The Wall Street Journal’ın 8 Haziran 2023 tarihli “Küba, ABD Odaklı Gizli Çin Casus Üssüne Ev Sahipliği Yapacak” başlıklı ve “Pekin, gizli dinleme tesisi için Havana’ya birkaç milyar dolar ödemeyi kabul etti” haberiyle gözler Çin-ABD-Küba üçgenine çevrildi. Hatta bazı haber kaynakları “Çin’in ABD’yi Küba üzerinden 2019’dan beri dinlediği”ni ileri sürüyor.
Konuyla ilgili Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Stratejik İletişim Koordinatörü John Kirby ise “haberin doğru olmadığını, ancak Çin’in dünya çapındaki etkili faaliyetlerinden endişeliyiz” beyanıyla konunun takipçisi.
Ayrıca casusluk iddiası, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in yakın bir tarih olan 25 Kasım 2022’de Küba’yı ziyaretinin ve 02 Haziran 2023’te Çin’in Körfez’de ortak donanma girişiminin hemen ardından ortaya çıkması düşündürücü.
Aslında bir müddettir ABD-Çin ilişkilerinde gerginlik hakim.
Öncelikle dönemin ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin 2 Ağustos 2022’de Tayvan’ı ziyareti, Çin-Tayvan sorununda tansiyonu yükselterek Pekin’in Tayvan yakınlarında tatbikata başlamasıyla sonuçlanmıştı.
Sonra ABD 4 Şubat 2023’te Güney Carolina açıklarında Çin’e ait casus balonunun düşürüldüğünü ve FBI laboratuarında incelendiğini bildirdi.
Daha sonra Tayvan Devlet Başkanı Tsai Ing-wen’in 6 Nisan 2023’te ABD gezisinde Temsilciler Meclisi Başkanı Kevin McCarthy’i ziyareti Pekin’in dikkatini çekti. Çin, ikilinin görüşmesini Washington Büyükelçiliği aracılığıyla “derin endişe, kesin muhalefet” gibi sert sözlerle eleştirmişti.
Bununla birlikte ABD’li emekli Tuğgeneral Robert Spalding “Çin’in Küba üzerinden casusluk yaptığına dair gelen raporların gerçek olabileceğine” işaret ediyor. Birde ABD-Çin arasında muhtemel bir savaş senaryosundan bahseden yayınlar da bulunuyor.
Tüm olumsuz gelişmelere rağmen, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in 18 Haziran’da Pekin’i ziyaret edebileceğinden bahsediliyor.
Diğer taraftan Çin’in Körfez’de ortak donanma teşebbüsü, Soğuk Savaş sonrasında başlayan tek kutuplu uluslararası sistemin sonu mu sorusunu akıllara getiriyor. Çünkü ABD Genel Kurmay Başkanı Mark Milley’in 11 Haziran 2023’teki konuşmasında “önümüzdeki 10-15 yıllık süreçte ABD ve Rusya’yla birlikte Çin’in de yer aldığı uluslararası sistemde artık en az üç süper gücün bulunduğu çok kutupluluğa doğru gidildiği”ni vurguluyor. Buna ek olarak Milley’in “üç süper güç, iki süper güçten daha zordur” ifadesiyle de riskleriyle ve tehlikeleriyle üç yönlü düşünülmesi gereken bir uluslararası yapıya dönüşüleceği tahminler arasında.
Çin, Ortadoğu ve Körfez’deki faaliyetleriyle Batı’ya karşı ekonomik ve jeopolitik etki alanını genişletiyor. Çin’in liderliğinde bölge ülkeleri Ortadoğu’da çok kutuplu bir düzenin oluşmasına yöneliyorlar.
Birde Çin’in ABD’ye karşı Küba üzerinden casuslukta buluğundu iddiaları ile İsveç’in üyelik görüşmeleriyle NATO’nun muhtemel genişlemesine eş zamanlı olarak, Çin’in Körfez’deki ortak donanma girişimi de manidardır. Tarafların birbirlerinin diplomatik manevralarını çok yakından takip ettikleri görülüyor.
Hem Çin’in girişimleri hem NATO’nun genişlemesi hem de Milley’in beyanatı vb. gelişmeler, Korona sonrası muhtemel yeni uluslararası sistem üzerinde durduğumuz makaleleri doğrular niteliktedir.
.
Ukrayna, NATO üyesi olur mu?
Ukrayna, NATO üyelik girişimlerini 3 Nisan 2008’deki Bükreş Zirvesi’ne dayandırıyor. Bükreş Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nin 23. maddesinde “NATO, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üyelik için Avrupa-Atlantik özlemlerini memnuniyetle karşılamaktadır. Bugün bu ülkelerin NATO üyesi olacağı konusunda anlaştık” gibi muğlak bir ifade yer alıyor. Muğlak ifade denilmesinin sebebi, üyelik başvurusunda bulunan ülkelere uygulanan Üyelik Eylem Planı’nın (ÜEP) Bükreş Zirvesi’nin ardından her iki ülkeye uygulanmamasıdır.
Birde Kiev’in üyelik talebinin, savaş devam ettiği sürece gerçekleşmesi zayıf bir ihtimaldir. Çünkü ne ABD ne de Avrupa, NATO ile Rusya’nın savaş durumuna gelmesinden yana değiller. Her iki taraf da savaşa giden “kırmızı çizgi”yi geçmek istemiyor. Hâl-i hazırda Rusya’nın nükleer tehditleri malûm. Dolayısıyla NATO üyeleri, Bükreş Zirvesi’ndeki muğlak ifadeden kuvvetle muhtemel kaçınma gayretindeler.
Yine de Vilnius’dan “Ukrayna için caydırıcılığı ve savunmayı arttıran bir paket üzerinde anlaşıldığı” hakkında bir karar çıktı. Ayrıca Ukrayna’nın NATO üyeliğini hususunda savaşı sona erdirmek ve güvenliği sağlamak şeklindeki değerlendirme, elbette Rusya’nın savaşı sürdürme kararlılığını perçinleyecektir. Böylece Ukrayna’nın Batı’dan daha fazla askerî yardım alması da gerekiyor.
Rusya’nın işgaliyle birlikte, Avrupa ile Rusya arasındaki Ukrayna’nın güvenlik konumu da değişti. Hatta Avrupa’da NATO üyelikleri bulunmayan Finlandiya ve İsveç’in bile tarafsızlıkları bitti. Finlandiya’nın üyeliği 4 Nisan 2023’te kabul edilirken, İsveç’in de üyelik süreci Vilnius’da ilerledi. Tarafsızların sayısı azalırken, NATO’nun Rusya’yla sınırı daha da uzadı.
Bununla birlikte NATO, Ukrayna’nın bağımsızlığını uzun vadede korumaya kararlı. Ancak NATO ve Avrupa, Rusya’nın 2008’de Gürcistan’la savaşına ve 2014’te Ukrayna toprağı Kırım’ı işgaline yeterli tepkiyi vermemesinin sıkıntısını bugün yaşıyor olsa gerek. Birde Bükreş Zirvesi’ndeki muğlak ifadeye rağmen, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliği ihtimali Rusya’nın her iki ülkeye saldırmasının nedenleri arasında sıralanıyor.
Ukrayna’daki savaş sona ermeden Kiev’i ittifaka katılmaya davet edemeyeceği, NATO’nun 4 Nisan 1949’da kabul edilen 14 maddelik Anlaşma Metni’nden anlaşılıyor. Buna göre Rusya’nın, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üye olmamaları için savaş başlattığı da düşülüyor. Bu strateji Gürcistan’da başarılı oldu. Ukrayna’da ise savaş ve diplomatik çabalar devam ediyor. Yani süreç henüz sonuçlanmadı. Bu stratejinin Ukrayna’da başarılı olup olmayacağını NATO (Batı)’nun şekillendireceği muhtemeldir.
Diğer taraftan Moskova diplomatik satrancı iyi oynasaydı, İngiltere’nin genişleyerek gücünün daha büyük alana yayılarak azalacağını düşündüğü AB’nin genişlemesini istediği gibi, Rusya’nın da NATO’nun genişlemesinden yana olması gerektiği iddiaları ortaya atılıyor.
Bugün gelinen noktada Ukrayna 5 Aralık 1994’te Budapeşte’de imzalanan “Ukrayna’nın Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na Katılımıyla Bağlantılı Olarak Güvenlik Güvencelerine İlişkin Mutabakat Zaptı”’ndan yani Budapeşte Memorandumu’ndan daha sağlam güvenlik garantilerini talep ediyor.
Sonuçta Vilnius’da, Ukrayna’nın üyelik talebine karşılık “NATO-Ukrayna Konseyi”nin kurularak, Üyelik Eylem Planı (ÜEP)’nın şimdilik ertelendiği görülüyor.
.
Türkiye-Körfez ekonomik ilişkileri
Daha önce Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ve Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de Körfez ülkelerine benzer bir gezide bulunmuşlardı.
Erdoğan ve beraberindekilerin Körfez ziyaretindeki gündem maddeleri dış kaynak temini, varlık satışı, yatırımlar vd. Seçimler sonrasında yeni ekonomi yönetiminin işbaşına gelmesiyle birlikte, ekonomideki sorunları çözmek için finansman/kaynak arayışına gidildi. Dış borç geri ödemeleri, cari açığın finansmanı, depremin getirdiği maliyetler, TL’nin değer kaybederek dövizin yükselmesi başlıca problemlerdir.
Elbette zikredilen problemler enflasyon, işsizlik, gelir dağılımının bozulması, alım gücünün düşmesi, fiyatların artması gibi sosyo-ekonomik sorunlara da yol açıyor. Dolayısıyla en temel dış kaynak arayışı istihdam sağlayacak doğrudan yabancı sermayenin sabit yatırım yapması olmalıdır. Aksi takdirde mevcut varlıkların satışı, ilgili sektörde belirli bir süre için rahatlama sağlayabilir. Ancak etkisi uzun dönemli değildir.
Türkiye 2011’de başlayan Arap Baharı/Uyanışı sürecinde Suudi Arabistan ve BAE’yle bozulan ilişkilerini son birkaç yıldır düzeltmeye çalışıyor. BAE’nden Şeyh Muhammed Bin Zayed başkanlığındaki heyetin 24 Kasım 2021’de Türkiye’yi ziyaretiyle iki ülke ilişkileri ivme kazanmaya başladı. Ardından 6 Şubat 2023’teki Kahramanmaraş merkezli depremde uluslararası yardımlaşmanın da etkisi olacak ki, Türkiye-BAE Kapsamlı Ortaklı Anlaşması (KOA) 3 Mart 2023’te imzalandı.
Türk heyeti son Körfez ziyaretlerinde enerji, altyapı, savunma, turizm, ihracat finansmanına yönelik anlaşmalar yaptı. Özellikle BAE ile yapılan anlaşmaların toplamda 50,7 milyar dolar değerinde olduğu belirtiliyor. Birde Türkiye’de 10 milyar dolar civarındaki Katar yatırımlarının arttırılması hedefleniyor. Ayrıca Türkiye-Katar diplomatik ilişkilerinin 50. yıl dönümü münasebetiyle iki ülke liderleri ortak bildiriye imza attılar.
Ancak Türkiye’nin dış borç geri ödemeleri, cari açık ve depremin getirdiği maliyetler için bir yılda 200 milyar dolar dış kaynak bulması gerekiyor. Bununla birlikte Türkiye’de Suudi Arabistan, Katar ve BAE’nin doğrudan yabancı sermaye yatırımlarındaki payının sadece 407 milyon dolarla yüzde 17,7 düzeyinde. Toplam içerisinde BAE’nin payı ise 310 milyon dolar.
Körfez ziyaretlerinde ne kadar oranda doğrudan yabancı sermayenin istihdam odaklı sabit yatırım gerçekleştireceğine dair söz alındı bilinmiyor. Fakat mevcut Körfez sermayesinin doğrudan 407 milyon dolarlık yatırımının, Türkiye’nin 200 milyar dolar dış kaynak ihtiyacını karşılamadığı görülüyor.
Türkiye’nin ekonomik sorunlarını aşabilmesi için Körfez’e ek olarak, Batılı yatırımları da çekebilmesi gerekiyor. Bunun için yabancı sermayenin yatırım yapacağı ülkede kendisini güvende hissetmesi için aradığı kriterler var. Bunlar hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulanabilirliği, demokrasi, hürriyetler, şeffaflık ve ekonomik istikrar…
Kısa dönemde yurt dışından getirilecek kaynağın, enflasyonun ateşini söndüremeyeceği ileri sürülüyor. Ekonomide yatırım ortamının iyileştirilerek yapısal düzenlemelere ve çözümlere ihtiyaç var.
.
Ukrayna’nın NATO üyeliği
Karar “Ukrayna için caydırıcılığı ve savunmayı arttıran bir paket üzerinde anlaşıldığı” hakkında.
Vilnius’ta Ukrayna’nın NATO’ya kabulüyle, Rusya’yı caydırmaya ve Avrupa-Atlantik güvenliğini güçlendirmeye dair görüş hakimdi. Çünkü Zirve’de Ukrayna’yla ilgili her hangi bir belirsizliğin Moskova’yı cesaretlendirebileceği göz ardı edilemezdi.
Ukrayna’daki savaş sona ermeden Kiev’i ittifaka katılmaya davet edemeyeceği, NATO’nun 4 Nisan 1949’da kabul edilen 14 maddelik Anlaşma Metni’nden anlaşılıyor. Dolayısıyla Vilnius’ta, Ukrayna devlet başkanı Volodimir Zelensky’nin üyelik ısrarının karşısında şartlar bulunuyor. Bu konuda muhtelif argümanlar mevcuttur:
1-Ukrayna’nın NATO’ya girmesi için tüm vatanını Rusya işgalinden kurtarması gerekiyor. Şimdiden bunun ne kadar zaman alacağını söylemek oldukça zor.
2-Soğuk Savaş döneminde Batı Almanya’nın 1955’te yaptığı gibi, Ukrayna’nın bölünmüş bir ülke olarak NATO’ya girme ihtimalidir. Bu ihtimalde Ukrayna nüfusunun bir bölümü işgal altında kalmaya devam eder. Birde ülke, bölgesel bölünmeyi kabullenmiş olur.
3-Kimilerine göre, NATO Ukrayna’ya özel bir üyelik süreci uygulayarak İttifak’ın Anlaşma Metni’ndeki “Tarafların, birine veya daha fazlasına karşı yapılacak silahlı bir saldırının hepsi karşı yapılmış sayılacağı” 5. maddede esnekliğe giderek Kiev’i üyeliğe kabul edebilir. Ancak bu durumda, NATO’nun caydırıcı gücünün zayıflatılacağı düşünülmektedir.
4-NATO’nun Ukrayna’nın işgal edilen topraklarını geri alması için müdahale etme olasılığıdır. Fakat bu ihtimal de çok gerçekçi değildir.
Anlaşıldığı üzere NATO, Ukrayna’yı üyeliğe kabul için savaşın bitmesini bekleyecek. Çünkü Anlaşma Metni’ne göre, üyeliğe aday ülkenin savaş halinde olmaması gerekiyor. Savaş halindeki Ukrayna’nın kabulünde ise, NATO’nun direkt şekilde Rusya’yla savaşa girmesi kaçınılmazdır. Gelişmeler NATO-Rusya savaşının istenmediğini gösteriyor.
Aslında Ukrayna’nın NATO üyelik girişimleri 3 Nisan 2008’deki Bükreş Zirvesi’ne dayanmaktadır. Bükreş Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nin 23. maddesinde “NATO, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üyelik için Avrupa-Atlantik özlemlerini memnuniyetle karşılamaktadır. Bugün bu ülkelerin NATO üyesi olacağı konusunda anlaştık. Bugün, bu ülkelerin Üyelik Eylem Planı (ÜEP), başvurularını desteklediğimizi açıkça belirtiyoruz...”.
Kiev yönetimi, NATO üyeliği hususunda Bükreş Zirvesi’ne atıfta bulunsa da, bugün gelinen noktada Rusya’nın işgali birçok değişikliği gerekli kılmıştır.
Diğer taraftan Rusya’nın 16 Mart 2014’te Kırım’ı ilhakı ve ardından 6 Nisan 2014’te Donetsk Halk Cumhuriyeti (DNR) ve Lugansk Halk Cumhuriyeti (LNR) adında Donbas’ta iki ayrı Rusya yanlısı devlet kuruldu. Her ne kadar bu devletler hiçbir uluslararası aktör tarafından tanınmasa da, NATO (Batı)’nun hem Kırım’ın ilhakına hem de DNR ve LNR’nin kurulmasına çok ciddi tepki göstermediği hatırlardadır. Buna karşılık, Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgale başlaması, yani savaşın Avrupa sınırını tehdidiyle NATO (Batı) daha ciddi tedbirler almaya yönelmiştir.
Vilnius’ta NATO-Ukrayna Konseyi’nin kuruldu. Ukrayna’nın NATO üyesi olacağı yeniden teyit edildi. ÜEP’nin gerekliliği kaldırıldı. Böylece Ukrayna biraz daha NATO’ya yaklaştırıldı.
.
İsveç, NATO, Türkiye
Bu amaçla Finlandiya ve İsveç’in 18 Mayıs 2022’de başladıkları NATO üyelik sürecinin en somut hâli, NATO’nun 30 Haziran 2022’deki Madrid Zirvesi’nde belirginleşmişti. Finlandiya ve İsveç’in üyelikleri hususunda Türkiye’yle imzaladıkları Mutabakat, sürecin ana belgelerindendir.
Finlandiya ve İsveç’in üyelikleri, başta terör ve silah ambargosu olmak üzere Türkiye’nin hassasiyetlerine takıldı. Sürdürülen diplomatik çabaların ardından Finlandiya’nın İttifak üyeliği 4 Nisan 2023’te kabul edildi.
Kurban Bayramı’nın ikinci günü 28 Haziran 2023’te İsveç’in başşehri Stockholm’de bir caminin önünde Kur’an-ı Kerim’in yakılmasının, Litvanya’nın başşehri Vilnius’da 11-12 Temmuz 2023’te NATO’nun yıllık zirve toplantısından önce gerçekleştirilmesi Türkiye ve İslam dünyası tarafından şiddetle kınanmıştı.
İsveç’in üyeliğinin de görüşüldüğü Vilnius Zirvesi öncesinde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye’nin AB üyelik sürecinin başlatılması halinde, İsveç’in de NATO üyelik görüşmelerine başlanacağı” mealindeki ifadesi önemliydi. Ancak bunu tam tersinden “İsveç NATO üyesi olmazsa, Türkiye de AB üyesi olmaz” şeklinde yorumlayanlarda oldu.
Ardından ABD Başkanı Joe Biden’in ve NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklerine dair haberler geldi. Fakat AB üyesi olmayan ABD’nin Başkanı’nın ve AB’den ayrı bir yapılanma olan askerî ittifak NATO Genel Sekreteri’nin Türkiye’nin AB üyeliğine verdiği desteğin ne kadar etkili olacağı ise tartışmalıdır.
Vilnius’daki görüşmeler sonucunda Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine “evet” dediği yönündeki yayınlar sonrasında, “Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine ‘evet’ demediği, İsveç’in NATO üyeliğinin önünün açılmasına evet dediği ve bunun TBMM’de karara bağlanacağı” ifade edildi.
Türkiye, NATO’yla ilişkilerinde veto hakkıyla ilgili geçmişte benzer durumları yaşamıştı. Birincisi, Yunanistan 1974’te NATO’nun askeri kanadından ayrılmış ve Türkiye 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, NATO Avrupa Kuvvetler Başkomutanı General Bernard Rogers’ın “asker sözüyle” Kenan Evren’i ikna ederek, Yunanistan’ın 20 Ekim 1980’de NATO’nun askerî kanadına dönüşünü sağladı. Böylece Evren’in yanıtlığı değerlendirildi.
İkincisi, nükleer gücüyle NATO içindeki statüsü üzerinde ABD’yle anlaşmazlığa düşen Fransa 1996’da NATO’nun askerî kanadından çekilmişti. Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy 6 Mayıs 2007’de Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu ve sadece “imtiyazlı ortaklık” verilebileceğini bildirdi. Buna rağmen Türkiye, Fransa’nın 4 Nisan 2009’da NATO’nun askerî kanadına dönüşüne yeşil ışık yakmıştı. Bazı kesimlerce bu gelişmenin de Türkiye açısından diplomatik kazanca dönüştürülemediğine yorumlandı.
Türkiye’nin veto hakkıyla ilgili geçmişte yaşadıklarına tam tersi bir durum da söz konusudur. Bu da İkinci Körfez Savaşı’nda Türkiye topraklarından ABD’nin kara birliklerini sevk ederek Irak’a girmek talebini içeren Tezkere’nin TBMM tarafından 1 Mart 2003’te reddedilmesidir.
İsveç’in NATO üyeliğinin karara bağlanacağı TBMM toplantısında da, 1 Mart 2003 Tezkeresi gibi reddedileceğine yönelik tartışmalar yaşanıyor. Bu hususta eski Bakanlardan Mustafa Varank “hayır” oyu vereceğini bildirdi.
Şimdi Yunanistan ve Fransa örneklerinden hareketle, İsveç’in NATO üyeliğinin Türkiye için kazanç olup olmadığı tartışılıyor. Birde TBMM oylamasını bekliyoruz
.
Etiyopya, BRICS ve ŞİÖ
BRICS öncelikle gelişmekte olan ekonomilerin yatırım fırsatlarını hedeflese de küresel ekonomi, kalkınma, barış, güvenlik, enerji, iklim değişikliği ve sosyal konular gibi pek çok alanda toplantılar gerçekleştiriyor.
Böylece uluslararası ilişkilerde etkinliğini arttırmaya çalışan BRICS’in gelecek zirvesi 22-24 Ağustos 2023’te Güney Afrika’da yapılacak. Etiyopya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Meles Alem 29 Haziran 2023’teki basın bildirisinde ülkesinin “BRICS’e üye olmak için resmen başvurduğunu” kaydetmişti. Etiyopya’nın hâl-i hazırda BM ve Afrika Birliği üyeliği de hatırlandığında, BRICS’e katılmasıyla uluslararası çıkarlarını garanti almaya çalışacağı kuvvetle muhtemeldir.
Etiyopya’nın son yıllarda Hindistan ve Çin başta olmak üzere BRICS ülkeleriyle ticaret hacminde artış söz konusu. Etiyopya, üyelik başvurusu hususunda Güney Afrika zirvesi öncesi BRICS’ten olumlu cevap bekliyor.
BRICS üyelerinden Rusya, Hindistan ve Çin’in aynı zamanda Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) de üye oldukları biliniyor. Dolayısıyla Rusya’nın Orta ve Güney Asya’da ŞİÖ üzerinden bazı dış politika argümanlarını yürüttüğü görülürken, bunun bir benzerini Hindistan ve Çin’le birlikte BRICS üzerinden Afrika’da gerçekleştirmesi muhtemeldir.
ŞİÖ’ye İran’ın katılmasına yeşil ışık yakılmıştı, Belarus sırada bekliyor. Uluslararası sahada etkinliğini arttırmak isteyen Rusya’nın, Etiyopya’nın BRICS üyeliğini destekleyeceği düşünülüyor. Çünkü Rusya’nın Afrika’da siyasî, ekonomik ve askerî faaliyetleri bir süredir yükselişte. Rusya-Afrika Zirvesi’nin ilki Soçi’de 23-24 Ekim 2019’da gerçekleştirilmişti. Zirve’nin ikincisi ise St. Petersburg’da 27-28 Temmuz 2023’te yapılacak.
24 Haziran 2023’te Wagner isyanını yaşayan Rusya’nın, St. Petersburg’da Wagner’in bu ülkelerdeki akıbetini, yine bu ülkelerin vereceği karara bırakacağı konuşuluyor.
Moskova, Rusya-Afrika zirveleriyle bu ülkelerle ilişkilerini geliştiriyor. 27-28 Temmuz 2023’teki Rusya-Afrika Zirvesi’nde Etiyopya’nın BRICS’e üyeliğinin ikili görüşmelerde netleştirilip, BRICS’in 22-24 Ağustos 2023’teki Güney Afrika Zirvesi’ne yetiştirilmesi bekleniyor. Bununla birlikte Rusya’nın ŞİÖ ve BRICS örgütlerine yeni üyelerin kabulüyle farklı coğrafyalardaki etkisini arttıracaktır.
Çin de Rusya’ya benzer bir dış politika izlediğini, önce 10 Mart 2023’te imzalanan Suudi Arabistan ve İran Anlaşması’na arabuluculuk yaparak göstermişti. Sonra 02 Haziran 2023’te Çin’in liderliğinde İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Umman’ın Basra Körfezi güvenliğini sağlamak için ortak donanma kuracakları haberleri yayınlanmıştı. Her iki gelişme de Çin’in Ortadoğu, Afrika ve Hint Okyanusu’na yönelik muhtelif ilişkilerinin alt yapısı yolunda attığı adımlardır. Zaten Çin’in Kuşak-Yol Girişimi herkesin malumu.
Rusya ve Çin’in hem kendi dış politika enstürmanlarıyla hem de ŞİÖ ve BRICS gibi örgütler aracılığıyla diğer devletlerle kurdukları ilişkiler ağı, iki ülkenin BM’deki oylamalarda kendi görüşlerinin desteklenmesinin de önünü açmaktadır.
ŞİÖ’ye üyelik için bekleyen Belarus’un ardından, sırada diğer gözlemci statüsündeki ülkelerin bulunduğu söylenebilir. Etiyopya’nın muhtemel üyeliğinin kabulü sonrasında, BRICS için sırada Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Nijerya, İran ve Arjantin yer alıyor.
Başka bir ifadeyle BRICS ve ŞİÖ genişliyor.
.
ŞİÖ ve Yeni Delhi Deklarasyonu
Toplantıda en önemli gelişmeler ŞİÖ’nün yeni üyesi İran’ın da Cumhurbaşkanı düzeyinde katılımı ve Yeni Delhi Deklarasyonu’nun kabulüydü.
İran’ın üyeliğiyle ŞİÖ’nün sınırları Basra Körfezi’ne yani Ortadoğu’ya genişlerken, kabul edilen Yeni Delhi Deklarasyonu’yla da Orta Asya çekirdek bölge ilan edildi.
Toplantıda tam üyelik için mutabakat muhtırasını imzalayan gözlemci statüsündeki Belarus’un, yakın gelecekte tam üyeliğe alınmasına kesin gözüyle bakılıyor.
Deklarasyon’la küresel siyaset ve teknolojideki hızlı değişimler, devam eden çatışmaların ve ekonomik sorunların karmaşıklığı karşısında “etkili küresel kurumlara” ve “daha adil ve etkili uluslararası işbirliğini teşvik etmek için yeni yaklaşımlara” yönelmenin gereklikliliğine değiniliyor.
Ayrıca “bloklaşma, ideolojik ve çatışmacı yaklaşımlara” karşı duruş sergilenirken, “işbirliği, karşılıklı saygı, eşitlik, kültürel ve medeniyet çeşitliliği”nin desteklendiği bildirildi.
Son dönemde uluslararası sistemde ABD-Çin arasındaki muhtemel Yeni Soğuk Savaş söylemlerine atfen, Çin devlet başkanı Xi Jinping’in “bölgelerinde yeni bir Soğuk Savaş veya ideolojik kamplaşma temelli çatışmanın kışkırtılmasına yönelik dış girişimler” hususundaki önemli uyarısı ABD’ye yönelikti.
Bununla birlikte toplantıdan, eski ABD başkanı Donald Trump döneminde Çin’e karşı 9 Mayıs 2019’da başlatılan yeni gümrük tarifeleri, yani Çin mallarına yüksek gümrük vergileri getirilmesinin rahatsızlığının devam ettiği anlaşılıyor. Çünkü ABD-Çin karşılıklı yüksek gümrük tarifesi uygulamasının, özellikle ABD’nin tutumunun Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) küresel serbest ticaret işleyişini de olumsuz etkilediği görüşü hakim. Dolayısıyla “küresel ekonomi yönetişiminin reforme edilmesi” ve “DTÖ’nün ilkelerine dayalı açık, şeffaf, adil, kapsayıcı, ayrımcı olmayan, çok taraflı bir ticaret sistemi”nin inşa edilmesi için ortak taahhütler bildirildi. Ayrıca ABD dolarına bağımlılığın azaltılmasında önlemler alınması kararlaştırıldı.
ŞİÖ toplantısında NATO ve Batılı ülkeler tarafından “küresel füzesavar sistemlerinin tek taraflı ve sınırsızca güçlendirilmesi” ile “bilgi ve iletişim teknolojilerinin askerîleştirilmesi” de küresel güvenlik ve istikrarı tehlikeye atacağı iddiasıyla eleştirildi.
Diğer taraftan toplantıda çekirdek bölge tanımlanan Orta Asya’daki sorunlara hızlı çözüm üretilmesi benimsendi. Aynı zamanda Afganistan’daki durumun, ŞİÖ’nün güvenlik ve istikrarının sağlanmasından önemli bir faktör olduğuna dikkat çekiliyor.
ŞİÖ’de Hindistan dışındaki üyelerin, Çin’in Kuşak-Yol Girişimi’ni destekledikleri yinelendi. Bu konuda Hindistan’nın da gelişen ekonomisini düşünerek hareket ettiği kuvvetle muhtemeldir. Ancak her iki ülkenin hem ŞİÖ’de hem de BRICS’de (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) örgütlerinde birlikte oldukları düşünüldüğünde, Çin’in Kuşak-Yol Girişimi hususunda Hindistan’ın fikrini değiştirme çabalarını uzun bir zamana yaydığı ihtimaldir.
Yeni Delhi Deklarasyonu’nda, ŞİÖ üyelerinin “Orta Asya’da nükleer silahlardan arındırılmış bölge anlaşmasına ilişkin güvenlik güvenceleri protokolü”nün erken yürürlüğe girmesi talep ediliyor. Birde Deklarasyon’la Kapsamlı Ortak Eylem (KOEP) veya İran Nükleer Anlaşması’nın etkili uygulaması çağrısında bulunuldu.
Rusya’nın Ukrayna savaşındaki durumu ve Wagner isyanının ardından ŞİÖ toplantısında uluslararası partnerleriyle konsolide olması, Moskova için moral/motivasyon niteliğinde.
.
Putin’in kırmızı çizgisi
Kimileri Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Prigozhin’in anlaştığını, kimileri de Prigozhin’in Belarus’a sürgün edildiğini belirtiyor. İçeriğinden bahsedilmese de ortada bir arabulucunun sayesinde tarafların anlaşmaya vardığı aşikâr.
Paramiliter grup Wagner Ukrayna, Suriye, Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, Libya, Mali’den Latin Amerika’ya kadar geniş bir coğrafyada Rusya’nın taşeron ordusu hükmünde çatışmalara katılıyor. Hâl böyleyken Prigozhin’in isyanını, sadece Ukrayna’daki savaşta Rus ordusunun Wagner’e yeterli desteği vermediğine dayandırmak eksik kalacaktır.
Kendisi de Rus oligark olan Prigozhin’in, diğer oligarklar gibi ülkenin imkânlarından istediği kadar yararlanamadığından 24 Haziran isyanına kalkıştığını ileri sürenler var.
Putin’in özellikle ülkenin en zengin işadamlarıyla/oligarklarıyla 2000 yılında Kremlin’de gerçekleştirdiği toplantıda “Rusya ekonomisinin büyük kısmının kontrolünü ele geçiren ve muhtelif ilişkiler ağıyla da devlet görevlileri üzerinde ciddi etkileri olan oligarklara Rusya’da kimin yetkili olduğunu direkt yüzlerine söylemişti”.
Elbette bu durum Putin’in kırmızı çizgisiydi. Çünkü Putin, oligarklara “Rusya devletinin otoritesini kabul edin, devlet yönetiminden ve siyasetin yolundan çekilin, böylece önemli miktara varan servetinizi elinizde tutabilirsiniz” mesajıyla kırmızı çizgisinin muhtevasını bildirmişti.
Sonraki yıllarda Putin’in kırmızı çizgisini geçen oligarkların ağır bedeller ödedikleri vurgulanıyor. Bunlardan biri Mihail Khodorkovsky. Khodorkovsky bir dönem 15 milyar dolarlık servetiyle Forbes dergisinin milyarderler listesinde 16. sırada yer alıyordu. Ancak kırmızı çizgiyi geçen Khodorkovsky, şimdi ABD’de sürgünde ve Putin karşıtlarını maddî açıdan desteklediği kaydediliyor. Diğer taraftan Rusya’da rejimle iyi ilişkilerini sürdüren oligarklar ticarî ve mali faaliyetlerine devam ediyor.
Sovyet sonrası dönemde Rusya’da oligarklardan müteşekkil bir ekonomik ve sosyolojik sınıf ortaya çıktı. Her ne kadar Sovyetler Birliği döneminde de bu sınıfın varlığından bahsedilse de, Sovyet sonrası süreçte daha bilinir oldular.
Prigozhin’in şahsî servetinin en az 1.2 milyar dolar olduğu tahminler arasında. Ama bunun daha yüksek olduğunu iddia edenler de mevcuttur. 24 Haziran isyanının nedenlerinden birinin, Prigozhin’in servetini yükseltmek isteyebileceği ihtimalidir. Dolayısıyla isyanla, Prigozhin’in kırmızı çizgiyi geçtiğini söylemek mümkündür.
Ayrıca Prigozhin gibilerin Batı’nın etkisine açık olabilecekleri, birde ellerindeki silahlı güçle Moskova’ya tehdit oluşturabilecekleri hep söylenen argümanlardan.
Prigozhin’in Ukrayna savaşında Rusya Genel Kurmayı’ndan ve Rusya Savunma Bakanlığı’ndan yeterli desteği göremediklerini gündeme getirmesi, bu yolla kendisinin pasifize edileceği endişesine kapıldığına ihtimal veriliyor.
Bununla birlikte isyanın, Rusya içerisindeki özerk yönetimlerin, Orta Asya devletlerinin, Batılı aktörlerin vd. nazarında Moskova’nın gücünün sarsıldığı yorumlanıyor. Ancak nükleer güce sahip Rusya’yı da yabana atmak da gerçekçi olmayacaktır.
Moskova açısından da Putin, isyanı kısa zamanda bastırmış ve Prigozhin sürgüne gönderilmiştir. Aynı zamanda bu gelişme, siyasî maliyeti yüksekte olsa, Putin’in kırmızı çizgisini hatırlatmasına da vesile olmuştur.
.
Rusya’da Prigozhin/ Wagner isyanı
Wagner’in paralı askerlerinin Suriye, Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, Libya, Ukrayna, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerde operasyonlara katıldıkları biliniyor. Ayrıca Wagner’in Latin Amerika’da da faaliyetlerinden bahsediliyor. Hatta 50 binden fazla savaşçıyı bünyesinde barındırdığı aktarılıyor. Wagner’in sahibi Rus oligarklardan yani işadamı Yevgeny Prigozhin (Yeni Asya, 01.01.2020, Libya Konusu).
Rusya’nın başta Suriye ve Libya’daki çatışmalarda Wagner’in paraları askerlerini sahaya sürerek, savaşta bir vekalet savaşı izlediği hep belirtildi. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde de Rus ordusuna ek, Wagner’in paralı askerlerini de cepheye intikal ettirilmişti.
Prigozhin’in daha önce Ukrayna’daki çatışmalar hakkında “Rus ordusundan yeterli desteği görmedikleri”ne dair ifadeleri haberlerde yayınlanmıştı. Prigozhin sonra “Ukrayna’daki Rus işgalinin yalanlara dayandığı” açıklamalarını bir video ile (https://abcnews.go.com/International/stunning-rebuke-putin-wagner-chief-russias-invasion-ukraine/story?id=100335756) basınla paylaştı. Video’da Rusya Savunma Bakanı Sergei Shoigu’yla alakalı suçlamalar da mevcut. Ardından 24 Haziran 2023 Cumartesi günü Prigozhin’in öncülüğündeki Wagner birlikleri, Moskova’nın 700 km güneyindeki Rostov şehrinde kontrolü ele geçirerek Moskova’ya meydan okudu. Birçok analist Prigozhin’in, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e darbe yapacağı yorumunda da bulundu. Çünkü Prigozhin, 25 bin kişilik birlikleriyle Moskova’ya doğru hareket ettiğini söylemişti.
Moskova’dan karşıt beyanatlar önce eski KGB, şimdiki adıyla Federal Güvenlik Servisi’nden (FSB) geldi. FSB, Prigozhin’in hareketini “silahlı isyan” şeklinde değerlendirdi. Sonra Putin’in TV konuşması ekranlara geldi. Putin de “silahlı isyan, isyanı örgütleyenleri ve yoldaşlarına karşı silaha sarılanları, Rusya’ya ihanet edenlerin cezalandırılacağı”nı vurguladı.
Wagner’in ilerleyişi, Belarus lideri Alexander Lukashenko’nun arabuluculuğuyla durduruldu. Ancak tarafların hangi hususlar üzerinde veya nasıl anlaştıkları açıklanmıyor. Lukashenko’nun görüşmesi sonrasında, Prigozhin “Rus kanı dökmemek için birliklerinin üslerine çekildiğini” söyledi ve kendisinin de Belarus’a gittiği hakkında haberler mevcut.
Gelinen noktada Rusya menşeli Wagner’in, artık Moskova tarafından kontrol edilemeyen büyük bir silahlı milis güç olduğu tartışılıyor. Ayrıca Lukashenko’nun Prigozhin ile ateşkes için pazarlık yaptığını söylemesi de Putin için utanç sebebi olduğunu iddia edenler var. Bununla birlikte Ukrayna Devlet Başkanı Volodymyr Zelensky’nin danışmanlarından Mykhailo Podolyak ise, Twitter hesabından (https://twitter.com/Podolyak_M) “Prigozhin, Putin’i ve Rusya’yı küçük düşürdü ve artık şiddet tekelinin olmadığını gösterdi” mesajını paylaştı.
Yine Prigozhin’in isyanının “Rusya’yı Ukrayna savaşında olumsuz etkileyebileceği ve gelişmelerin Ukrayna açısından savaşta fırsata dönüşebileceği” üzerinde de duruluyor. Fakat bunların sahada gerçekleşme olasılığı bir soru işareti.
Şimdi Prigozhin’in silahlı isyanının diğer nedenleri nelerdir? Savunma Bakanı Shoigu’ya sert tutumunun nedenleri? Putin’in 2000 yılında Rus oligarklarla yaptığı toplantıdan sonra, kendisi de bir oligark olan ve Rus ordusunun gıda ihtiyacını tedarik ettiği belirtilen Prigozhin’le ilişkiler hangi aşamaları kat etti? Putin’in de Lukashenko’nun arabuluculuğundan sonraki süreçte Prigozhin’le hesabını kapatıp kapatmayacağı merak ediliyor.
.
Blinken’in Çin ziyareti
Gerginliklerin gölgesinde Blinken’in ziyaretinin görünen yüzü küresel çevre krizi, küresel ekonomik ilişkiler, üretilen malların lojistik ve tedarik zincirinin güçlendirilmesi vb. başlıklardır.
Ziyaretin arka planında, Çin-ABD arasındaki sorunlar, Tayvan, istihbarat faaliyetleri, teknolojik ve ticarî mücadele, Ukrayna’daki savaş, Fentanyl ilacı ve Pekin’in liderliğinde Basra Körfezi’nde kurulan ortak donanma gücü vd. sıralanıyor.
Aslında ziyaret yukarıda zikredilen sorunların gölgesinde yapıldı. Çin-Tayvan sorunu 01 Ağustos 1927 ve 7 Aralık 1949 tarihlerinde Çin’de Milliyetçi Parti ile Komünist Parti arasında yaşanan iç savaşa dayanmaktadır. Dolayısıyla 1970’lerden itibaren ekonomisini dünya çapındaki geliştiren Çin, siyaseten egemenliğini de pekiştirmek için Tayvan’ı hedeflediği kuvvetle muhtemeldir.
Birde Tayvan günümüz dünya ekonomisinde çip üretiminde önemli bir yere sahiptir. Çin’in Tayvan üzerindeki hakimiyet iddiaları ekonomik ve teknolojik unsurları da kapsamakta olup, Pekin’in Washington’u Tayvan menşeli çip üretimiyle teknolojik açıdan köşeye sıkıştırmaya çalışması ihtimallerdendir.
Çin’de üretilen Fentanyl adlı ilacın 2012’den itibaren yasadışı yollarla Latin Amerika ülkelerine oradan da uyuşturucu biçiminde ABD’ye gönderilmesi, Çin-ABD kimyasal savaşı olarak değerlendiriliyor.
İki ülkenin arasındaki önemli sorun alanlarından biri de Ukrayna’daki savaştır. Bu savaşta Çin’in Rusya’yla mevcut ilişkilerinden dolayı, ABD’nin talepleri ve argümanlarının Çin’le uyuşmadığı anlaşılıyor.
Çin’e karşı Asya-Pasifik’te Avustralya (A), İngiltere (Birleşik Krallık-UK) ve ABD (US) arasında 16 Eylül 2021’de kurulan AUKUS Güvenlik Paktı’ndan Pekin’in rahatsızlık duyduğu biliniyor.
Ayrıca 2004’te Asya’daki tsunami felaketinden sonra ABD, Japonya, Hindistan ve Avustralya tarafından kurulan ve en son 24 Eylül 2021’de toplanarak “Çin’in gelişen gücüne karşı demokratik siper” tanımıyla hareket eden Dörtlü Grup da Çin’in dikkatini çekiyor.
Bununla birlikte “Çin’in ABD’yi Küba üzerinden 2019’dan beri dinlediği”ni ileri süren haberlerin ardından, ABD’nin 4 Şubat 2023’te Güney Carolina açıklarında Çin’e ait casus balonunun düşürüldüğünü bildirmesi istihbarat sahasındaki krizlerdir.
Hatırlanacağı üzere ABD eski Başkanı Donald Trump da Ocak 2019’da Çinli firma Huawei’yi ABD’de casusluk yaptığı iddiasıyla ABD’deki faaliyetini yasaklamıştı. Buna karşılık Çin de, ABD’ye teknolojide kullanılan değerli elementlerin ihracını durdurarak cevap vermişti.
The Wall Street Journal’ın 8 Haziran 2023 tarihli “Küba, ABD Odaklı Gizli Çin Casus Üssüne Ev Sahipliği Yapacak” başlıklı ve “Pekin, gizli dinleme tesisi için Havana’ya birkaç milyar dolar ödemeyi kabul etti” haberleriyle gözler Çin-ABD-Küba üçgenindeki istihbarat mücadelesine çevrildi.
Son olarak Çin’in liderliğinde İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Umman’ın 02 Haziran 2023’te Basra Körfezi güvenliğini sağlamak için ortak donanma kuracaklarının belirtilmesi de, ABD’nin kuvvetle muhtemel tehdit algılamalarındandır.
Blinken’in ziyareti, tüm sorunlara ve gerginliklere rağmen, Çinli-ABD’li yetkililerin üst düzey diplomatik kanalları açık tutmak istediklerinin göstergesidir.
.
İsveç topraklarını NATO’ya açıyor
Ancak Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgaliyle birlikte, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyelikleri gündeme geldi. Her iki ülke 18 Mayıs 2022’de NATO üyelikleri için başvurmuş ve Finlandiya’nın üyeliği 4 Nisan 2023’te kabul edilmişti. Böylece NATO’nun üye sayısı da 31’e yükselmişti. Birde Finlandiya’nın Rusya ile 1340 Km’lik sınırı nedeniyle, NATO’nun da Rusya’yla sınırı bir bu kadar daha uzadı.
İsveç’in üyeliğine ise, NATO içerisinden hem Türkiye’nin hem de Macaristan’ın vetoları devam ediyor. İsveç’in üyelik amacıyla uzun süredir diplomatik girişimleri mevcut. Litvanya’nın başşehri Vilnius’da 11-12 Temmuz 2023’te NATO’nun yıllık zirve toplantısı gerçekleştirilecek. Dolayısıyla İsveç’in üyelik girişimlerine yönelik çabaları yükselişte. Ancak Türkiye ve Macaristan’ın vetosunun sürdüğü hatırlandığında, İsveç’in üyeliği belirsizliğini koruyor.
Stockholm yönetimi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle değişen güvenlik ikliminin, İsveç’in tarafsızlıktan NATO üyeliğine yönelmesine sebep gösteriyor. Fakat Stockholm henüz Ankara ve Budapeşte’yi ikna edebilmiş değil. Hatta Türkiye’nin talepleri doğrultusunda, İsveç’in hazırladığı Terörle Mücadele Yasası, Stockholm’de 4 Haziran 2023’te terör örgütü PKK taraftarlarınca “NATO ve Terörle Mücadele Yasası” karşıtı gösterilere sahne oldu.
Elbette bu gelişme, üyelik yolunda İsveç’e sorun oluşturacak nitelikte. Çünkü Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 14 Haziran 2023’te Azerbaycan’a giderken “İsveç, Vilnius’daki NATO zirvesinden fazla bir şey beklemesin” ifadesiyle Stockholm’e veto duruşunda değişiklik olmadığını gösterdi.
Bununla birlikte İsveç Başbakanı Ulf Kristersson ve Savunma Bakanı Pal Jonson 9 Haziran 2023’te “İsveç silahlı kuvvetlerinin gelecekteki ortak operasyonları mümkün kılmak için NATO ve üye ülkelerle askerî hazırlıklar yapılmasına karar verdik”lerini duyurdular. Aynı zamanda Dagens Nyheter gazetesine göre “hazırlıklar, geçici olarak yabancı askerî personel ve teçhizatın İsveç topraklarında konuşlandırılmasını” kapsıyor.
Aslında Kristersson ve Jonson’un ilgili kararı, Rusya’ya da açık bir mesaj özelliğinde. Alınan karardan anlaşıldığı üzere, Rusya’nın İsveç ve çevre ülkeler için tehdit olmayı sürdürmekte ve bu bağlamda İsveç henüz NATO üyesi olmadan topraklarını geçici olarak NATO’ya açmaktadır.
İsveç’in henüz NATO üyesi olmadan topraklarını geçici olarak NATO’ya açmasında, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in yeni toprak işgalinden emin olmadığı da etkili olsa gerek.
Ayrıca İsveç’in topraklarını geçici şekilde NATO’ya açma kararı ile NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in “İsveç’in üyeliğinin İttifak’ın 11-12 Temmuz’da Vilnius’ta yapılacak zirveden önce resmileşmesini umduğu” beyanının art arda gelmesi düşündürücü. Çünkü Stoltenberg’in İsveç’in aldığı karardan daha önce haberdar olduğu şüphesi beliriyor.
Bununla birlikte Stockholm’ün üyeliğindeki vetoya rağmen topraklarını geçici şekilde NATO’ya açma kararı almasında, İsveç’in Rusya’yı İskandinav bölgesinde dengelemeye çalıştığı izlenimi vererek, üyelik sürecini güçlendirmeye yönelmesi ihtimallerdendir.
.XXXXXXXX
Çin-ABD-Küba casusluk üçgeni mi?
Muhammet ÖRTLEK
17 Haziran 2023, Cumartesi
Çin’in Basra Körfezi’nde İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Umman’la birlikte Körfez’in güvenliğini sağlamak için ortak donanma kuracağı haberi 02 Haziran 2023’ten beri gündemde.
The Wall Street Journal’ın 8 Haziran 2023 tarihli “Küba, ABD Odaklı Gizli Çin Casus Üssüne Ev Sahipliği Yapacak” başlıklı ve “Pekin, gizli dinleme tesisi için Havana’ya birkaç milyar dolar ödemeyi kabul etti” haberiyle gözler Çin-ABD-Küba üçgenine çevrildi. Hatta bazı haber kaynakları “Çin’in ABD’yi Küba üzerinden 2019’dan beri dinlediği”ni ileri sürüyor.
Konuyla ilgili Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Stratejik İletişim Koordinatörü John Kirby ise “haberin doğru olmadığını, ancak Çin’in dünya çapındaki etkili faaliyetlerinden endişeliyiz” beyanıyla konunun takipçisi.
Ayrıca casusluk iddiası, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in yakın bir tarih olan 25 Kasım 2022’de Küba’yı ziyaretinin ve 02 Haziran 2023’te Çin’in Körfez’de ortak donanma girişiminin hemen ardından ortaya çıkması düşündürücü.
Aslında bir müddettir ABD-Çin ilişkilerinde gerginlik hakim.
Öncelikle dönemin ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin 2 Ağustos 2022’de Tayvan’ı ziyareti, Çin-Tayvan sorununda tansiyonu yükselterek Pekin’in Tayvan yakınlarında tatbikata başlamasıyla sonuçlanmıştı.
Sonra ABD 4 Şubat 2023’te Güney Carolina açıklarında Çin’e ait casus balonunun düşürüldüğünü ve FBI laboratuarında incelendiğini bildirdi.
Daha sonra Tayvan Devlet Başkanı Tsai Ing-wen’in 6 Nisan 2023’te ABD gezisinde Temsilciler Meclisi Başkanı Kevin McCarthy’i ziyareti Pekin’in dikkatini çekti. Çin, ikilinin görüşmesini Washington Büyükelçiliği aracılığıyla “derin endişe, kesin muhalefet” gibi sert sözlerle eleştirmişti.
Bununla birlikte ABD’li emekli Tuğgeneral Robert Spalding “Çin’in Küba üzerinden casusluk yaptığına dair gelen raporların gerçek olabileceğine” işaret ediyor. Birde ABD-Çin arasında muhtemel bir savaş senaryosundan bahseden yayınlar da bulunuyor.
Tüm olumsuz gelişmelere rağmen, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in 18 Haziran’da Pekin’i ziyaret edebileceğinden bahsediliyor.
Diğer taraftan Çin’in Körfez’de ortak donanma teşebbüsü, Soğuk Savaş sonrasında başlayan tek kutuplu uluslararası sistemin sonu mu sorusunu akıllara getiriyor. Çünkü ABD Genel Kurmay Başkanı Mark Milley’in 11 Haziran 2023’teki konuşmasında “önümüzdeki 10-15 yıllık süreçte ABD ve Rusya’yla birlikte Çin’in de yer aldığı uluslararası sistemde artık en az üç süper gücün bulunduğu çok kutupluluğa doğru gidildiği”ni vurguluyor. Buna ek olarak Milley’in “üç süper güç, iki süper güçten daha zordur” ifadesiyle de riskleriyle ve tehlikeleriyle üç yönlü düşünülmesi gereken bir uluslararası yapıya dönüşüleceği tahminler arasında.
Çin, Ortadoğu ve Körfez’deki faaliyetleriyle Batı’ya karşı ekonomik ve jeopolitik etki alanını genişletiyor. Çin’in liderliğinde bölge ülkeleri Ortadoğu’da çok kutuplu bir düzenin oluşmasına yöneliyorlar.
Birde Çin’in ABD’ye karşı Küba üzerinden casuslukta buluğundu iddiaları ile İsveç’in üyelik görüşmeleriyle NATO’nun muhtemel genişlemesine eş zamanlı olarak, Çin’in Körfez’deki ortak donanma girişimi de manidardır. Tarafların birbirlerinin diplomatik manevralarını çok yakından takip ettikleri görülüyor.
Hem Çin’in girişimleri hem NATO’nun genişlemesi hem de Milley’in beyanatı vb. gelişmeler, Korona sonrası muhtemel yeni uluslararası sistem üzerinde durduğumuz makaleleri doğrular niteliktedir.
.
The Wall Street Journal’ın 8 Haziran 2023 tarihli “Küba, ABD Odaklı Gizli Çin Casus Üssüne Ev Sahipliği Yapacak” başlıklı ve “Pekin, gizli dinleme tesisi için Havana’ya birkaç milyar dolar ödemeyi kabul etti” haberiyle gözler Çin-ABD-Küba üçgenine çevrildi. Hatta bazı haber kaynakları “Çin’in ABD’yi Küba üzerinden 2019’dan beri dinlediği”ni ileri sürüyor.
Konuyla ilgili Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Stratejik İletişim Koordinatörü John Kirby ise “haberin doğru olmadığını, ancak Çin’in dünya çapındaki etkili faaliyetlerinden endişeliyiz” beyanıyla konunun takipçisi.
Ayrıca casusluk iddiası, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in yakın bir tarih olan 25 Kasım 2022’de Küba’yı ziyaretinin ve 02 Haziran 2023’te Çin’in Körfez’de ortak donanma girişiminin hemen ardından ortaya çıkması düşündürücü.
Aslında bir müddettir ABD-Çin ilişkilerinde gerginlik hakim.
Öncelikle dönemin ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin 2 Ağustos 2022’de Tayvan’ı ziyareti, Çin-Tayvan sorununda tansiyonu yükselterek Pekin’in Tayvan yakınlarında tatbikata başlamasıyla sonuçlanmıştı.
Sonra ABD 4 Şubat 2023’te Güney Carolina açıklarında Çin’e ait casus balonunun düşürüldüğünü ve FBI laboratuarında incelendiğini bildirdi.
Daha sonra Tayvan Devlet Başkanı Tsai Ing-wen’in 6 Nisan 2023’te ABD gezisinde Temsilciler Meclisi Başkanı Kevin McCarthy’i ziyareti Pekin’in dikkatini çekti. Çin, ikilinin görüşmesini Washington Büyükelçiliği aracılığıyla “derin endişe, kesin muhalefet” gibi sert sözlerle eleştirmişti.
Bununla birlikte ABD’li emekli Tuğgeneral Robert Spalding “Çin’in Küba üzerinden casusluk yaptığına dair gelen raporların gerçek olabileceğine” işaret ediyor. Birde ABD-Çin arasında muhtemel bir savaş senaryosundan bahseden yayınlar da bulunuyor.
Tüm olumsuz gelişmelere rağmen, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in 18 Haziran’da Pekin’i ziyaret edebileceğinden bahsediliyor.
Diğer taraftan Çin’in Körfez’de ortak donanma teşebbüsü, Soğuk Savaş sonrasında başlayan tek kutuplu uluslararası sistemin sonu mu sorusunu akıllara getiriyor. Çünkü ABD Genel Kurmay Başkanı Mark Milley’in 11 Haziran 2023’teki konuşmasında “önümüzdeki 10-15 yıllık süreçte ABD ve Rusya’yla birlikte Çin’in de yer aldığı uluslararası sistemde artık en az üç süper gücün bulunduğu çok kutupluluğa doğru gidildiği”ni vurguluyor. Buna ek olarak Milley’in “üç süper güç, iki süper güçten daha zordur” ifadesiyle de riskleriyle ve tehlikeleriyle üç yönlü düşünülmesi gereken bir uluslararası yapıya dönüşüleceği tahminler arasında.
Çin, Ortadoğu ve Körfez’deki faaliyetleriyle Batı’ya karşı ekonomik ve jeopolitik etki alanını genişletiyor. Çin’in liderliğinde bölge ülkeleri Ortadoğu’da çok kutuplu bir düzenin oluşmasına yöneliyorlar.
Birde Çin’in ABD’ye karşı Küba üzerinden casuslukta buluğundu iddiaları ile İsveç’in üyelik görüşmeleriyle NATO’nun muhtemel genişlemesine eş zamanlı olarak, Çin’in Körfez’deki ortak donanma girişimi de manidardır. Tarafların birbirlerinin diplomatik manevralarını çok yakından takip ettikleri görülüyor.
Hem Çin’in girişimleri hem NATO’nun genişlemesi hem de Milley’in beyanatı vb. gelişmeler, Korona sonrası muhtemel yeni uluslararası sistem üzerinde durduğumuz makaleleri doğrular niteliktedir.
.
Çin’in Basra Körfezi’nde ortak donanma kurma süreci
Muhammet ÖRTLEK
13 Haziran 2023, Salı
Çin’in Basra Körfezi’nde İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Umman’la birlikte Körfez’in güvenliğini sağlamak için ortak donanma kuracağı haberi 02 Haziran 2023’ten itibaren gündemi belirledi.
Çin’in uzun süredir Ortadoğu, Basra Körfezi, Hürmüz Boğazı ve Afrika’ya yönelik ilgisi biliniyor. Aslında Çin’in, bölgedeki varlığını arttırmak için Cibuti’de başlattığı “önce sivil, sonra askerî” stratejisini takip ettiği anlaşılıyor (Yeni Asya, 14.02.2023).
Covid-19 salgını sonrasında uluslararası sistemde değişiklikler beklendiği tartışmaları etrafında, Pekin’in zikredilen stratejisinin kapsamında enerji havzası niteliğindeki Körfez ülkeleri üzerinden girişimlerde bulunması, Çin’in bölgede yükselen güç olduğu argümanını ortaya çıkarmıştı (Yeni Asya, 02.06.2020). Bununla birlikte Çin’in Körfez’de ortak donanma kurmasına giden süreç kısaca şöyledir:
1- Çin bölgedeki yükselişini İran’la 2016’da imzaladığı anlaşmaya dayanarak 5 Temmuz 2020’deki görüşmelerde içeriği belirlenen (Yeni Asya, 14.07.2020) yenilenmiş “25 Yıllık Kapsamlı İşbirliği Anlaşması” 31 Mart 2021’de imzalanarak yürürlüğe girdi. Böylece Çin bölgedeki en önemli aktörlerden biri olan İran’la ilişkilerini sağlam zemine oturtmayı başardı.
2- Çin, Körfez’in petrol ve gazının birinci müşterisi. Körfez ülkeleri de bir süredir ekonomilerini çeşitlendirme gayretindeler. Pekin yönetimi bu amaçla, Çin-Arap İşbirliği Forumu 9. Toplatısı’nı 6 Temmuz 2020’de video bağlantı ile gerçekleştirdi. Toplantının ana gündemi “çeşitli alanlarda işbirliğini derinleştirme”ydi (Yeni Asya, 28.07.2020).
3- Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi 24 Mart 2021 tarihli Suudi Arabistan ziyaretinde Ortadoğu’da güvenlik ve istikrar için 5 maddelik bir girişim açıkladı. Bunlar bölge ülkeleri arasında karşılıklı saygı, Suriye ve Yemen’de çözüm çabalarına destek, İsrail-Filistin sorununa iki devletli çözüm, İsrail-Filistin konusunda Çin’de diyalog toplantıları yapılması, nükleer silahların engellenmesi şeklinde sıralanıyor (Yeni Asya, 30.03.2021).
