Aydınlanma çağı denilen dönem batının tüm dünyaya empoze ettiği bir gurur tablosu olarak sunulagelmiştir. İnsanın tüm bağlarından kurtarıldığı, aklın ve bilimin öncülüğünde hürriyetine giden yolu açtığı iddiasıyla yola çıkan batı, kendi tarihini de bu çarpıtmalar üzerine inşa etti. Bireyin kutsallığını ve dokunulmazlığını ideoloji haline getiren batı düşüncesi yüz yıllar boyunca tüm dünyayı aldattı. Çünkü batı medeniyetinin bu iddialarına yakından baktığımızda bahsedilen özgürlüğün sadece kendinden olanları, hatta kendinden olup da sadece gücü veya parası olanları kapsadığını görürüz. İşte biz buna batı medeniyetinin özünü oluşturan “vahşi kapitalizm” adını veriyoruz.
Descartes ile başlayan Leibniz, Herder, Kant, Diderot, Rousseau, Hume, Locke ile şekillenen bu sürece batılılar “Aydınlanma Çağı” derler. Nihayetinde 19. yüzyılda Darwin’in teorisiyle ve Comte’un diniyle sosyal vechesini tahkim eden bu anlayış sadece güçlü olanın ayakta kaldığı bir doğal eleme yöntemini kabul eder. Yani batı medeniyetinin ahlak normları sadece beyaz ve güçlü olanı, kendinden olanı özgür birey olarak görür. Bu sebeple de 18 ve 19. yüzyılda yoğunlaşan Afrika’nın sömürgeleştirilmesi sürecini “medenileştirme” çabası olarak lanse eder. Bu sözde medenileştirme sürecinde katledilen Afrikalıların 500 milyon, köle olarak farklı kıtalara taşınanların sayısının ise 300 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.
Müslüman bir denizcinin yardımıyla 15. yüzyılın sonlarında Ümit Burnu’nu keşfeden Portekizliler ile başlayan bu sömürgeleştirme süreci başta Afrika olmak üzere Hint adaları, Cava adaları, Malay adaları, Seylan, Hint yarımadası, Güney Çin ve bölgedeki tüm alt kıta toplumlarını kapsayan bir sömürge dönemini başlatmıştır. Portekiz ile başlayan bu kan ve zulüm dönemi Hollanda, İngiltere, Fransa ve Almanya ile 1970’lere kadar devam etmiştir. Yani batılıların götürdüğü sözde medeniyet aslı itibariyle vahşi kapitalizmin “güçlü olan kazanır” ideolojisinin kan ve gözyaşıyla yoğrulmasından ibarettir. Batının sözde medeniyeti bu uzak ülkelerde alınabilecek ne varsa almış, sömürülebilecek ne varsa sonuna kadar sömürmüştür. Batının şimdiki ekonomik zenginliği de büyük oranda bu sömürge dönemine dayanmaktadır.
Erol Güngör “Bir medeniyet her şeyden önce bir değerler, inançlar sistemidir. Müesseseler bu değer ve inançların birer eseri olarak ortaya çıkar.” demiştir. Batı medeniyetinin temeli pozitivizme, materyalizme, oportünizme, pragmatizme kısacası çıkar üzerine kuruludur. Batının ahlak anlayışı ise Yahudi Hristiyanlığı(Pavlusçuluk), Roma kanunları ve Yunan düşüncesinin bileşiminden oluşmuştur. Weber’in ısrarla vurguladığı “Protestan Ahlakı” ise bu değerlerin dönüştürülerek şimdiki kültürel emperyalizmin doğuşunu sağlamıştır. Başta ABD, İngiltere ve Almanya olmak üzere şimdiki batılı ülkelerin ahlaki değerleri bu Protestan ahlaka dayanır. Sürekli yarış, sürekli yeniyi aramak, sürekli zenginleşmek ve sürekli en güçlü olmak arzusu bu Protestan ahlakının gereklerindendir. Bu ahlaka göre kazanmak için her şey mubahtır ve kaybedenin hayat hakkı yoktur. Batı medeniyetinin çıkmaza girmesinin asıl sebebi de işte bu ahlak anlayışıdır. Yani servetin belli ellerde toplandığı, geriye kalan kitlelerin ise çok az ile yetinmek durumunda kaldığı, sosyal çalkantıların hiç dinmediği, ruh hastalıklarının çoğaldığı, paylaşmanın, şefkat ve merhametin zayıflık olarak kabul edildiği bir cinnet hali.
Yılmaz Özakpınar medeniyeti “rasyonel bir inanç ve ahlak nizamıyla, insanı biyolojik bencilliğinin ve bireysel heveslerinin üstüne çıkaran bir ruhsal ve toplumsal yükselişin bilinci” şeklinde izah eder. Yaşadığımız salgında batı ülkelerinde ortaya çıkan manzaraya bir bakın. ABD’de evsizlerin sayısı 35 milyonu aştı. Brezilya’da başkent dâhil tüm şehirlerde yüzbinlerce evsiz sokaklarda pislik içerisinde hayatta kalmaya çalışıyor. Fransa, İtalya, İspanya, Portekiz, Hollanda gibi ülkelerde de manzara aynı. İnsanlar yerlerde yatan bu evsizlerin yanından adeta yokmuşlar gibi geçip gidiyor. Huzur, paylaşılırsa vardır. Bir tarafta zalim, öbür tarafta zulüm gören varsa, huzur her iki taraf için de yoktur. Vahşi kapitalizmin günümüzdeki simgesi ABD’de yaşananlar batı medeniyetinin her anlamda çöküşüne işaret ediyor. Çünkü batı medeniyetinin şu haliyle kan ve gözyaşından başka insanlığa vereceği hiçbir şey yoktur. İlerleme, bilim ve teknoloji bir araç olmaktan çıkıp amaç haline dönüştüğünde ahlakı da çöpe atmış oluruz. Bir medeniyet, teşkilatlı toplum hayatı olarak, her öğesi birbirini tamamlayan ahenkli bir bütündür. Onun için, bozulma nereden başlamış olursa olsun, bir medeniyet çökerken, ekonomi iflas etmiş vaziyettedir; adaletsizlik ve sömürü ayyuka çıkmış, inanç sarsılmış, sosyal dayanışma çözülmüştür. İşte batının günümüzde yaşadığı dram budur. Diğer toplumlar ise batı medeniyetinden uzak kaldığı ölçüde çöküşten kurtulacaktır.
Netflix zehir saçıyor
Geçenlerde lise öğrencisi bir kız öğrencim “Ben evlenmeyeceğim, asla özgürlüğümden vazgeçmeyeceğim.” şeklinde bir cümle sarf etti. Benim de kız çocuğum olduğu için bu durum garibime gitti. Çünkü kız çocukları tıpkı erkek çocukları gibi lise döneminden itibaren evlilik hayalleri kurmaya başlar. Rahat bir yaşam, iyi bir iş ve her anlamda güzel bir eş bu yaştaki gençlerin gelecek endişeleri içinde başta gelir.
Kız öğrenciyi yanıma çağırarak nereden bu kanaate ulaştığını sordum. Amacım aileden kaynaklı bir sorun olup olmadığını tespit etmekti. Çünkü şiddetin yaygın olduğu ailelerde genellikle böylesi psikolojik durumlar yaşanabiliyor. Fakat aldığım cevap beni hem şaşırttı hem de endişelendirdi.
Kız öğrencim Netflix’te bir dizi izlemiş ve bu dizinin kahramanı olan kızdan oldukça etkilenmiş. Nedir ne değildir diye oturdum öğrencimin bahsettiği diziyi izledim. Filmde anne babasını henüz bebekken kaybetmiş yetim bir kız çocuğunun önce yetimhanede sonra da evlatlık olarak verildiği yeni ailesinde başından geçenler anlatılıyor. Filmin konusu 1890’lı yıllarda Kanada’da küçük bir kasabada geçiyor. İlk bakışta oldukça duygusal ve masumane gelen dizinin satır aralarına baktığınızda verilen vahim mesajları görebiliyorsunuz.
Bir roman uyarlaması olmasına rağmen dizide orijinal metne aykırı şekilde sapkınlıklara yer vermiş. Dizi o kadar planlı şekilde senaryolaştırılmış ki mükellef bir sofrada karnınızı doyurduğunuzu zannederken azar azar zehirlendiğinizi fark edemiyorsunuz. Zehrin dozu bölümler ilerledikçe artıyor. İkinci ve nihayet üçüncü sezonda her şey aşikâr hale geliyor fakat diziye bir defa başlayan biri illaki sonunu görmek isteyeceği için diziden vazgeçemiyor.
1890’lı yıllarda alenen konuşulması söz konusu olmayan günümüzün sapkınlıkları planlı şekilde diziye eklenmiş. Biz buna anakronizm diyoruz. Yani tarihi gerçekleri bugünün gerçekleriyle bozmak. Orijinal romanında yer almamasına rağmen dizinin senaryosunda eşcinsellik, feminizm, toplumsal cinsiyet gibi konular “cesur kız” mottosuyla öne çıkarılmış. Dizinin yapımcısı Netflix bu diziyle kısaca şu mesajı veriyor: “Eşcinsellik, feminizm ve her türlü cinsel özgürlük sadece bugünün değil yüz yıl öncesinin de meselesidir.” Netflix bu mesajını öylesine ustalıkla veriyor ki asıl konunun masum bir yetimin dramı olmadığını sonraları anlayabiliyorsunuz. Bahsettiğim dizinin Netflix’in en masum yapımlarından biri olduğunu söylersek diğer yapımlarının ne derece çarpık olduğunu varın siz tahayyül edin.
İnternet üzerinden film yayınlayan en büyük platform olan Netflix 2013'te “House of Cards” adlı ilk dizisinden bu yana sadece Türkiye’de 4400 yapımı gösterime sokmuş. Bu rakam ABD’de 6000’i geçiyor. Platformun 200’ü aşkın ülkede 400 Milyon civarında abonesi bulunuyor. Netflix dizileri kendi paralı sitesinden daha çok diğer korsan siteler yoluyla milyarlarca insan tarafından takip ediliyor. Özellikle ülkemizde genç nesillerin büyük kısmı ücretsiz korsan siteler üzerinden bu dizileri takip ediyor. Bu sebeple de Netflix adresi üzerinden yasaklanan yapımlar bile bu sitelerden görülebiliyor.
Netflix’in kurucusu Marc Randolph Avusturya kökenli bir Yahudi aileden geliyor. Netflix tarafından yayınlanan tüm dizilerin ortak bir yönü var: Eşcinselliğin özendirilmesi ve LGBT’nin normalleştirilmesi. Netflix istisnasız tüm dizilerinde az ya da çok bu konuya yer veriyor. Netflix bunu planlı ve bilinçli şekilde yapıyor. Buna ek olarak dini değerlerin aşağılanması, anarşizm ve dünya vatandaşlığı vurgusunu da sayabiliriz. Netflix tarafından pompalanan bu içerikler yeryüzündeki farklı kültür, din ve değer havzalarını tek bir potada eriterek cinsiyetsiz, dinsiz, vatansız, kültürsüz tek bir insan tipi ortaya çıkarmayı hedefliyor.
Türk yapımı Netflix dizileri de bu ortak amacın izleriyle dolu. Netflix hangi ülkeden olursa olsun kendisi için dizi üretecek yerel yapımcılara adeta “Senaryonuzda mutlaka LGBT vurgusu bulunmalıdır” şartı koşuyor. Kısacası Netflix amacını gizleme gereği duymadan özellikle İslam coğrafyasında sapkın bir nesil yetiştirmek için çalışıyor. Ülkemizdeki LGBT oluşumlarının 2013’ten bu yana katlanarak arttığını dikkate aldığımızda bu konuda kısmen başarıya ulaştıklarını da söyleyebiliriz. Netflix’in bu faaliyetleri küresel sermayenin amiral gemisi olan ABD tarafından da destekleniyor. Devletimizin bu konuda behemehâl adım atması lazım. Bu şekilde giderse eldeki tek sermayemiz olan genç nesillerimizi de kaybedeceğiz.
Yılmaz Özakpınar medeniyeti “rasyonel bir inanç ve ahlak nizamıyla, insanı biyolojik bencilliğinin ve bireysel heveslerinin üstüne çıkaran bir ruhsal ve toplumsal yükselişin bilinci” şeklinde izah eder. Yaşadığımız salgında batı ülkelerinde ortaya çıkan manzaraya bir bakın. ABD’de evsizlerin sayısı 35 milyonu aştı. Brezilya’da başkent dâhil tüm şehirlerde yüzbinlerce evsiz sokaklarda pislik içerisinde hayatta kalmaya çalışıyor. Fransa, İtalya, İspanya, Portekiz, Hollanda gibi ülkelerde de manzara aynı. İnsanlar yerlerde yatan bu evsizlerin yanından adeta yokmuşlar gibi geçip gidiyor. Huzur, paylaşılırsa vardır. Bir tarafta zalim, öbür tarafta zulüm gören varsa, huzur her iki taraf için de yoktur. Vahşi kapitalizmin günümüzdeki simgesi ABD’de yaşananlar batı medeniyetinin her anlamda çöküşüne işaret ediyor. Çünkü batı medeniyetinin şu haliyle kan ve gözyaşından başka insanlığa vereceği hiçbir şey yoktur. İlerleme, bilim ve teknoloji bir araç olmaktan çıkıp amaç haline dönüştüğünde ahlakı da çöpe atmış oluruz. Bir medeniyet, teşkilatlı toplum hayatı olarak, her öğesi birbirini tamamlayan ahenkli bir bütündür. Onun için, bozulma nereden başlamış olursa olsun, bir medeniyet çökerken, ekonomi iflas etmiş vaziyettedir; adaletsizlik ve sömürü ayyuka çıkmış, inanç sarsılmış, sosyal dayanışma çözülmüştür. İşte batının günümüzde yaşadığı dram budur. Diğer toplumlar ise batı medeniyetinden uzak kaldığı ölçüde çöküşten kurtulacaktır.
Dostoyevski'yi yasaklamak
Ukrayna savaşı ile birlikte Batı ülkeleri dejavu yaşamaya başladı. Aslında buna "fabrika ayarlarına dönüş" de diyebiliriz. Rusya'ya tepki göstereyim derken Dostoyevski'yi, Tolstoy'u, Çaykovski'yi yasaklamak işte bu akıl tutulmasının yansımalarıdır. Batı’nın bu atakları içeride sıkışan Putin’e yardım etmekten başka bir anlam taşımıyor. Hatırlayın, aynı sahneler Nazi Almanya'sında toplu kitap yakma gösterilerine dönüşmüştü. Endülüs Müslümanlarının soykırıma uğradığı dönemde de benzer kitap düşmanlıklarını görmüştük. Bu konularda dileyenler Umberto Eco'nun "Gülün Adı" ve Markus Zusak'ın "Kitap Hırsızı" romanlarına göz atabilirler.
Yaşanan son işgal adeta bir turnusol kâğıdı gibi Avrupa'nın üzerindeki sahtelik perdesini yırtıp atıverdi. Müslümanların çok iyi tanıdığı gerçek Batı’yı tüm dünya gördü. Nitekim "insan hakları", "eşitlik", "adalet", "inanç ve düşünce özgürlüğü", "yaşam hakkı", "demokrasi" gibi sloganların sadece ve sadece beyaz tenli Avrupalılar için geçerli olduğunu net olarak görmüş olduk.
Avrupalılar için kendinden olmayan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi inanmayan milletler ikinci derecede öneme sahiptir. Eskiden bu milletlerin hiç önemi yoktu. Avrupa'nın son 50 yıldaki sözde ilerlemesi ancak bu kadarını sağlayabildi. Çünkü Avrupa özü itibariyle beyaz ırkın üstünlüğü ve Yunan-Hıristiyan-Roma değerlerinin yüceltilmesi üzerine kurulmuştur. Bu sebeple ne kadar saklamaya çalışsalar da ırkçı/pagan bir geçmişin mirasçısıdırlar.
Henüz 1990-1995 yıllarında Bosna'da yaşanan soykırım bunun en açık örneğidir. Sırf Müslüman olduğu için 5 milyon Boşnak kaderine terk edilmiş, Avrupa'nın tüm sokaklarında çalkalanan feryatlar duymazlıktan gelinmiştir. Oysa aynı savaşta Almanlar açıkça Slovenya ve Hırvatistan'ı, İngilizler ve Ruslar ise Sırpları desteklemiştir. Bosna savaşı Avrupa tarihindeki din kaynaklı soykırım anlayışının halen yaşadığını göstermiştir. Aynı yıllarda Ruanda'da Fransızların desteğiyle 1 Milyon siyah katledildi. Tüm Batı ülkeleri yaşanan bu dramı tıpkı Bosna'da olduğu gibi televizyonlardan seyretmekle yetindi. Çünkü her iki ülkede katledilenler “kendilerinden” değildi.
Filistin topraklarına kin, kan ve gözyaşı tohumlarını eken de aynı Avrupalılardır. Yaklaşık bir asırdır devam eden bu dramı keyifle izlemektedirler. Çünkü Avrupalılar için Müslüman düşmanlığı kadar Yahudi düşmanlığı da genetik bir durumdur. Avrupa kıtasında katlettikleri Yahudilerin bakiyesi olanları Filistin'e sürmekle yeni bir dramın kapısını aralamışlardır. Bu Yahudilerin ellerindeki silahların, öldürme tekniklerinin de Batı kaynaklı olduğunu sanırım söylemeye gerek yok. Bu süreçte 1 milyon Filistinli katledildi, milyonlarcası yerlerinden edildi. Halen bu kangren devam ediyorsa en büyük sorumlusu ABD ve Almanya başta olmak üzere tüm Batı’dır.
Afganistan, Irak, Suriye, Çeçenya, Keşmir, Libya, Mali, Kosova, Somali, Yemen gibi Müslüman coğrafyalarda katledilenlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Dikkat edin, bu coğrafyaların hepsi Müslümanların yaşadığı bölgelerdir. On yıllarca devam eden bu katliamların icracısı veya destekçisi hep Batı olmuştur. Aynı Batı'nın Rusya'nın Ukrayna'daki işgal girişiminin henüz ikinci gününde var gücüyle yaptırımlara başlaması, masum Ukraynalı çocukların resimlerini ekranlara taşıması, timsah gözyaşları dökmesi sadece ikiyüzlülük olarak adlandırılamaz. Batının yaptığı bu ayrımcılık en basit tabiriyle ahlaksızlık, aymazlık sahtekârlıktır. Akdeniz’de mülteci botlarını patlatan ve binlerce masumun ölümüne sebep olan da aynı zihniyettir. Körfez savaşında petrole bulanan karabataklar için gözyaşı döken Batı için akan kan Müslüman veya siyahîlerin kanıysa hiç bir değer taşımamaktadır.
6284 aile kurumunu çökertiyor
Başımıza ne geldiyse gözü kapalı şekilde Avrupa’dan kopya ettiğimiz kanunlar sebebiyle geldi. 1839’da yayınlanan Tanzimat Fermanı bunun başlangıcı kabul edilir. İlginçtir ki bu fermanın getirdiği yeniliklere en çok da azınlıklar tepki göstermiştir. Osmanlı’da her vatandaşın eşit hak ve yükümlülüklere sahip olacağını vaat eden bu ferman ile azınlıklara da askerlik zorunluluğu getirilmişti. Oysa Osmanlı’nın uyguladığı Şeri hukuka göre tüm Gayri Müslim azınlıklar ehl-i zimme statüsünde kabul edilmiş, devletin koruması altında sürekli oturma iznine sahip olmuş ve sadece cüzi bir cizye vermekle sorumlu tutulmuştu. Osmanlı’daki azınlıkların bağımsızlık sevdasına kapılması da bu süreçten sonra hızlanmıştır.
Avusturya Başbakanı Metternich 1840’da Osmanlı’ya şunları tavsiye ediyordu: “Bana göre, Osmanlıyı bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Bunun temelinde, tam bir cehalet ve akıl almaz hayalperestlikten başka bir dayanağı olmayan ve ısrarla savunulan Avrupa kopyası reformlar yapma hevesi yatar. Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Avrupa uygarlığından, sizin kurumlarınızla uyuşmayan sistemler almayın. Zira Batılı kurumlar, imparatorluğunuzun temelini meydana getiren ilkelerden farklı ilkelere dayanmaktadır. Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka... Avrupa’nın temel kanunları Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler.” (Engelhardt: 2017)
2012 yılında yayınlanan 6284 sayılı kanun(Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun) bunun acı örneklerinden biridir. Nitekim Kanunun 1. maddesinde referans verildiği üzere, kanundaki esaslar büyük ölçüde İstanbul Sözleşmesi'ne göre oluşturulmuştur. İstanbul Sözleşmesi ya da tam adıyla “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve tamamen Hristiyan Batı değerlerine göre tasarlanan bir sözleşmedir. Dolayısıyla bu sözleşme %99’u Müslüman olan Türk toplumunun değerleriyle uyuşmamaktadır.
“Kadın Cinayeti” kavramı günümüzdeki anlamıyla ilk kez 1976’da feminist yazar Diana E. H. Russell tarafından kullanılmıştır. Aynı yazar bu kavramın siyasallaşmasının da mimarıdır. Yani “Kadın Cinayeti” kavramını ortaya atanlar kendilerini “lezbiyen-feminist” olarak tanımlayan ve kadını ailenin bir üyesi olarak görmeyi reddeden, hatta aile kurumuna karşı mücadele eden isimlerdir. Türkiye’nin “İstanbul Sözleşmesine” katılmasında ısrarlı olanlar da koyu iktidar karşıtlığı ile bilinen feminist, LGBT-İ gruplarıdır.
Bir de istatistiklere bakalım. Bu kanunu ve sözleşmeyi savunan “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”nun verilerine göre 2012 yılında 200 civarında olan kadın cinayeti sayısı 2021 yılında ikiye katlanarak 400 bandını aşmıştır. İçişleri Bakanlığının TBMM’de açıkladığı verilere göre 2012’de kadın cinayeti sayısı 128 iken 2021 yılında bu sayı 380’e çıkmıştır. Yine 2012 yılında 160 olan evden uzaklaştırma kararı sayısı 2021 yılına gelindiğinde “Eve yeteri kadar bakmıyor”, “Bana sesini yükseltti”, “Evdeki ışığı kapatmadı” gibi oldukça basit nedenlerle 130 bine ulaşmıştır. Yani 130 bin ailedeki çocuklar aylarca hatta bazen yıllarca babalarından mahrum bırakılmaktadır. Bu da 6284 sayılı kanunun kötü niyetli kişilerce nasıl suiistimal edildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Benzer şekilde 2012 yılında 120 bin olan boşanma sayısı 2021 yılında 180 bine çıkmıştır. TÜİK verilerine göre son bir yıl içindeki boşanma olaylarından 165 bin 937 çocuk doğrudan etkilenmiştir.
Tüm bu rakamlar gösteriyor ki İstanbul Sözleşmesi sebebiyle çıkarılan 6284 sayılı kanun ülkemizdeki kadın cinayetlerini durdurmak bir yana hızlı bir şekilde artmasına sebep olmuş bunun yanı sıra yüzbinlerce ailenin dağılmasına yol açmıştır. Bu manzara Türk ailesi adına tam bir çöküşü haber vermektedir. Kaldı ki “Kadın Cinayeti” tanımı hukuki değildir. Cinayetin kadına veya erkeğe göre tanımlanması tam bir garabettir. Cumhurbaşkanımızın aldığı kararla İstanbul Sözleşmesinden çıkmış olmamız bu sözleşmenin yargıdaki uzantısı sayılan ve halen yürürlükte olan 6284 sayılı kanun kaldırılmadan bir şey ifade etmiyor. Mevcut iktidarı 20 yıldır destekleyen muhafazakâr kesimin çağrısı bu sözleşmeyle beraber 6284 sayılı kanunun da kaldırılması yönündedir. Çünkü bu sözleşmeyi/kanunu savunan oluşumların kim oldukları ortadadır ve ülkemizin bekası için tıpkı Gezi kalkışmasında olduğu gibi bu azgın grupların kışkırtmalarına geçit verilmemelidir. Milletimizin dini değerlerine, örf ve adetlerine uygun yeni bir düzenleme yapılarak; dini eğitim daha yaygın ve nitelikli hale sokularak toplumun temelini oluşturan aile kurumunun çökmesi engellenmelidir. Çünkü cinayetlerin asıl sebebi dini ve milli değerlerimizin yeterince öğretilememesidir. Bizi biz yapan elimizdeki tek değer aile kalmıştır. Bu da yıkılırsa elimizde hiçbir şey kalmayacaktır.
Batılılar halen oryantalist bakış açısından kurtulamadı. Edward Said bu hastalıklı durumu kitaplarında ayrıntılarıyla ele alır. Bu haliyle Batı ham bir medeniyettir. Doğu ve İslam medeniyetlerinin aksine insanı değil nesneyi merkeze aldığı için insanlık tarihindeki bir sapmadan ibarettir. Bu gayri ahlaki medeniyetin devam etmesi mümkün görünmüyor. Kendi kuyruğunu yiyen yılan misali içten içe tükenip tarihe karışacak olan bu sözde medeniyet geride yaşanılmaz bir dünya bırakmaya çalışıyor. Batının süslü lafları, şık kıyafetleri, son teknoloji araçları içlerinde bulundukları ırkçı ve ikiyüzlü durumdan kurtulmalarına yetmiyor. Ukrayna savaşında yaşananlar işte bu sahte medeniyetin son gösterisi olarak tarihe geçecektir. Garaudy'nin de dediği gibi gelecek İslam'ındır. Biz Müslümanlar bu ikiyüzlü batıyı ne kadar az taklit edersek; İslam’ın emri olan adalet ilkesinden ne kadar ayrılmazsak gelecekteki yerimiz de o kadar büyük olacaktır.
Batı’nın Tanrısız çağları
Batı savruldukça ister istemez dünyanın geri kalanı da savuruluyor. Çünkü bugünün baskın medeniyeti Batı kaynaklıdır. İsmet Özel’in dediği gibi “İnsanlar artık Ay'a, Güneş'e, Lât ve Menât putuna tapmıyorlar ama devlet adamlarına, piyasaya, makinalara, teşkilatlara, teorilere tapıyorlar. Yeni putları mukaddes kılabilmek için kitaplı dinleri terk ediyorlar. Bu tarz putperestliğin Doğu'da ve Batı'da birbirinden farkı yok.”
