|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
.
11 Ağustos 2022
Hz. Ali (Radıyallahu anh) taraftarlığı üzerinden ümmete arkasını dönen, ümmet içinde fitne çıkartan, ümmetin aleyine...
19 Kasım 2019
İran'ın içinde bulunduğu sapıklığı görsel ve videolarla anlatan Youtuber Genç Hoca, şiiler hakkında ilginç bilgil...
10 Nisan 2017
Şia ayet uydurup Kur'an'ı inkar ediyor Sahabeye... paylaşan: ihvanlarnet...
13 Mart 2017
Hicri 110 yılında vefat eden İmam Şaʹbi, Şiaʹyı Yahudiler ve Hıristiyanlarla; onların, peygamberlerinin arkadaşları hakk...
30 Ekim 2016
Irak'ta kayda alınmış bir görüntü. Şii milisler yakaladıkları Sunnilerle böyle eğleniyor. Mezhepçi Şiiler kameralar ö...
7 Eylül 2016
Türkiye Caferi alimler birliği ve bu birliğin başı varmış. Nerede bu alimler çıksınlar meydana. Olmayan alimlerin bir...
3 Ağustos 2016
Bir takipçimizden gelen yazıdır... Sadr yanlısı Irak'lı bir şiî aktivist kısa bir makale yazar ve yazdığı gerçekler d...
3 Temmuz 2016
Bildiğiniz gibi bu gün müsteşrikler iki fırkayı İslam'ın iki ana kolu gibi lanse etme çabasındalar. Birisi Şia diğeri ...
9 Haziran 2016
Muhammed Bakır Şianın da kabul ettiği hatta masum kabul ettiği oniki imamdan biridir. O, Al-i beyt'ten olduğu halde R...
31 Ocak 2016
İmamiyye Şiasının İman-İslam Kavramlarını... paylaşan: ihvanlarnet...
27 Ocak 2016
Müslümanların birliği’, ‘ümmetin vahdeti’ gibi nazarî gücünden ziyâde retorik ve sloganik tarafı daha ağır basan lafları...
5 Ocak 2016
Şiiler ve Selefiler rivayetleri nasıl çarpıtıyor? Ebubekir Sifil Hoca iki örnekle konuyu özetliyor Selefi ve şiirl...
4 Ocak 2016
ŞİA’NIN KUR’AN’LA HESAPLAŞMASI Yemen Yahudisi İbn Sebe’nin kurduğu Şia, Kur’an tasavvuru dahil daha pek çok mevzuda Ümme...
Şia nedir
Toplam 2 sayfa, 1. sayfa gösteriliyor.12»
.
Bizler Şia’ya reddiye yaptığımız zaman bazı kesimler rahatsız oluyorlar. Bu kesimler nedense Şia’nın, başta müminlerin annesi Hazreti Aişe (Radıyallahu anha) olmak üzere Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (Radıyallahu anhum) Efendilerimize iftira atmasına, çirkin ifadeler kullanmasına, hakaret etmesine sessiz kalıyorlar. Sessiz kalmaları ve savunmaları onlarla aynı düşünceyi paylaştıklarını gösterir.
HAZRETİ AİŞE ANNEMİZE ÇİRKİN İFTİRA KİTABI
Yazar İran’lı bir şii olan ve Yaser Habis olarak bilinen bir sapık. Yazdığı kitabın ismi ise: “El-Fahişe el-vechül ahar li Aişe” yani haşa “fahişe Aişe’nin diğer yüzü”
Aldığımız bilgilere göre kitap Hazreti İşe (Radıyallahu anha) annemize zina isnadı içermekle birlikte, kitapta Hazreti Aişe’nin Resulüllah Efendimize ihanet ettiği gibi akla hayale gelmeyecek iftira ve zırvalar yer alıyor.
Sizlere Şia’nın nasıl bir bela ve nasıl bir sapıklık olduğunu anlatmak için yeterli bir bilgi olsa gerek. Yüce Peygamberimizin, son nefesini kolları arasında verdiği bir insana atılan bu iftiralar ve özel kitaplar yazılması artık insanlıktan çıkmış olmanın son noktasıdır.
Şunu da söyleyelim Ehli Sünnet, İslam ülkelerinde de sahipsiz değil. Bu zındıklarla mücadele eden kardeşlerimiz var Elhamdülillah. Allah’u Teala gayretlerini ziyade eylesin.
HAZRETİ AİŞE (RADIYALLAHU ANH)IN FAZİLETİ
Öncelikle annemize ifk hadisesiyle atılan iftiraları bertaraf eden ve kıyamete kadar bu temizliği tescilleyen ayetlerden başlayalım:
Cenâb-ı Hak, konu ile ilgili olarak Resûlüne indirdiği âyet-i kerimelerde şöyle buyurdu:
ALLAHU TEALA KIYAMETE KADAR TEMİZLİYOR
“İftirâyı atanlar, içinizden bir zümredir. Bunu sizin için bir şer saymayın. Aslında bu sizin için bir hayırdır; böyle imtihanlar sizin sevâba erişmeniz için birer vesile teşkil eder. İftirâ atanların herbirinin, o günahtan kazandığı bir hisse vardır. Onlardan günahın büyüğünü üzerine alan kimse için ise pek büyük bir azap vardır. “O iftirâyı işittiğinizde, mü`min erkeklerin ve mü`min kadınların, kendileri hakkında hayır düşündükleri gibi mü`min kardeşleri hakkında da hayır düşünerek, `Bu apaçık bir iftirâdır” demeleri gerekmez miydi?
“Bu iftirâyı ispat etmek için dört şâhit getirmeli değiller miydi? Mâdem şâhit getirmediler; o halde Allah katında onlar yalancıların tâ kendileridir.
“Eğer dünyada ve âhirette Allah`ın lûtuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, içine daldığınız şey yüzünden size pek büyük bir azap dokunurdu.
“O zaman siz o iftirâyı dilden dile naklediyor ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağzınıza alıp söylüyor, bunu da basit bir iş sayıyordunuz. Halbuki o, Allah katında pek büyük bir günahtır.
“Onu işittiğinizde, `Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftirâdır` demeniz gerekmez miydi?
“Gerçek mü`minlerseniz, Allah size bir daha böyle bir günaha aslâ dönmemenizi öğüt veriyor.
“Âyetlerini de Allah size böylece açıklıyor, Allah herşeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle yapandır.
“Îmân edenler hakkında çirkin söz ve hareketlerin yayılmasından hoşlananlar için dünyada da, âhirette de pek acı bir azap vardır. Allah herşeyi bilir; siz ise bilmezsiniz.
“Eğer üzerinizde Allah`ın lûtuf ve rahmeti olmasaydı ve Allah pek şefkatli ve pek merhametli olmasaydı, helâk olup giderdiniz.”128
Böylece Cenâb-ı Hak vahiy ile Hz. Âişe hakkında söylenenlerin bir iftirâdan ibaret olduğunu haber vererek, hem Resûlünün temiz ruhunu ve pâk vicdanını üzüntüden kurtardı, hem Hz. Ebû Bekir`in şahsiyetinin küçük düşürülmesine müsâade etmedi, hem de Müslümanlar arasında zuhur eden fitne ve fesadın büyümesine fırsat vermedi.
En Üstün Berâat
Birgün Hazreti Abdullah bin Abbas`tan Hazreti Âişe (Radıyallahu anh) ile ilgili âyetlerin tefsiri sorulmuştu. Şu izahta bulunmuşlardı:
“Yüce Allah, dördü, dört şeyle berâet ettirmiş, yapılan iftirâlardan onları temize çıkarmıştır:
“1.Hazreti Yûsuf u, Züleyhâ`nın kendi ehlinden getirilen bir şâhidin dili ile berâet ettirmiştir.
“2.Hazreti Mûsâ`yı, Yahudîlerin dedikodularından, elbisesini alıp getiren taşla berâet ettirmiştir.
“3.Hazreti Meryem`i, kucağındaki oğlunu dile getirip, `Ben Allah`ın kuluyum` diye söyletmek sûretiyle temize çıkarmıştır.
“4.Hazreti Âişe`yi ise, Yüce Allah, kıyâmete kadar bâkî kalacak kadar i`câzkâr kitabı Kur`ân`daki o azametli âyetlerle berâet ettirmiştir ki, bu derecede belâgatlı temize çıkarmanın benzeri görülmemiştir. Bakınız ki, bununla diğer berâet ettirmeler arasındaki büyük ve üstün farkı görünüz.
“Yüce Allah, bunu ancak Resûlünün mertebesinin yüceliğini ortaya koymak için yapmıştır.”129
İftirâcıların Cezaya Çarptırılmaları
Resûl-i Ekrem Efendimiz, konu ile ilgili vahiy geldikten sonra çıkıp halka bir hutbe irâd etti. Sonra da gelen Kur`ân âyetlerini onlara okudu.
Bilâhare, yapılan iftirâyı dilleriyle yaymakta en çok ileri giden Mıstah bin Üsâse, Hassan bin Sâbit ile Hamme binti Cahş`a had vurulmasını emretti. İftirâcılara had olarak seksener kamçı vuruldu.130
Resûlullah buyurmuştur ki: “Hazreti Âişe’nin diğer kadınlara üstünlüğü ve rüçhaniyeti Tirit yemeğinin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir.”
SAHABE-İ KİRAMIN SÖZLERİ
“Biz ashab olarak hangi hadis-i nebevîde müşkille karşılaşmış isek O’nun nezdinde o konuda tam ve mükemmel bilgi bulup müşkülümüzü halletmişizdir.” Hazreti Ebu Musa el-Eş’arî (r.a)
“Ben, gerek Kur’an-ı Kerim’in hükümleri konusunda, gerek fıkıh ve feraizde, tıptan ve Arapların meşhur günleri ve şiirleri konusunda ve gerekse ensâb ilminde Hazreti Âişe’den daha bilgili bir kimse görmedim.” Hz. Urve b. Zübeyr (Radıyallahu anh)
“Âişe’den (r.anha) daha fasih birini görmedim.” Hz. Musa bin Talha (Radıyallahu anh)
“Ben Hz. Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman ve Ali ile sair halifelerin hutbelerini dinlemişimdir. Hiç birinin ağzından Hz. Âişe’nin kelâmı kadar fasîh olanını duymamışımdır.” Hz. Ahnef b. Kays (Radıyallahu anh)
“Şayet Âişe’nin anlatılan faziletleri olmasaydı bile ona şeref ve fazilet olarak ifk hadisesi yeterdi. Onun hakkında kıyamete kadar okunacak bir Kur’an ayeti inzal olundu.” Hz. Urve b. Üzeyne (Radıyallahu anh)
“Ben hiçbir hatip görmedim ki Hz. Âişe’den daha beliğ, fasih ve zeki olsun.” Hazreti Muaviye (Radıyallahu anh)
“O, güzel ve beyaz bir kadındı. Bunun için ona “Hümeyra” denir. Hz. Peygamber, ondan başka bir bakire ile evlenmedi. Ondan daha çok bir kadını sevmedi. Kadınlar içinde ondan daha bilgili bir kadın görmedim. O, Hz. Peygamber’in hem dünya, hem de ahiretteki zevcesidir. Bundan daha büyük bir iftihar vesilesi olur mu?” Zehebî
Hazreti Aişe annemizin Rivayet ettiği hadislerin sayısı 2210’a ulaşmıştır. Faziletleri, ahlakı, Resulüllah efendimizle şakalaşmaları, münasebetleri, aşkı ve muhabbeti ciltlerle anlatılacak bir insandır. Böyle bir insana, iftira atmak ancak münafıkların amelidir. Münafıklar ise Cehennemin en alt tabakasında yerlerini dolduracaklardır. Allah’u Teala cümlemizi Ehli Sünnet ayırmasın, bu sapıkların karşısında dimdik duranlardan eylesin.
www.ismailaga.info
.
Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (Radıyallahu anhum) gibi sahabelere hakaret eden ŞİA gibi bazı fırkalara, bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani Hazretleri Mektubat adlı eserinin 80. mektubunda reddiye yapıyor. Sizin için sadeleştirme yaptık. Bu mektubu imkanınız varsa ezberleyin ki, sapıklara kolayca reddiye yapabilesiniz. İşte o reddiye…
Hak teâlâ, Muhammed Mustafânın nûrlu caddesinde yürümek nasip eylesin! İş budur. Bundan başkası hiçtir.
Hadis-i şerifte, müslümanların 73 fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu yetmişüç fırkadan herbiri, islâmiyete uyduğunu iddiâ etmektedir. Cehennemden kurtulacağı bildirilen bu fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Mü’minûn sûresi, ellidördüncü ve Rûm sûresi otuzikinci âyetinde meâlen, (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir) buyuruldu. Hâlbuki, bu çeşidli fırkalar arasında kurtulucu olan birinin alâmetini, işaretini, Peygamberimiz şöyle bildirmektedir: (Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır). İslâmiyetin sahibi kendini söyledikten sonra, Eshâb-ı kirâmı da, söylemesine lüzûm olmadığı hâlde, bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur) demektir. Nitekim Nisâ sûresi, yetmişdokuzuncu âyetinde meâlen, (Resûlüme itaat eden, elbette Allahü teâlâya itaat etmiştir) buyuruldu. Resûle itaat, Hak teâlâya itaat demektir. Ona uymamak, Allahü teâlâya isyândır. Allahü teâlâya itaatin, Resûlüne itaatten başka olduğunu sananlar için nâzil olan, Nisâ sûresinin, (Allahü teâlânın yolu ile, Resûlünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir) meâlindeki yüzkırkdokuzuncu âyeti, bunların kâfir olduklarını bildiriyor. Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmeyip de, Peygambere uyduğunu söyliyen, yanılıyor. Ona uymuş değil, isyân etmiş oluyor. Böyle yol tutan, kıyâmette kurtulamıyacaktır. Mücâdele sûresinin, (Doğru birşey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır, kâfirdir) meâlindeki onsekizinci âyeti bu gibilerin hâlini gösteriyor.
Eshâb-ı kirâmın yolunda giden, hiç şüphe yok ki, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Allahü teâlâ, bu fırkanın yorulmadan, yılmadan çalışan büyüklerine, bol bol mükâfat versin! Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. Çünkü, Peygamberimizin Eshâbına dil uzatan, bunlara uymaktan, elbette mahrumdur.
[Şî’îler, oniki kısmdır. Her kısmı da kollara ayrılmıştır. Bazısı abdestsiz, gusülsüz gezer. Namaz kılanları azdır. Hepsinin îtikadı, inanışı Ehl-i sünnetten ayrıdır. Alevî değildirler. (Alevî), Ehl-i beyti seven, onların yolunda giden kimse demektir. İmâm-ı Aliye ve bunun Hz. Fâtımadan olan çocuklarına (Ehl-i beyt) denir. Ehl-i beyti sevmek şerefini Ehl-i sünnet kazanmış, onları sevmeği, onların yolunda bulunmağı, son nefeste îman ile gitmenin alâmeti, işareti demiştir. O hâlde alevî, Ehl-i sünnettir. Bunun için, alevî olmak isteyen kimsenin, Ehl-i sünnet olması lâzımdır. Bugün, zındıklar ve müslümanlıkla ilgileri olmıyan kimseler, mübârek Alevî ismini Ehl-i sünnetten alıp, kendilerine mal etmek istiyorlar. Bu güzel ismin gölgesi altında, gençleri aldatmaya, Resûlullahın yolundan ayırmaya uğraşıyorlar. Bu konuda, (Eshâb-ı kirâm) ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitaplarımızda geniş bilgi vardır.]
Mu’tezilî fırkası ise, sonradan meydana çıkmıştır. Bunun kurucusu olan Vâsıl bin Atâ, Hasen-i Basrînin talebesinden idi. Îman ile küfür arasında, bir üçüncü kısm bulunduğunu söyliyerek, Hasen-i Basrînin yolundan ayrıldığı için, Hasen-i Basrî, buna (İ’tezele annâ) buyurdu ki, bizden ayrıldı demektir. Diğer bütün fırkalar da, sonradan meydana çıktı.
Eshâb-ı kirâma dil uzatmak, Allahü teâlânın Peygamberine dil uzatmak olur. (Eshâb-ı kirâma saygı göstermiyen, Allahü teâlânın Resûlüne îman etmemiştir) buyuruldu. Çünkü, onların kötülenmesi, sahiplerinin, efendilerinin kötülenmesi olur. Böyle yanlış îtikata düşmekten, Allahü teâlâya sığınırız! Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkan ahkâmı bizlere getiren, Eshâb-ı kirâmdır. Onlara dil uzatılınca, onların getirdiği şey de, kıymetten düşer. İslâmiyeti bizlere getiren, Eshâb-ı kirâm arasından belli kimseler değildir. Bunda, herbirinin hizmeti, payı vardır. Hepsi adalette, doğrulukta, öğretmekte müsâvîdir. Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzatılınca, dîn-i islâm kötülenmiş, söğülmüş olur. Allahü teâlâ, bu çirkin hâle düşmekten hepimizi korusun!
