|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
SELANİK'TE BİNLERCE MUHIBBİ OLAN BİR MESİH VARDI (1)
Sabatay’dı Adı, Sonra Aziz Mehmet oldu
Değerli Okuyucu! Dünyamız hiçbir zaman mesih ve mehdilerden, yol gösterici nebi ve rasüllerden boş kalmadı. Ama bunların arasında çakma olanları da oldukça mebzul idi. Önceki yazımda bir şeyhin hayat hikâyesini yazmıştım. Bu yazımda da bir mesihin hayat hikâyesini anlatmaya çalışacağım.
Malumunuzdur ki, bir zamanlar Müslüman bir İspanya vardı. Bu güzelim ülke, Katoliklerin İspanyası olunca milyonlarca Müslüman zulme uğradı ve katledildi. Yahudiler de bu soykırımdan nasibini aldılar, 1391-1492 yılları arasında onlar da, zorla Hıristiyanlaştırıldılar. Bu konuda diretenler ise acımasızca katledildiler. Bununla da yetinilmeyip İspanya’dan kovuldular.
Onlar da, din ve inanç hürriyeti konusunda son derece toleranslı olan Osmanlı’nın önemli şehir merkezlerine sığındılar.
Tarihler 1626’yı gösterirken İzmir’de Musevi bir ailenin çocuğu dünyaya geldi Adını Sabatay Sevi koydular.. Aylar, yıllar geçti, Sabatay, sevecen bir delikanlı oldu. Küçük yaştan itibaren dinî ve mistik konularda eğitim gördü. Henüz on sekiz yaşındayken hahamlık icâzeti (diploması) aldı. Zaman içinde okuduklarının da etkisinde kalarak mistik bir yapıya bürünen bu delikanlı, 22 yaşına gelince, kendisinin beklenen Mesih olduğunu ilan etti.
Zaten Bekleniyordu
Kabala’nın yanlış yorumu, Yahudilerin İspanyadaki müreffeh yaşantılarının son bulmasına yol açmıştı. Sonraki dönemlerde de siyasal ve ekonomik durumları dünyanın her yerinde kötüye gitmiş ve sonunda Osmanlı onlara kucak açmıştı.
Ama onların tarih boyunca sahip oldukları bir inançları vardı; o da, kendilerini tamamen bağımsız hale getirecek bir Mesih inancıydı. Bundan dolayı Yahudilerin böyle bir kurtarıcı haberine inanması asla zor değildi. Mesih Sabatay, gün geçtikçe taraftar topluyordu. Topluyordu ama bu durumdan İzmirli hahamlar çok rahatsız oluyorlardı. Sonunda Sabatay’ın dinlerini bozduğu gerekçesiyle öldürülmesine karar verdiler. Fakat bu kararı uygulayamadılar ve onu Osmanlı sarayına şikâyet ederek İzmir’den uzaklaştırılmasını sağladılar.
Sabatay Dünya Turunda
İzmir’den ayrıldıktan sonra dünyanın çok değişik coğrafyaları; meselâ Selânik, İstanbul, Halep, Kudüs ve Kahire gibi şehirler onun için “nenemin kül döktüğü yer” oldu adeta. Fakir Yahudilere yardım maksadıyla sık sık Kahire’ye gidiyordu. Orada, hem Yahudi cemaatinin ileri gelenleriyle, hem de müridi ve darphâne sorumlusu olan Yahudi Rafael Çelebi ile yakın irtibat halinde bulunuyordu. Sadık bir mürit olan Rafael, daha önce üç evlilik yapan ama eşleriyle aynı yatağı paylaşmadığı söylenen Sabatay’ın çöpçatanlığını da yapıyordu; Amsterdam’dan Kahire’ye gelen Sara hanımla evlenmesine aracılık ediyordu.
Sabatay Tekrar İzmir’de
1665 sonbaharında tekrar İzmir’e döndü; bu dönüş, taraftarlarınca sevinçle karşılandı ve onlarla İzmir caddelerinde nümayişler (gösteriler) düzenledi. Bu durum hahamların büyük tepkisine yol açtı. Başhaham Haim Benveniste, Yahudileri Sabatay’a karşı uyardı, ama nafile, bunun hiçbir faydası olmadı. Sabatay’ın müritleri gün geçtikçe artıyor, Yahudi cemaati bölünüyordu.
Sabatay ise kürsüye çıkıp vaazlar veriyor, bu vaazlarında Yahudi yasalarını ayaklar altına alıyordu. Meselâ, kadınları kürsüye çıkartarak Tevrat okutuyor, Yahudilerce bir yas günü olan 9 Temmuzu, kendi yaş günü olarak ilan ediyor, domuzun yağını yemeyi hoş görüyordu…
Nihayet gerek Osmanlı himayesindeki Yahudilerin, gerekse ticaretleri sekteye uğrayan bazı Avrupa devletlerinin şikâyeti üzerine Osmanlı yönetimi, Sabatay Sevi’yi İzmir’den İstanbul’a getirdi. Vezîriâzam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’nın da içinde bulunduğu bir mecliste sorgulandıktan sonra Çanakkale’deki Kilitbahir Kalesi’ne hapsedildi.
Ama Sabatay, burada da boş durmuyor; taraftarlarının sayısını gün be gün çoğaltıyordu.
Yıl 1666
Miladi Takvimler, 1666’yı gösterirken Sabatay’ın adı, Osmanlı toprakları dâhil artık her yerdeydi. Evet, evet, Yemen’den İsfahan’a, Fas’tan Selânik’e, Moskova’dan Londra’ya, hatta Amerika’nın Boston’una kadar her yerde Sabatay’ın ismi vardı.
1666 yılı çok önemliydi. Çünkü bu tarih, Hristiyan inancına göre, Hz. İsa’nın yani gerçek Mesîh’in ikinci defa geleceği tarih idi. Ama Mesih’ten önce Deccal gelecekti ve Mesih de onu imha edecekti. Kafalar karıştı şimdi. Zihinlerde, “Mesih olduğunu iddia eden bu şahıs, Deccâl midir, Mesih midir?” sorusu oluştu.
