.
CHP muhalefete hazırlanıyor!
31.1.2016 - Bu Yazı 178 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
CHP’nin 1950 seçim yenilgisini takiben, partinin yeni genel sekreteri Kâsım Gülek’e gelen öneriler ve tavsiyeler kabarık sayılabilirdi. Bu vesileyle biz de kimlerin o sırada CHP üyesi ve yöneticisi olduğunu öğrenebiliyoruz. Meselâ; Uluğ İğdemir de, partisinin seçim yenilgisinin ardından, Gülek’e yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Kurulduğu günden beri üyesi bulunduğum CHP’ye olan bağlılığım hiçbir zaman eksilmemiştir ve eksilmeyecektir. Türk milletinin ve Türk vatanının CHP’nin benimsediği prensiplerle kalkınacağına inanmış bulunuyorum.”
DİYARBAKIR SES VERİYOR
Diyarbakır’dan Şeref Uluğ da, görüşlerini genel sekretere bildirmişti. Ona göre; seçimin kaybedilmesi hayırlı bir sonuçtu; çünkü, “mazhar olduğumuz bu kadar iyi şartlara rağmen seçim neticesinin bu derece menfî tezâhür etmesi” CHP’yi sıkı önlemler almaya zorunlu kılacaktı. Parti artık “elele” vermek zorundaydı. Şeref Uluğ’a göre; halkın içinde toplanan gaz boşal”mıştı. Dahası, Demokrat Parti, öyle vaatlerde bulunmuştu ki; “imkân hududu dahilinde başarılı olsalar dahi, hudutsuz vaatlerine göre” başarılı olmaları çok güçtü.
“ÇOĞUNLUK ALEYHİMİZDE”
Mektuptaki sarsıcı cümle buydu işte… Peki, ama bu durum nasıl değişebilirdi? Artık ‘demokrasi’ işliyordu diyecek olan varsa eğer; onun da sakıncaları mektupta vurgulanmıştı. Beraber okuyalım isterseniz: “Demokrasi denilen heyûla, bizde asıl kitleyi, köylü ve amele halkı, anarşiye doğru sürüklüyor; devlet otoritesi sarsılıyor; memurlar tereddüt içinde bocalıyor; her şeye seyirci kalıyorlar ve bu hâl, umumî emniyeti, umumî aşayişi tehdit” ediyordu. Yeni iktidarı bekleyen âkıbet buydu işte: “Bir parti ne kadar başarılı olursa olsun; umumî emniyeti tesis edemedi mi; devlet otoritesine sahip kalamadı mı; halkın çok büyük bir kısmının inkisarı ve muhalefeti ile karşılaşır ve her şeyi kaybeder”di. Uluğ, ‘dinin siyasete âlet edilmesi’nden de şikâyetçiydi. Fakat genel asayişte görülen sorunlar muhalefete yaramaya başlamıştı. ‘Yoksa’, diye devam ediyordu mektup sahibi; “Arapça ezan okutmanın yarattığı çok iyi hava, bizi kımıldayamaz hâle getirmiş; bizi yere sermiş, onları üstün sempatilere erdirmiş idi.” Dahası; “Hicaz’a gidecekler için duvarlara asılan afişler de, Demokrat Parti lehine kaydedilmekte”ydi.
Her ne ise, Uluğ’un gözünden bir analiz yapacak olursak; CHP’nin Demokratların erimesinden dolayı sevinmeleri için önemli bir neden de yoktu; çünkü, bu takdirde, Uluğ, yeni iktidar seçeneğinin, CHP değil, Millet Partisi olacağını yazıyordu! Çünkü; “bu halkın bizi tekrar işbaşına getirmeye şimdilik niyeti yoktu.” Neden diye soracak olanlar varsa; onun da yanıtı hazırdı doğrusu: “Bize dinsizler yaftası yapıştırılmıştı.”
Uluğ, mektubunda, CHP’nin dezavantajlarını sıralarken, şöyle tesbitler de yapıyordu: “Bize ‘siz iktidar mevkiine gelirseniz, şeflik teessüs eder’ deniyor ve bizden bu düşünce ile de sakınılıyor. ‘İsmet Paşa’yı bir kere aldattık; elinden koparacağımızı kopardık; bu tekerrür edemez’ deniyor.”
YAKLAŞAN SEÇİMLER
Bu sırada yerel seçimler yaklaşıyordu ve CHP, bu seçimlerde iktidara karşı güçü bir konum almak niyetindeydi. Ama nasıl? Uluğ’un mektubu bir saptama ve tavsiye ile bitiyordu: CHP, “hasep ve neseb”i bir yana bırakarak, partiye bağlı kişileri tercih etmeliydi. Yoksa, “midesi” ya da “koltuğu” ile partiye bağlı olanlardan ümit yoktu! Bu takdirde; “istikbalimizden ümit kesmek lâzım gelir”di!
Seçim kaybına sevinenler
CHP’de 1950 seçiminin kaybedilmesine sevinen partililer de vardı. Diyarbakır’dan parti yönetimine mektup gönderen Şeref Uluğ şunları yazıyordu: Eğer CHP, bir dönem daha iktidarda kalmayı başarsaydı; bu takdirde, “eski gaflette ve eski âhenksizlikte” devam edilseydi, “partice halimiz nereye varırdı”; belli değildi. “Halkta aleyhimize bu kadar sabit fikirlilik yerleşmiş olduğuna göre; kimbilir belki de çok kötü vaziyetlerle” karşı karşıya kalınacaktı.
Tarafsız Türk Tarih Kurumu’nda ateşli bir CHP’li...
1950 seçim yenilgisinin ardından CHP’lilerden parti yöneticilerine görüş ve öneri mektupları gelmeye başladı. CHP’nin neferi olduğunu söyleyen Uluğ İğdemir, böylesi bir mektubu yazdığı sırada; Türk Tarih Kurumu Başsekreteri ve CHP Bahçelievler bucağı başkanı idi! Evet, Türk Tarih Kurumu, ‘her türlü ideoloji ve politikadan arındırılmış bir ilim ocağı”ydı! Hiç kuşkusuz!
.
CHP ‘propaganda bürosu’nun önemini keşfediyor!
7.2.2016 - Bu Yazı 212 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Seçimin hemen ardından daha yaz aylarının ortasında CHP Genel Sekreterliği, partinin “etüd ve propaganda bürosu”nun faaliyetlerini genişletmeye karar vermişti. “Ne yapmalı?” sorusuna verilecek yanıtlar içinde bu da vardı.
Seçimin kaybedilmesinin ardından CHP merkezi bir atılım içine girmeye karar vermişti; “etüt ve propaganda bürosu” bu alanda önemli bir merkez olacaktı. Ancak büro yeni yeni kuruluyordu. “Bu nevi işlerde henüz yeni olmamız; parti merkezinde şimdiye kadar böyle bir servisin ademi mevcudiyeti” raporda vurgulanan bir noktalardı. Velhasıl “büronun henüz kuruluş devresinde bulunması”, hazırlanan notların da yetersizliğine neden olmuştu.
‘TAHAMMÜLSÜZLÜK’
24 Temmuz 1950 târihli bu raporda bile ancak temalara değinilmişti. Henüz alınması gereken çok yol vardı yani… Partililer, bu notların dışında, parti genel başkanının kurultaydaki konuşmasından, Ulus gazetesindeki yazılardan, hükûmet programının eleştirildiği Meclis görüşmelerinden de hayli yararlanmak gerekirdi.
CHP’nin ilk savunma hattı; yeni iktidarın “kendisine kuvvetli bir muhalefet yapılmasından hoşlanmadığı” fikriydi. Seçim sonrasında milletvekili tutanaklarının Mecliste görüşülmesi süresince iktidar bu anlayışını açıkça göstermişti. DP milletvekillerinin tutanaklarına yapılan itirazlar göz ardı edilirken, muhalefet milletvekilleri için soruşturmaya yeltenilmişti.
Raporda; iktidarın “tenkitten serbest ve efendice münakaşadan ve hatta bizzat muhalefetin mevcudiyetinden hoşlanır görünemekte” olduğundan söz ediyordu. Elbette raporda; bu saptamanın nedenlerine de değinilmişti: Buna göre; hükûmet programının “gereği gibi tenkidine” imkân verilmemişti. Başbakan, eleştirileri, iktidar partisine verilen oyların sâhiplerine yönelik bir “tecâvüz” olarak nitelemiş ve böylece muhalefetin eleştiri hakkını tanımadığını ilân etmişti. O kadar ki, bazı iktidar gazetelerinin başyazarları, CHP’ye savunma hakkı tanınmaması gerektiğini bile ileri sürmüşlerdi
“İFTİRA REJİMİ”
Raporda, yeni iktidarın taktikleri de şöyle sıralanmıştı: DP iktidarı “gedikten sonra, zamana kadar halk kitleleri arasında sinsi sinsi yapılan iftira ve tezvirleri açığa vurararak, muhalefeti baskı altında bulundurmak ve susturmak istemişti.” “Son üç aylık devre zarfında iktidar ve taraftarlarının Mecliste ve gazetelerde bu memlekette dün ve bugun hizmet etmiş insanları, halkın nazarında düşürmek, şerefli insanları sindirmek için ortaya attıkları çirkin isnatlar, kendileri hesabına yüz kızartıcıdır.” CHP’ye göre; iktidar muhalefete sadece iftira ediyordu.
Raporda dikkat çekci olan bir nokta daha vardı; o da, iktidar değişikliğinden hemen sonra DP’nin devlet kadrolarında önemli değişikliğe gitmesiydi. Parti görüşü ile devlet memurları görevlerinden uzaklaştırılıyor; böylece hizmet kadrosu daraltılıyordu. Böylece devlet kadrosunda bir huzursuzluk başlamıştı. Tasfiye hareketinin erede duracağı da belirsizdi.
Raporda; DP iktidarının hazırlıksız işbaşına gelmesinin en önemli kanıtı olarak da; aradan geçen üç ayda “hiçbir esaslı icraata muvaffak” olunamamış olması gösteriliyordu. Oysa vatandaşlar, “artık demagojik jest ve sözler değil, derhal müsbet icraat” bekliyordu.
‘DOĞU’DA HAREKET’
Bir önemli nokta da; “doğu kalkınması”ydı. Kaleme alınan raporda, “doğu illerinin çeşitli tarihî sebeplerden ve zaruretlerden dolayı yurdun diğer bölgelerine nazaran geri kalmış olduğu bir hakikattir” deniliyor ve ardından zamanında CHP iktidarının bu alandaki katkısı da şöyle dile getiriliyordu: “Memleketin her köşesine gösterilen hususî bir itinanın, yalnız bu illerin kalkınması bakımından değil, yurdun bütünlüğü ve millî şuurun perçinlenmesi bakımından yerinde ve zarurî telâkki edilmiştir.” CHP, hükûmetin programında bu alanda gördüğü boşluğu dile getirmişti.