Rönesans ile başlayan Batı’daki sekülerleşme, aklı kutsama anlayışı 19. ve 20. yüzyılda zirveye ulaştı. Çoğu kişi bu dönemi Fransız filozof Descartes (1596-1650) ile başlatır. Onun Kartezyen felsefesi kendisinden sonra gelen filozoflar tarafından Hristiyanlığın Tanrısını reddetme noktasına ulaşacaktır. Kısaca Düalizm denilen bu felsefe insanı zihin ve beden olarak ikiye ayırıp bunlardan birincisini tercih ederek yüceltmiştir. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunan laiklik anlayışı da bu düalizme dayanır.
Descartes’ı takip eden İngiliz filozoflar Thomas Hobbes(1588-1679), John Locke(1632-1704), David Hume (1711-1776), Adam Smith(1703-1790) aklı daha da yücelterek Hristiyanlığın metafizik değerlerine en büyük darbeyi indirmiştir. Bugünkü Kapitalizm büyük ölçüde bu İngiliz filozofların ürünüdür.
Fransa bu bayrağı Jean-Jacques Rousseau(1712-1778) ile devralarak daha radikal noktalara ulaştırmıştır. Voltaire (1694-1778), Denis Diderot(1713-1784), Montesquieu(1689-1755) gibi Fransız düşünürler en azılı Hristiyanlık karşıtları olarak bilinmektedir. Voltaire’in Peygamberimiz hakkında yazdığı kitap özü itibariyle İslam üzerinden Hristiyanlık eleştirisidir. Çünkü o dönemde bile Hz. İsa ve kilise aleyhine doğrudan konuşmak/yazmak ceza-i müeyyide gerektiriyordu.
Fransız İhtilali (1789) ateizmi kapalı salon sohbetlerinden halkın içerisine taşımıştır. Devrim, pek çok din adamını ve özellikle de ruhban sınıfını Fransa’dan kovmuştur. I. Napolyon döneminde, Fransız halkının sekülerleşmesi kurumlaştırıldığı gibi devrimin İtalya’nın kuzeyine ihracı da gerçekleşmiştir. 19. yüzyılda pek çok ateist ve din karşıtı felsefeye sahip düşünür, bütün güçlerini siyasi ve toplumsal devrime adadı. Onların bu çabaları 1848 Devrimlerini kolaylaştırdı ve yükselen uluslararası sosyalist harekete öncülük etti.
18. ve 19. yüzyılda Hristiyanlık karşıtlığını Alman filozoflar devralmıştır. Etkisi bugünlere uzanan materyalist ateizmin son halini bu Almanlar oluşturmuştur. Immanuel Kant (1724-1804), Baron d'Holbach (1723 - 1789), FriedrichHegel (1770-1831),Ludwig Feuerbach (1804-1872), Karl Marx (1818-1873), Friedrich Engels (1820-1895), Arthur Schopenhauer (1788-1860), Friedrich Nietzsche(1844-1900) Avrupa’nın Tanrısız çağlarını inşa eden başlıca Alman düşünürlerdir.
Düşünce deyip geçmeyin. Bu filozofların çağrısı kendilerinden sonra siyasi akımların oluşmasına ve milyonlarca insanın katledilmesine yol açmıştır. Örneğin Hegel’i takip eden Komünizm ve Faşizm gibi görünüşte düşman iki ayrı akım ortaya çıkmıştır. Oysa ikisinin de birbirinden farkı yoktur. Yine Hume-Kant- Smith üzerinden şimdiki kapitalist düşünce inşa edilmiştir. Avrupalıların çok övündüğü “Kantçı ahlak” özü itibariyle aklı yücelten pragmatist/hümanist bir “ödev” ahlakıdır. 1. ve 2. Dünya Savaşlarıyla ortaya çıkan manzara bilimi yücelten, rasyonalizmi baş tacı eden işte bu ahlakın bir yansımasıdır.
20. yüzyılda ateizm kendini daha çok pratik ateizm olarak sahneledi. Bu dönemde ateizm; varoluşçuluk, nesnelcilik, seküler hümanizm, nihilizm, pozitivizm, Marksizm, feminizm ve genellikle bilimsel ve ulusalcı hareketlerde yer edindi. Nietzsche’nin “üstün insan” çağrısı Hitler’de karşılık buldu ve yaklaşık 50 milyon Avrupalının birbirini vahşice katlettiği 2. Dünya Savaşına yol açtı.
Batı’nın Tanrısız çağları bugün de devam ediyor. Savaşı ve her türlü şiddeti kendi kıtalarında çözüme bağlayan batı medeniyeti akla dayalı hırslarını daha çok Müslüman coğrafyalarda dindirmeye çalışıyor. Yakın zamanlarda yaşanan Ruanda katliamı, Filistin’deki katliamlar, Somali-Sudan-Mali-Güney Afrika-Cezayir-Libya-Irak-Lübnan-Bosna-Afganistan-Suriye gibi coğrafyalarda yaşanan insanlık dramları özü itibariyle Tanrısız Batı’nın “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışından dolayı yaşanmış ve yaşanmaktadır. Güçlünün haklı olduğunu savunan bu batılı ahlak anlayışı, karşısında duran İslam Ahlakını yok etmek için en sinsi planlarla mücadeleye devam etmekte, geçmişteki fiili işgallerin yerini sömürgeleştirme ve kendi dinlerine yabancılaştırma politikalarıyla sürdürmektedir. Müslüman milletlerin yaşadığı sorunların büyük çoğunluğu işte bu Tanrısız Batı anlayışının içimize ektiği zehirli tohumlar dolayısıyladır.
Tüm bu filozoflar sadece dini, siyasi anlayışımızı değil estetik algılarımızı da kökünden değiştirmiştir. Vahyin ve Peygamberin (sünnetin) kapı dışarı edildiği bu zihniyet çıkara ve hazza dayalı yapısıyla insanlığı uçurumun kenarına getirmiştir. Doğu toplumlarında olduğu gibi ülkemizde de ahlaki çöküşün, ailenin dağılmasının, LGBT’nin yaygınlaşmasının, dini değerlerin aşınmasının, tarih şuurunun yok olmasının, moda adı altında fuhşiyyatın tavan yapmasının sebebi içimize sızan bu Batı tesirindendir.
Harf Devrimi hakkında kim ne dedi
"Türkler harf inkılâbıyla kendi yazılı kaynaklarını anlama hususunda yabancılardan farksız oldular. Bundan sonra Türk kütüphanelerini yakmaya lüzum kalmamıştır. Çünkü harf inkılâbıyla bu hazineler örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak çok yaşlı hocalar ve ihtiyarlar, onları okumak lüzumunu hissedecektir." İngiliz Tarihçi Arnold J. Toynbee
“Sadece onu, harfi (letter) düşünüyorum. Bu durumda, Türklerin yeni harflerini, Türk tarihini derinden etkileyen harf devrimini (transliteration), kaybolmuş harflerini, şiddetle değiştirmeye zorlandıkları o alfabelerini düşünüyorum. Bizde(Fransa’da) böyle bir şey olduğunu düşünün: Cumhurbaşkanı yarından itibaren yeni bir yazı sistemi kullanmamız gerektiğine karar versin. Üstelik dil değiştirmeksizin! Ve dünün harflerine dönüş kesinlikle yasaklanacak! Bu ‘coup de la lettre’ (harf darbesi), bu şans veya bu darbe belki de her olayda bize vuruyor: Kişinin sadece soyunması değil, gitmesi, çıplak halde tekrar yola koyulması, beden değiştirmesi; işaretlerin, her tezahürün vücudunu değiştirmesi gerekir ve bunu yaparken aynı kalmış gibi, yani kendi dilinin hâlâ efendisiymiş gibi davranmak zorundadır.” Fransız Filozof Jacques Derrida
“Türk ve Japon reformcuların felsefelerindeki farklılık belki başka hiçbir hususta olmadığı kadar bariz ve karakteristik olarak alfabe meselesinde ortaya çıkar. Basitliği ile öne çıkan ve sadece 28 harfin olduğu Arap alfabesi dünyanın en kusursuz ve en yaygın alfabelerinden biriyken Türkiye bu alfabeyi kaldırmış, Japonya ise kendi içindeki batı taraftarlarının Latin alfabesinin kabulü cihetindeki taleplerini reddetmiştir. Japonya, reformlardan sonra dahi 46 işaret ve 880 ideogramı barındıran girift yazısını muhafaza etmeyi tercih etmiştir. Bugün Japonya'da okuryazar olmayan yoktur. Diğer taraftan Türkiye’de, Latin alfabesinin kabulünden 40 yıl sonra bile nüfusun yarıdan fazlasının okuryazarlığı yoktur. Bu netice, körlerin dahi görebileceği cinstendir.” Aliya İzzetbegoviç
"Yeni Türk yazısı, belki de dünyada tek geçmişsiz ve tarihsiz yazıdır." Sezai Karakoç
“Bizzat Latin harfleri dünyasına mensup bir ilim ve fikir adamının dünyada en mütekâmil ve ince harfler olarak Arap harflerini gösterdiğini ve kendi milleti için, kültür kökünü değiştirmek muhali olmasa, bu harfleri tavsiye edeceğini bilen var mıdır? Harf inkılâbı sırasında Amerikalı bir terbiye mütehassısının ‘Türklerin eski harflerini kaldırıp atması, kendi hesaplarına, Amerika'nın, bütün madenlerinden mahrum olmasından daha ağır bir kayıptır!’ sözü gerçekten vâki midir? Amerikalı profesör, şüphesiz ki, kendi misyoner ve politikacılarının iştirak etmeyeceği bu sözüyle ne demek istemiştir?” Necip Fazıl Kısakürek
“Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: Kamusa.” Cemil Meriç
“Ünlü İngiliz başvekili Gladstone ne dedi: ‘Bunların elinden Kuran’ı almadıkça bunları mağlup edemeyiz.’ Bu 19. yüzyılda olan bir şey ve bunu başardılar. Nasıl başardılar? Bunu yazımızı elimizden alarak başardılar. Kadınlarımızın örtüsüne husumet duyanlarla Türk yazısına Arap harfleri lâkabı yakıştıranlar aynı kimselerdi.” İsmet Özel
“Güzel dilimizi vaktiyle Divan edebiyatının nesircileri kurutuyordu; şimdi onu Dil Kurumu boğazlamaktadır. Nitekim ‘Osmanlıca’ diye asırlar içerisinde gelişen Türk dili hançerlendikten sonra batılı kelimeler dilimize kolayca akın etmeye başladı. Gün geçtikçe ifademizin güzellikleri ortadan kalkmaktadır. Dinde ve dilde, sanatta ve devlette büyük millet varlığımızın sönük bir hayal haline gelerek bize veda ettiği bir devrin yetimleriyiz. Onu yok olmaktan kurtaracak olan yine millet maarifidir.” Nurettin Topçu
"1930'lu yılların başında Dil Devrimi diye yapılanlar yapılmasaydı Türkçe, şimdi dünyanın ifade kudreti bakımından önde gelen birkaç dilinden biri olacaktı. Harf devrimi demek, yeni nesillerin 1928 öncesiyle irtibatının kesilmesi, gemilerin yakılması demektir. Bunu muhalifi de, muvafığı da söylüyor. Dolayısıyla bu kültüre, bu hassasiyete karşı olmaları da son derece normaldir. Aslında yapılan bir kültür devrimi, bu devrimin en önemli ayaklarından biri de harf devrimiydi. O harflerle üretilmiş koskoca bir kütüphanenin yolu kapatıldı. Arkasından yapılan dil devrimi de bu sürecin devamıydı. O harfleri öğrenseniz bile, artık o kültüre uzman olmadığınız takdirde ulaşamayacaktınız. Hakikaten, bir zamanlar günlük hayatın parçası olan, herkesin bildiği şeyleri bile bugün anlamak için uzman olmak lazım. Zaten dil devrimi böyle bir amaçla yapıldı.” Beşir Ayvazoğlu
“Son günlerde yine birileri ağızlarına sakız ettiler Osmanlı’da okuma yazma oranı çok düşükmüş. Osmanlının kendi silah sanayi yokmuş. Osmanlı yönetimi altındaki halklara zulmedilmiş. Hepsi de yalandır iftiradır. Harf Devrimi’yle adeta her şeyin sıfırlandığını eklediğimizde elbette ülkemiz okuma-yazma oranının çok düşük olduğu bir dönem yaşadı ama bunun suçunu Osmanlı’ya yüklemek bir bühtandır.” Recep Tayyip Erdoğan
Nuri Demirağ’ın hatırlattıkları
Şimdilerde belirli bir kesimin sloganı haline gelen 10. Yıl Marşı Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar tarafından 1933 senesinde yazılmış. Marşta şu mısrayı herkes hatırlar sanırım: “Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan.”
Bu marşı gündelik siyasi emellerini ifade etmek için yüksek sesle söyleyenlerin mısrada bahsedilen demir ağları yani tren yollarını Divriğili bir vatan evladı olan Nuri Demirağ’ın ördüğünden haberi var mıdır emin değilim. Bu başarısı nedeniyle kendisine Gazi Mustafa Kemal tarafından “Demirağ” soyadının verildiğini de bilmezler elbet. Nuri Demirağ’ın başardığı ilklerin ayrıntısını biyografisinden öğrenebilirsiniz. Bir insanın hayatına bu denli büyük başarıları sığdırması dünyada eşine az rastlanır bir olaydır.
Gazi’nin ölümünden sonra aynı Nuri Demirağ’ın İsmet İnönü tarafından hedefe konulduğunu ve tek partili yıllar boyunca türlü engellemelerle işlerinin sabote edilerek bürokrasi eliyle iflasa sürüklendiğinden kimse bahsetmez. Nuri Demirağ’ın farklı ülkelerde az sayıdaki emsallerinin heykelleri dikilirken, adına anma günleri düzenlenirken maalesef bizde bürokrasi eliyle yok edilmiş, itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Şükür ki son 20 yıldır Nuri Demirağ gibi vatan evlatlarına itibarları iade edilmiştir.
Nuri Demirağ 1926 yılında genç Cumhuriyet’in milli kaynaklarla demiryolu yapımı projesinde yer aldı ve en muhtaç olduğu zamanda Anadolu’ya demir yolu ağı döşedi. 1930’lu yıllarda vizyoner ve atılımcı kişiliği ile büyük projelere girişti. 1931’de, Asya’yı Avrupa’ya bağlayacak Boğaz Köprüsü projesini yaptı. Gazi Mustafa Kemal tarafından çok beğenilen proje hükûmet tarafından reddedildi. 1933’te Keban Barajı projesini ilk kez dile getirdi. Yabancıların çimento tekelini kırmak için çimento fabrikası kurmak istedi. Bu teşebbüsüne de izin çıkmadı. Nuri Demirağ bu kez gözünü gökyüzüne çevirdi ve demir kuşlar için çalışmaya başladı.
Türkiye’nin ilk uçak fabrikasını açan ve bu alanda tüm mal varlığını harcayarak büyük mücadeleler veren Nuri Demirağ (1886-1957), Türk savunma sanayiinin kurucularından kabul ediliyor. Demirağ, 1936 yılında havacılık sanayiinin temellerini atmaya başladı. İlk iş olarak 10 yıllık devreyi kapsayan bir plan hazırlattı. Bu plan gereği Tayyare Etüd Atölyesini kurdu. Bu tayyare atölyesi kısa bir sürede dev bir fabrika haline geldi.
Yeşilköy'de Elmas Paşa çiftliğini tayyare meydanı yapmak için satın aldı. 1000 X 1300 metre boyutlarında düz bir tayyare alanı yaptırdı. Bunun bir örneği de o sıralar Avrupa'nın en modern havaalanı olan Amsterdam'da vardı. Bu havaalanı daha sonra kamulaştırılarak önce Yeşilköy Havalimanı daha sonra Atatürk Uluslararası Havaalanı haline getirilecek ve 2019 senesine kadar hizmet verecektir.
1937-1938 yılı içinde Türk Hava Kurumu 10 okul uçağı ve 65 planör siparişinde bulundu. İstanbul fabrikalarında yapılan ilk yerli Türk uçağı, 1941 yılı ağustosunda Nuri Bey'in doğduğu yer olan Divriği'ye uçarak gidip gelmişti. Halkı da heyecanlandıran bu tür gösterilerin yararlı olduğunu düşünen Nuri Bey, Eylül ayında 12 uçaklık bir filoyu, Bursa, Kütahya, Eskişehir, Ankara, Konya, Adana, Elazığ ve Malatya rotasında uçurarak halka kendi tayyarelerimizle göklerimizi kendimizin koruyabileceğini göstermek ve onlara inanç vermek istemiştir.
Türk Hava Kurumu tek parti iktidarının baskısıyla Demirağ'ın fabrikalarına sipariş vermiş olduğu bu uçakları almaktan vazgeçmiştir. Bu yıllar planlı olarak Demirağ’ın yatırımlarının sabote edildiği ve kendisinin itibarsızlaştırıldığı acı bir dönem olarak kayıtlara geçmiştir.
Bugün Nuri Demirağ’ın vefatının yıl dönümü. Onun izinden giden yerli ve milli sanayi sevdalıları pek çok başarıya imza attı. Lakin o dönemin sabotajcıları bugün de var. Bir tarafta milletinin yükselmesi için çırpınan yürekler varken diğer yanda dış güçlerin payandalığını yapan işbirlikçiler var. Bugün de “Üçüncü köprüye ne gerek var”, “Yeni havalimanı kuşların göç yolunu engelleyecek”, “Yerli otomobil üretip de ne olacak”, “ Milli füzelere ne gerek var” diyenler aynı işbirlikçi anlayışın günümüzdeki tezahürleridir.
Tarihimizde hep benzeri şeyler yaşadık. Birileri iş yapıp-bedel ödeyip-canını dişine takıp vatanı ihya ederken diğer bir kesim ise bunların yaptıklarının üstüne konup kendilerine marş yaptı. Kafkas marşını İzmir marşına çevirenlerle 10. Yıl Marşındaki “Demirağ” kahramanını tanımayanlar işte bu zihniyetin çarpıklığının göstergesidir. İşin ilginci, hızlı tren, Çanakkale Köprüsü, yerli ve milli tramvay yatırımlarıyla dalga geçenlerin her fırsatta “Demirağ”lardan bahseden bu marşla muhalefet etmeleridir.
Zamanında Vecihi Hürkuş’u, Nuri Demirağ’ı, Necmettin Erbakan’ı yaptığı girişimler nedeniyle aşağılayan kesimler nihayet bu kahramanların yolunu sürdüren gerçek vatanseverlerin yaptıkları karşısında boyunlarını eğmek durumunda kaldılar. Çamur atmaya devam etseler de milletimiz bu zihniyeti ebediyyen mahkûm etmiştir. TOGG’un üretime başlaması Demirağ’ın açtığı yolun taçlandırıldığı zirvelerden biridir. Yolu açanlara rahmet olsun.
GENÇLİK HAREKETLERİ
Yankıları günümüze kadar ulaşan gençlik hareketleri , geçmişte Sultan Abdülaziz dönemine kadar uzanmaktadır. Osmanlı’nın artık durağan bir döneme girmesi, bazı yerlerde toprak kaybetmesi, Avrupa’nın bilimsel başarıları , teknolojide yaptığı devrimler , Osmanlı gençliğinin hareketlenmesine sebep olmuştur.
Avrupa’nın Rönesans ve Reform hareketleriyle , kabuğunu kırması , “ Keşifler” adı altında Afrika ve Amerika kıtasını işgal edip zenginliklerini Batı’ya taşıması . Teknoloji alanında akıllarına gelen hemen her şeyi deneme imkanına sahip olmaları , ilerlemelerine dolayısıyla askeri alanda da güç sahibi olmalarına sebep olmuştur .
Osmanlı’nın önceleri bu gelişmeyi ve getireceği sonuçlarını fark etmeyişi , olayı küçümsemesi , dengenin aleyhte bozulmasına sebep olmuştur.
Sultan Abdülaziz’den itibaren Padişahlar olayın ciddiyetini fark edip , Batı’nın ilmini öğrenmeleri için , Avrupa’ya öğrenci göndermeye başladılar. Ancak gönderilen öğrenciler , ilim yerine ideolojilerini alıp geldiler .
Batı insanı , Fransız ihtilaline kadar , Kralın ve O’nun desteğinde olan Kilisenin korkunç baskısı altındaydı. Kral kendisine karşı gelenleri arenalarda aslanlara barçalatıyor , hurafe ve dogmalarla donanmış kilise ise kendi öğretilerine ters tezler ileri süren Galileo gibi bilginleri , Engizisyon mahkemelerinde idamla yargılıyordu .
Bu zulümden artık bıkmış olan halk da , Krala ve destekçisi Kiliseye karşı Demokrasi ( Meşrutiyet ) – Laiklik fikirlerini hayata geçiriyorlardı. Bizim ilim ve fen öğrenmeye gönderilen o zamanki gençlerimiz de , ilim ve fenlerine hiç el sürmeden Milliyetçilik , Meşrutiyet ve Laiklik fikirlerini donanarak ülkelerine geri dönmüşlerdi.
Ne Osmanlı hükümdarları Avrupa’nın Kralları gibi despottu, Ne de Camilerin Engizisyonları vardı . Ama İttihat Terakkiciler aynı argümanlarla Hükümdara ve idareye karşı başkaldırı hareketi başlattılar .
Sırasıyla Yeni Osmanlılar , Genç Osmanlılar, Jön Türkler 1865 yılında İstanbul’da gizli cemiyet olarak kuruldu. Önceleri Osmanlı Milliyetçiliğini savunuyordu , Daha sonra Pan Türkist bir düşünce hareketine dönüştü. İttihat ve Terakki adı altında siyasi bir hareket olarak örgütlenenler , Batıda uygulanan Meşrutiyet idaresinin getirilmesi ve Azınlıklara Avrupai tarzda haklar verilmesini istiyorlardı. ( Gezi eylemcilerinin taleplerini hatırlayınız )
Osmanlı Fransa gibi homojen bir devlet değildi. İçerisinde 30 a yakın farklı ırka ve dine mensup toplumları barındırıyordu. Padişahı devirmek gayesiyle sarıldıkları Pan Türkizm , daha padişahı devirmeye varmadan , koskoca Cihan devletinin devrilmesine ve dağılmasına sebep oldu .
Osmanlıda her şeyi TÜRK esası üzerine oturtmaya çalışanlar , diğer unsurların kendilerini ifade etmelerine , kimliklerini korumaya yönelik faaliyetlerde bulunmalarına engel oldular . İstanbul’daki derneklerinin hepsini
kapattılar . Yüz yıllardır , Osmanlı tebaasını biri birine kenetleyen , İslam kardeşliği ve Osmanlı Vatandaşlığı kavramlarının altına dinamit koydular . Sultan Abdülhamit’in türlü entrikalarla tahttan indirilmesinin ardından , ülke 1. Dünya savaşının sonuna kadar , İttihat Terakki Partisinin dikta yönetiminde kalmıştır.
Sultan Reşat ve Vahdettin hiçbir yetkisi olmayan , İttihat Terakki hükümetinden gelen her teklifi onaylayan ( Daha doğrusu onaylamak zorunda olan ) padişahlardı. Sultan Abdülaziz’i katleden ; Sultan Abdülhamit’i tahttan indiren , Babı Ali Baskınıyla darbe yapan İttihat Terakki Fırkası , muhalif hiçbir harekete hayat hakkı tanımıyordu .
1. Meşrutiyette Rus saldırısına karşı , Padişahın İngilizlerle ittifak talebini kabul etmeyip , 93 Harbinde neredeyse bütün Doğu Anadolu’yu Ruslara kaptıran İttihat Terakki idi. Daha sonra Padişahın 1. dünya savaşında tarafsız kalma stratejisini bozarak , ( 93 harbinde kaybettikleri yerleri almak sevdasıyla ) Rus limanlarını vurarak Osmanlıyı 1. Cihan harbine sokan ve Payitaht da dahil olmak üzere hemen tüm Osmanlı toprağını düşman güçlerine kaptıran da İttihat Terakkidir .
Güneydeki sıcak bölgelerden yorgun ve yazlık elbiselerle gelen askerlerin Ruslarla soğuk bölgede savaştırılması konusunda , komutanlarının tüm itirazına rağmen , 90 bin askerin Sarıkamış dağlarında donarak ölümüne sebep olan da yine İttihat Terakkici Enver Paşadır.
1. Cihan harbi sona erdi . Savaşa katılan galip- mağlup tüm devletler büyük zarar ve tahribatlar gördükleri için , toparlanmak üzere ülkelerine çekildiler. Osmanlı topraklarının büyük bir kısmını zaten kaybedilmişti . Kalan kısımla ilgili , kendi öz değerlerinden koparılıp ruhsuz, kimliksiz bir toplum haline getirilmesi ile ilgili gizli anlaşma sonunda , Anadolu’dan da çekildiler.
Ankara’da M. Kemal yeni hükümeti kurdu . Yerleşip belli bir güce sahip olma aşamasına kadar sabrettiler. Bu arada İttihat Terakki fırkasının bir çok Mebusu da Ankara’daki yeni hükümete dahil oldu.
Ve gizli anlaşmanın maddeleri tek , tek yerine getirilmeye başlandı.
Hilafet kaldırıldı, Şeriat lağvedildi, bin yıllık kültürle bağlarımızı kuran alfabemiz yasaklandı , Kılık kıyafette Avrupai tarz zorbalıkla kabul ettirildi. Batının laik kanunları dikte ettirildi .
Peki daha sonra ne oldu ? Avrupai tarzda ileri bir devlet mi olduk ? Hayır. 1. Cihan harbinden önce Osmanlıya “ Hasta adam” dedikleri dönemde dahi ekonomik sıralamada 6 . sırada idik . Diğer bütün devletler 2. Cihan harbine katılmasına rağmen , biz katılmadık . Buna rağmen 2001 yılında İleri Dünya devletlerinin arkasında 24. sırada nal topluyorduk .
Şimdi kaçıncı sırada mıyız ? Ak Parti iktidarlarında 17. sıraya kadar geldik . 2023 de hedef ilk 10 a girmek . Haydi hayırlısı .
GENÇLİK HAREKETLERİ II
Geleceği şekillendirecek kitlenin gençler olduğunu bilen İttihat Terakki Cemiyeti , Türkçü ideolojiyi yayıp devam ettirmek gayesiyle , Dar-ul Fünun ( Üniversite ) öğrencilerini örgütleyerek 14 Aralık 1916 da Milli Türk Talebe Birliğini ( MTTB ) kurmuştur . Milli mücadele döneminde fazla bir etkinliği olmayan cemiyetin en fazla ses getiren etkinliği ; İşgal yıllarında Rusların 93 Harbi anısına Yeşilköy’e diktikleri anıtın yıkılmasıdır.
