Büyük Fakîh Şemsü'l-Eimme Serahsî ve Fıkıhçılığı
Mustafa Ünal
1- COGRAFİ BÖLGE ve DOGUM YERİ: Şemsü'l-Eimme Ebü Bekr Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehli's-Serahsî'nin doğum yeri Serahs olup, bu kasaba Horasan kıt'asında Meşhed ile Merv arasında, Meşhed'in 146 km kuzeydoğusunda ve Rusya ile İran hududunu ayıran Tecend nehrinin sol kenarındadır. Arap-İran coğrafyacıları şehrin tesisini Keykavüs, Afrasyab veya Zü'l-Karneyn'e atfederler. Toprak iyi ise de kuraklık sebebi ile yalnız otlaklar vardır ve civarda meskün yer az bulunur. Sakinlerinin başlıca meşguliyeti deve yetiştirmek idi. Vaktiyle pamuk, ipek vb. kumaş dokuması ileriydi. Şehir, içinde mühim umuml binalar bulunmayan, kerpiç veya tuğladan evlerden ibarettir.Vivien de Saint Martin'in "Coğrafya Lügatı"nda "Şimdiki Serahs'ın 15 km güneydoğusunda" bulunduğunu beyan ettiği Serahs, vaktiyle büyük ve mamur bir şehir olup, İslam ilim ve medeniyetinin en parlak merkezlerinden birisidir. Şimdi ise harabe halinde bulunan bu şehir, İran ile Rus sınırının üzerindedir.2- ADI, LAKABI ve KÜNYESİ: İmam Serahsî'nin adı "Muhammed" olup, lakabı "İmamların Güneşi" anlamına gelen "Şemsü'l-Eimme"dir. Bu ünvanı ilk kullanan, hocası Abdü'l-Aziz b. Halvanî olup, es-Serahsî ilmi ile birlikte hocasının bu lakabına da varis olmuştur. Doğduğu şehre nisbetle de "es-Serahsî" diye anılan bu büyük fakîhin künyesi "Ebu Bekr"dir.3- HAYATI ve MAHBUSLUK DEVRESİ: İmam Serahsî Karahanlılar devri âlimlerinden olup, 400/1009 yılında Serahs' da doğmuştur. Çocukluk devresi ve ailesi hakkında hemen hemen kayda değer hiçbir bilgiye sahip olamadığımız es-Serahsî'nin bu dönemine ait bilebildiğimiz tek şey, 10 yaşında iken, Bağdat'a ticari bir maksadla gitmiş olan babasına refakat ettiğidir.Hükümet ve ulema arasında olup Sünnilik ve itizal terimleri içinde nakledilen münakaşaların çok geçtiği Karahanlılar'ın hakimiyetinde yaşamış olan es-Serahsî'nin hayatı, çok hareketli geçmiş ve devri bir taraftan haçlı seferleri ile diğer taraftan birçok küçük devletler halinde parçalanmış İslam aleminde günden güne artan gayr-ı adil vergilerin huzursuzluğu içinde olmuştur.İslam âleminin, dışarıdan gelen saldırılarla tehdit edildiği bir devirde Karahanlılar'da iç karışıklıklar az değildi. Bu ülkede, en dindar fakihlerden bazılarını idam ettirmiş olan hükümet ile ulema arasında bir gerginlik müşahede ediliyordu. Hemen her gün, es-Serahsî'nin şikayetçi olduğu yeni vergiler konulmakta idi. Ve o, bu haksız vergilerin ödenmesine bizzat karşı çıktığı gibi, kabul etmeyen diğer insanların hareketlerini de doğru bularak medhetmekte ve bu karşı çıkışın o kimseler için daha hayırlı olduğunu belirtmekte idi. Ayrıca, bu vergilerin ödenmemesi hususunda halkı harekete getiren bir de fetva verdi. Bunun üzerine, düşmanlarının kışkırtmaları sonucu, Hakan Emir Hasan tarafından "halk hareketinin sevkedicisi olarak" 466/1073 yılında Özcend'de, şehrin kalesinin kuyularından birine hapsedildi.es-Serahsî, Şerhu's-Siyeri'l-Kebir isimli eserinin sonunda, kendisini şikayet edenleri ve Hakan'ı kışkırtanları anlatmakta, onları "sapıtmış kimseler" olarak lanetlemekte, son derece düşük kişiler olarak tavsif ve işaret etmektedir. "Bütün beyinsiz zındıkların kışkırtması, kötü arzularının peşinden giden korkunç kimselerin ve fena tertiplerde bulunanların kışkırtmaları sonucu vatanından ayrılmış ve sultan tarafından hapsedilmiş günahkar, fakir kul... Allah onların hepsini kahretsin. Büyük-küçük herkese ibret yapsın."es-Serahsî, en meşhur ve en hacimli eseri olan el-Mebsut'da da kendisi için "Nifaktan uzak kul...", "aydınlatıcı doğruyu söyleyen, bundan dolayı esir gibi hapsedilmiş" , tabirlerini veya, konulmuş olan bâtılı ortadan kaldırmak isteyen, bu sebepten sürülmüş ve hapsedilmiş..." tâbirini kullanmaktadır.İnsanı hayrete düşüren kuvvetli bir hafızaya mâlik bulunan İmam Serahsî, hapisliği esnasında kütüphanesini kullanmaktan men' edilmiş; "gücünün yettiği ve yokluğun verdiği imkân nisbetinde" eserlerini birbiri ardınca bu kuyu-hapiste (fi'l-cübb) imlâ etmiştir. Hiçbir kitaba müracaat etmeksizin ve mütalâada bulunmaksızın, hatırından; kuyunun üst tarafında bulunan talebelerine el-Mebsût, Usûlü'1-Fikh, Şerhu's-Siyeri'l-Kebîr, Ziyâdâtü'z-Ziyâdât, Şerh-u Câmii's-Sağîr, Şerhu'l-Câmii'l-Kebîr'i imlâ ettirdi.Şemsü'l-Eimme es-Serahsî gündüzleri oruç tutmuş, geceleri uzun nafile namazlar kılmış, soğuk-sıcak demeden bir çok güçlüklere göğüs gererek ilmî faaliyetini yürütmüştür.Derslerini imlâ ettiği kuyu-hapishânede bir gün bir talebesinin mevcûd olmadığını fark etti. Sorması üzerine bir başka talebe, arkadaşının abdest almaya gittiği ve bizzat kendisinin de o gün hüküm sürmekte olan şiddetli soğuk sebebiyle bundan vazgeçtiği cevabını verdi. Bunun üzerine o büyük fakih, talebesine şöyle dedi: "Allah seni affetsin. Bu kadar soğuk yüzünden abdestten vazgeçmeye utanmıyor musun? Hâlâ hatırımdadır. Ben Buhara'da talebe iken bir gün ishalden muzdarib idim ve günde kırk defa helaya gitmeye mecbur kalıyordum. Her defasında da abdest tazelemek için ırmağa gidiyordum. Öyle soğuk idi ki, odama geldiğimde mürekkebi donmuş buluyordum, sonra onu bir müddet göğsüme sürüyordum ve göğsümün harareti onu eritince notlarımı yazmaya devam ediyordum."