|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
VESİLE-NAKŞ
MELHEMLU
Evliyâyı vesîle ve şefâ'at câiz midir?
Zümer sûresinin (Allah'tan başkalarını dost edinenler, onlar Allah'a şefâ'at ederek bizi yaklaştırır derler.) meâlindeki 3. âyeti ileri sürülerek, müslümanları müşriklere benzetmek, çok çürük, ahmakça bir şeydir. Abdullah bir Ömer'in bildirdiği hadîs-i şerîflerde Peygamber efendimiz (Bir zaman gelecek, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerîmeleri, müslümanları kötülemek için vesîka olarak kullanacaklardır.) ve (En çok korktuğum şey, âyet-i kerîmeleri, Allahü teâlânın dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır)buyurdu. Bu iki hadîs-i şerîf, Kur'ân-ı kerîme iftirâ edip, kâfirler hakkındaki âyet-i kerîmelerin müslümanlar için olduğunu söyliyenlerin türeyeceğini bildirmektedir. Putlara tapınmak ile, evliyâdan yardım istemek birbirine benzemez. Putlara yalvarmak, Cehenneme götürür. Evliyâya yalvarmak ise, Allahü teâlânın affına, merhametine sebep olur. Evliyâya yalvarınca, Allahü teâlânın merhamet edeceğini (Allah'ın sevdiği kulları hatırlanırsa, Allahü teâlâ merhamet eder.) hadîs-i şerîfi de göstermektedir. (İ. Ahmed) Peygamberden şefâ'at istemek, tabîbden ilâç istemek, buluttan yağmur beklemek gibidir. Böyle sebeblere yapışmak, Allahü teâlâya şirk olmaz. O'nun âdetine uymak, O'na itâ'at etmek olur: (Bana itâ'at etmek isteyen, Resûlüme itâ'at etsin!) [Nisâ 80] Şefâ'at edilmiyen günah İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: (Şefâ'atin hak olduğuna inanmak, Ehl-i sünnet i'tikâdındandır. Fakat öyle günahlar vardır ki, şefâ'at ile önlenmez. Nitekim Allahü teâlâ (Onlar, Allah'ın hoşnut olduğu kimselerden başkasına şefâ'at edemez.) buyurdu. Hergünah, şefâ'atle önlenseydi, Peygamber efendimiz, Allah'a isyân edilmemesi lâzım geldiğini bildirmezdi. "Nasıl olsa şefâ'at var" diyerek takvâyı bırakıp isyâna dalmak, bir hastanın akrabâsı olan doktora güvenip, bizim doktor nasıl olsa tedavi eder diye kendini tehlikelere atmasına benzer. Bilmeli ki doktor, her hastalığı değil, ba'zı hastalıkları tedâvi edebilir. Şu halde doktora güvenip de hastanın zararlı şeyler yiyip içmesi doğru olmaz. İşte şefâ'at sâhibi peygamberlerin, sâlihlerin yakınlarına yapacakları şefâ'atleri de böyle anlamak gerekir. Meselâ hepsi Cennetle müjdelenen Sahâbe-i kirâm bile, Resûlullahın şefâ'atine kavuşacaklarını bildikleri hâlde, yine de, korku içinde ibâdete sarılmışlar, taş, toprak, kuş olmayı istemişlerdir. O halde şefâ'ate lâyık olmaya çalışmalıdır. Resûlullah efendimiz, şefâ'at isteyen bir Sahâbîye, (Sen de bu hususta namaz kılıp, çok secde etmekle bana yardımcı ol) buyurdu. (Müslim) Hz.Ali, "Dost edinin, dostlarınız sizin için dünya ve âhıret sermayesidir, şefâatçilerinizdir" buyuruyor. Şuarâ sûresinin 100. âyetinde, Cehennemdekilerin (Bizim için şefâ'at edici [şefâ'at etmesine izin verilen] kimse yoktur) dedikleri bildirilmektedir. Aynı sûresinin 26. âyetinde ise (Îmân edip sâlih amel işleyenlerin duâlarına icâbet eder. Lütfunda fazlasını da verir) buyuruluyor. Lütfundan fazlasını verir ifâdesi, "Onlara şefâ'at edici arkadaşlar verir ve beraber Cennete girerler." diye tefsir edilmiştir.) [İhyâ] Şefâ'at elbet haktır Bütün müfessirler, muhaddisler ve fakîhler gibi, dört mezheb imâmı da şefâ'atin hak olduğunu bildirmişlerdir. Bütün âlimlerin en büyüğü olan İmâm-ı a'zam hazretleri (Peygamberler, âlimler ve sâlihler, günâhkârlara şefâ'at edecektir.) buyurdu. (Fıkh-ı ekber) Buraya kadar, şefâ'atin hak olduğunu bildiren âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarından ba'zısını bildirdik. Kur'ân-ı kerîmi en iyi anlıyan Peygamber efendimiz, Eshâbı ve Ehl-i sünnet âlimlerinin tamamı şefâ'atin hak olduğunu bildirmiştir. Bir hadîs-i şerîfin Kur'ân-ı kerîme aykırı olup olmadığını en iyi bilen muhaddisler ve diğer Ehl-i sünnet âlimleridir. Bütün muhaddisler, şefâ'atle ilgili hadîs-i şerîfleri bildirmişlerdir. Onlar, bir hadîsin Kur'ân-ı kerîme aykırı olup olmadıklarını bilemiyor da, Mu'tezileyi taklid eden Mısırlı, Suriyeli ve yerli türedi mezehpizler mi biliyor? Âlimler buyuruyor ki:Şefâ'at elbet haktır. İnkâr eden ahmaktır.
Alıntı:Medineweb
Ebubekir Sifil Hocaefendi: İstiğase vardır
18 Mart 2016, 08:20
İstiğase hakkında bir yazı..
– Peki istiğâse meselesi… Çünkü bu konuyu bazıları çok kafasına takıyor. İstiğaseyi tevessülün bir alt dalı olarak ele alanlar, farklı bir boyutta ele alanlar var.
Sifil: Bu meseleyi fazla büyütmenin bir anlamı yok. Öyle zannediyorum ki meselenin mukaddimeleri konuşulduğunda taraflar arasında ihtilafın dairesi daralacaktır. İstiğase dediğimiz şey o anda orda olmayan, hazır olmayan bir varlıktan yardım istemek. İstiğâsenin nasslara daha doğrusu tevhide aykırı olmasının sebebi nedir? Size yardımı dokunamayacak birisinden yardım istiyorsunuz. Bunu bir takım nasslar çerçevesinde ele aldığımızda –maksat tartışmak ise- biz mevcut varlıklardan da yardım istemenin tevhide aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Yani müsebbibu’l esbâbı hesaba katmadan, sebeplere sebep olma özelliğini kazandıranı hesaba katmadan mahlukatı siz kendinden kudretli varlıklar olarak algılarsanız bu tevhide aykırı olur. ما رميت اذ رميت و لكن الله رمي “Attığın zaman sen atmadın Allah attı.” Bu ayeti nasıl anlayacağız? Onun için Ehl-i Sünnet alimleri tevellüdü reddeder, Mutezile bunu şiddetle savunur. İşte matematik kesinlikte eğer şu fiil şöyle işlenirse sonucu şu olur gibi, siz yayı gerdiniz oku bıraktınız, hedef neresiyse ok oraya gider, bu şaşmaz derler. Ehli Sünnet der ki: Hayır, zorunluluk yok. Allah dilerse ateş İbrahim’i yakmaz. Onun için Ehli Sünnet tevellüde itiraz eder. Matematik kesinlikte olayların birbirini doğurması ve neticelendirmesi doğru değildir. İlahi kudret buna taalluk ettiği sürece bu böyledir. İlahi kudret buna taalluk ederse bu olur, etmezse olmaz. İstiğâse bahsi de böyledir.
Sizin düzenli kullandığınız ilacın bizzât kendisinde mi bir iyileştirme vasfı var? Yoksa ona o vasfı veren mi var? Yahut siz doktora gittiğinizde şifanın ondan geldiğini düşünerek mi gidiyorsunuz? Yoksa zihninizin arkaplanında otomatik işleyen bir mekanizma mı var? Yani karnım acıktığında hemen nasıl yemek yiyorsam, bu benim nasıl yemekten medet ummam mânâsına gelmezse, karnım ağrıdığında doktora giderim, bu benim doktordan medet ummam değildir. Sünnetullah böyle olduğu için, benim iyileşmemi bu sebeplere bağladığı için böyle yapıyorum. İstiğâse de böyledir. Allah Teâlâ nezdinde belli bir mevkii olan varlıklar var, mesela melâike-i mukarrebûn var, peygamberler, salih insanlar var. Bunlar bizi Allah’a yaklaştıran vesilelerdir ve o insanlar ölüp gitmekle o kıymetleri eksilmez, azalmaz. Çünkü bu varlıkları onların bedenlerine bağımlı, bedenle birlikte yok olup giden bir varlık değil. Her varlığın bir hakikati var.
Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm sahabiye imanın hakikatini soruyor hadiste. Herşeyin bir hakikati var, insanın da bir hakikati var. İnsanın hakikati bu bedene mahsus derseniz yanılırsınız. Beden çürüdüğünde hakikati biter o zaman. Demek ki Allah Teâlâ bazı şeyleri bazı vesilelere bağlıyor. Tıpkı sahih hadiste mağara ashabında olduğu gibi, salih amellere bağlamış. Hz. Yusuf Aleyhisselâm babası Hz. Yakup Aleyhisselâm’ın yanına giderken önce gömleğini göndermiş. “Bunu götürün, alsın gözlerine sürsün, açılır” demiş. Oysa Hz. Yakup bir peygamber, Allah’la daimi iletişimi olan bir peygamber. Dua edecek gözleri açılmayacak, ama bir bez parçasını sürünce açılacak. Allah Teâlâ her şeyi bir şeye sebep kılmış. Bunun da o sebepler cümlesinden olarak değerlendirilmesinin bir mahzuru yok. Ta ki siz istiğâsede bulunduğunuz insanın bizzat kendisinde, kendisiyle kaim bir kudret olduğuna inanana kadar. Buna inanırsanız burada tehlike başlar. Tıpkı doktorun kendisinde zâtıyla kaim bir kudret olduğuna inanmanız gibi. Tıpkı ilacın kendisinden kendisiyle kaim bir iyileştirme kudretinin olduğuna inanmanız gibi. Burada nasıl bir tehlike varsa, orda da öyle bir tehlike var.
İkinci bir husus: Bu bir farz, vacib, emir değil. Yani sıkıştığınızda Allah’ın sevgili kullarından yardım isteyin diye bir emir yok. Bunlar şer’i menduplar çerçevesinde cereyan etmiş şeyler. Siz başvurmazsınız, öbür adam başvurur. Efendimiz’in saçıyla, sakalıyla teberrükte bulunulduğunu biliyoruz. Bunlar birbirinden farklı kavramlar olabilir. Ama İmam Ahmed gibi bir büyük imam vefat ederken Efendimiz’in saçının veya sakalının bir kılının ağzına konulmasını vasiyet etmiş. Hafız Zehebi Siyerü Alami’n Nübelâ’da naklediyor. Hz. Enes’in bir rivayette annesine, bir rivayette babasına saçından, sakalından bir tutam gönderdiği sahih rivayetlerde naklediliyor. Yine Müslim’de geçen bir rivayet: Ümmehât-ı mü’mininden birisi “bir küçük kavanozun içinde Efendimizin sakalının bir kılı bulunurdu yanımızda” diyor. “İşte çoluğu çocuğu hastalanan kişiler ellerinde bir kap suyla gelirlerdi bize, biz de o teli alırdık oradan, o suyun içine batırırdık. Onlar da kabı götürür, hastalarına içirir ve şifa bulurlardı.” diyor. Bunlar sahih rivayetler. Şimdi biz kılın kendisinde mi kudret vehmediyoruz? Hayır. Bu kılın sahibinin Allah indindeki makamından mevkiinden.. Bunun farkındayız, sahabi de onun farkındaydı. Onun için dedim tevessül meselesinde İbni Teymiyye’ye gelene kadar bir ihtilaf yoktur.
Kısacası bu meseleyi ümmetin birliğini bütünlüğünü zedeleyici hususlar olarak gündemde tutmak yanlıştır. Tevessülde bulunan kişide eğer tehlikeli bir eğilim yanlış bir kabul varsa şuurlu müslümana düşen onu uyarmaktır. “Bak sen yanlışa doğru gidiyorsun, şu çerçeveyi, şu sınırı aşma.” der. Emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker vazifesini yapar. Ama hadi diyelim ki İbni Teymiye’den sonra bu mesele muhtelefun fih bir mesele oldu. Muhtelefun fih bir meselede insanların birbirlerini şirk ve küfürle itham etmeleri nasıl bir şeydir? Yani en azından şunu diyebilmemiz lazımdır: Bu meselede ulema ihtilaf etmiş. Sen şu alimin görüşünü benimsemişsin, ben öbür alimin görüşünü benimsemişim. Birbirimize hakkı tavsiye çerçevesi içinde tutarak birbirimizi ikaz edelim, birbirimizi tekfir etmeyelim.
– Biraz daha netleşmesi için soruyorum: Kimilerinin medet ya şeyh gibi hitaplarını nasıl düşüneceğiz? Yoksa olmasa daha iyi mi olur diyorsunuz? Bu meselede ne dersiniz?
Sifil: Şimdi bir takım mübahlar vardır. İşleyenin durumuna, işlendiği ortama ve işleniş niyetine göre hüküm değişebilir. Yani bir adam öyle dese bu tek başına ele alındığında mubah bir şeydir. Ama böyle derken bu adam Abdulkadir Geylani hazretlerinin kendisinde zâtıyla kaim bir kudret vehmederek böyle söylerse bu tehlikelidir. Ama özellikle muteahhirûn müfessirler وابتغوا اليه الوسيلة ayetini bu çerçevede değerlendirmişler. Buradaki vesile mutlaktır. Her türlü vesileyi içine alır. Allah Teâlâ’ya yakınlaşmak için insan her türlü meşru vasıtayı vesile edinebilir.
– Yetiş boğuluyorum diyor mesela. Buraya indirgeyebilir miyiz meseleyi?
Sifil: Yani böyle bir panik hali var tabii burada. Birazda belki insanın hemen yakınındakini görmesi daha sık cereyan eden bir şey. Evet önemli olan insanın Allah’la irtibatının daim ve kaim olmasıdır. Ama bu bir takım şeylerin başka bir takım şeylere vesile olduğu gerçeğini de inkar etmemizi gerektirmez. Böyle bir vartaya düşmüş bir insan mesela kamyonla gidiyor kamyon yuvarlanacak dedi ki: “Ya Şeyh Abdulkadir! Varsa bir şeyin gel.”
– Hocam adamın birisi işkence çekerken yazmış bunu. Abdulhakim Arvasi hazretlerinin ruhundan himmet talep ettim gibi bir cümle kullanıyor mesela. Ve bundan fayda gördüğünü de söylüyor. Bu bir motivasyon mu, yoksa böyle bir şey mümkün müdür?
Sifil: Mümkündür. Ruhların böyle bir tesir kabiliyeti vardır. Fahreddin Razi bunu el-Metâlibu’l Âliye’de çok uzun bahisler halinde zikrediyor. Diyor ki: “Bir adam salih bir adamın kabrinin başına gitsin. Bugün kü tabirle trans haline geçsin, o ölünün ruhu ile bu dirinin ruhu arasında bir iletişim olur.” Yani ölmüş gitmiş bir adamın ruhu dirilerle irtibata geçebilir mi? Geçebilir, mümkündür bu.
Şimdi ölünün ruhunun dünyayla taallukatının kesilmediğini biliyoruz. Yani bu konuda öyle derin felsefi tahillere gerek yok. Siz Kur’ân okuyup gönderdiğinizde ölünün ruhu ondan istifade ediyorsa, demek ki ölünün ruhunun dünyayla taallukatı kesilmiş değil. Cenaze namazı kılıyoruz. Niye kılıyoruz? Cansız bir bedeni koyuyorsunuz musallaya, önünüze alıp namaz kılıyorsunuz, ona dua ediyorsunuz, imam efendi “merhumu nasıl bilirsiniz” diyor, siz de “iyi biliriz” diyorsunuz. Bunu niye yapıyoruz, ölmüş gitmiş bir adamın ne faydası var bundan? İşte ölünün bu dünyayla taallukatı devam eder. Burada akla “bu istiğâse değil ki” gibi bir düşünce gelebilir. Ama bizim için önemli olan burada ölünün dünyayla irtibatının kesilmediğidir. Kur’ân okursunuz, onun ruhu ondan istifade eder. Sadaka-i cariye olur, yine faydasını görür, ruhlar birbiriyle görüşür. Bedir kuyusuna atılan müşriklere Efendimiz hitap ediyor ve sahabe diyor: “Ya Resulallah! Ölmüş gitmişler duyarlar mı?” O da buyuruyor: “Bunlar sizden daha iyi duyarlar.” Dolayısıyla ölmüş gitmiş diye bir adamın dünya ile ilişkisi bitmez, devam eder. Hele bu adam Allah indinde makbul bir makama sahip bir kul ise onun durumu daha başka olur. İşte çoğumuz duyuyoruz görüyoruz evliya ve şehid cesetleri çürümüyor. Bu bir varlık mertebesidir. Varlık dediğimiz şeyden başlamak lazım belki bu konuda. Çünkü varlığı biz duyu organlarımızla, hissiyatımızla sınırlı sanıyoruz. Bunların birincisi bizim yaşadığımız hayattır. Bir başkası şehidin hayatıdır. Bir başkası meleklerin yaşadığı varlık mertebesidir. Mesela bir başkası İsa Aleyhisselam’ın varlık mertebesi. Halen yaşıyor ve tekrar gelecek. Bu mesele biraz da “his” meselesi. Yani insanın derununda duyması gereken bir şey. Bir “hâl” hâli. Ama tekraren söyleyeyim bunu yapmak farz değil, vacib değil. Bir insan bunu yapmasa günaha girmez. Ama bunu meşru çerçeve içinde yapanları da şirk ve küfürle suçlayamayız.
Ebubekir Sifil
.
Asıl "Rabıta" Şirktir Diyenler Şirktedir..
06 Kasım 2015, 18:42
Rabıta şirktir diyip kenara sıyrılmaya çalışırlar, ama asıl tehlikenin farkına varmazlar..
Besmele, hamdele, salat ve selamdan sonra..
Hâlis Mü'minler olan muteşerri' Tasavvuf ve Tarikat yolcularını şirkle itham eden ve rabıta amelini işleyen ehl-i îmânı müşrik olmakla yaftalayan asrın Hâricîleri türetildi. Râbıtanın şirk olduğuna dair, delâletleri kat'î veya zannî ne bir ayet ne de sahih yahut zayıf bir hadis getiremeden bu çirkeflikleri sergilemektedirler.
Yaptıkları sadece müşrikler hakkında başka meseleler için gelen nasları bulup rabıtayı onlarda söylenenlere kıyas etmekten ibarettir. Kıyasın ameli meselelerde hüccet olduğu, Ehl-i Sünnet'in Cumhuruna göre -ki hamdolsun bizler de onlardanız- kabul edilse bile, Zâhiriyye mezhebince reddedilmektedir. Akîdede ise kıyas -ancak zan bildirmekte olduğundan- hiçbir Ehl-i Sünnet âlime göre delil olmaz. Böyle bir kıyası akîdede bile delil alıp onunla Müminleri şirkle suçlamak gibi delilik yahut cahillik veya sapıklık ancak bu Yeni Haricilerin şanı olsa gerektir.
Bu Yeni Hariciler -Asrın Deccalı'nın da şiddetle karşı olduğu- Şerîat dairesindeki Tasavvuf ve Tarikat erbabına ve ehl-i zikre son derece düşmandırlar. Burada sizlere -inşâellah- bu rabıta meselesinin sadece bir yanını ele alacak, ona şirk, rabıta yapanlara da müşrik diyenlerin ortak vasfından söz edeceğiz..
Râbıta, onu yapanların bir kısmına göre sadece kâmil bir zatı tasavvurdan, kimilerine göre de hem tasavvur (zihinde ve akılda canlandırma) hem de istimdat ve istiğaseden (yardım istemekten) ibarettir.
Tasavvur'un -değil şirk- haram veya mekruh yahut ta hilâf-ı evla olduğunu söyleyen dünden bu güne aklı başında -cahil veya âlim, kâfir yahut Mümin- hiçbir kimse bilinmemektedir, yoktur. Haram ve şirk hükmünü vermekte çok rahat olanların belki de başlarında yer alanlardan biri olan İbnu Teymiyye bile bunun mubah ve güzel olduğunu söyler.[1]
Ayrıca bu tasavvur fıtrî bir şey olmakla bir kimseden ondan uzak durmasını istemek, ona mutlak olarak bu yükü yüklemek, teklif-i mâ lâ yutak (kula, güç yetirilemeyecek bir yükü yüklemek) alacağından Şer'an caiz bile değildir. Zîra bir şeyleri, hele sevilen kişileri hiçbir şekilde zihinde canlandırmamak kişinin gücünün sınırlarını aşan ve taşan bir iştir.
Hatta tasavvur meselesine başka bir zaviyeden bakıldığında bütün kadıyyelerin ilk yarısının tasavvurlardan, ikinci yarısının da tasdiklerden ibaret olduğu görülecektir. Bu, ilim sahiplerince bilinen bir şey olup açıktır; tasavvursuz hiçbir hüküm verilemez..
Hatta tasavvurlardan bazısı Allah'ı zikretme sebebi olmakla zikirdir; dolayısıyla da en güzel ve en büyük amellerden olduğu hadislerle sabittir.
Nitekim Ahmed İbnu Hanbel ve başkaları, Amr İbnu Cemûh radıyallahu anhu yoluyla, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’den, bir hadisin sonunda Allah celle celâlühû’nun şöyle buyurduğunu rivâyet ettiler:
{ وَإِنَّ أَوْلِيَائِى مِنْ عِبَادِى وَأَحِبَّائِى مِنْ خَلْقِى الَّذِينَ يُذْكَرُونَ بِذِكْرِى وَأُذْكَرُ بِذِكْرِهِمْ }
‘...Zîrâ kullarımdan velîlerim, yarattıklarımdan sevdiklerim o kimselerdir ki, benim zikredilmemle (benim hâtırlanıp akla getirilmemle) onlar zikredilir (hâtırlanıp akla gelirler), onların zikredilmesi (hatırlanıp akla getirilmesi) ile de, ben zikredilirim (hatırlanıp akla gelirim.)’[2]
Hadîsin Sıhhat Bakımından Tahlîli:
Nûreddîn el-Heysemî bu hadîsi, isnâdındaki râvîlerden Rişdîn isimli râvînin çoğu âlimler tarafından zayıf bulunduğu ve senedinin kopuk olduğu ile illetli buldu.[3]
Deriz ki: Bu kesiklik, biz Hanefîlere ve başka birçoklarına göre ise hadîsin sağlamlığına zarar vermez.
Çünkü Bir: Biz Hanefîlere göre, râvîler, isnadı zayıf hâle getirecek derecede zayıf değilse, senedin ilk üç asırdaki kısmında bulunan kesiklik, kopukluk, rivâyetin sahîhliğine veya hasenliğine zarar vermez. Nitekim İmâm Buhârî tarafından Amr İbnu Cemûh’dan duymadı denilen Ebû Mansûr, yine O'nun (Buhârî’nin) şâhidliğiyle sağlam bir kimsedir.[4]
İki: Üstelik sözü edilen bu kesiklik, kuvvetle muhtemel Buhârî’nin şartına göre böyledir. Nitekim bu hükme medâr olan söz Buhârî’nin Ebû Mansûr, Amr İbnu Cemûh’dan duymadı ma’nâsındaki sözüdür. Cumhûra göre ise böyle değildir. Aynı asırda olmak ve birbirine kavuşmak imkânı, bitişik olmak için Müslim’in de içlerinde bulunduğu cumhûra göre kâfîdir…
Üç: Rişdîn’in âlimlerin çoğu tarafından zayıf bulunmuş olması bir takım âlimler tarafından sağlam bulunması manasına gelir. Ahmed İbnu Hanbel'in Onun hakkındaki tavrı da bunu te'yîd etmektedir. Nitekim beşinci maddede gelecektir. Zîrâ Şerîat sâhibinin dışındakilerin sözlerinde Mefhûm-i Muhâlefet söz birliği ile hüccet olur.
Dört: Bu Rişdîn’in sağlam olduğunu söyleyenler de vardır. Nitekim Alâuddîn Muğlatay (ö:762), Ahmed İbnu Hanbel’den, O’nun hakkında, bir rivâyette, “ Sâlihul-hadîs (hadîsi sağlam biridir) veya sağlamdır, başka bir rivâyette de hadîsde insanların en sağlamıdır dediğini" nakletmiştir.[5] Bilindiği gibi Ahmed İbnu Hanbel, bu haberin râvîsidir.
Beş: Sahîh görüşe göre, Ahmed İbnu Hanbel’in, bir hadîsi Müsned'ine alması o hadîsin O’nun mezhebi olması manasına gelir.
Çünkü rabıta düşmanlarının biricik imamı İbnu Teymiyye (ö:728) şöyle dedi:
İmâm Ahmed İbnu Hanbel Sünnet’ten veya Eser’den hangi rivâyeti yaptı, sahîh veya hasen olduğunu söyledi veya senedinden râzı oldu veya onu reddetmedi, kitâblarına yazdı ve aksine fetvâ vermedi ise, o (rivâyet) O’nun mezhebidir. (O’nun mezhebi) değildir de denilmiştir.[6]
Bu dediğimiz, Ahmed İbnu Hanbel'den Müsned'deki bazi hadislerin zayıf olduğuna dair yapılan nakiller ile asla çelişmez. Zira O, zayıf rivayeti -ona muarız daha kuvvetli rivayeti bulmadıkça- kendi reyine her zaman tercih ederdi. Şimdiki zayıf hatta geberik aklını putlaştıran ve on para etmeyen reyini nas gibi kabul edip pazarlayanlar gibi yapmazdı. Yani rivayet zayıf olmasına rağmen aynı zamanda onun mezhebi de olabilir.
Görüldüğü gibi burada onun tarafından, değildir de denilmiştir ifâdesi kullanılmıştır. Bilinmektedir ki, denilmiştir kelimesi bazen zayıflık ifâde eder. Burada birinci görüş denildi lafzıyla ifade edilmediği halde ikinci görüş denildi ile anlatıldı. Bu da buradaki denildi sözünden, görüşün zayıflığının anlaşılacağının karinesidir (ipucudur.)
Hadîsi -önceden de geçtiği gibi- başta Ahmed İbnu Hanbel rivâyet etmiştir. Sahîh veya hasen olduğunu söylemedi veya senedinden râzı olduğunu ifâde etmedi; ama onu reddetmedi, kitâbına koydu ve aksine fetvâ vermedi. (Öyle) ise sahih olan görüşe göre bu hadîs O’nun mezhebidir. Üstelik hadîsi alıp bir Sünnet Mecmû'asına koymasının ve i'tirâz etmemesinın zâhiri de bunu gösterir.
Şu halde hadîs, hasen lizâtihî, en kötü ihtimâlle de, hasen liğayrihî olur. Dolayısıyla cumhûr’a göre hüccettir. Allahu a’lem.
Hadîsin Nahiv Yanıyla Kısmî Bir Tahlîli
Bu hadîs-i kudsî’de Mevlâ teâlâ, kendisinin zikri ile dostlarının zikrinin birbirinden ayrılamayacağını, yâhud birbirinesebebolacağını, yâhud birbirine vâsıta olacağını veya birbiri ile beraberolacağını haber veriyor. Yani, eğer hadîsteki { با }bâharfi cerri,{ إلصاق }ilsak manası için ise, bitiştirme neticesinde bitişme ve birbirinden ayrılmama ma’nâlarından dolayı, musâhabe (beraber oluş) ma’nâsında ise, beraberolma,istiâne (bir şey yardımıyla) ma’nâsında ise, 'onun yardımı ve vâsıtası ile' ma’nâlarından dolayı velîleri hâtırlamak (akılda tutmak) zikirdir. Mulâbese (kuşanma, bürünme) ma’nâsında ise, bir elbiseye bürünürcesine velîleri hâtırlamaya bürünmek ve onu kuşanmakla velîleri zikretmek yani hâtırlamak ve akılda tutmak,Allah’ı zikretmeği (hatırlamağı), Allah’ı zikretmek de velîleri zikretmeği (hatırlamayı) hâsıl eder.
{ با }Bâ harf-i cerri, meşhûr on dört ma’nâsından, en meşhûru olan ilsakiçin hakîkat, değerleri için demecâz mı, yoksa bütün ma’nâları için müşterek mi, yâhud bütün isti'mâllerinde ve ma’nâlarında ilsak ma’nâsı mı var, veya her ma’nâ ılsâk ma’nâsının fedleri olup, hepsi için birden mi vaz’ edildi? mevzûu geniş, nahiv ve Usûl-i Fıkıh kitâblarında etrâflıca yer almaktadır..[7]
Buradaki ba harfi hangi ma’nâya alınırsa alınsın, değişmez; bütün yollar rabıtaya çıkar.