Rapor gerçekten de hayli kısa tutulmuştu. Bir bütünlükten yoksun olduğu gibi, geleceğe yönelik bir muhalefet stratejisini de içermiyordu. Adeta günlük olayların bir aksinden ibaret sayılırdı. Hayli ezbere bir muhalefet söyleminin ilk adımları bile sayılabilirdi. Kapsamlı, tutarlı, iç bütünlüğe sahip, partinin ana görüşlerini her fırsattan istifade kamuoyuna sunan bir propaganda anlayışından çok uzak bir görüntü veriliyordu.
YA DÖRT YIL ÖNCE DURUM NASILDI?
Şimdi de 1946 yılı sonuna dönelim ve CHP Genel Sekreterliği için partinin basın yayın işleriyle ilgili olarak hazırlanan bir rapora göz atalım… İlk saptama; İstanbul gibi en önemli merkezde partinin propaganda vasıtası olan gazetelerin azlığı ve tesir sahasının” da sınırlı oluşuydu. Parti, İstanbul’da muhakkak bir basın kuruluşu oluşturmalıydı. Bir matbaa hemen satın alınmalıydı. İstanbul’da biri sabah, diğeri akşam olmak üzere iki gazeteye ihtiyaç vardı.
Bu arada, Tanin gazetesi elden geçirilmeliydi; bu haliyle ayakta kalmasına artık imkân yoktu. “Tanin, ciddî bir parti gazetesi haline gelebilir”di. Akşam, Son Telgraf, Vakit, Gecepostası ve Birlik gazetelerine partice yardım yapılmalıydı. Parti örgütünün bu gazetelere aboneliği sağlanmalıydı. “Akbaba İstanbul’da çıkmalı”ydı. Ayrıca, İstanbul’da haftalık siyasî ve fikrî sahada aydın muhitlere neşriyat yapacak bir mecmua” çıkmalıydı. Uus’un Ankara’daki tekel konumu bozulmuştu.
Dahası; Karagöz gazetesi “partinin malı”ydı; fakat Sedat Simavi’ye sözleşme ile devredilmişti. Ancak “bu gazete partiye taraftar neşriyat yapmak şöyle dursun, kapalı şekilde karşı partilerin propaganda saha ve tesiri altında bulunmakta”ydı. Bu edenle aradaki sözleşmenin feshine ve gazetenin Ankara’da yeniden yayınlanmasına gerek vardı. Yurt gazetesi Tarım bakanlığına devredimişt ve bu nedenle de parti bir “köylü gazetesi”nden mahrum kalmıştı. Karagöz gazetesi haftada iki kez bir “halk gazetesi” olarak yayınlanmalıydı. CHP’nin basın ve yayın alanındaki propaganda faaliyetinin iktidar döneminde bile organize edilemediğini açıkça görüyoruz.
.
İttihat ve Terakki Cemiyeti CHP’ye sesleniyor
13.2.2016 - Bu Yazı 271 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Elbette cemiyetin kimselere seslenecek takati yoktu! Ama onun içinde yıllarca birlikte hemhâl olan isimler; içinde bulunulan siyasî şartları analiz ederken; hep ‘o günler’e referans vermeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Ohrili Eyüp Sabri Akgöl’ün mektubuna göz atmaya ne dersiniz?
Ohrili Eyüp Sabri (Akgöl), İttihat ve Terakki Cemiyeti tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır. İkinci Meşrutiyet’in ilânındaki Resnei Niyazi Bey’le gerçekleştirdiği eylemler, tarih kitaplarının vazgeçilmez öyküleridir. Hem İttihatçı idi, hem de Teşkilâtı Mahsusacı… Yani dönemin en tipik siyasî özelliklerini bağrında taşıyordu. Birinci Meclis’te yer aldı; sonra İzmir suikastına adı karıştı; yargılandıysa da beraat etti. 1935-1950 yılları arasında hep milletvekili olarak Meclis’te bulundu. 1950 seçiminin adından birkaç hafta sonra öldü. Şişli’de Abidei Hürriyet’te gömüldü. Bence oraya gömülmeyi hak etmiş isimler arasında yer alıyordu!
EYÜP SABRİ’NİN GÖRÜŞLERİ…
Eyüp Sabri, 1946 yılının son günlerinde İsmet İnönü’ye yazdığı mektubunda; günün politik meselelerine ilişkin görüşlerini aktarıyordu. Şimdiye kadar yazmamasının tek nedeni vardı; o da, ‘haddini aşmamak’ endişesiydi. Ancak ülkede ve halk arasında gördüğü “keşmekeş” nedeniyle yazmak zorunda hissetmişti. Eyüp Sabri’ye göre; “halkımızın bu türlü teşkilât ve tedabirden pek de intbah kesbetmeyeceği İttihat ve Terakki zamanında geçirdiğimiz acı günlerdeki tecrübele
Eyüp Sabri, “bu nâhoş vaziyetin ise en ziyade İstanbul muhit ve etrafındaki halkın harekâtında mütekasif bulunduğunu” görmekle üzülüyordu. Ama o zaman da kulağına zamanında Talât Paşa’nın nasihatleri geliyordu. Şöyle ki; “Merhum Talât Paşa’nın bize verdiği ders ve terbiyede ve hassaten İttihat ve Terakki Partisi itibar ve haysiyetini kaybettiği ve sukût ettiği zamanlarda bize nasihati şöyle idi: ‘Çocuklar; münevver tabakayı bırakın; halk ve köylüyü zehirletmeden, onları tenvire gayret edin ve ikâz edin’ diye emreder ve halkla temasızımı artırırdı. Münevver tabaka ile teması da, merhum Ziya Gökalp ve merhum Abdullah Sabri gibi ilim ve malûmat sahipleri sevk suretiyle temin ve icabı veçhile tenvirlerine sayü gayret ederdi.”
Eyüp Sabri, mektubunda meselenin sanıldığından daha mühim olduğunu belirtiyordu. O; CHP’de “münevver ve eşhası mümtaze mebzulen mevcut ve lâzım gelen telkinatı gençlere aşılayacakları derkâr ise de; halkımızın kısmı azamı köylü ve nimeti maariften henüz tamamiyle bilen; anlayan olmayıp; bilhassa İstanbul vilâyeti halkının büyük bir kısmı da, konferans gibi müsehebattan henüz istifade ve lezzet bulamayacak derecede bir tabaka halinde bulunduklarından, bunların irşadı ve iyi bir mecraya sevki için ancak kendileriyle hem âhenk ve hem dert olabilecek nabzı gir ve hâl aşina kimseler tarafından mümkün olabileceği ümidi kavisindeyim.” diyordu.
NE YAPMALI?
Eyüp Sabri, sorunun yanıtını da veriyordu; ona göre; özellikle İstanbul’da “tehlikeli mıntıka” olarak nitelediği Balıkpazarı ve ona benzer yerler için önlem alınmasından yanaydı. Şöyle yapılacaktı: Parti, “münevver tabaka ile uğraşır ve onların tenvir ve irşatları ile meşgul” olacaktı. Bunun yanında, CHP ile hiçbir ilişkisi bulunmayan, fakat “talimatları”nı doğrudan İçişleri Bakanlığı’ndan alacak olan yeni bir teşkilât kurulacaktı. Şöyle ki; “bu işi İstanbul’da tedvir edecek zevat, bütün İstanbul muhitinde kaza ve köyler halkınca iyi tanınmış kimseler olacaklarından, adeta halka nasihat edeceklerdi. Parti tarafından da memur edildiklerini hissettirmeyeceklerdi.” Böyle bir teşkilât için ilgili kişilerin geçimlerinin de sağlanması gerekiyordu ama… Eyüp Sabri, böyle bir teşkilâtın başarılı olabilmesi için, İçişleri Bakanının uygun göreceği kişiye talimat vermesinin yeterli olacağından söz ediyordu. Unutmamak gerekir ki, “biz vaktiyle Rumeli’yi beş on bin altını fedadan kaçındığımız için aybetmiş”tik! Bu hata unutulmamalıydı. “O vakit merhum Talât Paşa, Arnavutluğun şimal kısımlarını, ezcümle Debre, Kosokva ve İşkodra vilâyetlerindeki rüeasayiahaliyi dealeti acizi ile meşrutiyet hükûmetine ve İttihat ve Terakki Partisi’ne ısındırmış ve onların sadakatlerini temin etmişken; merhum Hacı Âdil Bey, -o vakit Dahiliye Nazırı idi- müşarünileyh daha açık ve zıt bir politika takibi suretiyle, bir takım rüesanın aleyhimize dönmesine sebebiyet vermişti.
BİR MEKTUBUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Acaba Eyüp Sabri’nin tavsiyeler uygulandı mı? Bilmiyoruz; ama uygulandığını ilişkin bilgimiz de bulunmuyor. O sırada İsmet İnönü’ye bu yönde gelen mektuplar muhtemelen çok fazlaydı. Ve muhtemelen çoğu okunup kaldırılıyordu. Yine de Eyüp Sabri’nin mektubu bize çok şey anlatmaktadır. İttihatçı kadroların yalnızca ismen değil; fakat siyasî ruh olarak da 1946 yılında bile dimdik ayakta kaldığını bize âdetâ kanıtlamaktadır. “Eski günler”i siyasî kadronun büyük kısmı bilmekte ve hatırlamaktadır. İttihatçılık, ruhen yaşamakta olduğunu ve kadroları ile, zihniyeti ile geçmişi ve o geçmişi bugüne bağlayan her şeyi ile ayaktadır. Talât Paşa bile ‘aramızda dolaşmakta’dır. Onun siyasî mücadele anlayışı, 1946 senesinde CHP’ye yön verebilecek haldedir. Ve Talât Paşa’nın tavsiyelerinin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye aktarılmasında da bir gariplik görülmemektedir! İttihat ve Terakki’nun ruhu, CHP’de bütünüyle yaşamaktadır!
.
Bitmeyen Halkevleri meselesi
20.2.2016 - Bu Yazı 152 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Tek-parti döneminde böyle bir mesele elbette yoktu; mesele; partiler rejimine geçilince, DP kurulunca başladı. Halkevleri, kimindi? Eğer CHP’ninse, Halkevleri’ni yaratan fon nereden gelmişti? Kamudan gelmişse, Halkevleri nasıl CHP’nin olabiliyordu?