İmâm Serahsî yalnızca bir fakîh değil, mütekellim, münazaracı idi ve son derece müttakî âbid bir zâttı. Yukarıda zikrettiğimiz vak'a, onun takvasına en açık bir delildir. Zâten, fakîh ve âlim bir kişi, takva yönüyle de Allahü Teâlâ'ya yakın ve O'na itaatkâr bir insan olmadıkça âlim kabul edilemez. Özsüz kabuk gibidir çünkü.Onbeş yıllık hapis hayatından sonra 480/1087 yılında tahliyesine karar verilip serbest bırakılan İmam Serahsî, fakîh imam Seyfü'd-Dîn Ebû İbrahim İshak b. İsmail'in misafirperverliğinden istifade etmek için, Mergınan'a gitti ve eserlerinin yazılmasını burada tamamladı.Büyük fakih Şemsü'l-Eimme Ebû Bekr Muhammed b. Ebî Sehli's-Serahsî, 483/1090 yılında 81 yaşında iken Mergınan'da vefat etti. İmam Serahsî nasihat ve hakkı tavsiyede bulunan, kimseden çekinmeyen bir zât olduğu gibi, Mâverâü'n-Nehr'deki büyük âlimlerimizdendir. Hayatının son üç yılını hürriyet ve rahatlık içinde geçirebilmiştir. Fakat hapiste geçen bu onbeş yıl zarfında kıymetli eserlerini ne gibi şartlar altında meydana getirdiği, insanı çok hayrete düşüren bir durumdur. es-Serahsî'nin, Allahü Teâlâ'nın hükümlerinin çiğnenmemesi, hakkın gizlenmemesi ve bâtıl ile karıştırılmaması hususunda, iyiliği tavsiye edip, kötülükten uzaklaştırmada gösterdiği gayret, bunun için çektiği cefa ve katlanmaktan kaçınmadığı eziyetler; günümüz modern nev-zuhur müçtehidlerinin ve kendilerine âlim süsü verip, bazı kimselerin gönlünü hoş etmek, efendilerine yaranabilmek için uydurma fetvalar, gayr-ı İslâmî içtihâdlar ortaya atanların asla unutmamaları ve mutlaka ders almaları, es-Serahsî'yi örnek edinip Allah'ın âyetlerini az bir bahâ karşılığında satmamaları hususunda gayet müessir bir vak'adır.İMAM SERAHSÎ'NİN FIKIHÇILIĞI1- İMAM SERAHSÎ'NİN YETİŞMESİ: Şemsü'l-Eimme es-Serahsî, Buhara'da ders veren Abdü'l-Azîz el-Halvânî'nin uzun yıllar derslerinde bulunmuştur. Buhara'da ders gördüğünü, onun bir talebesi ile yaptığı konuşmadan da anlıyoruz. el-Halvânî'nin en gözde talebesi olan es-Serahsî, onun tedris halkasında yerini almakla kalmamış, halk efkârı ona, hocasının "Şemsü'l-Eimme (İmamların Güneşi)" unvanını da mîras olarak isnad etmiştir.İmam Serahsî, kendisinden en çok faydalandığı hocası el-Halvânî'den başka Şeyhü'l-İslâm Ebu'l-Huseyn Ali b. el-Huseyn b. Muhammedi's-Suğdî el-Hanefî ve Ebu'1-Hafs Ömer b. Mansuri'l-Bezzâz'dan da ders almıştır. el-Halvânî yoluyla hocalarının silsilesi de şöyledir: es-Serahsî, el-Halvânî'den; O, Abdullah b. Ya'kûb es-Sebzmûnî (veya Sebzemûnî, Sebezmûnî)'den; O, Ebû Hafsi's-Sağîr’den; O, babası Ebû Hafs (el-Kebîr)'den; O da İmam-ı Muhammed eş-Şeybânî'den ders almıştır. Şemsü'l-Eimme es-Serahsî, tahsil gördüğü Buhara'da bilâhare ders halkası kurmuş ve talebe yetiştirmiştir.2- KÜLTÜRÜ ve İLMÎ SEVİYESİ: Hanefî fıkıhçılarının en büyüklerinden olan es-Serahsî, İkinci Şemsü'l-Eimme ünvânı ile tanınır. "Eserlerinin miktarı bakımından O, şüphesiz en büyük müslüman fakihidir." Ebû Hanîfe ve İmam-ı Muhammed'den hemen sonra el-Hassâf, et-Tahavî, el-Kerhî ve el-Halvânî ile birlikte üçüncü sırada yer almaktadır. es-Serahsî Meselede müçtehid kabul edilmiştir.32 Hanefîler'e göre yedi tabakaya ayrılan fukahânın üçüncü tabakasını meselede müçtehid olanlar teşkil ederler. Bunlar, hükümleri mezhebde bulunmayan birtakım meselelerde içtihâdda bulunan fakihlerdir. Ne usûl ve ne de fürûda mezheb imamına muhalefet etmezler. Sâdece, mezhebde açıkça hükmü bulunmayan meselelerde üstâdlarının usûl ve prensiplerine göre içtihâd ederler.İmam Serahsî allâme, hüccet, mütekellim ve münazaracı bir fakih idi. Eserlerinin büyük çoğunluğunu hapishanede, hiçbir kaynağa müracaat etmeden tamamiyle hatırından imlâ etmiştir. Eseri el-Mebsût, mezhebin kabul edilmiş olan doktrininin tesisi ve onun doğruluğunun ispatı ile ilgilenmek yerine, diğer bütün görüşler hakkında sistemli bir şekilde tarafsız olarak bir tahlil yapan büyük bir eserdir ve bu tip eserlerin ilki durumundadır. es-Serahsî, hanefî mezhebinde meseleleri bu yönden inceleyenlerin ilk mümessilidir.Gerçeği, hakkı, doğruyu söylemekten asla çekinmeyen ve bu uğurda Allah için her türlü ezâ ve cefaya göğüs geren bu büyük fakih, zamanının "Nâsih"i idi. Zaten hapse girmesinin sebebi de doğru sözlülüğü olmuştur.es-Serahsî hakkında rivayet olunur ki, hapisten çıktığı zaman (bâzılarına göre hapse girmeden öncedir ve bundan sonra hapse girmiştir) şehrin valisi tarafından diğer fakihlerle birlikte davet edilmişti. Vali, çocuk sahibi cariyelerini (ümmü'l-veled) hür kimselerden olan hizmetindeki erkeklerle evlendirmişti. Emir, huzurundaki ulemâdan bu konudaki fikirlerini sordu. Hepsi bunu tasvib edip, "Ahsente-İyi yaptın" dediler. Fakat İmam Serahsî şu hususa dikkat çekti: "Bir hatâ işledin. Zîrâ bunların (cariyelerin kocalarının) her biri daha önce hür bir kadın ile evlenmiş idi ve bu senin yaptığın, hür bir zevcenin yanına bir cariyeyi kuma vermektir." Emir, "O halde onları boşarım" dedi. Hepsini boşatıp, nikâhlarını (cariyelerin nikâhlarını) yeniledi, sonra yine âlimlerin fikrini sordu. Diğer ulemânın tamamı yine "İyi hareket ettin" dediler, fakat İmam Serahsî karşı çıktı. "Hayır, bir hata işledin. Zîrâ bir ümmü'l-veled boşanınca, evlenmeden Önce Şeriat'ın tesbit ettiği bir müddet (iddet) beklemesi gerekir. Bu halde, iddetini henüz tamamlamamış olan kadınların nikâhı bahis mevzuudur ve böyle bir nikâh muteber değildir." "Allahü Teâlâ, İmam Serahsî'nin öteki âlimlere üstünlüğünü göstermek için aynı durumda iki defa ulemânın cevabını şaşırtmıştır."3- İLMÎ FAALİYETİNİN HUSUSİYETLERİ: İmam Serahsî siyâsî sebeplerle hapsedilmişti. O halde kendisi, tarihî hadiselerin arka plânında mevcud siyâsî maksadlar hakkında nâfiz müşahedeler serdedince buna şaşmamak