|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Ef’âl-i mükellefîn
|
Sual: Ef’âl-i mükellefîn ne demektir?
CEVAP
Müslümanın yapması ve sakınması gereken, İslam dininin bildirdiği emir ve yasakların hepsine Ef’âl-i mükellefîn denir. Buna İslamî hükümler de denir.
Bir müslümanın dinde yapması ve sakınması gereken işler sekiz çeşittir: Bunlar:
Farz, vacip, sünnet, müstehap, mubah, haram, mekruh, müfsid.
1- FARZ
Yapılması açıkça ve kesin olarak bildirilen dinin emirlerine farz denir. Farzları terk etmek haramdır, yani büyük günahtır.
Farz iki çeşittir:
Farzı Ayn: Her Müslümanın bizzat kendisinin yapması lazım olan farzdır. Mesela, iman etmek, beş vakit namaz kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak, zengin ise zekat vermek ve hacca gitmek, farzı ayndır. [32 farz ve 54 farz meşhurdur.]
Farzı Kifaye: Bir veya birkaç Müslümanın yapması ile diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu farzlardır. Verilen selamı almak, cenazeyi yıkamak, cenaze namazı kılmak, sanatına, ticaretine lazım olandan fazla din ve fen bilgilerini öğrenmek gibi farzlar böyledir.
2- VACİP
Yapılması farz gibi kesin olan emirlere denir. Bunların delilleri farz gibi açık ve kesin değildir. Vitir namazını ve Bayram namazlarını kılmak, zengin olunca kurban kesmek, sadaka-i fıtr vermek vaciptir. Vacibin hükmü farz gibidir. Vacibi terk etmek, tahrimen mekruhtur. Vacip olduğuna inanmayan kâfir olmaz. Fakat, yapmayan azaba layık olur.
3- SÜNNET
Peygamber efendimizin yapılmasını övdüğü, yahut devam üzere kendisinin yaptığı veyahut yapılırken görüp de mani olmadığı şeylere “Sünnet” denir. Sünneti beğenmemek küfürdür. Beğenip de yapmayana azap olmaz.
Sünnet iki çeşittir:
Sünnet-i Müekkede: Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri kuvvetli sünnetlerdir. Sabah namazının sünneti, öğlenin ilk ve son sünnetleri, akşam namazının sünneti, yatsı namazının son iki rekat sünneti böyledir. Bu sünnetler, asla özürsüz terk olunmaz.
Sünnet-i gayri müekkede: Peygamber efendimizin, ibadet maksadı ile ara sıra yaptıklarıdır. İkindi ve yatsı namazlarının dört rekatlık ilk sünnetleri böyledir. Bunlar çok kere terk olunursa, bir şey lazım gelmez. Beş-on kimseden biri işlese, diğer Müslümanlardan sakıt olan sünnetlere de “Sünnet-i alel-kifaye” denir. Selam vermek, ezan okumak gibi.
4- MÜSTEHAP
Peygamber efendimizin sevdiği, beğendiği hususlardır. Doğan çocuk için akika hayvanı kesmek, güzel giyinmek, güzel koku sürünmek müstehaptır. Bunları yapana sevap verilir, yapmayan günaha girmez.
5- MUBAH
Yapılması emir olunmayan ve yasak da edilmeyen şeylere mubah denir. İyi niyetle işlenmesinde sevap, kötü niyetle işlenmesinde azap vardır. Uyumak, helalinden çeşitli şeyler yiyip içmek, helalinden çeşitli elbiseler giyinmek gibi işler, mubahtır. Bunlar, İslamiyet'e uymak, emirlere sarılmak niyetiyle yapılırsa sevap olur. Sıhhatli olup, ibadet yapmaya niyet ederek, yemek içmek böyledir.
6- HARAM
Dinimizde “yapmayınız” diye açıkça yasak edilen şeylerdir. Haramların yapılması ve kullanılması kesinlikle yasaklanmıştır. Haram olan şeyleri terk etmek, onlardan sakınmak farzdır ve çok sevaptır.
Haram iki çeşittir:
Haram li-aynihi: Adam öldürmek, kumar oynamak, şarap ve her türlü alkollü içki içmek, yalan söylemek, hırsızlık yapmak, domuz eti, kan ve leş yemek gibi şeyler haram olup, büyük günahtır.
Haram li-gayrihi: Bunlar asılları itibariyle helal olup, başkasının haklarından dolayı haram olan şeylerdir. Mesela bir kişinin bağına girip, sahibinin izni yok iken meyvesini koparıp yemek, ev eşyasını ve parasını çalıp kullanmak, emanete hıyanet etmek, rüşvet, faiz ve kumar ile mal, para kazanmak gibi. Haramlardan kaçınmak, ibadet yapmaktan daha çok sevaptır. Onun için haramları öğrenip, kaçınmak lazımdır.
7- MEKRUH
İbadetlerin sevabını gideren şeylere mekruh denir.
Mekruh iki çeşittir:
Tahrimen mekruh: Vacibin terkidir. Harama yakın olan mekruhlardır. Bunları yapmak azabı gerektirir. Güneş doğarken, tam tepede iken ve batarken namaz kılmak gibi. Bunları kasıtla işleyen asi ve günahkâr olur. Cehennem azabına layık olur. Namazda vacipleri terk edenin, tahrimen mekruhları işleyenin, o namazı iade etmesi vaciptir. Eğer unutarak işlerse, secde-i sehv, yani unutma secdesi gerekir.
Tenzihen mekruh: Mubah, yani helal olan işlere yakın olan, yahut, yapılmaması yapılmasından daha iyi olan işlerdir. Gayri müekked sünnetleri veya müstehapları yapmamak gibi.
8- MÜFSİD
Dinimizde, meşru olan bir işi veya başlanmış olan bir ibadeti bozan şeylerdir. İmanı ve namazı, nikahı ve haccı, zekatı, alış ve satışı bozmak gibi. Mesela, dine imana sövmek küfür olup, imanı bozar. Namazda gülmek, abdesti ve namazı bozar. Oruçlu iken bilerek yemek, içmek orucu bozar.
Farzları, vacipleri ve sünnetleri yapana ve haramdan, mekruhtan sakınana sevap verilir. Haramları, mekruhları yapan ve farzları, vacipleri yapmayana günah yazılır. Bir haramdan sakınmanın sevabı, bir farzı yapmanın sevabından kat kat çoktur. Bir farzın sevabı, bir mekruhtan sakınmanın sevabından çoktur. Mekruhtan sakınmanın sevabı da, sünnetin sevabından çoktur.
Dinin delilleri
Sual: Ef’âl-i mükellefin, yani, farz, vacib, sünnet, müstehap, mubah, haram, mekruh, müfsid olan hükümler, âyet ve hadisten nasıl çıkartılıyor?
CEVAP
Ahkam-ı İslamiye’yi bildiren deliller dörttür:
1- Sübutu [sabit olması] ve delaleti [işareti] kati [kesin] olanlar. Açık anlaşılan âyetler ve tevatürle [sözbirliği ile] bildirilmiş açıkça anlaşılan hadis-i şerifler böyledir. Bunlar farz ile haramları bildirir. Mesela namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, hac etmek gibi farzlar, âyet-i kerimelerde açıkça bildirilmiştir. Namazın beş vakit olduğu ve nasıl kılınacağı da, mütevatir hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Leş, domuz, kan, şarap gibi haramlar âyet-i kerimelerde açıkça bildirilmektedir. Köpek, aslan gibi hayvanların haram olması da, mütevatir hadis-i şeriflerle bildirilmiştir.
2- Sübutu kati olup, delaleti zanni olanlar. Açıkça anlaşılamayan âyetler böyledir. Bunlar vacib ile tahrimen mekruhu bildirirler. Mesela(Kurban kes) âyet-i kerimesinin sübutu katidir, fakat delaleti [herkesin kurban kesmesi gerektiğinin bildirilmesi] zannidir. Bunun için kurban kesmek vaciptir.
3- Sübutu zanni, delaleti kati olanlar. Bir sahabinin bildirdiği açık hadisler böyledir. Bunlar da vacib ile tahrimen mekruhu bildirirler.
4- Sübutu de, delaleti de zannidir. Bir sahabinin bildirdiği, açık anlaşılamayan hadisler böyledir. Sünnet ile müstehabı ve tenzihi mekruhu bildirir. (Tam İlmihal)
Bülüğ çağı
Sual: Erkek çocukları için büluğ çağına girmenin minimum ve maksimum yaşı var mıdır?
CEVAP
Maksimum yaş 15 tir, 15 ini doldurduğu halde, büluğa ermese de ermiş kabul edilir, dini emirlerini yapmakla yükümlüdür. Eğer daha aşağı yaşlarda büluğa ermişse, büluğa ermiş demektir. Bu iklime ve beslenmeye bağlıdır. Bu yaş genelde 12 dir. Erkeklerde daha aşağısında olmaz. 12 yaşında olan oğlan ve 9 yaşında olan kız, bâlig olduğunu söyleyince kabul edilir.
Gençlik ve yaşlılık
Sual: Gençlik ve ihtiyarlık dönemi hangi yaşlar arasındadır?
CEVAP
Otuz yaşından küçük olana genç,
otuz ile elli arasında olana yetişkin,
elli yaşından yukarı olana ihtiyar,
yetmişten sonra ise pir-i fâni denir.
Herkes aklı nispetinde sorumlu olur
Sual: İslam dininin emirleri herkese hitap ediyor; fakat herkesin aklı aynı olmadığına, kimi akılsız olduğuna göre, herkesin aynı şeylerden sorumlu tutulması doğru olur mu?
CEVAP
Herkes aklı nispetinde sorumlu olur. Aklı hiç yoksa yani deliyse, hiç sorumlu olmaz. Aklı azsa, anladığı kadar sorumlu olur. Allahü teâlâ hiç kimseye gücünün yettiğinden fazlasını sorumlu tutmaz. İki âyet-i kerime meali:
(Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.) [Bekara 185]
(Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği işleri yükleme!) [Bekara 286]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(İnsanların yaptıkları hayırların mükâfatı, akılları nispetinde verilir.) [Ebu-ş-şeyh]
Sual: Sağır ve dilsiz kimse mükellef midir?
CEVAP
Mükellef değildir. Eğer anlar ise ve öğrenirse mükellef olur. Şimdi okulları var, öğrenmeleri mümkün olabilir. Anlamak öğrenmek esastır.
Büluğa ermeyen çocuk
Sual: Büluğa ermemiş bir çocuk, yaptığı ibadetlerin sevabına kavuşur mu ve işlediği günahlar yazılır mı?
CEVAP
Çocuğa hiçbir ibadet farz değildir. Hiçbir şey haram değildir. İbadetlerinin sevablarına kavuşur. Bir kimse, bir çocuğa imam olunca, cemaat sevabı hâsıl olur. (Uyun-ül-besair)
Çocukların işledikleri sevabların babalarına yazılacağını bildiren âlimler de vardır.
.
www.vaazsitesi.net/?pnum=573&pt=Efali+Mükellefin
Efali Mükellefin. FARZ, VACİP, SÜNNET, MÜSTEHAP, MÜBAH,. MEKRUH VE HARAM KAVRAMLAR
.
Efali Mükellefin
FARZ, VACİP, SÜNNET, MÜSTEHAP, MÜBAH,
MEKRUH VE HARAM KAVRAMLARI
[1]
İnsan başıboş yaratılmamıştır. Yaptıklarından sorumludur. Çünkü insan, insan olmanın, diğer bir deyişle yeryüzünde Allah’ın halifesi olmanın sorumluluğunu taşımaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzab, 33/72)
İnsanın yüklendiği emanet; başta akıl, irade ve iradeyi serbestçe kullanmanın gerektirdiği sorumluluk ve dîni görevlerdir.
Bu ayet-i kerimenin yanında insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu açıklayan ayetler de bulunmaktadır (mesela Bakara, 2/30). Bunlar göz önüne alındığı zaman daha iyi anlaşılacağı gibi insan, akıl, fikir ve ruh sahibi olarak yeryüzünde Allah’ın halifesi sıfatıyla sorumluluk sahibi kılınmıştır. Bu sorumluluğun bir sonucu olarak insanın yaptığı her hareketin, söylediği her sözün ve sergilediği her davranışın bir anlamı ve sonucu vardır. İnsanın ortaya koyduğu söz, fiil ve davranışlar anlamsız ve sonuçsuz değildir. Niyetine ve samimiyetine göre kişi yaptığı davranışlardan ya sevap alır ya günah kazanır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولـئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً
“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 17/36)
Yani insan,
أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَن يُتْرَكَ سُدًى
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder” (Kıyame, 75/36) ayet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi başıboş yaratılmamıştır. Kişi yapıp ettiklerinden, sözlerinden ve eylemlerinden sorumludur. Ağzımızdan çıkan hiçbir söz, içimizde taşıdığımız hiçbir niyet ve ortaya koyduğumuz hiçbir davranış Yüce Allah’ın bilgisinin dışında kalmaz. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ
“O, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’tır. Gaybı da, insan kavrayışına giren alemi de bilendir. O, Rahman’dır, Rahimdir”(Haşr, 59/22)
Her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyi işiten ve her şeyden haberdar olan Yüce Rabbimiz, bizim söylediğimiz her sözden ve sergilediğimiz her davranıştan tamamen haberdardır. Bu bakımdan Müslüman, Allah’a imanının bir gereği olarak İslâmî bir duyarlılıkla hareket etmek durumundadır.
DİNİ YÜKÜMLÜLÜK VE BUNA İLİŞKİN TERİMLERİ BİLME İHTİYACI
İslâmî açıdan dini sorumluluk, kişinin, dinin söylediklerine muhatap olması durumunu anlatır. Bu sorumluluğu taşıyabilmek için kişinin aklî melekeleri yerinde (âkıl) ve ergin (bâliğ) olması gerekir. Bu nitelikleri taşıyan müslümana "mükellef" denir. Mükellef, dinin söylediği ile yükümlü tutulan, düşünce, söz ve davranışlarına bir takım sonuçlar bağlanan insan demektir. Dini yükümlülüğün temel şartı, ehliyet yani kişinin dini sorumluluk taşımaya elverişli olmasıdır. Ahzab suresinin 72. âyetinde yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın yüklendiği belirtilerek diğer varlıklar arasında insanın, ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilmektedir. İnsanın dinin söylediğine ehil olması, akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma yeteneğine ve donanımına sahip bulunması sebebiyledir.
Yaratıcısına, kendi şahsına, ailesine içinde yaşadığı topluma, tüm insanlığa ve nihayet Allah’ın halifesi olarak diğer yaratılmışlara karşı sorumlukları bulunan insan, bu sorumluluklarını yerine getirebilecek bir donanım ve yetenekle yaratılmıştır. Ancak insanın bu yetenek ve donanımını doğru bir şekilde kullanabilmesi ve sorumluluğunun gereğine göre hareket edebilmesi için, kendisine kılavuzluk yapacak gerekli bilgiyi edinmesi icap etmektedir. Bu bilgilerin edinilmesi sırasında bir takım temel fıkıh terimleriyle karşılaşılır. Dini bilgilenme esnasında sık sık karşılaşılan bu terimlerin tam karşılığını bir çoğumuz yeterince bilmeyiz. İşte burada Müslüman olarak bilmemiz gereken bazı temel terimleri açıklamaya çalışacağız. Fakat önce şunu ifade edelim ki, Müslüman’ın sergilediği her davranışın, söylediği her sözün ve yaptığı her hareketin sonucu, mutlaka bunları anlatan terimlerden birisi içine girmektedir.
İslam’ın, dinen sorumlu olabilecek durumdaki kişilerden bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını istemesi, bu isteğin kesin ve bağlayıcı olup olmaması, bu isteği bildiren delilin, Kur’an ve Sünnette yer alması ve belli bir anlamı göstermesinin kesin olup olmaması yahut mükellefin onu yapıp yapmamakta serbest bırakılıp bırakılmaması gibi kriterlere göre belirlenen bu terimler, genellikle farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, mekruh ve haram şeklinde yedi kısma ayrılır. Bunlar, dinen sorumlu konumdaki kişinin ortaya koyduğu eylemleri, dini sorumluluğu açısından anlatan terimlerdir.