Bu kudsî hadîsde geçen,{ يُذْكَرُونَ بِذِكْرِى }ifadesiile}{ اُذْكَرُ بِذِكْرِهِمْ lafızında bulunan { باَ }bâharfi cerri,râbıtayı, yani rûhî ve manevî beraberliği ifâde ediyor. Hattâ nerdeyse bu ma’nâ için getirildi; mantûku ile bu manayı gösterir. Öyle olmadığı iddia edilse bile, işâreti, değilse delâleti ile kat’iyyetle bu ma’nâyı göstermektedir.
Bütün bunlardan dolayı, râbıta şirktir, rabıta yapan da müşriktir diyenler, en azından mubah bir işi en büyük haram olan şirkten saymakla yeni bir şeriat uydurmuş, Allah'ın hükmetmediğiyle hükmetmiş ve böylece kendilerini Allah'a ortak ilan etmiş, netice olarak ta asıl kendileri müşrik olmuşlardır.
Biz böylelerine şahs-ı muayyen (Ali, Veli ve başka belli kişiler) olarak -cahilliklerinin yahut zayıf delillere dayanan tevillerinin mazeret olarak kabul edilme ihtimalinin az da olsa bulunduğundan dolayı- müşrik diyemiyorsak ta bu işi yapanların hükmünüm şirk olacağını söylüyoruz. Asıl müşrik onlardır diyoruz.
Bu hükmümüzün medarı, (kaale alınacak âlimler tarafından) üzerinde yapılan icmadır. Ellerinde hiçbir nakli delil bulunmadığı halde yaptıkları alakasız kıyaslarla ve başka batıl akli delil saydıkları şüphelerle mümin olduğunu söyleyen birilerini şirkle itham etmek şirk değildir de nedir?..
Belli şartlarda ve şekillerde yapılacak olan istiğase ve istimdat'ın da şirk olmayacağında âlimlerimizin sükûtî (susmakla) icmaı vardır.
Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin kabrine gelip, Yâ Resûlelleh!.. Ümmetin kuraklıktan kırıldı, Rabbinden yağmur iste şeklinde talepte bulunan Sahabi veya bir başka kişinin haberini getiren Mâlikü'd-Dâr hadisini rivâyet eden İbnu Ebî Şeybelere ve başkalarına yahut kitaplarına alan ve sahih olduğunu söyleyen hadiste müminlerin emîri Askalânîler ve daha nicelerine[8] bin iki yüz seneyi aşkındır kim müşrik dedi?..
Asrın Hâricileri ve hadisteki ifadesiyle cehennem köpekleri olan[9] câhil bedevi müşriklerden başka hiç kimse..
İmam Hâfız Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mûsâ İbni Nu’mân el-Mezâlî el-Merrâküşî (ö 683) şöyle diyor:
Bize rivayet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî, Ali radıyellahu anhu ve kerremellahu vechehû’nun şöyle dediğini anlattı:
"Resûlüllah sallellahu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç gün sonra yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallellahu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, toprağından başına saçtı ve şöyle dedi:
Söyledin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen Allah’tan anladın. Sana indirilen ayetler arasında, Şâyet onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelseler, hemen Allah’tan af isteselerdi ve onlar için Resûl de af isteseydi, Allah celle celâlühû’yu elbette tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı ayeti de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen maksadıyla geldim.
Bunun üzerine kabirden hemen, bağışlandın diye ses geldi."[10]
İmam Ebû Abdillah Muhammed İbnu Mûsâ İbni Nu’mân el-Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi isnadıyla, Muhammed İbnu Nu’mân İbni Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivayet etti:[11]
“Medîneye girdim ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selam verip hoş bir dua yaptı. Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı için yâ Resûlellah sallellahu aleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini topladığı bir kitab indirdi ve kitabında, şâyet onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelseler ve hemen Allah’dan af isteselerdi, Resûl de onlar için af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı buyurdu ve dediği de haktır. Ben sana günahları(mı) i’tirâf ederek ve seni Rabbine şefaatçı yapmaya geldim. O da (bu âyetinde) va’dettiğidir.”
Sonra kabre döndü ve şöyle dedi:
“Ey en hayırlısı, düzlükte kemikleri gömülenlerin!..
Ve güzel koktuğu, güzel kokularından, düzlüğün ve yüksek tepelerin…
Sensin o Nebî ki, umulur şefâati,
Sırat’ta, kaydığı zamanda ayaklar…
Canımdır feda o kabre ki, sensin sâkini…
Ondadır temizlik ve istikamet, ondadır cömertlik, ondadır kerem!.”
Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç şübhe etmiyorum İnşaellah.
Muhammed İbnu Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu ilâveyi yaptı:
“Derken uyuya kaldım ve hemen Nebî sallellahu aleyhi ve sellem’i rüyada gördüm, bana şöyle dedi:
Ey Utbî! Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nun onu bağışladığını müjdele.”[12]
Kısacası Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in kabrine gelip Yâ Resûlelleh!.....Benim için Rabbinden af iste diye ağlayıp sızlayan, başına topraklar saçan ve O'dan istiğfar isteyen Utbî'nin kıssasını nice muhaddisler ve fakıhler kitaplarında naklettiler. Bu rivayeti birbirine yakın lafızlarla rivayet edenlerden bazıları:
İmam Beyhakî,[13] İmam Muhaddis Nevevî,[14] İmâm Muhaddis Ebû Muhammed İbnu Kudâme,[15] Ebu’l-Ferec İbnu Kudâme,[16] Mensûr İbnu Yûnus,[17] İmâm Muhaddis fakıh Kurtubî,[18] İmam Muhaddis ve Müfessir İbnu Kesîr,[19] İmam Müfessir Nesefî,[20] İmam İzz İbnu Cemâa,[21] İmam Muhaddis İbnu’l-Cevzî,[22] İmam Muhaddis Sâlihî,[23] İmam Muhaddis Semhûdî,[24] İmam Ebu’l-Yümn İbnu Asâkir,[25] İmam Muhaddis İbnu’n-Neccâr,[26] İmam Muhaddis İbnu Hacer el-Heytemî[27] ve başkaları..
Hatta İmam Nevevî, Utbî’nin bedevîden naklettiği beyitleri, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehap olduğuna delil getirmiştir.[28]
Bu imamlara bin seneyi aşkındır hangi âlim -haşa- müşriktir dedi, şimdi hangi densiz ve dinsiz müşrik diyebilir?!..
Bu büyük imamların kitaplarında bu kıssayı bin seneyi aşkındır okuya gelen âlimlerden hangisi, bu büyük muhaddislere, Beyhakî'ye İbnu Asâkir'e, İbnu'l-Cevzî'ye, Nevevi'ye, İbnu Kesîr'e, İbnu Kudâme'ye, müşrik demiştir? Devrimizdeki tevhid ehli olduğu iddiasındaki câhil müşriklerden başka hiçbir kimse.. Öyleyse bu amel Ümmet'in âlimlerinin icmaı ile şirk değildir.
Ayakları uyuştuğunda Yâ Muhammed yetiş!. diye seslenen Abdullah İbnu Ömerlerin ve bunun haberini veren Buhârîlerin[29] ve İbnü's-Sünnîlerin,[30] onu kitabında nakleden İbnu Teymiyye'nin[31] ve onu şerh eden Hâfız Bedreddîn el-Aynî'lerin müşrik olduğunu hangi âlim söyledi ve söyleyebilir? Hangi imanı olan iddia edebilir?!..
İbnu Kesîr şöyle naklediyor:
“(Halid İbnu Velîd) sonra Müslümanların şiarı ile seslendi. Onların (Müslümanların) o günkü (Yemame günündeki) şiâr’ı, ‘Yâ Muhammedâhu’ (Ey Muhammed yetiş!..) idi.”[32]
Hâfız İbnu’l-Cevzî (ö:597) el-Vefâ’sında, isnadıyla Ebû Bekr İbnu’l-Mukrî'den şöyle dediğini rivâyet etti:
Ben (Ebû Bekr), Taberânî ve Ebû’ş-Şeyh, Nebî sallellahu aleyhi ve sellem'in hareminde idik. Açlık bize tesir etmiş haldeydi. O gün visal yapmıştık, önceki günün orucundan iftar etmeden oruç tutmuştuk. Akşam vakti olunca, Nebî sallellahu aleyhi ve sellem’in kabrine geldim. ‘Ya Resûlellah!... Açız’ dedim ve döndüm. Bunun üzerine, Ebu’l-Kâsım (et-Taberânî) bana ‘otur, ya rızık, ya da ölüm gelecek’ dedi. Sonra, ben ve Ebû’ş-Şeyh uyuduk; Taberânî bir şeye bakıyordu. Vakit geçmeden bir Alevî çıka geldi, kapıyı çaldı; biz de açtık. Bir de baktık ki, yanında iki hizmetçi vardı. Onlardan her birinin elinde, içinde çok şey bulunan birer sepet vardı. Oturduk, yedik; kalanı da hizmetçinin alacağını zannettik, ama koydu gitti ve kalanları da bize bıraktı.
Biz yemeği bitirince, Alevî, Ey topluluk!.. Beni Resûlüllah'a mı şikâyet ettiniz? Zîra ben rü’yamda Nebî sallellahu aleyhi ve sellem’i gördüm; size bir şey getirmemi emretti dedi.[33]
Bu kıssayı Hâfız Zehebî de "Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ"sında, Hâfız Müctehid Tâcüddîn es-Sübkî de Tabakatü'ş-Şâfiyyetü'l-Kübrâ'sında nakletmişlerdir.[34]
Bu hadishafızlarına hiçbir âlim siz müşrik oldunuz dememiştir. Bu hususta sükûtî icma vardır. Onları müşrik sayanların kendileri müşriktirler.
Taberânî ve başkaları Meymûne radıyallahu anhâ validemizden şöyle rivâyet ettiler:
“Cafer İbnu Muhammed, babasından (Muhammed’den), o da (Cafer’in) dedesinden (Ali b. Hüseyin radıyallahu anhu Efendimiz’den) rivayet etti; O, Bana Meymûne bintü Hâris radıyallahu anhâ şöyle anlattı, dedi:
‘Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, (zevce-i muhteremeleri Meymûne radıyallahu anhâ’nın sırası olan) gecesinde onun yanında geceledi. Sonra kalkıp namaz için abdest aldı. O’nu abdest aldığı yerde üç defa lebbeyk, lebbeyk, lebbeyk, üç defa da sana yardım edildi, sana yardım edildi, sana yardım edildi derken işittim.
Meymûne radıyallahu anhâ, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem abdest aldığı yerden çıkınca (O’na), ‘Ey Allah’ın Resulü!.. Babam sana feda olsun, seni üç defa lebbeyk, lebbeyk, lebbeyk (peki, peki, peki)’, üç defa da sana yardım edildi, sana yardım edildi, sana yardım edildi derken işittim; sanki bir insanla konuşuyordun, seninle biri mi vardı?’ diye sordum, dedi.
Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de bu, Benû Ka’b kabilesinin şiir okuyanı, bana seslenip benden yardım istiyor ve Kureyş’in onlara karşı Benî Bekir kabilesine yardım ettiğini iddia etti dedi.
Sonra Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem çıktı ve Âişe radıyallahu anhâ’ya kendisini hazırlamasını ve bunu kimseye bildirmemesini emretti.”[35]
Kimileri de çıkıp bunların Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e has olduğunu başkaları için geçerli olmayacağını iddia ederse, ona diyeceğimiz şudur:
İlim sahipleri bilir ki, O'nun için caiz ve güzel olan her şeyde asıl olan varisleri için de varid olacağıdır. Hasâis yani sadece O'na aid şeylerden olduğu iddiası kâfî delillerle ispat edilmeye muhtaçtır. Bu deliller vardır diyen, getirsin.. Böyle bir şey de yoktur. O halde iş diğer büyük zatlara da şamildir.
Bu rivâyeti yapan Taberânî mi, rivâyetin râvîleri mi, kitabında onu yazanlar mı, asırlar boyu buna susanlar mı, şirke girdiler? Kimler -haşa- müşrik oldular?
Biz burada bu rivayetlerin sahih mi yoksa zayıf mı oldukları hakkında konuşmuyoruz. Bunları kitaplarına alan ve onlara asırlar boyu şirke girdiniz demeyen hadis hafızlarının ve diğer imamların yaptıkları icmaa dikkat çekmek istiyoruz.
Ölüden veya uzaktakinden, mucize veya keramet yoluyla bir şeyler istemenin hadis hafızları tarafından meşru ve mubah görüldüğünü, asıl müşrik olanların bu zatları şirkle suçlayacak olanlar olduğunu söylüyoruz. Bu âlimlere müşrik demeyip onların rivayetleriyle amel eden Sûfîleri şirkle suçlanmanın ise şirk olmak yanında sahtekârlık da olacağını söylüyoruz.
İmam muhaddis şah veliyyullan ed-Dihlevî'nin, Kadiriyye, Çiştiyye ve Nakşibendiyye tarikatlarını ele alıp anlattığı üç bölümden meydana gelen el-Kavlü'l-Cemîl isimli nefis bir kitabı vardır. Türkiye'de bir hoca efendi bu eserin sadece Nakşibendiliğin incelendiği üçüncü bölümünü tahkık edip neşretmiştir.
Dihlevi, Rabıta'yı bu kitabının, hem Çiştiyye hem de Nakşibendiyye tarikatını anlattığı bölümlerinde iki kez ele almış ve anlatmıştır..
İlim Kalkanı Arkasında Gizlenerek İşlenen İlim Sahtekârlığı ve Ferit Aydın:
Ferit Aydın isimli bir vatandaş da en-Nakşibendiyye isimli ilim ayıbı ve tamamıyle vesvese, yalan ve tahriflerle dolu yüz karası kitabında[36] Dihlevî'nin Çiştiyye bölümündeki rabıta hakkındaki birinci ibaresini Sıddık Hasan Hân'ın et-Tâcü'l-Mükellel'inden almış ve anlamamış yahut anlamış fakat bilerek ve kasten mana tahrifi ile okuyucularını kandırma yolunu seçmiştir. Evet, Ferit Aydın'ın zikri geçen el-Kavlü'l-Cemîl'in aslından değil de ondan nakleden et-Tâcu'l-Mükellel'den aldığı ibare, -çok az bir farkla da olsa- el-Kavlül-Cemîl'de mevcuttur; onu aşağıya alıyoruz:
قالوا والركن الأعظم ربط القلب بالشيخ على وصف المحبّة والتعظيم وملاحظة صورته قلتُ إنّ للهِ تعالى مظاهرَ كثيرةً فما من عابد غبيًّا كان أو ذكيًّا إلاّ وقد ظهر بحذائه شئٌ صار معبودًا لـه في مرتبته ولهذا السر نزل الشرع باستقبال القبلة والاستواء على العرش وقال رسول الله r { إذا صلّى أحدكم فلا يبصق قبل وجهه فان الله بينه وبين قبلته} و{سأل جاريةً سوداءَ فقال أين الله فأشارت إلى السماء فسألها من أنا فأشارت بأصبعها تعني " أللهُ أَرسلك" } فلا عليك أن لا تتوجّه إلاّ إلى الله ولا تربط قلبك إلاّ به ولو بالتوجّه إلى العرش وتصوّر النوّر الّذي وضعه عليه - وهو أزهر اللون كمثل نور القمر- أو بالتوجه إلى القبلة كما أشار إليه النبي r فيكون كالمراقبة لهذا الحديث
[ Dediler ki: (Tarîkatta) en büyük rükün, kalbi, sevgi ve tazim ile şeyhe bağlamak ve onun suretini düşünmektir.
Derim ki: Allah'ın çok mazharları ('Huve'z-Zâhir'/'O, görünendir' ism-i şerifi gereği isim ve sıfatlarının göründüğü yerler ve varlıklar) vardır. O yüzden hangi kul olursa olsun -idraki az olan olsun yahut zeki olsun- karşısında mutlaka kendi mertebesinde kendisi için ma'bûd (ibadet edilen varlık) halini alan bir şey bulunur. İşte bu sırdan dolayı Şeriat, kıbleye dönmeyi ve Arşın üstüne istiva etmeyi indirmiştir (müminlerin kıbleye dönmesini emretmiş ve Allah'ın Arş'a istivâ ettiğini haber vermiştir.) Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de "Sizden biriniz namaz kılarsa, yüzü istikametine (önüne doğru) tükürmesin; çünkü Allah (teâlâ), onunla kıblesi arasındadır" buyurmuştur.[37] Yine "(Dilsiz ve sağır) kara bir cariyeye (sualler) sormuş ve 'Allah nerededir?' demiş, o da semaya işaret etmiştir. Ardından da ona, 'Ben kimim?' diye sormuş, o da parmağıyla işaret etmiş; 'Allah seni Resul olarak gönderdi' demeyi kastetmiştir. Bunun üzerine (Nebi sallallahu aleyhi ve sellem de) 'O, bir müminedir' buyurmuştur."[38]
Öyleyse, Arş'a ve onun üzerine koyduğu nura -ki o, ayın rengi gibi parlak renklidir- yönelmekle de olsa yahut -Nebi sallallahu aleyhi ve sellem'in işaret buyurduğu gibi- kıbleye yönelmekle de olsa -ki böylece hadisten dolayı murakabe gibi olur- ancak Allah'a yönelmelisin ve kalbini ancak O'na raptetmelisin (bağlamalısın.) ][39]
Burada, Allâme muhaddis Dihlevî, şeyhi sevgi ve tazim yoluyla tasavvur etme şeklindeki rabıtayı asla ne şirk ne de bid'at olarak görmüyor.
O, bu müthiş ve harika sözleriyle ancak,
Bir: Arş'a ve kıbleye de rabıta edilebileceğini, Allah'ın emriyle Ka'be'ye dönmekle aslında Allah'a dönmenin ve kalbi ona raptetmenin düşünülmesi gerektiğini söylemekte,
İki: Râbıtanın sırrını açıklamakta ve
Üç: Bunu yaparken, "Arş'a ve kıbleye yönelmekle de olsa, sadece Allah'a yönelmek ve kalbi sadece O'na bağlamak" düşüncesinin icap ettiğini ifade etmektedir.
Allah'ın yarattığı iki çok değerli varlık olan Ka'be'ye ve Arş'a teveccüh ederek Allah'a teveccüh etmek…
Bu sözleri rabıta aleyhinde anlayabilmek için ancak anlayışı kıt bir bedevi ve geri zekâlı biri olmak lazım gelir. Bu sözler, Hindistan'ı işgal eden yamyam İngilizlere karşı kıyam ve cihad etmenin mubah olmadığına, hatta onlara karşı cihada niyet edenin büyük bir haram işleyeceğine dair fetva veren[40] Sıddık Hasan Han ve onun yazdıklarına mal bulmuş mağribi gibi sarılan Ferit Aydın beyefendi ve benzerlerince bid'at olarak anlaşılmış (!.) Vay başımıza gelenlere..
Ferit Bey, hem bu ibareyi anlamamış, hem de onu kitabın aslından nakletmediği ve kendisini görmediği için, onun ilk iki kısmını değil, sadece üçüncü kısmını neşreden bir Hoca efendinin, Dihlevi'nin ibaresini tahrif ettiğini iddia ederek, ona iftira etmiştir.
Oysa Dihlevî, kitabın üçüncü kısmında da şöyle demektedir:
"Âdâb'ın üçüncüsü de şeyhine rabıta etmektir. Onun da şartı şeyhin tecveccühü güçlü, yaddaşt'ı daim olmasıdır. Onunla beraber olursa, gönlünü onun sevgisinden başka her bir şeyden boşaltır ve ondan gelecek feyze bakar. Gözlerini kapatır yahut açar ve şeyhin gözlerine bakar. Bir feyiz gelirse bütün kalbiyle ona tabi olsun ve onu muhafaza etsin. Şeyh ondan uzakta olursa, onun suretini sevgi ve tazim ile gözleri önünde hayal eder, canlandırır. Böylece sureti, beraber olmasının kazandırdığını kazandırır."[41]
Ferit Bey bu ibareleri kitabı neşreden Hoca efendinin "el-Kavlü'l-Cemîl"in tahkık edip neşrettiği üçüncü kısmından alıp kitabına koyduktan sonra "muharref nüsha" diye de bir dip not düşer. Kitabın başında uzunca yazılan dirase kısmında ilk iki kısmın değil de sadece üçüncü kısmın tahkık edilip neşredildiği yazılmış olmasına rağmen, Ferit Bey onları okumadan böylesi muazzam bir muhakkıklık sergilemiş ve 'tahrif'i ispat etmiş oldu (!.)
Kitabın yazma nüshasında da bu iki ibare bulunsa bile, bu, Ferit Bey'i ve yoldaşlarını elbette tatmin etmeyecektir. Kuzuyu yemeye karar verildikten sonra geriye kabul edilebilir hangi mazeret kalabilir ki?
Burada naklettiğimiz iki ibare arasında her hangi bir tezat olmamasına rağmen işlenen bu yalancılık ve dolandırıcılık açıkça göstermektedir ki, Tasavvuf ve Tarikat düşmanlarının ortak vasıflarının en önde gelenlerinden bazıları, cahillik, utanmamak, geri zekâlılık ve sahtekârlıktır.
[1] İbnu Teymiyye, Mecmuu'l-Fetâvâ(10/608), birinci baskı, 1381
[2] Ahmed İbnu Hanbel (3/430), İbnu Ebî’d-Dünyâ, el-Evliyâ (16), Taberâni, el-Evsat (655)[M. Tahhân tahkıkı], Hakîmu’t-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl (629), “Hey!.. Şübheniz olmasın ki, kullarımdan dostlarım, yarattıklarımdan da sevdiklerim...” lafzıyla, Amr İbnu Cemûh radıyellâhu anhu’dan.
[3] Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid (1/88)
[4] Müsned dipnotu (12/226)
[5] Alâuddîn Muğlatay, “İkmâlü Tehzîbi’l-Kemâl” (4/383)
[6] Âlü Teymiyye, el-Müsvedde (473)
[7] Molla Câmi' hâmişi, Şevket (253), Muğnî’l-Lebîb (1/88), Radî (2/329), Fevâtihu’r-Rehamût (1/242), Menâfiu’d-Dekâik (106)
[8] İbnu Kesîr, el-Bidâye (8/93-94) [İbnu Kesîr bu rivâyetin isnâdının sahîh olduğunu söyledi.], İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm (144-145) İmâm Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, (7/304, Md:1295) [Dâru’l-Fikir], İbnu Ebî Şeybe, el-Musannef (6/356-357,H:32002), İbnu Hacer, el-Feth (3/183-185) [Dâru’l-Fikir], Kevserî, Mahku’t-Tekavvul’den kısaltarak, Makâlât (388-389)
[9] Ahmed İbnu Hanbel (4/355), İbnu Mâce (173) ve başkaları, Abdullah İbnu Ebî Evfâ radıyallahu anhu'dan. Yine başka birçokları, başka Sahabi radıyallahu anhum hazretlerinden.
[10] Mısbâhu’z-Zalâm (21)
[Bu rivâyeti benzeri bir lafızla şu imamlar da rivayet etti:
İmam Beyhakî, Şuabu’l-Îmân’da (3/495), İmam İbnu Kesîr, Tefsîr’inde (2/306), İmam Kurtubî, Tefsîr’inde (5/265), İmam Nesefî, Tefsîr’inde (1/234), İmâm İbnu Kudâme, el-Muğnî’de (3/557), İmam İzz İbnu Cemâa, Hidâyetü’s-Sâlik’de (3/1383), İmam İbnu’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin’de (2/301), İmam Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd’da (12/380), İmam Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ’da (4/1361), İmam Ebu’l-Yümn İbnu Asâkir, İthâfu’z-Zâir’de (68-69), İmam İbnu’n-Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîne’de (224), İmam İbnu Hacer el-Heytemî, Tühfetü’z-Züvvâr’da (55)], Kitabı tahkîk edip neşredenin dipnotu. Aynı yer (s.22)
Mısbâhu’z-Zalâm (22-23)
[11] Mâlikî, Mefâhîm (157-158)
[12] El-Mısbah Muhakkiki Hüseyin Muhammed Ali Şükrî bu rivâyetin İbnu Beşküvâl’in el-Kurbetü ilâ Rabbi’l-Âlemîne bi’s-Salâti alâ Muhammedin Seyyidi’l-Mürselîn isimli eserinin 16/Â varağında olduğunu söylemektedir.
[13] Şuabu’l-Îmân (3/495), (4187)
[14] El-Îzâh (498) ve el-Mecmû’da (8/276)
[15] El-Muğnî (3/556)
[16] Eş-Şerhu'l-Kebîr (3/495)
[17] Keşşâfu’l-Kınâ’ (5/30)
[18] El-Câmi (5/265)
[19] Tefsîru'l-Kurâni'l-Azîm (2/306)
[20] El-Medârik (1/234)
[21] Hidâyetü’s-Sâlik (3/1383)
[22] Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin (2/301)
[23] Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd (12/380)
[24] Vefâu’l-Vefâ (4/1361)
[25] İthâfu’z-Zâir (68-69)
[26] Ed-Dürretü’s-Semîne (224)
[27] Tühfetü’z-Züvvâr (55)
[28] El-Mecmû' (8/27)
[29] Buhârî, el-Edebu’l-Müfred (964)
[30] İbnu’s-Sünnî’nin "Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle"sinin Ta'lîkı (55)
[31] Abdulkâdir el-Arnaut, el-Kelimu't-Tayyib Ta'lîk'ı (131)
[32] İbnu Kesîr, el-Bidâye, (6/324)
[33] Hâfız İbnu’l-Cevzî, el-Vefâ (2/802)
[34] İmâm Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ (16/400), Tâcü’s-Sübkî, Tabakâtu’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâ (2/251)
[35] Taberanî, el-Kebîr (23/433), es-Sağîr (er-Ravdu’d-Dânî:2/167-169, H:968), Ebû Nuaym el-Asbahânî, Delâilü’n-Nübuvve li Kıvâmi’s-Sünne (1/25, H:52)
[36] Ferîd Salâh el-Hâşimî, En-Nakşibendiyye, [Arapça,2008] (299-300)
[37] Buhârî (398), Müslim (547), İbnu Ömer radıyallahu anhuma'dan.
[38] Müslim (537) ve başkaları, Muaviye İbnu'l-Hakem radıyallahu anhu'dan.
[39] Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, el-Kavlü'l-Cemîl (67-68), Pakistan, Karaçi, 1968
[40] [ Tercümân-i Vehhâbiye s.15 ], Nûru'd-Dîn Nûrullah el-A'zamî tarafından, Muhammed Ebû Bekr el-Ğâzifûrî'nin yazdığı "el-Lâmezhebiyye" isimli kitabın ikinci baskısına yazılan mukaddime (s.13), El-Mektebetü'l-Fârukıyye, Karaçi, Pakistan.
[41] El-Kavlü'l-Cemîl (81-82)
reddulmuhtar.com
.
Hz. Ömer'in (ra) Tevessülü - Sahih Kaynaklardan
10 Ekim 2015, 15:47
Hz. Ömer'in (ra) Tevessülü - Sahih Kaynaklardan
Vehhabi selefilerin müminleri şirkle suçlamak için bahane olarak kullandıkları “tevessül” meselesinde en önemli delillerden bir tanesi Hazreti Ömer’in, Peygamberimizin amcası Hazreti Abbas ile (Radıyallahu anhuma) tevessülde bulunmasıdır.
Yeri gelince Hazreti Ömer’in bir ağacı kestirdiğini delil olarak getiren vehhabi selefi kafalar nedense bunu hiç görmezler.
İşte adalet güneşinin tevessülü…
Buhari’nin Enes bin Malk’den şöyle rivayet ediyor: Hazreti Ömer (Radıyallahu anh) kuraklık senesinde yağmur duasına çıktıklarında Hazreti Abbas hakkı için Allah’dan yağmur yağdırmasını istedi. Ve: “Ey Allah’ım, Nebimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in hürmetine bize yağmur yağdırmanı istiyorduk, yağdırıyordun. Şimdi Nebimizin amcasıyla sana yalvarıyoruz. Bize yağmur yağdır” dedi. Allah’da yağmur yağdırdı. (Buhari, Fezailü’s-Sahabe:11, No:3507,3/1360)
Hazreti Ömer’in bu fiili bir delildir. Çünkü Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Hazreti Ömer (Radıyallahu anh) hakkında: “Allah, hakkı Ömer’in kalbi ile dilinde kılmıştır.” Buyurumuştur. (Tirmizi, Menakıb: 18, No:3682, 5/617, Ahmed ibni Hanbel, Müsned, n: 5145; Ebu Davud, Harâc: 18, No:2961, 2/154)
Yine bazı ayetlerin Hazreti Ömer’in istediği istikamette nazil olması da önemli bir noktadır.
