklerdir.
"Kaza ve Kader"in hayrının ve şerrinin Allahu Teâla'dan olduğuna inanmak demek, insanda zorla meydana gelen ve def edemediği fiillerin ve insanın eşyalarda ortaya çıkardığı özelliklerin Allahu Teâla'dan olduğuna, bunların meydana gelmelerinde kulun hiçbir rolünün olmadığına inanmak demektir.
Bu nedenle ihtiyari fiiller yani insanın serbest iradesi ile yapabildiği fiiller "Kaza ve Kader" konusunun dışında kalmaktadır. Çünkü insanın serbest iradesi ile yapabildiği bu fiiller ya insandan kaynaklanır veya serbest iradesi ile insan üzerinde cereyan eder. Allahu Teâla insanı, insandaki içgüdüleri ve uzvi ihtiyaçları, eşyalardaki özellikleri yarattığında insanda temyiz kabiliyetine sahip aklı da yaratarak insana, bir fiili yapma veya yapmama serbestisini vermiştir. İnsanı bir fiili yapmaya veya yapmamaya mecbur bırakmamıştır. Eşyadaki özellikleri, içgüdüleri ve uzvi ihtiyaçları da bir fiili yapmaya veya yapmamaya mecbur kılmamıştır. Böylece insan, Allah Subhenehû ve Teala’nın kendisine vermiş olduğu mümeyyiz akıl iyiyi kötüden ayırt edebilen akıl ile bir fiili yapıp yapmama konusunda serbest bırakılmıştır. Allah, aklı, Şer’î tekliflerin temeli kılmıştır. Bu nedenle insan, hayır olan bir fiili yaptığı zaman ona sevap vardır. Çünkü aklı, Allah Subhenehû ve Teala’nın emirlerini yerine getirmeyi ve yasaklarından da sakınmayı seçmiştir. Şer bir fiili yaptığında ise insana ceza vardır. Çünkü insan aklı ile Allah Subhenehû ve Teala’nın emirlerine muhalefet ederek yapılmasını yasakladığı bir işi yapmıştır. Bu fiillerden dolayı da onun cezası haktır ve adildir. Çünkü o, herhangi bir zorlama olmadan bir fiili yapmada tamamen serbesttir. "Kaza ve kader"in bununla asla alakası yoktur. Buradaki mesele kulun kendi fiilini serbestçe yapmasıdır. Bu nedenle de insan yaptıklarından sorumludur. Zira Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ "Herkes kazancına bağlıdır."[12]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Tirmizi, Salâh, 426; Nesei, Kıyâm el-Leyl, 1725, 1726; Ebu Davud, Salâh, 1214; İbni Maceh, İkâmetu’s-Salâh, 1168; Ahmed b. Hanbel, Müs. Ehli Beyt, 1625, 1637
[2] Müslim, İman, 9; Ebu Davud, Seneh, 4075
[3] Müslim, Kader, 4816; İbni Mace, Mukaddime, 76
[4] En'am: 101
[5] En'am: 59
[6] Hadid: 22
[7] Tevbe: 51
[8] Sebe': 3
[9] En'am: 60
[10] Nisa: 78
[11] Nisa: 77-80
[12] Müddessir: 38
.
Kaza
Salı, 03/16/2010 - 16:51 — HUSEYIN SASMAZ
ES SELAM ALEYKÜM VE RAHMETULLAHİ VE BEREKETUHU EBEDEN VE DAİMEN HEM DÜNYEVİ HEM UHREVİ İNŞALLAH
" (Mu'min) kullarıma söyle konuştukları zaman sözün en güzelini söylesinler, çünkü şeytan aralarını ayırmak ister. şüphesiz şeytan insanlar için en büyük düşmandir." isra-53
Kaza
--------------------------------------------------------------------------------
Lügatte; قضى, يقضي, قضاء الشيء şeklinde kullanılır ve "bir şeyi dikkatle yaptı", "iki davalı arasında hükmetti", "haklıyı haksızdan ayırdı", "infaz etti" anlamlarına gelir.
"Kaza" kelimesi Kur'an-ı Kerimde de birçok ayette geçmektedir. Allahu Teâla şöyle buyurdu:
وَإِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ "Bir hususta kaza ettiğinde ona sadece "ol" der o da oluverir."[1] Yani Allahu Teâla kesin olarak bir şeyin olmasına hükmettiği zaman o şey en ufak bir duraklama ve çekinme göstermeden varlık dünyasına girer.
هُوَ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ طِينٍ ثُمَّ قَضَى أَجَلاً "O'dur sizi çamurdan yaratan sonra size bir ecel kaza eden."[2] Yani Allah Celle Celâluhu çamurdan yarattığı mahlûk için yaratılış ile ölüm arasında bir ecel tayin edendir.
وَقَضَى رَبُّكَ أَلا تَعْبُدُوا إِلا إِيَّاهُ "Rabbin yalnız kendisine tapmanızı kaza etti."[3] Yani kendisinden başkasına tapmamamızı kesinlikle emretti.
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ "Allah ve Resulü bir şeye kaza ettiği zaman; ne mümin erkekler için ne de mümin kadınlar için artık işlerinde bir seçme hakkı olamaz."[4] Yani Allah Subhenehû ve Teala ve Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem bir emirle emrettiği ve hükümle hükmettiği zaman sizin başka bir hükmü seçme hakkınız yoktur.
فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ "Onları yedi gök olarak kaza etti."[5] Yani gökleri yedi kat olarak sağlam bir şekilde yaptı.
لِيَقْضِيَ اللَّهُ أَمْرًا كَانَ مَفْعُولاً "Allah işlenmesi gerekli olan emri kaza etmek için yaptı."[6] Yani yapılması gerekli olarak bir işin yapılmasını kesinleştirmek için yaptı.
وَقُضِيَ الأمْرُ "İş kaza edildi."[7] Yani onları helak eden, yerle bir eden, onlardan kurtaran iş tamamlandı.
لِيُقْضَى أَجَلٌ مُسَمًّى "Belirlenmiş ecel kaza edilsin diye."[8] Yani ölüleri diriltme ve amellerine göre hesaba çekmek için tayin ettiği ecel gerçekleşip geçsin diye.
قُلْ لَوْ أَنَّ عِندِي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهِ لَقُضِيَ الأمْرُ بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ "De ki; Acele istediğiniz şey benim yanımda olsaydı iş kaza edilmiş olurdu."[9] Yani siz hemen helak olurdunuz ve iş tamamen biterdi.
وَكَانَ أَمْرًا مَقْضِيًّا "...Ve iş kaza edilmiştir."[10] Yani Allah Subhenehû ve Teala tarafından kesin olarak hükmedilen bir işti. Allah Subhenehû ve Teala’nın kazasından kesin olarak hükmettiği bir iş olduğundan dolayı sana rağmen fiilen gerçekleşir.
كَانَ عَلَى رَبِّكَ حَتْمًا مَقْضِيًّا "Bu, Rabbimin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir kazadır."[11]
Ayette geçen حَتْمًا kelimesi mastardır. Bir işi yapmak gerektiğinde ve kesinlikle yapılmasına hükmedildiği zaman demektir. Yani onların gelişleri Allah Subhenehû ve Teala’ya vaciptir.
Ayetlerde kullanılış şekline göre قضاء “Kaza” kelimesi birçok anlamı olan müşterek lafızlardandır. Bu anlamlardan bazıları şunlardır: "Bir şeyi muhkem ve sağlam yapmak", "kılmak", "infaz etmek", "bir işi tamamlamak", "bir şeyin varlığını kesin kılmak", "bir işin sona ermesi", "işe hükmedilmesi", "kesin şekilde hüküm vermek".
Ancak "Kaza" kelimesi bu kadar çeşitli manalarda kullanılmasına rağmen bunlar arasında ‘Kaza, Allah Subhenehû ve Teala’nın "külliyat" hakkındaki hükmüdür’ gibi bir anlama rastlamak mümkün değildir. Tıpkı "Kader" kelimesinin ayetlerde; ‘Allah Subhenehû ve Teala’nın "cüziyat" hakkındaki hükmüdür’ anlamında kullanılmadığı gibi. Buna göre birçok sözlük anlamı bulunan "Kaza" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de sözlük anlamıyla kullanılmıştır. Geçen anlamların hiçbirinde herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Bu anlamlar sözlük anlamları olup aklın bunda hiçbir rolü yoktur. Eğer "Kaza" kelimesinin Şer’î bir anlamı olsaydı bu anlam, elbette hadis veya ayetle belirtilmesi gerekirdi ki böylece bu Şer’î anlamdır denilebilsin. Ancak sözlük anlamlarının dışında hiçbir anlamda kullanılmamıştır.
Bu nedenle de ayetlerde geçen "Kaza" kelimesinden maksat, daha sonraları kelamcıların üzerinde ihtilaf ettikleri "Kaza ve Kader" değildir. Ayetlerde ve hadislerde geçen "Kader" kelimesinin içeriğinin, "Kaza ve Kader" konusuyla hiçbir şekilde ilgisi olmadığı gibi, yukarıda zikredilen ayetlerde geçen "Kaza" kelimesinin de "Kaza ve Kader" konusuyla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu ayetler ve hadisler, Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarından ve Allah Subhenehû ve Teala’nın fiillerinden bahsetmektedir. "Kaza ve Kader" ise kulun fiilini araştırır. Bu ayetlerin konusu Şer’î olup anlamları ise sözlük anlamlarıdır. Kelamcıların bahsettikleri "Kaza ve Kader" konusu ise akli bir konudur. Bu ayetler ve hadisler sözlük veya Şer’î anlamlarıyla tefsir edilirler. “Kaza ve Kader” konusu ise kelamcıların koydukları ıstılahi bir anlamdır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bakara: 117
[2] Enam: 2
[3] İsra: 23
[4] Ahzab: 36
[5] Fussilet: 12
[6] Enfal: 42
[7] Bakara: 210
[8] En'am: 60
[9] En'am: 58
[10] Meryem: 21
[11] Meryem: 71
.
Kader
Pzt, 03/15/2010 - 17:52 — HUSEYIN SASMAZ
Kelamcıların Yunan filozoflarından aldıkları anlamı isimlendirmek için kullandıkları "Kaza ve Kader” ismi bu anlamda daha önce ne Şer'an ne de lügat olarak vardı. Kelamcıların bu iki kelime için kullandıkları manaların hem lügat olarak hem de Şer’î olarak gerçek manalarından ne kadar uzak olduğunu göstermek için bu iki kelimenin öncelikle sözlük ve Şer’î anlamlarını arz ediyoruz.
Lügatte “Kader” kelimesi birçok manalara gelmektedir. Lügatte; (قَدَرَ الأمر وقدَّره) denilince; "işi tasarladı", "bir şeyi bir başka şeyle kıyasladı" ve "miktarını açıkladı" anlamı akla gelir. (وقدر الشيء قدارة) denildiğinde; "hazırladı", "planladı" ve "vakte bağladı". (قدر الأمر) denildiğinde; "ona baktı", "işi idare etti" ve "kıyas yaptı". (قدراً الله) denildiğinde; "Allah'ı ta'zim etti." (قدر الله عليه الأمر) denildiğinde; "Allah bir işe hükmetti ve takdir etti." (قدر الرزق) denildiğinde; "rızkı taksim etti", (قدر على عياله) denildiğinde; "ehli iyaline rızkı daralttı, sıkıştırdı", قدر الرجل فكر في) denildiğinde;"işin idaresini ve düzenlenmesini düşündü". (وقدر الشيء) denildiğinde; "takdir etti", "hükmetti" anlamları kastedilir.
Hadiste ise "Kader" kelimesi şu anlamda kullanılmaktadır:
فان غم عليكم الهلال فاقدروا له "Hava kapalı olduğu zaman onu (Hilali) takdir ediniz." Yani otuza tamamlayınız.
“Kader” kelimesi Kur'an-ı Kerim'de de çeşitli anlamlarda geçmektedir:
وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ قَدَرًا مَقْدُورًا "Ve Allah’ın emri takdir edilmiştir. "[1] Yani kesin ve muhkem bir hükümdür.
فَقَدَرَ عَلَيْهِ رِزْقَهُ "Onun rızkını takdir etti."[2] Yani onun rızkını daralttı.
فَالْتَقَى الْمَاءُ عَلَى أَمْرٍ قَدْ قُدِرَ "Su takdir edilen bir emre göre birleşiverdi."[3] Yani Allah Subhenehû ve Teala’nın Levh-i Mahfuz'da yazdığı şekilde gerçekleşti ki bu da Nuh kavminin tufan ile yok olmasıdır.
وَقَدَّرَ فِيهَا أَقْوَاتَهَا "Orada gıdalar takdir etti."[4] Orada yaşayanların azıklarını bitirme görevini yeryüzüne verdi. Yani yere, gıdalar yetiştirebilme, çıkarabilme özelliğini verdi.
إِنَّهُ فَكَّرَ وَقَدَّرَ "Muhakkak ki o, düşündü ve takdir etti. "[5] Yani Kur'an hakkında ne söyleyeceğini düşündü.
الَّذِي خَلَقَ فَسَوَّى (2) وَالَّذِي قَدَّرَ فَهَدَى "O, yaratıp şekil vermiştir. O, takdir edip doğru yolu göstermiştir."[6] Yani her şeyi yaratıp onu şekillendirdi. Her hayvan için kendisine uygun şeyi takdir edip, ona yöneltti, ondan faydalanmayı öğretti. İnsan olsun hayvan olsun her canlı varlığın doyurulması istenen ihtiyaçlarını yarattı ve ona ihtiyaçlarını doyurmayı öğretti. Tıpkı Allahu Teâla'nın şu sözünde olduğu gibi:
وَقَدَّرَ فِيهَا أَقْوَاتَهَا "Orada gıdalar takdir etti."[7]
وَقَدَّرْنَا فِيهَا السَّيْرَ "Orada gezilecek belirli yerler takdir ettik."[8] Yani orada yürümeyi kolaylaştırdık ve güvenli bir şekilde yarattık.
قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا "Allah her şey için bir kader tayin etti."[9] Yani vaktini ve miktarını tespit etti.
إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ "Şüphesiz ki biz her şeyi bir kadere göre yaratmışızdır."[10] Yani bir takdir ile yarattık.
إِلَى قَدَرٍ مَعْلُومٍ "Belli bir kadere kadar."[11] Yani bilinen bir zamana kadar.
نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمْ الْمَوْتَ "Aranızda ölümü biz takdir ettik."[12] Yani ömürlerinizin kısa, uzun, orta olmak üzere değişik sürelerle takdir ettik.
وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ "Onu ancak belirli bir kader ile indiririz."[13] Yani bilinen bir miktarda.
قَدَّرْنَا إِنَّهَا لَمِنْ الْغَابِرِينَ "Karısının geride kalanlar arasında bulunmasını takdir ettik."[14] Yani, takdirimize göre karısı geride kalanlardandı.
ثُمَّ جِئْتَ عَلَى قَدَرٍ يَامُوسَى "Sonra da bir kader üzerine geldin ey Musa"[15] Yani sen belirli bir vakitte geldin.
"Kader" kelimesi hadislerde, "Allah’ın ilmi ve takdiri" anlamında kullanılmıştır. Ebu Hüreyre'den; Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle dedi:
لاَ تَسْأَلِ الْمَرْأَةُ طَلاَقَ أُخْتِهَا لِتَسْتَفْرِغَ صَحْفَتَهَا وَلِتَنْكِحَ فَإِنَّمَا لَهَا مَا قُدِّرَ لَهَا "Hiçbir kadının kendisi evlenebilmesi için kız kardeşinin boşanmasını istemesi doğru olmaz. Çünkü kendisi için takdir edilen vardır."[16] Yani Allah Subhenehû ve Teala’nın Levhi Mahfuz'da kendisi hakkında yazdığı isabet edecektir. Aşağıdaki ayette de ifade edildiği gibi Allah Subhenehû ve Teala neye hükmettiyse ve nasıl biliyorsa o öylece tecelli eder.
عَلَى أَمْرٍ قَدْ قُدِرَ "Takdir edilen bir emre göre birleşiverdi."[17]
Yine Ebu Hüreyre'den gelen bir rivayette Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle demektedir:
لاَ يَأْتِ ابْنَ آدَمَ النَّذْرُ بِشَيْءٍ لَمْ يَكُنْ قَدْ قَدَّرْتُهُ وَلَكِنْ يُلْقِيهِ الْقَدَرُ وَقَدْ قَدَّرْتُهُ لَهُ أَسْتَخْرِجُ بِهِ مِنَ الْبَخِيلِ "Ademoğluna nezir/adak, takdir etmediğim bir şeyi getirmez. Ancak Allah’ın takdiri Ademoğlunu nezretmeye/adakta bulunmaya sürükler. Bu takdirimle o şeyi cimriden çıkarmak isterim."[18] Yani nezir, Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmettiği ve Levhi Mahfuz'da yazmadığı bir şeyi Ademoğluna getirmez. Nezirle ancak cimriden bir şeyleri çıkarır. Kader, burada Allah Subhenehû ve Teala’nın takdiri ve ilmi anlamında kullanılmıştır.
Yine Ebu Hüreyre'den gelen bir rivayette Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuştur:
احْتَجَّ آدَمُ وَمُوسَى فَقَالَ مُوسَى أَنْتَ آدَمُ الَّذِي أَخْرَجْتَ ذُرِّيَّتَكَ مِنَ الْجَنَّةِ قَالَ آدَمُ أَنْتَ مُوسَى الَّذِي اصْطَفَاكَ اللَّهُ بِرِسَالاَتِهِ وَكَلاَمِهِ ثُمَّ تَلُومُنِي عَلَى أَمْرٍ قَدْ قُدِّرَ عَلَيَّ قَبْلَ أَنْ أُخْلَقَ فَحَجَّ آدَمُ مُوسَى "Adem ile Musa Aleyhisselam birbiriyle tartıştılar. Musa Aleyhisselam Adem'e Aleyhisselam şöyle dedi: İnsanları iğva ederek/saptırarak onları cennetten çıkaran sen değil misin? Adem de ona: Ey Musa; Sen Allah’ın her şeyin ilmini verdiği, risaletini vererek insanlar arasından seçip onlara üstün kıldığı Musa değil misin? Musa, evet dedi. Beni yaratmazdan önce Allah’ın benim hakkımda takdir ettiği bir işten dolayı mı beni ayıplıyorsun?"[19] Yani Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi ile takdiri ile yazılmış olana göre.
Tavus der ki; Ben Abdullah b. Ömer den şöyle işittim: Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle diyordu:
كُلُّ شَيْءٍ بِقَدَرٍ حَتَّى الْعَجْزِ وَالْكَيْسِ أَوِ الْكَيْسِ وَالْعَجْزِ "Her şey kader ile olur. Hatta aciz iken zekilik veya zeki iken acizlik bile"[20] Yani her şey Allah Subhenehû ve Teala’nın takdirine ve ilmine göre, yani Levh-i Mahfuz'da yazdığına göre gerçekleşir.
"Allah Subhenehû ve Teala’nın kaderi" kelimesi sahabenin sözlerinde de "Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi" anlamında kullanılmıştır.
Abdullah b. Abbas'tan: "Ömer Radıyallahu Anhu Şam'a doğru sefere çıktı. Serğ denilen yere vardığında ordu komutanları ile karşılaştı. Ebu Ubeyde b. el-Cerrah ve arkadaşları Şam'da veba hastalığını haber verdiler. İbn-i Abbas diyor ki: “Ömer bana ilk muhacirleri çağırın” dedi. Onlar gelince Ömer Radıyallahu Anhu onlarla istişare etti. Onlara Şam'da veba hastalığının bulunduğunu söyledi. Onlar, Şam'a gidip gitmeme konusunda ihtilaf ettiler. Onlardan bir kısmı; “Ya Ömer sen bir iş için çıkmış bulunuyorsan bundan geri dönmeni uygun bulmuyoruz” dediler. Diğerleri ise; “İnsanların geri kalanları ve Allah Subhenehû ve Teala’nın Resulünün ashabı seninle beraber bulunmaktadır. Bu nedenle veba hastalığı varken, bile bile oraya gitmeni uygun görmüyoruz” dediler. Ömer; “Beni yalnız bırakınız” dedi. Sonra da Ensar'ı çağırmalarını söyledi. Ensar'ı çağırdılar. Ömer, onlarla istişare yaptı. Ensar da muhacirler gibi iki farklı görüş belirttiler. Ömer onlara da; “Beni yalnız bırakınız” dedi. Ardından da; “Bana, burada bulunan fetih muhacirlerinden olan Kureyş'in ileri gelenlerini, yaşlılarını çağırın” dedi. Onları çağırdılar. Onlardan hiçbir kimse ihtilaf etmedi: “Yanında bulunan insanlarla birlikte geri dönmeni, vebanın bulunduğu yere doğru ilerlememeni uygun görüyoruz” dediler. Ömer, insanlara seslenerek: “Ben geri dönüyorum. Sizler de geri dönünüz” demesi üzerine Ebu Ubeyde; “Allah Subhenehû ve Teala’nın kaderinden mi kaçış?” diye sorunca Ömer cevaben; “Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebu Ubeyde” dedi! “Evet, ‘Allah Subhenehû ve Teala’nın kaderinden’ yine ‘Allah Subhenehû ve Teala’nın kaderine’ kaçıyoruz. Senin develerin olsa ve onları otlatmak için bir yamacı yeşillik olan diğer yamacı da otsuz olan iki yamaçlı bir vadiye indirsen, onları yeşillik olan vadide otlattığında veya otsuz olan bir yamaçta otlattığında Allah Subhenehû ve Teala’nın kaderi ile otlatmış olmaz mısın?” dedi."
Burada “kader” kelimesi Allah Subhenehû ve Teala’nın takdiri ve ilmi anlamında kullanılmıştır. Yani; ‘otlak bir yamaçta develerini güdersen Allah Subhenehû ve Teala’nın Levh-i Mahfuz'da yazdığına ve ilmine göre hareket etmiş olursun. Otsuz olan bir yamaçta güttüğünde de yine Allah Subhenehû ve Teala’nın Levhi Mahfuz'da yazdığına ve ilmine uygun bir şekilde hareket etmiş olursun’ demektir.
Bütün bu anlatılanlardan da açıkça görülmektedir ki "Kader" kelimesi çeşitli manaları olan "müşterek" lafızlardandır. Takdir, ilim, tedbir, vakit, hazırlık bu kelimenin içerdiği anlamlardan yalnızca bir kısmıdır. Kader kelimesinin bunca anlamları olmasına rağmen bunların hiçbirinin; "insanın bir fiili zorla yapmasıdır" veya "kader, cüzi konularda ve tafsilatında külli bir hükümdür" veya "Allah Subhenehû ve Teala’nın sırlarından bir sırdır" gibi anlamlara gelmediği görülmektedir.
Buna göre, birçok sözlük anlamı bulunan "Kader" kelimesi Kur'an’da, sözlük anlamları çerçevesinde kullanılmıştır. “Kader” kelimesi hadislerde de Kur'an'da kullanılan anlamlarda kullanılmıştır. Kader kelimesinin manalarında, ne Kur'an'da geçen ifadelerde ne de hadislerde geçen ifadelerde her hangi bir ihtilaf yoktur. Belirtilen manaların hepsi sözlük ifadeleri olup bu anlamlarda aklın hiçbir rolü yoktur. Gerek ayetlerde gerekse hadislerde bu anlamların dışında herhangi bir Şer’î anlam geçmediğine göre, başka bir anlam verip de bu şer’î anlamdır demek doğru olmaz.
Buradan da anlıyoruz ki, ayetlerde geçen bu manalardan kasıt daha sonraları kelamcıların üzerinde ihtilaf ettikleri "kader" değildir. Hadislerde geçen “kader” kelimesi de ancak Allah Subhenehû ve Teala’nın takdirini ve ilmini yani Levhi Mahfuz'da yazılı olanı kastetmektedir. Bu anlamların, Kelamcıların ortaya çıkardıkları "Kaza ve Kaderle" hiç alakası yoktur. Fakat Taberani'nin İbni Mes'ud'dan hasen bir senedle rivayet ettiği; إذا ذكر القدر فأمسكوا "Kader hakkında konuşulduğu zaman susunuz."[21] hadisi, Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi ve eşya hakkındaki takdiri konusunda konuşulduğu zaman bu konuya dalmayınız anlamına gelmektedir. Çünkü eşyaların Allah Subhenehû ve Teala tarafından takdir edilmiş olması yani Levh-i Mahfuz'da yazılmış olması, Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi dahilinde olması demektir. Allah Subhenehû ve Teala’nın her şeyi bilmesi ise, iman edilmesi gereken Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarından bir sıfattır. Bu durumda ise hadisin manası şöyle olur. Eşyayı takdir eden ve bilen yani Levh-i Mahfuz'da yazan Allahu Teâla'dır. Bu konuda münakaşaya, tartışmaya, girmeyiniz, dilinizi tutunuz ve olduğu gibi teslim olunuz.
Yine Müslim'in Tavus yoluyla rivayet ettiği; “Ben Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in ashabından bir kısmına yetiştim. Onlar şöyle diyorlardı: "Her şey Allah Subhenehû ve Teala’nın kaderi iledir."[22] Yani her şey Allah Subhenehû ve Teala’nın bilmesi iledir.
Yine Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu:
وَإِنْ أَصَابَكَ شَيْءٌ فَلاَ تَقُلْ لَوْ أَنِّي فَعَلْتُ كَانَ كَذَا وَكَذَا وَلَكِنْ قُلْ قَدَرُ اللَّهِ وَمَا شَاءَ فَعَلَ "Sana bir şey isabet ettiğinde; şöyle yapsaydım şöyle şöyle olurdu deme. Allah takdir etti, O, dilediğini yapar de."[23]
Bu hadis, “Levh-i Mahfuz’da yazıldığı şekildedir, Allah Subhenehû ve Teala’nın onu bilmesi iledir” anlamına gelmektedir. Bunların hepsi Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları kapsamındadır. Muhakkak ki Allah, vuku bulmadan önce eşyayı bilir, eşyalar onun bildiği şekilde hareket eder. "Kaza ve Kader" konusunun bunda hiçbir rolü, etkisi yoktur.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ahzab: 38
[2] Fecr: 16
[3] Kamer: 12
[4] Fussilet:10
[5] Müddessir: 18
[6] A'la: 2-3
[7] Fussilet: 10
[8] Sebe: 18
[9] Talak-3
[10] Kamer: 49
[11] Mürselat: 22
[12] Vakıa: 60
[13] Hicr: 21
[14] Hicr: 60
[15] TaHa: 40
[16] Buhari, Kader, 6111; Ebu Davud, Talak, 1861; Malik, Câmia, 1399
[17] Kamer: 12
[18] Buhari, Kader, 6119; Ahmed b. Hanbel, Müs. Mükessirîn, 7805
[19] Buhari, Tevhid, 6961
[20] Müslim, Kader, 4799
[21] Taberani
[22] Müslim
[23] Müslim, Kader, 4416
.
Kaza Kader Meselesi Nasıl Ortaya Çıktı?
Paz, 03/14/2010 - 18:00 — HUSEYIN SASMAZ
Hasan el-Basri'nin ders halkasından ayrılan Mutezile reisi Vasıl b. Ata'nın ortaya attığı, “büyük günah işleyen kimse” meselesini bir tarafa bırakırsak, kelam ilminde gördüğümüz meselelerin daha önce Yunan filozoflarının araştırdığı meselelerden kaynaklandığını görürüz. Adıyla sanıyla "Kaza ve Kader" meselesi, daha önce Yunan filozoflarının araştırdıkları ve hakkında ihtilafa düştükleri bir meseledir.
"Kaza ve Kader", "ihtiyar ve cebr", "irade hürriyeti" gibi isimlerin hepsi tek bir anlama gelmektedir ki o da şudur:
İnsandan kaynaklanan filleri meydana getirip getirmemede insan hür müdür, serbest midir yoksa mecbur mudur?