Bu terimlerden Müslümanın yapması gerekenleri anlatanlar, kuvvetliden zayıfa doğru farz, vacip, sünnet ve müstehaptır. Zayıftan kuvvetliye doğru yapılmaması gerekenleri anlatanlar ise, tenzihen mekruh, tahrimen mekruh ve haramdır. Bu iki gurubun arasında da yapılması veya terk edilmesi hususunda herhangi bir dini yükümlülük bulunmayan fiil ve davranışları anlatanmübah terimi bulunmaktadır.
Hiçbir sözümüz ve davranışımızın sonucu, bunların dışında kalmaz. Ağzımızdan çıkan her sözün ve sergilediğimiz her davranışın sonucu mutlaka bunlardan biri içinde yer alır. Bu bakımdan Müslümanın, daima İslâmî duyarlılıkla hareket ederek söz ve eylemlerinin, dinen yasaklanmış bulunan alana girmemesi hususunda özen göstermesi gerekir.
DİNİ HÜKÜMLERİN KOYUCUSU
İnsanı yaratan Allah’tır. Onun için neyin hayırlı neyin zararlı olduğunu en iyi bilen de odur. Emrettiklerinde insanlar için muhakkak hayır, yasaklarında da muhakkak zararlar vardır. Bize düşen bunlara sarılmaktır.
Dinimizin iki temel kaynağı, Kur’an ve Sünnettir. İcma, kıyas ve diğer deliller temelde bu iki kaynağa dayanır. Hz. Peygamber dünya hayatına veda etmeden önce müminlere şu uyarıda bulunmuştur:
وَقَدْ تَرَكْتُ فِيكُمْ مَا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ إِن ِاعْتَََصَمْتُمْ بِهِ كِتَابُ اللهِ
“Size öyle bir şey bırakıyorum ki ona sıkı sarıldığınız sürece doğru yoldan asla sapmayacaksınız: Allah’ın kitabı.”
[2]
Kur’an ve Sünnette yer alan hükümlerin doğruluğuna ve geçerliliğine inanmak, Müslüman olmanın gereğidir. Mesela Müslümanın, şartlarını taşıyanlar için namazın, Ramazan orucunun, zekatın ve haccın farz oluşuna; haram kılınan hususlardan sakınılmasına inanması ve bunları kabul etmesi, mümin olmasının bir gereğidir. Allah ve Rasulü neyi emretmiş ve neyi yasaklamış ise, Müslümanların bunların doğru ve gerekli olduğuna inanması, sonra da gücü yettiğince bunlara uymaya çalışması dini bir zorunluluktur.
İslam’da bir şeyi helal kılma veya haram kılma, diğer bir ifadeyle helal ve haram kriterlerini belirleme yetkisi, sadece Allah ve Rasulüne mahsustur. Bu itibarla insanlar, Allah ve Rasulünün açık bir şekilde haram kıldığını helal yapamayacakları gibi helal kıldığını da haram yapamazlar. Bu bakımdan özellikle helal ve haramlara ilişkin olarak neyin doğru neyin yanlış olduğu hususunda keyfi değerlendirmelere girmek, heva ve hevese bağlı görüşler ileri sürmek İslam’la bağdaşmaz. Zira belirttiğimiz gibi helal, haram ve farz kılma ve bunlarla ilgili kriterler koyma yetkisi yalnızca Allah ve Rasulüne aittir. Dolayısıyla Allah ve Rasulü tarafından hükmü açıkça ortaya konanlardan başka bir takım farzlar belirleme veya haramlar koyma yetkisinin hiç kimseye verilmediği gerçeğini unutmamak gerekmektedir. Buna göre hiç kimse keyfi olarak kendince haramlar ve helaller belirleyerek Allah ve peygambere isnat edemez. Kur’ân-ı kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
وَلاَ تَقُولُواْ لِمَا تَصِفُ أَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هَـذَا حَلاَلٌ وَهَـذَا حَرَامٌ لِتَفْتَرُوا عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ
“Kendi yalanınızı (adeta) Allah’a isnat ederek öyle dilinize geldiği gibi yalan yanlış ‘Bu helaldir, şu haramdır’ demeyin; çünkü haberiniz olsun, Allah’a yalan isnat edenler asla kurtuluşa eremezler!” ( Nahl, 16/116).
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
إِنَّ الْحَلَالَ بَيِّنٌ وَإِنَّ الْحَرَامَ بَيِّنٌ وَبَيْنَهُمَا مُشْتَبِهَاتٌ لَا يَعْلَمُهُنَّ كَثِيرٌ مِنْ النَّاسِ فَمَنْ اتَّقَى الشُّبُهَاتِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ وَمَنْوَقَعَ فِي الشُّبُهَاتِ وَقَعَ فِي الْحَرَامِ كَالرَّاعِي يَرْعَى حَوْلَ الْحِمَى يُوشِكُ أَنْ يَرْتَعَ فِيهِ أَلَا وَإِنَّ لِكُلِّ مَلِكٍ حِمًى أَلَا وَإِنَّ حِمَى اللَّهِ مَحَارِمُهُ أَلَا وَإِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ أَلَا وَهِيَ الْقَلْبُ
"Muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere dalarsa harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o düzgün olursa, vücudun tamamı düzgün olur, eğer o bozulursa, vücudun tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir."
[3]
Bu çerçevede hiç kimse, Allah ve Peygamberin belirlemediği ne yeni bir ibadet ortaya koyabilir ne de bir farz. Aynı şekilde hiç kimse, ne Allah ve Peygamberinin koyduğu bir ibadeti kaldırabilir, ne de bir haram belirleyebilir. Dinin ve dolayısı ile şer’î hükümlerin koyucusu ve bunlarla ilgili temel kriterlerin belirleyicisi Allah ve Peygamberdir. Bu hususta İslam alimlerinin yaptığı, Allah ve Rasulünün koyduğu açık haramları ve helalleri ve bu husustaki ölçüleri anlatmak ve Allah ve Rasulünün ortaya koyduğu kriterler doğrultusunda dini meseleleri açıklamak ve güncelleştirmekten ibarettir. Dolayısı İslam dini, bir takım kimselere dini ve itikadi anlamda buyruklar ve yasaklar koyma yetkisi tanıyan yaklaşımları temelden reddetmektedir. İslam’ın orijinalitesini koruyabilen yegane din oluşu bundandır.
ŞER’î HÜKÜMLERİ ANLATAN TERİMLER
Farz
İslam alimleri, farzı, kesin bir delil ile kesin ve başlayıcı bir şekilde yapılması istenen dini yükümlülük şeklinde tanımlamaktadırlar. Buna göre farz; Allah ve Rasulünün, dinen sorumlu kişiden, yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir şekilde istediği dini yükümlülükler farz kapsamına girmektedir. Namaz kılmak, oruç tutmak ve zekât vermek gibi.
و اقيموا الصلوة و اتوا الزكوة
“Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin…” (Bakara 2/43).
يا ايها الذين امنوا اوفوا بالعقود
“Ey müminler! Akitleri yerine getirin…” (Maide, 5/1) anlamındaki âyetler, farz emirler ortaya koyan delillerdir. Aynı şekilde Kur’an’da adaleti, Salih amelleri en güzel biçimde yapmayı, akrabaya yardımı, ana babaya iyiliği, yetim malı yenmemesini emreden ayetler (Bakara, 2/183. Nahl 1/90. İsrâ, 17/23,34) farz emirler ortaya koyan delillere örnektir. Buna göre farz, ayet veya mütevatirsünnet gibi kesin olarak sabit olan bir nassla, açık bir şekilde yapılması emredilen dini yükümlülüktür.
Farz, mükellefin yerine getirme sorumluluğu açısından farz-ı ayın ve farz-ı kifâye şeklinde ikiye ayrılır. Farz-ı ayın, beş vakit namaz, Ramazan orucu gibi her mükellefin ayrı ayrı yapması gereken dini görevlerdir. Farz-ı ayın, bazılarının yapmasıyla diğer mükelleflerden düşmez.
Farz-ı kifâye, bazı mükelleflerin yapmasıyla diğerlerinin sorumluluğu kalkan farz demektir. Cenâze ile ilgili vazifeler ve cenâze namazı, toplum için zorunlu olan çeşitli ilim dallarında elemanlar yetiştirilmesi ve gerekli mesleklerin yerine getirilmesi ve meşru ölçüler içerisindeki vatandaşlık görevleri bunun örneğini teşkil eder. Bu görevleri toplumun bir kesimi yeterince yerine getirince diğerlerinden sorumluluk kalkar. Fakat hiç kimse bunları yerine getirmez veya yeterince yerine getirmezse, bütün Müslümanlar vebal altında kalır. Toplumda farz-ı kifayeyi yerine getirecek ikinci bir kişi bulunmazsa, artık bu farz, o kişi için farz-ı ayına dönüşür. Meselâ, cenâzeyi yıkayabilecek tek kişinin bulunması halinde, bunun yıkanması onu yapacak kişiye farz-ı ayın olur. Toplumda bir olayla ilgili şahitlik yapacak yahut hastayı tedavi edecek başka kimse bunmadığında bu görevlerin yerine getirilmesi, bunu yapacak durumda bulunan kişiler için farzı ayn haline gelir.
Farzı yapan sevap kazanır, özürsüz olarak yapmayan günahkâr olur, azabı hak eder, inkar eden ise dinden çıkmış olur. Farz-ı kifayenin sevabı, yalnız onu işleyene aittir.
Vâcib
Dini bir terim olarak vacip de farz gibi yapılması kesin ve bağlayıcı bir şekilde istenen dini yükümlülüktür. Ancak vacip, delil yönünden farz kadar güçlü değildir. Bunun sebebi, delilinin farz kadar kesin olmamasıdır. Kendi asli tanımlamasıyla söylemek gerekirse vacibin delili zannidir. Yani vacibin delili, sabit oluş yönüyle veya bir hüküm ortaya koymadaki açıklık bakımından kesin değil zannidir. Vitir ve bayram namazları gibi.
Farz ve vâcibin her ikisi de, bağlayıcı ve kesin olarak yapılması istenen şeylerdir. Ancak belirttiğimiz gibi farz, hem hükmü göstermesi açısından hem de sabit olması bakımından kesin delile dayanmakta iken vâcip, kesin olmayan, zannî bir delile dayanmakta veya hükmü göstermesi açısından farz kadar kesinlik taşımamaktadır.
Farzda olduğu gibi vâcibin de, kesin olarak yapılması gerekir. Yerine getiren sevap alır. Özürsüz olarak terk eden ise farzın terki ölçüsünde olmasa da yine de günaha girer ve azabı hak eder. Yerine getirilmesinin gerekliliği bakımdan ikisi arasında bir fark bulunmadığından bazı ilim adamları vacibe amelî farz da demişlerdir. Ancak vâcibi inkar eden kâfir olmaz. Şu kadar var ki, vacibin inkar edilmesi dinen bid'at ve günahtır.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, dinen sorumlu kişiden istenen yükümlülüğün dayandığı delil her bakımdan kesin ve bağlayıcı ise bu yükümlülük farz adını almaktadır. Böyle bir delilin sabit oluşunda veya hüküm ifade etmesinde zannilik var ise bunun gösterdiği yükümlülük de vacip adını almaktadır. Mesela kesin delille açık ve bağlayıcı bir şekilde emredilen Ramazan orucu farzdır. Zanni delille emredilen sadaka-ı fıtır ise vaciptir.
Sünnet
Bir fıkıh terimi olarak sünnet, Hz. Peygamberin farz ve vacip olmayarak yaptığı dini görevlerdir. Buna göre sünnet, dinde farz ve vacip olmaksızın yapılması istenen ve Peygamber Efendimiz tarafından pek terk edilmeyen işlerdir.
Sünnet ikiye ayrılmaktadır. Sünnet-i müekkede (kuvvetli sünnet) ve Sünnet-i gayr-ı müekkede (kuvvetli olmayan sünnet).
Sünnet-i Müekkede, Peygamber Efendimizin devam edip de pek az terk ettiği ibadetler, davranışlar ve işlerdir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri gibi. İslam dininde büyük bir dikkatle ve önemle benimsenen ezan, ikamet ve cemaate devam gibi sünnetlere "Sünen-i Hüda" denir ki bunlar da birer müekked sünnettir.
Sünnet-i gayr-ı müekkedeler; dinî vecîbelerin birer tamamlayıcısı konumunda olan fiiller ile Hz. Peygamber’in ibadet maksadı ile bazen yaptığı, bağlayıcı olmadığını göstermek maksadıyla bazen terk ettiği veya bizzat edasının vacip olmadığına işaret ettiği sünnetlerdir. Yatsı ve ikindi namazlarının ilk sünnetleri gibi.
Peygamber Efendimizin yeme, içme, giyinme, uyuma adabı gibi ibadet kastı olmadan, insan sıfatıyla yaptığı mutat davranışlarınaSünen-i Zevâid denir. Bu gibi hususlarda Hz. Peygamber’e uymak müstehaptır ve şefaatine vesiledir. Sünen-i Zevâide uymayan bir kimse için dini açıdan bir ceza ya da kınanma söz konusu değildir.
Müekked sünnetlerle "Sünen-i Hüda" adı verilen sünnetlerin yapılmasında sevap vardır. Kasten terk edilmelerinde herhangi bir dini ceza yok ise de, bunların sevabından mahrumiyet ve dinen hoş karşılanmama durumu söz konusudur.
Gayr-i müekked ile "Zevaid" sünnetlerin yapılması dinen güzeldir. Sevgili Peygamberimize uymanın bir nişanı olduğundan, bunları yapmak, sevaba ve Peygamberimizin şefaatına kavuşmaya bir yoldur. Fakat bunların yapılmaması dinen kınanmaz.
Hadis ilminde ise Sünnet, Hz. Peygamber’den gelen söz, fiil ve onaylara denir ki fıkıh usulünde, Kur’an’dan sonra şer’î delillerin ikincisi olarak kabul edilir.
Müstahap
Sözlük anlamı itibariyle hoşlanılan, sevilen, sevimli olan, tercih edilen şey anlamına gelen Müstehap, fıkıh terimi olarak Peygamber Efendimizin bazen yaptıkları ve bazen da terk ettikleri ibadetler ve ibadetlere ilişkin bazı hususlar ve bir takım davranış ve işlerdir. Kuşluk namazı gibi. Bu bir nevi müekket olmayan sünnettir. Peygamber Efendimiz, müstahap olarak ifade edilen bazı şeyleri sevmiş ve kendi hayatında uygulamıştır. İlk kuşak Müslümanlar da bunları seve seve yapmışlar ve bunların yapılmasını öğütlemişlerdir.
Müstahap olan şeye, sevap kazandırıcı olup yapılması istendiğinden ötürü mendup ve fazilet, farz ve vacib üzerine ilave olarak yapıldığı için nafile, kesin bir emre dayanmaksızın sadece bir sevap isteği ile yapıldığı için tatavvu, güzel ve övgüye değer bir iş olduğu için de edeb denmiştir.
Müstahap olan şeyin yapılmasında sevap vardır. Terk edilmesinde dini bir ceza ve kınanma söz konusu değildir. Müstehabın terk edilmesi, daha iyi ve güzel olanın terk edilmesi anlamına gelmektedir.
Herhangi bir zorunluluk olmaksızın yapılması teşvik edilen ve özendirilen şey anlamına gelen mendup da bazen sünnet ve müstehab terimleri ile ifade edilir.
Mendubu işleyen sevap ve mükafata hak kazanır; terk eden ise kınanmaz.