gerekir. Meselâ Rasûlullah'ın Mekke müşrikleri ile H.6/M. 627 yılında yapmış olduğu -zahiren müslümanların çok aleyhinde görünen- Hudeybiye musâlahasının; hiçbir tarihçi veya Peygamberin hayatını yazan hiçbir müellif, -Hazret-i Ömer gibi ileri gelen bir sahâbînin muhalefetine rağmen- Peygamber'in bu tarz hareketinin ikna edici bir îzahını verememiştir. İmam Serahsî Şerhu's-Siyeri'l-Kebîr isimli eserinde bunu şöyle îzah eder: "Peygamber (sav) bu şartı müslümanların menfaatına uygun olduğu için kabul etti. Filhakika Peygamber, bu iki halktan (Mekke ve Hayber ahâlisi) her biri üzerine yürüdüğü takdirde ötekisinin, Mekke ile Hayber arasındaki yolun ortasında bulunan Medine'yi istilâ etmesi hususunda Mekkeliler ile Hayber yahudileri arasında gizli bir anlaşma vardı. Peygamber buna vâkıftı ve anlaşmayı da bunun için yaptı."İmam Serahsî'nin hukuk eserleri bir halkın hayatını aksettirir. Onun devrinin iktisadî, içtimai meseleleri hakkındaki atıfları pek çoktur ve bunlar muntazam bir şekilde devşirilip incelenmeye değer.eş-Şeybânî Muhamed b. Hasen gibi büyük bir üstadın eserlerini şerhettiğinden, eş-Şeybânî'nin ileri sürdüğü kaideleri ve bunları istinad ettirdiği temelleri ve bunların sebeplerini meydana çıkarmaya mecbur idi. es-Serahsî her adımda bunları arayıp bulmaya çalıştı ve nitekim kendisinin bu vazifeyi hayrete şâyân bir şekilde iyi olarak başardığı söylenebilir.İmam Serahsî, en büyük eseri el-Mebsût'ta (ki, fürû-u fıkıhla ilgilidir) konuları incelerken sadece kendi mezhebinin görüşünü zikretmekle yetinmeyip, bu husustaki diğer görüşleri de kaydetmiştir. Ancak, başkalarının görüşlerini alırken, onların delillerini zikretmemiş, sadece kendi mezhebinin delillerini belirtmiştir.es-Serahsî'nin iyi bir Arapça'sı vardır. Yazılarında yalnız Arapça'yı kullanır, ancak bazı fıkıh meselelerini îzah etmek için arada bir diğer lisanları, bilhassa Farsça'yı kullanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, kendisi matematik ve cebirde de hassaten kuvvetli idi. Şiirle de ilgilenmiş ve ekseriya mısralar da kaydetmiştir. el-Mebsut'ta bir hayli mısralarına rastlanmaktadır.Tahlilî bir ruha da sahib olan es-Serahsî ne var ki bir şârih olarak fazla bir hareket serbestisine sahip olamamıştır. Çünkü o bir başka fakihin, İmam-ı Muhammed'in eserlerini şerhetmekte idi ve bu yüzden de şerhettiği eserlerin metnini takip etmek zorundaydı.el-Mebsût, Kitabu'1-Usûl ve Şerhu's-Siyeri'l-Kebîr'de es-Serahsî'nin kullandığı imlâ tabiri, herhalde, iyi bilinen edebî tahrir metodunu îmâ etmektedir. Bu usûlde talebe veya talebeler, üstadın kendilerine imlâ ettiği metni yazarlar. Fakat bu, üstadın onu hazırlarken hiçbir kitap kullanmadığı anlamına gelmez. Ancak, daha önce de zikrettiğimiz gibi- kaynaklar, es-Serahsî'nin, eserlerini hiçbir kitaba müracaat etmeksizin imlâda bulunduğunu kaydetmektedirler. İmam Serahsî'nin metoduna, eserlerini incelerken yeniden temas edeceğiz.es-Serahsî'nin bir ders halkası kurduğunu ve talebe yetiştirdiğini belirtmiştik. Onun en meşhur talebeleri şunlardır:1- Osman b. Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Ali Ebû Umeri'l-Beykendiyyi'l-Buharî. 2- Ebu Bekr Muhammed b. İbrahim el-Hâsırî. 3- Şemsü'l-Eimme Mahmud b. Abdi'1-Azîz el-Uzcendî. 4- Burhânü'l-Eimme Abdü'1-Azîz b. Mâze. 5- Mes'ud b. el-Huseyn İbni'l-Hasen b. Muhammed b. İbrahim el-Keştânî. 6- Ebû Hafsi's-Sağîr Ömer b. Habîb. 7- Rüknü'd-Dîn Mes'ûd b. el-Hase-ni'1-Kâşânî.İMAM SERAHSÎ'NİN ESERLERİ1- SIFÂTÜ AŞRATİ'S-SÂ'A ve MAKÂMÂTÜ'L-KIYÂME: İmam Serahsî bu eserini talebelik çağında yazmıştır. Bu, Şemsü'l-Eimmeti'l-Halvânî'nin imlâ ettiği ve es-Serahsî'nin tertip ve tanzim ettiği bir eserdir. Yegâne nüshası Paris'te Bibliotheque Nationale (nr. Arabe 2800, varak 44 2B-46 5B, büyük boyda, her sahifede 31 satır bulunan bir dergi içinde)'de bulunmaktadır. Bu eser, müslüman skolâstik ilminin, yani İslâm İlm-i Kelâmı'nın bir mahsûlü gibi telâkki edilebilir.2- ŞERHU ZİYÂDÂTİ'Z-ZİYÂDÂT: Ebu'l-Vefâ tarafından 1378 Hicrî yılında Haydarâbâd'da neşredilmiş olan bu eserinde İmâm Serahsî, hapis hayatı hakkında şunları yazar (s. 148): "Kıyamet günü bana sermâye olsun ve ben de kazançlı kimselerden olayım diye, derine gidenlerin yolunu tutarak, diğer nasihat edenlerin arasında ben de sarfettiğim 'söz' sebebiyle hapse düşmüş ve dünyada kurtuluşa ermekten ümidimi kesmiş durumdayım. Allah Azze ve Celle ancak takva sahiplerinden hoşnud olur ve O, sâlih kullarını kendine velî edinir. Hâin olanların da hîle ve düzenini hedefe vardırmaz ve iyi insanların da mükâfatını zâyî etmez. Evvel ve âhir hamd Allah'adır."3- USÛLÜ'S-SERÂHSÎ (KİTABÜ'L-USÛL): İmam Serahsî bu eserini Özcend'de mahbus iken yazmıştır. Eserin Bâbü'ş-Şürût kısmına vasıl olduğunda tahliye kararı verilmişti. Hapisten çıkıp Mergınân'a (bir rivayete göre ise Fergana'ya) gitti ve eserini burada tamamladı.Mezheb imamının içtihadını açıklayabilmek, boşlukları onun içtihâd usûlüne göre doldurabilmek için imamın usûlünü, hükümlerin illetini bilmek gerekmiştir. İllete "menât", bunu bulup ortaya koymaya "tahrîcü'l-menât" bu ehliyeti taşıyan âlimlere "ehl-i tahrîc", yâhud da "el-muharricûn" denir. Bilhassa Hanefîler -imamlarından kendilerine yazılmış bir usûl kitabı intikâl etmediği için tahrîc- işiyle meşgul olmuşlar, imamların hüküm, içtihâd ve mütalâalarından faydalanarak onların usûlünü, hükümlerinin illetini tesbite çalışmışlardır. İşte Şemsü'l-Eimme es-Serahsî'nin "Usûl"ü bu maksadla yazılmış eserlerdendir.es-Serahsî'nin