Eshâb-ı kirâma söğen eğer, (Biz, yine Eshâb-ı kirâma uyuyoruz. Onların hepsine uymak, şart değildir. Hattâ mümkün değildir. Çünkü, sözleri birbirine uymıyor. Yolları başka başkadır) derse, bunlara deriz ki: Eshâb-ı kirâmdan bazısına uymuş olmak için, hiçbirini inkâr etmemek lâzımdır. Bir kısmını beğenmeyince, başka kısmına uyulmuş olamaz. Çünkü, meselâ Emîr [Ali], diğer üç halîfeyi büyük biliyor, hurmet ediyor ve uyulmaya lâyık olduklarını biliyordu. Bunlara, seve seve bi’at etmiş, hilâfetlerini kabûl etmişti. Diğer üç halîfeyi sevmedikçe, Emîre uyduğunu söylemek yalan olur, iftirâ olur. Hattâ, Emîri beğenmemek, onun sözlerini, hareketlerini, kabûl etmemek olur. Allahü teâlânın arslanı Ali için, onları idare ediyordu, yüzlerine gülüyordu demek, câhilce, ahmakca söz olur. Allahın arslanının, o kadar ilim ve kahramanlığı ile, tâm otuz sene, üç halîfeye karşı düşmanlığını saklayıp, dost göründüğünü ve onlarla yalandan arkadaşlık ettiğini hangi akıl kabûl eder? En aşağı bir müslüman bile böyle iki yüzlülük yapamaz. Emîri bu kadar küçülten, âciz, hîleci ve münâfık yapan böyle sözlerin çirkinliğini anlamak lâzımdır. Allah göstermesin, Emîrin böyle olduğunu, bir ân kabûl etsek bile, Peygamber efendimizin bu üç halîfeyi medh etmesine, büyültmesine, bütün yaşadığı müddetçe, bunlara kıymet vermesine ne diyecekler?Peygamber efendimize de, iki yüzlü mü diyecekler? Hâşâ! Bu, hiç olamaz. Peygamberin doğruyu bildirmesi vâcibdir. İdare ediyordu diyen zındık olur, dinsiz olur. Mâ’ide sûresi, yetmişinci âyetinde meâlen, (Ey kıymetli Resûlüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır! Bunları, doğru bildirmezsen, Peygamberlik vazîfeni yapmamış olursun! Allahü teâlâ, seni, düşmanlık etmek istiyenlerden korur) buyuruldu. Kâfirler diyordu ki, Muhammed, vahy olunan şeylerden, işine gelenleri söylüyor, işine gelmiyenleri söylemiyor. Bunun üzerine, bu âyet-i kerime gelerek herşeyi doğru söylediği bildirildi. Peygamberimiz, âhırete teşrîf edinceye kadar, üç halîfeyi hep över, başkalarından üstün tutardı. Demek ki, bunları övmek, üstün tutmak, hatâ olamaz, yanlış yol olamaz.
Îman edilecek şeylerde Eshâb-ı kirâmın hepsine uymak lâzımdır. Çünkü, îtikat edilecek şeylerde, birbirlerinden hiç ayrılıkları yoktur. Fürû’da, yâni yapılacak işlerde ayrılma olabilir.
Eshâb-ı kirâmdan birine dil uzatan kimse, hepsini lekelemiş olur. Çünkü, hepsinin îmanı, îtikadı birdir. Birine dil uzatan, hiçbirine uymamış olur. Birbirlerine uygun olmadıklarını, aralarında birlik bulunmadığını söylemiş olur. Onlardan birini kötülemek, onun söylediklerine inanmamak olur. Tekrar söyliyelim ki, islâmiyeti bizlere bildiren, onların hepsidir. Onların herbiri âdildir, doğrudur. Herbirinin islâmiyette bildirdiği birşey vardır. Herbiri âyet-i kerimeleri getirerek, Kur’an-ı kerim toplanmıştır. Bir kısmını beğenmiyen, islâmiyeti bildireni beğenmemiş olur. Görülüyor ki, bu kimse, islâmiyetin hepsini yapmamış olur. Böyle olan da, Cehennemden kurtulabilir mi? Bekara sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Kur’an-ı kerimin bir kısmına inanıyorsunuz da, bir kısmına inanmıyor musunuz? Böyle yapanların cezâsı, dünyada, rezil, rüsvâ olmaktır. Âhırette de, en şiddetli azâba atılacaklardır) buyuruldu.
Kur’an-ı kerimi Hazreti Osman topladı. Hattâ, Ebû Bekr-i Sıddîk ile Ömer-ül Fârûk topladı. Görülüyor ki, bu büyükleri kötülemek, Kur’an-ı kerimi kötülemeye kadar gidiyor. Allahü teâlâ, bütün müslümanları, böyle belâya düşmekten korusun! Şî’î mezhebinin müctehidlerinden birine sordular ki: Kur’an-ı kerimi, Osman toplamıştır. Onun toplamış olduğu, bu Kur’an için ne dersiniz? Ona bir kusur bulmakta, hiç fayda göremem. Çünkü, Kur’an-ı kerime dil uzatılırsa, din yıkılır dedi.
Aklı olan kimse, Peygamber efendimizin vefât ettiği gün, Eshâb-ı kirâmın hepsinin, yanlış bir kararda birleşeceklerini, elbette söyliyemez. Hâlbuki o gün, Eshâb-ı kirâmdan otuzüçbin adedi, hep birden, istekle ve seve seve Ebû Bekr-i Sıddîkı halîfe yaptı. Otuzüçbin Sahâbînin, yanlış bir işte, söz birliği yapması, olacak şey değildir. Nitekim, Peygamberimiz, (Ümmetim yanlış bir iş üzerinde, söz birliği yapmaz!) buyurmuştu. Emîrin önceden, üzülmesi, o konuşmalar için, kendisi çağrılmadığından idi. Kendisi de böyle olduğunu bildirmiş ve (Konuşmaya geç çağrıldığım için üzülmüştüm. Yoksa, iyi biliyorum ki, Ebû Bekr hepimizden üstündür) buyurmuştu. Kendisinin geç çağrılmasının sebebi vardı. Yâni, o zaman, Ehl-i Beytin arasında idi. Onları tesellî ediyordu.
Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmı arasında olan ayrılıklar, nefsin isteklerinden, kötü düşüncelerden değildi. Çünkü onların mübârek nefsleri tezkiye bulmuş, tertemiz olmuştu. Emmârelikten kurtulmuş, itmînâna kavuşmuştu. Onların bütün istekleri, islâmiyete uymaktı. Ayrılıkları, ictihâd ayrılığı idi. Doğruyu meydana çıkarmak içindi. Yanılanlarına da, Allahü teâlâ bir derece sevap verecektir. Doğru olanlara, en az iki derece vardır. O büyüklerin hiçbirini, dilimizle incitmemeliyiz. Herbiri için hep iyi söylemeliyiz. Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden imam-ı Şâfi’î buyurdu ki, (Allahü teâlâ, ellerimizi, o kanlara bulaştırmadı. Biz de dillerimizi bulaştırmayalım). Yine buyurdu ki, (Resûlullahdan sonra, Eshâb-ı kirâm çok düşündü. Yer yüzünde Ebû Bekr-i Sıddîktan daha üstün kimseyi bulamayıp, onu halîfe yaptılar. Onun emrine girdiler). İmâm-ı Şâfi’înin bu sözü de, Hz. Alînin hiç ikiyüzlü olmadığını ve Ebû Bekr-i Sıddîkı seve seve halîfe yaptığını göstermektedir.
Paylaş:
.
Bildiğiniz gibi İran’da sözde şeriat var. Devlet, İslam şeriatı ile yönetiliyor…
Yani aslında dünya bunu böyle ilan ediyor. Gerçekte ise İran, Şia şeriatı ile yönetiliyor.
İslam’da muta nikahı olmadığı halde İran’da muta nikahı yasaldır ve fiyat listesini size daha önce yayınlamıştık. Bu nedenle Türkiye’deki fuhuş evi ne ise İran’daki muta evleri de odur. Zinanın meşrulaştırılmış hali. Hem de yaptıkları zinayı meşru görüp günah olmadığına inandıkları için ayrı bir hükme tabidirler…
İran’da büyük sahabelere küfürler ediliyor, hakaretler ediliyor ve gelen nesillerine de öyle öğretiyorlar.
Devrimcilerinin büyük boy resimlerini mihrap tarafına astıkları camide namaz kılıyorlar!
Bir garip hırsızlık yaptığı zaman eli kesiliyor, büyük hırsızlara devlet dokunamıyor.
İslam’da vinç ile asmak diye bir şey yoktur. Recm veya kısas vardır. Recimde bile atılacak taşların boyutu bellidir.
İslam aşırlığı sevmez. İbret olsun diye vinçte sallandırmak İslami değil İrani bir uygulamadır. Ve yine zengin, soylu bir kimsenin bu cezalardan aldığı görülmemiştir.
BU NASIL ŞERİAT
İran şeriatı kadınların kapanması konusunda çok hassas (!) Öyle hassas ki, İran Bayanlar Milli Futbol takımı tesettür (!) ile çıkıyor sahaya…
Şu rezilliğe bakar mısınız?
Kadınlar futbol takımı var!
Tesettür sadece derinin veya saçın gözükmemesi midir? Vücut hatları ne olacak? O kadınları kimler izleyecek?
Neresinden bakarsanız bakın rezillik.
İşte İran’ın şeriatı bu kadar olur… Kur’an-ı Kerimi değil de Humeyninin anayasasını uygularsanız böyle bir durum çıkar ortaya…
MÜSLÜMAN KADINLAR FUTBOLA ÇEKİLMEK İSTENİYOR
Müslümanları en güzel uyutmanın şekli bildiğiniz gibi futbo müsabakaları. Ancak özellikle müslüman ülkelerin bayanları bu işe ilgisiz. Onlarında ilgisini çekmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Şimdi bu konuda İran ön ayak oldu ve FİFA denilen futbol federasyonu sahada başörtüsüne izin verdi. Yakında Müslüman ülkeler birer birer kadın futbol takımı çıkarırsa şaşırmayın.
Bakın Asya Futbol Konfederasyonu Başkanı Zhang Jilong FİFA’nın başörtüsü kararı için ne diyor: “dünya genelinde kadın futbolcuların geleceği açısından hayati önemde”
Şia şeriatı böylelikle tüm müslümanları büyük bir fitneye sürüklemiş olacak…
İSLAM EHLİ SÜNNET İLE YAŞANIR
İslam tam manasıyla ancak ve ancak Ehli Sünnet bir devlet ile uygulanır. Yoksa ortaya böyle rezalet çıkar.
Bir de “İran mı olacağız, böyle giderse iran’a mı döneceğiz” diyenler var. Allah muhafaza buyursun. Şia’nın kırıntısını bile sıçratmasın güzel ehli sünnet memleketimize. Şia’nın ülkemizdeki sözcülerine de hidayet versin Rabbimiz.
Yazının özeti: İran Ortadoğu’da şuan ırak’ta olduğu gibi sapık Şia mezhebini hakim kılmak için büyük çaba sarfediyor. Ehli Sünnet büyük zulüm görüyor. Başörtülü kadın futolcu fitnesini de bütün İslam ülkelerine yayma derdindeler.
www.ihvanlar.net
.
Sahabelere her türlü hakareti yapan Şia’yı ehli beyt olarak sunan ve “Ehli Beyt Mezhebi” diye birşey uyduranlara cevap mahiyetinde güzel bir hutbe…
[youtube http://www.youtube.com/watch?v=4lIBw-LJh2A?rel=0&w=420&h=315]
.
40 Madde de Şia Akidesinin Batıl Olduğunun İsbatı
1. Şiiler kuranı kerimin tahrif olduğuna inanırlar..ve kuranı doğru olarak bilenlerin sadece 12 imam olduğunu iddia ederler (şianın inanç esasları)
2. Şiiler imamlarının masum olduğuna inanırlar. (el munteka)
3. Şiiler ruyeti inkar ederler.(el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
4. kendileri senedi ve isbatı olmayan onbinlerce şii kaynaklı hadisle amel etmekle iken…sünni kaynaklarda geçen ve senedleri olan hadislerin dörtte üçünden fazlasını reddederler. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
5. Şiiler kerbelayı beytullahtan daha faziletli sayarlar.. (şianın inanç esasları)
6. Şiiler hz aliden önceki halifelerin zalim yada kafir olduğunu iddia ederler.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
7. Şiiler hz ebu Bekir ve hz ömere lanet okurlar. (şianın inanç esasları)
8. peygamberlerin getirdiği şeriatın sadece avama hitab eden bir ilim olduğunu gerçek ilmi(ilm-i hakikat) ise 12 imamdan başka hiç kimsenin bilmediğini iddia ederler.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
9. hz ali (ra) nin ve onun zürriyetinden gelenlerin fikirlerine muhalefet eden herkesin ya zalim ya kafir,yada fasık olduğuna inanırlar.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
10. takiyye adı altında münafıklığı akide edinirler.. (şianın inanç esasları)
11. 12 imamın yaptığı her ameli Allahın emrettiği bir dini kural olarak telakki ederler. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
12. Allahın sıfatlarını inkar ederek cehmiyyenin yolunu takip ederler.. (şianın inanç esasları)
13. Şiiler imamiye mezhebine uyulması vacib olan tek mezheb olduğuna inanırlar.(el-munteka)
14. Şiiler hz ali hakkında aşırı giderler,bazıları onun vasi, bazıları peygamber, bazılarıda ilah olduğunu iddia ederler:.( el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
15. Şiiler hz ebubekir ve hz ömer hakkında cibt ve tağut yakıştırmasını yaparlar.. (şianın inanç esasları)
16. Şiiler bazı ölülerin yeniden dirilip ahir zamanda dünyaya döneceğine(ricat) inanırlar..bu inanışa göre 12. imam ahir zamanda gelecek hz ebubekr ve hz omer’i çarmıha gerecektir.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
17. yine aynı inanışa göre 12.imamın ahirzamanda gelip müminlerin annesi hz aişeyi diriltip ona had cezası uygulayacağına inanırlar.. (şianın inanç esasları)
18. hz ömerin öldürüldüğü günü en büyük bayram,şeref,müjde,büyük temizlik,bereket ve teselli günü olarak kabul ederler. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
19. Şiiler kendi çocukları haricinde doğan bütün çocukları fahişe çocuğu sayarlar.. (şianın inanç esasları)
20. Şiiler bir kimseyle ancak nıfak üzere muamele ederler..( minhacüs-sünne)
21. Şiiler 12 imamın gaybı bildiğini iddia ederler..( (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
22. Şiiler hz aişe ve hz ömerin kızı hz hafsaya lanet okurlar.. (şianın inanç esasları)
23. Şiiler Allahtan başkasına kurban keserler ve adak adarlar. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
24. Şiiler şer’i yaratanın Allah olmadığını iddia ederler.. (el munteka)
25. 12 imamın hatadan masum olduğuna inanırlar. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
26. 12 imam vasıta edilmeksizin Allahın rızasının kazanılamayacağını iddia ederler.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
27. Allaha kulluk etmenin imamlara itaatle mümkün olacağını ve imamlardan başkasına itaat etmenin Allaha şirk koşmak olduğunu iddia ederler.. (şianın inanç esasları)
28. hz ömeri şehid eden Mecusi ebu lülüe’yi bir din kahramanı olarak kabul ederler. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
29. şiiler hz alinin bütün sahabelerden üstün olduğunu ve hilafetin ilk olarak onun hakkı olduğunu iddia ederler.. (el munteka)
30. Şiiler resulullahın ölümünden sonra az sayıdaki bir topluluk dışında bütün sahabelerin mürted olduğuna inanırlar.(şianın inanç esasları)
31. Şiiler Allahtan başkalarına,kullara dua ederler,onlardan isterler.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
32. ‘’12 imamlar olmuş ve olacak her şeyin ilmini bilirler.hiçbir şey onlara gizli değildir’’..diye itikad ederler. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
33. Şiiler ehli sünnetin kanlarını ve mallarını mübah sayar.. (şianın inanç esasları)
34. Şiiler hz hüseyinin kerbelada ki kabrini ziyaret etmeyi beytullahı hac etmekten daha faziletli sayarlar.. (şianın inanç esasları)
35. Şiiler enes,Cabir,ve ebu hureyre (ra) gibi meşhur sahabelere hakaret eder ve onlarıda tekfir ederler. (şianın inanç esasları)
36. 12 imam ne zaman öleceğini bilir.ve kendileride ölmeyi istemedikçe ölmezler. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
37. tarih boyunca bir çok kez Müslümanlarla kafirlerin savaşlarında Yahudileri,haçlı hırıstiyanlarını,tatarları,desteklemişler ve Müslümanlara karşı onlara dostluk göstermişlerdir.. (şianın inanç esasları)
38. Şiiler zındıklıkla ,ilhadla ,kasıtlı ve bolca yalan söylemekle tanınırlar.. (şianın inanç esasları)
39. ‘’’imamların dereceleri peygamberlerin derecesinden yüksektir.’’’diye inanırlar. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)
40. muta nikahını mübah kabul ederler ve hatta muta çocuğunun daimi nikah çocuğundan daha faziletli olduğuna inanırlar.. (şianın inanç esasları)
Paylaş:
.