Mesih Yine Yargılanıyor
Gerek Yahudi, gerekse Hıristiyan cemaatlar tarafından şikâyetler o denli çoğalmıştı ki, Osmanlı bunlara kayıtsız kalmadı ve Sabatay, Edirne’ye getirildi. 17 Eylül 1666 tarihinde padişahın gözetiminde padişahın hocası Vanî Mehmed Efendi ve Şeyhülislâm Minkārîzâde Yahyâ Efendilerin bulunduğu bir heyet tarafından sorgulandı.
Sabatay, doğru dürüst Türkçe bilmediği için kendisine Yahudilik’ten ihtida eden Hayatizâde Mustafa Fevzi Efendi tercümanlık ediyor, padişah da duruşmayı kafesin ardından takip ediyordu.
Divan Başkanı: “Sabatay Efendi, Sabatay Efendi, karıştırmadığın halt kalmadı, yandırmadık fitne, fesat bırakmadın! Mademki, mehdi olduğunu söylersin, o zaman haydi göster bakalım mucizeni!” dedi.
Mesih için mucize göstermek gayet basit bir işti, ama göstermesi teklif edilen mucize de müthiş bir mucizeydi. Zira Sabatay’ın müritleri, ona kılıç, ok, top, tüfek gibi hiçbir silahın zarar vermediğini iddia ediyorlardı.
Öyle ise Sabatay da soyunmalı, vücudunu en maharetli okçulara nişangâh yapmalıydı. Şayet bu oklar onun vücuduna değmez veya zarar vermez ise padişah da onun mesih olduğuna dair düzenlenecek olan evraka resmi mührü basmalıydı. “Haydi bakalım, hodri meydan!” denildi Sabatay’a.
Bu teklif karşısında Sabatay, afalladı, tir tir titremeye başladı. Kendisinin, Mesihlik iddiasında bulunmadığını, bu konuda bazı Yahudilerin kendisine iftira attıklarını söyledi….
Değerli okuyucu!
Bundan böyle olaylar nasıl gelişmiştir? Sabatay, gerçek bir Müslüman mı, kripto Müslüman mı olmuştur, taraftarları Mesih’e nasıl davranmıştır? Sabatay, kabala kültürü ile sufilik arasında bir bağlantı kurmuş mudur? İdam mı, sürgün mü edilmiştir, mezarı nerededir? Taraftarları, özellikle Selanik’tekiler Türkiye’ye ne zaman gelmişlerdir ve mezarlıkları özel midir?
Bu ve benzer soruların cevaplarını gelecek yazımızda okumak üzere selam ve sağlıcakla kalınız.
.
SELANİK'TE BİNLERCE MUHIBBİ OLAN BİR MESİH VARDI (2)
Değerli okuyucu, bir önceki yazımızda, Sabatay Sevi’nin genç yaşta haham unvanını aldığından; kendisini Mesih ilan ettiğinden, ama bunun İzmir’deki Hahamlar tarafından kabul edilmeyip onların devlete şikâyetleri üzerine mesih Sabatay’ın önce sürgüne gönderildiğinden; daha sonra Çanakkale’deki Kilitbahir Kalesi’ne hapsedildiğinden söz etmiştik.
Bu yazımızda da, hakkındaki şikâyetlerin artması üzerine ikinci defa yargılanışını ve sonrasını kaleme aldık. Onun bu ilginç hayat hikâyesini buyurunuz okuyalım lütfen.
Mesih Edirne’de Yargılanıyor
Gerek Yahudi, gerekse Hıristiyan cemaatlar tarafından şikâyetler o denli çoğalmıştı ki, Osmanlı bunlara kayıtsız kalmadı ve Sabatay, Edirne’ye getirildi. 17 Eylül 1666 tarihinde padişahın gözetiminde padişahın hocası Vanî Mehmed Efendi ve Şeyhülislâm Minkārîzâde Yahyâ Efendilerin bulunduğu bir heyet tarafından sorgulandı.
Sabatay, doğru dürüst Türkçe bilmediği için kendisine Yahudilik’ten ihtida eden Hayatizâde Mustafa Fevzi Efendi tercümanlık ediyor, padişah da duruşmayı kafesin ardından takip ediyordu.
Divan Başkanı: “Sabatay Efendi, Sabatay Efendi, karıştırmadığın halt kalmadı, yandırmadık fitne, fesat bırakmadın! Mademki, mehdi olduğunu söylersin, o zaman haydi göster bakalım mucizeni!” dedi.
Mesih için mucize göstermek gayet basit bir işti, ama göstermesi teklif edilen mucize de müthiş bir mucizeydi. Zira Sabatay’ın müritleri, ona kılıç, ok, top, tüfek gibi hiçbir silahın zarar vermediğini iddia ediyorlardı.
Öyle ise Sabatay da soyunmalı, vücudunu en maharetli okçulara nişangâh yapmalıydı. Şayet bu oklar onun vücuduna değmez veya zarar vermez ise padişah da onun mesih olduğuna dair düzenlenecek olan evraka resmi mührü basmalıydı. “Haydi bakalım, hodri meydan!” denildi Sabatay’a.
Bu teklif karşısında Sabatay, afalladı, tir tir titremeye başladı. Kendisinin, Mesihlik iddiasında bulunmadığını, bu konuda bazı Yahudilerin kendisine iftira attıklarını söyledi.
Yapıp ettiklerinden bin pişman görünen Sabatay’a, tercümanı olan Hayatizâde, bir formül sundu, zira suçluyu imha etmek kolaydı, ama onu ıslah etmek ve topluma kazandırmak önemliydi. Kendisine, Hekimbaşı Hayatizâde Müslüman olmasını ve hakkındaki şikâyetlere yol açan davranışların son bulmasını teklif etti. O da bu teklifi kabul etti. Boy abdesti alıp, şehadet getirdi. Adı da artık bundan böyle Aziz Mehmet oldu. Maişetini (geçimini) temin etmesi için de 150 akçe maaş bağlanarak, kendisine sarayda kapıcıbaşılık görevi verildi.
Dışarıda Bekleyen Binler
Dışarıda sabırsızlıkla yargılamanın sonucunu bekleyen binlerce taraftar vardı. Merak içindeydiler. Aman Yârabbi, bir de ne görsünler, karşılarına hilatlı, Müslüman elbiseli bir Sabatay Sevi, yani Aziz Mehmet çıkıverdi! Kalabalığın bir kısmı şaşkına döndü, onu sahtekârlıkla itham edip yuh çekerek meydanı terk etti. Bir kısmı da, “Mesih yanlış yapmaz! Onun her davranışında bir hikmet vardır!” deyip Müslüman oldu. Bu olaydan sonra iki yüz ailelik bir topluluk da Müslüman oldu. Bunların başında Sabatay’ın Polonyalı karısı Sara ve Sara'nın erkek kardeşi de vardı. Sara, Fatma; kayınbiraderi de Yakup adını aldı.