fukahâ metoduna göre yazılmış bulunan bu eseri matbudur. Kendisinden sonra yazılan birçok esere kaynak teşkil etmiştir. İki cilttir.4- EL-MEBSÛT: İmam Serahsî'nin hiçbir kitap ve mütalâaya başvurmaksızın imlâ ettiği bu eser, Hâkimü'ş-Şehîd'in" "el-Kâfî" isimli eserinin şerhidir. es-Serahsî bu eserini Özcend'de mahbus iken imlâ etmiştir. Bizzat kendisi bu hususu el-Mebsût'un çeşitli yerlerinde belirtmektedir: "Kitâbü'l-Mükâtebin şerhi de mahbusluk ve mahsurlukta imlâ ile nihayet buldu. O, iki yıldan beri aralıksız devam ediyordu. (VIII/ 80)". "Kitâbü'l-Velâ'nın şerhi imlâ yolu ile, türlü mihnet ve belâlar içinde sona erdi. Allahü Teâlâ'dan; bu belâdan, vatan ayrılığından izzet ve şerefle halâs eylemesini dilerim. Bu, O'nun için kolaydır. Ve O, dilediği her şeye kadirdir (VIII/ 125)." "Bu, en ince mânâları taşıyan hadîsleri kullanmak suretiyle meydana getirilmiş talâk bölümü şerhinin sonudur. Bunu yazdıran, ailesinden ayrı tutularak tecrid edilmiş ve hareket serbestisinden mahrum tutulmuş kimsedir ki, kendisi Burak'ın Sâhibi'ne, O'nun ailesine ve hayır sahibi en seçkin arkadaşlarına salât eder. Bunu yazdıran, münfıklıktan beri olan O kuldur (VII/59, Kahire baskısı)." İmam Serahsî bu eserine başlarken onu meydana getirmekteki gayesini şöyle açıklıyor:"Rahmetli Ebû Hânîfe'nin teferruatıyla îzah edip gösterdiği şeye kendini hasreden Muhammed eş-Şeybânî, talebelerin rağbetini temin ve bu kitabı lâfızların basitleştirilmesi ve çeşitli bölümlerde mevcud meselelerin tekrar edilmesi suretiyle talebeler isteseler de, istemeseler de ezberlemelerini temin maksadıyla el-Mebsût'u meydana getirdi. Şu kadar var ki, el-Hâkimü'ş-Şehîd Ebu'1-Fazl Muhammedi'1-Mervezî, bazı talebelerin, lâfızlarındaki basitlik ve meselelerdeki tekrarlan sebebiyle el-Mebsût'u okumaktan vazgeçtiklerini görerek, en doğru hareketin eş-Şeybânî'nin eserindeki bölümlerin mânâlarını zikretmek suretiyle el-Muhtasar'ı telif etmek olduğuna karar verdi. Bu kitabın meselelerindeki mükerrer kısımları, talebelerin rağbetini çekmek gayesiyle çıkardı. Hakîkaten ne kadar da iyi bir şey yapmıştı. Ben de, el-Muhtasar'ın şerhini telif etmeyi gerekli gördüm. Bunu yaparken de her babda îtimâda şâyân olan şeyle iktifa ederek her meselenin gösterilmesinde hadîslerden neş'et eden mânâ hudutları dışına çıkıp fazla îzâh ve mânâ verişlerde bulunmadım.Bütün bunlara, benim tesellî bulup avunmam hususunda ben hapiste iken yardım eden bazı seçkin arkadaşlarımın bu kitabı imlâ ettirmem için talepte bulunmaları da eklenince kendilerine bu hususta müsbet cevap verdim.Şimdi Allahü Teâlâ'dan, doğrudan ayrılmamam için beni muvaffak kılması ve gerek hatâ ve gerekse cezayı icap ettiren şeylerden muhafaza buyurması ve yazmaya niyet ettiğim şu kitabı dünyada kurtuluş ve serbestiyetim ve nihayet gelmesi yakın ve vukuu muhakkak olan âhiret gününde necatıma sebep kılması için duâ ederim."el-Mebsût; mezhebin ilk otoritelerinin doktrinleri ve onların sağlam delilleri hakkında geniş ölçüde doğru bilgileri ihtiva etmektedir. Fakat onun başlıca özelliği, her noktada söylenen veya tasarlanan ve çok kere indî olan istidlallerde mevcud çeşitli görüşleri, hattâ ekseriya sathî fikirleri geniş mikyasta temin etmiş olmasıdır. Ayrıca bizzat kendisi, açıklamalarının an'aneye uygun olarak sağlam olduklarını ve sünnet (eser) üzerine dayandırıldığını te'kid etmekte, eserinde açıklık ve kısalığı gaye edindiğini bildirmektedir.es-Serahsî, eserinde, mevzuları önce "Kitap", kitabları da "Bablar"a ayırıp incelemiştir. Konu hakkındaki görüşlerden bir kısmını "delilsiz" olarak zikrettikten sonra, kendi mezhebinin o konudaki hükmünü beyân etmekte ve dayandığı delili de belirtmektedir.es-Serahsî'nin eseri, mezhebin kabul edilmiş doktrininin tesisi ve onun doğruluğunun ispatı ile ilgilenmeyerek, diğer bütün görüşler hakkında tarafsız şekilde sistemli bir tahlil yapan büyük eserlerin ilki durumundadır. Diğer bir ifade ile bu eserlerin meseleyi ele alışları felsefî mahiyette olup, es-Serahsî de Hanefî mezhebinde meseleleri bu yönden inceleyenlerin ilk mümessilidir. Mebsût, Hâkîm-i Mervezî'nin Muhtasar'ı üzerine yapılmış şerh olmasına rağmen, es-Serahsî bizzat İmam-i Muhammed eş-Şeybânî'nin eserleri üzerine şerh yaptığının farkında idi.İmam Serahsî'nin en hacimli ve en meşhur eseri olan el-Mebsût, 30 cilt, 15 mücelled halinde matbûdur.5- ŞERHU'S-SÎYERİ'L-KEBİR: Siyerü'l-Kebîr, İmam Muhammed'in Irak'tan ayrıldıktan sonra yazdığı son kitabıdır. es-Serahsî, devrin -kendi ifadesi ile- "zındıkların etkisi altında kalan Sultan"ı tarafından atıldığı hapisten tahliye edildikten sonra yazmaya başlamış, bilâhare gittiği Mergınân'da şerhi tamamlamıştır.