Mubâh
Sözlükte açıklanan, açığa konan, salıverilen, helâl kılınan gibi anlamlara gelen mubâh, yapılması ve yapılmaması dinde caiz görülen şeydir. Ne yapılmasında, ne de yapılmamasında günah vardır. Helal olan bir yiyeceği yiyip yememek gibi. Dinen sorumlu kişinin mübahı yapması veya yapmaması sevap veya günahı gerektirmemekle birlikte mubah olan şeylerin iyi niyetle, sözgelimi haramdan sakınmak niyetiyle işlenmesi halinde işleyen sevap kazanır. Meselâ, çalışıp helal rızık kazanmak amacıyla zamanında yatıp uyumak ve dinlenmek, ibâdete hazırlanmak amacıyla yemek içmek böyledir. Mübah bazı şeylerin terk edilmesi, kişinin sağlığına zarar verecek veya sorumluluklarını yerine getirmesini aksatacak olursa; bu takdirde mübahın terk edilmesiyle günaha girilir. Mesela sağlığını tehlikeye düşürecek derecede yememek içmemek böyledir.
Hakkında hiçbir dini yasaklama ve kısıtlama bulunmayan hususlar, dinen mübah kapsamına girer. Fıkhın genel kuralları içinde yer alan, ‘Eşyada asıl olan mübah olmaktır’ külli kaidesi, bunu ifade etmektedir.
Helal ve caiz terimleri de çoğunlukla bir şeyin mübah olduğunu anlatmak için kullanılmaktadır. Buna göre bir şey, dinin açık bir hükmüne, yasağına ve ilkesine aykırı olmadıkça helaldir, meşrudur.
Sözlükte, mümkün olmak, serbest olmak ve geçerli olmak anlamlarına gelen caiz kelimesi; bir fıkıh terimi olarak, bir söz veya davranışın dinen yapılmasına müsaade edildiğini ifade eder. Câiz, mubahtan daha kapsamlı bir terim olup, farz, vacip, mendub, mubah ve tenzihen mekruhu içine alacak şekilde geniş bir kullanım alanına sahiptir.
Mekrûh
Sözlükte sevilmeyen, hoşlanılmayan, kötü görülen ve hoş görülmeyen şey anlamına gelen mekruh, bir fıkıh terimi olarak, dinen kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda yapılmaması istenen şey demektir.
Mekruh iki kısma ayrılır: Tahrîmen mekruh, harama yakın olan mekruhtur. Tenzîhen Mekrûh ise, helala yakın olan mekruhtur.
Aslında tahrimen mekruhun da haram gibi yapılmaması kesin ve bağlayıcı olarak istenmiştir. Ancak, bunu isteyen delil, haramı belirleyen delil kadar kesin değildir. Tahrimen mekruh, sonuç bakımından harama yakın derecede bulunduğu için buna amelî haram da denilmiştir. Yani tahrimen mekruhun işlenmesi neredeyse haram hükmündedir. Bu sebeple tahrimen mekruhu işlemek, haram bir fiili işlemek gibi dinen günah ve cezayı gerektirir; bunlardan uzak durmak ise dinen övülmeye ve sevaba vesiledir. Ancak inanç yönünden haram ile tahrimen mekruh arasında fark vardır; haramı inkar eden kişi dinden çıktığı halde tahrimen mekruhu inkar eden dinden çıkmış olmaz, bid’at sahibi olarak görülür.
Tenzihen mekruh olan bir şey ise, helale yakındır. Dinen herhangi bir bağlayıcılığı olmaksızın yapılmaması istenen hususlar genellikle tenzihen mekruh kapsamına girmektedir. Tenzihen mekruhun işlenmesi, dinen günah ve cezayı gerektirmemekle birlikte bunlardan kaçınmak, sevap kazandırıcı olup dinen güzel görülür. Dinî duyarlılığı olan faziletli kişiler bundan kaçınırlar.
Fıkıh kitaplarında bir kayda bağlanmaksızın mutlak olarak mekruh diğer bir deyişle kerahatten söz edildiği zaman, bundan genellikle tahrimen mekruh kastedilir.
Haram
Dinimizce yapılması kesin bir delille kesin ve bağlayıcı bir şekilde yasaklanan şeye haram denir. Haksız yere adam öldürmek, zina etmek, hırsızlık yapmak, içki içmek, kumar oynamak, domuz eti yemek, anne ve babaya karşı gelmek gibi. Bir şeyin yapılması, kullanılması, yenilip içilmesi kesin bir delille yasaklanmış ise, bunların yapılması dinen haram olur.
Haramı işleyen kimse ceza ve azabı hak eder. Dini duyarlılığı sebebiyle haramdan kaçınan kişi ise sevap kazanır.
Haramı inkâr eden dinden çıkar. Aynı şekilde haram olduğu kesin olarak bilinen bir şeyi helal saymak da insanı dinden çıkarır.
Haramların işlenmesi, Allah’ın koyduğu sınırların çiğnenmesi demektir. Bu bakımdan haramlardan kesinlikle uzak durmak gerekmektedir. Çünkü haramlara fütursuzca dalmak, Yüce Allah’ın gazabına yol açabilir. Sanki hiçbir şey olmayacakmış gibi bir rahatlık içerisinde haramlara dalmak, bir Müslüman için en büyük felaketlerdendir. Bu bakımdan haramlara karşı tavır almayan ve bu konuda dikkatsiz davranan kişilerin gerçek takvaya ulaşabilmeleri mümkün olmaz.
Allah’ın koyduğu sınırların korunması ve bunların ihlal edilmemesi Müslüman açısından son derece önemlidir. Haramlar, kişiyi ateşe götürür. Bunlar, dünya ve âhirette huzursuzluk kaynağıdır.
SONUÇ
Her şeyi bilen yalnızca Allah’tır. Allah’tan başka herkesin bilgisi, sınırlıdır. Bununla birlikte İslam dini, insanın ilim öğrenmesi için gerekli bütün yolları açık tutmuştur. İlim öğrenmek için, zaman, mekan, yaş sınırı koymamıştır. Erkek ve kadın herkese beşikten mezara kadar ilim öğrenmeyi farz kılmıştır. Kişinin hayatının her aşamasında ve her safhasında asla ilimden kopmamasını istemiştir.
İslam dini, ilim öğrenmeyi ve ilim öğretmeyi ibadet kabul etmiştir. İbadete gösterilen özenin ilim öğrenirken ve öğretirken de gösterilmesini istemiş, alimlerin kalemlerinden akan mürekkebin şehitlerin kanlarına denk olduğunu bildirmiştir.
Uzmanlık gerektiren işlerde, mutlaka gerekli bilgilerle donandıktan sonra işe başlamayı tavsiye eden dinimiz, yalın bilgiye değil, yaşanan bilgiye önem verir.
Müslümanın günlük hayatıyla ilgili dini bilgileri içeren ilmihal kitapları, dini hayatımızda çok önemli bir yer tutar. İşte burada açıklamaya çalıştığımız dini terimler, ilmihal kitaplarının alfabesi mahiyetindedir. Bu bakımdan bunların doğru bir şekilde bilinmesi, müminler için çok önemlidir.
[1] Bu bölüm, Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Dr. Ekrem KELEŞ tarafından kaleme alınmıştır.
[2] İbn Mace, Menâsik 84, III, 1025. Ebû Davud, Menâsik 57, II, 462.
[3] Müslim, Müsâkat 107. II, 1219-1220;. Buhari, İman 39, I, 19, Büyû' , 2, III, 4.
.
www.mavirize.com/nedir-836-efal-i-mukellefin-nedir-kac-tanedir.html
Efal-i Mükellefin Nedir Kaç Tanedir Nedir Vikipedi. 24 Kasım 2011. 32 yorum. 1.598 kez görüntülendi. İslâm
Efal-i Mükellefin Nedir Kaç Tanedir Nedir Vikipedi
.İslâm dîninin bildirdiği emrlere ve yasaklara “Ahkâm-ı şer’ıyye” veyâ “Ahkâm-ı islâmiyye” denir. Bunlara “Ef’âl-i mükellefîn” de denilmekdedir. Ef’âl-i mükellefin sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm, mekrûh ve müfsid.
1- FARZ: Allahü teâlânın, yapılmasını âyet-i kerîme ile açıkca ve kesin olarak emr etdiği şeylere farz denir. Farzları terketmek harâmdır. İnanmıyan ve yapılmasına ehemmiyyet vermeyen kâfir olur. Farz iki çeşiddir:
Farz-ı Ayn: Her mükellef olan müslimânın bizzat kendisinin yapması lâzım olan farzdır. Îmân etmek, abdest almak, gusl etmek (ya’nî boy abdesti almak), beş vakt namâz kılmak, Ramezân ayında oruc tutmak, zengin olunca zekât vermek ve hacca gitmek, farz-ı ayndır. [Otuz iki farz ve elli dört farz meşhûrdur.]
Farz-ı Kifâye: Müslimânlardan bir kaçının veyâ sâdece birinin yapması ile diğerlerinin sorumlulukdan kurtulduğu farzlardır. Verilen selâmın cevâbını söylemek, cenâzeyi gasl etmek [ya’nî yıkamak], cenâze namâzı kılmak, Kur’ân-ı kerîmin temâmını ezberleyip hâfız olmak, cihâd etmek, san’atına, ticâretine lâzım olandan fazla din ve fen bilgilerini öğrenmek gibi farzlar böyledir.
2- VÂCİB: Yapılması farz gibi kesin olan emrlere denir. Bu emrin Kur’ân-ı kerîmdeki delîli farz kadar açık değildir. Zannî (şübheli) olan bir delîl ile sâbitdir. Vitr namâzını ve Bayram namâzlarını kılmak, zengin olunca kurban kesmek, fitre (sadaka-i fıtr) vermek vâcibdir. Vâcibin hükmü farz gibidir. Vâcibi terk etmek, tahrîmen mekrûhdur. Vâcib olduğuna inanmıyan kâfir olmaz. Fekat, yapmayan Cehennem azâbına lâyık olur.
3- SÜNNET: Allahü teâlânın açıkca bildirmeyip, yalnız Peygamber efendimizin yapılmasını övdüğü, yâhud devâm üzere kendisinin yapdığı veyâhud yapılırken görüp de mâni’ olmadığı şeylere “Sünnet” denir. Sünneti beğenmemek küfrdür. Beğenip de yapmıyana azâb olmaz. Fekat özrsüz ve devâmlı terk eden itâba, azarlanmaya ve sevâbından mahrûm olmaya lâyık olur. Meselâ, Ezân okumak, ikâmet getirmek, cemâ’at ile namâz kılmak, abdest alırken misvâk kullanmak, evlendiği gece yemek yidirmek ve çocuğunu sünnet etdirmek gibi.
Sünnet iki çeşiddir:
Sünnet-i Müekkede: Peygamber efendimizin devâmlı yapdıkları, pek az terketdikleri kuvvetli sünnetlerdir. Sabâh namâzının sünneti, öğlenin ilk ve son sünnetleri, akşam namâzının sünneti, yatsı namâzının son iki rek’at sünneti böyledir. Bu sünnetler, aslâ özrsüz terk olunmaz. Beğenmeyen kâfir olur.
Sünnet-i Gayr-i Müekkede: Peygamber efendimizin, ibâdet maksâdı ile arasıra yapdıklarıdır. İkindi ve yatsı namâzlarının dört rek’atlık ilk sünnetleri böyledir. Bunlar çok kerre terk olunursa, bir şey lâzım gelmez. Özrsüz olarak büsbütün terk olunursa itâba ve şefâ’atden mahrûm olmaya sebeb olur.
Beş-on kimseden birisi işlese, diğer müslimânlardan sâkıt olan sünnetlere de “Sünnet-i alel-kifâye” denir. Selâm vermek, i’tikâfa girmek gibi. Abdest almağa, yimeğe, içmeğe ve her mübârek işe başlarken besmele çekmek sünnetdir.
4- MÜSTEHAB: Buna, mendub, âdâb da denir. Sünnet-i gayr-i müekkede hükmündedir. Peygamber efendimizin ömründe bir iki kerre dahî olsa yapdıkları ve sevdikleri, beğendikleri husûslardır. Yeni doğan çocuğa yedinci gün ism koymak, erkek ve kız çocuğu için akîka hayvanı kesmek, güzel giyinmek, güzel koku sürünmek müstehabdır. Bunları yapana çok sevâb verilir. İşlemeyene azâb olmaz. Şefâ’atden mahrûm kalmak da olmaz.
5- MUBÂH: Yapılması emr olunmayan ve yasak da edilmeyen şeylere mubâh denir. Ya’nî günâh veyâ tâ’at olduğu bildirilmemiş olan işlerdir. İyi niyyetle işlenmesinde sevâb, kötü niyetle işlenmesinde azâb vardır. Uyumak, halâlinden çeşidli yemekler yimek, halâl olmak şartıyle türlü elbise giymek gibi işler, mubâhdırlar. Bunlar, İslâmiyyete uymak, emrlere sarılmak niyyetiyle yapılırsa sevâb olurlar. Sıhhatli olup, ibâdet yapmaya niyyet ederek, yimek içmek böyledir.
6- HARÂM: Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde, “yapmayınız” diye açıkça yasak etdiği şeylerdir. Harâmların yapılması ve kullanılması kesinlikle yasaklanmışdır. Harâma, halâl diyenin ve halâle, harâm diyenin îmânı gider, kâfir olur. Harâm olan şeyleri terk etmek, onlardan sakınmak farzdır ve çok sevâbdır.
Harâm iki çeşiddir:
Harâm li-aynihî: Adam öldürmek, zinâ, livâta etmek, kumar oynamak, şarâb ve her dürlü alkollü içkileri içmek, yalan söylemek, hırsızlık yapmak, domuz eti, kan ve leş yimek, kadınların, kızların başı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları harâm olup, büyük günâhdırlar. Bir kimse, bu günâhları işlerken Besmele okusa veyâ halâl olduğuna i’tikâd etse, yâhud Allahü teâlânın harâm etmesine ehemmiyet vermese, kâfir olur. Bunların harâm olduğuna inanıp, korkarak yapsa kâfir olmaz. Fekat Cehennem azâbına lâyık olur. Eğer ısrâr edip, tevbesiz ölürse, îmânsız gitmeye sebeb olur.
Harâm li-gayrihî: Bunlar aslları i’tibâriyle halâl olup, başkasının haklarından dolayı harâm olan şeylerdir. Meselâ bir kişinin bağına girip, sâhibinin izni yok iken meyvesini koparıp yimek, ev eşyâsını ve parasını çalıp kullanmak, emânete hıyânet etmek, rüşvet, fâiz ve kumar ile mal, para kazanmak gibi. Bunları yapan kimse, yaparken Besmele söylese veyâhud halâldir dese kâfir olmaz. Çünki, o kişinin hakkıdır, geri alır. Beşbuçuk arpa (bir dank) ağırlığında gümüş kıymeti kadar hak için, yarın kıyâmet gününde cemâ’at ile kılınmış yediyüz rek’at kabûl olunmuş namâzın sevâbı, Allahü teâlâ tarafından alınıp, hak sâhibine verilir. Harâmlardan kaçınmak, ibâdet yapmakdan dahâ çok sevâbdır. Onun için harâmları öğrenip, kaçınmak lâzımdır.
7- MEKRÛH: Allahü teâlânın ve Muhammed aleyhisselâmın, beğenmediği ve ibâdetlerin sevâbını gideren şeylere mekrûh denir.
Mekrûh iki çeşiddir:
Tahrîmen mekrûh: Vâcibin terkidir. Harâma yakın olan mekrûhlardır. Bunları yapmak azâbı gerekdirir. Güneş doğarken, tam tepede iken ve batarken namâz kılmak gibi. Bunları kasıtla işleyen âsî ve günahkâr olur. Cehennem azâbına lâyık olur. Namâzda vâcibleri terk edenin, tahrîmi mekrûhları işleyenin, o namâzı iâde etmesi vâcibdir. Eğer sehv ile, unutarak işlerse, namâz içinde secde-i sehv yapar.
Tenzîhen mekrûh: Mubâh, ya’nî halâl olan işlerine yakın olan, yâhud, yapılmaması yapılmasından dahâ iyi olan işlerdir. Gayri müekked sünnetleri veyâ müstehabları yapmamak gibi.