Ayetullah; Allah’ın ayeti, işareti, alâmeti.
Ayetullah deyince ilk olarak akla İran ve dini liderleri gelir.
Şiî mezhebinde Âyetullah, müctehid anlamında kullanılmaktadır. Şiîliğin kollarından biri olan ve günümüzde Şiîlik denince ilk akla gelen İmamîyye fırkasının iman esaslarından biri de imamlara imandır. İnançlarına göre onikinci imam olan Muhammed el-Mehdî, babası Hasan el-Askerî’nin ölümünden (m. 873) sonra gizlenmiştir. Gizlilik devresinde onunla dört kişi görüşmüştür. Bunlara Nâib (vekil) denir. El-Mehdî işleri kendi adına bu nâiblerin yürüteceğini bildirmiştir.
Şiî müelliflerden Muhammed Rıza el-Muzaffer bu hususta şöyle der: “İctihad şartlarını kendisinde toplamış müctehid, gaybet (yokluğu) zamanında, inancımızda imamın nâibi (vekili) dir. Mutlak olarak hâkim ve reistir, hüküm vermekte, halka hükmetmekte imamın selâhiyetine sahiptir. Onun hükmünü kabul etmemek imamın hükmünü kabul etmemektir. İmamın hükmünü kabul etmemek ise Allah’ın hükmünü kabul etmemektir.” Nâib sadece dini konularda değil, her hususta halkın kendisine müracaat etmesi gereken ve onların her işini halleden kimsedir.
Böylesine yüksek mevkiî ve üstün görevi olan müctehid uzun bir tahsil döneminden geçer. İran’ın Necef ve Kum kentinde meşhur Şiî medreseleri vardır. Burada on yıllık bir tahsilden sonra orta seviyedeki talebeler küçük vilâyetler ve kasabalara cami imamı olarak tayin edilirler. Bunlara Molla denir. Parlak ve zeki talebeler ise yirmi yıl tahsile devam ederler. Şiî hadis, tefsir ve fıkhını öğrenirler. Kur’an ve sünnetten İmamîyye inancına göre hüküm çıkarma gücüne ulaşırlar; müctehid olurlar.
Bunlar ilmî başarıları, halk üzerindeki etkileri ve taraftarlarının çokluğuna göre sırasıyle; Huccetü’l-İslâm (İslâmın delili), Âyetullah (Allah’ın işareti) ve nihayet Âyetullahi’l-Uzmâ (büyük Âyetullah) ünvanlarını alırlar.
Âyetullah’lar, bulundukları bölgedeki mollalar ve halk üzerinde bir otoritedirler. Bugün İran’da bin civarında Âyetullah vardır. Bunların sadece birkaç tanesi Âyetullahi’l-Uzmâ’dır. (Şamil İsmail A.)
.
Yaşayan tarih Üstad Kadir Mısıroğlu Humeynî ve Bugünkü İran Hakkında Kısa ve Umûmî Değerlendirme yapıyor:
Hiç şüphesiz, Humeynî Hareketi’nin ve bugünkü İran idarecilerinin icraatlarında takdir edilecek cihetler vardır. Bunlar, tesettüre riâyet olunmasını sağlamaları, İslâm’ın haram kıldığı davranışları fiilen ve kanunen yasaklamaları gibi şeylerdir. Ancak onların yanlışları yanında, bunlar devede kulak kalmaktadır. Bu yanlışları şöyle sıralayabiliriz:
1-Propagandalarında her vesile ile:
‘’-Mezhepçilik yapmıyoruz. Mezhep önemli değil, önemli olan İslâm’dır!’’ derler.
Derler, amma mezhepçiliği, Humeynî Hareketi’nden sonra kabul ettikleri anayasalarına koymuşlardır. Sünnîlerin İran’ı idâre hakkı olmadığını, anayasa ile tescil etmişlerdir. İran’dan başka hangi ülke anayasasında mezhebe yer vermiştir?! Hem anayasa ile mezhepçilik tescil edilecek, hem de mezhepçilik yapmıyoruz diye propaganda yapılacak!.. Bu, bir tezat değil mi?!
2-Humeynî ve bugünkü İran idârecilerine göre, Kur’ân değiştirilmiştir.
‘’Asıl Kur’ân, ‘Mushaf-ı Fâtıma’dır ki, şimdi mevcud olan Kur’ân’ın üç misli idi.’’ derler.(1)
‘’Cebrâil’in Hz. Peygamber’e getirdiği on yedi bin âyetti.’’ İddiâsında bulunurlar.(2)
‘’Bakara Sûresi’nin 23. Âyetinde ‘Hz. Ali’nin adı vardı.’’ diyorlar.(3)
‘’Asıl Kur’ân’da Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in isimlerinin mevcud olduğunu, bunların Hz. Osman tarafından çıkarıldığını’’ söylerler.(4)
Şöyle diyen olabilir:
‘’-el-Kâfî’de böyle yazılı olabilir. Ama Humeynî, böylesi sapık iddiâları kabul etmemiştir. Gerçek böyle değildir!.’’
Bütün şiîler, Buhârî, Müslim gibi sahih hadis kitaplarını kabul etmezler, ama en kuvvetli mercilerden biri olarak ‘el-Kâfî’yi görürler. Humeynî de bu kitabı bizzat kaynak olarak göstermektedir.(5)
3-İmamlarını, peygamberlerden ve mukarreb meleklerden üstün tutmakta, âdetâ bunları ilâhlaştırmaktadırlar. Her şeyin, bütün zerrelerin imama secde edeceğini söyleyecek kadar ifrata düşmektedirler.(6) ‘’Allah, imamları, başka insanlardan farklı olarak yaratmıştır.’’ derler.(7) İmamlar, Allâh’ın yüzü, gözü, dilidirler(8) ve onlar aslâ yanılmazlar.(9)
4-Evlerinde umûmiyetle İmam-ı Ali’ye atfedilen fotoğraf asılı bulunur. Bu uydurma resimleri tâzim ederler. Acaba Hz. Ali’yi kim görmüş de resmini yapmıştır?
5-Sahabîler, âyetlerle medh ü senâ edildiği halde, bunlar, onların pek çoğunu, -hâşâ- kâfir îlân etmektedirler. Hele Hz. Ömer ile Hz. Osman, bunların en büyük düşmanlarıdır. İran sınır kapısında ‘Küstâhî-i Ömer’ (Ömer’in küstahlığı) adını taşıyan bir kitabı hâlâ bedava dağıtmaktadırlar. O Ömer ki, İran’ın mecûsîlikten kurtulmasına sebep olmuştur. Yani İran fâtihidir. Ateşe secde eden başlarını Allâh’a çevirmekle onlara fenalık mı etmiştir ki, O’nu şehid eden mecûsî Ebû Lü’lü’ye Tahran’da türbeyapmışlardır.
Şiîlerin kaynak kitaplarının başında gelen ‘el-Kâfî’ye göre, Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve diğer sahabîler, -hâşâ- dinden dönen kâfirlerdir.(10) Yine bunların iddiasına göre, Kur’ân-ı Kerim’in bir âyetinde geçen ‘küfür’ kelimesinden murad Hz. Ebûbekir, ‘fusûk’ kelimesinden murad Hz. Ömer, ‘isyân’ kelimesinden maksad ise, Hz. Osman’dır.(11)
Bir de Humeynî’nin sahabîlere pervasızca saldırışına bakın:
Kadı Şüreyh (r.a.), için ‘eşkıya’ demektedir. Bu büyük sahabî, emsâli çok az olan bir yüce fakih ve şeriat âlimidir. Hz. Ali’nin de kadısıdır. Adâlet ve fıkhî anlayışta darb-ı mesel olmuştur. Ne çare ki, bu meziyetleri, O’nu Şiîler’in ve Humeynî’nin hücumundan kurtarmaya yetmemiştir.(12)
6-Bunlar, sadece sahabîlere değil şiî olmayan bütün Müslümanlara bu ‘küfür’ ithamlarını teşmil etmektedirler. Tabiî propaganda konuşmalarında bunların ‘takıyye’ yaptıkları mâlum!.. Ama kendi kitaplarına göre, Hz. Ali’den başka ‘hak halife’ tanıyanlar, müşrik olurmuş!.. Hz. Ali hayattayken, başka birinin (yani ilk üç halifenin) hilâfetini meşru sayanlar da müşrik olurmuş. Yani bir insan:
‘’-İmam Ali, hak halifedir, ama Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman da hak halifedir!’’dese, müşrik olurmuş!.. Neden? Çünkü Hz. Ali’ye şirk koşmuş, ve dolayısıyla ‘müşrik olmuş’ oluyor!..
7-Eskiden İran’da, her yerde sadece Hz. Ali’nin resimleri asılıydı. Şimdi bunlara bir de Humeynî’nin fotoğrafları eklendi. Çarşıda, pazarda, evlerde, iş yerlerinde, hatta câmîlerde!.. Katolik kiliselerinde fotoğraf görüp şaşıran bazı Müslümanlar, bugün câmilerde, evet, İran câmilerinde bu zâtın fotoğrafını görünce nasıl müsâmaha ile karşılayabiliyorlar, hattâ cevazına ne suretle delil buluyorlar?! Çünkü şiî Müslümanlara göre, Humeynî’de kusur bulmak, ‘Amerikan Ajanı’ olmaktır. Buna cevaz vermeyen fıkıh kitapları da, demek ki, Amerikancıların eseridir!..
(Kadir Mısıroğlu, Tahrif Hareketleri Cild 1, İstanbul 2010, Sh: 218)
Kaynaklar
(1) Bkz: el-Kâfî, c: I, sh:456.
(2) a.g.e., c:II, sh: 634.
(3) a.g.e., c: I, sh: 417.
(4) a.g.e., c:II, sh: 379.
(5) Humeynî- İslâm Fıkhında Devlet, sh: 34.
(6) Bkz: Humeynî- a.g.e., 65.
(7) el-Kâfî, c:II, sh: 291.
(8) a.g.e., c: I, sh: 260.
(9) Humeynî- a.g.e., 66.
(10) el-Kâfî, c: I, sh: 420.
(11) a.g.e., c:II, sh: 399.
(12) Humeynî- a.g.e., 92.
.
Sizlerin de desteği ile sitemizde yaptığımız Deşifre ve Reddiye çalışmaları çok ses getiriyor. Bunlardan bir tanesi de Milli Eğitimin Şia’ya Caferilik örtüsü geçirerek hak mezhepmiş gibi sunmasıydı. BURADAN OKUYABİLİRSİNİZ
İhvanlar.net Sitemizin haberi gündem oldu. Bazı duyarlı haber siteleri yazıyı gündeme getirdi. Cübbeli Hocamız Bursa ve Mescit vaazlarında bu konuya özel yer ayırdı. Muhammed Keskin Marifet Dergisinde bu konuyu Kimin Yeni Türkiye’si başlığı altında işledi.
Tepkilerin artarak devam edeceği gözleniyor.
ŞİA KÜMELENMESİ Mİ VAR?
Ülkemizde sessiz sedasız bir “Amerika-İran” sürtüşmesi var. Amerikancı Paralel yapının kilit noktalardan silinmesiyle İrancıların bu noktaları ele geçirmeye çalışacaklarını biliyoruz. Dikkat ederseniz bu paralelciler hüküm sürerken din kitaplarında dinler arası diyalog zırvaları dolaşıyordu. BURADAN OKUYABİLİRSİNİZ
Bunlar tasfiye oldu Şia sapıklığı baş gösterdi… Bir delaletten kurtulup diğerinin eline düşüyor milletimiz…
Öyle gözüküyor ki Milli Eğitim’i ufak ufak kemirmeye başlamışlar. Bu bir nabız yoklamaıdır. Şayet biz dinimize sahip çıkmaz isek, sapıkların ülkemizde at koşturmasına müsaade edersek daha nice tehlikelerin neslimizi beklediğini tahmin bile edemeyiz…
www.ihvanlar.net
.
Hani hep misal veririz ya; Bir papaz kalksa ve İslam’ı tenkit etse, yüz tane de delil uydursa“biz dinimizi papazdan mı öğreneceğiz” deriz ve yüzüne tükürür geçeriz.
Ancak aynı papazın söyleyeceklerini ağzı iyi laf yapan, İslamdan bahseden “hoca” sıfatlı birisi söylediği zaman maalesef itibar ediliyor…
Öyle ki adam inkar ediyor, hakaret ediyor, çaktırmadan da sövüp sayıyor ama ne acıdır ki tenkit edilip yerileceği yerde taltif edilip övülüyor.
Elbetteki bu, Müslümanların dini ilimlerde derinlik kazanamamasından ileri geliyor. Dini bilmedikleri için, o hoca kılıklının anlattıklarını “din” olarak benimsiyorlar.
UYDURULMUŞ İSLAM!
Bu günlerde bazı delalet ehli sapıkların ağzına sakız ettiği bir söz var: “Uydurulmuş İslam”
Adam peygamberimizi dinde yok sayıyor, sahabeyi yok sayıyor, tabiini beğenmeyip yok sayıyor buna mukabil kendisi kur’an-ı Kerimi kafasına göre tefsir edip hüküm çıkartıyor, helal haram fetvası veriyor.
Ve bu adam kalkıp kendi habis fiillerini örtmek için Peygamberimizden sahabeye ve onlardan bizlere intikal eden İslam’a “Uydurulmuş İslam” diyor.
Bizim yaşadığımız İslam uydurulmuş İslammış da O’nun şeytanın fısıltıları ile yorumladığı İslam doğru İslammış…
DİKKAT EDİN!
Belki de böyle söyleyenlere inan var mıdır acaba diye kendinize soruyorsunuz… Olmaz mı? Her kör satıcının bir kör alıcısı vardır.
Daha önce de söylemiştik bunlar herşeyi sorgulayın derler ama kendilerini sorgulamazlar. Peygamberi devre dışı bırakırken kendi tabi oldukları hocalarını göklere çıkartırlar ve onun hükümlerine uyarlar.
Allah’ın kitabını kendi görüşlerine göre tevil edip “din” diye sunacak, Peygamberimizi ve Kur’an-ı Kerimde övülen eshabı dinde yok sayacak kadar sapıklığa saplanmış, girdikleri batıl yoldan çıkmalarını isteyen ve kendilerini uyaran babalarını bile “bunaklıkla” itham edecek kadar zıvanadan çıkmışlardır.
KENDİLERİ DİN UYDURMUŞ, DİN SATIYORLAR
Altını çize çize söylüyoruz ya, bunlar Peygamberimizin hadislerini, yaşantısını, tefsirini ve tebyinini dinde bağlayıcı kabul etmezler. “Kuranî Hayat, Kurandaki din, Kuran İslamı” diyerek sadece Kur’an bize yeter derler.
Kur’an yeter derler ama Kur’an-ı Kerimin kelime manasını verip bırakmazlar. O’nu kendi anlayışlarına göre tefsir etmeye kalkar, hüküm çıkarırlar. Kendi kıt anlayışlarını“Allah’ın muradıymış gibi” sunarlar.
Yani yeni bir din uydururlar…
Yahudiler gibi hem çalıp hem hırsız var diye bağırırlar tabiri caiz ise…
Kendi uydurdukları dini kamufle etmek için İslam’ın aslına “Uydurulmuş din” derler.
Bunların yüzüne tükürün, yuhalayın…
Müsteşriklerin projesidir bu fasıklar… Papazın yapamadığını yapmak için meydandadırlar.
Dikkat edelim! Ailemizi, ahfadımızı, dostlarımızı ve Müslümanları bu tehlikelere karşı uyaralım…
www.ihvanlar.net
.