İmam Serahsî, bizzat kendisi bu eserini ne zaman ve nerede yazdığını şöyle anlatıyor:"İmlâya Özcend'de 479 senesi Zi'l-Kâ'de ayının ilk günü olan pazartesi sâbir, zekî, 'Emir Gûn' lakabıyla tanınmış Ebu Ali el-Huseyn b. Ebi'l-Kâsım'ın evinde başlanmıştır. Bu imlâ, Eman bahsinin sonuna kadar devam etmiştir. Sonra aynı Özcend kalesinde şerh işine devam etmemize dâir emir verildi. Buradaki (yâni hapisteki) yazdırma ise Şurût (şartlı muahedeler) bahsinin başına kadar devam etti. Müteakiben hapisten kurtuluş 20 Rebîü'l-Evvel'de tahakkuk etti ve biz, Seyfü'd-Dîn İbrahim İshak b. İsmail'in evine yerleştik. Sonra Şeyh Seyfü'd-Dîn ve bütün fukahâ bu işi tamamlamamızı rica ettiler. Bunun üzerine Şurût bahsinden itibaren Seyfü'd-Dîn'in evinde 24 Rebîü'1-Âhir çarşamba günü başlanıp, Allah'ın yardımı ve muvafakat etmesiyle 3 Cumâde'l-Ûlâ 480 cuma günü bitirildi."O devir müslüman ordularının ihtiyaç duydukları bütün malûmat bu eserde mündemîcdir. Bu eser, gerek Bizans arazîsi gerekse Orta Asya illerinde vazifeli bulunan müslümanların askerî hayatına dâir canlı bir tablo çizmektedir. Umûmî tarih bakımından da alâka çekici sayısız vak'alardan bahsetmektedir. Bizanslılar'ın Bulgar Krallığı (Burcan olarak zikretmektedir) ile olan münâsebetlerini kaydederken, uzun uzadıya, toprak altında cereyan eden muharebeleri -alalâde şeylermiş gibi- anlatır. Küçüklere, kadınlara ve hattâ yabancı devlet elçilerine âit ticarî malların gümrük vergisine konu olup olmayacağı ele alınmıştır. İslâm ordusunda vazife alan çeşitli yardımcılardan ve bu arada kadın hasta bakıcılardan ve hattâ genç kızlardan bahseder. es-Serahsî, ayrıca, o devirde carî olan çeşitli paralardan da söz etmektedir. Şâyân-ı dikkattir ki, harbde alınan ganîmet eşyalar arasında şahin kuşlarını, avda kullanılan yabanî Hind kedilerini, hara atlarını ve Merv, Buhara'da imâl edilmiş astarlı veya astarsız muhtelif kaftanları uzun uzun zikreder. Kendisi Sicilya'nın Muâviye b. Ebû Süfyân tarafından fethedilmesi meselesine de atıflar yapmış, Sicilya'da ele geçirilen dînî resimlerin Sindli (bugün Pakistanlı) tacirlere satılmasına dâir verdiği emirden dolayı da kendisine karşı yöneltilen sert tenkidleri ele alıp tetkik etmiştir. es-Serahsî keza Buhara ve Küfe şehirlerinde inşâ edilmiş evlerin de hususiyetlerinden ve diğerlerinden ayrılan vasıflarından bahsetmiş, aynı şekilde Türkistan köylerinin camilerinde Irak'da bulunmayan vaizlerin mevcudiyetine işaret etmiştir.Hülâsa, Şerhu's-Siyeri'l-Kebîr ve el-Mebsût'daki siyer bölümü hukukçular dışındakilere de birçok malûmat veren bir manzume olarak gözükmekte ve ilk müslümanlar tarafından geliştirilmiş şekliyle "Devletler Umûmî Hukuku"nun en eski bir âbidesini teşkil etmektedir. Bunun temelinde İmam-ı Muhammed'in eseri vardır. es-Serahsî derin ilmî vukufu ile esere ve izahlarına kuvvet vermek üzere Kur'ân-ı Kerîm ve hadîsler yanında tarihî vak'alardan da istifâde etmiştir.Mehmed Münib Ayıntabî bu eserin "Teysîru'l-Masîr fî Şerhi's-Siyeri'l-Kebîr" isimli Arapça bir eserle îzâha muhtaç, zor, anlaşılması güç yerlerini şerhetmiştir. Aslında bu eser es-Siyerü'l-Kebîr'in haşiyesi durumundadır.Bursalı Mehmed Tâhir'in ifadesine göre bu tercüme Sultan Mahmud'un emri üzerine alay müftüleri ve tabur imamları tarafından münâsib zamanlarda zabit ve askerlere öğretilip, izahlarda bulunulurdu.Bu eserlerinden başka es-Serahsî'nin iki kitabı daha vardır ki onlar da "Şerhu'l-Câmii'l-Kebîr" ve "Şerhu'1-Câmii's-Sağîr"dir.DİPNOTLAR 1. Fakir Muh. Cehlamî, Hadâikü'l-Hanefiyye, Leknev, ts., 205; Muhammed Hamidullah, İslâm Ans. "Serahsi" mad. M. Eğit. Basımevi, İst. 1970, X/503 2. Şemsü'd-din Sami, Kamusü'l-A'lâm, Mihran Matb. İstanbul 1308, IV/2550 3. J. Ruska, İslâm Ans. "Serahsi" mad., X/502; Y. Ziya Kavakçı, XI. Ve XII. Asırlarda Karahanlılar Devrinde Maveraünnehir İslâm Hukukçuları, Atatürk Üniv. İslami İlimler Yayını, Ankara 1976, s. 56 4. Şemsü'd-din Sami, aynı yer 5. Hamidullah, İslâm Hukuku Etüdleri, Bir Yayıncılık, İstanbul, Usul-ü Fıkıh Tarihi Bölümü, İslâm Ans. "Serahsi" mad., X/505. 6. Hamidullah, aynı yer. 7. W. Barthold, Turkestan Down To the Mongol Invasion, 310-320 8. J. Schat, Sur La Transmission de La Doctrine Dans Les ecoles Wuridique, de L'Islam, Annales de L'Inst d'Etudes Orient, Cezayir 1952, X/399-419; Muhammed Hamidullah, Usul-ü Fıkhın Tarihi, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, c. II, sayı: 10 9. El-Kaffâvî, Ketâib'den naklen, Schat, aynı yer. 10. Muhammed Hamidullah, aynı yer 11. Schat, aynı yer. 12. Özcend, Doğu Karahanlılar'ın başşehri idi. 13. Schact, aynı yer; Hamidullah, Usûl-ü Fıkhın Tarihi, 10; Ebu'l-Hasenât Muhammed Abdü'l-Hayyi'l-Lekneviyyi'l-Hindî, el-Fevâidü'l-Behiyye fî Terâcîmi'l-Hanefiyye, Dârü'l-Ma'rife-Beyrut, is., 158; Kâtib Çelebi Hacı Halife Mustafa b. Abdillâh, Keşfü'z-Zünûn an-Esâmi'l-Kütübi ve'l-Fünûn, Maârif Maîb, 1360, II/158; Hamidullah, Ölümünün 900. Yıldönümünde Serahsî Armağanı, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, ts., 16. 14. es-Serahsî, el-Mebsût, Dârü'l-Ma'rife, Beyrut, ts., (3. baskı), XXX/224. 15. el-Leknevî, a.g.e., 158. 16. es-Serahsî, el-Mebsut, VIII/80, 125; el-Leknevî, a.g.e., 158; Cehlâmî, Hadâiku'l-Hanefiyye, 205; Kâtib Çelebi, Keşfü'z-Zünûn, 1/112; Mehmed Ali Kırboğa, Kâmûsu'l-Kütüb ve Mevzûâti'l-Müellefât, Yeni Kitap Basımevi, Konya 1974,1/113,157. 17. Hamidullah, Usûl-ü Fıkhın Tarihi, 10. 18. Buradan, es-Serahsî'nin Buhara'da ilim tahsil ettiğini öğrenmekteyiz. es-Serahsî’nin en büyük hocası Halvânî Buharalıdır. es-Serahsî yukarıdaki olayın geçtiği tarihte Halvânîden ders alıyor olsa gerek. 19. Hamidullah, Contribution de L'dran e La Botanique et e Le Science Juridique, Pensee Chiite, Paris, 1/13. 20. Hamidullah, Serahsî'nin Devletler Umûmî Hukukundaki Hissesi, 16. Aynı müellif, 'Usûl'-ü Fıkh'ın Tarihi" isimli makalesinde es-Serahsî'nin hapis müddetinin onbir yıl olduğunu yazmaktadır. 21. el-Mercânî, Urfetü'l-Havvâkîn, 27. 22. el-Mercânî, aynı yer; Kâtip Çelebi, 11/1013-1014; Bir rivayete göre es-Serahsî önce Fergana'ya, oradan da Mergınan'a gitmiştir. (Kâtip Çelebi, 1/112; el-Leknevî'ye göre ise Fergana'ya gitmiş ve orada vefat etmiştir. (Fevâidü'l-Behiyye, 159). 23. el-Mercânî, 27. 24. el-Kuraşî, el-Cevâhirü'l-Mudîe, II/28; Kâtip Çelebi, II/158; Şemsü'd-Dîn Sami, Kâmusu'l-A'lâm, IV/ 2551; Hamidullah, İslâm Ans., X/505; el-Leknevî, 159. 