|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İstihbaratımıza nazaran, Atatürk'ün taşıdığı Kamal adı Arapça bir kelime olmadığı gibi Arapça "Kemal" kelimesinin delalet ettiği manada da değildir. Atatürk'ün muhafaza edilen özadı, Türkçe "ordu ve kale" manası olan Kamal'dır.
İmza: Anadolu Ajansı bülteni, 4 Şubat 1935.
Bütün Avrupa faşizmin cihana getirdiği emniyet ve neşe ile ona doğru atılırken, faşizmin bu suretle sanki pek tehlikeli bir şeymiş gibi görülmesi beni derin düşüncelere sevketti. Faşizm korkulacak bir şey addolunamaz. Bilakis bizim gibi inkılap yapmış ve onu yaşatmaya azmetmiş milletler için faşizmden çıkarılacak düsturlar vardır.
İmza: CHP Dersim milletvekili Feridun Fikri Bey, Yenigün gazetesi, 1923.
Faşizm bir vatan ideali etrafında iktisadi refahı, siyasi ve içtimai ahengi tesis etmeyi düşünür. Biz, faşist milliyetperverliğin dünkü galeyanında hem mazimizi hem istikbalimizi görürüz.
İmza: Hamdullah Suphi Tanrıöver, Türk Yurdu dergisi, 1930.
Rusya'da nasıl komünizm, İtalya'da nasıl faşizm varsa, bizde de Kemalizm olmalıdır.
İmza: Ali Naci Karacan, İnkılap gazetesi, 2 Kanunuevvel 1930.
Kamalizm yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir.
İmza: CHP Edirne milletvekili Şeref Aykut, "Kamalizm-CHP Partisi Programının İzahı" isimli kitap, 1936.
Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova'nın yığın terbiyesi metodları, devletçi Türk iktisatçılığı için de faşizmin korporasyon metodları benimsenmelidir.
İmza: Falih Rıfkı Atay, "Faşist Roma, Kemalist Turan" adlı kitabının önsözü, 1931.
Faşist İtalya ile devrimci Türkiye arasındaki dostluk tabiidir.
İmza: Yunus Nadi, Cumhuriyet gazetesi, 22 Mayıs 1932.
Alman başvekili Hitler diyor ki: "Türkiye'de doğan ve parlayan yıldız bize takip edilecek yolu gösterdi. Gazi öyle bir şahsiyettir ki ebediyyen asrımızın en büyük adamlarının en ön safında bulunacaktır. Bu mevki, tarihin ona verdiği bir haktır. Faaliyet gayeleri aynı olan Büyük Türk Milleti ile Alman Milleti arasında sempati çok kuvvetlidir."
İmza: Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 16 Temmuz 1933.
Engin Ardıç, "Kurban kavurması" başlıklı makale, Sabah Gazetesi, 18 Kasım 2010
Cumhuriyet devrinde ‘Kemalist’ değil, ‘İttihatçı’dır. İzmir Suikasti denilen meş’um hadisesiyle hiç bir ilgisinin olmadığını İsmet Paşa da “Hatıralarım’da anlatır. Fakat bu iğrenç suikast teşebbüsü muhalefet yapabilecek isimlerin ‘temizlenmesi’ için kullanılır. Cavit Bey, korkunç bir haksızlıkla, 26 Ağustos 1926’da idam edildi.
Suçsuzluğundan ve beraat edeceğinden o kadar emindir ki, ancak bir kaç satır yazılmasına izin verilen eşine, çıktığında okumak üzere uzun mektuplar yazmıştır, bu mektuplar, oğlu Şiar’ın önsözüyle Liberte Yayınları tarafından “Zindan’dan Mektuplar” adıyla yayınlanmıştır.
İki yaşındaki oğlu Osman Şiar’a yazdıkları da İletişim yayınları tarafından “Şiar’a Mektuplar” adıyla yayınlandı..
Duygulu, içli, gözyaşlarıyla ve adalet çığlıklarıyla dolu, edebi değeri yüksek mektuplardır.
Cavit Bey’in idamını Takrir-i Sükun döneminin olağanüstü şartlarına bakarak değerlendirmek gerekir. Metin Toker, İsmet Paşayla On Yıl kitabında şöyle yazar:
“İyi bir bilenden işittiğim hikayeyi anlatayım. İzmir suikastinden sonra Maliye Vekili Cavit Bey, Selanikli ve dünyanın sarraflarıyla, mali çevreleriyle ilişkileri sıkı. Bunlar ve Türkiye’deki yakınları bir kampanyaya girişmişler: Cavit Bey idam edilemez, zira Cavit Bey eğer idam edilirse bütün garp alemi, farmasonlar, bankacılar Türkiye’nin aleyhinde cephe alırlar! Propaganda Mustafa Kemal’e kadar aksettirilmiş, Gazi düşünmüş ve şöyle demiş:
“- Bir asın bakalım, ne olacak...”
Taha Akyol, Milliyet Gazetesi, 25 Ekim 2010
Geçen hafta son padişah Sultan Vahideddin’in enkaz üzerine tahta oturduğu ve bu şartlarda Anadolu hareketini başlattığı anlatılmıştı. Padişah, Anadolu’daki mukavemet hareketlerini bir elden sevk ve idare ederek, bunu düşmanlara karşı bir koz olarak ileri sürmeyi ve bu sayede avantajlı bir sulh yapabilmeyi umuyordu.
SULTANAHMED’DE ASACAĞIZ!
Anadolu’da birbiri ardına zafer haberleri geliyordu. Muzaffer Ankara artık başka bir otoritenin altında hareket etmeye niyetli değildi. Malta sürgününden dönen İttihatçılar Anadolu’ya geçerek burada tekrar hâkimiyeti ele geçirmeye başlamıştı. Nihaî zaferin kazanılmasından iki ay sonra Rıza Nur’un saltanatın kaldırılması hakkında Ankara’daki meclise verdiği kanun teklifi reddedildi. Bunun üzerine 1 Kasım 1922 günü Kemal Paşa “Buradakiler bu oldu-bittiyi kabul ederse ne âlâ! Aksi takdirde bu iş yine olacak, ama ihtimal bazı kafalar kesilecektir” meâlindeki tarihî konuşmasını yapınca muhalif mebuslar “Biz hâdiseyi başka açıdan değerlendiriyorduk. Şimdi aydınlandık” dediler. Kanun sadece (1926’da asılan) Lâzistan Mebusu Ziya Hurşid‘in muhalefetiyle kabul edildi.
Padişaha içeriden ve dışarıdan gelen baskılar dayanılmaz bir hâl aldı. Gazetelerde her gün aleyhte ve hakaretâmiz yazılar neşrediliyordu. Kanun-ı Esasî gereğince padişah hükûmet icraatından mes’ul olmadığı hâlde, her kötü işin sebebi olarak görülüyordu. Saraya tehdit mektup ve telgrafları yağıyordu. Nitekim Kırşehir Mebusu Yahya Galip padişaha “İstanbul’a geldiğimizde seni Sultanahmed Meydanında asacağız. Karılarını kızlarını da askerlere vereceğiz” diye telgraf çektiğini yıllar sonra neşredilen hatıralarında itiraf etmiştir. O arada Nureddin Paşa, Ali Kemal Bey’i linç ettirdi; padişaha da böyle yapacağını açıkladı.
Bu esnada Ankara meclisi padişahı vatana hıyânet ile itham eden teklifi kabul etti. Padişah can ve ırzının emniyette olmadığını anladı. Siyasî bir buhrana ve iç savaşa sebep olmak istemedi. Ortalık yatıştıktan sonra tekrar geri dönmek niyetiyle hicrete razı oldu. Sonradan “Yaşamak imkânsız olan yerden hicret, Hazret-i Peygamber’in sünnetidir” diyerek kendisini müdafaa etmiştir. Nihayet saltanatın kaldırılmasından iki hafta kadar sonra, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı Malaya adlı İngiliz kruvazörü ile şehri terk etti. O zaman İstanbul işgal altında olup, bunun haricinde bir vasıta ile seyahate çıkmak zaten mümkün olmadığından İngiliz gemisiyle gidişini tenkit etmek yersizdir. Ankara padişahtan kurtulduğuna çok sevindi.
Yanında oğlu ve yakın bendegânıyla Malta’ya çıktıysa da İngilizlerin niyetini anlayarak buradan Mısır ve Hicaz‘a gitti; ama fazla kalamadı. Padişahken yaşadıklarını anlatan iki beyannâme neşretti. Gençliğinde İstanbul’a gelen ve o zamanlar veliahd olan Vahîdeddîn Efendi’den yakın alâka gören İtalya Kralı Vittorio Emanuele vefâ göstererek kendisini İtalya’ya davet etti. Padişah 1923 senesinde San Remo şehrine yerleşti. İçinde düştüğü büyük sıkıntıya rağmen, kendisine bir generalini göndererek, yardımcı olmak ve saraylarından herhangi birini tahsis etmek isteyen Kral’ın teklifini, “Ben bütün Müslümanların ruhanî reisiyim. Peygamber postunda oturuyorum. Bu sıfat, kendi dinimden olmayan bir zâtın teklifini kabulden beni meneder” diyerek kibarca geri çevirmişti.
Padişah memlekete dönmekten artık ümidini kesmişti. Burada acı ve sıkıntı içinde geçen bir sürgün hayatından sonra, 16 Mayıs 1926 günü yatsı namazını müteakip geçirdiği kalp krizinden vefat etti. Cenazesi Şam’a getirilerek Selimiye Câmii hazîresine defnedildi. Vefat haberini, Adana’da bir akşam yemeği sırasında, Roma büyükelçisinin telgrafından öğrenen Reisicumhur Mustafa Kemal’in, “Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi sarayın bütün mücevherlerini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki...” demekten kendisini alamadığı söylenir.
YAPARSA O YAPAR!
Sultan Vahîdeddin zeki ve çabuk kavrayışlıydı. Sakin, ciddî ve tedbirli idi. Az konuşurdu. Mütevazı ve iktisatlı bir yaşantısı vardı. Sultan Hamid’in en çok bu kardeşini sevdiği, tahttan indirildikten sonra bir gün: “Vahîdeddin Efendi devleti iyi idare eder. Yaparsa o yapar. Şayet ona da mâni olurlarsa, bizim hâne dağılır, yok olur!” dediği rivayet olunur. Arada Sultan Reşâd olmayıp da, Sultan Hamid’den sonra tahta çıksaydı, belki de İttihatçıların hatalarını önleyecek, felâketlerin önüne geçip, devleti, asrının güçlü devletleri arasına sokacak kudret ve kıymette idi. Babası gibi Nakşî olup, Gümüşhânevi tekkesinden Ömer Ziyâeddin Dağıstanî’nin muhibbiydi. Hatta vefatı üzerine şeyhin bastonunu hatıra olarak almıştır. Eşi az görülebilecek kadar namuslu olduğu, vatanından koparken yanında pek cüz’î şahsî varlığından başka bir şey götürmeyişi, hatta son maaşını da “O ay çalışmadığı” gerekçesiyle hazineye iade edişinden bellidir. Ayrılışının üzerinden henüz 4 yıl geçmeden vefatında esnafa olan borçlarından dolayı tabutu 15 gün haczedilerek cenazesi kaldırılmamış; sağdan soldan toplanan para ile borcu kapatılarak tabut kurtarılmıştır. Yastığı altında parasızlıktan alamadığı ilaç reçeteleri çıktı.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 10 Kasım 2010
Saltanatın kaldırıldığı tarih 1 Kasım 1922’dir. Böylece 6 küsur asırlık bir devlet maziye gömülüyor, onun mirası üzerinde yeni bir rejim kuruluyordu. Artık bir hükümdar bulunmadığına göre bu rejimin adı cumhuriyet idi. O halde cumhuriyetin ilânı 29 Ekim değil, 1 Kasım demektir. Türk tarihinde bir dönüm noktası olan bu gün tahtını kaybeden hükümdar da tarihin en münakaşalı şahsiyeti hâline gelmiştir.
BİR ENKAZIN ÜZERİNE OTURDU
Sultan Vahîdeddin, Sultan Abdülmecid‘in oğullarının en küçüğüdür. Üç aylıkken annesini ve bir ay sonra da babasını kaybetti. Şehzâde iken, yaveri Mustafa Kemal Paşa ile beraber, Almanya ve Avusturya’ya resmî ziyarette bulundu. İttihatçılara şiddetle muhalifti. Onların memleketi felâkete sürüklediğini görüyordu. Bu sebeple İttihatçı erkânı şehzâdeyi devamlı göz hapsinde tuttular; hatta bir ara ortadan kaldırmaya teşebbüs ettilerse de muvaffak olamadılar. 4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan Reşad’ın vefatı üzerine tahta çıktı. Osmanlı Devleti’nin son kılıç alayı 31 Ağustos’ta tertiplendi.
Ancak bu sıralarda Cihan Harbi’nin korkunç neticeleri alınmak üzereydi. Suriye cephesinin çökmesi üzerine 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesi imzalandı. Mağlubiyetin vesikası olan bu mütârekeyi imzalayan Rauf Bey (Orbay) ve diğer delegeler saraya arz-ı tazimat için geldiklerinde, padişah kendilerini kabul etmedi. Memleketi harbe sokan İttihatçı reisleri mütârekeden hemen sonra yurt dışına kaçtılar. Sultan Vahîdeddin’in elinde ancak düşmana teslim olmuş ve milletin sefalet içine düştüğü bir ülkeyi idare etmek kaldı.
PAŞA! DEVLETİ KURTARABİLİRSİN!
8 Şubat 1919 tarihinden itibaren düşman askerleri memleketi işgale başladı. Fiilen işgal altındaki İstanbul’dan vatanın kurtarılamayacağını anlayan padişah, bir kısım yakınlarının “Dünyaya karşı harb edilemez!” sözüne aldırmayarak Anadolu’da teşkilat kurmak üzere bir başkumandan göndermeyi kararlaştırdı. İttihatçı muhalifi üst rütbeli Palabıyık Ziyâ Paşa ve Çerkes Ferid Paşa buna dair teklifi özür dileyerek reddetti. Bir ara kendisi Anadolu’ya geçmeyi düşündüyse de, İngilizlerin, “Eğer Anadolu’ya geçersen İstanbul’u Yunanlılara işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız” tehdidi üzerine vazgeçti.
İngilizler, mütârekenin tatbikini yerinde teftiş etmek üzere Anadolu’ya bir müfettiş gönderilmesini istediler. Padişah bunu fırsat bilerek, İttihatçılarla arası açılmış bulunan ve kendisine gösterdiği sâdıkâne ve mültefit tavrıyla öne çıkan yaveri Mustafa Kemal Paşa’yı saraya çağırdı. Paşa, İttihatçı aleyhtarlığı sebebiyle İngilizlerin kabul edebileceği nâdir isimlerdendi. Üstelik bu vazifeye uygun üst bir rütbedeydi. Nutuk’ta anlatıldığına göre kendisine, “Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettiniz. Asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsiniz” dedikten sonra, 9. Ordu Müfettişi olarak, fevkalâde geniş salâhiyet ve malî imkânlarla Anadolu’ya gönderdi. Vazife yazısını Sadrâzam Ferid Paşa’nın imzaladığı Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da İngiliz işgali altındaki Samsun’a çıktı. Vatanseverlerin tertiplediği kongrelere delege olarak katıldıktan sonra Ankara’ya gelerek burada bir meclis topladı ve geçici bir hükûmet kurdu. Burada İstanbul hükûmetiyle iş birliği içinde çalıştı ve meclisin bütün gayesinin padişahı fiilî esaretten kurtarmak olduğunu her fırsatta deklare etti.
İNGİLTERE’NİN YEGÂNE MAKSADI
Padişah bundan sonra İstanbul’daki işgal kuvvetlerini oyalamak ve Anadolu’daki mücadeleyi gözden uzak tutmak için türlü siyasî gayretler içine girdi. El altından milleti teşvik ederek Anadolu’ya silah, mühimmat ve subay yolladı. Mektepler, mescidler yollama memurluğu hâline geldi. İstanbul câmilerinde zafer müyesser olması için Kur’an-ı kerîm ve mevlidler okutturdu. Bunları görüp sarayı sıkıştıran işgal kuvvetlerine, “Benim haberim yok. Bunları önleyeceğim” diyordu. Hatta onları inandırmak için Kuvvâ-yı İnzibâtiye’yi kurdu. Bu kuvvetlere el altından Anadolu’daki harekete katılma emri verildi. İzzet, Ali Rızâ, Sâlih, Tevfik Paşa gibi Anadolu hareketini açıkça destekleyen sadrâzamlar vazifelendirildi. Zaman zaman İngiliz baskısını tolere edebilmek üzere Damat Ferid Paşa gibi İngiltere’ye yakın bir diplomatı sadrâzam yapmak mecburiyetinde kaldı.
İstanbul’da toplanan Osmanlı Meclis-i Meb’usânı, vatanın her ne şekilde olursa olsun müdafaasına dair meşhur Misak-ı Millî’yi kabul edince, İtilâf Devletleri meclisi dağıttı. Padişah, şahsını korumak için bırakılan 700 kişilik maiyyet-i seniyye kıt’asını Ayasofya etrafında mevzilendirip câmiye çan takmak isteyenlere ateş emrini verdi. 11 Mayıs 1920’de paraf edilen Sevr Muâhedesi’ni bütün baskılara rağmen imzalamadı. Böylece karşı devlet reisleri de imzalamadı ve anlaşma hükümsüz kaldı. Bu arada dünyanın çeşitli beldelerinde yaşayan Müslümanlar, bilhassa Rusya ve Hindistan Müslümanları, halifeye olan hürmetleri sebebiyle Anadolu’daki mücâdele için aralarında külliyetli yardım toplayıp gönderdiler. Fakat İngiltere de halifeliği kaldırarak Müslüman halkın yaşadığı sömürgelerindeki nüfuzunu kırabilmek için padişah aleyhine çalışmaktan geri kalmıyordu.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 3 Kasım 2010
http://arsiv.sabah.com.tr/2005/07/23/altan.html
Önümde 13 Haziran 1995 tarihli Sabah gazetesinin 26. sayfasının fotokopisi var. Sayfanın manşeti "Vahdettin hain değildi"...
O tarihlerde Sabah'ta çalışan Nuriye Akman, 11 ila 14 Haziran 1995 tarihlerinde "Milli Mücadelenin iki yüzü" başlıklı birkaç günlük bir röportaj yayınlıyor. Röportajın konukları "damarlarımı kesseniz Atatürk diye akar" diyen Cemal Kutay ile gene "sıkı Atatürkçü" İsmet Bozdağ... İki Atatürkçü Kurtuluş Savaşı'nı, Vahdettin'i, 19 Mayıs'ı, Nutuk'u çok farklı değerlendiriyor.
Ben o tarihlerde de bu değerlendirmelerin üzerinde uzun uzun durmuştum. Sonra da o yorumları "Birinci Cumhuriyet Üzerine Notlar" adlı kitaba aldım.
Nuriye Akman Cemal Kutay'a soruyor:
"Siz bugün Vahdettin'i vatan haini kategorisine sokmuyorsunuz?"
Kutay cevap veriyor: "Elbette hain değildi. Dünyanın en namuslu adamlarından biriydi. Ölürken yastığının altından parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıktı. Bunu Tarık Mümtaz Göztepe anlatıyor. Ve cenazesini rehin ettiler San Remo'da. Akrabaları, arkadaşları cenazeyi kaçırdılar da gömüldü. Bunlar hakkında hüküm verebilmek için önce bilgili olmak lazım. Bakın Hazine-i Hassa Reisi Refik Bey'i çağırıp sayım yaptırdı gitmeden evvel. Nuriye Hanım, oradan kaşıkçı elmasını alıp gidebilirdi. Hakkıydı, ailesinin çünkü. Kesinlikle bunlar namusu müeccem.
Daha sonra şöyle devam ediyor: "Kafanız hiç karışmasın devrimlerin kaderi budur. Evet, Atatürk, Vahdettin'e 'vatan haini' dedi ama bence hata etti. Ama o günkü şartlara göre onu demesi aşağı yukarı bir çaresiz savunmaydı. Atatürk, Cevat Üstün isimli bir büyükelçinin İkinci Viyana Muhasarası kitabının yeniden tetkikini Türk Tarih Kurumu ilk başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'ndan istemiş. Çünkü Üstün'ün gördükleri ile herkesin zannettikleri arasında bir aykırılık bulmuş. Bu vesileyle 'Ben de Milli Mücadele'de sarayın hareketini o günün şartlarına göre değerlendirdim ama şimdi elbette başka düşünüyorum' demiş."
Son Padişah Vahdettin'in Atatürk'ü Samsun'a göndermeden kendisine ne kadar para verdiği de, gene bu röportajda gündeme geliyor.
Kutay'ın cevabı şu:
"25 bin altın. O zaman bu parayla İstanbul'un onda biri satın alınırdı. Ben bunu Demokrat Parti milletvekili olan hukukçu Celal Fuat Türkgeldi'nin babası Mabeyn Başkatibi olan Ali Fuat Türkgeldi'den dinledim."
İsmet Bozdağ da, Atatürk'e kırk bin altın değerinde para verildiğini Abdülhamit'in kızı Şadiye Sultan'dan dinlediğini belirtir. Üstelik bu kırk bin altını Vahdettin'in çiftliğini ve atlarını satarak temin ettiğini söyler.
İki Atatürkçü "para verildiğinde" birleşirler ama miktarı ve kaynağı hususunda farklı noktada dururlar.
İsmet Bozdağ, röportaj sırasında Atatürk'ün "Vahdettin'in yaveri" olduğunu, Erzurum Kongresi'ne "Hazret-i Şehriyari kordonlarıyla" geldiğini, Samsun'a doğru yola çıkmadan bir gün önce "sarayda padişahla yemek yediğini", ertesi sabah da "içeriği net olarak söylenmeyen" görevin kendisine verildiğini hatırlatır. Ayrıca Mustafa Kemal'e "gizli" görevinde tanınan yetkilerin tarih içinde yalnızca Köprülü Mehmet Paşa'ya tanındığını çünkü Mustafa Kemal'in Samsun'a yolculuğunda sadece askeri değil sivil müesseselerin de emrine verildiğini vurgular.
Cemal Kutay bu çarpıtmaların doğuşunu Nutuk'a yaklaşımda bulur. Şu açıklamayı yapar "İlk yapılacak şey, Nutuk'un bir tarih olmadığını açıkça ortaya koymak. Yani Nutuk'a isnat ederek bir hadisenin tek başına Nutuk'un çerçevesi içinde izahı mümkün olmadığı kabul edilmelidir.
...Mustafa Kemal ne yazık ki kendi nutkunda Milli Mücadele'nin kuruluşunu hakiki olarak anlatmamıştır."
İsmet Bozdağ da aynı fikirdedir:
"Mustafa Kemal tarihi doğru anlatmıyor, yani hepsini anlatmıyor, bir parçayı vermiş üst tarafı karanlık."
Bunlar Atatürkçülerin tam on yıl önceki yaklaşımları... O gün Türkiye kulağının üzerine yatmıştı. Şimdi bu tartışmalar yeniden alevlendi.
Bakalım "siyasal propagandaya" dayalı olmayan gerçek ve objektif bir tarih yorumumuz ne zaman gündeme gelecek?
Mehmet Altan
23 Temmuz 2005, Sabah Gazetesi
Aşağıdaki haber Radikal Gazetesi'nin web sitesinden kopyalanmıştır:
19/08/2010 14:51
Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR) Genel Başkanı Osman Pamukoğlu, Dersim isyanı sırasında Atatürk'ün hayatta olduğunu ve isyanın bastırılması emrini de Atatürk'ün verdiğini söyledi:
"...Hiç uzatmanın gereği yok. Dersim birkaç kere ayaklanma teşebbüsünde bulundu. Atatürk sağdı, her şeyi yaptıran Atatürk’tü. O kadar Atatürk’tür ki Trabzon’da Atatürk’ün kaldığı bir ev var. O evde Atatürk bu Dersim isyanında Karadeniz bölgesindeydi, bizzat haritaya kırmızı ve mavi, kendisi işaretlemiştir. Bizim kuvvetlerimiz ve isyancıların kuvvetleri diye. Kendi el yazısı ve farklı askeri şekiller çizmiş, oklar çizmiş ve harekatın nasıl yapılacağını ve ortadan kaldırılacağını bizzat kendisi eli ile yazmış ve şekillendirmiştir. Harita Trabzon’dadır. Hatta doğuda görevliyken, isyanlarda bulunan çok yaşlı bir Kürt vatandaş ile sohbet ettim. O isyanları bana anlattı. Söylediği söz, ‘Mustafa Kemal Paşa başımıza taş yağdırdı’. İsyanları devletler nasıl bastırdıysa, Atatürk te öyle bastırdı. Bundan sonra olacaksa yine aynı şekilde bastırılacaktır"...
Kaynak: Radikal Gazetesi web sitesi, 19 Ağustos 2010
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1014471&Date=19.08.2010&CategoryID=78
Osmanlı döneminde çocukların eğitimine büyük önem verilir, okula başlayacak çocuklar için Amin Alayı düzenlenirdi.
Osmanlı Türkiye’sinde çocuk, son derecede şefkate lâyık bir varlıktı. Disiplin, terbiye, belirli gelenekler ve kurallar içinde yetiştirilir, asla dövülmezdi. Zira dövülecek bir şey yaptığı nadirdi. Anne ve babası başta bütün büyüklerine saygı gösterirdi.
Okulda dayak nadirdi. Ağırca suçlar için sınıf önünde değnek vurulurdu ki diğer çocuklar ibret alsın. Okul disiplini, her derecede öğrenimde, bugünkü ile kıyaslanmayacak derecede sıkı idi. Bütün dünyada öyle idi. İngiltere’de öğrencilerin resmen -terbiye ve disiplin amacıyla- değnekle dövülmesi -en son soylu okullarında olmak üzere- daha ancak çeyrek yüzyıl önce kaldırıldı.
Çocuğu ebe doğurturdu. Ancak ebenin doğumun müşkül olacağını bildirmesi hâlinde, sultanlar (Osmanlı hânedanı prensesleri) gibi önemli hanımlar için hekim getirtilirdi. 19. asır sonlarında tek tük İstanbul’un ileri gelen ailelerinin doğumda doktor getirttikleri görüldü. Ama 1930’da İstanbul’da bile nadirdi. 1940’larda İstanbul’da ebenin doğurtması çok azalmaya başladı.
Ebeyi, diğer ebeler, yanlarında yardımcı hizmeti vererek yetiştirirlerdi. 1861’de yasaklandı. Bu tarihte Müslüman, Hristiyan, Mûsevî ebelik yapacak bütün hanımlardan Mekteb-i Tıbbiye’de sınav geçirerek ebelik ruhsatı alması şartı konuldu. Bu kuralın ancak büyük şehirlerimizde uygulanabildiği açıktır.
Doğumun 3. günü aile toplanır, yakınlar çağırılırdı. Baba, bebeği kucağına alır, kulağına hafif sesle üç defa ezan okur, üç defa çocuğun adını söylerdi. Sonra konuklar ağırlanırdı.
YETİMLERE DEVLET BAKARDI
Türk toplumunda piç derdi yoktu. Zira zinâ yoktu. Terk edilmiş çocuk yoktu. Yetimler mutlak devlet himayesinde idi. Bu hususta Türk toplumu, Avrupa toplumundan asırlarca ileridedir. Yakın zamanlara kadar Batı toplumunda gayri meşru ve terk edilmiş çocuklar, büyük sosyal âfetlerden biri idi. Meselâ 1815’te Fransa’da hükûmet, 82.000 terk edilmiş, sahipsiz çocuk tesbit etti, bu rakam 1830’da 118.000’e yükseldi, sonraki yıllarda daha da arttı. (Schoelcher, Esclavage et Colonisation, Paris Üniversitesi, 1943, s.62, not 2)
Sosyal faciayı daha iyi anlamak için, şunları hatırlamak yeter: Fransa nüfusu 1815’te 29.3 ve 1830’da 32 milyondu (Avrupa’da o devirde Avrupa topraklarındaki nüfus bakımından 1.) Demek aşağı yukarı her 300 nüfustan biri, terk edilmiş çocuktu. Bunu yalnız çocuk nüfusuna oranlarsak, çıkan sonuç korkutucudur. İngiltere’de durum, -Dickens’ın romanlarından anlaşılacağı gibi- daha kötü idi. Fransa ile İngiltere’nin o yıllarda dünyanın en kalkınmış ülkeleri sayıldığını da hatırlıyorum.
Terk edilmiş, daha doğrusu savaşlar ve düşman istilâsı dolayısıyla kimsesiz kalmış çocuklar meselesi, ilk defa 1913’te, Balkan Savaşı’nda yenilmemiz üzerine yepyeni bir problem şeklinde ortaya çıktı. 1918’de problemin boyutları büyüdü. 1922’de çok büyüdü. Babası şehid olan, anası ölen binlerce çocuk himayesiz, yersiz yurtsuz kaldı. Gene Birinci Cihan Savaşı’nda Türk çocuğunun karakteri de değişmeye başladı.
Yılmaz Öztuna,
Türkiye Gazetesi, 24 Temmuz 2010 Cumartesi
Son zafer Yunan Harbi
TÜRKÜ BİLE YAKILDI
Osmanlı Devleti’nin kazandığı son zafer 1313 (1897) tarihli Yunan Harbi’dir. Bu harb vesilesiyle yakılan meşhur Dömeke Türküsü bile Çanakkale’ye mâl edilir.
24 SAATTE GEÇTİLER
Yunanlıların Girit’e taarruzu üzerine kopan harbde Osmanlı ordusu, otoritelerin “6 ayda geçilemez” dediği Termofil geçidini 24 saatte geçip Atina önüne gelmişti
Sakarya ve Dumlupınar bir yana bırakılacak olursa, Osmanlı Devleti’nin kazandığı son harb, 1313 (1897) tarihli Yunan Harbi’dir. Tesalya Harbi adı da verilen bu harbden kimsenin fazla haberi yoktur. Mekteplerde bahsedilmez. Merasimi yapılmaz. Bu harb vesilesiyle yakılan meşhur Dömeke Türküsü bile Çanakkale’ye mâl edilir. Sebebi çok basit; bu harbi Sultan Hamid kazanmıştır da ondan... Sadece Yunan Harbi mi, Niğbolu, Mohaç, Preveze, hatta Malazgirt bile unutulmuştur. Bilmeyen Türk tarihini Çanakkale’den ibaret zannedecek. Halbuki Çanakkale büyük bir harb içinde lokal bir savunma muharebesidir. Mağlubiyeti engelleyememiş; hatta harbi geciktirerek kaybın faturasının ağır olmasında rol oynamıştır. Son zamanlarda sürekli ön plana çıkarılmasının sebebi, iktidarlarını resmen kaybedeli 100 yıl geçmesine rağmen, bazılarının şahsında hâlâ varlığını sürdürmeye çalışan İttihatçı zihniyete sunî bir şeref pâyesi kazandırmak arzusudur. 250 bin kayıp verilen, en güzide vatan evlâtlarının toprağa düştüğü bir zafer! “Çanakkale’de destanlar yazdığı” için milletin Enver Paşa ve arkadaşlarına borçlu olduğuna inananlar bile vardır. Herkes bunların bütün bu belâları milletin başına açıp, sonra da “Tavşana kaç! Tazıya tut!” hesabı belâyı savmak için biraz uğraşarak kahraman kesildiklerini bilmez değil ki...
Kaynak: Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Türkiye Gazetesi, 26 Mayıs 2010
Not: Yazının tamamı için bkz.
http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=448825
DİRİ DİRİ YAKTILAR
Bundan tam 18 yıl önce... Hocalı katliamı, Karabağ Savaşı sırasında 25 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabası, Ermeniler tarafından gerçekleştirilen insanlık dışı bir vahşet olarak tarihe geçti. Uluslarası gözlemcilerin raporuna göre katliam, 366. Rus Motorize Piyade Alayı’nın desteğindeki Ermeni silahlı kuvvetleri tarafından gerçekleştirildi. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Hocalı Katliamını Dağlık Karabağ’ın işgalinden bu yana cereyan eden en kapsamlı sivil kırımı olarak gösterdi. Saldırıda 2 bin 605 aileden ibaret 11 bin 356 kişinin yaşadığı Hocalı kasabası tamamıyla yok edildi. Ermeniler, 25 Şubatı 26 Şubata bağlayan gece bölgedeki giriş ve çıkışları kapadı. Hocalı’da sivil, kadın, çocuk, yaşlı ayırımı yapmadan Azeri resmî rakamlarına göre 613 kişiyi katletti. Katledilenlerin 83’ü çocuk, 106’sı kadın ve 70’ten fazlası ise yaşlıydı. Bu katliamdan toplam 487 kişi ağır yaralı olarak kurtuldu. 1275 kişi rehin alındı. 150 kişinin ise kaybolduğu belirtildi. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, kulakları, burunları ve kafaları ile vücutlarının çeşitli uzuvlarının kesildiği görüldü. Aynı vahşetten hamile kadınlar ve çocuklar bile nasibini aldı.
BİR ÇIĞLIK İŞİTTİM
Vahşeti yaşayan ve sonra Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan, For the Sake of Cross (Haçın Hatırı İçin) adlı kitabında anlattığı şu olay ise tüyler ürpertiyor: “...Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hâlâ yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için savaşa devam ettiler.”
http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=448426
Kaynak: Osman SAĞIRLI, Türkiye Gazetesi, 23 Mayıs 2010
Camiler, tek parti döneminde kapatılmış, depo yapılmış, yıkılmış, kiraya verilmiş, parti binası ve spor kulübü lokali bile yapılmıştı
1966 yılında, İsmet Paşa muhalefet lideriyken, kendi döneminde camilerin kapatılmadığını iddia edince, dönemin önde gelen gazetecilerinden Mehmed Şevket Eygi, Yeni İstiklal Gazetesi'nde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak "CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi" göndermelerini istemişti. Gelen yazı ve resimlerin bir kısmı Yeni İstiklal Gazetesi'nde yayınlandı. 2003 yılında ise bu mesele Mehmed Şevket Eygi tarafından "Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı" adıyla kitaplaştırıldı. Kitabın başlığının altında ise "Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, depo yapılan, CHP ocağı, saz ve içki evi, spor kulübü lokali haline getirilen, müzeye dönüştürülen binlerce mâbedin hazin hikayesi" şeklinde bir ibare vardır. Bu kitap, Türk tarihinin bu en acı hadisesini teferruatlı olarak anlatır.