Bu gün birileri tarafından “Ehli Beyt” mezhebi diyerek propagandası yapılan ve içimize sokulmak istenen Şiîlik yüzyıllardır İslam coğrafyasına fitneden başka bir şey vermemiştir.
Şia’nın “Ehli Sünnet” hakkındaki tutumu ise çok enteresan. “Hakk Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar” adlı eserde Şia’nın okuyanları hayrete sevkeden sapık inancı bakın nasıl deşifre ediliyor:
Kitap adı: Kitabu’t-Tahareh, Yazar: Humeyni… Humeyni, kitabın 458. sayfasında şu korkunç cümleyi serdediyor: “Bizler, onların kesinlikle kâfir olduklarını söyledik, hatta bazı durumlarda öldürülmeleri vaciptir”
Şia: Şiilerin seçkin bir topraktan, Sunnîlerin ise başka bir topraktan yaratıldığını idia eder. Buna göre bu iki toprağın karışımından başka bir tür çıkmıştır ki, onlar da Şiilerin günahkarları olup bunların toprağına Sunni toprağı karışmıştır. Sunilerde görülen salah ve güvenilirlik ise onların toprağına karışan Şia toprağı etkisiyle olduğunu ve kıyamet günü Şia’nın günah ve cezalarının Sunnilere, Sunnilerin hasenatlarının ise Şiilere verileceğini iddia ederler. (İ’leluş-Şeraî, s. 490-491 ; el-Biharu’l-Envar, c. 5, s. 247-248)
Şia akidesi, ehl-i sünnetin mallarını ve kanlarını mübah sayar. Es-Saduk, el-İlel’de, Davud b. Ferkad’a isnat ederek der ki: “Ebu Abdillah’a şöyle dedim: ‘Nâsıbe (onlar ehli sünnete böyle derler) hakkında ne diyorsun?’ Dedi ki: ‘kanı helaldir, böylelikle senden korkar. Eğer kimse seni görmeden onlardan birinin üzerine duvar devirebilirsen veya denizde boğabilirsen bunu yap.’ Dedim ki: “Onun malı hakkında ne dersin?” Dedi ki: “Gücün yettiği kadarını al.” (El-Mehasinu’n-Nefsaniyye, s. 166)
Şiiler, yalnızca kendi doğumlarının dışında hiçbir doğanı temiz görmezler. Haşim el-Bahrani, el-Buhranî, el-Burhan adlı tefsirinde, Meysem b. Yahya’dan o da Cafer b. Muhammed’den rivayet ediyor:
“Hiçbir yeni doğan yoktur ki iblislerden bir iblis onun doğumunda hazır bulunmasın. Eğer doğan çocuğun bizim Şiamıza ait olduğunu öğrenirse şeytan ondan uzaklaşır. Şia’mızdan değilse, şeytan parmağını onun dübürüne sokar; zekerinden çıkarır. Eğer kız ise, parmağını fercine yerleştirir ve o fecire olur. İşte o anda çocuk annesinin karnından çıktığında şiddetle ağlar.” (Hişam el-Bahrani, Tefsiru’l-Buran, c. 2, s. 300)
Hatta Şiiler, Şia dışındaki bütün çocukları veled-i zina sayarlar. Nitekim el-Kuleynî, er-Ravdatu Mine’l-Kafi adlı kitabında Ebu Hamza’dan, o da Ebu Cafer’de diyerek şöyle nakleder: “Ona: “Bazı arkadaşlarımız muhaliflerine iftira atıyor” dedim. Bana: “Sussan iyi olur” dedi ve ekledi: “Vallahi ey Ebu Hamza! Şiamız dışındaki bütün insanlar fahişe çocuklarıdır.” (el-Kuleyni, er-Ravzatu Mine’l-Kafi, c. 8. s. 285)
Şia, tarihinde de görüleceği üzere hiçbir zaman gayri Müslimlerle savaşmamıştır. Ancak Müslümanlar ile savaşmıştır. Osmanlı devleti ne zaman Allah’ın dinini yaymak için batıya yönelse, Şia arkadan hançerlemiş ve büyük fetihlere mani olmuştur…
Yahudi İbni Sebenin temellerini attığı Şia’nın bu inanç sisteminden verilen örnekler Yahudilerin Tevrat’tan aldığı ırkçılağa da hayli benziyor. ”Siz Rabbin oğullarısınız..Çünkü sen,Allah’ın rabbe mukaddes bir kavimsin ve rab üzerinde olanbütün kavimlerden üstün olarak,kandine has bir kavim olmak üzere seni seçti.”(Tevrat, tesniye bölümü, 14/2)
www.ihvanlar.net
.
Şia imamları Kerbela’yı anlatıyor. Hepsi ya ezberden ya da kağıttan aynı şeyi söylüyor ve aynı yerde coşup atlıyor, zıplıyor…
[youtube http://www.youtube.com/watch?v=3JeTyD0IhhU]
Paylaş:
.
Yavuz Sultan Selim Gençlik Derneğinden Ömer Faruk Korkmak Hocaefendi’nin şia hakkındaki bilgilendirici çalışması.
“Şia” kelimesi lügavi anlamı bakımından ele alınacak olursa “bir kimsenin yardımcıları, ve ona tabi olanlar” şeklinde manalandırılmaktadır. Aynı fırkanın bir diğer ismi olarak bilinen “Rafidi” yahud “Ravafıda” kelimesi ise kökü bakımından“terk etme” manasındaki “Rafd” kökünden gelmesi hasebiyle “Terk edenler”“ayrılanlar” manasındadır. Komutanını terk eden her bir ordu ya Ravafıd denilmektedir. Daha sonra bu kelimeler Ulema arasında lügat anlamları ile de bağlantılı bir şekilde kullanılmıştır. Mesela, Tabi olma manasını taşıyan “Şia” kelimesi Hz. Ali’ye (Radıyallahu Anhu) ve ehl-i beytine tabi olan, onları dost edinen bu fırkanın bir ismi olarak kullanılmıştır.
Yani fakihler, mütekaddim ve müteahhir kelamcılar bu ismi, âmdan hassa nakl yoluyla Hz. Ali’yi diğer hulefa’ya tercih eden , Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den sonra açık veya gizli nas ile hak imam odur diyen ve “İmamet ve hilafet Hz Aliden ve onun evladından çıkmaz. Çıkarsa bu diğerleri tarafından yapılan bir zulüm yahud bunlar tarafından yapılan bir takiyye ile çıkar diyen güruh hakkında kullanmışlardır.“Terk etme” manasındaki “Rafd” kelimesinden gelen “Rafıdi” lerin bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi ise; Daha üstünü var iken ondan daha alt seviyedekinin imam olabileceğini savunan Zeyd bin Ali’ye itaat etmeleri ve bu sebeble Hz. Ali’nin imametinin zaruri olduğunu söyleyenleri terk etmeleri olarak belirtilmektedir.
Şia mezhebini diğer sapık fırkalardan ayrı kılacak göze çarpan en belirgin özelliği, sırf kendi akidesini savunma ve doğru çıkarma adına Kur’an ayetlerine yaptığı tutarsız tefsir ve teviller ile Resul-i Ekrem (Sallallahu aleyhi ve Selem)’e yaptığı asılsız isnadlardır. Şiilerin bu konudaki cesaretlerini birkaç örnek çerçevesinde müşahhaslaştırmak gerekirse Rahman süresinde bulunan “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir” ayet-i kerimesinde ki iki denizden birinin Hz. Ali diğerinin Hz Fatıma olduğunu söylemeleri , ve Resulullah Aleyhissalatü vesselam’a“Ali Beşerin en hayırlısıdır bunu inkâr eden kâfir olmuştur”, “Ali bedenime nisbetle başım menzilesindedir”, Takiyyesi olmayanın imanı da yoktur” şeklinde ki rivayetleri isnad etmeleri zikredilebilir.
Sathî bir bakışla dahi Mezhebin tamamının incelenmesi neticesinde görülecektir ki; Şia mezhebi her açıdan Hz. Ali’nin imametini esas almış, tabir-i diğerle imamet konusu üzerine tesis edilmiş bir siyasi mezhebtir. Ele aldıkları konuların hemen tamamını imamet ile bağdaştırmaya çalışan ve bu uğurda yapmadığı zorlama te’vil kalmayan, bundan da öte Kur’an’a dahi imamet bahsi ile ilgili ayetler derc edecek kadar yozlaşan bu mezheb, Allah ve Resul’üne nasıl iftira edilebileceğinin ve taassub mefhumunun bir insanı nerelere sürükleyebileceğinin ibretlik bir göstergesidir. Öyle ki Şiiler, Hz. Ali’nin imametini inkâr ile beraber Peygamberin nübüvvetini ikrarın bir faide sağlamayacağını savunmuşlar ve bu konuda bazı rivayetleri Hz. Aliye nisbet etmişlerdir. Bir de İmamların Enbiya gibi küçük ve büyük her türlü günahlardan masum olduklarını söylemeleri onların müşterek bir kelimesi kabilinden burada zikredilebilir.
Mezhebi inceleyen kaynaklar, mezhebin kendi içinde de ayrıldığı fırkalar bahsinde farklılık arz etse de biz bu alandaki şöhreti bakımından Şehristânî’nin izlediği yolu takip edeceğiz. O, bu mezhebe ait başlıca beş fırka bulunduğunu zikretmektedir.
1. Keysâniyye: Hz Ali (Radıyallahu Anh)’în azadlı kölesi Keysan’a nisbet edilmektedirler. Keysan’ın Muhammed İbnu Hanefiyye’nin talebesi olduğu da söylenmektedir. Bu fırkanın müntesibleri Keysan’ı derecesinden fazla yükselterek bütün ilimleri ihata ettiği gibi bir takım itikadlara sahiptirler. Keysan’ın asıl adı“Muhtar İbnu Ebi Ubeyd” olup bu zat nübüvvet iddiasında bulunmuştur. Keysaniye fırkasının da kendi içerisinde “Muhtariyye”, “Haşimiyye”, “Beyaniyye”, “ Rizamiyye”gibi fırkalar varsa da mezhebin görüşlerinin bu gün mevcudiyeti olmadığı için üzerinde durulmasında bir faide yoktur.
2. Zeydiyye: Hz. Ali (Radıyallahu Anh)’ın torunlarından olan “Zeyd bin Ali” ye tabi olanların ismidir. Bu fırka, imameti Fatıma (Radıyallahu anh)’ın evladına hasretmiş, bu soydan gelmeyenin imametinin caiz olmadığını savunmuşlardır. Bu şartları haiz iki kişinin beraberce imam olabileceklerine cevaz vermişler ve bu durumda her ikisine de itaatın vacib olduğunu söylemişlerdir. Zeyd İbnu Ali, kendisine aid böyle bir mezheb olunca Usul ve Furu’a dair bir takım ilimleri tedarik etmek için ilim taleb etmek istemiş ve usul ilmini Mutezilenin reislerinden Vasıl İbnu Ata ‘dan okumuştur. Fakat Vasıl İbn Ata, Zeyd’in ceddi olan Hz. Ali (Radıyallahu Anh)ile Ashabı Cemel ve Ehl-i Şam arasında cari olan savaşlarda tamamen haklı olmadığına ve her iki fırkanın her hangi bir belirginlik olmaksızın hata üzerine olduğuna inanması sebebiyle onu terk etmiştir. Vasıl İbn Ata nın böyle bir itikada sahib olması ve Zeyd’in de ondan okuması sebebiyle kardeşi “Bakir Muhammed” ile aralarında münazaraları olmuştur. Bazı kaynaklar da Zeydiyye fırkası adı altında “Zeyd ibnü Ali’ye nisbet edilen bu akidenin kendisine ait olmadığını ve kendisinin bir yüce imam olduğunu kaydetmektedir.
3. İmamiyye: Bunlar açık naslarla beraber Hz Ali (Radıyallahu Anh)’in imam olduğunu savunmaktadırlar. Bunlara göre dinde imam tayin etmekten daha mühim bir iş yoktur. İmamet, Efendimiz Aleyhissalatü vesselam’ın açık beyanıyla Hz.Ali’ye tahsis edilmiş ondan sonra sırasıyla oğlu Hasan(Radıyallahu Anh), Hüseyin (Radıyallahu Anh), Ali Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, ondanda Cafer-i Sadık’a kalmıştır demektedirler. Cafer-i Sadıktan sonra İmamiyye fırkası ikiye ayrılmaktadır ki bunlar İmametin Cafer-i Sadıktan sonra İsmail’e naklolunduğunu iddia eden “İsmailiyye” fırkasıyla, Hilafet hakkının Cafer-i Sadık hazretlerinin oğlu Musa el- Kâzım’a aid olduğunu savunan “İsnaaşeriyye” fırkalarıdır. İsnaaşeriyye’ ye göre imamet ahir zamanda gaib imamın gelmesi ile son bulacaktır.
4. Ğaliyye : Bunlar imamları halifelik hududundan çıkarıp ilahlık seviyesine çıkaranlardır. Bazen halifeyi ilah’a benzetmişler, bazen de ilah’ı mahlûkata benzetmişlerdir. Bunların şübhe ve batılları dört akide başlığı altında toplanmaktadır ki bunlar “Teşbih”, “Beda”, “Ric’at”, “Tenasuh” dur. Bu fırkanın her bölgede yaşayan insanlar tarafınca bir ismi bulunmaktadır. Ğaliyye’nin, ayrıldığı on sekiz fırka arasında birinci ve en meşhur fırkası Abdullah İbn Sebe’ye mensub olan “Sebeiyye” fırkasıdır. Abdullah İbn Sebe’, halkı Hz. Osman zamanında halifeye itaattan çıkmaya davet ve teşvik etmiş Yahudi asıllı birisi idi. Bir gün Hz. Ali’ye hitaben (hâşâ) “Sen hak olan ilahsın!” dedi. Hz. Musa’nın vasiyeti olan Yuşa’ (Aleyhisselam) hakkında da aynı şeyi söylemişti. İmamet meselesini ilk önce gündeme getiren budur. Şia’nın Ğaliyye fırkası bu heriften çıkmıştır. Bunlar Hz. Ali’nin vefat etmediğini, İbnü Mülcem’in onu şehit etmediğini savunup İbnü Mülcem’in öldürdüğü kişinin Hz. Ali suretinde bir şeytan olduğunu savunmaktadırlar. Bunlara göre Hz. Ali el’an bulutlardadır, gök gürültüsü onun avazı, şimşek ise kamçısıdır. Bu mezhebin tabileri gök gürlediğinde “Aleykesselam ya Emire’l Mü’minîn” / Ey Mü’minlerin halifesi! Selam senin üzerine olsun” derlermiş.
5. İsmailiyye: Geride de işlediğimiz üzere Cafer-i Sadıktan sonra büyük oğlu İsmail İbn Ca’fer’e hilafetin verildiğini savunanlar bu görüşleriyle hilafetin Musa el- Kâzım’a verildiğini savunanlardan ayrılıp “İsmailiyye” diye adlandırılmışlardır. İnandıkları bazı itikadlar cihetiyle farklı isimlerle de anılmışlardır. Mesela; Kur’an nasslarının zahir ve batını vardır, maksud olan Batınî manalardır” şeklindeki inançları sebebiyle “Batınıyye”, Haram olan şeyleri helal kabul ettikleri için “Haramiyye” adını almaları gibi…
Buraya kadar olan bölümde Şia mezhebinin ayrıldığı fırkalar ve bu fırkaların kendine has görüş ve itikadlarını muhtasar da olsa aktarmaya çalıştık. Bundan sonra ise mezhebin genel anlamda taşıdığı bir takım inanç esasları üzerinde duracağız.
İmamet Meselesi:
İmamet meselesi Şia mezhebinde dinin erkânından sayılacak kadar önemli bir dereceyi haizdir. Ta ki Şiiler imameti inkâr eden kimsenin kâfir olacağı ve bu sebeple ebedi cehennemde kalacağını kail olmuşlardır. Bu konuyu misallendirmek gerekirse; Küleyni’nin Ebu Cafer’den rivayet ettiği “ İslam beş şey üzerine bina edilmiştir: (Bunlar): Namaz, Zekât, oruç, hacc, Velâyet dir” şeklinde ki rivayeti zikredebiliriz. Görülmektedir ki Şiiler imameti İslam dininin bir zarureti olarak kabul etmekte ve Namaz, Oruç, hacc, zekât ve oruç gibi dinin rükünleri mesabesinde değerlendirmektedirler. Ve hatta imameti bu rükünler içerisinde en üstünü olarak telakki etmektedirler. Onlara göre “Efendimiz Aleyhissalatü vesselam On iki imamın imametini bizatihi sarih bir şekilde açıklamıştır. Çünkü imamet, nübüvvet gibi olduğundan nassla belli olmalıdır”. Şiilerin hemen tamamının ortak düşüncesi olarak zikredebileceğimiz bu inanç, on ikinci imam (Gaib imam- Beklenen Mehdi)’a gelince bazı görüş ayrılıklarına maruz kalmaktadır. Yani onlar Onbir imamın ilki Hz. Ali (Radıyallahu Anh), on birincisi ise El Hasenu’l Askerî’ dir” görüşünde ittifak halinde olup on ikinci imam hususunda ihtilaf halindedirler. Bu ihtilaf, bazılarına göre şahsın kim olduğu şeklinde olup, diğerlerine göre ise böyle bir imam olmadığı yönündedir.