25. Hamidullah, Contribution de L'dran e Le Botanique..., 1/13. 26. Cehlâmî, 205. 27. Ebû Muhammed Abdi'l-Kâdir b. Ebi'l-Vefâ Muhammed b. Muhammedi'l-Mısrî el-Kuraşî, el-Cevâhirü'l-Mudîe fî Tabakâti'l-Hanefiyye,Haydarâbâd 1332,1/ 361, II/28; Taşköprülüzade Ahmed b. Mustafa, Mevzûâti'l-Ulûm, İstanbul 1313, sahife 73; Hamidullah, islâm Ans. 'Serahsî' mad., X(503. 28. Mehmed Münib Ayntabî, Teysîrü'l-Masîr fî Şerhi's-Siyeri'l-Kebîr, l/9'dan naklen, Serahsî Armağanı. Ank. Üni., İlahiyat Fak. Yay., Ankara 1965. 29. Kavakçı, 56-57. 30. Kemalpaşazâde, Beyân-ü Tabakâti'l-Müctehidîn ve'l-Mukalüdin'dan naklen, Hamidullah, İslâm Ans., X/503. 31. Hamiduilah, aynı yer. 32. el-Leknevî, 158. 33. Şemsü'l-Mülk Nasr. (el-Mercânî. Urfetü'l-Havvâkîn, 27). 34. Şemsü'l-Eimmeti's-Serahsî, Usüiü's-Serarrst, Dârü'l-Ma'rife, Beyrut 1393.1/5 35. es-Serahsî. aynı yer. Mezkûr olay, diğer başka kaynaklarda da zikredilmektedir. 36. Bu anlaşmanın metni için bkz. Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, no. 11; Documents sur la Diplomatie Musulman, II, no. 4; Müslim Conduct of State (6. neşir). 584. paragraf. 37. Şemsü'l-Eimmeti's-Serahsî, Şerhu's-Siyeri'l-Kebîr, Haydarâbâd 1335,1/297,298, madde 403. 38. el-Leknevî, 158. 39. el-Kuraşî, H/28; Cehlâmî, 205; el-Leknevî, 158. 40. el-Kuraşî; Cehlâmî. 41. Cehlâmi; el-Leknevî. 42. Aynı kaynaklar. 43. el-Leknevî, 213. Bu beş zât hakkında ileride etraflı bilgi verilecektir. 44. el-Kuraşî, H/28. Ölümünün 900. Yıldönümünde Serahsî Armağanı isimli eserde, es-Serahsî'nin hocaları silsilesi içinde Ebu Hafsi's-Sağîr isimli bir zât daha zikredilmektedir. Böyle olmasına rağmen, biz bunların aynı kişi olmadığını, es-Serahsî'nin hem hocalar silsilesi, hem de talebeleri içinde birer "Ebu Hafsi's-Sağîr" bulunduğunu kabul ediyoruz. 45. Cehlâmî; el-Leknevi. 46. Muhammed Hamidullah, Cont-ribution de L'dran 6 La Botanique, 1/13-18. 47. Şerhu'z-Ziyâdât'tan naklen, Sâlih Tuğ, Eserlerinde Rastlanan ifadelerine Göre imam-ı Serahsî'nin Hapis Hayatı, Serahsî Armağanı, 44. 48. Kâtib Çelebi, l/112;Kırboğa, I/ 113. 49. Kâtib Çelebi, aynı yer. -a Nassa dayanan hükümlerde illet belli değil ise -kıyas yapabilmek için- illeti bulup ortaya koymak gerekir ki, buna da "tahrîcü'l-menât" denir. Burada illet nasslarda, yukarıdakinde ise içtihâd ile sabit hükümlerde aranmaktadır. Bu konuda daha geniş bilgi için fıkıh usûlü eserlerine müracaat edilmelidir. 50. Şâh Veliyyullah Dihlevî, el-insâf fî Beyân-ı Sebebi'l-İhtilâf, Mısır 1372, s. 29. 51. Kâtib Çelebi, 11/158. -a el-Mervezî Hâkimü'ş-Şehîd (334/945). Buhara kadılığı yaptı. Sonra Horasan sahibi Emir Hamidî'nin veziri olmuş, erzakları kendilerine vaktinde verilmediği bahanesiyle askerler tarafından Merv'de şehid edildi. 52. es-Serahsî el-Mebsût, Dârü'l-Ma'rife-Beyrut, (3. baskı], VIII/80, 125; Kâtib Çelebi, 11/158; Kırboğa, Kâmûsü'l-Kütüb ve Mevzûâti'l-Müellefât, 1/157. 53. el-Mebsût, Kahire 1324,1/2-4; IV/ 192;V/229;VII/241. 54. el-Mebsût, Beyrut, I/3-4. 55. Kâtib Çelebi, eserin es-Serahsî mahbus iken yazılmaya başlandığını zikretmekte ise de (Keşi, 11/1013-1014), bu doğru bir tesbit olmasa gerektir. Zira bizzat müellif, eserin imlâsına Emir Gûn'un evinde başlandığını, sonra hapse atıldığını söylemektedir. Dolayısıyla doğru olan da budur. 56. Buradan anlaşılıyor ki; es-Serahsî 466 yılında hapse atılmış, bir müddet sonra serbest bırakılmıştır. Bu serbestliği esnasında 479 yılında es-Siyerü'l-Kebîr'in şerhine başlamış olup, imlâya devam ederken tekrar hapsedilmiştir. 1 yıla yakın bir mahbusluktan sonra tahliye edildiği zaman bu sefer Seyfü'd-Dîn'in evinde şerhi ikmâl etmiştir. 57. Hamidullah, Serahsî'nin Devletler Umûmî Hukukundaki Hissesi', Serahsî Armağanı, 21-22. -a Devletler Umûmî Hukuku hak kında sahib olduğu düşünce tarzını aksettirmesi bakımından el-Mebsût'un Siyer bölümünün baş kısmını tercüme ediyoruz: 'Siyer. "sîret" kelimesinin cemîsidir. Bu bahse siyer deyişimizin sebebi şudur ki; siyer, müslümanların gerek muharibe veya müslümanlarla bir muahede akdetmiş müşriklere (gayr-ı müslimlere) veyâhud mürtedlere ve durumu müşriklerinkinden daha az cezaya müstahak olan ve cehaletlerinden dolayı batıl esasa dayanan mücadeleleriyle 'bâğî' olanlara karşı tavır ve hareketini tarif ve îzâh eder." (Mebsût, X/2). 57-b Mehmed b. Mehmed Ayntabî. Gaziantep'te doğdu. Dört yaşında iken tahsiline başladı. Ebü Bekr el-Çarpınî, eş-Şeyh Mustafa Efendi, Halil el-Pusdalî, Ibnü'l-Gazzâi Hasan es-Siyahî, Hacı Hasanzâde Mustafa Efendi, Mevlânâ Hâkî Abdü'r-Rahmân Efendi ye Mevlânâ (yahud Mevlâ) İsmail Konevî'den ilim tahsil etmiştir, istanbul'da, sırası ile "Reîsü'l-Mümeyyizin", Saray-ı Sultânî'de "Şeyhu'l-Muallimîn" ve "Evkâfü'l-Harameyni'ş-Şerîfeyn Müfettişi" olmuştur. Doğum tarihini tesbit edemediğimiz Mehmed Münib Efendî 1238/1823 taÂrihinde Ankara'da vefat etmiştir.Tesbit edebildiğimiz eserleri şunlardır: Şerhü's-Siyeri'l-Kebîr Tercümesi, Teysîrü'l-Mesîr fî Şerhi's-Siyeri'l-Kebîr, Hulâsatü'n-Nukûl, Temhîdü'l-Mevlüd fî Mehdi'l-Vücûd, İcazetname, Risâle-i ilm-i Aruz, Âsâru'l-Hikem fî Nakşi'l-Kıdem. (Daha geniş bilgi için bkz. es-Serahsî Armağanı, ilgili bolüm, s. 34 vd.]- 58. Bu kitabın fotoğraf nüshasının İstanbul'da Hüsrev Paşa Kütüphânesi'nde 382 numarada kayıtlı bulunduğu ve toplam 171 varaktan ibaret olduğu bildirilmekledir. (es-Serahsî Armağanı, 34]. Eser hakkında tafsilâtlı bilgi için ilgili kaynağa müracaat edilebilir. Gerçi, eserin burada üzerinde biraz daha durulmasında fayda mülâhaza ediyorsak da, çalışmamız sınırlı olduğu için buna yer veremiyoruz. 59. Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, (Sâdeleştirenler: Ali Fikri Yavuz, İsmail Özen), Meral Yayınları, 1971, 11/35. 60. Kavakçı. Mâverâü'n-Nehr Hukukçuları, 58.