Yunan felsefesi tercüme edilmeden önce böyle bir mesele üzerinde araştırma yapmak hiçbir Müslüman’ın aklından dahi geçmemişti. Böyle bir meseleyi daha önceleri ancak Yunan filozofları araştırdılar ve hakkında ihtilafa düştüler.
Epikuroscular, “Dilediğini yapmada irade hürdür. İnsan bütün fiillerini hiçbir zorlama olmaksızın kendi serbest irade ve seçimi ile yapar” derken Revakçılar ise; “İnsan iradesi bir yolda yürümek mecburiyetindedir. Bunu değiştirmesi mümkün değildir. İnsan, iradesi ile hiçbir şey yapamaz. O, fiili yapmak mecburiyetindedir. Yapıp yapmama hakkına sahip değildir” demektedirler.
İslâm geldiğinde ve zamanla felsefi düşünceler sızdığında “Allah Subhenehû ve Teala’nın adaleti” meselesi en önemli mesele haline geldi. “Allah adildir, sevap ve ceza meselesinde de bu adaleti uygulamak gerekir”, dediler. Ardından da kulların fiilleri meselesi üzerinde yürüdükleri araştırma metodlarına göre gündeme geldi. Bu meselelere çözüm ararlarken de felsefecilerin araştırmalarından etkilendiler. Yani konuları ile ilgili felsefi düşüncelerden etkilendiler. Bu konuda en fazla Mutezile'nin ortaya koyduğu araştırma dikkati çekmektedir. Bu meselede ve diğer kelamcıların araştırmalarında Mutezile asıldır. Çünkü diğer kelamcılar, Mutezile'ye cevap vermek için ortaya çıktılar. Dolayısıyla "Kaza ve Kader" meselesinin araştırılmasında hatta kelam ilmi ile ilgili bütün araştırmalarda Mutezile esas sayılır.
Mutezile'nin “Allah Subhenehû ve Teala’nın adaletine” bakışı, O'nun zulümden uzak olduğu şeklindedir. Sevap ve ceza meselesinde de Allah Subhenehû ve Teala’nın adaleti ile Allah Subhenehû ve Teala’nın zulümden münezzeh olduğu düşüncelerini uyumlaştıran bir yerde durdular.
- “Ancak insanda irade hürriyetinin bulunması, kendi fiillerini yaratması, bir şeyi yapıp yapmama imkânına sahip olması ile Allah Subhenehû ve Teala’nın adalet sıfatının bir anlamı olur” dediler.
- Bir şeyi kendi iradesi ile yapıp ve yine kendi iradesi ile terk ettiğinden dolayı insana sevap veya ceza verilmesi akla ve adalete daha uygundur. Fakat Allah Subhenehû ve Teala insanı yaratır, ardından da onu belli bir işi yapmaya zorlarsa, yani itaatkâr olanı itaate ve isyan edeni de isyana zorlar sonra da itaat edeni sevap ile mükâfatlandırıp asi olanı da azap ile cezalandırırsa bu, adalet sayılmaz”, dediler.
Onlar görünmeyeni görünene, Allahu Teâla'yı insana kıyasladılar. Yunan filozoflarından bir grubun yaptığı gibi, bu dünya hakkında konulan kanunlara Allahu Teâla'yı da boyun eğdirmeye kalkıştılar. İnsan hakkında tasavvur ettikleri adaleti, Allah Subhenehû ve Teala’ya uygulamaya giriştiler.
Oysa "Kaza ve Kader", "Cebr ve İhtiyar" veya "İrade Hürriyeti" diye isimlendirdikleri konunun aslı, kulun fiiline Allah Subhenehû ve Teala’nın sevap veya ceza vermesidir. Araştırmalarında Yunan filozoflarına yönelerek "İrade" ve "Kulların fiilleri" meselesini araştırdılar.
İrade meselesinde şöyle dediler:
- Hayrı isteyen hayırlı, şerri isteyen şerli, adaleti isteyen adil, zulmü isteyen de zalimdir. Eğer dünyada olan her şey Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi ile ilgili olsaydı, hayrı ve şerri dileyen de Allah olurdu. Bu durumda da hayrı-şerri, adaleti-zulümü dileyen kimsenin de bu niteliklerle nitelenmesi gerekirdi. Bu fiilleri işleyeni hayırlı, şerli, adil, zalim gibi sıfatlarla vasıflandırmak gerekirdi ki Allahu Teâla'yı bu şekilde nitelendirmek mümkün değildir. Eğer Allahu Teâla kâfirin küfrünü, asinin isyanını dilemiş olsaydı, onu küfürden ve isyandan men etmemesi gerekirdi. Örneğin; Allah Subhenehû ve Teala’nın Ebu Leheb'in kâfir olmasını dileyip ardından da onun iman etmesini ve küfürden uzak durmasını emretmesi nasıl düşünülebilir? Yaratıklardan böyle bir şeyi yapan kimse akılsız sayılır. Allah Subhenehû ve Teala ise böyle bir şeyden çok çok uzaktır, yücedir. Kâfirin küfrünü ve asinin de isyanını Allah Subhenehû ve Teala dilerse, bu takdirde bunların cezalandırılmaması gerekir. Çünkü onların amelleri kendi iradelerinin sonucu değil O'na itaatin sonucudur.”
Delil getirmede işte böyle mantıki önermelerle delilleri sıraladılar. Sonra da bu görüşlerini Kur'an'dan nakli delillerle sürdürmeye çalıştılar. Allahu Teâla'nın şu ayetlerini delil olarak kullandılar:
وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِلْعِبَادِ "Allah kulları hakkında zulüm dilemez."[1]
سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلا آبَاؤُنَا وَلا حَرَّمْنَا مِنْ شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ "Allah’a şirk koşanlar: 'Allah dileseydi babalarımız ve biz puta tapmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık' diyecekler. Onlar da öncekiler de böyle yalanlamışlardı."[2]
قُلْ فَلِلَّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاءَ لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ "De ki: Üstün ve mükemmel hüccet, Allah’dır. Eğer O, dileseydi hepimizi birden hidayete kavuştururdu."[3]
يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمْ الْيُسْرَ وَلا يُرِيدُ بِكُمْ الْعُسْرَ "Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez."[4]
وَلا يَرْضَى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَ "O, kullarının küfrüne razı olmaz...."[5]
Görüşlerine ters düşen şu ayetleri de tevil ettiler:
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لا يُؤْمِنُونَ (6) خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ "Şüphesiz ki küfredenleri korkutsan da korkutmasan da birdir. Onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir perde vardır."[6]
بَلْ طَبَعَ اللَّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ "Küfürleri sebebiyle onların kalplerini mühürledik."[7]
Bu ayetleri benimsedikleri görüşlere uyması için tevil ettiler ve insanları kendi görüşlerine çağırdılar. Onların görüşleri ise, “bir fiili yapıp yapmama hususunda insanın iradesinde hür olduğu” şeklinde bilinmektedir. İnsan bir fiili yaparken de terk ederken de kendi iradesini kullanır.
Fiillerin yaratılması meselesinde Mutezile şöyle dediler:
- Kulların fiilleri, kendileri tarafından yaratılmıştır. Allah Subhenehû ve Teala’nın işi değil kulun kendi işidir. Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünün müdahalesi olmaksızın fiili yapmak veya yapmamak insanın gücü dâhilinde olan bir iştir. İnsanın isteyerek veya istemeden yaptığı hareketler arasındaki fark bunun delilidir. İsteyerek elini hareket ettiren kimse ile istemeden eli titreyen kimsenin hareketi, minareye kendi isteği ile çıkan kimse ile istemeden düşen kimsenin hareketi arasındaki fark gibi. İhtiyari hareket insanın gücü dâhilinde olan harekettir. Onu insan yaratır. Zorunlu olarak yaptığı harekette ise insanın rolü yoktur. Aynı zamanda insan, fiillerinin yaratıcısı olmazsa teklif ortadan kalkar. Zira insan bir fiili yapıp yapmama gücüne sahip olmazsa ona yap veya yapma demek aklen doğru olmaz. Dolayısıyla da övmeye ve kınamaya, sevaba ve cezaya konu olmaz.”
İşte, böylece görüşlerine uygun mantıki önermelere dayanan delilleri sıraladılar. Ardından da nakli deliller getirdiler. Allah Subhenehû ve Teala’nın şu ayeti gibi birçok ayetle görüşlerini delillendirdiler:
فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ "Kendi elleriyle kitap yazıp sonra da bu Allah'tandır diyenlere yazıklar olsun"[8]
إِنَّ اللَّهَ لا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ "Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah da onların halini değiştirmez."[9]
مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ "Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür."[10]
الْيَوْمَ تُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ "Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir."[11]
قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِي (99) لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا "Rabbim beni geri çevir, belki iyi iş işlerim."[12]
Görüşlerine ters düşen şu ayetleri de tevil ettiler:
وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ "Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır."[13]
اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ "Her şeyi yaratan Allah'tır."[14]
Böylece filleri yaratma konusunda inandıkları görüşle çelişen her engelden kurtulmuş oldular. Fiilleri yaratma meselesinde Mutezile; “insan fiillerini kendisi yaratır ve o, bir şeyi yapıp yapmama gücüne de sahiptir” der.
Mesele içinden mesele çıkartan kelamcıların peşine takıldığımızda, filleri yaratma meselesinde, “fiillerden doğan fiiller” meselesinin de çıktığını görüyoruz. Mutezile'nin ortaya attığı “insan fiillerinin yaratıcısıdır” görüşünün ardından şöyle bir soru gündeme geldi:
- İnsanın amelinden, davranışından doğan ameller hakkındaki görüş nedir? O da insanın yarattığından mıdır? Yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattıklarından mıdır? Dayak yiyen kimsenin hissettiği acı, bir şeyde görülen tat, bıçaktaki kesme özelliği, lezzet, sıhhat, şehvet, sıcaklık-soğukluk, rutubet-kuraklık, korkaklık-cesaret, açlık-tokluk ve daha birçok şey de insanın fiili midir?”
Mutezile bunların hepsinin insanın fiili olduğunu söyler. “Çünkü bir fiili yaptığında onun sonuçlarını ortaya çıkaran da insandır. O, insanın fiilinden doğmaktadır, insanın yarattığı şeylerdendir” der.
"Kaza ve Kader" meselesi ve bu meselede Mutezile'nin görüşü işte budur. Kulun fiilindeki iradesi ve insanın fiili sonucunda ortaya çıkan eşyanın özellikleri bu meselenin özüdür. Bu mesele hakkındaki görüşleri de, “kul bütün fillerinde dilediği gibi hareket etme konusunda hürdür, fiillerini ve filleri sonucunda ortaya çıkan eşyanın özelliklerini yaratan da insandır” şeklinde özetlenebilir.
Mutezile'nin bu görüşü Müslümanların heyecanını artırdı, onları galeyana getirdi. Çünkü bu görüş onlara göre yepyeni bir görüştü. Dinde ilk esas olan akidede cüretli bir görüştü. Bu nedenle Mutezile'ye cevaplar vermeye başladılar. En meşhurlarından birisi; Cehm b. Safvan olan ve kendilerini "Cebriye" diye isimlendiren yeni bir grup ortaya çıktı.
Cebriye'ciler şöyle diyorlardı:
- İnsan, irade hürriyeti ve fiilleri yaratma gücü olmayan, mecburen hareket eden bir varlıktır. İnsan rüzgârın önünde bir tüy veya dalgaların önüne katıp sürüklediği bir odun parçası gibidir. Ancak, Allah Subhenehû ve Teala işleri onun eliyle yaratır. Eğer insan amellerinin yaratıcısıdır dersek, bu ifade, Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünün sınırlandırılmasını gerektirir ki bu durumda da Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü her şeyi kuşatmamış olur. Böylece kul dünyada bazı şeyleri yaratmada Allah Subhenehû ve Teala’ya ortak olmuş olur. Tek bir şeyde iki gücün birbiri ile yardımlaşması mümkün değildir. Eğer o şey Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ile yaratılmışsa insanın o şeyde herhangi bir rolü yoktur. Eğer o şey, insanın gücü ile yaratılıyorsa bu defa da o şeyde Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünün herhangi bir rolü yoktur. Bir kısmının Allah Subhenehû ve Teala’nın bir kısmının da insanın gücü ile olması da mümkün değildir. Kulun fiilini yaratan Allah Subhenehû ve Teala 'dır dır. Yalnızca O'nun iradesi ile kul bir fiili yapabilir. Kulların fiilleri sadece Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ile var olabilir, fiilin yaratılmasında kulun gücünün herhangi tesiri olmaz.”
Cebriye'ye göre insan; “Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattığı fiillerin yeri olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. O mutlak olarak mecburen hareket eden bir varlıktır. İnsanla cansız bir varlık arasında görünüşten başka hiçbir fark yoktur.” Delillerini işte böylece sıraladılar. Görüşlerini desteklemek için de Allah Subhenehû ve Teala’nın şu ayetlerini delil olarak kullandılar:
وَمَا تَشَاءُونَ إِلا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz."[15]
وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı."[16]
إِنَّكَ لا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ "Sen sevdiğine hidayet edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet eder."[17]
وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ "Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı."[18]
اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ "Her şeyin yaratıcısı Allah'tır."[19]
Fiiller konusunda, kulun yaratmasına ve iradesine delalet eden ayetleri de tevil ettiler. Doğal olarak da, lezzet, açlık, yiğitlik, kesmek ve yakmak ve bunların dışında kulun fiilinden sonra meydana gelen eşyaya ait özelliklerin Allah'tan olduğunu söylediler.
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat da bu konularda Mutezile'ye cevap verdi. Ehl-i Sünnet, şöyle dediler:
- Kullarının fiillerinin tamamı Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi ve meşietiyledir. İrade ve meşiet aynı anlama gelir. İrade ve meşiet, diri olan Allah Subhenehû ve Teala 'ta ezeli bir sıfattır. İrade ve meşiet; kudretin bütüne nisbetinin birbirine denk olmasıyla, herhangi bir vakitte, takdir edilenlerden birinin gerçekleşmesinin tahsis edilmesini gerektirmektedir. Kulların filleri Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü iledir. Bir şeyin olmasını dilediği zaman ona ol der ve o da hemen oluverir. Allah Subhenehû ve Teala’nın kazası bazı hükümlerin ilavesi ile birlikte kulun fiilinden ibarettir. Zira Allahu Teâla şöyle dedi:
فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ "Onları yedi gök olarak kaza etti/var etti."[20]
وَقَضَى رَبُّكَ "Rabbin kaza etti/kesin olarak hükmetti."[21]
Ayetlerde geçen “kaza” kelimesi Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarından bir sıfatı değil hükmedeni kastetmektedir. Kulun fiili Allah Subhenehû ve Teala’nın takdiri ile olur. Takdir, her yaratığın, güzel ve çirkin, fayda ve zarar, taşıdığı zaman ve mekân ve ona gereken sevap ve ceza gibi şeylerin belirli bir seviyede sınırlandırılması demektir. Bundan maksat ise Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesini ve gücünü her şeye genelleştirmektir. Çünkü her şey Allah Subhenehû ve Teala’nın yaratmasıyla olur. Bu da zorlama ve baskı olmaksızın irade ve güç sahibi olmayı gerektirir.”
Bunun üzerine onlara dediler ki:
- “Sizin bu sözünüze göre, kâfir küfründe, fasık da fıskında mecbur olur ki bu durumda da kâfirin ve fasıkın iman ve itaatle mükellef kılınması doğru olmaz denilse ne dersiniz”
Bu soruya şöyle cevap verdiler:
- “Allah Subhenehû ve Teala her ikisinin de küfrünü ve fıskını zorlama olmadan kendi serbest istekleriyle olmasını irade etmiştir. Allahu Teâla'nın, kendi iradeleriyle onların küfrünü ve fıskını bilmesi, olması mümkün olmayan bir teklifi de gerektirmez.”
Kulların fiillerinin yaratılması konusunda Mutezile ve Cebriye'ye cevap olarak da şöyle dediler:
-“Kulların itaat ettikleri zaman karşılığında sevap kazanacakları, karşı geldiklerinde ise azaplandırılacakları kulların serbest iradeleri ile yaptıkları filleri vardır.”
“Allahu Teâla fiilleri, yaratma ve var etmede bağımsızdır”, demeleriyle beraber “kullara ait fiillerde ihtiyar olmasını” da şöylece açıkladılar:
- “Kulun fiilini yaratan Allahu Teâla'dır. Titreme gibi bir takım filleri dışında, yakalama hareketi gibi bir takım fiillerde kulun gücünün ve iradesinin rolü vardır. Her şeyi yaratan Allah Subhenehû ve Teala 'dır, kul ise "kasibtir'tir.”
Bunu da şöyle açıkladılar:
- “Kulun gücünü ve iradesini fiile harcaması "kesb"tir. Bunun hemen akabinde Allah Subhenehû ve Teala’nın bu fiili var etmesi ise “yaratmaktır”. Tek takdir edilen iki farklı açıdan iki gücün altına girmektedir. Fiil, yaratma yönünden Allah Subhenehû ve Teala’nın, kesb yönünden de kulun gücü dâhilindedir. Bir başka ifade ile fiil, yalnızca kulun iradesi ve gücüyle değil, kulun iradesi ve gücü esnasında Allah Subhenehû ve Teala tarafından yaratılmaktadır. İşte bu ilişki “kesbdir.”
Sözlerini Cebriye'nin, Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilleri yaratması ve iradesi hakkında delil olarak kullandıkları ayetlerle de delillendirdiler. Kuldaki "kesb" özelliğini de şu ayetlerle delillendirdiler:
جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ "İşledikleri amellere karşılık olarak"[22]
فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ "İsteyen inansın isteyen inkâr etsin"[23]
لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ "Kazandığı lehinedir ve yüklendiği de aleyhinedir."[24]
Böylece kendilerini hem Mutezile'ye hem de Cebriye'ye cevap vermiş saydılar. Gerçekte ise onların görüşleri ile Cebriye'nin görüşleri birdir. Onlar da Cebriye'cidirler. Ehl-i Sünnet "kesb" meselesini ortaya çıkarmada oldukça zorlandı. Onlar akli metodu kullanmadılar. Çünkü bu konuda herhangi bir akli delil yoktur. Nakil yolunu da takip etmediler. Zira Şer’i delillerden herhangi bir delil de yoktu bu konuda. Ehl-i Sünnetin çabası, ancak Mutezile ve Cebriye'nin görüşünü uzlaştırmaya yönelik bir çabadır.
Özet olarak "Kaza ve Kader" meselesi kelamcıların düşüncelerinde çok önemli bir yer tutmuştur. Bütün kelamcılar araştırma konusu olarak kulun fiilini ve fiilden doğan fiillerdeki özellikleri yani kulun fiili sonucunda ortaya çıkan eşyadaki özellikleri işlemişlerdir. Araştırmalarının esasını, kulun fiili ve kulun fiilinden kaynaklanan özellikleri Allah Subhenehû ve Teala mı yaratıyor yoksa insan mı yaratıyor? Kulun iradesi ile mi oluyor yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesiyle mi oluyor? gibi sorulara cevap aramak oluşturmaktadır. Bu araştırmanın ortaya çıkmasının sebebi, Mutezile'nin bu meseleyi "Kaza ve Kader", "İrade Hürriyeti", "Cebe ve İhtiyar" şeklindeki ifadelerle, olduğu gibi Yunan filozoflarından almaları ve Allah Subhenehû ve Teala’ya vacibe kıldıkları adalet sıfatı ile uyumlu olması gerektiği esasına göre kendi görüşleri ile yorumlamalarıdır. Bu düşünce Cebriyeyi ve Ehl-i Sünneti aynı çıkış noktasından ve aynı esasa göre Mutezile'nin görüşlerine cevap vermeye götürdü. Kaza ve Kader meselesini yalnızca kendi sınırları içerisinde araştırmayıp, Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları açısından araştırdılar. Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünü ve iradesini, kulun fiili ve kulun fiili sonucunda eşyalarda ortaya çıkan özelliklere egemen kılarak şu hususları araştırmaya başladılar: Kulun fiili, Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ve iradesi ile mi yoksa kulun fiili ve iradesi ile mi gerçekleşmektedir.
Öyleyse; "Kaza ve Kader", kulların filleri ve kulların filleri sonucunda eşyalarda ortaya çıkan özelliklerdir. "Kaza" kulların fiilleri, "Kader" ise eşyalardaki özelliklerdir. Zira kelamcıların, "Kaza" kelimesini kulların fiilleri anlamında kullandıkları yaptıkları araştırmalardan ve içine düştükleri ihtilaflardan anlaşılmaktadır. Bu sonuç, "kul kendi gücü ve iradesi ile bir fiili yaratır" şeklindeki sözlerden ve bu sözleri; "kulun fiili yalnızca kendi gücü ve iradesi ile var olmayıp Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ve iradesi ile meydana gelir" şeklinde reddeden ifadelerden ve bu iki görüşe birden karşı çıkarak; “kulun fiili yalnızca kulun gücü ve iradesi ile değil kulun gücü ve iradesi esnasında Allah Subhenehû ve Teala’nın fiili yaratmasıyla meydana gelir” şeklindeki sözlerden de anlaşılmaktadır. "Kader"in kulun eşyalarda ortaya çıkardığı özellikler olduğu, kelamcıların araştırmalarından ve ihtilaflarından anlaşılmaktadır. Onlar fiillerden doğan fiiller meselesini araştırırken, kulun fiilinden kaynaklanan özellikleri de araştırmışlardır. Şöyle dediler:
- “Nişasta ile şekeri bir kaba koyup pişirdiğimizde helva meydana gelir. Şimdi helvanın tadını ve rengini biz mi yarattık yoksa Allah Subhenehû ve Teala’mı yarattı? Boğazlama anında ruhun çıkması, attığımız zaman taşın gitmesi, gözümüzü açtığımız zaman gözün görmesi, düşme esnasında adamın ayağını kırması ve sarmayla kırık ayağın iyileşmesi ve buna benzer birçok şey bizim yaratmamızın bir sonucu mudur, yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın yaratması mıdır?”
İşte, bu araştırma özellikler hakkında yapılan araştırmadır. Ortaya çıkan bu özellikler hakkındaki ihtilafları da, "kader"in eşyanın özellikleri olduğuna delalet etmektedir.
Bağdat Mutezile reisi Bişr b. el-Mutemir şöyle diyor:
- “Bizim fiilimizden doğan her şey bizim yaratığımızdır. Ben bir insanın gözünü açtığım zaman gözü bir şey görür. Gözün bir şeyi görmesi benim fiilimdir. Çünkü o, benim fiilimden doğmuştur. Bizim imalatımız olan yiyeceklerin rengi, tadı, kokusu da bizim fiilimizdir. Aynı şekilde elem, lezzet, sağlık şehvet vb. her şey insanın fiilidir.”
Mutezile'nin ileri gelenlerinden biri olan Ebu Hüzeyl el-Allaf ise şöyle dedi:
- “Fiilden doğan şeyler arasında fark vardır. İnsanın fiillerinden doğan fiillerden niteliğini bildiklerimiz insanın fiilindendir. Bilmediklerimiz ise insanın fiilinden değildir. Dayak sonucunda ortaya çıkan acı, yukarıya fırlattığımız taşın gidişi, aşağıya attığımız zaman aşağıya inişi gibi özellikler insanın fiilindendir. Fakat renkler, tat, sıcaklık, soğukluk, rutubet, serinlik, korkaklık, şecaat, açlık ve tokluk gibi şeylerin hepsi Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilindendir.”
Nazzam ise şöyle demektedir:
- “İnsan hareket etmekten başka bir şey yapamaz. Hareket olmayan şey insanın fiili değildir. Hareketi ise insan ancak kendinde yapar, kendi dışında yapmaz. İnsanın elini oynatması onun fiilidir. Ancak insanın taşı attığında taşın aşağı veya yukarıya doğru hareketi insanın fiili değil Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilidir. Yani Allah Subhenehû ve Teala, taşı atan bir kimsenin atmasıyla hareket etme kabiliyetini taşta yaratmıştır. Bu nedenle, renkler, tat, kokular, elem, lezzet insanın fiili değildir. Çünkü bunlar insanın hareketi değildir.”
Fiillerden doğan şeylere bakıştaki bu ihtilafların vakıası, ihtilafın eşyanın özellikleri konusunda olduğunu açıklamaktadır. Fiillerden doğan şeyler insanın fiilinden midir yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilinden midir? Öyleyse bu konudaki ihtilaf, insanın eşyalarda ortaya çıkardığı özelliklerden kaynaklanmaktadır.
Bütün kelamcıların tek bir konu ve tek bir alanda yaptıkları tartışma işte böylece sürüp gitti. Kulun eşyada meydana getirdiği eşyanın özellikleri konusu, kulun fiili konusuna göre fer'i/detay bir meseledir. Çünkü özellikler meselesi “kulun fiili” meselesinden kaynaklanmıştır. Ehli Sünnet, Mutezile ve Cebriye arasındaki ihtilafta da ikinci sırayı teşkil ediyordu. Çünkü kelamcılar arasında cereyan eden tartışmaların ağırlık noktasını kulun fiili meselesi oluşturuyordu. Kulun fiili konusunda yapılan tartışma eşyanın özellikleri konusunda yapılan münakaşalardan çok çok fazla idi.
"Kaza ve Kader" ifadesi her ne kadar iki kelimeden meydana gelmişse de birbiriyle iç içe girmiş tek anlamı olan tek bir isimdir. "Kaza ve Kader" konusunun ortaya çıkışına, “kulun fiili” konusu, “insanın eşyada meydana getirdiği özellikler” konusundan daha fazla etki etmiştir. "Kaza ve Kader" konusundaki tartışmalar sürüp giderken her grup "Kaza Kader"'i diğer gruptan farklı bir şekilde anladı. Ehl-i Sünnet ve Mutezile imamlarından sonra gelen öğrencileri ve onlara tabi olanlar arasında da bu tartışmalar asırlar boyu tekrarlanarak sürüp gitti. Mutezile'nin zayıflaması ve Ehl-i Sünnetin üstünlük kazanmasıyla tartışmalar Ehl-i Sünnet lehine döndü. Kaza ve Kader konusunda tartışanlar, Kaza ve Kadere kendiliklerinden hayal ettikleri yeni anlamlar vererek ihtilafa düşüyorlar, verdikleri anlamları sözlük ve Şer’î lafızlarla uyumlaştırmaya çalışarak onlardan bir kısmı şu görüşleri ileri sürüyorlardı:
- "Kaza ve Kader", hiç kimsenin bilemeyeceği Allah Subhenehû ve Teala’nın sırlarından bir sırdır.
- "Kaza ve Kader" konusunu araştırmak caiz değildir. Çünkü Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem; إذا ذُكِرَ القدر فأمسكوا "Kaderden bahsedildiği zaman susunuz." diyerek kader hakkında konuşmayı yasaklamıştır.
"Kaza ve Kader'in" ayrı ayrı şeyler olduğunu söyleyenler ise şöyle diyorlardı.
- Kaza, yalnızca külliyat hakkında bir hükümdür, kader ise cüzi konularda ve detaylarında cüzi bir hükümdür.
-“Kader”, kesin karar, “kaza” ise verilen kararı yerine getirmektir. Bu görüşe göre Allahu Teâla bir işin yapılmasına kesin karar verirse yani onu çizer ve kesin olarak uygulama sahasına koyarsa işin “kaderi” çizilmiş olur ve bu da kaderdir. Allahu Teâla karar verdiği işi uyguladığında iş gerçekleşmiş olur ki bu da "Kaza"dır.
- “Kader” takdir etmektir, “kaza” ise yaratmaktır.
- “Kaza ve Kader” birbirinden ayrılmaz şekilde birbirine bağlı iki kelime olup birinin diğerinden ayrılması mümkün değildir. Çünkü bunlardan biri temel konumundadır ki bu da "Kader"dir. Diğeri ise bu temel üzerine kurulu binadır ki bu da "Kaza"dır. Dolayısıyla kim bunlardan birini diğerinden ayırmaya kalkışırsa binayı yıkmaya ve yok etmeye kalkışmış olur. Onlardan kim "Kaza ve Kader" arasında bir fark görürse “kazayı” bir şey, “kaderi” de bir başka şey yapmış olur.