Hazreti Ömer ve(Radıyallahu anh) arkasında amin diyen sahabeler de “Biz size şah damarından daha yakınız” “Ben yakınım, Dua ettikleri zaman icabet ederim” gibi ayetleri bilmiyorlar mıydı? Elbette biliyorlardı ve dini Kur’an ve Sünnet kaynağındna yaşayarak almışlardı, Resulüllah’ın dizi dibinde yetişmişlerdi.
Dolayısıyla bu konuda bilgisizce cahilane bir tavır alarak tevessüle karşı çıkanları anlamak mümkün değildir.
Elbette isteyen “Ya Rabbi ver” de diyebilir. Ancak “Ya Rabbi falan salih kulun hakkı için ver” diyene de kimse karışamaz, onu itham edemez suçlayamaz.
.
Mağfiret Vesilesi Şefaat
17 Mart 2015, 18:50
Siraceddin Önlüer | Semerkand Dergisi Ocak 2011
Rabbimiz kullarını çeşitli vesilelerle affetmek ister ve bundan da hoşlanır. Bu sebeple bazı kullarına, ahirette şefaat etme izni verecektir. Böylece hem affetmek istediği kulları için bir bahane yaratmış, hem de sevdiği kullarının değerine dikkat çekmiş olacaktır.
Şefaat, ahirette peygamberlerin ve şefaat yetkisi verilen diğer kimselerin, günahkâr bir müminin affedilmesi, günahı olmayanın daha yüksek derecelere ulaşması için Allah’a yalvarmaları, dua etmeleri, aracı olmaları demektir. Şefaat insanın tabiatında vardır. Dünya işlerinde daima bir vesile edinmeye çalışırız. Başımız sıkışınca güvendiğimiz birinden destek ve yardım isteriz. İnsanın bir desteğe, bir vesileye en fazla muhtaç olacağı gün hiç şüphesiz kıyamet günüdür, mahşer meydanıdır. Orada bunalacak, terleyecek, korkudan titreyecek, eşinden dostundan yardım isteyecek, uzanacak bir el arayacaktır.
Kur’an ve Sünnet’ten öğrendiğimize göre, dünya hayatında olduğu gibi ahirette de destekçi ve şefaatçiler olacaktır. Ayet-i kerimede; “O gün, Rahman’ın şefaat izni verip sözünden razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ, 109) buyrulmak suretiyle Cenâb-ı Hakk’ın izin verdiklerinin ahirette şefaat hakkı olduğuna işaret edilmiştir.
Yeni itirazlar
Günümüzde, bazı kimseler şeffaatin dinde yerinin olmadığına dair sözler söylüyor, şefaati reddediyorlar. Hatta şefaate inanmanın şirk olduğuna dair iddialarda bulunuyorlar. Oysa şimdiye kadar hiçbir akıl sahibi, istemenin “tapmak” manasına geldiğini, istenilenin de “tapılan” olarak görüldüğünü iddia etmemiştir, edemez de.
Buradaki isteme, günahkâr ve çaresiz bir kimsenin Allah katında değeri ve bir makamı olan birinden aracı olmasını istemesidir. Şefaat sahiplerinin şefaatleri Allah’ın iznine bağlıdır. Dolayısıyla şefaat vesilesi kimseler asla Allah’ın kudretine eşdeğer bir güç olarak görülmez. Çünkü hepsi Allah Tealâ’nın irade ve kudretiyledir.
Kur’an-ı Kerim ve hadisler genel manada kişiyi başkası lehine iyilik ve yardım yapmaya, başkası için dua ve istiğfar etmeye, başkasının elinden tutmaya, kendisi muhtaç iken başkasını kendine tercih etmeye açık bir şekilde teşvik etmektedir. Şefaat de, kişinin başkası lehine dua ve istiğfar etmesinden başka bir şey değildir. Yüce kitabımız Kur’an’da bu durum teşvik edilmekte ve övülmektedir:
“O halde onları affet, onlar için istiğfarda bulun.” (Âl-i İmran, 159)
“(Sana gelen kadınların biatlerini kabul et ve) onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine, 12)
“Hem kendi günahın, hem mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret dile.” (Muhammed, 19)
Şefaat haktır, gerçektir
Şefaatin hak oluşu ayet, hadis ve icma ile sabittir. Dolayısıyla inkârı insanı iman dairesinden çıkarır. Şefaatin hak olduğuna inanan kimseler de Allah’ın izniyle buna nail olacaklardır. Nitekim Rasulullah s.a.v. efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günündeki şefaatim haktır. Ona inanmayan kimse şefaati hak etmiş olmaz.” (Suyûtî, Câmiü’s-Sağîr, 4896)
Rabbimiz kullarını çeşitli vesilelerle affetmek ister, bundan hoşlanır. Bu sebeple bazı kullarına ahirette şefaat etme izni verecektir. Böylece hem affetmek istediği kulları için bir bahane yaratmış, hem de sevdiği kullarının değerine dikkat çekmiş olacaktır.
Ayet ve hadislerde peygamberlerin, velilerin, alimlerin, şehitlerin ve salih müminlerin, derecelerine göre Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği seviyede şefaat hakkına sahip olacakları ifade buyrulmuştur. Bütün şefaatler ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır. Şu ayet bize bunu anlatmaktadır:
“O’nun izni olmadıktan sonra hiçbir şefaatçi şefaat edemez.” (Yunus, 3)
Şefaat torpil yapma değil, sadece Allah’ın iradesini insanlara ulaştırmak, yardım ve dostluk elini uzatmaktır. Şefaat Allah Tealâ’nın işine karışmak da değildir. Dolayısıyla izin ve yetki verilen bir kimseden şefaat istemek Allah’a şirk koşmak değildir. Çünkü o Allah Tealâ’nın sevdiklerine bahşettiği bir şeref ve yetkidir. Şefaat, sevenlerin sevdikleri için aracı olup naz makamında niyaz etmeleri, dostları adına yardım ve merhamet dilemeleridir.
Efendimiz’in şefaati
Ahiret gününde Allah Rasulü s.a.v. bütün insanlığı içine alan şefaatiyle ortaya çıkacaktır. Çünkü O, hiçbir kimseye nasip olmayan “şefaat-i uzmâ” ile müjdelenmiştir. Şefaat-i uzmâ “en büyük şefaat” demektir.
Peygamberler içinde ilk defa şefaat edecek ve şefaati kabul olunacak peygamber yine Efendimiz s.a.v.’dir. O’nun bu ilk şefaati mahşer halkının hesaba çekilmesiyle gerçekleşecek ve bütün insanlığı mahşerin sıkıntısından kurtulması şeklinde olacaktır. Bu durum belki Hz. Peygamber s.a.v.’in Allah katındaki değerini bütün insanlığa göstermek içindir. Bütün peygamberler mahşerin sıkıntısı ve cehennemin mahşer halkına hücumu karşısında “Allahım selâmet ver…” (Buharî) diye korku ile diz üstü düşerek Allah’a yalvaracaklar. İnsanlığı bu dehşetli durumdan kurtaracak olan ise, Peygamberimiz s.a.v.’in Arş’ın altında Allah’a şefaat talebi olacaktır.
Rasulullah s.a.v., diğer peygamberlere verilmeyen beş şeyden birinin de, kendisine verilen genel şefaat yetkisi olduğunu beyan etmiştir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Allah bana benden önce hiç kimseye vermediği beş özellik vermiştir. Onlardan biri de şefaattir. Şirk üzere ölmeyen (imanla ölen) herkese şefaat edeceğim.” (İbn Mâce)
Sahih rivayetlere göre, mahşerin dehşet ve şiddetinden herkes, hatta peygamberler bile, “nefsim, nefsim” diyecekleri bir zamanda, Rahmet Peygamberi s.a.v. efendimiz “ümmetim, ümmetim” diyerek ümmetine sahip çıkacak ve onları koruyacaktır. O, bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Her peygamberin Allah katında makbul bir duası vardır. Bütün peygamberler o duayı yapmada acele davrandılar. Ben ise bu duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat için sakladım. Ümmetimden şirk koşmadan ölenler için şefaat edeceğim.” (Buharî)
Hz. Peygamber s.a.v.’in en büyük şefaati ümmetine olacaktır. Bu da müminlerin durumuna göre farklı şekillerde gerçekleşecektir. Günahları az olanlar bu şefaat sayesinde azaptan tamamen kurtulacaklar, bazılarının günahlarının yarısı ya da daha azı veya daha fazlası silinecektir. Hatta büyük günah işleyenler dahi eğer Allah’a şirk koşmadan ölmüşlerse bundan nasibini alacaklardır. Bir hadis-i şerifte buyrulmuştur ki: “Benim şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir.” (Ebu Davud)
Diğer şefaatçiler
Allah Rasulü s.a.v.’in müminlere başka kimlerin şefaatçi olacağına dair beyanları vardır. Bunlar Kur’an-ı Kerim, hafızlar, melekler, şehitler, alimler, veliler, salih ameller ve çocuklardır. Kısaca bunlara değinelim.
Kur’an-ı Kerim: Kuran’ın şefaatiyle alakalı birkaç hadis-i şerif mevcuttur. Bunlardan biri şöyledir:
“Kur’an-ı Kerim’i okuyun. Çünkü Kur’an, onu okuyanlara kıyamet günü şefaatçi olarak gelecektir.” (Müslim)
Hafızlar: Hz. Peygamber s.a.v., Kur’an’ı ezberleyen ve onunla amel eden hafızlara da ayrı bir değer vermiş, onların Allah’ın seçkin kulları olduklarını bildirmiştir. (İbn Mâce) Altı büyük hadis kaynağından Tirmizî’de kayıtlı bir hadis-i şerif şöyledir:
“Kim Kur’an’ı okur, ezberler, helal kıldığı şeyi helal kabul eder, haram kıldığı şeyi de haram kabul ederse, Allah o kimseyi cennete koyar. Ayrıca ailesinden cehennemlik olmuş on kişiye şefaatçi kılınır.”
Melekler: Melekler de, ahirette Allah’ın razı olduğu kimselere şefaat edeceklerdir. Onlar şefaat için emir almadıkça şefaatte bulunmazlar ve sadece müminlere şefaat ederler. Nitekim Allah Tealâ; “Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar.” (Necm, 26) buyurmaktadır.
Şehitler: Hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre şehitlere de şefaat yetkisi verilecektir. Hz. Peygamber s.a.v., şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü üç grup şefaat edecektir: Peygamberler, alimler ve şehitler.” (İbn Mâce)
Bir diğer hadis de şöyledir: “Şehit, ailesinden yetmiş kişiye şefaat eder.” (Ebu Davud)
Müminler: Allah Rasulü s.a.v.’in şefaat yetkisinin bir kısmını ümmetinden veliler ve alimlere devredereceği ve onların da yakınlarına şefaat edebilecekleri hadisler ile sabittir. Bunlardan biri şöyledir:
“Ümmetimden bazıları var ki büyük bir cemaate, bazıları var ki bir kabileye, bazıları var ki bir gruba, bazıları da var ki tek bir kişiye şefaat eder ve cennete girmelerini sağlar.” (Tirmizî)
Yine aynı kaynakta geçen bir hadis-i şerife göre Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Bir adamın cehennem ateşine atılması için emir verilir. Giderken, dünyada susuzluğunu giderdiği adama rastlar, onu tanır ve; ‘Benim için şefaat etmeyecek misin?’ der. Adam; ‘Sen de kimsin?’ diye sorar. ‘Ben sana falan gün su içirmedim mi?’ diye hatırlatır. Öbürü onu tanır ve Allah nezdinde lehinde şefaatte bulunur. Adam da böylece geri çevrilir ve cennete gider.”
Ameller: Yapılan güzel bir amelin şefaat edeceğine dair Efendimiz s.a.v şöyle buyururlar:
“Kur’an ve oruç, kıyamet gününde kullara şefaatçi olur. Oruç der ki: ‘Ey Rabbim! Ben onu gündüzleri yemeden içmeden ve şehvetten alıkoydum. Bana şefaat hakkı ver.’ Kur’an der ki: ‘Ey Rabbim! Ben onu geceleri uyumaktan alıkoydum, bana şefaat hakkı ver.’ Böylece ikisi de şefaat eder.” (Ahmed ibn Hanbel, Heysemî)
Çocuklar: Allah Rasulü s.a.v. küçük yaşta ölen çocukların anne ve babalarına şefaatçi olacaklarını birçok hadiste müjdelemiştir. Bu meyanda bir hadis-i şerif şöyledir:
“Küçük yaşta ölen çocuğa, cennete gir, denir. Fakat o cennetin kapısında durur, huzursuz bir şekilde beklemeye başlar ve der ki; ‘Annemle babam yanımda olmadıkça girmem!’ O zaman meleklere: ‘Anne babasını da onunla birlikte cennete koyun.’ denir.” (Müslim, İbn Mâce)
Diğer bir hadis-i şerifte de: “Henüz ergenlik çağına ulaşmamış üç çocuğu ölen her müslümanı, Allah çocuklara olan rahmet ve şefkati sebebiyle cennete koyar.” (Buharî, Müslim) buyurulur.
Kimden şefaat istiyoruz?
Peygamber veya velilerden şefaat dileyen kişi, aslında Allah’tan diliyor demektir. “Şefaat ya Rasulallah!” diyen bir kimse, şunu demek istiyor: “Ya Rabbi, sevdiğin ve razı olduğun habibin hürmetine beni bağışla!”
Şu halde gerçek ve mutlak şefaatçi Cenab-ı Hak’tır. Bu hususla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “De ki: Bütün şefaat sadece Allah’ındır.” (Zümer, 44)
Şayet Allah’tan başka birisi şefaat edecekse bu, Allah’ın izni ve yetki vermesi ile mümkün olacaktır. Ayrıca bütün şefaatçiler Hak Tealâ’nın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir. Çünkü şefaatin ve şefaatçinin bir sınırı vardır. Allah’ın her icraatında adalet vardır, denge vardır. O’nun vereceği şefaat yetkisinde de adalet ve denge söz konusudur. Bu sebeple Allah hiç kimseye sınırsız şefaat yetkisini vermemiştir. Fakat imanını muhafaza ederek ölen herkes derece derece şefaate kavuşacaktır. Kâfir ve münafıklar için ise şefaat söz konusu değildir.
Kısaca şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da Allah’ın dilemesi esastır.
Alimlerimiz Ne Diyor?
Şefaat aklen caiz, Kur’an, Sünnet ve bütün Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ittifakı ile sabittir. Sadece Mutezile ve Haricîler inkâr etmişlerdir. Hatta Mutezile bile şefaatin bir kısmını kabul etmiştir.
Bütün İslâm alimleri bu hususu ele almış ve cevazını ispatlamışlardır. İmam-ı Azam Ebu Hanife rh.a. de “Fıkhu’l-Ekber” adlı eserinde bu konu hakkında şunları söylemiştir:
“Peygamberlerin özellikle de Efendimiz s.a.v.’in günahkâr müminlere şefaat etmeleri hak olup Kitap ve Sünnet’le sabittir.”
Büyük İslâm alimi İmam Sübkî rh.a. “Şifâü’s-Sikâm fî Ziyâreti Hayri’l-Enâm” adlı eserinde şefaat, tevessül, istiğase, kabir ziyareti gibi konuları genişçe ele almış, bu hususta şöyle demiştir:
“Hz. Peygamber s.a.v. ve velilerle şefaat, tevessül ve istiğase dinen caiz olup güzeldir. İlk günden İbn Teymiyye gelinceye kadar bu konuyu hiçbir alim, hiçbir veli, hiçbir müslüman reddetmemiştir.”
Meşhur alimlerimizden Teftazânî rh.a. “Akaidü’n-Nesefî” adlı esere yapmış olduğu şerhte şöyle demiştir:
“Şefaat Kur’an, Sünnet ve icmâ’ın kesin delilleriyle sabittir. Hatta Mutezile bile sevabın artması için şefaatin caiz olacağını söylemiştir.”
.
Yüzü Suyu Hürmetine
17 Mart 2015, 18:49
Elvida Ünlü | Semerkand Dergisi Temmuz 2005
Aşıklar yüzü suyu hürmetine.
Dertliler yüzü suyu hürmetine.
Veren sensin Rabbim, biliyoruz.
“Ol” dersin, olur.
Gözümüzde yaş kalmadığında, gözü yaşlılar yüzü suyu hürmetine senden rahmet istiyoruz.
Toprak bizden dertli. Bir daha üzerinde o tüyden yumuşak ayaklar yürümeyecek. Efendimiz s.a.v.’in ayak bastığı toprak yüzü suyu hürmetine, senden bereket istiyoruz.
Daha vahiy inmeden “Efendim!” diyen, ona selam duran taşlar yüzü suyu hürmetine, taşlaşmış yüreklerimize merhamet istiyoruz.
Bize seni sevenleri sevdirdin. Bize sevdiklerini sevdirdin.
Hamdediyor; seni sevenler, sevdiklerin aşkına sevdiklerimizle beraber olalım istiyoruz.
. . .
Rasulullah s.a.v. vardı. Hayattaydı.
O’nun amcası vardı.
Sahabe vardı.
Yıldızlar gökte değil, yerdeydi. Güneş toprakta gezinirdi.
Seni candan öte severlerdi.
Rasulünü emanet bilirlerdi.
Ve rahmet düşecek yer bulamaz, bereket fışkırırdı.
Gök ehli yer ehlini âdeta kıskanırdı.
Şimdi onlar yoklar, onları candan öte sevenler var.
Zayıf ve mazlum müslümanlar var.
Ağaçlar var, kuşlar var.
Ve dualarımız var.
O’nun duasıyla bulutlar gelirdi
Efendimiz s.a.v. zamanında, Medine büyük bir kıtlığa maruz kalmıştı. Bir Cuma günü Allah’ın Rasulü s.a.v. hutbe okurken, sahabeden biri ayağa kalkarak şöyle nidada bulundu:
- Ey Allah’ın Rasulü ! Atlarımız ve koyunlarımız helâk oldu, yollarımız kesildi. Allah’a dua et de bize yağmur ihsan eylesin.
Rasulullah s.a.v. o anda ellerini kaldırdı ve dua etti: “Ey Allahım bize yağmur ver!”
Gökyüzü hareketsiz, cam gibi parlak ve bulutsuzdu. O an bir rüzgar çıktı. Hava bulutlandı. Bulutlar bir araya geldi. Ardından bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Cemaat sulara dalıp çıktılar ve evlerine su içinde geldiler. Yağmur bir dahaki Cuma’ya kadar devam etti. Bunun üzerine yine sahabeden biri Efendimiz s.a.v.’e gelerek şöyle dedi:
- Ey Allah’ın Rasulü , evlerimiz selden yıkıldı, yollarımız bozulup tıkandı, sürülerimiz helâk oldu. Dua et de yağmur dinsin.
Bir gülüşü ömre bedel Efendimiz s.a.v. gülümsedi. Ellerini açtı: “Ey Allahım ; üzerimize değil, dağ başlarına, yüksek tepelere, vadilerin içlerine, ağaçlık yerlere…” Derken bulutlar Medine’nin semalarından kalktı ve şehre bir damlası düşmeden etrafa yağdı, yağdı… Bulutlar bir taç gibi Medine’yi çevrelemişti.
Daha elleri inmeden
Hz. Ömer r.a. zamanında bir vakit yağmursuz kalındı, kıtlık başladı. Toplanıp yağmur duasına çıktılar. Yakardılar:
- “Ey Allahım , Peygamberimiz dua ederdi, bize yağmur verirdin. Peygamberimiz’i vesile ederek sana niyaz ederdik, bize yine yağmur ihsan ederdin. Şimdi de Peygamberimiz’in amcası Abbas’a tevessül ediyoruz. Sen onun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ver.”
Hz. Ömer r.a. duasını bitirdikten sonra Hz. Abbas r.a. elini kaldırarak duaya başladı:
- “ Allahım semadan gelen her bela, günah sebebiyle gelir ve bu belayı tövbe kaldırır. Ben, sevgili Habibi’nin amcası olduğum için halk benim vasıtamla sana müracaat ediyorlar. İşte günahkâr ellerimizi sana kaldırdık, boyunlarımızı tövbe ile karşında eğdik. Sen kaybolanı terk etmeyen, boynu bükükleri ihmal etmeyen bir koruyucusun. İşte küçükler perişan, büyükler sefil oldu. Bu yüzden şikayet sesleri sana yükseldi. Sen aşikârı da bilirsin, gizliyi de. Allahım , kullarının ümidi kesilip helâk olmadan onların imdadına yetiş. Zira senin rahmetinden ancak kâfirler ümit keser. Rahmetini yetiştir.”
Duasını tamamlayamadan dağlar gibi bulutlar gökyüzünü kapladı ve rahmet yağmaya başladı.
Ne vakit böyle niyaz ederler, duadaki eller inmeden yağmur başlardı.
…
Ashaptan bir kişinin gözleri görmüyordu. Rasulullah Efendimiz s.a.v.’e gelerek dua istedi:
- Ey Allah’ın Rasulü , gözlerimin açılması için Allah’a dua et.
Efendimiz s.a.v. :
- İstersen dua edeyim. Fakat istersen sabret. Çünkü sabretmek senin için daha hayırlıdır.
- Dua et ey Allah’ın Rasulü .
Bu ısrar üzerine Efendimiz s.a.v. buyurdu ki:
- Güzelce abdest al ve şu duayı oku: “Ey Allahım ! Senden diliyor ve rahmet peygamberi olan senin peygamberin Muhammed’e tevessül ederek sana teveccüh ediyor, sana yöneliyorum. Gerçekten ben hacetim için onu vesile ederek sana yöneldim. Ya Rabbi, Peygamberimiz’i benim hakkımda şefaatçi kıl.”
Her şey bir vesileyle
Damlalar bir vesiledir, bulutlar vesile…
Rahmet sendendir bereket sendendir.
Bir gün Efendimiz s.a.v. ashabıyla yağmura tutuldular. Peygamberimiz s.a.v. elbisesinin kollarını sıvadı, başını ve ayaklarını açtı. Ashap sordular:
- Ey Allah’ın Rasulü , bunu niye yaptın?
Buyurdu ki:
- Çünkü o Allah’ın nimeti ve bereketidir. Faydalanmak gerekir.
. . .
İmanımıza şahitsin. Secde görmüş alınlarımıza şahitsin…
Hacer-i Esved’e bir bûse
Efendimiz s.a.v. buyurdular:
“Allah’a yemin ederim ki Cenab -ı Hak, Hacer -i Esved’i kıyamet gününde gören gözleri ve konuşan dili olduğu halde diriltecektir. O, kendisine ihlâs ile el sürüp kendisini öpen kimsenin cennetlik olduğuna şahitlik edecektir.”
Hz. Ömer r.a. bir gün Hacer -i Esved’in yanına geldi, onu öptü ve şöyle dedi:
- “Biliyorum bir taşsın sen. Ne zarar verirsin, ne fayda. Allah Rasulü’nün seni öptüğünü görmeseydim, ben de seni öpmezdim.”
Birkaç saç teli
Yermük günü zor günlerden biridir. Savaş meydanı kum gibi Bizans askerleriyle doludur. Bizanslılara kıyasla müslümanlar yalnızca bir avuçtur.
“Arapların hakimiyetine girmektense ölmeyi tercih ederiz” diyen tepeden tırnağa donanımlı Bizans askerleri ve, “Sizler müslümanlığın temelisiniz. Düşmanlarımız Rumların tortusu, putperestliğin koruyucularıdır. Ya Rabbi! Bugün ne büyük bir gündür. İlâhi, zaferlerini kullarına nasip et!” diye yakaran; inancını, dualarını kuşanmış sahabiler …
Meydan mahşer meydanıdır, meydan kaynamaktadır. Sahabiler sanki Bedir’de ilk zaferleri için meydana çıkmışlardır. Ya da Rasulullah s.a.v. ile Mekke’ye girmektedirler.
Dualar, niyetler, yönler aynıdır.
İşte tam bu keşmekeş esnasında, İslâm ordusunun komutanı Halid bin Velid r.a. takkesini kaybetmişti. Etrafındakilerden takkesini bulmalarını istedi. Sahabiler aradılar aradılar lâkin bulamadılar. Halid bin Velid ısrarla tekrar aramalarını ve mutlaka bulmalarını istedi.
Nihayet takke bulundu. Fakat bu oldukça eski bir takkeydi. Yani bu keşmekeşin ortasında eski bir takke… Takkeyi bulanlar bir mana veremediler.
Halid bin Velid r.a. yitirdiği bir hazineyi bulmuş gibiydi, takkeyi hürmetle aldı. Merakla kendisini izleyenlere şöyle dedi:
- Rasulullah bir umresinde başını tıraş edince, insanlar O’nun saçlarını almak için koşuştular. Ben hepsinden öne geçerek alın saçını aldım ve bu takkenin içine yerleştirdim. Sonra bu takkeyle hangi muhabereye katılmışsam, o mübarek saçın bereketiyle yardım görmekle rızıklandım , zafer nasip oldu.
Kum gibi Bizans ordusu ve birkaç saç teli…
İnancını kuşanmış birkaç saf gönül…
Bize kalan emanetler
Rasulullah s.a.v. Mina’da saçını tıraş edince başının sağ tarafındaki saçları eline aldı. Tıraş bitince o saçları Enes r.a.’a uzatarak şöyle dedi:
- Ey Enes bunları al, annen Ümmü Süleym’e götür.
İnsanlar Rasulullah s.a.v.’in Ümmü Süleym’e verdiği bu önemi görünce, saçının kalan kısmını almak için yarışa girerek birkaç tel almaya çalıştılar.
Bu hadiseyi Enes r.a.’ dan dinleyen Muhammed ibn Şirin oldukça etkilendi ve bir gün Abiydetü’s Selmanî’ye anlattı. Abiyedetü’s Selmanî’nin gözleri doldu, gözleri uzaklara daldı ve özlemi dile geldi:
- Elimde o saç tellerinden bir tanesinin bulunması, bana yerin üstünde ve içinde bulunan tüm altın ve madenlere sahip olmaktan daha sevgilidir.
…
Efendimiz s.a.v.’in ipekten yaması bulunan, kenarları diba ile geçilmiş bir cübbesi vardı.
Bu cübbe Hz. Aişe r.a.’da idi. Vefatından sonra cübbeyi Hz. Esma r.a. aldı ve cübbe için şöyle dedi:
- Onu Rasulullah giyerdi. Biz de hastalar için yıkıyoruz ve suyunu şifa için hastalara içiriyoruz.
Mescid-i Nebevî’de, minberin olduğu yerde Efendimiz s.a.v.’in mübarek sağ elleriyle tuttuğu, nara benzeyen bir topuz vardı. Bu topuza Rummane denilmiştir.
Allah Rasulü’nün vefatından sonra, sahabiler Mescid -i Nebevî’nin tenhalaştığı vakitlerde Kabr -i Şerif tarafına düşen bu topuza sağ elleriyle dokunarak teberrükte bulunur, bu vesileyle Allah Tealâ’ya yalvarırlardı.
…
Seleme b. Ekve r.a. mushafın yanındaki direğe doğru namaz kılardı. Sahabilerden biri ona sordu:
- Görüyorum hep bu direğin yanında namaz kılmaya çalışıyorsun. Bunun bir nedeni var mı?
- Rasulullah s.a.v.’in bu direğin yanında namaz kılmayı tercih ettiğini gördüm de onun için burada namaz kılıyorum.
…
Ve, sahabe yeni doğan çocuklarını Rasulullah s.a.v.’e götürürler, bebeğin midesine anne sütü inmeden bereket vesilesi olması için Rasul-i Ekrem s.a.v.’in hurma çiğnemini emdirirlerdi.
Enes b. Malik r.a. da Rasul -i Ekrem s.a.v.’in deve ahırında zekât develeriyle meşgul olduğu esnada, yeni doğan Abdullah’ı teberrüken hurma çiğnemini yedirmesi için Efendimiz s.a.v.’e getirmiştir.
İnleyen hurma kütüğü
Efendimiz s.a.v.’in mescidinin direkleri hurma ağacından idi ve minberi yoktu. Efendimiz s.a.v. minber yerine bir hurma kütüğüne dayanarak hutbe verirdi.
Bir gün minber yapıldı ve Allah Rasulü s.a.v. hurma kütüğünü bırakarak minbere çıktı, hutbesini verecekti ki, hurma kütüğü ağlamaya başladı. Öyle ağlıyor, inliyordu ki, sanki yavrularını arayan bir deveydi ya da annesini özlemiş bir küçük çocuk…
Bunun üzerine Allah Rasulü s.a.v. minberden indi, hurma kütüğünü teskin eder gibi okşadı, okşadı. Hurma kütüğü sükûnete ermiş, rahatlamıştı.
Allah Rasulü s.a.v. dediler ki: “Hurma kütüğünün ağlamasının sebebi, ben hutbe verirken Allah’ın ismini duymasıdır.”