4- Çin Devlet Başkanı Xi Jinping 21 Nisan 2022’de, AUKUS (Avustralya, İngiltere, ABD) ve Dörtlü Grub (ABD, Japonya, Hindistan, Avustralya)’un Hint-Pasifik bölgesi stratejisini üstü örtülü şekilde sorgulayan “Küresel Güvenlik Girişimi” önerisin bulundu (Yeni Asya, 10.05.2022).
5- NATO’nun 28-30 Haziran 2022’deki Madrid Zirvesi’nde Finlandiya ve İsveç’in üyeliklerinin yanında Çin de gündemdeydi. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg de “Çin, düşmanımız değil. Ancak temsil ettiği ciddi zorluklar karşısında net olmalıyız” diyerek Çin’e temkinli yaklaşmıştı. Bir NATO zirvesine ilk defa Japonya, Güney Kore, Yeni Zelanda ve Avustralya’nın katılması, NATO’nun bu ülkelerle yükselen ilişkileriyle Asya-Pasifik bölgesinde etkisini arttıracağı işaretti. Böylece NATO’nun, açıkça Çin’e ve Çin’in Tayvan’ı işgal ihtimaline karşı koymayı amaçladığı değerlendirilmişti (Yeni Asya, 09.08.2022).
6- Katar ve Çin arasında 21 Kasım 2022’de, 27 yıllığına LNG (sıvılaştırılmış doğalgaz) Anlaşması imzalandı (Yeni Asya, 03.01.2023).
7- Çin’in aracılığıyla 10 Mart 2023’te Ortadoğu’nun iki ezeli rakibi Suudi Arabistan ve İran anlaşmaya vardılar (Yeni Asya, 04.04.2023).
8- BAE’nin 31 Mayıs 2023’te bölgede ABD liderliğindeki Birleşik Deniz Kuvvetleri’nden çekilmesi (Yeni Asya, 10.06.2023), vd.
Böylece Çin’in, Körfez’de Batı’ya karşı ekonomik ve jeopolitik etki alanını genişleterek, enerji kaynaklarının ve nakil/boru hatlarının güvenliğini sağlamayı hedeflemesi muhtemeldir. Çin’in tüm bu girişimlerinin ABD ve NATO’ya rağmen, Kuşak-Yol projesi için bölgesel istikrarın, altyapı hazırlığının ve güvenliğinin sağlanmasına yönelik yorumlanıyor.
.
Çin’in uzun süredir Ortadoğu, Basra Körfezi, Hürmüz Boğazı ve Afrika’ya yönelik ilgisi biliniyor. Aslında Çin’in, bölgedeki varlığını arttırmak için Cibuti’de başlattığı “önce sivil, sonra askerî” stratejisini takip ettiği anlaşılıyor (Yeni Asya, 14.02.2023).
Covid-19 salgını sonrasında uluslararası sistemde değişiklikler beklendiği tartışmaları etrafında, Pekin’in zikredilen stratejisinin kapsamında enerji havzası niteliğindeki Körfez ülkeleri üzerinden girişimlerde bulunması, Çin’in bölgede yükselen güç olduğu argümanını ortaya çıkarmıştı (Yeni Asya, 02.06.2020). Bununla birlikte Çin’in Körfez’de ortak donanma kurmasına giden süreç kısaca şöyledir:
1- Çin bölgedeki yükselişini İran’la 2016’da imzaladığı anlaşmaya dayanarak 5 Temmuz 2020’deki görüşmelerde içeriği belirlenen (Yeni Asya, 14.07.2020) yenilenmiş “25 Yıllık Kapsamlı İşbirliği Anlaşması” 31 Mart 2021’de imzalanarak yürürlüğe girdi. Böylece Çin bölgedeki en önemli aktörlerden biri olan İran’la ilişkilerini sağlam zemine oturtmayı başardı.
2- Çin, Körfez’in petrol ve gazının birinci müşterisi. Körfez ülkeleri de bir süredir ekonomilerini çeşitlendirme gayretindeler. Pekin yönetimi bu amaçla, Çin-Arap İşbirliği Forumu 9. Toplatısı’nı 6 Temmuz 2020’de video bağlantı ile gerçekleştirdi. Toplantının ana gündemi “çeşitli alanlarda işbirliğini derinleştirme”ydi (Yeni Asya, 28.07.2020).
3- Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi 24 Mart 2021 tarihli Suudi Arabistan ziyaretinde Ortadoğu’da güvenlik ve istikrar için 5 maddelik bir girişim açıkladı. Bunlar bölge ülkeleri arasında karşılıklı saygı, Suriye ve Yemen’de çözüm çabalarına destek, İsrail-Filistin sorununa iki devletli çözüm, İsrail-Filistin konusunda Çin’de diyalog toplantıları yapılması, nükleer silahların engellenmesi şeklinde sıralanıyor (Yeni Asya, 30.03.2021).
4- Çin Devlet Başkanı Xi Jinping 21 Nisan 2022’de, AUKUS (Avustralya, İngiltere, ABD) ve Dörtlü Grub (ABD, Japonya, Hindistan, Avustralya)’un Hint-Pasifik bölgesi stratejisini üstü örtülü şekilde sorgulayan “Küresel Güvenlik Girişimi” önerisin bulundu (Yeni Asya, 10.05.2022).
5- NATO’nun 28-30 Haziran 2022’deki Madrid Zirvesi’nde Finlandiya ve İsveç’in üyeliklerinin yanında Çin de gündemdeydi. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg de “Çin, düşmanımız değil. Ancak temsil ettiği ciddi zorluklar karşısında net olmalıyız” diyerek Çin’e temkinli yaklaşmıştı. Bir NATO zirvesine ilk defa Japonya, Güney Kore, Yeni Zelanda ve Avustralya’nın katılması, NATO’nun bu ülkelerle yükselen ilişkileriyle Asya-Pasifik bölgesinde etkisini arttıracağı işaretti. Böylece NATO’nun, açıkça Çin’e ve Çin’in Tayvan’ı işgal ihtimaline karşı koymayı amaçladığı değerlendirilmişti (Yeni Asya, 09.08.2022).
6- Katar ve Çin arasında 21 Kasım 2022’de, 27 yıllığına LNG (sıvılaştırılmış doğalgaz) Anlaşması imzalandı (Yeni Asya, 03.01.2023).
7- Çin’in aracılığıyla 10 Mart 2023’te Ortadoğu’nun iki ezeli rakibi Suudi Arabistan ve İran anlaşmaya vardılar (Yeni Asya, 04.04.2023).
8- BAE’nin 31 Mayıs 2023’te bölgede ABD liderliğindeki Birleşik Deniz Kuvvetleri’nden çekilmesi (Yeni Asya, 10.06.2023), vd.
Böylece Çin’in, Körfez’de Batı’ya karşı ekonomik ve jeopolitik etki alanını genişleterek, enerji kaynaklarının ve nakil/boru hatlarının güvenliğini sağlamayı hedeflemesi muhtemeldir. Çin’in tüm bu girişimlerinin ABD ve NATO’ya rağmen, Kuşak-Yol projesi için bölgesel istikrarın, altyapı hazırlığının ve güvenliğinin sağlanmasına yönelik yorumlanıyor.
.
Çin’in Basra Körfezi’nde ortak donanma kurması
Muhammet ÖRTLEK
10 Haziran 2023, Cumartesi
Katar merkezli El-Cedid haber sitesi 02 Haziran 2023’te çok önemli bir haberi yayınladı.
Haberde İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Umman ve Çin’in Basra Körfezi güvenliğini sağlamak için ortak donanma kuracakları belirtiliyor. Zaten Çin’in uzun süredir Ortadoğu, Basra Körfezi, Hürmüz Boğazı ve Afrika’ya yönelik ilgisi biliniyor. Hatta geçtiğimiz 15 Mart’ta Çin, Rusya ve İran deniz kuvvetleri Umman Körfezi’nde “Security Bond-2023” isimli ortak tatbikat düzenlemişlerdi.
Elbette büyüyen ekonomisi için Çin’in bölgeye ilgisi enerji ihtiyacının güvenli şekilde sağlanmasını zorunlu kılıyor. Buna Pekin’in Kuşak-Yol projesinin gerçekleşmesi hususunda, bölgedeki istikrarsızlıklarını sonlandırılmasının önemini de eklemek gerek (Yeni Asya, 16.06.2020).
Dolayısıyla Ortadoğu’nun iki ezeli rakibi Suudi Arabistan ve İran’ın karşılıklı vize, diplomatik temsilciliklerin açılması, ekonomik, Yemen’deki çatışmalar, dostane ilişkiler vb. konularda Çin’in arabuluculuğunda 10 Mart 2023’te anlaşmaya varmaları bölgede önemli bir eşiğin aşılması görülüyor (Yeni Asya, 04.04.2023). Çin’in her iki ülkeden petrol satınaldığı düşünüldüğünde hem ABD yaptırımlarıyla sınırlanan İran ekonomik çıkış ararken, hem de Yemen’de İran destekli Husiler’e karşı BAE ile birlikte çatışan Suudi Arabistan’ın ulusal kaynaklarını kullanmada kalkınmaya öncelik vereceği kuvvetle muhtemeldir.
ABD’nin, İran’ın Körfez’deki bazı gemilerin seyirlerini engellemesini uluslararası hukukun ihlali ve bölgesel güvenliğe tehdit yani “Tahran hızlandırılmış saldırganlığı bölgeyi alarm durumuna geçiriyor” uyarısının son günlerde Körfez monarşilerinde pek etkili olmadığı anlaşılıyor. ABD Başkanı Joe Biden ise “İran’ın petrol satışlarının arttıkça, uyguladıkları yaptırımların başarılı olmadığını” itiraf etti. Aslında BAE’nin 31 Mayıs 2023’te bölgede ABD liderliğindeki Birleşik Deniz Kuvvetleri’nden çekildiğini bildirmesi de, Çin’in Basra Körfezi’nde ortak donanma kuracağının işaretiydi.
Ayrıca Çin’in ortak donanma kurmasında, bir süredir ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinde açılan mesafeden ve ABD’nin Katar’a yaklaşmasından yararlandığı ihtimalidir. Çünkü ABD’nin İsrail’le normalleşmeyi kapsayan bölgeden bazı ülkelerle imzaladığı İbrahim Anlaşmaları’nın ardından Ortadoğu’da etkinliğinin azaldığına dikkat çekiliyor.
Bununla birlikte Çin’in İran, Suudi Arabistan, BAE ve Umman’la kuracağı ortak donanmanın başta ABD’nin çıkarlarıyla ters düşeceği kesin. Birde İran Donanma Komutanı Amiral Shahram İrani 6 Haziran 2023’te “ortak donanmaya Katar, Bahreyn, Irak, Hindistan ve Pakistan’ın da dahil olacağını” belirterek önemli bir iddia bulundu. İddianın gerçekleşmesi durumunda, bölgeye Çin’in liderliğinde büyük bir güç konuşlanacaktır.
Diğer taraftan Çin’in bölgede artan etkinliğinin ortak donanmaya varması, Mart 2021’de ortaya çıkan ABD ve İsrail öncülüğünde “Ortadoğu NATO’su” kurulacağı söylemine (Yeni Asya, 06.03.2021) cevap niteliğindedir.
Yine Pekin liderliğindeki ortak donanma, Çin’e karşı Asya-Pasifik’te Avustralya (A), İngiltere (Birleşik Krallık-UK) ve ABD (US) arasında 16 Eylül 2021’de kurulan AUKUS Güvenlik Paktı’na (Yeni Asya, 18.09.2021) da cevaptır.
Birde Basra Körfezi’ndeki ortak donanma, 2004’te Asya’daki tusunami felaketinden sonra ABD, Japonya, Hindistan ve Avustralya tarafından kurulan ve en son 24 Eylül 2021’de toplanarak “Çin’in gelişen gücüne karşı demokratik siper” tanımıyla hareket eden Dörtlü Grup’a da (Yeni Asya, 28.09.2021) cevap mahiyetindedir.
Böylece Çin’in Basra Körfezi’ndeki güvenlik yapılanmasının şimdiden ABD, Asya-Pasifik vd. aktörlerin güvenlik mimarilerini gözden geçirmeye mecbur edecektir.
.
Haberde İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Umman ve Çin’in Basra Körfezi güvenliğini sağlamak için ortak donanma kuracakları belirtiliyor. Zaten Çin’in uzun süredir Ortadoğu, Basra Körfezi, Hürmüz Boğazı ve Afrika’ya yönelik ilgisi biliniyor. Hatta geçtiğimiz 15 Mart’ta Çin, Rusya ve İran deniz kuvvetleri Umman Körfezi’nde “Security Bond-2023” isimli ortak tatbikat düzenlemişlerdi.
Elbette büyüyen ekonomisi için Çin’in bölgeye ilgisi enerji ihtiyacının güvenli şekilde sağlanmasını zorunlu kılıyor. Buna Pekin’in Kuşak-Yol projesinin gerçekleşmesi hususunda, bölgedeki istikrarsızlıklarını sonlandırılmasının önemini de eklemek gerek (Yeni Asya, 16.06.2020).
Dolayısıyla Ortadoğu’nun iki ezeli rakibi Suudi Arabistan ve İran’ın karşılıklı vize, diplomatik temsilciliklerin açılması, ekonomik, Yemen’deki çatışmalar, dostane ilişkiler vb. konularda Çin’in arabuluculuğunda 10 Mart 2023’te anlaşmaya varmaları bölgede önemli bir eşiğin aşılması görülüyor (Yeni Asya, 04.04.2023). Çin’in her iki ülkeden petrol satınaldığı düşünüldüğünde hem ABD yaptırımlarıyla sınırlanan İran ekonomik çıkış ararken, hem de Yemen’de İran destekli Husiler’e karşı BAE ile birlikte çatışan Suudi Arabistan’ın ulusal kaynaklarını kullanmada kalkınmaya öncelik vereceği kuvvetle muhtemeldir.
ABD’nin, İran’ın Körfez’deki bazı gemilerin seyirlerini engellemesini uluslararası hukukun ihlali ve bölgesel güvenliğe tehdit yani “Tahran hızlandırılmış saldırganlığı bölgeyi alarm durumuna geçiriyor” uyarısının son günlerde Körfez monarşilerinde pek etkili olmadığı anlaşılıyor. ABD Başkanı Joe Biden ise “İran’ın petrol satışlarının arttıkça, uyguladıkları yaptırımların başarılı olmadığını” itiraf etti. Aslında BAE’nin 31 Mayıs 2023’te bölgede ABD liderliğindeki Birleşik Deniz Kuvvetleri’nden çekildiğini bildirmesi de, Çin’in Basra Körfezi’nde ortak donanma kuracağının işaretiydi.
Ayrıca Çin’in ortak donanma kurmasında, bir süredir ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinde açılan mesafeden ve ABD’nin Katar’a yaklaşmasından yararlandığı ihtimalidir. Çünkü ABD’nin İsrail’le normalleşmeyi kapsayan bölgeden bazı ülkelerle imzaladığı İbrahim Anlaşmaları’nın ardından Ortadoğu’da etkinliğinin azaldığına dikkat çekiliyor.
Bununla birlikte Çin’in İran, Suudi Arabistan, BAE ve Umman’la kuracağı ortak donanmanın başta ABD’nin çıkarlarıyla ters düşeceği kesin. Birde İran Donanma Komutanı Amiral Shahram İrani 6 Haziran 2023’te “ortak donanmaya Katar, Bahreyn, Irak, Hindistan ve Pakistan’ın da dahil olacağını” belirterek önemli bir iddia bulundu. İddianın gerçekleşmesi durumunda, bölgeye Çin’in liderliğinde büyük bir güç konuşlanacaktır.
Diğer taraftan Çin’in bölgede artan etkinliğinin ortak donanmaya varması, Mart 2021’de ortaya çıkan ABD ve İsrail öncülüğünde “Ortadoğu NATO’su” kurulacağı söylemine (Yeni Asya, 06.03.2021) cevap niteliğindedir.
Yine Pekin liderliğindeki ortak donanma, Çin’e karşı Asya-Pasifik’te Avustralya (A), İngiltere (Birleşik Krallık-UK) ve ABD (US) arasında 16 Eylül 2021’de kurulan AUKUS Güvenlik Paktı’na (Yeni Asya, 18.09.2021) da cevaptır.
Birde Basra Körfezi’ndeki ortak donanma, 2004’te Asya’daki tusunami felaketinden sonra ABD, Japonya, Hindistan ve Avustralya tarafından kurulan ve en son 24 Eylül 2021’de toplanarak “Çin’in gelişen gücüne karşı demokratik siper” tanımıyla hareket eden Dörtlü Grup’a da (Yeni Asya, 28.09.2021) cevap mahiyetindedir.
Böylece Çin’in Basra Körfezi’ndeki güvenlik yapılanmasının şimdiden ABD, Asya-Pasifik vd. aktörlerin güvenlik mimarilerini gözden geçirmeye mecbur edecektir.
.
Ukrayna enerjide Rusya’nın yerini alır mı?
Muhammet ÖRTLEK
06 Haziran 2023, Salı
Rusya’nın işgali altındaki Ukrayna, aynı zamanda enerji hamleleri içerisinde.
Ukrayna’nın milli petrol ve gaz şirketi Naftogaz’ın CEO’su Oleksiy Chernyshov “Kiev yönetiminin AB’yi Rus fosil yakıtlarına olan bağımlılıktan kurtulmasına yardım edebileceğini” söylemesi uluslararası basının gündeminde.
Chernyshov’un savaş nedeniyle zarar gören Ukrayna enerji altyapısının onarılmasını “Ukrayna’ya merhamet üzerinden değil, pratik ticarî çıkarlarla yeniden inşa edilmelidir” sözleri dikkat çekiyor.
Chernyshov bu cesur sözleri ise “Ukrayna’nın savaşa rağmen AB’ye elektrik ihracatını arttırdığı” iddiasına dayanıyor. AB’ye elektrik ihracatını arttıran Ukrayna’nın pek tabi, AB’yi Rus enerjisinden uzaklaştırarak Avrupa’ya enerji tedarikinde Rusya’nın yerini almak istemesi önemli bir stratejik plan.
Böylece Ukrayna’nın savaş halinde olduğu Rusya’yla bir de enerji sektöründe ciddi mücadeleye gireceği anlaşılıyor. Çünkü Chernyshov’a göre “Ukrayna, Avrupa’nın ikinci veya üçüncü en büyük doğalgaz rezervlerine sahip”. Kiev, doğalgaz kaynaklarındaki üretimi arttırıp hem kendi kendine yetmeyi hem de önümüzdeki birkaç yıl içinde AB başta olmak üzere dış piyasalarda önemli bir aktör olma peşinde.
Varşova’da mukim Doğu Çalışmaları Merkezi’ne göre, Ukrayna 2022’de 18,5 milyar metreküp doğalgaz üretirken, tüketim 20,1 milyar metreküpe ulaştı. Ancak bir önceki yıl ile kıyaslandığında doğalgaz üretiminde yüzde 25 oranında düşüş söz konusu. Düşüşün nedenleri arasında savaştan dolayı Ukrayna’yı terk etmek zorunda kalan nüfus ile Rus saldırılarında çalışamaz hâle gelen sanayi tesisleri gösteriliyor.
Bununla birlikte savaş sürdükçe, Ukrayna’da doğalgaz tüketiminde önemli artış beklenmiyor. Hatta üretim yükseltmek için Naftogaz’ın yan kuruluşu Ukrgasvydobuvannya 2022’de 47 adet yeni kuyu açtı.
Yaptırımlara altındaki Rusya’nın giderek enerji müşterilerinin azaldığına işaret edilirken, Avrupa’da Slovakya ve Moldova’ya doğalgazı da boru hatlarıyla Ukrayna üzerinden tedarik ediyor. Rusya-Ukrayna boru hatları enerji geçiş Anlaşması 31 Aralık 2019’da yürürlüğe girmişti. Anlaşma, Ukrayna’ya yılda 7 milyar Dolar getiriyor. Her ne kadar Moskova’nın önümüzdeki yıl sona erecek Anlaşma’nın süresini uzatmaya sıcak baktığı bilinse de, Chernyshov’un açıklamaları “Rusya’nın Ukrayna üzerinden AB’ye aktarılan enerjinin Ukrayna doğalgazıyla değiştirileceği yönünde.
Ayrıca Naftogaz, Kırım’daki varlıklarını Rusya’nın yasadışı el koymasından dolayı Rusyalı Gazprom şirketinin ihracat tekeline karşı uluslararası tahkim davasından 5 milyar Dolar kazandı. Birde her iki firma, boru hatlarındaki geçiş ücreti hususunda da uzun süredir tartışma içerisinde.
Diğer taraftan Chernyshov, doğalgaz rezervlerinin daha çok Rus işgali altındaki doğu ve cephe hattında olduğunun farkında. Ancak Chernyshov, Ukrayna’nın AB’nin yeşil enerjiye geçiş sürecinde doğalgaz tedarikinde Rusya’nın yerini alabileceğini planlıyor. Böylece Kiev’in savaş sonrasında Ukrayna’nın yeniden inşasında ve muhtemel AB üyelik sürecinde doğalgaz tedarikini bir enstrüman şeklinde kullanması da ihtimallerdendir.
AB’ye hidrojen ve biyometan da ihraç edecek Ukrayna, ilk biyometan tesisini 17 Nisan 2023’te açmıştı. Yine Kiev, AB’yle fosil gazın yerini alması ön görülen ve atmosferdeki insan kaynaklı karbon emisyonunu azaltma amaçlı dekarbonize gazları ihraç etmek için de 02 Şubat 2023’te anlaşma imzaladı.
Chernyshov’un diğer bir planı da Zaporizhzhia’nın Rus işgalinden kurtarılarak buradaki nükleer santrali faaliyeti geçirip, AB’ye elektrik ihracatını arttırmaktır. Böylece Ukrayna enerjide Rusya’nın yerini alıp, Avrupa’nın güç bankası olma iddiasında.
..
Ukrayna’nın milli petrol ve gaz şirketi Naftogaz’ın CEO’su Oleksiy Chernyshov “Kiev yönetiminin AB’yi Rus fosil yakıtlarına olan bağımlılıktan kurtulmasına yardım edebileceğini” söylemesi uluslararası basının gündeminde.
Chernyshov’un savaş nedeniyle zarar gören Ukrayna enerji altyapısının onarılmasını “Ukrayna’ya merhamet üzerinden değil, pratik ticarî çıkarlarla yeniden inşa edilmelidir” sözleri dikkat çekiyor.
Chernyshov bu cesur sözleri ise “Ukrayna’nın savaşa rağmen AB’ye elektrik ihracatını arttırdığı” iddiasına dayanıyor. AB’ye elektrik ihracatını arttıran Ukrayna’nın pek tabi, AB’yi Rus enerjisinden uzaklaştırarak Avrupa’ya enerji tedarikinde Rusya’nın yerini almak istemesi önemli bir stratejik plan.
Böylece Ukrayna’nın savaş halinde olduğu Rusya’yla bir de enerji sektöründe ciddi mücadeleye gireceği anlaşılıyor. Çünkü Chernyshov’a göre “Ukrayna, Avrupa’nın ikinci veya üçüncü en büyük doğalgaz rezervlerine sahip”. Kiev, doğalgaz kaynaklarındaki üretimi arttırıp hem kendi kendine yetmeyi hem de önümüzdeki birkaç yıl içinde AB başta olmak üzere dış piyasalarda önemli bir aktör olma peşinde.
Varşova’da mukim Doğu Çalışmaları Merkezi’ne göre, Ukrayna 2022’de 18,5 milyar metreküp doğalgaz üretirken, tüketim 20,1 milyar metreküpe ulaştı. Ancak bir önceki yıl ile kıyaslandığında doğalgaz üretiminde yüzde 25 oranında düşüş söz konusu. Düşüşün nedenleri arasında savaştan dolayı Ukrayna’yı terk etmek zorunda kalan nüfus ile Rus saldırılarında çalışamaz hâle gelen sanayi tesisleri gösteriliyor.
Bununla birlikte savaş sürdükçe, Ukrayna’da doğalgaz tüketiminde önemli artış beklenmiyor. Hatta üretim yükseltmek için Naftogaz’ın yan kuruluşu Ukrgasvydobuvannya 2022’de 47 adet yeni kuyu açtı.
Yaptırımlara altındaki Rusya’nın giderek enerji müşterilerinin azaldığına işaret edilirken, Avrupa’da Slovakya ve Moldova’ya doğalgazı da boru hatlarıyla Ukrayna üzerinden tedarik ediyor. Rusya-Ukrayna boru hatları enerji geçiş Anlaşması 31 Aralık 2019’da yürürlüğe girmişti. Anlaşma, Ukrayna’ya yılda 7 milyar Dolar getiriyor. Her ne kadar Moskova’nın önümüzdeki yıl sona erecek Anlaşma’nın süresini uzatmaya sıcak baktığı bilinse de, Chernyshov’un açıklamaları “Rusya’nın Ukrayna üzerinden AB’ye aktarılan enerjinin Ukrayna doğalgazıyla değiştirileceği yönünde.
Ayrıca Naftogaz, Kırım’daki varlıklarını Rusya’nın yasadışı el koymasından dolayı Rusyalı Gazprom şirketinin ihracat tekeline karşı uluslararası tahkim davasından 5 milyar Dolar kazandı. Birde her iki firma, boru hatlarındaki geçiş ücreti hususunda da uzun süredir tartışma içerisinde.
Diğer taraftan Chernyshov, doğalgaz rezervlerinin daha çok Rus işgali altındaki doğu ve cephe hattında olduğunun farkında. Ancak Chernyshov, Ukrayna’nın AB’nin yeşil enerjiye geçiş sürecinde doğalgaz tedarikinde Rusya’nın yerini alabileceğini planlıyor. Böylece Kiev’in savaş sonrasında Ukrayna’nın yeniden inşasında ve muhtemel AB üyelik sürecinde doğalgaz tedarikini bir enstrüman şeklinde kullanması da ihtimallerdendir.
AB’ye hidrojen ve biyometan da ihraç edecek Ukrayna, ilk biyometan tesisini 17 Nisan 2023’te açmıştı. Yine Kiev, AB’yle fosil gazın yerini alması ön görülen ve atmosferdeki insan kaynaklı karbon emisyonunu azaltma amaçlı dekarbonize gazları ihraç etmek için de 02 Şubat 2023’te anlaşma imzaladı.
Chernyshov’un diğer bir planı da Zaporizhzhia’nın Rus işgalinden kurtarılarak buradaki nükleer santrali faaliyeti geçirip, AB’ye elektrik ihracatını arttırmaktır. Böylece Ukrayna enerjide Rusya’nın yerini alıp, Avrupa’nın güç bankası olma iddiasında.
..
Tunus’ta Gannuşi’nin tutuklanması: Batı, hangi İslamcılığı tercih ediyor?
Muhammet ÖRTLEK
03 Haziran 2023, Cumartesi
Tunus’ta Şubat 2011’de başlayan Arap Baharı/Uyanışı’nın sonrası hakkında, diğer ülkelere kıyasla en azından hür seçimlerle ilgili kısmen demokratik unsurdan söz ediliyordu.
Ancak hukuk profesörü Kaid Saed’in liderliğinde 25 Temmuz 2021’de gerçekleştirilen darbeyle Parlamento ve siyasî partiler kapatılmıştı. Darbeye eş zamanlı şekilde, ülke darbe karşıtı gösterilere sahne olmuştu.
Saed yönetimi önce 25 Temmuz 2022’de Yeni Anayasa’nın kabul edildiği referandum, sonra 18 Aralık 2022’de Parlamento seçimleriyle kendisine meşruiyet arayışına girdi. Düşük katılımlı seçimler, Tunus halkının darbeyi ve Saed’i kabul etmediğini göstermişti.
Bununla birlikte Saed, Tunus’ta derinleşen sosyo-ekonomik sorunları çözmede yeterli dış desteği sağlayamadı. Saed’in sorunlara çözüm üretememesi, toplum nazarında kabul edilebilirliğini engelliyor.
Diğer taraftan Batılı aktörlerin Tunus’ta olup bitenlere sessiz kalması ise, demokrasiyi araçsallaştırdığına yorumlanıyor. Gannuşi’nin liderliğindeki Nahda Partisi, Müslüman Kardeşler’in Tunus’taki kolu durumunda. Ancak Mısır’daki İhvan’a karşı 3 Temmuz 2013 darbesinin ardından, Gannuşi ılımlı çizgi izleyerek ülkesinde Nahda hareketinin küçülmesini göze aldığı ihtimal olup, yasaklanmasını ve terör örgütü ilan edilmesini engellemişti. Darbeyle kapatılan Parlamento’nun üçüncü büyük aktörü Nahda Partisi’nin başkanı Raşid Gannuşi geçtiğimiz 20 Nisan 2023’te Ramazan Bayramı Arefe günü güvenlik güçlerince evinden alınarak tutuklandı. Tunus’taki gelişmeler karşısında Batı’nın sessizliği ise manidar karşılanıyor.
Arap Birliği’nin Cidde’de 19 Mayıs 2023’teki Zirvesi’ne Beşşar Esad’ın da davet edilerek Suriye’nin Birliğe dönüşü sağlanmıştı. Gannuşi’nin kızı Somaya Gannuşi 30 Mayıs 2023 tarihli The Guardian Gazetesi’ndeki makalesinde “Suriye’nin Birliğe dönüşü ile Esad, Saed, Mısır devlet başkanı Abdül Fettah El-Sisi’nin aynı ortamda yer almalarını Ortadoğu’da Arap Baharı öncesi statükoya dönüldüğü” şeklinde değerlendiriyor.
Ayrıca ABD ile Taliban arasında, Katar’ın başşehri Doha’da 29 Şubat 2020’de “Afganistan’a Barış Getirme” adıyla imzalanan Anlaşma hatırlardadır. ABD Başkanı Joe Biden’ın ilk kez Mayıs 2021’de ve sonra 10 Temmuz 2021’de Afganistan’dan çekileceklerini açıklamasının ardından, Taliban 15 Ağustos 2021’de Kabil’i ele geçirdi. Daha sonra diğer uluslararası aktörlerin, Taliban yönetimindeki Afganistan’a “de facto” biçimde yaklaştığı görülüyor.
Batılıların radikal ve silahlı örgüt tanımlamasındaki Taliban’ın iktidara dönüşü, aslında bir nevî Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde siyasal İslam’ın siyasetteki rolünün azaldığı ve siyasal İslamcı unsurların giderek zayıfladığı anlamına geliyor. Ancak kimilerine göre, Batı, Arap Baharı sonrasında bölgede seçimle iktidara gelen siyasal İslamcı çizgideki partilere mesafeli duruyor. Buna karşılık bazı çevrelere göre ise Batı, Taliban gibi şiddete başvurabilen, silahlı, radikal nitelikte bir yapının yükselişini “de facto” da olsa kabulleniyor. Ancak ABD’nin Doha’da imzaladığı Anlaşma’dan dolayı Taliban’ı resmen (de jure) tanıdığını zikredenler mevcut. Tunus’taki darbeye ve demokrasi dışı gelişmelere de ses çıkarmayan Batı’nın, Taliban gibi radikal ve silahlı örgüt tanımlamasındaki yapı veya yapıları, siyasal parti ve seçim gibi demokratik unsurlarla hareket etmeye çalışan siyasal İslamcılara tercih ettiği kuvvetle muhtemeldir.
.
Ancak hukuk profesörü Kaid Saed’in liderliğinde 25 Temmuz 2021’de gerçekleştirilen darbeyle Parlamento ve siyasî partiler kapatılmıştı. Darbeye eş zamanlı şekilde, ülke darbe karşıtı gösterilere sahne olmuştu.
Saed yönetimi önce 25 Temmuz 2022’de Yeni Anayasa’nın kabul edildiği referandum, sonra 18 Aralık 2022’de Parlamento seçimleriyle kendisine meşruiyet arayışına girdi. Düşük katılımlı seçimler, Tunus halkının darbeyi ve Saed’i kabul etmediğini göstermişti.
Bununla birlikte Saed, Tunus’ta derinleşen sosyo-ekonomik sorunları çözmede yeterli dış desteği sağlayamadı. Saed’in sorunlara çözüm üretememesi, toplum nazarında kabul edilebilirliğini engelliyor.
Diğer taraftan Batılı aktörlerin Tunus’ta olup bitenlere sessiz kalması ise, demokrasiyi araçsallaştırdığına yorumlanıyor. Gannuşi’nin liderliğindeki Nahda Partisi, Müslüman Kardeşler’in Tunus’taki kolu durumunda. Ancak Mısır’daki İhvan’a karşı 3 Temmuz 2013 darbesinin ardından, Gannuşi ılımlı çizgi izleyerek ülkesinde Nahda hareketinin küçülmesini göze aldığı ihtimal olup, yasaklanmasını ve terör örgütü ilan edilmesini engellemişti. Darbeyle kapatılan Parlamento’nun üçüncü büyük aktörü Nahda Partisi’nin başkanı Raşid Gannuşi geçtiğimiz 20 Nisan 2023’te Ramazan Bayramı Arefe günü güvenlik güçlerince evinden alınarak tutuklandı. Tunus’taki gelişmeler karşısında Batı’nın sessizliği ise manidar karşılanıyor.
Arap Birliği’nin Cidde’de 19 Mayıs 2023’teki Zirvesi’ne Beşşar Esad’ın da davet edilerek Suriye’nin Birliğe dönüşü sağlanmıştı. Gannuşi’nin kızı Somaya Gannuşi 30 Mayıs 2023 tarihli The Guardian Gazetesi’ndeki makalesinde “Suriye’nin Birliğe dönüşü ile Esad, Saed, Mısır devlet başkanı Abdül Fettah El-Sisi’nin aynı ortamda yer almalarını Ortadoğu’da Arap Baharı öncesi statükoya dönüldüğü” şeklinde değerlendiriyor.
Ayrıca ABD ile Taliban arasında, Katar’ın başşehri Doha’da 29 Şubat 2020’de “Afganistan’a Barış Getirme” adıyla imzalanan Anlaşma hatırlardadır. ABD Başkanı Joe Biden’ın ilk kez Mayıs 2021’de ve sonra 10 Temmuz 2021’de Afganistan’dan çekileceklerini açıklamasının ardından, Taliban 15 Ağustos 2021’de Kabil’i ele geçirdi. Daha sonra diğer uluslararası aktörlerin, Taliban yönetimindeki Afganistan’a “de facto” biçimde yaklaştığı görülüyor.
Batılıların radikal ve silahlı örgüt tanımlamasındaki Taliban’ın iktidara dönüşü, aslında bir nevî Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde siyasal İslam’ın siyasetteki rolünün azaldığı ve siyasal İslamcı unsurların giderek zayıfladığı anlamına geliyor. Ancak kimilerine göre, Batı, Arap Baharı sonrasında bölgede seçimle iktidara gelen siyasal İslamcı çizgideki partilere mesafeli duruyor. Buna karşılık bazı çevrelere göre ise Batı, Taliban gibi şiddete başvurabilen, silahlı, radikal nitelikte bir yapının yükselişini “de facto” da olsa kabulleniyor. Ancak ABD’nin Doha’da imzaladığı Anlaşma’dan dolayı Taliban’ı resmen (de jure) tanıdığını zikredenler mevcut. Tunus’taki darbeye ve demokrasi dışı gelişmelere de ses çıkarmayan Batı’nın, Taliban gibi radikal ve silahlı örgüt tanımlamasındaki yapı veya yapıları, siyasal parti ve seçim gibi demokratik unsurlarla hareket etmeye çalışan siyasal İslamcılara tercih ettiği kuvvetle muhtemeldir.
.
Suriye’nin Arap Birliği’ne dönüşü ve bölgesel statüko
Muhammet ÖRTLEK
30 Mayıs 2023, Salı
Arap Birliği 12 Kasım 2011’de Beşşar Esad rejiminin Arap Baharı protestolarını sert bastırmasına tepki olarak Suriye’nin üyeliğini 12 Kasım 2011’de askıya almıştı.
Birlikten 12 yıl uzak kalan Şam yönetimi, Birliğin Cidde’de 19 Mayıs 2023’te gerçekleştirilen 32. Liderler Zirvesi’ne Esad’ın da davet edilmesiyle Suriye’nin Birliğe dönüşü sağlandı.
Suriye’nin Birliğe dönüşü, Birliğin Şam yönetimine karşı koyduğu tepkiden geri adım ve Esad’ın Birliğe yönelik izlediği diplomaside başarısına ihtimal veriliyor. Birde 12 yıl önce Suriye’nin Birlikten uzaklaştırılmasıyla başlayan bölgesel statükonun değişeceği hakkındaki tartışmalar da sona erdi. Böylece bölgedeki eski statükoya geri gelindiği belirtiliyor.
Aslında Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde 2011’de başlayan Arap Baharı/Uyanışı halk hareketliliğinin ilk zamanlarında bazı yöneticilerin/yönetimlerin değişmesine neden olmuştu. Ancak geçen 12 yılın ardından Arap Baharı’nın hiçbir ülkede kalıcı demokrasiyi tesis edemediği görüldü. Arap Baharı’nın gerçekleştiği ülkeler göz önüne alındığında, başlangıçta Tunus’ta serbest-hür seçimler gibi demokratik unsur kısmen belirmişti. Fakat Tunus’ta da bugün gelinen noktada demokrasiden bahsetmek oldukça zor.
Dolayısıyla Arap Baharı’ndan beklenen ümitler yeşermeyince, Suriye’nin Birliğe kabulüyle bölgesel eski statükoya dönüş, Birliğe üye devletlerce uygun görüldüğü söylenebilir.
Bununla birlikte bölgesel aktörlerin Suriye’nin Birliği’ne dönüşüne yeşil ışık yakmasında “Suriyeli mültecilerin nihai olarak ülkelerine gönderilme isteği, mültecilerin yüksek doğum oranının da getirdiği demografik tereddüt, yükselişe geçen uyuşturucu kaçakçılığının durdurulması gerektiği, Esad rejimi düşerse Suriye’de aşırı İslamcıların iktidarı ele geçirebileceği endişesi ve Suriye’de bazı silahlı grupları destekleyen İran’ın etkisinin sınırlandırılması” önemli rol oynamıştır.
Diğer taraftan günümüzde birçok Arap devleti rejiminin, Arap Baharı’nın başladığı 2011’e kıyasla zayıfladığı kuvvetle muhtemeldir. Bölgede rejimlerin zayıflamasında muhtelif şu faktörlerin rol oynadığı ihtimaldir:
-Artan su kıtlığı bölgede büyüyen problemdir. Tarımsal sulamadaki bilinçsizlik ve bireysel kullanımdaki israf başlıca sebeptir. Ayrıca sınıraşan sular üzerindeki büyük barajların su akışını engelleyerek tarım arazilerinin yeterli sulanmaması da gıda kıtlığını ortaya çıkarmaktadır. İklim kaynaklı kuraklık da söz konusudur.
-Artan sıcaklıklar ve çölleşme, hayatı olumsuz etkileyen toz fırtınaları gibi iklim değişikliğine çözüm üretilememesidir.
-Covid-19 salgınından dolayı bölge hükümetlerinin, halkının giderlerini sübvanse etmesinde daha fazla borçlanmaya gitmesiyle finansal ortamın bozulmasıdır. Böylece hükümetler yeni yatırımlarda çekinceli davranmaktadır.
-Petrol-doğalgaz ihracatçısı ülkelerin Ukrayna’daki savaşın etkisiyle kazançlı çıkmaya yönelirken, finansal sorundan kaynaklı olarak kendi içine kapanmaları ihtimaldir.
-Gelişen teknoloji, internet ve dijital imkânlara bölge ülkelerinin uyum sağlama(ma)sının etkisi.
-Bu ülkelerde sivil toplumun zayıf yapısı veya zayıf kalmasını sağlayan anlayıştan dolayı, bölge yönetimlerinden çok daha fazlasını yapmalarının beklentisine yol açmasıdır.
Tüm bu faktörler bölge rejimlerinin 10 yıl öncesine göre zayıflamasının nedenlerindendir. Yine toplumun beklentisini ve hükümetlerin yükünü arttırmaktadır.
Suriye’nin Birliğe geri alınması eski statükoya dönüş şeklinde değerlendirilse de, yukarıda zikredilen faktörlerin etkisiyle bölgede yeni bir değişim-dönüşüm beklentisi mevcuttur. Bu değişim-dönüşümün yönüne, bölge devletleri ve halkları karar verecektir.
.
Birlikten 12 yıl uzak kalan Şam yönetimi, Birliğin Cidde’de 19 Mayıs 2023’te gerçekleştirilen 32. Liderler Zirvesi’ne Esad’ın da davet edilmesiyle Suriye’nin Birliğe dönüşü sağlandı.
Suriye’nin Birliğe dönüşü, Birliğin Şam yönetimine karşı koyduğu tepkiden geri adım ve Esad’ın Birliğe yönelik izlediği diplomaside başarısına ihtimal veriliyor. Birde 12 yıl önce Suriye’nin Birlikten uzaklaştırılmasıyla başlayan bölgesel statükonun değişeceği hakkındaki tartışmalar da sona erdi. Böylece bölgedeki eski statükoya geri gelindiği belirtiliyor.
Aslında Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde 2011’de başlayan Arap Baharı/Uyanışı halk hareketliliğinin ilk zamanlarında bazı yöneticilerin/yönetimlerin değişmesine neden olmuştu. Ancak geçen 12 yılın ardından Arap Baharı’nın hiçbir ülkede kalıcı demokrasiyi tesis edemediği görüldü. Arap Baharı’nın gerçekleştiği ülkeler göz önüne alındığında, başlangıçta Tunus’ta serbest-hür seçimler gibi demokratik unsur kısmen belirmişti. Fakat Tunus’ta da bugün gelinen noktada demokrasiden bahsetmek oldukça zor.
Dolayısıyla Arap Baharı’ndan beklenen ümitler yeşermeyince, Suriye’nin Birliğe kabulüyle bölgesel eski statükoya dönüş, Birliğe üye devletlerce uygun görüldüğü söylenebilir.
Bununla birlikte bölgesel aktörlerin Suriye’nin Birliği’ne dönüşüne yeşil ışık yakmasında “Suriyeli mültecilerin nihai olarak ülkelerine gönderilme isteği, mültecilerin yüksek doğum oranının da getirdiği demografik tereddüt, yükselişe geçen uyuşturucu kaçakçılığının durdurulması gerektiği, Esad rejimi düşerse Suriye’de aşırı İslamcıların iktidarı ele geçirebileceği endişesi ve Suriye’de bazı silahlı grupları destekleyen İran’ın etkisinin sınırlandırılması” önemli rol oynamıştır.
Diğer taraftan günümüzde birçok Arap devleti rejiminin, Arap Baharı’nın başladığı 2011’e kıyasla zayıfladığı kuvvetle muhtemeldir. Bölgede rejimlerin zayıflamasında muhtelif şu faktörlerin rol oynadığı ihtimaldir:
-Artan su kıtlığı bölgede büyüyen problemdir. Tarımsal sulamadaki bilinçsizlik ve bireysel kullanımdaki israf başlıca sebeptir. Ayrıca sınıraşan sular üzerindeki büyük barajların su akışını engelleyerek tarım arazilerinin yeterli sulanmaması da gıda kıtlığını ortaya çıkarmaktadır. İklim kaynaklı kuraklık da söz konusudur.
-Artan sıcaklıklar ve çölleşme, hayatı olumsuz etkileyen toz fırtınaları gibi iklim değişikliğine çözüm üretilememesidir.
-Covid-19 salgınından dolayı bölge hükümetlerinin, halkının giderlerini sübvanse etmesinde daha fazla borçlanmaya gitmesiyle finansal ortamın bozulmasıdır. Böylece hükümetler yeni yatırımlarda çekinceli davranmaktadır.
-Petrol-doğalgaz ihracatçısı ülkelerin Ukrayna’daki savaşın etkisiyle kazançlı çıkmaya yönelirken, finansal sorundan kaynaklı olarak kendi içine kapanmaları ihtimaldir.
-Gelişen teknoloji, internet ve dijital imkânlara bölge ülkelerinin uyum sağlama(ma)sının etkisi.
-Bu ülkelerde sivil toplumun zayıf yapısı veya zayıf kalmasını sağlayan anlayıştan dolayı, bölge yönetimlerinden çok daha fazlasını yapmalarının beklentisine yol açmasıdır.
Tüm bu faktörler bölge rejimlerinin 10 yıl öncesine göre zayıflamasının nedenlerindendir. Yine toplumun beklentisini ve hükümetlerin yükünü arttırmaktadır.
Suriye’nin Birliğe geri alınması eski statükoya dönüş şeklinde değerlendirilse de, yukarıda zikredilen faktörlerin etkisiyle bölgede yeni bir değişim-dönüşüm beklentisi mevcuttur. Bu değişim-dönüşümün yönüne, bölge devletleri ve halkları karar verecektir.
.
Eritre, nereden nereye?
Muhammet ÖRTLEK
27 Mayıs 2023, Cumartesi
Eritre, Kızıldeniz sahilinde ve Mendep Boğazı’na konumlanmış Afrika Boynuzu’nun stratejik ülkelerinden biri. Eritre stratejik olduğu kadar iç karışıklıklar ve bölgesel istikrarsızlıklardan hemen etkileniyor.
Eritre 1890’dan 1941’e kadar İtalyan kolonisiydi. Mussolini İtalya’sının II. Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle, ülke, İngiltere himayesine girdi.
Eritre 1952’de kendisinden daha büyük bir ülke olan Etiyopya’yla federasyon yapısında buluştu. Ancak Etiyopya bu küçük ülkeyi 10 yılın sonunda ilhak ettiğini duyurdu. Eritre ilhaka karşı yaklaşık 30 yıl süren bağımsızlık savaşını başlattı. İşçi Partisi Genel Sekreteri ve Etiyopyalı Albay Mengistu Haile Mariam’ın 1987-1991 yılları arasında hüküm süren Marksist rejiminin devrilmesine yardım eden Eritreli savaşçılar, Eritre’nin başşehri Asmara’yı ele geçirdiler. Burada hükümet kuran Eritreli savaşçılar, Etiyopyalı yetkililerle görüşmelerinin sonucunda 24 Mayıs 1993’te gerçekleştirilen bağımsızlık referandumunun ardından ülkelerini bağımsızlığa kavuşturdular.
Eritre’nin bağımsızlığıyla, Etiyopya Kızıldeniz’e açılan tek çıkış noktasını kaybetti. Bunun üzerine iki ülke sınır anlaşmazlıklarından dolayı 1998’de tekrar savaşa başladı. Çatışmalarda 1998-2000 arasında 80 bin kişinin öldüğü ve 1 milyon 3 yüz bin kişinin de yerlerinden edildiği kayıtlara geçti.
Eritre-Etiyopya sınırının 2002’de bağımsız uluslararası komisyon tarafından belirlenmesi girişimleri de uzun süre etkili olamadı. Ta ki, Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed 2018’de sınırın bağımsız uluslararası komisyonca belirlenmesini kabul etmesi ise, uluslararası ilişkilerde gündeminde şok etkisi yapmıştı. Abiy Ahmed iki ülkenin barışa yönelmesinde tarihî rol oynayarak 2019 yılı Nobel Barış Ödülü’nü kazandı.
Etiyopya’nın kuzeyindeki Tigray’daki bölgesel yönetimi iktidar partisi “Tigray Halk Kurtuluş Cephesi’nin (THKC) federal ordu birliklerinin üslerine saldırılar düzenlemesi, Abiy Ahmed’i harekete geçirdi. Federal ordunun Kasım 2020’de Tigray’a askerî müdahalesine, THKC’yi tehdit algılayan Eritre de destek verdi.
Eritre birlikleri, iki yıl süren savaş esnasında aşırı güç kullanmak ve sivillere karşı işlenen suçlar nedeniyle, Asmara yönetimi 2021’de ABD’nin yaptırımına maruz kaldı. Eritre Devlet Başkanı Isaias Afwerki ise, Şubat 2023’teki Kenya ziyaretindeki açıklamasında yaptırımları reddediyor.
Diğer taraftan Abiy Ahmed hükümeti, Tigray’la savaşı sonlandırmak için Kasım 2022’de THKC’yle imzaladığı barış anlaşmasına Eritre’nin taraf olmaması, Asmara için çatışmaların devamı anlamına gelmekteydi.
Ancak ABD’li yetkililerin Eritre birliklerinin Ocak 2023’te geri çekilme sürecinde olduklarını bildirmesine karşın, ilgili BM raporunda geri çekilmenin “çok yavaş” olduğu bildiriliyor. Hâlen Eritre’nin bölgeyi terk edip etmediğini bağımsız şekilde teyit etmek oldukça güç.
Bağımsızlıktan beri Afwerki tarafından yönetilen Eritre’de hiç seçim ve nüfus sayımı yapılmamış. Nüfus 3 ile 6 milyon arasında tahmin ediliyor. Ülke, BM 2021 İnsanî Gelişmişlik Endeksi’nde 176’ncı, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nin 2022 Yolsuzluk Endeksi’nde 162’nci sırada. Eritre zengin altın, bakır ve çinko madenlerine sahip. Fakat bu zenginliğin, halka sosyo-ekonomik refah şeklinde yansımaması büyük bir problem.
Farklı 9 etnik gruptan oluşan Eritre toplum yapısında, Hıristiyanlar ve Müslümanların sayıca hemen hemen eşit oldukları biliniyor. Resmî dilin olmadığı Eritre’de Tigrinya dili, Arapça ve İngilizce konuşuluyor.
Eritre zikredilen yakın geçmişin devam eden sorunlarının gölgesinde, geçtiğimiz 24 Mayıs’ta 30’uncu bağımsızlık yıldönümünü ilk ve tek başkan Afwerki’nin himayesinde kutladı.
.
Eritre 1890’dan 1941’e kadar İtalyan kolonisiydi. Mussolini İtalya’sının II. Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle, ülke, İngiltere himayesine girdi.
Eritre 1952’de kendisinden daha büyük bir ülke olan Etiyopya’yla federasyon yapısında buluştu. Ancak Etiyopya bu küçük ülkeyi 10 yılın sonunda ilhak ettiğini duyurdu. Eritre ilhaka karşı yaklaşık 30 yıl süren bağımsızlık savaşını başlattı. İşçi Partisi Genel Sekreteri ve Etiyopyalı Albay Mengistu Haile Mariam’ın 1987-1991 yılları arasında hüküm süren Marksist rejiminin devrilmesine yardım eden Eritreli savaşçılar, Eritre’nin başşehri Asmara’yı ele geçirdiler. Burada hükümet kuran Eritreli savaşçılar, Etiyopyalı yetkililerle görüşmelerinin sonucunda 24 Mayıs 1993’te gerçekleştirilen bağımsızlık referandumunun ardından ülkelerini bağımsızlığa kavuşturdular.
Eritre’nin bağımsızlığıyla, Etiyopya Kızıldeniz’e açılan tek çıkış noktasını kaybetti. Bunun üzerine iki ülke sınır anlaşmazlıklarından dolayı 1998’de tekrar savaşa başladı. Çatışmalarda 1998-2000 arasında 80 bin kişinin öldüğü ve 1 milyon 3 yüz bin kişinin de yerlerinden edildiği kayıtlara geçti.
Eritre-Etiyopya sınırının 2002’de bağımsız uluslararası komisyon tarafından belirlenmesi girişimleri de uzun süre etkili olamadı. Ta ki, Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed 2018’de sınırın bağımsız uluslararası komisyonca belirlenmesini kabul etmesi ise, uluslararası ilişkilerde gündeminde şok etkisi yapmıştı. Abiy Ahmed iki ülkenin barışa yönelmesinde tarihî rol oynayarak 2019 yılı Nobel Barış Ödülü’nü kazandı.
Etiyopya’nın kuzeyindeki Tigray’daki bölgesel yönetimi iktidar partisi “Tigray Halk Kurtuluş Cephesi’nin (THKC) federal ordu birliklerinin üslerine saldırılar düzenlemesi, Abiy Ahmed’i harekete geçirdi. Federal ordunun Kasım 2020’de Tigray’a askerî müdahalesine, THKC’yi tehdit algılayan Eritre de destek verdi.
Eritre birlikleri, iki yıl süren savaş esnasında aşırı güç kullanmak ve sivillere karşı işlenen suçlar nedeniyle, Asmara yönetimi 2021’de ABD’nin yaptırımına maruz kaldı. Eritre Devlet Başkanı Isaias Afwerki ise, Şubat 2023’teki Kenya ziyaretindeki açıklamasında yaptırımları reddediyor.
Diğer taraftan Abiy Ahmed hükümeti, Tigray’la savaşı sonlandırmak için Kasım 2022’de THKC’yle imzaladığı barış anlaşmasına Eritre’nin taraf olmaması, Asmara için çatışmaların devamı anlamına gelmekteydi.
Ancak ABD’li yetkililerin Eritre birliklerinin Ocak 2023’te geri çekilme sürecinde olduklarını bildirmesine karşın, ilgili BM raporunda geri çekilmenin “çok yavaş” olduğu bildiriliyor. Hâlen Eritre’nin bölgeyi terk edip etmediğini bağımsız şekilde teyit etmek oldukça güç.
Bağımsızlıktan beri Afwerki tarafından yönetilen Eritre’de hiç seçim ve nüfus sayımı yapılmamış. Nüfus 3 ile 6 milyon arasında tahmin ediliyor. Ülke, BM 2021 İnsanî Gelişmişlik Endeksi’nde 176’ncı, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nin 2022 Yolsuzluk Endeksi’nde 162’nci sırada. Eritre zengin altın, bakır ve çinko madenlerine sahip. Fakat bu zenginliğin, halka sosyo-ekonomik refah şeklinde yansımaması büyük bir problem.
Farklı 9 etnik gruptan oluşan Eritre toplum yapısında, Hıristiyanlar ve Müslümanların sayıca hemen hemen eşit oldukları biliniyor. Resmî dilin olmadığı Eritre’de Tigrinya dili, Arapça ve İngilizce konuşuluyor.
Eritre zikredilen yakın geçmişin devam eden sorunlarının gölgesinde, geçtiğimiz 24 Mayıs’ta 30’uncu bağımsızlık yıldönümünü ilk ve tek başkan Afwerki’nin himayesinde kutladı.
.
Suriye’nin Arap Birliği’ne dönüşü
Muhammet ÖRTLEK
23 Mayıs 2023, Salı
Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde 2011’de başlayan Arap Baharı/Uyanışı halk hareketleri hepimizin malumu. Halk ayaklanmaları Suriye’de de görülmüştü.
Suriye’de Hafız Esad 14 Mart 1971’de başladığı devlet başkanlığı görevini 10 Haziran 2000’de vefatına kadar sürdürdü. Babasının yerine oğlu Beşşar Esad 17 Temmuz 2000’de başkanlık görevini devraldı. Arap Baharı’nın Suriye’deki yansıması, özellikle ülkenin kuzey ve doğusunda Esad rejimi karşıtı gösteriler ve silahlı çatışmalardır. Suriye ordusu ve rejim karşıtları arasındaki çatışmalar, günümüze kadar devam eden bir iç savaşa yol açmıştır.
Esad rejiminin protestoları sert bastırmasına tepki olarak, Arap Birliği 12 Kasım 2011’de Suriye’nin üyeliğini askıya aldı. Arap Birliği’nden 12 yıldır uzak kalan Suriye, iç savaşın da etkisiyle İran ve Rusya’yla mevcut ilişkilerini geliştirme yolları buldu. Aslında Arap Birliği, Suriye’nin üyeliğini askıya alarak bir nevi Şam yönetimini İran ve Rusya’ya yaklaştırdı.
Arap Birliği’nin Cidde’de 19 Mayıs 2023’te gerçekleştirilen 32. Liderler Zirvesi’ne Esad da davet edilerek Suriye’nin Birliğe dönüşü sağlandı. Bununla birlikte iç savaşın hâlen sürdüğü Suriye’nin Birliğe dönüşü, aslında paradoksal bir karardır. Başka bir ifadeyle Birliğe tekrar kabul edilen Suriye’de toplum için henüz güvenlik, istikrar ve refah tam anlamıyla sağlanmış değildir. Ayrıca iç savaş nedeniyle birçok Suriyeli Türkiye, Irak, Ürdün, Lübnan ve Mısır başta olmak üzere bölge ülkelerine göç etmek zorunda kalmışlardır. Bir kısmı da Suriye içinde yer değiştirmişlerdir.
Yani Suriye’nin Birliğe geri kabulünde demokrasi, katılımcı hükümet, hürriyetler, insan hakları veya hukukun üstünlüğü ilgisi pek azdır. Çünkü tartışmalı geçen Liderler Zirvesi’nde, Suriye’deki olayların insanî yönüne değinilmediği belirtiliyor.
Aslında bölgesel güçlerin Suriye’nin Arap Birliği’ne dönüşüne yeşil ışık yakmasında:
“-Bölge ülkelerindeki yüksek sayıdaki Suriyeli mültecilerin nihai olarak ülkelerine gönderilme isteği.
-İstikrarsızlıktan dolayı yükselişe geçen uyuşturucu kaçakçılığının durdurulması.
-Esad rejimi düşerse Suriye’de aşırı İslamcıların iktidarı ele geçirebileceği endişesi.
-Suriye’de bazı silahlı grupları destekleyen İran’ın etkisinin sınırlandırılması” önemli rol oynamıştır.
Buna Suriyeli mültecilerin yüksek doğum oranının da getirdiği demografik tereddüdü de eklemek gerek. Böylece Arap Birliği kendi eliyle 12 yıl önce üyeliğini askıya aldığı Suriye’yle zikredilen nedenlerden dolayı ilişkisini düzeltme yoluna gidiyor.
Suriye’nin Arap Birliği’ne dönüşü, Arap devletlerinin bölgede İran’ı ve Suriye’de İran destekli grupları dizginlemek için Şam rejimini kazanma siyasetinin kuvvetle muhtemel sonucudur. Buna Şam yönetiminin nasıl cevap vereceğini yakın zamanda göreceğiz.
.
Suriye’de Hafız Esad 14 Mart 1971’de başladığı devlet başkanlığı görevini 10 Haziran 2000’de vefatına kadar sürdürdü. Babasının yerine oğlu Beşşar Esad 17 Temmuz 2000’de başkanlık görevini devraldı. Arap Baharı’nın Suriye’deki yansıması, özellikle ülkenin kuzey ve doğusunda Esad rejimi karşıtı gösteriler ve silahlı çatışmalardır. Suriye ordusu ve rejim karşıtları arasındaki çatışmalar, günümüze kadar devam eden bir iç savaşa yol açmıştır.