CAMİ KAPATMAK İÇİN KANUN
15 Kasım 1935'te "Cami ve mescitlerin tasnifine ve tasnif harici kalacak cami ve mescit hademesine verilecek muhasasat (maaş, ödenek) hakkında" bir kanun çıkarıldı. 2845 numaralı kanunda "Tasnif harici tutulan cami ve mescitler usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır" hükmü vardı. Bu tarihten sonra yüzlerce cami kapatıldı, depo yapıldı, satıldı, yıktırıldı, parti binası bile yapıldı.
Anadolu'nun birçok yerinde yüreği parçalanan vatandaşlarımız birleşerek yapılış amacı dışında kullanılan cami ve mescitleri satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürmeye çalıştılar. Tokat'ta Kâbe Mescit isimli ibadethane 1940'lı yıllarda kiraya verilerek, tuz deposuna dönüştürülmüştü. 1949'da satışa çıkarılınca dört Tokatlı burayı satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürdü. 4 Ocak 1967 tarihinde Yeni İstiklal Gazetesi'ne gönderilen bir mektupta Tokat'ta 33 cami ve mescitin yıktırıldığı ve bir kısmının arsasının satıldığı ifade edilmişti.
MESCİT PARTİ BİNASI OLDU
Anadolu Hisarı Barutçular Sokak'ta bulunan Göksu Mesciti (Mihrişah Valide Mesciti) Mihri Şah Sultan tarafından yaptırılmış, İkinci Mahmud tarafından yenilenmişti. Göksu Mesciti ibadethanelikten çıkarılarak, CHP Ocağı yapıldığı gibi, üzerine de partinin simgesi altı ok konulmuştu. Çok partili dönemde Göksu Mesciti tekrar ibadethaneye dönüştürüldü.
KONYA'DA DEPO YAPILAN CAMİLER
Şevket Eygi'ye mektup gönderen Mevlüt Çınar, Konya'daki durumu şöyle ifade etmişti:
İnönü istibdadı zamanında Konya'daki ibadethanelerin durumu şöyledir:
1- Sultan Alaaaddin Camii: Depo oldu; 2- İplikçi Camii: Müze oldu; 3- Kışla Camii: Depo oldu; 4- Battallar Camii: Depo oldu; 5- Paşa Camii: Depo oldu; 6- Cıvıllıoğlu Camii: Depo oldu; 7- Kapu Camii: Depo oldu; 8- Sultan Selim Camii: Depo oldu; 9- Sahibata Camii: Depo oldu; 10- Sadreddin Konevi Camii: Depo oldu; 11- İnce Minareli Camii: Depo ve Müze oldu; 12- Havacı Camii: Depo oldu; 13- Karadayı Camii: Depo oldu.
Mehmed Şevket Eygi, Câmi Kıyımı, s. 38-39.
Kaynak: Erhan Afyoncu, Bugün Gazetesi, 9 Mayıs 2010 Pazar
Mehmet Barlas bir makalesinde şöyle yazmıştı:
Adalet Bakanı olduğu dönemde Medeni Kanun'u Türkiye'ye getiren (1926) ve bu kanunun gerekçesini yazan, 1930'larda bakanlıktan ayrıldıktan sonra Atatürk'ün emri ile gençliğe "İhtilal'in Hukuk Tarihi"ni üniversitede ders olarak okutan Mahmut Esat Bozkurt'un (1892-1943) bir değerlendirmesini hatırlatalım:
- Zamanımızın bir Alman tarihçisi gerek nasyonal sosyalizmin, gerekse faşizmin Mustafa Kemal rejiminin çok az değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktır, Türk milletidir. Piramide benzer; temelleri halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki bizde buna şef denilir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir. ("Atatürk İhtilali", M.E.Bozkurt, Kaynak Yayınları, Sayfa 88)
Kaynak: Sabah Gazetesi, 06/04/2006
Vakit Gazetesi bugün şu resmi neşretmiş:
Kendisini Hitler’e benzeten Baykal’a cevap veren Erdoğan’ın; “Böyle bir siyasî figür arıyorsanız, eski genel başkanınızın fotoğrafına bakın... Onun, Hitlervari bıyıklarının altından size gülümsediğini göreceksiniz” sözleri, Hitler ile İnönü arasındaki benzerlikleri hatırlattı.
Kaynak: Vakit Gazetesi internet sitesi, 4 Mayıs 2010
Bu konuyla ilgili bir yazısında İnönü'yü müdafaa etmeye çalışan Fatih Altaylı, şu bilgiyi yazıvermiş:
O günlerde Cumhuriyet Gazetesi Hitler’in fikirlerini savunuyor, faşist bir çizgide yayın yapıyordu.
Kaynak: Fatih Altaylı, Habertürk, 05 Mayıs 2010
Engin Ardıç şöyle yazmış:
Cumhuriyet gazetesi eskiden "tarihten yapraklar" gibilerden küçük bir köşe yapardı, "kırk yıl önceki Cumhuriyet'ten" diye bir şey... Gazetenin eski haber ve yazılarından küçük örnekler... Uzun zamandır okumayı bıraktığım için, şimdi de var mı bilemeyeceğim. Fakat ne hikmetse, o kırk yıl önce muhabbeti tam da İkinci Dünya Savaşı'nın başına gelince kesilir, hooop, yine gazetenin çıkışına, 1924 yılına dönülür, sil baştan yapılırdı. Neden acaba? Sakın, İkinci Dünya Savaşı'nda Cumhuriyet gazetesinin Almanya'yı ve Hitler'i desteklemiş olduğunu gençlerin öğrenmelerini, yaşlıların da hatırlamalarını engellemek için olmasın?
Kaynak: Engin Ardıç, Sabah Gazetesi, 1 Temmuz 2010
Kaynak: Mustafa Armağan, Zaman, 9 Mayıs 2010, Pazar
Extracts from a letter dated December 11, 1983, published in the San Francisco Chronicle, as an answer to a letter that had been published in the same journal under the signature of one B. Amarian.
"We have first hand information and evidence of Armenian atrocities against our people (Jews). Members of our family witnessed the murder of 148 members of our family near Erzurum, Turkey, by Armenian neighbors, bent on destroying anything and anybody remotely Jewish and/or Muslim. Armenians should look to their own history and see the havoc they and their ancestors perpetrated upon their neighbors. Armenians were in league with Hitler in the last war, on his premise to grant themselves government if, in return, the Armenians would help exterminate Jews. Armenians were also hearty proponents of the anti-Semitic acts in league with the Russian Communists."
Signed Elihu Ben Levi, Vacaville, California.
Tercümesi:
"Ermenilerin bizim halkımıza (Yahudilere) karşı gerçekleştirdiği mezalim hakkında birinci elden bilgimiz ve delillerimiz mevcuttur. Ailemiz mensupları, Erzurum yakınında ailemizden 148 kişinin Yahudi veya Müslüman olan herşeyi ve herkesi yok etmeye meyleden Ermeni komşuları tarafından katledilişine şahid oldular. Ermeniler kendi tarihlerine bakmalı ve kendilerinin ve atalarının komşularına karşı irtikap ettikleri tahribatı görmelidirler. Son savaşta Ermeniler Yahudilerin yok edilmesine yardım ettikleri takdirde kendilerine hükümet kurma imkanını bahşedeceği sözünü veren Hitler'le aynı safta yer aldılar. Ermeniler aynı zamanda Rus komünistleriyle beraber olarak anti-semitik [Yahudi düşmanı] eylemlere gönülden destekçi oldular."
İmza: Elihu Ben Levi, Vacaville, California
11 Aralık 1983, San Francisco Chronicle Gazetesi, ABD
(Tercüme: Murat Yazıcı)
Aşağıdaki iki yazı Vatan Gazetesi'nden -hiç bir ilave veya değişiklik yapılmadan- alınmıştır:
http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=0&tarih=13.04.2005&Newsid=51283&Categoryid=7
http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=0&tarih=13.04.2005&Newsid=51282&Categoryid=7
Atatürk 'herifin tekesi'ydi (1)
103 yaşındaki Bilal Dede'de öyle bir hafıza var ki, Cumhuriyet tarihini hatasız anlatıyor! Hem de bir asrın görmüş geçirmişliği ve dobralığıyla... "Atatürk herifin tekesiydi" diye giriyor söze. "O da ne dede?" diye soruyorum. "Biz Şebinkarahisar'da adamın hasına böyle deriz" diyor
103 yaşında bir adamla buluşmaya giderken hiç böyle bir görüntüyle karşılaşacağım aklıma gelmezdi. Eve geldik, bir baktım ahırda biri odun yarıyor. "Oğludur herhalde" dedim. "Bilal Dede'ye bakmıştık. Nerede acaba?" diye sordum. "Benim" dedi. "Dede bu yaşta odun kırılır mı?" sözleri döküldü ağzımdan. Cevabıyla ağzım açık kaldı: "Bu da iş mi? Çıra yarıp kendimi oyalıyorum."
Bilal Dede, bir asrı devirmiş ama hâlâ dinç... Haydi eski topraklar böyle diyelim, ama Bilal Dede'de bir hafıza var sormayın gitsin. Cumhuriyet tarihini hatasız anlatıyor. Ve tabii ki bir asrın görmüş geçirmişliği ve dobralığıyla... "Atatürk herifin tekesiydi" diye giriyor söze... "O da ne dede?" diye soruyorum. "Biz Şebinkarahisar'da adamın hasına böyle deriz" diyor. Atatürk'ü seviyor ama bir o kadar da gerçekçi! "Atatürk diktatördü! Şu şapka yüzünden binlerce adam asıldı kızım. Alimler 'Bu şapkayla namaz kılınmaz' dedi. Biz onların cenaze namazına durduk! "diye anlatıyor. "Ya sen ne yaptın?" diye soruyorum. Doğrucu davut ya! "Mecbur giydik!" diyor. Cumhuriyet'in ilk yılları biraz korku yüklü galiba... Bilal Dede, "Öyle bir korku vardı ki kurtlar koyuna dalmaktan bile korkardı dağlarda" diye anlatıyor. Sonra birden "Atatürk diktatördü amma böyle olması gerekiyordu. Bu millete onun gibi biri lazımdı. Kafasında hem akıl hem siyaset vardı. Bir daldan yaprak düşmeden o düşeceğini anlardı o" diye ekliyor.
Atatürk'ü çok seviyor, öyle ki hep onun gibi şayak pantolon giyiyor. Tek yanlış hatırladığı Mustafa Kemal'in boyu... Kendi boyu en az 1.80 var ama "O çok heybetli adamdı... Boyu benden uzundu" diyor. "Dede olur mu, abarttın iyice" deyince, "Olmaz mı, o Atatürk, tabii ki uzundu" diye diretiyor. Susuyorum, ne desem boşuna!
Paşa da böyle pontul giyerdi
* Dedeciğim hep böyle mi giyiniyorsun?
Eee Mustafa Kemal Paşa da böyle hep pontul giyer idi. Üzerine de çizme çekerdi. Anladın mı?
* Onu gördün mü hiç?
Görmez olur muyum? Yunan cephesinde...
* Ufak tefekmiş biraz...
Yok canım. Boyu uzundu bizden. Boyluydu. Boylu olmaz mı? Cesur adam idi. Siyaseti çok kuvvetli adam idi. Kafada akıl vardı bir de siyaset. Ben 6 ay cephane taşıdım Mustafa Kemal Paşa'nın peşi sıra... Samsun'da kongreye çıktı. Vaat etti, "Demiryolu yaptıracağım" dedi. Alamanya'da ne kadar demir çelik varsa Samsun'a doldu. Bunu nasıl ettiğine o zaman aklımız ermedi. Yunan'ın harbinde de Rus verdi bize cephaneyi. Yani kızım, Mustafa Kemal Paşa komutandı. Siyaseti çok kuvvetli adam idi. Dal kırılmadan ucundaki yaprağın düşeceğini bilirdi. Çok diktatör adam idi.
* Niye diktatördü peki?
Diktatör olmaz mı? Bu adam asılacak dedi mi derhal! Vurulacak dedi mi derhal!
* Sen şahit oldun mu?
Gözümlen gördüm.
* Nerede?
Şu şapka var ya! Ha bu şapka meselesi yüzünden binlerce alim asıldı ki, eşi benzeri yok. Baktılar ki Mustafa Kemal Paşa hepsini asacak, kıracak... Şapkayı koydular başlarına. Sen ne diyon?
Öyle bir adamdı ki korkudan kurt bile kuzuya dalamazdı!
* Dedeciğim, peki sen şapkayı hemen giydin mi?
Giymem mi? Millet giydi hep. Bu iş nereden çıktı biliyor musun? Cumhuriyet ilan olunacağı zaman ecnebiler hep ayağa kalktılar. "Sen 12.5 milyon nüfusla cumhuriyet kuramazsın" dediler Mustafa Kemal Paşa'ya. "Bize uyarsan kurarsın, uymazsan kuramazsın. Bizim altı maddemiz var. Bu maddeleri kabul edeceksin" dediler. Maddeleri sordu Mustafa Kemal Paşa. "Burada söylenmez, Lozan'a gelip öğreneceksiniz" dediler. Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa'ya "Git bunların altı maddesi ne öğren. Kabul edileceği kabul et, gerisini reddet" dedi. İsmet Paşa Lozan'a gitti. "Sizin bize Cumhuriyeti kuramazsınız demenizdeki sebepler ne oluyor?" diye sordu, masaya vurdu. Masanın tahtası çatladı. Biz yanlarında yokuz. Ama öyle söylediler sonra... "Birinci maddemiz şu: Karılar açılacak. Tabii bizim karılar peçe, çarşaf, börük geziyordu, ikinci madde, fesi atacaksınız başınıza şapka koyacaksınız dediler. Üçüncü madde, sizin tarih 1300'den başlıyor, bizim gibi 1900'ü alacaksınız dediler. Geldik dördüncü maddeye. Sizin yazınız Osmanlı yazısı, bizim yazıdan yazacaksınız dediler. Yani Latince. Beşinci madde: Sizin tatiliniz cuma günü. Bizim gibi pazara alacaksınız dediler. Altıncı madde: Sizin yılbaşı martta bizim gibi ocağa alacaksınız dediler. İsmet Paşa geldi, anlattı. Mustafa Kemal Paşa hemen birinci emri verdi vilayetlere. Karılar açılacak. Burada, polis, jandarma, sokakta gezen karıların börüğünü hep dağıttı. Kimisi direndi, polis cop ilen vurdu.
* Senin karın da açtı mı börüğünü?
Tabii... Herkes açtı.
* Yoksa korktun mu karşı çıkmaktan?
Ne karşı çıkacağız? Karılar hep açıldı. Sonra şapka işinde alimler "Böyle namaz kılınmaz" dediler. Şapkayı koymadılar başlarına... Kavgaya durdular. Bu sefer çok alim asıldı. Köy ağalarının, hocaların hepsi asıldı...
* Bir tek şapka yüzünden mi?
He, bir şapka yüzünden.
* Yazık değil mi?
Yok canım... Öyle gerekiyordu bu millete. Sonra 'tarih' kabul edildi. Öyle kabul edildi ki yağdan kıl çekmiş gibi... Hiç laf olmadı. Yazı, yılbaşı, tatil 4 sene ertelendi. Sonra bu üçü de kabul edildi.
Atatürk 'herifin tekesi'ydi (2)
103 yaşındaki Bilal Dede'de öyle bir hafıza var ki, Cumhuriyet tarihini hatasız anlatıyor! Hem de bir asrın görmüş geçirmişliği ve dobralığıyla... "Atatürk herifin tekesiydi" diye giriyor söze. "O da ne dede?" diye soruyorum. "Biz Şebinkarahisar'da adamın hasına böyle deriz" diyor
* Burada da adam asıldı mı şapka takmadı diye...
Asılmaz mı? Caminin oraya darağacını çektiler. İki genç alim asıldı. Sonra Cumhuriyet kuruldu. İstiklal Mahkemeleri'ni Mustafa Kemal Paşa Ankara'dan Menemen'e kaldırdı. Menemen'i işittin mi?
* İşittim...
İşte bu İstiklal Mahkemeleri orada 10 sene kurulu kaldı. Kabahat edenlerin, suçu olanların hepsi oraya sevk edildi. Asılan orada asılırdı Cumhuriyet kurulandan sonra...
* Atatürk'ten korkuyor muydunuz?
Korkulmaz mı? Atatürk öyle bir adamdı ki, cumhuriyet kurulduktan sonra Erzurum'a, Trabzon'a, Giresun'a her yere hafiye bıraktı. Hafiye ne biliyon mu? Bir yanda adam konuşuyordu. Bu hafiyeler senin benim ağzıma bakıyordu. 'Cumhuriyetin aleyhine konuşuluyor mu, konuşulmuyor mu?' diye... Erzurum'da 6 kişi yakalandı. Biri asıldı, üçünü de sürgün ettiler.
* Suçsuz yere adam astılar mı peki?
Söyleyenleri astılar. Dil konuşuyor... Bizim Giresun'da da dört kişi çıktı. Üçünü affettiler de, bir Çıtlakkaleli Abdullah Usta vardı, onu da Amasya'ya sürgün ettiler.
* Sen de Atatürk'ten korktuğun için mi şapka taktın?
Bize birşey dediği yoktu Atatürk'ün. Ama şapkayı hemen koyduk başımıza...
* İstersen koyma başına değil mi?
Öyle! Geldi geçti hep. Millet öyle bir korktu ki Mustafa Kemal Paşa'dan, kurt ile koyun dağda yayıldı.
* Anlayamadım...
Kurt bile koyuna dalamıyordu dağda. Şimdi kurt koyuna dalıyor değil mi? O zaman dalamıyordu.
Bu mesele imlaya gelmez!
Lafı değiştirme zamanı. 75 yıl evli kaldığı Arzu Nine'yi soruyorum, "Sevdin mi?" diye. Cevabı çok net: "Bu mesele imlaya gelmez!" Anladım, özel hayatıyla ilgili sorular ambargolu. Lafı yine değiştiriyorum. "Belli ki gençken yakışıklı adammışsın!" "Fesuphanallah" dercesine bakıyor. "Yaş oldu 103. Gençliği karıştırma"... Bilal Dede'den lafı kerpetenle alıyor insan... "Peki şimdiki kadınlar nasıl?" diyorum... Konuyu yine Kurtuluş Savaşı'na götürüyor: "Şimdikilerde hiç iş yok. İçerden dışarı çıkmıyorlar. Eskiden öyle miydi? Yunan Harbi'ni bize Samsun'un, Havza'nın, Çorum'un, Ankara'nın karısı kazandırdı. 25 kara okka cephaneyi sırtlayıp taşıdılar. Bizim dört kuru askerimiz vardı. Onlar 100 karı, 150 karı kafile kafile cephane taşıdılar seferberlikte. Şimdi ortalık pek nazikleşti. Hele şehirli karılarda hiç iş yok." Böyle öyle bakıyorum, üstüme alındığımı sanıyor olsa gerek "Çalışan karıları saymıyorum be kızım" diyor.
Şimdi de bir Mustafa Kemal Paşa lazım
* Peki öyle bir korku lazım mıydı millete?
Millet zaten seferberlikte tarumar oldu gitti. Sonra da başını kaldıranların kafasını ezdi geçti Mustafa Kemal Paşa... Şapka işinde çok adam asıldı. Sonra hocalar bile şapka ile gezdi hep.
* Bu anlattıkların şimdi bile rahat konuşulamıyor Bilal Dede... Atatürk diktatördü diyorsun ya... O zaman diyebilir miydin böyle?
Öyle diyenlerin hep kafası gitti. "Böyle cumhuriyet kurulmaz, böyle Atatürk olmaz" diyen ne kadar adam varsa, Erzurum'da, Trabzon'da, Giresun'da hep asıldı. Hep sürgün oldu gitti... Atatürk tek laf söyletmedi.
Mine ŞENOCAKLI, Vatan Gazetesi, 13/4/2005
Mehmed Hocaoğlu Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler (İstanbul, 1976) kitabının yazarıdır. Aşağıdaki yazı M. Hocaoğlu'nun Abdülhamid Han ve Hatıraları; Belgeler isimli kitabının Giriş kısmından iktibastır (Türkiyat Matbaacılık, İstanbul, 1989):
Okul sıralarında iken, tarih kitapları ve hocalarımız Sultan Abdülhamid Han'ı Kızıl Sultan diye adlandırıp; aydınları denize attırdığını, sürgüne yolladığını, hür düşünceye izin vermediğini, memleketi casuslarla (hafiyeler) doldurduğunu, sarayında süt banyosu yaparak cariyeleriyle gün geçirdiğini, her şeyden korkan, evhamlı bir Padişah olduğunu anlatıp, yazdıkları halde, onun zamanını yaşamış yaşlılar bütün bunların tam tersini, II. Abdülhamid zamanının tam manasıyla altın devri olduğunu söylemişlerdi. Bize anlatılan ve yazılanların gerçeklere tamamiyle aykırı olduğunu da belirtmişlerdi. Demokrasi ve hür düşüncenin 1950'de başlaması üzerine tarihin üzerine indirilmiş bu ağır ve karanlık perde yavaş yavaş aralandı. Gerçekler birbiri arkasından gözükmeye başladı.
1955'de Türkiye Büyük Millet meclisinde, basın kanunu hakkında şiddetli tartışmalar yapılıyordu. Bir yaz günü Ankara'da Prof. Osman Turan ile Özen Kıraathanesinde oturuyorduk. Bir masa ötede Hamdullah Suphi Tanrıöver'in sesini duyan Osman Turan, ona doğru bakınca bizi masasına çağırdı. Gittik. Şuradan buradan konuşulurken söz basın kanunu üzerindeki sert tartışmalara geldi. O sıralarda mahut gazetelerden birisi, kendi düşüncesine ters düştüğü halde, Sultan Abdülhamid Han lehinde tefrika yayınlıyordu. Söz buraya gelince Hamdullah Suphi Tanriöver'e :
-- "Beyefendi! Sultan Abdülhamid birinci Osmanlı Mebusan Meclisini kapamamış olsaydı, şimdiye kadar demokraside bir hayli mesafe almış ve bugünkü sert tartışmalara da yer kalmamış olacaktı." dedim.
Hamdullah Suphi Tanrıöver büyük bir kızgınlıkla sandalyasından kalkıp oturduktan sonra :
-- "Sen ? Birinci Osmanlı Mebusan Meclisi'ni bilir misin?" dedi.
Yaşımın bunu bilmeme imkan vermediğini söyleyince :
-- "Tarih kitaplarında resmini görmedin mi?"
-- "Gördüm."
-- "Hani (eliyle tarif ederek) lahana başlı hocalar ve yanlarında dal fesli (sadece fes sarıksız demek) kişilerin resmini gördün mü?"
-- "Evet, gördüm."
-- "İşte, o lahana başlı hocalar bu memleketin gerçek sahibinin temsilcisi idiler. Fakat bunlar medresenin yetiştirdiği, günün gidişinden, politikanın gerçek yüzünden, hıristiyan mebusların kötü niyetlerinden habersizdiler. Dal fesliler de Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Durzi, Nasturi ve diğer milletlerin temsilcileri idiler. Bunlar Avrupa'da okumuş, politikanın bütün inceliklerini bilen; devleti içinden yıkmak isteyen hainlerdi. Bu şeytanlar o saf ve temiz hocaları çabucak kandırıp arkalarına kattılar. Memleket çıkarına ters düşen, devleti içinden çökertecek hareketlere giriştiler. Eğer Sultan Abdülhamid Birinci Mebusan Meclisini dağıtmamış olsaydı, İmparatorluk daha o günden dağılmış olacaktı. Buna göre sen ne dersin, İmparatorluk mu çökmeliydi, yoksa Mebusan Meclisi mi dağılmalıydı ?" dedi.
-- "Şüphesiz meclisin dağılması daha iyidir." dedim.
-- "Öyle ise, Sultan Abdülhamid de senin dediğini yaptı. Meclis'i dağıtarak İmparatorluğu otuz üç sene daha yaşatmayı başardı." dedi.
Hamdullah Suphi Tanrıöver'in bu sözleri kafamı allak bullak etmiş, çocukluğumda yaşlı halkın söylediklerine hak kazandırmış oluyordu. İsyan edercesine :
-- "Beyefendi! Öyle ise neden başında bulunduğunuz Maarif Vekilliği Sultan Abdülhamid'i bize kötü tanıttı ?"
Güldü. Derin nefes aldı. Eliyle havada bir çizgi yaptıktan sonra :
-- "Bir inkilap yapılmış, saltanat kaldırılmış, cumhuriyet ilan edilmişdi. Politika gereği saltanat ve sultanları kötülemek lazımdı. Biz de öyle yaptık." dedi.
Sultan İbrahim’in kötülendiği tek kaynak Ravzatü’l-Ebrâr’dır. Yazarı ise padişahı tahttan indirenlerin elebaşısıdır.
Sultan I. Ahmed’in sevgili hasekisi Mahpeyker Kösem Sultan’dan doğan en küçük oğludur. Bir ağabeyi Sultan II. Genç Osman askerler tarafından tahttan indirilip boğdurulmuş; amcası Sultan I. Mustafa iki defa tahttan indirilmişti. Anadolu’daki Celâlî İsyanlarının, İstanbul’daki yeniçeri ihtilâllerinin dehşetinin unutulmadığı bir zamanda, sertliği herkesçe bilinen bir başka ağabeyi Sultan IV. Murad’ın yerine 25 yaşında tahta çıkmıştır. Sene 1640 idi. Ağabeyinin vefatı ve padişahlığı kendisine tebliğ edildiğinde inanmak istememiş, ağabeyinin kendisini tecrübe ettiğini zannetmiş, “Allah padişahımızın ömrünü uzun etsin. Bize sultanlık lâzım değildir!” diye mukabelede bulunmuştu. Ağabeyinin naaşı kendisine gösterildikten sonra tahta çıkmayı kabul etmişti. Hırka-i Seâdet dairesinden getirilen Hazret-i Ömer’in sarığını başına giydikten sonra tahta oturup ellerini açarak: “Yâ Rabbî! Benim gibi zayıf bir kulunu bu makama lâyık gördün. Saltanat günlerimde milletimi hoşhâl eyle ve birbirimizden hoşnûd eyle!” diye duâ etmişti. Bu hâdise, padişahın hiç de deli olmadığının açık bir delilidir.
YALANDAN KİM ÖLMÜŞ!
Kaynaklar içinde bir tek Ravzatü’l-Ebrâr adlı tarih kitabında Sultan İbrahim kötülenir. Müellifi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi’nin padişahı tahttan indirenlerin elebaşı olduğu düşünülürse, bunun sebebini anlamak kolaylaşır. Bazı mektuplarından öğrendiğimize göre Sultan İbrahim şiddetli baş ağrısından muzdaripti. Bu sebeple asabi nöbetler geçirirdi. Muhtemelen beyninde bir ur vardı. Ayrıca şiddetli bir çarpıntısı bulunuyordu. Bugün bile Anadolu’da başı devamlı ağrıyana deli derler. Sultan IV. Murad Revan seferinden dönerken Revan Kalesi muhafızı Emirgûneoğlu’nu rehine olarak İstanbul’a getirmiş; Emirgân’da da bir köşk tahsis etmişti. Ara sıra uğrar, bilgilerinden istifade ederdi. Nitekim bu semtin ismi ondan gelir. Sultan IV. Murad’ın vefatını müteakip, kontrolden çıkıp, İran lehine casusluk faaliyetine başlayınca, Sultan İbrahim bunu idam ettirdi. Başının gömülü bulunduğu yeri bazıları Kesikbaş Türbesi diye ziyaretgâh yapmış; padişah hakkında delilik iddiasını yaymışlardır. Tıpkı Sultan Hamid’e Kızıl Sultan dendiği gibi.
Sultan İbrahim hakkında, samur kürkler içinde, sarayında güzel kızlarla gününü gün eden asabi ve sefih bir padişah tablosu çizilmiş; herkes de buna inanmıştır. Kaloriferin, hatta sobanın bile bulunmadığı bir zamanda, İstanbul gibi rutubetli bir şehirde, yüksek tavanlı geniş ve evlerde, insanlar ocaklarda odun yakarak ısınırdı. Bu sebeple hemen herkes kürk giyer, ancak kürk bugünkünden farklı olarak kaftanın içine dikilirdi. Sultan İbrahim zamanında çok şiddetli soğuklar olmuş, Haliç, hatta Boğaz donmuştu. Bu sebeple samur kürke rağbet artmış; sonra gelenler bundan haberi olmadığı için Samur Devri dediği bu zamanı bir sefahet devri zannetmiştir. Bunda İttihatçı tarihçi Ahmed Refik Altınay’ın da rolü vardır. Kadınlar Saltanatı, Ağalar Saltanatı, Samur Devri, Lale Devri gibi abartılı tabirler ona aittir.
NE DESEM KABUL EDİYORSUN
Halbuki tam aksine padişah saraylı hanımları, hatta annesi Mahpeyker Vâlide Sultan’ı bile devlet işine karıştırmamıştır. Sultan İbrahim, Osmanlı hanedanının son ferdi idi. Çocuk sahibi olmak için gösterdiği çabalar sefahet olarak değerlendirilmiştir. Baş ağrısını tedavi için doktorlar âciz kalmış, İstanbul’da nefesi kuvvetli diye bilinen kazasker Safranbolulu Hüseyin Efendi’nin padişaha okuyup biraz muvaffakiyet elde etmişti. Bu sayede çok iltifat görüp nüfuz kazanan Hüseyin Efendi, Cinci Hoca adıyla tanınmış ve padişahın hasımlarının artmasına sebep olmuştu. Nihayet padişahın bir oğlu olmuş ve hanedan Mehmed adı verilen bu şehzâde ile devam etmiştir.
Haksızlığa tahammülsüz tabiatı, sevenlerini azaltmış ve uzaklaştırmıştı. Halbuki fermanlarında vezirine hitaben “Eğer bir yanlış yazdım ise bildiresin” diyecek kadar mütevazı idi. Veziriazam Semin Mehmed Paşa’ya “Önceki lalam (vezirim) Mustafa Paşa bazen bana itiraz edip, bu iş makul değildir, derdi. Senden hiç böyle bir söz çıkmadı. Ne desem sualsiz kabul ediyorsun. Bunun aslı nedir?” diye sormuştu. Böylece etrafında işe yarar adam kalmamış, dalkavuk ve ikiyüzlü kimseler padişahın sonunu hazırlamıştı. Nasıl mı? Gelecek yazıda ele alalım...
GİRİT’İN FETHİ GECİKTİ
Sultan İbrahim tahttan indirildi
Zamanındaki en mühim hâdise Girit’in Venediklilerden fethidir. 1644 senesinde İskenderiye’ye giden 10 gemilik hususî bir yolcu filosuna Malta’daki St. Jean Şövalyeleri saldırdı. Gemide devlet ricâlinden mühim kimseler de vardı. Gemidekilerin bir kısmı şehid, bir kısmı da esir düştü. Esirler ve gemideki mallar Girit’e götürülüp satıldı. Venedik de bundan vergi aldı. Bu ise anlaşmaya aykırı idi. Bunun üzerine padişahın dâmâdı ve kaptan-ı derya Yusuf Paşa serdarlığında Girit’e sefer yapıldı. Hanya, ardından Resmo fethedildi. Kandiye kuşatıldı ise de bu sırada Sultan İbrahim tahttan indirildiği için fetih gecikti...
Prof. Dr. Erkem Buğra Ekinci
14 Nisan 2010
SULTAN ABDÜLHAMİD TAHTINI NASIL KAYBETTİ?
İsyanı bastırmak üzere İstanbul’a gelen Hareket Ordusu Yıldız Sarayı’nı sarıp ablukaya alarak açlığa mahkûm ederken; bir yandan da Mecliste padişahın tahttan indirilmesi müzâkere ediliyordu. Padişah muhakeme edilmek istediyse de, İttihatçılar “Ya beraat ederse, hâlimiz nice olur?” diyerek çekindiler. Zaten anayasaya göre padişah gayrı mesul idi. Hal’ için fetvâ gerekiyordu. Fetvâ Emini Nuri Efendi fetvâyı yazmak istemedi, zorlanınca da istifa etti. Mebus Elmalılı Hamdi Efendi‘nin hazırladığı metin, Meclise zorla getirilen Şeyhülislâm Ziyaeddin Efendi’ye aksi takdirde padişahı öldürme tehdidiyle imzâlatıldı. Fetvâda, isyana sebep olmak, masum insanları öldürtmek, din kitaplarını yaktırmak, devlet malını israf etmek gibi gülünç sebepler yer alıyordu.
HALİFEYE SAHİP ÇIKAN RUM
Meclis Reisi Gazi Ahmed Muhtar Paşa padişahın tahttan indirilmesi hususunda kanun teklifi verdi. Tarihte görülmemiş bir garabet örneği olarak fetvâ Mecliste oylandı. Mebusların müsbet oy vermekte çekinmesi üzerine kürsüye gelen Talat Bey komitacı kimliği ile mebusları tehdit ederek muhaliflerin ayağa kalkmasını istedi. Kimse ayağa kalkmadı. Sadece İstanbul mebusu bir Rum kalkıp, “Yazıktır! Hepiniz padişahın ekmeği ile yetiştiniz” diye itirazda bulununca, “Yobaz, hâin, mürteci!” haykırışlarıyla yaka paça Meclisten atıldı. Müslümanların halifesine Meclisteki onca sarıklının değil de, bir Rum’un sahip çıkması enteresandır.