İster bu iki kelimenin birbirinden ayrılmaz olduğunu söyleyenlerce olsun, isterse bu iki kelimenin birbirinden ayrı anlamlara geldiğini söyleyenlerce olsun, “Kaza ve Kader” konusundaki tartışmalar işte böylece sürüp gitti. Halbuki “Kaza ve Kader” kelimesi ne şekilde tefsir edilirse edilsin bütün fırkalarca yalnızca tek bir anlamda kullanılmıştır:
Fiilin var olması açısından; Fiili yaratan Allah Subhenehû ve Teala’mıdır yoksa kul mudur? Kul bir fiili yapmaya kalkıştığında fiili Allah’mı yaratıyor?
Böylece konunun bu noktada odaklaştığı, tartışmalarının aynı platformda dönüp dolaştığı netleşmektedir. Bu mesele ortaya çıktıktan sonra “Kaza ve Kader” meselesi akide konusunda altıncı bir konu olarak yerine oturdu. Fiildeki ve eşyadaki özellikler ister hayır ister şer olsun, fiilleri ve eşyanın özelliklerini yaratan Allah Subhenehû ve Teala olduğundan dolayı, “Kaza ve Kader” meselesi Allahu Teâla ile alakalı işlere delalet etmekte, bu nedenle de akide ile ilgili hususlardan sayıldı.
Buradan da anlaşılmaktadır ki gerek tek bir manaya gelen tek isim olarak kabul edilsin, gerek birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir iş olarak kabul edilsin, Kelamcılar ortaya çıkmadan önce “Kaza ve Kader” meselesi Müslümanların araştırmalarında yer almamıştı.
Kaza ve Kader konusunda aslında yalnızca iki görüş vardır. Bunlardan birincisi ki aynı zamanda Mutezile’nin görüşü olan “serbestçe seçme, hareket edebilme hürriyeti”, ikincisi ise her ne kadar kullandıkları tabirler, ifadeler ve lafızlar etrafında ihtilaflar olsa da Ehl-i Sünnet ve Cebriye’nin görüşü olan “icbar”, “serbest olmama” görüşüdür.
Müslümanlar, Kur’an ve Hadisin ortaya koyduğu görüşten, Sahabenin, Kur’an ve Hadislerden anladıkları görüşten saparak yeni bir isim olarak ortaya çıkan “Kaza ve Kader”, “Cebir ve İhtiyar” veya “İrade Hürriyeti” ifadeleri üzerinde tartışarak bu iki görüşte karar kıldılar.
Bu yeni anlam; Fiiller, kulun iradesi ve yaratmasıyla mı yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi ve yaratmasıyla mı meydana geliyor? İnsanın eşyalarda ortaya çıkardığı özellikler, kulun fiili ve iradesinin bir sonucu mudur? Yoksa Allah Subhenehû ve Teala’dan mıdır? Soruları üzerinde yoğunlaştı. İşte bu konu vücut bulduktan sonra “Kaza ve Kader” meselesi akide ile ilgili altıncı bir konu olarak İslâm akidesi konusunda yerini aldı.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ğafir: 31
[2] Enam: 148
[3] Enam: 149
[4] Bakara: 185
[5] Zümer:7
[6] Bakara: 6-7
[7] Nisa: 155
[8] Bakara: 79
[9] Ra'd: 11
[10] Nisa: 123
[11] Ğafir: 17
[12] Mü'minun: 99-100
[13] Saffat: 96
[14] Zümer: 62
[15] İnsan: 30
[16] Enfal: 17
[17] Kasas: 56
[18] Saffat: 96
[19] Zümer: 62
[20] Fussilet: 12
[21] İsra: 23
[22] Vakıa: 24
[23] Kehf: 29
[24] Bakara: 286
.
Kelamcıların Metodunun Yanlışlığı
Cts, 03/13/2010 - 17:03 — HUSEYIN SASMAZ
ES SELAM ALEYKÜM VE RAHMETULLAHİ VE BEREKETUHU EBEDEN VE DAİMEN HEM DÜNYEVİ HEM UHREVİ İNŞALLAH
" (Mu'min) kullarıma söyle konuştukları zaman sözün en güzelini söylesinler, çünkü şeytan aralarını ayırmak ister. şüphesiz şeytan insanlar için en büyük düşmandir." isra-53
Kelamcıların metodu hakkında ortaya konulan bu açıklamalardan, bu metodun doğru olmadığı, davranışlarının ne kişinin iman etmesine ne de imanını kuvvetlendirmesine yol açmayacağı anlaşılmaktadır. Hatta bundan da öte takip edilen bu metotla ne kişinin düşünmesi sağlanabilir ne de düşünmesi kuvvetlendirilebilir. Bu metotla ancak, kişinin birtakım bilgilere sahip olması sağlanabilir. Bilgi ise düşünmeden ve imandan daha farklı şeydir. Kelamcıların metodunun yanlışlığı birkaç madde halinde şöyle ortaya konulabilir:
1- Bu metot, hissi esaslar yerine mantıki esaslara dayalı kanıtlar kurmaya dayanmaktaydı. Bu husus iki yönden hatalıdır:
a- Müslüman bir kimsenin Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına burhanlar getirebilmesi için mantık ilmini bilmesini zorunlu hale getirmektedir. Dolayısıyla mantık ilmini bilmeyen bir kimse, akidesinin doğruluğuna burhanlar getirmekten aciz kalmaktadır. Diğer bir ifade ile kelam ilmi açısından mantık ilmi, "dil" bozulduktan sonra onu düzeltmede kullanılan "nahv"/gramer bilgileri konumuna gelmekteydi. Oysa mantık ilminin ne İslâm akidesinde ne de bu akidenin doğruluğunu ispatlamak için birtakım kanıtlar ortaya koymada yeri yoktur. İslâm geldiğinde İslâm'a inanan Müslümanlar, mantık ilmini bilmedikleri halde İslâm risaletini taşıdılar, akidelerinin doğruluğuna mantığa gereksinim duymadan kesin deliller getirmeye muvaffak oldular. Bu durum ise, mantık ilminin İslâm kültürü içerisinde yer almasına gerek olmadığına ve İslâm akidesinin doğruluğunu ispatlamada mantığa gereksinim duyulmadığına işaret etmektedir.
b- Mantıki esaslar hissi esasların tersine yanılgıya daha elverişlidirler. Zira akide, bir şeyin varlığı açısından yanılma payının sızmasına imkân vermeyecek türden delillerle ispatlanmalıdır. Bu nedenle de mantığın "iman" konusunda esas alınması doğru değildir.
Mantık, yanılmalar ve doğru olmayan sonuçlar ortaya koymakla her zaman karşı karşıyadır. Her ne kadar mantık, önermelerin ve dizilişinin sağlıklı ve doğru olmasını şart koşuyorsa da, bir önermenin diğer bir önerme üzerine kurulması, sonucun doğruluğunu, önermelerin doğruluğuna bağlı kılmaktadır. Ortaya konulan önermelerin doğruluğu ise garantili değildir. Çünkü sonuç, doğrudan doğruya his yerine önermelerin birbirleri ile ilişkisine dayanmaktadır. Dolayısıyla ortaya çıkacak olan sonucun doğruluğu da garantili olmamaktadır. Mantık tekniği, önermelerin birbirleri ile olan bağlantılarına göre gerçekleştirilmektedir. Mantıkta, anlaşılabilir önermeler, anlaşılabilir diğer önermelere dayandırılarak anlaşılabilir sonuçlar çıkarılmaktadır. Ya da hissedilebilir önermelerin hissedilebilir diğer önermelere dayandırılması ile hissedilebilir sonuçlar çıkarılmaktadır. Anlaşılabilir önermeler kullanılarak ortaya çıkarılan mantıksal sonuçlar, hata içinde kayıp gitmeye, sonuçlarda çelişkiye, önermeler zincirinde serbest davranmaya, önermelerin gerçeklere dayanması yerine varsayımlara dayalı anlaşılabilir sonuçlar çıkarmaya yol açar. Hatta yolun sonunda önermelerin çoğu evhamlardan ve karışımlardan meydana gelmektedir. Bu nedenle anlaşılabilir önermelerin anlaşılabilir diğer önermelere dayandırılması ile mantıki deliller her zaman yanlış sonuçlar verme ile karşı karşıyadır. Mantık kullanılarak şöyle bir örnek verilebilir:
Mesela mantıken şöyle denilir:
- Kur’an Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamıdır ve varlıklar âleminde birbirini takip eden harflerden tertip edilmiş birleşik sözdür.
- Ve varlıkta birbirini izleyen tertip edilmiş harflerden birleşik her söz sonradan olmaktadır.
- Sonuç; o halde Kur'an da mahlûktur ve sonradan yaratılmıştır.
Önermelerin sıralanışı ile ortaya çıkan bu sonuç, hissin algılama sahası içerisine giren bir sonuç değildir. Öyleyse aklın böyle bir konuyu araştırmasına ve hakkında bir yargıya varmasına da imkân yoktur. Dolayısıyla ortaya konulan sonuç, vakıası olmayan varsayıma dayalı bir sonuçtur. Üstelik bu konu aklen araştırılması yasaklanan bir konudur. Zira Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları konusunda araştırma, yapmak Allah Subhenehû ve Teala’nın zatı hakkında araştırma yapmak demektir. Allah Subhenehû ve Teala’nın zatını araştırmak ise hiçbir surette caiz değildir. Yukarıdaki aynı mantığı kullanarak tam tersi bir sonuç elde etmek de mümkündür. Örneğin;
- Kur’an Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamıdır ve kelam O'nun sıfatıdır.
- Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatı olan her şey sonsuzdur.
- Sonuç; öyleyse Kur'an da sonsuzdur ve yaratılmamıştır.
Verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere tek bir önermede kullanılan mantıkta çelişkiler görülmektedir. Bunlar ve benzeri örneklerde de görülebileceği üzere anlaşılabilirin bir diğer anlaşılabilire dayandırılması ile oluşturulan mantık birbiri ile çelişkili sonuçlar doğurmaktadır.
Ancak hissedilebilir önermelerin hissedilebilir diğer önermelere dayandırılması ile oluşturulan mantıksal sonuç histe son buluyorsa, elde edilen sonuç doğrudur. Çünkü sonuç, sadece önermelere değil aynı zamanda hissetmeye dayanmaktadır. Ancak elde edilen sonucun gerçek olup olmadığı önermelerin sıralanışına bağlıdır. Hissin varlığı ise önermenin sonuçları ile gözlemlenebilir. Mantıkta kullanılan önermeler ve sonuçla ilgili olarak ortaya çıkabilecek yanıltıcı noktaların bir kısmını şu şekilde sıralayabiliriz:
a- Bazen bir önermeye göre doğrulandığı sanılan bir şeyin, vakıada doğrulanmadığı gerçeği ile karşı karşıya kalınabilir.
b- Yine her yönü ile çevrelenmiş olan bir önermenin, bir bütünün bir kısmını doğrulayıp diğer kısmını doğrulamamasına rağmen bütünün tamamını doğruladığı sanılabilir.
c- Zahiri hükmü doğru olup vakıası yanlış olan bir önermenin doğru olduğu sanılabilir.
d- Bazen sonuç doğru olabilirken, sonucun çıkarıldığı önermelerin hatalı olmasından dolayı sonucun doğruluğundan yola çıkarak önermenin doğru olduğu sanılabilir.
Bu ihtimallere şöyle örnek vermek mümkündür:
- İspanya’da oturanlar Müslüman değildir.
- Halkı Müslüman olmayan hiçbir ülke İslâm beldesi/toprağı değildir.
- Sonuç; öyleyse İspanya İslâm beldesi değildir.
Bu sonuç yanlıştır. Yanlışlık ikinci önermenin yanlış olmasından kaynaklanmaktadır. "Oturanları Müslüman olmayan hiçbir ülke İslâm beldesi değildir" sözü yanlış bir sözdür. Zira bir ülkede bir defaya mahsus da olsa İslâm ile hükmedilmesi veya halkının çoğunluğunun Müslüman olması ile o ülke "İslâm beldesi" sayılır. Bu nedenle de İspanya'nın İslâm beldesi olmadığı sonucu yanlış bir sonuçtur.
Örnek olarak şöyle de denilebilir;
- Amerika ekonomik açıdan gelişmiş bir ülkedir.
- Ekonomik açıdan gelişmiş her ülke kalkınmış bir ülkedir.
- Sonuç; öyleyse Amerika kalkınmış bir ülkedir.
Önermelerin ikincisi yanlış olmasına rağmen Amerika açısından bu sonuç doğrudur. İkinci önerme yanlıştır, çünkü ekonomik açıdan gelişmiş her ülke kalkınmış ülke değildir. Fikri açıdan gelişmiş, yükselmiş ülke kalkınmış ülke sayılır. Bu önermelere dayanılarak elde edilen doğru sonuca bakılarak doğru sonucun bu önermelerden kaynaklandığı dolayısıyla da Kuveyt, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin kalkınmış ülkeler olarak kabul edilmesi gerekir. Gerçekte bu ülkeler kalkınmış ülkeler olmadıkları halde ekonomik açıdan gelişmiş konumda bulunduklarından önermelere göre kalkınmış ülkeler sayılmaları gerekmektedir. Bu örnekte de görüleceği üzere bütün önermeler, sonuçların doğruluğunu da etkilemektedir. Önermelerin doğruluğu ise garantili değildir. Çünkü her an yanıltmaca ile karşı karşıyadır.
Bu nedenle delil getirmede mantıki esaslara güvenmek yanlıştır. Ancak bu ifade, mantık yoluyla ulaşılan her gerçeğin veya her kanıtın hatalı olduğu anlamına gelmemektedir. Bu ifade, mantıki esaslara göre kurulan kanıtlara güvenmenin ve deliller getirmede mantığı esas almanın yanlış olduğunu anlatmaktadır. Delil getirmede doğru sonuçlar elde edebilmek için mantık yerine hissin esas alınması gerekir. Fakat önermenin doğru olması koşulu ile mantığa dayalı kanıt getirmek de caizdir. Önermenin doğru olması, hem önermenin hem de sonucun histe son bulması koşulu ile elde edilen sonuç da doğru olur. Sonucun doğruluğu, önermelerden elde edilen çıkarımın doğruluğuna bağlıdır. Mantığın, yanılmaya düşme imkânını içerisinde barındırmasından dolayı delil getirmede esas alınması doğru olmaz. Her ne kadar bazı durumlarda kesin sonuçlar ortaya koysa da, içerisinde yanılabilirlik imkânı bulunduğundan dolayı adeta bir bütün olarak zanni bir esastır. Öyleyse delil getirmede hissin esas alınması gerekir. Çünkü his, bir şeyin varlığı hakkında şüpheye veya herhangi bir hataya imkân bırakmayan her kesin esas gibidir.
2- Kelamcılar hissedilebilen gerçeğin dışına çıkarak, Allah Subhenehû ve Teala’nın zatı ve sıfatları gibi hissedilemeyen, metafizik alanları araştırdılar. His yoluyla algılanabilen şeyleri his yoluyla algılanamayan şeylerle karıştırarak görünmeyeni görünene kıyaslamakta aşırılığa gittiler. Allah Subhenehû ve Teala'yı insana kıyasladılar. Dünyada insan hakkında tasavvur ettikleri adaleti, Allah Subhenehû ve Teala’ya kıyasladılar. Allah Subhenehû ve Teala’nın iyi olanı yapması gerektiğini, hatta onlardan bir kısmı, Allah Subhenehû ve Teala’nın en iyi olan şeyleri yapması gerektiğini söylediler. ‘Çünkü Allah hikmet sahibidir, hikmetsiz, maksatsız bir iş yapmaz' dediler. ‘Maksatsız bir iş yapmak ise akılsızlıktır. Hikmet sahibi olan bir kimse, bir işi ya kendisinin ya da başkasının faydalanması için yapar. Allahu Teâla faydalanmaktan münezzeh olduğu için yaptığı işi başkalarının faydalanması için yapar’, dediler.
Akıl yoluyla hakkında hüküm verilemeyen, hissin algılama alanına girmeyen bu tür konuları araştırmaya daldılar ve içerisinde bulundukları çıkmaza düştüler. Hissedilen şeylerin algılanabileceği, Allah Subhenehû ve Teala’nın zatının ise algılanamayacağı dolayısıyla da birini diğeri üzerine kıyas yapmanın mümkün olmayacağı gerçeğini gözden kaçırdılar.
Allah Subhenehû ve Teala’nın adaletini insanın adaleti ile kıyaslamanın doğru olmadığını ve koyduğu kanunlara göre âlemi idare eden, âlemin yaratıcısı olan Allah Subhenehû ve Teala’nın dünyadaki kanunlara boyun eğeceğini sanmanın caiz olmadığını anlayamadılar. İnsanın dar görüşü sebebiyle adaleti dar bir şekilde anladığını, bakış açısının genişlediğinde ise hem adalete bakışının hem de verdiği hükmün değiştiğini gördüğümüz halde, nasıl oluyor da ilmi ile her şeyi kuşatan âlemlerin Rabb’inin adaletini, bizim kabul ettiğimiz “adalet” anlamıyla kıyaslıyoruz? “İyi” ve “en iyi” kelimeleri ve kelimelerin içerdiği anlamlar da onların adalete bakışlarının bir parçasıdır. Çünkü adalet hakkında söylenenlerin aynısı bu iki kelime hakkında da söylenir. Görünen şudur ki; insan bir şeyi iyi olarak görebilir, bakış açısı genişlediğinde ise görüşü değişir.
Örneğin; bugün İslâm dünyası, İslâm ile hükmetmeyi terk ettiği için Dar-ul küfürdür. Bu nedenle bütün Müslümanlar dünyayı bozuk bir dünya olarak görmekte ve onlardan birçoğu, dünyanın ıslah edilmeye muhtaç olduğunu söylemektedir. Ancak uyanık olanlar ıslah düşüncesinin yani mevcut ortamdaki bozukluğun giderilmesi düşüncesinin yanlış olduğunu, bilakis bugün İslâm dünyasının küfrü kökünden kazıyacak ve İslâm'ı uygulayacak kapsamlı bir inkılâba muhtaç olduğunu, her türlü ıslah çalışmasının ise bozukluğun ömrünün uzamasına yarayacağını görmektedir.
Görüldüğü gibi insanlar, iyi ve güzel konusunda farklı görüşler ortaya koyabiliyorken nasıl olur da Allah Subhenehû ve Teala’nın, insanın görüşüne göre hareket etmesi istenir ve kendi açımızdan iyi ve en iyi olarak gördüklerimizi Allah Subhenehû ve Teala’nın da yapması gerektiğini söyleyebiliriz? Görüşlerimize aklımızı hakem kıldığımızda, Allah Subhenehû ve Teala’nın eşyalar hakkında yaptıklarında aklımıza göre hangi iyilikleri bulabiliriz? İblis ve şeytanların yaratılıp insanları saptırmaları için kendilerine güç verilmesinde hangi iyilik vardır? Allah Subhenehû ve Teala niçin İblisin ömrünü kıyamete kadar uzattı da Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in canını aldı? Yaratıklar için bu mu daha iyi? Niçin İslâm hükmünü yeryüzünden kaldırdı da küfür hükmünü onun yerine koydu, Müslümanları zelil, kâfir düşmanlarını ise onlara musallat kıldı? Kullar için bu mu daha iyi? Daha bunlar gibi binlercesini, aklımıza iyi ve en iyi kavramalarını anlayışımıza göre kıyasladığımızda hiç birinin iyi olmadığını görürüz.
Bu nedenle Allah Subhenehû ve Teala’nın insana kıyaslanması doğru değildir ve Allah Subhenehû ve Teala’ya hiç bir şey gerekmez. Ayette Allahu Teâla kendisi için şöyle buyurmaktadır:
لا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ "O, yaptığından sorumlu değildir."[1]
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur."[2]
İşte, kelamcıların yukarıda sıraladığımız hatalara düşmeleri araştırma metotlarının yanlışlığından ve Allah'ı insana kıyaslama yanılgılarından kaynaklanmaktadır.
3- Kelamcıların metodu, hissettiği veya hissetmediği her şeyde akla araştırma hürriyeti veriyor. Bu durum aklen hakkında hüküm vermesi mümkün olmayan meselelerde aklı araştırma yapmaya sürüklüyor. Varsayıma ve hayale dayalı konuları araştırıyorlar, var olup olmadığı kesin olarak belli olmayan şeyler hakkında soyut tasavvurlara göre kanıtlar getiriyorlar. Bu davranışlar bir taraftan, aklın idrak etmemesinden dolayı haberinin doğruluğunu kesin olarak bildiğimiz kimse, bize varlığı katî olan şeyleri haber verdiği halde, onları inkâr etmeye götürürken diğer taraftan da akıl, varlığını hayal ettiği için gerçekte var olmayan, şüpheli, boş şeylere iman etmeye götürür.
Örneğin, Allah Subhenehû ve Teala’nın zatını ve sıfatlarını araştırdılar. Bu araştırma sonunda bir kısım kimseler ‘sıfat, zatından bir parçadır’ derken bir kısmı da ‘sıfat zatından başkadır’ dediler. ‘Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi, bilinenin olduğu şekilde ortaya çıkması ve gelişmesidir’ dediler. Bilinen ise değişik zamanlarda değişebilir. Örneğin bir ağaç yaprağı dalından kopup düşebilir. Allahu Teâla ise şöyle buyurmaktadır:
وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ إِلا يَعْلَمُهَا "Her düşen yaprağı Allah muhakkak bilir."[3]
Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi bir şeyin bulunduğu hal ile gelişir. Allah, bir şey olmadan önce onun olacağını, olduğunda ise nasıl olacağını, yok olduğunda nasıl yok olacağını bilir. Öyleyse nasıl oluyor da Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi varlıkların değişmesi ile değişebiliyor? Olayların değişimine göre değişen ilim sonradan meydana gelen ilimdir. Sonradan var olan ilim ise Allah Subhenehû ve Teala’nın ilahlık sıfatına uymaz. Çünkü sonradan olanla alakalı şeyin kendisi de sonradan olmuştur. Kelamcılardan bir kısmı bu soruya şöyle cevap veriyor:
“Zeydin bize geleceğini bilmemiz onun fiilen bize geldiğini bilmemizden farklı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu farklılık ise ilmin, bilginin yenilenmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak bu, insan için geçerlidir. İnsanın ilmi sürekli yenilenir. Çünkü ilmin kaynağı sürekli yenilenen hisler ve idraktir. İleride olacak, şu anda olan ve sonradan ne hale geleceği ile ilgili eşyalar hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın ilminde herhangi bir farklılık olmaz. Çünkü O'nun için bütün bilgiler tek bir haldedir.”
Bir başka grup kelamcılar ise buna şöyle cevap verdi:
“Allahu Teâla, zatıyla olan ve olacak şeylerin hepsini bilir. Bütün bilgiler tek ilimle O'nun katında var olan bilgilerdir. Olan ve olacak olan şeyler arasındaki ihtilaf Allah Subhenehû ve Teala’nın ilminden değil eşyalar hakkındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır.”
İşte, bu araştırmaların tamamı, hakkında aklın hüküm koyamayacağı, hissin algılama sahası içine girmeyen konularda yapılan araştırmalardır. Bu nedenle de aklın onu araştırması caiz değildir. Ancak kelamcılar, akla her konuda araştırma hürriyeti tanıyan metotlarına göre hareket ederek aklın kavraması mümkün olmayan konuları araştırdılar ve bu sonuçlara vardılar.
Bazı şeyleri hayal edip hemen araştırmaya koyuldular. Örneğin;
“Kul bir fiili yapmak istediğinde Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi kulun fiili ile ilişkilenir. Yani fiil, yalnızca kulun gücü ve iradesi ile yaratılmaz. Kulun gücü ve iradesi var olduğunda Allah Subhenehû ve Teala fiili yaratır.”
Bu söz araştırmacıların tasavvur ettikleri, varsaydıkları ve hissen de vakıası olmayan sözlerdir. Ancak onlar akla araştırma hürriyetini vermekle bunları araştırdılar ve onlarda bu tasavvur meydana geldi. Ardından da "Kesb" ve "İhtiyar" ismini verdikleri tasavvurlarına iman etmenin vacib olduğunu söylediler.
Eğer onlar aklı, yalnızca hissedilen şeyleri araştırmada kullansaydılar, bütün maddeleri yaratan olmasından dolayı fiili yaratanın da Allah olduğunu idrak edeceklerdi. Çünkü ancak yaratıcı yoktan var edebilir. Fakat doğrudan doğruya Allah Subhenehû ve Teala’nın yaratmış olduğu bu maddeleri bir araya getirerek kul, sadece sandalye gibi bir şeyi imal edebilir. Eğer aklı yalnızca hissedilen şeyleri araştırmada kullansaydılar varsayımlara ve gerçekte olmayan birçok şeye inanmazlardı.
4- Kelamcıların metodu imanın bütün bölümlerinin araştırılmasında aklı esas almaktadır. Dolayısıyla Kur'an'ı akla esas alacakları yerde aklı Kur'an'a esas aldılar. Kur'an'ı koydukları esaslar gereğince tefsir ettiler. Allah'ı mutlak tenzih/eksikliklerden uzak tutma, irade hürriyeti, adalet, en iyi olanı yapmak ve bunlardan başka daha birçok şeyi bu esasa göre açıklamaya çalıştılar. Görünürde çelişir gibi görünen ayetlere aklı esas aldılar. Müteşabih ayetleri akılla açıkladılar. Görüşlerine uymayan ayetleri tevil ettiler, taşımadığı anlamlarla açıkladılar. Hatta tevil, Mutezile, Ehl-i Sünnet ve Cebriye arasında bir fark olmaksızın ortak metot haline geldi. Çünkü onlara göre ayet yerine aklın esas alınması akla uyması için ayetlerin tevil edilmesini gerektiriyordu. İşte bu şekilde aklı, Kur'an'a esas kılmakla, hem araştırma metodunda hem de araştırma konularında hataya düştüler. Eğer araştırmalarına yalnızca Kur'an'ı esas alsalardı ve Kur'an akla esas alınsaydı bu hatalara düşmezlerdi.
Evet, yalnızca Kur'an'ın Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğuna iman akla dayanır. Ancak Kur'an'ın Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğuna iman edildikten sonra, Kur'an'ın getirdiklerine imana akıl değil bizzat Kur'an'ın kendisi esastır. Kur'an'da geçen ayetlerin anlamlarının doğru olup olmamasında akıl değil ancak Kur'an'ın ayetleri hakemdir. Bu durumda ise aklın görevi yalnızca anlamaktır. Fakat kelamcılar böyle yapmadılar. Onlar aklı Kur'an'a esas kıldılar. Bu nedenle de sürekli Kur'an'ın ayetlerini tevil ettiler.
5- Kelamcılar, filozoflara olan düşmanlıklarını araştırmalarına esas aldılar. Mutezile, filozoflardan aldıkları ile onlara cevap verdi. Ehl-i sünnet ve Cebriye de Mutezileye cevap verirken felsefecilerin metodunu kullandı. Hâlbuki araştırma konusu, felsefecilerle veya başkalarıyla düşmanlık değil İslâm'dı. Felsefecilere düşen görev İslâm'ı araştırmaktı. İnsanların ileri geri konuşmadan ve haddi aşmadan Kur'an'ın ve hadislerin getirdiklerini araştırmaları gerekirdi. Ancak onlar böyle yapmadılar. İslâm'ın tebliğini ve akidesinin açıklanmasını münazaralara ve mücadelelere çevirdiler. İslâm akidesini nefisteki dürtücü gücünden, sıcaklığından ve aydınlığından çıkararak tartışmalı sıfatlara ve kelam ile ilgili uğraşılara götürdüler.