Esad rejiminin protestoları sert bastırmasına tepki olarak, Arap Birliği 12 Kasım 2011’de Suriye’nin üyeliğini askıya aldı. Arap Birliği’nden 12 yıldır uzak kalan Suriye, iç savaşın da etkisiyle İran ve Rusya’yla mevcut ilişkilerini geliştirme yolları buldu. Aslında Arap Birliği, Suriye’nin üyeliğini askıya alarak bir nevi Şam yönetimini İran ve Rusya’ya yaklaştırdı.
Arap Birliği’nin Cidde’de 19 Mayıs 2023’te gerçekleştirilen 32. Liderler Zirvesi’ne Esad da davet edilerek Suriye’nin Birliğe dönüşü sağlandı. Bununla birlikte iç savaşın hâlen sürdüğü Suriye’nin Birliğe dönüşü, aslında paradoksal bir karardır. Başka bir ifadeyle Birliğe tekrar kabul edilen Suriye’de toplum için henüz güvenlik, istikrar ve refah tam anlamıyla sağlanmış değildir. Ayrıca iç savaş nedeniyle birçok Suriyeli Türkiye, Irak, Ürdün, Lübnan ve Mısır başta olmak üzere bölge ülkelerine göç etmek zorunda kalmışlardır. Bir kısmı da Suriye içinde yer değiştirmişlerdir.
Yani Suriye’nin Birliğe geri kabulünde demokrasi, katılımcı hükümet, hürriyetler, insan hakları veya hukukun üstünlüğü ilgisi pek azdır. Çünkü tartışmalı geçen Liderler Zirvesi’nde, Suriye’deki olayların insanî yönüne değinilmediği belirtiliyor.
Aslında bölgesel güçlerin Suriye’nin Arap Birliği’ne dönüşüne yeşil ışık yakmasında:
“-Bölge ülkelerindeki yüksek sayıdaki Suriyeli mültecilerin nihai olarak ülkelerine gönderilme isteği.
-İstikrarsızlıktan dolayı yükselişe geçen uyuşturucu kaçakçılığının durdurulması.
-Esad rejimi düşerse Suriye’de aşırı İslamcıların iktidarı ele geçirebileceği endişesi.
-Suriye’de bazı silahlı grupları destekleyen İran’ın etkisinin sınırlandırılması” önemli rol oynamıştır.
Buna Suriyeli mültecilerin yüksek doğum oranının da getirdiği demografik tereddüdü de eklemek gerek. Böylece Arap Birliği kendi eliyle 12 yıl önce üyeliğini askıya aldığı Suriye’yle zikredilen nedenlerden dolayı ilişkisini düzeltme yoluna gidiyor.
Suriye’nin Arap Birliği’ne dönüşü, Arap devletlerinin bölgede İran’ı ve Suriye’de İran destekli grupları dizginlemek için Şam rejimini kazanma siyasetinin kuvvetle muhtemel sonucudur. Buna Şam yönetiminin nasıl cevap vereceğini yakın zamanda göreceğiz.
.
Filistin’in Nakba girişimi
Muhammet ÖRTLEK
20 Mayıs 2023, Cumartesi
Ortadoğu’nun derin ve etki alanı geniş sorunu Filistin-İsrail arasındadır.
Birçok kaynak bu sorunun temelini 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kurulmasına dayandırsa da, aslında sorunun başlangıcı İngilizlerin General Edmund Allenby komutasında 11 Aralık 1917’de Osmanlı toprağı Kudüs’ü işgal etmesine kadar uzanmaktadır.
İsrail’in kurulmasıyla Mısır liderliğinde 1948, 1967 ve 1973’te yapılan Arap-İsrail savaşları ile sonrasındaki gelişmeler sorunu daha da derinleştirmiştir. Birde Filistin meselesi bölgede Arap milliyetçiliğinin, siyasal İslamî ve silahlı grupların fikriyatlarını dayandırdığı zemin haline gelmiştir.
Bununla birlikte Filistinliler ise bazen siyasî bazen silahlı bazen de Nakba/Nekbe gibi sivil direniş veya mücadele yöntemine girişmişlerdir. Filistin meselesinde Nakba’da 75. yıla gelindi. Arapça’da “Nakba” kelimesi “felaket” anlamında. Nakba’ya yüklenen etimolojik anlam “Filistinlilerin İsrail/Siyonist güçler tarafından kasıtlı ve sistematik bir şekilde kitlesel olarak kendi topraklarından sınır dışı edilmeleri”dir.
Ayrıca İsrail’in 1947-1949 yıllarında devletleşme sürecinde, toprak mülkiyeti oldukça önemlidir. İsrail’in toprak mülkiyeti edinmesindeki itici güç, hem Batı’nın Ortadoğu kaynakları üzerinde materyalist hegemonya kurma çabalarının hem de 19. yüzyıl Avrupa’sında siyasî Siyonizm’in ortaya çıkmasıyla birlikte, Yahudilerin yüzyıllarca süren “Yahudi aleyhtarı zulümden kurtulmaları için ulus-devlet kurma konusundaki artan kararlılıkla yakından ilgilidir”. Böylece Yahudilerin “vaat edilen topraklara göçü” de, Filistin’in siyasî kolonizasyonunun 1948’den çok önce başladığına işarettir.
Filistin lideri Yaser Arafat 1998’de Nakba Günü’nün her yıl 15 Mayıs’ta, yani İsrail’in kurulduğu 14 Mayıs’tan bir gün sonra anılmasına karar verdi. Elbette Nakba’nın tarihi 1948’e kadar uzanıyor. Her yıl Filistinlilerin etnik temizliği, mülksüzleştirilmesi/ topraksızlaştırılması veya Filistin içerisinden yerlerinin değiştirilmesi gibi maruz kalınan uygulamalar 15 Mayıs’ta “Nakba Yürüyüşü” olarak anılıyor.
İsrail’in uyguladığı mülksüzleştirmenin başladığından beri Yahudiler “vaat edilen topraklara göçerken”, Filistinliler de yerlerinden zorla gönderilmektedir. Bu uygulamayla Filistinliler dünyanın dört bir yanına dağılarak, yeni Filistinli diaspora nesillerin ülkelerinden uzakta doğup bazı hürriyetlerden yoksun yaşadıkları biliniyor. Filistin-İsrail sorunu çatışması yoğun biçimde sürüyor. Geçmişte yaşanılan olaylar bütün bir Filistin toplumunu parçalayarak ekonomik gelişmeyi de engellemiştir. Böylece bir ulusun hayatta kalabilmesi büyük ölçüde uluslararası yardıma bağımlıdır.
Arap devletleri de Filistin meselesine yer yer siyasî, milliyetçi, İslamî reflekslerle yaklaştı. Önce Mısır (1979) sonra Ürdün (1994) geçtiğimiz iki yılda Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Fas’ın İsrail’le “Normalleşme/İbrahim Anlaşması” imzaladıkları görüldü. Yine Suudi Arabistan, Sudan ve Umman da iç dinamikleri göz önünde bulundurarak İsrail’le üstü kapalı şekilde ilişkilerini geliştirdiler. Tüm bunlar, bölge ülkelerinin Filistin meselesinde sessizliğe büründükleri eleştirilerini beraberinde getirdi.
Diğer taraftan Arap Birliği Liderler Zirvesi’nin 32.’si Cidde’de 19 Mayıs’ta toplandı. Filistin’in Arap Birliği Daimi Temsilcisi Muhenned el-Akluk, Zirve’den Nakba’nın tanınmasına dair karar çıkartılması için çalıştıklarını belirtiyor. Tarihi misyona sahip Nakba’nın Arap devletleri nezdinde tanınarak uluslararası meşruiyet kazanması Filistin mücadelesi açısından önemli bir adım olacaktır.
..
Birçok kaynak bu sorunun temelini 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kurulmasına dayandırsa da, aslında sorunun başlangıcı İngilizlerin General Edmund Allenby komutasında 11 Aralık 1917’de Osmanlı toprağı Kudüs’ü işgal etmesine kadar uzanmaktadır.
İsrail’in kurulmasıyla Mısır liderliğinde 1948, 1967 ve 1973’te yapılan Arap-İsrail savaşları ile sonrasındaki gelişmeler sorunu daha da derinleştirmiştir. Birde Filistin meselesi bölgede Arap milliyetçiliğinin, siyasal İslamî ve silahlı grupların fikriyatlarını dayandırdığı zemin haline gelmiştir.
Bununla birlikte Filistinliler ise bazen siyasî bazen silahlı bazen de Nakba/Nekbe gibi sivil direniş veya mücadele yöntemine girişmişlerdir. Filistin meselesinde Nakba’da 75. yıla gelindi. Arapça’da “Nakba” kelimesi “felaket” anlamında. Nakba’ya yüklenen etimolojik anlam “Filistinlilerin İsrail/Siyonist güçler tarafından kasıtlı ve sistematik bir şekilde kitlesel olarak kendi topraklarından sınır dışı edilmeleri”dir.
Ayrıca İsrail’in 1947-1949 yıllarında devletleşme sürecinde, toprak mülkiyeti oldukça önemlidir. İsrail’in toprak mülkiyeti edinmesindeki itici güç, hem Batı’nın Ortadoğu kaynakları üzerinde materyalist hegemonya kurma çabalarının hem de 19. yüzyıl Avrupa’sında siyasî Siyonizm’in ortaya çıkmasıyla birlikte, Yahudilerin yüzyıllarca süren “Yahudi aleyhtarı zulümden kurtulmaları için ulus-devlet kurma konusundaki artan kararlılıkla yakından ilgilidir”. Böylece Yahudilerin “vaat edilen topraklara göçü” de, Filistin’in siyasî kolonizasyonunun 1948’den çok önce başladığına işarettir.
Filistin lideri Yaser Arafat 1998’de Nakba Günü’nün her yıl 15 Mayıs’ta, yani İsrail’in kurulduğu 14 Mayıs’tan bir gün sonra anılmasına karar verdi. Elbette Nakba’nın tarihi 1948’e kadar uzanıyor. Her yıl Filistinlilerin etnik temizliği, mülksüzleştirilmesi/ topraksızlaştırılması veya Filistin içerisinden yerlerinin değiştirilmesi gibi maruz kalınan uygulamalar 15 Mayıs’ta “Nakba Yürüyüşü” olarak anılıyor.
İsrail’in uyguladığı mülksüzleştirmenin başladığından beri Yahudiler “vaat edilen topraklara göçerken”, Filistinliler de yerlerinden zorla gönderilmektedir. Bu uygulamayla Filistinliler dünyanın dört bir yanına dağılarak, yeni Filistinli diaspora nesillerin ülkelerinden uzakta doğup bazı hürriyetlerden yoksun yaşadıkları biliniyor. Filistin-İsrail sorunu çatışması yoğun biçimde sürüyor. Geçmişte yaşanılan olaylar bütün bir Filistin toplumunu parçalayarak ekonomik gelişmeyi de engellemiştir. Böylece bir ulusun hayatta kalabilmesi büyük ölçüde uluslararası yardıma bağımlıdır.
Arap devletleri de Filistin meselesine yer yer siyasî, milliyetçi, İslamî reflekslerle yaklaştı. Önce Mısır (1979) sonra Ürdün (1994) geçtiğimiz iki yılda Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Fas’ın İsrail’le “Normalleşme/İbrahim Anlaşması” imzaladıkları görüldü. Yine Suudi Arabistan, Sudan ve Umman da iç dinamikleri göz önünde bulundurarak İsrail’le üstü kapalı şekilde ilişkilerini geliştirdiler. Tüm bunlar, bölge ülkelerinin Filistin meselesinde sessizliğe büründükleri eleştirilerini beraberinde getirdi.
Diğer taraftan Arap Birliği Liderler Zirvesi’nin 32.’si Cidde’de 19 Mayıs’ta toplandı. Filistin’in Arap Birliği Daimi Temsilcisi Muhenned el-Akluk, Zirve’den Nakba’nın tanınmasına dair karar çıkartılması için çalıştıklarını belirtiyor. Tarihi misyona sahip Nakba’nın Arap devletleri nezdinde tanınarak uluslararası meşruiyet kazanması Filistin mücadelesi açısından önemli bir adım olacaktır.
..
Sudan: Cidde Taahhüt Beyannamesi
Muhammet ÖRTLEK
16 Mayıs 2023, Salı
Sudan’da 15 Nisan 2023’te başlayan çatışmalar, Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı Abdul Fettah El-Burhan ile paramiliter grup olan Hızlı Destek Kuvvetleri Komutanı ve Hemetti lakaplı Muhammed Hamdan Daglo arasında gerçekleşiyor.
İki grup arasındaki çatışmaların giderek büyümesi Sudan’da iç savaş tehlikesini belirginleştiriyor. Hatta iç savaş tehlikesinin bölge ülkelerine de sıçramasından çekiniliyor.
Bununla birlikte El-Burhan ve Hemetti’nin gruplarının yetkilileri ABD-Suudi Arabistan aracılığıyla, Cidde’de 11 Mayıs 2023’te Taahhüt Beyannamesi’ni imzaladılar. Beyanname, çatışma bölgesindeki sivil vatandaşların acil insanî ihtiyaçlarının karşılanmasının kolaylaştırılmasını amaçlıyor.
Yine Beyanname ile Uluslararası İnsancıl Hukuk kapsamındaki temel yükümlülükler teyit edilirken, ilerleyen günlerde çatışmaların durdurulması için muhtemel bir girişime temel teşkil edebileceği olasılığı mevcut. Dolayısıyla Beyanname 15 Nisan’dan beri taraflar arasında imzalanan ilk belge olması açısından önemli.
Beyanname toplam 7 ana maddeden ve alt maddelerden oluşuyor. Özetle:
- Sudan halkının çakarları ve refahı en büyük önceliktir.
- Uluslararası İnsancıl Hukuka ve Uluslararası İnsan Hakları Hukuku’na saygılı olarak, siviller ve savaşan unsurlar arasında ayrım yapılmasına dikkat edilecektir; sivillerin zarar görmesinden azami derecede kaçınılacaktır; sivillerin canlı kalkan kullanılması uygun değildir; kontrol noktalarından sivil insanî yardımların geçişinde kolaylık sağlanacaktır; sivillerin geçim kaynakları yağma ve talan edilmeyecektir; hastaneler, elektrik ve su merkezleri hedef alınmayacak ve askerî amaçlı kullanılmak üzere işgal edilmeyecektir; insanî yardım kuruluşlarının faaliyetleri engellenmeyecektir; çocuk yaştaki gruplar silah altına alınmayacak; siviller keyfî gözaltına alınmayacak ve cinsel şiddete maruz bırakılmayacaktır.
- Tıbbî ekipman geçişlerine kolaylık sağlanacak; insanî yardım malzemelerinin depoları korunacaktır.
- Zikredilen taahhütlerin Uluslararası İnsancıl Hukuka uygun şekilde sahadaki tüm gruplar bilgilendirilecek.
- Sudan Kızılay’ı ile Uluslararası Kızılhaç koordine halinde olacak.
- Ateşkesin sağlanmasına yönelik görüşmelere öncelik verilecek.
- Kalıcı barışı sağlamak üzere müteakip müzakerelerin planlanması hedefleniyor.
İmzalanan Cidde Taahhüt Beyannamesi’yle, Sudan’ın silahlı gruplarının diyalog zemininde buluştukları anlaşılıyor. Cidde buluşması Sudan’da barış arayışının, ateşkes şartlarının, insanî yardımın sağlanmasının ve siyasî diyalog sürecinin gündemini kapsadığı vurgulanıyor. Elbette Cidde’deki toplantının basına yansımayan ayrıntıları da var. Ancak ABD-Suudi Arabistan’ın aracılığı, tarafları masada toplayabilme başarısını gösterdi.
Sudan’da kabul edilen Beyanname’yle sürecin önce insanî yardımın kolaylaştırılması, sonra ateşkes, daha sonra barış girişimlerinin başlatılması yönünde ilerleyeceği ihtimal dahilindedir.
.
İki grup arasındaki çatışmaların giderek büyümesi Sudan’da iç savaş tehlikesini belirginleştiriyor. Hatta iç savaş tehlikesinin bölge ülkelerine de sıçramasından çekiniliyor.
Bununla birlikte El-Burhan ve Hemetti’nin gruplarının yetkilileri ABD-Suudi Arabistan aracılığıyla, Cidde’de 11 Mayıs 2023’te Taahhüt Beyannamesi’ni imzaladılar. Beyanname, çatışma bölgesindeki sivil vatandaşların acil insanî ihtiyaçlarının karşılanmasının kolaylaştırılmasını amaçlıyor.
Yine Beyanname ile Uluslararası İnsancıl Hukuk kapsamındaki temel yükümlülükler teyit edilirken, ilerleyen günlerde çatışmaların durdurulması için muhtemel bir girişime temel teşkil edebileceği olasılığı mevcut. Dolayısıyla Beyanname 15 Nisan’dan beri taraflar arasında imzalanan ilk belge olması açısından önemli.
Beyanname toplam 7 ana maddeden ve alt maddelerden oluşuyor. Özetle:
- Sudan halkının çakarları ve refahı en büyük önceliktir.
- Uluslararası İnsancıl Hukuka ve Uluslararası İnsan Hakları Hukuku’na saygılı olarak, siviller ve savaşan unsurlar arasında ayrım yapılmasına dikkat edilecektir; sivillerin zarar görmesinden azami derecede kaçınılacaktır; sivillerin canlı kalkan kullanılması uygun değildir; kontrol noktalarından sivil insanî yardımların geçişinde kolaylık sağlanacaktır; sivillerin geçim kaynakları yağma ve talan edilmeyecektir; hastaneler, elektrik ve su merkezleri hedef alınmayacak ve askerî amaçlı kullanılmak üzere işgal edilmeyecektir; insanî yardım kuruluşlarının faaliyetleri engellenmeyecektir; çocuk yaştaki gruplar silah altına alınmayacak; siviller keyfî gözaltına alınmayacak ve cinsel şiddete maruz bırakılmayacaktır.
- Tıbbî ekipman geçişlerine kolaylık sağlanacak; insanî yardım malzemelerinin depoları korunacaktır.
- Zikredilen taahhütlerin Uluslararası İnsancıl Hukuka uygun şekilde sahadaki tüm gruplar bilgilendirilecek.
- Sudan Kızılay’ı ile Uluslararası Kızılhaç koordine halinde olacak.
- Ateşkesin sağlanmasına yönelik görüşmelere öncelik verilecek.
- Kalıcı barışı sağlamak üzere müteakip müzakerelerin planlanması hedefleniyor.
İmzalanan Cidde Taahhüt Beyannamesi’yle, Sudan’ın silahlı gruplarının diyalog zemininde buluştukları anlaşılıyor. Cidde buluşması Sudan’da barış arayışının, ateşkes şartlarının, insanî yardımın sağlanmasının ve siyasî diyalog sürecinin gündemini kapsadığı vurgulanıyor. Elbette Cidde’deki toplantının basına yansımayan ayrıntıları da var. Ancak ABD-Suudi Arabistan’ın aracılığı, tarafları masada toplayabilme başarısını gösterdi.
Sudan’da kabul edilen Beyanname’yle sürecin önce insanî yardımın kolaylaştırılması, sonra ateşkes, daha sonra barış girişimlerinin başlatılması yönünde ilerleyeceği ihtimal dahilindedir.
.
Arap taifeleri ve bölgesel düzen inşası
Muhammet ÖRTLEK
13 Mayıs 2023, Cumartesi
Ortadoğu’da “tek bir Arap ulusu”ndan birçok Arap devletinin kurulması, “tek bir Arap ulusun bölünmüşlüğü” tartışmalarını beraberinde getirdi.
Bu tartışmalar Arap toplumunda bağımsızlığa kavuşma, savaşların oluşturduğu konjönktür, diktatör yöneticilerin uygulamalarına karşı duruş vb. gelişmeleri 9 Mayıs’taki “Yeni Bölgesel Düzen, Arap Baharı/Uyanışı/İntibahı” başlıklı köşe yazımda sizlere bahsetmiştim.
Ortadoğu ülkelerinin 1950 ve 1960’lardan itibaren İngiltere ve Fransa gibi dönemin emperyalist işgallerinden kurtulup bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla, farklı devletlere bölünmüş “tek bir Arap ulusu” arasında “yeni bölgesel düzen” söylemleri gelişmiştir. Bediüzzaman Said Nursi’nin 1911’de “Hususan, kırk-elli sene sonra Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye…” yöneleceğini haber veren cümlesi, bölge ülkelerinin 1950 ve 1960’lardan başlayarak bağımsızlıklarına da işaret etmektedir.
Ancak bağımsızlığın hemen ardından “Araplar arasında bölgesel düzen” kurulamamıştır. 1950 sonrası Arap-İsrail savaşları; Arap ülkelerindeki siyasî, ekonomik, sosyal, mezhebî sorunların yer yer çatışmalara yol açması; ayrıca petrol zengini Arap ülkelerinde yükselen refah seviyesi; 1973 savaşı sonucunda Mısır’ın 1979’da Camp David Anlaşması’nı imzalamasıyla İsrail’le ilk normalleşen Arap devleti olması ve 2011’de başlayan Arap Baharı/Uyanışı halk hareketliliği vd. gelişmeler bölgedeki değişim ve dönüşümlerdendir.
1950’lerde başlayan “Arap bölgesel düzeni” tartışmalarına ilerleyen yıllarda “Ortadoğu bölgesel düzeni” tartışması da refakat etmeye başladı. Arap Baharı/Uyanışı’yla “Arap bölgesel düzeni”nden “Ortadoğu bölgesel düzeni”ne geçiş süreci yaşandığını zikredenler de mevcut. Ancak her iki düzen tartışması nasıl yorumlanırsa yorumlansın, ortadaki hakikat Arap ülkelerinin beklenen kalkınmayı ve ilerlemeye başaramamasıdır. Arap ülkeleri arasında kimya sanayinde gelişmiş Almanya, teknolojik Japonya, otomotiv sektöründe söz sahibi Güney Kore gibi örnekler bulunmamaktadır. Diğer taraftan petrol zengini Birleşik Arap Emirlikleri’nin ekonomik anlamda Singapur’u örnek aldığı ve bunun diğer Körfez ülkelerine de örnek teşkil ettiği ileri sürülüyor. Elbette belirtilen örneklemden ülkenin kendi iç dinamiklerinden kaynaklı kalkınmaya sahip olmadığı anlaşılıyor.
Özellikle Arap Yarımadası’ndaki ülkeler petrol ekonomisine dayanıyor. Bölgenin kadim medeniyeti Mısır ise görece petrol, turizm, Süveyş Kanalı ve tarım gelirlerine sahip. Bölgede petrol, zengin ülkelerle yeterli petrol kaynağı olmayan ülkeler arasında aynı zamanda eşitsizlik göstergesi. Yine bölge ülkelerinin ekonomik yapısı ve hanedanlıklar tarafından yönetilmesi de nepotizmi ve rantiye devlet anlayışını ortaya çıkarmıştır.
“Arap bölgesel düzeni” ve “Ortadoğu bölgesel düzeni” tartışmaları devam ederken, kimi kaynaklarda Mevlana’ya atfedilen “yumurtayı dışarıdan kırarsanız hayat son bulur, yumurta içeriden kırılırsa hayat başlar” cümlesi, toplumun kendi içinden/öz dinamiklerinden kaynaklı gelişmelerin sonuç vereceğine dikkat çekiyor. Aksi takdirde dış müdahalelere açık, nepotizm ve rantiye devlet zihniyetiyle yumurta dışarıdan kırılmaya çalışılıyor. Bunda da başarılı olunamadığı geçmiş vakıalardan biliniyor.
Bir anlamda Nursi’nin “…Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye…” yöneleceği ifadesiyle, Araplar arasındaki bölgesel düzenin sağlanmasını devlet yapıları üzerinden değil, “Hususan… Arap taifeleri…” diye zikrettiği muhtelif Arap toplumsal gruplarının hakiki değişim ve dönüşüm taleplerinin “…en ulvî bir vaziyete girmeye…” başlamasıyla bölgesel düzenin inşa edilebileceği yorumlanabilir.
.
Bu tartışmalar Arap toplumunda bağımsızlığa kavuşma, savaşların oluşturduğu konjönktür, diktatör yöneticilerin uygulamalarına karşı duruş vb. gelişmeleri 9 Mayıs’taki “Yeni Bölgesel Düzen, Arap Baharı/Uyanışı/İntibahı” başlıklı köşe yazımda sizlere bahsetmiştim.
Ortadoğu ülkelerinin 1950 ve 1960’lardan itibaren İngiltere ve Fransa gibi dönemin emperyalist işgallerinden kurtulup bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla, farklı devletlere bölünmüş “tek bir Arap ulusu” arasında “yeni bölgesel düzen” söylemleri gelişmiştir. Bediüzzaman Said Nursi’nin 1911’de “Hususan, kırk-elli sene sonra Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye…” yöneleceğini haber veren cümlesi, bölge ülkelerinin 1950 ve 1960’lardan başlayarak bağımsızlıklarına da işaret etmektedir.
Ancak bağımsızlığın hemen ardından “Araplar arasında bölgesel düzen” kurulamamıştır. 1950 sonrası Arap-İsrail savaşları; Arap ülkelerindeki siyasî, ekonomik, sosyal, mezhebî sorunların yer yer çatışmalara yol açması; ayrıca petrol zengini Arap ülkelerinde yükselen refah seviyesi; 1973 savaşı sonucunda Mısır’ın 1979’da Camp David Anlaşması’nı imzalamasıyla İsrail’le ilk normalleşen Arap devleti olması ve 2011’de başlayan Arap Baharı/Uyanışı halk hareketliliği vd. gelişmeler bölgedeki değişim ve dönüşümlerdendir.
1950’lerde başlayan “Arap bölgesel düzeni” tartışmalarına ilerleyen yıllarda “Ortadoğu bölgesel düzeni” tartışması da refakat etmeye başladı. Arap Baharı/Uyanışı’yla “Arap bölgesel düzeni”nden “Ortadoğu bölgesel düzeni”ne geçiş süreci yaşandığını zikredenler de mevcut. Ancak her iki düzen tartışması nasıl yorumlanırsa yorumlansın, ortadaki hakikat Arap ülkelerinin beklenen kalkınmayı ve ilerlemeye başaramamasıdır. Arap ülkeleri arasında kimya sanayinde gelişmiş Almanya, teknolojik Japonya, otomotiv sektöründe söz sahibi Güney Kore gibi örnekler bulunmamaktadır. Diğer taraftan petrol zengini Birleşik Arap Emirlikleri’nin ekonomik anlamda Singapur’u örnek aldığı ve bunun diğer Körfez ülkelerine de örnek teşkil ettiği ileri sürülüyor. Elbette belirtilen örneklemden ülkenin kendi iç dinamiklerinden kaynaklı kalkınmaya sahip olmadığı anlaşılıyor.
Özellikle Arap Yarımadası’ndaki ülkeler petrol ekonomisine dayanıyor. Bölgenin kadim medeniyeti Mısır ise görece petrol, turizm, Süveyş Kanalı ve tarım gelirlerine sahip. Bölgede petrol, zengin ülkelerle yeterli petrol kaynağı olmayan ülkeler arasında aynı zamanda eşitsizlik göstergesi. Yine bölge ülkelerinin ekonomik yapısı ve hanedanlıklar tarafından yönetilmesi de nepotizmi ve rantiye devlet anlayışını ortaya çıkarmıştır.
“Arap bölgesel düzeni” ve “Ortadoğu bölgesel düzeni” tartışmaları devam ederken, kimi kaynaklarda Mevlana’ya atfedilen “yumurtayı dışarıdan kırarsanız hayat son bulur, yumurta içeriden kırılırsa hayat başlar” cümlesi, toplumun kendi içinden/öz dinamiklerinden kaynaklı gelişmelerin sonuç vereceğine dikkat çekiyor. Aksi takdirde dış müdahalelere açık, nepotizm ve rantiye devlet zihniyetiyle yumurta dışarıdan kırılmaya çalışılıyor. Bunda da başarılı olunamadığı geçmiş vakıalardan biliniyor.
Bir anlamda Nursi’nin “…Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye…” yöneleceği ifadesiyle, Araplar arasındaki bölgesel düzenin sağlanmasını devlet yapıları üzerinden değil, “Hususan… Arap taifeleri…” diye zikrettiği muhtelif Arap toplumsal gruplarının hakiki değişim ve dönüşüm taleplerinin “…en ulvî bir vaziyete girmeye…” başlamasıyla bölgesel düzenin inşa edilebileceği yorumlanabilir.
.
Yeni bölgesel düzen, Arap Baharı/Uyanışı/İntibahı
Muhammet ÖRTLEK
09 Mayıs 2023, Salı
Uluslararası siyasette son 10 yıldır “yeni küresel düzen” veya “yeni uluslararası sistem” vb. kavramlar tartışılıyor.
Aslında yeni sistem tartışmaları bugüne mahsus değil, tarihte gerçekleşen önemli olayların ardından genellikle gündeme gelmiştir.
Geçmişte önemli yerlerin fethi, I. ve II. Dünya Savaşları, bölgesel savaşlar, etkisi büyük toplumsal olaylar, devrimler, ekonomik buhranlar, salgın hastalıklar gibi olayların ardından “yeni” ön ekiyle sistem tartışmaları yapılagelmiştir.
Ortadoğu bölgesi, zikredilen sistem tartışmalarının odağında bulunmaktadır. Çünkü bölge ekonomik açıdan yeraltı kaynaklarıyla; kültür, din/mezhep, toplumsal/etnik yapı, siyasî/ideolojik, dil/lehçe başta olmak üzere zengin farklılıklara sahiptir. Bölge zikredilen hususiyetleriyle de her zaman siyasî ve toplumsal değişim ve dönüşümlerin merkezi konumundadır.
I. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşananlar ve günümüze kadar gelen süreçte birden çok Arap devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Ancak bu durum “tek bir Arap ulusu”ndan birçok Arap devletinin kurulması, “tek bir Arap ulusun bölünmüşlüğü” tartışmalarını beraberinde getirdi. Ayrıca 1950-1960’lardan itibaren bağımsızlığına kavuşan yeni Arap devletlerinin ortaya çıkmasıyla, tek bir Arap halkının farklı ülkelere ve devletlere bölündüğünün uluslararası gerçekliğiydi.
Bu bölünmüşlük, Arapları Ortadoğu’da bölgesel düzen arayışında bir araya gelmeye yönlendirdi. Mısır liderliğindeki Arap ülkelerinin 1948’de kurulan İsrail’e açtıkları savaşta yenilmeleri, aslında kendi aralarında birlik ve bölgesel düzen arayışının ilk ciddi girişimiydi. İkincisi 1967’de ve 1973’te İsrail karşısında alınan yenilgiler Arap ülkelerini derinden etkiledi. Aslında İsrail’in düşman konumlandırılması üzerinden bir araya gelme ve düzen arayışı, toplumsal iç dinamiklerden daha çok devlet elitlerinin tercihleri ve halkı yönlendirmesiyle de meydana gelmiştir. Dönemin sosyo-ekonomik sorunlarına çözüm üretilememesi, siyasetçilerin böyle bir tercih yapmasında muhtemelen etkilidir.
Arapların bölgesel düzen ve birlik arayışı, Mısır ve Suriye’nin 1958-1961 arasında birleşerek “Birleşik Arap Cumhuriyeti”ni kurmalarına vesiledir. Fakat bu birleşmenin de sürdürülebilir olmadığı, kısa ömründen anlaşılıyor.
Birde Mısır’ın 1979’da İsrail’le Camp David Anlaşması’nı imzalaması, Araplar arasında hayal kırıklığına yol açmış, kitlelerin bölgesel düzen ve birlik arayışındaki heyecanını söndürmüştür.
Aynı zamanda 1975-1990’daki Lübnan iç savaşı, 1967-1990 Kuzey Yemen ile Güney Yemen sorunu, 1980-1990 Irak-İran Savaşı, 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali, 11 Eylül 2001 terör eylemlerinden sonra ABD’nin 2002’de Afganistan’a ve 2003’te Irak’a müdahaleleri, İsrail-Filistin sorunu, Suriye-Lübnan çatışmaları ve George Soros’a atfedilen Lübnan’da 2005’teki Sedir Devrimi de Arap ulusunun bölgesel düzen beklentisini boşa çıkarmıştır. Dahası bölge, ABD ve müttefiklerinin dış müdahalelerine açık hale gelmiştir.
Tunus’ta 2011’de “hürriyet, onur, ekmek” talebiyle diktatör yöneticilere karşı başlayan toplumsal hareketler Mısır, Libya, Suriye, Ürdün, Kuveyt, Bahreyn, Suudi Arabistan gibi ülkelere yayılan geniş kapsamlı protestolar Arap Baharı’yla tanımlandı.
Baharın geçiciliğini vurgulayan bazı düşünürler/yazarlar, Arap Baharı yerine Arap Uyanışı tabirini kullandılar. Arapça’daki “intibah” kelimesi, Türkçe’de “uyanış” anlamında. Bediüzzaman Said Nursi ise 1911’de “Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! (Hutbe-i Şamiye)” ifadesiyle, Arap toplumunun gelmiş veya gelecek uyanışlarının toplumsal birlik ve bölgesel düzen arayışında intibahlarına vesile olacağını haber veriyor.
.
Aslında yeni sistem tartışmaları bugüne mahsus değil, tarihte gerçekleşen önemli olayların ardından genellikle gündeme gelmiştir.
Geçmişte önemli yerlerin fethi, I. ve II. Dünya Savaşları, bölgesel savaşlar, etkisi büyük toplumsal olaylar, devrimler, ekonomik buhranlar, salgın hastalıklar gibi olayların ardından “yeni” ön ekiyle sistem tartışmaları yapılagelmiştir.
Ortadoğu bölgesi, zikredilen sistem tartışmalarının odağında bulunmaktadır. Çünkü bölge ekonomik açıdan yeraltı kaynaklarıyla; kültür, din/mezhep, toplumsal/etnik yapı, siyasî/ideolojik, dil/lehçe başta olmak üzere zengin farklılıklara sahiptir. Bölge zikredilen hususiyetleriyle de her zaman siyasî ve toplumsal değişim ve dönüşümlerin merkezi konumundadır.
I. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşananlar ve günümüze kadar gelen süreçte birden çok Arap devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Ancak bu durum “tek bir Arap ulusu”ndan birçok Arap devletinin kurulması, “tek bir Arap ulusun bölünmüşlüğü” tartışmalarını beraberinde getirdi. Ayrıca 1950-1960’lardan itibaren bağımsızlığına kavuşan yeni Arap devletlerinin ortaya çıkmasıyla, tek bir Arap halkının farklı ülkelere ve devletlere bölündüğünün uluslararası gerçekliğiydi.
Bu bölünmüşlük, Arapları Ortadoğu’da bölgesel düzen arayışında bir araya gelmeye yönlendirdi. Mısır liderliğindeki Arap ülkelerinin 1948’de kurulan İsrail’e açtıkları savaşta yenilmeleri, aslında kendi aralarında birlik ve bölgesel düzen arayışının ilk ciddi girişimiydi. İkincisi 1967’de ve 1973’te İsrail karşısında alınan yenilgiler Arap ülkelerini derinden etkiledi. Aslında İsrail’in düşman konumlandırılması üzerinden bir araya gelme ve düzen arayışı, toplumsal iç dinamiklerden daha çok devlet elitlerinin tercihleri ve halkı yönlendirmesiyle de meydana gelmiştir. Dönemin sosyo-ekonomik sorunlarına çözüm üretilememesi, siyasetçilerin böyle bir tercih yapmasında muhtemelen etkilidir.
Arapların bölgesel düzen ve birlik arayışı, Mısır ve Suriye’nin 1958-1961 arasında birleşerek “Birleşik Arap Cumhuriyeti”ni kurmalarına vesiledir. Fakat bu birleşmenin de sürdürülebilir olmadığı, kısa ömründen anlaşılıyor.
Birde Mısır’ın 1979’da İsrail’le Camp David Anlaşması’nı imzalaması, Araplar arasında hayal kırıklığına yol açmış, kitlelerin bölgesel düzen ve birlik arayışındaki heyecanını söndürmüştür.
Aynı zamanda 1975-1990’daki Lübnan iç savaşı, 1967-1990 Kuzey Yemen ile Güney Yemen sorunu, 1980-1990 Irak-İran Savaşı, 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali, 11 Eylül 2001 terör eylemlerinden sonra ABD’nin 2002’de Afganistan’a ve 2003’te Irak’a müdahaleleri, İsrail-Filistin sorunu, Suriye-Lübnan çatışmaları ve George Soros’a atfedilen Lübnan’da 2005’teki Sedir Devrimi de Arap ulusunun bölgesel düzen beklentisini boşa çıkarmıştır. Dahası bölge, ABD ve müttefiklerinin dış müdahalelerine açık hale gelmiştir.
Tunus’ta 2011’de “hürriyet, onur, ekmek” talebiyle diktatör yöneticilere karşı başlayan toplumsal hareketler Mısır, Libya, Suriye, Ürdün, Kuveyt, Bahreyn, Suudi Arabistan gibi ülkelere yayılan geniş kapsamlı protestolar Arap Baharı’yla tanımlandı.
Baharın geçiciliğini vurgulayan bazı düşünürler/yazarlar, Arap Baharı yerine Arap Uyanışı tabirini kullandılar. Arapça’daki “intibah” kelimesi, Türkçe’de “uyanış” anlamında. Bediüzzaman Said Nursi ise 1911’de “Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! (Hutbe-i Şamiye)” ifadesiyle, Arap toplumunun gelmiş veya gelecek uyanışlarının toplumsal birlik ve bölgesel düzen arayışında intibahlarına vesile olacağını haber veriyor.
.
Çin, Ukrayna’da arabulucu olabilir mi?
Muhammet ÖRTLEK
02 Mayıs 2023, Salı
Uluslararası konulardan biri Çin devlet başkanı Xi Jinping’in 26 Nisan 2023 Çarşamba günü Ukrayna devlet başkanı Volodymyr Zelensky’le telefon görüşmesidir.
Telefon görüşmesi, savaşın başlangıcından bu yana iki liderin ilk teması oldu.
Telefon görüşmesi, siyasî kulislerde Çin’in, Rusya ve Ukrayna için arabuluculuk girişimlerinde bulunabileceğine yorumlanıyor. Çünkü Xi “siyasî çözüm bulunması için” Ukrayna’ya bir heyet gönderecek. Heyetin başında da 2009-2019 yıllarında Rusya’da Büyükelçilik yapmış olan Çinli diplomat Li Hui mevcut. Dolayısıyla Li gibi Moskova tecrübesi yüksek birinin heyetin başına getirilmesi, Pekin yönetiminin konuya verdiği önemi gösteriyor.
Çin, Ukrayna’daki savaşın yıl dönümü 24 Şubat 2023’te 12 maddelik “Tutum Belgesi” açıklamıştı. Tutum Belgesi genel olarak “gerginliklerin kademeli azaltılarak ateşkesin sağlanması” üzerinde duruyor. Ancak Çin’in ateşkes önerisi ABD, AB ve Ukrayna tarafından kabul edilmemişti. Kiev “ateşkes önerisini savaşta gelinen fiili durumun kabulü anlamına geleceği” düşüncesiyle reddetmişti. Bununla birlikte Rusya da “barış için gerekli şartların henüz oluşmadığı” ileri sürmüştü.
Ardından Xi 20-22 Mart 2023’te stratejik müttefiki Rusya’yı ziyaretinde, kendisine, Rusya devlet başkanı Viladimir Putin tarafından “Dostluk Nişanı” verildi. Buna karşılık Xi’nin iki ülke stratejik işbirliğinin geliştirilmesi gerektiğini vurgulaması, Çin ve Rusya’nın birbirlerine desteklerinin süreceğine işaret etmekteydi.
Çin önce 24 Şubat’ta Tutum Belgesi yayınladı, sonra Xi’nin 20-22 Mart’ta Rusya’yı ziyareti, daha sonra Xi’nin 26 Nisan’da Zelensky’le telefonda görüşmesi vb. Pekin’in konuyla ilgili belirli bir siyasî yol haritasını izlediği kuvvetle muhtemeldir.
Fransa devlet başkanı Emmanuel Macron’un ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in 5-7 Nisan’da Çin ziyareti gerçekleşti. Ziyarette Macron’un AB’nin “Tayvan hakkında Çin ve ABD arasındaki bir kavgaya çekilmemesi gerektiğini” vurgulaması; Çin’in de muhtemelen AB’den kendisine yönelik sert eleştirileri yumuşatmak istemesi; birde Çin’in, AB ve ABD arasına mesafe koymak için Avrupa’nın stratejik özerkliğini teşvik edebileceği fikri; Çin’in arabuluculuğunda Suudi Arabistan ve İran’ın 10 Mart’ta anlaşmaya varmaları; hatta Çin’in İsrail-Filistin sorununda taraflara müzakerelerde yardımcı olabileceği mesajını iletmesi; en son Xi’inin Zelensky’le telefonda görüşmesi gibi diplomatik çekicilik girişimleriyle Pekin yönetimi Covid-19 salgını döneminde Avrupa’yla gerginleşen ilişkilerini yeniden şekillendirmeyi amaçlamadığı muhtemeldir.
Çin, Ukrayna’nın işgalinden itibaren BM oylamalarında Rusya’nın yanında yer alıyor. Ancak savaşta kendisini tarafsız konumlandırıyor. Ayrıca Çin, Rusya ile siyasî, ekonomik ve diplomatik ilişkilerini güçlendiriyor. Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımların etkisi arttıkça, Çin’in de Rusya’yla ilişkilerinde üstün ve Moskova’daki etkisinin yükseldiği tahminler arasında.
Batılı başkentlerde telefon görüşmesi olumlu veya gecikmiş adım olarak değerlendireler var. Yine de Pekin-Moskova arasındaki gelişen ve derinleşen ilişkiler, Çin’in Ukrayna konusunda tarafsızlığına ve arabuluculuğuna dair şüphelere de yol açıyor.
Xi’nin “nükleer savaşta kazanan yoktur” cümlesinden hareketle, Kiev’e Moskova’nın taleplerini kabul etmesi yönünde baskı yapabileceği de söz konusu. Her şeye rağmen, Çin’in girişimleriyle bir anlaşmaya varılırsa, Pekin oynadığı küresel rolü kanıtlayacağı ve Kuşak-Yol projesinde ilerleme kaydedebileceği ihtimali vardır.
.
Telefon görüşmesi, savaşın başlangıcından bu yana iki liderin ilk teması oldu.
Telefon görüşmesi, siyasî kulislerde Çin’in, Rusya ve Ukrayna için arabuluculuk girişimlerinde bulunabileceğine yorumlanıyor. Çünkü Xi “siyasî çözüm bulunması için” Ukrayna’ya bir heyet gönderecek. Heyetin başında da 2009-2019 yıllarında Rusya’da Büyükelçilik yapmış olan Çinli diplomat Li Hui mevcut. Dolayısıyla Li gibi Moskova tecrübesi yüksek birinin heyetin başına getirilmesi, Pekin yönetiminin konuya verdiği önemi gösteriyor.
Çin, Ukrayna’daki savaşın yıl dönümü 24 Şubat 2023’te 12 maddelik “Tutum Belgesi” açıklamıştı. Tutum Belgesi genel olarak “gerginliklerin kademeli azaltılarak ateşkesin sağlanması” üzerinde duruyor. Ancak Çin’in ateşkes önerisi ABD, AB ve Ukrayna tarafından kabul edilmemişti. Kiev “ateşkes önerisini savaşta gelinen fiili durumun kabulü anlamına geleceği” düşüncesiyle reddetmişti. Bununla birlikte Rusya da “barış için gerekli şartların henüz oluşmadığı” ileri sürmüştü.
Ardından Xi 20-22 Mart 2023’te stratejik müttefiki Rusya’yı ziyaretinde, kendisine, Rusya devlet başkanı Viladimir Putin tarafından “Dostluk Nişanı” verildi. Buna karşılık Xi’nin iki ülke stratejik işbirliğinin geliştirilmesi gerektiğini vurgulaması, Çin ve Rusya’nın birbirlerine desteklerinin süreceğine işaret etmekteydi.
Çin önce 24 Şubat’ta Tutum Belgesi yayınladı, sonra Xi’nin 20-22 Mart’ta Rusya’yı ziyareti, daha sonra Xi’nin 26 Nisan’da Zelensky’le telefonda görüşmesi vb. Pekin’in konuyla ilgili belirli bir siyasî yol haritasını izlediği kuvvetle muhtemeldir.
Fransa devlet başkanı Emmanuel Macron’un ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in 5-7 Nisan’da Çin ziyareti gerçekleşti. Ziyarette Macron’un AB’nin “Tayvan hakkında Çin ve ABD arasındaki bir kavgaya çekilmemesi gerektiğini” vurgulaması; Çin’in de muhtemelen AB’den kendisine yönelik sert eleştirileri yumuşatmak istemesi; birde Çin’in, AB ve ABD arasına mesafe koymak için Avrupa’nın stratejik özerkliğini teşvik edebileceği fikri; Çin’in arabuluculuğunda Suudi Arabistan ve İran’ın 10 Mart’ta anlaşmaya varmaları; hatta Çin’in İsrail-Filistin sorununda taraflara müzakerelerde yardımcı olabileceği mesajını iletmesi; en son Xi’inin Zelensky’le telefonda görüşmesi gibi diplomatik çekicilik girişimleriyle Pekin yönetimi Covid-19 salgını döneminde Avrupa’yla gerginleşen ilişkilerini yeniden şekillendirmeyi amaçlamadığı muhtemeldir.
Çin, Ukrayna’nın işgalinden itibaren BM oylamalarında Rusya’nın yanında yer alıyor. Ancak savaşta kendisini tarafsız konumlandırıyor. Ayrıca Çin, Rusya ile siyasî, ekonomik ve diplomatik ilişkilerini güçlendiriyor. Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımların etkisi arttıkça, Çin’in de Rusya’yla ilişkilerinde üstün ve Moskova’daki etkisinin yükseldiği tahminler arasında.
Batılı başkentlerde telefon görüşmesi olumlu veya gecikmiş adım olarak değerlendireler var. Yine de Pekin-Moskova arasındaki gelişen ve derinleşen ilişkiler, Çin’in Ukrayna konusunda tarafsızlığına ve arabuluculuğuna dair şüphelere de yol açıyor.
Xi’nin “nükleer savaşta kazanan yoktur” cümlesinden hareketle, Kiev’e Moskova’nın taleplerini kabul etmesi yönünde baskı yapabileceği de söz konusu. Her şeye rağmen, Çin’in girişimleriyle bir anlaşmaya varılırsa, Pekin oynadığı küresel rolü kanıtlayacağı ve Kuşak-Yol projesinde ilerleme kaydedebileceği ihtimali vardır.
.
Sudan’daki çatışmaların bölgesel etkileri
Muhammet ÖRTLEK
29 Nisan 2023, Cumartesi
Sudan’da 15 Nisan 2023’te başlayan çatışmalar, Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı Abdul Fettah El-Burhan ile paramiliter grup olan Hızlı Destek Kuvvetleri Komutanı ve Hemetti lakaplı Muhammed Hamdan Daglo arasında gerçekleşiyor.
Ancak Sudan’da iki rakip general arasındaki çatışmaların sadece Sudan topraklarıyla sınırlı kalmayacağı, aynı zamanda istikrarsızlık içindeki çevre ülkeleri de etkileyebileceği ihtimallerdendir. Böylece Sudan merkezli çatışmaların daha geniş alanda, bölgesel sonuçlarının olabileceği üzerinde duruluyor.
Hava unsurları ve tank gibi ağır silahların da kullanıldığı çatışmaların, yabancı silahlı grupları da kendisine çekmesinden endişe ediliyor. Ayrıca bölgesel güçlerin çatışmalara müdahil olması da muhtemeldir. Birde çatışmaların yeni bir mülteci krizini başlatabileceği de tahminler arasında.
BM’ye göre çatışmaların 5. günü, 20 Nisan itibariyle, 20 bin kadar Sudanlı komşu ülke Çad’a göç etmek zorunda kaldı. Çad hükümeti ülkenin doğusunda hal-i hazırda 400 bin Sudanlı mülteciyi barındırıyor. Çad’a yeni gelenlerle birlikte ülkenin ekonomik kaynaklarının üzerindeki baskının arttığı açıklandı. Yine BM ve Uluslararası Kriz Grubu’nun verilerinden Sudan nüfusunun üçte birinden fazlasının gıda sorunu ve açlık kriziyle karşı karşıya olduğu anlaşılıyor. Yabancı ülke vatandaşlarının Sudan’dan tahliyeleri sürerken, ilk geniş kapsamlı ateşkeste büyük bir sivil göç dalgası bekleniyor.
Sudan’da iç savaşa dönüşmesi muhtemel çatışmaların hızlı yayılması, çatışmaların komşu ülkelere sıçrama riskini yükseltiyor. Çatışmaların Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti, Güney Sudan, Etiyopya gibi komşu ülke sınırlarına kadar yayıldığı bildiriliyor.
Bununla birlikte çok sayıda farklı etnik yapıya sahip Sudan’da, çatışmaların devamı halinde daha fazla insanın silahlanabileceği tereddüdü var. Ancak etnik yapıların oluşturduğu ittifakların bile kırılganlığı söz konusu. Her şeye rağmen çatışan iki generalin silah takviyesi arayışında oldukları, birde Rusya’nın paralı asker Wagner grubunun da Sudan’da bulunduğuna dair haberler yayılıyor. Ancak Wagner’in Sudan’daki varlığı teyide muhtaç olsa da, Wagner’in Libya’daki mevcudiyeti hatırlandığında, Sudan’da da bulunabileceği ihtimalini arttırıyor.
Kızıldeniz’deki stratejik konumundan dolayı Sudan topraklarındaki çatışmaların Kızıldeniz’deki deniz ticareti ve güvenliğini tehlikeye atarak hem komşu ülkeleri hem bölge hem de uluslararası ekonomiyi olumsuz etkilemesine de ihtimal veriliyor.
Aslında çatışmaların başladığı 15 Nisan’dan bu yana BM; Afrika Birliği; ülkeleri Cibuti, Eritre, Etiyopya, Kenya, Somali, Güney Sudan, Sudan ve Uganda’nın dahil olduğu IGAD/DAHKO Doğu Afrika Hükümetlerarası Kalkınma Otoritesi’nin; Batılı ve Körfez başşehirlerinin diplomatik girişimleri henüz sonuç vermiş değil.
El-Burhan’ın kuvvetlerinin silah ve mühimmat açısından daha donanımlı olmasına rağmen, Hemetti’nin sahayı iyi bilen ve taktiksel beceriye sahip paramiliter güçlerinin, anlaşıldığı kadarıyla henüz birbirlerine üstünlük sağlayabilmiş değiller. Dolayısıyla çatışmaların gidişatı hakkında kesin konuşmak için erken bir dönemdeyiz.
Sudan’daki çatışmaların, istikrarsızlıklar içindeki bölgeyi de negatif yönde etkileyebileceğinden çekiniliyor.
.
Ancak Sudan’da iki rakip general arasındaki çatışmaların sadece Sudan topraklarıyla sınırlı kalmayacağı, aynı zamanda istikrarsızlık içindeki çevre ülkeleri de etkileyebileceği ihtimallerdendir. Böylece Sudan merkezli çatışmaların daha geniş alanda, bölgesel sonuçlarının olabileceği üzerinde duruluyor.
Hava unsurları ve tank gibi ağır silahların da kullanıldığı çatışmaların, yabancı silahlı grupları da kendisine çekmesinden endişe ediliyor. Ayrıca bölgesel güçlerin çatışmalara müdahil olması da muhtemeldir. Birde çatışmaların yeni bir mülteci krizini başlatabileceği de tahminler arasında.
BM’ye göre çatışmaların 5. günü, 20 Nisan itibariyle, 20 bin kadar Sudanlı komşu ülke Çad’a göç etmek zorunda kaldı. Çad hükümeti ülkenin doğusunda hal-i hazırda 400 bin Sudanlı mülteciyi barındırıyor. Çad’a yeni gelenlerle birlikte ülkenin ekonomik kaynaklarının üzerindeki baskının arttığı açıklandı. Yine BM ve Uluslararası Kriz Grubu’nun verilerinden Sudan nüfusunun üçte birinden fazlasının gıda sorunu ve açlık kriziyle karşı karşıya olduğu anlaşılıyor. Yabancı ülke vatandaşlarının Sudan’dan tahliyeleri sürerken, ilk geniş kapsamlı ateşkeste büyük bir sivil göç dalgası bekleniyor.
Sudan’da iç savaşa dönüşmesi muhtemel çatışmaların hızlı yayılması, çatışmaların komşu ülkelere sıçrama riskini yükseltiyor. Çatışmaların Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti, Güney Sudan, Etiyopya gibi komşu ülke sınırlarına kadar yayıldığı bildiriliyor.
Bununla birlikte çok sayıda farklı etnik yapıya sahip Sudan’da, çatışmaların devamı halinde daha fazla insanın silahlanabileceği tereddüdü var. Ancak etnik yapıların oluşturduğu ittifakların bile kırılganlığı söz konusu. Her şeye rağmen çatışan iki generalin silah takviyesi arayışında oldukları, birde Rusya’nın paralı asker Wagner grubunun da Sudan’da bulunduğuna dair haberler yayılıyor. Ancak Wagner’in Sudan’daki varlığı teyide muhtaç olsa da, Wagner’in Libya’daki mevcudiyeti hatırlandığında, Sudan’da da bulunabileceği ihtimalini arttırıyor.
Kızıldeniz’deki stratejik konumundan dolayı Sudan topraklarındaki çatışmaların Kızıldeniz’deki deniz ticareti ve güvenliğini tehlikeye atarak hem komşu ülkeleri hem bölge hem de uluslararası ekonomiyi olumsuz etkilemesine de ihtimal veriliyor.
Aslında çatışmaların başladığı 15 Nisan’dan bu yana BM; Afrika Birliği; ülkeleri Cibuti, Eritre, Etiyopya, Kenya, Somali, Güney Sudan, Sudan ve Uganda’nın dahil olduğu IGAD/DAHKO Doğu Afrika Hükümetlerarası Kalkınma Otoritesi’nin; Batılı ve Körfez başşehirlerinin diplomatik girişimleri henüz sonuç vermiş değil.
El-Burhan’ın kuvvetlerinin silah ve mühimmat açısından daha donanımlı olmasına rağmen, Hemetti’nin sahayı iyi bilen ve taktiksel beceriye sahip paramiliter güçlerinin, anlaşıldığı kadarıyla henüz birbirlerine üstünlük sağlayabilmiş değiller. Dolayısıyla çatışmaların gidişatı hakkında kesin konuşmak için erken bir dönemdeyiz.
Sudan’daki çatışmaların, istikrarsızlıklar içindeki bölgeyi de negatif yönde etkileyebileceğinden çekiniliyor.
.
Sudan’da yeni çatışmalar
Muhammet ÖRTLEK
25 Nisan 2023, Salı
Sudan’da 19 Aralık 2018’de başlayan halk ayaklanmaları 11 Nisan 2019 günü Devlet Başkanı Ömer El-Beşir’in istifasıyla sonuçlanmıştı.
El-Beşir iktidardan uzaklaştırılmış olsa da, Sudan’da siyasî, ekonomik, sosyal, terör, kabileler arası etnik sorunlar, silahlı gruplar arasındaki çatışmalar vb. istikrarsızlıklara çözüm üretil(e)medi.
Aslında sorun Sudan’daki iktidara talip özellikle silahlı gruplar arasındaki görüş farklılığın derinleşmesinden ve çatışmaya varan rekabetlerinden kaynaklanıyor. Ülkede bir süredir Ramazan ayına rağmen şiddeti artan çatışmaların, Sudan’ı yeni bir iç savaşın eşiğine getirdiğinden endişe ediliyor. Bundan dolayı aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülke, Sudan’daki vatandaşlarının tahliye işlemlerine başladılar.
Ülkedeki son çatışmalar Sudan Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı Abdul Fettah El-Burhan ile paramiliter grup olan Hızlı Destek Kuvvetleri Komutanı ve Hemetti lakaplı Muhammed Hamdan Daglo arasında gerçekleşiyor. Aslında her iki General de, Sudan’da 2003’teki iç savaşta Darfurlu isyancıları bastırmak için önemli görevler üstlendiler. Birde El-Burhan ve Daglo, El-Beşir’e karşı gerçekleştirilen darbede birlikte hareket ettiler. Darbenin ardından sivil-askerî yapıdaki Sudan Egemenlik Geçiş Konseyi’ni (EGK) kurarak, sivil hükümetin kurulması için anlaşmışlardı. Bu sırada EGK Başkanı El-Burhan iken, Başkan Yardımcısı ise Hemetti’ydi. Ancak imzaladıkları anlaşma 21 Ağustos 2019 ile 25 Ekim 2021 tarihleri arasında geçerli olabildi. Yani iki yıl sonra Sudan’da iktidarı ele geçirme ve ülkeye egemen olma mücadelesine başladılar. Yaşanan son çatışmalar da bu kapsamdadır.
Çatışmaların bir başka nedeni de, El-Burhan’ın 25 Ekim 2021’den sonra “İslamcıları ve devrik El-Beşir rejiminin figürlerine eski konumlarını geri vermesi” iddiasıdır. Böylece El-Burhan’ın “El-Beşir rejimini yeniden iktidara getirmek” çabalarına kuvvetli ihtimal verilmektedir. Diğer taraftan Darfur’dan gelen Hemetti’nin ise, El-Burhan’ın başşehir Hartum’da güçlendirdiği eski rejimin devlet/yönetici seçkinleri tarafından “taşralı” şeklinde aşağılanması, ülkedeki toplumsal taraflar arasındaki kırılganlığın şiddete dönüştüğünün başka bir gösteresi.
Hartum’da çatışmanın şiddetinin artmasıyla birlikte 23 Nisan 2023 Pazar günü “El-Burhan karargâhının bodrum katındaki yönetim odasından çıkıp, başşehrin sokaklarındaki askerlerine yeni çatışmalara hazır olun mesajı” verdi. Buna karşılık Hemetti de aynı gün “elinde silahıyla Hartum sokaklarında askerî bir araçla birliklerini kontrol ettiği” görüntüleri basına yansıdı. Böylece tarafların geri adım atmayacakları anlaşılıyor.