Yılar sonra, Rasulullah s.a.v.’i hatırladığı zamanlarda Hz. Ömer r.a. şöyle ağlardı: “Anam babam sana feda olsun ya Rasulullah , bir hurma kütüğüne dayanarak hutbe okurdun. Cemaat çoğalıp minber yapıldığı zaman senin hasretine dayanamayıp ağlamaya başlayan hurma ağacını okşayıp teskin ettin. Bir hurma kütüğü senin hasretine dayanamayıp ağlarsa, ümmetin ne yapsın?”
. . .
Peygamberimiz s.a.v. buyurdular:
“Ancak aranızdaki zayıflar dolayısıyla yardıma nail oluyor ve rızıklanıyorsunuz.”
Ve Efendimiz s.a.v. şöyle niyazda bulunmuştur:
“Allahım! Ben bir insanım, her insan gibi benim de hoş vakitlerim ve gazaplandığım zamanlarım olur. Ümmetimden herhangi bir kişiye layık olmadığı bir sözle hitap edersem, o hitabımı o mümin için günahtan temizlik ve yakınlık vesilesi kıl da, kıyamet gününde bu vesile ile divan-ı ilâhine yaklaşsın.”
Zaman zaman yaş kalmıyor gözlerimizde.
Öyle büyüyor ve öyle güçlü oluyoruz ki, sanıyoruz dünyayı parmağımızda oynatırız.
Damlayı unutuyoruz.
Dua istemeyi, dua almayı unutuyoruz.
Vesileleri unutuyoruz.
Böyle zamanlarda desek: “Dertli hurma kütüğü; senin özlediğini özlüyor, senin beklediğini bekliyoruz.”
Duana bizleri de kat
Sevilenler hep hatırdadır ve ne hoş bir hatıradır:
Hz. Ömer r.a. umreye gitmeye niyetlenmişti. Peygamber Efendimiz’e gelerek umre için izin istedi. Allah Rasulü s.a.v. Hz. Ömer’e izin vererek şöyle dedi:
- Kardeşçiğim , duana bizleri de kat ve duanda bizleri unutma!
Hadiseyi sahabilere anlatan Ömer r.a. şöyle diyor:
- Bu söz, beni dünyalar kadar sevindiren bir sözdür.
. . .
Bir sözün, bir gülüşün, saçının bir teli, kuşandığın elbisen, yürüdüğün yol…
Yolunu yol bilenler var bugün.
Sözünü emir, ümmetini emanet biliyorlar.
Hırkanı giyer gibi ilmine bürünüyorlar.
Seni candan öte seviyorlar.
Saçının bir teli yok elimizde.
Yürüdüğün yollara uzağız.
Müslümanlar zayıf ve mazlum.
Sadece seviyoruz, sonra yoldan öte yolundayız.
Sevgilerimiz vesile olsun, sevenler vesile, dualarımız vesile…
İçimizdeki garipler aşkına, candan öte sevenler aşkına…
Rabbim; sevgini, rahmetini istiyoruz.
.
O'nun Şefaatine Dualarla Ulaşmak
17 Mart 2015, 18:47
Bilal Demirsoy | Semerkand Dergisi Ağustos 2001
“Şüphesiz Allah ve melekleri Nebi’ye salât etmektedirler. Ey iman edenler! Sizler de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzab/56)
Medine-i Münevvere denince ilk akla gelen, hiç şüphesiz Mescid-i Nebevî’dir. Zira alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber A.S.’ın kabr-i şerifinin bulunduğu mekân burasıdır. Hacca veya umreye gidenlerimiz bilirler; Mescid-i Nebevî ziyaret edilmeden geri dönülmez. Bu ziyaretin birçok sebebi vardır. Düşünülürse, bütün sebepler O’nun şefaatine ulaşabilme arzusunda birleşir.
Mescid-i Nebevî’yi ziyaret esnasında yürekten kopup gelen salât ve selamlar O’nun şefaatine nail olabilmek içindir. Mahşer gününde onun sancağı altında cennete girenlerden olabilme duasının altında O’nun şefaatini talep vardır. Ve her namazdan sonra Rabbimiz’den niyaz ettiğimiz, O’nun şefaat ettiği bahtiyar kullar arasında bulunabilmektir.
Evet, hepimiz dilimizin döndüğünce şefaat talep ediyoruz. Zira hepimiz bilmekteyiz ki, Hz. Peygamber A.S.’ın şefaati haktır, gerçekleşecektir.
O, Müminlere Şefaat Edecek
Şefaat, birinin bağışlanması için aracı olmak, yardım etmek, affedilmesi için Allahu Tealâ’ya dua etmek anlamlarına gelir. Ehli Sünnet alimleri de Hz. Peygamber A.S.’ın mahşer gününde ümmetine şefaat edeceğini bildiyorlar. Zira Kur’an ve Sünnet, Hz. Peygamber A.S.’ın şefaatinin hak olduğuna işaret eder. Müslim’de geçen bir hadis-i şerifte Efendimiz A.S. şöyle buyurur:
“Ümmetimden büyük günah işleyenler için şefaatim haktır.”
Ehli sünnet alimleri Kur’an ve başka birçok hadislerden yola çıkarak, Peygamber’in şefaatinin sadece büyük günah işleyenlere değil, çok daha geniş bir mümin topluluğuna şamil olduğunu söylemişlerdir. Allahu Tealâ, Hz. Peygamber A.S.’a hitaben şöyle buyurur:
“Kendi günahın için ve mümin erkeklerle mümine hanımlar için mağfiret dile.“ (Muhammed/19)
Bu ayet-i celilede işaret buyrulduğu üzere, Allah, Hz. Peygamber A.S.’dan kendisi için ve müminler için dua etmesini istiyor. O’nun geçmiş ve gelecek günahları affolunduğuna göre, müminlere şefaatinin Allah’in izni ile mümkün olduğu görülüyor. (Tefsiru’n-Nesefî; Fıkh-ı Ekber, Aliyyü’l-Kâri Şerhi)
Hz. Peygamber A.S. Efendimiz’in şefaati konusunda delil olan diğer bir ayet-i celile de şudur:
“Biz hiçbir elçiyi, Allah’in izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik. Şayet insanlar kendilerine zulmettikleri zaman sana (Hz. Peygamber’e) gelseler, Allah’tan günahlarını bağışlamasını isteseler ve elçi de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisa/64)
Alimlerimiz, buradaki “zulüm” kelimesini günah işlemek olarak açıklamışlardır. O’na itaat eden, bağışlanma ümidiyle O’na gelen müminlerin boş dönmeyeceklerini Allahu Tealâ bu ayet-i kerimede açıklamaktadır. O’na gönülden bağlı müminler için Hz. Peygamber A.S.’ın şefaatinin hak olduğu görülmektedir. (Tefsiru’n-Nesefî; İbnu Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l- Azim; vd.)
Şefaat Özel Bir Duadır
Hz.Peygamber A.S.’ın duası genel iken, şefaati ise özeldir. O’nun sünneti üzere yaşamaya çalışan ve gönülden itaat eden müminler için şefaati vardır. İşte bu şefaate, Kur’an’ın ifadesiyle “Hz. Peygamber’i kendi canlarından bile çok seven” müminler hak kazanacaklardır. Bu müminler onun hayaliyle yaşarlar, bolca salât ve selamlar okurlar. Hatta rüyada bile olsa O’nu görebilme arzusu ile yaşarlar.
Ashab-ı Kiram, o dünyada iken bile ondan ayrı olmaktan haya ederlerdi. Bazı sahabiler de her nereye gitseler, O’nun cemalini, sözlerini hatırlarında tutarlardı. Bir sahabi şöyle demişti: “Ya Allah’ın Rasulü! Bize öyle hal oluyor ki, seni hatırlamam gerketiğini düşündüğüm zamanlarda bile hayalin gözlerimizden gitmiyor.” Allah Rasulü de bu halin gönülden sevenlerde bulunan bir hal olduğunu buyurmuştu. Aynı şekilde Hz. Ebubekir R.A.’ın, Hz. Peygamber’in yanında söz alırken, “anam ve babam sana feda olsun ya Rasulallah!” diye söze başladığını görmekteyiz. Zira O’na olan hürmet ve sevgileri bütün hayatlarını kuşatmıştı. Onlar her durumda Allah’ın rızasını ve Rasulü’nün sevgisini kazanmaya çalışıyorlardı.
Hiç şüphe yok, Saadet Devri’nde Medine’de yaşanan o atmosfer, halen onu sevenlerce yaşatılmaktadır.
Muhabbetle Gelen Kurtulur
Hz. Peygamber A.S. dünyadayken olduğu gibi vefatından sonra da ziyaretçileri eksilmemiştir. İmkanları müsait olsun-olmasın O’nun şefaatini ümit eden binlerce mümin, O’nun kapısına yüz sürmek için akın akın Mescid-i Nebevi’yi ziyaret ederler. Nice Peygamber aşığı hergün O’nun sevgisiyle, şefaatine ulaşma ümidiyle binlerce kilometre yol katederek Ravza-i Mutahhara’ya gelirler.
Utbî isimli bir Allah dostu, hicrî üçüncü asrın başlarında Mescid-i Nebevî’de tanık olduğu bir olayı aktarır:
“Hz. Peygamber A.S.’ın merkadindeyken birisi geldi. Kabrin karşısında durdu ve ‘selam olsun sana ey Allah’ın elçisi! Allah’ın, şayet onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler buyurduğunu işittim. Ben de günahımın bağışlanması ve Rabbim’in huzurunda senin şefaatini kazanmak için sana geldim’ dedi ve sonra da şu şiiri okudu :
‘Ey cesedi toprağa gömülenlerin en hayırlısı!
Senin pak teninin kokusundan buram buram kokmakta bu ovalar ve tepeler.
Senin bulunduğun şu kabre canım kurban olsun!
Cömertlik, onur ve dürüstlük bu kabirdedir
Sen şefaati umulan şefaatçisin
Ayakların kaydığı o Sırat Köprüsü’nde…’
Daha sonra ayrılıp gitti. O sırada gözlerime bir ağırlık çöktü, uyumuşum. Rüyamda Hz. Peygamber’i gördüm. Bana şöyle diyordu: ‘Ey Utbî! O adama yetiş ve benim şefaatim sayesinde Allah’ın onu bağışladığını müjdele!’ Birden uyandım ve adamı aramaya başladım ama bulamadım.” (Beyhakî, Şuabü’l-İman; Nevevî, el-Ezkâr; İbnü Asakir, Tarihu Dımeşk; vd.)
İşte bağışlanma talebiyle, tam teslim olarak Peygamberi’ne gelmiş olan bir müminin hali… Bu sadece bir örnek. Tarihte bunun gibi birçok hadise mevcut.
Peygamber aşkıyla tutuşmuş bu ziyaretçinin söylediği şiir, halen Mescid-i Nebevî’deki kolonlardan birinin üzerinde yazılıdır. Can u gönülden teslim olarak, inanarak Hz. Peygamber A.S.’ı ziyaret eden birinin, nasıl o Rahmet Peygamberi’nin şefaatine ulaştığını görmek bakımından bir ibret vesikasıdır bu yazı.
Dua Almak İçin Dua Etmek
Müminlerin en güzel işlerinden biri de, birbirleri için dua etmeleridir. Salât ve selam okumak da bir duadır. Ayet-i celilede şöyle buyurulur:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Nebi’ye salât etmektedirler. Ey iman edenler! Sizler de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzab/56)
Tefsirlerimizde görüleceği üzere, ayette geçen Allah ve meleklerinin salâtı, rahmet etmek ve şanını yüceltmek anlamında, müminlerin salât ve selamı ise dua etmeleri şeklinde açıklanmiştir. Demek ki bizler salât ve selam getirirken Hz. Peygamber A.S. için dua ediyor, O’nun da bizler için Allah’a dua etmesini istiyoruz. Yani bu salât u selamlar ve dualar sebebiyle O’nun şefaatini talep ediyoruz.
Hz. Peygamber A.S.’ın, ashabı ve müminler için dua ettiğini hepimiz biliyoruz. Sahabeden Abdullah b. Serahs R.A. anlatıyor:
“Rasulullah’ın yanına geldim. Yemeğinden ben de yedim. ‘Ey Allah’ın Rasülü, Allah seni affetsin’ dedim. ‘Seni de’ buyurdu. ‘Senin için istiğfar ediyorum’ dedim. ‘Ben de sizin için’ buyurdu. Sonra da ‘Kendin için, mümin erkek ve hanımlar için istiğfarda bulun’ ayetini okudu.” (Buharî, Müslim)
Yine bağışlanma dileyen iki sahabe için isimlerini anarak Allah’a dua etmişti (Buharî, Müslim). Yine kaynaklardan öğrendiğimize göre, rahmet peygamberi olarak ümmetinin bağışlanması için gece-gündüz, ibadetlerinin arkasından dua ederdi. Her yönüyle rehber olan Efendimiz A.S.’ın müminler için dua etmesi, hiç şüphesiz bizler için de bir örnektir.
Mümin, mümin kardeşi için dua ettigi zaman aynı zamanda kendisi için de dua ediyor demektir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
“Kişinin mümin kardeşinin giyabında (yanında olmadığı halde) yaptığı dua kabul olunur. Bu kimsenin yanı başında görevli bir melek hazır bulunur ve her hayır dua ettiginde ‘Amin! Allah aynısından sana da ihsanda bulunsun’ der.” (Buharî)
Anlıyoruz ki, bir mümin hem kendisinin hem de mümin kardeşleri için aynı anda dua edebiliyor. Sadece kendimize değil, ailemize, yakınlarımıza, dostlarımıza, komşularımıza ve bütün müminlere devamlı dua etmemiz gerekiyor. Müminlerin kardeş olduklarını düşündüğümüzde, herhalde hepimizin bunu seve seve yapması gerektiği anlaşılıyor. Zira müminin mümin kardeşi için dua etmesi, aynı zamanda paylaşma hissini, muhabbeti arttırır ve kardeşliği kuvvetlendirir.
Evet; rahmet peygamberi Efendimiz A.S.’ın şefaatine ulaşabilmek için, O’nun örneklediği üzere yaşamak ve her fırsatta salât ve selamlar okumak gerekiyor. O’nun örneklediği hayat, bizler için bir rehberdir. O rehbere samimi kalple bağlananların şefaatten nasibi olacağına göre, niye O’nun sünnetine uymayalım?..
.
Evliyadan yardım istemek dinimizce uygun mudur?
16 Eylül 2014, 22:44
Kaynaklarıyla bu konuya kısa bir bakış. Himmet istemeye şirk diyenler nasıl bir vebalde olduklarını anlarlar inşaAllah..
Evliyadan ve ruhanilerden manevi yardım istemenin açık delillerini hadis-i şeriflerde bulabiliriz. Utbe ibni Gazvan (radıyallahu anh)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Resulullah (sallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
"Sizin biriniz; bir şey kaybederse yahut yanında arkadaşı bulunmadığı bir yerde yardım isterse 'Ey Allah'ın kulları bana yardım edin! Ey Allah'ın kulları bana imdat edin!' desin. Çünkü Allah'ın bizim görmediğimiz kulları vardır." (1)
İmam-ı Taberanî (rahimehullah)’ın beyanına göre, bu hadis-i şerif tatbik edilmiş, böylece yardım görülmüştür.
İbni Abbas (radıyallahu anh) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulüllah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki Allah’ın, hafaza meleklerinin dışında yer yüzünde melekleri vardır ki, ağaç yapraklarından düşenleri yazarlar. Sizin birinize çöl arazisinde bir aksaklık isabet ederse, 'Ey Allah'ın kulları! (Bana) yardım edin diye seslensin " (2)
Abdullah ibni Mesud (radıyallahu anh)’dan rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte, Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
"Sizin birinizin sahrada hayvanı kaçarsa, 'Ey Allah'ın kulları hapsedin! Ey Allah'ın kulları durdurun!' diye seslensin. Çünkü Allah'ın yer yüzünde hazır bulunan kulları vardır, Onu tutarlar. " (3)
Allâme Muhammed İbni Allan (rahimehullah) "Ezkâr" şerhinde şöyle demiştir; “Bu hadis-i şeriflerde geçen, "Allah'ın kulları"ndan maksat, ya melekler veya müslüman cinler ya da, "Ebdâl" diye isimlendirilen "Ricâl-i Gayb" (seçkin veliler)’dir.”
İşte bütün bu hadis-i şerifler, mukaddes ruhlara sahip olan varlıklarla tevessülün ve onlardan himmet (yardım) istemenin caiz olduğunun, açık delilleridir.
Devenin bulunması için yardım edenler, Mevlâ'nın bulunması için yardım etmezler mi?
Hafız İbni Kesir’in naklettiğine göre, Yemame vakıasında Müslümanların şiarı (Nişanı) “Ey Muhammed” sözleriydi. (5) (savaşırlarken ya Muhammed diye bağırıyorlardı)
Abdurahman ibn Sa’d (radiyallahu anh) şöyle anlatıyor: “Bir kere Abdullah İbni Ömer (radiyallahu anh)un ayağı uyuştu. O zaman sahabeden bir adam, ona en sevdiğin bir insanı an dedi. O’da “Ya Muhammed” deyince, bağlardan kurtulmuş gibi rahatladı. (6)
Kaynaklar:
1)Taberanî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, No: 290, 17/117, Heysemî, Mecme'u 'z-Zevâid, No: 17103, 10/188
2)İbni Hacerel-Askalânî, Muhtasar-u Zevûidi'l-Bezzâr, No: 2128, 2/420
3)Ebu Yâ'la, Müsned, No: 5269, 9/177, ibni Hacer, el- Metâlibu'l-Âliye, No: 3375, 3/239, Taberanî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, No: 10518, 10/217, Deylemî, Müsned-i Firdevs, No: 1311,1/330
4)îbn-i Allan, el-Fütûhâtü'r-Rabbâniyye, 5/150-151
5)İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye: 6/324
6)Buhari el-edeb’ül-Müfret: 438 no:993 sh:262
7)Müslim, zahd: 17, No: 3005, 4/2299, Sahih-ibni Hıbbân, No: 870, 2/116
.
Tevessülün (Aracılık) Delilleri.. Ebûbekir Sifil hoca
30 Nisan 2014, 13:32
Ebûbekir Sifil hoca ile Tevessül üzerine yapılan röportaj..
Hocam, umumi mânâda Ehl-i Sünnet’i nasıl tanımlayabiliriz? Veya Ehl-i Sünnet kimdir?
Ebûbekir Sifil: Bismillâhirrahmânirrahîm. Ehl-i Sünnet’i teşhis etmenin birkaç yolu var. Bunlardan birincisi geçmişte Ehl-i Bid’at fırkalarla münakaşa edilmiş meselelere bakmak. Gerek usûl-i dinde gerek usûl-i fıkıhta Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Bid’at fırkaları arasında yaklaşım farklılıkları var. Bu kaynak anlayışından, epistemolojiden neş’et eden bir şey. Buna bakarak bir istikamet tayini yapabiliriz. Kim Ehl-i Sünnet’tir, kim Ehl-i Bid’at’tır, bunu tayin edebiliriz. İkincisi bugün tartışılan meselelere Ehl-i Sünnet’in ilkeleri çerçevesinde bakarak kim Ehl-i Sünnet’in yanındadır, kim karşısındadır, bunu tesbit edebiliriz.
İmam el-Eş’arî Makâlâtu’l-İslâmiyyîn’de “Ehlü’s-Sünne ve’l-Eser” dediği bir kesimden, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in hadis ağırlıklı kolundan bahsediyor, onların görüşlerini, mümeyyiz vasıflarını zikrediyor. Bunlar arasında o dönemde mevcut Ehl-i Bid’at fırkalarla Ehl-i Sünnet’i birbirinden ayıran temel hususlar var. Nedir onlar? Sahabeye saygı. Haber-i vâhid’in delil olarak alınması, mütevâtir rivayetleri geçtik haber-i vâhid’in delil olarak alınması, meşhûr ve mütevâtir hadislerle sabit olmuş amelî ve itikâdî hükümler, Sahabe’ye hürmet, havz-ı Kevser, şefaat, kabir azabı, sırat, mîzân ve buna benzer hususlarda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat diğer fırkalardan ayrı duruyor. Biz buna bugün İslam’ın modern yorumlarını dikkatte tutarak da yeni bir boyut katabiliriz. İslam’ın modern yorumları derken sadece modernizmi kastetmiyoruz. Modern çağa mahsus İslâmî her türlü yorumu kastediyoruz. Bunun içinde meâlciler ya da Kur’âniyyûn denen akım da var, bunun içinde kendilerine Selefî diyen ama Selef’le farklı düşünen insanlar var ve tabii ki bunun içinde modernistler de var. Bunların Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadına aykırılık teşkil eden görüşlerini, duruşlarını İmam Eş’arî’nin çizdiği çerçevede düşünebiliriz, tesbit edebiliriz.
EHL-İ SÜNNET KİMLERDİR?
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dediğimiz gövde üç ana koldan oluşuyor: Bunlardan birincisi Ehl-i Sünnet kelâm alimleri. Yani Mâturidiler ve Eş’arîler. İkincisi hadis alimleri, üçüncüsü de ehl-i tasavvuf. Ehl-i hadis ve ehl-i tasavvuf arasında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in temel kabulleriyle, ana çizgisiyle, istikametiyle örtüşmeyen görüşlere sahib olanlar, zâhib olanlar var mıdır, vardır. Bunları biz Ehl-i Sünnet dışı oluşumlardan sayıyoruz. Yani ehl-i hadis arasında tecsime ve teşbihe kaçan bir grup var. Nasların zahirine sarılarak adeta müteşâbihâtı muhkemâta hakim kılacak bir tarzda teşbih ve tecsime kayan ve ehl-i hadis içersinde yer alan insanlar var.
-Müşebbihetü’l-Hanâbile değil mi?
Sifil: Genellikle öyle ifade ediliyor. Bütün Hanbeliler öyledir veya bütün ehl-i hadis Hanbeli’dir demek doğru değildir.
Ehl-i tasavvuf içersinde de batınî veya İbahiyyeci bir grup var. Ya da felsefeyle çok fazla haşır neşir olmuş, Selef’in zühd anlayışına, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in tasavvuf anlayışına felsefeyi karıştırmış bir kesim var. Bunların felsefî görüşlerine biz tıpkı diğerlerinde olduğu gibi bid’at hükmünü verebiliriz, vermemiz lazım. Dikkat etmemiz gereken şu: Muhafaza edilmesi gereken şey öncelikle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadıdır. Hz. Ali radıyallâhu anh’ın sözünü hatırlayın: Hakkı tanıyın ricâli hakka göre değerlendirin. Hakkı ricâle göre değerlendirmeyin. Dolayısıyla bizim için Hakkın tek ölçüsü Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tir. Bu çizgiyi şâibelerden, şüphelerden, tereddütlerden ne kadar âri bir şekilde öğrenir ve özümsersek o ölçüde bid’at yaklaşımlardan, oluşumlardan, kavramlardan, kuramlardan uzaklaşma şansımız olur.
-Hocam, bu Kur’âniyyûn ve modernistlerin şu anki konumları belli ama mesela ehl-i hadis temelli günümüze ulaşan Selefî akımlara baktığımız zaman birbirlerinden bağımsız gruplar ve düşünceler görüyoruz. Acaba bu tecsim ve teşbih düşüncesinin kökenleri nedir? Neden bazı ehl-i hadis alimler bu konuda hataya düşmüşler? Bunun geçmişine inebilir miyiz?
Sifil: İmam Ebû Hanife rahimehullah diyor ki: Bize doğu tarafından iki tane bid’at geldi. Birincisi Cehm bin Safvan’ın teşbih görüşü, öbürü de Mukâtil’in ta’tîl görüşü. İmam Ebû Hanife bunu söylerken Irak coğrafyasından bahsediyor. Irak coğrafyası malum ehl-i bid’at oluşumların merkezi. Yani Hicaz’da böyle bir şey yok mesela. Onun için İmam Mâlik Medine ehlinin amelini tâli delillerden biri olarak usul-i fıkhının içine yerleştirmiş. Ama biz benzeri bir şeyi nadiren zikredenler olsa da Kûfe ehlinin ameli ya da icmaı diye bir kavram üzerinden yapamıyoruz. Çünkü Kûfe ehli homojen değil. Medine ehli homojen. Mutezile dediğimiz fikir akımı Irak coğrafyasında ortaya çıkmış, Bağdat ve Basra Mutezilesi Irak coğrafyasında ortya çıkmış. İlk Şii oluşumlar burada ortaya çıkmış. Cebrî oluşumlar burada ortaya çıkmış. İrcâ oluşumları burada ortaya çıkmış. Devletin başkenti olması hasebiyle bilhassa Abbasiler’den itibaren felsefî oluşumlar burada kendini göstermiş. Erken dönemlerde durum bu.
Özellikle Abbasiler döneminde Beytu’l-Hikme’nin kurulmasıyla birlikte felsefî görüşler İslam dünyasına hızlı bir şekilde nüfûz etmeye başlamış. Sadece felsefî değil, gayri İslâmî bütün fikirler, inançlar Hristiyanlıktan Brahmanizm’e kadar, Naturalizm’e kadar pek çok inanç ve görüş, felsefî düşünce Abbasiler döneminde İslam dünyasına girme, sızma imkanı bulmuş. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadının en güçlü müdafilerinin Irak coğrafyasında ortaya çıkmasının sebebi de budur. Yani İmam Malik rahimehullah çok fazla bu işlere girmemiş. Kelâmî mevzulara girmemiş; girmesine gerek de yokmuş. Ama İmam Ebû Hanife ve onun başlattığı ekol/çığır Kelâm meseleleriyle aktif olarak ilgilenmiş. İmam Ebû Hanife’den ve diğer Hanefi büyüklerinden Kelâm ilminin zemmine dair varid olanlar bâhusus Mutezile kelâmına yöneliktir. Çünkü erken dönemlerde kelâm dendiğinde, kelâmcılar-mütekellimîn dendiğinde Mutezile anlaşılıyordu. Onun için insanları kelâmdan sakındırırken, aslında Mutezile kelâmından sakındırıyorlardı, buna dikkat etmek lazım. Yoksa İmam Ebû Hanife’nin bugün elimizde mevcut eserlerinde kelâmî yaklaşımın temellerini çok rahat görmek mümkün.
TENZİH İLE TECSİM VE TEŞBİH KARIŞTIRILIYOR
- Ehl-i hadis içersinden çıkan tecsim ve teşbih’in temellerine dönersek…
Sifil: Evet. Tecsim ve teşbih meselesinin İslam dünyasında bir zemini yok. Yani sahabe bu meseleleri konuşmuş değil. Allah Teâlâ arşa istivâ etmiştir, bu istivânın mahiyeti nedir? Ya da Allah Teâlâ’nın eli, yüzü, vechi, gelmesi, inmesi vesâir müteşâbihât konusunda Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm da konuşmamış, sahabe de konuşmamış. Bu iki şekilde değerlendirebilir: Bir, Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tabii hali içersinde sahabe bu nassların, bu ayet ve hadislerin nasıl anlaşılması, nereye oturtulması gerektiği konusunda kendiliğinden bir kanaat sahibiydi, fıtrî olarak, tabii olarak bir duruş sahibiydi. Dolayısıyla bu meseleler üzerinde çok fazla fikir beyan etmediler, tartışmadılar, düşünmediler. Bu şu demektir: Bu müteşâbihattır, Allah Teâlâ hakkında zikredilen bu tür ef’al ve sıfat O’nun şanına layık bir şekilde anlaşılmalıdır. Naslarda ne ne kadar gelmişse ona o kadar inanıp ötesine geçmemek esastır.
- Hiçbir yorum yapılmaz yani.
Sifil: Hayır asla. Böyle anlamak mümkün, şöyle anlamak da mümkün. Sahabe zâten bu işlerin ne anlama geldiğini biliyordu. Yani الرحمن علي العرش الستوي ayetini okuduğunda sahabe bunun istivâ kelimesinin Arap dilindeki mütebâdir anlamını esas alarak, ilk akla gelen anlamını esas alarak nasıl anlaşılması gerektiğini biliyordu. Bu bir “istikrar”dır. Allah Teâlâ hâşâ arşa istikrar anlamında istivâ etmiştir. Yani Allah Teâlâ arşın üstündedir. Bunun için kimse tartışmamıştır bunu. İşte kendisini Selefî diye ifade eden kardeşlerimizin bir grubu bu şekilde söylüyor. Nitekim İmam Malik’ten, hatta bazı sahabîlerden, ehl-i beytten, ezvâc-ı tâhirattan nakledilen bir söz var: الاستواء معلوم والكيف مجهول istivâ malumdur, nasıl istivâ ettiği meçhuldür. İmam-ı Malik’e sorulduğunda böyle demiş: الاستواء معلوم والكيف مجهول والسؤال عنه بدعة birisi sormuş “nasıl istivâ ediyor” diye o da böyle cevap vermiş. Şimdi soruya ve cevaba iyi dikkat etmek lazım. “Nasıl istivâ etti” demiş adam. Cevap bu: “İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür.” Oysa adam istivâ malum mu, meçhul mü bunu sormuyor. Nasıl istivâ etti, ben de biliyorum istivâ ettiğini, ama nasıl istivâ etti? diye soruyor. Bu cevap iki şekilde yorumlanıyor. Bir: İstivâ Allah Teâlâ hakkında Kur’ân’da kullanılan Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında sıfatı olarak kullandığı bir kelimedir. Bu mânâda malumdur. Allah Teâlâ arşa istivâ etmiş midir? Etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân’da bunu haber veriyor. Peki nasıl istivâ etmiştir? İşte onu bilemeyiz. Keyfiyeti meçhul çünkü. Sadece Kur’ân’da haber verildiği için biliyoruz ki istivâ diye bir şey vardır. Ama nasıl olduğunu bilemeyiz. Bu Ehl-i Sünnet kelâm alimlerinin anlama biçimidir.