İmamet meselesi başlığı altında bu konuyla birebir bağlantılı olarak ele alınabilecek bir diğer bahis de İsmetu’l Eimme/ İmamların her türlü küçük ve büyük günahlardan masum olmaları bahsidir. Bu konuda Ali el Bahrânî şöyle demektedir: “İsmet (sıfatı) imamda aranan bir şarttır. Bizler imametin bunlar için açık nass ile sabit olduğunu isbat edince imamların ma’sum olmaları lazım geldi. Çünkü ma’sum olmayan imam yoktur.” Muhsin Hasan ez Zeyn ise şöyle diyor: “ Şia’ya göre imamet ancak nass ve ta’yin ile olur. Tayin edilen kişinin de Nebi gibi ma’sum olması şarttır. Bu inancın Şia mezhebinde neşet etmesinin sebebi olarak Abdullah İbn Sebe zikredilmekte ve onun bu görüşü ilk olarak Hz Ali (Radıyallahu Anh) hakkında ortaya attığı söylenmektedir. Aslında “Masum imam” inancı Yahudiliğin temelini teşkil ettiği bir inançtır. Çünkü Yahudîler Nebilerin masum olduklarına inanmaz ve hatta en büyük günahları dahi onlara nisbet etme cüretini(!) gösterebilmişlerdir. Onlara ait “Ahd-i Kadim /Eski Ahid ‘e bakıldığında buna misal bulunabilecektir.
Zikredilenlerden başka bu konuyla alakalı Şiilerin imamet inançları ile ilgili “İmameti inkâr edenleri tekfir etmeleri”, “imamların ilimlerinin vahy yoluyla aldığına inanmaları”, “On iki imamı bütün peygamberlere ve melaikeye tafdil etmeleri”, “Peygamberin risaletinin ancak imamların öğretilmesi ile tamam olacağını kail olmaları”, “İmamların sözlerinin Peygamberin sözü gibi olduğunu söylemeleri”,” Hz Ali’ye Peygamber Aleyhisselam’a yüklemedikleri bir takım fedaili yüklemeleri”, “Hz. Ali’yi (hâşâ) ilah mertebesine çıkarmaları” zikredilebilir.
Humeyni’nin densizliği:
Bu isimle alakalı özel bir başlık altında bir meseleyi ele alışımız tabii ki hâlî değildir. Zira bu isim, sahte bir ihtilal adı altında milyonlarca gafil ve şuursuz birçok müslümanı kendisine hayran etmiş ve hatta gözü kara birer âşufte yapmıştır. Evet, gerek iyi niyetle ve gerek kötü niyetle birçok Mü’min, Allah ve Resulü hakkında gelişi güzel konuşmayı kendine şiar edinmiş, Hulefa-i Selase gibi seçkin Ashaba saygısız laflar etmeyi mâ lâ budde minh’i kabul etmiş bu densizi bir dahi kabul etmiş ve eşine zor rastlanır bir kahraman addetmiştir. Hâlbuki şimdi bazı misaller üzerinden göreceğimiz üzere işin hakikati zannedilenin tamamen hilafınadır. Çünkü Humeynî, Allah Resulü Aleyhisselam’ın Hz Ali’nin hilafetini tebliğ edip bildirmek hususunda eksiklik yaptığı sonucunu doğuran ahlak dışı şu ifadeleri kullanmaktadır: “ Hadislerin nakli ve bu delillerin tamamından ortaya çıkan Nebi’nin imamet işine davet hususunda insanlardan korktuğudur. Geçmişte vaki olan tarihi haberlere bakan kimse bu korkmasında haklı olduğunu görecektir.” Humeyni’ye göre Efendimiz bu korkusu ve tereddüdünde Allah Teâlâ kendisine “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Şeklinde başlayan İlâhî haber kendisine indirilinceye kadar kalmıştır. Zira Humeyni ve diğer Şiilere göre bu ayet-i kerimede “Rabbinden sana indirilen” şeklindeki cümle Hz. Ali (Radıyallahu Anh)’in imametine işaret etmektedir.
Humeynî, İmamet meselesini tebliğ etmekten korkması ve bu hususta tereddüd etmesi gibi yukarıda geçen saçma sapan iddialarla da yetinmiyor ve daha da ileri giderek Resul-i Ekrem’in kendisine vahy edilen şeyi tebliğ etmediğine işaret eden şu talihsiz sözleri söylüyor “ Açıktır ki; Nebi İmamet işini Allah’ın ona emrettiği gibi ulaştırsaydı Bu konuda bir takım cehd-ü gayret sarfetseydi İslam beldelerinde bütün bu ihtilaflar çekişmeler ve savaşlar baş göstermez, Dinin usûlü ve furu’u hususunda bu ihtilaflar ortaya çıkmazdı.”
Basiret sahibi her bir Mü’min için bu ibarelerde alınacak büyük ibretlerin olduğu bedihi bir husustur. Hem Humeynî’nin şu abuzambak ifadelerine ve hem de inanç diye benimsenen şu hezeyanlara İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mektubatında ,”Risaletu reddi’r Ravafıd”ında Ebu Nuaym el- İsbehanînî’nin “Kitabu’l- İmame” sinde, İbn Hacer el- Heytemî’nin “es- Savaiku’l Muhrika” sı, Yusuf en Nebhânî’nin “el- Esâlîbu’l Bedîa” sı gibi eserlerde yeterli cevaplar bulunabilir. Biz burada yazının hacmini aşmama gayesini göz önünde bulundurarak nakil yapmıyoruz.
Beklenen Mehdi akidesi:
Şia mezhebinin bariz itikadlarından birisi de “el- Mehdiyyu’l Muntezar /Beklenen Mehdi” itikadıdır. Bu tabir adı altında kasdettikleri kişi ise “Muhammed bin Hasen el-Askerî” dir. Şiilerin “el- Kaim” yahud “el- Hücce” diye tabir ettikleri bu şahıs onlara göre on ikinci imam olmaktadır. Bu inancı taşıyanlar on ikinci gaib imam hakkında çeşitli görüşlerin de sahibidirler. Mesela Muasır bir Şii olan Musa el- Musevî den örnek vermek gerekirse o “Ey İman edenler! Cuma günü namaz için nida edilince Allah’ın zikrine koşun ve Alışverişi bırakın! Şeklinde ki ayet hakkında şunları söylemiştir: “ İşte bu sarih ve kesin nass ile İslam Cuma namazını emretmiş, Allah’a, Resulune ve kitabına inanmakta olan her bir Mü’mine bunu farz kılmıştır. Şu kadarı var ki Şia fukahasının ekserisi bu açık nass hakkında ictihad etmişler ve kişinin Öğle namazı ile Cuma namazını kılması hususunda serbest olduğu şeklinde hüküm vermişlerdir. Çünkü Cumanın kılınabilmesi için İmam-ı Mehdî nin olması şarttır. İşte gaib olması sebebiyle Cuma kesin bir farz olmaktan düşmüştür. ” Görüldüğü üzere bu akideye sahib olanlar, böyle bir fasid akide üzerine fıkhî hükümler dahi bina etmişler ve bu sebeple önü alınamayacak ifrat vartalarına düşmüşlerdir.
Gaib olduğuna ve Ahir zamanda çıkacağına bu mezheb tarafından inanılan “Gâib İmam” Hicrî 256 doğumlu “Muhammed bin Hasen el- Askerî’dir. Şu an yaşamakta olup, Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın ve ehl-i beytinin vadi ile sabittir. İmameti ve gizliliği tevatür derecesindedir. İmametin, imamın gizli olmasıyla kesilmesi ve Allah Teala tarafından va’d edilmiş bir güne kadar bu şekilde kalması caizdir. Bu kadar sene diri olarak yaşaması ve ahir zamanda çıkacak olması gibi bir mu’cize, onun insanlara imam olması mu’cizesinden daha büyük değildir. “Beklenen Mehdi” nin doğum tarihi, annesinin ismi gibi mesailde mezhebin müntesibleri arasında bir ittifak görülememektedir. Doğumu da garip bir şekilde anlatılmaktadır ki; annesi Mehdi’ye hamile imiş fakat bundan kendisinin haberi yokmuş. Ona hamile kalması ve onu doğurması bir gecede olmuş. Onun hamileliği de karnında tahakkuk etmeyip sol baldırında meydana gelmiş. Secde edici bir vaziyette doğan Mehdi’nin sağ dirseğinde “Hak geldi batıl zail oldu. Zaten batıl yıkılmaya mahkûmdur.” yazılı imiş!…
Gaybet mefhumu iki merhalede değerlendirilmektedir ki bunlar ;
a)- Gaybet-i Suğrâ
b)- Gaybet-i Kübrâ’ dır.
“Gaybet-i Suğra” diye tabir ettikleri gaybet Mehdi’nin imamlığı teslim aldığı günden itibaren halktan gizlenmesi ve takdir edilmiş güne kadar bu gizliliğini muhafaza edip insanlar ile vekilleri ve halifeleri vasıtasıyla görüşmesidir. Bu müddet içerisinde takva ve vera larına ittifak edilmiş dört kişi insanların müşkilatını Mehdi’ye sunacak ve onlara bazen şifahi, çoğu kez de yazılı cevaplar ulaştıracaktır. Mehdinin gizli olmasını öldürülmekten korkması şeklinde sebeplendiren Şiiler bu konuda da tenakuza düşmekten kurtulamamışlardır. Zira onlara göre imamlar ne zaman öleceklerini bilmekte ve kendileri isterse ölmektedirler. Tabii ki bu durumda olan bir insanın öldürülme korkusundan dolayı gizlenmesi garipsenecek bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mehdi hakkında Şiilerin inançlarını;
Hz. Hüseyin’in soyundan olması,
Ortaya çıktığında Cibril’in ve Peygamber Aleyhimesselam’ın ona biat edecek olmaları,
Meydana çıktığında Şiilerin Dünya’nın her bir yerinden onun etrafında toplanmaları,
Sahabeyi kabirlerinden çıkarıp onlara azab edeceği,
Hz. Aişe’yi kabrinden çıkarıp ona had sopası vuracağı, (Hâşâ ve Kellâ)…
Arabları ve Kureyş kabilesini öldüreceği,
Haremeyn başta olmak üzere bütün mescidleri yıkacağı,
Yeni bir din, yeni bir kitab ve yeni hükümler ihdas edeceği,
Peygamber Aleyhisselam’dan üstün olduğu vb. şeklinde sıralamak mümkündür.
Şunu da belirtmek gerekir ki Ehl-i sünnetin de nebevî haberlerin bildirmesi ile ahir zamanda çıkacağına inandığı bir Mehdî inancı vardır. Hatta es- Suyuti, Mehdî hakkında varid olan merfu’ haberlerin tevatür derecesinde olduğunu söyleyip bu konuda yirmi kadar sahabiden rivayet bulunduğunu söylemektedir. Fakat bu inanç Şiilerin yukarıda anlatmaya çalıştığımız itikadından farklıdır. Ehl-i sünnetin inandığı Mehdi kısaca Efendimiz Aleyhissalatü vesselam’ın ehl-i beytinden olacak, ahir zamanda Dünya zulümle dolduğu bir zamanda çıkıp adaleti ve doğruluğu yayacaktır. İsmi “Muhammed olup, baba ismi de Abdullah olacaktır. O gelince yağmurlar çoğalacak, bitkiler çok olacak yedi yahut sekiz sene yaşayacaktır. Belli başlıklar altında Şiilerin inandığı Mehdi ile ehl-i sünnetin beklediği Mehdi arasındaki farkları zikretmek gerekirse:
1. Ehl-i sünnetin inandığı Medi’nin ismi Muhammed bin Abdullah olup, Şia’nın ki ise Muhammed bin Hasen el- Askeri’dir.
2. Ehl-i sünnetin beklediği Mehdi Hz Hasan’ın soyundan olup, Şiilerin ki ise Hz Hüseyin’in soyundandır.
3. Ehl-i Sünnete göre Mehdi’nin doğumu ve vefatı sair insanlar gibidir. Şiilere göre ise annesi ona bir gecede hamile kalmış ve onu bir gecede doğurmuştur. Dokuz yaşındayken gizli hücresine girmiş ve üzerinden bin yüz elli sene geçmiştir. O ise hala ölmemiş bir vaziyette aynı mekânının da kalmaktadır.
4. Ehl-i sünnetin akidesinde yer alan Mehdi ahir zamanda Müslümanlara yardım için çıkacak ve her hangi bir ayırım gözetmeyecektir. Şiilerin akidesinde yer alan Mehdi ise sadece onlara yardım ve onların düşmanlarından intikam alma gayesi ile çıkacaktır.
5. Ehl-i sünnetin beklediği Mehdi Sahabe’ye ve Ümmehatü’l Mü’minin’e son derece saygılı olup, Şilerin beklediği Mehdi’nin durumu ise yukarıda anlatıldığı vaziyettedir.
6. Ehl-i Sünnetin inandığı Mehdi Efendimiz Aleyhissalatü vesselam’ın sünnetini ikame edip onunla amel edecek, Şiilerin inandığı Mehdi’de yeni bir din ve kitab getirecektir.
7. Ehl-i sünnet itikadında mevcut olan Mehdi Mescitler bina edip var olanlarını onaracak, Şia itikadında mevcut Mehdi ise Mescidlerin tamamını yıkacaktır.
8. Ehl-i sünnetin akidesinde yer alan Mehdi Allah’ın kitabı Kuran ile hüküm verecek, Şia akidesinde yer alan Mehdi ise Davud (Aleyhisselam)’ın âlinin hükmü ile hükmedecektir.
9. Ehl-i Sünnet itikadında ki Mehdi Doğu’dan çıkacak, Şia itikadında ki Mehdi ise Batı’dan çıkacaktır.
10. Ehl-i sünnet itikadındaki Mehdi yukarıda Suyuti’den de naklettiğimiz üzere tevatür derecesinde ki Nebevi haberler ile sabit olup, Şiilerin inandığı Mehdi ise sadece hevalarında uydurdukları çıkmamış ve çıkmayacak olan asılsız bir yalandan ibarettir.
Beda İnancı:
Lügatte “Beda” kelimesi “Gizlilikten sonra bir şeyin açığa çıkması” ve “ Daha önceden mevcut olmayan bir düşüncenin daha sonra akla gelmesi” gibi manalarda kullanılır. Mezhebin müntesibleri dahi bu manaca bir “Beda” nın Allah Teâlâ hakkında caiz olduklarını söylemektedirler. Hatta Küleyni bu konuda Allah Teâlâ’nın Her bir peygamberi Şarabı haram kılmak ve Beda’yı Mevla hakkında ikrar etme üzerine gönderdiğini ifade eden rivayetler nakletmektedir. Onlara göre Enbiya ve din imamlarının tamamının beda nın Allah Teala’ya nisbetle var olduğu hususunda ittifakı vardır.
Aslına bakılırsa “Beda” inancı bir Yahudi inancıdır. Zira Yahudi’lere ait kaynaklar incelendiğinde onların bu şekilde bir itikada yani Allah Teâlâ’nın yaptığı bütün işlere baktığı ve hepsini beğendiği ve Yine Mevla’nın İnsanoğlunun daha sonraları bozulması sebebi ile onları yarattığına pişman olduğuna işaret eden ifadelere rastlanmaktadır. Bu itikadın Yahudilikten Şia mezhebine geçişi ise yine bir Yahudi asıllı olan Abdullah İbnu Sebe’ in eliyle olmuştur.