27 Nisanda Meclis kararının padişaha tebliği, bir Ermeni, bir Yahudi, bir Gürcü ve bir Arnavut’tan müteşekkil heyete verildi. Heyetin reisi Emanuel Karaso, Talat Bey’in bankeri ve sırdaşı olup, Filistin’de bir Yahudi devletine karşı çıktığı için padişaha diş bileyenlerden idi. Sonradan padişahın “Müslümanların halifesine tahttan indirildiğini tebliğ edecek başka kimse bulamamışlar mı?” diyerek garipsediği heyet huzura çıkınca yekten, “Millet seni azletti. Canın emniyettedir” dedi. Olup biteni metânetle karşılayan Sultan Hamid “Kader böyle imiş. Allah biliyor ki benim bu isyanda hiç dahlim yoktur. Ömrüm boyunca devletin, milletin iyiliğine çalıştım. Şimdiden sonra Çırağan’da oturmama müsaade olunursa, milletime dua etmeye devam ederim” diye cevap verdi. Ancak hâlâ padişahtan çekinen hükûmet, kendisini Selânik’e sürgün etti.
Böylece İttihatçılar, kendilerine karşı tertiplenen bu isyan sayesinde büyük bir problemi çözerek padişahtan kurtuldular. Yıldız Sarayı tarihte görülmemiş bir yağmaya sahne oldu. Hareket Ordusu zâbit ve erleri saraydaki para, mücevherat ve mefruşatı paylaştı. Bunların listeleri sonradan neşredilmiştir. Sultan Hamid’in bütün mal varlığına el konuldu. Saraydaki kadınlar ve hizmetkârlar sokağa atıldı. Bunlardan bazılarını kabileleri gelip aldı. Bazıları Dârülaceze’ye girebilme saadetini buldu. Bazıları bekçi, polis, hamal, kayıkçılar tarafından götürüldü. Bazıları soğuk ve açlık şiddetiyle hayatını kaybetti. Bazıları karşılaştıkları felâkete dayanamayıp hayatına son verdi. Bazıları kötü niyetli kimselerce himaye vaadiyle Beyoğlu batakhânelerine sürüklendi. Birkaç sene evvel Harem-Suare adlı filmde bütün açıklığıyla tasvir edilen bu sahneler, tarihimizin en acı sayfalarından biridir. Sultan Aziz’in ailesine de benzer muameleler revâ görülmüştü. Nitekim ihtiyarlardan “Bu millet Sultan Aziz’e yaptıklarının cezâsını çekiyor. Sultan Hamid’e daha sıra gelmedi” sözünü çok işittik. Tahta çıkarılan Sultan Reşad, İttihatçıların elinde bir kukla olmaktan öte geçemedi ve üst üste gelen felâketleri buğulu gözleriyle seyretmekle iktifâ etti.
İNGİLİZ PARMAĞI MI?
31 Mart Vak’ası’nın ardında kimin olduğu bugün bile tam olarak ortaya çıkmamıştır. Çünkü İttihatçılar (Ermeni tehciri de dâhil olmak üzere) iktidarları sırasındaki hâdiselerle alâkalı bütün vesikaları kaçmadan önce imhâ etmişlerdir. İsyanın ardından kurulan mahkemeler alelacele karar verip infaz etmiştir. İsyanı İttihatçıların ve Almanya’nın tertiplediği zannedilmektedir. Ancak şurası bir gerçek ki İngiltere de isyanın ardındaki başlıca aktörlerdendir. Nitekim İttihatçılar arasında Germanofil ve Anglofil olmak üzere Alman ve İngiliz taraftarı iki muhalif cereyan vardı. Partinin Germanofillerin eline geçmesi üzerine İngiltere iktidarı kendi muhipleri eline verebilmek için bu isyanı tertiplemiştir. Nitekim Prens Sabahaddin, Derviş Vahdetî, Mizancı Murad Anglofil temsilcileri idi. İsyan muvaffak olsaydı, İngiltere kendi politikasına taraftar adem-i merkeziyetçi bir meşrutî idare kurmayı düşünüyordu. Böyle olsaydı, Osmanlı Devleti Birinci Cihan Harbi’nde İngiltere tarafında yer alır veya hiç girmezdi. Bu da tarihin seyrini değiştirirdi.
Ülkedeki İttihatçı muhalifleri de isyanı destekledi. Ancak isyan en çok İttihatçılara yaradı. Bu vesileyle ipleri iyice ellerine aldılar. Muhaliflerini de tehdit, sürgün, hatta ölüm ile kolayca sindirdiler. Sultan Hamid’in tahttan indirilmesi ile dünya Müslümanları güçlü bir hâmiden mahrum kaldılar. Bu da İslâm dünyasında geniş bir sömürge imparatorluğu kuran İngiltere, Fransa ve Rusya’ya rahat bir nefes aldırdı. Sultan Hamid’in bir yandan dünyanın süper güçleri, öte yandan Balkan devletleri, beri taraftan da imparatorluk içindeki halklar arasında kurduğu dengeler altüst oldu. Bu kargaşa bugün bile çözülememiştir.
31 Mart Vak’ası’nın hemen ardından Kanun-ı Esasî’de mühim değişiklikler yapılarak Osmanlı Devleti’nin rejimi tam manasıyla demokratik monarşi hâline getirildi. Padişahın bütün salâhiyetleri elinden alındı. Kısa bir zaman sonra İttihatçılar demokrasiyi askıya alıp kendi diktatörlüklerini kurdular. Böylece Saray’ın istibdadına dayanamayanlar, çok daha ağırına maruz kaldılar. Memleket, peş peşe savaşlar ve toprak kayıpları ile büyük bir felâkete uğradı. Sultan Hamid’in ülkede yürüttüğü bayındırlık, maarif ve sağlık hizmetleri akamete uğradı. Amansız bir partizanlık yanında, komitacılık, yani her şeyi en iyi bilmek ve fikirlerini gerekirse öldüresiye kabullendirmek iddiası hayatımıza girdi.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
07 Nisan 2010, Türkiye Gazetesi
1889 senesinde kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti, süratle yayılarak 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyeti ilan ettirmeye, parlamentoyu toplamaya muvaffak olmuştu. Sansürün kaldırılması üzerine gazete ve mecmualar Sultan Hamid aleyhine bir karalama kampanyasına girişti. Bu sayede hemen herkes padişaha yüz çevirdi.
FİKİR HÜRRİYETİNE KURŞUN!
Zamanla İttihatçıların da içyüzü ortaya çıktı. Baskıcı politikalarına her yerden muhalefet sesleri yükselmeye başladı. Telaşlanan İttihatçılar, ipleri ele almaya karar verdiler. 6-7 Nisan gecesi önde gelen muhaliflerden Serbesti gazetesinin yazarı Hasan Fehmi Bey Galata Köprüsü üzerinde İttihatçı fedailerce öldürüldü. On binlerin katıldığı cenaze, İttihatçılara karşı gövde gösterisi hâline geldi. Sonraları Ankara hükûmetine karşı çıkmasıyla tanınacak Ali Kemal Bey, mülkiyedeki dersinde “Bu kurşunlar fikir hürriyetine sıkılmıştır” diyerek talebeyi coşturdu; binlercesi kâtillerin bulunması isteğiyle Bâbıâli’ye yürüdü. Halktan katılmalarla binleri bulan kalabalık, Bâbıâli ve Meclis-i Mebusan’da yüz bulamadı; üstelik üzerlerine ateş açıldı.
İttihatçılar, darbeci mensuplarına yer açabilmek için orduda devr-i sâbık (eski devir) taraftarı gördükleri zâbitleri (subayları) tasfiye etmişti. Orduda Harbiye’den yetişen mektepli zâbitler yanında, erlikten başlayıp liyâkatiyle paşalığa kadar yükselen ve ordunun üçte ikisini teşkil eden alaylı zâbitler de vardı. Bunların da tasfiyesi reaksiyon doğurdu. O zamana kadar askerlikten muaf olan medreselilerin askere alınmak istenmesi, ayrıca mektepli zâbitlerin askerlerin ibâdetine engel olması, din aleyhtarı söz ve tavırları, üstelik askere siperlikli şapka giydirme teşebbüsü bardağı taşıran son damla oldu.
ALAYLI MISIN, MEKTEPLİ Mİ?
İttihatçıların, havası bulanık İstanbul’a asayişi korumak üzere Selânik’ten getirdikleri avcı taburları ayaklandı. İsyancılar önlerine çıkan Adliye Nâzırı Nâzım Paşa ile İttihatçı yazar Hüseyin Cahit zannettikleri Lazkiye Mebusu Aslan Bey‘i vurdu. Hükûmet ve mebuslar korkuyla dört bir yana sindi. Kimse askerin neden ayaklandığını bilmiyordu. Çokları, İttihatçıların diktatörlüğüne karşı fırsat bildiği isyana katıldı. Birinci Ordu kışlaları ve harb gemileri ele geçirildi. Yıldız Sarayı’nın bombalanacağı şâyiası üzerine torpido kumandanı Ali Kabulî Bey linç edildi. 31 Mart Vak’ası resmî ifadelere göre mürtecilerin (gericilerin) “Şeriat isteriz” diyerek ayaklandığı, hürriyete, demokrasiye, ilericiliğe karşı bir irticâ hareket olarak lanse edilir ve Sultan Hamid aleyhtarı propagandanın mühim bir vasıtası olarak kullanılır. Hatta baskı ve zulme karşı çıkanlar bugün bile irticâ (gericilik) ile suçlanır. Bir saatte bastırılabilecek isyanın 11 gün sürmesi dikkat çekicidir. Mahmud Şevket Paşa’nın ekserisi Bulgar asıllı gönüllülerden topladığı ordu Selânik’ten hareket etti. 15 bin kişilik bu orduya, o zamanlar kolağası (önyüzbaşı) Mustafa Kemal Bey Hareket Ordusu adını verdi. Ordu Yeşilköy’de bazı mebuslarla görüşüp padişahı tahttan indirmeyi kararlaştırdı. Yıldız Sarayı sarılıp muhafızların silahları toplandı. Birkaç çatışma neticesi vaziyete hâkim oldu. İsyancılar teslim oldu. Kaçmak isteyenler vuruldu. Kurulan divan-ı harb neticesi 500 kişi mahkûm oldu. 70’i asıldı. İsyancılardan 300, hareketçilerden 150 kişi öldürüldü. İsyancılardan ölenler bir Ermeni mezarlığında açılan çukura dolduruldu. İttihatçılardan ölenler için Şişli’de Âbide-i Hürriyet adıyla bir anıt-kabir yaptırıldı. Sonradan yurt dışından Enver, Talat gibi İttihatçı naaşları da getirilip buraya defnedildi. Asılanlar arasında en muhalif Volkan gazetesi sahibi ve İttihatçıların İngiliz taraftarı koluna mensup Kıbrıslı Derviş Vahdetî de vardı. Volkan yazarı Said Nursî, Serbesti yazarı Mevlanzâde Rıfat, hatta İttihatçıların muhalif kanadından Prens Sabahaddin ve Mizancı Murad da sürgün edildi.
31 Mart Vak’ası’nın mesuliyeti İttihatçılar tarafından padişaha yüklenmişti. Halbuki padişahın bu işte en ufak bir dahli yoktu. Bunu zaman içinde İttihatçılar bile itiraf etmiştir. İstese isyanı yönlendirip destekleyerek muvaffak olmasını temin edebilirdi. Ancak padişah hâdiseyi uzaktan izleyip, her zamanki gibi “Bekle gör!” siyaseti takip etmiştir. Nitekim İttihatçıların muhaliflerinden Şefik Paşa “Padişah, derhal isyanı bastırıp, bu vesileyle İttihatçıları idareden uzaklaştırabilirdi. Hatası budur” diyor. Muhtemelen “isyan muvaffak olursa İttihatçılardan kurtuluruz; olmazsa beni kimse mesul tutamaz” diye düşünmüştür.
ASKERLERE GÜVENMİYORDU
Hareket Ordusu’na kardeş kanı dökmek istemediği için müdahale etmediği söylenir. Ancak bunlara karşı çıkması beklenenlerin İttihatçı olduğu nazara alınırsa, padişahın İstanbul’daki askerlere güvenmediği daha doğru olsa gerek. Şurası da bir hakikattir ki tahta çıktığından bu yana en ufak teferruatla bile uğraşmak zorunda kalan veya kendisini öyle hisseden padişah yaşlanmış, yorulmuş ve usanmıştı. Yapayalnızdı. Vezirler, askerler, ulemâ, hatta kendi ailesi bile padişahtan yüz çevirmişti. Memleket menfaatini düşündüğü için etrafındakilerin haksız emel ve beklentilerine cevap vermekten kaçınan idareciler hep bu akibete maruz kalır.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
31 Mart 2010, Türkiye Gazetesi
Soykırım komplosu
1915 Ermeni tehcîri, savaş bölgesindeki Ermeni nüfusunun, müttefikimiz Almanya Genelkurmayının baskısıyla, savaş dışı o zamanki güney eyaletlerimize, aileler birbirinden ayrılmadan Ermenilerin zorunlu göçe tâbi tutulmasıdır. Ermeniler, o coğrafyada erkekleri askere gitmiş çoğunluğu Kürt köylerini basıp henüz doğmuş çocuklara kadar her türlü işkenceyle öldürüyorlardı. Savaştığımız Rusya’nın silâhlandırdığı Taşnak ve Hınçak çeteleri ile birlikte eylem yapıyorlardı. Göç sırasında eski Kürt süvari Hamîdiye alayları mensupları, Ermeni kafilelerini basarak zayiat verdirdi. Yolsuzluk, iklim, kıtlık, salgın, daha da büyük kayıplara yol açtı.
Bu olayın, soykırım kavramı ile ilgisi yoktur. Bu iddia şöyle oluştu: 1916’da İngiltere Parlamentosu, büyük savaşın ortasında, Wellinton House denen savaş propaganda dairesine 2 cilt Blue Book (Mavi Kitap) yayınlattı. Yazar ve düzenleyicileri diplomat James Bryca ile çok ünlü Bizantinist tarihçi Prof. Arnold Toynbee‘dir. (O sırada BIS: Britanya Haber Alma Servisinde çalışıyordu.)
Kitabın ilk hedefi, Birleşik Amerika’yı kışkırtarak İngiltere-Fransa-Rusya yanında Almanya-Avusturya Macaristan-Türkiye imparatorluklarına karşı savaşa sokmaktı. Mavi Kitab’ın ilk cildinde, Almanlar’ın işgal ettikleri Belçika ve Kuzey Fransa’da insanları öldürüp sabun yaptıkları, kadınların hepsine tecavüz ettikleri, yalancı şahitlerin ifadeleriyle anlatılır. Barıştıktan sonra 3 Aralık 1925’te dışişleri bakanı (sonra başbakan) Austin Chamberlain, Lordlar Kamarası’nda, Mavi Kitab’ın ilk cildinde Almanlar hakkındaki ithamların (savaş gereği propagandadan ibaret) bulunduğunu söyledi.
Ermeni tehcîrine gelince, İngilizler, işgal ettikleri İstanbul’da ve tehcîr suçlaması ile Malta’ya sürdükleri milliyetçi milletvekillerimiz için Malta’da mahkemeler kurdular. 2 valimizi asarak şehid ettiler. Sanıklar, Ermeni katliâmından suçsuz bulundu.
Toynbee sonradan, Mavi Kitab’ta Türkler’in 1.8 milyon olarak abartılan Osmanlı-Ermeni nüfusunun üçte birini (yani 600.000 kişiyi) öldürdükleri iddiasının Taşnak partisi üyesi olduklarını anladıkları (!) 150 tanığın yalan ifadelerine dayandığını, esasen savaş propagandası sayılacağını yazdı. Başka eserlerinde de Osmanlı’nın imparatorluk yönetiminin İngiltere, Fransa, İtalya’nın sömürge yönetimlerinden çok daha üstün olduğunu anlattı.
İşte Ermeniler’in yaygara koparıp Türkiye’yi dolandırmak teşebbüsleri, geniş ölçüde 1915 tarihli bu Mavi Kitab’a dayanır.
Yılmaz Öztuna
Türkiye Gazetesi, 07 Nisan 2010
|
Bugün 544 ziyaretçi (732 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
Sultan İbrahim Hakkında
Sultan I. Ahmed’in sevgili hasekisi Mahpeyker Kösem Sultan’dan doğan en küçük oğludur. Bir ağabeyi Sultan II. Genç Osman askerler tarafından tahttan indirilip boğdurulmuş; amcası Sultan I. Mustafa iki defa tahttan indirilmişti. Anadolu’daki Celâlî İsyanlarının, İstanbul’daki yeniçeri ihtilâllerinin dehşetinin unutulmadığı bir zamanda, sertliği herkesçe bilinen bir başka ağabeyi Sultan IV. Murad’ın yerine 25 yaşında tahta çıkmıştır. Sene 1640 idi. Ağabeyinin vefatı ve padişahlığı kendisine tebliğ edildiğinde inanmak istememiş, ağabeyinin kendisini tecrübe ettiğini zannetmiş, “Allah padişahımızın ömrünü uzun etsin. Bize sultanlık lâzım değildir!” diye mukabelede bulunmuştu. Ağabeyinin naaşı kendisine gösterildikten sonra tahta çıkmayı kabul etmişti. Hırka-i Seâdet dairesinden getirilen Hazret-i Ömer’in sarığını başına giydikten sonra tahta oturup ellerini açarak: “Yâ Rabbî! Benim gibi zayıf bir kulunu bu makama lâyık gördün. Saltanat günlerimde milletimi hoşhâl eyle ve birbirimizden hoşnûd eyle!” diye duâ etmişti. Bu hâdise, padişahın hiç de deli olmadığının açık bir delilidir.
YALANDAN KİM ÖLMÜŞ!
Kaynaklar içinde bir tek Ravzatü’l-Ebrâr adlı tarih kitabında Sultan İbrahim kötülenir. Müellifi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi’nin padişahı tahttan indirenlerin elebaşı olduğu düşünülürse, bunun sebebini anlamak kolaylaşır. Bazı mektuplarından öğrendiğimize göre Sultan İbrahim şiddetli baş ağrısından muzdaripti. Bu sebeple asabi nöbetler geçirirdi. Muhtemelen beyninde bir ur vardı. Ayrıca şiddetli bir çarpıntısı bulunuyordu. Bugün bile Anadolu’da başı devamlı ağrıyana deli derler. Sultan IV. Murad Revan seferinden dönerken Revan Kalesi muhafızı Emirgûneoğlu’nu rehine olarak İstanbul’a getirmiş; Emirgân’da da bir köşk tahsis etmişti. Ara sıra uğrar, bilgilerinden istifade ederdi. Nitekim bu semtin ismi ondan gelir. Sultan IV. Murad’ın vefatını müteakip, kontrolden çıkıp, İran lehine casusluk faaliyetine başlayınca, Sultan İbrahim bunu idam ettirdi. Başının gömülü bulunduğu yeri bazıları Kesikbaş Türbesi diye ziyaretgâh yapmış; padişah hakkında delilik iddiasını yaymışlardır. Tıpkı Sultan Hamid’e Kızıl Sultan dendiği gibi.
Sultan İbrahim hakkında, samur kürkler içinde, sarayında güzel kızlarla gününü gün eden asabi ve sefih bir padişah tablosu çizilmiş; herkes de buna inanmıştır. Kaloriferin, hatta sobanın bile bulunmadığı bir zamanda, İstanbul gibi rutubetli bir şehirde, yüksek tavanlı geniş ve evlerde, insanlar ocaklarda odun yakarak ısınırdı. Bu sebeple hemen herkes kürk giyer, ancak kürk bugünkünden farklı olarak kaftanın içine dikilirdi. Sultan İbrahim zamanında çok şiddetli soğuklar olmuş, Haliç, hatta Boğaz donmuştu. Bu sebeple samur kürke rağbet artmış; sonra gelenler bundan haberi olmadığı için Samur Devri dediği bu zamanı bir sefahet devri zannetmiştir. Bunda İttihatçı tarihçi Ahmed Refik Altınay’ın da rolü vardır. Kadınlar Saltanatı, Ağalar Saltanatı, Samur Devri, Lale Devri gibi abartılı tabirler ona aittir.
NE DESEM KABUL EDİYORSUN
Halbuki tam aksine padişah saraylı hanımları, hatta annesi Mahpeyker Vâlide Sultan’ı bile devlet işine karıştırmamıştır. Sultan İbrahim, Osmanlı hanedanının son ferdi idi. Çocuk sahibi olmak için gösterdiği çabalar sefahet olarak değerlendirilmiştir. Baş ağrısını tedavi için doktorlar âciz kalmış, İstanbul’da nefesi kuvvetli diye bilinen kazasker Safranbolulu Hüseyin Efendi’nin padişaha okuyup biraz muvaffakiyet elde etmişti. Bu sayede çok iltifat görüp nüfuz kazanan Hüseyin Efendi, Cinci Hoca adıyla tanınmış ve padişahın hasımlarının artmasına sebep olmuştu. Nihayet padişahın bir oğlu olmuş ve hanedan Mehmed adı verilen bu şehzâde ile devam etmiştir.
Haksızlığa tahammülsüz tabiatı, sevenlerini azaltmış ve uzaklaştırmıştı. Halbuki fermanlarında vezirine hitaben “Eğer bir yanlış yazdım ise bildiresin” diyecek kadar mütevazı idi. Veziriazam Semin Mehmed Paşa’ya “Önceki lalam (vezirim) Mustafa Paşa bazen bana itiraz edip, bu iş makul değildir, derdi. Senden hiç böyle bir söz çıkmadı. Ne desem sualsiz kabul ediyorsun. Bunun aslı nedir?” diye sormuştu. Böylece etrafında işe yarar adam kalmamış, dalkavuk ve ikiyüzlü kimseler padişahın sonunu hazırlamıştı. Nasıl mı? Gelecek yazıda ele alalım...
GİRİT’İN FETHİ GECİKTİ
Sultan İbrahim tahttan indirildi
Zamanındaki en mühim hâdise Girit’in Venediklilerden fethidir. 1644 senesinde İskenderiye’ye giden 10 gemilik hususî bir yolcu filosuna Malta’daki St. Jean Şövalyeleri saldırdı. Gemide devlet ricâlinden mühim kimseler de vardı. Gemidekilerin bir kısmı şehid, bir kısmı da esir düştü. Esirler ve gemideki mallar Girit’e götürülüp satıldı. Venedik de bundan vergi aldı. Bu ise anlaşmaya aykırı idi. Bunun üzerine padişahın dâmâdı ve kaptan-ı derya Yusuf Paşa serdarlığında Girit’e sefer yapıldı. Hanya, ardından Resmo fethedildi. Kandiye kuşatıldı ise de bu sırada Sultan İbrahim tahttan indirildiği için fetih gecikti...
Prof. Dr. Erkem Buğra Ekinci
14 Nisan 2010
.
14 NISAN 2010 ÇARŞAMBA
Osmanlı Sultanlarını Niye Kötülemişler!
Okul sıralarında iken, tarih kitapları ve hocalarımız Sultan Abdülhamid Han'ı Kızıl Sultan diye adlandırıp; aydınları denize attırdığını, sürgüne yolladığını, hür düşünceye izin vermediğini, memleketi casuslarla (hafiyeler) doldurduğunu, sarayında süt banyosu yaparak cariyeleriyle gün geçirdiğini, her şeyden korkan, evhamlı bir Padişah olduğunu anlatıp, yazdıkları halde, onun zamanını yaşamış yaşlılar bütün bunların tam tersini, II. Abdülhamid zamanının tam manasıyla altın devri olduğunu söylemişlerdi. Bize anlatılan ve yazılanların gerçeklere tamamiyle aykırı olduğunu da belirtmişlerdi. Demokrasi ve hür düşüncenin 1950'de başlaması üzerine tarihin üzerine indirilmiş bu ağır ve karanlık perde yavaş yavaş aralandı. Gerçekler birbiri arkasından gözükmeye başladı.
1955'de Türkiye Büyük Millet meclisinde, basın kanunu hakkında şiddetli tartışmalar yapılıyordu. Bir yaz günü Ankara'da Prof. Osman Turan ile Özen Kıraathanesinde oturuyorduk. Bir masa ötede Hamdullah Suphi Tanrıöver'in sesini duyan Osman Turan, ona doğru bakınca bizi masasına çağırdı. Gittik. Şuradan buradan konuşulurken söz basın kanunu üzerindeki sert tartışmalara geldi. O sıralarda mahut gazetelerden birisi, kendi düşüncesine ters düştüğü halde, Sultan Abdülhamid Han lehinde tefrika yayınlıyordu. Söz buraya gelince Hamdullah Suphi Tanriöver'e :
-- "Beyefendi! Sultan Abdülhamid birinci Osmanlı Mebusan Meclisini kapamamış olsaydı, şimdiye kadar demokraside bir hayli mesafe almış ve bugünkü sert tartışmalara da yer kalmamış olacaktı." dedim.
Hamdullah Suphi Tanrıöver büyük bir kızgınlıkla sandalyasından kalkıp oturduktan sonra :
-- "Sen ? Birinci Osmanlı Mebusan Meclisi'ni bilir misin?" dedi.
Yaşımın bunu bilmeme imkan vermediğini söyleyince :
-- "Tarih kitaplarında resmini görmedin mi?"
-- "Gördüm."
-- "Hani (eliyle tarif ederek) lahana başlı hocalar ve yanlarında dal fesli (sadece fes sarıksız demek) kişilerin resmini gördün mü?"
-- "Evet, gördüm."
-- "İşte, o lahana başlı hocalar bu memleketin gerçek sahibinin temsilcisi idiler. Fakat bunlar medresenin yetiştirdiği, günün gidişinden, politikanın gerçek yüzünden, hıristiyan mebusların kötü niyetlerinden habersizdiler. Dal fesliler de Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Durzi, Nasturi ve diğer milletlerin temsilcileri idiler. Bunlar Avrupa'da okumuş, politikanın bütün inceliklerini bilen; devleti içinden yıkmak isteyen hainlerdi. Bu şeytanlar o saf ve temiz hocaları çabucak kandırıp arkalarına kattılar. Memleket çıkarına ters düşen, devleti içinden çökertecek hareketlere giriştiler. Eğer Sultan Abdülhamid Birinci Mebusan Meclisini dağıtmamış olsaydı, İmparatorluk daha o günden dağılmış olacaktı. Buna göre sen ne dersin, İmparatorluk mu çökmeliydi, yoksa Mebusan Meclisi mi dağılmalıydı ?" dedi.
-- "Şüphesiz meclisin dağılması daha iyidir." dedim.
-- "Öyle ise, Sultan Abdülhamid de senin dediğini yaptı. Meclis'i dağıtarak İmparatorluğu otuz üç sene daha yaşatmayı başardı." dedi.
Hamdullah Suphi Tanrıöver'in bu sözleri kafamı allak bullak etmiş, çocukluğumda yaşlı halkın söylediklerine hak kazandırmış oluyordu. İsyan edercesine :
-- "Beyefendi! Öyle ise neden başında bulunduğunuz Maarif Vekilliği Sultan Abdülhamid'i bize kötü tanıttı ?"
Güldü. Derin nefes aldı. Eliyle havada bir çizgi yaptıktan sonra :
-- "Bir inkilap yapılmış, saltanat kaldırılmış, cumhuriyet ilan edilmişdi. Politika gereği saltanat ve sultanları kötülemek lazımdı. Biz de öyle yaptık." dedi.
.
Bilal Dede'nin Şapka Devrimi Hakkında Hatırladıkları
http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=0&tarih=13.04.2005&Newsid=51283&Categoryid=7
http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=0&tarih=13.04.2005&Newsid=51282&Categoryid=7
Atatürk 'herifin tekesi'ydi (1)
103 yaşındaki Bilal Dede'de öyle bir hafıza var ki, Cumhuriyet tarihini hatasız anlatıyor! Hem de bir asrın görmüş geçirmişliği ve dobralığıyla... "Atatürk herifin tekesiydi" diye giriyor söze. "O da ne dede?" diye soruyorum. "Biz Şebinkarahisar'da adamın hasına böyle deriz" diyor
103 yaşında bir adamla buluşmaya giderken hiç böyle bir görüntüyle karşılaşacağım aklıma gelmezdi. Eve geldik, bir baktım ahırda biri odun yarıyor. "Oğludur herhalde" dedim. "Bilal Dede'ye bakmıştık. Nerede acaba?" diye sordum. "Benim" dedi. "Dede bu yaşta odun kırılır mı?" sözleri döküldü ağzımdan. Cevabıyla ağzım açık kaldı: "Bu da iş mi? Çıra yarıp kendimi oyalıyorum."
Bilal Dede, bir asrı devirmiş ama hâlâ dinç... Haydi eski topraklar böyle diyelim, ama Bilal Dede'de bir hafıza var sormayın gitsin. Cumhuriyet tarihini hatasız anlatıyor. Ve tabii ki bir asrın görmüş geçirmişliği ve dobralığıyla... "Atatürk herifin tekesiydi" diye giriyor söze... "O da ne dede?" diye soruyorum. "Biz Şebinkarahisar'da adamın hasına böyle deriz" diyor. Atatürk'ü seviyor ama bir o kadar da gerçekçi! "Atatürk diktatördü! Şu şapka yüzünden binlerce adam asıldı kızım. Alimler 'Bu şapkayla namaz kılınmaz' dedi. Biz onların cenaze namazına durduk! "diye anlatıyor. "Ya sen ne yaptın?" diye soruyorum. Doğrucu davut ya! "Mecbur giydik!" diyor. Cumhuriyet'in ilk yılları biraz korku yüklü galiba... Bilal Dede, "Öyle bir korku vardı ki kurtlar koyuna dalmaktan bile korkardı dağlarda" diye anlatıyor. Sonra birden "Atatürk diktatördü amma böyle olması gerekiyordu. Bu millete onun gibi biri lazımdı. Kafasında hem akıl hem siyaset vardı. Bir daldan yaprak düşmeden o düşeceğini anlardı o" diye ekliyor.
Atatürk'ü çok seviyor, öyle ki hep onun gibi şayak pantolon giyiyor. Tek yanlış hatırladığı Mustafa Kemal'in boyu... Kendi boyu en az 1.80 var ama "O çok heybetli adamdı... Boyu benden uzundu" diyor. "Dede olur mu, abarttın iyice" deyince, "Olmaz mı, o Atatürk, tabii ki uzundu" diye diretiyor. Susuyorum, ne desem boşuna!
Paşa da böyle pontul giyerdi
* Dedeciğim hep böyle mi giyiniyorsun?
Eee Mustafa Kemal Paşa da böyle hep pontul giyer idi. Üzerine de çizme çekerdi. Anladın mı?
* Onu gördün mü hiç?
Görmez olur muyum? Yunan cephesinde...
* Ufak tefekmiş biraz...
Yok canım. Boyu uzundu bizden. Boyluydu. Boylu olmaz mı? Cesur adam idi. Siyaseti çok kuvvetli adam idi. Kafada akıl vardı bir de siyaset. Ben 6 ay cephane taşıdım Mustafa Kemal Paşa'nın peşi sıra... Samsun'da kongreye çıktı. Vaat etti, "Demiryolu yaptıracağım" dedi. Alamanya'da ne kadar demir çelik varsa Samsun'a doldu. Bunu nasıl ettiğine o zaman aklımız ermedi. Yunan'ın harbinde de Rus verdi bize cephaneyi. Yani kızım, Mustafa Kemal Paşa komutandı. Siyaseti çok kuvvetli adam idi. Dal kırılmadan ucundaki yaprağın düşeceğini bilirdi. Çok diktatör adam idi.
* Niye diktatördü peki?
Diktatör olmaz mı? Bu adam asılacak dedi mi derhal! Vurulacak dedi mi derhal!
* Sen şahit oldun mu?
Gözümlen gördüm.
* Nerede?
Şu şapka var ya! Ha bu şapka meselesi yüzünden binlerce alim asıldı ki, eşi benzeri yok. Baktılar ki Mustafa Kemal Paşa hepsini asacak, kıracak... Şapkayı koydular başlarına. Sen ne diyon?
Öyle bir adamdı ki korkudan kurt bile kuzuya dalamazdı!
* Dedeciğim, peki sen şapkayı hemen giydin mi?
Giymem mi? Millet giydi hep. Bu iş nereden çıktı biliyor musun? Cumhuriyet ilan olunacağı zaman ecnebiler hep ayağa kalktılar. "Sen 12.5 milyon nüfusla cumhuriyet kuramazsın" dediler Mustafa Kemal Paşa'ya. "Bize uyarsan kurarsın, uymazsan kuramazsın. Bizim altı maddemiz var. Bu maddeleri kabul edeceksin" dediler. Maddeleri sordu Mustafa Kemal Paşa. "Burada söylenmez, Lozan'a gelip öğreneceksiniz" dediler. Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa'ya "Git bunların altı maddesi ne öğren. Kabul edileceği kabul et, gerisini reddet" dedi. İsmet Paşa Lozan'a gitti. "Sizin bize Cumhuriyeti kuramazsınız demenizdeki sebepler ne oluyor?" diye sordu, masaya vurdu. Masanın tahtası çatladı. Biz yanlarında yokuz. Ama öyle söylediler sonra... "Birinci maddemiz şu: Karılar açılacak. Tabii bizim karılar peçe, çarşaf, börük geziyordu, ikinci madde, fesi atacaksınız başınıza şapka koyacaksınız dediler. Üçüncü madde, sizin tarih 1300'den başlıyor, bizim gibi 1900'ü alacaksınız dediler. Geldik dördüncü maddeye. Sizin yazınız Osmanlı yazısı, bizim yazıdan yazacaksınız dediler. Yani Latince. Beşinci madde: Sizin tatiliniz cuma günü. Bizim gibi pazara alacaksınız dediler. Altıncı madde: Sizin yılbaşı martta bizim gibi ocağa alacaksınız dediler. İsmet Paşa geldi, anlattı. Mustafa Kemal Paşa hemen birinci emri verdi vilayetlere. Karılar açılacak. Burada, polis, jandarma, sokakta gezen karıların börüğünü hep dağıttı. Kimisi direndi, polis cop ilen vurdu.