Bir de İbn-i Teymiye’nin ve takipçilerinin anlama biçimi var. Onlara göre istivâ malumdur demek “istivânın ne anlama geldiğini biliyoruz o mânâda istivâ malumdur” demektir. Yerleşmek, istikrar etmek, mekan tutmak, kurulmak bu anlamda istivâ malumdur. Ama nasıl yerleşti, nasıl kuruldu nasıl mekan tuttu, nasıl oturdu, bilemeyiz. Bu anlamda keyfiyet meçhuldür. İki farklı anlama biçimiyle karşı karşıyayız. Allah Teâlâ dileseydi arşa istivâsını bize daha net ifadelerle haber verebilirdi. Ebûbekir bin Arabi diyor ki: İstivâ kelimesinin Arap dilinde on küsur tane anlamı vardır. Bunlardan hangisi? el-Avâsım mine’l-Kavâsım’da anlatıyor: Bazı Hanbeliler bir yolculuk esnasında yolunu kesmişler. Israrla sormuşlar: “Allah nasıl istivâ etti” diye. Demiş ki: “İstivanın oturmak, mekan tutmak, yerleşmek anlamlarına geldiğini söylememi istiyorsunuz. Ama istivâ kelimesinin on küsur tane anlamı vardır. Niye bunların içerisinde diğerleri değil de bu?”
NASSLARI ANLAMAK İÇİN USUL BİLMEK GEREKİR.
Dolayısıyla İslam dünyasına dışarıdan –ki bilhassa Yahudilerin teşbih/tecsim inancına kail olduğunu biliyoruz– girmiş olan bu anlayış ehl-i hadisin bir kısmına da maalesef sirayet etmiş. Bu onların nassa bağlılıklarından kaynaklanan ama imal-i fikr ile beslemediği için de yanlış bir tarafa giden bir tavır olarak ortaya çıkmış. Nassa bağlanmak, olması gereken bir şeydir. Ama bunun da belli bir kanunu, kuralı, sistemi olmalı. Nasstan kastımız menkûlât ya da semiyyât. Ona bağlı olmanın bir sistemi olmalı. Çünkü sem’iyyât dediğiniz alan homojen, tekdüze metinlerden oluşmuyor ki! Bunların içinde nassı var, zahiri var, müştereki var, mücmeli var, müfesseri var vs. Bunların hangisini esas alıp diğerlerini bu esas doğrultusunda tevil edeceksiniz/anlayacaksınız? Çünkü hepsini birden aynı anlamda anlamanız mümkün değil. Hakikati var, mecazı var.
Kur’ân’da mecaz olmadığını bir önkabul olarak söylerseniz, Allah-u Teâlâ hakkında kullanılmış her türlü fiili hakikate hamledersiniz. Allah Teâlâ nüzul etti mi; etti. Bir mekandan başka bir mekana nüzul etti. Allah Teâlâ semâda mıdır, evet sema diye bildiğimiz yukarı cihet, ordadır. Ya da buna benzer şeyler. Ama mesela Hazreti İbrahim aleyhisselâm اني ذاهب الي ربي diyerek kalkmış Urfa’dan veya Mezopotamya’dan el-Halil kentine gitmiş. “Ben Rabbime gidiyorum” diyerek gitmiş. Hâşâ Allah Teâlâ el-Halil kentinde mi? Değil. Burada bir mecaz var. Siz kabul etmek zorundasınız. İsteseniz de istemeseniz de mecaz Arap dilinin ve Kur’ân’ın bir hakikati, gerçeğidir. Dolayısıyla nassları anlamak dediğimiz şey çok basit bir şey değil. Usul uleması, usul-i fıkhın farklı disiplinlerle ilişkisini çok hassas bir şekilde işlemiş.
Zannediyorum İmam Gazali’nin Mustesfâ’sının başında var. Diyor ki: Usul-i fıkıh bahislerine baktığımızda bir kısmı lugat bahisleridir. Bir kısmı beyan ilminin bahisleridir. Bir kısmı dilin kullanım tarzlarında Cahiliyyeden beri Arapların bildiği hususlardır. Bir kısmı ulumu’l-Kur’ân’la ilgili hususlardır. O halde usul-i fıkhın kendine mahsus durumu nedir? Bu soruyu soruyor ve kendisi cevap veriyor. Diyor ki: Usul-i fıkıh evet bütün bu ilimlerden istifade edilerek hazırlanmış bir ilimdir; ama usul-i fıkıhta bütün bu ilimlerin bir adım ötesine geçilmiştir. Mesela lugat alimi “gel” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilir. Bu bir emirdir. Ama bu emir fevrî midir, hemen oluşa mı delalet eder, vücuba mı delalet eder. Lugat alimi bununla ilgilenmez. Bu usul aliminin işidir.
Şimdi bu konuştuğumuz mesele de böyledir. Yani evet, sonuçta metinler üzerinde konuşuyoruz ama bu metinlere nasıl bir sistemi esas alarak yaklaşacağız. Hangi sistem doğrultusunda bu metinleri anlayacağız? Bunu usul uleması belirler, usul-i fıkıh belirler.Usul-i fıkıhtan, yani sistemli anlama, sistemli düşünme melekesinden yoksun olarak bakarsanız nasslara şu noktaya gelirsiniz: ليس كمثله شيء dersiniz, Allah Teâlâ gibi hiçbir şey yoktur, teşbih ve tecsim yoktur dersiniz. Sonunda da dersiniz ki: ان الله خلق ادم علي صورته Nerden başladınız nereye geldiniz? Hani Allah Teâlâ gibi hiçbir şey yoktu? Ama kalktınız Allah Teâlâ Adem’i kendi suretinde yarattı dediniz. Bu sahih bir rivayettir. Fakat bunu nasıl anladınız? Adem Allah’a benzer. Bunun bir versiyonu Yahudilikte var. Esasen Yahudiliğin bariz vasfıdır. Tevrat’ı açın bakın antropomorfik yani insan biçimli bir tanrı anlayışı var orada. İnen, çıkan, konuşan, gücenen, kızan, gülen, insanlarla rekabet eden…
- Güreşen…
Sifil: Güreşen, yenen, yenilen bir tanrı var. Bu bariz vasıf olarak Yahudilikte mevcut. İslam’da böyle bir şey yok. İşte o sistemsiz düşünmenin, sistemsiz anlamanın ve nasslara teslim olma adı altında sistemsiz bir şekilde nassları tahrif etmenin ve yanlış anlamanın bir neticesidir.
- O halde şöyle diyebilir miyiz hocam: Aslında ehl-i hadis içersindeki bu zümre lafızların delaleti konusunda fazla bir bilgiye sahip olmadıkları için bu yanlışlara düşmüşlerdir.
Sifil: Evet, diyebiliriz. Bu noktada da kalmadılar maalesef. “Nasslarda nasıl gelmişse öyle anlarız bunun ötesine geçmeyiz.” Burada dursalardı yine idare edilebilirdi; ama burada durmadılar. Mesela Osman bin Said ed-Darimi diyor ki: “Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır. Dağın tepesindeki, dağın eteğindekinden daha yakındır. Allah Teâlâ dilerse bir sivrisineğin üstüne yerleşir, oturur ve o sivrisinek Allah’ın kudretiyle havalanır Allah’ı götürür. Allah’ın kudretine aykırı mıdır?” Bu noktaya geldiler yani. Oysa hâşâ ve kellâ nasslarda böyle bir şey yer almaz.
CARİYE HADİSİ NASIL ANLAMALI?
- Daha da ötesi mesela Arap dünyasında “Eyne Allah?/Allah Nerede?” ismiyle yazılan kitaplarda Allah Teâlâ’nın semâda olduğunu inkar edenlerin tekfiri gündeme geliyor.
Sifil: Maalesef. Şu noktaya getirdiler: Bir insanın mümin olduğunu öğrenmek için ona “Allah nerededir” diye sormak lazım. Çünkü Efendimiz öyle yapmış. Eğer o da “Allah göktedir” derse mü’min olduğuna hükmedilir, başka bir cevap verirse mü’min olmadığına hükmedilir. Böyle bir noktaya geldi işte. Bu bir anlama problemidir.
Siz bir kaide vaz ediyorsunuz. Diyorsunuz ki: Bir insanın mü’min olduğunu öğrenmenin bir tane yolu vardır. O da şudur. Bu kaideyi üzerine koyduğunuz rivayet en azından hadis usulü kriterleri doğrultusunda incelendiğinde mânâ ile nakledilmiş bir rivayet. Yani böyle bir vakıa var ortada. Hani mütevâtirâttan olsa, sübut ve delalet bakımında kesinlik arzetse bunun üzerine siz bir şey bina edebilirsiniz. Ama hem sübutunda hem delaletinde zan var bu rivayetin. Çünkü biz biliyoruz ki Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ın Cariye’ye “Allah nerededir?” diye sorduğu soruya Cariyenin verdiği cevap farklı varyantlarda farklı nakledilmiş. Bir rivayette cariye doğrudan “göktedir” demiş. Bir rivayette kafasıyla yukarıyı göstermiş. Bir rivayette parmağıyla yukarıyı göstermiş. Bu metni anlarken yapılması gereken şu: Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm başka birilerinin Müslüman olup olmadığını öğrenmek maksadıyla başka birilerine ne sordu? Bu soruyu Efendimiz muttarid olarak insanların mü’min olup olmadığını öğrenmek için başka birilerine de sormuş mudur, yoksa bu sadece o olaya mı mahsustur? Olaya mahsus bir şeyse bunu genelleştirip muttarid bir kaide haline getirmek doğru değil. Yani ilmen yanlış bir şey.
Araştırabildiğimiz kadarıyla Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ın mümin olup olmadığını öğrenmek maksadıyla bir başkasına bu soruyu sorduğunu bilmiyoruz. Bu olaya mahsus bir şeydir. Peki acaba niye Efendimiz Aleyhisselatü Vesselâm cariyeye bu soruyu sordu? Cariyeler o toplumda biliyorsunuz kültür ve ilim seviyesi son derece düşük insanlar. Bir kere cariye veya hizmetçi olması hasebiyle muhtemelen yabancı bir dinden, yabancı bir kültürden geldi oraya. Belki yeni geldi belki önceden geldi bilemiyoruz. Bir ikincisi acaba yabancı bir kültürden geldi de orada İslam’ı sağlıklı bir şekilde öğrendi mi? İslâmiyetini neye bina etti, sağlıklı bir zemine mi bina etti, yoksa geldiği yerin inanç unsurlarını, kalıntılarını da getirdi mi? Hatta şuradan başlayalım: Genel kabul gören rivayete göre “Sen Allah’a inanıyor musun? Allah var mıdır?” diye sormuyor. Doğrudan “Allah nerededir?” diye soruyor. Çünkü Yahudi olsun, Hristiyan olsun, Mecusi olsun her insanın bir Allah inancı var. “Allah’a inanıyor musun?” diye sorsa “evet inanıyorum” der. Yahudi de, Hristiyan da, Mecusi de, Brahman’ı da inanıyor. Demek ki mü’min olduğunu öğrenmenin ilk kertede yolu bu değil, “Allah var mıdır” diye sormak değil. “Allah nerededir?” Eğer bu kadın bu kültürel algıyaşı içersinde putları gösterseydi “işte Allah oradadır” deseydi, o zaman Efendimiz o kadın için “mü’min değildir” diyecekti. Fakat yüceliği işaret ettiğine göre, yani biliyorsunuz putperestlikte yücelerde bir put yok, putlar evlerinde, barklarında, yanlarında. Onu göstermeyip de yüceleri gösterdiğine göre demek ki aşkın bir ilah tasavvuru var bu kadında veya kızcağızda. Tamam bu var demek ki o putperest değil. O halde “ben kimim” diye sordu Efendimiz. Cariya Yahudi olabilir hristiyan olabilir, yani yerde olmayan mücessem-somut bir ilah anlayışından ziyade aşkın bir ilah tasavvuru var. Efendimiz ikinci soruyu soruyor: “Ben kimim?” “Sen Allah’ın Resulü’sün.” Başka bir rivayette Efendimiz’i ve yukarıyı gösterdi. Bir başka rivayette Efendimiz’e baktı ve semâya baktı. Bu varyantlar da ortaya koyuyor ki o kadında veya kızca, doğru dürüst kendini ifade etme kudreti de yok.
Şimdi düşünün ki bir dağ köyünde hiç şehre inmemiş orda doğmuş büyümüş mezrada özellikle Doğu ve güneydoğuda mesela bir kız. 14-15 yaşlarında bir cariye, bir hizmetçi. Buna siz mümin olup olmadığını öğrenmek için bir soru soracaksınız. Bahsettiğimiz insan bir akademisyen değil, toplum içinde büyümüş yaşını başını almış, kemale ermiş bir insan değil. Muhtemelen yaşı küçük, sahabeden birisinin davarlarını otlatan bir kızcağız. Buna siz mümin olup olmadığını öğrenmek için ne sorarsınız? “Yavrum senin inandığın Allah nerededir?” dersiniz. Putları gösterirse putperesttir. Yok yukarıyı gösterirse “haa bunda vahye dayalı bir Allah inancı var” diye düşünürsünüz. Ondan sonra da ikinci soru geliyor “ben kimim?” “Sen de Allah’ın Resulü’sün” dedi mi tamam bitti işte. Bu kızın mümin olup olmadığını öğrenmenin yolu budur. Ama bu alelıtlak böyle mi yapılır, herkese böyle mi sorulur? Hayır. Nitekim öyle olsaydı biz başka nasslarda da Efendimiz’in böyle sorduğunu görmeliydik, göremiyoruz.
Kaldı ki bu rivayetin bazı varyantlarında Efendimiz’in cariyeye “Rabbin kim” diye sorduğu, bazılarında da “Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik eder misin?” diye sorduğu nakledilmiştir.
(Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için 17, 10, 12 Ağustos 2004 tarihli Milli Gazete’de yazdığım yazılara veya şu linklere bakılabilir:
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=232
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=233
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=234)
Nassları okuma tarzı çok önemli, nassların arkaplanına inmek çok önemli. Nass dediğimiz şey semiyyat yani nakliyât.. Bunun arkaplanına inmedikçe zahirine takılır kalırsanız bu türlü arızalar çıkar. İşte usul-i fıkhın insana kazandırdığı meleke budur. Nassın anlam katmanlarını yoklayabiliyor musunuz? Niye böyle olmuş, niye böyle varid olmuş? Birincil anlam kategorisi nedir, ikincil anlam kategorisi nedir, delaleti nedir yani klasik tabiriyle? Bunlardan yoksun bir düşünce sistemi geliştirmeye çalışırsanız olacağı budur.
- Mesela hocam, bazı kitaplarda Allah’ın sıfatını anlatırken “Allah’ın baldır sıfatı” şeklinde ifadeler geçiyor. Bunu bazı hadislerde geçtiği için böyle alıyorlar.
Sifil: Ayette de geçiyor bu. يوم يكشف عن ساق diye. İşte müteşâbihat diyoruz biz buna. Bu ayetin sözüm ona desteklediği bir rivayet: “Cehennemlikler cehenneme atıldıktan sonra cehennem köpürecek, kabaracak, alevlenecek, “daha yok mu?” هل من مزيد diyecek. O zaman hâşâ ve kellâ Allah Teâlâ ayağını kaldıracak ve cehennemin üstüne basacak. Cehennem de “yeter yeter” diyecek. Bu da ayeti hadisle tefsir etmenin adı!!
Şimdi bu rivayet çok tartışılmış. يوم يكشف عن ساق ayetini nasıl anlayacağız? Dil alimleri, müfessirler diyorlar ki: “Bu keşfu’s-sâk meselesi bir darb-ı meseldir. Yani bir şey kızıştığında, mesela harb kızıştığında, kılıçlar parladığında, toz duman birbirine girdiğinde işte bu keşfu’s-sâk halidir.” Yani bir şeyin en kızgın en kabarık halidir bu yani. Bu bir kıyamet, ahiret tasviridir. Kur’ân’da da يوم يكشف عن ساق buyrularak artık her şey kızıştı son raddesine geldi demektedir. Bu mecazen anlatılmıştır. Buna Türkçe’de deyim deriz biz. Deyimler bir takım kalıp ifadelerin farklı anlamlara dökülmüş halidir. “Seni yakarım mesela”. Bu bir deyimdir. Ya da “elimden gelen budur” diyorsunuz. Sizin elinizde bir şey var da onu ortaya koymuyorsunuz. Başvurmak demek mesela. Türkçede böyle şeyler çok vardır. Burada mecazi bir anlatım vardır. Siz bunu hesaba katmadan bu ayeti böyle sakat bir rivayetle tefsir etmeye kalkarsanız ortaya hâşâ ve kellâ ilâhi bir “sâk” çıkar.
Yahut “vaz-ı kadem” yani “Daha yok mu?” diye azıp köpüren cehenneme “ayak basmak” meselesi… Dil konusunda mütehassıs alimler, buradaki “vaz-ı kadem”in, “susturmak, sindirmek, teskin etmek” gibi anlamlara geldiğini söylüyor.
ALLAH TEÂLÂ’YI MAHLUKÂTA BENZETMEMEK
- Bazıları tevhidi üçe taksim ediyor. Uluhiyyet, rububiyyet ve isim ve sıfat tevhidi diye. Selef’ten bu ayrımı yapan olmuş mu hiç, yoksa sonradan çıkan bir şey mi bu?
Sifil: Selef’ten böyle bir ayrım bilmiyoruz. Ama kelâm uleması da vahdaniyet meselesini izah ederken Allah Teâlâ’nın isimlerini, sıfatlarını, zâtını, fiillerini, hükümlerini tek olduğuna vurgu yapmış. Bu bir bütün olarak bir anlam ifade ediyor. Uluhiyet tevhidi farklı bir şeydir, rububiyet tevhidi farklı bir şeydir derseniz bu yanlış olur. Ama vahdaniyet vasfı, hususiyeti içersinde ne anlama geldiğini biraz eşelediğinizde bu durum karşınıza çıkıyor. Siz Allah Teâlâ’nın isimlerinde, sıfatlarında, zâtında, fiillerinde, hükümlerinde O’nun vahdaniyet hususiyetini zedeleyecek biçimde O’na izafetlerde bulunursanız bu yanlış olur. Yani اياك نعبد و اياك نستعين derseniz, böyle dediğiniz halde bir başkasından bir şey isterseniz –bilhassa tevessül bahsinde bu malum çok tartışılan bir şey- bu rububiyet tevhidine aykırı olur diyorlar. Ama Allah Teâlâ’nın isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde tevhid derken biz bunun sadece Allah’a mahsus bazı özelliklerin kullara atfedilmesini değil, aynı zamanda mahlukata ait bazı özelliklerin de Allah’a atfedilmesinin bu tevhide zarar verdiğini hatırdan çıkarmamalıyız. İnsanlar güler, Allah da güler. Allah insanlara benzer, Onun eli vardır, kolu vardır, oturur, kalkar, kızar, güler, sevinir. Bu özellikler aslında kullara mahsus özelliklerdir. Allah Teâlâ hakkında bunun kullanılması mecazendir. Nasıl? Şimdi kızmak, gazaba gelmek nasıl bir şeydir? Gazaba gelmiş bir adamın evsafı, hali nasıl olur? Yüzü kızarır, boyun damarları şişer, gözleri şişer, hiddetlenir, kalp atışı hızlanır. Şimdi siz bunu hâşâ nasıl Allah Teâlâ’ya izafe edersiniz? Hâşâ Allah Teâlâ gazaplandığında böyle mi olur? Demek ki Allah Teâlâ’nın gazaplanması kullar hakkındaki bir fiilin, bir kelimenin Allah Teâlâ hakkında mecazi olarak kullanılmasından ibarettir.
- Kullar anlasın diye yani…
Sifil: Tabii kullar anlasın diye. “Böyle yaparsanız Allah sizden razı olur, hoşnut olur.” Razı olmuş bir adamın hali midir hâşâ Allah’ın razı olması? O zaman ne anlayacağız? Allah Teâlâ’nın bir takım sıfatlarının kulların bir takım fiilerine taalluk etmesini anlayacağız buradan. Allah Teâlâ’nın gazaplanması budur. Kullarına azap etme, müntakim olmasının kulunun bir fiiline taalluk etmesinden ibarettir. Yoksa bir halden başka bir hale geçmek onun için muhaldir. Diyelim ki Allah Teâlâ Ebûbekir Sifil kulunu seviyordu, sonra Ebûbekir Sifil bir günah işledi ve Allah ona gazap etti, kızdı” derken aslında şunu demiş oluyoruz: Allah Teâlâ Ebûbekir Sifil kulunu Şubat ayının birine kadar seviyordu, Şubat aynın birinde kulu bir günah işledi, o tarihte ona kızmaya başladı. Yani önceden olmamış bir şey Allah Teâlâ’ya hulul etti. Önceden kızmıyordu, sonra kızmaya başladı. (Haşa)
Şimdi Allah Teâlâ’nın sübuti sıfatları var, selbî sıfatları var. Bu selbî sıfatları içinde –Allahu a’lem- bizim anlamamız bakımından en önemlisi Muhalefetü’n li’l-havadis’tir. Eğer siz bunu anlayamazsanız her an hâşâ Allah Teâlâ’ya bir havadisin hulul ettiğini söylersiniz. Buna inanırsınız. Şimdi Allah Teâlâ’ya havadisin hulul etmesi bir kelâm alimi bakımından asla ve kat’a düşünülemez. Ama meseleye bazı ayet ve hadislerin zahiri çerçevesinde kalarak bakan birileri için böyle bir problem yoktur ki. Havadis Allah Teâlâ’ya hulul etmiş. Çok önemli değil o adam için. Oysa bu bir nakisadır. Allah-u Teâlâ’nın varlığına, ezeliliğine, varlığının kendinden oluşuna aykırı bir şeydir bu. O zaman kelâm alimi size şunu sorar: Allah Teâlâ Şubat’ın birine kadar Ebûbekir Sifil kuluna kızmamıştı. Kızdığı zaman doğru mu yaptı, yanlış mı yaptı? Hâşâ Allah Teâlâ yanlış yapmaz. Peki bu doğruyu daha önce niye yapmadı? Ezeli ilmiyle onu biliyordu?! Madem doğru bir şeydi kızmak, Allah Teâlâ’ya bu hal sonradan niye geldi? Demek ki –haşa– Allah Teâlâ’da bir eksiklik vardı. Ebûbekir Sifil günah işleyince kızdı ve kemal buldu hâşâ. Yani siz muhalefetü’n li’l havadis’te Allah Teâlâ’nın kemal sıfatlarla muttasıf olduğu gerçeğine herhangi bir şekilde halel getirirseniz bu sıfatı anlamamış olursunuz. Allah Teâlâ’ya kullara mahsus vasıfları atfetmişsiniz demektir. İşte tevhidi, vahdaniyeti zedeleyen en önemli şeylerden birisi budur. Mahlukata ait vasıfları Allah Teâlâ’ya atfederseniz bu da tevhidi zedeler. Doğru, Allah’a ait bazı evsafı kullara atfederseniz o da zedeler, ama tersi de zedeler. Bunu asla hatırdan çıkarmamak lazım. Alla Teâlâ sıfatlarında, emirlerinde, nehiylerinde, fiillerinde, hiçbir varlığa, hiçbir yaratılmışa benzemez.
- Tevessül meselesinde ihtilaf olmuş mu?
Sifil: Tevessülün bazı kısımları hakkında ihtilaf olmuş İbn-i Teymiye’yle birlikte.
- Ondan önce hiçbir ihtilaf yok mu hocam?
Sifil: Ben bilmiyorum.
İSTİĞÂSE VARDIR
- Peki istiğâse meselesi… Çünkü bu konuyu bazıları çok kafasına takıyor. İstiğaseyi tevessülün bir alt dalı olarak ele alanlar, farklı bir boyutta ele alanlar var.
Sifil: Bu meseleyi fazla büyütmenin bir anlamı yok. Öyle zannediyorum ki meselenin mukaddimeleri konuşulduğunda taraflar arasında ihtilafın dairesi daralacaktır. İstiğase dediğimiz şey o anda orda olmayan, hazır olmayan bir varlıktan yardım istemek. İstiğâsenin nasslara daha doğrusu tevhide aykırı olmasının sebebi nedir? Size yardımı dokunamayacak birisinden yardım istiyorsunuz. Bunu bir takım nasslar çerçevesinde ele aldığımızda –maksat tartışmak ise- biz mevcut varlıklardan da yardım istemenin tevhide aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Yani müsebbibu’l esbâbı hesaba katmadan, sebeplere sebep olma özelliğini kazandıranı hesaba katmadan mahlukatı siz kendinden kudretli varlıklar olarak algılarsanız bu tevhide aykırı olur. ما رميت اذ رميت و لكن الله رمي “Attığın zaman sen atmadın Allah attı.” Bu ayeti nasıl anlayacağız? Onun için Ehl-i Sünnet alimleri tevellüdü reddeder, Mutezile bunu şiddetle savunur. İşte matematik kesinlikte eğer şu fiil şöyle işlenirse sonucu şu olur gibi, siz yayı gerdiniz oku bıraktınız, hedef neresiyse ok oraya gider, bu şaşmaz derler. Ehli Sünnet der ki: Hayır, zorunluluk yok. Allah dilerse ateş İbrahim’i yakmaz. Onun için Ehli Sünnet tevellüde itiraz eder. Matematik kesinlikte olayların birbirini doğurması ve neticelendirmesi doğru değildir. İlahi kudret buna taalluk ettiği sürece bu böyledir. İlahi kudret buna taalluk ederse bu olur, etmezse olmaz. İstiğâse bahsi de böyledir.
Sizin düzenli kullandığınız ilacın bizzât kendisinde mi bir iyileştirme vasfı var? Yoksa ona o vasfı veren mi var? Yahut siz doktora gittiğinizde şifanın ondan geldiğini düşünerek mi gidiyorsunuz? Yoksa zihninizin arkaplanında otomatik işleyen bir mekanizma mı var? Yani karnım acıktığında hemen nasıl yemek yiyorsam, bu benim nasıl yemekten medet ummam mânâsına gelmezse, karnım ağrıdığında doktora giderim, bu benim doktordan medet ummam değildir. Sünnetullah böyle olduğu için, benim iyileşmemi bu sebeplere bağladığı için böyle yapıyorum. İstiğâse de böyledir. Allah Teâlâ nezdinde belli bir mevkii olan varlıklar var, mesela melâike-i mukarrebûn var, peygamberler, salih insanlar var. Bunlar bizi Allah’a yaklaştıran vesilelerdir ve o insanlar ölüp gitmekle o kıymetleri eksilmez, azalmaz. Çünkü bu varlıkları onların bedenlerine bağımlı, bedenle birlikte yok olup giden bir varlık değil. Her varlığın bir hakikati var.
Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm sahabiye imanın hakikatini soruyor hadiste. Herşeyin bir hakikati var, insanın da bir hakikati var. İnsanın hakikati bu bedene mahsus derseniz yanılırsınız. Beden çürüdüğünde hakikati biter o zaman. Demek ki Allah Teâlâ bazı şeyleri bazı vesilelere bağlıyor. Tıpkı sahih hadiste mağara ashabında olduğu gibi, salih amellere bağlamış. Hz. Yusuf Aleyhisselâm babası Hz. Yakup Aleyhisselâm’ın yanına giderken önce gömleğini göndermiş. “Bunu götürün, alsın gözlerine sürsün, açılır” demiş. Oysa Hz. Yakup bir peygamber, Allah’la daimi iletişimi olan bir peygamber. Dua edecek gözleri açılmayacak, ama bir bez parçasını sürünce açılacak. Allah Teâlâ her şeyi bir şeye sebep kılmış. Bunun da o sebepler cümlesinden olarak değerlendirilmesinin bir mahzuru yok. Ta ki siz istiğâsede bulunduğunuz insanın bizzat kendisinde, kendisiyle kaim bir kudret olduğuna inanana kadar. Buna inanırsanız burada tehlike başlar. Tıpkı doktorun kendisinde zâtıyla kaim bir kudret olduğuna inanmanız gibi. Tıpkı ilacın kendisinden kendisiyle kaim bir iyileştirme kudretinin olduğuna inanmanız gibi. Burada nasıl bir tehlike varsa, orda da öyle bir tehlike var.