Sabatay İslâm’ı Öğreniyor
Mademki Müslüman olmuştu, mademki Aziz Mehmet adını almıştı, o zaman bu dinin detaylarını da öğrenmek için sarayda İslâmî bir eğitim görmesi gerekirdi ve öyle de oldu. Bu öğretim sırasında hem şeriat, hem de tarikat bilgisi aldı. Bu arada Bektaşî tekkelerini sıkça ziyaret etti. Ama Aziz Mehmet’in düşüncelerinde zamanla bazı gelişmeler oldu. Kabala ve sûfîliğin karışımı olan yeni bir ilahiyat anlayışı oluşturup kendi mesîhliğinin yeni bir aşamaya geldiğine inanmaya başladı.
Aman Yârabbi! Bu Da Ne?
Bir yandan da, Sabatay’ın ve müritlerinin tam Müslüman olmadığı, ama Müslüman gibi göründüğü söylentileri yayılmaya başladı. Ve 1673 yılında Kuruçeşme’de bir evde yaptığı âyin sırasında Aziz Mehmet Efendi’nin bir elinde Kur’an, bir elinde Tevrat olduğu halde görülmesi, kendisinin ve taraftarları hakkındaki söylentilerin doğru olduğu kanaatini pekiştirdiği için Mehmed Efendi bir defa daha Sadrazam Köprülü tarafından,“Aklını başına topla! Müslümanım dedikten sonra yine çıfıtlığa başlarsan belânı bulursun!” diye uyarıldıysa da nafile. Mesih, gizliden gizliye faaliyetlerine devam etti. Sadrazam Köprülü bu uyarısında yerden göğe kadar haklıydı. Zira herkesin dininde ve inancında serbest yaşadığı, etnik ve dinî ayrışmanın olmadığı, adım başı kilise ve havraların bulunduğu topraklarda çift kimlikli, çift dinli olarak dolaşmanın amacı neydi?
Köprülü Değil de Merhum Akif Olsaydı
O gün Mesih’in karşısında, Merhum Mehmet Akif olsaydı, ona şöyle derdi herhalde: “Be hey Sabatay! Senki az buçuk tarih okumuş bir adamsın! Milletinizin yaşadığı Babil sürgününden, İspanya zulmünden hiç mi ders almadın? Sizi Ehli-Kitap olarak kabul edip kucak açan Osmanlı topraklarında hür bir şekilde yaşarken kripto bir vatandaş olmaya ne gerek vardı?” Hak peygamber Hz. Musa (a.s.)’nın yolundan giderken Rabbim sana, bir vesileyle Son Peygamber (s.a.s)’in yolunu bahşetti. Nankörlük edip o yoldan niçin inhiraf eyledin?
Bu sorudan sonra da, “Kırağası” şiirindeki şu mısralarla seslenirdi ona:
“Uzatma, sen buluyorsun belânı Allah’tan.
Bu: Elde bir; yalınız pek seçilmiyor ne zaman…
Bugün mü desem? Yarın mı desem?
Uzak mı desem? Yakın mı desem?
Yazın mı desem? Güzün mü desem?
Güzün mü desem? Yazın mı desem?”
Evet, sonunda Mesih Sabatay, bugünkü Karadağ sınırları içinde bulunan ve hiçbir Yahudi vatandaşın yaşamadığı Ülgün’e sürgün edildi ve bu dönemde Müslümanlara karşı kini daha da ziyadeleşti.
Selanikte Oluşan Bir Cemaat
Sürgün hayatı devam ederken Mesih, "Karanlık” bir dönemin başladığını, ama bu dönemi mutlaka aydınlık bir dönemin takip edeceğini, o günlerin gelmesi için ise karanlığın kaçınılmaz olduğunu telkin ediyordu. Ve böylece aydınlık günler için bir kısım taraftarları Selanik’te toplanmaya başladı. Onlara da Mesih’in kayınpederi ve eski bir Haham olan Filozofos liderlik yapıyordu. Sabatay, dördüncü eşi Sara 1671 yılında ölünce bu Filozofos’un kızı Ayşe ile evlenmiş, bu evlilik Filozofos ailesini doğal lider yapmıştı. İlginçtir ki, üç yıl sürgünde yaşayan Mehmed Efendi, hayatının sonlarına doğru eski dinine daha fazla ilgi göstermeye başladı.
Mesih De Her Fani Gibiydi
O, bir Mesih idi. Ama bazı tarihçiler, davranışlarından dolayı onu “manik- depresif” bir kişiliğe sahip olmakla vasıflandırırlar. Mesih Sabatay, 1676 yılında bu yalan dünyadan her fani gibi göçüp gitti... Taraftarları, onun ölmediğine, deniz kıyısında bir mağaraya girerek gözden kaybolduğuna, görevini tamamlamak için geri geleceğine inanırlar. Bu inanç gereğince de, belli zamanlarda deniz ve ırmak kenarlarına gelerek "Sabatay Sevi, seni bekliyoruz!" diye çağrıda bulunurlar. Bazıları da, “Mesih, bülbüllerin en çok öttüğü yere gelecek!" kuralına uyarak, mezarlarını bile bülbüllerin yoğun olduğu yerlere taşıdılar. İstanbul’un Üsküdar’ındaki “Bülbülderesi Mezarlığı” adını bu inançtan almış olsa gerek.
Mezarının Arnavutluk’taki Berat kasabasında olduğu söylenirse de, onun naaşı büyük ihtimalle 1900’lü yıllara kadar Aziz Mehmet Efendi’ye ait olduğu bilinen Ülgün’deki bir türbededir. Diğer bir görüşe göre de, mezarı doğum yeri olan İzmir’e nakledilmiştir.