* Senin karın da açtı mı börüğünü?
Tabii... Herkes açtı.
* Yoksa korktun mu karşı çıkmaktan?
Ne karşı çıkacağız? Karılar hep açıldı. Sonra şapka işinde alimler "Böyle namaz kılınmaz" dediler. Şapkayı koymadılar başlarına... Kavgaya durdular. Bu sefer çok alim asıldı. Köy ağalarının, hocaların hepsi asıldı...
* Bir tek şapka yüzünden mi?
He, bir şapka yüzünden.
* Yazık değil mi?
Yok canım... Öyle gerekiyordu bu millete. Sonra 'tarih' kabul edildi. Öyle kabul edildi ki yağdan kıl çekmiş gibi... Hiç laf olmadı. Yazı, yılbaşı, tatil 4 sene ertelendi. Sonra bu üçü de kabul edildi.
Atatürk 'herifin tekesi'ydi (2)
103 yaşındaki Bilal Dede'de öyle bir hafıza var ki, Cumhuriyet tarihini hatasız anlatıyor! Hem de bir asrın görmüş geçirmişliği ve dobralığıyla... "Atatürk herifin tekesiydi" diye giriyor söze. "O da ne dede?" diye soruyorum. "Biz Şebinkarahisar'da adamın hasına böyle deriz" diyor
* Burada da adam asıldı mı şapka takmadı diye...
Asılmaz mı? Caminin oraya darağacını çektiler. İki genç alim asıldı. Sonra Cumhuriyet kuruldu. İstiklal Mahkemeleri'ni Mustafa Kemal Paşa Ankara'dan Menemen'e kaldırdı. Menemen'i işittin mi?
* İşittim...
İşte bu İstiklal Mahkemeleri orada 10 sene kurulu kaldı. Kabahat edenlerin, suçu olanların hepsi oraya sevk edildi. Asılan orada asılırdı Cumhuriyet kurulandan sonra...
* Atatürk'ten korkuyor muydunuz?
Korkulmaz mı? Atatürk öyle bir adamdı ki, cumhuriyet kurulduktan sonra Erzurum'a, Trabzon'a, Giresun'a her yere hafiye bıraktı. Hafiye ne biliyon mu? Bir yanda adam konuşuyordu. Bu hafiyeler senin benim ağzıma bakıyordu. 'Cumhuriyetin aleyhine konuşuluyor mu, konuşulmuyor mu?' diye... Erzurum'da 6 kişi yakalandı. Biri asıldı, üçünü de sürgün ettiler.
* Suçsuz yere adam astılar mı peki?
Söyleyenleri astılar. Dil konuşuyor... Bizim Giresun'da da dört kişi çıktı. Üçünü affettiler de, bir Çıtlakkaleli Abdullah Usta vardı, onu da Amasya'ya sürgün ettiler.
* Sen de Atatürk'ten korktuğun için mi şapka taktın?
Bize birşey dediği yoktu Atatürk'ün. Ama şapkayı hemen koyduk başımıza...
* İstersen koyma başına değil mi?
Öyle! Geldi geçti hep. Millet öyle bir korktu ki Mustafa Kemal Paşa'dan, kurt ile koyun dağda yayıldı.
* Anlayamadım...
Kurt bile koyuna dalamıyordu dağda. Şimdi kurt koyuna dalıyor değil mi? O zaman dalamıyordu.
Bu mesele imlaya gelmez!
Lafı değiştirme zamanı. 75 yıl evli kaldığı Arzu Nine'yi soruyorum, "Sevdin mi?" diye. Cevabı çok net: "Bu mesele imlaya gelmez!" Anladım, özel hayatıyla ilgili sorular ambargolu. Lafı yine değiştiriyorum. "Belli ki gençken yakışıklı adammışsın!" "Fesuphanallah" dercesine bakıyor. "Yaş oldu 103. Gençliği karıştırma"... Bilal Dede'den lafı kerpetenle alıyor insan... "Peki şimdiki kadınlar nasıl?" diyorum... Konuyu yine Kurtuluş Savaşı'na götürüyor: "Şimdikilerde hiç iş yok. İçerden dışarı çıkmıyorlar. Eskiden öyle miydi? Yunan Harbi'ni bize Samsun'un, Havza'nın, Çorum'un, Ankara'nın karısı kazandırdı. 25 kara okka cephaneyi sırtlayıp taşıdılar. Bizim dört kuru askerimiz vardı. Onlar 100 karı, 150 karı kafile kafile cephane taşıdılar seferberlikte. Şimdi ortalık pek nazikleşti. Hele şehirli karılarda hiç iş yok." Böyle öyle bakıyorum, üstüme alındığımı sanıyor olsa gerek "Çalışan karıları saymıyorum be kızım" diyor.
Şimdi de bir Mustafa Kemal Paşa lazım
* Peki öyle bir korku lazım mıydı millete?
Millet zaten seferberlikte tarumar oldu gitti. Sonra da başını kaldıranların kafasını ezdi geçti Mustafa Kemal Paşa... Şapka işinde çok adam asıldı. Sonra hocalar bile şapka ile gezdi hep.
* Bu anlattıkların şimdi bile rahat konuşulamıyor Bilal Dede... Atatürk diktatördü diyorsun ya... O zaman diyebilir miydin böyle?
Öyle diyenlerin hep kafası gitti. "Böyle cumhuriyet kurulmaz, böyle Atatürk olmaz" diyen ne kadar adam varsa, Erzurum'da, Trabzon'da, Giresun'da hep asıldı. Hep sürgün oldu gitti... Atatürk tek laf söyletmedi.
Mine ŞENOCAKLI, Vatan Gazetesi, 13/4/2005
.
24 NISAN 2010 CUMARTESI
Ermeniler kendi tarihlerine baksınlar
"We have first hand information and evidence of Armenian atrocities against our people (Jews). Members of our family witnessed the murder of 148 members of our family near Erzurum, Turkey, by Armenian neighbors, bent on destroying anything and anybody remotely Jewish and/or Muslim. Armenians should look to their own history and see the havoc they and their ancestors perpetrated upon their neighbors. Armenians were in league with Hitler in the last war, on his premise to grant themselves government if, in return, the Armenians would help exterminate Jews. Armenians were also hearty proponents of the anti-Semitic acts in league with the Russian Communists."
Signed Elihu Ben Levi, Vacaville, California.
Tercümesi:
"Ermenilerin bizim halkımıza (Yahudilere) karşı gerçekleştirdiği mezalim hakkında birinci elden bilgimiz ve delillerimiz mevcuttur. Ailemiz mensupları, Erzurum yakınında ailemizden 148 kişinin Yahudi veya Müslüman olan herşeyi ve herkesi yok etmeye meyleden Ermeni komşuları tarafından katledilişine şahid oldular. Ermeniler kendi tarihlerine bakmalı ve kendilerinin ve atalarının komşularına karşı irtikap ettikleri tahribatı görmelidirler. Son savaşta Ermeniler Yahudilerin yok edilmesine yardım ettikleri takdirde kendilerine hükümet kurma imkanını bahşedeceği sözünü veren Hitler'le aynı safta yer aldılar. Ermeniler aynı zamanda Rus komünistleriyle beraber olarak anti-semitik [Yahudi düşmanı] eylemlere gönülden destekçi oldular."
İmza: Elihu Ben Levi, Vacaville, California
11 Aralık 1983, San Francisco Chronicle Gazetesi, ABD
(Tercüme: Murat Yazıcı)
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
.
29 MAYIS 2010 CUMARTESI
Tesalya Harbi'ni bilir misiniz?Son zafer Yunan Harbi
TÜRKÜ BİLE YAKILDI
Osmanlı Devleti’nin kazandığı son zafer 1313 (1897) tarihli Yunan Harbi’dir. Bu harb vesilesiyle yakılan meşhur Dömeke Türküsü bile Çanakkale’ye mâl edilir.
24 SAATTE GEÇTİLER
Yunanlıların Girit’e taarruzu üzerine kopan harbde Osmanlı ordusu, otoritelerin “6 ayda geçilemez” dediği Termofil geçidini 24 saatte geçip Atina önüne gelmişti
Sakarya ve Dumlupınar bir yana bırakılacak olursa, Osmanlı Devleti’nin kazandığı son harb, 1313 (1897) tarihli Yunan Harbi’dir. Tesalya Harbi adı da verilen bu harbden kimsenin fazla haberi yoktur. Mekteplerde bahsedilmez. Merasimi yapılmaz. Bu harb vesilesiyle yakılan meşhur Dömeke Türküsü bile Çanakkale’ye mâl edilir. Sebebi çok basit; bu harbi Sultan Hamid kazanmıştır da ondan... Sadece Yunan Harbi mi, Niğbolu, Mohaç, Preveze, hatta Malazgirt bile unutulmuştur. Bilmeyen Türk tarihini Çanakkale’den ibaret zannedecek. Halbuki Çanakkale büyük bir harb içinde lokal bir savunma muharebesidir. Mağlubiyeti engelleyememiş; hatta harbi geciktirerek kaybın faturasının ağır olmasında rol oynamıştır. Son zamanlarda sürekli ön plana çıkarılmasının sebebi, iktidarlarını resmen kaybedeli 100 yıl geçmesine rağmen, bazılarının şahsında hâlâ varlığını sürdürmeye çalışan İttihatçı zihniyete sunî bir şeref pâyesi kazandırmak arzusudur. 250 bin kayıp verilen, en güzide vatan evlâtlarının toprağa düştüğü bir zafer! “Çanakkale’de destanlar yazdığı” için milletin Enver Paşa ve arkadaşlarına borçlu olduğuna inananlar bile vardır. Herkes bunların bütün bu belâları milletin başına açıp, sonra da “Tavşana kaç! Tazıya tut!” hesabı belâyı savmak için biraz uğraşarak kahraman kesildiklerini bilmez değil ki...
Kaynak: Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Türkiye Gazetesi, 26 Mayıs 2010
Not: Yazının tamamı için bkz.
http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=448825
23 MAYIS 2010 PAZAR
Hocalı Katliamı
Bundan tam 18 yıl önce... Hocalı katliamı, Karabağ Savaşı sırasında 25 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabası, Ermeniler tarafından gerçekleştirilen insanlık dışı bir vahşet olarak tarihe geçti. Uluslarası gözlemcilerin raporuna göre katliam, 366. Rus Motorize Piyade Alayı’nın desteğindeki Ermeni silahlı kuvvetleri tarafından gerçekleştirildi. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Hocalı Katliamını Dağlık Karabağ’ın işgalinden bu yana cereyan eden en kapsamlı sivil kırımı olarak gösterdi. Saldırıda 2 bin 605 aileden ibaret 11 bin 356 kişinin yaşadığı Hocalı kasabası tamamıyla yok edildi. Ermeniler, 25 Şubatı 26 Şubata bağlayan gece bölgedeki giriş ve çıkışları kapadı. Hocalı’da sivil, kadın, çocuk, yaşlı ayırımı yapmadan Azeri resmî rakamlarına göre 613 kişiyi katletti. Katledilenlerin 83’ü çocuk, 106’sı kadın ve 70’ten fazlası ise yaşlıydı. Bu katliamdan toplam 487 kişi ağır yaralı olarak kurtuldu. 1275 kişi rehin alındı. 150 kişinin ise kaybolduğu belirtildi. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, kulakları, burunları ve kafaları ile vücutlarının çeşitli uzuvlarının kesildiği görüldü. Aynı vahşetten hamile kadınlar ve çocuklar bile nasibini aldı.
BİR ÇIĞLIK İŞİTTİM
Vahşeti yaşayan ve sonra Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan, For the Sake of Cross (Haçın Hatırı İçin) adlı kitabında anlattığı şu olay ise tüyler ürpertiyor: “...Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hâlâ yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için savaşa devam ettiler.”
http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=448426
Kaynak: Osman SAĞIRLI, Türkiye Gazetesi, 23 Mayıs 2010
9 MAYIS 2010 PAZAR
Camileri parti binası bile yapmışlardı
1966 yılında, İsmet Paşa muhalefet lideriyken, kendi döneminde camilerin kapatılmadığını iddia edince, dönemin önde gelen gazetecilerinden Mehmed Şevket Eygi, Yeni İstiklal Gazetesi'nde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak "CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi" göndermelerini istemişti. Gelen yazı ve resimlerin bir kısmı Yeni İstiklal Gazetesi'nde yayınlandı. 2003 yılında ise bu mesele Mehmed Şevket Eygi tarafından "Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı" adıyla kitaplaştırıldı. Kitabın başlığının altında ise "Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, depo yapılan, CHP ocağı, saz ve içki evi, spor kulübü lokali haline getirilen, müzeye dönüştürülen binlerce mâbedin hazin hikayesi" şeklinde bir ibare vardır. Bu kitap, Türk tarihinin bu en acı hadisesini teferruatlı olarak anlatır.
CAMİ KAPATMAK İÇİN KANUN
15 Kasım 1935'te "Cami ve mescitlerin tasnifine ve tasnif harici kalacak cami ve mescit hademesine verilecek muhasasat (maaş, ödenek) hakkında" bir kanun çıkarıldı. 2845 numaralı kanunda "Tasnif harici tutulan cami ve mescitler usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır" hükmü vardı. Bu tarihten sonra yüzlerce cami kapatıldı, depo yapıldı, satıldı, yıktırıldı, parti binası bile yapıldı.
Anadolu'nun birçok yerinde yüreği parçalanan vatandaşlarımız birleşerek yapılış amacı dışında kullanılan cami ve mescitleri satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürmeye çalıştılar. Tokat'ta Kâbe Mescit isimli ibadethane 1940'lı yıllarda kiraya verilerek, tuz deposuna dönüştürülmüştü. 1949'da satışa çıkarılınca dört Tokatlı burayı satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürdü. 4 Ocak 1967 tarihinde Yeni İstiklal Gazetesi'ne gönderilen bir mektupta Tokat'ta 33 cami ve mescitin yıktırıldığı ve bir kısmının arsasının satıldığı ifade edilmişti.
MESCİT PARTİ BİNASI OLDU
Anadolu Hisarı Barutçular Sokak'ta bulunan Göksu Mesciti (Mihrişah Valide Mesciti) Mihri Şah Sultan tarafından yaptırılmış, İkinci Mahmud tarafından yenilenmişti. Göksu Mesciti ibadethanelikten çıkarılarak, CHP Ocağı yapıldığı gibi, üzerine de partinin simgesi altı ok konulmuştu. Çok partili dönemde Göksu Mesciti tekrar ibadethaneye dönüştürüldü.
KONYA'DA DEPO YAPILAN CAMİLER
Şevket Eygi'ye mektup gönderen Mevlüt Çınar, Konya'daki durumu şöyle ifade etmişti:
İnönü istibdadı zamanında Konya'daki ibadethanelerin durumu şöyledir:
1- Sultan Alaaaddin Camii: Depo oldu; 2- İplikçi Camii: Müze oldu; 3- Kışla Camii: Depo oldu; 4- Battallar Camii: Depo oldu; 5- Paşa Camii: Depo oldu; 6- Cıvıllıoğlu Camii: Depo oldu; 7- Kapu Camii: Depo oldu; 8- Sultan Selim Camii: Depo oldu; 9- Sahibata Camii: Depo oldu; 10- Sadreddin Konevi Camii: Depo oldu; 11- İnce Minareli Camii: Depo ve Müze oldu; 12- Havacı Camii: Depo oldu; 13- Karadayı Camii: Depo oldu.
Mehmed Şevket Eygi, Câmi Kıyımı, s. 38-39.
Kaynak: Erhan Afyoncu, Bugün Gazetesi, 9 Mayıs 2010 Pazar
4 MAYIS 2010 SALI
İnönü-Hitler Benzetmesinin Hatırlattığı
Adalet Bakanı olduğu dönemde Medeni Kanun'u Türkiye'ye getiren (1926) ve bu kanunun gerekçesini yazan, 1930'larda bakanlıktan ayrıldıktan sonra Atatürk'ün emri ile gençliğe "İhtilal'in Hukuk Tarihi"ni üniversitede ders olarak okutan Mahmut Esat Bozkurt'un (1892-1943) bir değerlendirmesini hatırlatalım:
- Zamanımızın bir Alman tarihçisi gerek nasyonal sosyalizmin, gerekse faşizmin Mustafa Kemal rejiminin çok az değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktır, Türk milletidir. Piramide benzer; temelleri halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki bizde buna şef denilir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir. ("Atatürk İhtilali", M.E.Bozkurt, Kaynak Yayınları, Sayfa 88)
Kaynak: Sabah Gazetesi, 06/04/2006
Vakit Gazetesi bugün şu resmi neşretmiş:
Kaynak: Engin Ardıç, Sabah Gazetesi, 1 Temmuz 2010
.
24 TEMMUZ 2010 CUMARTESI
Osmanlı’da terk edilmiş bir tek çocuk dahi yoktu
Osmanlı Türkiye’sinde çocuk, son derecede şefkate lâyık bir varlıktı. Disiplin, terbiye, belirli gelenekler ve kurallar içinde yetiştirilir, asla dövülmezdi. Zira dövülecek bir şey yaptığı nadirdi. Anne ve babası başta bütün büyüklerine saygı gösterirdi.
Okulda dayak nadirdi. Ağırca suçlar için sınıf önünde değnek vurulurdu ki diğer çocuklar ibret alsın. Okul disiplini, her derecede öğrenimde, bugünkü ile kıyaslanmayacak derecede sıkı idi. Bütün dünyada öyle idi. İngiltere’de öğrencilerin resmen -terbiye ve disiplin amacıyla- değnekle dövülmesi -en son soylu okullarında olmak üzere- daha ancak çeyrek yüzyıl önce kaldırıldı.
Çocuğu ebe doğurturdu. Ancak ebenin doğumun müşkül olacağını bildirmesi hâlinde, sultanlar (Osmanlı hânedanı prensesleri) gibi önemli hanımlar için hekim getirtilirdi. 19. asır sonlarında tek tük İstanbul’un ileri gelen ailelerinin doğumda doktor getirttikleri görüldü. Ama 1930’da İstanbul’da bile nadirdi. 1940’larda İstanbul’da ebenin doğurtması çok azalmaya başladı.
Ebeyi, diğer ebeler, yanlarında yardımcı hizmeti vererek yetiştirirlerdi. 1861’de yasaklandı. Bu tarihte Müslüman, Hristiyan, Mûsevî ebelik yapacak bütün hanımlardan Mekteb-i Tıbbiye’de sınav geçirerek ebelik ruhsatı alması şartı konuldu. Bu kuralın ancak büyük şehirlerimizde uygulanabildiği açıktır.
Doğumun 3. günü aile toplanır, yakınlar çağırılırdı. Baba, bebeği kucağına alır, kulağına hafif sesle üç defa ezan okur, üç defa çocuğun adını söylerdi. Sonra konuklar ağırlanırdı.
YETİMLERE DEVLET BAKARDI
Türk toplumunda piç derdi yoktu. Zira zinâ yoktu. Terk edilmiş çocuk yoktu. Yetimler mutlak devlet himayesinde idi. Bu hususta Türk toplumu, Avrupa toplumundan asırlarca ileridedir. Yakın zamanlara kadar Batı toplumunda gayri meşru ve terk edilmiş çocuklar, büyük sosyal âfetlerden biri idi. Meselâ 1815’te Fransa’da hükûmet, 82.000 terk edilmiş, sahipsiz çocuk tesbit etti, bu rakam 1830’da 118.000’e yükseldi, sonraki yıllarda daha da arttı. (Schoelcher, Esclavage et Colonisation, Paris Üniversitesi, 1943, s.62, not 2)
Sosyal faciayı daha iyi anlamak için, şunları hatırlamak yeter: Fransa nüfusu 1815’te 29.3 ve 1830’da 32 milyondu (Avrupa’da o devirde Avrupa topraklarındaki nüfus bakımından 1.) Demek aşağı yukarı her 300 nüfustan biri, terk edilmiş çocuktu. Bunu yalnız çocuk nüfusuna oranlarsak, çıkan sonuç korkutucudur. İngiltere’de durum, -Dickens’ın romanlarından anlaşılacağı gibi- daha kötü idi. Fransa ile İngiltere’nin o yıllarda dünyanın en kalkınmış ülkeleri sayıldığını da hatırlıyorum.
Terk edilmiş, daha doğrusu savaşlar ve düşman istilâsı dolayısıyla kimsesiz kalmış çocuklar meselesi, ilk defa 1913’te, Balkan Savaşı’nda yenilmemiz üzerine yepyeni bir problem şeklinde ortaya çıktı. 1918’de problemin boyutları büyüdü. 1922’de çok büyüdü. Babası şehid olan, anası ölen binlerce çocuk himayesiz, yersiz yurtsuz kaldı. Gene Birinci Cihan Savaşı’nda Türk çocuğunun karakteri de değişmeye başladı.
Yılmaz Öztuna,
Türkiye Gazetesi, 24 Temmuz 2010 Cumartesi
.
19 AĞUSTOS 2010 PERŞEMBE
Dersim'i Kim Yaptı?
19/08/2010 14:51
Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR) Genel Başkanı Osman Pamukoğlu, Dersim isyanı sırasında Atatürk'ün hayatta olduğunu ve isyanın bastırılması emrini de Atatürk'ün verdiğini söyledi:
"...Hiç uzatmanın gereği yok. Dersim birkaç kere ayaklanma teşebbüsünde bulundu. Atatürk sağdı, her şeyi yaptıran Atatürk’tü. O kadar Atatürk’tür ki Trabzon’da Atatürk’ün kaldığı bir ev var. O evde Atatürk bu Dersim isyanında Karadeniz bölgesindeydi, bizzat haritaya kırmızı ve mavi, kendisi işaretlemiştir. Bizim kuvvetlerimiz ve isyancıların kuvvetleri diye. Kendi el yazısı ve farklı askeri şekiller çizmiş, oklar çizmiş ve harekatın nasıl yapılacağını ve ortadan kaldırılacağını bizzat kendisi eli ile yazmış ve şekillendirmiştir. Harita Trabzon’dadır. Hatta doğuda görevliyken, isyanlarda bulunan çok yaşlı bir Kürt vatandaş ile sohbet ettim. O isyanları bana anlattı. Söylediği söz, ‘Mustafa Kemal Paşa başımıza taş yağdırdı’. İsyanları devletler nasıl bastırdıysa, Atatürk te öyle bastırdı. Bundan sonra olacaksa yine aynı şekilde bastırılacaktır"...
Kaynak: Radikal Gazetesi web sitesi, 19 Ağustos 2010
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1014471&Date=19.08.2010&CategoryID=78
.
14 EYLÜL 2010 SALI
Vahdettin Atatürk'e kaç para verdi?
O tarihlerde Sabah'ta çalışan Nuriye Akman, 11 ila 14 Haziran 1995 tarihlerinde "Milli Mücadelenin iki yüzü" başlıklı birkaç günlük bir röportaj yayınlıyor. Röportajın konukları "damarlarımı kesseniz Atatürk diye akar" diyen Cemal Kutay ile gene "sıkı Atatürkçü" İsmet Bozdağ... İki Atatürkçü Kurtuluş Savaşı'nı, Vahdettin'i, 19 Mayıs'ı, Nutuk'u çok farklı değerlendiriyor.
Ben o tarihlerde de bu değerlendirmelerin üzerinde uzun uzun durmuştum. Sonra da o yorumları "Birinci Cumhuriyet Üzerine Notlar" adlı kitaba aldım.
Nuriye Akman Cemal Kutay'a soruyor:
"Siz bugün Vahdettin'i vatan haini kategorisine sokmuyorsunuz?"
Kutay cevap veriyor: "Elbette hain değildi. Dünyanın en namuslu adamlarından biriydi. Ölürken yastığının altından parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıktı. Bunu Tarık Mümtaz Göztepe anlatıyor. Ve cenazesini rehin ettiler San Remo'da. Akrabaları, arkadaşları cenazeyi kaçırdılar da gömüldü. Bunlar hakkında hüküm verebilmek için önce bilgili olmak lazım. Bakın Hazine-i Hassa Reisi Refik Bey'i çağırıp sayım yaptırdı gitmeden evvel. Nuriye Hanım, oradan kaşıkçı elmasını alıp gidebilirdi. Hakkıydı, ailesinin çünkü. Kesinlikle bunlar namusu müeccem.
Daha sonra şöyle devam ediyor: "Kafanız hiç karışmasın devrimlerin kaderi budur. Evet, Atatürk, Vahdettin'e 'vatan haini' dedi ama bence hata etti. Ama o günkü şartlara göre onu demesi aşağı yukarı bir çaresiz savunmaydı. Atatürk, Cevat Üstün isimli bir büyükelçinin İkinci Viyana Muhasarası kitabının yeniden tetkikini Türk Tarih Kurumu ilk başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'ndan istemiş. Çünkü Üstün'ün gördükleri ile herkesin zannettikleri arasında bir aykırılık bulmuş. Bu vesileyle 'Ben de Milli Mücadele'de sarayın hareketini o günün şartlarına göre değerlendirdim ama şimdi elbette başka düşünüyorum' demiş."
Son Padişah Vahdettin'in Atatürk'ü Samsun'a göndermeden kendisine ne kadar para verdiği de, gene bu röportajda gündeme geliyor.
Kutay'ın cevabı şu:
"25 bin altın. O zaman bu parayla İstanbul'un onda biri satın alınırdı. Ben bunu Demokrat Parti milletvekili olan hukukçu Celal Fuat Türkgeldi'nin babası Mabeyn Başkatibi olan Ali Fuat Türkgeldi'den dinledim."
İsmet Bozdağ da, Atatürk'e kırk bin altın değerinde para verildiğini Abdülhamit'in kızı Şadiye Sultan'dan dinlediğini belirtir. Üstelik bu kırk bin altını Vahdettin'in çiftliğini ve atlarını satarak temin ettiğini söyler.
İki Atatürkçü "para verildiğinde" birleşirler ama miktarı ve kaynağı hususunda farklı noktada dururlar.
İsmet Bozdağ, röportaj sırasında Atatürk'ün "Vahdettin'in yaveri" olduğunu, Erzurum Kongresi'ne "Hazret-i Şehriyari kordonlarıyla" geldiğini, Samsun'a doğru yola çıkmadan bir gün önce "sarayda padişahla yemek yediğini", ertesi sabah da "içeriği net olarak söylenmeyen" görevin kendisine verildiğini hatırlatır. Ayrıca Mustafa Kemal'e "gizli" görevinde tanınan yetkilerin tarih içinde yalnızca Köprülü Mehmet Paşa'ya tanındığını çünkü Mustafa Kemal'in Samsun'a yolculuğunda sadece askeri değil sivil müesseselerin de emrine verildiğini vurgular.
Cemal Kutay bu çarpıtmaların doğuşunu Nutuk'a yaklaşımda bulur. Şu açıklamayı yapar "İlk yapılacak şey, Nutuk'un bir tarih olmadığını açıkça ortaya koymak. Yani Nutuk'a isnat ederek bir hadisenin tek başına Nutuk'un çerçevesi içinde izahı mümkün olmadığı kabul edilmelidir.
...Mustafa Kemal ne yazık ki kendi nutkunda Milli Mücadele'nin kuruluşunu hakiki olarak anlatmamıştır."
İsmet Bozdağ da aynı fikirdedir:
"Mustafa Kemal tarihi doğru anlatmıyor, yani hepsini anlatmıyor, bir parçayı vermiş üst tarafı karanlık."
Bunlar Atatürkçülerin tam on yıl önceki yaklaşımları... O gün Türkiye kulağının üzerine yatmıştı. Şimdi bu tartışmalar yeniden alevlendi.
Bakalım "siyasal propagandaya" dayalı olmayan gerçek ve objektif bir tarih yorumumuz ne zaman gündeme gelecek?
Mehmet Altan
23 Temmuz 2005, Sabah Gazetesi
.
18 KASIM 2010 PERŞEMBE
Kamalizmİstihbaratımıza nazaran, Atatürk'ün taşıdığı Kamal adı Arapça bir kelime olmadığı gibi Arapça "Kemal" kelimesinin delalet ettiği manada da değildir. Atatürk'ün muhafaza edilen özadı, Türkçe "ordu ve kale" manası olan Kamal'dır.
İmza: Anadolu Ajansı bülteni, 4 Şubat 1935.
Bütün Avrupa faşizmin cihana getirdiği emniyet ve neşe ile ona doğru atılırken, faşizmin bu suretle sanki pek tehlikeli bir şeymiş gibi görülmesi beni derin düşüncelere sevketti. Faşizm korkulacak bir şey addolunamaz. Bilakis bizim gibi inkılap yapmış ve onu yaşatmaya azmetmiş milletler için faşizmden çıkarılacak düsturlar vardır.
İmza: CHP Dersim milletvekili Feridun Fikri Bey, Yenigün gazetesi, 1923.
Faşizm bir vatan ideali etrafında iktisadi refahı, siyasi ve içtimai ahengi tesis etmeyi düşünür. Biz, faşist milliyetperverliğin dünkü galeyanında hem mazimizi hem istikbalimizi görürüz.
İmza: Hamdullah Suphi Tanrıöver, Türk Yurdu dergisi, 1930.
Rusya'da nasıl komünizm, İtalya'da nasıl faşizm varsa, bizde de Kemalizm olmalıdır.
İmza: Ali Naci Karacan, İnkılap gazetesi, 2 Kanunuevvel 1930.
Kamalizm yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir.
İmza: CHP Edirne milletvekili Şeref Aykut, "Kamalizm-CHP Partisi Programının İzahı" isimli kitap, 1936.
Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova'nın yığın terbiyesi metodları, devletçi Türk iktisatçılığı için de faşizmin korporasyon metodları benimsenmelidir.
İmza: Falih Rıfkı Atay, "Faşist Roma, Kemalist Turan" adlı kitabının önsözü, 1931.
Faşist İtalya ile devrimci Türkiye arasındaki dostluk tabiidir.
İmza: Yunus Nadi, Cumhuriyet gazetesi, 22 Mayıs 1932.
Alman başvekili Hitler diyor ki: "Türkiye'de doğan ve parlayan yıldız bize takip edilecek yolu gösterdi. Gazi öyle bir şahsiyettir ki ebediyyen asrımızın en büyük adamlarının en ön safında bulunacaktır. Bu mevki, tarihin ona verdiği bir haktır. Faaliyet gayeleri aynı olan Büyük Türk Milleti ile Alman Milleti arasında sempati çok kuvvetlidir."
İmza: Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 16 Temmuz 1933.
Engin Ardıç, "Kurban kavurması" başlıklı makale, Sabah Gazetesi, 18 Kasım 2010
10 KASIM 2010 ÇARŞAMBA
Bir asın bakalım, ne olacak...
Suçsuzluğundan ve beraat edeceğinden o kadar emindir ki, ancak bir kaç satır yazılmasına izin verilen eşine, çıktığında okumak üzere uzun mektuplar yazmıştır, bu mektuplar, oğlu Şiar’ın önsözüyle Liberte Yayınları tarafından “Zindan’dan Mektuplar” adıyla yayınlanmıştır.
İki yaşındaki oğlu Osman Şiar’a yazdıkları da İletişim yayınları tarafından “Şiar’a Mektuplar” adıyla yayınlandı..
Duygulu, içli, gözyaşlarıyla ve adalet çığlıklarıyla dolu, edebi değeri yüksek mektuplardır.
Cavit Bey’in idamını Takrir-i Sükun döneminin olağanüstü şartlarına bakarak değerlendirmek gerekir. Metin Toker, İsmet Paşayla On Yıl kitabında şöyle yazar:
“İyi bir bilenden işittiğim hikayeyi anlatayım. İzmir suikastinden sonra Maliye Vekili Cavit Bey, Selanikli ve dünyanın sarraflarıyla, mali çevreleriyle ilişkileri sıkı. Bunlar ve Türkiye’deki yakınları bir kampanyaya girişmişler: Cavit Bey idam edilemez, zira Cavit Bey eğer idam edilirse bütün garp alemi, farmasonlar, bankacılar Türkiye’nin aleyhinde cephe alırlar! Propaganda Mustafa Kemal’e kadar aksettirilmiş, Gazi düşünmüş ve şöyle demiş:
“- Bir asın bakalım, ne olacak...”
Taha Akyol, Milliyet Gazetesi, 25 Ekim 2010
Tabutuna haciz konmuştu
SULTANAHMED’DE ASACAĞIZ!
Anadolu’da birbiri ardına zafer haberleri geliyordu. Muzaffer Ankara artık başka bir otoritenin altında hareket etmeye niyetli değildi. Malta sürgününden dönen İttihatçılar Anadolu’ya geçerek burada tekrar hâkimiyeti ele geçirmeye başlamıştı. Nihaî zaferin kazanılmasından iki ay sonra Rıza Nur’un saltanatın kaldırılması hakkında Ankara’daki meclise verdiği kanun teklifi reddedildi. Bunun üzerine 1 Kasım 1922 günü Kemal Paşa “Buradakiler bu oldu-bittiyi kabul ederse ne âlâ! Aksi takdirde bu iş yine olacak, ama ihtimal bazı kafalar kesilecektir” meâlindeki tarihî konuşmasını yapınca muhalif mebuslar “Biz hâdiseyi başka açıdan değerlendiriyorduk. Şimdi aydınlandık” dediler. Kanun sadece (1926’da asılan) Lâzistan Mebusu Ziya Hurşid‘in muhalefetiyle kabul edildi.
