ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
Kitaplara iman
Sual: İmanın üçüncü şartı nedir? CEVAP İmanın üçüncü şartı,kitaplara imandır. Amentü’deki, (Ve kütübihi)ifadesi, Allahü teâlânın kitaplarına inanmayı, iman etmeyi bildirmektedir. Allahü teâlânın gönderdiği kitaplar çoktur. Din kitaplarımızda bildirilen ise, 104 kitaptır. Bunlardan 100’ü küçük kitaptır. Bu küçük kitaplara suhuf denir.
100 suhuf kitap şu Peygamberlere inmiştir:
10 suhufu, Âdem aleyhisselama,
50 suhufu, Şit aleyhisselama,
30 suhufu, İdris aleyhisselama,
10 suhufu, İbrahim aleyhisselama.
Dört büyük kitap ise şu Peygamberlere inmiştir: Tevrat, Musa aleyhisselama, Zebur,Davud aleyhisselama, İncil,İsa aleyhisselama, Kur'an-ı kerim, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselama.
Kitapların hepsini, Cebrail aleyhisselam getirmiştir. Kur'an-ı kerim, bütün ilahi kitapların hükümlerini nesh etmiş, yani yürürlükten kaldırmış ve bu hükümleri kendisinde toplamıştır. Bugün, bütün insanların Kur'an-ı kerime tâbi olmaları lazımdır. Şimdi, hiçbir memlekette, hakiki Tevrat ve İncil yoktur. Bozulmuş İnciller vardır. Bu kitaplar sonradan tahrif edilmiş, yani insanlar tarafından değiştirilmiştir. Bozulmamış olsaydı bile, geçerliliği yoktu, hepsi Allahü teâlâ tarafından nesh edilmiştir.
Kur'an-ı kerimin gelmesi âyet âyet olmuş ve 23 senede tamamlanmıştır. Kur'an-ı kerim, kıyamete kadar geçerlidir. Geçersiz olmaktan ve insanların değiştirmelerinden korunmuştur. Kur'an-ı kerimde eksiklik veya fazlalık olduğuna inanan, Allahü teâlâya inanmamış olur.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki: (Kur’anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]
(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından[hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42]
Sual: Peygamberlere kitaplar nasıl indi? Bu kitapların mahiyeti nasıldır? CEVAP Allahü teâlâ, kitapları, melek ile, bazı Peygamberlerin mübarek kulaklarına söyleyerek, bazılarına ise, levha üzerinde yazılı olarak, bazılarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi Allahü teâlânın kelamıdır. Ebedi ve ezelîdir. Mahluk değildir. Bunlar, meleklerin veya Peygamberlerin kendi sözleri değildir.
Allahü teâlânın kelamı, bizim yazdığımız ve zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz kelam gibi değildir. Yazıda, sözde ve zihinde bulunmak gibi değildir. Harfli ve sesli değildir. Allahü teâlânın ve sıfatlarının nasıl olduğunu insan anlayamaz. Ama o kelamı insanlar okur. Zihinlerde saklanır ve yazılır.
Demek ki, Allahü teâlânın kelamının iki tarafı vardır. İnsanlarla beraber olunca, mahluk ve hadistir. Allahü teâlânın kelamı olduğu düşünülünce, kadimdir.
Sual: Bazıları, Kur'anın Peygamberimizin beynine ilham edildiğini söylüyorlar. Doğrusu nasıldır? CEVAP Kur'an-ı kerimdeki Arabi kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler halinde gelmiştir. Cebrail aleyhisselam, bu âyetleri, bu kelimelerle, bu harflerle okumuş, Peygamber efendimiz de mübarek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen Eshabına okumuştur. Peygamber efendimiz, Allahü teâlâ tarafından, mübarek kalbine bildirilenleri, Arabi olarak anlatırsa, buna hadis-i kudsi denir.
Cebrail aleyhisselam, her yıl bir defa gelip, o ana kadar inmiş olan Kur'an-ı kerimi, Levh-il-mahfuzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Ahirete teşrif edeceği sene, iki defa gelip, tamamını okudular. Peygamber efendimiz aleyhisselam ve Eshab-ı kiramdan çoğu, Kur'an-ı kerimi tamamen ezberlemişti. Bazıları da, bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını da yazmışlardı.
Peygamber efendimiz vefat edince, halife Hazret-i Ebu Bekir, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir heyete, bütün Kur'an-ı kerimi, kağıt üzerine yazdırdı. Böylece, Mushaf meydana geldi. 33 bin Sahabi, bu Mushafın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Üçüncü halife Hazret-i Osman, hicretin 25.senesinde, altı tane daha Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şam, Basra, Bağdat, Yemen, Mekke ve Medine’ye gönderdi. Bugün, bütün dünyada bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.
Kur'an-ı kerimde 114 sure ve 6236 âyet vardır. Halk arasında yanlış olarak 6666 âyet var deniliyor. Âyetlerin sayısının 6236’dan az veya daha çok olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veya birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yahut surelerin evvelindeki Besmelelerin bir veya ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmiştir. (B.Arifin)
Sual: Peygamber efendimizin mucizelerinin en büyüğü nedir? CEVAP Kur’an-ı kerimdir. Bugüne kadar gelen bütün şairler, edebiyatçılar, Kur’an-ı kerimin nazmında ve manasında aciz ve hayran kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İ’cazı ve belagati insan sözüne benzemiyor. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manasındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı Arap şairlerinin şiirlerine benzemiyor.
Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okuması veya dinlemesi, sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır. İşitenlerden kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler bile görülmüştür. Nice azılı İslam düşmanları, Kur’an-ı kerimi dinlemekle, kalbleri yumuşamış, imana gelmişlerdir. İslam düşmanlarından ve muattala, melahide ve karamita denilen müslüman ismini taşıyan zındıklardan Kur’an-ı kerimi değiştirmeye, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de hiçbiri arzularına kavuşamamıştır.
Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler ve iyi ahlak ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler ve dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak iyilikler ve varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’an-ı kerimde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbabı anlayabilmektedir.
Semavi kitapların hepsinde, Tevrat’ta, Zebur’da ve İncil’de bulunan ilimlerin ve esrarın hepsi Kur’an-ı kerimde bildirilmiştir. Kur’an-ı kerimde mevcut ilimlerin hepsini ancak Allahü teâlâ bilir. Çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir.
Kur’an-ı kerimi okumak çok büyük bir nimettir. Allahü teâlâ, bu nimeti Habibinin ümmetine ihsan etmiştir. Melekler bu nimetten mahrumdurlar. Bunun için, Kur’an-ı kerim okunan yere toplanıp dinlerler. Bütün tefsirler, Kur’an-ı kerimdeki ilimlerden çok azını bildirmektedirler. Kıyamet günü, Peygamber efendimiz minbere çıkıp Kur’an-ı kerim okuyunca, dinleyenler bütün ilimlerini anlayacaklardır. Hud aleyhisselama gelen kitap Sual: Hud aleyhisselama gelen kitap 104 kitabın dışında mıdır? CEVAP
Kur'an-ı kerimde bildirilen peygamber sayısı 28’dir. Hâlbuki çok peygamber geldi. 124 ve 224 bin olduğu rivayet edilmiş, bunlardan 313’ünün Resul olduğu bildirilmiştir. Resul, kendisine kitap gönderilen peygamber demektir. Biz sadece 104 kitabın gönderildiği resulleri biliyoruz. Diğer kitapların gönderildiği Resuller bildirilmemiştir. Bilhassa Hazret-i Nuh’tan öncekiler bilinmemektedir. Hazret-i Hud’a gönderilen kitap, 104 kitabın dışındadır. (Letaif-ül işarat fit-tefsir)
Not: Kur’an-ı kerim hakkında geniş bilgi için, (Kur’an-ı kerim)maddesine bakınız.
MollaCami.Com
KİTAPLARA İMAN
İnsanın, yaratıcısının Allah olduğunu bilmesi gerekir. Öyleyse, insanın tanımak, bilmek, eğilmek, ona güzel bir hayat tarzı sağlayacak, dünya ve ahirette mutlu olmasını sağlamak için, yaratıcısı olan Allah´ın emir ve yasaklarını bilerek tatbik etmesi gerekir. İşte bu yüzden yüce Allah, insanın bu ihtiyaçlarını Peygamberler aracılığı ile bildirmiştir. Bu emir ve yasakları, nelere inanıp, nasıl ibadet edileceğini, güzel ahlâkın kurallarını toplayıp içine alan ve tamamen Allah´tan Cebrail (a.s.) aracılığı ile vahiy ürünü olan ilahi mesajlara inanmak, imanın rükünlerinden biri olan "Kitaplara inanmak" hükmüne girmektedir.
Kutsal kitaplar, insanlık için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. İlahi kitaplar bize nasıl yaşayacağımızı, nelere dikkat edeceğimizi, kısacası mükellef olduktan sonra ölüme kadar olan hayatımızı nasıl düzene koymamız gerektiğini bildirir.
İnsan, kendisini yaratan yüce Allah´ın emirlerine bağlı olmaktan mutlu ve huzurlu olur.
Son kutsal kitap olan Kuran-ı Kerim, nazil oluşuyla birlikte diğer ilahi kitapların hükmü kalkmış, sadece Kuran-ı Kerim´e bağlı olmamız gerektiği yine Kuran-ı Kerim´de bize bildirilmiştir. [1]
İlahi Kitaplar
Her müslüman, ilahî kitapların hepsine inanmakla mükelliftir. Allah´ın gönderdiği kitapların bir tanesini de inkâr eden kâfir olur.
Allah´u Teâla, insanlara, yer ve zaman şartlarına göre Cebrail (a.s.) aracılığı ile kitaplarını Peygamberlere göndermiştir. Peygamberler de vahiy halinde kendilerine gelen kitapları ezberleyip zamanın şartlarına göre yazıp veya yazdırarak kitap haline getirmişlerdi. Bu kitaplar tamamen vahiye dayanırlar. [2]
Suhuf (Sayfalar)
Yüce Allah´ın bazı Peygamberlere gönderdiği sayfalar halindeki küçük kitaplara Suhuf denir.
Allah´u Teâla, Peygamberlere gönderdiği kitaplar az veya çok, küçük veya büyük olabilir. Yüce Rabbimiz her millete kitap veya Peygamber göndermiştir. Kendisine kitap verilen Peygamberler olduğu gibi, verilmeyenler de vardır. Kendisine kitap verilmeyen Peygamber, bir önceki Peygamber´in kitabıyla hükmedip insanları Allah yoluna çağırmışlardı.
Bu kitaplar ya bir kaç sayfa veya daha fazla olarak birer kitap haline gelecek şekilde gönderilmiştir.
Suhuflar sırası ile şu peygamberlere gönderilmiştir:
-10 sahife Hz. Adem (a.s.)´a.
-50 sahife Hz. Şit (a.s.)´a.
-30 sahife Hz. İdris (a.s.)´a.
-10 sahife Hz. İbrahim (a.s.)´a. [3]
Büyük Kitaplar
1- Tevrat: Hz. Musa´ya indirilmiştir. Tevrat´ta Peygamberlerin hayatlarından, İsrailoğulları´nın Mısır´dan çıkışından, ibadetlerden, kurban ve bayram merasimlerinden ve İsrailoğullan´nın Tûr Dağı´ndan Ken´an yurduna gelmelerinden bahsedilir.
2- İncil: Hz İsa´ya indirilmiştir. İncil´de Tevrat gibi ahkâm (hüküm bildiren) kitap olup, ibadetlerden bahseder.
3- Zebur: Davud Peygambere indirilmiştir. Zebur, Tevrat´tan ayrı bir hüküm getirmemiştir, içinde ahlaki nasihatlar ve ilahiler vardır.
4- Kur´an-ı Kerim: Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)´e indirilmiştir. O´ndan bize kadar hiç kimsenin itiraz edemiyeceği, şüpheye düşemeyeceği bir kesinlikle ulaştırılmıştır. Allahu Teala´dan geldiği gibi muhafaza edilmiş olan tek ilahi kitap Kuran´ı Kerim´dir. Allah´u Teala tarafından bütün insanlığa gönderilmiş ve kıyamete kadar O´nun hükmünün geçerli olacağı Allah tarafından bildirilmiştir.
Diğer ilahi kitaplar çeşitli sebeplerle değiştirilmiştir. Ama Kur´an-ı Kerim, Peygamberimiz (s.a.v.)´e geldiği gibi korunmaktadır. Yahudi, hıristiyan veya başka inanca bağlı olanların da takip ettikleri yolları bırakıp müslüman olmaları, din olarak İslam´ı ve kitap olarak ta Kur´an-ı Kerim´i seçmeleri gerektiğini yine Allah bildirmiştir.
Kur?an-ı Kerim bugüne kadar ve bundan sonra da kıyamete kadar geldiği şekliyle muhafaza altındadır. Bütün dünya muslümanlarının okuduğu Kur´an hep birbirinin aynıdır. Zira Allahu Teala, Kur´an-ı Kerim´de bunu garanti edeceğini şu şekilde bildirmiştir:
"Muhakak ki zikri (Kur´an-ı Kerim´i) biz indirdik, (kıyamete kadar) O´nu biz koruyacağız," (Hicr: 15/9)
Diğer ilahi kitaplarda ise durum değişik olup birbirini tutmayan İncil ve Tevrat bulunmaktadır. Bunun sebebi de kilise papazları, sinagog ve havra hahamlarının zevk ve saltanatlarına muhalif olan ayet ve hükümleri değiştirmiş olmalarıdır. [4]
Kur?an-ı Kerim?i Diğer İlahi Kitaplardan Ayıran Özellikleri
İnsanlık en mükemmel olan ilahi gerçekleri kavrayabilecek bir idrak seviyesine göre yaratılmıştır. Yüce Allah´ın yarattığı insanoğluna verdiği akıl, kendi sorumluluğunu idrak edebilir durumundadır.
"Ben neyim, nasıl oluşmuşum. Sonum ne olacak, bir intizam ve düzen ile yaratılan bu kâinat nasıl oluşmuş, gecelerin, gündüzlerin ve mevsimlerin büyük bir düzen içerisinde birbirini takip etmesi nasıl oluşuyor? "
İnsanoğlu şu sorulara cevap verebilecek durumdadır:
İnsanoğlu, insanlık mes´uliyeüni idrak ettiği sürece bu sorulara cevap bulabilmek için, kendini hep meşgul etmelidir. Nitekim İbrahim (a.s.) çocukken, kendisine hiç bir ilahi tebliğ gelmeden veya hiç kimse O´na; ´Bu düzenin, bu kâinatın elbette bir yaratıcısı vardır. O´na ibadet et denilmediği halde, putperest olan ana-babasının taptığı putlara inanmamıştı.
Kur´an- Kerim´de Yüce Allah şöyle buyurur: "O, gece basınca bir yıldız görmüştü; ´İşte bu imiş benim rabbim´ dedi. Yıldız batınca ´Batanları sevmem´ dedi. Ay´ı doğarken görünce ´Bu imiş benim rabhim´, batınca, ´Rabbim beni doğruya eriştirme şeydi andolsun ki sapıklardan olurdum´ dedi. Güneşi doğarken görünce ´işte bu imiş benim rabbim, bu daha büyük´ dedi." (En´am: 6/76-78.)
İbrahim (a.s.) daha sonra batanların da. fani olanın da kendisinin Rabbi olamayacağını, Rabbinin her şeyin, Ay´ın, yıldızların, Güneş´in ve tüm kâinatın Ötesinde olan, hepsine hükmeden ALLAH olduğunu idrak etmiş... İşte dünyanın neresinde olursa olsun, Afrika´da olabilir. Avrupa´da olabilir. Okyanus Bölgeleri´nde olabilir. Buralarda yaşayan herkes rabbini idrak edebilir. Öyle bir Rab ki kendilerine vermiş olduğu bu akıl sayesinde, hem de Rabbimiz olan ALLAH (c.c.) Hz. Adem´den Hz. Muhammed (s.a.v.)´e kadar gelip geçmiş bütün Peygamberlere vermiş olduğu vahiy görevleri ile insanları hakka davet etmişler. Diğer Peygamberler zamanında aynı devirde birden fazla Peygamber vardı. Sebebine gelince iletişim olanakları yoktu. Herhangi bir haber başka bir bölgeye zor gidebilirdi. Bu yüzden Allah hiç bir toplumu ilahi tebliğsiz bırakmadı. Ta ki Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)´ e kadar.
Artık Peygamberimiz (s.a.v) ile durum yeni hükümleri gerektirdi. O, bütün insanlığın Peygamberi olacak; Tevrat, İncil ve Zebur inanırlılığını muhafaza etmekle beraber -ki İmanın şartlarından biri olan "Ve Kutubihi" şartı buraya giriyor- hüküm olarak, kendisine inanıp, inandığımızı pratik ve günlük hayatımıza dökme emri sadece Kuran-ı Kerim ile geçerli oldu.
Yüce Allah Kuran-ı Kerim´in emirlerini bütün insanlığa, dünyanın neresinde olursa olsun herkese yetişeceğini, daha başka bir peygambere ve dine gerek kalmadığı ve insanlık için söylenmesi gerekeni bildirip şöyle buyurdu: ".... bugün sizin dininizi, sizin için kemale erdirdim. Sizin üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarakîslamı seçtim..." (Maide 5/3)
Başka bir Ayet-i Kerimede de yüce Allah; "Kim İslam´dan başka bir din ararsa O, ondan kabul edilmeyecektir. Ve o, ahirette büyük zarara uğrayanlardan olacaktır."(Al-i Imran: 3/85) buyurarak İslamdan başka bir dinin Allah indinde kabule şayan olmadığı bize bildirilmiştir.
Aslında bütün semavi dinler, (Hnstiyanlık, Yahudilik) Allah tarafından gönderildiğine göre hepsinin kaynağı birdir. Hepsi de İlahi vahye dayanır. Bütün İlahi dinler getirdikleri dini inançlarda ve ibadet esaslarında birlik halindedirler.
Buna rağmen zamanla bu dinlerin İlahi olan asılları kaybolmuş veya değiştirilmiş, yerlerine farklı kalemlerden çıkan, insanın aklına aykırı kitaplar ortaya konmuştur.
Allah´u Teala´nın bildirdiğine göre, bu değiştirme ve tahriften, yalnız Kuran-i Kerim uzak kalmıştır. Kıyamete kadar da aynen muhafaza edileceği "Muhakkak ki Kuran-ı biz indirdik. O´nun koruyucuları da mutlak surette biziz" mealindeki Ayet-i kerime ile bütün insanlığa bildirilmiştir. [5] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kadı Ebu Şuca?, Ğayet?ül-İhtisar ve Şerhi, Ravza Yayınları: 45-46.
[2] Kadı Ebu Şuca?, Ğayet?ül-İhtisar ve Şerhi, Ravza Yayınları: 46.
[3] Kadı Ebu Şuca?, Ğayet?ül-İhtisar ve Şerhi, Ravza Yayınları: 46.
[4] Kadı Ebu Şuca?, Ğayet?ül-İhtisar ve Şerhi, Ravza Yayınları: 46-47.
[5] Kadı Ebu Şuca?, Ğayet?ül-İhtisar ve Şerhi, Ravza Yayınları: 47-49.
Allah Teâlâ insanlara gönderdiği Peygamberlerin bir kısmına, birer de kitab indirmiştir. Bu kitablarda Allah, insanlara emir ve yasaklarını bildirmiş; onlara iyiyi, güzeli öğretmiş, doğru yolu göstermiştir.
İşte bu kitablara, Allah'ın kitabları mânasına İlâhî Kitablar denir. Ayrıca semâvî kitablar, mukaddes kitablar adı da verilir.
İslâm dîni Allah'ın indirdiği bütün İlâhî Kitablara inanmayı emreder. Bu îmanın özü şudur:
Her Peygambere vahiy gelmiştir. Bâzı Peygamberlere gelen vahiyler, bir araya getirilerek müstakil birer kitab halini almıştır. Kendilerine kitab verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilmiş olan İlâhî bir kitaba tâbi olmuş, onun hükümlerini, gönderildikleri insanlara anlatmışlardır.
Kur'an, en son İlâhî Kitabdır. Son Peygamber Hz. Muhammed'e (asm) indirilmiştir. Kur'an'da çeşitli peygamberlerden bahsedilmekte ve bu peygamberlerden bâzılarına kitablar verildiği anlatılmaktadır. Her Müslüman, Kur'an'a inandığı gibi, Kur'an'ın haber verdiği bu İlâhî kitablara da inanmalıdır. Bu îman, İslâm'ın inanç esasları arasında mühim bir yer tutar. Çünkü Kur'an da, daha önce indirilmiş İlâhî kitablar gibi bir İlâhî kitabdır. Geçmişteki İlâhî kitablara inanmak Kur'an'a inanmayı gerektirdiği gibi, Kur'an'a inanmak da geçmişteki İlâhî kitabların varlığını kabûl etmeyi icab ettirir.
İlâhî Kitablar Kaça Ayrılır, İsimleri Nelerdir?
Kur'an'dan önce indirilmiş olan İlâhî Kitablar ikiye ayrılır:
1. Küçük kitablar,
2. Büyük kitablar.
- Kur'an'dan önce indirilmiş olan küçük kitablara, sahifeler mânasına "Suhuf" denir. Bunlar, kitab denemeyecek hacimde birkaç formalık kitabcık veya risaleciklerdir. Hepsi 100 sahifedir.
Kendilerine suhuf verilen peygamberler: ådem, Şît, İdris ve İbrahim Peygamberlerdir. Bunlardan ådem Peygambere 10 sahife, Şît Peygambere 50 sahife, İdris Peygambere 30 sahife ve İbrahim Peygambere 10 sahife verilmiştir.
Kur'an'ın dışındaki büyük kitablar üç tanedir. İsimleri: Tevrât, Zebûr ve İncil'dir. Böylece Kur'an'la birlikte 4 büyük kitab olmuş olur.
Bunlardan Tevrat, Mûsâ Peygambere, Zebûr Dâvud Peygambere, İncil de İsâ Peygambere indirilmiştir. Kur'an ise, hepimizin bildiği gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (asm) indirilmiştir.
Diğer İlâhî Kitablarla Kur'an Arasındaki Fark Nedir?
Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitabların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitabların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Mûsâ'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Mûsâ'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabûl edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Mûsâ'ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamıyacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dininin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.
Dâvud'a (as) gelen Zebûr da, Tevrat'ın mâruz kaldığı âkıbetten kurtulamamıştır.
İncil'e gelince, Hz. İsâ (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü 30 yaşında peygamber olmuş, 33 yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudîlerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli tâkip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsâ'nın havârilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsâ'nın havârileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsâ'ya gelen İlâhî sözleri onlardan dinliyenlerdir.
Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabûl edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarında Hz. İsâ'nın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü 4 İncil'i kabûl edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.
Görüldüğü gibi, Hz. İsâ'nın (hâşâ) Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsâ'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabûl edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hıristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü 4 İncil'in, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.
Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitablar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?
Biz Müslümanlar, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud ve Hz. İsâ aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebûr ve İncil adını taşıyan İlâhî kitablar gönderildiğine ve bu kitabların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitablar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.
Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan kitabların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurâfe ve bâtıl itikadların karıştığı da bir vâkıadır. Bu sebeble, bu kitablara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabûl ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitablara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitabların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.
Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir:
"Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu:
- Siz ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki:
"Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Mûsa'ya ve İsâ'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlarız." (Bakara: 136)."
Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır?
Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhî fermanı olan Kur'an, 23 senede âyet âyet, sûre sûre nâzil olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisine nâzil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahâbelerine okur, sahâbeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nâzil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize Cebrâil (as) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Ayrıca Cebrâil (as) her Ramazanda gelir, o güne kadar nâzil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize yeni baştan okurdu. Efendimizin vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibrîl yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibrîl okumuş, Peygamberimiz dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz okumuş, Hz. Cibrîl dinlemişti. Böylece Kur'an, son şeklini almıştı.
Bununla beraber, Hz. Peygamber'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde Sahâbeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hâfızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.
Nihayet Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hâfızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hâfızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.
Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti.
Hz. Osman zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaftan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi.
Bugün elde mevcut olan Kur'an'lar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır.
Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer İlâhî Kitablardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî îcaz ve İ'câzının, yani, ezberleme kolaylığının, hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyat ve belâgatına erişilememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebeb, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyâmete kadar lâfız ve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz..."(Hicr: 9).
Bugün yeryüzündeki bütün Kur'an'lar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hâfızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşerî kitaba nasîb olmadığı gibi, semavî kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyâmete kadar geçerli ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvî bir şerefe nail olması da, elbette zarurî ve lüzumludur.
Kur'ân-ı Kerîm Niçin Arabça Olarak Gelmiştir?
"Kur'ân-ı Kerîm'in Arapça gelmiş olmasındaki sebeb ve hikmetler cümlesinden şu kadarını söylemek yerinde olur ki: Arabça, fiil çekimleri, şahıs zamirleri ve kelime türeyişleri ile fevkalâde zengin ve kıvrak bir dil olmak özelliğine ilâveten, her türlü mâna kaymalarına ve yanlış anlamalara karşı son derece sağlam bir ifade kudret ve kabiliyetine de sâhiptir. Bu bakımdan İngilizce ve Fransızca gibi en gelişmiş diller de dahil, yeryüzünde hâlen hiçbir dil, Arabça ile boy ölçüşebilecek ifade gücüne sahip değildir. İşte birçok bilginler, Kur'ân-ı Kerîm'in Arab dili ile gelmiş olmasını büyük ölçüde Arabçanın bu özelliği ile açıklar ve ondaki ifade gücüne bağlarlar.
Fakat onların da dikkatlerinden kaçmış olan çok önemli bir husus daha vardır ki, o da; Arabçanın en fonetik (telâffuzu en kolay) bir dil olmasıdır. Çünkü Arabça, sadece dört sesli harf kullanır. Dünya dilleri arasında en az sesli harf kullanan bir dil olması bakımından da dünyanın en kolay telâffuz edilebilen bir dilidir. Çünkü bir dilin telâffuzundaki zorluk, o dildeki sesli harflerin çokluğu ile ölçülür. Bilindiği gibi Türkçede sekiz sesli harf vardır. İngilizce ve Fransızca'da sesli harflerin sayısı 10'ün üstündedir. Diğer dünya dilleri de yedi, sekiz sesliden daha az değildir. Halbuki Arabça'da (A, E, İ ve U) olmak üzere yalnız dört sesli harf vardır, bunlar da, hemen hemen bütün dillerde bulunan ve en çok kullanılan seslilerdir. Bu itibarla bir Arab, başka bir dili öğrenmek ve iyi konuşabilmek için aslında kendi ana dilinde olmayan bâzı sesleri de öğrenmek ve kendini bu seslere alıştırmak zorundadır. Halbuki aslen Arab olmayan biri, Arabçadaki seslere intibak bakımından hiçbir zorlukla karşı karşıya kalmayacaktır. Çünkü zaten Arabçadaki sesler, kendi dilinde de en çok kullanılan ana seslerdir.
Kur'an-ı Kerîm'in namazda aslından okunması lüzumu ve bunun Arab olmayan diğer Müslümanlar için de bir farz olduğu düşünülürse, Kur'an'ın Arabça olması ile diğer Müslüman milletlere nasıl bir kolaylık sağlandığı ve İslâmiyetin neden cihanşümûl bir din olduğu daha iyi anlaşılmış olur. Böylece Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerîm'i Arabça indirmekle, sadece anlaşılmak bakımından da en fazla kolaylık sağlayan bir dil seçmiştir: Çünkü,"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez..." (Bakara: 186).
Cenâb-ı Hakk, ilk insan ve ilk peygamber Âdem -aleyhisselâm-’dan itibaren beşeriyyete emir ve nehiylerini evvel zamanlarda suhuflar hâlinde göndermiş, sonra nesiller çoğalıp ictimâî mes’eleler arttıkça da katından büyük kitaplar irsâl eylemiştir. Bunlar dört tanedir. Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’ân. Suhuf ve kitapların hepsi kendi döneminin hak kitaplarıdır. Dolayısıyla kitaplara îmân, onların Allâh’tan indirildiği aslî şeklinedir.
Suhufların onu Âdem -aleyhisselâm-’a, ellisi Şit -aleyhisselâm-’a, otuzu İdris -aleyhisselâm-’a, son onu da İbrahim -aleyhisselâm-’a gönderilmiştir. Büyük kitaplardan da mâlum olduğu üzereTevrât Mûsâ -aleyhisselâm-’a, Zebûr Dâvûd -aleyhisselâm-’a, İncîl Îsâ -aleyhisselâm-’a ve son olarak da Kur’ân-ı Kerîm Âlemlerin Efendisi Hazret-i Muhammed -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e nâzil olmuştur.
İlâhî kitaplar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gönderdiği bir mektup gibidir. Beşerin hayatını düzenleyen ve ebedî seâdetinin reçetesini takdîm eden bu kitaplar Cenâb-ı Hakk’ın kelâmsıfatının beşer kelâmı ve idrâkine in’ikâsıdır. Dolayısıyla her biri verdiği mesajların yanında apayrı bir kelâm mûcizesidir.
İlâhî kitapların sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerîm, önceki bütün kitapları neshetmiştir. Esasen akıp giden zamanın seyri içinde hem değişen ve gelişen beşerî ihtiyaç hem de gaflet ve nefsâniyet erbâbının o kitaplara müdâhalesi ve tahrîfleri de bunu gerekli kılmıştır. Bununla birlikte her gelen suhuf ve kitapta öz, yânî îtikâdî mes’eleler aynıdır. Şâir, bunu hulâsaten ne güzel ifâde eder:
“(Ey Rasûlüm!) Biz her ümmete, usûlüne göre ibâdet ettikleri bir yol (şerîat) yaptık. Onun için (dîn) iş(in)de seninle aslâ çekişmesinler…” (el-Hac, 67)
Semâvî kitapların en büyük husûsiyeti hiç şüphesiz ilâhî vahye istinâd etmeleridir. Ancak bugün bu vasıf sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsus husûsiyet olarak karşımıza çıkar. Zîrâ diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra büyük bir beşerî tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve nihâyet bir insanın kaleme aldığı kitaplar hüviyetine bürünmüştür. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de bu durum olmuştur. Bununla birlikte son olarak inzâl olunan Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî kitapların «hıtâmuhû misk» kabîlinden hepsini şâmil ve en mükemmelidir. Son olmak itibarıyla da bizzât ilâhî muhâfaza altındadır. O, kıyâmete kadar kendisini ilâhî ifâdeyle şöyle takdîm eder:
“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddiânızda doğru iseniz Allâh’tan gayrı şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.” (el-Bakara, 23)
Bu ilâhî te’yîdle Kur’ân-ı Kerîm, bütün asırlara meydan okuyarak bir beyân mûcizesi hâlinde devam etmektedir. Onda bize bir kurtuluş reçetesi mâhiyetinde takdîm edilen temel hususlar kısaca şunlardır:
1. Âmentü (îmân esasları) ve amel-i sâlihler,
2. İnsanın sûret yapısıyla alâkalı olarak yaratılış safhaları; dünyâya gelişi, yaşayıp ölmesi vs. ve sîret yapısıyla alâkalı olarak da nefse âit ham vasıflar ile rûha âit kâmil hasletler ve insanın ham vasıftan kâmil vasfa yükselebilmesi için nefis tezkiyesi ile kalb tasfiyesi,
3. Kâinât manzûmesi; yedi kat semâvât, güneş, ay, yıldızlar, tabiat hâdiseleri, gölgenin uzaması-kısalması, yağmur, gece gündüz deverânı, yer ile gök arasında yaşayan varlıklar ve husûsiyetleri,
4. Târihî bilgiler; milletlerin müsbet ve menfî hâllerinin dünyâ ve âhıretteki durumları, ilâhî intikâm tecellîleri, peygamberler ve kavimlerinin kıssalarındaki sayısız hisseler, geçmişten ibretler,
5. Bir taraftan ezel, diğer taraftan ebed iklîmine uzanan engin bir tefekkür ve tezekkür deryâsı…
İslâmiyetin iman esaslarından biri de kitaplara imandır. Kitaplara iman etmek her müslümana farzdır.
Yüce Allah kullarına mutluluk ve saadet yollarını göstermek için içlerinden bazılarını peygamber seçmiş; onlardan bir kısmına melek vasıtası ile kitaplar indirmiş; yaşam kanunlarını koymuş, emirler ve yasaklar koymuş; iyiyi kötüyü, doğruyu eğriyi göstererek bunların sonuçları konusunda insanları aydınlatmıştır. Böylece insanlara her iki dünyada da mesut olmanın yolları gösterilmiştir. Bu ilâhî mesajların toplamına "İlâhî Kitaplar." veya "Semavî Kitaplar " denir.
İlâhî kitaplar, insan cihazının bütün hassasiyetini, yapılış özelliklerini muhafaza ederek sürdürebileceği ideal yaşam biçimi, hayat kanunları ve işleyiş kurallarıdır. Yaratılmışların en şereflisi olan insanın, gerek yaratanına, gerekse birbirlerine ve başka varlıklara karşı nasıl hareket edeceklerini, nasıl davranacaklarını ilâhî kitaplar bildirirler. Bilinmesi, inanılması gereken meseleleri ve ibadetleri insanlar, sırf kendi akılları ile bulamazlar. Öldükten sonraki hayat, âhiret ahvali, iman esasları, ibadet çeşitleri ve şartları, kardeşlik ve yardımlaşma şekilleri v.b. pek çok konularda insanlar mukaddes kitaplara müracaat etmek zorunda kalmışlardır. Eğer Cenab-ı Hak ilâhî kitapları göndermeseydi insanlar büyük bir vahşet içine düşerler, denizin ortasında rotasını yitirmiş bir gemiye dönerlerdi.
Ne yazık ki, Hz. Adem (a.s.)'den bizim Peygamberimize kadar gönderilen ilâhî kitaplar, peygamberlerine gönderildikleri şekilleri muhafaza edememişlerdir. Hiç değişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaşabileni sadece Kur’an-ı Kerîmdir.
Biz kitaplara inanırken, onların Allah'ın gönderdiği ilk orijinal şekillerine inanırız. Onların hepsinin hak ve Allah tarafından olduklarına iman ederiz.
B) KİTAPLARIN ÇEŞİTLERİ
a. Sayfa halinde gelenler: Bunlara suhuf(sayfalar) denir.
Tevrat: Musa Aleyhisselâma Zebûr: Dâvut Aleyhisselâma İncil: İsa Aleyhisselâma Kur’an: Muhammed Aleyhisselâma gönderilmiştir.
C) KUR’AN-I KERİM
Kur’anı Kerim son peygamber Hz. Muhammet (s.a.v.)e Allah tarafından Cebrail (a.s) aracılığı ile nazil olmuş mukaddes kitapların sonuncusudur. Kur’an adı bizzat âyetlerde geçer. " Onlar hâlâ Kur’anı gereği gibi düşünmeyecekler mi?" ( Nisâ: 82 ).
Kur’an-ı Kerîm, Müslümanların mukaddes kitabıdır. Tevrat, Zebur ve İncil’de olduğu gibi Kur’an’da herhangi bir tahrif olmamıştır. Kıyamete kadar da olmayacaktır. Çünkü Allah ( c.c.) Kur’anın muhafaza olunacağını bizzat vaat etmiştir. "Kur’anı biz inzal ettik, şüphesiz koruyucuları da biziz." (Hicr:9)
a. Nazil Oluşu (Levh-i mahfuzdan yer yüzüne indirilişi)
Kur’an-ı Kerîm, âyet âyet, sûre sûre, ihtiyaçlara cevap olarak 23 senede vahiy yoluyla Hz. Peygambere gelmiş, vahiy kâtipleri tarafından yazılmış, yüzlerce hâfız tarafından ezberlenmiş tevatür yoluyla hiçbir değişikliğe ve eksikliğe uğramadan bize kadar gelmiştir.
Bu mübarek kitap, Peygamberimize 40 yaşında iken nazil olmağa başlamıştır. Milâdî 610 yılının 27 Ramazanında Cebrail (a.s)ın "Oku" emrini getirmesiyle Kuran’ın nüzulü başlamış ve 63 yaşında tamamlanmıştır.
O lâfzı, manası, üslubu ve bütün yönleriyle Allah kelâmıdır. O, ebedî bir mucizedir. Hiçbir beşer sözüne benzemez.
Kur’an-ı Kerîm 114 suredir. Kur’anın ayetleri hususunda ise âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu itibarî olup, esasta bir fark yoktur. Bazı âlimler sûre başlarındaki besmeleleri ve mukattaa harflerinden bir kısmını müstakil âyet saymışlardır. Bazıları da secâvendle ayrılmış olan âyetleri iki ayrı âyet saydıklarından âyet sayısı değişik rakamlarla ifade edilmiştir. Bu Kuran’ın kendisinde bir eksiklik veya fazlalık değil, var olanın değişik sayımıdır.
Ebu Amr ed-Dâni’ye göre âyetlerin sayısı 6000’dir.
İsmail b. Cafer’e göre âyetlerin sayısı 6214’tür.
Ehl-i Mekke’ye göre âyetlerin sayısı 6219’dur.
Ehl-i Kûfe’ye göre âyetlerin sayısı 6236’dır
Basralılara göre âyetlerin sayısı 6204’tür
Şamlilara göre âyetlerin sayisi 6226’dır
Zemahşerî'ye göre âyetlerin sayısı 6666’dır
Kur’anın kelimeleri: 77439, harfleri: 332015’tir.
b. Toplanışı:
Peygamberimize Kur’an âyetleri ve sûreleri geldikçe Efendimiz (s.a.v) bunları yanında olan ashabına okurdu. Ashap hem duyduğu Kur’an âyetlerini ezberler hem de bir tarafa yazarlardı. Ayrıca nazil olan âyetleri yazmakla vazifeli Müslümanlar vardır ki bunlara "vahiy kâtipleri" denirdi. Böylece Kur’an-ı Kerîm, Peygamberimizin sağlığında çok sayıda Müslüman tarafından ezberlenmiş, yazılmış ve vahiy kâtipleri tarafından da yazı ile kaydedilmişti. Ancak ayrı ayrı olan sayfalar toplanmış değildi.
Peygamberimizin vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında Yemâme savaşlarında 70 kadar hafız şehit olmuştu. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’e müracaat ederek bizzat Peygamberin sağlığında onun lisanından ezberlenmiş olanlar ölüp gitmeden Kuran’ın kitap halinde bir araya getirilmesini teklif etti. Hz. Ebû Bekir bir süre düşünüp, istişare ettikten sonra vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sabit’in başkanliginda bir komisyon kurarak titiz bir çalişma yapti. Böylece âyet ve sûreler Hz. Peygamberin, vahiy kâtiplerine bildirdiği tertip üzere bir araya getirildi.
Kur’an-ı Kerîm böylece toplanmıştır. Vefatına kadar Hz. Ebû Bekir’de kalmış olup sonra ikinci halife Hz. Ömer’e geçmiş, daha sonra Hz. Ömer’in kızı ve Peygamberimizin eşi olan Hz. Hafsa’ya geçmiştir. Titizlikle korunan bu nüsha kutsal bir emanet olarak Hz. Osman’a intikal edince ilk nüsha esas olmak üzere adedi çoğaltılarak yediye çıkarılmış ve Müslümanların nüfuz bakımından çoğunlukla oturmakta olduğu büyük şehirlere gönderilmiştir. Bu çoğaltılan nüshalar da büyük bir şuur ve dikkatle muhafaza olunmuştur. Böylece Kur’an bir yandan ezber (hıfz) yoluyla bir yandan da toplanıp yazılarak tevatüren (yalan söylemelerine imkân olmayan çok sayıda kalabalık tarafından günümüze kadar bir harf bile tahrif olunmadan) gelmiştir.
Kuran’a sevgi ve saygı duymak, gösterdiği yoldan gitmek, her müslümanın borcudur. Kur’an yolu, saadet ve hak yoludur.
c. Özellikleri:
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’e bir takım özellikler vermiştir ki, başka hiçbir kitapta bulunmaz:
Tarihî belgelere ait bütün şartları, içinde toplayan yegâne mukaddes kitap, Kuran’dır.
Lâfız ve manası ile beraberce Cenab-ı Hak tarafından vahy olunmuş olup bu konuda Cebrail (a.s) ve Muhammet (s.a.v) sadece vasıta olmuştur. Kur’an, Allah Teâlâ’nın ezelî kelâmıdır.
Peygamberden zamanımıza kadar tevatür yoluyla nakledilmiş ve tevatür yüz binlerce, milyonlarca insan tarafından zamanımıza kadar devam ettirilmiştir.
Kur’an kolayca öğrenme özelliğine sahiptir.
Kur’an hem lâfız, hem mana bakımından mucizedir. İnsanda hayranlık uyandıran bir eşsizliğe sahiptir ve benzeri, insanlar tarafından yapılamayacaktır.
Kuran’ın bir başka özelliği ise dünyada başardığı büyük değişikliktir. O, (23) yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda yüzyıllar boyunca kökleşip yerleşmiş olan putperestlik ve buna bağlı yüzlerce ahlaksızlığı ve yüz kızartıcı ahlâksız adetleri kökünden silip süpürmüştür. Kuran’ın en mühim özelliklerinden biri insan ruhunda meydana getirdiği büyük tesir ve buna paralel olarak yaptığı inkılâptır.
Kur’an’da çok kısa âyetlerde, çok büyük hakikatler dile getirilmiştir.
Namazlarda zorunlu olarak, namaz dışında hükümlerini öğrenip anlamak gayesi ile sürekli olarak okunur.
Kur’an, başka kitaplar gibi belli bir millete ve belli bir zamanin ihtilaçlarini karşilamak üzere degil bütün zamanlarin ihtiyacini karşilamak üzere ve bütün insanliga gönderilmiştir.
Hakiki mümin Allah Teâlânin bütün kitaplarina inanir ve Hak Teâlânin insanlara son kitabi olan Kur’an-ı Kerîme sarılır, onun hükümlerine riayet etmeğe çalışır. Kuran’ın üstünlüğüne dair Peygamberimizin hadis-i şerifleri çoktur. Peygamberimizin Kur’an-ı: "... Allah’ın metin bir ipi, açık bir nûru, hikmet dolu bir zikri ve sırat-ı müstakîmdir.. Alimler ona doymaz mattakiler ondan usanmaz, onun ilmini bilen ileri gider, onunla hükmeden adalet eder. Ona sıkı sarılan doğru yola hidayet bulur." hadisi ile ne güzel tanıtmıştır! İslâm âlimleri Kuran’ın üstün özelliklerini tanıtmak için ciltler dolusu eserler yazmışlardır.
İmanın altı şartından üçüncüsü, Allah'ın kitaplarına inanmaktır.
Yüce Allah, kullarına peygamberleri aracılığıyla kitaplar göndermiştir. Bu kitaplarda, Allah'ın emirleri ve yasakları bildirilmiş, kulların yapması gereken görevler öğretilmiş, dünya ve ahirette mutlu olmanın yolları gösterilmiştir.
Biz müslümanlar, peygamberlere gönderilen kitapların hepsine inanıyoruz. Ancak, Kur'an-ı Kerim'den başka diğer ilâhi kitapların sonradan bozulduğunu ve değiştirildiğini de biliyoruz. Kur'an-ı Kerim ise, Peygamberimize indirildiği gibi titizlikle korunmuş ve hiç bir değişikliğe uğramamıştır.
Allah tarafından peygamberlere gönderilen kitaplardan bazıları birkaç sayfadan meydana gelen küçük kitaplardır.
Peygamberlere Gönderilen Sahifeler:
1) 10 sahife, Âdem Aleyhisselâm'a,
2) 50 sahife, Şit Aleyhisselâm'a,
3) 30 sahife, İdris Aleyhisselâm'a,
4) 10 sahife, İbrahim Aleyhisselâm'a, gönderilmiştir.
Bunların toplamı 100 sahifedir.
Peygamberlere Gönderilen Dört Büyük Kitap:
1) Tevrat, Musa Aleyhisselâm'a,
2) Zebur, Dâvut Aleyhisselâm'a,
3) İncil, İsâ Aleyhisselâm'a,
4) Kur'an-ı Kerim, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhisselâm'a, gönderilmiştir.
Kur'an-ı Kerim'in Özellikleri :
En son ve en büyük peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'e Allah tarafından gönderilen Kur'an-ı Kerim müslümanlığın kutsal kitabıdır.
Kur'an-ı Kerim'i diğer ilâhi kitaplardan ayıran ve üstün kılan birçok özellikler vardır.
Bu özelliklerin başlıcaları şunlardır:
a) Kur'an-ı Kerim Peygamberimize indiği gibi hiç bir değişikliğe uğramadan bize kadar gelmiştir. Kıyamete kadar da bozulmadan devam edecektir. Öteki kutsal kitaplardan bazıları tamamen kaybolmuş, bazıları da birçok değişikliklere uğrayarak bozulmuş ve hiçbiri Allah'tan gönderildiği gibi muhafaza edilememiştir. Kur'an-ı Kerim'i koruyacağını Yüce Allah, şu ayetle teminat altına almıştır: "Kur'an-ı sana Biz indirdik, onun koruyucusu da Biziz". (Hicr sûresi, 9) Gerçekten de Allah, kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'i günümüze kadar korudu, kıyamete kadar da koruyacaktır.
b) Kur'an-ı Kerim toplu olarak değil, zaman ve olaylara göre ayetler ve sûreler halinde parça parça inmiştir. Bu durum, onun kolayca ezberlenmesini ve anlaşılmasını sağlamıştır.
c) Kur'an-ı Kerim son ilahî kitaptır. Ondan sonra başka kitap gelmeyecektir. Kur'an'ın hükümleri kıyamete kadar geçerli olacak, değişmiyecektir. Önceki kitaplar ise belirli bir zaman için gönderilmişti.
d) Kur'an-ı Kerim, bütün insanlığa gönderilen bir kitaptır. Her asrın ihtiyaçlarını karşılayacak hakikat ve hikmetlerle doludur.
Kur'an-ı Kerim'e Karşı Görevlerimiz
1) Her müslüman, Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın sözü olduğunu bilmeli ve tecvid kurallarına uygun olarak Kur'an'ı yanlışsız okumalıdır.
2) Kur'an-ı Kerim'i abdestli olarak eline alıp "Eûzü-besmele" ile okumaya başlamalıdır. Kur'an'ı okurken mümkünse kıbleye karşı dönmeli ve son derece edepli, saygılı olmalı ve anlamını öğrenmeye çalışmalıdır.
3) Kur'an-ı Kerim, temiz yerlerde okunmalı; başka işlerle meşgul olup, dinlemeyen kimselerin yanında ve pis yerlerde okunmamalıdır.
4) Kur'an-ı Kerim, yüksek ve temiz yerlerde bulundurulmalı, hürmetsizlik sayılacak yerlere konulmamalıdır.
5) Kur'an'ın yap dediklerini yapmalı, yapma dediklerinden sakınmalı, Kur'an'ın ahlâk ilkelerine uygun hareket etmelidir.