Fani olan bu Mesih, bu dünyadan göçerken iz bırakıp gitti. 1924 yılında Yunanistan’la yaptığımız nüfus mübadelesiyle Türkiye’ye göç eden 500 bin Müslümanın arasında, onun, Selanik’ten gelen binlerce seveni de vardı. Onlar, Selanikliler diye anılageldiler. İşte bu Mesih, tarihte iz bırakan bir Mesih idi. Vesselâm
.
HAKKINDAKİ İDAM KARARINI ONAYLAYAN ŞEYH
Değerli Okuyucu, aleyhinde verilen idam kararını onaylayan bir şeyh vardı tarihte. O, Hicrî 760, Milâdî 1359 yılında dünyaya geldi. Babasının dizi dibinde ilköğrenimini yaptıktan sonra, tahsil hayatına Bursa, Konya, Şam, Bağdat ve Kudüs’te devam etti. Devrinin en önemli ve en bilge adamlarının öğrencisi oldu. Hadis, fıkıh, kelâm, tefsir, gibi dinî ilimlerin yanında mantık, felsefe ve astronomi de okudu. Kudüs'teki o meşhur veba salgınının can aldığı yıllarda Mescid-i Aksâ’da İbnü’l-Askalânî gibi önemli bir hocadan hadis dersleri aldı.
Tıpkı göçmen kuşlara benziyordu o; bir ilim merkezinden diğerine uçuyordu; Kudüs’ten sonra Kahire’ye geçti. Orada sabaha kadar süren ilmî bir toplantıya katıldı ve dikkatleri üzerine çekti. Zaman içinde Mübârek Şah’ın gözde bir öğrencisi oldu; ondan da, mantık ve felsefe gibi aklî ilimleri tahsil etti.
Mübârek Şah’ın öğrencisi olmakla kalmadı.1383 yılında onunla birlikte Mekke’ye gitti ve hac ibadetini eda eyledi. O günlerin zor şartlarında Medine’ye geldi, genç bir hacı olarak Ravza’yı ziyaret edip gözyaşı döktükten sonra, “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz!” diye methedilen şehre döndü.
Câzibe Hatunla Dünya Evi
Bağdat’ta da bir güneş gibi dikkatleri üzerine çekti ve bir gün Sultan Berkuk’tan bir davetiye aldı. Bu davetin maksadı, sultanın oğlu Ferec’e hayat koçluğu yapmaktı. Tam üç yıl süren bu görevi sırasında Sultan Berkuk’un, sarayda düzenlediği bütün ilmî sohbetlerde dikkatleri üzerinde toplayan biri oldu. Ve bu ilgi onun, sarayda yetişen Câzibe hanımla evlenmesine kapı araladı.
O ve Tasavvuf
Tahsil hayatı boyunca tasavvufa karşı hiç ilgi duymamıştı, hatta tasavvuf karşıtı görüşlere sahipti. Ama evlilik, onun tasavvufa karşı olan tavrını yumuşattı, çünkü bu sahada şeyh olan bir bacanağı vardı. Bir süre sonra bacanağı Ahlatlı Şeyh Hüseyin’e intisap etti. Zaman içinde çilesini doldurdu ve müritlikten şeyhliğe terfi etti.
Sürekli olarak ilmi toplantılara katılan, fikirleriyle dikkat çeken ilginç bir şeyhti o. Nitekim Tebriz’de de Timur’un otağında İranlı âlimlerle yaptığı tartışmaların galibi hep o oluyordu. Cevval ve parlak bir zekâ sahibi olan bu adam, Timur’un da dikkatini çekmiş, takdirini kazanmış, hatta kızını onunla evlendirmeyi düşünmüş ve bu düşüncesini açıkça ona söylemişti.
Mütekait Değil, Müteharrik Adam
Evet, bu Şeyh, kesinlikle yerinde durmayan ve sürekli hareket hâlinde olan bir şeyhti. Konya’ya geldi, orada da büyük bir ilgi gördü, ama o, bu ilgiye iltifat etmedi, Tire’ye geldi. Burada isyan hareketinin ileri gelenlerinden olan Börklüce Mustafa ile tanıştı ve sonra da bir davet üzerine Tire’den, Sakız adasına geçti. Orada, adanın ihtida eden (Müslüman olan) yöneticisini de müritleri arasına kattı.
Sonra Kütahya’ya geçti ve burada da meşhur Torlak Kemal ile tanıştı. Bursa ve Aydın ziyaretlerinden sonra Edirne’ye döndü.
Bir Süre Münzevi Bir Hayat
Şeyhimiz, Edirne’ye döndükten sonra münzevi bir hayat yaşamayı tercih etmişti. Ama bu hayat tarzı pek uzun sürmedi, çünkü o dönemde şehzadeler mücadelesi başlamış ve Şeyh efendi de bu mücadelede taraf olmuştu. Bu taraf olmanın meyvesini görmüştü. Zira, Edirne, Yıldırım Bayezid’in oğlu Musa Çelebi’nin hâkimiyeti altına girmiş (1411) ve şeyh efendimiz de kazaskerliğe atanmıştı.
Dünya bu, bin bir çeşit hâli var, gün geldi kazaskerimiz mağlup oldu ve ailesiyle birlikte İznik şehrine sürgün edildi. Aç sefil bir hayat yaşamasın diye de kendisine 1000 akçe maaş bağlandı.
Şeyh, bir süre İznik’te kaldıktan sonra bir gün buradan gizlice ayrıldı, Kastamonu’ya geldi ve Sinop Limanı’ndan bir gemiyle Rumeli yakasına geçti. Önce Zağra’ya, oradan da Silistre ve Dobruca’ya şeref verdi. İkametgâh olarak ise Deliorman’ı tercih etti.
Şeyh, Siyasetin Odak Noktasında
Münzevi bir hayat, onun fıtratına uymadı. Şehzadelerin birbiriyle olan mücadelesinde o da taraf oldu ve müridlerinden Börklüce Mustafa, Torlak Kemal gibi ihtilâlci adamlarını ülkenin her tarafına göndererek bu kavganın içine soktu. Soktu sokmasına amma şeyh ve bütün adamları ülkenin her tarafında Çelebi Sultan Mehmed’in askerlerine mağlup oldu. Ve Şeyh de, Serez’de bulunan padişahın huzuruna getirildi.