Cumhuriyet döneminde yeniden etkin hale gelen MTTB , dönemin İktidarı CHP nin farklı politikasına rağmen , Hatay’ın ilhakını talep eden mitingler yaptığı için , 22 Kasım 1936 da kapatılmıştır.
Önceki yazımda sıcak denizlere inmek ve hinterlandını genişletmek isteyen SSCB ye karşı NATO ile ittifak kurmak için ,Türkiye’nin çok partili sisteme geçtiğini anlatmıştım . Kıbrıs’ta 21 Aralık 1963 de başlayan , bütün Türkleri Kıbrıs’tan çıkarmak , yok etmek amacıyla AKRİTES PLANI çerçevesinde , katliamlar yapıldı .
Çoluk , çocuk, kadın, yaşlı hatta yatalak insanlar dahi katledildi. Adadaki Türkler çok kıt imkânlarla kendilerini savunmaya çalışıyor , ancak son mermiler de tükenmeye başlayınca , Anavatan Türkiye’den İMDAT bekliyorlardı. Evlerinin Banyosuna sığınmış Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi ve 3 çocuğunun hunharca katledilmesi ve İmdat çağrıları 8 ay sonra 8 Ağustos 1964 yılında İnönü hükümetini Kıbrıs’a hava harekâtı başlatmaya mecbur kıldı .
Harekat öncesinde Türkiye tamamen haklı olduğu halde , müttefiki ABD den destek beklerken , zehir zemberek bir ihtar mektubu almıştı . Tarihe ” Johnson Mektubu “ olarak geçen ihtar mektubunda ,Türkiye’nin bir harekat yapması halinde , kendisinde bulunan NATO askeri malzemesi ve silahlarını kesinlikle kullanamayacağı , Rusya’nın bu sebeple Türkiye’ye saldırması durumunda kendisini korumayacağını ve harekâtın derhal durdurulması talimatını veriyordu .
Adada yüzlerce Türkün katledilmesine seyirci kalan ABD , Kıbrıs’a müdahale söz konusu olunca , açıkça Rumlardan yana tavır koyuyordu. Türkiye NATO nun üvey evladı olduğunu anlamıştı . Rusya’nın da daha fazla düşmanlığını kazanmamak için . İnönü “ Ortanın solundayım “ diye CHP ye yeni bir yön tayin etti.
CHP Cumhuriyeti Türkçülük esasları üzerine kuran partiydi. Batı literatüründe buna Faşizm deniyordu . Komünizmle Faşizm taban tabana zıt ideolojilerdi . Belki anın gereği söylenmiş bir söz gibi anlaşıldı , ancak öyle olmadı . Irkçılığı reddeden Komünist ideoloji , aynı zamanda dini de reddediyordu . İşte o ortak noktada anlaştılar ve Komünizm özellikle CHP li gençlerin sahiplenip yaymaya çalıştığı bir ideoloji oldu . Devrimci Gençlik ( Dev – Genç ) hızla örgütleniyor, silahlı kamplarda elemanlarını eğitiyor ve devleti ele geçirmek için mücadele veriyordu.
Bu arada 1965 seçimleri ile , 1960 Askeri darbesiyle iktidara gelen CHP gitmiş , yerine ise Adalet Partisi gelmişti . CHP muhalefette olmanın hırçınlığıyla iktidarı sarsmak , yıpratmak amacıyla bu gençlere kol kanat geriyordu. Komünist gençler ülkenin içerisinde bulunduğu Zengin – Fakir , Doğu – Batı dengesizliğini dile getiriyor ; silah ve kas gücünü kullanarak hızla yayılıyordu.
NATO daki büyük müttefikimiz ABD ,Türkiye’nin elden gidebileceğini düşünerek , tedbirler almaya başladı . 16 Türk subayına ülkesinde Kontr Gerilla eğitimi verdi. Bunlardan solcu olmayan sadece 1 kişi vardı Alparslan Türkeş . Alparslan Türkeş ülkesine döndükten sonra “ Komandolar “ diye isimlendirilen bir gurup genci eğitmeye başladı . Komünistler ilk defa kendileri gibi eğitilmli bir gurupla karşı karşıya geliyorlardı . Daha sonra bu gurup bir çok şehirde “ Ülkücüler “ adıyla örgütlenip komünistlerle mücadele etmeye başladı .
1936 yılında kapatılan MTTB 1946 yılında yeniden kuruldu . 1965 yılına kadar CHP ve sol çizgide faaliyet yapan MTTB , 18 Mart 1965 tarihindeki kongrede başkanlığa Rasim Cinisli’nin seçilmesiyle farklı bir çizgiyi takip etmeye başlamıştır. Bu çizgi Sağcı , Milliyetçi – Muhafazakâr çizgidir.
1967 yılındaki kongrede Başkan seçilen Burhanettin Kayhan ile MTTB de artık İslami bir çizgi belirginleşmeye başlamıştır . 53. Dönemde Başkan seçilen Rüştü Ecevit döneminde , derneğin ambleminde hilal içindeki bozkurdun yerini kitap aldı . MTTB artık net bir şekilde İslami çizgiyi benimsemişti.
Rahmetle andığımız büyük insan Necip Fazıl Kısakürek bire bir MTTB li gençlerle ilgilenen bir fikir adamıydı. Türkiye çapında verdiği konferanslar , haftalık Büyük Doğu dergisi ve kitaplarıyla gençliği irşad ediyordu. Serdengeçti dergisi sahibi ve yazarı Osman Yüksel . Diriliş Dergisi yazarı Üstad Sezai Karakoç , Sebil Dergisi yazarı Kadir Mısıroğlu , Tarihçi Mustafa Müftüoğlu , Mustafa Yazgan , Mehmet Şevket Eygi , Selahattin Eş , Mavera dergisi yazarlarından Erdem Beyazıt , Rasim Özdenören , Cahit Zarifoğlu , M. Akif İnan ve Nazif Gürdoğan hatırımda kalan önemli isimlerdir.
Milli Türk Talebe Birliği komünizmle ve komünistlerle fikri alanda mücadele veriyor , kavgaya girmiyor , konferanslar , seminerlerle kendi kitlesini eğitiyor ; bazı konularda miting ve yürüyüşlerle mesajını kitlelere ulaştırmaya çalışıyordu.
1980 ihtilâline gelinceye kadar ( MTTB- Akıncılar ) 100 civarında elemanını Komünist ve Ülkücülerin saldırısında şehit vermesine rağmen , karşılık vermemiş , elini kana bulamamıştır .
Not : Gelecek hafta MTTB- Akıncılar ayrışmasını anlatacağız
GENÇLİK HAREKETLERİ III
Sağ- Sol olayları başlamıştı . Sol , yani Komünist gençler ülkedeki maddi olarak Zengin- Fakir , bölgesel olarak da, Doğu – Batı arasındaki gelişmişlik farkını ideolojilerine mesnet yapmışlardı . Komünizm geldiğinde emeğiyle çalışan işçi sınıfı egemen sınıf olacak , devleti onlar yönetecek , sömürü ortadan kalkacak , Doğu- Batı ; Kuzey – Güney bölgeleri arasında ayırım olmayacaktı . Solcu gençler bu amaç için kavga veriyorlar , gayelerine ulaşmalarına engel olacak her kesi ve kurumu yok etmeyi kendilerine hak olarak görüyorlardı .
Sağcı yani Türk milliyetçileri de bunun bir hayal olduğunu , esas gayenin Rusya’nın Türkiye’yi işgal etmek olduğunu savunuyorlardı . Komünist ideoloji aynı zamanda milliyetçiliği Faşizm olarak niteliyordu ve baş düşman olarak görüyordu .
Komünist ideoloji bütün dünyada yankılar uyandıran bir hareket olmuştu . Bir çok ülkede fikri tartışma veya siyasal mücadele olarak yer alıyordu . Ancak dünyada çok az ülkede , ki Türkiye de buna dahil , silahlı bir terör hareketine dönüşmüştü.
Her gün ölümle sonuçlanan kavgalar , çatışmalar oluyordu . Çatışma alanı da çoğu zaman üniversitelerdi. Siyasi liderler veya Üniversitelerin rektörleri o zaman “ Gençler siz neden çatışıyorsunuz ? Hepiniz bu ülkenin daha müreffeh olmasını , daha çok kalkınmasını istemiyor musunuz ? Oturun bir masa etrafında fikirlerinizi dile getirin “ deseydi ve gerçekten bir masa etrafında tartışacak olsalardı belki de fikirlerinin % 80 i örtüşecekti . Ama öyle olmuyordu . Rektörler de çatışmanın tarafı oluyorlardı . Siyasiler ise ateşe benzin döküyorlardı . Bir ülkücünün ölümü üzerine liderleri bir demeç veriyor 5- 10 civarında solcu ölüyor, solcuların ölümü üzerine liderlerinin verdiği demeç üzerine 5- 10 sağcı öldürülüyordu .
Bu kavgalarda İktidar önemli bir güçtü ve destek verdiği gurup psikolojik üstünlük sağlayarak sokağa hakim oluyordu . Bundan sonra ülkede sükunet sağlanıyor , ölümler duruyordu . Ama çok ilginçtir , bakıyorsunuz o parti anlaşılmaz bir şekilde iktidardan uzaklaşıyor ve yeni iktidarın desteklediği sinmiş gurup tekrar olayları başlatıyordu . Olayda yabancı devletlerin ve ajanların parmağı olduğu kesindi.
Ben kendimce şöyle değerlendiriyorum. Dünyanın hemen bütün devletleri 2. cihan harbine katıldıkları halde , Türkiye katılmamıştı . Kendince kalkınma çabasını sürdürüyordu , doğurganlık oranı Avrupa’ya kıyasla çok yüksekti ve önemli bir genç nüfusa sahip olmuştu . Öyle ki Avrupa ülkeleri savaştan sonra kendi ülkelerini toparlayıp , imar edecek insanları yokken , Türkiye onlara istediği kadar işçi gönderebiliyordu .
Türkiye’deki genç nüfus Osmanlının külleri üzerinden yeniden doğup , ileride başlarına iş açabilirdi . Onun için biri birine kırdırılmaları gerekiyordu , öyle de oldu .
Sağ- Sol olaylarının içerisine mezhep çatışmaları da ilave edildi. Sivas , Kahramanmaraş , Çorum , Malatya’da ağır tahrikler sonucunda şehir savaşlarında yüzlerce insan öldürüldü .
Kavga biraz duracak gibi olsa , hemen provokatörler devreye girip ya solcu Bahriye Üçok’u ya da Sağcı Hamit Fendoğlu’nu öldürüyorlardı. Sabah sağcının vurulduğu silahla , akşam solcu öldürülüyordu .
Artık sokaklar , mahalleler , ilçeler , iller gurupların kurtarılmış bölgeleri haline gelmişti . İnsanların akşam sağ salim evine gidebilmesi çok zor bir işti .
Karanlıkta aniden karşınıza çıkan militanın silahı doğrultarak sorduğu sorusuna verilebilecek hiçbir doğru cevabınız yoktu . Ordinaryüs Profesör olsan , yaşama veya dayak yememe şansın % 50 idi. “ Sağcı mısın , solcu musun !? “ sorusuna , Sağcıyım desen . Karşındaki solcuysa yandın. Solcuyum desen karşındaki sağcıysa gene yandın !
Ülke öyle bir hale gelmişti ki , bir sağcı Kars’a giremezken ; Bir solcu da Erzurum’a giremiyordu . Bülent Ecevit Başbakan iken Erzurum’a , Gene Süleyman Demirel Başbakan iken Diyarbakır’a gidememişti.
Sağdan , soldan , İslamcılardan , tarafsız vatandaşlardan , emniyet mensuplarından ölenlerin sayısı 8000 e yaklaşmıştı. Sakat kalanlar , cezaevlerinde çürüyenler , okullarını bırakmak zorunda kalanlarla birlikte sayı 10.000 leri aşıyordu . Etkilenen ise 45 milyonluk tüm ülke insanıydı .
Takvimlerin yaprağı 12 Eylül 1980 i , saatler ise sabah 06 yı gösterirken radyo ve televizyonlar , ordunun yönetime el koyduğunu ve sokağa çıkmanın yasaklandığını duyuruyordu .
Mücadele başa baş; dişe diş devam ederken , Asker idareye el koymuş , ülkeyi Sovyetlere bağlamak isteyen Komünistleri de , Onlara karşı savaşan Milliyetçileri de aynı koğuşlara kayarak “ Şimdi yiyin biri birinizi de görelim “ demişti . Ülkücüleri en çok yıkan da bu olmuştu .
İnsanlık dışı işkencelerden solcular da , sağcılar da nasibini alıyordu . İfadesi alınırken merdivenlerden düşüp ölen , pencereden atlayarak intihar edenlerin haberleri artık alışagelmiş haberlerdi. Adaletli davranmak (!?) adına 1980 Cuntası bir genci soldan idam etmişse , öbür genci de sağdan idam etmişti
Bunca yaşanan acı olaylar sonucunda , ne komünist gençler ” Devrim “ yapıp Sosyalizmi getirebilmişlerdi. Ne de ülkücüler “ Milli Devlet Güçlü İktidar “ kurulabilmişti . Ancak bir savaşta yaşanabilecek kayıp , bu ülkenin insanlarına yaşatılmıştı .
Sözün özeti sağdan olsun , soldan olsun , ülkesi için kendince bir şeyler yapmayı düşünen , zamanın idealist gençleri kandırılıp , acımasızca heder edilmişti.
Not: MTTB – Akıncılar ayrışmasına giremedik. Haftaya İnşallah
BAŞKA BİR YOL VAR MI ?
2015 Genel seçimleri için aday müracaatları başladı. Adaylar belirlenecek ve 25. Dönemin Milletvekilleri seçilecek. Her seçim olduğu gibi , bu seçim de ülkenin geleceği açısından çok önemli.
Türkiye’nin Dünya ülkeleriyle yarışırken , hızlı ve etkin kararlar alabilmesi için gereken , Başkanlık sisteminin mini bir referandumu olacak bu seçim . Anayasayı değiştirecek , en azından referanduma götürebilecek sayıda Milletvekili çıkarabilirse , yeni baharların cemresi olacak .
Cumhuriyeti kuranlar , 25 yıl Tek Parti iktidarıyla ülkeyi yönettiler. Arada rakiplerini tesbit etmek için farklı Partiler kurulmasına müsaade ettiler , ancak arenaya çıkanları da , çeşitli kumpaslarla etkisiz hale getirmeyi , yok etmeyi de becerdiler. Serbast Fırka , Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası bu fırkalardandı.
CHP Tek parti iktidarından gayet memnundu , ancak kuzeyindeki SSCB de sıcak denizlere inmek istiyordu . Türkiye risk altındaydı ve yalnızdı. Rusya ile süresi sona eren “ Montrö Boğazlar sözleşmesi “ nın yenilenme zamanı da yaklaşıyordu . Bu şekilde masaya oturulursa anlaşma Türkiye’nin aleyhinde sonuçlanabilirdi. Kendisine destek veren güçlü bir müttefike ihtiyaç vardı ve bu da NATO idi.
NATO ya girmek için müracaatta bulunuldu , ancak NATO’nun Antidemokratik ülkeleri birliğe almama gibi temel prensibi vardı. İşte bu yüzden zorunlu olarak çok partili sisteme geçildi. Yoksa İnönü çok demokrat olduğu için değil. Nitekim daha sonra halkın kendinse asla iktidar vermeyeceğini görüp , 10 yıl kadar sonra askeri tahrik ederek , 1960 ihtilalini gerçekleştirdi.
Devletin ismi Türkiye Cumhuriyeti idi , ancak Cumhuriyetin “ C “ siyle alakası yoktu . CHP Tek Parti döneminde akıllara durgunluk veren bir yönetim sergiliyordu . Mesela CHP nin İl Başkanları hem Vali hem de Belediye Başkanıydılar. O zamanlar her halde bağımsız adaylar da seçimlere katılıyor olacak ki , seçimler “ Açık oy – Gizli tasnif “ sistemiyle yapılırdı.
Yani oyunu kullanan , ceberut CHP nin temsilcilerinin göreceği şekilde kullanıyor ; oy sayımı ise gene CHP temsilcileri tarafından gizi odada yapılıyordu . Yani onlar ne derse sonuç oydu.
Ak Partinin 2002 de iktidara gelişine kadar , bu alışkanlıklarını asla bırakmadılar . En son 28 Şubat darbesini tezgâhladılar . Ak Parti iktidarı devr aldığında , ekonomik yönden bitik durumda olduğundan , ülkeyi yönetmeyi göze alamadılar . Dünyaya 1 milyon dolar bulmak için adeta mendil açıyorlar , ancak onu dahi bulamıyorlardı . Bu yüzden de 28 Şubat darbesinin getirdiği ANASOL- M hükümeti daha seçimlere 18 ay varken , gemiyi karaya oturttu ve “ Deniz bitti “ deyip , kaçtı gitti .
Ak Parti iktidara gelip ekonomiyi toparlamaya başlamasının ardından , yine planlar kurmaya başladılar . “ Yakamoz “ , “Sarıkız “ , “ Balyoz “ , “Ayışığı “ , “ Eldiven “ , “ Kafes “ adlı darbe planları bunlardan bilinenleriydi .
Ancak Allah’ın lutfuyla başarılı olamadılar . Paralelcilerin bu davaların içerisine intikam amacıyla uydurma belgeleri ilave etmeleri , asla bu planların hiç yapılmadığı anlamına gelmez.
Cumhuriyetin kurucuları Askerler olduğu için , bazı subaylar kendilerini memleketin gerçek sahipleri, Sivilleri ise her an vatana ihanet edebilecek varlıklar olarak görmüşlerdir. Bu yüzden de Milletin büyük desteği ile gelmiş olsalar da , siyasileri sürekli kontrol altında tutabilecek mekanizmalar kurmuşlardır.
Cumhurbaşkanlığı , Anayasa Mahkemesi , HSYK , Danıştay , Yargıtay , Sayıştay ,YÖK , TÜSİAD bunların başta geleniydi.Tek başına HSYK , hakim ve savcıların tepesinde sallanan ” Demokles’in kılıcı ” idi . Terfi ya da tenzili rütbe etmeleri, hatta meslekten men edilmeleri HSYK nın yetkisinde idi. ( Ör. Savcı Ferhat Sarıkaya olayı )
Rahmetli Turgut Özal’a kadar Cumhurbaşkanları hep asker kökenliydi. Dolayısıyla diğer kurumlar da aynı renge boyanıyordu . Ve bu kurumlar hep sağ çizgideki hükümetlerin ayağındaki prangalardı .
Tabii zamanla bir çok şey değişti , ancak Ak Parti gibi güçlü , cesur ve uzun süre iktidar olan bir partinin haricinde , kimsenin yapabileceği bir iş değildi bu . 2007 yılı Cumhurbaşkanlığı referandumu ve 2010 yılındaki diğer referandum , asker ve yargı vesayetini büyük ölçüde kırmıştır .
Yapılan yeterli midir ? Hayır. Güçlü iktidarlar gelmediği zaman , aynı tehlike gene söz konusudur. Ayrıca olağanüstü bir ortamda Darbeci Generaller tarafından hazırlanan 1982 Anayasası’nın bir çok maddesi halen yürürlüktedir. Bu hantal ve Antidemokratik Anayasa’nın da değişmesi şarttır. Ülkeler sistemleri sayesinde ilerliyor ya da geride kalıyorlar. Türkiye’yi Dünya devletleri ile yarışırken , ayağındaki prangalardan kurtaracak , gücünü ve hızını artıracak Başkanlık sisteminin gelmesi gerekmektedir.
Bunları vadeden tek parti de Ak Partidir . Devletin kılcal damarlarına kadar sızmış olan Paralel yapı ile mücadele , sadece Ak Parti ile mümkündür. Bu yüzden Ak Partinin güçlü bir şekilde yeniden iktidara gelmesi gerekmektedir .
Türkiye’nin , 2023 , 2053 ve 2071 hedeflerini gerçekleşebilmesi ve Dünya ülkeleri arasında layık olduğu yere gelebilmesi için başka bir yol var mıdır ?
KİM DİKTATÖR?
1960 lı yılların başıydı . İnönü orduyu kışkırtarak ihtilal yaptırmış ve süngü tehdidi ile milleti sindirerek iktidara el koymuştu.
O sırada çocuktuk , radyolardan ve sokaklarda bir marş dinliyorduk :
“ Olur mu böyle , olur mu , kardeş kardeşi vurur mu ?
Kahrolası diktatörler , Bu dünya size kalır mı ? “
CHP lilerin Gazi Osman Paşa marşının müziğine uyarlayarak söyledikleri marştı bu. Diktatör dedikleri Rahmetli Adnan Menderes’ti . Ve Menderes güya kardeşi kardeşe vurduruyordu .
İhtilal yapmak için ülkeyi biri birine katıp , ateşe verenler, Menderes’i diktatörlükle suçluyorlardı. O kibar insanla alakalı akla hayale gelmedik iftiralarla karalama kampanyası açmışlardı.
Güya Menderes Üniversite öğrencilerini hapse atıp orada işkence yaptırıyormuş . Hatta yüzlercesi bu işkencelerden ölüyormuş. İz kaybettirmek için de cesetleri doğrayıp kıyma makinesindan geçirirmiş .
Menderes 2 uçak dolusu altınla yurt dışına kaçmaya çalışırken , suçüstü yakalanmış , falan, filan …Bir çok insana bu yalanları yutturdular , ancak o kasvetli dönem bittikten yıllar sonra , ülkenin yüzüne çekilen karanlık perdeler aralandıkça, gerçekleri öğrenmeye başladık . Ne hapse atılan, ne kıyma makinelerinden geçirilen gençler vardı , ne de kaçırılan uçaklar dolusu altın .
Bütün mesele İnönü’nün iktidar hırsıydı . Milletin vermediği iktidarı , entrikalarla , yalanlarla , zorla ele geçiriyorlardı . Ancak Menderes’e bir sürü hakaretler yapıp , idam ettiği halde , kimse ne İnönü’ye , ne de İhtilali yapan Cemal Gürsel’e Diktatör diyebildi. Çünkü diktatörlerin en önemli özellikleri , kimsenin onlara Diktatör diyememeleridir. Dedikleri anda da en ağır şekilde cezalandırılırlar .
Bir ülkenin tüm manevi değerlerini yerle bir ettiği ve savaştığımız ülkelerin kültür değerlerini , millete deli gömleği gibi giydirdiği halde kimse O’na diktatör diyemedi. Olur olmaz sebeplerden binlerce alimi , dindarı ipe gönderdiği , şehirleri bombalatıp , topa tuttuğu ve yaşlı , genç, çocuk demeden on binlerce insanı katlettirdiği halde O’na kimse diktatör diyemedi . Denilemezdi çünkü . Bu gün bile eleştirilmesi koruma kanunu gereğince yasaktır.
Sayın Erdoğan’a sünepe gazetecilerden tutun, saygısız siyasilere , hatta sokak çocuklarına kadar hakaret etmeyen yok . 17-25 aralık darbe girişimlerinde kendi çocukları günlerce sokağa çıkamadılar . Bu güne kadar bunu yapanlardan kimleri ipe çekti ben bilmiyorum , ama Erdoğan diktatör .
1960 İhtilalinden sonra CHP , Demokrat Parti üyelerini türlü , yaftalarla suçlayarak tutuklatıyordu . İstanbul’da tanıdığım bir amca anlatmıştı . Kendileri de DP ye üye oldukları için göz altına alınıp tutuklanmışlardı . Suçları neymiş biliyor musunuz. Yeni kapı sahillerinden denizin altından Yassı ada’ya tünel kazıp Menderes’i kaçıracaklarmış. Kendilerinden olmayan İnsanlara hem zulüm
yapıyor, hem de böyle alay ediyorlardı , ancak kimse CHP liderine ve taraftarlarına Diktatör diyemiyordu. Denemezdi çünkü.
“ Bir soldan- bir sağdan gençleri idam ederek denge sağladık “ diyen Evren’e de o dönemde bunlar diktatör diyemedi. Kendi Cumhurbaşkanlığını da onaylattığı Anayasa oylamasına “tıpış , tıpış” giderek destek verdiler üstelik . Yaptıklarının sorgulanması için yapılan Anayasa değişikliğine de “ Hayır “ dediler .
1998 yılında bir fuar vesilesiyle Irak’a gitmiştim . Türkmen Taksiciyle Saddam döneminin Bağdat’ını dolaşıyoruz . Diğer binalardan çok farklı bir yapı ve onu çevreleyen duvarları görünce , gayri ihtiyari yapıyı işaret ederek , bu bina nedir , diye sordum. Taksici elimi o yöne uzattığımı görünce , hemen telaşa kapılarak “ Ne yapıyorsun sen öyle , çabuk elini içeriye çek ! “ diye bağırmaya başladı .
Ben daha ne oluyoruz , diye sormaya kalmadan ; “ Orası Saddam’ın Sarayı, ne diye elinle işaret ediyorsun “ dedi. Yahu ne olmuş Saddam’ın sarayı ise , ne yaptım ki ben , dedim . Taksicinin cevabı : Kardeşim , Saddam’ın Sarayını işaret edipte , lehinde konuştuğunu kime anlatabilirsin ? Vallahi görseler aracımızı bile tarayabilirler , dedi.
Diktatörlük böyle bir şey işte. Erdoğan’a diktatör diyenler , Sisi ve Esed katillerine diktatör diyemediler. Günahına ortak olmak için ziyaretine gittiler .
Şimdi milletin % 52 sinin oyunu almış bir lidere bu yakıştırma yapılıyor.
Erdoğan niçin Diktatör biliyor musunuz ? CHP nin 60 ihtilalinden sonra yaptığı gibi , bütün Demokrat parti üyelerini gizli örgüt üyesi suçuyla yargılamadığı için, Şapka kanununa muhalefet eden şehirleri topa tutmadığı için , Dersim’i , Zilan deresini kana bulamadığı için, İdam kararı verilen ölüyü bile mezarından çıkarıp , darağacında infaz etmediği için , Şalcı Bacı gibi kadınları dahi Şapka kanununa muhalefetten idam etmediği için …..Bunları yapanlar diktatör olmadığı için , Erdoğan DİKTATÖRDÜR ,
YA DEVLET BAŞA ……
Eskiden Casusluk veya Ajanlık faaliyetlerinden bahsedildiğinde , İngiliz ajanları akla gelirdi . İnsanları hayrete düşüren faaliyetleri , bir çok filme konu olmuştur . Günümüzde ise gene İngiliz ajanlarıyla birlikte , CIA , Mossad , KGB ajanları dünyada kol geziyor . Faaliyet göstermedikleri ülke hemen yok gibi .