CHP açısından da sıkıntılı bir durum doğmuştu doğrusu… Bir yandan, kendi yarattığı bir kurum vardı elinde ve Halkevleri, CHP’nin malıydı. Böylesi geniş bir örgütlenmeyi partinin elinin tersiyle itmesi çok güçtü. Fakat DP’nin itirazlarına karşı argüman üretmek de kolay değildi. CHP, önce topu ortada dolaştırmayı tercih etti. Elbette Halkevleri partinindi, partinin idaresindeydi; ancak herkes bu kurumdan yararlanabilirdi. Bu savunma hattı, elbette uzun ömürle olamazdı. Sonunda CHP bir karara varmak gereğini hissetti ve bu konuda pek çok rapor hazırlandı.
“KÜLTÜR YUVALARI”
1946 yılından sonra hazırlandığı belli olan, fakat maalesef kesin tarihini bilemediğimiz bir CHP raporunda; Halkevleri “kültür yuvası” olarak nitelendirilmişti. Nitekim Halkevleri idare ve teşkilât talimatnamesinin ilk maddesinde; Halkevlerinin CHP’nin altı oku ilkeleri uyarınca faaliyette bulunması öngörülmüştü. Halkevleri, buna göre, tüzel kişiliği olmayan ve CHP içinde yer alan kuruluştu.
Peki bu aşamada ne gibi formüller vardı? Raporda bunlar şöyle özetlenmişti: (a) Halkevleri ile odaları CHP’den ayrılarak, tüzel kişiliğe sahip bir kurum haline getirilebilirdi; (b) “Halk terbiyesi veya buna benzeyen bir adla Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlamak”; (c) “İller emrine vererek, her yerin kendi özeliğine göre idaresini temin etmek…”
Raporda; Halkevlerinin CHP’den ayrılmasına hiçbir partilinin rıza göstermeyeceği açıkça belirtiliyordu. Bu durumda ilk seçenek uygulanmayacaktı. İkinci seçeneğe gelince… “Tek-parti ve hükûmet halinde çalıştığımız zamanlarda her işte olduğu gibi kültür alanında da Halkevleri ve odaları, hükûmetçe yapılan ve yapılmakta olan işlerde katılmakta ve hükûmet işlerine yardım etmekte ve tamamlamakta idi.” CHP, artık yalnızca politika işleriyle ilgileneceğinden; Halkevlerinin sosyal çalışmalarının devri akla gelen bir ihtimaldi. Ancak raporda bu seçenek de elenmişti. Parti, sosyal etkinliklerle de yakından ilgilenmeye devam etmeliydi.
BİNALAR CHP’NİN…
Raporda, bütün seçenekler elendikten sonra, Halkevlerinin CHP’de kalmasının en doğru yol olduğuna değiniliyordu. Ancak, bazı faaliyetlerinin hükûmete devredilmesi düşünülebilirdi: “Spor ve yardım, köycülük kollarımızın çalışmalarından hükûmetçe madde olarak ele alınan ve devlet işlerine taallûk eden kısımları, hükûmet faaliyetine terk etmek yerinde olur”du.
Halkevlerinin tüzel kişiliği bulunmadığından, Halkevlerine ait olan bütün taşınmazlar CHP adına tapuya tescil edilmişti; yani bunlar partinin malıydı. Ama mülkiyet sorunu karmaşıktı. Çünkü; “inşaat masraflarının tamamen veya kısmen merkezden verilmesi ve parti bütçesine de hükûmetin yardım etmesi ve bir kısım masrafa da halkın iştirâk etmesi; binalarımızın mülkiyeti hakkında tartışmalara yol açmaktaydı”ydı. Hakevleri’nin masrafları şimdiye kadar şuradan karşılanmıştı: (a) merkezden yapılan yardımlar; (b) özel idareden alınan ödenekler; (c) belediyelerden alınan ödenekler… Yapılan hesaplara göre; Halkevlerine kuruluşundan 1945 yılı sonuna kadar; merkezden 7 milyon 645 bin lira; 1939 yılından 1945 yılı sonuna dek özel idarelerden 6 milyon 300 bin lira; ve belediyelerden de bir milyon 736 bin lira aktarılmıştı. Toplam maliyet 15 milyon 688 bin lira idi.
Rapora göre; özel idarelerin ve belediyelerin 1939 yılından önceki para aktarımlarını saptamak mümkün değildi. Diğer yandan, Halkevlerinin ve odalarının kendilerinin sağladıkları gelirleri de saptamak imkânsızdı. Ama bu gelirlerin çok büyük bir kısmı merkezden yapılan yardımlardı.
Halkevleri ve gelir temini konusu
Halkevlerinin hiçbir şekilde kendilerine varidat temini ile meşgul olmayacağı hakkında koyduğu prensip, bu kurumların gelir temini düşüncesinden uzaklaştırmış ve bağlı bulundukları merkezlerin vereceler ödeneklere göre çalışmalarını sağlamaya mecbur bırakmıştı. Bu madde sonradan değiştirilmişti. Artık gelir teminine çalışılıyordu.
Yanıtı için çok geç bir soru
CHP’nin Halkevleri tartışması raporuna göre raporuna göre; “Tartışmalarda Halkevleri ve odalarının mülkiyeti ile bunlardan istifade etmek şekilleri birbirine karıştırılmamalı”ydı. O halde nasıl bir formül uygun düşerdi sorusuna da şöyle bir yanıt veriliyordu:
“Partimiz hükûmetlerinin kendi partisine ve hele Halkevlerinde olduğu gibi temin ettiği faydanın münhasıran kendi mensuplarına ait olmayıp, parti kayıtlarından azade olarak bütün yurttaşları ayırt etmeyen bir kuruma yardım etmesinde gayri tabiîlik ve kanunsuzluk düşünülemez”di. Binaların mülkiyeti CHP’de kalmaya devam etmeli; bu arada; “Halkevleri idare ve teşkilât talimatnamesinin ilk maddesinde yazılı olduğu gibi; Halkevleri CHP’nin 6 Oku ilkeleri doğrultusunda çalışmalarına devam etmeliydi. Sonuçta; “bu düşünceye göre; Halkevleri ve odaları parti gayretlerine düşmeden halkın evidir denilmesinde endişe edilecek bir cihet yoktu.” CHP de, Halkevlerini “birer politika merkezi haline getirmeye” izin vermemeliydi. Hali hazırda 4.523’ü bulan Halkevlerinin parti içinde çalışmaya devam etmesi en uygun yöntemdi. Bugünden geriye dönüp bakıldığında; sormadan edemiyor insan; CHP, seçimi kaybetme ihtimaline karşı, 1950 öncesinde acaba Halkevlerini devlete bağışlamış olsaydı; DP iktidarında Halkevleri, bambaşka bir formül altında sür(dürül)ebilir miydi acaba? Acaba Halkevleri, meselâ Kültür Bakanlığı’nın çatısı altında hâlâ ayakta kalabilir miydi? Ve acaba sosyal ve kültürel bakımdan yeni bir ivme kazanmak mümkün olabilir miydi? Acaba Halkevleri yalnızca günlük politikanın gadrine mi uğradı? Yanıt için maalesef artık çok geç
.
Başarısız bir ‘ihtilal’ daha var
28.2.2016 - Bu Yazı 182 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
22 Şubat’ın yıldönümü de sessiz sedasız geçiverdi yine... Hatırlayan çıkmadı gibi... Oysa az daha bir “devrim”imiz daha olacaktı. En iyisi darbenin lideri Aydemir’e kulak vermek...
22 Şubat 1962 darbe girişiminin lideri Albay Talât Aydemir’in anıları yıllar önce yayınlanmıştı (Kitapçılık ticaret limited şirketi). 1968 yılında... Geçtiğimiz yıllarda çok daha kapsamlı bir şekilde yeniden yayınlandı (Yapı Kredi Yayınları 2010). Kendi deyimiyle bir “ihtilalci”nin anılarını, aradan geçen bunca olaydan sonra okumak gerçekten ilginç oluyor. Bu anılar aslında ‘içeriden’ bir anlatımla dönemin darbeci subaylarının haleti ruhiyelerini açığa çıkarmak bakımından da çok önemli...
27 Mayıs öykülerinin en göze batıcı tarafı; askerî darbenin DP iktidarının en son safhasında hazırlandığına dair anlatımdır. Halbuki daha o zamanlar bile darbenin hazırlanma sürecinin çok daha eskilere dayandığı biliniyor ve anlatılıyordu. Hatta yazılıyordu da... Fakat siyasî propaganda da bu nokta adeta atlanıyor ve DP iktidarının özellikle 1960 yılındaki tutumu ön plana çıkarılarak, öykü tamamlanmaya çalışılıyordu. Oysa mesele bu kadar basit değildi elbette... Aksine darbe, darbecilerin ağzından ve gözünden anlatılmalıydı. Meselâ, Aydemir’in anıları bu konuda iyi bir örnektir.
SİYASET VE ASKERLİK
Evet, Aydemir de ‘siyaset’le ilgilenmiyordu; şöyle yazıyor anılarında: “Bir asker olmam dolayısıyla hiçbir zaman siyasetle uğraşmayı ve sonunda siyasî hayata atılmayı düşünmedim.” İyi, şimdi de onun ‘siyaset’ten ne anladığını öğrenmeye çalışalım; çünkü şöyle devam ediyor: “Yalnız bir kurmay subay olarak memleketin iç ve dış politikasını da daima yakından takip ettim.” Şimdi bu iki cümlenin ard arda gelişinin yarattığı şaşkınlığı ve çelişkiyi bilmemki uzun uzun anlatmama ihtiyaç var mıdır? Aydemir’in ‘siyaset’ten anladığı şey tam olarak nedir? İkinci cümle bunu anlatıyor sanırım... Sanırım ‘ihtilalciler’in gözünde ‘siyaset’le kast edilen şey, politikacılıktan ibarettir. Yani politikacıların alanında olan siyaset ile ikinci cümlenin anlattığı siyaset arasında önemli bir ayrım söz konusudur; bu dünya görüşü içinde... Aydemir’in yazdığı gibi; “Memlekette arzu edilen demokrasi idaresinin yerleşmesini canı gönülden arzu ediyordum; bunun için ekseri düşüncelerimi bu istikâmete tevcih ediyordum.”