Sudan’daki diğer ülkelerin vatandaşlarının tahliyesine başlanması, ülkedeki çatışmaların iç savaşa varacağının güçlü delili niteliğinde. Sudan toplumunun yoksulluk, yoksunluk, açlık gibi sorunlarla mücadele ettiği ve ülkede yeterli gıdanın olmadığı düşünüldüğünde, çatışan gruplara yeterli miktarda silahların kimden ve nasıl tedarik edildiği de ayrı bir soru işareti.
Güney Sudan 9-15 Ocak 2011’de yapılan referandumla Sudan’dan bağımsızlığını ilan etmiş ve ülke “bir şekilde” ikiye bölünmüştü. Bir süredir Sudan’ın Darfur bölgesinin de ayrılabileceği tartışılıyor. Bazılarına göre iç savaşa dönüşmesi muhtemel mevcut çatışmaların sonucunda, Darfur’un da Sudan’da ayrılabileceği ihtimali söz konusu. Temennimiz iç savaşa varmadan çatışmaların durdurulması.
.
El-Beşir iktidardan uzaklaştırılmış olsa da, Sudan’da siyasî, ekonomik, sosyal, terör, kabileler arası etnik sorunlar, silahlı gruplar arasındaki çatışmalar vb. istikrarsızlıklara çözüm üretil(e)medi.
Aslında sorun Sudan’daki iktidara talip özellikle silahlı gruplar arasındaki görüş farklılığın derinleşmesinden ve çatışmaya varan rekabetlerinden kaynaklanıyor. Ülkede bir süredir Ramazan ayına rağmen şiddeti artan çatışmaların, Sudan’ı yeni bir iç savaşın eşiğine getirdiğinden endişe ediliyor. Bundan dolayı aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülke, Sudan’daki vatandaşlarının tahliye işlemlerine başladılar.
Ülkedeki son çatışmalar Sudan Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı Abdul Fettah El-Burhan ile paramiliter grup olan Hızlı Destek Kuvvetleri Komutanı ve Hemetti lakaplı Muhammed Hamdan Daglo arasında gerçekleşiyor. Aslında her iki General de, Sudan’da 2003’teki iç savaşta Darfurlu isyancıları bastırmak için önemli görevler üstlendiler. Birde El-Burhan ve Daglo, El-Beşir’e karşı gerçekleştirilen darbede birlikte hareket ettiler. Darbenin ardından sivil-askerî yapıdaki Sudan Egemenlik Geçiş Konseyi’ni (EGK) kurarak, sivil hükümetin kurulması için anlaşmışlardı. Bu sırada EGK Başkanı El-Burhan iken, Başkan Yardımcısı ise Hemetti’ydi. Ancak imzaladıkları anlaşma 21 Ağustos 2019 ile 25 Ekim 2021 tarihleri arasında geçerli olabildi. Yani iki yıl sonra Sudan’da iktidarı ele geçirme ve ülkeye egemen olma mücadelesine başladılar. Yaşanan son çatışmalar da bu kapsamdadır.
Çatışmaların bir başka nedeni de, El-Burhan’ın 25 Ekim 2021’den sonra “İslamcıları ve devrik El-Beşir rejiminin figürlerine eski konumlarını geri vermesi” iddiasıdır. Böylece El-Burhan’ın “El-Beşir rejimini yeniden iktidara getirmek” çabalarına kuvvetli ihtimal verilmektedir. Diğer taraftan Darfur’dan gelen Hemetti’nin ise, El-Burhan’ın başşehir Hartum’da güçlendirdiği eski rejimin devlet/yönetici seçkinleri tarafından “taşralı” şeklinde aşağılanması, ülkedeki toplumsal taraflar arasındaki kırılganlığın şiddete dönüştüğünün başka bir gösteresi.
Hartum’da çatışmanın şiddetinin artmasıyla birlikte 23 Nisan 2023 Pazar günü “El-Burhan karargâhının bodrum katındaki yönetim odasından çıkıp, başşehrin sokaklarındaki askerlerine yeni çatışmalara hazır olun mesajı” verdi. Buna karşılık Hemetti de aynı gün “elinde silahıyla Hartum sokaklarında askerî bir araçla birliklerini kontrol ettiği” görüntüleri basına yansıdı. Böylece tarafların geri adım atmayacakları anlaşılıyor.
Sudan’daki diğer ülkelerin vatandaşlarının tahliyesine başlanması, ülkedeki çatışmaların iç savaşa varacağının güçlü delili niteliğinde. Sudan toplumunun yoksulluk, yoksunluk, açlık gibi sorunlarla mücadele ettiği ve ülkede yeterli gıdanın olmadığı düşünüldüğünde, çatışan gruplara yeterli miktarda silahların kimden ve nasıl tedarik edildiği de ayrı bir soru işareti.
Güney Sudan 9-15 Ocak 2011’de yapılan referandumla Sudan’dan bağımsızlığını ilan etmiş ve ülke “bir şekilde” ikiye bölünmüştü. Bir süredir Sudan’ın Darfur bölgesinin de ayrılabileceği tartışılıyor. Bazılarına göre iç savaşa dönüşmesi muhtemel mevcut çatışmaların sonucunda, Darfur’un da Sudan’da ayrılabileceği ihtimali söz konusu. Temennimiz iç savaşa varmadan çatışmaların durdurulması.
.
Suudi Arabistan-İran anlaşması ve Çin
Muhammet ÖRTLEK
18 Nisan 2023, Salı
Çin’in aracılığıyla 10 Mart 2023’te Ortadoğu’nun iki ezeli rakibi S.Arabistan ve İran anlaşmaya vardılar.
Anlaşma’nın Ortadoğu ve Körfez bölgesinde önemli değişimlere yol açması beklenirken, Çin’in de bölgede etkinliğini arttırması açısından önem arz ediyor.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Aralık 2022’de Suudi Arabistan’ı, Mart 2023’te de İran’ı ziyareti ederek, tarafları bir araya getirmiş ve üçlü ortak bildiriyle 10 Mart’ta Anlaşma’ya varmışlardı. Jinping’in taraflara gerçekleştirdiği ikna turları ile Çinli yetkililerin açıklamaları Çin’in “lider devlet veya uluslararası süper güç” olma çabalarının yansımadır.
Hal-i hazırda Rusya’nın Ukrayna’yla savaşması, ABD ile AB’nin de Rusya ve Ukrayna’ya yoğunlaşması, son dönemde ABD’nin Ortadoğu’da eskisi kadar etkin ol(a)mamasından kaynaklanan güç ve siyasî boşluğun Çin tarafından doldurulma girişimleri muhtemeldir.
Çin’in diplomatik çabalarının “Kuşak-Yol Girişimi” çerçevesinde de şekillendiği ihtimallerdendir. Ancak Çin’in Ortadoğu’daki siyasî, ekonomik ve askerî argümanlarına ABD ve Rusya’nın kuşkuyla yaklaşacağı şüphesizdir. Çin’in aracılığıyla imzalanan S.Arabistan-İran Anlaşması’yla kısa sürede Riyad ve Tahran arasındaki derin sorunlara çözüm bulunmasına, bölgedeki Sünni-Şii çatışmasına son verilmesine ve özellikle Suriye ve Yemen’de silahların susturulmasına katkı sağlamasını beklemek pek de gerçekçi olmayacaktır.
Elbette Çin’in ticarî faaliyetleri için Hürmüz ve Mendep Boğazları ile Hint-Pasifik Okyanus bölgesinde güvenliğin sağlanması hayatî derecede önemli. Dolayısıyla Irak ve Umman’ın, S.Arabistan-İran için başlattığı sürecin Çin tarafından Anlaşma’ya vardırılması Pekin’in çıkarına olduğu kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Çin hem Körfez ülkelerinin hem Suudi Arabistan’ın hem de İran’ın en önde gelen enerji müşterisi konumunda.
ABD Başkanı Joe Biden’ın da 13-16 Haziran 2022 tarihlerinde Ortadoğu gezisi gerçekleştirmişti. Biden da bölgeye yönelik “gerginliği azaltma, caydırıcılık ve diplomasi” argümanlarını dile getirmişti. Fakat gezi sonrasında Biden’ın argümanlarının sahada gerçekleştirilebilme durumu tartışmalıdır.
Her ne kadar S.Arabistan-İran Anlaşması’yla birlikte bölge siyasetinde itibar inşasıyla Çin öne çıkmış olsa da, Anlaşma’nın uygulanabilirliğine ve sürdürülebilirliğine kırılgan Ortadoğu coğrafyasında kuşkuyla yaklaşılıyor. Birde S.Arabistan’ın, ABD güvenlik doktrini dışında bir güvenlik arayışına girdiği de tartışılıyor.
Anlaşma ile Çin’in, Ortadoğu’da çatışmaların barışçıl yollarla çözme ve bölgesel istikrarı sağlama hedeflerine ulaşma yeteneği imtihana tabi tutulacak. İmtihandan biri Pekin’in “sıfır çatışma” yani “barış temelli kalkınma” politikasının Ortadoğu’da jeopolitik hizalamaları nasıl çizeceği hususunda. Diğer taraftan Çin, Anlaşma’yla S.Arabistan-İran’ı yakınlaştırmaya çalışırken İsrail’i yabancılaştırabilir. Böyle bir durumda Çin’in, Arap ülkeleri ve toplumu nezdinde Filistin sorununu da göz ardı etmemesi gerecektir.
Bölgede etkinliğini hissettiren Çin’in, bu etkinliğini sürdürmesi muhtemelen Anlaşma’nın taraflarının tutumuna bağlıdır. Çin’in de dahil olmasıyla Ortadoğu’da çok kutuplu rekabet şekilleniyor. Ama bu rekabette değişim dikey yönde olup, uzun zamana yayıldığı düşünülüyor. Artık büyük güçlerin, yerel aktörleri ve değişen bölgesel kaygıları dikkate alarak sahada yaşanılan gerçeklere yönelik politika üretmesi doğru olacaktır.
.
Anlaşma’nın Ortadoğu ve Körfez bölgesinde önemli değişimlere yol açması beklenirken, Çin’in de bölgede etkinliğini arttırması açısından önem arz ediyor.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Aralık 2022’de Suudi Arabistan’ı, Mart 2023’te de İran’ı ziyareti ederek, tarafları bir araya getirmiş ve üçlü ortak bildiriyle 10 Mart’ta Anlaşma’ya varmışlardı. Jinping’in taraflara gerçekleştirdiği ikna turları ile Çinli yetkililerin açıklamaları Çin’in “lider devlet veya uluslararası süper güç” olma çabalarının yansımadır.
Hal-i hazırda Rusya’nın Ukrayna’yla savaşması, ABD ile AB’nin de Rusya ve Ukrayna’ya yoğunlaşması, son dönemde ABD’nin Ortadoğu’da eskisi kadar etkin ol(a)mamasından kaynaklanan güç ve siyasî boşluğun Çin tarafından doldurulma girişimleri muhtemeldir.
Çin’in diplomatik çabalarının “Kuşak-Yol Girişimi” çerçevesinde de şekillendiği ihtimallerdendir. Ancak Çin’in Ortadoğu’daki siyasî, ekonomik ve askerî argümanlarına ABD ve Rusya’nın kuşkuyla yaklaşacağı şüphesizdir. Çin’in aracılığıyla imzalanan S.Arabistan-İran Anlaşması’yla kısa sürede Riyad ve Tahran arasındaki derin sorunlara çözüm bulunmasına, bölgedeki Sünni-Şii çatışmasına son verilmesine ve özellikle Suriye ve Yemen’de silahların susturulmasına katkı sağlamasını beklemek pek de gerçekçi olmayacaktır.
Elbette Çin’in ticarî faaliyetleri için Hürmüz ve Mendep Boğazları ile Hint-Pasifik Okyanus bölgesinde güvenliğin sağlanması hayatî derecede önemli. Dolayısıyla Irak ve Umman’ın, S.Arabistan-İran için başlattığı sürecin Çin tarafından Anlaşma’ya vardırılması Pekin’in çıkarına olduğu kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Çin hem Körfez ülkelerinin hem Suudi Arabistan’ın hem de İran’ın en önde gelen enerji müşterisi konumunda.
ABD Başkanı Joe Biden’ın da 13-16 Haziran 2022 tarihlerinde Ortadoğu gezisi gerçekleştirmişti. Biden da bölgeye yönelik “gerginliği azaltma, caydırıcılık ve diplomasi” argümanlarını dile getirmişti. Fakat gezi sonrasında Biden’ın argümanlarının sahada gerçekleştirilebilme durumu tartışmalıdır.
Her ne kadar S.Arabistan-İran Anlaşması’yla birlikte bölge siyasetinde itibar inşasıyla Çin öne çıkmış olsa da, Anlaşma’nın uygulanabilirliğine ve sürdürülebilirliğine kırılgan Ortadoğu coğrafyasında kuşkuyla yaklaşılıyor. Birde S.Arabistan’ın, ABD güvenlik doktrini dışında bir güvenlik arayışına girdiği de tartışılıyor.
Anlaşma ile Çin’in, Ortadoğu’da çatışmaların barışçıl yollarla çözme ve bölgesel istikrarı sağlama hedeflerine ulaşma yeteneği imtihana tabi tutulacak. İmtihandan biri Pekin’in “sıfır çatışma” yani “barış temelli kalkınma” politikasının Ortadoğu’da jeopolitik hizalamaları nasıl çizeceği hususunda. Diğer taraftan Çin, Anlaşma’yla S.Arabistan-İran’ı yakınlaştırmaya çalışırken İsrail’i yabancılaştırabilir. Böyle bir durumda Çin’in, Arap ülkeleri ve toplumu nezdinde Filistin sorununu da göz ardı etmemesi gerecektir.
Bölgede etkinliğini hissettiren Çin’in, bu etkinliğini sürdürmesi muhtemelen Anlaşma’nın taraflarının tutumuna bağlıdır. Çin’in de dahil olmasıyla Ortadoğu’da çok kutuplu rekabet şekilleniyor. Ama bu rekabette değişim dikey yönde olup, uzun zamana yayıldığı düşünülüyor. Artık büyük güçlerin, yerel aktörleri ve değişen bölgesel kaygıları dikkate alarak sahada yaşanılan gerçeklere yönelik politika üretmesi doğru olacaktır.
.
Suudi Arabistan-İran anlaşması
Muhammet ÖRTLEK
04 Nisan 2023, Salı
Ortadoğu’nun iki ezeli rakibi Suudi Arabistan ve İran, Çin’in aracılığıyla 10 Mart 2023’te anlaşmaya vardılar.
Aslında iki ülke arasındaki görüşmeler 2021’de başlamış ve 2022’de de geliştirilmiştir. Anlaşmanın Ortadoğu ve Körfez bölgesinde önemli değişimlere yol açması bekleniyor.
Bilindiği üzere iki ülke arasındaki başlıca rekabet alanı Sünni-Şii mezhep çatışması üzerinden değerlendiriliyor. Anlaşma ile mezhebî güç rekabetinin dengelenmesi, İslam ve Arap Birliği’nin sağlanması gibi faktörler öne çıkıyor. Elbette zikredilen üç faktör de bölgenin en büyük ihtiyaçlarından. Ancak anlaşmanın tarafları, böylesine kırılgan bir coğrafyada bunların sağlanmasında ne kadar muvaffak olabileceklerini yakın gelecekte göreceğiz.
Bölgedeki mezhep temelli mücadeleler Suriye, Yemen ve muhtelif yerlerde sürüyor. Sür(dürül)en çatışmalar da direkt S. Arabistan veya İran güçleriyle değil, her iki tarafın desteklediğine işaret edilen silahlı örgütler ya da paramiliter gruplar vs. unsurlar üzerinden vekaleten yürütülüyor.
S. Arabistan ve İran arasındaki son ciddi kırılmalardan biri de Riyad’da 2 Ocak 2016’da Şii din adamı Ayetullah Nemr Bakır En-Nemr’in idam edilmesidir. En-Nemr, S. Arabistan ve Körfez’in Şii nüfusu üzerinde büyük etkiye sahipti. En-Nemr 2009’da S. Arabistan’ın Şii bölgesinin ülkeden ayrılabileceğini iddiasıyla ve 2011’deki Arap Baharı’nda halkı ayaklanmaya teşvik ettiği gerekçesiyle tutuklanmıştı.
En-Nemr’in idamının ardından iki ülkenin ilişkilerindeki kopma, diplomatik misyonların Büyükelçilik’ten Maslahatgüzar seviyesine indirilmesiyle sonuçlanmıştı. Çin’in de dahil olduğu iki ülke arasındaki arabuluculuğa Irak ve Umman’ın da katıldığı biliniyor.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Aralık 2022’de Suudi Arabistan’ı, Mart 2023’te de İran’ı ziyareti ederek, tarafları bir araya getirmiş ve üçlü ortak bildiriyle 10 Mart’ta Anlaşma’ya varmışlardı. Anlaşmaya göre iki taraf öncelikle karşılıklı Büyükelçiliklerini faaliyete geçirecekler. Sonra da birbirlerinin içişlerine karışmama ve egemenliklerine saygı duyacaklar.
Bununla birlikte taraflar arasındaki uzun yıllara dayanan derin ayrılıklar, siyasî mücadeleler ve hatta silahlı vekalet çatışmaları vb. unsurlar Anlaşma’nın ilerlemesi hususunda zorlukları hatırlara getiriyor. Ayrıca Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman’ın 24 Ocak 2021’de Al-Jazeera’ye verdiği beyanatta, Ayetullah Hamaney hakkında “Ortadoğu’nun Hitler’i” ifadesini kullanmıştı. Buna İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif de “eğer Ortadoğu’da bir tehdit arıyorsanız S. Arabistan’a bakabilirsiniz” karşılığını vermişti. Tarafların keskin açıklamaları bölgede iki ülkenin “Soğuk Savaşı”na yorumlanmıştı.
Eskiden beri muhtelif konularda İran’ın Rusya ve Çin’in desteğini kolaylıkla alabildiği görülüyor. S.Arabistan ise Körfez ülkeleri, Sudan, Mısır, ABD ve bazen İsrail’in bile desteğini aldığı aşikârdır. Dolayısıyla iki tarafın Soğuk Savaşı’nı ve mücadelelerini sadece bölge dinamikleri açısından okumak doğru olmayacaktır.
Anlaşmaya iyimser yaklaşanlar, Suriye ve Yemen gibi ülkelerde Sünni-Şii çatışmasının azalabileceğini ön görüyor. Ancak Anlaşma, dışişleri bakanları düzeyinde imzalandı, tarafların yetkili organlarında nasıl karşılık bulacağı ve iki ülkenin bölge politikalarını hangi yönde etkileyeceği merak konusu.
Çin’in durumunu ise, ayrı bir yazıda değerlendirmekte fayda vardır.
.
Aslında iki ülke arasındaki görüşmeler 2021’de başlamış ve 2022’de de geliştirilmiştir. Anlaşmanın Ortadoğu ve Körfez bölgesinde önemli değişimlere yol açması bekleniyor.
Bilindiği üzere iki ülke arasındaki başlıca rekabet alanı Sünni-Şii mezhep çatışması üzerinden değerlendiriliyor. Anlaşma ile mezhebî güç rekabetinin dengelenmesi, İslam ve Arap Birliği’nin sağlanması gibi faktörler öne çıkıyor. Elbette zikredilen üç faktör de bölgenin en büyük ihtiyaçlarından. Ancak anlaşmanın tarafları, böylesine kırılgan bir coğrafyada bunların sağlanmasında ne kadar muvaffak olabileceklerini yakın gelecekte göreceğiz.
Bölgedeki mezhep temelli mücadeleler Suriye, Yemen ve muhtelif yerlerde sürüyor. Sür(dürül)en çatışmalar da direkt S. Arabistan veya İran güçleriyle değil, her iki tarafın desteklediğine işaret edilen silahlı örgütler ya da paramiliter gruplar vs. unsurlar üzerinden vekaleten yürütülüyor.
S. Arabistan ve İran arasındaki son ciddi kırılmalardan biri de Riyad’da 2 Ocak 2016’da Şii din adamı Ayetullah Nemr Bakır En-Nemr’in idam edilmesidir. En-Nemr, S. Arabistan ve Körfez’in Şii nüfusu üzerinde büyük etkiye sahipti. En-Nemr 2009’da S. Arabistan’ın Şii bölgesinin ülkeden ayrılabileceğini iddiasıyla ve 2011’deki Arap Baharı’nda halkı ayaklanmaya teşvik ettiği gerekçesiyle tutuklanmıştı.
En-Nemr’in idamının ardından iki ülkenin ilişkilerindeki kopma, diplomatik misyonların Büyükelçilik’ten Maslahatgüzar seviyesine indirilmesiyle sonuçlanmıştı. Çin’in de dahil olduğu iki ülke arasındaki arabuluculuğa Irak ve Umman’ın da katıldığı biliniyor.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Aralık 2022’de Suudi Arabistan’ı, Mart 2023’te de İran’ı ziyareti ederek, tarafları bir araya getirmiş ve üçlü ortak bildiriyle 10 Mart’ta Anlaşma’ya varmışlardı. Anlaşmaya göre iki taraf öncelikle karşılıklı Büyükelçiliklerini faaliyete geçirecekler. Sonra da birbirlerinin içişlerine karışmama ve egemenliklerine saygı duyacaklar.
Bununla birlikte taraflar arasındaki uzun yıllara dayanan derin ayrılıklar, siyasî mücadeleler ve hatta silahlı vekalet çatışmaları vb. unsurlar Anlaşma’nın ilerlemesi hususunda zorlukları hatırlara getiriyor. Ayrıca Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman’ın 24 Ocak 2021’de Al-Jazeera’ye verdiği beyanatta, Ayetullah Hamaney hakkında “Ortadoğu’nun Hitler’i” ifadesini kullanmıştı. Buna İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif de “eğer Ortadoğu’da bir tehdit arıyorsanız S. Arabistan’a bakabilirsiniz” karşılığını vermişti. Tarafların keskin açıklamaları bölgede iki ülkenin “Soğuk Savaşı”na yorumlanmıştı.
Eskiden beri muhtelif konularda İran’ın Rusya ve Çin’in desteğini kolaylıkla alabildiği görülüyor. S.Arabistan ise Körfez ülkeleri, Sudan, Mısır, ABD ve bazen İsrail’in bile desteğini aldığı aşikârdır. Dolayısıyla iki tarafın Soğuk Savaşı’nı ve mücadelelerini sadece bölge dinamikleri açısından okumak doğru olmayacaktır.
Anlaşmaya iyimser yaklaşanlar, Suriye ve Yemen gibi ülkelerde Sünni-Şii çatışmasının azalabileceğini ön görüyor. Ancak Anlaşma, dışişleri bakanları düzeyinde imzalandı, tarafların yetkili organlarında nasıl karşılık bulacağı ve iki ülkenin bölge politikalarını hangi yönde etkileyeceği merak konusu.
Çin’in durumunu ise, ayrı bir yazıda değerlendirmekte fayda vardır.
.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde, Hindistan’ın durumu
Muhammet ÖRTLEK
26 Mart 2023, Pazar
Rusya’nın Ukrayna işgali karşısında, Asya’nın yükselen gücü Hindistan’ın tutumu “tarafsız olmamakla birlikte taraflı da değil”. Ancak Yeni Delhi’nin bu ikircikli eğilimi, kamuoyunda tarafsız algılanmasına yol açıyor.
Ancak bazı çevrelerce Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline, Hindistan’ın Rusya’yı açıkça eleştirmesindeki isteksizliğin işgali onayladığı anlamına gelmediğine yorumlanıyor.
Yeni Delhi’nin ikircikli davranışının temelinde, Hindistan-Çin sınırındaki Ladakh bölgesinde her iki ülkenin toprak iddialarından kaynaklanan ve iki ülke askerlerinin 15 Haziran 2020’de çatışması bulunuyor. Sınır bölgesinin haritalandırılmasından da kaynaklı çatışmalarda 16 Çinli askerin hayatını kaybetmesi üzerine, yaklaşık 60 bin Hintli asker ve buna karşılık Çin askerî unsurları da bölgeye konuşlanmıştı.
Bu vartada Rusya-Hindistan askerî teçhizat ticaretini hatırlamakta fayda var. Rusya’nın, Hindistan ordusunun ihtiyacının yüzde 70’ini karşıladığı düşünüldüğünde, dış politikada Yeni Delhi’nin Rusya’nın Ukrayna işgalinde ikircikli diplomatik sessizliği anlam kazanıyor. Hindistan 15 Ağustos 1947’de İngiltere’den bağımsızlığına kavuştuğundan beri “devletlerin toprak egemenliğine saygı, BM Şartı’ndaki ilkelere bağlılık ve uluslararası sorunların barışçıl yollarla çözülmesini” vurguluyor.
Aslında Hindistan açısından Rusya’nın Ukrayna’daki eylemleri, Güney Çin Denizi’ndeki bölgesel statükoyu tek taraflı değiştiren ve Himalayalar’da toprak iddiasındaki Çin’den çok farklı değil.
Ayrıca Vladimir Putin yönetimi, 23-27 Eylül 2022’deki referandumla Ukrayna topraklarındaki Rus yanlısı Donbas bölgesindeki Luhansk Halk Cumhuriyeti, Donetsk Halk Cumhuriyeti, Zaporozhzhia ve Kherson şehirlerinin Rusya’ya katılım kararının alınmasını sağladı. Referandumla birlikte Rusya, Ukrayna toprakları üzerinde egemenlik iddiasını kendince tek taraflı bir meşruiyete kavuşturdu.
Hindistan-Pakistan arasındaki Keşmir sorunu herkesin malûmu. Yeni Delhi, Pakistan’ın Keşmir’de referandum yoluyla toprak düzenini Hindistan’ın aleyhine değiştirme girişimi iddialarını reddediyor. Bu bağlamda Yeni Delhi’nin Ukrayna topraklarındaki zikredilen bölgelerin Rusya’ya katılım referandumunu onaylaması mümkün görünmüyor.
Birde Hindistan, Rusya’nın Ukrayna’da nükleer silah kullanma tehdidini kabul etmiyor. Çünkü Yeni Delhi, Rusya’nın nükleer güç kullanımının Çin’in de Asya’da nükleer güç kullanabilmesinin önünü açacağından muhtemelen endişe ediyor.
Bununla birlikte Yeni Delhi’nin hem Ukrayna’daki savaşta Rusya’ya yönelik tarafsızlık algısı hem de Hint ordusunun büyük ölçüde Rus askerî sanayisine dayanması, ABD açısından önem arz ediyor. Çünkü ABD için Çin’e karşı Hint-Pasifik okyanus bölgesel güvenlik inşasında Hindistan’a ciddi rol atfediyor. Joe Biden’ın Aralık 2022’de yayınladığı “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi”nde, “Rusya’nın Avrupa’daki saldırganlığının getirdiği zorluklara rağmen Çin uzun vadeli başlıca tehdit olmayı sürdürdüğü” belirtiliyor. Bölgede Çin’e karşı güçlü ve Ukrayna’da tarafsız bir Hindistan, ABD için stratejik önemde.
Rusya ise, Hindistan’ın ABD ve Batı ile gelişen stratejik ilişkilerinden rahatsız. Rusya, Pakistan’la ilişkilerini ilerletmeye çalışırken, Çin’le de “sınırsız ortaklık” kurma yolunda. Sınır anlaşmazlığı, Batı’yla gelişen diyaloglarından vb. dolayı Hindistan, Çin’in hedefi olmayı sürdüreceğe benziyor.
Moskova’nın Pekin’le ittifakını geliştirmesinin, Yeni Delhi’de Moskova’yla ilişkilerin olumsuz seyredeceği kanaati mevcut. Elbette bu durumun, Hindistan’ın ABD, Avrupa ve Asyalı aktörlerle bağlarını güçlendirmesine teşvik etmesi ihtimal dahilindedir.
.
Ancak bazı çevrelerce Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline, Hindistan’ın Rusya’yı açıkça eleştirmesindeki isteksizliğin işgali onayladığı anlamına gelmediğine yorumlanıyor.
Yeni Delhi’nin ikircikli davranışının temelinde, Hindistan-Çin sınırındaki Ladakh bölgesinde her iki ülkenin toprak iddialarından kaynaklanan ve iki ülke askerlerinin 15 Haziran 2020’de çatışması bulunuyor. Sınır bölgesinin haritalandırılmasından da kaynaklı çatışmalarda 16 Çinli askerin hayatını kaybetmesi üzerine, yaklaşık 60 bin Hintli asker ve buna karşılık Çin askerî unsurları da bölgeye konuşlanmıştı.
Bu vartada Rusya-Hindistan askerî teçhizat ticaretini hatırlamakta fayda var. Rusya’nın, Hindistan ordusunun ihtiyacının yüzde 70’ini karşıladığı düşünüldüğünde, dış politikada Yeni Delhi’nin Rusya’nın Ukrayna işgalinde ikircikli diplomatik sessizliği anlam kazanıyor. Hindistan 15 Ağustos 1947’de İngiltere’den bağımsızlığına kavuştuğundan beri “devletlerin toprak egemenliğine saygı, BM Şartı’ndaki ilkelere bağlılık ve uluslararası sorunların barışçıl yollarla çözülmesini” vurguluyor.
Aslında Hindistan açısından Rusya’nın Ukrayna’daki eylemleri, Güney Çin Denizi’ndeki bölgesel statükoyu tek taraflı değiştiren ve Himalayalar’da toprak iddiasındaki Çin’den çok farklı değil.
Ayrıca Vladimir Putin yönetimi, 23-27 Eylül 2022’deki referandumla Ukrayna topraklarındaki Rus yanlısı Donbas bölgesindeki Luhansk Halk Cumhuriyeti, Donetsk Halk Cumhuriyeti, Zaporozhzhia ve Kherson şehirlerinin Rusya’ya katılım kararının alınmasını sağladı. Referandumla birlikte Rusya, Ukrayna toprakları üzerinde egemenlik iddiasını kendince tek taraflı bir meşruiyete kavuşturdu.
Hindistan-Pakistan arasındaki Keşmir sorunu herkesin malûmu. Yeni Delhi, Pakistan’ın Keşmir’de referandum yoluyla toprak düzenini Hindistan’ın aleyhine değiştirme girişimi iddialarını reddediyor. Bu bağlamda Yeni Delhi’nin Ukrayna topraklarındaki zikredilen bölgelerin Rusya’ya katılım referandumunu onaylaması mümkün görünmüyor.
Birde Hindistan, Rusya’nın Ukrayna’da nükleer silah kullanma tehdidini kabul etmiyor. Çünkü Yeni Delhi, Rusya’nın nükleer güç kullanımının Çin’in de Asya’da nükleer güç kullanabilmesinin önünü açacağından muhtemelen endişe ediyor.
Bununla birlikte Yeni Delhi’nin hem Ukrayna’daki savaşta Rusya’ya yönelik tarafsızlık algısı hem de Hint ordusunun büyük ölçüde Rus askerî sanayisine dayanması, ABD açısından önem arz ediyor. Çünkü ABD için Çin’e karşı Hint-Pasifik okyanus bölgesel güvenlik inşasında Hindistan’a ciddi rol atfediyor. Joe Biden’ın Aralık 2022’de yayınladığı “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi”nde, “Rusya’nın Avrupa’daki saldırganlığının getirdiği zorluklara rağmen Çin uzun vadeli başlıca tehdit olmayı sürdürdüğü” belirtiliyor. Bölgede Çin’e karşı güçlü ve Ukrayna’da tarafsız bir Hindistan, ABD için stratejik önemde.
Rusya ise, Hindistan’ın ABD ve Batı ile gelişen stratejik ilişkilerinden rahatsız. Rusya, Pakistan’la ilişkilerini ilerletmeye çalışırken, Çin’le de “sınırsız ortaklık” kurma yolunda. Sınır anlaşmazlığı, Batı’yla gelişen diyaloglarından vb. dolayı Hindistan, Çin’in hedefi olmayı sürdüreceğe benziyor.
Moskova’nın Pekin’le ittifakını geliştirmesinin, Yeni Delhi’de Moskova’yla ilişkilerin olumsuz seyredeceği kanaati mevcut. Elbette bu durumun, Hindistan’ın ABD, Avrupa ve Asyalı aktörlerle bağlarını güçlendirmesine teşvik etmesi ihtimal dahilindedir.
.
Karadeniz’de İHA krizi
Muhammet ÖRTLEK
21 Mart 2023, Salı
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin birinci yılı geride kalırken, savaşın aktörleri arasında 14 Mart’ta İHA (İnsansız Hava Aracı) krizi yaşandı.
ABD’ye ait İHA’nın, Kırım açıklarında Rus savaş uçağı tarafından düşürülmesi uluslararası gündemdeki yerini aldı. Rus savaş uçağının ateş etmeden, İHA’nın pervanesine çarparak ve üzerine yakıt boşaltarak düşürmesi iddiaları da uluslararası hukukta değerlendirilmesi gereken yeni bir konu.
İHA’nın düşürüldüğü 14 Mart’ta, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Rus mevkidaşı Vladimir Putin ile görüşmek üzere Moskova’ya gitmesi; ve 16 Mart’ta Türkiye, Rusya, Suriye ve İran dışişleri bakan yardımcılarının gerçekleştirileceği toplantının da ertelenmesi vb. gelişmelerin art arda sıralanması düşündürücü. Toplantının erteleme nedeni ise henüz açıklanmadı.
Rusya açısından Karadeniz’de ABD İHA’sının mevcudiyeti, Washington yönetiminin Ukrayna’ya desteğinin delili kabul ediliyor. Her ne kadar ABD makamları İHA’nın topladığı verilerin silindiğini açıklasalar da, Washington kendisine ait İHA’nın enkazının çıkarılması gayretinde. Aynı zamanda Rusya da enkazın peşinde. Hatta her iki ülkenin enkazı düştüğü deniz sahasından çıkarma yarışı içerisinde oldukları yabancı basında başlıca yer ediniyor.
ABD’li yetkililer İHA’nın topladığı verilerin silindiğini açıklamalarına rağmen, enkazı çıkarmak istemeleri çelişki arz ediyor. Rusya’nın ise, İHA’yı kendisi çıkartarak üzerinde gereken incelemeleri tamamlayıp stratejik özellikte bir teknoloji ve bilgi transferini gerçekleştirme amacında olduğu kuvvetle muhtemeldir.
Bununla birlikte 17-19 Şubat 2022’de Münih Güvenlik Konferansı yapılmıştı. Konferans’a katılan tüm Batılı ülkelerin liderleri, Ukrayna’nın işgalinde Rusya karşısında kararlılıklarını; ekonomik, siyasî ve askerî mücadelelerini sürdüreceklerini vurguladılar.
Ayrıca Konferans, Avrupa (AB) – ABD arasındaki transatlantik ilişkilerde Washington’un vazgeçilmezliğini ortaya koyarken, birde Ukrayna’daki savaştan dolayı transatlantik tarafların konsolidesini sağlamıştır. Diğer taraftan Avrupa (AB) – ABD, Rusya ve Çin hususunda var oluşsal tehditlere karşı daha fazla sorumluluk alma durumundalar.
Putin’in 21 Şubat’taki Federal Meclis’e yaptığı konuşması, Münih Konferansı’na cevap mahiyetindeydi. Putin, öncelikle Rusya’nın ABD ile daha önce yaptığı, kıtalar arası nükleer balistik füzelerin geliştirilmesini durdurmayı amaçlayan START (Yeni Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması)’ askıya aldığını duyurmuştu. Aynı zamanda Putin konuşmasında “Rusya’nın Batı’yla topyekün mücadelesi”nin altını çiziyor.
Rusya ve Çin’in ABD’nin bölgesel ve küresel politikalarına sed çekmeye çalıştıkları biliniyor. Böylece Rusya’nın Batı’yla topyekün mücadele fikrinin Ukrayna dışındaki bölgelerde de öneminin artması ihtimal dahilindedir.
İHA’nın düşürülmesi üzerine, Rusya’nın Batı’yla topyekün mücadele argümanı çerçevesinde ABD ile sıcak çatışmaya girmekten çekinmeyeceği iddialar arasında.
Ancak Putin, Rusya’nın Batı’yla topyekün mücadele fikrinin perde arkasını söylemese de, İHA’nın düşürülmesinden dolayı ABD ve Rusya’nın sıcak çatışmaya girmelerine ihtimal verilmiyor. Şu an Rusya için, İHA’nın bulunarak teknoloji ve bilgi transferi yapılması daha öncelikli görünüyor.
.
ABD’ye ait İHA’nın, Kırım açıklarında Rus savaş uçağı tarafından düşürülmesi uluslararası gündemdeki yerini aldı. Rus savaş uçağının ateş etmeden, İHA’nın pervanesine çarparak ve üzerine yakıt boşaltarak düşürmesi iddiaları da uluslararası hukukta değerlendirilmesi gereken yeni bir konu.
İHA’nın düşürüldüğü 14 Mart’ta, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Rus mevkidaşı Vladimir Putin ile görüşmek üzere Moskova’ya gitmesi; ve 16 Mart’ta Türkiye, Rusya, Suriye ve İran dışişleri bakan yardımcılarının gerçekleştirileceği toplantının da ertelenmesi vb. gelişmelerin art arda sıralanması düşündürücü. Toplantının erteleme nedeni ise henüz açıklanmadı.
Rusya açısından Karadeniz’de ABD İHA’sının mevcudiyeti, Washington yönetiminin Ukrayna’ya desteğinin delili kabul ediliyor. Her ne kadar ABD makamları İHA’nın topladığı verilerin silindiğini açıklasalar da, Washington kendisine ait İHA’nın enkazının çıkarılması gayretinde. Aynı zamanda Rusya da enkazın peşinde. Hatta her iki ülkenin enkazı düştüğü deniz sahasından çıkarma yarışı içerisinde oldukları yabancı basında başlıca yer ediniyor.
ABD’li yetkililer İHA’nın topladığı verilerin silindiğini açıklamalarına rağmen, enkazı çıkarmak istemeleri çelişki arz ediyor. Rusya’nın ise, İHA’yı kendisi çıkartarak üzerinde gereken incelemeleri tamamlayıp stratejik özellikte bir teknoloji ve bilgi transferini gerçekleştirme amacında olduğu kuvvetle muhtemeldir.
Bununla birlikte 17-19 Şubat 2022’de Münih Güvenlik Konferansı yapılmıştı. Konferans’a katılan tüm Batılı ülkelerin liderleri, Ukrayna’nın işgalinde Rusya karşısında kararlılıklarını; ekonomik, siyasî ve askerî mücadelelerini sürdüreceklerini vurguladılar.
Ayrıca Konferans, Avrupa (AB) – ABD arasındaki transatlantik ilişkilerde Washington’un vazgeçilmezliğini ortaya koyarken, birde Ukrayna’daki savaştan dolayı transatlantik tarafların konsolidesini sağlamıştır. Diğer taraftan Avrupa (AB) – ABD, Rusya ve Çin hususunda var oluşsal tehditlere karşı daha fazla sorumluluk alma durumundalar.
Putin’in 21 Şubat’taki Federal Meclis’e yaptığı konuşması, Münih Konferansı’na cevap mahiyetindeydi. Putin, öncelikle Rusya’nın ABD ile daha önce yaptığı, kıtalar arası nükleer balistik füzelerin geliştirilmesini durdurmayı amaçlayan START (Yeni Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması)’ askıya aldığını duyurmuştu. Aynı zamanda Putin konuşmasında “Rusya’nın Batı’yla topyekün mücadelesi”nin altını çiziyor.
Rusya ve Çin’in ABD’nin bölgesel ve küresel politikalarına sed çekmeye çalıştıkları biliniyor. Böylece Rusya’nın Batı’yla topyekün mücadele fikrinin Ukrayna dışındaki bölgelerde de öneminin artması ihtimal dahilindedir.
İHA’nın düşürülmesi üzerine, Rusya’nın Batı’yla topyekün mücadele argümanı çerçevesinde ABD ile sıcak çatışmaya girmekten çekinmeyeceği iddialar arasında.
Ancak Putin, Rusya’nın Batı’yla topyekün mücadele fikrinin perde arkasını söylemese de, İHA’nın düşürülmesinden dolayı ABD ve Rusya’nın sıcak çatışmaya girmelerine ihtimal verilmiyor. Şu an Rusya için, İHA’nın bulunarak teknoloji ve bilgi transferi yapılması daha öncelikli görünüyor.
.
Yaptırı(la)m(ayan)lar ve Rusya
Muhammet ÖRTLEK
13 Mart 2023, Pazartesi
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline, ABD ve AB gibi başlıca Batılı aktörlerin verdiği karşılık ciddi manadaki yaptırımlar olmuştu.
Tabii ki yaptırımlar, Rusya için savaşın maliyetini arttırıyor. Bu maliyet artışı, Batı için de birçok sektörde geçerli. Ancak yaptırımlar, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i şu an için geri çekilmeye veya savaşı sonlandırmaya ikna etmiş değil. Yine de yaptırımlar, savaşı engelleyemese de sona ermesinde etkili olacağı ümit ediliyordu. Savaş bir yılını geri bıraktı ve şimdilik bu ümit gerçekleşmedi.
Aslında Batı’nın yaptırımları ihracat kontrolleriyle de Rusya’nın sanayisini geriletmek ve Rus ekonomisine önemli mâliyetler yüklemek amacındaydı. Böylece Moskova’nın dış politikasını ve savaşı sürdürmesi zorlaşacaktı. Hatta yaptırımlar hakkında bazı kesimlerce Rusya’nın Ukrayna’yı derhal terk etmesi veya Moskova’da uzun vadede bir rejim değişikliğine yol açacağını öngörenler de olmuştu.
Rusya da yaptırımlara karşılık vermeye çalışmışsa da, aldığı önlemlerin tamamında başarılı olamadı. Bunlardan biri savaş öncesinde Rusya’nın oluşturduğu büyük miktardaki döviz rezervini Avrupa ve Japonya gibi merkezlerde tutmasıydı.
Rusya’nın diğer bir önlemi de sanayi sektöründe ithal ürünleri azaltarak, yerine yerli üretimi teşvik etmesiydi. Ayrıca Rusya, Batı’nın yaptırımlarına karşı daha maliyetli yaptırımlarla cevap verme kabiliyetini geliştirdi. Yani Rusya doğalgaz ve petrol ürünleri ile titanyum gibi değerli mineraller açısından Batı’yı kendisine bağımlı hale getirme stratejisi izledi. Bunda da başarısı kuvvetle muhtemeldir.
Rusya’nın Kuzey Akım-1 boru hattı üzerinden Avrupa’ya gelen doğalgazı bakım bahanesiyle durdurması, savaş sürecinde uyguladığı en önemli enstrümanlarından biriydi. Batı’nın tüm yaptırımlarına rağmen, Avrupa’nın ihtiyacı olan doğalgaz veya petrolün Rusya’nın Karadeniz limanlarından tanker gemilere yüklenerek Yunanistan limanlarında boşaltılıp karayoluyla Avrupa’nın içlerine nakliye edildiği bir takım yabancı haber kaynaklarında yayınlanmıştı. Böylece Avrupa’nın daha yüksek maliyetle Rusya’dan enerji satın aldığı ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan Batı yaptırımları, Rusya’yı büyüyen ekonomileri nedeniyle enerji talebi artan Hindistan ve Çin’e enerji tedarikine yönlendirdi. Dolayısıyla Moskova, Batılı olmayan aktörlerle ekonomik bağlarını güçlendirmeye başlamıştır. Başka bir ifadeyle Rusya, Avrupa’da kaybettiğini Asya’da kazanmanın yolunu buldu.
Batı’nın tüm yaptırımlarına rağmen, Putin yönetimi, 23-27 Eylül 2022’de gerçekleştirilen referandumla Rus yanlısı Donbas bölgesindeki Luhansk Halk Cumhuriyeti, Donetsk Halk Cumhuriyeti, Zaporozhzhia ve Kherson şehirlerinin Rusya’ya katılım kararının alınmasını sağladı. Referandumla birlikte Rusya, Ukrayna toprakları üzerinde egemenlik iddiasını kendince tek taraflı bir meşruiyete kavuşturdu. Referanduma karşı, uluslararası tepkiler hatırlardadır.
Batılı aktörlerin Ukrayna’ya destekleri ve Rusya’ya yaptırımları devam ediyor. Hatta savaşın sona ermesinin ardından Rusya’ya muhtelif askerî sanayi ve teknolojik alanlarda sınırlama getirilmesi de tartışmalar arasında.
Bir yılını tamamlayan savaşta, taraflar arasında muhtemel bir geçici ateşkesin, Rusya’nın Ukrayna topraklarını işgalinin fiilen kabulü anlamına geleceği endişesini taşıyanlar da mevcut.
Ayrıca yaptırımların etkisinin belirli bir yere kadar olduğu görüldü. Batı’nın yeni yaptırım enstrüman(lar)ı bulması gerekiyor.
.
Tabii ki yaptırımlar, Rusya için savaşın maliyetini arttırıyor. Bu maliyet artışı, Batı için de birçok sektörde geçerli. Ancak yaptırımlar, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i şu an için geri çekilmeye veya savaşı sonlandırmaya ikna etmiş değil. Yine de yaptırımlar, savaşı engelleyemese de sona ermesinde etkili olacağı ümit ediliyordu. Savaş bir yılını geri bıraktı ve şimdilik bu ümit gerçekleşmedi.
Aslında Batı’nın yaptırımları ihracat kontrolleriyle de Rusya’nın sanayisini geriletmek ve Rus ekonomisine önemli mâliyetler yüklemek amacındaydı. Böylece Moskova’nın dış politikasını ve savaşı sürdürmesi zorlaşacaktı. Hatta yaptırımlar hakkında bazı kesimlerce Rusya’nın Ukrayna’yı derhal terk etmesi veya Moskova’da uzun vadede bir rejim değişikliğine yol açacağını öngörenler de olmuştu.
Rusya da yaptırımlara karşılık vermeye çalışmışsa da, aldığı önlemlerin tamamında başarılı olamadı. Bunlardan biri savaş öncesinde Rusya’nın oluşturduğu büyük miktardaki döviz rezervini Avrupa ve Japonya gibi merkezlerde tutmasıydı.
Rusya’nın diğer bir önlemi de sanayi sektöründe ithal ürünleri azaltarak, yerine yerli üretimi teşvik etmesiydi. Ayrıca Rusya, Batı’nın yaptırımlarına karşı daha maliyetli yaptırımlarla cevap verme kabiliyetini geliştirdi. Yani Rusya doğalgaz ve petrol ürünleri ile titanyum gibi değerli mineraller açısından Batı’yı kendisine bağımlı hale getirme stratejisi izledi. Bunda da başarısı kuvvetle muhtemeldir.
Rusya’nın Kuzey Akım-1 boru hattı üzerinden Avrupa’ya gelen doğalgazı bakım bahanesiyle durdurması, savaş sürecinde uyguladığı en önemli enstrümanlarından biriydi. Batı’nın tüm yaptırımlarına rağmen, Avrupa’nın ihtiyacı olan doğalgaz veya petrolün Rusya’nın Karadeniz limanlarından tanker gemilere yüklenerek Yunanistan limanlarında boşaltılıp karayoluyla Avrupa’nın içlerine nakliye edildiği bir takım yabancı haber kaynaklarında yayınlanmıştı. Böylece Avrupa’nın daha yüksek maliyetle Rusya’dan enerji satın aldığı ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan Batı yaptırımları, Rusya’yı büyüyen ekonomileri nedeniyle enerji talebi artan Hindistan ve Çin’e enerji tedarikine yönlendirdi. Dolayısıyla Moskova, Batılı olmayan aktörlerle ekonomik bağlarını güçlendirmeye başlamıştır. Başka bir ifadeyle Rusya, Avrupa’da kaybettiğini Asya’da kazanmanın yolunu buldu.
Batı’nın tüm yaptırımlarına rağmen, Putin yönetimi, 23-27 Eylül 2022’de gerçekleştirilen referandumla Rus yanlısı Donbas bölgesindeki Luhansk Halk Cumhuriyeti, Donetsk Halk Cumhuriyeti, Zaporozhzhia ve Kherson şehirlerinin Rusya’ya katılım kararının alınmasını sağladı. Referandumla birlikte Rusya, Ukrayna toprakları üzerinde egemenlik iddiasını kendince tek taraflı bir meşruiyete kavuşturdu. Referanduma karşı, uluslararası tepkiler hatırlardadır.
Batılı aktörlerin Ukrayna’ya destekleri ve Rusya’ya yaptırımları devam ediyor. Hatta savaşın sona ermesinin ardından Rusya’ya muhtelif askerî sanayi ve teknolojik alanlarda sınırlama getirilmesi de tartışmalar arasında.
Bir yılını tamamlayan savaşta, taraflar arasında muhtemel bir geçici ateşkesin, Rusya’nın Ukrayna topraklarını işgalinin fiilen kabulü anlamına geleceği endişesini taşıyanlar da mevcut.
Ayrıca yaptırımların etkisinin belirli bir yere kadar olduğu görüldü. Batı’nın yeni yaptırım enstrüman(lar)ı bulması gerekiyor.
.
Mısır ve Hindistan şehadetnamelerini mi alıyor?
Muhammet ÖRTLEK
07 Mart 2023, Salı
Hindistan 1947’de İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasının ardından 26 Ocak 1950’de Anayasası’nı ilan etmiş ve bu tarihi Cumhuriyet’in kuruluşu olarak kutlamaktadır.
Yeni Delhi yönetimi bu yıl Cumhuriyet törenleri için Mısır Devlet Başkanı Abdul Fettah El-Sisi’yi onur konuğu seçmişti.
Sisi’nin onur konuğu seçilmesinde, Mısır-Hindistan ilişkilerinin geçmişi etkili oldu. Çünkü her iki ülkenin sağlam temele dayanan ilişkileri, ilk toplantısı Endonezya’nın Bandung şehrinde 18-24 Nisan 1955’te gerçekleştirilen Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucu üyeliğine kadar gidiyor. Bağlantısızlar Hareketi ise, Soğuk Savaş’ın en şiddetli döneminde Batı ve Doğu Bloku’nun dışında kalan Üçüncü Dünya diye tanımlanan ülkelerden meydana gelmektedir.
Bir süredir Sisi ve Hindistan Başbakanı Narendra Modi, karşılıklı yatırım, ticareti teşvik, Bağlantısızlar Hareketi ile Üçüncü Dünya ülkelerine yönelik ekonomik tehditleri önlemek üzere görüşme halindeler.
Mısır’ın gelişen ekonomisi için Hindistan’ın ilerleyen teknolojik bilgisinden istifade edeceği muhtemeldir. Mısır, Yeni Delhi üzerinden Hindistan’ın üyesi olduğu BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) grubuyla da ilişkilerini geliştirip, uluslararası ilişkilerde siyasî ve ekonomik ortaklıklarda yeni buluşma noktalarını arayışındadır.
Aynı zamanda Mısır-Hindistan, Bağlantısızlar Hareketi ile BRICS arasında daha geniş muhtelif alanlarda işbirliğini geliştirmenin arayışı içerisindedirler. Bununla birlikte iki ülke son yıllarda daha yakın stratejik ve askerî işbirliği halindeler. Böylece Hint Okyanusu’ndan Kızıldeniz’e ve Süveyş Kanalı’na kadar uzanan deniz güvenliğinin sağlanması amaçlanıyor. Elbette deniz yollarındaki işbirliği, Mısır’ın siyasî ve ekonomik paydaşları Basra Körfezi ülkeleri için de önemli. Hindistan da gelişen ekonomisinin enerji ihtiyacının büyük bölümü için Basra Körfezi’ne güveniyor. Dolayısıyla iki ülkenin deniz ticaretinin güvenliği, Basra Körfezi’nin de dahil olduğu geniş bir sahada barış ve istikrarın sağlanmasında faydalı oluyor.
Tüm bunlara ek olarak iki ülke, hem 2016’dan beri Mısır-Hindistan Terörle Mücadele Ortak Çalışma Grubu hem de Ekim 2022’deki Hint-Afrika Savunma Diyaloğu’nda birlikte hareket ediyorlar. Ortak nokta ise, terörizmin belirli bir din, kültür veya halkla ilişkilendirilemeyeceği hususunda.
Hindistan geçmişten bu yana Mısır’ın modernleşme ve gelişme hamlesini desteklemiştir. İngiliz sömürgeciliğine karşı direnişleri, iki ülkenin benzer siyasî kültüre sahip olduklarını gösteriyor. Bu benzerliğin Mısır ve Hindistan’ı birbirine daha çok yaklaştırdığı muhtemeldir.
Mısır’da Saad Zaglul 1922’de, İngiltere’yi Mısır’ın bağımsızlığını vermeye zorlayan milliyetçi Başbakan’dır. Yine Mısır’da Cemal Abdül Nasır ve Hindistan’da Başbakan Javaharlal Nehru’nun öncülüğünde İngiliz yönetimine karşı direniş ve barışçı modeller, iki ülkeyi Bağlantısızlar Hareketi’nin kuruculuğuna ve Üçüncü Dünya’daki modern ulus-devletin gelişimini üstlenmeye taşıdı. İki ülkenin, kalkınma, barış, refah, güvenli bir gelecek için bugün birbirlerine yaklaşmaları olumlu bir gelişmedir.
İki ülkenin ilişkilerinin gelişmesi, Bediüzzaman Said Nursî’nin “İşte Hindistan, İslam’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır İslam’ın zekî bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Yahu, şu asilzade evlat, şehadetnamelerini aldıktan sonra, her biri bir kıta başına geçecek, muhteşem adil pederleri olan İslamiyet’in bayrağını afak-ı kemalatta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir”. beyanına yaklaştıracağı ihtimallerdendir.
.
Yeni Delhi yönetimi bu yıl Cumhuriyet törenleri için Mısır Devlet Başkanı Abdul Fettah El-Sisi’yi onur konuğu seçmişti.
Sisi’nin onur konuğu seçilmesinde, Mısır-Hindistan ilişkilerinin geçmişi etkili oldu. Çünkü her iki ülkenin sağlam temele dayanan ilişkileri, ilk toplantısı Endonezya’nın Bandung şehrinde 18-24 Nisan 1955’te gerçekleştirilen Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucu üyeliğine kadar gidiyor. Bağlantısızlar Hareketi ise, Soğuk Savaş’ın en şiddetli döneminde Batı ve Doğu Bloku’nun dışında kalan Üçüncü Dünya diye tanımlanan ülkelerden meydana gelmektedir.
Bir süredir Sisi ve Hindistan Başbakanı Narendra Modi, karşılıklı yatırım, ticareti teşvik, Bağlantısızlar Hareketi ile Üçüncü Dünya ülkelerine yönelik ekonomik tehditleri önlemek üzere görüşme halindeler.
Mısır’ın gelişen ekonomisi için Hindistan’ın ilerleyen teknolojik bilgisinden istifade edeceği muhtemeldir. Mısır, Yeni Delhi üzerinden Hindistan’ın üyesi olduğu BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) grubuyla da ilişkilerini geliştirip, uluslararası ilişkilerde siyasî ve ekonomik ortaklıklarda yeni buluşma noktalarını arayışındadır.
Aynı zamanda Mısır-Hindistan, Bağlantısızlar Hareketi ile BRICS arasında daha geniş muhtelif alanlarda işbirliğini geliştirmenin arayışı içerisindedirler. Bununla birlikte iki ülke son yıllarda daha yakın stratejik ve askerî işbirliği halindeler. Böylece Hint Okyanusu’ndan Kızıldeniz’e ve Süveyş Kanalı’na kadar uzanan deniz güvenliğinin sağlanması amaçlanıyor. Elbette deniz yollarındaki işbirliği, Mısır’ın siyasî ve ekonomik paydaşları Basra Körfezi ülkeleri için de önemli. Hindistan da gelişen ekonomisinin enerji ihtiyacının büyük bölümü için Basra Körfezi’ne güveniyor. Dolayısıyla iki ülkenin deniz ticaretinin güvenliği, Basra Körfezi’nin de dahil olduğu geniş bir sahada barış ve istikrarın sağlanmasında faydalı oluyor.
Tüm bunlara ek olarak iki ülke, hem 2016’dan beri Mısır-Hindistan Terörle Mücadele Ortak Çalışma Grubu hem de Ekim 2022’deki Hint-Afrika Savunma Diyaloğu’nda birlikte hareket ediyorlar. Ortak nokta ise, terörizmin belirli bir din, kültür veya halkla ilişkilendirilemeyeceği hususunda.
Hindistan geçmişten bu yana Mısır’ın modernleşme ve gelişme hamlesini desteklemiştir. İngiliz sömürgeciliğine karşı direnişleri, iki ülkenin benzer siyasî kültüre sahip olduklarını gösteriyor. Bu benzerliğin Mısır ve Hindistan’ı birbirine daha çok yaklaştırdığı muhtemeldir.
Mısır’da Saad Zaglul 1922’de, İngiltere’yi Mısır’ın bağımsızlığını vermeye zorlayan milliyetçi Başbakan’dır. Yine Mısır’da Cemal Abdül Nasır ve Hindistan’da Başbakan Javaharlal Nehru’nun öncülüğünde İngiliz yönetimine karşı direniş ve barışçı modeller, iki ülkeyi Bağlantısızlar Hareketi’nin kuruculuğuna ve Üçüncü Dünya’daki modern ulus-devletin gelişimini üstlenmeye taşıdı. İki ülkenin, kalkınma, barış, refah, güvenli bir gelecek için bugün birbirlerine yaklaşmaları olumlu bir gelişmedir.
İki ülkenin ilişkilerinin gelişmesi, Bediüzzaman Said Nursî’nin “İşte Hindistan, İslam’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır İslam’ın zekî bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Yahu, şu asilzade evlat, şehadetnamelerini aldıktan sonra, her biri bir kıta başına geçecek, muhteşem adil pederleri olan İslamiyet’in bayrağını afak-ı kemalatta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir”. beyanına yaklaştıracağı ihtimallerdendir.
.
Çin’in Kuzey Kutbu’na ilgisi
Muhammet ÖRTLEK
04 Mart 2023, Cumartesi
Kuzey Kutbu Konseyi (KKK) diğer adıyla Arktik Konseyi’nde, 2021-2023 dönem başkanlığına rağmen, Ukrayna’yı işgali nedeniyle Rusya’nın 3 Mart 2022’de Konsey’deki çalışmaları askıya alınmıştır (Yeni Asya, 28.02.2023, Rusya’lı/sız Kuzey Kutup Konseyi). Bölgeye sınırı olmamasına rağmen, Kuzey Kutbu’na ilgi duyan ülkelerden biri de Çin’dir.