İngiliz ajanları , Osmanlının parçalanıp , dağılmasında büyük rol oynamışlardır. Sultan Abdülhamid’in ilmini öğrensinler diye Avrupa’ya gönderdiği öğrencilere ” Irkçılık” fitnesini aşılayarak , Osmanlı topraklarına geri göndermişlerdir.
Türk kökenlilere Türkçülük, Arnavut olanlara Arnavutçuluk , Arap olanlara Arapçılık …. aşılayarak , İslam’ın din kardeşliği altında topladığı bu toplumları karşı karşıya getirmeyi başarabilmişlerdir.
Lawrens , Gertrude Bell , gibi bilinenlerin yanında , Hempher gibiler Osmanlının son döneminde yetiştirilip , Sarayın en özel yerine kadar sızabilmiştir .
İngiliz Sefaretinden 2 kişi , yanlarında 5- 6 yaşlarında bir çocukla birlikte İstanbul Cihangir’de çocuğu olmayan Müslüman bir ailenin evine geliyorlar. “ Sizin çocuğunuzun olmadığını öğrendik. Bu çocuğun adı Mustafa’dır . O sizin evladınız olsun, kendi inançlarınıza göre , istediğiniz gibi eğitebilirsiniz , sadece ayda 1 gün konsolosluğa göndereceksiniz , biz de onun eğitimi konusunda destekleyici bilgiler vereceğiz. Ayrıca eğitim masraflarına da katkıda bulunacağız ,” diyorlar .
Çocuksuz aile buna çok seviniyor. Çocuğu sıbyan mektebi , ardından da medreseye göndererek dini eğitimini verdiriyor . Medresede Emsile , Bina , Sarf, Nahiv dersleri almaya başlıyor . Ama her ay 1 veya 2 gün İngiliz konsolosluğuna gidiyor. Zeki bir çocuk olduğu , ayrıca konsoloslukta takviye dersleri aldığı için arkadaşlarından daha da başarılı oluyor. 1- 2 dil de öğrendiği için , gençlik yaşlarında Sarayın tercüme bürosuna girmeyi başarıyor . Daha sonra Akaid , Fıkıh , Tefsir , Hadis derslerini de tamamlayarak Fatih medreselerinde ders vermeye başlıyor. Müderris oluyor yani. Bu arada 4-5 dili mükemmelce öğreniyor. Ve Padişah’ın tercümanlığına kadar yükseliyor.
Dönemin Padişahının yabancı misyonla yaptığı bütün görüşmeleri İngiliz elçiliğine bildiriyor. Padişahın dış ülkelere yazdığı mektuplarını tercüme ederken , bazı cümlelerini, karşı tarafın asabını bozacak şekilde değiştiriyor. Dış devletlerden gelen mektupları da gene Padişahın canını sıkacak şekilde değiştirerek tercüme ediyor . Böylece bir çok ülkeyle Osmanlı devletinin arasını açıyor .
Müderris Mustafa efendi , İngiliz Casusu Hempher dir. Ve biz bu faaliyetini , görevini yapıp , emekliye ayrıldıktan yıllar sonra , yayınladığı hatıralarından öğreniyoruz.
Bunun gibi kim bilir daha hangi casuslar hangi yıkıcı faaliyetleri yaptılar , yapıyorlar da ,varlıklarını dahi tesbit edemiyoruz.
Bunlar içimizde , dolaşıp duruyorlar . Bazen Araştırmacı kılığında , bazen Arkeolog , bazen Üniversitede profesör , bazen bir parti lideri , bazen bir Tarikat Şeyhi veya her kesin ” Hocaefendi “ diye hitap ettiği bir din adamı .
Bizim İstihbarat teşkilatımız , yakın zamana kadar bırakın bu tür faaliyetleri icra etmeyi , içimizdeki ajanları ortaya çıkarmayı dahi beceremezdi .
Faaliyetlerinin büyük bölümü içe yönelikti . Rejimi kendi ülkesinin insanlarından korumak , en kutsal göreviydi. Bu yüzden de yabancı ajanlar ülkemizde fink atıyorlardı. .
Esas faaliyetine dönmeye başladığında ise TIR larının nasıl baskına uğradığını , elemanlarının nasıl tartaklanıp hakarete uğradığını ibretle seyrettik. Acaba bu hareket başka bir ülkenin İstihbarat elemanlarına yapılsaydı , yapanlara bu kadar kibar mı davranırlardı .
Bu TIR larda Suriye Türkmenlerine gönderilmek üzere İlaç ve tıbbi malzemeler çıktı . Silah falan çıkmadı. Çıkabilirdi de . Bir ülke, Yabancı ülkedeki insanlarını , dostlarını korumak için , ya da kendi çıkarları için gerekirse silah da savaşçı da gönderebilir.
İran ve Lübnan binlerce askerini silahlandırarak , Suriye’de savaşmak üzere göndermedi mi ? Hâlâ orada savaşmıyorlar mı ? Dünya da bunları seyretmiyor mu . Gene İran’ın desteğini alan Yemen’deki Şii Husiler neredeyse Hükümeti ele geçirme noktasına gelmediler mi ? Dünya buna karşı bir şey mi yapıyor ?
Bizim ülkemizin Savcı ve Jandarması da MİT tırlarına baskın yapıp personele olmadık hakaret ve işkenceler yapıyor. Kendi ülkesine “ Terörist Devlet “ yaftası yapıştırmaya çalışıyor. Muhalefet Partileri de onların Avukatı . Ve 1 yılı aşkın zaman geçmesine rağmen , olayla ilgili ( bildiğim kadarıyla ) sadece 2 kişi tutuklanıyor . Böyle şey olmaz . Basın , şu veya bunlar ; vatan hainlerini , MOSSAD ajanlarını savunuyor diye bu olay hafife alınamaz .
Devlet zaaf içerisinde olamaz . Kesinlikle kabul edilemez bu durum . Olursa da millete çok ağır bedeller ödetir.
Atalarımız zamanında söylemiş söyleyeceğini : “ YA DEVLET BAŞA , YA KUZGUN LEŞE ! “
İSLAM DÜNYASINDA AJAN FAALİYETLERİ
Geçmişi hangi tarihe kadar gidiyor diye tam bir tesbit yapamamaktayız . 17. Yüzyıla kadar Fransız , özellikle’de İngiliz Misyoner teşkilatınca eğitilip görevlendirilen ve İslam dünyası içerisinde bir çok yıkıcı faaliyeti gerçekleştiren ajanların varlığını biliyoruz.
Bunlar kendilerini Arkeolog , Sosyolog , daha çok da Doktor olarak tanıtarak Müslümanların içlerine giriyorlar . Irak’ta faaliyet gösteren Gertrude Bell ve Arabistan’da faaliyet gösteren T. Edward Lawrence bunlardan bilinenleri .
19.Yüzyıl sonlarında Yemen’e giden Fransız Paul Emile Botta’da kendisini Arkeolog ve doktor olarak tanıtıp bölgenin ileri gelenleri Şeyh Hasan ve Şeyh Yasin’le görüşmeler yapmıştır. Bayan Claudie Fayein , Fransız’dır ve Yemen’de faaliyet göstermiştir.Alfred Bardey de Yemen’de halkı Osmanlıya karşı kışkırtmıştır .
Bunlar mensubiyetlerini gizlemeden ajanlık faaliyetlerini yürütenlerden . Bazen de üslendikleri görevin durumuna göre gerçek kimliklerini gizleyerek Müslüman , hatta Molla , Hoca , Şeyh , Alim kılığında faaliyetlerini yürütenler olmuştur. Wayman Bury , Abdullah Mansur , Mr Wavell ise Hacı Ali ismiyle Müslüman görünerek Yemen’de Osmanlıya karşı halkı kışkırtmıştır.
Bir misyonerin anlattıklarına kulak verelim : “ Şam’a varır varmaz üzerimdeki redingotu attım ve bir Arap gibi giyindim. Arap gibi yaşıyor , onlar gibi yiyip içiyordum. Arab’ın nasıl düşündüğünü konusunda eğitim almıştım . Düşüncelerini biliyor , ona göre hareket ediyordum. “
Sultan Abdülmecid döneminde yaşanan bir olay … Ajan , Mr John’u dinleyelim : “ İngiliz Misyon cemiyeti , her sene rüştiye mektepleri çocuklarının zekilerinden ( Tabii babalarının rızası le ) ihtiyaca göre 30-40 talebe ayırarak himayesine alır , onları kabiliyetlerine göre üçere , beşere ayırarak dünya ülkelerinin kendilerince lüzum hissedilen mıntıkalarına sevk edilirler . Bu çocuklar o memleketlerdeki sefaret veya konsolosluklara tevdi edilirler . Ben ve arkadaşım Herbert 10 yaşında iken İstanbul’a gönderilmiş idik . Doğruca sefarethanemize gittik . Sefir beni Cihangirde oturan sefaret kavası ( Koruma görevlisi ) Ali ağaya teslim etti ve şu tenbihatta bulundu : “ Ali Ağa, bu çocuğun adı İbrahim’dir ve senin oğlundur. Herkese öyle söyleyeceksin. Aylık olarak sana 10 lira vereceğiz . ( O zaman 2 memur maaşı ) Bu para ile çocuğu mahalle mektebinde okutacaksın . Ve kendi çocuğunmuş gibi yedirip , içirip giydireceksin . Adetiniz nasılsa öyle terbiye edeceksin. Ayda bir defa akşam sefarethaneye getireceksin. “ dedi . Ve devam ediyor … İptidai ve Rüşdi ( İlk ve Ortaokul) u okuduktan sonra Sarf , Nahiv , Avamil , Kafiye , Mantık , Tasavvurat , Tasdikat , Kelâm , Tefsir … gibi o dönemin derslerini tamamladım …”
Daha sonra Fransızca ve Arapça öğreniyor ve Câmi dersini de alarak Müderris ( Profesör ) oluyor. Osmanlı’nın yönetim merkezi olan Bab-ı Âlî ‘nin tercüme bürosuna memur olarak giriyor . Dış işleri ve Siyasi işler Baş Mütercimliğine yükseliyor.
Yabancı misyonla yapılan görüşmelerde bulunuyor , Padişahın dış devletlere gönderdiği mektupları Fransızca’ya tercüme ederken , karşı tarafın asabını bozacak şekilde ince değişiklikler yapıyor . Dışarıdan gelen mektupları Padişah’a tercüme ederken de aynı şeyi yapıp padişahın moralini bozuyor. Bu şekilde bir çok devletle Osmanlı’nın arasını açıyor . Ayrıca tercüman olarak bulunduğu görüşmeleri ve dış devletlerle yapılan tüm yazışmaları İngiltere sefaretine rapor ediyor.
İşi bitip İngiltere’ye döndükten sonra bunları Kaptan Mustafa Bey’e belki de kafası kıyakken , samimi bir ortamda anlatıyor da bizim de öylece haberimiz oluyor.
İbrahim , yani Mr. John , yine Bektaşi tarikatine sızmış Muhammed Ali takma isimli Mr . Herbert’ten uzunca bahsediyor. Tarikatte “ Halifelik “ makamına kadar çıkmış bir İngiliz ajanı …Ve dünyanın hemen her yerinde bu tür görevler üstlenmiş misyonerlerin , İngiltere adına çalıştığından bahsediyor . ( Prof. İhsan Süreyya Sırma hoca’nın “ Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri “ kitabında daha geniş bilgiye ulaşabilirsiniz.)
Yine Arabistan , Umman , Hadramavt civarlarında casusluk faaliyeti icra eden Ressam Mr. Vovilsteed den bahsedilebilir. Hempher ‘in “ İslâm’ı nasıl yok edelim “ isimli kitabı , ajanlık faaliyetlerinin profesyonelce nasıl yapılacağını ince ince anlatıyor. Misyoner teşkilatındaki akademisyenler , Müslümanların zayıf, kuvvetli , ihtilaflı konularını araştırıp tesbitler yapıyor ve mücadele metodları belirleniyor . Ayrıca zayıf karakterli , para ve şehvet düşkünü insanları da tesbit edip kendilerine çalışmalarını sağlıyorlar .
Geçmiş tarihte isimleri geçenlerden bahsettik . Ve bunlar maalesef başarılı olup hedeflerini gerçekleştirdiler ve Osmanlı’yı 60 parçaya böldüler. Peki bunu yapınca yerlerine oturup istirahat mı ediyorlar ? Tabii ki hayır. Günümüzde artık Fransa ve İngiltere’den ziyade Hıristiyan Batı dünyası ile Siyonist İsrail’in işbirliğine şahid oluyoruz.
Afganistan’ın Topal Mollası , Türkiye’nin Fetullah Gülen’i , Pakistan’ın Tahir-ul Kadri’si , Ortadoğu’yu kana bulayan IŞİD lideri Ebubekir Bağdadi ve daha niceleri İslam dünyasında faaliyetlerini sürdürmeye devam ediyorlar. Bunlar aslında yaptıkları veya söyledikleri ile kendilerini ele de veriyorlar memleketimiz ve milletimizin menfaatleri 1. önceliğimiz olursa , dinimizi iyi öğrenip , görüp duyduklarımızı o süzgeçten geçirirsek oyunlarına gelmeyiz ve bunlar bize hiçbir zaman zarar veremezler . Aksi takdirde şimdiden geçmiş olsun diyorum …
TANZİMAT HASTALIĞI”, AKIL SATAN “GURU”LAR VE ŞEHİRLERİMİZ…
Kendi şehir ve medeniyet birikiminden, yönetim geleneğinden habersiz, ondan nefret eden kimi gazeteci-yazarlarımız, hâlâ Tanzimat aydınlarının artıklarıyla geçindiklerinden, Batının çöplüğünde gıda aramakla meşguller. Öyle ki, modern kapitalizmin “kazanmak için her şeyi tüket, tahrip et ve yok et!” felsefesiyle yola çıkıp dünyaya vahşi başarı öyküleri pazarlamak için dolaşan ve dolar karşılığı akıl satan batılı yönetim gurularının en fazla akıl sattığı ülke-lerden birisi haline geldik. Gün geçmiyor ki, holdinglerin özel mahfillerinde, üniversitelerin kampüslerinde, yerel yönetimlerin kültür merkezlerinde bu pazarlamacı gurular bir kasaba işportacısı gibi çantalarını açmasın. Tabii müşterisi bol olan metaları böylece zayi olmuyor. Bir münekkidimizin deyimiyle;“Efendisinin ilâçlarını çalıp içen ahmak uşak”ların bol olduğu bu ülkede pazara sunulan metalar da çeşitleniyor…
Herkese sunulacak metaları olan bu pazarlamacı gurulardan ‘Dünya Rekabet Merkezi Direk-törü’yle birkaç ay önce ‘Perakende Liderler Konferansı’ için bulunduğu ülkede bir TV muhabi-ri röportaj yapıyor. Kendisine “kentlerimiz giderek devleşiyor, çevre sorunları artıyor. Bu konuda çözüm önerileriniz nedir?” sorusunu soruyor. Bu soru, uzaydaki başka bir galaksiden gelen bir yaratığa sorulsa bu kadar tuhaf karşılanmaz zannediyorum. Bu yönetim gurusu da, “Esas sorun bir şehri nasıl yöneteceğiniz. 20 yıl sonra neler olacağına dair plan yapmalısınız. Eğitim kurumlarınız bir şehrin nasıl yönetileceğini düşünmeli ve bu konuda çalışacak diplomalı insanlar yetiştirmeli”şeklinde beylik bir genellemeyle cevap veriyor.
Tabii gurunun bu cevabı herhalde “müthiş, orijinal, harika” kabul edilerek, Türkiye’de düzen-lenen ve düzenlenecek çevre ve şehircilik çalıştaylarında, konferanslarda referans kabul edi-lecek ve göndermeler yapılacaktır (!)
Söz konusu Guru’nun bu sıradan sözünü kesip,günümüzden biraz koparak tarihi süreçte biraz geriye gedelim…
Ait olduğumuz tarih ve medeniyet birikiminin erken Cumhuriyet döneminde önce red, sonra imha için öncelikle başvurulan tarihî şehirleri yıkmak yerine, batılı şehir plancısı ve mimarlara yeni şehirler planlatarak yeni rejimin temellerinin tahkim edilmesi hedefleniyordu. Gelecek nesillerin zihinlerine tarihe ait bir iz bile düşmemesi için girişilen şehir katliamları öyle vahşi boyutlara ulaşmış ve vahim sonuçlar doğurmuştur ki, bu sonuçları İstanbul, Konya, Diyarbakır, Bursa, Amasya, Trabzongibi şehirlerimizde görmek mümkündür.
Ancak, Falih Rıfkı’nın “Çankaya”sında anlattığı bir olay var ki, bize ait olmayan şehir modellerinin transfer ve eklemleme ile bu topraklarda yeşeremeyeceği ve yaşayamayacağına dair önemli bir itiraf niteliğindedir. Şunları söylüyor Falih Rıfkı:
“Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Lâtin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir plânını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kurama-mıştı. Çünkü bu, Atatürk’ün devrimleri ile halletmeğe çalıştığı medeniyet ve kültürün mesele-sidir.
Şimdi İsrail Akdeniz kıyılarında tam Yansen prensiplerine göre yepyeni bir şehir kurmak üze-redir. Plânlarını Avrupa gazetelerinde gördüm. Bir gün gıptalar içinde onun seyrine gideceğiz. Hırsızlar ve gericiler olmasaydı, o şehrin daha büyük, daha zengin ve daha tamamının çoktan Anadolu yaylasında kurulmuş olacağını düşünmeyeceğiz bile…İsrail, bir uçumluk ötemizde, halledilmiş medeniyet ve kültür davalarının hayır nimetlerini biçmektedir. Biz 1952’de ve her işimizde bile Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışmıyor muyuz?”
İsrail, Batılı ama ‘Yahudi orijinli, kendine özgü’ bir zihniyetle şehirlerinin kurucu iradesini değil, teknik inşasını batılı şehircilere ihale ediyor. Falih Rıfkı’nın yakındığı hırsızlar günümüzde de var, gericiler de kompleksleriyle malûl olarak kendi köklerinden utanıp, yabancı iklimlerin ürünlerine gıpta ediyor!
Üstad Necip Fazıl da “İdeolocyaÖrgüsü”nde bu konuya vurgu yaparak; “Tarihimizde İnkılâp âbidelerini bile ecnebi mütehassıslara yaptıran devrin, bu milleti müstemlekeleştirmekten başka gaye gütmeyici ruhu” der ve devamla; “Milli olmak iddiasında bir inkılâp, kendi abide-lerini ecnebilere ısmarlamakla, kendi bakilerini kadınlığa irca için ecnebilere müracaat etmek arasında bir fark bulunduğunu iddia edemez. Biri maddede oluyor, öbürü mânada…” hükmünü verir.
Başta merkezî yönetim olmak üzere, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, yerel yönetimler, TOKİ ve diğer ilgili kurumların idrak yolları, ne yazık ki, Falih Rıfkı’nın bahsettiği “şehirciliğin bir medeniyet ve kültür meselesi” olduğunu anlayamayacak kadar iltihaplıdır. Onun içindir ki hâlâ hastalıklarına reçete için ‘suyun öte yakası’ndan medet umuyorlar.
Bu Tanzimat hastalığı ne yazık ki şehirlerimizde zaman, mekân, ruh, kimlik bırakmadı.
Bugün de zihin ve göz hastalığı nedeniyle kendi şehir birikimini görüp anlayamayan yerlilerin ülkemizin bütün şehirlerini ithal akıllane hale getirdiğini görüyoruz. Bu katliamı (sürekli vurgu yaptığımız gibi) tarihte Haçlılar ve Moğollar ancak yapabildi.
Bütün bir medeniyet coğrafyasında yeryüzü ve iklim şartlarına göre oluşturulmuş müthiş bir şehir stoku son kalıntılarıyla bugüne ve yarına mesaj verirken,halâ kendi mimar ve şehircile-rini ortaya çıkaramamış bir ülkenin Tanzimat hastalığını uzun süre daha yaşayacağını zanne-diyoruz.
Yalnız bu kez durum farklı. Artık hastalık doğrudan ithal edilmiyor. Derisi yerli ama zihniyeti yabancılaşmış işbirlikçiler eliyle şehirlerimiz yok ediliyor. Siyasiler, yerel yöneticiler, ilgili bakanlıklar, TOKİ ve bunlarla ilişki halindeki mimar ve müteahhitlerinüşüştüğü/yok ettiği şehirler adeta savaş sonrası ceset tarlalarını hatırlatıyor.
Başta Falih Rıfkı olmak üzere, dönemin tüm siyasileri, aydınları, vs. yeni rejiminkültür ve medeniyet temellerinin ne ile inşa edileceğini, yâni (kendi deyimiyle) “halledilmiş kültür medeniyet dava”larının özümsenmesiyle başarılabileceğini iliklerine kadar hissettiler ve ona göre davrandılar. “Yeni rejim adına” tahrip ettiler, yok ettiler, yerine ithal inşalar gerçekleştirdiler ama sonuçta istediklerini çok fazla elde edemediler.
Buna karşılık günümüzde Yeni Türkiye nakaratlarına rağmen, bu konuda öncelikle yeni bir zihniyetle işe başlanması gerekirken, ne yazık ki bize ait medeniyet kodlarından kaynaklanan şehircilik zihniyetinden hiçbir kesit “Yeni Türkiye’nin vaizleri”nde yok! Tıpkı 90 yıl önce “Yeni rejim”in vaizlerinde olmadığı gibi!
Slogana hapsedilmiş bir zihniyet yeni idraklere değil, ancak yeni sloganlara kapı açabilir.
Nerede kaybetmişsek orada aramak, nerede yıkılmışsak oradan kalkmak zorundayız. Şehir ve medeniyet davası da yıkıldığımız yerin ana eksenidir.
Hal böyle iken, akıl satan guruların pazarı haline gelmiş Türkiye’de, şehir ve medeniyet hazi-nelerinden habersizliğin bizi yeni Tanzimat sendromlarına götürmeyeceğini kim söyleyebilir?
Yahya Düzenli
Nuri Demirağ’ın hatırlattıkları
Şimdilerde belirli bir kesimin sloganı haline gelen 10. Yıl Marşı Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar tarafından 1933 senesinde yazılmış. Marşta şu mısrayı herkes hatırlar sanırım: “Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan.”
Bu marşı gündelik siyasi emellerini ifade etmek için yüksek sesle söyleyenlerin mısrada bahsedilen demir ağları yani tren yollarını Divriğili bir vatan evladı olan Nuri Demirağ’ın ördüğünden haberi var mıdır emin değilim. Bu başarısı nedeniyle kendisine Gazi Mustafa Kemal tarafından “Demirağ” soyadının verildiğini de bilmezler elbet. Nuri Demirağ’ın başardığı ilklerin ayrıntısını biyografisinden öğrenebilirsiniz. Bir insanın hayatına bu denli büyük başarıları sığdırması dünyada eşine az rastlanır bir olaydır.
Gazi’nin ölümünden sonra aynı Nuri Demirağ’ın İsmet İnönü tarafından hedefe konulduğunu ve tek partili yıllar boyunca türlü engellemelerle işlerinin sabote edilerek bürokrasi eliyle iflasa sürüklendiğinden kimse bahsetmez. Nuri Demirağ’ın farklı ülkelerde az sayıdaki emsallerinin heykelleri dikilirken, adına anma günleri düzenlenirken maalesef bizde bürokrasi eliyle yok edilmiş, itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Şükür ki son 20 yıldır Nuri Demirağ gibi vatan evlatlarına itibarları iade edilmiştir.
Nuri Demirağ 1926 yılında genç Cumhuriyet’in milli kaynaklarla demiryolu yapımı projesinde yer aldı ve en muhtaç olduğu zamanda Anadolu’ya demir yolu ağı döşedi. 1930’lu yıllarda vizyoner ve atılımcı kişiliği ile büyük projelere girişti. 1931’de, Asya’yı Avrupa’ya bağlayacak Boğaz Köprüsü projesini yaptı. Gazi Mustafa Kemal tarafından çok beğenilen proje hükûmet tarafından reddedildi. 1933’te Keban Barajı projesini ilk kez dile getirdi. Yabancıların çimento tekelini kırmak için çimento fabrikası kurmak istedi. Bu teşebbüsüne de izin çıkmadı. Nuri Demirağ bu kez gözünü gökyüzüne çevirdi ve demir kuşlar için çalışmaya başladı.
Türkiye’nin ilk uçak fabrikasını açan ve bu alanda tüm mal varlığını harcayarak büyük mücadeleler veren Nuri Demirağ (1886-1957), Türk savunma sanayiinin kurucularından kabul ediliyor. Demirağ, 1936 yılında havacılık sanayiinin temellerini atmaya başladı. İlk iş olarak 10 yıllık devreyi kapsayan bir plan hazırlattı. Bu plan gereği Tayyare Etüd Atölyesini kurdu. Bu tayyare atölyesi kısa bir sürede dev bir fabrika haline geldi.
Yeşilköy'de Elmas Paşa çiftliğini tayyare meydanı yapmak için satın aldı. 1000 X 1300 metre boyutlarında düz bir tayyare alanı yaptırdı. Bunun bir örneği de o sıralar Avrupa'nın en modern havaalanı olan Amsterdam'da vardı. Bu havaalanı daha sonra kamulaştırılarak önce Yeşilköy Havalimanı daha sonra Atatürk Uluslararası Havaalanı haline getirilecek ve 2019 senesine kadar hizmet verecektir.
1937-1938 yılı içinde Türk Hava Kurumu 10 okul uçağı ve 65 planör siparişinde bulundu. İstanbul fabrikalarında yapılan ilk yerli Türk uçağı, 1941 yılı ağustosunda Nuri Bey'in doğduğu yer olan Divriği'ye uçarak gidip gelmişti. Halkı da heyecanlandıran bu tür gösterilerin yararlı olduğunu düşünen Nuri Bey, Eylül ayında 12 uçaklık bir filoyu, Bursa, Kütahya, Eskişehir, Ankara, Konya, Adana, Elazığ ve Malatya rotasında uçurarak halka kendi tayyarelerimizle göklerimizi kendimizin koruyabileceğini göstermek ve onlara inanç vermek istemiştir.