Sahabeyi tekfir:
Şia mezhebinin mübtelâ olduğu bir hastalık olarak niteleyebileceğimiz bir arızası da güzide Ashabı tekfir etmeleridir. Kur’an-ı Kerim’in haklarında Allah Tealanın onlardan razı ve onların da Allah’tan razı olduğu şeklinde şehadet ettiği Ashab-ı Kiramı küfürle itham etmekten geri durmaz ve bu hususta varid olan tehditvâri nebevi haberlere de aldırış etmezler. Sahih olarak kabul ettikleri Küleynî’nin “el-Kâfî” sinde Ebu Ca’fere isnad edilen bir sözde o “ üç kişi haricinde Sahabenin tamamının Efendimiz Aleyhissalatü vesselam’dan sonra dinden döndüklerini söylemekte ve bu üç kişiyi de “Mikdat ibn Esved, Ebu Zer el-Ğifarî ve Selman-ı Fârisî” olarak belirtmektedir. Daha sonradan bazı guruplar bu üç kişiye dört kişi daha ilave etmişlerdir ki onlar da “ Ammar, Ebu Süleyman el- Ensârî, Huzeyfe ve Ebu Amre”dir. Yani bu mezhebe göre Sahabe içerisinde İslamını muhafaza edebilen sadece bu yedi kişidir ve bunun dışındakilerin tamamı küfre geri dönmüştür.
Tekfir meselesinin şahıslar üzerindeki yansıması genelde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömerin etrafında görülüyorsa da, bazen de Hz. Osman’a gelebilmektedir. Mesela onlara göre, Ehl-i sünnetin Ebu Bekir (Radıyallahu Anh)’ın Fedaili meselesinde en kavi delil olarak kullandığı Kuranda anlatılan mağarada ki olay çok farklıdır. Zira Ebu Bekir’e “Sıddik” lakabının verilmesinin sebebi, onun mağarada Peygamber Aleyhisselam dan sadır olan bir takım mucizeleri görmesi neticesinde kalbinde Nebi’ye karşı hasıl olan “Sen büyük bir sihirbazsın” düşüncesinden başkası değildir. Ve hatta Peygamber Aleyhissalatü vesselam’ın Hz. Ali’yi yatağına yatırıp Hz Ebubekir’i yanına almasının sebebi, Hz. Ebubekir’in ola ki bu haberi müşriklere duyurma ihtimali üzerine mebnidir.
Hz. Ömer’in ise Beldeleri fethedip İslam’ın yayılması sebebiyle ebedi Cehennem’de kalacağını savunup, onun şehid edildiği günü bir bayram olarak kutlamaktadırlar. Bununla da kalmayıp böyle bir sünnetin Resul-i Ekrem menşe’li olduğunu söylemektedirler. Hz Ali’nin, kızını onunla evlendirmesine de takiyye yaftasını vuran Şiiler bu konuda da garipliklerini sürdürmektedirler. Söz gelimi, onlara göre Hz Ömer’in evlendiği kız Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm olmayıp Necranlı bir Yahudi olan Sehîfe Bintü Cerire isminde birisidir.
Bunların dışında özellikle Şiilerin tekfir ve tenkid ettikleri sahabeler arasında Efendimiz Aleyhissaltü vesselam’ın amcası Abbas ve oğlu İbn Abbas, Halid bin Velid, Abdullah İbn Ömer, Talha, Zübeyr, Enes bin Malik, Bera bin Azib, Amr İbn As, Aişe (Radıyallahu Anhum) gibi koca sahabiler sayılabilir.
Takiyye:
İnsanın içinde olan bir takım düşüncelerinin hilafını izhar etmesi manasına gelen “takiyye” Şia’nın temelini oluşturan inançlardandır. İnanmış oldukları meseleleri teyid maksadıyla söylemedikleri yalan ve uydurmadıkları rivayet kalmayan Şiiler bu konuda da aynı tutumu devam ettirmişlerdir. “takiyye” akidesini bir inanç olarak görmekten öte bir vecibe olarak telakki etmişlerdir. Onlara göre “takiyye” Allah Teâlâ’nın kullarına mecburen işlemeleri gerektiği bir vecibe ve çıkış yoludur. Ve bu emir Allah Azze ve Celle’nin kullarına karşı olan namaz emrinden farksızdır. Bu babta zikrettikleri bazı rivayetler ise şu şekildedir:
“ Efendimiz Aleyhissalatü vesselam Allah Teâlâ’nın Peygamberleri sair insanlardan üstün kılmasının sebebi onları güzel idare etmeleri ve güzel takiyyelerinden dolayıdır” demiştir.”
“Yine Efendimiz, Takiyye Mü’minin amellerinin en güzellerindendir. Onunla kendisini ve Mü’min kardeşlerini facirlerden korur” demiştir.
“Hz. Ali (Radıyallahu Anh): arkadaşlarından birine “Takıyyeyi terk etmekten çokça sakın” demiştir.”
“ Ca’fer-i Sadık dedi ki: Takiyye, atalarımın ve benim dinimdendir. Takiyyesi olmayanın imanı da yoktur.”
“ Muhammed Bakir’e İnsanların en olgunu kimdir diye soruldu o da “Takiyye’yi en iyi bilenleri ve kardeşlerinin hukukuna en iyi riayet edenleridir” dedi.
Bunlar ve benzeri rivayetlere bakıldığında Şiilerin diğer meselelerde olduğu gibi bu meselede de müteşeddit yalancılıkları göze çarpmaktadır. Şiiler, bu gibi rivayetleri uydurup mezkûr akidenin sübutunu bunlarla teyid etmekle kalmayıp, bu inanç üzerine yine bir takım fıkhi hükümler bina etmişlerdir. Meselâ Humeyni, “Takiyye” nin ancak Devlet ve otoritenin Şiilerin elinde olmadığı durumda caiz olduğunu aksi durumda yapılan takiyyenin ehl-i beyt imamlarına hiyanet olacağını söylemektedir. Ve yine Humeyni’ye göre takiyye ehl-i sünnetin arkasında namaz kılma ve onlarla nikâh yapma gibi durumlarda söz konusu olabilmektedir. Yani bu normal bir durumda geçerli olabilecek bir değilse de ancak takiyye yoluyla tahakkuk edebilecektir.
Yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerden anlaşılacağı üzere Şia mezhebinin müntesibleri bir takım rivayetlerle takiyye inancını sabit kılmaktadır. İşte bu kaynakların içerisinde Kur’an-ı Kerim de vardır. Nitekim Şiiler takiyyenin “Ancak onlardan bir korunma yapmanız müstesna” şeklindeki ayet-i kerimeler ile sabit olduğunu savunmaktadırlar. Ve yine onlar bu ameli en çok ehl-i sünnete karşı kullanmaktadırlar. Çünkü onlara göre ehl-i sünnet Yahudi ve Hıristiyanlardan daha şerlidir.
Mut’a Nikâhı:
Bir kadın ile muayyen bir ücret karşılığında, belli bir müddete kadar nikah akdi yapıp bu akdin bir gereği olması kabilinden bu kadından yararlanmak manasına gelen Mut’a nikahı şiilerce caiz olan bir nikah türüdür. Esasen ehl-i sünnete göre de bu nikah İslâm’ın ilk yıllarında zaruret icabı mübah kılınmışsa da daha sonra ilelebed haram kılınmıştır. Fakat şiiler böyle bir nikah’ın caiz olup olmaması yönünden öte bu tür bir nikahın fedailine dair bir takım Merfu’ rivayetler dahi uydurmuşlardır. Buna bir örnek olması kabilinden söz gelimi Efendimiz “Her kim bir kere mut’a nikâhı yaparsa onun derecesi Hüseyn gibidir. Her kim iki kere mut’a nikâhı yaparsa onun derecesi Hasan gibidir. Her kim üç kere mut’a nikahı yaparsa onun derecesi Ali bin Ebi Talip gibidir. Ve her kim dört kere mut’a nikahı yaparsa onun derecesi benim derecem gibidir” demiştir.
Ayrıca Cafer-i Sadık “ Mut’a, benim ve babamın dinindendir. Her kim bununla amel ederse dinimizle amel etmiş olur. Ve her kim bunu inkâr ederse dinimizi inkâr etmiş ve dinimizden başka bir dine inanmış olur” demiş(!) tir. Görüldüğü gibi şiilerce meşru’ addedilen mut’a nikâhı, onlara göre dinde çok önemli bir mevkii haizdir. Bu mevkii haiz olmasının sebebi de sırf hevalarından uydurdukları söz gelimi rivayetlerdir. Bu kutsama o kadar ieleriye gidebilmektedir ki mut’a nikâhını inkâr eden bir kişi şiilerce kafir addedilmektedir. Lâkin mesele etraflı bir biçimde incelendiğinde farklı bir boyutuyla karşımıza çıkmaktadır. Zira Mut’a nın mensuh olduğuna ve dolayısıyla haram olduğuna dair toplamı hayli yekûn oluşturacak rivayetler mevcuttur.
Mut’a nikâhının İslâmın başlangıcında zarurete mebni olarak belirli bir süre meşru kabul edildiğini bazı rivayetlerden anlıyoruz. Mesela Buharinin İbn Mesuddan yaptığı nakilde İbn Mes’ud, elbise mukabilinde kadınların belirli bir zamana kadar nikah edilmesinin bizzat Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından meşru’ kılındığını söylemektedir. Yine Buharî’nin Cabir Bin Abdillah’ tan ve Seleme İbn el- Ekva’ dan rivayetinde onlar, bir nida edicinin kendilerine gelip “Muhakkak ki Resûlullah Mut’a yapmanız için size izin vermiştir” dediğini söylemektedirler. İşte bu gibi rivayetler bize mut’anın bidayet-i İslâmda serbest olduğunu göstermekteyse de meselenin diğer boyutunun incelenmesi neticesinde böyle bir muamelenin neshedilmiş olduğu ve hükmünün de harama intikal ettiği gözlemlenecektir.
Mut’a nın daha sonradan haram kılındığına dair birkaç misal zikretmek gerekirse, yine Buharî’nin rivayet ettiği “Ali (Radıyallahu anh) İbn Abbas (Radıyallahu Anh)’a Hayber günü Nebi Aleyhisselam ‘ın Mut’a nihahını yasakladığını söylemesi vb. gibi rivayetler zikredilebilir. Mut’a nikâhının bilahare haram kılındığına dair ulema arasında ittifak söz konusu ise de, bu haram kılınma işinin ne zaman tahakkuk ettiği hususunda ihtilaf mevcuttur. Bu gibi bir ihtilafın ise ala külli hal hürmet hükmüne her hangi bir tesiri olamayacaktır.
Netice olarak diyebiliriz ki her konuda olduğu gibi bu meselede de şia mezhebi alışılagelmiş üslûbunu takınmıştır. Selefe isnad ettikleri bir takım rivayetler sebebi ile içinden çıkılamayacak çelişki ve tezada düşmüşlerdir. Ta ki yaptıkları bazı rivayetlerde mut’anın caiz ve hatta üstün bir amel olduğunda bahsedilirken, diğer bazı rivayetlerde ise muta’nın haram olduğundan dahi bahsedilebilmektedir.
Ric’at Akidesi
Yukarıda işlenilen “Gaip İmam” konusuyla da irtibatlı olan bu konu şii mezhebinde bir inanç esası olarak kabul edilen bir meseledir. İmamlarının kıyametten önce adaleti ikame edip, düşmanlarından intikam alma gayesi ile tekrar Dünya’ya döneceğini söyleyen Şiiler, bununla beraber mezheplerinde “Ricat” akidesini tesis etmişlerdir. Bu akidelerini de her zaman ve zemindeki tutumlarıyla ayetler ve hadis(!)lerden desteklemektedirler. Söz gelimi Allah Teâlâ’nın “ Andolsun! Zikirden (Tevrattan) sonra Zeburda da “Yere muhakkak benim Salih kulların varis olacak diye yazmıştık” şeklinde inzal buyurduğu ayet-i kerimede anlatılan Salih kullardan maksadın şia imamları olduğunu söylemektedirler. Yine Şiilere göre “Ric’at” meselesi Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sır olup onun hakkında konuşabilmek için gayp ilminden nasipdar olmak gerekmektedir.
Ric’at meselesine inanmak mezhebin müntesipleri tarafından bir zaruret mertebesinde değerlendirilmektedir. Hatta imamlar bu konuda “Ric’atimize inanmayan bizden değildir” demişlerdir. Kur’an-ı Kerimden bazı ayetlerin ricat hususunda sarih olduğunu söyleyen Şiilerin bazı istidlallerini zikretmek gerekirse şunlar söylenebilir:
“Her ümmeten ayetlerimizi yalanlayanlardan bir gurubu toplayacağımız ve bunların (topluca hesap yerine ) sevkedilecekleri günü hatırla…” Ayet-i kerimesinde bahsedilen bir kısımlarının toplanıp sevk edileceğinin söylenmesinden, diğer bir kesimin terk edileceği anlaşılmaktadır. Ayrıca şii bir tefsirci olan Kummî bu ayetin “ricat” e delalet eden en büyük ayet olduğunu söylemektedir.
“And olsun ki elbette biz o en büyük azaptan önce o en yakın azabtan bir kısmını muhakkak onlara tattıracağız. Ta ki onlar dönsünler” ayet-i kerimesindeki “azab-ı edna” da ricate işaret eden Kur’ani bir tabirdir.
Tabii ki Ehl-i Sünnete göre böyle bir itikadın fesadı açıktır. Çünkü herhangi bir beşerin öldükten sonra tekrar Dünya’ya dönmesi Kur’an naslarına muhaliftir. Mesela Allah Teala “ Nihayet onlardan birine ölüm gelince Rabbim! Beni Dünya’ya geri gönderiniz ki terk ettiğim Dünya’da Salih bir amel yapayım der. Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Gibi ayet-i kerimelerde bu kanun-i ilâhiyi haber vermektedir. Dolayısıyla, bu kadar sarih naslardan sonra, her hangi bir delile dayanmayan ve mahza ‘indî bir takım zorlama tevillerle Kur’an ayetlerinde adeta operasyon yapmanın sapıklıktan başka bir kavramla ifade edilemeyecek süfli bir iş olduğu ortaya çıkmaktadır.
Netice:
Bizler bu makalede bütün Şia fırkaları ve inanç esaslarını serd etme davasında olmadığımız için böyle bir sonuca vardığımızı söyleyemeyiz. Bu makalede yapılmaya çalışılan mezkûr mezhebin belli başlıklar ve esaslar çerçevesinde sınırlı bir müzakeresini yapmaktan ibarettir. Aksi halde tabii ki Şia mezhebi gerek fırkaları ve gerekse temel inançları açısından burada zikredilenlerle munhasır değildir.
Netice olarak diyebiliriz ki; Mü’min için en önemli şey, istikamet üzere bir hayat ile taassubtan gayet uzak, hakkı arayan ve doğruya her halükarda teslim olan bir zihin yapısıdır. İslâm’ın galibiyeti ve izzeti ancak ve ancak ilk önce böyle bir tasavvurun inşası ile mümkin olacaktır. Bu noktadan hareketle, Şia mezhebini sadece bir imamet noktasındaki ihtilaflarından bu gün içinde bulundukları noktaya getiren ana müessir/etken, böyle bir istikamet anlayışı ve taassupdan mücerred bir hak arayışı düşüncesinden mahrum olmalarıdır denilebilir. Zira bilenler bilmektedir ki “Bir şeyi sevmen Kör ve Sağır eder” denilmiştir. Allah Teâlâ istikametten ayırmasın. Âmîn! Yâ Erhamerrahimîn.
ÖMER FARUK KORKMAZ
——————————————–
Külliyat-u Ebi’l Beka, Faslu’ş Şin, Mekayisu’l Lüğa ş-y-a maddesi
El Kamusu’l Muhit, el Mu’cemu’l Vasit Babu’r “Ra”
Külliyat-u Ebi’l Beka, a.y.
Sırrı Giridi, Ârâu’l Milel S.107
Külliyat-u Ebi’l Beka, Faslu’r “Ra”
Bkz. Keşşafu Istılahati’l Funun, 1/35
Bkz. Abdurrahman Said Dımeşkiyye, Ehadîs Yahteccü biha’ş –şia 1/315,
Bkz. İhsan İlahi Zahir, Eş- Şîa ve’l Kur’an” S.55
Eş- Şehristani, el- Milel ve’n Nihal S. 118
Diğer bazı kaynaklar Şia’ nın “Zeydiyye”, “İmamiyye”, “Keysaniyye” olmak üzere üç ana fırkadan teşekkül ettiğini zikreder. –Bkz. Et-Tasbîr fi’ddin, Ebu Muzaffer el- İsferaini S.27
Eş- Şehristani, a.g.e, a.y.