AYDEMİR DE DP’Yİ TUTUYORDU
Hayır, şaşırtıcı değil; o sırada pek çok küçük rütbeli subayın eğilimi zaten buydu. İktidardaki CHP’ye karşı DP’ye sempati göstermek, ordunun alt kademeleri açısından yaygındı. Ama bu eğilim hızla değişecektir. Aydemir açısından çok daha erken bir tarihte değişecektir. Henüz 1954 yılında! Yani DP daha ‘altın dönemi’ tamamlanmamışken! Yine onun yazdıklarından bunu anlıyoruz. Aydemir, DP iktidarının sadece ikinci yılında “ümitlerinin kırılmaya başladığını” bize aktarıyor anılarında... Onun açısından ‘başlangıç çok iyi”ydi; fakat aradan yıllar geçtikçe istikâmet değişmeye başlamıştı. Daha 1954 yılında Genelkurmay Başkanlığı’nda çalışmaya başladığında, Aydemir artık eski görüşlerini değiştirmiştir. Fakat onun düşüncelerini paylaşan pek az subay olduğunu biraz da şaşkınlıkla ve üzüntüyle görür ve anlar. Şöyle yazıyor: “Karargâhta bu ruhu anlayan çok az insana tesadüf ettim.” Sadece askerler mi böyleydi diye soracak olursanız, hemen yanıtını da vereyim; hayır siviller de böyleydi. “Hiçbirisi memleket gayesiyle çalışmıyordu.”
TARİHÎ KARAR
Ve Aydemir karara varır: “Kendi kendime karar verdim. Bu memleketin gidişatı gidişat değildir.” Bu karara “bir münevver olarak, bir kurmay subay olarak” varmıştır. Burada biraz durup soluklanalım isterseniz... Osmanlı-Türkiye modernleşme tarihinde ‘aydınlar’ın ve ordunun rolünün tarihsel bir uzantısı ve tekrarı ile yeniden ve yeniden karşılaşıyoruz işte... Bu aşamada Aydemir geldiği nokta şudur: “Düşüncelerime yakın düşünen arkadaşlarla işbirliği yaparak iktidarda bulunan partinin Türk ordusunu ihmal ederek, düşürdüğü bu kötü durumdan kurtarma çarelerinin neler olabileceğini ve ne şekilde hareket edilirse, bu vaziyete bir son verilebileceğini planlamaya başladım.”
Ona göre, yeni bir anlayışla yetişen kurmay subaylara ihtiyaç vardı ve kendisi bunlar arasında en önde bulunuyordu.
Daha 1956 yılında cuntanın çekirdek kadrosu oluşturulmaya başlanmıştır bile... Ama Aydemir’in planı sadece orduda yapılacak bir ıslâhatla sınırlı değildir, daha o zaman bile... Şöyle anlatıyor: “Ben o zaman ilerisi için tasarlanan bütün planlarımı hiçbir surette açmadım.” Neydi bu planları diye sorulmaya değer...
YENİ BİR CEREYAN
1956 ve sonrasında orduda yeni bir “cereyan” belirmişti. Aydemir anılarında bunu şöyle açıklıyor: “Herkes aşağı yukarı bizim düşündüğümüz esaslar dahilinde birleşmeyi, işbirliği yapmayı arzu ediyordu ve beni eskiden beri tanıyan birçok arkadaşlarımdan teklifler alıyordum.” Demek ki, daha bu sırada bile ordu içinde çeşitli örgütlenlmeler vardı ve belki de değişik gruplar birbirlerine, o zamanki deyimle ‘kanca’ atmaya çalışıyorlardı.
İHTİLAL KARARI
İhtilale 1957 yılında karar verilmişti bile... Aydemir bunu açıkça yazıyor. “İcab ettiği takdirde bir hükûmet darbesi yaparak idareyi ele almak” gerekiyordu. Aydemir’in bütün yaşamı boyunca 27 Mayıs’ı aslında kendi eseri olarak görmüş bir asker olarak, darbeden hemen sonra Kore’deki görevinden geri dönme yolundaki girişiminden sonuç alamamış olması, onda belki de darbeden sonraki ilk hayalkırıklığını yaratmıştır. Aydemir’in 27 Mayıs’ta ülkeden uzakta olması, onun siyasal geleceğini tayin etmişti bir anlamda... İsterseniz onun satırlarından bu kenarda kalmışlık duygusuna da bir göz atalım: “O komiteye ilk kurulduğu günden beri sadakatle hizmet edenler üzerinden yoksa sünger mi çekilecektir? Bunu düşünmek bile istemiyorum.”
22 ŞUBAT’IN ÖZETİ
Aydemir için ihtilalin dışında kalması kabul edilemezdi: “Yakın arkadaşlarımdan alâka görseydim, hatırlansaydım, mektuplarıma cevap alsaydım, bu düşüncelere hiçbir zaman sapmazdım herhalde...” Özetlemek gerekirse; Aydemir’in bu ruh halidir ki, onu sonunda 22 Şubat’ta -Aydemir’e ithaf edebileceğim şekilde, ama benim formülümle- ’27 Mayıs ruhuna ihanet eden 27 Mayısçılara karşı gerçek 27 Mayıs ruhunu yaşatmak için gerçek 27 Mayısçıların eylemi’ olarak tarihe geçecek eyleme yöneltmiştir. 22 Şubat’ı işte böyle özetleyebilirim...
.
Sosyalistlerin hatırlamak istemediği tarih
5.3.2016 - Bu Yazı 189 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
12 Mart daha sık hatırlanıyor da; 9 Mart nedense sisler arasında kalmaya aday hale geldi. 9 Mart’ı destekleyen ‘devrimciler’ ve ‘sosyalistler’ açısından bu tarih, galiba bir an önce unutulması gerekenler arasına girdi bile...
12 Mart öncesinde ordu içindeki değişik cuntaların hazırlıkları tamamlanmıştı. 9 Mart’ta düğmeye basılacak ve ‘devrimci ordu gücü’ harekete geçerek iktidarı alacaktı. 9 Martçılar’ın beyin takımından Celil Gürkan da yıllar sonra anılarında bu günleri detaylarıyla anlattı. Onun anıları, her ne kadar 12 Mart muhtırasının ünlü Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un anılarına yanıt niteliği taşısa da, bizlere 9 Mart ile ilgili epey değerli bilgiler de verdi. 9 Mart’ı anlamak ve tanımak için Gürkan’ın yazdıkları neden yol gösterici olmasın ki?
“12 Mart’a Beş Kala” adını taşıyan anılarında daha sonra 12 Mart muhtırasının akabinde emekliye sevk edilerek ordudan tasfiye edilecek olan Tümgeneral Celil Gürkan, iktidara karşı ordu içindeki hareketliliği bütün açıklığıyla bizlere yansıtmaktadır. Elbette onun anıları da ordu içinde bir çeşit hesaplaşma olarak kabul edeceğimiz dönemi kapsamaktadır.
HAZIRLIKSIZ YAKALANANLAR
Eğer Gürkan haklıysa; 12 Mart muhtırasının sahibi olan cunta, aslında bu işe hazırlıksız girişmişti. Her ne kadar kendisinin de bu eleştiriyi getirdiği komutanlarla bir zamanlar birlikte olduğunu açıksa da; Gürkan’ın kendisini savunmak için kullandığı tek bir cümleyle yetinelim en iyisi: “Unutulmamalıdır ki; çıktığınız yolculukta yol arkadaşınızı seçme hakkına her zaman sahip olamazsınız.” Gürkan’ın bu satırı insanı gerçekten de hayretlere düşürüyor; çünkü, çıkılan yol, bir ihtilal, darbe, Gürkan açısından bir ‘devrim’ yoludur. Bu yolda elbette yolcuların özenle seçilmesi gerekir(di).
Gürkan’ın 12 Martçılar için yazdıklarını okuyunca, insanın aklına ister istemez, yeniden Albay Talât Aydemir’in yazdıkları geliyor. Çünkü, o da anılarında uzun uzun, başarısız 21 Mayıs 1963 darbesinden sonra çıkarıldıkları mahkemede, ‘yol arkadaşları’nın tutum ve davranışlarından duyduğu büyük hayalkırıklığını anlatmaktadır. Bu anıların okuyucuya kazandırdığı bir önemli husus da; başarısız kalmış her darbe girişiminden sonra, yenilgiye uğramış olan darbecilerin kendi içlerinde de ayrı bir hesaplaşmaya girişmek zorunda kalmalarıdır. Darbenin başırısız olması mı daha trajiktir; yoksa darbecilerin daha sonra kendi yoldaşlarına yönelik bu sert eleştirileri mi, karar vermek zordur.
ORDU VE POLİTİKA
Şimdi de Gürkan’ın ordu ve politika ilişkisine getirdiği yoruma bir bakalım: “Orduyu politika dışında tutabilirsiniz, ama içinden, bağrından çıktığı ulusun yaşantısını yönlendiren politik dalgalanmalardan etkilenmesini önleyemezsiniz. Bu, eşyanın doğasına da ters düşer.” Gürkan’ın bu satırları, bundan sadece birkaç yıl önce Talât Aydemir’in aklından geçenlere ne kadar da benziyor; hatta benziyor demek de yanlış olur; adeta tıpkısının aynısı! Onlara göre, iki tür politika var. Birincisi, siyasî partiler politikası; bu basbayağı âdi bir alan; fakat diğer politika öyle değil... Ordu, bu ikinci politika türü ile ilgileniyor. Ama ona politika denmiyor bu terminolojide...
DARBECİLİN YOLU
Gürkan’ın anılarında yanıtladığı sorulardan biri de, onun nasıl olup da darbeciliğe heves ettiğidir. Bunu samimiyetle anlatıyor. Ne olduysa 1950 seçimini izleyen dönemde olmuştu! Meselâ, “ne oldum delisine dönen bir parlamenter”, bir trafik polisini tokatlamıştı. DP iktidarı, İsmet Paşa ve CHP düşmanlığı üzerine dayanmıştı. Atatürk devrimleri inkâr edilmiş; “halk avcılığı” başlamıştı. İşte, orduyu “müdahale psikolojisine yönelten dürtünün ilk tohumları” bu sırada ortaya çıkmıştı. Gürkan, 27 Mayıs öncesindeki psikolojisini bize şöyle aktarıyor: “Türkiye radyolarında düzmece Vatan Cephesi’ne iltihak haberlerini dinleye dinleye artık tiksinti duyar hale geldiğim günlerde; karyolam üzerine yüzü koyun yatıp, kafamı karyoladan aşağı sarkıtarak, kanımın beynime hücumunu sağladığım ve ancak böylece uyuma olanağı bulduğum dönemleri bugün bile dehşetle anımsıyorum.”
12 Mart öncesinde de Gürkan benzer duygular içindedir: “Kaos eşikte, müdahale gündemde idi.” Bunun da nedeni, siyasî iktidarın kendisiydi. İktidar, “halkın özellikle de dar ve sabit gelirli kesimin ıstırap çektiği ekonomik sıkıntıları giderecek, gelir dağılımındaki adaletsizliği ortadan kaldıracak şekilde içtenlikli bir girişimde bulunmuyor”du. Dahası; “laikliğe karşı yöneltilen son derece sistemli saldırılar; iktidarın halkın dinini kullanmasına müdahale etmeme demagojisi ile rahatça gelişme ve yayılma olanağı buluyordu.