Türk Hava Kurumu tek parti iktidarının baskısıyla Demirağ'ın fabrikalarına sipariş vermiş olduğu bu uçakları almaktan vazgeçmiştir. Bu yıllar planlı olarak Demirağ’ın yatırımlarının sabote edildiği ve kendisinin itibarsızlaştırıldığı acı bir dönem olarak kayıtlara geçmiştir.
Bugün Nuri Demirağ’ın vefatının yıl dönümü. Onun izinden giden yerli ve milli sanayi sevdalıları pek çok başarıya imza attı. Lakin o dönemin sabotajcıları bugün de var. Bir tarafta milletinin yükselmesi için çırpınan yürekler varken diğer yanda dış güçlerin payandalığını yapan işbirlikçiler var. Bugün de “Üçüncü köprüye ne gerek var”, “Yeni havalimanı kuşların göç yolunu engelleyecek”, “Yerli otomobil üretip de ne olacak”, “ Milli füzelere ne gerek var” diyenler aynı işbirlikçi anlayışın günümüzdeki tezahürleridir.
Tarihimizde hep benzeri şeyler yaşadık. Birileri iş yapıp-bedel ödeyip-canını dişine takıp vatanı ihya ederken diğer bir kesim ise bunların yaptıklarının üstüne konup kendilerine marş yaptı. Kafkas marşını İzmir marşına çevirenlerle 10. Yıl Marşındaki “Demirağ” kahramanını tanımayanlar işte bu zihniyetin çarpıklığının göstergesidir. İşin ilginci, hızlı tren, Çanakkale Köprüsü, yerli ve milli tramvay yatırımlarıyla dalga geçenlerin her fırsatta “Demirağ”lardan bahseden bu marşla muhalefet etmeleridir.
Zamanında Vecihi Hürkuş’u, Nuri Demirağ’ı, Necmettin Erbakan’ı yaptığı girişimler nedeniyle aşağılayan kesimler nihayet bu kahramanların yolunu sürdüren gerçek vatanseverlerin yaptıkları karşısında boyunlarını eğmek durumunda kaldılar. Çamur atmaya devam etseler de milletimiz bu zihniyeti ebediyyen mahkûm etmiştir. TOGG’un üretime başlaması Demirağ’ın açtığı yolun taçlandırıldığı zirvelerden biridir. Yolu açanlara rahmet olsun.
Müceddid-i Elf-i Sânî: İmâm-ı Rabbânî (k.s.)
Bugün İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefatının sene-i devriyesi. Kendisine verilen “Müceddid-i Elf-i Sânî” mahlası hicrî II. binyılın müceddidi kabul edilmesinden ileri gelir. İmâm-ı Rabbânî (Doğumu: 26 Mayıs 1564 - Vefatı: 20 Kasım 1624) 16. yüzyılda Hindistan’da yaşamış büyük bir âlim ve sûfidir. Rabbânî’nin Müslümanlar için özellikle de Türkiye Müslümanları için büyük önemi vardır. Bugün Anadolu’da hâkim olan tasavvuf anlayışının şekillenmesinde ve Ehl-i Sünnet akidesinin ihyasında İmâm-ı Rabbânî’nin büyük etkisi vardır.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) iyi bir medrese eğitimi almıştır. Ailesi de dâhil olmak üzere tam bir tasavvufî çevrede yetişmiş, tasavvuf kültürü ile yoğrulmuştur. Hem yaşadığı dönemde hem de sonrasında İslam dünyasında “ariflerin ışığı”, “velilerin önderi”, “İslâm’ın bekçisi”, “Müslümanların baştacı”, “müceddid”, “müctehid” ve “İslâm âlimlerinin gözbebeği” olarak görülmüştür. İnsanların itikad, ibadet ve ahlâk hususunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü Teâlânın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslâm âlimlerindendir.
Asıl ismi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeyne'l-âbidîn’dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü’l-Berekât’dır. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demektir. Rabbânî âlim de; kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmiyle amel eden, ilim ve amel bakımından kâmil olan âlim demektir. Hicrî ikinci binyılın Müceddidi olmasından dolayı “Müceddîd-i Elf-i Sânî”, İslam ahkâmı ile tasavvufu birleştirmesinden dolayı da “Sıla” ismi verilmiştir. Hz. Ömer’in (r.a ) soyundan olduğu için, “Fârûkî” nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle “Serhendî” denilmiştir.
İmâm-ı Rabbânî’nin yaşadığı dönemde Hindistan; Sünnetin itibarsızlaştırılmak istendiği, Bâtıni oluşumların yaygınlaştığı, kafaların karıştığı zor bir asırdadır. O dönemde birçok sapkın grup ortaya çıkmıştır. Bu sapkın grupların temel anlayışı, vahyi itibarsızlaştırmak, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetini zayıflatmak üzerine kurulmuştur. Bu coğrafyadaki Hinduizm, Budizm gibi diğer sözde dinlerin varlığı, nüfusun fazlalığı, cehaletin yaygınlığı ve otoritenin zayıflaması dolayısıyla sapkın hareketler denetlenemez hale gelmiştir. Ülkenin hükümdarı Ekberşah’ın bütün dinlerden bir parça alarak yeni bir din anlayışı tesis etme çabaları ise tüm sıkıntıların tuzu biberi olmuştur.
İmâm-ı Rabbânî böylesi bir ortamda dini hurafelerden arındırmak ve Hz. Peygamber'e (s.a.v.) bağlılığı artırmak üzerine yoğun bir gayret sarf etmiştir. İmam-ı Rabbani bu amaçla İslam’ın temel rükünlerinden olan “Cihad”ı Nebevi anlamına döndürerek hem Hint yarımadasında hem de bütün İslam coğrafyasında “Hakikat-i İslamiye”yi (Kuran ve Sünneti) yeniden Müslümanların gündemine sokmuştur.
İmâm-ı Rabbânî bulunduğu bölgenin siyasî, ilmî ve manevi nüfuz sahibi insanlarına gönderdiği mektuplarla irşat faaliyetini yürütmüştür. Küçük yaşta hafızlığını ikmal eden İmâm-ı Rabbânî, mektuplarında ve diğer eserlerinde ayet ve hadisleri temel alan ihya edici bir üslup benimsemiştir. İmâm-ı Rabbânî ayrıca döneminde yaygınlığı bulunan ve yanlış anlaşılması sebebiyle İslam’a zarar vermeye başlayan vahdet-i vücûd anlayışını tüm yönleriyle ele almış ve tasavvufun orta yolu bulmasını sağlamıştır. Tekke ve medrese ikiliğini ortadan kaldıran bu yaklaşım hem tasavvufi hareketlerin güçlenmesine hem de sapkın oluşumların engellenmesine vesile olmuştur. Bu bakımdan İmâm-ı Rabbânî’nin hem sünnetin yeniden ihyası hem de din-i mübin-i İslam’ın doğru anlaşılması noktasında oldukça etkili ve önemli bir tesiri olmuştur.
Fikirleri ve mücadelesi sebebiyle ömrünün bir kısmını zindanlarda geçiren; defalarca idam tehlikesiyle karşılaşan İmâm-ı Rabbânî'nin hayatı İmâm-ı Azam’ı hatırlatır. O da yüksek sesle tarikatın, şeriatın hizmetkârı olduğunu, onun emrine boyun eğdiğini, şeriatın güzelliklerinin makâmlardan, hâllerden ve müşahedelerden daha yüce ve yüksek olduğunu, bir tek şer’î hükümle amel etmenin binlerce yıl mücâhededen daha faydalı olduğunu, sünnete uyularak yapılan kaylulenin sünnete uymadan geceyi ihyâ etmekten efdal olduğunu, helallik ve haramlık konusunda sufilerin amellerine itibar edilmeyeceğini, bilakis bu konuda Kitap, Sünnet ve fıkıh kitaplarından delile ihtiyaç olduğunu, dalâlet ehlinin riyâzat ve mücâhedelerinin Hakk’a yaklaşmayı değil uzaklaşmayı ve kovulmayı gerektireceğini kuvvetle ve cesaretle haykırıp ilân etmiştir. Bugün itibarıyla ülkemizde en yaygın tasavvufi kol olan Nakşibendî tarikatının Şeriat-Tarikat-Hakikat anlayışı büyük oranda İmam-ı Rabbani’nin “Mektubat” isimli eseri çerçevesinde açıklanmaktadır.
Makâmı âli olsun. Rabbim cümlemizi şefaatlerine nail eylesin.
Üçüncü Jöntürk Kongresi
6 Haz 2023 - 00:00
Geleceğini biliyordum
Şu son birkaç zamandır hem şahsen hem de memleket olarak yaşadıklarımızı, bütün olanları gördükçe zihnimde hep ve tek bir kelime dönüp duruyor: “Vefa.” Bunu öylesine ya da yaşanmış birkaç örnek üzerinden falan söylemek için yazmıyorum. Gerçekten kıymetli ve gerçekten önemli olduğu için. Ben de ne anlatıyorum ki vefanın çok kıymetli bir haslet olduğunu zaten hepimiz biliyoruz. Zira insan insana muhtaç.
Şöyle bir kısa hikâye okumuştum:
Savaşın en kanlı günlerinden biri. İki taraf arasında çatışmanın en şiddetli anlarından birinde bir asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar.
Asker hemen komutanına koştu:
“Komutanım, fırlayıp arkadaşımı alıp geleyim!” dedi nefes nefese bir halde.
“Delirdin mi evladım? Kendi canını da tehlikeye atacaksın. Elimizden gelen bir şey yok, o çoktan ölmüştür bile.”
Asker ısrar edince “Peki” dedi “Git o zaman, ben seni koruyacağım. Ama çok hızlı hareket etmelisin”
İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Komutan hemen yaralı askere baktı ve içini bir hüzün aldı. Asker ölmüştü.
Sonra onu sipere taşıyan askere döndü:
“Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim” dedi.
“Değdi komutanım” dedi asker. Gözlerinden yaşlar akıyordu.
“Nasıl değdi?” dedi komutan. “Arkadaşın ölmüş görmüyor musun?”
“Yine de değdi komutanım. O benim çocukluk arkadaşımdı. Beraber yedik, beraber içtik, beraber güldük ve beraber ağladık. İşte bu asker ocağına da beraber geldik biz. Onu nasıl bırakırdım orada! Değdi, komutanım, değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim için.”
Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı:
“Mehmet! Geleceğini biliyordum…”
…
Ben hep şöyle düşünürüm; derdini anlayan, sana inanan, düşsen elinden tutan, tutsan bırakmayan bir dostun varsa karşısında duramayacağın ne dert olur ki ölümden gayrı.
Bildim demek bilmemektir
İmam-ı A'zam Ebu Hanife’nin talebesi İmam-ı Yusuf, hocası gibi önemli bir âlim ve din adamı. Bir gün bir adam gelip ona bir soru sormuş, o da cevap verememiş, "Bilmiyorum” demiş.
Soruyu soran kişi kızmış, "Hem bu kadar maaş alıyorsun hem de bir sorunun cevabını bilmiyorsun" diye çıkışmış. O da şu güzel, zarif cevabı vermiş.
"Ben bildiklerimin karşılığını alıyorum, eğer bilmediklerimin karşılığını almaya kalkarsam hazinede para kalmaz" demiş.
…
Bence büyük bir salgın var dünyada. Öyle ilaçla falan da geçecek bir şey değil bu. Yaşadığımız zamanın illetlerinden biri; başkası gibi görünmek. Etrafımız böyleleriyle dolu. Olmadıkları gibi görünmek için çırpınıyor insanlar. Kendilerinden başkası gibi hareket etmeye ve kendilerini öyle gibi resmetmeye bayılıyorlar.
Her şey olduklarını, her şeyi yaptıklarını, herkesi gördüklerini ve hepsini bildiklerini falan sanıyorlar. “Bilmiyorum” demenin ne denli kıymetli olduğunun farkında değil kimse.
Oysa eskilerin söylediği ne güzel bir cümle var; “bildim demek bilmemektir.”
…
Herkes her şeyi en iyi bildiğini sanıyor. Şunu da “ben bilmem” diyerek kenara çekilen yok. “Siz bu işi yapıyorsunuz yıllardır, en iyisini siz bilirsiniz” falan demekten ar ediyor insanlar. Bir şey değilken her şey olduklarını zannetmek bir hastalık kesinlikle. Çok fazlalar ve çok hastalar…
…
“Çok garip şeyler oluyor” dedim ya. Öyle değil mi gerçekten de? Akıl almayı sevmeyen ama akıl vermek için çırpınan insanlarla dolu etrafımız; nasihat dinlemeyen ama nasihat etmeyi şeref sayanlarla dolu. İşin kötü tarafı buna bir de rağbet var. Pazar bunlarla dolu. Çulunu getiren tezgâh açmış ve işte garip bir şey daha; müşterileri de var.
…
Biraz silkelenmek lazım bence. Evvela kendimizden başlayıp sonra şöyle bir etrafa göz gezdirmek gerek. Her söylenene, her konuşulana, her yayılan bilgiye ve her yapılana hemen inanmamak gerek. Zira etraf hiçbir şey bilmeyen ama her şeyi bildiğini söyleyen ve böyle olunca da devamlı surette ahkâm kesenlerle dolu.
Bunların çoğu da bunu öyle ahmaklıklarından falan yapmıyor. Suyu bulandırmak için, ortalığı karıştırmak için düşüyorlar meydana.
…
Eskiler “bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” diyorlar. O gün için doğru söz ama bugün için fazla belki de. Şimdiler de “bilmemek ayıp değil, öğrenmemek de ayıp değil ama biliyormuş gibi yapmak ayıp.”
İMAMI GAZALİ
İmamı Gazali Kimdir?
İmam-ı Gazalî, bugün bir kısmı İran toprakları içinde kalan Horasan’ın Tûs şehrinde hicri 450 tarihinde (M. 1058) doğmuş, yine Tûs’un yakınlarındaki Tabira kasabasında 505′de 55 yaşında vefat etmiştir.
Ömrünün ilk seneleri ilim tahsiliyle geçmiş, orta yaşlarında ilmin zirvesine çıkmış, itibar ve hürmetin en muhteşemini görmüş, sonraki senelerinde ise büyük bir fikri inkılâb geçirerek iç âlemine dönmüş, ihlâs ve tasavvuf mertebelerinde mesafe katetmiş, on bir seneyi bulan bir inzivaya girmiş. Bundan sonra eski Gazali’yi bırakıp yeni Gazali olarak meydana çıkmıştır. Son nefesine kadar da bu yeni Gazali’nin tamamen âhirete müteveccih niyet ve ihlâsı içinde devam etmiştir.
Gazali’nin tahsile başlangıç tarihleri ibretlidir. Bilgisi az, ama ihlâsı çok olan fakir babası, son günlerini yaşarken vefalı bir dost âlime vasiyette bulunmuş:
“Bu iki çocuğum Ahmed ile Muhammed’i sana vasiyet ediyorum. Bunların okumalarını te’min edip, ilim erbabı olmalarına sen yardımcı ol.”
Bu vasiyetten kısa zaman sonra vefat eden masum ve muhterem babanın iki oğlu, bu âlimin himayesinde bir müddet mektebe gitmişler, ancak kendisi de fakir olan hoca efendi en sonunda gerçeği söylemeye mecbur olmuş:
“Evlâtlarım, babanızın size bıraktığı miras tükendi. Bundan böyle kendinizi himaye edecek bir medreseye, kaydolun. Benim size bakacak hâlimin olmadığını siz de biliyorsunuz!”
Kardeşi ile bir medreseye kaydolup okumaya başlayan Muhammed, sonraları bu durumlarını anlatırken der :
“Aslında biz medreseye ilim elde edip, maişetimizi te’min etmek için girmiştik. Ama ilim öyle azizdir ki, kendisini dünyevi şeylere âlet ettirmedi, bizi Allah için çalışmaya yöneltti.”
Gazali, talebelik devresinde Tûs’tan uzaklara gitmeye başlar, Cûrcan’da bulunan meşhur âlim Cüveyni’yi de ziyaret edip, ilim ve irfanından müstefid olur. Bu seyahatları sırasında bir ara Tûs’a dönerken eşkıyaların saldırısına da maruz kalır. Soyguncular, kervânın diğer eşyaları arasında kendisinin yazdığı notları ile kitaplarını da gasbederler.
Gazalî buna hiç tahammül edemez, arkalarından koştuğu eşkıyanın reisine sızlanır:
“Ben ilim peşinde koşan bir talebeyim, tesbit ettiğim ilmi yazılarımı havi notlarım ve kitaplarım var aldığınız eşya içinde. Bunları kaybedersem benim hâlim nice olur? Emeklerim boşa gider!”
Eşkiya reisi buna kahkahayla cevap verir:
“Sen nasıl ilim sahibisin ki, kâğıtların elinden alınınca ortada kalıyorsun, sermayen yok olup gidiyor?”
Bu cevap Gazali’de şimşekler çakmasına sebep olur. Artık kitaplardaki ilme güvenmekten vazgeçer, ilmi hâfızasına alma gayreti başlar. Ne okursa, ya ezberler, ya da fikir olarak hazmedip, özetini benimsemeyi esas alır.
Bu gayret ve azmi sayesinde kısa zamanda yaşadığı devir ve muhitin tek âlimi olmaya namzet hale gelen Gazali, Tûs’tan ayrılıp Bağdad’da, Nizamiye medresesine gelir. Burada meşhur Nizamülmülk’ün dikkatini çeker. Nihayet en yüksek pâyeye erişerek Nizamiyye medresesinin başmüderrisliğine tayin edilir.
Dört yıllık Nizamiye başmüderrisliği esnasında kendisini gölgede bırakacak bir başka âlim çıkamaz. İtibar, nüfuz, makam, mevki… Devlet büyükleri nezdinde hürmet ve saygı en yüksek noktada…
İşte tam bu sırada Gazali’den müthiş bir ruhu inkılâp meydana gelir. Herkesin, gıpta ve imrenme ile baktığı zirvedeki halini, o aldatıcı, oyalayıcı bir ihlâssız hâl olarak değerlendirmeye başlar. Tıpkı Bediüzzaman’ın, “Dârü’1-Hikmeti’1-İslâmiye”de âza iken geçirdiği rûhî tekamül gibi bir enfüsi ameliyata girişir.
Gazali, Nizamiye’nin başmüderrisi iken gösterilen itibar ve hürmetin zirveye çıktığı bir sırada, Abbasi halifesi ve Selçuklu Başvezirinin büyük ikram ve izzetlerine rağmen tatmin olmayıp iç âlemine, kendi tefekkürüne dönmeye başlayınca, kesin kararlar verir.
Bu sebeble dört yıldır süren meşhur başmüderrislik vazifesinden istifa ile Şam’a doğru yola çıkar. Mânâ büyüklerini ziyaret edip, tasavvuf ehlinin hâllerini inceledikten sonra Şam’ın meşhur Camii Emeviye’sinin geniş minaresi içinde inzivaya çekilir ve bu inziva, tam on bir yıl sürer.
Bu sırada zaman zaman mütevazi gruplara vaazlar verip, sohbetler yapan Gazali, eserler yazıp, tefekküre de dalmış, insanların hâlini, iltifat ve ikramlarının faniliğini, insanı gerçeğin tatmin etmesi gereğini pek açık seçik anlamış, derin feyizlere, ilhamlara mazhar olmuştur. Tabiri câizse işte asıl mürşid Gazali, bundan sonra meydana gelmiştir.
Nitekim başmüderrisliği senelerindeki şöhretli günlerini anlatırken şöyle demektedir:
“Kendi durumuna baktım, bir de ne göreyim, dünyevi alâkalar içine dalmışım: Onlar beni her taraftan sarmışlar. İşlerimi gözden geçirdim. Onların en güzeli, okutup, öğretmekti. Fakat bu sahada da âhiret için ehemmiyetsiz ve faydasız şeylerle uğraşmışım!.. Zira öğretim sırasındaki niyetimi düşündüm. Baktım ki, Allah rızası için değil, mevki ve şöhret hissiyle hareket etmişim. Bu hâlimle uçurumun kenarına geldiğime, eğer durumumu düzeltmek için harekete geçmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim.”
Görülüyor ki, büyük ilim ve mâneviyat adamı, bizlerin sevap derecesinde gördüğü birçok hususları bile riyâ ve ihlâssızlık karışıyor endişesiyle terkediyor, çok derin bir ihlâs ve mânevî temizlik ameliyesine girmekten çekinmiyor.
Elli beş senelik ömrü azizinin yarısından sonrasında böylesine bir ruhi inkılâb geçirip kısmen dünyaya bakan eski Gazali’yi terkederek tamamıyla âhireti esas alan yeni Gazali’ye geçen İmam-ı Muhammed, bundan sonra kaleme aldığı eserlerinde daha başka bir ihlâs ve mânevi değerler manzumesi işlemeye muvafak oluyor.
Nitekim Gazali, Şam’daki Emeviye Camii’ndeki on bir senelik inzivadan sonra kendi memleketi olan Tûs’a dönüşünde evinin iki yanına iki tane de âhiret evi mânâsında ek bina inşa ettiriyor. Birinde fıkıhçıların kaldığı, ötekisinde ise ehli tarikatın sakin olduğu bu iki dershaneye de nöbetleşe giriyor, onların arasında ömrünün son günlerini yaşarken, hem Şafiî fıkhı, hem de ehli sünnet tasavvufu konusunda bilgi veriyor, feyiz ve ilhamlara sebeb oluyor…
Denebilir ki, Hazret-i Gazali, ömrünün son günlerini, hem Şafiî fıkhı, hem de tasavvuf yönünden en verimli şekilde yaşadı. Nitekim son anlarını nasıl yaşadığı anlatılırken şu ibretli hâtıra naklediliyor:
“Gazali, son pazartesi gecesinde yine epeyce tasavvuf ve fıkıh dersi ile meşgul oldu. Sabah, namazını kıldı. Sonra hazırlattığı kefenini istedi. Hemen getirdiler. Kefeni öpüp başına koydu, yüzüne sürdü ve dedi ki: “Ey benim Rabbim ve Mâlikim, emrin başım, gözüm üstüne olsun.”
Çevresindekiler ağlaşmaya başladılar, ama onda bir korku ve telâş yoktu. Kıbleye karşı dönüp uzandı. Birşeyler okuyordu. Bir de baktılar ki, Hakk’ın emri vâki olmuş. Beş yüzü aşan değerli eserlerin sahibi koskoca Hüccetü’l-İslâm, sessiz, sedasız ruhlar âlemine göçmüş…
Erkek evlâdı olmadığından kız çocuklarından nesli devam eden Hazret-i İmam, bunca eserlerine rağmen ancak ailesini idare edecek derecede miras bırakmıştır.
Elli beş senelik ömür içine sıkıştırdığı beşyüzü geçen eserin içinde İhyâü’l-Ulûm, El-Münkızü mine’d-Dalâl, Kimyâ’yı Saadet gibi değerli eserleri vardır, Kelâm, felsefe, usül-ü fıkıh ilimlerine ait eserleri de kıymetlidir. İslâm âleminin halen her yanında okunan İhyâü’1-Ulûm çeşitli dillere, bu arada Türkçe’ye de tercüme edilmiştir. Allah makamını Cennet eylesin.
İmami Serahsi
İMAMI SERAHSİ KİMDİR?
İslâm âlimlerinin meşhûrlarından. Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimidir. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Ebî Sehl Serahsî’dir. Künyesi Ebû Bekr, lakabı Şems-ül-eimme’dir. Türkistan’da yetişen İslâm âlimlerinden olup, 400 (m. 1010) senesinde Serahs’da doğdu. 483 (m. 1090)’de vefât etti. Serahs şehrine izafeten Serahsî denildi. Serahs şehri, Türkmenistan’da Meşhed ile Merv arasında eski bir şehir olup, bugün İran-Rus sınırı üzerindedir.
Ebû Bekr Serahsî, tahsilini Buhârâ’da yaptı. Fıkıh ilmini, zamanının en meşhûr âlimlerinden olan Şems-ül-eimme Ebû Muhammed Abdülazîz bin Ahmed Hulvânî’den öğrendi. Uzun yıllar bu hocasının derslerine devam edip, fıkıh ilminde çok iyi yetişti. Bu zâttan başka, diğer âlimlerden de ders aldı. Devletler hukuku husûsunda âlim ve bu husûsta İmam-ı Muhammed Şeybâni tarafından yazılan eserlerde mütehassıs olan Ebü’l-Hasen Ali bin Muhammed bin Hüseyn’den ve Ebû Hafs Ömer bin Mensûr el-Bezzar’dan ders almıştır.
Serahsî’nin en başta gelen hocası Şems-ül-eimme Hulvânî, Buhârâ’da meşhûr Hanefî mezhebi âlimlerinden idi. İlmiyle, yaşayışıyla, talebe yetiştirmesi ile insanlığa çok hizmet eden bu hocasından sonra onun yerine geçti, ilimdeki üstünlüğünden dolayı Serahsî’ye de Şems-ül-eimme (âlimlerin, imamların güneşi) lakabı verilmiştir. Zamanının meşhûr âlimlerinden olan Serahsî’den de Burhân-ül-eimme Abdülazîz bin Ömer bin Mâze, Mahmûd bin Abdülazîz özcendî, Rüknüddîn Mes’ûd bin Hasen, Osman bin Ali bin Muhammed Beykendî fıkıh ilmini öğrenmişlerdir.
Serahsî hazretleri, kelâm ve münâzara ilminde de âlim olup, çok ibâdet eden zâhid bir zât idi. Ömrü hep ilim öğrenmek, öğretmek ve dîne hizmet etmekle geçmiştir. Bu husûsta çok sıkıntılara katlanmış ve pek mükemmel eserler yazmıştır. Osmanlı Şeyh-ül-İslâmı Kemâl Paşazâde, Serahsî’nin müctehid fil-mezheb tabakasından (Mezhebde müctehid) olduğunu bildirmiştir.
Serahsî’nin hayâtında önemli ve sıkıntılı bir dönem olmuştur. Bu dönem, on seneden fazla süren hapislik hayâtıdır. Zamanın hakanına nasihat kabilinden söylediği sözler sebebiyle hapse atıldı. Atıldığı hapishânede bir kuyuya kapatıldı. Uzun müddet, hapsedildiği kuyuda bırakıldı. Zemininde oda gibi küçük bir yer bulunan kuyu içinde, hapis iken de ilmî çalışmalarını sürdürdü. Yanında hiçbir kitap yok idi. Fakat o, onikibin cüz kitabı ezberlemişti. Talebelerine, bu kuyuda iken ders verdi. Talebeleri kuyunun başına toplanır, o da aşağıdan onlara ders verirdi. Otuz cildlik “Mebsût” adlı meşhûr eserini, bu hapisliği sırasında, kuyunun içinden dışarıda bulunan talebelerine söylemek sûretiyle yazdırmıştır. Bu kitabı yazdırırken hiçbir kaynağa müracaat etmemiş, hep daha önce öğrenmiş ve ezberlemiş olduğu bilgilere dayanarak yazdırmıştır.