Et- Tefsir ve’l Müfessirun, Hüseyin ez- Zehebi C.2 (Mevkifu’ş Şia)
Bkz. Sırrı Giridi, a.g.e. S.151
Eş- Şehristani, a.g.e, S.139
Allah teala’nın şahıslara hulul etmesi gibi bir takım batıl inançlardan kaynaklanan şahısları ilah mesabesinde değerlendirme hastalığına aynı mezhebten bir diğer misal için bak. Abdulkahir el- Bağdadi, el- Fark beynel Fırak (4.Bab, Sekizinci fasıl)
Bkz. Sırrı Giridi, a.g.e. S.108
Küleynî, el Kâfî, Kitabu’l İman ve’l Küfr Babu Deaimi’l İslâm 2/18 Muhammed Beyyûmî, Akaidu’ş Şia S.16
Bkz. Muhammed Beyyûmî, Hakikatu’ş Şia S.44
Muhammed Beyyûmî, a.g.e. S.55
Başka garabetleri için bkz. Mevkifu’l Humeyni min Ehli’s Sünne, Muhammed Malullah (Yer yok 1982)
Humeyni, Keşfu’l Esrar- 150
Kur’an, el-Maide 67
Humeyni, Keşfu’l Esrar- 155
İmam-ı Rabbânî, Mektûbât
El-Erbilî Keşfu’l Ğumme 2/437 Beyyûmî, Hakikatu’ş Şia S.144
Kur’an, el Cumu’a 9
Beyyûmî, Akâidu’ş Şia S.228
Ebu Cafer et- Tûsî’nin (460) “el- Mebsût fî Fıkhi’l İmamiyye” si bunun bir misalidir.
Kur’an, İsrâ- 81
Celalu’ddin es- Suyuti, El-Arfu’l Verdi fi Ahbari’l Mehdi (Baş taraf)
Bkz. İbn Manzur, Lisanu’l Arab (B-D-V) maddesi
Küleyni, Usulu’l Kâfi, Kitabu’t Tevhid, Babu’l Beda 1/148
Bu görüşü savunanlara kâfi ve şafi cevaplar için Abdu’l Azim ez Zürkani’nin “Menahilu’l İrfan”ı (2/72-75) mutalaa edilebilir.
Kur’an, Tevbe 100, el Feth 18 vd.
Buharî, Fedailu Ashabi’n Nebi 1, Müslim Fedailu’s Sahabe 1
Küleynî, a.g.e. Kitabu’r Ravda 8/168 No: 341
Beyyûmî, Akâidu’ş Şia S. 91
Beyyûmî, Hakikatü’ş Şia S.378- 380
Bkz. Eş-Şîa ve Tahrifu’l Kur’an, Muhammed Malullah S. 37
Küleyni, Usûlu’l Kâfî 2/219
Küleynî, Usul 2/217
Muhammed Malullah, a.g.e, S.36- 43
Kur’an, Al-i İmran 28
Beyyûmî, “Akaidu’ş Şia S.328- 329
Et-Tefsiru’l Kebir, Fahru’ddin er Râzî 10/41
Bu konuda Ehl-i sünnetin delilleri ve Şiilerin ilzamı için bkz. Atıyye Muhammed Salim, Nikahu’l Mut’a Matbaa-i Medeni Tarih: 1396
Bkz. Usûlu’l Akide li’l İmamiyye, Sabir Tu’me S.239
Sabir Tu’me, a.g.e. S.141
Buhari, el- Camiu’s Sahih, Nikah – 5075-
Buhari, el- Camiu’s Sahih, Nikah- 5117-
Buhari, el- Camiu’s Sahih, Nikah- 5115-
Sabir Tu’me, a.g.e. S. 246- 248
Kur’an, Enbiya 105
Bkz. El-Ahsâî, Kitabu’r Ric’at 111
Akidetü’ş Şiati’l İmamiyye, el- İsfehanî S.283, Beyyumi Akaidu’ş Şia S.291
Kur’an, en-Neml 83
Tefsirul Kummî 2/76, Beyyumi a.y
Kur’an, Secde 21
Kur’an, Mü’minûn 99-100
Mesela bkz. Yasin 31, İbrahim 44, Secde 12 En’am 27- 28
Ebu Davud ve el Askerî, Ebu’d Derda’dan Merfu olarak rivayet etmişlerdir. Bkz. Keşfu’l Hafa, Aclûnî 1/390
Paylaş:
.
Bildiğiniz gibi ülkemizde mealcilik adı altında çıkarılan fitneciler ve Peygamberimizi saf dışı bırakarak Kur’an-ı Kerimi kendi heva ve heveslerine göre tefsir edenler mevcut. Ancak şia bunu yıllar önce zaten yapıyordu. İşte Şia tehlikesine bir örnek daha.
Şiiler için Kur’an’dan sonra en sağlam kaynak olarak görülen “el-Kafî”nin bir sahifesi. Bu sahifede beş ayet gösterilmekte ve bu beş ayetin asıllarında Hazreti Ali’nin isminin geçtiği iddia edilmektedir. Kadir Mısıroğlu’nun Tahrif Hareketleri adlı eserinden aldığımız o görüntü:
Paylaş:
.
ŞİA’NIN KUR’AN’LA HESAPLAŞMASI
Yemen Yahudisi İbn Sebe’nin kurduğu Şia, Kur’an tasavvuru dahil daha pek çok mevzuda Ümmet’ten farklı düşünür. Kur’an-ı Kerime ta’n eder. Nitekim Şiiler, her dönemde Kur’an-ı Hakim’in tahrif edildiği iddiasıyla kitaplar yazmıştır. فَصْلُ الْخِطَابِ فِي إثْبَاتِ تَحْرِيفِ كِتَابِ رَبِّ الْأَرْبَابِ Adlı kitabın müellifi Ayetullah Mirza Hüseyin Nurî et-Tabersî (v.1320) de açıkça Kur’an-ı Kerim’in tahrif edildiğini iddia etmiştir. Bu kitapta, her yıl Muharrem ayında Hz. Hüseyin’in şahadetinin arkasına sığınarak, Hz Ömer’in emrindeki İslam ordularının yıktığı Sasani Devleti’ne ağıt yakanların iftiralarını görürsünüz. Kur’an’a suikast yapıp, İslam’ı durdurup Rüstem’in ordularının yolunu açmak için uydurulan iftiralar… On iki asırdır bu iftiralar “Kur’an-ı biz indirdik ve biz koruyacağız” ayetine çarpıp yok oluyor.
İran Lobisi ve Yeni Şia İddiaları
İran lobisi, amel defteri Kur’an’a iftiralarla dolu olan Şia’nın yolunu açabilmek için Eski Şia (Hz. Ali’den sonra), yeni Şia diye ayrıma gidiyor, eskisi problemliydi fakat Yeni Şia’da ittihad-ı İslam’ı amaçlıyor, bu yüzden onunla anlaşılabilir diyorlar.
İran’la Kesilen İslam Rüzgarı
Yeni Şia dedikleri Humeyni’nin Şia’sıdır. Humeynî üzerinden Şia’nın yolunu açmaya çalışıyorlar. Bu defa Humeynî üzerinden hedeflerine ulaşacaklar.
İhvan-ı Müslimîn ve Türkiye’de Milli Görüş Sünnet ve Cemaat akidesi çerçevesinde büyük mesafeler katedip, devletleşme aşamasına yaklaşınca küresel güçler Humeynî’ye “İran İslam Devleti”ni kurdurarak İhvan’ın ve Türkiye Müslümanlarının rüzgarını kesti. Kabiliyetli Müslüman gençler ABD ile 35 yıldır birbirine uluyan fakat tek kurşun atmayan İran’ın “İslam Devleti” terkibine aldanıp, safına geçti. Batı’nın en büyük müttefiki, bir anda Batı ile hesaplaşan kahraman konumuna getirildi. Müslüman gençlerin “Zaferler Müjdecisi Aziz İslam Önderi”, “İslam’ın Büyük Mücahidi”, “Mustazaf halklara İslam’ın devrimci yolunu gösteren Büyük Önder” diye yad ettikleri Humeynî de Tabersî ve selefleri gibi Kur’an’ın eksik olduğunu, mevcut Kur’an’dan üç kat daha büyük bir Fatıma mushafının olduğunu iddia etmiştir.
Sahabeye Saldıran Bir Devrimci: Humeynî
Humeyni Keşful Esrar adlı kitabında sahabeye iftira eder, وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا الْقُرْاَنَ ذَرِيعَةً لِتَحْقِيقِ نَوَايَاهُمْ اَلْفَاسِدَةِ bu sahabe dediğiniz adamlar Kur’an’ı fasid niyetlerini gerçekleştirmek için vesile yaptılar, der. Ona göre Hz. Ebubekir ve Ömer başta olmak üzere ashab (r.a.) dünyalıklar elde edebilmek için Kur’an-ı Kerim’i istismar etmiştir.
اِخْرَاجُ تِلْكَ الْاَيَاتِ مِنْ كِتَابِ اللهِ تَعَالَى اَلَّتِي كَانَتْ تَدُلُّ عَلَى خِلَافَةِ عَلِيٍّ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ قَدْ سَهُلَ عَلَيْهِمْ Sahabe için Hz. Ali’nin hilafetine delalet eden ayeti kerimeleri çok kolay bir şekilde, hiç zorlanmadan, Allah’ın kitabından çıkardılar, der. Bunu diyen kim? Humeynî… Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in dünyalıkları için Allah Rasulü’ne(s.a.v) ihanet ettikleri, ihanetlerinin bekası için de Kur’an’dan ayet çıkardıklarını iddia eden bu adam “İslam Ümmeti’nin Yiğit Önderi” kabul edilmiştir. Başsız adamların olduğu yerde ayaklar baş olur.
Yeni Şia’nın ümmeti merkeze aldığı, Müslümanlar adına küresel güçlerle hesaplaştığı iddia ediliyor. Ne var ki Büyük Mücahid (!) Humeynî’nin Rafizi çocukları ABD ile sözlü savaşla iktifa ederken, Suriye, Irak ve Yemen’de Müslümanlara ölüm kusuyor. Tahran’da Sünnet ve Cemaat akidesine mensup müslümanlara cami açma izni vermezken Türkiye’de لَا شِيعيَّة وَلَا سُنِّيَّة وَحْدَة وَحْدَة اِسْلَامِيَّة Ne Şiiyiz, ne Sünniyiz sadece müslümanız, diyerek müslüman gençliği yanına çekiyor. Müslüman gençlerin profil resmi yaptıkları, kamplara posterini astıkları adam bu Humeynî’dir. Babasının adını Ömer, Ebu Bekir verdiği İslam gençleri ne olduğunu ve ne dediğini bilmeden sahabeyi kendi dünyalıklarına ulaşabilmek için Kur’an-ı Kerim’den Hz. Ali’nin hilafetine delalet eden Ayeti kerimeleri çıkaranlar olarak itham ettiği bu şahsı nasıl yüceltir? Allah Teala buyurmuyor mu: إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ Kur’anı kerimi biz indirdik onu biz koruyacağız, لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهِ تَنزِيلٌ مِّنْ حَكِيمٍ حَمِيدٍ Kur’anı hakime hiçbir yerden batıl gelemez. Hiçbir surette Allah’ın kitabına batıl ulaşamaz. Onu tahrif edemez. Fakat Humeyni Keşful Esrâr’da öyle şeyler söylüyor ki bunlar asla bir müslümana ait olamaz. إنَّ تُهْمَةَ التَّحْرِيفِ الَّتِي يُوَجِّهُونَهَا اِلَى الْيَهُودِ وَالنَّصَارَى اِنَّمَا هِيَ ثَابِتَةٌ عَلَيْهِمْ Humeynî bu ibaresiyle de açıkça sahabenin Yahudi ve Hristiyanlara yönelttiği Tevrat ve İncil’i tahrif etme ameliyesinin kendileri için bizzat sabit olduğunu söyler. Yani Yahudiler Tevrat’ı, Hristiyanlar İncil’i tahrif ettiler. Bunlar da Kur’an-ı bozdular, bu onlar tarafından bir suikastır, diyor.
Yeni Şia Eskisinden Farklı mı?
Küfür cephesi, Kur’an-ı Kerîm’in en büyük iki muhafızı olan Hz. Ebû Bekir ve Hz Ömer’e Kur’an-ı Kerim‘e ihanet etme iftirasında bulunan naylon devrimci Humeynî’yi Alem-i İslam’a “Büyük Mücahid” diye pazarladı. Kur’an ve Sünnet’le girdikleri her muharebeden nihai manada mağlub ayrılan Haçlılar, Humeynî’nin ağzından Kur’an’ın tahrif edildiğini söyleyerek Müslüman gençliği hakikatinden kopardı ve bunu başardılar. Evet bu zat Hz. Ebu bekir, Ömer, Osman başta olmak üzere Kur’an-ı canlarıyla koruyan Allah Rasulü’nün(s.a.v) ashabına bu iftiraları Keşful Esrâr adlı kitabında dile getiriyor. Şimdi söyleyiniz! Eski Şia ile yeni Şia arasında bir fark var mı? Tek bir fark var. O da yeni Şia takiyyeyi daha iyi beceriyor, medyayı daha iyi kullanıyor. Daha iyi aldatabiliyor. Daha stretejik hamleler yapabiliyor. Irak’ta, Suriye’de yani güçlü olduğu bölgelerde Sünnet ve Cemaat Akidesi’ne mensub müslümanları öldürüyor ya da susturuyor; Türkiye gibi zayıf olduğu yerlerde ise ümmetçi görünüyor.
Dâru’t-Takrîb ve Mealcilik
Takî el-Kummî adındaki bir Şii 1945’te Mısır’da دَارُ تَقْرِيبِ الْمَذَاهِبِ Daru’t-takrib’i kurarak mezhepleri birbirine yaklaştıracak, Ehl-i Kıbleyi tevhid edecekti. Nedense, “Dâru’t-Takrîb Beyne’l-Mezâhibi’l-İslamîyye” adındaki bu müessese sadece Ehl-i Sünnet akidesine bağlı Müslümanların olduğu yerlerde faaliyet gösterdi. Ehl-i Sünnet’e mensub bazı alimler de bu müessede görev aldı. Daru’t-Takrîb Mısır’da çalıştı. Türkiye’de faaliyet gösterdi. Belki burada kurumsal manada çalışmadı fakat hamlelerini burada da yaptı. Mealcilik bu müessesinin bir faaliyetidir. Kur’an Müslümanlığı adı altında Sünnet ve Mezheplerden koparılan Müslümanlar önce ortada bırakılacak, ikinci aşamada ise Şia kaynaklarıyla ayetler tefsir edilerek, Müslümanlar Şia’ya çekilecekti. Bu müessesenin gönüllü mensupları Ümmet’e “Hadisi, fıkhı devreden çıkaracaksınız, doğrudan Kur’an-ı Kerime gideceksiniz.” çağrısında bulundu. Türkiye’deki İran severler bu çerçevedeki ameliyeler neticesinde İran’a dost, Ehl-i Sünnet akidesine hasım yapılmıştır.
Neden Mısır?!
Madem bunlar İttihad-ı İslam noktasında samimi ve mezhepleri de ittihada engel görüyorlar peki neden bu دَارُ تَقْرِيبِ الْمَذَاهِبِ Şiilerin yoğun olduğu Tahran’da Kum’da Nevef‘de faaliyet göstermez! Neden İran’ın şehirlerinde, Şiileri mezheplerini bırakıp Ümmet’le Kur’an’da buluşmaya çağırmaz. Niçin, “Kürsiyyü’l-İslam” olan Mısır’ı üs edinir. Ey İttihad-ı İslam terkibini dillerinden düşürmeyen Farisiler! Neden Türkiye’de bu faaliyetleri yapıyorsunuz da, İran’daki Şiilere, Ehli Sünnet’le kardeş olmaları gerektiğini, onlara ümmet olduğumuzu anlatmıyorsunuz?
Ehl-i Sünnet’in Hasımları Aynı Safta
İşte bunun için Emperyalizmin himayesindeki bugünkü Şia, dünkü Şia’dan daha tehlikeli ve daha karmaşıktır. Kur’an-ı Kerîm’in tahrif olduğunu mevzu edinen Faslu’l-Hitab’ı bir Şii geçen asırda yazmıştı. Kitab Kur’anı Kerim’in tahrif olduğunu, bazı sure ve ayetlerin ondan çıkarıldığını iddia ediyor. Ne varki müellifi Tabersî’ye, ne onun çağdaşı “Büyük(!) Kur’an Müslümanı İranlı Cemaleddin Efganî”, ne de talebesi Muhammed Abduh cevap verdi. Vermediler, vermezler de… Çünkü her ikisi de Ehl-i Sünnet’e hasım olmaları cihetiyle aynı safta duruyorlar.