Padişah, onun değerli bir din âlimi olduğunu ve siyasi hareketinin de bir yönüyle dinî nitelik taşıdığını göz önüne alarak, “Buyruğumdur, kellesi vurula!” emrini vermedi. Bunun aksine, şeyhin yargılanması için ilim adamlarından bir heyet kurulmasını emretti.
Bu heyet oluşturuldu. Üyeler tarafından, şeyhin bütün faaliyetleri bir bir incelendikten sonra, görüşlerinin dinî hükümlerle bağdaşmadığına, faaliyetlerinin devlete karşı isyan sayıldığına, malının ve ailesinin korunması kaydıyla kendisinin idam edilmesine karar verildi. Rivayete göre, Şeyhe bu karar bildirildiğinde kendisi de bu kararı onayladı.
Ve Miladi takvim 1420 yılını gösterirken o, bu karar gereğince Serez’de idam edildi ve burada defnedildi.
Şeyhin İlmî Kariyeri
Uzmanlar, onun İslâmî ilimlerden bilhassa fıkıh ve tasavvufta parlak bir isim olduğunu hatta müçtehit derecesinde güçlü bir âlim olduğunu söylerler.
Ama o, bir yandan siyasî faaliyetleri, bir yandan tasavvufî ve felsefî görüşleriyle daha çok dikkat çekmiştir.
O, tasavvufî keşfin, ancak Allah’a yönelmek, kalbi arındırmak ve peygamberlerin yolundan gitmekle gerçekleşebileceğini söylemiştir.
Müritleri tarafından kerametleri de olduğu söylenen Şeyh, vahdet-i vücut anlayışına sahip bir mutasavvıftır.
Bu anlayış gereği, uzmanların zayıf bir hadis olarak bile görmedikleri “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim ve bilineyim diye halkı yarattım!” sözünü şeyhimiz şöyle yorumlar: “Yaratma O’nun zuhûrundan başka bir şey değildir. Gerçek varlık Hakk’ın varlığından ibarettir.”
Vâridât adlı eserinde, cennet- cehennem, melek- şeytan, ölümden sonra yeniden diriliş konularında da, devrin kelamcılarından farklı düşünceler ileri sürmüştür. Meselâ, şu cümle ona aittir: “Öyle bir zaman gelir ki, insan türünden hiç kimse kalmaz; sonra topraktan anasız ve babasız yeni bir insan doğar ve o nesillerle devam eder” (Vâridât, s. 73).
Ne Dediler?
Aziz Mahmud Hüdâyî gibi bazı şeyhler onu tekfir ederken aynı ekolden gelen bazıları da, zamanının çoğunu riyâzet ve mücâhedeye ayırması sebebiyle onu överler ve bir deha olarak görürler. Bazıları da, onun gösteriş ve alışkanlıklara dayanan ilim ve ibadetinin “İblis’in taati” gibi bencillik ve böbürlenmesine sebep olduğunu söylerler.
Eserlerinde açıkça beyan edilmemesine rağmen “El-iştirâk fî emvâl ve’n-nisâ” kuralı, şeyhe mal edilmiştir. Yani Şeyh, özel mülkiyete karşı olmakla, ayrıca kadın erkek bir arada sazlı içkili âyinler düzenlemeye cevaz vermekle ve İbâhîliği savunmakla suçlanmıştır. “
Bazıları da Şeyhi savunmuşlardır. Meselâ, Taşköprizâde, onun mâsumiyetine inandığı için “...yakalandı ve haksız yere öldürüldü” ifadesini kullanmıştır. Bursalı Mehmed Tâhir de, şeyhe yöneltilen ithamların Vâridât’ı iyi anlayamamaktan kaynaklandığını söylemiştir. Gölpınarlı da, şeyhi Şiîlikle itham edenlere: “Hiçbir ilgisi yoktur!” cevabını vermiştir.
Şeyhin müritlerinden bir kısmı, daha sonraları, “Bedreddin Ocağı” diye bir akım oluşturmuşlar ve bu ocağa mensup olanlar Bedreddin’in ölmediğine, günün birinde tekrar gelerek âlemi nizama koyacağına inanmışlardır.
Kimdi ve Nereliydi Bu Şeyh?
Bir zamanlar ülkemiz gençliği sağcılar- solcular diye gruplara ayrılmıştı. İşte böyle bir dönemde o şeyh, solcularımızın PÎR edindiği bir adam olmuştu.
Bazı kaynaklarda onun adı “Şeyh Bedreddin Simavî” olarak yazıyor; Simavî, yani Simavlı Şeyh Badreddin. Ama bazı kaynaklarda da “Simavna kadısının oğlu” şeklinde yazıyor.
Bu konuda araştırmaları olan Orhan Şaik Gökyay, “onun babası kadı falan değil; gazi (savaşçı) idi. Zaten doğduğu tarihlerde sözü edilen mekân küçük bir köydü, kadı falan da yoktu orada” diye bahseder Şeyhten.
Gazeteci ve araştırmacı Alaattin Gürırmak’ın bir makalesinde, Şeyhimizin Simavnavî değil; Simavî olduğu özetle şöyle ifade edilir:
Şeyh Bedreddin'in doğum yerleri tam 4 tanedir...Biri de Kütahya’nın Simav'ıdır. Simav’ın Şeyh Bedreddin ile ilgili izleri şöyledir. 1-Şeyh Bedreddin Cami,2- Şeyh Bedreddin Bağları. 3-Şeyh Bedreddin Sübyan mektebi. 4-Şeyh Bedrettin Cadde ve sokağı,5-Şeyh Bedrettin merası, 6- Şeyh Bedreddin arsası.
Doğum tarihi 1358 yılı olan Şeyhin, bu tarihte Yunanistan sınırlarında yer alan ve Edirne'ye 20 kilometre uzaklıktaki Simavna köyü, şeyhin doğum yeri olamaz. Çünkü Edirne'nin fethi 1362 yılıdır. Ayrıca Osmanlı'nın, o tarihlerde 35 Hanesi Müslüman, 17 Hanesi Hıristiyan olan 52 hanelik böylesi küçük bir yerleşim merkezine kadı falan ataması da mümkün değildir...
Oysa aynı tarihte Simav, Türk sınırları içinde ve o yıllara göre büyükçe bir nüfusu sahiptir... Şeyh Bedreddin’in Simavnakadısıoğlu olarak bir unvanı varsa, Simav doğumlu olduğuna işaret eden SİMAVÎ vasfı da vardır.