Padişaha içeriden ve dışarıdan gelen baskılar dayanılmaz bir hâl aldı. Gazetelerde her gün aleyhte ve hakaretâmiz yazılar neşrediliyordu. Kanun-ı Esasî gereğince padişah hükûmet icraatından mes’ul olmadığı hâlde, her kötü işin sebebi olarak görülüyordu. Saraya tehdit mektup ve telgrafları yağıyordu. Nitekim Kırşehir Mebusu Yahya Galip padişaha “İstanbul’a geldiğimizde seni Sultanahmed Meydanında asacağız. Karılarını kızlarını da askerlere vereceğiz” diye telgraf çektiğini yıllar sonra neşredilen hatıralarında itiraf etmiştir. O arada Nureddin Paşa, Ali Kemal Bey’i linç ettirdi; padişaha da böyle yapacağını açıkladı.
Bu esnada Ankara meclisi padişahı vatana hıyânet ile itham eden teklifi kabul etti. Padişah can ve ırzının emniyette olmadığını anladı. Siyasî bir buhrana ve iç savaşa sebep olmak istemedi. Ortalık yatıştıktan sonra tekrar geri dönmek niyetiyle hicrete razı oldu. Sonradan “Yaşamak imkânsız olan yerden hicret, Hazret-i Peygamber’in sünnetidir” diyerek kendisini müdafaa etmiştir. Nihayet saltanatın kaldırılmasından iki hafta kadar sonra, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı Malaya adlı İngiliz kruvazörü ile şehri terk etti. O zaman İstanbul işgal altında olup, bunun haricinde bir vasıta ile seyahate çıkmak zaten mümkün olmadığından İngiliz gemisiyle gidişini tenkit etmek yersizdir. Ankara padişahtan kurtulduğuna çok sevindi.
Yanında oğlu ve yakın bendegânıyla Malta’ya çıktıysa da İngilizlerin niyetini anlayarak buradan Mısır ve Hicaz‘a gitti; ama fazla kalamadı. Padişahken yaşadıklarını anlatan iki beyannâme neşretti. Gençliğinde İstanbul’a gelen ve o zamanlar veliahd olan Vahîdeddîn Efendi’den yakın alâka gören İtalya Kralı Vittorio Emanuele vefâ göstererek kendisini İtalya’ya davet etti. Padişah 1923 senesinde San Remo şehrine yerleşti. İçinde düştüğü büyük sıkıntıya rağmen, kendisine bir generalini göndererek, yardımcı olmak ve saraylarından herhangi birini tahsis etmek isteyen Kral’ın teklifini, “Ben bütün Müslümanların ruhanî reisiyim. Peygamber postunda oturuyorum. Bu sıfat, kendi dinimden olmayan bir zâtın teklifini kabulden beni meneder” diyerek kibarca geri çevirmişti.
Padişah memlekete dönmekten artık ümidini kesmişti. Burada acı ve sıkıntı içinde geçen bir sürgün hayatından sonra, 16 Mayıs 1926 günü yatsı namazını müteakip geçirdiği kalp krizinden vefat etti. Cenazesi Şam’a getirilerek Selimiye Câmii hazîresine defnedildi. Vefat haberini, Adana’da bir akşam yemeği sırasında, Roma büyükelçisinin telgrafından öğrenen Reisicumhur Mustafa Kemal’in, “Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi sarayın bütün mücevherlerini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki...” demekten kendisini alamadığı söylenir.
YAPARSA O YAPAR!
Sultan Vahîdeddin zeki ve çabuk kavrayışlıydı. Sakin, ciddî ve tedbirli idi. Az konuşurdu. Mütevazı ve iktisatlı bir yaşantısı vardı. Sultan Hamid’in en çok bu kardeşini sevdiği, tahttan indirildikten sonra bir gün: “Vahîdeddin Efendi devleti iyi idare eder. Yaparsa o yapar. Şayet ona da mâni olurlarsa, bizim hâne dağılır, yok olur!” dediği rivayet olunur. Arada Sultan Reşâd olmayıp da, Sultan Hamid’den sonra tahta çıksaydı, belki de İttihatçıların hatalarını önleyecek, felâketlerin önüne geçip, devleti, asrının güçlü devletleri arasına sokacak kudret ve kıymette idi. Babası gibi Nakşî olup, Gümüşhânevi tekkesinden Ömer Ziyâeddin Dağıstanî’nin muhibbiydi. Hatta vefatı üzerine şeyhin bastonunu hatıra olarak almıştır. Eşi az görülebilecek kadar namuslu olduğu, vatanından koparken yanında pek cüz’î şahsî varlığından başka bir şey götürmeyişi, hatta son maaşını da “O ay çalışmadığı” gerekçesiyle hazineye iade edişinden bellidir. Ayrılışının üzerinden henüz 4 yıl geçmeden vefatında esnafa olan borçlarından dolayı tabutu 15 gün haczedilerek cenazesi kaldırılmamış; sağdan soldan toplanan para ile borcu kapatılarak tabut kurtarılmıştır. Yastığı altında parasızlıktan alamadığı ilaç reçeteleri çıktı.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 10 Kasım 2010
Son Padişah tahtını nasıl kaybetti?
BİR ENKAZIN ÜZERİNE OTURDU
Sultan Vahîdeddin, Sultan Abdülmecid‘in oğullarının en küçüğüdür. Üç aylıkken annesini ve bir ay sonra da babasını kaybetti. Şehzâde iken, yaveri Mustafa Kemal Paşa ile beraber, Almanya ve Avusturya’ya resmî ziyarette bulundu. İttihatçılara şiddetle muhalifti. Onların memleketi felâkete sürüklediğini görüyordu. Bu sebeple İttihatçı erkânı şehzâdeyi devamlı göz hapsinde tuttular; hatta bir ara ortadan kaldırmaya teşebbüs ettilerse de muvaffak olamadılar. 4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan Reşad’ın vefatı üzerine tahta çıktı. Osmanlı Devleti’nin son kılıç alayı 31 Ağustos’ta tertiplendi.
Ancak bu sıralarda Cihan Harbi’nin korkunç neticeleri alınmak üzereydi. Suriye cephesinin çökmesi üzerine 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesi imzalandı. Mağlubiyetin vesikası olan bu mütârekeyi imzalayan Rauf Bey (Orbay) ve diğer delegeler saraya arz-ı tazimat için geldiklerinde, padişah kendilerini kabul etmedi. Memleketi harbe sokan İttihatçı reisleri mütârekeden hemen sonra yurt dışına kaçtılar. Sultan Vahîdeddin’in elinde ancak düşmana teslim olmuş ve milletin sefalet içine düştüğü bir ülkeyi idare etmek kaldı.
PAŞA! DEVLETİ KURTARABİLİRSİN!
8 Şubat 1919 tarihinden itibaren düşman askerleri memleketi işgale başladı. Fiilen işgal altındaki İstanbul’dan vatanın kurtarılamayacağını anlayan padişah, bir kısım yakınlarının “Dünyaya karşı harb edilemez!” sözüne aldırmayarak Anadolu’da teşkilat kurmak üzere bir başkumandan göndermeyi kararlaştırdı. İttihatçı muhalifi üst rütbeli Palabıyık Ziyâ Paşa ve Çerkes Ferid Paşa buna dair teklifi özür dileyerek reddetti. Bir ara kendisi Anadolu’ya geçmeyi düşündüyse de, İngilizlerin, “Eğer Anadolu’ya geçersen İstanbul’u Yunanlılara işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız” tehdidi üzerine vazgeçti.
İngilizler, mütârekenin tatbikini yerinde teftiş etmek üzere Anadolu’ya bir müfettiş gönderilmesini istediler. Padişah bunu fırsat bilerek, İttihatçılarla arası açılmış bulunan ve kendisine gösterdiği sâdıkâne ve mültefit tavrıyla öne çıkan yaveri Mustafa Kemal Paşa’yı saraya çağırdı. Paşa, İttihatçı aleyhtarlığı sebebiyle İngilizlerin kabul edebileceği nâdir isimlerdendi. Üstelik bu vazifeye uygun üst bir rütbedeydi. Nutuk’ta anlatıldığına göre kendisine, “Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettiniz. Asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsiniz” dedikten sonra, 9. Ordu Müfettişi olarak, fevkalâde geniş salâhiyet ve malî imkânlarla Anadolu’ya gönderdi. Vazife yazısını Sadrâzam Ferid Paşa’nın imzaladığı Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da İngiliz işgali altındaki Samsun’a çıktı. Vatanseverlerin tertiplediği kongrelere delege olarak katıldıktan sonra Ankara’ya gelerek burada bir meclis topladı ve geçici bir hükûmet kurdu. Burada İstanbul hükûmetiyle iş birliği içinde çalıştı ve meclisin bütün gayesinin padişahı fiilî esaretten kurtarmak olduğunu her fırsatta deklare etti.
İNGİLTERE’NİN YEGÂNE MAKSADI
Padişah bundan sonra İstanbul’daki işgal kuvvetlerini oyalamak ve Anadolu’daki mücadeleyi gözden uzak tutmak için türlü siyasî gayretler içine girdi. El altından milleti teşvik ederek Anadolu’ya silah, mühimmat ve subay yolladı. Mektepler, mescidler yollama memurluğu hâline geldi. İstanbul câmilerinde zafer müyesser olması için Kur’an-ı kerîm ve mevlidler okutturdu. Bunları görüp sarayı sıkıştıran işgal kuvvetlerine, “Benim haberim yok. Bunları önleyeceğim” diyordu. Hatta onları inandırmak için Kuvvâ-yı İnzibâtiye’yi kurdu. Bu kuvvetlere el altından Anadolu’daki harekete katılma emri verildi. İzzet, Ali Rızâ, Sâlih, Tevfik Paşa gibi Anadolu hareketini açıkça destekleyen sadrâzamlar vazifelendirildi. Zaman zaman İngiliz baskısını tolere edebilmek üzere Damat Ferid Paşa gibi İngiltere’ye yakın bir diplomatı sadrâzam yapmak mecburiyetinde kaldı.
İstanbul’da toplanan Osmanlı Meclis-i Meb’usânı, vatanın her ne şekilde olursa olsun müdafaasına dair meşhur Misak-ı Millî’yi kabul edince, İtilâf Devletleri meclisi dağıttı. Padişah, şahsını korumak için bırakılan 700 kişilik maiyyet-i seniyye kıt’asını Ayasofya etrafında mevzilendirip câmiye çan takmak isteyenlere ateş emrini verdi. 11 Mayıs 1920’de paraf edilen Sevr Muâhedesi’ni bütün baskılara rağmen imzalamadı. Böylece karşı devlet reisleri de imzalamadı ve anlaşma hükümsüz kaldı. Bu arada dünyanın çeşitli beldelerinde yaşayan Müslümanlar, bilhassa Rusya ve Hindistan Müslümanları, halifeye olan hürmetleri sebebiyle Anadolu’daki mücâdele için aralarında külliyetli yardım toplayıp gönderdiler. Fakat İngiltere de halifeliği kaldırarak Müslüman halkın yaşadığı sömürgelerindeki nüfuzunu kırabilmek için padişah aleyhine çalışmaktan geri kalmıyordu.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 3 Kasım 2010
.
12 ARALIK 2011 PAZARTESI
Şapka Mağdurlarından: Mevlevî İbrahim Hakkı Efendi
Kaynak: Yörünge Dergisi, 24-31 Mart 1991, Sayı: 21
27 KASIM 2011 PAZAR
Osmanlı Tarihinde Dönüm Noktası
Abdülmecîd hânın büyük bir hatâsı, memlekete ve bütün islâmiyete çok ağır zararı dokunan, affedilmez bir kabahati olmuştur. Öyle bir hatâ ki, Osmanlı tarihinde korkunç bir dönüm noktası yapmış, bu koca islâm devletinde bir (yok olma devri)nin başlamasına sebep olmuştur. Masonların, islâm düşmanlarının örtbas etmek istedikleri, gençlerden saklamaya çalıştıkları bu hâta, sâf, temiz kalbli hâkânın, azılı ve sinsi islâm düşmanı olan İngilizlerin tatlı dillerine aldanarak, İskoç masonlarının yetiştirdikleri câhilleri işbaşına getirmesi, bunların devleti içerden yıkmak siyâsetlerini hemen anlıyamamasıdır. İngilizlerin Osmanlı devletine karşı korkunç saldırıları ve başarıları sultan Abdülmecîd hânı aldatmakla başladı. İslâmiyeti yıkmak için İngilterede kurulmuş olan (İskoç mason teşkilâtı)nın kurnaz üyesi Lord Rading İstanbula İngiliz sefîri olarak gönderildi. 1250 [m. 1834] senesinde Pâriste ve sonra Londrada Osmanlı sefîri bulunan Mustafâ Reşîd pâşa, aldatılmış, mason yapılmıştı. Bunun sadr-ı a'zam yapılması için, Lord Rading sultana çok dil döktü. (Bu aydın, kültürlü ve başarılı vezîri sadr-ı a'zam yaparsanız, İngiltere imparatorluğu ile Devlet-i aliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar kalkar. Devlet-i aliyye ekonomik, sosyal ve askerî sahâlarda ilerler) diyerek halîfeyi aldattı. 1262 [m. 1846] da sadr-ı a'zam olan pâşa, iş başına gelir gelmez, hâriciyye nâzırı iken, Rading ile el ele verip, hazırlamış olduğu, (Tanzîmât) kanûnuna istinâd ederek, büyük vilâyetlerde mason locaları açtı. Câsûsluk ve hıyânet ocakları çalışmaya başladı. Gençler, din câhili olarak yetiştirildi. Londradan alınan plânlarla bir yandan idârî, zirâ'î, askerî değişiklikler yaptılar. Bunlarla gözleri boyadılar. Öte yandan da, islâm ahlâkını, ecdat sevgisini, millî birliği parçalamaya başladılar. Yetiştirdikleri kimseleri işbaşına getirdiler. Bu senelerde Avrupada, fizik, kimyâ üzerinde dev adımlar atılıyor. Yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor. Büyük fabrikalar, teknik üniversiteler kuruluyordu. Osmanlılarda bunların hiçbiri yapılmadı. Hattâ, Fatih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, matematik derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek, kültürlü, bilgili âlimlerin yetişmelerine mani oldular. Sultan Abdülmecîd hân zamanında dünyada iki büyük islâm devleti vardı. Biri Osmanlı devleti, ikincisi Hindistândaki Gürgâniyye hükümdârlığı idi. Her iki devletin sultanları, islâm dîninin bekçisi idiler. İslâm düşmanı olan İngilizler, bu iki bekçiyi yok etmek için, çok kurnaz plânlar hazırlamıştı. Önce, Gürgâniyye devletini parçalamaya karar verdiler. Böylece, Asyadaki müslümanları başsız bırakacak, hem de Hindistânın hazînelerine, ticâretine hâkim olacaklardı. Fakat, Osmanlıların buna mani olmasından korkuyorlardı. Bunun için Osmanlıları Ruslarla savaştırmaya çalıştılar. Avusturya ve Prusya, Osmanlı-Rus savaşının önlenmesini istediler. Rusya da bunu kabûl etti. Fakat İngilizler, Reşîd pâşayı harp etmeye teşvîk ettiler. Yardım edeceklerine, zafer kazanacağına, böylece Osmanlıların bir numaralı adamı olacağına inandırdılar. Reşîd pâşa, Osmanlı devletinin başına geçeceğinin çılgınlığı içinde, İngilizlere maşa oldu. 26 eylül 1269 [m. 1853] de, Bâb-ı âlîde yüzaltmışüç (163) kişi topladı. Rusyaya harp açılmasına karar verdi. Sultan Abdülmecîd hânı da, tuzağa düşürüp, tasdik ettirdi. Rusyaya harp ilân edildi. Osmanlı devletinin başını derde sokan İngilizler, Hindistândaki fâcia ve felaketlere başladılar. 1274 [m. 1857] de, Delhîde, büyük ihtilâl çıkardılar. İkinci Behâdır şâhı, oğulları ile birlikte Kalküteye götürüp habs ettiler. Gürgâniyye devleti yıkıldı. Hindistânın ilerde, İngiliz imparatorluğuna katılması için, birinci adım atılmış oldu. İngilizler, Rus çarı birinci Nikolanın Kudüste katoliklere karşı ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdenize inmesini hiç istemiyen Fransa imparatoru üçüncü Bonapartı da, Türk-Rus Kırım Harbine sürüklediler. Kendi çıkarları için yaptıkları bu işbirliği, Türk milletine Reşîd pâşanın diplomatik zaferleri olarak tanıtıldı. Düşmanların bu yaldızlı reklâmlar ve sahte dostluklarla örtmeye çalıştıkları imhâ hareketlerini, herkesten önce anlıyan sultan, çok zaman sarayında hüngür hüngür ağlardı. Memleketi, milleti kemiren düşmanlara karşı koymak için tedbirler arar ve Allahü teâlâya yalvarırdı. Bu sebeple, Reşîd pâşayı, birkaç kere sadr-ı a'zamlıktan uzaklaştırdı ise de, kendisine (koca), (büyük) gibi ismler takan bu kurnaz adam, rakîblerini devirip, tekrar iş başına gelmesini becerirdi. Ne yazık ki, sultan kederinden tüberküloza yakalanıp genç yaşında öldü. Sonraki senelerde devlet koltuklarını kapışan, üniversite öğretim üyeliklerine, mahkeme başkanlıklarına getirilenler, hep Mustafâ Reşîd pâşanın yetiştirmeleridir. Böylece (Kaht-ı ricâl) devri açılmasına ve Osmanlılara (Hasta adam) denilmesine sebep olmuştur.
Yazının devamı ve kitabın tamamı şurada bulunabilir:
http://www.hakikatkitabevi.com/download/turkce/05-EshabiKiram.pdf
Not: Bu kitap, Eshâb-ı kirâmın faziletlerini ve üstünlüğünü bildirmesi açısından çok istifadeli bir eserdir, okunmasını tavsiye ederim.
Murat Yazıcı
Sultan Abdülmecid'in çaresizliği
II. Mahmud'dan sonra Osmanlı'da iktidar bütünüyle üst sınıf bürokratların eline geçmişti ve Abdülmecid devrinde Büyük Reşid Paşa'dan başlayarak Fuad ve Ali Paşa'ların hâkimiyetiydi, söz konusu olan... Prof. Dr. Şerif Mardin, 'Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu'nda, Sultan'ın (Abdülaziz) 'Devlet politikasının belirlenmesinde [..] Fuad ve Ali Paşaların âdetâ esiri' olduğunu söyler. Abdurrahman Şeref Bey'in 'Tarih Musahebeleri'nde bildirdiğine göre ise, Sultan Abdülmecid, bir gün [Büyük] Reşid Paşa'nın elinden kendisini kurtarması için, başını sarayının duvarlarına vurarak Allah'a yalvarırken' görülmüştür. Düşünebiliyor musunuz, Padişah, sadrıâzâm'ından kurtulabilmek için Allah'a yalvarıyor! Ne hazîn bir çaresizlik! Osmanlı bürokrasisinin tam mânâsıyla tahkîm edilmesi, Sultan Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilmesinden sonradır. Mardin, '1876'da darbeyi yapan devlet adamlarının, Babıâli bürokrasisine muhalif Yeni Osmanlıların yandaşı gibi görünmelerine rağmen, Ali ve Fuad Paşaların 'politikalarını karakterize eden siyasî gücün tekelleşmesini mantıkî sonuca götürmüş oldukları'nı söyler. Fakat Osmanlı bürokrasisinin hakimiyeti uzun sürmeyecek ve Sultan V. Murad'ın saltanatından sonra II. Abdülhamid, devletin dizginlerini yeniden ele alacaktır.
Cumhuriyetin 2000'li yıllara gelinceye kadarki 80 yıllık bürokratik-hegemonik yapısının, Sultan Abdülhamid'i 'Kızıl Sultan' diye yaftalamasında, onun Osmanlı Bâb-ı Alî'sinin iktidarını tasfiye edişinin öcünü almak arzusunun payı var mıdır,-bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Kısa ve kestirmeden söylemek gerekirse Tanzimat, bürokratik bir eylemdir, -Bâb-Alî'nin üst düzey memurlarının mârifeti!.. Sultan Abdülmecid'i ölümünün 150. yılında hatırlamak, onun bürokrasinin, köksüz ve temelsiz bir Modernleşme işini sürdüren Reşit Paşa misillû devletlilere karşı olan aczîyetini ve çaresizliğini hatırlamaktır... 'Allah'ım, beni bu Reşid Paşa'nın elinden kurtar! çaresizliğini...
Hilmi Yavuz, Zaman Gazetesi, 27.11.2011
12 KASIM 2011 CUMARTESI
Nasyonel Sosyalizm, Faşizm, Kemalizm
Bu tür davranış bozukluklarının daha çarpıcı olanı ise, Cumhuriyet'in "Tek Parti" döneminin bugüne "Devr-i Saadet" biçiminde sunulması ve o zamanki sosyo-politik modelin bugüne örnek olabileceğinin varsayılmasıdır.
Adalet Bakanı olduğu dönemde Medeni Kanun'u Türkiye'ye getiren (1926) ve bu kanunun gerekçesini yazan, 1930'larda bakanlıktan ayrıldıktan sonra Atatürk'ün emri ile gençliğe "İhtilal'in Hukuk Tarihi"ni üniversitede ders olarak okutan Mahmut Esat Bozkurt'un (1892-1943) bir değerlendirmesini hatırlatalım:
- Zamanımızın bir Alman tarihçisi gerek nasyonal sosyalizmin, gerekse faşizmin Mustafa Kemal rejiminin çok az değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktır, Türk milletidir. Piramide benzer; temelleri halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki bizde buna şef denilir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir. ("Atatürk İhtilali", M.E.Bozkurt, Kaynak Yayınları, Sayfa 88 )
Yazan: Mehmet Barlas, Sabah Gazetesi, 06/04/2006
15 EKIM 2011 CUMARTESI
28 Şubat'ın Özeti
Soymadıkları banka kalmadı.
Nerdeyse her bankanın yönetim kurulunda bir emekli generalin olması bir tesadüf değildi.
Ahmet Altan, 15.10.2011, Taraf Gazetesi
1 EKIM 2011 CUMARTESI
Türk denizcileri ve denizde namaz
PUSULA İLE KIBLE
Dünya tarihinin en büyük askerlerinden biri olan Prusyalı Mareşal von Moltke (1800-1891), İkinci Sultan Mahmud (saltanatı 1808-1839) tarafından yeni Türk ordusu için öğretmen olarak çağırılan Avrupalı subaylardan biridir. Türkiye’de kaldığı 4 yıl içindeki müşahedelerini, mektuplar halinde büyükçe bir kitapta toplamıştır. Bu kitaptan bir pasaj alıyorum:
“1837’de Kapdân-ı Deryâ Ahmed Fevzi Paşa ile Karadeniz’de, Varna açıklarında, Nusretiyye fırkateyninde idim, 68 toplu, çok büyük ve çok güzel bir harp gemisiydi. Çanaklığa çıkan gemi imamı, müminleri ibadete çağırdı. Vazifesi olmayan herkes, birinci top ambarında toplandı. 40x100 ayak genişliğinde, görülebilecek en güzel gemi salonlarından biriydi. Ancak tavan çok basıktı. Çepeçevre 34 adet 40’lık top dizilmişti. Hayli sayıda tüfek, tabanca, balta, boynuzlu kargı ve başka eşya muntazam şekilde konmuştu.”
MEKKE’YE YÖNELDİLER
“Bir Türk’ü ibadet ederken görmek, daima hoşuma gitmiştir. Kendilerini o derecede ibadete veriyorlardı ki, acaba dönüp bakarlar mı diye arkalarında top patlatmak arzusu duydum. Mümin, ellerini ve ayaklarını yıkadıktan sonra salona geliyor, Mekke tarafına yöneliyordu. Bazı Türk denizcileri, küçük pusula taşırlar ve hançerlerinin başına geçirirler. Deniz üzerinde buna bakıp kıble tayin ediyorlardı. Elleriyle kulaklarını kapadılar.”
“Sonra dudaklarını kıpırdatarak, fakat ses çıkarmadan Kur’an’dan parçalar okudular. Eğilip iki dizleri üzerine çöktüler. Birkaç defa alınlarını zemine değdirdiler. Yerden kalktılar. Ellerini kitap tutuyormuş gibi açtılar. Tekrar yere kapanıp doğruldular. İki ellerini yüzlerine sürdüler. İki taraflarındaki meleklere baş keserek selam verdiler. İbadetlerini tamamladılar.”
EZAN SEMAYA YÜKSELİYOR
İkinci Sultan Mahmud’un yeni Türk donanması için öğretmen olarak getirdiği İngiliz amirali Sir Adolphus Slade, hemen aynı yılda, diğer bir denizde namaz anlatır. Bakalım olgun yaşta bir İngiliz denizcisi namazı nasıl görmüş:
“Kapdan Paşa ile Selimiyye kalyonu üzerinde Karadeniz’e açıldık. Birden Allahü Ekber sesleri yükseldi. Birden fazla yerden ezan okunuyordu ve âdeta deniz üzerinde ufka ve semaya yükseliyordu. Müezzinler filomuzun her gemisinde mizana direklerindeki çanaklıklara tırmanmışlardı. Hayatımda ilk defa olarak deniz üzerinde namaz seyredecektim. Dikkat kesildim. Türk denizcileri, bir yere toplanmadılar. Herkes görevi geminin neresinde ise, orada namaza durdu. Güverte, serilen rengârenk seccadelerle doldu. Namazdan evvel ellerini, yüzlerini, ayaklarını iyice yıkayıp abdest almışlardı. Namazdan sonra Kapdan Paşa, beni yemeğe davet etti.”
Yılmaz Öztuna, 01 Ekim 2011 Cumartesi
30 TEMMUZ 2011 CUMARTESI
Necdet Sevinç’i okuldan niye atmışlar?
Yavuz Bülent Bâkiler, 30 Temmuz 2011 Cumartesi, Türkiye Gazetesi
26 TEMMUZ 2011 SALI
Ermeniler ne istiyor?
Hürriyet'in haberine göre Ermenistan'da dün düzenlenen Ermeni dili ve edebiyatı
"Batı topraklarımızı Ağrı Dağı'yla birlikte
sorusuna cevap veren Sarkisyan,
"Bu sizin neslinize bağlı. Mesela benim nesil üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi. 90'lı yıllarda vatanımızın parçası Artsah'ı (Karabağ bölgesini) düşmanın elinden kurtardık. Her neslin bir görevi vardır. Siz de ileride bizim gibi görevinizi yerine getirip getirmeyeceğiniz birlik ve beraberliğinize bağlıdır. Biz Ermeni ulusu her zaman Anka kuşu gibi küllerden dirilmeyi başarmışızdır."
http://www.sabah.com.tr/Dunya/2011/07/26/sarkisyandan-sok-sozler-377261850058
Yorum: Ermeni liderlerin bunun gibi ifadeleri okullarda okutulmalı, çocuklara ezberletilmelidir. Ta ki, soykırım yalanı ile Türk düşmanı, ırkçı nesiller yetiştiren Ermenilerin nihai hedeflerini herkes bilsin.
Murat Yazıcı
20 HAZIRAN 2011 PAZARTESI
Ermeni Örgütü Prof. Öke'ye Rüşvet Teklif Etmiş
* Neymiş Alihan’ın hastalığı?
Aort damarı kapalıydı. Tedavi için İngiltere'ye gitmeye karar verdik. Masrafı 1987’nin parasıyla 12 milyon TL’ydi. Nasıl bulacağız parayı? Eşim Neval biriktirdiklerinden 6 milyon çıkardı. Ben ilkokuldan beri topladığım kütüphanemi sattım, sahaf ağlaya ağlaya 2 milyon TL verdi. Bu esnada da ben TRT’de yayınlanan “Duvardaki Kan” dizisini yazıyorum. Ermeni meselesinde vatanı kurtarıyorum. Bir yandan da ASALA’dan tehditler alıyorum, bunu kimse bilmez. Dizinin başlarında Ermeni iddialarına yer veriyoruz. Bunun üzerine Milli Güvenlik Kurulu beni çağırdı.
* Neden?
Vatan hainliğiyle suçladılar. Allah’tan yanımda dizinin devamının kayıtları vardı. Seyrettiler, “Afedersin” dediler. Düşünün, bir yandan devlet beni Ermenici olmakla suçluyor, bir yandan ASALA kapıma kadar geliyor. Çocuk hasta, ameliyat için para arıyorum. MGK’da Saffet Arıkan Bedük vardı, “Sana haksızlık ettik, çocuğun için sana örtülü ödenekten para verelim” dedi. Kenan Evren “Derhal” dedi. Tam kapıdan çıkıyordum. Döndüm, “Asla kabul etmiyorum” dedim, kapıyı vurdum çıktım.
“Sıkıntınız var, 24 milyonluk çekinizi buyrun’ dediler”
* Parayı nasıl buldunuz?
Aynı hafta İstanbul’a döndüm, üniversitedeki odama bir adam geldi. “Sizin bir sıkıntınız olduğunu biliyoruz. Alın size 24 milyonluk çek. Kalanıyla da gezip eğlenirsiniz. Yeter ki Ermeni meselesinde şu ana kadar söylediklerinizi inkar edin. ‘Haksızdım, yanıldım’ deyin”.
* Kimdi bu adam?
Yurtdışındaki Ermeni örgütlerinden birinin temsilcisi. Çek önümde. Evladım hasta. Yalnız olduğumu da biliyorum. Ama “Alın o çeki, cebinize koyun” dedim. “Pişman olmazsınız inşallah” dedi.
Kaynak: Milliyet Gazetesi, 19 Haziran 2011
http://www.milliyet.com.tr/-icimde-bir-his-var-obur-tarafa-nazli-ile-beraber-gidecegiz-/pazar/haberdetayarsiv/19.06.2011/1404012/default.htm
18 HAZIRAN 2011 CUMARTESI
İnönü: "Bu millet düşmanınızdır..."
13 MAYIS 2011 CUMA
Tek partili dönemde Türkiye
Yarın 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren 14 Mayıs 1950 seçimlerinin yıl dönümü. 1923'ten beri ülkeyi tek başına idare eden Cumhuriyet Halk Partisi, bu seçimle iktidarı Demokrat Parti'ye devretti, ülkede bayram havası esti. Tek parti döneminde yaşanan sıkıntılar ise hala zihinlerde tazeliğini koruyor. Sivas'ın Şarkışla ilçesinde oturan 74 yaşındaki Hasan Hüseyin Bağcı ile eşi İnayet Bağcı (74) tek partili dönemini anlatırken adeta o günlere gitti, Hasan Bağcı, çektikleri sıkıntıları anlatırken gözyaşlarına hakim olamadı.
"HAYVAN VE BUĞDAYLARI KAÇIRIP SAKLARDIK" Menderes döneminde 30 ay askerlik yapan Hasan Hüseyin Bağcı, "Üzerimizden öyle bir ağırlık, baskı vardı ki Menderes döneminde yeniden doğmuş gibi olduk. Bizlerden alınan öşür vergileri o kadar ağırdı ki harmanımızı kaldırdığımızda buğdayı ölçerlerdi, kendilerininkini alıp giderlerdi. Bize de ne kalırsa. Onu da genelde alamazdık. Bizler de hayvanlarımızı, buğdaylarımızı kaçırıp saklardık, yoksa kışın aç kalırdık." dedi.
"ASKERDEN ÇOK ÇEKTİK, ÇOK DAYAK YEDİK" Babası ve amcasının 2. Dünya Savaşı'na katıldığını söyleyen Bağcı, o dönemde özellikle askerin köylü üzerinde çok baskısı olduğunu vurguladı. "Köye gelirlerdi, başında takkesi olan varsa onu başından alıp yırtarlardı, takanı döverlerdi. Bıçak taşımak bile suç sayılıyordu. Karakola alıp ölesiye dövüp getirip köyün önüne atıyorlardı, kimse sesini çıkartamıyordu. Askerden çok çektik, çok dayak yedik. O zaman okuma yazma yoktu. Tek öğrendiğimiz Kur'an-ı Kerim'di. Onu da 'askerler geliyor' deyince saklardık. Bulduklarında yırtarlardı, yakarlardı. Okuyanları ve okutanları dayaktan geçirirlerdi, aç susuz nezarethanelerde bırakırlardı." diye konuştu.
"ASKER TÜRKÇE EZAN NÖBETİ TUTARDI" Hasan Hüseyin Bağcı, tek parti döneminde ezanın Türkçe okunduğunu, insanların korkudan camiye gidemediğini anlattı. Bağcı, "Cuma günleri jandarma camide nöbet beklerdi ezan Türkçe okunuyor mu diye. Çok sıkıntılar çektik çok." dedi, gözyaşlarına hâkim olamadı. "Rabbim o günleri bize tekrar yaşatmasın." diyerek dua etti.
İNSANLAR AÇLIKTAN OTLA BESLENİYORDU Eşi İnayet Bağcı ise tek parti dönemi hakkında annesinden duyduklarını şöyle anlattı: "Tek pati döneminde ot topladığını, buğdayın olmadığı dönemlerde arpa unu ile otu birleştirip küçük ekmekler yaptıklarını ve sadece o ekmeklerle açlıklarını giderdiklerini bize anlatırdı. Şimdi bolluk zamanı, halimize şükür."
O yılları Erzurum'un ücra köylerinden Taşkesen’de yaşayan Ataullah Taşkesenlioğlu (82), kumaş sıkıntısı çekildiği için kız ve erkek çocuklarının aynı entarileri giydiğini söyledi. Tek parti döneminin baskıları ile yaşadıkları yokluğu sesi titreyerek anlatan Taşkesenlioğlu, jandarma korkusundan ahırlarda gizli gizli Kur'an-ı Kerim okuduklarını anlattı. Köy imamı olan babasının bir gün unutkanlıkla başında kavuk ile camiden çıktığını, eve giderken jandarmalar tarafından yakalanıp 15 gün Hasankale'de hapis yatırıldığını anlattı.