Çin 2013’te küresel çapta ekonomik bağlantılarını arttırmak amacıyla yüzyılın projesi olarak adlandırdığı Kuşak-Yol Girişimi’ni duyurmuştu. Dünyanın en büyük ihracatçısı olan Çin, ticaret yollarını çeşitlendirerek güvence altına almanın yanı sıra yeni enerji kaynaklarına güvenli şekilde ulaşmak amacındadır.
Buzulların erimeye başlamasının ardından hem yeni enerji kaynakları hem de yeni ticaret yollarına en iyi alternatifin Arktik bölgesinde ortaya çıktığını/çıkacağını düşünen Çin’in bölgeye olan ilgisi gün geçtikçe artıyor.
Aslında Çin’in Arktik’e yönelik girişimleri 1925’te imzalanan Svalbard Anlaşması’yla başladı. Anlaşma’dan sonra muhtelif tarihlerdeki gelişmelerle ve imzalanan anlaşmalarla Çin, Kutup bölgesi hakkındaki politikalarını olgunlaştırdı.
Pekin yönetimi, 2018’de “Arktik Politikası Beyaz Kitabı” yayınlayarak sınırı olmadığı halde Çin’in kutup kaynaklarına, kutup ticaret yollarına ilgisini “Kuzey Kutbu’na Yakın Devlet” (near-Arctic State) tanımlamasıyla resmileştirdi. Hatta Çin, Kuşak-Yol Girişimi’ni de Arktik Politikası Beyaz Kitabı’na dahil etti. Böylece Çin, buzulların erimesiyle birlikte meydana gelecek yeni kara veya deniz yollarının ticarî değerini göz önünde bulundurmaktadır.
Ayrıca Çin’in Kutup’taki petrol, gaz ve madencilik kaynaklarını araştırmak ve kullanmak, balıkçılık faaliyetlerine katılmak, taşımacılık yollarını geliştirmek ve bölgeyi turizme açmak vb. hedefleri mevcuttur.
Kendisini Kuzey Kutbu’na Yakın Devlet şeklinde tanımlayan Çin’in, Kutup politikasının hiçbir zaman Rusya merkezli olmadığı ve Pekin’in bölgedeki çok taraflı ekonomik ve araştırma projelerine öncelik verdiği belirtiliyor. Birde Çin onaylamasa da, Rusya’nın Kutup’taki askerî altyapı inşa etme faaliyetlerine şimdilik sessiz kalıyor. Bununla birlikte Çin’in, Rusya’nın Ukrayna’daki savaş durumundan yararlanarak, Kuzey Deniz Rotası’na erişim de dahil olmak üzere yeni ayrıcalıklar için baskı yapabileceğine ihtimal veriliyor.
“Yamal LNG”, Rusya’nın Yamal Yarımadası’nın kuzey doğusunda bulunan bir sıvılaştırılmış gaz tesisi projesidir. Proje doğalgaz çıkarma ve taşımayı kapsıyor. Fakat Rusya, Yamal projesinin inşasında muhtelif Avrupalı ve Çinli şirketlerin finansal ve teknik yardımına bağımlıdır. Dolayısıyla Çin için Yamal LNG projesi, Rusya karşısında Kutup hakkında ayrı bir fırsat/koz niteliği taşıması muhtemeldir.
Diğer taraftan Çin’in Kutup’la ilgilenmesi, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından 1 Mart 2018’de açıklanan ve 6 yeni Rus stratejik silahından biri olan “9M730 Burevestnik nükleer güdümlü seyir füzesi” gibi Moskova’nın nükleer silah deneylerini durdurmak için de caydırıcı olabilir.
Rusya’nın, Kuzey Kutbu Konsey’inde çalışmalarının askıya alınması da, Çin’in Kutup hususundaki politikalarını geliştirmesinde, Konsey’le daha kolay iletişim ve daha sonrasında işbirliğine gitmeyi kolaylaştıracağı ihtimaller arasındadır.
.
Çin 2013’te küresel çapta ekonomik bağlantılarını arttırmak amacıyla yüzyılın projesi olarak adlandırdığı Kuşak-Yol Girişimi’ni duyurmuştu. Dünyanın en büyük ihracatçısı olan Çin, ticaret yollarını çeşitlendirerek güvence altına almanın yanı sıra yeni enerji kaynaklarına güvenli şekilde ulaşmak amacındadır.
Buzulların erimeye başlamasının ardından hem yeni enerji kaynakları hem de yeni ticaret yollarına en iyi alternatifin Arktik bölgesinde ortaya çıktığını/çıkacağını düşünen Çin’in bölgeye olan ilgisi gün geçtikçe artıyor.
Aslında Çin’in Arktik’e yönelik girişimleri 1925’te imzalanan Svalbard Anlaşması’yla başladı. Anlaşma’dan sonra muhtelif tarihlerdeki gelişmelerle ve imzalanan anlaşmalarla Çin, Kutup bölgesi hakkındaki politikalarını olgunlaştırdı.
Pekin yönetimi, 2018’de “Arktik Politikası Beyaz Kitabı” yayınlayarak sınırı olmadığı halde Çin’in kutup kaynaklarına, kutup ticaret yollarına ilgisini “Kuzey Kutbu’na Yakın Devlet” (near-Arctic State) tanımlamasıyla resmileştirdi. Hatta Çin, Kuşak-Yol Girişimi’ni de Arktik Politikası Beyaz Kitabı’na dahil etti. Böylece Çin, buzulların erimesiyle birlikte meydana gelecek yeni kara veya deniz yollarının ticarî değerini göz önünde bulundurmaktadır.
Ayrıca Çin’in Kutup’taki petrol, gaz ve madencilik kaynaklarını araştırmak ve kullanmak, balıkçılık faaliyetlerine katılmak, taşımacılık yollarını geliştirmek ve bölgeyi turizme açmak vb. hedefleri mevcuttur.
Kendisini Kuzey Kutbu’na Yakın Devlet şeklinde tanımlayan Çin’in, Kutup politikasının hiçbir zaman Rusya merkezli olmadığı ve Pekin’in bölgedeki çok taraflı ekonomik ve araştırma projelerine öncelik verdiği belirtiliyor. Birde Çin onaylamasa da, Rusya’nın Kutup’taki askerî altyapı inşa etme faaliyetlerine şimdilik sessiz kalıyor. Bununla birlikte Çin’in, Rusya’nın Ukrayna’daki savaş durumundan yararlanarak, Kuzey Deniz Rotası’na erişim de dahil olmak üzere yeni ayrıcalıklar için baskı yapabileceğine ihtimal veriliyor.
“Yamal LNG”, Rusya’nın Yamal Yarımadası’nın kuzey doğusunda bulunan bir sıvılaştırılmış gaz tesisi projesidir. Proje doğalgaz çıkarma ve taşımayı kapsıyor. Fakat Rusya, Yamal projesinin inşasında muhtelif Avrupalı ve Çinli şirketlerin finansal ve teknik yardımına bağımlıdır. Dolayısıyla Çin için Yamal LNG projesi, Rusya karşısında Kutup hakkında ayrı bir fırsat/koz niteliği taşıması muhtemeldir.
Diğer taraftan Çin’in Kutup’la ilgilenmesi, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından 1 Mart 2018’de açıklanan ve 6 yeni Rus stratejik silahından biri olan “9M730 Burevestnik nükleer güdümlü seyir füzesi” gibi Moskova’nın nükleer silah deneylerini durdurmak için de caydırıcı olabilir.
Rusya’nın, Kuzey Kutbu Konsey’inde çalışmalarının askıya alınması da, Çin’in Kutup hususundaki politikalarını geliştirmesinde, Konsey’le daha kolay iletişim ve daha sonrasında işbirliğine gitmeyi kolaylaştıracağı ihtimaller arasındadır.
.
Rusya’lı/sız Kuzey Kutup Konseyi
Muhammet ÖRTLEK
28 Şubat 2023, Salı
Kuzey Kutbu Konseyi (KKK) diğer adıyla Arktik Konseyi, 19 Eylül 1996’da Kanada, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Norveç, Rusya, İsveç ve ABD’nin Ottawa Bildirgesi’ni imzalamasıyla kuruldu.
Konsey, Kuzey Kutbu devletlerinin yerli ve bölgedeki diğer halklar arasında ortak meselelerde, sürdürülebilir kalkınma ve çevre koruma konularında işbirliğini, koordinasyonu ve etkileşimi teşvik eden hükümetler arası forumdur.
Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgale başlaması üzerine, Konsey 3 Mart 2022’de Rusya’nın forumdaki çalışmalarını askıya almıştı. Böylece Konsey kendisini, Rusya hariç “Arktik-7” olarak isimlendirdi. Arktik-7, 8 Haziran 2022’de Rusya’yı içermeyen projeler üzerinde çalışmaya devam edeceğini bildirmişti.
Ancak Konsey’in 2021-2023 Dönem Başkanlığı’nı Rusya yürütüyor. Rusya’nın bu görevinin 2023 yılının ortalarına kadar sürdüreceği belirtiliyor. Dolayısıyla Konsey’in, Dönem Başkanı Rusya olmadan çalışmalarını sürdürmekte zorlanması ve şimdilik askerî-güvenlik konuları gündeminden çıkarması vb. faaliyetlerini sekteye uğratıyor.
Konsey’in 2014’te Rusya’nın Kırım’ı işgali/ilhakında bile çalışmalarını aksatmadığı, üyeleri arasında işbirliğine dayalı angajmanları sürdürdüğü biliniyor. Ancak Konsey’in Ukrayna’nın işgaline daha ciddi tavır aldığı görülüyor.
Ukrayna’da Rusya işgalinin beklenenden uzun sürmesi, Konsey’le bağlantılı STK ve kuruluşların faaliyetleri için yeni zemin arayışı mevcut. Çünkü Rusya’nın eksikliği permafrost (donmuş toprak) erimesinin etkilerini azaltma vd. çevre projelerinde aksaklığa neden oluyor.
Norveç’in 1949’daki NATO üyeliğinin ardından, Ukrayna’nın işgaliyle Finlandiya ve İsveç’in de üyelik başvuru sürecinin işlemesi, Rusya’nın beklemediği bir güvenlik/stratejik gelişme şeklinde algılanıyor.
Rusya’nın ana topraklarıyla bağlantısı olmayan Litvanya ile Polonya arasında Baltık Denizi kıyısında konumlanan eksklav niteliğindeki toprağı Kaliningrad önemini koruyor. Çünkü Rusya, Kaliningrad’daki Kuzey Deniz Filosu’nu 2014’te ve kara unsurlarını da 2020’de tahkim etmiştir. Rusya’nın Baltık, İskandinav ve Arktik bölgelerine yönelik güvenlik politikalarında Kaliningrad’ın belirleyici olduğu kuvvetle muhtemeldir. Fakat Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya kabul edilmeleri durumunda Rusya’nın algılayacağı güvenlik tehdidinin alanı genişleyerek, Moskova’yı yeni stratejiler belirlemeye zorlayacaktır.
Her ne kadar Devlet Başkanı Vladimir Putin 31 Temmuz 2022’de ülkesinin “Deniz Doktrini’yle Kuzey Kutbu Kuzey Filosu’nu güçlendirmeyi” ön görse de, Moskova’nın Arktik bölgesinden Karadeniz ve Doğu Akdeniz’e askerî deniz unsurlarını kaydırdığı bilinmektedir. Böylece Ukrayna’daki savaşın, Rusya’yı Arktik’te zayıflattığı anlaşılıyor.
Ukrayna’daki savaşla birlikte, Rusya ile Batılı aktörler arasında çatışma ve karşıtlık ivmesi yükseldi. Muhtemel ateşkesle, Kuzey Kutbu Konseyi’nin Rusya dahil 8 üyeli işbirliğini yeniden başlatması şimdilik zayıf bir ihtimaldir. Batılı aktörlerin, Rusya’nın Ukrayna’da yenilgiyi ve önüne konulacak şartları kabul etmesini bekleyecekleri de muhtemeldir.
Ancak bugün için tarafların bulundukları mevcut konumdan geri adım atmayacakları bilinen bir gerçek. Yine de en azından Kuzey Kutbu çevre güvenliği hususunda yeni stratejilerde birlikte hareket edilmesi önem arz ediyor.
.
Konsey, Kuzey Kutbu devletlerinin yerli ve bölgedeki diğer halklar arasında ortak meselelerde, sürdürülebilir kalkınma ve çevre koruma konularında işbirliğini, koordinasyonu ve etkileşimi teşvik eden hükümetler arası forumdur.
Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgale başlaması üzerine, Konsey 3 Mart 2022’de Rusya’nın forumdaki çalışmalarını askıya almıştı. Böylece Konsey kendisini, Rusya hariç “Arktik-7” olarak isimlendirdi. Arktik-7, 8 Haziran 2022’de Rusya’yı içermeyen projeler üzerinde çalışmaya devam edeceğini bildirmişti.
Ancak Konsey’in 2021-2023 Dönem Başkanlığı’nı Rusya yürütüyor. Rusya’nın bu görevinin 2023 yılının ortalarına kadar sürdüreceği belirtiliyor. Dolayısıyla Konsey’in, Dönem Başkanı Rusya olmadan çalışmalarını sürdürmekte zorlanması ve şimdilik askerî-güvenlik konuları gündeminden çıkarması vb. faaliyetlerini sekteye uğratıyor.
Konsey’in 2014’te Rusya’nın Kırım’ı işgali/ilhakında bile çalışmalarını aksatmadığı, üyeleri arasında işbirliğine dayalı angajmanları sürdürdüğü biliniyor. Ancak Konsey’in Ukrayna’nın işgaline daha ciddi tavır aldığı görülüyor.
Ukrayna’da Rusya işgalinin beklenenden uzun sürmesi, Konsey’le bağlantılı STK ve kuruluşların faaliyetleri için yeni zemin arayışı mevcut. Çünkü Rusya’nın eksikliği permafrost (donmuş toprak) erimesinin etkilerini azaltma vd. çevre projelerinde aksaklığa neden oluyor.
Norveç’in 1949’daki NATO üyeliğinin ardından, Ukrayna’nın işgaliyle Finlandiya ve İsveç’in de üyelik başvuru sürecinin işlemesi, Rusya’nın beklemediği bir güvenlik/stratejik gelişme şeklinde algılanıyor.
Rusya’nın ana topraklarıyla bağlantısı olmayan Litvanya ile Polonya arasında Baltık Denizi kıyısında konumlanan eksklav niteliğindeki toprağı Kaliningrad önemini koruyor. Çünkü Rusya, Kaliningrad’daki Kuzey Deniz Filosu’nu 2014’te ve kara unsurlarını da 2020’de tahkim etmiştir. Rusya’nın Baltık, İskandinav ve Arktik bölgelerine yönelik güvenlik politikalarında Kaliningrad’ın belirleyici olduğu kuvvetle muhtemeldir. Fakat Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya kabul edilmeleri durumunda Rusya’nın algılayacağı güvenlik tehdidinin alanı genişleyerek, Moskova’yı yeni stratejiler belirlemeye zorlayacaktır.
Her ne kadar Devlet Başkanı Vladimir Putin 31 Temmuz 2022’de ülkesinin “Deniz Doktrini’yle Kuzey Kutbu Kuzey Filosu’nu güçlendirmeyi” ön görse de, Moskova’nın Arktik bölgesinden Karadeniz ve Doğu Akdeniz’e askerî deniz unsurlarını kaydırdığı bilinmektedir. Böylece Ukrayna’daki savaşın, Rusya’yı Arktik’te zayıflattığı anlaşılıyor.
Ukrayna’daki savaşla birlikte, Rusya ile Batılı aktörler arasında çatışma ve karşıtlık ivmesi yükseldi. Muhtemel ateşkesle, Kuzey Kutbu Konseyi’nin Rusya dahil 8 üyeli işbirliğini yeniden başlatması şimdilik zayıf bir ihtimaldir. Batılı aktörlerin, Rusya’nın Ukrayna’da yenilgiyi ve önüne konulacak şartları kabul etmesini bekleyecekleri de muhtemeldir.
Ancak bugün için tarafların bulundukları mevcut konumdan geri adım atmayacakları bilinen bir gerçek. Yine de en azından Kuzey Kutbu çevre güvenliği hususunda yeni stratejilerde birlikte hareket edilmesi önem arz ediyor.
.
Rusya’nın Afrika’da diplomatik destek arayışı
Muhammet ÖRTLEK
25 Şubat 2023, Cumartesi
Çin’in ardından Rusya da son yıllarda Ortadoğu’daki ilişkileri ve etkinliğini arttırma çabasında.
Suriye ve Libya’da askerî unsurları bulunan Rusya bir müddettir Sudan üzerinden Kızıldeniz’de üs anlaşması arayışını sürdürüyor. Geçtiğimiz 11 Şubat’ta Sudan hükümetinin Rusya’nın Kızıldeniz kıyısında bir donanma üssü inşa etme anlaşmasını değerlendirdiği basına yansımıştı. Moskova’nın Sudan’ın stratejik Port-Sudan Limanı’nda 300 Rus asker ve 4 adet donanma gemisi bulunduracağı tahmin ediliyor (Yeni Asya, 18.02.2023).
Rusya’nın Afrika’nın önemli aktörlerinden Moritanya’yla da ilişkilerini geliştirmeye yöneldiği ve bu ülkeye destek teklifinde bulunduğu belirtiliyor. Teklif, Rus Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov’un 8 Şubat 2023’te Moritanya Dışişleri Bakanı Muhammed Salem Ould Merzoug’u ziyaretinde ortaya çıktı.
Moritanya Mağrip ve Sahra Altı Afrika arasında önemli konumda. Bölge uzun süredir kendini sözde “Cihatçı” tanımlayan muhtelif grupların silahlı saldırılarına sahne oluyor. Her ne kadar Moritanya 2011’den beri saldırıya uğramamış olsa da, bundan sonra saldırıların olmayacağı anlamına gelmiyor. Çünkü Moritanya’ya yakın Sahel Bölgesi ve Gine Körfezi ülkelerindeki silahlı grupların hareketliliği güvenlik tehdidi niteliğinde. Bu vartada Lavrov’un Moritanya’ya destek teklifi Sahel’deki Cihatçı gruplara karşı mücadele hususundadır. Bu grupların silahlı faaliyetleri Mali, Burkina Faso ve Nijer gibi ülkelerde görülüyor.
BM Genel Kurulu ise, 2 Mart 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askerî saldırısını kınayan karar tasarısını 141 oyla kabul etmişti. Oylamada birçok Afrika ülkesi çekimser kaldı veya oy kullanmadı. Ancak kabul oyu verenler arasında Moritanya’da mevcut. Birde Moritanya, BM Genel Kurulu’nda 12 Ekim 2022’de Rusya’nın Ukrayna bölgelerini yasa dışı ilhakını kınayan 143 ülke arasındaydı. Ancak Moritanya, BM Genel Kurulu’nda 14 Kasım 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya tazminat ödemesini isteyen kararın kabulünde çekimser kalmıştı. İşte bu son kararın ardından Rusya’nın, Afrika ülkeleriyle yakından ilgilenmeye başladığı görülüyor.
Lavrov’un Merzoug’u ziyaretinde “Moritanya’nın tüm eksenlerde tutarlı tarafsızlık politikasına saygı duyduklarını” açıklarken, ayrıca “Sahel Bölgesi’ndeki terör tehdidine” dikkat çekiyor. Aynı zamanda Lavrov, Moritanya-Fas-Cezayir üçgenindeki Batı Sahra bölgesi topraklarındaki egemenlik mücadelesine ve buradaki “Polisario Cephesi’nin çatışmalarını” vurgulayarak ilgili ülkeler arasında aktif çabaları destekleyeceklerini bildiriyor. Ancak Rusya’nın, Batı Sahra’da taraflardan hangisine ağırlık verip vermeyeceği belirsizliğini koruyor. İlgili tarafların, Ukrayna savaşında Rusya’ya olası verecekleri muhtelif desteğin kapsamının belirleyici olacağı ihtimallerdendir.
Diğer taraftan Merzoug da “ülkesinin uluslararası hukuk kurallarına saygı duyduğunu, Rusya’nın güvenlik endişelerini anladığını” diplomatik retorikle açıkladı. Ayrıca Lavrov’un Moritanya’dan önce 7 Şubat 2023’te Rusya’nın iyi ilişkiler içinde olduğu Mali’yi de ziyaret ettiği uluslararası haberlerde yer almıştı.
Lavrov’un Afrika ülkelerini ziyaretlerinden, Ukrayna’daki savaşta Rusya’nın büyük güçler arasındaki stratejik rekabeti yoğunlaştırdığına ihtimal veriliyor. Rusya’nın Afrika ülkelerindeki etkinlik arayışı, BM oylamalarında diplomatik desteğin sağlanmasına yönelik olduğu da kuvvetle muhtemeldir.
.
Suriye ve Libya’da askerî unsurları bulunan Rusya bir müddettir Sudan üzerinden Kızıldeniz’de üs anlaşması arayışını sürdürüyor. Geçtiğimiz 11 Şubat’ta Sudan hükümetinin Rusya’nın Kızıldeniz kıyısında bir donanma üssü inşa etme anlaşmasını değerlendirdiği basına yansımıştı. Moskova’nın Sudan’ın stratejik Port-Sudan Limanı’nda 300 Rus asker ve 4 adet donanma gemisi bulunduracağı tahmin ediliyor (Yeni Asya, 18.02.2023).
Rusya’nın Afrika’nın önemli aktörlerinden Moritanya’yla da ilişkilerini geliştirmeye yöneldiği ve bu ülkeye destek teklifinde bulunduğu belirtiliyor. Teklif, Rus Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov’un 8 Şubat 2023’te Moritanya Dışişleri Bakanı Muhammed Salem Ould Merzoug’u ziyaretinde ortaya çıktı.
Moritanya Mağrip ve Sahra Altı Afrika arasında önemli konumda. Bölge uzun süredir kendini sözde “Cihatçı” tanımlayan muhtelif grupların silahlı saldırılarına sahne oluyor. Her ne kadar Moritanya 2011’den beri saldırıya uğramamış olsa da, bundan sonra saldırıların olmayacağı anlamına gelmiyor. Çünkü Moritanya’ya yakın Sahel Bölgesi ve Gine Körfezi ülkelerindeki silahlı grupların hareketliliği güvenlik tehdidi niteliğinde. Bu vartada Lavrov’un Moritanya’ya destek teklifi Sahel’deki Cihatçı gruplara karşı mücadele hususundadır. Bu grupların silahlı faaliyetleri Mali, Burkina Faso ve Nijer gibi ülkelerde görülüyor.
BM Genel Kurulu ise, 2 Mart 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askerî saldırısını kınayan karar tasarısını 141 oyla kabul etmişti. Oylamada birçok Afrika ülkesi çekimser kaldı veya oy kullanmadı. Ancak kabul oyu verenler arasında Moritanya’da mevcut. Birde Moritanya, BM Genel Kurulu’nda 12 Ekim 2022’de Rusya’nın Ukrayna bölgelerini yasa dışı ilhakını kınayan 143 ülke arasındaydı. Ancak Moritanya, BM Genel Kurulu’nda 14 Kasım 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya tazminat ödemesini isteyen kararın kabulünde çekimser kalmıştı. İşte bu son kararın ardından Rusya’nın, Afrika ülkeleriyle yakından ilgilenmeye başladığı görülüyor.
Lavrov’un Merzoug’u ziyaretinde “Moritanya’nın tüm eksenlerde tutarlı tarafsızlık politikasına saygı duyduklarını” açıklarken, ayrıca “Sahel Bölgesi’ndeki terör tehdidine” dikkat çekiyor. Aynı zamanda Lavrov, Moritanya-Fas-Cezayir üçgenindeki Batı Sahra bölgesi topraklarındaki egemenlik mücadelesine ve buradaki “Polisario Cephesi’nin çatışmalarını” vurgulayarak ilgili ülkeler arasında aktif çabaları destekleyeceklerini bildiriyor. Ancak Rusya’nın, Batı Sahra’da taraflardan hangisine ağırlık verip vermeyeceği belirsizliğini koruyor. İlgili tarafların, Ukrayna savaşında Rusya’ya olası verecekleri muhtelif desteğin kapsamının belirleyici olacağı ihtimallerdendir.
Diğer taraftan Merzoug da “ülkesinin uluslararası hukuk kurallarına saygı duyduğunu, Rusya’nın güvenlik endişelerini anladığını” diplomatik retorikle açıkladı. Ayrıca Lavrov’un Moritanya’dan önce 7 Şubat 2023’te Rusya’nın iyi ilişkiler içinde olduğu Mali’yi de ziyaret ettiği uluslararası haberlerde yer almıştı.
Lavrov’un Afrika ülkelerini ziyaretlerinden, Ukrayna’daki savaşta Rusya’nın büyük güçler arasındaki stratejik rekabeti yoğunlaştırdığına ihtimal veriliyor. Rusya’nın Afrika ülkelerindeki etkinlik arayışı, BM oylamalarında diplomatik desteğin sağlanmasına yönelik olduğu da kuvvetle muhtemeldir.
.
Rusya da Ortadoğu ve Afrika’da etkinlik arayışında
Muhammet ÖRTLEK
18 Şubat 2023, Cumartesi
Çin’in son yıllarda Ortadoğu’daki ilişkileri ve etkinliğini arttırdığını 14 Şubat 2023 tarihli yazımda sizlere arz etmiştim.
Çin’in askerî üssü sayesinde Akdeniz, Süveyş Kanalı, Kızıldeniz, Mendep Boğazı, Aden Körfezi ve Hint Okyanusu güzergâhındaki varlığına ek olarak Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı’nda da etkinlik arayışında olduğunu belirtmiştim. Çin’in tüm bunları “önce sivil, sonra askerî” stratejisi kapsamında, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Umman’la yaptığı enerji ve petrol anlaşmalarıyla yürüttüğü muhtemeldir.
Suriye ve Libya’da askerî unsurları bulunan Rusya’nın bir müddettir Sudan üzerinden Kızıldeniz’de üs anlaşması arayışının sürdüğü uluslararası kulislerin gündemde. Geçtiğimiz 11 Şubat’ta Sudan hükümetinin Rusya’nın Kızıldeniz kıyısında bir donanma üssü inşa etme anlaşmasını değerlendirdiği basına yansıdı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden önce Sudan’da sivil hükümetin ve Parlamento’nun kurulması beklentiler arasında. Hatta Rusya’nın Sudan’ın silah ve askerî teçhizat taleplerini karşıladığı bildiriliyor. Böylece “anlaşmanın askerî açıdan tamamlandığı” aktarılırken, yetkili isimlerin açıklanmayarak iç müzakerelere geçileceğine ihtimal veriliyor.
Diğer taraftan Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov 9 Şubat’ta “anlaşmanın hâlen henüz oluşturulmamış yasama organınca onaylanması gerektiğine” işaret ediyor. Çünkü Sudan’da eski devlet başkanı Ömer El-Beşir’in Nisan 2019’da iktidardan uzaklaştırılmasından bu yana, Parlamento toplanmıyor. Çin’in “önce sivil, sonra askerî” stratejisi gibi, Rusya’nın da “dünyanın muhtelif yerlerinde düzenli donanma varlığını sağlama” girişimi mevcut. Rusya’nın Sudan ile üs anlaşması çabaları Aralık 2021’den beri devam ediyor. Rusya’nın anlaşmayla, Sudan’ın stratejik Port-Sudan Limanı’nda 300 Rus asker ve 4 adet donanma gemisi bulundurmayı amaçladığı tahmin ediliyor. Muhtemel üssün kurulmasıyla Rusya Akdeniz, Süveyş Kanalı, Kızıldeniz, Mendep Boğazı, Aden Körfezi ve Hint Okyanusu güzergâhındaki varlığına arttıracaktır.
Rusya’nın anlaşma karşılığında, Sudan’ın silah ve askerî teçhizat ihtiyacına cevap vereceğinden bahsediliyor. Anlaşmanın taraflardan birinin itiraz etmemesi halinde 10’ar yıllık sürelerle uzatılacak şekilde toplamda 25 yıl yürürlükte kalması planlanıyor. Birde Sudan Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Muhammed Osman El-Hüseyin’in bir TV kanalına “Hartum yönetiminin anlaşmayı inceleyeceğini” beyan etmişti. Ayrıca Sudan ordusunun ikinci ismi, Hemetti lakaplı ve Hızlı Destek Güçleri’nin komutanı General Muhammed Hamdan Dagalo’nun da anlaşma hakkında Şubat 2022’de Moskova’da üst düzey yetkililerle görüşmeler yapması da, Hartum’un anlaşmaya verdiği önemi gösteriyor. Aynı zamanda Dagalo’nun “Rusya herhangi bir ülkede üs açmak istiyorsa, bu bizim çıkarlarımıza uygunsa ve ulusal güvenliğimizi tehdit etmiyorsa Rus olsun olmasın kimseyle anlaşmakta bir sorunumuz yok” açıklamasının da Sudan’ın anlaşmaya sıcak baktığının delili niteliğinde.
Port-Sudan Limanı’nda kuracağı üssün Rusya’ya, Afrika’nın iç bölgelerine yönelik takip edeceği politika/stratejilerinde avantaj sağlayacağı düşünülüyor. Sudan’da sivil hükümet ve Parlamento’nun nasıl kurulacağı belirsizliğini korurken, bölgede Çin ve Rusya’nın müttefik, varlık, etkinlik ve güç mücadelesi içerisine girdikleri de kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla büyük güçlerin bölgede varlıklarını arttırmaları, ilerleyen zamanda birbirlerine de tehdit oluşturup çatışma riskini yükseltmeleri ihtimallerdendir.
.
Çin’in askerî üssü sayesinde Akdeniz, Süveyş Kanalı, Kızıldeniz, Mendep Boğazı, Aden Körfezi ve Hint Okyanusu güzergâhındaki varlığına ek olarak Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı’nda da etkinlik arayışında olduğunu belirtmiştim. Çin’in tüm bunları “önce sivil, sonra askerî” stratejisi kapsamında, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Umman’la yaptığı enerji ve petrol anlaşmalarıyla yürüttüğü muhtemeldir.
Suriye ve Libya’da askerî unsurları bulunan Rusya’nın bir müddettir Sudan üzerinden Kızıldeniz’de üs anlaşması arayışının sürdüğü uluslararası kulislerin gündemde. Geçtiğimiz 11 Şubat’ta Sudan hükümetinin Rusya’nın Kızıldeniz kıyısında bir donanma üssü inşa etme anlaşmasını değerlendirdiği basına yansıdı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden önce Sudan’da sivil hükümetin ve Parlamento’nun kurulması beklentiler arasında. Hatta Rusya’nın Sudan’ın silah ve askerî teçhizat taleplerini karşıladığı bildiriliyor. Böylece “anlaşmanın askerî açıdan tamamlandığı” aktarılırken, yetkili isimlerin açıklanmayarak iç müzakerelere geçileceğine ihtimal veriliyor.
Diğer taraftan Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov 9 Şubat’ta “anlaşmanın hâlen henüz oluşturulmamış yasama organınca onaylanması gerektiğine” işaret ediyor. Çünkü Sudan’da eski devlet başkanı Ömer El-Beşir’in Nisan 2019’da iktidardan uzaklaştırılmasından bu yana, Parlamento toplanmıyor. Çin’in “önce sivil, sonra askerî” stratejisi gibi, Rusya’nın da “dünyanın muhtelif yerlerinde düzenli donanma varlığını sağlama” girişimi mevcut. Rusya’nın Sudan ile üs anlaşması çabaları Aralık 2021’den beri devam ediyor. Rusya’nın anlaşmayla, Sudan’ın stratejik Port-Sudan Limanı’nda 300 Rus asker ve 4 adet donanma gemisi bulundurmayı amaçladığı tahmin ediliyor. Muhtemel üssün kurulmasıyla Rusya Akdeniz, Süveyş Kanalı, Kızıldeniz, Mendep Boğazı, Aden Körfezi ve Hint Okyanusu güzergâhındaki varlığına arttıracaktır.
Rusya’nın anlaşma karşılığında, Sudan’ın silah ve askerî teçhizat ihtiyacına cevap vereceğinden bahsediliyor. Anlaşmanın taraflardan birinin itiraz etmemesi halinde 10’ar yıllık sürelerle uzatılacak şekilde toplamda 25 yıl yürürlükte kalması planlanıyor. Birde Sudan Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Muhammed Osman El-Hüseyin’in bir TV kanalına “Hartum yönetiminin anlaşmayı inceleyeceğini” beyan etmişti. Ayrıca Sudan ordusunun ikinci ismi, Hemetti lakaplı ve Hızlı Destek Güçleri’nin komutanı General Muhammed Hamdan Dagalo’nun da anlaşma hakkında Şubat 2022’de Moskova’da üst düzey yetkililerle görüşmeler yapması da, Hartum’un anlaşmaya verdiği önemi gösteriyor. Aynı zamanda Dagalo’nun “Rusya herhangi bir ülkede üs açmak istiyorsa, bu bizim çıkarlarımıza uygunsa ve ulusal güvenliğimizi tehdit etmiyorsa Rus olsun olmasın kimseyle anlaşmakta bir sorunumuz yok” açıklamasının da Sudan’ın anlaşmaya sıcak baktığının delili niteliğinde.
Port-Sudan Limanı’nda kuracağı üssün Rusya’ya, Afrika’nın iç bölgelerine yönelik takip edeceği politika/stratejilerinde avantaj sağlayacağı düşünülüyor. Sudan’da sivil hükümet ve Parlamento’nun nasıl kurulacağı belirsizliğini korurken, bölgede Çin ve Rusya’nın müttefik, varlık, etkinlik ve güç mücadelesi içerisine girdikleri de kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla büyük güçlerin bölgede varlıklarını arttırmaları, ilerleyen zamanda birbirlerine de tehdit oluşturup çatışma riskini yükseltmeleri ihtimallerdendir.
.
Çin’in “Önce Sivil, Sonra Askerî” stratejisi Hürmüz Boğazı’nda mümkün mü?
Muhammet ÖRTLEK
14 Şubat 2023, Salı
Çin’in son yıllarda Ortadoğu’daki ilişkileri ve etkinliği artıyor.
Çin’in devlet şirketlerinin, dünyanın en işlek petrol geçiş yollarından biri olan Hürmüz Boğazı çevresinde yatırımlarını ve varlıklarını arttırması dikkat çekiyor. Çin’in Hürmüz Boğazı’ndaki etkinliğinin ABD’nin çıkarlarıyla çatışma riskini yükselttiği iddialar arasında.
Çin’in Basra Körfezi’ndeki petrol boru hatları ve depolarına milyarlarca Dolarlık yatırımlarının ve bölgedeki ticarî faaliyetlerinin Pekin yönetimine ekonomik ve stratejik etki alanı sağladığı tartışılıyor. Bu durum elbette petrol sevkiyatı için ABD’nin ulusal güvenlik şahinleri açısından endişe verici boyutta. Çünkü ABD Enerji Enformasyon Yönetim Kurumu’na (U.S. Energy Information Administration) göre, İran ve Arap Yarımadası arasında 20 mil kadar daralan “Hürmüz Boğazı, dünyanın en önemli petrol geçiş noktası”. Boğaz’dan 2018’de günlük petrol akışının ortalama 21 milyon varil olduğu bildiriliyor. Aynı zamanda Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi (CSIS-Center for Strategic and International Studies)’nin 3 Şubat 2023 tarihli “Zor Boğazlar” isimli raporunda “Hürmüz Boğaz’ı üzerinde Çin’in Ortadoğu’daki enerji çıkarlarını güvenceye alma” girişimlerinden bahsediliyor. Çin’in petrol ithalatının yüzde 45’ini kapsaması da Boğaz’ın Pekin için önemini ortaya koyuyor.
Çin ilk deniz aşırı askerî tesisini 2017’de Kızıldeniz’in Aden Körfezi’ne açılan kapısı Mendep Boğazı’nda konumlanan ülkesi Cibuti’de açmıştı. Böylece Çin Akdeniz, Süveyş Kanalı, Kızıldeniz, Mendep Boğazı, Aden Körfezi ve Hint Okyanusu güzergâhında varlık göstermeye başlamıştı. Böylece Çin hem yeni askerî üsler kurmanın önünü açmış hem de boru hatları, limanlar ve diğer ticarî tesislerin kontrolünü sağlamaya başlamıştır. Çin, Hürmüz Boğazı’na yönelik girişimlerinden önce Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki (BAE) limanlara ve altyapıya ağırlık veriyor. Boğaz’da korsanlara karşı, geçişlerin güvenli şekilde sağlanabilmesi için de Çin donanması unsurlarının devriye gezdikleri aktarılıyor.
Çin’in Cibuti’de yöneldiği “önce sivil, sonra askerî” adlandırılan stratejinin Hürmüz Boğazı’nda da izleyebileceğinden ABD’nin çekindiğine ihtimal veriliyor. Çin’in “önce sivil, sonra askerî” stratejisinin içeriği limanların geliştirilmesine, demiryolları ve havaalanlarının inşa edilmesine, serbest ticaret bölgesi kurulmasına ve en sonunda askerî üs kurulmasıyla sonuçlanıyor. Bu strateji bölgede etkin uluslararası güçlerin çekinmesinin nedeni.
Çin için Cibuti’deki üssün kritik ticaret yollarının güvenliğini sağlayan “stratejik güçlü nokta” niteliğinde. Çin’in bölgedeki çıkarları arttıkça, Hürmüz Boğazı boyunca ticaretini korumak amacıyla yeni bir stratejik güç noktası oluşturmaya çalışacağı tahmin ediliyor. Her yıl deniz yollarından taşınan petrolün üçte biri Mendep ve Hürmüz Boğazları gibi kritik su yollarından geçiyor. ABD Savunma Bakanlığı da, Hürmüz Boğazı’nı Çinli askerî planlamacılar için “bilinen odak nokta” diye tanımlıyor.
Bununla birlikte Çin 2008-2012 yılları arasında, BAE’nde Habshan petrol sahasından Fujairah Limanı’na 380 km’den daha uzun petrol boru hattını inşa etti. Ayrıca Çin Umman’ın gelişmekte olan Duqm Limanı’na da milyarlarca Dolarlık yatırım yapıyor. Bu vb. yatırımların Çin’e orta vadeli ekonomik fayda sağlayacağı ileri sürülürken, Çin ordusuna Hürmüz Boğazı’nda daha fazla güç elde etmesine zemin hazırlayabileceği muhtemeldir.
.
Çin’in devlet şirketlerinin, dünyanın en işlek petrol geçiş yollarından biri olan Hürmüz Boğazı çevresinde yatırımlarını ve varlıklarını arttırması dikkat çekiyor. Çin’in Hürmüz Boğazı’ndaki etkinliğinin ABD’nin çıkarlarıyla çatışma riskini yükselttiği iddialar arasında.
Çin’in Basra Körfezi’ndeki petrol boru hatları ve depolarına milyarlarca Dolarlık yatırımlarının ve bölgedeki ticarî faaliyetlerinin Pekin yönetimine ekonomik ve stratejik etki alanı sağladığı tartışılıyor. Bu durum elbette petrol sevkiyatı için ABD’nin ulusal güvenlik şahinleri açısından endişe verici boyutta. Çünkü ABD Enerji Enformasyon Yönetim Kurumu’na (U.S. Energy Information Administration) göre, İran ve Arap Yarımadası arasında 20 mil kadar daralan “Hürmüz Boğazı, dünyanın en önemli petrol geçiş noktası”. Boğaz’dan 2018’de günlük petrol akışının ortalama 21 milyon varil olduğu bildiriliyor. Aynı zamanda Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi (CSIS-Center for Strategic and International Studies)’nin 3 Şubat 2023 tarihli “Zor Boğazlar” isimli raporunda “Hürmüz Boğaz’ı üzerinde Çin’in Ortadoğu’daki enerji çıkarlarını güvenceye alma” girişimlerinden bahsediliyor. Çin’in petrol ithalatının yüzde 45’ini kapsaması da Boğaz’ın Pekin için önemini ortaya koyuyor.
Çin ilk deniz aşırı askerî tesisini 2017’de Kızıldeniz’in Aden Körfezi’ne açılan kapısı Mendep Boğazı’nda konumlanan ülkesi Cibuti’de açmıştı. Böylece Çin Akdeniz, Süveyş Kanalı, Kızıldeniz, Mendep Boğazı, Aden Körfezi ve Hint Okyanusu güzergâhında varlık göstermeye başlamıştı. Böylece Çin hem yeni askerî üsler kurmanın önünü açmış hem de boru hatları, limanlar ve diğer ticarî tesislerin kontrolünü sağlamaya başlamıştır. Çin, Hürmüz Boğazı’na yönelik girişimlerinden önce Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki (BAE) limanlara ve altyapıya ağırlık veriyor. Boğaz’da korsanlara karşı, geçişlerin güvenli şekilde sağlanabilmesi için de Çin donanması unsurlarının devriye gezdikleri aktarılıyor.
Çin’in Cibuti’de yöneldiği “önce sivil, sonra askerî” adlandırılan stratejinin Hürmüz Boğazı’nda da izleyebileceğinden ABD’nin çekindiğine ihtimal veriliyor. Çin’in “önce sivil, sonra askerî” stratejisinin içeriği limanların geliştirilmesine, demiryolları ve havaalanlarının inşa edilmesine, serbest ticaret bölgesi kurulmasına ve en sonunda askerî üs kurulmasıyla sonuçlanıyor. Bu strateji bölgede etkin uluslararası güçlerin çekinmesinin nedeni.
Çin için Cibuti’deki üssün kritik ticaret yollarının güvenliğini sağlayan “stratejik güçlü nokta” niteliğinde. Çin’in bölgedeki çıkarları arttıkça, Hürmüz Boğazı boyunca ticaretini korumak amacıyla yeni bir stratejik güç noktası oluşturmaya çalışacağı tahmin ediliyor. Her yıl deniz yollarından taşınan petrolün üçte biri Mendep ve Hürmüz Boğazları gibi kritik su yollarından geçiyor. ABD Savunma Bakanlığı da, Hürmüz Boğazı’nı Çinli askerî planlamacılar için “bilinen odak nokta” diye tanımlıyor.
Bununla birlikte Çin 2008-2012 yılları arasında, BAE’nde Habshan petrol sahasından Fujairah Limanı’na 380 km’den daha uzun petrol boru hattını inşa etti. Ayrıca Çin Umman’ın gelişmekte olan Duqm Limanı’na da milyarlarca Dolarlık yatırım yapıyor. Bu vb. yatırımların Çin’e orta vadeli ekonomik fayda sağlayacağı ileri sürülürken, Çin ordusuna Hürmüz Boğazı’nda daha fazla güç elde etmesine zemin hazırlayabileceği muhtemeldir.
.
Ukrayna’da barış engellendi mi?
Muhammet ÖRTLEK
07 Şubat 2023, Salı
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sürecinde gelinen noktada, Avrupa’da ABD ile ilişkilerin güvenlik ve savunma boyutu “Avrupa’nın stratejik özerkliği” başlığında tartışılıyor.
Bununla birlikte son günlerde Ukrayna’nın ihtiyaç duyduğu Alman Leopard tankları da gündemde. Başlıca bu iki konu gündemdeyken, eski İsrail Başbakanı Naftali Bennet’in “Batı’nın Rusya-Ukrayna barış sürecini bloke ettiği” iddiası 5 Şubat 2023’te Russia Today kanalında yayınlandı.
Bennet bu iddiasını iki taraf arasında arabuluculuk yaptığını “Moskova ve Kiev’in ateşkese hazır göründüklerine” dayandırıyor. Bennet, savaş başladıktan kısa bir süre sonra Rusya ile Ukrayna’nın barış anlaşması imzalayacakları mümkünken, Kiev’in Batılı destekçilerinin iki ülke arasındaki müzakereleri engellediğini” belirtiyor.
Ayrıca Bennet’in 4 Şubat 2023 günü İsrail’in Channel 12 kanalına yaklaşık 5 saatlik bir röportajda “hem Moskova’nın hem de Kiev’in taviz vermeye ve ateşkes yapmaya hazır göründüğü için bir arabulucu olarak girişimlerinin başarıya yaklaştığını” ileri sürüyor. Ancak Bennet, kendi çabalarının başarıyla sonuçlanmamasını “bence Batı, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i daha agresif bir yaklaşımla vurmaya devam etmek için meşru bir karar aldı” diyerek, sözlerine “ABD ve müttefiklerinin Moskova ve Kiev arasındaki barış sürecini temel olarak bloke ettiler, engellediler” şekline devam etti.
Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zakharova da “Bennet’in açıklamalarının, Batı’nın Ukrayna’da barışla ilgilenmediğinin başka bir kanıtı” olduğu tepkisini gösteriyor. Birde Bennet, Ukrayna’da savaşın başlamasının ardında Batılı liderlerin savaşla ilgili nasıl bir politika takip edeceklerine dair bütüncül yaklaşımdan uzak olmalarını da eleştiriyor. Bennet’e göre dönemin İngiltere Başbakanı Boris Johnson saldırgan çizgide konumlandı. Almanya Başbakanı Olaf Scholz ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un pragmatik davranıyorlar. ABD Başkanı Joe Biden hem saldırgan hem de pragmatiktir. Böylece Batılı liderler aynı olay hakkında bütüncül çizgiden uzak farklı davranışlar sergilemektedirler.
Diğer taraftan Bennet “hayatından endişe eden Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelensky’nin öldürülmeyeceği hususunda Putin’den güvence aldığını” iddia ediyor. Hatta Bennet “Putin’in Ukrayna’nın silahsızlandırılması talebinden vazgeçmeye hazırken, Zelensky’nin ise NATO’ya katılma hedefini geri çekeceğinden” bahsediyor. Fakat Bennet, kendi arabuluculuk girişimlerinin 1 Nisan 2022’de Ukraynalı yetkililerin Rus kuvvetlerinin Kiev’in Bucha banliyösünde sivilleri öldürmekle suçlamasıyla sona erdiğini vurguluyor.
Bennet’in tüm açıklamalarına karşı, eski İsrail Başbakanı’nın Washington’un dış politika argümanlarını uyguladığını söyleyenler de mevcut. Yine Bennet’in Rusya-Ukrayna arasında barış için çabalarken, İsrail-Filistin sorununun çözümünde neden bu kadar çalışmadığı da eleştiriliyor. Savaşın ABD’li ve Avrupalı silah üreticilerinin pazarı olduğunu ileri sürenler de bulunuyor.
Aslında Bennet bir anlamda arabuluculuktaki başarısızlığını itiraf ediyor. Diğer taraftan savaş AB ve NATO’nun önemini koruduklarını gösterdi. NATO yeni üyelerle genişlemeye yönelirken, AB ile de savunma alanında yeni işbirliklerine başladı. Ayrıca AB’de ortak savunma ve ortak dış politikanın geliştirilmesinin zorunluluğunu hatırlattı. Kendi evinde İsrail-Filistin sorununu çözememiş Bennet’in, barış için Rusya-Ukrayna arasında arabulucu olması da ayrıca tartışılmalı.
.
Bununla birlikte son günlerde Ukrayna’nın ihtiyaç duyduğu Alman Leopard tankları da gündemde. Başlıca bu iki konu gündemdeyken, eski İsrail Başbakanı Naftali Bennet’in “Batı’nın Rusya-Ukrayna barış sürecini bloke ettiği” iddiası 5 Şubat 2023’te Russia Today kanalında yayınlandı.
Bennet bu iddiasını iki taraf arasında arabuluculuk yaptığını “Moskova ve Kiev’in ateşkese hazır göründüklerine” dayandırıyor. Bennet, savaş başladıktan kısa bir süre sonra Rusya ile Ukrayna’nın barış anlaşması imzalayacakları mümkünken, Kiev’in Batılı destekçilerinin iki ülke arasındaki müzakereleri engellediğini” belirtiyor.
Ayrıca Bennet’in 4 Şubat 2023 günü İsrail’in Channel 12 kanalına yaklaşık 5 saatlik bir röportajda “hem Moskova’nın hem de Kiev’in taviz vermeye ve ateşkes yapmaya hazır göründüğü için bir arabulucu olarak girişimlerinin başarıya yaklaştığını” ileri sürüyor. Ancak Bennet, kendi çabalarının başarıyla sonuçlanmamasını “bence Batı, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i daha agresif bir yaklaşımla vurmaya devam etmek için meşru bir karar aldı” diyerek, sözlerine “ABD ve müttefiklerinin Moskova ve Kiev arasındaki barış sürecini temel olarak bloke ettiler, engellediler” şekline devam etti.
Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zakharova da “Bennet’in açıklamalarının, Batı’nın Ukrayna’da barışla ilgilenmediğinin başka bir kanıtı” olduğu tepkisini gösteriyor. Birde Bennet, Ukrayna’da savaşın başlamasının ardında Batılı liderlerin savaşla ilgili nasıl bir politika takip edeceklerine dair bütüncül yaklaşımdan uzak olmalarını da eleştiriyor. Bennet’e göre dönemin İngiltere Başbakanı Boris Johnson saldırgan çizgide konumlandı. Almanya Başbakanı Olaf Scholz ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un pragmatik davranıyorlar. ABD Başkanı Joe Biden hem saldırgan hem de pragmatiktir. Böylece Batılı liderler aynı olay hakkında bütüncül çizgiden uzak farklı davranışlar sergilemektedirler.
Diğer taraftan Bennet “hayatından endişe eden Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelensky’nin öldürülmeyeceği hususunda Putin’den güvence aldığını” iddia ediyor. Hatta Bennet “Putin’in Ukrayna’nın silahsızlandırılması talebinden vazgeçmeye hazırken, Zelensky’nin ise NATO’ya katılma hedefini geri çekeceğinden” bahsediyor. Fakat Bennet, kendi arabuluculuk girişimlerinin 1 Nisan 2022’de Ukraynalı yetkililerin Rus kuvvetlerinin Kiev’in Bucha banliyösünde sivilleri öldürmekle suçlamasıyla sona erdiğini vurguluyor.
Bennet’in tüm açıklamalarına karşı, eski İsrail Başbakanı’nın Washington’un dış politika argümanlarını uyguladığını söyleyenler de mevcut. Yine Bennet’in Rusya-Ukrayna arasında barış için çabalarken, İsrail-Filistin sorununun çözümünde neden bu kadar çalışmadığı da eleştiriliyor. Savaşın ABD’li ve Avrupalı silah üreticilerinin pazarı olduğunu ileri sürenler de bulunuyor.
Aslında Bennet bir anlamda arabuluculuktaki başarısızlığını itiraf ediyor. Diğer taraftan savaş AB ve NATO’nun önemini koruduklarını gösterdi. NATO yeni üyelerle genişlemeye yönelirken, AB ile de savunma alanında yeni işbirliklerine başladı. Ayrıca AB’de ortak savunma ve ortak dış politikanın geliştirilmesinin zorunluluğunu hatırlattı. Kendi evinde İsrail-Filistin sorununu çözememiş Bennet’in, barış için Rusya-Ukrayna arasında arabulucu olması da ayrıca tartışılmalı.
.
Avrupa’nın stratejik özerklik tartışmaları
Muhammet ÖRTLEK
31 Ocak 2023, Salı
Avrupa’da Covid-19 salgınıyla mücadelede, AB üyelerinin tek merkezden sağlık yönetiminin yetersiz kaldığı görüldü.
Özellikle İtalya’nın pandeminin başlangıcından itibaren AB’nin bilgisi dışında Rusya’dan askerî tıbbî yardım alması, AB’nin ortak hareket etme ruhuna aykırılığından dolayı eleştirilmişti (Yeni Asya, 22.12.2020, Korona Sonrası Küreselleşmenin Yeni Evresi mi?-3).
Salgında merkezi hükümetten bağımsız olarak İspanya’nın Barselona şehir yönetimi Korona ile mücadelede kullanmaları için Ürdün’ün Amman, Lübnan’ın Saida, Fas’ın Tetouan ve Mozambik’in Maputo şehirlerine; Almanya’nın Frankfurt yönetimi de İtalya’nın Milan kentine para yardımında bulunmuştu. Avrupa’da merkezi olmayan hükümet/yönetimler ile devletler de AB’nin bilgisi dışında uluslararası ilişkilere yönelmişti (Korona ve Paradiplomasi, 04.07.2020). Avrupa’da hem ortak sağlık politikasının uygulanmasında gecikilmesi hem de şehir yönetimlerinin paradiplomasi yoluyla merkezi hükümetten bağımsız hareket etmesi ve İtalya gibi Birliğin 3. büyük üyesinin AB’nin bilgisi dışında Rusya’dan askerî tıbbî yardım alması vb. gelişmelerle Korona sonrasında AB’nin ortak sağlık ile ortak dış politikasını gözden geçirmesi zorunluluğuna dikkat çekilmişti.
Korona’nın etkisi geçmeden Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle AB’nin ortak güvenlik, savunma ve dış politikası; ve Avrupa’nın stratejik özerkliği ciddi biçimde gündeme geldi. Ukrayna’daki savaşla birlikte AB’nin jeopolitik ve savunma aktörü rolüne ilişkin “stratejik egemenlik” veya “Avrupa teknolojik egemenliği” gibi kavramlar da tartışılmaya başlandı. İki kavramın da ABD karşıtlığından şüphelenilmesinden ziyade, Ukrayna’daki savaşın yansımalarından birinin Avrupa güvenlik ve savunmasındaki eksiklikleri ortaya koyması açısından önemli.
Bununla birlikte Avrupa’da iki kavramın savunucuları, AB’nin stratejik özerkliğini arttırarak Avrupa-ABD güvenliğine ve ilişkilerine olumlu katkı yapacağı iddiasındalar. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg “Ukrayna’daki savaşın, NATO-AB’nin birlikteliğinin Avrupa güvenliği için önemli olduğu”nu gösterdiği, “NATO-AB gücünü birlikteliğinden alır” sözleriyle Avrupa-Atlantik birlikteliğine dikkat çekiyor. Stoltenberg böyle izah etse de, Avrupa’nın savunmasını düzenlemek için NATO ve AB’nin henüz tam anlamıyla kolektif irade gösteremediği de eleştiriler arasında. Bu eleştirilerin başlıca sebebi ise, her iki aktörün birbirini tamamlamaya çalışsa da farklı güvenlik modellerine sahip olmaları gösteriliyor.
Ukrayna’daki savaşla “Avrupa’nın savunması ABD’siz yapılamaz” hususunun, AB’nin ABD’den özerk hareket edemediği tartışması da bulunuyor. Almanya, savaşın başlangıcında büyük bütçeler ayırarak gelişmiş bir ordu kuracağını açıklamıştı. Ardından AB için de ortak dış ve savunma politikasının güçlendirilmesi ve AB ordusunun kurulması gerektiği tartışılmıştı (Almanya-Fransa Görüş Ayrılığı, 29.10.2022). Hatta AB Dış ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell 29 Mart 2022’de, Rusya işgalini “Jeopolitik Avrupa’nın Doğuşu”na yorumlamıştı (Borrell’in Jeopolitik Avrupa’sı, 30.07.2022).
Ukrayna’daki savaşla, Almanya eski Başbakanı Angela Merkel’in 29 Mayıs 2017’de “Avrupa’nın artık müttefik olarak ABD’ye güvenemeyeceğini ve güvenlik için kendi kaderini belirlemesi gerektiği” sözleri ile Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un da 8 Kasım 2019’da “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” ifadeleri üzerinden Avrupa güvenliği ve stratejik özerkliği hakkındaki net uyarıları (NATO’da Vizyon Arayışı mı?, 31.05.2022) şimdilik unutulmuş vaziyette.
.
Özellikle İtalya’nın pandeminin başlangıcından itibaren AB’nin bilgisi dışında Rusya’dan askerî tıbbî yardım alması, AB’nin ortak hareket etme ruhuna aykırılığından dolayı eleştirilmişti (Yeni Asya, 22.12.2020, Korona Sonrası Küreselleşmenin Yeni Evresi mi?-3).
Salgında merkezi hükümetten bağımsız olarak İspanya’nın Barselona şehir yönetimi Korona ile mücadelede kullanmaları için Ürdün’ün Amman, Lübnan’ın Saida, Fas’ın Tetouan ve Mozambik’in Maputo şehirlerine; Almanya’nın Frankfurt yönetimi de İtalya’nın Milan kentine para yardımında bulunmuştu. Avrupa’da merkezi olmayan hükümet/yönetimler ile devletler de AB’nin bilgisi dışında uluslararası ilişkilere yönelmişti (Korona ve Paradiplomasi, 04.07.2020). Avrupa’da hem ortak sağlık politikasının uygulanmasında gecikilmesi hem de şehir yönetimlerinin paradiplomasi yoluyla merkezi hükümetten bağımsız hareket etmesi ve İtalya gibi Birliğin 3. büyük üyesinin AB’nin bilgisi dışında Rusya’dan askerî tıbbî yardım alması vb. gelişmelerle Korona sonrasında AB’nin ortak sağlık ile ortak dış politikasını gözden geçirmesi zorunluluğuna dikkat çekilmişti.
Korona’nın etkisi geçmeden Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle AB’nin ortak güvenlik, savunma ve dış politikası; ve Avrupa’nın stratejik özerkliği ciddi biçimde gündeme geldi. Ukrayna’daki savaşla birlikte AB’nin jeopolitik ve savunma aktörü rolüne ilişkin “stratejik egemenlik” veya “Avrupa teknolojik egemenliği” gibi kavramlar da tartışılmaya başlandı. İki kavramın da ABD karşıtlığından şüphelenilmesinden ziyade, Ukrayna’daki savaşın yansımalarından birinin Avrupa güvenlik ve savunmasındaki eksiklikleri ortaya koyması açısından önemli.
Bununla birlikte Avrupa’da iki kavramın savunucuları, AB’nin stratejik özerkliğini arttırarak Avrupa-ABD güvenliğine ve ilişkilerine olumlu katkı yapacağı iddiasındalar. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg “Ukrayna’daki savaşın, NATO-AB’nin birlikteliğinin Avrupa güvenliği için önemli olduğu”nu gösterdiği, “NATO-AB gücünü birlikteliğinden alır” sözleriyle Avrupa-Atlantik birlikteliğine dikkat çekiyor. Stoltenberg böyle izah etse de, Avrupa’nın savunmasını düzenlemek için NATO ve AB’nin henüz tam anlamıyla kolektif irade gösteremediği de eleştiriler arasında. Bu eleştirilerin başlıca sebebi ise, her iki aktörün birbirini tamamlamaya çalışsa da farklı güvenlik modellerine sahip olmaları gösteriliyor.