CUNTALARA DOĞRU
Gürkan, “bütün bu düşünceler”in kendisini “ ‘asker siyasetle uğraşmaz’ tekerlemesine sıkı sıkıya sarılıp”, “boş kuruntusuna kaptıran, sekter terfi ve atanma hesapları yapan, halkının ıstırabına karşı sağır ve dilsiz, tek kaygısı maaş kat sayısının kaça çıkacağını hesaplamak olan bir subay olmaktan sıyırıp; Atatürkçü dava uğrunda halkı ve ülkesi uğruna mevkiini, rütbesini feda etmeye hazır ve kararlı bir subay olmaya itmiş” olduğunu açıklıyor anılarında...
Bundan ötesi de vardır ama; cuntalara karışmak: “Ülkemin içine düştüğü bunalımlar karşısında; tamamiyle özgür iradem ile tavır almam gerektiğine karar verdim ve inandığım görüşleri paylaşan şerefli insanlarla birlik oldum.”
DEVRİM’İN HEDEFİ
Neydi diye soracak olursanız, Gürkan’ın yazdıklarından özetleyebilirim: “12 Mart öncesinin sıcak ve bunalımlı günlerinde, içtenlikle inandığımız Kemalist devrim anlayışını, 1970’li yılların koşullarına göre yorumlayıp uygulamak istiyorduk.” Devam edeyim mi? “Geçici bir yönetimle gerçek demokrasiye ulaşmak” istiyorlardı. Bu cümleden sonra; 9 Martçılar’ın hazırladıkları “devrim anayasası”na bir göz atanlar, herhalde gözlerine inanamayacaklardır. Devrim Konseyi’nin, Devrim Meclisi’nin ve nihayet Devrim Partisi’nin oluşturulduğu bir “geçici bir yönetim”; olsa olsa Albert Einstein’in zamanın göreli olduğuna ilişkin teorisinin doğruluğunu bize kanıtlayabilir!
.
Sıkıyönetim bildirilerini hatırlarken
13.3.2016 - Bu Yazı 142 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
12 Mart’ın da 45. Yıldönümü geldi işte... Kişinin kendi yaşantısından bu kadar uzaklaşmasına da şaşmaması mümkün değil doğrusu... 12 Mart ilk gençlik dönemimin karanlık bir anısı olarak adım adım beni izlemeye devam ediyor.
Biliyorum; 12 Mart sol açısından kâbustu. Daha 12 Eylül bilinmediğinden, bu sol açısından 27 Mayıs sonrasında gerçekten de başa gelen ilk belâ sayılabilirdi. Lâkin 12 Mart’ın sadece siyasete yön vermek istediğini düşünenler birazcık yanılırlar. Askerî darbe mantığını iyi anlamak bakımından askerî cuntanın topluma şekil verme arzusu, düşüncesi ve ısrarı, en iyi şekilde sıkıyönetim bildirilerinde kendisini gösterir. Zafer Üskül’ün ‘Bildirileriyle 12 Mart 1971 Dönemi Sıkıyönetimi’ kitabı, iyi ki yayınlandı (Tarih Vakfı Yurt Yayınları 2015). Aksi halde sıkıyönetimin genellikle akşam ajansının ardından radyoda okunan ve hâlâ kulaklarımızdan gitmeyen bildirileri sisler arasında kaybolup gidecekti.
DÜZENİ KORUYALIM VE BOZMAYALIM LÜTFEN
Elbette siyasî düzeni değil... Onu zaten koruyacağımızı biliyoruz da; korunması gereken başka şeyler de vardı. Meselâ; özellikle metropollerde oturan vatandaşların trafik konusundaki şikâyetlerinin sadece bugüne mahsus olduğunu düşünenler, tarihten hiç ders çıkarmayanlardır mutlaka! O zamanlar da trafik ciddî bir sorundu. Adana’da bile... O yüzden sıkıyönetim komutanlığı bu meseleye de el atmak ihtiyacını hissetmişti. Bundan böyle ilde trafiğin düzenli olarak akmasını sağlamak amacıyla dolmuşlar için indirme ve bindirme yerleri yeniden saptanmıştı. İlgili yerlere levhalar dikilmiş, durak ve park yerleri gösterilmişti. Dolmuşlar ancak bu levhaların olduğu yerlerde indirme ve bildirme yapabileceklerdi. Dolmuşlarda sigara içilmesi, pikap ve teyp çalınması yasaktı. Bunun gibi daha pek çok önlem...
ORMANLAR YURDUN SERVET KAYNAĞIDIR
Çevrecilerin çok hoşuna gideceğini düşündüğüm birkaç önlem bizzat sıkıyönetim komutanlığınca zamanında düşünülmüş ve uygulamaya konulmuştu bile... Komutanlık; ormanların son zamanlarda kişisel çıkarların ön plana alınması sonucunda vatan sevgisinden uzak kimseler tarafından tahrip edilmekte olduğunu saptamıştı. Sıcaklık artışı, ormanları yangına açık hale getirmekteydi. Bu nedenle; bundan böyle; ormanlara söndürülmemiş sigara atılması yasaktı. Ormanda ateş yakılmaması gerekiyordu. Tarlalarda anız yakılması yasaktı.
KANALDA YÜZMEK YASAK
Adana’da sık görülen bir uygulama da yasaklanıyordu; sulama kanallarında artan sıcaklar sonucunda küçük yaştaki çocukların serinlemek için kanal ve nehirlere girdiği görülüyordu. Ve maalesef hergün boğulma vak’alarına rastlanıyordu. Serinlemek için yapılan bu uygunsuz davranışların önü alınmak isteniyordu. Diğer yandan, zaten bu sular mikrop saçıyordu. Kısacası, nehir ve kanallara giriş yasaklanmıştı. Aksi hareketler, sıkıyönetim yasasına göre cezalandırılacaktı!
Elbette maçlarda görülen uygunsuz tezahürat da rahatsız kaynağıydı. Artık hakem ve oyuncular aleyhine kötü tezahürat yapılmayacaktı; yapanlara gelince; onlar güvenlik güçlerince stadlardan uzaklaştırılacaklardı. Sporculara da önemli görevler düşüyordu; onlar da, seyircileri tahrik edici hareketlerden uzak kalacaklardı. Kulüp yöneticilerinin görevlerinden biri de, işte bu tür uygunsuzlukları önleyici önlemleri almaktı.
İNTİZAM VE DENETİM SAĞLANACAK
Ankara sıkıyönetim komutanlığı da bu konularda aktif sayılırdı. Şişe ve damacanalar içinde satılan memba sularından bazılarına başkaca sular doldurulduğu anlaşılmıştı. Bazılarının da sağlığa zararlı olduğu saptanmıştı. Bundan böyle bu konuda belediyeler sıkı önlemler alacaklardı. Ayrıca, fırınların temizliğine, ekmeklerin kalite ve gramajına, ekmek nakil araçlarının ve ekmek bayiilerinin denetimine önem verilecekti. Kaçak et satanlarla mücadele esastı. Nitekim yapılan denetimler sonucunda uygun üretimde bulunmayan fırınlardan bazıları kapatılmıştı.
LAK-LAK’A SON!
Biliyorum, bunu gençler için açıklamam gerekecek... Lak-lak o sırada ortaya çıkan bir çeşit oyuncaktı. İki topun iple birbirine bağlanmasından oluşuyordu ve bir bilek hareketi ile toplar birbiriyle çarpıştırılıyordu. Biraz ses çıkıyordu; nedense gençler ve çocuklar arasında birdenbire acayip yayılmıştı. Fakat “yüzlerce aile reisi lak-lak oyunundan şikâyekçi” olmuştu. Bunların ısrarla satılması, satın alınması ve oynatılmasının yasaklanmasını istemişti. Bu talep karşısında sıkıyönetim; “sıhhî yönden sakıncalı olduğu tıp otoriteleri tarafından kabul edilen ve zararları bizatihi ebeveynler tarafından müşahade edilen bu oyunun, aynı zamanda çıkardığı gürültü itibariyle de halkımızı rahatsız etitği bir hakikatti.”
O halde; “çocuklarımız tarafından bu oyunun oynanması, onları derslerden uzaklaştırma veya ders yapmama durumuna sokma ihtimali de ayrıca bir sakınca teşkil” ediyordu. Sonuçta; “aile reislerinin ve öğretmenlerin birçok yavrularımızın yaralanmasına sebebiyet veren bu oyuncaklardan başka oyuncaklarla oynamaları için yavrularını ve öğrencilerini uyarmalarını tavsiye” eden sıkıyönetim komutanlığı; bir önemli sosyal meseleyi daha geride bırakmaktan dolayı muhakkak ki başarılı sayılmalıydı!
YAZARIN NOTU: 1945-1950 dönemini ayrıntılarıyla açıklamaya çalıştığım serinin beşinci cildi yayınlandı! Son cildi de yayınevine teslim ettim. Gelecek yıl toplam altı ciltte bir dönemin öyküsünü tamamlamış olmayı diliyorum. Meraklı okuyuculara duyurmak istedim.
.
Sadece donanmayla mı? Çok zor...
19.3.2016 - Bu Yazı 144 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Boğazların zorlanması ve Rusya’ya giden en kısa yolun bir an önce açılması; makul bir düşünceydi. Fakat boğazların yalnızca donanma gücüyle aşılabileceğini düşünenlere katılmayanlar da çoktu.
1915’den yaklaşık on yıl kadar önce de boğazların sadece donanmaya dayanarak zorlanması fikri akla gelmiş; ama bunun ‘çok tehlikeli’ olacağına karar verilmişti. Donanmanın, ne kadar güçlü olursa olsun; yanında kara gücü olmaksızın böylesi bir harekâtı başarabilmesine pek de imkân görülmemişti doğrusu... Savaşın çıkışından hemen sonra Osmanlı devleti boğazları kapattı. Osmanlı’nın savaşa katılmasının hemen ardından, daha 3 Kasım’da boğaz girişindeki yerler; Seddülbahir ile Kumkale itilâf donanması tarafından bombalandı. Bunun bir faydası olduğu söylenemezdi; fakat Osmanlı savunmasının güçlendirilmesine vesile oldu. Sadece birkaç hafta sonra Churchill, boğazlara bir saldırı plânı ile çıkageldi. Osmanlı’ya karşı bir saldırı için başkaca seçenekler de vardı. Fakat Ruslar da ısrarcıydılar. Rusya; yardım istiyordu. Hem de bir an önce...