Allah'ın bazı peygamberlere kitaplar indirdiğine, bunların hepsinin doğru ve gerçek olduğuna inanmak. Amentü olarak bilinen iman esaslarından birisidir. İman konusu olan kitaplara Allah tarafından indirilmiş kitaplar anlamında Kütüb-i ilahiye, Kütüb-i Münezzele, Kütüb-i Semâviye denir. İlahi kitaplar Allah'ın peygamberlerine gönderdiği vahiyler toplamından oluşur. Her topluma peygamber ve uyarıcı gönderildiğine (en-Nahl, 16/32; el-Fatır, 35/25) ve bunlarla birlikte kitaplar indirildiğinde (elBakara, 2/213) göre çok sayıda kitap indirilmiş olduğu söylenebilir. Ne var ki, bunlar Kur'an'da ayrı ayrı anılmaz. Anılanlar yalnız Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'a indirilen Suhuf'la Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'ân'dır. Güvenilirliği tartışmalı bir hadiste ise toplam yüz sahife indirildiği, bunlardan ellisinin Sit (a.s)'a, otuzunun İdris (a.s)'a, onunun İbrahim (a.s)'a ve onunun da Musa (a.s)'a (onunun Adem (a.s)'a indirildiği de söylenir), indirildiği belirtilir (Ebû Zer'den ibn Ebi'd- Dünya). Kitaplardan Tevrat Musa (a.s)'a, Zebur Davud (a.s)'a, İncil İsa (a.s)'a ve Kur'an da Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilmiştir.
Kur'an kitaplara inanmanın gerekliliğini çok değişik biçimlerde ortaya koyar. Bu konuya ilişkin âyetlerden bir bölümü kitaplara inanmayı buyruk halinde ifade eder: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlar(ın)a indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve (diğer) peygamberlere Rabb'leri tarafından verilene inandık, onlar arasında bir ayrım yapmayız, biz Allah'a teslim olanlarız deyin" (el-Bakara, 2/136). "Ey iman edenler, Allah'a, elçisine indirdiği Kitap'a ve daha õnce indirmiş bulunduğu Kitap'a inanın " (en-Nisâ, 4/136). Bazı âyetlerde kitaplara iman, mü'minlerin nitelikleri arasında sayılır: "Mü'minler) sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar, ahirete de kesinlikle iman ederler." (el-Bakara, 2/4). Peygamber de diğer mü'minler gibi kitaplara inanmak zorundadır: "Elçi, Rabb'inden kendisine gelene inandı, mü'minler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı" (el-Bakara, 2/285). Bazı âyetler de kitaplara inanmamanın küfür ve sapıklık olduğunu belirterek imanın gerekliliğini dile getirir: "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkar ederse o uzak bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisa, 4/136).
Kitaplara inanmak Allah'a, meleklerine ve peygamberlerine inanmanın bir gereğidir. Allah insanlara doğru yolu göstermek üzere, içlerinden seçtiği peygamberler aracılığı ile kitaplar gönderir. Kitaplar, melek aracılığı ile gelen vahiyler toplamıdır. Allah'a inanmakla birlikte meleklere, vahiy olayına inanmayan, peygamberlik kurumuna karşı çıkan kişi, İslâm'ın öngördüğü inanç bütünlüğünden uzak düşmüş olur. Kitaplar yeryüzünde halife olarak yaratıları insana verilen emanetin, başka bir deyişle yeryüzünde Allah'ın egemenliği ilkesi üzerine kurulu ilahi düzenin gerçekleştirilmesi gõrevinin yerine nasıl getirileceğini gösteren, talimatlar, emir ve yasaklar toplamıdır. Bunlar insan hayatını en mükemmel biçimde düzenleyecek inanç esaslarını, ibadet biçimlerini, yapılması ya da yapılmaması gereken davranış ve eylemleri, güzel ahlâk ilkelerini, siyasal ve toplumsal hayat düzenleyecek temel ilke ve kuralları ihtiva eder. Bu nedenle kitaplara inanmak, insanın inanç ve düşünce dünyasını, bireysel ve toplumsal hayatını Kitap'ın öngõrdüğü biçimde yönlendirme ve düzenlemeyi kabul etmek anlamına gelir.
Adı ne olursa olsun, nasıl nitelenirse nitelensin, bütün ilâhî kitaplar Allah kelamıdır. Kaynakları ve taşıdıkları mesaj açısından aralarında bir fark yoktur. Hepsi gerçektir ve gerçeği bildirir. Temiz yaratılmış melekler aracılığı ile indirilir, Allah'ın koruması altında oldukları için şeytânın ya da başka bir varlığın müdahalesinden uzaktır. Hepsi Allah'ın birliğini, yalnız O'na kulluk edilmesi gereğini bildirir: "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona "Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım" (el-Enbiya, 21/25). "Andolsun biz her ümmet içinde Allah'a kulluk edin, tağuttan kaçının diye bir elçi gõnderdik... " (en-Nahl, 16/36). "O size dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle ki, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" (eş-Şûra, 42/13). Ancak indirildikleri topluma göre dilleri; "Biz her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açıklasın" (İbrahim, 14/4), ile zaman ve toplum şartlarının gerektirdiği kimi kural ve yöntemler değişir: "Sizden her biriniz için bir şerîat ve yol belirledik" (el-Maide, 5/48).
Kur'an'ın andığı suhuflar günümüze ulaşmadı. Tevrat, Zebur ve İncil ise ancak tahrif edilmiş biçimde varlığını koruyabilmiştir. Kitab-ı Mukaddes adı altında birleştirilen bu kitaplardan Tevrat Ahd-i Atik; İncil Ahd-i Cedid olarak anılmakta, Zebur ise Mezmurlar adıyla Ahd-i Atik içinde yer almaktadır. Kur'an, önceki kitapların muhatablarınca nasıl tahrif edildiğine kısaca değinir "Oysa onlardan bir grup vardı ki Allah'ın sözünü işitirlerdi de düşünüp akıl erdirdikten sonra, bile bile onu değiştirirlerdi... Vay haline o kimselerin ki Kitab'ı elleriyle, yazıp az bir paraya satmak için "Bu Allah'tandır" derler! Ellerinin yazdığından ötürü vay haline onların. Kazandıklarından ötürü vay haline onların" (el-Bakara, 2/75-79). Buna karşılık Kur'an bozulmaktan, değiştirilmekten korunmuş, vahyin tek ve gerçek ifadesidir. Bu özelliğiyle önceki kitapları içermekte, tahrif edilmiş biçimlerinde bulunan yanlışları düzeltmekte, eksik yanlarını tamamlamakta, eklemeleri iptal etmektedir.
Kitaplara iman, Kur'an'la birlikte eldeki muharref Tevrat, Zebur ve İncil'de de gerçekliğini, doğruluğunu kabul anlamına gelmez. Mü'min onların asıllarının Allah kelâmı olduğunu kabul etmekle yükümlü olduğu kadar, elde bulunan biçimlerinin bozulmuş olduğunu da kabul etmekle yükümlüdür. Bu nedenle Tevrat ya da İncil'den gelen bir bilgiyle karşılaşan mü'min, bu bilginin doğru ya da yanlış olduğunu söylemeden önce Kur'an'a ve sünnete başvurmak zorundadır. Bilginin Kur'an'la ve sünnetle çelişmemesi, Kur'an'ın ve sünnetin öngördüğü ilke ve kurallarla çakışmaması durumunda bilginin doğru olduğunun kabul edilmesinde bir sakınca yoktur. Ancak Kur'an'a ve sünnete ters düşen bir bilginin kabul edilmesi, Allah'tan gelen bir bilgi biçiminde değerlendirilmesi söz konusu edilemez. Öyleyse kitaplara iman, temelde Allah'ın gönderdiği vahye, vahyin peygamberler boyunca sürdüğüne ve en son ve mükemmel biçimde Kur'an'la noktalandığına inanmayı ifade eder.
(Konu için ayrıca Amentü, İncil, Kelam, Kitap, Kur'an, Peygamberlik, Tevrat, Zebur ve Vahiy maddelerine bakınız).
İmanın üçüncü şartı, kitaplara imandır. Amentü’deki, (Ve kütübihi) ifadesi, Allahü teâlânın kitaplarına inanmayı, iman etmeyi bildirmektedir. Allahü teâlânın gönderdiği kitaplar çoktur. Din kitaplarımızda bildirilen ise, 104 kitaptır. Bunlardan 100’ü küçük kitaptır. Bu küçük kitaplara suhuf denir.
100 suhuf kitap şu Peygamberlere inmiştir:
10 suhufu, Âdem aleyhisselama,
50 suhufu, Şit aleyhisselama,
30 suhufu, İdris aleyhisselama,
10 suhufu, İbrahim aleyhisselama.
Dört büyük kitap ise şu Peygamberlere inmiştir:
Tevrat, Musa aleyhisselama,
Zebur, Davud aleyhisselama,
İncil, İsa aleyhisselama,
Kur’an-ı kerim, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselama.
Kitapların hepsini, Cebrail aleyhisselam getirmiştir. Kur’an-ı kerim, bütün ilahi kitapların hükümlerini nesh etmiş, yani yürürlükten kaldırmış ve bu hükümleri kendisinde toplamıştır. Bugün, bütün insanların Kur’an-ı kerime tâbi olmaları lazımdır. Şimdi, hiçbir memlekette, hakiki Tevrat ve İncil yoktur. Bozulmuş İnciller vardır. Bu kitaplar sonradan tahrif edilmiş, yani insanlar tarafından değiştirilmiştir. Bozulmamış olsaydı bile, geçerliliği yoktu, hepsi Allahü teâlâ tarafından nesh edilmiştir.
Kur’an-ı kerimin gelmesi âyet âyet olmuş ve 23 senede tamamlanmıştır. Kur’an-ı kerim, kıyamete kadar geçerlidir. Geçersiz olmaktan ve insanların değiştirmelerinden korunmuştur. Kur’an-ı kerimde eksiklik veya fazlalık olduğuna inanan, Allahü teâlâya inanmamış olur.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Kur’anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]
(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42]
Kur’an-ı kerimdeki Arabi kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler halinde gelmiştir. Cebrail aleyhisselam, bu âyetleri, bu kelimelerle, bu harflerle okumuş, Peygamber efendimiz de mübarek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen Eshabına okumuştur. Peygamber efendimiz, Allahü teâlâ tarafından, mübarek kalbine bildirilenleri, Arabi olarak anlatırsa, buna hadis-i kudsi denir.
Cebrail aleyhisselam, her yıl bir defa gelip, o ana kadar inmiş olan Kur’an-ı kerimi, Levh-il-mahfuzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Ahirete teşrif edeceği sene, iki defa gelip, tamamını okudular. Peygamber efendimiz aleyhisselam ve Eshab-ı kiramdan çoğu, Kur’an-ı kerimi tamamen ezberlemişti. Bazıları da, bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını da yazmışlardı.
Peygamber efendimiz vefat edince, halife Hazret-i Ebu Bekir, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir heyete, bütün Kur’an-ı kerimi, kağıt üzerine yazdırdı. Böylece, Mushaf meydana geldi. 33 bin Sahabi, bu Mushafın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Üçüncü halife Hazret-i Osman, hicretin 25.senesinde, altı tane daha Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şam, Basra, Bağdat, Yemen, Mekke ve Medine’ye gönderdi. Bugün, bütün dünyada bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.
Kur’an-ı kerimde 114 sure ve 6236 âyet vardır. Halk arasında yanlış olarak 6666 âyet var deniliyor. Âyetlerin sayısının 6236’dan az veya daha çok olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veya birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yahut surelerin evvelindeki Besmelelerin bir veya ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmiştir. (B.Arifin)
Peygamber efendimizin mucizelerinin en büyüğü Kur’an-ı kerimdir. Bugüne kadar gelen bütün şairler, edebiyatçılar, Kur’an-ı kerimin nazmında ve manasında aciz ve hayran kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İ’cazı ve belagati insan sözüne benzemiyor. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manasındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı Arap şairlerinin şiirlerine benzemiyor.
Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okuması veya dinlemesi, sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır. İşitenlerden kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler bile görülmüştür. Nice azılı İslam düşmanları, Kur’an-ı kerimi dinlemekle, kalbleri yumuşamış, imana gelmişlerdir. İslam düşmanlarından ve muattala, melahide ve karamita denilen müslüman ismini taşıyan zındıklardan Kur’an-ı kerimi değiştirmeye, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de hiçbiri arzularına kavuşamamıştır.
Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler ve iyi ahlak ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler ve dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak iyilikler ve varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’an-ı kerimde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbabı anlayabilmektedir.
Semavi kitapların hepsinde, Tevrat’ta, Zebur’da ve İncil’de bulunan ilimlerin ve esrarın hepsi Kur’an-ı kerimde bildirilmiştir. Kur’an-ı kerimde mevcut ilimlerin hepsini ancak Allahü teâlâ bilir. Çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir.
Kur’an-ı kerimi okumak çok büyük bir nimettir. Allahü teâlâ, bu nimeti Habibinin ümmetine ihsan etmiştir. Melekler bu nimetten mahrumdurlar. Bunun için, Kur’an-ı kerim okunan yere toplanıp dinlerler. Bütün tefsirler, Kur’an-ı kerimdeki ilimlerden çok azını bildirmektedirler. Kıyamet günü, Peygamber efendimiz minbere çıkıp Kur’an-ı kerim okuyunca, dinleyenler bütün ilimlerini anlayacaklardır.
Bugünkü Tevrat ve İnciller İyice tetkik edilirse, Tevrat ve İncillerde mevcut olan yazıların üç membadan geldiği kolayca görülür:
1- Bunların bir kısmı Allah kelamı olabilir.
2- İkinci kısımda yazılı olan sözler Peygamberler tarafından söylenilmiş olabilir.
3- Üçüncü kısımdaki sözlerin bir kısmı İsa aleyhisselamın havarileri tarafından bir kısmı bazı tarihçilerin rivayetlerinden, bir kısmı ise, kimin tarafından ve niçin söylendiği bilinmeyen rivayetlerden ibarettir. Bugün elde bulunan Kitab-ı mukaddesin büyük bir kısmında, kim tarafından söylenildiği bilinmeyen, fakat muhakkak insan sözü olduğu hemen anlaşılan sözler çoktur. Bunları Allah kelamı olarak kabul etmek imkansızdır.
İçinde bir kısım Allah kelamı, bir kısım Peygamber sözü, fakat büyük bir kısmı insanların muhtelif rivayetleri bulunan bir kitap Allah kelamı olarak kabul edilemez. Hele (insan sözü) olan kısımlarında türlü türlü yanlışlıklar bulunması, aynı hususu anlatanların birbirinden çok farklı ifadeleri, verilen rakamların birbirini tutmayışı bugünkü Tevrat ve İncillerin tamamen bir insan eseri olduğunu açıkça ispat etmektedir. Bugünkü İncillerin Allahü teâlânın kelamı mı, yoksa insan eseri mi olduğu hakkında Hıristiyan din ve fen adamları ne diyorlar?
Moody İncil Enstitüsü’nden Dr. Graham Secroggie, (İncil Allah kelamı mı?) adlı kitabında diyor ki:
(Kitab-ı mukaddes insan eseridir. Bazı kimseler, neden olduğunu anlamadığım sebeplerden ötürü, bunu inkâr etmektedir. Kitab-ı mukaddes, insanların dimağında teşekkül etmiş, insanlar tarafından, insan dili ile insan eli ile yazılmış ve tamamen insan karakteri taşıyan bir eserdir.) [S.17]
Hıristiyan din adamı olan Kenneth Cragg ise şöyle diyor:
(Kitab-ı mukaddesin Ahd-i Cedid kısmı, Allah sözü değildir. Burada doğrudan doğruya insanların anlattıkları hikayeler ve herhangi bir işin nasıl yapıldığını gören insanların görgü şahitliği vardır. Sırf insan sözü olan bu kısımlar, kilise tarafından insanlara Allah’ın kelamı gibi nakledilmektedir.)
Teolog Prof. Geyser:
(Kitab-ı mukaddes Allah kelamı değildir. Ama, buna rağmen kutsal bir kitaptır) diyor.
Demek ki, bugünkü Kitab-ı mukaddes hakkında, Batılı ilim adamları ile birlikte vereceğimiz karar şudur: Kitab-ı mukaddes, Allah kelamı değildir. Allah kelamı olan hakiki Tevrat ve İncil, bugün tamamen başka bir kitap haline dönüşmüştür. Bugünkü İncillerde Allah kelamı olması düşünülebilen sözler yanında, başkaları tarafından ilave edilen birçok sözler, tahminler ve hikayeler vardır.
İncillerin hepsi Allah kelamı olsa bile, Kur’an-ı kerimde olduğu gibi, bir medeni hukuk, bir ceza hukuku yoktur. İncillerle bir muhtarlık bile idare edilemez.
İkinci husus, İnciller Allah kelamı bile olsa, artık onlar nesh edilmiştir. Âdem aleyhisselama, Nuh aleyhisselama inen kitapların aslı bulunsa bile onlarla amel edilemez, çünkü onlar yürürlükten kaldırılmıştır. Allahü teâlâ kaldırmıştır. En son gönderdiği din ile amel etmek gerekir. Öyle olmasa idi, Allahü teâlâ bir tek kitap gönderir, bütün peygamberlere bununla amel edin derdi. İman edilecek hususlar bütün dinlerde aynı olduğu gibi amel edilecek hususlar da aynı olurdu. Hıristiyanlığı nesh etmese idi, Müslümanlığı göndermezdi.
Kur’an-ı kerimde bildirilen peygamber sayısı 28’dir. Hâlbuki çok peygamber geldi. 124 ve 224 bin olduğu rivayet edilmiş, bunlardan 313’ünün Resul olduğu bildirilmiştir. Resul, kendisine kitap gönderilen peygamber demektir. Biz sadece 104 kitabın gönderildiği resulleri biliyoruz. Diğer kitapların gönderildiği Resuller bildirilmemiştir. Bilhassa Hazret-i Nuh’tan öncekiler bilinmemektedir. Hazret-i Hud’a gönderilen kitap, 104 kitabın dışındadır. (Letaif-ül işarat fit-tefsir)
Doğru ve kâmil bir imanın üçüncü şartı, Allah'ın kitaplarına inanmaktır. Ayet-i kerimede müttakîler için:
"Onlar, sana indirilen Kitap'a da, senden önce indirilenlere de inanırlar;" [Bakara, 4] buyruldu.
Demek ki hem Rasulullah (s.a.v.) Efendimize indirilen Kur'an-ı kerime, hem de önceki peygamberlere indirilen Zebur, Tevrat, İncil ve suhuflara inanmak şarttır. Bunların hepsinin içeriğinin söz, tertip ve anlam olarak Allahü Tealâ'nın katından geldiğine ve O'nun yüce zatına ait olduğuna inanmalı, kabul edip onaylamalıdır. Eğer bu iman, kabul ve onaylamada kuşkular olursa, o iman, kusurlu bir iman olur. Rasulullah Efendimiz:
"Cehennemde günahkârlar, imanlarının bozukluğu kadar azap çekerler." [Hâkim] buyurdu.
"Allahü Tealâ, yeryüzüne, yüz sahife ve dört büyük kitap indirmiştir. Bunların hepsini, Cebrail aleyhisselâm getirmiştir. On sahife, Adem aleyhisselâma; elli sahife, Şit aleyhisselâma; otuz sahife, İdris aleyhisselâma; on sahife, İbrahim aleyhisselâma gönderildiği hadis-i şerifte bildirilmiştir. [Sahife, küçük kitap, risale demektir. Bizim bildiğimiz bir yaprak kâğıdın bir yüzü demek değildir.] Dört kitaptan, Tevrat-ı şerîf, Musa aleyhisselâma; Zebur-ı şerîf, Davud aleyhisselâma; Incil-i şerîf, Isa aleyhisselâma; Kur'an-ı kerim, âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâma inmiştir."[1]
"Ebû Zer'den rivayet edilen bir zayıf hadise göre sayfaların sayısı 100 olup şu peygamberlere indirilmiştir: Hz. Âdem'e 10 sayfa, Hz. Şit'e 50 sayfa, Hz. İdris'e 30 sayfa, Hz. İbrahim'e 10 sayfa (bk. Süyûtî, ed-Dürrü'l-mensûr, VIII, 489; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XV, 141-142)." [2]
Suhuflar hakkında fazla bir bilgi olmamakla birlikte dört büyük kitapla ilgili olarak Kur'an-ı kerimde açık beyanlar vardır. Ayet-i kerimelerde:
"Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u verdik" [İsrâ, 55]
"Doğrusu Biz yol gösterici olarak Tevrat'ı indirdik." [Maide, 44]
"Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerinde, Meryem oğlu İsa'yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunmak, önündeki Tevrat'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik"[Maide, 46]
"Bu Kuran, Allah'tandır, başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini doğrular ve o Kitap'ı açıklar. Alemlerin Rabbinden geldiğinden şüphe yoktur." [Yunus, 37] buyruldu.
Suhuflarla ilgili olarak da:
"Doğrusu bu hükümler ilk sahifelerde, İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde de vardır." [A'la, 18-19] buyruldu.
Değerli okuyucularım, ilahî kitaplar, Allahü Tealâ'nın kelam sıfatının bir tezahürüdür. Bu kitap ve sahifeler, O'nun katından, elçileri aracılığıyla yeryüzündeki insanlara ulaştırılmış rahmet tecellileridir. O sebeple bu kitap ve sahifelerin tamamına hiçbir tereddüt göstermeden inanmalıdır. Hepsinin içeriğinin Cenab-ı Hakk'ın katından bir hak ve gerçek olduğunu kabul edip onaylamalıdır. Bu kitap ve sahifelerin hepsi, insanlık için bir iyilik ve mutluluk rehberidir. Ayet-i kerimelerden de açıkça anlaşıldığına göre her sonraki kitap bir öncekini doğrulamak, açıklamak ve önceki üzerinde yapılan yanlış yorum ve uygulamaları düzeltmek üzere gönderilmiş ve insanlığın gelişimine bağlı olarak da bazı yeni hükümler getirmiştir. En son Kitap'a uymak, olgunluktur. O sebeple en son gönderilen Kitap'a, yani Kur'an-ı kerim'e tabi olarak, dünya ve ahıret mutluluğunu elden kaçırmamaya çalışmalıdır.
* Büyük Kitapların hangi peygamberlere gönderildiğini listeleyebilmek.
* Kur’an’ın temel özellikleri ve gönderiliş amacı hakkında doyurucu bilgi
verebilmek ve günümüzdeki durumu tahlil edebilmek.
* Vahyin anlam ve çeşitlerini ifadelendirebilmek.
* Kur’an’ın ana konularını listeleyebilmek.
* Kur’an’ı nasıl okumamız gerektiğini, ondan nasıl yararlanılabileceğini
Açıklayabilmek.
Kitaplara iman
“O takvâ sahipleri ki, onlar sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler.”[1794]
İman esaslarından biri de Kur’an’a ve Kur’an’dan önceki kitap ve suhuflara (küçük kitaplara) inanmaktır. O kitaplar ki Allah tarafından Rasullerine gönderilmiş ve Rasuller de hiçbir kapalılık bırakmadan o kitaplardaki hükümleri insanlara tebliğ etmişlerdir. Bu kitaplarda Allah insanlara emirlerini, yasaklarını, mükâfatını ve azâbını açıklamıştır. Müslümanlar Allah’ın indirdiği kitaba göre hayatlarını düzenler.
Biz müslümanlar, peygamberlere gönderilen kitapların hepsine inanırız. Ancak, Kur’ân-ı Kerim hâricindeki kitaplar sonradan insanlar tarafından bozulmaya uğramışlardır. Bu sebeple biz onların bozulmuş haline değil bozulmamış haline inanıyoruz.
Mü’minlerin Kur’an’a ve önceki kitaplara inanması, Hz. Âdem’den kıyâmete kadar insanların tek bir dini, tek bir Rabbi olduğunu ispatlıyor. Onun için de bu inanç büyük bir değer taşır. Bu akîde, mü’minlerin ruhlarından kötü taassubu kökünden söküp attığı için büyük öneme sahiptir. Bu akîde sahibi her mü’min, hak olan geçmiş bütün din ve peygamberlere inanır.
Bu inanca sahip olan insanlar, peygamberden peygambere intikal eden tek dini (İslâm’ı) bulmuş olurlar. Böylece sağlam bir akîdeye sahip olduktan sonra Kur’an’a uymaları ve onu pratik hayatlarında yaşamaları kaçınılmaz bir görevdir. Çünkü hayat tarzını ancak Kur’an tesbit eder. Kur’an’ın dışındaki bütün hayat modelleri yanlıştır ve sapıklıktır. Eğer Kur’an ölçüsüne göre değil de, insanların akıllarına göre hayat modelleri tesbit edilmeye çalışılırsa, o zaman ne kadar insan kafası varsa o kadar da hayat modeli ortaya çıkar. Bu modellerin hiçbiri vahye dayanmadığı gibi, aynı zamanda her biri değersizdir. Mü’minin hayat modeli, onu yaratan Allah tarafından çizilmiştir. Mü’min ondan başkasını kabullenemez. Bu gerçeği Allah Teâlâ şöyle ifâde ediyor: “Kim İslâm’dan başka bir din (yol) ararsa, o istediği din kendisinden kabul olunmayacaktır. Ve o, âhirette de ebedî zarar çekenlerdendir.”[1795]
Mü’minler bilmelidir ki, İslâm dille söylenen laflardan ibâret olmadığı gibi, sadece kalple tasdik edilen bir inanç da değildir. İslâm, Allah’ın dinine teslimiyet demektir. Bu teslimiyet pratik hayatta bizzat görülmelidir. Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi, mü’minin dini sadece İslâm’dır; İslâm’ın ana kaynağı da Kur’an’dır.
Kur’ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapları tasdik eder, fakat onlarla amel etmeyi emretmez. Kur’an geldikten sonra artık önceki kitapların hükmü tamamen neshedilmiştir (kaldırılmıştır).
Allah Teâlâ hiçbir insanı tebliğsiz bırakmamıştır. Her topluma kendi dinini bildirmiştir. Beşer hayatını peygamberlerine gönderdiği kitaplarla tanzim etmiştir. Her topluma itikad, şeriat, ahlâk ve edeplerini gösteren hak kitaplar göndermiştir.
Tarih boyunca kimileri bu kitapları alıp kabul etmişler, kimileri de reddetmişlerdir. Kimileri ise alıp kendilerine göre değiştirmişlerdir. Bugün yahûdilerde bulunan Tevrat ve hıristiyanlarda bulunan İncil tamamen değişikliğe uğratılmıştır. Birçok kısımlar çıkartılmış, birçok kısımlar da ilave edilmiştir. Dolayısıyla önceki İlâhî kitapların aslı kalmamıştır. Allah Teâlâ da onları neshetmiştir. Öyleyse bu kitaplara tabi olan hiç kimse hak yolda (İslâm’da) değildir. Hatta bir defasında Hz. Ömer’in elinde Tevrat sayfalarını veya Tevrat’ın tefsiri kabul edilen rivâyetleri içeren Mişna kitabını gören Rasûlullah (s.a.s.): “Ey Ömer, vallahi Hz. Mûsâ da aramızda olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapmazdı.”[1796] diyerek onun elindeki Tevrat (veya onun yorumunu içeren) sayfalarını yok etmesini buyurmuştur.
Öyleyse Mü’min de Kur’an’dan başka hiçbir kaynağa bağlanamaz. Çünkü, Kur’an geldikten sonra -ister değiştirilsinler, ister değiştirilmesinler- hiçbir hükmüne uyulmaz. Onların hükmü kalmayıp nesholunmuşlardır.
Allah’ın peygamberlerine indirdiği kitaplar büyüklüklerine göre iki kısımda incelenirler: Suhuflar (Küçük Kitaplar) ve Büyük Kitaplar.
Suhuf (Sayfalar -Küçük Kitaplar-)
Allah tarafından gönderilen kitaplardan bazıları birkaç sayfadan meydana gelen küçük kitaplardır. Bunlara sahifeler (sayfalar) anlamına gelen “suhuf” denilir.
Kur’ân-ı Kerim’deaçıklanan bazı öğütlerin “es-suhufu’l-ûlâ (ilk suhufta/sayfalarda)” mevcut olduğu[1797] bildirilmiştir. Yine benzer öğüt ve hükümlerin İbrâhim ve Mûsâ’nın suhufunda/sayfalarında[1798] da bulunduğu bildirilerek suhuf denilen küçük ebatlı İlâhî kitapların mevcûdiyeti Kur’ân-ı Kerim’de ifâde edilmiştir. Sayfalar halinde kayda geçirildiği için Kur’an, Kur’an’a da suhuf der.[1799] Bununla birlikte hangi peygambere ne kadar suhuf verildiği açıklanmamıştır. Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrâhim’in soyundan İshak, Yakup, Süleyman, Yusuf, Zekeriyya, Yahya Peygamberler’e kitap verildiğini belirtir.[1800] Hadislerde de suhuf hakkında fazla bilgi yoktur. Bazı rivâyetlerde Hz. Âdem’e 10, Hz. Şit’e 50, Hz. İdris’e 30, Hz. İbrâhim’e 10 sayfa (suhuf) verildiği nakledilirse de, bu konuda kesin bilgi ifâde eden sahih hadisler mevcut değildir.
Peygamberlerin sayısını bilemediğimiz gibi suhuf ve kitapların tümünü ve hangi peygamberlere ne miktarda verildiği de Kur’an ve sahih sünnette tüm ayrıntılarıyla bildirilmemiştir. Peygamberlere indirilen küçük-büyük bütün kitaplara (suhuf ve büyük kitaplara) icmâlî olarak iman şarttır.
Büyük Kitaplar
Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiği büyük kitaplar dört tanedir. Bu kitaplar şu peygamberlere gönderilmiştir:
1) Tevrat, Hz. Mûsâ’ya,
2) Zebûr, Hz. Dâvud’a,
3) İncil, Hz. İsa’ya,
4) Kur’ân-ı Kerim, Hz.Muhammed’e indirilmiştir.
Zebûr, Tevrat ve İncil’in aslı bozulmuş, insanlar tarafından tahrif edilip değiştirilmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapların hükmünü nesh etmiş, yani ortadan kaldırmıştır.
Kitapların Gönderiliş Amacı
Kitapların gönderiliş amaçlarının başında insanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamak gelir. İnsanı yaratan Allah, insanın hayatı boyunca takip edeceği itikat, ibâdet, ahlâk, emir ve yasakları içine alan kitap ve sahifeleri ilk insandan itibaren göndermiştir. Bu kitaplar sayesinde insanlar hidâyeti, dünya huzuru ve âhiret saâdeti gibi pek çok gerçeği anlamışlardır.
Vahy ve Vahyin Çeşitleri
“Vahy”in sözlük anlamı: Bir şeyi gizli ve çabuk bildirmek demektir. Vahyin terim anlamı: Allah Teâlâ tarafından doğrudan doğruya, ya da elçi melek vasıtası ile peygamberlere bildirilen ve kesinlik ifâde eden bilgilere vahiy denir.
Vahyin Çeşitleri
1) Sâdık Rüya: Allah dilediği bilgileri doğru bir bilgi ile peygamberlerine bildirmiştir. Peygamberlerin rüyalarında gördükleri şeyler aynen gerçek çıkmıştır. Peygamber Efendimize de zaman zaman vahiy böyle gelmişti.
2) İlham Yoluyla Vahiy: Allah’ın dilediği şeyleri peygamberin kalbine koyması şeklindeki vahiy çeşididir.
3) Perde Arkasından Vahiy: Allah ile peygamber arasında bir vasıta olmadan ve söyleyeni görmeden Allah kelâmının işitilmesidir.
4) Melek Aracılığı İle Gelen Vahiy: Allah Teâlâ’nın, bildirmek istediği bilgileri bir melek ile peygamberine bildirmesi şeklidir. Bu melek Cebrâil (a.s.)’ dir.
Kitab; Anlam ve Mâhiyeti
Kur'an'ın temel kavramlarından biri olan "kitab" Kitabımızda 255 yerde geçmektedir. Türkçedeki 'kitap' anlamı yanında; yazılı şey, yazı, yazılan ve yazdırılan anlamlarına da gelir. "El-Kitab": Allah'ın Kitabı demektir. Kur'an ıstılahında Kitab; Allah tarafından yazdırılan şey anlamında kullanılır ve bu anlamda imanın temel konularından biri de Kitaplara imandır.
Kur'an'ın "kitab" la ilgili ifâdelerinden şunların kast edildiği anlaşılır:
a- Genel anlamda vahy[1801]
b- Son Peygamber'e gelmiş bulunan vahiyler toplamı[1802]
c- Bütün kâinat
d- İnsan
e- Levh-ı Mahfuz'daki Evrensel kayıt kitabı (evrensel kompütür)[1803]
f- Her ferdin fiillerinin kaydedildiği bireysel disket[1804]
Kur'an'a göre insanın önüne, okunmak üzere konan üç temel kitap vardır: Kâinat kitabı, vahy kitabı (Kur'an) ve insanın bizzat kendisi. Kur'an, diğer iki kitabın gereğince okunup değerlendirilmesini kolaylaştıran bir nurdur (ışık). Evren ve insan adlı kitapların gerektiği şekilde okunabilmesi için, bizzat Allah, vahy kitabı aracılığıyla insana yardımcı olmak için devreye girmektedir. Kur'an, bu üç kitabın belirli pasaj ve parçalarını "âyet" olarak anmaktadır. Kur'an, bir âyetler topluluğu olduğu gibi, kâinat ve insan da âyetler topluluğudur.[1805] Ne vahy kitabı, insan ve eşyaya ait ilimler olmaksızın çözülebilir; ne de eşya ve insan, vahy kitabı olmadan layıkıyla anlaşılabilir.
Kur’an; Anlam ve Mâhiyeti
Kur'an, Allah'ın Kitabı'nın özel adıdır. Kur'an'da, Kur'an için birkaç isme daha yer verilmekle birlikte; en çok Kur'an adı geçmektedir. Bu ad Kur'an'da 70 defa geçer. Kur'an kelimesi için iki ayrı kök gösterilir. Bunlardan biri, okumak anlamındaki kıraat; ikincisi toplamak, kompoze etmek anlamındaki karn köküdür. Kur'an, ilk emri olan "ikra' " yani oku anlamındaki kelimeyle aynı kökten bir isim taşıyarak okumaya ve ilme en büyük değeri verdiğini belirttiği gibi, neyi ve nasıl okumamız gerektiğini de gösterir. Birçok inceliği ve gerçeği topladığı için de toplamak mânâsındaki bir köke dayanması ayrı bir hikmet sergiler.
Kur'an'ın önsözü durumundaki Fâtiha'dan sonra, Kitab’ı ilk açan okuyucu için; "Bu Kitap kendisinde şek ve şüphe bulunmayan bir Kitaptır. Müttakîler için rehber/kılavuzdur (huden)."[1806] açıklaması yapılarak okuyucunun Kitap hakkında endişe etmemesi gerektiği âdeta teyid edilmiştir. Lâ raybe fih denilerek Kitabın varlığı; Huden denilerek de kitabın ne amaçla gönderildiği anlatılmaktadır. Böylece Kitabı eline alan mü'min, Allah'tan olduğu kesin olan Bu Kitab'ı rehber/kılavuz edinerek yolunu bulabilecektir.
Devam eden ikinci âyette yapılması gerekenler topluca özetlenmiştir. Gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan birkaç konuya kesin iman edecek, Salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerini ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir. Bunlara ilk kendisinin inanmadığını, devam edegelen tarihî mücâdelenin izleyicisi olduğunu hatırlaması için kendinden öncekilerle de irtibatını kuracak, son olarak inzal olunan Bu Kitab'a, Kitabın indiği şahsa (Hz. Muhammed (s.a.s.) ve önceden inzal olan Kitaplara ve Rasullere de iman edecektir. Bütün bu inanç, amel ve gayretleri hayatın ikinci ve ebedi bölümü olan Âhiret için yapacak, onun varlığına sanki görüyormuşçasına inanacaktır. Eğer böyle yaparsa hayatın dünyadaki bölümünün imtihanını başaracak ve kurtulmuş olacaktır.
"Bu o Kitaptır ki, kendisinde hiçbir şüphe yoktur. Müttakîler için rehber/kılavuzdur (huden)."[1807] Bu âyet, Kur'an açıldığında Fatiha'dan sonra ilk okunan âyettir. Kur'an'ı eline alan okuyucu için elinde tuttuğu Kitabın ne olduğu, ne işe yarayacağı ve kime fayda vereceğinin açıklanmasıyla başlamaktadır. Bu Kitap, "lâ raybe fih", kendisinde şüphe bulunmayan bir Kitaptır. Allah’tan (c.c.) geldiği kesindir. Kitabı okuyan kişinin ilk öğrenmesi gereken onun bir Allah kelâmı olduğunu şeksiz ve şüphesiz kabul etmesidir. Allah'tan geldiği konusunda meydana gelebilecek bir "acaba?" endişesi, Kitap ile kul arasındaki irtibatı zayıflatacağından, öncelikle bu konudaki endişenin giderilmesi ve tam bir güvenle Allah ile konuşuyormuşcasına Kitapla uyum sağlanılmalıdır. Zira tüm Kitap boyunca birçok açıklama yapılacak, yol gösterilecektir. Ona yaklaşan kişinin, Kitabı bu bakışla değerlendirmesi gerekir.
Rayb; r-y-b kökünden şu anlamda kelimeler geliyor: Râbehû-rayben: Şüpheye düşürmek, şüphe vermek; Rayb: Zan, şüphe, töhmet; İrtâbe: Şüphe etti, itham etti. Âyette geçen "Lâ raybe fih (onda şek, şüphe yoktur)"un anlamı, "Bu Kitabın Allah'tan olduğunda en ufak bir tereddüt bile geçersizdir" şeklinde olmalıdır. Zira Kitabı eline alan bir okuyucu ilk önce bu Kitabı kimin yazdığını ve nereden geldiğini merak eder. İşte bu şüphe, daha ilk cümlede ortadan kaldırılıyor. Bu Kitap açık, apaçık bir hakikat olarak işte elimizin altındadır.
“Lâ raybe fih” ifâdesiyle Kitabın "hak" olduğu; “huden” ifâdesiyle "ne işe yarayacağı", “li'l-muttekıyn” ifâdesi ile de "kime" yarayacağı açıklanmış oluyor.
H-d-y kökünden şu anlamlarda kelimeler geliyor: Hidâyet: Doğru yolu bulmak, yoluna girmek. Huden (li): Yol tarif etmek, yol göstermek; Ehda: Mekke'ye kurbanlık sevketmek; Hâdâ: Hediyeleşmek, sulh yapmak; İhtedâ: Doğru yolu buldu, doğru yol üzerinde durdu; Hâdî: Yol gösteren, boyun, aslan; Hâdiye: Önde olan; Hudâ: Yol gösterme, itaat ve kulluk; Hedy: Saygıdeğer kişi, hal ve gidiş. Bu kitabın ne işe yarayacağının "Huden" lafzı ile anlatılışı genel bir yol gösterme ve rehberlik-kılavuzluk fonksiyonuna işaret etmektedir. Ayrıca şu veya bu konuda diyerek kısıtlama yapılmayarak sadece yol göstericidir denilmesi, akla gelebilecek her alanı kapsamaktadır. Arapçada, devenin önünde yularını tutup ona çölde yol gösteren kişiye "Hâdî" denilmektedir. Bu Kitab'ın yol gösterişi genel ve temel esaslardadır. O her şeyin genel rotasını çizer. Temel yönleri belirtir. Meselâ; doğu, batı, kuzey, güney gibi temel yönleri bildirir. Rasuller, güneybatı, kuzeydoğu vb. ara yönleri gösterir. Bunlar doğrultusunda müttakî fakih de daha iç yönleri bulabilir.
Bu Kitabın kime yararlı olacağı ise li'l-muttekıyn (Allah'tan sakınanlar için) ifâdesi ile açıklanır. V-k-y kökünden şu kelimeler gelmektedir: Vekaa: Sakınmak, korkmak, korumak, düzene koymak; İttikaa: Korku, saygı; et-takvâ: Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınma; Muttekıy: Allah'tan sakınan; Takıyye: Korkmak, gerçek durumunu gizlemek. Bu kitap Allah'tan sakınan, O'nun koyduğu kuralları çiğnemekten çekinen ve bu hissi taşıyan kişilere fayda verecektir. Diğerleri için ise sadece okunan, ezberlenen, araştırılan, bilgi sahibi olunan bir Kitap konumunda kalacaktır.
Bu kitabın gerçekten Huden olabilmesi, onu eline alan kişinin niyet ve hisleri ile gerçekleşebilecektir. Zira burada canlı olan okuyucudur. Niyeti ne ise, ameli de ona göre olacaktır. Kitabı eline almaktan, okumaktan maksadı ne ise, yararı da ona göre olacaktır.
Bu Kitabın fayda verişi kişinin kasdına göre değişmektedir. Eğer kasdı kafasında önceden edindiği bir fikre delil bulmaksa, kasdı beğenmediği ve uymak istemediği bir ilkeyi, kuralı değiştirmekse, kasdı bilgi sahibi olmaksa, kasdı Bu Kitabı sermaye yapıp üzerinden geçinmekse, bu niyetler ona zarar vermeyecek; bu kasdı taşıyana zarar verecektir. Kasdı Allah'tan sakınmak, kalbi titreyerek gerçekten hayatına onunla yön çizmekse Bu Kitap işte bu kişiye huden olacak, fayda verecektir. Bütün bunlar Bu Kitaba hiçbir zarar vermeyecek, o tazeliğini ve zindeliğini daima koruyacak, ona yaklaşanlar eskiyecek, gelip geçecek; Bu Kitap ebediyete kadar yaşayacaktır.
"Rablerinden korkanların derileri ondan ürperir. Sonra derileri de kalpleri de Allah'ın zikriyle yumuşar. İşte Bu Kitap Allah'ın insanlar için gönderdiği bir rehberdir (huden). Allah onunla dilediğini hidâyete erdirir. Kimi de Allah saptırırsa ona hidâyet edecek yoktur."[1808]
Kur’ân-ı Kerim’in Özellikleri
Kur'an; âlemlerin Rabbi tarafından son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen kitabın en çok söylenen ismidir. Kur'an'ın diğer isimlerinden bazıları da şunlardır: Zikir, Furkan, Mushaf, Kitabu'l-Mübin, Kelâmullah, Nur, Hüdâ, Şifa, Mev'ize... Bazı müfessirler, Kur'an veya Kitaba sıfat olarak gelen tabirleri de sıralayarak, bu isimlerin sayısını yüze kadar çıkarmışlardır.
Kur'an-ı Kerim, yirmi üç senede peyderpey nazil olmuştur. Kitab'ın hepsi bir defada indirilmemiştir. Kur'an, bölüm olarak 114 sûreye ayrılır. Bu sûrelerin hepsi aynı uzunlukta değildir. Elli sayfalık bir sûre olduğu gibi, bir satırlık sûre de vardır. Sûreler de âyetlere ayrılır. En kısa sûre üç âyet, en uzun sûre de iki yüz seksen altı âyettir. Âyetlerin uzunlukları da eşit değildir. Bir sayfalık bir âyet olduğu gibi bir kelimelik âyetler de vardır. Kur'an, sayfa adedine göre de cüzlere ayrılır. Her cüz yirmi sayfadır. Kur'an, toplam otuz cüzdür. Her cüz de kendi içinde dört hizb'e ayrılır. Her hizb, beş sayfadır.
Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimizin en büyük mûcizesidir. Kur’ân-ı Kerim Allah’ın koruması altındadır. O’nun bir kelimesi bile değiştirilmemiştir ve değiştirilemeyecektir. Dünyanın bir ucundaki Kur’an (Mushaf) ile diğer ucundaki Kur’an aynıdır. Allah, Kur’an’da şöyle buyuruyor: “O’nu Biz indirdik, O’nun koruyucusu elbette Biziz.”[1809]
Kur’ân-ı Kerim’in Peygamberimize gönderilmesi 23 senede tamamlanmıştır. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Ebû Bekir zamanında yazılı sayfalar birleştirilerek mushaf haline getirilmiş, Hz. Osman zamanında çoğaltılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de 114 sûre vardır. Kur’ân-ı Kerim, yeryüzünde en çok okunan, ezberlenen ve yazılıp basılan kitaptır.
Kur’an’ın âyetleri ruhları çoşturur, kalplere huzur verir. Kur’an, insanları dalâlet ten hidâyete, karanlıklardan nûra, bâtıldan hakka kavuşturur. Kur’ân-ı Kerim baştan sona hikmet hazinesidir. O’nun delilleri açık ve ikna edicidir. Haberleri doğru, hükümleri sağlamdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim Allah kelâmıdır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim’de çelişki veya hatalar bulunmaz. Kur’ân-ı Kerim insanlar için bir rehber, bir yol göstericidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Bu kitapta asla şüphe yoktur. O müttakîler (Allah’tan korkanlar) için yol göstericidir.”[1810]; “Sana indirdiğimiz bu kitap mübârektir; âyetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar.”[1811]
Kur’ân-ı Kerim’deki sûreler Mekki ve Medeni olmak üzere ikiye ayrılır. Mekki sûreler; Peygamberimiz Medine’ye hicret edene kadar nâzil olan sûrelerdir. Medeni sûreler; hicretten başlayarak Peygamberimizin vefatına kadar nâzil olan sûrelerdir.
Mekkî sûrelerde daha çok inancı kuvvetlendirici âyetler nâzil olmuştur. Medenî sûrelerde ise, daha çok ahkâm âyetleri, yani dinin dünyada nasıl yaşanacağını gösteren âyetler nâzil olmuştur.
İlk inen âyetler Alak sûresinin ilk 5 âyetidir. Son inen âyet ise (müfessir ve araştırmacıların çoğunluğuna göre) Mâide sûresinin 3. âyetidir. Kur’ân-ı Kerim Fâtiha sûresi ile başlar, Nâs sûresi ile sona erer.
Kur’ân-ı Kerim’in birçok ismi daha vardır. Bu isimlerden bazıları şunlardır: Furkan (hak ile bâtılı ayıran), Hüdâ (hidâyet veren), Hakîm (hüküm koyan), Nûr, Şifâ, Rahmet, Zikir...