Kelamcıların metotlarındaki en belirgin yanlışlıklar bunlardır. İslâm'a davet vesilesi ve insanlara İslâm'ın anlatılmasını gerektiren İslâm akidesi hakkındaki araştırmalarını, fetihlerden sonra Arapça grameri ve benzeri ilimler gibi ders olarak okutulan birer ilim haline dönüştürmeleri bu metodun etkilerindendir. İslâmî bilgilerden herhangi bir bilgiyi öğrenmek, daha iyi anlayabilmek ve zihnen daha kolay kavrayabilmek için birtakım ilimler koymak caiz olmakla beraber, bu uygulama İslâm akidesi için caiz değildir. Çünkü İslâm akidesi, davetin temel öğesi ve İslâm'ın esasıdır. Kur'an'da olduğu gibi insanlara verilmesi gerekir. Akideyi insanlara tebliğde, onlara açıklamada Kur'an'ın metodunu almak gerekir. Zira Kur'an'ın metodu, İslâm'a davetin ve onun fikirlerini açıklamanın metodudur. Bu nedenle kelamcıların metodundan ayrılıp yalnızca Kur'an'ın metoduna dönmek gerekir. Yalınızca Kur'an'ın metodu, araştırmada hissedilenler sınırında kalarak, davette fıtri ve akli esasa dayanmaktadır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Enbiya: 23
[2] Şura: 11
[3] En'am: 59
.
Kelamcıların Ortaya Çıkışları ve Metotları
Cum, 03/12/2010 - 16:22 — HUSEYIN SASMAZ
Müslümanlar İslâm'a, şüpheye yer bırakmayacak şekilde iman ettiler. İmanları o derece kuvvetliydi ki içlerinde İslâm hakkında hiçbir şüphe yoktu. Fikirlerdeki manalarını uygulama maksatlı olarak kavramaları dışında, Kur'an ayetlerini asla araştırmadılar. Mantıki neticeler çıkarmak ve varsayımlar icat etmek için de araştırmaya hiç eğilmediler. Bu İslâm davetini bütün insanlara taşıyarak dünyaya açıldılar. Onun uğrunda savaştılar, ülkeleri fethettiler ve kendilerine halklar boyun eğdi.
Hicri birinci asırda İslâmî davet akımları, önüne çıkan her engeli kökünden söküp atıyordu. İslâmî fikirler insanlara, Müslümanların aldıkları gibi apaçık bir anlayış, kesin iman ve müthiş bir uyanıklıkla veriliyordu. Ancak, fethedilen ülkelerde İslâm davetinin taşınması, henüz İslâm'a girmemiş diğer dinden olan kimselerle İslâm'a girmiş kimseler arasında fikri çatışmaya yol açtı. Bu fikri çatışma ise çok şiddetli idi. Diğer dinlerden olan kimseler bazı felsefi düşünceleri bildikleri gibi kendi dinlerinden aldıkları birçok görüşe de sahiptiler. Bunlar şüpheler yayıyorlar ve inançlarla ilgili konularda Müslümanlarla mücadele ediyorlardı. Çünkü davet, akide ve akide ile ilgili fikirler esasına dayanmaktadır. Müslümanların İslâm davetine olan hırsları ve rakiplerine cevap verebilme ihtiyaçları düşmanlarına karşı ellerinde bir silah olması için birçoklarını bazı felsefi düşünceleri öğrenmeye sevk etti.
İslâm davetini taşıma ve muhaliflerine cevap verebilme hırslarının yanında onları bazı felsefi düşünceleri öğrenmeye şu iki etken sevk etmiştir:
1- Kur'an-ı Kerim, insanları tevhide ve nübüvvete inanmaya davet etmesinin yanında Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in zamanında yaygın olan dinlerin ve fırkaların önemlilerine de değiniyordu. Onlara cevap verip sözlerini çürütüyordu. Şirkin her çeşidini göstererek cevap veriyordu. Yıldızları ilah olarak kabul eden ve yıldızlara ve putlara tapıp onları Allah Subhenehû ve Teala’ya ortak koşan müşriklere, nübüvveti ve Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in resullüğünü inkâr edenlere, öldükten sonra dirilip hesap vermeyi inkâr edenlere, İsa Aleyhisselam'ı ilah veya Allah Subhenehû ve Teala’nın oğlu olarak görenlere de cevap veriyordu. Hatta bundan da öte Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e onlarla mücadele etmeyi emrediyordu:
وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ "Onlarla en güzel şekilde tartış."[1]
وَلا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ "Ehli kitap ile en güzel şekilde mücadele et."[2]
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hayatı müşriklerle, ehli kitapla, bütün kâfirlerle yapılan fikri çatışma ile doludur. Onun hem Mekke'de hem de Medine'de fert fert, toplu olarak ve heyetler halinde kâfirlerle tartıştığı, mücadele ettiğine dair birçok olay rivayet edilmiştir. Bu açık fikri mücadeleyi Müslümanlar, Kur'an ayetlerinden ve Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hadislerinden ve davranışlarından okuyorlar ve duyuyorlardı. Bu nedenle de onların başka dinlerden olanlarla tartışmaları ve onlarla fikri çatışmaya girmeleri, mücadele etmeleri doğaldı. Çünkü İslâm dininin hükümleri onları mücadeleye çağırıyordu. Küfürle yapılan çatışmanın ancak fikri çatışma, mücadele ve tartışma ile meydana gelmesi İslâm davetinin tabiatındandır.
Çatışmanın akli açıdan ele alınmasına gelince: Bizzat Kur'an'ın kendisi aklı kullanmaya çağırmış, akli deliller ve hissedilen burhanlar getirmişti. Akidesine yapılan çağrıyı da nakle değil ancak akla dayandırmıştır. Bu nedenle çatışmanın ve mücadelenin akli açıdan yapılması, davetin tabiatı ile vasıflanması elbette ki kaçınılmazdır.
2- Nesatura Hıristiyanları ve benzerlerinden kaynaklanan lahutî/ilahiyat felsefesi ile ilgili konular Müslümanlar arasına sızdı. Aristo mantığı Müslümanlar arasında tanındı. Bir kısım Müslümanlar felsefi kitaplarla tanıştılar. Birçok felsefi kitap, önce Yunancadan Süryaniceye ardından da Arapçaya tercüme edildi. Daha sonraları ise doğrudan Yunancamdan Arapçaya tercüme edildi. Felsefi düşüncelerin İslâm dünyasına girmesine de bu tercümeler yardımcı oldu. Bir takım din mensupları özellikle de Hıristiyanlar ve Yahudiler Yunan felsefesi ile silahlandılar. Ülkeye felsefi düşünceleri soktular. Bütün bunlarla İslâm toplumunda felsefi düşünceler yer buldu ve Müslümanlar da bu düşünceleri incelemeye koyuldular.
- Mücadele hakkında İslami hükümler ve İslâmî fikirler,
- Felsefi düşüncelerin varlığı.
İşte bu iki etken; Müslümanları mücadelelerinde ve tartışmalarında akli ve felsefi düşünceleri araştırmaya, öğrenmeye ve onları malzeme olarak kullanmaya sevk etti. Ancak bunların hepsi kapsamlı bir felsefi çalışma olmayıp, Hıristiyanlara ve Yahudilere cevap vermek için felsefi düşünceler üzerinde yapılan çalışmalardı. Çünkü Müslümanlar ancak Yunan filozoflarının düşüncelerini öğrendikten sonra bu yolu kullandılar. Özellikle de mantık ve ilahiyatla ilgili hususları öğrendikten sonra. Onun için Müslümanlar yabancı gurupları, sözlerini ve delillerini iyice kavramaya yöneldiler. Böylece İslâm toprakları bütün görüşlerin, dinlerin ortaya konulduğu ve üzerinde tartışmaların yapıldığı bir alan haline geldi.
Şüphesiz ki cedel/tartışma; düşünmeyi ve bakmayı gerektirdiği gibi, üzerinde dikkatle durulması gereken çeşitli meselelerin ortaya çıkmasına neden oldu. Her grup kendince doğru olanları almaya başladı. Bu tartışma ve düşünme; bazı kişilerin tartışma, mücadele ve araştırma konularında yeni metodları icat etmelerinde etkili oldu. Öğrenmiş oldukları felsefi düşünceler, delil getirme metodlarında ve bazı düşüncelerinde onları etkisi altına aldı. Bunların sonucunda da özel bir teknik olarak "Kelam İlmi" meydana geldi. İslâm topraklarında, Müslümanlar arasında "Kelamcılar" denen yeni bir grup doğdu.
Kelamcılar, İslâm'ı müdafaa etmeleri, hükümlerini açıklamaları ve Kur'an'ın fikirlerini açıklamaları nedeniyle aslında Kur'an'dan etkilenmişlerdir. Araştırmalarının temeli de Kur'an'dır. Ancak onların, Kur'an'ı savunmak için felsefeyi öğrenmeleri, düşmanlarına karşı felsefe ile silahlanmakla; araştırma, delil getirme ve karar vermede özel bir metoda sahip oldular. Onların kullandıkları bu metod Kur'an'ın, Hadisin metoduna ve Sahabelerin sözlerine ters düştüğü gibi, araştırma, delil getirme ve karar verme konularında Yunan filozoflarının metoduna da ters düşmekteydi.
Kur'an'ın metoduna ters düşmesine gelince:
Kur'an davette, fıtrata dayanmaktadır. Kur'an fıtrata dayandığı gibi, insanlara da fıtratlarına uygun bir şekilde hitap etmiştir. Aynı zamanda da akli esasa dayanmaktadır. Akla dayanmış ve akıllara hitap etmiştir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوْ اجْتَمَعُوا لَهُ وَإِنْ يَسْلُبْهُمْ الذُّبَابُ شَيْئًا لا يَسْتَنقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ "Şüphesiz ki Allah'ı bırakıp ta taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu da ondan kurtaramazlar. İsteyen de istenen de aciz."[3]
فَلْيَنظُرْ الإنسَانُ مِمَّ خُلِقَ (5) خُلِقَ مِنْ مَاءٍ دَافِقٍ (6) يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَائِبِ "Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O, bir atılgan sudan yaratıldı ki, erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından çıkıyor."[4]
فَلْيَنْظُرْ الإنسَانُ إِلَى طَعَامِهِ (24) أَنَّا صَبَبْنَا الْمَاءَ صَبًّا (25) ثُمَّ شَقَقْنَا الأرْضَ شَقًّا (26) فَأَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا (27) وَعِنَبًا وَقَضْبًا (28) وَزَيْتُونًا وَنَخْلًا (29) وَحَدَائِقَ غُلْبًا (30) وَفَاكِهَةً وَأَبًّا "İnsan yiyeceğine bir baksın. Doğrusu suyu bol bol indirdik. Sonra yeryüzünü iyiden iyiye yardık. Oradan taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları, koca koca ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik."[5]
وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلا تُبْصِرُونَ"Kendi nefislerinizde de ayetler var. Hala görmez misiniz?"[6]
أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضطَرَّ إِذَا دَعَاهُ "Yoksa sıkıntıya düşenin çağrısına icabet eden mi?"[7]
İşte böylece Kur'an'ın metodunda; Allah Subhenehû veTeala’nın gücünü, ilmini, iradesini fıtrat ve akıl esasına göre ispat vardır. Bu metot fıtrata uygundur. Her insan bütün benliği ve iç dünyasında Kur'an'a cevap verir, onu dinler, hatta ateist bile onu akledebilir ve ona boyun eğer. Bu metot insanlar arasında eğitimli eğitimsiz, elit tabaka, alt tabaka ayırımı yapmaksızın her insana uygundur.
Sonra içlerinde genellik bulunan ve araştırıcı için açık olmayan müteşabih ayetler, tafsilatsız ve genel olarak gelmiştir. Müteşabih ayetler, eşyaları icmali bir şekilde kısaca nitelemiş veya bazı olayları dile getirmek için özel bir şekilde gelmişlerdir. Bu ayetler, açıklamaya delil getirmeye ve tafsilata imkân vermemektedir. Okuyucu, müteşabih ayetlerden kaçmaz ve kelimelerinin delalet ettiği anlamların dışında gerçeğini de kavrayamaz. Bu nedenle bu tür durumlarda illetlendirmeye, delillendirmeye gitmeden her gerçeği olduğu gibi kabul etmek ve her vakıaya olduğu gibi teslimiyet göstermek doğal olandır. Bir kısım ayetler vardır ki, insanı fiilleri ile nitelendirmesinin yanında zorlamaya delalet etmektedir. Yine bir kısım ayetler de vardır ki, bunlar serbestçe seçime delalet etmektedir. Allahu Teâla bir kısım ayetlerde:
يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمْ الْيُسْرَ وَلا يُرِيدُ بِكُمْ الْعُسْرَ "Allah sizin için kolaylık ister de zorluk istemez."[8]
وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِلْعِبَادِ "Allah kullarına zulüm dilemez."[9] derken öte taraftan da şöyle demektedir:
فَمَنْ يُرِدْ اللَّهُ أَنْ يَهدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإسْلامِ وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا "Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse onun kalbini İslâmîyet’e açar. Kimi de sapıklıkta bırakmak dilerse kalbini dar ve sıkıntılı kılar."[10]
Bir kısım ayetler Allah Subhenehû ve Teala’ya el, yüz isnad eder, Allah'ı göklerin ve yerin nuru şeklinde ifade eder ve O'nun göklerde olduğunu söyler:
أَأَمِنتُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ أَنْ يَخْسِفَ بِكُمْ الأَرْضَ "Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden emin mi oldunuz."[11]
وَجَاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا "Melekler sıra sıra iken, Rabbin geldiğinde."[12]
وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ "Ancak Rabbinin yüzü bakidir."[13]
بَلْ يَدَاهُ مَبْسُوطَتَانِ "Allah’ın iki eli açıktır, dilediği gibi verir."[14]
Yine bir kısım ayetler Allah Subhenehû ve Teala’nın zatını herhangi bir şeye benzetmekten tenzih eder:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ "Hiçbir şey O'nun gibi değildir."[15]
مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوَى ثَلاثَةٍ إِلا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلا خَمْسَةٍ إِلا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلا أَدْنَى مِنْ ذَلِكَ وَلا أَكْثَرَ إِلا هُوَ مَعَهُمْ أَيْنَ مَا كَانُوا "Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok ne olurlarsa olsunlar ve nereden bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka onlarla beraberdir."[16]
وَتَعَالَى عَمَّا يَصِفُونَ "Haşa O, onların vasıflandırmalarından çok uzaktır, çok yücedir."[17]
Bunlara benzer birbiriyle çelişir gibi görünen ayetler Kur'an'da geçmektedir. Kur'an bu tür ayetleri "Müteşabih Ayetler" olarak isimlendirmiştir. Allahu Teâla bu hususu şöylece açıklamaktadır:
مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ "Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar Kitabın esasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir."[18]
Bu ayetler indiği zaman Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem onları insanlara tebliğ etti. Müslümanlar bu ayetlere iman ettiler ve bütün benlikleri ile onları korudular. Bu ayetler onlarda herhangi bir araştırmaya ve mücadeleye sebep olmadığı gibi bunlar arasında uyumlaştırmayı gerektiren herhangi bir çelişki de görmüyorlardı. Ayetleri vasıflandırdığı şekilde anladılar. Ayetler, onların hayatlarıyla ve nefisleriyle uyum halindeydi. Müteşabih ayetlere inandılar, doğruladılar ve mücmel bir şekilde anladılar, bu kadarı ile yetindiler. Bu ayetlere vakıayı vasfeden ve gerçekleri belirleyen ayetler olarak bakıyorlardı. Birçok akıllı kimse bu müteşabihlerin detayına dalmayı ve onlar hakkında çekişmeyi hoş karşılamıyor ve bu konuda tafsilata girmenin ve cedelleşmenin İslâm'ın lehine olmadığını görüyorlardı. Anlamlarını, güçleri oranında icmali olarak anlıyorlar ve ayrıntılara girmiyorlardı.
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in zamanında Müslümanların Kur'an'ın ayetlerini anlamaları ve Kur'an'ın metodunu kavramaları işte böyleydi. Onlardan sonra Hicri birinci asır bitinceye kadar da bu durum böyle devam etti.
Kelamcıların filozofların metoduna ters düşmelerine gelince:
Filozoflar, yalnızca burhanlara güveniyorlardı. Büyük önerme, küçük önerme ve sonuç şeklinde mantıksal burhanlar/deliller oluşturuyorlardı. Eşyalar için "cevher" ve "araz" gibi birtakım terimler ve kelimeler kullanarak oluşturdukları akli sorunları, pratik ve hissi esaslar yerine mantıki esaslar üzerine oturtuyorlardı.
Araştırmada kelamcıların metodu ise bundan başkaydı. Zira Allah Subhenehû ve Teala’ya, Resulüne ve Resulünün getirdiklerine inanan kelamcılar, inandıkları bu şeyleri mantıksal akli delillerle ispatlamaya çalışıyorlardı. Daha sonra âlemin sonradan yaratıldığını araştırmaya başladılar ve eşyaların sonradan yaratıldığına dair deliller getirmeye koyuldular. Bu konuda derinleştikçe de önlerine yeni yeni konular açıldı. Açılan bu konular ve bunlardan kaynaklanan detay konular üzerindeki araştırmalar, sonunda mantığa gelip dayandı. Kelamcılar, Kur'an ayetlerini, kendilerinden öncekilerin metotlarına ve Kur'an'ın sunuş tarzına göre anlamak için araştırmadılar. Onlar Kur'an'a inandılar ve Kur'an'dan anladıklarını ispatlamak için kanıtlar getirmeye çalıştılar. Bu değerlendirme Kelamcıların araştırma metotlarının bir yönünü oluşturmaktadır.
Araştırmalarının diğer yönünü ise müteşabih ayetlere bakış açıları oluşturmaktadır. Kelamcılar, müteşabih ayetlere, tafsilata girmeksizin topluca iman etmekle yetinmediler. Kendileri bir takım araştırmalardan sonra, "irade" ve "cebr" ayetlerini ve Allah Subhenehû ve Teala’ya cismaniyet ifade eder gibi görünen ayetleri ve aralarında çelişki varmış gibi görünen bütün ayetleri bir araya topladılar. Akıllarını bu ayetler hakkında zorladılar ve kendilerinin dışındakilerin cesaret edemedikleri şeye cesaret ettiler. Bu davranış onları, her meselede reye başvurmaya/görüş ortaya koymaya sevk etti. Belli bir görüşe ulaştıklarında ise, görüşlerine ters gelen ayetleri tevil etmeye başladılar. Tevil, kelamcıların ilk belirgin özellikleridir. Örneğin, yaptıkları araştırma onları Allah Subhenehû ve Teala’nın mekândan ve yönden münezzeh olduğu sonucuna götürmüşse, Allah Subhenehû ve Teala’nın semada olduğunu, arşı istila ettiğini ifade eden ayetleri yorumlayarak kendi görüşlerine uydurmak istediler. Eğer araştırmaları, Allah Subhenehû ve Teala’ya yön belirlememe şekilde sonuçlanmışsa bu sefer de, insanların gözleri ile Allah Subhenehû ve Teala 'yı görmesinin mümkün olmadığını söylediler ve insanların Allah Subhenehû ve Teala 'yı göreceği şeklinde geçen haberleri tevil ettiler. Kelamcılarla kendilerinden öncekiler arasındaki en büyük ayırım ve onların en belirgin özellikleri kelimelere taşımadıkları anlamlar yüklemeleri yani tevil yapmalarıdır.
Araştırmada takip edilen bu metot, idrak edebildiklerinde veya edemediklerinde tabiatta bulunanlar hakkında veya tabiat ötesi/metafizik alanda, hissedilebilen ve hissedilemeyen her şeyde akla araştırma hürriyeti vermektedir. Dolayısıyla Kur'an, akla esas alınması gerekirken, akıl, Kur'an için esas alınır hale geldi. Tabi ki bu durumda hem tevil sahası alabildiğine açılabilme imkânına sahip oluyordu hem de kendi görüşlerine göre akla uyan her hangi bir yöne yönelmeleri doğal hale geliyordu. Bu nedenle aralarında çok büyük ihtilaflar doğdu. Bunlardan bir kısmı insanın davranışlarını kendi isteği ile yaptığını kabullenerek "cebr" görüşünü tevil ederken, karşı grup da "cebr" görüşünü ispat etmeye çalışırken "ihtiyar" ile ilgili ayetleri de tevil ediyordu. Bunların dışındaki üçüncü bir grup ise iki grubun görüşlerini yeni bir görüş ile uzlaştırmaya çalışıyordu.
Bütün "Kelamcılar" iki özellikleri ile tanındılar:
- Mantığa dayalı "kanıt"lara güvenmek ve hissedilmeyen şeyler üzerine önermeler oluşturmak,
- Ulaştıkları sonuçlara uymayan ayetleri tevil etmek.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Nahl: 125
[2] Ankebut: 46
[3] Hacc:73
[4] Tarık: 5-7
[5] Abese: 24-31
[6] Zariyat: 21
[7] Neml: 62
[8] Bakara: 185
[9] Ğafir:31
[10] En'am: 125
[11] Mülk: 16
[12] Fecr: 22
[13] Rahman: 27
[14] Maide: 64
[15] Şura: 11
[16] Mücadele: 7
[17] En'am: 100
[18] Al-i İmran: 7
.
Kıyamet Gününe İnanmanın Anlamı
Per, 03/11/2010 - 20:46 — HUSEYIN SASMAZ
Kıyamet gününe inanmak; yeniden dirilmeye inanmaktır. Kıyamet, dünyadaki bütün yaratıkların yok edildiği bir vakittir. Dünyada olanlar ölürler sonra da Allahu Teala ölüleri ve çürümüş bir haldeki kemiklerini diriltir. Dünyada olduğu gibi vücutlarını eski haline getirir ve ruhlarını onlara geri döndürür. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
ثُمَّ إِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ تُبْعَثُونَ “Sonra siz, kıyamet gününde muhakkak diriltileceksiniz.”[1]
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّهُ يُحْيِ الْمَوْتَى وَأَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (6) وَأَنَّ السَّاعَةَ آتِيَةٌ لا رَيْبَ فِيهَا وَأَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَنْ فِي الْقُبُورِ “İşte böyle. Muhakkak ki Allah hakkın kendisidir. Doğrusu ölüleri O diriltir. Ve O, her şeye kadirdir. Kıyamet saati mutlaka gelecektir. Onda hiç şüphe yoktur. Ve Allah, kabirlerde olanları diriltecektir.”[2]
قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ (78) قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ “Çürümüş kemikleri diriltecek kimdir? dedi. De ki: Onları ilk defa yaratan, diriltecektir.”[3]
قُلْ إِنَّ الأوَّلِينَ وَالآخِرِينَ (49) لَمَجْمُوعُونَ إِلَى مِيقَاتِ يَوْمٍ مَعْلُومٍ “De ki; Şüphesiz hem öncekiler, hem sonrakiler, belli bir günün belli bir vaktinde mutlaka toplanacaklardır.”[4]
Kıyamet gününe inanmak demek aynı zamanda insanlara kitaplarının verilmesine inanmak demektir.
Allahu Teâla şöyle buyurur:
وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَائِرَهُ فِي عُنُقِهِ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَابًا يَلْقَاهُ مَنشُورًا (13) اقْرَأْ كِتَابَكَ “Her insanın işlediklerini boynuna dolarız. Ve onun için kıyamet gününde açılmış bulacağı bir kitap çıkarırız ve kitabını oku deriz.”[5]
Mü’minlerin kitapları sağ taraflarından verilir. Kâfirlerin kitapları ise sol taraflarından verilir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ (7) فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا (8) وَيَنقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا (9) وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ وَرَاءَ ظَهْرِهِ (10) فَسَوْفَ يَدْعُو ثُبُورًا (11) وَيَصْلَى سَعِيرًا “Kimin de kitabı sağından verilirse; kolayca bir hesap ile muhasebe edilecektir. Ve ailesine de sevinçli olarak dönecektir. Ama kimin de kitabı arkasından verilirse; derhal helakını temenni edecektir. Ve çılgın aleve girecektir.”[6]
وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِشِمَالِهِ فَيَقُولُ يَالَيْتَنِي لَمْ أُوتَ كِتَابِي (25) وَلَمْ أَدْرِ مَا حِسَابِي (26) يَالَيْتَهَا كَانَتْ الْقَاضِيَةَ (27) مَا أَغْنَى عَنِّي مَالِي (28) هَلَكَ عَنِّي سُلْطَانِي (29) خُذُوهُ فَغُلُّوهُ (30) ثُمَّ الْجَحِيمَ صَلُّوهُ (31) ثُمَّ فِي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعًا فَاسْلُكُوهُ “Kitabı solundan verilmiş olana gelince der ki: ‘Keşke kitabım bana verilmeseydi de hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke bu iş son bulmuş olsaydı. Malım hiç fayda vermedi bana. Gücüm de yok olup gitti benden.’ Tutun onu da bağlayın. Sonra cehenneme salın onu. Sonra da onu, boyu yetmiş arşın olan zincire vurun.”[7]
Kıyamet gününe iman Cennet ve Cehennemin hak olduğuna inanmak demektir.
Cennet Allah Subhenehû ve Teala’nın mü’min kulları için yaratılmış bir yurttur. Kâfirler ebediyen oraya giremezler. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ “Eni göklerle yer kadar olan cennete koşun. O cennet takva sahipleri için hazırlanmıştır.”[8]
وَنَادَى أَصْحَابُ النَّارِ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ أَنْ أَفِيضُوا عَلَيْنَا مِنْ الْمَاءِ أَوْ مِمَّا رَزَقَكُمْ اللَّهُ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِرِينَ “Cehennem ehli cennet ehline şöyle seslendiler: Bize biraz su veya Allah’ın size verdiği rızktan gönderin. Onlar da; Doğrusu Allah kâfirlere ikisini de haram etmiştir.”[9]
تِلْكَ الْجَنَّةُ الَّتِي نُورِثُ مِنْ عِبَادِنَا مَنْ كَانَ تَقِيًّا "Kullarımızdan takva sahibi kimselere verdiğimiz cennet, işte budur."[10]
Cehennem ise hiç bir mü’minin içinde ebedi olarak kalmayacağı, yaratılmış bir yerdir.