ATILGAN BİR KİŞİLİK
Churchill, plânında ısrar etti. En önemli zırhlılar olmaksızın da itilâf donanması boğazları delip geçebilirdi. Bununla birlikte, İngiliz donanma komutanlarından pek çoğu, bu fikrin cazibesinden hayli uzaktılar. Bu operasyon gerçekçi değildi ve başarılı olması çok güçtü. Haritalar ve plânlar bir kez daha masaya yatırıldı. Donanma, ağır ateş altında hızlı bir geçiş yapabilirdi. Yeter ki, savunmanın sabit ve değişken topçu tabyaları zamanında imha edilebilsin ve boğaz geçişini asıl engelleyen mayınlar da kaldırılabilsin... 1915 yılının daha ilk günlerinde bu plân İngiliz savaş konseyine sunuldu ve yıldırım hızıyla kabul edildi.
Fransızlar da, Ruslar da bu harekâtı sevinerek kabul ettiler. Fransız donanması operasyona katılırken; Ruslar da bir gemiyle katkıda bulunacaklardı. Bu arada; bâzı İngiliz donanma komutanları, bütün bu olup bitene rağmen, plânın başarısı hakkında şüpheci tutum takınmaya devam ettiler. Sadece kuşkular değil; derin kaygılar da bu meyanda belirmeye başladı.
Bir şey yapmak lazımdı; savaş kilitlenmişti. Bu böyle süremezdi. Churchill, harekâttan çok şey bekliyordu ve başarıdan kuşkusu da yoktu. Madem sadece donanma gücü ile başarı şansının az olduğu söyleniyordu; o halde bir tümen de asker bulundu. Gerçi bu tümen bir saldırı gücü olarak düşünülmemişti; aksine, boğaz tabyalarının imhasında kullanılacak ve karaya ancak gerektiğinde çıkarılacak bir kuvvet olarak tasarlanmıştı. Elbette karacıların desteğini talep eden denizcilerin arzusunu karşılayacak seviyede değildi; ama hiç yoktan iyiydi kuşkusuz...
O halde harekete geçmek için gün sayıldı. Şubatın bitimine on gün kala itilâf donanması boğaz savunmasını yoklamaya başladı. Uzun menzilli toplarla boğazın girişindeki tabyalar ateş altına alındı ve donanmanın önemli bir hasarı görülmeden bazı tabyaların imha edildiğine ilişkin raporlar verildi. Bugün bu raporların gerçeği yansıtmadığını biliyoruz; ama harekâtın sürdüğü ertesi gün imha edildiği düşünülen tabyalardan sert karşılık gelince, bunun bir hayal olduğu çabuk görüldü. Menzile giren zırhlılar savunma topçusunun sert ateşiyle karşılaşıyordu.
18 MART SABAHI
Mevzileri daha yakından dövmek için zırhlılar bu kez sahile iyice yaklaşmaya başladılar. Mart ayının ilk haftasındaki operasyonlarda sıkı topçu ateşi ile mesafe alındığı düşünülmüştü. Ne var ki, asıl saldırı günü geldiğinde, bu görüşün de tam bir yanılgı olduğu ortaya çıktı. Osmanlı topçu bataryaları ve tabyaları neredeyse bütünüyle ayaktaydı. Donanma bütün gücüyle savaştı. Ama nafile...
Bir İngiliz subayının yazdığı gibi...
“Herkes ya da hemen hemen herkes, boğazı zorlayarak geçmenin çılgınlık olduğunu biliyordu sanırım... Boğazın en dar yeri mutlaka mayınlanmış olmalıydı. Bombardımanın tabyaları susturduğu, ama toplara pek bir zarar veremediği kanıtlanmıştı ve susturulmalarının nedeni de, topçuların ateş altında saklanmalarıydı. Bence koramiralin böyle bir şeyi düşünmesinin tek nedeni, lânet politikacılarımızın onun üzerindeki baskısıdır. Ortak harekât amacıyla 60-70 bin kişilik büyük bir ordu toplandığına ve bu iş ancak böyle başarılabileceğine göre, neden onlar beklenmiyor ki? Şu anda bir saldırı, insan ve gemi kaybı dışında, eğer başarısızlıkla sonuçlanırsa, donanmada büyük bir moral kaybı yaratacaktır ve düşmanın moralini de çok yükseltecektir. Bunun denenmeyeceğini umarım ve her nedense deneneceğini sanmıyorum.”
Lakin denendi işte
18 Mart günü öğleden sonra bu deneme tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Önce Fransız zırhlısı Bouvet, mayına çarptı ve göz açıp kapayana kadar battı. 700 denizciden sadece iki düzine kadarı sağ olarak kurtarılabildi. Ardından İngiliz kruvazörü Inflexible ile Irresistable zırhlısı ard arda mayına çarptı. Onları kurtarmaya giden Ocean da mayına rastgeldi. Ağır isabet ve hasar alan gemiler kurtulmaya çalışıyorlardı. Ama nafile; Ocean da battı. Tıpkı Irresistable gibi... Üç zırhlının adeta dakikalar içinde batıp gitmesi, donanma açısından bir felâketti. Inflexible zor da olsa kurtarılabilmişti. Dahası Fransız zırhlısı Gaulois de ağır hasarlıydı. O gün savaşa katılan 18 büyük gemiden üçü batırılmış; üçü de ağır hasar almıştı. Uzun süre için artık savaşamayacak durumdaydılar. Akşama doğru donanma komutanlığı, o günün itilâf donanması açısından bir yenilgi olduğunu düşünmüştü; akşam olduğunda ise, kesin bir yenilgiyi kabullenmişti! Donanma bir daha tek başına boğaza yaklaşmayacaktı. İş karacılara düşecekti!
.
Türk sovyet anlaşması 1945 yılında feshedilmişti
26.3.2016 - Bu Yazı 134 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
1945 yılının Mart ayı; Türkiye açısından kâbustu denilebilir. Savaş biterken; Ankara, bir kez daha savaşın sıcak nefesini hissetmeye başlamıştı. Moskova, boğazlarda ortak savunma istiyordu çünkü...
Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki dostluk, tâ kurtuluş savaşı yıllarına dek uzanıyordu; çok uzun yıllar ezeli ve ebedi düşman olan Rusya’nın yerini alan sosyalist devlet, Ankara hükûmetini ilk tanıyan merkez olarak 1920’ler ve 1930’lar dünyasında Türkiye’nin adeta tek dostu olmuştu. Ama İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde bu durum değişecektir.
Sovyetler Birliği’nin boğazlar üzerindeki taleplerinin daha eski tarihlere kadar geri gittiğini tesbit etmek mümkündür. 1936 yılındaki Montrö Antlaşması görüşmeleri sırasında, Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Litvinov, Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a, özel bir görüşmede, Boğazlar’ın savunulmasında işbirliği önermiş, fakat öneri, Ankara tarafından reddedilmişti. Moskova, boğazlarda Karadeniz devletleri için özel anlaşma koşulları ile serbest geçiş hakkı da istemişti.
Savaşın hemen öncesinde; Moskova, can düşmanı Nazi Almanyası ile el altından görüşmeler ve pazarlıklar içindeyken; bu kez de 1939 yılının sonbahar aylarında Türkiye’den gelen ittifak önerisini geri çevirirken; bir yandan da; bu eski talebini yeniden gündeme getirmişti.
Sovyetler Birliği, Boğazlar konusundaki talebini, ortak savunma olarak özetlemişti.
YALTA ANLAŞMASI
Yıl 1945... Yalta Konferansı sırasında, Moskova, Montrö Antlaşması’nın değiştirilmesini de gündeme getirmişti. Bunun sonucudur ki, “Konferansta, üç Dışişleri Bakanı’nın [ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanları’nın], Londra'da yapacakları toplantıda , Sovyet Hükûmeti’nin, Montreux Sözleşmesi ile ilgili olarak yapacağı tekliflerin görüşülmesi ve uygun bir zamanda [da], Türk Hükûmeti’nin bu tekliflerden haberdar edilmesi kararlaştırıl”mıştı. ABD ile İngiltere, Moskova'nın bu önerisine, hoşgörülü ve bir anlamda da, destekler mahiyette bir tutum almışlardı.
Yalta Konferansı’ndan sonra, 24 Şubat’ta ise, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper-Molotov görüşmesi sırasında, Molotov, Sarper’e, Yalta Konferansı’nda, Boğazlar ve Montrö Antlaşması konularının gündeme geldiğini belirtmiş ve Moskova’nın halen konuyu incelemekte olduğunu açıklamıştı.
Sarper’in bu sıradaki görüşü ise, yakın bir zamanda, Moskova’nın Boğazlar konusunu gündeme getireceği ve 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nı da yenilemeyecegi yönündeydi. 19 Mart 1945’te Ankara nezdinde yapılan resmî Sovyet girişimi, doğrudan Türk-Sovyet ikili ilişkilerini ilgilendiriyordu. Bu girişim, kamuoyuna şöyle yansıtılmıştı: “Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında 17 Aralık 1925’te akdedilen ve [7 Kasım 1935 tarihli protokol uyarınca] müddeti 7 Kasım 1945’te bitecek olan Türk-Sovyet [Dostluk ve Saldırmazlık] Antlaşması’nın, iki taraf dostluk münasebetlerinin devam ettirilmesi bakımından, değerini takdir etmekle beraber, II. Cihan Harbinde husule gelen derin değişikliklerden dolayı, bu antlaşmanın yeni şartlara uygun bulunmadığı ve ciddî surette iyileştirilmeye muhtaç bulunduğu cihetle, [Sovyet] Hükûmeti’nin, 7 Kasım 1935 tarihli protokol ahkâmı mucibince, [antlaşmanın fesh edilebilmesi için her iki taraftan birinin, 7 Mayıs 1945 tarihine kadar, antlaşmanın feshi talebinde bulunması gerekiyordu] mezkûr antlaşmanın feshi hususundaki arzusunu, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Bay Selim Sarper’e bildirmiştir.”
BİLDİRİNİN ANLAMI
Eğer Türk-Sovyet ilişkileri, İkinci Dünyâ Savaşı yıllarında da yakın olmaya devam edebilseydi, bu takdirde, bu açıklama, Ankara’da kuşkuların ve endişelerin derinleşmesine yol açmamış olurdu. Gerçi bu, bir miktar da beklenen bir gelişmeydi. Ancak, savaştan hemen önce, Ankara’nın Batı ittifak'na yakınlaştığı ölçüde, Sovyetler Birliği ile ilişkileri hasar görmüştü ve savaşın son yıllarında Türk-Sovyet ilişkilerinde görülen soğukluk da, bu bildirimin sonuçları konusunda iyimser olmayı imkânsız kılıyordu.