Serahsî hazretleri bir defasında, hapis bulunduğu kuyunun başına gelen talebelerine ders verirken, o gün talebelerinden birinin gelmediğini farkedip sorar, arkadaşlarından biri; “Abdest almaya gitti. Ben de gidecektim, hava soğuk olduğu için abdest almaya gitmekten vaz geçtim” dedi. Bunun üzerine Serahsî hazretleri şöyle dedi: “Allahü teâlâ seni affetsin. Bu kadar soğuk sebebiyle abdest almaktan vazgeçilir mi? Hâlâ hatırımdadır, ben Buhârâ’da talebe iken, birgün ishale tutulmuş, acı çekiyordum. Günde kırk defa kadar helaya gitmeye mecbûr kalıyordum. Her defasında abdesti tazelemek için ırmağa gidiyordum, öyle soğuk idi ki, odama geldiğimde mürekkebi donmuş buluyordum. Sonra mürekkeb kabını bir müddet göğsüme sürüyordum ve göğsümün harareti onu eritince, notlarımı yazmaya devam ediyordum” buyurmuştur.
Hapisliğinin son aylarında, memleket iç savaşlar ile karışmıştı. Tam bu sıralarda, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin devletler umûmî hukuku ile ilgili Siyer-i kebir adlı eserini şerh etmeye başladı. Bu kitabı, devletler hukuku sahasında ilk yazılan eserdir. 480 (m. 1087) senesi 20 Rebî’ül-evvel’de hapisten çıkarıldı. Hapisten çıkarıldıktan bir müddet sonra Fergana’ya gitti. Fergana Emîri, Emîr Hasen kendisini büyük bir memnuniyetle kabûl edip, izzet ve ikramda bulundu. Onu ve talebelerini kendi sarayına alıp, orada çalışmalarını istedi. Bundan sonrada daha önce hapiste iken başlamış olduğu eserleri ve diğer eserlerini yazdırdı, ömrünün son yıllarını Fergana’da geçiren Serahsî hazretleri, orada da âlimler ve halk tarafından çok sevilmiş, önemli mes’eleler için müracaat kaynağı olmuştur.
Eserleri:
1. Kitâb-ül-mebsût: 30 ciltlik meşhûr eseridir. 15 cild ve 10 cild hâlinde iki ayrı baskısı vardır.
Fıkıh ilmine dâirdir. Allâme Tarsûsî, “Serahsî’nîn Mebsût’u öyle bir kitabdır ki, onun muhalifi ile amel edilmez. Ancak ona güvenilir ve onunla fetvâ verilir” demiştir.
2. Eşrât-üs-saât; bu eserini talebeliği sırasında hocası Şems-ül-eimme Hulvânî’nin kıyâmet alâmetleri ile ilgili dersleri sırasında tuttuğu notlardan yazmıştır.
3. Şerhi Ziyâdât-üz-ziyâdât
4. Şerhi Câmi’-ül-kebîr
5. Şerhi Câmi’-üs-sagîr
6. Şerh-ül-muhtasar fil-fıkh
7. Şerhi Siyer-i kebir; İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin Siyer-i kebir adındaki meşhûr eserine yazdığı şerhidir.
Bunu Antepli Muhammed Munîb efendi Türkçeye tercüme etmiş ve 1241’de basılmış olup, cihâda âit ince bilgileri ihtivâ eden büyük bir kitaptır.
8. Muhtasar-ı Tahâvî şerhi
9. Şerhi kitâb-ün-nafakât
10. Şerhi Edeb-ül-kâdî
11. Fevâid-ül-fıkhıyye ve kitâb-ül-hayz Şems-ül-eimme Serahsî hazretleri buyurdu ki: Emr-i ma’rûf (iyiliği emretmek) mutlaka gereklidir. Çünkü münkerden (kötülüklerden) sakınmak, muhakkak lâzımdır. Emr-i ma’rûf da böyledir. Birini terkedince (nehy-i münkeri), diğerini (emr-i ma’rûfu) terk etmek gerekmez.”
.
İmamı Buhari
İmamı Buhari Kimdir
Kur’an-ı kerimden sonra en kıymetli kitab olan Sahih-i Buhari adıyla meşhur hadis kitabını yazan büyük hadis âlimidir. İsmi, Muhammed bin İsmail olup, künyesi Ebu Abdullah’tır. Hadis ilminde yüksek derecede olup, 300.000’den fazla hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilen bir âlim olduğu için “İmam”, Buharalı olduğu için “Buhari” denilmiş, İmam-ı Buhari ismiyle meşhur olmuştur. 810 (H. 194) senesinde Buhara’da doğdu. 870 (H. 256) senesinde Semerkand’ın Hartenk kasabasında vefat etti.
Küçük yaşta babasını kaybeden Buhari, ilk tahsiline doğum yeri olan Buhara’da başladı. Duası makbul saliha bir hanım olan annesi, onun ve kardeşinin yetişmesi için gayret sarf etti. On yaşından itibaren hadis âlimlerinin derslerine devam etti. On beş yaşına girmeden 70.000 hadis-i şerifi ezberledi.
Hadis ilminde kısa sürede o derece ilerledi ki, hocaları ile karşılıklı ilmi münazaralarda bulunmaya başladı. Nitekim hocası Dâhili, bazı hadis rivayetlerindeki eksikliklerini onun yardımıyla tamamlamıştır. On altı yaşındayken Abdullah bin Mübarek ve Veki bin Cerrâh’ın kitaplarını ezberledi. Fıkıh ilminde, müctehidlerin bildirdiklerini öğrendi. Sonra annesi ve kardeşiyle birlikte hacca gitti. Hac farizasını ifa ettikten sonra annesi ve kardeşi Buhara’ya döndüler, İmam-ı Buhari ise, Mekke’de kalıp, hadis-i şerif toplamaya başladı. On sekiz yaşındayken Sahabe ve Tabiin fetvalarını topladı. Abdullah bin Zübeyr el-Hamidi’den Şafii fıkhını öğrendi. Bu arada Medine-i münevvereye gidip Resulullah efendimizin kabri şerifini ziyaret edip, geceleri kabri şerif başında Tarih-ul-Kebir kitabını yazdı. Mekke ve Medine’den başka, Bağdat, Basra, Kûfe, Mısır, Nişâbur, Belh, Merv, Askalan, Dımeşk, Hums, Rey ve Kayseriyye gibi ilim merkezlerini dolaşıp, hadis âlimleriyle görüşüp binden fazla âlimden hadis ve diğer ilimleri öğrenip nakletti.
Kuvvetli zekaya ve hafızaya sahip olan İmam-ı Buhari, işittiği hadis-i şerifi hemen ezberliyordu. Onunla hadis-i şerif dinleyenler yazdığı halde, o, yazma ihtiyacını duymuyordu. Muhammed bin Selam el-Bikendi, İbrâhim bin el-Eşâs, Ebu Âsım eş-Şeybani, Abdurrahman bin Muhammed bin Hammad, Hâlid bin Mahled, Ebu Nasr-il-Ferâdisi, Abdân bin Osmân el-Mervezi, Ali bin el-Medini, Ahmed bin Hanbel, Yahya bin Main, İshak bin Raheveyh, Süleyman bin Harb, Abdullah bin Zübeyr el-Hamidi gibi hocalar elinde yetişti.
İmam-ı Buhari hazretleri, ilim tahsilini bitirdikten sonra, Mısır’dan Maveraünnehr’e kadar tanınmış ilim merkezlerinde hadis ve çeşitli ilimler okuttu. Derslerinde binlerce talebe bulunurdu. Kendisinden 70.000’den fazla talebe hadis dinlemiştir. Bunlar arasında, Tirmizi, Nesai, Ebu Zür’a ve Ebu Bekr bin Huzeyme, İbni Ebi Davud, Muhammed bin Nasr-ul-Mervezi, Müslim bin Haccâc, İbni Ebiddünya gibi büyük ve tanınmış hadis âlimleri de vardı.
Binlerce talebe yetiştirdikten sonra Nişabur’a oradan da Buhara’ya döndü. Bir müddet Buhara’da kalıp, hadis ve ilim öğretmekle meşgul oldu. Bir rivayete göre Buhara valisi çocukları için özel ders verilmesini, buraya kimsenin girip, dersi dinlememesini istedi. Buhari cevabında; “Ben bir kısım kimseleri hadis dinlemekten men edip, birkaç kişiye hadis öğretmem” buyurdu. Bu durum valiyle arasının açılmasına sebep oldu. Buhara’dan ayrıldı. Allahü teâlâya, şikayet yoluyla valinin verdiği sıkıntıyı arz etti. Duası kabul olup, aradan bir ay geçmeden vali azledildi, zindana atıldı. Bu arada Semerkandlılar kendisini davet ettiler. Giderken yolda, Semerkandlılardan bir kısım insanların isteyip, bir kısmının istemediği haberini alınca, Hartenk köyünde kaldı. İşin iç yüzünü öğrenmek istemişti. İnsanların bu hâlinden kalbi daraldı ve canı sıkıldı. Teheccüd namazından sonra ellerini açıp; “Yâ Rabbi! Yeryüzü bu genişlikle bana dar oldu. Beni tarafına al!” diye dua etti. O ay, orada hastalandı ve 870 yılının Ramazan bayramı gecesi Semerkant’tan 72 km uzaklıkta olan Hartenk’de vefat etti. Kabri oradadır.
İmam-ı Buhari hazretleri, çok cömert olup, herkese iyilik ederdi. Fakirlere çok sadaka verir, talebelerinin ihtiyaçlarını bizzat karşılardı. Bayram günleri hariç bütün yılını oruçla geçirirdi. Haramlardan ve şüphelilerden daima kaçar, gıybetten çok korkardı. “İsterim ki Rabbime kavuştuğumda hiç gıybet etmemiş olayım ve böyle bir şey için kimse beni aramasın” buyururdu. Gecenin ilk saatlerinde biraz uyur, sonra kalkar ilim ve ibadetle meşgul olurdu. Kur’an-ı kerimi üç günde bir defa hatmederdi.
Hadis ilminin ve hadis âlimlerinin önderi olan İmam-ı Buhari hazretleri, yüz binlerce hadis-i şerifi ezberlemişti. Hadis-i şerifleri metinleri ve senetleriyle ezbere bilirdi. Hadis-i şeriflerin ravilerini çok inceler dinin emirlerine uymayan, edeplerini gözetmeyen, ahlakında bir kusur olanların rivayet ettiği hadis-i şerifleri almazdı. Hadis-i şerifin metnini ezberlediği gibi, o hadis-i şerifi rivayet eden kimselerin, künyelerini, doğum ve ölüm tarihlerini, ahlak ve yaşayışlarını, kimden rivayette bulunduklarını, o raviden başka kimlerin hadis-i şerif aldığını öğrenir ve ezberlerdi. Bir kimse hadis rivayetinde ve ravilerin senedinde hataya düşse, hemen İmam-ı Buhari hazretlerini bulup sorar ve doğrusunu öğrenirdi. Gittiği her yerde, etrafı hadis-i şerif almak ve öğrenmek isteyenlerle dolup taşardı. İmam-ı Buhari hazretlerinin hadis ilmindeki rumuzu “H” harfidir. Aynı zamanda tefsir ve kelam ilimlerinde de üstad olan İmam-ı Buhari hazretlerinin tefsire dair bildirdiği rivayetler tefsir âlimlerinin eserlerini süslemektedir. Kelam ilmine dair eserler de yazmıştır.
Eserleri
1) Câmi-us-Sahih:
En büyük ve en meşhur eseridir. Sahih-i Buhari ismiyle de tanınır. İslam âlimleri söz birliğiyle; “Kur’an-ı kerimden sonra en sahih kitap Sahih-i Buhari’dir” buyurmuşlardır. İmam-ı Buhari bu kitabı Mescid-i Haram’da yazdı. Her hadis-i şerifi kitabına yazmadan önce istihare yapmıştır. Gusledip, Kâbe’de makâmın gerisinde iki rekat namaz kılıp, koyduğu sağlam usûllere göre sahih olduğu kesin olarak belli olan hadis-i şerifleri yazmıştır. Bu kitabı müsveddeden temize çekme işini de Medine-i münevverede Peygamber efendimizin kabri şerifi ile minberi arasında bulunan Ravda-i Mutahherada yaptı. Bu eserini nasıl yazdığını kendisi şöyle anlatmıştır: “Câmi-us-Sahih kitabına her hadis-i şerifi koymadan önce gusledip, iki rekat namaz kılıp, istihare yaptım. Ondan sonra hadis-i şerifi kitaba koydum. Bunları yapmadan hiçbir hadisi yazmadım. Bu kitabı on altı yılda tamamladım.”
Kütüb-ü Sitte adı verilen altı sahih hadis kitabının en başta geleni olan Sahih-i Buhari’nin, Ali el-Yünûni tarafından el yazmasıyla çoğaltılan metni muteber olmuştur. Bu nüshanın aslı Kâhire’de Akboğa Medresesi Kütüphanesindedir. Sahih-i Buhari’nin birçok şerhleri ve baskıları yapılmıştır. 1894’te Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından Mısır’da yaptırılan iki cilt baskısı pek nefis, ciltlenmiş, altın tuğra ve nukûş ile süslenmiştir. Bu baskı Bulak’ta Emiriyye Matbaasında yapıldı. Zeynüddin Ahmed Zebidi, mukarrer rivayetleri birleştirerek Buhari-i Şerif Tecrid-i Sarih ismiyle kısaltılmıştır.
2) Tarih-ul-Kebir
3) Tarih-ul-Evsat
4) Tarih-us-Sagir (Bu üç eser hadis ravilerinin hayatlarını ve hadis ilmindeki yerlerini ihtiva etmektedir)
5) Kitab-u Duafâ-is-Sağire (Zayıf ravilerin hallerinden bahseder)
6) Et-Tarih fi Marifeti Ruvât-ül-Hadis
7) Et-Tevârih-ul-Ensab
8) Kitab-ül-Kûnâ
9) El-Edeb-ül-Müfred (Ahlakla ilgili hadis-i şerifleri toplayan eserdir)
10) Ref’ul-Yedeyn fissalâti
11) Kitab-ül-Kırâati Half-el-İmam
12) Halk-ul-Ef’âl-il-İbâdi ver-Reddü alel-Cehmiyye
13) El-Akide yâhut Et-Tevhid (Kelam ilmiyle ilgilidir)
14) El-Câmi-ul-Kebir
15) Et-Tefsir-ül-Kebir
16) Kitab-ül-Mebsût
17) Esmâ-üs-Sahabe
İMAMI TİRMİZİ
İmâm-ı Tirmizî’nin birçok eseri vardır. Kitâb-ül-Ilel, Kitâb-üş-Şemâil, Kitâbu Esmâ’is-Sahâbe, Kitâb-ül-Esmâ’ ve’l-Künâ ve en meşhur kitabı Es-Sünen diye anılan El-Câmi’i başlıcalarıdır. Hasen hadis mevzûunda ana kaynak olan Sünen’i dört bölümdür. Birinci kısımda sahih olduğu kat’î olan hadisler; ikinci kısımda Ebû Dâvûd ve Nesâî’nin şartlarına uygun hadisler; üçüncü kısımda, illetini açıkladığı hadisler; dördüncü kısımdaysa; “Bu kitaba aldığım hadislerle bâzı fakihler amel etmişlerdir.” diyerek durumunu açıkladığı hadisler yer almaktadır.
İmâm-ı Tirmizî eseri için; “Ben bu kitabı yazınca, Hicaz âlimlerine arz eyledim. Hepsi beğendiler. Irak âlimlerine arz eyledim, onlar da beğendiler. Horasan âlimlerine arz eyledim. Çok güzel oldu dediler.” buyurmuştur.
En önemli kitaplarından biri de, Şemâil-i Nebî’dir. Eser bu konuda yazılan kitapların en güzellerindendir. Sayılamıyacak, anlatılamayacak kadar bereketli bir kitaptır. Okunması; işlerin görülmesi, murâdın hâsıl olması için çok faydalıdır.
İmâm-ı Tirmizî hazretleri buyurdu ki:
“Azîz, kendisini günâhın zelîl kılmadığı; hür, kendisini tamahın kötüleştirmediği; hoca,kendisini şeytanın esir almadığı kimsedir. Zekî, Allahü teâlâdan korkan ve nefsini bizzat hesâba çekendir. Hakk’a giden yola düşen ve hakîkati bilen kimsenin, günâhlara hiç ihtirâsı kalmaz.”
Bir sohbet toplantısında; “Bize insanı târif eder misiniz?” dediklerinde; “İnsanda dâimî bir zaaf hâli görülür. Bununla berâber o, bir dâvâ ve büyük bir iddiâ peşindedir. Bu zayıf hâliyle, bunları nasıl gerçekleştirebilir ki? İnsan dikkat etmeli. Yaptığı her işe bakmalı. Hayrını, şerrini bilmelidir. Dikkat etmezse, yanılabilir. Belki de, zararına olan bir şeye bilmeden sevinir. Büyüklerin nazarında onun bu işi, zor affedilen bir hatâdır.” buyurmuş, ayrıca; “Namaz bir ziyâfettir. Allahü teâlâ, kendine inananlara, müminlere merhamet ederek, onları namaza dâvet eder. Namaz içinde, önlerine rahmet sofrasını yayar ve nîmetlerini bol bol dağıtır. Sevdiği kulların, bu nîmetlere kavuşmasını diler…”
“Herkesin terbiye ve ıslâh şekli başkadır. Çocukların terbiye yeri mekteb, yol kesenlerinki zindan, kadınlarınki de evleridir.” demiştir.
KAYNAK: REHBER ANSİKLOPEDİSİ, 19. CİLT
Ebû İsâ, Muhammed b. İsâ b. Sevre es-Sülemî et-Tirmizi, Mâverâü’n-Nehir’de (Iirmiz) denilen beldede (209) târihinde doğmuş pek meşhur bîr muhaddistir. Bu zât da sair büyük muhaddisler gibi seyâhatlarda bulunmuş, bilhassa Hicaz’a gitmiş, Irak, Horasan havalisini gezib olaşmış, muhalled eserlerini İslâm âlemine bergüzâr bıraktıktan sonra(279) târihinde Tirmiz’de vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.
Meşâyihi:
Tirmizî, asrının yüksek muhaddislerine, âlimlerine mülâkî olmuş, bahusus Kuteybe b. Saîd, Ebû Mus’ab, Mahmûd b. Gaylân, Muhammed b. Beşşâr, Süfyân İbn-i Vekî’, Muhammed b. İsmâil el-Buhârî gibi ekâbirden hadîs ahzetmiştir.
Kendisinden de Muhammed b. Ahmed el-Mahbûbî, Mekbûl b. el-Fazl, Hammâd b. Şâkîr gibi zevat rivayette bulunmuşlardır.
Tefsir Ve Hadîs İlmindeki Mevkii:
İmâm-ı Tirmizî kudretli ve emîn muhaddislerden olduğu cihetle rivayet ettiği ahâdîs-i şerife ile Kelâmu’llah’ın tefsirine pek büyük hizmetlerde bulunmuştur. En sahîh esbâb-ı nüzulü bildirmek, garîbü’l-Kur’ân denilen bâzı elfâz-ı Kur’âniyyeyi en güzel bir veçhile şerh etmek, Kur’ân-ı Mübin’deki bâzı kıssalar hakkında en doğru ma’lûmâtı muhtevi bulunmak i’tibâriyle İmâm-ı Buhârî’nin ve Tirmizî ile Hâkim’in Tefsirleri birinciliği ihraz etmekte ve muhaddisler arasında “Esahhü’t-Tefâsîr” sayılmaktadır. Hiç bir müfessir, bu üç zâtın Tefsirlerinden müstağni olamaz. .
Muhammed b. İshâk, Vâkıdî, Kelbî gibi müfessir ve müverrihlerin bu kıssalara dâir kendi kitablarında vermiş oldukları tafsilâtın ekserisi, muhaddisler arasında gayr-i sahîh görülmekte, isnâdlarında nazar bulunmaktadır. Bu tafsilât güzelce ta’mîk edilirse bunların kütüb-i sâlifeden, ehl-i kitâbdan menkul olduğu anlaşılır. Binâenaleyh mütefekkir, münekkid müfessirler, bu gibi menkulâta büyük bir kıymet vermemektedirler. Bu husûsâtı, malûmatı şurût-ı tefsirden saymak doğru değildir.
Hadîs ilmine gelince : Tirmizî bu hususta da yüksek bir mertebeyi hâizdir. Hıfzı hususunda kendisiyle mesel darb olunurdu.
Hâkim diyor ki : Ben Ömer b. Alekk’in şöyle dediğini işittim:”Buhârî Âhiret’e gitti; Horasan’da ilim, hıfz, zühd ü takva cihetiyle Ebû İsâ gibi başka bir halef bırakmadı.”
Tirmizî, hadis’de olduğu gibi fıkıh ilminde de büyük bir kudret sahibi idi. Haşyetu’llah ile ağlaya, ağlaya son günlerinde iki sene kadar a’mâ kalmıştır.
Rivayet etmiş olduğu ahâdîs-i şerife’den üçünü teberrüken kaydediyoruz:
1- Bizim gencimize merhamet, ihtiyarımıza hürmet etmiyen bizden değildir.”
2- Taamın bereketi taamdan evvel ve sonra elleri yıkamakladır”
3- Kardeşine, zâlim olsa da, mazlum olsa da yardım et. Ona, zâlim olduğu halde nasıl yardım edebilirim? denildi. Buyurdu ki : Anı zulümden men’edersin, işte bu, ona yardımdır.”
Müellefâtı : Matbû’dur. Kütüb-i Sitte’nin dördüncüsüdür. Bu kitabda mezahib ve istidlal vecihleri gösterilmiş, hadislerin sahîh, hasen, garîbine işaret olunmuş, râvîlerin cerh ve ta’dîli cihetine gidilmiş, âhirine birçok faideli mebâhisi muhtevi olan ilâve edilmiştir. Esasen bu mübarek kitab şu dört kısma ayrılmıştır :
1- Sıhhatine kat’iyyen hükmedilen hadisleri hâvidir.
2- Ebû Dâvûd ile Nesei’nin şartlarına uygun hadislerden ibarettir.
3- Kendilerinden men’ ve tahzîr için ihrâc edilmiş olan gayr-i sabit hadislerdir.
4- Kendisince kat’iyyetle sabit değilse de bâzı fukahâca ma’mûlünbih olduğu için yazılmış olan hadislerdir,
Me’hazlar: Tezkiretü’l-Huffâz, Tefsîrü’l-Kur’ân bi-Kelâmi’l-Kur’ân Mukaddimesi, Câmiü’s-Sağîr, Mevzûâtü’l-Ulûm, El-A’lâm.
KAYNAK: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi
Tirmizî, Câmiu’s-Sahih (Veya Sadece Es-Sünen)
«Altı, sahih hadis toplayan» eserlerden birisinin sahibi olan müellif Ebu İsa Muhammed b. İsâ b. Sevre b. Musa b. Dahhâk Tirmizî’nin doğum yeri ve tarihi üzerinde farklı bilgiler verilmektedir. Dr. Zübeyr Sıd-dikî onun 206/821 senesinde Mekke’de doğduğunu belirtirken [1][387]Dr. Koçyiğit; 209 senesinde Tirmiz’de doğduğuna işaret eder [2][388]Dr. Nurettin İtr ise, Tir-mizî’ye ve eserme ayırdığı kitabında; onun görür veya a’mâ olarak doğup doğmadığını araştırdığı halde, doğum yerine temas etmez. [3][389]
Küçük yaşında aldığı iptidaî bilgilerden sonra, hemen hadis öğrenimine başladı. İmam Muhammed b. İsmail Buhari’nin öğrencilerindendir. Hocaları arasında, Kuteybe b. Saîd, îshak b. Musa, Muhammed b. Gaylân, Sa’id b. Abdurrahman, Muhammed b. Beşşâr, Ali b. Hucr, Ahmed b. Meni’, Muhammed b. Müsennâ, Süfyân b. Veki’ en meşhurlarıdır.
Tirmizî’nin eseri, cami’ türünde bir kitap olduğu için el-Câmm’s-sahih adıyla da anılırsa da, ona daha çok, Sünen- Tirmizî denilmektedir. Eser fıkıh konularına göre sıralanmıştır. Hasen hadisin tanınmasında Tirmizî ve kitabı bir ölçü ve kaynak olmaktadır. Diğer imamlardan farklı olarak Tirmizî, bahse konu hadis hakkında bir değerlendirme yapar, bazan da kendi devri veya ona yakın zamanlardaki uygulamalara tel-amel) işaret eder. Tirmiz kelimesi üç hareke ile de okunmaktadır. İmamımız 279/892 yılında Tirmiz’de öteki âleme göçmüştür.
Sünen birkaç kere Mısır’da ve Hindistan’da basılmış, üzerine şerhler yapılmış ve onlar da tabedilmiş-tir. Değişik fıkhı mezheplere menstıp âlimler, mezhep farkı gözetmeden onun eserinden faydalanmaktadırlar. Abdülaziz Dehlevî, eserinin özelliklerini şöyle sıralar: «Tertibi çok güzeldir ve eserde tekrar yoktur. Fakihleriıı mezhep ve kanaatlerini fırsat buldukça beyan eder. Onların konu ile ilgili istidlal yollarını belirtir. Hadislerin cinsini ve özellikle varsa illetini açıklar. Hadis râviîerinin künye ve lakablarmı verir. Ricale ait kıymetli açıklamalarda bulunur.», «Allah’ın rahmeti üzerine olsun, Tirmizî şöyle demiştir: Ben bu Câmi-i Kebir’i yazıp bitirince, onu ilkin Hicaz âlimlerine gösterdim. Hepsi de beğendiler. Daha sonra eseri alıp Irak âlimlerine götürdüm. Onlar da ağız birliğiyle eseri öğdüler. Nihayet Horasan diyarı âlimleriT ne takdim ettim. Onlar da memnun oldular, bilâhare eseri ilim âlemine sundum. Bu eser kimin evinde bulunursa, orada konuşan bir Peygamber vardır»
Kaynak: Hadis İlimleri ve Hadis Tarihi, Ali Osman Koçkuzu, Dergah Yayınları
TİRMİZÎ VE SÜNEN’İ:
İslâm dünyasının sekiz büyük hadis bilgininden birisi. Tam adı, Ebu İsa Muhammed bin İsa bin Sevre bin Musa bir Dahhak el-Tirmizî’dir. Kütüb-i sitte olarak anılan en güvenilir altı hadis derlemesinden birinin sahibidir. Dördüncü Müslüman kuşak (etbau etbau’t-tabiin), içinde yer alır. Hadis ilminde en yüksek dereceye ulaşanlara özgü olan “Hafız” ünvanına sahip ender kişilerdendir.