Allahu Teâla ayette şöyle demektedir:
لا يَصْلاهَا إِلا الأشْقَى (15) الَّذِي كَذَّبَ وَتَوَلَّى (16) وَسَيُجَنَّبُهَا الأتْقَى “Oraya ancak yalanlayıp yüz çevirmiş olan en azgın kişi girecektir. Çok sakınan ondan uzaklaştırılacaktır.”[11]
Cehenneme Müslümanlardan büyük günahları, küçük günahlarından ve iyiliklerinden çok olan Allah Subhenehû ve Teala’nın dilediği kimseler de girecektir. Sonra oradan çıkıp Cennete girerler. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
إِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلاً كَرِيمًا “Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir mevkiye yerleştiririz.”[12]
وَأَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ (8) فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ (9) وَمَا أَدْرَاكَ مَا هِيَهْ (10) نَارٌ حَامِيَةٌ “Ama kimin de tartıları hafif gelirse, artık onun anası haviyedir. Onun ne olduğunu bilir misin sen? O, kızgın bir ateştir.”[13]
Cennete inanmak, Cennetin nimetlerinin hissedilebilir (hayali olmayan) nimetler olduğuna, Cennet ehlinin orada yiyip içtiklerine, cinsi arzularını tatmin ettiklerine, giydiklerine ve Cennetin nimetlerinden tattıklarına da inanmaktır. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ (17) بِأَكْوَابٍ وَأَبَارِيقَ وَكَأْسٍ مِنْ مَعِينٍ (18) لا يُصَدَّعُونَ عَنْهَا وَلا يُنزِفُونَ (19) وَفَاكِهَةٍ مِمَّا يَتَخَيَّرُونَ (20) وَلَحْمِ طَيْرٍ مِمَّا يَشْتَهُونَ (21) وَحُورٌ عِينٌ (22) ِ كَأَمْثَالِ اللُّؤْلُؤِ الْمَكْنُونِ (23) جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ “Çevrelerinde ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dolaşırlar. Main’den büyük kaplarla, ibrikler ve kadehlerle, ondan baş ağrısına uğratılmayacakları gibi akılları da giderilmez. Beğenecekleri meyveler, içlerinin çektiğinden kuş eti, saklı inciler gibi iri gözlü huriler de hazırlanmıştır. Yapmakta olduklarına karşılık olarak.”[14]
وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ “Onların elbiseleri ipektendir.”[15]
عَالِيَهُمْ ثِيَابُ سُندُسٍ خُضْرٌ وَإِسْتَبْرَقٌ وَحُلُّوا أَسَاوِرَ مِنْ فِضَّةٍ وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا “Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan yapılmış elbiseler vardır, gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir.”[16]
إِنَّ الأبْرَارَ يَشْرَبُونَ مِنْ كَأْسٍ كَانَ مِزَاجُهَا كَافُورًا (5) عَيْنًا يَشْرَبُ بِهَا عِبَادُ اللَّهِ يُفَجِّرُونَهَا تَفْجِيرًا “Şüphesiz takvalılar kâfur katılmış dolu bir kâseden içerler. Bu ancak Allah’ın kullarının kana kana içebileceği bir pınardır."[17]
وَجَزَاهُمْ بِمَا صَبَرُوا جَنَّةً وَحَرِيرًا (12) مُتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الاأرَائِكِ لا يَرَوْنَ فِيهَا شَمْسًا وَلا زَمْهَرِيرًا (13) وَدَانِيَةً عَلَيْهِمْ ظِلالُهَا وَذُلِّلَتْ قُطُوفُهَا تَذْلِيلاً (14) وَيُطَافُ عَلَيْهِمْ بِآنِيَةٍ مِنْ فِضَّةٍ وَأَكْوَابٍ كَانَتْ قَوَارِيرَ (15) قَوَارِيرَ مِنْ فِضَّةٍ قَدَّرُوهَا تَقْدِيرًا "Sabırlarının karşılığı cennet ve oradaki ipeklerdir. Orada tahtlara yaslanırlar, orada ne yakıcı sıcak, ne de dondurucu soğuk görürler. Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış ve onların koparılması kolaylaştırılmıştır. Çevrelerinde gümüş kaplar ve kâseler dolaştırılır. Billurları gümüş gibi parlaktır, onlar ölçüp ölçüp dağıtılır.”[18]
Ve Kur’an'ın açıkça zikrettiği diğer çeşit nimetler.
Cehenneme inanmak da, Cehennem azabının hissedilebilir bir azap olduğuna Cehennem ehlinin, kaynatılmış irinle, yanmakta olan şiddetli ateşle ve bunların dışında Kur’an'da açıkça zikredilen, zincirler, bukağılar, katran, ateş tabakaları, zakkum yiyeceği, bağırsakları parçalayan kaynamış yağ tortusu gibi çok çeşitli azapla cezalandırılacaklarına inanmaktır. Allahu Teâla birçok ayette Cehennem azabını şöyle ifade etmektedir:
سَرَابِيلُهُمْ مِنْ قَطِرَانٍ “Onların gömlekleri katrandandır.”[19]
إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ سَلاسِلاً وَأَغْلالاً وَسَعِيرًا “Şüphesiz kâfirler için zincirler, demir halkalar ve korkunç alevli cehennemi hazırladık.”[20]
إِنَّ شَجَرَةَ الزَّقُّومِ (43) طَعَامُ الأثِيمِ “Muhakkak ki zakkum ağacı günahkârların yiyeceğidir.”[21]
فِي سَمُومٍ وَحَمِيمٍ “İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içindedirler.”[22]
وَإِنْ يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ “Onlar feryat edip yardım dilediklerinde erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. O ne kötü içecek ve ne kötü duraktır.”[23]
وَلا طَعَامٌ إِلا مِنْ غِسْلِينٍ “Kanlı irinden başka yiyecekleri yoktur.”[24]
كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُوا الْعَذَابَ “Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, derilerini değiştirip yenileyeceğiz.”[25]
لا يُقْضَى عَلَيْهِمْ فَيَمُوتُوا وَلا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ مِنْ عَذَابِهَا “Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler, kendilerinden cehennem ateşi de hafifletilmez.”[26]
ثُمَّ إِنَّكُمْ أَيُّهَا الضَّالُّونَ الْمُكَذِّبُونَ (51) لاكِلُونَ مِنْ شَجَرٍ مِنْ زَقُّومٍ (52) فَمَالِئُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ (53) فَشَارِبُونَ عَلَيْهِ مِنْ الْحَمِيم ِ(54) فَشَارِبُونَ شُرْبَ الْهِيمِ (55) هَذَا نُزُلُهُمْ يَوْمَ الدِّينِ “Sonra gerçekten siz ey sapıklar, yalanlayıcılar, muhakkak ki yiyeceksiniz zakkum ağacından. Karınlarınızı dolduracaksınız hep ondan. Üstüne de içeceksiniz o kaynar sudan, susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.”[27]
النَّارُ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوًّا وَعَشِيًّا “Sabah ve akşam ateşe sunulurlar.”[28]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Mu’minun: 16
[2] Hacc: 6-7
[3] Yasin: 78-79
[4] Vakıa: 49-50
[5] İsra: 13-14
[6] İnşikak; 7-12
[7] Hakka: 25-32
[8] Al-i İmran: 133
[9] A'raf: 50
[10] Meryem:63
[11] Leyl: 15-17
[12] Nisa: 31
[13] Karia 8: 11
[14] Vakıa; 17-24
[15] Hacc: 23
[16] İnsan: 21
[17] İnsan: 5-6
[18] İnsan: 12-16
[19] İbrahim-50
[20] İnsan-4
[21] Duhan-43,44
[22] Vakıa-42
[23] Kehf-29
[24] Hakka-36
[25] Nisa-56
[26] Fatır-36
[27] Vakıa: 51-55
[28] Ğafir: 46
..
İSLÂM AKİDESİ
Çar, 03/10/2010 - 17:01 — HUSEYIN SASMAZ
İslâm akidesi, Allah Subhenehû ve Teala’ya, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe, Kaza ve Kader in hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine iman etmektir.
İman ise; vakıaya uygun delile dayalı kesin tasdik demektir. Zira tasdik, delilsiz olursa iman olmaz. Delilden kaynaklanmadıkça kesin tasdik gerçekleşmez. Eğer delil olmazsa kesinlik de olmaz. Böyle bir durumda ise sadece bir haber doğrulanmış olur ki bu, iman sayılmaz. Buna göre tasdiğin kesinlik kazanabilmesi yani iman haline gelebilmesi için elbette bir delile dayanması gerekir. Bu nedenle iman edilmesi istenen her şeyin tasdikinin iman haline gelebilmesi için delilin varlığı zorunludur. Dolayısıyla doğru olup olmadığına bakılmaksızın imanın oluşumunda temel şart delilin varlığıdır.
Delil ise ya akli olur, ya da nakli olur. Delilin akli veya nakli olup olmadığını, kendisine iman edilmesi için hakkında kendisi ile delil getirilen konunun vakıası belirlemektedir. Eğer konu, duyu organları ile idrak edilerek hissedilen bir vakıa ise onun delili kesinlikle nakli değil, aklidir. Duyu organları ile idrak edilemeyen bir konunun delili ise naklidir. Nakli delilin bizzat kendisini duyu organları hissediyorsa, yani delil özelliğini kazanmasını hissin algılama alanında bulunmasından alıyorsa, varlığı akli delile dayalı ve iman etmeye elverişli nakli bir delil sayılması gerekir.
İslâm akidesinin iman edilmesini istediği şeyleri inceleyen kimse görür ki;
- Allah Subhenehû ve Teala’ya imanın delili aklidir. Çünkü Allah Subhenehû ve Teala’ya iman konusu duyularla algılanır. Zira duyular, varlıkların hepsini yaratanın var olduğunu hisleriyle idrak eder.
- Oysa meleklere imanın delili naklidir. Çünkü meleklerin varlığını duyular idrak edemez. Zira melek, gerek zatıyla gerekse de ona dalalet edecek bir şeyle idrak alanının dışındadır.
- Kitaplara iman etmeye gelince; iman edilmesi istenen kitap, Kur’an ise onun delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyularla algılanabilmektedir. Mucizeliği de asırlar boyu duyularla idrak edile gelmiştir.
- Fakat iman edilmesi istenen kitaplar, Kur’an’ın dışındaki Tevrat, İncil ve Zebur gibi, nakli delile dayanan kitaplar ise durum farklıdır. Çünkü bu kitapların Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiği her asırda idrak edilmemiştir. Sadece o kitapları getiren resullerin döneminde Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiği, resullere verilen mucizelerle idrak edilebilmiştir. Nitekim bu mucizeler kendilerine gelen resullerin vakitlerinin bitmesiyle sona ermiştir. Dolayısıyla resullerle birlikte yaşayanlardan sonra gelenler tarafından idrak edilemeyen, bu kitapların Allah Subhenehû ve Teala tarafından gönderildiği, resullere indirildiğine dair haberlerin nakli ile bilinmektedir. Bu kitapların her asırda Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğunu aklen idrak etmemize imkân verecek mucizeleri hissen idrak edemediğimizden dolayı delil akli değil naklidir.
- Bütün resullere iman için de aynı şey söz konusudur. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in bir şey ile geldiğini yani Kur’an ile geldiğini idrak edebileceğimiz için Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in Allah Subhenehû ve Teala’nın resulü olduğunun delili aklidir. Her asırda ve her nesilde bu böyledir.
- Fakat diğer resullerin, resullüğüne imanın delili naklidir. Çünkü resullerin resul olduğunun delili Allah Subhenehû ve Teala tarafından onlara verilen mucizelerdir. Bu mucizeleri ise zamanlarının dışındakiler idrak edememektedirler. Onlardan sonra şu ana kadar gelenler ve kıyamete kadar gelecek olanlar da diğer resullerin mucizelerini hissedemezler. Onların resullükleri hissedilen bir delille sabit değildir. Dolayısıyla resul olduklarının delili akli değil naklidir. Fakat Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in resullüğünün mucizesi halen daha hissedilebilen Kur’an’dır. Dolayısıyla resullüğünün delili aklidir.
- Ahiret gününe imanın delili ise naklidir. Çünkü kıyamet günü hissedilememektedir. Onun varlığına delalet eden hissedilebilecek bir şey de yoktur. Akli bir delil bulunmadığı için de Ahiret gününün delili naklidir.
- Kaza ve Kaderin delili ise aklidir. Çünkü kaza şu iki hususla alakalıdır:
Birincisi; varlık nizamının gerektirdiği husustur ki bunun delili aklidir. Çünkü o, Yaratıcı ile alakalıdır.
İkinci husus ise; insanın kendisinden kaynaklanan veya cebren insan üzerinde gerçekleşen insanın fiilidir. Bu ise hislerle idrak edilebilen hissedilebilen bir şey olup delili de aklidir.
Kader ise; insanın ortaya çıkardığı, ateşin yakması, bıçağın kesmesi gibi eşyada bulunan özelliklerdir. Bu özellikler ise duyuların idrak edebildiği hissedilebilir şeylerdir. Öyleyse kaderin delili de aklidir.
Bu açıklamalar İslâm akidesine ait delillerin çeşidi açısından yapılan açıklamalardır. Bunların her birinin delillerini açıklamaya gelince:
Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığının delili her şeyde vardır. Hissedilebilen şeylerin varlığı kesindir. Aynı zamanda bunların bir başka şeye muhtaç olması da kesindir. Eşyanın bir yaratıcı tarafından yaratılmış olması da kesindir. Çünkü bunların muhtaç olması, onların yaratılmış olduğu anlamına gelir. Zira onların muhtaç oluşları, ezeli olmadıklarına yani bir başlangıçlarının olduğuna delalet eder. Burada şöyle bir tez ileri sürülemez:
“Şey, bir başka şeye muhtaçtır, şeyin dışındakilere muhtaç değildir. Şeyler birbirini tamamlamaktadır dolayısıyla da şeylerin tamamı muhtaç değildir"
Böyle söylenemez. Çünkü delil; kalem, ibrik, kâğıt gibi belirli şeyler hakkındadır. Dolayısıyla delil, bu kalem, ibrik veya kâğıt gibi şeylerin bir yaratıcı tarafından yaratılmış olduklarına dair olmaktadır. Buradan da açığa çıkmaktadır ki kendisine muhtaç olana bakılmaksızın bu şey bizzat kendi varlığı itibari ile başkasına muhtaçtır. Şeyin muhtaç olduğu bu başka varlığın, şeyin dışında bir varlık olduğu his/duyu yoluyla kesinlikle gözlemlenmektedir. Bir şeyin kendisinin dışında başka bir şeye muhtaç olması, onun ezeli olmadığını yani başlangıcının bulunduğunu dolayısıyla da yaratılmış olduğunu gösterir. Yine burada şöyle bir tez de ileri sürülmez:
“Şey, maddedir. Sonuçta da maddenin dışında bir şeye değil, maddeye muhtaçtır. Kendi kendine muhtaç olmasından dolayı muhtaç değildir.”
Böyle söylenemez, çünkü bir şeyin madde oluşu ve bir başka maddeye muhtaç olduğu kabul edilse bile bu madde de kendisine değil, başka maddeye muhtaçtır. Zira madde, kendiliğinden bir başka maddenin ihtiyacını karşılamaya güç yetiremez. Bir başka maddenin ihtiyacını karşılayabilmesi için maddenin dışında bir şeyin varlığı şarttır. Madde kendisine değil, kendi dışında bir şeye muhtaçtır. Mesela su, buhara dönüşebilmek için sıcaklığa muhtaçtır. Sıcaklığın da su gibi madde olduğunu kabul etsek dahi, sıcaklığın bulunması suyun dönüşüme uğraması için yeterli değildir. Suyun buhar haline gelebilmesi için sıcaklığın belirli bir seviyede olması gerekir. İşte madde olan suyun muhtaç olduğu şey ısının belirli bir oranıdır. Bu oran ise suyun ve ısının dışında yani maddenin dışında bir şey tarafından tespit edilmektedir. Madde bu orana boyun eğmeye zorlanmıştır. Bundan dolayı madde, maddenin dışında belirli bir ısı derecesini tayin edene, yani maddenin dışındakine muhtaçtır. Dolayısıyla da maddenin madde dışında bir varlığa yani maddeyi yaratan bir yaratıcıya muhtaç oluşu kesindir, şüphesizdir. Böylece hissedilen ve idrak edilen bütün şeylerin yaratıcı tarafından yaratıldığı ortaya çıkmaktadır.
Yaratıcının ezeli olması yani başlangıcının olmaması gerekir. Ezeli olmazsa yaratıcı olmaz yaratılmış olur. Yaratıcı olması ise kesinlikle ezeli olmasını gerektirir. Yaratıcı kesinlikle ezelidir. Başlangıcı yoktur. Yaratıcı olabileceği zannedilen şeyler ortaya konulduğunda ya maddenin, ya tabiatın, ya da Allahu Teâla’nın yaratıcı olduğu ortaya çıkacaktır. Maddenin yaratıcı olması yukarıda sunduğumuz sebeplerden dolayı batıldır, mümkün değildir. Maddenin, bir halden bir başka hale dönüşebilmesi için, maddeye belirli bir oranı tayin edene ihtiyacı vardır ve dolayısıyla madde ezeli değildir. Ezeli olmayan ise yaratıcı olamaz. Tabiatın yaratıcı olması da batıldır. Çünkü doğa, şeyler ile bunları düzenleyen nizamın toplamıdır ve kâinatta bulunan her şeyde bu nizama uygun olarak yürür.
Bu düzenleme ise otomatik olarak yalnızca düzenin kendisinden gelmez. Çünkü düzenleyici olmadan düzen de olmaz. Düzenleme, şeylerden de gelmemiştir. Çünkü şeylerin varlığı, otomatik veya zorunlu olarak nizamı oluşturmaz. Şeyleri düzenleyecek bir düzenleyici bulunmaksızın kendi kendilerine de düzen kuramazlar. Düzen, şeylerle nizamların toplamından da meydana gelmez. Çünkü düzenleme, nizam ve şeylerin kendisine boyun eğeceği özel bir durum bulunduğunda ortaya çıkar. Şeylerle beraber nizama ait bu özel durum düzenlemeyi meydana getirir. Özel durum, şeyler ve nizam üzerinde egemen bir durumdur. Düzenleme ancak bu özel duruma göre gerçekleşir. Şeylerin ve nizamın dışında zorla uygulanan bu özel durum ise, ne nizamdan, ne şeylerden ne de bunların toplamından meydana gelmez. Öyleyse düzenleme bunların dışındadır. Tabiatın kendiliğinden hareket edemeyip kendisi dışından zorla konulan özel durumlara göre hareket edebilmesi, tabiatın başkasına muhtaç olduğunu ve başlangıcının bulunduğunu ifade eder. Ezeli olmaması yani başlangıcının bulunması ise tabiatın yaratıcı olmadığını gösterir. Öyleyse yaratıcı kesinlikle ezeli olmalı "başlangıcı olmama" sıfatıyla nitelenmelidir ki bu da Allah Sübhanehu ve Teâla’dır.
Öyleyse Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığı duyu yoluyla idrak edilebilen bir iştir. Çünkü hislerle idrak edilen şeylerin muhtaç oluşları ezeli bir varlığın, yaratıcının gerekliliğine delalet eder. İnsan, bakışlarını Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattıklarına çevirdiğinde, kâinata baktığında, zaman ve mekânı tam anlamıyla kavramaya çalıştığında, hareket halindeki bu âlemlere oranla kendisinin gerçekten zerre kadar küçük kaldığını görür. Yine insan, çok sayıdaki bu âlemlerin hepsinin belirli yörüngelere ve sabit kurallara göre hareket ettiğini görür. İşte böyle bir idrakle yaratıcının varlığını, vahdaniyetini tamamen kavrar. O’nun gücünü, büyüklüğünü, azametini açıkça görür. Gece ve gündüzün birbirini takip edişini, rüzgârların esmesini, denizlerin, nehirlerin ve gezegenlerin, yıldızların varlığını görerek idrak eden insan için bunlar ancak Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına, birliğine ve kudretine delalet eden apaçık akli delillerdir. Allahu Teâla Kur’an da bu durumu ayetlerle şöyle ifade etmektedir:
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأرْضِ وَاخْتِلافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنْ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالأرْضِ لايَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları döndürmesinde elbette akleden bir toplum için ayetler (pek çok deliller) vardır.”[1]
أَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمْ الْخَالِقُونَ (35) أَمْ خَلَقُوا السَّمَاوَاتِ وَالأرْضَ بَل لا يُوقِنُونَ “Onlar hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa kendileri midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar iyi bilmiyorlar.”[2]
Allah Subhenehû veTeala’nın varlığını idrak eden akıldır ve iman da akıl yoluyla olur. Onun için İslâm, iman konusunda aklı kullanmayı farz kıldı ve onu Allah Sübhanehu ve Teâla’nın varlığına imanda hakem kıldı. Bu nedenle Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına delil, akli delildir.
Dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi oluğunu yani başlangıcının ve sonunun bulunmadığını iddia edenler şöyle diyorlar:
“Evren başkasına muhtaç değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir. Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir.”
Böyle bir iddiaya iki açıdan cevap verilir:
1. Dünyada var olan şeyler, ister ayrı ayrı olsunlar isterse hep bir arada bulunsunlar yoktan var etme, yaratma gücüne sahip değillerdir. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz olan tek bir şeyi, dışındaki şeyler, bir veya birçok yönden tamamlasalar, eksiğini giderseler dahi hem o hem de onun dışındakiler hep birlikte yaratmaktan ve yoktan var etmekten acizdirler. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz oluşu ise apaçık ortadadır. Bu ise onun ezeli olmadığını ifade eder. Çünkü ezeli olanda, yani başlangıcı olmayanda acizlik sıfatının bulunmaması tam tersine yoktan var etme, yaratma gücünün bulunması gerekir. Sonradan ortaya çıkan şeylerin hepsi ona dayanmalı ki ezeli olabilsin. Bu nedenle kâinat, yaratmaktan ve yoktan var etmekten aciz olduğu için ne ezeli olabilir ne de ebedi olabilir. Bir şeyin yoktan var etme gücüne sahip olmaktan yoksun olması onun ezeli olmadığının kesin delilidir.
2. Başkası tarafından ihtiyacı karşılanıncaya kadar, aşmaya güç yetiremediği belli bir orana (kurala, yasaya) gereksinim duyması bir şeyin muhtaç oluşundandır. Bu ifadeyi şu şekilde açıklamak mümkündür:
A B’ye ve B de C’ye muhtaç ise dolayısıyla A da C’ye muhtaçtır. Bu muhtaçlık silsile halinde böylece devam eder. Birinin bir başkasına muhtaç olması onlardan her birinin ezeli olmadığının delilidir. Birbirini tamamlaması veya birinin diğerinin ihtiyacını gidermesi mutlak değil belirli bir oranla sınırlıdır. Yani belirli bir tertibe, düzenlemeye göre olur. Tamamlama işlemi ancak bu düzenlemeye göre olur veya madde, bu düzenleme dışına çıkmaktan aciz kalır, çıkamaz. Böylece tamamlanan şey kendi kendini tamamlayamaz. İhtiyacını tek başına karşılayamaz. İhtiyacını ancak, kendisi dışında tespit edilmiş olana boyun eğmek zorunda bırakıldığı düzenlemeye göre giderebilir. Dolayısıyla da hem tamamlanan hem de tamamlayanın her ikisi de ihtiyacı karşılanıncaya kadar belirli düzenlemeyi yapana muhtaçtırlar. Bu düzenlemeye aykırı hareket edemezler. Bu düzenleme dışında da ihtiyaç karşılanamaz. Bu nedenle düzenlemeye uymak mecburiyetinde olan, onu koyana muhtaçtır. Böylece eşyaların tamamı birbirlerini tamamlasalar dahi kendileri dışındaki varlığa muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Yani şeyler belirli düzenlemeyi yapıp ona boyun eğmeye zorlayana muhtaçtırlar. Örneğin; suyun buza dönüşebilmesi için belirli bir ısı derecesine gereksinim vardır. Burada ise şöyle diyorlar:
“Su, ısı ve buz birer maddedirler. Maddenin bir halden bir başka hale dönüşmesinde ihtiyaç yine maddeyedir. Sonuçta madde başkasına değil yine kendisine muhtaç olmaktadır.”
Oysa gerçek böyle değildir. Su, buhar haline gelirken sadece ısıya değil, belirli bir derecedeki ısıya muhtaçtır. Isı bir şeydir. Ancak belirli bir dereceye ulaştığında etki etmesi ise daha başka bir iştir. Bu ise ısıdan başka bir şeydir. Isının etkileyebilmesi, suyun da etkilenebilmesi için ısıya zorla uygulanan oran otomatik olarak “su”dan ileri gelmemektedir. Yoksa su, istediği şekilde etkilenebilirdi. Bu oran ısıdan da kaynaklanmamaktadır. Öyle olsaydı bu sefer de ısı dilediği gibi etkileyebilirdi. Kısacası oran maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı tespit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin edilmektedir. Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan demek başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin kendisine muhtaç olduğu varlık demektir. Maddenin başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır. Kâinata şöyle bir göz atan insan, şeylerin -ister bir yer işgal etsin isterse enerji gibi bir yer işgal etmesin- yoktan var edilmesinin, ancak duyu organları ile algılanabilen şeyler arasında belirli bir düzenlemenin bulunması ile tamamlanabileceğini kavramaktadır. Dolayısıyla bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen bir nesne yoktur. Ve yine belirli bir orana boyun eğmeden şeyler tarafından icat etmek de yoktur. Yani bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen oransız ve düzensiz olarak yaratılmış bir şey yoktur. Bu nedenle de kâinatta var olan ve var edilen bütün şeyler başlangıçsız ve sonsuz değildir.
Var olan şeylere gelince; onların hissedilen ve idrak edilen şeylerden oluştuğu gayet açıktır. Ve yine bu var olan şeylerin kendi iradeleri dışında kendilerine uygulanan belli oranlara boyun eğdikleri de apaçık ortadadır.
Kâinatta var edilen şeylere gelince; onların da yoktan var etmekten aciz oldukları ortadadır. Bu apaçık bellidir. Çünkü bunlar da kendi iradesi dışında kendisine uygulanan belirli düzenlemeye boyun eğmektedirler. Bu düzenleme kendi isteği ile olmamaktadır. Eğer kendi isteği ile olmuş olsaydı düzenlemeyi terk etmeye ve ona boyun eğmemeye kadir olurdu. Bu düzenleme onun dışındadır. Kâinatta duyu organları ile algılanabilen şeylerin acizliği yani kâinatın yoktan var etmekten aciz kalışı kendi dışından gelen belli bir düzenlemeye boyun eğişi kâinatın başlangıçsız ve sonsuz olmadığı, başlangıcı ve sonu olmayanın yaratığı olduğunun delilidir.
Yaratmanın ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyip de yoktan var eden bir yaratıcının varlığını inkâr edenlere gelince:
Onların bu sözleri, duyu organlarıyla algılanabilen şeyler ve bunlar üzerine iradeleri dışında konulan belirli düzenlemelerin her ikisinin de yaratıcı olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme duyu organlarıyla algılanabilen şeylerin ve bu şeyin dışından gelen belirli bir düzenlemenin bulunması ile mümkün olabilir. Yaratmanın ölçme ve verilen ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyenlerin bu sözü kesinlikle batıldır. Bu söz batıldır, çünkü belirli düzenleme ne şeylerden ne de kendisindendir. Bu düzenleme, duyu organlarıyla idrak edilebilen şeylerin dışında, duyu organlarıyla doğrudan doğruya algılanamayan bir varlık tarafından konulmuştur.
Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratıcı olamayacağı açığa çıkar. Çünkü yaratmanın bu şekilde tanımlanması kesinlikle mümkün değildir. Yaratma olayının olabilmesi için duyu organlarıyla algılanabilen şeylere belli bir düzenlemeyi koyan, ancak doğrudan doğruya duyu organlarıyla algılanamayan bir şeyin bulunmasını gerektirir. Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratmak olmadığı ve yalnızca da onunla mutlak anlamda yaratmanın yani yoktan yaratmanın tamamlanamayacağı görülmektedir.
Yaratıcı duyu organlarıyla algılanabilen şeyleri yoktan var edemezse yaratıcı olamaz. Çünkü yaratıcı, sadece kendi iradesiyle yaratmaktan aciz olmuş ve yaratacağı şeyle birlikte bir şeye boyun eğmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu nedenle o, hem acizdir hem de ezeli değildir. Çünkü kendi kendine yaratmaktan aciz kalarak başkasına muhtaç olmuştur. Aciz ve muhtaç ise ezeli olamaz. Üstelik yaratıcı demek, yoktan var eden demektir. Yaratıcı olması demek yaratıcının şeylere değil şeylerin yalnızca O’na dayanması, muhtaç olması demektir. Eğer şeyleri yoktan var etmekten ve şeyler bulunmadan yaratmaktan aciz kalırsa yaratma hususunda şeylere muhtaç olur, şeyler kendisine muhtaç olmaz. Bu ise onun tek başına yaratıcı olmaması bu nedenle de yaratıcı olamaması demektir. Yaratıcının yaratıcı sıfatını kazanabilmesi için şeyleri yoktan var edebilmesi, kudret ve irade/dilediği gibi hareket edebilme özelliğine ve bütün şeylerin yalnızca kendisine dayanması özelliğine sahip olması gerekir. Bu nedenle icat etme işleminde yoktan var etme olmalı ki yaratmak olsun. İcat edenin de yaratıcı olması için elbette ki yoktan icat edebilmesi gerekir.