Ayrıca, Moskova, antlaşmanın “ciddî surette iyileştirilmeye muhtaç bulunan” noktalarının neler olduğu konusunda hiçbir açıklamada da bulunmamıştı ve bulunmaya niyetli gibi de görünmüyordu. Moskova, öncelikle, Türk Hükûmeti’nin konuya yaklaşımını öğrenmek istemişti. Nitekim, Selim Sarper de, konunun, dönüp dolaşıp, Boğazlar sorununa dayanacağı kanısındaydı. Sarper, Moskova'nın antlaşmasının iyileştirilmesi yönündeki önerilerini de öğrenmek istemiş, fakat Molotov, bu konuda herhangi bir öneride bulunarak, kendisini bağlamak istememişti. Molotov, öncelikle, Sarper’in Türk Hükûmeti ile görüşmesini istemişti. Moskova, öncelikle, Ankara’nın konuya yaklaşımını ve öneriyle ilgili görüşlerini öğrenmek istiyordu.
TAKTİK SAVAŞLARI
Elbette resmî açıklamalar çok farklıydı. Necmettin Sadak’ın deyimi ile, artık ‘eski âlem” yıkılmıştı. Dikkate değer olan nokta, dış politikada bu yeni ve hayatî önemdeki gelişme üzerine, Türk Hükûmeti’nin ve Türk basınının bir yorumda bulunmamasıdır. Basın, muhtemelen, şeflik geleneklerine uygun şekilde, resmî talimat almıştı. Türk basınında konuya ilişkin ilk haber, görebildiğim kadarı ile, Cumhuriyet gazetesindedir. Gazete önce Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’na ilişkin olarak, Moskova’nın talebini dile getiriyor ve ardından da, Sovyet yayın organı İzvestia’dan bir yorumu iktibas ediyordu.
Gerçekte Moskova’nın gözünde Ankara savaş suçlusuydu ve ona bu şekilde davranılmalıydı. Moskova’ya göre, Ankara, Alman-Sovyet savaşının en dramatik anlarında, Almanya lehine tutum almıştı ve nihayet, savaşa katılmayı uzun zaman savsakladıktan sonra, oportünist bir şekilde, son anda müttefikler safına katılmaya çalışmıştı. Oysa, Sovyetler’e göre, Ankara’nın bu tarihte savaşa katılmasının artık önemi yoktu. Ankara böyle davranmakla, Moskova’ya karşı, Batılı devletlerin, İngiltere ile ABD'nin yanında yer almaya çalışıyordu. Sovyetler bu adımı atmakla, ilk hamlesini yapmış oluyordu. Hamlenin amacının tam olarak anlaşılması istenmemişti. Moskova, kanımca, akıllıca bir taktikle, önce Ankara’nın kendisine yönelik siyasî tutumunun belirginleşmesini istemişti. Top Ankara’nın sahasındaydı yani...
Bu haftadan itibaren 1945/1946 yıllarında Türk-Sovyet ilişkilerindeki krizi anlatacağım. Soğuk savaş başlarken; Ankara ile Moskova arasındaki kirizin, esas olarak boğazlar meselesiyle bağlantısına dikkat çekecek ve Türkiye’nin savaşın eşiğindeki kararlı tutumunu vurgulayacağım.
.
Elbette meselenin boğazlar olduğu çok açıktı; ama sanki öyle değilmiş gibi yapmak da, diplomasinin bir hamlesiydi! Türkiye, Moskova ile anlaşmak için masaya oturmaya hazırdı!
Moskova, Ankara ile anlaşmak için masaya oturmaya hazırdı; ama elindeki kartları açmak konusunda isteksizdi. Ankara ise, herhangi bir ard niyet güttüğü kanıtlanamayacak bu öneriye karşı, iki seçenekten birini tercih etmek zorundaydı.
İlk seçenek, dünyada barış ve ortak güvenlik konularının gündeme geldiği bir sırada, Moskova’nın kötü ve ard niyetlerinden söz ederek, iki ülke arasında yeni bir antlaşma için görüşmeleri kesinlikle ve ilke olarak reddetmekti. Bu türden bir girişim, kanımca, kesinlikle açıklanabilir bir tutum olmayacak ve Ankara, bunun sonucunda, Batı ittifakı içindeki son mevkiini de yitirecekti. Nihayet Moskova'nın talebi, son derece masum ve haklı görünüyordu. Belki de Sovyetler Birliği, bu türden bir sert karşı tepkiyi de hesap etmişti. Bu tutum, muhtemelen Türkiye'yi uluslararası politikada tamamen tecrid edecek ve onu Sovyetler Birliği ile karşı karşıya ve başbaşa bırakacak bir yol olurdu.
İkinci seçenek ise, hiçbir şey olmamış gibi davranmak ve hiçbir şeyin de farkında değilmiş rolüne bürünmekti. Zaten Türkiye de bu rolü benimseyecektir. Bu durumda Ankara, antlaşmanın yenilenmesi için, Türk-Sovyet görüşmelerinin başlatılmasını önerebilirdi. Sorun, iki “dost” ülke arasında çözülmeliydi. Zaten yeni antlaşmanın koşullarının ne olacağı da henüz belirsizdi.
ANKARA MASAYA OTURMAYA HAZIR
Âsım Us, görebildiğim kadarı ile, basında konuya ilişkin olarak yayınlanan ilk yazıda, hayli ılımlı bir dille, Montrö Antlaşması’nın değiştirilebileceğinden söz ediyordu: “Halbuki İkinci Dünya Harbi’nin milletlerarası hâllerde ve şartlarda getirdiği değişiklikler, hakikaten çok derindir. Bu bakımdan, Montrö rejimi, yine ilgili devletler arasında müzakere konusu olacaktır. Yalnız bunun tarihini tesbit etmek şimdilik zordur. Almanya’nın kesin [olarak] mağlubiyetinden sonra, Akdeniz ve Karadeniz meseleleri arasında konuşulması ihtimali kuvvetlidir. Bundan evvel bazı konuşmalar olursa, [bunlar] ancak hazırlık nevinden tetkikler sayılmak lâzım gelir.”
Gerçekte herkes, uluslararası ilişkilerde oluşan yeni güç dengesi dolayısıyla, “derin değişiklikleri” anlayışla karşılıyor, fakat “iyileştirilmeye muhtaç” noktaların neler olduğu konusunda kesin bir görüş birliği sağlanamıyordu. Ancak, sorunun Montrö Antlaşması ve Boğazlar ile ilgili olduğu, herkesin üzerinde birleştiği ortak bir noktaydı. Hatta Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile olan doğu sınırında, Kars ve Ardahan çevresinde bazı sınır düzeltmelerinin gündeme gelebileceği de belirtiliyordu.
Nitekim, Batı basınında, daha 1945 yılının Ocak ayında, doğu sınırında güvence sağlanması halinde, Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile pakt imzalayabileceğine ilişkin haberler yayınlanmıştı. Bir görüş de, Sovyetler Birliği’nin komşu ülkelerde kendisine yakın “dost” rejimler kurulmasını sağlayarak, savunma güvenliği kurma politikası izlediği yolundaydı. Nitekim, Moskova’nın bir süreden beri sürmekte olan ve Türkiye’nin iç ve dış politikasına yönelik sert eleştirileri, bu açıdan yorumlanıyordu.Buna karşılık Türk basını, kendi görüşlerini büyük bir özenle saklıyordu.
ANKARA’NIN ÖNERİSİ BASİTTİ
Sovyet resmî notası karşısında, Ankara'nın yanıtında Türk-Sovyet dostluğunu övmesi, ılımlı üslûp kullanması ve Sovyetler Birliği’nin önerilerine açık olduğunu belirtmesi, dikkati çekiyordu. Ankara'nın yanıtı kısaydı ve şu cümleler dikkate değerdi: “Cumhuriyet Hükûmeti, (...) Sovyet Hükûmeti’ne, Türkiye ile Sovyetler Birliği’ni uzun zamandan beri birbirine bağlayan iyi komşuluk ve samimi dostluk münasebatını daima idame ve tarsin arzusunda bulunmuş olduğunu, Türk-Sovyet dostluğuna büyük hizmetleri dokunmuş olan 17 Aralık 1925 muahedesinin kıymetini tebârüz ettirmek istediğini ve Sovyetler Birliği’ni ve Sovyetler Birliği Hükûmeti tarafından izhar olunan fesih arzusunu kaydeylediğini bildirmiştir. Binnetice, Sovyet Hükûmeti’nin inkıza etmekte olan muahede yerine, iki tarafın bugünkü menfaatlerine daha uygun ve ciddî tadilatı ihtiva eden, diğer bir akit ikamesi hususundaki telkinatını kabul eden Cumhuriyet Hükûmeti, mezkûr hükûmete, bu maksatla kendisine yapılacak teklifleri, büyük bir dikkat ve hayırhahlıkla tetkike amade bulunduğunu bildirmiştir.”
Ankara, uzlaşma yolunu seçmişti. Sert bir tepkiden kaçınmıştı. Zaten buna gerek de yoktu. Sorun, iki “dost” ülke arasında, eskiden olduğu gibi, “geleneksel dostluk ilişkileri” içinde çözülebilir görünüyordu. Görünüyordu diyorum; çünkü, gerçekte Ankara, satranç oyununun bundan sonraki hamlelerini öngörmeye çalışıyor ve bu nedenle de İngiltere ve ABD ile askerî ve siyasî ilişkilerini yakınlaştırmaya çalışıyordu. Zaman kazanmak çok önemliydi. Şimdi Ankara hamlesini yapmış ve hiç açık vermeden, hamle sırasını yeniden Moskova’ya bırakmıştı.
DİPLOMATİK JESTLER
Başbakan Şükrü Saraçoğlu ise, 11 Mayıs’ta, yani Sovyetler Birliği’nin Japonya’ya savaş ilân ettiği gün, Mecliste yaptığı konuşmada, son derece edebî bir üslupla, sırası ile, İngiltere’yi ve Churchill’i, ABD’yi ve Roosevelt’i ve nihayet Sovyetler Birliği’ni ve Stalin’i övüyordu:
“Yine arkamıza dönüp bakacak olursak, orada dostumuz ve komşumuz Sovyetler Devleti’nin bir boydan bir boya Nazi barbarı tarafından merhametsizce yakıldığını, yıkıldığını ve birçok masumların öldürüldüğünü görürüz. Bu harbin ağır tahribatına Sovyetler maruz kalmış ve ağır yükünü yine Sovyetler taşımıştır. Bu korkunç manzara karşısında dahi cesaretleri kırılmayan halk çocukları, yine bir halk çocuğu olan Stalin’in etrafında toplanarak, onun dâhiyane sevk ve idaresi ile, bütün intikamlarını birer birer almışlar ve düşmanlarını kendi inlerine kadar sürerek, onların barbar prensiplerini, kendileri ile beraber, bu inlerde boğmuşlardır. Bu cihan harbinin birçok parlak sayfalarını Sovyetler yazmıştır ve bu yazıların her sayfasında daima Stalin’in diri yüzü görülmektedir.” Bu konuşma, Ankara’nın müttifiklere yakınlaşma politikasının bâriz bir devamı ve özel olarak da Sovyetler Birliği'ne bir jest olarak yorumlanmalıdır.