Ukrayna’daki savaşla “Avrupa’nın savunması ABD’siz yapılamaz” hususunun, AB’nin ABD’den özerk hareket edemediği tartışması da bulunuyor. Almanya, savaşın başlangıcında büyük bütçeler ayırarak gelişmiş bir ordu kuracağını açıklamıştı. Ardından AB için de ortak dış ve savunma politikasının güçlendirilmesi ve AB ordusunun kurulması gerektiği tartışılmıştı (Almanya-Fransa Görüş Ayrılığı, 29.10.2022). Hatta AB Dış ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell 29 Mart 2022’de, Rusya işgalini “Jeopolitik Avrupa’nın Doğuşu”na yorumlamıştı (Borrell’in Jeopolitik Avrupa’sı, 30.07.2022).
Ukrayna’daki savaşla, Almanya eski Başbakanı Angela Merkel’in 29 Mayıs 2017’de “Avrupa’nın artık müttefik olarak ABD’ye güvenemeyeceğini ve güvenlik için kendi kaderini belirlemesi gerektiği” sözleri ile Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un da 8 Kasım 2019’da “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” ifadeleri üzerinden Avrupa güvenliği ve stratejik özerkliği hakkındaki net uyarıları (NATO’da Vizyon Arayışı mı?, 31.05.2022) şimdilik unutulmuş vaziyette.
.
Avrupa’nın stratejik özerkliği nereye?
Muhammet ÖRTLEK
24 Ocak 2023, Salı
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile Avrupa güvenlikte ABD’ye bağımlılığı sürdürüyor.
Tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte olduğu gibi. AB kurumsallaşarak güvenlikte “stratejik özerklik”i hedeflese de, Ukrayna’daki savaş bu hedefe ulaşmada bir engel niteliğinde. Dolayısıyla bazı çevrelerce, AB’nin Avrupa’da NATO’yu güçlendirmeye çalışması gerektiği vurgulanıyor.
Aslında AB’nin kuruluşundan itibaren stratejik özerklik, genelde siyasî söylemlerde yer edinmiştir. Ancak AB üyeleri arasında, hem AB’yi ABD’den daha bağımsız çizgiye getirmekten hem de AB’de Atlantikçi duruşu sergileyenler mevcuttur. Bununla birlikte 2016’da yayınlanan “AB Dış ve Güvenlik Politikası için Küresel Strateji Belgesi”, son olarak 15 Aralık 2019’da yayınlanmış ve bunun en büyük destekçisi AB Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini olmuştu. Ancak zikredilen belge, üye ülkeler için ciddi taahhütler içermediğinden söylem düzeyinde kaldığı eleştirileri yapılıyor. Belge yine de bazı üye ülkelerin temkinli davranışıyla karşılaşmıştı.
Önce Covid-19 salgınının, sonra Ukrayna’daki savaşın getirdiği ekonomik sorunlar ve artan savunma harcamaları, AB’nin savunma konusunda ABD’den gerçek özerkliğine kavuşmasında önemli bir engel teşkil ediyor. AB için stratejik özerklik, aynen Euro para birliğindeki gibi derin entegrasyon politikasını gerektirdiği açık. Ancak AB üyelerinin ABD’den stratejik özerklik hususunda farklı pozisyonlarda bulunmaları, özerklikte atılacak adımları geciktirmiştir.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile AB’nin Kiev’in yanında yer almasıyla, Avrupa’nın stratejik özerklik hedefinde tek başına ilerlemesi gerektiğini savunanların konumunu zayıflatmıştır. Hatta ABD eski Başkanı Donald Trump’ın 13 Temmuz 2017’de Paris’te Emanuel Macron’u ziyareti, Avrupa’nın stratejik özerkliğine tek başına ulaşmasına uyarı şeklinde yorumlanmıştı. Buna karşılık Avrupa güvenliğinde, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından olduğu gibi ABD’nin askerî gücünün merkeze yerleşti. Bununla ilgili geçtiğimiz Ekim 2022’de Avrupa’nın Ukrayna’ya desteğinin ABD’ye bağlı olup olmadığı tartışmaları da yapılmıştı.
Diğer taraftan Avrupalı devletler, Almanya başta olmak üzere savunma harcamalarını büyük ölçüde arttırdı. Her ne kadar Ukrayna’daki savaşın etkisiyle Avrupalı devletler savunma harcamalarını arttırsa da, bunu Rusya’yı öncelikli tehdit gördüklerinden veya NATO’nun kolektif güvenli sistemi bağlamında yapmadıklarına dair eleştiriler mevcut. Malûm eleştiriyle Avrupa’nın stratejik özerklik hedefinden uzaklaştığına işaret ediliyor.
Birde Ukrayna’daki savaş, AB’nin güvenlik, savunma ve dış politikasını olgunlaştırmada fırsat da veriyor. Aynı zamanda savaş, Avrupa’nın stratejik özerkliği için dönüm noktası özelliğinde. Çünkü savaşla birlikte, AB’nin önemli bir jeopolitik ve savunma aktörü hâline gelme imkânı da bulunuyor. Bahsedilen konu da tasaffi eden/etmekte olan AB’nin insanî ve stratejik kararlar alabilme becerisini göstermesine odaklanıyor.
.
Tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte olduğu gibi. AB kurumsallaşarak güvenlikte “stratejik özerklik”i hedeflese de, Ukrayna’daki savaş bu hedefe ulaşmada bir engel niteliğinde. Dolayısıyla bazı çevrelerce, AB’nin Avrupa’da NATO’yu güçlendirmeye çalışması gerektiği vurgulanıyor.
Aslında AB’nin kuruluşundan itibaren stratejik özerklik, genelde siyasî söylemlerde yer edinmiştir. Ancak AB üyeleri arasında, hem AB’yi ABD’den daha bağımsız çizgiye getirmekten hem de AB’de Atlantikçi duruşu sergileyenler mevcuttur. Bununla birlikte 2016’da yayınlanan “AB Dış ve Güvenlik Politikası için Küresel Strateji Belgesi”, son olarak 15 Aralık 2019’da yayınlanmış ve bunun en büyük destekçisi AB Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini olmuştu. Ancak zikredilen belge, üye ülkeler için ciddi taahhütler içermediğinden söylem düzeyinde kaldığı eleştirileri yapılıyor. Belge yine de bazı üye ülkelerin temkinli davranışıyla karşılaşmıştı.
Önce Covid-19 salgınının, sonra Ukrayna’daki savaşın getirdiği ekonomik sorunlar ve artan savunma harcamaları, AB’nin savunma konusunda ABD’den gerçek özerkliğine kavuşmasında önemli bir engel teşkil ediyor. AB için stratejik özerklik, aynen Euro para birliğindeki gibi derin entegrasyon politikasını gerektirdiği açık. Ancak AB üyelerinin ABD’den stratejik özerklik hususunda farklı pozisyonlarda bulunmaları, özerklikte atılacak adımları geciktirmiştir.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile AB’nin Kiev’in yanında yer almasıyla, Avrupa’nın stratejik özerklik hedefinde tek başına ilerlemesi gerektiğini savunanların konumunu zayıflatmıştır. Hatta ABD eski Başkanı Donald Trump’ın 13 Temmuz 2017’de Paris’te Emanuel Macron’u ziyareti, Avrupa’nın stratejik özerkliğine tek başına ulaşmasına uyarı şeklinde yorumlanmıştı. Buna karşılık Avrupa güvenliğinde, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından olduğu gibi ABD’nin askerî gücünün merkeze yerleşti. Bununla ilgili geçtiğimiz Ekim 2022’de Avrupa’nın Ukrayna’ya desteğinin ABD’ye bağlı olup olmadığı tartışmaları da yapılmıştı.
Diğer taraftan Avrupalı devletler, Almanya başta olmak üzere savunma harcamalarını büyük ölçüde arttırdı. Her ne kadar Ukrayna’daki savaşın etkisiyle Avrupalı devletler savunma harcamalarını arttırsa da, bunu Rusya’yı öncelikli tehdit gördüklerinden veya NATO’nun kolektif güvenli sistemi bağlamında yapmadıklarına dair eleştiriler mevcut. Malûm eleştiriyle Avrupa’nın stratejik özerklik hedefinden uzaklaştığına işaret ediliyor.
Birde Ukrayna’daki savaş, AB’nin güvenlik, savunma ve dış politikasını olgunlaştırmada fırsat da veriyor. Aynı zamanda savaş, Avrupa’nın stratejik özerkliği için dönüm noktası özelliğinde. Çünkü savaşla birlikte, AB’nin önemli bir jeopolitik ve savunma aktörü hâline gelme imkânı da bulunuyor. Bahsedilen konu da tasaffi eden/etmekte olan AB’nin insanî ve stratejik kararlar alabilme becerisini göstermesine odaklanıyor.
.
Avrupa’nın stratejik özerkliği nereye?
Muhammet ÖRTLEK
24 Ocak 2023, Salı
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile Avrupa güvenlikte ABD’ye bağımlılığı sürdürüyor.
Tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte olduğu gibi. AB kurumsallaşarak güvenlikte “stratejik özerklik”i hedeflese de, Ukrayna’daki savaş bu hedefe ulaşmada bir engel niteliğinde. Dolayısıyla bazı çevrelerce, AB’nin Avrupa’da NATO’yu güçlendirmeye çalışması gerektiği vurgulanıyor.
Aslında AB’nin kuruluşundan itibaren stratejik özerklik, genelde siyasî söylemlerde yer edinmiştir. Ancak AB üyeleri arasında, hem AB’yi ABD’den daha bağımsız çizgiye getirmekten hem de AB’de Atlantikçi duruşu sergileyenler mevcuttur. Bununla birlikte 2016’da yayınlanan “AB Dış ve Güvenlik Politikası için Küresel Strateji Belgesi”, son olarak 15 Aralık 2019’da yayınlanmış ve bunun en büyük destekçisi AB Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini olmuştu. Ancak zikredilen belge, üye ülkeler için ciddi taahhütler içermediğinden söylem düzeyinde kaldığı eleştirileri yapılıyor. Belge yine de bazı üye ülkelerin temkinli davranışıyla karşılaşmıştı.
Önce Covid-19 salgınının, sonra Ukrayna’daki savaşın getirdiği ekonomik sorunlar ve artan savunma harcamaları, AB’nin savunma konusunda ABD’den gerçek özerkliğine kavuşmasında önemli bir engel teşkil ediyor. AB için stratejik özerklik, aynen Euro para birliğindeki gibi derin entegrasyon politikasını gerektirdiği açık. Ancak AB üyelerinin ABD’den stratejik özerklik hususunda farklı pozisyonlarda bulunmaları, özerklikte atılacak adımları geciktirmiştir.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile AB’nin Kiev’in yanında yer almasıyla, Avrupa’nın stratejik özerklik hedefinde tek başına ilerlemesi gerektiğini savunanların konumunu zayıflatmıştır. Hatta ABD eski Başkanı Donald Trump’ın 13 Temmuz 2017’de Paris’te Emanuel Macron’u ziyareti, Avrupa’nın stratejik özerkliğine tek başına ulaşmasına uyarı şeklinde yorumlanmıştı. Buna karşılık Avrupa güvenliğinde, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından olduğu gibi ABD’nin askerî gücünün merkeze yerleşti. Bununla ilgili geçtiğimiz Ekim 2022’de Avrupa’nın Ukrayna’ya desteğinin ABD’ye bağlı olup olmadığı tartışmaları da yapılmıştı.
Diğer taraftan Avrupalı devletler, Almanya başta olmak üzere savunma harcamalarını büyük ölçüde arttırdı. Her ne kadar Ukrayna’daki savaşın etkisiyle Avrupalı devletler savunma harcamalarını arttırsa da, bunu Rusya’yı öncelikli tehdit gördüklerinden veya NATO’nun kolektif güvenli sistemi bağlamında yapmadıklarına dair eleştiriler mevcut. Malûm eleştiriyle Avrupa’nın stratejik özerklik hedefinden uzaklaştığına işaret ediliyor.
Birde Ukrayna’daki savaş, AB’nin güvenlik, savunma ve dış politikasını olgunlaştırmada fırsat da veriyor. Aynı zamanda savaş, Avrupa’nın stratejik özerkliği için dönüm noktası özelliğinde. Çünkü savaşla birlikte, AB’nin önemli bir jeopolitik ve savunma aktörü hâline gelme imkânı da bulunuyor. Bahsedilen konu da tasaffi eden/etmekte olan AB’nin insanî ve stratejik kararlar alabilme becerisini göstermesine odaklanıyor.
.
Tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte olduğu gibi. AB kurumsallaşarak güvenlikte “stratejik özerklik”i hedeflese de, Ukrayna’daki savaş bu hedefe ulaşmada bir engel niteliğinde. Dolayısıyla bazı çevrelerce, AB’nin Avrupa’da NATO’yu güçlendirmeye çalışması gerektiği vurgulanıyor.
Aslında AB’nin kuruluşundan itibaren stratejik özerklik, genelde siyasî söylemlerde yer edinmiştir. Ancak AB üyeleri arasında, hem AB’yi ABD’den daha bağımsız çizgiye getirmekten hem de AB’de Atlantikçi duruşu sergileyenler mevcuttur. Bununla birlikte 2016’da yayınlanan “AB Dış ve Güvenlik Politikası için Küresel Strateji Belgesi”, son olarak 15 Aralık 2019’da yayınlanmış ve bunun en büyük destekçisi AB Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini olmuştu. Ancak zikredilen belge, üye ülkeler için ciddi taahhütler içermediğinden söylem düzeyinde kaldığı eleştirileri yapılıyor. Belge yine de bazı üye ülkelerin temkinli davranışıyla karşılaşmıştı.
Önce Covid-19 salgınının, sonra Ukrayna’daki savaşın getirdiği ekonomik sorunlar ve artan savunma harcamaları, AB’nin savunma konusunda ABD’den gerçek özerkliğine kavuşmasında önemli bir engel teşkil ediyor. AB için stratejik özerklik, aynen Euro para birliğindeki gibi derin entegrasyon politikasını gerektirdiği açık. Ancak AB üyelerinin ABD’den stratejik özerklik hususunda farklı pozisyonlarda bulunmaları, özerklikte atılacak adımları geciktirmiştir.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile AB’nin Kiev’in yanında yer almasıyla, Avrupa’nın stratejik özerklik hedefinde tek başına ilerlemesi gerektiğini savunanların konumunu zayıflatmıştır. Hatta ABD eski Başkanı Donald Trump’ın 13 Temmuz 2017’de Paris’te Emanuel Macron’u ziyareti, Avrupa’nın stratejik özerkliğine tek başına ulaşmasına uyarı şeklinde yorumlanmıştı. Buna karşılık Avrupa güvenliğinde, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından olduğu gibi ABD’nin askerî gücünün merkeze yerleşti. Bununla ilgili geçtiğimiz Ekim 2022’de Avrupa’nın Ukrayna’ya desteğinin ABD’ye bağlı olup olmadığı tartışmaları da yapılmıştı.
Diğer taraftan Avrupalı devletler, Almanya başta olmak üzere savunma harcamalarını büyük ölçüde arttırdı. Her ne kadar Ukrayna’daki savaşın etkisiyle Avrupalı devletler savunma harcamalarını arttırsa da, bunu Rusya’yı öncelikli tehdit gördüklerinden veya NATO’nun kolektif güvenli sistemi bağlamında yapmadıklarına dair eleştiriler mevcut. Malûm eleştiriyle Avrupa’nın stratejik özerklik hedefinden uzaklaştığına işaret ediliyor.
Birde Ukrayna’daki savaş, AB’nin güvenlik, savunma ve dış politikasını olgunlaştırmada fırsat da veriyor. Aynı zamanda savaş, Avrupa’nın stratejik özerkliği için dönüm noktası özelliğinde. Çünkü savaşla birlikte, AB’nin önemli bir jeopolitik ve savunma aktörü hâline gelme imkânı da bulunuyor. Bahsedilen konu da tasaffi eden/etmekte olan AB’nin insanî ve stratejik kararlar alabilme becerisini göstermesine odaklanıyor.
.
İran’ın İHA stratejisinin bölgesel etkisi
Muhammet ÖRTLEK
17 Ocak 2023, Salı
Rusya’nın Ukrayna’da sürdürdüğü işgalde, İran’dan İnsansız Hava Aracı (İHA) satın aldığını belirtmiştim (Yeni Asya, İran’ın İHA Stratejisi, 10 Ocak 2023).
İran, Rusya’yla askerî ilişkileri sayesinde, AB’ye karşı Avrupa güvenliğinde ve ABD’ye yönelikte Nükleer Anlaşma (JCPOA) hususunda etkisini göstermeyi amaçladığı ihtimallerdendir.
İran, İHA karşılığında Rusya’dan savaş uçağı, helikopteri vb. askerî araç alımındaki hedeflerinden biri de, Körfez bölgesinde Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hava savunma güçlerine karşı üstünlük sağlamaktır. Ayrıca İran, ABD liderliğindeki maruz kaldığı yaptırımlardan dolayı, hava gücünü modernize etmek niyetinde. İran’ın iki ezeli rakibi Suudi Arabistan ve BAE’nin ABD, Rusya ve Çin’le yaptıkları askerî ve hava gücü hakkında anlaşmaların, Tahran tarafından tehdit algılandığı anlaşılıyor.
Ancak Rusya’nın İran’a taahhüt ettiği SU-35 savaş uçakları, helikopterler ve hava savunma sistemleri gibi silahların Körfez’deki bölgesel güvenliği daha da istikrarsızlaştırması muhtemeldir.
Birincisi, zikredilen silah/askerî unsurların İran’ın İHA teknolojisiyle birleştirme ihtimali Körfez ülkelerinin ve İsrail’in dikkatini çekecektir. Birde Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) hava savunma sisteminin bulunmayışı ve bölgedeki paramiliter grupların/örgütlerin İHA’ları kullanma kabiliyetlerine sahip olması, Körfez’in güvenlik açığını derinleştiriyor.
İkincisi, nükleer ve diğer silah anlaşmalarıyla ilgili bölge ülkelerini bilgilendirme ve garantilerde eksiklik olduğu düşünülüyor. Bölgede tehdit algılaması ve güvenliksizleştirme ile İran’ın İHA kullanımı, ihracatı, nükleer geliştirme ve insan hakları ihlalleri vb. konularda saldırgan politika izlediğine dair önkoşul mevcut. Aynı zamanda bu önkoşul İran’la müzakerelerin uzamasının nedenlerindendir.
Üçüncüsü, İran’da devam eden muhtelif toplumsal unsurların protestoları da Tahran’ı ülke içe kontrolü sağlamak ve devrim rejimini ayakta tutabilmek için ciddi bir krizle karşı karşıya bırakıyor. Ayrıca toplumsal kesimlerin, yönetime desteğinin azalması İran’ı dış politika ve savunma alanlarında zor duruma düşürebilir.
Bununla birlikte Nükleer Anlaşma’daki sorunlar hatırlandığında, İran’ın Rusya’yla silah ve askerî araç alış verişinde bulunması JCPOA’nın (Kapsamlı Ortak Eylem Planı-Joint Comprehensive Plan of Actin) sonu anlamına gelebileceğinden endişe ediliyor. Bilindiği üzere JCPOA, 2006’dan itibaren Çin, Fransa, Almanya, Rusya, İngiltere, ABD ve İran arasındaki diplomatik çabalarla geliştirilerek, Viyana’da 14 Temmuz 2015’te İran’ın nükleer programının tamamen barışçıl olmasını sağlamak için imzalanmıştır. JCPOA BM, AB ve ABD’nin nükleerle ilgili yaptırımlarının kaldırılmasını kapsamaktadır. JCPOA’nın iptaliyle İran’ın daha fazla Batı karşısında konumlanacağından çekiniliyor.
Halbuki, ABD eski Başkanı Donald Trump 8 Mayıs 2018’de JCPOA’dan çekildiklerini, yeni Başkan Joe Biden ise 14 Temmuz 2022’de JCPOA’ya döneceklerini bildirmişti.
Bölge ülkelerinin JCPOA’nın iptalinin ve bölgede silahlanmanın önüne geçebilmek ve ulusal güvenlik hedeflerini desteklemek için Körfez hava güvenliğine dair anlaşma yapmaları; nükleer müzakereleri desteklemeleri; İran’ı İHA geliştirmede caydırmaları; ve Rusya’nın askerî satışlarından kaçınmaları bazı önlemlerdendir.
Aksi takdirde askerî yakınlaşmayla İran’ın Rusya’ya İHA ihracıyla, bölgede tansiyon ve gerilim yükseliyor. İran’ın aynı gerilimin tekrarlanmasıyla Nükleer Anlaşma’nın da kısıtlamalarından kaçınması ihtimal dahilindedir
.
İran, Rusya’yla askerî ilişkileri sayesinde, AB’ye karşı Avrupa güvenliğinde ve ABD’ye yönelikte Nükleer Anlaşma (JCPOA) hususunda etkisini göstermeyi amaçladığı ihtimallerdendir.
İran, İHA karşılığında Rusya’dan savaş uçağı, helikopteri vb. askerî araç alımındaki hedeflerinden biri de, Körfez bölgesinde Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hava savunma güçlerine karşı üstünlük sağlamaktır. Ayrıca İran, ABD liderliğindeki maruz kaldığı yaptırımlardan dolayı, hava gücünü modernize etmek niyetinde. İran’ın iki ezeli rakibi Suudi Arabistan ve BAE’nin ABD, Rusya ve Çin’le yaptıkları askerî ve hava gücü hakkında anlaşmaların, Tahran tarafından tehdit algılandığı anlaşılıyor.
Ancak Rusya’nın İran’a taahhüt ettiği SU-35 savaş uçakları, helikopterler ve hava savunma sistemleri gibi silahların Körfez’deki bölgesel güvenliği daha da istikrarsızlaştırması muhtemeldir.
Birincisi, zikredilen silah/askerî unsurların İran’ın İHA teknolojisiyle birleştirme ihtimali Körfez ülkelerinin ve İsrail’in dikkatini çekecektir. Birde Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) hava savunma sisteminin bulunmayışı ve bölgedeki paramiliter grupların/örgütlerin İHA’ları kullanma kabiliyetlerine sahip olması, Körfez’in güvenlik açığını derinleştiriyor.
İkincisi, nükleer ve diğer silah anlaşmalarıyla ilgili bölge ülkelerini bilgilendirme ve garantilerde eksiklik olduğu düşünülüyor. Bölgede tehdit algılaması ve güvenliksizleştirme ile İran’ın İHA kullanımı, ihracatı, nükleer geliştirme ve insan hakları ihlalleri vb. konularda saldırgan politika izlediğine dair önkoşul mevcut. Aynı zamanda bu önkoşul İran’la müzakerelerin uzamasının nedenlerindendir.
Üçüncüsü, İran’da devam eden muhtelif toplumsal unsurların protestoları da Tahran’ı ülke içe kontrolü sağlamak ve devrim rejimini ayakta tutabilmek için ciddi bir krizle karşı karşıya bırakıyor. Ayrıca toplumsal kesimlerin, yönetime desteğinin azalması İran’ı dış politika ve savunma alanlarında zor duruma düşürebilir.
Bununla birlikte Nükleer Anlaşma’daki sorunlar hatırlandığında, İran’ın Rusya’yla silah ve askerî araç alış verişinde bulunması JCPOA’nın (Kapsamlı Ortak Eylem Planı-Joint Comprehensive Plan of Actin) sonu anlamına gelebileceğinden endişe ediliyor. Bilindiği üzere JCPOA, 2006’dan itibaren Çin, Fransa, Almanya, Rusya, İngiltere, ABD ve İran arasındaki diplomatik çabalarla geliştirilerek, Viyana’da 14 Temmuz 2015’te İran’ın nükleer programının tamamen barışçıl olmasını sağlamak için imzalanmıştır. JCPOA BM, AB ve ABD’nin nükleerle ilgili yaptırımlarının kaldırılmasını kapsamaktadır. JCPOA’nın iptaliyle İran’ın daha fazla Batı karşısında konumlanacağından çekiniliyor.
Halbuki, ABD eski Başkanı Donald Trump 8 Mayıs 2018’de JCPOA’dan çekildiklerini, yeni Başkan Joe Biden ise 14 Temmuz 2022’de JCPOA’ya döneceklerini bildirmişti.
Bölge ülkelerinin JCPOA’nın iptalinin ve bölgede silahlanmanın önüne geçebilmek ve ulusal güvenlik hedeflerini desteklemek için Körfez hava güvenliğine dair anlaşma yapmaları; nükleer müzakereleri desteklemeleri; İran’ı İHA geliştirmede caydırmaları; ve Rusya’nın askerî satışlarından kaçınmaları bazı önlemlerdendir.
Aksi takdirde askerî yakınlaşmayla İran’ın Rusya’ya İHA ihracıyla, bölgede tansiyon ve gerilim yükseliyor. İran’ın aynı gerilimin tekrarlanmasıyla Nükleer Anlaşma’nın da kısıtlamalarından kaçınması ihtimal dahilindedir
.
İran’ın İHA stratejisi
Muhammet ÖRTLEK
10 Ocak 2023, Salı
Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgale başlamasıyla, İnsansız Hava Aracı (İHA) ihtiyacı hasıl olmuştu. Rusya, bunu karşılayabilmek için İran’a yöneldi.
The Guardian’ın 10 Kasım 2022 tarihli nüshasında “savaşın başlamasından beri Rusya’nın İran’dan birçok İHA aldığını” belirtiyor. İran İHA satışını başlangıçta gizli tutmaya çalışsa da, Ukrayna ordusunun düşürdüğü İHA’ları basınla paylaşmasıyla bu gizlilik çoktan kalktı bile.
Tahran yönetimi, Rusya’ya tedarik ettiği İHA’lar nedeniyle bazı devletleri karşısına alacağının bilincinde. Ancak Tahran’ın İHA satışı sayesinde, nükleer anlaşma müzakerelerinde Avrupa güvenliği üzerindeki etkisini göstermeye çalışması kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca İran İHA tedarikiyle, nükleer müzakerelerde ABD’nin üst düzey baskı politikasına geri dönme ihtimalini, müzakerelerin kesintiye uğrayabilmesini veya ABD’de 2024’te yapılacak başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçiler’in iktidara gelmesi hâlinde etkisiz olacaklarını gösterme gayretinde olabilir.
Bununla birlikte ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın 21 Ocak 2022’de Cenevre’de Rus mevkîdaşı Sergey Lavrov ileUkrayna konusunu görüştüğünde “yeni nükleer anlaşmayı kabul etmesi için İran’a baskı yapmasını talep ettiği” kaydediliyor. Ancak Ukrayna ile savaş Rusya’yı İHA hususunda İran’a bağımlılığını arttırdığına dikkat çekiliyor. İran’ın da İHA’lar karşılığında Rusya’dan helikopter, SU-35 savaş uçakları ve askerî teknik destek alacağı haberleri ABD’yi endişelendiriyor.
Ancak İran’ın Rusya’ya İHA ve balistik füze sevkiyatından dolayı uluslararası tepkiden çekindiği ve bu tepkileri göğüslemek için sevk edeceği füzelerin menzilini sınırlamayı planladığı bildiriliyor. Elbette muhtemel bir uluslararası tepkinin İran’a BM yaptırımlarının uygulanması anlamına gelecektir. Birde Nükleer Anlaşma kapsamında 20 Temmuz 2015’te kabul edilen BM Güvenlik Konseyi’nin 2231 Sayılı Kararı öne çıkıyor. Çünkü Karar’da “15 Ekim’e kadar 300 km’den fazla menzile sahip ve 500 kg fazla yüke sahip İran balistik füzeleri ile İHA’larını transfer etmesine veya almasına izin verilmiyor”. Karar’ın en büyük takipçileri de ABD ve AB. Eğer Karar üzerinden İran’a uluslararası tepki/baskı gelirse, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi Rusya için de sorun oluşturacaktır. Çünkü uluslararası ilişkilerde daimi üye Rusya’nın, Güvenlik Konseyi Kararı’nı ihlal ettiği eleştirileri yapılacaktır.
İran, Rusya’yla askerî ilişkilerinde uzun süre maruz kaldığı ABD liderliğindeki yaptırımlarla modernizasyonunu geciktirdiği hava gücünü yenilemeyi amaçlıyor. İran’ın hava gücüne öncelik vermesinde, Körfez bölgesindeki hava gücü dengesizliğini giderme ihtimali ağır basıyor. Çünkü Suudi Arabistan’ın Rusya’ya 2021’de imzaladığı askerî anlaşmanın ayrıntıları bilinmiyor. Ayrıca Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) de Rusya’yla Temmuz 2021’de Su-75 avcı uçağının geliştirilmesi, ABD ile 50 adet F-35 savaş uçağı satın alınması ve Çin’le askerî satışlarla öne çıkmıştı. Buna karşılık İran, Rusya’dan Su-35 savaş uçaklarını alarak bölgede hava gücünü dengelemeyi amaçlıyor.
İran’ın Rusya’yla askerî ilişkilerinde ve Körfez’de güç dengelemesinde İHA stratejisi izlediğine ihtimal veriliyor
.
The Guardian’ın 10 Kasım 2022 tarihli nüshasında “savaşın başlamasından beri Rusya’nın İran’dan birçok İHA aldığını” belirtiyor. İran İHA satışını başlangıçta gizli tutmaya çalışsa da, Ukrayna ordusunun düşürdüğü İHA’ları basınla paylaşmasıyla bu gizlilik çoktan kalktı bile.
Tahran yönetimi, Rusya’ya tedarik ettiği İHA’lar nedeniyle bazı devletleri karşısına alacağının bilincinde. Ancak Tahran’ın İHA satışı sayesinde, nükleer anlaşma müzakerelerinde Avrupa güvenliği üzerindeki etkisini göstermeye çalışması kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca İran İHA tedarikiyle, nükleer müzakerelerde ABD’nin üst düzey baskı politikasına geri dönme ihtimalini, müzakerelerin kesintiye uğrayabilmesini veya ABD’de 2024’te yapılacak başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçiler’in iktidara gelmesi hâlinde etkisiz olacaklarını gösterme gayretinde olabilir.
Bununla birlikte ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın 21 Ocak 2022’de Cenevre’de Rus mevkîdaşı Sergey Lavrov ileUkrayna konusunu görüştüğünde “yeni nükleer anlaşmayı kabul etmesi için İran’a baskı yapmasını talep ettiği” kaydediliyor. Ancak Ukrayna ile savaş Rusya’yı İHA hususunda İran’a bağımlılığını arttırdığına dikkat çekiliyor. İran’ın da İHA’lar karşılığında Rusya’dan helikopter, SU-35 savaş uçakları ve askerî teknik destek alacağı haberleri ABD’yi endişelendiriyor.
Ancak İran’ın Rusya’ya İHA ve balistik füze sevkiyatından dolayı uluslararası tepkiden çekindiği ve bu tepkileri göğüslemek için sevk edeceği füzelerin menzilini sınırlamayı planladığı bildiriliyor. Elbette muhtemel bir uluslararası tepkinin İran’a BM yaptırımlarının uygulanması anlamına gelecektir. Birde Nükleer Anlaşma kapsamında 20 Temmuz 2015’te kabul edilen BM Güvenlik Konseyi’nin 2231 Sayılı Kararı öne çıkıyor. Çünkü Karar’da “15 Ekim’e kadar 300 km’den fazla menzile sahip ve 500 kg fazla yüke sahip İran balistik füzeleri ile İHA’larını transfer etmesine veya almasına izin verilmiyor”. Karar’ın en büyük takipçileri de ABD ve AB. Eğer Karar üzerinden İran’a uluslararası tepki/baskı gelirse, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi Rusya için de sorun oluşturacaktır. Çünkü uluslararası ilişkilerde daimi üye Rusya’nın, Güvenlik Konseyi Kararı’nı ihlal ettiği eleştirileri yapılacaktır.
İran, Rusya’yla askerî ilişkilerinde uzun süre maruz kaldığı ABD liderliğindeki yaptırımlarla modernizasyonunu geciktirdiği hava gücünü yenilemeyi amaçlıyor. İran’ın hava gücüne öncelik vermesinde, Körfez bölgesindeki hava gücü dengesizliğini giderme ihtimali ağır basıyor. Çünkü Suudi Arabistan’ın Rusya’ya 2021’de imzaladığı askerî anlaşmanın ayrıntıları bilinmiyor. Ayrıca Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) de Rusya’yla Temmuz 2021’de Su-75 avcı uçağının geliştirilmesi, ABD ile 50 adet F-35 savaş uçağı satın alınması ve Çin’le askerî satışlarla öne çıkmıştı. Buna karşılık İran, Rusya’dan Su-35 savaş uçaklarını alarak bölgede hava gücünü dengelemeyi amaçlıyor.
İran’ın Rusya’yla askerî ilişkilerinde ve Körfez’de güç dengelemesinde İHA stratejisi izlediğine ihtimal veriliyor
.
Katar-Çin LNG anlaşması
Muhammet ÖRTLEK
03 Ocak 2023, Salı
Katar ve Çin arasında 21 Kasım 2022’de, bugüne kadarki en uzun süreli LNG (sıvılaştırılmış doğalgaz) Anlaşması imzalandı.
Katarlı Qatar Energy ile Çinli Sinopek’in 27 yıllığına imzaladığı Anlaşma kapsamında, Çin’in 4 milyon ton LNG’yi satınalması hedefleniyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali üzerine, AB’nin Rus enerji ürünlerinden bağımsızlaşma çabaları sürerken, bazı ülkeler de atmosfere karbon salınımını azaltmak için doğalgaz tüketiminin arttırılmasından yanalar. Bu vartada, Katar ile Çin’in uzun süreli ve büyük miktardaki LNG anlaşmasına vardıklarını duyurmaları dikkat çekiyor.
Anlaşma, bugüne kadarki en uzun süreli LNG ikmalini ve 60 milyar dolarlık bütçeyi muhteva ediyor. Anlaşma, bu yönden alıcılar için arz güvenliğini, tedarikçiler için de talep güvenliğini sağlamada önemli. Çünkü Covid-19 salgını, küresel ekonomik sorunların derinleşmesi ve Rusya-Ukrayna savaşı, hızlı fiyat değişiklikleri ve jeopolitik istikrarsızlıklar nedeniyle doğalgaz anlaşmalarının anlamını yitirdiği veya yitireceği tahminler arasındaydı. Ancak Katar’ın zengin hidro-karbon kaynaklarıyla, uluslararası piyasalarda kaybedilmekte olan istikrarın geri kazanılmasında rol oynadığı görülüyor. Ayrıca Katar’ı, Çin’in karbon-yoğun yakıtlardan uzaklaşması da küresel piyasada öne çıkartıyor. Birde Anlaşma ile, Çinli enerji şirketlerinin de Ortadoğu’da daha faal hâle geldiği gözlerden kaçırılmamalı.
Çinli firmaların, enerji zengini Körfez bölgesinde hisse, üretim ve ikmal hususlarında rekabet ettikleri Batılı firmaları geride bıraktıkları; aynı zamanda LNG alımı konusunda Katar’la üst düzey görüşmelerde bulundukları Reuters’ın 17 Haziran 2022 tarihli haberlerinde belirtilmişti. Başka bir ifadeyle 21 Kasım’daki Katar-Çin LNG Anlaşması aslında beklenmedik bir gelişme değil. Böylece Çin, bölgede Batılı şirketleri geri bırakarak, Katar’ın Kuzey Enerji Sahası’nda enerjinin çıkartılmasında idarî ve uygulama açısından da uzmanlığa sahip olduğunu gösteriyor.
Katar hem AB’nin Rus enerjisinden bağımsızlaşma girişimlerinde hem Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan dolayı yükselen enerji fiyatlarından hem de düşük karbonlu enerjiye geçişte önemli bir itici güç olma yolunda ilerliyor. Aynı zamanda Katar, kısa sürede büyük miktarda doğalgaz ve LNG’yi hızlı sevk edebilen kilit üretici şeklinde beliriyor. Katar’ın LNG’de artan önemi, Doha yönetimini, enerji piyasasında Suudi Arabistan’la aynı düzeye getiriyor. Yani Katar’ın enerjide belirleyiciliğini, rakibi Suudi Arabistan’ın dikkatini çekmemesi mümkün değildir. Katar’ın “LNG üretim kapasitesinin yılda 77 milyon tondan 126 milyon tona çıkarken”, jeopolitik ve stratejik öneminin de artacağı kuvvetle muhtemeldir.
Katar ile Çin ilişkilerinin başlangıcı 1988’e tarihleniyor. Giderek gelişen ilişkiler 27 yıllık LNG Anlaşması’yla neticelendi. Katar, bölgede ve uluslararası alanda öne çıkmaya yönelik hareket etmiştir. Dünya Futbol Kupası 2022’ye ev sahipliği yapmak, buna delil niteliğindedir. ABD-Taliban arasında 29 Şubat 2020’deki Doha Anlaşması’nın imzalanmasında da aracılık etmişti. Bununla birlikte Katar, İran ve Suudi Arabistan arasındaki konumunu hassas bir şekilde kullanıyor. Katar’ın LNG Anlaşması’yla Çin’e yaklaştığı düşünülüyor. Çin ise, Körfez’de Batı’ya karşı ekonomik ve jeopolitik etki alanını genişletiyor. Çin’in Anlaşma’yla, Kuşak-Yol Projesi’nin çok yönlü stratejilerinden birini daha gerçekleştirdiği ihtimallerdendir.
.
Katarlı Qatar Energy ile Çinli Sinopek’in 27 yıllığına imzaladığı Anlaşma kapsamında, Çin’in 4 milyon ton LNG’yi satınalması hedefleniyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali üzerine, AB’nin Rus enerji ürünlerinden bağımsızlaşma çabaları sürerken, bazı ülkeler de atmosfere karbon salınımını azaltmak için doğalgaz tüketiminin arttırılmasından yanalar. Bu vartada, Katar ile Çin’in uzun süreli ve büyük miktardaki LNG anlaşmasına vardıklarını duyurmaları dikkat çekiyor.
Anlaşma, bugüne kadarki en uzun süreli LNG ikmalini ve 60 milyar dolarlık bütçeyi muhteva ediyor. Anlaşma, bu yönden alıcılar için arz güvenliğini, tedarikçiler için de talep güvenliğini sağlamada önemli. Çünkü Covid-19 salgını, küresel ekonomik sorunların derinleşmesi ve Rusya-Ukrayna savaşı, hızlı fiyat değişiklikleri ve jeopolitik istikrarsızlıklar nedeniyle doğalgaz anlaşmalarının anlamını yitirdiği veya yitireceği tahminler arasındaydı. Ancak Katar’ın zengin hidro-karbon kaynaklarıyla, uluslararası piyasalarda kaybedilmekte olan istikrarın geri kazanılmasında rol oynadığı görülüyor. Ayrıca Katar’ı, Çin’in karbon-yoğun yakıtlardan uzaklaşması da küresel piyasada öne çıkartıyor. Birde Anlaşma ile, Çinli enerji şirketlerinin de Ortadoğu’da daha faal hâle geldiği gözlerden kaçırılmamalı.
Çinli firmaların, enerji zengini Körfez bölgesinde hisse, üretim ve ikmal hususlarında rekabet ettikleri Batılı firmaları geride bıraktıkları; aynı zamanda LNG alımı konusunda Katar’la üst düzey görüşmelerde bulundukları Reuters’ın 17 Haziran 2022 tarihli haberlerinde belirtilmişti. Başka bir ifadeyle 21 Kasım’daki Katar-Çin LNG Anlaşması aslında beklenmedik bir gelişme değil. Böylece Çin, bölgede Batılı şirketleri geri bırakarak, Katar’ın Kuzey Enerji Sahası’nda enerjinin çıkartılmasında idarî ve uygulama açısından da uzmanlığa sahip olduğunu gösteriyor.
Katar hem AB’nin Rus enerjisinden bağımsızlaşma girişimlerinde hem Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan dolayı yükselen enerji fiyatlarından hem de düşük karbonlu enerjiye geçişte önemli bir itici güç olma yolunda ilerliyor. Aynı zamanda Katar, kısa sürede büyük miktarda doğalgaz ve LNG’yi hızlı sevk edebilen kilit üretici şeklinde beliriyor. Katar’ın LNG’de artan önemi, Doha yönetimini, enerji piyasasında Suudi Arabistan’la aynı düzeye getiriyor. Yani Katar’ın enerjide belirleyiciliğini, rakibi Suudi Arabistan’ın dikkatini çekmemesi mümkün değildir. Katar’ın “LNG üretim kapasitesinin yılda 77 milyon tondan 126 milyon tona çıkarken”, jeopolitik ve stratejik öneminin de artacağı kuvvetle muhtemeldir.
Katar ile Çin ilişkilerinin başlangıcı 1988’e tarihleniyor. Giderek gelişen ilişkiler 27 yıllık LNG Anlaşması’yla neticelendi. Katar, bölgede ve uluslararası alanda öne çıkmaya yönelik hareket etmiştir. Dünya Futbol Kupası 2022’ye ev sahipliği yapmak, buna delil niteliğindedir. ABD-Taliban arasında 29 Şubat 2020’deki Doha Anlaşması’nın imzalanmasında da aracılık etmişti. Bununla birlikte Katar, İran ve Suudi Arabistan arasındaki konumunu hassas bir şekilde kullanıyor. Katar’ın LNG Anlaşması’yla Çin’e yaklaştığı düşünülüyor. Çin ise, Körfez’de Batı’ya karşı ekonomik ve jeopolitik etki alanını genişletiyor. Çin’in Anlaşma’yla, Kuşak-Yol Projesi’nin çok yönlü stratejilerinden birini daha gerçekleştirdiği ihtimallerdendir.
.
Sudan’da derinleşen istikrarsızlık ve yeni gruplar
Muhammet ÖRTLEK
27 Aralık 2022, Salı
Sudan’da 19 Aralık 2018’de başlayan halk ayaklanmaları 11 Nisan 2019 günü Devlet Başkanı Ömer El-Beşir’in istifasıyla sonuçlanmıştı.
Beşir iktidardan uzaklaştırılmış olsa da, Sudan’da siyasî, ekonomik, sosyal, terör, kabileler arası etnik sorunlar, silahlı gruplar arasındaki çatışmalar vb. istikrarsızlıklara çözüm üretil(e)medi.
Sudan’ın orta kesimindeki El-Butana bölgesinde 22 Aralık 2022’de “Sudan Kalkan Güçleri –SKG- (Sudan Shield Forces)” isimli yeni bir silahlı grubun kurulduğu bildiriliyor. SKG’nin lideri ise, eski Sudan ordu subaylarından Ebu Aklah Muhammed Ahmed Kikel’dir.
Kikel, 17 Aralık’ta SKG birliklerinin askerî geçit töreninde, Güney Sudan’ın başşehri Juba’da 31 Ağustos 2020’de imzalanan “Sudan Barış Anlaşması”ndan uzaklaşıldığından bahsetmişti. Kikel “Darfur silahlı hareketlerine üstü kapalı göndermede bulunarak, merkezi Sudan bölgesini kendisinin kontrol etme ve kaynaklarını sömürmeye çalışan diğer tarafların hakimiyetinden korumaya hazır olduğunu” belirtti. Anlaşma, Güney Sudan liderliğinde, Sudan Başbakanı Abdullah Hamdok, Sudan Egemenlik Geçiş Konseyi (EGK) Başkanı Abdul Fettah El-Burhan ve her biri kendi içerisinde farklı gruplardan meydana gelen (Özgürlük ve Değişim Güçleri – ÖDG) 6 silahlı grup tarafından imzalanmıştı.
Kikel’in SKG’yi kurmasında “Sudan Barış Anlaşması’nın imzalanmasından sonra 29 Aralık 2020’de, Sudan Kurtuluş Hareketi lideri Minni Minnawi ile yaptığı görüşmeden sonuç alamadığı; ÖDG ile de temaslarının başarısız olduğu; siyasî faaliyetlerin yeterli olmadığı; Sudan’daki diğer grupların yerleşim yerlerini gezerek asker toplamasının sivil halkı rahatsız ettiği; diğer silahlı grupların ülke genelinde güvensizlik ve adaletsizliğe sebebiyet verdiği” iddiasındaki gibi nedenlerin etkili olduğunu açıkladı. Kikel, tüm bu sebeplerden dolayı “SKG’yi kurmak zorunda kaldıklarını, haklarımızı barışçıl yollardan alamazsak silahla alacağız” uyarında da bulunuyor. SKG’nin kurulması ise, Sudan’da oldukça heterojen yapıdaki silahlı unsurların bir kez daha parçalandığı anlamına geliyor.
Alsawarami Saad’ın sözcülüğündeki bir grup eski ordu subayının “Vatan Varlığı” adı altında toplanarak 13 Kasım 2022’de “Sudan Barış Anlaşması’nı iptal etme çağrısı”nın ardından, Kikel’in SKG’yi kurması dikkat çekiyor. Vatan Varlığı ise “orta Sudan halkının çıkarlarını korumak istediğini” ileri sürüyor. Alsawarami “El-Burhan’ın ülkedeki krizi yönetemediğini, ancak Sudan ordusuna da karşı olmadıklarını” vurgulaması orduya ihtiyaçlarının olduğunu gösteriyor.
Sudan’da 70’ten fazla silahlı grubun olması, halkın bu grupların uygulamaları altında ezilmişliğe, dışlanmışlığa ve güvensizliğe sevk ediyor. Ayrıca Sudan Barış Anlaşması’na rağmen, ülkedeki 70’ten fazla grubun mevcudiyeti Anlaşma’nın da kırılganlığının delili niteliğinde. Bazı kesimlerce Sudan Barış Anlaşması’nın iptalini “savaşın başlaması ve ulusal güvenliğe tehdit” şeklinde değerlendiriliyor.
Sudan’daki her silahlı grup, orduya karşı olmadıklarını bildirse de ordunun gündemine uygun hareket etmedikleri ve kendi programlarını öne çıkardıkları herkesin malûmu. Buna en iyi örnek ordu içinde, orduya büyük tehdit ve tehlike değerlendirilen Hızlı Destek Güçleri’nin durumu. Dolayısıyla Kikel’in SKG’sinin de benzer yapıda olacağı ve halka çözüm önerisi sunmaktan uzak kalacağı kuvvetle muhtemeldir.
.
Beşir iktidardan uzaklaştırılmış olsa da, Sudan’da siyasî, ekonomik, sosyal, terör, kabileler arası etnik sorunlar, silahlı gruplar arasındaki çatışmalar vb. istikrarsızlıklara çözüm üretil(e)medi.
Sudan’ın orta kesimindeki El-Butana bölgesinde 22 Aralık 2022’de “Sudan Kalkan Güçleri –SKG- (Sudan Shield Forces)” isimli yeni bir silahlı grubun kurulduğu bildiriliyor. SKG’nin lideri ise, eski Sudan ordu subaylarından Ebu Aklah Muhammed Ahmed Kikel’dir.
Kikel, 17 Aralık’ta SKG birliklerinin askerî geçit töreninde, Güney Sudan’ın başşehri Juba’da 31 Ağustos 2020’de imzalanan “Sudan Barış Anlaşması”ndan uzaklaşıldığından bahsetmişti. Kikel “Darfur silahlı hareketlerine üstü kapalı göndermede bulunarak, merkezi Sudan bölgesini kendisinin kontrol etme ve kaynaklarını sömürmeye çalışan diğer tarafların hakimiyetinden korumaya hazır olduğunu” belirtti. Anlaşma, Güney Sudan liderliğinde, Sudan Başbakanı Abdullah Hamdok, Sudan Egemenlik Geçiş Konseyi (EGK) Başkanı Abdul Fettah El-Burhan ve her biri kendi içerisinde farklı gruplardan meydana gelen (Özgürlük ve Değişim Güçleri – ÖDG) 6 silahlı grup tarafından imzalanmıştı.
Kikel’in SKG’yi kurmasında “Sudan Barış Anlaşması’nın imzalanmasından sonra 29 Aralık 2020’de, Sudan Kurtuluş Hareketi lideri Minni Minnawi ile yaptığı görüşmeden sonuç alamadığı; ÖDG ile de temaslarının başarısız olduğu; siyasî faaliyetlerin yeterli olmadığı; Sudan’daki diğer grupların yerleşim yerlerini gezerek asker toplamasının sivil halkı rahatsız ettiği; diğer silahlı grupların ülke genelinde güvensizlik ve adaletsizliğe sebebiyet verdiği” iddiasındaki gibi nedenlerin etkili olduğunu açıkladı. Kikel, tüm bu sebeplerden dolayı “SKG’yi kurmak zorunda kaldıklarını, haklarımızı barışçıl yollardan alamazsak silahla alacağız” uyarında da bulunuyor. SKG’nin kurulması ise, Sudan’da oldukça heterojen yapıdaki silahlı unsurların bir kez daha parçalandığı anlamına geliyor.
Alsawarami Saad’ın sözcülüğündeki bir grup eski ordu subayının “Vatan Varlığı” adı altında toplanarak 13 Kasım 2022’de “Sudan Barış Anlaşması’nı iptal etme çağrısı”nın ardından, Kikel’in SKG’yi kurması dikkat çekiyor. Vatan Varlığı ise “orta Sudan halkının çıkarlarını korumak istediğini” ileri sürüyor. Alsawarami “El-Burhan’ın ülkedeki krizi yönetemediğini, ancak Sudan ordusuna da karşı olmadıklarını” vurgulaması orduya ihtiyaçlarının olduğunu gösteriyor.
Sudan’da 70’ten fazla silahlı grubun olması, halkın bu grupların uygulamaları altında ezilmişliğe, dışlanmışlığa ve güvensizliğe sevk ediyor. Ayrıca Sudan Barış Anlaşması’na rağmen, ülkedeki 70’ten fazla grubun mevcudiyeti Anlaşma’nın da kırılganlığının delili niteliğinde. Bazı kesimlerce Sudan Barış Anlaşması’nın iptalini “savaşın başlaması ve ulusal güvenliğe tehdit” şeklinde değerlendiriliyor.
Sudan’daki her silahlı grup, orduya karşı olmadıklarını bildirse de ordunun gündemine uygun hareket etmedikleri ve kendi programlarını öne çıkardıkları herkesin malûmu. Buna en iyi örnek ordu içinde, orduya büyük tehdit ve tehlike değerlendirilen Hızlı Destek Güçleri’nin durumu. Dolayısıyla Kikel’in SKG’sinin de benzer yapıda olacağı ve halka çözüm önerisi sunmaktan uzak kalacağı kuvvetle muhtemeldir.
.
Yemen’de ateşkesin belirsizliği
Muhammet ÖRTLEK
06 Aralık 2022, Salı
Yemen’de 6 aylık ateşkes süreci 2 Ekim’de sona erdi ve belirsizlik devam ediyor. Yemen’de geçtiğimiz yaz döneminde 2 aylık aralıklarla uzatılan ateşkes süreci, sivil halkın bir miktar rahatlamasını sağladı.
BM’ye göre ülke genelinde kayıplar yüzde 60’lar oranında azaldı. Husiler’in kontrolündeki Hodeidah Limanı’na yapılan yakıt sevkiyatı neredeyse 4 katına çıktı. Sanaa Uluslararası Havaalanı’ndan Kahire ve Amman istikametine uçuşlar başlatılarak birçok insanın sağlık yardımı alması ve tedavisi sağlandı. Elbette bunlar, uzun yıllardır savaş ve istikrarsızlık ortamındaki Yemen için olumlu gelişmeler.
Ateşkes sona ermeden, uzatılması için BM Yemen Özel Temsilcisi Hans Grundberg ve ABD’li mevkidaşı Özel Temsilcisi Timothy Lenderking’in geçtiğimiz 1 Nisan’dan itibaren yaptıkları girişimler de sonuç vermedi. Girişimler 6 aylık geçici ateşkesle neticelendi. Ancak tarafların ateşkes hakkında farklı algılamaları mevcut. Uluslararası toplum açısından Grundberg’in girişimleri daha sonra kapsamlı ateşkese zemin hazırlayacak bir ateşkes şeklinde anlaşılıyor. Ama sahadaki gerçeklik farklı. Husiler için ise ateşkes, yeniden toparlanmalarını sağlayacak bir duraklama döneminden ibarettir. Çünkü ateşkesin başladığı Nisan ayında Husiler’in Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) petrol ve gaz sahalarına yönelik saldırılarında ağır kayıplar vermişlerdi. Böylece Husiler 2021’de kazandıkları toprakları, BAE’nin desteklediği Devler Tugayları tarafından geri alındı. Dolayısıyla Husiler’in için ateşkesin zamanlaması kurtarıcı niteliğindeydi.
Diğer taraftan ateşkesin başlangıcında, BM’nin atadığı Yemen hükümeti ve Cumhurbaşkanı Mansur Hadi görevdeydi. Fakat ateşkesten bir hafta sonra S.Arabistan’ın etkisiyle Hadi’nin görevden el çektirildiği muhtemeldir. Hadi’nin yerine, 8 kişilik Cumhurbaşkanlığı Liderlik Konseyi’nin S.Arabistan ve BAE’nin desteğiyle göreve başladığı kuvvetle muhtemeldir. Suudi Arabistan ve BAE, Konsey’deki rakip 8 kişinin farklılıklarını şimdilik bir kenara bırakarak Husiler’e karşı birleşik bir cephe kurulması amacındaydı. Bir anlamda 8 kişilik Konsey’in yapısı, Doris Kearns Goodwin’in “Rakipler Takımı” kitabına atıfta bulunuyor.
Ancak Suudi Arabistan ve BAE’nin beklentileri gerçekleşmedi. 8 Kişilik Konsey’den Islah ve Güney Geçiş Konseyi olmak üzere iki grup işbirliğinden uzaklaşarak 19 Ağustos’ta çatışmaya başladılar. Bunun üzerine Grunderbeg, Eylül ve Ekim aylarında ateşkesi bir kez daha uzatmak için tekrar girişimlerde bulundu. Grunderbeg, Yemen’deki taraflardan 6 ay daha süre talep etti. Aynı zamanda Grunderbeg, Yemen hükümetinin Husi kontrolündeki bölgelerde memur ve emekli maaşlarının ödemesi gerektiğini belirtiyor. Ancak maaşların ödenmemesi Husiler için de önemli bir anlaşmazlık noktası. Lenderking de bu talepleri imkânsız olarak tanımlıyor.
Sanaa Stratejik Çalışmalar Merkezi’nden Abdülgani El-İryani de “geçtiğimiz Ekim ayında Suudi Arabistan’ın Husiler’i Riyad’daki görüşmelere davet ettiği, ancak maaşların ödenmesi hususunda anlaşma sağlanamadığını” belirtiyor. Çünkü Husiler, Suudi Arabistan’ın uyguladığı tüm yaptırımları kaldırmasını istiyor.
Aslında Husiler’e yönelik 2 Ekim’e kadar süren ateşkesin, daha kapsamlı bir ateşkesin zemini anlamına gelmediği hakkında eleştiriler mevcut. Yaz dönemi boyunca devam eden ateşkes, Husiler’in toparlanmasını sağlayan etkenlerden. Şimdi de, çatışmaların devamının Husiler için hedefe ulaşmada ayrı bir unsur olduğu yorumu da mevcut. Dolayısıyla Yemen’de yapılacak bir ateşkesin güçlü muhtevaya sahip olması önem arz ediyor.
.
BM’ye göre ülke genelinde kayıplar yüzde 60’lar oranında azaldı. Husiler’in kontrolündeki Hodeidah Limanı’na yapılan yakıt sevkiyatı neredeyse 4 katına çıktı. Sanaa Uluslararası Havaalanı’ndan Kahire ve Amman istikametine uçuşlar başlatılarak birçok insanın sağlık yardımı alması ve tedavisi sağlandı. Elbette bunlar, uzun yıllardır savaş ve istikrarsızlık ortamındaki Yemen için olumlu gelişmeler.
Ateşkes sona ermeden, uzatılması için BM Yemen Özel Temsilcisi Hans Grundberg ve ABD’li mevkidaşı Özel Temsilcisi Timothy Lenderking’in geçtiğimiz 1 Nisan’dan itibaren yaptıkları girişimler de sonuç vermedi. Girişimler 6 aylık geçici ateşkesle neticelendi. Ancak tarafların ateşkes hakkında farklı algılamaları mevcut. Uluslararası toplum açısından Grundberg’in girişimleri daha sonra kapsamlı ateşkese zemin hazırlayacak bir ateşkes şeklinde anlaşılıyor. Ama sahadaki gerçeklik farklı. Husiler için ise ateşkes, yeniden toparlanmalarını sağlayacak bir duraklama döneminden ibarettir. Çünkü ateşkesin başladığı Nisan ayında Husiler’in Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) petrol ve gaz sahalarına yönelik saldırılarında ağır kayıplar vermişlerdi. Böylece Husiler 2021’de kazandıkları toprakları, BAE’nin desteklediği Devler Tugayları tarafından geri alındı. Dolayısıyla Husiler’in için ateşkesin zamanlaması kurtarıcı niteliğindeydi.
Diğer taraftan ateşkesin başlangıcında, BM’nin atadığı Yemen hükümeti ve Cumhurbaşkanı Mansur Hadi görevdeydi. Fakat ateşkesten bir hafta sonra S.Arabistan’ın etkisiyle Hadi’nin görevden el çektirildiği muhtemeldir. Hadi’nin yerine, 8 kişilik Cumhurbaşkanlığı Liderlik Konseyi’nin S.Arabistan ve BAE’nin desteğiyle göreve başladığı kuvvetle muhtemeldir. Suudi Arabistan ve BAE, Konsey’deki rakip 8 kişinin farklılıklarını şimdilik bir kenara bırakarak Husiler’e karşı birleşik bir cephe kurulması amacındaydı. Bir anlamda 8 kişilik Konsey’in yapısı, Doris Kearns Goodwin’in “Rakipler Takımı” kitabına atıfta bulunuyor.
Ancak Suudi Arabistan ve BAE’nin beklentileri gerçekleşmedi. 8 Kişilik Konsey’den Islah ve Güney Geçiş Konseyi olmak üzere iki grup işbirliğinden uzaklaşarak 19 Ağustos’ta çatışmaya başladılar. Bunun üzerine Grunderbeg, Eylül ve Ekim aylarında ateşkesi bir kez daha uzatmak için tekrar girişimlerde bulundu. Grunderbeg, Yemen’deki taraflardan 6 ay daha süre talep etti. Aynı zamanda Grunderbeg, Yemen hükümetinin Husi kontrolündeki bölgelerde memur ve emekli maaşlarının ödemesi gerektiğini belirtiyor. Ancak maaşların ödenmemesi Husiler için de önemli bir anlaşmazlık noktası. Lenderking de bu talepleri imkânsız olarak tanımlıyor.