Kur’ân-ı Kerim Allah kelâmıdır. Hiç kimse Kur’ân-ı Kerim’in dengi bir kitap meydana getirememiştir ve getiremeyecektir. Kur’ân-ı Kerim bu konuda birçok âyette insanlara ve cinlere meydan okumaktadır: “Bu Kur’an gibi bir kitap meydana getirmek için bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler ve birbirlerine yardım etseler, yine O’nun bir eşini meydana getiremezler.”[1812]
Kur’an Konuları
Kur'an'ın dış yapısıyla ilgili bu bilgileri verdikten sonra iç yapısına, konularına geçebiliriz. Kur'an, üluhiyet ve ubûdiyet konularını içerir. Rabbimiz ve sıfatları, yaratıklar, özellikle de insan ve onun Rabbiyla ve diğer yaratıklarla ilişkileri Kur'an'ın ana konusudur. Kur'an, Rabbimizın bize mesajları olduğu için, konuları da kul ile Rab arasındaki ilişkiler bağlamında, kulun varlık alemindeki konumu, kendisini yaratan Rabbin özellikleri, insanın ilişki içerisinde olduğu ve olabileceği her şeyi içermektedir. Kısaca maddeler halinde sıralayacak olursak:
a- Allah Teâlâ,
b- İnsanlar,
c- Tabiat ve evren,
d- Rasuller, Nebîler ve iyi kulların örnekliği,
e- Toplum ve Tarih,
f- Göremediğimiz, fakat etkilendiğimiz varlıklar (melek, cin),
Kur'an, kendisini bir kılavuz, rehber olarak tanıtıyor. Kur'an, insanlara hayatları boyunca takip etmeleri gereken esasları, yasaları gösteren ve onları teşvik eden bir kitaptır. Kur'an, akleden insanlar için bir öğüt ve hatırlatmadır. Kur'an'ı, kendi dilinden tanımaya çalışalım:
"Elif Lâm Râ; Bunlar, gerçeği açıklayan Kitab’ın âyetleridir. Biz, onu anlayasınız diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik. Biz, bu Kur'an'ı sana vahyederek en güzel kıssaları anlatıyoruz. Oysa, daha önce sen bunlardan habersizdin."[1813]
"Bu, Allah'ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve hamde lâyık olan, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz kitaptır." [1814]
"Kur'an, âlemler için bir öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir."[1815]
"Bu Kitap, hiç şüphesiz müttakîler için rehberdir."[1816]
"Bu Kur'an, onunla uyarılsınlar, tek bir ilah bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir."[1817]
"De ki, Kur'an'ı Ruhul Kudüs (Cebrâil) Rabbinin katından mü'minlerin imanlarını pekiştirmek, müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak üzere hak olarak indirmiştir." [1818]
"Bu Kur'an, insanlara bir açıklama, müttakîlere yol gösterme ve bir öğüttür."[1819]
"Doğrusu size Allah'tan bir ışık ve apaçık bir Kitap gelmiştir. Allah, rızâsını gözetenleri onunla selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları doğru yola iletir."[1820]
"O halde Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Allah'ın sana indirdiği Kur'an'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Onların heveslerine uyma. Eğer yüzçevirirlerse bil ki, Allah, bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktırlar."[1821]
"Biz sana onu böyle Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlerde açıkladık. Belki sakınırlar veya onlara bir öğüt olur."[1822]
"Andolsun, bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali türlü şekillerde açıkladık. Ama insanların çoğu inkâr ederek yüzçevirirler."[1823]
"Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna hak ile bâtılın arasını ayıran ölçüyü indiren ne yücedir!" [1824]
"De ki, bu, mü'minlere doğruluk rehberi ve şifâdır." [1825]
"Kur'an'ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm indirdik." [1826]
"Rabbinizdan size indirilen Kitaba uyun; ondan başka veliler edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz." [1827]
"O gün zâlim kişi ellerini ısırıp 'keşke Peygamber'le beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene, keşke falancayı dost edinmeseydim, and olsun ki beni, bana gelen Kur'an'dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor.' der. Peygamber: 'Ey Rabbim, doğrusu kavmim/toplumum bu Kur'an'ı terk etmişti.' der."[1828]
"Benim Kitabımdan yüzçeviren bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve kıyâmet günü de onu kör olarak haşrederiz. O zaman, 'Rabbim, beni niye kör olarak haşrettin? Oysa ben gören bir kimseydim' der. Allah: 'İşte böyle, âyetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun (önemsememiştin, arkana atmıştın) bugün de öylece unutulursun' der." [1829]
"Gerçekten, indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu Kitapta insanlara açıkladıktan sonra, onu gizleyen kimselere hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edenler lânet ederler. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler hâriç. Onların tevbesini kabul ederim." [1830]
"Gerçekten, Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizlemede bulunup da onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir. Allah, kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onları günahlarından arındırmaz. Onlara elem verici bir azap vardır." [1831]
"Kur'an'ı işlerine geldiği gibi bölenlere de azabı indirmişizdir. Onlar Kur'an'ı bölüp ayıranlardır. Rabbine and olsun ki mutlaka yaptıklarının hesabını hepsine soracağız. Sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklerden yüzçevir!" [1832]
"Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyâmet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir."[1833]
"Onlar Kur'an'ı düşünmezler mi, yoksa kalpleri mi kilitli?" [1834]
Kur’an’ı Kim Göndermiştir?
Şu âyetlere dikkatle göz atalım: "Bu Kur'an, Allah'ındır. O'ndan başkasına nispet edilemez. Ancak o daha önceki inen Kitapları tasdik edici ve hükümleri açıklayıcı, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. Bunda hiç şüphe yoktur." [1835]
"Onlar hâlâ Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu ve mânâsını düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı muhakkak ki içinde birbirini tutmayan çok söz ve ifâdeler bulurlardı."[1836]
"Bu Kur'an, sana, hükmünde hikmet sahibi olup her şeyi bilen Allah katından veriliyor." [1837]
"Bu Kur'an, Rahman, Rahim tarafından indirilmedir." [1838]
“O, bir şâir sözü değildir, bir kâhin sözü de değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz. O âlemlerin Rabbinden indirilmedir." [1839]
"Eğer o peygamber bazı sözler uydurup bize isnat etmeye kalkışsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve ondan intikam alırdık. Sonra da onun kalp damarlarını keserdik. O vakit, sizden hiç biriniz ona siper de olamazdınız." [1840]
"Kur'an'ı şeytanlar getirmedi; Kur'an'ı indirmek onlara uygun düşmez; hem de buna güçleri yetmez." [1841]
Bu Kitab'ın Allah'tan geldiğinde şüphesi olanlara lâ raybe fih ifâdesini teyid için yukarıdaki âyetlerle tafsilatlı açıklamalar yapılmaktadır. Kur'an'ın Allah kelâmı olmadığı, olamayacağı yolundaki itirazlar şu noktalarda toplanıyordu: Onun bir şair sözü olabileceği, Onun bir kâhin sözü olabileceği, Onun bir şeytan ilhamı ve vesvesesi olabileceği, Peygamberin uydurması olduğu. Yukarıdaki âyetlerde bu iddialara bir bir cevap verilerek reddedilir. Ve doğru olan ortaya konur. İnanan inanır; inanmayan inanmaz. "Bu Kur'an, bir Peygamberin (Allah'tan) getirdiği sözdür." [1842]
Rasûlullah (s.a.s.) bir toplum içinde yaşıyordu. Onlardan biriydi. Ancak ona vahy olunuyordu. O da aldığı vahyi açıklıyor, insanları buna çağırıyordu. Ona iman edenler, karşı çıkanlar oluyordu. Rasûl (s.a.s.) bu şekilde toplum içinde 23 yıl yaşadı. Bunun 13 yılını Mekke'de; 10 yılını Medine'de geçirdi. Kur'an bu süre içerisinde peyderpey nazil oldu. Onun ölümü ile birlikte Bu Kitap tamamlanmış oldu.
Kur'an'daki âyetlerin olaylarla iç içe nâzil olduğunu bilmemiz bize Kitabın indiği toplum ve çevreden bağımsız anlaşılmayacağı gerçeğini öğretir. Zira o bir toplum hareketine öncülük etmiş, yönlendirmiş Kitaptır. Onu masa başı kitabı olarak ele almak yanlış sonuçlara götürür.
İlâhî vahy insana ve içinde yaşadığı topluma hitap etmektedir. Onu anlayacak, hayata geçirecek, toplum düzeni olarak bir sisteme dönüştürecek insandır. Bu Kitap'ta insanın düşünce, duygu, irâde ve ünsiyet gibi yeteneklerini harekete geçirici âyetler vardır. Bu yeteneklerini kullanan insan, toplum içinde diğer insanları da etkileyecek, Şeytanın ilhamına kulak verenlerle Allah'tan gelen vahy ile mücâdele edecek; canını, malını bu yolda feda edecektir. Böylelikle İlâhî vahye olan bağlılığını ve imanını ispat etmiş olacaktır. Mücâdele, Allah'ın sözünün Şeytanın sözüne galebe çaldığı, ilahi vahyin toplumda "ekber" hale geldiği âna kadar devam edecek, sonra dünyadaki tüm toplumlarda da bu ilahi hedef gerçekleşinceye kadar sürecektir. İşte Allah'ın kitabı Kur'an, bütün bunları yapacak insana-topluma hitap etmektedir. İnsan bu mücâdele içinde yetişecek, olgunlaşacak, kemal noktasına ulaşacaktır.
Kur’an Niçin Gönderilmiştir?
"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumâttan nura, her şeye galip ve hamde layık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik."[1843]
"O (Kur'an) sizi zulumâttan nura çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir."[1844]
"O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nura çıkasınız."[1845]
Bu Kitab'ın niçin gönderildiğini açıklayan birçok âyetten bazıları bunlar. Buna göre Kitabın inzal amacının şu esaslar üzerine kurulduğu söyleNebilir:
Âyetlere göre şeytanın egemenliği altına giren herhangi bir durum zulumât (karanlıklar) olarak vasıflandırılmaktadır.
Rasuller bu zulumâttan nura çıkışı gerçekleştirmek (dönüşüm-değişim) için seçilmiş-lerdir. Kitap ve âyetler bu ihrac (çıkış)ın sağlanması için gönderilmişlerdir.
3- Bu çıkış, Allah'ın izniyle Kur'an ve sâlih amelle, yani çaba ile gerçekleşecektir. "Zulumâttan nura çıkarmak için" ifâdesi bu Kitabın niçin gönderildiğini en veciz bir şekilde açıklamaktadır. Kur'an'a göre, aslolan toplumun karanlıklardan aydınlığa çıkmasıdır. Faziletli toplumun inşa edilmesidir. Bu arada fertler de bu mücâdele esnasında yetişip ahlâkî faziletlerle donanacaklardır.[1846]
Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir."[1847] Nur, tek olduğu halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlukatını ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur'dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zindanlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır. Âhiretteki cezanın sebebi, dünya hayatını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama, başkalarına zindan hayatı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Saâdet asrı insanının saâdetine benzer bir mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlar tarafından binâ edilmiştir zindanlar. "Allah, mü'minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. İnkâr eden kâfirlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür." [1848] Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah'ın "gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler"[1849] dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı vahşilerdir.
Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur; fobidir, aç kalmaktan, insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nuruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.
Aydın insan, münevver insan, câhiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da "Nur" olan Allah'ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur'an'la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur'an'sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayattır, zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır. "Kim Benim zikrimden (Kur(an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir." [1850]
Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder ama, yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur câhiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin "Kitabın ne?" sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şâhitlik eder."[1851] Kitabın ne, sorusuna o gün ellerimiz "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah'ın Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap'tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz.
Kur’an Neyi Anlatmaktadır?
Tüm peygamberler ve Allah'tan getirdikleri kitapların anafikri insanoğlunu ulûhiyet ve ubûdiyet konusunda aydınlatmaktır. Hz. Adem ve Havva'nın yeryüzüne indirilişinden bu yana binlerce sene geçmiş ve insan nüfusu altı milyara ulaşmıştır. Bu rakam şu anda diri olanların sayısıdır. Geçmişte yaşayıp ölenler de eklenince milyarları bulmaktadır. Allah, yeryüzünü hiçbir zaman rehbersiz ve kılavuzsuz bırakmamış, daima elçilerle kitaplar göndererek insanlara yol göstermiştir. Kitaplar bu rehberliğin yazılı metinleridir. Allah'ın insanlara çağrısı ve onlar için gösterdiği hayat tarzı kitaplara kaydedilerek insanoğlunun elinde vesika olarak bulunması sağlanmıştır. Ancak bu rehberlik en son "Bu Kitap" ile sona ermiştir. Bir daha Nebî seçilmeyecek, yazılı metinlerden oluşan Kitap gönderilmeyecektir. Artık insanlık son Rasûl’ün (s.a.s.) getirdiği Kitapla yükümlü olacaklardır.
Kur'an, Hz. İsa'dan 610 yıl sonra yeni ve son bir Rasûl (s.a.s.) ile başlayan zulumâttan nura çıkış hareketinin kılavuz kitabıdır. 23 yıl süren bir devrim hareketinin yol gösterici metinlerinin (âyetlerinin) bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Bu açıdan Kur'an 23 yıllık bir toplumsal değişme mücâdelesi içinde anlaşılabilir. Âyetlerin inmesiyle beraber Rasûlullah harekete geçmiş, içinde yaşadığı toplumu bu âyetlerle değiştirmek için gece gündüz çalışmıştır. Nihâyet çağrısı kendi doğup büyüdüğü Mekke'de değil; Medine'de yankı bulmuştur. Orada toplumun lideri olarak Peygamberliğine devam etmiş, 10 yıl içinde insanlık için örnek bir toplum modeli kurulmuştur. Bu esnada yüzlerce âyet nazil olmuş, ilk günden son güne kadar harekete sürekli Kur'an rehberlik etmiş, Rasûlullah da uygulamış, âyetlerin pratiğe geçirilmesinde Kur'an'ın mücessem bir ifâdesi olmuştur.
Kur'an, Peygamberimiz'in en büyük mûcizesidir. Diğer mûcizeler, belirli bir zamanda ve belirli bir yerde yaşayan sınırlı sayıdaki insanın şâhid olduğu olağanüstülükler olduğu halde; Kur'an, her coğrafyada, Peygamberden sonra her tarih diliminde yaşayanlar için apaçık görülen bir mûcizedir. Edebiyat yönüyle mûcizedir, benzerinin yazılamayacağı için mûcizedir, problemlere çözüm getirip ölümcül hastalıklara şifa olduğu için mûcizedir, evrensel hakikatleri ihtiva etmesi yönüyle mûcizedir. Değiştirilmesi gerekmeyen, eskimeyen ve en âdil kanunları içermesi yönüyle mûcizedir.
Tarih, coğrafya, cinsiyet, maddi farklılıklara rağmen tüm insanları her yönüyle kuşatması, her topluma ve her bireye çıkış yolları göstermesi yönüyle mûcizedir. Okunmasıyla, kolay öğrenilmesiyle, okunuşunda ruhları arındıran, dinlendiren âhengi, musikisi ile, ruhları huzura kavuşturan, gönülleri titreten nağmeleriyle mûcizedir. En çok okunan kitap olması, en çok ve en kolay ezberlenen kitap olması yönüyle mûcizedir. Anlamlarının derinliğiyle mûcizedir. En doğru, en güzel kelâm olması, bıktırmaması, okundukça güzelliğinin artması yönüyle mûcizedir. Bitmeyen hazineleriyle, gaybdan verdiği haberlerle mûcizedir...
Bütün mûcizelerinin yanında Kur'an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah'ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şâhid olduğu en büyük devrim, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılabdır. Kur'an, kişileri kısa zamanda, tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihya etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.
Fert planında sözgelimi, Ebu Cehil'in samimi arkadaşı, eli silahlı katil adayı Ömer, Peygamber'i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur'an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur'an sayesinde insanları ihya eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adâlet timsali Hz. Ömer oluvermiş. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur'an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılap sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet olmuşlar.
Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır
Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin çağ anlayışı da câhilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü'l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılabın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılab, Kur'an'ın yaptığı inkılab; en büyük inkılabçı da Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Kur'an'la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saadet; inkılabçı insanın adı da müslüman'dır artık. Diğer devrimler, adına inkılab denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; kaçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Kur'an'da "câhiliyye" kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, câhiliyyenin dört özelliğini belirtir. Câhiliyye, İslâm'a zıt, putçu bir inanç sistemidir.[1852] Câhiliyye bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir.[1853] Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır.[1854] Ve câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: "Yoksa onlar, câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allah'tan daha güzel kim var?"[1855] Câhiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, heva ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayatlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü'mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayatları mahvediliyor (Tabii, kürtaj, intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum). Kısaca, Kur'an gelip câhiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir.
Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık inkılab yapamıyor? Kur'an değişmemiştir ama, Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır ama, Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bindört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir ama, çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. "Kur'an şifadır."[1856] Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
Kur’an’ı Nasıl Okumalı, Ona Nasıl Yönelmeliyiz?
Kur'an okuyor veya dinliyor olmamız, tek başına, bizi aldatmasın. O İlahi Kelâm'ı okurken, dinlerken, üzerinde düşünürken, sahih bir niyet taşıma gereği de unutulmasın. Bilelim ki Kur'an'a gerçekten muhatap olmamız, doğru bir niyetle, samimiyet ve ihlasla ona yönelme şartına bağlanmış bulunuyor.
Bizatihi Kur'an'ın tarifiyle, âlemlerin Rabbinden gelen;[1857] insanları hidâyete erdiren ve hakkı bâtıldan ayıran;[1858] sonsuz hikmetler yüklü;[1859] sonsuz derecede kerim[1860] bir ezelî Kelâm'dır Kur'an. "Onun ahlâkı Kur'an'dı"[1861] diye tarif edilen Ümmî Nebî (s.a.s.) kendi hayatıyla, Kur'an'ın bu sıfatlara hakkıyla mazhar olduğunun en birinci delilidir. Keza, ondan aldıkları hidâyet dersiyle bütün insanlık tarihine manidar ubûdiyet örnekleri sunan sahabiler de. Ve her biri ondan aldığı hakikat nuruyla kemale eren milyonlarca asfiya ve sâlih kullar ile, hayatları onunla nurlanan yüz milyonlarca mü'min de onun tüm bu özellikleri hakkıyla taşıdığının şâhidi ve delilidir.
Fakat, bizatihi Kur'an, muhatabı olan bizleri, kendisine sahih bir niyet ve sağlam bir itikad ile, samimiyet ve ihlas içinde muhatap olma konusunda uyarır. Meselâ Âl-i İmran sûresinin yedinci âyetinde, kalbinde 'kaypaklık' taşıdığı halde 'saptırma ve fitne için' onu okuyanların varlığına dikkat çeker. Bir sonraki âyette ise, hidâyet bulduktan sonra kalbimizi eğriltmenin mümkün olduğunu bildiren bir duâyla yüz yüze geliriz. Böylesi dehşetli bir tehlikeye karşı insan, acziyet ve tevazu içinde Rabbine sığınma durumundadır: "Ey Rabbimiz! Bize doğru yolu gösterdikten sonra kalbimizi kaydırma, bize katından bir rahmet ver. Gerçekten her şeyi veren Sen'sin."[1862] Tüm bu hususlar şunu açıkça gösterir:
Kur'an, gerçekten âlemlerin Rabbi namına bir ilahi hitaptır. Bütün kâinatın Sahibi, bütün mahlûkatın Hâlikı namına bir ezelî konuşmadır. Hakîm, Kerîm ve Rahîm bir Rabbin kelâm-ı Ezelîsi olarak sonsuz hikmet, kerem ve rahmet yüklüdür. Furkan'dır ve mu'cizü'l-beyandır. Dolayısıyla onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz bir hidâyet rehberi olan Kur'an'ın doğru bir niyetle okunmasıdır.
Kur'an'dan öğrendiğimize göre, ona yönelirken dikkat edilecek hususlar şunlardır: İyi niyet, istiaze, Kur'an'a temiz olarak dokunup yaklaşmak, Kur'an'a kulak verip susmak, onu tane tane, özümseyerek okumak.
Kur'an'a yönelirken dikkat edilecek ilk husus, recmedilmiş şeytana karşı, Rabbimize sığınmaktır: "Kur'an okumaya başladığın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın."[1863] İlk iş budur. Neden? Çünkü Kur'an'ın defaatle ders verdiği üzere, şeytanı şeytan kılan şudur: O, kendince bir 'üstünlük' vehmi üreterek Allah'ın yarattıklarını iyi-kötü, eksik-mükemmel ayrımına tabi tutmuştur. Bu şekilde, hem kendine bir üstünlük vermiş, hem de Allah'ın kudretine kusur ve noksan yüklemeye kalkışmıştır. Kendince açtığı bu yoldan yürüyerek, nefis ve esbab şirkine zemin hazırlamış; böylece, Rabbine karşı isyan ve inkâr cür'etini bulmuştur. İnsanı nefisperest olmaya sevkeden de, esbabperestliğe meylettiren de odur. Bütün kötülüklerin, bütün bâtıl düşünce ve hayat tarzlarının gerisinde şeytanın bir dahli vardır. Bu bakımdan şeytandan istiaze etmek, tüm kötülüklerden uzaklaşma anlamını taşır.
Kur'an'ı böylesi bir sığınma içinde okumak, onu bütün menfiliklerden Allah'a sığınarak okuma anlamını barındırır. Şahsi bir menfaat için okuma da bu anlama dâhildir; bir dünya menfaati için okumak da. Onu okurken nefsin aldatmalarından uzak durma da bunun içindedir; dünyevî bir ideolojinin gözlüğünü takmak da. Ona şöhret için muhatap olmak da bunun içindedir; kendi aklına güvenip, aklını doğrulama mercii, Kur'an'ı ise aklın kölesi kılmak da. Zaten istiaze'nin bir esprisi, acziyetin kabulüdür. Acziyetini kabul etmeyip sadece kendisine güvenen kimse, başkasına sığınmaz. Dolayısıyla istiaze eder etmez, şeytanın bacağını Allah'ın izniyle kırmış oluruz. Kendisi bir üstünlük vehmiyle Allah'a isyan eden, Kur'an'da belirtildiği üzere kibirlenerek kâfir olan şeytanın ürettiği en büyük tuzak, bizde de böyle bir üstünlük vehmi ve bir kibir hali uyandırmak; nefsimizi okşayarak, enaniyetimizi kamçılamaktır. "Şeytanlar ene'nin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırıp insanı dalâlet derelerine atıyorlar." İstiaze sayesinde, bu tehlike, yolun daha başında bertaraf edilmektedir.
İkinci bir husus, ona 'temiz' olarak yönelmektir. "Temizlerden başkası ona (Kur'an'a) dokunamaz."[1864] Yani 'ancak temiz olanlar ona dokunabilir.' Bu âyetle emredilen bu temizlik, iki yönlü bir hazırlık niteliğindedir. En basit anlamıyla, bu temizlik şartı, insana sıradan bir kitap ve sıradan bir hitap ile yüzyüze olmadığını hatırlatır. O âna dek iştigal olunan ve muhtemelen nefsânîlik ve dünyevîlik karışmış hallerden arınma tâlimi yapılır. Böylece, kalpler ve akıllar, Rabbin pak, saf, temiz, bozulmamış, münezzeh, mukaddes ve ulvi Kitab'ına lâyıkınca muhatap olmaya hazırlanır. Bu arınma gerçekleşmeden o muhâtabiyetin sağlanması zaten mümkün değildir. Onun nuruna açılmamız, ancak dünyevîlik ve nefsânîliklerden temizlenmemizle mümkün olacaktır.
Âyette geçen 'dokunma'yı bu açıdan da dikkate almak gerekir. Bu ifâde, dünyevî kirlerden, nefsânî vehimlerden âzâde olamayan bir insanın, okusa bile onun hakikatini kavrayamayacağını da ihsas eder. Temiz bir kalple, selim bir fıtratla ona muhatap olmayan, o hakikat okyanusundan maalesef hissesiz kalmaktadır.
Kur'an' yaklaşım konusunda bir üçüncü husus: "O Kur'an okunduğunda ona kulak verin ve susun ki rahmet edilesiniz."[1865] Bu âyette, 'okuma' ve 'dokunma' nın yanına, iki husus daha eklenir: 'Dinleme' ve 'susma.' Dinlemek, tüm Kur'an'da en çok sözkonusu edilen insanî fiillerden biridir. Anlamanın ilk şartı odur. Kur'an okunurken dinlemeyen biri, onu nasıl anlayabilir ki? Yine dinleme, saygılı olmanın ve ciddiye almanın işaretidir. Kulun edebine yakışan da budur. En küçük bir âmiri konuşurken dahi dinlemeye memur olan insan, bütün âlemlerin Rabbi, bütün yaratıkların yaratıcısının kelâmı karşısında nasıl dinlemez, nasıl susmayıp konuşmayı sürdürür?
Âyette zikredilen 'dinleme' ve 'susma' yalnız şu maddî kulağımıza ve dilimize ait değildir. İstenen, aynı zamanda, her vakit şeytanı dinleyen nefsin, hep gelip geçici zevklerin zebunu olan hevâ ve hevesin susmasıdır. Ayrıca, semavî bir hitap karşısında dünyevî fikriyat ve felsefelerin asıl tutulmamasıdır. Hüdâ'nın karşısına dehâ(!) ile çıkmamaktır. Bütün bir felsefe tarihinin ana tavrı olan, vahye sırtını çevirip yalnızca kendi aklıyla hakikatı bulma iddia ve inadında olmamaktır. Bilakis, bizi yaratan, bize bu sûreti, bu sîreti, bu fıtratı, bu aklı ve tüm bu duyguları veren; bizim yüz yüze olduğumuz, her bir mevcudundan gerek gözümüzle, gerek dilimizle, gerek fikrimizle, gerek kalbimizle istifâde ettiğimiz şu kâinatı da yaratan bir Rabbin bir âlet olarak yarattığı aklı o şekilde kullanmaktır. Onu sürücü değil, binek; hâkim değil, hizmetkâr yapmaktır.
Diğer bir husus, tüm bu şartlara azamî derecede riâyet gayretiyle okumaya başladığımız Kur'an'ı, her bir harfine hakkını vererek, tane tane okumaktır. "Kur'an'ı tertil ile, tane tane oku."[1866] Her sûresi, her âyeti, her kelimesi ve her harfi böylesine i'cazlı ve îcazlı bir Kitab, ancak ve ancak tane tane okunur. Düşüne düşüne, sindire sindire okunur. Onu hızla okuyup geçmek, dil kıpırdarken aklı, kalbi ve pek çok duyguyu hissesiz bırakmak demektir. "Kur'an'ı tertil ile, tane tane oku" buyrulması; sözkonusu özümsemenin usûlünü de bildirmektedir. Hızlıca okunup geçilen hangi şey özümsenir ki? Tane tane okuma, okunan şeyi özümseme, sindirme, benimseme ve hayatının her anını ona göre yaşama niyetini yansıtır. Nitekim, Kur'an, nûrânî sırlarını, "fıtratımın kemâli sensiz olamaz" diyerek ona ciddiyetle muhatap olanlara açmaktadır.[1867]
"Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola iletir. (Bildirdiği) hayırlı amelleri yapan mü'minlere kendileri için pek büyük mükâfatın olduğunu da müjdeler."[1868] İnanmak ve kanunlarına göre yaşamak mecburiyetinde olduğumuz Kur'an nedir?
Kur'an; Allah'ın insanlığa son peygamber ve önder olarak gönderdiği Hz. Muhammed'in, Cebrail isimli melek aracılığı ile Yüce Rabbimizden vahiy yoluyla alıp insanlığa sunduğu hayat nizamıdır. Hayatın başlangıcı ve sonucunu açıklayan âyetleri, sunduğu hayat kanunları, felâket ve mutlulukla neticelenen yaşayış şekillerine ait tarihî belgeleri, kâinatla ilgili ilmî mûcizeleri ve Hakk'ı, bâtıllardan ayırıcı düsturları ile Kur'an-ı Kerim bütün akıl sahipleri için hidâyet kaynağıdır.
Kur'an; kâinat nizamının son bulacağı zamana kadar yaşayacak bütün insanların muhtaç olacakları itikadî, ictimaî, iktisadî, hukukî ve ahlâkî en üstün hayat kanunlarını ihtiva eden bir Hak Kitaptır. Kur'an; bütün insanlığın bilginleri, aydınları, teknokratları, sosyologları, hukukçuları, edebiyatçıları, ahlâkçıları ve devrimcileri ile bir araya gelseler dahi bir benzerini meydana getiremeyecekleri İlahî kanunlar manzumesidir. Kur’an; lafızları ve insanlığı kuşatıcı hayat düsturları ile İlâhî, edebî ve ebedî bir Hak Kitap olduğu içindir ki, zaman aşımı, mekân değişimi onu eskitemez, yürürlükten düşüremez. O, her zaman yeni, her dem taze, her devirde eksiksiz ve mükemmeldir. Bunlara rağmen, yaşadığımız câhiliyye toplumunda Kur'an'ın sunduğu hayat düsturlarına göre yaşanılması, egemen güçlerce engellenmekte, otoritesi yıkılmaya çalışılmakta ve o, nesillerimize bir mâzi ve ölü kitabı şeklinde tanıtılmak istenmektedir.
Mü'min, Kur'an insanıdır. O'nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur'an'a karşı mü'minin ilk vazifesi, O'nu sık sık okumaktır. Kur'an'ın ilk emri "oku" iken O'nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü'min, asgari olarak günde beş defa namaz aracılığı ile Kur'an'la doğrudan doğruya bir bağlantı kuracaktır. İslâm'ın iman, ahlâk, iktisat, hukuk vs. düsturlarını teşkil eden Kur'an âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği şekliyle okuyarak ve dinleyerek Allah'a ibâdet edecektir. Kur'an'ı okumak, mü'min için ne derece lüzumlu ise, öğrendiklerini korumak ve unutmamak da o nisbette zarûrîdir. Kur'an'ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur'an'ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur'an, her bir kişi için gönderilmiştir ve Kur'an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır. "Andolsun ki Biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?"[1869] Kur'an'ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur'an'ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur'an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur'an'ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan birçok mü'min, Kur'an'ı yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur'an'ın mana zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab'ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.
Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız."[1870] Mü'min, Kur'an'ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır." [1871]
Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır."[1872]
Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi iman ve amel hayatımıza uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:
Yüce Allah'ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab olduğuna inanmamızın hayatımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız Kur'an-ı Kerim'in kişisel ve sosyal hayatımızdaki etkinliği nedir? Kur'an-ı Kerim vicdanların hâkim düzeni ve pratik hayatın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali, istikbali bilen Allah'ı fiil ve hayatımızda biricik ma'bud; ortaksız ilâh tanımamız mümkün müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma'bud edinmektir. İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen prensipleri yüceltmek ise Allah'a şirk koşmaktır.
Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah'a ortak koşmayı, sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah'ın ferdî, ailevî ve ictimaî hayatı tanzim edecek emir ve yasaklarını içeren Kur'an-ı Kerim, düzenleyicisi olması gereken günlük hayattan çekilmiştir. Dirileri canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık kitabı olmuştur. "Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu olanı, Allah'a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah'tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah'a bir nevi şirk koşmak olacak.)" [1873]
Allah'ın yanı sıra ilâhlar tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem azabına uğratacak pek büyük bir suç olduğu içindir ki, ilk mü'minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur'an'la bildirilen helâllar ve haramlarla çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in yasalarına uymayı Allah'ı ma'bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu şuurlarından ötürüdür ki Rabbimizin Kur'an'da "Namaz kılınız" emri gelince bütün mü'minler namaz kılmaya başlamıştı. "Zekât veriniz" emri gelince, şartlarını taşıyan mü'minler, vermeyi bir iman zevki ve vicdan neşesi haline getirmişlerdi. "Savaşınız" buyruğu ise bütün mü'minleri iman saflarında savaşmaya hazırlamıştı.
Allah'ı biricik ma'bud; ortaksız ilah kabul etmeyi, O'nun kitabı Kur'an'ın düsturlarına göre yaşamak mânâsına anlayan ilk mü'minlerin hayatından iki örnek verelim:
Asrımızın câhiliyyeti gibi karanlık bir câhiliyyet hayatı yaşayan miladi 6.-7. asır Araplarında alkollü içkiler her dudağın sevgilisi, her merasimin protokol gereğiydi. Böyle bir cemiyetin insanı olan Ebû Büreyde şöyle nakleder: "Bir gün oturmuş içki içmeye başlamıştık. Ben bir ara kalktım, Peygamber'in huzuruna çıktım, selâm verdim ve orada içkinin haram edildiğini bildiren âyetin indirildiğini öğrendim. Derhal arkadaşlarımın yanına döndüm ve alkollü içkileri içme yasağını bildiren âyetleri "... Artık bu iptilâdan vazgeçersiniz değil mi?" [1874] cümlesine kadar okudum. Arkadaşlarım hemen kadehlerindeki içkileri döktüler, küpleri devirdiler ve 'Vazgeçtik ya Rabbi! Vazgeçtik ya Rabbi!' dediler." [1875]
Kur'an'ın bu yasağından sonra Medine yolları günlerce içki aktı. Artık İslâm toplumunun içki diye bir problemi kalmamıştı. Annemiz Hz. Aişe (r.a.) de şöyle anlatıyor: "Allah'a yemin ederim ki ben Allah'ın Kitabına iman ve onu tasdik etme bakımından Ensar kadınlarından daha gayretlisini görmedim. Nur sûresinin 'Baş örtülerini yakalarına vursunlar (başlarını, saçlarını, kulaklarını, gerdanları ve sinelerini sımsıkı örtsünler)'[1876] anlamındaki âyeti nâzil olup da erkeklerin her biri evlerine dönerek karısı, kızı, kızkardeşi ve akrabasına Allah'ın indirdiği âyeti okuyunca onların her biri Allah'ın Kitabına iman ve onu doğrulamak için örtülerine büründüler. Bu âyetin nüzûlünü takip eden sabah örtülerine bürünmüş olarak Hz. Peygamber'in arkasında namaza durdular. Örtülerine sımsıkı büründükleri için sanki başlarında kargalar varmış gibiydiler."[1877]
Kısaca kadın ve erkek, Peygamber devrinin her mü'mini, Kur'an'ın ferdî ve ailevî hayatı tanzim eden her emrini, sosyal, iktisadî ve hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı iman ve şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur'an'ı yaşanan bir nizam haline getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur'an'ın yüce emir ve yasaklarını tatbik etmemek; şanlı Peygamber'in önderliğinde yaşamamak, imanı anlamsız kılmak, hayatı gayesiz bir mâceraya sürüklemek, âhiret saâdetini putperestliğe feda etmektir. Biz de bugün kişilerin putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıl-dığı modern câhiliyette yaşıyoruz. Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak için ashâbın Kur'an'a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah'a kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur'an'ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayatımıza geçirmeliyiz. "(Siz) O'nun Kitabı Kur'an'a uyun. O'nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz)."[1878]
Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara!
SORULAR
1- Kitapların ve suhufun gönderiliş amaçları, hikmetleri nelerdir?
“O takvâ sahipleri ki, onlar sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler.”
[1] İman esaslarından biri de Kur’an’a ve Kur’an’dan önceki kitap ve suhuflara (küçük kitaplara) inanmaktır. O kitaplar ki Allah tarafından Rasullerine gönderilmiş ve Rasuller de hiçbir kapalılık bırakmadan o kitaplardaki hükümleri insanlara tebliğ etmişlerdir. Bu kitaplarda Allah insanlara emirlerini, yasaklarını, mükâfatını ve azâbını açıklamıştır. Müslümanlar Allah’ın indirdiği kitaba göre hayatlarını düzenler.
Biz müslümanlar, peygamberlere gönderilen kitapların hepsine inanırız. Ancak, Kur’ân-ı Kerim hâricindeki kitaplar sonradan insanlar tarafından bozulmaya uğramışlardır. Bu sebeple biz onların bozulmuş haline değil bozulmamış haline inanıyoruz.
Mü’minlerin Kur’an’a ve önceki kitaplara inanması, Hz. Âdem’den kıyâmete kadar insanların tek bir dini, tek bir Rabbi olduğunu ispatlıyor. Onun için de bu inanç büyük bir değer taşır. Bu akîde, mü’minlerin ruhlarından kötü taassubu kökünden söküp attığı için büyük öneme sahiptir. Bu akîde sahibi her mü’min, hak olan geçmiş bütün din ve peygamberlere inanır.
Bu inanca sahip olan insanlar, peygamberden peygambere intikal eden tek dini (İslâm’ı) bulmuş olurlar. Böylece sağlam bir akîdeye sahip olduktan sonra Kur’an’a uymaları ve onu pratik hayatlarında yaşamaları kaçınılmaz bir görevdir. Çünkü hayat tarzını ancak Kur’an tesbit eder. Kur’an’ın dışındaki bütün hayat modelleri yanlıştır ve sapıklıktır. Eğer Kur’an ölçüsüne göre değil de, insanların akıllarına göre hayat modelleri tesbit edilmeye çalışılırsa, o zaman ne kadar insan kafası varsa o kadar da hayat modeli ortaya çıkar. Bu modellerin hiçbiri vahye dayanmadığı gibi, aynı zamanda her biri değersizdir. Mü’minin hayat modeli, onu yaratan Allah tarafından çizilmiştir. Mü’min ondan başkasını kabullenemez. Bu gerçeği Allah Teâlâ şöyle ifâde ediyor: “Kim İslâm’dan başka bir din (yol) ararsa, o istediği din kendisinden kabul olunmayacaktır. Ve o, âhirette de ebedî zarar çekenlerdendir.”
Mü’minler bilmelidir ki, İslâm dille söylenen laflardan ibâret olmadığı gibi, sadece kalple tasdik edilen bir inanç da değildir. İslâm, Allah’ın dinine teslimiyet demektir. Bu teslimiyet pratik hayatta bizzat görülmelidir. Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi, mü’minin dini sadece İslâm’dır; İslâm’ın ana kaynağı da Kur’an’dır.
Kur’ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapları tasdik eder, fakat onlarla amel etmeyi emretmez. Kur’an geldikten sonra artık önceki kitapların hükmü tamamen neshedilmiştir (kaldırılmıştır).
Allah Teâlâ hiçbir insanı tebliğsiz bırakmamıştır. Her topluma kendi dinini bildirmiştir. Beşer hayatını peygamberlerine gönderdiği kitaplarla tanzim etmiştir. Her topluma itikad, şeriat, ahlâk ve edeplerini gösteren hak kitaplar göndermiştir.
Tarih boyunca kimileri bu kitapları alıp kabul etmişler, kimileri de reddetmişlerdir. Kimileri ise alıp kendilerine göre değiştirmişlerdir. Bugün yahûdilerde bulunan Tevrat ve hıristiyanlarda bulunan İncil tamamen değişikliğe uğratılmıştır. Birçok kısımlar çıkartılmış, birçok kısımlar da ilave edilmiştir. Dolayısıyla önceki İlâhî kitapların aslı kalmamıştır. Allah Teâlâ da onları neshetmiştir. Öyleyse bu kitaplara tabi olan hiç kimse hak yolda (İslâm’da) değildir. Hatta bir defasında Hz. Ömer’in elinde Tevrat sayfalarını veya Tevrat’ın tefsiri kabul edilen rivâyetleri içeren Mişna kitabını gören Rasûlullah (s.a.s.): “Ey Ömer, vallahi Hz. Mûsâ da aramızda olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapmazdı.”
diyerek onun elindeki Tevrat (veya onun yorumunu içeren) sayfalarını yok etmesini buyurmuştur.
Öyleyse Mü’min de Kur’an’dan başka hiçbir kaynağa bağlanamaz. Çünkü, Kur’an geldikten sonra -ister değiştirilsinler, ister değiştirilmesinler- hiçbir eski kitabın hükmüne uyulmaz. Onların hükmü kalmayıp nesholunmuşlardır.
Allah’ın peygamberlerine indirdiği kitaplar büyüklüklerine göre iki kısımda incelenirler: Suhuflar (Küçük Kitaplar) ve Büyük Kitaplar.
Yüce Allah, insanlara insanlardan Peygamberler göndermiştir. Bu Peygamberlerin bir kısmına Allah’ın emir ve nehilerini (yasaklarını) ve kendisine nasıl ibadet edileceğini öğreten kitaplar indirmiştir. Bunlar dört tanedir. Bu kitaplara ‘4 büyük kitab’ adı verilir.
Bu kitapların isimleri, kimlere gönderildiği ve indiriliş sırası şöyledir.
1. Hz. Musa (a.s.)’ya Tevrat,
2. Hz. Davut (a.s.)’a Zebur,
3. Hz. İsa (a.s.)’ya İncil,
4. Hz. Muhammed (a.s.)’e Kur’an-ı Kerim nazil olmuştur.
Bazı peygamberlere ise büyük kitap yerine “Suhuf” ismi verilen sahifeler indirilmiştir.
Suhuflar ise şunlardır.
1. Hz. Âdem’e (a.s.) on sahife
2. Hz. Şit’e (a.s.) elli sahife
3. Hz. İdris’e (a.s.) otuz sahife
4. Hz. İbrahim’e (a.s.) on sahife
Kitaplara imanın delili
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor.
{وَقُلْ اٰمَنتُ بِمَا أَنزَلَ اللهُ مِنْ كِتَابٍ}
“(Ya Muhammed) Deki: Ben Allah'ın indirdiği her kitaba inandım.”
“Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Yakup oğullarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer Peygamberlere Rab'lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.”
[2]
Allah (c.c.) bazı Peygamberlere Cebrail (a.s.) aracılığı ile kitaplar göndermiştir. Bu kitaplara ilahi kitaplar veya semavi kitaplar denilmiştir. Yüce Allah’ın bütün kitaplarına iman etmek her Müslümana farzdır. Biz bugün Yahudilerin ve Hıristiyanların elinde bulunan ve semavi oldukları söylenen kitaplara değil de Allah’ın Peygamberlerine göndermiş olduğu sağlam ve asıl kitapların tümüne inanıyoruz. Çünkü onlarda insanlar için hidayet ve nur vardı.
Bugün ehli kitabın elinde bulunan kitaplar tamamıyla tahrif olmuş ve değişikliğe uğramıştır. Ancak Kur’an-i Kerim hiçbir şekilde değişmemiş ve kıyamete kadar da değişmeyecektir. Çünkü Allah onu değişiklilikten koruyacağını yine Kur’an ile bildirmiştir.
“Şüphesiz o zikri (Kur’an-ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.”
[3]
Kur’an-ı Kerim’den önce diğer Peygamberlere indirilen kitapların (Tevrat, Zebur ve İncil) asıl nüshaları maalesef bugün mevcut değildir. Velâkin şuanda mevcut oranda tahrif edilmiş nüshalar bulunmaktadır. Hz. İsa, İncil’i İsrail oğullarına şifahen anlatıyordu. Milattan 150 sene sonra yazıldığı bilinen İncil kitabının aslı yazılamayıp farklı farklı şekillerde tahrifli olarak kaleme alınmıştır.
Nitekim Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyurmaktadır.
“Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa içlerinden bir takımı, Allah'ın kelamını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif ederlerdi.”
[4]
Başka bir ayette ise Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır.
“Ey kitap ehli! Artık size elçimiz (Muhammed) gelmiştir. O, kitabınızdan gizleyip durduğunuz gerçeklerden birçoğunu sizlere açıklıyor, birçoğunu da affediyor.”
[6]
Semavi kitaplar, insanlar için birer rahmet olmuş ve insanlara hak yolu göstermişlerdir. Onun için bu kitapların hepsine iman etmek zorundayız.
Semavi kitaplar (tahrif edilmemiş olanlar) yüce Allah’ın insanlar üzerinde uygulanacak birer kutsal kanun kitaplarıdır.
Allah (c.c.) insanlara haklarını ve görevlerini bu kanunlar vasıtası ile bildirmiştir. Eğer bu kitaplar olmasaydı insanlar yaratılışlarındaki hikmetten ve üzerlerine düşen görevlerden, kavuşacağı ahiret nimetlerinden ve felaketlerinden habersiz olacaklardı. Ancak maalesef Tevrat, Zebur ve İncil kitapları için güvenilir tarihi sened zincirleri yoktur. Bu kitapların birbirlerinden farklı birçok nüshası ortaya çıkmış ve bu nüshalarda nakledilen söz ve görüşler arasında pek çok farklılıklar bulunmuştur.
Bu kitaplar Allah ve Peygamberleri hakkında doğru olmayan bozuk inançlar içermektedirler. Özellikle Tevrat’ta bunların sayısı çoktur. Tevrat’ı ve İncil’i okuyan kişi orada zikir edilen kelamın Allah’a ait olmadığını hemen fark eder.
Kur’an-ı Kerim’de durum farklıdır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in bütün ayetleri bizzat Hz. Peygamber Efendimiz (sav) ve Ashab-ı Kiram tarafından ezberlenmiş ve yazılmıştır. Hz. Resulullah (sav)’in ahirete irtihalinden sonra Hz. Ebu Bekir, bütün ashabı kiram huzurunda Kur’an’ın birer nüshasını büyük bir dikkatle yazdırarak onu değişiklikten korumuştur. Hz. Osman’ın halifeliği zamanında çoğaltılarak İslam’ın büyük merkezlerine birer nüsha gönderilmiştir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’i baştan sona ezberleyen binlerce hafız yetişmiş, Kur’an-ı Kerim’in bir ayeti bile değiştirilmemiş olup günümüze kadar gelmiştir. Kur’an-ı Kerim ebedi kalacak bir mucizedir.
Kur’an-ı Kerim lafzı, nazmı, hükümleriyle ve haberleriyle bir mucizedir. Hiç kimsenin onun bir benzerini getirmeye gücü yetmez. Eski Araplar o kadar fesahat ve belağat sahipleri olmalarına rağmen bunu başaramamışlardır.
Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’den önce indirilen Tevrat, Zebur ve İncil gibi kitapların asıllarının Allah tarafından gönderildiğini fakat bu kitapların sonradan kendilerine gönderilen kavimler tarafından değiştirildiklerine inanır. Bu yüzden şu anda mevcut olan Tevrat ve İncil’i okuyup onunla amel etmenin caiz olmadığı görüşündeler.
[1] Şura, ayet: 15
[2] Bakara, ayet: 136
[3] Hicr, ayet: 9
[4] Bakara, ayet: 75
[5] Nisa, ayet: 46
[6] Maide, ayet: 15
Kitaplara Îmân ve Kur’ân-ı Kerîm
“İmanın altı şartı” olarak bildiğimiz inanç esaslarının tümü, birbiriyle doğru orantılıdır. Biri, tümünü gerektirir. Yani birine inanmak, hepsine inanmayı zorunlu kılar. Allah’ın varlığına ve birliğine inanmayan bir insanı düşünelim; bu kişi Allah’ın kitaplarına da, meleklerine de, peygamberlerine de inanmayacaktır. Yine kitaplara inanmayan bir kimse, bu kitapların vahy edildiği peygamberlere de, vahyi getiren meleğe de, dolayısıyla vahiyle bildirilen âhiret günü, diriliş, kazâ-kader gibi inanç esaslarına da, kutsal kitaplarda yer alan diğer bilgilere de inanamamış olacaktır. İlâhî dinlerin hepsinde en başta ortak olan husûslar bu inanç esaslarıdır. Bunlara inanmayan kimseler ilâhî din mensubu sayılamazlar. Muharref kitapları olan ilâhî dinlerde (Mûsevîlik ve Hıristiyanlık) ise bu inanç esasları ana hatlarıyla var olmakla birlikte; teferruata inildiğinde İslâm’dan önemli farklar ortaya çıkar. Bu din mensupları her ne kadar “Ehl-i Kitap” sayılsalar da Kur’ân, musevî ve hıristiyanların inanç konusunda düştükleri yanlışları ve sapmaları açıklamış ve onları uyarmıştır.