Meleklere imanın delili ise naklidir. Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:
شَهِدَ اللَّهُ أَنَّهُ لا إِلَهَ إِلا هُوَ وَالْمَلائِكَةُ وَأُوْلُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ “Allah, adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki; gerçekten O'ndan başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şahadet ettiler...”[3]
وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz “birr” (içtenlikle yapılan iyilik) değildir. Lakin “birr” Allah’a ve ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve resullere iman etmektir...”[4]
وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ “Müminlerin hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine inandılar.”[5]
وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلالاً بَعِيدًا “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve ahiret gününü inkâr ederse uzak bir sapıklığa düşmüş olur.”[6]
Kitaplara imanın delili ise, Kur’an-ı Kerim ve diğer semavi kitaplara göre değişir.
Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğu ve Allah Subhenehû ve Teala tarafından gönderildiğinin delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyu organlarıyla algılanabilmekte ve akıl da onun Allah’tan geldiğini idrak edebilmektedir. Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri Arapçadır. Araplar, Arapça konuştular, Arapçayı şiirde ve şiir dışında nesrin her çeşidinde kullandılar. Sözleri hem kitaplarda yazılıdır, hem de asırlar boyu nesilden nesile ezber yoluyla aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Buna göre Kur’an, ya belağatlı bir Arabın da söyleyebileceği tarzda bir sözdür, ya da Arabın dışında birisinin söylemiş olabileceği farklı bir tarzda söylenmiş bir sözdür. Bu durumda ise Arapça olmasından dolayı Kur’an, ya benzerini Arapların da söyleyebildiği bir sözdür ya da Arapların benzerini kullanmaktan aciz kaldığı bir sözdür. Eğer Araplar Kur’an’ın benzeri bir söz söyleyebilirlerse onun benzerini de getirebilirler. Dolayısıyla da bu söz beşer sözü olur. Dönemin Arapları, Arapçayı fesahatı ve belağatı ile en güzel kullananları olduğu halde Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıklarına göre Kur’an’ın beşer sözü olması da mümkün değildir.
Kur’an’ı ve Arap dilini inceleyenler Kur’an’ın o güne kadar Arapların hiç kullanmadıkları çok özel bir üslûpta olduğunu, Kur’an indirilmeden önce ve sonra bile kesinlikle böyle bir üslûbun kullanılmadığını hatta ve hatta hiç kimsenin onu taklit edemediğini ve onun üslubu ile söz söyleyemediklerini görür. Arapların bu sözü söyleyememeleri ise Kur’an’ın Arapların dışında başkasının sözü olduğuna delildir. Kur’an’ın bütün Araplara meydan okumasına rağmen, Arapların, Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıkları şüphesiz ve kesin bir şekilde tevatüren sabittir. Allahu Teâla onlara şöyle diyor:
وَإِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ “Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız haydi ona benzer bir sûre de siz getirin. Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer sadıklardan iseniz.”[7]
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Sadıklardan iseniz onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın.”[8]
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yoksa, onu kendisi uydurdu mu diyorlar. De ki: Eğer doğru söylüyorsanız haydi onun sûrelerine benzer uydurma on sure getirin, Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın.”[9]
قُلْ لَئِنْ اجْتَمَعَتْ الآنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا “De ki; insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine de onun bir benzerini getiremezler.”[10]
Kur’an’ın böyle apaçık meydan okumasına rağmen onlar, Kur’an’ın bir benzerini getiremediklerine göre, Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala katından geldiği ve Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğu da sabittir. Arap olmayanların Kur’an’ı söylemiş olmaları da imkânsızdır. Çünkü Arapça olduğu halde Araplar onun benzerini getirememişlerdir.
Muhammed, Arap ve Araplardan birisi olduğu için Kur’an’ın Muhammed’in sözü olduğu da söylenemez. Arap kavminin acizliği delille ispatlandığına göre Arap kavminden birisi olan Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in de yetersiz kalacağı kesindir.
Her insanın, sözlerin ve cümlelerin anlatımında kullandığı üslûb, yaşadığı dönemde bilinen şeylere veya öncekilerden kendisine aktarılanlara boyun eğer. İnsan, ifadeleri ve anlatım tarzını ancak, yeni hayalleri veya yepyeni manaları ifade ederken yenileyebilir. Daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması ise hayaldir. Oysa Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri, cümleleri ifade tarzı, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in asrında da ondan önceki Arapların döneminde de bilinmemekteydi. Bu nedenle bir beşerin daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması hayaldir. Çünkü böyle bir şey aklen de imkânsızdır. Dolayısıyla daha önce asla hissetmediği bir şey olan, lafızları ve cümleleri ile Kur’anî ifade tarzının Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'den kaynaklanması da imkânsızdır. Öyleyse Kur’an, Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Allah Subhenehû ve Teala katından getirdiği Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamıdır.
Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala’dan başkasının kelamı olmadığı, Kur’an’ın indiği dönemde de çağımızda da aklen sabittir. Çünkü insanoğlunun benzerini getirmekten aciz kalış mucizesi halen daha geçerlidir. Ve bu mucizeyi şu anda bile bütün dünya hissen idrak etmektedir.
Netice olarak Kur’an, tamamı Arapça bir kitap olduğu için ya Araplardandır, ya Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'dendir, ya da Allah Subhenehû ve Teala’dandır. Bu üç yerin dışında başka bir yerden olması imkânsızdır.
- Kur’an’ın Araplardan gelmiş olması gerçeğe aykırıdır. Çünkü Araplar onun bir benzerini getirmekten aciz kaldılar ve bu yetersizliklerini de kabul ettiler. Onların Kur’an’ın bir benzerinin getirmekten aciz kalışları bugün de geçerlidir. Bu ise Kur’an’ın Araplardan olmadığına delalet eder. Öyleyse Kur’an, ya Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'dendir, ya da Allah Subhenehû ve Teala’dandır.
- Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'den olması da gerçeğe aykırıdır. Çünkü her ne kadar dâhi olarak görülse de Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de Araptır. Dahi kimsenin de asrının seviyesindeki insanları aşması mümkün değildir. Araplar benzerini getirmekten aciz kaldılarsa Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de aciz sayılır. Çünkü Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de onlardan biridir. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’den tavatüren rivayet edilen: وَمَنْ كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ “Kim kasten bana yalan isnad ederse (benim söylemediğim bir şeyi, benim söylediğimi iddia ederse) cehennemdeki yerini hazırlasın.”[11] hadisi ile Kur’an’ın ayetleri karşılaştırıldığı zaman bu iki ifade arasında hiç bir benzerliğin olmadığı görülür. Bu ise Kur’an’ın Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in sözü olmadığının, Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğunun delilidir.
Dünyadaki bütün şair, yazar, filozof ve düşünürlerin üslupları başlangıçta zayıftır. Güçlerinin zirvesine doğru ilerlediklerinde ise üsluplarında da yükselme görülür. Bu nedenle güçlü ve zayıf olmalarına göre üsluplar değişir. Ayrıca bazı düşüncelerinde zayıflık, sözlerinde zayıf ve bozuk anlatımlar bulunur. Hâlbuki Kur’an’ın ilk ayeti olan; اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ “Yaratan Rabbinin adıyla oku.”[12] ayeti ile Kur’an’ın son ayeti olan; يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنْ الرِّبَا “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Eğer Mü’minler iseniz faizden kalanı bırakın.”[13] ayeti belağatı, fesahatı, düşüncelerinin yüksekliği ve anlatım gücü ile üslûbunun zirvesindedir. Onda bir tane dahi bozuk ifade, zayıf veya düşük fikir bulunmaz. O, tek parçadır. Toptan ve detaylı olarak üslûbunun tek cümle gibi olması, anlatımları ve manaları değişikliğe uğrayabilen beşer sözü olmadığının delilidir. Kur’an ancak Âlemlerin Rabbi’nin kelamıdır.
İslâm’ın iman edilmesini istediği semavi kitaplardan Kur’an’ın durumu budur. Fakat geri kalan semavi kitapların delili akli değil naklidir. Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي أَنزَلَ مِنْ قَبْلُ “Ey iman edenler, Allah’a, resulüne, indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın...”[14]
وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ “Lakin birr (içtenlikle yapılan iyilik); Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, resullere iman eden...”[15]
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنْ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ “Sana kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara egemen (Onları geçersiz kılıcı) olarak Kitabı hak ile indirdik...”[16]
وَهَذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ “Bu indirdiğimiz, kendinden öncekileri doğrulayan kitaptır...”[17]
وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَنْ يُفْتَرَى مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ “Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş değildir. Kendisinden önce gelen kitapları tasdik eder.”[18]
Resullere imanın deliline gelince: Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’e imanın delili ile diğer resullere imanın delili farklıdır. Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in resul oluşunun delili nakli değil aklidir. Çünkü resul olduğunu iddia eden bir kimsenin, resul veya nebi olduğunun delili resullüğüne delil olarak getirdiği mucizeler ve bu mucizelerle desteklenen Şeriatıdır.
Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in resullüğünün ve risaletinin delili Kur’an’dır. Zira Kur’an Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in beraberinde getirdiği Şeriattır. Kur’an’ın bizzat kendisi mucize olup mucizeliği halen geçerlidir. Buna göre, tevatür yoluyla Kur’an-ı Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in getirdiği, Allah Subhenehû ve Teala’nın Şeriatı olduğu ve Allah katından geldiği kesindir. Allah Subhenehû ve Teala’nın Şeriatını ise ancak nebiler ve resuller getirir. Bu da Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in Allah Subhenehû ve Teala tarafından nebi ve resul olduğunun akli delilidir.
Diğer resullerin mucizesi ise yok olup gitti. Şu anda var olan kitapların Allah Subhenehû ve Teala’dan olduklarına dair aklî delil getirilmez. Çünkü bu kitapların Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiğini destekleyen mucizeler şu anda yoktur. Dolayısıyla Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in dışında diğer resullerin hiç birinin Allah Subhenehû ve Teala’nın nebisi ve resulü olduğuna dair aklî delil getirilmez. Onların risaletleri ve resul oluşları ancak nakli delille sabittir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ “Resul de, iman edenler de ona (Resul’e) indirilene inandı. Hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine iman etti...”[19]
قُولُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْن لَهُ مُسْلِمُونَ “Biz Allah’a, bize indirilmiş olana, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilmiş olanlara, Musa’ya, İsa’ya verilenlere, resullere Rableri tarafından verilmiş olanlara iman ettik. Onların hiç birinin arasını diğerinden ayırmayız. Biz ona teslim olmuşlardanız deyin.”[20]
Kıyamet günü olan Ahiret gününe imanın delili ise akli değil naklidir. Çünkü kıyamet günü aklen idrak edilemez. Allahu Teâla şöyle demektedir:
وَلِتُنذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ يُؤْمِنُونَ بِهِ “Mekke ve etrafındakileri uyaran mübarek kitaptır. Ahirete inananlar buna da inanırlar...”[21]
فَالَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ قُلُوبُهُمْ مُنكِرَةٌ وَهُمْ مُسْتَكْبِرُونَ “Ahirete inanmayanların kalpleri inkâr edicidir ve onlar büyüklük taslayanlardır.”[22]
لِلَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ مَثَلُ السَّوْءِ “Ahirete inanmayanlar kötülük örneğidirler.”[23]
وَأَنَّ الَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا “Ahirete inanmayanlar, onlar için elem verici bir azap hazırladık.”[24]
فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ نَفْخَةٌ وَاحِدَةٌ (13) وَحُمِلَتْ الأرْضُ وَالْجِبَالُ فَدُكَّتَا دَكَّةً وَاحِدَةً (14) فَيَوْمَئِذٍ وَقَعَتْ الْوَاقِعَةُ (15) وَانشَقَّتْ السَّمَاءُ فَهِيَ يَوْمَئِذٍ وَاهِيَةٌ (16) وَالْمَلَكُ عَلَى أَرْجَائِهَا وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ (17) يَوْمَئِذٍ تُعْرَضُونَ لا تَخْفَى مِنْكُمْ خَافِيَةٌ “Sur’a üfürüldüğünde, yer ile dağlar bir vuruşla birbirine çarpıldığında, işte o gün olan olmuştur. Gök de yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler ise onun çevresindedirler ve o gün Rabbinin Arşı’nı, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir. O gün siz huzura alınırsınız. Ve hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.”[25]
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem ise şöyle buyurmakta:
الإيمَانُ أَنْ تُؤْمِنَ بِاللَّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَبِلِقَائِهِ وَرُسُلِهِ وَتُؤْمِنَ بِالْبَعْثِ “İman; Allah’a meleklerine, kitaplarına, huzuruna varmaya, resullerine ve tekrar dirilmeye inanmandır."[26]
İşte bunlar iman edilmesi gereken beş husustur. Bunlar; Allah Subhenehû ve Teala’ya, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe inanmaktır. Aynı zamanda da Kaza ve Kadere inanmak da gerekir. Bir kişi bu beş şeyin tamamına ve bunlarla birlikte “Kaza ve Kader”e de iman etmedikçe İslâm’a inanmış sayılmaz ve ona Müslüman olarak itibar edilmez. Çünkü Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي أَنزَلَ مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلالاً بَعِيدًا “Ey iman edenler! Allah’a, resulüne, resulüne indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim, Allah’ı meleklerini, kitaplarını, resullerini ve ahiret gününü inkâr ederse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.”[27]
Kur’an ve hadis bu beş şeye nass teşkil edecek şekilde, her birini ismi ile belirterek, açık ve net şekilde delillendirerek gelmiştir. Bu beş husus dışında, bizzat ismi ve gerçeği belirtilerek açık ve net olarak bu konularda anlatıldığı gibi iman ifadesi geçmedi. Delaleti ve sübutu kat’i olan kesin nasslar sadece bu beş konu hakkında vardır.
Evet, bazı rivayetlerde Cibril hadisinde kadere iman ifadesi şu şekilde geçmiştir:
وَتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ “Dedi ki; Kader’e ve onun hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine inanmandır.”[28]
Ancak bu hadis, Haber-i Ahad’dır. Buna ilave olarak da burada “kaderden” kasıt, anlaşılmasında ihtilaf edilen “Kaza ve Kader” değil, Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmidir. Bizzat “Kaza ve Kader” şeklinde isimlendirilen ve kavranılmasında birçok ihtilafın söz konusu olduğu “Kaza ve Kader”e iman hakkında ise kesin bir nass gelmemiştir. Ancak “Kaza ve Kader”in içeriğine iman akidedendir ve inanmak da gerekir. Bu isimle ve içerikle sahabe döneminde kesinlikle bilinmemekteydi. Bu isimle kullanıldığına dair de hiçbir sahih nass geçmemiştir. “Kaza ve Kader” kelimesi ancak Tabiin döneminin başlarında meşhur olmuştur. O zamandan beri bilinmekte ve konuşulmaktadır. Onu ortaya çıkaran ve söz konusu yapan kelamcılardır. Kelam ilmi meydana gelmeden önce yoktu ve bizzat “Kaza ve Kader” ismi ile Hicri birinci asrın sonunda kelamcıların dışında hiç kimse “Kaza ve Kader” meselesini konuşmadı ve araştırmadı.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bakara: 164
[2] Tur: 35-36
[3] Ali İmran: 18
[4] Bakara: 177
[5] Bakara: 285
[6] Nisa: 136
[7] Bakara: 23
[8] Yunus: 38
[9] Hud: 13
[10] İsra: 88
[11] Buhari, İlm, 107, Edeb, 1209; Müslim, Mukaddime, 4, 5; Tirmizi, Fitne, 2183, İlm, 2583; Ebu Davud, İlm, 3166; İbni Mace, Mukaddime, 30; Ahmed b. Hanbel, Müs. Aşereh, 551; Daremi, Mukaddime, 233
[12] Alak: 1
[13] Bakara: 278
[14] Nisa: 136
[15] Bakara: 177
[16] Maide: 48
[17] En’am: 92
[18] Yunus: 37
[19] Bakara: 285
[20] Bakara: 136
[21] En’am: 92
[22] Nahl: 22
[23] Nahl: 60
[24] İsra: 10
[25] Hakka: 13-18
[26] Buhari, İman, 48
[27] Nisa: 136
[28] Müslim, İman, 9; Ebu Davud, Seneh, 4075
.http://www.islamisite.com/taxonomy/term/63?page=3
Dünyada adalet var mı?
22 Eylül 2017
El-cevap: Bu dünyada adalet yoktur!
Şayet bu dünyada adalet olsaydı; bu dünyanın temyizi olan öbür dünyaya (mahkeme-i kübra: Allah’ın c.c. mahkemesi) gerek kalmazdı. Orada boynuzsuz koyun, boynuzludan hakkını alacaktır.
İki Büyük Dünya Savaşı da benimki benim, seninki de benim anlayışı yüzünden çıktı ve sonuç olarak, güçlü olanlar (galipler) güçsüzlerin (mağlupların) haklarını gasp ettiler.
Bu hal, bugün de aynen devam etmektedir. Büyük balık küçük balığı yutmaktadır!
İşte modern dediğimiz insanlığın geldiği nokta budur ve bu nokta insanlıktan çıkıp hayvan oluşun ve hatta hayvandan daha aşağı bir mahluk oluşun resmidir.
Dünyanın ipi, yani güç zalimlerin eline geçtiği andan itibaren kopmuştur. Bunun günümüzdeki adı emperyalizmdir (sömürgecilik).
Dünyanın sonu yaklaştıkça zulüm hükmünü icra edecek; zulüm arttıkça kıyamete doğru dörtnala koşulacak.
Türkiye’nin dışında Myanmar’daki Müslümanların çığlığını duyan yok; dolayısıyla Arakan’daki zulme bütün ülkeler güçleri nispetinde ortaktır.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan BM Genel Kurulu’nda Myanmar’daki ve dünyanın diğer yerlerindeki dramları tüm ülke liderlerinin yüzlerine haykırdı. Duvardan ses gelir belki ama üzerlerine ölü toprağı serili liderlerden tek bir fısıltı bile işitilmedi.
Dedik ya, hak güçlünün elinde; güçlü ise zalimin ta kendisi!
Myanmar’ın sözde Nobel Barış ödüllü bir lideri var; Suu Çi isimli bu bayanın kendisi de aldığı ödül misali şaka gibi.
Neden sonra ülkesinde vahşet hakkında konuşma ihtiyacı duyuyor ve dünyanın televizyon ekranlarında bile bakamadığı insanlık dışı olayları görmezden gelip inkâr ediyor ve ülkesinden göç eden yarım milyon Müslümanın neden gittiklerini anlamadığını söylüyor!
Oysa geçen ağustos ayında, BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın sunduğu raporda: “...Arakanlı Müslümanların temel insan haklarından mahrum edildiklerini, vatandaşlığa alınmadıklarını, yoksulluğa mahkûm edildiklerini, polis ve asker baskısıyla inim inim inletildiklerini, köylerinin yakılıp göçe zorlandıklarını ve bütün bunların onları açık bir şekilde isyana sürüklediğini...” açıklıyordu.
Ülkesinde rezil bir şekilde soykırım yapılıyor ve bu, BM raporuyla tescilleniyor, o ise kafasını kuma gömerek tüm dünyaya yalan söylüyor. Hiç kimse de çıkıp, barış ödüllü (!) bu kadına yalan söylüyorsun deyip, haddini bildirmiyor, bildiremiyor.
Siz söyleyin; var mı bu dünyanın adaleti?
Ne diyelim; Allah c.c. imhal eder (süre tanır, mühlet verir) ama asla ihmal etmez!
Zira “Hakkın sillesinin sedası yoktur; bir vurdu mu devası yoktur!”
Adaleti arayalım ama!..
10 Temmuz 2017
Demokrasi-lerin totaliter sistemlerden en bariz farkı, muhalefetin olmasıdır. Diğer bir tabirle muhalefet, demokrasinin olmazsa olmazıdır.
Ağır aksak da olsa, 80 yıla yaklaşan bir süredir işleyen bir demokrasimiz var. Ağır aksak dememizin sebebi; demokrasinin işletilemediği darbeler dönemleri ve onların güdümünde yapılan vesayet anayasalarıdır.
Yapılan onca askeri darbelerin her ne kadar, demokrasiyi rayına oturtmak için yapıldığı söylense de; bunun tam tersi olarak demokrasimizi daha da güdük haline getirdikleri tarihi vakıadır. Zira her darbe, vesayeti biraz daha ağırlaştırarak; seçilmişleri (demokrasiyi) oyunun dışına itmiştir.
Darbelerin hepsi, iktidarı sorunlu görerek onları alaşağı etmiş ve çoğunda muhalefetle birlikte hareket ederek, girişimlerinde sözde meşruiyet aramıştır.
Demokrasinin olmazsa olmazı muhalefet; böylesine antidemokratik ve faşizan durumlarda iktidarın yanında yer alacağına darbecilerle birlikte olmuş ve hatta onları, bir kısım medya ile beraber desteklemiş ve kışkırtmıştır.
Bizdeki muhalefetin ve bir kısım medyanın, maalesef bu denli kirli bir mazisi vardır.
28 Şubat döneminde devrin Başbakanı N. Erbakan, asker ve sivil bürokratlar tarafından istiskal edilince; Başbakan, hem Cumhurbaşkanını (S. Demirel) ve hem de siyasi parti genel başkanlarını (M. Yılmaz, B. Ecevit) ziyaret edip destek istedi.
Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere tüm liderler, Başbakana kapıyı gösterdiler ve a portta bekleyen darbecilere teslim ettiler. Ötekileştirdiler, dışladılar ve yalnız bıraktılar.
Onca insan hakları ihlalleri yapılıp, başörtüsü zulümleri icra edilirken; adaleti hatırlamadıkları gibi, zulüm erbabının yanında yer almayı maharet saydılar.
Bakınız; 15 Temmuz’da ülkede kıyamet koptu; eşi menendi görülmedik bir işgal girişimi yaşandı. Yine, şimdiye kadar hiç olmadığı şekliyle; milletimiz sokaklara döküldü de, bu alçakça teşebbüs önlendi.
Savcılar iddianameleri hazırladıkça ve FETÖ ile ilgili takibatlar sıkılaştırıldıkça olayın korkunç vahameti ve boyutları gün yüzüne çıkıyor.
Halbuki 15 Temmuz’dan öncesi var; 17-25 Aralık teşebbüsleri var. MİT TIR’ları kumpası, MİT başkanının sorguya çekilmek istenmesi.. Bunların hepsi Sayın Erdoğan’a ve mevcut iktidara yönelik darbe girişimleri idi.
Ana muhalefet partisi lideri ve partinin yönetim kadroları; bilerek veya bilmeyerek tüm bu kumpasların destekçisi oldu. Kılıçdaroğlu montaj kasetlerini Meclis kürsülerinden yayınladı ve bu yüzden Sayın Erdoğan’ın adı sosyal medyada ‘başçalan’a çıktı.
Dışarıdan birileri ve içimizdeki mahut hainler güruhunun iş birliği ile devlet sırları çarpıtılarak faş ediliyor; muhalefet, sorumsuzca işin üzerine atılıyor ve partinin en yetkili ağızlarından Sayın Erdoğan’nın kaçacağını, kaçsa bile getirilip hem içerde ve hem de uluslararası mahkemelerde yargılanacağını ilan ettiler.
Attıkları bunca iftiralardan ve milleti aldatmalarından dolayı özür dileyeceklerine; ucu kendilerine dokunup bir arkadaşları içeri alınınca, adaleti hatırlayıp yürüyüşe çıktılar.
Yahu! Bu ülkenin generallerinin yarısı (160), hakim ve savcılarının üçte biri (beş bine yakın), on binlerce resmi ve sivil insan tutuklu ve daha ne kadarı tutuklanacağı belli olmayan korkunç bir yapıyla ve bununla paralel hareket eden terör örgütleri ile kıyasıya savaşıldığını görmüyor musunuz?
Yalanlar ve dolanlar üzerine siyasetinizi bina ederseniz; mumunuz ancak yatsıya kadar yanabilir ve inandırıcılığınızı büsbütün yitirirsiniz.
Hele de; kahpece işgal girişiminden sonra ilan edilen ‘Olağanüstü hal’den dolayı buna, ‘kontrollü darbe’ derseniz; idrak yoksunu olmaz mısınız? Daha da önemlisi, FETÖ ile paralel düşmez misiniz?
Zulüm erbabıyla (İ.Üniversitesi’nin ikna odaları zalimi Kemal Alemdaroğlu, bebek kanıyla beslenen PKK mensupları ve destekçileri, adalet terazisinin çivisini çıkaran ve tuzu kokutan pespaye FETÖ..) adalet arayışına çıkarsanız; eyleminiz yalnızca mahut örgütlerin ekmeğine yağ sürer ve aradığınız adalet sırra kadem basar!
İktidarda olsun, muhalefette olsun; Türk siyasetinin sözünün eri ve dürüst insanlara ihtiyacı var.
Bir tane yalancı dostum olacağına, bin tane dürüst düşmanım olsun diye boşuna dememişler. Nitekim böylece; adalet gibi en kutsal kavramlar da şom ağızlarda yalama olmaktan kurtulur!
.
Mazlumun ahı!
12 Temmuz 2017
Şahıs ve cemiyet planında telafisi mümkün olmayan kaybımız ahlak ve maneviyattır.
Bunu, ister aileye, ister okula, ister sokağa ve isterseniz zamana veya bunların karışımına bağlayın; toplumsal değerlerimizdeki erozyon tek kelime ile travmatik bir hal arzetmektedir.
Vaktiyle duayen gazeteci ağabeylerimizden birinin çok enteresan bir tespiti vardı: “CHP, Bu ülkede Allah korkusunu, DP de kanun ve devlet korkusunu kaldırdığından; meydan yeri ahlaksızlara, kanunsuzlara ve namussuzlara kalmıştır!”
Bundan dolayadır ki, bu ülkede; “Namusluların da en az namussuzlar kadar cesur olmalarına!” vurgu yapılmıştır.
İnsanı insan yapan değerlerin başında utanma duygusu gelir. Utanma duygusunu yitiren hayvan bile değildir; ondan daha aşağı süfli bir yaratıktır.
Bundan dolayıdır ki, bizim kültürümüzün temelini oluşturan cümlelerden bir tanesi de: “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” şeklindedir.
Erkeğin egemen olduğu bir toplumda yaşıyoruz; kadınları kız kardeşimiz, annemiz, eşimiz, halamız, teyzemiz vb. bilmemize rağmen onlara, utanmadan şiddet uyguluyoruz.
Ya bu mefhumların ne olduğunu bilmiyoruz, ya da kendimizi tanımıyoruz! Şayet insansak, bunların hiç birini yapmamamız gerekir; yapıyorsak da, insanlıktan çıkıp layık olduğumuz inlere çekilmeliyiz! İnsanların arasında yaşamamalıyız.
Suriyelilerin başlarına gelenler malum; Allah, düşmanımıza bile böylesi zulümler göstermesin! Kardeşin kardeşi, “Allahü ekber!” diyerek kestiği nerede görülmüştür?!
Evleri-barkları, yurtları başlarına yıkılan ve bu enkazdan canını kurtarabilen yığınla insan, ülkelerini terk edip bilinmez diyarlara gittiler. Çoğu Akdeniz’in sularında boğuldu; bebek cesetleri sahillere vurdu.
Suratlarının astarı köseleden daha kalın dünya ülke liderleri, Suriye’deki mezalime seyirci kaldı.
Suriyeli mültecilere kucak açan ve onlarla ekmeğini paylaşan birkaç ülkenin başında Türkiye geliyor. Bu hal, bizim hem geleneğimizin ve hem de insaniyetimizin gereğidir. Toplumun öncülüğüne soyunan ve hatta görünürde toplumun önünde gözüken, birkaç kendini bilmezin yavelerine bakmayın!
Onların, Suriyelileri aşağılamak için söyledikleri, öz ciğerlerinin ufunet kokusu olsa gerektir!
Hunharca katlettiğimiz bebeğin ve hamile annesinin; Suriye’ye yollanan tabutunda, onların cesetlerinden maada maneviyat yoksunu, bizzat bu toplumun kendisi vardı; biliyor musunuz?