İki Mushaf İddiası
Şia, Kur’an da سُورَةُ الْوَلَايَةِ Velayet Suresi olduğunu ve bu surede şöyle bir ayet bulunduğunu iddia ediyor; يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِالنَّبِيِّ وَالْوِلِيِّ ”Ey iman edenler hem Nebiye, hem de Veliye iman ediniz”. Bu ayet de Kur’an’dan çıkarıldı diyorlar. Bir başka Şii de Kur’an-ı Kerim’in tahrifi ile alakalı yazmış olduğu eserinde diyor ki: “İki tane Kur’an vardır”. Bir tanesi عَامٌ مَعْلُومٌ Herkesçe ma’ruf ve malum olan bildiğimiz Kur’an. Diğeri de خَاصٌّ مَكْتُومٌ gizli özel olan herkesin ulaşamadığı Kur’an. Buna Fatıma mushafı diyorlar. Onlara göre bu öyle bir Mushaf ki, Kur’anın üç katı… Onun hiçbir ayeti Kur’an’ın ayetine benzemez. “Hiçbir harfi Kur’an’ın harfine benzemez” gibi ifadeler kullanarak esasında Kur’an’ın tahrifinden de öte şeyler söylemek istiyorlar. Yine Kur’an’ın tahrifi ile alakalı yazmış oldukları kitablarda “İnşirah Suresi” ile alakalı şöyle bir ayet vardı onu da çıkardılar diyorlar; وَجَعَلْنَا عَلِيًّا صِهْرك Ali’yi senin damadın yaptık. Kur’an’ı Hakim’in tahrif edildiği ile alakalı daha pek çok iftira ürettilerki onları ne bir Makale ne de bir konuşma ıstı’ab edebilir.
Dr. İhsan Şenocak
.
Müslümanların birliği’, ‘ümmetin vahdeti’ gibi nazarî gücünden ziyâde retorik ve sloganik tarafı daha ağır basan lafları pek sık duyuyoruz! Vahim bir ilmî yanlışa işâret etmek, inanca dair ciddî bir sapmaya parmak basmak söz konusu olduğunda, fitne çıkaran, ümmetin birliğine zarar veren her nedense bu yanlışa işâret eden, itikadî bir sapmaya karşı ümmeti îkaz eden taraf oluveriyor.
‘Bir olmanın’ ne anlama geldiği veya gelmesi gerektiği hususunda dahi bir fikir birliğine sahip olmadığımıza göre tartışmaktan çekinmemize de gerek yok demektir. Ancak usûlünce… Bize ait ‘Âdâbu’l-Bahs ve’l-münâzara’ literatürünü unutalı hayli zaman oldu. İlm-i hilâfa tahammül edebilecek ufuk, ilm-i cedelin meydanına çıkmaya cesaret edecek cengâver pek kalmadı. Tartışmaktan niçin korkalım? Tartışmayı becerememekten korksak ya… Münâzaranın, mübâhasenin bir edebi var idi. Bu edebe riâyet edildikte, düşüncenin, dar sokaklarda, kuytu köşelerde unutulmuş cevâhire mülâkî olması; hakikatin incecik bir tülün ardından gülümsemesi hiç de uzak değil idi. O hâlde tartışmaktan korkmamalı; tartışma sanatına bigâne kalmaktan korkmalı.
Düşünce zemininde hakkı verilmemiş bir davranışın, bir hareketin veya bir teklifin kıymeti olmadığı gibi, başarısı da yoktur. Öyle ya, niyetsiz ibâdet olmaz. Şu hâlde ‘bir olmadan’ önce ‘bir olmanın anlamı’nı tartışmak zorundayız.
‘Bir olmaktan’ bahsederken neyi kasdediyoruz? Müslümanların akide, fikir zeminindeki ayrılıklarını bir kenara bırakıp birlikte hareket etmesini mi? Yani bir tür aksiyon birliği mi? Peki bu aksiyonun teorisini, fikrî altyapısını kim kuracak? Ya da bir olmak derken ‘bir hâline gelme’yi mi kasdediyoruz? O zaman kimin ‘bir’inde birleşeceğiz? Anlaşılan ‘bir olma’ teklifi bile birçok ihtilafa sebep olacağa benziyor.
İnanç noktasında birleşmemiş yığınların bir arada bulunmaları mümkün olsa bile pek bir kıymet ifâde etmez. Zira her amel bir inancın eseridir. Kur’an-ı Hakim’de devamlı sûrette“iman edip salih amel işleyenler” denmesi câlib-i dikkâttir. Nereye varacağımızı nereye varmak istediğimiz tayin edecektir. Dolayısıyla imanda birlik olmadıkça beraberlikler sûrî, devamsız, dünyevî ve nihayet anlamsız olmaktan öteye gitmeyecektir.
Allah bize ‘müslüman’ ismini verdiğine göre neden kendimizi yanlızca ‘müslüman’ olarak isimlendirmekle yetinip diğer bütün isimleri, lakapları bir kenara bırakmayalım? Tarihin getirmiş olduğu sünnî, şiî, zeydî, eşarî, mâtûridî, hanefî, şâfî, sufî gibi isimlerle niçin ümmeti parçalara, hiziplere ayıralım? Allah bize Kur’an’da müslüman adını vermişse, kimliğimizi ortaya koymak adına ne diye başka isimlere ihtiyaç duyalım ki?!
Ümmetin birliği sadedinde sıkça duyduğumuz ancak hakikâte ve vâkıaya pek temas etmeyen popüler argümanlardan birisi böyle… Tabii siz siz olun, meselenin hakikâtini sözün retoriğine, düşünceyi lafın kalabalığına kurban etmeyin.
İşin özüne nüfûz etme adına biraz kafa yoralım: İsimlere olan ihtiyacımız, temyiz etmeye olan ihtiyacımızdan neşet eder. Bu sebepledir ki, temyiz ve tefrik etmeye lüzûm duymadığımız bir şeye isim koyma ihtiyacı da duymayız. İki şey arasında mühim bir fark meydana gelirse, tefrik etme ihtiyacı da doğacaktır. Bu ihtiyaç doğduğunda da yeni bir isim doğacaktır. İki şey arasındaki farkın mühim olup olmadığı, bu farkı mülâhaza edenin itibarına kalmıştır. Dolayısıyla bir ismin geçmişte olmaması, ya tefrik ve temyiz edilecek iki şeyin olmamasından; yâhut da bu farkın mühim olmamasından ileri gelir. Farklılıklar çoğaldıkça isimler de çoğalacak; ayırt etme eyleminin itibar cihetleri arttıkça, bir tek isim yeterli hâle gelmemeye başlayacaktır. Babamız Âdem’in bir soyadı yokken artık hepimizin bir soyadı; dedelerimizin bir vatandaşlık numarası yokken bizlerin tam onbir hâneli bir kimlik numarası vardır. Aile ve arkadaş çevresinde hüviyetimiz için sâde ismimiz yeterli olurken, resmî bir dairede artık soyadımız bile kâfi gelmemektedir.
Bunun gibi kendimizi ‘müslüman’ olarak tanımlayacağımız yer ayrıdır; sünnî, şiî diye veyamâtûridî, eşarî, selefî diye tanımlayacağımız yer ayrıdır. Nitekim Allah Teâlâ’nın bizlerimüslüman diye isimlendirdiği âyetin siyâkına dikkât edilirse, meselenin Ümmet-i Muhammed ile diğer insanları din bakımından ayrıştırma sadedinde vârid olduğu fark edilecektir: “Allah uğrunda, O’na yaraşır biçimde cihad edin. O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi; babanız İbrahim’in dinine uyun. O önceki kitaplarda da, bu Kur’anda da size “müslümanlar” adını verdi ki, Rasul size şâhid olsun, siz de insanlara şâhid olasınız.” (el-Hac, 22/78). Sözlük anlamı olan “teslim olmak” mânâsı dışında, İslâm/ Müslim kelimesinin Kurân-ı Kerim’de dâima bu ümmet ile ehl-i kitabı, kâfir ve müşrikleri karşılaştırma, ayrıştırma sadedinde kulladıldığı dikkâtli nazarlardan kaçmayacaktır.
Buna göre, kendimizi bir kâfir karşısında tanımlamak mevzubahis ise, “müslümanım” sözünden başka bir cevaba ihtiyacımız olmayacaktır. Fakat müslümanların kendi aralarında birbirlerini “müslümanım” diyerek tanıtmaları, tanımlamaları anlamlı olmadığı gibi fonksiyonel de değildir. Zira isimlendirmenin en esaslı vazifesi temyiz ve tefriktir. Müslümanların gerek geçmişte, gerek günümüzde itikat ve amel hususunda birçok farklı mezhebe, meşrebe sahip olduğu ise tarihî bir hakikâttir. Fark olduktan sonra ismin olmaması farkı ortadan kaldırmayacaktır. O hâlde bu gibi isimler ayrıştırmak için değil; hâsıl olan ayrışmaları tespit etmek için vardır.
Binaenaleyh, söz gelişi bir müslümanın sünnî veya şiî olduğunu beyan etmesi aslında İslam’a ne şekilde inandığını beyan etmesi demektir ki, bu tarz bir beyan gerekli olduğu kadar faydalıdır da… Gereklidir, zira müslümanların birbirlerine karşı samimî olmalarının luzûmunda şüphe yoktur. Samimiyetin en mühim rükünlerinden birisi de açık olmak, neye nasıl inanıyorsa bunu dile getirmektir. Faydalıdır, zira müslümanların kendi aralarında inançlarını gizlemeleri, birbirlerini tanımalarına, sağlıklı bir alâka tesis etmelerine engel teşkil edecektir.
Dolayısıyla insanların sünnî, şiî, eşarî, selefî gibi isimleri alması İslâm’ı nasıl telakkî ettiklerini bildiren önemli birer işâretttir. Bu isimlerin mevcudiyeti, Müslümanları parçalara hiziplere ayıran bir âmil değil, zaten var olan ihtilaflara, farklılıklara işâret eden alâmetlerdir. Bu isimleri kullanmamak ihtilafları ortadan kaldırmayacağına göre; ve bu ihtilaflar ittifaklar kurmakla, siyasî antlaşmalar yapmakla ortadan kalkmayacağına göre herkesin sahip olduğu İslam anlayışını bu gibi isimlerle ifade etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Aksine bu isimlerin gerekli dahi olduğunu rahatlıkla savunabiliriz. Çünkü farkın önemli olduğu yerde farkettiricinin (isim) olmaması problemlere yol açacaktır.
“Ne sünnîyim ne de şiîyim sadece müslümanım” demek her ne kadar kulağa hoş gelse de aslında boş bir sözdür. İsimlerin lafızlarını değil anlamlarını tartışmamız gerektiğine göre; ve dahi sünnî olmak veya şiî olmak kuru bir isimlendirmeden öte bir anlam taşıdığına göre sormamız gereken kritik soru şudur: Bu iki mefhumu iki mefhum yapan şey hakkında ne düşünüyorsun? Söz gelişi, senin benimsemiş olduğun İslam’da Rasulullah’ın sahabesi nerede durmaktadır? Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’den telakkî etmiş oldukları dini, olduğu gibi gelecek nesillere ve varabildiklere her bucağa ulaştıran mübârek bir nesli mi anlatıyor Sahabe? Yoksa bir kaç istisna hâricinde Hz. Peygamber’in vefâtından daha gün geçmeden dinden dönen, Allah’ın kitabını, Rasulullah’ın vasiyetini çiğnemek hususunda hiç tereddüt etmeyen bir hâinler gürûhunu mu? Yahut senin inandığın İslam’a göre, Hz. Ali’nin ve onun neslinden gelen, hata yapmaları asla mümkün olmayan onbir kişinin Rasulullah’ın halifesi olduğuna inanmak, mümin olmanın olmazsa olmaz bir şartı mıdır, değil midir? Bu şıklardan hangisini seçerseniz seçin, kendinizi belli bir isimle adlandırmasanız bile, bazı müslümanlarla aynı düşünmüş; diğer bazılarıyla da farklı düşünmüş olacaksınız. Aynı anda bütün müslümanlarla aynı fikre aynı inanca sahip olmanız mümkün olmadığına göre, siz kendinize sadece müslüman deseniz bile, hakikatte, bir görüşe, bir mezhebe mensupsunuz demektir. Tek farkınız mensup olduğunuz anlayışa bir isim takmamaktan ibâret olacaktır. Şâyet kişi bu gibi meseleler hakkında hiçbir şey düşünmüyor veya düşünmek istemiyorsa, Kur’an ve Sünnet’in bu hususlarda ne dediğini pek önemsemiyorsa, İslâm’ın düşünce sahasındaki tarihî problemleri onu ilgilendirmiyor demektir ki, bu yazı zâten ona hitap etmemektedir.
Din, esasen mensupları arasında itikat bakımından bir ayrılığın meydana gelmesini istemez. Fakat böyle bir ayrılık meydana geldiğinde de bunu görmezden gelmez. Eğer bir din orijinal hâlini muhafaza etmek gibi bir kaygı taşıyorsa –ki hak olduğunu iddia eden her din böyle bir kaygı taşır- İslam’ın itikatta meydana gelecek herhangi bir sapmaya sessiz kalması, göz yumması beklenemez. Nitekim, İslam tarihinde zuhur etmiş birçok itikadî sapmanın değişik fırka isimleri altında titizlikle kayda geçirilmesinde de böyle bir hassasiyet yatmaktadır. Bu itibarla din, her ne kadar ayrışmamayı emretse de, ayrışma vâki olduğunda bunu tescil ederek hatadan sakındırma hususunda son derece ayrıştırıcı davranır. Zira hak dinin haktan fedâkârlık yapmak gibi bir lüksü asla yoktur. Nitekim âyet-i kerimede insanların aynı inanca sahip tek bir ümmet oldukları, sonra farklı ve bozuk inançların ortaya çıkmasına binâen hakem olmak üzere Peygamberlerle berâber Kitapların gönderildiği şöyle haber verilmektedir: “İnsanlar tek bir ümmet idi. Ayrılmaları üzerine Allah rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere Peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile Kitab indirdi ki ihtilâf ettikleri noktada insanlar arasında hakem olsun” (el-Bakara 2/213). Görüldüğü üzere dinin gönderilmesi insanların ayrılığa düşmesinden sonra olmuş; ayrılık vâki olduğunda hakkı bâtıldan ayırt etmek üzere din gönderilmiş; sonuçta gönderilen dine inananlar ve inanmayanlar olmak üzere insanlar iki esaslı guruba ayrılmıştır. Dolayısıyla insanları mümin-kâfir şeklinde iki ana guruba ayırması bakımından dinin temelde ayrıştırıcı bir fonksiyon icra ettiğini söyleyebiliriz.“Ta ki Allah murdarı temizden ayırsın ve murdarları birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya yığsın ve topunu birden cehenneme doldursun” (el-Enfâl 8/37).Bu ayrıştırmanın temelinde hak-bâtıl hassasiyeti yattığı gibi, dinin, kendi mensupları arasında ortaya çıkan nevzuhur (bidat) oluşumlara karşı takındığı keskin tavırda da aynı hassasiyet bulunmaktadır.
Hâsılı, ister amelî bakımdan olsun, ister itikadî bakımdan olsun, mezhebe mensup olmadan dine mensup olmak ham bir kuruntudan ibârettir. Bu, ancak dinin asıl kaynağı Hz. Peygamber ile arasında tarihî bir mesafe olmayan ilk muhataplar açısından geçerli olabilir. Onlar hakkında dahî mutlak bir imkândan bahsetmek pek zordur. Zaten mezhep kelimesi ‘gidilen yol’ anlamındadır. Eğer din ile aranızda tarihî bir mesafe varsa dinin kaynağına varmak adına bu mesafeyi katedecek bir yola yani mezhebe ihiyacınız var demektir. Din ile bizim aramıza giren zamansal mesafe zorunlu olarak dinî bilgiyi telakki etmede bir metot ortaya koyma ihtiyacını doğurur. İşte bu dini telakkî etme metodolojisi, mezhep dediğimiz şeyin ta kendisidir.
‘Ben bir mezhebe mensup olmadan sadece müslüman olmak istiyorum’ diyen kişi sadece İslâm’ın 15 asırlık tarihini gözardı etmemekte, âdeta dinin kaynağı ile arasında hiçbir mesafe olmadığını tevehhüm etmektedir. Ya da keşke bunca ihtilaflar yaşanmasaydı da ‘müslüman’ ismi kendimizi tanımlamamıza yeterli olsaydı gibi bir temenni taşımaktadır. Bu temenni elbette hoştur lâkin temenni edince tam edesi geliyor insanın: Keşke insanlar tek bir ümmet olarak kalsalardı da, kimsin diye sorduklarında yalnızca ‘insanım’ demek yeterli olsaydı…
Fikret Çetin
Sahn-ı Semân
.
|
Bugün 985 ziyaretçi (1821 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|