www.feyizlersofrasi.com/FIKIH%20ilminin%20Tarihi%20(YG).htm
O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir? .... Ancak yukarda da belirtildiği gib
.FIKIH İLMİNİN TARİHİ SÜRECİ
FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI
1- Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
2- Sahabe dönemi
3- Tabiun Dönemi
4- Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi)
5- Taklid ve Duraklama dönemi
6- Kanunlaştırma Dönemi
1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86)
Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.
Asr-ı saadette bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?” diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir müctehide sorabiliyorlardı.
Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri Kur’an ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş olması, Hz.Peygamber (s.a.v) hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır.
Bahsi geçen sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü belirlenmemiş ve bu konu bir problem olarak ortaya çıkmamıştır.
2- Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir.
Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.
Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
3- Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır. Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi Münazaraların Yapılması
Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre düzenlemiştir.
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.
Kerhi’nin (v.340) şu sözü o devirde hakim olan zihniyeti çok iyi göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.”
Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.
Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.
Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.
Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur.
İftâ usulü kitapları, ehl-i mukallidin fıkhi hükmü naklederken başvurması gereken usulleri bildirir. Bu kitaplar ehl-i tahric ve ehl-i ictihad için yazılmamıştır. Bu kitaplar müctehidler tarafından değil, mukallitler tarafından yazılmıştır.
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.
Hayreddin Karaman, Ders Notları, s.45
www.forumalew.org › Alev › Yudumla › Soru(lar) ve Cevap(lar)
19 Eki 2012 - Soru: fıkıhla fıkıh usulü arasında nasıl bir ilişki vardır ? İle İlgili Yazılar Hak ve sorumluluk aras
Cevap: fıkıhla fıkıh usulü arasında nasıl bir ilişki vardır
Fıkıh Usûlü ile cüz'î hükümleri bir araya toplayan fıkıh kaideleri arasındaki farkı belirtmek icabeder. Bu kaidelere, muhtevası itibariyle İslâm Fıkhının genel nazariyeleri adı verilebilir. Nitekim "Ma'hedü'ş-Şerî'â" (İslâm Hukuku Enstitüsü) da bu isimle okutulan bir ders var¤dır. Bazı araştırıcılar, bununla Fıkıh Usûlü arasındaki farkı anlayama¤maktadırlar. Dolayısıyla buna işaret etmemiz gerekmektedir.
Yukarıda da anlattığımız gibi, Fıkıh Usûlü, fakîhin uyması lazım gelen metodu açıklar ki, bu onun, hüküm çıkarırken hatâya düşmeme¤si için sarılmağı gereken bir kanundur. Fıkıh kaideleri ise, bir kaç hük¤mü birleştiren bir kıyas veya fıkhı bir kaide'de toplanabilen benzer hükümler kolleksiyonudur. Şerîate göre mülkiyet kaideleri, tazmi¤nat kaideleri, muhayyerlik kaideleri, fesih kaideleri, burada misal olarak zikredilebilir. Bunlar, cüz'î ve dağınık hükümlerin neticeleridir ki, meseleleri genişçe ele alan fakîh, uğramış ve bunları, biraraya top¤layıcı kaide veya nazariyeler yardımı ile birbirine bağlamıştır. Bu tür¤lü çalışmalara misal olarak, Şâfiîlerden İzzüddin b.Abdisselâm'ın "Kavâidu'l-Ahkâm", Malikilerden el-Karâf î'nin "Envâru'l-Bürûk fî Envâü-Furûk", Hanefîlerden İbn-i Nuceym'in "el-Eşhâh ve'n-Nezâir", yine Malikîlerden İbn-i Cizzî (İbn-i Cüzey) Muhammed b. Abdillah b. Yahya'nın ''el-Kavânînul-Fıkhiyye", Burhanüddin İbrahim b. Ali b. Ferhûn'un "Tabsiratu'l-Hukkâm", Hanbelî mezhebinin dağınık meselelerini biraraya toplayan İbn-i Reeeb'in "el-Kavâidul-Kübrâ" adlı eserleri burada anılabilir. Buna göre diyebiliriz ki, bu kaideleri okuyup incelemek bir fıkıh çalışmasıdır; fıkıh usûlü çalışması değildir. Bu kaideler, fıkhî hüküm¤lerden birbirine benzeyen meseleleri .biraraya toplama, birleştirme esasına dayanır. Bu itibarla Fıkhı; Usûl, furû ve kavâid (kaideler) olarak birbirine bağlı üç dereceye ayırmak mümkündür. Usûl, fer'î fı¤kıh meselelerinin temelidir. Çeşitli fıkıh mecmuaları meydana gelince, furû'u ve dağınık meseleleri genel ve birleştirici kaideler altında top¤lamak mümkün olmuştur ki, bu kaidelere, fıkhî nazariyeler denilebilir.
FIKIH İLMİNİN TARİHİ - FeyizlerSofrasi.com
www.feyizlersofrasi.com/FIKIH%20ilminin%20Tarihi%20(YG).htm
FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI. 1- Hz. Peygamber Dönemi .... e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh
.FIKIH İLMİNİN TARİHİ SÜRECİ
FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI
1- Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
2- Sahabe dönemi
3- Tabiun Dönemi
4- Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi)
5- Taklid ve Duraklama dönemi
6- Kanunlaştırma Dönemi
1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86)
Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.