8- MÜFSİD: Dînimizde, meşrû olan bir işi veyâ başlanmış olan bir ibâdeti bozan şeylerdir. Îmânı ve namâzı, nikâhı ve haccı, zekâtı, alış ve satışı bozmak gibi. Meselâ, Allaha ve kitâba söğmek küfr olup, îmânı bozar. Namâzda gülmek, abdesti ve namâzı bozar. Oruclu iken bilerek yimek, içmek orucu bozar.
Farzları, vâcibleri ve sünnetleri yapana ve harâmdan, mekrûhdan sakınana ecr, ya’nî sevâb verilir. Harâmları, mekrûhları yapan ve farzları, vâcibleri yapmayana günâh yazılır. Bir harâmdan sakınmanın sevâbı, bir farzı yapmanın sevâbından kat kat çokdur. Bir farzın sevâbı, bir mekrûhdan sakınmanın sevâbından çokdur. Mekrûhdan sakınmanın sevâbı da, sünnetin sevâbından çokdur. Mubâhlar içinde, Allahü teâlânın sevdiklerine “Hayrât ve Hasenât” denir. Bunları yapana da sevâb verilir ise de, bu sevâb, sünnet sevâbından azdır
.
islamvedinim.tr.gg/efali-mukellefin.htm
Ef'âl-i mükellefin sekiz tanedir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mübah, haram, .... "Merhaba ziyaretçi
.EF'ÂL-İ MÜKELLEFİN
Yükümlülük sahibi olanların yaptıkları işler, fiiller.
Ef'âl "fiil", mükellefin de "mükellef" kelimesinin çoğuludur. "Teklif" mastarından türetilmiş olan bu kelime "yükümlülük sahibi kişi" anlamındadır. Şer'i ıstılahta: "İslâmî emir ve yasakların muhatabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse" demektir. Bu terkip "yükümlülerin fiilleri" diye Türkçeleştirilebilirse de fıkıh ıstılahında "yükümlülerin fiillerinin şer'î hükümleri" anlamında kullanılmıştır.
Ef'âl-i mükellefin sekiz tanedir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh ve müfsid. Bu taksim Hanefi hukukçularına göredir.
1. Farz: Sübûtu ve ifâde ettiği anlamı (delâleti) kesin olan delillerle Allah veya Rasûlünün emrettiği fiiller "farz" adını alır. Farzlar, te'vile (başka anlama) gelme ihtimali bulunmayan âyet veya mütevâtir hadislerle sâbit olur. Namaz, oruç, hac, ibâdetleri gibi. Bunlarla ilgili hem kesin âyetler vardır, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.)'in tevâtüre varan yollarla nakledilmiş hadisleri mevcuttur. Farzın hükmü işleyene sevap, terkedene ceza olması; inkâr edenin veya küçümseyenin dinden çıkmasıdır. Bu da farzı ayrı ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:
a) Farz-ı Ayn: Her yükümlü müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardır. Bir kısmının işlemesiyle diğerlerinden yükümlülük kalkmaz. Abdest, beş vakit namaz, ramazan orucu, mükellef olana hacc ve zekât ile İslâm toprakları saldırıya uğradığında cihada çıkmak gibi.
b) Farz-ı Kifâye: Yükümlü müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir. Bir kısım müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri sorumluluktan kurtulur. Cihad etmek. Kur'ân-ı Kerîm dinlemek, Kur'ân-ı Kerîm ezberlemek, selâm almak, cenaze namazı kılmak gibi. Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu işleyenlere âit olur. Bu farzı hiçbir kimse yerine getirmezse bütün toplum günahkâr olur. Bir ibâdetin rükünleri ve şartları kabılinden olan farzlardan birinin terkedilmesi ibâdetin sıhhatine engel olur. Terk kasten olsun yanlışlıkla olsun hüküm değişmez. Kasten terk halinde ayrıca günâha girme vardır. Namaz kılarken rükû veya secde etmeyi terketmek gibi.
2. Vâcib: Farzla sünnet arasında kalan ve amel bakımından farz gibi kabul edilen emirlerdir. Bunları işleyene sevap, özürsüz terk edene ceza gerekir. İtikadı açıdan, inanma bakımından farzın hükmü gibi değildir. Yani vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz. Bir ibâdetin vâciblerinden birisini kasden terketmek tahrimen mekruhtur, Sehven (yanlışlıkla) terketme hâlinde ise sehiv secdesi gerekir. Vâcibin de kifâye olânı vardır. Şâban ve Ramazan ayı sonlarında hilâli gözetlemek vacibtir. Fakat herkese vâcib değildir. Diğer vâcib amellere örnek: Kurban kesmek, vitir ve bayram namazı kılmak, yakın hısımlardan ihtiyaç içinde olanlara yardım etmek gibi. Vâcib; sübûlu kat'ı ve delâleti zannı olan delille sabit olur. Bu delil te'vile uğramış âyet veya hadis şeklinde olabilir. Mesela: Kur'ân-ı Kerim'de:
"Namaz kıl, kurban kes" (el-Kevser, 108/2) buyurulur. Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme emrinin muhâtabı Hz. Peygamberdir. Yani bunlar Hz. Peygamber için farz hükmünde olur. Ancak emrin, diğer müslümanları kapsayıp kapsamadığı kesin değildir. Ancak bu emirlerin diğer müslümanların kapsadığı daha kuvvetli görüştür. Böylece sünnetten daha kuvvetli, fakat âyetteki delâletin kesin olmaması yüzünden farz derecesine ulaşmayan bir emir çeşidi ortaya çıkmış olur ki buna vâcib denir (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, VIII/, 6200 vd.).
3. Sünnet: İyi ahlâk, iyi huy. Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri, işleri ve takrirleri. Misvak kullanmak, cemâatle namaz kılmak gibi. Sünnet, müekked ve gayr-i müekked olma küzere iki kısma ayrılır.
a) Müekked Sünnet: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in devamlı işleyip nâdiren terk ettikleri farz ve vâcib olmayan amelleridir. Terkedilmesinde "itâb" vardır. Sabah, öğlen ve akşam namazlarındaki sünnetler ve çocukların sünnet ettirilmesi gibi.
b) Gayr-i Müekked Sünnet: Hz. Peygamber'in çok defa edâ edip, bazan terkettikleri sünnet. Namazda uzun okuma, ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi. Gayr-ı müekked sünnetlere müstehab ve mendûb isimleri de verilir.
Usûl bilginleri sünneti ikiye ayırmışlardır.
a) Sünnet-i Hudâ: Bunlar ibâdetlerle ilgili dinin tamamlayıcı olan sünnetleridir. Terkeden kınanır. Ezan okumak, kamet getirmek ve cemaatle namaz kılmak gibi.
b) Sünnet-i Zevâid: İbâdetlerle ilgili olmayan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetlerine denir. Bunları terkeden kınanmaz. Namazın rükünlerini uzatmak ve Hz. Peygamber'in yemesi, içmesi, oturması, kalkması gibi fiillerinin taklit edilmesi. Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Allah'ın Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21).
Sünnet mutlak olarak kullanıldığında Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetini de kapsar. Ayrıca farz ve vâcibde olduğu gibi sünnetin kifâyî çeşidi de bulunur. Ramazan'ın son on gününde itikaf yapmak ve terâvih namazını cemaatle kılmak gibi. Farz namazlarda cemâat sünnet-i ayn'dır. Yani bir kısım müslümanların cemâatle namaz kılması, diğerlerinden sünnet yükümlülüğünü kaldırmaz.
Sünnet hükmü, farz ve vâcibden az sevap kazandırır. Kasden terk halinde ceza değil, kınama gerekir.
4. Müstehab: Buna mendub da denir. Hz. Peygamber'in bazan işleyip, bazan terk buyurdukları, selef-i sâlihinin sevip işlediği ve rağbet ettikleri işlerdir. Bazı nâfile namaz ve oruçlar gibi. Müstehabın hükmü; işlenmesinde sevap olup, terkinde kınama bulunmamasıdır. Müstehab genellikle gayr-i müekked sünnet ile eş anlamlıdır.
5. Mübah: Yükümlünün yapıp yapmamakta muhayyer bulunduğu işlerdir. Bunun hükmü işlenmesinde veya terk edilmesinde sevap veya kınamanın bulunmamasıdır. Eşyada asıl olan mubahlıktır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "O Allah arzda olan şeylerin hepsini sizin için yaratmıştır" (el-Bakara, 2/19). Bazan şartlar değişince, hükümler de değişir. Meselâ, haram olan şeylerden yemek içmek mübahtır. Ancak ölmemek için ihtiyaç miktarınca haram olan şeylerden de yiyip içmek farz olur. Eğer yenilen mal, başkasına aitse, yiyen bunu tazmin eder. Bu şekilde yiyip kendisini ölümden kurtarmakla sevap bile kazanır. Yemenin namazı ayakta kılacak ve oruç tutmaya kolaylık olacak ölçüde tutulması mendub ve müstehabdır. Şişmanlık için yemek mekruh, misafire ikram dışında doyduktan sonra yemeğe devam etmek haram sayılmıştır. Ancak cihad gibi bir hizmet için güçlenmek üzere fazla yemekte bir sakınca görülmemiştir. Mübah ve meşrû' eş anlamlıdır.
6. Haram: Yasaklanmış olan ve terk edilmesi istenen şeylere gayr-ı meşrû denir. Bunlardan sübût ve delâlet bakımından kesin delille sâbit olanlara "haram"; yalnız sübût veya delâletten birisi ile yasaklanmış bulunanlara ise "mekruh" denir. Harama, mahrem veya mahzur adı da verilir .
Haramın hükmü; terkine sevap, islenmesine ceza gerekmesi ve helâl ve mübah sayanın dinden çıkmasıdır. İçki içmek, kumar oynamak, anaya-babaya âsi olmak gibi.
7. Mekruh: Subûtu kat'i delâleti zannı veya subûtu zannı, delâleti kat'ı delille sâbit olan şeyler mekruh adını alır. Mekruhun hükmü amel bakımından haramın hükmü gibidir. Terkine sevap, işlenmesine ceza korkusu vardır. Mekruhun helâl olduğuna inanan kimse dinden çıkmaz. Midye istiridye, ıstakoz ve benzeri balık cinsinden olmayan deniz hayvanlarını yemek, cuma saatinde alış-veriş etmek, abdest ve gusülde suyu israf etmek.
Mekruhun harama yakın olanına "tahrimen mekruh"; helâle yakın olanına ise "tenzîhen mekruh" denir. Birincisi vâcib karşıtı olarak kullanılır. Ebû Hanife ve İmam Ebû Yûsuf'a göre tahrimen mekruh, haram değilse de, ona yakındır. İmam Muhammed'e göre ise gayr-i meşrû, haram demektir. Ancak haramlığına kesin delil bulunmadığı için "Mekruh" tâbirini kullanmıştır. Mutlak sünnet kelimesi "müekked sünnet" anlamında kullanıldığı gibi, mekruh ifadesi de prensip olarak "tahrîmen mekruh" anlamında kullanılır. Ebû Hanife, mücerred mekruh kelimesiyle "tahrîmen mekruhu" kasdettiğini Ebû Yûsuf'un sorusu üzerine açıkça ifade etmiştir (Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1316, s.4-12).
Tahrîmen mekruh ifadesi de tenzihen mekruh ifadesi yerine kullanılır. Meselâ; Başka su varken kedi artığı olan suyu içmek ve kullanmak tenzîhen mekruhtur. Abdestte suyu israf etmek mekruh olduğu gibi, çok az kullanarak guslü mesh derecesine getirmek de mekruhtur.
8: Müfsîd: Başlanan bir ameli bozan ve ibtal eden kimsedir. Müfsidin yani başlanan bir ameli bozanın hükmü, bunu özürsüz olarak kasden yapmışsa cezanın gerekmesi, sehven yapmışsa cezanın gerekmemesidir. Başlanan bir orucu veya namazı bozmak gibi.
Sonuç olarak akıllı ve ergenlik çağına gelmiş olan her mü'minin günlük hayatta yapmış olduğu fiiller yukarda açıkladığımız sekiz maddeden birisine girer. Meselâ; meşru yoldan kazanç elde etmek helâl; rüşvet almak haram, ihtiyaç halinde karz-ı hasen almak mübah (câiz); muhtâca ödünç para vermek mendub; borcunu ödemek farz; sıkıntıda olan borçluya genişlik zamanına kadar süre vermek vâcibdir. Dinin emir ve yasaklarını öğrenmek her müslüman kadın ve erkeğe farz-ı ayn; başkalarına fayda verecek derecede ilim öğrenmek farz-ı kifâye; şer'î ilimlerde ihtisas sahibi olmak mendub; övünmek için öğrenmek mekruhtur. Satım akdinin gerektirmediği ve taraflardan yalnız birisinin yararına olân bir şârt müfsid ve böyle bir akid fâsittir. Her insan gücü dâhilindeki fiilleri yapmakla mükelleftir. Gücünün dışındaki işlerle sorumlu tutulmaz. (Fakir olana zekât ve hacca gitmenin emredilmesi gibi).
"Teklif-i mâ lâ yutak" yani yapılması mümkün olmayan zor işlerden sorumlu tutmak. Zira "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler" (el-Bakara, 2/286).
İnsana görev teklif edilebilmesi için, sorumluluğu yüklenmeye ehliyetli olması lâzımdır. Ehliyet kişinin lehine ve aleyhine olan şer'î teklifleri yerine getirmeye salâhiyetli bulunmasıdır.
Ehliyet, "vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" olmak üzere iki kısımdır:
a) Vücûb Ehliyeti: Mükellefin, insanın kendi lehine ve aleyhine âit meşrû hakların gerekliliğine salâhiyet sahibi bulunması (vâris olma hakkını lüzûmuna salâhiyetli bulunması gibi).
b) Edâ Ehliyeti: İnsanın kendisinden şer'ân mûteber olacak şekilde fiillerin meydana gelmesine salâhiyet sahibi olması. Bu da, kâmil ehliyet (akıllı ve buluğa ermiş bir insanın sahib olduğu ehliyet; kendisinin nikâh akdini kabulü, alış-veriş, icâre gibi fiilleri meydana getirmeye tam salâhiyetli olması gibi) ve kasır ehliyet (mümeyyiz bir çocuğun veya matuh (bunamış) bir kimsenin yaptığı işlerin bir kısmının sahih ve mûteber, bir kısmının ise mûteber olmaması gibi) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye Kamusu, I, 31).
Allah ve Rasûlünün müslüman fertleri sorumlu tuttuğu fiiller önem sırasına göre itikat, ibâdât, muâmelât ve ukûbat'tır. Bunlar da ayrıca delillerinin sağlamlığı, lâfızlarının delâletinin katiliğine göre kendi içlerinde sıralanır. İslâmi bir toplumun imanı ve tâğutî olanı tefrik edebilmesi için yükümlülüklerini Allahu Teâlâ'nın rızasına uygun olarak bilmesi gerekmektedir.
.
www.ilimrehberi.net › Dini İlimler › İslam
Efal-i mükellefin
.
EFAL-İ MÜKELLEFİN
Mükellefin yapması gereken işlere verilen hükümlerdir. Bunlara mükellefe ait işler veya efal-i mükellefin de denir.
Bunlar sırasıyla şunlardır.
1- Farz :Dinen kesin bir şekilde yapılası emredilen işlere denir. Örnek: beş vakit namaz kılma, ramazan orucunu tutmak , zekat vermek, anne ve babaya iyi davranmak
Farzlar farzı ayn ve fazı kifaye olmak üzere ikiye ayrılır.
2- Vacip: delil yönünden farz kadar kesin olmamakla beraber yapılması istenen şeydir. Vitir ve bayram namazlarını kılmak ve kurban kesmek gibi. Vacibi yapan sevap kazanır ve özürsüz olarak tek eden günah kazanır
3- Sünnet: Peygamber efendimizin farz ve vacibin dışında yaptığı ve bizlere de yapmamızı tavsiye ettiği işlere denir
Sünnet kendi arasında ikiye ayrılır. Sünnet-i Müekkede ve sünnet-i gayri müekkede.