Soysuz canilerin elinde katledilen masumlar şehadete yürüdüler; ya o masum kanları, kirliden de kirli ellerinde saklayanlar; onların, dünya-ahiret gidebilecekleri bir yer var mıdır?
Öyle ki; kirliden de kirli yüzlerine tükürmeye bile iğrenir insan.
Üstelik bu denli aşağılık tavrı, yalnız onlara değil; içimizdeki kendi kadınlarımıza da reva görüyor ve hemen her gün bu uğursuz haberlerle toplum olarak sarsılıyoruz.
Bütün bu kepazelikleri 3. Sayfa haberleri deyip geçiştiremeyiz.Her geçen gün; insani değerlerden uzaklaşan bu toplumu, kaybettiklerine kavuşturacak yolu-yordamı bulup seçmeliyiz.
Başta devlet olmak üzere; sorumlu olan herkese görev düşüyor. Herkes kapısının önünü süpürse, sokak temiz olur diyemiyoruz; çünkü sokaklar, süpürmekle temizlenecek gibi değil!
Zira zamanın mütefekkirinin belirttiği gibi; ‘ …yer altından akması gereken lağımlar dışarıdan (yüzeyden) akıyor!’
Malum; mazlumun ahı ‘Arş’ı titretir ve gelen gazab-ı ilahi zalimleri seçip ayırmaz; zulme, her kademede rıza gösteren veya sessiz kalan tüm toplumu kapsar.
.
Kuşatılmışlığımızı görmüyorlar mı?
17 Temmuz 2017
Bazılarımız hâlâ işin vahame-tinin farkında değil
Bazılarımız hâlâ işin vahame-tinin farkında değil. Bilmeyenlere anlatalım ve uyaralım ama bildiği halde, işi hafife alan ve değersiz gösterenlere bir çift lafımız var.
Tarihimize ‘Vaka-i Hayriye’ diye geçmiş bir olay var; Yeniçeri Ocağı’nın, yani Osmanlı ordusunun bel kemiğinin ortadan kaldırılması hadisesi...
Ülkenin güvenliği için var olup varlığını sürdürmesi gereken ordu, kendi ülkesinin devlet ve millet hayatına kast eder şekilde bela olmuştu.
Öz annesinin namusunu korumakla görevli ve bu uğurda yeminli ordu, sözde bu kutsal görevi ifa ediyor ve bunun karşılığında da maaş alıyor. O ne yaptı biliyor musunuz? Namusu olan elindeki silahı, koruduğunu iddia ettiği annesinden namus bedeli olarak (haraç) istemiştir!
Peygamber ocağı bildiğimiz bu ordu; veli-i nimeti Halife-Sultanını ( Genç Osman) makamından indirerek; Yedikule zindanlarına götürmüş; götürürken, kendisine hamam oğlanı muamelesi yapmış ve enva-i çeşit işkence ile boğarak öldürmüşlerdir.
Dinleri kinleri olan bu denli aşağılık yaratıkları bir dereceye kadar anlayabiliyoruz da; ya vicdanını, dinini, namusunu, vatanını yalnızca bir dolar karşılığında düşmana satan ve düşmanın emrine girip kendi halkına silah doğrultan soysuzlara (FETÖ) ne diyeceğiz?
Bunları anlamanın ve bir kalıba sokup anlatabilmenin imkan ve ihtimali olmasa gerektir!
İnsanoğlu yaratılalı beri böylesine habis bir ruh hali ve böylesine bir çukur şahsiyetler zümresine şahit olmadı; olmaz da!
Dün, gelen Padişah (Sultan Abdülmecid Han) yeni bir ordu kurarak, eskisini top ateşine tutarak; kaçanlarına cadı avı uygulayıp; görüldükleri yerde öldürdü ve temizledi.
Bugün ise; dost ve müttefik (!) bildiğimiz devletlerce (başta ABD ve NATO), öncelikle güvenlik kuruluşlarımız ( ordu-emniyet), yargımız, eğitimimiz, iletişimimiz, medyamız ve neredeyse tüm resmi ve sivil kurum ve kuruluşlarımız kuşatılarak mahut yapının eline verildi.
Güvenliği-mizin arz ettiği tehlikenin büyüklüğüne bakın ki; asker ve polis yetiştiren okulların kapatılmasından başka çare görülemiyor!
NATO’daki toplam 400 süzme subayımızın 200’ü ki, bunlar alçaklıkta ve soysuzlukta süzmedir- vatanına ihanet ederek, yabancı ülkelere sığınıyor.
ABD, NATO ile içimize girdiği günden beri insanımızı devşiriyor; 70’li yıllardan itibaren ( F. Gülen) ahtapot misali her yanı kapladı.
Öyle ki; hazırlanan iddianamelere ve MİT raporlarına göre, ordunun içindeki FETÖ’cü subay ve astsubayların ancak beşte biri (on bin dolayında) temizlendi; büyük ekseriyeti hâlâ ordunun içinde!
Emniyet’te ise; 81 ilin 76’sının emniyet müdürleri FETÖ’cü idi; 81 ildeki istihbarat müdürlüklerinin 74’ünün müdürü bunlardandı; 7000 polis-istihbarat elemanından 6500’ü bunlardan olup, hepsi atıldı.
FETÖ, hâlâ büyük oranda Emniyet’teki varlığını sürdürmektedir!
Her kurum ve kuruluşu bir kenara bırakıp yalnızca güvenliğimizi ilgilendiren iki kurum için, yalnızca ipucu verdik; o da nasıl büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzun bilinmesi içindir.
Şom ağızlılık yapmanın alemi yok; herkes aklını başına toplasın ve edeceği lafları kırk kere tartıp söylesin! Bu denli kuşatılmışlığı görmeyen veya gördüğü halde salağa yatan ve sorumsuzca ‘kontrollü darbe’ hezeyanlarını geveleyenler, bu millet ve devlete en büyük ihaneti yapıyorlar.
Tarihimizde bu denli alçaklığa şahit olmadığımız gibi; bu denli şom ağızlılığa, iz’ansızlığa, şuursuzluğa, edepsizliğe ve pervasızlığa rastlamadık.
Ne diyelim; Allah (c.c.) tümünün müstahakkını versin!
.
Tencere dibin kara!
19 Temmuz 2017
Damarlarımızda dolaşan FETÖ şeytanı konusunda birbirimizi suçlarken havanda su dövüyoruz. Dikkat ediyoruz da tüm değerlendirmelerin ne denli sathi olduğunu görmenin şaşkınlığı içindeyiz. Zaten mahut yapı da bizim bu körlüğümüzden faydalanarak en mahremlerimize kadar girmiş ve bizler bundan habersiz kalmışız.
Bir kere şu tespitleri tartışmasız yapmak gerekiyor. Geçen asrın başlarında (Osmanlı’nın son ve yıkılma dönemleri) İngiliz vesayetine giren ülkemiz Kurtuluş Savaşı ile külleri üzerinden yeniden doğdu ama bu kez NATO ile ABD’nin ve Batılı müttefiklerimizin vesayetine girdi.
Bu ülkede, devletimizin istihbarat teşkilatının en yetkili ağzı, “Biz, CIA’nın Ortadoğu masası gibi çalışırız!” dememiş miydi? Bu, şu demek; MİT sözde başbakanlara bağlıdır. Nitekim bu ülkenin başbakanları; “MİT bana Afrika’daki darbeyi haber veriyor ama bizim içimizdeki darbeden haberimiz olmuyor!” demiştir.
FETÖ işte böylesine mümbit bir tarlada yeşertildi; Soğuk Savaş yıllarının geçer akçesi, komünizme karşı olmak ve bu isim altında kamufle edilerek komünizmle mücadele derneklerinde istenilen gizli faaliyetleri rahatça yürütmek.
Bunun için dini bir cemaatin(!) ve liderinin seçilmesi gerekiyordu. 60’lı yılların sonunda aranan kan bulunur! Sıradan bir cami imamı olan ve fakat ağzı laf yapan, ezik ruhlu, satılmış bir hain bulunur. Bunun adı F. Gülen’dir ve 6 ay, bilemediniz bir yılda gerçekleşmesi gereken memuriyetteki asaleti, 7 yılda gerçekleşmez. Cami imamlığından atılması gereken bu adam, tam tersine terfi ettirilerek vaizliğe geçirilir!
Elinden tutup, arkasında yer alan kişiler MİT Müsteşarı Fuat Doğu, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür ve gedikli CHP’li Kasım Gülek’tir (CIA’nın kurduğu Moon tarikatının Türkiye temsilcisi). F. Gülen sözde Nur Cemaati’nin içinde yer alarak, kurduğu fesat ocağını gergef gibi işledi.
Bu kirli yapıyla, kırk sene sonrasının Türkiye’sindeki kadrolara insan yetiştiriliyordu.
Bundan dolayı da en masum işlere soyunmaları ve herkesle (güçlü olan!) iyi geçinmeleri gerekiyordu. Güç kimdeyse, bunlar onun arabasında idiler ve hiçbir zaman durakta durup araba beklemediler!
Bukalemun gibi olup, her an her renge girebiliyor ve herkesle beraber gözükebiliyorlardı.
Süleyman Demirel’i en güçlü zamanlarında desteklediler; zavallı Demirel de bir ömür boyu Nurcularla oynadığı oyunda oyuna geldiğini anlayamadan öldü!
28 Şubat’ta Erbakan’ın karşısında ve askerin yanında yer aldılar. Böylece liberalleri bile kandırdılar ve lehlerinde konuşturup, yazdırıp, çizdirdiler.
Sosyal demokrat bir siyasi partiyi (DSP) desteklediler ve Ecevit’i iktidara taşıdılar. Bunun karşılığını da görmekte gecikmediler. CIA, Ecevit’e Abdullah Öcalan’ı teslim ederken, F. Gülen’i, uşaklığını yaptığı ABD’ye uçurdu!
Bu yapıyla barışık olmayan tek lider ve siyasi parti N. Erbakan ve onun kurduğu siyasi teşekküllerdi. Zira Erbakan’ın ağzı sütten yanmıştı; bunun için yoğurdu üfleyerek içiyordu! Nitekim mahut yapıyla iltisaklı Hüsamettin Akmumcu ve arkadaşları (24 milletvekili) partiden istifa ederek Erbakan’ı ortada bırakmışlardı.
2002 yılında, Erbakan’ın teşkilat mensuplarının kurduğu AK Parti tek başına iktidara gelince, baktılar ki giden araba budur ve üstelik bunun duracağı da yoktur.
Derhal aradaki buzları eritip arabaya atladılar ve yetiştirmiş oldukları her çeşit kadroyu, “Ne istediler de vermedik!” sözünün gereği olarak her tarafa yerleştirdiler.
Buraya kadar muvafığı, muhalifi ve çekimseri herkes derin bir uyku halindedir. Kısmen, kollarının bacaklarının yansımalarından rahatsız olanlar ve bunları dillendirenler olduysa da ahtapotun başını ve vücudunu tümüyle gören kimse olmadı!
Baktılar ki otobüsteki yardımcı şoförler bizden, muavinler bizden, yolcuların çoğu bizden, şoförün de kendilerinden olması gerektiğine kanaat getirdiler.
İlk kez, makamına talip olunan şoför uyandı ve zıplayarak yerinden fırladı!
Gafletini kabul ederek af diledi; en yakınlarından başlayarak herkesi uyandırmaya çalıştı. Onları ve kimseyi beklemeden tek başına kıyasıya bir savaşa girişti. Etrafı ağırdan aldıkça, muhaliflerinin çoğu anılan yapıyla paralellik arz etmeye devam etti.
Bir tane mert adam çıktı; geçmişe sünger çekerek bu mücadelede Sayın Erdoğan’ın yanında yer aldı. Sayın Bahçeli tehlikenin ne denli büyük olduğunu gördü ve zafer için tehlikenin gözünün içine bakmak gerektiğini çok iyi biliyordu.
Baktı ve gerçek bir lider olarak, hem partisini ve hem de ülkeyi büyük bir badireden kurtardı.
Artık 15 Temmuz faciasından sonra da “Tencere dibin kara, seninki benden kara” demenin ve en adi ve soysuz yansımalarıyla FETÖ’cülük oynamanın ve FETÖ’nün maskarası olmanın kime ve kimlere yarayacağının iyi bilinmesi gerekmiyor mu?
Kusura bakmayın ama buna gaflet diyen de ihanet içinde olsa gerektir.
.
Ne günlere kaldık?
21 Temmuz 2017
Devlet ve millet hayatımızda böylesine bir tehlikeye duçar olduğumuz, tarihimizin hiçbir devresinde görülmedi.
Nice savaşlar yapıp, nice galibiyetler kazanıp, nice mağlubiyetler gördük; ama 15 Temmuz’daki gibi vücudumuzun en ücra köşelerine kadar nüfuz edip metastaz yapan kalleşçe, alçakça ve soysuzca olanını görmedik.
15 Temmuz’daki düşman, her zaman olduğu gibi dışardan kumandalı ise de canımıza, malımıza ve tüm mukaddesatımıza kasteden ve yine onların uzantıları olan içimizdeki düşman, evlerimizde bizimle kardeş, arkadaş, ana-baba, dayı, yeğen, amca, eş, çocuk, dede, torun idi!
Eskiler anlatırlardı: Birbirine komşu olan velakin düşman iki kabile varmış. Aralarındaki kan davası bitmek bilmiyormuş. Bundan dolayı da asla birbirlerinden kız alıp vermezlermiş. Günün birinde bu iki düşman kabilesinden bir oğlanla kız birbirlerine deli gibi âşık olmuşlar. Normal şartlarda o kızı isteyip gelin edebilmenin imkân ve ihtimali yokmuş. Bundan dolayı kız kurtuluşu, düşman kabilenin çocuğuna kaçmakta bulmuş.
Kabilenin ileri gelenleri durum değerlendirmesi için toplanmış. Kızı geri gönderirlerse, hem kızı vurup öldürecekler ve hem de sevgilisi elinden alınan genç intihar edecek. Sonuçta şöyle bir karar alıyorlar: Kız da bizim oğlan da... Kız, her ne kadar düşman kabilesinden ise de bizi sayarak gelmiş ve namusunu bize emanet etmiş, bizim de ona sahip çıkmamız gerekir derler ve gençleri evlendirirler.
Ama gelin görün ki uzun yıllara baliğ olan bu evlilik bir türlü karşılıklı güven üzerine kurulamaz. Şüphe ve korku erkek tarafını bir ömür boyu kemirir. Ve bizim sırılsıklam âşık damadımız, eşinin yanında, yatakta dik oturarak ve mavzer dizleri arasında olarak yıllarını geçirir.
Böyle bir hayat çekilir mi? Daha açık ifadesiyle, güvensizlik ve korku üzerine evlilik bina edilir mi? Kör olası aşk, insana neler yaptırmaz ki?
Mesele, sahte de olsa din olunca, bu denli marazi aşkları ister istemez bağrında taşıyor ve bağlılarının gözlerini kör, kulaklarını sağır ve kalplerini mühürlü kılıyor. Yani gerçeği, hakikati ne kadar kıymetli ise, sahtesi de aynı derecede kıymetsiz ve tehlikeli oluyor. Tıpkı silah gibi, insanı kahraman da yapar, katil de... Ama biz bunları sevmesek de ve hatta kendilerinden nefret etsek de FETÖ’cüler -ki bunlar bizim hısım akraba veya arkadaş olarak yakınlarımız- evlerimizde, iş yerlerimizde, sokağımızda, mahallemizde dolaşıyorlar!
Bunlarla kavgada, uzun süre neredeyse tek başına kalan Sayın Cumhurbaşkanı, inlerine gireceğimizi söylemişti. Gördük ki inlerine girmekle iş bitmiyor.
Topluca bu mücadeleye girişmek şarttır ve hiç kimse kendini bu sorumluluktan kurtaramaz. Ortada bile kalınamaz; herkes tarafını açıkça belli edecek ve kıyasıya mücadeleye girişilecek.
Oğlumuz, kızımız, anamız-babamız gibi en yakınlarımız da olsalar, kimsenin gözünün yaşına bakmamalıyız. Bilmeliyiz ki acırsak acınacak duruma düşeriz; hem de en yakınlarımız tarafından.
Bunlarda yakınlık mefhumu yok; bizden (FETÖ’cü) olan ile olmayanlar var. Mankurtlaştırılmış çocuk babasını (FETÖ’cü değil diye) kâfirlikle itham ediyor ve babam değilsin diyor; aynı şekilde uyuşturulmuş bir diğer baba da oğlunu evlatlıktan reddediyor!
15 Temmuz’da görmedik mi; makineli tüfeklerle, uçaklarla, helikopterlerle halka rastgele ateş edenler, kimi kimseden ayırdılar mı? Bu benim annem, kardeşim, oğlum deyip ayırt ettiler mi?
Âcizane kanaatimiz şudur: Özellikle 15 Temmuz’dan sonra, hâlâ mahut yapıya ses çıkarmayan, aymazlık gösteren ve ne olmuş ki diyenler gafletten çok öte, ihanet içindeler. Peki ya, şom ağızlılık edip ‘kontrollü darbe’ diyenler? Tekrar tekrar belirtmeliyiz ki bu nasipsizler, FETÖ’nün uçaktan, tanktan ve helikopterden ateş eden gözü dönmüş paryalarıyla aynı paraleldeler! Hatta onlardan da tehlikelidirler; çünkü birine, büründüğü kuzu postunu yırtıp gerekli cezayı verebiliyorsunuz ama diğerinin köseleden suratına tükürsen bile duymuyor ve en yüksek perdeden FETÖ’nün borusunu öttürmeye devam ediyor!
Canibaşının (F. Gülen) kendisi bile, bu kalkışmanın laik-Kemalist bir darbe olduğunu itiraf ederken, ‘kontrollü darbe’ iftiracısı, şom ağızlı nasipsizlere ne oluyor?
Bu, bir siyası partinin meselesi olmaktan çıkmıştır; zira yaşanan, millete yaşatılan bu korkunç olay, ikinci bir kurtuluş savaşıdır.
Birincisinde olduğu gibi, topyekûn bir milletin, el ele vererek karşı koyuşu söz konusudur. Şu farkla ki birincisinde düşman, dışarıdan; ikincisinde ise, düşman hem dışarıdan ve hem de içeridendi. Ayrıca, birincisinde inancın yanında, elde, kazma-kürek de olsa, çeşitli silahlar vardı; ikincisinde ise, elde bayrak ve yalnızca göğüslerde sarsılmaz bir iman vardı.
Dememiz o ki: Tüm dünyanın şaşkınlıkla izleyip gıpta ettiği bu karşı koyuş FETÖ’nün yenilgisi için kâfi değildir. Aynı kararlılıkla, aynı inanç ve azimle ve de aynı birlik ve beraberlik ruhuyla bu mücadelenin sürdürülmesi gerekir.
Ta ki içimizdeki bu ayrık otları tek tek ayıklanıp temizleninceye kadar...
.
.
Adalet nerede?!
7 Temmuz 2017
Adalet, devletin temelidir; temel olmayınca veya çürük olunca devletten ve düzenden bahsedebilmenin imkan ve ihtimali yoktur.
Bir gülmece dergisinde yer aldığı şekliyle; Türk nedir ve kimdir?: ‘ Türk vatandaşı İsviçre Medeni Hukukuna göre evlenen, İtalyan Ceza Hukukuna göre cezalandırılan, Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Hukukuna göre muhakeme edilen, Fransız İdare hukukuna göre idare edilen ve İslam Hukukuna göre defnedilen kişidir!’
Yukarıdaki tanımlamayla, (A) noktasından alınan bir toplumu (Z) noktasına taşıyan hercümercin tahlilini şimdilik sosyologlara bırakıp; 70 yıla yaklaşan demokrasi tarihimizdeki adalet arayışımıza kuş bakışı bir nazar edelim: 1946’da demokrasi diyerek yola çıktık; ‘açık oy, gizli tasnif’le; daha işin başında hinliğimizi tüm
cihana ilan ettik!
Eğri oturup doğru konuşalım; demokrasiye hiçbir zaman doğru anlamını yüklemedik; bozuk niyetle yola çıktık; yol boyunca da, kötü niyetimize kılıf arayıp durduk!
1960 yılında halkın iktidarını alaşağı ederek; 1924 tarihli Atatürk anayasasını rafa kaldırdık ve yerine; adaleti mumla aratacak 1961 tarihli vesayet anayasasını getirdik. Getirenlerin ‘Yüksek Adalet Divanı’nın adalet (!) anlayışı; ‘ sizi içeriye tıkan güç böyle istiyor!’ hezeyanıydı! Vesayetin temelinde ise, ‘ ya halk Said-i Nursi gibi birisini seçip iktidara taşırsa, halimiz ne olur?!’ korkusu vardır.
Böylece NATO ile ve Komünizm korkutmasıyla, devlet ve millet hayatımızın iliklerine kadar girmiş olan ABD’ye gün doğar; içimizdeki bu denli korku tünellerini bir maden gibi işleterek; başta yargı olmak üzere, tüm güç odaklarını kuşatır ve koskoca bir ülkenin tüm ufuklarını karartır.
Artık halkın seçtiği iktidarlar yalnızca belediye hizmetleri için vardırlar. Çizmeyi aşıp devlete talip olmak isteyen her siyasetçi, ya, yeni darbelere muhatap kılındı veya partisi kapatılıp siyasi yasaklı yapıldı.
1980 darbesiyle ise; ’61 anayasası bol geldi!’ denilip, vesayet daha da ağırlaştırılarak, iktidarların elleri-kolları ve bacakları oturdukları koltuklara bağlatılarak işlevsiz hale getirildi.
82 anayasası ile yönetim gücü iktidarların elinden alınarak; her birisi devlet içinde ayrı birer devlet olan sözde özerk kurum ve kuruluşlara verildi.
Ülkenin istihbaratı bile her kafadan ayrı seslerin çıktığı ve birbirine kontra giden kurumlara emanet edilmişti.
Demokrasi piramidi ters konumlandırılarak, ülke; her katında ayrı dillerin konuşulduğu Babil Kulesi’ni andırır olmuştu. Artık kimin eli kimin cebinde belli değildi!
Bu kurdun sevdiği dumanlı havadan; dış ülkelerin istihbarat örgütlerinin uzantısı olan FETÖ yararlanarak her tarafa sızdı.
Eğitim gibi en masum (!) bir iş kolundan, sözde insan yetiştirerek ülke insanımızı devşirdiler, hem de babayı oğula, kardeşi kardeşe
düşman ederek.
İşin tuhafına bakın ki; Necmettin Erbakan’ın dışındaki tüm siyasiler ve sivil-asker bürokrasinin hemen tamamı F.Gülen’i ve hareketine kol-kanat gerip destekledi. Erbakan da aynı vesayet odakları tarafından (Cumhurbaşkanı S. Demirel, Yargı, Askeriye ve medya) alaşağı edildi.
Aynı aymazlığı, diğer tüm siyasiler gibi AK Parti kadroları da gösterdi; muhalefet bu yüzden AK Parti’yi ve yöneticilerini yerden yere vuruyordu.
Mahut yapının devlete talip olması, üst üste giriştiği darbelerden ve en son 15 Temmuz’daki işgal girişiminden anlaşılınca; bu yapıya karşı kıyasıya bir mücadeleye girişildi.
Cascavlak yakalanan FETÖ, içimizdeki fitne ateşini söndürmemek için; işgal girişimini ‘tiyatro’ olarak değerlendirdi. Aa! Bir de ne görelim? İktidarı, F.Gülen’le kol kola olmakla suçlayan muhalefet, FETÖ ile aynı dili kullanarak ‘kontrollü darbe’ demeye ve sudan bir bahanenin arkasına sığınarak yürümeye başladı! Üstelik, yanına, enva-i çeşit adalet kaçkınlarını alarak yürüyor!
Adaleti hep birlikte arayalım ama adalet nerede? Böylesine karanlık bir gecenin sabahında hayır umulamayacağına göre; gelin el ele verin ve öncelikle bu fitne ateşini söndürün.
İçimizden birileri o fitne ateşine destek olur, diğer birileri o ateşi körüklerse, dün mumla aradığımız adaleti bugün büsbütün Kaf Dağı’nın ardına göndermiş oluruz!
Zira bugün sen-ben günü değil, BİZ günüdür.
.
ABD’nin tehlikeli oyunu!
5 Temmuz 2017
Vaktiyle Orta-Doğu’da İngiliz’in gizli yaptığını, bugün, ABD alenen sergiliyor.
Bunun da yegâne sebebi; dünya kümesinde var olan beş horozun en güçlüsü kendisini görmesidir. Bundan dolayı da fincancı katırlarını ürkütmekte bir beis görmüyor.
Ne dost tanıyor, ne müttefik…
BM’nin de, NATO’nun da kahyası olarak kendini görüyor; içinde yer aldığı tüm uluslar arası örgütleri, kendi tasarrufunda biliyor ve fütursuzca kullanmaya çalışıyor.
ABD, NATO’da güya Türkiye’nin müttefiki; her hangi birisine bir saldırı durumunda; ortak düşmana karşı omuz omuza dövüşmeleri gerekir değil mi?
Birlik olup, omuz omuza çarpışmak şöyle dursun; NATO ile içimize girip, Türkiye’yi içeriden çökertmenin hesapları içinde ABD!..
Dün bürokratik vesayet, bugün FETÖ şeklinde; kılcallarımıza girip kardeşi kardeşe düşman edip; acımasız şekilde bizi, birbirimize düşürüp kırdırdılar.
Onca askeri darbelerin arkasında, dost ve müttefik bildiğimiz bu ABD var!
Seneler senesi emek verip yetiştirdiğimiz ve askerimizi emanet ettiğimiz subaylarımızı devşirip kendi saflarına aldılar; NATO’daki subaylarımızın (!) ilticalarını kabul edip bize karşı kullanıyorlar!
Suriye’de, Irak’ta Türkiye’nin savaş halinde olduğu düşman terör örgütleri ile iş birliği yapıp, onları silahlandırıyor ve sözde DAEŞ’a, gerçekte ise bize karşı kullanıyor!
Terör örgütlerini Türkiye’ye tercih ediyor!
Türkiye erken davranıp, Fırat Kalkanı Harekatı’nı yapmasaydı; tıpkı kuzey Irak’ta oluşturan Kürt devleti gibi; Suriye’nin kuzeyinde de bir Kürt devleti meydana getireceklerdi. Bu tehlike halen de geçmiş değil; bu yüzden, Türkiye’nin yeni bir harekata girişmesi elzem gözüküyor!
ABD’nin hedefi çok açık: birinci aşamada Irak ve Suriye’yi parçalara bölüp İsrail’in önüne atmak; ikinci aşamada ise bu bölünmeyi tüm bölge ülkelerine yaymak!.. Dün, cetvelle çizdikleri sınırlara, bugün yenilerini ekleyip; kanı ve gözyaşını bölgenin geneline sirayet ettirmek!
ABD’nin terör örgütlerine verdiği silahları Türkiye’nin dağlarından topluyoruz; ama onlara sorarsanız, bilahare bu silahları toplayacakmış!
Akılları sıra çocuk kandırıyorlar!
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, lafı eğip bükmeden ve kitabın tam ortasından mahut dost (!) ve müttefik (!)lere söyledi: ‘İşbirliği yaptığınız terör örgütleri ile yarınınız ne olur bilemem ama Türkiye ile bir geleceğinizin olamayacağı aşikardır!’
Böyle dost düşman başına!
.
ABD çöküşte!
14 Ağustos 2017
Devletleri payidar kılan adalettir. ABD, NATO’nun kuruluşundan beri iyi niyetli değildi ama özellikle Sovyet Rusya’nın dağılıp tek süper güç
kaldıktan sonra; kötü niyeti ve
bu doğrultudaki icraatları zulümlerine tüy dikti.