İkinci bir husus: Bu bir farz, vacib, emir değil. Yani sıkıştığınızda Allah’ın sevgili kullarından yardım isteyin diye bir emir yok. Bunlar şer’i menduplar çerçevesinde cereyan etmiş şeyler. Siz başvurmazsınız, öbür adam başvurur. Efendimiz’in saçıyla, sakalıyla teberrükte bulunulduğunu biliyoruz. Bunlar birbirinden farklı kavramlar olabilir. Ama İmam Ahmed gibi bir büyük imam vefat ederken Efendimiz’in saçının veya sakalının bir kılının ağzına konulmasını vasiyet etmiş. Hafız Zehebi Siyerü Alami’n Nübelâ’da naklediyor. Hz. Enes’in bir rivayette annesine, bir rivayette babasına saçından, sakalından bir tutam gönderdiği sahih rivayetlerde naklediliyor. Yine Müslim’de geçen bir rivayet: Ümmehât-ı mü’mininden birisi “bir küçük kavanozun içinde Efendimizin sakalının bir kılı bulunurdu yanımızda” diyor. “İşte çoluğu çocuğu hastalanan kişiler ellerinde bir kap suyla gelirlerdi bize, biz de o teli alırdık oradan, o suyun içine batırırdık. Onlar da kabı götürür, hastalarına içirir ve şifa bulurlardı.” diyor. Bunlar sahih rivayetler. Şimdi biz kılın kendisinde mi kudret vehmediyoruz? Hayır. Bu kılın sahibinin Allah indindeki makamından mevkiinden.. Bunun farkındayız, sahabi de onun farkındaydı. Onun için dedim tevessül meselesinde İbni Teymiyye’ye gelene kadar bir ihtilaf yoktur.
Kısacası bu meseleyi ümmetin birliğini bütünlüğünü zedeleyici hususlar olarak gündemde tutmak yanlıştır. Tevessülde bulunan kişide eğer tehlikeli bir eğilim yanlış bir kabul varsa şuurlu müslümana düşen onu uyarmaktır. “Bak sen yanlışa doğru gidiyorsun, şu çerçeveyi, şu sınırı aşma.” der. Emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker vazifesini yapar. Ama hadi diyelim ki İbni Teymiye’den sonra bu mesele muhtelefun fih bir mesele oldu. Muhtelefun fih bir meselede insanların birbirlerini şirk ve küfürle itham etmeleri nasıl bir şeydir? Yani en azından şunu diyebilmemiz lazımdır: Bu meselede ulema ihtilaf etmiş. Sen şu alimin görüşünü benimsemişsin, ben öbür alimin görüşünü benimsemişim. Birbirimize hakkı tavsiye çerçevesi içinde tutarak birbirimizi ikaz edelim, birbirimizi tekfir etmeyelim.
- Biraz daha netleşmesi için soruyorum: Kimilerinin medet ya şeyh gibi hitaplarını nasıl düşüneceğiz? Yoksa olmasa daha iyi mi olur diyorsunuz? Bu meselede ne dersiniz?
Sifil: Şimdi bir takım mübahlar vardır. İşleyenin durumuna, işlendiği ortama ve işleniş niyetine göre hüküm değişebilir. Yani bir adam öyle dese bu tek başına ele alındığında mubah bir şeydir. Ama böyle derken bu adam Abdulkadir Geylani hazretlerinin kendisinde zâtıyla kaim bir kudret vehmederek böyle söylerse bu tehlikelidir. Ama özellikle muteahhirûn müfessirler وابتغوا اليه الوسيلة ayetini bu çerçevede değerlendirmişler. Buradaki vesile mutlaktır. Her türlü vesileyi içine alır. Allah Teâlâ’ya yakınlaşmak için insan her türlü meşru vasıtayı vesile edinebilir.
- Yetiş boğuluyorum diyor mesela. Buraya indirgeyebilir miyiz meseleyi?
Sifil: Yani böyle bir panik hali var tabii burada. Birazda belki insanın hemen yakınındakini görmesi daha sık cereyan eden bir şey. Evet önemli olan insanın Allah’la irtibatının daim ve kaim olmasıdır. Ama bu bir takım şeylerin başka bir takım şeylere vesile olduğu gerçeğini de inkar etmemizi gerektirmez. Böyle bir vartaya düşmüş bir insan mesela kamyonla gidiyor kamyon yuvarlanacak dedi ki: “Ya Şeyh Abdulkadir! Varsa bir şeyin gel.”
- Hocam adamın birisi işkence çekerken yazmış bunu. Abdulhakim Arvasi hazretlerinin ruhundan himmet talep ettim gibi bir cümle kullanıyor mesela. Ve bundan fayda gördüğünü de söylüyor. Bu bir motivasyon mu, yoksa böyle bir şey mümkün müdür?
Sifil: Mümkündür. Ruhların böyle bir tesir kabiliyeti vardır. Fahreddin Razi bunu el-Metâlibu’l Âliye’de çok uzun bahisler halinde zikrediyor. Diyor ki: “Bir adam salih bir adamın kabrinin başına gitsin. Bugün kü tabirle trans haline geçsin, o ölünün ruhu ile bu dirinin ruhu arasında bir iletişim olur.” Yani ölmüş gitmiş bir adamın ruhu dirilerle irtibata geçebilir mi? Geçebilir, mümkündür bu.
Şimdi ölünün ruhunun dünyayla taallukatının kesilmediğini biliyoruz. Yani bu konuda öyle derin felsefi tahillere gerek yok. Siz Kur’ân okuyup gönderdiğinizde ölünün ruhu ondan istifade ediyorsa, demek ki ölünün ruhunun dünyayla taallukatı kesilmiş değil. Cenaze namazı kılıyoruz. Niye kılıyoruz? Cansız bir bedeni koyuyorsunuz musallaya, önünüze alıp namaz kılıyorsunuz, ona dua ediyorsunuz, imam efendi “merhumu nasıl bilirsiniz” diyor, siz de “iyi biliriz” diyorsunuz. Bunu niye yapıyoruz, ölmüş gitmiş bir adamın ne faydası var bundan? İşte ölünün bu dünyayla taallukatı devam eder. Burada akla “bu istiğâse değil ki” gibi bir düşünce gelebilir. Ama bizim için önemli olan burada ölünün dünyayla irtibatının kesilmediğidir. Kur’ân okursunuz, onun ruhu ondan istifade eder. Sadaka-i cariye olur, yine faydasını görür, ruhlar birbiriyle görüşür. Bedir kuyusuna atılan müşriklere Efendimiz hitap ediyor ve sahabe diyor: “Ya Resulallah! Ölmüş gitmişler duyarlar mı?” O da buyuruyor: “Bunlar sizden daha iyi duyarlar.” Dolayısıyla ölmüş gitmiş diye bir adamın dünya ile ilişkisi bitmez, devam eder. Hele bu adam Allah indinde makbul bir makama sahip bir kul ise onun durumu daha başka olur. İşte çoğumuz duyuyoruz görüyoruz evliya ve şehid cesetleri çürümüyor. Bu bir varlık mertebesidir. Varlık dediğimiz şeyden başlamak lazım belki bu konuda. Çünkü varlığı biz duyu organlarımızla, hissiyatımızla sınırlı sanıyoruz. Bunların birincisi bizim yaşadığımız hayattır. Bir başkası şehidin hayatıdır. Bir başkası meleklerin yaşadığı varlık mertebesidir. Mesela bir başkası İsa Aleyhisselam’ın varlık mertebesi. Halen yaşıyor ve tekrar gelecek. Bu mesele biraz da “his” meselesi. Yani insanın derununda duyması gereken bir şey. Bir “hâl” hâli. Ama tekraren söyleyeyim bunu yapmak farz değil, vacib değil. Bir insan bunu yapmasa günaha girmez. Ama bunu meşru çerçeve içinde yapanları da şirk ve küfürle suçlayamayız.
VAHY-İ GAYRİ METLUV
- Buradan vahyi gayri metluve geçecektim hocam. Ehli Sünnetten vahyi gayri metluvü kabul etmeyen bir alim var mı?
Sifil: Hayır. Vahy-i gayri metluvün temeli bizzât Kur’ân’dır. Kıyame suresinde Allahu Teâlâ burada Kur’ân’ı Efendimizin kalbinde toplamayı, ona okutmayı tekeffül ettiği gibi, onun beyanını da tekeffül etmiş. Genellikle bu ayet bizim sünnetin vahiy temelli olduğu konusundaki kitaplarda geçmez. Bu konuda çok önemli bir ayettir ama. Üzerinde epeyce düşündüğüm bir ayettir. Bu bize şunu söylüyor: ثم ان علينا بيانه “sonra onu beyan etmek de bize aittir.” Bu bizzât Kur’ân’ın beyanının Allah Teâlâ tarafından yapılacağını ifade ediyor. Çok açık ve net bir ifade bu yani. İki şekilde anlaşılabilir ya da iki türlü sonuç doğurur: 1) Kur’ân’da beyana ihtiyaç olan ayetlerin tamamı yine Kur’ânda beyan edilmiştir. 2) Beyana ihtiyaç olan ayetlerin Kur’ân dışı bir vahiyle beyan edilmesi gerekir. Her beyana ihtiyacı olan Kur’ân ayetinin yine bizzât Kur’ân’da beyanını bulamadığımıza göre… “Cuma günü namaza çağrıldığınız vakit Allah’ın zikrine koşun.” Bu beyana muhtaç bir ayettir. Cumanın hangi vaktinde olacak, Allah’ı nasıl zikre koşacağız? Burada kastedilen nedir, nasıl yerine getirilir? Bunun beyanını Efendimiz ortaya koymuş. Siz sünnetin vahiyden bağımsız olduğunu söylerseniz Cuma namazı diye bir namaz olmadığını çok rahat söylersiniz. Bunu tafsilatı sünnetle sabit olmuş bütün ibadetlere teşmil edebilirsiniz. Ya burada Efendimiz Aleyhhiselatü Vesselâm hâşâ kendi içtihadıyla yaptı bunları. Ya da Allah’tan aldığı bir vahiyle. Biz biliyoruz ki Cebrail Aleyhisselam namaz vakitlerini, rekat adetlerini bizzât Efendimize öğretmiş ve imamlık yapmış.
Sünnetin vahiy kaynaklı olmasında şaşılacak bir durum yok, olmaması zâten aykırı. Kur’ân, Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ın ortaya koyduğu tatbikata, fiiliyata, amellere bir beyan yetkisi tanıyacak, bunu vahyin kontrolünde tutmayacak! Böyle bir şey mümkün mü? O zaman biz Kur’ân’ın beyanını sünnete havale etmesinin hâşâ ve kellâ bir abes olduğunu söylememiz gerekirdi. Madem herkes beyan edebilir, Peygamberin bu çerçevede beyanı da beyanlardan bir beyandır, o zaman niye Kur’ân bahusus ona havale etti?.. Bu da geniş bir bahis.
TEVATÜR’LE OYNAMAK KUR’AN HAKKINDA İNSANI ŞÜPHEYE DÜŞÜRÜR
- Evet. Kısaca izah etmiş oldunuz. Mütevatir konusunda hocam, birçok insan şüpheler içinde. Mesela “mütevatir olgusu” diye bir şey olmamıştır deniyor. Fiilen mümkün değildir demek istiyorlar.
Sifil: Mütevatir diye bir tarif var usul kitaplarında ancak bu tarife uyan mütevatir yok diyorlar. Tevatür kavramını biz birkaç kategoride ele alıyoruz. Bunlardan birincisi amelî tevatürdür. Amelî tevatürde sayıya, hesaba gelmeyecek miktarda kitlelerin birbirlerinden nakli sözkonusudur. Bir de sayıya, hesaba, adede gelen tevatür vardır. Özellikle hadis rivayetinde tevatür seviyesine ulaştığı rivayetlerin tevatür seviyesi bu kabildendir. Burada Leknevî merhumun dediği gibi önemli olan bu tevatürün kişide ilim hasıl etmesidir. Bu öyle bir şeydir ki biraz da bu rivayet işiyle yakından alakalı olanların çok daha iyi idrak ve hissedeceği bir şeydir. Diyelim İmam Ebû Hanife, onun hocası Hammad bin Ebi Süleyman, onun hocası İbrahim en-Nehai, onun hocası Alkame Esved, onların hocası Abdullah bin Mesud. Yahut İmam Malik, onun hocası Nafii, onun hocası Abdullah bin Ömer. Silsiletü’z-Zeheb veya esahhul esanid denilen böyle bir senedle gelen rivayetlere haber-i vahid bile olsa şüphe duymak eşyanın tabiatına aykırıdır. Evet bu haber-i vahid olduğu için bu sened zincirindeki halkalardan birinin aklen yanılmış olması ihtimal dahilindedir. Ama âdeten böyle midir? Aklî ihtimal hep mevcuttur. Ebû Gudde merhumun verdiği misalde olduğu gibi. İstanbul’da bir deprem bekleniyor, şu anda buranın sallanması aklî bir ihtimal midir, evet. Bu binanın şu anda tepemize çökmesi aklî bir ihtimal midir? Evet. Ama biz burada oturuyoruz. Bir şeyin âdeten imkanı aklî imkanından farklı bir şeydir.
Bu bir, ikincisi, tevatürle oynamak sonunda insanları Kur’ân’dan şüpheye götürür. İnsanlar işin bu boyutunun farkında değil. Elimizde el-Cezeri’nin Ulûmu’l Kur’ân ile ilgili, Tabakâtu’l Kurrâ ile ilgili eserleri var. Mesela Müncidü’l Mukriîn diye bir eseri var. Kıraat imamlarının senedlerini zikrediyor. Yedi mütevatir kıraat diyoruz. Bunların hepsi mütevatir kıraatlardır. Peki bu mütevatir kıratların ravilerini sayabiliyor muyuz? İşte Cezeri saymış Müncidü’l Mukriîn isimli eserinde. Daha ötesini söyleyelim; Tabakatu’l Kurra ile ilgili elimizdeki en hacimli eser Hafız Zehebi’nin Tabakâtu’l Kurrâi’l Kibâr adlı eseridir. Burada Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’dan bizzât Kur’ân’ı almış ahzetmiş, hıfzetmiş sahabelerin sayısına baktığımız zaman sayısı 4-5’i geçmez. Hafız sahabilerden alarak Kur’an’ı ezberleyenlerin sayısına baktığımızda rakam en fazla 15’i bulur. Daha yukarıya çıkmaz. Bu demektir ki Kur’ân’ı baştan sona ezberleyen sadece 15 tane sahabi var. Eğer tevatür diye bir şey yoksa Kur’ân’ın bize naklinde de problem var demektir. Kur’ân’ın 6600 küsur ayetini on binlerce insan kitleler halinde nesilden nesile bize aktarmamış mıdır? Biri bir sure ezberlemiş, biri on sure, biri yüz sure ezberlemiş, biri baştan sona ezberlemiş. Bu şekilde gelmiş bize. Ama Kur’ân’ı baştan sona ezberleyenlerin sayısı belli. Adede, sayıya, rakama gelen miktarlar bunlar. Şimdi biz Kur’ân’ın naklinde şüphe mi edeceğiz?
- Bazıları Muavvizeteyn surelerinin Kur’ân’dan olmadığına dair Ehl-i Sünnet kitaplarında bir takım rivayetlerin olduğunu söyleyerek Şia’daki Kur’ân’ın tahrifi görüşüne destek buluyorlar. İşin aslı nedir?
Sifil: Bu Abdullah bin Mesud radıyallahu anh’dan gelen bir şey. Özellikle Fatiha’nın ve Muavvizeteyn’in onun mushafında olmadığına dair Ulûmu’l Kur’ân kitaplarında kayıtlar var. Fakat bu bunların çok sık okunan sureler olmasından dolayı mushafa alınmasına gerek olmadığını gösterir. Yoksa Kur’ân’dan olduğunu kabul etmemek değildir. Fatiha ve Muavvizeteyn çok sık okunduğu için unutulması kabil değildir. Bu anlamda Abdullah bin Mesud bunları mushafına almaya gerek görmemiştir. Bu söylediğim Kevserî merhumun yorumudur.
- Hocam son olarak Türkiye’de malum Ehl-i Sünnet çerçeveli zaman zaman dergiler çıkıyor ama maalesef hemen sönüyor. Bu mânâda yeni çıkan dergimiz için neler tavsiye edersiniz?
Sifil: Dergilerin çok uzun ömürlü olmamasının iki sebebi var. Birincisi maddi boyut, ikincisi muhteva meselesi. Yani siz dergileri uzun ömürlü kılacak maddi yapıya sahip değilseniz dergi ister istemez bir süre sonra tökezliyor. Aynı şekilde derginin içini dolduracak birikime sahip değilseniz, bir süre sonra kendini tekrar edecek ve kapanacak. Yoksa ben şuna inanıyorum: Türkiye’de Ehl-i Sünnet çerçeveli ciddi, ne yaptığını bilen, hedefleri olan ve maddi anlamda da sıkıntısı olmayan bir dergi ve dergicilik anlayışı kalıcı olur.
- Yeni bir eseriniz var mı hocam?
Sifil: Hazırlanmakta olan bir takım çalışmalar var. Bunları önceden deklare ediyoruz hatta bazen zaman, süre de veriyoruz, sonra ona riayet edemeyince mahcup oluyoruz. Onun için şu anda isim veremeyeceğim.
- Peki Makâlât ne durumda? Gözümüz kitap raflarında kaldı.
Sifil: Makâlât’ı önümüzdeki bir iki ay içinde basıyoruz inşallah. Artık bunun mazereti kalmadı. Bu sefer ciddiyiz yani.
- Hocam çok teşekkür ediyoruz, Allah razı olsun vaktinizi ayırdığınız için.
Sifil: Ben teşekkür ederim, Allah yolunuzu açık etsin, nice hayırlı hizmetlere vesile eylesin.
____________________
Röportaj: Osman Akyıldız
.
Vesile ve Tevessül Nedir?
05 Kasım 2013, 09:37
Vesile ve Tevessül Nedir?
Yaşadığımız çağda bir yandan fikir akımlarının etkisi, diğer yandan İslâmî konularda giderek artan eğitim eksikliği, son derece yüzeysel bazı eleştirilerin zamanla yanlış bir şekilde kemikleşmesine sebep oluyor. İtikat sahasına dair mevzular da bu yanlıştan nasibini alıyor. Geçtiğimiz aylarda ele aldığımız şefaat konusu gibi, tevessül de kaynaklara bakmadan, yeterince düşünülmeden ele alınan bir konu. Ne yazık ki yapılan eleştiriler kafaları karıştırıyor. Oysa aynı mevzular İslâm’ın ilk asırlarında da söz konusu olmuş ve İslâm alimleri bu konuları kesin olarak çözmüşler, Kur’an ve Sünnet’e dayanarak gerekli cevabı vermişlerdir.
Vesile kelimesi “vasıta, yol, sebep, derece, yakınlık, şefaat ve fırsat” gibi manalara gelir. Dinî bir terim olarak da “Allah katında derece elde etmek, bir fayda sağlamak veya bir zararı savmak, dünya ve ahirette arzulanan bir şeyi elde etmek için Allah’a taatte bulunup salih amel işlemek veya bir peygamber, Allah katında derece sahibi olan bir veli üzerinden Allah’tan istemek” demektir.
Ayrıca vesile, “cennette yüksek bir derecenin, bir makamın ve Hz. Peygamber s.a.v.’e verilecek şefaatin adıdır.” (Buharî, Müslim)
Vesile ile aynı kökten türemiş olan tevessül de aynı manadadır. Son devrin İslâm alimlerinden Ebu Bekir Câbir Cezâirî, “Akîdetü’l-Mü’min” adlı eserinde şöyle tarif eder: “Allah Tealâ’ya yaklaşmak, huzurunda manevi itibar ve derece bulmak yahut bir faydanın elde edilip zararın defedilmesiyle ihtiyacı gidermek için salih bir amel veya salih bir zatla Cenab-ı Hakk’a yakınlık sağlamaktır.”
Diğer bir tarife göre tevessül, herhangi bir arzusu veya isteği olan kişinin “Allahım! Şu sıkıntımın giderilmesi veya şu isteğimin gerçekleşmesi için falan zatın senin katındaki yeri, mevkii, hakkı, hürmeti adına, onun hatırına senden istiyorum” diyerek dua edip ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arz etmesidir. (Muhammed Nesib Rifâî, et-Tevessül) Yaşadığımız çağda bir yandan fikir akımlarının etkisi, diğer yandan İslâmî konularda giderek artan eğitim eksikliği, çok yüzeysel bazı eleştirilerin zamanla yanlış bir şekilde kemikleşmesine sebep olmuş bulunuyor. İtikad sahasına dair mevzular da bu alanın içine giriyor.
Geçtiğimiz aylarda ele aldığımız şefaat konusu gibi tevessül de, bu konudaki kaynaklara bakmadan ve yeterince düşünülmeden ele alınan bir konu. Ne yazık ki yapılan eleştiriler kafaları karıştırıyor. Oysa aynı mevzular İslâm’ın ilk asırlarında da söz konusu olmuş ve İslâm alimleri bu konuları kesin olarak çözmüşler, Kur’an ve Sünnet’e dayanarak gerekli cevabı vermişlerdir.
İsimler, işler hakkı için
Şüphesiz ilk tevessül Cenab-ı Mevlâ’nın isimleri ile yapılan tevessüldür. Kur’an-ı Kerim ve hadis kitapları incelendiğinde tevessülün bu kısmının büyük yer tuttuğu görülecektir. Hak Tealâ şöyle buyurmaktadır:
“En güzel isimler Allah’a aittir; o halde O’na bu isimler ile dua edin.” (A’raf, 180)
Yine kaynaklarından öğrendiğimize göre namaz, oruç, Kur’an tilaveti, zikir gibi ibadetlerle ve af dilemek, hayır işlemek, haramdan sakınmak gibi salih amellerle de tevessül edilebilir.
Hz. Peygamber s.a.v. ibadetlerle ve salih amellerle tevessül yapılabileceğini şu hadis-i şerifte açıkça ifade buyurmaktadır:
“İsrailoğulları’ndan üç kişi yolda yürürlerken şiddetli bir yağmura yakalandılar. Yakınlarında bulunan bir dağdaki mağaraya sığındılar. Dağdan büyük bir kaya parçası mağaranın ağzına yuvarlandı ve çıkışı kapattı. Bu hal karşısında aralarından biri diğerlerine;
– Allah için yapmış olduğunuz amellerinize bakın, onların hürmeti bereketine Allah’a dua edin. Umulur ki Allah Tealâ taşı aralar ve bu sıkıntıyı giderir, dedi.
Bunun üzerine içlerinden biri şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Hayli yaşlanmış anne ve babam benim yanımdaydı. Bir de henüz küçük olan çocuklarım vardı. Onları geçindirmek için hayvan otlatırdım. Akşam yanlarına dönünce hayvanları sağar, çocuklarımdan önce anne ve babama içirirdim. Bir gün vaktinde gelemedim, geceye kaldım. Geldiğimde onları uyur buldum. Daha önce olduğu gibi hayvanlarımı sağdım. Onları uykularından uyandırmaya kıyamadım, elimde sütle başlarında bekledim. Bu arada çocuklar, açlıktan ayaklarımızın dibinde ağlaşıyorlardı. Anne ve babamdan önce onlara süt vermeyi uygun görmedim. Süt kabı elimde onların uyanmasını bekledim. Derken sabah oldu. Nihayet uyandılar, sütlerini içtiler. Ya Rabbi! Eğer bu amelimi senin rızan için yapmışsam, bize şu kapalı yerden bir yol aç da içine düştüğümüz şu sıkıntıdan kurtulalım, dedi.
Bunun üzerine mağaranın ağzını kapatan kaya biraz aralandı, fakat çıkılacak gibi değildi. Diğeri şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Amcamın bir kızı vardı. İnsanlar içinde en çok sevdiğim o idi. Ondan benim olmasını istedim, kaçındı. Nihayet bir kıtlık senesinde sıkıntıya düştü, ihtiyaçları için bana geldi. Ben de kendini bana teslim etmesi karşılığında yüz yirmi altın vereceğimi söyledim. O da kabul etti. Sonunda ona sahip olacaktım. Tam isteğime kavuşacakken bana, ‘Ey Allah’ın kulu, Allah’tan kork. Nikâhsız olarak bana ilişme!’ dedi. Ben de hemen vazgeçip kalktım, o işten vazgeçtim. Altınları da ona bıraktım. Halbuki o en beğendiğim kişiydi. Ya Rabbi! Bunu sırf senin rızan için yapmışsam, içine düştüğümüz şu sıkıntıyı gider, bizi buradan kurtar, dedi.
Kaya biraz daha aralandı, fakat çıkılacak gibi değildi. Üçüncüleri ise şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Ben ücretle işçi çalıştırıyordum. Ücretlerini verdim, fakat içlerinden biri ücretini almadan çekip gitti. Ben de onun payını kendi namına çalıştırıp işlettim. Birçok mal elde ettim. Uzun müddet sonra o işçi dönüp geldi ve ‘Allah’tan kork! Hakkım olan ücretimi ver!’ dedi. Ben de ‘Şu gördüğün deve, koyun, inek, hayvan sürüleri ve köleler senindir. Hepsini al götür.’ dedim. Adam hayret edip, ‘Allah’tan kork! Benimle alay etme!’ dedi. Ben de, ‘Seninle alay etmiyorum. Gerçekten onlar senindir, al götür.’ dedim. O da hiçbir şey bırakmadan hepsini sürüp götürdü. Ey Allahım! Eğer ben bu amelimi senin rızan için yapmışsam, şu içine düştüğümüz sıkıntıdan bizi kurtar, dedi.
O zaman kaya tamamen açıldı, adamlar mağaradan yürüyerek çıktılar.” (Buharî; Müslim; Ahmed b. Hanbel)
O’nun tevessülü, O’nunla tevessül
Enes b. Malik r.a.’tan rivayet edildiğine göre Hz. Ali r.a.’ın annesi Fatıma bint Esed (Allah ondan razı olsun) vefat ettiğinde Rasulullah s.a.v. bizzat kabre indi. Kabir hayatının rahat ve hoş olması için kabrin köşelerini genişletir gibi işaret buyurdu. Affedilmesi için Allah’a yalvardı ve duasını şu cümlelerle bitirdi:
“Ya Rabbi, peygamberinin ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için annem Fatıma bint Esed’i affet, onu kelime-i şehadet üzere sabit tut ve kendisine kabir rahatlığı ver. Çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Ebu Nuaym, Hilye)
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber s.a.v., hem kendisiyle, hem de kendisinden önceki peygamberlerle tevessül edip, elinde büyüdüğü için “annemden sonra annem” buyurduğu Hz. Fatıma b. Esed r.a. için Allah Tealâ’ya dua etmiştir.
Kendisi tevessül eden Hz. Peygamber s.a.v., biz müslümanların da Allah Tealâ’ya yönelmesine vesile olmuştur. Zira o, dünya ve ahirette huzur bulmamıza, Allah’ı tanımamıza, O’na yaklaşmamıza sebep kılınmıştır. Allah’ı ancak O’nunla tanıyabilir, ancak O’nun rehberliğinde Allah’a gidebiliriz. O’nun bize öğrettiği her amelle Allah’a yaklaşır, sevap kazanırız. Bu vesile ile günahlarımız dökülür, derecelerimiz yükselir, ihtiyaçlarımız giderilir ve O’nun şefaati ile ilâhi rıza ve cennete kavuşuruz.
Hz. Adem a.s. da Hz. Rasulullah s.a.v.’i vesile kılarak dua etmiştir. O, yasak ağaçtan yedi ve bu onun cennetten çıkarılmasına sebep oldu. Sonra kusurunu anladı, affı için ağladı ve:
– Ya Rabbi! Beni Muhammed’in hatırına affeyle, tövbemi kabul buyur, diye yalvardı. Yüce Allah:
– Ey Adem, sen benim habibim Muhammed’i nereden tanıyorsun,” diye sordu. Hz. Adem a.s.:
– Ya Rabbi! Sen beni cennete yerleştirdiğin zaman arşın üzerinde ve cennetin her yerinde, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasulullah’ cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. İsmi senin isminle birlikte zikredilen ve her yere nakşedilen bu zatın senin katında çok kıymetli ve sevgili birisi olduğunu anladım. Bundan dolayı O’nu vesile ederek affımı istedim, dedi. Yüce Allah:
– Evet, doğru söyledin, O benim habibimdir. Senin evlatlarından birisi olup peygamberlerin sonuncusudur. Seni O’nun hatırı için affettim. Eğer O’nu yaratmasaydım seni de yaratmazdım, buyurdu.