4- Müstehap (mendub): Peygamberimizin bazen yapıp bazen de yapmadığı şeylerdir. Kuşluk namazı kılmak, şevval ayında 6 gün oruç tutmak. Müstehaba mendub da denir.
5- Mübah: Mükellefin yapıp yapmamakla serbest olduğu şeye denir. Helal olan şeyleri yiyip içmek, yürümek, oturmak ve dinlenmek.
6- Haram: dinen yapılması kesin bir ifade ile yasaklanan işlere denir.adam öldürmek, içki içmek, faiz yemek, hırsızlık yapmak
7- Mekruh: delil açısından farz kadar kesin olmamakla beraber yapılmaması istenen davranışlara denir.
Mekruh tahrimen ve tenzihen mekruh olmak üzere ikiye ayrılır.
8- Müfsid: Başlanmış olan bir ibadeti bozmaya müfsid denir. Namaz kılarken konuşmak ve oruç tutarken yemek ve içmek gibi
Mükellef konusu için bakınız. Mükellef nedir, şartları nelerdir
www.muhiddin.net/dini_bilgi/05.php
Dinimizce mükellef (yü
.
Efal-i Mükellefin
|
Mükellefin Davranışı ile İlgili Kavramlar Yüce dinimiz İslâm, bir Müslümanın ibadetlerden sorumlu sayılması için mükellef olması şartını koşar. Mükellef, ergenlik çağına gelen ve akıl sağlığı yerinde olan; dinin belirlediği hükümlerle yükümlü ve sorumlu tutulan kişi demektir. Dinimizce mükellef (yükümlü) olan kişinin, yapmak ve yapmamakla sorumlu tutulduğu işlere "ef'al-i mükellefin (mükellefin iş ve davranışları)" denir. İslâm'a göre mükellefin iş ve davranışları aşağıdaki sekiz (8) sınıftan birine girer:
1- Farz: Yapılması dinimiz tarafından kesin bir şekilde emredilen davranıştır. Farz, yerine getirilmediğinde kişi günah işlemiş olur.
2- Vacip: Farz kadar açık ve kesin bir delile dayanmamakla beraber dinimiz tarafından bağlayıcı bir şekilde emredilen davranıştır. Kurban, fıtır sadakası, vitir ve bayram namazları gibi. Bazı bilginler tarafından "vacip" başlığı altında sayılan ibadetler, diğer bazı bilginler tarafından "sünnet" olarak sınıflandırılmıştır.
3- Sünnet: Hazreti Peygamber'in (aleyhisselam) farz ve vacip dışında yaptığı veya söz, davranış ya da onayıyla yapılmasını tavsiye ettiği, örnek alınma özelliği taşıyan davranıştır.
4- Müstehap: Peygamberimizin (aleyhisselam) ara sıra yaptığı ve yapılması dinimiz tarafından hoş ve güzel karşılanan davranıştır. Nafile namaz kılmak, akşam namazını vakti girer girmez kılmak, nafile oruç tutmak gibi.
5- Mübah: Mükellefin yapıp yapmamakta dinimiz tarafından serbest bırakıldığı davranıştır. Caiz kelimesi de mübahın eş anlamlısıdır. Hakkında dinî bir yasak bulunmayan bütün dünya nimetleri genel olarak mübahtır. Yemek, içmek, gezmek gibi.
6- Haram: Yapılması dinimiz tarafından kesin bir şekilde yasaklanan davranıştır. Haramı işleyen kişi günahkâr olur.
7- Mekruh: Haram olmamakla beraber yapılması dinimiz tarafından hoş karşılanmayan davranıştır.
8- Müfsit: Yapılmakta olan bir ibadeti bozup onu geçerli olmaktan (sahih) çıkaran eksiklik ya da yanlış davranıştır. Oruçlu iken yemek içmek, namazda konuşmak gibi. Geçersiz olan ibadete ise "fasit" veya "batıl" denir.
.
www.sadakat.net/muhtasar-lmihal/566-efal-i-muekellefin-sekizdir.html
Ef'âl-i Mükellefîn İslâm dîni akıllı ve bâliğ olan müslüman erkek ve kadınlara bazı emir ve yasaklarda bulunmuştur. Bu
.
İslâm dîni akıllı ve bâliğ olan müslüman erkek ve kadınlara bazı emir ve yasaklarda bulunmuştur. Bu emir ve yasaklara teklif, müslümanlara da mükellef denir. Mükelleflerin işlemeleri veya işlememeleri gereken şeylere ef'âl-i mükellefîn denir.
Ef'âl-i Mükellefîn Sekizdir
Farz: Kat'î delil ile sabit olan hükümlerdir ve iki kısımdır:
a) Farz-ı ayın: Mükellef her müslümanın ancak kendisinin yapması ile yerine gelen amellerdir. Beş vakit namaz ve oruç gibi.
b) Farz-ı kifâye: Bazı müslümanların yapmaları ile diğer müslümanlardan mesûliyet kalkan farzlardır. Cenâze namazı ve selâm almak gibi. Eğer böyle bir farzı müslümanlardan hiçbirisi yapmazsa hepsi mes'ûl olurlar.
Vâcip: Farz derecesinde kat'î olmayan delille sabit hükümlerdir. Vitir ve bayram namazları gibi.
Sünnet: Peygamberimizin sözü, işi ve başkası yaptığında hoş gördüğü şeylerdir. Sünnet ikiye ayrılır:
a) Sünnet-i müekkede: Peygamberimizin devamlı olarak yapıp, pek az terk ettiği sünnetlerdir. Sabah ve öğle namazının sünnetleri gibi.
b) Sünnet-i gayri müekkede: Peygamberimizin arasıra yaptığı sünnetlerdir. İkindi ve yatsı namazının ilk sünneti gibi
Müstehab: Peygamberimizin bazen işledikleri şeylerdir. Sadaka vermek ve nâfile oruç tutmak gibi.
Mübah: İşlenmesinde sevap, terk edilmesinde günah olmayan şeylerdir. Oturmak, kalkmak, yemek, içmek gibi.
Mekruh: işlenmesi hoş görülmeyen ve amelin sevâbını eksilten şeylerdir. Namaz içinde etrafa bakmak gibi.
Müfsid: Başlanmış bulunan bir ibâdeti bozan şeylerdir. Abdestli iken bir yerinden kan veya irin çıkmak, namazda gülmek ve oruçlu iken bir şey yemek gibi.
Haram: İşlenmesi kat'i delille yasak edilen şeylerdir. Alkollü içki içmek, anaya-babaya âsi olmak gibi
. |
|
|
|
.
dinibilgiler.ravda.net › İlmihal › İbadet
Mükellefiyet çağına giren her Müslümanın yapmak zorunda olduğu bâzı dinî vazifeler vardır ki, bun
.
Mükelleflerin Yapmaları Gereken Dinî Vazifeler Nelerdir? |
Mükellefiyet çağına giren her Müslümanın yapmak zorunda olduğu bâzı dinî vazifeler vardır ki, bunlara fıkıh ve ilmihal kitablarında "mükelleflerin yapacağı vazifeler" mânasına "Ef'âl-i Mükellefîn" denir. Bunlar 8'e ayrılır.
1. Farz,
2. Vâcib,
3. Sünnet,
4. Müstehab,
5. Mübâh,
6. Haram,
7. Mekrûh,
8. Müfsid.
Bu 8 fiilden ilk 5'i yapılması; 3'ü ise yapılmaması, yani, terki istenen vazifelerdir. Yapılması istenen fiillere"emir"; terki istenenlere de "nehiy" adı verilir.
|
Farz Nedir? |
Farz, yapılması kat'î ve açık delillerle emredilen dinî iş ve vazifelerdir.
Abdest almak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi...
Farz ikiye ayrılır:
Farz-ı Ayn: Yerine getirilmesi her Müslümana ayrı ayrı borç olan farzlardır.
Bunlar, bir Müslümanın yapmasıyla diğer Müslümanların üzerinden düşmez. Namaz, oruç gibi...
Gerek namaz ve gerekse oruç, istisnasız her Müslümanın yapmak zorunda olduğu, dinî birer vecibedir.
Farz-ı Kifâye: Yerine getirilmesi her Müslümana ayrı ayrı borç olmayan, Müslümanlardan bâzısının yapmasıyla diğerlerinden borçluluk hâli kalkan farzlardır. Bu gibi farzları, hiç kimsenin yapmaması hâlinde, bütün cem'iyet mes'ul ve günahkâr olur. Bir Müslümanın cenaze namazını kılmak gibi. Cenaze namazının bâzı Müslümanlar tarafından kılınması, diğer Müslümanlar üzerinden mükellefiyetin kalkması için yeterlidir. Ancak, hiç kimse kılmayacak olsa, bütün Müslümanlar mes'uliyet altına girmiş olurlar.
Farz-ı kifâyenin sevabı, sadece yapana aittir. Tamamen terkinden dolayı gelen günah ise, bütün Müslümanlarındır.
Farzın Hükmü Nedir?
Yapılırsa büyük sevab vardır. Özürsüz olarak terkedender, dünyada huzur bulamayıp iç sıkıntısından kurtulamadıkları gibi, âhirette de çetin azablara çarptırılırlar.
Farzın inkârı Müslümanı dinden çıkarır.
|
Vâcib Nedir? |
Yapılması farz kadar açık bir şekilde istenilmemekle birlikte, kuvvetli delillerle sâbit olan iş ve vazifelere denir. Kurban kesmek vitir ve bayram namazı kılmak gibi.
Vâcib'in Hükmü Nedir?
Vâcibin hükmü de, farz gibidir. Yani, işlenmesi halinde sevab, terkinde ise azab vardır. Ancak îtikad bakımından vâcib, farz gibi değildir. Vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz. Fakat dinde olan bir emri inkâr ettiği için bid'at işlemiş, büyük bir günaha girmiş olur.
|
Sünnet Nedir? |
Resûl-i Ekrem'in (asm) farz ve vâcibden ayrı olarak bizzat yaptığı, "yapın" dediği veya yapılmasını hoş karşıladığı fiillerdir. Sünnetler "nâfile" adı altında toplanır.
Sünnetler ikiye ayrılır:
1 - Sünnet-i Müekkede,
2 - Sünnet-i gayr-ı müekkede.
Sünnet-i Müekkede:
Resûlüllah Efendimizin (asm) umumiyetle yapmaya devam edip pek az terketmiş oldukları sünnettir. Lügat mânası, kuvvetli sünnet demektir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri gibi. Ezan, ikâmet, cemaate devam gibi İslâm şeâirlerinden sayılan sünnetler de, sünnet-i müekkededir. Bunlara sünnet-i Hüdâ da denir.
Sünnet-i Gayr-i Müekkede:
Resûlüllah Efendimizin ibâdet maksadıyla bâzan işleyip bâzan da terkettikleri sünnettir. İkindi ile yatsının ilk sünneti gibi.
Resûlüllah'ın yeyip içme, giyinip kuşanma, oturup kalkma gibi günlük normal davranışları ve âdâb-ı muaşerete taallûk eden işleri de sünnet-i gayr-ı müekkedeye dahildir. Bunlara sünnet-i zevâid adı da verilmiştir.
Sünnetin de farz gibi ayn ve kifâye kısımları vardır. Meselâ, Ramazan'ın son on gününde i'tikâfa girmek, teravihi cemâatla kılmak, teravihi hatimle kılmak sünnet-i kifâyedir. Farz namazları cemaatla kılmak ise, sünnet-i ayn'dır.
Sünnete Uymanın Lüzum ve Faydaları Nelerdir?
Kur'ân-ı Kerîm'de mü'minler, Allah Resûlünün sünnetine uymaya teşvik edilerek şöyle buyrulur:
"Allah'ın Resûlünde sizin için kendisine uyulacak en güzel örnek ve nümûneler vardır." (Ahzâb: 21).
Diğer bir âyette ise:
"Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun, benim sünnetlerime tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin..." (Al-i İmran: 31).
Demek ki, Allah'ı sevmenin alâmeti ve kendini Allah'a sevdirmenin yolu, Resûlünün sünnetine ittiba' etmekten geçmektedir. Çünkü Allah'ı gerçekten seven bir kişi, elbette Allah'ın sevdiği ve râzı olduğu zât'a benzemeye, onun hareketlerini kendisine örnek almaya çalışacaktır.
Sünnet'e uygun hareket etmenin pek çok uhrevî sevab ve nurları vardır. Sünnet-i seniyyenin mes'eleleri, hattâ en küçük edebleri bile, birer pusula gibi Müslümana, hayatın fırtına ve dağdağaları içinde nasıl hareket edeceğini bildirir ve ona en selâmetli ve emniyetli yolu gösterir. Ona şaşmaz ve değişmez değer ölçüleri kazandırır.
Kısacası, "Sünnet-i seniyye dünya ve âhiret saadetinin temel taşı ve kemâlât-ı insaniyenin mâdeni ve menba'ıdır."
Sünnetin bütününe birden uymak çok zordur. Ehass-ı havassa, yani en büyük velilere ve din büyüklerine bile zor nasib olan bir husustur. Ancak sünnetin hepsini bilfiil yapmaya herkesin gücü yetmemekle beraber, ona ittiba' niyet ve kasdında olmak, taraftarâne ve iltizamkârâne bir tavır takınmak, herkesin elinden gelir. Böylece insan, sünnetlere olan ittiba' niyet ve kasdı ve tarafgirliği sebebiyle, Allah Resûlünün şefâatinden mahrum kalmamış ve sünnetin feyzinden istifadeye uzak durmamış olur.
Şu halde şartların elverişsizliği sebebiyle yerine getiremediğimiz sünnetlere karşı içimizde ittiba' arzu ve niyetini, iştiyakını daima korumalıyız. İfa edebileceğimiz sünnetlere karşı da sebebsiz yere ihmale, tenbellik ve lâkayıtlığa düşmemeliyiz.
Sünnetin Hükmü Nedir?
Sünnet-i müekkedenin yapılmasında büyük sevablar vardır. Kasden veya tenbellikle terkedilmesinde Cehennem azâbı yoksa da, şefâatten mahrumiyet gibi büyük bir kayıp ve ziyan söz konusudur. Böyle kimseler Resûlüllah tarafından kınanıp levmedilmeye de müstehak olurlar. Bu sünnetlerin değiştirilmesi veya inkârı ise bid'attır, dalâlettir.
Sünnet-i gayr-ı müekkedenin yapılması da pek güzel ve sevablıdır. Yemek, içmek, giyinmek, v.s. gibi günlük fıtrî hareket ve muameleler, sünnete ittiba' yoluyla, ibadet hükmüne geçerler. İşlenmesi âdet olan fiiller, böylece hayatlanır, şefâate vesile hâline gelirler. İnsan ruhuna feyizler bahşederler. Çünkü, sünnetin en küçük bir edebine riâyet dahi, Allah Resûlünü hâtıra getirir, kalbe nûr ve huzur verir.
Bu ikinci kısım sünnetlerin terkinde, hiçbir günah olmadığı gibi, kınama ve azar (levm ve itab) da yoktur. Fakat yukarıda saydığımız büyük sevabları kaybetmek ve sünnetin nurundan ve hakiki edebden istifade edememek durumu vardır.
Sünneti terkeden hakiki görgü ve edebi de terketmiş olur ki, neticesi Rabbimizin lütuflarından mahrûmiyettir.