Tirmizî’nin doğum yeri ve yılı konusunda farklı rivayetler vardır. Buna göre Tirmiz ya da Mekke’de 200 (815), 206 (821) veya 209 (824) yılında doğdu; Tirmizî’de 270 (883), 275 (888) ya da büyük ihtimalle 279 (892) yılında öldü.
Kör olarak doğan ya da sonradan gözlerini yitiren Tirmizî, ilk öğreniminden sonra çalışmalarını hadis ilmi üzerinde yoğunlaştırdı. Hadis derlemek amacıyla Horasan, Irak ve Hicaz’da geziler yaptı. Başta Buharî, Müslim ve Ebû Dâvud olmak üzere birçok bilginden hadis aldı. Kendisinden de Heysem bin Kulab el-Şasî, Mekhul bin el-Fald, Muhammed bin Mahbub el-Mahbubî el-Mervezi gibi bilginler hadis rivayet ettiler.
Tirmizî Kitabu’l-İlel, Kitabu’ş-Şemail, Kitabu Esmai’s-Sahabe, Kitabu’l-Esma ve’l-Küna gibi eserler bırakmışsa da büyük ününü es-Sünen de denilen el-Camiu’s-Sahih adlı eseriyle kazandı. Tirmizî, câmi’ türündeki bu eserde yalnız hadisleri derlemekle kalmamış, her hadisten sonra “Ebu İsa der ki” diyerek hadise ilişkin düşüncelerini açıklamış, değerlendirmeler yapmıştır. Hadisleri İslam hukukunun konularına uygun bir düzen içinde sınıflaması ve tekrarlardan sakınması, eserine yararlanma kolaylığı kazandırır. Hadis bilginlerine göre es-Sünen’in diğer hadis derlemelerine üstünlük sağlayan başlıca özellikleri şunlardır: Hadislerin güvenilirlik derecelerini belirtmesi, taşıdığı zaaflara dikkat çekmesi, ravilere ilişkin bilgi vermesi, hukukçuların hadislerden çıkardığı sonuçlara değinmesi ve mezheplerin görüşlerine yer vermesi.
Tirmizi eseri hakkında şöyle der: “Ben bu Cami-i Kebir’i yazıp bitirince, onu ilkin Hicaz alimlerine gösterdim. Hepsi de beğendiler. Daha sonra alıp Irak alimlerine götürdüm. Onlar da ağız birliğiyle eseri övdüler. Nihayet Horasan diyarı alimlerine takdim ettim. Onlar da memnun oldular, bilahare eseri ilim alemine sundum. Bu eser kimin evinde bulunursa, orada konuşan bir Peygamber vardır”[1][361]
Endülüs bilginlerinden birisi, Tirmizî’nin eserinin özelliklerini ve değerini, yazdığı bir şiirle şöyle anlatır:
“Tirmizî’nin kitabı bir ilim bahçesidir. Çiçekleri adeta gökteki yıldızların parlaklığını aksettiriyor. O eser sayesinde hadisler vuzuha kavuşur. Güzel lafızlara meydana konulmuş, adeta resim gibi yerli yerince tanzim edilmiştir. “
“Hadislerin en yüksek nevi sahihlerdir. Onlar nurlu yıldızlar halinde, her yanı aydınlatırlar. Hadislerin sahihini hasenleri takip eder. Sonra garibler gelir. Hadislerin sahihi sakiminden ayrılmıştır. Tirmizî onları tek, tek işaretleriyle ilim erbabına açıklamıştır. Bu hadisleri, sahih eserler halinde sıraya dizmiş, onları ciddi akıl sahipleri de beğenip seçmişlerdir. Onu beğenenler; fakihlerin ve bilginlerin en önde gelenleri fazilet erbabının, doğru yola gidenlerin en üstünleridir.”
“Tirmizî’nin kitabı böylece enfes bir eser; ilim erbabının takdir ettiği, okuyup konuştuğu bir çalışma olmuştur. Onlar, ruhlarına en yüksek faydayı bahşeden en kıymetli bilgileri, Tirmizî’nin kitabından iltibas etmişlerdir”
“Ondan, biz de hadisler yazdık; eseri biz de rivayet ettik. Bu işi, cennet ırmağının suyundan kana kana içmek niyetiyle gerçekleştirdik”
“Düşünce, mana denizine daldı. Oradan en doğru manalara ulaştı. Rahman olan Allah, Ebu İsa et-Tirmizî’yi bu şerefli işinden dolayı hayır üstüne hayır vererek mükâfatlandırsın”
Hayatı:
Tirmizî, Orta Asya şehirlerinden Termiz, Türmiz, şeklinde de telaffuz edilen Tirmiz şehrine nisbettir. Bu nisbeti taşıyan meşhur başka hadîsçiler de var ise de öncelikle Kütüb-i Sitte müelliflerinden Ebu Îsâ Muhammed İbnu İsâ İbni’d-Dahhâk bu nisbetle anılır. Ebu İsâ’nın meşhur eseri el-Câmi’u’s-Sahîh’i de bu nisbetle yâdedilir.
Muhammed İbnu İsa et-Tirmizî’nin künyesi Ebu Îsâ’dır. Kitabında, kendi görüşünü sunarken Kâle Ebu Îsâ diyerek, künyesini zikreder.
Ebu Îsâ 209/824-279/892 yılları arasında yaşamıştır. İlim talebi için bir çok beldeler dolaşmış, Horasanlılardan, Iraklılardan, Hicâzlılardan… hadîs almıştır… Kuteybe İbnu Sa’d, Ebu Musab, İbrahim İbnu Abdullah el-Herevî, İsmail İbnu Mûsa es-Süddî, Süveyd İbnu Nasr, Ali İbnu Hacer, Muhammed İbnu Abdillah gibi pek çoklarını dinlemiştir. Buhârî ve Müslim mühim hocalarındandır. Hadîs tahsilini esas itibariyle Buhâra’da yapmıştır.
Kendisinden başta Buhârî olmak üzere Mekhûl İbnu Fadl, Muhammed İbni Mâhmûd İbnu Anber, Hammâd İbnu Şâkir, Ebu Hâmid Ahmed İbnu Abdillah el-Merzevi, el-Heysem İbnu Küleyb eş-Şâmî, Muhammed İbnu Mâhbûb… gibi birçokları rivayette bulunmuştur. İbnu Hacer’in Tehzîbü’t-Tehzîb’de kaydettiği bir rivayete göre, Buharî, Tirmizî’ye: “Benim senden istifâdem, senin benden istifâdenden fazladır” demiştir.
Alimler sikalığı ve imâmeti hususunda ittifak eder. Sâdece İbnu Hazm, Tirmizi için “meçhûl” demiştir. Ancak, İbnu Hazm’ın başka bazı meşhur hâfızları da “meçhûl” olmakla ittiham ettiği için nazar-ı itibara alınmamıştır. Nitekim Ebu’l-Kâsım el-Begâvî, İsmâil İbnu Muhammed es-Saffâr, Ebu’l-Abbâs el-Asam vs. de İbnu Hazm tarafından meçhûl addedilmiştir. İbnu Hibbân: Tirmizî’yi “İlmi cem eden, te’lif eden ve müzâkere edenlerden” biri olarak tavsîf eder.
Tirmizî, bâzılarınca Hanbeli, bazılarınca Şafiî vs. mezheplere nisbet edilmiştir. Ancak, ashâbu’l-hadîs’ten olduğu, sünnete uyup, doğrudan sünnetle amel ettiği, herhangi bir mezhebi taklid etmeyen müstakil bir müctehid olduğu görüşü râcihtir. Sahîh’inde sıkça geçen ashâbunâ (arkadaşlarımız) tabiriyle ehl-i hadîs’i (Mâlik İbnu Enes, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhuye, vs.) kasteddiği, tahlil sonunda anlaşılmıştır.
Tirmizî, ed-Darîr, yâni âmâ unvanını da taşır. Bazıları, onun doğuştan âmâ olduğunu söylemişse de esas olan, ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş olmasıdır.
Hafızası:
Tirmizi, müstakilen üzerinde durulacak kadar müstesna bir hâfızaya sahiptir. Ebu Sa’d el-İdrisî: “Ebu İsa et-Tirmizî, darb-ı mesel olan bir hâfızaya sahipti” der. Hadîsleri, bir defa dinleyince olduğu gibi ezberlediği belirtilir. Terâcim kitaplarında, onun hâfıza gücünü belirten şu menkıbe kaydedilir: Tirmizî anlatıyor:
“Ben Mekke yolunda idim ve daha önce bir şeyhe âit iki cüz istinsâh etmiştim. Mezkûr şeyh kâfilemize uğradı. Kendisini sordum, falanca diye gösterdiler. Yanına gittim. Yazmış olduğum cüzlerin berâberimde oldûğunu zannediyordum. Şeyh’e âit olduğunu zannetiğim bu cüzleri heybeme koyarak yanına vardım. Kendisiyle karşılaşınca bunları gözden geçirerek rivâyeti için icâzet talep ettim. “Ver bakalım” dedi. Verdiğim zaman adamcağız bir de ne görsün, uzattığım cüzler beyâz (defterdi, yazı filan yoktu). Şeyh öfkelendi ve “Benden utanmıyor musun?” dedi. Niyetimin hafiflik olmadığını, araya bir aldanma, yanlışlık girdiğini anlattım ve: “Mâmafih bu cüzlerin muhtevâsı tamâmıyla ezberimde” dedim. “Oku” dedi. Onun okuduğunu ard arda tamâmen okudum. Beni tasdîk etmeyip: “Yanıma gelmezden önce bunu ezbere okuyarak hazırlıklı gelmiş olabilirsin” dedi. Ben de: “Öyleyse başka şeyler tahdîs et” dedim. Bunun üzerine benim için, garîb hadîslerinden kırk kadar hadîs okudu. Sonra “Haydi oku” dedi. Ben de baştan sona kadar hepsini kendi okuduğu gibi okudum, tek harfte bile hatâ yapmadım. Bunun üzerine: “(Hâfızası) senin gibi olanı görmedim” dedi.”
Dindarlığı:
Tirmizî’nin hayatından bahseden müellifler, dindarlığını da tebârüz ettirirler. Ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmesi de, âhiret korkusuyla ağlamaktan ileri geldiği belirtilir. Zehebî, şu ibâreye yer verir: “Buhârî öldüğü zaman, Horasan’da, ilim, hıfz, verâ ve zühd yönleriyle Tirmizî denginde bir başkasını geride bırakmamıştı”.
Hadîs İlmine Hizmeti:
Tirmizî, sâdece rivâyetleri cemedip eser te’lif etmekle hizmet etmemiş, hadîs ilminin gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Kendisine kadar hadîsler iki dereceye ayrılıyordu: 1- Sahîh, 2- Zayıf. Tirmizî üçüncü bir kısım ilâve etti: Hasen. Her ne kadar, bazı tahkîkler, hasen tâbirinin Tirmizî’den önce de kullanıldığını göstermiş ise de, bu tâbiri ısrarla ve çokça kullanarak muhaddisler arasında yayılıp benimsenmesine sebep olmuştur. Böylece, kendisinden sonra, hadîslerin üç mertebede mütâlaa edilmesi gelenek hâlini aldı.
Tirmizî, sâdece hasen tâbirini kullanmakla yetinmeyip, buna başka kelimeler de ekleyerek yeni mürekkep tâbirler ortaya koydu: “Hasenun garibun”, “hasenun sahîhun” gibi.
Ayrıca, Tirmizi, hasen ve garib tâbirlerine târifler getirdi. Kendinden sonra gelen muhaddisler, Tirmizî gibi bir otoritenin bu tabîr ve târiflerini nazar-ı dikkate aldı, gereken ehemmiyeti verdi. Tirmizî böylece ıstılahlara getirdiği tarîfle usul-i hadîs ilminin gelişmesine hizmet etmiş oldu.
Keza, Kitâbu’l-İlel’de yer verdiği râvilerin tabakaları, ve cerh-tâdille ilgili bahisler de ulûmu’l-hadîs üzerine olan en eski sistematik meseleleri teşkîl eder. İbnu Ebî Hâtim’in (v. 327/938) daha da geliştireceği rical taksimatında bu bahisler çekirdek hizmetini görmüştür.
Tirmizî’nin rivâyet metodu da, kendinden sonra te’lif edilen eserlere tesîr etmiştir. Bu hususu, Dârakutnî’nin Sünen’inde, Münzirî’nin et-Terğîb ve’t-Terhîb’inde daha bâriz olarak görürüz. Zira onlar da Tirmizî gibi hadislerin sıhhat durumunu belirtmeye önem verirler.
Tirmizî’nin bâzı teliflerde de çığır açtığı görülmüştür. Sahâbelerin hayatına müstakil olarak tahsis edilen ilk eserin, bâzı âlimler, Tirmizî tarafından yazıldığını kabul etmiştir: Kitâbu Esmâ-i’s-Sahâbî, Keza Şemâil’i, bu dalda yazılan ilk müstakil ve mükemmel eserdir. Tirmizî’nin bu eseri pek çok te’liflere örnek olmaktan başka birçok şerhlere de mazhar olmuştur.
Eserleri meyanında el-İlelü’l-Kübrâ’sını da belirtmek gerek. Bu Sahîh’inin sonundaki ilel değildir. Birçok müellif bundan kitaplarına iktibaslarda bulunmuştur. Muahhar müellifler bunun kaybolduğunu, kütüphanelerde nüshasının bilinmediğini kaydederler ise de Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde Şerhu İlelu’t-Tirmizî adıyla rastladığımız nüshanın, el-İlelu’l-Kebîr olması kuvvetle muhtemeldir.
Kitâbu’z-Zühd, et-Târîh, el-Esma ve’l-Künâ, Kitâbun fi’l-Asârı’l-Mevkufe gibi başka eserleri de bilinmekte ise de bize kadar ulaşmamıştır. Ancak bunların, hadîs ilminin gelişmesine hizmet etmiş olmaları inkâr edilemez.
Sahîh’i:
Tirmizî’nin en meşhur eseri Sünen de denmiş olan es-Sahîh’idir. Hadîscilerin yer verdikleri bütün ana bablara şâmil olması sebebiyle “câmi” vasfını ele almıştır.
Sahîh-i Tirmizî’deki tertip güzelliği diğer kitapların hiçbirinde yoktur. Bu yönünü nazar-ı dikkate alan bazı âlimler, onu Kütüb-i Sitte’nin üçüncü kitabı kabul etmiştir. Kitabı hakkında Tirmizî şu açıklamayı yapar: “Ben bu kitabı yâni el-Müsnedü’s-Sahîh’i telif edince, Hicâz, Irâk ve Horasan âlimlerine arzettim, hepsi de onu beğendi. Kimin evinde bu kitap, yani el-Câmi bulunursa, sanki evinde konuşan bir peygamber vardır.”
Tirmizî’nin Sahîh’i, sünen tarzında yanî fıkıh babları esas alınarak tertip edilmiştir. İçerisinde, sahîh, hasen ve zayıf hadîsler mevcuttur. Ancak her bir hadîs hakkında, hadîsi kaydedince, sıhhat durumu ve amel durumuyla ilgili bilgi verir. Zayıfsa, sebebi ve zayıflık veçhi nedir belirtir. Ayrıca, açtığı her babta sahâbe ve farklı diyarlardaki âlimlerin görüşlerini açıklar. Eser bu yönüyle ilk defa telif edilmiş, mukayeseli fıkıh mezhepleri tarihi mahiyetini arzeder.
Her hadîsin durumunu belirtmesi, kitabından herkesin kolayca istifadesine imkân tanır. Bu vasıf onu diğer te’liflerden ayıran en mümtaz yönünü teşkîl eder.
Kitabının sonuna koyduğu Kitabu’l-İlel bölümü eserin diğer bâriz bir hususiyetini teşkîl eder. Bu bölümde mühim kaidelere yer verir. Diğer rivâyet kitaplarında bu ismi taşıyan bir bölüme rastlanmadığı gibi, bu bölümde yer alan meselelere de rastlanmaz.
Tirmizî’de yer alan hadîslerin mâhiyetini hakkıyla tanımak için şu noktanın da bilinmesi gerekir: Tirmizî, eserine, âlimlerden herhangi biri tarafından amel edilmiş olan hadîsleri almıştır. Eserinin Kitabu’l-İlel bölümünde, Sünen’indeki hadîslerin ikisi hâriç geri kalan hepsinin ma’mûlun bih olduğunu yâni âlimlerden biri tarafından amel edildiğini bizzat açıklar. Hiçbir âlimce amel edilmemiş olan iki hadîsi de belirtir: Biri, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in yolculuk hâli bile olmadığı halde -ümmete kolaylık olsun diye- öğle ile ikindiyi, akşamla yatsıyı birleştirdiğine dair İbnu Abbas (radıyallahu anh)’tan yapılan rivâyettir. Diğeri de, içki içmede ısrar eden kimseye üç kere hadd tatbîk edildikten sonra dördüncü seferde öldürülmesini emreden rivâyettir. Bu iki hadîsle hiçbir âlimin amel etmediğini belirtir.
Şu halde Sünen-i Tirmizî, bir bakıma mâmûlün bih (kendisiyle amel edilmiş) olan hadîsleri cemeden bir mecmuadır. İçerisinde 3962 hadîs mevcuttur.
Bab Başlıkları:
Tirmizî, eserini tanzîmde öncelikle fıkhî endîşe taşır. Bu yönüyle Buhârî’ye benzer. Bunda da, Buhârî’de olduğu gibi tercümeler vardır. Terecmeler’de, bazan, meseleye umumî bir tarzda dikkat çeken bir ifade kullanılır: “Babu mâ câe fi’s-Sivâk” yani: “Misvak konusunda gelen hükümlerle ilgili bab” gibi. Bâzan hususî bir konuda kesin bir hüküm konur: “Babu mâ câe enne’l-ikâmete mesnâ mesnâ” yani: “Kâmet okurken ikişer kere tekrar okunacağına dair rivayetler babı” gibi, bazan başlık soru tarzındadır: “Secdeden nasıl kalkılacağına dair rivâyetler babı” gibi. Tirmizî bâzan, nâsih ve mensuh deliller için ayrı ayrı bab açar. Her mezhebin görüşünü ve delillerini ayrı ayrı zikreder. Bu tarz tercümeler Buhârî’de yoktur. Tirmizî’de pek çoktur. Önceki bâba yakın durumlarda sadece “babun” diyerek de tercüme koyduğu da olmuştur. Buna da sıkça rastlanır.
Babların Tanzîmi:
Bu meselede de Buhârî’ye benzer, zira o da fıkıh yapmak, bab başlıklarında ifade ettiği ahkâm-ı fıkhîye’yi sahîh hadîslerle delillendirmek maksadıyla hadîsleri kaydetmiş, eserine bu maksada uygun bir tertip ve tanzîm kazandırmış idi. Ancak, Tirmizî, Müslim’in espirisini de gözden uzak tutmamıştır. Yâni, hadîslerin muhtelif tarîklerini de aynı anda göstermeye gayret etmiştir. Ne var ki turûk’u bir arada gösterirken Müslim’in tarzından ayrılır. Müslim her tarîk’de mevcut en küçük farkları bile gösterdiği halde, Tirmizî daha ziyâde mânaya tesir edebilecek farklılıklara dikkat çeker. Senetleri öylesine kısaltır ki, çoğu kere, hadîsin, sâdece sahâbeden olan râvilerini zikreder. Meselâ hadîsi kaydettikten sonra: “Ve fî’l-bâb an fülan, an fülan, an fülan…” diyerek birçok isim zikreder. Bu isimler, o konuda rivâyet edilen diğer hadîslere işâret eder. Her isim ilgili hadîsi rivayet eden bir sahâbîye aittir. Dikkat çekilen bu rivâyetler, Tirmizî’nin başka bablarında kaydedilmiş olabileceği gibi, kaydedilmemiş de olabilir.
Makdisî, en azından bir kısım babların tanziminde Tirmizî’nin takip ettiği yolu şöyle açıklar:
“Merhûmun tâkip ettiği metodlardan biri şudur: Önce, senedi sahîh olarak bir sahâbî’ye -ki bu Sahâbî’nin rivâyet ettiği hadîsler diğer sahîh kitaplarda tahrîc edilmiş olacak- ulaşan bir hadîsin ifâde ettiği (hüküm ve) mânâya uygun olarak bir bâb başlığı koyar. Sonra başlıktaki bu hükmü, hadîsi diğer kitaplarda tahrîc edilmemiş olan bir sahâbînin rivâyetini -ki bunu tarîki de bâb başlığında kastedilmiş olan hadîsin tarîkinden farklıdır- vererek beyân eder ki bu davranış hükmün sahîh olduğu hâllerde câridir. Sonra rivâyete şu sözü ekler: “Bu bâbta falan ve fâlan (sahâbî) den de rivâyet mevcuttur.” Bu sayılanlar arasında, bâbtaki hükme esâs teşkîl edilen rivâyeti yapan meşhûr sahâbî ve diğerlerinin ismi de mevcuttur. Bu metodu sâdece bâzı bâblarda tâkip eder.”
Tirmizî’nin bu davranışından maksad, o hadîs, sened yönüyle zayıf olsa bile, sahîh olan bir hadîse hükümde tevafuk etmekle, metnin ifâde ettiği ahkâm yönüyle sıhhatini göstermek ve bu rivâyeti korumaktır.
Yeri gelmişken bir kere daha hatırlatalım ki, hadîsler hakkında verilen “sahîh” veya “zayıf” hükmü nefsülemr’e bakmaz, zâhire bakar. Aynı ahkâmı ihtiva eden bir hadis, bazan bir kaç tarîkten ulaşır, bu tarîklerden biri esas alınınca hadîs “zayıf” addedildiği halde, diğer biri esas alınınca “sahîh” addedilir. Çünkü hüküm zâhire göre verilir, nefsülemr’i yâni gerçeği Allah bilir. Tirmizî, bu durum sebebiyle, zaafı şiddetli olan bâzı râvilerden de rivâyet almaktan çekinmemiştir: Muhammed İbnu Sâd el-Kelbî ve Muhammed İbnu Sâd el-Maslûb gibi. Bunların durumunu belirtmekten başka, rivâyetlerini mûteber olan başka tarîklerden de kaydetmiştir.
Tirmizî’nin bu davranışı ona Sahîheyn’le kıyaslayınca bazı farklılıklar ve hatta üstünlükler kazandırır:
1- Sahîheyn’de bile bulunmayan bir kısım sahîh hadîsleri ihtiva eder.
2- Yine Sahîheyn’de bulunmayan çok miktarda hasen ve zayıf hadîsleri ihtiva eder. Bir kısım âlimlerin zayıf hadîsle amel etmeyi esas aldığını düşünürsek bunun ehemmiyetini daha iyi anlarız.
3- Ravilerin hallerini açıkça beyan eder. Buhârî ve Müslim bu işi, sâdece hadîs ilminde ihtisas yapmış, ilel’i bilen kimselerin anlıyacağı gâmız bir işaretle yaparken Tirmizî herkesin anlayabileceği çok açık bir üslûbu seçmiştir.
4- Sahîheyn, bir babta bulunan en sahîh hadîsleri kaydetmek ve onlarla yetinmek gayretine düşerken, Tirmizî ele aldığı baba giren sahîh, hasen, zayıf, sâlim, muallel hadîsleri de kaydetmekten çekinmemiştir. Zira, ahkâm-ı şer’iyye her zaman sahîh hadîsle değil, bazı kere de hasen ve hatta -turûk’un çoğalması hâlinde- zayıf hadîsle sübût bulur.
5- Zayıf hadîslerin zayıf olduğunu bildirdiği için zayıfın hasen veya sahîh sayılmasından doğabilecek mahzurlar önlenmiş oluyor.
6- Kendisiyle itibar edilebilecek hadîsler anlaşılıyor.
7- Âlimlerin, haklarında cerh ve ta’dîl hususunda ihtilaf ettikleri şahıslar tanıtılmış olmaktadır. Ayrıca, mezheplerin, istidlâl’de delilleri ve ihtilafları da Tirmizî’de bilinmektedir.
Hadîslerin Kısaltılması:
Tirmizî, eserini fıkhî espiriyle tanzîm ettiği için, bir hadîste fıkha temas etmeyen -esbâb-ı vürûd gibi- bir kısım varsa orayı çoğu kere atar. Maksadı kitabın hacmini artırmamaktır. Ancak, hadîste yaptığı bu kısaltma ve taktî’e dikkat çeker ve: Ve fi’l-hadîsi kelâmın ekseru min hâzâ: “Bu hadîste, kaydettiğimizden daha uzun bir metin mevcuttur” veya: “ve fı’l-hadîsi kıssatun tavîle” yani: “Hadîsin aslında (esbab-ı vürûdu belirten) uzunca bir hikâye mevcuttur” der.
Tâlik:
Tirmizî’de muallak hadîs pek nâdirdir. Buhârî’yi çok miktarda tâlik yapmaya sevkeden durum şartlarındaki sıkılık idi. Halbuki Tirmizî, hadîs kabûl etmede geniş davranmıştır, zira, durumunu belirttiği için, çok zayıf râviden bile hadîs almaktan çekinmemiştir. Öte yandan, Müslim gibi o da isnada ehemmiyet vermiş, bu sebeple tâlik ederek metin kaydetmekten ziyade kısaltarak da olsa senet kaydetmeyi ön plana almıştır. Netice olarak bu durumlar ona tâlik yapma ihtiyacı duyurmamıştır.
Usul-Hadîsleri:
Tirmizî’yi Sahîheyn’le kıyaslamada mühim bir farka daha işaret etmemiz gerekmektedir: Sahîheyn, muttarıd bir kaide olarak bir babta mevcut olan en sahîh hadîsi (asl’ı) ilk önce zikrettikleri halde Tirmizî’de bu muttarıd değildir. Bazı kereler zayıf hadîsi önce kaydeder, zaafına dikkat çeker. Arkadan o babın daha sahîh olan rivâyetini zikreder. Kitapta bunun örneği çoktur. Nesâî ise bir babta mevcut bütün hadîsleri bir arada toplarken, muttarıdan -şayet varsa- önce kusurlu hadîsi kâydeder. Tirmizî’nin davranışı tenkîd vesilesi olamaz, zira, hadîs hakkında derhal açıklama yapmaktadır.