Sanaa Stratejik Çalışmalar Merkezi’nden Abdülgani El-İryani de “geçtiğimiz Ekim ayında Suudi Arabistan’ın Husiler’i Riyad’daki görüşmelere davet ettiği, ancak maaşların ödenmesi hususunda anlaşma sağlanamadığını” belirtiyor. Çünkü Husiler, Suudi Arabistan’ın uyguladığı tüm yaptırımları kaldırmasını istiyor.
Aslında Husiler’e yönelik 2 Ekim’e kadar süren ateşkesin, daha kapsamlı bir ateşkesin zemini anlamına gelmediği hakkında eleştiriler mevcut. Yaz dönemi boyunca devam eden ateşkes, Husiler’in toparlanmasını sağlayan etkenlerden. Şimdi de, çatışmaların devamının Husiler için hedefe ulaşmada ayrı bir unsur olduğu yorumu da mevcut. Dolayısıyla Yemen’de yapılacak bir ateşkesin güçlü muhtevaya sahip olması önem arz ediyor.
.
Tekrar ediyorum: Futbol sadece futbol değildir
Muhammet ÖRTLEK
29 Kasım 2022, Salı
Dünya Futbol Kupası’nın ev sahibi Katar, böylesine büyük bir uluslararası etkinliğin hazırlıkları ve potansiyel riskleriyle başa çıkmak için diğer ülkelerle güvenlik ve eğitim alanlarında birlikte çalıştı.
Katar Dünya Kupası Güvenlik Operasyonları Komutanlığı’nı kurarak bir güvenlik stratejisi geliştirdi. Spor Kalabalığı Güvenliği başlığıyla eğitimler ve tatbikatlar yaptı. Bu kapsamda Katar güvenlik güçlerine, Avrupa Polisi Europol tarafından seminerler verildi. Ayrıca aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Pakistan’dan oluşan Katar’ın hava sahasını ve karasularını terör ve diğer tehditlere karşı korumak için Dünya Kupası Kalkanı adıyla yapılanmaya gidildi.
Birde Katar 23-27 Ekim tarihlerinde Suudi Arabistan, Kuveyt ve Ürdün’ün de yer aldığı ortak güvenlik tatbikatları düzenledi. Tatbikatlara “Vatan” ismi verilerek, 32 bin devlet ve 17 bin de özel güvenlik görevlisinin eğitimi sağlandı. Ayrıca Katar ile Aralık 2017’de imzalanan “Büyük Ölçekli Etkinliklerin Düzenlenmesinde İşbirliği Protokolü” gereğince, Türkiye Polis Akademisi’nde 2020’den itibaren 960 Katar polisine Dünya Kupası hazırlıkları çerçevesinde muhtelif alanlarda eğitimler verildi. Bununla birlikte Katar, güvenlik hususunda NATO, Slovakya ve Romanya gibi ülkelerle de işbirliğine gitti.
Dünya Kupası, Katar’a eğitim, tatbikat, bilgi ve teknoloji aktarımı sayesinde iç güvenlik uzmanlığını pekiştirmek için eşi görülmemiş fırsat sunuyor. Birde bu uluslararası etkinlik, Katar’a kendisini bir “ulus” olarak dünyaya gösterme imkânı veriyor. Güvenlik eğitim ve tatbikatlarına “Vatan” adının verilmesi, Katar’ın son 10 yılda açıkça izlediği ulus inşa politikasının sonucu. Katar bu amaçla 2017’de “Ulusal Vizyon 2030” stratejisini benimsemişti. Ülkenin nüfusu 31 Ekim 2022 tarihi itibariyle 3 milyon 200 bin 80 kişi. Ancak nüfusun yüzde 60’ını çalışmak amacıyla ülkede bulunan Hindistanlı, Pakistanlı ve Güney Asyalılar meydana getiriyor. Anlaşıldığı üzere Katarlılar, kendi ülkelerinde azınlıktalar. Böylece Katar’ın ulus inşa politikası daha iyi anlaşılıyor.
Hatta ülkenin Milli Futbol Takımı, ulus inşasının önemli bir örneği. Katar Milli Takımı’nda eskiden beri yabancı oyuncuların yer alması bir “sosyal milliyetçilik” göstergesi. James G. Kellas’a göre “Sosyal milliyetçilik, kendisini ortak kökenden ziyade sosyal bağlar ve kültürle tanımlayan bir ulus milliyetçiliğidir. Sosyal milliyetçilik paylaşılan ulusal kimlik duygusunu, toplumu ve kültürü vurgular. Ancak yabancılar ulusla özdeşleşirlerse ve ulusun özelliklerini benimserlerse ulusa dahil olabilirler”. Eric Hobsbawm da “uluslararası sporcunun bir ulusun geleneklerinin, değerlerinin ve inançlarının ‘birincil ifadesi’ olduğu iddiasındadır”. Dolayısıyla Katar’ın ulus inşa sürecini bir nevî sosyal milliyetçilik üzerinden yürüttüğü de muhtemeldir.
Dünya Kupası’nın ev sahibi Katar’ın, güvenliği sağlamak için teknik ve uzmanlık yardımı aldığı biliniyor. Ancak nüfusun büyük bölümü Katarlı olmayan sosyo-ekonomik yabancı çalışanlara dayanan Katar’da, toplumsal aidiyet duygusu olmadan güvenliğin de sağlanamayacağı ihtimallerdendir. Bundan dolayı ülkede 2013’te zorunlu askerlik uygulaması getirilmiştir. Hem zorunlu askerlik hem ulus inşa süreci hem de Dünya Kupası hazırlıklarında güvenlik tecrübesinin geliştirilmesi, Katar’ın iç güvenlik yeteneklerinin ve “Vatanseverlik” duygusunun geliştirilmesinde olumlu etkisi yadsınamaz.
Böylece Katar’ın Dünya Kupası üzerinden güvenlik, ulus, vatanseverlik, aidiyet ve toplumsal yapısı gereğince sosyal milliyetçilik inşa ettiği kuvvetle muhtemeldir.
.
Katar Dünya Kupası Güvenlik Operasyonları Komutanlığı’nı kurarak bir güvenlik stratejisi geliştirdi. Spor Kalabalığı Güvenliği başlığıyla eğitimler ve tatbikatlar yaptı. Bu kapsamda Katar güvenlik güçlerine, Avrupa Polisi Europol tarafından seminerler verildi. Ayrıca aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Pakistan’dan oluşan Katar’ın hava sahasını ve karasularını terör ve diğer tehditlere karşı korumak için Dünya Kupası Kalkanı adıyla yapılanmaya gidildi.
Birde Katar 23-27 Ekim tarihlerinde Suudi Arabistan, Kuveyt ve Ürdün’ün de yer aldığı ortak güvenlik tatbikatları düzenledi. Tatbikatlara “Vatan” ismi verilerek, 32 bin devlet ve 17 bin de özel güvenlik görevlisinin eğitimi sağlandı. Ayrıca Katar ile Aralık 2017’de imzalanan “Büyük Ölçekli Etkinliklerin Düzenlenmesinde İşbirliği Protokolü” gereğince, Türkiye Polis Akademisi’nde 2020’den itibaren 960 Katar polisine Dünya Kupası hazırlıkları çerçevesinde muhtelif alanlarda eğitimler verildi. Bununla birlikte Katar, güvenlik hususunda NATO, Slovakya ve Romanya gibi ülkelerle de işbirliğine gitti.
Dünya Kupası, Katar’a eğitim, tatbikat, bilgi ve teknoloji aktarımı sayesinde iç güvenlik uzmanlığını pekiştirmek için eşi görülmemiş fırsat sunuyor. Birde bu uluslararası etkinlik, Katar’a kendisini bir “ulus” olarak dünyaya gösterme imkânı veriyor. Güvenlik eğitim ve tatbikatlarına “Vatan” adının verilmesi, Katar’ın son 10 yılda açıkça izlediği ulus inşa politikasının sonucu. Katar bu amaçla 2017’de “Ulusal Vizyon 2030” stratejisini benimsemişti. Ülkenin nüfusu 31 Ekim 2022 tarihi itibariyle 3 milyon 200 bin 80 kişi. Ancak nüfusun yüzde 60’ını çalışmak amacıyla ülkede bulunan Hindistanlı, Pakistanlı ve Güney Asyalılar meydana getiriyor. Anlaşıldığı üzere Katarlılar, kendi ülkelerinde azınlıktalar. Böylece Katar’ın ulus inşa politikası daha iyi anlaşılıyor.
Hatta ülkenin Milli Futbol Takımı, ulus inşasının önemli bir örneği. Katar Milli Takımı’nda eskiden beri yabancı oyuncuların yer alması bir “sosyal milliyetçilik” göstergesi. James G. Kellas’a göre “Sosyal milliyetçilik, kendisini ortak kökenden ziyade sosyal bağlar ve kültürle tanımlayan bir ulus milliyetçiliğidir. Sosyal milliyetçilik paylaşılan ulusal kimlik duygusunu, toplumu ve kültürü vurgular. Ancak yabancılar ulusla özdeşleşirlerse ve ulusun özelliklerini benimserlerse ulusa dahil olabilirler”. Eric Hobsbawm da “uluslararası sporcunun bir ulusun geleneklerinin, değerlerinin ve inançlarının ‘birincil ifadesi’ olduğu iddiasındadır”. Dolayısıyla Katar’ın ulus inşa sürecini bir nevî sosyal milliyetçilik üzerinden yürüttüğü de muhtemeldir.
Dünya Kupası’nın ev sahibi Katar’ın, güvenliği sağlamak için teknik ve uzmanlık yardımı aldığı biliniyor. Ancak nüfusun büyük bölümü Katarlı olmayan sosyo-ekonomik yabancı çalışanlara dayanan Katar’da, toplumsal aidiyet duygusu olmadan güvenliğin de sağlanamayacağı ihtimallerdendir. Bundan dolayı ülkede 2013’te zorunlu askerlik uygulaması getirilmiştir. Hem zorunlu askerlik hem ulus inşa süreci hem de Dünya Kupası hazırlıklarında güvenlik tecrübesinin geliştirilmesi, Katar’ın iç güvenlik yeteneklerinin ve “Vatanseverlik” duygusunun geliştirilmesinde olumlu etkisi yadsınamaz.
Böylece Katar’ın Dünya Kupası üzerinden güvenlik, ulus, vatanseverlik, aidiyet ve toplumsal yapısı gereğince sosyal milliyetçilik inşa ettiği kuvvetle muhtemeldir.
.
AB’de yine Macaristan vetosu
Muhammet ÖRTLEK
16 Kasım 2022, Çarşamba
Avrupa Komisyonu 9 Kasım 2022’deki toplantısında Ukrayna için şu ana kadar eşi görülmemiş bir destek paketi önerdi.
Paket, Ukrayna ekonomisini ve kamu hizmetlerini önümüzdeki yıl ayakta tutabilmek için 18 milyar Euro’luk mâli yardımı kapsıyor. Aynı zamanda paket, Rus füze ve drone saldırılarıyla tahrip edilen altyapının da restore edilmesini amaçlıyor.
Ancak Komisyonun bu kararını, Viktor Orbán yönetimindeki Macaristan’ın desteklemeyeceği siyasî kulislerde konuşuluyor. Buna karşılık Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock, Macaristan’ı eleştirerek Orbán’ı Brüksel’e baskı ve şantaj yapmakla suçluyor.
Macaristan’ın, Ukrayna’ya destek paketini desteklemeyeceği bilgisi, yine 9 Kasım’daki AB Büyükelçileri toplantısında gündeme getirilmiş. AB’nin bütçe kuralları nedeniyle, mâli konularda 27 üye ülkenin tamamının desteği gerekiyor. Fakat Macaristan’ın engellemesiyle, Ukrayna’ya destek paketi verilemeyecek.
Macaristan’ın destek paketine karşı çıkışı, başta Brüksel ve Berlin olmak üzere diğer AB baş şehirlerinde de siyasî kriz şeklinde niteleniyor. Orbán’ın vetosunun, gelecek ay askıya alınabileceğini düşüncesiyle Macaristan’a verilecek 13 milyar Euro’dan fazla AB fonunu serbest bırakma baskısı ve şantaj taktiği olarak değerlendiriliyor.
Baerbock da, Macaristan’ın vetosunun “AB’yi ortak karar almada, hukukun üstünlüğü ve demokratik unsurlar açısından geriletmeye sebep verebileceğini” belirtiyor. Birde Baerbock, Macaristan’ın “mâli kaynaklar üzerinde ileri geri pazarlık yapmasının normal bir Avrupa meselesi olmadığına” dikkat çekiyor.
Savaştan dolayı Ukrayna’nın altyapısının neredeyse yüzde 40’ı tahrip edildi. Destek paketini veto etmelerine rağmen, Macaristan Maliye Bakanı Mihály Varga “Macaristan, Ukrayna’yı desteklemeye hazır. Ancak AB tarafından alınacak yeni bir destek kararına katkıda bulunmak istemiyoruz” diyerek Budapeşte’nin vetosunu haklı göstermeye çalışıyor.
Bununla birlikte AB’de, bütçe ödemelerinin hukuk devleti standartlarına bağlayan bir mekanizma mevcut. Bu kapsamda Komisyon 18 Eylül’deki toplantısında, Macaristan’a tahsis edilen, ancak hukukun üstünlüğü nedeniyle 7,5 milyar Euro’luk fonun askıya alınmasını önermiştir. Ayrıca Macaristan’ın AB’nin Covid-19 sonrasında kurtarma fonundan 5,8 milyar Euro’luk hibenin engelini kaldırabilmek için yolsuzlukla mücadele ve yargı reformu gerçekleştirmesi gerekiyor. Fakat Macaristan’ın gerekli yasal çalışmaları ve yargı reformunu tam olarak yapamadığı da kaydediliyor.
Dolayısıyla Orbán yönetiminin, önümüzdeki 6 Aralık’taki Avrupa Maliye Bakanları toplantısında 13 milyar Euro’dan fazla AB fonunun serbest bırakılması hakkında baskı yapması ihtimaldir.
Almanya Parlamentosu’nun 9 Kasım’daki oturumunda “hukukun üstünlüğü endişeleri nedeniyle 7,5 milyar Euro’luk fonun askıya alınıp alınmaması konusunda Aralık ayında karar vermesi gerekiyor”. Böylece Almanya Parlamentosu’nun Macaristan’a sert bir tutum takınıyor.
Orbán yönetimi birkaç kez AB ile ters düşmüştü. Macaristan ilk olarak 18 Mayıs 2021’de, AB’nin “İsrail-Filistin arasında ateşkes, Gazze’ye insani yardım erişimi, sivillerin korunması ve Filistin’de seçimlerin yapılması çağrısını” onaylamayarak AB’nin 27 üyesinin ortak açıklamasını engellemişti. İkincisi, Orbán’ın Fidesz Partisi 4 Nisan 2022’deki seçimleri kazanarak, olumsuz seyreden ekonomiye, AB’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımları neden göstermişti. Üçüncüsü, Macaristan Devlet Bakanı Zoltan Kovacs tarafından 31 Ağustos 2022’de Rusya’yla yeni bir doğalgaz anlaşması imzalanmıştı.
Budapeşte’nin 13 milyar Euro’dan fazla fonu alabilmesi için, 17 reformu yasalaştırıp yürürlüğe koyması gerekiyor. Ancak Baerbock’un ifadeleri önemini koruyor.
.
Paket, Ukrayna ekonomisini ve kamu hizmetlerini önümüzdeki yıl ayakta tutabilmek için 18 milyar Euro’luk mâli yardımı kapsıyor. Aynı zamanda paket, Rus füze ve drone saldırılarıyla tahrip edilen altyapının da restore edilmesini amaçlıyor.
Ancak Komisyonun bu kararını, Viktor Orbán yönetimindeki Macaristan’ın desteklemeyeceği siyasî kulislerde konuşuluyor. Buna karşılık Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock, Macaristan’ı eleştirerek Orbán’ı Brüksel’e baskı ve şantaj yapmakla suçluyor.
Macaristan’ın, Ukrayna’ya destek paketini desteklemeyeceği bilgisi, yine 9 Kasım’daki AB Büyükelçileri toplantısında gündeme getirilmiş. AB’nin bütçe kuralları nedeniyle, mâli konularda 27 üye ülkenin tamamının desteği gerekiyor. Fakat Macaristan’ın engellemesiyle, Ukrayna’ya destek paketi verilemeyecek.
Macaristan’ın destek paketine karşı çıkışı, başta Brüksel ve Berlin olmak üzere diğer AB baş şehirlerinde de siyasî kriz şeklinde niteleniyor. Orbán’ın vetosunun, gelecek ay askıya alınabileceğini düşüncesiyle Macaristan’a verilecek 13 milyar Euro’dan fazla AB fonunu serbest bırakma baskısı ve şantaj taktiği olarak değerlendiriliyor.
Baerbock da, Macaristan’ın vetosunun “AB’yi ortak karar almada, hukukun üstünlüğü ve demokratik unsurlar açısından geriletmeye sebep verebileceğini” belirtiyor. Birde Baerbock, Macaristan’ın “mâli kaynaklar üzerinde ileri geri pazarlık yapmasının normal bir Avrupa meselesi olmadığına” dikkat çekiyor.
Savaştan dolayı Ukrayna’nın altyapısının neredeyse yüzde 40’ı tahrip edildi. Destek paketini veto etmelerine rağmen, Macaristan Maliye Bakanı Mihály Varga “Macaristan, Ukrayna’yı desteklemeye hazır. Ancak AB tarafından alınacak yeni bir destek kararına katkıda bulunmak istemiyoruz” diyerek Budapeşte’nin vetosunu haklı göstermeye çalışıyor.
Bununla birlikte AB’de, bütçe ödemelerinin hukuk devleti standartlarına bağlayan bir mekanizma mevcut. Bu kapsamda Komisyon 18 Eylül’deki toplantısında, Macaristan’a tahsis edilen, ancak hukukun üstünlüğü nedeniyle 7,5 milyar Euro’luk fonun askıya alınmasını önermiştir. Ayrıca Macaristan’ın AB’nin Covid-19 sonrasında kurtarma fonundan 5,8 milyar Euro’luk hibenin engelini kaldırabilmek için yolsuzlukla mücadele ve yargı reformu gerçekleştirmesi gerekiyor. Fakat Macaristan’ın gerekli yasal çalışmaları ve yargı reformunu tam olarak yapamadığı da kaydediliyor.
Dolayısıyla Orbán yönetiminin, önümüzdeki 6 Aralık’taki Avrupa Maliye Bakanları toplantısında 13 milyar Euro’dan fazla AB fonunun serbest bırakılması hakkında baskı yapması ihtimaldir.
Almanya Parlamentosu’nun 9 Kasım’daki oturumunda “hukukun üstünlüğü endişeleri nedeniyle 7,5 milyar Euro’luk fonun askıya alınıp alınmaması konusunda Aralık ayında karar vermesi gerekiyor”. Böylece Almanya Parlamentosu’nun Macaristan’a sert bir tutum takınıyor.
Orbán yönetimi birkaç kez AB ile ters düşmüştü. Macaristan ilk olarak 18 Mayıs 2021’de, AB’nin “İsrail-Filistin arasında ateşkes, Gazze’ye insani yardım erişimi, sivillerin korunması ve Filistin’de seçimlerin yapılması çağrısını” onaylamayarak AB’nin 27 üyesinin ortak açıklamasını engellemişti. İkincisi, Orbán’ın Fidesz Partisi 4 Nisan 2022’deki seçimleri kazanarak, olumsuz seyreden ekonomiye, AB’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımları neden göstermişti. Üçüncüsü, Macaristan Devlet Bakanı Zoltan Kovacs tarafından 31 Ağustos 2022’de Rusya’yla yeni bir doğalgaz anlaşması imzalanmıştı.
Budapeşte’nin 13 milyar Euro’dan fazla fonu alabilmesi için, 17 reformu yasalaştırıp yürürlüğe koyması gerekiyor. Ancak Baerbock’un ifadeleri önemini koruyor.
.
Rusya, Kherson’dan çekiliyor
Muhammet ÖRTLEK
12 Kasım 2022, Cumartesi
Rusya’nın işgal ettiği Kherson’dan 10 Kasım 2022’de geri çekildiğini bildirmesi haber ajanslarından acil koduyla yayınlandı.
Rus yanlısı Donbas bölgesindeki Luhansk, Donetsk, Zaporozhzhia ve Kherson şehirleri için 23-27 Eylül tarihlerinde gerçekleştirilen referandumla Rusya’ya katılım kararı alınmıştı. Hem savaş nedeniyle yaşadıkları yerleri terk eden nüfusun yokluğunda hem de işgal altında referandumun ne kadar objektif, tarafsız, şeffaf, demokratik, adil vb. yapıldığı oldukça tartışılmıştı.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in daha önce ilan ettiği kısmi seferberliğe katılmak istemeyenlerin ülkeden ayrılması ve bazı görüntülerde polis zoruyla askere kaydedilmeye çalışılması gibi gelişmeler de Rusya vatandaşlarının Putin’e desteklerinin azalmasına ve işgale karşı olduklarına yorumlanmıştı.
Rusya geçtiğimiz 24 Şubat’ta Ukrayna’yı işgale başlamış ve başkent Kiev’i iki haftada ele geçireceği iddia etmişti. İddiası gerçekleşmeyen Putin, Ukraynalı generallere, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelensky’i devirmeleri için darbe çağrısında bulunmuştu. Bugün gelinen noktada Rusya’nın, Batı destekli Ukrayna’da planladığı işgali yürütemediği görülüyor. Hatta Rusya hem işgal altında tuttuğu hem Rus yanlılarının çoğunlukta olduğu iddiasıyla hem de tartışmalı referandumla ilhak ettiği Kherson’dan 10 Kasım’da çekildiğini açıkladı.
Kherson’un önemi ise, Şubat’tan beri süren işgalde Rusya’nın ele geçirebildiği tek eyalet başkenti olmasıdır. Ayrıca Kherson, Ukrayna’nın Karadeniz kıyı şeridini kontrol etmenin anahtarı niteliğinde. Dolayısıyla şehrin sembolik ve stratejik önemi büyük.
Ukrayna ve Rusya güçlerinin yer yer çatıştıkları haberleri gelse de, Rusya’nın tamemen boşalttığı Snihurivka’yı, Ukrayna birliklerinin hemen konuşlandığı bildiriliyor. Aynı zamanda Ukrayna ordusunun, son bir gün içinde 100 mil karelik bir alanda hakimiyet sağladığı, Kherson’da 12 kasaba ve köyü geri aldığı aktarıldı.
Rus birliklerinin Dnipro nehrinin doğusundaki “geri çekilme savunma hattı”nda yeniden toparlandıkları iddia edilse de, Rusya’nın nehrin batısında geniş tarım arazilerinden çekilmesi gıda tedariki açısından savaşta dönüm noktasıdır.
Kherson’dan çekilen Rusya’nın, elektrik santral ve hatlarına zarar vererek, şehir merkezlerine füze ve drone saldırıları düzenleyerek Ukraynalıların moral-motivasyonlarını azaltma yönünde strateji izleyeceği bekleniyor. Hâl-i hazırda Rusya’nın, füze ve İHA saldırılarıyla yaklaşık 4 buçuk milyon insanı elektriksiz bıraktığı biliniyor.
Rusya’nın Eylül ayında Harkov’dan şimdi de Kherson çekilmesinden sonra, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in Ukrayna ordusunu öven konuşması haberlere yansıdı. İngiltere, çekilmeyi Putin’in hayallerinin sonu şeklinde değerlendirirken, ABD de Rusya’nın şu ana kadar 100 bin asker kaybettiğine değiniyor. Ancak Ukrayna, Rus çekilmesinin tekrar toplu bir saldırının başlangıcı olabileceğine karşı ihtiyatlı davranıyor.
Putin, kısmi seferberliğin ardından 4 Kasım’da “çocuk cinsel istismarı, vatana ihanet ve casusluk gibi ağır suçlardan hüküm giyenlerin askere alınması” konusundaki ikinci seferlik yasasını imzaladı. Belirtilen ağır suçlardan hüküm giyenlerin, savaş esnasında ülkelerine nasıl faydalı olacakları ise, ayrı bir tartışma konusu.
Rusya’nın Kherson’dan tamamen çekilmesinin birkaç hafta alabileceği tahmin ediliyor. Yine Kherson’dan çekilen Rus birliklerinin Luhansk, Donetsk ve Zaporozhzhia’nın savunmasına yoğunlaşacakları muhtemeldir. Rusya’nın zikredilen yerlerde savunmasını güçlendirdikten sonra yeni saldırı planlarını uygulamaya koyabileceği ihtimaller arasında.
.
Rus yanlısı Donbas bölgesindeki Luhansk, Donetsk, Zaporozhzhia ve Kherson şehirleri için 23-27 Eylül tarihlerinde gerçekleştirilen referandumla Rusya’ya katılım kararı alınmıştı. Hem savaş nedeniyle yaşadıkları yerleri terk eden nüfusun yokluğunda hem de işgal altında referandumun ne kadar objektif, tarafsız, şeffaf, demokratik, adil vb. yapıldığı oldukça tartışılmıştı.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in daha önce ilan ettiği kısmi seferberliğe katılmak istemeyenlerin ülkeden ayrılması ve bazı görüntülerde polis zoruyla askere kaydedilmeye çalışılması gibi gelişmeler de Rusya vatandaşlarının Putin’e desteklerinin azalmasına ve işgale karşı olduklarına yorumlanmıştı.
Rusya geçtiğimiz 24 Şubat’ta Ukrayna’yı işgale başlamış ve başkent Kiev’i iki haftada ele geçireceği iddia etmişti. İddiası gerçekleşmeyen Putin, Ukraynalı generallere, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelensky’i devirmeleri için darbe çağrısında bulunmuştu. Bugün gelinen noktada Rusya’nın, Batı destekli Ukrayna’da planladığı işgali yürütemediği görülüyor. Hatta Rusya hem işgal altında tuttuğu hem Rus yanlılarının çoğunlukta olduğu iddiasıyla hem de tartışmalı referandumla ilhak ettiği Kherson’dan 10 Kasım’da çekildiğini açıkladı.
Kherson’un önemi ise, Şubat’tan beri süren işgalde Rusya’nın ele geçirebildiği tek eyalet başkenti olmasıdır. Ayrıca Kherson, Ukrayna’nın Karadeniz kıyı şeridini kontrol etmenin anahtarı niteliğinde. Dolayısıyla şehrin sembolik ve stratejik önemi büyük.
Ukrayna ve Rusya güçlerinin yer yer çatıştıkları haberleri gelse de, Rusya’nın tamemen boşalttığı Snihurivka’yı, Ukrayna birliklerinin hemen konuşlandığı bildiriliyor. Aynı zamanda Ukrayna ordusunun, son bir gün içinde 100 mil karelik bir alanda hakimiyet sağladığı, Kherson’da 12 kasaba ve köyü geri aldığı aktarıldı.
Rus birliklerinin Dnipro nehrinin doğusundaki “geri çekilme savunma hattı”nda yeniden toparlandıkları iddia edilse de, Rusya’nın nehrin batısında geniş tarım arazilerinden çekilmesi gıda tedariki açısından savaşta dönüm noktasıdır.
Kherson’dan çekilen Rusya’nın, elektrik santral ve hatlarına zarar vererek, şehir merkezlerine füze ve drone saldırıları düzenleyerek Ukraynalıların moral-motivasyonlarını azaltma yönünde strateji izleyeceği bekleniyor. Hâl-i hazırda Rusya’nın, füze ve İHA saldırılarıyla yaklaşık 4 buçuk milyon insanı elektriksiz bıraktığı biliniyor.
Rusya’nın Eylül ayında Harkov’dan şimdi de Kherson çekilmesinden sonra, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in Ukrayna ordusunu öven konuşması haberlere yansıdı. İngiltere, çekilmeyi Putin’in hayallerinin sonu şeklinde değerlendirirken, ABD de Rusya’nın şu ana kadar 100 bin asker kaybettiğine değiniyor. Ancak Ukrayna, Rus çekilmesinin tekrar toplu bir saldırının başlangıcı olabileceğine karşı ihtiyatlı davranıyor.
Putin, kısmi seferberliğin ardından 4 Kasım’da “çocuk cinsel istismarı, vatana ihanet ve casusluk gibi ağır suçlardan hüküm giyenlerin askere alınması” konusundaki ikinci seferlik yasasını imzaladı. Belirtilen ağır suçlardan hüküm giyenlerin, savaş esnasında ülkelerine nasıl faydalı olacakları ise, ayrı bir tartışma konusu.
Rusya’nın Kherson’dan tamamen çekilmesinin birkaç hafta alabileceği tahmin ediliyor. Yine Kherson’dan çekilen Rus birliklerinin Luhansk, Donetsk ve Zaporozhzhia’nın savunmasına yoğunlaşacakları muhtemeldir. Rusya’nın zikredilen yerlerde savunmasını güçlendirdikten sonra yeni saldırı planlarını uygulamaya koyabileceği ihtimaller arasında.
.
İklim konferansı
Muhammet ÖRTLEK
08 Kasım 2022, Salı
BM İklim Değişikliği Konferansı, Mısır’ın Kızıldeniz bölgesindeki Şarm El-Şeyh şehrinde 6 Kasım 2022’de başladı ve 18 Kasım’a kadar sürecek.
Konferansa katılanlar, küresel ısınmaya karşı önlemleri görüşecekler. Konferansta, zengin ülkelerin, iklim felaketiyle karşı karşıya kalan yoksul ülkeler için mali yardım taahhütlerini yerine getirmeleri bekleniyor.
Ancak Konferans’ın zamanlaması artan enerji maliyetleri ve Rusya’nın Ukrayna işgalinden dolayı özellikle Avrupa’ya enerji arzında kısıtlamaya gittiği bir döneme denk geldi. Şarm El-Şeyh’te, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Paris Anlaşması 12 Aralık 2015’te imzalandıktan yedi sene sonra, karbon emisyonlarını sıfıra indirme sözü veren şirketlerin neredeyse tamamının Anlaşma şartlarına uymadıkları anlaşılıyor.
Avrupa’da yükselişe geçen aşırı sağcı politikacıların bir kısmı, iklim değişikliğinin risklerine şüpheyle yaklaşıyorlar. Çünkü onlara göre, iklim değişikliğinin nedeni insanlar mı, yoksa değil mi? tartışması önem arz ediyor.
İsveç Demokratları lideri ve aşırı sağcı Jimmie Åkesson “mevcut iklim planlarının %100 sembolik olduğu”na dikkat çekiyor.
İspanya aşırı sağcı Vox Partisi’nden Javier Cortés de “Çevreye saygılıyız. Ancak karbon emisyonlarının azaltılmasından yana değiliz. Sanayi sektörümüz AB’de küçülürken, ihtiyaçlarımızı Çin’de satın aldığımızda, bize karbon salınımı yapamayacağımızı zorunlu tutmaya çalışılıyor. Bu konuda bir netlik yok” şeklinde eleştiriyor.
Aslında salınımını azaltma gayretindeki ülkelerle, buna dikkat etmeyen ülkeler arasında yeni bir mücadele sahası da doğmuş oluyor. İtalya’nın yeni Başbakanı aşırı sağcı Giorgia Meloni ise “ulusal ekonomik çıkarların korunması önceliklidir, bir muhafazakârdan daha ikna edici ekolog olamaz. Bizi ideolojik çevrecilikten ayıran, doğayı insanla savunmak istememizdir” tanımlamasını yapıyor. Birde aşırı sağcılar, BM nezdinden küresel iklim değişikliği hakkında alınan karar ve tedbirlere, bazı ülkelerin görece uyması, bazı ülkelerin de uymaması sayesinde her iki grup ülke arasında gelişmişlik farkının oluştuğuna işaret ediyorlar. Bunu da haksızlık biçiminde ele alıyorlar. Dolayısıyla Meloni “çevreciliği hak için sahipleneceklerini” belirtiyor.
Alınan tedbirlere uymayan ülkeler, küresel rekabetin eşitsizlik ortamında kalkınmalarını sağlayarak diğer ülkeler tarafından “vatandaşlarımızın refahını tehdit eden elitistler” diye tanımlanıyor.
Bununla birlikte aşırı sağcıların “iklim ve çevre hakkında her hangi bir inkârları söz konusu değil”. Belçikalı Devrimcilerin ve Sosyalistlerin İleri İttifakı’ndan Marie Arena, aşırı sağ kesimi “iklim dostu olduğunuzu söyleyebilirsiniz, ama eylemde değilsiniz” ifadesiyle eleştiriyor. Fakat Avrupa’da aşırı sağın yükselmesinin nedenleri arasında Covid-19 salgınının etkisi, Ukrayna’daki savaşın yükselen enflasyon ve artan enerji maliyetleri, askerî harcamalara ağırlık verilmesi vd. gösteriliyor. Dolayısıyla Sosyalist Marie Arena vb. düşüncedekilerin de bu gelişmeleri görmesi gerekiyor.
Bugün insanlığın karşılaştığı iklim ve çevre sorunları, insanın çevreye müdahalesiyle gerçekleşmiştir. Bu anlamda insan, hem suçlu hem de mağdur pozisyonundadır. Konu hakkında aşırı sağcı ve sosyalist kesimin birbirlerini eleştirdikleri, ancak her iki kesimin de çözüm üretmekten uzak kaldıkları anlaşılıyor. Önceki toplantılar gibi, Şarm El-Şeyh’teki Konferans’tan da uygulanabilir net sonuç çıkmayacağı muhtemeldir.
..
Konferansa katılanlar, küresel ısınmaya karşı önlemleri görüşecekler. Konferansta, zengin ülkelerin, iklim felaketiyle karşı karşıya kalan yoksul ülkeler için mali yardım taahhütlerini yerine getirmeleri bekleniyor.
Ancak Konferans’ın zamanlaması artan enerji maliyetleri ve Rusya’nın Ukrayna işgalinden dolayı özellikle Avrupa’ya enerji arzında kısıtlamaya gittiği bir döneme denk geldi. Şarm El-Şeyh’te, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Paris Anlaşması 12 Aralık 2015’te imzalandıktan yedi sene sonra, karbon emisyonlarını sıfıra indirme sözü veren şirketlerin neredeyse tamamının Anlaşma şartlarına uymadıkları anlaşılıyor.
Avrupa’da yükselişe geçen aşırı sağcı politikacıların bir kısmı, iklim değişikliğinin risklerine şüpheyle yaklaşıyorlar. Çünkü onlara göre, iklim değişikliğinin nedeni insanlar mı, yoksa değil mi? tartışması önem arz ediyor.
İsveç Demokratları lideri ve aşırı sağcı Jimmie Åkesson “mevcut iklim planlarının %100 sembolik olduğu”na dikkat çekiyor.
İspanya aşırı sağcı Vox Partisi’nden Javier Cortés de “Çevreye saygılıyız. Ancak karbon emisyonlarının azaltılmasından yana değiliz. Sanayi sektörümüz AB’de küçülürken, ihtiyaçlarımızı Çin’de satın aldığımızda, bize karbon salınımı yapamayacağımızı zorunlu tutmaya çalışılıyor. Bu konuda bir netlik yok” şeklinde eleştiriyor.
Aslında salınımını azaltma gayretindeki ülkelerle, buna dikkat etmeyen ülkeler arasında yeni bir mücadele sahası da doğmuş oluyor. İtalya’nın yeni Başbakanı aşırı sağcı Giorgia Meloni ise “ulusal ekonomik çıkarların korunması önceliklidir, bir muhafazakârdan daha ikna edici ekolog olamaz. Bizi ideolojik çevrecilikten ayıran, doğayı insanla savunmak istememizdir” tanımlamasını yapıyor. Birde aşırı sağcılar, BM nezdinden küresel iklim değişikliği hakkında alınan karar ve tedbirlere, bazı ülkelerin görece uyması, bazı ülkelerin de uymaması sayesinde her iki grup ülke arasında gelişmişlik farkının oluştuğuna işaret ediyorlar. Bunu da haksızlık biçiminde ele alıyorlar. Dolayısıyla Meloni “çevreciliği hak için sahipleneceklerini” belirtiyor.
Alınan tedbirlere uymayan ülkeler, küresel rekabetin eşitsizlik ortamında kalkınmalarını sağlayarak diğer ülkeler tarafından “vatandaşlarımızın refahını tehdit eden elitistler” diye tanımlanıyor.
Bununla birlikte aşırı sağcıların “iklim ve çevre hakkında her hangi bir inkârları söz konusu değil”. Belçikalı Devrimcilerin ve Sosyalistlerin İleri İttifakı’ndan Marie Arena, aşırı sağ kesimi “iklim dostu olduğunuzu söyleyebilirsiniz, ama eylemde değilsiniz” ifadesiyle eleştiriyor. Fakat Avrupa’da aşırı sağın yükselmesinin nedenleri arasında Covid-19 salgınının etkisi, Ukrayna’daki savaşın yükselen enflasyon ve artan enerji maliyetleri, askerî harcamalara ağırlık verilmesi vd. gösteriliyor. Dolayısıyla Sosyalist Marie Arena vb. düşüncedekilerin de bu gelişmeleri görmesi gerekiyor.
Bugün insanlığın karşılaştığı iklim ve çevre sorunları, insanın çevreye müdahalesiyle gerçekleşmiştir. Bu anlamda insan, hem suçlu hem de mağdur pozisyonundadır. Konu hakkında aşırı sağcı ve sosyalist kesimin birbirlerini eleştirdikleri, ancak her iki kesimin de çözüm üretmekten uzak kaldıkları anlaşılıyor. Önceki toplantılar gibi, Şarm El-Şeyh’teki Konferans’tan da uygulanabilir net sonuç çıkmayacağı muhtemeldir.
..
İsrail’de Netanyahu mu?
05 Kasım 2022, Cumartesi
İsrail’de 2 Kasım 2022’de gerçekleştirilen genel seçimlerde, siyasi partiler Parlamento’daki 120 sandalye için yarıştılar.
İsrail’de uzun süredir siyasi istikrarsızlık hakim. 23 Mart 2021’de yapılan önceki seçimlerde, Benjamin Netanyahu liderliğindeki 7 partili koalisyon hükümeti, başta Netanyahu’nun karıştığı yolsuzluklar neticesinde iktidardan uzaklaştırılmıştı.
Ancak Netanyahu’nun ardından kurulan ve 8 partiden oluşan Değişim Koalisyonu da ülkedeki siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkları sona erdiremeden hükümeti bırakmak zorunda kaldı. İsrail Seçim Komisyonu’na göre 2 Kasım seçimlerinde Netanyahu ve sağcı müttefikleri 64 sandalye ile Parlamento’da çoğunluğu sağladı. Komisyon, Netanyahu’nun Likud Partisi 32, ultra Ortodoks partiler 18, aşırı sağ ittifak 14 olmak üzere toplamda 64 sandalye ile Parlamento’da çoğunluğu sağladıklarını belirtiyor. Değişim Koalisyonu’nun Başbakanı ve Yesh Atid Partisi lideri Yair Lapid’in bloğu ise 51 sandalye kazandı.
Kesin sonuçlar henüz açıklanmasa da Lapid, Netanyahu’yu tebrik etti bile. Şimdiden üç yolsuzluk davasından yargılanması süren Netanyahu’nun iktidara dönüşü gerçekleşiyor denilebilir. Birde 2019’dan beri beş defa seçimlere giden İsrail, seçim yorgunu. Artık İsrail toplumu sorunlarına çözüm ve ülkede istikrar bekliyor. Ancak sorun şu ki, hiçbir parti tek başına hükümet kurmak için 61 sandalyeye ulaşamıyor. İsrail’in siyasi ufkunda yine koalisyon görülüyor. Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’un 16 Kasım’a kadar herhangi bir milletvekilini hükümeti kurmakla görevlendirmesi gerekiyor. Netanyahu ise, şimdiden diğer partilerle koalisyon görüşmelerine başladı.
Netanyahu’nun biyografisinin yazarı Anshel Pfeffer “Netanyahu’nun seçimlerde her zaman Yahudi kimliği ve aşırı milliyetçiliğin katı bir karışımını kullandığından” bahsediyor. İsrail’de Mayıs 2021’de “etnik gruplar arasında çıkan isyan dalgasının, sağcı Yahudilerin güvenlik endişelerine kapılmalarına yol açtığı” aktarılıyor. Lapid hükümetine, Mansour Abbas’ın Ra’am Birleşik Arap Listesi’nin 4 sandalye ile destek vermesi, sağcı Yahudilerce ülkenin Yahudi kimliğine yönelik tehdit algılanmıştı.
Aslında Netanyahu’nun dönüşünü Covid-19 salgınının etkisine, önceki hükümete Birleşik Arap Listesi’nin desteğine ve son dönemde Avrupa merkezli milliyetçi dalganın İsrail’e ulaşmasına borçlu olduğuna ihtimal veriliyor.
Yakın geçmişte Netanyahu hükümetlerinin “politikacıların yargı üzerinde kontrol sağlayarak İsrail’in adalet sistemini zayıflatmak, ekonomik sorunlara çözüm üretememek, Batı Şeria’nın bazı bölgelerinde Filistin egemenliğini sonlandırmaya çalışmak ve Yahudi-Arap gerginliğini arttırmak” gibi ispatlanmış girişimleri mevcut. Dolayısıyla Netanyahu’nun sicili sorunlu.
Kendisi aynı zamanda Arap ülkelerinin İsrail’le “normalleşmeleri”nin mimarı. İsrail’le “normalleşen” Arap ülkelerinin kendi ulusal çıkarları daha öncelikli görünüyor. Bu ülkelerin, Netanyahu’nun Filistin’e yönelik muhtemel sert tutumu karşısında nasıl bir pozisyon alacakları merak ediliyor.
Netanyahu’nun iktidara dönüşü, ABD açısından da bölgede Beyaz Saray’ın etkinliğinin daha da arttırılmasının yolunu açabilir. Netanyahu’nun kuracağı muhtemel hükümetin de uzun ömürlü olmayacağı tahminler arasında.
.
İsrail’de uzun süredir siyasi istikrarsızlık hakim. 23 Mart 2021’de yapılan önceki seçimlerde, Benjamin Netanyahu liderliğindeki 7 partili koalisyon hükümeti, başta Netanyahu’nun karıştığı yolsuzluklar neticesinde iktidardan uzaklaştırılmıştı.
Ancak Netanyahu’nun ardından kurulan ve 8 partiden oluşan Değişim Koalisyonu da ülkedeki siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkları sona erdiremeden hükümeti bırakmak zorunda kaldı. İsrail Seçim Komisyonu’na göre 2 Kasım seçimlerinde Netanyahu ve sağcı müttefikleri 64 sandalye ile Parlamento’da çoğunluğu sağladı. Komisyon, Netanyahu’nun Likud Partisi 32, ultra Ortodoks partiler 18, aşırı sağ ittifak 14 olmak üzere toplamda 64 sandalye ile Parlamento’da çoğunluğu sağladıklarını belirtiyor. Değişim Koalisyonu’nun Başbakanı ve Yesh Atid Partisi lideri Yair Lapid’in bloğu ise 51 sandalye kazandı.
Kesin sonuçlar henüz açıklanmasa da Lapid, Netanyahu’yu tebrik etti bile. Şimdiden üç yolsuzluk davasından yargılanması süren Netanyahu’nun iktidara dönüşü gerçekleşiyor denilebilir. Birde 2019’dan beri beş defa seçimlere giden İsrail, seçim yorgunu. Artık İsrail toplumu sorunlarına çözüm ve ülkede istikrar bekliyor. Ancak sorun şu ki, hiçbir parti tek başına hükümet kurmak için 61 sandalyeye ulaşamıyor. İsrail’in siyasi ufkunda yine koalisyon görülüyor. Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’un 16 Kasım’a kadar herhangi bir milletvekilini hükümeti kurmakla görevlendirmesi gerekiyor. Netanyahu ise, şimdiden diğer partilerle koalisyon görüşmelerine başladı.
Netanyahu’nun biyografisinin yazarı Anshel Pfeffer “Netanyahu’nun seçimlerde her zaman Yahudi kimliği ve aşırı milliyetçiliğin katı bir karışımını kullandığından” bahsediyor. İsrail’de Mayıs 2021’de “etnik gruplar arasında çıkan isyan dalgasının, sağcı Yahudilerin güvenlik endişelerine kapılmalarına yol açtığı” aktarılıyor. Lapid hükümetine, Mansour Abbas’ın Ra’am Birleşik Arap Listesi’nin 4 sandalye ile destek vermesi, sağcı Yahudilerce ülkenin Yahudi kimliğine yönelik tehdit algılanmıştı.
Aslında Netanyahu’nun dönüşünü Covid-19 salgınının etkisine, önceki hükümete Birleşik Arap Listesi’nin desteğine ve son dönemde Avrupa merkezli milliyetçi dalganın İsrail’e ulaşmasına borçlu olduğuna ihtimal veriliyor.
Yakın geçmişte Netanyahu hükümetlerinin “politikacıların yargı üzerinde kontrol sağlayarak İsrail’in adalet sistemini zayıflatmak, ekonomik sorunlara çözüm üretememek, Batı Şeria’nın bazı bölgelerinde Filistin egemenliğini sonlandırmaya çalışmak ve Yahudi-Arap gerginliğini arttırmak” gibi ispatlanmış girişimleri mevcut. Dolayısıyla Netanyahu’nun sicili sorunlu.
Kendisi aynı zamanda Arap ülkelerinin İsrail’le “normalleşmeleri”nin mimarı. İsrail’le “normalleşen” Arap ülkelerinin kendi ulusal çıkarları daha öncelikli görünüyor. Bu ülkelerin, Netanyahu’nun Filistin’e yönelik muhtemel sert tutumu karşısında nasıl bir pozisyon alacakları merak ediliyor.
Netanyahu’nun iktidara dönüşü, ABD açısından da bölgede Beyaz Saray’ın etkinliğinin daha da arttırılmasının yolunu açabilir. Netanyahu’nun kuracağı muhtemel hükümetin de uzun ömürlü olmayacağı tahminler arasında.
.
Açlık oyunları mı?
02 Kasım 2022, Çarşamba
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, uluslararası piyasalara Ukrayna’dan tahıl, Rusya’dan gıda ve gübre ihracatını önemli ölçüde olumsuz etkiledi.
Tahıl, gıda ve gübrenin arzındaki aksamalar, zikredilen ürünlerin fiyatlarının yükselmesine ve küresel ekonomide krize sebep olmuştu. Sorunun çözülmesi için BM ve Türkiye’nin girişimleriyle, İstanbul’da 22 Temmuz 2022’de BM, Rusya, Türkiye ve Ukrayna arasında Karadeniz Tahıl Girişimi (KTG) Anlaşması imzalanmıştı. KTG ile tahılın uluslararası pazarlara sevkiyatı güvenli şekilde sağlanmaktaydı.
Ancak Rusya, Ukrayna’nın 29 Ekim’de Kırım’daki Rus gemi flosuna yönelik 16 adet İnsansız Hava Aracıyla (İHA) başarısız saldırı gerçekleştirdiğini bildirdi. Hatta Rusya, “terörist saldırı” olarak nitelendirdiği olayda, İngiliz donanma görevlilerinin koordinasyonuna işaret ediyor. Bununla birlikte Rusya, İHA saldırısını nedeniyle KTG’yi askıya alarak küresel bir gıda krizine kapı aralıyor. Elbette Rusya’nın KTG’yi askıya almasıyla, Ukrayna limanlarından tahıl ihracatı duracaktır.
BM Genel Sekreteri António Guterres de durumu “endişe verici” ifadesiyle belirtiyor. BM Sözcüsü Stéphan Dujarric “dünya çapında temel gıda fiyatlarında baş döndürücü artışlar, enerji maliyetlerindeki artışla birleşince gelişmekte olan ülkeler borçlarını ödeyememenin eşiğine geldi ve artan sayıda insan kendilerini kıtlığın eşiğinde buldu” sözleriyle, Rusya’nın KTG’yi askıya almasıyla kıtlığın derinleşebileceğine dikkat çekiyor. Zaten KTG 19 Kasım’da sona erecekti. Ancak tüm taraflar kabul ederlerse, KTG’nin süresi uzayacak. Maalesef, Rusya erken davranarak KTG’yi durdurdu.
İngiltere ise, Rusya’nın iddia ettiği gibi İngiliz birliklerinin geçen ay Kuzey Akım-1 Boru Hattı’na sabotaj ve 29 Ekim’deki Rusya filosuna İHA saldırısıyla her hangi bir ilgilerinin olmadığını ileri sürüyor. Birde İngiltere’nin, bu olaylarla “Rusya’nın askerî başarısızlığını kamuoyundan uzaklaştırmaya çalıştığına” dair şüphesi mevcut. Ukrayna Devlet Başkanı Volodymyr Zelensky de Rusya’ya karşı “BM ve G-20’nin güçlü bir uluslararası tepki vermesi”nden yana.
Hal bu ki, KTG ile 400 gemi aracılığıyla 9 milyon tondan fazla mısır, buğday, ayçiçeği, arpa, kolza tohumu ve soya ihraç edilmişti. Dolayısıyla Ukrayna tahılı, dünyanın önemli gıda kaynaklarından. Ukrayna Dışişleri Bakanı Dmytro Kuleba, “Rusya’nın sahte İHA saldırısı bahanesiyle milyonlarca insanın gıda güvenliğini sağlayan tahıl koridorunu kapatmasını insanlığa tehdit, Rusya açlık oyunları” şeklinde değerlendiriyor.
Ukrayna, dünyanın en büyük ayçiçeği, küspe, yağ ve tohum üreticisi ve ihracatçısıdır. Aynı zamanda Ukrayna dünyada buğday üretiminde 7. sıradadır. Başka bir ifadeyle Ukrayna, insanlığın temel besinleri açısından önemli ülke. Ukrayna, KTG ile 40 ülkeye tahıl ihracatı gerçekleştirmişti. Dolayısıyla Rusya’nın KTG’yi durdurması, dünyada pek çok ülke ve büyük bir nüfusun beslenmesini olumsuz etkileyecektir.
Rusya, Avrupa’ya doğalgaz sevkiyatının yarıdan fazlasını boru hattındaki arızayı neden göstererek kesmişti. Ardından Vladimir Putin’in “nükleer tehdidi” geldi. Fakat gereken etkiyi göstermemişti. Rusya’nın şimdi de, KTG’yi askıya alarak gıda tehdidinde bulunması ihtimaldir. KTG’de çözüm sağlanmazsa, Rusya’nın, sadece Ukrayna’ya değil, küresel piyasalara ve insanlığa ciddi sıkıntı vereceği kuvvetle muhtemeldir.
.
Tahıl, gıda ve gübrenin arzındaki aksamalar, zikredilen ürünlerin fiyatlarının yükselmesine ve küresel ekonomide krize sebep olmuştu. Sorunun çözülmesi için BM ve Türkiye’nin girişimleriyle, İstanbul’da 22 Temmuz 2022’de BM, Rusya, Türkiye ve Ukrayna arasında Karadeniz Tahıl Girişimi (KTG) Anlaşması imzalanmıştı. KTG ile tahılın uluslararası pazarlara sevkiyatı güvenli şekilde sağlanmaktaydı.
Ancak Rusya, Ukrayna’nın 29 Ekim’de Kırım’daki Rus gemi flosuna yönelik 16 adet İnsansız Hava Aracıyla (İHA) başarısız saldırı gerçekleştirdiğini bildirdi. Hatta Rusya, “terörist saldırı” olarak nitelendirdiği olayda, İngiliz donanma görevlilerinin koordinasyonuna işaret ediyor. Bununla birlikte Rusya, İHA saldırısını nedeniyle KTG’yi askıya alarak küresel bir gıda krizine kapı aralıyor. Elbette Rusya’nın KTG’yi askıya almasıyla, Ukrayna limanlarından tahıl ihracatı duracaktır.
BM Genel Sekreteri António Guterres de durumu “endişe verici” ifadesiyle belirtiyor. BM Sözcüsü Stéphan Dujarric “dünya çapında temel gıda fiyatlarında baş döndürücü artışlar, enerji maliyetlerindeki artışla birleşince gelişmekte olan ülkeler borçlarını ödeyememenin eşiğine geldi ve artan sayıda insan kendilerini kıtlığın eşiğinde buldu” sözleriyle, Rusya’nın KTG’yi askıya almasıyla kıtlığın derinleşebileceğine dikkat çekiyor. Zaten KTG 19 Kasım’da sona erecekti. Ancak tüm taraflar kabul ederlerse, KTG’nin süresi uzayacak. Maalesef, Rusya erken davranarak KTG’yi durdurdu.
İngiltere ise, Rusya’nın iddia ettiği gibi İngiliz birliklerinin geçen ay Kuzey Akım-1 Boru Hattı’na sabotaj ve 29 Ekim’deki Rusya filosuna İHA saldırısıyla her hangi bir ilgilerinin olmadığını ileri sürüyor. Birde İngiltere’nin, bu olaylarla “Rusya’nın askerî başarısızlığını kamuoyundan uzaklaştırmaya çalıştığına” dair şüphesi mevcut. Ukrayna Devlet Başkanı Volodymyr Zelensky de Rusya’ya karşı “BM ve G-20’nin güçlü bir uluslararası tepki vermesi”nden yana.
Hal bu ki, KTG ile 400 gemi aracılığıyla 9 milyon tondan fazla mısır, buğday, ayçiçeği, arpa, kolza tohumu ve soya ihraç edilmişti. Dolayısıyla Ukrayna tahılı, dünyanın önemli gıda kaynaklarından. Ukrayna Dışişleri Bakanı Dmytro Kuleba, “Rusya’nın sahte İHA saldırısı bahanesiyle milyonlarca insanın gıda güvenliğini sağlayan tahıl koridorunu kapatmasını insanlığa tehdit, Rusya açlık oyunları” şeklinde değerlendiriyor.
Ukrayna, dünyanın en büyük ayçiçeği, küspe, yağ ve tohum üreticisi ve ihracatçısıdır. Aynı zamanda Ukrayna dünyada buğday üretiminde 7. sıradadır. Başka bir ifadeyle Ukrayna, insanlığın temel besinleri açısından önemli ülke. Ukrayna, KTG ile 40 ülkeye tahıl ihracatı gerçekleştirmişti. Dolayısıyla Rusya’nın KTG’yi durdurması, dünyada pek çok ülke ve büyük bir nüfusun beslenmesini olumsuz etkileyecektir.
Rusya, Avrupa’ya doğalgaz sevkiyatının yarıdan fazlasını boru hattındaki arızayı neden göstererek kesmişti. Ardından Vladimir Putin’in “nükleer tehdidi” geldi. Fakat gereken etkiyi göstermemişti. Rusya’nın şimdi de, KTG’yi askıya alarak gıda tehdidinde bulunması ihtimaldir. KTG’de çözüm sağlanmazsa, Rusya’nın, sadece Ukrayna’ya değil, küresel piyasalara ve insanlığa ciddi sıkıntı vereceği kuvvetle muhtemeldir.
.
Almanya-Fransa görüş ayrılığı
29 Ekim 2022, Cumartesi
AB’de Almanya ve Fransa arasındaki savunma ve enerji politikalarındaki farklılık, soruna yol açıyor. AB’nin iki büyük aktörünün görüş ayrılıklarının, Rusya’nın Ukrayna’daki işgali sürerken ortaya çıkması, talihsizlik şeklinde değerlendiriliyor.
Almanya ve Fransa’nın her yıl ortaklaşa düzenledikleri İkili Bakanlar Konseyi 26 Ekim 2022’de düzenlenecekti. Ancak Alman bakanlardan 5’inin belirtilen tarihte izinli oldukları bahanesiyle, İkili Bakanlar Konseyi Ocak 2023’e ertelendi. Ayrıca toplantının ertelenmesinde her iki tarafın bakanlarının gündemin zor konularından kaçındıkları bildiriliyor. Elbette Ukrayna’daki savaş esnasında böylesine önemli bir toplantının ertelenme nedeni, iki ülkenin savunma ve enerji politikalarındaki farklılıktan kaynaklandığı aşikâr.
Aslında her iki ülkenin müzakerelerinde tıkanan noktanın, İber Yarımadası’ndan Kuzey Avrupa’ya uzanan Midcat Boru Hattı (MBH) projesinin inşa edilip edilmeyeceğidir. Almanya enerji tedarikinde artık Rusya’ya güvenilemeyeceğini daha önce bildirmişti. Dolayısıyla Kuzey Afrika doğalgazını Avrupa’ya ulaştıracak MBH hayatî bir alternatif seçenek olarak görülüyor.
İki aktör arasında Fransa’ya ait savaş uçağının ortak geliştirilmesinde ve diğer savunma konularında fiyat anlaşmazlığı da mevcut. Ayrıca Almanya’nın artan enerji fiyatlarının etkisini ülke içinde azaltabilmek için, Alman ekonomisini 200 milyar Euro gibi ciddi bir kaynakla destekleme kararı almıştı. Fransa ise, Almanya’nın bu kararının Paris’e danışmadan alarak hareket etmesine öfkeli. Fransa, Almanya’nın böyle önemli miktardaki meblağın iç piyasaya sürülmesinde, AB üyeleriyle istişare etmesi gerektiğinin altını çiziyor.
İngiltere’nin Brexit süreciyle AB’den ayrıldıktan sonra, Almanya ve Fransa’nın AB’ye liderlik etmede üstü kapalı bir mücadele içine girmişlerdi. İki ülkenin ortak Bakanlar Konseyi toplantısı 2003’ten beri yılda en az bir defa gerçekleştiriliyor. Ancak bu yılki toplantının Ocak 2023’e ertelenmesi hakkında, iki ülkenin AB’deki egemenlik mücadelesindeki anlaşmazlığına işaret edenlerde var. Bu egemenlik mücadelesinde, Ukrayna’daki savaşın ortaya çıkardığı “Avrupa’nın savunması ABD’siz yapılamaz” hususunun, AB’nin ABD’den özerk hareket edemediği tartışması da bulunuyor. Almanya’nın hemen savaşın başlangıcında büyük bütçeler ayırarak gelişmiş bir ordu kuracağını açıklamıştı. Ardından AB için de Ortak Dış ve Savunma Politikası’nın güçlendirilmesi ve AB ordusunun kurulması gerektiği tartışılmıştı.