Sünnet-i Seniyyeye İttiba' İle İlgili Güzel Sözler ve Hadîs Meâlleri:
"Kim ümmetimin fesada gittiği zamanda benim sünnetime sarılır, hayatında tatbik ederse, o kimse yüz şehid sevabına nâil olur." Hadîs-i Şerîf meâli
"Cenâb-ı Hakk'a îman eden, elbette O'na itâat edecek... Ve itâat yolları içinde en makbûlü ve en müstakîm ve en kısası, bilâ-şübhe, Habîbullah'ın göterdiği ve tâkib ettiği yoldur..." Lem'alar'dan
"Sünnet-i seniyye edebdir, hiçbir mes'elesi yoktur ki altında bir nur, bir edeb bulunmasın..." Lem'alar'dan
"Edebin enva'ını Cenâb-ı Hak Habîbinde cem'etmiştir. Onun sünnetini terkeden, edebi terkeder."Lem'alar'dan
"Kim sünnetimi ihyâ ederse beni sevmiş olur. Beni seven ise, Cennette benimle beraberdir." Hadîs-i Şerîf meâli
"Şübhesiz sözlerin en güzeli Allah'ın Kitabı (olan Kur'an)'dır. Yolların en hayırlısı Muhammed'in (a.s.) yoludur." Hadîs-i Şerîf meâli
"Size benden sonra iki şey bıraktım. Onlara sarıldıkça asla sapıklık ve dalâlete düşmezsiniz:
1 - Allah'ın Kitabı,
2 - Resûlünün Sünneti..." Hadîs-i Şerîf meâli
"Sünnet-i Seniyye'ye ittiba'ı kendine âdet edinen, âdâtını ibâdete çevirir. Bütün ömrünü semeredâr ve sevabdâr eder..." Lem'alar'dan
|
Mübâh Nedir? |
Yapılmasında veya terkinde dinî yönden hiçbir mahzûru bulunmayan, yani, mükellefin yapıp yapmamakta tamamen serbest olduğu işlerdir. Oturmak, yemek, içmek, uyumak gibi...
Mübah olan bu gibi işlerin ne yapılmasında sevab vardır, ne de terkinde günah...
Ancak bu fiilleri işlerken, mü'min sünnet-i seniyyeyi düşünür, o niyetle hareket ederse o vakit sünnet sevabını kazanır.
Eşyada aslî vasıf, mübah ve helâl olmaktır. Mübahlığın ortadan kalkması için, o şey'in mübah olmadığına dair bir şer'î delil gerekir. Mübahlığı ortadan kaldırıcı bir delil olmadığı müddetçe, eşya mübahlığını korur.
Helâl ise, yapılması câiz görülen, işlenmesinde dinî yönden hiçbir mahzur bulunmayan şeydir. Helâlin her türlü şâibeden uzak, saf ve temiz olan kısmına "tayyib" denir.
Her tayyib şey helâl, fakat her helâl olan şey ise tayyib değildir.
|
Müstehab Nedir? |
Lügatte, "sevilmiş şey" mânâsına gelir. Istılahta ise Resûlüllah Efendimizin (a.s.) arasıra yapmış oldukları şeydir. Kuşluk namazı gibi.
Peygamber Efendimiz (asm), müstehab denilen hususları sevip zaman zaman yapmışlar, Selef-i Sâlihîn de bunları seve seve işlemiş ve diğer ehl-i îmânı da yapmaya teşvik etmişlerdir.
Müstehaba, sünnet-i gayr-i müekkede hükmünü verenler olduğu gibi, mendub, nâfile, tatavvu', edeb ismini verenler de vardır.
Bilhassa güzel ve medhe lâyık bir haslet ve davranış olması sebebiyle, fıkıh kitablarında müstehab yerine edeb tabiri çok kullanılmıştır. Edeb'in çoğulu âdâb'dır.
Müstehab'ın Hükmü Nedir?
Müstehab'ın yapılmasında sevab vardır. Yapılmaması hâlinde ise, yalnızca bu sevabdan mahrumiyet söz konusudur.
|
Haram Nedir? |
Yapılması, kullanılması, yenilip içilmesi dînimizce kat'î olarak yasak edilmiş şeylere denir. İçki içmek, kumar oynamak, zinâ etmek, adam öldürmek, gıybet ve iftirada bulunmak gibi...
Haram kılınan eşya veya fiil, kendisinde bulunan, hiç ayrılmayan bir zarar, kötülük ve pislik sebebiyle haram kılınmış ise, buna liaynihî (bizzat) haram denir. Domuz eti ve şarap gibi.
Kendi tabiat ve vasfından dolayı değil de elde etme şekli, kazanma yolu gibi dıştan bir sebeble haram kılınmış ise, buna da ligayrihî (bilvasıta) haram denir. Çalınmış ekmek, gasbedilmiş para gibi...
Haramın Hükmü Nedir?
Haramın terkinden dolayı büyük sevab vardır. İnsanı takvâ mertebesine çıkarır. İşlenmesi hâlinde ise, kalblerin kararıp vicdanların paslanması, îmanın zayıflaması, huzur ve neş'enin gitmesi, ibadetten zevk alma duygusunun yok olması gibi zarar ve kayıpların yanısıra, âhirette de çetin bir azab söz konusudur.
Haramlığı kesin olan bir şey'i helâl kabûl etmek, Allah korusun insanı îmandan çıkarır.
|
Mekrûh Nedir? |
Mekrûh, lügatte, sevimsiz bulunan, nâhoş ve kerih görülen şey demektir. Istılahta ise, dînen yapılması çirkin ve kötü görülen işler mânasına gelir.
Abdest alırken ve gusül ederken suyu israf etmek, kısa kollu elbise ile veya başı açık namaz kılmak gibi hususlar mekruhlardandır.
Mekrûh iki kısma ayrılır:
1 - Tahrîmen Mekrûh: Harama yakın olan mekrûha denir. Abdest alırken suyu israf derecede harcamak gibi...
2 - Tenzîhen Mekrûh: Helâla yakın olan mekruhtur. Burnu sağ el ile temizlemek gibi...
Mekrûhun Hükmü Nedir?
Tahrîmen mekrûhun terkinde sevab vardır. İşlenmesinde ise, âhirette azâba uğrama ihtimali mevcuttur. Yani, harama yakın olan mekrûhu işleyen kimsenin âhirette hesaba çekilmesi ve azâba uğramasından korkulur. Bu, İmam-ı A'zam ile Ebû Yûsuf'a göredir. İmam-ı Muhammed ise, tahrîmen mekrûhu, aynen haram gibi telâkki eder. Ahirette azab muhakkaktır, der.
Tenzîhen mekrûhun işlenmesi ise, azâbı gerektirmez. Fakat terki sevablıdır.
Mekruhları helâl telâkki etmek, hatâ olmakla beraber, insanı dinden çıkarmaz.
Mekrûh kelimesi, fıkıh kitablarında tenzîhen veya tahrîmen kayıtları konmaksızın geçiyorsa, bununla tahrîmen mekruh kastediliyor demektir.
|
Müfsid Nedir? |
Başlanmış bir ibâdeti bozan ve ibtâl eden şeydir. Müfsidin özürsüz, kasden yapılması günâhı mûcibdir. Hatâ ile, sehven meydana gelmesinde ise günah ve azab yoktur. Namaz içinde kendisini alamayıp gülmek gibi.
|
Sahîh Nedir? |
Bütün şartlarına ve rükünlerine uyularak eksiksiz ifa edilen bir ibâdet veya muameledir. Meselâ: Farz ve vâciblerine riayet edilerek kılınan namaz sahihdir.
|
Câiz Nedir? |
Yapılması dînen yasak olmayan şeydir. Bu kelime, bâzan sahih, bâzan da mübah yerine kullanılır.
Bâzı muameleler vardır ki, dünyevî hükümler bakımından sahih olduğu halde, uhrevî hükümler bakımından câiz olmaz. Cuma ezanı okunurken yapılan alış-veriş muamelesi gibi... Böyle bir muamele dünyevî bakımdan sahihtir; fakat mânevî mes'uliyeti de gerektirdiği için, dînen câiz değildir.
|
Bâtıl Nedir? |
Rükünlerine veya şartlarına tamamen veya kısmen uyulmayan herhangi bir ibâdet ve muameledir. Abdestsiz namaz kılmak gibi...
Bâtıl, sahîh'in zıddıdır.
.
www.sevde.de/Fikhi/E/edillei1.htm
Şer'i hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi, târifin dışında kalmaktadır. Çün
.EDİLLE-İ ŞER'İYYE (ŞER'İ DELİLLER)
Şer'î deliller, şer'î hükümleri çıkarma yolları. Edille, delil kelimesinin çoğuludur. Delil de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir. Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir.
Edille-i Şer'iyye, yahut şer'î deliller, en genel anlamda İslâm hukukunun kaynaklarını teşkil eder. Diğer bir ifadeyle, edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır. Üzerinde düşünülmesi veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulâştırân şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42). Kesin veya zannı olarak genel hüküm ifâde eder.
Genel bir sınıflama ile şerî deliller, "Sem'î" ve "aklî" olmak üzere iki grupta ele alınabilir. Sem'î olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara ilâve edilen ve "aklı deliller" olarak değerlendirilen diğer deliller ve bunların sıralaması hakkında farklı görüştedirler. Bu deliller, "istishâbu'l-hâl", "istihsan", "mesâlihu'l-mürsele", "örf", "sahâbe sözü" ve "İslâm'dan önceki şeriâtler" gibi delillerdir.
Edille-i Şer'iyye'nin dört ile sınırlândırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir. Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya "metlüvv" ki bu Kur'an'dır veya "gâyr-i metlüvv" olur ki bu dâ Sünnettir.
Delilin vâhiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün müctehidlerin ortak görüşü ise "icmâ", her müctehidin ferdî görüşü ise "kıyas" adını alır (Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20).
Aslındâ, Kur'ân ve sünneti aslı ve sâbit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delilleri ise Kur'an ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası olarak değerlendirmek mümkündür. Kitap, sünnet, icma, kıyas "aslı deliller", istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmiş şerîatler "fer'î" delillerdir (Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51).
Kitap
Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'an" yerine kullanılan bir terimdir. Kur'ân ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz. peygamber (s.a.s.)'e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir olarak nakledilen, Cenâb-ı Allah'ın sözü (kelâmullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mir'at, 16-17). Kur'ân Allah'ın kitabı ve apaçık vahyidir. Tedricî olarak indirilmiştir. Bir harfini bile inkâr küfürdür. Kur'ân'ı en iyi bilen Rasûlullah; sonra ashâbıdır. Kur'an, İslâm teşrîinin (yaşama) temelini teşkil eder. Kur'ân'da dinî hukuk sisteminin (şerîat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, IV, 92). Bu itibarla, Kur'an, İslâm teşrîinin "aslı kaynağı", diğer bir deyişle yegâne değişmez kaynağı olarak kabul edilir. Rasûlullah Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: "Sizlere iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti. Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz." Kur'ân, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez. Nitekim, Kur'ân'da, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz. Peygamber, sözlü ve fiilî olarak açıklamıştır. Aynı şekilde, Kur'ân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya da fâsit olduğunu açıklamamıştır. Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir .
Diğer taraftan, Kur'ân'da detayları ile birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras, karı-koca arasındaki liân'ın nasıl yapılacağı ve bazı cezaî müeyyideler bunlar arasındadır. Kur'ân'ın bu genel ifâde (icmâl) tarzının önemi, özellikle muâmelât hukuku alanında ortaya çıkmaktadır. Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde anlaşılıp uygulanmasına imkân vermekte ve böylece değişik zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre hüküm verilebilmesine yardım etmektedir. Meselâ, Kur'ân'da, özel bir şekil belirtilmeksizin "şûrâ"dan bahsedilmektedir. Genel bir şekilde ifade edilen bu şûra, istibdâd ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini kapsamaktadır.
Bütün bunlara rağmen, Kur'ân nasslarının bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu sebeple, Kur'ân'da pekçok yerde, sünnet'e atıfta bulunulmuştur, "Allah'a ve Rasûl'e itâat edin" (Al-u Imrân, 3/32); "Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının" (el-Haşr, 59/7) ve "Ey inananlar, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve Ulû'l-Emr'e itâat edin. Bir şeyde anlasamazsanız onu Allah'a ve Peygamber'ine arzedin. Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir" (en-Nisâ, 4/59).
Kur'ân'ın delîl olması demek, Kur'ân'ın hakkıyla bilinmesi demektir. Kur'ân ilmine sahip olmadan, Arapça'ya vâkıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için fıkhı manada değil, ahlâkı manada okunan bir kitap olabilir. İmam Câfer-i Sâdık bu konuda şöyle demiştir: "Kur'ân'ın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar. Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler. Amm zannederek hâs ile delil getirdiler. Âyetin te'vîlini delil göstererek sünnetin onu te'vil şeklini terkettiler. Sözün başını ve sonunu düşünmediler. Onu kaynak edinip yollarını bilemediler. Ehlinden almadılar, böylece saptılar ve saptırdılar" (Suphi es-Salih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev.: İ. Sarmış, İstanbul 1981, 176).
Kur'ân'ın bütün âyetlerinin sübutu kat'idir. Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delâletleri her zaman kat'i olmaz. Bu bir kısım âyetlerin delâlet bakımından zannı olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya koymasına yol açmıştır. Şer'i hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi, târifin dışında kalmaktadır. Çünkü müctehidin kavli her ne kadar mukâllid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir (İbn Abidin, Reddü'l-muhtâr Haşiyesi Terc: Ahmed Davudoğlu, İstânbul, 1982, I, 35).
Kur'ân-ı Kerîm'e "vahy-i metlüvv" da denilir. Kur'ân'ın fıkıhta delil olarak kullanılmasında, onun lâfzı kanunlarının bilinmesi gerekir. Lâfızlar, manaya delâletleri itibariyle hâss, âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır. Lâfızlar, delâlet ettikleri mânâya zâhir, hâss, müfesser, muhkem olarak açık bir tarzda delâlet ederler. Kapalı tarzda delâletlerinde ise hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih diye kısımlara ayrılırlar. Ayrıca delâlet ettikleri manada veya başka bir münâsebetle olan mânâda açık veya kapalı kullanılmaları itibariyle hakîkat, mecâz, sarih, kinâye kısımlarına ayrılırlar. Yine ne gibi manalara delâlet ettikleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle "Dal bi'l ibâre", "Dal bi'l-işâre", "Dal bi'd-delâle", "dal bi'l-iktizâ" diye ayrılırlar.
Kur'ân hükümleri de birkaç kısma ayrılmaktadır: Akîde, (itikâdı hükümler), ahlâk (ahlâkı hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri "ibadetler" ve "muâmeleler" diye iki grupta ele alır. Kur'ân'da hükümler ya küllî, ya da icmâlî olarak açıklanmıştır. Bütün hükümlerin özelliği, îman ile içiçe geçmiş olmasıdır. Kur'ân hem yasa koyar, hem hidâyete erdirir, hem irşâd eder, hem öğüt verir. Yalnızca bir kanun kitabı değildir. Üslûbu mu'cizdir. Konular defalarca tekrarlanmıştır ve âyetler hüküm koyarken iman ve ahlâktan ayrı değildir.
Kur'ân'ın âhkâm âyetleri daha ziyade Medenî sûrelerde yer almaktadır. Âyetlerden hüküm çıkarılırken müctehidler arasında meydana gelen ihtilâf, mücmel ifadeleri tefsirden ve bir kısım lâfızların delâletlerini ele alma metodundan doğmaktadır.
Rasûlullah vefât ettiğinde Kur'ân âyetleri vahiy kâtiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashâbın hafızalarındaydı. Hz. Ebû Bekir Kur'ân âyetlerini toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi. Hz. Osman bu Mushaf'tan Kur'ân nüshaları çoğalttı ve bütün merkezlere gönderdi. Sahâbe, Kur'ân âyetlerini hem ezberler, hem anlar, hem de amel ederdi. Bir âyetle amel etmeden başka âyete geçmeyenler vardı. Sahâbe nesli Kur'an'ı en iyi bilen nesil olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan insanlardı. Tâbiin devrinden sonra ise her asırda Kur'ân tefsiri o asırdaki ilmî-dinî hareketten etkilendi. Âyetlerin tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı.
Sünnet
Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır. Hz. Peygamber mü'minler için her alanda bağlayıcıdır: ''Peygambere itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80). Hz. Peygamber mü'minler için ahlâken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir.
Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir. Meselâ: "Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur " (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve "Ameller niyetlere göredir" (Buhâri, Bedu'l- Vahy, I) hadisleri böyledir.
Fiilî sünnet ise, Hz. Peygamber'in şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir. Hz. Peygamber, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın'' buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir.
Takriri sünnet, Hz. Peygamber'in sahâbenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182). Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iâde etmemesin Rasûlullah'ın tasvibi gibi.
Sünnet, Kur'ân'ın mücmelini beyân etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kur'ân'dan sonra ikinci teşrî' kaynağı olarak yer alır. Sünnet, Kur'ân'da olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşrî' kaynağıdır. Kur'ân'ın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kur'ân'a tâbi sayılır. Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak ifade edilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, yaşamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir. Sünnet Kur'ân'a nisbetle ikinci derecede bir teşrî' kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kur'ân'ı anlamak pek mümkün gözükmemektedir.
İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır. Birincisi, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz. Peygamber'in de belirtmesi; ikincisi, Allah'ın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini Hz. Peygamber'in açıklamasıdır. Bu iki çeşit sünnet hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur. Üçüncüsü ise, hakkında Kur'ân'da hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz. Peygamber'in uygulamaya koymasıdır. Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur. Bir kısım müctehid Hz. Peygamber'in bağımsız bir yaşama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kur'ân'da sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz. Peygamber'e böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kur'ân'da bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s.91-92). Sünnet, Kur'ân'ın tefsiridir. "Namazı kılın" buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir. Rasûlullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b. Hanbel, V, 53).
Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir. Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk. Hadis). Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır. Bunlar reddedilemezler. Nur Sûresinin altmışüçüncü âyeti bunu bize bildirmektedir: "Öyle değil. Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar" (en-Nur, 24/63). Kur'ân'ın bütün delilleri, Rasûlullah'ın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, I, 14). Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ "Kur'âniyyun" fırkası gibi sadece Kur'ân kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra Sûresinin 78. âyetine istinaden günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti. Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, II, 80). Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında "O, kendi hevasından söylemez. O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir'' (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle der: "Buna göre Allah'ın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kur'ân)dır. Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir. Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet edilmemiştir. Fakat makru' (okunmuş)dur. Yani bu Peygamber'den vârid olan haber olup Allahu Teâlâ'nın muradını açıklayıcı mâhiyettedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulmuştur: "... Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın.'' Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur'ân'a itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir. Bunlar arasında hiçbir fark yoktur" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm 'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: AbdulKadir Şener, Ankara 1969, s.83).
Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir. Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır. Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır.
Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır. Yani râvîlere göre mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilâf noktasıdır.
Mütevâtir sünnetler, "Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın'' hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir. Namaz rek'atlarına dâir haberler bu nevidendir. Bunlar asl'dır.
Meşhur sünnetler, Rasûlullah'tan birkaç zatın rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren nakledilen haberlerdir. "Ameller niyetlere göredir" gibi. Bunları reddetmek fâsıklıktır.
Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir. Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir. Bunun inkârı bid'at'tır.
Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar vardır:
Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: "Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz. Peygamber ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır" (Usûlu's-Serahsı, I, 113). İmam Şâfii ise, (ö.204/819) sünneti yalnızca Hz. Peygamber'in sünneti olarak alır. Sahâbenin sünneti, Hz. Peygamber'in itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kur'ân dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, va'zettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir. Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde "Hz. Peygamber nasıl yaptı?" diye sormuşlardır. Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz. Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bid'atler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı. Tâbimin büyük âlimleri Kur'ân'da geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân, 3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) 'hikmet' kavramını 'sünnet' şeklinde anlamışlardır. İmam Şâfii de bu görüştedir. Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz. Peygamber'in (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır. Rivâyetlere göre Cebrail (a.s.) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Câmiu'l-Beyâni'l-İlim, II, 34). Hem Kur'an'ı hem de sünneti indiriyor, Hz. Peygamber'e öğretiyordu. Sünnet, İslâm toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim faktördü. Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve "hadis" bir bakıma böyle doğdu. Ancak ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular. İhtilâflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu. İbn Haldun, Ebû Hanife'nin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır. Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usûlu geliştirildi. Ehli sünnet, Şia'nın Hz. Ali hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b. Mes'ud'un rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür.
Cerh ve ta'dil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin fer'î olanlarında bu açığa çıkmıştır. Katâde, İbn İshak'ı överken. Nesaî onun kuvvetli olmadığını; Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler. İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehâdet eder. Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu (Geniş bilgi için bk. Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn).
Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder. Hanefilere göre bu haberler şâz'dır, reddedilmesi gerekir.
İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle neshini câiz bulur (er-Risâle, 89). Gazzâlî, Kur'ân ile sünnetin, sünnetle de Kur'ân'ın neshini kabul eder. "Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler" der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s.124). Cumhur ise, Kitab; Kitab'ı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir. Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvatta'ını, Ahmed b. Hanbel Müsned'i yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır.
İcmâ '
İcmâ' lügatte, bir işe azmetme ve bir konuda görüş birliği etme gibi anlamlara gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin, herhangi bir şer'î hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamında kullanılmaktadır. Bu itibarla, halk tabakasının, şer'î bir konudaki ittifak ya da ihtilâfları mûteber değildir (Mehmet Şener, İslâm Hukukunda Örf, s.34-35).
İcmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından belli bir asır ile sınırlı olmayan bir müessese ve Kur'ân ve sünnetten sonra gelen üçüncü bir teşrı kaynağı olarak kabul edilmektedir. Bu hususa delil olarak çoğunlukla zikredilen âyet, "Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız. Ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (en-Nisâ, 4/115) meâlindeki âyet; çoğunlukla kullanılan hadis de, "Ümmetim yanlış yolda (dalâlet) birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 18) meâlindeki hadistir.
İcmâ herhangi bir konuda gerçekleşmişse bu icmâ'ın o konudaki bir delile dayanması gerekir. İslâm hukukçularının, şer'î bir dayanak olmaksızın keyfî bir şekilde bir konu üzerinde görüş birliğine varmaları düşünülemez. Bu sebepledir ki, sonraki İslâm hukukçuları, bir konudaki icmâ'ı öğrenmek istediklerinde, o icmâ'ın delilini değil, böyle bir icmâ'ın var olup olmadığını, eğer varsa sahih bir şekilde nakledilip nakledilmediğini araştırırlar. Diğer bir ifadeyle, icmâ'ın şer'î bir delile dayanması gerekli olmakla beraber, bu delilin icmâ' ile birlikte nakledilmesi ve bilinmesi, icmâ'ın mûteberlik şartı değildir.
İcmâ', sözlü ve sukûtî olmak üzere iki çeşittir. Sözlü icmâ' bir asırda yaşayan bütün müctehidlerin, bir konuda açık ve sarih bir şekilde görüş birliği etmeleriyle meydana gelir. Sukûtî icmâ ise, bir müctehidin bir konuda görüş beyân edip, diğerlerinin, bundan haberdar olmalarına rağmen başka bir görüş ileri sürmemeleri durumunda meydana gelir.
Sözlü icmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber, sukûtî icmâ'ın delil oluşu ihtilâflıdır (Abdülkadir Şener, Kıyas, İstihsan, Istıslah, s.29-41). Sonuç olarak söylemek gerekirse; icmâ'ın, kolektif bir ictihad olarak değerlendirilmesi mümkün ise de, İslâm hukukçuları genelde "ictihad, ictihadı nakzetmez" prensibini icmâ'a da uygulamaya pek yanaşmamışlardır. Başka bir deyişle, herhangi bir konuda icmâ'a varsa, aynı konuda ikinci bir icmâ'a imkân tanımamışlardır. Bununla birlikte, Sahâbe icmâ'ının da hemen tamamını teşkil eden ibadet yönü ağır basan dinî meselelerde bu görüş kabul edilse bile, özellikle muâmelât hukuku sahasında ikinci bir icmâ'a imkân tanıması, gelişen şartlara uyum sağlama ve kamu yararını temin etme açılarından yararlı gözükmektedir. Her asırda, çok az konuda ittifak edildiği malumdur. Molla Hüsrev, "Bir asırda müctehid olan bütün fukahânın ittifakı esastır" der. Bu durumda olanların biri dahi o meseleye muhâlefet etse icmâ' oluşmuş sayılmaz (Molla Hüsrev, Miratü'1-Usûl fî Şerhi Mirkatü'l-Usûl, İstanbul 1307, 1I, s.50).
İcmâ', naklî ve tabii bir kaynaktır. Rasûlullah'ın vefâtından sonra ümmet, işlerini Kur'ân'ın koyduğu kurala göre "şûrâ ile" yürüttü, dalâlet üzerinde olmadılar. İcmâ', sarih, sukûtî ve iki görüşün varolması durumunda bir üçüncüsünün doğması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Sarih icmâ' bağlayıcıdır; amel etmek, hükmünü icrâ etmek zorunludur. Sukûtî icmâ'da bağlayıcılık kesin değildir. Üçüncü icmâ' şekli câiz değildir.
İcmâ'ı huccet sayan fukahâ, icmâ'ın kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir. Mâlikîler icmâ'ın sadece Medine fukahâsına âit olduğunu, Şâfiiler İslâm âlemindeki bütün âlimlerin ittifakını; Hanbeli ve Hanefiler de sukûtî icmâ'ı kabul etmektedirler. İbrahim b. Yesar en-Nazzâm (ö.331) icmâ'ın huccet olmasını reddeder. Üzerinde icmâ' edilen hüküm kâfi bir delile dayanırsa, delilin kendisi huccet olur, kapalı ve zannı bir delile dayanırsa, insanların değişik görüşlere sahip olmaları sebebiyle icmâ' gerçekleşmez demiştir (Suphi es-Sâlih, a.g.e. 182).
Câferiler de, icmâ'ı ancak toplananlar arasında bir masum İmam bulunmasıyla kabul ederler, diğer icmâ'ları reddederler.
Kıyas
Kıyas, lügatte birşeyi ölçmek, takdir etmek, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek anlamlarında kullanılır. Istılahta ise, her ikisinde de hükme esas teşkil eden illet aynı olduğu için, hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır. Kur'ân'da, ''Halbuki o haberi Rasûl'e ve kendilerinden olan Ulû'l-Emr'e arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarabilenler, işin aslını anlar ve bilirlerdi" (en-Nisâ, 4/83) buyurulur.
Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mâhiyete sahiptir. Diğer bir ifadeyle kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diğer üç delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır (Abdülkadir Şener, a.g.e., s.67; İ. Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Hazırlayan: Sabri Hizmetli, s.21). İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an câizdir. Meşhur Muaz hadisin'de, Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet, İctihad ile demesi ve Rasûlullah'ın onu övmesi kıyasa dâir en önemli belgedir (Ebd Dâvûd, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3 Hâris b. Amr'dan rivâyet etmişlerdir).
Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ kullanır (Şâfii, Risâle, s.66). Re'y ile kıyası aynı mânâda kullanmaz. Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir. Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur. Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur. Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadığına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y ile, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun başında kıyas gelmektedir (İzmirli, a.g.e., s.19).
İslâm hukukuna canlılık kazandıran da bir noktada, sâbit ve değişmez kaynaklardaki hükümlerin yorumlama vasıtalarının çokluğu ve çeşitliliği ve bunun yanında, kamu yararının ve beşeri ilişkilerin düzenlemesinde, genel doğrultudan sapmamak kaydıyla "re'y (bağımsız görüş)e" ile hüküm verebilmesidir .
Bu deliller dışında geliştirilen ve daha ziyade beşerî ilişkilere akıcılık ve esneklik kazandırmaya yönelik daha birçok delil vardır ki bunların başında "mesâlih-i mürsele" gelir.
Kıyas aklı bir kaynaktır. Nassı benzetme yoluyla hüküm çıkarma metodudur. Aslın hükmünü fer'e uygulamaktır. Nass vârid olan ve olmayan iki hükmün benzerliğinde, hükümde de aynı olmasını sağlamaktır. Vahiy asrında (h. 622-632) kıyas, Muâz hadisiyle sâbit olmuş, kıyası Hz. Ömer delillere katmıştır. Kıyası en çok Hanefiler kullanmış, âdeta kıyas onlarla özdeşleşmiştir. Kıyasla varılan hükümler zann-ı gâlib ifade eder.
Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır. Hz. Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye lâyık olurdu" demiştir. Ebû Hanife, "Kıyas yapsaydım, kadın erkekten zayıf olduğundan mirasta ona iki hisse verirdim" demiştir.
Hicrî üçüncü yüzyılın sonlarında son sahâbî olan Ebû't-Tufeyl Amir b. Vâsila el-Leysî el-Kinânı'nin (öl. h. 100) vefâtıyla tâbiin dönemine giren İslâm'ın ikinci asrında, İslâm devletinin sınırları Mısır'dan İran'a, Yemen'den Irak'a yayılmış ve şerîatın tedvini gerekmişti. İlk fıkıh medresesi Medine'deydi. Fıkhı hareket Medine medresesinin meşhur yedi fakihi olan Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Harice b. Zeyd, Ubeydullah b. Abdullah, Selman b. Yesâr ile başlamıştır.
Etbaut-tâbiîn nesli, ictihad nesli oldu. Mezhebler doğdu, halklar bu mezheblere intisap ederek dini öğrendiler. II. ve III. asırlar en parlak ilim asırları oldu. Kur'ân ve sünnetin tedvini, sahâbe fıkhının tedvini, tefsir ve hadisin tedvini, cedel ve kelâmın çıkışıyla ferdî-Sevrî, Evzaî veya cemaî mezhebler (dört mezhep) doğdu. Mezheblerin şer'i delilleri değerlendirme açıları farklıdır. Şöyle ki:
İmam Ebû Hanife (80-150) birçok ahad haberi reddetmiştir. O, ahad haberi bazı şartlarla kabul etmektedir: Nassa aykırı olmaması, Kur'ân'ın zâhir ve umûmuna, meşhur sünnete muhâlif olmaması, sahâbe ve tâbiînin ameline aykırı düşmemesi, râvinin yazısı dışında kaynağının da zikredilmiş olması, râvinin rivâyet ettiği hadise aykırı amel etmemesi...
İmam Mâlik (93-179), Medine halkının ameline mütevâtir hadis derecesinde itibar eder. İçtihad ve re'ye mecal göstermeyen sahâbenin sözlerini delil sayar. Sahâbi sözü içtihada müsâitse araştırdığı mesele ile sebep ve illete, ona ortak ve bilinen başka bir mesele arasında benzerlik ilgisini kurarak kıyasa gider.
İmam Şâfii (150-204), icmâ'ı Medine ehlinin ameliyle mukayyed saymaz, kıyasla da amel eder. Bu kıyasın Kur'ân ve Sünnet temeline dayanması gerekir. İstihsan ve mesâlih-i mürsele geçerli delil olamaz. Şâfii istihsan yapanın teşri' etmiş olacağını söyleyerek şiddetle karşı çıkar. Ancak o da başka adla istihsanı kullanmıştır. Ahmed b. Hanbel'e (164-241) göre kıyas en zayıf delildir.
İmam Câfer es-Sâdık'a (ö.147) göre sünnet, Hz. Ali'nin ve ehl-i beyt'in rivâyetlerini kapsar. Masum imamların söz ve fiillerini de delil alır ve sahâbe sözlerine tercih eder. Kıyası reddeder ve delil saymaz.