Şerhleri:
Tirmizî’nin Sahîh’ine muhtelif şerhler yapılmıştır. Bazıları şunlardır:
1- Ârızatu’l-Ahvazî fî Şerhi’t-Tirmîzî müellifi, Mâliki ulemasından İbnu’l-Arabî el-Mâlikî diye şöhret bulmuş olan Muhammed İbnu Abdillah el-İşbilî’dir (v. 543/1148). Eser on üç cilt olup 7 mücelled halinde matbudur.
2- Mütedâvîl şerhlerden biri de Tuhfetu’l-Ahvazî Şerhu Câmi’i’t-Tirmizi‘dir. Müellifi Muhammed Abdurrahmân İbnu Abdirrahim el-Mubârekfûrî’dir. (v. 1353/1934). Bu şerh için hazırlanan iki ciltlik Mukaddime, hem Tirmizî hakkında geniş bilgi sunar, hem de usul-i hadîsle ilgili derli-toplu bilgiler verir.
Tirmizî’nin sahîhi üzerine geniş bir tahlîli Nureddin Itr, el-Imamu’t-Tirmizî ve’l-Muvazenetu Beyne Câmiihi ve Beyne’s-Sahîheyn adlı eserde sunar.
Suyutî’nin, Sindî’nin İbnu Mulakkin’in, Muhammed İbnu Muhammed el-Ya’merî’nin, Abdurrahman İbnu Ahmed el-Hanbelî’nin de muhtelif hacimlerde şerhleri mevcuttur. Tirmizî’yi ihtisar edenler de olmuştur: Necmuddîn Muhammed İbnu Akîlî el-Balisî, Necmuddîn Süleyman İbnu Abdilkavî gibi.
Tirmizî’nin hadîslerini tek bir kelimeden bulmak maksadıyla Sıddîkî el-Beyk tarafından el-Mürşid ila Ehâdîsî Süneni’t-Tirmizî adıyla bir miftah yapılmıştır (Humus 1969).
Kaynak: Hadis Tarihi, Abdulvahid Metin
Tirmizî
Ebu İsa Muhammed İbnu İsâ İbni Sevre et-Tirmizî, 200 yılında doğdu ve 279 yılı Recebinin 13’ünde Pazartesi gecesi Tirmîz’de vefat etti. Hâfız âlimlerden biridir. Kuteybe İbnu Sa’îd, Muhammed İbnu Beşşâr, Ali İbnu Hucr gibi hadis imamlarının büyükleriyle karşılaştı. Kendisinden de pek çokları hadis aldı. Hadis ilminde çok sayıda te’lîfatı var. es-Sahih’i kitapların en güzeli, en çok faydalar taşıyanı, tekrarı en az olanıdır.
Tirmizî (rahimehullah teâla) der ki: “Bu kitabı Hicaz, Irak ve Horasan ulemasına arz ettim, hepsi de beğendi ve istihsan etti. Kimin evinde bu kitab varsa, sanki evinde, konuşan bir peygamber vardır.”
Kaynak: Hadis Tarihi, Abdulvahid Metin
Hoca Ahmet Yesevi
Batı Türkistan‘ın Sayram şehrinde doğmuş ve tasavvufi marifetleri Buhara muhitinde edinmiş bulunan Hoca Ahmed Yesevî, tarikat kurucusu, şair ve din büyüğü olarak Türk dünyasının manevî hayatını etkilemiş nâdir kişilerdendir. Bilhassa Sır-derya çevresinde, Taşkent dolaylarında, Seyhun ötelerindeki bozkırlarda yaşayan köylü ve göçebe Türklerin kendisine ve onun tasavvufi tarikatı Yesevîliğe olan tutkunluklarından ötürü, tarihî şahsiyeti efsaneler altında gizlendi, kimliği menkıbelere karıştı.
Hayati hakkında bilgilerimiz çok azdır, hakkındaki menkıbeler ise cildler dolduracak zenginliktedir. Kendisini bugün bile Şeyh Ahmed Yesevî’ye ve Yeseviliğe mensup sayan halk zümreleri Orta Asya’da mevcuttur. Tunceli çevresinde yaşayan bir kısım Şii Türk halkı bunların Anadolu’da kardeşleridir.
Ahmed Yesevi, İbrahim adında bir şeyh olan babasını yedi yaşında iken kaybetti. Ablasıyle birlikte, Türk geleneğinin Oğuz Han’ın başkenti olarak gösterdiği Yesi şehrine göçtüler. Burada ilk tasavvuf terbiyesini Arslan Babadan aldı. Sonra Buhara’ya giderek zamanın en büyük âlim ve mutasavvıflarından ders gördü. Çağının en meşhur sofisi Şeyh Yusuf-ı Hemedani’nin müridi olarak, onun muhabbetini kazandı, Nitekim şeyhi öldükten bir müddet sonra onun postuna da geçti Sonra Yusuf-ı Hemedani’ nin eski bir işaretini hatırlayarak Yesiye döndü, ölünceye kadar orada yaşadı. Tesirleri büyük oldu. Göçebeler gibi şehir halklarını ve okumuşları da manevî nüfuzu altına aldı.
Halis göçebe Türkmen muhitinde bu ulu Yeseviye tarikatı, beklenmeyecek hızla yayıldı, Seyhun kıyılarından Hârzem bozkırlarına, Asya sahralarına ulaştı. Moğol istilâsı ile Horasan, İran, Azerbaycan Türkleri arasına geçti. İlk fetihlerle birlikte Alp-erenler, Horasan Erenleri olarak Anadolu’ya girdi. 13. yüzyıl içinde Anadolu’da görülmeye başlayan Bektaşîlik, Babaîlik, Haydarîlik hep o millî Yesevîlik tarikatından çıkmış kollardır. İleride Yunus Emre‘nin gaybdan gönderilmiş mürşidi sayılacak olan Hacı Bektaş ile aynı zamanda dinî destan kahramanı olan Sarı Saltuk, sonra Anadolu Ahiliğinin, pirî-mürşidi sayılan Ahi Evren, Osman Gazi’nin ermiş kayınbabası Ede-Balı, Orhangazi’nin mürşidi Geyikli Baba ve daha niceleri… Ahmed Yesevî’nin Anadolu’ya, manevî fetihler için yolladığı, menkıbelerle destekli gerçekler hâlinde söylenen müritleri, akıncıları, halifeleridir.
Meselâ İslâmi destanlar arasında yer alan Saltuk-name’de, Anadolu ve Rumeli’de bütün Türkistan ve Turan’ın hatta bütün İslâm âleminin şaşılacak bütünlük ile birleştirileceği görülecektir. Anadolu fethinin manevî tasarımını yapan Ahmet Yesevi’ nin nurlu çehresi, bu tabloda elbet görülmektedir.
Hoca Ahmed, inandığı fikirleri yaşayan bir mürşitti. Tanrı vb Peygambere büyük aşkla bağlı olduğu gibi soy ahlâkının yiğitlik, vefa, doğruluk hasletlerini de ruhuna kılavuz edinmiştir. Ömrü boyunca günah işlememek, yalan söylememek, hata etmemek gayreti göstermiştir.
Hazret-i Muhammed’e tutkunluğu dolayısıyle onun yaşadığı yıllardan fazla yaşamak istemediği söylenir. Peygamber, 63 yaşında vefat ettiğine göre, o da 63 yaşma gelince kendisine yer altında bir hücre kazdırmış, kalan ömrünü, günsüz güneşsiz, orada tamamlamıştır.
120 yıl yaşadığı rivayet edilen Ahmed Yesevi’ye bugün de Türkistan’ın manevî büyüğü anlamına Hazret-i Türkistan derler. Mevlâna‘ya, Anadolu’nun büyüğü anlamına: Hazret-i Rûm denildiği gibi. Yesevi’nin Türkistan’daki camii üzerinde şu ayet yazılıdır: “Gaybın anahtarı O’ndadır. O’ndan başka kimse bilmez.”
Ahmet Yesevî tasavvufun, nefsi körletmek, tevazu, dünya malını hor görmek, soy ve din gözetmeksizin bütün insanları eşit saymak gibi yüksek görüşlerini, aklı ve fiiliyle benimsemiş, dervişliğin, kanaatin, fazilet ve değerini, dinî ahlâkî öğütleri, peygamber ve evlâdına olan muhabbetini, dünya zevklerine düşkünlüğün zararlarını, Hikmetler nasihatlar hâlinde, mantık gücü ve îman kuvvetiyle yaymıştı.
Samimî inanç ve davranışlarına hayran olan halk, ona çok bağlandı. Dünyada ve ahrette azîz saydı. Onu erenler katma çıkarıp şanına efsaneler donattı. Anadolu ve Türkistan evliyaları Hoca Ahmed’i Pir saydılar.
Öldükten 200 yıl sonra bile şöhreti ne kadar büyük olmalı ki, Timur Han, onun Yesi’deki mezarı üstüne, mimarlık şaheseri bir türbe yaptırmak lüzumunu duydu. Türbe, cami ve hânıkah’tan ibaret Yesevî makamı, hem din hem sanat abidesi olarak, bugün de Türkistan’ın en kutsal ziyaret yerlerindendir.
Ahmed Yesevi’ye ait olduğu söylenen “Divan-ı Hikmet” adlı bir eser mevcuttur. Ancak, bu divanda toplanan Hikmetlerin bir kısmı Ahmed Yesevi’nin olsa bile, zamanla türlü Yesevî dervişlerine ait parçaların o kitapta toplandığı, dil ve anlatış farklarından anlaşılmaktadır. Zaten ellerdeki en eski Divan-ı Hikmet yazmaları 17. yüzyıldan önceye gitmemektedir. Bu bakımdan onların 12. asırda yazılmış hikmetlerin tıpkısı olduğunu söylemek de zordur.
Zaten Ahmed Yesevî şairlik iddiasında değildir. Yalnız, fikir ve duygularım halka daha iyi öğretebilmek için manzum hikmetler tarzını seçmiştir. Dervişleri ve halifeleri de yüzyıllar boyunca onun izinden giderek benzer parçalar yazmışlardır. Divan-ı Hikmet’e Yesevî tarikatı mensuplarının ortak eseri gözüyle bakılabilir.
Divan-ı Hikmet’teki parçaları dilber ve şarabı öğen öteki şiirlerden ayırdedebilmek için Hoca Ahmed’in bu manzumelerine Hikmet adı verilmiştir. Bunların çoğu kuru öğretici mahiyette lirizm ve heyecandan uzak parçalardır.
Biçim yönünden Hikmetler:
- a) Türk nazım birimi olan dörtlüklerden kurulmuş Koşma nazım şekli ile;
- b) hece vezniyle (çoğu 4+4+4-12, bazen 4+3=7 kalıbiyle;
- c) Halk şiirinde çok görülen, redifle pekiştirilmiş yarım kafiyeler çok kullanılarak;
- ç) Arapça ve Farsçanın biraz karıştığı fakat sade bir Doğu Türkçesi ile yazılmışlardır. Ancak gazel ve mesnevi nazım şekliyle yazılmış Hikmetler de az değildir.
Muhteva yönünden Hikmetlerin fikir ve duygu tarafı kuvvetli ama coşkunluk ve lirizm yönü eksiktir. Fikir olarak, şeriat ve tarikat görüşlerini birbirlerine zıt düşürmemiş, bunları kaynaştırmıştır. Dinde hoca, tasavvufta evliya sayılışının bir sebebi de budur.
Bilhassa Özbek ve Kazak Türkleri arasında tutunan ve türlü kılıklar altında Türk dünyasına (Anadolu’ya da) yayılmış olan Yesevilikte, İslâmiyetin ve tasavvufun eski Türk boy ve soy gelenekleri ile sımsıkı kaynaştığı, az da olsa Şamanlık ve Budizm’den bazı esintilerin tarikat kalıbına döküldüğü görülmektedir.
Dergâhta kadın ve erkeklerin birlikte zikretmeleri, sığırların kurban edilmesi Yesevilikte yadırganan şeyler değildir. Ayrıca kötülerin hayvan şekline sokulacağı, iyilerin türlü kuşlar biçimlerine girerek uçacakları gibi bazı söylenti inanışlar da şüphesiz bazı eski kültürlerden sızıp gelmiş olsa gerektir.
Ahmed Yesevî, hem yüksek şahsiyeti, hem büyük teşkilâtçılığı, hem de Hikmetleri ile Türklük dünyasının her tarafına, dolaylı veya açık tesirleri görülmüş nâdir büyüklerimizden biridir.
(Aşağıdaki hikmette, veli şairin hayatını ve samimi inancını anlatmakta söylemekte ve bilhassa 63 yaşında ölen Peygamber Efendimizden daha fazla yaşamayı, sevgisine aykırı bulduğu için o yaşta yer altına girişini hikâye etmektedir.)
HİKMETOl Kadirim kudret birlen nazar kıldı Hurrem bolup yir astıga kirdim muna Garip bendeng bu dünyadan güzer kıldı Mahrem bolup yir astıga kirdim munaZâkir bolup, şâkir bolup Hak’nı taptım Şiyda bolup, rüsva bolup candın öttim Andın songra vahdet meydin katre tattım Hemdem bolup yir astıga kirdim munaAltmış üçke yaşım yitti bir künçe yok Vâ-dirigâ, Hak’nı tapmay könglüm sınuk Yir üstide, sultân min tip, boldum uluk Pür gam bolup yir astıga kirdim munaBaşım tofrak, cismin tofrak, özim tofrak Köydüm yandım, bola’Imadım hergiz afak Hak vaslıga yiter min tip ruhum müştak Şemnem bölüp yir astığa kirdim mene(Ahmet Yesevî; Divan-ı Hikmet) |
Günümüz Türkçesiyle:Benim Tanrım Kudret ile bir baktı Mesut olup yer altına girdim işte Garip kulun bu dünyadan geçti gitti Sırdaş olup yer altına girdim işte.Zikrederek, şükrederek Hakk’ı buldum Âşık olup, kınanarak candan geçtim Ondan sonra “teklik” içkisinden bir damla tatdım. Peygamber’e yoldaş olup yer altına girdim işte.Yaşım altmış üçe yetti, bir gün yaşamamış gibiyim Ah yazık! Tanrı’ya varmayan gönlüm kırık Yeryüzünde “sultanım” diye ululanırken Gamla dolup yer altına girdim işte.Başım toprak, cismim toprak, özüm toprak Yandım yakıldım da yine tertemiz olamadım Tanrı’ya kavuşacağım diyen ruhum özlem içinde Şebnem olup yer altına girdim işte. Hacı Bayramı VeliHacı Bayramı Veli Kimdir? Doğum ismi, Numan bin Ahmed, lakabı “Hacı Bayram”dır. 1352 (H. 753) tarihinde Ankara’nın Çubuk Çayı...
29 Mart 2017 Çarşamba 10:44
Hacı Bayramı Veli Kimdir? Doğum ismi, Numan bin Ahmed, lakabı “Hacı Bayram”dır. 1352 (H. 753) tarihinde Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde Zülfadl (Sol-fasol) köyünde doğdu. Hacı Bayram-ı Veli, 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yetişti. Eserlerini Türkçe olarak yazarak Türkçe kulanımını Anadolu’da önemli şekilde etkiledi. Sultan Murad Han verdiği ünlü bir fermanda, Hacı Bayram-ı Veli’nin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgul olmaları için, onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğu bildirmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u feth edeceğini II. Mehmed’in babası II. Murad’a bildirdiği rivayet olunur. Bir gün medreseye birisi gelerek; “İsmim Şüca-i Karamani’dir. Hocam Hamideddin-i Veli’nin selamı var. Sizi Kayseri’ye davet ediyor. Bu vazife ile huzurunuza geldim.” dedi. O da, Hamidüddin ismini duyunca; “Baş üstüne, bu davete icabet lazımdır. Hemen gidelim.” diyerek müderrisliği bıraktı. Birlikte Kayseri’ye yöneldiler ve Somuncu Baba diye bilinen Hamideddin-i Veli ile Kurban Bayramında buluştular. O zaman Hamideddin-i Veli; “İki bayramı birden kutluyoruz!” buyurdu ve ona Bayram lakabını verdi. Talebeliğe kabul etti. Din ve fen ilimlerinde yüksek derecelere kavuşturdu. Hacı Bayram-ı Veli, hocasının vefatından sonra Ankara’ya gelerek doğduğu köye yerleşti. Yeniden talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Sohbetleriyle hasta kalplere şifa dağıttı. Talebelerini daha çok sanata ve ziraate sevk ederdi. Kendisi de geçimini ziraatle sağlardı. Açtığı ilim ve irfan ocağına, devrinin meşhur alimleri, hak aşıkları akın etti. Damadı Eşrefoğlu Rumi, Şeyh Akbıyık, Bıçakçı Ömer Sekini, Göynüklü Uzun Selahaddin, Edirne ve Bursa ziyaretlerinde talebeliğe kabul ettiği Yazıcızade Ahmed (Bican) ve Mehmed (Bican) kardeşler ile Fatih Sultan Mehmed Hanın hocası Akşemseddin bunların en meşhurlarıdır. Fatih’in babası Sultan İkinci Murad Han, Hacı Bayram-ı Veli’yi Edirne’ye davet edip, ilim ve manevi derecesini anlayınca, fevkalade hürmet göstermiş, Eski Cami’de vazettirmiş, tekrar Ankara’ya uğurlamıştır. Sultan İkinci Murad Han kendisinden nasihat isteyince; İmam-ı Azam’ın, talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı uzun nasihatı yaptı: “Tebean içinde herkesin yerini tanıyıp bil; ileri gelenlere ikramda bulun. İlim sahiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş, fasıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Kimseyi küçümseyip hafife alma. İnsanlığında kusur etme. Sırrını kimseye açma. İyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak kimselerle ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Bir şeye hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Seni ziyarete gelenlere faydalanmaları için ilimden bir şey öğret ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Herkese itimad ver, ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazan da onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve itibarlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et. Müsamaha göster. Hiçbir şeye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.” Hacı Bayram-ı Veli, ömrünün sonuna kadar İslamiyeti yaymak için çalıştı. 1429 (H. 833) tarihinde Ankara’da vefat etti. Türbesi kendi ismiyle anılan Hacı Bayram Camii’ne bitişik olup, ziyaret mahallidir. Vefatından sonra Bayramiyye yolunu talebelerinden Akşemsettin ve Bıçakçı Ömer Efendi devam ettirdiler. Hacı Bayram-ı Veli, Yunus Emre tarzında şiirler söylemiştir. Şiirlerinde “Bayrami” mahlasını kullanmıştır. Hacı Bayram-ı Veli’nin Sosyal ve Kültürel Hayattaki Rolü Hacı Bayram-ı Veli herşeyden önce bilim ve tasavvufu birleştirmeyi başarmış bir sufidir. İslamiyeti ilmi açıdan ele alarak iyice anlamış, önce profesör olarak medresede öğrenci yetiştirmiş sonrada tasavvuf hayatına adımını atmıştır. Tasavvuf felsefesi bakımından kendinden öncekilere göre bir yenilik getirmemiştir. Ancak mutasavvıf olarak dünyayı red ve terk yerine, onu imara yönelmiş etrafındakileri de teşvik etmiştir. Hacı Bayram-ı Veli’nin bu yanı devrine göre çok ileri görüşü simgeler. Hacı Bayram-ı Veli’nin etrafında okuma yazma bilmeyenler ve o devrin her çeşit meslek gruplarından insanlar bulunduğu gibi başta Akşemseddin olmak üzere Germiyanoğlu Şeyhi, Eşrefoğlu Rumi, Ahmed Bican, Yazıcıoğlu Muhammed gibi bilimadamları da bulunuyordu. Bu kadar farklı kültür gruplarını aynı potada eritmesi de büyük bir başarıdır. Müridlerini el emeği ile geçinmeye yani toprağı işlemeye ve el sanatlarına yönlendirmiştir. Kısacası herkese çalışma tavsiyesinde bulunmuş kendisi de buğday, arpa, burçak yetiştirerek onlara yaşayan örnek olmuştur. Bu şekilde müridlerini toprağa bağlı yaşamaya teşvik ederek Anadolu’ya Orta Asya’dan gelen Türk göçerlerin yerleşik hayata geçmesini sağlamış, Anadolu’da kalıcı Türk birliğinin sağlanmasında ve Osmanlı Devleti’nin medeniyet yolunda aşama kaydetmesinde önemli rol oynamıştır. Hacı Bayram-ı Veli’nin koyduğu imece usulü, yani hasadı bütün köylülerin katılımı ile ortaklaşa toplama yöntemi bugün bile hala Anadolu’da uygulanmaktadır. Anadolu’da ondan başka aynı etkiyi sağlamış bir mutasavvıf gösterilemez. Hacı Bayram-ı Veli’ye göre toplum iki ana kesime ayrılır: Zenginler ve yoksullar. Bu iki grubun arasında köprü kurulması ve yoksulların sosyo ekonomik güvenliğinin sağlanması görevini yaşadığı dönemde Hacı Bayram-ı Veli gerçekleştirmiştir. Mübarek aylarda müridleriyle beraber Ankara’nın ticari merkezlerinde dolaşır, dükkân sahiplerinden isteyenler zekat ve sadakalarını dervişlerin taşıdığı büyük bir torba içine atarlardı. Bu paralar bir yardım sandığında toplanır kimsesiz yaşlılara, dul bayanlara, öksüzlere, evlenemeyecek kadar fakir genç kızlara ve erkeklere, kitap alamayacak kadar fakir öğrencilere kısacası tüm ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı. Görüldüğü gibi günümüzün Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, Bağkur gibi sosyal yardımlaşma organizasyonlarının temeli bundan beş buçuk asır önce Hacı Bayram-ı Veli tarafından atılmıştır. Hacı Bayram-ı Veli’nin güzel adetlerinden biri de tekkesinde sürekli bir kazan kaynatmasıdır ki bu adet kök olarak Orta Asya tasavvuf geleneğine, Hoca Ahmet Yesevi‘ye dayanır. Tekkesindeki bu kazanda sürekli gece gündüz burçak çorbası kaynar; gelen geçen, zengin fakir, büyük küçük, kadın erkek herkes içerdi. Hacı Bayram Camii tekkesinde hergün sabah ve yatsıdan sonra zikir meclisleri kurulur, öğle namazından önce ve sonra başta müridler olmak üzere her gruptan insana tefsir, fıkıh, hadis, kelam hatta felsefi ağırlıklı tasavvuf dersleri verilirdi. Bu şekilde toplumun eğitimi de gerçekleştiriliyordu. Hacı Bayram-ı Veli Anadolu’da dil ve kültür birliğinin sağlanması için Türkçe eserler yazılmasında Leme’at ve Gülşen-i Raz gibi eserlerin Türkçeleştirilmesinde etkili olmuş kendisi de halkın anlayacağı dilden, Ahmet Yesevi geleneğine uygun olarak şiirler yazmıştır. Devrinde Arapça ve Farsça eser vermek revaçta iken, Hacı Bayram-ı Veli’nin halk ile diyalog kurabileceği Türkçe’yi tercih etmesi belli bir misyona delalet eder. Bu misyon Anadolu’da dil birliğinin sağlanması ve Türk kültürürün hakim olmasıdır. Türkçecilik akımı müridlerini de etkilemiş, bu sufiler özellikle Türkçe eserler vermişlerdir. Yazıcıoğlu Muhammed, Ahmet Bican, Eşrefoğlu Rumi gibi öğrencilerinin Envaru-l Aşıkin, Muhammediye, Müzekki’n Nüfus gibi eserleri Anadolu’da yıllarca kolaylıkla okunmuştur halkın elinden düşmemiştir. Hacı Bayram-ı Veli Camii Çilehanesi Bayramilik’te manevi olgunluğu elde etmek üzere kırk gün süre ile insanlardan ayrılıp küçük bir çile odasında kalıp Allah’ı düşünmek, ona ibadet etmek, onun isimlerini anmak, susmak, az yemek, az içmek gibi uygulamalar büyük önem arzeder. Burda amaç zihnin Allah düşüncesi üzerinde yoğunlaşma yeteneği elde etmesidir. Bu uygulamanın temelinde Peygamber Muhammed’in peygamberlik gelmeden önce Hira mağarasında bir süre insanlardan uzak kalması, yine onun Ramazan ayının son on gününde itikafa çekilmesi vardır. Çilehanenin biri caminin doğu kapısına açılan ancak şimdi ızgara ile kapatılan, diğeri ise son cemaat yerinin doğu köşesinde olmak üzere iki asıl girişi vardır. Ayrıca caminin içinden de merdivenli bir girişi bulunmaktadır. Günümüzde girişler son cemaat yerinden yapılmaktadır. Çilehanenin bulunduğu alan cami gibi dikdörtgen planlıdır. Ancak bu dikdörtgen düzgün kenarlı değildir. Taş duvarlar, beyaz badanalı ve sadedir. Süsleme yapılmamıştır. Her iki girişten merdivenle, harimin yaklaşık 1/10 büyüklüğündeki düzgün olmayan bir dikdörtgen şeklindeki odaya inilir. Bu odanın batısında, yarı büyüklüğünde ikinci bir oda daha vardır. Bu odalardan ilki çeşitli amaçlarla kullanılabilecek bir giriş, diğeri abdest odasıdır. Günümüzde bu odalar ibadet amaçlı kullanılmaktadır. Çilehanenin çile odaları ilk odaya açılan düzgün olmayan bir koridor boyu sıralanmışlardır. Bunlar dört tanedir. En sondaki çile odası mihrabın altına oldukça yakındır. Düzgün olmayan kare planlı bu odaların havalandırma bacaları vardır. Bu odaları Hacı Bayram-ı Veli ve öğrencileri Akşemseddin, Şeyh Eşrefoğlu Rumi ile tarikat üyeleri kullanmışlardır. Hacı Bayram-ı Velî’den Nasihatler
Hacı Bayram-ı Veli’den Bir Şiir örneği Bilmek istersen seni, Kim bildi ef’âlini, Görünen sıfâtındır, Kim ki hayrete vardı, Bayram özünü bildi, Orhan Gazi (1281 – 1360) Orhan Gazi 1281 yılında doğdu. Babası Osman Gazi, annesi Kayı aşiretinin ileri gelenlerinden Ömer Bey’in kızı Mal Hatundu....
10 Aralık 2015 Perşembe 8:57
|