ÎMAN NOKTA-İ NAZARINDAN “KİTAP” KAVRAMI
Îmân esasları arasında kitaplara îmânın yer alması inanç esaslarının ve dinle ilgili yer her türlü esasın bu kitaplarda bulunmasından dolayıdır.
İslâm akâidinde kitaplara îmân, bazı peygamberlere gönderilen “suhuf” ile dört büyük kitabı kapsar. Bu dört kitap; Tevrât, Zebûr, İncîl ve Kur’ân’dır. Bunlardan Tevrât, Zebûr ve İncîl, tahrîf edilmiş ve günümüze kadar asılları gelmemiştir. Mensuplarının ellerinde de orijinal dilleriyle yazılmış nüshaları değil, tercümeleri vardır.
Kur’ân-ı Kerîm, bu kutsal kitapların hepsini hâvîdir. Onlardan eksik hiç bir tarafı yoktur; aksine bu kitaplarda yer almayan bir çok hükmü de içerir ve açıklayarak genişletir. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Bu Kur’ân, Allah’tan başkası tarafından düzenlenebilecek bir şey değildir. Ancak kendinden önceki (İlâhi kitapların) doğrulaması ve o kitabın açıklamasıdır. Onda asla şüphe yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” (1)
Buradan anlaşılan bir mânâ da; Kur’ân’ın musevî ve hıristiyanlarca Tevrât ve İncîl’den çıkardıkları âyetleri açıkladığı gerçeğidir. İşte onların tahrîf ettikleri husûsları açıklamasından dolayı mûsevî ve hıristiyanlar Kur’ân-ı Kerîm’i kabûl etmemişlerdir. Bu konuda çok mutaassıptırlar. Günümüzde bu taassuptan kurtulabilen ve Kur’ân’ı tarafsız gözle inceleyen, çoğunlukla Hıristiyan ilâhiyatçı ve bilim adamları, ya din olarak İslâm’ı seçmekte veya Müslüman olmasalar bile gerçeği itiraf etmek zorunda kalmaktadırlar. (2)
KUTSAL KİTAPLARIN ZİRVESİ OLARAK KUR’ÂN
Gerçekten de Kur’ân-ı Kerîm, tüm kutsal kitapların üstünde yer alır. Her ne kadar en son ilâhî kitap ise de bu, onun tüm kutsal kitaplardan üstün olmasına engel değildir. Tıpkı, Peygamberimiz (s.a.v)’in en son resûl olmasına rağmen en üstün peygamber olması gibi... Çünkü Kur’ân, diğer kutsal kitapları doğrular, onlarda bulunmayan yeni hükümleri ihtivâ eder ve onların tahrîf edilmiş yönlerini açıklar; bu bakımdan en mükemmel kutsal kitaptır.
Bu husûsu Rabbimizin Kur’ân’ı tavsîf için kullandığı sıfat ve adlardan da anlayabiliriz: Kur’ân, “Mecîd”dir. (3), “Kerîm”dir. (4), “Meknûn” (Korunmuş)’tur (5), “Tenzîlün min Rabbi’l-Âlemîn” (Âlemlerin Rabbinden indirilmiş)’tir (6), Zü’z-Zikr (Uyarıcı/Şanlı)’dır (7), Gayra Zî-İvec (Pürüzsüz)’dür (8), “Hakîm” (Hikmetli)’dir (9), “Mübin (Apaçık)’tır (10), “Hüdâ” (Yol gösterici) ve “Büşrâ” (Müjde)’dir (11), “Şifâ” ve “Rahmet”tir (12), “Azîm” (Büyük)’tür (13).
Bütün bu sıfat ve isimlerden, Rabbimiz’in katında Kur’ân’ın yüce derecesini kolayca anlayabiliriz. Bu sebeple, kitaplara îman, Kur’ân’ın Allah katında en yüce bir kitap olduğuna inanmayı da gerektirir. İşte bu durumda, diğer ilâhî din mensuplarının da Kur’ân’ın bu yüceliğini kabûl etmeleri gerekir.
KELÂM SIFATI ve KUR’ÂN
Bu konuda Abdülkâdir Geylânî (k.s) şu bilgileri vermektedir: “Allah Teâla’nın kelâmı mahlûk değildir. Her ne şekilde okunursa ve yazılırsa yazılsın ve okunsun okuyanlar arasında her ne şekilde fark ve ayrılık bulunursa bulunsun, Allah Teâla’nın kelâmıdır. Sıfat-ı sübûtiyyesidir. Sonradan olma, değişen, değişiklik kabûl eden ve yaratılan bir şey değildir. İndirilmesi ve meydana çıkması Allah Teâlâ tarafındandır. (...) Kur’ân-ı Kerîm’i mahlûk sanan veya Kur’ân-ı Kerîm’e mahlûk diyen kâfir olur. O kimse ile bir arada oturmak, yiyip içmek, onun nikâhı altında bulunmak, onunla komşuluk etmek câiz değildir. Bilakis o kimse ile ilişki kesilmeli, ona hakâret edilmelidir. Arkasında namaz kılınmaz, şâhitliği kabûl edilmez. Nikâhta velîliği kabûl ve sahîh olmaz. Bu îtikad ile ölürse namazı kılınmaz. Ele geçirilir ise, mürted gibi ona üç defa tevbe teklif olunmalıdır. Tevbe ederse ne âlâ, etmezse öldürülür.” (14)
Gümüşhanevî (k.s) de, bu konuyu şöyle açıklamaktadır. “Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın “kelâm” sıfatıdır. “Mahlûk” ve “hâdis” (sonradan olma) değildir. O bir mânâdır. Allah Teâlâ sesleri ve harfleri yarattıktan sonra, bu mânâyı Cebrâîl (a.s) perde arkasından dinlemiş ve hıfz etmiştir. Sonra o, Peygamberimiz’e, Peygamberimiz (s.a.v) ashâb-ı kirâma, onlar tâbiîne, tâbiînden de bize kadar nakledilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça olarak indirilişi, Allah’ın kelâmına delâlet etmesi içindir. Kur’ân-ı Kerîm’in sesleri ve harfleri mahlûktur. Yazılı olan şey ise mahlûk değildir. Kur’ân-ı Kerîm’e mahlûk diyen kâfirdir.” (15)
Kur’ân’ın mahlûk olup olmadığı konusunda Abbasî Halifelerinden Me’mun zamanında meydana gelen tartışmalar hatırlandığında bu konunun önemi daha iyi kavranacaktır. Yukarıda açıklanan şekilde inanmak son derece önemlidir. Ehlisünnet ulemâsı bu konuda hemfikirdir. Hatta Ahmed b. Hanbel (rh.a) bu uğurda hapse atılmış ve çile çekmiştir. Bu da konunun önemini gösterir.
DİĞER HUSÛSLAR
*Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetleri, daha başlangıcında bizzat Hazret-i Peygamber Efendimiz tarafından ezberlenmiş olduğu gibi, ashâbın bir çokları tarafından da ezberlenmiş ve yazılmıştır.
*Hazret-i Peygamber’in âhirete göçmesinden sonra Hazret-i Ebû Bekir (r.a), bütün ashâb-ı kirâm huzûrunda Kur’ân’ın bir nüshasını yazdırarak o’nu değişikliklerden korumuştur.
*Hz. Osman (r.a)’ın halîfeliği zamanında da bu asıl kitaptan yeterince yazdırılarak büyük İslâm merkezlerine birer nüsha gönderilmiştir.
*Her asırda yüz binlerce Mushaf-ı Şerîf yazılmış, ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona ezberleyen binlerce hâfız yetişmiştir. Bu özellik, diğer semâvî kitaplardan, yalnızca Kur’ân-ı Kerîm’e nasîb olmuştur.
*Diğer ilâhî kitaplar belli bir kavme ve belirli bir zamânâ âit olarak peygamberlere indirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm ise, bütün insanlık âlemine ve bütün asırlara şâmil olarak Peygamberimiz’e indirilmiştir.
*Kur’ân’ın mânası ile amel edilir, lafızları da bir ibâdet olmak üzere okunur; bununla sevap kazanılır. Bu lâfızların mânâsını da anlamaya ve öğrenmeye çalışmalıdır. Kur’ân bu şekilde ruhlara tesir eder.
*Kur’ân’ın lafzının yerine başka bir söz konamaz. Bu sebeple hiç bir tercüme de Kur’ân hükmünü alamaz. Tercümeler de bir nevî kısa tefsîrlerdir. Dolayısıyla Kur’ân’ın aslı değildir.
*Kur’ân-ı Kerîm ebedî bir mûcizedir. Lafızları edebî incelikler taşır. Bütün insanlar ve cinler bir araya toplansa, en kısa bir sûresinin bile benzerini yapamazlar.
*Bir bahar mevsiminde yağan yağmurların ve parlayan güneş ışınlarının kurumuş bitkileri canlandırması gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in ifadeleri de anlayışlı kalpler üzerinde çok daha büyük tesirler yapar. Gönüllere yeni bir hayat ve ferahlık verir.
1-Yunus (10): 37 2-Bu îtiraflardan biri için Montgomery Watt’ın İslâm ve Hıristiyanlık adlı eserine bakılabilir. 3-Burûc (85): 21; Kâf (50): 1. 4-Vâkıa (56): 77. 5-Vâkıa (56): 78. 6-Vâkıa (56): 80. 7-Sâd (38): 1; Kalem (68): 52. 8-Zümer (39): 28. 9-Yâsîn (36): 2. 10-Yâsîn (36): 69; Neml (27): 1; Hicr (15): 1. 11-Neml (27): 3. 12-İsrâ (17): 82. 13-Hicr (15): 87. 14-Abdülkadir Geylânî Gunyetü’t-Tâlibîn, Çev. A. Fâruk Meyan, 7. baskı, Çelik Yayınevi, İstanbul, 1992, s. 89. 15-A. Ziyâüddin Gümüşhânevî, Ehl-i Sünnet İ’tikâdı, Çev. A. Kabakçı-F. Günel, Bedir
Allah’ın bazı peygamberlere kitaplar
indirdiğine, bunların hepsinin doğru ve gerçek olduğuna
inanmak. Amentü olarak bilinen iman esaslarından birisidir.
İman konusu olan kitaplara Allah tarafından indirilmiş
kitaplar anlamında Kütüb-i ilahiye, Kütüb-i Münezzele, Kütüb-i
Semâviye denir. İlahi kitaplar Allah’ın peygamberlerine gönderdiği
vahiyler toplamından oluşur. Her topluma peygamber ve
uyarıcı gönderildiğine (en-Nahl, 16/32; el-Fatır,
35/25) ve bunlarla birlikte kitaplar indirildiğinde (elBakara, 2/213)
göre çok sayıda kitap indirilmiş olduğu söylenebilir. Ne
var ki, bunlar Kur’an’da ayrı ayrı anılmaz. Anılanlar
yalnız Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)’a indirilen Suhuf’la
Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân’dır. Güvenilirliği
tartışmalı bir hadiste ise toplam yüz sahife indirildiği,
bunlardan ellisinin Sit (a.s)’a, otuzunun İdris (a.s)’a, onunun
İbrahim (a.s)’a ve onunun da Musa (a.s)’a (onunun Adem (a.s)’a
indirildiği de söylenir), indirildiği belirtilir (Ebû Zer’den
ibn Ebi’d- Dünya). Kitaplardan Tevrat Musa (a.s)’a, Zebur Davud (a.s)’a,
İncil İsa (a.s)’a ve Kur’an da Hz. Muhammed (s.a.s)’e
indirilmiştir.
Kur’an kitaplara inanmanın gerekliliğini çok
değişik biçimlerde ortaya koyar. Bu konuya ilişkin
âyetlerden bir bölümü kitaplara inanmayı buyruk halinde ifade
eder: "Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e,
İshak’a, Yakub’a ve torunlar(ın)a indirilene, Musa ve
İsa’ya verilene ve (diğer) peygamberlere Rabb’leri
tarafından verilene inandık, onlar arasında bir ayrım
yapmayız, biz Allah’a teslim olanlarız deyin" (el-Bakara,
2/136). "Ey iman edenler, Allah’a, elçisine indirdiği Kitap’a
ve daha õnce indirmiş bulunduğu Kitap’a inanın " (en-Nisâ,
4/136). Bazı âyetlerde kitaplara iman, mü’minlerin nitelikleri arasında
sayılır: "Mü’minler) sana indirilene ve senden önce
indirilene inanırlar, ahirete de kesinlikle iman ederler." (el-Bakara,
2/4). Peygamber de diğer mü’minler gibi kitaplara inanmak zorundadır:
"Elçi, Rabb’inden kendisine gelene inandı, mü’minler de. Hepsi
Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı"
(el-Bakara, 2/285). Bazı âyetler de kitaplara inanmamanın küfür
ve sapıklık olduğunu belirterek imanın
gerekliliğini dile getirir: "Kim Allah’ı, meleklerini,
kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkar ederse o uzak
bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisa,
4/136).
Kitaplara inanmak Allah’a, meleklerine ve
peygamberlerine inanmanın bir gereğidir. Allah insanlara
doğru yolu göstermek üzere, içlerinden seçtiği peygamberler
aracılığı ile kitaplar gönderir. Kitaplar, melek aracılığı
ile gelen vahiyler toplamıdır. Allah’a inanmakla birlikte
meleklere, vahiy olayına inanmayan, peygamberlik kurumuna
karşı çıkan kişi, İslâm’ın öngördüğü
inanç bütünlüğünden uzak düşmüş olur. Kitaplar yeryüzünde
halife olarak yaratıları insana verilen emanetin, başka bir
deyişle yeryüzünde Allah’ın egemenliği ilkesi üzerine
kurulu ilahi düzenin gerçekleştirilmesi gõrevinin yerine nasıl
getirileceğini gösteren, talimatlar, emir ve yasaklar toplamıdır.
Bunlar insan hayatını en mükemmel biçimde düzenleyecek inanç
esaslarını, ibadet biçimlerini, yapılması ya da
yapılmaması gereken davranış ve eylemleri, güzel
ahlâk ilkelerini, siyasal ve toplumsal hayat düzenleyecek temel ilke ve
kuralları ihtiva eder. Bu nedenle kitaplara inanmak, insanın
inanç ve düşünce dünyasını, bireysel ve toplumsal
hayatını Kitap’ın öngõrdüğü biçimde yönlendirme
ve düzenlemeyi kabul etmek anlamına gelir.
Adı ne olursa olsun, nasıl nitelenirse
nitelensin, bütün ilâhî kitaplar Allah kelamıdır.
Kaynakları ve taşıdıkları mesaj açısından
aralarında bir fark yoktur. Hepsi gerçektir ve gerçeği
bildirir. Temiz yaratılmış melekler
aracılığı ile indirilir, Allah’ın koruması
altında oldukları için şeytânın ya da başka bir
varlığın müdahalesinden uzaktır. Hepsi Allah’ın
birliğini, yalnız O’na kulluk edilmesi gereğini bildirir:
"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona "Benden başka
ilah yoktur, bana kulluk edin" diye vahyetmiş
olmayalım" (el-Enbiya, 21/25). "Andolsun biz her ümmet
içinde Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının diye bir elçi
gõnderdik… " (en-Nahl, 16/36). "O size dinden Nuh’a tavsiye
ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve
İsa’ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle
ki, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin"
(eş-Şûra, 42/13). Ancak indirildikleri topluma göre dilleri;
"Biz her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açıklasın"
(İbrahim, 14/4), ile zaman ve toplum şartlarının
gerektirdiği kimi kural ve yöntemler değişir: "Sizden
her biriniz için bir şerîat ve yol belirledik" (el-Maide,
5/48).
Kur’an’ın andığı suhuflar günümüze
ulaşmadı. Tevrat, Zebur ve İncil ise ancak tahrif
edilmiş biçimde varlığını koruyabilmiştir.
Kitab-ı Mukaddes adı altında birleştirilen bu
kitaplardan Tevrat Ahd-i Atik; İncil Ahd-i Cedid olarak anlamakta,
Zebur ise Mezmurlar adıyla Ahd-i Atik içinde yer almaktadır.
Kur’an, önceki kitapların muhatablarınca nasıl tahrif
edildiğine kısaca değinir "Oysa onlardan bir grup
vardı ki Allah’ın sözünü işitirlerdi de düşünüp
akıl erdirdikten sonra. bile bile onu değiştirirlerdi…
Vay haline o kimselerin ki Kitab’ı elleriyle, yazıp az bir
paraya satmak için "Bu Allah’tandır" derler! Ellerinin
yazdığından ötürü vay haline onların.
Kazandıklarından ötürü vay haline onların"
(el-Bakara, 2/75-79). Buna karşılık Kur’an bozulmaktan,
değiştirilmekten korunmuş, vahyin tek ve gerçek
ifadesidir. Bu özelliğiyle önceki kitapları içermekte, tahrif
edilmiş biçimlerinde bulunan yanlışları düzeltmekte,
eksik yanlarını tamamlamakta, eklemeleri iptal etmektedir.
Kitaplara iman, Kur’an’la birlikte eldeki muharref
Tevrat, Zebur ve İncil’de de gerçekliğini,
doğruluğunu kabul anlamına gelmez. Mü’min onların
asallarının Allah kelâmı olduğunu kabul etmekle yükümlü
olduğu kadar, elde bulunan biçimlerinin bozulmuş olduğunu
da kabul etmekle yükümlüdür. Bu nedenle Tevrat ya da İncil’den
gelen bir bilgiyle karşılaşan mü’min, bu bilginin doğru
ya da yanlış olduğunu söylemeden önce Kur’an’a başvurmak
zorundadır. Bilginin Kur’an’la çelişmemesi, Kur’an’ın
öngördüğü ilke ve kurallarla çakışmaması
durumunda bilginin doğru olduğunun kabul edilmesinde bir
sakınca yoktur. Ancak Kur’an’a ters düşen bir bilginin kabul
edilmesi, Allah’tan gelen bir bilgi biçiminde değerlendirilmesi söz
konusu edilemez. Öyleyse kitaplara iman, temelde Allah’ın gönderdiği
vahye, vahyin peygamberler boyunca sürdüğüne ve en son ve
mükemmel biçimde Kur’an’la noktalandığına inanmayı
ifade eder.
(Konu için ayrıca Amentü, İncil, Kelam,
Kitap, Kur’an, Peygamberlik, Tevrat, Zebur ve Vahiy maddelerine
bakınız).
40- Yüce Allah, insanlara yine insanlardan Peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerden bir kısmına da kendi emirlerini ve yasaklarını, kendisine ibadet şekillerini öğreten kitaplar indirmiştir.
Bu kitaplardan bir kısmına "Suhuf" denir. Bunlar birkaç sayfalık kitaplardır. Kitaplardan dördü de büyük kitaplardır. İnişleri şöyledir:
On sahife Hazret-i Âdem'e, elli sahife Hazret-i Şit'e, otuz sahife Hazret-i İdris'e, on sahife Hazret-i İbrahim'e verilmiştir diye rivayet edilir.
Büyük kitaplara gelince: Tarih sırasına göre bunlardan birincisi Hazret-i Mûsa'ya verilen Tevrat'tır. İkincisi Hazret-i Davud'a verilen Zebûr'dur. Üçüncüsü Hazret-i İsa'ya verilen İncil'dir. Dördüncüsü de, bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'e (sav.) verilen Kur'an'dır.
Yüce Allah bu kitapları vahy yolu ile göndermiştir. Ya Cibril-i Emin adındaki bir melek aracılığı ile bildirmiş yahut başka bir şekille ilham etmiştir. Bu kitaplara "İlahi Kitaplar" denildiği gibi, taşıdıkları yüksek vasıftan dolayı "Semavi Kitablar" ve Cibril-i Emin aracılığı ile indirilmiş olduklarından da "Münzel Kitablar" denir.
41- Yüce Allah'ın bütün kitaplarına iman etmek her mü'min için farzdır. Biz bugün diğer milletlerin ellerinde bulunup da semavi oldukları söylenen kitaplara değil de, Allah'ın aslen Peygamberlerine göndermiş olduğu kitapların tümüne iman ederiz. Çünkü Kur'an'dan başka olan kitaplar değişikliğe uğramışlardır. Kur'an-ı Kerim'in hiç bir sözü zamanımıza kadar değişmediği gibi, kıyamete kadar da değişmeyecektir; çünkü Allah onu değişiklikten koruyacağını yine Kur'an'da bildirmiştir.
Bütün semavi kitaplar insanlar için birer rahmet olmuşlar ve hak yolu göstermişlerdir. Onun için hepsine iman etmek zorundayız. Bu kitaplardan herhangi birini inkar etmek hepsini inkar demektir. Gerçek mü'min o kimsedir ki, Yüce Allah'ın bütün kitaplarına inanır. Yüce Allah'ın en son kitabı olan Kur'an-ı Kerim'e sarılır ve onun hükümlerini gözetmeye çalışır.
42- Bugün Kur'an-ı Kerim'den başka diğer Semavi kitaplar tüm olarak yeryüzünde mevcut değildir. Aradan asırlar geçmiş ve birçok milletler tarihe karışmış olduğundan kitapların bir çoğu tamamen kaybolmuş, bir kısmı da büyük değişikliklere uğrayarak İlahî vasıflarını kaybetmişlerdir.
Bugün elde bulunan Tevrat, Zebûr ve İncil nüshalarından hiç biri, Yüce Allah'ın Mûsa'ya, Davut'a ve İsa'ya indirmiş olduğu kitapların aynı değildir. Ancak Kur'an-ı Kerim asliyyetini olduğu gibi korumaktadır, bir kelimesi bile değişikliğe uğramamıştır.
43- Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetleri, daha başlangıcında bizzat Hazret-i Peygamber Efendimiz (sav) tarafından ezberlenmiş olduğu gibi, ashabın birçokları tarafından da ezberlenmiş ve yazılmıştı. Hazret-i Peygamberin (sav) ahirete göçmesinden sonra Hazret-i Ebu Bekir, bütün ashab-ı kiram huzurunda Kur'an'ın birer nüshasını yazdırarak onu değişiklikten korumuştu. Hazret-i Osman'ın halifeliği zamanında da bu asıl kitabdan yeterince yazdırılarak büyük İslâm merkezlerine birer nüsha gönderilmişti. Bunların her birine "Mushaf-ı Şerif" adı verilmiştir. Daha sonra bütün Mushaflar bu asıllara göre aynen yazıla gelmiştir.
Her asırda yüz binlerce Mushaf-ı Şerif yazılmış. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'i baştan sona ezberleyen binlerce hafız yetişmiştir. Bu özellik diğer semavi kitablar arasında yalnız Kur'an-ı Kerim'e nasip olmuştur. Bu da bir hikmet gereğidir. Çünkü diğer Semavi Kitablar belli bir kavme ve belirli bir zamana ait olarak Peygamberlere indirilmişlerdi. Kur'an-ı Kerim ise, bütün insanlık alemine ve bütün asırlara mahsus olarak Peygamberimize indirilmiştir. Onun için bu kitabın Allah tarafından korunması bir hikmet gereği olmuştur.
44- Kur'an-ı Kerim'in bir ayeti bile değişikliğe uğramayarak aslı üzere kalması, öyle bir gerçektir ki, bunu bir kısım müsteşrikler (şarkiyat ilimleri ile uğraşanlar) bile insaf göstererek doğrulamaktadır. Bunun aksini iddia edenler, Müslümanlık aleyhine propaganda yapan siyasi maksatlı ve körü körüne batıla saplanmış kimselerdir. Bugün Kur'an-ı Kerim her yabancı dile tercüme edilmiş durumdadır. Bu diller arasında Türkçe, Farsça, Hindçe, Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, Felemenkçe ve Çince'ye tercüme edildiği gibi, Cava, Bengal ve Malaya dillerinde de tercümeleri vardır.
Sonuç olarak, bugün Kur'an-ı Kerim'in İlahi ifadeleri bütün beşeriyetin kulaklarına çarpıp durmaktadır. İnsanlığı bir kardeşlik, bir selamet ve mutluluk üzere toplanmaya çağırmaktadır.
"Kur'an bütün alemler için bir uyarıcı, bir zikirdir." (Kalem: 52)
İmanın üçüncü şartı,kitaplara imandır. Amentü’deki, (Ve kütübihi) ifadesi, Allahü teâlânın kitaplarına inanmayı, iman etmeyi bildirmektedir. Allahü teâlânın gönderdiği kitaplar çoktur. Kur'an-ı kerimde bildirilen ise, 104 kitaptır. Yüzü küçük kitaptır. Bunlara suhufdenir.
100 suhuf kitap şu peygamberlere inmiştir:
10 suhufu, Âdem aleyhisselama,
50 suhufu, Şit aleyhisselama,
30 suhufu, İdris aleyhisselama,
10 suhufu, İbrahim aleyhisselama.
Dört büyük kitap ise şu peygamberlere inmiştir:
Tevrat, Musa aleyhisselama,
Zebur,Davud aleyhisselama,
İncil,İsa aleyhisselama,
Kur'an-ı kerim, Muhammed aleyhisselama gönderilmiştir.
Kitapların hepsini, Cebrail aleyhisselam getirmiştir. En son, Kur'an-ı kerim nazil olmuştur. Kur'an-ı kerim gönderilince, diğer kitaplar nesh edilmiş, yani yürürlükten kaldırılmıştır. Kur'an-ı kerimin gelmesi âyet âyet olmuş ve 23 senede tamamlanmıştır. Kur'an-ı kerim, kıyamete kadar bâkidir. Yani geçerlidir. Geçersiz olmaktan ve tebdil ile tahriften yani insanların değiştirmelerinden mahfuzdur. Korunmuştur. Kur'an-ı kerimde eksiklik veya fazlalık olduğuna inanan dinden çıkar.
Bugün Yahudilerin ve Hıristiyanların okudukları (Tevrat-Talmud) ve (İnciller) hakkında,www.hakikatkitabevi.com sitesinde, (Cevap veremedi) isimli kıymetli eserde geniş bilgi vardır.
Bütün Peygamberler Müslüman idi
Allahü teâlânın var ve bir olduğunu bildiren ilahi dinlerin hepsi, insanlar bozmadan önce, amele ait hükümler hariç, inanılacak şeylerde hepsi aynı idi. Bütün Peygamberler Müslüman idi. Mesela Yahudi ve Hıristiyanların bizim peygamberimiz dedikleri nebiler için Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyandı. O Allah’ı tanıyan doğru bir Müslümandı.)[Al-i İmran 67]
(İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları [Müslümandır], onların Yahudi veya Hıristiyan olduğunu söyleyenlere de ki, siz mi iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah’ın bildirdiğini gizleyenden daha zalim kim olabilir.) [Bekara 140]
Hz. Âdem’den başlayarak, gelen bütün hak dinler, Hz. Musa’dan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama kadar gelen 3 din, [Musevilik, İsevilik ve İslamiyet] Allah’ın bir ve Peygamberlerinin de birer insan olduğunu bildirmiştir. Ancak Yahudiler, Hz. İsa’ya inanmadılar. Hıristiyanlar da putlara tapınmaktan kurtulamadı. Hz. İsa, (Ben de sizin gibi bir insanım. Allah’ın oğlu değilim, Onun oğlu kızı yok) dediyse de, Baba, Oğul ve kutsal ruh ismi ile 3 ayrı ilaha tapındılar.
Hz. Hud, Ad; Hz. Salih, Semud kavmine; Hz. Musa, Beni İsrail’e gönderilmişti. Harun, Davud, Süleyman, Zekeriyya ve Yahya "aleyhimüsselam" da, yine Beni İsrail’e gönderilmiştir. Fakat, bunların ayrı dini olmayıp, Beni İsrail’i, Hz. Musa’nın dinine davet etmişlerdi. Hz. Davud’a inen Zebur’da emir ve yasakları bildiren hükümler yoktu. Vaaz ve nasihat dolu idi. Tevrat’ı nesh etmedi, yani, yürürlükten kaldırmadı, onu kuvvetlendirdi. Bunun için Hz. Musa’nın dini devam etti. Fakat zamanla Yahudiler Tevrat’ta değişiklik yaptılar, Musevilik bozuldu. Hz. İsa gelince, bunun dini, Hz. Musa’nın dinini nesh etti. Yani Tevrat’ın hükmü kalmadı ve bundan sonra, Hz. Musa’nın dinindeki bozulmayan hükümlerine de uymak caiz olmadı. Hz. İsa’nın dinine uymak lazım oldu. Fakat, Yahudilerin çoğu, "Biz Tevrat’a uyarız" diyerek Hz. İsa’ya iman etmedi. Bozulan Yahudilikte kaldılar.
Hz. İsa, Beyt-ül-lahmde doğdu. Sonra Mısıra gidip, daha sonra da. Nasıra’ya yerleşti. Burada 30 yaşında nebi oldu. Bunun için, Hz. İsa’ya iman edene Nasrani ve hepsine Nasara denir.
Yahudiler, Hz. Musa’nın dinine uyuyoruz, Tevrat ve Zebur okuyoruz diyor. Nasara da Hz. İsa’nın dinine uyuyoruz, İncil okuyoruz diyor. Halbuki, bütün cihana gönderilen Muhammed aleyhisselamın dini yani İslamiyet, daha önce gelmiş bütün dinleri nesh etmiştir. Sadece bozulan kısımları değil, bozulmayan kısımları da yürürlükten kaldırmıştır. İslam dininin hükmü kıyamete kadar süreceğinden, başka bir dinde bulunmak caiz olmaz. Çünkü Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Allah indinde hak din ancak İslam’dır.) [Al-i İmran19]
(Sizin için din olarak İslam’ı beğendim.) [Maide 3]
(İslam’dan başka din arayanın bulacağı din asla kabul edilmez.) [Al-i İmran85]
Peygamber efendimizden sonra, hiç peygamber gelmeyecektir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Muhammed aleyhisselam, Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.)[Ahzab 40]
(Bu bakımdan ben peygamberim veya yeni peygamber gelecek diyen sapıklara itibar edilmez.)
Peygamberleri ve kitapları inkâr
(Allah’a inanıyorum, ama Peygamberlere ve Kitaplara inanmıyorum) diyen müslüman mıdır?
CEVAP
İmanın şartı altıdır. Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna ve öldükten sonra dirilmeye inanmaktır. Birini inkâr eden kâfir olur.
Her şeyi hikmetli yaratan Allah, insanları başıboş mu bırakır? Onların nasıl hareket edeceğini elbette bildirir. Peygamberleri vasıtası ile kitaplar göndererek, neleri yapıp neleri yapmamak gerektiğini bildirmiştir. Peygamberleri inkâr, Allah’ı inkâr olur.
Peygamberler, Allah’ın emirlerini noksansız bildirmişlerdir. Her şeye gücü yeten Allahü teâlâ,
gelecekte olacak [yani yaratacağı] şeyleri de bildiği için emrini değiştirecek, yanlış iş yapacak kimseleri peygamber olarak gönderir mi? Hâşâ Allah’ın emirlerini değiştirseler, yanlış şeyler söyleseler, her şeye gücü yeten Allahü teâlâ buna mani olmaz mı? Her vasfını bildiği, en güvenilir insanları peygamber yaparak göndermiştir. Allahü teâlâ, peygamber yapacağı kimselerin durumunu, onları yaratmadan önce de biliyordu.
Allahü teâlâ, (Ben insanları bana ibadet etmeleri için yarattım) buyuruyor. (Zariyat 56)
Peygamberler, Kitaplar göndermeseydi, biz Allah’a nasıl ibadet edecektik? Bir kimsenin Allah’a inanıp da onun Peygamberlerine inanmaması, o kimsenin normal olmadığını gösterir.
“Sizi boş yere mi yarattık?”
Bir arkadaş “ Hiçbir şey kendiliğinden olamayacağı için Allah’a inanıyorum, ama dinlere, peygamberlere, ahirete inanmıyorum” diyor. Buna ahiretin varlığını nasıl inandırabilirim?
CEVAP
Arkadaş sözünde samimi değildir. Çünkü Nasreddin Hocanın, doğduğuna inanıyorsun da öldüğüne niye inanmıyorsun dediği gibi, “Ben öğrenciyim ama, öğretmene, derse, imtihana inanmam denir mi? Ben kanuna inanırım ama, savcıya, mahkemeye inanmam denir mi?
İstisnalar hariç, bütün fen adamları, bu kâinatın kendiliğinden var olmadığını, bir yaratıcısının bulunduğunu ittifakla bildirmişlerdir. Fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanlar, bir karıncayı, bir kuşu, bir arpa tanesini yaratamaz. Akıllı ve bilgili bir kimse, kâinata bakınca, çok intizamlı yaratıldığını görür. Bunun kendiliğinden olmadığını anlar. Bir insan bir alet, bir makine yapınca bunun nasıl ve nerelerde kullanılacağına dair bir prospektüsünü [tarifesini] de yanına koyar. Yine de anlaşılması zor ise, kullanması için kurslar açar. Bir makine yanlış kullanılırsa elden çıkar. Her şeyin yaratıcısı olan cenab-ı Allah da, insan denilen bu muazzam makineyi yaratıp başıboş bırakmamıştır. Bir âyet meali:
(Sizi boş yere yarattığımızı mı sandınız?) [Müminun 115]
Başıboş yaratılmayan insanın, ne yapması gerektiğini elçileri vasıtası ile, kitaplar göndererek bildirmiştir. Son elçi olan Muhammed aleyhisselama gönderilen kitabı ise Kur'an-ı kerimdir. Kur'an-ı kerim çok veciz olduğu için, Peygamber efendimiz bunu hadis-i şerifleri ile açıklamıştır. Hadis-i şerifler de, diğer insanların sözlerine göre veciz olduğu için, bizlerin kolayca anlayabilmesi için âlimler bunları açıklamıştır. Bu, doktor ve eczacının ilacı hastaya verirken, aç karnına-tok karnına, sabah akşam birer tane, suyla iç, sütle içme gibi tarifine benzetilebilir. Kur'an-ı kerimde insanın niçin yaratıldığı bildirilmiştir:
(Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.) [Zariyat 56]
Allahü teâlâ, “Emrime uyan Cennete, uymayan ise Cehenneme gidecektir” buyurmuştur. İbadetlerin faydası Allahü teâlâya değil, herkesin kendinedir. Maaşla çalışan bir doktor, bir hastaya ilaç verse, ilacın doktora faydası yok diye o ilacı kullanmamak akla uygun değildir. Zehir içsem doktora ne zararı olur diyerek zehir içmesi de ahmaklıktır. İşte, günahlarımın Allah’a bir zararı yok diyerek, her çeşit günahı işlemek akıllı insanın yapacağı iş değildir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Akıllı kimse, Allah’a ve Peygamberine inanan ve ibadetlerini yapandır.) [İ.Muhber]
Öldükten sonra başına gelecekleri düşünmeyene, kendisini ebedi tehlikeye atana akıllı denebilir mi? Kur'an-ı kerimin çok yerinde, (Düşünmüyor musunuz?) diye ikaz edilmektedir. Hadis-i şerifte, (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyurulmuştur. (Tirmizi)
Her insanın yaptığı ibadetin faydası kendisinedir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Kim, [ibadetlerini yapar ve günahlarından] temizlenirse, faydası kendisinedir.) [Fatır 18]
(Benim ibadetime Allah’ın ihtiyacı yok) diye, yanlış düşünen kimse, perhiz yapmayan hastaya benzer. Bu hastasına doktor, perhiz tavsiye ediyor. Bu ise, “Perhiz yapmazsam doktora hiç zararı olmaz” diyerek, perhiz yapmıyor. Evet doktora zararı olmaz, ama kendine zarar vermektedir. Doktor, kendine faydası olduğu için değil, onun hastalıktan kurtulması için, perhiz yapmasını tavsiye etmiştir. Doktorun tavsiyesine uyarsa, şifa bulur. Uymazsa ölür gider. Tabibin bundan hiç zararı olmaz. Bunun gibi, (Allah’ın benim ibadetime ihtiyacı yok) diyerek ibadetten kaçanlar da, Cehenneme gider.
Kitapların gönderilişi
Peygamberlere kitaplar nasıl indi? Bu kitapların mahiyeti nasıldır?
CEVAP
Allahü teâlâ, kitapları, melek ile, bazı Peygamberlerin mübarek kulaklarına söyleyerek, bazılarına ise, levha üzerinde yazılı olarak, bazılarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi Allahü teâlânın kelamıdır. Ebedi ve ezelîdir. Mahluk değildir. Bunlar, meleklerin veya Peygamberlerin kendi sözleri değildir.
Allahü teâlânın kelamı, bizim yazdığımız ve zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz kelam gibi değildir. Yazıda, sözde ve zihinde bulunmak gibi değildir. Harfli ve sesli değildir. Allahü teâlânın ve sıfatlarının nasıl olduğunu insan anlayamaz. Ama o kelamı insanlar okur. Zihinlerde saklanır ve yazılır.
Demek ki, Allahü teâlânın kelamının iki tarafı vardır. İnsanlarla beraber olunca, mahluk ve hadistir. Allahü teâlânın kelamı olduğu düşünülünce, kadimdir.
Kur'an-ı kerimin inişi
Bazıları, Kur'anın Peygamberimizin beynine ilham edildiğini söylüyorlar. Doğrusu nasıldır?
CEVAP
Kur'an-ı kerimdeki arabi kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler halinde gelmiştir. Cebrail aleyhisselam, bu âyetleri, bu kelimelerle, bu harflerle okumuş, Muhammed aleyhisselam da, mübarek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen Eshabına okumuştur. Muhammed aleyhisselam, Allahü teâlâ tarafından, mübarek kalbine bildirilenleri, arabi olarak anlatırsa, buna hadis-i kudsi denir.
Cebrail aleyhisselam, her yıl bir defa gelip, o ana kadar inmiş olan Kur'an-ı kerimi, Levh-il-mahfuzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Ahirete teşrif edeceği sene, iki defa gelip, tamamını okudular. Muhammed aleyhisselam ve Eshab-ı kiramdan çoğu, Kur'an-ı kerimi tamamen ezberlemişti. Bazıları da, bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını da yazmışlardı.
Muhammed aleyhisselam vefat edince, halife Hz.Ebu Bekir, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir heyete, bütün Kur'an-ı kerimi, kağıt üzerine yazdırdı. Böylece, Mushaf meydana geldi. 33 bin Sahabi, bu Mushafın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. 3.halife Hz.Osman, hicretin 25.senesinde, altı tane daha Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şam, Basra, Bağdat, Yemen, Mekke ve Medine’ye gönderdi. Bugün, bütün dünyada bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.
Kur'an-ı kerimde 114 sure ve 6236 âyet vardır. Halk arasında yanlış olarak 6666 âyet var deniliyor. Âyetlerin sayısının 6236dan az veya daha çok olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veya birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yahut surelerin evvelindeki Besmelelerin bir veya ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmiştir.(B.Arifin)
Kur’an-ı kerim değiştirilemez
Reşat Halife ve onun izinde gidenler, Kur’an-ı kerime itimadı sarsmak için Tevbe suresinin son iki âyeti fazla diyorlar. Kur’anın değiştiğini söyleyen kâfir olmaz mı?
CEVAP
Böyle bir şeyi Müslüman yaparsa kâfir olur, kâfir zaten kâfirdir, tekrar kâfir olmaz. Emirler yasaklar Müslüman içindir.
Önce Kur’an-ı kerimin bugünkü hale nasıl geldiğini bildirelim:
Yemame savaşında, Kur'an-ı kerimi hıfzedenler [ezberleyenler] şehid olup azalmaya başlayınca, Hz. Ömer, halife Hz. Ebu Bekre, Kur'an-ı kerimin yazılıp Mushaf haline gelmesini tavsiye etti. Hz. Ebu Bekir de, Resulullahın kâtibi olan Zeyd bin Sabit’e sureleri ayrı ayrı yazdırdı. Sonra, Eshab-ı kiramın ittifakı ile bir heyet tarafından bir mushaf yazıldı. Hz. Osman zamanında bu mushaftan, 6 adet daha yazılarak vilayetlere gönderildi. Bugün bütün İslam ülkelerinde mevcut olan Kur'an-ı kerimlerin tertibi ve şekli bu mushafa tam uygundur. O zamandan beri de bir tek harfi değişmemiştir. Orijinal Mushaflardan biri Topkapı müzesindedir. (Mirat-ı kâinat)
Kur’an-ı kerimin değiştiğini söylemek birkaç yönden küfür olur:
1- Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimi hiç kimsenin değiştiremeyeceğini ve bunu bizzat kendisinin koruyacağını bildiriyor:
(Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini [Kur'anı]değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet] yoktur.) [Enam 115]
(Kur'anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]
(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatınhamdettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42]
[Kur’anı Allah indirdiği için, onu bozabilecek birisinin çıkamayacağı açıkça bildiriliyor. Diyelim ki 19cu, Tevbe suresindeki iki âyeti veya başka âyetleri çıkarıp Tam Kur’an diye bir kitap bastırsa, piyasaya sürülünce, hile meydana çıkar ve hiç itibar görmez.]
Bu üç âyet-i kerimeye rağmen, Kur’an değişti demek çok büyük, çok çirkin bir iftira olur.
2- Kur’an-ı kerimi hâşâ Resulullah değiştirdi diyenler de çıkıyor. Bu, âlemlere rahmet olarak gönderilen son resul için çok çirkin iftiradır. Üzerinde durmak bile gerekmez. Bir âyet meali
(Eğer o [peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]
Resulullah değiştirdi diyen bu âyeti de inkâr etmiş olur.
3- Daha çok Rafıziler, üç halife ile eshab değiştirdi diyorlar. Üç halife, âyet-i kerimelerle övüldüğü gibi, eshabın tamamı da övülmektedir. Hepsinin Cennetlik olduğunu bildiren bir âyet-i kerime meali:
Hepsi Cennetlik olan bu kıymetli insanlara nasıl iftira edilebilir ki?
4- Mucize olması bakımından da değiştirilemez. İki âyet meali şöyledir:
(Kulumuza [peygambere] indirdiğimizden [Allah’tan geldiğinden] bir şüpheniz varsa, iddianızda doğru iseniz, Allah’tan gayri şahitlerinizi [bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sure meydana getirin! Bunu yapamazsınız, asla yapamayacaksınız da.) [Bekara 23, 24]
(De ki: Bu Kur'anın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.)[İsra 88] (14 asırdır, din düşmanları, Allahı yalancı çıkarmak için uğraşmışsa da yapamadılar. 19cular da bunu yapamaz.]
Yeni Müslüman olunca
Yeni Müslüman olanın yapması gereken şeyler nelerdir?
CEVAP
Yeni müslüman olanın veya akıl-baliğ olan çocuğun, önce Kelime-i şehadet söylemesi ve bunun manasını öğrenip, inanması gerekir. Sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan itikad, yani iman edilmesi gereken bilgileri öğrenip, bunlara inanması gerekir.
Sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı olan fıkıh bilgilerini, yani İslamın beş şartını ve helal, haram olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun yaşaması gerekir.
Bunları öğrenmek ve uymak gerektiğine inanmayan, önem vermeyen mürted olur. Yani kelime-i şehadet getirerek müslüman olduktan sonra, tekrar kâfir olur.
Nikahlı müslüman bir kız, baliga olduğu zaman, müslümanlığı bilmezse, nikahı bozulur. Yani mürted olur. Allahü teâlânın sıfatlarını ona bildirmelidir. O da, tekrar etmeli ve (bunlara inandım) demelidir. (Dürr-ül-muhtar)
İbni Abidin hazretleri bunu açıklarken diyor ki:
Kız küçük iken, ana-babasına tâbi olarak müslümandır. Baliga olunca, ana-babasının dinine tâbi olması devam etmez. İslamiyet’i bilmeyerek baliga olunca, mürted olur. İman edilecek şeyleri işitip de, inanmamış kimse, kelime-i tevhid söylese, yani (La ilahe illallah Muhammedün resulullah) dese, müslüman olmaz. (Amentü billahi...) de bulunan altı şeyi inanan ve (Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını kabul ettim) diye kimse müslüman olur.
Her müslümanın, çocuklarına (Amentü billahi ve Melaiketihi ve Kütübihi ve Resülihi velYevmilahiri ve bil Kaderi hayrihi ve şerrihiminallahi teâlâ vel-basübadelmevtihakkun. Eşhedü en La ilahe illallah ve Eşhedü enneMuhammedenabdühü veresulühü) ezberletmeli, manasını iyice öğretmelidir! Çocuk bu altı şeyi öğrenmez ve inandığını söylemezse, baliğ olduğu zaman müslüman olmaz, mürted olur.
Kur’anı en iyi Allah’ın resulü anlar. O, imanı nasıl tarif etmiştir?
CEVAP
Peygamber efendimiz imanı şöyle tarif etmiştir:
(İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır.) [Nesai]
Amentü’deki altı esastan birini inkâr eden kâfir olur. Sadece Allah’a inandım demek kâfi değildir. Hıristiyan ve Yahudiler, bizim peygamberimiz dahil bütün peygamberlere inanmadıkça kâfirlikten kurtulamazlar. Yahudiler, Hz. İsa’ya, Hıristiyanlar da, Muhammed aleyhisselama inanmadıkları için kâfir oldular. Amentü’de bildirilen altı husustan birini, mesela kaderi inkâr eden, kâfir olur, bütün iyi amelleri yok olur. (Redd-ül Muhtar)
SÜNNETULLAH.COM
KİTAP İMAN-SÜNNETULLAH
İLAHİ KİTAPLARA İMANIN KAVRAMI VE VÜCUBU
Peygamberlere indirilen kitaplara ilahi kitap denilmesinin sebebi,bu kitapların Allah tarafından gönderilmesi,söz ve muhteva olarak onlarda hiçbir beşer katkısının bulunmamasıdır.İlahi kitaplara Allah katından indirilmiş olması sebebiyle 'kütüb-i münzele' veya 'semavi kitaplar' da denir.
Müslüman olabilmek için farz olan diğer bir esas da ilahi kitaplara imandır.Bu kitaplara iman etmenin anlamı ise,Allah tarafından bazı peygamberlere kitaplar indirildiğini ve bu kitapların - indirilmiş oldukları orjinal şekilleriyle muhtevalarının bütünüyle doğru ve gerçek olduğunu ayırım yapmadan kabul etmektir.Kur'an-ı Kerim'in şu ayeti Allah'ın indirmiş olduğu kitaplara inanmanın,imanın bir esası olduğunu ve de bunları inkar edenlerin haktan tam anlamıyla sapmış kimseler olduğunu bildirir."Ey iman edenler,Allah'a,peygamberine,peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz.Kim,Allah'ı,meleklerini,kitaplarını,peygamberlerini ve kıyamet gününü inkar ederse tam manasıyla sapıtmıştır. (Nisa Süresi'136)".
Peygamber Efendimiz de ilahi kitaplara iman etmeyi,her Müslüman'ın inanması gereken esaslar arasında zikretmiştir.İman esaslarının sıralandığı meşhur Cibril hadisinde ve diğer hadislerde hem kendisine indirilen Kitab'a (Kur'an'a) hem de kendisinden önce gönderilen semavi kitaplara iman etmek gerektiğini insanlara açıkça bildirmiştir.