(Hâkim, el-Müstedrek, 2/615; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 5/488, 499; Tabarânî, el-Mu’cemü’s-Sağir, 2/82-83; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/253)
Yağmur ve kör adam
Hz. Peygamber s.a.v.’in huzuruna bir kimse geldi, o sıralarda hüküm süren şiddetli kuraklıktan şikayet edip yağmur için Allah’a dua etmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Rasulullah s.a.v. minbere çıkıp dua etti, hemen sonra yağmur yağdı.
Fakat bir müddet sonra bir grup, Rasulullah s.a.v.’in huzuruna gelip yağmurun haddinden fazla yağdığını, sıkıntıya düştüklerini, neredeyse helak olacaklarını söylediler. Yağmurun durması için dua etmesini talep ettiler. Hz. Peygamber s.a.v. dua etti, yağmur bulutları hemen açılarak şehrin etrafına doğru yayıldı. Bu durum karşısında Rasul-i Ekrem s.a.v. tebessüm etti ve:
– Hey Ebu Talip! Şimdi burada olsaydı çok sevinirdi. Onun söylediği şiiri bize kim söyleyebilir, diye sordu.
Hz. Ali r.a. ayağa kalkarak:
– Bana öyle geliyor ki siz şu şiiri kastediyorsunuz: “Hürmetine bulutlardan yağmur beklenilen bir zat terkedilir mi hiç? / O öyle bir iyiliksever ki, yetimler eline bakar, dullar ona güvenir.”
Hz. Ali r.a. bu şiirden birkaç beyit daha okuduktan sonra Kinâne kabilesinden biri kalktı ve şu beyitle başlayan bir şiir okudu:
– İlâhî! Hamdolsun ki Nebiyy-i Ekrem’in yüzü suyu hürmetine bize yağmur verdin.
Rasulullah s.a.v. okunan şiiri çok beğendiğini söyledi. Abdullah b. Ömer r.a.’ın da Ebu Talib’in yukarıdaki şiirini sık sık tekrarladığı ve Rasulullah s.a.v. yağmur duası için minbere çıktığında bir sahabinin de bu şiiri devamlı okuduğu nakledilir. (Aynî, Umdetu’l-Kârî, VI/12)
Osman b. Huneyf r.a. da bir rivayetinde şunları anlatmıştır:
Gözleri görmeyen bir adam Hz. Peygamber s.a.v.’e geldi ve:
– Ya Rasulallah, dua edin de gözlerim iyi olsun, dedi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:
– İstersen dua edeyim, istersen sabret. Ama sabretmen senin için daha hayırlıdır, buyurdu.
Adam, görmüyor olmanın kendisine çok ağır geldiğini ve açılması için dua etmesini istedi. O zaman Hz. Peygamber s.a.v. şöyle buyurdu:
– Öyleyse git, güzel bir abdest al, iki rekât namaz kıl, sonra şöyle dua et: “Ya Rabbi, ben senden diliyorum. Rahmet Peygamber’i ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Ben seninle Rabbine yöneliyorum, istiyorum ki bu yönelişim sebebiyle gözlerim açılsın. Ya Rabbi! O’nun şefaatini benim hakkımda kabul eyle ve benim de kendim için yaptığım duayı kabul et.”
Osman b. Huneyf r.a. şöyle diyor:
“Bu zat gitti, biz daha Rasulullah s.a.v.’in huzurundan ayrılmamıştık ki tekrar geldi. Gözleri iyileşmişti.”
(Tirmizî, Deavât, 119; İbn Mâce, İkâme, 189; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/138; Hâkim, el-Müstedrek, 1/526; Heysemî, ez-Zevâid, 2/279)
Unutulan ihtiyaç
Fahr-i Kainat s.a.v. Efendimiz zamanında bunun gibi birçok örnek hadise yaşanırken O’nun vefatından sonra da vesileyle yapılan duaların kabul olduğu hadiseler yaşanmıştır.
Hz. Osman r.a.’ın hilafeti döneminde muhtaç bir kişi ihtiyacı için Hz. Osman r.a. ile görüşme isteği ile uzun süredir yanına gidip geliyor, fakat karşılık bulamıyordu. Bir gün adam Osman b. Huneyf r.a. ile karşılaştı ve durumunu ona arzetti. O da kendisine:
– Git, güzel bir abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve Cenab-ı Hakk’a şöyle dua et: “Allahım! Rahmet Peygamberin Muhammed s.a.v.’i vesile ederek sana yöneliyorum. O’nun hatırı ile senden diliyorum. Ya Muhammed, ben seninle Rabbine yöneliyorum. Bu ihtiyacım hallolsun” de. Sonra da ihtiyacını Allah’a arzet, dedi.
Adam söyleneni yaptı. Sonra Hz. Osman r.a.’a gitti. Kapıcı onu huzura çıkardı. Hz. Osman r.a. bu zata: – Gel yanıma otur, ihtiyacın ne ise söyle, dedi.
O zat anlatıyor:
– Hz. Osman ihtiyacımı yerine getirdi ve kusura bakma, şimdiye kadar ihtiyacını unutup karşılık veremedim, onun için geç kaldı. Bundan sonra ne zaman bir ihtiyacın olursa gel, hemen ihtiyacını hallederim, dedi.
Adam işi görülünce gidip Osman b. Huneyf r.a.’a teşekkür etti ve:
– Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Sen benim hakkımda onunla konuşuncaya kadar ihtiyacımı görüp benimle ilgilenmiyordu, dedi. Osman b. Huneyf r.a. da:
– Allah’a yemin olsun ki onunla senin hakkında hiçbir şey konuşmuş değilim, deyip âmâ adamın Rasulullah s.a.v.’den dua istemesi hadisesini anlatmıştır. (İbn Mâce, İkâme, 189; Münzirî, et-Tergîb, I/473-475)
Peygamber Efendimiz s.a.v. gözleri görmeyen adama tevessül duasını öğretmiş ve bu olaya şahit olan Osman b. Huneyf de bu duayı Hz. Osman r.a. zamanındaki o muhtaç kişiye öğretmiştir.
Bir başka örnek hadise şudur: Halife Hz. Ebu Bekir r.a. İslâm’ı terk eden kabilelere karşı ordu hazırladığında, kendilerine cesaret vermesi amacıyla Hz. Abbas r.a.’ı yanına almış ve:
– Ya Abbas! Sen Allah’tan yardım iste, ben de amin diyeyim. Umuyorum ki Nebiyy-i Ekrem’e olan yakınlığın dolayısıyla duan boşa çıkmaz, demiştir. (Aynî, Umdetü’l-Karî, 6/13)
Ehl-i Beyt, ehl-i takva
Hz. Abbas r.a.’ın vesile kılındığının anlatıldığı bir başka rivayete göre, Hz. Ömer r.a. döneminde müslümanlar kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldiler. Bunun üzerine halife Hz. Ömer r.a., Hz. Abbas r.a.’ı vesile ederek Allah’tan yağmur talebinde bulundu ve şöyle dua etti:
“Allahım! Bizler daha önce Peygamberimiz’i vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimiz’in amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz, bize yağmur ihsan et!”
Enes b. Malik r.a., Hz. Ömer r.a.’ın bu duasından sonra kendilerine yağmur ihsan edildiğini belirtir. (Buharî)
Buharî şerhlerinde bu hadis ile ilgili aşağıdaki açıklamalara yer verilmektedir: “Yağmur için dua etme hadislerinde kaydedildiğine göre Halife Hz. Ömer r.a., dua etmesi için Hz. Abbas r.a.’a ricada bulunmadan önce insanlara:
“Rasulullah s.a.v., bir evladın kendi babasına verdiği değer ve önem kadar Abbas r.a.’a değer verirdi..” demek suretiyle onların Abbas r.a.’a tabi olmalarını ve başlarına gelecek musibetlerin gitmesi için onu vesile kılmalarını tavsiye eder ve bizzat Abbas r.a.’tan dua etmesini isterdi. O da kendisinin, Hz. Peygamber s.a.v.’e olan nesep yakınlığı ve O’nun katındaki mertebesi sebebiyle kendisiyle tevessülde bulunulduğunu zikrederek duasına başlardı.
Allah katında değeri olan zatların mertebesiyle tevessülde bulunmanın caiz olduğunu belirten Muhammed Zahid Kevserî rh.a., yukarıdaki bu hadis hakkında şöyle demektedir:
“Hz. Ömer r.a.’ın bu uygulaması, Rasulullah s.a.v.’in hayatta olan hısım ve akrabasıyla tevessülde bulunmanın cevazına delil teşkil etmektedir.
Hz. Ömer’in Abbas r.a. için, ‘Başınıza musibet geldiğinde onu (Abbas r.a.’ı) vesile edinin!’ ifadesi, ‘ondan dua isteyin’ manasına gelmez. Çünkü Hz. Ömer r.a., bu cümleyi onun dua etmesini istedikten sonra söylemiştir. Dolayısıyla bu ifade, ‘Onunla Allah’a tevessül edin!’ manasına gelir ki bu da salih zatların mertebesiyle tevessüle delalet eder.” (Makâlât)
İslâm bilginleri Halife Hz. Ömer r.a.’ın yukarıda söz konusu edilen uygulamasına dayanarak musibetler anında Ehl-i Beyt ve ehl-i takvanın Allah’a şefaatçi kılınabileceklerini kabul etmişlerdir. (Aynî, Umdetü’l-Kârî, 5/256)
Alimlerin alimlerle tevessülü
Sahabe döneminde yaşanan tevessül sonraki dönemlerde de devam etmiş, büyük mezhep imamları diğer imamları vesile kılarak dua etmişlerdir.
Büyük alim İbn Hacer el-Mekkî rh.a., “Hayrâti’l-Hısân fî Menâkıbı’l-İmam Ebi Hanife en-Numan” adlı eserinin yirmi beşinci bölümünde şöyle demiştir:
“İmam Şafiî, Bağdat’ta kaldığı günlerde İmam Ebu Hanife’nin türbesine gelir, ziyaret eder, kendisine selam verir, sonra Allah Tealâ’ya ihtiyacını gidermesi için onunla tevessül ederdi.”
Bir seferinde de İmam Şafiî hazretlerine, Mağripliler’in İmam Malik rh.a. ile tevessülde bulundukları söylenince bunu hoş görüp onları menetmemiştir.
İmam Ahmed b. Hanbel rh.a. de İmam Şafiî rh.a. ile tevessülde bulunuyordu. Oğlu Abdullah buna hayret edip babasına durumu sorunca İmam Ahmed:
– Şüphesiz İmam Şafiî insanlar için güneş, beden için sıhhat gibidir, demiştir.
Bir başka örnekte de İmam Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî k.s. şöyle demiştir:
“Kimin Allah Tealâ’ya arzedecek bir ihtiyacı olur ve giderilmesini isterse, İmam Gazalî ile tevessül edip ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arz etsin.” (Nebhanî, Şevâhidü’l-Hak, 166)
Bu örneklerde gördüğümüz gibi, Hz. Peygamber s.a.v. ile tevessülün yanında O’nun vârisi olan salih zatlarla da tevessül yapılabilir. Zira fazilet ve ilim sahibi salih kimselerle Allah’a tevessül etmek, onların şahıslarıyla değil, salih amel ve üstün meziyetleri sebebiyledir. Çünkü fazilet sahibi bu hale ancak salih amelleri ile ulaşmıştır.
Rıza ve yakınlık için
Başta Rasulullah s.a.v. olmak üzere Allah Tealâ’nın sevdiği kulları var. Peygamberler, sahabiler, veliler ve salih kullar Allah’ın rızasını kazanmış kimselerdir. Peygamberlerin durumu zaten bellidir; peygamberlik görevinin verilmesiyle en büyük mertebeyi ve en yüksek dereceyi elde etmişler demektir.
Veli ve salih kimseler ise Hz. Peygamber s.a.v.’e tabi oldukları, Allah’ın emir ve yasaklarına titizlikle uydukları için velilik ve salihlik mertebesini elde etmişlerdir. Bunlar Allah katında hatırı olan zatlardır, manevi makam ve mevki sahibidirler. Kişi bu kimseleri veya bunların makam ve mevkiini, hal ve hatırını vesile ederek Allah’tan isteyebilir. Mesela: “Allahım! Peygamberin veya filanca veli kulunun hürmetine senden istiyorum.” diyebilir.
Bu yazıda ve kaynaklarda yer alan çokça tevessül örneklerini anlamakta ve kabullenmekte zorlananların önlerindeki en büyük engelin bencillik ve kibirleri olma ihtimali bulunuyor. “Allah ile aramıza kimse giremez!” diyorlar. Sanki Allah Tealâ’nın Kur’an’da övdüğü nebilerden, sadıklardan, velilerden, şehitlerden üstünler! Halbuki onların vesilesi, Allah katında kabul görmüş varlıklarının bereketi olmasaydı bugün Allah Tealâ’dan habersiz kalacaklardı.
Kendilerinin kimseye ihtiyacı olmadığı, akıl ve fikirleriye her şeyin üstesinden gelecekleri zannını telkin eden şeytan ve nefse dikkat etmek lazım. Sanki hiç yaşanmamış gibi sayısız vesile örneğini görmezden gelmek yanlış bir tutumdur. Acaba yine şeytan ve nefs, peygamberleri ve salih insanları vesile edinmekten men ederken, insanların kendilerini örnek almalarını mı istemektedirler? Peygamberleri ve salihleri taklit etmekten men edenler, kendilerinin taklit edilmesini mi telkin ediyor olabilir mi?
Vesile ve tevessülü reddedenler iddialarını delillendirirken ayet ve hadislerin bir kısmını alıp bir kısmını terk ediyorlar. Ayetin kimler ve neler hakkında nazil olduğunu bilmeden, önceki müfessirlerin tefsirlerini dikkate almayıp, kendi görüş ve fikirlerine göre konuşmuş oluyorlar. Meselenin en temeline dönersek, Allah Tealâ kendisi ile kulları arasına vesile koyarak kendisini tanıttı, emir ve yasaklarını aktardı. O’nun adeti böyledir, bu şekilde irade etmiştir. Vesile kıldığı kullarını da Kitabında övgüyle anmıştır. Aklı başında hiçbir müslüman onları Allah Tealâ’nın yerine koymaz, fakat Allah Tealâ’ya yolculuklarında onların maddi ve manevi varlıklarının refakati ve bereketiyle yol almaya çalışırlar. Onları vesile ederek Asl’a ulaşmaya çalışırlar.
(Kaynak: Siraceddin Önlüer, Semerkand Dergisi, Kasım 2011; http://semerkanddergisi.com/vesile-ve-tevessul/ )
.
Vesile ve Tevessül - Kuran ve Sünnette..
28 Kasım 2012, 11:36
Oysa aynı mevzular İslâm'ın ilk asırlarında da söz konusu olmuş ve İslâm alimleri bu konuları kesin olarak çözmüşler, Kur'an ve Sünnette dayanarak gerekli cevabı vermişlerdir.
Yaşadığımız çağda bir yandan fikir akımlarının etkisi, diğer yandan İslâmî konularda giderek artan eğitim eksikliği, son derece yüzeysel bazı eleştirilerin zamanla yanlış bir şekilde kemikleşmesine sebep oluyor. İtikat sahasına dair mevzular da bu yanlıştan nasibini alıyor. Geçtiğimiz aylarda ele aldığımız şefaat konusu gibi, tevessül de kaynaklara bakmadan, yeterince düşünülmeden ele alınan bir konu. Ne yazık ki yapılan eleştiriler kafaları karıştırıyor. Oysa aynı mevzular İslâm’ın ilk asırlarında da söz konusu olmuş ve İslâm alimleri bu konuları kesin olarak çözmüşler, Kur’an ve Sünnet’e dayanarak gerekli cevabı vermişlerdir.
Vesile kelimesi “vasıta, yol, sebep, derece, yakınlık, şefaat ve fırsat” gibi manalara gelir. Dinî bir terim olarak da “Allah katında derece elde etmek, bir fayda sağlamak veya bir zararı savmak, dünya ve ahirette arzulanan bir şeyi elde etmek için Allah’a taatte bulunup salih amel işlemek veya bir peygamber, Allah katında derece sahibi olan bir veli üzerinden Allah’tan istemek” demektir.
Ayrıca vesile, “cennette yüksek bir derecenin, bir makamın ve Hz. Peygamber s.a.v.’e verilecek şefaatin adıdır.” (Buharî, Müslim)
Vesile ile aynı kökten türemiş olan tevessül de aynı manadadır. Son devrin İslâm alimlerinden Ebu Bekir Câbir Cezâirî, “Akîdetü’l-Mü’min” adlı eserinde şöyle tarif eder: “Allah Tealâ’ya yaklaşmak, huzurunda manevi itibar ve derece bulmak yahut bir faydanın elde edilip zararın defedilmesiyle ihtiyacı gidermek için salih bir amel veya salih bir zatla Cenab-ı Hakk’a yakınlık sağlamaktır.”
Diğer bir tarife göre tevessül, herhangi bir arzusu veya isteği olan kişinin “Allahım! Şu sıkıntımın giderilmesi veya şu isteğimin gerçekleşmesi için falan zatın senin katındaki yeri, mevkii, hakkı, hürmeti adına, onun hatırına senden istiyorum” diyerek dua edip ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arz etmesidir. (Muhammed Nesib Rifâî, et-Tevessül)
Yaşadığımız çağda bir yandan fikir akımlarının etkisi, diğer yandan İslâmî konularda giderek artan eğitim eksikliği, çok yüzeysel bazı eleştirilerin zamanla yanlış bir şekilde kemikleşmesine sebep olmuş bulunuyor. İtikad sahasına dair mevzular da bu alanın içine giriyor.
Geçtiğimiz aylarda ele aldığımız şefaat konusu gibi tevessül de, bu konudaki kaynaklara bakmadan ve yeterince düşünülmeden ele alınan bir konu. Ne yazık ki yapılan eleştiriler kafaları karıştırıyor. Oysa aynı mevzular İslâm’ın ilk asırlarında da söz konusu olmuş ve İslâm alimleri bu konuları kesin olarak çözmüşler, Kur’an ve Sünnet’e dayanarak gerekli cevabı vermişlerdir.
İsimler, işler hakkı için
Şüphesiz ilk tevessül Cenab-ı Mevlâ’nın isimleri ile yapılan tevessüldür. Kur’an-ı Kerim ve hadis kitapları incelendiğinde tevessülün bu kısmının büyük yer tuttuğu görülecektir. Hak Tealâ şöyle buyurmaktadır:
“En güzel isimler Allah’a aittir; o halde O’na bu isimler ile dua edin.” (A’raf, 180)
Yine kaynaklarından öğrendiğimize göre namaz, oruç, Kur’an tilaveti, zikir gibi ibadetlerle ve af dilemek, hayır işlemek, haramdan sakınmak gibi salih amellerle de tevessül edilebilir.
Hz. Peygamber s.a.v. ibadetlerle ve salih amellerle tevessül yapılabileceğini şu hadis-i şerifte açıkça ifade buyurmaktadır:
“İsrailoğulları’ndan üç kişi yolda yürürlerken şiddetli bir yağmura yakalandılar. Yakınlarında bulunan bir dağdaki mağaraya sığındılar. Dağdan büyük bir kaya parçası mağaranın ağzına yuvarlandı ve çıkışı kapattı. Bu hal karşısında aralarından biri diğerlerine;
– Allah için yapmış olduğunuz amellerinize bakın, onların hürmeti bereketine Allah’a dua edin. Umulur ki Allah Tealâ taşı aralar ve bu sıkıntıyı giderir, dedi.
Bunun üzerine içlerinden biri şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Hayli yaşlanmış anne ve babam benim yanımdaydı. Bir de henüz küçük olan çocuklarım vardı. Onları geçindirmek için hayvan otlatırdım. Akşam yanlarına dönünce hayvanları sağar, çocuklarımdan önce anne ve babama içirirdim. Bir gün vaktinde gelemedim, geceye kaldım. Geldiğimde onları uyur buldum. Daha önce olduğu gibi hayvanlarımı sağdım. Onları uykularından uyandırmaya kıyamadım, elimde sütle başlarında bekledim. Bu arada çocuklar, açlıktan ayaklarımızın dibinde ağlaşıyorlardı. Anne ve babamdan önce onlara süt vermeyi uygun görmedim. Süt kabı elimde onların uyanmasını bekledim. Derken sabah oldu. Nihayet uyandılar, sütlerini içtiler. Ya Rabbi! Eğer bu amelimi senin rızan için yapmışsam, bize şu kapalı yerden bir yol aç da içine düştüğümüz şu sıkıntıdan kurtulalım, dedi.
Bunun üzerine mağaranın ağzını kapatan kaya biraz aralandı, fakat çıkılacak gibi değildi. Diğeri şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Amcamın bir kızı vardı. İnsanlar içinde en çok sevdiğim o idi. Ondan benim olmasını istedim, kaçındı. Nihayet bir kıtlık senesinde sıkıntıya düştü, ihtiyaçları için bana geldi. Ben de kendini bana teslim etmesi karşılığında yüz yirmi altın vereceğimi söyledim. O da kabul etti. Sonunda ona sahip olacaktım. Tam isteğime kavuşacakken bana, ‘Ey Allah’ın kulu, Allah’tan kork. Nikâhsız olarak bana ilişme!’ dedi. Ben de hemen vazgeçip kalktım, o işten vazgeçtim. Altınları da ona bıraktım. Halbuki o en beğendiğim kişiydi. Ya Rabbi! Bunu sırf senin rızan için yapmışsam, içine düştüğümüz şu sıkıntıyı gider, bizi buradan kurtar, dedi.
Kaya biraz daha aralandı, fakat çıkılacak gibi değildi. Üçüncüleri ise şöyle dua etti:
– Ey Allahım! Ben ücretle işçi çalıştırıyordum. Ücretlerini verdim, fakat içlerinden biri ücretini almadan çekip gitti. Ben de onun payını kendi namına çalıştırıp işlettim. Birçok mal elde ettim. Uzun müddet sonra o işçi dönüp geldi ve ‘Allah’tan kork! Hakkım olan ücretimi ver!’ dedi. Ben de ‘Şu gördüğün deve, koyun, inek, hayvan sürüleri ve köleler senindir. Hepsini al götür.’ dedim. Adam hayret edip, ‘Allah’tan kork! Benimle alay etme!’ dedi. Ben de, ‘Seninle alay etmiyorum. Gerçekten onlar senindir, al götür.’ dedim. O da hiçbir şey bırakmadan hepsini sürüp götürdü. Ey Allahım! Eğer ben bu amelimi senin rızan için yapmışsam, şu içine düştüğümüz sıkıntıdan bizi kurtar, dedi.
O zaman kaya tamamen açıldı, adamlar mağaradan yürüyerek çıktılar.” (Buharî; Müslim; Ahmed b. Hanbel)
O’nun tevessülü, O’nunla tevessül
Enes b. Malik r.a.’tan rivayet edildiğine göre Hz. Ali r.a.’ın annesi Fatıma bint Esed (Allah ondan razı olsun) vefat ettiğinde Rasulullah s.a.v. bizzat kabre indi. Kabir hayatının rahat ve hoş olması için kabrin köşelerini genişletir gibi işaret buyurdu. Affedilmesi için Allah’a yalvardı ve duasını şu cümlelerle bitirdi:
“Ya Rabbi, peygamberinin ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için annem Fatıma bint Esed’i affet, onu kelime-i şehadet üzere sabit tut ve kendisine kabir rahatlığı ver. Çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Ebu Nuaym, Hilye)
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber s.a.v., hem kendisiyle, hem de kendisinden önceki peygamberlerle tevessül edip, elinde büyüdüğü için “annemden sonra annem” buyurduğu Hz. Fatıma b. Esed r.a. için Allah Tealâ’ya dua etmiştir.
Kendisi tevessül eden Hz. Peygamber s.a.v., biz müslümanların da Allah Tealâ’ya yönelmesine vesile olmuştur. Zira o, dünya ve ahirette huzur bulmamıza, Allah’ı tanımamıza, O’na yaklaşmamıza sebep kılınmıştır. Allah’ı ancak O’nunla tanıyabilir, ancak O’nun rehberliğinde Allah’a gidebiliriz. O’nun bize öğrettiği her amelle Allah’a yaklaşır, sevap kazanırız. Bu vesile ile günahlarımız dökülür, derecelerimiz yükselir, ihtiyaçlarımız giderilir ve O’nun şefaati ile ilâhi rıza ve cennete kavuşuruz.
Hz. Adem a.s. da Hz. Rasulullah s.a.v.’i vesile kılarak dua etmiştir. O, yasak ağaçtan yedi ve bu onun cennetten çıkarılmasına sebep oldu. Sonra kusurunu anladı, affı için ağladı ve:
– Ya Rabbi! Beni Muhammed’in hatırına affeyle, tövbemi kabul buyur, diye yalvardı. Yüce Allah:
– Ey Adem, sen benim habibim Muhammed’i nereden tanıyorsun,” diye sordu. Hz. Adem a.s.:
– Ya Rabbi! Sen beni cennete yerleştirdiğin zaman arşın üzerinde ve cennetin her yerinde, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasulullah’ cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. İsmi senin isminle birlikte zikredilen ve her yere nakşedilen bu zatın senin katında çok kıymetli ve sevgili birisi olduğunu anladım. Bundan dolayı O’nu vesile ederek affımı istedim, dedi. Yüce Allah:
– Evet, doğru söyledin, O benim habibimdir. Senin evlatlarından birisi olup peygamberlerin sonuncusudur. Seni O’nun hatırı için affettim. Eğer O’nu yaratmasaydım seni de yaratmazdım, buyurdu.
(Hâkim, el-Müstedrek, 2/615; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 5/488, 499; Tabarânî, el-Mu’cemü’s-Sağir, 2/82-83; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/253)
Yağmur ve kör adam
Hz. Peygamber s.a.v.’in huzuruna bir kimse geldi, o sıralarda hüküm süren şiddetli kuraklıktan şikayet edip yağmur için Allah’a dua etmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Rasulullah s.a.v. minbere çıkıp dua etti, hemen sonra yağmur yağdı.
Fakat bir müddet sonra bir grup, Rasulullah s.a.v.’in huzuruna gelip yağmurun haddinden fazla yağdığını, sıkıntıya düştüklerini, neredeyse helak olacaklarını söylediler. Yağmurun durması için dua etmesini talep ettiler. Hz. Peygamber s.a.v. dua etti, yağmur bulutları hemen açılarak şehrin etrafına doğru yayıldı. Bu durum karşısında Rasul-i Ekrem s.a.v. tebessüm etti ve:
– Hey Ebu Talip! Şimdi burada olsaydı çok sevinirdi. Onun söylediği şiiri bize kim söyleyebilir, diye sordu.
Hz. Ali r.a. ayağa kalkarak:
– Bana öyle geliyor ki siz şu şiiri kastediyorsunuz: “Hürmetine bulutlardan yağmur beklenilen bir zat terkedilir mi hiç? / O öyle bir iyiliksever ki, yetimler eline bakar, dullar ona güvenir.”
Hz. Ali r.a. bu şiirden birkaç beyit daha okuduktan sonra Kinâne kabilesinden biri kalktı ve şu beyitle başlayan bir şiir okudu:
– İlâhî! Hamdolsun ki Nebiyy-i Ekrem’in yüzü suyu hürmetine bize yağmur verdin.
Rasulullah s.a.v. okunan şiiri çok beğendiğini söyledi. Abdullah b. Ömer r.a.’ın da Ebu Talib’in yukarıdaki şiirini sık sık tekrarladığı ve Rasulullah s.a.v. yağmur duası için minbere çıktığında bir sahabinin de bu şiiri devamlı okuduğu nakledilir. (Aynî, Umdetu’l-Kârî, VI/12)
Osman b. Huneyf r.a. da bir rivayetinde şunları anlatmıştır:
Gözleri görmeyen bir adam Hz. Peygamber s.a.v.’e geldi ve:
– Ya Rasulallah, dua edin de gözlerim iyi olsun, dedi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:
– İstersen dua edeyim, istersen sabret. Ama sabretmen senin için daha hayırlıdır, buyurdu.
Adam, görmüyor olmanın kendisine çok ağır geldiğini ve açılması için dua etmesini istedi. O zaman Hz. Peygamber s.a.v. şöyle buyurdu:
– Öyleyse git, güzel bir abdest al, iki rekât namaz kıl, sonra şöyle dua et: “Ya Rabbi, ben senden diliyorum. Rahmet Peygamber’i ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Ben seninle Rabbine yöneliyorum, istiyorum ki bu yönelişim sebebiyle gözlerim açılsın. Ya Rabbi! O’nun şefaatini benim hakkımda kabul eyle ve benim de kendim için yaptığım duayı kabul et.”
Osman b. Huneyf r.a. şöyle diyor:
“Bu zat gitti, biz daha Rasulullah s.a.v.’in huzurundan ayrılmamıştık ki tekrar geldi. Gözleri iyileşmişti.”