Asr-ı saadette bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?” diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir müctehide sorabiliyorlardı.
Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri Kur’an ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş olması, Hz.Peygamber (s.a.v) hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır.
Bahsi geçen sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü belirlenmemiş ve bu konu bir problem olarak ortaya çıkmamıştır.
2- Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir.
Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.
Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
3- Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır. Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi Münazaraların Yapılması
Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre düzenlemiştir.
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.
Kerhi’nin (v.340) şu sözü o devirde hakim olan zihniyeti çok iyi göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.”
Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.
Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.
Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.
Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur.
İftâ usulü kitapları, ehl-i mukallidin fıkhi hükmü naklederken başvurması gereken usulleri bildirir. Bu kitaplar ehl-i tahric ve ehl-i ictihad için yazılmamıştır. Bu kitaplar müctehidler tarafından değil, mukallitler tarafından yazılmıştır.
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.
Hayreddin Karaman, Ders Notları, s.45
www.eraykitap.com/akaidfikih/fikihkosesi/fuhk/indexana.htm
Hemen akabinde, fıkıh, usul, fıkıh usulü kavramları izah ediliyor. ... Yayınevi Önsöz ·Fıkıh Usulünü Takdi
.
.
Kitabın giriş kısmında yayınevi notu olarak kitap ile ilgili kısaca şu bilgiler veriliyor. Yayınevinin notu: Klasik kitaplarda olmayan asrımıza ait bazı meseleler kitabın kapsamına alınmış ve usul çerçevesinde belki de "fıkıh usulü" kapsamını genişleterek incelemiştir. Örnek olarak "Hüküm Koyma" konusunu verebiliriz.
Kitapta anlaşılması zor meseleler sade ve anlaşılır bir dille anlatılmıştır. Bu da tercüme değil, telif bir kitabın getirdiği özelliktir. En zor ve çetrefilli meseleler başlıklarla ve misallerle anlaşılır hale getirilmiştir. Bu yönü ile eser kendi sahasında orijinaldir.
Kitabın sonuna çağımızın meselesi olan "Hilalin görünmesi - Halifelik - Helal besin" konulan ilave edilmiştir.
Kitabın yazılış öyküsü ile ilgili olarak Takdim kısmında: Kahire hukuk fakültesinde kaydedilmeye çalışılan ders notları ve sonradan ilave edilen açıklamalar, teşkil etmektedir. Önsözde ise Fıkıh usulünü inceleyen kişinin bilmesi gerekenleri izah edilirken şu bilgiler veriliyor : a. Müctehid İmamların dinî hükümleri çıkarırken kullandıkları metodları Öğrenir ve bu sayede yeni doğacak meseleler hakkında nasıl fetva verebileceğini bilmiş olur.b. Müslümanların müctehid imamlardan nakledilen dini hükümlere güveni artar. Ve mezhebleri birbirleriyle karşılaştırırla imkanı doğmuş olur.c. Fetva verme konumunda olan kişi, haklarında hüküm bulunmayan meselelerin mezheb İmamlarına göre nasıl bir hükme bağlanacağını öğrenir ve gereğini yapar.
Hemen akabinde, fıkıh, usul, fıkıh usulü kavramları izah ediliyor. Fıkıh ilminin ortaya çıkışı terminolojik olarak ortaya konuyor. Fıkıh usulü kitapları yazılırken takip edilen metod olarak, mezhebi esas alan metod, mezhebi esas almayan metod ve karma metod tarzlarını izah edip her birinden ayrı ayrı örnekler veriliyor.
Birinci bölümde, klasik fıkıh usulü kitaplarında yer almayan bir giriş yapılıyor. “Hakimiyet ve kanun koyma” başlığı ile, öncelikle itikadın önemi izah ediliyor. İtikad-fıkıh ilişkisi ayet ve sahih hadis delilleri ile ortaya konuyor.
Şer’i deliller ayrıntısı ile izah ediliyor. Ahkami hükümler başlıklar halinde izah ediliyor. Vaz’i hükümler başlığı altında ise, konular izah edildikten sonra, Mutezile, Hanefi-Maturidi ve Eşari’lerin bu konudaki görüşleri veriliyor.
|
|
Azimet, ruhsat, ikrah izah edildikten sonra, zorla yaptırılması istenen hususlar başlığı altında; İslam dininden çıkmaya zorlamak, kafir bir insanı Müslüman olmaya zorlamak, masum bir insanı öldürmeye zorlamak, zina etmeye zorlamak, evlenmeye zorlamak, boşamaya zorlamak gibi sürekli güncel olabilecek konular ayrıntısı ile izah ediliyor.
Haramlar ile tedavi edilme başlığında ise, kesinlikle caiz olmadığını delilleri ile izah ediliyor. Yalan söylemenin hükmü bölümünü okuduğumuzda, Müslüman şahsiyetin yalan söyleyemeyeceği delilleri ile ortaya konuyor.
Dini hükümlerin muhatapları konusu diğer usul kitapların olduğu şekli ile izah edilmiştir.
Hüküm çıkarma yolları başlığı altında, dil kuralları ve şer’i kaideler inceden inceye izah ediliyor. Dil kuralları kısmına bakıldığında, delillere inebilmek ve daha iyi anlamak için Arapça gramere tam hakim olunmasını gerektiğini görüyoruz. Yine, şer’i kaidelere bakıldığında, derinlemesine ilmi bir alt yapının gerekliliğini görüyoruz. Delillerden hüküm çıkarmanın zorluğu ve mesuliyetini daha iyi anlıyoruz.
Altıncı ve son bölümde, kitaba orijinallik katan 3 konu hakkında delilleri ile yapılmış izahları görüyoruz. Hilalin görünmesi konusunda, hilalin gözetlenmesinin bir sorumluluk olduğu, takvimlere veya bir kısım seküler kurumlara göre ramazan orucu tutulamayacağını-bayram edilemeyeceğini, esas olanın sünnete uymak olduğu izah ediliyor. Halifelik konusunda, gerekliliği ve o konudaki deliller ayrıntısı ile veriliyor. Fıkıh usulü kitaplarında görmeye pek alışkın olmadığımız bir konu hilafet konusu. Bu eseri okuyanların hilafet konusunda şuurlanması bile eserin okunması için yeterli bir sebep. Helal besinin gerekliliği konusunda ise, helal besin ve şartları izah ediliyor. Özellikle kesilen hayvanlardan elde edilen besin konusunda ne şekilde helal olacağı ne şekilde haramlaştığı izah ediliyor.
Fıkıh kitapları okunmadan önce fıkıh usulü kitaplarının okunması, hem konuyu idrak etmeye hem de bu konuda yozlaşmaya engel olacaktır. Usul bilgisi önemlidir. Yemek yemenin bile bir usulü var iken, amellerimizi konu edinen fıkıh ilminin usulsüz öğrenilmesi/okunması düşünülemez. Fıkıh bilincinin artması ve yayılmasına büyük katkıda bulunan bu eser vesilesi ile, eserin müellifi olan değerli alim Hasan Karakaya’ya Allah razı olsun diyor, hastalığından dolayı Allah’tan acil şifalar diliyorum. Kardeşlerimizden de dua talep ediyoruz.
|
|
Bugün 40 ziyaretçi (139 klik) kişi burdaydı!
|
|
|