İlahi kitaplar konusu Allah'ın kelam sıfatı ile ilgilidir,bu sıfatın eseridir.Bizler bugün kitapların şu andaki şekillerine değil,Allah'dan gelmiş bozulmamış şekillerine inanmakla yükümlüyüz.Çünkü ilahi kitaplara inanmadıkça iman gerçekleşmez.Tevrat,Zebur ve İncil zamanla insanların iyi ve kötü niyetli müdahaleleri sonucu değişikliğe ve bozulmaya uğramıştır.Allah'ın vahyettiği şekilde varlığını korumuş,hiç bir bozulma ve değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş ve kıyamete kadar da bu özelliğini sürdürecek olan yegane kitap Kur'an-ı Kerim'dir.
"Kur'an-ı kesinlikle biz indirdik.Elbette onu yine biz koruyacağız (Hicr Süresi'9)" ayetiyle Allah,insanlara Kur'an'ın ilahi koruma altında bulunduğunu ve kıyamete kadar da değişikliğe uğramadan kalacağını bildirmektedir.
Kur'an-ı Kerim,kendinden önceki kitapları tasdik etmiş,fakat onların koymuş olduğu bazı hükümleri ortadan kaldırarak yeni hükümler getirmiştir.Mü'min olabilmek için Hz Peygamber'e ve ona indirilen Kur'an-ı Kerim'e uymayı ısrarla vurgulamıştır (Bakınız:Al'i İmran Süresi'31;Nisa Süresi'47;Maide Süresi'15;En'am Süresi'153;A'raf Süresi'3).Buna göre Ekl-i kitabın mümin diye nitelenebilmesi ve kurtuluşa erişebilmesi için Hz Peygamberi ve Kur'an'ın hükümlerini gönülden benimsemesi gerekmektedir.
.
İLAHİ KİTAPLARIN GEREKLİLİĞİ
Zatını idrak etmekten aciz varlıklar olmamız itibariyle Yüce Yaratıcı,bize kendisini sıfatları ve bu sıfatlarının tezahürleri olan eserleriyle tanıtmak istemektedir.Bu eserleri,Kudret sıfatının eserleri ve Kelam sıfatının eserleri olmak üzere iki grupta mütalaa edebiliriz.
Kainat tabir yerindeyse- O'nun kudret kelamından çıkmış bir kitap gibidir.Şöyle ki bu varlık sistemi içinde yer alan her bir mevcut bize O'nu anlatan,O'ndan haber veren birer dil gibidir.Zira bu eserlerden her biri yazılmış bir mektup,ifade edilmiş sessiz bir söz,bir kitaptır,bir şeyler anlatır,müellifinin evsafından ve muradından haber verirler
Kendisini kullarına akılları hayranlıkla dolduran eserleriyle tanıtan Yüce Allah,elbette sözleriyle de varlığından ve muradından haberdar edecektir. Diğer bir ifadeyle varlığını ve maksadını yalnızca eserlerinin şehadetine bırakmayıp,bizzat hitap edecektir.İşte Allah-u Teala,peygamberleri aracılığıyla göndermiş olduğu kitaplarla insanlara hitapta bulunmuştur.
Allah için kitap gönderme ve hitapta bulunma bir görev veya zorunluluk değildir.Bu tamamıyla O'nun kullarına olan ilahi bir lütfu ve yardımıdır.Zira böylesi bir yardım ve lütfa insanlar muhtaçtır.
Netice olarak diyebiliriz ki,insanın gerek Yaratıcısını doğru bir şekilde tanıyabilmesi,gerekse en kısa ve en emin bir yoldan dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşabilmesi,ancak ilahi kitpların öğretmiş olduğu prensipler ile mümkün olabilir
.
KİTAPLARIN PEYGAMBERLERE VAHYEDİLME ŞEKLİ VE KEYFİYETİ
Vahyin mahiyetini bilmek ve kavramak,o hali yaşamayan biz insanlar için imkansızdı.Bu itibarla biz beşer açısından, vahyin makul ve zaruri olduğunu kabul eder,özü ve mahiyetiyle ilgilenmeyiz.
Vahyin geliş şekillerini de,peygamberlerin dışında hiç bir insan idrak edemeyeceğinden,bunu aklı muhakeme ile değil ancak onların (peygamberlerin) bildirmesiyle öğrenebiliriz.Kur'an-ı Kerimde,vahyin üç türünden bahsedilir;
"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından hitap ederek yada aracı bir melek göndererek, dileklerini onun vasıtasıyla elçisine vahyeder (Şura Süresi'51)".
İslam Dini de vahiy,ayette bildirildiği üzere şu üç husustan birine irca ile gerçekleşegelmiştir;
1:==))Cenab-ı Allah'ın,peygamberin kalbine mesajı doğrudan bırakmasıyla (ilka)
2:==))Peygamberlerin,his ve kulak gibi zahir ve batın alıcılarına ve isteklerini duyurmakla
3:==))Belli bir şekil ve surete bürünmüş vahiy getirmekle vazifelendirilen bir meleği elçi olarak göndermesiyle
Cenab-ı Hak emir ve mesajlarını,fevkalada donanımlı insanlar olan perygamberan-ı izame,bu üç yoldan biriyle duyurmuş ve çoğunluk itibariyle bu konuda bir melek istihdam ederek kendi sistemini insanlara talim buyurmuştur.Kur'an ve Sünnet-i Sahiha,vahiy meleğinin Cibril (cebrail a.s) olduğunu bildirmişlerdir.
Peygamberler vahiy alma esnasında şuur halindedirler.Kendilerini ve şuurlarını kaybetmek değil,bilakis şuurlarının teksifi (sırf şuur kesilmeleri) söz konusudur.Peygamberlerle alakalı bu duruma,Peygamber Efendimizin (s.a.v)şahsında,Allah şöyle dikkat çekiyor.:"....Vahyi çarçabuk bellemek için dilini kımıldatma,onu toplamak ve kıraatini sabit kılmak,Bize aittir.Biz sana Kur'an-ı okuyunca,sen de onun okunuşuna tabi ol (Kıyame Süresi'16-18)".Bu ayert vahiy esnasında bir peygamberin bütün dikkat ve şuurunu muhafaza ettiğini gösterir.
.
İLAHİ KİTAPLAR VE BU İLAHİ KİTAPLARIN KISIMLARI
İlahi kitaplar,umumiyetle hacimleri ve hitap ettikleri kitlenin büyüklüğüne göre,suhuf (sahifeler) ve kitaplar olmak üzere iki grupta değerlendirilir.
a:==))SAHİFELER;
Dar bir çevrede küçük topluluklara,ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde indirilen birkaç sayfadan oluşmuş küçük kitap ve risalelerdir.Kur'an-ı Kerim'de peygamberlere verilen suhuf-i üla'dan (ilk sahifelerden) bahsedilir (Bknz:Taha Süresi'133;A'la Süresi'18).Ayrıca Kur'an da Hz İbrahim'e verilen sahifelerden ve onun soyundan gelen İshak,Yakub, Süleyman,Yusuf ve Zekeriyya (a.s) gibi peygamberlere verilen kitaplardan söz edilir ki bu da suhuf şeklinde ki küçük kitapların varlığını teyit etmektedir.Kur'an'da bunun dışında hangi peygamberlere ne kadar sahife verildiği açıklanmamıştır.
Peygamber Efendimiz'den (s.a.v),Hz Adem'e on,Hz Şit'e elli,Hz İdris'e otuz,Hz İbrahim'e on sahife verildiği nakledilmiştir.Peygamberlere verilen suhuflarda Cenab-ı Allah'ı tevhid ve tenzih,ahiretin dünyadan daha hayırlı ve baki olması,namaz ile kurtuluşa erme,saygı,vaaz-u nasihat gibi her dinin esas olan konuları vardır.
b:==))KİTAPLAR;
Sahifelere göre daha hacimli ve kitap şeklinde olan,evrensel mesajlar içeren ve özel bir isimle zikredilen kitapalr ise;Tevrat,Zebur,İncil ve Kur'an-ı Kerim olmak üzere dört tanedir.
1-)TEVRAT:==))Tevrat;İbranice bir kelime olup "kanun,şeriat ve öğreti" anlamlarına gelmekte olup Hz Musa'ya indirilmiştir.Bu kitabın aslının Allah kelamı olduğuna inanmak her Müslüman'a farz olup,bunu inkar etmek kişiyi küfre götürür.Zira Kur'ân da Tevrat'ın Allah'ın mukaddes kitaplarından biri olduğu açıkça belirtilen bir husustur.Yüce Allah:"İçinde (insanlara) hidayet ve nur olan Tevrat'ı biz indirdik (Maide Süresi'44)" şeklinde buyurmuştur.Tevrat,Hz Musa aracılığı ile İsrailoğullarına gönderilmiştir.Ancak onlar tarihte yaşadıkları sürgün ve esirlik dönemlerinde Tevrat'ın Allah'tan gelen şeklini koruyamamışlardır.Tevrat'ın asıl nüshası kaybolunca ,yahudi din bilginleri tarafından kaleme alınan Tevrat nüshaları ortaya çıkmıştır.Bugün elde mevcut olan Tevrat tahrif edilmiş,bütünüyle ilahi kitap olma özelliğini yitirmiştir.
2-)ZEBUR:==))Kelime olarak yazılı şey ve kitap anlamına gelen Zebur,Hz Davud'a indirilmiş olan ilahi kitabın adıdır. Bu konu da Kur'an-ı Kerim de şöyle buyurulur:"...Gerçekten biz,peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık.Davud'a da Zebur'u verdik (İsra Süresi'55)".Zebur;ilahi kitapların en küçüğü olup,yeni dini hükümler getirmemiştir.Zebur'un nazil olduğu şekliyle Allah kelamı olduğuna inanmak iman esaslarındadndır.
3-)İNCİL:==))Kelime olarak müjde,öğreti anlamına gelen İncil,Hz İsa (a.s) indirilmiş kutsal kitabın adıdır.Bu kitaba da Allah'tan Hz İsa'ya indirildiği şekliyle inanmak imanın gereklerindendir.Kur'an-ı Kerim de bu ilahi kitapla ilgili olarak;
"Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerinde,Meryem oğlu İsa'yı arkalarından gönderdik.Ve ona içinde,doğruya rehberlik ve nur bulunmak,önünden Tevrat'ı tasdik etmek,sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik (Maide Süresi'46)"
4-)KUR'AN-I KERİM:==))Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur'an-ı Kerim,son Peygamber Hz Muhammed'e indirilmiştir.Sözlükte toplamak,okumak,bir araya getirmek anlamına gelen Kur'an terim olarak şöyle tarif edilir:Hz Peygamber' e indirilen,mushaflarda yazılı,Peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş,okunmasıyla ibadet edilen,insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı ilahi kelamdır.Peygamber'e indirilen derken Hz Mıuhammed (s.a.v) kasdedilmektedir.Tevatür yoluyla nakledilmiş olan derken,her devirde yalan üzerine birleşmelerini aklın imkansız gördüğü bir topluluk tarafından nakledildiği ve nesilden nesile böyle geçtiği için onun Allah'a ait oluşunun kesinlii ifade edilmektedir.Okunmasıyla ibadet edilen derken de, okumanın ibadet olduğuna,namaz ibadetinde vahyedilen metnin okunması gerektiğine ve Kur'an tercümelerinin okunmasının caiz ve geçerli olmadığına işaret edilmektedir.
.
KUR'AN-I KERİM'İN FARKLI AÇILARDAN TARİFİ
Klasik eserlerde Kur'an'la alakalı serdedilen tarifler şöyledir;
1:==))Kur'an;Hz Muhammed (s.a.v)'e vahiy yoluyla indirilmiş,msuhaflarda yazılmış,sevatürle nakledilmiş,tilavetiyle ibadet edilen ilahi kelamdır.Kur'an;Miladi 610-632 tarihleri arasındaki yirmi üç yıllık risalet devresinde Hz Peygamber(s.a.v)'e çeşitli vesilelerle Allah tarafından gönderilmiş - tilavet olunan- vahiylerin mecmuudur.
2:==))Kimden,hangi makamdan,kime,ne için geldiği göz önünde bulundurularak yapılmış olan diğer tarifler ise karşımıza şu ifadelerle çıkar:Kur'an;beşerin,ruh ve cismaniyetini birlikte nazar-ı itibara alarak,yüksekler yükseğinden nuzül ile insanlık ufkunda tulü etmiş en mükemmel mesajlar ve ilahi kanunlar mecmuasıdır
3:==))Kur'an;bütün mevcudatın Sahib'i ünvanıyla Allah'ın ezeli kelamı ve fermanıdır.
4:==)Kur'an;bütün alemlerin Rabbi olması itibariyle Allah'ın,kullarına tenezzül buyurduğu eşsiz bir iltifat ve ihsandır.
5:==))Kur'an;ebedi ve değişmeyen ilahi prensipleriyle,topyekün beşer mutluluğunun ve o mutluluğa ulaştıran en kestirme,en aydınlık yolun göstericisi olarak eşi ve benzeri olmayan ilahi bir kitaptır.
6:==))Kur'an;varlığın tercümesi hadiselerin tercümanı,makro ve mikro alemlerin müfessiri;bu dünyada alem-i gaybın lisanı;insanoğluna ilahi iltifatların senedi;islamiyet'in özü,esası,nur ve ziyası;uhrevi alemlerin haritası ve ona inananların vesile-i saadeti olduğu gibi aynı zaman da açık-kapalı,doğrudan doğruya ve dolaylı olarak bir dua mevmuasıdır
KAİNATI BİZ DÜZEN VE AHENK İÇİNDE KUR'AN ALLAH OLDUĞU GİBİ,ONU KUR'AN'LA KONUŞTURAN DA ALLAH' TIR.BUNA GÖRE ALLAH'TAN BAŞKALARININ KAİNAT HAKKINDAKİ HÜKMÜ NASIL YANLIŞSA,İNSAN HAKKINDAKİ HÜKÜMLERİ DE YANLIŞTIR.ZİRA VARLIK/MÜLK KİME AİTSE,O VARLIK İLE ALAKALI DOĞRU HÜKMÜ DE ANCAK O VEREBİLİR.
İnsan ve kainat kimin eseriyse,Kur'an da ancak O'nun eseridir.Zira Kur'an-ı Kerim kem insanı insana tanıtmak da hemde varlık kitabını tefsir etmektedir.Şöyle ki;Kur'an bir taraftan insanı bütün zaaf ve faziletleriyle,diğer taraftan da kainatı bütün sır ve incelikleriyle okumaktadır ki,kainatın bütününde tasarruf edemeyen bir Zat'ınöyle bir söz söylemesi mümkün değildir.
Bu girişten sonra Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın kelamı olduğunun şahit ve delillerini özetle ve maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz;
1:==))Herşeyden önce Kur'an,yeryüzünü şereflendirdiği ilk dönemde,hem ruhlarda,hem akıllarda, hem de gönüllerde tasavvuru imkansız öyle bir tesir icra etmiştir ki,onun o ışıktan atmosferinde, yeniden hayata uyanan nesillerin mükemmelliği,onun hakkında başka bir delil/mucizeye ihtiyaç bırakmayacak ölçüde bir harikadır ve bu insanların düşünce ufukları,kulluk esrarına,vukufları ve marifetleri açısından benzerlerini göstermek de mümkün değildir.Gerçek şu ki;Kur'an o çağda "sahabe" unvanıyla öyle bir nesil yetiştirmiştir ki,bu nesil meleklerle eş değerdir denilse mubalağa edilmiş olmaz
2:==))Acaba şimdiye kadar okumuşu-okumamışı,ilk mekteplisi-üniversitelisi,avamıimütefekkiri, çobanı,bilim adamı, ile her tabaka ve her seviyedeki insanın kapasitesi ölçüsünde hissesini alıp anlayacağı bir kitap yazılmış mıdır ? Cevap:Hayır! Şairin,musikişinasın,iktisatçı ve hukukçunun, idareci veiçtimaiyatçının,eğitimci ve öğreticinin,fikir ve zikir yolu mensubunun okuyup istifade edeceği,yol ve mesleğine düstur,meselesine çözüm,sıkıntılarına şifa bulduğu yegane kitap sadece Kur'an'dır.
3:==))Kur'an dışında usanmadan defalarca okunabilen kitap belki hiç yoktur.Bu Kitap'tır ki çeşitli vesilelerle devamlı okunur,hatmedilir ama hiçbir zaman usanç ve bıkkınlık vermez.
4:==))İnsan hayatını maddi- manevi bütün yönleriyle kucaklayan Kur'an'ın bir beşer kelamı olamayacağı açıktır.Her asırda her türlü şartlar altında ve her seviyedeki insanın müşkillerini çözecek külli prensipler ortaya koymak,hiç bir zaman bir insanın dahilinde olamaz.Diğer bir ifadeyle bir beşerin zihninden çıkan prensipler,asırlarca kıtalara huzur ve saadet veremez.
Servetin sadece zenginler elinde dönüp dolaşan bir devlet olmamasını (Haşr Süresi'7),İnsan için kendi gayret ve emeğinden başka bir şeyin olmadığını (Necm Süresi'39),Emanet ve vazifelerin ehline verilmesini ve adaletle hükmedilmesi gerektiğini (Nisa Süresi'58),Bir nefsi öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi olduğunu (Maide Süresi'32) temel ve ölümsüz kaideler olarak yerleştiren bu Kitap'tır.
Fert,aile ve cemiyet için birer öldürücü zehir olan,faiz,kumar,içki ve fuhşun her çeşidini,yalan,iftira,lüks ve israfın her türlüsünü yasaklayan bu Kitap'tır.
5:==))Kur'an'ın Allah kelamı olduğunun bir delili ise şudur:Eserlerinde manzara tasvirinde bulunan herhangi bir ayzar daha çok,iklimi,bitki örtüsünü ve tabii şekilleriyle,yaşadığı veya gezip gördüğü çevreyi anlatır.Halbuki Kur'an da çöl ve çöl hayatının tasvirinden çok,çoşkun akan nehirlerden, yemyeşil manzaralardan,toprağa can katan yağmur,yüklü bulutlardan,bağ ve bahçelerden,dağlardan ve denizlerden bahisler açıldığını görürüz.
6:==))Kur'an'ın nazil olduğu devirde şiir fevkalade gelişmişti ve Hz Muhammed (s.a.v) aralarıdna büyümüş olmasına rağmen herkesin bildiği bir vakia olarak ne şiirle,ne seci ile ne de nesirle uğraşmıştı.Kur'an'ın sırlı ve i'cazlı ifadeleri ne şiire benziyordu ne de o devirde insanların ilgi gösterdikleri konulara.Bu yüzden "şiir desek şiir değil,seci desek seci değil,kahin sözü desek o da değil,cinnet eserine zaten benzemiyor,en iyisi sihirdir,kulakalrınızı tıkayın,yoksa çarpılırsınız diyelim" şeklinde kendilerince karşı koymaya çalışıyorlardı.(Müşriklerin ithamlarını dile getiren ayetler için Enbiya Süresi'5;Saffat Süresi'36;Sad Süresi'4;Zariyat Süresi'52)
BİLİMİN KUR'AN'A OLAN HİZMETİ
Kur'an'ın asıl gayesi,insana kulluk dairesindeki vazife ve sorumluluklarını öğretmek,kendi ve ictimai hayatını düzenlemek ve ebedi saadeti kazanmasına vesile olmaktır.Daha özlü bir ifadeyle Kur'an-ı Kerim'in birinci vazifesi,insan hayatını Yaratıcısının irade ve rızası istikametinde şekillendirmektir.
Kur'an bir çok ilmi ve teknik bahse ana maksatlar çerçevesinde özlü ve i'cazlı bir biçimde yer vermiştir.Bu cümleden Kur'an'ın bir çok olaya bazen açıkça bazen de işaretler ve ipuçları halinde teması söz konusudur ki, bunların bir kaçını şöyle sıralayabiliriz;
1:==))En'am süresinde kafir birisinin hali,göğe doğru yükselirken kalbi sıkışıp daralan bir insanın durumuna benzetilir (Bkn:En'am Süresi'125).Bugün bilimsel gelişmeler,gerekli cihaz kullanılmadan dağların tepesine doğru yükseldikçe,oksijen azalamsından insanın nefessiz kaldığını,göğsünün daralıp sıkıştığını ortaya koymuş bulunmaktadır.Bu gerçek ancak balon gibi vasıtalarla yukarıya çıkıldığında veya çok yüksek dağlara tırmanılarak anlaşılabilmektedir.Allah Resulünün döneminde balonla yolculuk bir hayal bile olmadığı gibi,Arabistan coğrafyası da yüksek rakamlı yerlerden mahrumdu.Öyleyse böyle bir teşhis ve ifade ancak her şeyi bilen Allah'a (c.c) ait olabilir.
2:==))"Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderip gökten su indirdik,böylece sizi suladık.(yoksa) siz suyu depo edemezdiniz (Hicr Süresi'22)"..Bu ayet de henüz yirminci yüzyılda anlaşılan ilmi bir gerçeğin Kur'an tarafından asırlar önce ifade edildiğinin bir göstergesidir.Rüzgarlar su buharından meydana gelen bulutları birbirini çarpıştırır.Bu çarpışmada bulutlarda pozitif-negatif elektron geçismesi olur,şimşek meydana gelir.Rüzgarlar bulutları sıkıştırarak yere yağmur aşılar.Aynı zamanda rüzgarlar bitkiler üzerinden eserken,erkek tohumları dişi tohumlar üzerine kondurmak suretiyle onları aşılar.Böylece bitkilerde döllenmeye yardıme der.Yine bu ayet gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini ve böylece oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır.
3:==))"Her şeyi çift yarattık (Zariyat Süresi'49)"."Münezzehtir o Allah,her noksandan münezzeh ! Yerin bitirdiği her şeyi ve kendilerini ve daha nice bilmedikleri şeyleri çift yaratan,münezzehtir,Yücedir (Yasin Süresi'36)".İlim adamlarının kısa bir süre önce keşfettiği bir hususu,Kur'an asırlar öncesinden haber vermiştir.Bugün çok iyi bilinmektedir ki,nsanlar nasıl çiftse,diğer canlılar da öyle çifttir.Hatta her şeyin asıl maddesi olan atomlar da çifttir.Onların bir kısmı artı bir kısmı eksi yüklüdür.
4:==))"Semayı (kudret) eliyle biz kurduk ve ona durmadan genişlik veriyoruz (Zariyat Süresi'47)".Bu ayette,ilim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren 'mekan genişlemesi' bin dört yüz küsür sene evvel Kur'an da söz konusu edilmektedir.
5:==))"Güneş de kendi ekseni etrafında bir vakte kadar harekete der (Yasin Süresi'38)".Kur'an asırlar önce,eski kozmolojiye rağmen,Güneşin sabit olmadığını ve kendi eksenin de hareket ettiğini bildirmiştir.
6:==))"Sen dağları görür de onları hareketsiz sanırsın,oysaki onlar bulutlar gibi yüzer geçer (Neml Süresi'88)".Yine Kur'an-ı Kerim,dünyaya ait parçalar olan dağlara dikkat çekmek suretiyle arzın hareket ettiğine işaret etmiştir.
KUR'AN'IN MUHTEVASI İÇERİĞİ
İnsanları hem bu dünyada,hem de ahirette mutluluğa kavuşturmak için gönderilmiş bulunan Kur'an-ı Kerim başlıca şu konuları kapsamaktadır;
1-)İTİKAD=Başta Allah'a iman olmak üzere peygamberlere,meleklere,kitaplara,kaza ve kadere,ahirete ait önemli konular ve inançla ilgili çeşitli meseleler,Kur'an'ın kapsadığı konuların başında gelir.
2-)İBADETLER=Kur'an'da Müslümanların yapmakla yükümlü bulundukları namaz,oruç,hac,zekat vb ibadetlere dair ayetler vardır.
3-)MUAMELAT=Kur'an bir toplumun devamını sağlayan ve toplum fertlerinin aralarındaki ilişkileri düzenleyen birtakım hükümleri kapsar.Kur'an'da alışveriş,emanet,bağış,vasiyet,miras,aile hayatı,nikah ve boşanma gibi kişiyi ve toplumu ilgilendiren konulara dair açıklamalar ve hükümler vardır.
4-)UKÜBAT=İslam toplumunun mutluluğa erişebilmesi,bu toplum fertlerinin İslam'ın koyduğu kurallara aynen uymasıyla mümkün olur.Toplumun düzenini bozan,insan haklarını ve yasakları çiğneyen kimseler cezayı hak edecekleri için,Kur'an bunlarla ilgili hükümleri de kapsamaktadır.
5-)AHLAK=Kur'an kişilerin dünya ve ahiret mutluluğunun sağlamasına yardımcı olmak üzere,ana-babaya hizmet, insanlarla iyi geçinme,iyiliği emretme,kötülükten sakındırma,adalet,doğruluk,alçak gönüllülük,merhamet,sevgi... gibi ahlaki hükümleri de kapsamına almaktadır.
6-)NASİHAT VE TAVSİYELER=İnsanlara emir ve yasaklar konusunda duyarlı olmalarını,nefislerine esir düşmemelerini,dünyayı ahirete tercih etmemelerin,dünyada imtihana çekildiklerini hatırlatan,çeşitli tehlikelerden koruyan nasihat ve tavsiyeler de Kur'an'ın içerdiği konular arasındadır.
7-)VA'D VE VAİD=Allah'ın emirlerine boyun eğip yasaklarından kaçınanların cennetle mükafatlandırılacaklarına, buyruklarını terkedip yasaklarını çiğneyenlerin cehennemle cezalandırılacaklarına dair Kur'an'da pek çok ayet vardır bulunmaktadır.
8-)İLMİ GERÇEKLER=Kur'an insanlığa gerekli olan ilmi gerçeklerin ve tabiat kanunlarının ilham kaynağını teşkil eden ayetleri de kapsamaktadır.Kur'an,bu ilmi gerçeklerden bir pozitif bilim kitabı gibi bahsetmek yerine,insanları alemin yaratıcısının kudret ve büyüklüğünü düşünmeye,Allah'ın nimetlerini anarak O'nu yüceltmeye teşvik eder.
9-)KISSALAR=Kur'an-ı Kerim,önceki ümmetlerle,peygamberlerin hayatından da söz eder.Ancak bunları bir tarih kitabı gibi değil,insanların ibret alacakları bir üslüp ile anlatır.
10-)DUALAR=İnsan yapacağı işlerde sürekli Allah'ın yardımına muhtaç olduğu için Kur'an da çeşitli dualarda yer almıştır.
KUR'AN-I KERİM'İN MUCİZEVİ KORUNMASI
Hiç şüphe yok ki,Kur'an'ın korunmasındaki en büyük teminat,onu gönderen Allah Teala'nın vermiş olduğu taahhüttür."Şüphesiz ki,zikri (Kur'an'ı) Biz indirdik,elbette onu yine Biz koruyacağız (Hicr Süresi'9)".
Yüce Yaratıcı Kur'an'ı,en başta Peygamber Efendimiz,sonra sahabe ve daha sonra gelen hamele-i Kur'an'ı vesile kılarak korumuştur.Bununla,onu tasdik edenlerin böylesine yüce bir vazifede pay sahibi olarak şereflenmelerini takdir buyurmuştur.
Kur'an,gökten nazil olduğu şekliyle tespit edilmiş,koruma altına alınmış ve günümüze kadar bir harfi bile değişmeksizin gelmiş yegane Kitap'tır.Kıyamete kadarda asli hüviyetiyle devame decektir.
Kur'an,nazmıyla aynı kaldığı gibi,insanlığa sunmuş olduğu mesaj ve hakikatlerin tazeliğini ve aşkınlığını korumuştur Üzerinden süratle akıp giden zaman onu etkilememiş ve eskitememiştir.Birbiri ardınca aleyhine geliştirilen tezler onu yopratamamıştır.Evet,Kur'an nazil olduğu günden bu yana pek çok itiraza ve tenkitlere uğramıştır ama bu mevzuda kurulan bütün mahkemeler,onun beraat ve zaferiyle noktalanmıştır.
KUR'AN-I KERİM'İ DİĞER KUTSAL KİTAPLARDAN AYIRAN ÖZELLİKLER
Hz Peygamber'e Cebrail aracılığıyla Arapça olarak indirilen ve bize kadar tevatür yoluyla gelen Kur'an-ı Kerim'i diğer kutsal kitaplardan ayıran ve eşsiz kılan özelliklerden başlıcaları şunlardır;
1:==))O,Peygamberimize diğer kutsal kitaplarda olduğu gibi toptan değil,zamanın ve olayların akışına göre ayetler ve süreler halinde indirilmiştir.
2:==))Kur'an-ı Kerim en son kutsal kitaptır ve ondan sonra başka bir ilahi kitap gelmeyecektir.Getirdiği hükümler ve bunların geçerliliği kıyamete kadar sürecektir.
3:==))Kur'an-ı Kerim bize kadar hiç bozulmaya ve değiştirilmeye uğramadan gelmiş,kıyamete kadar da öyle kalacaktır.
4:==))O,Hz Muhammed (s.a.v)'in peygamber olduğunu gösteren mucizelerin en büyüğü ve sürekli olanıdır
5:==))Kur'an-ı Kerim'in kapsadığı gerçekler kıyamete kadar bütün insanların ve çağların ihtiyacını karşılayacak değerdedir.Bilimin ve aklın,ondaki gerçeklerde çelişki bulacağı bir zamanın gelmesi düşünülemez.
6:==))Kur'an-ı Kerim'in başka bir üstünlüğü kolayca ezberlenebilmesidir.Bu özellik tarih de hiçbir kitaba nasip olmamıştır.
7:==))Kur'an-ı Kerim aynı zaman da başka din mensupları arasında ki ihtilafları çözüme kavuşturacak bir özelliğe sahiptir.
ÖNCEKİ KİTAPLARIDA KUR'AN-I KERİMİ DE İNDİREN ALLAH'TIR
Yüce Allah buyuruyor ki;
"(Resulüm !) O,sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak indirdi,Tevrat ile İncil'i indirmişti..Daha öncede , insanlara doğru yolu göstermek üzere Furkan'ı indirmiştir.Kuşkusuz,Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir azap vardır.Allah,suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir.(Al'i İmran Süresi'3-4)".
Tefsiri;
"O sana Kitab'ı hak olarak indirdi".Yani ey Muhammed ! Sana Kur'an'ı hak olarak indirdi.Yani Kur'an hakikattir,bunda hiç şüphe yoktur.Allah (c.c) onu kesin bilgisiyle indirmiş olup melekler de buna şahitlik ederler.Kaldı ki şahid olarak Allah yeter."Ve önceki kitapları tasdik edici olarak indirdi".Yani Allah (c.c) Kur'an'ı daha önce kullarına semadan indirdiği kitapları tasdik edici ve onaylayıcı olarak indirdi.Dolayısıyla o kitaplar,Kur'an'ın haber verdiklerini ve eski zamanlardaki müjdelerini doğrulamakta,Kur'an da onları tasdik etmekte ve onaylamaktadır.Çünkü Allah (c.c)'ın o kitaplarda Muhammed (s.a.v)'i peygamber göndereceğine ve Kur'an-ı Azim'i indireceğine dair o kitaplarda verdiği haber ve müjdeler Kur'an'la tamamen örtüşmektedir."Daha önce insanlara",yani devirlerindeki insanlara "doğru yolu göstermek üzere Furkan'ı indirmiştir".
Furkan:Hidayet ile dalaleti,hak ile batılı,sapıklık ile doğruyu birbirinden ayırt eden ayraç demektir.Zira Kur'an'ın zikrettiği açık hüccetler,belgeler ve delillerle yaptığı açıklamalar,izahlar,beyanlar,onaylamalar,yönlendirmeler ve tembijhlerle bunları birbirinden ayırır,apaçık biçimde ortaya koyar.
"Kuşkusuz,Allah'ın ayetlerini inkar edenler için " (Allah'ın ayetlerine küfredenler) yani;onlara inanmayan,inkar eden ve batıl yollara başvurarak,onları reddetmeye ve geçersiz kılmaya kalkışanlar için "şiddetli bira zap vardır".Yani kıyamet gününde "Allah,izzetlidir" tarafı sağlam ve korunmuştur,hükümranlığı ve saltanatı büyüktür "ve" ayetlerini yalanlayanlardan,değerli peygamberlerine ve büyük nebilerine karşı gelenlerden "intikam alıcıdır".
5-İkonlar/Kiliselerdeki tasvirler hakkındaki görüşlerini Kıyaslayınız.
*K:Mabedlerde tasvirlere önem verirler. *O: Katolikler gibi ikonlara önem verirler. *P: ikonlara/tasvirlere önem vermezler; Haç’a sadece Protestanlar’dan İngiliz Kilisesi Anglikanlar önem verirler.
6- Konsil Kararları Hakkındaki Ayrılıklar?
*K: Yirmi konsilin kararlarını kabul ederler. *O: ilk yedisini kabul ederler. *P:ilk ikisini kabul ederler
7- Sakramentler Hakkındaki Görüş Ayrılıkları Nelerdir?
*K:Sakramentlerden yedisini kabul ederler. *O:Evharistiya'da ekmeğe maya şaraba su katarlar. * P: sakramentlerden sadece ilk ikisini ( vaftiz, evharistiya ) kabul ederler.
8- Evlilik Hakkındaki Düşüncelerini Kıyaslayınız.
*K:Ruhban sınıfı evlenemez. *O: keşiş ve patrikler evlenemez, papazlar evlenebilir. *P: Herkesin evlenme hakkı vardır.
9- Boşanma Hakkındaki Fikirleri Nelerdir?
*K:Boşanmayasaktır.*O:Boşanma bazı şartlara bağldır.*P:Boşanma serbesttir.
Diğer özellikleri:
*Hiçbir Hristiyan mezh. iki veya daha fazla eşliliği kabul etmez.
*Protestanlar Araf'a ve ebedi cezaya inanmazlar.
*Protestanların kilise isimleri: luteryan, Anglikan, metodist, kongregasyonalist.
*Adventistler ve mormonlar gibi fundamantalist dini hareketler de potestanlık içinde değerlendirilir.
*Bir hristiayan cemaati olan Mormonlar'da çok eşlilik vardır.
*İbadet dilinini evrensel –yani latince- oluşu, 1789 Fransız Devrimi’nden çok önce, ortodoks kilisesi’nin kuruluşu bitmiş bir gelenektir. Öyleyse ana dili/ kutsal metnin müminlerin ana dillerine çevrilmesi anlamına gelen “Mealcilik” akımı Modernizm’den çok önce DOĞU ROMA imparatorları ve patrik tarafından kaldırılmış bir uygulamadır.
* protestanlaşma Gerçek Hristiyanlığı ihya etme ve mevcut uygulamaları ıslah etme çabasında başarılı olamamıştır. Sonuçta Teslis’i kabul etmekle başa dönmüş; katolik kilisesi’nin anlaşyışlarını modernize ederek yeniden üretmiştir. Eğer süreç devam etseydi Kur’an’dan kaynaklanan İslam ile Protestan kilisesi’nin akidesi arasında çok az fark kalmış olması gerekirdi. Protestanların bu kararsızlığından Gün’ün hakim paradigması “sınırsız üretim ve sınırsız tüketim” anlayışına dayalı Kapitalizm’in talancı ideolojisi yararlanmış ve maalesef onları kendine payanda olarak kullanmıştır.
İncil’in Önceki Vahiy Kaynakları İle İlişkisi
İsa peygamber kendisinden önceki vahiy kaynağı olan Tevrat’ın şeriatına bağlı olunmasını emretmiştir. Hatta bu bağlılığın tutucu Yahudi mezhebinin mensuplarından Ferisiler’den daha fazla olması gerektiğini söylemiştir: “Ben peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim...” (Matta,5/17-20.)
Matta’nın kaydettiklerine göre Hz. İsa Yahudileri söylediklerini yapmamakla, gösterişe düşkünlükle, adalet, sadakat ve merhameti ihmal etmekle, türbecilik yapmakla” suçlamıştır. Ferisiler bu pasajdaki ifadelere göre atalarının peygamberleri öldürdüklerini itiraf ettikleri de yer almaktadır. (Matta, 23/1-32.)
Hz. İsa’nın tüm peygamberler gibi gerçeklerin üstünü örten boş inançlardan ve yanlış gelenekten Din’i kurtarıp saflığına geri döndürmek istediğini İnciller’den takip etmek mümkündür. Markos’un kaydettiklerine göre İsa a Ferisilerle konuşurken “Allah’ın buyruklarını bir kenara bırakıp, insan geleneklerine uymakla” suçladığını görmekteyiz. (Markos,7/6-13.)
İncillerden de takbettiğimiz gibi İsa peygamber ilahi vahyin önceki kaynaklarını temizleyip arındırarak, onlara Allah’ın izni ve rehberliğinde yeni katkılar sağlamak için gönderilmiştir. Ancak onun bu saf çağrısı, Din’i uydurdukları beşeri adetlerle bozdukları için en çok tenkit ettiği, çarmıh olayının baş aktörleri olan Yahudiler tarafından değiştirilmiştir. Özellikle İsa a’ın öğrencilerinin arasına sonradan katılan bir kişi her şeyi mahvetmiştir: PAVLUS.
Resuller’in İşleri bölümünün yazarı olan Luka’nın kaydettiklerine göre, İsa a’ın vefatından sonra öğrencileri büyük baskılar, ölümlü işkenceler görmeye başladılar. Romalılar Hz. İsa’nın memleketi Nasıra’dan dolayı bu küçük cemaati “Nasraniler” diye isimlendirmiştir. Cemaatin liderliğini Hz. İsa’dan sonra kardeşi Yakup (James) üstlenmiştir. Meryem a Hz. İsa’nın doğumundan sonra Yusuf adlı biri ile evlenmiş, başka çocukları da olmuştur. Yakup da bu çocuklardan biridir.
Nasranilere Rom imparatorluğu ile işbirliği halinde bulunan Yahudiler de zulmediyorlardı. Yahudi mezhebi Sadukilerin bir üyesi olan Saul da bunlardan biri idi. Saul bir haham olarak yetiştirilmişti. “ilk Hıristiyan şehid” olarak bilinen İstefan’ın taşlanarak öldürülmesine Saul’un nefreti sebep olmuştu. (Resullerin İşleri,8/1-3.)
Resullerin işleri’nde anlatıldığına göre Saul (Yunanca karşılığı Pavlus) Başhahamdan aldığı özel bir izinle Nasraniler’le mücadele etmek için Şam’a gider. Yolda Saul’un gökten “ben senin zulmettiğin isa’yım” diyen bir ses duyduğu kaydedilir. Oysa o İsa a’ı hayatı boyunca hiç görmemiştir; yine de gökten gelen bu sesi O’ndan gelen bir mesaj olarak yorumlamıştır.
Bunun “suçluluk duygusuna bağlı psikolojik bir reaksiyon olduğu” yorumu yapılmıştır. (44.dipnot)
Kur’an’ın Hıristiyanlara Yönelik Çağrısı
İsa a Allah’ın elçisi ve Ol! Kelimesidir. Allah’ın “ol” kelimesi ile varlık sahnesine çıkmak bakımından, İsa a ile bizim aramızda bir fark yoktur. (4/171-172)
“Meryem oğlu İsa” vurgusu (Maide, 5/17, 72-75.) Kur’an’da sürekli tekrarlanmıştır. Bunun anlamı İsa a’ın Allah’ın oğlu olmadığı, bir insan çocuğu olmak bakımından bağımlı ve aciz bir varlık olduğunu, dolayısıyla tanrı yada tanrının oğlu olamayacağı vurgulanmak istenmiştir.
Bütün peygamberler gibi İsa a da aynı ortak mesaj olan Tevhid’e çağırmıştır. Kur’an tüm insanları müşterek kelime’ye (Tevhid’e) çağırmaktadır: “......” (Ali İmran,3/64.)
Kur’an’ın Diğer Kitaplar içindeki Yeri
Kur’an her devirde Yüce Allah’ın elçilerle ilahi yasalar, yargılar vahyettiğini çok sayıda ayette vurgulamaktadır.
Kur’an’da İbrahim peygambere verilen sahifelerden, Musa peygambere verilen sahifelerden, Davud peygambere verilen mezamir/Zebur’dan, İsa a’a verilen İncil’den söz edilumektedir.
Eskilerin Kitapları/vahiyleri ifadesi ile de bilinen ve kalıntıları bize ulaşan kitaplar, sahifeler dışında da mesajların olduğuna işaret edilmektedir.
Kitabı Mukaddes iki bölümden oluşmaktadır: Eski Ahit:Tevrat ve mezmurlar; Yeni Ahit; İncil.
Gerçekte Kitabı mukaddes değişik dönemlerde yaşamış farklı üsluplara sahip din adamlarınca yazılmıştır. İçerisinde tarihsel malumatlar, dini ve siyasi söylemler, dualar, felsefi diyaloglar ve çeşitli kanun metinleri bulunmaktadır. Eski Ahit’te peygamberlere indirilen vahiy kalıntılarının dışında onlara ait hadisler, hahamlara ait sözler bulunmaktadır. Yeni Ahit’te/İncil’de ise bizzat kitaplara ismini veren yazarlarıdır: Matta, Markos, Luka, Yuhanna.
Hahamlar üretip yazdıklarına Musa imzasını kullanmakta veya hiç kaynak belirtilmemektedir.
“Bilge bir kimse Süleyman imzasını kullanmakta, kehanet sahibi biri eğer kendi ilham damarında Büyük İşaya’yı hissediyorsa, gönüllü olarak “İşaya” imzasını kullanabilmektedir. Çok eski devirlerde yaşamış kendi kitaplarını çok önemli sayan ve ayrıntılı bir rapor bırakmış birkaç yazar (Esdras, Nehemie, Zorobel) bir yana bırakılacak olursa, Kitab-ı Mukaddes yazarları, genellikle söyledikleri şeyin arkasına çekilerek kendilerini gölgede bırakmışlardır.” (Hamidullah Muhammed, Aziz Kur’an, ).
.Kur'an'ın Diğer Kitaplar İçindeki Yeri
Kur’an her devirde Yüce Allah’ın elçilerle ilahi yasalar, yargılar vahyettiğini çok sayıda ayette vurgulamaktadır.
Kur’an’da İbrahim peygambere verilen sahifelerden, Musa peygambere verilen sahifelerden, Davud peygambere verilen mezamir/Zebur’dan, İsa a’a verilen İncil’den söz etmektedir.
Eskilerin Kitapları/vahiyleri ifadesi ile de bilinen ve kalıntıları bize ulaşan kitaplar, sahifeler dışında da mesajların olduğuna işaret edilmektedir.
Kitabı Mukaddes iki bölümden oluşmaktadır: Eski Ahit; Tevrat ve mezmurlar. Yeni Ahit; İncil.Gerçekte Kitabı mukaddes değişik dönemlerde yaşamış farklı üsluplara sahip din adamlarınca yazılmıştır. İçerisinde tarihsel malumatlar, dini ve siyasi söylemler, dualar, felsefi diyaloglar ve çeşitli kanun metinleri bulunmaktadır. Eski Ahit’te peygamberlere indirilen vahiy kalıntılarının dışında onlara ait hadisler, hahamlara ait sözler bulunmaktadır. Yeni Ahit’te/İncil’de ise bizzat kitaplara ismini veren yazarlarıdır: Matta, Markos, Luka, Yuhanna.
Hahamlar üretip yazdıklarına Musa imzasını kullanmakta veya hiç kaynak belirtilmemektedir.
“Bilge bir kimse Süleyman imzasını kullanmakta, kehanet sahibi biri eğer kendi ilham damarında Büyük İşaya’yı hissediyorsa, gönüllü olarak “İşaya” imzasını kullanabilmektedir. Çok eski devirlerde yaşamış kendi kitaplarını çok önemli sayan ve ayrıntılı bir rapor bırakmış birkaç yazar (Esdras, Nehemie, Zorobel) bir yana bırakılacak olursa, Kitab-ı Mukaddes yazarları, genellikle söyledikleri şeyin arkasına çekilerek kendilerini gölgede bırakmışlardır.” (Hamidullah Muhammed, Aziz Kur’an,
Soru: Yaratılış Kıssası’nı Kur’an ile Kitab-ı Mukaddes’in ortak ve farklı yanlarıyla özetleyiniz.
Cevap: 1- Kur’an’da Kıssa özet bilgilerle ve konunun ibret yönleriyle yer almaktadır; Tevrat’ta ise ibret alınacak yönler ayrıntıların gölgesinde kalmıştır.
2--Kur’an’ın anlatımında Allah her şeyden haberdardır; İnsan soyunun önceden fesat çıkaracağını (Meleklerle diyaloglarda anlatıldığı gibi) bilir. Fakat Tevrat’ta Tanrı cennet’te olup bitenlerden haberdar değildir.
3-Kur’an’da aldatan şeytan ilk aldanan ise Adem/insan’ın prototipi’dir (Bir cinsiyet vurgusu yer almamıştır.) Tevat’ta ise aldatan yılan kılığına girmiş şeytan; ilk aldanan Havva/kadın’dır (kadın cinsi birinci dereceden sorumlu tutularak, doğuştan defolu bir dişilik tasavvurunun önü açılmıştır)
4- Kur’an suçu işleyen Adem ve eşini sorumlu tutmuştur (Kur’an’da sorumluluğun şahsiliği prensibi esastır; doğan her çocuk günahsızdır; mümindir.) Tevrat’ta ise doğan her insanın bu günah yüküyle dünyaya geldiği iddia edilerek GENETİK GÜNAH inancı üretilmiştir; bu nedenle vaftiz olmadan ölenlerin Hristiyanlık’ta ebedi günahı yüklenmiş olarak öte dünyaya göçtükleri iddia edilmiştir.
5- Kur’an’da yasaklanan meyva’nın cinsi ağacı gibi ayrıntılar üzerinde durulmamıştır; bilgi, bilinç ve inancın kaynağı olan ilahi kelamı öğrenmek, yasaklanmamış, ona iman etmek teşvik edimiştir. Tevrat’ta ise yasaklanan ağacın bilgi ağacı olduğu ve tanrının bu ağacın meyvasından tadarak bilgi sahibi olmayı insanoğluna yasakladığı iddia edilmiştir. Hatta tanrı daha fazla cennette kalırsa insanoğlunun “hayat ağacı”ndan da yiyerek tıpkı kendisi gibi tanrı olacağından korkmuş ve bir an önce insanı oradan çıkarmaya koyulmuştur.
6- Kur’an’da Allah kendisine hiçbir şeyin denk olmayacağını beyan etmekte (ihlas suresi)dir. Tevrat’a göre ise tanrı insanı kendisi ile özelliklerde yarattığını ifade ettikten sonra, “bilgi ağacı”ndan yiyen insanın “hayat ağacı”ndan da yiyerek tamamen kendisiyle eşit hale gelmemesi için çareler aramaya koyulmuştur.