.
Cemil KOÇAK
İyimser beklentiler uzun sürmedi; Moskova, elindeki bütün kozları masaya yatırdı. Boğazlar üzerindeki talep başta geliyordu. İşte Selim Sarper-Molotov görüşmeleri.
Türk-Sovyet görüşmelerinin olumlu bir sonuca ulaşma ihtimali, en azından teorik olarak, 1945 yılının Haziran ayının ilk haftasına kadar var olmaya devâm etmiştir. Ancak, tüm bu iyimser beklentiler, 7 Haziran’da Moskova’da gerçekleşen Molotov ile Sarper arasındaki görüşmeye dek sürecektir. Bu görüşmede Molotov, Ankara’ya ilk kez ünlü Sovyet taleplerinden söz eder. Buna göre, Türkiye, Kars ve Ardahan’ı Sovyetler Birliği’ne terk edecek, Boğazlar’da Sovyetler Birliği’ne üs tesis etme yetkisi tanıyacak ve bu arada Montrö Antlaşması’nın değiştirilmesi için de iki ülke arasında anlaşmaya varılacaktı. Türk-Sovyet antlaşmasının yenilenmesi için, Moskova’nın önerileri ya da şartları bu kadardı.
Ünlü Sovyet taleplerinin Ankara’ya resmen iletilmesi, bu târihte ve bu şekilde, yani şifahî olmuştu. Nitekim, Metin Toker de, bu duruma işaret ediyor: “Mülâkat, bir ‘karşılıklı konuşma’ tarzında cereyan etti. Taraflar, birbirlerine hiçbir nota, deklarasyon, memorandum vermediler. Bundan dolayıdır ki, 7 Haziran 1945 [târihli] Molotov-Sarper görüşmesinde, Sovyetler Birliği tarafından ileri sürülen istekler, altı imzalı şekilde kâğıda dökülmüş değildir.”
SOVYET TALEPLERİ VE RESMÎ GÖRÜNÜM
Sarper-Molotov arasındaki 7 Haziran tarihli görüşmenin seyri, Dışişleri Bakanlığı’nın tesbiti dahilinde, şöyle olmuştur:
‘Sarper Moskova’ya döndüğünde, 7 Haziran günü saat 18:00’de Molotov tarafından kabul edilmiştir.
...Türkiye ile ittifak antlaşması yapılmasından önce, iki memleket arasında pürüzlü sorunların çözümlenmesi gerekir. Bu sorunlar, Molotov’a göre, şunlardır:
‘Birinci sorun, ‘aramızda 1921 tarihli muahedenin ihdas etmiş olduğu durumdur. Bu muahede, Sovyetler’in zayıf oldukları bir zamanda akdedilmiş ve bir takım arazi değişiklikleri meydana getirmiştir. Evvel emirde bu meseleyi düzeltmek lâzımdır.’
‘Sarper, bu sözlerle, Türkiye’nin doğu hudutlarında bazı değişiklikler yapılmasını mı kasd ettiğini sorunca, Molotov, ‘Evet… Haksızlıkların tamirini kasd ediyorum.’ demiştir. Sarper, 1921 Antlaşması’nın Sovyetler’e kuvvetle kabul ettirilmiş bir antlaşma olmadığını, tamiri gereken haksızlıklara gelince, bunları aramak için, hiçbir sonuca varmadan, memleket[ler]imiz arasındaki târihî bağlantılara inilebileceğini, kaldı ki, 1921 Antlaşması’nın getirdiği durumun haksızlık değil, haksızlığın tamiri olduğunu belirtmiş ve ‘bu haksızlığı bizzat Lenin müşahade ve tamir etmiştir’ şeklinde cevap vermiştir.
‘Molotov, yine 1921 yılında Polonya ile Sovyetler arasında imza edilmiş olan haksız bir antlaşmanın feshi ile Sovyetler ile Polonya arasında uzun süreli bir dostluğun kurulabildiğini söyleyerek, iki antlaşma ve iki durum arasındaki benzerliği belirtmek isteyince, Sarper, ‘Ankara’dan buraya büyük ümitlerle gelmiştim. Sizi temin ederim ki, hükûmetimin niyetleri gayet temiz ve samimidir. Fakat şunu da itiraf ederim ki, şu anda bu ümitlerimi kaybetmek üzereyim.’ dedikten sonra, hiçbir Türk Hükûmeti’nin Türk kamuoyuna böyle bir teklifi anlatamayacağını, Sovyetler’in ne istenen küçük toprağa, ne de oradaki nüfûsa ihtiyaçları olmadığını [olduğunu] belirtmiş ve ‘bununla temin etmeyi düşündüğünüz menfaat, bütün Türk efkârı umumîyesinin sempatisini feda etmekle karşılaştırıldığında, konuşmaya bile değmez… Bu arzunun tahakkuku için hiçbir ihtimal yoktur’ demiştir.
‘Bunun üzerine Molotov, ‘Mevzuu görüşmeyelim, fakat aramızda bütün pürüzlü meseleleri de hâlletmiş olmayız. Konuşmamıza devâm ederiz.’ şeklinde konuşmuş ve bu nokta böylece bırakılmıştır.
BOĞAZLAR GÜNDEMİ
‘Molotov, ikinci pürüze geçmiştir. ‘Sıkışık zamanlarımızda Karadeniz’deki emniyetimizle alâkadar olmak mecburiyetinde kaldık. Bu endişemizde yanılmış olabiliriz ve Türkiye’nin tavır ve hareketi netice itibariyle bu mevzuda bir müşkülata müncer olmadı. Fakat ne de olsa boğazlar meselesinde 200 milyonluk bir insan kitlesi, Türkiye’nin iradesine tâbidir. Yalnız iradesine değil, aynı zamanda imkânlarının ihdas edebileceği vaziyetlere tâbidir. Türkiye’nin hüsnüniyetinden eminiz. Ve fakat boğazları müdâfaa husûsunda ehliyet ve imkânlarından emin olamayız.
‘Bu sözlerin nereye varacağını kestiren Sarper, şu müdahalede bulunmuştur: ‘Eğer Türkiye’nin müdafaa imkânlarından, imkânsızlıklarından çıkardıkları netice, boğazlarda Sovyetler’e üs verilmesi meselesi ise, hemen söyleyeyim ki, 1921 muahedesi münasebetiyle arazi tadilatı meselesi gibi, boğazlarda üs verilmesi de mevzuu bahis dahi olamaz.
‘Bu cevap üzerine, Molotov, bu şartlar altında Karadeniz emniyetinin nasıl sağlanabileceği üzerinde ‘uzun uzun tereddütler izhar’ ettikten ve 20-30 sene sonra Almanya’nın tekrar kuvvetlenebileceği ve İtalya gibi bir müttefiki olabileceğinden söz ettikten sonra, sulh zamanında boğazlarda üs vermek istemediğimize göre, harb zamânında mı bunu nazarı dikkate almayı teemmül ettiğimizi (düşündüğümüzü) sormuştur.
‘Sarper, cevaben, böyle bir şey söylemediğini, fakat yapılması söz konusu ittifak antlaşması gereğince, Türkiye savaşa girdiği ve Sovyetler’in yanında çarpıştığı zaman ne gibi zorlukların ortaya çıkacağını şimdiden tesbit etmek mümkün olamayacağını ve bunun için yetkisi ve bilgisi de olmadığını, kaldı ki, böyle bir durum ortaya çıktığında, Türkiye herhalde savaşı kazanmak isteyeceğine göre, bu noktanın şimdilik kendisi ile Molotov arasında değil, o zaman Genelkurmaylar arasında görüşülecek bir konu olduğunu ifade etmiştir.
GÖRÜŞMELER NASIL NETİCELENDİ?
Sovyet’ler adına görüşmeleri yürüten Molotov, Cumhuriyet Hükûmeti’nin iyi niyetlerinden şüphe etmemekle berâber, ‘bu müdafaa imkânları mevzuunda ne gibi bir teminat verebileceğimizi veya emniyeti hangi şekilde ve tarzda temin edebileceğimizi öğrenmek’ isteyince, Selim Sarper, şu cevabı verdiğini kaydediyor: ‘Hukuken muahedeyi imza etmekle ve fiilen de icab ederse boğazları müdafaa etmekle bunu temin edeceğiz. Şayet imkânlarımızı dar görüyorsanız ve sizden talep edersek, bize silâh ve malzeme satınız. Bu suretle mevcut imkânlarımızı o nisbette takviye ederiz.’
‘Molotov’un değindiği üçüncü nokta ise, Montreux sözleşmesinin değiştirilmesi konusudur. Molotov, ittifak antlaşması görüşmeleri ile aynı zamanda sözleşmenin değiştirilmesi için de görüşülmesini teklif etmiştir. Sarper, bundan hiçbir fayda beklemediğini, İngiltere’nin şüphesini çekmenin, ne Türkiye’nin, ne de Sovyetler’in yararına olduğunu söylemiştir. Raporunun sonunda Sarper, kişisel görüşlerini bildirirken, özellikle Sovyetler’in görüşmeleri keseceklerini zannetmediğini, arazi değişiklikleri üzerinde ısrarla duracaklarını tahmin etmediğini, esasen Molotov’un bunu diğer noktalarda bir taviz koparmak için ileri sürdüğü hissini edindiğini, sulh zamanı için boğazlarda üs elde etmek için ısrar edecek gibi görünüyorlarsa da, muhtemelen bir savaşta Karadeniz’in güvenliği bakımından boğazların ortak savunması gibi somut teminat sözleriyle tanımlamak istedikleri şekilde bir formüle tekrar döneceklerini tahmin ettiğini belirtiyordu. Sarper’e göre, Moskova’nın talepleri, sınır değişikliği ve boğazlarda üs konularında pazarlığa açıktı. Bu talepler, her ne kadar Sarper tarafından daha görüşme sırasında reddedilmişse de, Molotov’un ısrarı üzerine, Ankara’ya da iletilmişti.
..