Şeyhin Eserleri
1. Leṭâʾifü’l-işârât. Fıkıh alanında yazdığı ilk eserdir. Bu eser, onun fıkhî meselelere vukufunu ve müçtehid derecesinde bir hukukçu olduğunu göstermesi bakımından büyük önem taşır.
2. Câmiʿu’l-fuṣûleyn. Müellifin Edirne’de kazaskerliğe tayin edildikten sonra telif ettiği, kazâ ve mahkemeyle ilgili konuların ağırlıkta olduğu muamelâta dair bir fıkıh kitabıdır.
3. Vâridât. Müellifin, felsefî, tasavvufî, kelâmî ve diğer fikrî konuları içeren en önemli eseridir. Şeyh, bu eserdeki düşüncelerinden dolayı da yoğun tartışmalara yol açmıştır.
Velhasıl
Özet olarak anlatmaya çalıştığımız bu şeyhin sevenleri, 500 sene sonra onun kemiklerini İstanbul’a taşıdılar. Şöyle ki, 1924 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında bir nüfus mübadelesi yapıldı. Ve bu sırada Türkiye’ye gelen göçmenlerden bazıları, şeyhin kemiklerini de İstanbul’a getirdiler ve çeşitli yerlerde muhafaza ettiler. Nihayet bu kemikler,1961 yılında Sultan Mahmud’un Divanyolu’ndaki türbesinde bulunan hazîreye defnedildi. Ayrıca Simav’da olduğu gibi Bursa’da da onun adını taşıyan sokak ve mescit, Edirne’de bir zâviye, Konya’da da bir mescid mevcuttur.
Evet, böyle bir Şeyh vardı tarihte. Hatasıyla sevabıyla bu dünyadan göçüp gitti. Biz de, ölenlerimizi hayırla yadetmek kuralına uyarak “Allah ona rahmet eylesin” diyoruz. Vesselam.
NOT: Bu makale TDV İslâm Ansiklopedisi kaynak alınarak hazırlanmıştır.
.
Tekfir etmek, va'd ve vaîd üzerine bir sohbet
Değerli okuyucu, “Bir Bilen Dostum” ile yaptığımız bu haftaki mutad (alışılmış) sohbetimizde, tekfir, va’d, vaîd kavramları ve Türkçe ibadet üzerine konuştuk, Sohbetimizin bir bölümünü sizlerle paylaşmak istedim. İlk önce bendeniz, şöyle bir soru sordum dostuma:
- Üstadım! Bizler beşeriz, şaşıyoruz çoğu zaman, amel defterimizi karalarla dolduruyoruz. Ama Rabbimizin Rahman ve Rahim oluşunu düşününce de biraz içimiz ferahlıyor. Lakin bazı medya vaizlerini dinlediğimizde ise içimiz kararıyor.. Siz bu konuda ne dersiniz?
- Benim kadim Dostum Şerif! Bütün Peygamberlerin iki vasfı vardır; onlar, MÜBEŞŞİR ve NEZİRdirler.. Yani bazı kötülüklerden bizleri sakındırırlar ama bir yandan da bizlere ümit verirler, müjdeler sunarlar.. Tıpkı bunun gibi Yüce Rabbimiz de Va’d edicidir, kullarına cennet müjdeleri sunar, emir ve yasaklarına uyanları mükâfatlandıracağını bildirir. Bununla birlikte Allah, Vaid’dir yani kötülüklerden sakınmayı emreder, suçluları cezalandıracağını ve cehennemi de hatırlatır..
Kur’an’ı Kerim’i okuduğumuzda Va’d kavramının 100 den fazla yerde zikredildiğini, altı âyette ise azap ve ceza anlamına gelen vaîd kavramının geçtiğini görürüz.
Velhasıl, güvenilir İslâm bilginlerinin yorum ve düşüncelerini göz önüne aldığımızda şöyle bir sonuca varabiliriz: “Yüce Rabbimiz, bizlere VA’D ettiği yani müjde olarak sunduğu hiçbir şeyden vazgeçmez, geri dönmez. Ama VAÎD’inden yani ceza olarak bize sunduklarından, bildirdiklerinden vazgeçebilir. O, kendisine şirk koşulmasının dışında kalan bütün günahları dilerse effeder”
Unutmayacağım Amma
- Üstadım! Şu son üç cümlenizi unutmayacağım ama, bu bağlamda aklıma geliveren bir soruyu da sormak istiyorum izninizle.. Bir makalede okuduğuma göre kelâm literatürüne girmiş olan bir kavram varmış; “Vaîdiyye” kavramı. Bu ekolün mensupları, çok katı görüşlere sahip imişler.. Tıpkı bu Vaidiyeciler gibi çağımızda da bazı insanlar, bazılarının söz ve davranışlarına bakarak o kişiyi hemen TEKFİR ediyorlar yanı dinden çıkmış olmakla, kâfirlikle suçluyorlar. Çağdaş ve modernist geçinen bazılarımız da, bazılarımızı ham yobaz ve kaba softalıkla, çağ dışı olmakla itham ediyorlar.. Bu konuda ne dersiniz?
- Şerifçiğim! Ne yazık ki, günümüz sosyal hastalıklarından birisi de bu. Siz de çok iyi bilirsiniz ki, İslâm’da niyet çok önemlidir; Hz. Ömer’in, Hz. Peygamber(s.a.s.)’den rivayet ettiği: “Ameller, niyetlere göredir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır,” hadisini hatırlayalım bu vesileyle.
Bir insan, kendisinin Ate olduğunu, Allah inancına sahip olmadığını açık seçik söylemedikçe, vahyi, Peygamberi alenen inkâr etmedikçe asla tekfir edilemez, kafir olmakla suçlanamaz. Bu konuda yine İslâm bilginlerinin çok net görüşleri vardır ki onu da şu iki cümle ile özetleyebiliriz: “Bir kişinin kafir olduğuna dair elinizde 99 tane delil olsa bile, Mü’min olduğuna işaret eden bir kanıt varsa o kişinin MÜ’MİN olduğuna hükmediniz.. Kalblerde olanı ancak ve ancak Allah bilir.. ”
Evet, çevremizdekileri, hele hele “Müslümanım elhamdülillah” diyenleri, kolayca tekfir etmek bizlere yakışan bir davranış değildir. Bunun vebali de vardır doğrusu. Ama gel gör ki, yaşadığımız şu dijital çağda sosyal veya görsel medyaya baktığımızda Prof. Dr. Kemal Sayar’ın ifadesiyle, toplumumuzun nefretle kundaklandığını görüyoruz. Bizler öncelikle bu nefret sarmalından çıkmalıyız.