“EKMEĞİ OLAN PARMAKLA GÖSTERİLİRDİ” Yaşlı ve yorgun bedenini dinlendirdiği koyun yününden doldurulmuş yer minderinde oturan Ataullah Teşkesenlioğlu, 1940'lı yıllarda en çok ekmeğin yokluğunu yaşayıp hissettiklerini anlattı. Taşkesenlioğlu, ekmeği olanların parmakla gösterildiğini belirtti. Şimdiki gibi bütün evlerde ekmek bulunmadığını dile getiren Taşkesenlioğlu, şöyle devam etti: "En çok gıda maddelerinden ekmek bulunmazdı. Bir kere ekmek bulundu mu her şey varmış gibiydi. Bal olsa bile ehemmiyeti yoktu, yağ da bulunmazdı. Ekmek bulundu mu herkes o kişiyi parmakla gösterirdi, 'ağa' derlerdi. Köy beylerinde ekmek bulunurdu. Şimdiki gibi her evde yoktu." Günlük yaşamın yoksulluk içinde çok güç ve ağır geçtiğini söyleyen Ataullah Taşkesenlioğlu, ekmeğin karne ile ve çok az dağıtıldığına vurgu yaptı: "Günlük idare zordu. Ekmek hep karne ile satılıyordu. Bir aileye, mesela 8 kişi varsa 4-5 ekmek verilirdi. Gidip kaymakamlıktan ya da mahalle muhtarı veya fırından alınırdı, fazla ekmek yoktu."
“YA VERGİ YA DA YOLDA KAZMA KÜREK İŞİ” Anadolu halkının yokluk ve yoksulluğu iliklerine kadar yaşadığını ifade eden Ataullah Taşkesenlioğlu, özellikle köylerde kara sabana koşacak öküz bulamadıklarını anlattı. İnek, koyun ve keçilerden 'kamçı parası' adı altında vergi alındığını belirten Taşkesenlioğlu, "Hayvanlardan çifte koşulacak koşu öküzü herkeste yoktu. Onun dışında hayvanlardan koyundan, keçiden vergi alınırdı. O kamçı parasına o zaman 'yol parası' derlerdi. O yol parasını vermeyenler en az 20 gün bir ay yol yapımında çalışırdı. Şoseler hep insan gücü, kazma gücü ile yapılırdı. Ya 20 gün çalışacaktın ya da yevmiye verecektin. Koyun parası o zaman bir liraydı. Keçiler 60- 80 kuruştu. Hemen hemen bir keçi vergisiyle bir insanın vergisi de 80 kuruştu. Bir insanın vergisiyle bir keçinin vergisi aynıydı kamçı parası olarak." dedi.
ŞEHRE GİDEN ÖDÜNÇ PALTO İSTERDİ Elbise bulamadığı için bir kız gibi entari giydiği yılları anlatan Taşkesenlioğlu, "Çoğusu bir tane entari giyerdi ortada köy içinde. O zaman biz de köylerde yaşıyorduk. O köy sokaklarında onunla gezerdik. Kızlarla, erkek çocuklarının arasında giyim bakımından fark kalmamıştı. Benim giydiğim entariyi, benim bacım, kardeşim giyerdi. Komşulardan şehre gidenler varsa çocuğun entarisini ister veya babanızın paltosunu isterdi, şehre gidip gelmek için. Birbirlerinin sırtındaki paltoları emanet alıp giderlerdi şehre. Korucuk, Keyvank varlıklı köylerdi. Bu köylerdekiler şapkalarını temin ederdi. Bazen kendileri kalın kumaştan yapar önüne terek koyarlardı şapka biçiminde." diye konuştu.
“SARIK SEBEBİYLE 15 GÜN HAPSE ATTILAR”Ataullah Taşkesenlioğlu, köy imamı olan babasının bir gün cami çıkışında başında unuttuğu kavuğu sebebiyle jandarma tarafından yakalanıp Pasinler'de 20 gün hapis yatmasını hiç unutamıyor. Taşkesenlioğlu, bu olayı şöyle anlattı: "1941, 42. O zaman babam camide namaz kıldırmış dışarı çıkar. Ayağını atar caminin kapısının önüne. Dağ köylerinden gelen iki üç jandarma, o sırada 'hoca, hoca' diye sesleniyor. Babam dönüyor. ‘Bir dakika gelir misin? Haydi düş önümüze Hasankale'ye gideceğiz’. Babam ‘suçum ne’ diyor. Jandarmalar, ‘başındaki kavuk yetmiyor mu suçuna? Babam da diyor ki ‘Camiden çıkınca mihrapta başıma örttüğüm kavuk bu. Namaz kıldırıyordum, mihraba bırakıyordum, dışarı çıkarken başımda unutmuşum dalgınlıkla çıkmışım.’ Babamı bir kavuk yüzünden 15- 20 gün içeri attılar.”
MENDERES DÖNEMİNDE İNSAN OLDUĞUMUZU ANLADIK "Biz ne gördüysek, insanlık, iyilik namına 1950'de gördük. İnsanlık, ilim, irfan varmış. Herkes ilmine, irfanına sahip olmalı. Bunları Menderes zamanında öğrendik. Allah onu rahmetiyle şad eylesin." dedi, seksen iki yaşındaki Taşkesenlioğlu. Türkçe ezan okumaları ve Arapça Kur'an-ı Kerim okumamaları için tek parti döneminde aralarında babasının da bulunduğu köy imamlarına yazılı belge verildiğini belirten Ataullah Taşkesenlioğlu, "Bütün köy imamlarının hepsine bu belge elinizde olacak diye dağıtırlardı. Bu belgeyi okurduk. Belgenin içinde, ‘ben, Arapça ezan okuyacağım, Arapça Kur'an okutmayacağım’ gibi 4- 5 mühim madde vardı. Çoğu bunu bilmezdi o zamanki imamların. Latin harflerini okur yazarlığı yoktu. Babam Kurnuç köyünde imamdı. Kendi öğrencilerinin köyleriydi burası. Kurnuç’ta camide yabancıların olmadığı zamanlarda cami içerisinde müezzin Arapça ezan okurdu. Ardından namazlar kılınırdı." şeklinde konuştu.
GİZLİ GİZLİ KUR'AN OKUNURDU Tek parti döneminde Yüce Yaradan'ın kelamının gizli gizli ahırlarda okunduğunu ifade eden Taşkesenlioğlu, şunları kaydetti: "Kur'an hep gizli okunurdu. Şimdiki gibi çarşı pazarda hoparlörlerden camilerde okunan Kur'an sesleri duyulmazdı. Taziyelere giderdik 'Rızaenlillah fatiha' denir o ölünün ruhuna bağışlanır çıkardık. O zaman biz çocuktuk. Bizim hocamız Hafız Seyfettin Efendi bize Kur'an dersi verirdi. Kur'an dersini hep gizlice yapardık. Köylerde ve şehirlerde hocaefendiler çoluk çocuk cahil kalmasın diye gizli yapalardı. Biz de medresedeyken jandarma bastı. Pencere kenarında bir makat (köylerde içi toprak dolu üzeri tahta döşeli bir nevi kanepe) vardı. Makat üstüne fırladık, Kur'anları dışarı attık. Dışarıda kimse yoktu. Kadınlar peştemallarına bunları doldurarak kaçtılar. Kadının bir tanesi kaçarken ayağı kaydı veya jandarmanın tutması sonucu yere düştü. Peştemalının eteğindeki Kur'anlar yere dökülürken gördüm. Biz içerideydik, camlar kapandı. Jandarmalar geldi hocamıza olmayan hakareti yaptılar, dövme yoktu. Çocuklar, hepimiz orada olduğumuz için her halde jandarmalar yanımızda dövmek istemediler."
1923'ten beri ülkeyi tek başına idare eden Cumhuriyet Halk Partisi, bu seçimle iktidarı Demokrat Parti'ye devretti, ülkede bayram havası esti. Tek parti döneminde yaşanan sıkıntılar ise hala zihinlerde tazeliğini koruyor. Denizli'de Milli Şef İsmet İnönü'nü dönemini yaşayan 85 yaşındaki Mehmet Necip Işık, vatandaşların kendisinin insan olduğunu Adnan Menderes döneminde gördüğünü söyledi. Sena Kablo Yönetim Kurulu Başkanı olan Işık, Babadağ ilçesinde arazi az olduğu için tarlalarının olmadığını ve çok ekmek bulma sıkıntısı çektiklerini ifade etti. Ekmek, gaz ve şekerin karneyle verildiği dönemde şehirden şehre un getirip götürmenin yasak olduğunu hatırlatan Işık, "Herkes memleketinde ne varsa onu yiyecek. Geceleri Uzunpınar köylüleri hayvanlarla un getirir Babadağ'da handa sabaha karşı satarlardı. 20 kilo un 1 liraydı." dedi
YOLDA EKMEĞİN YARISINI YER EVDE DÖVÜLÜRDÜK Çarşıdan karneyle aldıkları ekmekle doymadıklarını belirten Işık, şöyle devam etti: "Yetmezdi. (Kendi yaptıkları ekmekle) takviye eder, öyle idare ederdik. Ekmek önemliydi. Biz üç kardeş karne ekmeği almak için çarşıya giderdik. Karnenin arkasına mühür vurulurdu. Gelirken acıktığımız için yarısını yerdik. Babam evde 'neden ekmeği yediniz?' diye döverdi. Günde kişi başına bir ekmek verilirdi."
"YOL VERGİSİNİ ÖDEYEMEYEN YOLDA ÇALIŞTIRILDI" İnsanların Adnan Menderes döneminde rahatladığını ifade eden Işık, "Menderes geldikten sonra insanlar insan olduğunu gördü. Değer verildiğini gördü. Halk rahat yaşamaya başladı." diye konuştu. Tek parti döneminde her aileden alınan 6 liralık yol parası vergisini ödeyemediği için angarya olarak yollarda çalıştırıldığını anlatan Işık, "Yol parası isterlerdi. Halk ödeyemezdi. Bekçi veya jandarma gelirdi. Yol parasını isterdi, vermezlerse yola götürürlerdi. 6 gün çalıştırırlardı. Günlük bir liraya. 6 lira büyük paraydı. Herkes veremezdi." ifadelerini kullandı
"HOCALARIN EVLERİNİ BASARLARDI" Tek parti döneminde Kur'an'ı Kerim öğreten ve öğrenenlere yapılan baskılardan da söz eden Işık, şunları kaydetti: "Jandarma Kur'an kurslarını, şikayet olmasa bile bilhassa hocaların evlerini basarlardı. Çocukları dağıtırlardı. 'Neden okutuyorsun, yasak olduğunu bilmiyor musun?' Ben Kuran'ı Kerim'i 50 yaşından sonra öğrendim. Bizim küçükler, sonra rahatladığı için onlar öğrendiler. Bizim zamanımızda çok sıkıydı."
Tek partili dönemde çocuk olan 82 yaşındaki araştırmacı yazar Mehmet İhsan Gençcan, 1939 yılından sonra özellikle ibadet yerlerine karşı bir savaş başlatıldığını söyledi. 14 Mayıs 1950'de tek parti dönemine veda eden Türkiye'nin çileli dönemlerini bugün bile hatırlamak istemediğini belirten astsubay emeklisi Gençcan, o dönem Çanakkale'de bulunan bir caminin askerler için konaklama, bir diğerinin de motor tamirhanesi yaptırıldığını kaydetti.
CAMİYİ MATEMATİK ÖĞRETMENİNE SATTILAR Diğer zarar verilen ibadethanenin Dizdar Camisi olduğunu belirten Mehmet İhsan Gençcan, şunları söyledi: "Çanakkale Savaşı sırasında hasar gören ve tadilatı yapılmayan Dizdar Camisi, tek parti döneminde ahır olarak kullanıldı. Minaresi sağlam olan caminin yeri, 1946 yılında satıldı. En enteresan olay ise o dönemde, bugünkü Değirmenlik Sokak dediğimiz yerde çıkan büyük bir yangındı. Sokağın hemen köşesinde Molla Yakup Camisi vardı. Yangında bu caminin küçük bir kısmında hasar oldu. Bunun üzerine cami kapatıldı. Bir süre sonra o camiyi, matematik öğretmeni Gülseren Hanım'a sattılar. Biz 1941 yılında, Kur'ân öğrenmek için camiye gidiyorduk. Daha sonra din dersi almak yasaklandı ve bizi dağıttılar. O dönem hocamız Gökköylü hocaydı. Onun sayesinde derslerde bir hayli ilerlemiştik ama kısmet olmadı. Aynı yıl eğitime son verdikleri Fatih Camisi'ni, 2. Cihan Harbi'nde bol miktarda asker geldiği için konaklama yeri olarak kullanmaya başladılar. Öyle kullanış ki her türlü melanet, pislik yapılıyordu. Mesela cami içinde ateş yakılıp ayakkabılarla giriliyordu. Burası camilik vasfını kaybetmişti. Fatih Camisi, 1950 yılından sonra bugünkü halini aldı."
"İLK EZANI HOCA GÖZYAŞLARI İÇİNDE 15 DAKİKADA ZOR OKUDU" Korkuteli halkının, ezanın yeniden Arapça okunma sevincini bir birine sarılarak gözyaşı içinde kutladığını belirten Ramazan Büyükkeskin, ezan kararıyla Menderes'in Anadolu insanının gönlünde taht kurduğunu kaydetti. Tek parti dönemindeki 18 yıllık ezan yasağının, 16 Haziran 1950 yılında ramazan ayının başlanılmasına bir gün kala kalktığı bilgisini veren Büyükkeskin, minareden 'Allah'u Ekber' sesini duyan halkın cami avlusu etrafında toplanarak gözyaşı döktüğünü kaydetti. Büyükkeskin, "Minarelerde ezan hep 'Tanrı uludur, Tanrı uludur' diye okunuyordu. Menderes, iktidara gelir gelmez ezan 'din dilinde' okunacak dedi. İlk ezanı camiden hoca gözyaşları içinde 15 dakikada zor okudu. Cami etrafına toplanan kalabalığı da ağlattı." dedi.
Çorumlu 77 yaşındaki Bahattin Altıkardeş, tek parti döneminin canlı tanıklarından. Kur'an kurslarının kapatılması, ezanın Türkçe okunması, camilerin buğday ambarı olarak kullanılmasına kadar hemen her şeye şahit olan Bahattin Altıkardeş, o karanlık günleri hatırlamak dahi istemiyor. Tek parti döneminde yaşananları anlatırken gözleri dolan Bahattin Altıkardeş, "O dönemler gerçekten bu milletin yaşadığı en zor dönemlerdi. Ezanı Türkçe okunması, camilerin kapatılması. Bunları kabul etmek çok zordu. Salatü selam dahi Türkçe söyleniyordu. Hatta camiler yıkılıp arazisi vatandaşa satılıyordu. Bir şey vardı o zamanlarda emre itaat diye. Biz de öyle yapmak zorunda kaldık.'' dedi.
JANDARMADAN KAÇARDIK O dönemlerde Çorum'daki 10 kadar ibadet yerinin depo olarak kullanıldığını belirten Altıkardeş, Çorum merkezde bulunan Abdibey Camii'nin buğday ambarı olarak kullanıldığını, bir camininde yıkılarak yerinin vatandaşlara satıldığını söyledi. Kadınların mahalle aralarında Kur'an öğrettiğini söyleyen Altıkardeş, 'Jandarma geliyor, polis geliyor' denildiği zaman kaçtıklarını dile getirdi.
ASKER NE DERSE O OLUYORDU Altıkardeş, "Kur'an kurslarında Arapça kitap bulundurmak yasaktı, büyük cezaları vardı. Kur'an dışında ne yazı ne de kitap bulunduramıyorduk. Zor dönemlerdi. Şimdiki gibi ne özgürlük vardı ne demokrasi. Asker ne derse o oluyordu. Tek parti dönemi Türkiye'nin acı geçmişi. Ben o dönemi yaşayan biri olarak size diyorum ki 'yaşadığınız dönemin değerini bilin, şükredin' ki dininizi yaşayabiliyor ibadet edebiliyorsunuz. Camileriniz kapatılmıyor, ibadetiniz engellenmiyor aksine ibadet edebileceğiniz ortam sağlanmaya çalışılıyor. Camiler yapılıyor iş imkanları veriliyor halinize şükredin.'' diye konuştu.
Bugün Gazetesi, 13 Mayıs 2011
1 MAYIS 2011 PAZAR
Saklanan Ermeni millî sırrı
Selçuklu ve Osmanlı Türkiyesi’nde süper muamele yaptığımız, zenginleştirdiğimiz, devlet görevleri verdiğimiz Ermeniler, nasıl olup da böylesine bir sürgün cezasına çarptırıldı? (bir hâriciye nâzırımız bile Ermeni’dir). Hele Çanakkale’de İngilizler’e, Kafkasya’da Ruslar’a karşı millet ve devletçe ölüm kalım savaşı verdiğimiz 1915’in ilk aylarında?
Bu anma toplantılarında facianın sebepleri de belirtilerek, vurgulanmak gerekmez mi? Bu bilgi karartmasının, tarihçilerden ödleri kopmasının sebebi ne ola?
Sebep, Ruslar’ca silâhlandırılan Ermeni Taşnak ve Hınçak çetelerinin savaş alanlarımıza yayılıp bir kaç yüz bin Müslüman’ı öldürmesidir. Saklanan Ermeni millî sırrı budur. Bu Müslümanlar’ın kim olduğu da bizim yayınlarımızda, millî nezaketimiz gereği fazla belirtilmez. Onda dokuzunun kadın, çocuk, anne karnında bebek olduğunu yazabilirim. Zira genç erkeklerimiz 10 savaş cephemizden birinde idi. Enver, imparatorluğumuzu böylesine bir belâya dûçâr etmişti. Cihan Savaşı’na 9 ordu ile katıldık. Ermeniler’in Anadolu kıyımlarının on binlercesi Türk, Rus, İngiliz, ABD vs resmî arşiv vesikalarında yayınlanmıştır. Gerisi de yayınlanmalı.
Ermeniler’ce tam bir soykırım şeklinde yok edilenlerin büyük bölümünün Kürt olduğunu belirtmem gerekir. Türk vs asıllı Müslümanlar ikinci derecededir.
Yılmaz Öztuna, Türkiye Gazetesi, 28 Nisan 2011
Ermeniler yüz binlerce kişiyi öldürdüler
Yılmaz Öztuna, Türkiye Gazetesi, 21 Nisan 2011
25 NISAN 2011 PAZARTESI
Sultan Vahîdeddîn'in Milli Mücadele'ye Yardımı
Yakın tarihe ışık tutacak bilgilerin yer aldığı ve 90 yıldır İngiltere Devlet Arşivi'nde bulunan Türkiye Raporu orijinal haliyle yayımlandı.
1921'de İstanbul'da bulunan İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold'un kaleme aldığı raporda Padişah Vahdettin'in Millî Mücadele'ye açıkça destek verdiği anlatılıyor. İstanbul'daki nazırlardan birinin bu süreçte Millî Mücadele güçlerine silah ve cephane tedarikinde bulunduğu belirtiliyor. Anadolu'ya asker, savaş malzemesi vs. göndermek için İstanbul'da örgütlerin kurulduğuna da dikkat çekiliyor. Ayrıca resmî tarihi sarsıcı şu tespitlere yer veriliyor: "İstanbul hükümeti, Yunanlılarla mücadelede Ankara'dan yana tavır koymuştur..."
Türkiye hakkında ayrıntılı ve çarpıcı bilgiler içeren belgeleri yayımlayan Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Satan, söz konusu raporların kapsamlı ve soğukkanlı analizler olduğunu belirterek, objektif veriler barındırdığını ve döneme ait bilgilerimizi zenginleştirdiğini dile getiriyor. Raporda resmî tarihi sarsıcı şu ilginç tespitler yer alıyor: "İstanbul hükümeti, Yunanlılarla mücadelede doğal olarak Ankara'dan yana tavır koymuştur... Sadrazam ve Hariciye nazırı, Ankara hükümeti ile doğrudan ilişkilerinin olmadığını söylese de buna inanmak güçtür... İstanbul hükümeti nazırları Ankara'dan bağımsız görünmekle beraber Ankara'nın görüşlerini göz önünde tutuyorlardı." Öte yandan, İngiliz diplomatlar yazdıkları raporda, İtilaf Devletleri'nin Türk-Yunan savaşında tarafsız olduklarını ilan etmelerinden sadece birkaç gün sonra bu karara uymama konusunda anlaştıklarını itiraf ediyor.
Ali Satan, Ankara'nın Milli Mücadele zamanında Müslüman ülkelerden yardım istemesinin İtilaf Devletleri'ni kaygılandırdığının raporlardan anlaşıldığını ve bu durumun raporlara, 'Ankara'nın dış ilişkilerinde panislamist bir etki görülmektedir' diye geçtiğini ifade ediyor. Kitabın, dönem ile ilgilenen herkes için kaynak bir eser olduğuna dikkat çeken Satan, "Raporlarda, azınlıkların durumu, ekonomik ve adlî reformlar, sıhhî hizmetler, gümrükler gibi pek çok konuda bilgiler sunulmakta. Yalnızca siyasî tarih için değil, sosyal tarih ve şehir tarihi araştırmaları için de değerli bir kaynak." diyor.
Dokümanların ortaya koyduğu gerçekler
"Sadrazam ve Harbiye nazırının inkâr etmesini rağmen İstanbul hükümeti, Anadolu direnişini destekliyor, silah ve cephane gönderiyor."
"Ankara'nın dış ilişkilerinde panislamist etki görülmektedir."
"İngiltere Türklerin mukavemetini, direncini görmek istiyor."
"Türkler, Yunanlıların arkasında İngiltere'nin olduğunu bilerek hareket ediyor."
Kaynak:
http://us.zaman.com.tr/us-tr/newsDetail_getNewsById.action?newsId=47625
Mehmet Altan'ın yorumu:
Padişah Vahdettin’in Millî Mücadele’ye verdiği desteğin İngiltere Devlet Arşivi belgelerince de doğrulanması, yakın tarihimizin gerçek yüzü ile resmi propagandası arasındaki uçurumu sergilemesi açısından belki de haftanın en çarpıcı haberiydi...
Doksan yıldır İngiltere Devlet Arşivi’nde bulunan 1921’de İstanbul’da bulunan İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un kaleme aldığı raporda, Padişah Vahdettin’in Millî Mücadele’ye açıkça destek verdiği anlatılıyor, İstanbul’daki nazırlardan birinin bu süreçte Millî Mücadele güçlerine silah ve cephane tedarikinde bulunduğu belirtiliyordu...
Anadolu’ya asker, savaş malzemesi göndermek için İstanbul’da örgütlerin kurulduğuna da dikkat çekiliyordu... Ayrıca resmî tarihi sarsıcı şu tespitlere yer veriliyordu: “İstanbul hükümeti, Yunanlılarla mücadelede Ankara’dan yana tavır koymuştur... Sadrazam ve Hariciye Nazırı, Ankara hükümeti ile doğrudan ilişkilerinin olmadığını söylese de buna inanmak güçtür... İstanbul hükümeti nazırları Ankara’dan bağımsız görünmekle beraber Ankara’nın görüşlerini göz önünde tutuyorlar...”
Resmi tarih ve Kemalist propaganda bize sadece Vahdettin’i hain gibi göstermekle kalmaz, o dönemin süper gücü İngiltere’nin de Kurtuluş Savaşı süresindeki rolünü “yokmuş” varsayar... Ne ki zamana karşı ne yalan, ne de siyasal propaganda başarı kazanabiliyor...
...
Vahdettin’e “hain” damgası vuran Birinci Cumhuriyet propagandasına rağmen Vahdettin’in Mustafa Kemal’e yaptığı yardımlar biliniyordu... Zaten Mustafa Kemal, Vahdettin’in “yaveri” değil miydi? Objektif bir şekilde, resmi propagandanın maktulü olmadan gerçeği araştıranların çoktandır bildiklerini şimdi İngiliz belgeleri de doğruluyor...
Kaynak: Mehmet Altan, 25 Nisan 2011, Star Gazetesi
9 OCAK 2011 PAZAR
Halifeler ve Padişahlar Niçin İçkici, Kadın Düşkünü vs. Gösterilir?
"İşlenen bu günahlara gelince, günahları işledilerse bile alenî yapmadılar. Halifelerin, bu tür günahları işledikleri nasıl olur da bu türkücülerin ve tarih borazancılarının sözleriyle sabit olur? Zira, bu türkücü ve tarih borazancılarının kasdı, insanların günah işlemesini kolaylaştırmak ve halkın 'halifelerimiz bu tür günahları yapıyorlarsa, bizim yapmamız da yadırganamaz' demelerini sağlamakdır."
Bir sayfa sonra diyor ki:
"Sizlere şunu açıklamak isterim ki, sizler, bir dinar, belki bir dirhemle ilgili olarak aleyhinizde yapılacak şahidliklerde ancak âdil, şehevî duygu ve hırslarına düşkünlükden beri olan insanların şahidliğini kabul edersiniz. Peki, Selef-i salihinin durumlarıyla ilgili olarak ve yine çok önceleri yaşayanlar arasında cereyan eden olaylar hakkında, dinde hiç bir rütbesi olmayan kişilerin şahidliklerini nasıl kabul edersiniz? Ya adâleti hiç olmayanların şahidlikleri nasıl kabul edilir?"
el-Avâsım mine'l-Kavâsım, Rağbet Yayınevi, İst. 2009, s. 156.
.
2 ARALIK 2012 PAZAR
Kanunî’nin Mektubu
Mektubun Mustafa Armağan tarafından sadeleştirilmiş hali şöyle:
Allahu Teala’ya hamdolsun ki, 18 kale almışsınız ve 30 bin kızak Tersane-i Âmire’me göndermişsiniz ve 60 bin kâfirin kellesini kestiğin haberini vermişsiniz. Berhudâr olup dünyada ve ahirette yüzün ak ve ekmeğin sana helâl olsun.
Lakin bu hizmetlerin karşılığında bir tuğ (rütbe) istemişsiniz. Ya Gâzi Bâli Bey, tuğ vefa gereği verilmez. Eğer sen bu hizmeti ve bu iyiliği bize minnet edersen biz dahi bundan önce sana 3 iyilik eyledik, onu söyleriz: Birincisi, sana “Müminlerin Emiri” diye hitab ettik; ikincisi başarılarının mükâfatı olarak “hil’at-ı fâhire” gönderdik; üçüncüsü Rasul-i Ekrem (sas) Hazretleri’nin fetihlerle dolu tuğunu verdik. Seni bu 3 şeyle yüceltip ödüllendirmiştik. Bunlardan büyük ihsân olmaz. İmdi sen de bu iyiliklere şükr eyleyesin ve şükrünü yerine getiresin.
Ve şunu da iyi bilesin ki: Beğlik iki kefeli bir teraziye benzer. Onun bir kefesi cennet, bir kefesi cehennemdir. Bu fani dünyada bir saat adalet eylemek 70 yıl ibadetten üstündür. Hak Sübhanehu ve Teala cümlemizi mahşer gününde âdiller zümresinden eyleye ve o âkıbet gününü hatırınızdan çıkarmayasınız. Ateşin kuru ağacı yaktığı gibi amel defterimizi yaktığı o günden endişe kılıp basiret üzre olasınız.
Ve seraskerliğin ve beğliğin hasebiyle hükmümüzün yürüdüğü yerlerde meydana gelen haksızlıklardan ötürü ceza gününde azarlanırsak biz de senin yakana yapışıp o günde yakanızı elimden kolay kolay kurtaramazsınız. Gayet dikkatli hareket edesiniz, nefsine gurur getirmeyesiniz ve kendi kuvvetim ve kılıcımla memleket fetheyledim demeyesiniz. Memleket evvela Cenâb-ı Bâri’nin olup sonra halife-i ruy-i zemine ısmarlanmıştır. Ve bütün işleri Cenâb-ı Bâri Teâlâ’dan bilesiniz.
Ve işittim ki: Feth eylediğin kalelerin mal ve erzakına Beytülmal için el koymuş ve askerlerine dağıtmamışınız. Bu fiile rızam yoktur. Beşte birine Beytülmal için el koyup diğer kısmını İslam askerine dağıtıp bölüştüresiniz. Zira o ganimet İslam askerinindir.
Ve askerin ihtiyarlarını baban, ortancalarını kardeş ve küçüklerini oğulların yerine sayasın. Babanı hoş tutup ikramda bulunasın, kardeşlerine iyi bakıp saygı gösteresin, oğullarına da merhamet ve şefkat eyleyesin. Ve İslam askerine sıkıntı çektirmeyesin ve mâlik olduğun malını ve nimetini onlardan uzak tutmayıp dağıtasın ve askerin hazinesi yetmeyip sıkıntı çekersen bu tarafa bildiresin, Allahu Teâlâ’nın yardımıyla bin-iki bin kese göndermekten âciz değilim.
Ve reâya (köylü, üretici) tâifesini altından kalkamayacağı vergilerle rencide etmeyesin. Bu husustan çok kaçınasın ki, bizim reâyamız rahat görünce küffâr reâyaları bizim tarafımıza, meyil ve teveccühleri bizim canibimize olur. O yörenin kasaba ve şehrinde oturan ümmet-i Muhammed fukarasını teftiş edip araştırarak sadakaya muhtaç kimse varsa onlara devlet hazinesinden gıda maddesi veresin. Zira fakirler, Hak Subhanehu ve Teala Hazretleri’nin makbul kullarıdır ve Müslümanların beytülmali (hazinesi), Allah’ın kullarının hakkıdır. Ve o taraflarda Peygamber Efendimiz’in evladından oturanlar varsa mukataât ve hazinelerden her birine günlük bir altın vazife tayin edesiniz ve onlara hiçbir şekilde sıkıntı çektirmeyesiniz.
Ve kadı ve hakimlerin başı, fazilet ve kelam madeni Mevlânâ Mustafa’yı (Allah faziletini ziyade eylesin) ordu-yı hümâyunuma kadı atayıp göndermişizdir. Ulaşınca şer’-i şerife son derece itaat edip boyun eğerek kurallara riayette kusur işlemeyesiniz. “Alimler, peygamberlerin vârisleridir” hadis-i şerifiyle âmil olup riâyette kusur komayasınız.
Ve bir insanı bir hizmete kullanmak istersen sakın önceki hâline güvenmeyesiniz. Nice kimseler vardır, eline fırsat geçmediği için zühd ve takvâ yoluna girmiş görünür ama fırsatı ele geçirdiğinde Nemrud ve Firavun kesilir. O kimseleri tekrar tekrar işle tecrübe etmeden hizmetine almayasın. Eğer ilk hali sonraki haline uygun gelirse istihdam edesin. Ve bazı kişiler vardır ki, gündüzü oruçlu, gecesi namazlıdır fakat onlar o kimselerdir ki, dünyaya meyil ve muhabbet edenlerdir. O tip insanlardan çok kaçınasınız.
Ve sen dahi fâni olan nesneye gönül bağlamayasın. Ve bazı köyler ve yerler vakfetmek murâd etmişsin, Yüce Allah’a yemin olsun ki, istersen feth eylediğin bütün vilayetleri vakf et, indimde makbuldür. Ve benden sonra gelen padişahlar senin evlad ve neseplerinin hatırını rencide ederlerse Allah’ın ve meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun, hatta mahşer gününde davacıları olup onlara husumet ederim. İmdi: Ya Gâzi Bâli Bey, sen dahi atın yüğrükdür ve kılıcın keskin olup ve yiğidin yararları ve işbilir dilâverleri belleyesin ve her nereye yönelirsen atın yüğrük ve kılıcın keskin ve uğrun açık olup Hak celle ve alâ İslam dinine en faydalı olan işlerinde yardımcın ve kollayıcın ve elini tutan yâverin ola. Âmin, Seyyidü’l-mürselîn hakkı için.
Kaynak: Zaman Gazetesi, 2 Aralık 2012
3 EYLÜL 2012 PAZARTESI
Kamalizm Dini
Dünkü yazımdan da Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’ın KEMALİST SİSTEM isimli kitabından aldığım cümlelerden açıkca anlaşıldığı gibi, Kemalist veya Kamalist rejim, millet anlayışında ve tarifinde dini yani İslâmiyeti tamamen devreden çıkarıyordu. Çünkü Kemalist sisteme göre “İslâmiyet Muhammed’in kurduğu bir Arab dini” idi. “Bizim milli hislerimizi uyuşturmuş ve bizi geri bırakmıştı” Kâzım Karabekir Paşa’ bizzat Atatürk demişti ki: “Karabekir! Kur’an-ı Türkçeye çevirttiriyorum. İstiyorum ki bu millet Kur’an’ın Türkçesini okusun ve o Arab oğlunun ne yaveler yediğini görsün!”
Yine Karabekir Paşa’nın hatıratında belirtildiğine göre, 1923 yılında, Atatürk’ün başkanlığında yapılan bir toplantıda, CHP’nin önde gelen bazı bakanları ve milletvekilleri Türkiye’yi kalkındırmak ve Avrupa devletleriyle dostluklar kurmak için Hristiyan olmamız gerektiğini heyecanla tavsiye etmişlerdi. Sonra bu görüşten vaz geçildi ve Kemalizm’in yani CHP 6 okunun yeni bir din olarak tanıtılmasına karar verildi. Nitekim CHP Edirne Milletvekili Şeref Aykut’un 1936 yılında, İstanbul’da Muallim Ahmet Halit Kitap Evinde bastırılan KAMALİZM (CHP programının izahı) isimli kitabın 2. sayfasında deniliyor ki: “Kamalizm, bunların üstünde, yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir.” Kitabın 15. sayfasındaki iddiaya bakınız: “Kamalizm, bir dindir ki, Onun en büyük ana sıfatlarından birisi de devrimci olmasıdır!”
Sonra CHP milletvekilleri Kamalizm dininin yeni Kâbesini ve yeni Mevlidini yazdılar. Kemallettin Kamu dedi ki:
“Ne örümcek ne yosun/ Ne mucize ne fusun/ Kâbe Arabın olsun/ Çankaya bize yeter!”
Behçet Kemal Çağlar, Sevgili Peygamberimiz için yazılan Mevlidi Atatürk’e uygulayarak her yerde okumaya başladı:
“Ol Zübeyde Mustafa’nın anesi/ Ol güneşten doğdu ol dürdanesi” Örnekler pek çok yerim kalmadı.