Avrupa Parlamentosu’nun 5 Ekim 2022’deki toplantısında enerji ihtiyacı ve fiyatlarıyla mücadelede MBH projesinin yeniden başlatılmasını, Fransa’nın muhalefetine rağmen destekledi.
MBH projesi 2019’da da gündeme gelmiş, yine Fransa’nın karşıtlığıyla vazgeçilmişti. Rusya’nın Avrupa’ya giden Kuzey Akım-1 Boru Hattı’ndan doğalgaz akışını durdurması üzerine MBH tekrar AB’nin gündeminde. Kuzey Afrika doğalgazını boru hattıyla İspanya, Portekiz, Fransa ve Almanya’ya ulaştırılması amaçlanıyor. Ancak Avrupa Parlamentosu’nda desteklenmesine rağmen, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, MBH’nin tamamlanmasına kuvvetle muhtemel İspanya’dan dolayı direnç gösteriyor. Ne yazık ki Fransa henüz MBH’ye alternatif bir proje de sunamadı.
Tabi ki, MBH de Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacını karşılamada tek başına yeterli değil. Almanya ve Fransa görüş ayrılıklarını bırakarak, enerji tedarikinde kaynak çeşitlendirmesine yönelmeliler. Aksi takdirde Avrupa’da yeni sosyo-ekonomik içerikli protestoların meydana gelmesi kaçınılmazdır.
.
Almanya ve Fransa’nın her yıl ortaklaşa düzenledikleri İkili Bakanlar Konseyi 26 Ekim 2022’de düzenlenecekti. Ancak Alman bakanlardan 5’inin belirtilen tarihte izinli oldukları bahanesiyle, İkili Bakanlar Konseyi Ocak 2023’e ertelendi. Ayrıca toplantının ertelenmesinde her iki tarafın bakanlarının gündemin zor konularından kaçındıkları bildiriliyor. Elbette Ukrayna’daki savaş esnasında böylesine önemli bir toplantının ertelenme nedeni, iki ülkenin savunma ve enerji politikalarındaki farklılıktan kaynaklandığı aşikâr.
Aslında her iki ülkenin müzakerelerinde tıkanan noktanın, İber Yarımadası’ndan Kuzey Avrupa’ya uzanan Midcat Boru Hattı (MBH) projesinin inşa edilip edilmeyeceğidir. Almanya enerji tedarikinde artık Rusya’ya güvenilemeyeceğini daha önce bildirmişti. Dolayısıyla Kuzey Afrika doğalgazını Avrupa’ya ulaştıracak MBH hayatî bir alternatif seçenek olarak görülüyor.
İki aktör arasında Fransa’ya ait savaş uçağının ortak geliştirilmesinde ve diğer savunma konularında fiyat anlaşmazlığı da mevcut. Ayrıca Almanya’nın artan enerji fiyatlarının etkisini ülke içinde azaltabilmek için, Alman ekonomisini 200 milyar Euro gibi ciddi bir kaynakla destekleme kararı almıştı. Fransa ise, Almanya’nın bu kararının Paris’e danışmadan alarak hareket etmesine öfkeli. Fransa, Almanya’nın böyle önemli miktardaki meblağın iç piyasaya sürülmesinde, AB üyeleriyle istişare etmesi gerektiğinin altını çiziyor.
İngiltere’nin Brexit süreciyle AB’den ayrıldıktan sonra, Almanya ve Fransa’nın AB’ye liderlik etmede üstü kapalı bir mücadele içine girmişlerdi. İki ülkenin ortak Bakanlar Konseyi toplantısı 2003’ten beri yılda en az bir defa gerçekleştiriliyor. Ancak bu yılki toplantının Ocak 2023’e ertelenmesi hakkında, iki ülkenin AB’deki egemenlik mücadelesindeki anlaşmazlığına işaret edenlerde var. Bu egemenlik mücadelesinde, Ukrayna’daki savaşın ortaya çıkardığı “Avrupa’nın savunması ABD’siz yapılamaz” hususunun, AB’nin ABD’den özerk hareket edemediği tartışması da bulunuyor. Almanya’nın hemen savaşın başlangıcında büyük bütçeler ayırarak gelişmiş bir ordu kuracağını açıklamıştı. Ardından AB için de Ortak Dış ve Savunma Politikası’nın güçlendirilmesi ve AB ordusunun kurulması gerektiği tartışılmıştı.
Avrupa Parlamentosu’nun 5 Ekim 2022’deki toplantısında enerji ihtiyacı ve fiyatlarıyla mücadelede MBH projesinin yeniden başlatılmasını, Fransa’nın muhalefetine rağmen destekledi.
MBH projesi 2019’da da gündeme gelmiş, yine Fransa’nın karşıtlığıyla vazgeçilmişti. Rusya’nın Avrupa’ya giden Kuzey Akım-1 Boru Hattı’ndan doğalgaz akışını durdurması üzerine MBH tekrar AB’nin gündeminde. Kuzey Afrika doğalgazını boru hattıyla İspanya, Portekiz, Fransa ve Almanya’ya ulaştırılması amaçlanıyor. Ancak Avrupa Parlamentosu’nda desteklenmesine rağmen, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, MBH’nin tamamlanmasına kuvvetle muhtemel İspanya’dan dolayı direnç gösteriyor. Ne yazık ki Fransa henüz MBH’ye alternatif bir proje de sunamadı.
Tabi ki, MBH de Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacını karşılamada tek başına yeterli değil. Almanya ve Fransa görüş ayrılıklarını bırakarak, enerji tedarikinde kaynak çeşitlendirmesine yönelmeliler. Aksi takdirde Avrupa’da yeni sosyo-ekonomik içerikli protestoların meydana gelmesi kaçınılmazdır.
.
AB’deki gelişmeler
25 Ekim 2022, Salı
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve nükleer tehdidi, AB’nin birlikteliğini güçlendiriyor.
AB’nin uzun süredir beklemedeki Ortak Dış ve Ortak Savunma Politikası (ODSP) ciddi şekilde gündemde. AB’de, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’a karşı jeopolitik işbirliği derinleşiyor.
Ancak Covid-19 salgınının başlangıcında, AB’nin müdahelede yetersizliği tartışıldı. Ukrayna’daki savaş da AB’nin savunma harcamalarını arttırdı ve AB’yi daha fazla askerî işbirliğine yöneltti. AB’nin kurulduğu dönemde barış projesi olduğu hatırlandı. Ardından savaşın etkisiyle artan enerji fiyatlarının tüketici ürünlerine yansıması enflasyonu da yükseltti. Avrupa’daki hayat pahalılığı, sosyo-ekonomik sorunları beraberinde getiriyor. Bunun en somut ilk göstergesi Prag’da 4 Eylül 2022’de aşırı sağ ve aşırı sol unsurlardan 70 bin kişinin katıldığı “Önce Çek Cumhuriyeti” gösterileridir. Gösterilerde “Rusya’yla yeni gaz anlaşması yapılması ve Ukrayna’daki savaş nedeniyle yaptırımların sona ermesi” talep edilmişti.
İkincisi, İsveç’te 12 Eylül 2022’de yapılan seçimlerde, Neo-Nazi hareketinden doğduğu ileri sürülen aşırı sağcı İsveç Demokratları Partisi (İDP) ikinci oldu. Ilımlı Muhafazakâr Parti (IMP), Liberal Parti ve Hıristiyan Demokrat Partisi’nden oluşan koalisyon hükümeti IMP’nin lideri Ulf Kristersson’un Başbakanlığında kuruldu. İDP ise, koalisyon hükümetini dışarıdan destekliyor.
Üçüncüsü, 25 Eylül 2022’de İtalya’da gerçekleştirilen seçimleri İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin (İKP) liderliğindeki aşırı sağcı ittifak kazanmıştı. Yeni Başbakan Giorgia Meloni’yi eski Başbakan Silvio Berlusconi de destekliyor. Meloni 21 Ekim’de ülkesinin yeni Başbakanı olarak göreve başladı.
Dördüncüsü, Macaristan’ın muhtelif konularda ikircikli tutumudur.
Çekya’daki protestolar, İsveç ve İtalya’daki seçimlerde milliyetçi, aşırı sağcı ve muhafazakâr partilerin iktidara gelmesi, Macaristan’ın ikircikliliği, AB entegrasyonu açısından ciddi sorun teşkil ediyor. İtalya’da aşırı sağcı ittifakın kazandığı seçimler, İtalya’nın AB’den ayrılabileceği tartışılmıştı. Henüz Çekya ve İsveç’te böyle bir tartışma olmasa da, AB’nin üçüncü büyük üyesi İtalya’da geçmişteki Benito Mussolini örneği göz önüne alındığında, AB’den ayrılma tartışması ciddiyetini koruyor.
Diğer taraftan, ortak tehdit Putin’e karşı başlayan ODSP’deki birlik talebi, AB’nin içindeki ulusal çeşitliliğin zenginlik kabul edildiği oranda jeopolitik başarıya ulaşacağı kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca AB’nin bazı üyeleri transfer birliğine karşı çıkarken, iklim değişikliğiyle ilgili endişeler, hayat pahalılığı, 2030 hedefiyle yeşil enerjiye geçişte enerji maliyetlerindeki artış, özellikle üye ülkelerden Polonya ve Macaristan’da hukukun üstünlüğü ilkesinin korunması konusu vb. fikir ayrılıkları mevcut. Bahsedilen anlaşmazlıklara temel haklar, mülteci politikası, aile, ahlak gibi hususların kapsamının genişliğinin ne olacağını da eklemek gerekiyor.
Aslında Ukrayna’daki savaşın, AB’deki yansıması federalistler ile aşırı-sağcı ve milliyetçiler arasındaki rekabette taraf seçimi şeklinde de ortaya çıktı. Ama AB’deki aşırı-sağcı ve milliyetçi hükümetler bile, Brüksel’in merkezi yardımına ihtiyaçları var. Yine savaşla birlikte, AB üyeliğinin ulusal kimlik ve bağımsızlığın teminatı olduğu anlaşıldı. Avrupa’daki ülkelerde, savaş nedeniyle harekete geçen millî hissiyatlar ve AB üyeliğinin verdiği güven duygusu eş zamanlı gelişiyor.
Esas itibariyle AB’nin jeopolitik gücü, kültürel çeşitliliğe ve kimliğe saygı ile barış, demokrasi, hürriyetler, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanmaktadır. Mesele bu ilkelerin daha iyi anlaşılması ile diğer politikalar arasındaki dengededir.
.
AB’nin uzun süredir beklemedeki Ortak Dış ve Ortak Savunma Politikası (ODSP) ciddi şekilde gündemde. AB’de, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’a karşı jeopolitik işbirliği derinleşiyor.
Ancak Covid-19 salgınının başlangıcında, AB’nin müdahelede yetersizliği tartışıldı. Ukrayna’daki savaş da AB’nin savunma harcamalarını arttırdı ve AB’yi daha fazla askerî işbirliğine yöneltti. AB’nin kurulduğu dönemde barış projesi olduğu hatırlandı. Ardından savaşın etkisiyle artan enerji fiyatlarının tüketici ürünlerine yansıması enflasyonu da yükseltti. Avrupa’daki hayat pahalılığı, sosyo-ekonomik sorunları beraberinde getiriyor. Bunun en somut ilk göstergesi Prag’da 4 Eylül 2022’de aşırı sağ ve aşırı sol unsurlardan 70 bin kişinin katıldığı “Önce Çek Cumhuriyeti” gösterileridir. Gösterilerde “Rusya’yla yeni gaz anlaşması yapılması ve Ukrayna’daki savaş nedeniyle yaptırımların sona ermesi” talep edilmişti.
İkincisi, İsveç’te 12 Eylül 2022’de yapılan seçimlerde, Neo-Nazi hareketinden doğduğu ileri sürülen aşırı sağcı İsveç Demokratları Partisi (İDP) ikinci oldu. Ilımlı Muhafazakâr Parti (IMP), Liberal Parti ve Hıristiyan Demokrat Partisi’nden oluşan koalisyon hükümeti IMP’nin lideri Ulf Kristersson’un Başbakanlığında kuruldu. İDP ise, koalisyon hükümetini dışarıdan destekliyor.
Üçüncüsü, 25 Eylül 2022’de İtalya’da gerçekleştirilen seçimleri İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin (İKP) liderliğindeki aşırı sağcı ittifak kazanmıştı. Yeni Başbakan Giorgia Meloni’yi eski Başbakan Silvio Berlusconi de destekliyor. Meloni 21 Ekim’de ülkesinin yeni Başbakanı olarak göreve başladı.
Dördüncüsü, Macaristan’ın muhtelif konularda ikircikli tutumudur.
Çekya’daki protestolar, İsveç ve İtalya’daki seçimlerde milliyetçi, aşırı sağcı ve muhafazakâr partilerin iktidara gelmesi, Macaristan’ın ikircikliliği, AB entegrasyonu açısından ciddi sorun teşkil ediyor. İtalya’da aşırı sağcı ittifakın kazandığı seçimler, İtalya’nın AB’den ayrılabileceği tartışılmıştı. Henüz Çekya ve İsveç’te böyle bir tartışma olmasa da, AB’nin üçüncü büyük üyesi İtalya’da geçmişteki Benito Mussolini örneği göz önüne alındığında, AB’den ayrılma tartışması ciddiyetini koruyor.
Diğer taraftan, ortak tehdit Putin’e karşı başlayan ODSP’deki birlik talebi, AB’nin içindeki ulusal çeşitliliğin zenginlik kabul edildiği oranda jeopolitik başarıya ulaşacağı kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca AB’nin bazı üyeleri transfer birliğine karşı çıkarken, iklim değişikliğiyle ilgili endişeler, hayat pahalılığı, 2030 hedefiyle yeşil enerjiye geçişte enerji maliyetlerindeki artış, özellikle üye ülkelerden Polonya ve Macaristan’da hukukun üstünlüğü ilkesinin korunması konusu vb. fikir ayrılıkları mevcut. Bahsedilen anlaşmazlıklara temel haklar, mülteci politikası, aile, ahlak gibi hususların kapsamının genişliğinin ne olacağını da eklemek gerekiyor.
Aslında Ukrayna’daki savaşın, AB’deki yansıması federalistler ile aşırı-sağcı ve milliyetçiler arasındaki rekabette taraf seçimi şeklinde de ortaya çıktı. Ama AB’deki aşırı-sağcı ve milliyetçi hükümetler bile, Brüksel’in merkezi yardımına ihtiyaçları var. Yine savaşla birlikte, AB üyeliğinin ulusal kimlik ve bağımsızlığın teminatı olduğu anlaşıldı. Avrupa’daki ülkelerde, savaş nedeniyle harekete geçen millî hissiyatlar ve AB üyeliğinin verdiği güven duygusu eş zamanlı gelişiyor.
Esas itibariyle AB’nin jeopolitik gücü, kültürel çeşitliliğe ve kimliğe saygı ile barış, demokrasi, hürriyetler, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanmaktadır. Mesele bu ilkelerin daha iyi anlaşılması ile diğer politikalar arasındaki dengededir.
.
Truss’ın istifası
22 Ekim 2022, Cumartesi
İngiltere’de Boris Johnson’ın görevi bırakmasıyla, Muhafazakâr Parti içerisinde sıkı bir liderlik yarışının ardından yeni Başbakan Liz Truss göreve başlamıştı. Truss, göreve başladıktan 44 gün sonra 20 Ekim 2022’de istifasını duyurdu.
Truss, göreve geldiğinde “piyasaları korkutan ve partisinin anketlerde gerilemesine neden olan artık terk edilmiş bir ekonomik planı açıklamasıyla siyasî istikrarsızlıklarla karşılaşmıştı”.
Kendisini “İsrail’in taraftarıyım ve en büyük Siyonistim” ifadesiyle tanımlayan Truss’ın istifasında “1922 Komitesi”nin etkisinden bahsediliyor. Komite’nin diğer adı “Tory Komitesi”. Komite, “Muhafazakâr Parti’nin Özel Üyeler Komitesi” olarak biliniyor. Komite, İngiltere Avam Kamarası’ndaki Muhafazakâr Parti’nin Meclis grubudur. Komite, Muhafazakâr Parti’nin liderinin seçiminde önemli rol oynuyor. Aslında Komite, 1922’de seçilen milletvekilleri tarafından kurulmuş ve 1940’tan itibaren siyasette önem kazanmıştır. Ayrıca Komite, Muhafazakâr Parti’nin Meclis tabanının görüşlerini parti liderine ve Başbakana karşı temsil ediyor ve iletiyor. Dolayısıyla Komite’nin etkisi yadsınamaz.
Truss’ı istifaya götüren süreç şöyle işledi:
Birincisi Truss, Kurumlar Vergisi’ni %25’ten %19’a indirmekten vazgeçti. Truss böylece, 2026 yılı sonuna kadar İngiltere hazinesine 18 milyar sterlin gelir elde etmeyi umuyordu. Ancak Covid-19 salgını, Ukrayna’daki savaş ve enerjide fiyat artışının diğer tüm ürünlerin fiyatlarını da arttırmasıyla ekonomik sorunlar kamuoyunun baskısına yol açtı. İkincisi, yaklaşık altı hafta görevde bulunan Maliye Bakanı Kwasi Kwarteng artan siyasî baskılara ve piyasanın kaotik ortamının olumsuzluklarına dayanamayarak 14 Ekim’de istifasını sundu. Truss, Kwarteng yerine, eski Dışişleri Bakanlarından Jeremy Hunt’ı atadı.
Truss’ın ekonomi yönetimindeki değişiklikleri “U dönüşü” şeklinde değerlendiriliyor. Hatta Truss, Hunt’ın çok fazla etkisinde kaldığıyla ilgili iddiaları reddediyor. Truss 14 Ekim’deki basın toplantısında, “hükümetin mali disiplin konusunda piyasalara güven vermek için Maliye Bakanlığı’na Hunt’ı atadığını” bildirmişti.
Ancak devlet tahvillerindeki faizin yükselmesi, Sterlin’in ABD Doları karşısında yüzde 1.4 değer kaybetmesi ve kamu harcamalarında kısıtlamaya gidilmesi vb. sorunlar Truss’ın ekonomi politikasını çökertti. Truss’ın ekonomik yenilgisi, uluslararası basında “Trusseconomics felaket” biçiminde kavramsallaştırılıyor.
Trusseconomics felaketin ardından, 1922 Komitesi Başkanı Graham Brady ve üyelerin 20 Ekim’de öğleden sonra Truss ile toplantı yaptıkları iddia ediliyor. Truss da aynı günkü açıklamasında “durum göz önüne alındığında, seçildiğim görevi yerine getiremeyeceğimin farkındayım” sözleriyle istifa etti.
Elbette istifa, 1922 Komitesi’nin siyasette ve Muhafazakâr Parti’de ne kadar güçlü olduğunu gösterirken, Truss’ın da ekonomik sorunların üstesinden gelemediğinin delili.
Şimdi Muhafazakâr Parti’de liderlik için net bir isim mevcut değil. Ancak önceki seçimde Truss karşısında ikinci olan Rushi Sunak, Penny Mordaunt, Ben Wallace, Nadine Dorries gibi güçlü isimler geçiyor.
Her ne kadar normal şartlarda seçim 23 Ocak 2025’te yapılacak olsa da, İngiltere’de erken genel seçim kulislerine başlandı bile. İşçi Partisi lideri Sir Keir Starmer’in erken seçim isteme ihtimali yüksek. Yine de Komite ve Muhafazakâr Parti’nin sonraki adımı merak ediliyor.
.
Truss, göreve geldiğinde “piyasaları korkutan ve partisinin anketlerde gerilemesine neden olan artık terk edilmiş bir ekonomik planı açıklamasıyla siyasî istikrarsızlıklarla karşılaşmıştı”.
Kendisini “İsrail’in taraftarıyım ve en büyük Siyonistim” ifadesiyle tanımlayan Truss’ın istifasında “1922 Komitesi”nin etkisinden bahsediliyor. Komite’nin diğer adı “Tory Komitesi”. Komite, “Muhafazakâr Parti’nin Özel Üyeler Komitesi” olarak biliniyor. Komite, İngiltere Avam Kamarası’ndaki Muhafazakâr Parti’nin Meclis grubudur. Komite, Muhafazakâr Parti’nin liderinin seçiminde önemli rol oynuyor. Aslında Komite, 1922’de seçilen milletvekilleri tarafından kurulmuş ve 1940’tan itibaren siyasette önem kazanmıştır. Ayrıca Komite, Muhafazakâr Parti’nin Meclis tabanının görüşlerini parti liderine ve Başbakana karşı temsil ediyor ve iletiyor. Dolayısıyla Komite’nin etkisi yadsınamaz.
Truss’ı istifaya götüren süreç şöyle işledi:
Birincisi Truss, Kurumlar Vergisi’ni %25’ten %19’a indirmekten vazgeçti. Truss böylece, 2026 yılı sonuna kadar İngiltere hazinesine 18 milyar sterlin gelir elde etmeyi umuyordu. Ancak Covid-19 salgını, Ukrayna’daki savaş ve enerjide fiyat artışının diğer tüm ürünlerin fiyatlarını da arttırmasıyla ekonomik sorunlar kamuoyunun baskısına yol açtı. İkincisi, yaklaşık altı hafta görevde bulunan Maliye Bakanı Kwasi Kwarteng artan siyasî baskılara ve piyasanın kaotik ortamının olumsuzluklarına dayanamayarak 14 Ekim’de istifasını sundu. Truss, Kwarteng yerine, eski Dışişleri Bakanlarından Jeremy Hunt’ı atadı.
Truss’ın ekonomi yönetimindeki değişiklikleri “U dönüşü” şeklinde değerlendiriliyor. Hatta Truss, Hunt’ın çok fazla etkisinde kaldığıyla ilgili iddiaları reddediyor. Truss 14 Ekim’deki basın toplantısında, “hükümetin mali disiplin konusunda piyasalara güven vermek için Maliye Bakanlığı’na Hunt’ı atadığını” bildirmişti.
Ancak devlet tahvillerindeki faizin yükselmesi, Sterlin’in ABD Doları karşısında yüzde 1.4 değer kaybetmesi ve kamu harcamalarında kısıtlamaya gidilmesi vb. sorunlar Truss’ın ekonomi politikasını çökertti. Truss’ın ekonomik yenilgisi, uluslararası basında “Trusseconomics felaket” biçiminde kavramsallaştırılıyor.
Trusseconomics felaketin ardından, 1922 Komitesi Başkanı Graham Brady ve üyelerin 20 Ekim’de öğleden sonra Truss ile toplantı yaptıkları iddia ediliyor. Truss da aynı günkü açıklamasında “durum göz önüne alındığında, seçildiğim görevi yerine getiremeyeceğimin farkındayım” sözleriyle istifa etti.
Elbette istifa, 1922 Komitesi’nin siyasette ve Muhafazakâr Parti’de ne kadar güçlü olduğunu gösterirken, Truss’ın da ekonomik sorunların üstesinden gelemediğinin delili.
Şimdi Muhafazakâr Parti’de liderlik için net bir isim mevcut değil. Ancak önceki seçimde Truss karşısında ikinci olan Rushi Sunak, Penny Mordaunt, Ben Wallace, Nadine Dorries gibi güçlü isimler geçiyor.
Her ne kadar normal şartlarda seçim 23 Ocak 2025’te yapılacak olsa da, İngiltere’de erken genel seçim kulislerine başlandı bile. İşçi Partisi lideri Sir Keir Starmer’in erken seçim isteme ihtimali yüksek. Yine de Komite ve Muhafazakâr Parti’nin sonraki adımı merak ediliyor.
.
Polonya-Çin ilişkileri
18 Ekim 2022, Salı
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, devletlerin ilişkilerinde değişim/dönüşümleri beraberinde getirdi. Polonya ve Çin buna örnek. Ukrayna’daki savaşta, Polonya, Kiev’in yanında yer aldı. Çin ise, Rusya’nın işgaline sessiz kalıyor.
Her iki ülke birbirleri için stratejik öneme sahipler. Polonya ile Çin 2015’te Kuşak-Yol Girişimi (KYG) hakkında işbirliğine yönelik Mutabakat Zaptı imzalamışlardı. Çin, kendisi için önem arz eden ülkelerle yaptığı gibi Polonya’yla da 2016’da “Kapsamlı Stratejik Ortaklık” ilişkisine geçti.
Çin, Polonya’nın Asya’da en önemli ticaret ortağı. Polonya da Çin’in Orta ve Doğu Avrupa (ODA) ülkeleri arasındaki en büyük ticaret partneri. Birde Çin’in, 17 AB ülkesiyle “KYG 17+1” kapsamında ekonomik ilişkileri mevcut. Polonya, Çin’in önemli lojistik merkezi durumunda. Polonya’nın Malszewice’deki lojistik üssü, Çin’den AB’ye gelen demiryolu ihracatının %90’ına hizmet veriyor.
Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki’nin 27 Haziran 2022’de yayınladığı “Batı’nın Geleceği Söz Konusu” başlıklı makalesinde “Çin’i küresel varlıkları ele geçirmek, Avrupa ve ABD’yi geride bırakmak için Batı’nın jeopolitik pasifliğinden faydalanma tehdidine karşı” uyarmıştı. Birde Polonya Dışişleri Bakanı Zbigniew Rau 10 Haziran 2022’de Polonya-Çin Hükümetlerarası Komitesi’nde “egemenlik ve toprak bütünlüğü ilkelerine saygılı tüm ulusları, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini en güçlü biçimde kınamaya” çağırmıştı. Ancak Çin, Rusya’nın işgal altındaki 4 bölgede gerçekleştirdiği referandumlara ilişkin, BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada çekimser kalmıştı.
Polonya karar alıcıları, Çin’e yönelik görüş ayrılığına sahipler. Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, görev süresinin dolmasından sonra BM’deki görev talebinden söz ediliyor. Hâliyle Duda, Güvenlik Konseyi’ndeki Çin’le ilişkilerinin iyi yönde olmasından yana. Buna karşılık hükümet ve Dışişleri Bakanlığı, Duda gibi düşünmüyor. Yani Ukrayna’daki savaş ve Çin’le ilişkiler, Polonya siyasetinde böyle bir görüş ayrılığını doğurdu.
Geçtiğimiz yıl KGY 17+1’den Litvanya, Ağustos 2022’de de Estonya ve Letonya çekildiler. Birde Polonya, Romanya ve bazı ODA ülkeleri, Çin firması Huawei 5G hizmetini yasaklamışlardı.
Duda’nın görev süresi dolduktan sonra, Çin’in, Polonya’yla ilişkilerini güçlendirmesi gerekecektir. Çünkü Polonya, Çin için Avrupa’ya açılan ticaret kapısı niteliğinde. Ancak Çin’in süren savaşa rağmen, Polonya’yla ticarî ilişkilerine devam edeceği bildiriliyor. Hatta Çin’in, Polonya’daki Ukraynalı mülteciler için yardım yapabileceği de ileri sürülüyor.
NATO üyesi Polonya, henüz Çin’in Tayvan üzerindeki iddialarını gündeme taşımadı. İlerleyen süreç Polonya’yı, Tayvan hakkında taraf seçmeye zorlayabilir. Fakat Taipei Times’ın 17 Ağustos 2022 tarihli haberine göre “Polonya ve Tayvan’ın Parlamentolar Arası Dostluk Grubu” oluşturulduğu ve “Tayvan’ın Polonya’daki mültecilere 10 milyon dolar yardım edeceği” bildiriliyor. Tayvan’dan gelecek yardımın, Çin’i de yardıma yönelttiği düşünülüyor.
Ukrayna’daki savaş, Polonya-Çin ilişkilerinin zayıf taraflarını ortaya çıkardı. Avrupa Komisyonu’nun Polonya’ya 35 milyar Euro’luk Covid-19 yardımını askıya alması hâlinde, Çin, Polonya’nın muhtemel alternatifidir. Birde Polonya gıda ihracatçıları, Çin’e karşı dostane tutumun daha faydalı olacağını vurguluyorlar. Dolayısıyla Covid-19 salgını ve savaşın getirdiği sosyo-ekonomik sorunların çözümü öncelik arz ediyor
.
Her iki ülke birbirleri için stratejik öneme sahipler. Polonya ile Çin 2015’te Kuşak-Yol Girişimi (KYG) hakkında işbirliğine yönelik Mutabakat Zaptı imzalamışlardı. Çin, kendisi için önem arz eden ülkelerle yaptığı gibi Polonya’yla da 2016’da “Kapsamlı Stratejik Ortaklık” ilişkisine geçti.
Çin, Polonya’nın Asya’da en önemli ticaret ortağı. Polonya da Çin’in Orta ve Doğu Avrupa (ODA) ülkeleri arasındaki en büyük ticaret partneri. Birde Çin’in, 17 AB ülkesiyle “KYG 17+1” kapsamında ekonomik ilişkileri mevcut. Polonya, Çin’in önemli lojistik merkezi durumunda. Polonya’nın Malszewice’deki lojistik üssü, Çin’den AB’ye gelen demiryolu ihracatının %90’ına hizmet veriyor.
Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki’nin 27 Haziran 2022’de yayınladığı “Batı’nın Geleceği Söz Konusu” başlıklı makalesinde “Çin’i küresel varlıkları ele geçirmek, Avrupa ve ABD’yi geride bırakmak için Batı’nın jeopolitik pasifliğinden faydalanma tehdidine karşı” uyarmıştı. Birde Polonya Dışişleri Bakanı Zbigniew Rau 10 Haziran 2022’de Polonya-Çin Hükümetlerarası Komitesi’nde “egemenlik ve toprak bütünlüğü ilkelerine saygılı tüm ulusları, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini en güçlü biçimde kınamaya” çağırmıştı. Ancak Çin, Rusya’nın işgal altındaki 4 bölgede gerçekleştirdiği referandumlara ilişkin, BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada çekimser kalmıştı.
Polonya karar alıcıları, Çin’e yönelik görüş ayrılığına sahipler. Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, görev süresinin dolmasından sonra BM’deki görev talebinden söz ediliyor. Hâliyle Duda, Güvenlik Konseyi’ndeki Çin’le ilişkilerinin iyi yönde olmasından yana. Buna karşılık hükümet ve Dışişleri Bakanlığı, Duda gibi düşünmüyor. Yani Ukrayna’daki savaş ve Çin’le ilişkiler, Polonya siyasetinde böyle bir görüş ayrılığını doğurdu.
Geçtiğimiz yıl KGY 17+1’den Litvanya, Ağustos 2022’de de Estonya ve Letonya çekildiler. Birde Polonya, Romanya ve bazı ODA ülkeleri, Çin firması Huawei 5G hizmetini yasaklamışlardı.
Duda’nın görev süresi dolduktan sonra, Çin’in, Polonya’yla ilişkilerini güçlendirmesi gerekecektir. Çünkü Polonya, Çin için Avrupa’ya açılan ticaret kapısı niteliğinde. Ancak Çin’in süren savaşa rağmen, Polonya’yla ticarî ilişkilerine devam edeceği bildiriliyor. Hatta Çin’in, Polonya’daki Ukraynalı mülteciler için yardım yapabileceği de ileri sürülüyor.
NATO üyesi Polonya, henüz Çin’in Tayvan üzerindeki iddialarını gündeme taşımadı. İlerleyen süreç Polonya’yı, Tayvan hakkında taraf seçmeye zorlayabilir. Fakat Taipei Times’ın 17 Ağustos 2022 tarihli haberine göre “Polonya ve Tayvan’ın Parlamentolar Arası Dostluk Grubu” oluşturulduğu ve “Tayvan’ın Polonya’daki mültecilere 10 milyon dolar yardım edeceği” bildiriliyor. Tayvan’dan gelecek yardımın, Çin’i de yardıma yönelttiği düşünülüyor.
Ukrayna’daki savaş, Polonya-Çin ilişkilerinin zayıf taraflarını ortaya çıkardı. Avrupa Komisyonu’nun Polonya’ya 35 milyar Euro’luk Covid-19 yardımını askıya alması hâlinde, Çin, Polonya’nın muhtemel alternatifidir. Birde Polonya gıda ihracatçıları, Çin’e karşı dostane tutumun daha faydalı olacağını vurguluyorlar. Dolayısıyla Covid-19 salgını ve savaşın getirdiği sosyo-ekonomik sorunların çözümü öncelik arz ediyor
.
Prag Zirvesi ve Orbán’ın ikilemi
11 Ekim 2022, Salı
Çekya’nın başşehri Prag’da 6-7 Ekim 2022 tarihlerinde Avrupa Siyasi Topluluğu Zirvesi 44 ülkenin katılımıyla gerçekleştirildi.
Zirve’nin esas amacı Avrupa’da “barış, güvenlik, enerji, iklim ve ekonomi” görüşmeleriydi. Elbette Rusya’nın Ukrayna işgali hem Zirve’nin hem de kamuoyunun öncelikli gündemi.
Bazen ortak kararları vetosuyla engelleyen AB’nin ikilemli üyesi Macaristan’ın Başbakanı Viktor Orbán, Prag’da AB yanlılarının protestolarıyla karşılandı. Protestoyu düzenleyenler ise, Avrupa’da 30 ülkede teşkilatları bulunan “Volt Europa Partisi’nin (VEP)” taraftarları. VEP, kendisini “ortak zorluklarımızı çözmek ve birlikte daha iyi bir gelecek inşa etmek için Pro-Avrupacı siyasi hareket” şeklinde tanımlıyor.
Prag’da 4 Eylül 2022’de aşırı sağ ve aşırı sol unsurlardan 70 bin kişinin katıldığı “Önce Çek Cumhuriyeti” gösterileri yapılmıştı. Gösterilerde “Rusya’yla yeni gaz anlaşması yapılması ve Ukrayna’daki savaş nedeniyle yaptırımların sona ermesi” talep edilmişti. Çekya Başbakanı Petr Fiala da gösterileri “topraklarımızda Rus propagandası ve dezenformasyon kampanyalarının olduğu açık” diyerek, protestolarda Rusya’nın parmağına işaret etmişti. Bunun ardından 6-7 Ekim Prag Zirvesi’nin yapıldığı binanın önünde VEP, Parti’nin kurucularından ve Avrupa Parlamentosu üyesi Damian Boeselager’in de aralarında yer aldığı kişilerin protestoları gerçekleştirildi. Dolayısıyla Rusya’nın parmağına işaret edilen 4 Eylül gösterilerine, Orbán üzerinden bir nevî cevap verildi.
Litvanya Devlet Başkanı Gitanas Nauséda’nın, destekler nitelikteki “sizleri görüyor ve duyuyorum” sözleriyle VEP taraftarlarını heyecanlandırdı. Zaten Rusya’nın işgali başladığından beri Litvanya, Baltık ülkeleri ve Polonya AB kararlarının en ciddi savunucularından. Hatta bu ülkeler, Rusya karşıtı yaptırımların seviyesini daha yükseltmeye ve Ukrayna’ya daha fazla askerî teçhizat gönderilmesinden yanalar.
Diğer taraftan Orbán’ın Budapeşte’de enerji krizinden dolayı AB’den şikayetçi olması ile Brüksel’e geldiğinde Rusya karşıtı yaptırımları onaylamasını, ikili davranmasına yorumlanıyor. Orbán’ın, Facebook hesabında ikili davrandığıyla ilgili video konuşmasını (https://www.facebook.com/orbanviktor/videos/1066320834086503), Zirve’nin ilk günü yayınladı. Orbán, videodaki konuşmasında “yaptırımlar onlara bağlı umutları yerine getirmedi, savaş bitmedi. Avrupa yavaş yavaş kan kaybediyor ve bu arada Rusya iyi para kazanıyor. Başarısız olan Brüksel yaptırım politikasının değiştirilmesi gerektiği açık!” ifadesiyle dikkatleri çekiyor.
Orbán’ın Fidesz Partisi geçtiğimiz 4 Nisan 2022’deki seçimleri kazanmıştı. Orbán, seçimlerden itibaren olumsuz seyreden ekonomiye, AB’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımları neden gösteriyor. Orbán’ın, “Brüksel’dekilerin hatalarını görme fırsatı da var” açıklamasıyla, “yaptırımların kaldırılmasını” bile savunduğu belirtiliyor.
Avrupa Komisyonu, Eylül 2022’de Macaristan’a yönelik AB fonlarının 7,5 milyar Euro’luk bölümünün kesilmesini tavsiye etmişti. Yine de Budapeşte, 17 reformu yasalaştırıp yürürlüğe koyarsa, 7,5 milyar Euro’yu alabilecek. Dolayısıyla Macar yetkililer, Orbán’ın aksine daha temkinli açıklamalar yapıyorlar.
Macar parası Forint’in değeri düştü, yükselen fiyatlar halkın alım gücünü zayıflatıyor ve daha iyi ücret talebiyle öğretmenlerin Budapeşte’de yürüyüşü bekleniyor. Şimdi Orbán’ın, ülkesinin zor durumdaki ekonomisini yaptırım karşıtlığında konumlandırarak rol oynadığı ihtimallerdendir. Yani Macar hükümeti, muhtemelen kötü ekonomik gidişatı gerekçelendirmede sağlam bir temel arayışındadır. Yine de Orbán’ın adımları dikkatle takip edilmeli.
.
Zirve’nin esas amacı Avrupa’da “barış, güvenlik, enerji, iklim ve ekonomi” görüşmeleriydi. Elbette Rusya’nın Ukrayna işgali hem Zirve’nin hem de kamuoyunun öncelikli gündemi.
Bazen ortak kararları vetosuyla engelleyen AB’nin ikilemli üyesi Macaristan’ın Başbakanı Viktor Orbán, Prag’da AB yanlılarının protestolarıyla karşılandı. Protestoyu düzenleyenler ise, Avrupa’da 30 ülkede teşkilatları bulunan “Volt Europa Partisi’nin (VEP)” taraftarları. VEP, kendisini “ortak zorluklarımızı çözmek ve birlikte daha iyi bir gelecek inşa etmek için Pro-Avrupacı siyasi hareket” şeklinde tanımlıyor.
Prag’da 4 Eylül 2022’de aşırı sağ ve aşırı sol unsurlardan 70 bin kişinin katıldığı “Önce Çek Cumhuriyeti” gösterileri yapılmıştı. Gösterilerde “Rusya’yla yeni gaz anlaşması yapılması ve Ukrayna’daki savaş nedeniyle yaptırımların sona ermesi” talep edilmişti. Çekya Başbakanı Petr Fiala da gösterileri “topraklarımızda Rus propagandası ve dezenformasyon kampanyalarının olduğu açık” diyerek, protestolarda Rusya’nın parmağına işaret etmişti. Bunun ardından 6-7 Ekim Prag Zirvesi’nin yapıldığı binanın önünde VEP, Parti’nin kurucularından ve Avrupa Parlamentosu üyesi Damian Boeselager’in de aralarında yer aldığı kişilerin protestoları gerçekleştirildi. Dolayısıyla Rusya’nın parmağına işaret edilen 4 Eylül gösterilerine, Orbán üzerinden bir nevî cevap verildi.
Litvanya Devlet Başkanı Gitanas Nauséda’nın, destekler nitelikteki “sizleri görüyor ve duyuyorum” sözleriyle VEP taraftarlarını heyecanlandırdı. Zaten Rusya’nın işgali başladığından beri Litvanya, Baltık ülkeleri ve Polonya AB kararlarının en ciddi savunucularından. Hatta bu ülkeler, Rusya karşıtı yaptırımların seviyesini daha yükseltmeye ve Ukrayna’ya daha fazla askerî teçhizat gönderilmesinden yanalar.
Diğer taraftan Orbán’ın Budapeşte’de enerji krizinden dolayı AB’den şikayetçi olması ile Brüksel’e geldiğinde Rusya karşıtı yaptırımları onaylamasını, ikili davranmasına yorumlanıyor. Orbán’ın, Facebook hesabında ikili davrandığıyla ilgili video konuşmasını (https://www.facebook.com/orbanviktor/videos/1066320834086503), Zirve’nin ilk günü yayınladı. Orbán, videodaki konuşmasında “yaptırımlar onlara bağlı umutları yerine getirmedi, savaş bitmedi. Avrupa yavaş yavaş kan kaybediyor ve bu arada Rusya iyi para kazanıyor. Başarısız olan Brüksel yaptırım politikasının değiştirilmesi gerektiği açık!” ifadesiyle dikkatleri çekiyor.
Orbán’ın Fidesz Partisi geçtiğimiz 4 Nisan 2022’deki seçimleri kazanmıştı. Orbán, seçimlerden itibaren olumsuz seyreden ekonomiye, AB’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımları neden gösteriyor. Orbán’ın, “Brüksel’dekilerin hatalarını görme fırsatı da var” açıklamasıyla, “yaptırımların kaldırılmasını” bile savunduğu belirtiliyor.
Avrupa Komisyonu, Eylül 2022’de Macaristan’a yönelik AB fonlarının 7,5 milyar Euro’luk bölümünün kesilmesini tavsiye etmişti. Yine de Budapeşte, 17 reformu yasalaştırıp yürürlüğe koyarsa, 7,5 milyar Euro’yu alabilecek. Dolayısıyla Macar yetkililer, Orbán’ın aksine daha temkinli açıklamalar yapıyorlar.
Macar parası Forint’in değeri düştü, yükselen fiyatlar halkın alım gücünü zayıflatıyor ve daha iyi ücret talebiyle öğretmenlerin Budapeşte’de yürüyüşü bekleniyor. Şimdi Orbán’ın, ülkesinin zor durumdaki ekonomisini yaptırım karşıtlığında konumlandırarak rol oynadığı ihtimallerdendir. Yani Macar hükümeti, muhtemelen kötü ekonomik gidişatı gerekçelendirmede sağlam bir temel arayışındadır. Yine de Orbán’ın adımları dikkatle takip edilmeli.
.
Taliban-Rusya anlaşması mı?
08 Ekim 2022, Cumartesi
Taliban’ın 15 Ağustos 2021’de Kabil’i almasından sonra, Afganistan devletinin devamlılığını sağlayarak, kendisine uluslararası tanınma sağlamaya çalışacağından 13 Kasım 2021 tarihli makalemde bahsetmiştim.
Taliban’ın Afganistan’daki egemenliği hiçbir aktörce resmen tanınmamışken, Ukrayna savaşından dolayı yaptırımlarla karşılaşan Rusya ve uzun süredir ABD’nin ambargosuna maruz kalan İran gibi ülkeler Taliban’ın beliren ekonomik ortakları.
Ekim 2022’nin ilk günlerinde Rusya’nın Taliban’la ekonomik içerikli bir ön anlaşma imzaladığı haberleri yayınlandı. Haberlerin ardından Taliban yönetiminin Ticaret ve Sanayi Bakanı Nurettin Azizi’nin “Afganistan’ın yılda 2,5 milyon ton akaryakıt ve 2 milyon ton buğday satın alacağını” açıklaması ile anlaşma haberleri teyit edilir nitelikte.
Taliban’ın nakit sorunundan dolayı, yapılacak ticaret karşılığında Rusya’nın Afganistan’dan tarım ürünleri alması ve ülkenin zengin doğal kaynaklarına erişim sağlaması muhtemeldir. Çünkü Taliban’ın yapılacak ticaret karşılığında para ödeyemeyeceği kuvvetli ihtimaldir. Afganistan bakır, demir, altın gibi zengin maden yataklarına; birde topraklarında pil, akü ve elektronik sektöründe kullanılan lityum ve kobalt vb. değerli elementlere sahiptir. Hatta dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin’in, teknoloji vd. üretimlerinde kullanılmak üzere Afganistan’ın lityum elementine yöneleceğini 24 Ağustos 2021’deki köşemde belirtmiştim.
Şimdi Çin’den sonra Rusya da, Taliban’la imzaladığı ön anlaşmayla Afganistan’ın maden ve değerli elementlerine odaklanıyor. Dünyanın yeşil enerji ihtiyacını lityum ve kobalt elementleri üzerinden sağlanıyor. AB “RePowerEu 2030” stratejisiyle, enerji alanında Rusya’dan bağımsızlaşmaya çalışıyor ve yenilenebilir enerjiyi önceliyor. Rusya’nın ise, Taliban’la vardığı ön anlaşmayla çevre dostu enerjide temel element olan lityum ve kobaltta kontrolü ele geçirmeye girişmesi ihtimallerdendir. Böylece Rusya, AB’ye karşı bir koz kazanacaktır.
Diğer taraftan Rusya’nın, resmen tanımadığı Taliban yönetimi Moskova’nın terör örgütü listesinde bulunuyor. Ancak 15 Ağustos 2021’den önce Taliban yetkililerinin Kremlin ziyaretleri biliniyor. Ayrıca Rusya’nın, Kabil’de Büyükelçisi ve Afganistan Özel Temsilcisi var. Birde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Taliban’ın terör listesinden çıkarılması için kanunlar çerçevesinde yeni tanımlama yapılacağı iddialar arasında. Böylece Rusya’nın Taliban yönetimini “de facto” tanımadan “de jure” yani resmi tanımaya geçeceği düşünülüyor. Belki de Taliban yönetimini ilk resmi tanıyan ülke Rusya olacaktır.
Azizi, aynı zamanda ülkesinin Türkmenistan ve İran’dan da gaz ve petrol aldığını belirtiyor. İran, Taliban’dan kaynaklı terör ve mülteci endişelerini göz önünde bulundurarak komşusu Afganistan’a akaryakıt ihracatına getirilen engelleri kaldırmıştı. Diğer komşu Pakistan da, Afganistan’dan kömür satın alıyor. Zaten Taliban’ın en önemli gelir kaynakları kömürden ve gümrüklerden sağlanıyor.
Türkmenistan doğalgazının Pakistan, Hindistan ve Afganistan’a ulaştırılmasını amaçlayan TAPI boru hattının yapımına 2018’de başlanmış ve 2019’da Türkmenistan bölümü tamamlanmıştır. Türkmen yetkililer, boru hattının Afganistan kısmının da tamamlanması için Kasım 2021’de Taliban’la görüşmelere başlamıştı.
BM’ye göre Afgan halkı kuraklık, sel ve savaşın getirdiği açlıkla mücadele ediyor. Anlaşılıyor ki, Taliban, resmen tanınmasa da kendisine ekonomik çıkış arıyor.
.
Taliban’ın Afganistan’daki egemenliği hiçbir aktörce resmen tanınmamışken, Ukrayna savaşından dolayı yaptırımlarla karşılaşan Rusya ve uzun süredir ABD’nin ambargosuna maruz kalan İran gibi ülkeler Taliban’ın beliren ekonomik ortakları.
Ekim 2022’nin ilk günlerinde Rusya’nın Taliban’la ekonomik içerikli bir ön anlaşma imzaladığı haberleri yayınlandı. Haberlerin ardından Taliban yönetiminin Ticaret ve Sanayi Bakanı Nurettin Azizi’nin “Afganistan’ın yılda 2,5 milyon ton akaryakıt ve 2 milyon ton buğday satın alacağını” açıklaması ile anlaşma haberleri teyit edilir nitelikte.
Taliban’ın nakit sorunundan dolayı, yapılacak ticaret karşılığında Rusya’nın Afganistan’dan tarım ürünleri alması ve ülkenin zengin doğal kaynaklarına erişim sağlaması muhtemeldir. Çünkü Taliban’ın yapılacak ticaret karşılığında para ödeyemeyeceği kuvvetli ihtimaldir. Afganistan bakır, demir, altın gibi zengin maden yataklarına; birde topraklarında pil, akü ve elektronik sektöründe kullanılan lityum ve kobalt vb. değerli elementlere sahiptir. Hatta dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin’in, teknoloji vd. üretimlerinde kullanılmak üzere Afganistan’ın lityum elementine yöneleceğini 24 Ağustos 2021’deki köşemde belirtmiştim.
Şimdi Çin’den sonra Rusya da, Taliban’la imzaladığı ön anlaşmayla Afganistan’ın maden ve değerli elementlerine odaklanıyor. Dünyanın yeşil enerji ihtiyacını lityum ve kobalt elementleri üzerinden sağlanıyor. AB “RePowerEu 2030” stratejisiyle, enerji alanında Rusya’dan bağımsızlaşmaya çalışıyor ve yenilenebilir enerjiyi önceliyor. Rusya’nın ise, Taliban’la vardığı ön anlaşmayla çevre dostu enerjide temel element olan lityum ve kobaltta kontrolü ele geçirmeye girişmesi ihtimallerdendir. Böylece Rusya, AB’ye karşı bir koz kazanacaktır.
Diğer taraftan Rusya’nın, resmen tanımadığı Taliban yönetimi Moskova’nın terör örgütü listesinde bulunuyor. Ancak 15 Ağustos 2021’den önce Taliban yetkililerinin Kremlin ziyaretleri biliniyor. Ayrıca Rusya’nın, Kabil’de Büyükelçisi ve Afganistan Özel Temsilcisi var. Birde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Taliban’ın terör listesinden çıkarılması için kanunlar çerçevesinde yeni tanımlama yapılacağı iddialar arasında. Böylece Rusya’nın Taliban yönetimini “de facto” tanımadan “de jure” yani resmi tanımaya geçeceği düşünülüyor. Belki de Taliban yönetimini ilk resmi tanıyan ülke Rusya olacaktır.
Azizi, aynı zamanda ülkesinin Türkmenistan ve İran’dan da gaz ve petrol aldığını belirtiyor. İran, Taliban’dan kaynaklı terör ve mülteci endişelerini göz önünde bulundurarak komşusu Afganistan’a akaryakıt ihracatına getirilen engelleri kaldırmıştı. Diğer komşu Pakistan da, Afganistan’dan kömür satın alıyor. Zaten Taliban’ın en önemli gelir kaynakları kömürden ve gümrüklerden sağlanıyor.
Türkmenistan doğalgazının Pakistan, Hindistan ve Afganistan’a ulaştırılmasını amaçlayan TAPI boru hattının yapımına 2018’de başlanmış ve 2019’da Türkmenistan bölümü tamamlanmıştır. Türkmen yetkililer, boru hattının Afganistan kısmının da tamamlanması için Kasım 2021’de Taliban’la görüşmelere başlamıştı.
BM’ye göre Afgan halkı kuraklık, sel ve savaşın getirdiği açlıkla mücadele ediyor. Anlaşılıyor ki, Taliban, resmen tanınmasa da kendisine ekonomik çıkış arıyor.
.
Referandumların anlamı
04 Ekim 2022, Salı
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde 20 Eylül’de referandum ve 21 Eylül’de de Kremlin’den “300 bin kişilik kısmi seferberlik” ilan edilmişti.
Rus yanlısı Donbas bölgesindeki Luhansk Halk Cumhuriyeti, Donetsk Halk Cumhuriyeti, Zaporozhzhia ve Kherson şehirleri için 23-27 Eylül tarihlerinde gerçekleştirilen referandumla Rusya’ya katılım kararı alındı. Hem savaş nedeniyle yaşadıkları yerleri terk eden nüfusun yokluğunda hem de işgal altında referandumun ne kadar objektif, tarafsız, şeffaf, demokratik, adil vb. yapıldığı oldukça tartışmalıdır.
Rusya’nın işgal ettiği bölgeler hakkında referandum kararı alınmasıyla, Ukrayna toprakları üzerinde egemenlik iddiasında bulunmayı amaçlamaktadır. Çünkü işgal altındaki bölgelerdeki referandum, Rusya’nın 2014’te Ukrayna toprağı olan Kırım’ı ilhak sürecine benziyor. Aslında Kremlin’in referandum ve kısmi seferberlik duyurularının, Ukrayna güçlerinin Harkiv’de Rus kuvvetlerine karşı başarılı taarruzundan sonra yapılması da düşündürücü.
Referandumun ardından Rusya’nın elini güçlendirdiği ihtimallerdendir. Çünkü Ukrayna’nın referandum yapılan bölgelere silahlı girişimleri karşısında, Rusya’nın “bu topraklar benim, bu bölgelerde çoğunluk Rus” dolayısıyla Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin nükleer güç kullanımı için, bir meşruiyetinin olduğu iddiasını yapabilir.
Kısmi seferberlikle askere alınanların sıcak çatışma bölgelerine gönderilmeyecekleri belirtilirken, Rusya’nın ilhak ettiği yerlerde savunma amaçlı bulundurulacakları yorumlanıyor. Ancak böyle bir durumda bile, Rusya’nın ilhak edilen şehirlerde ileride, askere aldığı kişiler üzerinden nüfus yapısını tamamen değiştirebileceği de ihtimaller arasında. Diğer taraftan Rusya’da, kısmi seferberlik çağrısının ardından ülkeden çıkışlar devam ederken, Rus güvenlik güçlerinin sivil halkla karşı karşıya kaldığı ve sert müdahalelerde bulunduğu haberleri geliyor. Bu da halkın Putin’e desteğinin azalması anlamına gelebilir.
Diğer taraftan Rusya’nın ilgili bölgeleri referandumla ilhakını tanımadıklarına dair tepkiler de mevcut. NATO üyesi Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden Polonya, Romanya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Letonya, Litvanya, Karadağ ve Kuzey Makedonya devlet başkanlarının 2 Ekim’de yayınladıkları ortak bildiride “referandumu, Ukrayna topraklarının Rusya tarafından yasadışı gaspı” şeklinde kınadılar. Ayrıca bildiride “Ukrayna’nın gelecekteki NATO üyeliğine ilişkin 2008’de alınan İttifak kararını destekledikleri” belirtiliyor. Bildiriye imza atan devletlerin, Soğuk Savaş döneminin Sovyetler Birliği kutbundaki Doğu Bloku ülkeleri olması da dikkat çekiyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle, güvenlik endişeleri artan Finlandiya ve İsveç’in NATO üyelik sürecini başlattığı herkesin malûmu. Referandumun ardından Rusya’ya gelen tepkilerin, Ukrayna’nın NATO üyelik sürecini hızlandırması da ihtimal dahilindedir. Zaten Ukrayna Devlet Başkanı Vlodymyr Zelensky, 2 Ekim’de Twetter hesabından “Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden 10’unun, Ukrayna’nın NATO üyelik başvurunun hızlandırılmasını desteklediği” bilgisini paylaştı.
Rusya’nın nükleer tehdidi, kısmi seferberlik ilanı ve referandumla ilhak kararı Ukrayna’yı daha fazla Batı’ya ve NATO üyeliğine yaklaştırıyor. Eğer Ukrayna yakın zamanda NATO’ya kabul edilirse, bu kuvvetle muhtemel Rusya’nın sayesinde olacaktır. Aynen Finlandiya ve İsveç’in üyelik süreçlerinin başladığı gibi.
.
Rus yanlısı Donbas bölgesindeki Luhansk Halk Cumhuriyeti, Donetsk Halk Cumhuriyeti, Zaporozhzhia ve Kherson şehirleri için 23-27 Eylül tarihlerinde gerçekleştirilen referandumla Rusya’ya katılım kararı alındı. Hem savaş nedeniyle yaşadıkları yerleri terk eden nüfusun yokluğunda hem de işgal altında referandumun ne kadar objektif, tarafsız, şeffaf, demokratik, adil vb. yapıldığı oldukça tartışmalıdır.
Rusya’nın işgal ettiği bölgeler hakkında referandum kararı alınmasıyla, Ukrayna toprakları üzerinde egemenlik iddiasında bulunmayı amaçlamaktadır. Çünkü işgal altındaki bölgelerdeki referandum, Rusya’nın 2014’te Ukrayna toprağı olan Kırım’ı ilhak sürecine benziyor. Aslında Kremlin’in referandum ve kısmi seferberlik duyurularının, Ukrayna güçlerinin Harkiv’de Rus kuvvetlerine karşı başarılı taarruzundan sonra yapılması da düşündürücü.
Referandumun ardından Rusya’nın elini güçlendirdiği ihtimallerdendir. Çünkü Ukrayna’nın referandum yapılan bölgelere silahlı girişimleri karşısında, Rusya’nın “bu topraklar benim, bu bölgelerde çoğunluk Rus” dolayısıyla Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin nükleer güç kullanımı için, bir meşruiyetinin olduğu iddiasını yapabilir.
Kısmi seferberlikle askere alınanların sıcak çatışma bölgelerine gönderilmeyecekleri belirtilirken, Rusya’nın ilhak ettiği yerlerde savunma amaçlı bulundurulacakları yorumlanıyor. Ancak böyle bir durumda bile, Rusya’nın ilhak edilen şehirlerde ileride, askere aldığı kişiler üzerinden nüfus yapısını tamamen değiştirebileceği de ihtimaller arasında. Diğer taraftan Rusya’da, kısmi seferberlik çağrısının ardından ülkeden çıkışlar devam ederken, Rus güvenlik güçlerinin sivil halkla karşı karşıya kaldığı ve sert müdahalelerde bulunduğu haberleri geliyor. Bu da halkın Putin’e desteğinin azalması anlamına gelebilir.
Diğer taraftan Rusya’nın ilgili bölgeleri referandumla ilhakını tanımadıklarına dair tepkiler de mevcut. NATO üyesi Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden Polonya, Romanya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Letonya, Litvanya, Karadağ ve Kuzey Makedonya devlet başkanlarının 2 Ekim’de yayınladıkları ortak bildiride “referandumu, Ukrayna topraklarının Rusya tarafından yasadışı gaspı” şeklinde kınadılar. Ayrıca bildiride “Ukrayna’nın gelecekteki NATO üyeliğine ilişkin 2008’de alınan İttifak kararını destekledikleri” belirtiliyor. Bildiriye imza atan devletlerin, Soğuk Savaş döneminin Sovyetler Birliği kutbundaki Doğu Bloku ülkeleri olması da dikkat çekiyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle, güvenlik endişeleri artan Finlandiya ve İsveç’in NATO üyelik sürecini başlattığı herkesin malûmu. Referandumun ardından Rusya’ya gelen tepkilerin, Ukrayna’nın NATO üyelik sürecini hızlandırması da ihtimal dahilindedir. Zaten Ukrayna Devlet Başkanı Vlodymyr Zelensky, 2 Ekim’de Twetter hesabından “Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden 10’unun, Ukrayna’nın NATO üyelik başvurunun hızlandırılmasını desteklediği” bilgisini paylaştı.
Rusya’nın nükleer tehdidi, kısmi seferberlik ilanı ve referandumla ilhak kararı Ukrayna’yı daha fazla Batı’ya ve NATO üyeliğine yaklaştırıyor. Eğer Ukrayna yakın zamanda NATO’ya kabul edilirse, bu kuvvetle muhtemel Rusya’nın sayesinde olacaktır. Aynen Finlandiya ve İsveç’in üyelik süreçlerinin başladığı gibi.
.