Anlamını Bilmeden Kur’an Okumak Ve İbadet
- Eyvallah Üstadım.. Son bir soru.. Gerek özel sohbetlerimizde, gerek sosyal medyada dillendirdiğimiz bir konu var. O da, anlamını bilmeden Kur’an okumanın ve ibadet etmenin hiçbir değeri olmaz şeklindeki iddialarımız. Bu konuda ne dersiniz?
- Kıymetli Dostum! Benim nenem 99 yaşında rahmetli oldu. Elini öpmek için ziyaretine gittiğimde onu, her daim pencere camının önünde ya Kur’an okurken, ya da Osmanlıca yazılmış bir siyer kitabını okurken görürdüm. Siyer kitabını anlardı; çünkü o eski harflerle yazılmıştı ama, Türkçe idi. Lakin Kur’an okurken yüzündeki mutluluk ifadesi açık seçik okunurdu nenemin, halbuki Arapça bilmezdi o.. Askerdeki oğlundan gelen mektubu koynunda saklayan ve evlat hasretiyle yanıp tutuşan bir annenin mutluluğu nasılsa, nenem de öyle mutlu olurdu anlamadığı Kur’an’ı okurken.. O, o Kitab’ı TEBERRÜKEN okurdu, yani C. Hak’ka yakınlaşmak, O’nunla beraber olmak, O’na ibadet etmiş olmak için tilavet ederdi. Okumayı bitirince de onu göğsüne koyup el işlemeli kılıfına kibarca yerleştirir ve saygıyla duvara asardı.. Şimdi sorarım size: Neneme bu mutluluğu veren davranışı ve bu duyguyu çöpe mi atacağız..
- Sonra, bu iddiada bulunanlara şu soruyu da sormak gerekir diye düşünürüm: “Geçmişte ve günümüzde, ibadethanelerinde ibadet eden çeşitli din mensuplarının yüzde kaçı, ağızlarından dökülen ibadet ve dua sözcüklerinin anlamını biliyordur? Evet, bu sorunun cevabını verebilirler mi bize?
- Diyeceksiniz ki bana: “Okuyup anlamayalım mı? Anlamayı teşvik etmeyelim mi?” Ben de diyeceğim ki:
“Edelim, edelim.. Hatta Merhum Âkif’in şu dizelerini de sıkça hatırlatalım insanımıza:
“Ya açar bakarız Nazm-ı Celil’in yaprağına,
Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla bilin;
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”
Ve Muhammed Suresindeki şu ayet mealini de zihinlerine nakşedelim insanımızın:
“Ne diye Kur'an'ı, bir iyice düşünüp taşınmazlar, yoksa gönüllerinde kilitler mi var?”
Değerli okuyucu, bizim sohbetimiz bu minval üzere devam etti ve Bir Bilen Dostumun, kimsenin kimseyi tekfir etmediği, sevgi, saygı ve barışın yaygınlaştığı bir ülkede yaşayabilmemiz dilekleri ve şu ayet mealini okuyarak dua etmesi ile son buldu.
“Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi hak ve hakikatten saptırma. Bize rahmet ve merhametini lûtfet. Hiç kuşku yok ki, lütfu bol olan yalnız sensin.” ( Âl-i İmrân Suresi, 3/8)
Selam ve dua ile...
.
KUR'AN'I KERİM HAKKINDA BİR SOHBET
Derler ki: “Kur’an, mu’ciz bir Kitaptır.
Mu’ciz ne demektir?
Ve yine derler ki:
“Mu’ciz Kitap, gerek anlam, gerek içerik, gerekse söz dizilişi İtibariyle beşerin ortaya koyamayacağı, koyamadığı eser demektir.
Değerli okuyucu! “Bir Bilen Dostum” ile bu haftaki Kur’an’ı Kerim üzerine olan sohbetimiz böyle başladı ve devam etti.
Çaylarımızı yudumlarken Dostuma dedim ki:
- Üstadım! Lise sıralarında mürekkep yalarken, Din Kültürü Hocamız bir dersimizde Kur’an hakkında şu cümleleri söylemişti bize: “Arkadaşlar, KUR’AN, ne nesirdir, ne nazımdır. Onun bu özelliğini şu iki ayetten öğreniyoruz: : “Biz ona şiir öğretmedik” (Yâsîn 36/69); “O bir şairin sözü değildir”
Ama o, nev-i şahsına münhasır (kendine özgü) ve vahiy ürünü olan İlahî bir kitaptır.
Ses, Söz Ve Anlam Arasında da Uyum Vardır
Evet, Onun surelerindeki söz dizilişleri ile anlamı arasında da bir ahenk ve uyum vardır,” dedi ve bu konuda Nas Suresini örnek göstererek şöyle devam etti anlatmaya:
“Meselâ; NÂS Suresi, Kur’an’ın son suresidir. Ayetlerin sonları hep “SSSSSS” sesleriyle biter. Surenin, bu “S” sesleriyle uyum içinde olan bir de anlamı vardır.
Nasıl mı?
İnsanlar içinde yılana benzeyen tipler vardır ya. Onlar, insanı öperken ısırırlar. Tıpkı “SSSS” sesiyle yavaşça gelip insanları zehirleyen yılan gibidirler onlar.
İşte o tiplerin gizli tuzaklarından, dedi- kodu ve fiskoslarından Allah’a sığınmayı öğütler bu sure.
Ben bunları anlatırken Dostum çayını bitirmek üzereydi ki söz hakkımı ona devrettim. O da, benim anlattıklarımı onaylayan şöyle bir örnek verdi:
- Eveet, Şerifçiğim, Hocanızın bu anlatımına eklenecek çok söz var ama bendeniz de derim ki:
“Kur’an’ı, gereği gibi okuyan güzel bir ağızdan dinleyenler, anlamını bilmeseler bile adeta çarpılırlar. Bu, dün de, bu gün de böyle olmuş, yarın da böyle olacaktır. Günümüzde Amerika ve Batı dünyasında onu dinleyerek ihtida edenların (Müslüman olanların) olduğunu basın yayın organlarından okuyoruz. Bu konuda Amerika’da din görevlisi olarak yıllarca kalan bir arkadaşımın şu sözünü hiç unutmam: “Amerikalıya saatlerce İslâm’ı anlatmakla, hoş bir seda ile Kur’an dinletmenin aynı sonucu verdiğini gördüm.”