Yavuz Bülent Bâkiler, 02 Eylül 2012 Pazar, Türkiye Gazetesi
http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?id=547561
.
3 MART 2013 PAZAR
28 Şubat Cuntasının İslâm Düşmanlığına Bir Misâl
"Unutamadığım anekdotlardandır. 28 Şubat’ın soğuk, dondurucu günleri, ülkenin üzerinde kara bulutlar dolaşmakta. Enver Ören, randevu alır, Çevik Bir’le görüşmeye gider. Çevik Bir tanıdığı bir isim aslında. Kuleli’den okul arkadaşı. Ama ayrı dünyaların insanı. Çevik Bir’in irtica diye gözünü kararttığı çetin günler. Bir, 28 Şubat’ı anlatmış. Duydukları karşısında eli ayağına dolaşmış. Nasıl dolaşmasın ki her kutsal düşman olarak bellenmiş. İhlas, kara listeye alınmış. Enver Ören önündeki sürahiyi devirmiş. Erol Özkasnak’ın üstü ıslanmış. İnanç ve insaf sahibi bir insanın sükûnetini koruması mümkün mü? Değil elbette. Enver Ören, Çevik Bir’e dönmüş “Yapmayı düşündüğünüz şeyler toplumda kaosa yol açar, kan dökülebilir.” şeklinde uyarıda bulunmuş. Bir’in cevabı çok acımasız: ‘3 milyon insan ölse ne olur?’ 28 Şubat’ı özetleyen bir cümle aslında." (Zaman Gazetesi, 24 Şubat 2013)
http://www.zaman.com.tr/mustafa-unal/gece-aglayan-gunduz-gulen-adam-enver-agabey_2057362.html
Türkiye Gazetesi'nden Nuri Elibol yazıyor:
"Türkiye Gazetesinde göreve başladığımda 28 Şubat sürecinin uygulamaları bütün ağırlığıyla muhafazakâr camia üzerinde devam ediyordu. 28 Şubat sürecinde İhlas Holding de "kara liste"ye alınan firmalardan biriydi. O günlerde bir vesile ile karşılaştığım dönemin Genelkurmay Başkanı, "Enver Bey'e selam söyle, O Türkiye Gazetesinin içerisinde irticai yayınların yapıldığı iki sayfa var. O iki sayfayı kaldırsın. Bu iki sayfadaki yayınlarınız bizi üzüyor" demişti. Ben de kendisine, "Efendim onlar herkese gerekli olan dinî bilgiler" deyice, "Hayır hayır öyle değil. Ben onların ne demek olduğunu biliyorum" diyerek konuyu kapatmıştı. Ben de bu görüşmeyi aktarmak üzere İstanbul'a giderek Enver Abi'ye yüz yüze aktardım. Enver Abi bana, "Paşama selam söyle. Bizim için devletimiz ve ordumuz çok önemlidir. Biz devletimizle ve ordumuzla kavga etmeyiz. Biz o iki sayfayı yayınlamakla dinimizi insanlarımıza öğretmeye çalışıyoruz. Bunun dışında bir hedefimiz yok. Biz bu gazeteyi de bu iki sayfa hatırına çıkarıyoruz. O iki sayfayı kaldırmaktansa gazeteyi kapatmak daha iyi. Eğer bizden rahatsızlarsa gazeteyi kapatalım" diye cevap vermişti. Ben dönüp uygun bir dille Ankara'da Genelkurmay Başkanına aktardım bu konuşmayı. Aldığı cevaba hiç memnun olmadı ve "Bunların hepsi aynı irticacı birbirlerine benziyorlar" diyerek meseleyi geçiştirdi..." (Türkiye Gazetesi, 24 Şubat 2013)
http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=566004
Mehmet Barlas, Yalçın Özer'in vefatı sebebiyle şunları yazmıştı:
"Bir Başyazar ölmüş diyeler!..
Gazeteci Metin Özer, ağabeyi merhum Yalçın Özer ile ilgili şu hadiseleri anlatıyor:
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
Bugün 28 Şubat’ın yıldönümü.
28 Şubat’ın en büyük çilesini çeken Enver Ören’i beş gün önce kaybettik.
Enver Abi o kara günlerde kan ağladı ama “kızılcık şurubu içtim” dedi.
Koskoca İhlas Finans batırıldı, İhlas Holding sallandı.
Yapılan zulüme rağmen ne askere ne de devlete tek kelime kötü söz söylemedi.
Hep içine attı.
28 Şubat sürecinde ben TGRT’nin Ankara Temsilcisi olarak çalışıyordum. O günlerde yaşananların canlı tanığıyım.
O süreçte Enver Abi ile günde 15-20 kez görüştüğümü bilirim.
Yaşananları yazmayı çok istedim ama Enver Abi’nin olayları tekrar hatırlayıp üzülmemesi için kaleme almadım.
O günlerde Genelkurmay Basın ve İletişim Bölümü’nden adını şimdi hatırlamadığım bir albay ziyaretime geldi.
TGRT’deki odamda hal-hatırdan sonra konuya girdi:
-Metin Bey, TGRT ile bir sorunumuz yok ama... Türkiye Gazetesi’nde problem var.
“Hayırdır” dedim.
“Komutanlarımız gazetenin orta sayfasında irticai faliyet yürütüldüğüne inanıyor” dedi.
Dondum kaldım.
“Orta sayfanın tamamen kaldırılması lazım. Bu yapılmazsa korkarım İHLAS sakıncalı kuruluşlar listesine girecek” dedi.
“Sakıncalı kuruluşlar” demek, kısaca batmak demek. O listeye giren bir kuruluşun devletten tek bir ihale ve tek bir kuruş alması mümkün değil. Hatta ticaret yapması da imkansız.
Durum bu derecede ciddi yani.
“Albay’ım” dedim, “Siz hiç orta sayfayı incelediniz mi?”
İncelemediğini, sadece komutanların görüşünü ilettiğini belirtti.
Ben de kendisine; gazetenin orta sayfasında sadece dini konuların aktarıldığını, evliyaların hayatlarının seri halinde verildiğini ve kesinlikle uç konuların yer almadığını sadece millete dini bilgiler verildiğini söyledim.
Hatta bu sayfadan dolayı Türkiye Gazetesi’ne teşekkür edilmesi gerektiğini bildirdim.
Bunların hiç birisiyle ilgilenmedi.
Ayrılmadan önce, “Bu durumu üstlerinize bildirirseniz iyi olur” dedi.
Resmen bir gözdağı ve tehditle karşı karşıya kaldık:
-Ya Türkiye Gazetesi’nin orta sayfasını kapatırsınız veya İHLAS’ı batırırız.
Odamda kara kara düşünüyorum.
Bunu Enver Abi’ye nasıl söyleyeyim?
Söylemesem olmaz. Söylesem üzüntüden kahrolur.
Telefonu çevirdim.
Enver Abi her zamanki neşeli haliyle karşımda:
“Anlat” dedi.
Yutkundum. “Efendim az önce bir albay geldi. Gazetenin orta sayfasının kapatılmasını istiyorlar” dedim.
Telefonda bir sessizlik oldu.
“Metin, böyle şey olur mu? Bizim irtica ile ne işimiz olur? Biz orada millete dinini anlatıyoruz. Benden her şeyi istesinler ama bunu istemesinler. Ben Türkiye Gazetesi’ni sadece orta sayfa için çıkartıyorum. Orta sayfası olmayan Türkiye Gazetesi neye yarar? Holdingin anahtarını istesinler vereyim ama benden bunu istemesinler. Ben olduğum müddetçe gazetenin orta sayfası yayında olacak.” dedi.
Ben de, “Efendim, o albay tekrar ararsa bunları kendisine ileteyim mi?” dedim.
Enver Abi, “Hayır. Ben komutanlarla bizzat görüşeceğim ve bunu onlarla konuşacağım” dedi.
Yaklaşık bir hafta sonra Enver Abi Ankara’ya geldi.
Şimdi Sincan Cezaevi’nde hapis yatan adlarını bile anmak istemediğim dönemin kudretli komutanı Çevik Bir ve Erol Özkasnak’tan randevu almış.
Enver Abi ile odamda oturuyoruz.
Görmeye alışık olmadığım kadar canı sıkkın ve üzüntülü. Buna rağmen gelen arkadaşları gülerek karşılıyor hal hatır soruyor.
Randevu saati yaklaşınca, kalktı.
“Allah hayırlısını versin” deyip gitti.
Gerilimle geçen birkaç saatten sonra Enver Abi geldi.
Buruk bir sevinç vardı.
Odama geldi bir kahve istedi.
Ben bir şey sormadan Enver Abi :
-Orta sayfayı kurtardım ama Yalçın’a (Türkiye Gazetesi’nin Başyazarı olan rahmetli Yalçın Özer Ağabeyim) kafayı takmışlar.
Sonradan öğrendim ki Yalçın Ağabeyim ile ilgili Enver Abi’nin önüne 3 klasör dosya koymuşlar.
Bu 3 klasörde neler olduğunu yıllar sonra öğrendim.
Tamamı Yalçın Ağabeyimin köşe yazıları.
Demokrasiyi savunduğu, askerin ve politikacının kendi işini yapması gerektiğini anlattığı köşe yazıları...
Komutanlar;
-Bu adam bize düşmanlık ediyor. Olumsuz yazılar yazıyor.
Yalçın Ağabeyimin yazılarına irtica diyememişler ama düşmanlık olarak görmüşler.
İçeride korkunç bir tehditte bulunmuşlar:
-Ya bu adam gider veya biz götürürüz.
“Götürürüz” tehdidinin öldürmek olduğunu küçük çocuklar bile anlar.
Enver Abi de zaten bu ifadeye çok üzülmüştü.
Enver Abi Yalçın Ağabeyime döndü:
-Yalçın, bu akşam yemeğe sendeyim. Kimse olmasın beraber yemek yiyelim.
Ben kendi kendime, “Eyvah” dedim.
Gece yarısına doğru Yalçın Ağabeyim aradı:
-Metin, ben başyazarlığı bıraktım.
“Nasıl oldu?” dedim.
Yalçın Ağabeyim:
- Ya Yalçın Özer gider veya İhlas demişler. İhlas’ta 29 bin kişi çalışıyor. Benim için bu kadar insanı riske etmenin bir anlamı var mı? Enver Abi bana “Ayrıl” demedi ama “Ben bu vebali alamam. Bu kadar insanı tehlikeye atamam. Ayrıca Enver Abi’min üzülmesine sıkıntı çekmesine hiç gönlüm razı olmaz. Müsade ederseniz ben istifa edeyim” dedim ve istifa ettim.
Gözlerim doldu. Boğazım düğümlendi.
Uzun bir süre sessizlik oldu. Öfke ve sinirden ağlayacağım ama kendimi tutuyorum.
Dile kolay. Yaklaşık 30 yıl kesintisiz yazarlık yapmış birisinin kalemi kırılıyor ve o kişi benim ağabeyim.
Sağdan sola, bütün Türkiye yazılarına bayılıyor. Herkes büyük saygı ve sevgi duyuyor. Genelkurmay’daki birkaç darbeci sözde komutan, böylesi bir değerin kalemini kırıyor.
Çok zoruma gitti.
Ama belli etmedim.
Yalçın Ağabeyim, “Devamı var” dedi.
Enver Abi, “’Yalçın, ‘Bu götürürüz’ sözü beni çok rahatsız etti. Sen çocukları da yanına al, uzaklara, Amerika’ya gidin. Ortalık sakinleşene kadar 3-5 ay Amerika’da yaşayın. Bütün masraflarınızı ben karşılacağım. Yeter ki sana bir şey olmasın.” dedi.
Rahmetli ağabeyim, kalemini kaybettiği yetmez gibi canından da çok sevdiği vatanını da kaybetti.
Öz vatanında parya!
Vatanı bölmek isteyen bölücü hainler Türkiye’de yaşarken, vatanı savunan ağabeyim Amerika’ya sürüldü.
Yalçın Ağabeyim Türkiye’ye dönüşünde de elini kalemine süremedi. Daha doğrusu sürdürmediler.
Darbecilerin öfkeleri ve kinleri hiç dinmedi.
Hiç yazı yazamadan da üzüntüden kahrından hayatını kaybetti.
Allah Rahmet Eylesin. Mekanı Cennet Olsun (Amin)
Benim yaşantımda iki hocam vardı. Bilemediğim her şeyi bu ikisine sorardım.
Birisi Enver Abi’ydi. Diğeri Yalçın Abim..
Yalçın Abimi kaybettiğimde, “Enver Abim var” deyip avunmuştum.
Enver Abi’yi de kaybedince tam bir boşluğa düştüm.
Bu iki insana yapmadığı zulüm kalmayan o darbeciler halen hapiste yatıyor.
Hem Enver Abi’yi hem Yalçın Abimi on binlerce insan dualarla, hayırla uğurladı.
28 Şubat sürecinde bu güzel insanlara zulüm eden o darbecilerin, hem bu dünyada hem de ahrette nasıl helak olduklarını hep birlikte görüp yaşayacağız İNŞALLAH!..
http://www.habervitrini.com/haber/enver-oren-yalcin-ozer-ve-28-subat-671160/
.
13 ARALIK 2014 CUMARTESI
Türkiye'de Dinde Reform TeşebbüsleriAhmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 15. Baskı: 1992.
1 ARALIK 2014 PAZARTESI
Deliler Sarhoşlardan Korkarlar!
Seminerin önceki günkü oturumunda söz alan Hacettepe Üniversitesi Tarih Profesörü Ercüment Kuran, aile planlamasının gereksizliğini savunmuş, Atatürk ve Mussolini ile ilgili kıyaslama yaparken, 1935 yıllarında Mussolini'nin genişleme politikası güttüğünü, Türkiye'nin topraklarına göz diktiğini duyan Atatürk'ün (MUSSOLİNİ DELİ, AMA BEN SARHOŞUM. DELİLER SARHOŞLARDAN KORKARLAR) dediğini iddia etmiştir. Ancak, sözleri seminere katılan yabancılara çevirmeyen çevirmen, (Atatürk ve Mussolini arasında bir benzetme ve espri yapıldı. Çevirmeyi gereksiz buluyorum.) diyerek konuyu kapatmıştır.
http://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/192/sayfa/1974/6/15/7.xhtml
20 KASIM 2014 PERŞEMBE
Kabir Taşlarından Halk Evleri Yaptılar
İshak Sunguroğlu (1888-1977) uzun yıllar ayrı kaldığı Harput’a dönüşünde karşılaştığı anılarının arasında şunları anlatıyor:
"Cuma namazını Sara Hatun Camiinde kıldıktan sonra ziyaret için Meteris Kabristanına çıktık. Bizim mezarlığı arıyorum bulamıyorum. Meğerse bu mütevazı ve oldukça mamur olan mezarlıkta taş bırakılmamış ve mezar denilen bir şey de kalmamış. Dümdüz bir dağ, afalladım kaldım. Haydi, mezarlıklar yıkıldı ve zamanla da düzeldi, ya taşları nerede diye düşünürken hatırladım ki,1933–1934 yıllarında Elazığ’da Halk Evi yapılırken bir valinin emriyle bu mezar taşları kamyonlarla Elazığ’a taşınmış ve bu inşaatta kullanılmıştı. Bu ne biçim insanlık? Bir taraf imar edilirken öbür tarafta mukaddesat diye hürmet ettiğimiz mezarlıklar sökülüp tahrip edilmişti." (Harput Yollarında/Cilt.1-6-7)
O yıllarda doğu batı ayırmaksızın her köşede yapılan mezarlık, mescit, cami kıyımının dikkat çekici bir örneğini de 1996 yılında merhum Hasip Yılanlıoğu anlatmıştı:
“Kastamonu’da 73 camiden 57’si tasfiyeye tabi tutulup kapatıldı. 16 cami ve mescit açık kaldı. Tasfiyeye tabi tutulanlardan 32’sini satışa çıkardılar. Bazılarını satın alan oldu, bazılarına da talipli çıkmadı onları da yıktılar. Devrekâni’de minareleri yıkmak için kullanılmış hayvan yularlarını toplayıp urgan yaptılar. Bunlarla minareleri cayır cayır yıktılar. Küpciyez Mescidi’nin tuğladan yapılan minaresi kısa ve topluydu. Burayı parti ocak binası yapacaklardı önce satın aldılar. Baktılar minareli parti binası olmaz, ocak başkanı bu defa minareyi yıkmak için ücret karşılığı adam aradı. Halk sıkıntı içinde olmasına rağmen kimse işi almadı. Adam bulamayınca ocak başkanı mecbur kaldı, kazma ile günlerce uğraşarak kendi yıktı. Hiç unutmam minare yıkılıp, içini de değiştirdikten sonra açılış yaptılar. Bir muallim yaptığı konuşmada 'Burası Hak Evinden, Halk Evine döndü' demişti."
Hikmet Köksal, Türkiye Gazetesi, 16 Kasım 2014
11 KASIM 2014 SALI
M. Kemal'in Din Hakkındaki Görüşleri
Din meselesine gelince...
İlk Meclis'in dualarla açıldığı ve cumhuriyete oy veren milletvekilleri arasında 100 kadar din adamı olduğu doğru... Ancak böyledir diye cumhuriyetin kökeninde ve Atatürk'ün düşünce evreninde din motifleri aramak nafile uğraş.
Afet İnan cumhuriyetin ilanından 6 yıl sonra Yurt Bilgisi dersleri vermeye başlamıştı. Okutacağı kitabı Kemal Paşa'ya gösterdi. Gazi beğenmedi. Yeni bir Medeni Bilgiler kitabı yazdırdı.
Kitap, 1931'de Afet İnan imzasıyla çıktı; ortaokul ve liselerde okutuldu. İşte Kemal Paşa'nın el yazısıyla kaleme aldığı o notların "Millet" bölümünden satırlar:
***
"Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din Arapların (..) Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. (..)
"Türk milleti birçok asırlar, (..) bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur'an'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü. (..)
"Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah'la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. (..)
"... din hissi, dünyanın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. (..) Artık Türk, cenneti değil, (..) son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milletinde bıraktığı hatıra..."
***
Yeterince açık değil mi?
Nasıl oluyor da din konusundaki görüşleri bu kadar net olan bir lider hâlâ yanlış yorumlanıyor?
Yukarıdaki satırların çoğu, Türk Tarih Kurumu tarafından 1969 ve 1988'de basılan "Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk'ün El Yazıları" kitabında yer almıyor da ondan...
İnanması zor; ama kendi kurduğu kurum, Atatürk'ün notlarını sansür ederek yayımladı.
"Medeni Bilgiler"i geçenlerde yeniden basan Örgün Yayınevi, Türk Tarih Kurumu'ndan bir özürle yeni baskı beklediklerini yazmış.
Atatürk'ün okullarda okutulsun diye kaleme aldığı kitabının bile sansür edildiği bir ülkede yaşıyoruz.
Düşünce özgürlüğü mü dediniz?
Can Dündar, 30 Ekim 2006, Milliyet
14 EKIM 2014 SALI
M. Âkif’in Sultan Abdülhamid’e husûmeti nereden geliyor?
10 MART 2014 PAZARTESI
Putçuluk İlleti-2
9 MART 2014 PAZAR
Putçuluk İlleti ve Diktatörlük Konusu
Devrimler Ayık Kafayla Yapılamazmış!
8 MART 2014 CUMARTESI
Hocaları Toptan Kaldırmak
Murat Yazıcı
1 MART 2014 CUMARTESI
Karabekir'in Kur'an-ı Kerim Tercümesi Hakkında Anlattıkları
Sayı:423
Ankara, 17 Mart 1933
Konu: Türkiye'de din
MÜNHASIRAN MAHREM
Saygıdeğer Hariciye Vekili
Washington
Beyefendi,
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ile dün öğleden sonraki üç saatlik mülakatımda, hakkında yazmakta olduğum biyografinin sekiz bölümünü birlikte gözden geçirdiğimiz sırada Türkiye'de din meselesi bahis edildi. İncelememde Türkiye Cumhuriyeti'nde İslam dininin gelişimi konusuna oldukça yer verdiğime dikkatini çektim, biyografim için -yayınlanmak veya yayınlamamak kaydıyla- bana söylemek istediği kadarıyla sınırlı olmak üzere bu mevzudaki görüşünü bilmek istediğimi belirttim. Sözlerinin hangi kısmının efkârı umumiye(nin) (bilgisi) için olduğunu, hangi kısmının olmadığını belirterek mevzu hakkında teferruatlı bir şekilde konuştu.
Bu çerçevede yakın tarihte olan Bursa hadisesi üzerinde serbestçe konuştu. Bu hadise Türklerce değil üç yabancı tarafından çıkarılmıştı: Bir Arnavut, bir Bulgar ve bir Rus. Hatta Üçüncü Enternasyonal tarafından kışkırtıldığını da ima etti. Muhtemelen sıkıntı verecek bu siyasi hareketi basit bir dil meselesine, ezanın Arapça yerine Türkçe okunması haline dönüştürerek gösterdiği siyasi maharetten ötürü kendisine iltifatta bulundum.
Bu sözlerim Kuran'ın Arapçadan Türkçeye tercüme edilmesi için nasıl ve neden telkinde bulunduğu konusunda konuşmasına sebep oldu ve bu mevzuda yepyeni bir ufuk açtı.
Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran'dan alınan bir Arapça bölüm okudu.
Bu duada Hz. Muhammed amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder.* "Düşünen bir Türk'ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?" dedi. Bu fikrini geliştirdikçe ben de gitgide Kuran'ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kuran'ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum.
"Dini ve Namusu Olanlar Aç Kalmaya Mahkumdurlar" İddiası
.
20 TEMMUZ 2015 PAZARTESI
Türkçe "ezan" zorlaması hakkında
Ramazan Bayramı’ndan iki hafta sonra yeni Cumhurbaşkanı ve Milli Şef İsmet İnönü çıktığı yurt gezisinde Çankırı’nın Çerkeş ilçesine gitti. Yoğun tezahüratlarla karşılandı. Çerkeş’in genç Kaymakam’ıyla ilçenin sorunları hakkında sohbet etti. Cumhuriyet gazetesinden okuyalım:
''İnönü: Asayiş nasıldır?
Kaymakam: Çok iyi. Hırsızlık da yok. En çok kadın ve kız kaçırma vakası var. Burada arazi az olduğu için kavgalar sık olur.
Reisicumhur kaymakamdan geçenlerdeki ezan vak’ası etrafında izahat istedi. Kaymakam dedi ki:
-Bir köylü Ramazan’ı geçirmek üzere buraya gelmişti. Bayram Namazı kıldırmak üzere imam lazım olmuş, kendisine teklif etmişler. Namaz esnasında şaşkınlıkla tekbir getirmiş. Cemaat buna katiyyen eşlik etmemiştir.
İnönü: Demek bir yanlışlık ve şaşkınlık eseridir. Ağır konuşacaktım. Canım çok sıkılmıştı. Demek ki bir kasıd yok.
Kaymakam: Hayır… Tahkikat yaptım. Hoca birdenbire şaşırmış, dili dolaşmıştır. Halk Arapça tekbire iştirak etmediği gibi fena halde hiddetlenmiş, canı sıkılmıştır...”
1932 yılının Ramazan ayında başlayan Türkçe ezan, Kur'an, kamet uygulaması, 30 Ocak 1932’de Fatih Camii’nde okunan Türkçe İkindi Ezanı ve 3 Şubat 1932’de Ayasofya Camii’nde elçiliklerden temsilcilerinde de balkondan izlediği Türkçe ''Kadir Gecesi ayini''yle görücüye çıkarıldı.
Aynı yıl Diyanet İşleri Başkanı’nın yayınladığı 636 sayılı fetva-genelgeyle Arapça ezan ve kamet tümüyle yasaklandı.
Yasağa karşı en büyük tepki 1933 yılı Ramazan ayının ilk Cuma namazının kılındığı Bursa Ulu Cami’den geldi. Türkçe ezan okumamak için yerine gitmeyen müezzinin yerine cemaatten Topal Halil Arapça ezan okumaya başladı. Kazanlı Tatar İbrahim de Arapça kamet getirdi. O sırada camide olan bir sivil polis onlara müdahale edince olaylar çıktı.
Cemaat “Türkçe ezan istemiyoruz” diyerek Evkaf Müdürlüğü’ne yürüdü. Olaylar güçlükle bastırıldı. Tutuklananlar oldu, müftü görevden alındı, caminin hatibi tutuklandı. Olayı 2 gün sonra İzmir’de öğrenen Atatürk çok sinirlendi. Hasan Rıza Soyak’ın ifadesiyle “Bunu duyunca Atatürk beyninden vurulmuşa döndü”. “Bursa’ya baskın yapacağız” diyerek birkaç saat sonra trenle yola koyuldu. Antalya’dan acilen yola çıkan Başvekil İsmet İnönü ile Afyon’da buluştular. Bursa’da ilgililerle konuşan Atatürk’ün hâlâ tartışmalı olan meşhur Bursa Nutku’nu burada söyleyip söylemediği meçhul ama Anadolu Ajansı’na “Bursa’ya geldim. Hadise aslında önemi haiz değildir. Herhalde cahil mürteciler cumhuriyet adliyesinin pençesinden kurtulamayacaklardır” dediği kesin.
Daha sonra yüzlerce insanın uzun yıllar gerçekten de o pençeden kurtulamadığı da…
Emniyet Müdürü Ali Dikici’nin Emniyet kayıtlarında yaptığı araştırmalara göre yine 1933 yılında Bursa’dan sonra 5 Şubat günü bu kez İzmir Kahramanlar Mahallesi’ndeki camide Arapça ezan okuyan Ömer Efendi, yine aynı camide Arapça ezan okuduğu görülen Mustafa Avni Efendi tutuklandılar.
Trabzon Çarşı Meydanı ve Ortahisar camilerinin müezzinleri Hamdi, Musa ve Halil Efendiler tutuklanıp, daha pek çok Arapça ezan tutuklusu gibi yargılanmak için Çorum’a gönderildiler
Türkçe ezana karşı vaaz verdiği iddiasıyla tutuklanan İzmir Hisar Camii hocalarından Tunuslu Habip Hoca da Çorum’a sevk edilip yargılananlardan biri. Aldığı bir yıl ağır hapis cezası, yaşı yüzünden altıda bire düşürüldü, 11 ayda polis gözetiminde yaşamaya mecbur tutuldu.
28 Şubat 1933 günü Orhangazi Hamzalı Köyü’nde Kaymakam’ın Arapça ezan okunduğunu tespit edip mahkemeye sevk ettirdiği imam ve ihtiyar heyeti kendini “o gün hava muhalefeti sebebiyle okunan Türkçe ezanın Arapça anlaşıldığını söyleyerek” savundu.
7 Mart 1933’de bu kez İstanbul Teşvikiye Camii’nde sabah namazında minareye çıkıp Arapça ezan okuduğu için tutuklanan Deli Ziya’nın sarhoş olduğu tespit edildi.
Aynı yıl Çorum’da bayram namazından sonra Arapça ezan okuyan bir vatandaş yargılanmış, kendisi beraat etmiş ama yanındaki arkadaşları birer sene ağır hapis cezasına çarptırılmışlardı.
1935 yılında Siirt’te Nakşibendi Şeyhi Halid, 1936 yılında oğlu Abdülküddüs’le bölgede Arapça Ezan eylemleri yapmaktan yargılandılar. 1936 yılında Nakşibendi şeyhi Kayserili Ahmet Kalaycı önderliğinde yine Arapça ezan nedeniyle başlayan Çorum ve İskilip olayları yaşandı.
1938’de Isparta’da Uzun oğlu Ahmet Usta’nın evinde okutulan mevlit sırasında Arapça tekbir alan Hilmi Alaattin Adliye’ye sevk edildi.
15 Şubat 1938’de Bayburt’ta Ulucami müezzini hasta olduğu için sabah namazında Türkçe Arapça karışık kamet getiren cemaatten Şükrü Yıldız savcılığa şikayet edildi.
Yine 1938’de Konya’da Kurban Bayramı namazında iki kişi imamın duasından sonra Arapça tekbir getirdiği için Adliye’ye sevk edilmiş ama cezaya çarptırılmamıştı.
24 Şubat 1938 günü Erzurum Hınıs’ta Ramazan ayı boyunca camide imamlık yapmış olan Molla Ahmed Arapça sala okuyup, kaçmış, polis tarafından bu yüzden aranmıştı.
18 Nisan 1938 günü Isparta’da Arapça tekbir almaktan yargılanan memur Hilmi Aydın 3 lira para cezasına çarptırıldı.
1939’da Silivri’ye bağlı Seymen Köyü’nde Arapça kamet getiren ziraat memuru Behçet bir gün hapis cezasına çarptırıldı.
1939’da Karamürsel’in Ayazma Köyü’nde Boşnak asıllı Bekir Duran, camide Arapça ezan okumaktan Adliye’ye sevk edilmiş, cezai ehliyeti olmadığı tespit edilince bırakılmış ama tekrar Arapça ezan okuyunca 9 Ocak 1939 günü Bakırköy Hastanesi’ne gönderilmişti.
Yine Yusufeli’de Arapça ezan okuduğu için gözaltına alınan Hüseyin adlı bir kişi “şuur bulanıklığı” doktor raporuyla tutuklanmaktan kurtulmuştu.
Arapça ezan okuduğu için gözaltına alınıp bırakılan akıl hastaları ve çocuklarla ilgili polis kayıtlarındaki örnekler aslında yasağın delinmesi için bulunmuş bir yönteme işaret etmekteydi.
1940 yılında Yozgat Boğazlıyan’daki Büyük Cami’de kılınan Bayram Namazı’nda Arapça tekbir getiren Ali Gence gözaltına alınmış, ama kastı olmayıp yanlışlıkla yaptığı anlaşılınca hakkında işlem yapılmamıştı.
Yıldıray Oğur, Türkiye Gazetesi, 19.7.2015
.
20 EYLÜL 2016 SALI
31 Mart 1909 ayaklanması
"Hürriyet imha edildi. Yeni bir zulüm ve istibdad dönemi başladı. Bu zulüm ve istibdad Abdülhamid'inkinden de İttihadçılarınkinden de dehşetli oldu. Zavallı Hamid kaç kişiyi asmıştı. Hiç...Hele hiç hırsızlık etmedi, hiç fuhuş yapmadı, hiç israfta bulunmadı. Bilakis memlekette bunların önüne geçmeye çalıştı idi. Bu devre bakınca insan Abdülhamid aleyhine kıyam ettiğine utanıyor." (c.4, s.1503)
"İttihadçıların halini görünce Abdülhamid aleyhine çalıştığıma utanmış, ne büyük günah işlemişim demiştim. Bunu görünce Abdülhamid'e de İttihadçılara da rahmet okuyor, aleyhlerine çalışmakla ettiğim günahların affını Allah'dan diliyorum." (c.4, s.1513)
Bkz. Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Altındağ Yayınevi, İstanbul, 1967.
"31 Mart 1909 ayaklanması, BIS (British Intelligence Servis) tarafından tertiplenmiş, imparatorluk politikasında henüz çok toy olan İttihatçılar’a icra ettirilmiş, iğrenç bir eylemdir. Hedef, Sultan Abdülhamîd’i tahttan indirmekti. Maksat hâsıl oldu."
Sultan Abdülhamid'in Ruhaniyetinden İstimdadBundan 10 sene kadar evvel, bir forumda şunları yazmıştım:
Rıza Tevfik, Sultan Abdülhamid'e karşı çıkan kişilerden biriymiş; hatta, kendi ifadesiyle, 31 Mart komplosunu tertipleyenlerden biri. Seneler sonra Sultan Abdülhamid'den "özür dileyen" bir şiir yazmış.
Necip Fazıl Kısakürek bu şiiri 1947'de Büyük Doğu’da yayınladığı için bir süre hapis yatmış.
"Ben bu şiiri Türk milletine hakaret kasdıyla değil, tamamıyle aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamid Han'a edilen iftiraları tesbit gayesiyle yazdım. 31 Mart vakasını tertiplediği isnadı altında tahtından alaşağı edilen büyük hükümdar, bu isnadla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hainine hedef tutulmuştur. 31 Mart'ı tertipleyen İttihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım. 31 Mart'ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulak kabartsın."
Bkz. Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 15. Baskı (1992); s.140.
10 NISAN 2016 PAZAR
Ermenistan toprakları Türkler’in yurduydu
Timur İmparatorluğu'nun büyük hükümdarı Timur'un 14. yüzyılın sonlarında Revan'a (Bugünkü Ermenistan'ın başkenti Erivan) hakim olmasından sonra bölgeye Orta Asya'dan Emir Sa'd idaresinde Sa'dlular başta olmak üzere birçok Türk aşireti geldi. Bölgenin ismi de Sa'dçukuru oldu. Timur'dan sonra da bölgede Türk hakimiyeti devam etti. Karakoyunlular ve Akkoyunlular'dan sonra Safeviler bölgeye hakim oldu. Bugün Ermenistan diye anılan yerin bir zamanlar Türk yurdu olduğu ve bölgenin Ruslar tarafından nasıl Ermenistan'a dönüştürüldüğünü Mustafa Aydın'ın İslam Ansiklopedisi'ndeki "Revan Hanlığı" maddesinden ve yakında Okan Yeşilot'un editörlüğünde Yeditepe Yayınları arasında çıkacak "Ermenistan Türkleri" isimli eserden öğreniyoruz. (...)
NÜFUS YAPISI DEĞİŞTİRİLDİ
1917'de Çarlık Rusyası'nın yıkılmasından sonra Ermenistan kuruldu. Bu dönemde Kafkaslar'da ilerleyen Osmanlı ordusu Revan'ı aldı. Ancak bu dönemdeki şartlar yüzünden şehir Ermenistan'a geri verildi. Gümrü Antlaşması Türkiye-Ermenistan sınırları belirlendi. Sovyetler Birliği döneminde Ermenistan'da Türkçe yer isimleri değiştirilerek Türkler'e ait izler silindi.