7- Kur’an’da anlatılan “yasak meyva”nın güncelleştirilerek her tür günah için genelleştirilmesi, dolayısıyla ibret yönlerinin öne çıkarılması çok kolaydır. Fakat Tevrat’ta anlatılan yaratılış kıssası’nda, “bilgi ağacından yersen ölürsün” diye Adem ve Havva’ya tehditler savuran tanrının bu şantajını yutması, konunun bir ağaca indirgenmesi ibret yönlerinin duldada kalmasına yol açmıştır.
8- Kur’an’da insanların ana öz itibariyle topraktan yaratıldıkları cinsiyet ayırımına gidilmeksizin anlatılmıştır. Fakat Tevrat, erkeğin topraktan kadının ise Adem’in kaburga kemiğinden üretildikleri –dolayısıyla varlığının erkeğin varlığına mutlak bir şekilde muhtaç olduğu- vurgulanmıştır.
9- Kur’an’ın hiçbir yerinde ensest’e işaret bile edilmemiştir. Fakat Tevrat hem Adem’in çocuklarının birbirleriyle evlendiklerinden; hem de Lut peygamberin kızlarının babalarıyla birlikte olduklarından söz ederek aile içi cinsel münasebete bilinç düzeyinde olmasa bile, insanların bilinçaltlarında meşruiyet kazandırmıştır.
10- Kur’an’da insan yüce bir makamın adayı olarak takdim edilmiştir; emanet’i üstlendiği için Melekler tarafından saygı secdesi ile karşılanmışlar, onurlandırılmışlardır. Tevrat’ta insana dönük böyle bir iyimserlik söz konusu değildir.
Kur’an’da kıssa umutla sona ermektedir; Adem ve eşi günahını itiraf etmiş ve affedilmişlerdir; hidayet kaynağı bilgi, bilinç ve inançla donatılarak dünyaya bırakılmışlardır. Tevratta ise kıssa ümitsizlikle sona ermiştir; toprak bile kadının ayartmasıyla işlenen günahtan dolayı lanetlenmiştir; tanrı insanı yarattığına pişman olmuştur. Vd.
Soru: Nuh a’ın Kıssası’nı Kur’an ve Kitabı Mukaddes’e göre karşılaştırınız.
Cevap: 1-Tevratta geminin hangi ağaçtan hangi boyda yapıldığı, suyun Tufan’da ne kadar yükseldiği gibi ayrıntılara bol miktarda rastlanmaktadır; Kur’an’da ise konun sadece ibret yönleri üzeride durulmaktadır.
2- Tevrat yeryüzünü tümünün –suçlu suçsuz ayırımı gözetilmeksizin- suyun kaplayıp yuttuğundan söz etmektedir; Kur’an’da ise vurgu Nuh kavmi üzerinde yoğunlaşmaktadır (Sorumlulğun şahsiliği prensibi gereğince) Eğer yeryüzünün tamamı sularla kaplansaydı, bu kadar kara hayvanı binlerce çeşidiyle gemiye sığmayacağına göre nasıl Tufan’dan kurtuldu? Sorusu havada kalmaktadır.
3-Tevrat’a göre gemiye binip kurtulanlar sadece Nuh peygamber ve akrabalarıdır (Böyle bir yaklaşım bir tür ırkçılık-bir tür kabilecilik anlamına gelebilir.) Kur’an’da ise Nuh a’ın kafir oğlunun biyolojik yakınlığına rağmen mümin olmadığı için onun ailesinden olmadığı –gemiye binme hakkının bulunmadığı- ifade edilmiştir; Gemi’ye binerek Tufan’dan kurtulanlar –akraba olsun veya olmasın- sadece müminlerdir.
4-Tevrat’a göre tanrı Tufan’ı yarattığına pişman olmuştur; bir daha böyle ağır bir helak yöntemi kullanmayacağına ilişkin kendisini sınırlamış, kendi kendine söz vermiştir. Kur’an’ın hiçbir yerinde Allah yaptıklarından nadim olan bir ilah olarak asla telakki edilmemiştir.
5-Tevrat’ta Nuh a’ın şükür kurbanlarının etlerinin mangallardan yükselen kokularının göklere çıkarak tanrının kızgınlığını dindirdiği ifade edilmiştir. Kur’an’da ise kurbanların etlerinin kanlarının değil, insanların takvalarının Allah’a ulaşabileceği beyan edilmiştir.
Soru: Yahudiler’in Allah inancının Tevrat üzerindeki izdüşümleri nelerdir? (ANTROPOMORFİST TANRI: insan görünümlü tanrı) Zeus’la karşılaştırınız.
Cevap: Yahudiler Âmir/emreden, sözünü geçiren-hakim bir ilah olan Allah’ı sanki kendi hizmetlerine adanmış, İsrailoğullarının hizmetinde me’mur bir tanrı gibi takdim etmişlerdir.
1-Güreşçi tanrı: Yakup a’ı yağlı güreşte yenememiş, ona “israil/tanrıyla güreşip onu yenen” lakabını bizzat centilmence kendisi vermiştir.
3-Terzi tanrı: Adem ve Havva’ya deriden kaftan dikmiştir.
4-Kıskanç tanrı: İnsanoğlunun bilgi sahibi olmasını istememiş, kendisi gibi olmasını hazmedememiştir.
5-Şantajcı tanrı: (sözünde durmayan): “Bilgi ağacından yerseniz ölürsünüz” demiştir; ama bu ağaçtan yedikleri halde Adem ile Havva ölmemiştir.
6-Gölge sever tanrı (öğlenin güneşinden hoşlanmaz) : Cennet’te Adem’i aramak için günün serinliğini tercih etmiştir.
7-Pişman tanrı: Tufan örneği...Böyle bir helak şeklini yarattığına pişman olmuştur. İnsanı yarattığına pişman olmuştur.
8-Mimar Tanrı: Tufan’dan sonra yeryüzüne müdahil olmaktan vazgeçmiştir; artık olan biten her şeye seyirci kalmaya –etkisiz eleman olmaya- kendi kendine söz vermiştir. Masonların dolar üzerindeki üçgeni..
9-Görme Özürlü tanrı: Çalılıkların arkasına gizlenen Adem ve Havva’yı görememiş “neredesin?” diye onlara seslenmiştir.
10-Garson Tanrı: Yahudiler’in diğer ırkları egemenlik savaşında saf dışı bırakıp iktidarı ele geçirmeleri için sarhoş etmeye teşvik etmiştir. Hatta bizzat kendisi barmenlik yapmıştır.
“Ey Rabbimiz!
bizi sana teslim olanlardan kıl !
ve bizim soyumuzdan
sana teslim olacak bir topluluk çıkar!
Bize ibadet yollarını göster ve tevbemizi kabul et!
1-sevk etmek/iş yapmaya yöneltmek; bkz.Nahl suresi,16/68 vd.
2-işaret etmek/ima ile iletişim kurmak; bkz.Meryem,19/11.vd.
3- Teshir etmek/emrini dinletmek için denetim altına almak, içgüdü yerleştirmek; bkz.Yusuf,12/68-69; Nahl,16/12; Zilzal,99/15.vd
4-İlham etmek/bir düşünceyi içe doğuş şeklinde meydana getirmek; bkz.Hud,11/37; Mü’minun,23/27; Kasas,28/7. vd.
5- Gizlice seslenmek-fısıldamak; Enam,6/112.
Terim olarak vahiy: Yüce Allah’ın yarattıklarına görevlerini öğretmek, onları terbiye etmek, itaat altına almak, yardım etmek amacıyla kurduğu kesintisiz gizemli iletişime Kur’an’da vahiy denilir.
II- vahyin Çeşitleri
Varlık-varlık İlişkisi
1-cin şeytanları ile insan şeytanları arasındaki yatay ilişki
2-Cin şeytanları ile kötülüğe meyilli insanlar arasındaki dikey ilişki
Telkin altında kalan doğrudan anlamayabilir. Her yalancı günahkar şeytanların bu türden vesvese-velvele telkinleri altında kalabilirler. Şuara,26/221-223.
3- Zekeriyya a ile kavmi arasındaki yatay ilişki; ima ve işaretlerle, vücut dili ile tebliğ yapmak. Bkz. Meryem,19/5-10-11.
B-Allah-Varlık İlişkisi
Gayb Alemi’ne Gönderilen Vahiy
Görülmez alemde yer alan tüm varlıklar vahiyle ilahi emir altında tutulur; asla denetim dışına çıkamazlar. Örneğin, meleklere yapılan vahiy için bkz.Enfal,8/12.
Şuhud Alemi’ne Gönderilen Vahiy
Tüm somut alem de Allah’ın denetimi altındadır. Bu denetimin icra edilme yöntemine de Kur’an’da vahiy denilmektedir. Örnekler: Dünya’ya ve tabiatın hareketlerine tesir eden vahiy için bkz.Zilzal,99/4-5; Arıya yapılan vahiy içn bkz.Nahl,16/12,68-69; Gökyüzüne vahiy: Fussilet,41/12; Cenin’e elest bezmi olan ana rahminde yapılan vahiy: Araf,7/172.
C-Allah-İnsan İletişimini İfade Eden Vahiy
İnsanlarla Yüce Allah’ın iletişimi dikey olarak gerçekleşir ve yukarıdan aşağıya doğru iner-akar. Dua ise insandan Allah’a doğru uruc eder; aşağıdan yukarıya doğru çıkar. Yüce Allah insanlarla üç şekilde iletişim kurar: a) Doğrudan doğruya ilham etmek şeklinde (Peygamberlere ve salih müminlere inayet vahyi bu yolla gelmiştir). b) Perde arkasından (Sadece Musa a’a bu yolla vahiy gelmiştir; Taha Suresi,20/11-17.). c) Melek elçilerle (tüm peygamberlere bu yolla vahiy gelmiştir).
Nübüvvet-RisaletVahyi (Terim olarak vahiy)
Bütün peygamberlere gönderilen vahy’in Kur’ani somut ve mubin ifadeleri nübüvvet-risalettir. Vahiyle Tevhid inancı arasında kopmaz bir ilişki vardır. Kur’an’ın beyanlarından öğrendiğimiz Rabbimizin özelliklerine baktığımızda O’nun yaratıp kenara çekilen bir ilah olmadığını, yarattıktan sonra da varlıklarla sürekli bir iletişim ve ilgi halinde olduğunu görüyoruz.
Allah yarattıklarıyla ilgisini hiçbir zaman koparmaz. Çünkü O, yaratıp kenara çekilen, yorulan, dinlenen yedinci gün tatile çıkan bir ilah değildir. Tüm hayatın aşkın bir şekilde içindedir; bütün varlıklarla sürekli bir iletişim halindedir; O’nun ilgisini bilerek kopardıkları sadece kafirlerdir. Bu bağlamda tüm kainat ve tüm varlıklar O’nun ayetleridir.
İnayet Vahyi
Peygamber olmadıkları halde “sözsöz içe-doğuş vahyi” alan salih müminlere bu lütuflar ilahi yardım olsun diye yapılmıştır. Kur’an’da üç örneği vardır:
a)Musa a’ın annesi (Taha,20/38-39.)
b) Meryem a’a yapılan vahiy. Meryem a’ın iffetli oluşunu teminat altına alan ona güven aşılayan ve rızık kaynaklarını gösteren ilhamlar için bkz.Meryem,19/24-26. Zekeriyya a’a oğul müjdelenmesi örneğinde görüldüğü gibi; bkz.Meryem,19/7-11. Cebrail’in Meryem a’ı insan suretinde ziyareti sözsöz bir mesaj getirmek için değil, Allah’ın takdirini gerçekleştirmek içindir; bkz. Meryem,19/16-29; Tahrim,66/12.
c) Havariler: Havarilere imanda yakine erişmeleri için yapılmıştır; hiç birinin birbirinden haberi yoktur, tamamıyla içe doğuş şeklinde gerçekleşmiştir; bkz.Maide,111-115.
III- İnayet Vahyi İle Nübüvvet-Risalet Vahyi Arasındaki Farklar
1-İnayet vahyinde tebliğ haramdır; N. R. Vahyinde farzdır. (Enam,6/19; Şura,42/48.)
2- İnayet vahyi bireysel içeriklidir; N.R.vahyi toplumsal içeriklidir. (bkz.örnekler)
3- inayet vahyi alanlar mesajla muhatap olduklarına ilişkin ikna edilmezler; N.R. vahyi alan peygamberler vahyi hakikatle karşı karşıya olduklarına ikna edilirler; bütün şüphelerden arındırılırlar; Peygambrimiz Muhammed s’de olduğu gibi, Cebrail a’ın asli suretiyle muhatap olmak, Musa peygamberde olduğu gibi, manevi bir ateşin içinden aşkın ayetlerin gösterilmesi (Taha,20/9-18; Necm,53/2-11.)
5- İnayet vahyi aracısız, doğrudan içe doğuş şeklinde gerçekleşir; Musa a hariç peygamberlere gelen Nübüvvet-Risalet vahyi vahiy melekleriyle gelmiştir.
IV- Vahyin Taşıyıcıları: Nebi-Rasul
Melek Elçiler: Cebrail a ve diğer vahiy melekleri: Bakara,2/97; Nahl,16/2,102; şuara,26/193-194; Fatır,35/1 vd.
İnsan Elçiler: Peygamberler ve temel sıfatları “nebi-rasul”
Nebi; Haber alan-haber taşıyan. Rasul; Elçi olarak görevlendirilmiş olan, elçilik yapan.
1-Kelamcılar: Her rasul nebidir; her nebi rasul değildir.
Kur’an’ın cevabı: Nebilere de kitap-şeriat verilmiştir: Ali imran,3/81; Ahzab,33/7.
2-Modern müseylemeler’in kavramlar üzerinde kurdukları oyunla Nebi-Rasul’ün Kur’ani niteliğini tahrif çabaları: “Her Nebi Rasul’dür; her rasul nebi değildir.”
Kur’an’ın cevabı: Rasuller’e de kitap-şeriat verilmiştir; bkz. Hadid, 57/27; İsmail a için Nebi-rasul nitelemesi için bkz. Meryem,19/54. Harun a için nübüvvet-risalet nisbet edilişi için bkz. Nisa,4/163; Şuara,26/13; Kasas,28/34.
Kur’an Nebi ile Rasul nübüvvet ile risalet arasında ayırım yapmamıştır. O halde “her nebi rasul, her rasul de nebi”dir.
V- Yalancı Peygamberlik Olgusu
Nebilerin ve rasullerin sonuncusu Muhammed Mustafa (s )’dir; Ahzab,33/40. Ondan sonra nebi-rasul gelmeyecektir. Buna rağmen tarih boyunca yalancı peygamberlik olgusuna sürekli rastlanmıştır.
Asru’n-nebi’de yalancı peygamberlik olgusu
1-Müseylime el-hanefî 2-Secah et-Temimiyye adlı kadın 3-Esved el-Ansi 4-Tuleyha el-Esedi
Günümüzde yalancı peygamberlik olgusu
1- Reşad Halife (19 hurufiliği)
2-İskender Evranasoğlu (Rasullük iddiası ve sözlü vahiy aldığı iddiası)
vd.
Yalancı Peygamberlerin ortak özellikleri
1-Hiçbiri Kur’an’ı ve peygamberimizi inkara çağırmamıştır. 2-kendilerine Kur’an’ı yenileyen bir vahiy türü geldiğini iddia etmişlerdir. 3- Kur’an’ı bazı hükümlerini nesh etmeyi-değiştirmeyi teklif etmişlerdir: Kur’an’ın bazı ayetlerini mushaftan çıkarmaya çalışmak (Reşat Halife, Edip Yüksel), Namazın rukusu, secdesi, mirasın bölüşümü, kıtal cihadının geçerliliği, hadlerin biçimleri vd.
Kendilerini olağanüstü dönemlerin kurtarıcısı olarak sunmuşlardır. Mesela İskender Evranasoğlu kendisine vahiy geldiğini iddia ettiği yıllar yetmişli yılların Türkiye’sinde sağ-sol çatışmalarının hayatı felç ettiği yıllardır.
VI- Allah’ın Ayetleri Kur’an’la Sınrlı Değildir
A- Âfâkî Ayetler: Fussilet,41/53. Ayrıca bkz.Bakara,2/164; Ali imran,3/190; Enam,6/157; Araf,7/26; Ra’d,13/17; Nahl,16/11,12, 68-69; Neml,27/86. vd.
B-Enfûsî Ayetler: Fussilet,41/53. vd.
C-Nebevî: Tevrat, İncil, Kur’an.
VII- Akıl- Vahiy İlişkisi ve Çeşitli Vahiy Tasavvurları
1- Yahudilerde: vahiy sadece peygamberlerle sınırlı değildir; üst düzey din adamlarının da kutsal metinlerde yer alma hakkı vardır; Eski Ahit böyle oluşmuştur.
2-Bilinç altı teorisi ile Spesifik Rasyonalizm: İdealizm
a) Hristiyan ilahiyatçıların incil’i rasyonalize etme çabası
Vahyin gaybi boyutu atlanarak salt rasyonel bir formda açıklanmaya çalışılması, Tarihselci İlahiyat alanında Jung’un bilinçaltı teorisini kullanmak istemelerine yol açmıştır. Oryantalistlerden Watt “tanrının vahyini bilinçaltı yoluyla gönderme ihtimali vardır”
Watt, Muhammed’in Mekkesi, 1995,12.
b) Müslüman Tarihselciler’in Kur’an’ı rasyonalize etme tutkusu
Fazlur Rahman da onun bu düşüncesine yaklaşan ifadeler kullanmıştır. [1] Kur’an’ın bize tanıttığı Arap aklında kimi zaman şair’e şiirini oluşturması için haber getiren”in cinler olduğu vehmi yaygındır. Buna göre “her şairin bir cini vardır; bu kadar tumturaklı ve hayranlık uyandıran şiirleri de bu sayede söylemektedir.” İşte Cahiliyye Arap Aklı peygamberimizi sıradanlaştırmak, her hangi bir şair durumuna düşürmek için, ona Mecnun/cinlenmiş, cin istila etmiş sıfatını layık görmüşlerdir. Mecnun’un delirmek değil de, kaynağı cin olan sözler söylemek bağlamında geçtiği ayetler için bkz. Hicr,15/6; Nahl,16/103; Saffat,37/36; Duhan,44/14; Tur,52/29-30; Kalem,68/2,51; Tekvir,81/22.
Fazlur Rahman peygamberimizin Cebrail (a ) ile hepsi iki defa karşılaştığını, ikisinin de ruhani olduğunu, fiziksel bir tecrübenin varolmadığını iddia etmekte, Hicr Suresi,15/8’de bahsi geçen azap melekleri ile ilgili bağlamı hiçe sayıp – sanki ayette bahsedilenler vahiy melekleri imiş gibi- dayanarak “peygamberimize vahiy için melek gönderilmediği”ni iddia etmektedir: 199,207,208. Ruh’u “peygamberin kalbinde oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahiy şekline dönüşen bir kuvve veya bir duyu veya bir araç” olarak yorumlayan Fazlurrahman görüşünü Buhari’de de geçen bir hadise dayandırmaktadır. Daha geniş bilgi için bkz. Fazlurrahman, Ana Konuları ile Kur’an, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecr yay. Ankara, 1987,s. 210; 199,207-208 v.d.
Fazlur Rahman’ın görüşünü dayandırdığı hadise göre Kur’an bir defada topluca indirilmiştir. Oysa çok sayıda ayette Kur’an’ın peyder pey “tertilen” indirildiği beyan edilmektedir: Örnek ayet için bkz. Furkan,25/32-33.
Fazlur Rahman’a göre peygamber hakikati sezgi yoluyla bir çırpıda kavramış, içten gelen itici bir güçle bu hakikati tesili sembollere dökerek avamın/sıradan halkın anlamasını sağlamıştır. 1992,168.
c) Geleneksel Batınilik
vahdeti vücutçular velayet vahyini uydurarak tıpkı modern rasyonalistler gibi Kur’an vahyini aştıklarını iddia etmişlerdir. İbn Arabi Ricalü’l-Gayb’ın (gaybın adamlarının) hiyerarşisini şu şekilde belirterek kendi evrim tasavvurunu ortaya koymuştur: Nüceba, Nukeba, Abdal, Evtad, İmameyn, Kutup. Kutup velayet makamıdır ve kişi bu aşamada Kur’an vahyini aşan, doğrudan sözlü bir vahiy alabilir. (bkz. İbn Arabi, Fusus, Mukaddime, 3-5; Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi, cilt-I, Dibace, cilt-IV, s.325-327; Said Nursi, Sikkei Tasdiki Gaybi, İstanbul,1958, s.224.
Geleneksel batıniler Kur’an’daki “salih kul kıssası”nı ölümsüz hızır kıssasına dönüştürmüşler; hızır’ı Musa peygambere yol gösteren bir veli gibi takdim etmişlerdir. Bu kurgu ile onlar velilerin peygamberlerden daha üstün olduklarını, aldıkları vahyin de, Kur’an gibi N.R. vahyinin ürünü olan kitaplardaki bilgilerden daha değerli olduğunu iddia etmişlerdir.
Hızır olarak tahrif edilen salih kul kıssası’nda geçen gaybi bilen bir elçidir: Kehf,18/60-70; Çünkü Allah sadece elçilerini gayba müttali kılar: Ali imran,3/179; ve Allah kimseye ölümsüzlük vermemiştir; Enbiya,21/34.
Modern ve geleneksel batınilik Kur’an vahyine indrigemeci yaklaşmışlardır. Her iki rasyonalizm örneği de akla gereğinden fazla fonksiyon yükleyerek Evrimci bir tasavvurla İlahi vahyi yorumlamışlardır.
3-Hristiyanlar’da: Vahiyle vahyi alan aynıdır.
Kaynaklar:
Fevzi Zülaloğlu, Nübüvvet ve Risalet, 1,2, Haksöz Dergisi, sayı:98-99, İstanbul, Mayıs-Haziran,1999.
Bakara / 41. Elinizdekini (Tevrat'ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden (benim azabımdan) korkun.
Bakara / 285. Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler.
Al-i İmran / 84. De ki: Biz, Allah a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve Ya'kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları birbirinden ayırdetmeyiz. Biz ancak O'na teslim oluruz.
Nisa / 47. Ey ehl-i kitap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları, cumartesi adamları gibi lânetlemeden önce (davranarak), size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kitab'a) iman edin; Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.
Nisa / 136. Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyle sapıtmıştır.
HADİS...
* Abdullâh b. Ömer radiya'llâhu anhümâ'dan: Şöyle demiştir: Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den (şu temsîli) işittim. Buyuruyordu ki: Sizden evvel gelen ümmetlere nisbetle sizin (dünyâda müddet-i) bekânız (bütün güne nisbetle) ikindi namazından gurûb-ı şemse kadar (olan müddet gibi) dir. Ehl-i Tevrât'a Tevrat verildi. (Onunla) âmil ol(up çalış)dılar. Lâkin gün yarıyı bulunca çalışmaktan âciz kal(ıp vazgeç)diler. (Fakat) kendilerine (yine) birer kırat (olan gündelik) verildi. Ehl-i İncil'e (de) İncil verildi. Onlar da ikindi namazı vaktine kadar (onunla) âmil ol(up çalış)dıktan sonra âciz kalıp vazgeç)diler. Onlara da birer kırat (olan gündelik) verildi. Sonra bize Kur'ân verildi. Gurûb-ı şemse kadar çalıştık. Ve bize ikişer kırat olarak (gündelik) verildi. Bunun üzerine ehl-i Tevrât ile ehl-i İncil: "Ey Rabimiz, onlara ikişer kırat, bize ise (yalnız) birer kırat verdin. Halbuki biz daha çok çalıştık." derler. Allah (Celle ve Alâ Hazretleri) de: "(Bütün gün çalıştığınıza göre şart edilen) gündeliğinizden bir şey kestim mi ki?" diye sorar. Onlar: "Hayır, (kesmedin yâ Rab)" derler. O da: "İşte o, benim (kerem ve) fazlımdır ki, dilediğime veririm" buyurur.
* Berâ' İbn-i Âzib radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Ashâb'dan) bir kişi (Üseyd İbn-i Hudayr, bir gece) Kehf (Sûresin) i okumuştu. Evinde de bir atı vardı. Bu sırada at ürkmeğe, deprenmeğe başladı. Bunun üzerine Üseyd: Yâ Rab, Sen âfetten emîn kıl! diye duâ etti. Hemen Üseyd'i duman gibi bir şey, yâhut bir bulut kapladı. Sonra (Üseyd) bu vâkıayı Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'e hikâye etti. Resûlullâh: - Oku ey kişi, durma oku! (Bu tecellîyi ganîmet bilerek her gece Kur'ân oku!). Çünkü o bulut gibi görülen şey Sekîne idi. (Allâh'ın sekîneti, vekârı, rahmeti hâmil olan bir mahlûku idi.) Kur'ân dinlemek için, yâhut Kur'ân'ı tebcîl için inmişti, buyurdu.
* Abdullâh İbn-i Ömer radiya'llâhu anhumâ'dan rivâyete göre (Medîne'de) birtakım Yahûdîler Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'e gelerek içlerinden bir erkekle bir kadının zinâ ettiğini hikâye ettiler, (ve ne hükmedersiniz? dediler). Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem onlara: - Siz, Recim (hükmü) hakkında Tevrât'ta ne bulursunuz? diye sordu. Onlar: - Biz zinâ edenleri teşhîr ederiz, bunlar bir değnekle de döğülürler. Abdullâh İbn-i Selâm bunlara: - Yalan söylediniz!. Tevrât'ta Recim (âyeti) vardır, dedi. Bunun üzerine Tevrât'ı getirdiler. Ve kitabı açtılar. Yahûdîlerden birisi (Abdullâh İbn-i Surya) elini Recim âyeti üzerine koyarak ondan önceki ve sonraki âyetleri okumağa başladı. Abdullâh İbn-i Selâm ona: - Elini kaldır! dedi. O da elini kaldırınca Recim âyeti görülüverdi. Yâhûdîler: - Yâ Muhammed! Abdullâh İbn-i Selâm doğru söylemiştir: Tevrât'ta hakîkaten Recim âyeti vardır, dediler. Bunun üzerine (Resûlullâh zinânın vukûu hakkında şâhid istedi. Dört Yahûdî zânî ve zâniye aleyhinde vech-i mahsûs üzere şehâdet ettiler.) Resûlullâh da bunların recmolunmalarına hükmetti de recmolundular.
* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den rivâyete göre Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Dâvud aleyhi's-selâm'a (kendisine vahyolunan Zebûr'u) okumak kolaylaştırıldı. Dâvud kendisinin (ve maiyetinin) binit hayvanlarının (sefere) hazırlanmasını emrederdi de onlar eğerlenirdi. Ve bunlar eğerlenmezden evvel Zebûr'u okur (da hatmeder) di. Yine Dâvud yalnız kendi elinin emeğinden yerdi.
* Abdullâh İbn-i Mes'ûd radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Bir kere Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem bana: Ey İbn-i Mes'ûd haydi bana Kur'ân oku, diye emretti. Ben de: - Yâ Resûla'llâh! Kur'ân sana gönderildiği halde onu size nasıl okuyacağım? dedim. Resûl-i Ekrem: - Kur'ân'ı ben başkasından işitmeği çok hoşlanırım, buyurdu. Ben de Sûre-i Nisâ'yı okumağa başladım. Okurken (فكيف اذا جئنا من كل امة بشهيد و جئنا بك على هؤلاء شهيدا)âyetine gelince Resûl-i Ekrem: - Sus, buyurdu. O sırada gördüm, ki Resûlullâh'ın iki gözü yaş döküyordu.
* İbn-i Abbâs radiya'llâhu anhümâ'dan şöyle dediği rivâyet olunmuştur. Bu âyet nâzil olduğu sıra Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem (İslâm'ın ilk günlerinde) Mekke'de gizli yaşıyordu. Fakat Ashâbiyle namaz kıldığı zaman Kur'an okurken sesini yükseltiyordu. Müşrikler ise Kur'ân'ı duyunca hem Kur'ân'a, hem onu gönderene, hem de Kur'ân kendisine gelene küfrediyorlardı. Bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allâhu Teâlâ Peygamber'i salla'llâhu aleyhi ve sellem'e: - Habîbim! Namazda kırâatini açıklama. Sonra müşrikler işitirler de Kur'ân'a küfrederler. Kırâatini Ashâbından gizleme de. Sonra onlara duyuramazsın. Bunun ikisi arası bir yol ihtiyâr et, buyurdu.
* Ebû Mûsâ el-Eş'arî radiya'llâhu anh'den Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: Şu bir hâlis mü'min ki: Kur'ân okur ve onun muktezâsiyle amel eder, o, tadı güzel, kokusu güzel turunç (meyvesi) gibidir. Şu bir mü'min de Kur'ân okumaz, fakat mû'cebiyle amel eder. Bu da tadı güzel, fakat kokusu olmıyan hurma gibidir. Kur'ân okuyan (fakat mû'cebiyle amel etmeyen) munâfıkın benzeri de kokusu güzel fakat acı reyhâne (otu) gibidir. Kur'ân okumayan munâfıkın benzeri de tadı acı ve kötü, kokusu acı Ebû Cehil karpuzu gibidir.
* Cündeb İbn-i Abdullâh radiya'llâhu anh'den Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: Kur'ân üzerinde gönülleriniz birleştikce Kur'ân okuyunuz. Kur'ân hakkında ihtilâf edince de artık kalkıp oradan dağılınız!
Bakara / 4. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.
Bundan sonra gaybda özetlenen imana ait esaslar vahiy ve nübüvvet (peygamberlik) meselesi olması bakımından bir derece daha açıklanarak buyuruluyor ki; ve o muttakîler ki, hem sana vahiy ve inzal edilen<D> ve edilmekte olan Kitap ve şeriata, hem de senden önce vahiy ve inzal edilmiş bulunan (yani Tevrat, İncil, Zebur, Suhuf gibi) kitaplara iman ederler ki, bu iman da Muhammed (s.a.v.)'nin peygamberliğine ve bütün geçmiş peygamberlerin peygamberliklerine iman ile mümkündür. Çünkü habere iman, haber verene imânâ bağlı bulunduğu gibi, onlara tüm indirilenlerden birisi de peygamberlikleri davasıdır. Önceki âyet, bütün müslüman müminler; bu âyet de önce Ehl-i kitaptan olup da müslüman olan müminler hakkında indi deniliyor. Bununla beraber böyle olması iki âyetin birbirini tamamlayıcı ve açıklayıcı olmasına engel değildir. Ve geçmişe iman, geçmişi hikayeden ibaret zannedilmemelidir. Şu halde bütün inzal edilmiş kitaplara ve geçmiş peygamberlere, esas itibariyle iman da, İslâm iman ve inancından bir parçadır ki "Allah'a inandık deyiniz..." (Bakara, 2/136) gibi âyetlerde bu durum açıklanacaktır. Bunun için Müslümanlık bütün semavî dinlerin şahididir. Zira imana ait meselelerde nesih (iptal etme) yoktur, tamamlama vardır. Nesih, amele ait hükümler itibariyle cereyan eder.
Bu ve benzeri Kur'ân âyetleri ve Peygamber'in sünnetleri bize özellikle şunu gösterir ki, Müslümanlık dini geneldir. Bütün insanları içeren ve vahye dayanan dinlerin hepsine hürmetkâr bir dindir. Diğer dinler ise tâbi bulundukları bayrak altında, din işleri bakımından, kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, vicdanlarının sınırı dar ve kısadır. Bunlar, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımamayı dinin gereği bilirler. Tanırlarsa yalnız politik bir zorlama ile tanırlar. Yakın zamanlara kadar Hıristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan kavimlere hakim olamamıştı. Son zamanlarda bu vicdan darlığındaki politik hastalığı gören Avrupa devletleri Katoliklik ve Protestanlık kavgalarından doğan bir vicdan hürriyeti davasıyla Fransız inkılâbından sonra liberallik, laiklik ve insanlık kelimeleri altında Hıristiyanlık kelimesinden sapmaya doğru yürümüş ve o zamandan beri diğer milletler üzerinde hükümet kurmaya yol bulabilmişlerdir. Fakat bu kelimeler olumlu ve merhametli, genel bir hak vicdanı kurulmasını değil, dinsizliğe ve bencilliğe doğru olumsuz bir gidişi hedef aldığından, ilme ve sanayiye ait gelişmelerini gerçeğe bağlayacak yerde, insanlığı haktan uzaklaşmaya, vicdansızlığa ve ihtiraslara sürüklemiş ve sonucu da İslâmiyet'in gösterdiği gerçek ve olumlu hürriyet hakları ile insanlığa temin ettiği ve yaydığı gerçek evrensel hayattan uzaklaşmak ve hayatın ızdıraplarını artırmaktan ibaret olmuştur.
Bu bakış açısıyla denilebilir ki, şimdiki insanlar, Peygamberimizin gönderildiği zamanda olduğu gibi, İslâm'ın nurunun genel bir gelişmesini ve herkesin selameti için, gerçeğin bütün insanlık üzerinde kuvvetli bir egemenliğini görmek derdiyle kıvranıp çabalamaktadırlar. İnsanlığın şimdiki sapıklığı, beşeriyetin doğru üzerinde egemen olması fikrinde toplanıyor. Bu ise, insanlar arasında en kuvvetli görünenlerin "tapılan bir yaratıcı" gibi kabul edilmesine sebep oluyor. Bu, tutkuların kuvvetlenmesiyle hukukun (hakların) çiğnenmesini, herkesin selamet ve emniyetinin bozulmasını doğuruyor. Halbuki insanın saadeti gerçekte insanlığın hakka egemen olması davasında değil, hakkın insanlığa egemenliği esasındadır. Ve İslâm'ın eşit yaşamak için {*} "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla öğrettiği "yaratılış kanunu" da budur. Şu halde insanlık, ya hakka (doğruya) üstün gelmek davasıyle ihtiras ve ızdırap içinde birbirini yiyip gidecek veya Hak Teâlâ'ya iman ile onun mutlak egemenliğine uymak için İslâm dinine ve Muhammed (s.a.v.)'in bildirilerine sarılacaktır. Hakk'ı, insanın emri altında gören dar vicdanların kurtuluşa ereceklerini ve beşeriyetin dairesi için bir olumlu kutup olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır! Büyük vicdanlar, Hakk'ı bir bilir ve haktan gelenin hepsine, her birinin kendi derecesine göre kıymet verir.
İşte İslam'ın kalbi, bu büyük iman ve vicdanın sahibidir. O, herkese bu imaniyle göğsünü açar. Bütün beşer vicdanını bu genişlik ve anlayışlılıkla hakka yaklaştırmaya çalışır. Bunu kavrayamayan, bu yüksekliğe eremeyenleri de hakkın birlik ve kapsamına saldırmamak ve hakka az çok uymayı kabul etmek şartıyle kendi dinî sahalarında hür tutarak göğsünde yaşatır ve onların yaşama haklarına hürmeti de yalnız görünüşe has bir siyasetin değil, gerçek dinin gereği bilir...[1]
PIRLANTA SERİSİ...
“Eğer Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah’ın korkusundan onu, baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misâlleri, düşünsünler diye insanlara veriyoruz.”(Haşir 59/21).
Yani, Kur’ân, İlâhî hitâba muhâtap olabilecek kabiliyette yaratılmış olan ve ahsen-i takvîm sırrına mazhar kılınan insana indirilmiş bir kelâm-ı ezelîdir. Evet o insana indirilmiştir. Şayet, büyüklük ve azameti nazara alınarak, Kur’ân, insana değil de dağlara indirilmiş olsaydı, dağların paramparça olduğunu görürdün. Evet, Allah’a karşı duyduğu haşyetinden dolayı dağlar bu hâle gelirdi, ancak; gel gör ki insan, kalb ve kafasını Kur’ân’dan uzak tuttuğu için, Kur’ân ona bu şekilde müessir olamamaktadır. İç âlemiyle Kur’ân’a karşı yabanîleşen his, fikir ve kalb âleminde, o ilâhî hitâba yer ayırmayan insan elbette Kur’ân’dan nasipsizdir.
“Gavvas olana Kur’ân
Mücevher dolu umman
Nasipsizdir Kur’ân’dan
Her müstağni davranan.”
Kur’ân bir kitaptır. Cenâb-ı Hakk O’nu azâmetiyle, peyderpey, insanların maslahatlarına cevap verecek şekilde indirmiştir. Hem Kur’ân çok bereketli bir kitaptır. Mübârektir, kudsîdir. Kudsiyet ve ulviyetinde eşi yoktur. Kur’ân bereketin tâ kendisidir.
İnsanlar O’nun emirlerine ittibâ ettikleri zaman hayatları bereketlenir, bütün milletlerin üstüne çıkarlar. Ve hayatın bütün sahaları, bu ittibâ ile yeşillenir, kendisine ait filizleri vererek dünyayı Cennet haline getirir.
Bütün bunları tedebbür ve tefekkür etmemiz için gönderilen Kur’ân-ı Kerim, devamlı ve ısrarlı bir beyin sancısıyla, her an, her zaman düşünülmeli ve her devrin ihtiyacı olan hususlar Kur’ân’dan böyle bir cehd ve gayretle istinbat edilmelidir. Başka türlü de Kur’ân’ı anlamak mümkün değildir.
Kur’ân, hayatın hayatıdır. İnsanın hayatının hayırlı, müteyemmin ve mübârek olması, Kur’ân-ı Kerim’i hayatına düstur yaptığı nispette olur. Kur’ân’dan uzak bir hayat uğursuzdur, bereketsizdir. Kur’ân’dan uzak bir milletin hayatında dedikodu, keşmekeşlik ve uzaklığın çapına göre anarşi vardır.
Allah Resulü (sav) bir Hadîs-i şeriflerinde:
“Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı (hakâik ve dekâikine inerek) öğrenip sonra da başkalarına öğretendir.” En hayırlı olmak istiyorsak, Kur’ân’ı anlayıp anlatmaya çalışmalı ve bu hususta yazılmış tefsirleri karıştırmalı, onun hakâik ve dekâikinin içine girmeye gayret etmeliyiz. Tâ bu yolla Kur’ân’a sahip çıkmış bulunduğumuzu âleme göstermiş olalım... Yoksa Kur’ân-ı Kerim’in nûrundan ve feyzinden gerektiği kadar istifade etmemiz düşünülemez.
Ortada büyük bir hakikat var, Kur’ân hakikatı. Ona karşı bir kısım vazifelerle mükellefiz. Ama mükellefiyetimiz sadece mushafları muhafazadan ibaret değildir. Belki bu lüzumludur fakat zarftan ziyade mazrûfa saygılı olmak lâzımdır. Kur’ân’ı bir kılıfa koyup evimizin en müntehap köşesine asmakla, Kur’ân’a karşı saygılı olma vazifesini yerine getirmiş olamayız. Size hükümdardan bir mektup gelse, o mektubu öpüp başınıza koyup, hiç okumadan bir tarafa mı atarsınız, yoksa “hükümdar ne istiyor” deyip mektubu hassasiyetle açıp, okuyup anlamaya mı çalışırsınız? İşte hükümdarlar hükümdarı, Mâlikü’l-Mülk olan Hazreti Allah, size bir nâme göndermiş, öyle bir nâme ki sizin için hayâtî ehemmiyeti hâizdir ve onun içinde, sizin hem dünyanızla, hem de ahiretinizle alâkalı pek çok mes’eleler vardır. Siz bunu alsanız, ta’zîm ile öpüp başınıza koysanız, sonra da kaldırıp rafa yerleştirseniz, acaba o Hükümdarı memnun etmiş olur musunuz..?
Kur’ân-ı Mu’ciz’ül Beyân, hayatınızı nizâm altına almak için size tekrîmen gönderilmiş bir nâme-i hümâyundur. Allah (cc) gönderdiği bu nâmede: “Andolsun ki biz, insanı ahsen-i takvime mazhar olarak yarattık” buyurmaktadır.
Evet, bizler Kur’ân-ı Kerim’le tekrim edilip şereflendirildik. Zirâ Kur’ân’sızlara Allah : “Onlar hayvanlar gibi, belki onlardan da aşağı” diyor. Demek ki mücerred insanlık o şerefi ihrâz etmiyor; senin şerefinin içinde, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’a sahip çıkmanın hissesi çok büyüktür.
Allah Resûlü bu mevzûda başka bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
“Kur’ân-ı Kerim’i açıktan açığa ilân eden ve onu bütün insanlığa duyurma maksadıyla okuyan insan, sadakayı açıktan açığa veren gibidir. Kur’ân-ı Kerim’i gizli okuyan da sadakayı gizli veren gibidir.” Nasılki, açıktan açığa sadaka ve zekât verilirken başkasını da teşvik düşünülür ve bu yarışmaya herkesin iştirâk etmesi kastedilir. Aynen öyle de: Açıktan okunan Kur’ân ile, başkalarının da bu işe sahip çıkması teşvik edilmektedir. Gecenin karanlığında Kur’ân’la başbaşa kalmak da, sadakayı gizli vermek gibidir. İnsan yakaladığı bu gizlilikte, Kur’ân içindeki yerini araştırır ve kendisine Kur’ân’da bir yer bulmaya çalışır. Bir mü’min için Kur’ân’da yer aramak ve kendini Kur’ân’a göre ayarlamak çok mühimdir. Mühimdir, çünkü insan bu ölçüde mü’mindir. Ömer b. Abdülaziz, Muhammed İbn Ka’bi’l-Kurazî ve daha niceleri, Kur’ân’ı hep bu mülâhaza ile sabahlara kadar tilâvet etmiş ve onun hakiki ma’nâ ve derinliğine ancak bu yolla ulaşabilmişlerdir.
İçten, samimi ve güzel bir edâ ile okunan Kur’ân, insanın rûh, kalb ve hissiyatına hayat bahşeder. Bilhassa Efendimiz (sav)’in fem-i güher-i mübâreklerinden dökülüyor gibi Kur’ân’ı dinlemek, insanı sonsuz huzûra garkeder. Bir derece üste çıkarak Cibril’e misafir olma ve bizzât Kur’ân’ı ondan dinleme, rûha, tarifi imkânsız esintiler kazandırır. Bütün bunların verâsında Kur’ân’ı bizzat kelâmın esas sahibi olan Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi O’na muhatap olmak.. kalbin buna tahammülü var mıdır bilemem, insanı âdetâ semavîleştirir...
KUR’ÂN-I KERİM’İN ALLAH (c.c.) KELÂMI OLDUĞUNUN VE EFENDİMİZ (s.a.v.)’İN RİSÂLETİNE EN BÜYÜK ŞÂHİD OLDUĞUNUN DELİLLERİ
KUR’ÂN
1. Basit bir tetkik, Kur’ân’ın dil ve ifâde yönünden hiç bir kitaba benzemediğini ortaya koymaya yetecektir. Ayrıca, üslûb, ma’nâ ve muhtevâ bakımından da Kur’ân, eşsiz ve emsâlsizdir. O halde, ya Kur’ân, şimdiye kadar yazılmış bütün kitapların altında bir yere sahiptir -ki bunu şeytan bile iddia edemez- ya da Onun her kitabın üstünde bir yeri vardır. Öyleyse, Kur’ân bir beşer sözü değildir.
2. Bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de Efendimiz (sav)’e hitaben meâl olarak: “Sen bundan önce ne bir kitab (yazı) okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.” (Ankebût, 29/48). Evet, o gün bugündür hâlâ okuyup-yazmışlara, en büyük bilgin ve ediblere, aynı anda tüm insanlığa yönelik olan bu meydan okumayı yapan, okuma-yazması olmayan bir Zât (sav)’tır. İlimlerin bir bakıma zirveye ulaştığı kabul edilen şu zamanda, fizikçisi, kimyacısı, astronomu, tabibi, sosyoloğu, edebiyatçısı ile bütün ilim ve edebiyat ehline O Zât, “haydi, elele verin de, fazla değil, Kur’ân’ın sûrelerinden tek bir sûrenin mislini getirin” diyor. Bu bile, Kur’ân’ın O ümmî Zât (sav)’ın değil de, Allah’ın kelâmı olduğuna kâfî bir delil ve şâhid değil midir?
3. Yine Kur’ân’da meâlen: “Eğer kulumuza indirdiğimiz (Şu Kur’ân’da az bir) şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sûre getirin. Allah’dan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) de çağırın. Eğer iddianızda doğru iseniz.” (Bakara, 2/23); “Yoksa O’nu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka (çağırmaya) gücünüzün yettiklerini de çağırın da onun benzeri bir sûre getirin” (Yunus, 10/38) buyurulmaktadır.
Hangi beşerin sözünde eksik, hata, yanlış, ihtilâf ve tenakuz bulunmaz? Kur’ân ise, bu gerçeğe ve kendisinde en ufak bir ihtilâf ve tenâkuzun olmadığına “(Durup) Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok ayrılıklar (ihtilâf ve tenâkuzlar) bulurlardı” (Nisa, 4/82) âyetiyle parmak basmaktadır. Allah Kelâmı’nda tenâkuz, ihtilâf, eksiklik ve yanlışlık bulmak isteyen bir takım kendini bilmezlerin yapıp ortaya koydukları şeylere, zannediyorum onların kendileri de inanmıyor.
4. Kur’ân’ın ifâde ve beyân tarzı ile, Efendimiz (sav)’in ifâde ve beyân tarzı arasındaki fark kolayca sezilebilmektedir. Kur’ân’ın belâgat ve fesâhatına ve üstün ifâde gücüne hiç bir beşerin ulaşması mümkün değildir. Onun diğer yönlerini olduğu gibi, bu yönünü de anlatmak için ciltlerle eser verilmiş, sözgelimi sadece bir “elhamdülillah” için sayfalar yazılmıştır. Seçilen her bir kelime ve harf yeri, sayısı, ses ve iç mûsiki ahengi, bulunduğu yer ve Kur’ân’ın tamamıyla olan münâsebet ve bağlantısı ve hatta matematik değeriyle kaneviçe içinde kaneviçe meydana getirmekte ve bir tabloda her rengin ayrı ayrı tonlarının ayrı ma’nâlar ifade etmesi misâli belli husûsiyetler arzetmektedir.
5. Kur’ân’ın nâzil olduğu devrede şiir fevkalâde gelişmişti. İnsanlar sohbetlerinde ve kavgalarında birbirlerine âdeta hep şiirle karşılık verir, her yıl şiir müsâbakaları düzenlenir ve kazanan şiirler altınla yazılıp, Ka’be duvarına asılırdı. Birer millî kahraman sayılan şairlerin sözleriyle kabileler harbe girer veya sulh yaparlardı. Ve, Hz. Muhammed (sav) aralarında büyümüş olmasına rağmen, herkesin bildiği bir vâkıa olarak ne şiirle, ne seci’ ile, ne de nesirle uğraşmıştı. Sonra, Kur’ân’ın esrarlı ve i’cazkâr ifadeleri ne O’nun, ne de başkasının ifadelerine benzemiyor, ne şiirin, ne seci’in, ne de nesrin sahasına giriyordu ama kendine has orijinalliği ile herkesi büyülüyordu. Bu yüzden, insanları O’ndan uzaklaştırmak isteyen müşriklerin ileri gelenleri, “şiir desek şiir değil, seci’ desek seci’ değil, kâhin sözü desek o da değil, cinnet eserine zâten benzemiyor; en iyisi, ‘sihirdir, kulaklarınızı tıkayın, yoksa çarpılırsınız’ diyelim” şeklinde kendilerince karşı koymaya çalışıyorlardı. Şu kadar var ki, birbirlerinden habersiz gece gizlice gidip onu dinlemekten de kendilerini alamıyorlardı. Meşhûr şair Hansa ve Lebid gibi hakperestler de, müslüman olduktan sonra şiiri bıraktılar; şiir söylemeleri istendiğinde de Kur’ân’dan bir sûre yazıp gönderiyorlar ve “Kur’ân’ı okuduktan sonra ben şiir yazmaya hâyâ ederim” diyorlardı.