(Tirmizî, Deavât, 119; İbn Mâce, İkâme, 189; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/138; Hâkim, el-Müstedrek, 1/526; Heysemî, ez-Zevâid, 2/279)
Unutulan ihtiyaç
Fahr-i Kainat s.a.v. Efendimiz zamanında bunun gibi birçok örnek hadise yaşanırken O’nun vefatından sonra da vesileyle yapılan duaların kabul olduğu hadiseler yaşanmıştır.
Hz. Osman r.a.’ın hilafeti döneminde muhtaç bir kişi ihtiyacı için Hz. Osman r.a. ile görüşme isteği ile uzun süredir yanına gidip geliyor, fakat karşılık bulamıyordu. Bir gün adam Osman b. Huneyf r.a. ile karşılaştı ve durumunu ona arzetti. O da kendisine:
– Git, güzel bir abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve Cenab-ı Hakk’a şöyle dua et: “Allahım! Rahmet Peygamberin Muhammed s.a.v.’i vesile ederek sana yöneliyorum. O’nun hatırı ile senden diliyorum. Ya Muhammed, ben seninle Rabbine yöneliyorum. Bu ihtiyacım hallolsun” de. Sonra da ihtiyacını Allah’a arzet, dedi.
Adam söyleneni yaptı. Sonra Hz. Osman r.a.’a gitti. Kapıcı onu huzura çıkardı. Hz. Osman r.a. bu zata:
– Gel yanıma otur, ihtiyacın ne ise söyle, dedi.
O zat anlatıyor:
– Hz. Osman ihtiyacımı yerine getirdi ve kusura bakma, şimdiye kadar ihtiyacını unutup karşılık veremedim, onun için geç kaldı. Bundan sonra ne zaman bir ihtiyacın olursa gel, hemen ihtiyacını hallederim, dedi.
Adam işi görülünce gidip Osman b. Huneyf r.a.’a teşekkür etti ve:
– Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Sen benim hakkımda onunla konuşuncaya kadar ihtiyacımı görüp benimle ilgilenmiyordu, dedi. Osman b. Huneyf r.a. da:
– Allah’a yemin olsun ki onunla senin hakkında hiçbir şey konuşmuş değilim, deyip âmâ adamın Rasulullah s.a.v.’den dua istemesi hadisesini anlatmıştır. (İbn Mâce, İkâme, 189; Münzirî, et-Tergîb, I/473-475)
Peygamber Efendimiz s.a.v. gözleri görmeyen adama tevessül duasını öğretmiş ve bu olaya şahit olan Osman b. Huneyf de bu duayı Hz. Osman r.a. zamanındaki o muhtaç kişiye öğretmiştir.
Bir başka örnek hadise şudur: Halife Hz. Ebu Bekir r.a. İslâm’ı terk eden kabilelere karşı ordu hazırladığında, kendilerine cesaret vermesi amacıyla Hz. Abbas r.a.’ı yanına almış ve:
– Ya Abbas! Sen Allah’tan yardım iste, ben de amin diyeyim. Umuyorum ki Nebiyy-i Ekrem’e olan yakınlığın dolayısıyla duan boşa çıkmaz, demiştir. (Aynî, Umdetü’l-Karî, 6/13)
Ehl-i Beyt, ehl-i takva
Hz. Abbas r.a.’ın vesile kılındığının anlatıldığı bir başka rivayete göre, Hz. Ömer r.a. döneminde müslümanlar kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldiler. Bunun üzerine halife Hz. Ömer r.a., Hz. Abbas r.a.’ı vesile ederek Allah’tan yağmur talebinde bulundu ve şöyle dua etti:
“Allahım! Bizler daha önce Peygamberimiz’i vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimiz’in amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz, bize yağmur ihsan et!”
Enes b. Malik r.a., Hz. Ömer r.a.’ın bu duasından sonra kendilerine yağmur ihsan edildiğini belirtir. (Buharî)
Buharî şerhlerinde bu hadis ile ilgili aşağıdaki açıklamalara yer verilmektedir: “Yağmur için dua etme hadislerinde kaydedildiğine göre Halife Hz. Ömer r.a., dua etmesi için Hz. Abbas r.a.’a ricada bulunmadan önce insanlara:
“Rasulullah s.a.v., bir evladın kendi babasına verdiği değer ve önem kadar Abbas r.a.’a değer verirdi..” demek suretiyle onların Abbas r.a.’a tabi olmalarını ve başlarına gelecek musibetlerin gitmesi için onu vesile kılmalarını tavsiye eder ve bizzat Abbas r.a.’tan dua etmesini isterdi. O da kendisinin, Hz. Peygamber s.a.v.’e olan nesep yakınlığı ve O’nun katındaki mertebesi sebebiyle kendisiyle tevessülde bulunulduğunu zikrederek duasına başlardı.
Allah katında değeri olan zatların mertebesiyle tevessülde bulunmanın caiz olduğunu belirten Muhammed Zahid Kevserî rh.a., yukarıdaki bu hadis hakkında şöyle demektedir:
“Hz. Ömer r.a.’ın bu uygulaması, Rasulullah s.a.v.’in hayatta olan hısım ve akrabasıyla tevessülde bulunmanın cevazına delil teşkil etmektedir.
Hz. Ömer’in Abbas r.a. için, ‘Başınıza musibet geldiğinde onu (Abbas r.a.’ı) vesile edinin!’ ifadesi, ‘ondan dua isteyin’ manasına gelmez. Çünkü Hz. Ömer r.a., bu cümleyi onun dua etmesini istedikten sonra söylemiştir. Dolayısıyla bu ifade, ‘Onunla Allah’a tevessül edin!’ manasına gelir ki bu da salih zatların mertebesiyle tevessüle delalet eder.” (Makâlât)
İslâm bilginleri Halife Hz. Ömer r.a.’ın yukarıda söz konusu edilen uygulamasına dayanarak musibetler anında Ehl-i Beyt ve ehl-i takvanın Allah’a şefaatçi kılınabileceklerini kabul etmişlerdir. (Aynî, Umdetü’l-Kârî, 5/256)
Alimlerin alimlerle tevessülü
Sahabe döneminde yaşanan tevessül sonraki dönemlerde de devam etmiş, büyük mezhep imamları diğer imamları vesile kılarak dua etmişlerdir.
Büyük alim İbn Hacer el-Mekkî rh.a., “Hayrâti’l-Hısân fî Menâkıbı’l-İmam Ebi Hanife en-Numan” adlı eserinin yirmi beşinci bölümünde şöyle demiştir:
“İmam Şafiî, Bağdat’ta kaldığı günlerde İmam Ebu Hanife’nin türbesine gelir, ziyaret eder, kendisine selam verir, sonra Allah Tealâ’ya ihtiyacını gidermesi için onunla tevessül ederdi.”
Bir seferinde de İmam Şafiî hazretlerine, Mağripliler’in İmam Malik rh.a. ile tevessülde bulundukları söylenince bunu hoş görüp onları menetmemiştir.
İmam Ahmed b. Hanbel rh.a. de İmam Şafiî rh.a. ile tevessülde bulunuyordu. Oğlu Abdullah buna hayret edip babasına durumu sorunca İmam Ahmed:
– Şüphesiz İmam Şafiî insanlar için güneş, beden için sıhhat gibidir, demiştir.
Bir başka örnekte de İmam Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî k.s. şöyle demiştir:
“Kimin Allah Tealâ’ya arzedecek bir ihtiyacı olur ve giderilmesini isterse, İmam Gazalî ile tevessül edip ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arz etsin.” (Nebhanî, Şevâhidü’l-Hak, 166)
Bu örneklerde gördüğümüz gibi, Hz. Peygamber s.a.v. ile tevessülün yanında O’nun vârisi olan salih zatlarla da tevessül yapılabilir. Zira fazilet ve ilim sahibi salih kimselerle Allah’a tevessül etmek, onların şahıslarıyla değil, salih amel ve üstün meziyetleri sebebiyledir. Çünkü fazilet sahibi bu hale ancak salih amelleri ile ulaşmıştır.
Rıza ve yakınlık için
Başta Rasulullah s.a.v. olmak üzere Allah Tealâ’nın sevdiği kulları var. Peygamberler, sahabiler, veliler ve salih kullar Allah’ın rızasını kazanmış kimselerdir. Peygamberlerin durumu zaten bellidir; peygamberlik görevinin verilmesiyle en büyük mertebeyi ve en yüksek dereceyi elde etmişler demektir.
Veli ve salih kimseler ise Hz. Peygamber s.a.v.’e tabi oldukları, Allah’ın emir ve yasaklarına titizlikle uydukları için velilik ve salihlik mertebesini elde etmişlerdir. Bunlar Allah katında hatırı olan zatlardır, manevi makam ve mevki sahibidirler. Kişi bu kimseleri veya bunların makam ve mevkiini, hal ve hatırını vesile ederek Allah’tan isteyebilir.
Mesela: “Allahım! Peygamberin veya filanca veli kulunun hürmetine senden istiyorum.” diyebilir.
Bu yazıda ve kaynaklarda yer alan çokça tevessül örneklerini anlamakta ve kabullenmekte zorlananların önlerindeki en büyük engelin bencillik ve kibirleri olma ihtimali bulunuyor. “Allah ile aramıza kimse giremez!” diyorlar. Sanki Allah Tealâ’nın Kur’an’da övdüğü nebilerden, sadıklardan, velilerden, şehitlerden üstünler! Halbuki onların vesilesi, Allah katında kabul görmüş varlıklarının bereketi olmasaydı bugün Allah Tealâ’dan habersiz kalacaklardı.
Kendilerinin kimseye ihtiyacı olmadığı, akıl ve fikirleriye her şeyin üstesinden gelecekleri zannını telkin eden şeytan ve nefse dikkat etmek lazım. Sanki hiç yaşanmamış gibi sayısız vesile örneğini görmezden gelmek yanlış bir tutumdur. Acaba yine şeytan ve nefs, peygamberleri ve salih insanları vesile edinmekten men ederken, insanların kendilerini örnek almalarını mı istemektedirler? Peygamberleri ve salihleri taklit etmekten men edenler, kendilerinin taklit edilmesini mi telkin ediyor olabilir mi?
Vesile ve tevessülü reddedenler iddialarını delillendirirken ayet ve hadislerin bir kısmını alıp bir kısmını terk ediyorlar. Ayetin kimler ve neler hakkında nazil olduğunu bilmeden, önceki müfessirlerin tefsirlerini dikkate almayıp, kendi görüş ve fikirlerine göre konuşmuş oluyorlar. Meselenin en temeline dönersek, Allah Tealâ kendisi ile kulları arasına vesile koyarak kendisini tanıttı, emir ve yasaklarını aktardı. O’nun adeti böyledir, bu şekilde irade etmiştir. Vesile kıldığı kullarını da Kitabında övgüyle anmıştır. Aklı başında hiçbir müslüman onları Allah Tealâ’nın yerine koymaz, fakat Allah Tealâ’ya yolculuklarında onların maddi ve manevi varlıklarının refakati ve bereketiyle yol almaya çalışırlar. Onları vesile ederek Asl’a ulaşmaya çalışırlar.
Kur’an’la Tevessül
İbn Mesud’dan gelen bir hadiste Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurmaktadır:
“Kimin sıkıntısı artar da, ‘Ey Allahım! Ben ancak senin kulun ve kulların olan ana ve babanın evladıyım. Her şeyim senin elindedir. Benim için geçerli olan ancak senin hükmündür. Şüphesiz hükmün de adalettir. Bütün isimlerini vesile kılarak senden isterim. Talebimi sana arz ederim. Kendini isimlendirdiğin, kitabında bildirdiğin, yaratıklarından herhangi bir kimseye öğrettiğin veya gayb aleminde kalmasını tercih ettiğin isimlerinle Kur’an’ı gönlümün baharı, göğsümün nuru, hüzün ve kederimin kalkmasına vesile kılmanı dilerim.’ derse, Allah onun kederini ve hüznünü giderir.” (Ahmed b. Hanbel)
Tevessülde Ölçü
Seyyid Ahmed Rifâî k.s., tevessül konusunda şu temel ölçüyü verir:
“Allah’ın kullarından ve dostlarından bir şey istediğiniz zaman onlar vasıtasıyla size ulaşan yardımı sakın kendilerinden görmeyin. Bu şirktir, nimet vermede kulu Allah’a ortak koşmaktır. Sizler Allah’tan bir şey istediğiniz zaman O’dan velileri sevmesinin hatırına isteyin. Allah dostlarının O’nun katında nasıl hatırlı olduğunu şu hadis-i şerif haber vermektedir:
“Fakir ve pejmürde görünümlü nice kimseler vardır ki, insanlara gelip bir şey isteseler (onların zahirine bakılarak) kapıdan geri çevrilir, kendilerine bir şey verilmez. Fakat onlar yüce Allah’tan bir şeyin olmasını isteseler, Allah isteklerini hemen yerine getirir.”
(Müslim, Birr, 138; Tirmizî, Menâkıb, 54; Ahmed Müsned, 3/145; Ebu Ya’lâ, Müsned, nr.:3987)
Medine Duası
İmam Ebu’l-Vefa b. Âkil rh.a., “et-Tezkire” adlı kitabında Medine’ye giren kimsenin ne yapması gerektiğini anlatırken şöyle demiştir:
“Peygamber Efendimiz s.a.v.’in kabrine gelip dua ettikten sonra:
‘Ey Allahım! Rahmet Peygamberi olan Muhammed s.a.v. ile sana teveccüh ediyorum. Ey Allah’ın Rasulü! Seninle Allah’a yöneldim, Allah’a teveccüh ettim. Ey Allahım! Muhammed’in hakkı için beni affet.’ diye dua etsin.”
Mevlâna Halid k.s. Hazretlerinin Duası
Mevlanâ Halid-i Bağdâdî k.s. hazretlerinin “Câliyetü’l-Ekdâr” isimli eseri uzun bir duadan ibarettir. Doksan dokuz esma-i hüsna ve Ashab-ı Bedir’in isimlerini vesile kılarak dua etmiştir. Duayı şöyle bitirmiştir:
“Allahım! Ya Allah, ya Rahman, ya Rahîm…
Senden, yüce isimlerinle, mükerrem meleklerinle, Rasullerinle, ki en faziletli salât ve selâmlar üzerlerine olsun, Ehl-i Bedr’in sendeki hakkı için ey Rabbim, onlara ilka/ihsan ettiğin nurundan bir göz açıp kapaması kadar da olsa ihsan etmeni, onlara verdiğin rahmet rüzgârlarından bana da vermeni diliyorum.
Ey Ehl-i Bedr! (Size ihsan edilen) hoş kokulu rahmet rüzgârlarıyla ve nurlarla bana yardım ediniz. Beni bütün desise ve belalardan kurtaracak gizli bir bakışla da olsa imdadıma koşunuz.
Ey Sâdât (efendilerim)! Sizden bu istekleri dilemeye ben layık olmasam da, bu liyakatsizliğimi görmezden gelerek ve hoşgörülü davranarak bu nazarla imdadıma yetişirsiniz.
Benim amellerim her ne kadar korkulan sarp yollar, uçurumlar gibi olsa da, sizin korumanızı maksat edinenler için himayeniz rahatlık ve kolaylıktır. Zira sizler, sizin himayenizin, Kur’an’ın muhkemi olduğunu söylüyorsunuz. Sizler saygı ve cömertliğin incelikleriyle saygı duyulanlarsınız. Sizler Yüce Sevgili’ye götüren vesilelersiniz. Sizler en sağlam yola sevk eden vasıta ve vesilelersiniz. Sizler hidayete ermişlerin en üstünüsünüz. Sizler yol gösteren yıldızlarsınız. Sizler düşmanların üzerine atılan taşlar gibi onları bertaraf edenlersiniz. Sizler zifiri karanlığın kandillerisiniz. Sizler, helak olmak ve boğulmak üzere olan herkesi çekip kurtaranlarsınız. Ben ise sizin zelil, hakir, kusur dolu, hata dolu kölenizim.
İsm-i Azam’ın hürmetine Ya Allah, ya Vahid, ya Ehad, ya Ferd, ya Samed, ya Mevcud, ya Cevâd, ya Bâsıt, ya Vedûd, ya Kerîm, ya Vehhab, ya Zü’t-Tavl, ya Hannân, ya Mennân, ya Gani, ya Muğnî, ya Fettah, ya Rezzâk, ya Alîm, ya Halîm, ya Hay, ya Kayyûm, ya Rahman, ya Rahim, ya Bedîu’s-Semâvâti ve’l-Arz, ya Zü’l-Celâli ve’l-İkram!
Haramından uzak tutup beni helalinle yetir. Senin dışındaki şeyleri benden uzaklaştırıp fazlınla beni zengin kıl. Onların senin üzerindeki hakkı hürmetine Ya Rabbi! Ey Rabbim! Ben senin ve onların kopmaz kulpuna sımsıkı tutunmuşum ve maksada ulaştıracak yegane sebep olan senin ve onların sağlam ipine sımsıkı sarılmışım. Ey Bedir ehli! (Bana yardım edin!)
Allahım! İsm-i celâlin hürmetine senden nimetin devamını, korumanın tamamını, rahmetin genişliğini, afiyet vermeni, yaşamın daha da rahat olmasını, en mutlu ömrü, en kâmil ihsanını, en geniş nimetini, en hoş ve tatlı fazlını, en faydalı lütfunu diliyorum.
Allahım! Bizim lehimize ol, aleyhimize olma! Allahım! Bize verdiğin mühleti saadetle sonlandır. Emellerimizi fazlasıyla gerçekleştir. Sabah ve akşamlarımızı afiyetle birleştir. Sonumuzu ve gidişatımızı rahmetine eriştir. Günahlarımızın üzerine affının rahmet kovalarını dök. Ayıplarımızı ıslah ederek bize ihsanda bulun. Takvayı azığımız, bütün gayretimizi rızanda kıl, bütün tevekkül ve itimadımızı ancak Zatına mahsus eyle. Bizi istikamet yolu üzerinde sabit kıl. Bu dünyada ve kıyamet gününde nedamet gerektiren şeylerden bizleri koru.
Allahım! Günahların yükünü bizden hafiflet ve bizi iyilerin hayatıyla rızıklandır (onlar gibi hayat ver). Önemsediklerimizle bu dünyada ve ahirette bize sen kâfi ol. Şerli kimselerin şerrinden ve yalancıların hilelerinden bizleri uzak tut. Bizim boyunlarımızı, babalarımızın, annelerimizin, üstadlarımızın, şeyhlerimizin boyunlarını cehennemden azad et.
Ya Azîz, ya Cebbâr, ya Kerîm, ya Settâr, ya Gaffâr, ya Alîm, ya Hâliku’l-Leyli ve’n-Nehâr!
Efendimiz, koruyucumuz, sadık, emin Muhammed’e, âline, ashabına ve müminlerin anneleri olan hanımlarına, nesline, temiz ve güzel ehl-i beytine ve kıyamete kadar onları takip eden nesle salât olsun, peygamberlere de selam olsun. Hamd alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
.
Tevessül ve Vesile
03 Temmuz 2012, 00:18
Ehli sünnet dışı fırkalar tarafından çok çarpıtılan Tevessül ve Vesile hakkında ayet ve hadisler ışığında faydalı bir makale..
Tevessül, daha çok tasavvuf çevrelerinde uygulanmakta, ve bazılarınca tenkid edilmektedir. Şunu hatırlatalım ki; doğrunun tesbiti, yanlışın terkedilmesi için yapılan her tenkid faydalıdır. Fakat tenkid eden haddi aşınca, doğru ile yanlış biribirine karışır, cahil olanlar da doğruyu şaşırır...
Tevessülü tenkid edenler, gerçek sahih ilme göre hareket etmezlerse haddi aşar, vebale girerler. Çünkü tevessüle başvuranlar arasında ilim ve takvalarıyla meşhur alimler, irşadıyla bir çok insanı Hakk’a sevk eden arifler mevcuttur. Gerçek tevhide ulaşmak için canını ve malını feda eden bu şerefli kitleyi rabıta ve tevessül yapıyorlar diye şirkle suçlamak az bir şey değildir. Tenkid edilen ve şirkle suçlanan kimse, en azından ömrü boyunca beş vakit namazını kılan bir mümindir. Böyle olunca iş ciddi, tehlike büyüktür. Çünkü, Buhari ve Müslim’in rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah (A.S.) Efendimizin uyardığı gibi; bir kimseye kafir, müşrik, münafık veya fasık demek, sözde kalmaz, hüküm iki taraftan birisine ait olur. Karşı tarafta söylenen durum yoksa, söz sahibine döner.
Verilen her hükümde adaletli olmak şarttır. Adalet, nefsimiz istemese de hakkı söylemek ve herkese hakkını vermektir. Biz tevessül ve vesile konusunda orta yolu tanıtmaya çalışacağız.
Vesile Nedir?
Vesile, kelime olarak, derece, yakınlık, başkasına yaklaşmak için vasıta kılınan şey, şefaat, vuslat manalarına gelir. “Falan şunu Allah’a vesile etti” demek, kendisini Allah’a yaklaştıracak ameli yaptı demektir. Ayrıca vesile, cennette yüksek bir derecenin ve Rasulullah (A.S.) Efendimiz şefaatının adıdır. Tevessül ise bir amel vasıtası ile maksada yaklaşmak ve ulaşmaya çalışmaktır. (İbn. Manzur) Bir çok müfessir, tevessülü bizzat yakınlaşmak ve yakın olmaya sebep olacak şeyleri aramak şeklinde tefsir etmişlerdir. (İbn. Kesir, Kurtubî, Alusî)
Kısaca tevessül şudur: Bir kimse sıkıntı içindedir. Derdini Allahu Tealâ’ya arzetmek ister, ancak nefsini kusurlu bulur. Kibirini kırar, tevazu gösterir, duasının kabulü için Allah katında kıymetli kabul ettiği bir şahsı veya ameli anar ve mesela şöyle diyebilir : “Allah’ım! Şu kâmil zatın hatırına veya şu salih amelin bereketine sıkıntımı gidermeni, isteğimi nasib etmeni istiyorum”
Vesilenin Şartları
Yukarıda tarif edilen caiz olan vesilede üç taraf vardır:
Tevessülle kendisinden bir şey istenen zat. Bu Allahu Tealâ’dır. İstenen şeyin asıl yaratıcısı ve dilerse ikram edecek olanı O’dur.
Tevessül eden kimse. Bu, Allahu Tealâ’nın yakınlığını arzulayan, bir hayra ulaşmak veya bir sıkıntıdan kurtulmak isteyen kuldur.
İsteğine ulaşmak için vesile yapılan, aracı kılınan şeyler. Bunlar, kulun kendisi ile Allahu Tealâ’ya yakınlık sağladığı, duasının kabulüne vesile yaptığı salih ameller veya şerefli şahıslardır.
Yapılan tevessülün fayda vermesi ve kulun ihtiyacının giderilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
Allahu Tealâ’ya vesile arayan kimsenin, vesileye inanması gerekir. Vesileye inanmayan veya ona şüphe ile bakan kimse, bir fayda görmez.
Kendisi ile Allah’a yaklaşmak için tevessül edilen amelin, Allahu Tealâ’nın meşru kıldığı ve teşvik ettiği bir amel olması gerekir. İman, zikir, tevbe, gözyaşı, dua, sadaka, ihlas, namaz, Allah için sevgi, fakirleri sevindirmek gibi.
Bu salih amelin, Allah Rasûlünün (A.S.) öğrettiği şekilde Allah’a yakınlık için yapılması gerekir.
Vesile edilen şahsın, Allah katında bir itibarı, kıymeti, nazı ve niyazı olması gerekir. Allah düşmanları, açıkça günahkâr olanlar ve gafiller ile Allah’ın rahmetine ulaşılmaz.
Buna göre, bid’at ve haram olan amellerle vesile gerçekleşmez. Salih olmayan kimselerle Allah’a yakınlık sağlanamaz. Yukarıda arzettiğimiz şartları taşıyan her vesile bütün zaman ve mekanlarda caizdir, faydalıdır.
Kur’an’da Vesile
Allahu Tealâ, kulun dünyada ızdıraptan, ahirette azaptan kurtuluşu için şu yolu göstermiştir:
“Ey müminler! Allah’tan korkun ve O’na (yaklaşmaya, sevilmeye) vesile arayın; O’nun yolunda cihad ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide/35)
Kulu Allah’a yaklaştıracak vesilelerin başında iman, Kur’an, ihlas ve salih ameller gelir. Salih amellerin başında farzlar yer alır. Allah için sevmek, Allah’ın dostlarını sevmek ve onların meclisine girmek, dualarına ortak olmak, ilahi rahmeti çekmek için en büyük sebeplerden birisidir. Müfessir İsmail Hakkı Bursevi (Rh.A.), gerçek alimleri ve kâmil mürşidleri insanı Allah’a yaklaştıran vesileler içinde saymıştır.
Büyük alimlerimizden İmam Savî (Rh.A.), vesile hakkında şu açıklamayı yapıyor:
“Kişiyi Allah’a yaklaştıran her şey, ayette bahsi geçen vesileye dahildir. Nebileri ve velileri sevmek, Allah dostlarını ziyaret etmek, Allah yolunda infakta bulunmak, bol bol dua etmek, akraba hukukunu gözetmek, Allah’ı çokça zikretmek ve benzeri şeyler bunlardandır.
Buna göre ayetin manası: sizi Allah’a yaklaştıran her şeye yapışınız, O’ndan uzaklaştıran her şeyi de terkediniz demek olur. Durum böyle olunca müslümanların, Allah dostlarını ziyaret etmelerini yanlış görüp bunun Allah’tan başkasına bir ibadet olduğunu zannederek onları küfür ve şirk ile suçlamak, apaçık bir sapıklık ve perişanlıktır. Hayır, gerçek onların dediği gibi değildir. Allah dostlarını ziyaret ve onlara muhabbet beslemek, Rasulullah (A.S.) Efendimizin: ‘Allah için sevmeyenin imanı yoktur’ buyurduğu Allah muhabbetine ve Allahu Tealâ’nın ‘O’na vesile arayın buyurduğu vesileye girmektir’ (Haşiye, II/182)
Meşhur Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır (Rh.A) da, bu ayetin tefsirinde, insanın sırf imanla yetinmeyip, Allahu Tealâ’ya yaklaştıran sebeplere ciddi olarak sarılması gerektiğini belirtmiştir. (Hak Dini, III/233-234)
Tevessül Neden Şirk Değil?
Kâmil velileri vesile edenler, onların Allah’ın kulu olduğunu biliyorlar. Onları Allah’a ortak ve yardımcı görmüyorlar. Onlarda Allah’a ait yetkilerin olduğunu söylemiyorlar. Sadece, onlardaki ihlas, takva ve salih amellere itibar ediyorlar. Onların bu takva ile ilahi huzurda kabul gördüklerini, naz ve niyaz makamında bulunduklarını, dualarının kabul edildiğini, Allahu Tealâ’nın onlardan razı olduğunu düşünüyorlar. Bu halleriyle onların:
“Ben, farz ve nafilelerle bana yaklaşan kulumu sevince, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa kendisini korurum, onu özel himayeme alırım.” (Buhari, İbnu Mâce) kudsi hadisindeki iltifat ve ikrama ulaştıklarına inanıyorlar. Bunun için onların isimlerini dualarına ekliyor, güzel sıfatlarını isteklerinin ilahi huzurda kabulüne destek yapıyorlar. Yoksa onlar, Allahu Tealâ’dan istenecek bir şeyi velilerden istemiyorlar.
Salihleri vesile yapıp Allahu Tealâ’dan bir şey istemeyi tenkid edenler, bunun her namazda Fatiha suresinde okunan “Allahım! Ancak sana kulluk eder, sadece senden yardım isteriz” mealindeki ayetlere ters düştüğünü söylüyorlar. Halbuki bu ayetlerde, Allah’tan bir şey isterken içimizdeki salihlerin zikredilmesine red değil, açıkça bir işaret vardır. Çünkü, ayette “sadece senden isterim” denmiyor,“isteriz” deniyor. Ayeti okuyan kimse yalnız da olsa, “ben” değil “biz” ifadesini kullanıyor. Bununla kul, kendini aciz görüp tevazuya bürünür ve şöyle demek ister: “Allahım! Bizler topluca sana yöneldik; ancak sana kulluk ediyor; sadece senden yardım istiyoruz. Ben senin huzurunda tek başıma bir şey taleb etmeye ehil ve layık değilim. İçimizde gerçek kulluk yapan ve duasında samimi olan salihlerle birlikte senden istiyorum. Benim isteğimi onların duasına kat, kabul eyle”
Allah dostlarını, basit dünya işleri için vesile etmek güzel değildir. Onların adını ve şanını, nefsimizi değil, Rabbimizi razı etmek için kullanmalıyız. Ariflerin vasıtası ile dünyamızı değil, ahiretimizi mamur etmeliyiz. Eğer kibirimizi kırar da Allah’a giden yolda o saadetli büyükleri terbiyemizde rehber, dualarımızda vesile edersek inşaallah maksadımıza ulaşırız.
Dr. Dilaver SELVİ
SEMERKAND YAYINLARI
|
Bugün 557 ziyaretçi (755 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|