Öncüsü ve kurucuları arasında olduğu uluslararası; sosyal, siyasal, ekonomik ve askeri kurum ve kuruluşlarla dünyanın jandarmalığına soyunup, önüne gelenden haraç istemesi, vermeyenlerden zorla alması ve bu uğurda yapmadığı kepazelik bırakmaması; sahip olduğu zulüm halatını kalınlaştırdıkça kalınlaştırdı!
Zulmün dışındaki her şey en ince yerinden kopar, o ise, en kalın yerinden ve çatırdayarak (gümbürtü ile) kopar! Rus zulmünün, SSCB imparatorluğunu nasıl paramparça ettiğini görmelerine karşın ibret almadılar ve tek başına kalmanın özgüveniyle Amerikan hayalinin
süreceğini zannettiler.
ABD’nin tavrı kabaca ve hoyratça olup; dünyanın gözünün içine baka baka yalanını söyler ve zulmünü o yalana fütursuzca bina eder. ABD yalanlarının, kendinden daha ateşli savunucuları her daim vardır ve bunların
sesleri (havlamaları), sahibinden daha gür çıkar!
Irak’ı işgal öncesi İngiltere ile birlikte ortaya attıkları ve neredeyse tüm dünya ülkelerini inandırdıkları (!) ; Saddam’ın kimyasal silahları yalanı neden sonra anlaşılsa da; ba’de harab-il basra!
ABD, İngiltere’nin aksine; zücaciye dükkanına hesapsız-kitapsız dalan fil misali, önce yakıp yıkar ve istim arkadan gelsin der!
Fert bazında insanın doymazlığını bilirdik; devlet bazında da doymazlığı ABD’de ve Batılı sömürgeci ülkelerde görmekteyiz. Dünyanın büyük bir kısmı açlıktan ve yetersiz beslenmeden hastalanıp ölürken, ABD, fazla beslenmenin hastası! Daha doğrusu, doymak bilmezliğin hastası!
ABD’deki askeri ve sivil uzmanların, kendi ülkeleri hakkında hazırladıkları raporlar hiç iç açıcı değil. Onlara göre; ABD’nin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurduğu dünya düzeni yıkılıyor. Sözde düzen kurmak için müdahil olduğu; Afganistan, Irak, Libya, Yemen ve Suriye’nin halleri ortada!
Ne kurdukları düzen dikiş tuttu; ne de şimdilerde kurmaya çalıştıkları, çalıştıkça batırdıkları ülkelerde dikiş tutturabilirler.
ABD’nin en büyük hatası içinde bulunduğu büyüklük kompleksidir. Bu denli megalomaninin verdiği şımarıklıkla ve hatta küstahlıkla; dostunu düşmanı bilmemesi ve terör örgütlerine kucak açmasıdır. Aklı sıra Kuzey Kore üzerinden Çin’e, YPG ile iş tutarak Türkiye’ye gözdağı vermek istiyor.
Çin’i de, Türkiye’yi de kolayca yutulabilecek lokma zannedip kuşatmak istiyor.
Belli ki bu şaşkınlıkla, Türkiye’yi Irak’la ve Suriye ile karıştırıyor! Onları bölüp parçaladığı gibi, Türkiye’ye de bölüp parçalayabileceğine inanıyor.
Halbuki biraz tarih okusalar, bu coğrafyada, bu şekilde at oynatılamayacağını bilecek ve bu denli pespaye oyunlara tevessül etmeyeceklerdi ama… Bilmediklerinden olacak ki; otuz beş senedir, aynı oyunu PKK ile oynuyorlar; yetmedi, buna bir de YPG’yi ve DAEŞ’i eklediler!
Sayın Erdoğan ‘..topunuz birden gelin!’ derken haksız mı?
Zor oyunu bozar deyip; topunun inlerine girmek ve terörle terörün anladığı dille konuşmak ve başta ABD olmak üzere; arkalarındaki güçlere de hadlerini bildirmek neden haksızlık olsun ki?
.
AK Parti ülkenin çimentosudur
16 Ağustos 2017
AK Parti kuruluşunun 16. yılını idrak etti. Kuruluşundan hemen sonra yapılan ilk genel seçimlerle tek başına iktidara geldi ve o gün bugündür tek başına iktidarını sürdürüyor.
Demokrasimiz açısından, henüz bir yaşındaki bir siyasi partinin tek başına iktidara gelmesi ve bunu kesintisiz olarak devam ettirmesi, bir rekor olduğu kadar, düşündürücüdür de...
Bu durum AK Parti ve mensupları için ne kadar sevinilecek bir durumsa, başta ana muhalefet partisi olmak üzere, diğer muhalefet partileri için de o kadar üzüntülü ve kaygı vericidir.
Siyasi partilerde birlik beraberliğin parçalanmadan sürdürülmesinde karizmatik lider büyük önem arz eder. Evet, AK Parti treninden atlayanlar oldu ama blok halinde parçalanma olmadı. Bu cesametteki bir kitle partisini dağılmadan bir arada tutmak her babayiğidin harcı olmasa gerektir.
Burada da Sayın Erdoğan’ın liderlik karizmasına herkesin şapka çıkarması gerekir!
Türkiye’mizdeki gerçek solun kavruk beyinlerinden olan İdris Küçükömer’in yerinde bir tespiti vardır; şöyle ki: “Türkiye’de sol sağdır; sağ soldur!” Yani Türkiye’de emekçilerin, ezilenlerin, varoşlardakilerin, emeklilerin, garip gurebanın, kimsesizlerin haklarını savunan sol partiler olması gerekirken, sağ partiler olmuştur. Solcu gözüküp solu savunan ve gerçek solla alakası bulunmayan partiler ise, jakoben anlayışın mümessilleri olmuştur.
Görünüşte adları halkçıdır ama halka sırtlarını dönmüşlerdir; halkı küçümseyen, halkın değerlerini paylaşmayan ve halka tepeden bakan bir edaya sahiptirler. Zaten solcu geçinen bu partiler oyları da ezilenlerden değil, daha ziyade tuzu kuru ve halktan kopuk kesimlerden alırlar.
İşte AK Parti, muhafazakâr-demokrat olarak tanımlanırken, parti programı ve iktidar dönemlerindeki uygulamalarıyla soldaki bir parti görünümü arz etmektedir.
Yaşlılara, kimsesizlere, özürlülere, bakıma muhtaçlara ve bakıcılarına, gazilere, şehit yakınlarına, dul ve yetimlere, torun bakan babaannelere sağlanan sosyal haklar, her türlü takdirin üzerindedir. Zira bu kesimlerin çoğu, bu güne kadar hiçbir siyasi iktidar tarafından dillendirilmedi bile.
AK Parti iktidarları sayesinde devlet, kimsesizlerin kimsesi olarak sosyal statüsüne kavuştu.
Parlamentoda iken sosyal içerikli bu kanunları büyük bir heyecan içerisinde çıkarırken, grup toplantısında Genel Başkan Sayın Erdoğan, görme özürlü İstanbul milletvekili Lokman Ayva’ya, “Sen ve arkadaşların, çıkardığımız bu sosyal içerikle kanunları nasıl buldunuz? Memnun musunuz?” diye sordu.
Lokman Ayva her zamanki muzip haliyle ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Efendim! Nasıl memnun olduğumuzu anlatamam. Diğer insanlar da bu kanunlar karşısında özürlü olmak istiyorlar!” Bunun üzerine grup kahkahaya boğuldu.
Eski bir AK Partili parlamenter olarak değil, 40 senedir Türkiye’deki politikayı yakından izleyen bir gazeteci gözüyle, AK Parti Türkiye’nin partisidir ve çimentosudur. Özellikle Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da malum partinin (ona da parti denirse tabii) dışında AK Parti’den başka parti var mıdır?
AK Parti’nin varlığı bölünmenin önündeki yegâne ve en büyük engeldir. Her siyasi parti gibi AK Parti de iktidarları boyunca yıprandı; onun da yenilenmeye ve taze kana ihtiyacı var. Bunu en iyi gören ve değerlendiren Sayın Erdoğan oldu ve partinin başına geçerek kolları sıvadı.
Âcizane önerim; kimsenin gözünün yaşına bakmadan, gençliğe, liyakate, çalışkanlığa ve illa ki dürüstlüğe önem veren yeniden bir yapılanmaya gitmek gerekir.
İllerinde yıpranmış milletvekillerine ve heyecanını kaybetmiş belediye başkanlarına, il-ilçe-belde teşkilatlarına ve il-ilçe ve belediye meclis üyelerine varıncaya değin herkesi tek tek inceleyip elimine etmek gerekir.
Ve tabii, değil FETÖ’cünün kendisine, kokusuna bile tahammül edilmeyip, partinin eşiklerinden ve pencere ve kapı aralıklarından sızmasına asla müsaade edilmemelidir.
Bu denli bir müsaadeyi veren de bundan böyle FETÖ’cü gibi cezalandırılmalıdır!
.
Ayıptır, günahtır, zulümdür!
18 Ağustos 2017
Zafer için tehlikenin gözünün içine bakmak şart olduğu halde, kurtuluşu “görmedim, duymadım, bilmiyorum!”da arayan ve bulduğunu zanneden bir toplum olduk.
Halbuki biz, “Herkes kendi kapısının önünü temizlese, sokak tümüyle temiz olur” anlayışına sahip bir kültürden geliyoruz. Bu da öz kültürümüze ne denli ters düştüğümüzün açık işaretidir.
Neredeyse hayatımızın anlamı, daha doğrusu anlamsızlığı, nemelazım(cılık), boş vermişlik, bana ne(cilik), vurdumduymazlık ve bana dokunmayan (!) yılan bin yaşasın tavrına endeksli.
Bu hal, demokrasimize de yansımış ve onu sandıktan ibaret bellemişiz. Oy verdik ya; işimiz bitti deyip, bir dahaki oy verme dönemini bekliyoruz. Bu arada yapılması gereken bütün işleri, seçtiklerimizden bekliyoruz.
Niçin yapmıyorsun veya neden böyle yapıyorsunuz diye eleştirilerimiz olmasına rağmen, işlerin sürekli uzağında durup seyretmekle yetiniyoruz.
Yani Batı’daki gibi katılımcı bir demokrasi bizde hak getire!
En hayati sorunlarımızda bile hiç kimse en ufak bir sorumluluk almak istemiyor ve elini taşın altına koymuyor.
Yahu! Bu ülke içeride ve dışarıda kıyasıya bir savaşın içinde. Allah saklasın, bu ülke batarsa, kenarda tespih böcekleri gibi içine kapanmış oturan, o neme lazım(cı) zevat yerlerinde mi kalacak?
Savaş halinde bile bir araya gelemeyenlerin cesetlerinin bir araya getirileceğini düşünemeyecek kadar ebleh miyiz?
Yoksa köşeyi döndüler de artık kim gelirse gelsin, bize bir şey yapılamaz mı diyorlar?!
Hangi partiden olursa olsun, siz hiç FETÖ ile mücadele eden belediye başkanı duydunuz mu? Beldelerinde yığınla sorun dururken, en basitinden asfaltı ve kanalizasyonu halletmemişken, pavyon şarkıcılarının reklamlarını aratmayan sırıtık boy fotoğraflarıyla şehrin köşe başlarını tutmalarına ne demeli?
Yahu! Bu ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı FETÖ ile mücadelede yırtınıyor, neden onları yalnız bırakıyorsunuz? Daha düne kadar tüm teşkilatlarınıza (özellikle akçeli işlerde) FETÖ’cülerden adım atılmıyordu. Hani, nerede bunlar? Onlar bir şekilde sinip, güneşin doğmasını bekliyor. Siz de mi aynı düşüncedesiniz?
Yoksa onlarla olan ortak çıkarlarınıza halel gelir mi düşünüyorsunuz?
Mademki ülkede bir savaş veriliyor; herkese düşen, sorumluluğu oranında cephede yer almak değil midir?
Bu ülke sizi cumhurbaşkanı yaptı, başbakan, parti başkanı, bakan, milletvekili, belediye başkanı ve her çeşidinden bürokrat yaptı. Sizleri yetkilendirerek sorumlu kıldı.
Biriniz çıkıp da televizyonlarda veya yazılı medyada bu savaşın bir yerinden tutup konuşmuyor veya beyanat vermiyorsunuz. Hani haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandı?
Bu pısırık halinizle, şeytanın maskarası olduğunuzu görmüyor musunuz?
Sizin suskunluğunuz, insana ister istemez, bunların FETÖ ile ortak paydaları mı var sorusunu sorduruyor! Neden bu töhmetten kendinizi kurtarmak için bir şeyler yapmıyorsunuz?
Bu milletin size sunduğu onca makamın hiç mi kıymet-i harbiyesi yok? Nerede sizin sorumluluklarınız?
Kızılca kıyamet koparken, bu tavrınız ayıptır, günahtır ve zulümdür!
.
Hain unutulmaz ve affedilmez!
21 Ağustos 2017
Bizim kültürümüzde; bize yapılan kötülüklerle birlikte, kendi yaptığımız iyilikleri de unutmalıyız. Bu hal, yalnızca fert bazında olup dünyevi maslahatları kapsar.
Devlet ve millet hayatındaki kötülüklerin başı olan ihanetin ise, affı yoktur ve asla unutulmamalıdır.
Haini affetmek, koyun sürüsüne saldıran kurda merhametle eşittir ve koyunlara zulümdür.
Yaşamakta olduğumuz coğrafyanın en büyük talihsizliklerinden birisi de; üzerinde mebzul (bol) miktarda hain barındırmasıdır. Öyle ki; netameli ve tehlike arz eden bu topraklarda nerede ise, hemen herkesin bir fiyatı vardır!
İhanet pazarındaki fiyat çeşitliliğini, insan nefsinin arzuları belirler. Diyeceksiniz ki; insan bir meta (mal) mıdır ki, fiyatı olup, alıp-satılabilsin?
Evet; maalesef bu coğrafyada insana meta gözüyle bakılır ve onlar, pekala alınıp satılır!
Bundan dolayıdır ki; bu pazara düşmemek için; size meta gözüyle de bakılsa vakıf malı olmalısınız! Zira vakıf malları alınıp satılamaz. Vakfedicisinin arzusu istikametinde kullanılmak zorunluluğu vardır.
Şu halde; insanımızı vakıf eğitimiyle yetiştirmeliyiz! İnsanımıza uğrunda seve seve canını verebileceği idealler aşılamalıyız.
Yani dememiz o ki; insanımızı şahsiyetini müdrik olarak yetiştirmeliyiz. Böylece nesillerimiz kendilerine güvensiz olmasın ve akıllarını kiraya vermesin! Vakfiye olarak görülsün; ne satılabilsin ve ne de satılmaya layık görülebilsin!
Haini asla unutmamalıyız ve asla affetmemeliyiz.
Haini unutur ve affedersek; bizzat kendimize ve sorumlu olduklarımıza ihanet etmiş oluruz.
Vatan uğruna evlatlarımızı şehadete gönderiyoruz; Allah ve ahiret inancı olmadan şehitlik mefhumundan bahsedebilir miyiz? Bahsedemeyeceğimize göre; Allah ve ahiret inancını öğreten Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine neden karşı çıkıyoruz?
Topluma neşter vururken çok hassas davranmalıyız; bunun için de toplumun dinamiklerini, tarihini, coğrafyasını, kültür ve medeniyetini dikkate almalıyız. Kendi toplumumuza müsteşrik (batılı oryantalist) gözüyle bakıp, kaş yaparken göz çıkarmamalıyız!
Yine bizim kültürümüzde kişi, aynı delikten iki kez ısırılmaz! Yanlış yapsak bile, aynı yanlışta ısrar etmemeliyiz.
Vakıf medeniyetimizi kaybetmiş olmamız dolayısıyladır ki; hadiseler ne denli dehşetengiz olurlarsa olsunlar, onlardan en ufak bir ibret almıyoruz ve sürekli onların tekrarlarıyla karşılaşıyoruz.
Adam, ömür boyu unutamayacağı şekilde evlat acısını; dere üzerinde yaptığı binanın sele sürüklenmesiyle yaşıyor. İnatla ve ısrarla aynı yere, bu kez daha büyük bir bina dikiyor!
Evlat acısı şeklindeki ölüm bile ibret olamıyorsa, lafın ne önemi olabilir ki?!
İşte bundan dolayıdır ki,toplum ve devlet hayatındaki usul, kaide ve kurallar zorunludur ve bütün bunlar, ayrım gözetilmeksizin, vazedildiği şekilde uygulanır; uygulanmalıdır.
Keyfilik, hatır, torpil, kanunsuzluk ve usulsüzlük; bireyleri ahlaksızlaştırıp sapkınlaştırdığı gibi, toplumu da temelinden sarsar, ayrıştırır ve birbirine düşman yapar.
15 Temmuz ihanetinden sonra; yeniden yapılanma sürecine girdiğimiz şu netameli dönemde; parti gözlüğünü bir kenara bırakarak ve yalnızca liyakate ve ihanete dikkat ederek; olayları, kurum ve kuruluşları ve bunlarla irtibatlı şahısları değerlendirmeliyiz.
Devletin temeli adalettir; şu halde, siz adil ve vicdanen rahat olun yeter.
Gerisi vız gelir tırıs gider!
.t
ehlikenin farkında mıyız?
23 Ağustos 2017
Ülkemizin tüm kurum ve kuruluşlarının en ücra köşelerine kadar sızan FETÖ ile yapılan mücadelede halen aysbergin su üstündeki görünen kısmıyla uğraşmaktayız.
Bunun da yegane sebebi, meydan yerinde yalnızca üç beş siyasinin ve bir avuç emniyet ve yargı mensubunun yalın kılıç savaşmaları ve diğer sorumlu sorumsuz (!) kahir ekseriyetin ise seyirci kalmasıdır.
Bu uğraşıda bile kaş yapalım derken göz çıkarılıyor; mahut yapının ahtapot gibi her tarafı kuşatması yüzünden binler, on binler ve bunların, akrabalık ve hısımlık bakımından irtibatlı olduğu yüz binlerce kişi tedirgin ediliyor ve hemen hepsi de iktidar partisine ve onun sorumlularına ateş püskürüyor!
Bir muhalefet milletvekilinin verdiği soru önergesine İçişleri Bakanı’nın verdiği cevap calib-i dikkatti. AVEA’ya sızan mahut yapı, 2014 yılının yaz aylarında (3 ay içinde) bu telefon sahiplerinden en az 40 bin kişinin telefonuna byLock programı indirildiğini söyledi.
Yüksek Mahkeme de telefona bu programı indirmeyi suçun delili olarak gördüğünden, savcılar ha bire tutuklama kararı veriyor.
Artık piyango kime isabet ederse, mahalle manavından gazete köşe yazarına varıncaya değin herkes hedefte!
Büyük bir yanlışlık yapılıyor ve onca masum insan terörist damgasını yemekle kalmıyor, Emniyet’te ve mahkeme kapılarında analarından emdikleri süt burunlarından getiriliyor.
Bu oyuna dikkat! Böylece yüz binlerce kişi hükümete ve Sayın Erdoğan’a düşman ediliyor. Etrafımızda onlarcasına şahit olduk, oluyoruz; tutuklananların çoğu AK Partili ve Sayın Erdoğan sevdalısı olmasına karşın, içeride bir hafta bile kalıp tahliye edilen veya denetimli olarak serbest bırakılan kim varsa, AK Parti’ye ve Sayın Erdoğan’a düşman olarak çıkıyor!
Bir de haftalarca, aylarca kalanları düşünün; bunlardan masum olanların tahliye edilmeleri pek bir şey ifade etmiyor. Çünkü her birisi beden ve ruh sağlığı bakımından bozuk olarak çıkıyor!
Toplumda oluşturulmak istenen ve hatta oluşturulan algıyı ben size söyleyeyim: Bank Asya’ya para yatıran tutuklu; Bank Asya’nın ortağı ve dahi yöneticisi olduğu devlet kurumunun milyonlarca lirasını Bank Asya’ya yatıranlar dışarıda!
Halbuki bu işin başka bir yolu yordamı olmalı; bu kişilerle ilgili inceleme-araştırma ve soruşturmalar tutuklamadan önce gizlice yürütülmeli ve kuru ile yaşlar birbirine karıştırılmamalıdır.
Binlerce mağdur ve bunların yüz binleri bulan yakınlarıyla yapılmak istenen de vatana ihanet suçunu sulandırmak, hafife almak ve haksızlığı geniş kitlelere yayarak, tek kelimeyle işi savsaklamaktır.
Türkiye’yi dönüm noktası olan 2019 seçimlerine mağduriyet ortamında sokmaktır!
MİT, Emniyet ve yargı el ele vererek bu tehlikeli oyunun önüne geçmelidir.
Hasbelkader kişinin telefonuna byLock indirilmiş olsa bile, tutuklama yapılmadan önce, ilgili telefonla gereken teknik incelemeler yapılmalı; bu programla görüşme yapılmamışsa o kişi, takip edilmeli ama boşuna tutuklanmamalıdır.
Beraat-i zimmet asıl olduğuna ve müddei de iddiasını ispatla mükellef olduğuna göre, güçlü delillerle sanığa gidilmeli. Sanıktan suçlu olmadığının ispatı istenmemelidir.
.
ABD ile dost olabilir miyiz?
25 Ağustos 2017
Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmek için her şeyden önce, ABD’nin dost arayıp aramadığına bakmamız lazım!
İkinci olarak da ABD’nin gerçek dostlarına bakıp durumu ona göre değerlendirme-liyiz.
ABD’ye göre, kendisi en büyük olup, kendinin dâhil olduğu (5) büyük ülke, dünyanın tümünden büyüktür! Şu halde, tüm ülkelerin yönetimlerinde etkili olan bu ülkeler (başta ABD olmak üzere) dost değil, uydu ararlar!
Bunların kurdukları tüm ortaklıklara bakınız (sosyal, siyasal, ekonomik, askeri, vb.) hepsinde aslan payı kendilerinindir. Diğer ülkelerin esamisi okunmaz zira onların yekûnunun verecekleri oylar, (5) ülkeden yalnızca birinin vetosuyla hükümsüzdür.
ABD’nin gerçek dostu iki ülkedir: İsrail ve İngiltere.
Bunların dışındaki tüm müttefiklerine uydu gözüyle bakar ve hepsini menfaatine geldiği şekilde değerlendirir veya değersizleştirir!
Diğer ülkelerle olan ittifak ve dostlukları, menfaatiyle orantılıdır. Kullanabildiği ölçüde sizinle dost olur (!), kullanışlılığınızı yitirdiğiniz an, sizi kaldırıp atar!
Dün, Türkiye’nin dostu ve müttefiki idi ama bugün değil. Bunun tek bir sebebi var o da Türkiye’nin artık kullanışlı olmamasıdır.
Bunun da başlangıcı 1 Mart 2003’teki tezkere krizidir.
O güne kadar ABD’nin muhatabı askeriye idi; sürekli askerle iş tutuyordu. Hafif yan çizen sivil iktidarlar olunca, askerle hizaya getiriliyordu.
Tarihinde ilk defa asker 1 Mart tezkeresinde müstenkif (çekimser) kalmıştı ve ABD’nin isteği yerine getirilememişti. ABD yetkilileri o vakit şöyle bir laf edip, askeriyenin kalemini kırmış ve Türkiye’nin üzerini iki çapraz çizgiyle çizmişlerdi: “Türkiye’de asker liderlik rolünü üstlenmemiştir!”
Şayet asker liderlik rolünü üstlenseydi, ABD’nin dost ve müttefikliği eskiden olduğu gibi, amir-memur ilişkisi şeklinde devam edecekti!
Belli ki Türkiye, ABD ile olan dost ve müttefikliğinde uzatmaları oynuyor!
AK Parti iktidarlarına karşı yapılan onca darbeler yetmezmiş gibi bir de üstüne üstlük, PKK-PYD’yi silahlandırıp içeride ve dışarıda üstümüze salıyor. FETÖ teröristbaşını ve hain yandaşlarını ülkesinde barındırarak orada yakılan fitne ateşini ha bire körüklüyor.
Güneyimizde oluşturmak istediği Kürt koridorunu belli ki İsrail’in kuzeye rahat yönelmesi için yapıyor!
Mehmet Barlas üstadımız bir yazısında “ABD’ye düşman olmaktan daha tehlikeli olan müttefik olmaktır” diyor ve ekliyordu: “ABD işgal ettiği Irak’ı perişan etti. Ve şimdi ABD’nin kendisi Irak’a o kadar benziyor ki.”
.
Yarın çok geç olabilir!
28 Ağustos 2017
Fırsatlar ve hele tarihi fırsatlar ganimettir; kıymeti bilindi bilindi; bilinmezse yandı gülüm keten helva!
Vaktiyle ABD Başkanı Bush, Özal’a birlikte Irak’a girelim diye teklifte bulundu. Onlar güneyden biz kuzeyden girecektik. Özal tamam dedi ama lafını, o zaman ‘liderlik rolünü elinde bulunduran’ Genel Kurmay’a dinletemedi.
Hatta emri yerine getirmemek için Genel Kurmay Başkanı istifa etti; yerine gelen yenisi de, o şartla gelip direndi. Neticede iş akamete uğradı.
ABD’de bizim yerimize Kürtlerle iş tuttu ve onların desteğiyle Irak’a girdi.
Ne karşılığında? Kısa vadede, 30. Paralelin kuzeyini, uzun vadede ise, önce kuzey Suriye’yi ve daha sonra İran’dan ve Türkiye’den toprak alarak kurulacak Büyük Kürdistan karşılığında!
ABD’nin bu planlarının içinde Van merkezli ve yöresinde altı vilayeti içine alacak şekilde bir de Ermenistan projesi var.
Irak savaşıyla, Suriye savaşıyla ve bunların parçalanmaları ile ve dahi PKK-PYD ile ve DAEŞ ile yapılmak istenen, bu projeleri hayata geçirmektir.
O gün ve bugün dahi Özal’a karşı çıkanlar; orasının bir batak olduğunu, girilince çıkılamayacağını ve orada boğulacağımızı iddia ettiler, ediyorlar. Ayol! Biz oraya toprak kazanmak için girmeyecektik ki. Kendi sınır güvenliğimizi temin etmek ve bölücü terör örgütlerinin oraya yerleşmelerine mani olmak için girecektik.
Örneğin; bugün Fırat Kalkanı Harekâtı’yla girdiğimiz Suriye’de toprak için mi varız? Elbette kimsenin toprağında gözümüz yok ama kendi sınır güvenliğimiz için buna mecburuz.
O gün sınır güvenliğimizi temin edebilseydik, PKK belası bu denli palazlanmayacak ve canımızı yakamayacaktı.
Aynı durum bu kez Suriye’nin kuzeyinde cereyan ediyor; Birinci Fırat Kalkanı Harekâtı’yla büyük bir başarıya imza attık ama yeterli değildir. Çünkü ABD, 1000 TIR dolusu silah ve mühimmatı PYD’ye vererek; Türkleri oradan söküp attırmak ve o şeridi Azez üzerinden Akdeniz’e ulaştırmak ve bütün bir Kuzey Suriye’yi Kürtlere tahsis etmek istiyor.
Türkiye buna asla müsaade etmemelidir.
ABD’nin, ‘o silahlar yalnızca DAEŞ’e karşı kullanılacak’ yalanlarına inanılmamalı ve gereği derhal yapılmalıdır. O gerek de ikinci harekât olup; kuzeyden Akdeniz’e giden yolu kesmektir.
Kuzey Irak’taki bağımsızlığın çanları çalınmaya başladı bile. ABD, her ne kadar şimdi zamanı değil diyorsa da; bilinmelidir ki, yarın bilemediniz ertesi gün zamanıdır!
Bakınız; İsrail önüne yağlı bir lokma olarak sunulan Kürdistan’ı, daha şimdiden tanıyacağını açıkladı!
Orta-Doğu’da İngiliz, İsrail ve ABD oyunu oynanıyor ve projeler adım adım gerçekleştiriliyor.
Türkiye, bu oyuna dahil edilmeden ‘oyun’u bozmalıdır!
.
|
Bugün 358 ziyaretçi (505 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
Bugün 205 ziyaretçi (248 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|