6. O dönemde şiir, çok gelişmiş ve belli bir seviyeye ulaşmış olmakla birlikte, lisân olarak arapça, metafizik ma’nâlar, ilmî, dinî ve felsefî mefhûm ve ifade şekillerinden, medenî bir lûgattan mahrum bulunuyordu. Sadece çöl bedevisinin duygu ve düşüncelerini onun dar hayatını ifade etmeğe yarayan bu lisân, Kur’ân’la birdenbire öyle bir değer ve zenginlik kazandı ki, ilmî, iktisadî, hukukî, içtimaî, siyasî, idarî ve metafizik bütün mevzû ve mes’eleleri ifâde edebilecek bir seviyeye ulaştı. Lisân tarihinde böyle bir hâdiseye rastlamak mümkün değildir. Böyle bir filoloji inkılâbı ve bütün zaman ve mekânları kucaklayacak muazzam bir gelişme, değil ümmî bir Zât’tan, yüzlerce lisân âliminden bile beklenemez. Çünkü, Arap lisânının geçirdiği tedricî bir gelişme değildir. İhtilâl çapında bir gelişmeyle ulvî ve mükemmel bir seviyeye sıçrama ve birden iptidaî mantık sahasından, yeni bir kültür ve medeniyetin düşünce ve ifade hamlesini taşıyacak bir noktaya ulaşmaydı. İşte, böylesi bir gelişmenin, bir insanın eseri olamayacağı güneş gibi ortadadır.
7. Acaba şimdiye kadar okumuşu-okumamışı, ilk mekteplisi, üniversitelisi, mütefekkiri, avâmı, fizikçisi, kimyacısı, ve çobanı ile her tabaka, her yaş ve her seviyedeki insanın kapasitesi ölçüsünde anlayıp, hissesini alacağı bir kitap yazılmış mıdır? Şairin, mûsikişinâsın, hatîbin, içtimâîyatçının, iktisatçı ve hukukçunun, idareci ve siyasetçinin, terbiyeci ve öğreticinin, zikir, fikir ve tarikat yolu mensubunun okuyup istifade ettiği, yol ve mesleğine menfez ve düstur, mes’elesine çözüm, derdine şifa ve fikrine cila bulduğu; ulaşımın bile güçlükle yapılabildiği en ücra köylere ve köşelere kadar her yerde arz-ı endâm edip Güneş gibi ışık saçan tek kitab sadece Kur’ân’dır.
8. Kur’ân’ın dışında usanmadan birkaç defa okunabilen kitap belki hiç yoktur; fakat Kur’ân’dır ki, defalarca okunur, devamlı hatmedilir; namazda ve çeşitli vesilelerle okunur, ama hiç bir zaman usanç ve bıkkınlık vermez. Nice müstesnâ eserler, fikir yazıları ve şiirler orijinalliğini ve değerini kaybeder; nice aktüel eserler birkaç yıl, hatta bir kaç ay ya dayanır ya dayanmaz. Hem doğruluğu, hem de aktüalitesi yönünden değerini yitirir, bir gazete gibi atılır, yırtılır gider. Ama Kur’ân, ne lâfzı, ne okunuşu, ne ma’nâ ve muhtevası, ne orijinalliği ve aktüalitesi ne de doğruluğu açısından solmak, pörsümek ve eskimek şöyle dursun, her geçen gün ruhlara, vicdanlara, akıl, kalb ve dimağlara yeni yeni meltemler üfler, daha ileri seviyede fikir ve bilgiler takdim eder ve gençliğini, tazeliğini her dem arttırarak muhafaza eder gider.
9. İnsanı maddî-ma’nevî bütün yönleriyle anlatması, hayatın her saha ve safhasına ait bahisler açması, içtimaî, iktisadî, hukukî, siyasî ve idarî bütün problemleri halledici düsturlar getirmesi ve dünya saadeti yanında Ahiret saadetini, aklın itminanı yanında rûhun da tatminini ihtivâ eden prensipler koyması yönüyle de Kur’ân’ın beşer kelâmı olamayacağı açıktır. Evet, bir insanın her sahada rehber ve mütehassıs olması mümkün değildir. Her asırda, her türlü şartlar altında ve her seviyede insanın müşkillerini çözebilecek prensipler ortaya koymak, hiç bir zaman bir insanın vüs’at ve kapasitesi dahilinde olamaz. Hiç bir beşerin zihninden çıkan prensipler, asırlarca kıtalara huzûr ve saadet veremez. İlâhî Kitâb’a dayanmayan, Vahy’e istinad etmeyen beşerî sistemler değişmeden, revizyona uğramadan 50 yıl bile ayakta kalamazlar. Beşer mahsûlü kaideler, sistemler, fikirler, düşünce ve ideolojiler eskir, yetersiz kalır, yan te’sir gösterir ve yenilenir, hatta değiştirilme ihtiyacı hissettirir. Halbuki, Kur’ân’ın hiç bir mevzûunda, hiç bir kaide ve prensibinde ve hiç bir mes’elesinde bu gibi ârıza ve noksanlıklar bulmak mümkün değildir. Servetin sadece zenginler elinde dönüp dolaşan bir devlet olmaması (Haşr, 59/7); insan için sa’y ve emeğinden başka bir şey olmadığı (Necm, 53/39); emanet ve vazifelerin ehline verilmesi ve adaletle hükmedilmesi gerektiği (Nisa, 4/58) ve bir nefsi öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi olduğu (Maide, 5/32) şeklindeki temel, ölümsüz kaide ve prensipleri; ayrıca, ferd, aile ve cemiyet için birer semm-ü katil, yani öldürücü zehir olan faiz, kumar, içki ve fuhşun her çeşidinin, yalan, iftira, lüks ve israfın yasaklanması; insanın insanlığını kazanması, ferdî ve içtimaî hayatında daha dünyadayken Cennet benzeri bir hayat yaşaması için emredilen namaz, oruç, hacc, zekât ve daha başka ibâdetler, yine en iyi ve en güzel ahlâk kaideleri, akıl ve ruhları Cennet ve ebedî âleme yönlendirip, Allah korkusunu her kalbe inzibat, buna karşılık Allah sevgisini de teşvikçi yapma, ferd ve cemiyetin saadeti için konulan ideal ölçü, kaide ve prensipler, onun ezelî ve ebedî, Hakîm ve Rahîm Yaratıcı’nın Kelâmı olduğunun bâriz delilleri değil midir?
İnsan ve kâinat kimin eseriyse Kur’ân da O’nun sözüdür. Zira Kur’ân-ı Kerim, insanı insana şerhetmekte ve Kâinat kitabını tefsir etmektedir. Evet, Kur’ân bir taraftan insanı, bütün zaaf ve faziletleriyle, diğer taraftan da kâinatı bütün sır ve incelikleriyle okumaktadır ki, bütün kâinatta tasarruf edemeyen bir Zât’ın, öyle bir söz söylemesi mümkün değildir.
10. İnsan, eserinde kendini her yönüyle anlatamaz; ideal ve düşüncelerini, karakter ve ahlâkını bütün açıklığıyla yazıya dökemez. Bunu bir an için yapabildiğini düşünsek bile, bu kez de fikir, ahlâk ve davranış açısından kolay kolay değişmeden kalamaz. Fakat, bir Kur’ân’a, bir de Efendimiz (sav)’in hayatına, ahlâk, karakter ve da’vâ düşüncesine bakalım... Bu ikilinin birbirine tıpatıp uyduğunu, Kur’ânî hakikatlerin O’nun mümtaz şahsiyetinde ve örnek hayatında kristalleştiğini ve ahlâkının bütünüyle Kur’ân’dan ibâret bulunduğunu müşahede etmekle kalmaz; 23 yıl boyunca söz, davranış, karakter, ahlâk ve ideallerinde en küçük bir değişikliğin meydana gelmediğini Kur’ân’ın her beyânının hayatında tam ma’nâsıyla ma’kes bulup, tatbik edildiğini ve ilk gün ne söylemişse son gün de aynı şeyi söylediğini görürüz. Muhalfarz, O, Kur’ân’ı aklından uyduran biri olsaydı, (Muhalfarz denilerek, caiz olmayan şeyler üzerinde temsil getirilse bile, yine de O Kâmet-i Bâlâ (sav) için bu tür ifadeler hoş olmuyor; bizi bağışlasın!) mücadelelerle geçen o hareketli hayatında, ilk sözünü son gün de tekrarlayabilecek, her söz ve hareketini yazdığına göre ayarlayabilecek ve hiç değişmeden kalabilecek güç ve kabiliyeti asla gösteremezdi. Öyleyse O (sav), Allah’ın te’yid ve terbiyesi altında hareket eden bir nebîdir, Nebîler Sultanı’dır. Kur’ân da O’na Allah tarafından vahyedilen ilâhî bir Kitab’tır.
11. Bir yazar, eserinde umumiyetle içinde bulunduğu şartların, yaşadığı hâdiselerin ve çevresinin tesirinde kalır ve dar bir zamanın dışına çıkamaz; çıksa da, bu ya ütopya, ya anti-ütopya, ya da bilim kurgu cinsinden olur. Oysa, Kur’ân’a baktığınızda, onun nasıl Kâinat’ın başlangıcına ve sonuna, insanın yaratılışına ve gelecekteki hayatına dair kat’i ifâdeler kullandığını görür ve ister istemez, “bu, bir beşer sözü olamaz” demek zorunda kalırız.
12. Bir yazar, daha çok kendi sahasında eserler verir; bilhassa, uzmanlıkların alabildiğine çoğaldığı günümüzde, herkes kendi dar sahasının adamıdır. Halbuki, Kur’ân içtimaî, iktisadî, hukukî, psikolojik, siyasî, askerî, tıbbî, fizikî, biyolojik.. kısaca, her sahada prensipler ortaya koymakta, o sahanın temel hakikatlerini dile getirmekte, geçmişten ve gelecekten bahsetmektedir. Böyle bir Kitab’ın ümmî ve bugünkü teknik-ilmî imkânların hiç birine sahip bulunmayan bir Zât tarafından yazılmasını hangi akıl kabul edebilir?
Bizzat Kur’ân-ı Kerim’de Efendimiz’e hitâben meâl olarak: “Sen bundan önce ne bir kitab okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.” (Ankebût, 29/48) ve “Sen (önceden) kitap nedir, îmân nedir bilmezdin” (Şûrâ, 42/52) denilerek, O’nun okuyup yazmasının olmadığı beyân ve ilân edilmektedir. Müşrikler de, içlerinde yetişip yakînen tanıdıkları O Zât’ın okuyup-yazması olduğunu ve buna dayanarak Kur’ân’ı uydurduğunu bir kere olsun iddia edemediler.
13. Hangi yazar, eserinin hiç bir kritiğe tabii tutulamayacağını, ihtivâ ettiği hakikatlerin hiç eskimeden asırlar boyu devam edip gideceğini ve üzerine hiç bir eserin hiç bir sahada yazılamayacağını iddia edebilir? Bu yazar ister filozof, ister ilim adamı, ister edib, isterse dâhî olsun, netice değişmez. İnsanın kaleminden çıkan her eser, hatta muharref şekilleri ve yönleriyle Tevrat ve İncil bile zamanın aşındırmasından kendilerini kurtaramamış ve değerlerinden çok şey kaybetmişlerdir. Yalnızca Kur’ân’dır ki, her türlü aleyhte çalışmaya, iftiralara, kendinde tenâkuz ve yanlışlıklar bulma gayretlerine, tekrarları, ifâdeleri ve yazısıyla uğraşılmasına ve ihtivâ ettiği hakikatlere zaman zaman dil uzatılmasına rağmen, her geçen gün daha bir taze, daha bir derin ve daha bir anlaşılır olarak zihinlere ve kalblere girmekte ve mutlak hâkimiyetini devam ettirmektedir. Kâinata her geçen gün daha bir ışık tutan o nûru yakan, ancak ve ancak kâinat’ın sahibi Allah (cc)’tır ve elbette onu söndürmeğe kimsenin gücü yetmeyecektir!
14. Bir esnafsınız, bir muallimsiniz, bir tüccar, bir idareci, ya da bir teğmensiniz; şimdi, esnaf teşekkülleri adına; profesörler dahil, her sahadaki bütün muallimler adına; en büyük bir sanayici veya ithalatçı-ihracatçı adına, Cumhurbaşkanı, Başbakan veya Genelkurmaybaşkanı adına kitap yazabilir, söz söyleyebilir, kanun veya kararname çıkartabilir misiniz? “Evet” dediğinizi kabul edelim; bu durumda bütün ifadelerinizin temsil iddiasında bulunduğunuz makam sahibinin ağzından olması mümkün müdür? Yani, ifadeler her bakımdan onun, emirler onun, yasaklar onun, va’d ve vaîdler onun; yapabilir misiniz bunu; hele hele, çevrenizde hiç yalana başvurmamış biri olarak tanınıyorsanız? Bu mevzûda sizin yapacağınız, elinizde böyle bir kitap olduğunda, onu kitlelere “Bu, bana O Zât tarafından size ta’lim ve tebliğ etmem için gönderilmiş kitaptır” şeklinde takdim etmek olacaktır.
Şimdi, Fem-i güher-i Nebevî (sav)’den şeref-südûr olan beyânlara, Kur’ân’ın ifâdelerine bakın: Ancak, Kâinat’ın idaresini elinde tutan Zât’a yakışan ifâdeleri, peygamber bile olsa bir beşerin beyân edip söylemesi, O Mukaddes Makam adına -hâşâ-uydurması hiç düşünülebilir mi?
15. İlâhî Makam’a ait olup, Allah adına hiç bir beşerin söylemesinin mümkün olmadığı:
Yaratma, hayat verme ve öldürmeyle ilgili beyân ve ifâdeleri; aklı başında hiç bir insan, ilimlerin oldukça ilerlediği günümüzde bile kimsenin kesin konuşmaya cesaret edemediği göklerin, yerin, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların ve insanların yaratılması ve ilim adamlarının önünde hâlâ başlı başına bir muammâ olarak duran ‘hayat’ hakkında asla Yaradan adına konuşamaz. Konuşsa bile, hiç bir taraftar toplayamaz ve sözleri asla ömürlü olamaz. Yalancı peygamberlerle, teori teori üstüne üreten bilim adamlarının durumu buna apaçık misâllerdir.
16. Kur’ân’da geçen bazı hitâp şekilleri, Allah’dan Rasûlü’ne tebliğatta bulunulduğunun bariz misâlleridir: “Ey Nebî, de ki!..” gibi hitâplar sıkça tekrarlanmakta, hatta 332 yerde (Mu’cem) “kûl=de!” emri geçmektedir. Dünya çapında en büyük bir mürşid bile irşâd ve tebliğ sadedinde, Allah’a ait olan bu kâbil tebliğ fermanlarını tayin ve tesbit edemez.
Kur’ân’ın bu kâbil hitâplarında çok defa ta’lim vardır, nasîhat ve tesellî vardır, dışarıdan sorulan sorulara cevaplar vardır; fıkıh kâidelerini tesis etme ve hayatın getirdiği müşkîlleri çözme vardır; müşrikleri ve Ehl-i Kitab’ı yerinde dâvet, yerinde ilzâm ve susturma vardır; insanın mâhiyetini, duygu ve kabiliyetlerini teşrîh, ruh yapısını tahlil vardır; bilinmeyen âlemlere işâretler, ebedî âleme ait ikâzlar, kötü ahlâktan men’ ve güzel ahlâka teşvik vardır; kadınlık âlemiyle ilgili mes’eleler, ibadete teşvik ve azaptan terhîb vardır; geleceğe dâir beyânlar, işaretler ve remizler ve ilmî hakikatlere işaretler vardır. Bunlar ve bunlar gibi daha pek çok hususları muhtevî “kûl=de!” hitaplarını binbir renkli kaneviçe gibi bir araya getirip, Allah adına söz söylemek hangi insanın kârı olabilir?
17. Hangi yazar, başkası adına bile olsa eserinde kendini tehdid eder veya başkasının ağzıyla tehdid ettirir? Bunun da ötesinde, Allah adına söz söylediğini iddia ederken, hiç bu iddiasına halel getirecek bir beyânda bulunur mu? Yine, kendini ithama varacak ifâdeleri kitabına alır mı? Halbuki, Kur’ân’da, “Eğer (Muhammed) Bize karşı ona (Kur’ân’a) bazı sözler katmış olsaydı, Biz kendisini kuvvetle yakalar, sonra da şah damarını koparırdık” (Hakka, 69/44-46) buyurulmakta; Tebûk Gazvesi’nden geri kalanlar için “Onlara neden izin verdin?” ikâzında bulunulmakta, Hz. Zeynep’le izdivacı anlatılmakta, yani bir insanın kendi yazdığı kitaba alması mümkün görünmeyen beyân ve ifâdelerde bulunulmaktadır. Demek oluyor ki, Kur’ân hiç bir zaman Efendimiz (sav)’in değil, mutlak sûrette Allah (cc)’ın kelâmıdır.
18. Hiç bir yazar, geçmişe ve geleceğe ait mes’eleleri bahis mevzû yaptığı, hayattan ve yaratılıştan, başlangıçtan ve sondan bahsettiği, hayatın her sahasına ait kaideler ve umumî prensipler vaz’ ettiği, yüzlerce yıl sonra ortaya çıkacak ilmî ve teknik icâtlara parmak bastığı, kısaca esasen bir insana ait olması mümkün görünmeyen ifâde ve beyânlarda bulunduğu eserinde, kendini yalanlayacak, kendi kendisiyle tenâkuza ve başkalarının da diline düşecek şekilde kendisi hakkında “sen okumuş-yazmış değilsin” der mi? Tarihî ma’lûmatı olan bir topluluk karşısında ve tarihle alâkalı kesif araştırmaların yapılacağı bir gelecek karşısında geçmiş bazı hâdiselerden çok kesin ifâdelerle bahsedecek ve sonra da “ben bunları anlatıyorum ama, ne o hâdiselerin içinde bulundum; ne de haklarında en ufak bir şey okudum” diyeceksiniz; bu hiç mümkün müdür? Halbuki, Kur’ân-ı Kerim’de, hem Efendimiz (sav)’in okuma-yazması olmadığından bahsedilmekte ve dolayısıyle önceden ne eline bir kitap alıp okuduğu, ne de bir kitap yazmış olduğu anlatılmakta (Ankebût, 29/48), hem de geçmiş hâdiselerin içinde bulunmadığı ve daha önceden o hâdiseleri bilmediği ifâde edilmektedir (Âl-i İmran, 3/44, Hûd,11/49, Kasas, 28/44). Okuma-yazması olmayan, eline önceden kitap almayan tabiî ki geçmiş hâdiselerin içinde bulunmayan, kimseden dinlemeyen ve öğrenmeyen bir Zât’ın her sahada çok kesin bilgiler vermesi, o Zât’ın Allâmü’l-Guyûb olan Allah (cc)’ın Rasûlü olduğunu göstermez mi?
19. Hiçbir yazar, eserinde, kendisinin ve eserinin korunacağını ve bahsettiği hakikatlerin bir gün bütün âlemin ufuklarında şehbâl açacağını kesin bir dille ifâde edemez. Rahat döşeklerde, konforlu arabalarda ve her türlü imkân içinde hayat sürerken bile, bütün tehlikelerden mâsun ve mahfûz kalıp, vazifemizi itmâm edeceğimizi söyleyebilir miyiz? Evet, biz nasıl hayatımızı garanti edemezsek, eserimizin hayatiyetini de aynı şekilde garanti edemeyiz. Çok makaleler, kitaplar, şarkılar bir ara liste başı olur, sonra da söner ve unutulur gider; yerlerine yenileri gelir, onlar da eskir ve bu hep böyle sürer gider. Halbuki, bizzat Kur’ân’da “Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Mâide, 5/67) ve “Kur’ân’ı Biz indirdik ve onun koruyucuları da Biz’iz” (Hıcr, 15/9) denilerek, Peygamberimiz’in de, Kur’ân’ın da her türlü tehlike, yıpranma, sû-i kasd ve akla gelebilecek maddî-ma’nevî taarruz ve tuzaklardan mâsun ve mahfûz olduğu açıkça ilân edilmekte ve bu ilân geçerliliğini hâlâ muhafaza etmektedir, Kıyamet’e kadar da edecektir.
20. Eserinde manzara tasvirinde bulunan bir yazar, daha çok tabiî şekilleri, iklimi, arazi yapısı ve bitki örtüsüyle yaşadığı veya gezip gördüğü çevreyi tanıtır. Halbuki, Kur’ân’da çölün ve çöl hayatının tasvirinden çok, coşkun akan nehirlerden, yemyeşil manzaralardan, toprağa can katan yağmur yüklü bulutlardan, bağ ve bahçelerden, dağlardan ve denizlerden bahis açıldığını görürüz. Sözgelimi, Nûr Suresi 40’ncı âyette, engin denizin karanlıkları, üst üste dalgaların gelmesi, dalgaların üstünü bulutların kaplaması ve bütün bu karanlıklar içinde elin görülememesi gibi gerçekten enteresan teşbih ve anlatımlarda bulunulmaktadır ki, bu ne o zamanki Arap coğrafyası, ne de devrin denizcilik literatürüyle alâkalıdır. Sonra, çölde doğup çölde büyüyen ve sadece, gençliğinde bir veya iki defa Şam tarafına, yine çöllerden geçerek seyahatte bulunan Efendimiz (sav), ne Kur’ân’ın sözünü ettiği manzara ve bitki örtülerini görmüş, ne de deniz yolculuğu yapmıştı. Bu durumda, böylesi tasvir ve teşbihler çölde yetişmiş bir insanın muhayyile ve dehâsından nasıl kaynaklanmış olabilir?
En’âm Sûresi 125’nci âyette, kâfirin hâli, göğe doğru yükselirken kalbi sıkışıp daralan bir insanın durumuna benzetilir. Kelimenin telaffuz husûsiyeti de, şeddeli “Sad”ın arkasından şeddeli “Ayn” harfinin gelmesiyle havasızlıktan açık kalan ağzı resmetmektedir (yessa ’adü). Bugün ilmî gelişmeler, gerekli cihaz kullanılmadan dağların tepesine doğru yükseldikçe oksijen azlığından insanın nefessiz kaldığını ve göğsünün daralıp sıkıştığını ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu gerçek, ancak balon gibi vasıtalarla yukarılara çıkıldığında, ya da çok yüksek dağlara tırmanılmakla anlaşılabilmektedir. Efendimiz’in döneminde balonla yolculuk bir hayal bile olmadığı gibi, Arabistan coğrafyası da kendisine çıkılmakla göğsün daralacağı yüksek rakımlı yerlerden mahrumdu. Öyleyse, böyle bir teşbih ve ifade, ancak her şeyi bilen Allah (cc)’a ait olabilir.
21. Yazar, eserini daha çok en fazla duygulandığı, letâifinin en müsâit olduğu, dolayısıyle zihin konsantrasyonunun tam sağlandığı anlarda yazar ve kendisini üzüntüye veya sevince sevkeden hâdiselerden de bahsetmemezlik edemez. En güzel edebî eserler, kalblere en ince ve keskin ma’nâların dolduğu ve dışta bu hâlete yol açan hâdiselerin cereyan ettiği zamanlarda kaleme alınmıştır. Çoğu eserler, yâr, yârân ve dostlar, ya da evlâtlardan bahseder; zindanda çekilen çileler, gurbet hatıraları, meslek hayatının tecrübeleri ve acı-tatlı anları onların biricik mevzûlarıdır. Kalblerde ve ruhlarda derin tesirler icrâ eden hâdiselerden tecerrüd etmek öyle kolay kolay mümkün değildir.
Şimdi, Allah Rasûlü (sav)’nün o çileler, ızdıraplar, mücâdeleler, sıkıntı ve kederlerle dolu hayatını inceleyin; bir yandan dışa karşı amansız bir mücâdele verirken, diğer yandan o müstesna cemaatini nasıl yetiştirdiğini nazara alın ve sonra da Kur’ân’da, O’nun çektikleriyle, belâ ve musibet demleriyle, hatta çocuklarının vefat ve hayatıyla bile alâkalı âyetler bulabilecek misiniz, bakın! O’nun en çileli günlerinin dert ortağı ve en büyük destekçisi Hz. Hatice (r.anh)’den ve O’nun bir diğer destekçisi Ebû Talib’in vefatı sebebiyle adına “Hüzün Senesi” denilen seneden, Haşim Oğulları’na kızgın güneşin altında üç yıl süreyle uygulanan boykottan, kendi ciğerinin dağlanmasına yol açan sevgili amcası Hz. Hamza (ra)’nın katlinden ve ciğerinin doğranıp çiğnenmesinden ve kendisine en büyük kötülüğü yapmış müşrik ileri gelenlerinden bahis açılmış mıdır? Elbette hayır. Öyleyse bu Kitap O’na ait değildir. O sadece bir vasıtadır ve Kur’ân’ı geldiği şekliyle tebliğ etmektedir.
22. Yazar, eserini yazarken mal-mülk edinme, zengin olma, makam ve şöhret kazanma veya idealini tebliğ ve yüceltme ve mukaddeslerine ya da menfî düşüncelerine hizmet etme gibi gayelerden birini düşünebilir. Muhalfarz, Kur’ân’ı Efendimiz kendisi yazmış olsa, bununla mal-mülk edinme gayesi taşıyordu denebilir mi? Hâşâ, O’nun 23 yıllık peygamberlik hayatına baktığınızda, dünyanın tozuna-toprağına asla bulaşmadığını, namazının arasında dahi cemaati bırakıp, mescidden ayrılarak evindeki üç-beş kuruşu dağıttığını, 3 gün geçtiği halde yiyecek tek lokma bulamadığını, açlıktan zaman zaman karnına taş bağladığını, hatta Ashâbı’nın durumunun yavaş yavaş düzelmeğe başladığı bir zamanda hanımlarının kendisinden birazcık rahat bir hayat istemesi karşısında onları ya kendisini ya da dünyayı seçme şıklarından birini seçmeyle karşı karşıya bıraktığını ve onların da kendisini seçtiğini görecek ve Huneyn savaşında ganimet olarak eline 8 bin okka gümüş ve yüzlerce deve, binlerce koyun geçtiği halde, vefatında, evine yiyecek temin edebilmek için rehin olarak verdiği kalkanını hâlâ geri alamamış olduğunu içiniz sızlayarak müşahede edeceksiniz. Bütün bunlardan sonra O’nun (sav) gâyesi, makam, mevkî, şöhret ve ün yapmaktı diyebilir misiniz? Hâşâ, daha Mekke döneminde Risâleti’nin başlangıcında kendisine Mekke’nin reisliği, dünyada kimsenin sahip olmadığı miktarda mal ve Mekke’de isteyeceği en güzel kız teklif edilmiş, fakat O bütün bu teklifleri, “Sağ elime Güneş’i, sol elime Ay’ı koysalar, vallahi ben da’vamdan vazgeçmem” diyerek elinin tersiyle geri itmişti. Sonra, şöhret peşinde koşan bir insan, eserinde hiç kendisinden bahsetmez mi? Halbuki, Kur’ân’a baktığımızda, diğer peygamberlerin isimlerinin aşağı yukarı 500 defa geçtiğini, buna karşılık ‘Muhammed’ isminin ise sadece 4 defa zikredildiğini (Âl-i İmran, 3/144, Ahzâb, 33/40, Muhammed, 47/2, Fetih, 48/29) hayretle görür ve O Yüce Kâmet (sav) önünde bir kez daha “Eşhedü enneke Rasûlüllah” diyerek eğilmekten kendimizi alamayız.
23. Esbâb-ı Nüzûl denilen ilim sahası, her âyetin hangi hâdise münasebetiyle indiğini ele alır. Kur’ân’da on beş kadar âyette “Yes’elûneke= Sana soruyorlar” şeklinde Peygamberimiz’e sorulan sorular bahis konusu edilmekte ve bunlara “kûl=de” şeklinde başlayan cevaplar verilmektedir. Çeşitli haram ve helâller, ganimetlerin taksimi, hilâller, Kıyamet, Zülkarneyn, infak şekli ve ruh gibi, her birine bir beşerin gerekli cevabı vermesinin mümkün olmadığı çok çeşitli konularda gelen bu soruları cevaplayanın Allah (cc) olduğu gayet açıktır. Çünkü, her soruya en uygun cevabı vermek ve her hâdise münasebetiyle en müsait ve elverişli çözümü muhtevî bir âyet göndermek hiç bir zaman bir beşerin tâkâti dahilinde olamaz. Kaldı ki, böylesi sorular karşısında Efendimiz (sav)’in bir miktar sükût buyurduğu oluyordu; yani cevap olarak inecek âyeti bekliyordu. Nitekim, kendisine ‘ruh’tan sorulduğunda böyle olmuştu.
24. Hangi insan, hangi yazar, kendine olan güven ve itimadı sarsacak şekilde, bir zaman doğru dediğine sonra ‘yanlış’ diyebilir ve zaman zaman görüş değiştirip, davranışlarında yeni ayarlamalara gidebilir; hele bu yazar, bütün dünyaya bir mesaj takdim etme iddiasındaysa? Halbuki, Kur’ân’da yalnız Mekke ve Medine’liler veya Arap Yarımadası insanları için değil, hatta yalnız dünya insanlığı için de değil, bütün âlemler için ‘rahmet’ olarak gönderildiği ifade olunan Hz. Muhammed (sav), zaman zaman Kur’ân’ın tatlı ikâzıyla yapmakta olduğu veya yapmaya niyet ettiği hareketini değiştirir ve davranışını Kur’ân’a göre yönlendirirdi.
Kendisi insanların hidâyeti için gönderilmişti. Amcası Ebu Tâlib’in hidâyetini arzu etmesi de gayet normaldi. Çünkü O, hem amcası hem de 40 yıla yakın kendisini himaye eden bir şahıstı. Ancak esas olan Allah’ın dilemesidir. İşte Allah Rasulü ısrarla amcasına, ölümün çok yakın olduğu bir anda “Lâ ilâhe illallâh de, ahirette sana şefaat edeyim”, demesini söylüyor, fakat Ebu Talib bunu söylemiyordu. İşte bu mes’elenin tahlilini yapan âyet meâlen O’na şöyle diyordu: “Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; ancak, Allah dilediğini hidâyete erdirir” (Kasas, 56).
Bakın başka misâller: Müslüman tanındığı için münâfıkların başı olan İbn Selûl’ün cenâze namazına duracaktı, fakat Allah’ın ikâzıyla bıraktı (Tevbe, 9/84). Azadlı kölesi Zeyd’e “evlâdım” derdi; Allah, âyetle evlâdlık edinmeyi kaldırdı (Ahzâb, 33/4). Hiç aklından geçmediği halde, azadlı kölesi Zeyd’den ayrılan Hz. Zeynep’le ilâhî emir neticesi izdivaçta bulundu (Ahzâb, 33/37). Bedir esirlerinin affedilip salıverilmesi düşünülüyordu; Allah’ın ikâzıyla fidye karşılığı salıverildi... Bütün bu ve benzeri emir ve nehiyler gösteriyor ki, O, hiç bir zaman kendi başına hareket eden biri değil, sadece Allah’ın hükümlerini uygulayan bir elçi, bir Rasûl’dür. Davranışlarını da kendiliğinden değil, Allah’ın ikâzıyla değiştiriyor ve hiç bir zaman “hevâsından konuşmayıp, yalnızca Vahy’e tâbi oluyor” (Necm, 53/4).
25. Hiç bir insan kendi kendine namusuna leke getirmek ve bu mevzûda dile düşmek istemez. Hele bu insan, ömrü boyunce ‘emîn’ olarak tanınmış bir iffet ve nâmus âbidesiyse! Gerçek bu iken, Efendimiz (sav)’in hayatına baktığımızda münafıkların düzüp ortaya attığı bir hâdiseye şahit oluruz; tam bir ay belini büken, kendisini ızdıraptan ızdıraba sürükleyen, yalnız kendisini değil, pâk zevcesi Âişe (r.anha) Validemizi ve en büyük dostu Ebu Bekir Efendimiz (ra)’i ve diğer mü’minleri dilgir eden ‘ifk’ hâdisesine. Münafıkların Aişe Validemiz’e attıkları iftira karşısında, eğer Kur’ân’ı -hâşâ- kendi yazmış olsaydı, hakikatı ortaya koymak veya namusu üzerinde en ufak bir lekenin olmadığını ilân etmek için bir ay bekler miydi? Sonra, hiç insan kendi eviyle, aileleriyle alâkalı bazı mevzûları açıklamak ister mi? Halbuki, Kur’ân, Efendimiz’in hanımlarıyla ilgili olarak “Evlerinizde oturun, ilk cahiliye (kadınlar)ının açılıp-saçılmaları gibi açılıp, saçılmayın.” (Ahzâb, 33/33) ve “sözü (yumuşak-tatlı) edâ ile konuşmayın” (Ahzâb, 33/32) şeklinde emir, nehiy ve ikâzlar ihtivâ etmektedir. Sadece bu bile, Kur’ân’ın Kelâm-ı İlâhî olduğunu isbata yetmez mi?[2]
"Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân gençleşiyor" deniliyor, izah eder misiniz?.
Kur'ân-ı Kerim ezelden gelmiş, ebede kadar da devam edecektir. Hâl-i hazır, geçmiş ve gelecek zamanı bütünüyle, tâbiri caizse son noktasına kadar bilen Hz. Allah'ın ilminden gelmiş Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın, günümüze ve günümüzden sonraki devrelere ait meseleleri insanlığın durumunu ve onun kazanacağı halleri parlak olarak anlatması Kur'ân'ın mu'cizesidir ve Kur'ân'a şayeste bir keyfiyettir. Evet, Kur'ân.l4 asır evvel nâzil olmuştur ama, O, Mele-i Alâdan, herşeye hakim bir noktadan, dünü, bugünü, yarını kabza-i kudretinde tesbih taneleri gibi çeviren, sistemleri idare eden, kalbimizin atışlarını dahi bilen Allah'ın ezelî ve ebedî ilminden gelmiştir.
Evet, zamanın ihtiyarlaması ile Kur'ân gençleşiyor. Nasıl ki, insan yaşlandıkça beynine doğru giden bir kısım damarlar açılıyor, genişliyor belki hafızasında zaaf hâsıl oluyor. Fakat terkib kabiliyetinde inkişaf meydana geliyor, daha sâlim, daha oturaklı düşünüyor ve daha isabetli karar veriyor. İşte fert böyle olduğu gibi cemaatlar de böyle, zaman da böyledir. Yani zaman ihtiyarladıkça sanki zamanı besleyen bir kısım kanallar ve damarlar açılıp genişliyor ve zamanın içinde ona esas değer kazandıran insanların sa'yi, cehdi ve gayreti ile kâinattaki sırlı şeyleri gözlerimiz önüne seren ilimler ortaya çıkıyor. Bu halde, sanki Fizik zamanın damarları içinde gelişen, inkişaf eden ve onu besleyen; daha doğrusu onu aksettiren bir ilim olarak karşımıza çıkıyor. Kimya, Astronomi, Astrofizik, Tıp ve sair ilimler de böyle... Yani her fen zamanın içinde ve zamanın seyri ile kâinata ait bir kısım esrarı alıyor ve onu teşhir ediyor. Dolayısıyla zaman kıyâmete doğru giderken, biz dünyamızı daha olgunlaşmış ve daha kâmil bir halde görüyoruz. İlimler âdeta, dünyamızın şakaklarında ak tüyler gibi kemâl emaresi olarak belirmiş ve ahir zamanda ölüm kendisine yaklaştıkça o daha da kâmil görünüyor.
İşte bu hâl Kur'ân'ın anlaşılmasına yardım ediyor;ve bir gün gelecek Avrupa'da en âli mahfillerde, ilimlerin sırlı hakikatları casus gibi araştırması neticesinde Kur'ân'ın anlaşılması ile rükûa giden insanlar olacak ve insanlık, "Allah im ne büyüksün" diyecekdir. Evet, teleskoplarla ışık hızıyla trilyon sene öteleri gördüklerinde, Paskal gibi, hıçkıra hıçkıra ağlayacak ve "Allah'ım ne büyüksün" diyecekler.
Kur'ân-ı Kerim 14 asır evvel en ârızasız bir toplumun içtimâî kanununu vaz' etmiş, fakat biz bunu henüz anlıyamamışız, anlayamadığımız için de, kapitalizm, kominizm, faşizm, liberalizm karşısında Kur'ân'ın bu içtimâi yönünü aksettiren meseleleri gerektiği gibi anlatamamışız. Sadece, içtimâî noktaları değil, beşerin hayatına taallûk eden diğer bütün noktaları da anlayamamışız... Şimdi bütün bunları izah edip asrın hastalıklarına karşı çare haline getirme, bir reçete gibi arz etme bize düşüyor. Biz Allah'ın izniyle bunu yaptığımızda, Kur'ân-ı Kerim'in nasıl derin bir menbadan geldiği, dış görünüş itibariyle derinliği sezilememesine rağmen içinde binbir ilmî gerçeğin sergilendiği görülecektir. Biz bugün daha iktisadî meselelerimizi halledememişiz! Dün bir sistem ortaya konuyor, ertesi gün o sistem başımıza bin gaile açınca, bu sefer "bu memleket şu sistemle yükselir" diyor; ancak onun uygulanması sonucunda da bir sürü banker ve bunun karşısında birçok mağdur, sefil ve perişan insanlarla karşılaşıyoruz. Bütün bunlar durmadan değişip gidiyor ve bizler de sistemlerin elinde oyuncak olup gidiyoruz. Kur'ân-ı Kerimin yeniden ele alındığında ve zaman ihtiyarladıkça gelişen ilimler sayesinde ondan çok cedîd ve ceyyid şeyler anlaşılacak ve o yeni nazil olmuş gibi kendisini gösterecektir. Henüz Kur'ân hakkında çok derin araştırmalar yapılmadığı günümüzde bile minik kafalarımızla ve hiçbir hakikat içerisine girmeyecek kadar dar gönüllerimizle, bazan Kur'ân'dan öyle şeyler anlıyoruz ki;` bunu beşer söyleyemez;' demek mecburiyetinde kalıyoruz.
Evet, fennin çeşitli dallarına ait hakikatları Kur'ân birer cümleyle ifade etmiş ve gözlerimiz önüne sermiştir. Bu zâviyeden hangi sahada araştırma yapılırsa yapılsın, elde edilecek ilmî neticeler ile Kur'ân ayetleri arasında muvâfakat bulunacak ve heryerde Kur'ân'ın bayrağının dalgalandığı görülecektir. Buraya kadar söylediğimiz sözler birer iddia değil, ilmî tecrübe ve denemelerle ortaya konarak isbatlanmış şeylerdir.
Bir iki misal ile buna ışık tutmaya çalışalım:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’â açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmıyanların üstüne işte böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir. " (En'am-125)
Bu ayet bir tabiat kanununa işaret etmektedir. Şöyle ki burada "Sema" kelimesi kullanılıyor' Yessa'adu" fii-linin aslı "sa âdu yessa âdu" yükselme, yukarı doğru çıkma demek, bu tefe'ül babına konulup denilerek, tekellüfün hakim olduğu,yani yukarılara doğru çıkarken bir zorlamanın esas olduğu hakikatına işaret edilmektedir. Yessaâdu fiili okunurken bile, okuyanın nefesini kesmektedir. İşte bunlarla Kur'ân şu gerçeği dile getiriyor: İnsan yükseğe çıktıkça basınç düşer ve nefes alması zorlaşır. Zira her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir. 20.000 metreyi geçince özel cihazlar (oksijen maskeleri) olmadıkça insan nefes alamaz ve ölür.
Başka bir misal:
"Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz suyu depo edemezdiniz. " (Hicr-22)
Bu âyet de henüz 20. yüzyılda anlaşılan ilmî gerçeği Kur'ân'ın 14 asır önce söylediğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; Rüzgârlar su buharından meydana gelen bulutları birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmada bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur, şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutlan sıkıştırarak yere yağmuru aşılar. Aynı zamanda rüzgârlar, bitkiler üzerinden eserken erkek tohumları dişi tohumların üzerine kondurmak suretiyle onları aşılar. Bitkilerde döllenmeye yardım eder.
Yine bu âyet, gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini, oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle çıkarılarak canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır ki Kur'ân 14 asır önce bu tabiat kanununa işaret ederek mucize olduğunu göstermektedir.
Bir başka âyet; "ve min külli şey'in halaknâ zevceyn" "Her şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık" (Zâriyat-49) Arapça'da, "umum" bütün mânâsına gelen "kül" kelimesi marifeye (bilinen) muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye (bilinmeyen) muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar ferd varsa hepsini ihtiva eder. "Ve min külli şey'in halaknâ zevceyn "derken buradaki "Şey 'kelimesi nekredir.
"Herşeyi çift yarattık" demektir. Allah'a bile "şey" denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O'nun dışında olan herşey çift olarak yaratılmıştır.
İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılarda öyle çifttir. Nebâtat ta çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki "Zevceyn" kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta herşeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca herşeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez.
Yâsin sûresindeki âyet bu hakikatı daha mufassal olarak şöyle anlatıyor:
"O Allah'ı tesbîh ü takdis ederiz ki; yerin bitirdiklerinden, nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. " (Yasin-36)
Görüldüğü gibi o günün insanının müşahedesine arzedilen tablonun dışında o devre göre bilinmeyen bir kısım şeylerden bahsediliyor. Ve diyor ki;"daha sizin bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı''.
Başka bir âyet ve başka bir mevzu:
"Semâyı azametle biz kurduk ve ona durmadan vüs'at veriyor ve genişletiyoruz. " (Zâriyat-47)
Arapçada fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. "Ve innâ Ie mûsiûn,' bir isim cümlesidir ve mânâ itibariyle üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, "Eskiden genişlettik, bıraktık ", "Şu anda genişletiyoruz ","İleride genişleteceğiz" gibi mânâlara değil de "Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz" mânâsına geliyor.
En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna,bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922'de Astronom Hubble bildirilmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehâbiye (Galaksi elemanı, yıldız ) bizden senede yüzaltmışsekiz kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hıza ulaşmakta. Bu da Belçika'lı matematik alimi, râhip Lemaitre'nin iddia ettiği gibi kâinat'ın,genişleme (expansion) halinde olduğuna delâlet eder.
İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren "Mekân genişlemesi" 1400 sene evvel Kur'ân-ı Kerim'de zikrediliyordu.
Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümminin göıüyle görülen bu hakikât karşısında Kur'ân'a "senin taleben oldum" devip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir.
Bir diğer ayetde ise :
"Gökleri ve yer'i hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor Güneş'i ve Ay'ı buyruğu altına aldı"(Zümer-5) buyuruluyor.
Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir.
Arapçada tekvîr kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre ayet; "Geceyi gündüze gündüzü` geceye sarıyor. " demektir. Böylece yükevviru kelimesiyle Küre-i Arz'ın küreviyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Naziat Sûresinin 30. âyetinde bu mesele kelimenin kökü itibariyle daha açık, anlatılmaktadır; "Uel ârda ba'de zâlike dehâhâ" "Gökleri nizâma, intizâma koyduktan sonra Yer'i de Allah, deve kuşu yumurtası haline getirdi. " (Nâztât-30)
Demek oluyor ki; dünyamız kutuplardan basık bir küre, bir deve kuşu yumurtası şeklindedir. Te'vil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur'ân'ın bu hakikatını da hâfızada tutmada yarar var.
Bu hususlarda Kur'ân'ın işaret etmiş olduğu çok âyet-i kerimeleri sıralamak mümkün. Fakat bu kadarı ile iktifa ediyoruz.
Ayrıca; Kur'ân terbiyeye ait bir kısım esaslar da vaz'etmiştir. Ama terbiye-i Kur'ân bırakılarak, denenen bütün terbiye sistemleri, psikoloji ve sosyolojinin uygulanan bütün kanunları karşımıza bir sürü problemli genç, sergerdan ve çakır keyif tipler çıkarmıştır. Bu böyle devam ettiği müddetçe beşer bunalımdan bunalıma sürüklenecektir. Ama insanlık Kur'ân'la tanıştığı zaman, onu anlayacak, idrak edecek, O'na teslim olacak; gönülleri huzura kavuşturma, kalbleri düzene koyma, kafaları zapt-ü rabt altına alma da yine Kur'ân'ın emirleri ile tahakkuk edecektir.
İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, zaman ihtiyarlarken daha doğrusu kâmilleşirken, bizim "ahirzaman" dediğimiz zamanın şu devresinde, Kur'ân'ın hakikatları-inşaallah-araştırıcılar tarafından gökteki yıldızlardan daha parlak, daha derin, daha yapıcı ve beşerin gönlünü ikna edici mahiyette ortaya konulacak ve Kur'ân'ın gençliği bir kere daha apaçık görülecektir. Belki insanın iradesi elinden alınmayacak ama, akla çok kapılar açılacak ve çok kimseler Lâ ilâhe illallah Muhammeden Resûlüllâh diyecektir.[3]
KUR’AN VE VAHİY
İlahî kelamdan insanların istifadesi açısından en elverişli tecellî Kuranın tecellîsidir. O, insanların dillerine, anlayışlarına, hallerine ve idraklerine uygun bir konuşma tarzı ve tecellîye sahiptir. Hedef kitlenin seviyesine göre konuşacağını konuşma, yapacağını yapma ve dinleyen herkese birşeyler anlatma Kuran’ın üslubudur. Dolayısıyla Kur’an, potansiyel olarak herkesin alıp değerlendirebileceği, istifade edebileceği bir tecelli dalga boyunda -bu tabiri bazı mahzurlardan kaçınma ve bu şekliyle çok mahzurlu olmayacağı mülahazasıyla kullanıyorum- nazil olmuştur.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyin inişi esnasında, bizim bildiğimiz alemden başka bir aleme geçiyor; adeta bizim alemimize kapanıyordu.. bu alemden ayrılıyor, bir başka buuda giriyordu. Bu meselede hususi donanıma sahip olmakla beraber vahyin ağırlığını çok ciddi hissediyor; o alemle irtibatın manevi baskısını yaşıyor; vahyi almadaki zorluğu duyuyordu. Vahiy alma ameliyesindeki bu ahz u ata (alıp verme) bizim için bir sırdır ve onu tam olarak izah edemiyoruz. Ancak belli benzetmelerle anlamaya-anlatmaya çalışıyoruz. Mesela; reseptörler (alıcı aletler) mors alfabesiyle gönderilen değişik sinyalleri harflere ve kelimelere çevirir. Her gelen sinyal bir harfe, kelimeye denk düşer. Reseptörün başındaki görevli kim olursa olsun belli sinyallerden belirli bazı harf ve kelimeleri alır ve anlar. Vahiy meselesini de anlamayı kolaylaştırmak için kullanabileceğimiz bu benzetme çerçevesinde değerlendirebiliriz. –Haşâ ve kellâ, teşbihde hata olmasın- Efendimizin mahiyetine yerleştirilen binlerce manevî reseptör vasıtasıyla her gelen ilahî sinyal bir kelime olarak alınıyor. Bu inceliği kavrayamayan kimseler, “Efendimize vahiy mana olarak geliyor; O da manayı kelime kalıplarına ve şekillerine uyguluyor” diyorlar. Bazılarının “Kuran’ın manası Allah’tan kelimeleri Efendimiz’den..” sözlerini duyunca çok üzülmüştüm. Hayır, öyle değil; “sadece mana vahyediliyor” diyemeyiz. Her gelen sinyal bir harfe tekabül ediyor. Bunlar reseptörlerine gelince asıl mahiyetlerine uygun olarak çözülüyor. Bu konuda da Efendimizin mahiyeti kullanılıyor. Hem o öyle bir alma ki, Hz. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Rabbim, şu ayeti bir daha söyle.” demiyor. Aksine vahyi kaçırmamak için heyecanla ve acele hareket edince ikaz sadedinde “(Rasulüm!) Sana vahyedileni unutmamak için tekrarlarken hemen anında bellemek için dilini kımıldatma. Çünkü vahyi senin kalbinde toplamak ve onu okutmak Bize ait bir iştir. O halde Biz Kur’anı okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu izle.”(Kıyamet 16-18) buyruluyor. Yani adeta, “Sen sadece konsantrasyona bak. O sinyaller senin vücuduna inince asıl kalıplarına dönecek.” deniliyor. Öyleyse, vahyi beşerî kalıplara bağlamak kesinlikle yanlıştır. Arzettiğim husus meseleyi akla yaklaştırmak için kullanabileceğimiz küçük bir misal. Yoksa, vahyin gerçek mahiyetini ancak Allah (celle celâluhû) bilir.[4]
RİSALE...
KUR'AN'IN VE FENNİN BAKIŞI
Bir zamanlar, hem dindar, hem sanatkar, hem sözü her şeye geçen meşhur bir hakim, Kur"an-ı Kerim'i, manasındaki kutsiyete uygun gelecek değerde ve kalitede bir kitap şeklinde yazmak İstedi. Bunun için en kıymetli cevherleri kullandı. Manaya harika bir elbise giydirdi. Ondaki geniş hakikati ifade edebilmek için her çeşitten aldı. Sanatının bütün inceliklerini gösterdi. Öylesine yüksek bir hakikate gölge düşsün istemiyordu. Onun için en pahalı şeyler mürekkep olarak kullanılsa değerdi. Bazı harflerini elmas ve zümrütle, bir kısmını lü'lü ve akikle, bir taifesini pırlanta ve mercanla, bir nevini altın ve gümüşle, bir bölümünü ışıkla, nurla, yıldızla, hayatla, kanla, canla, tenle, terle, şefkatle, sevgiyle, ikramla, meyveyle, merhametle yazdı. Kitap öylesine süslü, öylesine iç açıcı, öylesine renkli, öylesine mükemmel olmuştu ki, okunmak için yazılan kitabı seyredenler hile hayran kalıyordu.
Sonra o hakim, bu süslü ve ziynetli Kur*an'ı, bir ecnebi filozofa ve bir Müslüman alime gösterdi. Hem tecrübe etmek ve hem de mükafat vermek için, onlardan, o kitabı izah eden bir eser yazmalarını istedi.
Filozof, yazdığı eserinde, sadece, o kitabın yazıldığı zemin-den, kullanılan cevherlerden, o cevherlerin özelliklerinden ve birbiriyle olan münasebetlerinden bahsediyor, fakat manasına hiç ilişmiyordu. Halbuki, o kadar kıymetli cevher mana için kullanılmıştı. O kitap, elbette ki manasız harf yığınları değildi. Hiçbir kitap böyle okunmamalı idi. Bir kitabı, beyaz bir kağıdın üzerinde, ince uçlu mavi bir dolmakalemle çizilmiş aşağı yukarı giden çizgiler, muhtelif şekiller der gibi okumak, o kitabın yazarını 'Beni manasız şeyler yazmakla suçlayamazsın' diyerek hiddetlendirir di.
Müslüman alim ise, ona baktığı zaman anladı ki, o Kitab-ı Mübin'dir, Kur"an'ı Hakim'dir. Bu hakperest zat, ondaki yüksek manaları okudu, anladı. Kullanılan cevherlerden ve onların özelliklerinden bahsederken, onların o yüksek hakikatların cisimleşmiş dili olduklarını, gölge düşürmeyecek cevherlerin onun için tercih edildiğini bildi.
O ikisi, eserlerini takdim ettiklerinde, hakim, tabiat perest filozofun cevherleri tanımakta maharetli olduğunu, fakat manasını hiç anlayamadığını gördü. Kitabını başına vurup, huzurundan kovdu. Sonra, o müdakkik âlimin kitabını inceledi. Gayet güzel bir tefsir ve hakkı takdir olduğunu gördü. Kitabının her harfini on altınla mükafatlandırdı.
O ziynetti Kur"an, bin bir sanatlarla süslenmiş bu muhteşem kâinattır, O hakim ise, Hakim-i Ezelî olan Allah (cc)'tır. O iki adamdan birisi Kur"an talebesi, diğeri dinsiz feylesoftur.
Evet, kâinat, cisimleşmiş hakikattir. Mesela, güya Allah'ın rahmeti cisimleşmiş, yağmur olmuştur. (12.SÖZ l.Esas)
KUŞATAN BAKIŞ
Kur'an'ın mucizevî ifadelerinde varlığın hakikati, dünyanın yaratılmasından, ahiretîn en nihai ufuklarına, zerreden güneşe, ferşten arşa, öylesine bir uyum içindedir ki, yaratılış ağacı en net tablolarla resmedilmektedir.
Gayet büyük bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir görünmez perde ile saklanmış olsun. Elbette her ağacın uzuvları; dalları, yaprakları uyum içindedir. İnsanın uzuvlarındaki uyum gibi... Her bir uzvun yüzü maksadına, meyvesine dönüktür. Fakat, bu ağaç kâinat kadar büyük olduğu için, herkes o ağacı tarif ederken kendi bulunduğu yeri tarif eder. Bakışı o ağacı kuşatamayanlar-dan biri kökünden, biri dalından, biri yaprağından bahseder. Fakat birisi, o büyük ağacı muhteşem bir uyum içerisinde, en kü-Çük ayrıntısına kadar, net ve tam olarak tarif etse, anlaşılır ki onun bakışı bütün ağacı kuşatmıştır ve onun için ağacın üzerindeki bütün örtüler ve perdeler kaldırılmıştır. Onu dinlemeyen bütün tarifçiler kendi nazarlarına takılıp kaldıkları için aldanmaya mahkumdur.
Kur"an, güneş için, "Dönen bir siracdır, bir lambadır." der. Zira güneşten, güneş için bahsetmiyor. Birinci hedefi mahiyetini • izah da değildir. Nasıl bir nizamın zembereği olduğunu anlatarak, Saniiıü gösteren bir ayine olduğunu söylüyor.
"Güneş döner." derken, yaz kış, gece gündüz deveranındaki ince hikmet ve rahmete işaret eder. "Sirac" tabiri ile, âlemi bir saray gibi göstererek, o süslü ve sanatlı saraydaki nimetler ile ihsanat-ı İlahîyi akla getirir.
Sersem ve geveze felsefe ise, güneşten, etrafına parçalan dağılmış bir ateş kütlesi olarak bahseder. Azametini ve mahiyetini anlatır. İnsana bir dehşet ve hayret hissi verir ama, ruha yüksek bir irfan dersi vermez. Zahiri tantanalı, fakat batını koftur.
Kurban, özü gösterirken, felsefe aklı kesrette dağıtır, kabukta dolaşır. ( 19 Mektup 14.Reşha)
KUR'AN DEFİNESİ
Çeşitli cevherlerin bulunduğu kıymetli bir definedeki ziynet-]eri keşfetmek için birkaç adam denize dalar. Denizin dibinde araştırma yapan birisinin eline uzunca bir parça elmas geçer. Definenin tamamının aynı şekildeki elmaslardan ibaret olduğuna hükmeder. Sonra arkadaşlarından başka şekildeki elmasların bulunduğunu dinlediğinde, asıl elması kendisinin bulduğuna, diğerlerinin onun nakışlan veya tamamlayıcıları olduğuna hükmeder. Bir diğeri yuvarlak bir elmas bulur. Bir başkası başka bir şekilde... Bazıları muvazeneyi kaybedip kendi bulduğuna itimat edince, diğerlerini inkar eder. Sonra tevillere, zoraki yorumlara başlar.
Hakikat denizine Kur"an da dalmış, nazarı tamamını ihata ettiğinden ve gözü açık olduğundan her şeyi asıl hüviyetiyle ve çok net olarak görmüştür. Her asra, her meşrebe, her kabiliyete hitap etmesi ondandır. Adeta, kendisi de her asnn sahiline uzanan bir denizidir.
Dengeyi kaybetmemenin yolu Sünnet-i Seniyyeyi muvazene yapmaktır. (Mesnevi -Zeylü'l-Habbe)
MEYDAN KUR'AN'IN
Başı semaya değen bir minare ve o minarenin altında da yeryüzünün merkezine kadar kazılmış bir kuyu farz edelim. İki fırka, bütün memleketlerden duyulan bir ezanı okuyan adamın, minarenin başından kuyunun dibine kadar hangi mevkide olduğunu tartışıyorlar.
Birinci fırka, "O zat minarenin başındadır. Çünkü ezanını herkes işitiyor ve o ses yüksekten geliyor. Belki herkes, onun yüksekliğinden Ötürü onu orada göremiyor, fakat herkes onu nerede görürse görsün makamının yüksek olduğunu biliyor. Nazarı yüksek olanlar onu minare başında görürken, nazarı kısa olanlar da kendi durumlarmca o zatın mertebesini ve yerini küçük bir emare ile kavrıyor." der.
Diğer şeytanî güruh ise, "Yok, makamı minarenin başı değil, nerede görünürse görünsün kuyunun dibidir." der. Halbuki, o zatı kuyunun dibinde ne gören vardır ve ne de görebilir.
İşte, o iki cemaatin münakaşasını halletmek için birisi çıkar ve der ki:
"Ey hayırsız topluluk! Eğer o müezzinin makamı kuyu dibi olla, her hali taş gibi katı ve karanlık olmalıdır. Öyle olsa, ona kalan yer sadece kuyu dibidir, aradaki hiçbir merhale değildir. Zira, kuyu dibindeki adamda hiç nur olmaz. 'Az da olsa nur var1 diyorsanız, kuyu dibinden başka hangi noktada gösterirlerse davayı diğerleri kazanır. Sizin müdafaa noktanız sadece kuyu dibidir. Ya kuyu dibinde olduğunu isbat edin, ya da susun."
İşte, temsildeki gibi, şeytanla münazara bahsi, arştan ferşe kadar bütün mesafeyi şeytandan ve talebelerinden alıyor, onları dar ve girilmez bir deliğe sıkıştırıyor. Onlara ."Kur'an nasıl bir kitaptır?" diye sorulsa, "Güzel ahlaki ders veren bir kitaptır." diyecekler. "Öyle ise Allah'ın kelamıdır, ki sizi bile güzel demeye mecbur ediyor." denilir.
"Peygamberi nasıl bilirsiniz?" denilse, "Güzel ahlaklı ve çok akıllı bir adam." derler.
Onun nuru, asan ve hakikati, onun minare başında olduğunu gösteriyor. İkisinin arasında bir noktada görenler, kendi bakışlarındaki zayıflıktan onu orada göremiyor. Fakat, makamını da inkâr edemiyorlar. Kuyu dibinde olması muhaldir. Eğer ehli dalaletin dediği gibi olsa, ikisinin arasında veya zirvede değil, kuyunun dibinde olması gerekir. Öyle ise O, en âli makamdadır. Bütün meydan Kur"an'ın ve Hz. Muhammed (asv)'mdır. (26.Mektup 4.Mebhas 6 Mesele)
HER YERDEN SU
Bir suyu elde etmek için bazıları uzaklardan, dağlan delerek borularla su getirir. Bazıları da her yerde kuyu kazıp su çıkabilir. Birinci kısım, zahmetlidir, tıkanıp su kesilebilir. Her yerden su çıkarmaya ehil olanlar daha rahat ve durumları sağlamdır.
Öyle de, kelâm âlimleri sebepler ve silsilelerin devamındaki f muhalden ötürü bir noktada kesip, Vacib-ül Vücud'un varlığını l îsbat ederler. Uzun bir yolda giderler. Kur'an-ı Hakim'in hakikatyolunda ise her yerden su bulunup çıkarılır. Her bir ayet, Hz. Musa'nın asası gibi, nereye vurulsa hayat suyu fışkırır. (26.Mektup 4.Mebhas 2Mesele)
İNSAN ELİ YETİŞEMEZ
Nasıl ki, nakışlı bir sarayda, bütün nakışların düğümü hükmünde olan bir kilit taşını yerleştirmek için bütün o sarayı ve duvan bilmek gerektir. Zira sanki o taşın, bütün diğer taşlara bakan bir yüzü, hepsini gören bir gözü vardır. Ve hepsi ile uyum içindedir.
Hem nasıl ki, göz bebeğini göze yerleştirebilmek için, bütün cesedi ve bütün uzuvların vazifelerini, birbiriyle olan irtibatlarını bilmek gerekir.
Bu uyum, adeta her bir şeyi ait olduğu bünyedeki diğer uzuvlara göre kalp ve çekirdek haline getirir. Ahengin muhafazası, vücudun dağılmaması, uyuma bağlıdır.
öyle de, hakikat ehli, Kur'an'ın her ayetinin ve her kelimesinin diğer ayetlere bakan yüzünü ve uyumunu izahlanyla göstermişlerdir. Hatta, harf ilmi ile uğraşanlar, Kur'an'ın bir harfinde bir sayfa kadar sırlar bulunduğunu erbabına isbat etmiştir.
İnsanların sözleri arasında da, belki Kur'an'm kelimeleri ve cümleleri gibi ifadeler bulunabilir. Fakat, Kur'an'ın ifadelerinde-ki incelikler ve sayısız çokluktaki hikmetlerle her ayetin ve her harfin birbirine bakan yüzünü ayarlamak bütün varlığı kuşatan bir ilmi gerektirdiğinden, insan eli oraya ulaşamaz.
Kur'an İçin bir ilm-î muhit lazımdır. (19.Mektup 18.İşaret 2.Nükte)
DAĞLAR DİREK
"Dağlan birer kazık yapmadık mı?"(Nebe-7) ayeti avam halkın bile zemin yüzünde çok rahatlıkla okuyabildiği bîr cümleyi nazara verir.
"Direk ve kazıklarla tehlikelerden korunan bir gemi gibi, yer-
yüzü de içerisinde meydana gelecek karışıklıklardan dolayı parçalanmak tehlikesinden korunmak için dağlarla kazıklanmıştır." Hayatı beslemek üzere.dağlar arza direk yapılmıştır. Çünkü, dağlar suların mahzenidir. Havanın tarağı dağlardır, kirinden . arındırır. Toprağı himaye eder, denizin istilasından korur. Zaten 1 hayatın direkleri de bu unsurlardır. Kur'an, dağların zemine direk olmasını anlatırken, hayatın direği olduğunu da akılların nazarına verir. Devamındaki ayetlerde de açıklar. (MesNevi -Şemme)
TEKRAR
Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Tekrar usanç verse de, her kelâma şamil değildir. Besleyici gıdaların tekrarı memnuniyet ve kuvvet verir. Lezzet için yenilen meyvelerin tekrarı usandırır. Kur'an, kalbe gıda, akla kuvvet, ruha ışık ve nefse şifa olduğu için usandırmaz. (Îşarat-Bakara)
DELİL İDDİADAN GİZLİ
Eğer Kur'an, "Ey insanlar! Fezada bir çekim kuvveti ile uçan, sürekli hareket eden, güneşi, yeri ve gök cisimlerini umumî bir çekimle birbirine bağlayan, yaratılış ağacmdaki unsurlara ve kimyevî faaliyetlere dikkat ediniz" veya," Küçücük bir damla suyun içerisinde mikroskobik canlılarla dolu bir âlem yaratan Kâinatın Sanatkân'nın her şeye kadir olduğunu tasdik ediniz." dese idi, delil İddiadan daha fazla izaha muhtaç olurdu. (Muhakemat-1. Makale 1.Mukaddeme)
KARANLIKTAN AYDINLIĞA
Bir hayalî vakıada, kendimi geniş bir sahrada gördüm. Zeminin yüzünü karanlık, sıkıcı, boğucu bir bulut kaplamıştı. Ne hava, ne ışık ve ne de su vardı. Vahşi mahlukların ortasındayım sandım. Denizler, fırtınalar benim düşmanım olmuşlardı. İçime, 'Zeminin öbür tarafında hava, ışık ve su var.' diye bir his geldi. Tünel gibi bir mağaraya sürüklendim. Yürüdüm. Baktım ki, buradan benden önce de çokları geçmiş. Çokları boğulup kalmışlar. Bazılarının ayak izleri vardı. Kimilerinin bir müddet seslerini işittim, fakat sonra o sesler kesildi.
Sonra elime, ışıklı, parçalayıcı bir alet verildi. Onun ile yolumu aydınlattım, Önümü açtım, dağlan parçaladım. Dağların ve denizlerin üzerine çıkarak seyre başladım.
Bir ses bana, o elektrikli aletin, Kur'an hazinelerinden verilmiş ayetler olduğunu söyledi.
O zemin, tabiat ve tabiat perestlik felsefesi idi. O tünel, felsefecilerin hakikate ulaşmak için açtıkları yollardı. Boğulanlar Aristo, Eflatun gibi felsefeciler, sesini işittiklerim bir müddet hak yolda yürüyenlerdi.
(30.Söz 1. Maksat)
BAYRAMLAR VARDIR
Nasıl ki, her sultanın memleketinde ilan edilen bayram günleri vardır. Öyle günlerde sultanın hediyesi ve ihsanı diğer günlerin çok ötesindedir. Bu günler, ya bir tahta çıkışın, ya bir zaferin, ya bir başlangıcın yıl dönümü olabilir.
Öyle de, Cenab-ı Hakkın, bazı has günlerdeki ihsanatı sair günlerin çok ötesindedir. Hususîyle, Kur'an'ın inzal edildiği ramazan ayı, Kadir Gecesi, bayram günleri ihsanatın bire bin artırıldığı günlerdir. (29.Mektup 2.Kısım 7.Nükte)
YOL İKİDİR
Önümüzde iki yol var. Birisinde giderken, bütün canlıların ve insanların dünyaları harap edilmiş görülüyor, mazlumların iniltileri ve ayrılık vaveylaları duyuluyor. Ya insanlıktan sıyrılıp,
kalbimizi katılaştırarak vahşicesine kendi selametimizi umumun felaketine tercih edeceğiz. Veya kalp ve aklın kulağını kapatacağız.
Sefahat ve dalaletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış tek gözlü Deccal gibi kör dehalı Avrupa'nın insanlığa gösterdiği yol, insanı âlâ-yı illiyyinden esfel-i safiline atar. Bu illete karşı bulduğu ilaç, uyutucu hevesat ve fantezilerle hisleri iptaldir.
İkinci yol, Kur'an'ın açtığı ölümsüzlük yoludur ki, şevk ve sürür ile yapılan vazifelerden saadet saraylarındaki mükafatlara geçiş kapısının açılmasıdır. (17.Lem'a 5.Nota)
RUHLARA HEDİYE
Nasıl ki hava, ağızdan çıkan bir kelimenin herkese ulaşmasına vesiledir. Bîr minareden okunan ezan, radyolar aracılığı ile aynı anda bir çok yerden dinlenebilir. Bir yerde yanan lamba binlerce aynada birden görünebilir. Öyle de, bir Yasin-i Şerif okunsa ve milyonlarca ruha hediye edilse, her birine tam bir Yasin-i Şerif düşer. (l.Şua l.Sual)
BİR ÜSTAD
Kırk elli sene evvel Eski Said, daha çok aklî ve felsefî ilimlerle iştigal ettiği için, kendisine hakikat ve tarikat erbabının mesleği gibi bir meslek aradı. Onların her birisinin kendine göre cezbedici hususiyetleri vardı. Hangisinin arkasından gideceğini düşünüyordu. İmam-ı Rabbani de ona gaybî bir tarzda, "Tevhid-i kıble et, yalnız bir üstadın arkasından git." demişti. Eski Saİd'in çok yaralı kalbine;
"Hakikî Üstad Kur'an'dır. Kıble birliği de onunla olur." diye geldi. Hem ruhu, hem kalbi garip bir seyre başladı. Nefsi onu, şek ve şüphelere karşı manevi bîr mücadeleye mecbur ediyordu. İmam-ı Gazalî (r.a.), Mevlana Celaleddin (r.a.), İmam-ı Rabbani(r.a.) gibi kalp, ruh ve akıl gözleri açık olarak yürüdü. Başkalarının akıl gözünü kapadıkları noktalardan gözü açık geçti. Kur'an'm irşadıyla umumî fazilet yolunu tercih etti. Kur'an'm hem kalbe, hem akla, hem ruha hitab etmesi gibi, o da zikir, fikir ve his yolunun bütünü ile meşgul oldu. (Mesnevi-Mukaddeme l.Nokta)
SÖNDÜRÜLMEZ GÜNEŞ
Said Nursi, Van'da Vah1 Tahir Paşa'nın yanında iken bir gazeteden, İngiliz Müstemlekat Nazırının, İngiliz Mebuslar Meclisinde, elindeki Kur'an'ı göstererek: "Bu Kur'an Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hakim olmayız. Ya Kur'an'ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur'an'dan soğutmalıyız!" dediğini okur. Bunun üzerine ruhunda bir feveran ve gayret uyanır ve: "Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim." der. (İlk hayatı)
SURLAR YIKILINCA
Birinci cihan harbinden evvel, yan uyku gibi bir sadık vakıada, kendimi Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altında gördüm. Birden o dağ müthiş bir şekilde infilak etti'. Dağlar gibi parçalarını dünyaya dağıttı. O dehşetli halde baktım ki merhum validem de yanımda imiş. Dedim: "Ana, korkma. Cenab-ı Hakkın emridir; O Rahimdir ve Hakimdir."
O halde iken, mühim bir zat bana emreder gibi, "Kur'an'm ifadelerindeki yüksek hakikatleri göster!" dedi.
Uyandım, anladım ki, büyük bir infilak olacak. O infilak ve inkılaptan sonra Kur'an'ın etrafındaki surlar yıkılacak. Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'an'a hücum edilecek; ifadeleri ve yüksek hakikatleri onun zırhı olacak. Ve ondaki hazinelerin bir nevini şu zamanda göstermeye benim gibi bir adam namzet olacak, vazifelendirilecek.
Müslümanların üst el olmalarından ve Osmanlının kuvvetinden ötürü kimse doğrudan doğruya Kur'an'a ilişemiyordu. Herkes "Müslümanlık güzel ki, Müslümanlar dünyanın azizleridir." diye düşünüyordu. Müslümanların maddeten mağlubiyeti İle o güzel sığınak, sur yıkıldı. Fakat, Müslümanlığın güzellikleri ve Kur'an'ın hakikatleri hiçbir zaman mağlup olmadı. (28.Mektup 7,Mesele l.Sebep)
NÜKTELER...
YAHUDİNİN MÜSLÜMAN OLUŞU
Hicrî ikinci asır sonlarında hilâfet makamına oturan Abbasî halifelerinden El-Me'mun, dış dünyaya açık bir devlet adamıydı. Zamanında Müslüman - Hıristiyan bütün ilim adamları ondan itibar görmüş, yabancı dildeki ilim kitabları Arabçaya tercüme edilerek bilgi alış verişinde bulunulmuştur. O kadar ki Me'mun zamanında yerin yuvarlak olduğu resmen tesbit edilmiş, kurulmuş olan "Nısfünnehar" usûlüyle arzın kuturunu ölçmek gibi bâzı ilim mes'elelerinde kesin hükme varılmıştı.
Bu çalışmaları sırasında Me'mun, meclisinde cin fikirliliği ile dikkatini çeken bir Yahudi ilim adamına bir gün şöyle bir sual sordu:
-Mâdem hâdiseleri bu kadar akılcı bir anlayışla inceleyebiliyorsun? Neden Müslüman olmuyorsun? Kur'an'la, İncil, Tevrat arasındaki farkı bilmiyor musun?
Yahudi şöyle cevap verdi:
- Bu mevzuda çalışma yapıyorum. Çalışmam bitince vardığım kararı size bildiririm.
Me'mun Yahudi'ye baskı yapmayı düşünmedi. Çünkü biliyordu ki baskıyla îmana gelinmez, korkuyla Müslüman olunmazdı.
Yahudiyi kendi hâline terkeden Me'mun, ona bir daha bu mevzuda sual sormadı. Aradan bir sene geçmiş ve Yahudi yine Me'mun'un meclisindeki ilim adamlarıyla sohbete başlamıştı.
Ancak, bu Yahudi, bir sene önceki Yahudi değildi. Bu defa İslâm'ı bütünüyle benimsemiş, Kur'ân'ın ahkâmını tamamıyla kabullenmişti.
Me'mun buna şaştı:
- Hayırdır inşâallah. Bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında, ne fark var ki o zaman îman etmediniz de bu sene İslâm'a girdiniz?
Yahudi şöyle îzah etti:
- Efendim, şüphesiz bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında hiç bir fark yoktur. Beni İslâm'a yaklaştırıp, îmana girmeme sebeb olan da budur zaten.
- Nedir, Kur'ân'ın değişmezliği mi?
- Evet. Bakın çalışmalarım nasıl cereyan etti ve ben nasıl bir sonuçla Müslüman oldum, onu arzedeyim sizlere. Ve şöyle devam etti:
- Önce evime çekildim. Günlerce İncil yazmaya koyuldum. Üç tane İncil nüshası yazdım. Birincide birkaç satırı eksik bıraktım. Ötekinde hiç bir eksik yoktu. Üçüncüsünde ise birkaç satır fazlaydı. Kendimden yapmıştım ilâveyi. Ben bu üç İncil'i de alıp kiliseye gittim. Papaza gösterdim. Papaz efendi üçünü de inceledi, tahkik etti. Sonunda satın aldı ve yaptığım hizmetten dolayı da beni tebrik etti. Dönüp geldim, aynı şeklide üç Tevrat nüshası yazdım. Bunun da birincisinde bazı âyetleri yazmadım. Eksik kaleme aldım. İkincisi noksansızdı. Üçüncüsünde de birkaç satır ilâve ederek olmayanları da var gösterdim. Bunu da Haham'a gösterdim. Haham inceledi, üçünü de beğendi, parasını vererek satın aldı, ayrıca da teşekkür etti.
Bu defa sıra Kur'an'daydı. Kur'an büyüktü. Tamamını yazamazdım. Sadece üç cüz yazabildim. Birinci cüz'ünde birkaç satırını eksik bıraktım. İkinci cüz'ü tamam yazdım. Üçüncü cüz'ünü de birkaç satır ilâve ile olmayanı var göstererek yazdım.
Büyük bir tecessüs ve ihtimamla bütün din adamlarını gezdim. Hepsine de yazdığım Kur'an'ı gösterdim, almalarını söyledim. Hepsi de önceden memnuniyetle alacaklarını söylediler. Ama şöyle bir bakıp inceleyince hepsi de aynı yerleri yakaladılar.
- Bu cüzde şu, şu satırlar eksik, bu cüz ise tamam. Şu cüzde ise şu şu satırlar ilâve edilmiş, fazla yazılmış. Kur'an'ın aslında böyle bir kelime yoktur.
Hepsi de benim yazdığım Kur'ân'ı ezberlerinden eksiksiz okudular, tashih ettiler.
Ben anladım ki, Kur'an nasıl nazil olmuşsa aynen zabtedilmiş, aynı tazelik ve sağlamlığını da muhafaza etmektedir. Kur'an'da ilâve-noksan söz konusu değil. Nazil olduğu şekli aynen koruyan en son kitabdır. Bundan sonra Müslüman oldum. İşte İslâm'a girmeme sebeb olan araştırma böyle oldu.
KUR’AN NASIL OKUNMALI?
Bir Kur'an mualliminden, çok genç bir delikanlı ders almaktaymış. Bu delikanlının benzinin cidden solgun olduğunu farkedenler, hocaya demişler ki: "Bu genç Kur'an okumak için bütün gece uyanık duruyor ve Kur'ân'ı bir gece zarfında hatmediyor." Bunun üzerine hoca sormuş:
-Oğlum, haber aldım ki, sen bütün gece uyanık duruyor ve Kur'an'ı hatmediyormuşsun. Delikanlı bu söylenenin doğru olduğunu bildirince, hoca:
- Oğlum, şu halde bütün gece zarfında Kur'an okurken beni önünde farzet ve namazda bana Kur'an okuyormuş gibi yap, fakat beni hiç hâtırından çıkarma, demiş.
Genç talebe bu teklifi kabul etmiş ve sabah olunca aralarında şu konuşma geçmiş:
-Dediğimi yaptın mı?
- Evet efendim.
-Kur'an'ı hatmedebildin mi?
- Hayır, yarısından fazlasını okuyamadım.
- Oğlum, o halde bu gece, Hz. Peygamberden Kur'an'ı dinlemiş olan herhangi bir sahâbîyi düşünerek oku. Dikkatli ol, çünkü sahâbîler Kur'an'ı bizzat Hazret-i Peygamberden dinlemiştir. Bu sebeble okurken sakın hatâ işleme.
Delikanlı "peki" dedikten sonra, o gece yine Kur'an okumuş, fakat bu sefer ancak dörtte birini okuyabildiğini hocasına söylemiş. Ertesi gece için de hocası onun bu sefer bizzat Hazret-i Peygamberi düşünerek okumasını tavsiye etmiş, genç adam da öyle yapmış, fakat Kur'an'ın sadece bir cüz'ünü okuyabildiğini fark etmiş. Nihayet, şeyh ona:
- Oğlum, bu gece de Allah'a tevbe et ve kendini hazırla... Ve Allah'ın huzurunda Kur'an okuduğunu düşün... demiş.
Ertesi gün, hoca, talebesinin gelmesini beklemiş, fakat gelen olmamış. Durumu öğrenmek üzere gönderdiği bir adam, gencin hasta yattığı haberini getirince, üstad bizzat giderek talebesini ziyaret etmiş ve onu ağlarken bulmuş. Genç adam hocasına:
-Hocam, Allah size çok sevablar ihsân eylesin. Ben şimdiye kadar Kur'an'ı yalan yanlış okuduğumu, ancak bu son gece fark ettim. Çünkü Fâtiha sûresini açıp okumak istediğim zaman "Ancak sana ibâdet ederiz" âyetine gelince, kendi nefsime bir baktım ve Cenâb-ı Hakk'ı bu âyetle tasdik ettiğimi göremedim. Bu sebeble de "Ancak sana ibâdet ederiz" (İyyâke na'büdü) demekten, (yani bu âyeti okumaktan) utandım... Mütemâdiyen "Mâliki yevmiddîn" âyetine kadar gelip bir türlü "İyyâke na'büdü" âyetini okuyamadım... Böylece rükûa vardığım zaman, artık tan yeri ağarmıştı..." demiş.
İbnü'l-Arabî'nin rivâyetine göre, bu delikanlı bir saat sonra rûhunu teslim etmiş. Bir müddet sonra da üstad, bu gencin kabrini ziyârete gittiği zaman, mezardan şu sesin geldiğini işitmiş:
- Ey üstâdım, ben diri (olan Allah'ın) indinde diriyim. Allah beni herhangi bir bakımdan hesâba çekmedi...
TARİHE GÖMÜLENLER
Onkolog Dr. Halûk Nurbâki, Konya'nın tek gazetesi olan "Babalık" gazetesinin başyazarı olan pederinden işittiği tüyler ürpertici, ibretlik bir hâtıra ile mukaddeslere dil uzatanların akıbetini gözler önüne seriyor:
1920'de Saruhan mebusu olarak TBMM'ye giren Mustafa Necati (1894-1929), Cumhuriyetin ilk Maarif vekillerinden (Millî Eğitim Bakanı) biri olarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Harf Devrimi olarak adlandırılan Latin harflerinin kabulünde etkin rol oynamasıyla bilinir.
Mustafa Necati, bu faaliyetler çerçevesinde Hazreti Mevlâna beldesi Konya'ya gelmiş ve Lâtin harflerinin üstünlüğünü anlatmak üzere bir konferans düzenlemişti. Şehrin her tarafına yapıştırılan ilânlarda:
"Eski Harflerle Birlikte Kur'ân'ı da Tarihe Gömdük" yazıyor ve konferansın ertesi gün saat 10'da verileceği belirtiliyordu.
Akşam, mükemmel bir ziyafet verildi. Yemekten sonra Bay Necati, ani bir apandist krizine yakalandı ve hemen hastahaneye kaldırılarak ameliyat edildi*.
Gösterilen itinayı anlatmaya lüzum yok; bütün hastahane hatta Konya ayakta idi. Bay Necati kurtulmuş, fakat ne çare ki haddini aşarak Kur'ân'a dil uzatmıştı.
Gece yarısı, imkânsız denebilecek bir şey oldu ve Bay Necati'nin yattığı yatak yan demirinden kırıldı. Hasta yere düşmüş ve ameliyat yeri patlamıştı.
Ertesi gün saat 10’da, yani konferansın yapılacağı bildirilen saatte Bay Necati öldü (tarihe gömüldü).[5]
KUR'AN'I ANLAMAMAK
İmam Abdurrahman Ekkaf’a sormuşlar:
- Kur'an'ın, mânâsını bilmeden, anlamadan okuyan kimseye hiç tesiri olur mu?
Şöyle cevap vermiş:
- Birisi, ilaç alsa veya zehir içse, aldığı veya içtiği şeyin ne olduğunu bilmese bile, bunlar ona tesir eder. Kur'an niçin tesir etmesin? Kur'an daha çok tesir eder. Bir de, mânâsım bilerek okuyanlar üzerinde Kur'an'ın tesirinin nasıl olduğunu düşününüz.
İnsan, ilaç içtiğinde, maddî yapısındaki hangi noktalara müdahale edildiğini, hangi şifrelerin çözüldüğünü, hangi mekanizmaların harekete geçtiğini bilmemesine, bunları kendisi harekete geçirmemesine rağmen, o bilmeden, o ilaç, onun üzerinde tesirini gösterir.
Bünyeyi tanımayan bir taş parçasını Allah (c.c.) şifaya bahane yapar. Ona verdiği kimyevî şifreyi dua olarak kabul eder.
İnsan, sadece maddeden ibaret değildir. Nasıl, maddî bünyesine, maddî şeyler tesir eder; öyle de, ruhuna manevî şeyler tesir eder.
insanın manevî yanı, yani ruhu ve ruh ilimleri inkâr edilmeden, manevî şeylerin etkisi inkâr edilemez.
Alınan maddî gıdanın ağızdan girdikten sonra tesirini İnsan ayarlamadığı, minerallere ve elementlere yön vermediği gibi, manevî gıdanın tesirini de insan ayarlamaz. Onun içindir ki, Kur'an'ın tesiri için mânâsını anlamak çok önemli bir avantaj ise de, tek şart değildir.
İnsan, anlamıyorsa, "Rabbim konuşuyor" düşüncesiyle dinleyebilir. Kalbinin ve aklının kulağını öyle açar.
Mânâsını anlıyorsa, "Rabbimin emirleri ve hakikatler bunlardır" diye tefekkür eder. O manevî sofradan istifadesi ziyadeleşir. Akıl, kalp ayağına daha güçlü destek vermiş olur.[6]
KUR'AN'A SAYGI GÖSTERMEK
Bir gün Osman Gazi, bir köylünün evine misafir olur. Akşam yemeğini yiyip, biraz sohbet ettikten «mira yatma zamanı gelir. Köylü Osman Gazi'nin yatacağı yatağı hazırlar, Allah rahatlık versin efendim der. Kapıyı kapatır, çıkar.
Osman Gazi, yatmak üzere hazırlanır, tam yatacağı zaman gözüne karşısındaki duvarda asılı Kur'an-ı Kerim torbası ilişir (görünür). Osman Gazi, yatağa iki dizinin üzerine oturur. Sabaha kadar böyle kalır.
Sabah olur ev sahibi gelir. Bir de bakar ki, yatak hiç bozulmamış. Akşam serdiği gibi duruyor. Ev sahibi, Osman Gazi'ye:
—Aman Efendim, niçin istirahat etmediniz? (Niçin yatıp uyumadınız?) Yatak benim yaptığım gibi duruyor. Yoksa bir rahatsızlık mı oldu? diye sorar. Osman Gazi:
—Hayır bir rahatsızlık falan yok. Duvarda asılı Kur'an-ı Kerimi gördüm, Kur'an-ın karşısında ayağımı uzatıp yatmak bize yakışmaz. Kur'an'a karşı saygısızlık etmek, bir Müslüman için hiç de uygun (iyi) bir hareket (davranış) olmaz diye cevab verdi.[7]
KUR’AN İDAM EDİLDİ
Bir gün Hakim Karakuşi'ye bir hırsız gelerek, hırsızlığa girdiği evin penceresinden çıkarken kolunun kırıldığını bu yüzden ev sahibinden şikayetçi olduğunu söyler. Karakuşi ev sahibini çağırtır. O, kabahatin marangozda olduğunu söyler. Marangozu çağırır. O da, pencereyi takarken gözünün, göz alıcı renklerle boyanmış elbiselerle dolaşan bir kadına takıldığından dalgınlıkla bu hatayı işlediğini beyan eder. Kadını çağırtır. Kadın kabahati, kumaş satan kişiye atar. Onu çağırtır, o da kabahatin boyacıda olduğunu söyleyince, Karakuşi boyacıyı mahkemeye celbeder, O bir mazeret gösteremeyince onun asılmasına karar verirler. Vazifeliler biraz sonra gelirler ve: "Efendim idam sehpasına göre bu adamın boyu uzun geliyor, asamıyoruz, şimdi ne yapalım?" diye sorarlar. Karakuşi: "Öyleyse kısa boylu bir boyacı bulup asın" der.
İşte Allah'tan geldiği gibi muhafaza edilmeyip tahrif edildiğinden dolayı yer yer akıl ve mantıkla, ilim ve fenle çatışan önceki kitaplar için bir sehpa hazırlandı. Fakat masum olduğu halde Kur'ân idam edilmek istendi.[8]
KÖR DERVİŞİN KUR’AN’A BAKINCA GÖRMESİ
Yoksul dervişin biri, bir dervişin evine misafir oldu. Evde rahlenin üzerinde duran Kur'an'ı görünce şaşırdı. Çünkü kör dervişten başka evde yaşayan kimse yoktu.
Kendi kendine: "Burada bu Kur'an'ın ne işi var? Bu kör adamdan başka burada kimse yok ki." diye düşündü. Bu düşünceden dolay; rahatsız oldu, fakat bir türlü soramadı:
"İyisi mi sabredeyim belki bunun sebebini öğrenirim." dedi.
Bu düşünceyle yatıp uyudu. Gece yarısı bir Kur'an sesi duyunca uykusundan sıçrayıp uyandı ve gördüğü manzara karşısında şaşırıp kaldı. Kör derviş Kur'an'ı önüne almış okuyordu. Dikkat etti, bir tek harfi bile yanlış değildi. Kör derviş okuduğu satırı parmağı ile takip ediyordu. Artık dayanamayarak sordu:
"Kör olduğun hâlde Kur'an'ı böylesine yanlışsız nasıl okuyabiliyorsun? Parmağınla takip ettiğine göre mutlaka harfleri görüyor olmalısın." dedi.
Kör derviş gülümseyerek cevap verdi:
"Ey temiz kalpli insan bunda şaşacak ne var. Rabbül alemin istediği şeyi sebepli ya da sebepsiz yapamaz mı? Ben Kur'an okumayı çok seviyordum, fakat hafız değildim. Gözlerim de görmüyordu. Rabbime çok dua ettim. "Yarabbi Kur'an okuyacağım vakit gözlerime ışık ver, gözlerimi aç ki Kur'an'ı elime alıp okuyabileyim." dedim. Rabbim duamı kabul etti, ne zaman Kur'an'ı elime alsam Rabbim gözlerime nur verir, harfleri görürüm.[9]
KAÇIRILAN KİTAB
BARNABA İNCİLİ Hıristiyan dünyasının taassub bulutlarıyla gölgelendiği kara günlerde, her gücün üstünde kabul edilen ruhban sınıfı, mukaddes kitab İncil'i tahrif etmek için, âdeta, büyük yarışa girmişlerdir. Her önüne gelen, ayrı bir İncil yazmakta ve bu mukaddes kitab şahsî fikirlere göre değiştirilmektedir. Sayısı yüzleri bulan ve birbirinden farklı olan İncillere, her geçen gün bir yenisi katılır. Fakat yazarının adı ile zikredilen bu İncillerin sayısı o kadar çoğalır ki, tedbir almak kaçınılmaz hâle gelir. Ve İznik'te toplanan bir hey'et, uzun süren bir çalışma sonucunda, o âna kadar yazılmış bulunan İncillerden 396'sının okunmasını yasaklar. Ancak bu İncillerden bir tanesi üzerinde özellikle durulur ve bunu okuyanların şiddetle cezalandırılacağı ilân edilir. M.S. 492 yılında Papa olan I. Celasyüs tarafından da yasaklanan bu İncil, Havârîlerin en eski talebelerinden biri olan Barnaba'ya aittir ve diğer İncillerde bulunmayan bir özelliğe sâhip olduğu için yasaklar listesine alınmıştır. Yasaklanan İnciller büyük bir hızla toplatılır. Bir kısmı ise, çok ağır olan cezalardan korkan halk tarafından imha edilir. Ancak bu arada dindar bir papaz, her şey'i göze alarak Barnaba İncillerinden bir tanesini kaçırmaya muvaffak olur. Bu İncil, daha sonra Viyana'daki İmparatorluk Kütübhanesine ulaştırılarak İngilizceye çevrilir. Fakat Kilise, Barnaba İncilinin izini tekrar bulmuştur. Bir hafta içinde bu İncilin bütün nüshaları imha edilmek üzere toplatılır. Ancak Kilisenin bütün gayretleri boşa gidecektir. Çünkü, İnciller imha edilirken iki tanesi tekrar kaçırılır. Bunlardan biri Biritanya Müzesine, diğeri ise Amerikan Kongresi Kütübhanesine gönderilir. İnciller, gönderildikleri yerlerde her nedense askerî sır gibi büyük bir titizlikle saklanarak halka kapalı tutulur. Bu sırrın ortaya çıkarılması ise, bir Müslüman General'e nasib olacaktır. Amerika Birleşik Devletlerinde askerî ateşe olarak görev yapan Pakistanlı General Abdurrahim, bu İncil'in mikrofilmlerini gizlice çekerek Pakistan'a kaçırmaya muvaffak olur. Mikrofilmler daha sonra Pakistan'daki Beşum Aısha Baıany Vakfı tarafından kitab hâline getirilerek İslâm dünyasına kazandırılır. Mikrofilmler banyo edilince, Barnaba İncili'nin geçirmiş olduğu bu büyük maceranın hikmeti anlaşılır. Çünkü bu İncil, Peygamber Efendimizin geleceğini çok öncesinden müjdelemekte ve kâinatın onun için yaratıldığını, bizzat mübarek ismiyle zikrederek ilân etmektedir. Batı dünyasının Asr-ı Saâdet münafıklarına has olan bir inad ve gayretle bu İncil'i yok etmeye çalışması, gerçekten son derece ibret vericidir. Barnaba İncil'i de tahrif edilmiş olmasına rağmen, içinde İlâhî hakikatlerden bir kısmını muhafaza etmektedir. Eserin 44. sayfasında Hz. İsâ (as), kendisinden sonra gelecek olan peygamberi, Havârîlerine şöyle tarif etmektedir: "Size söylüyorum, Allah'ın Resûlü bütün mahlûkata rahmettir. O, anlayışlı ve tesellici, hikmetli ve kudretli, Allah aşkı ve korkusuyla dolu, dakik ve yumuşak ruhludur. Rahmet ve yardımseverlik ruhu ile, adalet ve acıma hissi ile, nezaket ve sabır ruhu ile hareket eder. Cenâb-ı Hak, bütün yaratıklarına verdiğinin üç katını ona vermiştir. O, bu dünyaya geldiğinde saadet devridir. Bana inanınız. Bütün peygamberlerin Allah'ın onlara verdiği nübüvvet gözü ile gördüğü gibi, ben onu gördüm. Ben onu görünce ruhum teselli ile doldu ve "Ey Muhammed, Allah seninle beraber olsun ve beni senin ayakkabının bağı olmak şerefi ile şereflendirsin. Eğer ben bu muradıma erersem Allah'ın mübarek bir kulu ve büyük bir peygamberi olacağım. Ve Hz. İsâ (as) bunu söyledikten sonra Allah'a şükr etti." Hz. Peygamberden çok önceleri ona "Ey Muhammed" diye hitab ederek peygamberliğini tasdik ile haber veren Hz. İsâ (as) ve Barnaba İncili, O'nun en büyük peygamber olduğunun inkâr edilemez bir delilidir.
Yine aynı eserde Hz. İsâ (as), bir kadının, "Beklenen Mesih sen değil misin?" sorusuna şu cevabı vermektedir: - "Ben yalnız İsrail oğullarına gönderilmiş kurtarıcı bir peygamberim. Lâkin benden sonra Allah tarafından âleme Muhammed adında bir Resûl gönderilecektir. Esasen Allah, bu kâinatı onun için yaratmıştır" demiştir (Barnaba İncili, Fasıl 96, Cümle . Barnaba İncil'inde Hz. İsâ'nın ne ilâhlığından söz edilmekte, ne de çarmıha gerildiğine yer verilmektedir. Yine Barnaba İncil'inde Hz. İsâ (as): "Ben bütün yeryüzündeki kabilelerin beklediği Mesih değilim." (Barnaba İncili, Fasıl 96; Cümle, 12) demektedir. Hz. Muhammed'in (asm) bizzat ismini söyleyerek "Muhammed, Arab yarımadasında zuhur edecek, putları ve putlara tapanları te'dib edecektir." (Fasıl, 163; Cümle, 7) demektedir.[10]