Erhan Afyoncu, 10 Nisan 2016, Pazar
.
21 TEMMUZ 2021 ÇARŞAMBA
Edward Grey'in Sultan Abdülhamid Hakkındaki Değerlendirmesiİngiltere Hariciye Vekili Edward Grey'in düşmanı olduğu Sultan Abdülhamid hakkındaki değerlendirmesi ibretlidir (Ahmet Kabaklı, "Temellerin Duruşması" (15. baskı, Mayıs 1992), s. 133):
12 HAZIRAN 2021 CUMARTESI
Sabahattin Ali nasıl ve niye çark etti?
8 MAYIS 2021 CUMARTESI
Reşid Galip ile ilgili bir Anekdot
Ahmet Kabaklı, "Temellerin Duruşması" (15. baskı, Mayıs 1992), s.303:
Buna karşı Hıfzı Veldet ateş püskürmüş (31.11.1980):
1 MAYIS 2021 CUMARTESI
Putçuluk İlleti-3
25 NISAN 2021 PAZAR
Tek Parti Döneminde İslâm Düşmanlığı
12 NISAN 2021 PAZARTESI
Mehmed Akif'in Sultan Abdulhamid'e Yönelik Çirkin Sözleri
"1908’de ilân edilen İkinci Meşrutiyet’in ardından yayın hayatına giren ve düşünce tarihimizde çok önemli yeri olan “Sırât-ı Müstakim” dergisinde başyazarlık yapan Âkif, “salgın” ve “dua” hususlarına derginin 17 Kasım 1910 tarihli sayısındaki “Koleraya Dair” başlıklı makalesinde temas ediyor. ... İşte, Âkif’in başyazısı:
“Aldığımız mektupların birinde deniyor ki :
“Bir zamanlar memlekete kolera gibi, veba gibi müstevlî bir hastalık gelince fedakârlık yapılarak para ile hafızlar tutulur ve memleketin etrafı devrettirilirdi. Bugün İstanbul’da, civar vilayetlerde koleradan epeyce telefat olduğu rivayet ediliyorken hiç öyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Sırat-ı Müstakim hükümete bu eski fakat dindarane usûlü ihya etmesini tavsiyede bulunsa büyük bir hayır işlemiş olacak...”
Evet, öyle bir eski usul vardı, lâkin hiçbir vakit dindarane değildi! Hükûmet-i sâbıka mevkini tahkîm için millete savlet eden felâketlerden bile istifade etmek isterdi, yoksa sârî hastalıklara karşı nizâmat-ı sıhhiyeyi tamamiyle tatbikten başka bir tedbir olamayacağını pekalâ bilirdi.
Yıldız’da yüksek sesle tilâvet edilen Buharîler hastalığı defetmek için değil, safdil halkın hissiyat-ı diniyesini okşayarak huluskâr bir padişaha ihlâs celbetmek içindi. Yoksa bir taraftan tâ Rusya hududundaki koleranın gölgesinden ürkerek sarayında en sıkı tedâbîr-i tahfîziyeyi ifâ ettiren; diğer taraftan külhanlar dolusu kütüb-i diniyeyi cayır cayır yaktıran adamın Buhârîler’e, salât ü selâmlara zerre kadar ehemmiyet vermeyeceğini azıcık düşünenler pek kolay kestirebilirdi.
İyice bilmeliyiz ki gerek münferid, gerek sârî ne kadar hastalık varsa, izâlesi için tabâbetin tavsiye edeceği tahaffuzî, şifâî tedâbîrden başka yapılacak birşey yoktur. Esasen bir köylünün bile yakînen bilmesi icabeden bu basit hakikat, bizi öteden beri pek çok aldattıkları için, hâlâ olanca vuzûhuyla gözümüze çarpamıyor.
Şeriat-ı Garra-yı İslâmiye’nin tababete ne büyük bir mevki verdiğini hepimiz biliyoruz da sonra iki üç riyakârın sözüyle yine o şeriata istinad ederek en celî hakikatlere karşı iğmaz-ı ayn ediyoruz!
Hazret-i Peygamber “Cenab-ı Hak hiçbir hastalık vermemiştir ki devâsını da vermiş olmasın. O halde o devâyı aramalısınız.” buyuruyor. Tababetten başka bir şey olmayan ilm-i ebdânı ilm-i edyan kadar takdir buyuran Peygamber’den o devânın dua kitaplarında aranması lâzım geleceği gibi bir işaret yahud bir tasrih ise asla vâki olmamıştır.
Ne hâcet! Suret-i kat’iyede tahrîm ettiği şarabı hazık bir tabibin sözü üzerine tahlil eden; tababeti alelâde san’atlar derecesinde tutmak şöyle dursun, “tahsili farz-ı kifâyedir” diyen bir din-i semavî nasıl olur da etıbbânın vazifesine müdahale eder?
Eâzım-ı eslâfın tercüme-i hallerini, eserlerini okurken pek çoklarının tabip olduklarını, zamanlarındaki terakkiyat-ı tıbbiyeyi tamamiyle ihâtâ etmiş bulunduklarını görmüyor muyuz? Hükemâ-yı İslâm’dan tababetle uğraşan yalnız İbni Sînâ ile Ebûbekir Râzî değildir. Pek çok ekâbir-i ümmet aklın, naklin bu san’at-ı celîleye verdiği mevkî-i hürmeti hakkıyle takdir ederek fevkalâde çalışmışlar, bulundukları asra göre fevkalâde yararlıklar göstermişlerdir.
Bir zamanlar tababetin okur yazar fırka için tahsili mecburî fünûn sırasında bulunduğuna ise medreselerimizin ismi delâlet ediyor.
Herkesçe ma’lûm olan bu hakaiki tekrardan maksadımız okumakla, üflemekle hastalık müdâvâtına kalkışmak zannedildiği gibi dindarâne bir usûl olmadığını, bizim dinimize asla böyle birşey sığmayacağını söylemektir.
Kur’an-ı Kerim hastalara, ölülere okumak için nâzil olmamıştır. Kur’andaki şifa, cehelenin anladığı gibi değildir!...
Fıkra-i meşhurdur ya : Arabînin biri uyuza tutulmuş develeri için Hazret-i Ali’den dua istemiş; müşarunileyh de uyuza karşı en me’sûr duaların katran kadar müessir olamayacağını söylemiştir.
Hazık tabiplerimiz “Koleraya karşı en nâfi bir tedbir-i şahsî varsa o da yiyeceğe, içeceğe yani ‘himye’ye dikkatten ibarettir” diye bağırıp dururken hâlâ bir çoğumuz -mütevekkîlen alâllah- pisboğazlıktan geri durmuyor! Doğrusu tevekkülü pek iyi anlamışız!
Allah aşkına olsun din-i hâlis ile riyayı birbirinden ayıralım; mahz-ı hayat olan Şeriat-ı İslâmiye’yi cehaletimize, meskenetimize, hamakatimize bir hüccet gibi irad edip durmayalım. Lübb-i şeriatı Kitabullah’tan, Siyret-i Resul’ü hadisten alamayacaksak Kitabullah ile, Sünnet-i Resul ile âmil olan hakikî Müslümanlar’ı pîşva ittihaz edelim.
Yoksa, din ile aralarındaki mesafe bu’dü’l-maşrikeyn olan cehele-i cemaate yahut hezele-i ümmete uyacak olursak koleralar, vebalar hakkımızda ayn-ı rahmettir!”.
25 MART 2021 PERŞEMBE
Boraltan Faciası
Türkiye Gazetesi, 24 Mart 2021:
20 ŞUBAT 2021 CUMARTESI
Sultan Abdülhamid'in Siyonistlere Direnişi ve İftiralar
13 ŞUBAT 2021 CUMARTESI
Nutuk Doğru mudur?
(Yukarıdaki resimler Mustafa Armağan'ın Twitter mesajlarından alınmıştır.)
İsmet Bozdağ da şöyle der:"Mustafa Kemal tarihi doğru anlatmıyor, yani hepsini anlatmıyor, bir parçayı vermiş üst tarafı karanlık."
M. Kemal'i sevdiğinden şüphe duyulmayan Cemal Kutay bile şöyle demiştir: "Mustafa Kemal ne yazık ki kendi nutkunda Milli Mücadele'nin kuruluşunu hakiki olarak anlatmamıştır."
Yalçın Küçük: "Mustafa Kemal'in Anafartalar'daki rolü de ehemmiyetsiz diyorum. Türkiye Cumhuriyetinin başkanı olduktan sonra geçmişini güzelleştirdi." - bkz. 3 Aralık 1986, günlük gazeteler
7 ŞUBAT 2021 PAZAR
Çanakkale, 18 Mart ve Mustafa Kemal
"Mustafa Kemal için, 'Anafartalar'daki rolü önemsiz' diyorum. Neden Anafartalar Kahramanı diyoruz ? (Halbuki) Mustafa Kemal bu savaştan sonra bir anlamda açığa alınıyor, terfi ettirilmiyor." - Yalçın Küçük, Ekim 1986 (Erkekçe dergisi, Ekim 1986, s.169 (Turgut Özakman, “Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele”, s.100-102))
"18 Mart 1915 bir deniz zaferidir. Türk topçusunun ve Cevad Paşa'nın eseridir. Piyade işe karışmamıştır. Ne Atatürk, ne başka bir kumandanın bir rolü yoktur. Zira savaşa girmemişlerdir." - Yılmaz Öztuna, Tercüman, 31 Mart 1988"Çanakkale, Atatürk'ün eseri midir ? Şüphesiz böyle bir hüküm kabul edilemez. Zaten ilmî olarak münakaşa konusu bile olamaz. 18 Mart Zaferi ile hiçbir ilgisi yoktur. Asıl Çanakkale Savaşlarında da, pek çok başarılı general ve subay vardır. Nihayet Çanakkale, yarım milyon Türk şehidinin ve gazisinin eseridir. 20 yaşlarında henüz yüksek tahsillerini bitirmiş körpecik yedek subayların ateşli vatanseverliklerinin eseridir. " - Yılmaz Öztuna, Tercüman, 31 Mart 1988
Nazım Hikmet'i Kim Hapse Attı?
31 OCAK 2021 PAZAR
O hayvan kafalıdır! (Cemal Granda)
Hikmet Bayur niçin Kabil'e sürülmüş? (Cemal Granda)
Armstrong'un Kitabından Sayfalar
Abdestsiz Namaza Gidenler
Cemal Granda, s. 252:
Amerikalılar Türkmüş
Armstrong Az Bile Yazmış
Cemal Granda:
30 OCAK 2021 CUMARTESI
Karabekir'in Kitaplarının ve Belgelerinin Yakılması
Heykel Modası Ne Zaman Çıkmış
Dr. Rıza Nur:
27 OCAK 2021 ÇARŞAMBA
KARABEKİR’İN KIZI GENELKURMAY’DA SORMUŞTU
Atatürk, İnönü ve Fevzi Çakmak’tan sonra Kazım Karabekir Paşa da Genelkurmay’da düzenlenen toplantıda anılmıştı. Bunların arasında en ilginç olanı Kazım Karabekir Paşa’yla ilgili olanıydı. Panelistler Kazım Karabekir’in İstiklal Savaşı’na yaptığı katkıları anlattılar. Düzenli orduya sahip olan bir komutan olarak Atatürk’ün emrine girmesinin öneminden söz ettiler. Karabekir Paşa’nın “Eytam Mektepleri” kurarak yetim kalan çocukların eğitimiyle ilgilendiğini anlattılar. Paşa’nın sanat ve musikiye olan ilgisinden söz etmişlerdi. Anma toplantısına Kazım Karabekir’in kızları Hayat Hanım’la Timsal Hanım da katılmıştı.
CEVABI VERİLEMEYEN SORU
Panelin sonunda Timsal Hanım, Cumhuriyet’e bağlılığı öne çıkaran, gürül gürül akan bir konuşma yaptı. Hayat Hanım ise biraz durgundu. Söz aldı, tek bir soru sordu: “Burada babamın İstiklal Savaşı’na verdiği destek anlatıldı. Cumhuriyet’in kuruluşundaki rolü vurgulandı. Bunlar doğruydu. Her şeyi anladım ama bir şeyi anlamadım. Peki babam bu kadar yararlı işler yaptı, bu kadar önemli biriydi de neden 1927 ile 38 arasında her gün karakola imza vererek yaşamak zorunda bırakıldı?”
Bu soru üzerine salonda buz gibi bir hava oluştu. Panele ara verildi. Dışarı çıktık, İlker Paşa ile sohbet ediyorduk. Bir meslektaşımız Hayat Hanım’ın sorusunu hatırlattı. İlker Paşa’nın yüzünün şekli değişti. Aradan çok zaman geçtiği için ne yanıt verdiğini hatırlayamıyorum ama ondan sonra bu tür bir program yapılmadı.
Abdülkadir Selvi, 27 Ocak 2021
24 OCAK 2021 PAZAR
Dr. Rıza Nur'un kaleminden İskilibli Atıf Hocanın Şehid Edilişi
16 OCAK 2021 CUMARTESI
Kemal mi, Kamal mı?!
Cemal Granda, "Atatürk'ün Uşağı İdim", Hürriyet Yayınları, 1973.
Yılmaz Öztuna: Sultan Abdülhamid Hakkında
...
İttihatçılar için ''Devlet'i 10 yıl idare edebilirlerse, bir asır idare ettik diye sevinsinler'' kerâmete benzer cümlesini söyleyerek tahttan ayrıldı. Bu bilgelik, 33 yıllık engin bir imparatorluk tecrübesinden kaynaklanıyordu. (**)
Denebilir ki Sultan Abdülhamid, İslam dünyasında ve tarihinde, jenlerinde imparatorluk yönetimi yeteneğini taşıyan son şahsiyetti.
10 Şubat 1918'de İstanbul'da Beylerbeyi Sarayı'nda öldü. 75 yaşını 4 ay ve 9 gün geçiyordu. Birinci Cihan Savaşı denen en büyük trajedinin son yılı idi. İstanbul sokaklarında açlıktan sinek gibi düşen insanların cesetlerini çöpçüler topluyorlardı.
İsrail'i kurdurmadığı için Yahudiler, Ermenistan'ı kurdurmadığı için Ermeniler, savaşla yendiği için Yunanlılar, devamlı politik kombinazonlarla hakan-halife tarafından atlatılmaktan başları dönen Batılılar, Asya'daki prestijinden ürken İngilizler, Sultan Abdülhamid'i devirmek için elbirliği ettiler.
1950'den sonra gerçeği gösteren yayınlar da başladı. En ilmîsi, İsmail Hami Danişmend'in Kronoloji'sinin 4.cildidir. Bunun yanında ilmî olmayan, fakat Sultan Hamid'i savunan kitaplar yazıldı.
Türkiye Tarihi'nin 11. cildi çıktığı zaman, Türk Tarih Kurumu'nun başkanı ve bir üyesi, genel yayın müdürü olduğum Hayat müessesesine gelerek, Kurum'a üye seçileceğimi bildirmişlerdi. 12.cilt yayınlandı ve üyeliğim konusu kapandı.
26 ARALIK 2020 CUMARTESI
Türkiye'yi Hıristiyan Yapma Projesi
"18 Temmuz 1923'te Ankara istasyonundaki binada Teşkilat-ı Esasiyenin tadili müzakeresinde vaziyet tamamıyla aydınlandı. Teşkilat-ı Esasiyede yapılmasını muvafık gördükleri tadillerin ikinci günü müzakeresiymiş. Bana haber verilmemişti. Bugün ben tesadüfen hazır bulundum. M. Kemal Paşa'nın reisliğinde şu zatlar bu işle meşguldü: Dahiliye Vekili Fethi Bey, İktisad Vekili Mahmud Esad Bey, Sağlık Vekili Tevfik Rüştü Bey, Nafia Vekili Fevzi Bey, Maliye Vekili Hasan Bey, Ziraat Vekili Sabri Bey, Matbuat Umum Müdürü Ağaoğlu Ahmed Bey, Mebuslardan Ziya Gökalp, İhsan, Sivas mebusu Rasim Bey vardı. Erzincan mebusu Rafet Bey katiplik yapıyordu. Başvekil Rauf ve Maarif Vekili Safa Beyler, esasen seçim komitesinde dahi bulunmamışlardı.
- Ben kanaatimi Millet kürsüsünden dahi haykırırım. Kimseden korkmam. Teşkilat-ı Esasiyemizde dinimiz apaçık yazılmalıdır.
Ben söz aldım ve sordum:
Teşkilat-ı Esasiyemizde dinimizin İslam olduğu yazılıdır. Tevfik Rüştü Bey, hangi kanaati haykıracaksın? Ve, Teşkilat-ı Esasiyeye hangi dini yazdıracaksın ?. .Hıristiyanlığı mı?
Mahmud Esat Bey söz aldı ve sertçe cevap verdi:
dedi. Ben söz alarak dedim ki:
- Evet Karabekir. Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle kaldılar. Ve İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkumdurlar. Bunun için İslam kalmayacağız.
Ben de aynı sertlikle cevap verdim:
Mustafa Kemal Paşa'ya hitaben şöyle devam ettim:
-Paşam, maddî cephemiz zaten zayıftır, güvenebileceğimiz manevî cephemizi de düşmanlarımızın yaldızlı propagandasına kurban edersek, dayanabileceğimiz ne kalır? Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız, görüyorum ki, bizi fikir kuvvetiyle mahvedecekler. Buna müsaade edecek misiniz? Siz ki millete karşı, bizi bu hale getiren belânın istibdat olduğunu, zaferden sonra milletin tamamıyla iradesine sahip olarak yürüyeceğini millet kürsüsünden dahi defalarca haykırdınız. Millet Meclisini tekbirler, salatlar arasında açtınız. İslâmlığın en yüksek bir din olduğunu hutbelerle ilân ettiniz. Hepimiz aynı iman ve kanaatle aynı yolda yürüdük. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız?” dedim.
Mustafa Kemâl Paşa sözümü burada keserek dedi ki:
“Müzakereler çok hararetlendi, burada kesiyorum”…
(1) Yeni İstanbul Gazetesi, 13-14-15-16 Kasım 1970.
(2) Türk Edebiyatı, Mart 1988.
.
11 KASIM 2022 CUMA
Putçuluk İlleti-5
Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, 15. baskı, 1992, s.333-334:
29 EKIM 2022 CUMARTESI
Nihal Atsız'a Göre Cumhuriyetin Kuruluş Tarihi
Nihal Atsız, Orkun Dergisi, 1 Aralık 1950:
https://pixeldrain.com/u/DCtgFR2x
Putçuluk İlleti-4
Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, 15. baskı:
22 EKIM 2022 CUMARTESI
Fevzi Çakmak M. Kemal'i ve İ. İnönü'yü Nasıl İdamdan Kurtadı?
2 EKIM 2022 PAZAR
Nihal Atsız'ın Bir Mektubu
Nihal Atsız'ın 1944'te ikinci karısı Bedriye'ye yazdığı mektup Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 3 Mart 1962 tarihli 62. birleşiminin 2. oturumunda Meclis kürsüsünden okunarak devlet arşivlerine geçirilmiş (Kaynak: https://twitter.com/thedemirkirat/status/1576553752999301120).
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d01/c004/b062/mm__010040620066.pdf
1 EKIM 2022 CUMARTESI
Falih Rıfkı Atay Niye Savcılık Tarafından Davet Edilmiş
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Dünya Yayınları No:5, Cilt 1, Önsöz:
15 EYLÜL 2022 PERŞEMBE
Sultan'a 'hain' iftirası tarihi gaflettir!
Yılmaz BİLGEN, 15.09.2022, Türkiye Gazetesi
Prof. Dr. Hale Şıvgın, “Vahdeddin henüz 4 aylık bir padişah iken İstanbul işgal edildi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını kurtuluş umudu ile Anadolu’ya yolladı” dedi. Prof. Dr. Ali Satan da “Bugün hâlen Vahdeddin haindir iddiasını sürdürmek, bizi tarihi ideolojik kalıplarla açıklama çıkmazına götürür” diye konuştu.
Tarih Doktoru Ahmet Anapalı ise “Sultan Vahdeddin’e hain demek insafsızlık olur çünkü ihanet denilebilecek hiçbir söz ya da davranışı yok. Yetersizlik derseniz o zaten çok açık” değerlendirmesinde bulundu. Tarihçi Mustafa Armağan da “Millî Mücadele. Sultan Vahdeddin’in de dâhil olduğu müşterek bir operasyondu” derken Prof Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Sultan Vahdeddin’in memleketi terk ederek muhtemel bir iç savaş ihtimalini ortadan kaldırdığı görüşünü dile getirdi.
Dr. Ahmet Anapalı: Sultan Vahdeddin’e hain demek insafsızlık olur çünkü gerçekten de ihanet denilebilecek hiçbir söz ya da davranışı yok. Yetersizlik derseniz o zaten çok açık. Hem Mustafa Kemal’in Sultan’a yaverliği bu noktada dikkate alınmak zorunda. Ayrıca Samsun, Erzurum, Sivas, Havza ve Ankara’da attığı her adımda Sultan Vahdettin’i bilgilendiren bir Mustafa Kemal gerçeği var. Yıkım projesi olan Sevr’i bozan isimlerden biri de Sultan Vahdettin. Üstelik Sakarya zaferi sonrası Ankara’ya tebrik gönderiyor. İzmir'in kurtuluşunu ise Ayasofya’da mevlit okutarak kutladı. Sultan Vahdettin’in hatalı kararları elbette var ancak ihanet asla. Zaten Mustafa Kemal de onun hakkında, “Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi Topkapı Sarayı’nın bütün hazinesini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi” diyor. Ölümünü duyduğunda ise “Vah vah! Allah rahmet eylesin, bir tarih kapandı. Kim isterdi ki böyle olsun” diyen de aynı Mustafa Kemal’dir.
Prof. Dr. Ali Satan: Türkiye’nin tarih anlayışı artık hain ya da kahraman parantezinden acilen çıkarılmalı. Bu, bizi fazlasıyla sığlaştıran bir boyut kazandı. Sultan Vahdeddin ile ilgili yapılan tartışmalar her şeyden önce dönem şartlarını dikkate alınmadan yapılıyor. Tarihi bugünden anlamlandırmak yaşanmış gerçekliğe zarar verir. Bununla birlikte tarihi bu kadar siyasallaştırmak çok büyük hata. Her devrim doğal olarak önceki yapı ile bir tarih savaşına girer. Ancak biz de aradan geçen yüz yıla rağmen aynı hava estirilmeye çalışılıyor. Bu durumdan acilen çıkılması gerekiyor aksi durumda ülkemiz, gelecek nesiller büyük zarar görür. Kendi tarihimizle barışmak zorundayız. Daha fazla kavga ve hesaplaşma hevesi ne ülkeye, ne tarih bilimi ne de gençliğimize hiçbir şey kazandırmıyor. Aidiyet duygularımızı zedeliyor. Sultan Vahdettin’e hain demek tarihte hain aramaktır. Bundan çıkmak zorundayız. O günün şartlarını göz ardı ederek yaşanmışlıkları ideolojik malzemeye dönüştürmek yanlış sonuçlar doğuruyor. Sultan Vahdeddin’e Sevr dâhil hiçbir sebeple hainlik yaftası vurulamaz. Hataları eleştirilebilir ancak hainlik ithamı büyük hata olur.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci: Sultan devlet reisidir. Osmanlı Kanun-i Esasisi’ne ve dünya anayasa hukuku teamüllerine göre hükûmet işlerinden kabine mesuldür, hükümdar gayrimesuldür. Sultan Vahideddin tahta çıktıktan sonra olan bitenlerden iş başına getirilen kabineler sorumludur. Hattı zatında Padişah, aklen ve hukuken ‘vatan haini’ olamaz çünkü memleketi mülkü, halkı da ailesi gibi görür. Olayın bir diğer boyutu ise Vahideddin Han, memleketi harbe sokan ve felakete sürükleyen aktör değil tam tersine harbin sonunda tahta çıkan bir hükümdar. Ülkeyi harbe sürükleyen kadronun büyük kısmı daha sonra Ankara Hareketine katıldılar ve bunların hiçbirisine önceki yaptıklarından dolayı hesap sorulmadı. 1 Kasım 1922’de Ankara Meclis’i saltanatı kaldırdı. Padişaha da can güvenliği kalmadığı için memleketi terk etmekten başka yol kalmadı. Kalsaydı iç savaşa sebep olabilirdi..
Prof. Dr. Hale Şıvgın: Sultan Vahdeddin’in 3 Temmuz 1918’de tahta çıkışı kendisi için de sürpriz oldu. Devlet yönetimi konusunda hiçbir tecrübesi olmayan Sultan Vahdeddin, 4 ay sonra gelen işgalle sarsıldı. İlerleyen yaşı ve deneyim eksikliğinin yanı sıra Osmanlı’nın en zor döneminde padişah olan Sultan Vahdeddin itilaf-işgal devletlerinin kurduğu Yüksek Komiserliklerle tam olarak kuşatıldı. Bir tür devlet içi devletçikler oluştu. Padişah’ın bağımsız hareket etme şansı kalmadı. Özellikle İngilizlerin ağır baskısı altındaydı. O şartlara rağmen Mustafa Kemal’i Anadolu’ya yolladı. Gönderen İstanbul yönetimiydi ancak geri çağıran İngiliz kanadı oldu. Sultan Vahdeddin aciz bırakılmış bir sultan ve Anadolu’yu topyekun kaybetme korkusu yaşıyordu. O dönem yaşananlara ait belgeler Sultan Vahdettin’in hain olmadığını ispata yeterli.
Prof. Dr. Mete Tunçay: Ben öteden beri ‘Hain padişah Vahdeddin’ sözünün, o dönemin şartları içinde söylenmiş haksız bir şey olduğunu düşündüm. Vahdeddin siyasi anlamda yanlış hesap yapmış olabilir ama bu onun veya Damat Ferit Paşa’nın hain olduğu anlamına gelmez. Hain olması için en azından karşılığında bir şeyler alıp satması gerekir. Vahdeddin’in bir şey alıp sattığını kimse söyleyemez herhalde. Bu, Cumhuriyet’in kuruluş dönemi koşulları öyle gerektirdiği için dolaşıma sokulan bir söyleyiştir. Bugün artık bu meselelere çok daha soğukkanlı bakabilecek ve şefkatle yaklaşabilecek durumdayız.
Prof. Dr. İlber Ortaylı: Osmanlı çökmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu bir rejim olarak kendisini feshetti. Son padişah bu feshi kabul etti. Hâlbuki kendisine sadık birliklerle direnebilecekken kan çıkmasın, kavga çıkmasın diye atladı gitti. Orada parasız sıkıntı içinde sefalet içinde öldü. Hatta bakkal bile alacağı için cesedine haciz koymaya kalktı.
29 AĞUSTOS 2022 PAZARTESI
Kafatasçılık Hakkında
D. Mehmet Doğan'ın kitabından:
15 TEMMUZ 2022 CUMA
Bu ne maskaralık? İki Okkalık muska!!!
Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, 15. baskı, s. 298-299.
3 TEMMUZ 2022 PAZAR
Anadolu insanı açlıkla boğuşurken...
13 Kasım 1997, Rahim Er'in makalesinden:
2 TEMMUZ 2022 CUMARTESI
1923'de Hakim Olan Din Düşmanı Zihniyet
Kazım Karabekir hadiseleri şöyle anlatıyor:
İlave: Prof. Dr. Metin Hülagü 26.12.2020 tarihinde şu ilginç belgeyi ve açıklamayı Twitter hesabından paylaştı:
Dinde reformu öneren maddelerin beşincisi: İslam inanç ilkelerinin sadece modern devlete ve halka katkısı olan prensiplerinin korunması ve Batı medeniyetinin bugünkü canlılığı ve başarısının üzerine kurulmuş gibi göründüğü Hristiyan inancının kabulü.
28 MAYIS 2022 CUMARTESI
Menderes Hakkında Uydurulan Yalanlara Örnek
Sultan Abdülhamid'in Tahttan İndirilmesi Hakkında
"1908 Jöntürk İhtilali" diye bilinen 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra Kayzer II. Wilhelm'e olayla ilgili verilen raporun kenarına düşülen notu kastediyordu.
Sultan Abdülhamid'le dost bilinen(!) Alman İmparatoru'na o notta denir ki...
"İhtilali, Paris veya Londralı Jöntürkler değil, Almanya'da eğitim gören subaylar yapmıştır, bütünüyle askeri ve Alman dostu bir ihtilalidir." Bu ifade "Bizim çocuklar yaptı"nın belki de ilk örneğidir...
...
O halde artık bilelim...1908 İhtilali aslında meşrutiyet ilanı falan değil, darbedir...
Uzantısı 1909'a bakarsanız, daha iyi anlarsınız.
Ancak ciddi bir problem var...
Kuşaklar boyu 1908'i iyi bir şey diye okuduk, öğrendik.
Yeniden "Jöntürkçülük" oynamak isteyenlerin güvendiği şey de bu olsa gerek!
Eş dostla konuşuyorum...
İttihatçıların garip biçimde yakın dostları olan Makedon çetecileri bilen neredeyse yok.
Selanik'te başlayan örgütlenmedeki İngiliz, İtalyan ve Alman parmağını bilen pek az.
İşte bu yüzden vatanseverlerin yakın tarih derslerini baştan çalışmaları gerekiyor.
Hangi Batı'daki şu satırlarını mesela...
"Birdenbire bir inkılap yapıyoruz. Jöntürk hareketi. Halkımızla hiç alakası yok. Alman İmparatorluğu not düşmüş: 'Bizim askerlerin yaptığı devrimdir.' İtalyanlar da diyorlar ki, 'Bizim masonlar bu işi örgütlediler' falan. Nitekim her ikisi de doğru. O kadar doğru ki, 1908'de Meşrutiyet ilan edilir, 1911'de İtalyanlar Trablusgarp'a çıkarlar. Yeni hükümet harp ilan etmez."
22 MAYIS 2022 PAZAR
Koruma Kollamaya Örnekler
Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, 15. baskı, 1992, s. 339-340:
Uydurulan Sözler: Mesuliyet Yükü Ne Kadar Ağırmış?
Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, 15. baskı, 1992, s. 342:
21 MAYIS 2022 CUMARTESI
Balolar ve Örtülerin Çıkartılması
Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, 15. baskı, 1992, s. 369-370:
Kemâl mi, Kamâl mı?
5 MAYIS 2022 PERŞEMBE
İttihat ve Terakki içinde Masonların Ağırlığı
Masonların yayın organı Mimar Sinan Dergisi'nden:
2 MAYIS 2022 PAZARTESI
Mahir Kaynak: Cumhuriyet’in kuruluşunda İngiliz tesirine dair tespitler
Kaynak: https://twitter.com/EkmenBunyamin/status/1520988400769282049
Mahir Kaynak, Memduh Bayraktaroğlu, Karanlık Mevzular
Osmanlı'yı Kim Yıkmış?
Ergun Göze'nin köşesinden (Ergun Göze'nin Tercüman Gazetesinde yer alan 21 Kasım 1976 ve 11 Ağustos 1978 tarihli yazılarından - Kaynak: Mustafa Armağan):
30 NISAN 2022 CUMARTESI
Ermeni Mes'elesinin Bir Özeti
Fuat Bol'un 30 Nisan 2022 tarihli Hürriyet'teki makalesi konunun tarihini özetlemektedir:
Asırlar boyu içimizde yaşamış Ermeni vatandaşlarımıza, bizler, ‘Tebaa-i sadıka’ demiş ve bağrımıza basmışız. Özellikle Osmanlı’nın son iki asrında Ermeni vatandaşlar, en üst düzey devlet memurluklarına getirilmiştir.
Osmanlı’nın maliyesi, hariciyesi, imar ve iskân işleri ve hatta sarayın hekimliği Ermenilere emanet edilmiştir.
Böylesine güvene layık bir unsur, nasıl oldu da ‘tebaa-i sadıka’dan ‘hain-i devlet’ oldu?
İşte tehcir denilen olayın can alıcı noktası budur. Bu sorunun cevabı bulunmadan ‘Ermeni sorunu’na doğru bir tespit yapılamaz ve doğru bir teşhis konamaz.
Bakıyoruz da bu konuya olan hemen tüm yaklaşımlar, can alıcı bu sorunun cevabı araştırılmadan, ezbere veriliyor. Kimin siyasetine ne uygun geliyorsa, o şekilde yorumlayıp cevabı bastırıyor.
Evet, doğuda yerleşik Kürt halkına karşı Ermeniler çok acımasız ve hatta vahşet boyutlarında kıtaller yaptı. Rusya’nın ve Batılı devletlerin tıpkı PKK’yı kurup üzerimize saldıkları gibi, o gün de Hınçak ve Taşnak Ermeni terör örgütlerini kurdular. Bunlar da Ermenilerin yoğun bulunduğu vilayetlerde, mahut azınlığı ayaklandırdılar.
Osmanlı Devleti 9 ayrı cephede 7 düvele ve onların uşaklarına karşı savaşırken Ermeniler, anılan çetelerin teşvikiyle, bulundukları mıntıkada sivil ahaliye karşı katliama giriştiler. Ermenilerin katliamlarıyla yüz binlerce Müslüman katledildi. Ermenilerin, Müslüman ahaliye yaptığı zulmün örneğine, insanlık tarihi çok az şahit olmuştur.
O günkü hükümet, sadece bu bölgedeki Ermeni ahaliyi tehcire (imparatorluğun daha sakin, huzurlu ve verimli yerlerine mecburi iskâna) tabi tuttu.
Bu durum her iki tarafın can güvenliği için elzem görüldü. İşte bu tehcir esnasında, aile bireyleri öldürülmüş kişiler, intikam amacıyla bir kısım Ermeni’yi öldürdü.
Yaşananların isimlendirilmesi mukatele yani karşılıklı birbirini öldürmedir ve asla soykırım değildir. Ayrıca mukateleyi icra eden Müslümanlardan tespit edilenler yargılanmış ve idam dahil çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.