Rasûlullah, "Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurdu (İmam Mâlik, Muvatta, 211). Yönetim işinde, ashâbıyla istişâre etti. Vahiy çağında fıkıh kaynakları kitap, sünnet, re'y içtihadı idi. Re'y ile içtihad bazan kamu yararına, bazan kıyasa göre yapıldı. Sahâbe döneminde "icmâ" dördüncü delil oldu (İbn Haldun, Mukaddime, s.375 vd.). Nasslarla çatışmayan örf ve âdet de hukukî teşri'de kullanıldı. II. asır, tâbiîn devridir. Bunlar fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar. Etbau't-tâbiîn ve müçtehid imamlar döneminde (III. ve IV. yüzyılda) fütuhat ve yeni gelişmeler hayatın ve toplumların değişmeleriyle fıkhı doktrinler ortaya çıktı. Çoğu zaman her tâbi kendi üstadının görüşünü delil aldı. Etbau't-tâbiîn ve içtihad çağında fıkıh çok gelişti, genişledi. İstihsan, örf, maslahat v.b. deliller çıktı. Ebû Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan, örf iken; İmam Mâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı, Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, zerayi', örf ve âdet'di. İmam Şâfii Kitab, Sünnet, sahâbe icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi.
mamiyye Kitab, Sünnet, icmâ', akıl kaynaklarıyla fıkhı koydu. Ancak edille-i şer'iyye diye ortaya konan dört delilde bütün mezhepler ittifak ettiler.
xxx
MÜKELLEF
İslami emir ve yasakların muhatabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse demektir. Dini emir ve yasaklara muhatap olabilmesi için kişinin akıl ve fizik bakımından belli olgunluğa ulaşması gerekir.
Mükellef sayılmak için insanda iki şartın bulunması gerekir.
1- Akıl; İslam uleması aklı: "Kalpte bulunan, hak ve batılı birbirinden ayırt etmede vasıta olan nurdur" şeklinde tarif etmiştir. İnsanın teklife muhatap olması, akli melekelerinin sıhhati ile yakından alakalıdır.
2- Baliğ; çocukluk devresinden çıkıp erkeklik veya kadınlık çağına eren kimsedir. Erkek çocuğun baliğ olması; ihtilam olmakla veya meninin inzal olması ile veya kadını hamile etmesiyle bilinir. İmameyn'in kavline göre; her ikisinde de (hem erkek çocukta, hem kız çocukta) bülûğa ermenin haddi, on beş yaşını tamamlamasıdır. Bu aynı zamanda İmam-ı Azam (rh.a)'dan gelen bir rivayettir. Galib olan adetten dolayı fetva bununla verilir. İslam toplumunda bülûğ'a ermiş her mü'min; "Ulû'l-emr'e" bey'at ederek, siyasi haklarına kavuşur. Dünya ve ahiret saadetini elde etmek için, İslam'ın hükümlerine göre yaşamaya gayret eder.
Her Müslümanın yapmak veya yapmamak hususunda sorumlu tutulduğu İslami fiillere "Ef'al-i Mükellefin" (Mükellef olan kimselerin fiilleri) denir.
EF'AL-I MÜKELLEFİN
Ef'al-i mükellefin sekiz tanedir: Farz, vacib, sünnet, müstehab, mubah, haram, mekruh ve müfsid.
1. Farz: Sübûtu ve ifade ettiği anlamı (delaleti) kesin olan delillerle Allah veya Rasülünün emrettiği fiiller "farz" adını alır. Farzlar, te'vile (başka anlama) gelme ihtimali bulunmayan ayet veya mütevatir hadislerle sabit olur. Namaz, oruç, hac, ibadetleri gibi. Bunlarla ilgili hem kesin ayetler vardır, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.)'in tevatüre varan yollarla nakledilmiş hadisleri mevcuttur. Farzın hükmü işleyene sevap, terkedene ceza olması; inkar edenin veya küçümseyenin dinden çıkmasıdır. Bu da farzı ayni ve farz-ı kifaye olmak üzere ikiye ayrılır:
a) Farz-ı Ayn: Her yükümlü müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardır. Bir kısmının işlemesiyle diğerlerinden yükümlülük kalkmaz. Abdest, beş vakit namaz, ramazan orucu, mükellef olana hacc ve zekat ile İslam toprakları saldırıya uğradığında cihada çıkmak gibi.
b) Farz-ı Kifaye: Yükümlü müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir. Bir kısım müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri sorumluluktan kurtulur. Cihad etmek. Kur'an-ı Kerîm dinlemek, Kur'an-ı Kerîm ezberemek, selam almak, cenaze namazı kılmak gibi. Farz-ı
kifayenin sevabı yalnız onu işleyenlere ait olur. Bu farzı hiçbir kimse yerine getirmezse bütün toplum günahkar olur. Bir ibadetin rükünleri ve şartları kabilinden olan farzlar'dan birinin terkedilmesi ibadetin sıhhatine engel olur. Kasten olsun yanlışlıkla olsun hüküm değişmez.
Kasten terk halinde ayrıca günaha girme vardır. Namaz kılarken rüku veya secde etmeyi terketmek gibi.
2. Vacib: Farzla sünnet arasında kalan ve amel bakımından farz gibi kabul edilen emirlerdir. Bunları işleyene sevap, özürsüz terk edene ceza gerekir. İtikadi açıdan, inanma bakımından farzın hükmü gibi değildir. Yani vacibi inkar eden dinden çıkmaz. Bir ibadetin vaciblerinden birisini kasden terketmek tahrimen mekruhtur, Sehven (yanlışlıkla) terketme halinde ise sehiv secdesi gerekir. Vacibin de kifaye olanı vardır. Şaban ve Ramazan ayı sonlarında hilali gözetlemek vacibtir. Fakat herkese vacib değildir. Diğer vacib amellere örnek: Kurban kesmek, vitir ve bayram namazı kılmak, yakın hısımlardan ihtiyaç içinde olanlara yardım etmek gibi. Vacib; sübûlu kad'ı ve delaleti zannı olan delille sabit olur. Bu delil te'vile uğramış ayet veya hadis şeklinde olabilir. Mesela: Kur'an-ı Kerim'de: "Namaz kıl, kurban kes" (el-Kevser, 108/2) buyurulur. Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme emrinin muhatabı Hz. Peygamberdir. Yani bunlar Hz. Peygamber için farz hükmünde olur. Ancak emrin, diğer müslümanlanları kapsayıp kapsamadığı kesin değildir. Ancak bu emirlerin diğer müslümanları kapsadığı daha kuvvetli görüştür. Böylece sünnetten daha kuvvetli, fakat ayetteki delaletin kesin olmaması yüzünden farz derecesine ulaşmayan bir emir çeşidi ortaya çıkmış olur ki buna vacip denir (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, istanbul 1938, VI-II, 6200 vd.).
3. Sünnet: İyi ahlak, iyi huy. Hz. Peygamber'in sözleri, fiileri, işleri ve takrirleri. Misvak kullanmak, cemaatle namaz kılmak gibi. Sünnet, müekked ve gayr-i müekked olmak üzere iki kısma ayrılır.
a) Müekked Sünnet: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in devamlı işleyip nadiren terk ettikleri farz ve vacib olmayan amelleridir. Terkedilmesinde "itab" (kınama) vardır. Sabah, öğlen ve akşam namazlarındaki sünnetler ve çocukların sünnet ettirilmesi gibi.
b) Gayr-i Müekked Sünnet: Hz. Peygamber'in çok defa eda edip, bazan terkettikleri sünnet. Namazda uzun okuma, ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi. Gayr-i müekked sünnetlere müstehab ve mendub isimleri de verilir.
4. Müstehab: Buna mendub da denir. Hz. Peygamber'in bazan işleyip, bazan terk buyurdukları, selef-i sa-lihinin sevip işlediği ve rağbet ettikleri işlerdir. Bazı nafile namaz ve oruçlar gibi. Müstehabın hükmü; işlenmesinde sevap olup, terkinde kınama bulunmamasıdır. Müstehab genellikle gayr-i müekked sünnet ile eş anlamlıdır.
5. Mubah: Yükümlünün yapıp yapmamakta muhayyer bulunduğu işlerdir. Bunun hükmü işlenmesinde veya terk edilmesinde sevap veya kınamanın bulunmamasıdır. Eşyada asıl olan mubahlıktır. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "O Allah arzda olan şeylerin hepsini sizin için yaratmıştır" (el-Bakara, 2/19). Bazan şartlar değişince, hükümler de değişir. Mesela, haram olan şeylerden yemek içmek mubahtır. Ancak ölmemek için ihtiyaç miktarınca haram olan şeylerden de yiyip içmek farz olur. Eğer yenilen mal, başkasına aitse, yiyen bunu tazmin eder. Bu şekilde yiyip kendisini ölümden kurtarmakla sevap bile kazanır. Yemenin namazı ayakta kılacak ve oruç tutmaya kolaylık olacak ölçüde tutulması mendub ve müstehabdır. Şişmanlık için yemek mekruh, misafire ikram dışında doyduktan sonra yemeğe devam etmek haram sayılmıştır. Ancak cihad gibi bir hizmet için güçlenmek üzere fazla yemekte bir sakınca görülmemiştir. Mubah ve meşrû eş anlamlıdır.
6. Haram: Yasaklanmış olan ve terk edilmesi istenen şeylere gayr-ı meşru denir. Bunlardan sûbut ve delalet bakımından kesin delille sabit olanlara "haram"; yalnız sübût veya delaletten birisi ile yasaklanmış bulunanlara ise "mekruh" denir. Harama, mahrem veya mahzur adıda verilir.
Haramın hükmü; terkine sevap, işlenmesine ceza gerekmesi ve helal ve mubah sayanın dinden çıkmasıdır. İçki içmek, kumar oynamak, anaya-babaya asi olmak gibi.
7. Mekruh: Subûtu kafi delaleti zanni veya subûtu zanni, delaleti kat'i delille sabit olan şeyler mekruh adım alır. Mekruhun hükmü amel bakımından haramın hükmü gibidir. Terkine sevap, islenmesine ceza korkusu vardır. Mekruhun helal olduğuna inanan kimse dinden çıkmaz. Midye istiridye, ıstakoz ve benzeri balık cinsinden olmayan deniz hayvanlarım yemek, cuma saatinde alış-veriş etmek, abdest ve gusülde suyu israf etmek. Mekruhun harama yakın olanına "tahrimen mekruh"; helale yakın olanına ise "tenzîhen mekruh" denir. Birincisi vacib karşıtı olarak kullanılır. Ebu Hanife ve İmam Ebu Yusuf'a göre tahrimen mekruh, haram değilse de, ona yakındır. İmam Muhammed'e göre ise gayr-i meşru, haram demektir. Ancak haramlığına kesin delil bulunmadığı için "Mekruh" tabirini kullanmıştır. Mutlak sünnet kelimesi "müekked sünnet" anlamında kullanıldığı gibi, mekruh ifadesi de prensip olarak "tahrîmen mekruh" anlamında kullanılır. Ebu Hanife, mücerred mekruh kelimesiyle "tahrîmen mekruhu" kasdettiğini Ebu Yusuf'un soruşu üzerine açıkça ifade etmiştir (Mehmet Zihni, Nimet-i İslam, İstanbul 1316, s.4-12). Tahrîmen mekruh ifadesi de tenzihen mekruh ifadesi yerine kullanılır. Mesela; Başka su varken kedi artığı olan suyu içmek ve kullanmak tenzîhen mekruhtur. Abdestte suyu israf etmek mekruh olduğu gibi, çok az kullanarak guslü mesh derecesine getirmek de mekruhtur.
8: Müfsîd: Başlanan bir ameli bozan ve iptal eden kimsedir. Müfsidin yani başlanan bir ameli bozanın hükmü, bunu özürsüz olarak kasden yapmışsa cezanın gerekmesi, sehven yapmışsa cezanın gerekmemesidir. Başlanan bir orucu veya namazı bozmak gibi.
Sonuç olarak akıllı ve ergenlik çağma gelmiş olan her mü'minin günlük hayatta yapmış olduğu fiiller yukarda açıkladığımız sekiz maddeden birisine girer. Mesela; meşru yoldan kazanç elde etmek helal; rüşvet almak haram, ihtiyaç halinde karz-ı hasen almak mubah (caiz); muhtaca ödünç para vermek mendub; borcunu ödemek farz; sıkıntıda olan borçluya genişlik zamanına kadar süre vermek vacibdir. Dinin emir ve yasaklarım öğrenmek her müslüman kadın ve erkeğe farz-ı ayn; başkalarına fayda verecek derecede ilim öğrenmek farz-ı kifaye; şer'î ilimlerde ihtisas sahibi olmak mendub; övünmek için öğrenmek mekruhtur. Satım akdinin gerektirmediği ve taraflardan yalnız birisinin yararına olan bir şart müfsid ve böyle bir akid fasittir. Her insan gücü dahilindeki fiilleri yapmakla mükelleftir. Gücünün dışındaki işlerle sorumlu tutulmaz. (Fakir olana zekat ve hacca gitmerksznin emredilmesi gibi).
Bu hükümlerin kaynakları da aslî ve fer'î olmak üzere ikiye ayrılır:
Aslî Kaynaklar:
1- Kitap: Kur'an-ı Kerim İslam'da ana kaynaktır.
2- Sünnet: Hz. Peygamber'in kavli, fiili ve takriri sünneti ikinci kaynaktır. Sünnet, Kur'an'ın kapalı ve mücmel ifadelerini açıklar, umumi hükümlerini tahsis eder, çoğunluk İslam hukukçularına göre nasih ve mensuhu bildirir. Diğer yandan Kur'an'da asılları sabit olan farzları tamamlayıcı hükümler getirir ve Kur'an'da bulunmayan bir kısım hükümleri beyan eder.
3- İcmâ: Birleşme, ittifak etme anlamına gelen icmâ, terim olarak; Hz. Peygamber'den sonraki bir çağda amele ait bir meselenin şer'i hükmü üzerine, İslam müctehidlerinin birleşmesidir. Ashab-ı Kiram bir mesele üzerinde ittifak ederlerse Devlet işleri buna göre yürütülürdü.
4- Kıyas: Hakkında ayet-hadis bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla hakkında ayet-hadis bulunan meselenin hükmüne bağlamaya "kıyas" denir.
Fer'i Deliller:
1- İstihsan: Güzel bulmak, güzel görmek anlamına gelen bu terim; müctehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı bir meselede benzerlerinin hükmünden başka bir hükme baş vurmasıdır. İmam Malik'in; "İstihsan ilmin onda dokuzudur." dediği nakledilir.
2- Örf ve adet: Hanefi ve Malikilere göre ayet-hadis bulunmayan yerde örf deliline dayanılır. Bunun huccet oluşu: "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir. Müslümanların çirkin gördüğü şey, Allah katında da çirkindir." (Ahmed b. Hanbel, I, 379) hadislerine dayanır.
3- Maslahat: İslam genel olarak bütün hükümlerinde fert ve toplum yararını ön plana almıştır. Kur'an'da; "Seni alemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiya, 21/107) ve "Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllere bir şifa ve hidayet, müminlere bir rahmet gelmiştir" (Yunus, 10/57) buyrulması bunu ifade eder. İslam, beş unsuru korumayı amaç edinmiştir. Din, can, mal, akıl ve nesil.
4- Sedd-i zerâyi: Kötülüğe giden yolu kapama, süi istimali önleme demektir. İslam'da harama vasıta olan şey haram, mübaha vasıta olan şey de mübahtır. Burada fiili işleyenin kastına bakılmaksızın, fiil sebep olduğu sonuca göre hükme bağlanır. Mesela, Kur'an'da: "Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler" (el-En'am, 6/108) buyurularak putlara sövülmesi yasaklanmıştır.
5- İstishab: Geçmişte sabit olan şeyin prensip olarak hal-i hazırda ve gelecekte de devam etmekte olduğunu kabul etmek demektir. Mesela; bir şey için asıl olan mübahlık ise, haramlığı sabit oluncaya kadar onun yenilmesi mübahtır.
6- Önceki Şeriatlar: Semavi dinlerin hepsi ortak kaynaktan beslenmiştir. Bu da vahiy kaynağıdır. İslam'dan önce gelen kutsal kitablar her ne kadar tahrif edilmişse de içlerinde gerçek vahiy ürünü bilgiler de vardır. Bu yüzden onları toptan red uygun olmaz.
|
|
|
Bugün 67 ziyaretçi (189 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
Bugün 504 ziyaretçi (667 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|