Kur’an Ve Fasıla
Sohbetimizin bu noktasında Dostuma bir soru daha sordum:
- Üstadım, Kur’an’ın eşsiz bir Kitap olduğuna işaret eden bir de Fasıla Kavramı vardır. Bu konuda da bilgi verebilir misiniz?
- Değerli Dostum, malumunuz Fasıla kelimesinin sözlük anlamı “ara, aralık, ayıran şey, bölme” demektir. Kur’an’daki âyetlerin sonuna gelen kelimeler, tıpkı şiirdeki kafiyeler gibi, belirli harf veya hecelerle biter. Bu harf veya heceler, bir ayeti diğerinden ayırır ve böylece söz dizilişine de mükemmel bir âhenk kazandırır. İşte ayetin bu son kelimesine FASILA, son harfine de FASILA HARFİ denilmiştir.
Öyle ki, bu kelime ve heceler, hiç bir zorlama olmadan yumuşaklıkla ve kendi tabii güzellikleriyle sıralanır, herhangi bir anlam kayması da olmaz. Ve bu husus yalnız Kur’an’a özgü bir özelliktir; diğer edebi kitaplarda bu özelliği bulmak mümkün değildir.
Ve Kur’an, bu fevkalade şiirimsi özelliği ile zihinlerde ve gönüllerde derin bir tesir bırakır; ayrıca âyetlerin hâfızada daha kolay yer etmesine ve kolaylıkla ezberlenmesine de yardımcı olur.
Bir sûrenin fâsılası tek bir harf olabileceği gibi daha fazla da olabilir. Meselâ sizin biraz evvel örnek olarak sunduğunuz NAS suresinin fasıla harfi “S” yani sin harfidir; Kur’ân-ı Kerîm’in en kısa sûresi olan Kevser sûresinin ise “Râ” harfidir FASILA harfidir; 286 âyetten meydana gelen Bakara sûresi Kur’an’ın en uzun sûresidir ve bu surenin fâsılası ise mîm, nûn, bâ, râ, kāf ve lâm harfleridir. İstersen somut olarak bunu şems suresiyle örnekleyelim. Bakınız, HE harfi nasıl da her ayetin sonuna gelivermiş:
1. Veşşemsi ve duhaHE.
2. Velkameri iza telaHE.
3. Vennehari iza cellaHE.
4. Velleyli iza yağşaHE.
5. Vessmai ve ma benaHE.
6. Vel'ardı ve ma tahaHE.
7. Ve nefsin ve ma sevvaHE.
8. Feelhemeha fücureha ve takvaHE.
9. Kad efleha men zekkahHA.
10. Ve kad habe men dessaHE.
11. Kezzebet semudü bitağvaHA.12.İzinbe'ase eşkaHE.
13. Fekale lehüm resulullahi nakatallahi ve sukyaHE.
14. Fekezzebuhü fe'akaruha fedemdeme 'aleyhim
rabbühüm bizenbihim fesevvaHE.
15. Ve la yehafi 'ukbaHE.
“EY YER! YUT SUYUNU! / EY GÖK! SEN DE KES YAĞMURUNU! (Hud Suresi, 11/44)
Üstadım ! Şu anda ben de Nuh Tufanını hatırladım. Hatırlarsınız ki, Yüce Rabbimiz, yüzyıllar öncesinde o dehşetli hercümerç anında:
“Ey yer! yut suyunu! / ey gök! sen de kes yağmurunu” diye ferman buyurmuştu değil mi?..
Tarih bize diyor ki, zulüm ve haksızlık, hiçbir zaman Allah’ın mülkünde ilelebet payidar olamamıştır.
Hz. Nuh döneminde de, taşkınlık yapan zalim halk, Cenabı Hakkın “UZAK OLUNUZ” sözüne muhatap olmuş ve müthiş TUFAN gerçekleşmişti.
Tufan sonrasında ise yer ve gökyüzüne hitaben:
“YA ARDUBLEİ MÂEKİ VE YA SEMÂÜ AGLİİ” diye ferman buyurulmuş, Allah'ın emri gerçekleşmiş ve gemi Cudi'ye oturmuştu da tam o sırada "Kahrolsun zalimler güruhu " diyen bir ses duyulmuştu.
Bundan sonra, Hz. Nuh ve iman edenler, yeryüzünün yeniden haremleşmesi için, erdemli bir toplumun inşası için canla başla işe koyulmuşlardı…
Eveet, şimdi bana, “bu olayı niçin anlatıyorsun, konumuzla, Kur’an’ın mucize bir kitap olması ile ne alakası var,” diye soracaksın değil mi?..
Bu Fakir Dostun, şunun için anlattı bu olayı. Kur’an’ın nazil olduğu zaman diliminde, Arap edebiyatı zirve dönemini yaşıyordu; yüzlerce güçlü şair ve edipler vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.)’e, “ Bu Kur’an’ı sana birileri yazdırıyor, bunun benzerini biz de yazarız,” diyorlardı. İşte böyle diyenlerden biri, oturmuş, evinde Kur’an ayetlerine nazireler döşenirken, sokaktan geçen bir çocuk yüksek sesle bu sureyi okuyordu. Tam da Koca Şairin evinin önünden geçerken bu iki ayeti okudu…Şair bir kendi yazdıklarına baktı, bir de, tufanı dillendiren bu iki ayeti düşündü..Bir kez daha düşündü ve sonunda PES etti, kalemini kırdı ve nazire yazmayı bıraktı..
Bir Teşekkür Aldım
Ben sözlerimi noktaladıktan sonra, Dostumdan bir teşekkür aldım; kendilerine bu olayı hatırlattığım için. Ve böylece bu haftaki sohbetimizi de bitirmiş olduk. Sağlık ve esenlik dileklerimiz; selam ve dua ile vedalaştık.. Vesselam.
.
|
Bugün 74 ziyaretçi (146 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|